|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
.
Prof. Dr. Ramazan Ayvallı
M. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğr. Üyesi
Uzaktan-Yakından Teşrîf Eden Kıymetli Misâfirler!
Hemen sözlerimin başında, hepinize cândan bir ?Hoş geldiniz? dedikten sonra, böyle mübârek bir günde, böyle güzel, lüzûmlu ve faydalı bir toplantıyı düzenledikleri için, başta Saygıdeğer Genel Müdür Osman Çardak bey, saygıdeğer Genel Müdür Yardımcısı Galip Bilecen bey ve yardımcıları olmak üzere,bu organizasyonda emeği geçen herkese, bu arada takdîmci kardeşimize kalpten teşekkür edereksözlerime başlamak istiyorum. Çünkü bir hadîs-i şerîfte ?İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah?a da şükretmemiş olur? buyurulmaktadır. Bir de eskilerimiz, ?Ma?rifet iltifâta tâbi?dir; müşterîsiz metâ? zâyi?dir?demişlerdir. İyi işleri tebrîk, takdîr ve teşvîk etmek lâzım ki çoğalsın.
Değerli Dinleyiciler!
İ?lânlarda da görüldüğü gibi, konferansımızın konusu: ?KÜLTÜR VE MEDENİYETİMİZDE İLME VERİLEN DEĞER?dir.
Esâs konumuza girmeden önce, bu başlıkta geçen 3 terim [ya?nî Kültür,Medeniyet, ve İlim ta?bîrleri] üzerinde, bir mukaddime olmak üzere, kısa kısa durmak istiyorum:
1- ?KÜLTÜR?: ?Bir insan topluluğunun (ya?nî milletin) nesilden nesile aktardığı, gelenek hâlinde devâm eden mâddî ve ma?nevî varlıklarının, değerlerinin bütünü; inanç, fikir, bilgi, sanat, âdet ve gelenekleri, bütünüyle yaşayış ve davranış şekli?demektir. Eskiden ?kültür? kelimesi yerine hars? kelimesi kullanılırdı.
[ÖRNEKLERİYLE TÜRKÇE SÖZLÜK, M.E.B, İstanbul, 2002, II, 1826-1827]
2- ?MEDENİYET?e gelince: ?Bir topluluğun hayât tarzı, maddî ve ma?nevî varlığı, fikir ve sanat gücü, bilgi seviyesi ile ilgili niteliklerinin bütünü? şeklinde tarîf edilmektedir.Bugün ?medeniyet? karşılığında ?uygarlık? kelimesi kullanılmaktadır. [Yeni Türk Ansiklopedisi]
[ÖRNEKLERİYLE TÜRKÇE SÖZLÜK, M.E.B, İstanbul, 2002, III, 1925]
3- ?İLİM? kelimesinin karşılığında, bir tek sözcük kullanacak olursak, ?İlim? lügatte?bilmek? demektir. ?İlm?in, çok değişik târifleri yapılmıştır. Bunlardan bâzıları şöyledir:
?Varlığı mevcûd olan bir şeyin kesin olarak kabûl edilmesidir.?
?Bir şeyin sûretinin, şeklinin akılda meydâna gelmesidir.?
?İnsanın bir şeyin ma?nâsına ulaşmasıdır.?
?Akıl sâhibi olan insanın, kendisinin dışında bulunan şeyleri, olduğu gibi kavramasıdır.?
Kıymetli Kardeşlerim!
Bir mukaddime olmak üzere takdîm ettiğimiz bu ta?rîflerden sonra burada, ana konumuza geçmeden önce, yine bir ön bilgi olarak şunu belirtelim ki, ilme kıymet vermek; medenî yaşamak için bir mecbûriyettir. İnsan, ömür sürdüğü müddetçe, dünyâda ihtiyaçlarını temîn etmek, tehlikelerden korunmak, râhat ve huzûr içinde yaşayabilmek, ma?nen ve mâddeten yükselebilmek için her şeyden önce bilmek, tanımak ve anlamak zorunda olduğunu hissetmiştir. Çünkü insan, bilmediğinin yalnız câhili değil, aynı zamanda esîri, âcizi ve düşmânıdır.
Burada hemen şunu söyliyelim ki, ilim, insanlık târihi ile birlikte başlamıştır. Akıl ve idrâk sâhibi olan insan, kendisinin ilgi sâhasına giren her husûsta bilgi sâhibi olmak istemiştir.
?İlim? nedir? İlmin mâhiyeti nedir? İlmin kaynağı nedir? İlimden maksad nedir? gibi bir nev?i ilmin kritiğine yönelmiş suâller ve cevâpları, ilk çağlardan beri tartışma konusu olagelmiştir. Bugün de, Batı dünyasında, bu tartışmalar hâlen devâm etmektedir.
İlim, insanın sonradan elde ettiği bir sıfatıdır. Bu bilgiyi, ya kendi tecrübesiyle veya güvenilir bir kaynaktan öğrenmekle elde etmektedir.
Azîz Misâfirler!
?Kâinâtın ya?nî evrenin târihi? yaratılışla başlamış; ?insanlık târihi? ise, ilk insan Hazret-i Âdem?in bu dünyâya gönderilmesiyle başlamıştır.
Söz buraya gelmişken, bu vesîleyle kısaca belirtelim ki, ?Peygamberler Târihi?kitaplarında ve yine ?Dîn? kitaplarında, yeryüzünde yaratılan ilk insanın Hazret-i Âdem olduğu ve bütün insanların da babası olduğu belirtilir. O, çocuklarına ve torunlarına Peygamber olmuş, Cebrâîl adındaki melek, kendisine on iki def?a gelmiş ve Allahü teâlâdan kitap getirmiştir.
Hazret-i Âdem?e gusül abdesti, namaz, oruç gibi dîn bilgileri yanında; matematik, fizik, kimyâ, tıp ve eczâcılık bilgileri ile çeşitli diller de öğretildi. Çocukları ve torunları çeşit çeşit dillerle konuştu. Zamânında Süryânî, İbrânî ve Arap dilleri ile kerpiçler üzerine kitaplar yazıldı. Yaratılan her şeyin isimleri ve faydaları kendisine bildirildi. İhtiyaç duyduğu zaman, o bilgileri kullandı.
İslâmiyette ilim ve ilim sahipleri çok övülmüş, cehâlet ise kötülenmiş olmasına rağmen; ilim bir maksat değil, bir vâsıta sayılmıştır. İlim, insana Rabbini tanıtan ve onu kulluğa sevkeden bir merhale kabûl edilmiştir. İlmin, amele (fiiliyâta, işe) dönüşürse kıymetli olduğu, böyle olmayan bilgilerin insanlığı cehâlete götürdüğü bildirilmiştir. Hattâ bu 2. kısma ?faydasız ilim? denilmiştir. İlim, insanı önce kendini bilmeye, sonra da Rabbini bilmeye götürmektedir. ?Âlim?, ilmin kendisinden kıymetlidir. İlmi arttıkça tevâzuu artmayan, amelleri ve ahlâkı olgunlaşmayan, kibir ve gurûra kapılanlara, aslında âlim denmez.
?İSLÂM? VE ?TÜRK? TÂRİHLERİNE GELECEK OLURSAK:
?İslâm Târihi [ya?nî İslâm Dîninin Târihi]?, başlangıç kabûl edeceğimiz mühim hâdiseye göre, çeşitli zamanlarda başlatılabilir:
Şöyle ki, İslâm Târihinin başlangıcı için, Hazret-i Peygamber Muhammed aleyhisselâmın doğumu esâs alınırsa, mîlâdî 571?de; O?na Allahü teâlâdan ilk vahyin gelmesi, yâni Peygamberliğinin kendisine bildirilmesi başlangıç kabul edilirse 610?da; insanları İslâmiyete açıkça da?vet etmesi düşünülürse, 613 senesinde başlar.
İslâm Devleti?nin temelinin atılmasına sebep olan ?Hicret? de; İslâm târihinin en mühim hâdiselerinden biri olup, ?İslâm Takvîmi?nin başlangıcıdır. Hicret târihi ise, bildiğiniz gibi mîlâdî 622?dir.
İslâmiyetin, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed?e, O?nun tarafından da insanlara bildirilmesi, 23 hicrî senede tamâmlanmıştır. Hazret-i Peygambere 610 yılında Mekke?de Hirâ Mağarası?nda gelen ilk vahiyle bildirilen âyet-i kerîmeler, Kur?ân-ı kerîminAlak (İkra?) sûresinin ilk beş âyetidir.
Ne kadar enteresan bir durumdur ki, ilk âyetler ?Oku? diye başlamaktadır. Zâten ilim öğrenme, bilgi edinme vâsıtasılarının başında da ya okuma, ya da dinleme gelmektedir.
20 (Yirmi) sene gibi çok kısa bir zamanda, Arabistân halkını, dünyâda bir benzeri görülmemiş üstünlüklere, yüksekliklere ve medeniyete kavuşturan İslâmiyet, 30 (otuz) sene gibi çok kısa bir zamanda da Mezopotamya, Îrân ve Hindistân içlerine, Anadolu?ya, Mısır ve Kuzey Afrika?ya, Kıbrıs?a kadar yayılarak büyük İslâm devletlerinin kurulmasına sebep olmuştur. Aslında yarım asır, devletler târihinde çok kısa bir dönem sayılır.
Daha sonraki asırlarda Afrika?nın ortalarına, İspanya?ya, Avrupa içlerine götürülen İslâm dîni ve medeniyeti, gittiği her yerde insanlara adâlet ve emniyet, huzûr ve saâdet dağıttığı gibi, ilmin ve tekniğin en son mahsûllerini de bol bol saçmıştır.
Değerli Kardeşlerim!
Yine çok aciptir ki, müslümânların bu kitapları yazdıkları devirlerde Avrupalılar dünyâyı tepsi gibi düz, etrâfı duvarla çevrili zannediyorlardı.
Ortaçağda Avrupa, ilim ve medeniyet bakımından tamâmen karanlık bir devir yaşamıştır. O zamanda insanların, her sâhadaki ilim ile uğraşabilmesi, hıristiyan papazlarının tekelindeydi. Onlar bu hususta kimseye izin vermiyorlardı. Avrupalılar, dünyâ tepsi gibi düz, etrâfı duvar çevrili zannederken; müslümânlar, yer küresinin yuvarlak olup döndüğünü buldular. Galileo (1564-1642) İslâm âlimlerinin kitaplarından okuyarak öğrendiği, ?Dünyânın yuvarlaklığı ve batıdan doğuya doğru döndüğü? hakîkatını söyleyince, papazlar tarafından aforoz edilmiş, hapsedilerek öldürülmesine karar verilmişti. Kopernik (1473-1543) ve Newton?un (1642-1727) başına gelenler de bundan az değildir.
Ama aynı çağda müslümânlar, her türlü ilimde, fen ve san?atta en yüksek medeniyet eserleri meydâna getirmişlerdir. Ayrıca Emevîler İslâm dînini, İspanya?dan, Avrupa?ya soktular. Fas, Kurtuba ve Gırnata üniversitelerini kurup, batıya ilim ve fen ışıkları saçtılar. Hıristiyanlık âlemini uyandırıp, bugünkü ilim ve teknikdeki ilerlemenin temelini attılar.
Dünyâ yüzündeki ilk üniversitenin, Fas?ın Fez şehrinde bulunan Kayrevân Üniversitesi olduğu bütün ansiklopedilerde yazılıdır. Bu Üniversite 859 (H. 244) yılında kurulmuştur.
Abbâsîler döneminde, müslümânların ortaya çıkardıkları yenilikler, sadece müslümânların bilgisi dahilinde kalmayarak, onlarla münâsebet kurma şerefine nâil olabilen Avrupalıların da öğrenip uyanmalarına sebep oldu.
Bu dönemde ortaya konulan yenilikler, yeni yeni buluşların yapılmasına önayak oldu. İlmi, fenni Çin””de de olsa, kaybettiği bir malı bilip alan müslümânlar, kendi sahip oldukları ilmi başkalarına vermekten de çekinmediler.
İslâm memleketlerinin çeşitli şehirlerinde kurulan medreselere (üniversitelere), Avrupa ülkelerinden talebeler gelip ilim öğrendiler. Müslümânlarla ve ilimleri ile tanıştılar. Müslümânlardan pek çok şeyler öğrendiler. Medeniyetle tanıştılar. Suyun nasıl kullanılacağını ve insan bedeninin su ile yıkanabileceğini öğrendiler. Onların örf ve âdetlerine, temizlik ve güzel ahlâklarına hayran kaldılar. Memleketlerine dönüp, müslümânlarda gördükleri bu fevkalade güzellikleri ve onların zenginliklerini anlattılar.
Avrupalılar arasında çeşitli yollarla yayılan, müslümânların geliştirdikleri teknik bilgiler ve mahsûlleri, Avrupalı bazı gençler tarafından hemen kabûl gördü. Müslümânlar ve İslâmiyet hakkında araştırma yapmaya başladılar. Fakat, bu araştırmacılar arasında, iyi niyetli olanlar olduğu gibi kötü niyetliler de vardı.
Batılı, insâflı bazı ilim adamları müslümân ilim adamlarının eserlerini tedkîk ederek hayrânlıklarını belirtmekte, ilmin öncülerinin onlar olduğunu teslîm etmektedirler. [Biraz evvel bunların bir kısmından bahsettik, az sonra bunun diğer bazı misâllerini de vereceğiz inşâallah.]
Avrupa?da ancak mîlâdî 1500 yıllarından sonra ilmî çalışmalara başlanmıştır. Çünkü onlar bu sıralarda, harpler ve çeşitli sebeplerle müslümânlarla sık sık temâslarda bulunmuşlar, onları yakından görerek ahlâklarına, ilim ve medeniyetlerine hayrân kalmışlardır.
Sulh zamanlarında İslâm ülkelerini ziyâret ederek gördüklerini, kendi memleketlerindeki insanlara, bilmedikleri ve hiç duymadıkları şeyleri anlatmışlardır. Temizliği, hastalıkların tedâvîsini bilmeyen Avrupalılar, müslümânların kurdukları hastahânelerde tedâvî olmaya gelmişlerdir. Nitekim Fransız İmparatoru Napolyon, 1798?de Mısır?daki Akka Kalesini kuşattığı zaman, askerleri arasında başgösteren çiçek hastalığından kurtulmak için, biraz önce savaştığı Müslümân-Türklerden yardım dilemiştir. Merhamet isteyen düşmânının bile yardımına koşan Müslümân-Türk hekimleri, Fransız askerlerini bu felâketten kurtarmışlardır. Târih kitapları, bunun gibi pekçok olayı yazmaktadır.
Endülüs Sultânı Üçüncü Abdurrahmân (M.829-903), kendisi ve devlet adamları ilim ve edep sâhibiydiler. Âlimlere ve ilme çok kıymet verirdi. Bunun için Endülüs?te ilim ve fen çok ilerledi. Saray ve devlet dâireleri birer ilim yuvası oldu. Her memleketten ilim öğrenmek isteyenler akın akın Kurtuba?ya geldiler. Kurtuba?da büyük ve mükemmel bir Tıp Fakültesi kuruldu. Avrupa?da ilk yapılan Tıp Fakültesi budur. Avrupa kralları ve devlet adamları, tedâvi için Kurtuba?ya gelir; gördükleri medeniyete, güzel ahlâka, misâfirperverliğe hayrân kalırlardı. Üçüncü Abdurrahmân, ayrıca 600.000 kitap bulunan bir kütüphâne de yaptırdı. Kurtuba?da çok sayıda derin âlimler yetişti.
Osmanlı Türkleri de, İslâm dînini doğudan, Avrupa?nın ortalarına kadar yaydılar, ilimde ve teknikte, bütün dünyâya ışık tutan muazzam medeniyet eserleri meydana getirdiler.
Şu bir gerçektir ki, Avrupalılar, müslümânlarla olan temâsları sonucunda, dînlerinin yanlışlıklarla ve hurâfelerle dolu olduğunu, ilimde ve teknikte çok gerilerde bulunduklarını anladılar. Papazların halk üzerindeki nüfûzunu azaltmak ve dînlerini hurâfelerden kurtarmak için reform (dînî değişiklik) hareketlerine giriştiler. Bu hususta 1555?te Martin Luther?in ve Calven?in öncülük yaptığı pek meşhûrdur.Bunun yanında fen bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temelini İslâm kitaplarından öğrenen Avrupalılar, ilimde ve sanatta Rönesans hareketi adı altında bir takım yeniliklere başladılar.
Hâlbuki bütün ortaçağ boyunca İslâm âlemi ilmin, san?atın, fen ve tekniğin merkezi olmuştu. Matematik, fizik, kimyâ, astronomi, tıp ilimleri ve bunların dalları üzerinde birçok eserler yazılmış ve o günün eğitim müesseseleri, üniversiteleri olan medreselerde ders kitâbı olarak okutulmuştur. Bu ilimleri Avrupalılar, İslâm memleketlerinde okuyup tahsîl ettikten sonra öğrenmişlerdir. Bu çağda müslümânların ilme hizmetleri sayılamayacak kadar çoktur. Avrupa?daki rönesans hareketinin başlaması, müslümânlardan öğrendikleri ilimler sâyesinde olmuştur.
Kıymetli Dinleyiciler!
Bir meridyenin uzunluğunu da ilk defâ Musul ve Diyarbakır arasında, Sincâr Sahrâsında Müslümânlar ölçtüler ve bugünkü gibi buldular.
Endülüs İslâm üniversitesinde astronomi profesörü olan Nûreddîn Batrûcî, El-Hayât adlı kitâbında bugünkü astronomiyi yazmaktadır.
Aynalarda ışıkların kırılması kânunlarını ilk defâ İbn-i Heysem bulmuştur. Avrupa?da Alhazem adıyla tanınan bu müslümân âlim, 10. asırda yaşamış, matematik, fizik ve tıp ilimlerinde yüze yakın kitap yazmıştır.
Türkistânlı Ali bin Ebilhazm İbn-i Nefîs doktor olup, tıp ilmindeki buluşlarını bildiren kitapları, tıp ilminin kaynaklarından olmuştur. Akciğerlerdeki kan deverânının şemasını ilk olarak bu doktor çizmiş, böbrek ve mesâne taşlarının alâmetlerini ve nasıl tedâvi edileceğini anlatmıştır.
İslâm cerrâhlarından meşhûr operatör Amr bin Abdirrahmân Kirmânî, Endülüs hastahânelerinde ameliyât yapmıştır.
Ebû Bekr Muhammed bin Zekeriyyâ Râzî, büyük bir İslâm tabîbiydi. Göz ameliyatlarını ilk defâ fennî usûllerle yaptı. Avrupa?da Râzes ismi ile meşhûrdur. İlâçlar ve kimyâ üzerine de kıymetli kitaplar yazmıştır.
Hastalıkların mikroplardan geldiğini ilk bulan, İslâm medeniyetinin yetiştirdiği İbn-i Sînâ?dır. İbn-i Sînâ, bundan 900 sene evvel; ?Her hastalığı yapan bir kurttur. Yazık ki bunları görecek bir âletimiz yok? demiştir. Ayrıca kanın insan vücûdunda faydalı besinleri taşıyan sıvı olduğunu; idrardaki şekerin varlığını, içme suyunu mikroplardan temizleme usûllerini, civa ile tedâvî edilme, ameliyatlarda ağrıları hafifletici uyuşturucu terkiplerini gene ilk defâ İbn-i Sinâ söylemiştir. ?Kânûn fit-tıb? adlı eseri, asırlar boyunca Avrupa tıp fakültelerinde yegâne tıp kitabı hâline gelmiştir.
Osmanlı âlimlerinden Fâtih Sultan Mehmed Hanın hocası Akşemseddîn de, ?Maddetül-Hayât? kitabında; ?Hastalıklar insandan insana canlı varlıklar (mikroplar) vâsıtasıyla geçmektedir? diye yazmıştır. Kızıl, kızamık ve çiçeğin ayrı ayrı hastalıklar olduğunu bulmuştur. Osmanlı Türkleri inekte çiçek aşısı üretmişlerdir.
Yıldızların hareketlerini inceleyen ?zîc ilmi? de müslümânlar tarafından bulunmuştur. İslâm âlimlerinin bulduğu zîcler, yıllar boyunca astronomi ilmine rehber olmuş, batılı astronomlar önce bu zîcleri araştırmış, sonra çalışmalarına başlamışlardır. Meşhûr müslümân âlim Câbir?in Endülüs?te (İspanya?da), Sevilla (İşbiliyye) şehrinde kurduğu rasathâneye, burayı işgâl ettikleri zaman rastlayan hıristiyânlar, bu rasathânenin ne işe yaradığını anlayamayıp çan kulesi yapmışlardır.
Ayrıca müslümânlar yıldızların kataloğunu yapıp birçoğunun adını vermişlerdir. Bugünkü semâ haritalarında yıldızların çoğunun isimleri müslümânların verdiği gibidir. Bir güneş yılının müddetini tâyin, ışığın kırılmasının keşfi, rakkaslı saat da müslümânların insanlığa hediyelerindendir.
Bîrûnî?nin çizdiği astronomi şemasının yanı sıra, astronomi ilminin en büyük üstâdlarından Uluğ Beyin astronomik buluşları, bu ilimde müslümânların ulaştıkları mahâretin delîllerindendir.
Osmânlı Türklerinden Kâdızâde-i Rûmî ise, Uluğ Bey Zîci?nin büyük kısmını tamamlamış, matematik ve astronomi ilmine âit eserleriyle meşhûr olmuştur.
Kâdızâde?nin talebelerinden olan ve hocasının vefâtından sonra Semerkant rasathânesinin başına geçen Ali Kuşçu da, o devirlerin en büyük matematik ve astronomi âlimlerinden biri olarak ün salmıştır. Astronomi ilmine âit en büyük eseri, ?Risâle fil-Hey?e?dir.
Coğrafya ilminde de müslümânlar başı çekmişlerdir. Ünlü coğrafya âlimi İdrîsî?nin ?Nüzhetül-Müştâk fî İbtirâkil-Âfâk? isimli meşhûr eserinde 72 adet harîta vardır.Evliyâ Çelebi, İbn-i Battûta ve Ya?kûb Hamevî?nin seyâhatleri ve eserleriyle coğrafya ilmine yaptıkları hizmetler, her türlü takdirin üstündedir.
Coğrafya ilmine adını büyük harflerle yazdıran müslümânlardan biri de Pîrî Reîs?tir. Bu meşhûr Türk denizcisi, yaptığı deniz seferleri sırasında edindiği bilgileri, ?Kitâb-ı Bahriye? adlı eserinde toplamış, birçok bölgenin ve denizaşırı yerlerin bugünkine çok yakın haritalarını çizmiştir.
Kâtip Çelebi ise, coğrafya ilminde en büyük eser olarak ?Cihânnümâ?yı yazarak bu ilim dalında yeni bir devir açmıştır.
Bugün bütün dünyânın kullandığı rakamları, sıfır dâhil, müslümân âlimler bulmuşlardır. ?Sıfır?ı Muhammed bin Ahmed bulmuş, cebir ilmini Harezmî kurmuştur. Bu ilmin adı Harezmî?nin ?Hisâbül-Cebr vel-Mukâbele? kitâbından gelmektedir. Ayrıca logaritma, onar onar sayıp yazmak, her dokuzdan sonra rakamın sağına sıfır koyarak diğer bir onlar hânesi vücûda getirmek, yine Harezmî?nin buluşlarındandır. Harezmî?nin eserleri matematik sâhasında o kadar yayılmış ve kullanılmıştır ki, ismi bile çeşitli milletlerin dilinde ?Alkhorismi, ?Algorisme?, ?Augrisme? şekillerinde yazılıp söylenmiştir.
Sosyoloji ilmini ilk kuran İbn-i Haldûn?dur. ?Mukaddime? isimli ansiklopedik eserinde ilimlerin her dalından bahseder ve yeni bir ilim olarak sosyoloji yâni ?İlm-i içtimâiyyât?ı kurduğunu, bu ilmin esâslarıyla berâber anlatır.
Değerli Misâfirler!
Bilim, genel olarak dünyâyı ve dünyâ üzerinde yaşayan insanları ve onların etkinlikleri sonucu ortaya koydukları değerleri inceler. Bu bakımdan bilimler çeşitli kısımlara ayrılır. Osmânlı?da klasik dönemde bilim, ?NAKLÎ? ve ?AKLÎ? diye iki kısımda düşünülmüştür. Naklî bilimlere, ?İSLÂMÎ İLİMLER? de denir. Dolayısıyla İslâm dîni ile ilgili bütün çalışmalar bu kategoriye yerleştirilmiştir.
Aklî bilimler ise, insanın aklıyla, araştırarak, deneyerek, gözleyerek ulaşılan bilgilerdir. Medreselerde, her iki dalda da sistematik ve yoğun öğretim ve eğitim yapılmıştır.
Bilindiği gibi aklın, düşünmeksizin elde ettiği bilgilere ?Bedîhî İlim? denilmektedir. Hesâba, tecrübeye (deneye) dayanan bilgilere ise ?İstidlâlî İlim? denir; meselâ fen bilgileri böyledir. Duygu organlarıyla elde edilen bilgilere de ?Zarûrî İlim? denmektedir ki; görmek, işitmek, tatmak, dokunmak ve duymakla elde edilen bilgiler böyledir.
Kökü Arapça olan ?İLİM?, ?MA?RİFET? ve ?ŞUÛR? kelimelerinin ma?nâ bakımından birbirine yakınlıkları vardır. İlim bilmek; ma?rifet tanımak, şuûr ise idrâk etmek, akılla kavramak demektir. Bu kelimelerden türeyen ?âlim, ârif ve şâir? kelimelerinde de bu ma?nâlar mevcûttur. ?Ulemâ?, âlim kelimesinin çoğulu olup, âlimler (bilenler) demektir.
?İlim? kesbîdir, yâni sebeplere yapışılarak, çalışılarak sonradan elde edilir. ?Ma?rifet? ise, keşif ve ilhâm ile hâsıl olur. Ma?rifet, kalbe doğan bir nûrdur, çalışmadan ele geçen ilâhî ihsânlar, lutuflardır. Bunlara ?vehbî ilimler? veya ?meârif-i ilâhiyye, meârif-i ledünniyye ve hakâyık-ı Rabbâniyye? de denir.
İlim; hocadan, üstâddan, rehberden ya?nî bir bilenden öğrenilir. İlâhî ma?rifetler, ya?nî Allahü teâlâyı tanımaya yarayan bilgiler, keşif ve ilhâm ile hâsıl olur. Bunlara, kâmil ve mükemmil (ya?nî kendisi yetişmiş ve başkalarını da yetiştirebilen) bir rehberin yetiştirmesiyle kavuşulabilir.
Dînde ibâdetler, diğer işlerle ilgili bilgiler ve fen bilgileri âlimden (hocadan) öğrenmekle elde edilir. Tasavvuf bilgileri ise, keşif ve ilhâm ile hâsıl olan ma?rifetlerdir.
Biz bugünkü konferansımızda, biraz daha ağırlıklı olarak fen bilimleri ve teknoloji üzerinde durmaya çalışacağız.
MÜSLÜMÂNLARIN İLME HİZMETLERİ
Kıymetli Kardeşlerim!
Burada şunu da söyleyelim ki, insanlığın bugün sâhib olduğu ilim ve teknik seviyedeki en büyük pay, müslümân âlimlerindir. [Bunu sâdece biz söylemiyoruz, az sonra, bu konuda, Batılıların neler söylediklerini nakledeceğiz.]
Yirminci yüzyılda, başdöndürücü bir sür?ate ulaşan fen bilgileri ve teknik hârikaların temel bilgilerinin hemen hepsi, müslümân âlimlerin kitaplarına dayanmakta ve esâslar oradan alınmaktadır.
Matematik, astronomi, fizik, kimyâ, biyoloji, tıp gibi pekçok ana ilim dalında, İslâm dünyâsında yüzyıllar boyunca yazılmış ve hepsi çok kıymetli bilgilerle dolu kitaplar, dünyânın meşhûr kütüphânelerinin en kıymetli eserleri olarak hâlen muhâfaza edilmektedir.
İslâmiyetin doğuşundan i?tibâren onsekizinci yüzyıla gelinceye kadar, çeşitli İslâm memleketlerinde yetişen âlimlerin bir ibâdet vecdi içinde geceli-gündüzlü yaptıkları çalışmalar, dünyâyı her bakımdan aydınlatmış, yeni yeni ilmî keşifler ve teknik buluşlar insanlığa hediye edilmiştir.
Asırlar boyunca, şehirler i?mâr edildi, yollar açıldı; câmiler, medreseler, hastahâneler, çeşmeler, üniversiteler, hânlar, hamâmlar, çeşitli vakıf eserleriyle beldeler i?mâr edildi, güzelleştirildi. İnsanların hayât seviyeleri yükseltildi.
Hicâz başta olmak üzere Halep, Şâm, Bağdâd, Kâhire, Trablusgarp, Gırnata; Konya, Bursa, İstanbul, Edirne; Belgrad, Sofya; doğuda Horasân, Buhârâ, Semerkand gibi Türkistân ve Mâverâünnehir şehirleri ve Haydarâbâd, Delhî gibi Hind şehirleri, İslâm medeniyet ve san?atından en çok nasiplenen şehirler oldu.
Kubbelerin hâkim olduğu bir mi?mârî tarzıyla yapılmış câmiler, medreseler, sarâylar, sosyal tesislerile süslenen bu şehirler, yetiştirdikleri ilim ve fen adamlarıyla da insanlığa ışık saçtılar.
Bu, öyle yüksek ve ni?metlerini her yere bol bol saçan öyle cömert bir medeniyet oldu ki, bugün müslümânların elinde olmayan şehirlerde, gayr-i müslimlerin yaptıkları olanca tahrîbâta rağmen, hâlâ haşmetleriyle ayakta durmaktadırlar.
Ayrıca bir hakîkati daha ifâde edelim ki, müslümânların matematik, astronomi, kimya, tıb, botanik, coğrafya? gibi ilim dallarında gösterdikleri mahâret ve buluşları, Avrupa rönesansının ve bugünkü dünyâ ilim ve tekniğinin temeli oldu.
Müslümân âlimlerin, göz ameliyâtından çiçek aşısına, matematik kâidelerinden astronomi hesaplarına, kan deverânından eczâcılığa kadar her sâhada ulaştıkları yüksek seviye, İslâm medeniyetini süsleyen kıymetli mücevherler gibidir.
Edebiyât, mi?mârî, tezhîp, hat, çinicilik, hattâtlık, oymacılık, kakmacılık sâhalarında ortaya konulan mümtâz eserler, bugün de bütün dünyânın hayrânlık ve takdîrlerini toplamaktadır.
GÜNÜMÜZDE FEN BİLGİLERİ
Onsekizinci asrın ikinci yarısından îtibâren buharlı gemilerin bulunması, yeni harp vâsıtalarının yapılması ve bunları ta?kîb eden diğer teknik buluşların ortaya çıkması ileilimde, teknikte pek sür?atli ve muazzam buluşlar yapıldı.
Fizik ve kimyâda, tıpta, astronomide akılları durduracak bu keşifler, yepyeni ufukların açılmasını sağladı. Atomun parçalanıp büyük nükleer güçlerin meydana gelmesi, uzay çalışmalarının başlaması ile yeni bir çağ başladı.
Yirminci yüzyıldaki ilmî buluşlar, birçok ilmî teorileri altüst edercesine gelişti. Bu buluşlar, insan yaşayışını da etkiledi. Wilhelm Konrad?ın Röntgen şuâları; Antoine Henri Becquerel?in radyoaktiviteyi fark etmesi; 1900 senesinde Mendel kânunlarının çıkışı; 1901 senesinde Max Planck?ın kuantum teorisi; Pierre ve Marie Curei?nin radyumun radyoaktif radyasyonu; 1905-1916 seneleri arasında Albert Einstein?in relativite ile ilgili teorileri ve Baron Rutherford?un 1919 senesinde atomu parçalayarak atom teorisinin gelişmesi son asrın ilmî buluşları arasında sayılabilir.
Şüphesiz ki, 1950?lerde başlayan uzay çalışmaları ile ilimde yeni bir çığır açıldı.Uzayda, zamanla yeni galaksiler meydana geldiği, her uzay cisminin kendine hâs manyetik sâhaları olduğu ortaya çıkarıldı. Elektronik ilminin uzay çalışmalarındaki yardımları küçümsenmeyecek ölçüde büyüktür. Elektronik bilgisayarların geliştirilmesi insan hayâtını etkilemiştir. Atomun yapısı hakkında bilgiler genişlemiş, nükleer enerji, hem enerji kaynağı olarak, hem de atom ve nötron bombaları şeklinde harb vâsıtası olarak kullanılmaya başlamıştır.
Tıp sâhasında ise organ nakli, açık kalp ameliyatları, sun?î derinin îmâli gibi tedâvî usûllerine geçilmesinin yanısıra; teşhîs metodları ve âletlerinde de elektronik cihâzların devreye girmesiyle büyük gelişmeler sağlandı.
Haberleşme sâhasında telgraf, telefon ve radyo gerilerde bırakılıp; televizyon, video, internet, uydular aracılığıyla haberleşme günlük hayâta uygulanarak ?mesâfe? faktörü her geçen gün biraz daha önemini kaybetmektedir.
Muhterem Dinleyiciler!
Biz şimdi, sizlere birazcık, konumuzla ilgili, değerli ilim adamlarının yazdıkları kitaplardan, makâlelerden ve ilmî sempozyumlarda sundukları tebliğlerdenbahsetmek istiyoruz. [Tabîî ki bu konuda yapılan çok sayıdaki çalışmanın hepsini burada saymamız mümkün değildir, sâdece birkaç misâl verebileceğiz]:
?Bilim Tarihi? [Cemal Yıldırım, Remzi Kitabevi]; ?Bilimler Tarihi? [Stephen F. Mason; Çeviren: Umur Daybelge, Kültür Bakanlığı Yayınları]; ?Bilim ve Buluşlar Tarihi? [Isaac Asimov; Çeviren: Elif Topçugil, İmge Kitabevi Yayınları; Ankara, 2006, 767 sayfa]; ?Bilim Tarihine Giriş? [Ayten Koç Aydın, Esin Kahya, Hüseyin Gazi Topdemir, Melek Dosay Gökdoğan, Remzi Demir, Sevim Tekeli, Yavuz Unat, Nobel Yayın Dağıtım; Ankara, 2001, 3. baskı, 465 sayfa] gibi, ilimlerin tarihini ele alan çok sayıda kitap var.
Bir de, Sigrid Hunke””den Servet Sezgin tarafından ?Avrupa””nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi? adıyla,Işık Soner tarafından ise ?Batı?yı Aydınlatan Doğu Güneşi? ismiyle Türkçeye çevrilen kitaplar var; bu tip eserlerde, İslâmın Batı?yı ilmî bakımdan nasıl aydınlattığı anlatılmaktadır. [Bedir Yay.İstanbul, 1997, 494+16 sayfa; Kaynak Yayınları, İstanbul, 2008, 486 sayfa] ?İslamın İnsanlık Kültürüne Katkısı?[Haidar Bammate, Kaynak Yayınları; İstanbul, 2008, 88 sayfa] adlı eser de aynı kategoridedir.
Bunların yanında, ?İslam””da Bilim ve Teknik? / 5 Cilt [Fuat Sezgin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi; İstanbul, 2008, 2. baskı, 218+226+213+236+228 sayfa], ?İslam””da Bilim ve Teknoloji Tarihi? [Mehmet Bayrakdar, Türkiye Diyanet Vakfı; Ankara, 2007, 5. baskı, 274 sayfa], ?İslam Bilim Tarihi-1? [Rüştü Raşid; Çeviren: Cemile İpar, Habib Türker, Litera Yayıncılık; İstanbul, 2006, 416 sayfa], ?İslami İlimlere Giriş? [Hasan Hanefi; Çeviren: Muharrem Tan, İnsan Yayınları; İstanbul, 2000, 2. baskı, 216 sayfa] gibi İslâmda bilim ve teknoloji tarihinden bahseden eserler mevcuttur.
Ayrıca, ?Ortaçağ İslam Dünyası?nda Bilim ve Teknik Makaleler? [Editör: Yavuz Unat, Lotus Yayınevi; Ankara, 2008, 391 sayfa],
28 Nisan – 2 Mayıs 1986 tarihleri arasında İstanbul Teknik Üniversitesi tarafından tertiplenen ?II. Uluslararası Türk ve İslâm Bilim ve Teknolojisi Tarihi Kongresi?nde birçok tebliğ sunulmuştur, Bu kongre tebliğleri kitap haline getirilmiş, I. Ciltte: 16. Yüzyılda Türk ve İslam Bilim ve Teknolojisi, II. Ciltte ise Mimar Sinan?la ilgili çalışmalara yer verilmiştir.
?Osmanlı İmparatorluğu””nun Doruğu 16. Yüzyıl Teknolojisi? [Editör: M. Kazım Çeçen, İSKİ; İstanbul, 2000, 349 sayfa],
Bilim Tarihi, Bibliyografya-Katalog konusunda, Katip Çelebi””nin ?Keşfü?z-Zunûn an Esâmi?l-Kütübi ve?l-Fünûn (Kitapların ve İlimlerin İsimlerinden Şüphelerin Giderilmesi)? adlı 5 Ciltlik mühim eseri [2.140 sayfa], Rüştü Balcı tarafından Türkçeye çevrilmiş, 2007 yılında İstanbul?da Tarih Vakfı Yurt Yayınlarıarasında basılmıştır.
Bursalı Mehmed Tahir””in “Türkler?in Ulûm ve Fünûn?a Hizmetleri? adlı Türkçe eseri [69 sayfa], 1996 yılında İstanbul?da Kitabevi Yayınları arasında basılmıştır.
Uşşâkîzâde es-Seyyid İbrâhîm Hasîb Efendi?nin 2 Ciltlik Türkçe ?Uşşâkîzâde Târihi: Osmânlı İlmiye Teşkîlâtı İçin Mühim Bir Kaynak? adlı eseri [1207 sayfa] Raşit Gündoğdu tarafından yayına hazırlanıp 2005 yılında İstanbul?da Çamlıca Basım-Yayın tarafından neşredilmiştir.
Azîz Kardeşlerim!
27 dil bilen Prof. Dr. Fuat Sezgin, bugünkü Avrupa medeniyet ve biliminin temelinin, bilinenin aksine Yunan medeniyeti olmayıp İslâm medeniyeti olduğunu söylüyor: “16. yüzyılın sonlarında İslâm bilim ve medeniyeti duraklama içine girmeseydi, insanlık 20. asırda yakaladığı bilimsel seviyeye, 2 yüzyıl önce ulaşırdı. İnsanlık nükleer enerjiyle de 200 yıl önce tanışırdı. Ama atomun daha erken icadı insanlık için iyi mi olurdu, kötü mü olurdu bilemem.”
Şimdi ben size bir nebze, ?İslâm Bilimleri Tarihi? araştırmacısı, Almanya-Frankfurt J. W. Goethe Üniversitesi Arap-İslâm Bilimleri Tarihi Enstitüsü Direktörü, aslında güzel ülkemizin insanı Prof. Dr. Fuat Sezgin?den bahsedeyim:
Kral Faysal Ödülü (1978), Frankfurt am Main Goethe Plaketi (1980), Almanya 1. Derece Federal Hizmet Madalyası (1982), Almanya Üstün Hizmet Madalyası (2001), İran İslâmi Bilimler Kitap Ödülü (2004), Hessen Kültür Ödülü [1] [2] (2009) gibi çok önemli ödüller alan,
Kahire, Şam ve Bağdat?taki Arap Dili Akademileri?nin, ayrıca Rabat?taki Fas Kraliyet Akademisinin Üyesi olan, TÜBA (Türkiye Bilimler Akademisi) Şeref Üyeliğine sâhip bulunan, 60 yılı aşkın bir süredir ?Bilim Tarihi? çalışmalarını yürütmekte olan Prof. Dr. Fuat Sezgin?in başeseri, ?Geschichte des Arabischen Schrifttums? (GAS) isimli 13 ciltlik Almanca eseri olup [Arapçaya tercümesi de yapılmıştır]
Kendisinden biraz sonra uzunca bahsedeceğimiz Prof. Dr. M. Fuad Sezgin, İslâm bilginlerinin bilimsel buluşlarına dâir şu örnekleri veriyor:
Sinüs: Arapça?daki ?Cîb [Ceyb]? terimi, Latinceye ?cep? manasına gelen ?sinüs? olarak tercüme edildi.
Kimya: Câbir Bin Hayyân, kantitatif ve kalitatif prensiplere dayanan bir bilim olarak kimyayı kurdu. Batı, Hayyân?ın kurduğu seviyeye 900 ilâ bin sene sonra ulaştı. Câbir, aynı zamanda bütün insânî duyguların matematiksel olarak ölçülebileceğine inanıyor, bunu da ilmü?l-mîzân olarak adlandırıyordu.
İlk rasathâne: Bugünkü anlamıyla ilk uzay gözlemevi, Halîfe Me?mûn zamanında (M. 9. asırda) Bağdat ve Şâm?da birer adet olmak üzere kuruldu.
Ekvatorun uzunluğu: Yine Halîfe Me?mûn zamanında, ekvatorun uzunluğu ilk defa bugün de bildiğimiz şekliyle 40 bin kilometre olarak ölçüldü.
İlk dünyâ harîtası: Halife Me?mûn döneminde, 70 bilginden oluşan bir hey?et, Batlamyos?unkinden farkı olmayan enlem ve boylamları, karaları ve denizleri doğru bir dünyâ harîtası çizdi.
Matematik: 950 yılında Ebû Ca?fer el-Hâzin adlı matematikçi ve astronom, parabol konstrüksiyonu kullanmak sûretiyle, üçüncü dereceden bir denklemi çözdü. 11. asrın ilk yarısında İbnü?l-Heysem bir optik problemini dördüncü dereceden bir denklemle çözdü. Küçük bir yanlışlıkla Latinceye de çevrilen problem, Avrupalıları “Problema Al-hazeni” adı altında 13. asırdan 19. asra kadar uğraştırdı. Avrupalılar İbnü?l-Heysem?in çözümünü ancak 19. yüzyılda kavrayabildiler. 11. asrın sonlarında Ömer Hayyâm?ın üçüncü dereceden denklemleri sisteme bağlayan kitabının benzeri, Avrupa?da 17. asırda Rene Descartes, Frans Van Schoooten ve Edmund Halley tarafından yazılabildi. Avrupalı matematik tarihçisi Johannes Tropfke, Descartes?lerin yeni bulduklarını zannettikleri konuları, Hayyâm?ın çok önceden yazdığını, aradan geçen zamanda Avrupalılar?ın boşuna çaba gösterdiğini yazdı.
Astronomi: 9. asırda Güneş””le Dünyâ””nın yıllık en uzak mesâfesinin sâbit olmayıp değişken olduğunu fark eden Müslümanlar, yörüngedeki ilerlemenin 12.09 sâniye olduğunu saptadılar. Günümüzde bu değer 11.46 sâniye olarak biliniyor. Avrupa”da Jahonn Kepler, 17. yüzyılda henüz Müslümanların kitaplarında gördüğü bu sonuca nasıl ulaştıklarını anlayabilmek için çağdaşı bilimadamlarıyla yazışıyordu. Tahrân?daki rasathânede 10 asırda tespit edilen Dünyâ””nın ekseninin sürekli azaldığı bilgisine, Avrupalılar ancak 19. asırda gök mekaniği bilimiyle ulaşabildi. İslâm astronomi bilginlerinin kitaplarının tercümesinin Kopernik?e ulaştığını, bugünkü nesiller bundan henüz yarım asır önce öğrenebildi.
Trigonometri: 15. asırda yaşayan Alman Johannes Regiomontanus?un adını taşıyan trigonometri ilminin kurucusunun, 13. asırda yaşayan Nasîruddîn et-Tûsî olduğunu yine Alman matematik tarihçisi Anton von Braunmühl ortaya çıkardı.
Coğrafya: El-Bîrûnî, 11. asırda dünyânın enlem ve boylam derecelerini 6 ile 40 dakika arasında değişen küçük yanlışlıklarla hesapladı. Bu küçük yanlışlıklar, ancak 20. asırda düzeltilebildi. Engin denizlerde koordinat hesaplama yöntemini Müslümanlar 15. asırda yapabilirken, Batı bunu 20. asırda öğrenebildi.
Tıp: 11. asırda Tûnus?lu bir tâcir olarak İtalya?ya giden, sonradan Constantinus Africanus adını alan kişi, Monte Cassino manastırına kapandı. Bu zât Tûnus?a gidip 3 yıl sonra İslâm bilginlerine ait 25 tıp kitabıyla Salerno?ya dönmüştü. Monte Cassino Manastırına kapandıktan sonra kitapları Latinceye tercüme ettirdi. O kitaplar ya kendi veya eski Yunan otoritelerinin adıyla yayınlandı. İtalya, İslâm medeniyeti ve biliminin Avrupa?ya aktarılmasında bir istasyon görevi gördü.
Leonardo?nun resimleri: Meşhûr Leonardo da Vinci?nin resimlerini çizdiği âletler ve matematik hesapları, İslâm âlimlerinin buluşuydu. Da Vinci, bu bilgileri kullanarak devrine göre inanılmaz kabul edilen resimlerini çizebildi. Halbuki Leonardo?nun, İslâm bilginlerinin buluş ve bilgilerini kullandığı kabûl edilse, resimlerinin çözülemeyen sırları aydınlanmış olacak. [24 Şubat 2008: http://forum.memurlar.net]
Frankfurt?taki Enstitüsünde, İslâm bilginlerinin eserlerinden okuyarak yeniden yaptırdığı 800 icadı teşhir eden Sezgin?e göre, bunlar, kitaplarda yer alan icatların yüzde biri bile değil. Arap ülkeleri, memleketlerini tanıtan bir açılışta, bu 800 eseri sergilemek için Sezgin ile temasa geçti. Yine İslâm Ülkeleri Dışişleri Bakanları toplandığında Türk Dışişleri?nin davetlisi olarak İslâm ilimleri tarihini anlatması için davet aldı. Yakın zamanda Almanya?da açılan bir Haçlı seferleri sergisinde, Sezgin?in müzesindeki, haçlı seferleri sırasında Batılıların Müslümanlardan öğrendikleri buluşlarla ilgili 60 eser sergilendi. Sergiye katılanlar, atalarının savaş için gittikleri Müslümanlardan buluşlarını alarak döndüklerini öğrenince çok şaşırmıştır. Sezgin de, sergiye katılan yüksek düzeydeki din adamlarını müzesine davet etmiştir.
En son yazdığı 5 ciltlik İslâm ilimleriyle ilgili kronolojik buluş indekslerinin de yer aldığı kitabı Alman Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanına göndermiş. Üçü de kitapların içeriğiyle ilgili övücü sözler etmiş. Başbakan Schröder, “Bu iki kültür dünyasını birbirinden ayıran zümrelerin karşısında mücadele edebilmemiz için bize en büyük desteği verdiniz” diye cevap yazmış.
Sezgin, “Avrupalılar medeniyetlerini ve bilimlerini İslâm bilginlerine borçlu olduklarının farkında değil. Evvela İslâm dünyasını bilmiyorlar. Biz tanıtamadık. Üstelik de terör hareketleriyle ve din adamlarının zayıf davranışlarıyla yanlış tanıttık” diye konuşuyor.
Değerli Kardeşlerim!
Şimdi de sizlere, müslümânların ilme katkıları konusunda Avrupalı ilim adamlarının söyledikleri sözlerden bâzılarını nakletmek istiyoruz:
Meşhûr Fransız coğrafyacısı Prof. Dr. E. F. Gautier (1864-1940): ?Hiçbir i?tirâza imkân yoktur ki, bizim rönesansımızın matematik hocaları Yunanlılar değil, müslümânlardır. Bizim bugün bildiğimiz hesap ilminin temel taşları İslâm rakamlarıdır. Matematik ilminin, karanlık garp âlemine nasıl intikal ettiğini ve onların maddî medeniyetini nasıl ilerlettiğini bir tarafa bırakarak, İslâm rakamlarını bugünün dünyâ kültüründen kaldıracak olursak, acabâ şu büyük atom medeniyetinden geride ne kalır; düşünmek ve ona göre müslümânların matematik ilmine yapmış oldukları hizmetleri takdîr etmek lâzımdır.?
Bodley: ?Rönesansı İslâmiyete borçluyuz. Garplılar yel değirmenlerinin varlığını, kanallarla zirâat yapıldığını, oyuklu ok, trampet, top, barut, askerî alanda çok büyük önemi hâiz olan bu malzemeleri Haçlı seferleri sâyesinde öğrendiler. Otomatik sâatten ipekli kumaşa kadar her şey, Avrupalıların gözlerini kamaştırıyordu.?
Charles Seignobos: ?Müslümânlarla Haçlı seferleri yoluyla tanışan Avrupalılar medenîleştiler.?
Drapper: ?İslâm âlimleri yaptıkları hesapların çoğunda, o kadar isâbet etmişlerdir ki, yeni matematikçilerin en mâhirleri bile, onların bulmuş oldukları bu hesapları kabûl etmek zorunda kalmışlardır.?
Lübnânlı Ortodoks bir âileden gelen ve 19. yüzyılın en önemli İslâm târihi, dil ve kültürü araştırmacılarından biri olan Corcî Zeydân: ?Astronomi ilminde, Avrupalılar değerli İslâm âlimlerine o kadar muhtaçtırlar ki, astronomi ilmi ile ilgili herhangi bir müşkil mesele ile karşılaştıkları zaman, hemen Müslümân memleketlerine husûsî memûrlar göndererek onlardan yardım isterlerdi.?
Will Durant (1885-1981): ?Tıp sâhasında en büyük âlim İbn-i Sînâ, en büyük hekîm Râzî, en büyük kimyâger de Câbir?dir.?
Amerika?nın Harvard Üniversitesi?nde Bilim Tarihi Profesörü George Sarton (1884-1956): ?Bîrûnî, felsefe, matematik ve coğrafya ilimlerinde çok kıymetli olup, en büyük âlimlerden birisidir.?
Pasteur: ?Îmân hiçbir gelişmeyi engellemez. Bugün bildiklerimden daha çok ilmim olsaydı, Allah?a îmânım şimdikinden daha güçlü ve derin olurdu.?
Admon Harbert (Jeolog): ?İlim hiçbir zaman küfre neden olmaz.?
1879 yılında Güney Almanya””nın Ulm kentinde dünyaya gelen, 20. yüzyılın en önemli Kuramsal Fizikçisi olarak nitelenen, Görelilik kuramı (diğer adları ile İzâfiyet Teorisi ya da Rölativite Kuramı)nı bulanAlbert Einstein: ?Îmân, ilim araştırmalarının en güçlü ve en güzel savunucusudur. İlimsiz îmân topalın yürüyüşüne benzer. Îmânsız ilim de a?mâ insanın bir şeyi duyuşuyla (el yordamıyla) anlamasına benzer.?
Evariste Levi-Provençal: ?İspanya?da yetiştirilen çiçeklerin adları, Arapçadan alındığı gibi kullanılıyor. Araplardan alınan bu isimler, Pirene Dağlarını aşmış, Fransız diline geçmiştir.?
