MATBU MUSHAFLAR
Bilindiği üzere ilk defa matbaacılık onbeşinci asrın ortalarında Gutenberg tarafından icad olunmuştur. Onun ilk bastığı kitap İncil'in tab'ını 1455'de tamamlamıştır. Medeniyetin yayılmasında en büyük âmil olan matbaacılık şarka yavaş yavaş sokulmuştur.
Şarkta matbaanın kabulünden önce, Avrupa'da Arap harfleriyle eserler basılmış, bunlar Müslüman ülkelerine yayılmıştır. 1587'de Üçüncü Murat tarafından, yabancı memleketlerde basılmış arapça kitapların Osmanlı ülkesinde serbest satılması için bir ferman verilmiştir.
Osmanlı ülkesinde Rum, Yahudi vesairenin matbaaları vardı. Nihayet ül-kemizde Türkçe matbaacılık Üçüncü Ahmet zamanında, Lâle Devri Veziri Nevşehirli Damat İbrahim Paşa' nın Sadrazamlığı sırasında İbrahim Müteferrika marifetiyle kurulmuştur. İlk matbaa (H. 1139/M. 1727) de açılmış ve ilk eser olarak basılan "Vankulu" lügatinin baskısı (H. 1141/M. 1729)'da tamamlan-mıştır.
Kitap basmak bir nevi hakaret sanıldığından bu iş bu kadar gecikmiştir. Padişahtan ferman, Şeyhül-İslâmdan fetva lâzımdı. Kitap basmanın caiz olduğuna ilk fetva veren 5l'inci Şeyhül-İslâm olan Ebezade Abdullah Efendi'dir.
Ancak fetvada Mushafın ve dinî eserlerin basılmasına cevaz verilmiyordu. Hal-buki Avrupa'da ilk defa İncil basılmıştı. İşte bundan dolayı İstanbul'da mat-baanın kabulünden çok sonra Mushaf tabedildiğini görüyoruz. Patrona Halil ihtilâlinden sonra matbaacılık biraz durmuştur. Birinci Hamit 12 Mart 1784 tarihli Hattı Hümayunla matbaanın ihya ve tevsiini emretmiştir.
Türkiye'de matbaa kurulması için Şeyhul-İslâm Abdullah Efendi 1139 H. tarihinde fetva verdi. Ondan sonra padişahtan ferman çıktı.(44)
Fetva şudur:
"Basma san'atında maharet iddia eden Zeyd, lügat ve mantık ve hikmet ve hey'et ve bunların emsali Ulûm-i âliyede telif olunan kitapların hurûf ve kelimâtmın suretlerini birer kalıba nakış edüp evrak üzerine basma ile ol kitapların misillerini tahsil ederim dese, Zeyd'in bu vecihle amel-i kitabete mübaşeretine şer'an ruhsat var mıdır? Beyân buyurula."
El-Cevab:
Allahu a'lemu, basma san'atında mahareti olan kimse bir musahhah Kitab'ın hurûf ve keli-mâtını bir kalıba sahihen nakış edüp evraka basmakla zaman-ı kalîlde bilâ maşakka nüsha-i kesîre hâsıla olup kesret-i kütüb rahîs behâ ile temellüke bâis olur. Bu veçhile fâide-i azîmeyi müştemil olmağla ol kimseye müsâade olunub bir kaç âlim kimseler sûret-i nakış olacak kitabı tashih için tayin buyurulursa, gayet müstehsene olan umurdan olur.
Ketebehu: Abdullah el-Fakîr ufiye anhu
İbrahim Müteferrika ve Sa'îd efendiler, matbaa için gerekli fetva ve fermanı aldıktan sonra, matbaayı kurdular ve ilk olarak Vankulu lügâtı'nı basmakla işe başladılar, başka eserler de bastılar. Fakat bu sırada Patrona Halil isyanı çıktı, matbaa işlerine ara verildi. H. 1156 tarihinde Yenişehir Müftüsü Abdullah efendi birinci fetvâ mahiyetinde tekrar ikinci bir fetva verdi ve matbaacılık işi yeniden canlandı. Ancak tefsir, hadîs, fıkıh ve kelâm gibi dinî eserler ve mushaf basımı müstesna tutuluyordu. Cevdet Paşa bunu şöyle anlatır:
"...Taassup erbabının itirazından korkulduğundan din kitapları basılamıyordu. Çünki basarken harflerin makineye girip sıkılmasında hakaret görülüyordu. Halbuki, sahifeleri dağınık halden kur-tarmak için cilt yapılırken, mücellit onları mengeneye sıkıştırıyor, muştayla vuruyordu. Bir işten maksad ne ise hüküm ona göredir, kaidesine göre sonraları din kitaplarının tab'ına başlandı... "(45)
İstanbul'da Mushaf resmen henüz basılmıyordu. Halbuki, dış memleket-lerde basılıyor, hattâ İstanbul'da Valide Han'ında kaçak basılıp satılıyordu. Hükümet basmak istiyordu, fakat henüz bu hususta fetva yoktu. Nihayet Cevdet Paşa'nın himmetiyle H. 1291 yılında, İstanbul'da, hükümet eliyle mushaf tab'ına başlandı. Bunu da Cevdet Paşa'dan dinleyelim:
"Nice senelerden beri Kur'an-ı Kerim'in tab'ı, Bâb-ı Ali'ce arzu olunduğu halde bu hususta Bâb-ı Fetvadan uygun cevap alınamıyordu. Bâb-ı Ali tereddüt halindeydi. Halbuki İranlılar, Vâlidehan'ında ve diğer yerlerde gizlice Kur'an-ı Kerim tab'ı ile âşikâre satıyorlardı. Ve bazı matbaalar-daki basılmış sahifeler bakkal dükkanlarında görülmekle, bu ise Kur'an hakkında hürmetsizliği mucip olduğundan, Şeyhu'l-İslamlık makamından arasıra şikayet geliyordu. Bâb-ı Ali bazen bu sahifelerin satışını yasaklar, bazen müsadere ederdi. Bu sırada Fransa'da Hafız Osman hattıyle bir mushaf Fotolitograf yani aks-i ziya san'atıyla tab' ettirilerek bir çok nüshası İstanbul'a getirildi. Bab-ı Ali'ce satışına ruhsat verilerek âşikâre satıldı. Lakin yazıları layıkıyla çıkmamıştı. Bunun üzerine Meclis-i Vükelâda müzakere yapılarak Matbaa-i Amire'de gerekli hürmet gösterilerek Mushaf-ı Şerif tab'ı münasip görülüp icrası bana havale buyuruldu. Derhal tabıhanede tezgâhlar kuruldu ve bu san'atta mahir olan Ali Efendi marifetiyle Şekerzâde'nin meşhur Mushaf-ı Şerifi tabettirildi. Buna dair H. 1291 senesi, tarafımdan tanzim ile tab'ı ve neşir olunan İlannâmenin sureti aşağıya yazıldı.(46)
"400 seneden beri Mushaf-ı Şerifler, ekseriya nesih yazı ile yazıla gelmiş ve bu san'atta pek mahir üstâdlar gelip geçmiştir. Bu seçkin üstâdlar, şöhret ve maharetçe müteaddid sınıflara ayrılabilirler:
En yüksek mertebede bulunanların birincisi Şeyh diye ma'ruf olan Hamdullah Agâh efendidir ki, Yâkût Müsta'samî'nin icad eylediği usulü bir güzel şive üzre ifrağ eden O'dur. 926'da vefat etmiştir.
İkincisi Hafız Osman'dır ki, Şeyh'e hakkıyle uyarak O'nu taklid eylemiş ve yazıyı bir mertebe daha toplayıp bir güzel üslûp vermiştir. 1110 tarihinde vefat etmiştir.
Üçüncüsü işbu Hafız Osman'ın talebesinden Yedikuleli diye maruf olan Seyyid Abdullah efendidir ki, hocasının yazısını fark olunmaz mertebede taklid eylemiştir. 1140'ta vefat eylemiştir.
Dördüncüsü Yedikulelinin talebesinden Şekerzâde diye maruf olan Mehmed efendidir. Nesih yazıda hocasını taklid ile beraber bu sanata bir güzel şekil ve nezâket vermiştir.
İkinci sırada gelenler: Yedikuleli'nin talebesinden Eğrikapılı diye maruf olan Râsim efendi ve meşhur hattat Afif efendinin damadı ve talebesi olan Deli Osman ve Mehmet Celâleddin ve Şimşir Hafız'dır. Onlardan sonra muhtelif derecelerde pek çok meşhur hattat vardır.
Şeyh'in ömrü tecrübe ile geçip bu san'atı malûm olan dereceye getirinceye kadar pek çok emek vermiştir. İlk zamanlardaki yazısıyla sonraki yazıları arasında pek çok fark vardır. Yazdığı Kelâm-ı Kadîm'lerin içinde en ziyade beğendiğini, Hazret-i Peygamber Aleyhisselâm'a hediye olmak üzere Medine-i Münevvere'ye göndermiştir. Bunu taklid ederek bir Kelâm-ı Kadîm yazmak üzere Üçüncü Sultan Ahmed tarafından Şekerzâde memur olmakla, gidip Medine-i Münevvere'de ikâmet ile harfi harfine O'nu taklid ederek bir Mushaf-ı Şerîf yazarak O'nu İstanbul'a getirdiğinde, I. Sultan Mahmud tahta çıkmış
bulunduğundan, O eşsiz eseri O'na arz eylemiştir. Bu defa O nüsha İstanbul'da Baş Hafız olan Demir Hafız'a okutturuldu ve görülen yanlışlar asrımızda Şeyhul-Hattâtîn ve Reîs-l-Ulemâ olan İzzet Mustafa efendiye tashih ettirildi. Ve asrımızda yeni çıkan aks-i ziya san'atında mahir olan Erkan-ı Harp fotoğrafhanesinde vazife yapan Kolağası Hafız Ali efendi marifetiyle tabettirildi, 1291".
Cevdet Paşa merhumun bu maruzatından anlaşıldığı üzere matbaanın icadından 439 yıl geçtikten ve Türkiye'de matbaa açıldıktan 152 yıl sonra Mushaf basımına başlanmıştır. Bu baskı için tarihi değeri çok yüksek, san'at kıymeti üstün olan ve Şekerzâde'nin Medine-i Münevvere'de yazdığı o mübarek nüsha seçilmiştir. Mushaf ilk defa 1106 H. / 1694 M. tarihinde Hamburg'ta basılmıştır. Müslümanlar tarafından da ilk olarak 1216 H./1801 M. tarihinde Kazan'da basılmıştır. 1267 H./185O M.'de Hindistan'da, 1281 H./1864 M.'te Kahire'de, 1288 H./1871 M.'de İstanbul'da başlanmıştır.
Mushaf-ı Şerif eskiden taşbasması basılırdı. Şimdi yeni usûllerle daha mükemmel basılmaktadır. En güzel baskılar yine İstanbul'da yapılır. Mushaflarda sıhhatli basımı ve imlâ doğruluğunu sağlamak için çok dikkat edilir. Türkiye'de basılanların, Diyanet İşleri'ne bağlı Mushafları İnceleme Kurulu'ndan geçmiş olması şarttır.
Mısır'a ise matbaa, Fransız istilasında (H. 1213/M. 1798)'de girmiştir. Bulak Matbaası Mehmet Ali tarafından kurulmuş, Türkçe pek kıymetli eserler basmıştır. O zaman Mısır, Osmanlı İmparatorluğunun bir eyaleti olduğundan Türkçeye ehemmiyet verilirdi. Hatta Mısır hükümetinin resmi gazetesi olan "Vakayii Mısriyye" 1828'de Türkçe çıkmaya başlamıştır. Türkiye'nin resmî gazetesi olan "Takvimi Vakayi" ise 1831'de çıkmıştır. Suriye'de 17'nci asrın başlarında papazlar ve misyonerler tarafından matbaalar açılmıştır. Onun için Suriye ve Lübnan Arapları uyanmıştır. Mısır'ı Suriyeliler uyandırmıştır.
İşte matbaacılık bu tarzda Müslümanlar tarafından kabul edilmiş ve Kur'an tab'ına da başlanmıştır. Avrupa'da Kur'an çok önceden basılmıştır. Bildiğimize göre ilk Kur'an (H.1106/M. 1694) tarihinde Hamburg'ta basılmıştır.
Matbaa fetvası çıkarken dinî eserlerin basılmaması şart koşulduğundan İstanbul'da Kur'an diğer yerlerden daha sonra tabedilmeye başlanmıştır. Evvelâ İslâm ülkelerinde Kur'an-ı Kerim'in hangi tarihlerde basıldığını görelim; bu hususta malûmat biraz kıttır.
Secavend, vakıf işaretleri gibi kayıtlar olduğundan taş basması daha kolaydır. Onun için taş basması Mushaflar daha çoktur. Harf basmaları da vardır.
Avrupa tabılarında Milâdî tarih var. Şark tabılarında ise ekseriyetle Hicrî tarih konulmuştur. Hangisi daha öncedir, kolay bir mukayese imkânı vermek maksadiyle ben evvelâ Hicrî tarihi, parantez içine de Milâdî tarihi yazıyorum.
Hattâ Mushafların bir kısmının tab'ında tarih bile yoktur. Mümkün mertebe bildiklerimizi yazalım:
_______
(44) Cevdet Paşa Tarihi, c. I, s. 74, İstanbul, 1302. Bunların suretleri 1199'da basılan Subhi Tari-hindedir.
(45) Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, c.I, s. 76, İstanbul, 1302
(46) Vekanûvis Cevdet Paşa'nın Evrakı, Tarih-i Osman-ı Encümeni mecmuası, cüz: 46,1333.
İSTANBUL, MISIR, HİNDİSTAN DA KUR'AN BASIMI
İstanbulda Ku'ran basımı
1288 (1871)'de Hafız Osman hattiyle basılmıştır.
1291 (1874)'de Cevdet Paşa nezareti ile basılmıştır.
Sonraları muhtelif tarihlerde, bir çok matbaalar tarafından taş ve harf baskıları yapılmıştır. Mushafı Şerif en çok İstanbul'da basılmıştır. Güzel ve nefis tabı'lar da vardır. Kenarında Beyzavî tefsiri bulunan tab'ı güzeldir.
Mısırda Ku'ran basımı
1281 (1864)'de Mısır'da ilk defa Bulak matbaasında basılmıştır. Son zamanda Mısır tab'ı mükemmelleşmiştir. Kenarında Beyzavî tefsiri, Celâleyn, izahlar bulunan tabılar da yapılmıştır. Hattâ posta pulu büyüklüğünde Mushaflar da basılmıştır. Bunlara memleketimizde de rastlamaya başladık. Kıral Fuat hesabına yapılmış güzel bir tabı vardır.
Ancak Mısır tabıları Hattı Kur'an ve resmî Mushaftan bahseden eserlere göre Mushafı Osman yazısı üzere basılmaya başlanmıştır. "Şeyhül-Makârî" nin başkanlığı altında böyle tabılar yapılmıştır. Bizdeki Tetkik-i Mesahif Hey'eti -Mushafları İnceleme Kurulu demek olan bu hey'etin hazırladığı o çeşit baskılar, alışık olmıyanlarca zor okunur. İstanbul tabıları mutad imlâ kaidelerine göredir.
Birisi, taassupla itham olunan Türk uleması hakkında şöyle diyordu: Türklerin iki işini beğenirim; Mushafı mutad yazı ile basmaları ve Mecelle heyeti kurarak kütübü fıkhiyeden münakkah bir kanun yapmaları. Türk uleması kadar mutaassıp olmıyan Mısır uleması bu iki işi hâlâ yapamamıştır. Müsamahakâr olan Mısır, Mushaf tab'ında titiz davranıyor.
Hindistanda Ku'ran basımı
1267 (1850)'de ilk defa Leknav'da basılmıştır.
1269 (1852)'de Bombay'da basılmıştır.
1274 (1857)'de Kalküta'da tab'olunmuştur. 1273 (1856) senesinde ise Kalküta'da Keşşaf tefsiriyle bir arada basılmıştır. 1280 (1863)'de Delhi'de basılmıştır.
İşte ilk defa basılanlar, bunlardan sonra basma devam etmiştir. Görüyoruz ki şarkta evvel Hint'te, sonra Mısır'da, daha sonra İstanbul'da basılmıştır.
AVRUPA TABILARI
Mümkün olduğu kadar Avrupa tabılarından bahs delim:
Kur'an'ın bir nüshası Venedik'te tabedilmiş ise de Papa'nın emriyle toplattırılmıştır.
1106 (1694)'de Hamburg'da basılmıştır, elde en eski tâbi budur.
1182 (1768)'de Leibzig'de basılmıştır.
1250 (1834)'de Flügel tarafından basılmıştır. Bu tabı 1257 (1841), 1272 (1855),1284 (1867), 1287 (1870), 1299 (1881), 1311 (1893) senelerinde tekrar yapılmıştır.
1299 (1881)'de Frankfurt'ta basılmıştır.
1249 (1833) 'de Londra'da basılmıştır. Keza 1288 (1871), 1292 (1875), 1299 (1881) senelerinde de Londra'da tabolunmuştur.
1202 (1787)'de Petersburg'da (Leningrat) Katerina hesabına basılmıştır.
Sokullu'nun ilerisini görerek çok yerinde hareketi, Kırım Hanının tarihi hatası yüzünden desteklenememesi neticesi Ruslar, 1783'de Kırım'ı istila etmişlerdi. Katerina, Osmanlılara karşı Rusyâ'daki Müslümanları kendi tarafına çekmek için siyasi bir hile olarak kendi hesabına üzerine adı yazılarak Kur'an bastırıp dağıtıyordu. Bunda şu ince maksat gizli idi:Her Müslümanın elinde ve evinde Kur'an var. Katerina, Rusya'da bastırdığı bu Mushafları ellerine veriyor; Türkiye ile olan bağı kessin, unutsun diye. Bu tabı 1204 (1879), 1205 (1790), 1208 (1793), 1211 (1796), 1213 (1798) yıllarında iade edilerek tekrar basılmıştır.
Mushaflar bahsinde sözü geçen Hazreti Osman hattiyle olduğu sanılan Mushaftan Kufi hattiyle 1323 (1905)'de mahdut nüshalar basılmıştır. Bu 67 x 50 santimetre eb'adında büyük kıtadadır.
1216 (1801) senesinde Kazan'da Kur'an-ı Kerim tab'ına başlanmıştır ve 1258 (1842)'den itibaren her sene muntazaman basılmıştır. Bunların bir kısmı Şehabeddin Mercani mukabelesiyle Hafs kıraati üzerine basılmıştır.
1330 (1911)'de Kırım'da Bahçesaray'da son derece mükemmel ve düzgün tabı'lar yapılmıştır, İsmail Gaspıralı, Petrograd ve Kazan'da Kur'an'ı musahhah olarak bastırmıştır. Onun tabıları İstanbul ve Kahire tabılarından daha mükemmeldir.
Son zamanda Üsküp'te de Kur'an-ı Kerim basılmıştır.
İşte mümkün olduğu kadar görülebilen tabılara dair kısaca malûmat. Daha nice yerlerde nice tabıları vardır.
Afrika'daki kör Müslümanlar için Kur'an-ı Kerim 1951 senesinde Braille sistemi ile kabartma harflerle basılıp Afrika'nın bir çok bölgelerine gönderilmiştir.
AYETLERİ BULMA USULÜ
Çok defalar Kur'an-ı Kerim'den herhangi bir âyeti arayıp bulmak icap eder. Hafızlara sorarsın bilemez,hocaya sorarsın bulamaz. Günlerce düşün, aklına gelmez. Halbuki şimdi âyetten bir kelimeyi bilince onu Kur'an'da buluvermek dakika işidir. Bu çok büyük bir kolaylıktır.
Bu işi yapmak ilk defa, Vardarlı Hafız Mahmud'un aklına gelmiştir diyebiliriz.
"Tertibi Ziybâ" adiyle Kur'an'ın âyetlerini sıralayıp güzel ve faydalı bir eser meydana koymuş, bu hayırlı işin temelini
atmıştır, Ömer Rıza Doğrul ilk defa yapanMustafa Han bini Mehmet Sait namında bir Efganlıdır diyorsa da
"Tertibi Ziyba" öncedir. Hattâ Şumnu'da Şerif Paşa Camii kütüphanesinde Köstendil'den gelme kitaplar arasında aynı tarzda yazma bir eser vardı,o "Tertibi Ziyba"dan daha önce idi. Ancak tarihi hatırımda kalmamış. Ne de olsa "Tertibi Ziybâ" bu husustaki eserlere nümune olmuştur.
Sonraları bu iş daha ileri götürülmüş, tekemmül ettirilmiştir. Mirza Kâzım'ın "Nücumu Furkan'ı Flügel'in bastığı "Nücumu Kur'an" hep bunlardan alınmadır. Şimdilik bu hususta en mükemmel eser, benim gördüklerim arasında "Fethur-Rahman litalibi âyatil-Kur'an"dır. Flügel'in "Nücumu Furkan'ında bazı hatalar vardır. Meselâ "Merdâ'yı "Radıye" maddesine koymuş. "Sâk", "Sekâ" maddesinde, "İstebiku", "Sebekadan" iken "bakıye"den sanmış. Halbuki Fethur-Rahman'da bir kelimeyi bilince âyeti bulmak bir ân işidir. Hacminin küçüklüğüne rağmen çok kullanışlıdır.
Bu tarzdaki eserlerden bildiklerimizi sıralayalım:
Tertibi Ziyba: Vardarlı Hafız Mahmut Efendi tarafından tertiplenen bu eser bu tarz eserlerin başlangıcı sayılıyor. Eseri 28 bab üzere yapmıştır. Telif tarihi Hicrî 1054 (1646)'dır. Eser İstanbul'da 1248 (1832)'de basılmıştır. 1310 (1892) tarihinde Kazan'da, 1318 (1900) Mısır'da basılmıştır. Sonu şöyledir: "Tamam oldukta, Hafız oldu gûyâ Bu tarihi zihi Tertibi Zibâ."
Nücumül-Furkan: Mustafa bini Mehmet Sait namında bir Efganlı tarafından 1103 (1691) senesinde meydana getirilen Nücumül-Furkan meşhurdur. Mustafa Han Hindistan'ın Moğol Sultanları nezdinde yüksek bir mevki sahibi idi. Bu eserini (1658-1707) yılları arasında hükümdarlık yapan Âlemgir zamanında yazmıştır. Eser 1226 (181l)'de Kalküta'da tabolunmuştur.
Nücumül-Furkan Fi Etrafil-Kur'an: Güstav Flügel (1802-1870) tarafından Leibzig'te 1842 senesinde basılan bu eser de Kur'an'daki kelimelerin hurufu hece sırasiyle bir tertibidir. Eser, 1875, 1898 yıllarında tekrar basılmıştır. Bu eser Mustafa Han'ın eserinin muaddel bir şeklidir. Flügel Kur'an'ı da müteaddit defalar basmıştır. Bize 9000'den fazla müellif ismiyle 14.500 kitap adı veren Kâtip Çelebi'nin "Keşfüz-Zünun" unu lâtince tercümesiyle yedi cilt halinde basan, İbni Nedim Fihristini tabeden hep odur.
Miftahı Künuzil-Kur'an: Petersburg (Leningrad)'da muallim olan Mirza Kâzım Bey tarafından meydana getirilen bu eser, 1859'da Petersburg'da tabedilmiştir. Eser 700 sahifedir. Diğer bir tab'ı daha vardır. 656 sahifedir. Tarih yoktur. Kahire'de basılmışa benziyor. Rusya tab'ında Rusça tarifler var. Eserin üzerinde şöyle deniyor:
"Bunu Mirza Kâzım yaptı, Darül-Fünuni Rus ricali takdir etti. Bu Hind'de basılan Nücumi Furkan'dan ve Flügel'e nisbet edilen kitaptan iyidir."
Misbah'ul İhyan Li Teharriyatil Kuran; Kastamonulu Hafız Yahya Hilmi yazmıştır. H. 1322'de İstanbul'da basıldı.
Teysirül-Kur'an: Kur'an'daki kelimelerin kısaca bir kamusudur, 1879'da Leknav'da basılmıştır. Vezir Ali himmetiyle 1292 (1875)'de "Nücumül-Furkan Teysirül-Kur'an" ile birlikte basılmıştır.
Miftahül-Kur'an: Eseri hazırlayan Ahmet Şah'tır. 1906 senesinde Hint'te tabedilmiştir.
Fathur-Rahman Litalibi Âyatil-Kur'an: Alemizade Feyzullah el-Hasenî tarafından yazılan bu eser 1323/1907'de Beyrut'ta basılmıştır. Çok kullanışlıdır. Bir kelimeyi bilince âyeti derhal bulursun. Çünkü kelimeyi alır, âyetin hangi sûrenin kaçıncı âyetinde olduğunu gösterir. Hele durakların içinde âyetlerin numarası bulunan Mushaflarda çok kolaydır. Son zamanda şarkta da böyle numaralı tabılar başlamıştır. Bunda bir beis yoktur.
Delilül-Hayran Fil-Keşfi an âyil-Kur'an: Hacı Salih Nâzım bini Mehmet bini İsmail tarafından tertiplenen bu eser "Tertibi Ziba" yı andırır. Tarihsiz olarak basılmıştır.
Mucemül-Müfehres Lielfazıl-Kur'anil-Kerim; Mısırlı Muhammed Fuad Abdül-Baki'nindir. 1364 'de basılmıştır. Eser çok mufassaldır. Bu vâdideki eserlerin mühimlerindendir.
Diğer Eserler:
Çetecizade Abdullah Paşa (H. 1174 - M. 1760) tarafından "Enharül-Cinan Min yenabii âyetil-Kur'an" ve Nişancı Camii hatibi İbrahim tarafından da ''Teshil ve Tertib'' adı ile tertip olunmuş ''Tertibi Zibâ'' lar vardır.
"Keşfi âyetil-Kur'an" da bu tarzdaki eserlerdendir.
Kütahya Müftüsü Bâlizade Hafız Mehmet Şerif bini Abdulah Hakkı tarafından yapılan "Miftahül-Tefasir ve Misbahül-Âyat" (H. 1289 - M. 1872)'de İstanbul'da, (H. 1299 - M. 1881)'de Bombay'da tabolunmuştur. Bu eserde her âyet hurufu hece üzerine tertiplenmiş, âyetin hizasına sûre, cüz' ve sahife numarası yazıldığı gibi fazla olarak matbu ve mütedavil tefsirlerin kaçıncı cilt ve sahifesinde bulunduğu da kaydolunmuştur.
Âyetlerin son harfleri tertibi üzere yazılmış tertipler de vardır.
Kur'an-ı Kerim'in okunuşunun, Mushafı Şerifin
tetkiki MESAHIF HEYETİ yazılışının bir hususiyeti vardır. Kur'an'ın resm-i hattı (Mushafları İnceleme Kurulu)başkadır. Mushafı Osman'a göre yazılagelmiştir. Hazreti Osman'ın istinsah ettirdiği
sekiz Mushaf idi. Hat uleması bu Mushaflardan alarak Kur'an'ın yazısını tesbit etmişlerdir. Bazı matbu Mushaflarda Mushafı Osman'ın imlâsına riayet olunmamıştır.
Bizim kıraatimiz Âsım kıraati olup Hafs rivayetine dayanır. O rivayet de Osman, Ali, Zeyd bini Sabit ve Übey bini Kaab Hazeratının Resulü Ekremden olan rivayetleridir. Bu hususta ''El-Mukni sahibi Ebu Amrüd-Dani, "İhtilâfı Mesahif" sahibi Ebu Davud Süleyman esaslı malûmat verirler.
Kur'an'ın nokta ve işaretleri Endülüs ve Mağripte başka idi. Bunlar yavaş yavaş Halil ibni Ahmed'in harekelerine göre yapılmıştır. Kur'an-ı Kerim'in durakları âyet sonuna konur. Bu hususta Küfeliler ile Basralılar arasına ihtilaf vardır. Bazıları mukattaatı müstakil âyet sayar. Bazıları saymaz. Kûfelilere göre Kur'an 6236 âyettir.
Kur'an 30 cüze bölünür. Cüz de hizib ve aşırlara taksim olunur. Vakıf ve secavend alâmetleri kıraate göre konur. Kıraat meselesi çok mühimdir. Tecvid ilmi bunu öğretir.
Yazılışa göre okunmayan, idğam yapılan harfler vardır. Vasıl halinde bir türlü, vakıf halinde başka türlü okunurlar. Kur'an okunuşunun ayrı bir hususiyeti vardır.
عليم بذات الصدور şöyle okunur: Alim-üm Bizatis-Sudûr عليم حكيم olduğu gibi okunur: Alimün Hakîm من بعد Mim Ba'di okunur. من لدن Min Ledün olduğu gibi okunur.
خشب مسنده Huşubüm-Müsennedeh okunur. غفورا رحيما Gafurar-Rahîmâ okunur.
Tecvid kavaidi Kur'an'ın okunuşunu öğretir. Kur'an kıraat okur gibi okunmaz. Onun bir hususiyeti vardır.
Hazreti Osman Mushafında yazılmayıp söylenen, söylenmeyip yazılan harfler vardır
أمنو kelimesi ءامنو
(صلواة،ربوا،توراية) (ملك كتب ،رحمن سبحن
şeklinde yazılır.
Bir çok Mushaflarda, hele İstanbul tabılarında birinci şekilde yazılıdır.
Bu gibi meseleleri, Mushafların tabı işlerini mürakabe etmek Tetkiki Mesahif Heyetine, Diyanet İşleri Başkanlığı Mushafları İnceleme Kuruluna düşer.
Ara
EN ESKİ KUR'ANLAR HANGİ HARFLERLE YAZILDI?
Mushaflar bahsi ile sıkı ilgisi olan bir mesele de Kur'an'ın harekelenmesi ve noktalanması işidir.
Bilindiği üzere Arap yazısında nokta ve hareke yoktu. Araplarda İslâmın ilk devirlerinde Nabatı ile Kûfî adını alan Hiyrî yazı vardı. Kur'an'ı Hiri yâni Kûfî yazı ile yazarlardı. Buna baştan Hicazi denirdi.
Yazı, Basra ve Kûfe'de ilerlemişti. Bağdadî yazı da meşhurdu. Süslü ve nakışlı yazılar için Kûfî yazı kullanılırdı. Adi muhaberatta eski şekli Hicazî yazı kullanılırdı.
Mağrip ve Endülüs yazısı bir başkalık arzeder.
Yazıya ilk okunaklı ve güzel şekli veren İbni Mukle'dir. İbni Mukle (H. 272-328/M. 885-939) nesih yazıyı kullanmıştır.
Türk hattatlarının elinde ise yazı en mükemmel şeklini bulmuştur. Burada yazının geçirdiği safhalardan bahsedecek değiliz.
KURAN YAZISININHAREKE ve NOKTALANMASI,NOKTALAMSAFHALARANIN GEÇİRDİĞİ
Baştan yazı noktasız ve harekesizdi. Kur'an böyle yazılıyordu. Böyle noktasız ve harekesiz mushaflar yazılmıştır. Bu yazının okunması güç olmakla beraber bazı iyi cihetleri de vardı. Meselâ: Peygamberden işitilen kıraatlerin okunuşuna müsaittir. Bir kelimede muhtelif kıraatler toplanabiliyordu veya kelimenin müsaadesi nisbetinde kıraat ediliyordu. Yedi kıraatin hepsi Mushafı Osman'ın resmine, yazısına uygundur. Kıraatde zaten bu şarttır. Misal verelim:
وما ربك بغافل عما يعلمون : 123 âyet, noktasız olduğundanتعملون،يعملون
da okunur, her iki kıraate de müsaittir. فناداها من تحتها 19:34 âyet, harekesiz olduğundan" مَنْ مِنْ" = min, men diye
her iki türlü kıraate de elverişlidir.
İslâmiyet etrafa yayılınca Arap olmayan unsurlar da Müslüman olmuşlardı. Bunlar noktasız ve harekesiz Kur'an'ı okumakta herkes gibi güçlük çekiyordu. Lahne ve hataya düşüyordu. Bu güçlüğü gidermek, hataları önlemek için hareke ve nokta koyma çaresine başvurulmuştur. Bu iş başlıca üç safha geçirmiştir:
1-Kelime sonlarında nokta şeklinde harekeler konması,
2- Birbirine benzeyen harfleri ayırdetmek için harflerin noktalanması,
3-Bugünkü şekildeki harekelerin konulması.
Bunları birer birer izah edelim:
1-Muaviye'nin Hilâfeti devrindeyiz. A'rabînin birisi:
واعلموا ان الله برئ من المشركين ورسوله "Va'lemû ennallahe beriün minel-Müşrikîne ve Resulihi" diye okuyor. Bu okunuşa göre mâna çok bozuk oluyor. Bu gibi i'rap hatalarını önlemek için Irak Valisi olan Ziyad ibni Ebih, devrinin âlimi Ebül-Esved Duelî'ye (H. 69/M. 688) emrediyor. Buradaki hata i'rab hatası olduğundan kelimelerin sonlarının doğru okunup i'rap verilmesini sağlayacak işaretler koymasını söylüyor. Ebül-Esved de kelimelerin sonlarına nokta şeklindeki harekeleri koymaya başlıyor. Üstün için harfin üzerine bir nokta, ötre için harfin içine veya önüne bir nokta, esre için harfin altına bir nokta koyuyor. Tenvin için iki nokta koyuyor ve bu işi şöyle yapıyor:
Kâtibine diyor ki: ''Ağzımı açtığım zaman harfin üstüne bir nokta koy, ağzımı topladığım vakit harfin içine bir nokta koy, esre okuduğum zaman harfin altına bir nokta koy!" O zaman bugünkü ıstılahlar henüz olmadığından böyle basit tâbirlerle, basit bir yolda harekeleme işini yapti.
Tenvin için iki nokta koydu. Sonraları bu tarz, noktayla harekeler kelimenin bütün harflerine teşmil olundu. Ancak bunlar Mushafın yazılmış olduğu mürekkebin rengine uymayan bir renk ile yapılıyordu.
Bu usul Mağripte ve Endülüste Dördüncü asrın ortalarına kadar devam etmiştir.
Şarkta Halil ibni Ahmed'in harekeleri yayıldığı halde onlar bu tarzı bırakmadılar.
Böyle kelimelerin sonları veya bütün harfleri nokta ile harekelenmiş Mushafları görüyoruz. Bazan bu noktalar küçük bir daire şeklini almıştır (o). Bilhassa harflerin noktalanmasından sonra hareke noktalariyle harf noktaları birbirine karışmasın diye daire şeklindeki hareke noktaları behemehal lâzımdı. Baştan harflerde nokta olmadığından bu iltibas yoktu. Ayrı renkte olmak, işi halledemiyordu. Hareke noktaları asıl yazıdan sanılmasın için harflere mahsus ve ekseriya siyah olan noktalardan ayrılmak üzere Mushaflarda ayrı renkte konurdu. En eski Mushaflarda kırmızı, sonraları sarı, yeşil ve nadiren mavi renkle yazılırdı. Nokta yerine konulan küçük daireler de böyledir. Dinî olmayan eserlerde ise bu harekeler hiç kullanılmaz. Bu usule göre:
والقلم وما يسطرون âyeti şöyle hareke alır: وْالقْلْم وْمْا يْسطرْوْنْveya وْالقْلْم وْمْائسطْروْنْ
2- İkinci merhale: Harfler birbirine benzediğinden yine iltibasa düşülüyordu. Hattâ bu yüzden hatalara düşüldüğü söyleniyor. Onun için birbirine benzeyen harfleri ayırdetmek için Haccac zamanında
(H. 41-95/M. 661-713), Nasr bini Âsim
(H. 89/M. 707) ve Yahya bini Ya'mer
(H. 129/M. 746) harflere nokta koyma işini başardılar. Harf noktaları aynı renkte yâni siyah idiler. Hareke noktaları ise başka renkte idi.
İbni Hallikân "Vefeyâtül-A'yân" da Haccac'ın tercümeihalinde diyor ki: "Ebu Ahmet Askeri "Kitabüt-Tashif' de hikâye ediyor: Bütün nâs 40 yıldan fazla Mushafı Osman üzere kıraat ettiler. Abdül-Melik bini Mervan zamanına kadar böyle gitti. Sonra Irak'ta tashif yayıldı. Haccac işaretler vaz'ını kâtiplere emretti. Nasr bini Âmir ve Yahya bini Ya'mer bu işi yaptılar. Harflere tek ve çift noktalar koydular." Bu da Emevilerden Abdül-Melik bini Mervan zamanında yapıldı.
Harflerin noktalanması muhtelif safhalar geçirmiştir. İslâm Ansiklopedisi diyor ki: En son noktalanmış olan harf (8) dir. Bu her halde 11. asrın son yarısından daha evvel vâki olmamıştır. Bazan (Kûfî yazı ile yazılmış Kur'an'larda hemen daima) noktalar sol aşağıdan sağ yukarıya giden meyilli çizgiler şeklinde konulmuştur. Noktaların çift olanları, bazan şakulî ve bazan mail vaziyette olmak üzere yanyana konulur. Üç noktalar düz bir hat istikametinde sıralanır. (Ş) ش harfinde ise bu noktaların üçü ekseriya bir çizgi şeklinde gösterilir. Bu noktalama işi muhtelif şekillerde yapılmıştır ve türlü safhalar geçirmiştir. Çeşit harflere türlü noktalar konulmuştur. K ق
3. asrın ortalarına kadar bu şekilde noktalanmıştır." Yakın zamana kadar ق ile (Fa)ف aynı yazılıdırق .ل harfi de ن'a benzer.
İlk harekeler nokta şeklinde olduğundan bazıları nokta ile harekeden hangisi evvel olduğunu karıştırıyorlar. Evvelâ nokta kondu, sonra hareke verildi, sanıyorlar. Nokta ile harekeyi birbirinden ayıramıyorlar. Halbuki evvelâ hareke, sonra nokta konulmuştur. İlkin harekeler nokta şeklinde idi. Bugünkü harekeler daha sonra yapılmıştır.
3- Ve işin üçüncü merhalesi odur. Hareke noktaları ikinci asrın ortalarında bugünkü şekilde harekelere çevrilmiştir. Ebül-Esved'in koyduğu hareke noktaları yerine bugünkü harekeleri koyan Halil ibni Ahmet (H. 100-170/M. 718-786) olmuştur. Bunları sesli harflerden, harfi medlerden almıştır. Ötre vavdan, üstün mail eliften ibarettir. Esre de kısaltılmış Y'dir. Cezim ve şedde gibi işaretler harekeden sonradır. Bunları da Halil icad etmiştir. Teşdid işareti şedde kelimesinin(Ş - ش harfinden alınmıştır. Hakikaten bugünkü harekeler çok lüzumlu idi. Okumayı kolaylaştırmak için noktalar çok konuldukça, hareke noktaları ile harf noktaları birbirine karışmaya başladı. İki türlü mürekkep kullanmak güç bir işti.
Hasan Basri ve Muhammed bini Şirin, Mushafın noktalanmasında bir beis olmadığını söylerler. Nevevi ise Mushafın noktalanması ve harekelenmesi müstehaptır diyor. Zira lahn ve tahriften korur.
Noktayı kusur sayanlar olmuştur. Hele tahriratta cehalet eseri imiş. Fakat noktasız yazı yüzünden bazı hatalar olmuş ve felâketlere bile sebep olmuştur. Hareke Kur'an'dan başka muharreratta kullanılmazdı, sonradan başladı.
DURAKLAR
Ayetlerin sonundaki duraklar daire içinde meyilli çizgiler şeklinde yazılırdı. Hattâ satır sonlarında böyle meyilli çizgilere çok sonraki tarihlerde diğer yazılarda da rastlanır. Daha sonraları âyetin sonunu göstermek için yalnız daire yapılmaya başlanmıştır. Ancak bu daireler beşinci âyeti göstermek için üst kısmı yukarı doğru sivri bir uç halini alır.Onuncu âyeti göstermek için süslü bir daire yapılır. Bazan dairenin içine rakam ve daha sonraları harfle on yazılı bir murabba konur. Bu murabbam Mushafın metnine değil de kenarına konulduğu da vardır. Altıncı asırdan sonra bu tarz kayboluyor. Orta zamanlara ait Mushaflarda âyetlerin sonları daireler, yahut güllerle işaret olunuyor, içi süslü duraklar yapılıyor. Süslü başlıklar, kenarlarında hizib, cüz', aşır işaretleri yapılıyor.
KIRAAT İLMİ VE KURRÂ'
Kur'an ilmi, "Tefsir" ve "Kıraat" olmak üzere ikiye bölünür. Tefsiri gördük. Şimdi de kıraat ilmine girelim. İslâm uleması tefsir ilmine olduğu kadar kıraat ilmine de büyük ehemmiyet vermiştir. Bu hususta nice eserler kaleme alınmıştır. Kur'an'ın mânasını anlamak ve onu okumak meseleleri her asırda önde gelmiştir. Bu maksadın gerçekleşmesi için müsesseseler kurulmuştur. Kur'an'ın muhtelif vecihlerle okunmasını öğreten müesseselere"Dâri Huffâz, Dâri Kurrâ denir. Her halde Kur'an'la kıraatla uğraşan "Dari Kurra" gibi müessese bulunduğu için olacak ki, ayrıca tefsir ile uğraşanlara "Dari Tefsir" denilmemiş de tefsir Medresede Fıkıh ile okunmuş, Hadîs ilmi okunan medreselere de "Dârül-Hadîs" denilmiş. Bir çok vakfiyelerde "Hadîs ve tefsir ilimlerini okutmak için Darül Hadîs yaptı'' tâbiri geçer.
Kurra kelimesi kıraattandır. Kıraat, okumak ve tilavet manasınadır. Okuyana Kâri' denir, cem'i Kurra'dır. Kurra, Kur'an'ı ezberleyen hafızlar ve onu başkalarına öğretmekle tanınmış kimselerdir. Bir de "Karrâ" kelimesi vardır ki, tecvit ve tertil üzere güzel okuyan kimseye denir: Tilâvet ve tertil, kıraat manasınadır. Kur'an hakkında hepsi kullanılır.
فقرأوا ما تيسر من القرآن - واذاقرأ القرآن فاستمعوله
"Fakraû mâ Teyessera minel Kur'anı ve iza Kuriel-Kur'anu Festemiû lehu" Tilâvet, Kür'an-ı Kerim okumak manasınadır.
Tertil ise güzel, uygun ve hoş bir sada ile tane tane okumaktır. "Retl" maddesi bir şeyi inci dizisi gibi lâtif şekilde, münasip bir üslûpta muntazam kılmaktır. ( ورتل القرآن ترتيلا "Ve rettilil-Kur'ane tertilen.") İşte usulüne muvafık
surette Kur'an okuyanlara Kurra' denir. Ahdi Risalette meşhur olan Sahabei Kurra' şunlardır:
Hazreti Osman, Hazreti Ali, Übey ibni Kâ'b, Zeyd ibni Sabit, Abdullah ibni Mes'ud, Ebüd-Derda', Ebu Musa El-Eş'arî.
Sonra, "Tabiîn Devri" gelir. Bunların zamanında kıraatlar tesbite başlanmış, tefsir ve hadîs gibi Kıraat ilmi de tedvin olunmuş ve müstakil bir ilim halini almıştır. Daha sonra kıraatlar öğrenilen şahıslara nisbet olunarak onların namiyle anılmaya başlanmıştır.
Tabiînden olan meşhur Kurra' şunlardır:
Medine'de: Saîd ibni Müseyyeb, Urve, Sâlim ve Zöhri.
Mekke'de: Atâ', Mücahid, Tâvus, İkrime.
Basra'da: Âmir, Nasr bini Âsım, Yahya bini Ya'mer.
Kûfe'de: Alkame, Esved, Mesruk, Said bini Cübeyr, Şa'bî ve Nahaî.
Şam'da: Mugire bini Ebî Şihab vesaire.
Asıl meşhur Kurra' bunlardan sonra gelir:
1- Medine'de Nâfi' bini Abdur-Rahman (H. 169/M. 785), kıraati meşhurdur. Bunun râvileri Kâlûn (H. 220/M. 830), Verş (H. 197/M. 812)'dir.
2- Mekke'de Abdullah ibni Kesir (H. 120/M. 737) ve Humeyd (H. 291/M. 903) vardır.
3- Kûfe'de Hamza bini Habib (H, 156/M. 772), Ali bini Kisaî (H. 189/M. 804) ve A'meş meşhurdur.
A- Basra'da Ebu Amr ibni Alâ (M. 154/M. 770), Âsim bini Behdele (H. 128/M. 745) ve Yakup yetişmiştir.
5- Şam'da Abdullah ibni Âmir (H. 118/M. 736) gelmiştir. Ve kıraatta imam olan yedi Kurra' bunların içindendir ki onları şöyle sıralayalım:
MÜTEVATİR KIRAATLAR (Yedi Kıraat)
1- İbni Kesîr- Mekke.
2- Nafi' -Medine.
3- İbni Âmir -Şam. 4-Ebu Amr - Basra.
5-Hamza-Küfe.
6-Kisaî-Küfe.
7- Âsım - Küfe.
İşte mütevatir olan yedi kıraat sahipleri yedi Kurrâ' bunlardır.
Bizim kıraatimiz Hafs rivayetiyle Âsım kıraatidir. (Ebu Ömer Hafs bini Süleyman (H. 180/M. 796).
Mütevatir olan bu yedi kıraattan sonra meşhur olan üç kıraat gelir ki onlar da şu üç zata nisbet olunur:
MEŞHUR KIRAATLAR
1- Ebu Cafer Yezid Medenî (H. 132 / M. 749).
2- Yakup bini İshak (H. 205/M. 820).
3- Ebu Muhammed Halef bini Hişam (H. 229/M. 843). Yedisi mütevatir, üçü meşhur olan bu on kıraata, haberi vahid kıraat sayılan şu dördü de ilâve edelim:
HABER-İ VÂHİD
1- Hasan Basri (H. 110/M. 728).
2- İbni Muhaysın (H. 123/M. 740).
3- Yahya El-Yezidî (H. 202/M. 817).
4- Muhammed bini Ahmet Şenebuzî (H. 328/M. 939). İşte 14 kıraat bunlardır.
Haberi vahid dediğimiz kıraattan başka Şâz, Mevzu, Müdrec gibi kısımlar da vardır. Mevzu', Ebül-Fazl Muhammed bini Cafer'in toplamış olduğu kıraatlardır ki bunları İmamı Azam'a da nisbet eder. Darakutni bu kitabın uydurma ve İmamı Azam'a iftira olduğunu söylüyor.
Müdrec kıraat ise âyete tefsir kabilinden katılan kelimeler vardır. Bunlar tefsir kabilindendir.
Sahabeden biri, bir kelimenin mânasını izah ve tefsir için bir kelime getirir. Sonra gelen bu kelimeyi metinden sanarak okur. Böylelikle bu kabil kıraatlar ortaya çıkmış olur. Ulema bunları incelemiş, Kur'an'da olmayan müdrec kelimeleri ortaya çıkarmışlardır. Ümmet bunları kabul etmemiştir. Senetçe en sahih olan kıraat Nafi' ve Asım kıraatlarıdır.
En fasih ise Ebu Amr ve Kisaî kıraatlarıdır.
Vücuhu kıraata dair ilk eser yazanlar Ebu Ubeyd Kasım bini Şellâm (H. 224/M. 838) ve Ebu Hatim Sicistani'dir. Bunların beyan ve izah ettikleri veçhile, kıraatta gözetilen şart üçtür:
Resm-i hat, Arabiyyet ve Sened.
1- Mesahifi Osmaniyeye velev takdiren olsun muvafık olmak,
2-Arapça kavaidine uymak,
3-Senedi sahih olmak.
Mütevatir kıraatlarda bu üç şart tamamiyle bulunmak şarttır. Hazreti Osman'ın istinsah ettirmiş olduğu Mushaflara takdirî olsun uyması şarttır. Çünkü bu Mushaflarda bazı imlâ değişiklikleri vardır. Müteehhirini ulemadan olup bu hususta en mükemmel eseri veren İbni Cezerî (H. 833/M. 1429) bu noktada misal olarak şunları zikrediyor:
İbni Âmir اتخذالله ولدا (Kâle) okuyor. Diğerlerinin kıraati اتخذالله ولدا diye başa (vav)
ziyadesiyledir. Şam Mushaflarında vavsız yazılıdır. İbni Âmir'in kıraati Şam Mushaflarının yazısına uygundur. Diğer iki şart da tamdır ve bu kıraat mütevatirdir.
Hazreti Osman'ın Mushafına velev takdiren olsun muvafık olmaya misal de
ملك يوالدين dir. Bu kelime bütün Mushaflardaملك şeklinde yazılıdır, Resm-i hat böyledir.مالك . okunur ve o yazılış bu okunuşa müsaittir. Mushafın yazısında bir çok yerlerde elif hazfolunmuştur. سبحن الرحمن gibi, işte mütevatir kıraatlar bu
şartlara göre olanlardır.
Fakat bazı kıraatlar da vardır ki arapça kaidelerine ve kıyasa uymazlar. Bunları lûgatçılar ve lisancılar hoş görmezler. Fakat kıraat sahipleri buna rağmen yine öyle okurlar.
Şaz (Müstesna) kıraatlara dair ilk eser yazıp onları toplayan Ebül-Fadl Muhammed bini Cafer Huzaî'dir. İkinci asrın sonlarında ölmüştür. Şaz (müs-tesna) kıraatları toplarken mevzu' kıraatları da toplamıştır. Meselâ İmamı Azam'a nisbet olunan şu kıraat mevzu'dur, hattâ münkerdir. انما يخشي الله من عباده العلماء
bunlar maksadı mahsusla uydurulmuş şeylerdir. Dalâlet ve ilhad erba-bının türemesinden sonra Şaz kıraatlar artmış ve çoğalmıştır.
Bu hususta en açık nümune İbni Şenebuz'dur. O, ilmi az, hamakatı çok bir kimseydi. Bir çok Şaz kıraatlar okudu. En çok yaptığı şey yukarıda (Müdrec) dediğimiz nevi'idi. Âyetlerin arasına kelime katarak okudu. Tefsir kabilinden katılmış bu kıraatları rivayet ederdi. O zaman Müslümanlar onun bu hareketlerine gülmüşlerdi. Kur'an hakkındaki en zayıf ve Şaz şeyleri bulup çıkarmıştır. Sonraları eli kesilen meşhur Hattat İbni Mukle onu hapsetmiş ve İbni Nedim'in rivayetine göre hapiste Hicrî 328'de ölmüştür, İbni Şenebuz bu kıraatların hatâ olduğunu kendisi de anlamış, kusurunu itiraf eylemiş, yaptığı bu işten tevbe etmiştir.
Yazılı olarak yaptığı bu tevbenin sureti şöyledir: "Mushafı Osman'a ve ashabın ittifak ettiği kıraata muhalif kıraatla okumuştum. Bunun hatâ olduğunu anladım. Bundan tevbe ettim: Teberri ediyorum. Mushafı Osman Haktır. Ona muhalefet caiz değildir. Başka türlü kıraat olamaz."
Okuyucularımızı meraktan kurtarmak için pek gürültülü bir mesele olan ve etrafında fırtınalar kopan İbni Şenebuz'un Şaz kıraatlarından bazı misaller gösterelim:
"Cum'a günü Namaza nida olundukta Allahın zikrine koşun" âyetindeki (fes'âv = koşun) yerine (فامضو = gidin) veya (fes'av = koşun) yerine (فامشوا femşu = yürüyün) gibi.
Görülüyor ki burada aynı mânayı ifade eden müradif kelime getirilmiştir. Yedi kıraat arasındaki ihtilâf gayet basittir. Tahfif, teşdid, med, kasır, idgam, izhar, tahkik, teshil gibi edâ suretleridir. Bab ve i'rab farkıdır. Mânayı değiştiren bir şey değildir. Biri Nasara babında üçlülerden "nenşuruha" ننشرها okur,
diğeri Ekreme babından dörtlülerden "nünşiruha" ننشرها okur. Asıl mâna
bozulmaz. Bu tahrif sayılmaz. Ancak İbni Şenebuz gibi nice garip rivayet meraklıları vardır ki, hiç düşünmeden bir takım zayıf ve mevzu rivayetleri nakil ve kitaplarına dercederler.
İşte bu gibî şeylere meydan vermemek için ulema Kur'ân'ın her şeyden mücerred olarak yazılması hususunda son derece titizlik göstermişlerdir. Eskiden sûrenin başına adını ve adedini bile yazmazlardı. İbni Şenebuz'dan sonra böyle Şaz kıraatlar meraklısı Ebubekir Attar (H. 354/M. 965) çıktı. Kur'an'ı iyi bilirdi. Fakat lügat ve kavaidi esas tutarak Şaz kıraatlar yaptı ve o böyle Şaz kıraatçıların sonuncusu oldu.
KIRAATTA LÂHİN
Şaz kıraatlar devri geçtikten sonra kıraatta lâhin yapılarak teganni ile okuma işi ortaya çıktı. Ter'îd, terkis, tartîb, tahzîn denilen şekiller çıktı. Yani :
1-Soğuktan titrer gibi sesi titretmek,
2- Sakinden harekeye zıplar gibi hızla atlayıp geçmek,
3-Medleri uzatarak terennüm ve teganni etmek,
4- Sese ağlar gibi hazin bir edâ vermek.
İşte böyle okumaklar başladı. İlk lâhin yapan Ubeydullah ibni Ebibekre'dir. Hazin bir sada ile okurdu. Torunu Abdullah bini Ömer bini Ubeydullah ondan bu tarz kıraati öğrendi. Ondan da Ebazî aldı. Sonra Said bini Allâf ve kardeşi, Ebazî'den aldılar. Sait bu tarz kıraatin reisi oldu. Harunu Reşit ile münasebet kurdu.
İhtişam devrinin haşmetli Padişahının bu tarz kıraat çok hoşuna gidiyordu. Ona bahşişler veriyor, atıyyelerde bulunuyordu. Zamanında "Emîrül-Mü'minin kariî" adını almıştı. İslâm ülkelerinde âdet olduğu üzere ümeranın ve zenginlerin saray ve konaklarında hususî hafızlar bulundurma an'anesi işte ilk defa böyle başlamıştır. Heysem, Eban, ibni A'yen gibi kurra' meclislerde, mescitlerde okumaya başlıyarak çeşitli teganni ve lâhinlerle okurlardı. Meselâ Heysem: اما السفينة فكانت لمساكين âyetindeki mesâkin kelimesini مسكين gibi okurdu, meddi yerdi. Bunlardan önce, Sahabe ve Tabiîn devirlerinde bu biçim kıraatlar yoktu.
KIRAATLAR VE ARAP LEHÇELERİ
Muhammed Vâsıti (H. 306/M. 918) mütevatir ve
meşhur olan on kıraat hakkındaki eserinde kırk kadar Arap lehçesinin Kur'an'da bulunduğunu yazar ve şunları sayar:
Kureyş, Hüzeyl, Kinâne, Esed, Huzâa, Hişâm, Hazrec, Evs, Eş'ır, Nemir, Kays, Cürhüm, Yemen, Ezd', Kinde, Temim, Himyer, Medyen, Lâhm, Sa'ad, Hadramet, Sedus, Amâlika, En'mâr, Gassân, Mizhaç, Gatafân, Sebe', Uman, Benî Hanife, Sa'leb, Tayy, Âmir, Müzeyne, Sakîf, Cüzam, Beliy, Uzra, Hevâzin, Yemame. .
Bunların içinde en fasih olanı ilk beşidir. Bu lehçelerin çoğu kaybolup gittiklerinden ve birbirlerine karışıp kaynaştıklarından bu esasları incelemek bugünkü vesait ve vesikalara göre imkânsızdır. Ne de olsa Kur'an'da esas Kureyş dilidir ve Kureyş dili daima esas tutulmuştur. Hazreti Osman bile "Onu Kureyş lisaniyle yazın" demişti. Şunu da kaydedelim ki Kur'an'da bu lehçelerin bazısından bir kaç kelimecik vardır. Ulema yine o dilden var demişlerdir. Bu lehçelerin arasında telâffuz ve şive farkı vardı. Bunların hepsi birbirine karışmış ve kaynaşmış, ortaya en fasih, en beliğ, en selis bir dil çıkmıştır. Bu farkların çoğu med, kasır, imâle, izhâr, idgâm gibi hususlardır. Bazıları sondaki (hum) هم zamiri harekeliyerek عليهمو منهم okur.'ليهفيه lere يه ilâve eder. Kur'an-ı
Kerim bir kelimeyi muhtelif yerlerde muhtelif lehçelerin tarzına göre kullanır. بري وبراءgibi. Hicaz halkı براء kullanır, Temim ve diğer Araplarبرئderler. Her
iki kelime de Kur'an'da vardır. Hz.Osman kıraatleri Mushaflara tevzi etmiştir, demek bu demektir.فاسرباهلك،والليل،اذايسري Kureyş hemze ile kullanır, diğer
Araplar ise hemzesiz, آسريت،سريت işte bu gibi kelimelere edebiyat âlimleri
işaret etmişlerdir. İbni Haldun'un dört ana kitap saydığı edebî eserlerden biri olan"Kâmilin Mübrid"inde bunları bulursun. Kıraat kitapları ise her kelimenin vücuhu kıraatini, telâffuz şeklini tesbit etmiş, kimin hangi kelimeyi nasıl okuduğunu göstermiştir ki, başka bir dilde bu yapılmış değildir.
İşte yukarıda arzolunan sebeplerle muhtelif kıraatler İHTİLÂFÜL-MESAHİF
meydana gelmiştir. Bunların bir kısmı Kur'an'ın metninde hiç bir değişiklik olmadan i'rab ihtilâfıdır. Bazısı ise nokta ve hareke ihtilâfı, kelime yerine başka kelime getiren bir ihtilaftır. Fakat bu sonuncular bir hüküm değiştirmez, haramı helâl, helali haram kılan şeyler değildir. Bir kısmı şerh ve tefsir kabilindendir. Bazıları şive ve lehçe farkıdır. Mâna itibariyle birdirler.
İşte bunlardan bahsederek sebeplerini izah eden bir çok eserler kaleme alınmıştır. Müslümanlar bunlara göz yummuş, kitaplarının etrafında olup biten şeylerden habersiz bulunmuş değildirler.
Avrupalılar bundan istifade ederek Kur'an etrafında şüphe uyandırmak için neler arayıp buluyorlar. Garip şeyler meraklısı adamların rivayet ettikleri nice şeyler çıkarıp bunları dine hücuma vesile yapıyorlar. Alman Şarkıyyat Cemiyeti, kıraatlara ve ihtilâfı-mesahife dair eski muhtelif eserleri son yıllarda basmışlardır. Bunun sebebi nedir biliyor musunuz? Zihinleri karıştırmak. Yoksa İslâm ilmine hizmet etmek maksadiyle olsa daha faydalı eserleri basarlardı.
İslâm ulemâsı Kur'an'larının etrafında olup bitenlerden gafil değildir. Bu hususta tarih boyunca nice eserler kaleme almışlar, incelemişler, çürük, sağlam ayırmışlar, makbul ve merdudu bildirmişlerdir.(47)
İhtilafı Mesahif diye kıyametler koparılan bu meseleye dair misaller gösterelim. Bu misali de en Şaz kıraatlar okuyan İbni Zenebuz'dan alalım:
والعصر (ونوائب الدهر )ان الانسان لفي خسر (وانه فيه الي اخر الدهر اعصاراً،عصراً بعد عصر دهر)الاالذين آمنوا وعملوا الصالحات وتواصوا بالحق (وأتمروا بالتقوي) وتواصوا بالصبر (واعتبروا بالصب)ر
''Önlerinde'' bir melik vardı, ''sağlam" her gemiyi gasben alırdı.''
İşte kavis içindeki kelimeler ihtilaf nümunesidir. Bunlar tefsir ve izah için getirilmiş kelimeden başka bir şey değildir. Mânayı bozmuyor. Musa ile Hızır hikâyesinde geçen bu âyetteki bu kelimeler tefsir için birinin söylediklerini yazmaktan ibarettir. Sonra gelen birisi onları metinden sanmış ve öyle rivayet etmiş. Buradaki kelime tefsir ve izah kabilinden, ya mutlakı takyid, ya âmmı tahsis, sıfat gibi şeylerdir. Kıraata dair eskiden pek çok eserler yazılmıştır. Bunlar kıraat vecibelerini izah ederler. Müsteşrikler bunları yayınlıyorlar. İçlerinde her türlüsü de var.
Müsteşriklerin yayınladıkları bu eserleri, bu hususta malumatı olmayan Müslümanlar, bilhassa gençler görünce şaşıyorlar. Bunları İslam ulemâsı bilmiyor sanıyorlar. Hatta şüpheye düşüyorlar. Biliyorum, bu bahisler kolay kolay anlaşılır şey değildir. Geniş vukuf, derin ıttıla, sağlam malumat ister. Böyle bir kaç satırla izah olunamaz.
Öyle ise bunları niçin kurcalıyor ve niçin yazıyorum, diyeceksiniz! Niçin mi yazıyorum. Bunları Avrupalılardan, müsteşriklerden duyacaklarına bizden duysunlar. Müslüman ağzından işitsinler. Görsünler ki İslâm uleması bu hususta nice eserler yazmışlar, en gürültülü mevzua dalmışlar. Münakaşa etmişler, incelemişler, çürüğünü, sağlamını, eğrisini, doğrusunu ayırmışlar.
Şunu da kaydedelim ki, eskiden İslâm uleması gayet geniş bir hürriyet havası içinde çalıştıklarından her şeyi mevzubahs etmişler, en zayıf rivayetleri kurcalamışlar, çeşitli maksatla ortaya çıkarılan en garip nakilleri bile kitaplarına almışlardır. Bunlar çeşitli tenkitlere yol açıyor, eski tenkitler, yeni gürültülere sebep oluyor, bilir bilmez herkes bu işlere karışıyor. Halbuki bu ihtisas meselesidir. Bu müstakil bir ilimdir. Yalnız bir eseri, bir garip rivayeti ele alarak işi hallettim sanıvermek en büyük gaflet olur; işi sükûtla geçiştirmeye çalışmak ta öyle!
Bir çok defa geçtiği gibi bu ihtilaflar, o kadar çok gürültü koparılmasına rağmen tefsir kabilinden şeylerdir. İbni Ebi Davud'un İhtilafı Mesahifine bakacak olursak, onun rivayetlerinin çoğu da İbni Şenebuz'dan verdiğimiz misallerde görüldüğü üzere, kayıt, sıfat gibi tefsir için araya katılmış kelimeler olduğunu görürüz. Bunlar hükmü değiştirmez, helâli haram kılmaz. Bunu başka türlü görmek ve göstermek yanlış bir hareket olur.
Meselâ İhtilafı Mesahifi neşreden Doktor Jeffrey Asır Sûresi hakkındaki muhtelif rivayetleri eline geçirebildiği kitaplardan toplayarak onu şu şekle sokuyor:
وكان (أمامهم) ملك يأخذ كل سفينة (صالحة) غسبا
Şimdi, bu parantez içinde olan rivayetler Asır sûresinden midir, yoksa onun tefsiri kabilinden kelimeler midir? Bu kelimeleri hocalarından Asr sûresini tefsir ederken işittikleri kelimeleri tefsir kabilinden olarak söylemişlerdir. Mushaflarının kenarına, sûrenin aralarına yazmışlardır. Bunlar Asır sûresinden değildir. Doktor Jeffrey bunları toplayarak bu şekle sokmakla Asır Sûresini değiştiriyor değil, tefsir ve izah ediyor demektir. Der kenarlı Mushaflarda bu kabil şeyler bulunur. Bunu bu müsteşrikten önce, Ebubekir Bakillâni görmüş ve eserinde göstermiştir. Arzu edenler oraya bakıp görebilir.
______
(47) O eserlerden bazısının isimlerini kaybedelim:
İhtilafı Mesahifi Ehlili-Medine ve Ehlil-Kûf e ve Ehlil-Basra-Kisaî,
İhtilâfül-Mesahif - Halef,
İhtilâfı ehli-Kûfe vel-Basra Veş- Şam - Darra',
İhtilâfül-Mesahif - Ebu Davut Sicistanî,
İhtilâfül-Mesahif - Medainî,
İhtilafı Mesahifüş-Şam vel-Hicaz vel-Irak - İbni Amir Yahsubî,
İhtilâfül-Mesahif - Muhammed bini Abdurrahman Isfahani.
MUSHAF-I OSMAN'IN ÖRNEK TUTULMASI
Bütün bunlardan şu neticeye varıyoruz: Mushaf-ı Osman daima imam olarak ortada kalmıştır. Buna kimse itiraz etmemiştir. Hattâ kendisinden bazı şöyle böyle rivayetler yapılan Hazreti Ali halife olunca Mushaf-ı Osman'a asla dokunmamıştır. Bu işe hiç bir halife karşı gelmemiştir.
Şiy'a'nın esas akidesine göre: Hazreti Osman'a Mushafı istinsahı emreden bizzat Hazreti Ali olmuştur. Bu şerefli vazifede onun da payı vardır. Osman'ın yaptığını hoş görmüştür.
Şiy'a ulemasından Abdullah Zincanî'nin "Tarihul-Kur'an" da rivayet ettiğine göre Ali bini Ebîtalib, Osman'ın düşmanlarına karşı onu müdafaa ediyor. "Sakının onun hakkında gulüv göstermeyin, aşırılık yapmayın." diyordu. Ashabtan başlıyarak bugüne kadar bütün Müslümanlar Kur'an etrafında toplanmış, Mushafa bağlanmıştır.
Mushaf yazma işinin ne kadar süratle ilerlediğini, o devirdeki güçlüklere rağmen ne kadar çok Mushaf yazıldığını bize şu târihi hâdise göstermektedir: Hazreti Osman'ın istinsahından 7 sene sonra Sıffîyn vak'asında Muaviye müta-reke istemek için askerlerine mızraklarının ucunda Mushaf kaldırmalarını emrediyor. Ordudan 500 Mushaf birden kalkıyor.(48)
Bu da gösteriyor ki, Müslümanlar kitaplarını hiç bir zaman dilden ve elden düşürmemişlerdir. Böyle olunca onda tahrif yapmak nasıl kabil olur. Her zaman Kur'an'ın ezberlenmesine, okunmasına, yazılmasına çok büyük ehemmiyet vermişlerdir. Bu hususta emsalsiz bir titizlik göstermişlerdir. Bu sayededir ki, Kur'an asırlar boyunca her nevi tağyir ve tahriften âzade kalarak, ilk vahiy gününde olduğu gibi safiyeti asliyesiyle, bugüne kadar muhafaza olunmuş ve bize öylece gelmiştir. Ve daima da öyle kalacaktır. وانا له لحافظون
tahakkuk edecektir.
(48) Mes'udî-Murucüz-Zehep.
Ara
BİR YAHUDİNİN ME'MUN ÖNÜNDE İTİRAFLARI
Hadis imamlarından Beyhaki'nin (H. 458/M. 1065) rivayet ettiği şu vak'a ile bu bahsi kapayalım:
Yahudinin biri bir defa Halife Me'mun'un huzuruna girerek güzel sözler söyledi. Me'mun'un hoşuna gitti. Onu İslâmiyete davet etti. Yahudi buna yanaşmadı.
Aradan bir yıl geçtikten sonra bu Yahudi, Müslüman olmuş olduğu halde Memun'un huzuruna geldi. Fıkıh hakkında güzel malumatı da vardı. Me'mun ona Müslüman olmasının sebebini sordu. O da şöyle anlattı: "Sizden ayrıldıktan sonra dinleri şöyle bir deneyeyim dedim. Evvelâ Tevrat'la, işe başladım. Üç nüsha yazdım, ziyade ve noksan yaparak bazısına kattım, bazısından attım. Üçü de birbirine uymadı. Onları Havraya götürdüm. Hepsini satın aldılar. Sonra İncil'i aldım. Ondan da üç nüsha yazdım, ziyade ve noksan yaptım. Onları da kiliseye götürdüm. Onlar da satıldı. Sıra Kur'an'a geldi. Üç nüsha yazdım. Ziyade ve noksan yaptım. Onları kitapçılara götürdüm. Alıp karıştırdılar, yapraklarını çevirdiler, ziyade ve noksan olduğunu görünce bir kenara atıp bıraktılar; satın almadılar. Anladım ki bu kitap, yâni Kur'an mahfuzdur. İşte benim Müslüman olmamın sebebi budur.(49)
(49) Zurkani Alel-Mevahib, c. 5, s. 254.
KURANIN ÖĞRENİLMESİ
İslâm ilimlerinin temeli Kur'an sayılır. Bunu
defaatla söyledik. Onun için Müslümanlar Kur'an'a ehemmiyet verirler. İslâmın nurunu etrafa Kur'an saçar, Müslümanlık Kur'an'la yayılır. Müslümanlar fethettikleri yerlere muzaffer ordulariyle birlikte yanlarında kurra', hafızlar ve muallimler olduğu halde girerlerdi. Gönderilen valilerin vazifelerinden biri de Kur'an öğretmek idi.
İlk zamanlarda camilerde Kur'an'ın kıraat ve tefsiri öğretilirdi. Kur'an'ın kıraati için "Dârül-Huffaz ve Dârül-Kurrâ" lar
meydana getirilmiş, tefsiri ile uğraşan müesseselere ise "Darül-Hadîs" ünvanı verilmiştir. Her İslâm devleti bu müesseselere büyük ilgi göstermiştir. Bilhassa Türk devletleri, bu hususta ön sırada yer alır. Türk ülkelerinde bu müesseselere Vakıf olarak sık sık rastlıyoruz. Bunların bir çoğu tarihi bir önemi taşımaktadır.
Bu işe yarayan ilk medrese acaba ne zaman kurulmuştur? Bu suale cevap vermek kolay değildir. Emeviler devrinde tefsir ve kıraat ilmiyle meşgul olanlar vardı. Bu ilimlerin tedvini başlamış bulunuyordu. Fakat onlarda böyle bir müessese yoktu.
Bu işler cami ve mescitlerde halka halindeki tedris yoluyla görülüyordu. Edebiyata varıncaya kadar her şey orada tedris halkalarında öğreniliyordu.
Hattâ Abbasiler bile, bugünkü mânada, böyle medrese ve mektepten mahrum idiler.
Zehebi diyor ki: Selçukluların (H. 4Ş6'dan 485 yılına kadar) şanlı veziri olan Nizamül-Mülk ilk medrese kurandır. Bağdad, Belh, Nişabur, Herat, İsbahan (Isfahan), Basra, Merv, Âmül-Taberistan ve Musul, bunların her birinde birer medrese kurmuştur. Hattâ denildiğine göre Irak ve Horasan'ın her bir şehrinde onun bir medresesi vardı."Sübkî ve Süyuti'ye göre ise Nişabur'daki Beyhakiyye medresesi daha eskidir. Nizamül-Mülk'den önceki Nisabur'daki Sa'diye medresesini ise Sultan Mahmud'un kardeşi Emir Nasr bini Sebüktekin kurmuştur. Bu hususta kesin bir hüküm vermek biraz güçtür.
Makrizî diyor ki: "Halife Mu'tadid Billah (H. 279-289/M. 892-901), Bağdat'ta sarayının civarında her ilim erbabına göre daireler, meskenler hazırlamak istedi. Medreseler Hicretin 400 yılından sonra çıkmıştır. İslâmda ilk medrese tesis eden Nisabur ahalisidir, Beyhakiyye medresesini kurmuşlardır.''
Sıbyan Mektepleri diyebileceğimiz "Küttâp" medreselerden daha öncedir. Bunlar "yazma ve okuma öğreten yerler" demektir. "Küttâp ve Mektep" kelimeleri sıbyanı öğretme yerleri hakkında kullanılırdı. Küttap, kâtibin cem'i olduğu gibi mektep yerine de kullanılır. Sıbyan mektebi yerinedir. Cevheri: "Küttap ve Mektep bir mânayadır" diyor.
Kamus bu tabiri doğru bulmuyorsa da kelimenin bu mânada 10'uncu asırda bile kullanıldığını görüyoruz. Şam'daki Lala Mustafa Paşa vakfiyesinde (Sene 982) şu ibareler var: ''Ve ayyene lil-Muallimi fil-Küttabi hamse derahim.''
Bu mektepler Emevîler devrinde çok miktarda açılmıştır. Sonraları hep devam etmişler ve genişletilmişlerdir. Bunlar da Kur'an okuyup yazmak öğretilirdi. Şafii böyle mekteplerde okuduğu zamandan bahsederken diyor ki: "Anamda, kağıt almak için bana verecek para yoktu. Yassı bir kemik görünce onu alır ve ona yazardım. "(50)
İşte sıbyan mektebinden, camideki tedrisat halkalarından başlıyarak en yüksek medreselere gelinceye kadar Kur'an öğrenmek için uğraşan müesseseler vardı. Bunlar hem kıraat, hem de tefsir işiyle uğraşıyorlardı.
El-Fihrist sahibi İbni Nedim şunu naklediyor:
Kur'an'ın tefsiri hususunda esas olacak bir usul kurması veya kitap yazması için kendisine vaki olan müracaat üzerine Ferrâ (H. 207/M. 822), cemaati toplayıp camide müezzine diyor ki: ''Fatiha sûresini oku da tefsir edelim.''
Böylece işe başlıyor ve bütün Kur'an'ı bu sıra ile tamamlıyor. Demek ondan önce böyle sistemli bir surette tefsir eden olmamıştı. Mushafı baştan sonuna kadar sırayla âyet âyet tefsir eden o olmuştur. Bu iş camide yapılmıştır. Sonraları bu vazife medreselere devrolunmuştur.
Şunu da ilâve edelim ki cami ile medrese yanyanadır. Medrese devirlerinde
bile camide tedris halkası devam etmiştir. Medrese odalarında sakin olan talebe camiin içinde hocadan ders alırdı.
Müfessirlerin piri sayılan Mücahit, tefsir tedvinine ilk başlayandır. İbni Abbas'ın akvalini nakleder. Kendisi der ki: "İbni Abbas'a Kur'an'ı üç defa arzettim, dinlettim. Her âyet başında onu durdurarak: "Ne hakkında nâzil oldu, nasıl oldu?" diye sorardım.
İslâmiyet Kur'an'ın saçtığı nurlu ışıklarla mamur kürenin dört bucağına yayılmıştır. Afrika'dan Çin'e, Endülüs'ten Türkistan'a kadar hidayet nuru serpmiştir. İslâmiyetin vardığı yere Kur'an ışık saçmıştır. Ülkeleri ve gönülleri fetheden odur.
Şu tarihi hâdiseye bakın: Muktedir Billah zamanında eski Bulgarların Hanı Müslümanlığı kabul edince Halifeden dini ve Kur'an'ı öğretmek için bir heyet istemişti. Ahmet bini Fadlan Bulgarlara gönderilmişti. Fadlan bu seyahatinden bahseden eserini kaleme almıştır ki,"Risalei ibni Fadlan" diye anılır.
İbni Fadlan diyor ki: "Hicretin 310. senesi 12 Muharremine rastlayan Pazar günü mahalli maksuda ulaştık. Bu memlekette bulunduğumuz müddetçe hükümdar ve halk bize gelip Kur'an'ı ve izahatımızı dinlerlerdi''
İşte her vasıta ile Kur'an öğrenen ve öğreten bir Müslüman kitlesi vardı. Kur'an işi ihmal olunmuyordu. Bu işe teşvik ediyorlardı. Hatta Kur'an okumaya teşvik için "Fazli Kur'an" hakkında hadis bile uyduranlar olmuştur. Mevzuumuz dışında olmakla beraber hafifçe temas edelim. Bir aralık halk harp havadisi, cenk destanları gibi şeylere fazla düşkünlük göstermişti. İşte o zamanlarda Nuh ibni Meryem, Kur'an'ın fazileti hakkında sûre sûre hadis vazetmiştir. Beyzavi gibi bir âlim maalesef bunları tefsirine almıştır. Bu işi neden yaptığı Nuh'a sorulunca: "Baktım ki halk Ebuhanife'nin fıkhı ve Muhammed bini İshak'ın Mağazisiyle meşgul olup Kur'an'ın hıfzından yüz çevirmişler. Bunu görünce bu hadisleri hasbeten lillah vazettim"(51) demiştir.
Hakikaten Ashabı Kiram ve ondan sonrakiler Kur'an-ı Kerim'e çok büyük itina göstermişlerdir. Hazreti Peygamber, hadîs Kur'an'a katışmaması için: "Benden Kur'an'dan başka bir şey yazmayın" diye, hadisleri yazmaktan menetmişti. Hazreti Ömer, Kur'an'dan alıkor endişesiyle fazla hadis rivayetine taraftar değildi.
