ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
BAZI MEALLERİN TOPLATILMASI ÜSTÜNE BİR YAZI
Biliyorsunuz veya bilmiyorsunuz… Türklerde meal çalışması hiç olmamistir. 13 asır… Yani Osmanlı’dan da önce satır arası kelime mealler vardır....
23 Şubat 2023 Perşembe 18:42
Biliyorsunuz veya bilmiyorsunuz…
Türklerde meal çalışması hiç olmamistir. 13 asır… Yani Osmanlı’dan da önce satır arası kelime mealler vardır. Bunlar da Kur’an talebeleri için talim maksatlıdir.
Yani, çeviri meal yoktur.
Ne zamana kadar?
1900 yıllarına yakın bir zamana kadar.
Neden yoktur?
Çünkü Kur’an’a bakmak bir ilim işidir ve alim kişi zaten kitabı kendi dilinde ve kelimeleri ile anlayan kişidir. Yani, meal ile…yani başkasının gözü ve idraki ile yapılmış bir meal ile ilim ilan ve isbati olmayacağını bilmeyen kişiden, zaten alim olmaz. Öyle bir iddia ile ortaya çıkmış kişinin ilmine de itibar olunmaz.
1889 yılına kadar, isteyen ve dileyen herkes Kur’an basar ve para ile değil hediye olarak dağıtırdı. Yani mushaflarda bile bir merkezi denetim yoktu.
Mesela, benim elimde….O dönemde, İran’da bir İngiliz petrol şirketinin basıp dağıttığı bir Kur’an kitabı var. Kendim hafız olmadığım için bu kitap sahih Kur’an mıdır yoksa tahrif edilmiş bir kitap mıdır bilemem. Ama İngiliz petrol şirketinin dağıttığı bir mushaf…
Muhtemelen böyle işler ve böylesi işler ile tahrif edilmiş Kur’an baskilari olmuş ve görülmüş ki, Osmanlı ‘da 1889 yılında baskısına onay verilecek mushaflari tesbit etmek üzere bir “mesayih heyeti” teşkil edilmiştir. Bu heyetin teşkili ile o tarihten sonra baskısı yapılan Kur’an nüshaları bu heyetin tasdik ve onay vermesi ile olmuştur. En azından böyle bir yol resmi bir yol olmuştur.
Cumhuriyet ile bu yol, bazı yasak ve kesinti dönem dışında devam etmiştir.
Meal konusu da şöyle bir konu olarak onumuzdedir.
Yukarıda söyledim: 1900 öncesi yıllara kadar meal diye bir kitap müslümanlara intikal etmemiştir. Çünkü, yukarıda söyledik: Kur’an ile konuşmak bir ilim işidir ve alim kişi başkasının çevirisine muhtaç değildir.
1900 yılına tekabül eden tarihlerde bugünkü çağdaşlara denk gelen ve o günlerde kendilerine “hürendiş” denilen kesimlerce “Türkçe Kur’an” diye kitaplar basılmıştır. Bu kitaplar, anlayın ki “bozgunculuk” maksatlı ve belki İngiliz desteklidir.
1960 yılına kadar, Cumhuriyet döneminde “meal” diye bir kitap şekli olmamıştır. Tefsirler yazılmıştır lakin meal yazan hiç kimse ortaya çıkmamıştır.
1960 yılından sonra, Elmalıli tefsirinden, ayetlere verilen mana üzerinden Elmalı meali diye bir kitap piyasaya sürüldü. Sonra, Ömer Nasuhi bilmen tefsiri içinden Bilmen meali… Sonra başkaları…fikri yavuz ..Süleyman Ateş…vb
Sonra başkaları…
Ve ilk zamanlarda Elmalı mealine dahi… Hatta diyanet olarak kendilerinin nesrettigi meale dahi diyanet işleri baskanligi mühür basmadı.
Çünkü, onlarin bastığı mühür Kur’an a idi ve meal ise Kur’an değildi.
Sonra bu hassasiyeti de kaldırdılar ve meallli olarak basılmış her Kur’an kitabına mühür izni vermeye başladılar.