Fransız siyasetçi, filozof, bilim adamı, yazar, eski Katolik / komünist, 1913””te Marsilya””da doğup 1982 yılında müslüman olan Roger Garaudy: ?İslâmın büyük Peygamberi; ?Yarın ölecekmiş gibi âhirete, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya çalışın? derken, her şeyi anlatmıştır. İslâm hem maddeye, hem de ma?nâya hükmetmiştir. Öyle ise bunların ikisi birbirinden koparılamaz. Nasıl koparılabilir ki, İslâm; ?İlim Çin?de de olsa alınız.?; ?İlim ve fen, mü?minin kaybolmuş malıdır, nerede bulursa alsın?diyor. İlmin ve çalışmanın burada sınırı yoktur. İslâm bu iki olaya sınır koymadığına göre, dünyâyı sarsmıştır.?
Altını çizerek ifâde edelim ki, ilim ve teknik, insanların hizmetinde faydalı olduğu müddetçe değerlidir. İnsanlara faydası olmayan ilmin ve fennin hiçbir faydası yoktur. Bu yüzden İslâm âlimleri, insanlara faydalı olabilmek için ellerinden geleni yapmışlar, bu hususta müslim, gayr-i müslim ayırımı yapmamışlardır. İslâm âlimlerinin, ilme ve insanlığa yaptıkları hizmetlerin hepsini saymak, ancak her ilme âit külliyetli miktarda kitap vücûda getirmekle mümkündür.
Kıymetli Dinleyiciler!
Buraya kadar kısaca bahsettiğimiz konularda biraz daha fazla detaya girecek olursak şunları söyleyebiliriz:
1-Prof. Dr. M. Fuâd Sezgin?in ?İslâm?da Bilim ve Teknik? adlı 5 cildlik çalışması, çok ciddî ilmî bir çalışmadır.
Türkiye Bilimler Akademisi ve Kültür Bakanlığı?nın ortak yapımı olan ?İslâmda Bilim ve Teknik?, TÜBA [Türkiye Bilimler Akademisi] Şeref Üyesi Prof. Dr. Fuat Sezgin tarafından 2003 yılında Almanca olarak yazılan [?Wissenschaft und Technik im Islam? adlı] kitabın Türkçe ve tıpkıbasımı olarak çevirisidir.
Arap-İslâm Bilimleri Tarihine Giriş?i ele alan I. Cildde, müslüman bilim adamlarının îcâd ve keşiflerihakkında genel bilgiler veriliyor. II. Cildde Astronomi alanındaki eser ve cihâzların tanıtımı yapılıyor. III. CildCoğrafya, Denizcilik, Sâatler, Geometri, Optik alanlarındaki keşif ve icatları içeriyor; IV. Cildde Tıp, Kimya, Mineraller ve Fosil Oluşumlara yer verilirken, V. Cildde ise Fizik ve Teknik, Mimârî, Savaş Tekniği, Antik Objeler, Orientleştirici Stilde Avrupa Camı ve Seramiği ele alınıp Arap-İslâm kültür çevresinin başarıları, ilmî buluşları, ilmi nasıl geliştirdikleri akademik olarak, bilim adamlarından nakıllerle işleniyor. Bu eser, bir nevi, Arap-İslâm Bilimleri Târihi Enstitüsü Âletler Koleksiyonu Kataloğudur.
Prof. Dr. Fuat SEZGİN?in uzun araştırmalar sonucu hazırladığı ve ?Wissenchaft und Technik im Islam? adıyla yayımladığı Almanca aslından dilimize çevrilen bu değerli çalışma, dünya bilimler tarihinde İslâm biliminin oynadığı önemli rolü incelemektedir.
Eser, İslâm ve Orta Çağ bilimine yeni bir bakış açısı sunarak, İslâm biliminin eski Yunan, ayrıca Hint, Bizans ve İran dönemlerinden devraldığı bilimsel mîrâsı korumak ve yaymakla yetinmeyip, onu, eklediği özgün eserlerle ileri götürmüş olduğu değerlendirmesini yapmaktadır.
Türkiye Bilimler Akademisi?nin değerli katkılarıyla beş cilt hâlinde yayımlanan bu eser; İslâm bilginlerinin astronomi, tıp, geometri, coğrafya, optik, kimya ve denizcilik gibi alanlarda dünya bilim târihine yaptıkları katkıları, aynı zamanda zengin görsel malzemeyle de gözler önüne sermektedir.
[Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları Ankara, 2007, 218+226+213+236+228 = 1121 sayfa, Türkçe]
[Fuat Sezgin; Çeviren: Dr. Abdurrahman Aliy, TÜBA Türkiye Bilimler Akademisi Yayınları; Ankara, 2007, 1121 sayfa, Türkçe]
[İstanbul Büyükşehir Belediyesi; İstanbul, 2008, 2. baskı, 218+226+213+236+228 = 1121 sayfa, Türkçe]
[25 Mayıs 2008 târihinde, İstanbul-Gülhane Parkı?nda açılan ?İslâmî Bilim ve Teknoloji Târihi Müzesi?nde sergilenen eserler, Fuâd Sezgin Hocanın bu kitâbından istifâde edilerek hâzırlanmıştır.]
60 yılı aşkın bir süredir ?Bilim Tarihi? çalışmalarını yürütmekte olan Prof. Dr. Fuat Sezgin?in başeseri, ?Geschichte des Arabischen Schrifttums? (GAS) isimli 13 ciltlik Almanca eseri olup [Arapçaya tercümesi de yapılmıştır] işlediği konular şunlardır:
(1.ciltten 9. Cilde kadar olanlar Leiden?de neşredilmiştir ve bu dokuz ciltte yaklaşık olarak 430/1038 yılına kadar olan eserler zikredilmiştir.)
Cilt 1 [1967]: Kur?an Bilimleri, Hadis, Tarih, Fıkıh, Kelam ve Tasavvuf
Cilt 2 [1975]: Edebiyat / Şiir
Cilt 3 [1970]: Tıp, Farmakoloji, Zooloji, Veterinerlik
Cilt 4 [1971]: Simya, Kimya, Botanik, Ziraat
Cilt 5 [1974]: Matematik
Cilt 6 [1978]: Astronomi
Cilt 7 [1979]: Astroloji, Meteoroloji ve ilgili bilimler
Cilt 8 [1982]: Leksikografi
Cilt 9 [1984]: Gramer
Cilt 10-11-12-13 [Frankfurt 2000]: İslâm?da matematiksel coğrafya ve haritacılık ve bu bilimlerin Avrupa?da devamı, Beşerî Coğrafya, haritalar.
Değerli Misâfirler!
24 Ekim 1924?te Bitlis?te doğdu [Şimdi 85 yaşında; Allahü teâlâ, kendisine hayırlı, uzun ömürler versin de yaptığı önemli ilmî çalışmaları bitirsin]. 1943-1951 yılları arasında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Şarkiyat Enstitüsü?nde, İslâmi Bilimler ve Orientalistik alanında öncü bir yere sahip olan Alman orientalist Prof. Dr. Hellmut Ritter(1892 – 1971)?in yanında öğrenim gördü.
Hocasının, bilimlerin temelinin, İslâm bilimlerine dayandığını söylemesiyle, bu alana yöneldi. 1954””te Arap Dili ve Edebiyatı bölümünde ?Buhari?nin Kaynakları? adlı doktora tezinitamamladı. Bu teziyle o, hadis kaynağı olarak İslâm kültüründe önemli bir yere sahip olan İmâm Buhari(810-870)?nin biraraya getirdiği hadislerde, [Sahîh-i Buhârî, Kur?ân-ı kerîmden sonra en kıymetli kitaptır] bilinegeldiğinin aksine sözlü kaynaklara değil, İslâm?ın erken dönemine, hatta 7. yüzyıla kadar geri giden yazılı kaynaklara dayandığı tezini ortaya attı. Bu tez Avrupa merkezli orientalist çevrelerde hâlâ tartışılmaktadır.
1954 yılında İslâm Araştırmaları Enstitüsü?nde doçent oldu. Burada Prof. Dr. Zeki Velidi Togan ile çalıştı.
Enteresandır, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sırasında Üniversite?den uzaklaştırılan ve 147?likler diye bilinen akademisyenler arasındaydı. 1961 yılında Almanya?ya giden Fuat Sezgin, Frankfurt Üniversitesi””nde, önce misafir doçent olarak dersler verdi. 1965 yılında da Frankfurt Üniversitesi?nde profesör oldu.
Oradaki bilimsel çalışmalarının ağırlık noktası, Arap-İslâm kültür çevresinde tabîî bilimler târihi alanı olmuştur. Henüz İstanbul?da iken başladığı h. 7. / m. 14. yüzyıldan itibaren gelişen Arap-İslâm edebiyatı tarihi çalışmasına (Geschichte des Arabischen Schrifttums) Almanya?da da devam ederek, orientalistik çalışmalar için kaynak eser haline gelmiş ve hâlâ aşılamamış 13 ciltlik eserinin ilk cildini 1967, son cildini ise 2000 yılında yayınlamıştır.
?Geschichte des Arabischen Schrifttums?, İslâm?ın ilk döneminde uğraşılmış, dînî ve târihî edebiyâttan coğrafya ve haritacılığa kadar bütün ana ve yan bilim dallarını konu edinmektedir. [Aslı Almanca olan bu eser, Arapçaya da tercüme edilmiştir. Maalesef henüz Türkçe çevirisi yok.]
Prof. Sezgin, [bu eserinden dolayı,] 1978 yılında, Suudi Arabistan Kral Faysal Vakfı?nın ?İslâmi Bilimler Ödülü?nü ilk alan kişidir. Bu ve başka desteklerle Sezgin, 1982 yılında J. W. Goethe Üniversitesi?ne bağlı ?Arap–İslâm Bilimleri Tarihi Enstitüsü?nü ve 1983?te de buranın müzesini kurdu, buranın halen direktörlüğünü yürütmektedir.
Enstitüye bağlı olarak kurduğu müzede Fuâd Sezgin, İslâm Kültür Çevresinde Müslümân Bilginler tarafından yapılmış âletlerin ve bilimsel araç ve gereçlerin, yazılı kaynaklara dayanarak yaptırdığı nümûnelerini sergilemektedir.
Müzede bulunan objeleri tanıtmak ve İslâm kültür çevresindeki bilimsel gelişmeyi göstermek için hazırladığı ?Wissenschaft und Technik im Islam? (İslâm?da Bilim ve Teknik) isimli Almanca kataloğu 2003 yılında yayınladı. Fransızcası da yayınlanmış olan bu kataloğun Arapça, İngilizce ve Türkçesiyayınlanmak üzeredir.
Prof. Dr. Fuat Sezgin son olarak, Arap-İslâm Bilimleri Enstitüsü için hazırladığı bilimsel araç ve gereçlerin benzerlerini yaptırarak, açılışını 25 Mayıs 2008 tarihinde Başbakan Tayyip Erdoğan””ın yaptığı ?İstanbul?da Gülhâne Parkı?nda İslâmî Bilim ve Teknoloji Târihi Müzesi?nin açılmasına önayak olmuştur.
§ 1984 yılından beri yayınlanmakta olan Zeitschrift für Geschichte der Arabisch-İslâmischen Wissenschaften isimli Almanca bir dergi çıkarmaktadır.
§ Fuat Sezgin?in ?İslâm Bilimler Tarihi?nde eşsiz bir yere sahip olan bir diğer çalışması ise, Coğrafya, Avrupalı Seyyâhların Seyâhatnâmeleri, Matematik ve Astronomi, Tıp, Felsefe, Müzik, Nümizmatik, Tarih Yazımcılığı ve Bilimler Tasnîfi ve diğer konularda yazılmış orijinal eserlerin tıpkıbasımlarını ve bu konuda araştırmalar yapmış olan Batılı Bilim Adamlarının çalışmalarının yeniden basımlarını içeren seriler hâlinde 1.300 cilt civârındaki yayınlarıdır.
[“http://tr.wikipedia.org/wiki/Fuat_Sezgin” adresinden alındı. Vikipedi, Özgür Ansiklopedi [Bu sayfa son olarak, 11 Ağustos 2009 tarihinde güncellenmiştir.]
www.birseyogren.com; www.eren.com.tr/goster/kitap/kisi.asp?CAS=127870;http://www.timeturk.com/fuat-sezgin-hocadan-onurlu-davranis-71991-haberi. html]
2-Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu?nun başkanlığındaki geniş bir bilim kurulunun25 yıldan bu yana hazırladıkları ?Osmanlı Bilim Tarihi? adlı 15 cildlik çalışma, Osmanlı dönemini kapsamakta olup çok büyük gayret mahsûlüdür.
Şimdi sizlere, Kurulun Başkanı Prof.Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu?ndan bir nebze [ama olabildiğince kısa], bahsetmek istiyorum.
Ekmeleddin İhsanoğlu””nun Bilim Tarihi, Türk Kültürü, İslâm Dünyası ve Batı Dünyası İlişkileri ile Türk-Arap İlişkileri hakkında değişik dillerde çok sayıda kitap, makale ve tebliği bulunuyor.
Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu, İRCİCA?nın [İslâm Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi””nin] Genel Direktörlüğünün yanı sıra, İ. Ü. Edebiyat Fakültesi Bilim Tarihi Bölümü ile Türk Bilim Tarihi Kurumu””nun Başkanlığı ve İ. Ü. Bilim Tarihi Müze ve Dokümantasyon Merkezi Müdürlüğü görevlerinde bulundu.
UNESCO ve Harvard Üniversitesi””ndeki görevlerinin yanı sıra, millî ve uluslararası birçok bilim kurumunun üyesi olan İhsanoğlu, bilim ve eğitim tarihine katkı ve hizmetlerinden dolayı birçok ödül aldı.
[Prof. Dr. İhsanoğlu, Türkiye Devlet Üstün Hizmet Madalyası, Ürdün Birinci Derece İstiklal Madalyası, İKÖ Şeref ve Liyakat Sertifikası ile Mısır Cumhuriyeti Liyakat Nişanı ile ödüllendirildi.][www.biyografi.net]
57 üyesiyle BM””den sonraki en büyük uluslararası yapıyı oluşturan İslâm Konferansı Örgütü [İKÖ] Genel Sekreterliği, Suudi Arabistan?ın Cidde şehrinde 28.12.2004 târihinde düzenlenen törenle el değiştirdi.Türkiye, Haziran ayında İstanbul””da yapılan oylamanın ardından seçimi kazanmıştı. Bu seçim, 35 yıllık İKÖ tarihinde bir ilki oluşturdu. Örgütün başına ilk kez bir Türk geçti. Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu, Tunus?lu eski Genel Sekreter Dr. Abdulvâhid Belkeziz””den görevi devraldı. [Gündem, Zaman, 29.12.2004]
1927””de kurulan ve merkezi Paris””te bulunan Uluslararası Bilim Tarihi Akademisi, 1968 yılından bu yana verdiği, Bilim Tarihinin en prestijli ödülü olan Koyre Madalyasını, 12 Aralık 2008?de Paris””te düzenlenen törenle, ilk kez bir Türk bilim adamına verdi.
[Adını bilimsel düşünce tarihçisi Alexander Koyre””den alan madalyanın ilk sahibi, Isaac Newton””un bilimsel çalışmalarını derleyerek gün ışığına çıkaran Derek Thomas Whiteside, son sahibi ise Guy Beaujouan olmuştu.]
Bilim Tarihi alanındaki sıra dışı ve çığır açan çalışmalar yaparak bu alana büyük hizmetler veren bilim adamlarına verilen Koyre Madalyası””nın sahibi, Uluslararası Bilim Tarihi Akademisi üyeleri arasında yapılan oylama ile belirleniyor.
Uluslararası Bilim Tarihi Akademisi, iki yılda bir verdiği ödüle, bu yıl İslâm Konferansı Örgütü (İKÖ) Genel Sekreteri Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu””nu layık gördü. Bu madalyaya, uzun yıllardan beri, dünya çapında yapmış olduğu araştırma ve eserleri sonucunda lâyık görüldü. Prof. İhsanoğlu, akademiye 1999 yılında, Ordinaryus Prof. Aydın Sayılı””nın ardından kabul edilen ikinci Türk. [İhsanoğlu ””Bilim Tarihinin Nobeli””ni Alacak, Zaman, 2 ARALIK 2008]
3-ERKEN DÖNEM OSMANLI MEDRESELERİ (1300-1500)
Yekta Demiralp, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları; Selçuk, Osmanlı, Türk Mimarisi,Osmanlı Tarihi 1300-1600 > Klasik Çağ, Eğitim Tarihi, Osmanlı Tarihi > Kültür Hayatı; Ankara, 1998, 1. baskı, 23 x 33 cm., XI+334 s. + 161 resim + 82 drawings sayfa,
4-Prof. Dr. Câhid Baltacı?nın ?XV-XVI. YÜZYILLARDA OSMANLI MEDRESELERİ?adlı 2 cildlik çalışması, Osmânlılardaki ilmî hayâtı gözler önüne sermektedir. [İlk neşri 1976, 2. Baskı 2005]
Aslında bir doktora çalışması olan ve ilk baskısı 1976 yılında neşredilen bu akademik eserin, 2005 yılında yapılan 2. baskısına, yeni kaynaklardan istifâde edilerek, külliyetli miktarda ilâve yapılmıştır.
Müellif, kitâbının ?Önsöz?ünde, bu konuda 1976?dan itibaren yapılan diğer çalışmaları da zikretmiş ve her birini kısa kısa değerlendirmeye de tâbi tutmuştur.
Şöyle ki:
a) ?İlk Devir Osmanlı Medreseleri?, Mustafa Bilge [Doktora çalışması, İstanbul 1984]: ?Osmanlı medreselerini İznik, Bursa, Edirne medreseleri olarak şehirlere göre tanıtmakta ve medrese teşkilatı hakkında sınırlı bilgi vermektedir. Çalışmanın sonuna konulan vakfiyeler bölümü oldukça önemlidir?
b) ?Medreseler, Başlangıçtan Fâtih Zamanına Kadar?, Mustafa Ergin [DTCF Pedagoji Bölümü Yüksek Lisans Tezi, Ankara 1975, Gayr-i Matbû]: ?Ana kaynaklara inilmeden yapılan bir çalışma?,
c) ?Osmanlı İmparatorluğu?nda Fen Bilimleri ve Yetişen Bilginler(Kuruluşundan M. 1700?e Kadar)?, Nuri Çalışkan [Samsun YİE?nde Öğretim Üyeliği Tezi] : ?Kaynaklara inilmeden yapılmış bir çalışma?,
d) ?Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi?, Hüseyin Atay [İstanbul 1983]: ?Daha çok felsefî yaklaşımlara dayanan ve arşiv belgelerine baş vurmayan bir çalışma?,
e) ?Osmanlı Medreselerinde İlim?, Rahmetli Cevat İzgi [Doktora Tezi, İstanbul 1997]: ?Riyâzî ve tabîî ilimler sâhasında yapılmış en başarılı çalışma?,
f) ?Mahkeme Sicillerine Göre Osmanlı Klasik DönemiBursa Medreselerinde Eğitim-Öğretim?, Mefail Hızlı [Doktora Tezi, Bursa 1997]: ?Kadı sicilleri taranarak yapılmış önemli bir çalışma?,
g) ?Klasik Dönem Osmanlı Medrese Sistemi?, Hasan Akgündüz [Doktora çalışması, İstanbul 1997]: ?Arşiv belgelerine dayanmamakla beraber yerli ve yabancı birçok mütedâvil esere başvurularak yapılmış bir çalışma?,
h) ?Osmanlı Medreseleri?nde Eğitim-Öğretim ve Bunlar Arasında Dâru?l-Hadîslerin Yeri? adlı tez, Ahmed Gül: ?Çok dağınık ve malumat yığını bir çalışmadır.?
Orta ve yüksek seviyelerde eğitim ve öğretim veren, dînî ve ilmî düşüncenin doğup yeşerdiği en önemli akademik müessese olan Osmanlı medreseleri; bir yönden, bir ?umûmî medrese?ler, bir de ?dâru?l-kurrâ?, ?dâru?l-hadîs?, ?dâru?ş-şifâ?lar [Tıp medreseleri] gibi meslekî, ihtisâs medreseleri olarak kısımlara ayrılır. Tabîî ki medreselerin başka yönlerden de taksimleri vardır.
Ma?lûm olduğu üzere, ondokuzuncu asra kadar Osmanlı medreselerinde, dîn derslerinin yanısıra fen dersleri de okutuluyordu. Buralarda aydın dîn ve fen adamları yetişiyordu. Bunlar bütün dünyâya önderlik ediyorlardı. Maalesef Tanzîmâtçıların fen derslerini medreselerden kaldırmalarıyla, bu sâhadaki çalışmalar tamâmen durdu ve Batı, Doğu?yu sür?atle geçti.
Kıymetli Dinleyiciler!
Şunu net bir şekilde ifâde edelim ki, bütün İslâm devletleri, mensubu oldukları İslâm dînine ve onun güzel ahlâkına, iyilik, çalışkanlık, adâlet? gibi emirlerine sarıldıkları müddetçe, çağlarının zirvelerine çıkmış ve diğer milletlere örnek ve onlardan daha üstün olmuşlardır.
Osmanlı Devleti?nde bilim alanındaki çalışmalar, Selçuklu medreselerinin devamı niteliğinde olan İznik Medresesi?nin açılmasıyla başlamıştır. Burada ilk müderris, kelâm ve tasavvuf âlimi Dâvûd-ı Kayserî idi.
Osmanlılar, kuruluş ve yükseliş devirlerinde, bilim ve düşünceye oldukça yoğun bir ilgi göstermişler, özellikle Fâtih devrinde bilimsel çalışmalar çok büyük ölçüde desteklenmiş, çeşitli dillerden bilimsel eserlerin Türkçe?ye çevirisi sağlanmıştır.
5- Prof. Dr. Esin KÂHYA?nın, ?OSMANLILARDAKİ BİLİM TARİHİ YAZARLARINDAN ÖRNEKLERLEOSMANLI BİLİM TARİHÇİLİĞİNE BİR BAKIŞ? başlıklı ?Tebliğ?i [XIII. Türk Tarih Kongresi, III. Cilt-II. Kısım, Ankara 4-8 Ekim 1999]
6-7-8-Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu?nun ?Osmanlı Bilim Tarihi Araştırmalarının Dünü?; Prof. Dr. Emre Dölen?in ?Türkiye?de Osmanlı Bilim Tarihi Araştırmaları?; Prof. Dr. Mehmet İpşirli?nin ?Osmanlı?da İlmiyeye Dâir Çalışmalar Üzerine Gözlemler? başlıklı 3 tebliği, İSAM?ın 24-25 Şubat 2001 tarihlerinde tertiplediği, ?DÜNDEN BUGÜNE OSMANLI ARAŞTIRMALARI SEMPOZYUMU?nda sunulmuştur. [Tespitler-Problemler-Teklifler] [http://www.isam.org.tr/index.cfm?fuseaction=objects2. detail_content&cid=137&cat_id=4&chid=18]
9-OSMANLI MATEMATİK LİTERATÜRÜ TARİHİ [2 cilt]
(= History of mathematical literature during the Ottoman period). Editör: Ekmeleddin İhsanoğlu [Hazırlayanlar: [Prof. Dr.] EKMELEDDİN İHSANOĞLU, – [Prof. Dr.] RAMAZAN ŞEŞEN – [Prof. Dr.] CEVAT İZGİ;Yayınevi: IRCICA, Yayın Yeri: İstanbul, Yayın Yılı: 1999, Dili: Türkçe; 2 cilt takım (CXII, 349, [3] s.; [2], 350-720, [10] s.). 25×17 cm.]
AÇIKLAMA: Kitabın ?Önsözü?nde Anadolu””daki ilk Türk devletlerinde ve Osmanlı Devletinde matematik sahasındaki gelişmeleri inceleyen bir açıklama bulunmaktadır.Daha sonra bu Devlet, Batı Asya ve Kuzey Afrika””daki bütün Arap ülkelerini de sınırları içine ilhak etmiştir.
Kitap iki bölümden oluşmaktadır: Birinci bölüm, tarih sırasına göre, en eskisinden en yenisine kadar, yazarları bilinen eserleri kapsamakta ve 491 yazar hakkında bilgiler vermektedir. İkinci bölümde ise, yazarları bilinmeyen eserlerden bahsedilmektedir. Kitabın içinde bulunan bütün matematik eserlerinin toplamı 1114””tür.
Kitapta, Türkiye ve Osmanlı devletinin diğer ülkelerindeki beş yüz yazar hakkında bilgi bulunmakta ve (bilindiği takdirde) yazarın kısa biyografisi, yazdığı matematik eser başlıklarının (Latin ve Arap harfleri ile) bir listesi, ayrıca yazma olan eserlerin bir listesi bulunmaktadır. Her eserin yazıldığı dil belirlenmiş, önemli eserlerin başından ve sonundan örnekler verilmiştir.
Kitapta, onsekizinci ve yirminci asırda basılan matematik eserlerine işaret edilmektedir. Veriler içinde, bu asırlar arasında Fransızca ve İngilizce basılan matematik kitapları, diferansiyel ve entegral hesabı, logaritma, varyasyon hesabı, analitik geometri ve linear cebir kitapları bulunmaktadır.
Eserin sonunda, kitapların, tebliğlerin ve yazma kütüphanelerine ait katalogların bibliyografyası, dokuz indeks ve en ilginç yazma sayfaların fotoğraflarıbulunmaktadır. [www.nadirkitap.com/osmanli-matematik-literaturu-tarihi-history-of-mathematical-literature-during-the-ottoman-period-editor-ekmeleddin-?]
10-OSMANLI””DA BİLİM ve TEKNOLOJİ [XVII-XVIII. YÜZYIL (1603-1789)]http://www.history.hacettepe.edu.tr/bilimtarihi/onyediveonsekizosmanlidabilim. htm]
11- PÎRÎ REÎS HARÎTASI, 1513, TÜRK TARİH KURUMU
PİRİ REİS haritası, Topkapı Sarayının, kadîm eserler müzesi haline getirildiği sıralarda, Millî Müzeler Müdürü Halil Ethem tarafından, 1929 senesinde bulunmuştur. Halil Ethem bu haritayı, o zamanlar İstanbul””da misafir bulunan Alman müsteşriklerinden Prof. Kahle ile birlikte tetkik etti ve Prof. Kahle bu tetkiklerin neticesini 1931 senesi Eylülünde Leyden””de toplanan XVIII?inci Müsteşrikler Kongresine bildirdi. Türk ve Alman âlimlerinin bu keşfi ilim âleminin nazarı dikkatini celbetti ve Prof. Kahle””nin maruzası İtalyan ve İspanyol dillerine tercüme olunup, tabı ve neşredildi. Viyana Üniversitesi Coğrafya Profesörü Oberhummer tarafından da 1931 senesi kânunuevvelinde, Viyana Akademisine bu keşfe dair izahat verildi.
Bazı Türk ve ecnebi gazeteler, ?Kristof Kolomb””un Haritası? başlığıyla, mevzubahsimiz olan haritadan, noksan ve hatalı bir surette bahse girişmiş olduklarından, Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, bu hataların tashihi maksadile Londra””da çıkan “The Illustrated London News” adlı resimli mecmuaya, bir makale ile haritadan ve Piri Reisin “Bahriye” adlı kitabındaki resimlerden fotoğrafiler çıkartıp gönderdi; bu makale ve resimler İngilizce mecmuanın 23 Temmuz 1932 tarihli nüshasında intişar etti.
Bu haritayı vücuda getiren Piri Reis, XV?inci asrın son çeyreğinde, Türklerin Akdeniz Amirallerinden bulunan meşhur Kemal Reisin kardeşinin oğludur. Tarih, Piri Beyin en son resmî vazifesi olarak, Kızıl Deniz ve Umman Denizi donanmalarının Amirallığını tesbit eder.
Piri Reis donanma kumandanlığı vazifesini ifa ettiği gibi, o zamanın denizcilik ilimlerile de meşgul olmuştur. Reisin denizcilik nazariyatındaki kudret ve maharetini, mevzubahsimiz harita ile “Bahriye” adlı kitabı açık göstermektedir. “Bahriye” Akdenizle o zamanlar Akdeniz kıyılarında bulunan şehir ve memleketleri tarif ve tersim ettiği gibi, denizciliğe, gemiciliğe dair de mühim malûmat verir.
Piri Reis, haritasını 1513 senesi Gelibolu şehrinde inşa ve tersim etmiştir. Bu tarihten dört sene sonra, yani 1517?de, Mısır Fatihi Sultan Selim-I?e, Mısırda bulunduğu sıralarda bizzat takdim eylemiştir.
PÎRÎ REİS HARİTASI VE İZAHNAME, 1513, TÜRK TARİH KURUMU
İçindekiler: Pîrî Reis harita ve izahnâme; 90 x 67 cm ebatlarında poster ve dört dilde (Türkçe, Ingilizce, Almanca ve Fransızca) izahnâme ile birliktedir. Baskı: 2. Baskı
Şurası bir hakîkattir ki, insanlık târihi boyunca, ilme en yüksek değeri ve en şerefli yeri, yalnız İslâmiyet vermiştir. Diğer hak veya bâtıl hemen bütün inançların, felsefî sistemlerin, rejimlerin ve dünyanın her tarafında ve her zamanda yaşamış olan insanların hiç tartışmasız kabul ettikleri nâdir hususlardan biri, ilme kıymet vermektir. Ancak bu, hepsinde şu veya bu bakımdan, şu veya bu derecede kalmış iken, yalnız İslâmiyette ilim gerçek yerine oturtulmuş, bütün cepheleriyle ele alınmıştır.
Bugüne kadar insanların elde ettiği hiçbir fen bilgisi, hiçbir ilmî buluş ve keşif, Kur?ân-ı kerîm?de ve hadîs-i şerîfte bildirilenlerin dışında olmamış ve aksini söylememiştir.
Halbuki insanlar elinde bozulmuş olan Tevrât ve İncîl?de yazılı olanlar, his ve akıl yoluyla elde edilen fen bilgileriyle çatışınca, hattâ fen bilgileri tarafından saçma ve uydurma oldukları ortaya konunca, Hıristiyan âlemindeki bilginler, bu kitapların yazılarını ve papazların sözlerini reddetmişlerdir. Böylece onlar insan eliyle değiştirilmiş bu kitaplara bakarak ilimde hâber-i sâdık kaynağını kabûl etmemişler, filozofların sözlerini ve kitaplarını bunların yerine geçirmek yolunu tutmuşlardır. Müslümân âlimlerin erdikleri, Kur?ân-ı kerîm gibi bir kitâba sâhib olma saâdetine onlar erememişlerdir.
Değerli Misâfirler!
Türk-İslâm devletlerinden Karahânlılar, Gazneliler, Tîmûr Oğulları, Bâbürlüler, Selçûklular ve Osmânlılar döneminde, askerî sâhada çok önemli zaferler elde edilmiş, çok büyük medeniyetler kurulmuş olduğu gibi, bilime ve teknolojiye de çok ciddî katkılar yapılmıştır.
[Tabîî ki kısa bir konferans çerçevesinde, onların hepsini ele alabilecek durumda değiliz; ama biz konferansımızın ilerleyen bu sâatinde, sona yaklaştığımız bir zamanda,birazcık bize yakın dönemlerden, Osmânlı döneminden bahsedebiliriz.]
Devlet Arşivleri Eski Genel Müdürü merhûm Prof. Dr. İsmet Miroğlu, bir makâlesinde, Osmânlı Devleti hakkında, yabancılardan bazı nakiller yapmaktadır:
F. Babinger şöyle der: ?Pâdişâhın imparatorluğunda, herkes kendi hâlinde bahtiyâr olabilirdi. Mutlak bir dînî hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sâhip olduğundan dolayı bir zorlukla karşılaşmazdı.?
F. Grenart fikirlerini şöyle ifâde eder: ?Fethedilen memleketlerdeki Osmânlı idâresinin, son derece liberal olduğunu kaydetmeden geçemeyiz. Türkler, bu memleketlerin ahâlîsini dillerinde, dînlerinde hattâ bazen iç düzenlerinin büyük bir kısmında tamâmen serbest bırakıyorlardı??
F. Downey kanâatini şöyle özetler: ?Birçok Hıristiyân, adâleti ağır ve karârsız olan Hıristiyân ülkelerindeki yurtlarını bırakarak Osmânlı ülkesine gelip sığınıyordu.?
Leopold von Ranke de şöyle der: ?XVI. asırda dünyâya hâkim olan dînlerden hangisinin siyâset bakımından en kuvvetlisi olduğu sorulduğunda, İslâm dînine üstünlük tanımakta tereddüt etmeyiz. Bu dîn, Türk fetihleri sâyesinde, XV. yüzyılda, o zamâna kadar temâsı olmayan yerlerde, Avrupa?nın göbeğinde etrâfa yayılmış bulunuyordu.?
Oskar Kolling?in şu görüşleri de kayda değer: ?Bu eski hakîkati, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu?nun çöktüğü 1918 yılında komşu milletler, bize yeniden hâtırlattılar. 16. asırdan 340 sene sonra hümanizm devrinde Macar hudûdunda, aynı hâdisât tekerrür etti. Fakat böyle bir mukâyese yapıldığı zaman, 16. asır Türk idârecilerinin, zavallı halkın hukûkunu korumak husûsundaki gayretleri önünde eğilmek arzûsunu duyarız.?
Yine aynı müellif şöyle der:
?Bu vesîkalardan anlaşılıyor ki, Türk yöneticileri en buhrânlı zamânlarda bile, düşmânlarına veya dostlarına karşı olan taahhütlerini bozmak hatâsına aslâ düşmek istememişlerdir. Avrupa?da sulh zamânında bile engizisyon mahkemeleri ve i?dâm sehpâları faâliyette bulunuyordu. Bilhâssa ücretli askerlerden teşekkül eden ordu toplanınca, halk, bütün malı ile beraber zulüm âleti hâline geldi. Bunlar, hiçbir vicdân azâbına düşmeksizin ırkdaşlarını soyar, ezer, öldürürlerdi. Kısacası Türk hükümdârları, gerçekten halkın hayâtı ile ilgilenmişlerdir. Naklettiğimiz vesîka sûretleri de şüpheye yer bırakmayacak şekilde bunu göstermektedir.?Batılıların, Osmânlıları medheden buna benzer pekçok sözleri vardır.
Kıymetli Dinleyiciler!
Ma?lûm olduğu üzere, Söğüt ve Domaniç yaylalarına 400 çadır hâlinde yerleşen bir aşîretten, beylik, hânlık, devlet, cihân imparatorluğu, hattâ hilâfet merkezi meydâna getirilmiştir.
Burada şunu belirtelim ki, devletler de insanlar gibi doğar, büyür, en olgun seviyesine ulaşır ve nihâyet târih sahnesinden çekilirler.
Osmânlı da böyle oldu; dörtyüz çadırdan ihtişâmlı bir cihân devleti doğdu, büyüdü, yirmi üç küsûr milyon kilometre karelik bir coğrafyayı vatan yaptı, medeniyetlerin en güzel ve en üstününü kurdu ve bu kemâl noktasından yavaş yavaş zevâl çizgisine doğru yürüyüp takrîben bir asır evvel târih sahnesinden çekildi.
Osmânlı Devleti ve sultânlarının da?vâları, kendi ta?bîrleri ile ?Nizâm-ı âlem? üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, millî, İslâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu.
Ma?lûm olduğu üzere, dünyâ târihinde, Peygamber Efendimizin ?Asr-ı Saâdet?i ve?Hulefâ-i Râşidîn? devirlerinden sonra, Hak ve adâlete riâyette en üstün seviyeye yükselen Müslümân-Türk Devleti olan ?Osmânlı Devleti?, XIV. [ondördüncü] asrın başından XX. [yirminci] asrın ilk çeyreğine kadar hüküm süren, şerefli ve en uzun ömürlü bir hânedânın kurduğu devlettir. Bu devleti sâdece Türkler, müslümânlar değil, pekçok gayr-i müslim dahî medhetmektedir.
Bilindiği gibi, Osmânlı Devleti, kavimler, dînler ve mezhepler arasında sağlam bir âhenk kurmuş, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezâda müsâade etmemekle, dünyâ târihinde milletler arası en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık teşkîl etmiştir.
İlk on Osmânlı pâdişâhı, târihçilerce, dâhîlerden sayılmaktadır.
Anadolu Selçukluları?ndan sonra İslâmiyete, müslümânlara ve insanlığa hizmet nöbeti, Kayı Boyu?na geçmiştir. Küçücük bir beylikten kısa zamanda cihân devleti durumuna gelen Kayı?nın azîz temsilcisiOsmânlı Türkü, İslâmiyet?in son dîn olduğuna îmân etmiş, ilme, san?ata ve bütün insanlığa asırlarca faydalı olmuştur.
Osmânlı Devleti millî, İslâmî ve insânî esâslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Bu düşünce, gerçekten Türk-İslâm târihinde en yüksek derecesini Osmânlı Devleti?nde bulmuş ve müstesnâ bir kudret kazanmıştı. Osmânlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuûr ve uyanış yanında, asıl kaynağını İslâm dîni ve onun cihâd rûhundan alıyordu.
Gerçekten de bir aşîretten cihângîr bir imparatorluğa giden yolda, Osmanlı hânedân mensuplarının kudret kaynakları incelenecek olursa, devletin temelleri ve şaşırtıcı yükselişi daha iyi anlaşılır. Nitekim,Fransız târihçisi Grengur da, ?Bu yeni İmparatorluğun teessüsü, beşer târihinin en büyük ve en hayrete değer vak?alarından biridir? demektedir.
Osmânlı Beyliği, daha kurulduğu andan i?tibâren askerî, adlî ve mâlî teşkîlâtla işe başladı. Bilhâssa askerî işlere fazla ehemmiyet verilerek muvaffakiyetin sebepleri hâzırlandı. Fakat bu zâhirî kudret, tamâmen ayrı dînde olan yabancı bir bölgede, ya?nî Balkanlarda yayılma ve yerleşme için kâfî değildi.
Ancak bu iş, daha çok ma?nevî ve rûhî sebeplerle, öylesine göz kamaştırıcı bir hızla ve şuûrlu bir biçimde oldu ki, bugün dahî, düşünenleri hayretler içerisinde bırakmakta ve 20. asırda dahî misli görülmemiş bu hareket, dün olduğu gibi, bugün de yerli-yabancı nesillerin hayrânlığını çekmektedir.
Burada, D?ohsson?un fikrini zikretmeden geçemiyeceğiz:
?….Kur?ân-ı kerîmi tanıyanların zihnine ve hâfızasına nakşedilmiş olan prensipler, onları yeryüzündeki insanların en hayırseveri, en insâniyetlisi hâline getirmiştir. Bütün bu fazîletlerine rağmen, Ecnebîlerin (Avrupalıların) onlara barbar demesi, yırtıcı bulması, savaşlarına göre hüküm vermesinden ileri gelir. Gerçekten müslümânlar canlarını esirgemeden savaşırlar, onlaraın düşmânları aynı zamanda dînlerinin de düşmânıdır. Bu şecâat, Türklere sâdece dînlerinden değil, aynı zamanda millî karakterlerinden de gelir. Ama bir milletin gerçek karakteri, savaş alanının silâh gürültüleri arasında ta?yîn edilemez. Türkleri gerçekten tanımak isteyenler, onların fazîletlerini değerlendirmeli, törelerin karakter ve fiillerindeki tesîrlerini muhâkeme etmeli, onları barış zamânındaki örf ve âdetleri içinde incelemelidir. Filhakika Türkler, savaşta ne kadar sert, ne kadar mağrûr ve yırtıcı iseler, barışta da o kadar sâkindirler. En büyük kahramânlıkları gösteren, gözlerini kırpmadan ateşe [ve ölüme] atılan bu insanlar, günlük hayâtlarına döndükleri zaman gerçek karakterlerini alırlar. O zaman onların beşerî duygularla dolu hayırsever kimseler olduğu anlaşılır??
Kıymetli Kardeşlerim!
Bilindiği üzere, Osmanlı Türkleri, 15, 16 ve 17. asırlarda, siyâsî sâhada olduğu gibi, medeniyet seviyesi, ictimâî, yani, sosyal nizâmı ve ahlâkî üstünlüğü ile, ayrıca bilim ve teknolojisi ile dünyâda en ileri seviyede bulunuyordu.
Dünyanın en mühim ticâret yolları, önemli ülkeler, şehirler ve denizler, Osmanlı hâkimiyeti altındaydı.
Hattâ iki sâatlik bir savaş sonunda, herhangi bir devleti bütünüyle idâreleri altına alabilecek bir güce sâhiplerdi. Karşılarında rakîb olabilecek bir kuvvet yoktu.
Ama buna rağmen kimseye zulmetmemiş, haksızlık yapmamış, insanların can, mal ve ırz emniyetlerine halel getirmemiştir.
Şunu net bir şekilde bir kere daha ifâde edelim ki, bütün İslâm devletleri,mensûbu oldukları İslâm dînine ve onun güzel ahlâkına, iyilik, çalışkanlık, adâlet? gibi emirlerine sarıldıkları müddetçe, çağlarının zirvesine çıkmış ve diğer milletlere örnek ve onlardan üstün olmuşlardır.
Azîz Dinleyiciler!
Zamânımızdaki yerli-yabancı birçok târihçi, düşünür ve ilim adamı, Osmânlılar hakkında şunları söylemektedirler:
?…Osmânlıların hoşgörüleri, ister siyâset, ister hâlis insâniyet netîcesiyle meydâna gelmiş olsun, onların, yeni zaman içinde milliyetlerini tesîs ederken dîni, hürriyet ilkesinin, siyâsetinin temel taşı olarak kabûl eden ilk millet olduğu, i?tirâz kabûl etmez bir durumdur. Hıristiyân dünyâsındaki ardı arkası kesilmeyen Yahûdî ta?zîbâtı ve engizisyona rağmen, muâvenet mes?ûliyeti lekesini taşıyan asırlar esnâsında, hıristiyân ve müslümânlar, Osmânlıların idâresi altında âhenk ve vifâk [uygunluk] içerisinde yaşıyorlardı…? (Gibbons).
Yirmibirinci asırda, yeni nesillere, mukaddes dînimiz İslâmiyet?i, şanlı târihimizi, yüksek kültür ve medeniyetimizi doğru bir şekilde, ilmî ve objektif usûllerle öğretmemiz şarttır. Aksi hâlde, günümüzdeki teknolojik gelişmeler sebebiyle yabancı kültürlere açılmış bir gençliğin, benliğini muhâfaza etmesi, ecdâdına saygı duyması çok zordur.
Kıymetli Misâfirler!
Şimdi sizlere, târihçilerin, Osmân Gâzî ve kurduğu devlet hakkındaki ortak fikirlerini de özetle takdîm edeceğim:
Türk ve İslâm târihinin en muhteşem devri Osmânlıların eseridir. Onlar, millî ve İslâmî mefkûrelerinin dâhiyâne terkîbi, siyâsî istikrâr ve sosyal adâletleri sâyesinde, üç kıt?anın ortasında ve Akdeniz havzasında, beşer târihinde nizâm-ı âlem dâvâsının en kudretli temsîlcileri olmuşlardır.
Osmânlı hânedânı, dünyâda hiçbir âileye nasîb olmayan büyük ve dâhî pâdişâhları bir biri ardından yetiştirmekle, bu devlete yalnız en büyük hayâtiyeti bahşetmedi; onu millî, İslâmî ve insânî ideâller çerçevesinde milletin kalbini kazanarak cihân hâkimiyeti düşüncesinin de en sağlam teşkîlâtı hâline getirdi.
İslâm dîninin, beşeriyeti saâdete, adâlete ve insanlığa eriştirmek için, i?lân ettiği yüksek esâslar ve dünyâ nizâmı mefkûresi, Eshâb-ı kirâmdan sonra en ileri derecesine Osmânlı devrinde ulaşmıştır.
Osmânlı Devletinin hâkimiyeti Avrupa?da Viyana?ya kadar olan yerlerde, Asya?da Kırım, Kafkasya, bütün Ortadoğu Ülkeleri, Afrika?da Kuzey Afrika, Hint ve Atlas Okyanusları ile Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz, Adriyatik, Ummân Denizlerinde sürdü. Kıymetli âlimler yetişip, muhteşem ilim ve san?at eserleri inşâ edildi.
Osmânlı sultanları, ilmi ve ilim adamlarını, memleketlere sâhip olmaktan üstün tuttular. Kemâl sâhibi ilim erbâbını dâima takdîr edip onlara rağbet gösterdiler. Pâdişâhlar, savaşta ve barışta, kânûnların düzenlenmesinde, dînin bildirdiği hükümlere sâdık kalmakla yükselip kuvvetlendiler. İşlerinde âlimlerle istişâre eylediler. Devlet nizâmlarının hâzırlanıp, düzenlenmesini ve teftîşini onlara havâle edip, idârî mes?ûliyetlere onları da dâhil ettiler. Bunun için Osmânlı Devletinde ulemâ sınıfı, hürmetli bir mevkıdeydi. Bu yüzden korkutmaya dayanmaktan çok, adâleti yerleştiren kânûnlar yapıldı.
Osmânlı Devleti, kavimler, dînler ve mezhebler arasında sağlam bir âhenk kurmuştu. Eski ve yeni devletlerden farklı olarak, dışta istîlâ tehditleri ve içeride çeşitli ırk, dîn, mezhep mensûbları ve grubların huzûrsuzluk endîşeleri bulunmuyordu. Osmânlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuûr ve uyanış yanında, asıl kaynağını İslâm dîni ve onun cihâd rûhundan alıyordu.
Osmânlı sultânları, fethettikleri yerleri medrese, zâviye, imâret, dârül-kurrâ ve türbelerle âdetâ kudsîleştirmişler, buralarda yetişen âlimlerle bütün dünyâya İslâmiyeti, insanlığı, ahlâkı, adâleti yaymışlar, asırlarca maddî ve mânevî güç ve emeklerini bu uğurda harcamışlardır.
Az önce de ifâde ettiğimiz gibi, insanlar nasıl doğup gelişiyor, büyüyor ve ölüyorlarsa, devletler de aynı kaderi paylaşmaktadırlar; yani onlar da doğar, büyür ve ölürler. Çeşitli coğrafyalarda, özellikle güzel Anadolu?muzda, muhtelif târihlerde, bilhâssa İslâm öncesi dönemlere baktığımızda, âdetâ sayılamıyacak kadar çok devletin ve medeniyetin kurulup yıkıldığını görüyoruz. O hâlde güzel ülkemize sahip çıkmalıyız ki, burası da öncekiler gibi başkalarının eline geçmesin ve târihe mal olmasın.
Değerli Dinleyiciler!
Türklerin ve müslümânların târihteki en büyük ve en uzun ömürlü devletine, bir asra yaklaşan bir zamândan beri, maalesef, sistemli bir şekilde ve haksız yere ağır ithâm ve iftirâlar yapılmaktadır.
Hâlbuki, Osmânlılar, çok yüksek kültür ve medeniyet kurmuşlardır.
Bilindiği üzere târih, arşive dayanır. Bu sâhadaki vesîkalar yeni yeni elden geçirilirken, yapılan asılsız ithâmların elbette kıymetlerinin olmadığı ortaya çıkacaktır. Yerli ve yabancı araştırmacılar, hâlâ bu cihân devletinin dehâsını anlamak ve istifâde etmek için gayret sarfetmektedirler. Bunun için, arşivlerimiz, yerlilerden çok, yabancı ilim adamları ile dolup taşmaktadır.
Osmânlı Devleti?nden önce de Türk devletleri vardı, sonra da bir Türk devleti vardır; Türk devletinin sürekliliği esâstır. Devletleri idâre eden hânedânlar, âileler değişmekte, fakat devletler devâm etmektedir.
Dost-düşmân herkesin kabûl ettiği bir husûstur ki, Osmânlı Devleti, İslâmiyet?in emrettiği şekilde, farklı dîn ve milletlere mensup çeşitli unsurlar arasında sağlam bir âhenk te?sîs etmiştir. Böylece geniş insan toplulukları nezdinde sosyal adâleti kurmakla dünyâ târihinde, kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık göstermiştir.
Endonezya?dan İspanya?ya, Kırım?dan Yemen?e kadar bütün müslümân milletlerin hâmîliğini yapan Osmânlılar, aynı zamânda, dâimâ mazlûmların yanlarında yer almışlar, fethettikleri yerlere, hizmetin en üstününü götürmüşlerdir. Büyüklüğü, bütün hasletleri ile üzerinde taşıyan Türk ordusunun fethettiği bir hıristiyân köyünde, aynı gün aç ve açıkta olan kimse kalmaz, kimi-kimsesi olmayan dul kadınlara o gün aş çıkar, giyecek ve barınak te?min edilirdi. Bu sebeple hıristiyân âlemi, atalarımız Osmânlı Türk?ünü, dâima kurtarıcı olarak karşılamışlardır.
Gerek ?Mukaddes İslâm? târihinde, gerekse şanlı ?Türk Milleti?nin târihinde, târihe altın harflerle yazılmış pekçok ?ZAFER? vardır. Bilindiği gibi ?ZAFER?: ?Savaşta kazanılan başarı; düşmanın bozguna uğratılması? demektir. Peşînen belirtelim ki, bu zaferlerdeki başarının sırrı, müslümânların ?ölürsem şehîd, kalırsam gâzî? düstûruyla hareket etmeleridir. Türk milletinin zaferleri, onların istikbâline çeşitli yönler vermiştir. Muhtelif târihlerde elde edilen her zaferin ayrı bir neticesi vardır.
Kıymetli Kardeşlerim!
Artık konferansımızın sonuna yaklaşmış bulunuyoruz:
Konuşmamızın sonunda özet olarak söyliyecek olursak, hiç şüphe yok ki, milletleri ayakta tutan,sâhip oldukları millî ve ma?nevî değerlerdir. Bu değerler, milletlerin birlik, beraberlik ve toplumsal dayanışma içerisinde yaşamalarını ve millî kimlikleriyle târih sahnesinde de yer almalarını sağlamaktadır. Milletler, söz konusu kıymetleri, değerleri, büyüklerini gelecek nesillere, kuşaklara aktardıkları nisbette (oranda) varlıklarını sürdürürler.
Tarih, bize millî ve ma?nevî değerlerine sahip çıkmayan ve başka milletleri körü körüne taklît edip millî şahsiyetlerini kaybedenlerin, dünyâ coğrafyasından silinip gittiklerini göstermektedir.
Bu yüzden, bir toplumu içten yıkmak isteyenler, onların inanç, ahlâk ve millî değerlerini yok etmeyi ilk hedef olarak seçmektedirler.
Bu i?tibârla, özellikle genç kuşakları, bu değerler çerçevesinde eğitmek ve yetiştirmek oldukça önemlidir. Çünkü esefle görüyoruz ki, gençlerin dînî, millî ve ahlâkî değerlerden uzaklaşmaları, örf ve âdetlerimize uymayan davranışları benimsemelerine, zararlı akım ve alışkanlıkların tuzaklarına düşmelerine yol açmaktadır.