Hadis ilmini ilk tedvine başlıyan Zührî (H. 124/M.741) olmuştur. Kitaplarını etrafına yayar, daima çalışırdı. Hatta karısı: "Bu kitaplar bana üç ortaktan daha ağır geliyor" diye sızlanmıştı bile. İşte onun nakline göre: "Haz-reti Ömer hadisleri yazmak istedi, Ashapla istişare yaptı. Bir ay düşündü. Sonra hatırladı ki, Ehli Kitap, Kitabullah ile başka şeyler de yazdılar; onların üstüne
düştüler. Kitabullahı bıraktılar. Öyle ise ben vallah Kîtabullaha bir şey karıştırmam; iltibasa düşürecek bir şey yapmam.'' dedi.
Hazreti Ömer'in Kitabullaha bir şey karışmasından büyük endişesi vardı. Nafaka hakkında Fatma binti Kays'ın hadisini reddederken: "Unuttu mu, belledi mi bilemediğimiz bir kadının sözüne bakarak Allahın Kitabını bırakamayız" diyen odur.
Hazreti Ömer, Irak'a giden heyete Kur'an'a sarılmalarını tavsiye etmişti. Kurtubî'nin rivayet ettiğine göre:
Kuraza ibni Kâ'b şunu naklediyor: "Biz Irak'a yollanmıştık. Hazreti Ömer bizi geçirmeye çıkmıştı. Bize: ''Sizinle niçin buraya kadar geldim?" diye sordu. Biz de: ''Biz Resulullahın Ashabındanız, bize ikram için geldin." dedik.
Dedi ki: "Evet, siz öyle bir yer halkına gidiyorsunuz ki, onlar Kur'an etrafında toplanmışlar, kovan uğultusu gibi Kur'an sadası çınlıyor. Hadîs rivayetiyle onları bundan alıkoymayın. Kur'an'ı iyi okuyun, hadîs rivayetini az yapın; haydi yolunuz açık olsun. Ben sizinle beraberim." dedi. Kuraza'ya vardığında: "Bize hadis rivayet et, dediler, o da Ömer bizi nehyetti." dedi."
Hazreti ibni Mes'ut da Kûfe'den çıkarken arkadaşları onu teşyie geldiklerinde onlara dedi ki: "Kur'an'da niza' etmeyiniz. Çünkü onda ihtilaf yoktur. Çok tekrarlanmakla o eskimez, kaybolmaz. İslâm şeriatı, hudut ve feraizi ondadır. İki kıraattan birisi bir şey emredip diğeri nehyederse işte ihtilaf budur.
_____
50) Camiu Beyanil-îlm.
51) Müslim Şerhi, c. II, s. 125.
KURANI OKUMANIN ADABI
Kur'an-ı Kerim'i okumanın ve öğrenmenin âdabı
vardır. Bu hususta Gazalî merhumun
"İhyail-Ulûm " çok değerli malumat verir. "Meselüs-Sâir" sahibi Ziyaüddin ibni Esir (H. 637/M. 1239) Kur'an-ı Kerim'in belâgatini çok iyi anlayanlardan biri idi. Bunu, Kur'an-ı Kerim'i tedebbür ile okumaya borçludur. Bidayette Kur'an-ı Kerim'i haftada bir kere hatmederdi. Sonra dikkatle düşündü ve ayda bir hatmetmeye başladı. Sonraları daha derin düşünerek ve dikkat ederek senede bir hatmetmeye başladı. Daha sonra ondaki belâgati düşünerek, mânası ile kelime ve harflerin üzerinde durarak yedi senede bir hatim ederdi. Kur'an'daki kelimelerin sayısı 77.930 olduğuna göre sene başına 11 bin kelime düşer ve her güne 30 küsur kelime isabet eder.
Demek düşünerek, mânasını tedebbür ile hatim ediyor. Ömründe bir kere olsun tedebbürle hatmi Kur'an'ı, ulema lüzumlu sayarlar ve işin doğrusu da budur. Kur'an'ın mânasını anlamadan ve düşünmeden kuru kuru okumak fayda vermez.
Bu üslûb,üzre ola hatmi Kur'an Saf asın gaip eyler ehl-iyman.
"İslâm âlimi merhum Hamdi Yazır, Tefsirinde "Ehli Hak Kur'an'ı bir eğlence gibi okumaz." bahsinde diyor ki: "Elfâzını, maanisini, ahkâmını cidden
gözete gözete dikkatli, saygılı ve devamlı bir surette ve bilmediklerini, anlamadıklarını ehlinden sora sora, hüsnüniyetle, temiz kalb, temiz ağızla okurlar. Gelişi güzel, baştankara bir eğlence gibi okumazlar. Şarkı, gazel, roman, hikaye yerine okumazlar; kemali hürmet ve edeple okurlar..."
Büyük İslâm şairi merhum Mehmet Akif Bey de pek yerinde olarak şöyle demektedir:
İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkiyle bilin;
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.
KUR'AN'LA FAL BAKMAK
Şair Akif in beytinde dediği gibi Kur'an-ı Kerim fal bakmak için de indirilmemiştir. Fal bakmak âdeti hakkında Kadı Ebubekir İbnül-Arabî Ahkâmı'nda der ki: "Mushafla fal bakmak helâl değildir." ve işin doğrusu da budur. Bu hususta fazla nakil ve kavil göstermeye lüzum yoktur. Kur'an'la fal bakmak, tefe'ül etmek nasıl olmuş da âdet olmuş, insan buna hayret ediyor.
İnmemiştir hele Kur'an, bunu hakkıyla bilin;
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için,"
KURAN OKUMANIN FAZİLETİ
Kur'an-ı Kerim'i okumanın usul ve âdabı vardır. Bunları bizzat Hazret-i Peygamber öğretmiş ve Ashab-ı Kiram buna riayet etmiş, onlardan sonra gelenler de onlara uyarak aynı yolu takip etmişlerdir. Ancak onlar sadece Kur'ân'ı okumakla iktifa etmiyorlar, manasını anlayıp belliyorlar, bilmedikleri bir şey olunca, onu bilenlere sorup öğreniyorlar, böylece Kur'an'ın hakkını vermiş oluyorlardı. Ebü Abdurrahman Sülemi bu konuda şu açıklamayı yapar:
Osman b. Affan, Abdullah b. Mes'ud gibi Kibar-ı Ashap, bize şöyle haber verdiler: Onlar Hazret-i Peygamber'den on âyet öğrendiler mi, bu ayetlerin tefsirini yapmadan, mânalarını anlamadan, ilme ve amele dair olan mes'eleleri çözmeden diğer on âyete geçmezlermiş. Biz Kur'an-ı Kerim'i işte böyle zatlardan öğrendik. Biz Kur'an'ı ve O'nunla amel etmeyi belledik. Bizden sonra öyle kişiler gelecek ki, Kur'an'ı su gibi ezberleyecekler, fakat hançerelerini ve boğazlarını geçmiyecek...
Enes b. Malik'ten, İmam Ahmed b. Hanbel şöyle rivayet eder: Enes hazretleri diyor ki, bir kimse Bakara ve Al-i İmrân sûrelerini baştan sona kadar ezbere okuyunca, gözümüzde öyle büyüyordu ki, bunlar uzun sûrelerdir. Abdullah b. Ömer, Bakara sûresi üzerinde sekiz yıl çalışarak öğrendi, çünki hem ezberliyor, hem de mânâsını tefsire çalışıyordu. Bir âyeti tam olarak anlamadan, içindekileri kavramadan başka âyete geçmezdi.
Kur'an-ı Kerim bu yolda okunursa maksad hasıl olur. Abdullah b. Mesûd hazretleri şöyle demektedir: Bakara ve Al-i İmran sûrelerini derin derin düşünerek, ince manalarını anlayarak okumak, bana Kur'an'ı hatim etmekten daha büyük haz verir. Zelzele ve Kâria sûrelerini mânalarını düşüne düşüne okumak, Bakara ve Al-i îmran sûrelerini sür'atla okumaktan daha çok hoşuma gider...
İmam Gazzali merhum, Kur'an okumanın âdabını, usûlünü en iyi bilen ve anlatan büyük âlimlerdendir. İhyâu'l-Ulûm'da, bu konuyu çok güzel işler. Ashab-ı Kiram içinde Ebû Mûse'l-Eşarî hazretleri, Kur'an'ı en güzel bir sesle, hoş bir edâ ile okuyanlardandı. Peygamberimiz (s.a.s.) O'nu seve seve dinler ve O'na iltifat ederek:
— Seni Kur'an okurken dinlediğim zaman, Davud Peygamber'in Mizmarı sanki sana verilmiş gibi gelir bana, derdi. Ebû Mûse'l-Eşari de bundan çok memnun kalır:
— Yâ Resulallah! Vallahi senin dinlediğini bilsem, daha özenir, daha güzel okumaya çalışırdım, derdi.
Hazret-i Ömer, bir yerde Ebû Mûse'l-Eşari'ye rastlayınca O'na iltifatta bulunur;
— Bize Rabbimizi zikret, O'nu hatırlat, ya Ebû Musa, diyerek O'ndan Kur'an okumasını diler, ve O'nu dinlerdi.
Hazret-i Aişe validemiz, bir akşam Hazreti Peygamberin yanına biraz geç geldi, Hazreti Peygamber O'na:
— Neden böyle geç kaldın, seni alıkoyan nedir? diye sordu. O da:
— Bir kişinin Kur'an okuyuşunu dinledim, ondan daha güzel seslisini işitmiş değilim, onu dinlerken geciktim, diye cevap verdi.
Hazreti Peygamber kalkıp gitti, O da bir müddet dinlemeye daldı, sonra Hazreti Aişe'ye:
— Bu, Ebu Huzeyfe'nin kölesi Sâlim, dedi. Allah'a şükürler olsun ki, üm-metimin içinde onun gibileri var.
Bu rivayetlerden Ashab-ı Kiram'ın Kur'an okumaya, ezberlemeye ne kadar önem verdiklerini görüyoruz.
Hazret-i Peygamber ümmetini Kur'an öğrenmeye ve O'nu öğretmeye teşvik etmiştir. Kendisi etrafa Kur'an öğreticileri gönderirdi. Medine'ye ilk gönderdiği Kur'an hocası Mus'ab'dır. Yemen'e de Kur'an'ı en güzel okuyanlardan olan Ebû Mûse'l-Eş'ari'yi göndermiştir. Kur'an-ı Kerim'in faziletine dair bazı Hadis-i Şerifleri burada zikredelim:
"Hafızasında Kur'an'dan bir şey bulunmayan kimse, harap eve benzer."
(İbniMes'ûd'dan).
Kur'an okuyun, zira O, kıyamet günü sahibine şefaatçi olacaktır."
(Müslim).
"Kim ki Kur'an okur, O'nunla amel ederse, ana ve babasına kıyamet günü öyle bir tac giydirilir ki, O'nun ziyası, dünya evlerindeki güneşin ziyasından daha güzeldir. Ya O'nunla amel edeni siz ne sanıyorsunuz. " (Muâz b. Cebel'den).
"Kur'an okuyan kimse, peygamberliği gönlünün içine almış demektir, şu kadar var ki, ona vahiy gelmiyor. Kur'an ehline, kızanla beraber kızmak, cahillik yapanla cahillik yapmak asla yakışmaz. Zira onun içinde Allah kelamı vardır. " (Abdullah b. Ömer'den).
"İnsanlardan ehlüllah olanlar vardır. Kimdir onlar, Ya Resülallah! dediler. Kur'an ehli, buyurdu. Onlar Allah'ın ehl-i yakın ve has kullarıdır." (İbni Mâce, Neseî).
"Hazreti Peygamber bir defa Ebû Zer'e demişti ki; Ya Ebû Zer! Allah'ın Kitabından bir âyeti öğrenmen, senin için yüz rekat namaz kılmaktan daha hayırlıdır. İlimden bir bab öğrenmen, onunla amel olunsun, olunmasın, yüz rekat namazdan hayırlıdır."
"Evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini arayan kimse, Kur'an'ı araştırsın."
"Ümmetimin en şereflileri Hamele-i Kur'an 'dır. O'nu ezberleyenlerdir."
"Evlerin en aşağısı içinde Kitabullahtan birşey bulunmayandır." (İbni Mace)
"Bu Kur'an Allah'ın bir ziyafet sofrasıdır, o sofradan gücünüzün yettiği kadar hisse almaya bakın"
Hazreti Ali (Kerremallahü vechehü) diyor ki, ben Resulullah'tan işittim, şöyle buyurdu:
"İleride karanlık gece parçaları gibi fitne olacak. Ya Resulallah! Ondan kurtuluş ne iledir? dedim. Buyurdu ki: Allah'ın kitabı iledir. O'nda sizden öncekilerin kıssaları var, sizden sonrakilerin haberleri var, aranızdakinin hükmü bulunur. O ara bulucudur, hakemdir, hezl değildir. Kim ki, ceberut ve gaddarlık satarak O'nu terk ederse, Allah onun belini kırar. Kim ki, O'ndan başkasında hidayet ararsa, Allah onu şaşırtır. O, Allah'ın sağlam ve dayanıklı ipidir. O açık bir nurdur. O zikr-i hakimdir, doğru yoldur. O'nunla arzular şaşmaz, diller dolaşmaz, iltibasa uğramaz, görüşler parçalanıp dağılmaz. Alimler O'na doymaz, müttekiler O'ndan usanmaz, bıkmaz. O, çok okumakla eskimez, acayibi bitip tükenmez. O'nu cinler işittikleri zaman: "Biz acayip bir Kur'an işittik." dediler. O'nun ilmini bilen, ileri gider, O'nunla söyleyen doğru söyler, O'nunla amel eden mükâfat görür. O'nunla hüküm veren adalet yapar. O'na davet eden doğru yola hidayette demektir." (Tirmizi)
''Sizin en hayırlınız Kur'an'ı öğrenip ezberleyen ve öğretendir." (Buhari ve
Sünen'ler)
"Kıyamet günü oruç ve Kur'an kula şefeâtçı olurlar. Oruç: "Ya Rabbi" der, "Ben O'nu gündüzleri yemeden, içmeden ve zevklerinden alıkoydum, şimdi beni O'na şefaatçi kıl."
"Kur'an der ki: "Ya Rabbi! ben de geceleri O'nu uykudan alıkoydum, beni O'na şefaatçi yap. "Böylece her ikisi de şefaatçi olurlar." (Beyhakî).
KUR'AN'IN ÜSLÛBU,TAKLİDE YELTENENLER,NESİH MESELESİ
Sahabîden yetmiş kadar müteaddit yol ile sabit olduğundan mütevatir hadis sayılan"Kur'an,muhakkak ki yedi harf üzerine nazil olmuştur" hadîsinden anlıyoruz ki, Kur'an-ı Kerim yedi harf üzere nazil olmuştur. Bu yedi harf nedir? Bu hususta ulema arasında ihtilaf vardır. Herkes harfi çeşit anlamış ve ona göre hüküm yürütmüştür.
Harf lügatta: Lügat, cânib, kenar demektir ve harf mecazen vecih ve keyfiyet mânalarına da ıtlak olunur.
Ulema harfin tefsir ve te'vilinde ihtilaf etmişlerse de ekseriyet bundan maksat lügattir, lehçelerdir demişlerdir. Harfin bir manası da lügattır. Daha sonraları harf kelimesinden kıraet yani telaffuz kasdedilmektedir. İbni Mes'üd harfi diyerek, İbni Mes'ud kıraetini kasdederler. "Kur'an yedi harf üzerine nazil oldu" hadis-i şerifindeki harften murad acaba nedir? Bu husustaki düşüncelerden mühimcelerini sayalım:
1- Yedi harften murad, yedi lügattir veya meşhur arapça lehçeleridir.
2- Muhkem, müteşâbih, umûm, husus, nâsih, mensûh, kasas gibi şeylerdir.
3- Emir, nehiy, vaad, vaîd, cedel, kasas, mesel gibi umurdur.
4- İdgâm, izhâr, imâle, kasr, med, şedde, sükûn, hareke gibi şeylerdir.
5-Yedi türlü okunuştur, yedi kıraettir.
6-Yedi harften murad yedi vecihdir.
7- Yedi harften murad yedi adedi değildir, yediye bağlı değildir. Maksad kolaylıktır. Kadı İyad bu fikirdedir. Şimdi bunları biraz izah edelim:
Kur'an-ı Kerim Arap dili ile nazil olmuştur. Kureyş lehçesi esastır. En fasih olan Kureyş lehçesiyle diğer bazı lehçelere göre okumaya da müsaade olunmuştur. En fasih Kureyş lehçesi olduğu halde Kur'an'ın neşrini tamim için diğer lehçelerle kıraete de müsaade edilmiştir.
لقد جاءكم من أنفسكم عزيز
"Lekad caeküm Resulün min enfüsiküm (Enfesiküm) Aziz." gibi.
Bir kabile harekeyi bir türlü okur, i'rabı ona göre yapar, diğer bir lehçe başka türlü okur. Meselâ (Ma haze beşaran, beşarun) ما هذا بشراً،بشر gibi kıraetler
var. (Yükezzibun, Yekzibun) يكذبون،يكذبونgibi bab farkları hep böyledir.
Böyle çeşit okumanın sebebine gelince: Her kabilenin, bir telâffuz tarzı, harf çıkarışı vardır. Harflerin mahreçleri başka başkadır. Bu her millette öyle değil mi? Her dilde muhtelif lehçeler, şiveler yok mu? Dil, damak, dudak, hançere bunların kolayca değişmeyip alıştığı gibi telaffuz ettiğini görüyoruz. Kabileler, Kur'an'ı Hazreti Peygamberin okuduğu gibi okudular, ancak kolaylık için Hazreti Peygamber onlara bazı hususlarda müsaade etti. Muayyen yerlerde kendi dillerinin döndüğü gibi okudular. Bu şu demektir: İmâle, cezim, idgâm, ihfâ, izhâr, med yaptılar. Yoksa rastgele, istedikleri gibi okudular demek değildir.
Hazreti İbni Abbas'ın dediğine göre yedi harf, yedi lügat oluyor. Lâfız ve maddesi başka başka kelimeleri birbiri yerine kullanmak: Helümme, Teal, Akbil gibi.
ان ناشئة هي اشد وطاًواصوب قيلاً
Ayetindeki (esvab) için Hazreti Enes de "Esvab, akvem, ehda" hep birdir diyor.
Bunlara göre yedi harften murad işte böyle lafzı ve maddesi muhtelif lügattir, kıraetlerdir. Yoksa yalnız şekil ve suretteki ihtilaflar, kıraet farkları değildir. Yani kasr, med, hareke, sükûn, nakl, i'rab gibi şeyler değildir. Kur'an-ı Kerim lafız ve maddesi muhtelif yedi lügat üzere inmiştir, bu da ilk zamanda alıştırmak içindir.
Bu hususta Taberî'yi (H. 310/M. 893) dinleyelim. O diyor ki:
"Ulemadan bir kısmı yedi harfin: Emir, nehiy, vaad, vaid, cedel, kasas, mesel gibi yedi mâna olduğuna kail olmuşlardır. Fakat bu doğru değildir. Yedi harf, yedi lügattir. Çünkü Resulullahın hayatında iken eshab, çeşitli kabileler Kur'an'ı muhtelif surette okudular. Resulullaha varıp herkes kendi okuyuşunun doğru olduğunu iddia etti. Resulullah her kâriin okuyuşunun doğru olduğunu söyledi. Her birine öğrendikleri gibi okumalarını bildirdi. Hattâ bazılarının kalbine bu işten şüphe bile düştü. Nasıl olur da Resulullah her kâriin okuyuşunu doğru görüyor dediler. Resulullah işi onlara beyan etti."
Taberi'nin işaret ettiği hadiselerden birisi şudur: Hazreti Ömer diyor ki:
— Hişam bini Hakîm'i Furkân sûresini Resulullahın bana okuttuğundan başka türlü okurken işittim. Kıraetini kesecektim. Fakat bekledim. Haydi namazını bitirsin, dedim. Selam verdikten sonra yakasına yapıştım. Bu sûreyi sana kim böyle okuttu? dedim. Resulullah dedi. Yalan, dedim. Resulullah bana senin okuduğun gibi okutmuyor. Onunla Resulullaha gittik. "Ya Resulullah" dedim. "Bu, Furkan sûresini benim okuduğumdan başka türlü okuyor." Resulullah: "Bırak onu" dedi. Sonra Ona: "Oku ya Hişam" dedi. O da, ben işittiğimde nasıl okuduysa öyle okudu. Resulullah: "Böyle nazil oldu" dedi. Sonra: "Ya Ömer sen oku"dedi. Ben de, bana öğrettiği gibi okudum: "Böyle nazil oldu" dedi. Bu Kur'an yedi harf üzerine nazil olmuştur, hangisi kolayınıza gelirse öyle okuyun." (Buhari ve Müslim).
Burada şunu da ilâve edelim ki her kabileye kolaylık olsun diye kendi lehçesiyle okumaya izin verildi. Bu demek değildir ki, herkes, her Arap lehçesiyle istediği gibi okusun. Bu hususta ancak mervi olan kıraetler okunabilir. Resulullah neye müsaade ediyorsa o yapılır.
Taberî burada mühim bir noktaya temas ediyor. Diyor ki: "Kur'an bir lûgatla mı nazil oldu, yoksa mânası birbirine uygun yedi lûgatla mı? Mesela birbirine müteradif kelimeler var, aşağı yukarı biraz farklı bir mânaya delâlet ederler. (Helümme) kelimesini alalım: Bunun yerine şu kelimeleri de kullanabiliriz: "Akbil, Teâl, İleyye, Kasdi, Nahvi" Bunların lafız ve maddeleri başka başka ise de mânaları, delâletleri aşağı yukarı bir gibidir. İşte Kur'an böyle yedi lûgatla nazil olmuştur.
İbni Cerir Taberî (H. 31O/M. 893) diğer mühim bir noktaya temas ederek müstakil bir tarihçi sıfatiyle diyor ki: "Mademki Hazreti Osman bir harf üzerine topladı, diğer altı harf ne oldu? Halbuki Resulullah onları okumuş ve onlarla okumaya müsaade etmişti. Bunlar nesih olunarak refi' mi edildiler? Nesih olun-duklarına delil ne? Yoksa ümmet unuttu mu? Bu ise hıfzı ile emrolunan şeyi zayi' etmektir.
Taberi bu güç sorulara çok güzel ve hoşa gidecek şekilde cevap veriyor: "Altı harf nesih edilip kaldırılmadı. Hıfzı ile memur olduğu halde ümmet onları zayi' etmiş de değildir. Ümmet Kur'an'ın hıfzı ile memurdur. Fakat bu yedi harften hangisiyle isterse onunla kıraet ve hıfızda muhayyerdir. Yedinin yedisiyle de değil, yediden hangisiyle olursa olsun, Kur'an'ın hıfziyle memurdur. Kur'an mahfuz olsun da, yediden hangisiyle olursa olsun. Ümmet te bunu yapmıştır. Bir hikmete binaen diğer kıraetleri bırakarak yalnız bir kıraeti kabul etmiş, birliği korumuştur. Fıkıhtan bunu açıklayan bir misal getirelim: Zengin bir kimse yemininden dönerse üç kefaretten biriyle mükelleftir: "Köle azad etmek, on fakir doyurmak veyahut on fakir giydirmek." Bunların üçünü de yapmakla değil, biriyle memurdur. Birini yapınca, iş yerine gelmiş olur. Kefaret yapsın da hangisiyle olursa olsun. İşte ümmet de bunu yapmış, Kur'an'ı hıfz etmiştir. Demek oluyor ki, İmamı Taberi'ye göre de yedi harf, yedi lügattir. Fukaha, kurra ve mütekelliminin çoğuna göre yedi harf Mushafı Osmani'de mevcuttur.
Süyutî de İtkan'ında. yedi harften muradın Zöhri, Sa'leb, Ebu Ubeyde'ye göre yedi lügat olduğunu söylüyor. Ancak onlara göre bu lügatlar müteferriktir. Yâni Kur'an'da fasih Arap lûgatlarından kelimeler vardır. Esas Kureyş lügati olduğu halde Hüzeyl, Hevâzin, Yemen vesair lügatlar da vardır.
Yedi harften murad, yedi lügattır, diyenlerin gözettikleri maksat şudur: Her kabileye kendi telaffuzuna göre kolayca okuyabilsin diye genişlik gösterilmiştir. Kureyş "Hattâ" der. Hüzeyl ise bunu "Atta" şeklinde telaffuz eder. Bunu
gösteren rivayetlerden birisi şudur: ( اثيم) "Esim" diye dili dönmiyene (فاجر) ''Fâcir demeye müsaade gibi.
Tahavi'ye göre bu bir ruhsattı. Kitabet, zabt, hat, meselelerini bilmediklerinden bir çoklarına bir lâfızla okumak zor gelirdi. Sonra kitabet ve hat kolaylaştığından bu özür kalktı.
Ebu Şame'ye göre de: Kur'an Kureyş lûgatiyle indi. Sonra kabilelere muhtelif olan lafızlarla, i'raplarla herkesin âdeti üzere okumasına müsaade edildi. Bu müsaade gelişigüzel değildir. Resulüllahın izniyle mukayyettir. Bir kabilenin başka kabile lûgatına geçmesiyle kimse teklif olunmadı. Çünkü bunda güçlük var. Araplarda asabiyet dâvası da vardır. Din ise hep kolaylık emreder.
Araplar zaten harf kelimesini lügat yerinde istimâl ederler. İslâmiyetten sonra ise harf kelimesi kıraet yerinde kullanılmaya başlandı. İbni Mes'ud harfi yâni kıraeti denir.
Süyutî (H. 91 l/M. 1505) İtkan'da bu hususta şunları zikrediyor: Kur'an'ın yedi harf üzerine nazil olduğu hadisinin sıhhatini yirmi bir sahabinin şehadetiyle isbat ettikten sonra şunu yazıyor: Hazreti Osman, bu hadisin sıhhatini tevsik etmek istedi de mescitte toplanmış olan ashaba:
''Bu hadisi Resulullahtan işiten ayağa kalksın'' dedi. Bütün mescid ayağa kalktı. Hz. Osman: "Onlarla beraber ben de şahidim." dedi.
Bundan sonra Süyutî hadis etrafında söylenen kavilleri sayıyor ki bunlar kırk şu kadar tutuyor. İşkâlden işkâle geçiyor. Süyutî'nin kanaatına göre burada yediden maksat adet değildir. Murad kolaylık ve âsanlıktır. Zaten bütün kaviller işi evirip çevirip bu kolaylığa getiriyorlar. Hepsinin haddi müştereki kolaylıktır.
Ebu Hâtem'e göre yedi harf hadisi hakkında 35 kavil vardır, Kurtubi bunları zikreder. Abdurrahman Ebu Şame de bu hususta müstakil bir eser yazmıştır. Yedi kelimesi birliklerde çokluk ifade için kullanılır, mutlaka yedi adedi kasdedilmez. Yetmiş de onluklarda aynı tarzdadır.(52)
İşte böylece her kavle göre maksat kolaylık olmuş oluyor. Yedi kıraet ile bu
yedi harf meselesini karıştırmamak. Bazıları, adedin aynı olmasından böyle bir hatâya düşüyorlar. Süyutî'nin dediği gibi bu cehalettir.
Tirmizî (H. 279/M. 868), Übey Bini Kâab'dan rivayet ediyor: Resulü Ekrem Efendimiz, Cibril'e demiş ki:
— Yâ Cibril, ben Ümmi bir kavme gönderildim. Bunların arasında kocakarılar, ihtiyar erkekler, küçük kızlar, oğlanlar, ömründe kitap okumamış adamlar var.
Cibril de:
— Yâ Muhammed, dedi, Kur'an muhakkak ki yedi harf üzerine nazil olmuştur. "Kimin nasıl kolayına gelirse öyle okusun." Dinde güçlük yok.
Hazreti Peygamber "Kolaylaştırın, sakın güçleştirmeyin, müjdeleyin, sakın nefret ettirmeyin!" buyurmaktadırlar.
Kur'an-ı Kerim Arap dili, Kureyş lügati üzere nazil olmuştur. Ancak Kur'an-ı Kerim'de başka kabilelerin lügat, lehçelerinden de kelime bulunduğu şüphesizdir. Hattâ aşağıda geleceği üzere başka milletlerin dillerinden de kelimeler vardır. Celâleddini Süyutî bunları İtkan'ında bol bol zikreder.
Meselâ "Ustur" Hımyerce kitap demektir. "Kitaben mestura"yı buna göre alıyoruz. "Lehiv" Yemen lûgatında kadın manasınadır, arapca metin "Lev eradna en nettehize lehven" âyetini öyle anlıyoruz. Böyle bazı kelimelerin başka kabilelerin veya milletlerin lûgatlarından olması Kur'an'ın fasih ve açık arapça olmasına asla halel vermez. Bir kelimenin mânasını bilmemek, âyetin mânasını anlamıya mâni değildir. Onun için Hazreti Ömer "Ebben" kelimesi için: "Ey anasının oğlu, Ebben'in mânasını bilmezsen ne çıkar sanki" demiştir. Bir kabileye mahsus bir kelime bulunup ta onun mânasını bilmemek umumî anlayışa engel olmaz.
Ashabı Kiram, Kur'an hakkında bilgilerini arttırmaya çalışırlar, bilmediklerini sorarlardı. Hatta bir kelimeyi öğrenmek için saatlerce durup bekleyenler, günlerce yola gidenler vardır. Kendi reyleriyle bilmeden bir şey söylemekten son derece çekinirlerdi. Hazreti Ebubekir demiştir ki: "Eğer ben Kitabullah hakkında bilmediğim bir şeyi söylersem beni hangi gök gölgelendirir, hangi yer barındırır?"
Bilindiği üzere Kur'an'da Farsça, Türkçe, Yunanca, Habeşçe, Mısırca, Âramî, Keldanî, Hımeyrî, İbranî, Süryanî kelimeleri vardır. Arap kabilelerinin muhtelif lûgatları da Kureyş lehçesine karışmıştır. Böylelikle Kur'anda herbirinden bulunmuştur. Ancak kabile lûgatlarının bozuk lehçelerinden bir şey girmiş değildir. Meselâ bir Yunanlı "Şin" harfini söyleyemediği gibi Temim kabilesi de 'Sin" harfini söyleyemez. "En-nâs" yerine "En-nât" der. Kays kabilesi izafetteki müennes ''K'' harfini ''Ş'' ye tebdil eder. ''Kitabik: Kitabiş'' olur.
İşte Kur'an-ı Kerim bu gibi bozuk lehçelerden uzaktır. Arap kabilelerinin çoğunda i'rab yokken Kur'an sondaki i'rabı katiyen ihmal etmez. Kur'an en
fasih Arap dili iledir. İşte bazıları yedi harf bu çeşitli diller, kabile lehçeleridir diyor ki, bunlara göre her dilden kelimeler karışmış ve bunlar Kureyş lehçesiyle kaynaşmıştır. Sa'leb, Ebu Hatim Sicistani vesaire bu fikirdedir. Yâni Kur'an Kureyş lûgatiyle indi, fakat diğer lehçeler ve lûgatlardan da kelimeler var, onda kaynaştılar.
Netice olarak diyebiliriz ki: Kolaylık olsun diye muhtelif lehçelerle okuyuşa Resulullah müsaade etmişti. Herkes kendi okuyuşunu doğru iddia edip diğerini inkar bile etmişti. Hattâ Hazreti Ömer kızarak birinin yakasına yapışıp Resulullaha getirmişti. Übey Bini Kâab'ın içine bu yüzden şüphe bile düşmüştü. Resulullah: "Kur'an yedi harf üzerine indi, kolayınıza gideni okuyun." demişti. Resulullah bu çeşit okuyuşlara kendi hayatında cevaz vermişti; kolaylık olsun diye, müsaade etmişti. Sonraları bu ihtilaflar arttı. Resulullah ihtilafları sevmezdi. "Sizden öncekileri ihtilaf helak etti." diyordu. Bu ihtilaflar manayı bozacak bir şey değildir, kabile lehçelerinin icabı müteradif sözle okuyuşlardı. Kolaylık olduğundan ve maksadı da bozmadığından buna müsaade ve cevaz verilmişti. İşte yedi harf budur. Sonraları ihtilaf arttığından Hazreti Osman bir kıraet ve bir Mushaf etrafında toplamıştır.
_______
52) Türkçemizde de böyledir. Yedi devlete meydan okudu, yetmiş milletten hariç tâbirleri gibi. Yedi adedi muteber tutulur. Onda kemal manası sezilir. Bir çokları Sebiyyât diye eserler bile yazmıştır. Yedi kat gök ve yer; haftalar yedi. Yedi kere tavaf, yedi âzâ üzerine secde, tasavvufta yediler var. Edebiyatta bile yedi, ilham verici bir şeydir.
M. Sadık Rafiî, İ'cazı Kur'an'ında bu hususta diyor ki: "Edib Safedî'nin yedi sayısı hakkında, bir eseri vardır. Yunanda bir adet felsefesi vardı. Kâinatın aslı rakamlardan çıkar. Rakamlar büyük rol oynar. Yedi bütün adetleri toplar. Adetler ya tek veya çifttir.
2 rakamı birinci çift, 4 rakamı ikinci çifttir. 3 birinci tek, 5 ikinci tekdir. Birinci tekle ikinci çift veya ikinci çiftle birinci tek toplanınca yedi olur. Adetlerin aslı olan 1, filozoflarca adedi tam sayılan 6'ya ilave olununca yedi olur ve bu kemâle delalet eder. Onun için yedi kutsal bir adettir. Kemâl, tamamdan sonra, onun üstünde olan bir derecedir. İşte Kur'an'ın yedi harf üzerine nüzulünde ince bir remz vardır. Bu şu demektir. Kur'an'ın lügati ve kelimelerin terkibi kemal derecesindedir. Kur'an, kelâm-ı Arabın kapısıdır."
MÜTERADİFLER
Yedi harf üzerine nüzul ile alâkalı kelimeler müteradifler = eş manalı meselesidir. Hakikaten arapça müteradifçe zengindir. Fakat bir Peygamberin en büyük mucizesi olan Kur'an-ı Kerim'in her kelimesi fesahat ve belagatın en yüksek noktasındadır. Onun bir kelimesi bile değiştirilemez. Onu ancak sahib-i vahiy yapar. Onun için yukarıda kolaylık için yapılan müsâadeler Peygamberin izniyledir demiştik. Rastgele kelime, müteradifi yerine konamaz,(53)
__________
(53) Gerçekten arapça müteradifler bakımından çok zengindir veyahut yüklüdür. Aynı manayı ifade eden bir çok kelimenin bulunması bir dil için o kadar kârlı bir kazanç değildir. Vakıa müteradif gibi gösterilen kelimeler arasında ince bir fark ta yok değildir. Lâfzı başka başka olan kelime-lerin manası bir olursa ona müteradif diyoruz. Kamh, Bürr, Kuut ve Cülus gibi. Lafzı bir, fakat manası başka olan kelimelere müşterek denir. Ayın gibi ki bir çok mânalara gelir. Bugün arapça, dünyanın en zengin lisanı sayılıyor. Kelime çok. Lügat toplanırken muhtelif kabilelerin şive ve lehçeleri hep tesbit olunarak, hattâ peltek söyleyenlerin telaffuzu bile gösterilerek ayrı ayrı alınmış, lügatin hacmi büyümüş, arapçada balın 80 adı var. Kılıcın elli, arslanın, atın, devenin bine yakın isimleri var. Kamus sahibi Mecdüddin Firuz Âbadî böyle müteradifleri toplayarak (Erravdül-Meslûf fîma lehu ismani ila Ulûf) unvanlı müstakil bir eser yazmıştır. Bazı şeylerin ismi yokken böyle müteradiflerin çok bulunması bir yüktür.
İbni Side (Muhassıs)'ında bir mevzua ait kelimeleri bir yere toplamıştır. Deveye ait 176 sahife yazı var. Gemiye ait ise yalnız yedi sahife. Kitap 17 cüzdür. Bir cüz'ünü deve dolduruyor. Demek Arap lisan ve edebiyatının l/17'si deveye ait kelime. Çöl hayatında devenin ehemmiyeti belli. Edebiyat hayatın ifadesidir, diyorlar.
Kur'an-ı Kerim, müteradif kelimelerden en tatlısını ve ahenklisini istimal eder. Onun için aynı manaya diye bir kelime başkasının yerine değiştirilemez. Yedi kıraat, yedi lügattir, diyenler rastgele her kelime müteradifi yerine konur demiyorlar. Resulullahın izin ve müsaadesiyle ancak bir kelimenin yerine başkasını zikrediyorlar.
KUR'AN-I KERİM 'DE ARAPÇA OLMAYAN KELİMELER
Kur'an-ı Kerim Arap lisanı üzere nazil olmuştur. Bir çok âyetlerde Kur'an Arabî olmakla tavsif edilir.
Resulullah, Kur'an'ı kavmine anlıyacakları açık bir lisanla okuyordu; bundan on beş asır evvelki Arap diliyle yâni Hicaz'da, Mekke'de konuşulan Kureyş diliyle ifade edilmiştir. Bunda hiç şüphe yoktur. Ancak şurası da bilinmelidir ki, arapça o devirde bir dildi, fakat muhtelif lehçeleri olan bir dil. Kur'an ise Kureyş lehçesiyle inmiştir. Çünkü Mekke bir kültür merkezi idi; arapçanın en güzeli orada konuşuluyordu.
Mekke haç mevsimiyle, Beyti Şerifiyle, birer edebi dernek olan Ukâz, Zül, Mecâz, Mecenne gibi panayırlarıyla Arapların kültür merkezi olduğu gibi aynı zamanda ticaret merkezi idi. Arap kafileleri, ticaret kervanları şimale, cenuba giderek başka yerlerle temas halinde idi. Şimale gelenler Bizans'a tabi olan Hıris-tiyanlarla temas ediyorlar, şimal doğuya gidenler İran Mecusileriyle(54) görüşüyorlardı. Bu temaslarda kültür, medeniyet, edebiyat, vesaireye dair bilgi ediniyorlardı. Medeniyetin ve kültürün bir milletten başka bir millete geçişi temaslarla olur. Komşu milletler birbirlerinden görüp öğrenirler. Meselâ yukarıda Nadr Bini Harisin Kâbe'ye oturup Rüstem ve İsfendiyar hikâyelerini anlatırken Kur'an'a muaraza etmeye yeltendiğini anlatmıştık. Bu temaslar ve ticari münasebetler neticesinde Farsça ve Yunanca kelimeler Arapçaya girmiştir. En büyük kültür lisanıdır. Milletlerin birbirleriyle temasları neticesinde ilk müteessir olan lisandır. Aynı yol ile Arapçaya Süryanice, İbranice, hattâ Türkçe lûgatlardan da kelimeler girmiştir. Mekke ve Hicaz halkının Yahudilerle de teması vardı. Yahudiler ticaret yolunda idiler. Cenuba giden ticaret kervanları da böyle temaslar yapıyordu. Hatta ticaret merkezi olan Mekke'de az da olsa İranlı, Yunanlı, Mısırlı, Habeşli kimseler gelip oturuyorlardı. Şüphesiz bunlar Arapçayı öğreniyorlardı. Arapçaya da bir çok kelimelerin bu vesile ile girmesi tabii bir şeydir. Bütün bunlardan şu neticeye varırız: Mekke lisanı diğer Arap lehçelerinden bu giren kelimeler bakımından farklı idi. Onlarda bu yabancı dillerden giren kelimeler yoktu. Çünkü onlarda bu kelimelerin medlülleri, müsemmaları yoktu. Onun için aşağıda Kur'an'daki Arapça olmayan kelimeleri sayarken bir çoğunun Araplarda olmayan, bulunmayan, Arap hayatının tanımadığı şeylere ait kelimeler olduğunu göreceğiz. Temaslar neticesi giren bu kelimeler hac kafileleriyle yavaş yavaş kabileler arasına da yayılıyordu.
Mevzuatül-Ulûm bu hususta diyor ki:
"Vakta ki meselâ siyab-ı cenneti zikretmek vacip olduysa ve lâfzı müfred zikri siyabül-harir demekten evlâ olduysa lâfzı "İstebrak" zikrolundu. Zira, Arapta siyab-ı harir olmamağın anın için bir ismi müfred dahi vaz' olunmamıştır. Bunun gayrı dahi bu kıyas üzeredir."(55)
Demek Arapçaya da başka milletlerin dillerinden kelimeler girmişti. Zaten yeryüzünde başka dilden kelime almayan tek bir dil var mıdır? Bugün birbirine yabancı saydığımız diller arasında müşterek kelimeler yaşamıyor mu? Hele bir guruptan olan diller arasında bunlar ne çoktur. Fransızca, İngilizce, Almanca ile Farsça arasında müşterek kelimeler ne kadar boldur. Bu dillerde Arapçadan alınma kelimeler de vardır. Türkçede Farsça, Farsçada Türkçe kelimeler çoktur. Böylece Arapçada da, başka dilden kelimeler mevcuttur. İslâmın geniş müsamaha ve ilmi hürriyet devrinin âlimleri bu kelimeleri tesbit etmişlerdir.
Mevzuatül-Ulûm bu bahsinde şöyle diyor:
"Arap/Aribe bazı harekât ve esfarda şâir elsine eshabı olan nâs ile ihtilat ve istinas eylemişlerdir. Ol cihetten anların lûğatından bazı elfaz ve kelimat kendilerin lisanı ile mahlut ve memzuç olup mabeynlerinde bu veçhile sâri oldu ki fasih mecrasına câri olup anları dahi muhaverât ve eş'âr ve edebiyatta istimal ve isbat eylediler, ol ecilden Kur'an-ı Azim'de dahi lûgat-ı mezbure idhal olunup ol veçhile inzal olundu... Böyle bir kaç kelimâti gayr-i Arabiyye-i kalileyi müştemil olmak Kur'an Arabî olmağa münafi değildir."
Mevzuatül-Ulûm burada şu ince noktaya da işaret ediyor: ''Ve dahi bunun vukuunda hikmet budur ki Kur'an-ı Mübin, camii ulûmi evvelin ve âhirin ve
hâkii nehci mütekaddimin ve müteehhirindir. Bes anda cemi-i elsine ve lûgata işaret olmak gerektir.
Lâkin her lûgattan Ahef ve A'zebi ve Miyanı Arapta istimal cihetinden ekseri ihtiyar olunmuştur." İbni Nakîb, Hasais-i Kur'an'da şunu kaydeder:
"Kur'an bütün Arap dillerini, lûgatlarını havi olduğu gibi Rum, Acem, Habeş, vesair milletlerin lûgatlarından da çok şey ihtiva eder."
Umumî Peygamberin kitabında bilûmum dillerden kelimeler bulunmak yüksek bir remz taşır. Bu bütün insanlığı kucaklayan bir vahdet sembolüdür. Milletleri birleşmeye dâvettir.(56)
Tacüddini Sübkî (H. 756/M. 1355) Kur'an'da vaki Arapça olmayan kelime-lerden yirmi yedisini bir manzumede toplamıştır. Sonra İbni Hacer (H. 852/M. 1448) 24 kelimeyi buna ilâve etmiştir. Süyutî de 60 kadar kelimeyi nazma çekip bunları tamamlamıştır. Hepsi yüzden fazla olmuştur.
Bu manzumelerin üçü de Mevzuâtül-Ulûm'un ikinci cildinde yazılıdır.(57)
Kahire Şarkiyyat Enstitüsü Sami Diller Profesörü Ajeffery, 1938'de neşrettiği eserinde Kur'an'da 320 yabancı kelime çıkarıyor. Bunların üçte biri mevki isimleri ve şahıs adlarıdır. Alemler değişmez. Kalanın bir kısmı Sami dil-lerle kök maddeleri müşterektir. Telâffuz ayrılır. Ona göre Ednâ bir mülâbese ile dile girmiş yabancı kelime sayılanlar da vardır: Âyet, Errahman, Tefsif, Din, Rab, Kitab, Nebî, İlâh... gibi...
Yukarıda bahsi geçen manzumelerde İbni Hacer (Rahim) kelimesini, Süyutî
ise (Rahman, Melekût, Kâfir, Kayyum) kelimelerini Arapça olmayan kelimeler meyanında sayar.
Süyutî'nin İtkan'da. hangi dilden olduğunu da işaret ederek zikrettiği kelimelerden bazısını nakledelim:
Ajeffery, tennür kelimesinin tandırdan olduğunu söylüyor. Kelime Akatça yani Türkçedir. Gassak, tennür kelimeleri gibi yakut, turab kelimelerini de Türkçe gösterirler. Bunları eski kaynaklar zikrederler.
Bu yabancı kelimelere bakarsak bir kısmı: Tur, Rum,Yahud, Mecusî, Tagut, Mısır gibi alemdir. Hâs isimdir. Onlar pek tabii değişmez. Bir kısmı: Süradık, Eraik, İstebrak, Sündüs, Sicil, Karatis, Esfar gibi cahiliyet hayatının tanımadığı şeylerdir. Bir kısmı: Selsebil, kâfur, zencebil, yakut, ebarık gibi bedevi hayatta bulunmayan şeylerdir.
İslâm uleması Kur'an'daki bu gibi kelimeleri tesbit etmişler, yabancı dil-lerden eskiden girip te Arapçaya karışmış, Arapçanın malı olmuş bulunduğundan Kur'an'ın istimal ettiği bu gibi kelimeleri, kabilelerin lehçelerinden olanları toplamışlar, onları gösterir eserler yazmışlardır. Garip kelimeler namı altında bunların mânalarını tefsirle meşgul olmuşlardır. Garibi Kur'an'a dair müstakil eserler vardır. Onlardan da biraz bahsedelim
________
54) Mecusiler İran'da Zerdüşt dininde olanlardır ki bunlar ateşe, aya veya güneşe taparlardı.
(55) Taşköprülüzade, Mevzuâtül-Ulüm, c. II, s. 59-60, İkdam baskıs
(56) Kur'an-ı Kerim'de bulunan, arapça olmayan kelimeler hakkında Celâleddin Süyuti" (El-Mühezzeb Fiyma vakaa Fil-Kur 'ani Minel-Muarreb) isimli müstakil bir eser yazmıştır.
(57) Bak, Mevzuatül-Ulûm, c. II, s. 60,1313. İkdam Matbaası.
KUR'AN DAKİ GARİP KELİMELER
Kur'an-ı Kerim'de garip kelimeler unvanı verilen bir takım kelimeler vardır ki, bunların mânaları herkes tarafından kavranılmamaktadır. Bunlar 700 kadar sayılmıştır. Bunların hemen hepsi Hazreti Abdullah İbni Abbas'tan rivayet olunmuştur. O canlı bir lügattir: "Şiir Arap divanıdır, Kur'an'da bir kelimenin mânası kapalı kalırsa şiire müracaat eder, divanlardan onun mânasını anlamaya çalışırız.'' derdi.
Hazreti Ömer'den "Tehavvüf" kelimesinin mânası sorulduğu zaman: "Şiir
divanlarınıza bakın, onlar sizi aldatmaz. Cahilîyet şiirinde kitabınızın tefsirini, kelâmınızın mânasını bulabilirsiniz" demişti.
İşte Hazreti İbni Abbas bunları en iyi bilenlerdendi. Haremi Şerife oturur; halk etrafını alır, onlar sorar, o cevap verirdi. Kur'an'da garip kelimeler ve her kabileden lûgatlar vardı, sonra İslâmiyet, bazı kelimeleri vaz' olundukları lügat mânasından alıp dini bir mânaya naklediyor, yeni yeni mefhumlar, medlüller, mânalar getiriyordu: Küfür, iyman, salât, zekât, riba hep bu kabildendir.
Kur'an'da sayısı az da olsa Arapçaya girmiş yabancı kelimeler de vardı. Muarreb dediğimiz bu kelimeler dile girmiş, karışmış, onların yerini tutacak öz Arapçaları olmadığından onlar da garip sayılıyordu. İşte bu kabil kelimelerini, yeni mânaya naklolunanları ve ecnebi lûgatlarını beyan eden eserler yazıldı.
Müteradif, müşterek kelimeleri de bilmek tefsir için mühimdi. Her dilde olduğu gibi Arapçada bazı kelimeler telâffuz ve yazılış aynı olduğu halde muhtelif mânalara gelir. Meselâ "Hûda" kelimesi 17 mânaya kullanılır. Sebat, din, dua gibi. Bazı kelimeler de var ki, yazılıp, telâffuz, kök ayrı ayrı olduğu halde aynı mânaya gelirler. Bunlara da müteradifler deriz. Bir de âdeten müstamel olduğu mânalardan başka mânalara gelenler vardır.
Gerek yabancı dillerden girmiş kelimeleri ve gerekse asıl Arapça olduğu halde mânasını herkesin anlıyamıyacağı gibi garip kelimelerin mânalarını izah ve beyan eden eserlere ihtiyaç vardır. Bir insan lisana ne kadar âşinâ olursa olsun her kelimenin mânasını anlayamaz. En büyük lûgatçı bile o dildeki kelimelerin hepsini, halkın şivesini, ilmî ıstılahların cümlesinin mânasını bilemez. Bir dilde 60 bin kelime varsa onların hepsini ihataya imkân yoktur.
Ashabı Kiram Kur'an hakkında rastgele bir şey söylemekten son derece çekinirlerdi. Hazreti Ebubekir: "Kitabullah hakkında bilmediğim bir şey söylersem beni hangi gök barındırır, hangi yer taşır'' demişti.
Onun için Garibi Kur'an'a dair eserler yazılmak ihtiyacı duyulmuştur. (58)
______
58) Lûgâtı Kur'aniyeye dair yazılan bu kabil eserlerin mühimleri şunlardır: Ebubekir Sicistani —Garibül Kur'an
Ebu Ubeyd Ahmed — Elcem'i beyne garibeyil Kur'an vel-Hadis İbni Kuteybe— Garibül-Kur'an
Ebül-Ferac İbni Cevzi —Garibül-Kur'an Ragıb Isfahani — Müfredatül-Kur'an İbni Melek —Lügati Kanunu İlahî Musa Bini Muhammed — Lûgatül-Kur'an Ahmet Cevdet Paşa — Lügatı Kur'aniye
KUR'AN-I KERİMİN YÜKSEK ÜSLÛBU
Kur'an'ın üslûbu diğer üslûplara benzemez. Kelâmullah, ne nazımdır, ne nesirdir. Nazım ve nesir kaidelerinden birine tâbi değildir. İlâhî Nazm-ı celil, beşerin edebiyat kaidelerine tâbi olur mu? Gönülleri coşturan, ruhları okşayan Allah kelâmı bütün kelâmların ve kaidelerin üstündedir. Eskiden beri ulema
Kur'anın belâgatı, fesahatı, üslûbu, i'cazı hakkında ciltlerle eserler yazmışlar, bu sahada kalem oynatmışlardır.
Yeni ediplerin bazı fikirlerine burada işaret edip geçelim:
Mısırlı Taha Hüseyn'e göre arapça kelam, edebi yazılar üç kısma bölünür: Nazım, nesir ve Kur'an.
Demek Kur'an nazım ve nesirden ayrı bambaşka bir üslûp tutmuştur. O ne nazım, ne de nesirdir, Kur'an'dır. Nazım ve nesir kaidelerine tâbi değildir. Ayetlerinin ve kelimelerinin tertibiyle hususi bir musikisi vardır. Zeki Mübarek "Nesri Fenni" nam eserinde Kur'an'ı nesirden saymış, bu mesele Mısır'da büyük gürültüyü mucip olmuştur.
Hakikaten Kur'an nesir de değildir. Ayetler cümle demek değildir. Cümlenin kelimeleri bazen öbür âyette kalır. Nesr-i Mürsel ve seci' de değildir. Secii iltizam etmez. Tesadüfen seci' gelir. Eski yeni edebi nevilerden birine benzemez ve uymaz. O Allah kelâmıdır. Onun ne sabıkı vardır, ne de lâhikı. Ne bir üstaddan öğrenilmiş, ne bir talebe tarafından taklid olunabilmiştir. Misli yoktur. O ne mevzun ne de mensurdur. Nâmütenahi nisbetlerin cezridir. Mütenahi olan edebiyat kaideleriyle Kur'an ölçülemez. Kur'an bir hârika-i muciz beyan, bir lisan mucizesidir.
Bir kısım müsteşrikler kendi görüş ve kanaatlarınca Kur'an'ı Hazreti Muhammed'in sözü gibi alırlar ve o yoldan hüküm yürütürler. Hazreti İsa ve Hazreti Musa hakkında vahyi kabul ettikleri halde Hazreti Muhammed'e (s.a.v.) bunu çok görürler.
Eski Ahidde Hazreti Lüt'un iki kızı mağarada babalarını sarhoş ederek nevbetle onunla yatıp hâmile kaldıkları yolunda, bir Peygambere ve bir babaya yakışmayacak surette şeyleri kabul eden bu kafalar, Ulûmi Evvelin ve Ahirini câmi' olan; akla, mantıka, nezahate aykırı tek bir kelimesi bulunmayan Kur'an'ın vahyini bir türlü havsalalarına sığdıramıyorlar. Kur'an'ın üslûbu Hazreti Muhammed'in diyorlar. Halbuki ortada açık bir hakikat var; Hazreti Muhammed'in hadisleri de var. Kur'an ile hadis arasındaki fark ne kadar barizdir. Âyet ile hadis derhal fark olunur. Eğer Kur'an da Hazreti Muhammed'in inşası olsaydı, Hadîsleriyle aralarında fark olmazdı. Hadîslerin Peygamberin lâfzı, sözü olduğu muhakkaktır; âyetler ise Allah Kelâmıdır.
Kur'an'ın bu yüksek âhengi neden doğuyor? Ebül-Alâ Maarrî (H. 449) "Fusûl ve Gâyât" adlı eseriyle Kur'an'ı taklide kalkışmıştı. Beğenilmedi, sönük ve pürüzlü denildi. O da:"Lisanlar onu 400 sene mihraplarda cilâlasın, düzeltsin, bak o zaman nasıl olur!" demiş. Yani Kur'an tekrarlana tekrarlana bu âhenk ve halâveti almış demek istiyor. İş ise tam bunun aksinedir. Yâni her hangi bir eser ilk defa yaptığı tesiri sonraki defalarda yapamaz. Tekrarlandıkça tesiri azalır. İlk kuvvetini kaybeder. Bu işin ruhiyatı böyledir. Tekrarlandıkça eskir,
kulak ve kalbe tatsız gelmeye başlar. Nazım, nesir edebi nevilerden hangisi tekrarlandıkça eskimemiştir. Tekrarlandıkça tesiri artan ancak Kur'an'dır.
Kur'an nazil olmazdan evvel Arap edebiyatının ezberlenmiş uzun kasideleri, hafızlara nakşolunmuş hutbeleri, nutukları vardır. Bunları daima okumuşlar, bugün de okuyorlar, okullarda öğrenciler öğreniyor.
Muallekât-ı Seb'a = Yedi Askı sahiplerinde İmriül-Kays'ın: "Kıfâ Nebki min zikrâ Habibin ve Menzili" diye başlayan kasidesi karşısında kaç defalar durdular ve onu okuyup dinlediler. Fakat bu, şiir mertebesinden bir parmak bile ileri geçemedi. Hep o şiir, hep o şeyler. Demek Ebül-Alâ'nın 400 sene mihraplarda lisanların pürüzlerini cilalamasını beklediği eseri 1400 sene de geçse yine o kalacaktır.
Bir şey ne ise odur. Sır dillerin işlemesiyle değil, eserin içindedir. Nasıl ki Ebül-Alâ'nın eserinin üzerinden 925 sene geçtiği halde aynı yerde durmaktadır. Bir
Hadis-i şerifte geçtiği gibi "Çok tekrarlanmakla Kur'an asla eskimez." Hakikaten tekrarlandıkça tesiri artan bir kelam varsa o da Kur'an'dır. Yer ve gök kitapları içinde ona bu haslette benzeyen başka bir kitap yoktur. Bu da Kur'an'ın mucizesidir. Allah Kelâmı olduğuna en büyük delildir.
Müslümanların kulakları Kur'an'ın makam ve sadasına o kadar alışmıştır ki onu derhal farkeder. Mânasını anlamasa da zevkle dinler. Bu kitap, ruhlara işler, mü'minlere şifa ve rahmettir.
AYET VE HADİS ÜSLÛBU FARKI
Dinin esası ikidir. Kitap ve Sünnet. Vâkıa dinin delilleri, usuli fıkıhta beyan olunduğu üzere dörttür.
Bunlardan kıyas ile icma' da kitap ile sünnete dayanır.
Fukaha: ''Kıyas müsbit değil, muzhirdir, icmaa da bir sened-i icma' lâzımdır" derler. Onun için Hazreti Peygamber, Veda haccında: "Size iki şey bırakıyorum, onlara sarıldıkça asla dalalete düşmezsiniz: Allahın Kitabı, Resulünün Sünneti" demiştir. İşte bunun için Müslümanlar Mushafı muhafaza ettikleri gibi hadisleri de toplamışlar, yazmışlar, hıfzetmişlerdir. Hadisler de meydandadır.
Manen rivayete cevaz bazı şartlarla muteber ise de yüz binlerce hadisin içinde aynen Peygamberin lâfızlariyle bellenip rivayet edilenler vardır. Üslûb ve tesir bakımından âyet ile hadis arasında fark çok açıktır. Eğer Kur'an da, müsteşriklerin iddiası gibi Hazreti Muhammed'in inşası, onun sözü idiyse bu farklar neden doğmuştur? Ayet ile hadisin hassaları bambaşkadır. Elfazı bile başkadır. Bir ibarenin içinde âyet varsa hemen belli olur. Bunu mütahassıslar bilir ve anlar. Arapça ile meşgul olmayan bir adamın sözü bu hususta delil ve mi'yar olamaz. İlaç hususunda doktorun sözüne inanırız, bu hususta da mutahassıssının sözüne bakarız. İhtisas devrindeyiz. Aynı şahıstan aynı zaman içinde böyle kaideleri ve zabıtları itibariyle ayrı, tesir bakımından farklı iki nevi sözün çıkması nasıl olur? Demek bu iki nevi kelâmın kaynağı başkadır. Vakıa hadis de vahiydir. Fakat hadisin lafzı vahiy değildir. Ayetin ise lafzı da Allah indinden inzal olunmuştur.
BİR MUKAYESE
Veda Haccında Resulüllah şöyle demişti:
"Mukayese için Arapçasını yazacağım."
ايها الناس، اسمعوا مني اين لكم ،فاني لا ادري لعلي لاالقاكم بعد عامي هاذا في موقفي هذا أيهاالناس 'ن دماءكم واموالكم عليكم حرام الي ان تلقوا ربكم،كحرمة يومكم هذا في شهركم هذا في بلدكم هذا،انكم ستلقون ربكم تسأ لكم عن اعمالكم وقد بلغت.
Aynı zamanda ve aynı mekanda şu âyeti kerimeler de nazil olmuştu:الیوم یئس الذین كفروا من دینكم فلا تخشوهم واخشون الیوم اكملت لكم دینكم و اتممت علیكم نعمتی و رضیت لكمالاسلام دیناً
Veda haccı hutbesi ile veda âyeti arasında bir mukayese aradaki farkı göstermeye kafidir. Ahenk, mana, üslub ne kadar muhteliftir.
انا افصح العرب، اويت جوامع الكلم
"Ben Arabların en fasihiyim. Bana tok sözlülük verildi." diyen Resulün kelâmı ile Kelâmullah arasındaki farka bakın. Kur'an'ın i'cazkâr üslûbu, bedi' beyanı bambaşkadır.
Çok defalar Resulü Ekrem Kur'an okur veya dinlerken ağlardı. İbni Mes'ud rivayet ediyor:"Bir defa" diyor, Resulûllah "bana biraz Kur'an oku" dedi. Nisa' Sûresini okumaya başladım.فكيف اذا جئنا من كل أمة بشهيد وجئنا بك على هؤلاء شهيدا
Âyetine geldiğim zaman baktım ki gözlerinden yaşlar dökülüyor. "Şimdilik bu kadar yetsin" dedi.
Hakikaten Kur'an'ın üslûbu çok cazibeli ve tatlıdır. Güzel ve hoş sadasına hiç doyum olmuyor. Herkesin bildiği harflerin, seslerin en güzellerinden, tatlı nağmeler ve güzel âhenklerle dizilip okunan âyetler, her dinleyeni hayran bırakıyor. Onun elfazı tesirli olduğu gibi mânası da derindir, bitmez tükenmez bir ummandır. Mânasını anladıklarını sananlar düşündükçe derine dalar, yeni yeni ışıklar ve aydınlıklar yakalar. Kur'an en basit ve sade mânaları bile öyle âhenkli bir nazım, selis ve beliğ bir üslûb ile beyan eder ki, bu belâgati, ahengi ve bu muciz beyan üslûbu, hakikaten insan kısmının yapamıyacağı bir şey olduğu meydandadır. Gerçi şairlerin kalbi, ilâhi hazinelerden bir hazine sayılır. Öyle iken onlar bile Kur'an'ın tehaddisine, meydan okuyuşuna cevap veremediler.
Kur'an-ı Kerim'in sadası her maniayı aşarak yükseliyor.
KUR'AN İNKARCILARA MEYDAN OKUYOR
İşte Kur'an'ın bu i'cazkâr üslûbunun ruhları teshir eden beyanı karşısında Kureyşliler, her çareye başvurarak onun tesirini önlemek, onu dinlemekten halkı alıkoymak istiyorlardı. Çünkü Kur'an'ın ruhları saran sadası bütün gönülleri fethediyordu. Acem hikâyeleri söyleyen hikâyecileri meydana salıp halkı onlarla oyalamak istediler. Süveyd Bini Sâmit"Mecellei Lokmanı" Hazreti Peygambere göstermişti. Hazreti Peygamber: "Sen önce benden dinle" diyerek ona biraz Kur'an okudu. Bunun üzerine Samit: "Bu söz daha hoş" diyerek defterini kaptı ve ortadan çekildi.
Gerçekten Kur'an en kuvvetli ediplere, şâirlere meydan okuyordu. Kur'an. kendisine nazire getirmelerini, bir sûre veya âyetinin mislini söylemelerini teklif ediyordu. Bu tehaddi derece derece gidiyordu.
Kasas Sûresinde diyor ki:
"De ki, eğer sözün gerçeğini söylüyorsanız, onlardan daha iyi hidayet yoluna iletici bir Kitap Allah tarafından getirin, ona uyayım. Şayet senin bu teklifini kabul etmezlerse, bil ki onlar yalnız haya ve heveslerine uyuyorlar. Allah tarafından hidayete ermeksizin kendi hevesine uyan kimseden daha sapık kim olabilir. Şüphe yok ki Allah zâlimlere asla hidayet vermez." (Kasas: 49-50)
İsra Sûresinde diyor ki:
"Bu Kur'an gibi bir Kur'an vücuda getirmek için ins ve cin bir araya gelseler ve birbirlerine yardım etseler, yine onun bir eşini vücuda getiremezler." (İsrâ: 66)
Hûd Sûresinde diyor ki:
"Onlar, yoksa senin bu Kitabı uydurduğunu mu söylüyorlar? De ki, öyle ise onun gibi uydurulmuş on sûre getirin de görelim. Davanızda gerçek iseniz, Allah'tan gayrı gücünüzün yettiklerini de size yardım için çağırın." (Hûd Süresi)
Yunus Sûresinde diyor ki:
"Bu Kur'an Hak Tealadan başkasına nisbet edilemez. O, ondan önce gelen kitapları tasdik eder. Kitabın ahkamını beyan eder. Onda şüphe götürecek bir şey
yoktur. Ve bütün âlemlerin Rabbi tarafındandır. Yoksa onlar o Kur'an'ı kendi mi uydurdu diyorlar. De ki, haydi öyle ise iddianızda gerçek iseniz, ona benzer bir sûre getirin, Allahtan başka gücünüzün yettiklerini de çağırın. Hayır, onlar ilmini kavrayamadıkları, hakkı reddetmenin encamına akıl erdiremedikleri şeyi yalan saydılar. Onlardan evvelkiler de böyle yapmışlardı. Onlar da hakkı yalan saymışlardı. Zalimlerin âkıbeti nicedir, bir baksan ya " (Yunus Sûresi)
Tûr Sûresinde diyor ki:
"Yoksa onlar bunu kendiliğinden uydurdu mu diyorlar? Hayır, onlar îmana gelmek istemiyorlar. O halde onlar eğer sadık iseler onun gibi bir söz getirsinler
görelim." (Tûr Sûresi)
Bakara Sûresinde diyor ki:
"Kulumuza vahiy ettiğimizden şüpheniz varsa ona benzer bir sûre getirin, davanızda gerçek iseniz, Allah'tan gayrı bütün ortaklarınızı da yardım için çağırınız. Bunu yapamazsanız ki, elbette yapamıyacaksınız, kâfirler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten korkun. " (Bakara Sûresi)
Bu âyetlerden görülüyor ki tehaddi şöyle sıra ile çoktan başlayarak aza doğru iniyor. Evvelâ onlardan Kur'an'ın mislini getirmeleri isteniyor. Bu âyet Kısas Sûresinde olduğuna göre o zamana kadar 47 sûre inmiş bulunuyordu.
Kureyşliler bu meydan okuyuş karşısında şaşırıp kaldılar. İns ve cin bir araya gelseler, birbirlerine arka dayak olsalar yine bunu yapamıyacaklardı. Bunu yapamayınca Kur'an bu defa 10 sûre getirmelerini istedi. O da olmadı. Sonra bir sûre istedi. Meselâ Kevser Sûresi kadar üç âyetli bir sûre. Yine olmadı. Bakara Sûresinde: "bunu yapamazlarsa ki elbette yapamıyacaklardır" denerek ebedi acizleri beyan olundu. Onun bir ayetine bile nazire getirmek kimsenin elinden gelmemiştir.
Burada hatıra şöyle bir soru gelebilir: Kureyşliler Kur'an'ın bu tehaddisi karşısında acaba ne vaziyet aldılar? Yoksa daha baştan mı teslim oldular? İşe hiç mi yanaşmadılar? Bu soruya açık ve tatminkar bir cevap verebilmek biraz güçtür. Maamafih mesele şu iki şıktan uzak olamaz:
1- Kureyşliler nazire söylemeye çalıştı, fakat saçma sapan şeyler oldu. Kâhin, seci' gibi cahiliyet devrinin en yüksek nesir şekilleri Kur'an'ın i'cazkar belagatı, erişilmez fesahatı yanında çok sönük kalır.
2- Bu tehaddi karşısında er meydanına çıkmaktan bile kaçındılar. Bu işe yanaşmadılar.
Arapların cahiliyet devrinde parlak bir edebiyatları vardı. Söze çok ehemmiyet veriyorlardı. Nesir ve nazım, her iki edebi tarz çok ileri idi. Öyle iken Arap Bülegâsı Kur'an karşısında âciz kaldılar, ağızlarını bile açamadılar. Çünkü Kur'an'ın belâgat ve fesahatı onları yenmişti. Cahiliyet devri edebiyatı meydandadır, şiir ve divanları ortadadır. Bunlar arasında insanı vecde getiren kasideleri vardır. Fakat Kur'an'daki halâvet ve âhenk onlarda yoktur.
Cahiliyet ve İslâmiyet devirlerini birbirine bağlayan Muhadramin devri edebî mahsulleri de eldedir. İmrül-Kays'ından başlıyarak Cerir, Ferazdak şiirlerine, hulefânın hutbelerine kadar hepsi böyledir. "Eynes-sera Ves-Süreyya" demekten başka çare kalmamıştır. Yukarıda da geçtiği gibi Arapların en fasihi olan, vahiy inmiş olan kalbin sahibi Hazreti Muhammed'in hadisleriyle Kur'an'ın âyetleri arasında bile büyük farklar vardır.
Demek oluyor ki Araplarda o devirde edebiyat ileri idi. Ruhları ve düşünceleri yükselmişti. Onlarla Kur'an mücadele ediyor, münakaşa yapıyor, onların hücumlarına karşı müdafaa ediyordu. Karşıda ölü bir millet, fikirleri işlemez bir cemiyet yoktu. Her çareye başvuruyorlardı. Kur'an'ın sesini boğmak için çalışıyorlardı. Bununla beraber yine mağlûp oluyorlar. Kur'an sesi ufuklara çarpa çarpa gökyüzüne doğru yükseliyordu. Arabistana kökleşen putperestliği, bâtıl akideleri, küflü inançları, hurafeleri silip süpürmek, yerine vahdet esasına dayanan hak ve hakikati getirerek, tevhid dinini kurmak için mücadele yapan Kur'an, karşısına dikilen her mâniayı çiğneyerek hidayet nuru saçıyor, hakka giden doğru yolu açıyordu.
KUR'AN-I KERİMİ VE HAZRETİ MUHAMMEDİ ÖVEN ŞÂİRLER
Araplar ümmî bir kavim idi. Tam mânasiyle âlim denebilecek bir adamları yoktu. Bütün maharetleri edebiyatta idi. Halbuki Kur'an her mevzua temas ediyordu. Onda her şey vardı. Bir cahiliyet devrinden başka bir şey olmayan o hayatın mâ'kesi olan edebiyata âşinâ bulunan bir kimse, o ümmî ümmetin içinden çıkan Hazreti Muhammed'e gelen Kur'an'ın Allah indinden vahyolduğunu kabulde asla tereddüt gösteremez. Kur'an'ın belagat ve fesahati karşısında bir çok şâirler susmuşlar, şiir söylemekten vazgeçmişlerdi. Bir kısmı da Kur'an'ı ve onun sahibini medhediyordu:
Kâab Bini Züheyr meşhur kasidesinde der ki:
"Sana Kur'an atiyyesini ihsan eden Allahın hidayeti berdevam olsun; o Kur'an'da vaazlar vardır, her şey tafsilatiyle bildirilmiş, hak ile bâtıl ayırd edilmiştir."
Nâbiga Ca'di' de bir şiirinda şöyle der:
"Ben Resulüllaha gelip tâbi oldum. Zira o hidayet getirmiştir ve Kehkeşan gibi parlak ve aydın bir kitap tilavet etmektedir."
Hz. Peygamberin şairi Hassan b. Sabitin, meşhur İmam Busîri'nin Kur'an-ı Kerim hakkında güzel kasideleri vardır. Türk şâirlerinden İsmail Safa, Mehmed Akif, Şerafeddin Yaltkaya, Naim Hazim, Mehmed Emin, Abdülkadir Noyan da Kur'an'-ı Kerim'i öğen şiirler yazmışlardır.
KUR'AN-I KERİMİ TAKLİDE KALKIŞANLAR
Peygamber Efendimizin hayatının son günlerine doğru, bazı Arap kabileleri içinde yalancı Peygamberler türedi. Bunlar şöhret ve mevki peşinde koşan zavallılardı. Bunlar baktılarki, İslam, kılıç kuvvetinden ziyade Kur'an-ı Kerim'in üstün sadasıyla yayılıyor, böylece onlar da aynı şeyi yapmaya kalkıştılar. Yer yer mütenebbihler dediğimiz Peygamber taslakları, düzme Peygamberler türemeye başladı. Bu, kabile gayretine, asabiyete dayanan bir cereyandı. "Kureyşten Peygamber varsa, bizden niçin olmasın?" diyorlardı. Asabiyet zihniyeti ile hareket eden bu yalancı Peygamberler irtidat ve irtica hareketlerini körüklemişlerdir.
Talhatün-Nemri'nin Müseylime'ye söylediği sözler bu işlerin iç yüzünü meydana vurur:"Ben şehadet ederim ki sen yalancının birisin. Muhammed sadıktır. Fakat bu kabileye mensup bir yalancı, Mudara mensup bir doğrudan bize daha iyidir."
İrtidat ve irtica hareketleri esnasında türeyen yalancı Peygamber taslakları başlıca şunlardır: Müseylimetül-Kezzab, Esvedül-Ansi, Tuleyha, Secâh.
1- Müseylimetül-Kezzab: Adı üzerinde yalancı Müseylime Yemame'de Beni Hanife kabilesindendir. Orada Peygamberlik davasına kalkıştı. Taberî tarihinde onun hakkında acaib ve garaib dolu şeyler vardır. Müseylime kendisine gökten vahiy geldiğini iddia ediyordu. Vahiy getiren meleğine "Rahman" ismini veriyordu. Ancak işin garibi bu melek ona karanlıkta vahiy getiriyordu, gündüzleri aydınlıkta inmiyordu. Belki yarasa geliyordu. ''Rahman" ona Kur'an getiriyordu. Ancak Müseylime'nin Kur'an'ı ahmaklık nev'inden şeylerle, seci'lerle dolu idi. Müseylime'nin Kur'an'ının tamamı bugüne kadar nakil olunmamıştır. Çünkü o gibi saçmalan, akılsızca şeyleri insanlar hafızalarına boş yere dolduracak değil ya. Yalnız bazı parçalar nakil olunmuş, tedvin devrinde yazılmıştır.
MÜSEYLİME'NİN SAÇMALARINDAN ÖRNEKLER --GULAM AHMED'İN KUR'AN'I
والمزرات زرعاً والحاصدات حصداً،والذاريا قمحاً،يالطاحنات طحناً،والعاجنات عجناً،والخابزات والثاردات ثرداً واللاقمات لقمقاً،الفيلماالفيل وما ادراك ماالفيل،لهذنب وثيل وحرطوم طذيل،ان ذلك من خلق ربنا لقليل
يا ضفدع بنت ضفدعين
Bu saçmasapan şeyleri tercümeye lüzum yok. Bunlar derme çatma şeyler. Cahız "El Hayavan" da bunlarla alay ederek şu sonuncu parça hakkında diyor ki "Müseylime'ye kurbağayı böyle hatırlatan nedir acaba? Hem onun hakkında neden fena düşünüyor?'' Diğer bir vahyi de çok enteresandır:
Kara koyunun beyaz sütüne şaşıyor: İ'cazı Kur'an'da bunu naklettikten sonra Râfii bu, kalbe değil de mideye inen bir Kur'an olsa gerek, diyor ve şöyle alay ediyor: "Süte su katmayı haram kılmasına bir diyecek yok ama, süte su katmayınca da, süt tenekeleri bomboş kaldı."
Talha, Müseylime'yi görmeye geldiği zaman:
— Müseylime nerede? diye sordu.
— Yahu, ne yapıyorsun? Resulullah nerede diye sorsan a! dediler. Onu alıp yanına götürdüler. Biraz sohbetten sonra Müseylime'nin değersiz bir kimse olduğunu anladı ve ona şöyle dedi:
— Ben şehadet ederim ki, sen yalancının birisin, Muhammed doğrudur. Fakat Rebia'nın yalancısı, bize Mudar'ın doğrusundan daha sevgilidir.''
İşte Müseylime'nin yalancı olduğunu yüzüne vura vura kavmiyet gayreti, asabiyet zihniyeti ile ona uyuyorlardı. Müseylime işin kolayını da bulmuştu. Şarabı, zinayı helâl kılıyor, namazı da bağışlıyordu!
2- Esvedül-Ansi, asıl adı Abhele olup Yemen'de peygamberlik iddiasına kalkıştı. Ona da "Zâhımar" isminde bir Melek gökten vahiy getirmiş. Kendisi fasih bir adamdı. Kâhin Sec'ını çok iyi beceriyordu. Sihir de iddia ediyordu. İsyan çıkardı, karısı tarafından öldürülmüştür. Sözlerinden örnek vermeye gerek yok...
3- Tuleyha Bini Huveylid: Esed kabilesinde peygamberlik iddiasına kalkıştı. Kendisine vahiy getirdiğini iddia ettiği meleğine "Zin-nun" adını takmıştı. Son-raları ne düşündüyse düşündü, bu isimden cayarak kendisine Cibril'in geldiğini söylemeye başladı. Onun şeytanının sözleri de pek saçmadır. Mu'cemül-Büldan sahibi Yakut Hamevî'nin naklettiğine göre Tuleyha namazda secdeye itiraz ediyor. ''Ayakta kılın" diyordu. Sonra İslâm ordularına mağlûp olup Müslüman oldu.
4- Secâh Binti Haris: Beni Temim kabilesinde türeyen bu düzme kadın peygamber çok romantik bir mevzu teşkil eder. Onun da vahyi vardır. Ona da meleğin geldiği ileri sürüldü. Ancak Müseylime'nin çadırında Müseylime ile görüşüp onunla evlendikten sonra vahiy kesildi. Böylece peygamberlik yıldızı söndü. Çölde çadır içinde gerdeğe girme çok romantik olmuştur. Mehir olarak Müseylime ona şunu veriyordu: Etbaından, (Ağanî'nin rivayetine göre) ikindi namazını bağışlamak, (Taberî'nin rivayetine göre ise) yatsı ve sabah namazlarının bağışlanması. Beni Temim bir hayli müddet bu namazı kılmamışlardır.
Secah, Müseylime'ye giderken acayip bir vahiy söylemişti.
عليكم باليمامة ودفواد فيف الحمامة والنجم السياروالفلك الدوار ولليل والنهار ان الكافر لفي أخطار
Sonra Secah da Tuleyha gibi Müslüman olmuştur. Böylelikle irtidat hareketlerinin bastırılmasiyle, yalancı peygamber meselesi ortadan kalkmış, Kur'an'a nazire söylemek işi de sönmüştür.