Sonra .. içinde Kur’an olmayan mealler ortaya çıktı. Bunların ilki de muhtemelen Ali bulac mealidir. Sonra cundioglu…vs.
…
Yazı uzadı .. son olarak şunu diyeyim..
Şimdi, diyanet, bazı mealleri piyasadan toplatılması için bir süreç başlatmış.
Buna karşı çıkanlar var.
Bence, gayet olumlu bir sürece girilmiştir.
Çünkü… O insanlar ilim ehli olsalar, zaten meal yazmaya kalkmazlar.
BU ÜLKEDE YAŞAMAK
Allah korusun! Ya bir Alman vatandaşı olsaydım… Amerikan İngiliz İtalyan Fransız Rus Çin Yunan vatandaşı olsaydım… İnsanların yüzüne bakmaya yüzüm olmazdı. ...
26 Eylül 2019 Perşembe 0:11
Allah korusun!
Ya bir Alman vatandaşı olsaydım…
Amerikan İngiliz İtalyan Fransız Rus Çin Yunan vatandaşı olsaydım…
İnsanların yüzüne bakmaya yüzüm olmazdı.
Düşünün ABD vatandaşısınız…
Ve
Dünyada anasını ağlatmadığınız bir mazlum kalmamış.. herkes sizden nefret ediyor ama herkes yüzünüze gülüyor.
Siz de bunun farkındasınız.
Nasıl hissederdiniz kendinizi?
İngiliz’siniz…
Ve dünyada çevirdiğiniz fırıldakların haddi hesabı yok.
Nerede bir mazlumun gözyaşı varsa
Müsebbipleri arasında İngiliz parmağı vardır.
Sizin melanetinizi
Bir atasözü şöyle ifade eder:
‘Bir derede 2 balık kavga ediyorsa.. oradan uzun bacaklı bir İngiliz geçmiştir’
O kadar yani…
Böyle bir ülkenin vatandaşı olsaydınız
Kendinizi nasıl hissederdiniz?
Veya İtalyan’sınız…
Ülkeniz denizde mahsur kalmış biçarelere limana yanaşma izni vermiyor.
Afrika’da kanını dökmediğiniz ülke insanı kalmamış.
Yetmedi
Bu susuz aç biilaç insanları haraca bağlamış,
Her yıl ‘koloni vergisi’ adı altında 500 milyar dolar zehir zıkkım paralarını yiyorsunuz.
Nasıl hissederdiniz kendinizi?
Rus’sunuz…
Suriye diktatörüne destek verdiğiniz yetmiyor
Sivil halkın üzerine bomba yağdırması için silah ve teçhizat veriyorsunuz.
Gözünüzün önünde şehirler yıkılıyor
Çoluk çocuk insanlar katliamdan geçiriliyor.
Nasıl hissederdiniz kendinizi?
Çinlisiniz…
Ülkenizin bir bölgesinde (Doğu Türkistan) jenosit uygulanıyor.
Kültür emperyalizmine karşı gelenler hapse tıkılıyor.
Vatandaşlarınızın bir soğan başı kadar değeri yok…
300.000 insanınız kimliği olmadan yaşıyor.. köle gibi boğaz tokluğuna çalıştırılıyor.
Diğer yandan ülkeniz,
Tüm dünyaya mal sattığı ile övünüyor.
Böyle bir ülkede kendinizi
Nasıl hissederdiniz?
Yunansınız…
Ülkenize iltica etmek isteyen göçmenlerin
Botlarını deliyor.. mültecileri Ege’nin karanlık sularına bırakıyorsunuz.
Müsebbibi olduğunuz bu facianın neticesini ertesi gün medyadan öğreniyorsunuz
‘Aylan bebeğin cesedi Türkiye kıyılarına vurmuş..’
Böyle bir ülkede yaşasaydınız
Nasıl hissederdiniz kendinizi?
Almansınız…
Bir arkadaşınız çay içmeye gelmiş (gelmez ya!)