Bizim millî kültürümüz, yüce dînimizle âdetâ bütünleşmiş ve yine mukaddes dînimizin güzel ahlâkî prensipleriyle yoğrulmuştur. Sevgi, saygı ve fedâkârlığın geliştirilmesinde, toplum hayâtımızın âhenkli ve sağlam bir şekilde devâm ettirilmesinde, gençlerimizin ve çocuklarımızın yetiştirilmesinde, ma?nevî değerlerimizin ve millî kültürümüzün katkısı çok büyüktür.
Bu bakımdan geleceğimizin te?mînâtı olan gençlerimizi, millî, ma?nevî ve kültürel değerlere uygun yetiştirmek, anne-baba, dede-nene, eğitimci, resmî, askerî ve sivil kuruluşlar, medya ve topyekûn toplum olarak hepimizin görevidir.
[20 KASIM 2009 CUMA, Sâat: 20.45 ? 22.15] – Armutlu Tatil Köyü
.
[İstanbul-Büyükçekmece Müftülüğünün “Kutlu Doğum Haftası” münasebetiyle 24.04.1999 Cumartesi günü saat 14.00”de “Fatih Sultan Mehmed İlköğretim Okulu Bedia Muvahhid Tiyatro Salonu”nda tertiplediği “İslamda Çalışma” konulu konferans.]
Prof.Dr.Ramazan Ayvallı
M.Ü.İlahiyat Fakültesi
Hadis Bilimdalı Öğr.Üyesi ve Bşk.
“Selam kelamdan öncedir” hadis-i şerifi mucibince evvela bir selam verelim.
“İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah”a da şükretmemiş olur” hadisi gereğince, bir kaç seneden beri Nisan ayında Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle konferanslar, paneller, sempozyumlar tertipleyen, Na”t-ı şerif, Şiir, Kompozisyon yarışmaları açan, özel dergi ve gazete sayıları neşreden Diyanet İşleri Başkanlığı ile Türkiye Diyanet Vakfı yetkililerine huzurunuzda teşekkürü bir borç biliyorum.
Yine bugün sizlerle beraber olmamıza vesile olan Büyükçekmece Müftüsü, kıymetli talebem sayın Abdülcelil Çakar bey kardeşimize de en kalbi şükranlarımı ifade ediyorum. Uzaktan-yakından teşrif eden siz değerli misafirlere de en halis teşekkürlerimi sunuyorum.
Bu teşekkür faslından sonra, bir mukaddime olmak üzere ifade edelim ki:
Peygamber efendimiz, 40 yaşında iken, Peygamberliği henüz kendisine bildirilmeden önce, Mekke-i mükerremede Nûr dağındaki Hırâ mağarasında tefekkür ve ibadetle meşgul olurken, Cebrâil aleyhisselam, Ramazan ayının 17. gecesi gelip, ilk ilâhi emri getirmişti. Bilindiği gibi, bu gelen ilk vahiy, Alak Sûresinin ilk beş âyet-i kerimesi idi.
Meâl-i âlîsi şöyledir:
“(Ey Habibim Muhammed!) Yaratıcı Rabbinin (Allahü tealanın) adı ile oku. O, insanı alaktan (yani pıhtılaşmış kandan) yarattı. Oku, senin Rabbin, en büyük kerem sahibidir. O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti (ya”ni öğretir).”
Cihânı aydınlatan İslâm güneşi böyle doğmuş, Kur”an-ı kerim, takriben 23 senede indirilmiş, Peygamber efendimizin tebliği ve İslama daveti, 13 senesi Mekke-i mükerremede, 10 senesi de Medine-i münevverede olmak üzere 23 sene sürmüştür.
İslâm dîni, Allahü teâlanın, Cebrâil ismindeki melek vasıtası ile Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mes”ud olmalarını sağlıyan usul ve kaidelerdir. İslam alimlerinin buyurdukları gibi, bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyetin içindedir. Eski dinlerin görünür-görünmez bütün iyilikleri İslamiyette toplanmıştır. Bütün seadetler, muvaffakıyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir.
İslamiyet, insanların rûhî ve maddî refahını en mükemmel şekilde te”min edecek prensipler getirmiştir. İnsan hak ve vazifelerini en geniş şekilde düzenlemiştir.
İslamiyet, ziraat, ticaret ve san”atı da kat”i olarak emreder. İlme, fenne, tekniğe, endüstriye, layık olduğu üzere ehemmiyet verir. İnsanların yardımlaşmalarını, birbirlerine hizmet etmelerini ehemmiyetle istemektedir. Kendi idaresi altında bulunan insanların, evladın, ailenin ve milletlerin haklarını ve idarelerini öğretmekte; dirilere, geçmişlere, geleceklere karşı bir takım hak ve mes”uliyetler yüklemektedir. Seadet-i dareyni ya”ni dünya ve ahiret seadetini kendinde toplamıştır.
İslamiyet, insanların ruhi ve maddi refahını en mükemmel şekilde te”min edecek prensipler getirmiştir. İnsan hak ve vazifelerini en geniş şekilde düzenlemiştir.
Bu girişten sonra şunu belirtelim: İlk emri, “Oku” diye başlayan İslam dininde ilme büyük ehemmiyet verilmiştir. İlim mevzuunda, ilmin temin edeceği yüksek dereceler hususunda, Kur”an-ı kerimde müteaddid ayet-i celileler ve Peygamber efendimizin birçok hadis-i şerifleri vardır. Bunlardan birkaçını zikretmeden evvel, bir hususu ıttılaınıza arzedip dikkatinizi çekmek istiyorum:
Kur”an-ı kerimde ençok geçen kelime, Allah lafz-ı celalidir. Bu kelime, değişik şekillerde 2697 defa geçmektedir. Kökü “alime” olan ilim kelimesinden müştak, türemiş olan kelimeler de, Kur”an-ı kerimde pekçok defa zikredilmiştir. Mu”cemlerden, fihristlerden yaptığımız bir araştırmaya göre, bu kelimelerin sayısı cem”an, toplam olarak 676 (altıyüz yetmişaltı) dır ki, Allah kelimesinden sonra, Kur”an-ı kerimde en sık geçen kelimelerden biri olduğunda şüphe yoktur.
İlim sıfatı, Allahü tealanın yüce sıfatlarındandır. Kullarına da cüz”i olarak vermiştir. Allah”ın ilmi şüphesiz ki küllidir. O, gaybı (gizliyi) da, açık olanı da bilir.
Şimdi konumuzla ilgili birkaç ayet-i kerime mealini misal olarak sunmak istiyoruz:
“De ki, bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak temiz akıl sahipleri (bunları) düşünürler.” (Zümer:9)
“?Allah, sizden iman etmiş olanlarla, kendilerine ilim verilmiş bulunanların derecelerini yükseltir?”(Mücadele: 11)
“Allah”tan kulları arasında (hakkıyla) ancak alimler korkar?” (Fatır: 28)
Peygamber efendimizin, bu konudaki pekçok hadis-i şerifinden de birkaç tanesini zikredelim:
“Beşikten mezara kadar ilim tahsil ediniz.”
“İlim talebetmek (erkek ve kadın) her müslümana bir farizadır.”
“Sadakanın en faziletlisi, müslüman kimsenin ilim öğrenmesi, sonra onu müslüman kardeşine öğretmesidir.”
“Ya alim veya öğrenici yahud dinleyici olarak veyahud da (bunlara) muhabbet besliyerek hal ve istikbalini te”min et. (Bu dört grubun dışında) beşinci olma, yoksa helak olursun.”
“Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediklerini de öğretir.”
Bir rivayette: “Bilmediği ilme onu varis kılar” buyurulmuştur.
“İstediğiniz kadar okuyun, bildiğinizle amel etmedikçe, Allah size mükafat vermez.”
Misal olmak üzere birkaç tanesini zikretmiş bulunduğumuz bu ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden başka, ilim mevzuunda, daha bir çok ayet ve hadis vardır, onlara da yeri geldikçe temas etmeye çalışacağız.
Şüphesiz ki, kamil bir iman, tam bir taat ve ibadet, Allahü tealaya ve Resul-i ekremine bi-hakkın itaat ve ittiba, iyiliği emretme ve kötülükten nehyetme, cihad, i”la-yı kelimetullah için yapılacak çalışmalar, İslamı en iyi şekilde tebliğ, Allah yoluna da”vet ve sair hizmetler, layıkı vechile, ancak ilim, irfan ve hikmetle yapılabilir.
Herkesçe bilindiği gibi, insanların diğer varlıklardan imtiyazlı ve üstün olmaları, kuvvetle, vücut iriliğiyle, çok yemekle, yiğitlikle değil, iman, ilim, ahlak ve takva iledir. “Şerefü”l-insani bil-ilmi vel-edeb, la bil-mali ve”n-neseb: İnsanın şerefi ilim ve edebledir. Mal ve neseble değildir” kelam-ı kibarı, konuyu ne güzel özetlemektedir. Yine“İlim rütbesi, rütbelerin en yükseğidir” hadis-i şerifi ilim rütbesinin durumunu ifade etmektedir.
İnsanın diğer varlıklardan daha mümtaz olmasının iman, ilim, ahlak ve takva ile olduğunu belirttik. Bununla ilgili üç ayet-i kerimenin mealini arzedelim. Allahü teala, Beyyine suresinin 6-8. ayetlerinde buyuruyor ki:
“Kitap ehlinden ve müşriklerden inkara sapanlar var ya, onlar elbette, içinde devamlı kalacakları Cehennemdedirler. İşte onlar, yaratılanların en kötüleridirler. İman edip iyi amellerde bulunanlar ise, işte onlar, yaratılanların en iyileridirler. Onların elbetteki Rableri yanında mükafatı, altlarından ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları Adn Cennetleri”dir. Allah onlardan râzı, onlar da Allah”tan râzıdırlar. İşte bu(mükâfât ve rıza mertebesi), Rabbinden korkanlara mahsustur.”
Küfür içerisinde olan, islama karşı çıkan insanlara bakılacak olursa, onların islamiyet konusunda çok sathi bilgiye sahip olduklarını hemen görmemiz mümkün olmaktadır.
İman ve İslam esaslarını bilip tatbik edecek, ibadet yapacak kadar ilim öğrenmek her müslüman için zaruridir, üzerine farz-ı ayındır. İlim öğrenmek için çalışmak gerekir. Zaten hadis-i şerifte de: “İlim, ancak teallüm iledir”buyurulmuştur. Mal ve mülk, herhangi bir kimsenin eline, çalışmadığı halde, mesela miras yoluyla geçebilir, ama ilim böyle değildir.
Bütün İslam tarihi boyunca, ilim öğrenmek için, İslam aleminin her tarafındaki meşhur ilim merkezlerine ve şöhretli alimlerin huzurlarına gitmek, önemli bir şart olarak görülmüştür. İlme başlıyan her kimse, zamanında okunması adet olan ilimleri okumuştur.
Şurası bir hakikattır ki, okuyan ve okumasından istifade edebilen insanlar, daima tekamül kaydederler. Okuma akli ve fikri gelişmeyi temin eder. Okuma-yazmanın ehemmiyetini ifade için, uzun söze lüzum görmeden, asr-ı seadetten vereceğim bir tek misalle iktifa edeceğim:
Bedir harbinde kafirlerden bir kısmı esir alındı. Esirlerin ne yapılacağı mevzuunda istişareler yapıldıktan sonra, her kafir, 10 müslüman çocuğa okuma-yazma öğretirse serbest bırakılacak diye karar verildi. O zaman, maddi yönden sıkıntı içerisinde bulunup paraya büyük ihtiyaçları olan Peygamber efendimiz ve müslümanlar, okuma-yazmayı paradan daha mühim addederek, esirlerden fidye (kurtuluş parası) alıp onları serbest bırakma yerine, yukarıda zikredilen yolu tercih etmişlerdir. Bu, okuma-yazmanın, ilim öğrenmenin ve bilgiyi arttırmanın ehemmiyetini bizlere ifade bakımından herhalde kafi bir misal olsa gerektir.
Burada şunu tebarüz ettirmek gerekir ki, okumak, ilim öğrenmek sadece mekteplerde olmaz. Herkesçe bilindiği gibi, mekteplerde talebeye sadece birer anahtar verilir. Bu anahtarı alan öğrenciler, içerisinde ilim hazinesi bulunan kapıları açtıkları takdirde, ilim öğrenebilirler. Aksi takdirde, sadece etiket elde edilmiş ve diploma hammallığı yapılmış olur. “İlim öğrenmek erkek ve kadın her müslümana farzdır” hadis-i şerifine burada tekrar dikkatlerinizi çekiyorum. Bu hadiste falan okulu bitirmek, filan diplomayı elde etmek farzdır denilmiyor, ilim öğrenmekten bahsediliyor. Binaen aleyh ilim sadece mektepte değil, dışarıda da öğrenilebilir. Zaten mektebi bitirdiği halde, ilim tasiline hususi olarak, şahsi çalışmalarıyla devam etmiyen insanlar, boş kalmıya mahkumdurlar. Kainatın efendisi olan Peygamberimiz:
“İki gününü birbirine müsavi tutan aldanmıştır” buyururlar. Biz, ilim yönünden de iki günümüzü birbirine eşit tutmayalım ki, zarar ve ziyandan, hüsran ve helaktan kurtulmuş olabilelim.
İslamı bütünüyle öğrenebilmek için bir an bile boş durmamamız, hergün birşeyler okumamız lazım. Büyük psikolog ve sosyolog, büyük mutasavvıf ve alim, Allah dostu İmam-ı Gazali hazretlerinin, yazdığı kitapların sahifesi ömrüne taksim edilmiş, her gününe 18 sayfa düşmüştür. Bizler kitap yazmayı bir tarafa bırakalım, eğer günde 18 sayfa değil, 3-5 sayfa bile kitap okuyamazsak, halimiz perişan demektir.
Yüce kitabımız Kur”an-ı kerimde, ilme değer verildiği kadar ilim ile amil olmaya da değer verilmiştir. Zira yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi İslam sadece nazariyyattan ibaret değildir. Onun ameli, pratik yönü de en az nazari yönü kadar önemlidir. İşte bunun içindir ki, Kur”an-ı kerim”de amelin lüzumu defalarca beyan buyurulmuştur. Nitekim amel hususunda 135 kadar ayet-i kerime vardır. Bunlardan 25”inde amel-i salih adı verilen her türlü iyi işden bahsedilmektedir.
Ayrıca Allahü teala, Kur”an-ı kerimde sadece amel-i salihden bahsetmekle kalmamış, aynı zamanda iyi ve kötü işlerin nelerden ibaret olduğunu beyan etmiştir. O halde insanın ilk vazifesi, Kur”an-ı kerimin talim ettiği esasları öğrenmek ve ona uygun olarak amel-i salihte bulunmaktır. Yüce kitabımız sadece namaz, oruç, hacc vb. ibadetleri ihtiva etseydi, 6666 ayet olmaz idi. Bu sebeble Kur”an-ı kerimi baştan sona kadar süslemiş bulunan amel-i salihin iyi anlaşılması ve yaşanması gerekir.
Cenab-ı Hak, Kur”an-ı keriminde kendisine (yani Allah”a) imandan sonra salih ameli zikrederek onun önemini açıkça belirtmiştir. Bu gerçeği vurgulayan birçok ayet-i kerimeden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
“Kim Allah”a ve ahiret gününe iman edip de iyi amel (ve harekette) bulunursa, artık onların üzerine hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir. “ (Maide (5), 69)
“Kim de erkek olsun kadın olsun (fakat) mü”min olarak iyi amel (ve hareket)- de bulunursa, işte onlar, içinde hesapsız rızıklara kavuşturulmak üzere, Cennete girerler.” (Mü”min (40), 40 )
“İman eden iyi amel (ve hareketler)lerde bulunan, namazı dosdoğru kılan, bir de zekatı veren kimselerin(evet) onların Rableri indinde mükafatları vardır.” (Bakara (2), 277)
“İnanan ve iyi işler yapanlar da halkın en hayırlılarıdır.” (Beyyine (98), 7)
“Asra yemin olsun ki, insan ziyan içindedir. Ancak inanıp iyi işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka (onlar ziyandan kurtulmuşlardır).” (Asr (103) 1-3)
Bu ayet-i kerimelerde görüldüğü üzere Cenab-ı Hakk, bizlerden önce iman etmemizi, daha sonra da bu imanımızın yalnız dilimizde ve kalbimizde kalmamasını bütün hissimiz, aklımız ve mevcudiyetimize nüfuz ederek, irademize sahip olmasını ve yaptığımız her işin kendi rızasına ve bizler için gönderdiği ahkama uygun olmasını, iman ve itikadımıza muvafık olmasını, emirleri yerine getirmemizi, nehiylerden de sakınmamızı emretmekte, böylece biz kullarına amel-i salihin ne olduğunu ve onları nasıl yapacağımızın yolunu da göstermiş olmaktadır. Bu konuda şu ayeti de zikretmeden geçemiyeceğiz:
“Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa iyi iş yapsın ve Rabbine yaptığı ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf (18), 10)
Bu ayette, Cenab-ı Hak, Rabbine kavuşma dileğinde bulunan kimsenin, sözde kalmayıp amel-i salihte bulunması zaruretine temas etmektedir. Müslüman olan herkesin arzusu durumundaki likaullah”a nail olma keyfiyyeti, ilim adamları için de amel ile mümkün olabilecektir. İşte onun için alimler de ilimleriyle amil olmak mecburiyetindedirler.
Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz hadis-i şeriflerinde bir yandan ilmin lüzumunu, alimin kıymet ve faziletini ortaya koyarken, diğer yandan da islam nazarında alimin vasıflarının neler olması icab ettiğini belirtmiş ve alimin ilmi ile amil olması gerektiğini açıkça ifade etmiştir. Zira O büyük Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sadece tebliğci olarak kalmamış, Yüce Allah”dan aldığı emirleri insanlara bildirirken bunların gereklerini de bizzat kendi hayatında tatbik etmiştir.
Mesela Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz, Allahü tealadan aldığı namaz emrini müslümanlara tebliğ etmekle kalmıyor, “Beni namaz kılarken gördüğünüz gibi (siz de) namazınızı kılınız” (Buhari, Ezan,18) buyurarak hem bizzat görevini yapıyor, hem müslümanlara örnek oluyordu. Bu, bütün dini mevzularda böyle olduğu gibi ilimle amel etmek mevzuunda da böyle olmuştur. Zira O, ulum-i islamiyyenin kaynaklarından olan Kur”an-ı kerimin bütün emirlerini hakkıyla yerine getirmiştir.
İşte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)”in yaşayışından kaynaklanan amel prensibinin ilim sahiplerinde de mutlaka bulunması gerekir. Buna dair pek çok hadis-i şerif mevcuttur. Bunlardan birkaç tanesini şöylece sıralamamız mümkündür:
“Ey müslümanlar, ilim öğrenin, ilim öğrenin, öğrendiğiniz zaman onunla (ilimle) amel edin.”(Darimi,Mukaddime, 24)
“Ey alimler topluluğu, ilimle amel edin, zira alim bildikleriyle amel eden ve ilmi ameline uyan kişidir.” (Darimi, Mukaddime, 34)
“İlimden istediğinizi öğrenin, fakat bildiklerinizle amel etmedikçe ilmin size hiçbir menfaatı olmayacaktır.”
“Dilediğiniz ilmi öğrenin. (Ancak) öğrendiklerinizle amel edinceye kadar Allah sizi mükafatlandırmaz.”
“Kişi ilmiyle amil oluncaya kadar alim olmaz.”
“Kur”an”la amel edin. Onun helalını helal, haramını da haram bilin, O”na uyun. O”ndan hiçbir şeyi inkar etmeyin.”
“Alim, az da olsa bildikleriyle amel eden kişidir.” Zaten bir hadis-i şerifte: “Allah”a en sevimli gelen amel, az da olsa devamlı olanıdır” buyurulmuştur.
Abdullah İbn-i Mes”ud hazretleri diyor ki:
Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir defasında “Ey Abdullah b. Mes”ud!” buyurdu. Ben, üç defa buyur ey Allah”ın Resulu dediğimde, şöyle buyurdular: “İnsanların en faziletlisi hangisidir? Bilir misin?”
Ben: “Allah ve Resulu daha iyi bilir” dedim.
(O zaman) buyurdular ki: “İnsanların en faziletlisi, dinlerini öğrendiklerinde (ilimleriyle amel edip) amelce en üstün olanlardır.”
Mukaddes dinimiz İslamiyet, ilmiyle amil olanların dünya ve ahirette yüksek derecelere nail olacaklarını, amellerinin karşılığı olarak bir çok mükafatlara kavuşacaklarını haber vermiştir. Kur”an-ı kerim ve hadislerde bunun birçok delilleri vardır. Kur”an-ı kerimde, Cenab-ı Hak, Ehl-i Kitabtan kendilerine gelen vahy-i ilahiyi tahrif etmeksizin, imana gelenlerin nail olacakları mükafatlardan bahisle buyurur ki:
“Kitap ehlinden öyleleri var ki, Allah”a inanırlar ve kendilerine indirilene, Allahtan korkarak inanırlar. Allahın ayetlerini birkaç paraya satmazlar. Onların mükafatları Rableri katındadır. Şüphesiz Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Al-i İmran, 199)
Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de birçok hadis-i şeriflerinde ilmi ile amel edenlerin dünyada ve ahirette nail olacakları büyük mükafatlardan bahsetmiş, hatta “İlmi ile amil olana müjdeler olsun”buyurmuştur.
“Her kim ilmi ile amel ederse, Allah ona bilmediği ilimleri de öğretir.”
“Dinde alim olanı Allah korur ve ummadığı yerden rızkını verir” hadis-i şeriflerinde görüldüğü üzere, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz, alim olmanın yolunun ilimle amel etmekten geçtiğini, ilmi ile amil olan gerçek ulemanın vehbi ilim adı verilen ilme de nail olacaklarını, rızıklarının ummadıkları yerlerden geleceğini bildirmişlerdir.
“Hayra delalet eden onu yapan (kişi) gibidir.”
“Her kim birisine bir ilim öğretir de o kişi de o ilimle amel ederse, onun sevabından eksiltilmeksizin aynı sevap öğretene de verilir.”
“Bir veya iki farzı öğrenip, onlarla amel eden, sonra da onları amel edecek birisine öğretene Allah rahmet eylesin.”
“Kişinin ilim öğrenip onunla amel etmesi ve sonra onu başkalarına öğretmesi sadakadandır ” mealindeki hadislere baktığımızda, Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)”in, bu hadis-i şeriflerinde de ilmi ile amil olmanın sevap yönünden faziletine işaret ettiğini görmekteyiz. Yine ilmi ile amil olanların sadaka ecrine nail olacakları belirtilmiştir. Bütün bunların da ötesinde, ilmi ile amil olanlara Allah”ın rahmeti tahsis edilmek suretiyle onlara en büyük paye verilmiş olmaktadır.
Merhum Taşköprü-zade (v.968/1560), alimin ilminin gerektirdiğinin dışında hareket etmesi halinde, cezasının cahilden fazla olacağını ifade etmektedir. Zira günah işleyen cahil, sadece o günahının cezasını alır. Fakat alim günah işleyince, günahının cezasını aldığı gibi, bu işi filan alim yapmıştır deyip ona uyanların da günahlarını alır. Onun için Hazret-i Ali (radıyallahü anh) buyuruyor ki: “İki kimse benim belimi bükmüştür. Birincisi, İslamiyetin emir ve yasaklarını, şart ve edeplerini yapmakla vazifeli olup, bunları bilmeyen cahillerdir. İkincisi de, İslamın namus perdesini yırtan alimlerdir. Bu ikinciler ilimleriyle amil olmayan, böyle hareket etmekle insanları kendilerinden nefret ettiren alimlerdir. Bu husus şu hadis-i şerifte ne güzel ifade edilmiştir:
“Bir işte cahile bir defa helak ve korku varsa, alime yetmiş defa vardır.” Görüldüğü gibi ilmi ile amil olmamak hakikaten büyük bir noksanlık ve günahtır. Nitekim Peygamber efendimiz muhtelif hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki:
“Kendisiyle amel edilmeyen her ilim, sahibi için bir vebaldir.”
“Kimin ilmi artar da hidayeti (güzel amelleri) artmazsa, o ancak Allah”tan uzaklaşmış olur.”
“Ümmetimin helaki, facir alimler ve cahil abidler yüzünden olacaktır.”
“Ben ümmetim hakkında, müşrik ve mü”minlerden endişe etmiyorum. Ancak münafık olan, inkar ettiğini yaptığı halde, bildiğini söyleyen dil alimlerinden endişe ediyorum.”
“İlim öğrenmiyene ve ilim öğrendikten sonra amel etmeyene yazıklar olsun.”
“İnsanlara hayrı öğretip kendini unutan, başkalarına ışık verip kendisini yakan kandil gibidir.”
“Kıyamet günü birisi getirilip ateşe atılır. Karnındaki bağırsakları dışarı fırlar. Bu durumda değirmen merkebi gibi dönmeye başlar. Cehennemdekiler etrafını çevirip sorarlar: Yahu bu halin ne böyle? Sen iyiliği emreder, kötülükten alıkoymaz mıydın? Evet öyle idim. İyiliği emrederdim, ama kendim yapmazdım, milleti münkerden alıkoyar, fakat kendim onu işlemekten çekinmezdim der. ” (Buhari, Bed”ü”l-Halk, 9; Müslim, Zühd, 7)
“Cennet halkından bir takım kimseler cehennemliklerden bazılarının yanlarına giderek, niçin cehenneme girdiniz? Vallahi biz ancak sizden öğrendiklerimiz sayesinde cennete girdik deyince onlar, biz söylerdik, fakat söylediğimizi yapmazdık diye cevab verirler.” (El-Heysemi)
“İlmi ile amel etmeyen alim öyle azaba duçar olur ki, azabının şiddetinden cehennem halkı (onun o felaketine üzüldükleri ve ona acıdıkları için) onu ziyaret ederler.”
“Kıyamet gününde insanların azab yönünden en şiddetlisi, Allah”ın, ilmiyle kendisini faydalandırmadığı alimdir.”
“Kişi kıyamet günü, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmi ile nasıl amel ettiğinden, malını nerede kazanıp nereye sarf ettiğinden, vucudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça hiçbir yere adım atamaz.”
“Kıyamet günü olduğu vakit, Allahü teala, kullarının hesaplarını görmek için tecelli eder. Kullarının bütünü diz üstü çökmüş, şaşkın ve perişan bir vaziyettedir. İlk hesaba çağırdığı, Kur”an-ı kerimi ezberleyen hafızlardır.Onlardan herbirine der ki:
-Resulüme indirdiğim kitabı sana öğretmedim mi?
-Evet öğrettin Ya Rabbi, der. Allahü teala:
-Öyle ise, bu öğrendiğin ile ne amel ettin? diye sorar. Hafız:
-Gece-gündüz senin rızan için okudum ve okuttum der.
Allahü teala buyurur ki;
-Belki bunları yaparken (benim rızamı değil, halkın teveccühünü arıyor ve) falancı ne okuyucudur? denmesini istiyordun ve hakikaten de öyle dediler, buyurur?”
“İsra gecesinde, dudakları ateşten makaslarla kesilen bir takım insanlar gördüm. Siz kimsiniz? diye sordum. Onlar: Biz, iyiliği emreder, kendimiz yapmazdık. Fenalıktan men eder halbuki kendimiz yapardıkdiye cevap verdiler.”
Ehl-i Sünnetin reisi, amelde mezheb imamımız İmam-ı A”zam (150/792) hazretleri buyuruyor ki: “İyi bil ki, uzuvların göze tabi olması gibi amel de ilme tabidir. Az amelle ilim, çok amelle birlikte olan cehaletten hayırlıdır. Bunun içindir ki, Allahü teala: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (-Zümer: 9) buyurmaktadır.
Büyük fıkıh alimlerinden Süfyan es-Sevri hazretleri şöyle buyuruyor: “İlim ameli davet eder. Eğer amel geldiyse ne güzel, gelmezse ilim de göçer gider.”
Dört hak mezhebten biri olan Şafii mezhebinin reisi, büyük alim İmam-ı Şafii (rahimehüllah) hazretleri de bu mevzuda buyuruyor ki: “İlim, öğrenilen değil, yaşanandır. Yaşanmayan, kendisi ile amel edilmeyen ilim geçersiz akçe gibidir.”
Şeyh Ebu Ishak eş-Şirazi hazretleri, ilmi kendisine fayda vermeyen ve kendisini ayıptan korumayan alimlerden daima Allah”a sığınarak şu beyti inşad etmiştir:
“Cenab-ı Hakkın helal kıldığı şeyleri öğrendiğinde ilimle amel et. Zira ilim amel içindir.”
Hukemadan birisi de ilim-amel münasebeti hakkında şunları söylemektedir: “İlmin artması amel iledir. Dünya hayatında ilimle amel birleşir, aralarında sevgi, birlik ve beraberlik olursa, artma ve çoğalma meydana gelir. Ebedi ve yok olmayan mülkü elde ettirir.”
Selef-i salihinden bu konuda birçok söz rivayet edilmiştir. Bunların hepsini burada nakletmeye vaktimiz müsait değildir. Bu sözlerle iktifa etmek istiyoruz.
Hepinizi en kalbi selam, muhabbet ve hürmetlerimle selamlıyarak sözlerime nihayet veriyorum.
***
Prof. Dr. Ramazan Ayvallı
M. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğr. Üyesi
Uzaktan-Yakından Teşrîf Eden Kıymetli Misâfirler!
Hemen sözlerimin başında, hepinize cândan bir ?Hoş geldiniz? dedikten sonra, böyle mübârek bir günde, böyle güzel, lüzûmlu ve faydalı bir toplantıyı düzenledikleri için, başta Saygıdeğer Genel Müdür Osman Çardak bey, Genel Müdür Yardımcısı Galip Bilecen bey olmak üzere, bu organizasyonda emeği geçen herkese, bu arada takdîmci kardeşimize kalpten teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum.
Çünkü bir hadîs-i şerîfte ?İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah?a da şükretmemiş olur? buyurulmaktadır. Bir de eskilerimiz, ?Ma?rifet iltifâta tâbi?dir; müşterîsiz metâ? zâyi?dir? demişlerdir. İyi işleri tebrîk, takdîr ve teşvîk etmek lâzım ki çoğalsın.
Değerli Dinleyiciler!
İ?lânlarda da görüldüğü gibi, bugünkü konferansımızın konusu: ?ZAMANIN KIYMETİNİ BİLMEK?tir.
Esâs konumuza girmeden önce, bugün niçin böyle bir konuyu, konferans konusu olarak seçtiğimizi, birmukaddime olmak üzere sizlere arzetmek istiyorum. Bunun birkaç sebebi var:
Birincisi:
a) Allahü teâlâ?nın bizlere önemli lutuflarından birisi zamân ni?metidir. Unutmayalım ki, zaman en büyük sermâyedir. Dünyâ ve âhiret saâdetini kazanmak, bu sınırlı zamânı iyi kullanmaya bağlıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz: ?Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz? buyurmuşlardır.
b) Yine: ?Ameller, sonlarına göre değerlendirilir? buyurmuştur.
c) Bir hukûk âbidesi olan ?Mecelle?de de: ?Hüküm sona göre verilir? denilmektedir.
d) Zamânın önemini belirtmek için Atalarımız ise: ?Vakit nakittir? demişlerdir. Her şeyi zamân sâyesinde kazanabiliriz. Ama geçen zamânı geri getirmeye, hiçbir kimsenin gücü yetmez.
İkincisi, konuyla ilgili 3 hadîs-i şerîf zikredebiliriz: a) Sevgili Peygamberimiz buyurmuştur ki: ?İki [büyük] ni?met vardır ki, insanların çoğu bunlarda hep aldanır: Bunlar: Sağlık ve boş vakittir.? [Tirmizî]
b) Yine bir hadîs-i şerîfte: ?İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır? buyurulmuştur.
c) Her insân, kendisine takdîr edilen ömrü, İlâhî irâde istikâmetinde geçirmekle mükelleftir. Onun için Sevgili Peygamberimiz: ?Akıllı kimse [Akıllı müslümân], kendisini hesâba çekip ölümden sonrası için hâzırlık yapan kişidir? buyurmuştur. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): “Yarın yaparım diyenler helâk oldular”buyurdu.
Şüphesiz ki, akıp giden zamân içerisinde, bize emânet edilen ömrümüzü tamâmlamaktayız. Ömür bize bir emânettir. Her birimizin hayât defterinden, bugün i?tibâriyle tâm 365?er sayfa daha eksildi; ölüme, kabre ve âhirete doğru biraz daha yaklaştık.
Üçüncüsü: Dün [31 Aralık 2009 Perşembe günü] bir mîlâdî yıl tamamlanmış, bugün ise [01 Ocak Cuma günü] yeni bir yıl [2010 yılı] girmiş bulunmaktadır.
[Bu vesîleyle ayrıca belirtelim ki, 17 Aralık 2009 Perşembe günü de, Hicrî-kamerî takvîme göre, 01 Muharrem 1431 idi; ya?nî o gün de yeni bir Hicrî-kamerî seneyi idrâkle şereflenmiştik.]
Kıymetli Misâfirler!
Konferansımızın ana konusunu teşkîl eden ?ZAMAN?: ?Değişmekte olan bir standart hâdiseyle kıyaslanarak ölçülen; başlangıç ve son kabul edilebilecek iki hâdise veya vakit arasında geçen müddet (süre)? şeklinde ta?rîf edilmektedir. Zamanın ölçülmesinde ekseriya bir sarkacın salınımı, dünyânın dönüşü veya bir elektromanyetik radyasyonun titreşimi gibi devrî (periyodik) bir hâdise esas alınır.
İnsanlar çok eski zamanlardan beri, güneşin ve ayın hareketlerinden, zamanı ölçmek maksadıyla faydalanmışlardır. Bir günden veya aydan daha uzun müddetlerin ölçülmesinde ise; hava durumunda, hayvanların davranışlarında ve bitkilerin görünüşlerinde bâriz değişikliklerin meydana geldiği mevsimler esas alınmıştır.
Zirâat ve hayvancılıkta, faaliyetler için zaman ölçüsü olarak mevsimler esas alınır. Daha uzun müddetleri, meselâ târihî bir hâdisenin zaman içinde yerini veya bir kimsenin yaşını ifâde etmek için ise bâzı hâdiseler başlangıç veya referans noktası olarak kullanılmıştır. Bunlar önemli kıtlık, bolluk, soğuk veya sıcak, salgın hastalık, harp veya bir hükümdarın idâreyi ele alması gibi önemli hâdiseler olmuştur.
Daha da uzun zaman parçalarını meselâ, târihî devirleri ifâde etmek için tesiri devam etmekte olan büyük bir değişikliğin başlangıcı, meselâ, Peygamberlerin gelişi ve dînin yayılışında önemli târihler esas alınmıştır. Bu şekilde takvîmler ortaya çıkmıştır.
?Zamânı; sene, ay, hafta, gün ve saat gibi sâbit bölümlere ayıran; dînî-millî gün ve bayramları gösteren cetveller? anlamında kullanılan ?TAKVÎM?in başlangıç târihi, insanlık târihi kadar eskidir.
İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâma Allah tarafından vahyedilen sahifelerde din ve dünyâya âit bilgiler mevcuttu. Zaman ve takvîm bilgileri ilk defâ bu sahifelerden öğrenilmiştir. Peygamber Efendimizin Mekke?den Medîne?ye hicretini başlangıç olarak alan Hicrî takvîmin ayları, Hazret-i Âdem tarafından bildirilen şekildeydi. [Âyet-i kerîme var: Tevbe Sûresinin 36. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyurulmaktadır:
?Doğrusu, Allah katında ayların sayısı, Allah”ın gökleri ve yeri yarattığı gündeki yazısına göre, on iki olup, bunlardan dördü harâm [hürmetli] aylardır. Bu da doğru olan dînin hükmüdür [İşte bu doğru hesaptır; Bu dosdoğru bir nizâmdır; Bu, işte en doğru dîndir; İşte doğru dîn budur]. Onun için [Öyleyse] o aylar içinde(Allah”ın koyduğu yasağı çiğneyerek) kendinize zulmetmeyin [Nefislerinize haksızlık yapmayınız; Kendinize yazık etmeyin]??]
Her ilim gibi takvîm ilmi de semâvîdir. Yâni Allahü teâlânın bildirmesiyle öğrenilmiş, daha sonra geliştirilmiştir. Mevsimleri, ayları, haftaları, günleri hesaplamak için güneş, ay ve yıldızlar gibi gökyüzü cisimlerinin hareketleri esas alınıyordu. Geceyle gündüzün birbirini tâkip etmesi ve ayın seyriyle sıhhatli şekilde zaman tâyini mümkün oluyordu.
Ağaçların yapraklanması, hayvanların bâzı âdetleri, yağmurlar ve kuraklıklar, nehirlerin periyodik taşmaları gibi düzenli tabiat hâdiseleri de tam sıhhatli olmasa da takvîm maksadıyla kullanılıyordu.
Takvîm kayıtlarının ilk olarak tespiti, ayın günlük devrelerinin müşâhedesiyle başlamıştır. Tam bir dolunay şeklinde görülen ayın, gün geçtikçe, incelerek hilâl şeklini alması, gözden kaybolması, sonra tekrar hilâl şeklinde doğması ve büyüyerek dolunay hâline gelmesi takvîmin esâsını teşkil etmiştir. Fakat zirâat işlerinde ve mevsimlerin tâyininde ayın hareketleri kat?î mâlumat verememekteydi. Çünkü ayın iki dolunayı arasındaki zaman 29,5 gündür. 12 ile çarpıldığında bir ay senesi 354 gün olur. Halbuki güneş senesi yaklaşık 365 gün 6 saattir. İkisi arasında 11 gün 6 saatlik bir fark vardır. Bu fark uzun seneler sonra birikerek artar ve neticede aylar tabiî mevsimlere uymaz. Bu mahzuru ortadan kaldırmak için güneşin hareketini esas alan takvîmler de yapılmaya başlandı. Bâzı milletler her iki takvîmi de berâber kullanmışlardır.
Takvîmin esâsı târih, yâni senedir. Târihler Hicrî, Rûmî, Mâlî, Efrencî vs. gibi isimler alırlar. Takvîm için mühim bir hâdise ?târih başı? olarak ele alınır. Her milletin ve cemiyetin kendisine esas kabul ettiği bir takvîmi olduğu gibi, birçok milletin müştereken kullandığı takvîmler de vardır.
Romalılar, Roma şehrinin kuruluşu olan M.Ö. 753 senesini, Eski Yunanlılar, ilk olimpiyat oyunlarının yapıldığı M.Ö. 776 senesini başlangıç olarak kabul etmişlerdir. Hıristiyanlıkta bu başlangıç Îsâ aleyhisselâmın doğumu zannedilen târihtir. Doğduğu yıla sıfır, ondan öncesine mîlâttan önce, sonrasına da mîlâttan sonra denmiştir. Hicrî takvîmin başlangıcı da Peygamberimizin Mekke?den Medîne?ye hicretidir.
Mısır?da M. Ö. 5.000 veya 3.000 yıllarında ilk takvîm denemeleri yapılmıştır. Mısırlılar gökyüzünün en parlak yıldızı olan Sirius?un iki doğuşu arasındaki 365 günlük süreyi 1 yıl kabul etmişlerdir. Ancak Sirius?un her dört yılda bir 365 gün yerine 366 günde doğduğu anlaşıldığından bu bir günlük fark, yılbaşının yavaş yavaş mevsimlere göre gerilemesine sebep olmuştur. Daha başka mahzurları da olmasına rağmen bu takvîm yüzyıllar boyunca birçok ülkede kullanılmıştır.
Babilliler ve Yunanlılar da, yılı 12 x 29,5= 354 gün kabul eden takvîmi kullanmışlardır. Ancak, takvîmlerini güneş yılına yaklaştırmak ve mevsimlerle olan uygunsuzluğu düzeltmek için, Babilliler her üç yılda araya 1 ay, Yunanlılar da her 8 yılda 3 ay ilâve etmişlerdir.
Bugün kullanılan Mîlâdî takvîme en yakın doğruluktaki takvîm eski Roma takvîmi olan Julien takvîmiydi. M. Ö. 45 senesinde Roma imparatoru Julius Caesar tarafından islâh edilen bu takvîmde, sene 365 gün 6 saatti. Her seneden artan 6 saatlik zamânın doğurduğu mahzur, 4 yılda bir, senenin gün sayısının 366 olmasıyla çözülmüştü. Bugün de Şubat ayına ekleniyordu. Ancak bu 365 gün 6 saatlik sene, 365 gün 5 saat 48 dakika ve 46 sâniye süren tropik seneye göre 11 dakika uzundu.
Papa XIII. Gregorius tarafından 1582?de mahzuru ortadan kaldırmak için 10 gün silindi. 4 Ekim 1582?nin ertesi günü 15 Ekim 1582 sayıldı. Yüzyılları gösteren senelerin 400?e bölünememesi hâlinde, bunlar artık yıl olmayacaklardı. Bu sebepten 1700, 1800, 1900 artık yıl olmadılar. 1600 ise artık yıl sayıldı. Bu takvîme deGregoryan Takvîmi denildi.
Fransa ve İtalya bu takvîmi 1582?de, Almanya 1700?de, İngiltere 1751?de, Bulgaristan 1917?de, Sovyetler Birliği 1918?de, Yunanistan 1923?te, Türkiye 1926?da kabul etti.
Rûmî takvîm:
Bu takvîm, güneş yılına göre düzenlenmiştir. Fakat şimdi kullanılan mîlâdî takvîmden 13 gün geri olduğu için 1917 yılında yapılan değişiklikle bu fark kaldırıldı. 1917 senesinin Şubat ayının16?sı, 1333 senesi Mart?ının 1?i sayıldı. Bu takvîmin târih başlangıcı Hicrî takvîmle aynı idi. Fakat ayın ve güneşin bir senesinin arasındaki fark sebebiyle sene sayısı iki sene geri olmuştu. Kısaca bu takvîmde Mîlâdî 584 senesi başlangıç kabul edilir. Yılbaşı 14 Mart?tır. Aylar Mîlâdî yıldaki gibidir. Güneşe göre hesaplanır. 1926?da Milâdî takvîmin kabûlüyle yürürlükten kaldırıldıysa da nüfus cüzdanlarında Rûmî doğum târihleri muhâfaza edildi. Çevirme cetvelleri yardımıyla Rûmî, Hicrî ve Milâdî seneler birbirine çevrilmektedir.
Hicrî-Kamerî takvîm:
Dünyâ yüzünde çok çeşitli takvîm kullanılmasının çeşitli mahzurları görüldüğünden, bütün dünya milletlerinin müştereken kullanacağı tek tip takvîm yapılması için bir asırdır çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmalar ?Değişmez Takvîm? ve ?Evrensel Takvîmi? adı altında yürütülmektedir. Ancak yeni tatbikatların daha büyük mahzurlar doğuracağı tabiî olduğundan bu çalışmaların hiçbiri kabul görmemiştir.
Osmanlı Devletinde Takvîm-i dâimî veya Ruznâme isminde takvîm tatbikatı vardı. Bu takvîm bir sene için değil, devamlı kullanılmak üzere iki metre uzunluğunda, gâyet ince deri üzerine yapılan ince hesap ve zarif tezhiplerle meydana getirilmişti. Hesaplar 100 sene için yapılır ve takvîmden 100 sene ahkâm çıkartılır, erbâbı müteakip asırlar için de kullanabilirdi.
Bu işle pekçok uğraşanlar olmuş, bunlar arasında iki buçuk asır önce yaşamış Süleyman Hikmetî isminde bir zat meşhur olmuştur. Bu takvîmlerde seneler, mevsimler, aylar, günler, güneş ve ay tutulmaları, sayılı günler, meteorolojik ve astrolojik hesaplar yer alırdı.
İslâm memleketlerinde takvîm hazırlanmasındaki esas maksat, namaz vakitlerinin sıhhatli şekilde Müslümanlara duyurulmasıydı. Bunun için ilm-i heyet, yâni astronomi ilmiyle uğraşan hey?etşinâsların defter şeklinde hazırladıkları, namaz vakitleri cetvelleri bulunan, takvîmler çıkartılmıştı.
Namaz vakitlerinin yanısıra bir sene içindeki sayılı günler, güneş ve ay tutulmaları, burçlar, iklim ve zirâat hâdiseleri de gösterilen bu takvîmler Hicrî Kamerî, Hicrî Şemsî, Rûmî ve Efrencî (Mîlâdî) senelere göre tertiplenmişti. Namaz vakitleri hesaplarını en sıhhatli şekilde yapabilen muvakkıtlar (vakit tâyin ediciler) tarafından tertiplenen bu takvîmler, Osmanlı Devletinin son devrine kadar kullanılmıştır. Hâlen eski kitap satan sahaflarda bunların çeşitli tiplerini bulmak mümkündür. Eyüb Câmii muvakkıtı Ahmed Ziyâ Beyin takvîmi bilhassa meşhur olmuş ve yaptığı namaz vakti hesapları, o zamanın Şer?ıyye Vekilliğince (Diyânet İşleri Başkanlığınca) tasdik edilmişti.
Bugün duvar, cep, masa vs. şeklinde bastırılıp satılan çeşitli takvîmler vardır. Birçok firma ve kuruluş reklâmlarını yapabilmek için kendi adına bastırdıkları takvîmlerini müşterilerine yeni yıl hediyesi olarak dağıtmaktadırlar.
Muhterem Misâfirler!
Ma?lûm olduğu üzere, İslâmiyette, güneş yılının ayları içinde sayılı herhangi bir mübârek gün yoktur. Meselâ, Martın (20.) Nevrûz denilen günü ve Mayısın (6.) Hıdrellez (Hıdırellez) günü ve Eylülün (20.) Mihricân günü, ba?zı ülkelerde mübârek sayılıyorsa da, müslümânlıkta bu günlerin diğer günlerden farklı bir değeri yoktur. Noel günü ve gecesi de böyledir.
Doğum günü ve mübârek geceler, hep hicrî yıl ile kutlanır. Bütün ibâdetlerde ve dînî faâliyetlerde kamerî aylar esâs alınır. Hac, oruç, kurbân ve bayram günleri, hep kamerî aylara göre tesbît edilir. Haccı, Allahü teâlânın bildirdiği Zilhicce ayında yapmayıp da, mîlâdî bir ayda, meselâ Ocak?ta yapmak; orucu, Ramazân ayında değil de, Şubât?ta tutmak; Cuma namazını Cuma günü değil de Pazar günü kılmak dîni değiştirmek olur.
İslâm dîninde, kâfirlerden her kavmin, her memleketin âdeti olarak yaptıkları ve kullandıkları şeylerden, harâm olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kullanmak günâh değildir; onların kullanılmasında herhangi bir mahzûr yoktur. Fakat İslâmiyet, müslümânların, îmânlarında ve ibâdetlerinde, müslümân olmayanları taklit etmelerini, onlara benzemelerini, onların dînlerinin ve ibâdetlerinin alâmeti olan şeyleri yapmalarını ve kullanmalarını yasak etmiştir.
Kezâ Hindûların bayram günlerine, Mecûsîlerin (ateşe tapanların) kutsal günlerine ve Hıristiyanların Noel gecelerine ve diğer paskalyalarına hürmet etmek ve o zamanlarda, onların âdetlerini, onlar gibi yapmak, bu günleri müslümân bayramı zannederek, onlar gibi birbirine hediye göndermek, eşyâlarını ve sofralarını, onların yaptığı gibi süslemek, o geceleri başka gecelerden ayırt etmek büyük günâh olmaktadır.
[Fakat ?Noel? ile ?Yılbaşı? farklı şeylerdir. Yeni yılı tebrîk etmekte, hayırlı olmasını temennî etmekte dînen mahzûr yoktur.]
Saygıdeğer Dinleyiciler!
Tabîî ki, günümüz şartlarında takrîbî 60-70 senelik bir insan ömrü içerisinde, 1 sene çok mühim bir zamân dilimidir. Çünkü bir ?Gün?: 24 sâat, 1.440 dakîka, 86.400 sâniye?dir. Bir mîlâdî yılın kaç sâat, kaç dakika, kaç sâniye ettiğini bulmak için, bu rakamları 365?le çarpmak lâzım. Ama şu kadarını söyliyelim ki bir yıl: 4 mevsim, 12 ay, 52 hafta, 365 gün, 8.760 sâat, 525.600 dakikadır.
Sözlüklerde, ?Vakit?, ?Zaman? yerine, ?zaman? da ?vakit? yerine kullanılmaktadır.
Büyük âlim ve velîlerden İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh): ?Vakitleri çok kıymetli ganîmet bilmelidir? buyurmuştur.
Onun oğlu, yine büyük âlim ve velî Muhammed Ma”sûm Fârûkî de: ?Vakit keskin bir kılıç gibidir. Kıymetli ve şerefli şeylere sarfetmek gerekir? buyurmuştur.
Kur?ân-ı kerîmde zamânın önemine şöyle dikkat çekilmiştir:
?Fecir vaktine ve on geceye andolsun? [Fecr, 1-2] [Bu sûrede daha başka şeylere de kasem (yemîn) edilmiştir],
?(Karanlığı ile etrâfı) bürüyüp örttüğü zamân geceye, açılıp ağardığı vakit gündüze andolsun? [Leyl, 1-2],
?Asra yemîn ederim ki insan zarardadır.? [Asr, 1-2]
Onun için geçmiş günlerimize yönelik bir muhâsebe ve murâkabe yaparak yeni yıla girmeliyiz. Hattâ İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh), ?bir müslümân, her akşam yatağına girince, o günün muhâsebesini yapmalıdır? buyuruyor. Bunu esnâf, her akşam dükkânlarında kasayı kapatırken yapmaktadırlar. Bizler de, kendimiz ve âilemiz adına, milletimiz, memleketimiz, müslümanlık ve insanlık uğruna ne gibi güzellikler, hayırlar, fedakârlıklar yaptığımıza bir bakmalıyız.
İnsan, yaratılışı îcâbı hayâtı sever, ömrünün uzamasını ister. [135 yaşındaki ninenin sözü] Ancak, uzun ömür, Hak yolunda tüketilmiş ise hayırlıdır.
Nitekim bir sahâbî, Sevgili Peygamberimize, ?Yâ Resûlallah! İnsanların hayırlısı [en iyisi] kimdir?? diye sordu. Peygamber Efendimiz şöyle cevap verdi: ?İnsanların hayırlısı [en iyisi], ömrü uzun olup ameli güzel olandır.?O sahâbî, ?Hangi insanlar şerlidir [daha kötüdür]?? diye sorunca da, Resûlullah Efendimiz, ?Ömrü uzun olup da, ameli kötü olan? [Tirmizî] buyurmuştur.
Allahü teâlâ, mükellef olan her insana düşünüp taşınacağı, öğüt alacağı ve hakkı kabûl edebileceği kadar bir ömür vermiştir. Bu husûsta Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
?Onlar Cehennem?de şöyle feryâd ederler: ?Ey yüce Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar! Dünyâya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan farklı, güzel ve makbûl işler yapalım!?