Ancak peygamberlik iddia etmeden Kur'an'a muarazaya, onu taklide kalkışanlar vardı.
5- Nadr Bini Hâris! Vahiy iddia etmeden Kur'an'a muaraza yaptığını söylemiştir. Bir takım Acem hikâyeleri toplayarak onları etrafındakilere yutturmaya çalışıyordu. Yukarıda buna dair izahat vermiştik.
6- Abdullah İbni Mukaffa': Yalancı peygamberlerin yalandan vahiyleri söndükten sonra, İslam güneşinin hakikatli ışıkları dünyanın her burcuna yayıldı. Zamanlar geçti. Arz güneşin etrafında nice nice deveranlar yaptı. Yeni devirler geldi. Belagat meselesi ele alindi. İşte bu devirlerde Kur'an'a muaraza yapmakla itham olunanlardan biride Abdullah İbni Mukaffa'dır. Ona yöneltilen töhmet şöyledir: Bir müddet Kur'an'a muaraza ile uğraşmış, fakat yaptıklarının bir şeye benzemediğini görünce onları yırtıp yakmış; onları meydana çıkarmaktan utanmış.
M. Sadık Rafiî'nin yazdığına göre: Bu iddiayı bazı ulema başka bir iddiayı karşılamak için ortaya sürmüş olacaklar. O da: Dürretül-Yetime ismindeki eseri güya Kur'an'a muaraza içinmiş. Bir iddiaya göre: "Muaraza yaptı, eseri meydana çıkardı." Diğerleri de: "Hayır, Kur'an'a muaraza yapılamaz. İbni Mukaffa', ki İbni Mukaffa' iken, o belagat ve fesahatiyle Kur'an'a muaraza için uğraştı. Fakat yaptıklarından kendisi bile utandı. Onları yırtıp yaktı." diyorlar.
Beşinci Hicret asrından sonra belagat kitapları eskiden olmayan şunu nakletmeye başladılar. İbni Mukaffa' muarazaya çalışırken
( يا ارض ابلغي ماءك ) "Yâ erdu'blaî mâeki" âyetine geldiğinde: "Bu beşerin mislini yapabileceği bir şey değil, bu insan gücünün fevkindedir." demiş ve muarazadan vazgeçmiştir.
Bazıları ise: "Dürretül- Yetime ile muaraza yaptı" derler. Bu iki rivayet de tetkik ister.
Râfii, İ'cazı Kur'an'da meseleyi şöyle tetkik ediyor:
Mustafa Sadık; "Bunlar, İbni Mukaffa'ya iftiraya benzer. Çünkü İbni Mukaffa' muarazanın muhal olduğunu herkesten iyi bilir ve görür bir ediptir. Birisi muarazanın mümkün olduğunu söylerse, anla ki, o adam ikiden biridir: Ya cahildir; ne yaptığını bilmez, kendini aldatıyor. Veyahut da âlimdir, muaraza yapılamıyacağını bilir, fakat âlemi aldatıyor, hilebazın biridir. Bunun üçüncüsü olamaz."
"Ondan sonra gelen sapıklar, İbni Mukaffa'yı en beliğ bir edip bulduklarından: "Bu işi yapsa yapsa o yapabilir" dediler ve muaraza işini hemen ona yüklediler. O zaten dininde müttehem idi. Sapıklar kendilerine bir delil çıkarmak istediler, bir taşla iki kuş vurdular. Bunun başka türlüsü yoktur ve olamaz.
"Dürretül-Yetime" elde mevcuttur. Bu eser basılmıştır. Bakıllâni onda Kur'an'a muaraza sayılacak bir şey bulamadığını söylüyor ve eserin Büzrü-Cemharin hikmete dair kitabından alındığını ilave ediyor. Eser hakikaten belagatın bir nümunesidir. Fakat muarazaya yanaşmıyor. Kendilerine delil arayan zındıklar, uydurma da olsa, Kur'an'a karşı muarazalar çıkarmak istiyorlardı. Aslı faslı olmıyan şeyleri ortaya atıyorlardı. Bu kabilden olarak Hikemi Kamus, Şemkir Kıssaları da muarazadan sayılıyordu. Artık nerede edebiyat, hikmet görürlerse hemen: "Bunlar muaraza" diyorlardı. Bunu bir maksatla yapıyorlardı.
Hattâ işin garibi, bunu çok eskiye bile teşmil ettiler. Mesela bazı edebiyatçılar şunu yazdılar: Belagat nümunesi tutulan Muallekat-ı Seb'a kasideleri Kur'an'ın fesahati karşısında sönük kaldıklarından Kâbe'den indirilmiştir. Ancak kız kardeşi itiraz ettiğinden İmriül-Kays'ınki kalmış. (Yâ erdü, iblâî mâeki) âyeti nâzil olunca bu defa kız kardeşi Kays'ınkini kendi eliyle indirmiş.
7- Ebül-Hüseyn Ahmet İbni Ravendi: Üçüncü Hicrî asırdaki bâtıl mezhep erbabından olup her hurafeyi nakleden bu adam, şeriata dil uzatıyordu. Bu adam, gömlek değiştirir gibi meslek değiştirmiştir. Şiaya katıldı. Oradan da atıldı, Mani oldu. Kelamcıdır. Batıl kıyasları onu aldatmış durmuştur. Mesela El-Ferid "İbni Nedim ve Ebül-Fida'ya göre El-Ferend" ismindeki kitabında şöyle diyor: "Müslümanlar Peygamberlerinin nübüvvetine Kur'an'ı delil tutarlar: Tehaddi yaptı. Araplar da muaraza yapamadılar, nübüvvet de sabit oldu. Onlara şöyle denir: Geçmiş filozoflardan birisi hakkında sizin bu davanız gibi bir dava yapsa, Batlemyus veya Euklid'in sadık olduklarına kitapları delil tutulsa: Mesela Euklid'in kitabının mislini getirmekten halk âciz diye onun peygamberliği sabit olmak mı lâzımdır?
İşte davasız, neticesiz bir problem = kaziyye ki, mantık diliyle sugrası bâtıl, kübrâsı batıl, neticesi âtıl. Bu da kitap, o da kitap, her ikisi de kitap. Birinci muciz, ikinci de mucizdir elbette. Çünkü aralarında ciheti câmia, vasfı müşterek var. Birinci kitabın sahibi için sabit olan, ikinci kitabın sahibi için de sabittir. İşte sana Euklid'in peygamberliği... Veya kaziyyeyi aksine çevir: İkincinin peygamberliği mademki sabit değil, birincininki de sabit olamaz. Al Muhammed'den Peygamberliği!..
İşte Kur'an mucizesini inkar eden İbni Ravendi böyle saçmalıyor. Rafii pek yerinde olarak onun şu bâtıl kıyaslarına şöyle mukabele ediyor: "İbni Ravendi'nin her kıyası böyle muttarid ise, meselâ her eşek teneffüs eder, İbni Ravendî de teneffüs eder, o halde İbni Ravendî de bir eşektir.''
İbni Ravendi'nin "El-Tâç" isimli kitabiyle Kur'an'a muaraza yaptığı söyleniyor. Bu kitaptan hiç bir parçaya bir yerde rastlanamamıştır. Eser de ortada yoktur.
Yalnız Ebül-Fida tarihinde diyorki: "Kur'an'a karşı vesair küf-riyatına ulema cevap vermişler, sözlerinin fesadını delillerle beyan etmişlerdir. İbni Ravendi "Ferned Zümurrüde Kadibüz-Zeheb, Mercan" gibi hep cicili bicili eserlerinde yaptığı gibi "Tac" ında da Kur'an'a ve dine bazı itirazlar yürütüyor ve bunlar hep sakat hayal, bozuk kıyas mahsulü şeylerdir.
Kendisi Kur'an'a muaraza yapmakla itham olunan kör bir Arap şairi Ebül-Alâ Maarrî "Risaletül-Güfran" ında bu kitapları saydıktan sonra İbni Ravendi'yi reddediyor ve Rafii'nin dediği gibi: ''Herifin hesabını tam veriyor.''
8- Mütenebbi (H. 354/M. 965): Seyfüd-Devlenin şâiri olan bu zat, Suriye'de gençliğinde peygamberlik iddia etmişti. Beni Kelp'ten epey dinleyenler olmuştu.
Bâdiye'de iken kendisine bir Kur'an nazil olduğunu da söylüyormuş. Meselâ onun Kur'an'ından seci' nümunelerini edebiyatçılar söyler.
Mustafa Rafii diyor ki: "Bunlar şair olan herkesin yapabileceği bir şey. Hattâ şiirleri bundan çok daha kuvvetlidir. Sonra zaten bundan vaz geçmiş, işi şiire dökmüştür. Bununla Kur'an'a muaraza yapılır mı? Mütenebbi, zaten büyük bir muharrir değildir. Kur'an'a muaraza yaparken bile bundan daha beliğini getiremiyor. Esvedül-Ansi ve Müseylime ondan daha fasih ve beliğ iken bu işi yapamadılar; hem Arapçanın fesahatının zirvesinde bulunduğu bir devirde. Şimdi çölde Mütenebbi bunu elbette başaramaz. Onun için o da vazgeçti. Çölde Beni-Kelb onun peygamberliğinin sökmiyeceğini anladı. Talihini başka yerde aradı.
9- Ebül-Alâ Maarrî (H. 449/M. 1057): "El-fusûl Vel-gâyât" eseriyle Kur'an'ı taklid ettiği söyleniyor. Bu eser eskiden bulunmuyordu. Şimdi bulunmuş ve tabolunmuştur. Eserde sûre ve âyetleri taklide nazire olarak söylenen sözler vardır.
Sözde Maarri'ye: "Bunlar hoş, güzel şeyler, ancak bunlarda Kur'an'ın halâveti, güzelliği yok" demişler.
O da: "400 sene mihrapta diller bunu cilalasın, o zaman görün nasıl olur" diyesi imiş.
İşte 400 sene geçti, bir şey olmadı. Bu satırlar Hicri 1406/M. 1986 yılında yazılıyor. Kör şair gözlerini bu hayata yumup öbür hayata açalı 930 yıl olmuştur. Hep o. Daha nice yıllar geçecek, hep o kalacak. Aşağıda geleceği veçhile Maarrî bunları zaten Kur'an'a nazire olarak söylememiştir. Şairimiz bu eserinde derin bir îman sahibidir.
Hakikaten Maarri Kur'an'a muaraza yaptı mı? Bu eskiden beri söylene geliyorsa da müdekkikler bunu kabul etmemektedir: "Bu adamcağıza iftiradan başka bir şey değildir." diyorlar.
Merhum Mustafa Sadık Rafii "I'cazil-Kur'an" nam eserinde bu meseleyi bahis konusu yaparak diyor ki: "Bu şüphesiz Maarri'ye iftiradır. Kurnaz bir düşman ona bunu yapıştırmak istiyor. Çünkü o; kendisini ve muaraza olunan kelâmın derecesini herkesten iyi bilir..."
Mısırlı Taha Hüseyin de"Maa Ebil Alâ fi Sicnihi" eserinde diyor ki: "Bazılarının dediği gibi hakikaten Ebül-Alâ ''Fusul ve Gayat" ında Kur'an'a muaraza yapmak istedi mi? Buna "evet" ve "hayır" diye cevap verilir. Eğer muarazadan, mücerred tesir altında kalmak, onu örnek tutmak kasdolunuyorsa, doğrudur. Ebül-Âlâ, Kur'an'a en büyük bir meseli âlâ, yüce örnek gözüyle baktı. "Fusul ve Gayat" ında uzun ve kısa sûreleri taklid etti. Muvaffak oldu veya olmadı, o başka mesele! Çünkü başkaları gibi onun da bu hususta muvaffak olamadığı muhakkak. O da ancak kâhin seci' yapabildi. Bu teşebbüs eserde açıktır ve bu şeyhe zarar vermez."
"Yok, eğer muarazadan, Kur'an'ın tehaddisine karşı gelerek cevap vermeye
kalkışmak, bu iddia ile ortaya atılmak mânası anlaşılıyorsa, o zaman: "Hayır!" deriz. Böyle bir fikir Ebül-Alâ'nın hatırına gelmemiştir. Gururu onu aldatıp böyle bir şeye götüremiyecek kadar mütevazı idi. Erişilmesi mümkün olmayan bir şeye uzanmaya kalkışacak kadar da aklı kıt değildi."
Görülüyor ki, Müseylime ve hempalarının saçmalan insanı güldürmekten başka bir şeye yaramıyor. İbni Mukaffa', Ravendi, Ebül-Alâ gibi ediplere ise yapıştırılan töhmet bir gizli maksadın mahsulüdür. Şöhreti olan bu ediplere bu töhmeti fırlatmakla zındıklar, Karâmıta ve bâtıniye gibi fırkai dâlle erbabı bir maksat güdüyorlar, onları da kendi taraflarında göstermek istiyorlardı. Aslı faslı olmayan dâvalar uyduruyorlardı. Müşrikler, Yahudiler, Kur'an'ın karşısında mağlûp oldukları gibi bunlar da şüphesiz mağlûp olup yerlere serildiler.
10- Mirza Gulâm Ahmet Kadiyani: Asırlar geçmiş, medeniyet her tarafa yayılmış, insanlar uyanmış. Fakat Hindistan'da, bu acibeler ve garibeler diyarında Kadiyanda Mirza Gulam Ahmet isminde biri türemiştir. Dini İngiliz siyasetine âlet yapan bu adam, Kadiyanî'lik namındaki mezhebi kurmuş, bir çok tuhaf fikirler ileri sürmüştür. Son asırlarda türeyen Babîlik, Bahaîlik gibi Kadiyanîlik de bir yalancı peygamberlik hareketidir. O da kendisine gökten vahiy geldiğini söyler ve Hazreti Muhammed (s.a.s.)'e indiği gibi kendisine de Kur'an indiğini ileri sürer.
Gulâm Ahmet (H. 1252-1326/M. 1836-1908) Pencap'ta Kadyan şehrinde doğmuş, İngiliz siyasetine âlet olmuştur. 1876'da güya kendisine ilk vahiy gelmiş, 1882 senesinde dâvasını ilân etmiş, bir beyanname neşrederek kendisinin Mesihi Mev'ud! Mehdiyi Muntazar Nebiyyi Zıllî (Gölge Peygamber) olduğunu ortaya atmıştır. Kur'an'ına "Hutbetül-İlhamiyye" ile başlar. İşin garibi Kadiyanilerin Lâhur kolu reisi ve Kur'an'ın İngilizceye mütercimi Muhammed Ali, "Tealimi Ahmediyye" sinde Mirza Gulâm Ahmed'in vahyini müdafaa ederken bu Kur'an'a uygundur, diyor. "İz evhaytü ilel Havariyyin" ayetiyle istidlal ederek: 'Onlar (Havariler) peygamber değilken vahiy geldiği muhakkak, Gulâm Ahmed'e neden vahiy gelmesin!" diyor.
Muhammed Ali yalnız işi yarıda bırakıyor, onu da biz tamamlıyalım: Yine Hazret-i Kur'an arılara da vahyediyor. Haydi bu faydalı hayvanı, hayvanlar aleminde bırakalım.
Şeytanlar hakkında da vahiy kullanıyor. Bunlardan hangisi Gulâm Ahmed'e daha yakışacak acaba? Onun vahyi işte bu sonuncu nevilerden birine benziyor!
Gulâm Ahmed kendisine peygamberlik sıfatını vermiş, vahiy geldiğini iddia etmiş, Mesihi Mev'ud, Mehdiyi Muntazar, Dinî Müceddid ve daha bir sürü unvan almıştır. Kadiyanilik ve Ahmedilik iki kısma bölünmüştür. Kadiyaniler daha iler gider. Lâhur Kolu biraz mutedildir. Lâhur Ahmedî cemiyeti reisi
Muhammed Ali'dir. Bunların "Neşri İslâm" cemiyetleri vardır. Amerika ve Avrupa'da İslâmiyeti neşre çalışırlar, bu yolda hizmetleri var!..(59)
Lâhur Kolu, Gulâm Ahmed'i Dinî Müceddid ve Nebiyyi Zilli, Mesihî Mev'ud, Mehdiyyi Muntazar gibi gölgeli unvanlarla tevil ederek tanırlar. Kadiyaniler ise Gulâm Ahmed'in peygamberliğine inanırlar, kendilerinden başkalarını kâfir, gayrımüslim sayarlar.(60)
Asırlarca bâtıl mezhepler, firak-ı dâlle = sapık fırkalar türedi, ehli sünnete tâbi olanlar necat buldu. Pencap, Hindistan'ın diğer yerleri, Çin, Afganistan, Buhara, Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'da Gulâm Ahmed'e uyanlar vardır.
Ahmedîlerin Lâhur Neşri İslâm Cemiyeti Başkanı Muhammed Ali'nin İngilizceden Arapçaya tercüme olunan "Tealimi Ahmediyye'' sinden, Kadiyanîliğe nisbeten çok daha mutedil olan Ahmediliğin Müslümanların akidesinden ayrıldıkları cihetler şöyle tesbi olunuyor; yâni esas akideleri şunlardır;
1- Gulâm Ahmed, Nebiyyi Zıllî'dir, gölge peygamberdir.
2- Ona vahiy geliyor.
3- Mesih, tabiî surette ölmüştür.
4-Mi'raç ruhan'dır.
5- Hintlilerin de Buda, Rama, Kireşna gibi peygamberleri vardır.
6-Kılıçla cihad farz değildir, sözle olur. 7-Kur'an'da nesih yok.
8- Gulâm Ahmed 14'üncü asrın dinî müceddididir, o Mesihi Mev'ud ve Nebiyyi Muntazardır. (61)
GULAM AHMED'İN KUR'AN'I
Gulam Ahmed seci'li cümleler yaparak ortaya bir eser koymuş ve bunun bir Kur'an olduğunu ileri sürmüştür. Azıcık Arapça bilenler bu eserin gerçek
Kur'an'ın bazı kelimelerini alıp ve kendisinden de bir şeyler ilâve ederek ortaya
getirmiş olduğunu anlarlar.
Gulâm Ahmed, bu bâtıl dâvasına kalkıştığı zaman 1897 senesinde
Pencap'taki Türkiye Sefiri Hüseyin Kami, onu münakaşaya çağırmış, Gulâm
gelmemiş, kendisi gitmiş, onun bu saçma vahiylerini dinledikten sonra, Lâhur
gazetelerinde Gulâm Ahmed'in saçmalarını inkâr ederek makale neşretmişti.
Müslümanların bu deccala uymamalarını söylemişti. Fakat acaib garaib şeyler
meraklısı çok. Ona da uyanlar var...
_________
(59) Muhammed Ali'nin bazı eserleri, Ömer Rıza tarafından tercüme olunmuştur. Ömer Rıza'nın Tanrı Buyruğu adlı Kur'an tercümesi ve mukaddimesi Muhammed Ali'nin meşhur İngilizce Kur'an tercümesinden faydalanılarak yapılmıştır.
(60) Bu acı şeyleri yazıyorum, İslâm âleminin haline bakın, sayısını bile kesin bilmediğimiz Müslü-manların perişanlığını görün.
(61) Tealimi Ahmediyye, ârapça tercümesi, Mısır, 1939.
BABİLİK VE BAHAİLİK
İran'da Babiye fırkası müessisi olan Ali Muhammed Şirazi (H. 1260/M. 1844)'de mezhebini ilân etmiştir. Hacca giderken kendisine vahiy geldiğini söyledi. O da kendisini Mehdii Muntazar naibi ilan etti.
Babi müridlerinden Mirza Hüseyin Ali Nuri (1817-1892) sonraları Bahaullah adını aldı, O da Babîliği tekrar canlandırdı. Bahaîliği kurdu. Bahaullah'ın kardeşi Mirza Nuri de "Subhu Ezel" adını aldı.
Güzel bir kız olan Zerrin Tac da Babe uyanlardandır. Kurretül-Ayn lâkabını alan bu kadın, her kadının 9 kocası olmasını istiyordu. Oruç ve namazın boş olduğunu söylüyordu. Açıktı, fakat iffetli idi. Bazı maceraları da söylenir. İşte Babilik ve Bahailik de böylece teşekkül etmişti.
Bab "Akdes" ismini verdiği Kur'an'ını meydana çıkaramamıştır. Kurretül-Ayn, Bab'ın kendi Kur'an'ını ümmetine vereceğini ilan etmişse de hâlâ veremedi. Bab İslamiyette ıslahat mı yapmak istiyordu, yoksa yeni bir din mi kurmak emelinde idi? Maksadı ne olduğu belli değil.(62)
Kadiyanilik, Babilik gibi yeni çıkan fırka ve tarikatlardan birisi de Ticaniliktir. Ahmed Ticani, (1737-1815) milâdi yılları arasında yaşamış bir Faslı olup peygamber vekili olduğunu ortaya attı. Fransa'ya sadakatla bağlı idi ve Fransız-lara uşaklık etti. Cezayirli Emir Abdülkaadir, ana yurdundan Fransızları kovmak için mücadeleye başladığı zaman, Ticanilerden yardım istedi; fakat Ticani şeyhi bu kurtuluş yardımını reddetti. Aksine Abdülkaadir'e karşı Fransız Mareşaline maddi ve manevi yardımda bulundu.
Hindin Gulâm Ahmed'i İngilizlere maşalık yaptığı gibi o da Fransızlara âlet oldu.
İşte bu gibi şeyhler müstemlekecilere alet olmaktan, vatandaşlar arasına nifak sokmaktan başka bir şeye yaramadılar. Gerçekte bunlar din bezirganıdır. Ticani de, Bab da, Baha da, Gulâm Ahmed de din perdesi arkasında oynamışlardır. Bunlar Mehdiliği bahane etmişlerdir. Hangisine baksan, Mehdii Muntazar bayrağını kaldırıyor.
Son çıkan Sudan Mehdisi de bir çok gaileler çıkardı. Mesele şuradan başlar: 12'nci İmam Muhammed Mehdi (H. 260/M. 873) senesinde gizlenmişti. Şimdiye kadar onun namına nice Mehdiler çıktı ve bu iş İslam tarihinde bir facia şeklini aldı. Bu akideyi bâtıniyye mezhepleri çok kötüye kullandılar, "Mehdi çıkacak ve sahih Kur'an'ı getirecek!" dediler. Eldeki Kur'an güya sahih değil. "Mehdi, hangi delikte ise çıkıp sahih Kur'an'ı getirecek!" diye bekleyen batıni mezhebleri Islâmda ayrılıklar çıkarmışlardır. Bu hurafe İslama mal edilmektedir. Bu gibi batıniyye sözleri Avrupalılar tarafından Müslümanlara nisbet olunmaktadır. Halbuki bunlarla Müslümanlığın alâkası yoktur. İbn-i Haldun, Mukaddimesinde Mehdinin aslı yok der.
Bunlarda Babilerin de bu itikadda olduğunu, sahih Kur'an'ı getirecek Mehdiyi beklediklerini söylüyorlar.
Bu akide asıl İsmailiye, Karamıta, Azerbeycanlı Babek'e nisbet edilen Babekiyye gibi namlarla anılan "Batıniyye" mezheplerinden çıkmadır. Bu gibi "Batıniyye" mezhepleri, Mehdiliği bir çıban başı yapmışlardır. Gulâtı Şiadan olan İsmailiye fırkası da Cafer Sadık'ın büyük oğlu İsmail'e nisbet olunur. Bun-lara İmamiyye de denir. Bunlar imameti yâni halifeliği, altıncı imam olan Cafer Sadık'tan sonra oğlu İsmail'e hasrederler. Babası vasiyet etmişken imameti ondan almıştı. Meşhur Hasan Sabbah bunlardandı. İsmaililerin bugünkü reisleri Hazreti Ali sülâlesinden 47'nci göbek olan Ağa Han'dır. Hint, Pakistan, Afgan, İran, Şam, Amman, Zengibar, Tanganika'da bir çok tâbileri vardır. Mallarının öşrünü ona verirler.
Bunlarda imamet hep devam etmektedir. Onlara göre, İmam ma'sum olup din ve dünya işlerinde körü körüne, bilâkaydü şart ona itaat ve teslimiyet gerekir. İmamiyye kıyas ve icmaı tanımaz. Onlarca imamı ma'sumun kavli huccettir. İmam günahtan temizdir. Fevkalbeşer bir insandır. İmamın peygamberler gibi Allahla sılası ve rabıtası vardır. Onlara da vahiy gelir. Yalnız meleği görmezler, peygamberler görür. Arada fark bu! İşin tuhafı, Hazreti Fatma'dan mevrus bir Mushafları varmış, Kur'an'ın üç misli imiş. İmama îman etmeyen, küfür üzerine ölüyor demekmiş. Akidelerine tenasuh da karışır. İmam olan Ağa Han aforoz salâhiyetini haizdir. Hem öyleki, bu lânet yedi sülale boyunca gider. Yıkandığı su mukaddestir. Eğlence, at yarışları ve mücevherat peşinde olan Ağa Han, yine, diğerleri gibi, Mehdilik ve vahiy iddiasında değildir. En garip âdetleri şudur: Bir kaç senede bir tartılır, ağırlığınca altın verilir. 1946'da Ağa Han elmasla tartılmıştı. 110 kilo geldiğinden ağırlığınca 110 kilo elmas verilmişti. 1953 yılında plâtinle tartılmış. İşte Bâtıniyye mezhepleri de böyle.
Görülüyor ki bunların gerçek müslümanlıkla alâkası yoktur.
Mehdinin sahih Kur'an getirmesini bekleyen Batıniyye gibi İmamiyyenin de Hazreti Fatma'dan mevrus mushafları meselesi o kadar çürük ve esassız bir iddiadır ki, buna gülmekten başka bir şey ile mukabele etmeğe değmez.
Bunları yazıyoruz, tâ ki garplıların hücumuna sebebiyet veren ne gibi şeyler olduğunu herkes görsün. Hakikî İslâmiyetle alâkası olmayan Batıniyye fırkaları iddiacıları, yalancı peygamberler ve yalancı Mehdiler İslâmiyete nasıl leke sürüyorlar, herkes bilsin. Milyarlık İslâm camiasını dolduran sayının içinde nasıl rakamlar var? Mütenebbilerin saçmalarını yazdık, tâ ki Kur'an'ın nuru bütün parlaklığıyla görünsün. Gökle rabıtaları olduğu kendilerine vahiy geldiği iddiasında bulunanlardan kısaca söz açtık, tâ ki Hazreti Muhammed'in büyüklüğü gözümüzün önünde canlansın.
________
(62) Bahailik son zamanlarda çok değişti ve yayıldı. Amerika'da, Şikago'da inşâ etmiş oldukları bir mâbedleri var. Önce Şiî'liğe karşı bir reaksiyon olarak İran'da ortaya bir tarikat şeklinde çıkmış, bugün müstakil bir din şeklinde ileri sürülmektedir. Amerika'da kendilerine bir çok taraftar bulmuşlar.
Bahaî'lerin Amerika'da inşa etmiş oldukları mâbed dokuz köşeliydi. Bunlar dokuz rakamına kıymet veriyorlar. İddialarına göre 9 rakamların sonu ve Bahaî dini de dinlerin sonu imiş(!) Büyük dinler dokuz tane imiş, Bahaîlik de dokuzuncu din imiş.
Bahailik hakkında bilgi almak isteyenler Diyanet Başkanlığının bu konuda bastığı kitabı okusunlar.
NUREYN SÛRESİ İDDİASI
Bütün Müslümanlar bilirler ki, Kur'an-ı Kerim'i Hazreti Osman istinsah ettirmiştir. Sözde o zaman Hazreti Osman, Nureyn Süresini Kur'an'dan atmış(63), sözde bu sûre Hazreti Ali'nin Mushafında varmış. Eğer dikkat edersek görürüz ki, bunlar "vasiyet" işini tekid için söylenmiş şeylerdir. Şia, Hazreti Peygamberin Hazreti Ali'ye Hilâfeti vasiyet ettiğini iddia eder. İşte bunlar o iddiayı te'yid için uydurulmuş şeylerdir. Şunu bilelim ki, bu Nureyn Süresi'ni gulâtı şiadan olan Râfızîler iddia eder, asıl Şia değil. İşte Şia kendisi ve kitapları meydandadır. Böyle bir iddia gerçek değildir. Hazreti Ali'den Hilâfet meselesinde böyle bir delil kullandığı asla rivayet olunmuyor. Hazreti Osman'ı itham için vesile arayanlar böyle bir itham yapmamışlardır. Şia'nın Kur'an'ı da Ehli Sünnetin Kur'an'ının aynı... Öyle iken bâtıl bir mezhebin bâtıniyyeci bir sâlikinin sözlerine bu süs verilerek müsteşrikler yaygarayı koparıyorlar. İşte Kur'an'dan düşen sahifeler, işte bölünmüş sahifeler diyerek Müslümanları aldatacaklarını sanıyorlar.
BAHİS KONUSU NUREYN SÛRESİNDEN BİR PARÇA
Bu parçayı mahsus uzattık. Tâ ki herkes bu tâbirlerin çoğunun Kur'an'dan alınma olduğunu görsün. Gulâm Ahmed'in yaptığı gibi bir şey. Bunlar Kur'an'ın muhtelif âyet ve kelimelerini bir araya getirmekle ve araya Ali kelimesini, vasiyet meselesini sokmakla meydana gelmiş şeylerdir.
Şia, Kur'an'ın noksan olduğunu zaten iddia etmiyor. Vasiyeti iddia ediyor ve onu da eldeki Mushafın bazı âyetlerinin tevilinden çıkarmağa çalışıyor.
İşte böylece Kur'an'a karşı yer yer yükselen kuru iddialardan numuneler göstermek için bunlardan bahsettim.
__________
(63) Bu çürük iddia Weil tarafından ortaya atılmaktadır.
KUR'AN-I KERİM'İN İ'CAZI
Kur'an-ı Kerim'in tehaddisine kimse cevaba yanaşmadı, Tehaddi zaten onların aczini tarihe kayd içindi. "Ve Len Tef'alû (bunu yapamayacaklar)" asırlar boyunca silinmez bir acz mührüdür. Kur'an'a nazire söylenemez. Çünkü onda i'caz vardır. Mütenebbilerin (yalancıların) saçmalarını, kepazelik nümunelerini yukarıda gördük. Her muarazaya kalkışanın alnına yapışacak odur. Kur'an'ın i'cazı, kudret-i beşeri âciz bırakır. Bu, temiz ve halis Arapçanın hükümran olduğu devirlerde sabit olmuştur. Araplarca en muteber ve makbul şey fesahat ve belagat olduğundan, Kur'an, i'cazın en yüksek mertebesindedir. Bu sayededir ki, Kur'an'ın sesi kulaklarını tıkayanlara bile âhengini duyuruyor, bu fesahat ve belâgat onların ruhlarını teshir ediyordu.
Bu belâgatın sırrı, i'cazın mucizesi neden? Kelâmullah, kelâm-ı beşerle nasıl ölçülür ki...
HARFLERİN SESİ VE MUSİKİSİ
Biliyoruz ki kelimeler hecelerden, harflerden
teşekkül eder. Kur'an'ın harfleri bile öyle
sıralanmıştır ki, her harfin sesi kalbe bir musiki nağmesi gibi gelir. Bu musikî tesiridir ki, katı kalbleri yumuşatır, ruhları Kur'an'a çeker. Pervaneleri ışığın cezbettiği gibi, ruhlar Nur-u Kur'an'a inci-zapla koşarlar.
Onun için Kur'an'ın sadasını her duyan ondanayrılamaz. Onun tatlı âhengine doyum olmaz. Şiirde harfler, musikisini vezinden alır. Kur'an ise şiir değildir, vezinsizdir. Fakat heyeti mecmuasından hâsıl olan âhenk, öyle tatlı ve ruhsarar ki, Arapça bilmeyen birisi bile, Kur'an'ı dinleyince onun sadasına bayılır. Şuuru titrer, kalbinin derinlikleri çalkanır. En katı kalbler bile yumuşar. Bu hassa, Arapçaya mahsus denemez. Çünkü Kur'an'dan başka Arapça bir şey dinlense bu hâlet ârız olmaz. Kur'an'ın bu i'cazını kimse inkâra yol bulamaz. "Sadanızı Kur'an'la ziynetleyiniz" Hadisi şerifinin sırrı ve mânası budur. Güzel sese, Kur'an'ın güzelliği katılırsa ne âlâ olur. Kur'an'da fâsılalar, duraklar en âhenkli harflerle sona erer. Bilhassa sonuna harfi medle "N" harfi gelir. Bunun hikmeti açıktır. Nun harfinin inlemesi tatlı bir âhenk verir, bütün his ve şuuru ihata eder.
Kur'an'ın harflerinin kelimelerde, kelimelerin âyetlerde, âyetlerin sûrelerde tertip tarzı, Arapların tanıdıkları üslûba asla benzemez. Kur'an'ın kelimelerinde harflerin, âyetlerde kelimelerin terkibinin öyle bir âhengi vardır ki, okurken tatlı bir âhenk halinde akar. Kur'an sadası en tatlı bir sestir.
Kelime ruhun sesi mesabesindedir. Kelimelerin ifade edemediklerini his duyar. Meselâ bir güzel çehreyi kalem ne kadar tasvir etse yine muvaffak olamaz. Fakat his hepsini duyar. Şuur bir şey kaçırmaz. Ses, ruhi infialin bir tecellisidir, tezahürüdür. Sesin tenevvüü infialin mahiyetine bağlıdır. İşte Kur'an-ı Kerim'in nazmı celili, bu esas üzerine incelenirse, onun şuurun hassas tellerini ihtizaza getirdiğini görürüz. Kur'an'ın kelimeleri ve harfleri öyle sıralanmıştır ki, o harflerden birinin yerini değiştirmek, bir harekeyi yerinden oynatmak derhal âhengi bozar. Onun harfleri ve harekeleri o kadar nizamlı ve tenasüplüdür. Dokunacak bir yeri yoktur.
Mustafa Sadık Rafii'nin "İ'cazı Kur'an" ında beyan ettiği üzere, kelimenin üç sesi vardır:
1- Ruhun sesi ki, harflerin, mahreçlerin hareketleriyle ve sözün terkibiyle meydana gelir.
2- Aklın sesidir. Bu mânevî ses, sözün doğrudan doğruya ruha intikalini temin eder.
3- His ve şuurun sesi. Sözde bu ses ne kadar duyulursa, belâgatın ruhu onda o kadar tecelli eder.
İşte Kur'an'ın i'cazının ruhu budur. Arapçada ruhun sesi, aklın sesi bunlar vardır. Fakat şuurun sesi, işte bu açık değildir. Kur'an bu sesi getirdi ve duyurdu. Kur'an'da harflerin, kelimelerin, hareke ve seslerin tertibine ve nazım tarzının ruhunuza işlediğini duyarsınız.
Bu noktayı Rafii şöyle izah ediyor:
Bu âyeti celilede müteşabih harflerin tetâbuu muayyen bir nağme doğuruyor. Harflerin ve harekelerin tertibi öyle ki tatlı bir âhenkle ruha akıyor. ليستخلفنهم في الارض'Leyestahlifennehüm fil'ard' âyeti; başı on harfli bir kelime, tam yedi heceli, uzun. Fakat harfler, harekeler öyle sıralanmış ki âdeta dört durakla, takti' ile söyleniyor ve dört kelime gibi oluyor. Nahivcilerin zâid kelime addettikleri kelimeler de fazla değildir. Onların hem âhenkte, hem mânada yeri vardır. Bunlar i'rapta belki zaiddir. Fakat nazımda aslâ.
Kur'an-ı Kerim, kelimelerin en beliğini seçmiş, en ahenklisini kullanmıştır. Rafiî bunu uzun boylu izah ederken diyor ki: Kur'an "Lüb" kelimesini müfred olarak kullanmıyor. Çünkü bâ üzerine ötre ağırdır. ''Kûb" kelimesi de öyle.
Bunların cemilerini kullanır: "Elbab, Ekvab". "Ard" kelimesi ise daima müfred kullanılmıştır: "Eradîn" diye cem'i ağırdır, Semavattan sonra hep müfred gelmiştir. "Karmed" kelimesi de ağırdır. Onun yerine Hazreti Kur'an, bakın "Feevkıd li ya Hâmanü alettıyni فاوقد يا هامان علي الطين"diyerek güzel bir
fesahat yolu buluyor.
İşte böyle Kur'an'ın terkipleri, âyetleri mucizdir. Her lâfzın en beliğ ve en bedi' olanını seçer. Vuzuh ve delâleti en mükemmeldir. Belâgatı en bedi'dir. Onun için mucizdir. En beliğ tesirleri o bırakır. Dinleyenlerin kalblerini teshir eder. Belâgatı en kuvvetli hatipleri, en beliğ şairleri susturdu. Daha ilk nüzulünde koca bir şirk ordusu; bütün kuvvet ve servetleriyle, silah ve askerleriyle; şair ve edipleriyle onun sesini boğmak istediler, fakat mağlûp ve perişan oldular. Onun sesi her şeyin üstünde kaldı. Nice mağrur başlar, onun fesahat ve belâgatı karşısında hayranlıkla eğildiler. Arapların meşhur şairlerinden ve Yedi Askı sahiplerinden biri olan Lebid'e, Hazreti Ömer bir gün şiir inşad etmesini söylemişti. Lebid'in cevabı şu olmuştu:
— Cenab-ı Hakk'ın Bakara ve Al-i İmran Sûrelerini inzâlinden sonra bana şiir söylemek düşmez!
Şiirin mayası biraz da yalandır. ''En parlağı en büyük yalandır."
"Şiirin en güzeli, en yalan olanıdır" derler. Onun için Lebid gibi şairler, Müslüman olunca şiiri bıraktılar. Arapların belâgatı at, deve, cariye, harb gibi müşahedâtı tasvir hususundadır. Kur'an ise her sahada belâgat nümunesidir. "Ya erdu' blai mâeki يا ارض ابلعي ماءك ويا سماء اقلعي âyeti hakkında İbni
Ebil-Esbağ:"Ben kelâmda Hak Taâlânın bu sözü gibi görmedim. Zira 17 lâfızdır, bununla beraber 20 nevi bediî san'atı müştemildir" diyor ve hepsini sayıyor..
KELİME VE MANA
Kelime mânayı ifade için vaz'olunur. Mâna, kelimeye bürünerek lâfız halinde dökülür. Mânalar birdir. Fakat bu mânaların insanda uyandırdığı fikir, his ve yaptığı tesir başkadır; onlar farklıdır. Öyle mânâlar da vardır ki ifadesi kaabil değildir ve en büyük şiir de budur:
"Ben o nağmeden müteheyyicim: Ki yok ihtimali terennümün."
Muhammed İkbal
İbni Haldun Mukaddimesinde der ki:
"Nazım ve nesirde söz sanatı lafızlardadır, manada değil. Mana lafza tâbidir. Manalar herkesçe mevcuttur. Herkesin kafasında vardır. San'ata muhtaç değildir. İbarenin kelimelerini tertip edebilmek, asıl san'at isteyen budur. Lâfız manaların kalıbı mesabesindedir. İçine su doldurduğumuz kaplar nasıl ki altından, gümüşten, sedeften, camdan, şişeden olabilirse de içindeki su hep o sudur."
İbni Haldun'un bu görüşüne uyamayız. Çünkü Kur'an lâfız ve mânasiyle mûcizdir. Mûciz mânaları, mûciz elfaza bürünmüştür. Lâfız ve mâna zaten bir-birine kenetlenmiştir. Muallim Naci'nin hakkı var:
Elfaz maâni için âyine-i şândır.
Elfâza bakılmaz mı diyorlar, hezeyândır!
Bir sânihanın olması hakkiyle mübeccel, Olmağla olursebk'ü müeddâsı mükemmel.
Biraz sonra Kur'an'ın i'cazı hakkındaki meşhur mezhepleri zikredeceğiz. Buracıkta hemen şunu söyliyelim ki, Kur'an, bülegânın mislini ibda'dan âciz kaldıkları mânaları, en beliğ kelimelerle ifade etmiştir. Hem mâna, hem lâfız, hem mevzu' ve gaye i'caza bürünmüştür. En beliğ kelimelerle ifade olunan mânalar, insanların hayatı için değişmez birer düstur olmuştur. Her zaman, her cemiyete kabili tatbik nizamlar kurmuştur.
Kadı Ebubekir Bakıllâni (H. 403/M. 1012) Kur'an'ın bütün aksamının fesahat ve belâgatınca aynı mertebede olduğunu, her kelime ve cümlenin, fesahatın en yüksek derecesinde bulunduğunu söylüyor. Kuşeyri ise âyetlerin hepsinin fesahatça bir derecede olmadığını ileri sürüyor ve diyor ki: Bazı kudemâ bunu şöyle ta'lil ederler: Eğer Kur'an'ın bütün âyetleri fesahatça aynı derecede olsalardı, muarazadan âciz bırakmak için mutad yoldan gidilmemiş olurdu ve
Kureyşliler şöyle diyebilirlerdi: ''Onun cinsinden bir şey yapamıyacağımız bir şey getirdin, hepsi de erişilmez derecede... Nasıl ki gözü gören kimse, kör olana görmek hususunda sana galebe çaldım diyemezse..."
Fakat Kuşeyrî'nin bu ta'lili doğru olamaz. Çünkü Kur'an tehaddi ediyor, zira Kureyşliler Muhammed'e karşı: "Kur'an senin eserin, senin kelâmın!" diyorlardı. Onun üzerine tehaddi yapıldı: "Öyle ise siz de onun gibisini getirin."
Karşısındakilerin sözlerine göre meydan okuyor. Bundan daha yerinde ne olabilir.
Şu da var ki, mevzu icabı Kur'an'ın üslûbu muhtelif olmuştur. Müşriklere karşı başka, Yahudilere karşı başka hitap etmiştir. Meselâ: Ahkâm âyetleri, miras taksimi, bunlarda i'caza gidilir. Mirasta rakamlar zikrolunur. Tasvir yapılmaz. Fakat mücadeleden bahsolunur, kâinattan sahifeler açılırken ufku genişler. Gönüllerin bütün duygularını kaplar, derin derin düşünceye sevkeder. His ve şuurun sesi duyulur.
Süyuti (H. 911/M. 1505) Kur'an'ın i'cazını şöyle anlatır:
"Kur'an mucizdir; çünkü, en güzel telif ve tertip yoliyle en fasih kelimeleri ihtiva ederek en sahih ve dürüst manalarla tevhid, tenzih, sıfatı ilahiyye, taat, dua, ibadet, haram, helâl, memnu, mubah, vaaz, nasihat, marufla emir, münkerden nehiy, güzel ahlâka irşad, kötülükten men vesaireyi anlatıp
bildirir. Her şeyi ondan daha mükemmeli bulunmayan yerine kor. Aklın en münasip ve layık göreceği şekilde yapar. Geçmiş asırların haberlerini verir. Mazide olup bitenleri anlatır. Müstakbel kâinattan, gelecek asırlardan haberler getirir. Bu hususta delil ile medlulü, hüccet ile dâvanın arasını öyle toplar ki bundan daha kuvvetlisi ve mükemmeli olamaz."
Görülüyor ki, Süyuti de i'cazı lâfızda ve mânada bulmaktadır. Doğru olan da budur.
Mu'tezile'den Ebu Hüzeyl Allâf'e birisi gelip: "Kur'an'dan bazı âyetlerde işkâlim var; bana lâhn var gibi geliyor." dedi.
Ebu Hüzeyl:
— Sana toptan mı cevap vereyim, yoksa âyet âyet mi soracaksın?
— Toptan cevap ver, dedi.
Bunun üzerine Ebu Hüzeyl:
— Hazreti Muhammed Arapların içinde yetişti, Araplar da cedel ve münazara ehliydi, bunu biliyorsun değil mi?
— Evet,
— Arapların onu tekzibe yeltendiklerini de biliyorsun?
— Evet.
— Onu lâhn ile ayıpladıklarını hiç duydun mu?
— Hayır?
Bu cevabı alınca Ebu Hüzeyl dedi ki:
— Lügati, dili bildikleri halde böyle bir şey olsa, onlar bunu hiç kaçırırlar mıydı? Sen, onların diyecek bir şey bulamadıklarını bırakıyorsun da, rastgele birinin sözüne mi bakıyorsun?
İ'CAZ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLER
Kur'an'ın muciz olduğu, belâgat ve fesahatın en yüksek mertebesinde bulunduğu hiç şüphesizdir.
Kur'an-ı Kerim'in Hazreti Peygamberin en büyük ve ebedi mucizesi olduğunu herkes kabul eder. Ancak ulema i'cazın veçhi ve hangi hususlarda olduğu, yâni i'cazın tefsirinde ihtilafa düşmüşlerdir. Bu husustaki görüşleri şöyle bir gözden geçirelim:
1- Mu'tezilenin bir kısmına göre Kur'an'ın nazmı mucizdir. Yâni Arapların üslûbundan bambaşka bir tarzı bedi' üzere nâzil olmuştur. Ne nazım, ne nesir kaidelerine göre değildir. Gerçi kâhinlerin nesri de vardı. Fakat Sec'i Kâhin dediğimiz bu nevi tekellüf ve tasannu' ile doludur, zorlama vardır.
Kur'an ise böyle değildir. Nazım ve nesir arasında bir bedi' üslûptadır. Bülegâ ve fusehâ onu taklitten âcizdirler.
2- Mutezileden İbrahim Nazzam'e (H. 185-221/M. 801-835) göre: Cenab-ı Hak bülegânın dillerini tutarak onları Kur'an'a mukabeleden âciz bıraktı. Buna "Mezhebi Sarfe" denir. Etrafında bir çok münakaşalar yapılmıştır, Buna göre; Araplar Kur'an'ın tehaddisine mukabele yapamadılar. Çünkü Allah onların mukabele yapabilecek kuvvetlerini aldı. Muaraza ellerinden gelirdi, fakat Allah meydan vermedi. Kuvvetlerini sarfetti, onları mukabeleden çevirdi, âciz bıraktı. Söyliyecek söz bulamadılar. Rezil ve rüsvay oldular. Onun için buna "Sarfe Mezhebi" denir.
İşte aklın rehberliği ile yürümek isteyen mu'tezileden Nazzamın fikri budur. Mütekellimin arasında yer alan Nazzam'ın fikirleri ve reyleri etrafında gürültüler kopmuştur. Kendisi müşahede ve tecrübeye büyük ehemmiyet verir, aklı esas tutardı. Fakat i'caz hakkında olduğu gibi işte böyle gayrı makul şeyler de ortaya atardı. Mu'tezilenin en büyük meziyeti akla ehemmiyet vermek olduğu gibi, en büyük kusurları da aklı her şey sanmalarıdır. Düşünemediler ki dünya mantık ve fendir, insan akıl ve şuurdur, hayat fikir ve âtıfettir. Bunlarsız hayatın mânası yoktur. İşte bu hususta da Nazzam yanılıyor. Kudema bunları reddetmişlerdir. Celâleddin Süyutî (H. 911 /M. 1505) bunu reddinde der ki:
"Bu sözün fesadı meydanda, çünkü Allahü Teala: "İnsü cin toplansa..." buyuruyor. Yâni âyet kudretlerinin bekası halinde dahi acizlerine delâlet eder. Çünkü şayet kuvvetleri selbolunmuş olsaydı, mukabele için içtimalarında mâna kalmazdı. Zira ölülerin içtimaı mesabesinde bir şey olur. Bundan ne mana çıkar. İcmaı ümmet vardır ki Kur'an'a i'caz izafe olunur. Eğer Kur'an'da hakikatta i'caz sanatı olmasaydı, nasıl muciz olabilirdi? O zaman hakikatta muciz Allah olurdu, Kur'an değil. Çünkü mislini getirerek mukabele kudretini Allah selbediyor. Allah kudreti almasaydı mukabele edebileceklerdi demek! Keza sarfe sözü şunu da icabeder: Tehaddi zamanının geçmesiyle i'cazın da geçmesi gerekir. Kur'an i'cazdan hâli kalır. İcmaı ümmet de bozulur. Halbuki Peygamberin mucizesi bakidir. Onun ebedi mucizesi ancak Kur'an'dır."
Kadı Ebubekir Bakıllâni de (H. 403/M. 1012) Sarfe mezhebini reddetmekte ve: "Bu zorla muciz göstermek kabilinden bir şey oluyor." demektedir. Nazzam, Kur'an'ın i'cazını gayıptan ihbarda da bulmaktadır. Buna bir diyeceği yok. "Etmilel ven-Nihal" sahibi İbni Hazim de (H. 384-456/M. 994-1063) Nazzam'ın fikrindedir. "Bu tehaddiyi kimse kabul edip meydana çıkmamıştır. Mukabeleye kalkışanlar rezil ve rüsvay olmuşlardır" diyor. O da, i'cazı, Kur'an'ın nazmında ve gayıptan ihbarında görür. Bazılarının dediği gibi: "Yalnız gayıptan ihbarında değildir." der.
Burada Mezhebi Sarfeye cevap veren kudemanın bir sözü de, kayda şayandır: "Eğer mesele öyle ise, Arabın Kur'an'a teaccübü kendi aczinden oluyor, belâgatından değil!"
Şia'dan Mürteza da Sarfeye kaildir. Bu mezhebi müdafaa edenler: Mukabele etmek isteyenlerden kuvveti selbederden maksat: Yorgunluk, bezginlik verir, üşenirler, ademi kudret değil de, kader âciz bırakır, derler.
3- Mütekellimîne göre i'caz, gaybı izhar ve ihbar etmesindedir. Gaybı ihbar, insan kudreti haricinde olduğundan bu itibarla Kur'an mucizdir. Kur'an'ın haberleri, istikbale ait ihbarları ayniyle tahakkuk etmiştir.
4- Kadı Ebubekir Bakıllâni (H. 403/M. 1012), i'cazı şu noktalarda toplamaktadır:
1) Gayıptan haber vermesi,
2) Ümemi salife haberlerini nakil,
3) Nazmı ve acib üslûbu, Kur'an'ın üslûbu mutad üslûptan bambaşkadır.
5-Kadı İyaz "Şifa'' sında i'cazı Kur'an'ı şöyle tesbit eder:
1) Hüsni-te'lif, fesahat, belâgat,
2) Nazmı acib ve üslûbu garib,
3) Gayıptan haberler,
4) Geçmiş asırları beyan.
6) Ahkâm ve talimatının, mevzuu ve irşadlarının ulviyeti de Kur'an-ı Kerim'in i'cazındandır. Ulûm ve fünûnu hâvi olmasını da ulema i'cazdan sayarlar. Asırlar geçtikçe nice hakayik meydana çıkıyor.(64)
7- Fahreddin-i Razi (H. 606/M. 1209) i'cazı: Fesahat, garib üslûp ve kusurdan selâmette bulmaktadır. Belâgatı bozan şeyler yoktur.
8- Bu sayılanların hepsini camidir. Hattâ Kur'an'ın belâgat ve i'cazı sayılamaz. Bunlar ulemanın bulabildikleridir. Daha nice nice i'caz vardır. Hattabî der ki:
"Ben i'cazı Kur'an'da bir vecih dedim ki ekser nâs ondan zahil ve gafildir. Kalblere işlemesi, nüfusa tesiri Kur'an'da gayet çoktur. Zira gerek mensur ve gerek manzum, Kur'an'dan başka bir kelâm yoktur ki, onu dinleyince Kur'an dinlemekten hasıl olduğu gibi kalbde bir halâvet ve lezzet hasıl olsun, kalbe mehabbet versin."
Kur'an ise ruhani bir kuvvet verir. Kalblerdeki esrarı açar, tesiri en derindir, belâgatı en yüksektir. Üslûbu ilmî ve mantıkîdir. Atıfet doludur. Hissiyatı okşar. İnsan ruhunun ihtiyaçlarını tatmin eder, Kur'an sun'u beşer fevkinde olarak nâzil olmuş bir mucizedir. Onun için tanzir olunamaz. Onun mislini getirmekten beşeriyet âcizdir. O ebedî mucizedir. "Onun mislini getirin" hitabı cevap bekliyor. Şairler, zekâlar, fenler, servetler buna cevap veremedi.
_____
(64) İleride Kur'an ve Ulûm bahsine bak.
İ'CAZI KUR'AN'A DAİR ESERLER
İ'cazı Kur'an'ı esaslı surette isbat eden Osman Câhız ile Abdülkâdir Cürcanî olmuştur. İlk işe başlayan Cahız'dır. Sonra Vasıti "İ'cazı Kur'an'ı" nı yazdı. Abdülkâdir Cürcani bu eseri şerhetti. Vasıti, Cahız'ın başladığını tamamlamıştı,
Cürcani de Vasıtî'nin temel attığı esas üzerine ilâve etti. Kadı Ebubekir Bakıllânî bu hususta en mükemmel eseri verdi.(65)
İ'cazı Kur'an, tefsirden bir cüz, kelâmdan bir kısım olduğu gibi bu hususa dair işte böyle müstakil eserler de meydana getirilmiştir. İ'cazı Kur'an bir bahri bîpâyân gibidir. Ona her dalan eline en kıymetli bir inci alıp çıkar. Kur'an'ın i'cazı sonsuzdur. Hadîs-i Şerifte geldiği gibi "Onun acaibi, harikulâdeliği tünkenmez."
Herhangi bir şairin eserlerine bak, içinde beliğ olanı azdır. Çoğu fesahattan, belâgattan mahrumdur. Kur'an'ın ise bütünü fasihtir. Baştan sona kadar i'caz nümunesidir. Kolay ezberlenmesi, tekrarlandıkça hoşa gitmesi, bunlar da hep Kur'an'ın i'cazına, Allah kelamı olduğuna delildir.
Yukarıda Süyuti'nin i'caz hakkında mütalaasını nakletmiştik. O Kur'an'ın mevzuuna temas ediyor, Kur'an'ı, getirmiş olduğu düstûrlar, nizamlar, prensipler itibariyle de i'cazkâr buluyordu. Bu da doğrudur. Kur'an ibadât, güzel ahlâka teşvik ederken belâgatını asla bırakmaz. Her şâir muayyen bir hususta beliğ idi. Meselâ İmrül-Kays kadın ve at tasvirinde, Nebiga harbde, A'şâ şenliğe ve şaraba, Züheyr recâ ve niyaza dair güzeldirler. Kur'an ise her hususta mucizdir.
Kur'an-ı Kerim, din ve dünya işlerini tanzim eder. İki cihan saadetini sağlar. İçtimaî bozgunluğu önler, beşeriyetin yolunu aydınlatıp onu doğru yola götürür, Hakka ulaştırır. Bâtıl evhama, yalancı esâtire, hurâfelere son verip onları silip süpürmüştür. Şirk ve ilhadı, küfür ve fesadı, zulüm ve istibdadı devirip yere sermiştir. Cahil halkın bağlandıkları putları devirmiş, boş görenekleri, zararlı gelenekleri yıkmış, kaldırmıştır. Karanlığı aydınlığa çevirmiş, felaketi bahtiyarlık yapmıştır. Ümitsizlere ümit verir, dalâlete düşmüşlere hidayet getirir. Cehaletten hakikate, zulmetten nura çıkarır. Emnüeman, sulhü-selâm ondadır. İnsanların aradığı medeniyet ve terakki yolunu açmıştır. Yepyeni bir içtimaî hayat
kurmuştur. Yeni bir fazilet yaratmış, en hayırlı ümmeti meydana çıkarmıştır. Fikirlere hürriyet, vicdanlara huzur, kalblere îman, gönüllere itminan vermiştir. Fikirleri bağlayan köstekleri çözmüş, insanlara terakki sahasını açmış, tarihi medeniyete kavuşturmuş, tekâmüle sevketmiştir. İnsanlıkta olan bu âni tekâmül ve serî tehavvülün sırrı, işte Kur'an'ın i'cazı eseridir. Bu işi, bunca şeyleri başka bir kitap yapamaz. Ruhları esaretten, insanları kölelikten kurtarmıştır. İnsan olan, Allah'tan başkasına baş eğmez. ''İyyake-na'büdü ve İyyake nes-tâin (ancak Sana kulluk ederiz ve sadece Senden yardım dileriz.)" düsturunu o getirdi. Bu yalnız Hâlika kulluk ve ondan medet ummaktır.
________
(65) İ'caza dair meşhur eserler şunlardır:
NESİH MESELESİ
Nesih, lügatte: Men' ve izale kılmak, tağyir ve iptal etmek, bozmak, bir şeyi başka bir şey yerine getirip koymak mânalarına gelir. Yazının, yazılı olduğu yerden başka bir sahifeye nakli de nesihtir, buna istinsah deriz.
Fıkıh usulcülerine göre ise Nesih: Mukaddem tarihli bir nassın, ayetin hükmünü, muahhar tarihli bir nas ile değiştirmektir. Bir hükmü şer'inin hilâfına sonradan diğer bir delili şer'inin delâlet etmesidir. Sonradan gelen yeni hüküm, eski hükmü kaldırır. Meselâ: Kabir ziyareti memnu idi. Sonra gelen bir nasla bu yasak kaldırıldı, mübah oldu. Kıble Beyti Mukaddese doğru idi, sonradan bu hüküm değiştirilerek Kâbe'ye çevrildi.
والذين يتوفون منكم "Vellezine Yüteveffevne minkum" âyetiyle kocası ölen kadınların vefat iddeti bir sene idi. Diğer âyetle bu müddet dört ay on güne indirildi.
Usulcüler arasında bir çok gürültülere yol açan ihtilaflı meselelerden biri de nesih meselesidir. Evvelâ meselenin özü şudur: Yahudiler alelıtlak neshi inkâr ederler. Yâni İslâmiyetin Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin ahkâmını değiştireceğini kabul etmezler. Çünkü cehl ve caymağı icab edermiş.
"Mâ nenseh min âyetin ev nünsiha, ne'ti bihayrin minha" Âyeti Kerimesi onlara cevaptır. Kur'an, Tevrat ve İncil'in ahkâmını nesih ettiğini beyandır. İşte bundan dolayı, Ebu Müslim Isfahani "Muhammed Bini Bahr" siyak karinesiyle buradaki neshi kütübi sâlifeye hasrediyor ve bundan Ebu Müslim neshi inkâr edip çıkıyor. Ebu Müslim esas itibariyle neshin aklen mümkün ve caiz, hattâ vâki olduğunu kabul ettikten sonra Kur'an'da vukuunu kabul etmiyor. Onun inkârı Yahudilerin inkârı gibi değildir. Aklen cevazını ve diğer dinler hakkında vukuunu kabul ediyor, Kur'an'ın Kur'an'la neshini kabul etmiyor. Onun ken-dine göre bir görüşü var. İş biraz da ıstılah farkı. Biraz izah edelim:
Eskiden nesih kelimesi çok suistimal edilmiş, mutlakı takyid eden, âmmı tahsis kılan, mücmeli beyan eyliyen şeylere, istisnalara bile nesih deyip geçmişler. Böylelikle nâsih ve mensuh âyetler listesi kabarmış da kabarmış.
Ebu Müslim de onların aksine nesih var denilen âyetlere "Tahsîs" vesaire adım veriyor: "Filân âyet filân âyeti nesih ediyor" yerine "Tahsis" ediyor diyor.
Yoksa Kıblenin baştan Beyti Mukaddese olup sonra Kâbe'ye çevrildiğini inkâr ediyor demek değildir. Istılah farkından ibaret, zahiri bir ihtilaf!
Az sonra geleceği üzere bir çokları neshi gayet azaltıyor, eskilerin geniş bir tesamuhla nesih dediklerinin çoğu "Tahsis", "Takyid" adını alıyor.
Şeriatta tedrici kabul ettikten sonra neshi inkâr etmek olmaz. Ancak her şeye de nesih adı verilemez. Verilse bile mecazen ve müsamahaten olur. Âyetler çeşit ahval ve şeraite göre iniyordu. Sonra gelenler elbette değiştirecekti. Teşriî ahkâm tedricen yapılmıştır.
Nesihte nüzul tarihi mühim rol oynar. Hazreti Ali kadılardan birisine:
— Nâsih ve mensuhu biliyor musun? Diye sormuş.
— Hayır cevabını alınca:
— Kendin mahvolursun, başkalarını da mahvedersin! demiş. Böylelikle neshin ehemmiyetini belirtmiş.
Ebu Müslim'i istisna edersek, diğer bütün Müslüman uleması neshi kabul ettikten sonra yine aralarında ihtilafa düşmüşlerdir. Biz Hanefiyeye göre Kur'an ile Sünnet arasında da nesih cereyan eder. Şafii Kur'an'ın sünnetle neshine muhaliftir. Kur'an ancak Kur'an'la nesih olunur. Nesih ahkâmda, talepte cereyan eder. Vaad, vaid, kısas ve haberlerde cereyan etmez. Bu pek tabiî bir şeydir. Onlarda değişiklik olmaz. Onun içindir ki Mekkî sûrelerde pek nesih yoktur. Çünkü onlarda ahkâm azdır. Nesih cereyan eden sûreler Medenî sûrelerdir. Şatıbî, Mekkî âyetlerde nesih olmadığını söyler. Çünkü bunlar, zaruriyat, haciyat ve tahsiniyat nev'inden olan külliyattır, usulü dindir. Nesih ise cüz'iyatta cereyan eder.
Nesih kelimesini çok geniş bir müsamaha ile kullananlara göre Kur'an'daki sûreler nesih bakımından şöyle bir taksim yapılıyor:
1- Hem nâsih ve hem mensuh âyetler bulunan sûreler şunlardır:
Bakara, Al-i İmran, Nisâ, Mâide, Hac, Furkân, Şuâra, Ahzab, Sebe', Mü'min, Şûra, Zariyat, Tûr, Vâkıa, Mücadele, Müzzemmil, Müddesir, Küvviret ve Asır.
2- Şu altı sûrede nâsih âyetler vardır, mensuh yoktur:
Fetih, Haşir, Münafikun, Tegabün, Talak, A'lâ.
3- Kırk sûrede mensuh âyetler vardır, nâsih yoktur.
4- Kalan sûreler ise nesihten hâlidir. Ne nâsih, ne mensuh vardır. Çoğu Mekkî olan onlar da şunlardır: Fatiha, Yusuf, Yâsin, Hucurat, Rahman, Hadid, Saf, Cumua, Tahrim, Mülk, Hâkka, Nuh, Cin, Mürselât, Nebe', Naziat, İnfitar, Mutaffifin, İnşikak, Fecir, Beled, Şems, Leyl, Duha, Şerh, Tiyn, İkra', Kadir, Beyyine, Zelzele, Adiyat, Karia, Tekâsür, Hümeze, Fil, Kureyş, Maun, Kevser, Kâfirun, Nasr, Tebbet, İhlâs, Felak, Nâs.
Usulcülere göre mensuh âyetler üç nevidir:
1- Hem tilâveti, yâni nazmı, hem de hükmü mensuh olan âyetler. Bu ihtilaflıdır.
2- Nazım ve tilâveti bakidir, âyet Kur'an'dadır, hüküm nesih olunmuştur ki, asıl nesih de budur.
3- Tilâveti nesih olunmuştur, hükmü bakidir. Recm âyeti gibi, bu kısım ihtilaflıdır.
Görülüyor ki asıl neshin vaki olduğu kısım ikinci kısımdır: Hükmü nesih olunmuştur. Ayet Mushaftadır. Okunur. Kur'an hükmünü hâizdir. Bunun hikmetine gelince: Teşrîdeki tedrici göstermektir. Sonra burada diğer bir hikmet de vardır ki, o da Kur'an'dan hiç bir şeyin zayi olmadığını anlatır. Hükmü nesih edilen âyetler bile Kur'an'da bakidir. Onlar okunarak sevap kazanılır.
Nesih ihtiva ettiği hüküm bakımından da bir kaç nev'e ayrılır.
1- Hafiften şiddetliye olur. Aşura orucu yerine Ramazan orucu farz kılınması gibi. Teşri' ahkâmdaki tedrici gösterir. Allahü Taala kullarının takatına göre azar azar teklif eder. Birdenbire ağır gelecek bir teklif karşısında bırakmaz. Onları İslâmiyete alıştırır ve ısındırır. Ümmetin Allaha itaatlarının derecesi nisbetinde çok sevap verir.
2- Şiddetli ve ağır bir hükümden hafife gidilir. İddet-i vefat bir seneden dört ay on güne indirilmiştir.
Bu nev'in hikmetine gelince: Baştan yapılan teklif kullara ağır geldiğinden lütuf ve merhamet buyurularak o kaldırılıp yerine daha hafif bir hüküm vazolunmakla o âyetleri okuyunca Allahın nimetini ve keremini hatırlar. Ne kolaylıklar göstermiş onu anlar.
3- Müsavi ile de nesih yapıldığı vakidir. Kıblenin tahvili gibi.
4- Yerinde bir bedel getirilmeden de bir hükmü şer'i nesih edilebilir. Yukarıda neshin suistimal edildiğini söylemiştik. Her şeye nesih adını
vererek kelimeyi geniş mânada kullandıkları gibi nesih vukuu sabit olmayan şeyleri de neshe karıştırıp ortaya atmışlardır. Bazı garip rivayetler vardır ki, ulema onların senetlerini çürütmüşlerdir.
Dalâlet ehli işi karıştırmak, zındıklar Müslümanları şaşırtmak için sureti haktan görünerek bunları uydurmuşlardır. Fakat bunlar İslâm ulemasının ince tetkik süzgecinden geçerek sağlamı çürüğünden ayrılmıştır.
Meselâ, Hazreti Aişe'den şunu rivayet ederler: "Ahzab Sûresi Peygamber zamanında 200 âyet olarak okunurdu. Osman Mushafı yazarken bugünkü kadar kaldı.''
İşin tuhaflığına bak, Hazreti Osman istinsah yaparken atmış demek. Halbuki o heyet öyle bir şey ne yaptı, ne de yapılması sözü geçti: Bazı rivayeti garibelerde ise uzun sûreler vardı, nesih olunmuş deniyor. Bunlar nelerdir, rivayeti uyduran bile bilmiyor.
Kadı Ebubekir Bakıllânî "İntisar" ında diyor ki; "Kur'an olarak nâzil olup sonra nesih edildiği rivayet olunan bu haberlerin hiç birisi sahih değildir. Çünkü bunlar hep haberi vahittir. Birbirine muarızdırlar. "Taaruz edince sukut öderler. Bunların ibareleri bile derme çatmadır. Bu gibi zayıf rivayetlere dayanarak: ''Kur'an'dan düşenler vardır." demek akıl kârı değildir.
Resulûllahın vefatiyle Kur'an'ın cümlesi muhkem olmuştur. Nesih olunamaz. "Osman âyeti attı" demek Kur'an tarihine bigâneliktir. Bu veya şu âyeti Kur'an'dı yolundaki rivayetlerin hiçbirisine itimad olunamaz. Bunların garabeti ve çürüklüğü meydanda. Sonra bunlar bir hüküm ifade eden, bir kaideyi değiştiren şeyler de değil. Nesihte hüküm bakımından ehemmiyeti haiz olan Rida' ve Recim meselesidir. Onları da yerinde göreceğiz.
Kur'an cem ve istinsah olunurken ashab arasında böyle bir ihtilâf çıktığına dair tek bir rivayet yok. Hiç bir sahabe: "Mal, Recm, Rida' âyeti atılmış, onları yazalım" demedi. Halbuki bu iş âşikâre yapılıyordu. İlân olunmuştu. Ashab hakkın zayi olmasına göz yuman kimseler değildiler. En ufak bir şeyi bile ihmal etmez, düzeltirlerdi. Öyle olduğu halde bunlar hakkında itiraz, ihtilaf duyulmadı. Onlar ki, Hazreti Peygamberle müşavere yaptıklarında ona bile itiraz ederler, söze karışırlardı. Mübahasa yaptıktan sonra Hazreti Peygamber, ashabın reyini kabul ettiği vakidir. Nâsih ve mensuh meselesi etrafında böyle bir gürültü olsaydı, onun akisleri duyulurdu. Dinin esası olan Kur'an-ı Kerim'e taallûk eden bir meseleyi sükûtla geçirmezlerdi. Onun için nesih meselesini dile dolayıp ta Kur'an'dan atılanlar var, denemez.
Kur'an'da nesih vardır, yok diyemeyiz. Fakat o kadar da çok değildir. Meselâ yukarıda bir taksimde bir çok sûrelerde nâsih ve mensuh bulunduğuna işaret olunuyor. Asır Sûresi hem nâsih, hem mensuh âyet bulunan sûreler meyanında sayılıyor. Halbuki bu sûrede istisna vardır; nesih değil. İstisnaya nesih adını takıp gitmişler. Ahkâm-ı Kur'an sahibi İbnil-Arabî nâsih ve mensuhları azaltır. Süyutî İtkan'ında mensuh olan âyetlerin sayısını yirmi bire indirir. Hintli Veliyyullah ta "El feyzül-kebir" adlı usuli tefsirinde Süyutî'nin mensuh saydığı âyetleri inceliyerek bunlardan on altısı hakkında mensuhiyeti isbata imkân bulamıyarak Kur'an'da ancak beş âyetin mensuh olduğunun sübutunu söyler. Onun için nesih vardır; fakat azdır, diyoruz.
Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu'nda:
"Her şeyden evvel şu noktayı belirtmek isteriz ki, Kur'an-ı Kerim'den her hangi âyetin nesih edilmiş olduğuna dair bir tek Hadîs-i şerif rivayet edilmemektedir. Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbni Mace, Darimi, Muvatta' bunları tetkik eden, bunlara Zeyd Bini Ali'nin müsnedini, İbni Sa'd'ın Tabakat'ını, İbni Hanbel'in müsnedini, Tayalisi'nin müsnedini, İbni Hişam'ın siyerini, Vak-idi'nin megâzisini ilave eden müteşerrik Wenisk'in fihristini tetkik ettim. Ve bütün bu ana kitapların ve bu mühim tarihlerin nesihten, nâsihten, mensuhtan bahseden tek bir hadis rivayet etmediklerine emin oldum."
Diyor ki bu sözü çok indîdir. Bu kadar kesin hüküm vermek için derin tetkik ister. Bir fihriste bakmak kâfi gelmez.
İslâm Ansiklopedisi muharrirlerinden A.J.Wensinck fihristini tetkik ile hüküm vermek ilim adamına yakışmaz. Adı geçen fihrist: Buhari, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbni Mace ve Darımi'nin bab rakamını zikreder. Müslim, Muvatta', Zeyd Bini Ali'nin müsnedi ve Tayalisi müsnedinin hadîs rakamını söyler. Ahmet Bini Hanbel'in müsnedi, İbni Sa'd'ın tabakatı, İbni Hişam'ın siyeri ve Vakıdî'nin Megâzisinin sahife rakamlarını gösterir bir fihristtir, o kadar.
BESMELE HAKKINDAKİ MÜNAKAŞALAR
بسم الله ارحمن الرحيم
"Bismil-lâhir-rahmanir-rahîm'' Besmele-i Şerifenin Kur'an'dan olduğunda asla şüphe yoktur. Çünkü Neml Sûresinde "İnnehu min Süleymane ve innehu Bismillâhir-rahmanirrahîm'' diye geçiyor.
Besmele Fatiha'nın ilk âyeti midir? Her sûrenin başından bir âyet midir? İşte ihtilâf bu husustadır. Mesele bilhassa Mâlikiye ile Şafiiye arasında şiddetli ihtilafa yol açmıştır. Her iki tarafın delillerini incelemeden yalnız bu husustaki mezhepleri gösterelim:
1- Her sûrenin başından bir âyettir. İmâm Şafiî kavli budur.
2- Her sûrenin başından bir âyet değil. İmâm Mâlik ve Evzâi kavli budur.
3- Bir âyeti fezzedir, yâni müstakil bir âyettir. Sûrenin cüz'ü değildir. Sûreleri birbirinden ayırmak için aralarına teberrüken yazılmıştır. Hanefî mezhebi budur.
4- Fatiha'nın başından bir âyettir, başka sûrelerden değil. Ahmet Bini Hanbel mezhebi budur ve Hanefiye kavli de buna yakındır.
İşte Besmele hakkındaki akval böylece hülâsa olunabilir. Besmelenin Kur'an'dan olduğunu inkâr eden yok. İmam-ı Mâlik Kur'an'dan olduğunu inkâr etmiyor: "Sûrelerin başından bir âyet değildir." diyor.
Nedense İmâm-ı Mâlik'in kavli bir çok kıylükale yol açmış, bazılarınca yanlış anlaşılmış, Vahiy kalemi Besmeleyi Mushafın içine yazmıştır. Namazda yalnız besmeleyi okumuş olsa farz olan kıraat yerini tutacağını fukaha söylüyor. Bir rekatta yalnız Besmeleyi okumakla namaz kılınabilir. Kıraat üstadları Besmeleyi iftitah ve vasıl halinde okurlar. Yalnız Berâ'de vasıl halinde okunmaz.
Hazreti Osman'ın istinsah ettirdiği ve bütün sahabenin kabul ve tasdik eylediği ana mushafların hepsinde bütün sûrelerin başında Besmele yazılıdır. Bu Besmelenin Kur'an'dan olduğuna en kat'î delildir. Zira Ashab-ı Kiram, Kur'an'ı, Kur'an'dan olmayan her şeyden tecrid ediyorlardı. Mushafın iki yan kapakları arasında Kur'an'dan olmayan hiç bir şey yazmıyorlardı. Kitabullahı muhafaza etmek ve kendilerinden sonra gelenlerin şüpheye düşerek Kur'an'dan olmayanı Kur'an'dan zannetmelerine meydan vermemek için son derece ihtiyatlı ve şiddetli
hareket ediyorlardı. Mushafın deffeteyni yani iki taraftaki kapakları arasında olanlar Kur'an'dandır, diye hüküm ediyorlardı. Kur'an'dan olmayan bir şeyi asla yazmıyorlardı. Hattâ sûrelerin adları ile âyetlerin sayısını bile yazmamışlardı. Mushafı Osman'da bunlar yazılı değildir. Sonraları bunlar klişe içinde yazılmaya başlanmıştır.
Ashabın her hangi bir kimsenin Kur'an'dan olmayan bir şeyi Mushafa yazmasına mani oldukları hususunda ittifak vardır. Mademki Besmele Kur'an'da yazılıdır, onun Kur'an'dan olduğunda şek ve şüphe caiz değildir. Besmelenin Kur'an'dan olmadığını ileri sürmek, sahabenin Kur'an'a 113 Besmele yani âyet ilâve ettiklerini kabul etmek demektir ki, buna imkân yoktur. Böyle bir iddia eskiden kimsenin akıl ve hayalinden bile geçmemiştir. İmam-ı Mâlik'in kavli yanlış anlaşılmıştır. O, Besmelenin Kur'an'dan olduğunu inkâr etmiyor, her sûrenin başından bir âyet olmadığını söylüyor.
TARİH BOYUNCA KUR'AN-I KERİM TERCÜMELERİ
Kur'an-ı Kerim tercümesi caiz mi, değil mi? Bu mesele etrafında son yıllarda bilhassa Mısır'da mü-nakaşa yapılmıştır. Eskidenberi şarkta, garpta,Müslüman, gayri Müslüman kimseler tarafından Kur'an tercüme olunmuştur. Türkçe, Farsça kelime kelime yapılmış tercümeler kütüphanelerimizde mevcuttur. İsmail Ferruh'un Mevâkib tercümesi mushafın kenarında eskiden İstanbul'da basılmıştır.
Şahıslar tarafından Kur'an her dile tercüme olunup dururken yanlış tercümeleri önlemek maksadiyle Mısır Parlâmentosu 1936'da Kur'an'ın Arapçaya tercüme yapılmasına karar verdi. Bu tercüme esas olacak, diğer dillere tercüme kolaylaşacaktı. Çünkü Kur'an'ın elfazı muhtelif mânalara ve tefsirlere müsait olduğundan tercüme hakikaten güçtür. Aslın şümulünü muhafaza ederek tercüme çok zordur. Ancak tefsirle bu şümuller ifade olunabilir. Fakat en yakın mânayı ifade ederek tercüme ile muhtelif, rastgele tercümeleri önlemek de lâzımdır. Hazreti Osman muhtelif kıraatleri önlemek için Kur'an'ı istinsah ettirip etrafa "Mesahifi Emsar" yollamıştı. Doğru tercüme yapılarak yanlış tercümeleri ortadan kaldırmak lazımdı. Bu gaye ile bir tercüme heyeti kurulması ortaya atılmıştı.
Mısır Maarif Nezareti ile Cami-ül-Ezher İdaresi bir heyet teşkil edip 1936'da işe başladılar. Diğer taraftan matbuatta münakaşalar devam ediyordu.
Başta Mısır Mahkemei Şer'iyye Naibi Muhammed Süleyman, Minber gazetesi sahibi Muhammed olmak üzere bir kısım ulema bu işe karşı geldiler. Şeyhül-islâm Mustafa Sabri, Muhammed Mustafa Şatır, Reşid Rıza da tercümenin caiz olmadığına kail olanlardandı.