Çay içtiniz… (ince bardakla içilmeyen çaya çay demem)
Kalkarken
Siz kendi hesabınızı o kendi hesabını öder.
Fedakarlığın, vefanın, cömertliğin, dostluğun sıfır olduğu.. herşeyin para olduğu böyle bir ülkede yaşamak ister miydiniz?
Zengin bir ülkesiniz…
Türkiye ve diğer ülkelerden işçi çağırmış.. bu işçiler ülkenizi kalkındırmış, zenginliğinize zenginlik katmıştır.
Buna rağmen
Sizden olmadıkları için ve damarlarınızda dolaşan ırkçı dürtülerle onlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapıp, aşağılamaya kalkıyorsunuz.
Böyle bir ülkede yaşamak ister misiniz?
Veya
Son dünya savaşında fena yenildiniz ama içinizdeki sömürge ruhu da ölmedi ya!
Emperyalist komşularınız dünyayı sömürürken siz böyle mi bakacaksınız?
Haliyle dünyadaki altın rezervlerinde gözünüz var.
İstihbarat teşkilatları ve vakıflarınız eliyle operasyonlar yapıyorsunuz.
Ülkelerin huzurunu kaçırıyorsunuz.
Böyle bir ülkede yaşasaydınız
Kendinizi nasıl hissederdiniz?
Türk vatandaşısınız…
Ve ülkeniz
Arakan’dan Afrika’ya, Suriye’den Orta Asya’ya kadar
Dünyadaki tüm mazlumlara el uzatıyor,
Ülkenizde
En az 5 milyon mülteciyi barındırıyorsunuz.
Bunun 4 milyona yakını savaştan(değil..katliamdan) kaçan Suriyeliler oluşturuyor.
Katil İsrail’in yaptıklarına karşı sözünüzü esirgemiyorsunuz.
Feci bir şekilde öldürülen Kaşıkçı cinayetinin üstünü örtüp
Diktatör Arap liderlerinin teklif ettiği tonla parayı elinizin tersiyle itiyor.. kaatillerin ortaya çıkması için üstün gayret sarf ediyorsunuz.
Birleşmiş Milletler kürsüsüne çıkıp
Emperyalistlerin çirkinliklerini bir bir sayıyor
Mazlumlarının sesi olduğunuzu
Tüm dünyaya haykırıyorsunuz.
Böyle bir ülkede yaşadığım için ne kadar mesudum…
Ne kadar şükretsem azdır.
Allah
Devletimize milletimize zeval vermesin.
Liderimize ve çalışma arkadaşlarına güç kuvvet versin.
Amin…
25.09.2019
Emin Batur
.
FARKINDA MISIN İSTANBUL? SENİN BİR BÖBREĞİNİ ALDILAR…
Sen gece mışıl mışıl uyurken İstanbul.. bir böbreğin gitti. Farkında mısın? Bu aynen 6 aydır ufak ufak giden...
16 Kasım 2019 Cumartesi 9:07
Sen gece mışıl mışıl uyurken İstanbul.. bir böbreğin gitti. Farkında mısın?
Bu aynen
6 aydır ufak ufak giden
Yani
Rafa kaldırılıp icraata sokulmayan diğer uzuvların gibi bu sefer böbreğin gitti…
Şimdilik
Tek böbrekle idare edersin
Ama
5 yıl sonra ne olur bilemem ey Aziz İstanbul!
ARITMA TESİSLERİ
Biliyor musun İstanbul?
Sen günde 4 milyon ton su tüketiyorsun.
Eğer bu suyu
Senin böbreklerin olan arıtma tesisleri olmasa
Hele hele İleri Biyolojik Arıtma tesislerin olmasa.. ne olur biliyor musun İstanbul?
Aynen 1994 öncesine dönersin.
Hatta daha fenasına…
Çünkü
Bugünkü nüfusun 1994’ün 2 katı.
MERD-İ KIPTÎ ŞECAAT ARZ EDERKEN…
İstanbul!
Dedim ya, senin her gün bir uzvun kesilip atılıyor ama farkında değilsin.