Allah onlara şöyle buyurur: ?Biz size, düşünüp ibret alacak, gerçeği görecek kimsenin düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size Peygamber de gelip uyardı. Öyleyse tadın azâbı! Zâlimlere hiç bir yardımcı yoktur!?” [Fâtır, 37]
Bunları belirttikten sonra ifâde edelim ki, biz, bir mîlâdî yılı tamâmlamakla, ömrümüzden ne kadar zamân geçtiğini bir kerre daha vurgulayacak olursak, tâm 8.760 sâat [ya?nî 525.600 dakîka] gitmiş olmaktadır ve bunların artık geri dönüşü de yoktur.
Böyle uzun bir senenin değil; yerine, zamanına ve şartlarına göre ayın, haftanın ve günün bile ehemmiyeti çok fazladır; hattâ sâatin, dakîkanın ve sâniyenin bile önemi ne kadar büyüktür?
Bana gelen bir mailde bu husûs şöyle ifâde edilmektedir:
?Bir senenin değerini anlamak için sınıfta kalmış bir öğrenciye sor.
Bir ayın değerini anlamak için, 8 aylık bir bebek dünyâya getiren anneye sor.
Bir haftanın değerini anlamak için, haftalık dergi çıkaran bir çilekeşe sor,
Bir sâatin değerini anlamak için, sevdiği kimseye kavuşmayı bekleyene sor.
Bir dakîkanın değerini anlamak için, treni kaçıran yolcuya sor.
Bir sâniyenin değerini anlamak için, bir kazâyı önleyemeyen sürücüye sor.
Bir sâniyenin yüzde birinin değerini anlamak için de olimpiyatlarda gümüş madalya kazanan koşucuya sor.?
Kıymetli Kardeşlerim!
?Yalnız azamet ve ikrâm sâhibi Rabbi?nin zâtı bâkî kalacak? [Rahmân, 27] meâlindeki âyet-i kerîmede de ifâde edildiği gibi, Allahü teâlâ?nın zâtı dışında bütün varlıklar fânîdir.
Yunus Emre?nin de dediği gibi:
?Bu dünyâya gelen kişi,
Âhir yine gitse gerek.
Müsâfirdir, vatanına,
Bir gün sefer etse gerek.?
Evet, bu dünyâda yolcuyuz. Günün birinde ebediyet âlemine göçeceğiz. Bu sebeple bir hadîs-i şerîfte: ?Dünyâda garip veya yolcu gibi ol; kendini kabir ehlinden say? buyurulmuştur.
Azîz Misâfirler!
Burada birkaç maddeyi de sizlere takdîm etmek istiyorum:
Yüce Allah, insanlara muhtâc oldukları her türlü ni?meti lutfetmiştir. Hava, su, akıl, vücut uzuvları, eşler, çocuklar, kâinâttaki her şey insanların hizmetine verilmiştir. Bu ni?metler sayılamıyacak kadar çoktur. [Bu konuda 2 âyet-i kerîme vardır.]
Bizler, yüzmilyonlarca, hattâ milyarlarca kişiden daha şanslıyız. Çünkü bir takvîm yaprağının arkasındaki şu cümlelerde de, bizlerin sâhip olduğu büyük avantajlar dile getirilmektedir:
?Eğer bu sabah sağ olarak uyanmış iseniz, dün ölen 330 bin insandan daha şanslısınız.
Eğer bu sabah hastalıklı değil de sağlıklı uyanmış iseniz, şu anda hasta olan 1 milyar insandan daha şanslısınız.
Bir harp tehlikesi ile, işkence görmek ihtimâli ile, sağ kalma korkusu ile ve büyük tehlike ile karşı karşıya değilseniz, 500 milyon insandan daha iyisiniz.
Kilerinizde veya buzdolabınızda yiyeceğiniz, üzerinizde elbiseniz ve başınızı sokup uyuyabileceğiniz bir eviniz varsa, dünyadaki 3 milyar insandan daha zenginsiniz.
Cebinizde veya emîn bir yerde paranız varsa, dünyânın en imtiyâzlı olan 1 milyar insanı arasındasınız.
Eğer birşeyler okuyabiliyorsanız, bu demektir ki, okuma-yazma bilmeyen 2 milyar insandan biri değilsiniz.
Anneniz-babanız sağ ise ve boşanmamışlarsa, eşiniz ve çocuklarınızla mes?ûd bir âile iseniz, siz bu dünyadaki nâdir insanlardan birisiniz.
O hâlde ne duruyorsunuz, hâlinize şükredin!?
Bunları belirttikten sonra, sizlere, yine madde madde, bazı hususları daha takdîm etmeye çalışayım:
a) Evvelâ, müslümân bir ana-babanın evlâdı olarak dünyaya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlaya şükür ve hamd etmek için, tek başına en büyük sebeptir.
b) Müslümânlığı seven, elinden geldiği kadar müslümânlık yolunda yürümeye gayret eden bir kimse olmakda ayrı bir tâlihdir.
c) Akıl ve iz?ân sâhibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilecek bir tahsîl ve anlayış seviyesinde bulunmak da Allahü teâlânın en büyük ni?metlerindendir.
d) Sıhhatte olmak, başkalarına muhtâç olmamak vesâire gibi onlarca, yüzlerce, hattâ binlerce ni?met, hep Allahü teâlânın lutuf ve ihsânıdır.
Çok cüz?î bir kısmını saydığımız bu ni?metlerden mahrûm olan on binlerce, yüzbinlerce, hattâ milyonlarca ve milyarlarca insanın bulunduğunu düşünürsek, Allahü teâlâya, bizlerin nasıl şükretmemiz lâzım geldiği kolayca anlaşılır.
Değerli Misâfirler!
Ele geçen mevkı, makam, akademik kariyer, mâlî imkân (para-pul, mal-mülk, servet ü sâmân) gibi bütün ni?metler insanlara, millete-memlekete, vatana, devlete, müslümanlara, İslâmiyete hizmette kullanılmalıdır. Bu durum, hem o ni?metlerin kendisine verilmesinin sebebi, hem de imtihânı kazanmasının şartlarından biridir. Kendisine verilen ni?metlerle başkalarına hizmet ederse, insanlara iyilik yaparsa, onların ihtiyaçları için harcarsa, hem elindeki o ni?metler kendisinde kalır, hem de ni?metleri arttırılır, ayrıca kendisine yeni ni?metler verilir.
Nitekim Peygamber Efendimiz, hadîs-i şeriflerinde buyurmuşlardır ki:
?Allahü teâlâ, bazılarına dünyâda çok ni?met vermiştir. Bunları, kullarına faydalı olmak için yaratmıştır. Bu ni?metleri, Allahü teâlânın kullarına ulaştırırlarsa, ni?metleri azalmaz; ulaştırmazlarsa, Allahü teâlâ da, ni?metlerini bunlardan alır, başkalarına verir.? [Taberânî] [Bu konuda bir âyet-i kerîme var.]
?Allahü teâlâ, bazılarını, halkın ihtiyaçlarını karşılamak, onlara yardımcı olmak için yaratmıştır. İhtiyaç sâhipleri bunlara başvurur. Bunlar için âhirette azâp korkusu olmaz.? [Taberânî]
?Duâsının kabûl, kederinin yok olmasını isteyen, darda kalanı ferâhlandırsın!? [İbn-i Ebi?d-dünyâ]
?Kim, arkadaşının ihtiyâcını görürse, Allah da onun ihtiyâcını karşılar.? [Taberânî]
?Bir müslümânın sıkıntısını giderene, Allahü teâlâ iki nûr verir. Bu iki nûrla Sırât?ta o kadar çok kimse aydınlanır ki, sayısını ancak Allah bilir.? [Taberânî]
?Müslümân kardeşini sevindirmek mağfirete sebep olur.? [Taberânî]
İNSANLARIN EN İYİLERİ
Hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki:
?İnsanların en iyisi, insanlara iyilik edendir.? [İmâm Ahmed]
?Arkadaşın iyisi arkadaşına, komşunun iyisi ise komşusuna iyilik edendir.? [Tirmizî]
?En iyiniz, kendisinden hep iyilik beklenen ve kötülük etmeyeceğinden emîn olunandır.? [Tirmizî]
[İmâm-ı Gazâlî?nin insanları 3?e taksîmi: Gıda – Devâ ? Dert]
LÂYIK OLANA DA, OLMAYANA DA İYİLİK EDİLEBİLİR
Peygamber Efendimizin, insanlara ne kadar güzel tavsiyeleri var:
?Lâyık olana da, olmayana da iyilik et. Eğer lâyık olana iyilik edersen ne iyi. Eğer o kimse iyiliğe lâyık değilse, sen, iyilik ehlinden olursun.? [İbnü?n-Neccâr]
Atalarımız da: ?İyiliği yap denize at, bilmezse balık, elbette takdîr eder Hâlık? demişlerdir.
?Her iyilik sadakadır.? [Tirmizî]
?Hayra vesîle olan, hayrı işlemiş gibidir. Allahü teâlâ, sıkıntıya düşene yardım edeni sever.? [İbnü?n-Neccâr]
?Amellerin en faziletlisi, bir mü?minin aybını örtmek, karnını doyurmak ve bir ihtiyâcını karşılamak sûretiyle onu sevindirmektir.? [Taberânî]
?Kalbler, kendine ihsân edene sevgi, kötülük edene de nefret duyacak şekilde yaratılmıştır.? [Ebû Nuaym]
Konuşmamıza, Sevgili Peygamberimizin iki hadîs-i şerîfleriyle devâm etmek istiyoruz: Bir hadîs-i şerîfte: ?İnsanların hayırlısı (en iyisi), insanlara faydalı olandır? buyurulmuştur.
Diğer bir hadîs-i şerîfte ise şöyle buyurulmaktadır: ?Bir kavmin (topluluğun) efendisi, onlara hizmet edendir.?
HİCRÎ YIL
Peygamberimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicretinin başlangıç kabul edildiği târih, sene, ?HİCRÎ YIL? diye adlandırılır. Bunda, ayın hareketi esâs tutulduğu için, “Hicrî-Kamerî Sene” veya “Sene-i Kamerîyye” de denir.
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm 53 yaşındayken, Allahü teâlânın izni ile Medîne”ye hicret etti. Rebîulevvel ayının birinci Perşembe günü öğleden sonra Ebû Bekr-i Sıddîk”ın evinden berâberce çıkarak Mekke”nin 5,5 km güneydoğu tarafında bulunan Sevr Dağındaki mağaraya geldiler. Mağarada 3 gece kalıp, Pazartesi gecesi ayrıldılar. Bir hafta yolculuk yapıp efrencî (mîlâdî) Eylül ayının 20. ve Rebîülevvel”in 8. Pazartesi günü, Medîne yakınındaki Kubâ köyüne vardılar. Gece ile gündüzün eşit olduğu, Eylülün 23. gününü de burada geçirip, Cumâ günü Medîne”ye girdiler. Kubâ köyüne ayak bastığı 20 Eylül günü, Müslümanların yılbaşısı, yâni hicrî sene başlangıcıdır. 20 Eylül gününü başlangıç kabûl eden güneş yılına “Hicrî Şemsî Yıl” denir.
O seneki Muharrem ayının birinci günü, yâni hicretten 66 gün evvel, Müslümanların hicrî-kamerî sene başlangıcı oldu. Bu da, târihçilere göre mîlâdın 622. yılındaydı. Temmuz ayının 16. Cumâ gününe rastladığı, Ahmed Ziyâ Beyin ?Kozmoğrafya? kitabında yazılıdır.
Araplar, İbrâhim aleyhisselâmdan beri Arabî ayları kullanmışlardır. İslâmiyetten önce, Fîl Vak”asını başlangıç kabûl etmişler ve seneleri buna göre saymaya başlamışlardı. Hicretle berâber başlangıç değişmiş ve her senedeki en mühim hâdisenin ismi ile anılmaya başlamıştı (izin yılı, emir yılı, zelzele yılı, vedâ yılı vs.).
Fakat bu şekildeki tatbîkât bâzı târih karıştırmalarına sebeb olduğu için, halîfe Hazret-i Ömer zamânında, hicretin on yedinci yılında alınan bir karârla, hicretin olduğu sene birinci sene olmak ve o senenin Muharrem ayı başlangıç kabûl edilmek sûretiyle bu târih tesbît edildi. İşte hicrî-kamerî târih bu târihtir. Osmanlı Devletince devâmlı kullanılan hicrî sene, Cumhûriyet döneminde bir kânunla kaldırılarak yerine Avrupalıların kullandığı mîlâdî sene kabûl edilmiştir.
Hicrî sene de mîlâdî ve rûmî târihler gibi, 12 ay esâsına dayanır ve Muharrem ayı ile başlar, Zilhicce ile sona erer. Ayların adları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîulevvel, Rebîülâhir, Cemâzil-evvel, Cemâzil-âhir, Receb, Şâbân, Ramazân, Şevvâl, Zil-kâde, Zil-hicce.
?ARABİ AYLAR?: Hicri takvîmlerde kullanılan aylardır. Uzunluk bakımından iki türlü sene vardır: Şemsî sene, Kamerî (Hicri) sene. Şemsî sene, güneş senesi olup, dünyanın güneş etrafında bir kerre döndüğü zamandır. 365, 242 gündür. Kamerî sene ise, Ay?ın Dünya etrafında 12 kere döndüğü zaman olup, 354, 367 gündür.
Güneş yılı Kamerî yıldan 10,875 gün daha uzundur. Bu farkdan dolayı Şemsî sene 32,5 olunca Kamerî sene 33,5 oluyor. Kamerî sene adedi 32,58/33,58 = 0,97023 ile çarpılınca, Şemsî sene olur. Bir arabi ay, hilalin görülmesi ile başlar ve ikinci görünmesine kadar devam eder. Önceden hesab ederek hangi gün görülebileceği anlaşılır ise de esas olan gözle görülmesidir. Hilal, yani yeni ay, doğduğu geceden önceki gecelerde hiç bir yerden görülemez. Ay, yer küresinin etrafında dönerken, her ay bir kerre, ay ile güneş, yer küresinin aynı tarafında olarak üçü bir doğrultuda bulunurlar. Bu hale ?içtima-i neyyireyn? denir. Bu halde iken, ayın bize karşı olan yüzü, güneşi görmediği için karanlık olur. Bu sebepten ay görünmez. Ayın görünmediği zamana da ?muhak? denir. İçtima zamanı, ilmi esasa göre hazırlanmış takvîmlerde her ay için yazılıdır. İçtimadan sonra, ay muhaktan kurtulup, güneş batarken, batı tarafından ufuk üzerinde hilal şeklinde görülür. Ay muhaktan kurtulduğu zamanda, hangi memlekette güneş batmakta ise, yalnız o tul (meridyen) derecesindeki memleketlerden görülebilir.
İslam dininde ibadetlerin, bu arabi aylara göre yapılması emredilmiştir. Bunun sebeplerinden biri, Ramazan ayıdır. Zira Ramazan ayı hicri kamerî aylardan olup, mîlâdî seneye göre her yıl, 10-11 gün evvel başlamaktadır. Böylelikle 33 senede tam bir devir yaparak senenin bütün günlerinde oruç tutulmuş olmaktadır. Mîlâdî seneye göre Ramazan ayı başlasa idi, kuzey yarımkürede yazın oruç tutulurken aynı anda güney yarımkürede yaşayanlar kışın oruç tutacaklar veya bunun aksi olacaktı.
Peygamber Efendimiz; ?Hilali görünce oruca başlayınız!? buyurdular. Hilalin doğması, görmekle değil hesapladır ve hesap, sahih olup, hilal hesabın bildirdiği gecede doğar. Fakat o gece görülmeyip bir gece sonra görülebilir. Oruca hilalin doğduğu gece değil, görüldüğü gece başlamak lazımdır. Hilal, doğduğu geceden önceki gecelerde hiç bir yerden görülemeyeceği için, Ramazan-ı şerif, hesapla bulunan günden önce başlayamaz. O gün veya bir gün sonra başlar.
Yurdumuzda, 1925 yılında kabul edilen Mîlâdî takvîmden önce kamerî takvîm kullanılırdı.
Hicrî sene; ayın dünyâ etrâfındaki dönüşü esâsına dayandığı için, mîlâdî yıldan 10,875 gün daha kısadır. Aylar da, bâzan 29 gün ve bâzan 30 gün çeker. Hicrî senenin kabûlünden beri asırlardır İslâm âleminde 1 Muharrem sene başı olarak kabûl edilmiştir.
Hıristiyanlığın aslında bulunmayan, fakat sonradan kabûl edilen yılbaşı günü, onlara âit özel bir gündür.Eskiden Müslümânlar 1 Muharremi sene başı kabûl eder, bu günde birbirlerini ziyâret eder, tebrîkte bulunurlar, hediyeler verirlerdi. O gün Müslümânlar için âdetâ bayram sayılırdı. Ziyâretlerde ve gönderilen tebrîklerde yeni yılın, birbirlerine ve bütün insanlara hayırlı olması için duâ ederler, büyükleri, âlimleri evinde ziyâret ederlerdi. Temiz giyinmek, fakîrlere sadaka vermek de dikkat edilen husûslardandı.
Azîz Misâfirler!
İslâm târihinde Peygamber Efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın Mekke”den Medîne”ye göçü, ?HİCRET? diye isimlendirilir. Hicret, lüğatte göç etmek, bir memleketten başka bir memlekete gitmek mânâsınadır. Hemen hemen bütün Peygamberler, dînin emirlerini yerine getirmek ve yaymak için hicret etmişlerdir. Bunlardan Lût, Mûsâ, İbrâhim ve Îsâ aleyhimüsselâmın hicretleri meşhurdur.Eshâb-ı kirâm da Medîne”ye hicretten önce, iki defâ Habeşistan”a hicret etmişlerdir. Ayrıca ?Eshâb-ı Kehf?in de Allah yolunda yaptıkları hicret Kur”ân-ı kerîmde bildirilmektedir.
Hicrî târihin başlangıcı olan hicret, hem İslâm târihinin hem de cihân târihinin en mühim hâdisesidir.
Kıyâmete kadar nesh edilmeden (değiştirilmeden) bâki kalacak tek ve en son din olan İslâmiyet, hicret hâdisesi ile “devlet” olmaya doğru ilk adımlarını atmıştır. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ve ilk Müslümanlar; doğdukları topraklar olan Mekke”de kendilerine ve dinlerine tanınmayan hayat hakkını, hicret ederek Medîne”de bulmuşlar, burada çoğalıp, güçlenip kuvvetlenerek Mekke”yi ve Arabistan Yarımadasındaki birçok beldeleri fethetmişler, ilk İslâm Devletini kurmuşlardır.
Bundan sonradır ki, önünde durulmaz İslâm orduları, asırlar boyu dünyânın dört bir tarafına bir îmân seli gibi akmışlar, İslâmiyetin nûrunu yeryüzüne yaymışlardır. Böylece İslâm medeniyeti bâtıl dinlerin, zulmün, hakâretin ve ilimde, teknikte geri kalmışlığın pençesinde inleyen insanlığı emniyete, adâlete, râhata, huzûra, dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşturmuştur.
Hicret”ten evvel Peygamberimiz İslâmiyeti, önce yakın akrabâlarına anlatıyordu. Müslüman olanların sayısı çok azdı. Müslüman olanlar da Mekkeli putperest müşriklerden çok işkence ve eziyet görüyorlardı. Peygamberimize İslâmiyeti açıkça anlatmasını emreden; “Emr olunduğun şeyi apaçık bildir. Müşriklerden yüz çevir” (Hicr sûresi: 94) meâlindeki âyet-i kerîme gelince, açıkça İslâmiyete dâvet başladı. Bunun üzerine müşriklerin düşmanlıkları daha da arttı. Eziyet ve işkencenin sonu gelmiyor, gün geçtikçe daha da şiddetleniyordu. Mekke, Müslümanlar için yaşanmaz bir şehir hâline gelmişti. 615 yılında Peygamberimizin müsâdesiyle Müslümanlardan 10 erkek ve 5 kadın, bundan bir yıl sonra da Ebû Tâlib”in oğlu Ca”fer-i Tayyâr başkanlığında 82 erkek ve 10 kadın daha Habeşistan”a hicret ettiler. Orada râhat ve huzûra kavuştular.
İslâmiyetin günden güne yayılması üzerine şaşkına dönen müşrikler, bu sefer de Müslümanları Ebû Tâlib Mahallesinde kuşatma altına aldılar. Giriş-çıkışı yasakladılar. Yiyecek, giyecek ve hiç bir ihtiyâç maddesi sokmadılar. Üç sene büyük sıkıntılara mâruz bıraktılar.
Mekkeli müşriklerin her gün artan düşmanlık ve zulümlerine rağmen Müslümanların sayısı gittikçe artıyordu. Peygamberimiz hak dîni, insanlara duyurmaya ve öğretmeye sabır ve yumuşaklıkla devâm ediyor, karşılaştığı herkesi, Allahü teâlâya îmân etmelerini, kendinin Allah”ın resûlü olduğunu, putlara tapmaktan vazgeçilmesini anlatıyordu.
620 senesi hac mevsiminde Medîne”den gelenlerden 6 kişi Müslüman oldular. Bir sene sonra 12 kişi olarak geldiler ve Akabe denilen yerde Peygamberimize bîat ettiler. 622 yılı hac mevsiminde de 73”ü erkek 2”si kadın 75 kişi Akabe Bîatını yaptılar. Peygamber Efendimizin uğrunda canlarını seve seve fedâ edeceklerine söz verdiler ve Medîne”ye döndüler. Peygamber Efendimizi de Medîne”ye dâvet ettiler.
Bundan sonra İslâmiyet, Medîne”de süratle yayıldı. İkinci Akabe Bîatını duyan Mekkeli müşriklerin tutumları, çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hâl aldı. Müslümanlar için Mekke”de kalmak tahammül edilemeyecek derecede idi. Peygamber Efendimize durumlarını arz ederek, hicret için müsâde istediler. Bir gün sevgili Peygamberimiz, sevinçli bir hâlde Eshâb-ı kirâmın radıyallahü anhüm yanına gelip; “Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Yesrib (Medîne)dir. Oraya hicret ediniz.” ve “Orada Müslüman kardeşlerinizle birleşin. Allahü teâlâ onları size kardeş yaptı. Yesrib”i (Medîne”yi) size emniyet ve huzûr bulacağınız bir yurt kıldı” buyurdu. Resûlullah Efendimizin izni ile tavsiyesi üzerine, Müslümanlar, Medîne”ye birbiri ardınca bölük bölük hicret etmeye başladılar.
Resûlullah Efendimiz, hicret edenlere son derece ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkı tenbih ediyordu. Müslümanlar, müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük gruplar hâlinde yola çıkıyor, mümkün olduğu kadar gizli hareket ediyorlardı. Medîne”ye ilk hicrette bulunan, müşriklerden çok eziyet görmüş olan Ebû Seleme”dir. Neden sonra işin farkına varan müşrikler, hicret etmek üzere yola çıkan Müslümanlardan görebildiklerini yoldan çevirmeye, kadınları kocalarından ayırmaya, gücü yettiklerini hapsetmeye ve çeşitli cefâlar yapmaya başladılar. Onları dinlerinden döndürmek için her türlü eziyeti yaptılar. Fakat bir iç harbin patlak vermesinden korktukları için öldürmeye cesâret edemediler. Ancak Müslümanlar da her fırsattan istifâde ederek Medîne”ye hicrete devâm ettiler.
Bu arada Hazret-i Ömer bir gün kılıcını kuşandı, yanına oklarını ve mızrağını alıp Kâbe”yi açıkca tavâf etti. Orada bulunan müşriklere yüksek sesle şunları söyledi: “İşte ben de dînimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa önüme çıksın.”
Böylece Hazret-i Ömer ve yanında yirmi kadar Müslüman güpegündüz açıktan Medîne”ye doğru yola çıktılar. Onun korkusundan bu kâfileye hiç kimse dokunamadı. Daha sonra Eshâb-ı kirâmdan diğerleri de hicrete devâm ettiler. Bu arada Hazret-i Ebû Bekr de hicret için izin istedi. Resûlullah Efendimiz; “Sabreyle. Ümidim odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Berâber hicret ederiz.” buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr; “Anam babam sana fedâ olsun. Böyle ihtimâl var mıdır?” diye sordu. Resûlullah da; “Evet vardır.” buyurunca sevindi. Sekiz yüz dirhem vererek hemen iki deve satın aldı. Beklemeye başladı. Nihâyet Mekke”de Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ebû Bekr, Hazret-i Ali, fakirler, hastalar, ihtiyarlar ve müşriklerin hapsettiği kimseler kaldı.
Diğer taraftan Medîneliler (Ensâr), hicret eden Mekkelileri (Muhâcirleri) çok iyi karşılayıp, misâfir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi. Resûlullah”ın da hicret edip, Müslümanların başına geçeceği ihtimâliyle Mekkeli müşrikler telâşa kapıldılar.
Mühim işleri görüşmek için biraraya geldikleri Dârünnedve”de toplandılar, ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Bu toplantıya şeytan da “Şeyh-i Necdî” yâni Necdli bir ihtiyâr kılığında, düzgün kıyâfetli olarak katılmıştı. Çeşitli teklifler öne sürüldü. Hiç biri beğenilmedi. Kendisine söz verilen Şeyh-i Necdî kılığındaki şeytan onlara; “Sizin düşündüklerinizin hiçbiri O”na karşı çâre değildir. Çünkü O”nun öyle güler yüzü tatlı dili vardır ki; her tedbiri bozar. Başka çâre düşününüz” diyerek fikrini söyledi. Kureyş”in reisi ve en azılı İslâm düşmanı olan Ebû Cehil; “En doğru fikir şudur ki, her kabîleden bir kuvvetli kimse seçelim. Herbiri ellerinde kılıçları ile Muhammed”in (sallallahü aleyhi ve sellem) üzerine saldırsın. Kılıç vurup kanını döksünler. Böylece kimin öldürdüğü belli olmaz. Zarûrî olarak diyete râzı olurlar. Biz de O”nun diyetini verir, bu sıkıntıdan kurtuluruz.” dedi. Şeyh-i Necdî de bu fikri beğendi ve harâretle tasdîk etti.
Onlar bunun hazırlığı içindeyken, Allahü teâlâ, Peygamber Efendimize hicret emrini verdi. Cebrâil aleyhisselâm gelerek müşriklerin kararını ve o gece yatağında yatmamasını bildirdi. Peygamber Efendimiz Hazret-i Ali”ye kendi yatağında yatmasını ve bıraktığı emânetleri sâhiplerine vermesini söyledi. Geceleyin Yâsîn sûresinin ilk sekiz âyetini okuyarak, kendisini öldürmek için evini sarmış kâfirlerin üzerine bir avuç toprak saçtı ve evinden çıktı. Müşriklerden hiç kimse onu göremedi. Peygamber Efendimizin saçtığı topraktan kime isâbet ettiyse Bedr Savaşında öldürüldü.
Safer ayının yirmi yedinci Perşembe günü, Peygamber Efendimiz ve Hazret-i Ebû Bekr yanlarına bir miktar yiyecek alarak, bir kılavuz ile birlikte yola çıktılar. Bir saatlik mesâfedeki Sevr Dağında bulunan mağaranın önüne geldiler. Mağara”ya Resûlullah”tan izin alarak önce Hazret-i Ebû Bekr girdi, içeriyi dikkatlice gözden geçirdi. Gördüğü çok sayıdaki delikleri, yılan ve akrep çıkmaması için gömleğini parçalayarak kapattı. Açık kalan bir deliği de ayağıyla kapayıp, Peygamber Efendimizi içeri dâvet etti. Resûlullah”ın içeri girmesini müteakip Allahü teâlânın emriyle bir örümcek kapıya ağını ördü ve bir çift güvercin yuva yaparak yumurtladı.
Eve girip de Peygamber Efendimizi yatağında bulamayan müşrikler, her tarafı aramaya başladılar. İz tâkib ederek mağaranın önüne geldiklerinde, bir örümceğin mağaranın ağzını örmüş ve bir güvercinin de yuva yapmış olduğunu gördüler. İçeriye bakmadan geri döndüler. Allahü teâlâ, bu mûcize ile Peygamberini ve O”nun arkadaşını müşriklerin kötülüklerinden korudu. Ayaklarının ucuna baksalardı her ikisini de göreceklerdi. Bu durum karşısında, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem için endişelenen Hazret-i Ebû Bekr”i Peygamberimiz teselli ediyor ve ona; “Üzülme, Allahü teâlâ bizimle berâberdir” diyordu.
Mağarada Peygamber Efendimiz başını Hazret-i Ebû Bekr”in dizine koyarak bir miktar uyumuştu ki, bir yılan Hazret-i Ebû Bekr”in ayağını ısırdı. Izdırapla gözlerinden yaş aktı. Peygamberimiz uykudan uyanıp; “Yâ Ebâ Bekr! Seni ağlatan şey nedir?” diye sorunca, Hazret-i Ebû Bekr de; “Ayağımı bir şey ısırdı, canım yandı. Fakat anam, babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah!” dedi. Hemen Peygamberimiz yılanın soktuğu yere mübârek tükrüğünü sürdü ve Allahü teâlânın izniyle iyileşti. Peygamberimiz ve Hazret-i Ebû Bekr üç gün üç gece bu mağarada kaldı. Hazret-i Ebû Bekr”in oğlu Abdullah, Mekke”de duyduklarını, geceleyin mağaraya gelip, haber veriyor, Ebû Bekr”in âzâdlı kölesi ve sürülerinin çobanı Âmir ise geceleri süt getiriyor ve izleri kayb ediyordu.
Dört gece mağarada kalıp, Rebiülevvelin birinci Pazartesi günü mağaradan ayrılarak Medîne”ye doğru yola çıkan Resûlullah”ı ve Hazret-i Ebû Bekr”i her yerde aramalarına rağmen bulamayan müşrikler âdetâ çılgına dönmüşlerdi. En azılıları olan Ebû Cehil, Mekke civârında tellallar bağırtarak Muhammed aleyhisselâmı ve Hazret-i Ebû Bekr”i bulup getirenlere ve yerlerini bildireceklere 100 deve vâdediyordu. Onun bu vâdini duyan ve mala tamah eden bâzı kimseler silâhlarını alıp atlarına atlayıp yola düştüler. Bunlardan biri de Sürâka idi. Peygamber Efendimize yaklaşınca atının ayakları dizlerine kadar kuma gömüldü. Sürâka şaşkına dönüp af diledi ve kurtulması için duâ istedi. Resûlullah”ın duâsı ile kurtuldu ve Peygamber Efendimizin emri ile geri döndü. Sürâka, Mekke”nin fethinden sonra Müslüman olmuştur.
Peygamber Efendimiz ve Hazret-i Ebû Bekr yollarına devâm ederek mîlâdın 622. senesi Eylülün yirminci ve Rebiülevvelin sekizinci Pazartesi günü Medîne yakınlarındaki Kubâ köyüne vardılar. Bugün Müslümanların hicrî güneş yılının başlangıcı oldu. Bu senenin Mayıs ayının 16. Cumâ gününe tesâdüf eden Muharrem ayının birinci günü de Müslümanların hicrî kamerî yılının başlangıcı olması Hazret-i Ömer”in hilâfeti zamânında söz birliği ile kabul edildi. Birkaç gün burada kalan Peygamberimiz ilk iş olarak Kubâ Mescidini yaptı. Rebiülevvelin 12. Cumâ günü Medîne şehrine doğru yola çıktı. Rânûna Vâdisinden geçerken, öğle vakti olmuştu. Burada ilk Cumâ namazını kıldı ve ilk hutbeyi okudu. Namazdan sora her ikisi ve yanındakiler develerine bindi ve Medîne”nin yolunu tuttular. Medîne halkı, Peygamberimizin mübârek yüzünü görebilme heyecanıyla, yolları kaplamış ve bayram sevinci yaşıyordu. Enes bin Mâlik, Peygamberimizin Medîne”ye girdiği günden daha güzel ve neşeli bir gün görmediğini ifâde eder. Kadınlar ve çocuklar hep bir ağızdan:
Seniyyet-ül-Vedâ”dan, Bedr doğdu üstümüze,
Hakka dâvet ettikçe, şükr vâcib oldu bize
Sen bize gönderildin, Emrullahı getirdin
Medîne”ye hoş geldin, şeref verir dâvetin
diyerek, kasîdeler söylüyorlardı. Medîne halkı görülmemiş bir tezâhüratta bulunuyor, herkes; “Bize buyrun, yâ Resûlallah!” diyerek, Peygamber Efendimizi evlerine dâvet ediyorlardı. Resûl-i ekrem Efendimiz devesini serbest bıraktı. Deve ilk defâ iki yetime âit bir arsaya çöktü ve çok durmadan kalktı. Biraz yürüdükten sonra tekrar aynı yere çöktü. Burası Peygamber Efendimizin dayıları olan Neccâroğullarından Ebû Eyyûb-i Ensârî Hazretlerinin evine yakındı. Peygamberimiz, bu zâta misâfir oldu. Ensâr (Medîneli Müslümanlar), dîni için vatanlarını terk eden muhâcir kardeşlerini barındırdı, evlerinde misâfir etti, iş buldu, mülklerinden yer verdi ve her yardımı yaptılar.
Bu tür fedâkârlık ancak İslâm kardeşliğinde vardır. Nitekim Allahü teâlâ meâlen; “Ancak mü”minler kardeştirler” (Hucurât sûresi: 13) buyurarak, gerçek sevgi ve samimiyetin maddî menfaatle değil, îmân ve inançla var olabileceğini buyurmuştur. Bu da açıkca Ensar ve Muhâcirîn”in arasında görülmektedir.
Medîne”ye hicretin, İslâm târihinde büyük önemi vardır. Hicret”ten sonra Müslümanlığın kolayca ve süratle yayılması sağlanmış, İslâm dîninin merkezi Mekke”den Medîne”ye nakledilmiş oldu. Ensâr ve Muhâcirîn bu yeni İslâm merkezinde el ele vererek İslâm dîninin kuvvetlenmesi için her fadakârlığa katlanıyorlar, Resûlullah”ın etrâfında toplanarak ve İslâm dîninin esaslarına uyarak yeni bir nizam ve mesûd bir hayat kuruyorlardı. Eski sıkıntılı ve korkulu günler arkada kalmış, inançlarından dolayı insanlara işkence yapan müşriklerin ezâ ve cefâ veren ellerinin uzanamayacağı Medîne”de hürriyet ve emniyet havası içinde sâkin, tatlı bir hayat başlamıştı. Müslümanlar bir devlet olmuşlardı. Cihâd emri burada geldi. Medîne”deki kabîleler arasındaki kin ve düşmanlık kalktı, yerini İslâm kardeşliği ve sevgisi aldı.
Hicretten sonra İslâmiyet süratle yayıldı. Medîne üzerine yürüyen müşrik orduları, yapılan savaşlarda mağlûb edildi. Daha sonra Mekke de fethedildi. İslâmiyet Arap Yarımadasının her tarafına yayıldı. Bundan sonra da İslâm orduları asırlar boyu, dünyânın dört bir yanına bir îmân seli gibi aktı. İslâm nûrunu dünyânın her tarafına yaydı.
HAZRET-İ ÎSÂ?NIN DOĞUM GÜNÜ NE ZAMAN?
Mîlâdî sene, müslümânların senesi olan hicrî sene gibi doğru ve kat”î olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. Çeşitli dillerdeki kitaplarda, bugünkü mîlâdî senenin beş sene fazla olduğu yazılıdır. İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin bildirdiğine göre ise, üçyüz küsûr sene noksândır ve Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasındaki zamân, bin seneden az değildir.
Îsâ aleyhisselâmın doğum günü, net bir şekilde belli olmayınca, noelin mânâsı da efsâneden öteye gidememektedir. Nitekim [21 Aralık 1993 tarihli Milliyet ve 24 Aralık 1993 tarihli Türkiye gazetelerinde], bu konuda, İngiliz Durkan Başpiskoposu Dr. David Jenkis?in bir beyânâtı çıktı. Bu beyânâtta, ?Noel Baba? bayramının (yortusunun) bir safsata ve efsâne olduğu, yine İncîl?de geçen Noel?le ilgili sözlerin de birer peri masalı ve efsâne olduğu açıklandı.
Dr. David?in bu sözlerini, diğer ünlü İngiliz dîn adamlarından St. Albans Başpiskoposu John Taylor, Anglikan Çevre Bakanı John Gummer, ?Kilisenin öğrettikleri çok açık. Dünyâdaki milyonlarca insan, İncîl?deki masallarla uyutulmaya çalışılıyor? sözleriyle desteklediler.
Hazret-i Îsâ?nın doğum günü olduğu zannedilen 25 Aralıkta kutlanan hıristiyân yortusu(bayramı)na ?Noel (Christmas)? denilir. ?Noel Baba? yortusu, daha ziyâde, mîlâdî senenin Aralık ayının 24. gününün gecesi kabûl edilmiştir. Bununla berâber 24 Aralık ile 6 Ocak arasında olduğunu kabûl eden hıristiyânlar da vardır. Ermeni kiliseleri hiçbir zaman Noel?i kabûl etmeyip, Hazret-i Îsâ?nın doğumunu hep 6 Ocakta kutlamayı sürdürmüşlerdir.
Roma İmparatoru Büyük Konstantin, putperestken, mîlâdın 313. senesinde Hıristiyanlığı kabûl etti. Putperestlikten birçok şeyleri de hıristiyânlığa soktu; 25 Aralığı da yılbaşı kabûl etti. Sonunda hıristiyânlar her sene bu geceyi ?Mîlâd? ve ?Noel? olarak kutlamaya başladılar.
Konstantin, maalesef Eflatûn”un ortaya koyduğu ?Teslîs = Trinite” yani üç tanrı inancını, papazlara yazdırdığı yeni İncîle koydurdu ve Noel gecesini bayram i?lân etti. Böylece âdetâ yeni bir hıristiyânlık dîni doğmuş oldu.Hâlbuki Îsâ aleyhisselâmın İncîl?inde ve Havârîlerinden Barnabas”ın yazdığı İncîlde, Allah?ın bir olduğu ve Muhammed aleyhisselâmın son Peygamber olarak geleceği bildirilmişti.
Hıristiyânların kutladıkları noelin bir uydurmadan ibâret olduğu, hattâ bazı hıristiyân teşkîlâtlarının da artıknoeli bir hurâfe kabûl ettikleri, dünyâ basınında çıkan haberler arasındadır. Nitekim, ABD”de yayınlanan 17 Aralık 1996 tarihli haftalık ?Newsweek? dergisi bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:
“Noel baba bir hurâfeden ibârettir; gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Ticârî maksatlarla sonradan uydurulmuştur. Hediyelik eşyâ sektörüne milyonlarca dolar kazandıran Noel baba, kapitalizmin oyuncağı olmuştur. Tarihçi Stephan Nissenbaun, “The battle for Christmas: Yılbaşı ile Mücâdele? kitâbında, hıristiyânlığın temelinde yılbaşı kutlamalarının ve Noel babanın bulunmadığını, bunun yasaklanmasının gerekli olduğunu bildirmektedir.”
New York Üniversitesinde târih profesörü olan Waelangi Ferguson ise diyor ki:
?Hıristiyanların yortuları, putperest yortularıyla aynı târihlere rastlamaktadır. Meselâ Noel târihi, İrân ve Roma?da güneş tanrısı Mitharas?ın doğum târihiydi. Ayrıca bu târih, çok eskiden beri putperest dünyâsında önemli bir yortu günüydü.?
YILBAŞI HAKKINDA
Son olarak ?YILBAŞI? hakkında birkaç kelime söyliyelim:
Mîlâdî Yılbaşı ile Noel birbirinden farklıdır. Fakat 21 veya 25 Aralık”taki Noel kutlamalarının devâmı sayılabileceğinden, yılbaşı gecesi onlar gibi eğlenmek, çam kesip evi çamla süslemek câiz olmaz. Çünkü gayr-i Müslimlerin bayramlarında onlar gibi eğlenmek, onlara benzemek olur.
Yılbaşı münâsebetiyle Türkiye”nin ve dünyanın çeşitli yerlerinde, milyonlarca çam fidanı Noel hurâfesi uğruna kesilip yok edilmektedir. Hıristiyan ülkelerde olduğu gibi, Müslüman ülkelerde de bu cinâyetler işlenmemeli. Hıristiyanlara benzememek için yılbaşı gecesi hindi yememeli! Yenirse mekrûh olur. Birkaç gün sonra yenebilir. Kumar oynamak, tombala çekmek gibi oyunlar ise zâten her zaman câiz değildir.
O gece, gayr-i müslimlere benzemek gâyesiyle çeşitli yiyecek, içecek almak da caiz olmaz. Her zaman ne alınıyorsa, onları almakta mahzûr yoktur.
O geceye ayrı bir önem vermemelidir. Yalnız Hıristiyanların değil, Yahûdîlerin ve bütün bâtıl dinlerin ibâdetlerini yapmak, onlara benzemek olur. Meselâ 21 Martı Nevruz Bayramı diyerek kutlamak da böyledir. Kâfirlerin yaptıkları ibâdetleri ve çirkin işleri hâriç, mubâh olan âdetlerini yapmakta mahzûr yoktur. Yani onlara benzemiş olunmaz.
Noeli kutlamak aslâ câiz değildir. Fakat, Noel ile ilgisi olmayan yılbaşında bir Müslümana tebrik kartı yazıp, yeni bir yılın insanlık için, Müslümanlar için hayırlı olmasını dilemek günâh değildir. Yahut, ?yeni yılın kutlu olsun? diyene, ?seninki de kutlu olsun? demek günâh olmaz. Bu inceliği anlamalıdır!
Müslüman her gece neleri yapıyorsa, o gece de onları yapmalıdır! Sanki mübârek geceymiş gibi mevlid okutmak, sohbetler düzenlemek uygun değildir. Yılbaşı gecesinin diğer gecelerden farkı yoktur. Bu geceye değer veriyormuş gibi hareket etmek doğru değildir.
NETÎCE:
[Artık bütün dünyâda binlerce çam fidanının sökülüp atıldığı, acımasızca ağaç katliâmlarının yapıldığı, okullarda, mağazalarda Noel Baba olarak Azîz Nikolaos efsânesinin boy gösterdiği; Hıristiyanlık propagandasının diz boyu olduğu Aralık ayının son günleri geride kaldı.
Bizim toplumumuzda da, her sene yeni bir yıla girerken, yılbaşı gecelerinde yapılan bazı kutlamalar, esâsen bizim dînî, ahlâkî, kültürel ve geleneksel değerlerimizle bağdaşmamaktadır. Aklı, sağlığı ve cemiyeti tehdît eden içki tüketimini, âile bütçesini tahrip eden kumarı, savurganlığı ve cinsel taşkınlıkları; dînî, millî ve ahlâkî değerlerimizle bağdaştırmak mümkün müdür? Bu tür davranış ve uygulamalar, ahlâkî yozlaşmaya, kültürel tahrîbâta, gelenek ve göreneklerimizin bozulmasına da sebep olmaktadır. O hâlde dînî ve millî değerlerimize sâhip çıkmak, kültürel mîrâsımızı korumak, örf ve âdetlerimizi gözetmek hepimizin görevi olmalıdır.]
[01 OCAK 2010 CUMA, Sâat: 20.00 ? 21.30] – Armutlu Tatil Köyü
***
.
Prof. Dr. Ramazan Ayvallı
M. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğr. Üyesi
Uzaktan-Yakından Teşrîf Eden Değerli Misâfirler!
Hepinize, candan bir ?Hoş Geldiniz? dedikten sonra, böyle mübârek bir günde, böyle güzel, lüzûmlu ve faydalı bir toplantıyı düzenledikleri için, başta Saygıdeğer Genel Müdür Osman Çardak bey, saygıdeğer Genel Müdür Yardımcısı Galip Bilecen bey ve yardımcıları olmak üzere, bu organizasyonda emeği geçen herkese, kalpten teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum. Çünkü bir hadîs-i şerîfte ?İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah?a da şükretmemiş olur? buyurulmaktadır.
BAYRAMIN ARDINDAN BİRKAÇ KELİME
Kıymetli Kardeşlerim!
Bildiğiniz gibi, 20 Eylül 2009 Pazar günü (1 Şevvâl-i şerîf 1430), Ramazân Bayramının 1. gününü idrâk ettik,21-22 Eylül Pazartesi-Salı günlerinde de Ramazân bayramı devâm etti ve bitti.
Bazılarınızın burada rast geldiği gibi, biz geçen sene, hem 02 EKİM 2008 PERŞEMBE günü, hem de 11 ARALIK 2008 PERŞEMBE günü, ?BAYRAMLARIN MA?NÂ VE ÖNEMİ? ve ?BAYRAMLARIN BİZLERE KAZANDIRDIKLARI?başlıkları altında, bayramlarla ilgili 2 konferans daha vermiştik. [Çünkü 30 Eylül 2008 Salı günü Ramazân Bayramının, 8 Aralık 2008 Pazartesi günü de Kurbân Bayramının 1. günleri idi.] Elhamdü lillah, sıhhat ve âfiyet içerisinde, bu senenin Ramazân Bayramını da idrâk etmekle şereflendik.
Burada hemen şunu belirtelim ki, hem Ramazân (ya?nî Fıtır) Bayramı, hem de Kurbân (ya?nî Adhâ) Bayramı, Allahü teâlânın, ümmet-i Muhammed”e ihsân buyurduğu iki dînî bayramımızdır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz: ?Allahü teâlâ, size Câhiliye döneminden kalma bayramlardan daha hayırlı iki bayramı (Ramazân ve Kurbân Bayramlarını) ihsân etti? buyurmuştur.
[Allahü teâlâ, necîp milletimizin ve bütün müslümânların, sıhhat ve âfiyet içerisinde nice bayramlara kavuşmalarını nasîp buyursun.]
Muhterem Dinleyiciler!
Sözlerimizin burasında ifâde edelim ki: Bugünkü konuşmamızın konusu: İ?lânlarda da belirtildiği gibi, ?BAYRAMLARIN BİZLERE KAZANDIRDIKLARI?.
Ya?nî biz bugünkü konferansımızda, ?MÜBÂREK BAYRAMLA- RIN FERD, ÂİLE VE CEMİYET HAYÂTIMIZDAKİ YERİ, ROLÜ VE ÖNEMİ?nden,
Yine ?BAYRAMLARDAN ALACAĞIMIZ DERSLERDEN VE BİZLERE BAYRAMLARIN KAZANDIRMASI GEREKEN VASIFLAR?dan bahsetmeye çalışacağız.
İnsanlık târihi boyunca, özellikle Türk târihinde, hâssaten İslâm târihinde ve bilhâssa Osmânlı döneminde,hangi zamanlarda ve niçin bayram yapılmıştır, bayramlar nasıl kutlanmıştır? Bayram ne demektir? Bugün inşâallah kısa kısa da olsa bunları ele almak istiyoruz.
Önce şunu belirtelim ki, çok eskilerden beri her kavim, yılın ba”zı günlerine önem vermiş, bunu çeşitli şekillerde kutlamıştır. Dînî ve millî bakımdan önemi olan, milletçe her sene kutlanan bu günlere, çeşitli isimler verilmiştir.
İslâmiyetten önce Türk kavimler ve devletler kendi inanç, örf ve âdetlerine göre belli günleri, kendileri için kutsal kabûl etmişler ve bu günleri çeşitli merâsimlerle kutlamışlardır.
Dede Korkut Hikâyelerinde belirtildiği üzere, Hânların başa geçmelerini, doğum ve zaferlerini kutlamak için toplandıkları, şölenler tertip ettikleri, ölümleri için yuğ, yanî yas merâsimi yaptıkları bilinmektedir. Ama Türkler müslüman olunca, bu eski âdetlerini terk etmişlerdir.
İslâmiyetten sonra, bayram ma”nâsına gelen “îd” ta?bîri kullanılmıştır. Her yıl müslümanların neş?eli, sevinçli günleri tekrâr geldiği için böyle günlere ?ıyd = îd?, ya”nî “Bayram” denilmiştir.
Osmanlı Devletinde senede 2 defa, Ramazân ve Kurbân bayramlarında resmî merâsim yapılırdı, o da şöyle olurdu:
Pâdişâh, bayram sabâhı, ba”zan Hırka-i Şerîf dâiresinde, ba”zan da Saray mescidinde sabah namazını cemâatle kılar ve sonra hâs odaya gelirdi. Bundan sonra Bayram namazına gidiş hazırlıkları başlardı. Pâdişâh tahtına gelip, oturmadan önce, akrabâ ve yakınlarına hil”atlar giydirilip tahtın sol tarafında bekletilirdi. Bunların arkasında devlet erkânı, rütbelerine göre dururlardı.
Pâdişâh bayram namazı için kalktığında, Sadrâzam sağında ve Bâbüssaâde ağası da solunda olduğu hâlde, büyük bir alayla yola çıkılırdı. Bayram namazı genellikle Sultan Ahmet, ba”zan da Ayasofya Câmiinde kılınırdı.
Bayram namazından sonra Sadrazam, Vezîrler ve diğerleri dışarı çıkıp Pâdişâhı beklerler ve sonra alayla Kubbe-i Hümâyûna kadar gelirlerdi. Burada bayramlaşma merâsimini ?Bâbıâlî Teşrîfât Kalemi? idâre ederdi.
Herkes yerini aldıktan sonra, Pâdişâh, “Aleyke avnullah=Allah?ın avn u inâyeti ya?nî yardımı senin üzerine olsun” ve “Mağrûr olma pâdişâhım, senden büyük Allah var” sesleri arasında tahta oturur ve bu esnâda ?Mehterân Bölüğü? tarafından ?Hünkâr Marşı? çalınırdı. Bu merâsim, son zamanlarda umûmiyetle Dolmabahçe Sarayı ?Muâyede (Bayramlaşma) Salonu?nda yapılırdı.
Azîz Misâfirler! Bu mukaddimeden sonra, BAYRAM NE DEMEKTİR? NİÇİN BAYRAM DENİLMİŞTİR? konusuna gelelim:
Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî, ?bayram? denilmesinin sebeplerini şöyle açıklıyor:
1- Mü”minler, Allahü teâlânın farz kıldığı Ramazân ayı orucunu tutabildikleri için çok sevinirler, Ramazân Bayramında bundan dolayı ?bayram? yaparlar.
2- Bayramlarda, Allahın ihsânı bol oluyor. Bol bol ihsâna kavuşulduğu için ?bayram? denilmiştir.
3- Bayram günleri gelince, sevinç ve neş?e de geliyor; üzüntüler unutuluyor. Bunun için ?bayram? denilmiştir.
4- Bayramlar her sene tekrâr geliyor. Bu sevinçli gün tekrârlandığı için ?îd = bayram? denilmiştir.
Başka bayram ta?rîfleri de var:
Hazret-i Ali (radıyallahü anh), bir kalabalığı eğlence içinde görüp, böyle eğlenip neş?elenmelerinin sebebini sorduğunda, onlar, “Bugün bizim bayramımızdır” dediler. Bunun üzerine Hazret-i Ali de; “Günah işlemediğimiz günler de bizim bayramımızdır” buyurdu.