Diğer taraftan başta Türk okuyucuların şair Mehmet Akif sayesinde eserle-rini tanıdıkları İslâm muharriri Ferid Vecdi, Camiul-Ezher Şeyhi Muhammed
Mustafa Merağî ve diğerleri bu tercüme işini müdafaa ediyorlardı. 12 kişilik heyet işe başladı. Fakat Fatiha'yı bile tercüme edemeden 1937'de tercüme heyeti feshedildi ve bu hayırlı iş böylece yarıda kaldı. Halbuki Türkiye Büyük Millet Meclisi bu işe Mısır'dan daha önce karar vermişti.
KURAN IN BAŞKA DİLE TERCEMESİ
Hakikaten Kur'an tercüme olunsun demek kolay ve doğrudur. Fakat tercüme işini yapabilmek güçtür.
Tercüme caiz mi, değil mi? diye eskiden münakaşa yoktu. Eski münakaşalar fıkıh ve usuli fıkıh kitaplarının izah ettiği veçhile tercüme aslın yerini tutar mı, namazda arapça yerine tercümesi okunsa caiz olur mu şeklindedir. İmam-ı Azam'a bile böyle bir kavil nisbet olunur. Endülüs Mehdisi Muhammed bini Tumart iktidara geldiği zaman Ümmî Berberîler ibadet esnasında kolayca okusunlar diye Kur'an'ı Berberi diline tercümeyi ve ezanın Berberi dilinde okunmasını emretmiştir. Fıkıh kitaplarındaki ihtilâf namazda okunup aslın yerini tutup tutmaması noktasıdır. Okuyup anlamak için tercümeye muhalefet yerinde bir hareket değildir. Herkesin Kur'an'ı okuyup anlaması lâzımdır. Buna engel olmak değil, yardım etmek lâzımdır.
Kur'an-ı Kerim'in eski tercümeleri bilhassa dil bakımından çok önemlidirler. Bu tercümelerin azlığına rağmen taşıdıkları kıymet çok büyüktür. Türkler, Müslüman olduktan sonra Kur'an-ı Kerim'i anlamak ihtiyacını elbette hissetmişlerdir. Fakat böyle bir tercüme işine ve kaydına rastlayamıyoruz. Bunu şifahî tercüme yoluyla yapmış olsalar gerek. Vakıa fukaha arasında Kur'an tercümesi meselesi, daha birinci asrı hicrîden itibaren ele alınmış, tercüme caiz mi, değil mi diye münakaşa edilmiştir. Bu münakaşaların sıklet noktasını daha ziyade namazda arapçadan başka bir dil ile okumanın caiz olup olmıyacağı meselesi teşkil eder. Bu husustaki münakaşalar şu rivayete dayanır:
"İranlılar Selman-ı Farisî'den Fatiha sûresini Farsçaya tercüme etmesini isterler. O da tercüme edip gönderir. İranlılar namazda bu tercümeyi okurlar. Böylelikle dilleri yatışır. Bu, Hazreti Peygambere arzolundukta o da bunu menetmez." Demek tercüme meselesi böylece daha Hazreti Peygamber zamanında ortaya çıkmış bulunuyor. Biz bu rivayet üzerinde duracak değiliz. Bilhassa Hicretin ikinci yüz yılında fukaha arasında tercüme meselesinin ehemmiyetle ele alındığını, bunun üzerinde durularak münakaşası yapıldığını görüyoruz. Bu hususta Hanefiye fukahası çok geniş mütalâada bulunmuşlar, diğerlerine nisbetle pek ileri gitmişlerdir.
MEZHEPLERİN KUR'AN'I TERCÜME HUSUSUNDAKİ GÖRÜŞLERİ
Kur'an-ı Kerim'i anlamak, mânayı münifine nüfuz etmek, meali şerifini kavramak için tercüme edilmesi vuygun görülmüştür. Hanefiye uleması her nevi tercümeyi tecviz ederler. Şafiî, Mâliki ve Hanbelî uleması tercüme hususunda Hanefiye'den ayrılırlar. Fakat anlamak maksadiyle yapılan tercümeye cevaz verirler. Hanbelî ulemasından Makdisî şöyle demektedir: "Üstadımız demiştir ki, tercüme suretiyle anlamaya muhtaç olan kimseye tercüme edilmesi lâzımdır." Başkaları da aynı şeyi söylemişlerdir. (Kitab-ı Tashih El-furu' C. 1, s. 308) "İhtiyaçtan dolayı tercüme yoluyla anlamaya, muhtaç olan kimseye tercüme edilmesi iyi olur. "Kitab El-İkna" Şafiilerin ve Malikîlerin görüşünü de şu ibareden anlıyoruz: "Metlû veyahut gayri metlû vahyin cümlesi Arap lisanıyla nâzil olmuştur. Buna Hazreti Peygamberin Arap, Acem vesair milletlerin cümlesine gönderilmiş olmasıyla itiraz varid olamaz. Çünkü vahiy kendisine nâzil olan lisan Arapçadır. Onu Arap taifelerine bununla tebliğ eder. Onlar da onu Araplardan başkalarına kendi lisanlarıyla tercüme ederler." Bunu İbni Hacer Askalânî, Buhari şerhi'nde Balikî İbni Battal'dan naklen zikreder ve kendisi de o kanaattadır.
İşte böylece tercümenin cevazı, Arapça bilmeyenin tercümeyi okuması birinci asırda ortaya çıkmış olduğunu görüyoruz. Hicretin ikinci yüz yılında İslâm fukahası bu meseleyi münakaşa etmişler, her bakımdan ele almışlardır. Bilhassa Hanefiye uleması muhitleri icabı, bu mesele ile daha fazla meşgul olmak durumunda idiler. Onun için Hanefiye fıkıh kitaplarında bu mesele hakkında daha geniş malûmata rastlıyoruz. Diğer mezheplerin fıkıh kitapları buna daha az temas ederler. Bununla beraber yukarıda yaptığımız nakillerde görüldüğü üzere Şafiî, Mâliki ve Hanbelî fukahası, anlamak için tercümeyi, Hanefiye uleması gibi kabul etmişlerdir. Bu kabil tercümeye itiraz eden yoktur. Şifahî tercüme yapıldığı gibi, yapılan tercümenin yazılmasına hiç bir mâni yoktur. Tercüme edilmez demek, Kur'an anlaşılmadan kalsın demek olur. Kur'an-ı Kerim'in mânayı münifini anlamak için tercüme yapılmasına ittifak vardır. İslâm ulemasının meşhurlarından biri olan Şatıbî, El-Muvafıkat adlı mühim eserinde tercümenin bilûmum Müslümanların icmaı ile caiz olduğunu söyler ki, herkesin doğruluğunu tasdik edeceği bir sözdür. İbrahim sûresinin 4'üncü âyeti olan şu "Biz gönderdiğimiz her Peygamberi ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara iyi beyan etsin." ayetinin tefsirinde
"Keşşaf sahibi Carullah Zemahşeri der ki: "Şayet Peygamber yalnız Araplara değil, bütün insanlara, hattâ insü cinne gönderilmiştir, onların ise dilleri muhteliftir. Kur'an-ı Kerim kendi lisanlarıyla olduğundan Araplar onu anlar, fakat başka milletlere tebliğ ne ile olur? dersen; cevaben deriz ki: Bütün dillerle nüzulüne hacet yok. Çünkü tercüme bunun yerini tutar. Her dille inzâl edip uzatmağa lüzum kalmaz." Bütün müfessirler, Risaleti tebliğ etmek lisana mütevakkıftır. Anlamadıkları bir lisan ile tebliğ olmaz, beyan için tercümeye ihtiyaç vardır, derler. İslâm uleması bu ince noktayı meskût geçmiş değildirler. İşte böylece fukahanın ve müfessirlerin tercüme hakkındaki görüşlerine kısaca temas etmiş bulunuyoruz.
TERCÜME ÇEŞİTLERİ VE TÜRKÇE TERCÜMELER
Allah Kelâmını anlamak maksadiyle yapılan Kur'an tercümeleri iki türlüdür. Bir kısmı kelime kelime yapılmış tercümelerdir. Diğer kısmı da cümle halindeki tercümelerdir. Eski tercümeler arasında kelime kelime yapılan tercümelere daha çok rastlıyoruz. Bunun sebebini araştırmak çok yerinde bir şeydir. Kanaatımca bunun sebebi şudur: Evvelâ kelime kelime tercüme kolaydır. Kelimenin altına karşılığını yazıvermekle iş olur biter. Cümle terkibine, Türkçe ifadeye uygun olmasıyla
uğraşılmaz.
İkinci sebep de bu kabil tercümelerin Farsçadan örnek alarak yapılmış olması ihtimalidir. Çünkü Farsça tercümeler daha eskidir, Türkçeler onları müteakiptir. İranlılar, Türklerden önce Müslüman oldukları için bu işe daha evvel başlamış olmaları gerekir. Nasıl ki Farsça tercüme rivayeti Asrı Saadete dayanır, Selmanı Farisî'nin Fatiha sûresini Farsçaya tercüme ettiği meşhurdur. Farsça ile Arapçanın cümle teşkilâtı birbirine pek uygun olduğundan kelimenin altına karşılığını yazıvermek suretiyle yapılan kelime kelime tercüme yoluyla tercüme yapılmış, cümle tertip edilmiş olur.
Türklerin de aynı tarzda hareket ederek tercüme işine başlamış olmaları muhtemeldir. Bunun Türkçe cümle tertibine uyup uymadığı gözönünde tutulmamıştır. Halbuki Türkçenin cümle teşkili, biri Sâmî, diğeri Arî olan o iki dile uymaz. Arapça ve Farsçadan yapılan tercümeler Türkçe ifade şekline bürününce kelimelerin yeri pek çok değişir. İşte hem kolaylığı, hem de her yeni bir şey yapanın önce yapılanlardan örnek alıp faydalanması kabilinden, kelime kelime tercümeler Türkçede de yapılmıştır. Buna şunu da ilâve edelim: Bazı fukaha, Kur'an'ın metnini yazıp her kelimenin tercümesini yapmak suretiyle, yâni metinle beraber yazmak şartiyle tercümeyi tecviz etmişlerdir. Fıkıh kitaplarında bunun münakaşası yapılmıştır. Metinle çok mukayyet olmak maksadiyle kelime kelime tercümeler yapılmış olabilir. Bu hususta fıkıh kitaplarından bazı nakiller gösterelim:
Kemal İbni Hümam "Fethul-Kadîr" de der ki;' 'Kur'an'ı yazarak her harfin yâni kelimenin tefsirini ve tercümesini yazsa caizdir.
Nefhatül-Kudsîye sahibi de şöyle der: "Arapçasını yazar ve her kelimenin tefsir ve tercümesini yazarsa caizdir. Kur'an'ı Farsça olarak yazsa cünüp ve hayızlı olan kimsenin ona el ile dokunması icma'an haramdır. Ve sahih olan da budur." Tercüme hususunda Farsça ile diğer diller hep birdir. Farsçayı fıkıh kitapları misal kabilinden zikrederler, yoksa meseleyi yalnız ona hasretmezler.
Hidâye şerhi: "Farsçadan başka her hangi bir lisan ile olursa caizdir.'' diyerek bunu sarahaten söylemektedir.
EN ESKİ TÜRKÇE TERCÜMELER
Bu Kabîl tercümeler yalnız Osmanlı Türklerine
münhasır değildir. Onlardan önce diğer Türkler yapmıştır. Nasıl ki elde mevcut en eski Kur'an ter-cümesi Oğuz Türkçesi iledir. Şirazlı Hacı Devletşah oğlu Mehmet tarafından çevrilmiştir. Bu eser Türk-İslâm Eserleri Müzesinde 73 numarada kayıtlıdır; Hicrî 734, Milâdî 1333 yılında yazılmış olan bu tercümenin daha eskiden, Hicrî dördüncü asırda yapıldığı bile tahmin edilmektedir.
Eserde 2500 kelime olup arada Arapça ve Farsça 10 kelime vardır. Kalanı öz Türkçedir. Bu eski tercümelerin dil bakımından büyük önemi vardır. Çok güzel karşılık bularak tercüme olunmuştur:
Dikkati çeken diğer bir cihet de Osmanlı Türklerinde bu nevi tercümelerin daha ziyade İstanbul'dan hariçte, taşralarda, Anadolu'nun muhtelif şehirlerinde Beyliklerde yapılmış olmasıdır. Prof. Süheyl Ünver, bu nevi 60 kadar terceme tespit etmiştir. Arapça tedrisatın bol olduğu İstanbul bu lüzumu pek hissetmemiş gibidir. Şifahî tercüme ve izah yollariyle bu ihtiyacı karşılamış olabilirler. O devirlerde millî cereyan yoktu ki, böyle bir gayeye hizmet maksadiyle tercüme yapanlar çıksın. Tercüme yapanlar sırf dinî bir gayretle Allah kelâmını anlıyayım ve anlatayım diye bu işe girişiyorlardı. Bu tercümelerin az yapılmasında, tercü-menin caiz olup olmadığı münakaşalarının da tesiri olabilir. İslâm uleması daha ziyade Kur'an'ı tefsir yoluyla anlatmak yolunu tutmuşlardır.
Yukarıda arzolunduğu gibi bizde kelime kelime yapılan tercümeler oldukça çoktur. Cümle halinde yapılan tercümeler de vardır. Bu her iki nevi tercüme-lerden bugüne kadar gelip elde mevcut olanlar bulunmaktadır. İstanbul'da Türk-İslâm Eserleri Müzesinde muhtelif tarihlerde yapılmış 9 tercüme bulun-maktadır. Bunlar hakkında Vakıflar Dergisinin 1.cildinde malûmat vardır.(67) Bu gibi eserlerin bir kısmı hayır ve hasenat sahipleri tarafından Allah rızası için vakfedilerek cami ve kütüphanelere konulmuş, bir kısmı da hususî ellerde bulunmaktadır. En mühim bir kısmı da, emsali değerli eserlerimiz gibi, Garp kütüphanelerine aktarılmıştır. Bu hususta esaslı araştırmalar yapılırsa, nice malûmat elde edileceği şüphesizdir. Memleketimizin her köşesinde, bilhassa Anadolu'nun eski kültür merkezlerinde çok mühim eserler bulunmaktadır. Vakıflar Umum Müdürlüğü'nde feyizli memleketimizin muhtelif yerlerinden gelmiş nice sanat eserleri arasında pek kıymetli Kur'an tercümeleri de mevcuttur. Bunlar meyanında 1940 yılında Çanakkale Vakıflar Müdürlüğü'nden Umum Müdürlüğe gönderilen ve Hicri 949 tarihinde yazılmış olan bir Kur'an-ı Kerim bulunmaktadır ki, Türkçe tercümesi kelime kelime satırlar arasına yazılmıştır. Bu tercümenin sonunda Kur'an'ın kıraati ve fezaili hakkında Türkçe olarak uzun boylu izahat verilmektedir. Aynı tarzda tercümesi yapılmış müzehhep ve Türkçe tercümeli diğer iki adet Kur'an-ı Kerim daha mevcuttur. Çanakkale'den gelen eserler arasında Farsça tercümeli bir Kur'an-ı Kerim bulunmaktadır. Üzerinde ketebesi yoksa da Milâdî 13. asra ait olduğu tahmin edilmektedir. Ahmed Hemedanî tarafından Hicrî 958 yılında yazılmış Farsça tercümeli bir Kur'an-ı Kerim vardır. Çorum'dan gelen Farsça tercümeli bu Kur'an-ı Kerim'le Hicrî gelmiş iki adet Türkçe tercümeli Mushafı Şerif mevcuttur.
Konya müzesinde kelime kelime tercüme yapılmış ve Türkçeleri harekeli olarak yazılmış 5 adet Kur'an tercümesi vardır. Ayrıca 4 adet te aynı tarzda kelime kelime tercüme edilmiş Farsça tercüme vardır. Bu Türkçe tercümelerden biri H. 965-M. 1557 tarihinde Hüseyin Bini Hasan tarafından yazılmıştır. Esmahan Sultan namına Sinan Paşa tarafından vakfedilmiştir. Diğer biri H. 968/M. 1560 tarihinde Mehmed bini Yusuf Ağribuz tarafından yazılmıştır. Karaman Beylerbeyi Hasan Paşa'nın vakfıdır. 3'üncü bir tercüme Hızır bini Şahin tarafından II. Murad devrinde yazılmıştır. Tarihsiz ve ketebesiz olan diğer iki tercümeden birisi Şemsi Tebrizi türbesinden müzeye nakledilmiştir. Farsça tercümelere gelince bunlardan biri H. 603/M. 1206 tarihinde Ebul-İz Ömer bini Ali Tebrizî tarafından Melikşah bini Kaid emriyle yazılmıştır. Diğer üçünün tarihi ve ketebesi yoktur. Selçukîler devrine ait olmaları muhtemeldir. Memleke-timizin her tarafında rastlanan Kur'an tercümelerinin toplanıp incelenmesi her bakımdan faydalı bir iş olur.(68)
____
(66) Bu öz Türkçe kelimeler bugün yine kullanılmaya başlanmıştır. "Kur'an Dili" tefsiri sahibi Elmalılı Hamdi Yazır bile eserinin mukaddemesinde; "bu fakir yerine bu Cigay" demiştir.
(67) Abdülkadir Erdoğan: Kur'an tercümelerinin dil bakımından değerleri, Vakıflar Dergisi: Sayı: 1.
(68) Konya'daki tercemelere dâir bilgi 1939'da alınmıştır, eskidir. Süheyl Ünver bey Beylikler Devrine âit 60 kadar terceme tesbit etmiştir.
YENİ TERCÜMELER
Eskiden Mevakip ve Tibyan tercümeleri meşhurdu.
Cumhuriyetin ilk devirlerinde Türkçe Kur'an tercümeleri çoğalmaya başladı. Büyük Millet Meclisi bir karar alarak Diyanet İşlerine Kur'an'ın tercüme ve tefsir işini havale etti. Diyanet İşleri tam erbabını bularak tefsir işini rahmetli Elmalılı Hamdi Yazır'a, tercüme işini de merhum Mehmet Akif Ersoy'a havale etti. Tefsir tamamlanıp basıldı. Fakat Akif'in Mısır'da yaptığı tercüme elde
edilip basılamadı. Bu tercümeyi bulup neşretmeğe çalışanlar varsa da muvaffak olamadılar. Diyanet İşleri Başkanlarından merhum Ahmet Hamdi Akseki'nin Kur'an tercümesi caiz olmadığına dair basılmadık bir eseri var. Yeni tercümeler şunlardır:
Theodore Bibliander bunu İsviçre'de (1543) senesinde yayınlamıştır. Daha sonra bu Latince tercümeden İtalyanca, Almanca, Fransızca, Felemenkçe tercü-meler yapılmıştır. İngilizce tercümesi meşhur George Sale (1736-1697) tarafından yapılmıştır. İş bir defa böyle uç aldıktan sonra artık her dile müteaddit tercümesi yapılmıştır. Ancak bu tercümeler çok hatalıdır. Son yıllarda da yeni yeni tercümeler yapılmış, izahlı Kur'an tercümesinden Amerika'da 100,000 nüsha basılmıştır.
HİND'DE TERCÜMECİLİK
Hindliler de İngilizceye tercüme yapmışlardır. Bu tercümeler arasında Mehmet Ali'nin tercümesi meşhurdur. Lâhur Neşri İslâm Cemiyeti tarafından yayınlanmıştır. Mehmet Ali Kadyanilerin mutedil kolundan olsa da bir çok esaslarda ehli sünnetten ayrılır.
Yukarıda bunlara Mütenebbiler bahsinde işaret etmiştik. Ömer Rıza'nın tercümesi bundan alınmıştır. Mehmet Ali harfiyen tercüme yaptı. Altına hâşiye koydu.
Hindde Şah Veliyyullah tarafından 18'inci asırda Kur'an Farsçaya tercüme olunmuştur. Muasırları hocalar onun bu işine kızmışlar, onu Delhi'de Camide öldürmek için bir suikast bile hazırlamışlarsa da bir şey yapamamışlardır. Sonraları alışıp yatıştılar. Farsça yapılmış kelime kelime tercümeler çoktur. Sadi de Kur'an'ı Farsçaya tercüme etmiştir. Bu tercüme basılmıştır.(69)
Burada tarih için şunu da kaydedelim: 22 Ocak 1932 yılında ilk olarak Aya-sofya'da Yerebatan Camiinde Hafız Yaşar tarafından Cuma günü Yâsin Sûresi Türkçe olarak okunmuştur.
_______
(69) Kur'an'ın latinceye ikinci tercümesi 1698'de tamamlandı. Bibliander'in tercümesi Almanya'da 1550 ve 1721'de tekrar basıldı. 1768'de Almanya'da başka bir latince tercüme basıldı. 1646'da Hollanda'da bir latince tercüme basıldı. 1647'de Paris'te Fransızca basıldı. 1738'de, 1829'da, 1840'da ve daha sonra ayrı ayrı çevrilerek bir çok defa basıldı. 1616'da, 1746'da, 1773'de, 1828'de ve müteakip yıllardan bugüne kadar Almancaya müteaddit defalar çevrilmiş ve basılmıştır. Kur'an 1874'de İsveç, 1641'de Hollanda, 1848'de İtalyan, 1840'da İngiliz ve daha sonra Fin ve Rus dillerine çevrildi.
Bunlardan başka Kur'an Farsçaya, İbraniceye, Urduca'ya, Hindceye, Malaycaya, Afgan dil-lerine, Çinceye, Japoncaya, Cava diline, Bengal ve Hindistan'da konuşulan daha bir çok dillere çevrildi. Böylece Kur'an hemen hemen dünyanın en büyük dillerine asırlardan beri çevrilmiş bulunmaktadır.
Kur'an'ın her tarafa yayılan tercümelerinden biri Amerika'da İngilizce olarak meşhur cep kitapları şeklinde neşredilmiştir. Bu tercüme Kur'an'ı dünyaya tanıtma yolunda en geniş tesirleri yapmıştır.
Prof. Hamidullah, "Her dilde Kur'an" eserinde İngilizce 51, Almanca 47, Latince 36, Fransızca 31, İtalyanca 15, Rusça 11 kadar tercüme sayar. Bugün bu sayılar çok artmıştır
TEFSİR BAHSİ
Yüksek İslâm ilimleri başlıca Kur'an, Hadis ve Fıkıh (ki buna kelâm, hukuk ve ahlâk dahildir) olmak üzere üçe bölünür. Kur'an ilmi de "Tefsir" ve ''Kıraet" diye ikiye ayrılır. Tefsir, Kur'an'ın mânasını beyan ve izahına dair olan ilimdir. İlmi kıraet de okunmasından bahseder.
Tefsir: "Diraye" ve "Rivaye" nevilerine ayrılır. İşte biz bu bahislerde tefsir ilmini ele alacağız.
Kur'an-ı Kerim'i yalnız okumak kâfi değildir. Okumak sevaptır. Fakat o hazinenin anahtarı tefsirdir. Tefsir Kur'an'ın anlaşılmasına yarar. İşin en mühim olanı da Kur'an'ı anlayarak okumaktır. Meselenin sıklet merkezi buradadır. Hafız dolu, Mushaf çok. Fakat anlayan, anlayarak okuyan olmadıktan sonra ne faide? Müslümanların terakki ve tedennisi miyarı budur. Ruhu Kur'an'a uyunca yükselmişler. Ona aykırı hareket edince geri kalmışlardır. Kur'an-ı Kerim anlaşılmak için indirilmiştir; Kur'an anlamayanları tevbih eder; şu ayet meallerini okuyalım:
"Kendilerine indirilen şeyi insanlara beyan edesin diye, sana zikri, Kur'an'ı indirdik. Umulur ki bunu düşünürler."
"Öyle bir kitap ki, onu sana mübarek olarak indirdik, tâ ki aklı olanlar onun âyetlerini düşünsünler, anlasınlar ve tedebbür etsinler.''
"Kur'an'ı tedebbür etmiyorlar mı, yoksa kalbleri üzerinde kilitler mi var?"
"Biz Kur'an'ı anlaşılmak için, zikir için kolay kıldık, anlayan yok mu?"
İşte tarihte hârikalar yaratan millet, böyle Kur'an'ı anlayıp onun ruhundan kuvvet almıştır. Hangi devirde tefsir ilmi çoksa orada terakki vardır. Gerileme devirlerinde tefsir ilmi de düşmüştür. İlmî seviye ölçüsü de bu olmuştur. Şarkta İran, garpta Bizans bu ruhtan doğan kuvvete boyun eğdi. Bu ruh asırlık saltanatları yere serip en faziletli bir ümmet meydana çıkararak yüksek bir medeniyet kurdu. Müslüman, Hıristiyan, Yahudi her dinden ve her milletten insanların, tarihte misli görülmedik şekilde elele vererek yaşadıkları Endülüs, kaybolan
cennet gibi dillerde yâdı yaşayacaktır. O devleti kuran ruh, Ruh-i Kur'an'dan alınan feyz sayesinde idi. Bugünkü Müslümanlar, Kur'an okuyorlar; ama Hadîsi Şerifte geldiği gibi, hançerelerinden aşağı geçmiyor. Matem ve mezarlıklarda okunuyor. Sanki Kur'an ölüler kitabıdır. Halbuki Kur'an dirilere inmiştir ve anlaşılmak için inmiştir.
Kur'an-ı Mübîn hayatta olanları inzar içindir
يس:لتنذر من كان حياً
dirilere
gönderilmiştir. Sad sûresinin yirmi dokuzuncu âyetinde deniyor ki:
"Öyle bir kitaptır ki, onu mübarek olarak sana indirdik, tâ ki akıl sahipleri onun âyetlerini tedebbür etsinler, düşünüp anlasınlar."
İşte Kur'an-ı Kerim'in âyetlerini anlamak için mânasını anlamak lâzımdır. Tefsire ihtiyaç vardır. Tefsir izah ve beyan mânasınadır.
ولا يأتونك بمثل الا جئناك بالحق واحسن تفسيراً
"Velâ ye'tuneke bi meselin illâ ci'nake bil-hakkı ve ahsene tefsira." âyetinde tefsir kelimesi bu mânaya kullanılmıştır.
Tefsir ile ilgili bir de tevil kelimesi vardır: Tevil tefsire yakın bir mâna taşımaktadır. Tefsir ve tevil her ikisi de netice itibariyle: "Anlaşılması müşkül bir şeyden murad olanı bulup açıklamaktır."
Aşağıda geleceği veçhile müfredat ve elfazı şerh ve izah hususunda olana ''tefsir" mâna ve cümlelere müteallik olana da "tevil" denerek arada bir fark yapılır. Hattâ lâfzın zahirinden anlaşılan mânadan başka bir şey ile tefsir edilmesine tevil denir. Ancak tevil kelimesi bâtıniyenin bâtıl tevilâtı gibi İslama büyük gedikler açan şeylerden uzaktır.
TEFSİR VE TEVİL KELİMELERİ
Kamus sahibi Mütercim Âsım Efendi diyor ki:
Tefsir: Fesr gibi puşide ve mestur nesneyi ruşen ve ayân eylemek manasınadır. Fesr örtülü nesneyi keşf ve ayan eylemek manasınadır. Ve müfessirin örfünde tefsir İmamı Sa'leb kavli üzere tevil ile müradiftir. Ve indelba'z tefsir lâfzı müşkilden mânayı muradı keşf ve beyan ve tevil iki muhtemel olan mânanın birini zahir kelâma mutabık olan mânaya reddeylemekten ibarettir.(70)
Tevil: Bir nesneyi bir nesneye red ve irca' eylemek manasınadır. Tevilil-Kelâm, mercii kelâmı tedebbür ve teharri ve takdir ile tefsir eylemekten ibarettir... Tefsirin hakikati örfiyesi bir lâfızdan murad olup ve fehimden muhtebes olan mânayı keşf ve izahtan ibarettir. Ve tevil rucu' mânasına olan (evl) den me'huzdur. Pes indel-müfessirin bir âyeti kerimenin mânasını bir nesneye irca'la beyan eylemekten ibarettir. Ve bazıları (evvel) lafzından me'huzdur dediler. Buna göre tevil kelâmı evveline sarf ve irca' eylemekten ibaret olur. Ve bazıları hüküm ve siyaset manasına olan (eyaletten) me'huzdur dediler. Buna göre tevil, müevvil olan kimse zihin ve fikrini sırrı kelâmın tetebbuuna taslit eylemekten ibarettir ki, kelimeden maksut olan mâna zahir ve muradı mütekellim ayan ola. Pes tefsir ile tevil beyninde fark odur. Tefsir nüzuli âyetin sebebinden bahis ve min haysül-Lûga mevzii kelâmın beyanına müteallik maddeye mübaşeretten ibarettir. Ve tevil esrarı âyatı ve estarı kelimatı tefehhus ve ehadi ihtimalâtı âyeti tayin eylemekten ibarettir ki, vucuhu muhtelifeye muhtemel olan âyette olur.(71)
Mevzuatül-Ulûm' da bu hususta diyor ki:
"Malûm ola ki tefsirin vezni taf'ildir. Fesrden müştaktır ki, beyan ve keşif manasınadır. Bazıları maklubi sifirdir, demişlerdir... Bazıları tefsir eden me'huzdur, demişlerdir. Tefsire şol âletin ismidir ki, tabib anınla marazı teşhis eder... Tevil dahi (evl)'den müştaktır ki rucu manasınadır. Güya ki âyet zahirinden sarf olunup bazı meanii muhtemeleye irca olunur. Bazılar (eyaletten) müştakdır ki, siyaset manasınadır. Güya ki müevvil kelâmı siyaset edüp anda mânayı mevziine vazeder. Ve dahi tefsir ve tevilde ihtilaf olunmuştur. Ebu Ubeyd ve bir taife dahi ikisi bir mânayadır demişlerdir. Bir kavim dahi bunu inkâr edip hatta İbni Habib, Nisaburî mübalâğa edip demiştir ki, bizim zamanımızda bazı müfessirun zuhur etmiştir ki, eğer tefsir ile tevil beyninde olan farktan sual olun-salar mühtedi olamazlar.
İmamı Ragıp tefsir, tevilden eam olmağa zahip olup demiştir ki: Tefsir ki ekseri istimali elfazda ve müfredatındadır, ve tevilin ekseri istimali meani ve cümledir, ve kütübü İlâhiyededir. Tefsir kûtübü İlahiye ve gayrında müstameldir. Gayriler eyitti: Tefsir bir lâfzı beyandır ki, ancak veçhi vahide muhtemeldir. Amma tevil maanii muhtelifeye müteveccih olan lafzı ânlardan birine tevcihtir, bazı edillei zahire ile, İmamı Maturidi eyitti; tefsir, lafızdan maksat şu manayadır diye katı'dır... amma tevil ahadi muhtemelâtı tercihtir. Lâkin anda katı' ve şahadeti Allah yoktur. Ebutalibüt-Tağlebi eyitti; tefsir lâfzın vaz'ını beyandır, ya hakikaten ola, veyahut mecazen. Meselâ sıratı tarik ile ve atib lâfzını matar ile tefsir gibi. Amma tevil batını lâfzı tefsirdir, (evlden) me'huzdur ki âkıbeti emre rucudur. Pes tevil hakikati maksuttan ihbardır, tefsir delili maksattan ihbardır...
İsbehani tefsirinde eyitti: Malûm ola ki tefsir örfi ulemada maanii Kur'an'ı keşf ve beyan maksuttur, eamdır. Gerek lâfzı müşkil hasebiyle ola, gerek gayri ile ola... Ve dahi gerek mânayi zahir hasebiyle ola, gerek gayri ile ola. Amma tevil anın ekseri mücmelde olur. Ve dâhi tefsir ya garip elfazda istimal olunur... veyahut bir lafızı vecizde istimal olunur ki, şerhi ile mütebeyyin olur.
Ekimüs-Salat ve Atüz-Zekat gibi veyahut bir kıssayı mutazammın kelamda olur ki anı tasvir mümkün değildir, ol kıssa malum olmayınca. (İnnemen nesiu ziyadetün filküfr) kavli gibi... Amma tevil gâh olur âmmen istimal olunur, gâh olur hassen istimal olunur, lafzı küfür gibi ki, cuhudü mutlakta müstameldir, gâh has-saten cuhudu bâride müstameldir...
gayriler eyitti: tefsir, rivayetse tevildir, ayete mütealliktir. Ebu Nasr Kureyşî eyitti: tefsir ittiba ve sema üzere maksurdur. İstinbat tevile müteallik olan şeydedir.
Bir kavim eyitti: Bir şey' ki Kitabullahda mübeyyen ve sahih sünnette muayyen vaki ola, tefsir ile tesmiye olunur. Zira mânası zahir ve vazıh olur. Hiç bir ahat ana içtihad ile ve aher tarikle taarruz edemez, belki kitap ve sünnette varid olan manaya hamledüp andan teaddi eylemez. Amma tevil mânayi hitabı âlimiyn ve âlâtı ulûmda mahiriyn olan ulemai din istinbat ettikleridir. Bir kavim eyitti ki, Begavi ve Gevaşi anlardandır, tevil âleti sarftır, bir mânaya ki makabline ve mabadine muvafık olup âyette ol mânaya ihtimal ola. Ve kitap ve sünnete tariki istinbattan muhalefeti olmaya.
Bazılar eyitti: Tefsir, istilahda âyatın nüzulünü ve şuununu ve ekasısını ve esbabı nüzulünü ilimdir. Andan sonra Mekkî ve Medenisini, ve muhkem ve nasihini, ve hassını ve mutlakını, ve mücmelini ve helâlini, ve vadini ve âmirini ve bunların her birinin mukabillerini ve iber ve emsalini tertiptir.
Ebuhayyan eyitti: İlmi tefsir bir ilimdir ki, anda bahsolunur, elfazı Kur'an'ı keyfiyyeti, nutuktan ve medlûlâtından ve ahkâmı ifradiye ve terkibiyesinden ve şol meanisinden ki haleti terkipte anlara harnlolunur."(72)
_____
(70) "fesr" kelimesi, Kamus tercümesi
(71) Besairden naklen Kamus tercümesi.
(72) Taşköprülüzade, Mevzuatül-Ulûm, c. II.
RİVAYET VE DİRAYET TEFSİRLERİ
Kur'an-ı Kerim'in mânasını iktiza ettikçe beyan ve tefsir eden Hazreti Peygamber Efendimizdir.
İbni Teymiye der ki: " Resulü Ekrem elfazını beyan ettiği gibi Kur'an'ın meanisini de eshaba talim buyurmuştur." Ashab bir şeyi anlayamadıkları zaman bunu Resulü Ekreme sorarlardı. O da onlara izah ve beyan ederdi. Böylece Kur'an'daki âyetlerin mânası yüksek hakikatleri, şayanı hayret
incelikleri anlayıp öğrenmiş olurlardı. Nâsih ve mensuh, sebebi nüzul, herhangi bir müşkül hususunda anlamadıklarını sorup öğrenirlerdi. Bu hususta bilinenler ağızdan ağıza naklolunurdu. Ashab, Peygamberden işittiklerine göre âyetleri beyan ve izah ederlerdi.
Bir kısım ulema seleften menkul olmayan hususlarda kendi reyleriyle Kur'an'ı tefsir etmekten çekinir, yalnız rivayete bakarlardı.
Sa'bi demiştir ki: ''Üç şey hakkında ölünceye kadar bir şey demem: Kur'an, ruh ve rey."
Meşhur Arap edebiyat âlimi Esmaîye, Kur'an'a dair bir kelime sorulunca: "Arap bunun mânası şöyledir, der; fakat Kur'an'da ve sünnette onunla ne murad edildiğini bilmem.'' derdi.
İşte Ashaptan duyulan bu rivayet tarikiyle gelen tefsirleri sonraları toplamışlar, yazıp tesbit eylemişlerdir. Bu suretle tefsir kitapları meydana gelmiştir. Kur'an-ı Kerim'in doğrudan doğruya arabî nazmından anlaşılan mânalardan başkaca, esbabı nüzul gibi, şümul ve umum mânaları vâsi olan bazı kelimelerinin bir manaya ihtisası gibi herhalde nakil ve rivayete muhtaç olup yalnız lisan kuvvetiyle, akıl ve dirayetle bilinemiyecek bir çok şeyler vardır. Bunlar ancak Kur'an nâzil olurken bulunan, hâdisatın içinde yaşayan Ashaptan ve onlardan duyanlardan işitmekle bilinir.
İbni Haldun diyor ki: 'İlimler iki sınıftır. Birisi "Tabiî ilimler" olup insan onları fikriyle bulur. Felsefe gibi düşünce ile mevzu ve mesaili kavrar, öğrenme yolunu bulur. İnsan fikir sahibi olduğundan hatâdan sevabı ayırır. İkincisi ''Ulûmu Nakliye" dir. Bunların hepsi vâzıı şer'in haberine dayanır. Bunda akla mecal yoktur. Ancak mesail ve furuu, usule tatbikte akıl rol alır."
İşte rivayet ve naklin yardımiyle bazı ulema âyetleri izah ve tefsire başlamışlardır ki, buna "Tefsiri Diraye" denir. Kur'an'dan ahkâm çıkarmak için "Tefsiri Diraye" ye lüzum vardı. "Tefsiri Diraye", "Tefsiri Rivaye" nin yardımiyle yapılıyordu. Sebebi nüzule bakıyor, nâsih ve mensuhu gözönünde tutuyordu. Tefsiri Rivaye, baştan başlamıştır, sonra Tefsiri Diraye ona dayanarak ortaya çıkmıştır.
Tefsiri Rivayenin en dertop eseri: İbni Cerir Tâberî Tef-siri" dir. Tefsiri Diraye'nin ise, Fahreddin Râzî'nin "Tefsiri Kebîr" idir. Tefsiri Rivayeye: "Me'sûr", Tefsiri Dirayeye: "Re'y Tefsiri" de denilir.
ASHABI KİRAMDAN OLAN MÜFESSİRLER
İbni Haldun'un dediği gibi, Arapların hepsi Kur'an'ı bir derecede anlayamıyorlardı. Bütün müfredat ve terkiplerine nüfuz edemiyorlardı. Çünkü bir dil bilmekle o dildeki her hangi bir kitabın her yerini anlamak herkes için mümkün olamaz, bir kitabı anlamak yalnız dil işi değildir, akıl, zekâ, idrâk, ilim de ister. Arapların hepsi aynı derecede olmadığından Kur'an anlayışları birbirinden farklı idi. Ashap anlayamadıkları yerleri Resulü Ekreme sorarlardı. Resulü Ekremden sonra kibarı ashaba, birbirlerine sorup öğrenirlerdi. Kur'an'ı hakikaten bilmedikleri bir şeyi söylemekten son derece çekinirlerdi.
Hatta Hazreti Ebubekir'e "Ebben" kelimesi sorulduğu zaman: "Eğer Kitabullah hakkında bilmediğim bir şeyi söyleyecek olursam beni hangi yer barındırır, hangi gök gölgelendirir?" demişti.
Hazreti Ömer hutbe okurken "Tehavvüf" kelimesinin mânasını sordu. Hüzeyl'den bir adam "noksan" mânasına geldiğini söyledi.
Kur'an yeni ifade ve medluller, tâbir ve mânalar getirmişti. Onları herkes bilemezdi. Çoğu icmalen anlıyordu. Kelimelerin medlul ve muhtevaları değişir, lisan her zaman daimî değişmektedir.
İbni Haleveyh diyor ki: "Münafık" kelimesi cahiliyet devrinde bilinmeyen bir kelimedir."
İbnül-Arabî diyor ki "Cahiliyet sözlerinde ve şiirlerinde "fasik" kelimesi işitilmiş değildir."
İşte bu gibi kelimeleri bilmek geniş malûmat ister.
Sonra Kur'an'da mânasına ancak ilimde derin bilgi sahibi ulemanın nüfuz edebileceği veya onların da nüfuz edemiyeceği âyetler vardır. Müteşabihat dediğimiz bu âyetlerin tefsiri ihtilâflara yol açmıştır. İşte bu gibi sebeplerle her sahabi Kur'an'ı tefsir edecek kuvveti kendinde topluyor demek değildir.
Sahabeden olan müfessirler bellidir.
Hulefayi Raşidîn yani Hazreti Ebu-bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali, sonra İbni Abbas, İbni Mes'ud, Übey Bini Kâab, Zeyd Bini Sabit, Ebu Musa el-Eş'arî, Abdullah İbni Zübeyr Hazeratı en meşhurlarıdır.
Kur'an-ı Kerim'in tarihinden bahsederken bunların Kur'an'a hizmetlerini, Kur'an hakkındaki bilgilerini göstermiş bulunuyoruz.
Hazreti Ali nüzul sebeplerini en iyi biliyordu. O demiştir ki: "Hiç bir âyet yoktur ki, onun gece mi gündüz mü, ovada mı, dağda mı yani nerede ve ne zaman nâzil olmuş olduğunu başkasından daha iyi bilmiş olmayayım."
İbni Saad "Tabakat" ında onun Kur'an'ı nüzul sırasiyle yazdığını söyler. İbni Mes'udKur'an hakkında gür bir kaynaktır. İbni Abbas "Tercemanı Kur'an'' unvanını taşır ve bihakkın Reisül-Müfessirin sayılır. İbni Abbas'ın rivayetleri toplanmıştır. Buna ''İbni Abbas Tefsiri" denir. Tedvin devrinde bu muhtelif rivayetler tesbit olunmuştur. En mükemmeli Ali Bini Ebî Talha tarikiyle olan rivayettir.
Ahmed İbni Hanbelî demiştir ki: "Mısırda tefsirden bir eser vardır, onu Ali Bini Ebî Talha rivayet eylemiştir. Eğer bir tefsir talebesi onu tahsil maksadiyle Mısır'a gitse çok bir şey sayılmaz, ondan ötürü oraya gitmeye değer."
TABİİNDEN OLAN MÜFESSİRLER
Sahabe devrinden sonra "Tabiîn Devri" gelir. Tabiinden olan müfessirlerin başındaMücâhid gelir,sonra Said Bini Cubeyr, Atâ İbni Ebî Rabah, İbni Abbas'ın kölesi İkrime, Tavus, Mesruk, Katade, Hasan Basri, Atâi Hurasanîsayılır.
Süfyan Sevrî der ki:
Katade demiştir ki: "Tabiînin en âlim olanları dört kişidir: Menasikte Ata İbni Rabah, Tefsirde Said Bini Cübeyr, Siyerde İkrime, helal ve haramda Hasan Basri."
Üçüncü devir "Tebai Tabiîn" devridir. Süfyan İbni Uyeyne, Veki' Bini El-Cerrah, İshak İbni Rahveyh, Abdür-Rezzak, Abid İbni Humeyd, Buhari, İbni Mace, Hakim İbni Hibban tefsirleri bu asrın mahsulüdür.
Bu devirlerde tefsir yalnız nakildir, sırf tefsirdir. Tefsiri Rivaye ve me'surdur. Diraye ve re'y ile tefsir daha sonraları başlar. Fıkıh meselelerini karıştırmak, mezhep münakaşaları ile uğraşmak bu tefsirlerde yoktur.
Mücahit diyor ki: "İbni Abbas'a Kur'an'ı üç defa arzettim, dinlettim. Her âyet başında durdurdum ve ne hakkında nâzil oldu diye sorardım."
İşte böylece o devirlerdeki müfessirler nakil ve rivayetleri toplamışlardır. Mücahid ilk tefsir, tedvin etmeğe başlayandır. Tedvin yazı ile ulûmu tesbit edip toplamak mânasında kullanılıyor. İlk tefsir yazan Mücahit olmuş oluyor. İlk Hadis yazan ise Zührî'dir. Emeviler devrinde ilmin nüvesini Tefsir ve Hadis teşkil ediyordu.
İSRAİLİYAT TEFSİRE NASIL KARIŞTI?
Bu devirde tefsir nakil ve rivayete dayanıyordu.
Sebep şu idi: Kur'an-ı Kerim'de Tevrat ve İncil'deki şeylere işaret olunuyordu. Onları anlamak için Tevrat ve İncil'i bilmek lâzımdı. Bunları bilenler ise ehli kitap olan Yahudilerdi. Onun için onlara sormak zorunda kaldılar. Onlar da bildikleri gibi söylediler.
İbni Haldun diyor ki: ''Araplar ehli kitap ve ilim olmadıklarından bedevi bir milletti. Kâinatın hilkatine, hilkatin iptidasına, esrarı vücuda dair insan nefsinin meraklı olduğu şeyleri öğrenmek istedikleri zaman, bunları kendilerinden önce kitap sahibi olanlara sorarlardı. Onlar da Yahudiler ve Hıristiyanlardı. Böylece Kâ'bül-Ahbar, Vehb İbni Münebbih, Abdullah İbni Selâm ve emsalinin nakilleriyle tefsirler doldu. Onların yüksek mevkii olduğundan kabul olundu. Bunlar ahkâma dair olmadıklarından bu hususta göz yumdular, hikâye değil mi, ne olacak dediler. Fakat ilimde rüsuh sahibi olanlar işin doğrusunu aradılar, sıhha-tine delil olmayanları tezyif ettiler."
Ulema bu temizleme işini yapmıştır. İşte tefsirde mâna ve gaye ile alâkası olmayan bu gibi şeyleri sırf tecessüsü ilmî merakiyle tefsirlere karıştırdılar. Meselâ, Ye'cuc Me'cuc kavmi hakkında, zelzelenin sebebi hususunda, Ashabı Kehfin köpeğinin rengi ve ismi, Nuh'un gemisinin büyüklüğü ve tahtalarının nev'i, Hızır'la Musa kıssasında öldürülen gencin ismi ve yaşı, Yusuf'un rüyasında gördüğü hangi yıldızlardı, Musa, Şuayb'ın küçük kızını mı aldı, büyük kızını mı?
İşte Kur'an-ı Kerim'de geçen kıssaların lâzım olmayan bu gibi noktalarını kurcaladılar. Bu gibi teferruatın, ruhu tefsirle alâkası yoktu. Kur'an'da bunlar ibret için zikrolunmuş ve ibret noktaları sayılmıştı. Kıssadan hisse çıkararak bununla iktifa olunacağı yerde tafsilata ve teferruata daldılar. Bu tafsilat ise Tevrat ve İncil 'de vardı. Böylelikle İsrailiyat bazı tefsire karıştı.
Bunlar nasıl karıştı:
1- İslâm düşmanları maksatla gizlice bu gibi şeyleri kattılar. Zındıklar, Karamıta, Bâtıniyye bunları İslâmın ruhunu kirletmek için yaptılar.
2- Bazı hikâyeciler, halkı oyalamak ve hoşa gitmek için uydurdular.
3- Sonraları ehli sünnete karşı cephe alan Şia, Hariciler ve diğer sapık fırkalar bunları siyasi maksatlarla ortaya attılar.
4- İsrailiyat adını verdiğimiz şeylerin bir kısmı bir şeyi izah etmek maksadiyle karıştı. İşte bu gibi yollarla tefsirden olmayan şeyler de tefsire katıldı. Bilerek ve bilmeyerek tefsire sızan bu gibi şeyler sebebiyledir ki,
İmam Ahmed gibi büyük bir âlimin: "Üç şeyin aslı yoktur: "Tevilü Tefsir, Melâhim ve Megazi" demeye mecbur kaldığını görüyoruz. Maksat hepsini inkâr değil, ''sağlamı, çürüğü karışık demektir.'' diye İmamı müdafaa ediyoruz.
Tefsiri Rivayenin başında bulunan Hazreti İbni Mes'ut, Hazreti İbni Abbas ve Hazreti İkrime, bu işin ehli olmayanların tefsire karışmalarını hiç muvafık bulmazlardı.
Tefsir hususunda rastgele söz söylemek her bir Müslümanın kârı değildir. Nasıl ki Hazreti Ebubekir o celâleti kadri ile "Kur'an hakkında bilmediğim bir şeyi söylersem, beni hangi gök gölgelendirir ve hangi yer barındırır?" demiştir. Maalesef sonraları çeşitli sebeplerle bu işde eski titizlik gösterilmemiş, bilerek, bilmeyerek nice garip rivayetler, acaib şeyler Kur'an'la hiç alâkası olmadığı halde tefsire karıştırılmıştır. Vakıa dirayetli ulema bu işi kendi halinde bırakmışlar, onların sağlamını, çürüğünü ayırmışlardır. Fakat maalesef çürükler de tefsir adını taşıyan eserde yazılıdır. Bunlar, avamın ve cahillerin hoşuna gittiğinden o gibi şeylere rağbet artmıştır.
Ka'bül-Ahbar, Vehb İbni Münebbih(H. 34- 134/M. 654-751) vesaire gibi ehli kitabın kendi kitaplarından edindikleri malumat, tefsirlere karışarak bunların bir kısmı hurafelerin halkın zihnine yerleşmesine sebep olmuştur. Fikirleri uyuşturmuştur. Akla muhalif olan bu gibi şeyler çok zararlıdır. Bu, din namına en büyük cinayettir. Bunların asılları Kütübü Salife = "Tevrat, İncil gibi önceki kitaplarla şöyle böyle rivayetlerdir." Onlar zaten muharref şeyler. Bu gibi şeylerin vahiy ile hiç bir alâkası yoktur. Vahiy bunlardan beridir. Bu gibi rivayetleri, yukarıda izahına çalıştığımız sebeplerle, tefsirin ilk tedvin devirlerinde Vakidî, Sezlebî, Tâberî cem'ettiler.
Sonra tahkik devri başlayınca Mağripli Ebu Muhammed İbni Atıyye ve Kurtubî gibi müfessirler bunları ayıkladılar, eleyip temizleme işini onlar yaptı. Böylelikle Kur'an'ın ruhuna uygun hareket ettiler. Ruhları şâd olsun,
Kur'an'ın 1/3'ü Yahudilerin zulümlerine karşı İslâm akidesini müdafaa için nâzil olmuştur, Yahudilerle mücadeledir. Ne yazık ki, Hazreti Peygamberin çetin mücadelelerle elde ettiği o parlak zaferi, bazıları kirlettiler. İsrailiyatın katılmasına âlet oldular. Yahudiler mücadelede mağlûp olmuşken başka yoldan dine nüfuz ettiler, İslâmiyeti Yahudileştirmeye çalıştılar. Bereket versin, hakikî ulema sağlamı çürüğünden ayırmıştır.
İsrailiyat deyince hatıra hikâye gelmesin. Kur'an'da da kıssalar var. Fakat maksat ve gaye bakımından Kur'an'ın kıssaları Tevrat'ınkilerden ayrılır. Kur'an bunları ibret için getirir. İbret noktasına nazarı dikkati çeker, ahlâkî bir ders verir, tafsilâta girişmez ve hikâyedeki eşhasın isimlerini, yerlerini bildirmez. Çünkü bunun güdülen gayeye bir dahli yoktur. Meselâ Adem kıssasına bakalım. Bakara sûresi: "Biz; ey Adem sen ve eşin Cennette sakin olup orada bol bol yeyin dedik." diye anlatır.
Cennetin nerede olduğuna, memnu ağacın nev'ine, şeytanın hangi hayvan vasıtasiyle iğfal ettiğine, Adem ve Allah arasındaki muhavereye temas etmez.
Fakat Tevrat'a bir bak: Bunları en ince teferruatına varıncaya kadar anlatır. Cennet Ademin şarkında, ağaç, can ağacıdır, Havva'yı kandıran yılandır. Yılanın onun için ayakları kesilerek karnı üstü sürünmeye mahkûmdur. Havva'ya da gebelik ve hayz zahmetleri ceza olarak verilmiştir. İlâh... İşte bu tafsilat Tevrat'ındır. Bazı müfessirler, bu tafsilatı tefsirlerine almışlardır. Bunları Müslüman olan Yahudi uleması nakletmişlerdir. Hikâye kabilinden diye bunlara göz yumanlar olmuştur. Fakat muharref olan Tevrat'ın şerhleri ile Kur'an tefsir edilemez. Ashabın böyle şeylerden kaçındıklarını biliyoruz. Kur'an hakkında ulu orta söz söylemekten son derece çekinirlerdi. Kur'an'ı tefsir için evvelâ Kur'an'a müracaat lâzımdır. "Kur'an'ın bazısı bazısını tefsir eder." Kur'an'ın bir kısmı bir kısmını izah eder. Bunun en açık misali şudur: "Velem Yelbisu imanehüm bizulmin" âyetteki zulüm kelimesinden murad nedir? Bunu bazıları zulmün mü-tearef mânasına alarak hangimiz zulüm etmiyoruz ki demişler. Onun üzerine Hazreti Peygamber ان الشرك لظلم عظيم"İnneş-Şirke lezulmün azîm" âyetini
okuyarak burada zulümden murad şirk olduğunu ve şirke zulüm ıtlak edildiğini beyan etmiştir.
Burada şuna da işaret edelim ki, umumî bir kelimeyi hususî bir mânada tefsir ederler ise bu, mutlaka o umumî kelimenin şümulünü ona hasrediyorlar demek değildir. Meselâ: اعدوا لهم مااستطعتم من عظيم "Eiddü lehüm mesteta'tüm min
kuvvetin" âyetindeki kuvvet kelimesini müfessirler, o zamanın harp teçhizatına göre remi, ok atmak ile tefsir etmişler. Bu o zaman için doğrudur. Fakat âyeti
yalnız ona hasredemeyiz. Bütün harp teçhizatı ne ise hepsi dahildir. Onun için yeni yeni tefsirlere lüzum vardır.
MEZMUM TEFSİRLER
Rummanî Cübbâî, Kadı Âbdül-Cebbar tefsirleri
makbul sayılmazlar. Çünkü bunlar ehli sünnete karşıdırlar. Kendi mezheplerini teyid için âyetleri istedikleri yere çekerek tefsir ve tevil eylemişlerdir. Böyle mezhep taassubiyle yapılan bir tefsir elbette makbul sayılamaz. Meselâ Kadi Abdül-Cebbar (H. 415/M. 1024) "Tenzihil-Kur'an anil-Metanı" eserinde böyle Mu'tezile mezhebini teyide uğraşır. Bu, Tefsiri Kur'an'dan ziyade, Mu'tezileye medhiyedir. Belâgat hususunda muteber sayılan "Keşşaf", da bunlar meyanındadır. Bir re'ye fazla taraftar olup taassup göstermek, hakkı görmeye engel olur.
BÂTINİYYE TEFSİRLERİ -- GARİP TEFSİRLER
Karamıta, İsmailiye(73) Babekiyye vesaire gibi bâtını mezhepler ve Gulâti Şia Kur'an'ın tefsirinde çok yanlış bir yol tutmuşlar, sapmışlar ve sapıtmışlardır.
GARİP TEFSİRLER
Bazı tefsir namiyle yazılmış eserler vardır ki, insanın onları okurken yüzü kızarıyor. Din namına ortaya atılan bu saçmalara insan ne diyeceğini kestiremiyor. Meselâ,
Rafızîlerin şu tef-sirlerine bakın: Bunları İbni Kuteybe, "Tevili Muhtelifül-Hadîs" te nakleder,ان الله يأمركم ان تذبحوا بقرة "İnnal-lâhe ye'muruküm en tezbahu bakaraten"âyetindeki Bakara ile murad haşa Ümmül-Mü'minin Hazreti Aişe imiş! Bu kadar saçma söz olur mu?
"İnnemel Hamru vel-Meysiru" dan murad en dirayetli birer Müslüman olan Ebubekir ve Ömer Hazretleri imiş! قل نضربوه ببعضها ''Kul nedribuhu biba'diha'' dan
maksat Talha ile Zübeyr'miş.
"Cibti Vet-Tagut" Muaviye ye Amr Îbni Âs imiş.
Yine Rafızîlere göre مرج البحرين يلتقيان بينهما برزخ لا يبغيان "Merecel bahreyni
yeltekıyani beynehuma berzahun lâyebgıyan" âyetindeki bahreynden murad: Hazreti Ali ve Hazreti Fatma imiş.
يخرج منهما اللؤلؤ والمرجان "Yahrucu minhümel-lü'luü Vel-mercan" dan murad da Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin imiş.
ربنا ولا تحملنا مالا طاقةلنا به "Rabbena ve lâ tuhammilna mâ lâ takate lenâ bih" den maksad aşk imiş.
ومن شر غاسق اذا وقب "Ve min şerri gasikın iza vekâb" den murad başka bir şeymiş! İşte siyasî kin ve garazlarla yapılan bu gibi tefsirler Müslüman adını taşıyan-lardan çıkıyor. İnsanın en canını sıkan da bu.
Mahmud Bini Hamza Kirmanî'nin (H.500/M.1106) iki cilt tutan "Acaibül-Kur'an" isimli tefsiri böyle acaip ve garaip, münker şeylerle doludur. Ebu Müslim ondan bazı şeyler hikâye edip demişti ki: "Bunları zikretmekten maksadım şudur: Herkes bilsin ve görsün ki ilim dâvasında bulunanlar içinde nice ahmak ve cahili mutlak kimseler var." Bu söze bir şey ilâvesine lüzum yok. İslâmiyete en büyük darbeyi bu gibi bâtıl fırkalar, Bâtıniyye mezhepleri vurmuştur.
TASAVVUF TEFSİRLERİ
Yukarıda tefsirleri Rivaye ve Diraye, Mes'ûr ve Re'iy tefsirleri olmak üzere ikiye bölmüştük. Bir de Tasavvuf tefsirleri vardır ki bunlar âyetlerin işaretinden mâna çıkarıp tefsir ederler.
Bu husustaki tefsirlerin başlıcaları şunlardır:
1-Nisaburi Tefsiri,
2- Muhiddini Arabi Tefsiri,
3- İsmail Hakkı 'nın Ruhul-Beyan'ı
4- Şahabüddin Muhammed Alûsi'nin Ruhül-Meani'si (Kısmen).
Alûsî, Nisaburi, Diraye tefsirdir ama âyetleri Diraye üzere tefsirden sonra işaret yoliyle olan nüktelere geçerler. Beyzavî de arasıra böyle şeylere girişir. Bu kabil tefsirler bazı hoş nükteler yakalar. Remiz ve işaret yoliyle temsiller getirir.
Meselâ Nisaburi "En tezbehu bakareten" tefsirinde diyor ki: "Bakara kesmek, hayvanî nefsi kesmeğe işarettir. Zira onun kesilmesinde ruhanî kalbin hayatı vardır. Cihadı Ekber budur... "Bakaratün safra" riyazet erbabının yüzlerinin sarılığına işarettir. (Fakıun levnüha) nurlu sarılıktır, donuk değil. Salihler siması öyle olur. "Lâ zelulün tüsirul-ardâ" tama' zilletine katlanmaz, dünyanın süsü, müştehiyatı peşinde koşarak hırs âletiyle yeri sürüp eşmez, "Ve lâ teskıl-hars" dünya toprağını halk yanında yüzünün suyu ile sulamaz, dünya için halka yüz suyu dökmez. Hâlik nezdinde olan mevkiinin suyunu boş yere tüketmez." İşte bu gibi nükteler çıkarır.
Sofi, Fakih, Muhaddis olan Muhiddini Arabî (H. 560-638/M. 1164-1240) Maanit-Tenzil, İ'cazül-Beyan Fit tercemeti anil-Kur'an" eserlerinin sahibidir. "Her âyetin zahrı ve bâtnı yâni tefsir ve tevili vardır. Her harfin haddi ve her haddin de bir matlaı yâni ıttıla' tepesi vardır."Hadîsini ele alarak Nususu Kur'aniyenin vaz'î ve zahirî mânalarına hiç temas etmeden işaret mânalarına dalıyor. Onu okuyan, âyetin tefsiri yalnız bu sanacak ve yanılacak. İnsanların bu gibi tasavvufi remizlere meylânı var, hoşuna gidiyor, onlar ermişler, perdenin ardını görmüşler, perdenin ardını görenlerdeniz derler, acaba ne gösterecekler diye meraklanıyor. Onun için bu gibi eserlere rağbet artıyor.
İmam-ı Gazali "İhyaül-Ulûm" unda bâtıniyenin bu gibi hallerinden Müslümanları tahzir eder. Bâtıniyenin sözlerinin şathiyyatının, tamatının bozukluğunu izah eyler.
TEFSİRİN FIKIHLA ALÂKASI
Burada diğer bir nokta vardır. Ona da biraz temas edelim: Kur'an tefsirleri pek çoktur. Kütüphaneler bunlarla tıklım tıklım doludur. Bunların içinde her mevzua temas edenleri de vardır. Bazı müfessirler tefsirlerini hükemanın, filozofların sözleriyle doldurmuştur.
Ebu Hayyan (Bahr) da der ki: "İmam Fahreddin Razı tefsirinde uzun boylu nice eşya cem'eylemiştir ki, tefsir ilminde onlara ihtiyaç yoktur." Onun için bazı ulema Razî'nin tefsiri hakkında: "Onda her şey mevcuttur, ancak tefsir yoktur." demişlerdir. Bunu Kâtip Çelebi de böylece nakleder.
İleride geleceği veçhile Kur'an'ın birinci gayesi hidâyet vermektir. Ulûmu kevniyeden bilmünasebe bahseder. Onun için zamanın ilimlerini, fenlerini tefsire karıştırmak, Alûsî'nin dediği gibi, tehlikelidir.
İlim ve fen nazariyeleri değişiyor. O zaman tefsiri de değiştirmek lâzım gelecektir. Meselâ eskiden tefsirler zelzele, ay ve güneş tutulması hakkında yazıp çizdiler. Batlamyus nazariyesine dayanarak bazı âyetleri tevil bile ettiler. "Semavat hark ve iltiyamı kabul etmez" gibi kavilleri hak sandılar. Halbuki ne oldu? Hepsi altüst oldu. Onun için o kabil tefsirler de hatâdan kurtulamaz, bu tarz tefsirler hâlâ devam etmektedir. Bunların maksadı Müslümanları uyandırmak, kâinattan istifadeye, tabii ilimlere teşvik etmek olsa gerektir.
Bu kabîl tefsirlerin en yenilerinden biri Mısırlı Şeyh Tantavî Cevheri tarafından yazılan 25 ciltlik büyük tefsirdir ki, (1352H./1933 M.) senesinde tab'ı sona ermiştir. Bu esere girişte de işaret etmiştik ve acaip garaip şeylere meraklı olan Orta ve Öte Asya'da bu tefsirin çok rağbet gördüğünü söylemiştik. Cevheri, hüsnü niyet sahibi bir adamdı. Müslümanların terakkisini isterdi, onların geriliğine acırdı. Onun için her fırsattan istifade ederek Müslümanların ilme sarılmalarına çalışırdı. "Kur'an ve Ulûmu Asriye" nam kitabında bakın ne diyor:
الله الذي خلق السموات والارض......وان تعدوا نعمة الله لا تحصوها
"Allahül-le zi Halekas-semâvati Vel-arda... lâ tuhsuha"
"Allah öyle bir Tanrıdır ki, gökleri ve yeri yarattı. Gökten su, yağmur indirerek onunla size rızk için türlü semereler çıkardı. Emriyle denizde cereyan etmek üzere size gemileri müsahhar kıldı. Size nehirleri de müsahhar kıldı. Ve sizin için birbiri ardınca güneşi ve ay'ı müsahhar kıldı. Ve yine sizin için gece ve gündüzü müsahhar kıldı. Hem size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Öyle ki Allahın nimetlerini hesab etseniz onları saymakla bitiremezsiniz."
(İbrahim Süresi)
"Bu âyette tam yedi yerde "size" diyor. Su bizim, her şey bizim. Bu sizden Müslümanları müstesna mı tuttu, arzın mahsulâtını gayri müslimlere mi tahsis etti, yoksa hitap umumî mi? Asya, Afrika ve Avrupa arasında, Atlantikte, Okyanuslarda yüzen vapurlar Frenklere mi münhasır? Müslümanlar ticaret ilminden neden bu kadar gafil kaldılar da her şeyi başkalarının ellerine verdiler. Arzın her tarafında, denizlerde ve nehirlerde yüzen vapurlar hep Avrupalıların.
Elektrik, telgraf, telsiz, bunları hep onlar öğreniyorlar. Ey Müslümanlar, size ayıp değil mi ki, sayınız 350 milyonken denizlerde tek bir vapurunuz yok. Başkalarının ise dopdolu. Allahü Teâlâ size hitap ederek buyurdu ki: "Size gemileri müsahhar kıldı. "ilim kavaidine göre işler bunlar."
"Geminin yapılmasını, iskeletini, demir sanatını bileceksin, keresteyle tamamlıyacaksın, yürütmek için elektrik, buhar bileceksin. Haberleşmek için telsiz kullanacaksın, yol bulmak için hey'et öğreneceksin., bulut, rüzgâr, fırtına hallerinden anlayacaksın."
"Size nehirleri de müsahhar kıldı. Nehir tarlaları sular, barajlardan elektrik istihsal olunur. Kömür ve petrol yerini tutar. Müslümanlarsa arzın her tarafında nehirlerden gafil, onlar da başkalarının elinde. Dere akar, gafil Müslüman bakar."
Yeni acaip tefsirlerden biri de Ebu Zeyd'in "El-Hidaye Vel-İrfan fi Tefsiril-Kur'ani bil-Kur'an" isimli tefsiridir. 1931'de Mısır'da yayınlanmıştır. Eser bir çok saçmalarla doludur. Bunda da Kur'an'daki âyetler yeni yeni tefsir olunuyor, mucizeler asrı ilimlerle tevil olunuyor. Meselâ "Ve li Süleymaner-riha" âyetinde o zaman Süleyman'ın emrinde olan rüzgâr ve hava şimdi de Avrupa devletlerinin emrinde, telgraf ve telefonla, telli ve telsizle onların işaretlerini taşıyor" diyor. Tefsir yazarken herkes kendinin ileri olduğu ilimleri tefsirine katıyor, ilminin tesiri altında kalıyor.
Meselâ, Razi, felsefede; Kurtubî fıkıhta, Zeccac ve Vahidî nahivde; Zemahşerî belâgatta kudret ve salâhiyet sahibi olduklarından o bildiklerini tefsirlerine kattılar.
İslâm uleması Kur'an ilmiyle en çok meşgul olmuştur. İslâm ilimlerinin temelini ve nüvesini Kur'an teşkil eder. Tefsire dair olduğu gibi ahkâmı Kur'an'a, i'rabına, garip kelimelere, kıraata, tecvide vesaireye dair sayısız eserler yazılmıştır.
İbni Nedim fihristine ve Mevzuatül-Ulûma göz atarsak ulûmu Kur'an'a dair nice eserler görürüz. Ulûmu Kur'an en engin bir mevzudur. En güzide kalemler bu sahada oynamış, en bol eserler bu sahada meydana gelmiştir. Bütün Kur'an tefsirleri olduğu gibi Amme, Tebareke gibi cüz tefsirleri; Yâsin, Yusuf, Fatiha gibi sûre tefsirleri, Âyetül-Kürsi tefsiri gibi âyet tefsirleri dahi vardır. Manzum tefsirler, noktasız harflerle yazılanlar bile bulunur.
Tefsir tedvinine ikinci asrın başında, Mücahit başlıyor. Dördüncü asırda Bakıy Bini Mahled Kurtubî tefsirini yazıyor ki rivaye ve mes'ur tefsirlerin başında sayılır. Nedense Taberî kadar meşhur olamamıştır. Onun hakkında İbni Hazm: O tefsirin misli yoktur, diyorki haklıdır. Dördüncü asırda İbni Cerir Taberî yetişiyor ve eseri bir çok rivayet ve nakilleri topluyor. Adı üstünde hakikaten "Camiül-Beyan''(74) İbrahim Zeccâc, Ebu Cafer Nahhâs, Ebül-Leys
Semerkandî hep bu devrin meşhur müfessirleri sırasında yer alırlar. İbni Aziz Sicistanî garip Kur'an'a dair eserini de bu devirde yazmıştır. Beşinci asırda Nizamüd-Din Hasan Nisaburi yetişmiştir.
Altıncı asırda tefsirde altın(75) devri başlıyor. Hüseyin Begavî, Keşşaf sahibi Carullah Zemahşerî, Ömer Nesefî, müfredata dair en mühim eseri yazan Ragıp İsfehanî, Gırnatalı İbni Atıyye, İbni Cevzî bu devrin mühim simalarındandır.
Yedinci asırda faaliyet devam ediyor. İbnül-Esir, Tefsiri Kebîr diye anılan Mefatihül-Gayb sahibi Fahreddin Razi, Camii Ahkâmı Kur'an sahibi Muhammed Kurtubî, Envarı Tenzili saçan, esrarı tevili açan Kadi Beyzavî en mühim eserleri veriyorlar.
Sekizinci asırda Ebül-Berekât Nesefî, Hâzin, Endü-lüslü Ebu Hayyân yetişiyor. Mevlâna Hızır Türkçe Tibyan tefsirini yazıyor.
Dokuzuncu asırda Mecdüddin Firuz Abâdî var. "Cevahirül-Esdâf" isimli Türkçe tefsir İsfendiyar Bey zamanında yazılıyor. İbni Arapşah Ebül-Leys tefsi-rini Türkçeye çeviriyor.
Onuncu asırda İbni Kemal Paşa ve Ebus-Suud Mehmed Efendi gibi iki değerli Türk âlimi tefsirlerini yazıyorlar ve Arapçayı en mükemmel surette bildiklerini şaheserleriyle isbat ediyorlar. Ebus-Suud tefsiri Arap ule-masınca pek muteber tutulur. Türk ulemasının Arapça bildiğini Araplara kabul ettirmiştir. (76)
Altıncı asırda başlayan bol eser verme devri durakladı.
Onikinci asırda İsmail Hakkı "Ruhül-Beyan" ını yazdı.
Onüçüncü asırda Şevkânî'nin Fethül-Kadir'i bilhassa Alûsî'nin Rühül-Meani'si mühimdir.
Ondördüncü asırda tefsir ilmi yeniden canlanmaya başladı. Mısır'da ve Türkiye'de yeni yeni tefsirler yazıldı. Eskidenberi tefsirlerini Arapça kaleme alan Türk uleması, millî dile ehemmiyet vererek Türkçe yazmaya başladılar. Şeyhül-İslâm Musa Kâzım'ın noksan kalan tefsiri, Şer'iyye Vekili ve Konya Mebusu Mehmet Vehbi'nin "Hülâsatül-Beyan'ı Büyük Millet Meclisinin karariyle Diyanet İşleri tarafından yazdırılıp yayınlanan Elmalılı merhum Hamdi Yazır'ın ''Hak Dini, Kur'an Dili" tefsiri son devrin eserleridir. En yeni de Ömer Nasuhi Bilmen'in tefsiridir. Seyyid Kutub'un Fi-Zilalil Kur' an' ı terceme olunmuştur.
_________
(74) Taberi'nin tefsiri Nuh Samanî'nin emriyle Farsçaya çevrilmiştir! Taberi'nin bir de tarihi vardır. Hilkatten başlayarak Hicrî 309 senesine kadar vekayii anlatır. Bu tarih Mansur İbni Nuh Samanî'nin emriyle Hicri 352 senesinde Farsçaya bozuk bir şekilde ilavelerle tercüme olunmutur İşte Türkçeye tercümesi bu bozuk Farsça tercümeden yapılmıştır. Onun için aslında olmayan pek garip şeyler vardır. Kâtip Çelebi'nin de farkına vararak dediği gibi: "Avamı Rum arasında mütedâvil olan budur."
(75) Mutezileden olan Zemahşerî tefsirinde Kur'an'ın belagatını göstermek hususunda büyük bir gayret sarfetmiştir. Şu kıt'aya bakın:
"Dünyada sayısız tefsirler var. Fakat içlerinde benim Keşşafım gibisi yoktur. Eğer hidayet istiyorsan onun kıraatına sarıl. Zira cehalet illet gibiyse, Keşşaf da şifa vericidir.''
(76) Hasan Zeyyât, Edebiyat kitabında Ebus-Suûd ve Birgivi'nin iyi Arapça bildiklerini yazar.
Her asırda yetişen Kur'an müfessirlerini ve yazılan Kur'an tefsirlerini
Yukarıdaki cedvelde her sırada yazılan tefsirlerin ekserisini gösterdik. Bu sahada daha esaslı aramalar yapılırsa, bu cedvel daha kabarır. Keşfüzzünun 300'den fazla Tefsir ismi sayar. İçlerinde çok cildli olanlar da var. Meselâ, Abdüsselâm Kazvini Tefsiri 300 cüzdür. Ernest Renan, Endülüste yakılan İslâm Kütüphanelerinden birinde 300 cildlik bir tefsir mevcut olduğunu söyler. Yukarı-daki cedvele şu müfessir ve tefsirleri de ilâve edelim:
BEŞERİYETE NELER BAHŞETTİ
Kur'an-ı Kerim, İslâmiyetin ana kitabıdır. Dinin esasıdır. Ümmül-Kitaptır. Peygamberimiz Hazreti Muhammed'e nâzil olup ondan tevatüren naklolunan nazmı celildir. Usulü fıkıhta beyan olduğu üzere din, ahkâmı şer'iye dört delile dayanır. Hükümler onlardan alınır. Delilsiz hüküm yoktur.
O dört delil de şunlardır:
1-Kitap,
2-Sünnet,
3- İcma'ı ümmet,
4- Kıyas-ı fukaha.
Asıl deliller bunlardır. Bunlardan başka, istishab, istihsan, mesalihi mürsele, zaruret; belvayi âm gibi fer'î deliller de varsa onlara göre verilen hükümler azdır.
Dört delili de kitap ve sünnete ircâ ederler. Çünkü kıyas, müsbit değil, muzhirdir. Yâni kıyasa behemehal bir makîsün aleyh lâzımdır. Makîsün aleyh-teki hüküm, aradaki müşterek illet dolayısiyle makise de geçirilir. Oradaki hüküm aslın deliliyle sabit olmuş olur. Böylelikle kıyas diğer edillenin içine girer. İşte kıyas müsbit değil, muzhirdir, demekle usülcüler bunu ifade etmiş oluyorlar.
İcmaı ümmete gelince: İcmaa da bir senedi icma' lâzımdır. Senedi icma' ya kitap veya sünnet olduğundan böylece icma' da onlara dayanmış olur.
Sünnet de kitabın şerh ve tefsiri mesabesindedir. Böylelikle aslı asil Kur'an'dır. "Tibyanen li-külli şey'in, mâ ferratna fil-kitâbi min şey'in" ile tavsif buyurulan kitap odur.
Kitabı Celil de nazmı elfazdan müteşekkildir. Lâfzın ise vaz'ı itibariyle, istimal itibariyle, mânasının zuhuru ve hafası yâni mânaya delâlet itibariyle ve o mânaya vukuf itibariyle taksimi vardır. Lâfız bir mânayı ifade için o mânaya
vazolunur, O mânada istimal edilir, istimal olunduğu mânaya delâleti nasıldır, o mânadan ne anlaşılır, ne çıkar, işte bunları usulü fıkıh etrafiyle inceler ve bu çeşitli itibarlarla Kur'an'ın elfazı şöyle taksim olunur:
1- Vazı' itibariyle: hâs, âm, müşterek ve cem'i münekker.
2- Mânaya delâlet itibariyle:
Mana açıksa: Zahir, nas, müfesser ve muhkem
Mana kapalıysa: Hafiy, müşkil, mücmel ve müteşabih.
3-İstimal itibariyle: Hakikat, mecaz, sarih ve kinaye.
4- Müctehidin mânaya vukufu itibariyle: İbâre, işâret, delâlet ve iktizâ.
İşte bunları ihata ederek müctehid Kur'an'dan hüküm istinbat eyler. İslâm fıkhı böyle metin esaslara dayanır. Çok geniştir. Bir çok hukukî esaslar vazetmiştir. Delilsiz hüküm yoktur. Her hükmün bir sebep ve illeti vardır. Hüküm illetle beraber deveran eder. Fıkhı hükümler öyle gelişi güzel değildir. Bir usul ve kaideye göredir. Fukaha hüküm verirken ne kadar incelikleri gözönünde bulundurduklarına bir örnek vermiş olmak için buracıkta bir misal zikredip geçelim:
Yırtıcı kuşların artığı temiz, yırtıcı hayvanların ise temiz değildir. Hepsi yırtıcı iken neden arada fark yapılıyor. Fukaha şu ince noktaya göre hükmü ayırıyorlar: Kuş gagasiyle su içer. Gaga kemiktir; ona necaset bulaşmaz, içine işlemez. Gaga necaseti nâkil değildir. Hele gagasını tüyüne veya otlara silince bir şey kalmaz. Hayvan ise dudağiyle içer. Dudak rutubetlidir. Necaseti nâkildir. Eğer leş falan yediyse dudağında necaset vardır. Suya onu sokup su içince su necis olur. Onun için yırtıcı hayvanların artığı temiz değildir. İşte aradaki fark bundandır.
Nazm-ı celil-i Kur'an'dan hüküm istinbatı için usulü fıkıha lüzum vardır. Tefsirde de mühim yer alır.
Gazali ve sair ulema Kur'an'da ahkâm âyetlerinin 500 olduğunu söylerler, bazıları daha az sayar.