Bu sefer de,
Eğer başkan ‘Temel Atma-ma…’ törenini düzenlemeseydi,
Böbreğinin alındığından da haberimiz olmayacaktı.
Neyse ki, böyle bir tören düzenledi başkan…
Bu vesileyle;
- 1.5 milyar liraya mal olacak dediği tesisin 632 milyon liraya mal olacağını
- Tesisin iddia edildiği gibi ağaçların kesilerek yapılmayacağını.. boş bir spor tesisi ve yerin altına yapılacağını
- Dünyanın sayılı arıtma tesislerinden biri olacağını
- İsraf olmadığını.. Günde temizleyeceği 400 küsur bin ton suyun park ve bahçe sulamasında kullanılacağını
Binaenaleyh
Tesisin kendisini 2 yılda amorti edeceğini
Çünkü
Şu anda park bahçe sulamasında şehir şebeke suyu kullanılmakta olduğunu
Hatta
Hin-i hacette (ihtiyaç duyulduğunda) bu arıtılmış suya mineral takviyesi yapmak suretiyle, şişelerde içme suyu olarak dahi satılabileceğini
Vs vs vs.
Daha birçok şeyi
Bu ‘Temel Atma-ma..’ töreni münasebetiyle öğrendik.
Biz bütün bunları zaten biliyorduk ey İstanbul!
Peki, sen!
CHP’nin
Senin bu ağır yükünün altından kalkamayacağını nasıl bilemezsin?
1994 öncesi CHP dönemini nasıl unutursun?
Dalan’ın Haliç’te başlattığı projeleri ‘İsraftır’ diye iptal eden CHP(SHP)
Daha sonra
Haliç’i ne hale getirdiğini nasıl unutursun!
Sen
Haliç’i o batak halden
Bugünkü haline getiren kadroyu ve onun liderine ‘ders vereyim..’ derken
Hayatınla kumar oynadığının farkında mısın?
Ah İstanbul! Sen ne yaptın…
15.11.2019
Emin Batur
CEHENNEM KAPILARINI ARALAMAK…
AKP’ye ders vereyim derken Nasıl bir cehennem kapısını araladığınızın farkında mısınız? Sözüm Dindar, dini bütün, mütedeyyin vs. olarak...
12 Aralık 2019 Perşembe 11:31
AKP’ye ders vereyim derken
Nasıl bir cehennem kapısını araladığınızın farkında mısınız?
Sözüm
Dindar, dini bütün, mütedeyyin vs. olarak adlandırılan ve halkımızın büyük çoğunluğunu oluşturan seçmenleredir.
Bir anlık öfke ve Akparti’ye olan kızgınlıkları sebebiyle
CHP’nin önünü açmakla başımıza ne badireler açtıklarının farkındalar mı?
Yerel seçimler üzerinden 7 ay geçti.
Ve
İstanbul gibi bir yerde 1 gün bile boş dursanız anında sorunların yığılacağı bir metropolde idarecisiniz.
Yani
İster Büyükşehir veya isterse ilçe belediyelerin yapması gereken dünya kadar iş var.
Ama
Bakıyorum ki, CHP’li belediyeler asıl yapması gereken işleri bırakmış
‘’Bitkiyi sev.. hayvanı sev.. sevmekle de kalma onu içeri al evini onunla paylaş…’’ vb. gibi içi boş afişlerle şehri donatıyor.
Yeni seçilen ve rakip partiden alınan belediyede sanki yapacak başka bir iş yokmuş gibi afişlerden biri iniyor diğeri asılıyor.
Sanki bu millet bugüne kadar bitki ağaç hayvan düşmanıydı.. da CHP seçimleri kazanınca haliyle insanımızı bu konuda eğitiyor.
Neyse,
Bunu CHP’ye oy veren seçmen düşünsün. Bizi ilgilendirmez.
MAKSAT BAŞKAYMIŞ
Ama maksat başkaymış.
Yolum Küçükçekmece üzerinden geçtiği için bu afişleri takip edebiliyorum.
Başta ‘’bitkiyi sevin hayvanı sevin hatta evinize alın..’’ vb. afişlere gülüp geçiyordum.