Hasan-ı Basrî hazretleri, bir takım insanların bayram günü gülüp eğlendiklerini görünce: ?Allahü teâlâ, Ramazân ayını müsâbaka meydânı, yarış alanı gibi yaratmıştır. İnsanlar ibâdetle müsâbaka ederler, yarışırlar. Müsâbakayı, yarışı kazananlar kurtulur; kaybedenler helâk olur. Eğer hakîkati bilselerdi, yaptığı ibâdeti, ameli makbûl olanlar sevinçten; yaptığı ibâdeti, ameli kabûl olmayanlar ise, üzüntü ve hasretten gülüp oynayamazlardı? buyurdu.
Yine müslüman, rûhunu teslîm edeceği, vefât edeceği zaman, rahmet meleklerini, Cennetteki ni”metleri görür; onları görünce de çok sevinir. Onları görmenin zevkıyle can verme vakti de, müslümânın bayramıdır.
[Allahü teâlâ, Cenneti, Ramazân Bayramı günü halketti. Tûbâ ağacını o gün yarattı. Cebrâil aleyhisselâmı da o gün vahiy elçiliğine seçti.]
DÎNİMİZE GÖRE, BAYRAMLAR İKİDİR
Mukaddes dînimiz İslâmiyete göre, bayramlar ikidir. Birincisi, Arabî aylardan Şevvâl ayının birinci günü ?Ramazân bayramı?; ikincisi ise, Zilhicce ayının onuncu günü ?Kurbân bayramı?dır. Bilindiği gibi Ramazân bayramı üç gün, Kurbân bayramı ise dört gündür.
Sevgili Peygamberimiz: “Ramazân bayramı, Kurbân bayramı ve teşrîk günleri, biz ehl-i İslâmın bayramıdır; bugünler yeme ve içme günleridir” ve “Ramazân bayramında namâz ve sadaka-i fıtır, Kurbân bayramında ise, namâz ve kurbân vardır” buyurmuşlardır.
Yine belirtelim ki Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için bazı gecelere, günlere ve aylara kıymet vermiş, bu zamanlarda yapılan duâ, tevbe, namaz, oruç, sadaka-i fıtır, kurban gibi muhtelif bedenî ve mâlî ibâdetleri kabûl edeceğini bildirmiştir.
Aslında kulların çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için böyle gece, gün ve aylar birer sebep kılınmıştır.
Az evvel de işâret ettiğimiz gibi, Peygamber Efendimiz Medîne”ye hicret edince, Medînelilerin Câhiliye âdetlerinden kalma bayramları kutladıklarını gördü ve onları îkâz etti; ?Allahü teâlâ, size onlardan daha hayırlı iki bayram (Ramazân ve Kurbân Bayramlarını) ihsân etti? buyurdu.
Ayrıca İslâm büyükleri, bir müslümânın Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak, günâh işlemeden, harâm lokma yemeden geçirdiği günleri de bayram kabûl etmişlerdir.
Hazret-i Ali Efendimiz, yılda dört geceyi tamâmen ibâdetle geçirirdi. Bu geceler, Receb-i şerîfin ilk gecesi, Ramazân bayramı ve Kurbân bayramı geceleri ve Şâban-ı şerîfin onbeşinci gecesidir.
Müslümânlar, bayram günlerine ayrı bir önem verirler. Zîrâ bu günler, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günler olması bakımından neş?e ve sevinç kaynağıdır.
Evet bayram günleri, günâhların affedildiği, rahmet kapılarının açıldığı günlerdir. Yine bayramlar; müslümânların birbirleriyle kaynaştıkları, küs olanların barıştıkları, fakîr ve yetîmlerin sevindirildiği neş?e ve sevinç günleridir.
Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: ?Bir kimse, Ramazân ayında oruç tutmağı farz (ya?nî vazîfe) bilir ve orucun sevâbını, Allahü teâlâdan beklerse, geçmiş günâhları afv olur.? [Sahîh-i Buhârî]
Ramazân ayı boyunca insan, aslında ferdî ve sosyal olgunluğa erişmek için çok ciddî ve zor bir imtihândan geçer. Nefsinin zaaf ve tutkularıyla oldukça çetin bir mücâdele içine girer.
Ramazân ayında faydalı ve güzel işleri yapmakta çok farklı bir şevk ve heyecân duymaya başlayan insan, yavaş yavaş kötülüklerden de nefret etmeye başlar. Önemli olan Ramazândan sonra da aynı alışkanlıkları sürdürmek ve bunları kalıcı hâle getirmeye çalışmaktır.
Oruç, kişi irâdesini iyiye ve güzele yönlendirme noktasında, insana çok ciddî destek ve katkılar sağlar. İnsan; çirkinlikler ve olumsuzluklar bir yana, günlük hayâtın normal seyri içinde, kendisi için helâl ve meşrû olan pek çok iş ve davranışları bile, geçici bir zamân için bile olsa kısıtlama veya tamâmen terkedebilme karârlılığını gösterir.
Zâten Ramazân sonunda büyük sevinç ve mutluluk sahnesi oluşturan ?Bayram?ın ifâde ettiği hikmetli ma?nâ, nefse karşı yürütülen akılcı ve karârlı mücâdelenin zaferle sonuçlanmış olmasıyla çok yakından ilgilidir.
Ramazân-ı şerîfte tutulan oruç, şâyet hâlis bir niyetle tamâmlanırsa, ona verilecek manevî ecir ve sevâba, insanlarca bir ölçü ve sınır konulmasına imkân yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak, ?Oruç sırf Benim için edâ edilen bir ibâdettir, onun mükâfâtını da ancak Ben takdîr ederim? buyurmuştur.
Oruçlu kişi, orucunun feyiz ve bereketine kavuşabilmek için, kaynağını şeytândan alan, nefsin bencil ve mağrûr tutkularıyla kabaran öfke ve asabiyet hâlini mutlakâ terketmek zorundadır. Ramazân orucuyla bu imtihândan yüz akıyla çıkanlar, öfkelerini yenerek ne kadar güçlü bir irâdeye sâhip olduklarını gösterirlerse, ?Bayram?ı gerçek anlamda hak etmiş olurlar.
Peki, BAYRAMLARIN BİZLERE KAZANDIRDIKLARI nelerdir?
Bayramların cemiyet hayâtımızda çok özel yerleri vardır; şimdi, bayramlarla cemiyete gelen şu canlılığa bakınız:
1- Bayram öncesinde, evlerde yiyecek, giyecek ve temizlik gibi hâzırlıklar yapılır. Bayram günlerinde herkes, temiz giyinir. Çocuklara yeni elbiseler alınır. Fakîr, öksüz ve yetîmler sevindirilir.
2- Bayram sabâhında, çocuklar, gençler, olgunlar ve yaşlılar grup grup câmilere doluşurlar, büyük bir huşû içerisinde sabâh ve bayram namazlarını edâ ederler.
3- Bayram namazından sonra bütün müslümânlar birbirlerinin bayramlarını tebrîk ederler. Bu sâyede aralarında muazzam bir muhabbet meydâna gelir.
4- Daha sonra âile büyükleri, akrabâ, dost, arkadaş, komşular ve tanıdıkları ziyâret ederek büyüklerin ellerini öpüp duâlarını alırlar. Bayramlar sevgi ve saygının artmasına vesile olur.
5- Bayram namazından sonra, kabirler ziyâret edilir; geçmişlerin, akrabâ ve dîn büyüklerinin rûhları için Kur”ân-ı kerîm okunur, duâ edilir ve sadakalar verilir.
6- Bayramlarımızdaki güzel âdetlerimizden biri de, az önce de söylediğimiz gibi, yetîmler, fakîrler, garîpler ve çocukların sevindirilmesi, yardıma muhtaç kimselere yardım ellerinin uzatılması, ictimâî yardımlaşma ve dayanışmanın tezâhür etmesidir. Ramazân bayramında fakîrlere sadaka-ı fıtır verilmesi; kurban bayramında ise, akrabâya ve komşulara kurbân etinden dağıtılması ne kadar hikmetlidir.
7- Dînî bayramlar, milletimizin birlik ve beraberliğine ve dargınların, küskünlerin barışmalarına vesile olduğu gibi, ölülerimizin bile sevinmelerine sebep olmaktadır. Çünkü bayramlarda kabirler ziyâret edilmekte, mevtânın rûhlarına Fâtiha, diğer sûre ve duâlar gönderilmektedir.
8- Bayram günlerinde, evlerden kaçmamalı, gelen misâfirlerlere izzet-ikrâmda bulunmalı; akrabâyı, dostları ziyâret etmeli, bayramlarını tebrîk etmelidir. Çocuklar sevindirilmelidir. Bilhâssa, yetîm, kimsesiz çocuklar aranıp bulunmalı, bayram sevincinden onlar da mahrûm bırakılmamalıdır.
9- Bayram günlerinde, karşılaştığı mü?minlere güler yüzle selâm vermek, fakîrlere çok sadaka vermek, İslâmiyete doğru olarak hizmet edenlere yardım etmek, dargınları barıştırmak, akrabâyı, dîn kardeşlerini ziyâret etmek, onlara hediye götürmek de sünnettir.
Görüldüğü gibi, bunlar cemiyet hayâtı için son derece lüzûmlu husûslardır.
10- Bütün dünyâda dîn ve diyânetlerini, ırz ve nâmûslarını, vatan ve memleketlerini, can ve mallarını müdâfaa ederken şehîd düşen, bayrama yetişemeyen müslümânlar da unutulmamakta, onlar için de Kur”ân-ı kerîm okunup rûhlarına gönderilmektedir.
11- Bayram gün ve geceleri mübârek zamanlardan olduğu için, gâzî, mecrûh olan, dul ve yetîm kalan çocuk, genç ve ihtiyâr bütün müslümânlara da duâ edilmektedir.
[Cenâb-ı Hak, milletçe, sıhhat ve âfiyet içerisinde, daha nice bayramlara kavuştursun.]
Bu ?Girizgâh?tan sonra şimdi de, Bestami Yazgan?ın ?BAYRAM VE ÇOCUK? başlıklı bir şiiriyle konumuza devâm edelim; şiirin arkasından da, Peygamber Efendimizin, öksüz bir çocuğa yaptıkları üzerinde duralım:
Bayram geldi hep birleşti çocuklar,
Şeker yedi şekerleşti çocuklar.
Kimisi tomurcuk kimisi çiçek,
Kimi daldan dala uçan kelebek.
Neşeli bir gülüş, pamukça bir el,
Bayramlar sizinle daha da güzel.
Acı, keder hiç yakışmaz yüzüne,
Annen, baban kurbân olsun gözüne.
Sevgi sizin, neşe sizin, haz sizin,
Doyulmayan edâ sizin naz sizin.
Siz doğacak günün pembe şafağı,
Siz yuvanın süsü, adam ufağı.
Bayram geldi hep birleşti çocuklar,
Şeker yedi şekerleşti çocuklar.
(Bestami Yazgan)
BİR ÖKSÜZÜN BAYRAM SEVİNCİ
Burada, Peygamber Efendimizin, bir öksüzü nasıl sevindirdiğini, bir ibret vesîkası olarak takdîm etmek istiyoruz:
Peygamber Efendimiz, bir bayram günü, evinden çıkmış Mescid?e gidiyordu. Yolda bayram sevinci içinde oynayan çocuklara rastladı.
Hepsi, yeni bayramlık elbiseler giymiş, sevinç içinde sağa-sola koşuyorlardı. İçlerinde zayıf ve çelimsiz bir çocuk vardı. Eski ve yırtık elbiseleri içinde melûl-mahzûn şekilde bir kenara çekilmiş, neş”e ve sevinç içinde oynayan çocuklara bakıyordu.
Peygamber Efendimiz bu çocuğa buyurdu ki:
– Yavrum, niye arkadaşlarınla gülüp oynamıyorsun da, böyle bir kenara çekilmiş duruyorsun?
Çocuk, Peygamber Efendimizi tanıyamamıştı. Dedi ki:
– Ben hem öksüzüm, hem de yetîmim. Babam, şehîd oldu. Annem başka biriyle evlendi.
Peygamber Efendimiz, şefkatle çocuğun elinden tuttu. Sevgiyle saçlarını okşadı.
– Yavrum, Resûlullah Efendimizin baban, hanımı Âişe”nin annen, torunları Hasan ile Hüseyin”in dekardeşlerin olmasını ister misin? dedi.
Yetîm yavru, karşısındaki şefkat dolu, nûr yüzlü insanın Peygamber Efendimiz olduğunu anlayınca sevinçle dedi ki:
– Yâ Resûlallah, nasıl istemem?
Efendimiz, çocuğun elinden tutarak evine götürdü. Yedirip, içirerek, yeni elbiseler giydirdi. O çocuk sevinçle sokağa çıktı. Çocuklar onu tanıyıp etrafına toplandılar. Durumundaki değişikliği görüp sordular:
– Nedir sendeki bu hâl?
Yetîm çocuk, başından geçenleri anlattı. Diğer çocuklar, bu yetîm yavrunun, Hazret-i Peygamber tarafından evlâtlığa alındığını duyunca: “Keşke bizim babalarımız da, o savaşta şehîd düşselerdi de, bizi de Peygamber Efendimiz evlâtlığa alsaydı” dediler.
Değerli Misâfirler!
Bilindiği üzere, bazı zamanlar benzerlerine nazaran çok daha kudsî, çok daha mukaddes ve çok daha mübârektir. Allahü teâlâ, kullarına çok merhamet ettiği, acıdığı için, bazı gecelere, günlere ve aylara husûsî kıymet vermiş; bu gece, gün ve aylardaki, duâ, tevbe, namaz, oruç, kurbân ve hac gibi ibâdetleri kabul edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapmaları, duâ ve tevbe etmeleri için böyle gece, gün ve ayları birer sebep kılmıştır. Böyle gün ve geceleri ihyâ etmeli ve saygı göstermelidir. Saygı göstermek ise, harâm işlememekle olur.
[Bildiğiniz üzere, çok mühim bazı gece, gün ve ayları arkada bıraktık:
24 Haziran 2009 Çarşamba: 1 Receb 1430;
25 Haziran 2009 Perşembe: 2 Receb 1430 Regâib Kandili;
19 Temmuz 2009 Pazar: 26 Receb 1430: Mi?râc Kandili;
23 Temmuz 2009 Perşembe: 1 Şa?bân 1430;
5 Ağustos 2009 Çarşamba: 14 Şa?bân 1430 Berât Kandili;
21 Ağustos 2009 Cuma: 1 Ramazân 1430;
15 Eylül 2009 Salı: 26 Ramazân 1430 Kadir gecesi idi.]
20 Eylül 2009 Pazar günü de (1 Şevvâl-i şerîf 1430), Ramazân Bayramını idrâk etmiştik.
Bayram günleri, günâhların affedildiği, birlik ve berâberlik duygularının pekiştirildiği, yoksulların sevindirildiği günlerdir.
Müslümanlar için önemli günlerden biri olan ?Arefe? gününü ve Allahü teâlânın, ümmet-i Muhammed”e ihsân buyurduğu iki dînî bayramdan ikincisi olan ?Kurbân Bayramı?nı da idrâk ederiz inşâallah.
Sevgili Peygamberimiz:
“Ramazân bayramı, Kurbân bayramı ve teşrîk günleri, biz ehl-i İslâmın bayramıdır; bugünler yeme ve içme günleridir” ve
“Ramazân bayramında namaz ve sadaka-i fıtır, Kurbân bayramında ise, namaz ve kurbân vardır”buyurmuşlardır.
HİCRETİN İKİNCİ YILINDA EMREDİLEN BAZI İBÂDETLER
Kıymetli Kardeşlerim!
Hicretin ikinci yılında, müslümanlara bedenî ve mâlî ibâdetlerden bazıları emredildi. Hicretin 2. yılı olaylarından biri, müdâfaa için cihâda izin verilmesidir.
Bunun yanında, daha önce Kudüs?e, Mescid-i Aksâ?ya doğru namaz kılınırken, Allahü teâlânın emriyle, Kâ?be?ye doğru namaz kılınmaya başlanmıştır. Kıblenin Kâ?be-i muazzama, Mescid-i Harâm olduğunu bildiren Bakara sûresinin 144. âyeti nazil olunca, müslümanların kıblesi Kâ?be-i şerîfe oldu.
Kıblenin Kâ?be-i muazzama olmasından bir ay ve hicretten de 18 ay sonra, Şaban ayının 10. günü, Bedir gazâsından da bir ay önce, oruç farz oldu.
Yine o senede (hicretin 2. senesinde), Ramazân ayında, teravih namazı kılınmaya başlandı ve sadaka-i fıtır vermek vâcip oldu.
Kezâ hicretin 2. senesinde Ramazân ayında zekât vermek de farz oldu.
Yine hicretin 2. yılında Zilhicce ayında, Kurbân kesmek ve bayram namazı kılmak vâcip oldu.
Azîz Kardeşlerim!
Kur”ân-ı kerîmde, Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerîmesinde: “Ben, cinnîleri ve insanları, ancak (beni bilsinler, tanısınlar, arz-ı ubûdiyette bulunsunlar) bana ibâdet etsinler diye yarattım” buyurulmuştur. Demek ki, bütün insanların yaratılmalarındaki maksat, Allahü teâlâyı tanıyıp O?na ibâdet etmeleridir.
Bir hadîs-i kudsîde “Ben, gizli bir hazîneydim, bilinmeyi istedim; bunun üzerine mahlûkâtı yarattım”buyuran Yüce Rabbimiz, mukaddes kitâbında da: “Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını imtihân edip ortaya çıkarmak için ölümü de, hayâtı da yaratan O”dur?” (Mülk, 2) fermânını bildirmiştir.
Demek ki, yaşamaktan maksat iyi işler yapmaktır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz: “Akıllı kimse, nefsini hesâba çeken ve ölümden sonrası için amel işleyen (hâzırlık yapan) kimsedir” buyurmuşlardır. Bir kimsenin iyi veya kötü olduğu da yaptığı işlerden anlaşılır. Bir kimse kötülüklerden kaçıyor, iyi işler yapıyorsa, o kişinin Cennete gitme ihtimâli çoktur.
Peygamber Efendimize, ?insanların en iyisinin kim? olduğu sorulduğunda, “Ömrü uzun olup, ameli güzel olandır” cevâbını vermiştir. İnsanların en kötüsünün kim olduğu sorulunca da, “Ömrü uzun olup, ameli kötü olandır” buyurmuştur.
İBÂDETLER ÜÇ KISIM
Değerli Misâfirler!
Bilindiği gibi ibâdetler üç kısımdır: 1- Beden ile (Namaz ve oruç gibi), 2- Mal ile (Zekât, sadaka-i fıtır ve kurbân gibi), 3- Hem beden hem de mal ile (Hac ve umre gibi) yapılan ibâdetlerdir.
İnsanların, zaman zaman içine düştükleri birtakım vahîm yanlışlık ve bayağı işler, her devir ve her yerde, Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve hak dînler vâsıtasıyla düzeltilmiş, îmân ve ibâdette hak olan ?Ma?bûd?a (Allah?a) yönelmeleri emredilmiştir.
En büyük ve en son Peygamber olan Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) tarafından teblîğ edilmiş olan îmân, ibâdet ve ahlâk esasları ile insanlar, mânen ve maddeten yükselmeye, üstünlük ve şeref sâhibi olmaya, dünyâ ve âhiret saâdetlerine kavuşmaya dâvet edilmişlerdir.
Böylece insanlar, âlemlerin ve bütün mahlûkların yaratıcısı olan ve bütün nîmetleri, iyilikleri gönderen Allahü teâlâya ibâdet etmeye, ancak O?na boyun bükmeye, O?na duâ etmeye, O?ndan yardım istemeye, O?na sığınmaya çağırılmışlardır.
Nitekim Allah?a kulluk hakkında, Kur?ân-ı kerîm?de meâlen, ?Yalnız Sana ibâdet (kulluk) ederiz ve yalnız Sen?den yardım isteriz? (Fâtiha sûresi, 4) buyurulmaktadır.
Peki ?ibâdet? nedir? Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmaktır. Allahü teâlânın rızâsı da, yapılmasını kesin olarak emrettiği farzları yerine getirmekte ve yasak ettiği haramlardan kaçınmaktadır.
Kıymetli Dinleyiciler!
Ma?lûm olduğu üzere, bedenî ve mâlî ibadetlerin faydaları sadece fertlerle sınırlı değildir. Bazı ibâdetler toplum âhengini, düzenini önemli ölçüde etkiler dedik.
Meselâ oruçta bu özellik çok bâriz, belirgin bir şekilde müşâhede edilir, gözlemlenir. Ramazân ayında uzun uzun anlatıldığı gibi, orucun fert bakımından pek çok faydasının yanında, toplumun huzûruna sağladığı çok önemli faydaları da vardır.
Oruç, insanların şefkat ve merhamet duygularını geliştirerek bunun topluma sevgi ve yardım şeklinde yansımasını sağlar. Hayâtında açlık nedir bilmeyen bir insan, yoksulların çektiği açlık ve sıkıntıyı gereği gibi anlayamaz. Elbetteki, “Bir eli yağda, bir eli balda” olan varlıklı bir kimse, yüreğinde, yoksulların çektiği ızdırâbı, gereği gibi duyamaz.
Cemâatle kılınan 5 vakit namazın, Cuma ve Bayram namazlarının sosyal ilişkiler açısından ne kadar önemli etkisi olduğunu kim inkar edebilir?
Zekât, sadaka-i fıtır ve kurbânda bunlara ilâveten sosyo-ekonomik dengeleri olumlu yönde etkileyen çok hikmetli özellikler vardır.
Farz olan zekâtın dışındaki her türlü sadaka ve maddî yardımlaşmanın, nice bunalmış insanların sıkıntı ve problemlerine çözüm ve râhatlık sağladığı herkesin bildiği bir gerçektir.
Müslümanlar, her yıl, ?Ramazân ayı?nda ve ?Arefe günü?nde günâhları afv edildiği için sevinirler, sürûrları avdet eder. Bundan dolayı Arapça?da bayrama “îd” denilmiştir.
BAYRAMLARIN NE GİBİ FAYDALARI VARDIR?
Netice olarak, şüphe yok ki, dînî bayramlarımızın cemiyet hayatımızda çok özel yerleri vardır. Bilindiği gibi,bayram sabâhlarında her yaştaki müslümanlar grup grup câmilere doluşurlar, büyük bir huşû? içerisinde, yek-kalp, yek-cihet, yek-vücut hâlinde bayram namazlarını edâ ederler. Bayram namazından sonra bütün müslümânlar, birbirlerinin bayramlarını tebrîk ederler; daha sonra âile büyükleri, eş-dost, akrabâ ve komşuları ziyâret ederek, büyüklerin ellerini öpüp duâlarını alırlar.
Bayramlar sevgi ve saygının artmasına vesîle olur. Yine dînî bayramlarımızdaki güzel âdetlerimizden biri de, yetîmler, fakîrler, garîpler ve çocukların sevindirilmesi, yardıma muhtâç kimselere yardım ellerinin uzatılması, ictimâî yardımlaşma ve dayanışmanın tezâhür etmesidir.
Ramazân bayramında fakîrlere sadaka-ı fıtır verilmesi, kurbân bayramında ise, akrabâya ve komşulara kurbân etinden dağıtılması ne kadar hikmetlidir.
Kezâ dînî bayramlar, milletimizin birlik ve beraberliğine ve dargınların, küskünlerin barışmasına vesîleolduğu gibi, ölülerimizin bile sevinmelerine sebep olmaktadır. Çünkü bayramlarda kabirler ziyâret edilmekte, rûhlarına Fâtiha-i şerîfe, İhlâs-ı şerîf, diğer sûre ve duâlar gönderilmektedir.
Bayram gün ve geceleri mübârek zamanlardan olduğu için, bütün dünyâda dîn ve diyânetlerini, ırz ve nâmûslarını, vatan ve memleketlerini, cân ve mâllarını müdâfaa ederken şehîd düşen, bayrama yetişemeyen müslümânlar da unutulmamakta, onlar için de Kur”ân-ı kerîm okunup rûhlarına gönderilmekte; gâzî, mecrûh olan, dul ve yetîm kalan bütün müslümânlara da duâ edilmektedir.
Bayram günlerinde, akrabâyı, dostları ziyâret etmeli, bayramlarını tebrîk etmelidir. Çocuklar sevindirilmelidir. Bilhassa, yetîm, kimsesiz çocuklar, aranıp bulunmalı, bayram sevincinden mahrûm bırakılmamalıdır.
MÜ?MİNLER KARDEŞTİRLER
Kıymetli Kardeşlerim!
Mukaddes dînimiz İslâmiyet, bütün müslümânları tek bir vücut gibi kabûl etmiş, müslümânların birbirlerinin dertleri ile ilgilenmelerini istemiştir.
Allahü teâlâ, Kur?ân-ı kerîmde, ?Mü?minler ancak kardeştirler?? [Hucurât,10] buyurarak mü?minlerin kardeş olduklarını i?lân ediyor.
Sevgili Peygamberimiz de: ?Mü?minlerin birbirlerini sevme ve birbirlerine acıyıp meyletmedeki misâli, vücut misâlidir. Vücuttan bir uzuv şikâyetlenince, vücûdun diğer organları uykusuzluğa ve sıtmaya ma?rûz kalmak sûretiyle ona iştirâk ederler? buyurmuştur.
Peygamberimizin mübârek hanımı Hz. Âişe (radıyallahü anhâ): “Allahü teâlânın Resûlü, üç gün peşpeşe karnını doyurmamıştır; isteseydi doyururdu. Lâkin o, yoksulları doyurup kendisi aç kalmayı tercih ederdi”buyuruyor.
Peygamber Efendimiz, “Yanıbaşında komşusu aç olduğu hâlde, kendisi tok yaşayan, kâmil mü”min değildir“buyurarak, müslümânın, komşusuyla ilgilenmesinin önemini açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Hz. Ömer”in (r.a.) halifeliği zamanında dokuz ay süren bir kıtlık olmuştu. Hz. Ömer, “ihtiyaç sahipleri bize gelsin” diye halka duyuru yapmış; kendisi de, müslümanlar bolluğa kavuşuncaya kadar, sâdece ekmekle zeytin yağı yiyeceğine, bundan başka katık yemeyeceğine dâir yemin etmişti.
Bizim için en güzel örnek olan Sevgili Peygamberimiz, insanların en cömerdi idi. Hele, ayların sultânı olan Ramazân ayında, cömertliği zirve (doruk) noktasına ulaşır, elinde ne varsa fakîrlere dağıtırdı. Onun ahlâk ve fazilet dolu yaşayışını örnek alan müslümanlar da aynı davranışları sergilemek durumundadırlar.
İşte bayramlar bizlere bunları hatırlatmaktadır.
Konuşmamızın burasında, şu husûsu da önemle vurgulamalıyız ki, insanların ibâdet ve isyânları, Cenâb-ı Hakk”ın celâli, azameti, büyüklüğü karşısında aynıdır. Bütün insanlar, cinnîler ve diğer mahlûkât Allahü teâlâya, en müttakî bir kul gibi ibâdet etseler, bunların O”na herhangi bir faydası olmaz. Bunun tersine, bütün mahlûkât O”na küfretseler, bunun da herhangi bir zararı olmaz.
Allahü teâlânın bizim ibâdetlerimize ihtiyâcı olmadığı gibi, bizim ibâdetlerimizin de O”na hiçbir faydası yoktur. Her insanın yaptığı ibâdetin faydası, yalnız kendisinedir. Zâten böyle olduğu, Fâtır sûresinin 18. âyet-i kerîmesinde açıkça haber verilmektedir.
İbâdetlerin faydaları sadece fertlerle sınırlı değildir. Bazı ibâdetler toplum âhengini, düzenini önemli ölçüde etkiler. Meselâ oruçta bu özellik çok bâriz, belirgin bir şekilde gözlemlenir. Cemâatle kılınan namazların sosyal ilişkiler açısından ne kadar önemli etkisi olduğunu kim inkar edebilir?
Zekâtta bunlara ilâveten sosyo-ekonomik dengeleri olumlu yönde etkileyen çok hikmetli özellikler vardır.Ramazân ayının manevî atmosferi içinde, farz olan zekâtın dışındaki her türlü sadaka ve maddî yardımlaşmanın da zenginleştirdiği bir ihsân ortamında, nice bunalmış insanların sıkıntı ve problemlerine çözüm ve râhatlık sağlandığı herkesin bildiği bir gerçektir.
[02 EKİM 2009 CUMA, Sâat: 21.00–22.15] – Armutlu Tatil Köyü
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
.İLİMsaati.com
15 Eylül 2012 yayınlandı | ilim tarafından
İLİM
Hazinelerin şahıdır ilim. Müminin kaybolmuş malıdır.
Abu hayattır, kovandaki petektir. Baldır.
Şevk dolu Alimleri. Kayıp hazinelere,
Edeple, ihlasla uzanan muhabbet dolu dalıdır.
Mirasın en hayırlısıdır ilim.
İyi düşünür servetin hayırlısını aklı selim.
Yitik hazinedir, mücevherattır ilim ALLAH’ın.
Ameli salihtir, bulmak, öğrenmek cümle kulların.
Yolda ışıktır, güzel ahlaktır, ilim irfan.
Itır gibi kokan, ebedül ebed iman.
Nice hikmettir, fazilet, haya, derman.
Esmaül Hüsnadır ilim. Rabbül Alemini’nin
Ve gayrısı masaldır bütün alemin.
İNŞAALLAH ayrılmayız Rabbani Alimlerden. Amin.
.
HANGİ İLİM FARZDIR
03 Temmuz 2012 yayınlandı | ilim tarafından
Hangi İlimFarzdır.
Biz Müslümanlar Elhamdülillah Müslümanız diyoruz fakat dinimizi yeteri kadar bilmiyoruz. Dededen babadan gördüğümüz kadar müslümanız, dinimizin eğitimini yeteri kadar almış değiliz. Eğer sünnetlerimizi ve farzlarımızı bilipde küçükten evlatlarımızı bu şekilde yetiştirseydik hepimiz namazında, niyazında sünnetli farzlı güzel müslümanlar olurduk. Tabii ki herkes böyle değil, çok güzel eğitimlimüslüman kardeşlerimiz var, benim söylediğim dini bilgisi yeterli olmayan kardeşlerim içindir. Aslında Müslüman olarak bu bilgileri öğrenip uyguladığımızda doğru olan şeyleri yapmış oluyoruz. Farzlarımızı zaten yerine getirmiş oluyoruz. Çok mu zor bunları yapmak? Fakat biz insanların öyle çok işi var ki, o işlerden zamanımız kalmıyor farzları yapmaya. Buyrun aşağıda verildiği üzre Kimyâ-ı Se’âdet kitabından bilmemiz ve öğrenmemiz gereken farzlar nelermiş görelim.
(Kimyâ-i se’âdet) kitâbı ilim kısmında buyuruyor ki:
Her mü’minin, en önce, Ehl-i sünnet i’tikâdını, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan sonra, iki şey öğrenmesi lâzım olur. Biri kalb için olan, ikincisi beden için lâzım olan bilgidir. Beden için olan bilgi de ikidir. Biri yapacağı emirler, ikincisi sakınacağıyasaklardır. Emirleri öğrenmek şöyle olur:
Sabâh vakti, yeni müslimân olan kimsenin, öğle vakti gelince abdestin ve namâzın farzlarını öğrenmesi, hemen farz olur. Sünnetlerini öğrenmesi de sünnet olur. Akşam olunca, akşâm nemâzının üç rek’at olduğunu öğrenmesi farz olur. Ramazân gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. Zengin olunca, bir sene sonra, zekâtı öğrenmesi farz olur. Haccı öğrenmesi, hacca gideceği zamân farz olur. İşte, herşeyi zamânı gelince öğrenmesi farz-ı ayn olur. Meselâ evlenmek istediği zamân, nikâh bilgilerini, kadın-erkek haklarını, kadınların özür hâllerini öğrenmesi farz olur. Bir san’ata, ticârete başlayınca, bunlardaki emir ve yasakları, fâizi öğrenmesi lâzım olur. Hangi san’ata başlıyacaksa zamânın ona âid fen bilgilerini de mektebde öğrenmesi farz olur. (Meselâ diş tabîbi olacaksa, liseyi ve dişçi mektebini bitirmesi, staj ve ihtisâs yapması farz olur. Her san’at, ticâret, zirâ’at da hep böyledir. Herkese kendi san’atını okuması, öğrenmesi farz olur. Başka san’at bilgilerini öğrenmesi farz olmaz. Harb zamânında da askerliği ve yeni silâhları yapmak, kullanmak, korunmak için, fen bilgilerini kısaca öğrenmek, her müslimâna farz-ı ayn, bunlarda ihtisâs kazanmak ise farz-ı kifâyedir).
Harâmları öğrenmek de, herkese başka türlü farz olur. Meselâ, erkeklerin ipek giydiği bir yerde bulunanların, ipek giymenin harâm olduğunu öğrenmesi ve bilenlerin bilmiyenlere öğretmesi farz olur. (Sun’î ipek giymek erkeklere de harâm değildir). Alkollü içkiler içilen, domuz eti yenilen, başkasının hakkı, fâiz, rüşvet alınan, kumar oynanan yerde bulunanların, bunların harâm olduğunu öğrenmesi farz olur. Kadın erkek birlikte oturanların da mahrem ve nâmahrem olan kadınları, ya’nî bakmak câiz olan ve olmayan kadınları öğrenmesi farz olur. (Kadınların, kızların açık gezdiği, erkeklerin de dizden yukarısını açdığı yerlerde bulunan müslümânların, örtmesi farz olan yerlerini öğrenmeleri lâzımdır. Bu yerlerini açmak ve başkasının açık yerine bakmak günâh olduğu gibi, bunu bilmemek de ayrı günâhdır.)
Kalbe âid bilgileri, ya’nî ilm-i ahlâk öğrenmek, her erkeğe ve kadına farz-ı ayndır. Meselâ (Hıkd) “ya’nî kin bağlamak”,(Hased) [Başkasında bulunan ni’metin onda olmayıp, kendinde olmasını istemekdir. Onda olduğu gibi, kendisinde de olmasını istemek hased değildir. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir ki sevâbdır], (Kibr) [Kendini büyük bilmek, üstün görmekdir. Kibrli olana karşı kendini büyük göstermek, kibir olmaz. Sadaka vermek gibi sevâb olur], (Sû’i zan)etmek [İyi insânı fenâ bilmek] gibi şeylerin harâm olduğunu öğrenmek, her mü’mine farz-ı ayndır. Görülüyor ki, îmânı, ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdını kısaca öğrenmek ve iyi ve kötü huyları öğrenmek, farz-ı ayndır. Ya’nî, herkesin öğrenmesi farzdır. Abdesti, guslü, namâzı ve orucu ve harâmları da, her müslimânın öğrenmesi farz-ı ayndır. Cenâze nemâzını, ölüye hizmeti ve san’at ve ticâret bilgilerini [ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için, fen bilgilerini iyi] öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya’nî lâzım olan kimselerin öğrenmesi farz olup, başkalarına farz olmaz. Fakat, lüzûmu kadar kimse öğrenmezse, bütün müslimânlar, hükûmet ve millet, büyük günâha girer. Meselâ, doktor olacak kimsenin lise ve tıbbiyyede okuması farz olup, mühendis olacak kimsenin tıbbiyyede okuması farz değildir.
İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) şerhinde, ön sözde diyor ki:
(Ulûm-i nakliyyeden ya’nî din bilgilerinden kendine lâzım olanları öğrenmek farz-ı ayndır. Bundan fazlasını öğrenmek ve ulûm-i akliyyeden fâideli olanları öğrenmek farz-ı kifâyedir).
Namâzda kırâ’eti anlatırken diyor ki:
(Bir âyet ezberlemek, herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veyâ bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur’ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Kendine lâzım olmıyan fıkh bilgilerini öğrenmek, hâfız olmakdan dahâ iyidir). Beşinci cildde buyuruyor ki: (Başkalarına öğretmek için ilm öğrenmek, kendi işlemesi için öğrenmekden dahâ sevâbdır).
Hak teâlâ, ilmi çok yerde övdü, Kur’ânda,
Resûlün, ilmi emr eden sözleri, meydânda.
İslâmın en büyük düşmanıdır, bil, cehâlet,
Çünki, cehl mikrobunun hastalığı, Felâket!
.
İlim Âlimle Ayakta Kalır
02 Haziran 2012 yayınlandı | ilim tarafından
“Allah, ilmi kullarından çekip çıkartarak değil, alimleri almak suretiyle alacaktır. Nihayet alim kalmayınca, halk bir takım cahil alimleri (gerçekte cahil, görünürde alim kişileri) kendilerine lider edinir. Bunlara bir takım sorular sorulur, onlar da ilimleri olmadığı halde fetva verirler. Böylece hem kendileri sapkınlığa düşerler hem de halkı düşürürler.” (Hadis-i şerif)
İslâm dini doğruyu yanlışı anlamada ilme büyük önem vermiş, ilim öğrenmeyi ve öğretmeyi daima teşvik etmiştir. İlim ehli insanlar da saygıyla karşılanmıştır. Hatta daha fazla ilimle meşgul olabilmeleri için ilim talep edenlere bazı ayrıcalıklar sağlanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de de alimlere müracaat etmenin önemine ve gerekliliğine vurgu yapılır.
Bilgiye ve bilginlere verilen önem, toplumu fitne ve fesattan uzak tutmak içindir. Çünkü gerçek alimler toplumun şiddete, yanlışlığa ve sapkınlığa yönelmesini engeller.
Fakat toplum doğru-yanlış hassasiyetini kaybedince gerçek alimlere hayat hakkı kalmayacak, boşluğu kendi hevâsından konuşan sahte alimler dolduracaktır.
Buharî, Müslim ve İbn Mâce’nin derlediği bu hadis, müslümanların kendilerine rehberlik edecek ilim erbabını yetiştirmeleri gerektiğine dikkat çeker ve ciddi bir şekilde uyarır. İlim kıymetlidir, ilim ehli de kıymetlidir. Fakat bunun şartı, ilmin insanları selamete ulaştıracak bir ilim olması, alimlerin de ilmini kendi hayatına da geçiren, edepli, salih kişiler olmasıdır.
İmam Buharî rh.a., bu hadis-i şerifi “İlim Nasıl Alınacak?” başlığı altında vermiştir. Hadis-i şeriften önce de şu olayı nakleder:
“Ömer b. Abdülaziz, Ebu Bekr b. Hazm’a şöyle yazdı: ‘BakRasulullah’ın hadisinden ne bulursan yaz. Zira ben ilmin yok olmasından ve alimlerin göçüp gitmesinden korkar oldum. Kayıt esnasında Allah Rasulü s.a.v’in sözünden başkası kabul edilmesin. Bir de alimler ilmi yaysınlar ve oturup ders versinler ki bilmeyenlere de öğretilmiş olsun. Zira ilim gizli bir şey haline getirilmedikçe yok olmaz.” (Sahih-i Buharî)
Sahih-i Buharî açıklayıcılarının bir çoğu Ömer b. Abdülaziz rh.a.’in sözü üzerinde durmuşlar ve meseleyi bu noktadan açıklama yoluna gitmişlerdir. Çünkü İmam Buharî’nin de hadisten önce bu sözleri vermesi, meseleye hangi açıdan bakmış olduğuna işaret etmektedir.
Buna göre insanları hayra ve hakka sevk edecek bilgi derlenip kayıt altına alınmalı ve öğretilerek yayılmalıdır.
Büyük Hanefi fakihi Bedreddin Aynî, bu hadisi açıklarken şöyle der: “Allah Tealâ, ilmi insanların arasından kaldırma veya göğüslerinden silme şeklinde almaz. Bu, onların ruhlarını alarak yani alimlerin ölümüyle olur. Öyleyse yok olmadan ilmi istemek, almak lazımdır. Bir keresinde Allah Rasulü s.a.v. “İlim kaldırılmadan ilmi alın.” buyurdu. Bir bedevî, nasıl kaldırılır, diye sordu. Bunun üzerine Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurdu: “Bilmez misin ilmi taşıyanın gidişi, ilmin gidişidir.” (Umdetü’l-Kârî)
Sahih-i Müslim açıklayıcılarından olan İmam Nevevî rh.a. de bu hadisle ilgili benzer bir açıklamada bulunarak şunları söyler: “Burada ilmin kaldırılmasından maksat, göğüslerden silinmesi değildir. Buradaki mana, ilmi taşıyanların ölmesidir. Böylece cahiller başa geçer ve cehaletleriyle hüküm verirler. Kendilerini de, halkı da saptırırlar.” (el-Minhâc)
Hadis açıklayıcıları, bu hadiste ilim öğrenmenin teşvik edildiği üzerinde ısrarla durmuşlardır. Ayrıca hadiste ilimle meşguliyetin devamlılığının önemine de dikkat çekilmiştir. Alimlerin ölümü, yeryüzünde ilmin yok olmasıdır. Büyük hadis alimi İbn Hacer bu durumu şöyle açıklar: “İlim talep edenler var olduğu müddetçe ilim kaldırılmaz.” (Fethu’l-Bârî)
Hadis-i şerifte geçen alimlerin ölümü ve ilmin yeryüzünden kaldırılması kadar, “cahil alimler” ifadesi de dikkat çekicidir. Sahih-i Buharî açıklayıcılarından Kirmanî, böyle kişiler hakkında şunları söyler: “Onlar bir şey bilmedikleri halde, ilmi var sanılan, öyle bilinen kişilerdir.” (Şerhu’l-Kirmanî)
Zaten hadisteki uyarı bu noktada toplanmaktadır. Hakiki alime duyulan ihtiyaç vurgulanırken, onların yerine cahil kişilerin gelmesiyle oluşabilecek fitne ve fesada dikkat çekilir.
Günümüzün hadisçilerinden İbrahim Canan bu hadisin hülasasını şöyle açıklar: “Burada Rasulullah s.a.v. farklı bir üslupla ilme teşvik etmektedir. İlim müslümanlar arasından kaldırılacaktır. Ancak bu kaldırma işi, bilenlerin göğsünden mucizevî bir tarzda çıkarılarak değil, alimlerin birer birer ölmeleriyle olacaktır. Öyleyse İslâm ümmeti böyle bir tehlikeyi göz önünde canlı tutarak, tedbirde kusur etmemelidir. Bunun tedbiri de yeni alimlerin yetişmesi için gayret göstermektir. Mektep ve medreseler açmak, talebelere barınak temin etmek, burs vermek, onların ilim gayretlerini artırmak ve benzeri faaliyetlerdir.”
Büyük alimlerimizden Bedreddin Aynî, hadisten şu hükümlerin çıkarılabileceğini söyler: “Bu hadis, fetvanın önemine delildir. Bu sebeple ilimsiz fetva üretmeye cüret edenler kötülenmektedir. Aynı şekilde cahilleri lider edinmekten sakınmanın gerekliliği, bu hadisten anlayacağımız hususlar arasındadır.”
Sonuç olarak, müslümanlar İslâmî ilimleri korumaya ve bu ilimlerle meşgul olmaya gayret göstermekle yükümlüdür. Hak ve hakikat bilgisi alim ile ayakta durur ve anlaşılabilir. Unutulmamalıdır ki ilmi geliştirenler, bugünlere getirenler, geniş kitlelere öğretenler alimlerdir.
Selim Güneş
.
Hangi İlim
31 Mayıs 2012 yayınlandı | ilim tarafından
; font-family: 'Lucida Grande', 'Lucida Sans Unicode', Arial, Helvetica, sans-serif; border: 1px solid rgb(216, 230, 163); margin: 10px 10px 10px 50px; padding: 6px 6px 6px 43px; overflow: auto; clear: both; background-image: url("images/postquote.png"); background-color: rgb(242, 246, 223); background-position: 0% 0%; background-repeat: no-repeat;">
İlmin, bilmenin önemini vurgulamayan hiç bir dinî sohbet, hiç bir tartışma yok. İman ve yaşantıyla ilgili her konu dönüp dolaşıp ilme, bilgiye bağlanıyor. Anlıyor ve kabul ediyoruz; bilmekle, öğrenmekle yükümlüyüz.
Ama neyi?
Yaşadığımız çağa “bilgi çağı” deniyor. Gazeteler, kitaplar, dergiler, bilgisayar, internet ve her türünden kitle iletişim araçları ile bir bilgi sağanağı altında yaşıyoruz. Hayatımızla ilgili veya ilgisiz her konu üzerine, müthiş vurgular yapılıyor. Herkese göre kendi sunduğu bilgi çok önemli, hatta en önemlisi. Ve biz sade insanlar, neyi ne kadar öğreneceğimizi şaşırmış olarak bir selin önünde sürüklenip gidiyoruz.
Sonuçta öyle bir hale geldik ki, artık hayatî bilgilere de kayıtsızız. Oysa bilgiye kayıtsızlık hayata, hayatın ötesine kayıtsız kalmak demek.
Bir müslüman olarak bu konuyu yerine oturtup, beynimizi ve kalbimizi bir düzene sokmamız gerekiyor. Ancak bu şekilde dünyamızı ve dünya sonrası yaşantımızı düzene koymuş ve riskten korumuş oluruz.
Herkese Farz Olan İlim
“Şüphesiz, ilim öğrenmek erkek-kadın her müslümana farzdır.” (Beyhakî, İbnu Mâce, Tabarâni, Heysemî) hadisini her müslüman biliyor; ancak farz olan bu ilmin hangi ilim olduğu tam olarak bilinmiyor.
Hadis, farz-ı ayn ilimden bahsetmektedir. Farz-ı ayn ilim, her müslümanın bizzat öğrenmesi ve bilmesi gereken ilimdir. Bu ilmi ona farz kılan Allahu Teâlâ ve O’nun Rasulü’dür. Akıllı olup büluğ yaşına ulaşan her müslüman bu ilimlerden sorumludur. Çünkü bu durumdaki bir insan, iman ve ibadetle yükümlüdür. Helâl ve harama dikkat etmesi gerekmektedir. Görevli melekler tarafından amelleri yazılmaya başlanmıştır. Amele yükümlü olan bir kimseye ilk gereken iş, yapacağı işin ilmini öğrenmektir.
Temel kaide şudur: Yapılması farz olan bir şeyin ilmini bilmek de farzdır. Bu şeyleri temelde üç ana gruba ayırabiliriz: (Gazâli, İhyâ, I, 25)
* İnanılması şart olan esaslar.
* Yapılması icap eden farzlar.
* Terkedilmesi gereken haramlar.
Bunlarla birlikte vacip, sünnet, mendub, müstehab, mübah, mekruh ve müfsid olan ameller mevcuttur ki, onların bilinmesi farzlardan sonra gelir.
Önce İmanın Bilgisi
Farz olan ilimlerin başında, imanla ilgili konular gelir. Bunlara kısaca akâid ilmi denir. Allahu Teâlâ’nın zat ve sıfatları, peygamberler, kitaplar, melekler, kader, kaza, ahiret, hesap, ceza, ; text-decoration: none;">Cennet, ; text-decoration: none;">Cehennem gibi konular, bu ilmin esasını oluşturur. Bunların gerçeği her müslüman tarafından bilinmelidir. Bu esaslara topluca ve kısaca iman etmek, mü’mini mesuliyetten kurtarır. Ancak her birini derince incelemek, bildiklerini yakîn hâline getirmek, taklidi tahkike çevirmek, iman ettiklerini görürcesine kabullenmek, yapabilenler için büyük bir fazilettir.
Akâid ilmi temelde kalbin iman ve kabulüyle ilgilidir. Bu kabul ve teslimiyet her kalpte aynı seviyede değildir. Kalbin, manevi yönden sıhhat ve hastalık durumuna göre bu ilimdeki hazzı ve nasibi değişir. Yani iman nuru ve kalbin şuuru artar ve eksilir.
Kalple ilgili ilimler sadece imanla ilgili konular değildir. Kalpte meydana gelen ve kalple işlenen bir çok büyük günah vardır ki, onları bilmek ve kalbi onlardan temizlemek de farzdır. Şirk, riyâ, kibir, ucub, hased, aşırı dünya sevgisi, cimrilik, tamah, insanları küçümseme gibi hastalıklar bunların başında gelir. İnsanların çoğu, bunları ihmal eder, yeterince öğrenmez. Hatta bunları öğrenmenin farz olduğunu çoğumuz bilmiyor. Onun için çok kimse, namazın zahirî bütün farz ve edeblerini öğrendiği halde, batınî (kalbimizle ilgili) farzlardan huşû ve huzuru hiç önemsemez. Ayrıca, namazın sevap ve faziletini ortadan kaldıran gösteriş, amelini beğenme, ameline güvenme, yaptıklarıyla övünme, gaflet gibi mânevi hastalıklara hiç aldırış etmez, onları tedavi yoluna gitmez.
Allâme İbn-i Âbidin (Rh.A.), “Reddü’l-Muhtâr” adlı meşhur fıkıh kitabında bu konuya şöyle dikkat çekiyor:
“İhlası öğrenmek, ucbu, hasedi ve riyâyı bilmek farz-ı ayndır. Kibir, cimrilik, kin, hile, gazap, düşmanlık, tamah, böbürlenme, hiyânet, yağcılık, hak söze karşı kibretmek, kalp katılığı, uzun emelli olmak gibi kötü ahlâklar da aynı hükümdedir. İmam Gazâlî’nin belirttiği gibi, hiç kimse bunlardan tamamen kurtulmuş değildir. Bu durumda, onlardan herhangi birine müptelâ olan insanın onu öğrenmesi ve tedavi edip kalbinden gidermesi farz-ı ayındır. Bu da ancak, onların ne olduğunu, sebeplerini, alâmetlerini ve tedavi yollarını bilmekle mümkün olur. Çünkü, kötülüğün ne olduğunu bilmeyen kimse, içine düşer.” (İbn-i Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I, 126)
Şâfiî fakihlerinden Allâme İbnu Hacer el-Heytemî’nin de dikkat çektiği gibi; (İbn-i Hacer el-Heytemî, ez-Zevâcir an İktirâfi’l-Kebâir, I, 49) kalpte işlenen bâtınî günahlar, azalarla zahirde işlenen günahlardan daha tehlikeli, daha devamlı ve daha tesirlidir. Çünkü şirk, riyâ, kibir ve hased gibi batınî günahlar, işleyeni zalim ve fasık yaptığı gibi, aynı zamanda iyi amelleri de yok eder. Diğer günahlar arada bir yapıldığı halde, kalbe yerleşen günahlar ona müptelâ olan kimseden hiç ayrılmaz. Mesela bir hırsız devamlı başkasının malını çalamaz. Bir içki müptelâsı durmadan şarap yudumlayamaz. Bir eşkiya, dakika başı yol kesip can yakamaz. Halbuki kibirli bir insandaki kibir ve kendini beğenme hali, ondan hiç bir halde ayrılmaz. Hasedle içi yanan kimse, bir an olsun ondan kurtulamaz. Öyle ki, otururken, yürürken, konuşurken, yerken, içerken, herhangi bir iş yaparken, hatta ; text-decoration: none;">namaz kılarken, sohbet ederken, zikir çekerken bile bu hastalık kendisini gösterir. Dış azalarla işlenen günahlar, güzel bir tevbe ve istiğfarla temizlendiği halde, kalbe yerleşen günahlar, ancak tevbe, istiğfar ve güzel bir terbiye ile temizlenebilir. Şu halde, bu tür günahları tanımak ve sakınmak, diğerlerinden daha önemlidir.