KUR'AN-I KERİMİN MEVZUU
Kur'an-ı Kerim bütün dinî esasları havidir. Onda geçmiş semavî kitapların hulâsası vardır. Dünyevî ve uhrevî hayatın kemalini vermek için gelmiştir. İnsanın bedenî ve ruhî ihtiyaçlarını tatmin eder. Maddî ve mânevî ihtiyaçların arasında tam bir âhenk yaratıp onları barıştırır. O bütün nâse inmiştir. Doğru mizan üzere halkın mesalihini korur. Saadete ulaştırmak için ne lâzımsa onları bildirir. Şüphesiz ki, bu gayelerin tahakkuku için bu Kitabı Kerim, bir takım düsturlar kuracak, talimat vazedecek, ahkâm teşrî eyliyecektir. Vaad ve vaid-lerde bulunacak, iyilik sahiplerine müjdeler verip hayra yönelterek teşvik ederken, kötülük sahiplerini de korkutacak ve ürkütecektir. Yıkacak ve kuracak,sarsacak ve takviye edecektir. Böylece kurmuş olduğu esaslar sayesinde sâliklerini lâyık oldukları yüksek şâhikalara ulaştıracaktır.
Kur'an-ı Azimüşşan, zarûriyât, hâciyât (ihtiyaçlar) ve tahsiniyat (kemaliyat) nev'inden olan yaşama vasıtalarına dair bir takım külli ve cüz'i kaideler kurmuştur. Bu ahkâmı teşri' ederken hedef tuttuğu gayeler şunlardır: Din, Akıl, Can, Mal ve Neslin muhafazası(77) Herhangi bir şer'i hükmü inceliyecek olursak gayesinin bunlardan birini korumak olduğunu görürüz. Namaz dini muhafaza içindir. İçki yasağı aklı korumak içindir. Katlin haram olması canı korumak, hırsızlığın haram edilmesi malı muhafaza etmek, zinanın haram kılınması nesli hıfz içindir.
Sonra Kur'an-ı Kerim'in vazettiği teşrîler üç esaslı hat üzerinden gider: Adem-i Harec, Taklil-i Tekâlif, Teşrîde Tedric. Yâni güçlük yapmamak, az teklif, tedricen ahkâm vazetmek. Bunların uzun boylu izah yeri Tarihi Teşri'dir.
Burada kısaca işaret ediyoruz. Bir çok naslar dinde güçlük olmadığını beyan eder.
"Sırtlarından ağır yüklerini ve üzerlerindeki bağları, zincirleri indirip atar." (A'raf Sûresi)
"Allah kimseye tâkatından fazla teklif etmez. Yarabbi bize bizden evvelkilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Hem tâkat getiremiyeceğimiz yükü bize yükleme Allahım!" (Bakara Sûresi)
"Allah size kolaylık diler, size asla güçlük murad etmez. ''(Bakara Sûresi)
"Sizin üzerinize dinde hiç bir zorluk kılmamıştır." (Hac Sûresi)
"Allah sizden hafifletmek murad eder. Allah sizin üzerinize güçlük kılmak murad etmez"
Bu teşriat daima kulların mesalihine hikmet ve maslahatına binaen emir ve nehiy eder. Haram ve helâl kılar. Şu âyeti kerimelere de bakın:
"Sana kendilerine neler helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size tayyibatı helâl kılınmıştır."
"De ki: Rabbim âşikâr ve saklı her nevi fevahişi, çirkinlikleri haram etmiştir."
"Onlara tayyibatı, hoş şeyleri helâl eder, habaisi, murdar şeyleri de haram kılar."
''De ki: Allahın kulları için çıkardığı ziynetleri, rızkın en temiz ve iyilerini kim haram etti? De ki, bunlar hep dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet gününde de hassaten onlar içindir."
Kur'an-ı Kerim işte böyle dinî ve dünyevî hayatın esaslarını vazeder. Birini, diğeri uğrunda feda etmez. Vazettiği şu esaslar ne mühimdir:
1-Akideleri dalâletten kurtarır.
2-Vicdanlara tahakkümü kaldırır,
3- Hurafeleri, bâtıl itikatları temizleyip taklit putlarını yıkar,
4-Allah ile kulu arasına başkalarını sokmaz,
5-En mükemmel ibadet şekli verir,
6-İnsanlar arasında tam müsavat kurar, hukuku ibadı korur,
7-Aradan ırk farklarını kaldırarak bütün insanlığın birliğini ilân eder,
8- Ayât-ı Kevniyeye, varlığa bakarak Allahın kudret ve birliğini anlatır.
9- Kâinattaki nimetlerden insancasına faydalanıp daha iyi bir hayat yaşama yolu gösterir.
10- İnsanlar arasında fazilet hislerini yayarak insanı kâmil yaratıp meseli a'lâ verir. Faziletlerle süslü, resiletlerden temiz bir hayırlı ümmet ile faziletli bir medeniyet vücuda getirir.
İşte Kur'an'ın istediği insanlık cemiyeti, insanlık kitlesi böyle olacak! Mısırlı Şeyh Muhammed Hudarî "Tarihi Teşri" inde Kur'an'ın mevzuunu şöyle tayin eder:
1- Hukukul Allah: Allah ile kulu arasındaki ibadet, ki bunlar savm ve salât gibi sırf bedenî olur; zekât gibi içtimaî, malî olur; hac gibi içtimaî, bedenî olur. Bunlara İslâmın Şartları denir.
2- Hukuku ibad kısmı ki bunlar da aşağıdaki nevilere ayrılır:
a) Dine dâvet,
b) Aile teşkili için nizamlar, evlenme, boşanma, neseb, miras gibi.
c) Hayatta lâzım olan muamelât, alış, veriş, icare,
d) Cemiyetin nizamını bozanlara verilecek cezalar, ukubat kısmı: Hudut, kısas, tağzir gibi. Bu salâhiyet mahkemelere verilmiştir.
Müsteşriklerden Hirschfeld Kur'an'ı mevzuuna göre dört kısma ayırır:
1-Dini Tebliğ,
2-Kıssalar, tarih olayları
3-Vasıf ve tasvir, varlığı dile getirmek,
4- Hüküm ve nizam vaz' etmek. Bu en kısa bir taksimdir.
Fransız müsteşriklerinden Jules La Beaume tarafından "Koran Analyze" adiyle bir eser meydana getirildiğini ve ne maksatla yapıldığını mukaddemede söylemiştik. (78)
________
77) Şâtıbi'nin, Muvâfakat'ında bu konu çok güzel işlenmiştir.
(78) Bu eser Fransız müstemlekeciliğine rehberlik için kaleme alınmıştır. Eser "Tafsili Âyatil-Kur'anil-Hakim" adiyle Arapçaya çevrilmiştir. Bu tertibin söz taşıyan yerleri yok değil. Bu tarzda yazılan ilk eser olması ve bir müsteşrik kaleminden çıkması hataları çoğaltıyor. Biz eserin tertibini göstermiş olmak için tertip fihristini aynen veriyoruz. Eser evvelâ 18 baba bölünmüştür: (1- Tarih, 2- Muhammed, 3- Tebliğ, 4- Beni İsrail, 5- Tevrat, 6- Hıristiyanlar, 7- Mabadet-Tabiiye, 8- Tevhid, 9- Kur'an, 10- Din, 11- Akaid, 12- İbadet, 13- Şeriat, 14- İçtimaî nizam, 15-Ulûm ve fünun, 16- Ticaret, 17- Tezhibi ahlâk, 18- Necah ve Muvaffakiyet.)
Bu 18 babdaki meseleler furu' itibariyle 35O'ye baliğ olur. Her mevzua ait âyetleri bir arada zikreder ve şöyle sıralar:
1-Tarih: Ebabil, ye'cuc ve me'cuc, Zülkarneyn, Rûm.
2- Muhâmmed Aleyhisselam: Peygamberliği, Peybamberliğini te'yid, umumi inzar ve dâvet, şahsiyeti, bazı fezail ve hasaisi, Hicret, Kureyş, Medine, muhacirler.
3- Tebliğ: Dâvet, lisanı tebliğ, Peygamberler, Tevrat'taki Peygamberler, Tevrat'ta mezkûr olmayan Peygamberler, Şuayb, Zülkifl, İdris, Hûd, Salih, Ad, Tufan, Firavn, Semud, Lokman, İsmil, akideden dolayı takibat, Mesih, kelime, sağır ve dilsiz.
4-Beni İsrail: Külliyat, ahlâkları.
5- Tevrat: Külliyât, Harun, Hâbil ve Kabil, İbrahim, Adem, Karun, Davud. İlyas, Elyesa', İdris, Uzeyir, İsrail, Eyüp, Yunus, Yusuf, Lût, Musa, Nuh, Süleyman.
6- Hıristiyanlar: Külliyat, Yahya, Meryem, İsa.
7- Mabadüt-Tıbbiye: Metafizik, ruh veya nefs, kalpler, fıtrat veya garize, arzuyi nefs, vicdan, kesb ve ihtiyar, şahsî mesuliyet, kaza ve kader, Allahın fazlı, uyku.
8- Tevhid: Allahın varlığı, birliği, Sıfatı Zâtiye ve Ef'aliyesi, Kudreti, Ahiret günü, Allahın emirleri, Allah sevgisi, Allah'a tevekkül, Allah korkusu, Melekler, Cebrail, Mikâil, şeytanlar, İblis, sihir, sihrin zararı, cin, hilkat ve mahlukat, yokluk.
9- Kur'an: Kur'an, nesih, tâbir, şarihler, emsal, ashabı kehif, Kadir gecesi.
10- Din: Din, Takva, mukaddes kitaplar, îman, Allahın dostları, ehli kitap, İslâmiyet, Müs-lümanlar, Mü'minler, münafıklar, kâfirler, yalancı kafirler, putlara tapmak, mülhid kafirler, mürteciler, irtidat, nifak, zan, şehitler, mucizeler ve âyetler, dini neşretmek, ölüm, dine dâvet, taassub, şiddet, müsamaha, mücadele, fırkalar, bâtıl inançlar, hayvanlar.
11- Akaid: Vahiy, zenbi aslî, kaza ve kader, hesap günü, cehennem, cennet, azap ve sevabın ebediliği, A'raf, günah, fitne, ceza, tevbe, istiğfar, şefaat.
12- İbâdat: Sıbgatullah, namaz, zekat ve sadakalar, abdest, yemek ve gıdalar, oruç, cumar-tesi, camiler, Mekke, Kâbe, Hac, dağılmak, kurban kesmek, menasik, Allah sevgisi, papazlar, keşişler.
13-Şeriat: Kısas, afvetmek.
14- İçtimaî nizam: Adam, tavaşi, kadınlar, nikah ve evlenme, talâk, dargınlık, zina odalıklar, bekarlık, evlatlar, sütnineler, oğulluk, neseb, öksüzler, vesayet, himaye, akraba, köle, efendiler ve cariyeler, feraiz (miras), aile, Araplar, milletler, kabileler, üstün olmak, şura, şirket, halkın sultası, zulüm, gizli cemiyetler, suikasdlar, sürgün, mülk ve temlik, gümrük, açılma ve süs-lenme, ordu, gaza ve fütuhattan maksat, silaha davet, eşhürü nurum, sulh, aracılık, harp tali-matı, harplerdeki mucizat, zafer, hezimet, demir, suvari, ganimet malları, intikam, harp esir-leri, kölelik, casusluk, haberler ve istihbarat.
15- Ulûm ve fünun: İlim, heyet ilmi, takvim, gökler, rücum ve şehaplar, hıfzı sıhhat, deniz-cilik, fenler, belâgat, şairler, ensab, cehalet.
16- Ticaret: Ticaret, senet, akitler, rehin.
17- Ahlâk: Hayır, salih ameller, felah ve saadet, zühd, dost ittihazı, dostluk, teavün, ihsan, rıfk ve ihsan, sadaka ve ihsan, iffet, hüsni sülük, merhamet, insanların arasını ıslah ve barıştırmak, uyuşma, niza, nefsini tutmak, borçlanmak, afif olma, emaneti ödemek, şen ve güler yüzlü olmak, doğruluk ve istikamet, düşman, hakkaniyet, düşmandan sakınmak, selameti kalb ve iyi niyet, kardeşlik, fazilet ve afüv, ziyafet, tazarru ve huşu, adil, afüv ve gufran, ada-letle hüküm, tartı ve ölçüde dürüstlük, tevazu, itaat, barış ruhu, nası afüv, fukara ve mesakin, sebat, istikamet, nezafet, temizlik, şükür, İslam ve iz'an, yemin ve and, birleşme ve anlaşma, huşu', şehadet, hak, fazilet, adaklar, yolcular, kötü ahlâk, musibet, tecavüz, kurulmak, cim-rilik, bühtan, gazab, temenni, boşboğazlık, kötülük, inad, ifsad, alay etmek, para yedirmek (rüşvet), diğergamlık, hodgamlık, hased, israf, aldatmak, boş laflar, buğuz etmek, insan öldürmek, fahişelik, küfranı nimet, azgınlık, zulüm, sarhoşluk, kibirlenme, kıskançlık, kumar, ham fikir, korkaklık, küstahlık, habis, gıybet, yalan, maskaralık, kibir, riya, hiyanet, kendini beğenmek, husumet, israf, fuhuş, alay, hiyle, pis laflar, kötü lakapla atışmak, gulamparalık, zan, intihar, gadir, fevahiş, faiz, gurur, intikam, şarap, bağilik ve isyan, hırsızlık, hayatı dünya, ihtiyarlık, zenginlik, hikmet, kalp, temenni, niyet, şehvet, izzet.
18- Necah: Muvaffakiyet, beklenmedik iş çıkarmak, amel, şüphe ve şek, denemek, Allahın imdadı."
Selâme Efendi Muhammed de "Tertib-i Nususu Ayyez-Zikril Hakim" ünvanlı eserinde Kur'an-ı Kerim âyetlerini mevzulara göre tertib etmiştir. Kitap (H. 134 l)'de basılmıştır.
KUR'AN FAZİLET KAYNAĞIDIR
Kur'an-ı Kerim açık âyetler, kurallar, parlak deliller,
Kur'an-ı Kerim açık âyetler, kurallar, parlak deliller,sarih hüccetler, aydın bürhanlar, yüksek kurallar,düzgün nizamlar, uygun düsturlar mecmuasıdır. O, doğru haberler, tesirli kıssalar, ibretli vaazlar, mükemmel edeplerle doludur. O, halkı ıslah için Hâlikin bir düsturudur. Yerdekileri hidayet için gökten gelen nurdur. O nezih duygular, fazilet hisleri kaynağıdır. O, dünyanın suretini, tarihin akışını değiştirmiştir. Bedbaht insanlığı kurtarmış, dünyayı yeniden yaratmışa çevirmiştir.
Kur'an-ı Kerim, maksat ve gayesi, lâfız ve üslûbu, mâna ve muhtevası itibariyle mûcizdir.
Gayesi itibariyle mucizdir: Çünkü onun teşrii ebedîdir. Talimatı muhkemdir. Hükümleri parlaktır. Edebi üstündür. Ahlâkı tehzib eder. İrşadatı bütün halka şâmildir. Hikâyeleri ibret vericidir. Hikmeti yerindedir. Fazilet destanıdır.
Üslûbu itibariyle mucizdir: Zira elfazın en tatlısını seçer. Terkiplerin en sağlamını kullanır. En güzel kelimeleri, en mükemmel bir nizamla işler ve en tatlı âhengi verir. İnci dizisi gibi dizilmiş sözlerdir. Teşbihleri en parlaktır. Bozuk ve kaba şeyler yoktur.
Mâna itibariyle mucizdir. Çünkü nefsin mutmain olacağı mânalar ondadır. Ruhları sarar. Kalplere zühdü takva doldurur. Gönüllere şifa verir. Kur'an yalnız belâgatı lâfziyeden kuvvet almaz. Belâgatı lâfziye tekrarlana tekrarlana eskir. Halbuki Kur'an böyle mi? O okundukça tazelenir. Ruhlara işler, ruhlar ona sarılır.
Kur'an tükenmez bir fazilet ve ilham, feyz ve ümit, kuvvet ve rahmet kaynağıdır. Her Müslüman ona başvurur. Her kalp ona bağlıdır. Dünyada en çok okunan kitap O'dur. Hangi edebî esere bu kadar okunmak şerefi nasib olmuştur? Etrafında bunca eser yazılıp kendisiyle bu kadar meşgul olunan başka bir kitap yoktur. Bu da Kur'an'ın bir mucizesidir.
KUR'AN VE RUHİ TERBİYE
Ruh bir ilâhî sırdır. Onun kanunları bambaşkadır.Ruhu din idare eder. Din, kalp ve ruh işidir. Dinî şuur, ruha kuvvet, kalbe hamaset verir. Kur'an dinî
şuuru yaşatır. Dinî şuuru, dinî hissiyatı yaşatmak, tazelemek işte asıl mesele
budur. Kur'an-ı Kerim bunu yapar.
İnsanın Allah ve kâinatla olan alâkası nedir? Bu alâkayı Kur'an temin eder,
ruhî hayatı besler, dinî şuuru canlandırır. Mantıkla bunları yapamayız. Mantık
ne kalbe hamaset verir, ne de îmana hararet. Bu hayat yalnız akıl ve mantık değildir. Hayat şuurdur, tahassüstür, kalp ve ruhtur, heyecan ve ümittir.
Ruhî terbiye sayesinde ancak insanlar arasında sevgi ve saygı esasları kök salarak cemiyete saadet sağlanır. Cemaatlerin birbirine şefkat ve merhamet, lütuf ve inayet, ihsan ve âtıfet hisleriyle bağlanması, yardımlaşması, dinî terbiye ile kaimdir. Yardım ve iyilik, fazilet ve şeref hislerini o besler. İnsanlığın, müsavat ve hürriyetin mânası o zaman anlaşılır. Eğer bunlar yoksa iş anarşidir. İnsan, hayvan derekesine düşer. Hattâ daha beter olur. Gerçek insan yalnız et ve kemik değildir. Hayat yalnız maddeden ibaret olamaz. Heyeti içtimaiyeyi birbirine bağlayan ruhtur. Ruhî bağlardır. Fazilet hisleridir. İçtimaî teşekküller bu temel üzerine kurulur. Bu ahlâkî bağlar, ruhî tesanüd yoksa beşeriyet bir madde kitlesidir. Bu maddeden âlet olur. Fakat insan olmaz; dinî şuur olmayınca dış var, iç yok, kabuk var öz yok demektir. Böyle bir cemiyette ruhlara kasvet çöker. İnsanlık ölür. Hayatın tadı ve mânası kalmaz, hayat ekmek ve kemik kavgasına döner.
Halbuki Kur'an bize en kâmil ve mükemmel insanı tasvir ederek örnek vermektedir. Hangi edebiyat eseri, hangi ahlâk kitabı böyle bir kâmil insan tasviri yapmıştır? Kur'an'da Allahın tasvir ettiği gibi kâmil bir insan olmak en yüce gayedir. Öyle bir insan işte meleklerden muazzezdir. Allahın övdüğü kullar onlar gibi olanlar veya olmaya çalışanlardır.
"Velekad Kerramna Beni Ademe" ( ولقد كرمنا بني آدم )Adem oğlu
mahlûkatın şereflisidir. İnsan hayvan gibi yaşamaz. Yiyip içmesi, giyip kuşanması bambaşkadır. Hayvan cemiyetlerinden, insan cemiyeti kat kat üstündür. İnsan en mütekâmil bir cemiyet hayatı yaşar. "Mahlûkatın bir çoğundan onu fâzıl kıldık" sırrı budur. Bu faziletler din hissiyle kaimdir. İnsana şeref, keramet veren dindir, din duygusudur. Yoksa din bu duyguları öldürmez. Takva: zül, meskenet, zühd, tezellül, mânalarına sonradan alınmıştır. Asıl Kur'an'da böyle şey yoktur. Kur'an, izzet ve şerefle, keramet ve faziletle kâmil insan ister. Zelil ve perişan insan değil. Acaba Kur'an'ın tasvir ettiği o kâmil insanı cemiyet ne zaman kazanacak? Kur'an'ın kurduğu müsavat ruhu ne zaman tahakkuk edecek? Kur'an: "Allah indinde sizin en şerefliniz, en ziyade müttaki olanınızdır." diyor.
KURANIN SESİ
Hira Dağı'nda ilk nüzulünden bugüne kadar bütün tarih boyunca Kur'an'ın sesi daima yükseklerde dalgalanmıştır. Yüksek olarak da kalacaktır. Onu hiç bir ses boğamaz. Milyonlarca ve milyarlarca insan bu sesin tatlı âhengiyle cûş ve hurûşa gelmiştir. Bağrı yanık âşıklar, gözü yaşlı sadıklar bu sesin karşısında mebhut olmuşlardır. Ruhlara îman, îmanlara iykan, kalplere itmi'nan veren bu ses kâinatı sarmıştır. Varlığın her zerresinde onun âhengi duyulur. Göklerin mavi kubbesinde o çınlar. Bu ses susturulamaz. Çünkü Hakkın sesidir. Onun mâkesi vicdanlardır.
Hayatın akışına bir bak. Kur'an sesi de hayat gibidir. Hayat bir musikî sesi
gibi tatlı âhenkleriyle, zevkli titreyişleriyle dalgalana dalgalana nasıl akıp giderse, yükselip uçarken de bizim ruhlarımıza kanat olan Kur'an sesidir. Bu ses Levhi Mahfuzdan indiği zaman yer titremiş, dağlar sarsılmıştı. Onu ancak ruhlar taşır ve onlar duyar.
Bu ses ezelden ebede doğru akıp giden hilkatın sesidir. İlânihaye devam edecektir. Ruhlara heyecan verecektir. Ruhlar onsuz ruh bulamaz. Hayatın manası kalmaz.(79)
Kur'an'dan uzaklaşılmaz. O bizi bırakmaz. Biz ondan ayrılamayız. O varlığımızdan bir parçadır, bizden kopamaz. Felsefe, maddî varlık onun yerini tutamaz. Kur'an sadası her sesin üstündedir.
______
(79) 1952'de İstanbul'dan Amerika'ya iki genç Türk kızı kaçmıştı. Bunlar hayatın baş döndürücü gürültülerine, kadınların tamah ettikleri ihtişam ve servete aldanmış olabilirler. Onları sürükleyen ne olursa olsun, bunların hiç biri genç kızların ruhunu tatmin etmiyordu. Pasaportsuz oldukları için onları bir katolik manastırına kapamışlardı. 17 yaşında olanı ailesine gözyaşlarıyla yazdığı mektubunda:
"Bana bir Kur'an gönder, çünkü Kur'an'ımı kaybettim!" diye yalvarıyordu.
Gecesi gündüzünden farksız olan bir medeniyet diyarından genç Türk kızı böyle haykırıyordu. Denizler aşırı bir ülkeden yükselen bu ses çok düşündürücüdür. Bu sesin şümul ve manasını anlayabilmek gerektir. Maddi refah hayatın boşluğunu dolduramaz, hayat yalnız madde değildir. Ana baba ocağından, vatan kucağından uzakta kalan genç kızın körpe ruhu aile hasreti, vatan tahassürü ile kavrulurken ruhunun tesellisini bu satırların dileğinde buluyor: "Bana bir Kur'an gönder, çünkü Kur'an'ımı kaybettim!"
KUR'AN'IN TASVİR ETTİĞİ KÂMİL İNSAN
Kur'an-ı Kerim'in nasıl bir yüksek ahlâk verip faziletli bir cemiyet meydana getirdiğini biliyoruz.
Kur'an-ı Kerim'in yüksek ahlâklı, kâmil insanı nasıl tasvir ettiğini göstermek için Kur'an'ın üç sûresinden üç nurlu sahife açıyorum, İşte Kur'ân'ın istediği ve tasvir ettiği kâmil insan budur:
İsra Sûresinden:
22- Allah'la beraber bir Tanrı edinme, yoksa yerilmiş ve itilip yalnız başına bırakılmış olursun.
23- Rabbin yalnız kendisine kulluk etmenizi, anaya babaya iyilikte bulunmayı buyurmuştur. Onlardan biri veya her ikisi kocayarak ihtiyarlık halinde senin yanında bulunurlarsa, sakın onlara "ÖF" bile demeyesin, onları asla azarlamayasın. Onlara dâima tatlı söz söyleyesin.
24- Onlara merhametinden tevâzu kanatlarını indir (Alçak gönüllü ol) ve: "Yarab, onlar beni küçükken nasıl şefkatle büyütüp yetişdirdilerse, Sen de onlara öyle merhametli ol, de."
25- Rabbiniz içinizde olanı en iyi bilendir. Eğer siz; iyi kişiler olursanız, bilin ki, o günahlardan dönüp tevbe edenleri bağışlar.
26- Yakınlara, düşmüşe, yolda kalmış gariplere hakkını ver, elindekini israfla saçıp savurma.
27- Çünki israf edenler, şeytanların kardeşi olurlar. Şeytan ise, Rabbine karşı pek nankördür.
28- Rabbinden umduğunun bir rahmeti elde etmek isterken, hak sahiplerinden yüzçevirecek olursan, onlara hiç değilse, tatlı söz söyle.
29- Elini boynuna bağlamış gibi yapıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma. Yoksa pişman olur, açıkta kalırsın.
30- Senin Rabbin dilediği kimsenin rızkını genişletir, dilediğini de kısar. O kullarını gören ve haberdar olandır.
31- Yoksulluk korkusiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Biz onlara da, size de rızık veririz. Onları öldürmek şüphesiz ki, pek büyük günahtır.
32- Sakın zinaya yaklaşıp ırza geçmeyin, zira bu çok çirkindir, kötü bir yoldur.
33- Allah'ın haram kıldığı cana, haksız yere sakın kıymayın. Haksız yere öldürülenin velisine bir yetki tanınmıştır. Artık o da öldürmekte aşırı gitmesin. Zira kendisi, ne de olsa yardım görmüştür.
34- Yetimin malına, erginlik çağına yetişinceye kadar, en güzel şeklin dışında asla yaklaşmayın. Ahdi yerine getirin, zira verilen sözden sorumlusunuzdur.
35- Ölçdüğünüz zaman tam ölçün ve doğru teraziyle tartın. Böyle yapmak daha hayırlıdır ve sonu daha iyidir.
36- Bilmediğin bir şeyin peşine düşüp ardınca gitme. Çünki kulak, göz ve kalb, bunların hepsi ondan sorumludur.
37- Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünki sen yeri yaramazsın, uzanan yüksek dağlara da erişemezsin.
38- Rabbin katında bunların hepsi istenmeyen kötü şeylerdir.
39- İşte bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir. Sakın Allah'dan başka Tanrı edinme, yoksa yerinerek, kovulup itilerek cehenneme atılırsın.
Furkan Sûresi'nden:
61- Gökte burçlar var eden, orada ışık saçan güneş ve aydınlatan bir ay meydana getiren Allah yüceler yücesidir.
62- İbret almak veya şükür etmek dileyenler için gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur.
63- Rahman olan Allah'ın öyle kulları vardır ki, yeryüzünde tevâzuyla yü-rürler, (kendini bilmez) cahil takımı onlara lâf atıp takılınca onlara (selâmetle...) deyip geçerler.
64- Onlar gecelerini Rabları için kıyama durarak ve secdeye vararak geçirirler.
65- Onlar: "Rabbimiz, cehennem azabını üzerimizden sav, zira onun azabı sürekli olup geçici bir şey değildir," derler.
66- Orası ne kötü bir yer, ne kötü bir konaktır.
67- Onlar sarfedip harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik yaparlar. İkisi arası orta bir yol tutarlar.
68- Onlar, Allah ile beraber başka bir Tanrı tutup da O'na yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar, zina yapıp ırza geçmezler, bunları yapan günaha girmiş olur,
69- Kıyamet günü azabı ise kat kat olur, orada aşağılık içinde temelli kalır.
70- Ancak tevbe eden, inanıp iyi işler yapanların kötülüklerini Allah iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayandır ve çok merhamet sahibidir.
71- Kim tevbe edip iyi davranış gösterir, o tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner.
72- Onlar ki, yalan yere şâhidlik etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman, ondan yüzcevirip vakarla geçerler.
73- Kendilerine Rablarının âyetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar,
74- Onlar: "Rabbimiz, bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et ve bizi Allah'a karşı gelmekten sakınan takva sahiplerine önder kıl. "derler.
75- İşte onlar, sabır etmelerine karşılık, cennetin en yüksek dereceleriyle mükâfatlanırlar, orada esenlik ve dirlik dilekleriyle karşılanırlar.
76- Onlar orada ebedi kalacaklardır, orası ne güzel bir konak ve ne güzel bir makamdır.
Lokman Sûresinden:
12- Biz Lokman'a: Allah'a şükret diye hikmet verdik. Şükür eden kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, Allah müstağnidir, her türlü övgüye lâyıktır.
13- Lokman oğluna öğüd vererek dedi ki: "Yavrucuğum, Allah'a sakın ortak koşma. Doğrusu şirk çok büyük günahtır."
14- Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye ettik. Anası onu zaaftan zaafa düşerek sıkıntılar içinde taşıdı. Sütten kesilmesi bile iki yıl içinde olur. Önce Bana, sonra da ana va babana şükret, dönüş yine Banadır.
15- Eğer bilmediğin bir şeyi körü körüne Bana ortak koşman için uğraşıp seni zorlarlarsa, onlara itaat etme, kendileriyle dünyada iyi geçin, fakat kendin Bana yönelen kimsenin yolunu tut, sonunda dönüşünüz Banadır. O zaman yaptıklarınızı size bir bir haber veririm.
16- (Lokman devamla dedi ki): "Ey yavrum, işlediğin şey bir hardal danesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde veya göklerde veyahud yerin derinlikle-rinde bulunsa, Allah onu getirip meydana kor. Doğrusu Allah çok lütufkârdır, her şeyden haberdardır.''
11- "Yavrum, namazı kıl, uygun olanı buyurup kötülüğü önle! Başına gelene sabret. Doğrusu bunlar, gerçekten azmedilmeye, başarılmaya değer işlerdir. ''
18- "İnsanları küçümseyip yüzçevirme, yeryüzünde böbürlenerek çalımla yürüme. Çünki Allah, kendini beğenmiş övünen kimseyi hiç sevmez."
19- ''Yürürken itidalle yürü, konuşurken sesini alçalt, iyi bil ki, seslerin en çirkini merkeb sesidir."
20- Baksanıza, Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da sizin buyruğunuza verdiğini, zâhir ve bâtın -açık ve gizli nimetlerini size bol bol ihsan ettiğini görmez misiniz? Yine de insanlar içinde, hiç bir bilgisi ve rehberi olmadan, aydınlatıcı bir kitabı yokken Allah hakkında tartışanlar var.
21- Onlara: ''Allah'ın indirdiğine uyun!" denildiği zaman: "Biz, babalarımızın üzerinde bulunduğumuz (onların gittiği) yola uyarız, "derler. Ya şeytan onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse? (Yine mi uyacaklar?)
22- Kim güzel davranarak kendini Allah'a verip O'na teslim olursa, gerçekten en sağlam kulpa yapışıyor demektir, sonunda bütün işler Allah'a döner.
Kur'an'ımız fazilete işte böyle davet eder, insanın değerini anlatır.
Kur'an-ı-Kerim, insanın, mahlukâtın en şereflisi olduğunu beyan etmiş, onun onurunu kıracak, insan kalbini incitecek davranışları yasaklamıştır. İnsanın izzeti nefsi, haysiyeti her şeyden üstün tutulmuştur. Ahlâk-ı Fâzıle adı verilen güzel ahlâk ve huylar sayılırken bunlar çok güzel dile getirilmiştir.
İnsanlar servetçe birbirinden farklıdır. İhtiyaç içinde olanları gözetmek, muhtaç olan yoksullara yardım etmek, dinî bir borçtur. Ancak bunu yoksulu incitmeden yapmak, onun kalbini kırmamakta ayrı bir borçtur. Hele dilenmeye tenezzül etmeyen, başkalarına avuç açmayı onur kırıcı bulan yoksullar da vardır. İşte İslâm bunları anlatırken bakın ne diyor:
"Sadakalarınızı şu fakirlere verin: Onlar ki, Allah yolunda kapanıp kalmışlardır, yeryüzünde gezip dolaşmıya güçleri yok. Bilmeyen kimse, onurlarını koruduklarından isteyemedikleri için, onları zengin sanır. Sen onları yüzlerinden, simalarından tanırsın. Onlar yüzsüzlük edip insanlardan bir şey isteyemezler. Yaptığınız hayrı, sarfettiğinizi Allah bilir. " (Bakara: 273)
Diğer bir sûrede infak, başkalarını gözetmek, muhtaçlara vermek şöyle beyan olunmaktadır:
"Onlar, yoksula, yetime ve esire seve seve yemek yedirirler. "Biz size ancak Allah rızası için yediriyoruz ve sizden bir karşılık ve teşekkür bile beklemeyiz, derler. " (Dehr: 8-9)
Karşılığında bir teşekkür bile beklemeden vermek, bu ne yüce bir duygudur.
"Kavl-i ma'rûf, tatlı bir söz ve bağışlama, başa kakılarak verilen sadakadan çok daha hayırlıdır. "(Bakara: 263)
"Başa kakarak ve eza ederek sadakalarınızı iptâl etmeyin" (Bakara: 264).
İşte Kur'an-ı Kerim yoksulları gözetme, yardım etme konusunda da böyle yüce usüller getirmiş, yufka kalpleri incitmeden hoş etme yolunu göstermiştir.
Kur'an-ı Kerim, mü'minlerin vasıfları ve duâlarını çok veciz bir surette beyan eder. Onların Allah'a bağlılıkları, teslim olup her şeyi O'ndan diledikleri, bir çok âyetlerde zikrolunur. Bunlar diğer kitaplardakilere benzemez, samimiyet ve tam teslimiyet doludur. Bazılarının meâllerini beraber okuyalım:
"Allah kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez, herkesin kazandığı iyilik kendine, kötülük de kendinedir. Onlar; Rabbimiz, unutur veya yanılırsak bizi sorumlu tutma, Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi, ağır yük yükleme. Takat getiremiyeceğimiz yükü bize yükleme, Allah'ım. Bizi affet, bizi bağışla, bize acı. Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler toplumuna karşı bize yardım et." (Bakara: 286)
"Onlar ki, Rabbimiz biz inandık derler, bizim günahımızı bağışla, bizi Cehennem azabından koru. Onlar sabır ederler, doğrudurlar, boyun eğip niyaz ederler, Allah için harcarlar, seher vakti istiğfar ederler." (Ali İmran: 16-17)
"Onlar ki, ayaktayken, otururken, yanları üzereyken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler ve Rabbimiz, derler, bunu Sen boş yere yaratmadın. Sen ne yücesin. Bizi ateş azabından koru. Rabbimiz! Sen bir kişiyi ateşe sokarsan, onu perişan edersin, zalimlerin asla yardımcısı yoktur. Rabbimiz! biz: Rabbinize inanın diye imana davet eden bir davetçi işittik ve hemen iman ettik. Rabbimiz, bizim günahımızı bağışla, kötülüklerimizi ört, iyilerle beraber canımızı al. Rabbimiz, bize ve peygamberlerine va'dettiklerini ver, kıyamet günü bizi yüzüstü bırakma. Zira Sen va'dinden asla caymazsın." (Ali-İmran: 191-194)
"Tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, seyahat edenler, rûkû' ve secde ederler, iyiliği emredip kötülükten men ederler ve Allah'ın yasak sınırlarını koruyanlar var ya, o mü'minleri sen müjdele. " (Tevbe: 112)
"Rabbim, beni ve soyumu namazını kılanlardan eyle, Rabbimiz, duamızı kabul et. Rabbimiz, hesabın görüleceği o günde: beni, anamı, babamı ve bütün mü'minleri bağışla."
"Bizim âyetlerimize o kimseler inanır ki, onlar kendilerine, hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapanırlar, Rabblerini hamd ile teşbih ederler ve asla büyüklük taslamazlar. Onların yanları yataklardan uzak kalır, korku ve ümid içinde Rabblerine dua ederler. Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayra harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak onlar için gözler aydınlığı niteliğinde, nice nimetler sakladığımızı kimse bilemez. Hiç inanan kimse, fâsık olan gibi olur mu, elbette
bir olamaz." (Secde: 15-18)
"Rabbimiz Allah'tır, deyip sonra da dosdoğru olanların üzerine melekler iner ve: Korkmayın, üzülmeyin, size va'dolunan Cennet'in müjdesini alın, derler. Biz dünya hayatında da, âhirette de sizin dostlarınızız, orada size canlarınızın çektiği her şey var, orada istediğiniz her şey mevcut. Bütün bunlar size,
bağışlayan ve esirgeyen Allah'tan bir lütuf ve ihsandır. Allah'a davet eden, iyi işi yapan ve: Ben, müslûmanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? İyilik ve kötülük bir olamaz. Sen kötülüğü en iyi olanla sav, o zaman bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık olan kimse, yakın bir dost oluvermiş. Buna ancak sabredenler erişebilir ve bu ancak büyük nasip sahibi olup o hazzı tadan kimselere vergidir. " (Fussilet: 30-35)
İyilikle kötülüğün asla bir olmadığı ve hele kötülüğü iyilikle savmanın iyi neticelerinin bu yolda beyanı ne güzel bir fazilet dersidir. Bunu ancak imandan nasibini alıp üstün bir hazza erenler yapabilirler ve onlar Allah'ın en bahtiyar kulları sayılırlar. İşte Kur'an-ı Kerim'in insanlığa öğrettikleri fazilet dersleri hep böyle yüce şeylerdir.
Kur'an-ı Kerim, Kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlara çağrıda bulunup onları Allah'tan başkasına tapmamak hususunda bir kelime etrafında birleşmeye davet etti. Fakat buna pek azı kulak verdi, diğerleri inatlarında devam ettiler. Halbuki, ellerindeki Tevrat ve İncil'de son Peygamberin vasıfları bildirilmişti, onlar O'nu tanıyorlardı. O'na uyanları A'raf sûresi şöyle anlatır:
"Onlar ki, yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de vasıfları yazılı buldukları Resule, O ümmi peygambere uyarlar. O peygamber onlara iyiliği, güzel ve iyi şeyleri emreder, kendilerini kötülükten meneder. Onlara güzel ve temiz şeyleri helâl kılar, çirkin ve murdar şeyleri haram eder. Üzerlerindeki ağır yükleri, zincir ve bağları kaldırıp atar. Onlar ki, O'na inandılar, O'nu destekleyip saygı göster-diler, O'na yardım ettiler, O'na ve O'na indirilen Nura uydular, işte kurtuluşa erenler bunlardır."(A'râf:157)
KURANDAKİ YÜKSEK NEZAHET
Kur'an-ı Kerim'in nazmı celili öyle bir yüksek fesahat ve belâgatı haizdir ki, onun âhengi beyanı karşısında herkes secdeye varıp "Bu Kitap Allah'ın indirdiği bir Kitaptır" diye itiraf eder. O engin bir icazdır. Tam mânasiyle mucizdir. Fikir ve âhenklerin haşır neşir olduğu bir engindir. Beşeri salâha götürüp refaha kavuşturmak bakımından Kur'an'ın beyanatı, eski hükemanın ifadelerinden çok daha yüksektir. Kur'an mahlûkun Hâlikına karşı vazifelerini öyle tanzim eder ki, ruhu ve kalbi tamamiyle tatmin eyler. Beşerin maddî ve mânevi, ruhanî ve cismanî ihtiyaçlarına cevap verir. Aklı ve dimağı tatmin eder. Kalplere îman, ruhlara iykan verir. Dimağlara ışıktır, akıllara rehberdir.
Kur'an'ın üslûbu edebiyatçılara edep kaynağı, lisancılara kelime hazinesidir. Haiz olduğu içtimaî ve hukukî esaslar, ahlâkî kaideler, adlî nizamlar pek yüksektir. Şark ve garbın en güzide dimağları ondan nur alıyor, en yüksek kafalar onunla meşgul oluyor, elfazını tefsir ediyorlar, mânasını izah eyliyorlar. Muharrirler onun âyetleriyle sözlerini süslüyorlar. Dünyada hiç bir kitap etrafında bu kadar eser yazılmamış, hiç bir kitapla bu kadar meşgul olunmamıştır. Kur'an'ın gördüğü hürmet ve takdis, başka hiç bir kitaba nasip olmamıştır.
Kur'an-ı Kerim gökten inen vahiy seslerinin en güzeli olup insanlara da her şeyin en güzel ve mükemmelini vermiştir. En temiz ve iyisini seçmiştir. Her emri hak, her buyruğu açıktır. Teslis akidesi gibi gölgeli şeyler yoktur. İslamiyette mukaddes sular, şarabı takdis etmeler, şayanı teberrük eşya, azizler ve putlar, itirafı zünüb, çırıl çıplak suya sokup vaftizler, aforozlar yoktur. Allah cennetin anahtarlarını kimseye teslim etmemiştir.
Kur'an'daki kıssalarda ve hikâyelerde son derece nezahet vardır. Kaba saba şeyler yoktur. Baştan başa edeb ve kemaldir. Müstehcen kelimeler yoktur. Tevrat ve İncil'de ise edebe mugayir ve ahlaka zıd sözler vardır. Hazreti Lût'un kızla-riyle olan hikâyesi nedir? Hele Süleyman'ın o "Uğniyetül-Egâni" si nedir? O gibi müstehcen kelimeleri havi edebî eserlerin neşrine bugün bile mevzuat müsaade etmez! Kur'an'da ise edeb ve terbiyeye muhalif tek bir şey gösterilemez. Alenen söylenmesi nezaketsizlik sayılan şeyleri mecaz ve kinaye yoliyle anlatır. Hazreti Şuayb'ın kızlarından bahsederken kullanılan şu üslûba bakın:
"Bir tanesi utana utana yürüyerek geldi de seni babam çağırıyor dedi."
Hicap ve hayâ, namus ve iffet mümessili bir yürüyüş. Burada gösterilen edeb ve nezahete bak. Kibarlığa ve nezakete bak. Bir genç kızın en büyük ziyneti olan mahcup tavır, utangaçlık halidir.
"Utanarak mahcup bir yürüyüşle geldi."
Bu üç kelimenin ifade ettiği mâna pek derindir. Kur'an'ın mucizesi hep böyledir. Bir yabancıya söz söylerken utancından renkten renge giren bir masum kız hâli.
İşte edebi kemal buna derler. Kemali edep te budur. Kur'an'da böyle şeyler var. Kur'an böyle ders veriyor. En güzel fikirleri, en yüksek bir âhenkle anlatır. Ruhları sarar ve sarsar. En katı kalpleri fetheder. Kin ve nefret kusanları birbirine ısındırır ve kaynaştırır. Hakka boyun eğmeye mecbur eder.
Yedi Askı sahiplerinden, fesahat ve belâgat meydanının yiğitlerinden olan Şâir Lebid, Kur'an'ın belâgat ve fesahatı karşısında susmuş, şiirden vazgeçmiş, "Bu Allah Kelâmıdır" diyerek Müslüman olmuştur.
İmrül-Kays'ın kız kardeşi de ağabeyinin askısını kendisi eliyle indirmiştir. Kur'an'ın belâgatı öyle yüksektir.
Kur'an koca bir şirk dünyasına karşı Allahın birliğini ilân etmiştir ve 23 sene gibi çetin bir mücadele ile bu yüce hakikati kabul ettirmiş, bütün dünyaya yaymıştır. Akıl, mantık, felsefe bundan başkasını mı söylüyor? Allahın birliği hususunda Kur'an'a kim karşı gelebilir? Kur'an her şeyin en güzelini, bütün faziletleri emretmiştir. Allaha teslimiyet, doğru dürüst hareket, temiz ahlâk, insaf, merhamet, öksüzlere, kimsesizlere şefkat, kadınlara hürmet tavsiye eder. Kadına lâyık olduğu mevkii vermiştir. Ona bir çok haklar bahşetmiştir.
Kur'an samimiyet ve hakkaniyet kitabıdır. İçe akan sıcak bir ifade ile hitap eder. O âdeta ruhtur. Ruhtan kopmuş bir nurdur.
O Ruhu Emin vasıtasiyle gelen bir vahiy olduğu için ruha akar. Ruhları cezbeder. Meftun kılar. Necaşinin papazları onu dinledikleri zaman ağlamışlar, gözlerinden yaşlar boşanmıştır.
Kur'an'ın getirdiği içtimaî nizam çok yüksektir. Cemiyeti kemiren her kötülüğü menetmiştir. Zina, fuhuş, sarhoşluk, katil, yalan, iftira, zulüm, gadir, israf, hırs, hiyanet, gıybet, zem, vesaire gibi kötü şeyleri yasak etmiş, haram kılmıştır.
Kur'an'ın yasak ettiği şeylerin içinden bir tanesinin olsun iyi olduğunu kim iddia edebilecek? Var diyenler göstersinler. Fikirler ne kadar inkişaf ederse etsin, Kur'an daima onların üstünde kalacaktır. O, beşerin saadet rehberidir.
Kur'an daima terakkiye sevkeder. "Babamızdan böyle gördük!" diyerek eskiliklerden, kötülüklerden ayrılmayanları ayıplar. Körü körüne taklidin şiddetle aleyhindedir. O uyuşturucu bir kitap değildir. Öyle olsaydı Afrika sahillerinden Endülüs'e koşan atların nal sesleri gelmez, mızraklarının ucu parlayan ordular Asya ortalarında nâra atamazlar, Avrupa'nın içlerine Tuna boylarından atlarının yeleleri savrularak koşuşan akıncıların atları oralarda kişneyemezdi.
Müslümanlar, Kur'an'ın mânasından ziyâde elfazına ehemmiyet vermeğe başladıktan sonra bu hâle düştüler. Ruhu ve özü ihmal ettiler.
Kur'an hiç bir zaman ilim ve fenne aykırı bir vaziyet almaz. Onun taalimi, kavanini tabiiyeye uygundur. Fenni hakikatları inkâr etmez. O bir mucizei akliyedir. Akla karşı gelen hiç bir yeri yoktur. Daima aklı öğer. "Akıllı olanlar bunu anlar" der. Eski Peygamberlerde olduğu gibi harikulâde ahvalile insanları şaşırtmaz. Akıl ve fikir ile fıtrat dairesinde tabiî kanunlar içinde yürür. Kur'an mânevî bir mucizedir, Peygamberin mucizesi Kur'an'dır. Müşriklerin harikulâdelikler istemelerine: "Süphane Rabbi hel küntü illâ beşeran Resûlen" diye cevap veriyor.
İmam Busîyrî'nin "Kasidei Bür'e" sindeki bir sözü çok mânalıdır ve dikkate değer:(8O)
''Bizi şüpheye düşürecek şeylerle imtihana çekmemiştir, bize acımıştır."
Kur'an-ı Kerim'in insanlığa bahşetmiş olduğu yüce hakikatlardan bir kısmı da uhuvvet, müsavat, hürriyet, adalet prensipleri gibi Avrupa'nın Fransız Büyük İhtilâlinden sonra tanınmağa başladığı, bir çok insanların ise maalesef hâlâ vücudundan bile haberdar olamadıkları yüksek kıymetlerdir.
İslâmiyet eski çağların karanlık ve karışık devirlerinde müsavat prensibini çok esaslı olarak kurmuştur. Müşrikler bu dine niçin karşı durmuşlardı? Ne putlarına acıdıklarından, ne de atalarının dinine sadakatlarından değil. Yeni dinin getirmiş olduğu müsavatı hazmedemiyorlardı. Ellerinden imtiyazlarının gitmesinden korkuyorlardı. Çünkü İslâmiyette tam müsavat vardır. Bir köle ile bir hükümdar arasında fark yoktur.
Hukûkan bir çobandan farkı yoktur bir şehinşâhın.
Bilâl Habeşi, Peygamberin müezzinidir, köle oğlu Üsâme ordu kumandanıydı.
Irk ve renk farklarını da kökünden söküp atar.
"Ey insanlar, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi birbirinizi tanıyasınız diye kabilelere, sülâlelere ayırdık, Allah nezdinde en şerefliniz en muttaki olanınızdır."
İnsanlık renk ve ırkla ölçülmez. Takva ve fazilet ile ölçülür. Şeref budur.(81)
Müşrikler işte bu müsavatı çekemiyerek hased ve asabiyet hislerine mağlûp olarak bu dine karşı gelmişlerdi. Beyhakî'nin rivayetine göre: Ebu Cehl asabiyet ve hased dâiyesiyle, "Gökten vahiy gelen Peygamberi çekemediğinden inan-mayız," demişti.
Tuleyha da Müseylime'ye:
"Ben şehadet ederim ki sen bir yalancısın, Muhammed sadıktır. Fakat Rabbinin yalancısı, bize Mudarın sadıkından daha sevgilidir." demişti.
Tavaf esnasında eteğine bastığından dolayı bir Müslümana tokat atan kodaman, Halife Ömer tarafından müsavi muameleye tâbi tutulduğundan bunu hazmedemiyerek soluğu hudut dışında almıştı. İslâmiyet işte böyle tam bir müsavat kurmuş ve onu tatbik de etmiştir. Bugün hâlâ demokrasinin yatağı ve alemdarı olan Amerikada renk mücadelesi yapılıyor. Bazı hususlarda müsavata riayet olunamıyor. İslamiyet ise renk ve ırk farkını 14 asır evvel kökünden kazımıştı.
Şu mübarek sese kulak tutun: Tarih böyle bir ses duymuş, insanlığın kulağına böyle kudsî bir ses çalınmış mıdır?
"De ki, ey ehli kitap, geliniz, aramızda birleşeceğimiz bir kelimeye! O da: Allahtan başkasına kulluk etmemek, ona hiç bir şerik koşmamak, Allahtan gayrı içimizden bazılarını Tanrı edinmemektir. Şayet onlar yüz çevirirlerse deyiniz ki, şahit olun, biz Müslümanız." (Ali İmran: 64)
Kur'an sair dinler erbabına hürriyet vermiştir. O karanlık devirlerde hürriyet esasını kurmuştur, "Lâ ikrahe fid-din: Dinde zorlama yoktur." "Ütrukûhüm ve ma yedinun, lehüm mâlenâ ve aleyhim ma aleyna" düsturdur. İslâm ülkesinde yaşayan diğer din erbabına ehli zimmet adını verir. Onları himayeden âciz kalınca cizye bile almayı helâl görmez.
"İslâmın Uyanışı'' (82) eserinde A.Metz der ki:
"Orta Çağlarda İslam ülkelerini Hıristiyan Avrupa'dan ayıran cihet şudur: İslâm ülkelerinde İslâmiyetin gayri diğer dinlere kanan bir çok kimseler yaşarken Avrupa'da böyle değildi. İslâm ülkelerinde kiliseler, manastırlar, havralar hükümetin sultasından hariçmiş gibi durdular; sanki memleketin bir parçası değilmişler gibi devam ettiler. Bu hususta kendilerine verilen ahidlere, imtiyaz ve haklara dayandılar. Yahudiler ve Hıristiyanlar; Müslümanların yanıbaşında yaşadılar. Böylelikle Avrupa'nın Orta Çağlarda tanımadığı müsamahakâr bir muhit meydana geldi. Yahudiler ve Hıristiyanlar kendi dinlerine inanmakta hürdüler. Ancak Müslüman olduktan sonra tekrar irtidad ederlerse o zaman ölüm cezasına çarptırılır. Halbuki Bizans memleketinde Müslüman olan bir kimsenin cezası ise öldürülmekti."
Emile Dermenghem "Hayatı Muhammed" nam eserinde Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki münaferete Hıristiyanların sebep olduğunu söyler. Endülüs'te Hıristiyanlar, Müslümanları kılıçtan geçirdiler. Devletin tanzim ettiği bir katliâm İslâm ülkelerinde olmamıştır. Halkın galeyanı başka.
Hiç bir Müslüman, Hıristiyan Peygamberini tahkir etmez. Fakat Hıristiyanlar boyuna Müslümanların Peygamberine dil uzatırlar. Her Müslüman, her Peygamberi hürmetle anar. Musa ve İsa isimlerini anınca "Aleyhisselâm" diyerek salât ve selâm gönderir. Bunu başka hangi din erbabı yapar? Müslümanlar Hıristiyanlara üstün ve galip oldukları zamanlar da böyle müsamahakâr hareket etmişlerdir. Hıristiyanlar hâkim vaziyete geçince hemen Müslümanlara tahakküme başlarlar.
Hıristiyanlar, akın akın Şark ülkelerine gelip Müslümanların öz diyarında Müslümanları kendi dinlerinden vazgeçirmeğe çalışıyorlar. Misyonerler kol kol geziyor. Dini kollejler dolu, lâik Fransa bile hariçte misyoner kullanıyor. Müslümanlar, bir Hıristiyan devletinde din propagandası yaptıkları yok. Din hürriyetine sadıktırlar. Hanefiye uleması, bir zımmi öldüren Müslümanın kısasen katline fetva vermiştir.
İslâmiyet kardeşlik dinidir. "Mü'minler birbirinin kardeşidir." Adalet hakkındaki naslar çok kat'îdir. "Allah adaletle emreder." "İnsanlar arasında hüküm ettiğiniz zaman adaletle hüküm etmenizi emreder." Bu âyetler birer adalet ve hakkaniyet fermanıdır.
Hazreti Peygamberin Veda Haccında söylediği hutbesinde beşeriyete ilân ettiği talimat çok yüksektir. Bunlar Hukuku Beşer Beyannamesinden çok önce
olduğu gibi çok da üstündür. Cemiyetlidir. Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Beyannamesi eskinin noksanlarını tamamlamaktadır: "Barışa Davet" Hazreti Kur'an:ادخلوا السلم ولا تتبعوا خطوات الشيطان "Toptan sulha girin, şeytanın adımlarına uymayın, onun izinden gitmeyin" der. والصلح خير "Sulh hayırlıdır."
O mahzı hayırdır.
Mücadele için en güzel yolu gösterir: Hikmet ve Mev'izai hasene ile Hakka davet edilir.
"Rabbinin yoluna hikmetle, güzel mev'iza ile davette bulun ve onlarla en güzel tarzda mücadele et."
Kur'an'ın kurmuş olduğu yüksek ahlâk hakikaten şayanı hayrettir. En büyük mütefekkirleri bile hayran bırakır. Kur'an'ın ahlâkı, insanlık için meseli âlâdır, nümunei imtisaldir. En büyük örnektir.
Hazreti Peygamberin ahlâkı kendisine sorulunca Hazreti Ayşe boş yere: "O'nun ahlâkı Kur'an'ın ahlâkı(وانك لعلي خلق عظيم ) "Ve İnneke le alâ hulükın azim." diyor. "Sen
şüphesiz en büyük ahlâk üzeresin." Hazreti Peygamber de "Ben mekârimi ahlâkı tamamlamak için gönderildim." diyor.
"Müslümanlık ahlâk güzelliğinden ibarettir."Kur'an-ı Kerim'in istediği gibi insan olabilmek beşeriyet için en büyük gaye, ahassı âmâl olmalıdır. Bu yüce mefkürenin tahakkuku en büyük saadettir. Fevzi azîm odur. Yukarıda tercümesi geçen âyetlerde tasvir olunan Kâmil insana bak. İnsan işte öyle olur. İnsan öylesine denir. Kalanı insan müsveddesidir.
İslamiyet müsamahakârlık hususunda da örnekler verir. Müsamahanın fazileti hakkındaki şu âyete bak:
"İyilik ile kötülük asla bir olamaz, müsavi tutulamaz. Kötülüğe en güzel şeyle karşı gel. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık olan kimse candan bir dost gibi olur."
Müsamahakârlığın, tatlı sözün ve iyiliğin faziletini bu kadar güzel tasvir eden başka söz var mı?
_________
(80) İmam Busîyrî'nin kasidesi, "Kasidei Bürde" diye şöhret bulmuşsa da o "Kasidei Bürde" -değil, "Kasidei Bür'e" dir.
امن تزكرو جيران بذي سلمي "Emin tezekküri ciranın bizi selemi مزجت دمعاً جري من مقلة بدم Mezecte dem'an cerâ min mukletin bidemi.
diye başlar ve 162 beyt tutar. Türkçe muhtelif tercüme ve şerhleri vardır. "Kasidei Bürde" ise Hazreti Peygamberden af istemek üzere Şair Kâab Bini Züheyr'in Huzuru Risalette okuduğu kasidedir:
بانت سعاد وقلبي اليوم مقبول "Bânet Suâdu ve kalbil-yevme mekbûlü ميتم اثرها لم يكد مقبول Müteyemmün israhâ lem yükde mekbûlü.
diye başlar. Bunun da tercüme ve şerhleri vardır. Nedense bu iki kasidenin isimlerini birbirine karıştırıyorlar.
(81) "Arabın, Arap olmayana, Arap olmayanın da Arab'a bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük takva iledir.'' Hadis-i Şerif
82) Bu eser Alman A. Metz tarafından Almanca yazılmıştır. Cemal Köprülü tarafından Türkçe tercümesi Ülkü mecmuasında çıkmıştır. Hüdabahş tarafından Almancadan İngilizceye tercüme olunmuştur. Arap, Hind âlemi eseri İngilizcesinden daha çok tanır.
İLİM VE DİNİN ÖZELLİKLERİ
KUR'AN VE İLİMLER İSLAMDA DİN VE İLİM NİZÂI YOKTUR
ولا رطب ولا يابس الا في كتاب مبين (قرآن
"Dinsiz İlim Topal, İlimsiz Din Kördür."( (Einstein)
İLİM VE DİNİN ÖZELLİKLERİ
Bu bahse de kısaca temas etmek isterim. Her şeyden önce şunu bilelim ki, bizim Peygamberimiz de diğer Peygamberler gibi fennî hakikatleri talim için gönderilmiş değildir. Bunlar peygamberlerin vazifelerinden vahye bağlı olmayıp akılla bulunur ve bilinir şeylerdir.
İlim ve fen âletlerin yardımiyle, tecrübe ve müşahedeye dayanarak yapılır. Bunlar nübüvvet meselelerinden değildir. Peygamberlerin vazifesi kimyagerlik ve makinistlik olamaz.
İşte bundan dolayı Kur'an-ı Kerim bir fen mecmuası değildir. Vahiy, akıl ile bilinemiyecek hususları bildirir. Din, halkı irşad ve Hakka hidayet içindir. Bizi tabiattan değil, tabiatın mâverasından haberdar eder. İlâhiyât, nebeviyât(83) gibi semiyâta başkasından işitmeye dayanan şeyleri bildirir. Salâh ve felâha ulaştırmak için Kur'an tabiat ilimlerinden söz açarak, Halika delâleti itibariyle kâinattan bahseder. Kâinattan bahsetmek asıl maksat, âyetin mâsika lehi değildir. İşaret ve remz yoliyle müsbet ilimleri de anlatır. Kâinattaki hâdiselere işaret eder.
İşte bu itibarla Kur'an'da ilim ve fenden bahis vardır, deriz.
Hele şu muhakkaktır ki, Kur'an fenne, müsbet ilimlere karşı asla vaziyet almaz, Kur'an'a aykırı hiçbir fennî hakikat yoktur ve olamaz. Kur'an ilme teşvik eder.
Bu hususta Hamdi Yazır tefsirinde diyor ki:
"Yine itiraf etmek lâzım gelir ki fünunun tecrübe sahasındaki keşfiyat ve tatbikatı ilerledikçe bunlar Kur'an'ın mazmunlarına aykırı gitmemiş, bilâkis bir çok âyetlerin daha iyi vuzuh ile anlaşılmasına hizmet eylemiştir. Eski heyet nazariyeleriyle yeni heyet nazariyeleri Kur'an bakımından mukayese edildiği zaman eski heyete nazaran tevile sapılması lâzım gibi görünen nice âyetleri yeni heyete nazaran tevile gidilmeksizin zahirî veçhile anlamak daha ziyade sühulet kesbetmiştir.'' (84)
Yine aynı müfessir "Kur'an'ın kâinat hakkındaki tenviratı asr-ı hazır heyet fikrinden çok yüksek" olduğunu söylüyor.(85)
Kur'an'ın kurduğu yüksek esaslardan biri de kâinata nazar, mahlûkatı teemmül, hilkati tefekkürdür.
Bu ne ulvi bir şeydir: "Ve Yetefekkirûne fi Halkıssemâvâti Vel-Ard." Bu tefekkür yoliyle Ulu Yaradana ulaşarak "Rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ" diye iykanla Allaha niyaz etmek, kâinatın bedayii sun'ı karşısında hayran kalıp Hâlikın kudreti önünde tebcil, tekbir ve tazim ile eğilmek.
İşte kâinatı tefekkür Allaha götürür. "Tefekkür gibi ibadet yoktur." Onun için bir çok âyetlerde kâinata bakıp ondaki ibret levhalarını süzmek, gözden geçirmek tavsiye olunur. Şu âyeti beraber okuyalım:
ان في خلق السموات والأرض...... لايات لأولي الألباب
"Hiç şüphesiz ki, göklerin ve yerin yaradılışında; gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allahın yukarıdan yağmur suyu indirip de onunla arzı ölmüşken diriltmesinde, yer üzerinde debelenen hayvanatı yaymasında, rüzgârları değiştirmesinde, gök ile yer arasında müsahhar bulutlarda, şüphesiz bunlarda da akıllı olan bir kavim için elbette âyetler vardır. "(Bakara Sûresi)
İnsan bu âyeti gördükten sonra Kur'an'ın aleyhinde nasıl bulunabilir?
Ulûmu Kevniyyeden varlıkta olanlardan bahsetmekten maksat kudreti kâinatı saran Allah'ın azametini göstermektir. Kâinatta Allahın halkettiklerinden, uçsuz bucaksız âlemlerden, bilip bilemediğimiz şeylerden, ay, güneş, gece, gündüz, yeryüzüne serpilen çeşit çeşit hayvan ve nebatlar, gökler ve ziynetleri olan yıldızlardan, başları göklere yükselen dağlardan, dağlar gibi gemilerin yüzdüğü denizlerden, binek olarak kullandığımız hayvanlardan, rüzgârlardan, yağmurdan, rüzgârın önünde sürüklenen bulutlardan, şimşekten, şırıl şırıl akan nehirlerden, bize müsahhar olan her şeyden ve her şeyden bahis vardır.
Bu kâinattaki şeylerin hepsi insan oğluna faydalanmak için yaratılmış ve ona müsahhar kılınmış. Bunlara bakıp incelemeyi, düşünmeyi, ibret almayı tavsiye eder. Böylelikle aklını kullanarak işletsin, yeni yeni şeyler bulsun, kolaylıklar icad etsin. Âyetlerin hepsinin sonunda bakın ne deniyor:
"Bunda aklını kullanan bir kavim için âyetler, ibretler vardır.''
Aynı mâna şu âyetlerde de tekrarlanıyor:
ان في ذلك لا يات لقوم يعلمون :Bilenler"
ان في ذلك لايات لقوم يتفكرون Düşünenler"
ان في ذلك لا يات لقوم يفقهون : Anlayanlar"
ان في ذلك لا يات لقوم يتذكرونHatırlayanlar"
ان في ذلك لا يا ت لقوم يوقنون İykan edenler"
ان في ذلك لا يات لقوم يئمنون İman edenler"
İşte böyle Kur'an: "Kâinata bakın!" diyerek gözü açar. Ondan faydalanmaya sevkeder. Aklı uyuşturmaz, parlatır. Düşündürür. Böylelikle ilim ve fenne, sanayie hazırlar.
"Biz Kur'an'ı sana her şeyi beyan için indirdik." (Nahl Sûresi: 89)
"Biz kitapta hiç bir şey eksik bırakmadık." (En'am Sûresi)
"Ne yaş, ne de kuru hiç bir şey yoktur ki her halde Kitabı Mübinde olmasın.''(En'am)
Âyetlerinin işareti veçhile işte bu gibi itibarlarla Kur'an'da bütün ilimler var demektir. Nasıl ki bir çekirdeğin ve tohumun içinde o nebatın bütün şekli mevcut ise Kur'an'da da bütün ilimlerin nüvesi vardır, İbni Mesud "Kur'an'da her şeye dair ilim indirilmiş ve her şey beyan olunmuş'' demiştir.
Bir Arap şairi derki:
"İlimlerin hepsi Kur'an'da vardır, fakat insanların anlayışlarında kusur var." Kur'an ilimlere esas itibariyle işaret etmiştir. Bazı misaller verelim:
Tabiatta her şeyin muayyen bir miktarı vardır. Bir kanun ve düstur dahilin-dedir. Hiç bir şey tesadüfe bağlı değildir. Muayyen kanun dairesinde olur.
انا كل شيئ خلقناه بقدر ''Biz herşeyi bir ölçüye göre yarattık.'' "İnna Külle Şey'in Halâknahu bi kader." Bu kanun değişmez.
فلن تجد لسنة الله تبديلا "Felen tecide Lisun-netil-lâhi tebdilen" Sünnetullah
için değişmek yoktur. İlim her şeyin esasıdır. "Hiç bilenlerle bilmeyenler müsavi olur mu?", "Kör ile gören bir midir?" Akide delile dayanır. Bürhansız ve delilsiz bir şeye tâbi olmak yoktur. Bürhan yoksa iykan ve itmi'nan da yoktur. "Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Kulak, göz, kalb bunların hepsi ondan mes'ul olurlar." İşte Kur'an böyle esaslar kuruyor ve kâinata bakarak Hâlikın azamet ve kudretini düşünmeye akıl ve fikir sahiplerini, dâvet ediyor.
_______
(83) Nebeviyat: Peygamberler ve Peygamberlik hakkındaki bilgilerdir.
(84) M. Hamdi Yazır, Kur'an Dili, c. VII, s. 5195.
(85) Aynı Kaynak, c. I, s. 307
KURANDA İLİM VE FENNE AİT İŞARETLER
Ulûmi tabiîyye, eğer dudak ucuyla tadılırsa Allahtan uzaklaştırır. Eğer kana kana içilirse Allaha ulaştırır." (Bacon) "Tabiî ilimler dine aykırı değildir. Din, sahih ilim bahçesine köklerini saldıkça gelişir. Doğru ilim, dini takviye eder."
(Herbert Spencer)
"Kur'an'da ilimlere ve fenlere işaret vardır" derken bilinmesi gereken bazı hususları da burada kaydetmeden geçemiyeceğim:
19. asrın yetiştirdiği büyük müfessir Âlûsî'nin dediği gibi: "Âyetlerin hemen felâsifenin her dediğine, fenne tatbika kalkışmamalı. Çünkü ilim ve fen değişiyor. Nazariye ve faraziyeler altüst oluyor. Henüz nazariye halinde olan bir şeyi dinî akidelere karıştırmış oluruz..." Onun için Kur'an'ı her asrın ilim ve fennine tatbika kalkışmak mahzurdan sâlim değildir. Fennin nazariyeleri değişiyor, değişmeğe mahkûmdur. Değişmezse zaten terakki de olamaz.
T.G. Masaryk "Nazariyesiz ilim vücudunun âzasını bir müddet besledikten sonra kuruyup düşen yapraklar gibidir" demektedir.
Voltaire de alaylı bir ifade ile: "Nazariyeler fareler gibidir, dokuz delikten geçerler, fakat onuncu delikte yakalanırlar." demişti.
Kâinat bir mahşeri şuûnat, olaylar çalkantısı, dalgaları içinde çalkanmaktadır. Esrarla örtülü âlemler, varlıklar, uçsuz bucaksız fezada yüzüyor. Sabit bir nizam içinde daimî tahavvül var. İlim namına bir şeyler yapılır, evvelâ tapılır, sonra yıkılıp atılır. Bir nazariye gidip yerine başkası gelir.
Bu şimdiye kadar böyle olduğu gibi şimdiden sonra da böyle olacaktır. İlim düşe kalka, daimî bir tekâmüle doğru yürümektedir. Tıbbın babası sayılan Calinos bugünkü tıbbın emekleyen bir çocuğu gibidir. Bugünkü ortamektep talebesi Euclid'ten daha çok hendese bilir. Newton'un önüne bir elmanın düşmesiyle, asırlardanberi kurulduğu yüksek tahtından Batlamyus da düşüverdi. İkibin senedir beşerin ilk hocası: "Muallimi Evvel" diye tapılan Aristo hakkında bakarsın bir Russel çıkar, "Aristo beşerin başına gelen belâlardan biriydi"der. Fakat Darwin başka bir belâdır. Yarın Einstein hakkında ne denecek acaba?
Eskiler heyulâ, süret, cevher, âraz diye tutturdular. Bir makülâtı aşere'dir gidiyordu. "Anasırı Erbaa"(86) dediler, taş diktiler, su ve hava tahlil edilince onlar unsur olmaktan çıktı. Mendelef de kocaman bir unsur cedveli ile meydana çıktı. Demek her şey değişiyor!..
19'uncu asırda keşifler, icatlar ve ihtiralar çoğalınca ilme biraz gurur geldi. Yeni yeni keşifler, âlimleri fazlaca şımarttı. Çocukcasına bir yaygara kopardılar: "Kâinatın sırrı çözülüyor, ezelî muamma hallolunuyor!" diye bastılar nârayı!
Halbuki ilim hep o idi. Aynı kanunlar. Yeni keşiflerle kâinat muamması çözülmüş değildi. Âlemlerin sırrı hallolunmamıştı, ezelî muamma duruyordu. Son sır hallolunursa zaten tekâmül durur, beşer fikri soğur, hatta donar.
Dufois Reymond 1880 senesinde diyordu ki: "Kâinatta yedi muamma kaldı. Bunlardan en az üçünün halli bizim için mümkün değildir. Madde ve kuvvetin esası ve mahiyeti, hareketin asıl ve menşei, basit ihsasların ve şuurun mahiyet ve menşei, belki büyük güçlüklerle hallolunabilecek üçü de şunlardır: Hayatın asıl ve menşei, tabiattaki nizam ve zahirî gaiyet, fikir ve dilin asıl ve menşei, fakat cüz'î irade, işte bunun hakkında kat'î bir karar yok!"
İlim, kâinatın sırrını nasıl halledebilsin. Biz kendimiz de o halletmeye çalıştığımız sırrın bir parçasıyız. İç âlemimizde neler var?
Hazreti Ali diyor ki: "Sen kendini küçücük bir cisim mi sanıyorsun, sende koskoca bir âlem dürülüp toplanmıştır."
Bugün ilim şunu diyebiliyor: "İlk maddenin, molekülün formülü şöyle böyle... Bu ölü maddenin nereden kuvvet alıp da ürediği ve ilk tek hücreli mahlûku nasıl meydana getirdiği henüz bizim için tamamiyle meçhuldür." İşte ilmin itirafı bu. Atom fiziği ortaya çıkınca şımarık materyalistlerin sesi birdenbire kısıldı. Materyalizm çöküyor. Maddeye dayanan fiziğin saltanatı sarsıldı. Atom fiziği maddeyi bambaşka anlatıyor ve izah ediyor. Bugünkü ilme göre kâinat büyük bir ruhtur, Madde kuvvetten çıkar, kuvvet maddeden değil. Atom zerreleri maddeden küçük cüz'ü fertler, cevheri fertlerdir. Elektron ve protonlar, atomlar baş döndürücü bir yapı!
İngiltere'nin meşhur heyetşinaslarından ve riyaziyecilerinden Sir James Jeans 1932'de neşrettiği "The Mysteriqus Universe - Esrarla örtülü kâinat" nam eserinde yeni fiziğin izafiyet ve atom enerjisi nazariyelerinden bahsederken diyor ki:
"Bugün âlimlerin büyük bir ekseriyeti, hattâ fizikçilerin hemen hepsi, ilmî fikir hareketlerinin mekanik olmayan bir şe'niyete teveccüh ettiğinde müttefiktirler. Kâinat bize artık büyük bir makine gibi değil, belki bir ruh gibi görünmeğe başladı. Şimdiden sonra zekâya, maddenin melekûtuna kazara girivermiş bir sığıntı nazariyle bakamayız."
Aynı müellifin "Etrafımızdaki Âlem" eseri de çok enteresan fikirlerle doludur.
İzafiyet nazariyesi sahibi Einstein bağırıyor: ''Mutlak zaman yoktur, mekân da zaman gibi izafidir, nisbîdir!" İzafiyet nazariyesi, yeni atom fiziği yepyeni bir şey yapıyor. Zerreler parçalanıyor. Madde ufalanıyor. Yeni enerji, kudret menbaları bulunuyor. Bir tarafta sebepsiz, illetsiz hiç bir şey husule gelemez diyen ilim ve fen, ıttırad kanunu; diğer tarafta yeni atom fiziği. Hepsi fenni biraz ileri itişin semeresi. Atom fiziği illiyet prensibini, ıttırad kanununu sarsıyor. Diyor ki:
"Atom fiziğindeki garabetlerin izahı, ancak eski ve pek aziz bazı fikirlerin terkedilmesi ile kabildir. Bu fikirlerden en mühimi tabiat hâdiselerinin tam ve sıkı bir kanuna itaat ettiğine dair olan fikir, yani illiyet prensibidir."(87)
Bugün ilmî cebriyecilik kalkıyor. Lâhut uleması, ilâhiyatçılar artık kat'i tabiat kanunları yerine ihtimaller kanunu kaim olduğundan mucizelerin de pekâlâ vukuunu kabul etmek mümkün olduğunu cesaretle ileri sürmektedirler. Atom âleminde kat'î ve muayyen kanunlar yerine ihtimal kanunları yer aldığını kabul etmek zorunda kalmışlardır. Bugün zaten ilim ve felsefe ile din arasında bir anlaşma ye uyuşmaya doğru gidiliyor. 19. asırdaki yeni keşiflerin verdiği şımarıklıkla materyalistlerin dine karşı aldıkları saldırganlıktan, yaptıkları hücumlardan bugün eser yok. Niza durmuştur. Hatta koyu materyalistliğin bir aksülâmeli olarak maddeyi inkâr eden koyu ruhçular çıkmıştır.
Londra Üniversitesi profesörlerinden Wolf, "Modern ve Muasır Felsefe" namındaki eserinde diyor ki:
"Tabiat âleminde illiyeti bile inkâr ediyorlar. Halbuki illiyet prensibi âlimlerin dayanağı ve mekanik felsefenin temeli idi. Şimdi ise imkân ve ihtimaller kanunları yer alıyor. Mucizeleri ve harikulade ahvali onunla tefsir kabil oluyor. Ulemanın bir kısmı ona büyük ehemmiyet veriyorlar. Âlimler âdeta tasavvufi bir fikre gidiyorlar. Kâinat bir ruhtur, fikirdir, diyorlar. İlim adamları ile din adamları arasında mutlu bir uyuşma hasıl oluyor."
Eskiden ise ilim ile din arasında olduğu gibi, ilim ile felsefe arasında da niza vardı.
Büyük İslâm filozofu İbni Sina bu meseleyi tıpkı bugünkü ihtimaller kanunu dairesinde anlamıştır. "İşârât" ında mucize ve keramet gibi fevkalâde ahvalden bahsederken der ki:
"Bu gibi şeyleri işittiğin vakit birdenbire inkâra kalkışma. Çünkü tabiatın esrarında bu gibilerin de esbabı, illeti vardır. Kulağına gelen haberin garabeti seni iz'aç etse bile onun muhal olduğuna delil olmadıkça tevakkuf ipine sarıl... Bilmiş ol ki, tabiatta nice acaib ve yine âli kuvayi fa'âle ile sefil kuvayi münfailenin içtimalarında nice garaib vardır."
Görülüyor ki filozofumuz bugünküler gibi ihtimaller kanununu kabul ediyor. Âlem, âlemi imkândır. Atalarımız bile : "Olmaz, olmaz deme; olmaz, olmaz!" demişlerdir.
Burada şuna da işaret edelim ki, bizde garba ayak uydurmak âdettir. Garp da bize hep modası geçmiş, köhne mataını sürer ve yahut biz ilim cereyanlarına o kadar uzağız ki, onlar bize gelince eskiyor. Yeni kelâm kitaplarında ve tefsirlerde mucizeler akla ve fenne uydurulmuş, tevil yoluna gidilmiştir. Halbuki garpta ne oldu? İlmi cebriyecilik sarsıldı. Atom fiziği, mucizeleri değil, ilim ve fenni sarstı. Mucizelere meydan verdi. Materyalizm çöküyor. Madde, ruhî kudretlerin mahsulü oluyor. Yeni ilmin gözüyle kâinat bir ruh gibi görünüyor.
Garpta ilim ve fen ıttırad kanununu atıp ihtimaller kanununu ikame, böylelikle mucizeleri kabul ederken biz eski görüşü alıyoruz. Cahil, cahil oldukları kadar da hükümde âciz bir sürü gafil, alabildiğine kalem oynatıp ilim ve haki katin yüzünü kızartacak şeyleri pazara çıkarmadılar mı? İşin en garibi şudur ki, din ve mucize ile alâkalı her şeyi inkâr eden bu çürük kalemler, öte yandan olur
olmaz şey hakkında bile mucize tâbirini kullanmaktan çekinmezler. Mucize kelimesi onlarca çocuk oyuncağı oluyor. Mucizelik kalmıyor.