İçimden
‘’Ey AKP!
Ne vardı yani bu kadar didinip çalışacak?
Bak CHP’ye yapacak iş bırakmamışsın. Onlar da ne yapsın.. işi hayvan muhabbetine döküp iş yapıyormuş gibi görünüyorlar’’ diyerek gülüp geçiyordum.
Ama o ne!!!
Bu gülmem 10 yaşlarındaki bir çocuğu afişe etmeleriyle donup kaldı.
Afişte şunlar yazıyordu:
‘Ben çocuğum benim de haklarım var. Bana en iyi bakacak kişiyle yaşayabilirim’
Demek ki, Belediye bunun alt yapısını hazırlıyormuş.
Projenin maksadı anlaşıldı;
Proje
‘Hayvanlar içeri.. çocuklar dışarı’ projesiymiş.
YETMEDİ
Sabi yaşlardaki çocukların kafasını karıştırmak yetmemiş,
K. Çekmece Belediyesi yurdum erkeklerine de savaş ilan etmiş.
Bu sefer
Genç, yaşlı ve orta yaştaki farklı kadınları afişe çekerek
‘Beni kocam öldürdü,
Beni abim öldürdü,
Beni nişanlım öldürdü
Annemi dedem öldürdü
Beni oğlum öldürdü’
Vb. afişlerle ilçeyi donattı.
Bence
K. Çekmece Belediyesi boşuna bu kadar zahmet etmiş.
‘Tüm erkeklerin canı cehenneme… ‘ desin olsun bitsin bu iş. Bu kadar zahmet ve masrafa ne gerek var!?
BİZİ BEKLEYEN TEHLİKE
Belediyenin yapmış olduğu bu kışkırtıcı ve feminen afişler
Kutsal aile yapımızı bozacak
Ve Allah muhafaza ilerde neslimize cehennem azabı yaşatacak bir ‘cehennem kapısı aralama…’ projesidir.
Şimdi bir an düşünün:
K. Çekmece Belediyesi çocuklara ‘Ailene mahkûm değilsin… Seçimini yapabilirsin!’ diyor.
Peki, çocuğun yapacağı seçim nedir?
Başka bir aile (O da kabul ederse… Ayrıca başka bir Anne-Baba öz anne-baba ve kardeşlerin yerini tutar mı? )
Yetimhane
Sokak
Çocuğun başka bir seçeneği var mı? Yok.
Peki,
Yetimhanede büyüyen çocukların
Çoğunun nasıl bir travma geçirdiğini bilmek için psikolog olmaya gerek var mı? Yok.
Nitekim
Ordu’da üniversiteli kızı öldüren katilin yetimhanede büyüdüğü ve önüne kim gelirse öldürme isteğinde olduğunu gazetelerden öğrendik.
Yetmedi
Bunun arkasından kadın hakları adı altında kadınları kocalarına karşı serkeşlik yapmaya,
Homo vb. sapıkları hoş görme projeleri üretme ve bunların gösteri ve yürüyüşlerine katılarak veya destek vererek
CHP
Adem ve Hz. Havva anamızdan beri sürüp gelen kutsal aile yapımıza kibrit suyu dökmeye çalışıyor.
AİLE BAKANLIĞI
BÖYLE BİR REZALETE NEDEN MÜDAHALE ETMİYOR?
Çünkü Aile Bakanlığı da bu konuda sabıkalı…
Kadını koruyayım derken
Erkeğe zulmeden ve aile facialarının yaşanmasına medar (dayanak, sebep) olan bir sürü kanun kavanin çıkardılar.
Evet!
Aile bakanlığı henüz çocukları kışkırtıp evden kaçıracak düzenlemeler yapmadığı için şimdilik onu göreve çağırıyorum.
Yarın ne olur bilemem.
Aile bakanlığı da bu furyaya katılırsa,
Elimizden
Cehennem kapılarında bekleyen neslimizi seyretmekten başka bir şey gelmeyecek.
11.12.2019
Emin Batur
.