“Halbuki onlar, ancak, ihlasla Allah’a ibadet etmekle emrolundular.” (Beyyine/5) âyeti, ihlasın farz olduğunu beyan eder. İhlâs farz olduğu gibi, onu ortadan kaldıran ve zedeleyen şirk, riyâ, gösteriş, kendini beğenme, böbürlenme, kibretme gibi şeyleri bilmek de farz olmaktadır.
Temel kâide şudur: “Bir farzın yerine getirilmesini temin eden şeyler de farzdır.” (Sühreverdî)
Sonra Amellerin Bilgisi
İmandan hemen sonra ; text-decoration: none;">namaz farz olduğundan, her mükellefin namazla ilgili farzları ve namazın kılınış şeklini öğrenmesi farzdır.
Namazın evelinde gerekli olan taharet şekillerini, namaza mani olan pislikleri ve bunları giderme yollarını, abdest ve guslün farzlarını öğrenmek de farzdır.
; text-decoration: none;">Namaz içinde farz olan kıraatı yerine getirmek için, yeterli miktar Kur’an âyetlerini düzgün bir şekilde öğrenmek ve ezberlemek de farzdır.
Namazla mükellef olan bir kadının, adet ve hastalık kanının şekil ve hükümlerini, doğum yapıp lohusalık halini gördüğünde onunla ilgili hükümleri öğrenmesi farzdır.
Ramazan ayına ulaşan bir mü’minin,; text-decoration: none;">oruçla ilgili gerekli bilgileri, orucu bozup, kaza ve keffâreti gerektiren durumları öğrenmesi ve hastalık, yolculuk, ihtiyarlık, hamilelik gibi dinen kabul edilen bir mazereti yoksa, oruç tutması farzdır.
Ailesini geçindirmekle yükümlü olan bir mü’minin rızkını helâlinden kazanması farzdır. Bunun için, meşgul olduğu mesleğin ve kazancının içine ; text-decoration: none;">haramkarıştırmamak da farzdır. Hepsinden evvel, bir işe veya ticarete girecek bir mü’minin o iş ve ticaretle ilgili dini hükümleri öğrenmesi farzdır. Bu öyle bir mühim konudur ki, ; text-decoration: none;">haram mal her türlü ibadeti etkilemektedir. Öyle ki, midesinde ; text-decoration: none;">haram gıda, üzerinde haram eşya bulunan bir insanın kıldığı namaz, çektiği zikir, gittiği hacc, verdiği sadaka ve yaptığı duâ hiç bir fayda vermeyecektir. Bu konunun önemini Hz. Rasûlullah (A.S.) şöyle belirtmiştir:
“Helâli aramak, her müslümana farzdır.” (Tabarânî, Beyhakî, Heysemî)
Hz. Ömer (R.A.), kendi zamanında esnaflar için şu talimatı yayınlamıştır:
“Bu çarşı ve pazarımızda, ancak (alış-verişle ilgili) dinî hükümleri iyi bilen kimse ticaret yapsın. Aksi takdirde, isteyerek yahut istemeyerek faiz yer, harama girer.” (el-Mekkî, Kûtu’l-Kulüb, I, 129-130)
Kazandığı mal, zekât verecek nisaba ulaştığı zaman, zekâtla ilgili hükümleri bilmek ve zekâtını vermek farzdır.
Maddi durumu daha ileri seviyeye çıkan bir mü’min, hacc aylarında hac farizasını yerine getirecek imkâna ulaştığında, haccı öğrenmesi ve yerine getirmesi farzdır.
Harama düşme tehlikesi olan ve maddi imkanları bulunan bir kimsenin, nikahın şartlarını öğrenip evlenmesi ve ayrıca nikahı düşüren şeyleri bilmesi farzdır.
Hanımını boşayan bir erkeğin, ona karşı bundan sonra nasıl davranacağını ve hukukunun ne olduğunu bilmesi farzdır.
Her müslümanın, kendisine haram kılınan düşünce, fiil ve fikirleri öğrenmesi farzdır. İmam Gazâlî’nin (Rh.A.) dikkat çektiği gibi; (Gazâlî, İhyâ, I, 26) bid’atların yayıldığı, batıl fikir ve cereyanların her yanı sardığı, haramların güzel bir şey gibi anlatıldığı bir beldede büluğ çağına gelen bir genci, bu haramlara karşı bilgilendirip onlardan korumak gerekir. Çünkü haram fiil ve fikirler, kalbe ve beyne işlemeden giderilmelidir; yoksa tedavileri çok zor olur.
Her mükellefin, anne-baba hukukunu ve onlara karşı gereken vazifelerini öğrenmesi farz-ı ayndır.
Her mü’minin, kimleri Allah için sevip, kimlere Allah için buğz edeceğini öğrenmesi, kimlerle birlik içinde hareket edip kimleri terketmesi gerektiğini bilmesi farzdır.
Her mü’minin, kendisini Hakk yolunda sevk ve idare eden imam, mürşid veya halifeye, yani “ülû’l-emr” sıfatında olan kimseye karşı vazifelerini bilmesi ve gereğini yeri-ne getirmesi farzdır.
Zengin ve imkânı olan müslümanların, farz olan dini ilimlerin korunması ve yayılması için gerekli müesseseleri kurmaları ve korumaları farzdır. İlmi ve ilim ehlini sevmek de farzdır.
Bu ilimlerin her mükellef tarafından bilinmesi farz olduğu halde, günümüzde ihmal ve gaflet biribirine eklenince, ortaya Rabbini tanımaz, dinini yaşamaz, edebini ve haddini bilmez, kendi menfaatından başka kimseyi sevemez bir sürü insan çıkıverdi. Bütün bu arızalar ve cehalet giderilmeden hakkıyla ne din yaşanabilir, ne de tasavvufun neşesine ulaşılabilir.
Öyleyse ilme koşmalıdır. Meclis ve halkalarımızda ilim konuşulmalıdır. Çantamızda, masamızda bir kitap bulunmalıdır. İlim bir çeşit zikirdir. Rahmet sebebidir. İlim halkası ; text-decoration: none;">Cennetbahçesidir. İlmin bir kelimesi de kıymetlidir. İlmin başı Allah sevgisi, sonu edebtir. İlmin edebiyatını yapıp edebinden uzak kalmak felakettir. Kişiyi Hakk’a yaklaştırmayan ilim, kuru bir zahmettir. Gerçek âlim, âlem için bir rahmettir.
.
Gerçek Alimler Olmasaydı
30 Mayıs 2012 yayınlandı | ilim tarafından
; font-family: 'Lucida Grande', 'Lucida Sans Unicode', Arial, Helvetica, sans-serif; border: 1px solid rgb(216, 230, 163); margin: 10px 10px 10px 50px; padding: 6px 6px 6px 43px; overflow: auto; clear: both; background-image: url("images/postquote.png"); background-color: rgb(242, 246, 223); background-position: 0% 0%; background-repeat: no-repeat;">
Kur’an’ı ve sünneti korumada Allah Tealâ’nın seçmiş olduğu müctehid imamlar, kâmil mürşidler ve onların hizmetleri olmasaydı, bu gün Kur’an ve sünnete ulaşmak, onları anlamak mümkün olmazdı.
Gerçek Âlim denince, Hz. ; text-decoration: none;">Peygamber(A.S.) Efendimizin imamlığını yaptığı ilim, amel, takva ve göz yaşı medeniyetinin temsilcisi olan, onu yaşayan ve yaşatmak için bütün hayatlarını vakfeden ilim adamları anlaşılmalıdır.
Fakihler, müfessirler, mürşidler, muhaddisler, kadı ve ; text-decoration: none;">müftüler ve genel olarak zahirî ve batınî ilmin hizmetinde bulunan bütün Rabbanî âlimler…
Kaç yıl boyunca ne kadar okursa okusun, takva ve gönül ehli olmayan, ilmi ameline ve şahsiyetine yansımayan bilgi gevezeleri değil.
Ölçüleri aşan sevgi ve saygının ulaştıracağı sonuç kesinlikle azaptır. Fakat ölçüyü koruyan müslümanların sevgi ve saygısını şirk olarak nitelemenin ve onları itham altında bulundurmanın da büyük bir yanlış olduğu açıktır.
Ehl-i Sünnet çizgisinde hiçbir; text-decoration: none;">tasavvuf erbabı mürşidini, Allah’ın kulu olmanın ve O’nun yaratması altında bulunmanın ötesinde görmez.
Müctehid imamlar ve kâmil mürşidlere sevgi beslemek, onlara saygı duymak, her ; text-decoration: none;">müslümanın gereğidir.
; text-decoration: none;">Gökler ve yerler sadece müminlerin kalbindeki ilahi aşk ve imanın hatırına ayakta tutulmaktadır. Eğer o iman ve irfân sahipleri olmasa, kâinat çoktan yıkılırdı.
Allahu Teâlâ buyuruyor ki; Kullarımın bana en sevimli olanları benim için birbirini sevenler, mescidlerimi mâmur edenler ve seherleri istiğfarla geçirenlerdir. Onlar öyle kimselerdir ki, ben yeryüzündeki insanlara bir azap etmek istediğimde onlara bakarım ve azap etmekten vazgeçerim.
|
Bugün 143 ziyaretçi (340 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
.xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
.
İlim öğrenmek istey talebelerin dikkat etmesi gereken bazı hususlar vardır.Bu ilim yolu çok dikkat isteyen yeri gelince zor, meşekkatli ama bir o kadarda mübarek bir yoldur.
Talebe şu sözü hiç unutmamalıdır:
-İlmin başı soğandan acı, sonu ise baldan tatlıdır-
İlim tahsil ederken Niyet
İlim öğrenmek isteyen kimse, tahsile başladığı zaman niyet etmesi lazımdır.Çünkü niyet bütün amellerde esastır.
Talebenin niyeti dünya ile ilgili bir menfaat elde etmek yahut devlet kadrolarında yer almak, devlet adamlarına yakın olmak düşüncesine dayalı olmamalıdır.İlim öğrenmekle insanların kendisine yönelmelerini, değer vermelerini, tazim etmelerini düşünmemelidir.
Talebenin maksadı; Allah rızasını kazanmak, ahiret yurdunu elde etmek, önce kendisinden-sonra başkalarından cahilliği gidermek, islam dinini yaşatmak ve kıyamete kadar devamını sağlamak olmalıdır.
İmamı Hammad b. İbrahim, talebesi olan İmamı Azam Ebu Hanife’ye öğretimin gayesi konusunda şu şiiri yazdırmıştır:
”Kim ilmi, ahireti kazanmak için öğrenirse doğru yolda kurtuluşa erer.
İnsanlar nazarında değer kazanmak için tahsil görenlere ise yazıklar olsun.”
İyiliği emretmek, kötülükten sakındırma, hakkı geçerli kılmak, kendi nefsani arzularını değilde, dini yüceltmek için bir makama talip olmakta sakınca yoktur.
Talebe bunu iyi düşünmelidir.Çünkü o ilimi çok meşakkat ile elde etmiştir.O ilmi değeri az olan, fani ve hakir olan dünya için sarfetmemelidir.
Eğer Mümkünse Hocasını Seçmelidir
Talebe ilme başlamadan, ilmi seviyesi yüksek olan bir hocayı seçmelidir.Seçeceği hoca, insanların Allah’tan en çok korkanı ve tecrübeli olanı olmalıdır.İlim öğrenmek en güç en önemli işlerdendir.Öğreneceği ilim onun hayatı boyunca sermayesi olacaktır.Bu sebeple çok dikkat etmelidir.
-Düşünmeden, araştırmadan yanlış bir alimin peşine takılırsan yanlış bilgiler alabileceğin gibi ömrünüde zayi etmiş olursun.-
Bir Hocada Sonuna Kadar Sabretmek
Hoca seçimi öyle olmalıdır ki hoca; vereceği ilimleri tam olarak tahsil etmiş ve mümkünse tecrübeli olmalıdır.Çünkü ilmin bereketi devamlılıktadır.Nakıs olan bir hocada devam edebilmek mümkün olamaycağından veya eksik olacağından her iki durumda da talebe zararlı çıkacaktır.
Sabır ve sebat bütün işlerin üzerine bina edildiği büyük bir temeldir fakat bulunması azdır.
Talebe bir hocanın ders halakasında sonuna kadar sabır ve sebat etmesi, bir kitabı sonuna kadar okuyup noksan bırakmaması, ilim dallarından birini iyi bir şekilde öğrenmeden, diğer bir ilmin öğrenimine geçmemesi, bir belde de ilim tahsilini bitirmeden başka bir beldeye gitmemesi gerekir.
Zira alıncak bilgileri tamamladan başka bir hocaya geçmek, bir kitabı bitirmeden başka bir kitaba geçmek, bir ilim dalını mükemmel bir şekilde bitirmeden başka bir ilim dalına geçmek öğrenmenin gayesini dağıtır, kalbi meşgul eder, vakitlerin zayi olmasına sebep olur.
Öğrenim Esnasında İyi Arkadaş Edinmek
Talebenin arkadaşlık edeceği kişide şu özellikler bulunmalıdr.
1-Çalışkan arkadaş
2-Takva sahibi, Allah’tan korkan arkadaş,
3-Güzel huylu arkadaş
4-Anlayışlı arkadaş
5-Tenbel olmayan ve zamanını boşa harcamayan arkadaş,
6-Çok konuşup gevezelik yapmayan arkadaş,
7-Fitne ve fesad olmayan arkadaş.
Bir kimsenin iyi veya kötü olduğunu sorma arkadaşına bak.Zira arkadaş arkadaşa uyar.
Tenbel kişiler ile arkadaş olma, nice iyi kimseler vardır ki arkadaşının kötülüğü ile bozulur.
Ahmak kimsenin ahmaklığı, zeki ve akıllı kimselere süratle geçer.
Ayrıca talebeler karşılıklı olarak birbirlerine saygı göstermelidirler.Birbirlerinin haklarını gözetmelidirler.Birbirlerine hoşgörülü olmalıdırlar.Hakka tecavüzden sakınmalıdırlar.
İlim ve İlim Ehline Saygı Göstermek
Şu bir gerçektir ki, talebe ilme ve ilim adamlarına ve hocalarına saygı göstermedikçe ilme ulaşamaz.Ulaşsada elde ettiği bilgiden faydalanamaz.
İlim taleb edip maksadına ulaşanlar ancak saygı ile ulaşmışlardır.
Talebenin Hocasına Saygı Adabı
Hocaya saygı ilme saygı göstermek demektir.Çünkü hocanın ilmi karşısında diz çökülür ve ondan ilmi taleb edilir.İmam Şirazi Hazretleri şöyle buyurdu;
”Hocalarımız buyurdular ki; oğlunun alim olmasını isteyen kimse, garip kalmış alimleri gözetmeli, onlara ikram etmeli, saygı gösterip malı ile desteklemelidir.Böyle yaparsa o kişinin oğlu veya torunu veya daha sonra gelecek olan nesli alim olur.”
Talebenin Hoca Karşısındaki Tavırları
1-Saygı gereği hocasının önünden yürümemelidir.
2-Hocasının yerine, makamına oturmamalıdır.
3-İzin verilmedikçe hocasının yanında konuşmamalıdır.
4-İzin verilince çok konuşup sözü uzatmamalıdır.
5-Bıkkınlık zamanlarında hocaya bir şey sormamalı, müsait bir zaman gözetmelidir.
6-Derse vaktinde girmelidir.
7-Hocanın gönlünü kazanmalıi hoşlanmadığı işlerden sakınmalıdır.
8-Allah’a isyanı gerektirmeyen işlerde, emirlerini yerine getirmelidir.Ancak Allah’a isyan söz konusu olduğu yerlerde kula itaat yoktur.
9-Hocasına saygısı nedeniyle hocanın akrabaların da iyi davranmalıdır.
Kadı İmam Fahrudiin Ersebendi Mevr şehrindeki alimlerin reisi idi.Devrinin sultanı kendisine son derece saygı gösterirdi.Kendisi bunun sebebini şöyle açıklıyordu:
”Bu şerefe hocama saygı göstermem sebebiyle ulaşım.Zira hocamın hizmetinde bulunur, yemeğini pişirir, fakat bu pişirdiğim yemekten yemezdim.Bunu sadece ona olan saygımdan ötürü yapardım.”
Hocasını gücendiren talebe öğrendiği ilmin bereketinden mahrum olur.Bu ilimden çok az faydalanır.
Talebenin Kitaba Karşı Olan Saygısı
Kitaba karşı saygılı olmakta ilme saygının gereğidir.Talebe abdestsz olarak kitaplarını eline almamalıdır.Çünkü ilim nurdur, abdest de nurdur.Abdest sebebiyle ilmin nuru daha da artar.
Talebe kitablara karşı ayak uzatmamalıdır.Tefsir kitablarını diğer kitabların üzerine koymalıdır.Kitap üzerine ise başka bir şey koymamalıdır.
Talebe kitaba ve mürekkebe karşı edep gözeterek notlarını güzel yazı ile almalıdır.İnce yazı yazmamalı, ince yazılar üzerine de not almamalıdır.Ayrıca notlarını biraz büyük harfler ile almalıdır ki yaşlanıp gözlerinin feri kaybolduğunda okuyabilsin…
İlim Öğrenmede ki Diğer Prensipler
*Yaltaklanmak kötü bir ahlaktır ancak talebe faydalanabilmek için hocasına yaltaklanmalı gerekirse ayaklarına kapanmalıdır.
*İlim ve hikmet öğrenecek talebe, bir meseleyi veya kelimeyi hocasından bin kere duysa bile yine onu saygı ile dinlemelidir.
*Talebe zaruret olmadıkça derste hocasına yakın oturmamalıdır.Bilakis hoca ile talebe arasında belli bir mesafe bulunmalıdır.Çünkü böyle bir mesafenin bulunması saygılı olmaya daha yakındır.
*Talebe dini yönden kötü sayılan huylardanve davranışlardan sakınmalıdır.
*İlim taleb eden kişi kibirden ve kendini beğenmekten uzak durmalıdır.
*Talebe gücünün yettiği ölçüde dünya işleri ile ilgisini azaltmalıdır.İlim adamları bu sebepten ötürü daima insanlardan ayrı bulunmayı tercih etmişlerdir.
*Talebe uykudan feragat etmelidir.Bu hususta şöyle denmiştir: Yüksek makamlar, çekilen sıkıntılar ölçüsünde elde edilir.Yükseklik isteyen kişi gece uykusuz kalmalıdır.Hem yücelik istiyorsun hem de gece uyuyorsun; İnci arayan denize dalmalıdır.
*Herkes nefsini hayırlı işler ile meşgul etmelidir ki nefsi kendi işleri meşgul olmasın!.
*Talebe kötü zandan da kaçınmalıdır.Zira bu düşmanlığın kaynağıdır.Ve helal değildir.
*İlim taleb eden bir kişi anne ve babasını razı etmeli, onların hayır dualarını almalıdır.
*Talebe dünyadaki en cahil kişinin kendisi olduğu hükmü ile hareket etmelidir.
*Talebe öğrendiği ilimler için Allah’a şükretmeli ve bu ilmin kendisine bir emanet olduğunun şuurunda olmalıdır.
Kürt olarak akşamladım, Arap olarak sabahladım
Ebu Abdullah el-Müştehir Hazretleri, Şirazlı bir kürt taifesindendir.Cenab-ı Allah ona ilmi ledun bahşetmek istemiş.
Bir gün Şiraz medreselerinden birine geldi.Medrese de talebeler ilim mevzuunda konuşmalar yapıyorlar, bazı hususlarda tartışıyorlardı.Talebelerin ilim öğrenmek için geyret etmeleri çok hoşuna gitti ve bir meseleyi öğrenmek için sordu.Onun bu safça yani basit bir şeyi sormasına talebeler gülüştüler.O da:
”Bende sizin öğrendiğiniz ilimlerden bir ilim öğrenmek isterim, bana bir yol gösterin” dedi.Talebeler alay edercesine on şöyle dediler:
”Eğer alim olmak istersen evinin tavanına bir ip bağla, ayağını ipe sıkıca bağlayıp kendini baş aşağı sallandır.Ve her sallanışta ‘sarı renkli demir’ veya ‘aslan yelesi’ de.Böylece ilim kapıları sana açılır.” dediler.
Ebu Abdullah Müştehir Hazretleri talebelerin kendisiyle alay ettiklerini hiç aklına bile getirmeden doğru eve gitti.Onların dediklerini aynen yaptı ve her sallanışta onların dedikleri şeyi söyledi.
İyi niyetle onun bu şekilde yapması Allah’ın hoşuna gitti ki, seher vakti olduğunda ilim kapıları kendisine açıldı.Zahir ve batın bütün ilimler ona malum oldu.Bir çok alimin halletmekte zorluk çektiği meselelerde o hiç zorlanmdan hüküm veriyordu.
İşte ”Emseytu kürdiyyen, esbahtu arabiyyen” Kürt olarak akşamladım, arap olarak sabahladım sözünü bu hadiseden sonra söylediği rivayet olunur.
Talebelerin hürmetine rızıklanıyoruz
Enes (radıyallahu anh) anlatıyor:Resulullah Efendimizin zamanında iki kardeş vardı.Bunlardan birisi ailesinin geçimini temin ederdi, diğeri de Resulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yanından ayrılmayarak bir şeyler öğrenmeye çalışırdı.Ailesinin geçimini temin eden, kerdeşini Rasulullah’a şikayet etti.Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ona:
”Ne malum onun yüzü suyu hürmeti
.
*Ey Yusuf, vilayetin valisine itaatli ve vakarlı davran.Hakimlerin yanına şanlarına yakışır şekilde saygı ile gidesin.Seni ilmi bir iş için çağırmadıkça her zaman ziyaret etmeyesin.Zira sen onların sohbetine gidersen kendi değerini onların yanında düşürürsün.
O halde hakimle, devlet adamları ileateş muamelesi yapasın.İşini bitirip uzaklaşasın.Zira onlar kendi nefisleri için düşündüklerini başkası için düşünmezler.
*Hükümdar kendi memurluklarından sana bir makam verirse senden ilim ve hükümde mezhebinden razı olmadıkça, (olduğunu bilmedikçe) onu kabul etmiyesin.
*sakın avamlarla ve zenginlerle, sorduklarına cevap vermekten ve din ilminden fazla bir şey konuşma, böylece mala sevgin ve rağbetin var sanmasın.
*Küçük çocuklara ve yetimlere tebessüm edip başlarını okşayasın.
*İnsanların gelip geçtikleri yere oturmayasın.
*Mescitlerde ve çarşılarda (açıkta) yemek yemeyesin.
*Önce ilim sonra helal para ve mal kazanıp sonra evlenesin, çünkü ilim tahsili zamanında kazanç için çalışırsan ilim öğrenemezsin.O halde ilk gençlik çağlarında ve çeşitli düşüncelerin kalbini meşgul etmediği çağda ilim öğrenmeğe çalışasın.
*İnsanların iyiliğini isteyen ol, onlara nasihat et.Halk hareketlerini beğenip seninle görüşmek istediklerinde, sohbete gidesin.Meclislerinde vakarlı bir şekilde müzakere edesin.böylece onların sevgisini kazanıp, hepsini ahırete meylettiresin.Sana gelip mesel sorana fetvasını verip başka şey ilave etmiyesin.
*Talebene iltifatın şevkati kalple olsun.Her taleben kendisini senin oğlun bilsin.İlme çalışma gayretleri hergün çoğalsın.
*Seni dinlemeyen avamla ve dünyaperestlerle sözün olmasın.Doğruyu söylemekten ise çekinmeyesin, sultan olsa bile korkmayasın.
*İbadetin avamdan çok olsun,az olmasın.Öyleki,senin ibadetini kendilerininkinden az görmekle, rağbetinin azlığına yorup, akideleri zayıflamasın.
*Zahirinle ALLAH İÇİN olduğun gibi, batınınlada O’ nun için olasın.Böylece içini dışını bir yapıp, kendini halis bir şekilde ALLAH’ ın kulu bulasın.
*Çok gülmeyesin, çok gülmek kalbi öldürür, muhabbeti giderir, maneviyatı yok eder.
*Yürürken vakarlı olasın, her işinde acele etmeyip teenni ile hareket edesin.
*Konuşunca çok yüksek sesle konuşmayasın, muhatabın işiteceği kadar ve ağır söyleyesin.
*İnsanlar arasında ALLAH’ı çok anki, O’nu senden öğrensinler.
*Beş vakit namazın arkasından öyle bir vird edinki, Kur’an’dan okuyup zikir ile şükrünü eda etmiş olasın.
*Nefsini murakebe edip,ilmini muhafazaya alasın.Böylece, amelinle iki dünyada menfaatlenesin.
*Elinde bulunan dünya devletine (ikbal devletine) ve bedenin sıhhatine çok fazla itibar ve itimad etmeyesin, güvenip aldanmayasın.
*Halkın hatasını örtüp, doğrularına bakasın.Kötü bildiğin kimseyi, kötülüğü ile anmayıp, bir iyiliğini bulup onunla söyleyesin, anasın.Fakat kötülüğü din hakkında ise onu insanlara söyleyesin ve onları ona uymaktan koruyasın.
*Sakın ölümü unutmayasın, üstadların için HAK TEALA’dan mağfiret ve rahmet dileyesin.
*Kur’an’ı Kerimi okumaya devam edesin.
*Küfür ve bid’at ehli ile konuşmayasın.Mümkün ise dine davet edip meclislerine gitmeyesin.
*Müezzin ezan okuyunca hazır olasın.Böylece avamdan önce mescide gelesin.
*Komşuda gördüğün ayıp sana emanettir.Saklayıp, kimsenin sırrını kimseye söylemeyesin.
*Bir iş için seninle meşvere edene doğru söyleyesin.Seni Mevla’ya yakın eden işleri ona öğretesin.
*Sakın bahil (cimri)olma, halin kötü olur.Tamah ve yalan ehli olmaki, mürüvvetsiz kalmayasın.Doğruyu yanlışa katmayasın ki, ihanet görmeyesin.Her işte mürüvveti gözetesin.
*Fakirsen kimseden birşey istemeyesin.Dünya ehline hırs ve rağbet etmeyesin.Himmetini yüksek yapıp alçakta kalmayasın.
*Yolda giderken sağına soluna bakmayıp önüne bakasın.
*Dünya işleri için sadık bir vekil bulasın.İşlerini o görüp sen ilim ve amele dönesin.İlim ehlinden huccet ve münazara bilmeyenlerle ve makam kazanmak için olan bahis ve konuşmalara katılmayasın.Zira onlar senden çekinmeyip seni mahcup etmeye çalışırlar.Senin haklı olduğunu bilselerde aykırı giderler.
*İlim meclisinde sakın kızmayasın.Halka inanılmaya yakın olan aslı, esası olmayan hikayeleri anlatmayasın.
BU NASİHATİMİZİ BİZDEN CAN’U GÖNÜLDEN KABUL EDESİN, ZİRA BUNU SENİN ve HERKESİN İYİLİĞİ İÇİN VASİYYET EYLEDİM.
BU YOLDA GİDESİN, HALKI DA HAK YOLA DAVET EDESİN…..
www.ismailaga.info
Paylaş:
.
Nazif Yılmaz
Kur’an-ı Kerim’i, bazı sûre ve ayetleri, hatta duaları kolayca ezberlemek ve ezberlediğimizde daha kalıcı olması için aşağıdaki yöntemleri adım adım uygulayınız :
-Yüce Rabbimizin sözlerini ezberlediğinizi düşünerek kalbî samimiyetinizi muhafaza ediniz.
-Ezbere başlamadan önce abdestli olunuz. Kur’an-ı Kerim’in başına gelip :“Ya Rabbi! Ben senin kitabının ayetlerini ezberlemek ve öğrenmek için geldim, bana ezberlemeyi ve öğrenmeyi kolaylaştır” deyip samimi kalple bir dua ediniz.
-Kendinizi toparlayıp ezbere yoğunlaşamıyorsanız iki rekat “Hâcet Namazı” kılıp dua ediniz ve istiğfar okuyunuz. Gönlünüzde bir ferahlamanın, zihninizde bir rahatlamanın ve hafızanızda bir hazırlığın olduğunu fark edeceksiniz.
-Mümkün olduğu kadar zihninizin saf ve duru olduğu anlarda ezber yapınız. Bir de zihninizi boş ve lüzumsuz şeylerden arındırdıktan sonra ezbere başlayınız. Dolu kap boşalmadan içine bir şey yerleştiremezsiniz.
-Ezberleriniz genellikle sabahın erken vakitlerinde saf ve duru zihinle yapmaya çalışınız. Eğer akşam uyumadan önce çalışıp ön hazırlık yaparsanız siz uykuda iken hafızanıza kaydedildiğini fark edersiniz.
-Şunu da unutmayın ki siz Kur’an-ı Kerim’in başına oturduğunuzda, şeytan bütün gücüyle size vesvese verecek ve ne kadar işiniz, probleminiz varsa aklınıza getirecek, sizi Kur’an’dan alıkoymaya çalışacaktır. Bu bir oyundur, sakın tuzağa düşmeyin! Kararlılık gösterin ve “Boşa uğraşma! Ne kadar işim olursa olsun bugün bu saatte benim en önemli işim Rabbimin ayetlerini ezberleyip anlamaya çalışmaktır.” deyin. Sizdeki bu kararlılığı görünce şeytan perişan olur. Bir de “Euzu- Besmele” çekip de ezberlemeye başladınız mı tamam artık, o zaman kaçacak delik arar…
-Rabbimizin bir Hadis-i Kudsi’de “Kur’an’la meşgul olup da dua etmeye, bir şeyler istemeye fırsat dahi bulamayanlara, dua edip isteklerde bulunanlardan daha çok vereceğini” bildirdiğini unutmayınız.
-Mümkün oldukça Mushaf-ı Şeriften veya Kur’an yazısına uygun yerlerden ezberleyiniz.
-Ezberlediğiniz bölümlerin yazı hattı hep aynı olsun. Çünkü gözlerinizle ezberlediğiniz bölümlerin fotoğrafını çekmektesiniz. Hafızanıza aynı hatla kaydettiğinizde hatırlamanız daha da kolay olur.
-Ezber yaptığınız mekan sade ve sessiz olsun. Sade bir mekanda gözlerinizi ve zihninizi meşgul edecek şeyler olmaz ve daha çabuk ezberinize yoğunlaşırsınız. Bir de mümkünse ezberlerinizi hep aynı yerde yapınız. Çünkü yeni şeyler görmek dikkatinizi dağıtır.
-Ezber yaparken mutlaka hafif sesli okuyun. Sesli çalıştığınızda kulaklarınız dan da yardım alırsınız ve daha çabuk ezberlersiniz.
-Harflerin mahreçlerini ve telaffuzlarını okuyuşunuzun düzgün olmasına dikkat ediniz. Çünkü yanlış ezberlediğinizde düzeltmek çok zor olur. Bunun için de hocanız ile çalışınız. Hoca imkanınız yoksa veya fazla çalışamıyorsanız ehil hocaların kaset ve CD lerinden Kur’an dinleyerek harflerin mahreç ve telaffuzlarını düzeltmeye çalışınız.
-Bir sayfayı veya sureyi ezberlemeye başlamadan önce mahreç, telaffuz ve tecvidine dikkat ederek en az on defa yüzüne okuyunuz. Dinleme imkanınız varsa üç dört defa dinleyiniz.
-Ezberleyeceğiniz bölümün mealini okuyunuz. Böylece ezberlediğiniz bölümlerin neleri anlattığını bilirsiniz. Rabbimizin ayetlerini anlarsınız, duygulanırsınız ve daha kolay ezberlersiniz.
-Ayetleri yüzüne okurken mümkünse sesinizi güzelleştirmeye çalışınız. Yani teganni yapınız fakat ağır değil normal hızda okuyunuz. Aşır okuyuşuyla (Çok ağır ve makamlı okuyuşla) ezber yapmak zor olur.
-Birinci ayeti ezberledikten sonra ezberinizden en az üç defa tekrar ediniz.
-İkinci ayeti ezberleyin ve onu da üç defa tekrar ediniz. Sonra da her iki ayeti üç defa tekrar ediniz.
-Daha sonra sıradaki ayeti ezberleyip ezberden üç defa tekrar ederiz. Bu defa, ezberlediğiniz bu üç ayeti üç defa tekrar ederiz. Sayfayı veya sureyi bitirinceye kadar aynı metodu uygulayınız.
-Sonunda da sayfayı ya da sureyi ezberden en az on defa tekrar ederek iyice pekiştiriniz.
-Bu pekiştirmeyi sakın ihmal etmeyin. “Demir tavında dövülür” atasözünü hatırlayın.
-Ezberlediğiniz yerleri namazlarınızda okuyunuz.
-Mübarek olsun. Artık ezberlediniz… Sıra, ayetlerdeki kurtuluş mesajlarına kulak vermeye, üzerinde düşünmeye ve hayatımıza taşımaya gelmiştir. Bir de insanlara tebliğ edip kurtuluşlara vesile olmaya…
Yetiştirdiği hafızların sayısı dört bine ulaşan, Kur’an hadimi Kayseri Taşcıoğlu Hafızlık Kursu Hocalarından Merhum Hasbekli Mü’min Hocaefendi’nin öğrencilerine devamlı söylediği şu güzel sözle bu öğütleri noktalayalım : ” Siz, Kur’an-ı Kerim’e küllünüzü vermezseniz o size bir cüz’ünü vermez” Yani Siz Kur’an’a her şeyinizi verin ki (Üzerinde kalbinizle ve zihninizle yoğunlaşın ki) O’ndan bir bölümü öğrenebilesiniz.”
www.ismailaga.info
.
Ömer İbni Abdülaziz’in, büyük fakihlerden ders alarak ulaştığı kendisine has bir üslubu vardı. İlme karşı olan bu sevgi ve merakı onun kendisine has bir fıkhı, fıkhı ekolü oluşmuştu.
Onun fıkhi görüşleri ve uygulamaları başlı başına bir fıkhi yol olduğu gibi, aynı zamanda kendinden sonra gelen mezhep imamları için de bir delil, bir kaynak oldu.
Meşhur alim Zehebi:
‘’Ömer İbni Abdülaziz ilimde Zühri’ye yakındı’’ derken Mücahid de:
‘’Bizler Ömer’e ilim öğretmeye gittik, fakat ondan çok şeyler öğrendik.’’ Demektedir.
Ondan hadis dersi alan birçok kimse vardır. Mezela Zühri, Ebu Bekir b. Hazım ve Ebu Seleme b. Abdurrahman, bizzat ondan hadis dersi alan meşhurlardandır.
Bu zatlar, Ömer’den konu açıldığı zaman şöyle derlerdi:
‘’Hakiki ilmi ve Peygamber’in sünnetini/hadislerini yaymaya çok düşkündü. Ancak halifeliğin ağır işleri ona imkân vermiyordu.’’
Kendisi, hadis ilminin yayılması ve genişlemesi için çok büyük çaba sarf etti.”Müsned’’ ismindeki hadis kitabı da bu alandaki yetkinliğinin bir delilidir.
Halifeliğin ilk zamanlarında, Adiy b. Adiy’e gönderdiği mektubunda şöyle diyordu:
‘’İmanın şartları, sınırları ve yolları vardır. Bunları tamamen yerine getirmeyen imanını tamamlamış olmaz. Yaşayacak olursam, onlarla amel etmeniz için, onları size açıklayacağım.’’
İbn-i Nadir el-Medeni de şunları anlatır:
Süleyman b. Yesar’ı bir gün yolda gördüm. Ömer İbn-i Abdülaziz’in yanından dönüyordu. Ona:
-Halifenin yanından mı geliyorsun?
Diye sordum. O da:
-Evet, dedi.
-Ona bir şeyler öğretmeye mi gitmiştin?
Dedim.
-Evet, dedi.
Bunun üzerine ben:
-Vallahi o hepimizden alimdir! Dedim.
Meymun İbn-i Mihran da der ki:
‘’Alimler Ömer İbni Abdülaziz’in yanında talebe gibi idiler.’’
Diğer bir rivayette de:’’Ömer İbni Abdülaziz, alimlerin hocaları idi.’’ Demiştir.(İbni Kesir 9/194)
Ömer İbni Abdülaziz devrinin el-Cezire valilerinden Amr İbni Abbas der ki:
‘’İhtiyacını duyduğumuz bir bilgi olmadı ki, onun aslını ve fer’ini Ömer b. Abdülaziz’in yanında bulunmuş olmayalım. Yani ihtiyaç duyduğumuz her hangi bir ilmi ona sorarak meselemizi hallederdik. Alimler onun yanında sanki öğrencisi gibi duruyorlardı.’’
Ahmed B. Hanbel de Abdülaziz’in ilmi derecesini şöyle teyit eder:
‘’Sahabi kavillerinden sonra en geçerli kavil tabiininkidir. Tabiinin kavilleri arasında en çok tercih ettiğim, Ömer İbni Abdülaziz’in görüşleridir.’’
www.ismailaga.info
.
Baki b. Mahled el- Endülüsi H.201 (M.817) senesinde doğmuştur. Hadis âlimlerinin büyüklerinden İmam Ahmed b. Hanbel (Rahmetullahi Aleyh) ile görüşüp ondan ilim almak gayesiyle Endülüs’ten Bağdat’a gitmiştir.
Diyor ki: Bağdat’a yaklaştığımda Ahmed b. Hanbel’in halkla görüşmesinin ve kendisinden ilim almanın yasaklandığını öğrendim. Evini sordum, gösterdiler. Kapsını vurdum, kapıyı açıp dışarı çıktı.
‘Ey imam! Ben bir yabancıyım. Bu memlekete ilk girişimdir. Hadis talebesiyim; sünneti topluyorum. Yolculuğum sadece senden ilim almak içindir.’’ Dedim.
‘Dikkat çekmeden içeri gir.’’ Dedi.
Girdikten sonra ‘nerelisin?’ diye sordu.
‘Mağripliyim’ dedim.
‘Afrikalı mı?’ dedi.
‘Endülüslüyüm, memleketimden Afrika’ya denizden geçiyorum’ dedim.
Bunun üzerine bana ‘yerin hakikaten uzak. Bana, senin gibilerin arzusunu yerine getirmekten daha hoş gelen bir şey yoktur. Ama senin de bildiğin bir sebepten dolayı sıkıntı içindeyim.’
‘Evet, sana doğru gelirken buraya yakın bir yerde öğrendim. Bu benim ilk gelişimdir. Ben buralarda tanınan birisi de değilim. Eğer izin verirsen dilenci kılığında gelir ve kapıda dilencilerin dediği gibi derim. Sende dışarı çıkarsın; her gün bir hadis bile rivayet etsen yeter.’ Dedim.
Bunun üzerine bana:‘Evet, ders halakalarına duyurmamak, hadis ehline bildirmemek şartıyla kabul’ dedi. Ben de ‘kabul ediyorum’ dedim.
Böylece elime bir değnek alıyor, başıma bir bez parçası sarıyor, kâğıdımı ve divitimi de yenime sokarak kapısına geldiğimde oradaki dilenciler gibi ‘Verin, Allah’u Teala size merhamet etsin!’ diye bağırıyordum.
O da dışarı çıkıp kapıyı kapatıyor ve bana iki, üç veya daha fazla hadis okuyordu. Bu şekilde ondan üç yüz kadar hadis yazdım.
.
İMAM-I AZAM EBU HANİFE
Küfe şehri âlimleri, Sabit’in oğlu Numan’ın zekâsına ve ezber gücüne hayran kalmışlardır. Numan, bir duyduğunu bir daha unutmuyordu. Hocalarından aldığı dersi gece evde tekrar ediyor, ertesi günü dersi hazmetmiş olarak hocalarının önüne diz çöküyordu.
Numan, çok küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i ezberlemişti. O yaştaki çocuğun hafız olması herkesi hayrette bırakmıştı. Merakını yenemeyenler soluğu Numan’ın annesinin yanında aldılar. Bunun nasıl olabildiğini öğrenmek istediler. Numan’ın annesi meraklılara şu cevabı verdi:
”Oğlu aslında daha önceden de hafız olabilirdi. Ancak babasının boğazından geçen bir lokma helal olmayan elma, onun hafızasını geciktirdi.”
Anlatılan meşhur kıssa da Sabit, dere üzerinden gelen elmadan yemek isterken bir parça aldığı sırada aklına ”Ben bunu yiyorum ama bu kim bilir kimin bahçesinden bu suya düşmüştür” diye geldi. Tükürdüyse de elmanın suyu boğazına kaçmasına engel olamadı. İşte annesi bu olaya işaret ediyordu.
Demek ki bizler babalarımızın ve evlatlarımız bizim yaptığımız yanlış işlerden etkilenebiliyor. O halde helal olandan ve kul hakkından ayrılmamamız gerekiyor.
Numan, Küfe’deki âlimlerden ders aldıktan sonra çok küçük yaşta ilim aramaya çıktı. Önemli İslam kültür merkezlerini gezdi. Büyük bilginlerin önünde diz çöktü. Çocukluk yaşında devrin meşhur âlimleri arasında yer aldı.
EBU YUSUF
İmam Ebu Yusuf çok küçük yaşta yetim kalmıştı. Annesiyle birlikte yapayalnızdı. Çok fakirlerdi.
Annesi, Ebu Yusuf’u bir çamaşırcının yanına çırak olarak verdi. Artık evin geçimini Ebu Yusuf sağlıyordu. Aldığı gündelik ile evi geçindiriyordu.
Ebu Yusuf çamaşırcının yanında çalışıyordu fakat aklı fikri okumakta, yeni yeni bilgiler öğrenmekteydi. Âlimleri ve ilim öğrenmeyi o kadar çok seviyordu ki, onların dersini ve sohbetini uzaktan bile olsa dinlemeye can atıyordu.
Övgüsünü işittiği İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin Küfe Mescidinde ders verdiğini öğrenmişti. Bir gün çamaşırcıdan kaçarak mescide gitti ve ders dinlemeye koyuldu. Büyük âlimin dersini dikkatle dinliyor, dinledikçe kendinden geçiyor ve zamanı unutuyordu. O gün bir daha çamaşırcının yanına gitmedi. Ertesi günde kaçarak mescide gitti ve ders dinledi.
Annesi durumu öğrenince çok kızmasına ve öğütlemesine rağmen Ebu Yusuf duramıyordu. Annesi her defasından mescide gidiyor ve kolundan tutarak çamaşırcının yanına getiriyordu.
Ebu Hanife bu hale seyirci kalmadı. Ebu Hanife’nin çamaşırcının vereceği parayı vereceğini söylemesi üzerine annesi razı oldu.
Ebu Yusuf geceli gündüzlü hocasının dersini dinlemeye başladı. Azmi ve gayreti, Allah’ın da lütfu ile genç yaşta devrin meşhur âlimleri arasında yer aldı.
ABDÜLKADİR GEYLANİ
Abdülkadir Geylani Hazretleri de küçük yaşta yetim kalmıştı. Eğitimini annesi Fatma Hanım veriyordu. Fatma Hanım çocuğuna helal lokma yedirmeye dikkat eden çok Saliha bir kadındı.
İlk Kur’an dersini annesinden alan geleceğin Gavsı daha sonra dedesinden dini bilgiler öğrendi.
Herkesçe malum olan kıssasında annesine söz verdiği için yalan söylememiş, haramilerin reisine, annesinin koltuğunun altına diktiği 40 altının yerini söylemiş ve nihayetinden bütün haramilerin Müslüman olmasına sebep olmuştu.
İMAM GAZALİ
Büyüklerin ortak yönleri babalarını erken yaşta kaybetmeleridir. Gazali de babasını erken kaybetmiş ve kardeşi ile yalnız kalmıştı. Babasının dostu olan bir hoca efendi bu iki yetim kardeşi babalarının vasiyeti üzerine yanına almıştı. Geçim sıkıntısı çeken hoca efendi bu iki yetimi hem himaye edilmeleri hemde okumaları için medreseye kaydettirdi.
İmam Gazali kısa zamanda Tüs’taki talebelerin en çalışkanı oldu. Hocalarının tavsiyesiyle diğer şehirlerdeki âlimlerden ders almak için yola düştü.
Bir defasında seyahatten Tüs’a dönerken yolda eşkıyalara rast geldi. Eşkıyalar kervandaki bütün eşyalarla birlikte, İmam-ı Gazali’nin ders notlarını ve kitaplarını da aldılar. Bunu gören Gazali, haydutların peşine düştü. Haydut başı, bir çocuğun kendilerini takip ettiğini görünce öfkelendi:
-Ölümüne mi susadın, ne diye bizi takip ediyorsun, dön geri!” dedi.
İmam gazali şu karşılığı verdi:
-Aldığınız eşyalar arasından sizin işinize yaramayacak kitaplar ve benim ders notlarım var. Onları geri verin. Onlar olmazsa bir şey yapamam. Bütün emeklerim boşa gider.”
İmam gazali’nin bu sözleri üzerine haydut kahkahalar atarak:
-Demek, bu ders notları ve kitaplar olmazsa bir şey yapamıyorsun ha! O halde öğrendiğin ne işe yarar? Bunlar olmayınca bütün sermayen gitmiş oluyor. Böyle ilim sahipliği olur mu?”
Haydut başının sözleri İmam Gazali’yi çok etkiledi. Ve bu hadiseden sonra bütün ilmini kâğıtlara değil beynine yazdı. İmam-ı Gazali’de genç yaşta İslam âlimleri arasındaki yerini aldı.
İMAM-I RABBANİ
Babası ve dedelerinin hepsi zamanlarının büyük âlimleri, salih ve faziletli kimselerdi. Babası Abdulehad Efendi, din ve fen ilimlerinde yetişmiş, tasavvufta da son mertebeye ulaşmıştı.
İmam-ı Rabbani çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde büyük bir üzüntü olup, vefat edeceği zannediliyordu. O zamanın meşhur vaizlerinden ve Abdülkadir Geylani yolunun büyüklerinden Şah Kemal Kihteli Kadiri’ye götürüp duasını istediler. Şah Kemal Kadiri, İmam-ı Rabbani’yi görünce büyük bir hayranlıkla bakarak babasına;
”Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle amil, büyük bir âlim ve eşsiz bir veli olacak” demiş ve çocuğun elinden tutup, öpmüştü.
İmam-ı Rabbani Hazretleri ilk tahsiline babasından ders alarak başladı. Babasından okuyup Arapçayı öğrendi. Hafızlığını küçük yaşta tamamladı. Sesi çok güzeldi.
Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Silyakut şehrine gidip orada, Mevlana Kemaleddin Keşmiri’den ilim öğrendi.
17 yaşındayken tahsilini tamamlayıp bütün ilimlerden icazet aldı. Babası hayatta iken talebelere ilim öğretmeye başladı.
Bu sıralarda; Risalet-üt Tehliliyye, Reddi Revafid, İsbatun Nubuvve adlı eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahatı ve belagatı, zekâsının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu.
İmam- Rabbani zamanında ifsat komitelerinin İslam’a hücumları artmıştı. Türlü desiselerle Müslümanların zihinlerini bulandırmaya çalışıyorlardı. İmam-ı Rabbani İslam’ın bu gizli ve aleni düşmanlarını bütün hile ve desiselerini bertaraf ediyor, İslam’a hücumlara cevap veriyordu.
Sünneti ihyası ve bidatler ile yaptığı mücadele ona Müceddid el-fi Sani yani ikinci bin yılın müceddidi denmesine neden oldu.
HACI BEKTAŞİ VELİ
Küçük yaşta gelen kerametler!
Anadolu’ya İslam güneşini yayan velilerden bir olan Hacı Bektaş-i Veli’nin çocukluğu dikkat çekicidir.
Asıl ismi Muhammed bin İbrahim Ata, lakabı Bektaş olan Hacı Bektaşi’nin soyu Hazreti Ali’ye dayanmaktadır. Yani seyittir. 1281 yılında Horosan’ın Nişabur kentinde dünyaya gelmiştir.
Bektaşi’nin ailesi çok dindar olduklarından İslamiyeti öğrenmesi ve Muhabbetullah yolunda ilerlemesi için onu çok küçük yaşta o bölgenin meşhur simalarından Şeyh Lokman-ı Perende’ye teslim etmişlerdi.
Ahmet Yesevi Hazretleri’nin talebelerinden olan Lokman-ı Perende kısa zamanda Bektaşi’nin çok farklı bir çocuk olduğunu gördü. Namazını huşu içerinde kılan, kendisine anlatılanları can kulağı ile dinleyen, şeri ilimleri öğrenmeye çok istekli olan bu yavrucak, o çocuk yaşında nice kerametler göstermeye başlamıştı.
Bir gün hocasından ders dinlerken namaz vakti girmişti. Hocası hizmetçisinden abdest almak için su getirmesini isteyince, Bektaşi Veli hocasına şöyle dedi:
”Benim kudretim bunu yapmaya yetmez.”
Bunun üzerine Bektaşi Veli, Allah Teala’ya niyazda bulundu, dua etti, hocası da ‘amin’ dedi. O anda medresenin ortasında latif bir su çıkıp kapıya doğru akmaya başladı.
Hacı Bektaşi Veli horasanda şer’i ilimleri öğrenip tahsilini tamamladıktan sonra Anadolu’ya geldi. Ahaliye ehlisünnet akidesi istikametinde İslamiyeti anlatmaya başladı.
Hacı Bektaşi Veli şeriat ve Resulullah’ın yolunda zerre miktarı taviz vermeyen bir İslam büyüğüdür.
MEVLANA CELALEDDİN-İ RUMİ
Mevlana Celaleddin, çok küçük yaşlarda dikkat çekmeye başlamıştı. Her zaman ilim meclisinde bulunmak istiyordu. Arkadaşlarıyla oyun oynarken bile bunu düşünüyordu. Ve herkese, ilme yöneltici yaşından beklenmedik sözler söylüyordu.
Bir defasında Belh şehrinde mahalledeki çocuklarla oynuyordu. Evlerinin damına çıkmışlardı. Çocuklardan birisi henüz altı yaşındaki Celaleddin’ şu teklifi yaptı:
”Gel, bu damdan karşı dama sıçrayalım.” Celaleddin arkadaşına şu cevabı verdi:
”Bu işi kedi de, tilki de yapar. İnsanoğluna yarayacak iş değil. Eğer canınızda kuvvet varsa, gelin sizinle göklere doğru uçalım.”
Celaleddin, âlimlerin sultanı olarak bilinen babası Baha Velet’in önüne diz çökerek ondan dini ilimler öğrendi. Devrin büyük âlimlerinden de ders aldı. Yine çocuk yaşlarda Nişabur’da Şeyh Feridüddin Attar’ ziyaret etti. Sohbetlerini dinledi.
Celaleddin çok küçük yaşlarda bile namazını kılıyor ve sık sık oruç tutuyordu. Bu arda bütün zamanını ilim öğrenmek ve ibadet etmekle geçiriyordu. Bağdat, küfe, Mekke, Medine ve Şam’daki bilginlerden de dersler aldı. Bu şekilde, genç yaşta herklesin saygı gösterdiği bir âlim oldu.
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ
Henüz 8 yaşındayken ona ”Molla Said” diyorlardı. İlim dünyasına ilk adım attığı günden itibaren zekâsıyla, çalışkanlığıyla, mertliğiyle dillere destan olmuştu.