Hem mevzuumuz ve hem de salâhiyetimiz haricinde kalan bu meselelere burada kısaca temas etmemizin sebebi: îlmin dine karşı bir noktası olamıyacağını belirtmektir. Çünkü bugün dine zıd gibi gördüğümüz o fen kaidesi yarın değişiyor. İlim ve fende değişiklik daima oluyor. Bu da terakki ve tekâmülün bir icabıdır. Her asırda müsbet ilimler dediğimiz şeyler karşısında aklın başka başka izahı var. Arzı merkezi âlem yapıp güneşi, yıldızlariyle gökleri yerin etrafında fırıl fırıl döndüren veya dünyayı sarı öküzün sırtına yükleyen de hep akıldı! Güneşi merkez yapıp yeri onun etrafında dolaştıran da akıl!.. Mevalidi selâseyi, anâsırı erbaaya(88) bağlayarak onlarla mevcudat çatısını kuran da ilim ve akıldı. Onları deviren de onlar oldu.
İlmin dine karşı bir noktası olmadığı gibi Kur'an'ın âyetlerini hemen her ilmî nazariyeye tatbik etmek, işte bunun için o kadar yerli sayılamaz. Çünkü bugün müsbet bir ilim ve nazariye dediğimizin yarın yine müsbet ilim ye fen eliyle perdesi indirilip öyle olmadığı meydana çıkıyor. Hiç bir şeyin değişmiyeceğine kimse teminat veremez. Maamafih insanlar asrının ilmine sarılmak ve uymak zorundadır. Değişecek diye bekleyip ona bigâne kalamaz. Zamanının ilim ve fikir cereyanlarından az çok herkes müteessir oluyor. Onun içindir ki, eskidenberi müfessirler Kur'an'ın âyetlerine ilim ve fünunu tatbik edegelmişlerdir. Hata ve sevap içinde böyle gelmiştir. Âlûsî bile bunu doğru görmediği halde kendisini bundan kurtaramamıştır; o da yapmıştır.
Kur'an-ı Kerim kâinat hakkında en makul yolu göstermiştir. Hakayıkı eşyayı, bir tohumdaki rüşeym gibi havidir. Mufassalan değil, icmalen beyan eder. Kur'an'ın hakikatleri ve esrarı karşısında bir insan, esrarı tabiat karşısındakinin aynıdır. Tabiattakini her göz görüp anlayamadığı gibi Kur'an'ı da herkes anlayamaz.
Aklı her vakit hakem yapmak ta doğru değildir. O da aldanır ve aldatır. Herkesin gözü görüp durur ki, yer duruyor. Fakat ilim gözüyle Galile onun döndüğünü görebildi. Demek zevahir aldatıyor. Bedahete itimad caizse yer duruyor, dememiz gerekiyor. İlmin meşhur ıttırad kanunu fizik ve kimyada caridir. Biyoloji sahasında kabili tatbik değildir.
Hele psikoloji âlemi ne muammalı. Biyoloji ve psikoloji gelişme devresinde. Bir düğüm çözülüyor, arkasından bin düğüm meydana çıkıyor. Ruh ve ahvali hakkındaki bilgiler kısa ve gölgeli. Ruhî hâdiseleri tahlil edebiliyor muyuz? İlim bu hususta yayadır. Gözümün önünde olup biten bazı tabiî hâdiseleri bile ilim izah edemiyor.
Biyoloji, fizyoloji, psikoloji garip şeylerle dolu. Yerde ve gökte, gözle görülen, teleskop ve mikroskopla tetkik olunan neler var. Hayat nedir, gayri uzvî olan şeyler uzviyete nasıl inkılâp ediyor? En basit bir canlı hücrenin bile yapısı hayret verici. Nasıl meydana geldiğini bilemiyoruz. İlim yıpranan uzviyeti tamir edemiyor. Yaratmak, o ancak Hâlikın sıfatı! Cerrahî bir uzvu kesip yerine başka birinden uzuv koyabiliyor. Bir damla kan bile meydana getirilemiyor. Hâlikın kurduğu makine kan yapıyor.
صنع الله الذي اتقن كل شيء فتبارك الله احسن الخالقين
"Sun'allâhil-lezi Etkane külle şey'in, Fetebârekâl-lâhu Ahsenül-Hâlikîn" ilim bir çok şeyler keşfetmiş ve daha da edecek. İlim de kâinat gibi sonsuzdur. Uçsuz bucaksızdır. Bunlar hep Allahın azametine delildir. Bu kâinatı muhit olan, bir Allah var. İşte bunları Resulüne vahyeden O'dur. Kur'an-ı Kerim o Allah'ın vahyidir. Onda bâtıl yoktur. İlim ile din arasında niza bulunamaz.
___________
86) Anâsırı Erbaa: Dört unsur: Toprak, su, hava, ateş.
(87) Adnan Adıvar, "İlim ve Din".
(88) Mevâlidi Selâse: Cemâdlar, Nebatlar, hayvanlar, Anasır-ı Erbaa: toprak, su, hava, ateş.
İLİM VE DİN BİRBİRİYLE BAĞDAŞAMAZ MI?
Bazı keşifleri insanlar dün hayâl sayardı. Bugün birer hakikat oldular. Bazı fen adamları bile yeni keşiflere karşı gelmişlerdir. Yeni keşiflere inanmamışlar, alay etmişlerdir. Yakın ilim tarihinde bile bu kabilden bir çok hâdiselere şahit oluyoruz. İlim cereyanına karşı giden âlimler de var. Akliyet ve zihniyet değişiyor, eğer değişen aklı görüş ölçüsü tutarsak bir çok şeyleri ters görürüz. Aklın ilmi izahı her asırda başka türlü. Aklın hakemliği her şeyde doğru çıkmıyor. İlmin bir nazariyesi düşüyor, diğeri yükseliyor. Tecrübeye müstenid müsbet ilimlerde bile böyle. Bir kayıt ve kaide altına alınamıyan ruhun ahval ve tezahürleri hakkında akıl şunu kabul eder, bunu kabul etmez, demek akıl kârı değildir. Aklım almıyor, havsalama sığmıyor demek akıl sahibine yakışmaz. Onun için Kur'an-ı Kerim'in vahyi ilâhî olduğunu kabul etmeğe hiç bir zaman mâni yoktur.
Burada şuna da işaret etmek isterim: Din ile ilim barışamaz deyip gidiyorlar. Hangi din ile barışamaz, evvelâ onu bir anlayalım. Bu lâflar garptan geliyor. Oradan aynen alınıp tekrarlanıyor. Bu hususta yazılan eserlere bak. Hep söz geçerken Hıristiyanlık karşımıza çıkıyor. Avrupa müelliflerinin sözleri böyle olacak. Avrupa zaten Hıristiyanlıktan başka bir din tanımıyor ve anlamıyor. O mübarek Hazreti İsa'nın dini de beceriksiz papazların elinde ilme karşı gelmiş. Hıristiyanlık tefekkürü, ilme düşmandır.
İlim ve din kavgalarında giden kurbanların sayısı 33 milyona baliğ oluyorsa çoğunun kanına girmeğe sebep papazlar olmuştur.
Kur'an'da ise ilimle barışmayan bir yer yoktur. Bugün inkâra mecal yoktur ki, ilim, İslâmda terakkisine hürriyet içinde devam etmiştir. Yunan ilminin bir
kısmı Arap tercümeleri sayesinde bize kadar gelebilmiştir. Medeniyet, İslâmiyete borçludur. Hulefa saraylarında gayrı müslim âlimler bile büyük itibar görmüştür.
Hıristiyanlık ise bir taraftan esrarengiz şeylerle akıl ve mantığı kendinden soğuturken diğer taraftan ilme karşı cephe tutmuş, ulemayı takip etmiştir. Nedir o teslis akidesi, İsa'nın ekmek ve şarapta temessülü? Endülüjanslar, gufran hüccetleri, itirafı zünup, vaftiz, zenbi aslî?!.
Müslümanlıkta ne böyle esrarengiz şeyler var, ne de ilme karşı bir vaziyet. Hakikaten bu şekilde Hıristiyanlık Avrupa'nın dine cephe almasına sebep olmuştur, boş yere Hazreti Kur'an, Hazreti İsa'ya bunlara böyle yapın diye sen mi dedin? demiyor! İşte Hıristiyanlığı ölçü tutarak Avrupalılar ilim ile din barışamaz diyorlar.
Bizde bazı gafiller de din ile ilim barışamaz deyip duruyorlar. Hangi din desek; işte Avrupalılar öyle diyor diye parmağiyle garbı gösterecek ve bir sürü muharrir ismi sayacak.
Bu neden ileri geliyor bilir misiniz? Bunun bir adı var: Cehalet ve taassup. Taassubun her nev'i kötüdür. Çünkü taassup bir fikre körükörüne bağlanmaktır. Hakikati görmeye engel olur. Cehalete kardeş çıkar. Galile "Bu dünyada cehlin ilme karşı duyduğu kin ve nefretten daha zorlu bir kin ve nefret yoktur." demişti. Hakikaten öyledir. Cehalet hangi taraftan olursa olsun kötüdür. Zararlıdır. Dini bilmeyen dine düşman olur, ilmi bilmeyenin ilme düşman olduğu gibi!
KUR'AN'DAKİ FEN'NE İŞARETLERE TOPLU BİR BAKIŞ
"İslam âleminde bütün ilim ve irfan şubelerinin hayrete şayan inkişafı, dolayısiyle Kur'an sayesinde olmuştur.'' (Herschfeld) "Yeni ilimlerin keşifleri veyahut yeni ilimlerin yardımiyle hallolunan veya hallolunmalarına uğraşılan meseleler arasında bir mesele yoktur ki, İslâmiyetin esasları ile tearuz etsin. Bizim Hıristiyanların Hıristiyanlığı tabiat kanunlariyle telif etmek için sarfettikleri gayrete mukabil Kur'an-ı Kerim ve onun teminatı ile tabiat kanunları arasında tam bir ahenk görülmektedir." (Alexi Luvazun)
1-Sümmes teva ilessemai ve hiye duhanün
ثم استوي الي السماء وهي دخان مبين "Sonra buhar halinde olan göğe teveccüh ve tecelli etti." (Hamim Secde: 11) Bu âyette kâinatın teşekkülü nazariyesine işaret vardır.
2- İnnes-semavati vel-arda kâneta ratkan fefetekna hüma
ان السموات والارض كانتا رتقاً ففتكنا هما
"Gökler ve arz bitişik idiler de onları biz ayırdık. " (Enbiyâ Sûresi: 30) Bu, arz ve diğer seyyareler güneşten kopmuştur nazariyesine uygundur.
3-Güneş kendi mihveri etrafında dönmektedir. Veşşemsü Tecri Limüstakarrin
والشمس تجري لمستقر لها "Güneş de kendine mahsus bir müstakar içinde ceryan etmektedir.!'' (Yasin Sûresi)
Mihveri etrafında dönmesi gibi ziya ve hararet neşretmesi de ceryanîdir.
4-Seyyareler fezada yüzmektedirler. Ve küllün fi Felekin yesbahun
وكل في فلك يسبحون
"Her biri birer felekte yüzerler." (Yasin Sûresi)
5- Arz yuvarlak olup dönmektedir. Dağlar seyyal gazlardan mürekkeptir: Ve teral-cibale tahsebüha camideten ve hiye temuru merressehab
وتري الجبال تحسبها جامدة وهي تمر مر السحاب
"O dağları görür, camid sanırsın, halbuki onlar bulut geçer gibi geçerler."
(Neml Sûresi: 88)
6-Arzın yuvarlak olduğuna şu âyet de delildir: Yükev-virul-leyle alennehar يكور الليل علي النهار
"Geceyi gündüze dolar." (Zümer: 5)
Tekvir, yuvarlak olan şeye dolamaktır. Bakara Süresindeki "Yeri size firaş, yaygı kıldı" âyetinin tefsirinde Kadı Beyzavî yerin musattah olması yuvarlak olmasına mâni değildir, demektedir.
7-Ay Güneşten ziya alır: Hüvellezi Cealeş-Şemse Ziyaen Velkamer
هوالذي جعل الشمس ضياء والقمر نوراً
''O öyle bir Allahtır ki, Güneşi ziya verici, Ay'ı da aydın kıldı."
8-Menazili Kamer, ayları ve yılları bilmeye vesiledir:
وقدرناه منازل لتعلموا عدد السنين والحساب (Yunus Sûresi)
Ve kaddernahü menazile li ta'lemû Adedessinine velhısab. (Yunus Sûresi) Gece ve gündüz de takvimde esastır.
وجعلنا اليل ونهار آية........ لتعلموا عدد السنين والحساب
Ve Caalnal-Leyle Vennehara Âyeten... Velita'lemû adedessinine velhısab. (İsrâ
Sûresi)
9- Göklerde, diğer seyyarelerde de hayat vardır. O sayısız âlemler boş değildir:
ومن آياته خلق السمموات والارض وما بث فيهما مندابه
Ve min âyetihi halkus-semavâti vel'ardı vema besse fihima min dabbetin
" O göklerin ve arzın yaradılışı ve onlara serpip yaymış olduğu her dabbenin
üremesi de onun âyetlerindendir.'' (Şurâ Sûresi: 29)
Müfessirlerin başı Mücahid (H. 105-M. 723) göklerde hayvanat olduğunu söylemiştir.
10- Günün birinde yıldızlar parçalanacaktır. Buna dair müteaddit âyetler vardır.
11- Cemadata, maddeye su hayat verir. Su hayvan ve nebatatın esasıdır. Hayatın en mühim unsuru sudur. Susuz hayat yoktur.
Ve Cealnâ Minel-mâi Külle şey'in hay وجعلنا من الماء كل شيء حي
''Her şeyi sudan diri kıldık; hayatı olan her şeyi sudan yaptık." (Enbiyâ Sûresi: 30)
12- Varlıkta her şey çifttir. Bu da yeni bir ilmî buluştur. Elektrik bile müsbet ve menfi, erkek ve dişi:
Ve min küllü şey'in halâkna zevceyn ومن كل شيء خلقنا زوجين
"Her şeyi çift olarak yarattık." (Vezzariyat: 49)
13- Nebatatta erkeklik ve dişilik vardır. Bilhassa o devirlerde nebatat âlemi için bu ne mühim bir ihtardır:
Min küllüs-semerati eeale fiyha zevceynis -neyni كل الثمرات جعل فيها زوجين اثنين
"Meyvaların hepsini ikişer çift olarak
14- En mühim bir işaret de nebatatta aşılanma, telkih hâdisesidir. Nebatatta erkek çiçek, dişi çiçeği aşılar ve bunu da rüzgâr yapar.
Ve erselnar-riyaha levakıha وارسلنا الرياح لواقح
"Biz rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik." (Hacr Sûresi: 22)
İşte nebatlarda bu aşılanma bir ilmî mucizedir. İbni Abbas: "Rüzgârlar eşcar ve bulutun levakıhidir." demiştir. Hasan, Katade. Dahhak da böyle tef-sirde bulunmuşlardır. Onların bu tefsiri, bugünkü ilmî buluşa uygundur.
15- Bulutların meydana gelmesine sebep olan tebahhurda rüzgârın rolü çok büyüktür. "Ve Erselnar-riyaha levakıha fe enzelna minessemai maen feeskayna kümuhü" âyetinde buna da işaret vardır.
"O ki, rüzgârları yağmurun önünden bir müjdeci gönderir, gökten temiz bir su indirdik. " (Furkan Sûresi: 48)
"Öyle Allah ki, rüzgârları gönderir, bulutları kaldırır, onları ölü bir beldeye sürerek orasını sularız da ölmüşken o yeri suyla yeniden diriltiriz. " (Fatır Sûresi: 9)
İşte yağmurun ve onun şevkinde rüzgârın rolü böylece bir çok âyetlerde anlatılmaktadır.
16- Bulutların havada durması bugün fennin hayretle izahına çalıştığı bir meseledir. Kur'an'ın bu husustaki işaret ve irşadı şöyledir:
"Rahmetin önünde rüzgârı müjdeci yollar. Nihayet bunlar ağır bulutları hafif bir şey gibi kaldırıp yüklenir de..." (A'raf Sûresi: 56)
Hakikaten bulutların havada nasıl durabildiği bugün fennin hayretle izahına çalıştığı bir meseledir. Kur'an bu mühim noktayı Allahın kudretinin azametine bir delil gösteriyor. Akılları hayran eden,fenni âciz bırakan noktayı nasıl yakalıyor. Bulutların durmasında ve şevkinde rüzgârın ve havanın oynadığı rol inkâr olunamaz. Tayyare bile pervanenin yaptığı rüzgâr sayesinde havada duruyor, muvazenesini sağlayıp yüzüyor. O ağır bulutların bir yerden başka yere sürüklenmesi müteaddit âyetlerde rüzgâr vasıtasiyle olduğu işaret buyurulmuştur.
17- Nice nakil vasıtaları, binitler halk olunmuştur. Denizlerdeki dağlar gibi gemilerden tut da merkebe varıncaya kadar hepsi insanın hizmetinde, daha da nice taşıtlar ve binitler bulunacaktır.
"Hayvanları da yarattı, sizin için onlarda bir ısınıklık ve bir takım menfaatlar vardır, hem onlardan yersiniz. Akşamları getirir, sabahleyin salarken onlarda sizin için ne hoş bir zevk vardır. Yüklerinizi de yüklenirler canlarınızın yarısını tüketmeden varamıyacağınız beldelere götürürler. Şüphesiz ki Rabbiniz size çok re'fetli, çok merhametlidir, hem binesiniz diye, hem de ziynet olarak atları, katırları, merkepleri de yarattı ve bilemiyeceğiniz daha neler de
yaratacak. " (Nahl Sûresi:
18- Hilkatte tetavvur ve tekâmül vardır. Evvelâ cemadat, sonra nebatat, sonra hayvanat ve en sonra da insan hayatı başlamıştır.
Ceninin ana rahminde geçirdiği safhalar ne ibretlidir: "Şanım hakkı için biz insanı balçıktan bir sülâleden yarattık." "Sonra onu oturaklı bir karar yerinde nutfe yaptık. "(Mü'mimun Sûresi: 13) Bu meseleden bahsederken Hamdi Yazır şöyle diyor:
"Ötedenberi maadinin, nebatatın, hayvanatın tasnifine çok ehemmiyet verilmiş, zaman zaman muhtelif noktai nazardan muhtelif tasnifler yapılmış, ve türlü mülahazalar yürütülmüştür. Ezcümle İbni Türketel-İsfehanî Fusus şerhinde demiştir ki: "Arzda evvela tekevvün eden maadin, sonra nebatat, sonra hayvandır. Ve Hak Taalâ bu mevalid ve ahbasından her sınıfın âhirini onu veliy edenin evveli kıldı da maadinin ahirini ve nebatın evvelini mantar, nebatın âhirini ve hayvanın evvelini hurma, hayvanın âhirini ve insanın evvelini maymun kıldı ki vahdeti ittisaliyeye halel ve inhiraftan, fasıla ve inkıtadan mahfuz ve mazbut olsun için..."(88a)
Bugünkü ilmi cemadat, nebatat ve hayvanat arasında had fasılı itibari yapıyor.
19- Fotoğraf gölgenin tesbiti demektir. Güneş yâni ziya olmayınca fotoğraf alınamaz.
"Bakmaz mısın Rabbine, gölgeyi nasıl uzatmakta, dilese idi onu sâkin de kılardı. Sonra nasıl güneşi ona delil kılmışız. "(Furkan Suresi: 45)
20- Maddenin unsurları muayyen miktardadır. Elektron ve proton sayılarına göre muhtelif maddeler teşekkül eder. Atomlar maddeyi, sayısına göre meydana getirir. Muayyen düsturlar dahilinde maddenin yapısı kurulur:
كل شيء خلقناه بقدر "Her şeyi takdirle yarattık."
وكل شيء عنده بمقدار "Onun indinde her şey muayyen miktarladır." (Rad Sûresi: 9)
Her şeyi yarattı da her birinin had ve miktarını tayin etti.
Eskiden cüz'ü fertlerden daha küçük bir şey olmadığı sanılıyordu. Madde en küçük kısımlara ayrılıp ondan ötesine geçilemez sanılıyordu. En küçük zerreye dayanıp kalıyorlardı. Halbuki yeni buluşlar elektron ve protonları meydana çıkardı, atom nazariyesi kuruldu. Kur'an'da zerreden daha küçük şeyler olduğuna işaret vardır:
"Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığında bir şey Tanrı'dan gizli kalmaz. Ondan daha küçük ve daha büyük hiç bir şey yoktur ki açıkça kitapta bulunmasın. " (Yunus: 61)
"Ne göklerde, ne yerde Tanrının ilminden bir zerre ağırlığınca bir şey kaçmaz. Bundan daha küçük ve daha büyük hiç bir şey yoktur ki hepsi muhakkak kitapta apaçık bulunmasın. "(Seba': 3)
Demek zerreden de küçük, en küçük olan şeyler var. Daha talebe iken 1931'de elektron nazariyesini okuduğum zaman bu âyete tatbik etmeyi düşünmüştüm. Sonra Mısır Ezher ulemasından Yusuf Dicvî'nin bunu "Nurül-İslâm" mecmuasında yazdığını gördüm.
21- Müşahede ve tecrübeye dayanan ıttırad kanunu yanında bugünkü atom fiziği imkânlar kanununu da kabul etmektedir. Hakikaten kâinata bakıyoruz. Bir ıttırad ve nizam dahilinde. Öte yandan da tabiat ve hilkat inkılâb ve teceddüt; daimî bir tehavvül içinde çalkanıyor. Tehaffuzu madde diyoruz, arkasından tehavvül geliyor. Kur'an işte bu tehavvül ve ıttırad kanunlarına da işaret etmektedir.
Allahın halkında değişmek yoktur. Sünnetullahın değiştiğini bulamazsın, anlamındaki âyetlere ıttırad kanununa işaret olduğu gibi "Külle yevmin huve şe'nin" âyeti de tehavvül ve imkânları göstermektedir.
Menşe bir, neş'et mütenevvi. Ittırad ve tahavvül içinde kâinatın hâdiseleri, hilkatın şuunu devam edip gidiyor. Bu ne kadar akıllara hayret verici kudrettir.
Şüûnât-ı tabiatta bidayet yok, nihâyet yok.
Vukûat-ı zamanı bir müselsel macera buldum.
Arif Hikmet
22- "Evet, biz onun parmaklarını da düzeltmeye kaadiriz."
Bu âyeti kerime parmak izi hakkında büyük bir irşaddır. İnsanın âzasından en göze çarpan, dikkati çeken mevziler bırakılıp ta parmakların tesviyesinden bahsolunması boş yere değildir. İnsanların parmak izleri asla birbirine benzememektedir. Onun için parmak izi bugün adaletin tahakkukunda büyük rol oynuyor. Birbirinden çok ince farklı olan parmakları bile tesviye ederiz buyurmak, parmak ısırtacak bir işarettir.
23- Hilkatteki akıllara hayret verici şeylerden birisi de nebatların, ağaçların meyvalârının başka başka lezzette, türlü türlü tatda olmasıdır. Herbirinin kendine mahsus lezzeti var. Nebatın kökleri topraktan bunları nasıl alıyor. O da kök, bu da kök, lezzet neden mütenevvi? Nebat bu tadı nasıl işliyor. O devirde nebatat bunları bilmezdi. İşte Allahın sun'u bediine, azameti kudretine bir delil:
"Hem O, arza bir imtidat verdi. Onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaptı. Ve meyvaların hepsinden onda iki çift yarattı. Geceyi gündüze bürüyüp duruyor. Her halde bunda düşünen bir kavim için âyetler vardır. Arzda mütecavir kıtalar, üzüm bağları, ekinler, hurmalıklar, çatallı çatalsız hepsi bir su ile sulanır. Halbuki yemişleri bazısı bazısına üstün ve farklı kılıyoruz. Her halde bunda aklı olan bir kavim için âyetler var.'' (Ra'd Sûresi: 3)
24- Nebatat âleminden hayvanat âlemine geçelim. Hayvanlar arasında nice ibret verici şeylere rastlıyoruz, arılar, karınca ve daha niceler acaib birer âlem içinde. Göçücü kuşların halleri ne alâka çekici! Bugünkü ilim bunlarla meşgul oluyor. Hayvanlar âleminde de birer ümmet var. Onlar da birer cemaat ve cemiyettirler.
"Yerde debelenen hiç bir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiç bir kuş yoktur ki sizin gibi birer ümmet olmasın." (En'am Sûresi)
İşte böylece Kur'an-ı Kerim, akıl ve fikri kâinattaki dikkat noktalarına çekerek düşündürmeye sevkediyor.Böylece ulûm ve fünunun gelişmesini sağlıyor. (89)
Yukarıda yazdıklarımızın hepsi yeni söylenmiş şeyler değildir. Eskiden beri ulema bu sahada kalem oynatmışlar, eserler yazmışlardır. Bu hususta yeni eserler de vardır. Hattâ bazıları çok ileri gitmişlerdir. Buraya gelinceye kadar bazan münasebet düştükçe bu gibi şeylere işaret etmiştik. Eskidenberi bu hususta neler düşünülüp denildiğini görmek isteyenler Taşköprülüzade'nin Miftahüs-Saade'sinin oğlu tarafından tercümesi olan Mevzûatül-Ulûm'dan bu bahse baksınlar.(90)
Süyûtî'nin İtkan'ında da geniş malûmat vardır. Bu hususa dair yeni kaleme
alınan eserlere işaret edelim. Biri Muhammed Bahît'in (M. 1935) "Tenbihül-Ukulil-İnsaniyye limaani Âyatil-Kur'ani Minel Ulûmil-Kevniyye'si, diğeri de
Tantavî Cevheri'nin (M. 1938) ''El-Kur'an Vel-Ulûmül-Asriyye" sidir. Gazi Ahmet Muhtar Paşa ise "Serairi Kur'an" isimli eserinde yetmiş kadar âyeti ilim ve fen ile alâkalı bulur ve izah eder. En yeni eser ise "Kur'an'dan Fenne İşaretler'dir.
(88a) Hak Dini Kur'an Dili: s, 3434
_________
89) Kur'an-ı Kerim'de bu gibi işaretleri yalnız bu saydıklarımızdan ibaret sanmayın. Onlar daha çoktur. Biz burada yalnız misaller vermek istedik. Bu konuda yazılmış müstakil eserler de vardır. Onlara müracaat olunabilir. Belkısın arşından uçak, Yunusun balığından denizaltı çıkaranlar, "Amedin mümeddede" den buhar kazanı yapanlar var.
(90) Bunlar, eski tabirce edna bir mülabese, ufak bir işaretle de olsa böyledir. Çok ıstılahlı ve muğlâk ifadeli olduğundan baş tarafını kısaltarak, sonunu da biraz sadeleştirerek alıyorum. İsteyenler aslına baksınlar.
İlmi Marifetil-Ulûmil Müstenbetati Minel Kur'an
Hak Teala buyurmuştur: Ma ferratna fil kitabi min şey'in ve dahi Nezzelna Aleykel-Kitabe Tibyanen likülli şey'in buyurmuştur. Ve dahi Hazreti Resul "Setekunu Fitenun" dediler... İbni Mes'ud'dan mervidir, buyurdular ki, her kim ilim isteye hemen Kur'an'a mülazim olsun, zira ol Kelâmı Mübîn camii haberi evvelin ve âhirindir... Ve dahi Said İbni Cübeyr eyitti: Bana Hazreti Risaletten bir hadis yetişmedi alâ vechihi, illa ben anın mısdakını Kitabullahta bulmuşamdır. Ve dahi İbni Mesud eyitti: Kaçanki ben size bir hadisten haber verirsem Kitabullahtan anın tasdikini dahi haber veririm... Hazreti İmamı Şafii bir kere Mekke'de eyitti: Her ne kim dilerseniz benden sual edin, ben size Kitabullahtan anın haberin vereyim... (Seleften bu gibi daha bir çok sözler nakleder.)
Cemiul-ilmi fil-Kur'ani, lâkin Tekâsara anhü efhamür-ricâli.
"...Bazılar Kur'an'ın lâfzının zaptı ve harfinin mahreci ile meşgul oldular, kurra' gibi; nahivciler kavaidini tesbit ettiler. Müfessirler manasını izah eylediler, kelamcılar akaidi beyan ettiler; usuli fıkıhçılar edille ile ahkâm çıkardılar, fıkıhçılar meseleleri bildirdiler, tarihçiler ümemi salifeden kıssa alarak tarihi kurdular, vaizler ibret levhaları buldular ve ilmi feraizi ondan aldılar."
"Mevzuat" sözüne devamla diyor ki:
"Bazılar dahi bir kavimdir ki gece gündüz, Güneşte ve Ayda ve menazilinde, yıldızlarda ve buruçta ve gayrılarda olan hikemi bahire ve asârı zahireye delâlet eden âyat ve tesirat ve alâmata nazar edüp andan ilmi mevakib istihrac eylediler. Bazılar dahi küttab ve şuaradan bir kavimdir ki, anda olan cezaleti elfaz ve bedii nazm ve hüsni siyak ve mebadi ve makati' ve muhalasa ve telvini hitap ve icaz ve itnabe ve bunların gayrı bu baptan nice dekaike nazır olup andan maani ve beyan ve bedii istinbat eylediler. Bazılar dahi ashabı tarikattan bir kavimdir ki Kur'an'a nazar edüp elfazından anlara nice maani ve dekaik ve esrarı rekaik lâyih oldu ki anlara a'lam ve ıstılahat vazeylediler... İmdi bu zikrolunan şol fünundur ki, milleti İslâmiye "Ebbedallaha zik-rehüm ve eyyede fikrehum" ahz ve istinbat eylemişlerdir. Lâkin Kur'an bunlardan maada ulûmi evailden nice ulûmu câmi olmuştur. İlmi tıp ve cedel gibi ve heyet ve hendese ve cebir ve muka-bele ve necamet ve bunların sayrı nice ulum dahi.
Amma ilmi tıb: Anın medarı hıfzı sıhhat ve itidal ve istihkamı kuvvet üzerinedir. Veyahut bozulduktan sonra sıhhati iadedir. Veya hastalandıktan sonra şifa bulmaktır. Kısmı evvele işaret olunmuştur: (Ve kâne beyne zalike kavamen" kavli ile. Ve dahi "Külü veşrebu ve la tüs-rifu" kavli ile. Ve kısmı saniye: "Şerabün muhtelifun elvanühu ifhi şifaün lin-nâs" kelâmı şerifi ile işaret olunmuştur.
Amma ilmi heyet: şol âyâttadır ki, anlarda melekütu semavat ve arz ve âlemi ulvî ve süflî de bess olunan mahlükat ve ahvali şems ve kamer zikrolunmuştur. Meselâ: "Fe mehavna âyetel-leyli ve cealna âyeten-nehari mubsıraten" ve dahi "Leş-şemsü yenbagi leha en tüdrikel-kamera" kavli gibi. Ve dahi "Bi rabbil-meşarıkı vel-meğarib" gibi. Ve bunların gayrı nice âyat dahi ki ihsa olunsa usuli heyetin cümlesi maa ziyadetin anda mevcuttur.
Amma ilmi hendese: "İntaliku ilâ zıllin zi selâsi şuab" kavimdedir.
Amma ilmi cedel: Kur'an'ın âyatı haviye olmuştur, cemii berahin ve mukaddemat ve netaici ve kavil bilmucib ve arızayı ve bunların gayrı nice eşyayı, dahi ve İbrahim Nemrudun münaza-rası ve kavminin muhaccası bu bapta aslı azimdir.
Amma cebir ve mukabele; demişlerdir ki, evaili suverde müddetler, yıllar ve tevarih ümemi salife ve eyyam zikri münderictir. Anlar da bu ümmetin müddeti bakası tarihi ve tarihi müddeti dünya mündemiçtir. Ve geçmiş ve gelecek bazı bazında mezruptur.
Amma ilmi necamet: "Ev esarettin min ilmin" kavli kerimindedir ki, İbni Abbas (R.Anh) anınla tefsir eylemiştir. Ve bunlardan maada Kur'an-ı Azim'de usuli sınaat ve esmai âlât ki mühimmat ve zaruret ana ilca ve kesbi tahsilini iktiza eder, nicesi Kur'an'da mezkûrdur. Meselâ: Hıyatet (Terzilik, dikişçilik) "Ve tafika yahsıfani" kavlinde; ve demircilik: "Atuni zübüral-hadid" ve dahi "Ve Elen-nâlehul-hadid" kavlinde, ve dülgerlik nice âyatı adidede: ve doğramacılık: Vesnail-fülke bi a'yuninâ" ve iplik eğirmek: "Nekadat gazleha" kavlinde ve dokumacılık: "Kemeselil-ankebuti ittehazet beyten" kavlinde, ve çiftçilik: "Eferaeytüm matahrusun" kavlinde, ve avcılık nice âyatta, ve dalgıçlık: "Külle Bennain ve gavvas" ve dahi "Testahricun minhül hilye." kavlinde, ve kuyumculuk ve dökmecilik: "Min hulliyyihim iclen ceseden" kavlindedir. Ve şişecilik ve sırçacılık: "Sarhun mümerredün min kavarir" ve dahi "El-mısbahu fi zücecetin" kavlinde ve çömlekçilik ve kiremitçilik: "Fe ev kıdli ya Hamanü alet-tıni" kavlinde ve denizcilik: "Ve emmes-sefinetü" kavlinde ve kitabet: ''Alleme bil-kalem" kavlinde ve ekmekçilik: "Ahmilü fevka reisi hubzen" kavlinde ve aşçılık: "Bi iclin haniz" kavlinde ve çamaşırcılık ve bez çırpıcılık: "Ve siyabeke fetahhir" ve dahi "Kalel-havariyyun" ki anlar kassarler idi. (Kassar:Bez çırpıcı, bezi suda tokmakla döğerek yıkamak) ve kasaplık: "İllâ mâ zekkeytüm" kavlinde ve bey'i şira' nice âyatta ve boyacılık: "Sıbgatel-lah" ve dahi "Cüdedün bidun ve humrün" kavlinde ve taşcılık: "Ve tenhitune Minel cibali büyüten" kav-linde ve tartıcılık ve vezin nice âyatta; ve okçuluk, nişancılık: "Ve ma rameyte izrameyte" ve dahi '' Ve eiddu lehüm mesteta'tüm min kuvvetin" kavlinde mezkûr olmuşlardır.
Bunlardan maada esmai âlât ve durubi me'külât ve meşrubat ve fünun ve menkûhat ve cemii havadis ve vakıatı kâinattan nicesini dahi camidir ki "Ma ferratna fil-kitabi min şey'in" kavli kerimin manası anı muhakkik ve ol müddeayı musaddıktır.
Kadı Ebubekir İbnül-Arabî "Kanunüt-Te'vil" de beyan ve tafsil edüp demiştir ki, ulûmi Kur'an yetmiş yedi bin ve dörtyüz elli ilimdir; kelimatı Kur'an adedince, ol dahi dört nev'a zarp olunmuştur. Zira her kelimenin zahri ve batnı ve haddi ve matlaı vardır. Ve bu dahi mutlaktır. Terkibi ve mabeynlerinde olan revabıtı itibar olunmadan. Bes bu takdirce anı ilimle ihata ve ihsaya kimse kaadir olmaz. İlla Hüdayı Rabbil-Alemin kaadirdir. Ve dahi demiştir ki, ümmü ulûmi Kur'an üçtür: tevhid ve tezkir ve ahkam. Pes tevhidde marifeti mahlûkat ve marifeti halik bil-esma' vas-sıfat vel-efal cümlesi dahildir. Ve tezkirden zahir ve batın. Ve ahkâmdandır. Tekâlifin cümlesi ve tebyini menafi' ve mezar ve emir ve nehiy ve nedib. Ol cihettendir ki Fatiha Ümmül-Kur'an olmuştur. Zira bu aksamı selasenin herbirini müştemildir. Ve sûrei İhlâs sülüsi Kur'an'dır. Zira ehadı aksamı selâseyi müştemildir ki tevhiddir. Ve dahi İbni Cerir eyitti: Kür'an üç şeyi müştemildir: Tevhid, ahbar ve diyanat (ahkâm). Ol sebeptendir ki surei İhlas sü-lüsi olmuştur. Zira tevhidin cümlesini müştemildir. Ve dahi Ali Bini İsa eyitti: Kur'an otuz şeyi müştemildir... Nazarı hakikat ile nazar olunsa her ne denlü fehim derrâk olsa Kur'an'ın acaibini ihsa ve idrâk edemez. Nice ulemai a'lâm Kur'an mutazammın olduğu ahkâm hakkında müsta-killen kitap te'lif eylemişlerdir. Kadı İsmail gibi. Ve dahi Bekir Binil-Alâ ve Ebi Bekir-Razi ve El-Kiyal-Hirasî, ve Ebi Bekir Binil-Arabî ve Abdül-Münim Binil-Fers ve İbni Hiviz-Mendad gibi."
(91) Sünnetullah: İlâhî kaide, nizam ve kanunlar mânasına gelmektedir.
KUR'AN-I KERİM VE MUCİZELER
Müslümanlar ümmeti vasattır. Ortada olan bir mil-lettir. Hazreti Kur'an'ın şehadeti böyledir. Kur'an-ı Kerim her işin doğrusunu ve güzelini göstermiştir. Ehli Kur'an, ifrat ve tefritten uzaktır. Kur'an'ın irşadları Müslümanları en doğruya sevkeder. Kur'an, felsefî zanları yıkarak marifetin esasını kurmuştur. Kâinatta Sünnetullah(91) caridir. Ittırad kanunu vardır. Diğer tarafta harikulâde ahvalin vukuu da kaabili inkâr değildir. Hârikaya inanmak için âdet ve ıttıradı, illiyet ve sebepleri inkâra hacet yoktur. Bir tarafta ıttırad kanunu varsa, öte yanda da tegayyür ve ademî ıttırad, tehavvül ve zıddiyet var. İmkânlar ve ihtimaller kanunu var. İşte biz Müslümanlar, ilmi kâinatı saran, her yerde emri cari
ve kudreti hükümran olan Allahü Zülcelâl'e îman ettiğimiz gibi mucizeleri de kabul ve tasdik ederiz.
Elmalılı merhum Hamdi Yazır bu hususta bakın ne isabetli sözler söylüyor:
"Kur'an ne için nazarları hârikalardan ziyade kanun ve sünnete, şir'a ve minhaca tevcih etmek-tedir?
"Şüphe yok ki, insanın bütün ümit ve nazarını harikalara bağlayıp da hilkatteki cereyanı âdeti ihmal etmesi ve uzun bir tarihin hasılası olan ulûmü fünunu istikraiye ve istintaciyeyi hiçe sayarak kesibin, ilim ve iradenin, terbiyenin ve teşebbüsü şahsinin feyz ve hükmünü nazarı itibara almaması ve hilkatte meknuz olan defineleri istihrac ve istinbata çalışmayıp ta mücerred semadan inecek bir maide bekleyip durması, velhasıl Allahü Tealâya yalnız hârika noktai nazarından tevekkül ve itimad edip de âdet ve mantık noktai nazarından itimad etmemesi sıratı müstakimden ayrılmaktır. Ve bunun için Kur'an nazarları hârikalardan ziyade kanun ve sünnete, şir'a ve minhace tevcih etmekte ve sün-neti seniyye, bid'atciliği zem eylemektedir. Fakat aynı zamanda âdetler muvacehesinde harikalar, vâkıatı külliye ve müttaride mukabilinde vâkıatı garibe ve nadire mümkün bulunduğunu ve hatır ve hayale gelmez cihetlerden umulmaz hâdiseler, ümitler, korkular doğabileceğini bilmemek, yâni Allahü Tealanın cereyanı mutad hilafına bir şey yaratamıyacağını zannetmek te, Halik Taalanın kudreti mutlakasını camid bir tabiat mantıkiyle tahdide kalkışmaktır ki, sebebi, âdetlere tekaddüm eden halkı evveli unutmak ve neticesi akıl ve mantıkın tevakkuf eylediği hudutta imansızlıkla ye'si külliye boğulmaktır."
"Hiç şüphe yok ki, göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allahın yukarıdan yağmur suyu indirip te onunla arzı ölmüşken diriltmesinde, üzerinde debelenen hayvanatı yaymasında, rüzgârları değiştirmesinde, gök ile yer arasında müsahhar bulutta, şüphesiz hep bunlarda akıllı olan bir kavim için elbette âyetler, nişanlar vardır." (Bakara Sûresi)
Bu âyetin tefsirinde de Hamdi Yazır der ki:
"Bütün ulûm ve fünunun ve her türlü mazhariyeti beşeriyenin medarı olan illiyet kanununu hüsnü idrâk ve tatbik sayesinde akıl bu âyetlerden bu tariklerle vücud ve vahdaniyeti ilâhiyeyi ve rahmeti şamilesini bizzarure bulup anlayacağını, akıl teemmül ve fikir, hads yoliyle bunu yaptığını beyandan sonra diyor ki: Kur'an'da Cenab-ı Hak umum insanları bu tarika hidayet ve sevk için "Le-âyetün likavmin ya'kılûn" buyurmuş ve akıl olmayınca doğrudan doğruya hislerde icrayı tesir edecek olan rnucizatın büyük bir faydası olamıyacağını anlatmıştır. Kur'an'ın bu gibi âyetlerinde, insanları idrâk ve istidlal için mucizattan ziyade makulâtı külliyeye sevk vardır. Ve bunun için, Kur'an, a'zamı mucizattır. Fakat bundan bazılarının zannetmek istediği gibi mucizat enbiyanın imtinaına ve Hâtemül Enbiya Efendimizin maddî mucizeler göstermediğine ve göstermiyeceğine işaret gibi bir mâna çıkarmağa kalkışmak da doğru değildir. "(92)
Müşrikler bir takım suallerle Risaleti baltalamak istiyorlardı. Sordukları şeyler madde perestliğe dayanıyordu. Onlar maddenin zebunu idiler. En büyük mucize olan Kur'an gözlerinin önünde dururken daima harikulâde şeyler istiyorlardı. Halbuki hayat öyle değildir. Kur'an hayatta olduğu gibi anlatır. Elmalılı merhumun dediği gibi:
"Ne ilme, ne dine ehemmiyet vermiyerek her lâhza harika peşinde koşarlar ve daima ibda' fik-riyle yaşamak isteyenler hiç bir zaman iptidailikten çıkmayacak ve beynelbeşer hiç bir rabıta bırak-mıyacak derecede cahil, dal ve müdil kalırlar. Buna binaendir ki, mucizatı Kur'an, mucizatı sairenin fevkindedir."(93)
Bizim bu eserde isbatına çalıştığımız şey de işte budur. Kur'an, Hazreti Peygamberin en büyük mucizesidir. Kur'an ruhanî delillere, derunî hususları teemmüle sevkeder. Hazreti İsa mucizelere bürünerek ilâhlaşmış bir Peygamber şekline sokuldu. Hazreti Kur'an müşriklerin maddeciliğe dayanan taleplerine bakın nasıl cevap veriyor:
"Onlar dediler ki: Sana inanmayız, tâ ki bizim için şu yerden bir kaynak akı-tasın, pınar fışkırtasın, yahut senin için hurmalık, üzümlük bir bahçe ola da aralarından sırıl şırıl çaylar, ırmaklar akıtasın, yahut zuum ettiğin gibi üzerimize göğü parça parça düşmesin, yahut Allahı ve melekleri karşımıza getiresin, yahut senin altından bir evin olsun, yahut göğe çıkasın... Ona çıktığına da asla inanmayız, tâ ki okuyacağımız bir kitap indiresin! Onlara de ki, Sübhanallah, ben ancak bir beşer Peygamber değil miyim ? '' (İsrâ Sûresi)
Furkan Süresindeki şu âyetleri de okuyalım:
"O kâfir olanlar, bu Kur'an onun uydurduğu bir iftiradan başka bir şey değildir, başkaları da bu işde ona yardım etmişlerdir, dediler, onlar bu iddia ile haksızlık ettiler, tezvire gittiler. Yine onlar dediler ki, bunlar onun yazdığı eski masallar, bunlar ona akşam sabah okunuyor. Onlara de ki: Bu Kur'an'ı göklerde ve yerdeki sırrı bilen Allah indirdi. Yarlıgayıcı ve bağışlayıcı odur. Bir de onlar diyorlar ki: Bu Peygambere ne oluyor? Yemek yiyor, çarşıda dolaşıyor. Neden ona bir melek gönderilmedi ki kendisiyle birlikte âleme ihtarlarda bulunsun. Yahut ona niçin bir hazine indirilmedi. Yahut niçin içinden yiyeceği bahçe verilmedi.
Zalimler nihayet dediler ki, siz büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz. Bak, senin hakkında ne temsiller getiriyorlar da hem sapıyorlar ve bir daha doğru yolu bulamıyorlar." (Furkan Sûresi)
"Kendilerine doğru yolu gösteren hidayetçi geldiğinde nâsın îman etmeme-lerine ancak şöyle demeleri mâni oldu: Allah bir beşeri mi Peygamber gönderdi? Söyle onlara: Eğer yerde uslu uslu yürüyen melâike olsaydı onlara gökten bir melek peygamber gönderirdik. "(İsrâ Sûresi)
______
(93) Aynı eser, c. I, s. 411.
(92) M.Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur'an Dili, c. I, s. 538.
(91) Sünnetullah: İlâhî kaide, nizam ve kanunlar mânasına gelmektedir.
KUR'AN İLİMLERİ
Her asırda İslâm uleması Kur'an ilmine büyük
ehemmiyet vermiş, onunla uğraşmayı en büyük hayır ve şeref bilmiştir. İbni Nedim (45) kadar tefsir ismi zikreder. Eserinde 36'ıncı sahifeden 60'ıncı sahifeye kadar Kur'an'a dair ilimlere ait eserlere yer ayırır ki, başlıca mevzuları
"Mevzuatil-Ulûm" da her iki cildde ulûmu Kur'an'a dair yüzlerce sahife tahsis ediyor. Eserde en çok yeri tefsir ilmi alıyor. Bazı bahislerine şöyle kısaca işaret edelim de ne gibi mevzulara temas ettiği hakkında bir fikir edinmeğe çalışalım:
Ulûmu Kur'an'a dair yazılan müstakil eserlerden bazılarını burada zikre-delim : Bu hususta geniş bilgi edinmek isteyen onlara müracaat edebilir:
Lokman Sûresi veciz bir şekilde diyor ki:
"De ki, şayet Rabbimin kelimeleri için deniz mürekkep olsaydı, Allahın kelimeleri tükenmez, o deniz tükenirdi, hattâ daha bir mislini yardımcı olarak
getirsek bile. "(Lokman: 27)
______
(94) Mısır 'da son yıllarda bu mevzua dair yeni eserler yazılmış, Ezher külliyelerine müzekkireler hazırlanmıştır. Ebu Dakika, Muhammed Ali Selame "Minhecül-Furkan fi Ulûmil-Kur'an", Muhammed Abdülazim Zarkani "Menahilül-İrfan fi Ulûmil-Kur'an'' bunlardandır. Muhammed Bahit, Muhammed Haseneyn, Muhammed Halefin de bu hususta, kıraat hakkında eserleri vardır. Mustafa Sadık Rafii'nin "İ'cazül-Kur'an" isimli eseri fazla takdir görmüş, kitabı Kral Fuat kendi hesabına tabettirmiştir. Abdülaziz Hûlî'nin "El-Kur'anil-Kerim"i, Abdülaziz Çavuş'un "Eserül-Kur'an"ı da zikre şayandır. Tantavi Cevherî'nin "El-Kur'an vel-Ulûmil-asriyye" si ile Muhammed Bahit'in "Tenbihül-Ukulil-İnsaniyye li maani âyatil-Kur'an minel Ulümil-Kevniyye" nam eserleri de mühimdir.
KUR'AN-I KERİM MAHLUK MU MESELESİ ---KUR'AN MAHLUK MU,DEĞİL Mİ MES'ELESİ NASIL BAŞLADI?--
Selef-i sâlih arasında Kur'an mahluk mu, kadim mi diye bir mesele yoktu. Onlar, bunu kurcalamaktan,tartışmaktan kaçınırlardı. Onlar; Kur'an, Allah kelamıdır, böylece inanırız, ne mahluktur, deriz, ne de mahluk değildir deriz, derler, bırakırlardı. Fakat sonraları bazı inanç fırkaları bu meseleyi ortaya çıkardılar. İslâm tarihinde Fitne, Mihne denen bu olayı biraz etraflıca anlatmıya çalışalım. Önce üstad Muhammed Ebu Zehra'yı dinleyelim: Ahmed B. Hanbel adlı eserinde şöyle diyor:
KUR'AN MAHLUK MU,DEĞİL Mİ MES'ELESİ NASIL BAŞLADI?
"Bu mes'ele şöyle başladı: Halife Me'mun: Kur'an mahlûktur, hadistir kanaatındaydı, bunu Mutezile'den öğrenmişti. Şimdi, âlimleri, fakihleri,hadis ulemasını da bunu kabule, bunu böyle söylemeye dâvet ediyordu. Me'mun'un akıl hocaları, Mutezileydi. Vezirleri, yakınları, danıştığı, konuştuğu kimseler onlardandı. Onları kendi gibi sayardı.
İmam Ahmed, Me'mun'un bu görüşüne katılmadı ve onun dediği gibi konuşmadı, o yüzden ona bu çok şiddetli ezayı yaptı, sert işkencelerde bulundu. Bu iş Halife Me'mun zamanında başladı. Me'mun'un vasiyeti gereğince Halife Mutasım ve Vâsık devirlerinde de devam etti, aynı tutum sürdü gitti. Biz burada bu belânın ve sınamanın beyaniyle yetinelim, Ahmed'in valilere, halifelere hitabiyle iktifa edelim. Çünki biz şimdi onun yaşamının safhalarını anlatmaya çalışıyoruz."
MUTEZİLENİN İDDİALARI
Tarihe Mihnet: Sınama adiyle geçen bu mes'eleyi başlatan madem ki, Halife Me'mun'dur, Kur'an mahlûk mu, değil mi konusunu ortaya atarak İmam Ahmed'i de kendi dediği gibi dedirtmeğe çalışmıştır. Öyleyse Me'mun'un dediği nedir, sapık fırkalar ve ulema ne demişlerdir? Onları bilelim.
Rivayete göre ilk defa: Kur'an mahlûktur diyen Emeviler devrinde Ca'd b. Dirhem olmuştur. Bundan dolayı Halid b. Abdullah Kasri onu kurban bayramında Kûfe'de öldürmüştür. Bayram günü sabahı eli kolu bağlı olarak onu meydana getirdi, bayram namazını kılıp hutbeyi irad etti ve hutbenin sonunda şunları söyledi:
— "Gidiniz, kurbanınızı kesiniz, Allah kabul etsin. Ben de Ca'd b. Dirhem'i kurban edeceğim. Çünki o: Allah Musa ile söyleşmedi, Allah İbrahim'i dost edinmedi, diyor. Allah onun dediğinden ne yücedir." Bundan sonra minberden indi ve onu öldürdü. "(95)
Cehm b. Safvân da buna benzer sözler söylemiştir. O, Allah'tan (kelâm) sıfatını nefî etmiş, Havâdise ve sıfatlarına muhalif olması gerekiyor diye bundan tenzih etmiş, böylece Kur'an mahlûktur, kadîm değildir diye hükmünü vermiştir.
Mutezile'ye gelince: Maâni sıfatlarını nefî ettiler, sonra daha mübalağaya kaçtılar. Allah'ın mütekellim olmasını inkâr ettiler, Kur'an-ı Kerim'de, Allah Teala'nın Musa ile konuştuğunu beyan eden ayeti tevil ederek Allah ağaçta kelâmı halketti manasına aldılar. Onlar, Allah Teâlâ' herşeyi yarattığı gibi, kelâmı da yaratır, derler. İşte davalarını bu inanç üzerine kurdular ve Kur'an Allah'ın mahlûkudur dediler.
Mutezile, Abbasiler devrinde Kur'an'ın mahlûk olduğu konusuna şiddetle taraftar çıktılar ve çok sarıldılar. Bu konuda, az da olsa, bazı fakihler onlara katıldılar. Bişir b. Gıyâs Merîsi bu konuda ısrar edenlerdendi. Ebû Hanife'nin talebesi olan İmam Ebû Yusuf onun hocasıydı, onu bundan nehyetti, vazgeçirmeye çalıştı, fakat o vazgeçmedi. Bunun üzerine Ebû Yusuf onu dersinden kovdu.
Harun Reşid devrinde Mutezile işi daha da azıttı, çok ileri gittiler, insanları bu inanca davet etmeye başladılar. Fakat Harun Reşid akaid mes'elelerini kurcalamaya taraftar değildi. Filozofların sözüne bakarak bunda münakaşa edilmesinden yana değildi. Onun için Mutezile bu konuya fazla dalmak cesaretini gösteremedi. Hattâ Reşid'in bu kanaattaki münakaşacı Mutezile'den bir kısmını hapis ettiği söylenir. Bişir b. Gıyas'ın Kur'an mahlûktur sözü kendisine ulaşınca: Eğer bu herif elime geçer, onu yakalarsam, öldürürüm demiştir. Reşid'in halifeliği müddetince Bişir, gizlenmiş, meydana çıkmamıştır.
______
(95) Serhul-Uyûn, s. 186.
ME'MUN DEVRİNDE MUTEZİLE YÜZ BULDU
Me'mun Halife olunca Mutezile onun çevresini sardılar. Bütün haşiyesi, etrafındaki adamlar onlardandı. Onları kendine yaklaştırdı, yanına aldı. Onlara son derece saygı gösterir, ikram ve izazda bulunurdu. Hattâ rivayete göre, Mutezile'nin ileri gelenlerinden Ebû Hişam, onun yanına girince, yerinden biraz kımıldanırmış, neredeyse ona ayağa kalkacak. Halbuki ondan başka kimseye karşı böyle bir hareket yapmazmış!
Halife Me'mun'un Mutezîle'ye bu kadar meyletmesinin, bu derece onlar yanlısı olmasının sebebi şudur: Me'mun, Ebu Hüzeyl Allaf'ın talebesidir. Dinler ve Fırkalar hakkında onda okurdu. Ebû Huzeyl ise, Mutezilenin başıdır.
Me'mun, o zaman âdet olduğu üzere, milletler, dinler hakkında münakaşa ve münazara meclisleri kurup tartışmalar yapılınca, Mutezile karşılarındakilere üstün gelirler, yarışı kazanırlardı. Çünki akıllarını işleterek herşeyi incelerlerdi. Bu yüzden Me'mun üzerinde büyük tesir bırakmışlardı. Onlardan beğendiklerini kendisine muhâsib alır, onlarla konuşur, müşavere eder, istediğini vezir yapardı. Özellikle aralarından Ahmed b. Ebû Duâd'ı (240 H./854 M.) son derece tutar, onu himaye eder, lütuf ve ihsanda bulunurdu. O derece ki, kardeşi Mutasım'a onu umurunda müşavir yapmasını bile vasiyet etmiştir. Vasiyette şöyle demektedir:
"Ebû Abdullah Ahmed b. Duâd'ı kendinden ayırma, uzak tutma. Bütün işlerinde onu müşavir yap. O senin için bu mevkie lâyıktır."
Mutezile, halife nezdinde itibarlarının bu kadar arttığını görünce onun Kur'an'ın mahlûk olduğunu ilân etmesi için çalışmaya başladılar. Böylece kendi mezheblerini yayacaklar, akıllarınca umum halkın takdirini kazanacaklardı. Mutezile'nin bu arzusunu Me'mun uygun buldu ve Hicri 212/Miladi 827 yılında Kur'an'ın mahlûk olduğu görüşünü açıkladı. Ancak herkesi bu konuda serbest bıraktı. Mesele münakaşa ediliyordu. Me'mun delillerini ortaya döküyor, davasını savunuyordu. İnancında, kanaatında herkes serbestti. Kimse, uygun görmediği, aklının yatışmadığı bir düşünceyi kabule zorlanmıyordu.
ME'MUN'UN,HALKI KUR'AN MAHLÛKTUR DEMEYE ZORLAMASI
Halife Me'mun'un tutumu bu kadarla kalmadı.
Hicri 218, Milâdi 833 yılında -ki bu, öldüğü yıldır-elinde bulundurduğu hükümet kuvvetiyle, halkı zorla Kur'an mahlûktur diye inandırmaya kalkıştı. Buna zorlaması için, Rakkâ'dan, Bağdad'ta bulunan Naibi İshak b. İbrahim'e emirnameler göndermeye başladı, kendisi o zaman Rakka'da bulunuyordu. Bu nâmelerde fukahayı, Hadis âlimlerini Kur'an mahlûktur demeleri için zorlamasını istiyordu.
Öyle anlaşılıyor ki, önce devlet makamlarında bulunanları, idarede herhangi bir vazife alanları, hakimleri zorlamakla bu işe başlamak istiyordu. Bağdad'daki naibi İshak'a gönderdiği ilk emirnâmenin sonunda şöyle diyordu:
"Orada bulunan kadıları topla. Emîr'ül-Mü'mininin sana gönderdiği emirnameyi onlara oku. Bu konuda ne dediklerini denemekle işe başla. Kur'an'ın mahlûk ve hadis olduğu hususundaki kanaatlarını anla! Onlara şunu bildir ki, Emîr'ül-Mü'minin'in görüşüne muvafakat ederlerse, onlar hidayet ve necat üzere olmuşlar demektir, orada bulunan şâhidlere de sor, Kur'an hakkındaki kanaatlarını anla. Kur'an mahlûktur, hadistir diye ikrar etmeyenlerin şehâdeti makbul sayılmayacak,o gibi kadılara vazife verilmeyecek, işten el çektirilecek. Oradaki kadılardan alacağın neticeyi Emîr'üİ-mü'minine bildir, yaz. Bu onlara benim emrimdir. Bundan sonra onları murakabe et, kadılar; Kur'an mahlûktur demeyenin şehâdetiyle hüküm vermesin. Allah'ın hükmü ancak dinde basîret üzere olan ve tevhide ihlasla bağlananların şehâdetiyle nâfiz olur."(96)
Görüldüğü üzere birinci emirnamede: Kur'an mahluktur inancını kabul etmeyenlerin cezası sadece devlet memurluğundan mahrum bırakmak ve bir de şâhitliklerinin kabul olunmaması. Bağdad'daki Naibi İshak b. İbrahim, mektubu alınca kadıları dâvet etti, onlara mektupdakileri anlatıp onları sınava çekti. O, yalnız kadılarla işi bırakmadı. Hadis âlimlerini, fetva veren, tebliğ ve irşadda bulunan bütün âlimleri, müderrisleri de sorguya çekip hepsinin bu husustaki kanaatlerini tesbit etti, aldığı cevapları, Halk-ı Kur'an hakkındaki görüşlerini, Halife Me'mun'a gönderdi. Bu cevapları alınca Halife Me'mun arzusuna uygun olmayan bu müdafaalar karşısında küplere bindi. Kızgın bir ifade ile: Bu cevapların saçma şeyler olduğunu söyledi, en sert ifadelerle onları haşlarcasına azarladı. Ve ikinci emirnamesinde, onun dediği gibi Kur'an mahlûktur demeyen, onun görüşünü kabul etmeyenlere yapılacak muameleyi, verilecek cezayı bildirdi. Zehir gibi olan bu mektupta, Kur'an mahlûktur demeyenlerin tevkif edilerek bağlı bir halde kendi yanına gönderilmesini istiyor ve şöyle diyor:
"Mektupta yazdığın veçhile Kur'an mahlûktur demeyenlerden olanları buraya gönder. Bunların içinde bulunan Bişr b. Velîd ile İbrahim b. Mehdi ve diğerlerini hepsi bağlı olarak Emîrül-Mü'minin'in ordugâhına teslim etsinler. Emin ellere teslim etmeye dikkat göstersinler. Emîrül-Mü'minin onları sorguya çekecek. Eğer eski dediklerinden dönmezler ve tevbe etmezlerse, inşaallah, hepsinin boynunu kılıçla vuracak Lâ kuvvete illâ billahi."
BU TEHDİT KARŞISINDA İKİ KİŞİ KANAATINDAN DÖNMEDİ: İBN-İ HANBEL VE İBN-İ NUH
Me'mun baştan inanca baskı yapmazken yavaş
yavaş işi azıttı. Birinci emrinde Kur'an mahlûktur demeyenleri vazifeden atmakla işe başladı, ikinci emrinde ise, işi idam sehpasına kadar götürdü!
Bu sert emri alınca, Bağdad'daki Naibi İshak b. İbrahim, hemen paçaları sıvadı, Halifenin emrini yerine getirmeğe koyuldu. Hadis âlimlerini, fukahayı, müftüleri (içlerinden Ahmed b. Hanbel de dahil) topladı, kendilerinden isteneni yapmazlar, Kur'an mahlûktur sözünü söylemezler ve Me'mun'un istediği hükmü kabul etmezlerse sert ceza göreceklerini söyledi, onları ölümle tehtid etti ve bu işden dönüş olmadığını bildirdi. Bunun üzerine dördü dışında, hepsi de isteneni kabul edip Kur'an mahlûktur sözünü söylediler ve bu görüşünü kabullenmiş oldular.
Ancak dört kişi bu baskıya boyun eğmedi. Allah onların kalbine kuvvet
verdi. Allah'ın hükmüne razı oldular, baki ahireti, fani dünyaya tercih ettiler, inançlarında direndiler, cesaretle sebat gösterdiler, onlar da Ahmed b. Hanbel, Muhammed b. Nuh, Kavâriri ve Sicade olup dördü de bağlandı, kelepçe vuruldu. Geceyi böyle zincirler içinde geçirdiler. Ertesi gün olunca: Sicade söyleneni kabul etti, eli ayağı çözülerek serbest bırakıldı. Diğer üçü aynı halde durdu.
Daha sonraki gün yine sorguya çekildiler, sorular tekrar soruldu ve cevap istendi. Bu hal canına tak diyen Kavâriri, olumlu cevap verdi. Onun da bağları çözülerek serbest bırakıldı. Onca ulemadan kala kala ikisi kelepçeli kaldı. Ahmed b. Hanbel ile Muhammed b. Nuh... bu ikisi, o zaman Tarsus'ta bulunan Me'mun tarafından sorguya çekilmek için kelepçeli oldukları halde Bağdad'dan yola çıkarılıp Tarsus'a gönderildi. Muhammed b.Nuh yolda ecel şerbetini içip hakkın rah-metine kavuştu. Bu garip yolculukta Ahmed yalnız kaldı.
Ahmed b. Hanbel, yolda kanaat arkadaşı Muhammed b. Nuh da ölünce bu davanın tek adamı kaldı ve Tarsus'a doğru yolculuk devam etti. Yolda Me'mun'un ölüm haberi duyuldu. Acaba Azrail imdada mı yetişmişti? Evet, Me'mun göçtü, fakat arkada vasiyet bırakmıştı. Yerine geçen kardeşi Mutasım'a vasiyeti vardı. Kur'an mahlûktur dâvasından vazgeçmemesini vasiyet etmiş, bu dünyadan öyle göçmüştü, Allah af etsin, ölüm ile dâvasının öleceğinden korktuğundan, kuvvet kullanarak bu dâvayı yürütmesini vasiyet etmişti, bu dâvayı o, o kadar benimsemişti ki, bunu boynuna borç bilmişti.
Vasiyetin baş tarafında şöyle diyordu: "İşbu vasiyet Emir'ul-Mü'minin Abdullah b. Harun Reşid'in hazır bulunanlar huzurunda yaptığı vasiyettir onların hepsini şahid göstererek der ki, Allah Teala birdir, mülkünde, O'nun ortağı yoktur. O'ndan başka emrini yürüten yoktur. Hâlık ancak O'dur. O'ndan gayrisi hepsi mahlûktur. Kur'an-ı Kerim'de: Herşeyin Halikı O, denir. Kur'an kendisi de o herşeye dahildir. Allah Teala'nın misli hiçbir şey yoktur," Vasiyetin orta yerinde şunlar var: "Ey Ebû İshak, bana yaklaş, gördüğünden ibret al. Kur'an mahlûktur mes'elesinde kardeşinin tutumuna uy!"
İşte bu vasiyet yüzünden Me'mun'un ölümünden sonra da Kur'an mahlûktur davası bitmedi, belki daha çok yayıldı ve acıları arttı. Başta Ahmed b. Hanbel olmak üzere Hadis ve fıkıh âlimlerinin, zahidlerin başına bitmez tü-kenmez bir belâ olmakta sürdü gitti.
Halife Mutasım devrinde bu belâ daha arttı. -BU BİTMEZ DAVADA BAZI YAZIŞMALAR Zahmetler, işkenceler çoğaldı. Ondan sonra Vâsık
zamanında hal böyle devam etti. Biz bunları anlatmaya geçmeden önce, Halife Me'mun ile, Bağdad'daki Naibi İshak arasındaki geçen yazışmayı nakledelim. Çünki onlarda Me'mun'un insanlara zorla kabul
ettirmeye kalkıştığı bu dâvanın delilleri var. Ahmed'in cevabı, Me'mun'un
tehditleri orada yazılı. Bu yazılar, Taberî Tarihinde kayıtlı olup oradan alınmıştır.
ME'MUN'UN BİRİNCİ EMİRNAMESİ
Bağdad'da Naibi İshak b. İbrahim'e:
"Müslümanların imam ve halifeleri üzerinde Allah'ın haklarından biri de onların, Allah'ın Dininin hükümlerini yerine getirmeye çalışmaları, Peygamberlerin mirasını korumaları, kendilerine verilen ilmi yaymaları, teb'aya hak üzere adaletle muamele etmeleri. Allah'a itaat hususunda gayret göstermeleridir. Emir'ül-Mü'minin'in, Allah Teâlâ'dan dilediği şudur ki, onu doğru yolda muvaffak kılsın, teb'a hakkında merhamet ve şefkat göstererek adaletle hükmetmeyi nasîb eylesin.
Emîr'ül-Mü'minin şunu anlamıştır ki, halkın çoğunluğu, teb'anın ekserisi bilgisizlik içinde olup Allah'ın dinini ve hidayetini lâyıkıyla kavramamış, ilmin nurundan nasibini alamamış. Her tarafta cehalet ve dalâlet yayılmış bir halde olup dininin ve tevhidin, imanın hakikatından gafil kalmış. Allah'ı hakkıyla bilmekte kusurlu, O'nun künhü marifetini idrakte âciz. Hâlık ile mahlûku, akıllarının noksanı sebebiyle tefrik edemiyorlar. Allah Teâlâ ile inzal etmiş Kur'an'ı müsavi tuttular. Onu da kadîm saydılar. Onu Allah yaratmamış, ihdas etmemiş gibi addettiler. Halbuki Allah Teâla kalblere şifa, mü'minlere rahmet ve hidayet kılmış olduğu Kur'an hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Biz onu Arapça bir Kur'an kıldık," Allah kıldığı, yaptığı şeyi halketmiştir. Yine Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Hamd olsun O Allah'a ki, gökleri ve yeri yarattı, karanlığı ve aydınlığı da yarattı." Yine buyurur: "Böylece sana geçmişlerin kıssalarını, haberlerini anlattık." Allah Teâlâ haber veriyor ki, bunlar sonradan olmuş olayların kıssalarıdır. Yine buyurur: "Elif, Lam, Ra, bu öyle bir kitap ki, ayetleri muhkem kılınmış, sonra da hakim ve herşeyi haber veren tarafından tafsil olunmuştur." Her muhkem ve mufassal olanın bir yapanı vardır. Onu yapan da yaratıcı Allah'tır.
"Sonra onlar batılla mücadele edip kendi sözlerine çağırıyorlar. Kendilerini Sünnete nisbet ederler, halbuki Allah'ın kitabının her bölümü onların sözlerini çürütmekte, onların dâvalarını yalanlamaktadır. Böyle iken kendilerini ehli hak ve din sayıyorlar. Başkalarını batıl ve küfür üzerinde görüyorlar. Cahilleri aldatıyorlar... Allah'ın kitabını yanlış anlatıp iftira ediyorlar. Halbuki Allah onlardan doğru söylemeleri için ahd almıştır. Onların kulakları tıkalı, gözleri kör. Kur'an'ı düşünmüyorlar, sanki kalblerine kilit vurulmuş...
"Emîr'ül-Mü'minin'in anladığı, bunlar ümmetin kötüleri, dalâlet başlarıdır, imandan nasibleri az. Cehalet kapları, yalan başları, şeytan lisanları gibidirler. Bunların sözüne güvenilmez, ameline bakılmaz. Çünki amel yakînden sonra gelir. İslâmın hakikati tevhîd de ihlâs iledir. Bir kişi rüşt ve hidayetini kaybederse, imandan nasibi kalmaz...
"Orada bulunan kadıları topla, onlara Emir'ül-Mü'minin'in mektubunu oku. Onları imtihana tâbi tut, Kur'an mahlûktur, konusunda ne diyorlar, bunu anla, onlara bildir ki, Emîr'ül-Mü'minin bu konuda kimseden meded ummuyor, kimsenin yardımına muhtaç değil. O teb'asından dinine güvenilemeyenlere bakmaz. Eğer onlar bu hususta Emîr'ül-Mü'minin'in görüşüne muvafakat ederler, bunu ikrarda bulunurlarsa, o takdirde hidayete ermişler ve necat bulmuşlar demektir. Orada bulunan şahidlere sor, Kur'an mahlûk mu, değil mi hakkında bilgileri nasıl? Kur'an mahlûktur diye ikrar etmeyenlerin şahidliği kabul olunmayacaktır. O gibi kadılara vazife verilmeyecektir. Alacağın neticeyi Emîr'ül-Mü'minine yaz, bildir. Bu emir onlaradır. Bundan sonra onları murakabe et, ahvallerini araştır. Allah'ın hükümleri dinde basîret ve tevhîd'de ihlas sahibi olanların şahidliğiyle nafiz olsun. Bundan sonra olanları Emîr'ül-Mü'minine yazıp bildiresin."
Yazılış: Rebiulevvel 218 Hicri
ME'MUN'UN İKİNCİ EMİRNAMESİ
İkinci mektupta Me'mun, İshak b. İbrahim'e yedi kişinin adını verdi ki, onlar Muhammed s. Sa'd Vakıdî ve diğerleri. Onları yanına çağırdı ve sınava çekti. Onlara Kur'an mahlûk mu, değil mi diye sordu. Hepsi de mahlûktur diye cevap verdiler. İshak b. İbrahim onlara Me'mun'un emri gereğince bunu Hadis âlimlerinin ve fukahanın huzurunda sordu. Hepsi de Me'mun'un dediği gibi cevap verdiler. Sonra serbest bırakıldılar.
Me'mun'un, Naibi İshak b. İbrahim'e İkinci Emirnamesi Şudur
"Allah Teâlâ'nın yeryüzünde kulları için emin olarak seçtiği halifesi üzerindeki haklarından bir takımı da: Dinin hükümlerini yerine getirmek, halkı korumak, onlara hükmünü ifa etmek, adalet üzere iş görmek, onların hayrına çalışmaktır. Allah'ın kendine ihsan ettiği ilmi onlara da aktarmak, yoldan sapanları hidayete getirmek, onları iman hududu içinde korumak, fevz ve nacat yollarını göstermek, kapalı şeyleri açıklamak, şüpheleri gidermek ve onları aydınlığa kavuşturmaktır. Onların bütün maslahatlarını koruyup dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşturmaktır. Allah Teâlâ kullarını gözetmekte olup, yaptıkları her şey sorulacaktır. Emîr'ül-Mü'minin'in tevfîki Allah'ın kudretiyledir. Allah kuluna yeter.
"Emîr'il-Mü'minin basiret ve dikkatiyle şunu beyan eder ki, Müslümanlar için iman ve nur kıldığı, Resulü Kibriyasına vahyettiği Kur'an-ı Kerim hakkında müslümanlar arasında şüpheli şeyler uyanmış, o mahlûk değildir sanılmış... Halbuki Allah Teâlâ, her şeyi halk edendir. Herşey O'nun mahlûkudur. Müslümanların Kur'an mahlûk değildir sanmaları, Hıristiyanların Hz.İsa mahlûk değildir iddiasına benzer bir şeydir. Onlar İsa, Allah'ın kelimesidir, mahlûk olamaz dediler. Müslümanların tutumu da bunu andırır. Halbuki Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Biz onu Arapça Kur'an kıldık." Buradaki kıldık -yarattık demektir. Nasıl ki başka âyetlerde ceale yarattı manasınadır. "Ona eş yarattı.'' "Geceyi elbise, gündüzü geçim için yarattı." "Sudan herşeyi diri kıldı." Allah Teâlâ, Kur'an ile kendi kudret ve azametine delil kıldığı bu mahlûkları beraber tuttu. Kur'an'ı yaratan O'dur. "O Levhi Mahfuzda olan bir şanlı Kur'an'dır." Bu âyet gösteriyor ki, Kur'an Levhi Mahfuzdadır, Levh onu ihata etmiştir. İhata edilen herşey mahlûktur. Yine Allah Teala şöyle buyurur: "Kur'an'ı dilinle acele söyleme", "Rablarından hadis olan bir zikr, her geldikçe" Allah Teâlâ Kur'an'a: Zikr, iman, nur, hüdâ, mübarek, Arapça kıssa" isimleri vermiştir. Onun önünden, ardından, başından ve sonundan batıl gelmez buyurmuştur. Bu Kur'an'ın mahdud ve mahlûk olduğuna delâlet eder. Bazı cahiller Kur'an hakkında yanlış söylüyorlar... Allah'ın sıfatı olan şeylerle Allah'ın mahlûklarını vasfediyorlar. Mü'minlerin emîri, böyle hatalı konuşmaların dinden nasibi yok, diyor. Onlardan birine itimad edemez. Onların adaleti yoktur, şehadetleri kabul edilmez... Bir kimse Allah'ın dinini bilmezse, başka şeyleri hiç bilmez, her şey hakkında kördür, yolunu görmez.
Emîr'ül-Mü'mininin sana yazdığı bu mektubu Cafer b. İsa'ya, Kadı Abdurrahman b. İshak'a oku. Onların Kur'an konusunda görüşlerini tesbit et. Onlara şunu duyur ki, Emîr'ül-Mü'minin, Müslümanların işleri hususunda ancak tevhîd ihlâsı olanlara ve mevsuk kimselere itimad eder ve Kur'an mahlûktur, demeyenlerden başkasının tevhidi tam olmaz. Eğer bu ikisi Kur'an hakkında Emîr'ül-Mü'mininin dediği gibi derlerse, onlar meclislerine şâhid olarak gelenlere sorsunlar, Kur'an hakkındaki kanaatlerini öğrensinler. Eğer Kur'an'ın mahlûk olduğunu kabul etmeyen bulunursa,
onların şehadetlerini kabul etmesinler. Onların sözlerine bakarak hüküm vermesinler. Diğer kadılar
hakkında da aynı şeyi yap, onları murakabe et, basiretle gözet, bu konuda olup bitenleri Emîr'ül-Mü'minine yazıp bildir."
İşte Kur'an olayı bu iki resmî emirle başladı. Birinci mektup gelir gelmez, İshak b. İbrahim imtihana başladı, bu iş ancak ikinci mektup geldikten sonra tamamlandı. Burada bu âlimlerin cevaplarını beyan etmemiz yerinde olur. Sonra Me'mun'un, daha doğru ve ince bir tâbirle Ahmed b. Duâd'ın onlara yaptığı ek cevapları, ondan sonra da bu sınavın en çetin safhasını, dayak ve işkence faslını dinleriz.
KİMLER SORGUYA ÇEKİLDİ, NELER SORULDU, NE DEDİLER, MEKTUPLARDAN DİNLEYELİM
Me'mun'dan aldığı talimat üzerine işe başlayan
lshak B. İbrahim sorguya çekilmek için fakihler, hakimler ve hadîs âlimlerinden bir cemaatı huzuruna
topladı. Ebu Hassan Ziyadî, Bişr b. Velid Kindî, Ali
b. Ebû Mukatil b. Gânim, Zeyyal b. Heysem, Sicade, Kavariri, Ahmed b. Hanbel, Kuteybe, Sa'duye Vâsitî, Ali b. Ca'd, İshak b. Ebû İsrail, İbni Hirş, İbni Aliyye Ekber, Yahya b. Abdurrahman Ömeri, Rakka'da kadı olan Ömer b. Hattab evlâdından diğer bir şeyh, Ebû Nars Temmâr, Ebû Ma'mer Katiî, Muhammed b. Hatem b, Meymûn, Muhammed b. Nuh, İbni Ferhân diğer bir cemaat ta onlara katıldı ki, Nadr b. Şumeyl, İbni Ali b. Asım, Ebul-Avam Bezzâz, İbni Şuca', Abdurrahman b. İshak, bunların hepsi İshak b. İbrahim'in yanına geldiler, toplandılar.