ESKİ GÜNLERİN HASRETİYLE TUTUŞANLAR
Ahh ah… neydi o eski günler. Höt! Dedik mi kimsenin ‘gık’ı çıkmaz herkes sus pus olurdu. Başbakan, meclis, bakan...
20 Aralık 2019 Cuma 8:02
Ahh ah… neydi o eski günler.
Höt! Dedik mi kimsenin ‘gık’ı çıkmaz herkes sus pus olurdu.
Başbakan, meclis, bakan vs. de kim oluyormuş.. her yerde bizim borumuz öterdi.
İhale varsa bizimdi..
Seyahat bizim hakkımızdı.
En güzel yerlerde oturup en nefis yemekleri biz götürürdük. Kahvemizi içerken ne yediğimizi yazar.. hesap ödeyecek yerde bir de üste para alırdık.
Bankalar
Medya
Bürokrasi hepsi ama hepsi önümüzde ceketini iliklerdi. (Restorant sahipleri de aynı şekilde. Yoksa ‘Mutfağında böcek gördük’ dedik mi.. o restoranın başına neler geleceğini söylememe gerek yok)
Bir gün
Meclis kendini bir şey sanmıştı da.. başörtüsünü serbest bırakmaya kalkmıştı.
Bir manşet attık. Tak! İşlem tamam…
Acemi milletvekilleri o güne kadar her şeyin mecliste halledildiğini sanıyordu.
Bir manşet kadar yetkileri ve yaptırım gücü olmadığını bilmiyorlardı.
‘411 el kaosa kalktı’ dedik, o anda hoşafın yağı kesildi.
Böylece
Kazın ayağı nasılmış öğrendiler.
- Nasılmış?
- Perdavi…
- Yani meclisten daha mı etkiliydiniz?
- Evet!
- E hani Türkiye Büyük Millet Meclis yasama yürütme falan…
- Sen öyle san
- Bu ülkede meclisin de Cumhurbaşkanının da üstünde de bizim borumuz öter…
- Di
- Evet, maalesef öterdi
- Şimdi ne oldu?
- Şimdi köprülerin altından çok sular aktı.
Uzun adam meydana çıktığından kelli artık borumuz ötmüyor. Köprü yapılmasın diyoruz. Yapıyor… Yetmiyormuş gibi inadına Avrasya, Marmaray, çevre yolları, üç katlı tünel, Osman Gazi, Yavuz Sultan Selim, Çanakkale… Ay nefesim tükendi.
- Devam et, dinliyorum
- ‘İstanbul Havalimanına gerek yok..’ diyoruz. Jet hızıyla onu da yapıp bitiriyor. Bari ismini Atatürk Havalimanı koysaydı
- Yahu hem yapılmasına karşısın, hem Atatürk ismi konsaydı diyorsun. Sana göre orası uygun bir arazi de değil, pist durduk yerde çöküyor.. uçakların iniş-kalkışı kuşların göç yolunu engelliyor.. ağaçlar kesilerek doğa katlediliyor… du.
Yani siz böyle diyordunuz… Böyle çürük çarık bir havalimanına Atatürk ismi verilir mi?
- Yahu sende her şeyi yüzümüze vuruyorsun!
- Neyse… Peki, şimdi neden bu kadar kederlisin
- Baksana İstanbul Kanalı’nı yapacağım diyor.
- İyi ya. Ülkemizin menfaatine olan bir projeye niye karşı çıkıyorsun?
- Yahu biz İngilizlere bi sürü söz verdik.
Onlarla Lozan Montrö vs. yi imzaladık. Yani başrolde onlar vardı.
Buna karşılık
Bugüne kadar bu ülkeyi ‘keyfe me yeşa..’ yönettik. Karışan olmadı.
Şimdi bu proje de hayata geçerse onlara ne diyeceğiz? Montrö ne olacak?
Bize
Yukarda saydığım bu kadar imtiyazı bedava mı verdiler sanıyorsun?
Lozan’da 12 adaları istemedik.
Hatta verdiler de biz almadık.