Molla Said’in babası Mirza Efendi ve annesi Nuriye Hanım çok dindar kimselerdi. Nuriye Hanım, Said’e hamile kaldığı andan itibaren abdestsiz yere basmamış ve Said dünya geldikten sonra da yavrusunu abdestsiz emzirmemişti.
Böyle bir anneden dünyaya gelen Said, kısa zamanda hocaların hocası olacak seviyeye ulaştı. Daha 6 yaşındayken çevredeki ilim ocaklarına gitti. Okuduğu dersi derhal hafızasına alıyor, bir duyduğunu bir daha unutmuyordu. Doymak bilmeyen bir okuma ve öğrenme aşkı vardı.
İlk sıralar ağabeyi Molla Abdullah’tan ders alırken, kısa zamanda ilimde onu geçmiş ve ağabeyine ders vermeye başlamıştı. Medrese öğrencilerinin 20 senede okuduğu kitapları birkaç senede okuyup bitirdi. Çocukluk yıllarında yaklaşık 80 kitabı hafızasına kaydetmişti.
Kuran-ı Kerim’in hakikatlerini bu asrın anlayışına uygun şekilde anlatan eserler yazarak yüz binlerce insana ışık tuttu.
BAKİ
Şairlerin sultanı olarak bilinen Baki, fakir bir ailenin çocuğuydu. Babası küçük Baki’yi ailesinin geçimine yardımcı olsun diye saraç çıraklığına vermişti.
Baki, ilim öğrenmeye büyük bir arzu duyuyordu. Dükkânın önünden gelip geçen medrese talebelerine imrenerek bakmaktaydı. Bir gün dayanamayıp peşleri sıra gitti. Onlarla birlikte Fatih medresesine girerek anlatılan dersi dinledi. Dinledikçe ilme olan isteği artıyordu.
Baki, artık sık sık Fatih medresesine giderek ders dinlemeye başlamıştı. Durumu hocalarının dikkatini çekti. Sordukları sorulara güzel cevaplar alınca onu da devamlı talebeleri arasına kaydettiler. Baki, artık ailesinden habersiz, medreseye devam etmeye başlamıştı.
Baki’nin babası Mehmet Efendi, Fatih Camii müezzinlerindendi. O da Baki’nin çok övüldüğünü duydu. Önce şaşırdı. Nasıl olurdu? Küçük Baki, saraç çıraklığı yapmıyor muydu? Medreseye nasıl devam etmişti? Durumu oğlundan öğrenince kızmadı. Aksine sevindi. Ve ne yapıp edip Baki’yi okutmaya karar verdi. O günden itibaren Baki, medreseye kaçak öğrenci olarak değil, ailesinin izniyle devam etti ve genç yaşta âlim oldu. Sonrada edebiyat büyüklerimizin arasına girdi.
Şiirleri günümüze kadar dilden dile söylenerek yayılan Baki, işte bu şekilde yılmadan çalışan bir insandı. Gösterdiği çalışma ve gayret sonucunda unutulmayanlar arasında yer aldı.
HAFIZ MEHMET AKİF ERSOY
Mehmed Akif tahsil hayatına başladığında henüz 4 yaşındaydı. O vakte kadar annesi Emine Şerif Hanım ile babası Fatih dersiamlarından Mehmet Tahir Efendi’den ilk İslami bilgileri öğrenmişti.
Mehmet Tahir Efendi oğlunun Peygamber ahlakıyla ahlaklanmasını, İslam ilmini mükemmel bir şekilde elde etmesini arzuluyordu. Bu bakımdan çocuğuyla yakından meşgul oluyor, bizzat kendisi ona Kuran ve Arapça dersi veriyordu.
Dört yaşında başladığı mahalle mektebinden sonra Fatih semtindeki iptidai mektebe devam eden Akif, daha sonra rüştiyeye girdi. Bu esnada babasından Arapça dersi almaya devam ediyordu. Esat Dede isimli hocasından da Farsça dersleri alıyor, öte yandan Fransızcaya da çalışıyordu.
Bu sıralarda da güreş, yüzme, koşma, gülle atma, uzun atlama, ata binme gibi sporlarla da meşgul oluyor ve hayli başarılı neticeler alıyordu.
Mehmet Akif’in ailesi dar gelirli olmasına rağmen çocuklarını büyük fedakârlıklarla okutuyorlardı. Niyetleri çocuklarının mülkiyeyi bitirmesiydi. Ancak bu mümkün olmadı. On dört yaşındayken babasını kaybetti. Bundan ayrı olarak fatih’in Sarıgüzel semtindeki evleri de içindeki eşyalarla birlikte yandı. O sıralar Akif bir durum değerlendirmesi yaptı. Mülkiyeye devam edecek maddi imkânı yoktu. Halkalı’da baytar okulunun açıldığını, bu okulu bitirenlerin hemen memuriyete başlayacaklarını öğrenince arkadaşlarıyla bu okula kaydoldu. İki sene gündüz gidip gelerek, iki sene de yatılı olarak bu okula devam etti.
Akif’in trene binecek parası yoktu. Bu yüzden Fatih’ten Halkalı’ya kadar olan yaklaşık on yedi kilometrelik yolu yaya olarak gidip gelirdi.
Yokluk içerisinde tahsiline devam eden Fatih, okulu birinci olarak bitirdi. Babasından ve bilgi sahibi kimselerden ilim tahsil eden Mehmet Akif kuvvetli bir hafız idi.
Çileli bir çocukluk devresi geçiren, ancak o zorluklar içerisinde pişen Akif, kuvetli ilmiyle, azmiyle ve imanıyla ileride ”İstiklal Marşı”nın yazarı bilinecek ve her Türk tarafından rahmet ile yâd edilecekti.
SONUÇ
Dünyaca ünlü bu zatların ortak noktaları; çok çalışmak, küçükken dini ilimlere ve özellikle medrese eğitimine yönelmektir. Keskin zekalarının yanında ailelerinin desteğinide aldığını görüyoruz. O halde önce anne ve babanın gayret göstermesi gerekmektedir.
Büyük insanların örnek hyatlarından anlıyoruz ki, dünyamızı ve ahiretimizi mamur edebilmemiz için dini ilimlere yönelmemiz gerekiyor. Özellikle çocuklarımızı yaşının küçük olmasına bakmaksızın dini ilimlerde yetiştirmeye çalışmalıyız. Onlara Allah korkusunu, Peygamber aşkını ve ilim hevesini aşılamaya son derece gayret göstermeliyiz.
Sadece 10 tanesinin çocukluğundan alıntılar yaptığımız bu büyükler bize ve çocuklarımıza örnektir.
_________
Burhan Bozgeyik’in ”Onlarda çocuktu” adlı eserinden alıntılarla…
www.ismailaga.info
.
Bütün insanlığa rehber olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hayatına bakıldığında O’nun öğretim adına kullandığı bazı metotları öğrenmek, bütün insanlar için iyi bir örnek oluşturacaktır. İşte onlardan bazıları:
1. Efendimiz, söylediği hakikatleri bizzat yaşayarak hayatıyla göstermiştir.
2. Dini yükümlülükleri tedrîcî (yavaş yavaş, basamak basamak) bir sistemle öğretmiştir.
3. Öğretmede orta yolda durmaya ve insanları bıktırmaktan uzak durmaya riayet etmiştir.
4. Öğrenenler arasındaki kişisel farklılıkları göz önünde bulundurmuştur.
5. Karşılıklı konuşma ve soru-cevap şeklini kullanmıştır.
6. Yanlış düşünceyi söküp atmak ve gerçek doğru bilgiyi net bir şekilde muhatabın kafasına yerleştirmek için akli ölçüleri kullanmıştır.
7. Muhataplarına soru yöneltmiş, böylece onların zeka ve bilgi seviyelerini ölçmüştür.
8. Mukayese ve örneklendirme metodunu kullanmıştır.
9. Benzetme ve halk arasında yaygın olarak kullanılan örnekleri kullanmıştır.
10. Anlattığı hususu, elinde herhangi bir şey ile yere ve toprağa çizerek bizzat göstermiştir.
11. Sözle beraber jest ve mimiklerini kullanmış ve el ile işaretlerde bulunmuştur.
12. Önemine binaen, halin mümkün kıldığı bir nesneyi bizzat eline almış, eliyle kaldırmış ve arkasından söyleyeceği hususu söylemiştir.
13. Muhataplarından bir soru gelmeden söze önce kendileri başlamazdı.
14. Muhatabının sorusuna eksik ve fazla olmadan cevap vermiştir.
15. Muhatabının sorusuna, onun ihtiyacına binaen, sorduğundan daha fazlasıyla cevap vermiştir.
16. Muhatabını, güzel bir hikmete binaen, sorduğu sorudan daha önemli bir hususa yönlendirdiği de olmuştur.
17. Soru soranın sorduğu soruyu tekrarlamasını istemiştir.
18. Muhatabın aldığı cevabı tekrar etmesini istemiştir. Böylece cevap unutulmayacaktır.
19. Bildiği bir husustan dolayı kişiyi imtihan etmiştir ki bununla doğru cevap vereceği için kişiyi sena etmek, övmek istemiştir.
20. Önünde olan bir olaya karşı susma yolunu tercih etmiştir.
21. Öğretme esnasında meydana gelebilecek imkan ve fırsatları değerlendirmiştir.
22. Latife ve şaka yoluyla (doğruyu söyleyerek latife yapmıştır) öğretmeyi tercih etmiştir.
23. Öğrettiği hususu yeminle tekit etmiş perçinlemiştir.
24. Öğretilen hususun önemine binaen sözü üç kere tekrar etmiştir.
25. Konunun önemini oturuşunu ve duruşunu değiştirerek ve sözü tekrar ederek göstermiştir.
26. Cevabı geciktirerek muhatabın sorusunu tekrar etmesini sağlayarak onu uyarmıştır.
27. Muhatabı intibaha sevk etmek için, onu omzundan veya elinden tutmuştur.
28. Muhatabı teşvik için veya onu sıkıntıya sokacak bir durumdan dolayı, bazı hususların gizli kalmasını yeğlemiştir.
29. Söyleyeceği hususun hafızalarda daha iyi yer etmesi veya ezberlenmesi için, sözü kısa ve öz bir şekilde ifade etmiş, daha sonra ise ayrıntılarına geçmiştir.
30. Cevabın birkaç madde ile verileceği durumlarda önce cevabın kaç maddeden oluştuğunu bildirmek için sayıyı söylemiş daha sonra saymıştır.
31. Va’z etme, nasihat etme ve öğüt verme metodunu kullanmıştır.
32. İnsanların şevklerini kamçılama veya neticesi elem verici hususlardan şiddetle uzaklaştırma (tergib ve terhib) metodunu kullanmıştır.
33. Kıssa ve geçmiş ümmetlere ve insanlara dair haberlerle öğretme metodunu uygulamıştır.
34. Sorunun cevabının muhatabı utandırma ihtimali olan hususlarda önce nazik bir hazırlık süreci hazırlamış ve soruyu öyle cevaplandırmıştır.
35. Sorunun cevabının muhatabı utandırma ihtimali olan hususlarda üstü kapalı olarak kinaye yoluyla ve işaret ederek yetinmiştir.
36. Kadınlara öğretmeyi ve nasihat etmeyi de asla ihmal etmemiştir.
37. Halin gerektirdiği durumlarda öğretme hususunda azarlayıp paylamayı (ta’nif) ve kızmayı (gadab) da ihmal etmemiştir. Ne var ki onun paylaması ve kızması da merhamet yörüngesinde ve ümmetinin selameti için olmuştur.
38. Talim ve tebliğde, kitabeti (yazma metodunu) da kullanmıştır.
39. Yabancı dilleri (mesela Süryaniceyi) öğrenmesi için bazı sahabeleri görevlendirmiştir ki bu husus da günümüzde dünyanın dört bir tarafında İslam’ın güzelliklerini öğrenmek isteyenlere karşı yapılacak vazifenin çok önemli bir basamağını teşkil etmektedir.
40. Bizzat kendi mübarek zatıyla talimde bulunmuştur
.
İnsanoğlu şu 4 şeyden hesaba çekilmeden asla yerinden ayrılmaz:
1- Ömrünü nerede nasıl tükettiğinden
2- İlimi ile nasıl amel ettiğinden
3- Malını nasıl kazanıp, nerede harcadığından
4- Gençliğini nerede harcadığından (Riyazüssalihin c1-s.441)
Asr Suresinde belirtilen Kurtuluşa eren 4 kişi
1- İman edenler
2- Salih amel işleyenler
3- Birbirine hakkı tavsiye edenler
4- Birbirine sabrı tavsiye edenler
Feyzul Kadir’de geçtiğine göre Sahabe-i Kiram şu 4 şeyden kaçınırlardı
1- İmamlıktan
2- Vasilikten
3- Emanetçilikten
4- Fetva vermekten
Cahilliğin alameti 4 tür
1- Ahmağa fikir danışmak
2- Cahile para vermek
3- Liyakatli dost öğüdünü dinlememek
4- Dünyadan ibret almamak (Feridüddin Attar)
Nisa suresi 69 da Allah’ın nimet verdiği belirtilen 4 sınıf insan
1- Peygamberler
2- Sıdıklar
3- Şehitler
4- Salihler
Kur’an-ı Kerimde cehennemliklerin 4 vasfı
-Sizi cehenneme sokan şeyler nelerdir? Cehennemlikler şöyle cevap verirler.
1- Biz namaz kılanlardan değildik
2- Yoksulu yedirip giydirmezdik
3- Bizde batıla dalanlarla beraber dalardık
4- Ceza ve hesap gününü (ahireti) yalan sayardık (Müddessir 42-42, Zümer 56, Kaf 24-25-26)
Ulema buyurdu ki, kalbin hasta olmasının alameti 4 tür
1- İbadetten lezzet almaz
2- Allah’tan korkmaz
3- Eşyaya mahlûkat gözü ile bakmaz
4- Dinlediği ilim ve nasihatten tesirlenmez
Bedri Dilşad şu 4 vasfı olan ile dostluğu tavsiye etmiştir
1- Akıllı olması
2- Güzel ahlaklı olması
3- Selamet ve insaflı olması
4- Islaha rağbet etmesi
Peygamberimiz buyurdular ki, kadın 4 şey için nikâhlanır
1- Malı
2- Güzelliği
3- Şerefi
4- Dindarlığı
Siz din güzelliğini seçin.(Buhari)
Bedbahtlığın alameti 4 tür
1- Gözün yaş dökmemesi
2- Kalp katılığı
3- Alçak gönüllü olma
4- Ebedi yaşam hırsı (Münavi Feyzül Kadir)
İlim öğrenmek için 4 hususa riayet şarttır
1- Sükût edip dinlemek
2- Ezber yapmak
3- Bildiğini tatbik etmek
4- Sonra başkalarına öğretmek (Yahya bin Muaz)
Ticaretçide şu 4 özellik bulunursa Allah onun kazancını halal ve bereketli kılar
1- Malı alırken kötülemezse
2- Malı satarken övmezse
3- Müşteriden malın kusurunu gizlemezse
4- Alışverişte yemin etmezse (Münziri a.g.e 2/586)
Peygamberimiz buyurdular ki, Allah şu 4 kişiye buğz eder, onları sevmez
1- Çok yemin eden satıcıya
2- Kibirli olan fakire
3- Zina eden ihtiyara
4- Zulüm eden idareciye
Bir hadisi şerifte, Allah kıyamet günü şu 4 insanı, şu 4 sınıfa delil gösterecektir
1- Hazreti Süleyman’ı zenginlere (Malı Allaha ibadete engel olmadı)
2- Hazreti Yusuf’u kölelere (Köle olması kulluğuna mani olamadı)
3- Hazreti İsa’yı fakirlere (Fakirdi ama Rabbine ibadetten geri durmadı)
4- Hazreti Eyyub’u bela ve sabır sahiplerine. (Belalar onu Rabbine daha çok yaklaştırdı)
Şah-ı Nakşibendî Hazretleri namazda huşu için 4 şey tavsiye ediyor
1- Helal lokma yemek
2- Abdest sırasında gafletten uzak olmak
3- İlk tekbiri alırken kendini huzurda bilmek
4- Namaz dışında da hakkı asla unutmamak
Peygamberimizin amcası Abbas (Radıyallahu anh) 4 tavsiyede bulunuyor
1- Devlet adamlarına asla sırrını açma
2- Onlara asla yalan söyleme
3- Onlara nasihat ederken yumuşak olma
4- Yanlarında kimsenin gıybetini yapma
Ebul Hasan El Hirevi buyurdu ki, hikmet şu 4 şeyden fışkırır
1-Günaha karşı pişmanlık
2- Ölüme hazırlanmak
3- Midenin tamamen doldurulmaması
4- Dünyaya kapılmayan zahitlerle sohbet
.
Özellikle dini ilimler ile meşgul olan kardeşlerimiz devamlı ve tempolu bir çalışmanın içersindedirler. Ders çalışmalar, sohbet dinlemeler, zikirler, tefekkürler, yapılan ezberler derken kalp ve zihin yorgunluğu hat safhaya ulaşır. Ve eğer dikkat edilmezse bir noktadan sonra bıkkınlık, nefret ve ardından gelen bir soğukluk olabilir.
Peki, kalbimizi ve zihnimizi dinlendirmek, dikkatimizi toplamak için ne yapmalıyız?
Hazreti Ali (Radıyallahu anh) şöyle buyuruyor:
”Kalplerinizi dinlendirin ve onları dinlendirmek için ince ve hoşa giden hikmetli sözleri talep edin. Çünkü bedenlerin bıktığı gibi kalplerde bıkar.”
Usame b. Zeyd (Radıyallahu Anh) da buyuruyor ki:
”Kalplerinizi dinlendirin ki zikri anlasın.”
Zühri şöyle rivayet ediyor:
Peygamber (Aleyhisselam) ashabıyla oturuyor ve sohbet ediyordu. Çok sohbet ettiklerinde ve konuşmaktan yorulduklarında, ”kulak aynı şeyi duymaktan bıkar ve kalp nefret eder; bildiğiniz şiirleri okuyun ve rahatlatıcı kıssalar anlatın” derdi.
Anlaşılıyor ki bir konu üzerine devamlı yoğunlaşmak insanı bıktırabiliyor. O halde birbirimizle helal dairesi içerisinde şakalaşmak, doğru olmak kaydıyla mizah değeri olan kıssalar anlatmak ve bilmece sormak bu sıkıntıyı çözecek alternatifler olabilir.
Muhammed b. İshak şöyle diyor:
”İbni Abbas (Radıyallahu anh) arkadaşlarıyla oturduğu zaman bir süre konuşur ve ”sohbeti değiştirin” diyerek Arapların hikâyelerini anlatırdı. Bunu tekrar tekrar yapardı.
Zühri’den arkadaşlarına şöyle dediği aktarılmıştır:
”Şiir okuyun ve kıssa anlatın. Çünkü kulak aynı şeyi duymaktan bıkar, kalp nefret eder.”
Asmai’den Harun Reşid’in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
”Kıssalar zihni dinlendirir ve kulakları açar.”
Bazı alimlerin derslerden bıkmamak için ara verdikleri ve oyun oynadıkları da rivayet edilmiştir ancak bizim oyuna harcayacağımız zamanımız yoktur.
Bir şeyler anlatırken ve mizahi bir ortam kurmaya çalışırken de helal dairesinden çıkmamak gerekiyor. Çünkü insanları güldürmek için hikâyeler uydurmak ve yalan söylemek doğru değildir. Peygamberimiz de bunu yasaklamıştır.
Bu konuda Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
”İnsanlarla konuşan ve onları güldürmek için yalan söyleyenlere yazıklar olsun.”
İnsanları güldürmenin bir mahsuru yoktur. Mekruh olan insanları güldürmeyi adet haline getirmektir. Çünkü gülmenin azı sakıncalı değildir. Peygamberimiz azı dişleri görününceye kadar gülerdi. Sakıncalı olan gülmenin aşırısıdır. Çünkü Peygamber Efendimiz: ”Çokça gülmek kalbi öldürür.” Buyurmuştur. Bazı vakitlerde gülmek ise yemeğin tuzu gibidir.
Bu vesile ile bir kaç tane kıssa yazmış olalım.
Çocuk :
Babacığım diyordu. Bana bir horoz alsan da, sabahları
ötüp beni namaza kaldırsa.
Adam :
Canım oğlum, diye cevap verdi. Senin içindeki horoz ötmedikten sonra dışarıdaki horozun fayda vereceğini mi sanıyorsun?
—
Meşhur Cimri Paşa, atlarının arpa yemesi gerektiğini söyleyen seyislerine kızar ve her seferinde “La havle” çekermiş.
Bir gün arabasının atları dermansızlıktan yıgılıp kalınca, hiddetle sormuş:
– ATLARIMA NE OLDU?!
Seyis cevap vermis:
– Ne olacak efendim, “La havle” yiye yiye “Ve la kuvvete” oldular.
—
Necip Fazıl’a sormuşlar:
Üstat, özel arabanız yok mu?’
Şair, anında cevap vermiş.
‘Ona en son bineceğiz.’
.
Âlim, halkın boş ve gereksiz sözlerine kulak asmamalıdır.
Halkın kendi arasında kullanılan çirkin sözleri duymazlıktan gelip, uyarabilirse uyarmalıdır.
Onlarla sık sık görüşmekten kaçınıp, meclislerinde çok oturmamalıdır.
Onlara muhtaç olmamaya ve kendilerinden bir şey istememeye dikkat etmelidir.
Herhangi bir sebepten dolayı halkın içine karışan bir âlim fazla konuşmamalı, vakarlı olmalı, ziyareti kısa kesmeli.
Bir mecliste veya toplantı anında başını açıp kaşımamalı, parmaklarını çıtırdatmamalı, sakal ve yüzüğüyle oynamamalıdır.
Dişlerini karıştırmayıp, tükürmek, gerinmek, başkasının yüzüne esneme gibi hareketlerden şiddetle sakınmalıdır.
Daima edepli olup, kendisiyle konuşanların yararlı sözlerinden ‘bir daha tekrar et’demeden istifade etmelidir.
Gülme ve şakalaşmayı Peygamber Efendimizin sünnet ölçüsünde yapmalı, küçük düşürücü hareketlerden kaçınmalıdır.
Yaptığı hayır işlerini, yazdığı kitapları, nefsini ıslah etme yolundaki gayretleri gibi şeyleri övünerek söylememeli.
Giyimde ve koku sürmede aşırıya kaçmayıp sadeliği seçmelidir.
Kendisine düşmanlık yapanlara çabuk öfkelenmemeli, öfkesi geçmeden konuşmamalıdır.
İnsanlarla alay etmemelidir. Zira bu vakarı düşürür.
Kimseye lanet etmemeli, gıybetten uzak durmalı, bir başkasının dedikodusunu yapmamalıdır.
Asla yapmayacağı bir şey için söz vermemeli, verdiyse mutlaka yerine getirmeli, yalan söylememelidir.
İnsanlarla mücadele ve münakaşa yoluna girmemelidir.
Sözü uzatmamalı, karşısındakini sıkıp usandırmamalıdır.
Kimseyi yüzüne karşı medh etmemelidir.
Kimsenin ayıbını araştırmamalı, bilinen ayıplar saklanmalıdır.
Kimsenin ayıbını yüzüne vurmamalıdır.
İnsanların gelip geçtiği yerlere oturmamalıdır.
.
Kuran’ı Kerimi ezberlemek süreklilik, istikrar ve disiplin gerektiren bir sistem ister. Kuran’ın ezberlenmesindeki usulü anlatmadan önce hafızlık kurslarındaki terimlerden bahsedelim.
HAFIZLIK TERİMLERİ
Yüzüne: Kuran’ı Kerimi sayfaya bakarak okumak
Kalet: Hata, yanlış
Ham (bazı kız kurslarında çiğ): Yeni yapılan sayfa
Has (bazı kız kurslarında pişmiş) : Önceden yapılmış, tekrar edilen sayfa
Haslama: Tekrar etme
Dönüş: Otuz cüzün geçilerek başa dönülmesi
Kuvvetli: İyi çalışılmış ve yapılmış ders ya da sayfa
Zayıf: İyi çalışılmamış ve yapılmamış ders ya da sayfa
Sayfa Açma: (Bazı kurslarda) karışık sorma
KURSLARDA İŞLEYEN SİSTEM
Hafızlık Kuran’ın başından başlayarak sonuna doğru sırayla, sayfa sayfa, cüz cüz ilerlemek ile olacak bir şey değildir. Kuran nazlıdır ilgi ister kaidesi gereğince ezberlenen sayfalarında muhafaza edilmesi gerekir. Bunu da düşünen âlimler hafızlık için günümüze kadar kullanılan bir sistem geliştirmişlerdir. O sistem şudur:
Öncelikle Kuran, bakarak seri bir şekilde okumaya çalışılır. Kurs tabiri ile ‘yüzüne’okuma şekli geliştirilir. Hafızlığın temeli olan yüzüne okuma çalışmaları çok önemlidir. Hedef hiç takılmadan, seri bir şekilde okumaktır. Bazı kurslarda ‘yüzüne’ talebeleri hızlı okumak için yarışırlar. Dakika tutularak en hızlı okuyan talebe birinci seçilir. Maksat bu yeteneğin gelişmesidir. Hoca talebesini veya talebe kendisini öyle yetiştirmelidir ki, hafızlık yaparken yeni ezberleyeceği sayfayı ilk bakışta çözmeli, adeta sayfaya hâkimiyet kurmalıdır.
Çünkü hafızlık yapanların çoğunda şöyle bir psikoloji vardır; yeni ezberlenecek sayfanın hat yazıları biraz kalınsa ve sayfa biraz karışık gözüküyorsa, Yusuf suresinde olduğu gibi günlük konuşmaların geçtiği değişik kelimeler de varsa bu sayfa talebeye biraz zor gözükür. Yani ilk başta sayfaya böyle baktığı için ona öyle gelir. Hâlbuki yüzünesi kuvvetli olsa böyle bir sıkıntıya düşmeyecektir.
Yüzünesi kuvvetsiz olan bir talebe ise ezberleyeceği sayfayı çözmek için uğraşır, çok sayıda ‘kalet’i çıkabilir ve en önemlisi de çok zaman harcayabilir. Bu nedenle özellikle ezber yeteneği zayıf olan talebelerin yüzünesi çok daha kuvvetli olmalıdır. İki yük birden daha ağır gelecek ve ileride sorunlar olacaktır.
Hafızlığa başlamadan önce yapılan yüzüne okuma alıştırmalarında talebeler küçük surelerden başlayarak son cüzü ve bazı önemli sureleri ezberlemelidir. Böylelikle ezber yetenekleri gelişecektir. Çünkü beyin çalıştıkça gelişen, güçlenen bir varlıktır. Hem de bu küçük ezberler ile talebenin derecesi ölçülebilir, ezberdeki yeterliliği belirlenebilir.
HER CÜZDEN BİR SAYFA
Kurslardaki ezber sistemi hem yeni sayfalar ezberlemeyi, hem de ezberlenen sayfaları tekrar etmeyi sağlayan çok akılcı bir yöntemdir.
Kuran’da 30 cüz, her cüzde 20 sayfa vardır. Hafızlık, her cüzün son sayfasını ezberlemek ile başlar. Yani hafızlık, Kuran’ı düz okuduğunuzda her cüzün 20. sayfasından başlar. Bu 20. sayfa hafız adayının 1. sayfasıdır.
Yani;
1. cüzün 20. sayfası
2. cüzün 20 sayfası
3. cüzün 20. sayfası ezberlenerek 30 cüzün son sayfaları tamamlanır. Böylelikle hafız adayı kendine göre ‘birleri’ bitirir.
Sonra,
1. cüzün 19. sayfası yani ikiler ezberlenir ve yanında 20. sayfası da ders olarak verilir. Yani ‘ham’ın yanında ‘has’ olan sayfada verilir. Hafız adayı hocasına iki sayfa okur.
2. cüz, 3. cüz….. Sırayla 30 cüzde böyle tamamlanınca hafız adayı ‘ikiler’i bitirmiş olur.
Böyle böyle her cüzün son sayfalarından sırayla ezber yapılarak ilerlenir.
Yukarıda da gördüğünüz gibi hem yeni bir sayfa ‘ham’ ezberlenmiş oluyor hem de önceden ezberlenen sayfa ‘haslanıyor’ yani tekrar ediliyor.
Mesela talebe, cüzün 15. sayfasını kendine göre altıları ezberleyip önceden yaptığı 5 sayfayı yani ‘has’ları da tekrar ederek hocaya ders olarak verir.
HAFIZLIK NE KADAR SÜRER
Bu sistemle her gün ders vermek sureti ile mütevazı bir hafızlık iki ya da iki buçuk senede tamamlanıyor.
Çok zeki ve ezber gücü yüksek olan talebeler bir yeni sayfa yani bir ‘ham’ ile yetinmeyip iki tane alabiliyor. Dolayısı ile hafızlık daha erken bitiyor. Ama burada önceki sayfaları yani hasları kuvvetli yapmak şartı vardır.
Bazen hocalar sayfalarını kuvvetsiz gördüğü talebeye haslatma yapar. Bu, yeni sayfa almadan ezberlediği sayfaları tekrar etmesi ile yapılan bir dönüş demektir. İşte buna‘haslama’ denir.
Buna göre sayfa ezberleyiş sırası şöyle olabiliyor:
Normal ezber: 1-2-3-4-5-6-7-8-9-10-10(Tekrar has)-11-12-13-14-15-16-17-18-19-20
Ezberi Kuvvetli olan:1-3-4-6-7-9-10-10(Tekrar has)-12-13-15-16-18-20
Ezberde sınır tanımayanlarda vardır. Onlar çok daha erken bitirirler.:
Bu ve benzerleri: 2-4-5-7-9-10-12-14-15-15(Tekrar Has)-17-19-20
Başka bir tanesi:1-3-5-7-9-10-12-14-15-15(Tekrar has)-20
Haslama çoğu kere hocanın talebeyi yetersiz görmesinden kaynaklanır. Temel çürük olduğu için yeni sayfalar ağırlık yapmış ve yük olarak gelmeye başlamış olabilir. Bu hali fark eden hoca, talebeden yeni sayfa yapmadan ezberindeki sayfaları tekrar etmesini ister. Bazen de bunu bizzat hisseden talebeler ister. Hafızlığı boyunca hiç haslama yapmamış süper zeki talebelerde vardır. Ama çabuk elde edilen şeyin kıymeti pek bilinmez.
Hafız ehline göre 10. sayfaya kadar olan kısım çıkış, 10. sayfadan sonraki bölüm ise iniş sayılır. Haslama da ekseri bu noktada yapılır.
Haslama, Kuran’ın tamamını ezberledikten sonra çok önemlidir. Hafızlığını yeni bitiren bir hafız gevşememeli, kendini salmamalı aksine daha çok gayret etmelidir.
Hafızlığını tekrar eden hafızlar, eğer gücü yetiyorsa her dönüşte okuduğu cüz sayısını arttırmalı, bir- iki ile yetinmemelidir. Çok emek harcayarak elde ettiği Allah’ın bu nimetini korumak için durmadan, dinlenmeden ömür boyunca tekrar etmelidir. Zaten ileride Kuran ile bütünleşecek ve Kuran adeta onun ruhu olacaktır.
Yatılı olarak hafızlık yapmanın dışında birde ‘evci’ dediğimiz Kursta yatmayıp, gündüzü kursta geçirip ekşam eve gidenler yani evde hafızlık yapanlar vardır. Bazı yeni başlayan hafız adayları bu konuda tereddüde düşüyorlar.
Bilinmesi gereken şudur ki ideal olan yatılı olarak hafızlık yapmaktır.
Gündüz eğitim alarak hafızlık yapmak isteyen öğrenciler, akşamları, ezberlediği sayfaları tekrar edebilecekleri bir ortama da sahip olmaları gerekir. Bu noktada anne ve babaya da önemli görev düşmektedir. Anne ve baba, hafızlık yapan çocukların yanında konsantrelerinin bozulmamasını sağlayacak ortamı hazırlamadır.
Evci olmanın hem pozitif hem de negatif yönleri vardır.
EVDE HAFIZLIK YAPMANIN OLUMSUZ YÖNLERİ
a. Evdeki etmenler öğrenciyi ders çalışmaktan uzaklaştırabilir. Örneğin Kuran kursunda canı ders çalışmak istemeyen öğrenci arkadaşlarına bakar ve onların ders çalıştığını gördüğünde ders çalışmadığı için rahatsız olabilir bir süre sonra arkadaşlarından geri kalacağını düşünerek ders çalışmaya başlar. Oysa evde öğrencinin kendini motive etmesi zordur. Hatta evde kendini uyaranlara tepki gösterme ihtimali de söz konusudur.
b. Evde özellikle de kalabalık evlerde ses, gürültü fazla olduğu için sakin, sessiz bir ortam bulmak zor olabilir. bu durum öğrencinin verimini düşürebilir.
c. Öğrenci eve geldiğinde, Kuran kursunda olduğu gibi ezberlediği sayfaları dinletecek, öğrenciyle ilgilenecek birisinin olması gerekmektedir. Her ne kadar olsa da bu durum Kuran kursundaki kadar sağlıklı olmamaktadır. Bundan dolayı evlerinde kalan öğrenciler yatılı okuyan öğrencilere oranla başarısız olma ihtimalleri daha fazladır.
d. Evde ders çalışırken davetsiz bir misafir bütün ders planını alt üst edebilir. Oysa Kuran kursunda belli bir program olduğundan evdeki sorunlarla karşılaşılmaz.
e. Evde sadece bir kişi hafızlık yapıyorsa ( ki böyledir ) evdeki diğer kişilerden olumsuz etkilenilme olasılığı vardır. Evdeki diğer bireylerin dinlenmeleri bile öğrencinin moraline etki edebilir. Kaldı ki televizyonun karşısında çay yudumladıklarını görmesi, öğrencinin ezberlemesini güçleştirebilir. Çünkü ders yapmak o andan itibaren öğrenciye sıkıcı gelmeye başlayacaktır. Bazı hafız adayları diyor: ”Ev ortamı beni daha da motive eder, hemen çarçabuk ezberimi yaparım, sonra da ailemle vakit geçiririm.” Atasözlerinden bu soruya çok güzel cevap vermektedir. Yani kazın ayağı görüldüğü gibi değildir. Bu istek birkaç gün sürecek daha sonraları ise ortam psikolojik sıkıntıya sebep olacaktır.
f. her ne kadar uzak durmaya çalışsa da bilgisayar, televizyon, radyo gibi eğlenceye yönelik cihazlar, dersleri mutlaka olumsuz yönde etkileyecektir. Öğrencinin aklını bu teknolojik cihazlar sürekli meşgul edecektir. Rahat bir ortam ister istemez bu rahatlığı daha da tetikleyecektir. Elini veren öğrenci bir süre sonra kolunu kaptıracaktır.
g. Hafızlığa başlamadan önce evde sakin, düzenli bir ders hayatı olmayan öğrencinin hafızlığa başlayınca da ev ortamında düzenli çalışması, ders programına bağlı kalması zor olacak, yeni bir düzene geçmek hayli zaman alacaktır. Alışana kadar geçen zaman öğrencinin hafızlıktan soğumasına bile neden olacaktır.
EVCİ OLMANIN OLUMLU YÖNLERİ
Evde hafızlık yapmanın faydalı yönleri de vardır ancak bu pozitif durum ister erkek olsun, ister kız olsun disiplinli hayatı olan, kendini kontrol edebilen öğrenciler için geçerlidir. Bayan öğrencilerdeki düzen, erkek öğrencilere göre fazladır. Bundan dolayı bu durum erkek öğrencilerden ziyade bayan öğrenciler için daha geçerli diyebiliriz.
a. Evde öğrenci ders saatlerini kendi psikolojisine göre ayarlayabilir. Kurstaki gibi kendisini belirlenmiş saatlerde ders çalışmaya zorlayan faktörler yoktur. Evde istediği saatlerde ders çalışıp, istediği saatlerde istirahat edebilir.
b. Öğrenci, canı sıkıldığında gidip dolaşabileceği, stres atabileceği, dejarz olabileceği mekanlara sahiptir. Kuran Kurslarında düzen, bu imkâna müsaade etmeyebilir.(Belirtmekte fayda vardır ki bu avantaj çoğu zaman dezavantaja dönüşebilmektedir.)
EVCİ Mİ YOKSA YATILI MI OLMAK İDEALDİR?
Öğrencilerin büyük çoğunluğu evci iken değil de yatılıyken başarılı olmuştur. Bundan dolayı hafız adayı kardeşlerimize hafızlıklarını daha rahat yapabilmeleri için yatılı kalmayı tavsiye etmekteyiz.
Yukarıda hafızlıkta evci olmanın olumsuz yönlerinden pek çok madde saydığımız halde, olumlu yönlerinden sadece iki madde saymamız aslında evci olmanın ne kadar az faydası olduğunu açıkça gösteriyor.
Ziya Salihoğlu Hocaefendi
.
Allah’ımız Cebrail Aleyhisselam’a Kuran’ı Kerimi öğretti. Oda peygamber Efendimiz’e öğretti. O’da Ashab-ı kirama öğretti. Onlarda kendilerinden sonrakilere öğrettiler ki bunlara, ashaba tabi oldukları için ‘tabiun’ denir.
İşte bunlardan Kuran-ı Kerim’i çeşitli lehçelerde okumayı öğrenen büyük imamlara da ‘Kıraat İmamları’ denir.
Kıraat imamları on tanedir. Her imamın ikişer tane de ravisi (rivayet edeni) vardır.
İsimleri Şunlardır:
1- Nafi
Ravisi: Kâlun, Verş
2- İbn-ü Kesir
Ravisi: Bezzi, Kundül
3- Ebu Amr
Ravisi: Durî, Susî
4- İbni Âmir:
Ravisi: Hişam, İbnü Zekvan
5- Asım:
Ravisi: Ebu Bekir Şu’be, Hafs
6- Hamza
Ravisi: Halef, Hallad
7- Kisai:
Ravisi: Ebul Haris, Durî
8- Ebu Cafer:
Ravisi: İsa b. Verdan, Süleyman b. Cemmaz
9- Halefül Aşır:
Ravisi: İshak el-Verrak, İdris el-Haddad
10- Şeyh Yakub:
Ravisi: Rüveys ve Ravih
Bu on tane imam içerisinden İmam-ı Asım, bizim okuduğumuz tarzın imamıdır. Biz İmam-ı Asım’ın kıraatini, Hafs’ın rivayetini takip ederiz.
İMAM-I ASIM HAZRETLERİ
Adı: Asım b. Behdele ebi’n-Necüd’dur.
Lakabı: Şeyhul Kura ve Efsahul Kurra’dır. Kuranı Kerimi çok güzel okuduğu için bu lakap kendisine verilmiştir.
Hocaları: Tabiundan Abdurrahman es-Sülemi ile Zirr b. Hubeyş’tir.
Kıraat imamlarının beşinci sırasındadır. Kufe’de doğ muştur. Doğum tarihi kesin şekilde bilinmemektedir.
Yaşadığı çağın en güzel okuyanlarındandır. Sesi gayet güzel, ahlakı ve bilgisi yüksek, Kuran okumadaki mahareti ise Allah’ın ona en büyük lütfudur.
İki tane ravisi vardır. Birisi Ebu Bekir Şube b. Ayyaş, diğeri Hafstır.
İMAM-I HAFS
İmam-ı Asım’ın ikinci ravisidir. Hicretin 90. yılında Kufe’de doğmuştur.
Adı: hafs b. Süleyman el-Muğıyre’dir. Asıl adı Hafistir. Ama Hafs şeklinde meşhur olmuştur. Babası Süleyman vefat edince annesi, Hazreti İmam-ı Asım’la evlenmiştir. Hafs hazretleri İmam-ı Asım’ın böylece üvey oğlu olmuştur.
Kuran-ı Kerimi ve kıraat ilmini bizzat kaynağından yani Asım Hazretlerinden öğrenmiştir. Uzun müddet Bağdat’ta kalmış, bir müddette Mekke’de bulunmuştur.
Hayatı müddetince Kuran’ı Kerimi hem okumuş hem de okutmuştur. Asım Hazretlerinin kıraatini bütün İslam diyarına o yaymış ve tanıtmıştır. Şimdi bizler dahi onun rivayet ettiği şekilde okuyoruz.
Hicretin 180. yılında vefat etmiş olup 90 sene yaşamıştır.
.
İLMİN FAZİLETİ
Bazen bir merkebe daha fazla değer verilebilirse de, hiçbir za man merkebin attan daha üstün olduğu söylenmez. Çünkü onun üstünlüğü cüsse itibariyledir. Oysa at, her zaman merkepten daha üstün vasıflara sahiptir. Bu hal her açıdan kemâl sayılmaz. Hayvan yetenekleri ve özellikleri bakımından aranılır ve kendisine bu nedenle sahip olunmaya çalışılır; yoksa sırf cüssesi için değil!
Bu örneği gerçekten anlamışsanız, fazilet kelimesinin anlamını artık biliyorsunuz demektir.
Diğer hayvanlara nisbetle at nasıl faziletli ise, ilim vasfı da diğer bütün vasıflara nisbetle hiç kuşkusuz daha faziletlidir.
Atta bulunan hızlı koşma yeteneğinin bir fazilet olduğunda şüphe yoksa da, bu mutlak bir fazilet sayılmaz. Ancak ilim böyle değildir. İlim, hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek kadar büyük bir fazilet taşımaktadır. İlmi hiçbir şeyle kıyas edemeyiz; zira ilim, Allah Teâlâ’nın kemal sıfatıdır.
Peygamberlerin ve meleklerin bütün şerefi ilim’den gelmekte dir. Hatta atların bile zeki olanı, uyuşuk olanından daha üstündür. Bu nedenle ilim, hiçbir meziyete izafe edilmeksizin tek başına faziletin kendisidir.
Demek oluyor ki ilim, zâtından dolayı istenen bir nimettir! Yine bu şekilde ahiret âleminin nimetlerine götüren en önemli vesilenin de ilim olduğunu açıkça görebi lirsiniz; zira Allah Teâlâ’nın huzuruna ancak ilim ile gidilir.
İnsanoğlu hakkında en büyük makam, ebedî saadet olduğundan dolayıdır ki bu saadete ulaştıran vesilede en büyük fazilettir! Çünkü insan için ilim ve ilime bağlı amel olmadığı takdirde, bu nimetlerin hiçbirine ulaşmak imkânı yoktur!
AYET-İ KERİMELER
Her kabileden bir cemâatın dini iyice öğrenmeleri gerekmez miydi? (Tevbe/122)
Eğer bilmiyorsanız, ehl-i zikre sorunuz! (Nahl / 43)
HADİS-İ ŞERİFLER
İlim tahsil etmek maksadıyla yollara düşen kimseye Allah Teâlâ cennete giden yolu gösterir. 34
Melekler ilim yolcusunun hâlinden râzı oldukları için kanatlarını onun ayakları altına sererler. 35
İlimden bir bölüm öğrenmen, yüz rek’at namaz kılmandan daha hayırlıdır. 36
Kişinin ilimden öğrendiği bir bölüm, onun için dünya ve dünyadakilerin tümünden daha hayırlıdır. 37
İlim Çin’de de olsa bulup öğrenin! 38
İlim öğrenmek her müslümana farzdır. 39
İlim hazinedir. Bu hazinenin anahtarı soru sormaktır. Sormaktan çekinmeyin; zira ilmin sorulmasından dört kişi birden mükâfat kazanır: Soran, cevap veren, onları dinleyen, onları seven!40
Câhil, cehaletine razı olup durmasın. Âlim de ilmini susmak suretiyle saklamasın! 41
Bir âlimin (ilim okuttuğu) meclisinde, (ilim tahsil etmek veya dinlemek için) hazır bulunmak, bin rek’at namaz kılmaktan, bin hastayı ziyaret etmekten ve bin cenaze na mazında hazır bulunmaktan daha faziletlidir! 42
İslâm dinini ihyâ etmek maksadıyla ilimle uğraşırken ölen kimseyle peygamberler arasında, cennette sadece bir derecelik fark vardır. 44
Ashab’ın ve Âlimlerin Sözleri
İbn Abbas (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir: İlim talep ederken büyük zorluklara göğüs gerdim, fakat ilmi elde ettikten sonra aziz oldum’. Gerçekten de İbn Ebî Müleyke şöyle der: ‘İbn Abbas’ı gördüğümde, ondan daha güzel yüzlü ve muntazam endamlı bir kimseyi gördüğümü ve görebileceğimi tasavvur edemedim.
Muhterem pederleri Hazreti Abbas (Radıyallahu Anh) gibi güzel bir insandı. Konuştuğu zaman herkesten daha açık ve daha beliğ konuşur, fetva verdiği zaman insanların en âlimi olduğunu gösterirdi’.
İbn Mübârek şöyle der: İlme talip olmadan bir kimsenin kendisinde azda olsa şeref aramasına ve kendisini şereflilerden saymasına şaşarım!’
Filozoflardan biri şöyle demiştir: ‘İlim öğrenmek istediği halde öğrenemeyen veya öğrenebileceği halde öğrenmeyen kimselere acıdığım kadar kimseye acımam’.
Ebu Derdâ der ki: İlimden küçük bir mesele öğrenmem, benim için bütün bir geceyi ibadetle ihya etmekten daha mühimdir’.
Yine Ebu Derdâ şöyle buyurur: ‘Hoca ile talebesi hayırda ortaktırlar. Onların dışındakilerin sivrisinek kanadı kadar hayırları yoktur. Yâ âlim, ya talebe, ya da dinleyici ol. Bunların dışında dördüncü bir sınıfa dahil olma; yoksa helâk olup gidersin’.
Atâ şöyle demiştir: ‘Bir kere ilim meclisinde hazır bulunmak, yetmiş lehviyat meclisinde bulunmanın kefareti olur.
İmam Şâfiî de şöyle demiştir: İlim tahsil etmek, bütün nafile ibadetlerden daha faziletlidir’.
Fakih Ebu Muhammed Abdullah b. Abdilhakem şöyle anlatır: Bir gün İmam Mâlik’in önünde ders okurken öğle ezanı okundu. Nafilelerimi kılmak üzere ders kitabımı kapattım. Hocam (İmam Mâlik) yüzüme bakarak şöyle haykırdı: ‘Ey genç! Burada okuduğun ders, kalkıp kılacağın nafile namazlardan fersah fersah daha hayırlıdır’.
Ebu Derdâ şöyle demiştir: ‘Sabahları kalkıp ilim tahsiline gitmeyi cihad olarak kabullenmeyen ve böyle olduğuna tüm samimiyetiyle inanmayan kimsenin ne aklı var, ne de bir fikri’.
Kaynak:
34) Ebu Dâvud,-Tirmizî, İbn Mâce ve İbn Hibban, (Ebu Derdâ ve EbuHüreyre’den)
35) Ahmed b. Hanbel, İbn Hibban ve Hâkim, (Saffan b. Assal’dan)
36) İbn Abdilberr, (Ebu Zer’den)
37) İbn Abdilberr, İlim; İbn Hibbaıı, Ravzat’ul Ukalâ, (Hasan’dan)
38) İbn Adiy ve Beyhakî (Enes’den); Taberânî, (İbn Mes’ud ve İbnAbbasdan)
39) İbn Adiy, Beyhakî ve İbn Abdilberr, (Enes’den)
40) Ebu nuaym, Hilye, (Hz. Ali’den)
41) Taberânî, (İbn Merduveyh’den)
42) ırâki bu hadîsin Ebu Zer’den değil, İbn Ömer’den rivayet edildiğini söylemiştir. İbn Cevzî ise bu hadîsi Mevzuat adlı eserinde zikretmiştir.
43) Ebu Nuaym, Herevi, (Hasan dan)
44) Ebu Nuaym, (İbn Mes’ud’dan)
AYET-İ KERİMELER
Dönüp kavimlerine geldiklerinde (Allah’ın yasak kıldığı şeylerden) kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez miydi? (Tevbe/122)
Bu ayette geçen inzar kavramından ilim öğretmenin ve irşadda bulunmanın vâcib olduğu anlaşılmaktadır. Allah, kendilerine kitab verilenlerden, onu mutlaka insan lara beyan edecekleri ve hiçbir şekilde gizlemeyecekleri hususunda söz almıştı. (Âlu îmran/187)
Bu ayette, ilim öğretmenin farz olduğu açıklanmaktadır.
Buna rağmen onlardan bir grup bildikleri halde hakikati gizlerler.(Bakara/146)
Bu ayette de hak ilmi saklayıp öğretmemenin haram olduğu beyan edilmektedir. Nitekim başka bir ayette, ilmin gizlenmemesi gerektiği gibi, şahidlikten de kaçınmamak gerektiği bildirilmiştir:
Şehadeti gizlemeyin. Kim onu gizlerse bilsin ki kalbi günah kârdır.(Bakara/283)
Peygamber Efendimiz’de şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ peygamberlerden aldığı sözü (âlimlerden de) almadan herhangi bir âlime ilim vermez. Alman bu söz de ilmi halka açıklayıp gizlememeleridir. 45
Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘Ben müslümanlar danım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? (Fussilet/33)
Ey Râsûlüm! İnsanları Kur’anla, güzel söz ve nasihatla rabbinin yoluna (İslâm nizâmına) dâvet et. (Nahl/125)
Allah onlara Kitab’ı ve Hikmet’i öğretir. (Âlu İmran/48)
HADİS-İ ŞERİFLER
Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Hazreti Muaz’ı Yemene gönderirken kendi sine şöyle demiştir:
Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın senin vasıtanla bir kişiyi doğru yola iletmesi, senin için dünya ve dünyanın içinde bu lunanların tümünden daha hayırlıdır.46
İlimden birşey öğrenip, öğrendiği şeyi halka öğreten bir âlime, yetmiş sıddık’ın sevabı verilir.47
Öğrenip amel eden ve öğrendiklerini öğreten bir kimse, gökler âleminde hayırla yâd edilir.48
Kıyamet günü geldiğinde Allah Teâlâ âbid ve mücahid kul larına ‘Cennete girin’deyince, âlimler Allah’a şöyle derler: ‘Ey âlemlerin rabbi! Âbidler ve mücahidler bizim kendile rine öğrettiğimiz ilim sayesinde ibadet edip cihad ettiler’. Bunun üzerine Allah Teâlâ âlimlere ‘Sizler benim nezdimde meleklerimden bazıları gibisiniz. İstediğiniz kimselere şefaat ediniz, şefaatiniz kabul olunacaktır’ der ve bu ilâhî müjde üzerine âlimler, istediklerine şefaat ettikten, sonra cennete girerler.49
Bu fazilet, sadece başkalarına ilim öğreten âlimlere mahsustur. İlmini başkalarına aktarmayan âlimin bu fazilete sahip ol ması sözkonusu değildir.