Sorguya, Me'mun'un mektubunun onlara okunmasıyla başladı ve iyice anlasınlar diye mektup iki defa okundu. Sonra sorular sorulmaya başlandı. İshak önce Bişr b. Velid'e sordu.
— Kur'an hakkında ne dersin? Cevap verdi:
— Bir çok defalar Emîr'ül-Mü'minine ne söylediğimi biliyorsun.
— Gördüğün gibi Emîr'ül-Mü'minin'in mektubiyle sorulan yenilendi.
— Ben derim ki, Kur'an Allah'ın kelâmıdır.
— Sana bunu sormuyorum. O mahlûk mu, değil mi? Buna cevap ver. —- Allah herşeyin Hâlikıdır.
— Kur'an da şey midir?
— O da, şeydir.
— Öyleyse o da mahlûk mu?
— Hâlık değildir.
— Sana bunu sormuyorum. O mahlûk mu?
— Sana bu söylediğimden başka bir şey söyleyemem. Bu konuda konuşmamak üzere Emir'ül-Mü'minin'e and verdim. Benim bu söylediğimden başka diyeceğim yok.
İshak b. İbrahim önünde duran bir yazıyı aldı, onu ona okuyup dedi ki: Allah'ın birliğine şehadet ederim, O tekdir. O'ndan önce bir şey yoktu, sonra da olmayacak, mahlûkatından hiç birşey O'na ne mânada, ne suret bakımından hiçbir veçhile benzemez.
Bunun üzerine Bişr: Evet dedi, ben, insanlara bundan başka türlü mü söylerdim! Bunu duyunca İshak kâtibe:
— Söylediğini yaz, dedi.
Sonra Ali b. Ebû Mukâtil sorguya çekildi:
— Ya Ali, sen ne diyorsun? Konuş bakalım.
— Defalarca Emîr'ül-Mü'minin'e dediklerimi işittin. Benim o işittiklerinden başka bir diyeceğim yok. Onu da yazılı kağıt ile denedi, o da onda yazılı olanların hepsini ikrar etti. Sonra ona sordu:
— Kur'an mahlûk mudur?
— Kur'an Allah kelâmıdır.
— Sana bunu sormadım.
— O Allah kelâmıdır. Eğer Emîr'ül-Mü'minin bize birşey emrederse başımız üzere, ona itaat ederiz, uyarız.
Bunun üzerine kâtibe:
— Onun sözünü yaz, dedi.
Bundan sonra Zeyyâle de, Ali b. Mukâtil'e sorduklarına benzer şeyle sordu, o da onun cevapları gibi cevap verdi. Sonra Ebû Hassan Ziyadi'ye sordu:
— Sen ne dersin?
— İstediğini sor, dedi. Ona da yazılı kağıdı okudu, o da ondakileri ikrar etti ve bu sözü söylemeyen kâfirdir, dedi.
İshak ona sordu:
— Kur'an mahlûk mudur?
— Kur'an Allah kelâmıdır. Allah herşeyin hâlikıdır. Allah'tan gayri herşey mahlûktur. Emîr'ül-Mü'minin bizim imamımızdır, onun sayesinde bütün ilimleri öğrendik. O bizim duymadıklarımızı duydu, bizim bilmediklerimizi öğrendi. Allah bizim umurumuzu ona teslim etti, onun eline verdi. Haccımızı onun saye-sinde yapıyoruz, namazımızı o kıldırıyor, malımızın zekatını o topluyor, onunla cihada gidiyoruz, onun hak İmam olduğunu kabul ediyoruz. Bize bir buyruğu olursa ona uyuyoruz. Emrini tutuyoruz, birşeyden nehyederse ondan sakınıyoruz. Bizi bir şeye davet ederse ona icabet ederiz.
— Kur'an mahlûk mudur, sen onu söyle?
Ebû Hasan aynı sözleri tekrar etti. Bunun üzerine İshak: ---Emîr'ül-Mü'minin'in sözü bu işte.
— Emîr'ül-Mü'minin'in sözü bu olabilir, fakat onu insanlara emretmez, insanları ona davet etmez. Eğer bana Emîr'ül-Mü'minin'in bu söylememi emrettiğini haber verirsen, ben de o emir ettiğini söylerim. Çünki sen ondan bana naklettiğin şeyde güvenilir bir kimsesin. Sen, ondan bir emir bana tebliğ edersen ben ona uyarım.
— Sana birşey tebliğ etmemi emir buyurmuş değil! Ebu Mukatil söze karıştı:
— Onun sözü, Resulüllah'ın ashabının ferâiz ve miras mes'elelerindeki ihtilafları gibi olabilir. Onlar bunları kabule zorlamazlardı, dedi. Ebû Hassan sözünü şöyle bitirdi:
Ben emre itaattan başka birşey yapmam. Bana emret, ben de ona uyayım!
İshak cevap verdi:
Sana emir etmemi bana emretmiş değil, bana ancak seni imtihan etmemi, sorguya çekmemi buyurdu.
Bundan sonra Ahmed b. Hanbel'e döndü ve ona sordu:
— Kur'an hakkında ne dersin?
— O, Allah kelâmıdır.
— O, mahlûk mudur?
— O, Allah kelâmıdır, bundan başka diyeceğim birşey yoktur.
Bunun üzerine yine Ahmed'i de kağıtta yazılı olanlarla imtihana çekti. "Allah, hiçbir mâna ve hiçbir veçhile mahlûkatına benzemez" sözüne gelince, burada Ahmed şöyle dedi:
— Onun misli hiç birşey yoktur. O işitir ve görür. İbni Bekkâ Asgar buna itiraz etti ve şunu söyledi:
— Allah hayrını versin, seni ıslah etsin, o kulakla işitir, gözle görür mü? dedi.
İshak, Ahmed b. Hanbel'e yine sordu:
— Allah işitir, görür, sözünün manası nedir? O cevap verdi:
— O zat-ı kibriyasını vasıfladığı gibidir.
— Bunun anlamı ne?
— Gerçeği bilemem, o zat-ı kibriyasını tavsif ettiği gibidir.
Bundan sonra oradakilerin hepsini birer birer çağırdı ve hepsi de "Kur'an Allah Kelâmıdır'' deyip kesti. Ancak Kuteybe, Ubeydullah b. Muhammed b. Hasan, İbni Aliyye Ekber, İbni Bekkâ, Abdülmünım b. İdris b. Binti Veheb b. Münebbih, Muzaffer b. Mercâ böyle demediler. Fıkıh ehlinden olmayıp bu konuda hiç birşey bilmediği halde araya sokuşturulmuş olan kör bir adam, Rakka'da kadı bulunan Ömer b. Hattab evlâdından bir zat, İbni Ahmed de onlar gibi söylediler. İbni Bekkâ Ekber'e gelince o, Kur'an mecûldür, yani kılınmıştır, dedi. Çünki Allah Teâlâ: Biz onu Arapça Kur'an kıldık buyurmuştur. Keza Kur'an hâdistir, çünki Allah: "Rabları tarafından hâdis olan zikir geldiğinde" buyurmaktadır. Bunun üzerine İshak ona:
— Mecul olan mahlûk olmaz mı? diye sordu. Oda:
— Evet, dedi.
— Öyleyse Kur'an mahlûktur?
— Mahlûktur diyemem, fakat mec'uldür, dedi ve dedikleri böylece yazıldı.
Cemaatın bu suretle sorguları tamamlanarak bu tatsız imtihan bitip dedikleri yazılınca, İbni Bekkâ Asgar itiraz etti:
— Allah seni ıslah etsin, bu iki kadı başımızdır, onlara emir etsen de sözleri tekrar etseler, dedi.
İshak b. İbrahim buna şu cevabı verdi:
— Onlar Emir'ül-Mü'mininin huccetiyle kaim.
— İkisine emretsen sözlerini dinleyelim, onlardan bunu naklederiz, dedi. İshak şöyle dedi:
— Onların huzurunda bir şahitlikte bulunursan, o zaman onların sözünü
öğrenirsin.
İshak, bu cemaattaki adamların birer birer hepsinin söylediklerini yazdı ve onları Halife Me'mun'a gönderdi. Bu zatlar dokuz gün beklediler. Sonra onları çağırdı. İshak İbni İbrahim'in Me'mun'a gönderdiği mektubun cevabı gelmişti. İşte cevap mektubu şudur:
ÜÇÜNCÜ MEKTUP
Bismillâhirrahmanirrahîm.
"Emîr'ül-Mü'minin'in göndermiş olduğu emirnameye cevap olarak yazdığın mektup geldi. Kendilerini ehli kıbleden sayan, Müslümanların işlerine ehil olmadıkları halde başa geçmek isteyen bu adamların Kur'an hakkında ne diyeceklerini anlamak için Emîr'ül-Mü'minin, onların imtihanını ve durumlarının tesbitini istemişti.
"Sen de onları anlatıyorsun: Cafer b. İsa ile Abdurrahman b. İshak'ı Emîr'ül-Mü'minin'in mektubu gelince çağırmışsın. Keza kendilerini fıkıh ehlinden sayan, Hadis okutmaya oturanı ve Medinet'ül-Selâm olan Bağdad'da fetva makamına oturanları da davet etmişsin. Kur'an hakkındaki inançlarını sormuşsun, Allah'ın benzeri, şebihi hakkında görüşleri, Kur'an hakkındaki ihtilâfları tesbit etmişsin. Kur'an mahlûktur demeyenleri, Hadis okutmaktan, gizli, aşikâr fetva vermekten menetmişsin. Şahitlik yapacaklar da aynı işleme tabidir. Etraftaki kadılara da yazılar gönderip onlardan Emîr'ül-Mü'minin'in çizdiği esasa uyacakları bildirilmiş, yazının sonuna imtihana tâbi tutulanların isimleriyle söyledikleri sözler kaydolunmuş. Emîr'ül-Mü'minin anlattıklarının hepsini anladı. Emîr'ül-Mü'minin, Allah'a hamd ve senalar ile Resulü ve kulu Muhammed Aleyhisselâma salat ve selâm eder. Allah Teâla'dan taatına muvaffak buyurmasını diler, rahmetliler onu iyi niyet sahibi kılmasını, salih işlere ehil kılmasını tazarru ve niyaz eder.''
Kendilerine Kur'an hakkındaki görüşlerini sorduğun kimselerin adlarını yazmışsın, Emîr'ül-Mü'minin bunları, kendilerine sorulanları ve onların sözlerini inceledi.
O mağrur Bişr b. Velid'in şebih -benzerlik- hakkındaki sözü, Kur'an mahlûktur demekten çekinmesi, bu konuda konuşmaktan vazgeçme hususunda Emîr'ül-Mü'minin'e and verdiği yalandır. Nankörlük yapıyor, yalan söylüyor, onunla Emîr'ül-Mü'minin arasında bu konuda ve başka bir hususta böyle bir and asla yapılmamıştır. Onun ihlâs sözünü kullanmasına itibar olunmaz. Kur'an hakkındaki sözünden dolayı onun tevbe ettirilmesi gerekir. Çünki Emîr'ül-Mü'minin'e göre, Kur'an hakkında onun dediği gibi konuşanın tevbesi lâzımdır. Zira bu söz sarih bir küfürdür; Emîr'ül-Mü'minin'in görüşünce bu şirktir. O küfürü ilhâdi yüzünden Kur'an'ın mahlûk olduğunu inkâr eden sözünden tevbe ederse, onun bu durumunu herkese açıkla, eğer bu türlü şirkinde direnirse, küfüre saplanarak, Kur'an'ın mahlûk olduğunu inkâr ederse, o takdirde onun boynunu vur, kellesini Emir'ül-Mü'minin "e yolla, inşaallah! İbrahim b. Mehdi de böyle. Bişr'i imtihana çektiğin gibi onu da imtihana çek. Çünkü o da Bişr'in dediği gibi dermiş, Emîr'ül-Mü'minin'e onun hakkında çok şeyler ulaştı. Eğer Kur'an mahlûktur derse, onu her tarafa duyur, halini açıkla. Yok, bunu demezse onun da boynunu vur, kellesini Emîr'ul-Mü'minin'e gönder, inşallah.
Ali b. Ebû Mukatil'e gelince, ona: Emîr'ül-Mü'minin'e: Helal ve haram kılmak senin elindedir, diyen sen değil misin? diye sor. Buna benzer daha nice sözleri var, Emîr'ül-Mü'minin'in hafızasından onlar henüz silinmedi.
Zeyyal b. Heysem 'e bildir, Anbâr taraflarında iken yiyecek çalan o değil mi? Emîr'ül-Mü'minin Ebul'Abbas'ın şehrinde neler yaptı. Şayet o Selef-i Salih'in asarına uymuş olsa, onların yolundan gitse böyle mi yapar? İmandan sonra şirke mi sapar?
Ebû Avvam diye tanınan Ahmed b. Yezid, Kur'an hakkında ben iyi cevap vermem diyor. Ona söyle, o yaşıyla değil ama, aklıyla henüz bir sabidir. Birşey bilmeyen bir cahildir. Eğer Kur'an hakkında iyi konuşamazsa, kötekle te'dip başlayınca öyle bir iyi konuşur ki, bülbül gibi öter, eğer o zaman da konuşmazsa bunun arkasında kılıç oynar, inşaallah.
Ahmed b. Hanbel ve onun hakkında yazdıklarına gelince: Ona, bildir ki, Emîr'ül-Mü'minin onun sözünün ihtiva ettiği manâyı ve bundaki tutumunu anladı ve bundan onun bilgisizliğini ve cehlin kötülüğünü öğrendi.
Fazl b. Gânim'e şunu söyle, Mısır'da iken onun yaptıkları, bir yıldan az bir sürede, ne kadar mal kazandığı Emîr'ül-Mü'minin'e gizli değil. Bu konuda Muttalib b. Abdullah ile aralarındaki çekişme malum. Tutumu öyle olan, dünyada dirhem ve dinardan başka bir arzusu olmayan kimsenin para uğrunda, menfaat için imanını satması çok görülemez. Bununla beraber o Ali b. Hışam'e diyeceğini demiş, muhalefet edeceğinde de etmiştir.
Ebû Hassan Ziyâdi'ye gelince, ona söyle: İslâmda ilk olarak babasından başkasına nisbet edilen oğulluk yapılmış bir soyu var. Bunda Hz. Peygamberin hükmüne aykırı davranıldı. Halbuki onun izinden gitmek gerekirdi.(Ziyad'a, Ebû Süfyan'ın gayrı meşru çocuğu denir, babası bilinmediğinden tarihte Ziyad İbni Ebih diye geçer.) Ebû Hassan, bu Ziyad'la münasebeti olduğunu inkâr eder, Ebu Ziyâd'a herhangi birşey dolayısıyla nisbet olunduğunu söyler. Ma'ruf Ebû Nasr Temmâr, Emîr'ül-Mü'minin bunun aklının kıtlığını, ticaretinin kıtlığına benzetmektedir.
Fazl b. Ferhan'a gelince: Ona şunu bildir: O Kur'an hakkında söylediği bu sözlerle, Abdur-rahman b. İshak'ın tevdi ettiği emanetleri, malları almak sevdasında. Elindeki mallara bunları da katıp çoğaltmaya temah ediyor. Zamanın ilerlemesi, günlerin uzamasıyla buna yol bulamayacak.
Abdurrahman b. İshak'a söyle ki, Allah hayrını vermesin, böylelerine güveniyor. Bu bir nevi şirk kapanıdır, tevhîdden sıyrılmadır.
Muhammed b. Hatem, Muhammed b. Nuh ve Ma'ruf Ebû Ma'mer'e bildir ki, onlar riba yemekle, faizcilikle meşguldürler. Tevhîde sıra gelmiyor. Emîr'ül-Mü'minin, onlarla savaşmayı uygun görür. Allah Teâlâ nazil kıldığı kitabında öyleleriyle mücadeleye müsaade eder, onların emsa-. liyle caiz olunca, onlarla neden olmasın, onlar ribaya bir de şirk katıyorlar. Nasârâ misâli oldular.
Ahmed b. Şucâ'a söyle, sen onun düne kadar arkadaşısın, onu korudun, Ali b. Hişam'm malından almasını sağladın. Onun dini, imanı; dirhem ve dinardır.
Vasıtılı Sa'du'ya haber ver, mevki kapıp başa geçmek hırsıyla bu kadar tasannu gösteren, yapmacık hareketler yapan kimsenin Allah yüzünü kara etsin, o bu Kur'an mahlûk mu imtihanı vaktini fırsat bilip onun sayesinde emeline yaklaşmak istiyor ve ne zaman sorguya çekilip mevkiye oturacağını bekliyor.
Sicade'ye de ki, Fıkıh ve Hadis ehlinden dersine oturduğu kimselerden, Kur'an mahlûktur diye işitmediğini söylemesi çok garip, o zaman çekirdek saymakla, seccadesini düzeltmekle meşguldü belki, Ali. b. Yahya'nın ona verdiği emanetler aklını mı aldı ki, onu tevhîdden şaşırtıyor? Ona tekrar sor bakalım. Yusuf b. Ebû Yusuf, Muhammed b. Hasan ne derlerdi? Eğer onları gördü ve derslerinde bulundu ise, söylesin. Kavâriri, onun hali belli. Rüşvet ve yapmaca hareketler onun mezhebini ve kötü yolunu açıklamaya yeter. Aklı kıt, dini az. Cafer b. Hasanî onu soruşturmaya çekecektir.
Yahya b. Abdurrahman Ömeri, her ne kadar Ömer b. Hattab evlâdından ise de cevabı belli.
Ömer b. Hasan b. Ali b. Asım, eğer selefinden geçmişlerin yolunda olsaydı, bu anlattığın fırkaların yolunu tutmazdı. Öyle anlıyorum ki, o henüz bir sabi, daha talime muhtaç. Emîr'ül-Mü'minin sana Ebû Misheri gönderdi, ona Kur'an hakkında sordu, açık birşey söylemedi, kemküm etti, onun üzerine şiddet kullanıp kılıç görünce istemiyerek ikrar etti. Onu yokla, ikrarında duruyor mu, yoksa döndü mü, eğer ikrarında duruyorsa bunu halka açıkla, ilân et.
Emîr'ül-Mü'minin'e gönderdiğin mektupta adlarını yazdığın kimselerden bu şirk kokan sözünden dönmeyen, Emîr'ül-Mü'minin'in yazdığı kimselerden veyahut burada ismi geçmeyip de Kur'an mahlûktur demeyen kimler varsa hepsini bağlı olarak, yanındaki muhafızlarla Emîr'ül-Mü'minin'in, karargâhına yolla. Yolda iyi muhafaza edilsinler, Emîr'ül-Mü'minin'in karar-gâhına gelince orada emin görevlilere teslim olunsunlar. Emîr'ül-Mü'minin onları sorguya çekecek. Eğer dediklerinden dönmezler ve tevbe etmezlerse, hepsini kılıçtan geçirecek, inşaallah. Lâküvvete illâ billah.
Emîr'ül-Mü'minin bu emirnameyi sahil şehrinden Haritati Bendariye'den yazıyor. (arapca metin) verdiği hüküm gereğince, ümid ettiği sevaba nail olup Allah'ın rızasına yaklaşmak emeliyle acele gönderiyor. Emîr'ül-Mü'minin'den sana gelen emirleri yerine getir, Emîr'ül-Mü'minin'e acele cevap yaz, Haritati Bendariye'de neler oluyor bilsin, neler yapıyorlar malumu olsun, inşaallah.
Yazılışı: 218 H. yılı
BU MESELEYİ TARİH MİZANINDA TARTMAK GEREK
İşte bu acı olayı dile getiren mektuplar. Ne kadar gereksiz yere, bu tatsız gürültü. Fakat olan olmuş.
Fakat şimdi biz, Halife Me'mun'u bu yaptıklarıyla,
başbaşa bırakalım mı, lüzumsuz yere bu âlimleri sınava çekip onlara bunca ezâ ve cefâ yapması yanına mı kalacak? Elleri bağlı zincirler içinde bu ulema kafilesini uzun yollara dökmesi, yolda bu zahmete dayanamayıp şehid düşenlerin âhı sorulmayacak mı? Tarih bunu olsun yapmayacak mı? Ahmed b. Hanbel, bu uzun yolculuğa ancak vücudunun sağlamlığı, imanının kuvveti, ruhunun azimkârlığı, sabır ve sebatı sayesinde dayanabildi. Me'mun kendi yaptıklarıyla hıncını alamadı, bu işkencenin sürdürülmesini vasiyet etmeden gitmedi. Onu buna sürükleyen sebep nedir? Bu sarp ve dikenli yola ulemayı sokup onlara eziyet etmekten maksadı ne? Bunun sebeplerini araştırıp öğrenelim, onu haklı gösterecek bir şey varsa, mazur görürüz, yoksa tarih önünde suçlu mevkiinde kalır. Tarih, bu mes'elenin ana hedefi olan Ahmed b. Hanbel'e karşı insaflı davrandı, ona hakkını vererek onu evliyalar, azizler derecesine çıkardı. Hattâ bazı taraftarları mübalağada ileri giderek onu Kıddîsler arasında saydılar. Onun hayranlarından biri şöyle demiştir:
"Eğer Ahmed, Beni İsrail arasında bulunsaydı Peygamber sayarlardı. "
BU FIRTINA KOPARAN MEKTUPLARI ME'MUNYAZMIŞ OLAMAZ, ONLAR EBÛ DUÂD'IN İŞİ
Me'mun'u bu işe iten sebebi gizli bırakmayıp açmak,kapalı bırakmayıp meydana çıkarmak istiyoruz. Tarih bunu zikrederken, kitaplar nakil yaparken bunun cereyan tarzı ve mektupların yazılış dili, bütün bunlar bazı ipuçları veriyor. Buna Me'mun'u teşvik eden o kimse en büyük sorumluluğu yüklenir. Me'mun, Mutezile âlimlerinden Ahmed b. Ebû Duâd'ı kendine vezir yapmıştır. Özel kâtibi, devlet işlerinde müşaviri, arkadaşı oydu. Onun nezdinde çok yüksek mevkii vardı. Hattâ kardeşine, kendisinden sonra onu mevkide tutmasını, sakın uzaklaştırmamasını vasiyet etti. Me'mun'un yazdığı mektupların dili açıkça gösteriyor ki, bunlar Ahmed b. Duâd'ın kaleminden çıkmadır. Bunları o yazmıştır. Mektuplar, görüyoruz ki, uzun ve teferruatlı. Halifeler kendileri yazdıkları zaman, böyle uzun yazmadıkları bilinen birşey. Sonra mektupta Halife kelimesi daima gâip sıgasiyle, üçüncü bir şahıs gibi geçiyor. Mektubu yazan Halife kendisi olsa, birinci şahıs siğası kullanır, hep üçüncü şahıs siğası kullanılmış. Demek yazan halife değil başkası. Sonra mektupta şunun bunun fetvalarına taan etmek, birinin ribayı helal sayması var, Me'mun gibi kültürü geniş biri bunlardan uzak kalır. Bu durum karşısında biz: Bu mektuplar Me'mun hasta iken yazılmıştır, diyebiliriz. Bitkin bir halde hasta olduğundan bu yazılanlara izin vermiştir, yoksa kendisi sıhhatte ve rahatı yerinde olsa, şuna buna taan edip dil uzatan, başkalarının kusurlarını bulup ayıplarını meydana çıkaran bir mektubun, kendi namına gönderilmesine asla müsaade etmezdi. Yüksek işlere yönelen, küçük şeylere tenezzül etmeyen Me'mun gibilerinden böyle kusurlu şeyler beklenmez. Eğer bunları kendisi yazmış olsaydı, böyle yazmazdı, sıhhati ve kuvveti yerinde olsaydı, başkalarının yazdıklarını da incelemeden imzalamazdı. Onun için bizim tercihimiz şudur: Mektuplar gönderilirken onlara muttali olmadı, her ne kadar muhtevasını bilse de dikkatle göz atmadı veyahut da göz atsa da çok zayıf olduğundan, içindekilere tam vakıf olamadı. Zaten mektupların gönderildiği sıralarda öldü.
BU İŞİN BAŞ SORUMLUSU EBÛ DUÂD'DIR
Biz biliyoruz ki, Me'mun eskidenberi bu görüşteydi, halife olmazdan önce dahi Kur'an mahlûktur,diyordu. Bunu münakaşa eder, münazara meclislerinde bu dâvayı savunurdu. Fakat o zaman bunu gönül kırmadan, kalb incitmeden, akılları imtihana çekmeden, kimseye ezâ ve belâ vermeden yapıyordu. Hayatının sonunda neden bu kadar birdenbire değişti, bu adama ne oldu? Niçin bu ilmî mes'eleyi böyle belâlı ve işkenceli bir hâle soktu? Şüphe yok ki, bu işin teşvikçisi, bu mektupları yazan Ahmed b. Ebû Duâd'dır. Me'mun'un hastalığını, zayıf halini fırsat bilerek kendi içindekileri onun kaleminden ortaya dökmüş, mektupları, bu ateşli, zehirli dille yazmıştır. Mektupların öyle acı olmasına hırsla sarılmıştır.
Burada şaşırtıcı bir iki sual daha kaldı:
Me'mun bu yapacakları şeyleri kendisi Bağdad'da iken neden yapmadı. O zaman iş daha kolay olacaktı. Ulemanın hepsi orada, onun etrafında, o zaman onları imtihana çekip soru sormadı da, neden Bağdad'dan ayrıldıktan sonra mektup göndererek yazışma yoluna başvurdu? Hem de tam ölümüne yakın? Bu tam mânasıyla Ahmed b. Ebû Duâd'ın bir tuzağı ve kurnazlığı. Bu işde Me'mun'un adını kötüye kullandı, onu siper yaparak kendi zehirlerini döktü. Me'mun hasta olduğundan iradesine tam hâkim değildi, zayıf düşmüştü. Eski ihtiyatlı hareketleri, hazmi kalmamıştı. Eskiden sağlamken, sıhhati yerinde iken, uzun yıllar ulemâ ile münakaşa ve münazaralar yapardı, sertleşip işi ezaya, sopaya götürmezdi. Bağdad'da iken böyle bir hali görülmemiştir. Demek oluyor ki, bu fırtınalı işin en baş sorumlusu Ahmed b. Ebû Duâd olmuş oluyor. Me'mun'un kusuru varsa, o da, o vakit cumhurun kabul etmediği, benimsemediği Mutezile Mezhebi adamlarını yanına alıp, müşavir ve vezirlerini onlardan yapmasıdır. Sıhhati ve kuvveti yerinde iken, işi itidal halinde yürü-tüyordu, fakat sonra ipler elden kaçtı. Olan oldu, ulema kafilesi görülmedik bir sınama geçirdi.(97)
Üstadı fazla yormamak için şimdilik sözünü biraz keselim, başka satırlar okuyalım.
Sorguya çekip imtihan yapmanın dokuzuncu günü Me'mun'un dördüncü emri geldi. Onda şu keskin ve sert emirleri veriyordu: "Bişr Bini Velid'i çağır, eğer Kur'an mahlûktur demezse boynunu vur ve kellesini bana gönder!"
İbrahim bini Mehdi hakkında da aynı korkunç emri veriyordu. Bu ikisi eğer ''Kur'an mahlûktur!" derlerse hemen halka ilân et, herkese duyur!"
Ebül-Avam hakkında ise şöyle diyordu: "Dayağı görünce öyle güzel bir cevap verir ki, bülbül gibi öter! Şayet vermezse ensesinde kılıç oynayacak!"
Me'mun, işte böyle tehdidi bir emirle ulemaya meydan okudu. Menfî cevap verirlerse Bişr ile İbrahim'in boyunlarını vurmasını, diğerlerini ise kelepçeliyerek, zincire vurarak muhafaza altında Emiril-Mü'minin'in karargâhına göndermesini emir buyuruyordu. Kendisi huzuruna alıp birer birer sorguya çekecekti. Menfî cevap verirlerse kellelerini alacağını söylüyordu.
Me'mun'un acele postayla gönderdiği bu dehşetli emri alınca, Bağdat valisi İshak Bini İbrahim; kadı, muhaddis, fakih olmak üzere otuz kadar âlimi toplayarak onlara Me'mun'un bu titiz mektubunu okuyarak tekrar deneme yaptı. Ahmet Bini Hanbel, Muhammed Bini Nuh, Sicade ve Kavarirî'den başkası "Kur'an mahlûktur!" dediler. Sonraki sorgularda Sicade ve Kavarirî de döndü. Yalnız Ahmet Bini Hanbel ile Muhammed Bini Nuh ikisi kaldılar. Kur'an mahlûktur diyenlerin hepsi serbest bırakıldı. Onları saldılar. Ahmet ile Muhammed'i demir kelepçeler içinde Tarsus'a gönderdiler.
Vali bu ikisine zincir vurarak gönderdiğini yazarken, ancak diğerlerinin de kanaatları hilafına zor altında cevap verdiklerini söyliyerek te'vile kalkıştıklarını da ilâveyi unutmadı. Bunun üzerine Me'mun, beşinci bir emirle böyle te'vil yoluna sapanların da gönderilmesini istedi. Bunun üzerine yirmi bir kişilik bir ülema kafilesi zincir içinde, esirler sevkolunur gibi muhafaza altında yola çıkarıldı. Muhaddisleriyle, müftüleriyle, kadılariyle, fakihleriyle Bağdat üleması zincirle sorguya çekilmeye gidiyordu. Bağdat'tan kalkarak Tarsus'a gelen bu ülema kafilesi, fikir hürriyetinden hesap vermeye geliyordu. İşte hürriyet taraf-tarı saydığımız ve sandığımız Mu'tezile böyle zorla kendi akidesini kabul ettirmek istiyordu.
Kanaatlarından dolayı sorguya çekilip hesap vermeye giden bu kafile, Rakka'ya ulaştıkları zaman Me'mun'un ölüm haberi duyuldu (18 Recep 218). Rakka Valisi de onları geriye Bağdad'a çevirdi. Bağdat Valisi de çoğunu serbest bıraktı. Böylece biçarelerin imdadına Azrail yetişmiş oldu.
Bu kafilenin içinde bulunan ve Kur'an mahlûktur demeyenlerin ikincisi olan Muhammed Bini Nuh, Me'mun'un ölümü üzerine Bağdad'a dönerken yolda kelepçeler içinde ölmüştü. Ortada muhalefetin başında Ahmet Bini Hanbel kalmıştı. Hükümet onu serbest bırakmadı. Çünkü Me'mun ölürken Mu'tasım'a: "Kur'an hususunda kardeşinin yolunu tut!" diye vasiyet etmişti. Mu'tasım da etrafa sert emirler vermeye başladı. İş inada binmişti. Hükümet dediğini zorla kabul ettirmeye azmetmişti. Hattâ küçük çocuklara bile bunun öğretilmesini emrediyordu. Mu'tasım daha ileri giderek emirle, fermanla mezhep kuruyor, bıçağı hakkına dediğini yaptırıyordu. Dediğini demeyen ülemayı işkenceler altında kıvrandıra kıvrandıra öldürüyordu. İşte Mu'tezile hürriyeti!
_____
(97) M.E. Zehra, Ahmed İbni Hanbel Tercemesi, s. 57/76.
İMAM AHMED'E DAYAK ATILDI
"Kur'an mahlûktur" demeye yanaşmıyanların bayraktarı Ahmet Bini Hanbel'di. Muhalefet liderliği onun üstünde toplanmıştı. 219 senesi Ramazanında İshak bini İbrahim onu evinde hapsetti. Sonra onu (H. 220 senesinde) umumî hapishaneye naklettiler. Halife Mu'tasım'ın emriyle İmamı Müslimin Ahmed'e dayak attılar. Vücudundan kanlar akıncaya kadar dövdüler. Ahmet, fikrinde sebat ediyor, hükümet ise zorla dayak altında "Kur'an mahlûktur!" dedirtmeye çalışıyordu. Hükümetin iltizam ettiği mu'tezile gibi "Kur'an mahlûktur" demedikçe hapisten çıkıp ak dünya yüzü göremiyecekti. 30 ay hapiste kaldı. Ona acıyanlar takıyyeten olsun korunmak için bu sözü demesini, kendini kurtarmak için bari istediklerini yapmasını söylüyorlardı. Onlara cevabı şu olmuştu: "Âlim takiyyeten cevap verirse, cahil zaten bilmiyor, ya hak ve hakikat ne zaman meydana çıkar?"
Mu'tasım, Ahmed'i yine bir deneyecekti. İçeri getirildi. Mu'tasım oturmuştu. İbni Ebu Du'ad ve arkadaşları huzurda idiler. İçerisi tıklım tıklım kadılar, fukaha devlet etbaı dolu idi. Münazara başladı.
Mu'tasım sordu:
— Ne dersin, söyle bakalım!
— Ben Allah'tan başka Tanrı olmadığına şehadet ederim. Ata İbni Abbas rivayet etmiştir ki, Abdikays'tan bir heyet Resulullaha geldikleri zaman onlara Allaha îmanı emretti:''Allaha îman nedir bilir misiniz?'' dedi.
Onlar da: "Allah ve Resulü bilir" dediler.
O da: "İman, Allahtan başka Tanrı olmadığına, Muhammed'in Allahın Peygamberi olduğuna şehadet etmek, namazı kılmak, zekatı vermek, Ramazan orucunu tutmaktır." dedi. "Ganimetin beşte birini verirsiniz... Yâ Emir'ül-Mü'minin, Kitabullahtan ve Resulünün sünnetinden birşey ortaya atın ki, söyliyeyim."
Oradakilerden biri ortaya atıldı:
— Allahü Teala buyurmuştur ki: uMa Ye'tihim min zikrin min Rabbihim muhdesin" (Muhdes olan mahlûk değil midir?)
Ahmet:
— Allahü Teala buyurur ki: "Vel-Kur'ani Ziz-zikri" buradaki Ez-zikir Kur'andır. Fakat yukarıki âyettekinde harfi tarif yok.
Diğeri:
— Allah her şeyin hâliki değil midir? Ahmet:
— Allah تدمر شيء بأمر ربها Tüdemmiru külle şey'in biemri Rabbiha" demiştir. Ancak Allahın murad ettiği tedmir olunmuyor mu?
Üçüncü biri:
— İmran Bini Hüseyn'in şu hadisine ne dersin: Allah zikri "Kur'an'ı halk etti.
Ahmet:
—Bu yanlıştır. Rivayet "Allah zikri (Kur'an'ı) yazdı" tarzındadır."
Dördüncü biri:
— İbni Mes'ud hadisinde şöyle bir şey var: "Allahü Teala Cennet, Cehennem, gök, yerden hiçbir şeyi Âyetel-Kürsü'den daha büyük yaratmamıştır. Ahmet:
— Halk, yâni yaratmak, Cennet, Cehennem, gök ve yere vâki olmuştur. Kur'an'a vâki olmamıştır.
Beşinci biri:
— Allahın kelâmı mahlûk değildir, sözü teşbihe götürür, müşebbiheden yapar.
Ahmet:
— Allah birdir, sameddir, benzeri ve dengi yoktur. O nefsini tavsif buyurduğu gibidir.
Mu'tasım:
— Sen nelerden bahsediyorsun?
Ahmet:
— Yâ Emir'ül-Mü'minin, Allahın kitabından ve Peygamberinin sünnetinden bir şey sorun bana!
Oradakilerden bazıları aklî deliller ortaya attılar.
Ahmet:
— Anlamıyorum, ne oluyor, nedir bu? Ne Allahın Kitabında, ne Peygamberin hadisinde böyle şey yok...
İşte böyle münazaralar uzayıp gitti. Bir netice alamadılar. Yine hapse attılar. Günlerce bu münazaralar sürdü.
Artık dediklerine çeviremiyeceklerini, kendilerine katamıyacaklarını anlayınca Mu'tasım dayak atılmasını emretti. Kırbaçlar iniyordu! Mesudi'nin dediğine göre 38 kırbaç vuruldu. Vücudu al kanlar içinde kaldı. Yaralarından kanlar akıyordu. Bu haliyle yine zindana atıldı. Yaralarına bakmak için doktor gönderildi. (98)
Bu münazaralar hakkında tafsilat almak isteyenler İbni Sübki'nin "Tabakatı Şafiiyye" sine baksınlar. Müsteşrik Walter Patton da Ahmet Bini Hanbel sınamasına ait bütün nasları toplamıştır.
Sonra Mu'tasım, Ahmed'i serbest bıraktı. 227 senesinde Mu'tasım ölünceye kadar İmam Ahmed'e yedi yıl kimse dokunmadı.
Mu'tasım'dan sonra Vâsik Halife oldu. O da Ahmet Bini Hanbel'e dokunmadı ise de, Halk-ı Kur'an meselesini hep eski çığırında devam ettirdi. Ahmet Bini Nasr'i yakalayıp Kur'an mahlûktur demediği için kellesini çok kötü şekilde kendi eliyle vurmuştur. İşin garibi bu Ahmed'in kellesi Bağdat'ta meydanlara asılarak teşhir olunmuş ve kulağına şu levha asılmıştır."
"Bu Ahmet Bini Nasr'ın kellesidir. Emirül-Mü'minin Vâsik onu Kur'an mahlûktur demeğe davet ettiği halde inat gösterip bunu demedi. O da onu Cehenneme gönderdi!"
232 senesinde Vâsik de öldü. Yerine Mütevekkil geçti. Halk-ı Kur'an meselesi biraz yavaşladı. 234 senesinde ise Halifenin bir emriyle bu defa "Kur'an mahlûktur" demek menolundu. Etrafa böyle emirler gönderildi. Müslümanlar geniş bir nefes aldı. İş tersine döndü. Siyaset, dinle işte böyle oynadı. Muhammed Abduhu'nun siyasetten Allaha sığınmasına insan hak veriyor!
Mevzuatül-Ulûm diyor ki: "Mihnette dört kişi çok sebat gösterdi ve felâkete katlandı. Ve bu sebat edenlerin cümlesi Meriv ehlindendir: 1- Ahmet Bini Hanbel'i Mu'tasım dövdü;
2- Ahmet Bini Nasr'ı Vâsik şehit etti;
3- Muhammed Bini Nuh Me'mun zamanında dövüldü ve yolda şehit düştü;
4-Naim İbni Hamad, Vâsik zamanında hapiste öldü.
Hilâfet merkezi olan şanlı Bağdat'ta işin cereyan suretini arz ettik. Abbasilerin idaresi altında bulunan diğer İslam merkezlerinde de, Mısır, Şam ve İran'da da iş aynı şekilde idi. Emirler oralara da aynı veriliyordu.
Mısır'da da bu takip ve imtihan işi çok ateşli olmuştur. Bazıları evlerine kapanıp bir yere çıkmamış; bazıları da, meşhur sofi Zennuni Mısrî gibi, kaçmışlardı. Vâsik, her nedense Mısır'a karşı daha şiddetli davranmıştır. Onun zamanında Mısır'da fakih, muhaddis, muallim, müezzin imtihana çekilmedik kimse kalmamıştı. Çoğu da kaçmıştır. Hapishaneler dolmuştur. Mescidlere (Lâ ilâhe illal-lâhü Rabbül-Kur'anil-mahlûk" "Mahlûk olan Kur'an'ın Rabbi Allah'tan başka Tanrı yoktur" yazılmasını Muhammed Bini Ebil-leys emretmiştir. Fustat (Eski Kahire)'deki mescidlere hep bu ibare yazılmıştır.
Mısır'da en kötü şekilde tenkil edilenlerden birisi Yusuf Buveyti'dir. Şafii ulemasındandır. Sınamada "Kur'an mahlûktur" demeye yanaşmadı. Demiştir ki: "Eğer Vâsik'in yanına götürülsem de böyle derim. Bu demirlerin içinde can veririm. Sonra gelenler görsünler ki bu uğurda zincirler içinde can verenler olmuştur!" Mısır'dan Bağdad'a götürüldü ve orada 231 yılında hapiste öldü.
Halk-ı Kur'an, günün meselesi olmuştu. Her yerde o konuşuluyordu. Hükümet işe karıştıkça iş büyüyordu. Hükümet şiddetini arttırdıkça halk öbür tarafa geçiyordu. Umumî efkâr Ahmet Bini Hanbel'i günden güne seviyordu.
Her yerde, her zaman bu mesele konuşuluyordu. İşe kin ve ihtiras, garaz ve ivaz da karışıyordu. Birinin diğerine öfkesi mi var, itham lekesi hazırdı: Kur'an mahlûk değildir, diyor diye damgayı yapıştırıyorlardı. Buhari de böyle bir tuzağa düşürülmek istendi. Nisabur'a geldiği zaman halk etrafına toplandı. Bir adam kalkarak sordu:
— Yâ Ebu Abdullah, Kur'an mahlûk'mudur, değil midir? Bu hususta ne dersin? dedi. Buhari bu müşkül durumdan çıkmak için yüzünü çevirdi, cevap vermedi. Soran adam sorusunu tekrarladı. Yine cevap vermedi. Üçüncü defa yine sorunca Buhari ona dönerek, şu çetin ve doğru sözleri söyledi:
— Kur'an Allah sözüdür. Mahlûk değildir, kulların fiilleri mahlûktur. İmtihan da bid'attir!
Hükümet bu meselede halkı zorlamakla bir netice alabildi mi? Hayır. Bu hâdise tekrar göstermiştir ki zorla, cebirle, şiddetle, tehdit ve terörle kalpler ve dimağlar fetholunamaz, vicdanlara tahakküm edilemez. Zulüm ve istibdadın sonu her zaman hüsrandır!
Demiri, Hayatül Hayevanda anlatır:
Vâsik'in huzuruna demir kelepçelerle elleri bağlı bir âlimi getirdiler. Kabahati "Kur'an mah-lûktur!" demekte devletin mezhebine muhalif olması. Tahkikat başladı. İbni Ebi Du'ad sordu:
— Kur'an hakkında ne dersin? İhtiyar âlim, İbni Ebi Du'ad'a dedi ki:
— İnsaf buyurun, önce ben bir şey soracağım! — Sor bakalım, dediler.
Dedi ki:
— Bu sorduğun meseleye Hazreti Peygamber davet etti mi? Bunu Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali biliyor muydu, yoksa bilmiyor muydu?
İbni Ebi Du'ad, zor duruma düştü. Bilmiyorlardı dese olmaz. Onun için:
— Biliyorlardı, dedi.
Âlim:
— Halkı sizin gibi buna davet ettiler mi, yoksa bu hususta sükût mu ettiler?
— Sükût ettiler.
— Onların sükût ettiklerine sen sükût edemedin mi? Onlara uygun olan sana olmadı mı?
Çok yerinde olan bu haklı söze İbni Ebi Du'ad cevap bulamadı ve sustu. İhtiyar âlimin bu sözü Vâsik'in de pek hoşuna gitti. "Hellâ vesiake ma vesiahüm" diye bu sözü tekrarladı durdu ve ihtiyarın serbest bırakılmasını emretti.
İşte Mu'tezilenin kopardığı bu fırtına da böyle geçti. Bu devir de böyle kapandı. Kur'an yine meydanda muzaffer ve galip kaldı.
Bu sınama ve denemede en büyük felâketlere katlanan Ahmet Bini Hanbel öldüğü zaman cenazesinde 1.300.000 kişi vardı. Çarşı, pazarda alışveriş durmuştu. Bunun ifade ettiği mana çok büyüktür. Onun için Ahmed'e kılıç oyunu oynayamıyorlardı.
Mütevekkil 234 senesinde Halk-ı Kur'an meselesini kurcalamayı yasak etti. Böylelikle kılıç ve kırbaçtan sonra yine Ahmet Bini Hanbel'in dediğine geldiler. Hanbelî mezhebinden bazısı da bu hususta ileri gittiler. Mu'tezilenin yaptığının aksülâmeli olacak ki bu defa iş tersine döndü.
218 senesinde başlayan bu şiddetli fırtına 234 yılında Mütevekkil tarafından durduruldu.
Biz yine üstad Ebu Zehra'yı dinleyelim:
______________
98) Mevzuâtül-Ulûm, bu hususta şunları kaydediyor: "İmam Ahmed kendi anlatıyor: "219 senesi Ramazanında İshak İbni İbrahim beni evinde hapsetti. Sonra umumi hapishaneye naklettiler. 30 ay kaldım. İshak bana dedi ki: "Ya Ahmet, Emirül-Mü'minin seni kılıçla öldürmez. Lakin azmetmiştir ki; sen onun sözüne gelmezsen sana dayak attıra attıra seni helak eder. Seni öyle bir yerde öldürür ki orada ne ay, ne güneşten eser göremezsin." Ben sükût ettim. Beni bir ay kapadılar. Ayağımdaki bağların ağırlığından yüzü koyun düşer gibi olurdum. Beni bir karanlık odaya kapadılar. Üstümden kilitler vurdular. Kandil yoktu. Sabah olunca beni yine alıp halk ile dolu bir odaya soktular. Oradan başka yere geçirdiler. Orada ellerinde kılıçlar ve kırbaçlar tutan nice taifeler vardı. Başkaları da geldi. Herbiri benimle konuşup münazara yaparlar, ben de cevap verirdim. Öyle bir sıra geldi ki, benim sesim onların sesinden yüksek oldu. Mu'tasım emretti. Beni yüzüm üstü sürüyerek yerimden çıkardılar. Elbisemi soydular, Mu'tasım imamın sebatını ve din emrinde salabetini görünce biraz yumuşadı. Fakat İbni Ebu Du'ad teşvik ederdi. Eğer sen bunu bırakırsan bütün halk senin için: Me'mun'un mezhebini bıraktı, onun kavlini kabul etti," derler diyordu.
Böylece kırbaççı iki kırbaç vurup giderdi. Diğer biri gelip o da vururdu. Onlar vurdukça İmam Ahmed: "Kuvvetli vur, ellerin kırılsın" diyerek sebatını ilan ederdi. 19 kamçı vurul-duktan sonra Mu'tasım kalkıp:
— Yâ Ahmed, niçin kendini helak edersin? Vallah ben sana acıyorum, hemen kail ol! dedi.
Etraftan çeşitli sesler yükseldi. Bazıları:
— Bunca kalabalığa sen mi galip geleceksin? diyor, diğerleri:
— Arkadaşlarından hangisi senin gibi yaptı. "Mahlûktur!"deyip kurtuldular. Bir sen kaldın, diyorlardı. Halifenin mezhebini kabule teşvik ediyorlardı. Kuvvete dalkavukluk yapan çatlak bir ses duyuldu:
— Yâ Emirül-Mü'minin, bunu öldür! Kanı benim boynuma olsun!
İşte bu gürültüler arasında bile İmam Ahmed onları asıl meseleye çağırıyor:
— Bana Allahın Kitabından ve Resulünün Sünnetinden bir şey verin, delil getirin, beni onlarla ilzam edin, diyordu.
Mu'tasım tekrar tekrar yanına gelip yalvarıyor, İmam Ahmed, bana Allahın Kitabından ve Peygamberinin Sünnetinden delil getirin, deyince, dönüp kırbaççıya:
— Vur! diyordu.
Ahmed'in oğlu Salih der ki: "Babam, derdi; o esnada aklım başımdan gidip bayıldım. Neden sonra ayıldım. Baktım ki bağlarımı çözmüşler, kelepçeleri almışlar. Bana biraz kavut getirip; bunu iç ve kus dediler. Ben ise oruçlu olduğumdan iftar etmem, dedim. Sonra beni İshak Bini İbrahim'in evine götürdüler. Öğle namazı olmuştu. Namazı kıldım. İbni Semmaa dedi ki: Sen namazı kılardın amma elbisenden al kanlar akardı. (Yani abdestin bozulmuştu.) Ben de dedim ki: Hazreti Ömer edâi salât eyledi, yarasından kan akarken... Sonra saldılar."
(Mevzuatül-Ulûm'dan kısaca)
AHMED'İN HAKLI OLDUĞU YÖNÜ OLDUĞU GİBİ MUTEZİLE'NİN DE HAKLI YANI VAR; ANCAK TUTUMU YANLIŞ
Dininde ihtiyatlı davranmak,felsefe
tartışmalarından korunmak, boş şeyleden uzak kalmak bakımından, İmam Ahmed'in tutumu övgüye lâyık. Çünki o bu gürültülü mes'eleye ne müsbet, ne menfi surette karışmak istemiyordu. Bu hususta tarafsız bir tutum içindeydi. Onun kanaatınca bu öyle bir mes'eledir ki, bir müslümana bunu kurcalamak yakışmaz, bunu incelemekten bir netice alınmaz, bu hususta selef-i salihten bir söz naklolunmamıştır. Hem Ahmed b. Hanbel, dinî mes'elelerde seleften bir şey naklolunmayan konulara dalmazdı. O, esere uyan bir Hadis âlimidir. Onların hidayetini izler, onların gittiği yoldan giderdi. Onun bu konudaki tutumunu ileride görüşlerini beyan ederken açıklayacağız.
Fakat mes'eleye: Kur'an mahlûk mu, değil mi diye hüküm verme noktasından bakarsak, Ahmed İbni Ebû Duâd'ın gerek bu mektuplarda getirdiği deliller, gerek akıl ve mantık, bizi Mutezile'nin görüşünün doğruluğunu kabule sevketmektedir. Çünki okunan Kur'an Allah kelâmı olmakla beraber mahluktur. Bunun böyle olması, kelâm sıfatının, Allah'ın Kıdem sıfatıyla birlikte kadim olmasına mani değildir. Nasıl ki Allah Teala kudretiyle halkeder, Allah'ın kudreti kadimdir, onun mahlûkatı bu kadim kudretiyle yaratması, mahlûkların kadîm olmasını gerektirmez. İşte böylece: Kur'an'ın Allah kelamı olması, onunla peygamberi Hz. Muhammed'e hitabetmesi, kudretiyle onu inzal etmesi, Zatı Kibriyasını tavsif ettiği kelamının kadim olması, Kur'an'ın kadim olmasını icabetmez.
Biz burada Ahmed İbni Duâd'ın ve umumiyetle Mutezile'nin bu mes'eledeki görüşlerinin doğru olduğunu söylemekle, insaflı davrandığımız gibi, yine insaf icabı söyleyelim ki, muhaliflerine böyle ezâ etmelerini, özellikle takva ve fazilet sahibi kimseleri incitmelerini aslâ doğru bulamayız. İnançları zorlayarak vicdanlara baskı yapmak, fikirlere tahakküm etmeye kalkışmak, gizli şeyleri açıklamaya zorlamak, işte bu olamaz ve tenkid noktası da burasıdır. Daha Ahmed zamanında, insanlar bunu tenkid etmiş,
Mutezile'nin görüşünde olanlardan bile bunu tenkid edenler bulunmuştur. Ahmed'in çağdaşı olan Mutezile âlimlerinden Edip Câhiz bunu savunmaya mecbur olmuştur. Yazılarından birinde bu imtihan mes'elesini, vicdanlara baskı, küfre nisbet etmek işini ele alarak şöyle der:
"Biz ancak delile dayanarak tekfir ettik, ancak itham altında olanları imtihana tabi tutup sorguya çektik. İtham altında olan bir kişiyi sıkıştırmak, tecessüs sayılmaz. Zanlı kişiyi sorguya çekmek, gizli şeyleri araştırmak, her imtihan tecessüs olsaydı, o zaman her kadı, hâkim, insanların içinde sırları deşip açığa vuranların, insanların ayıp ve kusurlarını araştıranların başında gelirdi, çünki sorgu yapıyor."
Mutezile'den Câhız'ın bu sözleri doğru değildir. Çünki onlar yalnız töhmet altında olanları sorguya çekmekle kalmadılar, bu işi umumî yaptılar, herkesi çektiler. En büyük fazilet âbidelerini bile hırpaladılar. Ahmed b. Hanbel dininde töhmet altında olanlardan mıydı? Eğer Ahmed gibileri de töhmet ehlinden sayılırsa, o zaman ortada din namına, dindarlık namına birşey kalmaz. Dünya neye yarar. Onun için Câhız'ın bu sözlerinin burada yeri yoktur.
İş böyle olunca, baskı ve ezâ asla doğru olamaz. Bize göre bunu haklı gösterecek hiçbir sebep yoktur. Fakat biz, onların bu yapışını her ne kadar doğru bulmuyorsak da, acaba onları temize çıkaracak hiç birşey yok mu? Bu ulemaya yapılanlar hiçbir sebep olmadan, sadece ezâ ve cefâ için midir?
İşte insanın içini kurcalayan bir soru bu. İnsan buna kesin bir cevap bulamıyor. Uzaktan, yakından, olumlu, ya da olumsuz kesin bir cevap olmayınca, o zaman zan ve tahmin yoluna başvurmak kalıyor. Bu kesin değilse bile râcih bir sebebe götürür. Tercih sebepleri elimizdedir, kesin hükme imkân yoksa da zan kapısı aralık.
Me'mun'un, daha doğrusu Ahmed İbni Duâd'ın yazdığı mektuplardan birinde Kur'an kadîmdir, diyenlerin sözünün batıl olduğunu isbat için deniyor ki; Kur'an kadîmdir diyenler, Hristiyanların İsa b. Meryem kadîmdir, Tanrı'dır, demeleri sözüne benzer, onu taklid ediyorlar. Çünki İsa, Allah'ın kelimesi
olduğundan mahlûk sayılmıyor. Bundan anlıyoruz ki, Me'mun ve Mutezile baktılar ki, Kur'an kadîmdir iddiası ve bu inancın avamın içinde yerleşmesi, Taaddüdi Kudema'ya götürecek, kadîmler çoğalacak, bu düşünce onların hayalini doldurdu. Kadîmler çoğalınca, Tanrılar da çoğalır, onlara ibadete başlarlar, ortaya Allah'a şirk çıkar, sandılar. Bunun örneği de var. Hıristiyanlar, İsa'yı kadîm tanıdılar ve ona tapdılar. Mutezile ile Me'mun, bu sözün halk arasında, mektupta denildiği üzere, milletin kaba tabakası arasında yayıldığını gördüler, fukaha ve Hadis âlimleri bunu onlara hoş gösterdiler O zaman Me'mun bunun ümmeti dalâlete götürmesinden endişe etti, nasıl ki daha önce Hıristiyanlar İsa Aleyhisselâma tapmak dalâletine düşmüşlerdi. Bunu önlemek için önce İrşad yoluyla Kur'an'ın mahlûk olduğunu halka anlatmağa uğraştılar, netice alamayınca bu defa kuvvete başvurdular, beyanla yapamadıklarını sultanla yapmağa kalktılar.
HRİSTİYANLARIN MÜSLÜMANLARI ŞAŞIRTMAK İÇİN PLANLARI -- BUNA BİR ÖRNEK
Bu olaya bunun sebep olduğu yazılan mektuplardan açıkça anlaşılmaktadır. Bunda biraz iyi niyet ve ihlâs da bulunmaktadır. Çünki Mutezile, daha önce İslâm'a hücum edenlere karşı mücadele etmeğe ve onlara cevâp vermeğe alışmışlardı. Cahız'ın Nesârî risalesinde yazdığı üzere: İslâma pusu kuranlar, bizim fukahanın ve Hadis âlimlerinin halk arasında yayılan sözlerini alkışla karşılıyorlar, çünki onlar, Allah'ın kelamı kadîmdir hükmünden, Hz. İsa'nın da kadîm olduğu neticesini çıkarmak için yol buluyorlar. Kur'an İsâ için: "Allah'ın kelimesi, diyor, madem ki Allah'ın kelimeleri kadîmdir, İsa'da kadimdir, diyorlar ve buna Kur'an delil olmuş oluyor.
Belki de Mutezile'nin kafasında dolaşan şey: Kur'an-ı Kerim'in Allah kelâmı olması dolayısiyle kadîm olduğu fikrinin yayılması hiristiyanların bir hiylesi olabilir. Çünki hıristiyanlar o zaman müslümanları şaşırtmak olduğu müslümanlarca kolayca kabul olundu.
BUNA BİR ÖRNEK
Sağlam haberlerle sabit bir husustur ki, müslümanlar arasında yaşayan hristiyanların İslâm dinini kabul ederek müslüman olmaları, hristiyanları çok üzüyor, buna kızıyorlardı. İslamı küçük düşürmek için müslümanlar arasına bazı fikirler atıyor, sonra onları ele alarak müslümanlarla din hususunda mücadele ediyorlardı. Türâs'ül-îslâm (İslâm Kültürü) adlı kitapta şöyle denilmektedir. Şamlı Yohanna ki, Hışam b. Abdülmelik devrine kadar Emevilerin sarayında hizmet görmüştür, o bazı hristiyanlara müslümanlarla nasıl mücadele edeceklerini telkin eder, onlara yol gösterirdi.
Şöyle ki: Arap sana, İsâ hakkında ne dersin? diye sorduğu zaman, O Allah'ın kelimesidir diye cevap ver. Sonra hristiyan o müslümana: İsâ hakkında Kur'an ne demektedir? diye sorsun. Ve müslüman cevap verinceye kadar hiçbir şey söylemesin. Çünki müslüman
Kur'an'daki ayetle cevap vermek zorunda kalacaktır.
Ayet şöyle der: "Meryem oğlu İsâ, Allah'ın Rasûlüdür, ve Meryem'e ilka ettiği kelimesidir, ondan ruhtur." Müslüman böyle cevap verince, bu defa ona: Allah'ın kelimesi ve ruhu mahlûk mudur, yoksa değil midir? diye sorsun. Eğer mahlûk derse o zaman ona şöyle red cevabı versin: Allah vardı, kelime ve ruh mevcut değildi. Arap buna verecek cevap bulamaz ve susar kalır. Çünkü bu görüşte olan kişi, müslümanlara göre zındık sayılır.
MUTEZİLE'NİN BU YOLU TUTUMU ÇOK HATALI
Hristiyanların bu tutumları, diğer din erbabiyle ve zındıklarla mücadele eden Mutezile'nin gözünden kaçmış değildir. Onlar biliyordu ki, Kur'an kadîmdir, mahluk değildir, diyenler, Müslümanlarla mücadele etmeleri için hristiyanların eline silâh vermiş oluyordu. Öyleyse bu sözü söylemeyi ortadan kaldırmalıdır, tâki düşmanın eline İslâmın aleyhine kullanılacak bir delil geçmesin. İslâm'a hücum için bir gedik açılmasın. Kur'an kadîmdir diyen, hristiyanların İsâ hakkındaki sözünü taklîd ediyor, kadîmlerin çokluğunu kabul ediyor, insanların diliyle söyledikleri Kur'an'ı âdeta kadîm kılmış oluyor, demektir.
Mes'ele, Mutezile'nin bakış açısından böyle. Bu İslâmda vahdaniyet inancını korumak için son derece ihtiyatlı ve derin bir bakış. Bu takdire değer bir tutum ve selîm bir iman yolu! Ahmed b. Hanbel de dinde çok ihtiyatlı davranan bir zat, Selef-i Salihin'in dalmadığı bir konuya dalmak istemez. Mutezile de dini korumak için ihtiyatlı davranmak arzusunda. İslama hücum için tuzak kurmak isteyenlerin yüzüne kapıları kapamak istiyorlar. En iyisi bu mahlûk mu, değil mi konusunu hiç kurcalamamak, onu karıştırmamaktı, nasıl ki Ahmed b. Hanbel bu kanaattadır, fakat İslâm'ın hayrını istemeyenler, bunu yaptılar, farkına varmadan buna hizmet edenler oldu. İslâmı gerçek haliyle korumak isteyenlere hakikati olduğu gibi anlatmak düştü. İşte Mutezile de bunu yapmaya çalıştı, fakat çizdiği yol yanlıştı.
Buraya kadar Ahmed Ebi Duâd'ı ve Mutezile'yi görüş bakımından haklı bularak onlara insaflı davrandığımız belli. Fakat tatbikat bakımından onları çok hatalı bulmaktayız. Çok aşırı gittiler, çok sert davrandılar. Nedir o kılıç ve sopa oyunları? Nedir o Ahmed b. Hanbel gibi takva sahibi, faziletli, temiz yürekli, alçak gönüllü bir adama ettikleri? O kadar ileri gittiler ki, dayak attılar, bayılıncaya kadar dövdüler, kelepçeli yollara düşürdüler, hapse attılar, zindana tıkdılar!
Bu; Kur'an mahlûk mu işini o kadar çığırından çıkardılar ki, halk nazarında bu bir fikir ve görüş mücadelesi olmaktan çıktı. Meydan dayağı kavgasına dönüştü. Allah'ın herşeyden münezzeh, ondan başka kadîm olmadığını isbat böyle mi olur? Bu İslama inen bir darbe, müslümanlara yapılan bir eziyet ve işkencedir. Din ve hidayet rehberlerine zulümdür. Vicdanlara ve kalblere baskıdır. Gönüllerin gizlediği şeyleri araştırmak, sırları teftiştir, hatayı zorla
kaldırmağa çalışmak, bundan hayır gelmez. Düşünceler, şiddet, cebir ve zorla öldürülemez. Zor tepki yaratır, halk kuvvetle zorla davet olunan şeyi benimsemez, onu kötü bilir. Burada da öyle oldu. Kuvvetle, şiddet kullanarak yerleştirmek istenen görüşler, galip gelemez. Açık bir hak olduğu meydanda olsa bile, benimsenmez, zorla güzellik olmaz. Mutezile baskısını arttırdıkça, halkın idarecilerden nefreti arttı, sorguya çekilenler gözlerinde büyüdü de büyüdü, onları evliya saydılar ve onlara bağlılıkları arttı. Eğer bu dâvet ettikleri şey hayırlı bir iş olsaydı, ona böyle azapla dâvet etmezlerdi, onun yolu böyle zindan ve zincire vurulmak olmazdı, dediler ve ondan uzak durdular.
HALİFE MUTASIM EN KORKUNÇ ŞEYİ YAPTI:28 AY ZİNDANDA TUTTU VE DAYAK ATTI
Halife Me'mun öldü. Ahmed İbni Hanbel o zaman eli kolu bağlı, kelepçeli bir halde sorguya çekilmek üzere ona götürülüyordu. Fakat Me'mun'un ölümü ile bu belâlı iş tarihlerin mihnet dediği bu işkence bitmedi. Belki aksine daha arttı. Daha sert, daha şiddetli, daha sivri ve daha umumî bir hal aldı. Çünki kardeşi Mu'tasım'a yaptığı vasiyette şu iki şey vardı:
1- Kur'an mahlûktur dâvasını yürütmesi, bundan asla vazgeçmemesi,
2- Ahmed Ebû Duâd'ı yerinde tutup, ona dayanması ve güvenmesi.
Çünki bu dâvanın sahibi o, insanları sultan kuvvetiyle, imtihan ve sorgu şiddetiyle, dayak ve hapis korkusiyle, elini kolunu bağlayıp kelepçe vurmakla Kur'an mahlûktur, diye zorlama fikri ondan gelme.
Mutasım, Me'mun gibi, ilim adamı değildi, o kılıç adamıydı. Boynundan kılıcını çıkarmazdı. Kur'an mahlûktur davasını Ahmed b. Duâd'a bıraktı. Me'mun'un vasiyetini yerine getirmek için, işi istediği gibi yürütsün dedi.
Biliyoruz ki, Me'mun öldüğü zaman Ahmed b. Hanbel yoldaydı. Bağdad'dan sorguya çekilmek üzere zincirler içinde Tarsus'a getiriliyorlardı. (Abbasî Halifeleri bazen Tarsus'da otururdu) Me'mun'un ölüm haberi üzerine Bağdad'a geri götürüldü. Hakkında bir emir çıkıncaya kadar hapsedildi. Bir ara serbest bırakıldı. Sonra Mutasım'ın huzuruna çıkarıldı. Mutasım ona Kur'an mahlûktur dedirtmek için çok uğraştı, zor kullandı, tehdit etti. Fakat ne tergıp, ne tehdit, bunların hiç birinden netice alamadı. Bundan sonra sıra dayağa gelinmiş olacak ki, zindanda defalarca dayak atıldı. Dövülürken bayıldığı olurdu, o zaman ara verirler, ayılınca yine kırbaçlarlardı. Aklı başından gidinceye kadar döverlerdi. Böyle sorguya çekilerek, dayak atılarak 28 ay zindanda kaldı. Kendi görüşlerini zorla kabul ettiremeyeceklerini anlayınca, içlerinde biraz acıma duygusu eseri kalmış ki, acıdılar ve onu serbest bıraktılar. Evine geldi, vücudu yara bere içindeydi. Devamlı dayak yediğinden, zindan hayatı onu bitirmişti.) (99)
___________
(99) Kur'an mahlûk mu, değil mi diye ortaya atılan bu fitne tarihte "Mihnet-i Kur'an" diye anılır. Bu konuda daha geniş ve ilginç bilgi isteyenler Osman Keskioğlu'nun (Kur'an Târihi) adlı eserinin onbeşinci bölümüne (232-244. sahifelere) müracaat etsinler.
MUTASIM SONRADAN DERS OKUTMASINA MÜSAADE ETTİ,VÂSIK DAYAK ATMADI AMA DERSİNİ YASAKLADI
Ahmed b. Hanbel yıllarca süren bu işkenceli
hayattan, 28 ay süren zindan günlerinden sonra evine geldi Fakat dayaktan o kadar zayıf düşmüştü ki, yürümeye takatı yoktu. O, davada imanının kuvvetiyle galip geldi, başkaları kuvvetli de olsalar hezimete uğradılar. Ahmed yaraları iyileşip kendini toplayıncaya kadar evinde kaldı, hiçbir yere çıkmadı, ders vermedi. Biraz kendine gelince camiye çıkmaya başladı. Yaraları kapanıp dayağın izleri ve uzun zindan hayatının acıları geçmesi uzun sürdü, vücudunda bazı ağrılar ve izler kaldı. Nihayet sıhhat ve afiyete kavuştu. Ondan sonra mescidde ders vermeye, Hadis okutmaya başlayıp eski vazifesine döndü ve Mutasım ölünceye kadar ona kimse dokunmadı, bu vazifesine devam etti.
Mutasım'ın ölümünden sonra Hilafet makamına Vâsık geçti. Onun devrinde de Bu Halk-ı Kur'an davası sürüp gitti. Ancak Vâsık, ondan önce Mutasım'ın yaptığı gibi kamçıya ve kılıca sarılıp Ahmed'e dayak attırmadı. Çünkü baktı ki, bu yolda bir netice alınmıyor, bu tarz tutum, halk arasında onun mevkiini arttırıyor, derecesini yükseltiyor, onun fikri daha çok yayılıyor. Halifenin görüşü sönüyor, geriliyor. Bundan başka bu yolda sert tutum, ayrıca umumun nefretini uyandırıyor. Ahmed İbni Duâd'ın Haşvul'âmme (milletin boş kalabalığı) dediği halkın kinini körüklüyor. Akıllı olan kimse halkın nefretini kazanmaktan kaçar, umumî efkârı hesaba katar, onun için Ahmed İbni Ebû Duâd ve Vâsık, Mutasım'ın denemesinden ibret alarak, ondan sonra böyle cismani cezaya, dövmeye kalkışmadılar.
Vâsık, ona ancak halkla toplantıyı yasakladı ve şu emri verdi: "Kimseyle toplantı yapmayacaksın, benim bulunduğum şehirde oturmayacaksın!" Bunun üzerine Ahmed evine kapandı, bir yere çıkmazdı, hattâ camiye namaza bile gitmezdi. Vâsık ölünceye kadar böyle göz hapsinde yaşadı.
Böylece Ahmeb b. Hanbel 232 yılına kadar beş yıldan fazla bir süre dersten kesildi. Ondan sonra izzet ve ikram içinde ders vermeye başladı. Takvâ izzeti içinde yaşının verdiği celâdet ve vakarla, kanaat ve zühd dolu temiz bir hayat yaşadı.
VÂSIK VE EBÛ DUÂD, VERECEK CEVAP BULAMIYORLAR
Tarihin hakkını vermiş olmak için söyleyelim ki, bu davanın işkence faslı sadece Ahmed b. Hanbel'e münhasır değildi. Ahmed merkezi sayılsa da diğerleri de bu belâya maruz kaldılar. Etraftaki fukaha, sorguya çekilmeküzere başka şehirlerden ulam ulam Bağdad'a getiriliyor, orada ne düşündükleri inceleniyor, kalblerinde gizledikleri araştırılıyor, vicdanlarına da baskı yapılıyordu. Bu belâya uğrayanlardan biri de İmam Şafii'nin talebesi olan Mısır'ın fakihi Yusuf b. Yahya Buveyti'dir. Kur'an mahluktur demeye dâvet olundu, fakat bunu kabul etmedi, mahluktur demedi. Bunun üzerine elleri bağlı, kelepçeler içinde sorguya götürüldü, elleri bağlı halde vefat edip hakkın rahmetine kavuştu. N. b. Hammad da aynı işkenceye uğradı, elleri kelepçe içinde olduğu halde Vâsık onu zindana attı ve orada hakkın rahmetine kavuştu.
Bu işin tehlikesi günden güne arttı, feci bir hal aldı. Millet bundan bıktı, usandı. Hattâ bu işi başlatanlar da usanmağa başladılar. Pişman oldular. Mes'ele halk arasında alay, şaka konusu bile yapıldı. Rivayet olunduğuna göre, bir defa meşhur şakacı Abbade, Hâlife Vâsık'ın yanına girdi ve:
— Ya Emîr'ül-Mü'minin, Allah hayrınızı versin, Kur'an hususunda başınız sağolsun, dedi.
Vâsık:
— Yazıklar olsun sana, hiç Kur'an ölür mü? dedi. Oda:
— Ya Emîr'ül-Mü'minin her mahlûk ölür, değil mi? dedi. Ve sözüne ekledi:
— Yâ Emîr'ül-Mü'minin, Allah aşkına, Kur'an ölünce halka teravih namazını ne ile kıldıracaklar?
Halife farkına vardı ve gülerek:
— Allah belânı versin, dilini tut, deyip sözü kapattı.(100)
________
(100) M. Ebu Zehra, Ahmed İbni Hanbel tercemesi, s/77/84
KUR'AN'DA ZİYADELİKVE NOKSANLIK ASLA YOKTUR
Batının Kur'an-ı Kerim'e dair garip iddiaları bitip tükenmez. Bunların yenilerinden biri: Kur'an'da gramer yanlışlığı bulunduğu sözüdür. Sanki onlar Arapçayı Arap ediplerinden daha iyi biliyorlar? Müşrikler bile böyle acayip bir iddiaya kalkışamadılar. Asr-ı Saadetten beri nice edipler, şâirler geçti, hepsi de Kur'an'ın belâgat ve üstünlüğü karşısında hayranlık duymuşlar, onu örnek tutmuşlardır. Bu noktaya bir çok yerde değindik. Bu kabil çürük iddiaları, Muhammed Mütevelli Şa'râvî en güzel surette çürütmektedir .(101)
Kur'an hakkındaki garip iddialara İslâm alimleri yeniden cevaplar vermektedirler. Vaktiyle Hindistan'da faaliyet gösteren protestan misyonerlerinden Fander'in Mizânül-Hak adlı eserinde İslama ve Kur'an'a hücumlarına, o zamanın büyük âlimlerinden Hoca Rahmetullah İzhârul-Hak kitabıyla çok güzel cevap vermişti. Bu konuda en yeni eser Câmiul-Ezher âlimlerinden Hâşim Abdülfettâh Gude tarafından yazılmıştır.
Havlel-Kur'anil-Kerim Vel Kitâbil-Mukaddes adını taşıyan bu eser. Mezkûr Mizanül-Hak'taki yanlış ve yersiz iddiaları bir bir ele alıp gayet ilmî bir surette red etmektedir. Eser 1984'te basılmıştır. Yeni çıkan bu iki önemli esere işaret ettikten sonra eskidenberi süregelen bazı iddialara cevap verelim:
Sahih İslâm kaynaklarında Kur'an'da fazlalık olduğuna, Kur'an'dan olmayan bir şeyin ona katıldığına, ziyade edildiğine dair rivayet yoktur. Mushafın iki kapağının arasındakiler vahiydir. Bu hususta bir şey uyduramamışlardır. Çünkü Kur'an'ın cemi ve istinsah işi çok sıkı bir kontrol altında yapıldığından buna kimseyi inandıramıyacaklardır. Yalnız İbni Mesud'un, Muavvazateyn hakkındaki rivayeti varsa da onun doğru olmadığını yerinde isbat etmiş bulunuyoruz. Böylelikle birinci noktayı kapayabiliyoruz.
Kur'an'da vahiy olmayan bir şey yoktur. Bunda bütün Müslümanlar müttefiktir.
İkinci noktaya gelince: Bu hususta biraz uzunca konuşmak icabedecektir. Kur'an'da bazı âyetlerin konulmadığına dair eski kaynaklardan bazı garip rivayetler sızıyor. Bunları birer birer bahis konusu yapıp incelemek istiyoruz. Tâ ki bu rivayetlerden öyle bir şey çıkarmak doğru mu, onlara bakarak Kur'an'da eksiklik var diye cüretkârane hüküm vermek kaabil mi? Bunu herkes görsün.
1- İbni İshak ve Mâlik tarafından başka başka yollar ve lâfızlarla Hazreti Aişe'den şu hadis rivayet olunuyor:
"Kur'an'da nâzil olanlardandı: On emzirme ile süt akrabalığı olurdu. Sonra bunlar beş emzirme ile nesih olundu. Resulü Ekrem irtihal ettiğinde bunlar Kur'an içinde okunurdu."
Evvelâ bu hadisten Kur'an'dan bir şey hazfolundu diye bir şey çıkarmaya kalkışmak asla doğru bir hareket olamaz. Burada nesihten bahsolunuyor. On emzirme, beş emzirme ile nesih olunmuş. Nesih olunduktan sonra bunun ötesi kalır mı? İncelendiği üzere neshi kabul ettikten sonra bu hadisten öyle bir şey asla çıkarılamaz. Bu hususta bir diyecek kalmaz. Kur'an'dan nesih olunanlar vardır. On emzirmenin hem hükmü, hem tilâveti mensuh. Beş emzirmenin ise tilâveti mensuh, hükmü baki.
Meseleyi diğer bir zaviyeden de inceliyelim: Süt kardeşliği ve akrabalığı hakkında muteber olacak miktar, emzirme Hanefiye ile Şafiiye arasında ihtilaflıdır. Şafiiye göre rıza'da had, beş defa emzirmedir. Hanefiye bu hadisi reddeder. Rida' babında bizzat Hazreti Aişe'den muhtelif, birbirine uymaz hadisler rivayet olunuyor. Hanefiye bunları kabul etmiyor. Çünkü bunlar "Usuli Fıkıh" ta incelendiği üzere mütevatir olan Kur'an âyetlerine aykırıdır. Kur'an'dan olsalardı tevatürle sabit olurlardı.
Arap içtimaî hayatında süt kardeşliği son derece yaygın, mühim bir şey olduğundan bunlar herkesin bildiği şeylerdendi. Gizli kalacak rivayetlerden değildi. Kur'an cem ve istinsah olunurken Hazreti Aişe sağ idi. Onun böyle bir şey ortaya attığına dair en zayıf bir rivayet bile yoktur.
Münadiler: "Kimde Kur'an'dan bir şey varsa getirsin!" diye bağırıp dururken böyle bir şey olsa Hazreti Aişe durur mu? Demek ortada böyle bir iddia yok. Hazreti Aişe Kur'an'dan rıza' âyeti hazfolundu iddiasında değil. Bu hadisten öyle bir rivayet çıkarılamaz. Bu gibi rivayetler sonradan çıkmıştır. İşte onun için Hanefiye ule-ması bunları reddediyor.
Muhaddisler, Hanefiye ulemasına kızsalar da Hanefiye nakil ve akıl ışığı altında yürür. Hanefiye mezhebinin kurucusu İmamı Azam rey hürriyetinin ve müsamahakarlığın kahramanıdır. Aklı selim ve mantık rehberidir.
Sahabe bile bunlarla ameli reddetmişlerdir.
Hazreti Abdullah İbni Ömer'e; "İbni Zübeyr, bir veya iki emzirmede bir
beis görmüyor." demişler; o da cevabında: "Allahın kazası ve hükmü, İbni Zü-beyr'in kazasından daha hayırlıdır" demiş, nas ile rey arasını bak nasıl buluyor. İbni Zübeyr'in sözünü reddediyor. "Sahabidir" deyip de durmuyor.
Hazreti Ömer de Fatma Binti Kays hadisini reddetmiştir. "Unuttu mu, uzca belledi mi, uzca bilemediğimiz bir kadının sözüne bakarak Allahın kitabı ile ameli bırakamayız" demiştir. Şafii de Hazreti Aişe'nin bu rivayetini kabul etmez. Beş emzirmeyi başka bir hadisten alıyor.
Görülüyor ki bu rivayet haberi vahittir, kabul edilmemiştir. Kabul edilse bile nesih vardır. Bundan "Kur'an'da noksan var" diye bir hüküm asla çıkarılamaz. Zaten Hazreti Aişe'den "âyet şöyledir' diye bir ibare rivayet olunmuyor. Fıkıh hükmü beyan olunuyor.