Hiç şüphesiz Allah Teâlâ verdiği ilmi insanların göğsünden söküp almaz. Ancak âlimlerin gitmesiyle (ölmesiyle) ilim gider. Çünkü her giden âlim, kendisiyle birlikte kendinde var olan ilmi de götürür. Bu öyle bir durum meydana getirir ki, halkın içinde sadece cahil kişiler öne geçerler. Bunlardan birine ilmî bir mesele sorulduğu zaman, ilimleri olmadığı halde fetva verirler. Kendileri dalâlette oldukları gibi, verdikleri fetva (cevap)larla halkı da dalâlete sevkeder
ler. 50
Bir ilmi öğrendiği halde, o ilmi ketmeden, (başkalarından esirgeyen) kimseyi, Allah Teâlâ kıyâmet gününde ateşten yapılmış bir gemle gemler.51
Hediyelerin en güzeli, ilmi dinleyip, anlayıp, bu ilmi olduğu gibi müslüman kardeşine öğretmendir. Bu, bir yıllık nafile ibadete denktir.52
Dünya lânetlenmiştir (kıymetsizdir), dünyanın içindekiler de lanetlenmiştir. Ancak Allahın zikri ile birlikte onu öğreten ve öğrenen bundan müstesnadır.53
Allah Teâlâ, melekler, göklerin ve yerin ehli, hatta yuvasında bulunan karıncalar, denizdeki balıklar; halka hayır yollarını gösteren kişi için rahmet dilerler.54
Bir müslümanın bir başka müslümana, dinlediği bir hadîsi olduğu gibi aktarmasından daha büyük bir yardımı olamaz.55
Mü’minin, dinlediği hayırlı bir kelimeyi başkasına öğretmesi ve onunla amel etmesi, bir senelik (nafile) ibadet ten daha hayırlıdır.56
Birgün Hazreti Peygamber (Aleyhisselam) evinden çıkıp mescide geldi. Mescide girdiği zaman, toplanmış iki grup gördü. Bu grup lardan biri dua ve zikir ile meşgul oluyordu. Öbürü ise, ilimden bahsediyor ve birbirlerine ilim öğretmeye çalışıyordu. Bunun üzerine Hazreti Peygamber zikir halinde olanlara işaret ederek şöyle buyurdu: ‘Bunlar Allah’tan isterler. Allah Teâlâ dilerse onlara verir, dilemezse vermez. (Sonra ilim üzerine konuşanlara işaret ederek şöyle bu yurdu): ‘Bunlar ise, halkı eğitip, ilim öğretmeye çalışıyorlar. Ben de sizlere bir muallim (öğretici) olarak gönderildim’ 57.
Daha sonra Hazreti Peygamber ilim öğretenlerin meclisine giderek onların aralarına oturdu.
Allahu Teâlâ’nın benim vasıtamla gönderdiği ilim ve hidayetin misali, bolca yağıp bir araziye isabet eden yağmurun misaline benzer. Yağmur alan arazinin bir kısmı suyu kabul eder, bol bol otlar yetiştirir. Arazinin diğer bir kısmı ise, yağan suyu biriktirir. Biriken o sudan Allah Teâlâ halkı yararlandırır. Halk ondan içer, (hayvanlarını ve) arazilerini sulayarak ekin eker. Aynı arazinin üçüncü bir kısmı da (taşlık ve kaygan bir zemine sahip olduğu için) ne suyu üstünde tutar, ne de (suyu emerek) mahsul verir.58
Hazreti Peygamber, birinci grubu ilimden menfaat sağlayanlara; ikincisini başkalarına menfaat sağlayanlara, üçüncüsünü de bu iki faziletten de mahrum kalanlara benzetmiştir.
Ademoğlu öldüğü zaman bütün amelleri kesilir (defteri dü rülür). Fakat ölüp de defteri dürüldükten sonra bile üç şey devam eder: Yararı olan ilim, sadaka-i câriye, salih evlât. Böyle bir evlât, babası öldükten sonra babası için bol bol hayır işler, dualar eder.59
Hayra delâlet eden (hayır yolunu gösteren), o hayrı bizzat işlemiş gibi sevabına nail olur.60
Hiçbir şeyde hased (imrenme) doğru değildir; ancak iki kişinin hâline imrenmek bu hükmün dışındadır: a) Allah Teâlâ’nın ilim ve hikmet öğrettiği kimsenin hali ki, bu kimse (aynı zamanda) öğrendiği ilmi halka öğretip müşkilleri hakkında bu ilimle hüküm verir; b) Allah Teâlâ’nın kendisine mal vermiş olduğu kimsenin hâli ki, Allah ona elindeki malı hayra sarfetmeyi nasip etmiştir.61
Allah’ın rahmeti benim halifelerimin üzerine olsun! ‘Senin halifelerin kimlerdir yâ Rasûlullah?’ diye sorulduğunda Hazreti Peygamber şöyle cevap vermiştir: ‘Benim sünnetimi ihya eden ve sünnetimi Allah’ın kullarına öğreten kimselerdir’.62
Ashab’ın ve Âlimlerin Sözleri
Hazreti Ömer şöyle buyurmuştur: ‘Bir hadîs rivayet eden ve rivayet ettiği bu hadîsle insanların ameline yardımcı olan kimseye, o hadîsi yaşamasından dolayı sevap verildiği gibi, başkalarının yaşamasından hasıl olacak sevap kadar daha verilir’.
İbn Abbas da şöyle demiştir: ‘Halka hayrı öğreten bir kimse için herşey af diler, hatta denizdeki balıklar bile…’
Atâ b. Ebi Rebah şöyle anlatır: Said b. Müseyyeb’in evine gittiğimde onu ağlar bir halde buldum. Kendisine niçin ağladığını sorduğumda, bana şöyle cevap verdi:‘Ağlayışımın sebebi şu: Hiç kimse gelip benden ilmî bir mesele sormuyor’.
Selef-i sâlihînden bir zât şöyle buyurmuştur: ‘Alimler kendi dönemlerinin ışıklarıdır. Her âlim kendi dönemini aydınlatır ve o devrin insanları ışıklarını ondan alırlar’.
Hasan Basrî der ki: ‘Şayet âlimler olmasaydı, insanlar hayvanların seviyesine inerlerdi! (İnsanları hayvanlık seviyesinden âlimler çekip çıkarırlar, onları lâyık oldukları insanlık mevkiine ancak onlar yükseltirler).
Yahya b. Muaz ‘Âlimler ümmete, onların analarından ve babalarından daha merhametlidir’ dediğinde, kendisine bunun nasıl olabileceği sorulur; o da şöyle der:‘Çünkü babalar ve anneler ço cuklarını ancak dünya ateşinden korurlar. Oysa âlimler ümmeti âhiretin şiddetli ateşinden korurlar’.
Denildi ki: ‘İlmin evveli sükût, sonrası dinlemek, daha sonrası hıfzetmek ve daha sonrası ise onunla amel etmektir. En sonu da onu insanlara öğretmektir’.
Yine şöyle denilmiştir: ‘İlmini, bilmeyenlere öğret; bilmediğin ilimleri de bilenlerden öğren. Sen böyle hareket ettiğin takdirde, bilmediklerini öğrenir, bildiklerini de mükemmel bir hâle getirir sin’.
45) Ebu Nuaym, (İbn Mes’ud’dan)
46) İmam Ahmed, Müsned
47) Nesâî, Kitab ‘ul-İlim
48) Deylemi, Müsned’ul-Firdevs, (Ebû Abdullah el-Hâkim’den)
49) Mu’ribî, (İbn Abbas’dan)
48) Deylemi, Müsned’ul-Firdevs, (Ebu Abdullah el-Hâkim’den)
49) Mu’ribî ibn Abbas’dan
50) Ebuta Dâvud dışındaki sünen sahipleri, (Abdullah b. Amr’dan)
51) Bu hadîs Ebu Hüreyre, Abdullah b. Amr, Ebu Said, Enes b. Mâlik, İbn Mes’ud, İbn Abbas, İbn Ömer vc Câbir’den rivayet edilmiştir.
52) Vbn Âdıy, ll>n ÂM)as dan)
53) Tirmizî, İbn Mâce, (Atâ b. Murre’den)
54) Tirmizî, (Ebu Derdâ’dan)
55) İbn Abdilberr, (Muhammed b. el-Münkedir’den mürsel olarak)
56) Deylemî, Müsned’ul Firdevs, (Muhammed b. Muhammed b. Ali b. As’dan)
57) Ebu Talib el-Mekkî, Kut’ul-Kulub
58) Buharî ve Müslim, (Büreyde b. Abdullah b. Ebu Bürde’den)
59) Müslim, Ebu Dâvud ve Tirmizî; hadîs hasendir.
60) Tirmizî, (Enes’den)
61) Buharî, Müslim, Nesâî ve İbn Mâce
62) İbn Abdilberr, İlim; Herevî, Zemm’ul-Kelam, (Amr b. Ebî Kesir yoluyla)
63) Ebu Nuaym, Hilye; Ebu Talib el-Mekkî, Kut’ul-Kulub
.
Arkadaşlar, Mevla Teala zenginliği istediğine, ilmi ise isteyene vereceğini vaad etti. Yani ilim istemek ve gayretle elde edilir. Bunun en temiz ve güzel örneklerinden biri de şudur:
Gayet meşhur bir söz olan “Kürt olarak akşamladım, Arap olarak sabahladım”sözünün niçin söylendiği ile alâkalı olarak şöyle bir kıssa nakledilir:
Ebû Abdullah el–Müştehir Hazretleri, aslen Şirazlı bir Kürt ailedendir. Şöhreti her tarafa yayılmış olan büyük bir âlimdir. Sahip olduğu bu ilmini, medreselerde hocalardan okuyarak, rahlelerde dirsek çürüterek elde etmemiş; ilim ehline olan büyük hürmeti ve ilim sahibi olma konusundaki fevkalade arzusu sebebiyle kendisine Allah tarafından ilm–i ledün olarak ihsan edilmiştir.
Ebû Abdullah el–Müştehir Hazretleri çok arzu etmesine rağmen maalesef okuyamamıştı; ama ilim ehlini çok seviyordu. Fırsat buldukça onların ders halkalarına katılır, onları dinler, gerekirse bazı meseleleri onlara sorar ve onlarla hemhâl olurdu.
Yine bir gün Şiraz medreselerinden birine geldi. O sıralar henüz kendisine Allah tarafından ilm–i ledün bahşedilmemişti. Her zamanki gibi medresede talebeler ilim mevzuunda konuşmalar yapıyorlardı. Bazı hususlarda ise hararetli münazaralar vuku buluyordu. Talebelerin ilim öğrenmek için böylesine gayret sarf etmeleri, birbirlerine karşı âdeta kıran kırana deliller öne sürmeleri onun çok hoşuna gidiyordu. Onların bu münazaralarına iştirak etmek için birden mevzuya girdi ve o da bir mesele sordu. Lâkin sorduğu sorunun ne tartışılan meseleyle alâkası vardı, ne de bir soru değeri taşıyordu. Tabiî gayet saf bir temenniyle aniden münazaranın ortasına dalınca, birden kısa bir sessizlik oldu ve ardından da gülüşmeler geldi… Tabiî hemen yaptığı hatanın farkına vardı; çok mahcup oldu ve:
“Ben de sizin gibi ilim sahibi olmak istiyorum. Ne olur bana bir yol gösterin!” dedi. Öylesine saf ve temiz bir kalple rica ediyordu ki, verilen tavsiyeye uyduğu takdirde bir gecede âlim olacağından şüphe etmiyordu. Bunun üzerine ona şaka yollu şöyle bir tavsiyede bulundular.
“Madem âlim olmak istiyorsun, öyleyse bu gece evinin tavanına bir ip bağla. Ayağını da bu ipe sıkıca bağlayıp, kendini baş aşağı sallandır ve her sallanışta “Aslan yelesi”de. Böylece ilim kapıları sana bir gecede açılır.” dediler.
Tabiî o, talebelerin kendisine şaka yapmış olabileceklerini hiç aklına bile getirmez. Bu sözü ciddiye alarak doğruca eve gider. Onların dedikleri gibi, evin tavanına bir ip bağlayıp, ayaklarını da bir ucuna bağlar ve baş aşağı sallanmaya başlar. Her sallanışta “aslan yelesi” der. Daralır, zorlanır; ama vazgeçmez. Sabaha kadar buna devam eder.
Hüsnü niyet ve sıdk–u sadakatle sırf âlim olabilmek için sabaha kadar bu sıkıntıya katlanması Mevlâ Teâlâ’nın hoşuna gider. Seher vakti olduğunda bütün ilim kapılarını ona açar. Artık zâhir ve bâtın pek çok ilim ona malûm olmuştu. Bu olayın ardından hemen o sabahtan itibaren, Şiraz camilerinin kürsülerinde vaaz etmeye başlar. İlk vaazını şu kelâmla açar:
“Emseytü kürdiyyen fe asbahtu arabiyyen” (Anlamı: Kürt olarak akşamladım, Arap olarak sabahladım.)
Artık bundan böyle birçok âlim, halletmekte güçlük çektiği meseleyi ona sorar oldu. Mevlâ Teâlâ’nın kendisine ilm–i ledün bahşetmesiyle zâhir ve bâtın bütün ilimlerin hâmili olan Ebû Abdullah Hazretleri, aynı zamanda yaşadığı asrın mânevî önderlerinden olur.
BENİM KAFAM BU KAYADAN DAHA SERT DEĞİL YA!
Yine ilim yolunda zahmet çekenlere en güzel örneklerden bir tanesi de İbn-i Hacer Hazretleridir. İbni Hacer Hazretleri ilim öğrenmek için bir medreseye girdi. Ancak kafası dersleri bir türlü almıyordu. Bütün arkadaşları onu geçtiler. Seneler geçmesine rağmen pek bir şey öğrenemedi.
En sonunda ilmi bırakıp memleketine dönmeye karar verdi. Hocasının nasihatleri de kar etmedi. Yola çıktı. Yolda dinlenmek için bir mağaraya girdi. Mağarada dinlenirken gözü yukarıdan damlayan damlalara takıldı.
Damlalar yavaş yava damlayıp damladığı yerdeki taşta büyük bir delik açmıştı.
İbni Hcer Hazretleri kendi kendine şöyle düşündü:
“Su gayet yumuşak, latif bir cisim olduğu halde sert kayayı nasıl deleiyor. Benim kafam bu kayadan daha da sert değildi ya, zamanla benim de kafama Allah’ın nuru olan bu ilim girer” deyip medreseye geri dönüyor. Ve kısa zamanda arkadaşlarını da geçiyor. Bu olay sebebiyle kendisine İbni Hacer (taşın oğlu) deniliyor.
Bu güzel misallerden anlaşılacağı üzere ilim öğrenmek sabır ve sebat isteyen bir iştir.İlmin başı soğan gibi acı, sonu ise baldan tatlıdır sözü medreselerde meşhurdur.
.
Zamanımızda birkaç ayetin manasını bilen insanların, Kur’an-ı Kerimi Türkçe malinden okuyarak “müfessir” kesildiğini ve ayetlere kendi yorumları ile mana verdiğini görüyoruz. Bu çok yanlış bir harekettir. Kur’an ayetlerinden mana çıkartmak yani tefsir ilmi herkesin yapacağı bir iş değildir. Tefsir âlimleri, bir insanın Kur’an’ı tefsir edebilmesi için o kişinin 15 ilim dalında ihtisas yapması gerektiğini vurgulamışlardır. İşte o 15 ilim dalı:
1- Lügat İlmi: Kur’an-ı Kerimdeki her kelimenin asıl manasını bilmeye yarayan ilimdir. Mücahid (Rahmetullahi Aleyh) diyor ki: “Allah’a ve kıyamet gününe iman eden kimsenin Arapça kelimelerin bütün manalarını iyice bilmeden Kur’an-ı Kerim hakkında ağzını açması caiz değildir.” Sadece bir kelimenin bir kaç manasını bilmek de yeterli değildir. Çünkü bir kelime birkaç manayı içine aldığı halde kişi bunlardan bir ikisini bilir. Halbuki orada gerçekten başka mana kastedilmiş olur. (Taha suresinde geçen “Allah arşı istiva etti” ayetinde istiva kelimesinin diğer ayetlerle çatışan “oturdu” manasını almak da böyle bir hatadır. Bu lügat ilmini iyi bilmemekten kaynaklanmaktadır.
2-Nahv (gramer ilmi): İrabın, yani harekelerin değişmesi ve başka şekle girmesiyle mana tamamen değişir. İrabı bilmek ise nahv ilmine bağlıdır.
3- Sarf İlmi: Bu ilmi bilmek gerekir. Çünkü kelimenin şekil ve binalarının değişmesi ile manaları tamamen değişir. İbni Faris (Rahmetullahi Aleyh) diyor ki: “Sarf ilmini kaybeden çok şeyi kaybetmiştir.”
4- İştikak (kelime türetme) İlmi: Bir kelime iki ayrı kökten meydana gelmiş ise onların manası da değişik olur. “Mesih” kelimesinin dokunmak manasına gelen “mesh” ve ölçek manasına gelen “mesahet” kökünden geldiği gibi.
5- Mania İlmi: Bu ilimle sözün manaya göre dizilişi bilinir.
6- Beyan İlmi: Bu ilimle sözün açık ve kapalı manaları, benzetme ve kinayeleri bilinir.
7- Bedi İlmi: Bu ilimle sözün ifade etme bakımından güzellikleri bilinir. Bu üç ilme“İlmi belagat” denir ki, Kur’an tefsir edenin bilmesi gereken önemli ilim dallarındandır. Zira Kur’an-ı Kerim başlı başına bir mucizedir. Belağatı ile onun benzeri getirmekten herkesi aciz bırakan hali bilinir.
8- Kıraat İlmi: Çeşitli okuyuşlar yüzünden farklı manalar anlaşılır. Böylece bir mananın diğeri üzerine tercihi bilinmiş olur.
9- Akaid İlmi: Kuran’ı Kerim’de bazı ayetler vardır ki, onların zahiri manalarını Allah’u Zülcelal için kullanmak doğru değildir. Bu bakımdan onlarda bir tevile ihtiyaç doğar. Mesela Fetih Suresi 10. Ayette geçen “Allah’ın eli” ifadesi gibi.
10- Usul-ü Fıkıh İlmi: Bununla bir delile dayanarak ve kaynağına inerek hüküm çıkarma yolları bilinir.
11- Sebeb-i Nuzül: Ayetlerin iniş sebebini de iyi bilmek gerekir. İniş sebebini bilmekle mana daha açığa çıkar. Bazen mananın kendisini anlamak bile iniş sebebine bağlı olur.
12- Nasih ve Mensuh İlmi: kur’an’da lafzı ve manası sonradan başka bir ayet ile kaldırılan ayetler bulunmaktadır. Bu ilim bilinmezse o ayetleri anlamak imkansızdır.
13- Fıkıh İlmi: Bir şeyin teferruatı tam olarak kavranırsa onun bütünü tanınmış olur.
14- Hadis İlmi: Kur’an-ı Kerimde tafsilatı zikredilmeyen ayetleri tefsir eden hadisleri de bilmek gerekir.
15- Vehbi İlim: Bunların hepsinden sonra “Vehbi İlim” gerekir ki, Cenab-ı hakk’ın özel ihsanıdır. Onun hususi kullarına lutfeder.
Halk hazreti Ali (Radıyallahu Anh)’a “Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sana bazı özel ilimler öğretti mi veya başkalarına söylemediği, sana ait özel vasiyeti var mı?” diye sorduklarında bu konuyu işaret ederek şöyle buyurdu: “Cenneti yaratan ve Vücuda can veren (Allah)a yemin olsun ki, bu (bende olan şey) Allah’u Teâlâ’nın kendi kelamını anlamak bir kimseye lütfettiği anlayıştan başka bir şey değildir.”
İbni Ebiddünya (Rahmetullahi aleyh) diyor ki: “Kur’an ilimleri ve ondan hasıl olanlar sahili olmayan deniz gibidir.”
Yukarıda anlatılan bu ilimler Kur’anı tefsir edecek biri için vasıta yerindedirler. Eğer bir kişi bu ilimleri bilmeden Kur’an’ı tefsir ederse, o kendi görüşüne göre tefsir yapmış olur k, bu yasaktır ve bunu yapanlar için tehdit hadisleri vardır.
Kimya-i Saadet’te şöyle yazılmıştır: “Kuran’ı Kerim’in tefsiri üç kişinin kalbine açılmaz.
1- Arapça ilimlerini bilmeyene
2- Büyük günah işlemekte ısrar eden veya bid’at işleyene ki, onun işlediği günah ve bid’at yüzünden kalbi kararır. Bu yüzden Kur’anı anlamaktan aciz kalır.
3- İtikadi meselelerde zahiri manaya inanmış olup Kur’an-ı Kerimin herhangi bir cümlesi inancına ters düşünce bundan hoşlanmayan kişiye de Kur’an’ı anlamak nasip olmaz.
Allah bu üç kısımdan bizleri muhafaza eylesin.
Kur’an-ı Kerime mana vermeye kalkışan adama sorarlar: “Sen bunlardan hangisini biliyorsun” diye. Cevap veremez, tutulur. Çünkü ihtisas alanı başkadır. O fitneciliğin, bidatçiliğin tezini yapmıştır.
Kimisi de kız tavlama taktikleri alanında uzmandır ama bir bakarsınız Türkçe okuduğu mealden yola çıkarak ayeti tefsir etmeye kalkar.
Dolayısıyla hiç alakası olmadığı, bu ilimlerin onda birini bile bilmediği halde Kur’an’ı tefsir etmeye kalkışan insanların sapıtması normaldir. Çünkü tutunacağı dal, dayanacağı birşey yoktur.
BÜYÜK TEHLİKE
Bilerek saptıran ve ayetleri tahrif edenlerden başka cahil olup iki ayet bile okuyamayan insanlar da vardır. Cehalet mazeret kabul edilmeyeceğinden bu konudaki tehditleride sıralayalım:
Bir Hadis-i Şerifte buyruluyor ki:
“Kim, Kur’an’ın hükümleri ve anlamı hakkında bilgisiz olarak konuşursa, Cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Tirmizi, Tefsir-i Kur’an 1)
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
Kur’an-ı kerimin tefsiri, Resulullahtan işitildiği gibi yapılabilir. “Kur’an-ı kerimi, kendi görüşüne, anlayışına göre tefsir eden kâfir olur” hadis-i şerifi, bunu bildirmektedir. (1/234)
“Kur’an-ı kerimi, kendi görüşüyle açıklayan, doğru olsa dahi, mutlaka hata etmiştir“(Nesai)
Allah’u Teala böyle insanlara akıl fikir ihsan eylesin, şerlerinden Ümmeti Muhammed’i muhafaza eylesin.
www.ihvanlar.net
Kim, Kur’an’ın hükümleri ve anlamı hakkında bilgisiz olarak konuşursa, Cehennemdeki yerine hazırlansın.
Tirmizi, Tefsir-i Kur’an 1
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
Kur’an-ı kerimin tefsiri, Resulullahtan işitildiği gibi yapılabilir. “Kur’an-ı kerimi, kendi görüşüne, anlayışına göre tefsir eden kâfir olur” hadis-i şerifi, bunu bildirmektedir. (1/234)
Kur’an-ı kerimi, kendi görüşüyle açıklayan, doğru olsa dahi, mutlaka hata etmiştir
(Nesai)
.
Mızraklı İlmihal’de Oruç bahsi, cahillerin ve alimlerin orucu, cahillerin ve alimlerin bayramı..
Ve dahi orucun farz olduğuna delil “Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç size de farz kılındı” (Bakara 2/183) âyet-i kelimesidir.
Ve orucun farzı üçtür:
1. Niyet etmek,
2. Niyetin evvel ve âhir (son) vaktini bilmek,
3. Şafak yeri ağarmazdan evvelce vaktinden tâ gün batıncaya kadar orucu bozan şeylerden kendini hıfz etmek (korumak).
Ve dahi kişinin üzerine oruc(un) farz olmasının şartı yedidir:
1. Müslüman ola,
2. Baliğ (ergin) ola,
3. Akıllı ola,
4. Sağ ola,
5. Mukîm ola (yolcu olmaya),
6. Hayız olmaya,
7. Nifas (lohusalık) üzere olmaya.
Ve dahi orucu altı şey bozar:
(1) Yemek yemek,
(2) Ve içecek şeylerden bir şey içmek,
(3) Cima (cinsi münasebet),
(4) Hayız,
(5) Ve Nifas,
(6) Ağızı dolusu kusmak.
Bu altı şey orucu an-asıl (esastan) giderir. Ve bir kaç şey dahi vardır ki an-asıl gidermez, üzerinden farz sakıt olur (düşer) amma fazla olan sevabını giderir, çektiği açlık ve susuzluk yanına kalır deyü haberde varit olmuştur. Ol sonraki şeyler kizb (yalan), gıybet, nemime (koğuculuk), yalan yere yemin etmek gibi.
Ve dahi yedi nefer kimse orucu şer’an yer:
1. Hasta,
2. Müsafir,
3. Hayız,
4. Nifas üzere olan hatun,
5. Gebe hatun -kudreti yetmezse-,
6. Emzikli hatun -çocuğuna zarar olursa-
7. Şeyh-i fâni (çok yaşlı kimse).
Ve dahi oruçta niyet iki nevidir:
1. Ramazan (orucu), nafile (oruç), nezr-i muayyen (belirli adak orucu). Bu üçünün niyeti birdir. Evvel vakti günün dolunması, âhır (son) vakti gün zevale{Zeval: Güneşin tam ortada olduğu farzedilen, dik duran bir cismin gölgesinin sıfir olduğu vakit. Güneşin hataya doğru geçmeye başlamasıyla öğlenin vakti de girmiş olur.} gelmeksizin yememiş içmemiş olsa niyet eder. Orucu tutarken gün zevale geldikten sonra niyet caiz olmaz.
2. Kaza (orucu), keffaret (orucu), nezr-i mutlak (mutlak adak orucu). Bu üçünün niyeti birdir. Evvel vakti günün dolunması, âhir vakti tan yeri ağarmazdan evvel niyet caizdir; tan yeri ağardıktan sonra üçüne dahi niyet caiz değildir.
Ve dahi oruç tutanlar üç nevidir:
Cahiller(in) orucu,
Alimler(in) orucu,
Enbiyaların orucu.
Cahiller orucu; yemezler, içmezler, cima etmezler, gayrı masiyeti (diğer günahları) işlerler.
Âlimler orucu; yemezler, içmezler, cima etmezler, gayrı masiyeti de işlemezler.
Enbiya orucu; onlar şüpheli olan şeylerden kaçarlar.
Oruç tutanların bayramı üç nevidir:
Cahiller(in) bayramı,
Alimlerin bayramı,
Enbiya ve evliya(nın) bayramı.
Ve cahiller bayramı; akşam oldukta iftar ederler, istediklerini yerler ve içerler, “bizim bayramımız budur” derler.
Âlimler bayramı; akşam oldukta iftar ederler, “eğer Âllahu azimü’ş-şan tuttuğumuz oruçtan razı oldu ise bizim bayramımız budur, eğer razı olmadı ise bizim halimiz nice olur?” deyü tefekkür ederler.
Amma enbiya ve evliya bayramı rü’yetullahtır (Allah’ı görmektir), onlar Allahu azimü’ş-şan’ın rızasına müştakdırlar.
Ve dahi cümle müminlerin bayramı beş nevidir:
1. Oldur ki kaçan bir müminin sol yanındaki melek kötü amel olarak yazmağa bir şey bulamaz ise,
2. Sekerâtu’l-mevtte (ölüm sırasında) müjdeci melekleri gelip “merhaba ya mümin sen Cennetliksin” deyü müjde ederler ise,
3. Kabre vardıkta kabrini Cennet bahçelerinden bir bahçe bulur ise,
4. Arşu’r-Rahman (Allah’ın Arşı) altında enbiya ve evliya ve ulema ve suleha (salih kişiler) ile gölgelenir ise,
5. Kıldan ince ve kılıçtan keskince ve gecenin karanlığından karanlık, bin yıl eniş ve bin yıl yokuş, bin yıl düz olan Sırat Köprüsü üzerinde yedi yerde olan suale cevap verip geçerse. Eğer veremez ise her birinde bin yıl azap olunsa gerektir. Ol yedi sual:
1. İmandan,
2. Namazdan,
3. Oruçtan,
4. Hacdan,
5. Zekâttan,
6. Kul hakkından,
7. Gusülden ve istinca{İstinca: Dışarı çıktıktan sonra su ile temizlenmek.} dan ve abdestten.
Ve dahi bir kimse Ramazan-ı şerifte kast ile bir gün oruç yese keffaret ve kaza lazım gelir. Keffaret; bir kul (köle) azat eder, ona gücü yetmezse Ramazan ve oruç tutmak haram olan günlerden mâda günlerde arasını kesmeden altmış gün oruç tutar, ona da gücü yetmezse altmış fukarayı doyurur, Bir gün kaza; ol günün yerine bir gün oruç tutar.
Altı kimseye keffaret lazım gelmez:
1. Marîz (hasta),
2. Misafir,
3. Emzikli hatun -çocuğuna zarar olup tutmadı ise
4. Şeyh-i fâni (çok yaşlı kimse),
5. Açlıktan yahut susuzluktan helak olmaktan havf eden (korkan) kimse.
Bu altı kimseye keffaret lazım gelmez, özrü gittikten sonra ancak gününe gün olarak kaza lazım gelir.
Ve dahi yevm-i şek{Yevm-i şek: Şüphe ve tereddüt günü; Ramazan olması muhtemel olan fakat Ramazan hilâlinin görülmediği, Şabanın son günü mü yoksa Ramazanın ilk günü mü olduğu tam kestirilemeyen gün.}te niyet bir kaç nevidir: Bir nevi kerahetle caizdir; yevmi-i şekte Ramazana niyet etmek yahut vâcip-i âhara (başka bir vacip oruca) niyet etmek yahut Ramazan ise Ramazan, değil ise nafileye veya gayrı vacibe niyet etmek. Bunlar kerahetle caizdir. Bir nevi dahi kerahetsiz caizdir; ol mutlak oruca niyet etmiş yahut Şabana yani nafileye deyü niyet etmiş. Bunlar kerahetsiz caizdir. Bir nevi dahi hiç caiz olmaz; ol “Ramazan ise niyet ettim, değil ise niyetsizim” dese hiç caiz değildir.
Ve dahi bir kimse Ramazanda savma (oruca) niyet etmese, geru öğleden (öğleden önce) yese İmam-ı Azam’a göre keffaret lazım değil, İmameyn katında keffaret lazım gelir. Ve eğer öğleden sonra yese bi’l-ittifak (ittifakla) keffaret lazım gelir -kütüb-i fikhıyede mesturdur-.
Ve dahi bir kimse iki (ve)ya üç Ramazandan birer gün oruç yese, her birinden ötürü birer keffaret mi eder yoksa üçüne bir keffaret mi eder, ihtilaflıdır. Ehvat (en ihtiyatlı) olan her birinden ötürü birer keffaret eder.
Ve dahi bir adamın Ramazandan borcu olsa, ol adam tutmasa, üzerinden yıl geçse bazı ulemanın beyanına göre ol adam günahkâr olur.
Ve dahi bir kimse keffaret tutar iken Ramazan-ı şerif gelse Ramazandan sonra tekrar tutmak lazımdır, evvelkiler sayılmaz.
Ve dahi bir kimse müddet-i sefere (yolculuk müddetine){Bir kişinin -oruç tutma, Cuma namazı kılma mecburiyetlerinin kalkması, namazların kısa kılınması gibi-yolculuk (sefer) kolaylıklarından faydalanabilmesi, yani şer’an yolcu sayılabilmesi için normal araçlarla en az 18 saatlik bir yolculuğa çıkmış olması gerekir. Gidilen yer vatan veya oturulan yer değilse ve 15 günden az kalınacaksa seferîlik (yolculuk) hükümleri devam eder.} niyet etmeksizin orucun(u) yese, badehu (sonra) sefere niyet etse, gitse hem kaza ve hem keffaret lazım gelir.
Ve dahi bir kimse Ramazanda sefere niyet etse, orucun(u) yese, badehu sefere gitmese kaza lazım olur, keffaret lazım olmaz. Velâkin akşama kadar yemek haramdır, sonra gününe gün olarak kaza tutar.
Ve dahi bir kimse sefere niyet etmeksizin orucun(u) yese, badehu cebren sefere sürseler ihtilaflıdır; esah (en doğru) olan hem kaza ve hem keffaret lazım olur.
Ve dahi bir kimse Ramazanda yirmi altı gün yahut eksik yahut ziyade; el-hâsıl bütün Ramazan olmaksızın mecnun (akıl hastası) olsa badehu ifakat bulsa (ayılsa, iyileşse) ol günleri kaza eder. Eğer Ramazanın evvelinden âhirine kadar hiç ifakat bulmayıp cünunu (akıl hastalığı) müstemir (devamlı) olur ise ol Ramazanın orucu sakıt olur (düşer).
Ve dahi bir kimse sehven (unutarak) yese yahut sehven cima etse savmı (orucu) fasıt olmaz. Eğer savmı fasıt olur zan edip yese kaza lazım olur, keffaret lazım olmaz. Eğer savmı(nın) bozulmadığını bilip yese hem kaza ve hem keffaret lazım olur.
Ve dahi bir kimse deriyi yutsa yahut bir kimse boyalı ipliği çiğnese, boyasını yutsa yahut bir âher (başka) kimsenin tükrüğünü yutsa yahut kendi tükrüğünü taşra (dışarıya) çıkarıp yutsa yahut dişinin arasında olan taamı (yemek parçasını) yutsa, nohuttan ziyade olduğu takdirde bu suretlerin cümlesinde kaza lazım olur, sûret-i ahîrede ihtilaflıdır, esah olan bozar.
Ve dahi bir kimse avuç miktarı tuz yese, savmı bozar lakin yalnız kâza lazım olur, amma azacık yese orucu fasit olur -Eşbah’da mezkûrdur- Bir kimse hizmeti işlemek ile bunalsa, ikindiden sonra savmı yese hem kaza ve hem keffaret lazım olur; amma bir avret (kadın) ya cariye bunalsa, yese ancak kaza lazım olur -eğer hizmet işlemese erkeği yahut mevlâsı döğecek ise-.
Ve dahi bir kimse susam tanesini yalnız çiğnese savmı fasit olmaz, amma yutsa-çiğnesin çiğnemesin- her halde savmı fasit olur, kaza lazım olur.
Ve dahi oruç on beş nevidir: Üçü farz, üçü vacip, beşi haram, dördü sünnet. Farz olan; Ramazan, kaza, keffaret, bu üçü farzdır. Vacip olan; nezr-i muayyen, nezr-i mutlak (adak oruçları) ve nafileyi geri çevirmek (başlanıp bozulan nafile bir orucu kaza etmek), bu üçü vacip. Haram olan; Ramazan bayramında bir gün, kurban bayramında dört gün, yılda beş gün oruç tutmak haram. Sünnet olan; eyyâm-ı beyiz{Eyyâm-ı bîz (veya beyiz): Ay takvimine göre her ayın 13, 14 ve 15. günleri.}, ve savm-ı Davud (gün aşın oruç) ve düşenbe (pazartesi) ve perşembe ve yevm-i aşura ve yevm-i arefe emsali eyyâm-ı mübarekede oruç tutmak sünnet.
Ve dahi oruç tutmanın on bir faidesi vardır:
1. Cehennem’e kalkan olur,
2. Sâir ibadeti kabul olur,
3. Bedeninin zikri olur,
4. Kibri kırar,
5. Ucbu (kendini beğenmişliği) kırar,
6. Huşûu ziyade eder,
7. Sevabı, mizanı (tartıyı) doldurur,
8. Allah Taâlâ ol kulundan razı olur,
9. İman ile vefat ederse Cennet’e erken dahil olur,
10. Kalbi nurlanır,
11. Aklı nurlanır.
.
Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahîm’e yazdığı, çok dikkatli okumamız gereken 23 numaralı mektubunda İmam-ı Rabbani Hazretleri, dîni, câhillerden öğrenmeyi ve kafirlerin isimleri ile isimlenmeyi men ederken gençlere din taliminni uslubunu anlatıyor.
Allahü teâlâ hepimizi lâftan kurtarıp, iş yapmak nasip buyursun. İnsanların en iyisi ve hepsinin Peygamberinin hâtırı için, amelsiz ilimden, işe yaramıyan bilgilerden korusun!
Arabî mısra’ tercümesi:
Bir kimse ki, bu duâya âmîn diye,
Hak teâlâ, o kula rahmet eyleye!
Ey, yüksek yaratılışlı kardeşim! Allahü teâlâ, sizin yaratılışınızda bulunan kemâlâtın meydana çıkmasını ihsân eylesin! Bu dünya âhıretin tarlasıdır. Burada tohum ekmeyip, yaratılışta bulunan, toprak gibi yetiştirici kuvvetini işletmeyenlere, bundan faydalanmayanlara ve amel, ibâdet tohumlarını elden kaçıranlara yazıklar olsun!
Toprak gibi yetiştirici kuvveti işletmemek, oraya birşey ekmemekle veya zararlı, zehirli tohum ekmekle olur. Bu ikincisinin zararı, bozukluğu, birincisinden kat kat daha çoktur. Zehirli bozuk tohum ekmek, dîni, din derslerini, dinden haberi olmayanlardan öğrenmek ve din düşmanlarının kitaplarından [mecmû’alarından] okumaktır. Çünkü, din câhilleri, nefsine uyar, keyfi peşinde koşar. Dîni, işine geldiği gibi söyler. Karşısındakinin de nefsini azdırır ve kalbini karartır. Çünkü, din câhilleri, din dersi verirken [din kitabı yazarken], islâmiyete uygun olmıyanı uygun olandan ayıramaz. Gençlere neleri ve nasıl anlatmak lâzım geldiğini bilemez. Kendi gibi, talebesini de câhil yetiştirir. Birçok şeyler okuyup ezberlemekle, [başka ilim kollarında söz sahibi olmakla, fen ve sanat şu’belerinde ihtisas kazanmakla] insan din adamı olamaz, [din kitabı yazamaz] ve din bilgisi veremez.
Bir din âlimi, gençlere din öğreteceği zaman, bunlara önce, dinsizler, islâm düşmanları [ve câhil din adamları] tarafından şırınga edilen, yanlış propagandaları, iftirâları anlayıp, onların temiz ve körpe kafalarını bu zehirlerden temizler. Zehirlenen ruhlarını tedâvî eder. Sonra, yaşlarına, anlayışlarına göre, islâmiyeti ve meziyyetlerini, faydalarını, emirlerindeki ve men lerindeki hikmetleri, incelikleri ve insanlığı saadete ulaştırdığını, onlara yerleştirir. Böylece gençlerin ruh bahçelerinde derdlere devâ, ruhlara gıdâ olan nefis çiçekler yetişir. Böyle bir din âlimini ele geçirmek, en büyük kazancdır. Onun bakışları, ruhlara işler. Sözleri, kalblere te’sîr eder. Dîn-i islâmı, hazır lokum gibi yutmak, susuz kalmış iken, soğuk şerbet içip ciğerlerine kadar serinliyebilmek, ancak böyle bir Allah adamının sunması ile mümkindir. Allahü teâlâ, hepimizi Muhammed aleyhisselâmın doğru yolundan ayırmasın! Âmîn. Çünkü, insanları dünya ve âhıret rahatına kavuşturan, ancak bu yoldur. Şu fârisî beyt ne güzel söylenmiştir. Beytin tercümesi:
Arabistândan doğan, Muhammed “aleyhisselâm”
İki cihânda, üstün Odur, hemân!
Kara toprak altında kalsın, her an,
Onun kapısında, toprak olmıyan!
Peygamberlerin en yükseğine, en üstününe bizden selâmlar olsun!
www.ismailaga.info
Paylaş:
.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Allah, hakkında hayır dilediği (sevdiği) kimseyi, dinde fakih (fıkıh bilgini) kılar. (Buhârî – Müslim)
Fıkıh, dînî emirleri ve yasakları derinlemesine kavrayıp bilmek ve anlamak demektir. Fıkıh bilginlerine fakih denir, çoğulu fukâhadır ve fukâhaların en üstünü müctehidlerdir. Fıkıh ilminin kaynağı “Edille-i Şeriyye” yani Kur’an, sünnet, icmâ-i ümmet ve kıyas-ı fukâhadır. Fıkıh ilmi genelde dört ana bölümden oluşur;
1.Bölüm: Namaz, oruç, zekat, hac ve cihad gibi ibâdetlerle ilgili konuları
içerir.
2.Bölüm: Evlenme, boşanma, mehir, nafaka, iddet, süt kardeşliği ve mahremler gibi aile hukuku ile ilgili konuları içerir.
3.Bölüm: Alış-veriş, borçlanma, fâiz, kira, ortaklık (şirket) ve miras gibi müslümanların ekonomik ve sosyal yaşantıları ile ilgili konuları içerir.
4.Bölüm: Yüce dinimizde yasaklanan, içki, kumar, zina, hırsızlık, yol kesicilik, iffetli kadınlara iftira, yaralama, adam öldürme ve dinden dönme gibi suçların cezaları ile ilgili konuları içerir. Müslümanların, haramlardan titizlikle sakınıp ibâdetlerini bilinçli bir şekilde yapabilmeleri ve her konuda İlâhi emirler doğrultusunda yaşayabilmeleri için öncelikle fıkıh ilmini öğrenmeleri şarttır. Aksi halde sevap işleyeyim derken günaha girebilir ve emekleri boşa gidebilir.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Bir kimse Allah’ın dininde tefekkuh eder (fıkıh ilmini derinlemesine öğrenir) se, Allah o kimsenin her işine yeter (kolaylaştırır) ve onu ümit etmediği yerden rızıklandırır. (Râmûz’ül-Ehâdis) Allah’ın dininde tefekkur eden yani fıkıh ilminde uzmanlaşan âlimler yedi tabakadır;
1-Mutlak müctehidler: Bunlar koymuş oldukları usül ve kurallar doğrultusunda Edille-i Erbaa (Kitab, sünnet, icmâ-ı ümmet ve kıyası fukâha) dan hüküm çıkaran ve başkasına bağımlı olmayan, İmâm-ı Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfî ve İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel gibi müctehidler.
İmâm-ı Ebû Hanîfe, hicrî 80 yılında Kûfe’de doğdu ve 150 yılında Bağdat’ta öldü. İmâm-ı Mâlik hicrî 93 yılında Medine’de doğdu ve 179 yılında Medine’de öldü. İmâm-ı Şâfî hicrî 150 yılında Gazze’de doğdu ve 204 yılında Mısır’da öldü. İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel hicrî 164 yılında Bağdat’da doğdu ve 241 yılında Bağdat’da öldü. Rahmetullahi aleyhim ecmâîn.
2-Mezhepte müctehidler: Bunlar mezheb imamının koymuş olduğu
usül ve kurallara bağlı kalarak “Edille-i Erbaa” dan hüküm çıkaran, İmâm-ı
Ebû Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed gibi müctehidlerdir.
3-Mes’elelerde müctehidler: Bunlarda mezheb imamına bağlı kalarak
sınırlı ve kısıtlı ictihad yapabilen,
Tahâvî, Şems-el-Eimme ve Kâdıhan
gibi müctehidler.
4-Eshâb-ı tahric: Bunlar ictihad derecesinde olmayıp, müctehidlerin üstü kapalı hükümlerini açıklayan Hüsâmeddin Râzî gibi fıkıh âlimleridir.
5-Erbâb-ı tercih: Müctehidlerin farklı rivâyetlerinden birini tercih etme yeteneğine sahip olan, Ebû’l-Hasan-ı Kudûrî ve Ali Mergenânî gibi fıkıh âlimleridir.
6-Eshâb-ı temyiz: Bir mesele hakkında gelen çeşitli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp yazabilen, Kenz-üd-Dekâik sahibi Ebulberekât ve Vikâye sahibi Burhânüşşeri’a gibi fıkıh âlimleridir.
7-Önceki âlimlerin kitaplarından doğru olarak nakil yapabilen İbni Âbidin gibi fıkıh âlimleri: Fıkıh âlimlerinin son halkası olan İbni Âbidin, hicrî 1198 (m.1784) yılında Şam’da doğdu ve hicrî 1252 (m.1836) yılında Şam’da öldü.
Yüce Allah buyuruyor:
Mü’minlerin hepsinin birden (cihad için) sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup, dinde tefakkuh etmek (fıkıh ilmini derinlemesine öğrenmek) ve kavimleri kendilerine döndüğünde onları uyarmak için geride kalmalıdır. (Tevbe – 122)
Fıkıh bilgisi olmadan cihad dâhil her çeşit ibâdetler eksik, hatalı olacağından ve zamanla dînî bilgiler unutulup yerine bid’atler ve hurâfeler çıkacağından, Yüce Allah, mü’minlerin hepsinin birden cihad için bile sefere çıkmalarının doğru olmadığını ve her kesimden bir grup müslümanın geride kalıp fıkıh ilmini güzelce öğrenmelerini emrediyor.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor:
Bir fıkıh âlimi, şeytana karşı bin cahil âbid (bilinçsizce ibâdet eden) den daha çetin (dirençli) dir. (Tirmizî – İbni Mâce)
Cin ve insan şeytanlarının çarpıtıcı sözlerine aldanmamak ve ibâdetlerimizi bilinçli bir şekilde yapabilmek için gereksiz bilgilerle oyalanmayalım ve üzerimize farz olan fıkıh ilmine çalışalım.
Fıkıh ilmi nasıl öğrenilir?
Günümüzde mikrofonu eline alan ve ekrana çıkan herkes sorumsuzca din adına konuştuğu için tabii olarak müslümanların kafası karışmakta ve inançları sarsılmaktadır. Çünkü ekrana çıkıp din adına konuşanlar arasında yetkisiz ve yeteneksiz kimseler olduğu gibi, akademik ünvanın arkasına sığınan art niyetli sapıklar da olduğundan, ülkemizde gerçekten bir fetva kargaşası yaşanmaktadır.
Fetva kargaşasından kurtulmak ve gerçek fıkıh ilmini öğrenmek için
özellikle yaşantısı ile sözüne güvenilir gerçek din âlimlerinin sohbetlerinden yararlanalım, ayrıca güvenilir fıkıh kitaplarını (İslâm ilmihallerini) yavaş yavaş ve içimize sindire sindire okuyup anlamaya çalışalım.
Dinin temel ilkeleri olan farzları, vâcibleri ve sünnetleri bilmeyenlerin ve bu nedenle ibâdetleri eksik, hatalı ve hatta geçersiz olanların, Nefeslerini tutarak ekran başında saatlerce maç izlemeleri ve sonra günlerce bunları tartışmaları korkunç bir gaflet, hatta dalâlettir.
www.ihvanlar.net – Ahmet Tomor Hoca
.
Medreselerle alakalı bu yazımızda müstakbel hocalarımız olan talebelerden bahsetmek istiyoruz. Şunu da yanlış anlaşılmalara mahal vermemek için belirtmek isteriz ki, aşağıda yazacağımız hususlardan bir çoğu medreselerde düzelmiştir ve güzel gelişmeler olmuştur. Hatta bir çok medreselerde hiç biri yoktur. Lakin yine de dikkat edilmesi gerekir.
Daha önce de dediğimiz gibi hocalar ehil olursa talebelerde de nitelik ve kalite artacaktır. Bunun yanında talebelerin üzerine düşen büyük vazifeler de vardır.
Evvela talebelerin mutlaka bir hedefi, ideali olmalıdır. İdeali olmayan bir talebe belki ileride bir yol bulacaktır ancak gayreti olmayacaktır. Efendi Hazretlerimizin de buyerduğu gibi hep âli himmet olmak ve büyük düşünmek gerekir.
Talebelerin en büyük zaafları asıl düşmanlarını unutmaktır. Asıl düşmanımız nefis, şeytan ve kafirlerdir. Ayetlerde, hadislerde, Risale-i Kudsiyyelerde, Mektubatlarda bunu okur bunu dinler talebeler. Gelin görün ki, medrese içinde haller bir başka olur.
Çoğu zaman talebeler birbirleriyle uğraşıp durur.
Birbirlerinin şalvar pilesine, sarığının büyüklüğüne, saçının uzunluğuna, cebindeki misavağa takılıp bundan takvalık ölçer biçerler.
Elbette kursun bir düzeni var ise ona uyulacaktır lakin böyle konuların talebeler arasında gündem olması talebeleri birbirine düşürür, asıl düşmanları unutturur, şeytana geniş kapılar aralar.
Talebeler ulvi şeylerle uğraşıp ufuklara göz dikeceğine birbirleriyle vakit kaybeder ve yıpranırlar.
Kimse kimsenin takvasını ölçmekle memur değildir. Şayet talebede bir eksiklik varsa hocalar usulünce uyarmasını bilir. Talebeler durumdan vazife çıkarmamalı, takvalık taslamamalıdır.
Özellikle medreseye yeni gelen talebeler bu sebeplerle medreseden soğuyabiliyor. Dolayısıyla çok dikkatli olmak gerekiyor. Yeni başlayan talebeler “ham sofilik” gibi durumlarla karşılaşırsa aldırış etmemeli kendi yoluna bakmalıdır.
Talebe kendini geliştirme gayretinde olmalıdır. Medresede İslami ilimlerde zirve olsa da bir insan tarihini, genel kültürünü geliştirmemişse, İslam alemini, küfür alemini, dünyayı tanımamışsa toplum içinde çok faydalı olamayacaktır. Talebeler fırsat buldukça bu konularda kendisini donanımlı hale getirmeye çalışmalıdır.
Talebe farklı Ehli Sünnet eserlerden faydalanmasını bilmeli, işlediği konuyu Ali Kara hocamız gibi hocalardan tekrar izlemeli ve tekrar etmelidir.
Talebeler hocaya karşı edepsizlikten kaçınmalı lakin soru sormaktan kaçmamalıdır. Çünkü soru hem talebeyi hem hocayı geliştirir.
TALEBELERE ÖNCE ŞUUR
Özellikle hafızlık medreselerinde talebelerimize belli şeylerin şuuru verilmeden dayatma yapıldığı için sonradan talebelerde büyük sapmalar görülmektedir.
Mesela Kur’an-ı Kerim ezberletilir ama şuuru verilmemişse talebe Kur’an okunurken ayağını da uzatır, keyfini de bozmaz, hiç umurunda olmaz, ezan okunurken hiç duymaz. Hatta beli bir zaman sonra dini değerlere karşı laubalilik zuhur eder. Mesela namaz kılmayı bir zorunluluk gibi gördüğünden abdestsiz namaz bile kılabilecektir.
Dolayısıyla talebeye önce şuur verilmelidir.
Yukarıdaki bir çok husus da işte bu şuurun verilmesi veya verilmemesiyle de alakalıdır.
ŞUURLU DONANIMLI TALEBE YETİŞTİRİLSİN
Medresenin içinde bulunan talebeler ve hocalar işin içinde oldğundan dolayı hataları göremeyebiliyorlar. Bizim bütün derdimiz dışarıdan bir bakışla içerinden görülmeyen bu hataları gösterebilmektir.
İstiyoruz ki medreselerden donanımlı, nitelikli şuurlu hocalar yetişsin ve dahi kimse zayi olmasın. Kimse medreseye girdiği için pişmanlık duymasın. Kimse çocuğunu medreseye gönderdiği için ah vah etmesin. Tam aksine “ne iyi oldu da girdim” ve “ne iyi ettik de gönderdik” derecesinde mutluluk yaşansın ve en önemlisi verilen emekle birlikte hiç bir talebe zayi olmasın…
.
|
Bugün 143 ziyaretçi (341 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 906 ziyaretçi (1707 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|