2-Recm âyeti:
لا ترغبوا عن آبائكم فانه كفر بكم الشيخ والشيخة اذا زنيا فارجموا هما ألبتةنكالا من الله ولله عزيز حكيم
Başka türlü rivayetler de vardır. Meselâ:
الشيخ والشيخة فارجموهما البتة بما قضينا منالذة
Bu seci'den başka bir şey midir, hem de bayağı bir seci'.
Evvelâ bu ibareye bak, Kur'an'dan olmadığını insanın yüzüne haykırıyor. (Fercumuhüma elbette) gibi kelimeler nazmı Kur'an'ın selâseti ile barışamaz ve rivayet çeşitlidir. İşin garibi, bu rivayet Hazreti Ömer'e nisbet olunuyor.(102) Yâni bunların Kur'an'dan olduklarını Hazreti Ömer söylemiş. O Ömer ki, Kur'an'dan bir şey zayi olmasın diye, Yemame harbinden sonra herkesten önce Halife Ebubekir'e müracaat ederek Kur'an'ın cem'i işini sağlamış, bu işe Ebu-bekir'i yalvara yalvara kandırmış ve bu işin başında bulunmuştu. Şimdi o kalkıp da Kur'an'dan hazif olunanlar var diyecek. Bunu hiç akıl kabul eder mi? Mescid kapısında durup: "Kur'an'dan kimde ne varsa getirsin" diye bağıran oydu. Onun için Hazreti Ömer'e nisbet olunan bu iddia hiç doğru değildir.
Hazreti Ömer'in Recm, zina yapanı linç etme hakkındaki sözü, onunla ameli takrir içindir. Söylendiğine göre Hazreti Ömer Recm hükmüne çok ehemmiyet verirdi. "Eğer halkın Ömer Allahın kitabına ziyade yaptı, kattı demesi olmasa, bunu ona yazardım." demiş. Bizzat Hazreti Ömer'in sözü bunun Kitabullahtan olmadığını haykırıyor değil mi? Bu Kur'an'dan değil ki, Ömer halkın kattı demesinden çekiniyor. Yazarsa Kitabullahtan olmayan bir şey katmış olacak. Yazmazsa atmış olmak yok. Bu fıkıh hükmüne Ömer fazla ehemmiyet veriyordu. Şeriattaki ahkâmın hepsi âyetle sabit değil ki. Sünnet, icmâ', kıyas ile sabit ahkâm ne kadar çok. Bu dört aslî delilden başka fer'î deliller de vardır.
Kur'an cemolunurken bu rivayetlerin birisi ortada yoktu. Kimse Kur'an'dan
olarak bunları ileri sürmedi. Ashab arasında bu hususta bir ihtilaf çıkmadı. Bu ihtilaflar hep sonradan ortaya çıkmıştır. Kur'an cemolunurken hiç bir sahabe ortaya çıkıp da Recm ve Rıda' âyeti şudur dememiştir. Halbuki cem işi ilân olunmuştu. Ashab hakkın ziyaına göz yumanlardan değildi. En ufak bir şey bile olsa onu düzeltirlerdi
.
İşin hakikati şudur: Hazreti Ömer: "Kur'ân'dan bu âyet hazif olundu" demiyor, "bu âyet nesih olunmuştur." diyor.
Müslim'in, İbni Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Ömer Bini Hattab, Peygamberin minberi üzerinde otururken demiş ki:"Cenabı Allah, Muhammed'i hak ile gönderdi. Ve ona Kitabı vahyetti. Ona vahyettiği şeylerden biri Recm âyetidir. Biz bu âyeti okuduk, anladık. Aklımıza koyduk. Resulü Ekrem recm etti. Ondan sonra biz de recm ettik. Zaman geçtikçe biri kalkıp ta Allahın kitabında recmden bahis yoktur, demesin. Böylece insanlar Allahın vahyettiği bir farizeyi ihmal ederek dalâlete düşmesinler. Muhsan olan her zani ve zaniyenin recmi Allahın kitabınca haktır. Şu şartla ki beyyine bulunsun. Yahut gebelik vaki olsun, veyahut ta cürüm ititraf edilsin.''
Bu recm meselesi de usuli fıkıhta uzun boylu bahis konusu olmuş ve münakaşa edilmiştir. Bir kısmı bu rivayeti inkâr eder. Bir kısmı ise âyetin mevcudiyetini kabul eder ve onu tilâveti nesih olunup hükmü baki kalan nesih kısmından sayar. Hanefiyenin mezhebi budur. O zaman ortada mesele kalmaz. Çünkü Kur'an'dan böyle nesih olunanlar vardır. Rivayet doğrudur. Bundan, öyle Kur'an'da noksanlık bulunduğu çıkarılamaz. Bu âyetin mevcudiyeti kabul olunduğu takdirde bile Kur'an'da eksiklik var diyemeyiz. O âyet hazif olunmamış, nesih edilmiştir, İşin başka türlüsüne akıl yatışmaz. Kur'an'a en büyük hizmeti dokunan Hazreti Ömer, kalksın da Kur'an'dan bir şey hazif olunmasına razı gelsin, bu akla sığar mı? Onun için kesin olarak diyoruz ki bu hazif değil, nesihtir. Bu rivayetten noksanlık iddiası çıkarmak sonraları zındıklar tarafından ortaya sürülmüştür. Nice şeyler uyduruldu. Bu da o kabildendir.
3- Yine Müslim'e şöyle bir rivayet var: "Ebu Musa El'aş'arî Basra hafızlarını çağırmış, huzuruna Kur'an'ı ezbere bilen üçyüz kişi gelmişti. Onlara dedi ki: "Siz Basra halkının en iyisisiniz, onların hafızlarısınız. Kur'an'ı okuyunuz. Kur'an okumayı ihmal etmeyiniz. Sonra yürekleriniz katılaşır, nasıl ki sizden evvelkilerin de yüreği katılaşmıştı. Ben uzunluğu ve şiddeti itibariyle Tevbe Sûresine benzeyen bir süre okurdum ki, bunu unutmuş bulunuyorum. Yalnız hatırımda şurası kalmış:
لو ان لابن آدم وادين من مال(او ذهم)لأبتغي لهما ثالثا ولايملأ لوف ابن آدم الاالتراب ويتوب الله علي تاب
"Adem oğlunun iki vâdi dolusu malı veya altını olsa üçüncü bir vâdi daha olmasını isterdi. İnsanın hırs karnını ancak toprak doyurabilir. Tevbe edenin tevbesini Allah kabul eder."
Atâ bini Yesâr rivayetinde ise bu ibare şöyledir:
انا انزلناالمال لاقام الصلاة واتاء الزكاة ولو ان لابن آدم وادبالأحبان يكون الثاني ولو كان اليه الثاني لأحب ان يكون اليهما الثالث ولا يملأ جوف ابن آدم الا التراب الله علي من تاب
Aynı şey, Übey bini Kâab'dan çok daha başka türlü rivayet olunur ve Beyyine Sûresinin sonundan olarak gösterilir, o da şudur:
لو ان ابن آدم سأل وادياً من مال فاعطيته سأل ثانيا فاعطيته سأل ثالثا ولا يملأ جوف ابن آدم الا التراب الله علي من تابا وان ذات الدين عند الله الخيفية غير اليهودية ولا النصرانية ومن يعمل خيرا فلن يكفر.......ا
Evvelâ şunu kaydedelim ki, arapçasını yazdığımız şu ibarenin Kur'an'a benzer bir yeri var mı? Ayetlerdeki insicam ve âhenkten bunlarda hiç eser yok. Kur'an'da "Beni âdem" tâbirleri çok geçer. Burada "ibni âdem" tâbiri hiç te yakışmıyor. Zaten Müslim daha önce bunu hadis olarak rivayet ediyor. Ortada o zaman mesele de kalmamış oluyor. Fakat biz meseleyi yine inceliyelim: Hem bunu Kur'an olarak rivayet edenlerin kimisi o sûreden, kimisi bu sûreden rivayet ederler, sözleri birbirine uymaz.
Müslim aynı hadisi daha önce Yahya Bini Yahya, Said Bini Mansur ve Kuteybe Bini Said'den Peygamberin sözü olarak rivayet ediyor. Bunlar mutemed ve güvenilir şahıslardır. Onların rivayetinde, yukarıya aldığımız rivayette Kur'an'dan olarak zikrolunan sözler, hadis olarak naklolunur. Müslim'in usulü zaten öyledir. Doğru ve sahih rivayetleri baştan nakleder. Sonra zayıfları da ekler.
Buhari bu hadisi hiç nakletmemiştir. Müslim'in şartları daha geniş olduğundan o rivayet etmiştir. Fakat bu seneddeki ravi Süveyd Bini Said, nakdi rical ilmine göre itimada şayan bir kimse değildir. Buhari ona katiyen itimad etmemiştir. Ebu Davud onun kıymetsiz olduğunu söylüyor. İbni Hibban zındıklıkla itham ediyor.
Hasılı muhaddislerin çoğu onu kabul etmiyor. Yalana çıkarıyor. Çok yaşamış, ihtiyarlığında kör olmuş, kendine ait olmayan şeyleri rivayet etmiş, Şiiliğe mütemayil bir adammış. Müslim bile aynı sözleri daha mutemed bir senedle hadis olarak naklediyor. Şüphesiz ki, bütün muhaddislerin çürüğe çıkardıkları, hatta zındıklıkla ve Şiilikle itham ettikleri bir adama karşı mutemed ve mevsuk kimselerin rivayeti tercih olunur. Doğru olan budur. Bizzat Müslim, Süveyd'in rivayetini sona bırakmıştır. Onu zayıf bulmaktadır.
Bunu niçin yazdığına gelince, muhaddislerin ilmi rivayette tuttukları bir usul vardır. Ona uyarak bunu da yazmıştır. Nice zayıf rivayetler, hatta mevzu sözler naklolunmuştur. Fakat erbabı bunları seçip meydana çıkarır. Muhaddis yazar, nakdi rical ayırır. Nice rivayetler reddolunmuştur. Hadis başka, tefsir başka, fıkıh ve usulü fıkıh yine başkadır.
Sonra bu ve emsali Kur'an'dan olmak üzere naklolunan sözlere bakın. Arapçaya âşinâ olan her insan bunların Kur'an'ın üslûbu ile bir münasebeti olmadığını derhal sezer.
İşin diğer bir noktası da dikkate değer:
Haydi Ebu Musa El'aş'arî, bu rivayette olduğu gibi unutmuş diyelim. Başkaları da mı unuttu. O unuttu ise diğer bilenler var. Hem Ebu Musa El'aş'arî Kur'an cem ve istinsah olunurken vazife alanlardandı. Bunu heyete söyliyebilirdi. O zaman böyle bir şey söylememiştir. Demek böyle bir şey yok.
Burada esaslı olarak incelediğimiz bu üç noktadan başka diğer ihtilaf konusu olan bahislere de işaret edelim:
1- Abdullah İbni Mesud'un Muavvazateyni kendi Mushafına yazmadığı rivayet olunuyor. Bunu mahallinde reddetmiş bulunuyoruz.
2- Übey Bini Kâab'ın "Kunut Duaları'nı kendi mushafına yazdığı rivayet olunuyor, bu da mahallinde geçmiş ve halledilmiş bulunuyor.
3- Mâlikiye ve Şafiiye arasında Besmele hakkındaki ihtilaf, bu da başlıca bir bahiste incelenmiştir.
4- Hazreti Aişe'den bir rivayette Ahzab Süresinin 200 âyet kadar olduğu söyleniyorsa da bu bir şey ifade etmez, zayıftır.
5- Tevbe Sûresinin başında Besmele varmış. Bu da geçti.
6- Rafizîlerden bir kısmı Kur'an'dan bir kısmın zayi olduğuna, Mehdi'ye inmek üzere göğe çekildiğine inanırlar. Bunu redde bile lüzum yoktur.
İşte eski kaynaklara göre söylenen garip, aciyb, zayıf, mevzu ne varsa hepsini getirdik. Bunların nasıl hasıl ve ne yolda bize vâsıl olduğunu Allah bilir.
Mustafa Sadık Rafiî "İ'cazül-Kur'an" da bu noktaya temas ettiği sırada diyor ki:
"Bunları yazdık. Hepsini getirdik. Ne kadar az olduklarını görsünler ve sonra birbirlerini tutmaz, birbirine uymaz rivayetler olduğunu da bilsinler. Eğer böyle bir şey olsaydı cem'i Kur'an ve istinsahta kibar ashab susmazlardı. İhtilâfları duyulurdu. Halbuki böyle bir şey yok. İş olmuş bitmiş, ses çıkaran olmamış.... İbni Mesud'a, Übey Bini Kâab'a, Hazreti Aişe ve Hazreti Ömer'e bu dine hile için iftira edip onların ağzından yalan uydurulması uzak değildir. Bunlar da o kabilden olabilir."
"Biz Kur'an'dan bir şey gitti, veya Kur'an'dan olan bir şey kaldı denilmesini bütün varlığımızla reddederiz. Bu hususta istedikleri kadar tevil yapsınlar. Hattâ rivayeti Cibril ve Mikâil'e isnad etseler bile. Bunları kabul edersek: "Kur'an'ın koruyucusu biziz" demek nerede kalır. Sahabeye her nisbet olunan söz nassı katı' gibi alınamaz. Onlar da aralarında ihtilaf etmişlerdir. Kelâmullahtan başkası söz taşır.(103)
Bu ihtilaf konusu olan meseleleri hulâsa edersek şu neticeye varırız. Bunlardan bir kısmı elde: Muavvazateyn, Besmele gibi.
Bir kısmı mensuhtur: Rida', Recm gibi.
Bir kısmı Rafizîlerin rivayetleri ki söze değmez.
Ortada: Ebu Musa El'eş'arî'den gelen "Vadii Zeheb" kalır ki onun da hadis olduğu meydanda. Demek bu bahis te böylece bitiyor. Bunca ihtilaflar içinde Kur'an'ın bir harfinin bile zayi olmadan tahriften âzade kalabilmesi en büyük bir mucizedir.
______
(101) M. Mütevelli Şa'râvî, El-Fikrul-İslâmiyyil-Mu'âsır,s. 407/410
(102) İslâm Ansiklopedisi, bu rivayetlerin gayri mevsuk oldukları bedihi gibi görünmektedir, diyor.
(103) M. Sadık Rafiî, İ'cazül-Kur'an, Kahire.
KUR'AN'DA TAHRİF OLAMAZ
Dinler tarihini tetkik edin, tarihi vesikalarda aranan bütün şartları tam olarak toplayan ancak ve ancak
Kur'an-ı Kerim'dir. O Allah tarafından Peygamberi ve elçisi Hazreti Muhammed'e vahyolunmuştur. Zamanında ezberlenmiş, yazılmış, böylece bugüne kadar tevatüren nakledilmiştir. Her nevi tahriften âzadedir. Hiç kimse Kur'an'ı başkasına nisbet edemez. Dünyanın dört bucağında türlü mezheplerde olan Müslümanların el üstünde tuttukları Kur'an hep birdir. Mezhepleri, inanışları farklı olsa da bütün Müslümanların Allahı gibi Kur'an'ları da birdir. Hatta Kur'an'ın kelimelerinin harekeleri bile bir türlüdür. Bunun aksini kimse iddia edemez ve gösteremez.
Kur'an'ın mevsukiyeti hususunda İbni Hazmi Zahirî'nin (H. 456/M. 1063) sözünü ele alarak rahmetli Ahmet Naim diyor ki:
"Kitabullahın nazmı mütevatiri, elyevm tilavet ettiğimiz kelimat, huruf, harekat ve sekenat ve kıraati mütenevvia ile Muhammed Bini Abdullah Bini Abdülmuttalib (S.A.) Efendimiz tarafından tebliğ buyurulduğu ehli maşrik ve mağribin karnen bade karnin gayrı münkati' bir tevatürü ile şüphesiz olarak herkesin malumudur..'. Ve Kur'an-ı Kerim'in âyetleri peyderpey nüzullerinde nasıl ümmete talim buyurulmuş ise öylece herkes tarafından okunmuş ve ilk zamandaki gibi hiç bir asırda inkıtaa uğramaksızın seleften halefe intikal etmiştir. Kitabullahın sureleri ve âyetleri her devirde kaffei ümmetin kâffei ümmete tebliği suretinde bir tevatürü haiz olduğu gibi ehli kıraat denilen sınıfa ulemanın isnad-ı muttasıl ile mahfuz olan müselsel rivayetleri ile de ayrıca bir tevatürü haizdir.
Dünyada elfaz ve mebanisi ihtilafsız olarak bu kadar malum ve mahfuz, tahrif ve tağyirden masuniyeti bu kadar muhakkak hiç bir söz, hiç bir kitap yoktur ve olmayacaktır. Kur'an-ı Kerim'i okuyan kimse sahibi şeriatın tebliğini olduğu gibi bilâ noksan tekrar ettiğinde zerre kadar şüphe etmez. Bunda biraz şek eden -Hangi milletten olursa olsun- aklında hıffte var demektir. Meğer ki Kur'an'ın ne demek olduğunu ve takriben on dört asırdan beri nasıl bir ihtimamı emanetle sudurdan sudura ve suhuftan suhufa nakledildiğini bilmiyecek kadar cahil ola."(104)
İş ve hakikat böyle iken eskiden ve yeniden bazı bâtıl mezheplerin, sapık fırkaların şöyle böyle sözlerine bakarak Kur'an'a dil uzatanlar olmuş. Onlardan bazılarını söyliyelim:
Bazı Hıristiyan muharrirler Şianın Kur'an'ı noksan addettiklerini söylerler. Güya Hazreti Ali'ye ait olan âyetler Hazreti Osman tarafından hazif olunmuş.
Bunu akıl kabul eder mi? Hazreti Osman Halife iken çıkardı ise, Hazreti Ali Halife olunca niçin koymadı? Vakıa "gulâtı şia" dediğimiz bâtıniyenin sapık kavillerine göre böyle bir şey iddiası gidiyor. Hatta Hüseyin Bini Muhammed, Nakıy'nin "Faslül-hitab fî tahrifi kitabı Rabbil-erbab" diye bir eseri bile var. (1298 Hicrî Acem tab'ı) Bu eser bâtıl sözlerle, saçmalarla doludur. Fakat asıl Şîada böyle bir itikad yoktur. Ve olamaz. İran Mushafı ehli sünnet mushafının aynıdır. Bir kelimesinde bile fark yoktur. Gulâtı Şianın bu gibi iddialarına kulak tutacak değiliz. Onların yalnız Kur'an hakkında değil, bizzat Allah, din ve Muhammed hakkında nice bâtıl sözleri vardır. Nasıl ki onlara bakmıyorsak Kur'an hakkındakini de kabul etmeyiz,
Şîa ulemasından Molla Muhsin diyor ki: ''İçimizden bazı kimseler Kur'an'da tahrif ve noksan olduğunu söylüyorlar. Fakat dostlarımızın ve ekserimizin itikadı buna muhaliftir. Çünkü Kur'an Hazreti Muhammed'in mucizesidir. Ulûmu diniyenin menbaıdır. Müslümanlar bu kitabı muhafaza için bütün gayretlerini sarfetmiş ve her hangi bir tahrife mâni olmuşlardır. Kur'an elimizde bulunan şekliyle Resulü Ekrem'in hali hayatında toplanmış ve tertip olunmuştur.
Şia'nın Kur'an hakkındaki akidesi böyledir:
درميان مؤلفين شيعه مشهور أست كه بس أز وفات حضرت رسول (ص)آيات فرآن كه بر روي برك درخت وبارجه ابريشمي وجرم نوشته شده بوس درزير بالش حضرت كرد آمده واز رويآن مدارك حضرت امير المؤمنين علي عليه السلام نسخه آصلي قرآن راتويه تمده أسد
Görülüyor ki, Şîa, Kur'an zayi oldu demiyor. Yalnız cemi şerefini Hazreti Ali'ye veriyor. Sağlam Şîa kaynaklarının sözü budur, akidesi bu merkezdedir. Bunun dışındaki sözler Şîaya iftiradan başka bir şey sayılamaz.
İbni Haldun'un esaslı bir surette izah ettiği ve yukarıda geçtiği üzere Araplar yazıda o kadar usta olmadıklarından türlü türlü yazarlardı. Yazı için henüz muayyen bir kaide vazolunmamştı. Resmi hat kavaidine muhalif yerler Mushafı Osman'da bile olmuştu. Hazreti Osman Mushafa bakmış: "Çok güzel yapmışsınız, lâkin içinde bir şey görürüm ki onu biz lisanımızla düzeltiriz." demişti.
Bu gördüğü şeyler imlâya ait idi. Tabut تابوة ،تابوت gibi". Yoksa bazılarının
çıkarmak istediği gibi ziyade ve noksan meselesi olamaz. Çünkü bunların lisanla düzeltilmekle ne alâkası var? Lisanla düzeltilecek olan imlâsı yanlış olanlardır.
Bir çok defalar geçtiği ve temas ettiğimiz üzere Kur'an aleyhinde söylenen şeyler hep böyle saçma sapan. Tutunabilecek bir itiraz yok. İşin en garip tarafı, bugün Kur'an'ın karşısına çıkanlar, eskiden putperest ve müşrik Arapların dediklerini tekrarlamaktan başka birşey yapamıyorlar. Müşrikler "Ona bunu bir insan öğretiyor" demişlerdi. Bugün bazı misyoner ve müsteşrikler de aynı şeyi
söylüyorlar. Onlar da, aramışlar, taramışlar, düşünmüşler, taşınmışlar, Muhammed bu yüksek ilmi, metin esasları nereden öğrendi? Meğerse iş kolaymış. Arabistan'da Yahudi ve Hıristiyan ehli kitap varmış. Hazreti Muhammed de onlarla temasa gelirmiş, işte bütün bu dinî, ahlâkî, içtimaî, hukukî nizamları onlardan almış, yirmi üç yılda yaptığı ve başardığı eşsiz inkılâbı, insanlığa yeni bir medeniyet ve hayat veren, tarihin seyrini değiştiren hamleyi meğerse onlardan öğrenmiş!
Müşrikler de böyle söylüyordu. Yirminci asrın kafası da müşrikler gibi düşünürse, medeniyet ve terakki nerede kalır? Bu adamlar yalnız şuna cevap versinler: Muhammed'e bunları öğretenlerde mademki bu kuvvet vardı, onlar kendileri neden bu işleri yapmadılar da bu şerefi, kahramanlığı başkasına devr ve mal ettiler? Bunun başka misali var mıdır?
İslâm Ansiklopedisi: "Muhammed müşriklerin bu iddialarını cerh edememiştir!" diyorsa da bu pek hatâdır. Müşriklerin Muhammed'e öğrettiğini iddia ettikleri o kimse ve ismi hakkında ihtilaflar çoktur. Kimi bir Rum köle diyor, kimi demirci diyor. Hattâ Peygamberliğinin son devirlerinde Müslüman olan Selman diyecek kadar şaşkınlık gösterenler var. Şark ve Garp bütün kafaları meşgul eden bu Kitabı Mübîn'i bir demirci köleden öğrenmek, ne şaşacak şey? Hattâ bir kaç saat veya dakika görüştüğü Bahîra'ya bile işi götürenler var. Ne diyelim!
Kadı Iyaz'ın dediği gibi: Selman, Bel'am, Yaiyş, Cebr, Yesar her kim olursa olsun, aralarında idi.(106) Ömürleri boyunca müşrikler de onlarla konuşurlardı. Onlardan birinden böyle bir şey naklolundu mu? Düşmanların sayısı bol, hasedi çok olduğu halde o kölenin yanına oturup onlar da ondan öğrenemezler miydi? Böylelikle Kur'an tehaddi edip meydan okuduğu zaman ona mukabele edemezler miydi? Buna engel var mıdır?
Hasılı bu hususta söylenenlerin aslı faslı yok, senetsiz, isbatsız şeyler olduğu meydanda. Bunların hepsi garazkârlık, kin ve hased mahsulü şeylerdir.
Vaktiyle Baku'da çıkan "Hayat" gazetesi yazarı Talip Zade Ahond Yusuf "Hakikat-ı İslâm" diye bir eser neşredip bunda Tevrat ve İncil'in tahrife uğradığını, Kur'an'ın ise her türlü tahriften âzade bulunduğunu yazmış. Bir Hıristiyan âlim ve propagandacısı olan "Emir Han" da buna karşı "Tevrat, İncil mi tahrif, yoksa Kur'an mı?" unvanlı bir risale yazıp bunu Müslümanlar arasına yaymış. Şeyhül-İslâm Musa Kâzım Efendi, o zaman bu Hıristiyan âlimle münakaşalar yapıp ona güzel cevaplar vermiş, iddialarını reddetmiştir. O mübahaseleri görmek isteyenler Musa Kâzım'ın Külliyatına baksınlar.
Mısır'da misyonerlerin yazdığı "Mebahisi Kur'aniye" eserinde "Kitabı Şerifte tahrif var mı?" bahsinde pek saçma olarak yedi kıraat ta tahrife hamlolunmak istenmiştir. Yusuf Dicvî'nin bu gibi iftiraları çürütmek maksadiyle yazdığı: Ezher âlimlerinden "Elcevabüs-sedid Fir-reddi alâ müddeit-tahrif" ese-rinde güzel malûmat vardır.
Clair Tisdull da "Kur'an'ın Menbaları" diye İngilizce bir eser yazmıştır.
Kitabın başında işaret ettiğim gibi müsteşriklerden Emile Dermenghem "Muhammed'in Hayatı"(107) namındaki eserinde Kur'an'dan baştan takdirkâr ve sitayişkâr sözlerle bahseder. Orada der ki:
"Kur'an Muhammed'in yegâne mucizesidir. Bu kitaptaki bugün bile halledilemez, bir muamma gibi görünen, edebiyat fevkindeki güzelliği ve ilham kuvveti, onu okuyanların en az dindar olan-larında bile büsbütün ayrı bir meftunluk ve heyecan hali uyandırır. Onun Resullüğünü isbat için ortaya koyduğu yegâne büyük mucize bu kitap oldu."
Muharrir bu sözlerden sonra Kur'an'ın cem ve tertibine sözü getirerek şunları ortaya atar:
"Son ve kat'î metne gelince Halife Muaviye zamanında Haccac tarafından -tıpkı Osman'ın tatbik ettiği usul üzere- tertip edilmiştir. Kur'an'da sayısız tekrarlar vardır ve âyetlerden bir çoğunun yerinde olmadığı açıkça görülmektedir. Asıl metne bir takım ilâveler ve haşiyeler katılmadığı, yahut bazı parçaların çıkarılmadığı bilinemediği gibi bu artık ve eksiklerin nisbetini tayin etmek de imkânsızdır.(108)
Dermenghem, burada başlıca şu iddiaları, daha doğrusu iftiraları ortaya atıyor:
1- Son ve kat'î metin Muaviye zamanında Haccac tarafından tertip olunmuş!
2- Âyetlerin bir çoğu yerinde değilmiş!
3- Asıl metne ilâveler katılmadığı veya atılmadığı bilinemiyeceği ve bunların nisbetini tayinin imkânsızlığı...
Yukarıda cem ve tertip işlerinden uzun boylu bahsetmiş ve bu meseleyi lüzumu kadar tenvir eylemiş bulunuyoruz. O bahislere tekrar dönmeye lüzum yok. Ancak burada büyük bir tarihi hataya işaret etmeden geçemiyeceğim. Kur'an Haccac tarafından tertip olunmamıştır. Haccac tarafından harekelenmiştir. Hareke konmasiyle tertibi farketmek gerektir. Üçüncü noktaya gelince tahrif iddiaları yalnız Dermenghem'in kaleminden çıkmış değil.
Görüyoruz ki, karanlığa taş atma kabilinden böyle iftiraları rastgele savuranlar var. Bu da onlardan biri. Zaten bu kuru iftirayı tutturamıyacaklarını biliyorlar ki, biraz insaflı davranarak, bu işin bilinemiyeceğini ve imkânsızlığını da söylüyorlar. Mademki bilinemiyeceğini biliyorlar, neye ortaya atıyorlar mı diyeceksiniz? Su bulandırmak kabilinden. Muharrir isbat edemiyeceği bir iddiaya kalkıştığının farkına vararak daha aşağıda "Biz Kur'an meselesini halletmek
iddiasında değiliz" diyorsa da ok yaydan boşanmış bulunuyor. Atılan taş geri dönmez.
Bir Fransız müsteşrikinin sözlerine bir İngiliz müsteşrikinin sözleriyle cevap vereceğim. Kendi cinsinden delil getireceğim. (109)
Sir William Muir "Life Of Mohammed - Muhammed'in Hayatı" isimli ese-rinde Kur'an'ın tahrifi iftirasını kökünden reddeder. O ki, Hıristiyanlığa son derece bağlı bir müsteşriktir. Müslümanların Peygamberinde tenkit edilecek fırsat buldu mu hiç kaçırmaz. Öyle iken Kur'an hakkında diyecek bir şey bulamıyor ve onun asla tahrif olunmadığını ısrarla beyan ediyor. Sözü kendisine veriyorum. Bilhassa Garplıların sözlerine meftun olanlar dikkatle dinlesinler:
Muir, Kudsî vahiy İslâmın esası olduğunu, namazda ve namaz haricinde daima Kur'an okunduğunu, bunun için Kur'an Müslümanların hepsinin' değilse bile çoğunun hafızalarında mahfuz bulunduğunu, Arapların hâfıza kuvvetinin son derece inkişaf ettiğini söyledikten sonra aynen şöyle diyor:
"Araplar hafızasının kuvvetiyle seçilmiş olmalarına rağmen biz yine yalnız buna güveniyor değiliz... Bizi bu itikada götüren sebepler var: Peygamberin ashabı, onun hayatında Kur'an'ın muh-telif eczasını toplayarak müteaddit nüshalar yazdılar. Bu nüshalar Kur'an'ı tescil etti. Takriben hepsini tescil etti. Yazı yazmak, Muhammed'in bisetinden az önce Mekke'de malum idi. Peygamber mektup ve nameler yazdırmak için Medine'de ashaptan bir çoklarını bu vazifede kullandı. Bedir esirlerinin fakirlerini, Ensara okuyup yazma öğretmek mukabilinde serbest bırakmıştı. Medine halkı, Mekkeliler kadar kültür sahibi olmamakla beraber, İslamiyetten önce de aralarında okur yazarlar vardı. Böylece okuyup yazmayı bildikleri sabit olduktan sonra hiç hataya düşmeden şu neticeye kolayca varırız ki: Büyük bir dikkatle hâfızaların belledikleri âyetleri, yazı da aynı dikkatle tesbit ve tescil eylemiştir.
"Sonra biz biliyoruz ki, Muhammed İslâmiyete giren kabilelere Kur'an talim etmek ve dini öğretmek için ashaptan bir veya daha ziyade kimseler gönderirdi. Bir çok yerlerde okuyoruz ki, bu gönderilen murahhaslar, yanlarında din hakkında yazılmış eserler taşırlardı. Pek tabii olarak bu meyanda nazil olmuş olan vahiy de vardı. Bilhassa şeairi İslama, dini esaslara ait olanlar ve ibadet esnasında okunanlar yanlarında bulunurdu, onları da götürürlerdi. Bizzat Kur'an, kendisinin yazılı olarak bulunduğunu sarahaten söyler. Siyer kitapları, Ömer'in Müslüman olmasını anlatırken, yirminci sûreden "Taha" bir parçanın kız kardeşinin ve ailesinin nezdinde bulunduğunu zikrederler. Ömer'in Müslüman olması Hicretten üç veya dört sene evvel idi. İşte vahiy, Müslümanların az oldukları ve türlü işkencelere maruz kaldıkları sıralarda, ilk zamanlarda daha böylece tedvin olunup elden ele dolaşırsa, kesin olarak diyebiliriz ki, Peygamber nüfuz ve kudretinin son zirvesine ulaştığı ve kitabı bütün Arapların kanunu olduğu esnada hiç şüphesiz yazılı nüshaların adedi çoğaldı ve tedavülü arttı."
"Peygamberin hayatı esnasında Kur'an işte bu halde idi ve irtihalinden bir sene sonraya kadar bu hal üzere kaldı: İman edenlerin kalblerinde yazılı idi. Her gün adedi artan nüshalarda eczai muhtelifesi müseccel idi. Bu her iki menbaın (yani hafızalarla nüshaların) birbirine tamamen uygun olması gerekti. Daha Peygamberin hayatında iken Kur'an'a Kelamullah olduğundan büyük bir hürmet ve haşyetle bakarlardı. Onun nassında ihtilaf vaki oldu mu, halli için bizzat Peygambere müracaat olunurdu. Bizim elimizde bu kabil misaller vardır: Amr Bini Mesud ile Übey bini Kaab, Peygambere
müracaat etmişlerdi. Peygamberin irtihalinden sonra ihtilaf vukuunda yazılı metinlere, Peygamberin yakın ashabının hafızalarına ve vahiy katiplerine müracaat olunurdu."
Bundan sonra muharrir, Yemame Harbinde bir çok hafızların şehit düşmesi üzerine Hazreti Ömer'in teklifi ile Hazreti Ebubekir'in Hilafetinde Zeyd Bini Sabit'in riyasetinde bir heyet tarafından Kur'an'ın cemedildiğini, Kur'an'ın cem'i bahsinde geçtiği gibi, anlatıyor. Ve sonra Hazreti Osman'ın Hilâfetinde kıraatta ihtilaflar çıktığından gökten inen vahyin vahdetinin bozulmasından İslâm âleminin son derece endişe ettiğini, Ermenistan ve Azerbaycan harplerinde Iraklılarla Suriyeliler arasındaki kıraat ihtilafı yüzünden Huzeyfe'nin, Halife Osman'a müracaat ederek: ''Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi kitaplarında ihtilafa düşmeden Müslümanların yardımına koş" demesi üzerine Hafsa nezdinde mahfuz bulunan nüsha alınarak yine Zeyd Bini Sabit'in riyasetinde bir heyeti ilmiyye tarafından istinsah edilip etrafa gönderildiğini, bilindiği veçhile, anlattıktan sonra diyor ki:
"Mushafı Osman bize kadar gelmiştir. Onun muhafazasına o kadar inayet ve dikkat gösterilmiştir ki, bu sayede geniş İslâm âleminin her tarafına yayılan ve sayısız olan nüshalar arasında hiç bir ihtilaf bulamayız. Muhammed'in çeyrek asır sonra bizzat Osman'ın katliyle İslam âleminin birliğini sarsan ve halâ da sarsmakta devam eden ihtilalci ve küskün şiyanın kıyamı bile bunu bozamamıştır. Zira bir tek Kur'an, ebedî olarak İslâm âleminin Kur'an'ı olarak, devam etmektedir. Asırların ihtilafı ile beraber bütün Müslümanların bir kitap üzerine tarih boyunca ittifakı, bugün önümüzde bulunan Kur'an'ın, talihsiz Halifenin emriyle toplanan naslar ve metinler olduğuna en kat'î delildi. Racih olan şudur ki, bütün dünyada tam on iki asır bu derece safveti asliyesini bütün dikkatle muhafaza eden Kur'an'dan başka bir kitap yoktur. Bugün kıraat ihtilafları, hayret uyandıracak derecede azdır. Bu ihtilafların da çoğu harekeli harflerin telâffuza, vakf ve durak mahallerine münhasırdır . Bu meseleler de sonraki tarihlerde çıkarılmıştır. Mushafı Osman'la ilgisi yoktur."
"Artık tebeyyün etti ki, tilavet ettiğimiz Kur'an, Mushafı Osman'ın aynıdır. "Metin değişmemiştir. Öyle ise şimdi de bu metin, sayısı az ve ehemmiyetsiz kıraat ihtilaflarını ortadan kaldırarak ittifakla Zeyd Bini Sabit'in cemetmiş olduğu şeklin tam mazbut bir sureti midir, bunu araştıralım. Elimizde bulunan deliller işin böyle olduğuna bizi tamamiyle ikna etmektedir."
"Eski veya tasdik ve itimada şayan haberlerin hiçbirinde, kendi maksadını teyid için Kur'an'ı tahrif etmek istedi, diye Osman'ın üzerine şüphe konduracak hiç bir şey yoktur. Evet sonraları Şia Hz. Ali'yi tezkiye eder bazı âyetleri almadığını iddiaya kalkıştılar. Lâkin, akıl böyle bir zulmu asla tecviz edemez. Mushafı Osman istinsah olunduğu esnada Emevilerle Aleviler arasında hiç bir ihtilaf belirmiş değildi. İslam birliği o zaman tamdı. Onu hiç bir şey ihlal ve tehdit etmiyordu. Sonra, Ali isteklerini, emellerini tam olarak tasavvur etmiş değildi. Öyle ise, Müslümanların son derece nefret gözüyle bakacakları böyle bir günahı irtikaba Osman'ı sürükliyecek ortada hiç bir sebep yoktur. Osman, Mushafı cemettiği esnada, Peygamber Kur'an'ı okurken ondan işittikleri gibi Kur'an'ı ezberlemiş olanlardan çok sayıda kimseler sağ idiler. Eğer Ali'yi tezkiye eder âyetler nâzil olmuş olsaydı, onların metinleri Ali'nin pek çok olan taraftarlarında bulunurdu. İşte bu iki sebep, bu âyet-lere göz yummağa kalkışmayı önlemeye kâfi gelirdi."
"Buna şunu da ilâve edelim: Osman'ın vefatından sonra Ali'nin taraftarları müstakilen işe hâkim oldular. Ali'yi Halife seçtiler. Hiç akıl kabul eder mi ki, onlar böyle nüfuz ve iktidar sahibi olduktan sonra, şeflerinin maksat ve emellerini söndürmek maksadiyle noksan bırakılanlara göz yumsunlar! Böyle Kur'an'a razı olurlar mı? O atılanları koymazlar mı? Halbuki onlar, düşmanlarının okudukları Kur'an'ın aynını okumakta devam ettiler, onun etrafında hiç bir itiraz gölgesi bile
dolaştırmadılar. Hattâ bizzat Ali ondan (Mushafı Osman'dan) bir çok nüshaların yayılmasını emretti. Kendi eliyle ondan bir kaç nüsha yazdığını söylerler. Evet ihtilalciler, Osman'ın Kur'an'ı cemetmesini, Mushafı Osman'dan başka mushafların idamını emreylemesini, Osman'a hücuma vesile yaptılar. Fakat onların itirazları, bizzat Osman'ın icraatını hedef tutardı. Bunları caiz olmayan haram şeyler sayarlardı. Fakat hiçbirisi Mushafta tahrif veya tebdil var diye bir şey söylemedi. Zira böyle bir bâtıl zannın, o gün fesadı meydanda idi. Şiya bunu sonraları kendi garez ve maksatları için uydurdular.
"Öyle ise itmi'nanla şu neticeye varırız: Mushafı Osman diğer rivayetlerle Kureyş lehçesi arasını tevfik ederek ve sonra memleketin her tarafına yayılmış olan kıraatları uzaklaştırmasiyle beraber, Zeyd Bini Sabit'in cemetmiş olduğu şeklin en mazbut sureti idi. Ve öyle de devam etmektedir. Bununla beraber önümüzde en mühim mesele henüz durmaktadır ki, o da şudur: Zeyd'in cemetmiş olduğu, Muhammed'e vahiy olunanın tam ve doğru bir sureti mi idi? Aşağıdaki noktalar bize o gün erişilmesi mümkün olan her şey yapılarak tam ve doğru şekilde toplanmış olduğu kanaatını yakinen vermektedir.
1- Birinci cemi' Ebubekir'in himayesinde tamam oldu. Ebubekir, Muhammed'in en sadık bir arkadaşı, sahabesi idi. Keza Kur'an'ın kudsî menbaından geldiğine îmanı kâmil bir Mümindi. Hayatının son yirmi senesinde Peygamberle samimi bir suretle ittisali, Hilafette sadelikten ve hikmetten ayrılmaması, her türlü tama'dan uzak olması, başka türlü hiç bir farz ve takdire yer bırakmaz. Arkadaşı Muhammed'e vahiy olunanın Allah tarafından vahiy olunduğuna kuvvetli îmanı, bu vahyin tam olarak muhafazasını onun en büyük emeli yapmıştı. Bu sözün aynı, Ömer hakkında da söylenebilir. Cemi' onun zamanında tamamlandı. Keza bu söz, o günkü bütün Müslümanlar hakkında da böyledir. Bu hususta cemi' işiyle uğraşmış olan kâtiplerle, kemik veya ağaç yapraklarına yazılmış elindeki vahyi Zeyd'e götüren fakir halli bir Mümin arasında asla fark yoktur. Bütün hepsinin en sadık emelleri, en büyük arzuları Peygamberlerine Allah indinden gelip kendilerine tilavet ettiği vahyin elfaz ve ibarelerinin en doğru olarak meydanda kalması idi. Ve hepsini böyle büyük ve temiz bir dikkat şuuru kaplamıştı. Zira onların kalplerinde, Allahın kelâmı olduğuna itikadı tam olan bu mukaddes kitabın takdisinden başka bir şey yer almamıştı. Kur'an'da Allah üzerine yalanla iftira atanlar veya O'nun vahyinden bir şey saklayanlar için dehşetli inzarlar vardır. İlk Müslümanların dinlerine olan gayret ve hamasetleri, onu takdisleriyle beraber, îmana bu derece karşı olan böyle bir işi düşünmeye cür'et edeceklerini tasdike asla yanaşamayız.
2- Cemi' işi, Hazreti Muhammed'in irtihalinden iki veya üç sene sonra tamam oldu. Biliyoruz ki, onun ashabından bir taife bütün Kur'an'ı ezbere biliyordu ve Müslümanlardan herbiri Kur'an'dan bir kısmını bilmek mecburiyetinde idi. Kur'an'dan bir kısmını devlet tayin ederek şeairi diniyeyi ikame, halka dini öğretmek için İslâm diyarının her tarafına gönderiyordu. İşte bunlar, Hazreti Muhammed'in tilavet ettiği Kur'an ile Zeyd'in cemettiği Kur'an arasında bir ittisal halkası idi. Müslümanlar yalnız Kur'an'ı bir Mushafta toplamak maksadında sadık olmakla kalmadılar, belki de bu maksadın tahakkuku ve cemiden sonra ellerine verilen kitabın dikkat ve kemalle cem'i yapıldığını tekeffül eden bütün vesail ve esbab ellerinde tam olarak mevcuttu.
3- Bizim elimizde bu işin dikkatle ve tam olarak yapıldığı hakkında daha bol teminat var. O da şudur: Daha Hazreti Muhammed'in hayatından itibaren Kur'an'ın cüz'leri, kısımları yazılı olarak bulunuyordu. Hiç şüphesiz Kur'an'ın cem'inden önce bunların sayısı çoğalmıştı. Meselenin daha mühimmi, bu nüshalar okumayı bilenlerin hepsinin elinde mevcut idi. Biliyoruz ki, Zeyd'in cemetmiş olduğu Kur'an'ı halk, cem'inden sonra hemen elden ele tedavül ettiler. Doğrudan doğruya onu tilavete koyuldular. Pek makul olarak şu neticeyi çıkarabiliriz: Zeyd o yazılı olan bütün cüzleri, parçaları topladı. Bu, ashabın bildiklerine uygundu. İşte ondan dolayıdır ki, bütün ashabın ikrar ve kabuliyle o
yazılı eczanın yerine Zeyd'in topladığı Mushaf kaim oldu. Kur'an'ı cemedenler, onun bir kısmını,
bazı âyetleri veya elfazı ihmal ettiler, diye bir haber göremiyoruz. Veyahut o yazılı cüzlerde bulunan bir şeyin cemolunan Mushaftakilerden başka türlü olduğuna dair bir şeye rastlamıyoruz. Eğer böyle
bir şey olmuş olsaydı, şüphesiz ki gözden kaçmaz ve Hazreti Muhammed'in en ufak iş ve sözlerini ihtiva eden ve hatta en ehemmiyetsiz olan bir şeyi bile kaçırmıyarak eski senetlere tedvin olunurdu.
4- Kur'an'ın muhteviyatı, tertip ve nizamı, cemi'nin dikkatle yapıldığını kuvvetle söylemektedir. Muhtelif kısımlar birbirine tam bir sadelikle zann olunmuştur. Orada tasannu' ve tefennü yok. Bu cemi', maharet ve ustalık kasteden bir elin eseri değil. Bu da onu cemedenin îmanının ihlasına delildir. O bu mukaddes âyetleri bir araya toplayıp onları birbiri yanına koymaktan daha ziyade bir şey gütmemiştir.
"İtmi'nan ile söyliyebileceğimiz netice şudur: Zeyd'in ve Osman'ın Mushafı yalnız dikkatle yapılmış değil, belki vakıaların delâlet ettiği veçhile tam ve kâmildir. Onu cemedenler vahiyden hiç bir şey ihmal etmiş değildirler. Yine böylece, en kuvvetli delillere dayanarak te'kiden söyliyebiliriz ki, Kur'an'dan her âyet, Muhammed'in okuduğu gibi dikkatle doğru olarak zaptolunmuş ve harekelenmiştir."
İşte aziz okuyucu, Sir W. Muir eserinin mukaddimesinde böyle diyor. Böyle söyliyen yalnız bir kişi değildir. Lammens, Hammer vesair müsteşrikler de aynı reydedirler, Bugün İslâm dünyasının okuduğu Kur'an'ın Hazreti Muhammed'e vahiy olunan Kur'an'la aynı olduğu şüphesizdir. İşin başka türlüsünü söylemeğe akıl ve iz'an, ilim ve vicdan zaten müsaade etmez. Dün olduğu gibi bugün de İslâm dünyasının her köşesinde, her türlü akide ve mezheplerde olan dağınık Müslümanlar arasında tek bir Kur'an vardır. Akide ve mezhepleri ayrılan Müslümanlar bir şeyde birleşiyorlar: Kur'an'da.
O Kur'an'ın değil bir sûre ve âyetinde, bir kelime ve harekesinde bile ihtilaf bulamazsınız. İşte dikkatli araştırmalar yapanlar, bu neticeden başka bir şeye varamazlar. Ezbere söz söylemek, cehlin ve taassubun kârıdır. İlim iftiradan uzaktır. Hakiki âlim hakikatten ayrılamaz.
____________
(104) Ahmed Naim, Buhari Tercümesi, Diyanet Başkanlığı tabı.
(105) Kâşânî, Essafi, s. 9.
(106) Kadı İyad: El-Şifa: c. I, s. 300, İstanbul, H. 1290
(107) Bu eser Reşad Nuri Güntekin tarafından Türkçeye çevrilmiş ve 1930'da basılmıştır.
(108) E.Dermenghem, Muhammed'in Hayatı,
tercümesi, s. 346-347.
(109) Kur'an'ın bugünkü metninin sonradan işlendiği hakkında Vollers tarafından atılan iddia, R. Geyer ve Nöldeke tarafından haklı olarak reddedilmiştir.
KUR'AN VAHİYDİR, İBDA' DEĞİLDİR
Kur'an'ın vahiy olduğuna en açık delillerden birisi de Hazreti Muhammed'in aleyhinde olan âyetlerin bulunmasıdır. Hiç bir insan kendi aleyhinde bir şey uyduramaz. Halbuki Hazreti Peygamber Bedir esirleri hakkında verdiği hükümden dolayı muahaze olunuyor. "Ma Kâne linebiyyin en yekûne lehu esra" eğer vahiy gelmese böyle muahaze olunur mu? Bir adamın kendini muahaze etmesi mutasavver midir?
Vahiy ile olmayıp içtîhad ile olan hâdiseleri bildirirdi. Meselâ harp için bir yere iniyorlar. Ashaptan Hubab Bini Münzir:
"Buraya vahiy ile mi indin, yoksa re'y ile mi?" diye sordu. Peygamber de: "Re'y ve içtihad ile" dedi. Demek vahiy ve içtihad ile olanlar belli.
Tarihin akışını değiştiren Peygamber tevazuu, asaleti bırakmazdı. Bir kere Mekke ulularından birisiyle konuşurken fakir bir köre iltifat etmemişti. Hemen vahiy indi. Muahaze etti: "Abese ve tevellâ en caehül-âmâ" عبس وتولي ان جاءه الاعمي Kendi arzusuna bağlı değildi. Vahiy idi. İbda etmiyor: "Kendiliğimden onu değiştirmek benim için asla olamaz"(Kur'an). Bir yerini
değiştiremez. Allahın vahyi ne ise onu tebliğ eder. O tebliğe memurdur. Leh ve aleyhinde ne vahiy olunursa onu aynen ümmetine tebliğden başka bir şey yapmamıştır.
Böyle, Peygamberi muahaze eden âyetlerin bulunması Kur'an'ın vahiy olduğuna açık bir delil olduğu gibi, Kur'an'ın müteferrik nüzulü de onun vahiy olduğunu gösterir. Hiç bir edebî eser bu şekilde meydana gelmemiştir. Şair, muharrir başlar, söyler, yazar bitirir. Böyle bir cümle oraya, bir kısım buraya serpiştirerek meydana getirilsin, ileriden, geriden yazılsın, sonra 23 senenin mahsulü hepsi bir araya dizilince bir kül teşkil etsin. İşte bu vahiyden başkasında kaabil değildir.
Haydi baştan hazırlamış diyelim. Kur'an hâdiselere ve suallere cevap olarak iniyordu. On, yirmi sene sonra ne sorulacağı, hangi hadise olacağını ne ile bilir. Demek bu vahiydir. İlmi her şeyi muhit olan Allah indinden nâzil olmuştur, öylece mahfuzdur.
Kur'an-ı Kerim, semavî kitaplar arasında gökten indiği gibi aslını muhafaza eden ve hiç tahrife uğramayan yegâne kitaptır. Bunda asla şüphe yoktur. Bu şeref diğerlerine nasip olmamıştır. Kur'an-ı Kerim'in her türlü tahriften uzak kaldığı, vahiy olunduğu üzere asıl sâfiyetini koruduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Bu hususta sünnî ve şiî bütün müslümanlar müttefiktir. Kur'an-ı Kerim'in cemedilip mushaf halinde bir araya, iki kapak arasında toplanmasını ve başta bu işi yü-rüten Zeyd İbni Sâbit olmak üzere Ashabın bunda ne kadar dikkatli ve titiz davrandıklarını yukarda geçen bahislerde anlatmış bulunuyoruz. Sonraları, bü-tün asırlar boyunca müslümanların aynı dikkati gösterdiklerini anlatmak için şu vak'ayı nakledelim:
Büyük Hadis âlimi Beyhakî (Vefatı: 458 H. / M. 1065) anlatıyor: Bir yahudi, bir gün Abbasi halifelerinden Me'mun'un huzuruna girer. Her konudan güzel güzel bahseder. Yahudinin konuşması, halifenin hoşuna gider ve onu İslama davet eder. Yahudi bu teklifi kabul etmez, çıkar gider.
Aradan bir yıl geçer. Yahudi yine halifenin huzuruna gelir ve müslüman olduğunu söyler. Halife ona, eskiden yaptıği teklifi reddettiği halde sonradan müslüman olmasının sebebini sorar, o da şöyle anlatır:
"Sizden ayrıldıktan sonra içimde bir şey uyandı, şu dinleri bir anlayayım dedim. Evvelâ Tevrât'la işe başladım. Üç nüsha yazdım, ziyâde ve noksan yaptım, bazısına kattım, bazısından attım. Üçü de birbirinden farklı oldu. Bunları havraya götürdüm, üçünü de satın aldılar. Sonra İncil'i ele aldım, üç nüsha yazdım, yine ziyade ve noksan yaptım. Onları kiliseye götürdüm, üçünü de sattım. Sıra Kur'an'a geldi. Üç nüsha yazdım, ziyade ve noksan yaptım. Onları kitapçılara götürdüm, alıp baktılar, incelediler, ziyade ve noksan olduğunu görünce almadılar. Anladım ki, bu Kitap vahiy olunduğu gibi mahfuzdur, Müslümanlar bu hususta çok dikkatlidir.
İşte benim müslüman olmamın sebebi budur."
KUR'AN VE İSLAM HAKKINDA BAZI BATILILARIN GÖRÜŞLERİ
"Diğer Bütün Dinlere Üstün Kılmak Üzere,
Peygamberini,
Hidayet Rehberi Kur'an ve
Hak Din İle Gönderen O'dur.
Şahit Olarak Allah Yeter."
(Fetih: 28)
Batılılar, İslâm'ı anlayamadılar, doğrusu eskiden pek anlamaya da çalışmadılar. Zira eğer anlasalardı, tarihe leke olan o Haçlı Savaşları olmazdı. Tarih boyunca kilise ve siyaset, İslâm düşmanlığı yaptı. Fakat edebiyat ta onlara katılmaktan kendini alamadı. Haydi, kilise ve siyaseti bir yana itelim, ya edebiyata ne oluyordu? O, kendini mazur gösterecek hiç bir sebep bulamaz. Nedir o kin ve garaz kusan Rolland Destanı?
Dante'nin (1321) İlâhî Komedyasında kendisine lâyık olan cehenneminde, Resûl-i Zişân'a yer ayırması, hiç insafa sığar mı?
Voltaire'in (1778), gücendirdiği Papanın gözüne girmek ve kendisini affettirmek için Peygamberimiz aleyhinde kalem oynatması ne küçüklüktür. Diyeceksiniz ki, batılıların kendilerine bile merhameti yoktu! Engizisyonların yüzbinlerce kişiyi haksız yere ateşte yaktığı, idam ettiği, kürek cezasına çarptırdığı zihinlerden hiç çıkar mı?
Goethe (1832) ve Tolstoy (1912) istisnâ edilirse, batılı yazarların İslâm'a dil uzattıklarını görürüz. Hugo gibi ağır başlı bir edip bile, bundan kendini alamamıştır. Hele siyaset hiç durmaz. 1918'de Lord Mareşal Allenby, Kudüs'ü Osmanlılar'dan alıp Müttefikler namına işgal ettiği zaman,
Hazret-i Süleyman'ın anıtı dibinde: "Bugün Haçlı seferi sonuna geldi."(110) demiştir. Haçlı seferi son buldu mu, onu bilmem, ancak Lavrens'in kurnazlıkla o yerlerde aldatıp başarı göstermesi sonucu değişen haritada, Yaralı Filistin'in solgun çehresine bir baksınlar; insanlık utansın!
Ne de olsa, Batı'nın eski taassubunun azaldığını söyleyebilirz. Bazı batılıların
İslâm'ı ve Kur'an'ı anlamıya çalıştıklarını görüyoruz. Aşağıya nakil edeceğimiz satırlar, her sınıftan insaflı kişilerin görüşlerini açıklamaktadır. İslâm'ı anlayanlardan bazıları Müslüman olmuştur, Lord Hedly bunlardandır, bazı sebeplerle inancını açıklamaktan çekinenler de vardır. Biz burada bazılarının dediklerini nakledelim. (Bu konuda geniş bilgi için Ömer Rıza Doğrul'un Kur'an Nedir? adlı eserine bakılsın.)
Bartelemi Sentier, "Muhammed'in Hayatı'' adlı eserinde şöyle der: "Kur'an'a Arap dilinin kıyas kabul etmez şaheseri gözüyle bakılabilir. Şeklin düzgünlüğü ve güzelliği, bütün âlemin müttefikan verdiği rey gereğince mevzuunun azametine müsavidir. Fikirlerden önce kalpler O'na kapılıp sarılır."
Alman filozoflardan Johan Jacob Reisig, bazı Arapça eski eserleri basan bu kimse, diyor ki:
"Biraz Arapça öğrenen bazı kimseler, Kur'an ile istihzaya kalkışıyor. Fakat bunlar Kur'an'ın te'sirli, fasih ve inananları elektrikleyen okunuşunu dinlemiş olsalar, Hazreti Peygamberin Ashâbına Kur'ân anlatırken kullandığı akıllara hayret verici lisanı duysalar. Allah'ın huzurunda secdeye kapanırlar ve hepsi de "Ya Resûlullâh! bizim elimizden tut ve bizi senin ümmetine dahil olmak şerefinden mahrum etme, derlerdi."
Dr. Johnson, Kur'an hakkında şöyle der:
"Kur'an şiir midir? Değildir. Fakat O'nun şiir olup olmadığını ayırmak müşküldür. Kur'an, şiirden daha yüksek bir şeydir. Bununla beraber Kur'an ne tarihtir, ne de hal tercemesidir. O İsâ'nın dağda irad ettiği mev'ıza gibi bir şiir mecmuasıdır... O bir peygamberin sesidir. Öyle bir ses ki, O'nu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin akisleri saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlıyor. Bu sesin tebliğ ettiği din, önce nâşirlerini bulmuş, sonra yenileşmiye can atan ve imâr edici bir kuvvet şeklinde tecelli etmiştir. Bu sâyededir ki, Yunanistan ile Asya'nın birleşen ışığı Avrupa'nın üzerine çöken bunaltıcı karanlıklarını yarmış ve bu hâdise Hıristiyanlığın en karanlık devirlerini yaşadığı bir zamanda olmuştur."
İngiliz bilginlerinden H. Leider, Müslümanların bu günkü medeniyet üzerindeki etkilerinden bahsederken der ki:
"İslam çocukları tahsillerine Kur'an ile başlıyorlardı. Çünki Kur'an bütün din ve dünya faziletlerinin kaynağıdır. Fakat bu mekteplerin yanlarında yine Kur'an'ın ilhamıyla felsefe ve hikmet dersleri okunan medreseler vardı, sonradan bu medreseler üniversite olmuştur. Bundan dolayıdır ki, Afrika'nın o zamanlar dünyanın en karanlık noktası denen köşeleri, maddî terakkiler itibariyle, çağdaşı olan Avrupa ülkelerinden çok yüksek bulunuyordu."
Başka biri de şöyle der:
"Şarkta müstebid hükümdarları ve diktatörleri zulüm ve baskı şiddetinden alıkoyan bir şey varsa, o da onların karşısında korkusuz ve lekesiz bir mürşidin okuduğu bir Kur'an âyetidir."
Londra'da çıkan Near East - Yakın Şark 1922'de şunları yazmıştır: "Hazreti Muhammed (s.a.v.) hakkında düşüncemiz ne olursa olsun, şunu itiraf etmek zorundayız ki, Kur'an nazil oluşu ve tertibi itibariyle hayrete şâyan ve mû'ciz bir kitaptır.''
Kur'an'ın İngilizceye Sale tarafından yapılan tercemesine önsöz yazmış olan Sir Edward Ross der ki:
"Son binüçyüz yıllık bütün bunalım ve ihtilaller içinde Kur'an Türklerin, İranlıların ve Hindlilerin dörtte birinin kitabı olarak pâyidar olmuştur. Bunlar, Kur'an gibi bir kitabın garbın her tarafında mutlaka tetkik edilmesi gerektiği fikri üzerinde, özellikle fenni keşiflerin, zaman ve mekan kaydı tanımadan genel menfaatların cihana hâkim olmaya başladığı son zamanlarda, bunda ısrar etmişlerdir."
Kur'an'ı İngilizceye çeviren Rodwil diyor ki:
"Kur'an'ı okudukça, O'nun bizi etkilediğini ve hayrete düşürdüğünü, nihayet bize üstünlüğünü teslim ettirdiğini ve önünde secdeye kapandırdığını görürüz. Kur'an temas ettiği konular ve güttüğü maksatlar itibariyle üslûbu temiz, yüksek ve haşyet vericidir. Belâgat bakımından ise en yüksek şâhi-kadadır."
İngiliz siyaset adamlarından Edmond der ki:
"Kur'an'ı tetkik ettikçe, O'nun kemal ve yüceliğini tanırız. Önce insanı cezbeden Kur'an, sonra onu hayrete sürükler, sonra da onda bir tutkunluk uyandırır, insanı kendisine hürmete mecbur eder ve bu suretle herkesi derinden etkiler."
Müsteşriklerden Scott şöyle der:
"Giydiğimiz elbiseler, ektiğimiz tohumlar, topladığımız meyveler, kokladığımız çiçekler, bunların hepsi, bizim Müslümanlara olan borcumuzu ifade eder. Müslümanlar asırlarca adâleti tevzi eden devletler, nesilleri ilimle donatan ülkeler vücuda getirdiler. Onlar insan dimağını, eşyaya hâkim kılan dehâlar yetiştirmişlerdir."
Ünlü Tolstoy şöyle demiştir:
"Peygamber Muhammed (s.a.v.) büyük bir ıslahatçıdır. İnsanlığa çok büyük hizmette bulunmuştur. Bir ümmeti, Hak nuruna kavuşturdu, O'na bu şeref olarak yeter. Onları kan dökmeden kurtardı, barışa eriştirdi. Onlara terakki ve yükselme yollarını açtı. Bu öyle büyük bir iştir ki, İlâhî hikmete ve ilme mazhar olmayan bir kimse, yapamaz. O'nun gibi büyük bir zat her türlü hürmet ve ta'zime lâyıktır."
Ansiklopedia Britannica, Kur'an için şöyle yazar:
"Kur'an'ın muhtelif bölümleri, muhtelif konulardan bahseder. Ayetlerin bir çoğu, dini ve ahlâkî meseleleri açıklar. Bazıları da tabiattaki mevcut tecelli ve olayları ifade ederek Allah'ın lütuf ve azametini, O'nun sonsuz ululuğunu tertil edip dile getirir... Ancak Hazret-i Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliği iledir ki, Cenâb-ı Hakk'ın, bir ve tek Kadir-i Mutlak olduğu gösterilmiştir. Puta tapmak, yahut Allah'ın oğlu sıfatıyla İsâ'ya ibadet gibi mahlûkata tapmak, Kur'an'da şiddetle reddedilmiştir. Kur'an'ın dünyada en çok okunan kitap olduğu muhakkaktır."
1926 yılında, Fransız Eğitim ve Dışişleri Bakanlıkları emriyle yapılan Kur'an tercemesinin önsözünde denir ki:
"Kur'an'ın üslûbuna gelince, o şüphesiz ki, yüce ve ulu Hâlık'ın beyanıdır. Zira kendisinden böyle bir üslûp sadır olacak, ancak varlığın sırlarına vakıf bulunan Cenab-ı Hak olabilir. Gerçek şudur ki, O'nda şek ve şüphe üzere olan yazarlar bile, O'nun yüce beyanının tesirine boyun eğmişlerdir. Yeryüzüne yayılmış olan 300 milyon (bu adet bugün 1 milyardır) müslümanın üzerinde O'nun tesir ve nüfuzu o derecededir ki, bütün misyonerler, şimdiye kadar, bir müslümanın, O'nu
beğenmiyerek dininden döndüğünü ispat edecek bir olay gösterememişlerdir."
Londra Üniversitesi Arapça Profesörü müsteşrik Thomas Arnold, "İslâm'ın Tebliği" adlı eserinde der ki:
"Afrika'nın o iptidai okullarında yalnız Kur'an okunuyorsa, bu az bir şey ve küçük bir terakki değildir. Çünkü Kur'an daha büyük bir terakki kaynağı olabilir. Kur'an'ın Afrika'da bu şekilde okunmasının doğurduğu faydalardan biri, oradaki reislerin kendi arzularına göre hareket edecekleri yerine, Kur'an'ın irşadına uygun davranmalarıdır. Bu hareket tarzı Afrika'nın hayatında öyle bir değişiklik yapmıştır ki, bu onları medenileştirmiş, onları sanayi, ticaret ve diğer işleri geliştirmeye sevketmiştir. Müslümanların irşadıyla, İslâm'ın tesiriyle Afrika'nın her tarafına muhteşem şehirler kurulmuştur. Avrupalı seyyahlar, bunları ziyaret ederek hemşehrilerine anlattıkları zaman Avrupalı-lar bu ihtişama inanmak istememişlerdir."
İngiliz ictimâiyatçısı H.G. Wells şöyle der:
"Avrupalılar içinde Kur'an'ı tetkik edenler azdır. Bu cehâlet yüzünden O'na bâtıl isnadlar yapılmaktadır. Kur'an Allah'ın emirlerine uygun olarak Müslümanları en sıkı kardeşlik bağlarıyla bağlamış ve öyle bir kardeşlik vücûda getirmiştir ki, ırk, renk, dil farklarının üstüne çıkmıştır. Hıristiyanlar arasında kardeşlik bağları, İslâm kardeşliği ile kıyaslanacak gibi değildir. Müslümanlar, madencilik, hendese, astronomi, mimarlık, güzel sanatlar ve felsefeyi inkişaf ettirmişlerdir, onları buna sevk eden âmil, ancak Kur'an'ın insanları birleştirerek onları fazilet ve irfan servetini elde etmiye teşvik etmesinden ileri gelmektedir."
İngiliz bilgini Dr. İsac Taylor, 1865'te Times Gazetesi'nde şöyle yazmıştır: "Müslümanlık, medeniyetin parlak bir meş'alesi olan Kur'an'a müstenittir. Bu kitap insanları, bilmediklerini öğrenmeye teşvik eder. İleri atılıp yükselme, doğruluk ve onur sahibi olmanın, insanlar için gerekli olduğunu anlatır. Şüphesiz ki, İslâm'ın faydaları açıktır. O'nun başlıca özelliği, kültür ve medeniyetin esası, belki en büyük temel taşı olmasıdır."
Musevi bilgini Emanuel Dueş, "İslamiyet" başlığı altında yazdığı makale-sinde şöyle diyor:
"Arapları, Büyük İskender'in imparatorluğundan daha çok geniş memleketler fethine, Roma Devleti'nden daha büyük bir devleti, ancak bu devletin tesisi için geçen zamanın altıda biri kadar kısa bir zaman zarfında kurmaya sevk eden Mukaddes Kitap'tan bahsedeceğiz. Bu kitap Kur'an'dır, bu O kitaptır ki, O'nunla Müslümanlar Avrupa'ya hâkim olarak zaferle girmişlerdir. Fenikeliler Avrupa'ya tüccar, Yahudiler Avrupa'ya mülteci veya esir olarak girdikleri halde, Müslümanlar oraya hâkim olarak girdiler ve bu Müslümanlar, Kur'an'ın yardımıyla Avrupa'ya ilim meş'alesini taşımışlardır. Gerçekten Müslümanlar Avrupalılara ve şarklılara felsefe, tıp, astronomi ve edebiyat öğretmişlerdir. Yunan'ın ölü dimağına ve ölü irfanına hayat vermişler, bütün dünyayı cehalet karanlıkları sarmışken, onlar her tarafa nur saçmışlar, ışık tutmuşlardır. Ve böylelikle bu insanlar yeni ilimlerin temellerini atmışlardır."
İngiliz tarihçisi Edward Gibbon, "Roma İmparatorluğu'nun Çöküşü" adlı eserinde diyor ki:
"Ganj nehriyle Atlantik Okyanusu arasındaki memleketler, Kur'an'ı bir esas kanun gibi yasama hayatının ruhu olarak tanımıştı. Kur'an'ın nazarında satvetli bir hükümdar ile zavallı bir fakir arasında hukuk bakımından fark yoktur. Bu gibi esaslar üzerinde öyle bir teşri vücuda gelmiştir ki, dünyada bir benzeri yoktur. İlim ve hikmet kavramış bir dimağa malik olan bir müvahhid, Allah'ın birliğini tanıyan bir din adamı, İslam Dini'nin hükümlerini kabul etmekte hiç tereddüt etmez. Müslümanlık belki bugünkü fikrî inkişaflarımızın seviyesinden daha üstün ve yüksek bir dindir."
Fransız filozoflarından Alexi Luvazun şöyle demiştir:
"İnsanların hidayeti için Hazreti Muhammed (s.a.v.)'e vahyolunan Kur'an hikmetle dolu parlak bir kitaptır, Hz.Muhammed (s.a.v.)'in gerçek Peygamber olduğunda şek ve şüphe yoktur. Bundan başka Hz.Muhammed (s.a.v.), öyle yüksek bir ilahi peygamberdir ki, Allah'ın iradesine tevfikan Müslümanlık gibi dünya çapında bir dini getirmiş ve O'nun tesisinde Allah'ın inayetine nâil olmuştur. Neticede O'nun dinini kabul edenlerin sayısı 300 milyonu (o zaman) aşmış ve bu müslümanlar atlarının nallarıyla Roma İmparatorluğu'nu çiğnedikten sonra, mızraklarının ucuyla dalâleti kökünden kazımışlar daha sonra da Doğu ve Batı'nın en azametli devletleri bile onların karşısında titremişlerdir."
"Yeni ilimlerin keşfettikleri veya yeni ilimlerin yardımı ile hallolunan veyahut hallolunmaya uğraşılan meseleler arasında bir mesele yoktur ki, İslâm'ın esasları ile çatışmış olsun. Bizim hıris-tiyanların, hıristiyanlığı tabiat kanunları ile te'lif etmek için sarf ettikleri gayrete karşın, Kur'an-ı Kerim ve O'nun tâlimatı ile tabiat kanunları arasında tam bir ahenk ve uygunluk görülmektedir."
Fransız müsteşriki Sediyu, "Arabistan'ın Kısa Tarihi" adlı eserinde diyor ki:
"Kur'an her hürmete şayan olan bir kitaptır. Kur'an insanlara Allah haklarını tanıtmış, mahlû-kâtın Hâlık'tan ne beklediğini, kulların Hâlık ile münasebetini en açık, sarih şekilde öğretmiştir. Kur'an ahlâk ve felsefenin temellerini kapsar. Fazilet ve kötülük, hayır ve şer, eşyanın hakiki mahiyeti, hülasa herşey ve konu Kur'an'da ifadesini bulmuştur, Kur'an'ın âyetleri, zamanın ihtiyaçlarına ve devrin hadiselerine göre Hazreti Muhammed (s.a.v.)'e vahyolunmuştur. Bundan dolayıdır ki, Araplar toplu bir millet halinde birleşmişler aralarında düşmanlıktan başka bir şey olmayan kabileler, bu düşmanlığın şerrinden kurtularak, görülmedik bir şekilde birbirine bağlanmışlar, kaynaşmışlardır. Hikmet ve felsefenin esası olan kâideler, adâlet ve eşitlik öğreten nizamlar, başkalarına iyilik yapmayı, faziletli olmayı talim eden esaslar, bunların hepsi Kur'an'da vardır. Kur'an insanı iktisada, her şeyden itidale sevkeder. Dalâletten korur. Ahlak bozukluğu bataklıklarından çıkarır. Yüksek ve güzel ahlakın doruk noktasına eriştirir. İnsanın kusurlarını düzeltir, hatalarını ıslah eder."
"Müslümanlığa barbar diyenler: şuurdan yoksun kişilerdir, çünkü bunlar Kur'an'ın açık âyetlerine karşı gözlerini yumuyorlar ve Kur'an'ın asırlar boyunca kötülükleri, çirkin şeyleri nasıl söküp attığını, silip süpürdüğünü tetkik etmiyorlar."
İngiliz bilgini Manuel King, 1915'te Müslümanlık ve Kur'an hakkında şöyle demiştir:
"İslâm'ın semavi kitabı Kur'an'dır. Bu kitap Hazret-i Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliği sü-resi esnasında telakki etmiş olduğu vahiylerin mecmuudur. Kur'an, Müslümanlığın inanca dair olan esaslardan başka bir çok ahlak kurallarını, günlük hayatla ilgili prensipleri de hâvidir. Bu cihetten Müslümanlar Hıristiyanlara üstündür. İslam, idare şekli bakımından cumhuriyet esaslarına dayanır. Bu din, bütün insanlara eşitlik tanır ve insanın ruhunu Allah'a pek yakından bağlar."
"İslam'ın toplumsal esaslarından bir kısmı kadınlara âittir. Kur'an'da kadınlar zikrolundukça, haklarında saygılı sözler kullanılır. Analara sevgi ve saygı, eşlere şefkat ve bağlılık Kur'an'da ısrarla tavsiye edilir."
"Müslümanların yüksek ahlâkı gerçekten takdire değer. Bu ahlâkı kuran ve yerleştiren İslam Dini'nin buyrukları ve öğretileridir. Allah'a teslim olup O'na dayanmayı öğreten Müslümanlığın mensupları: doğru dürüst, insaflı, sözünün eri, vefalı, vadine bağlı, şefkatli olmak gibi güzel sıfatlar almış kimselerdir. Başka türlü söyleyecek olursak, akıl ve mantık sözümüzü çürütüp atar.''
Alman devlet adamı Prens Bismark, Kur'an hakkında demiştir ki:
"Muhtelif devirlerde insanları idare etmek için Allah tarafından gönderildiği söylenen bütün indirilmiş ve semâvî kitapları tam ve etraflı surette tetkik ettimse de hiçbirinde bir hikmet ve isabet göremedim. Bu kanunlar, değil bir cemiyeti, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Müslümanların Kur'an'ı bu kayıttan âzâdedir. Ben, Kur'an'ı her cihetten tetkik ettim. Her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Müslümanların düşmanları, bu kitabın Muhammed'in sözü olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel ve hatta mütekâmil bir dimağdan böyle hârikanın doğacağını iddia etmek, hakikatlara göz yumup kin ve garaza âlet olmak mânâsını ifade eder ki, bu da ilim ve hikmetle bağdaşmaz."
"Ben şunu iddia ediyorum ki, Muhammed mümtaz bir kuvvettir. Kudret elinin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır."
"Ben sana çağdaş olamadığımdan müteessirim, Ya Muhammed! Öğreticisi ve nâşiri olduğun bu Kitap, senin değildir. O, İlâhî'dir, O'nun ilâhî olduğunu inkar etmek, mevzu ilimlerin batıl olduklarını iddia etmek kadar gülünçtür. Bunun için insanlık senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra görmiyecektir. Ben sevgi dolu huzurunda derin bir hürmetle eğilirim.''
Doktor Stengass diyor ki:
"Kur'an'ı sâde edebi ve bediî kısmetlerle ölçmek yeterli değildir. O'nu yaptığı tesir ile ölçmek gerekir. Madem ki Kur'an, dinleyicilerin kafalarına ve kalplerine bu derece kudretli ve inandırıcı bir surette hitap ederek karmakarışıklık içinde ve birbirine düşman unsurlardan toplu bir heyet vücuda getirmiştir. Bu topluluğa o zamana kadar Arapların kafasına yerleşip hâkim olan fikirlere nisbetle, çok yüksek fikirler aşılamıştır. O halde O'nun belâgatı mükemmeldi. Çünkü O'nun sayesinde vahşi kabilelerden medeni bir millet meydana gelmiş, O tarihe yeni bir hız vererek akışını değiştirmiştir."
Müsteşriklerden Hirschfeld şöyle demiştir:
"Kur'an hâiz olduğu iknâ gücü, belâgat ve beyân tarzı itibarı ile mertebesine erişilmeyecek bir kitaptır. İslam âleminde, bütün ilim ve irfan şubelerinin hayrete şayan gelişmesi, dolayısıyla Kur'an sayesinde olmuştur."
Kur'an'ı İngilizceye tercüme eden Sale der ki:
"Kur'an muhakkak ki, Arap dilinin en kıymetli ölçüsüdür. Kur'an'ın üstün üslûbu umumiyetle güzel ve akıcıdır. Bilhassa Allah'ın azamet ve yüce şanını beyan eden âyetlerin üslubu son derece yüksek ve muhteşemdir."
Kahramanlar yazarı Cariyl, Hazreti Peygamber'i ve Kur'an'ı över, "Eşler arasına sevgi ve merhamet koydu"(111) meâlindeki âyete hayran kaldığını söyler ve "Kur'an baştan başa samimiyet dolu bir kitaptır." der. İngiliz edibi Bernard Shaw, insanlığın geçirmekte olduğu bunalımdan onu İslam'ın kurtaracağını söyler ve: Geleceğin dini Müslümanlık olacaktır, der.
Bodley, "Hazreti Muhammed" adlı eserinde Kur'an hakkında şöyle demektedir:
"Kur'an hayrete şayan bir kitaptır... Ayetler, insanın içine ürperti verecek bir ihtişam taşır. İnsanlık Kur'an'ın sûrelerine şiir deyip dememesi, tamamıyle bir kanaat meselesidir. Sûreler birer şiir değildir, fakat çok büyük bir heyecan taşırlar. Bu şiire mahsus hassaları taşıması, Kur'an'ı bir kanun, bir örf ve âdet, ahlâk, bir toplu ibadet kitabı ve tarihi hâdiselerin toplanmış olduğu bir kitap olmaktan menetmiyor. O'nun müslümanların üzerine şaşılacak derecede büyük bir tesir yapan mistik bir havası vardır. Neticede hepimiz Kur'an'ın ilahi kaynaklarını kayıtsız şartsız kabul etmek mecburiyetindeyiz.''
B.Smith'in "Muhammed'in Hayatı" adlı eserindeki bir cümlesiyle sözümüze son verelim:
"Kur'an Muhammed'in dâimî mu'cizesidir ve hakkaten Kur'an bir mu'cizedir."
_______
(110) M.H. Heykel Paşa, Hayat-ı Muhammed, s. 248, Kahire, 1938.
(111) Rum sûresi: 21.
BAŞLICA KAYNAKLAR