2. Dünya savaşında tekrar teklif ettiler yine istemedik.
Onların buna karşı istedikleri tek şey Almanlarla alış-verişi kesmek.
Almanlara yaptığımız krom vb. madenlerin satışını durduracaktık.
‘Aman aman!..’ dedik.
‘İstemeyiz! Azıcık aşım ağrısız başım’ dedik.
Bu kadar Türkiye neyimize yetmez…
İSTANBUL İNGİLİZ İŞGALİ VE ÇAMLICA CAMİ
Mondros Mütarekesinin akabinde İngiliz kuvvetleri İstanbul’u işgal etmişti. İşgal kuvvetlerinden biri olan Fransızların kumandanı ise farklı bir yöntemle İstanbul’a...
15 Nisan 2019 Pazartesi 0:17
Mondros Mütarekesinin akabinde İngiliz kuvvetleri İstanbul’u işgal etmişti.
İşgal kuvvetlerinden biri olan Fransızların kumandanı ise farklı bir yöntemle İstanbul’a girmek istedi.
Niyeti şov yapmaktı.
FATİH SULTAN MEHMED
Fatih’in
Beyaz bir at üzerinde İstanbul’a girmesine özenerek
O da beyaz at üzerinde Tünel’den Taksim’e doğru ilerlemeye başladı.
Fransız Büyükelçiliği önüne geldiğinde (şimdiki Fransız başkonsolosluğu) etrafında toplanan Rum esnaf ‘Zito Venizelos!..’ ‘Yaşasın Venizelos’ diye haykırmaya başladı.
OSMANLI HOŞGÖRÜSÜ
Osmanlının merhametli yönetimi altında yüzyıllar boyunca özgür bir şekilde yaşayan Rumlar, ilk fırsatta uyuyan bir yılan olduklarını göstermiş
Ve işgal ile birlikte
Müslüman ahaliye eziyet etmeye başlamışlardı.
15 Mayıs 1919 da İzmir’e çıkan Yunanlar ise daha fenasını yaparak
Orada bulunan Müslüman halkı katliama tabi tutmuş yağma yıkma yakma hareketlerine girişmişlerdi.
6-7 EYLÜL 1955
Burada bir hatırlatma yapıp mevzuya devam edeceğim.
Milletimiz sabırlıdır ama unutmaz.
Bana göre 6-7 Eylül 1955 yılında
Beyoğlu’nda bulunan Rum esnafa karşı yapılan yağmalama olayları
Yıllar önce bu esnafın ‘Yaşasın Venizelos…’ bağrışmalarına karşı
Halkın içinde biriktirdiği hıncın dışa vurumuydu.
TAPULAR ORTAYA ÇIKIYOR
Kaldığımız yerden devam edelim…
Rumların Magelo İdea’sı olan Bizans’ı hortlatma hevesiyle bağrışmalarından dolayı
Müteessir olan ahaliden bir Müslüman
Bir İstanbul haritası hazırlayıp matbaaya koşar.
Ve
Bu harita üzerinde belli başlı camileri işaretleyerek numaralandırır.
Altına da şunu yazar:
‘’Bu ibadethaneler kime aitse İstanbul onundur’’
Ve bu haritayı İstanbul’da dağıtır.
Yani camiler
Bizim bu vatana vurduğumuz tapu mührüdür.
ÇAMLICA CAMİ
Ecdat Avrupa yakasına bu mühürden yeteri kadar vurduğu halde
Anadolu yakası kısmen bundan mahrum kalmıştı.
Çünkü
O günkü nüfus yerleşim vs. buna müsait değildi.
Ama şimdi durum farklı…
Çamlıca tepesine yapılacak bir cami
Camiden çok daha fazla bir mana taşıyor.
AVRUPA’DAN GELEN YOLCU
Her şeyden önce
Anadolu yakasının silueti
Çamlıca Camisiyle farklı bir anlam kazanmıştır.
Düne kadar Çamlıca tepesi
Telsiz antenlerin göz yorucu metalik görüntüsünün işgali altında iken
Bugün
Minarelerin gölgesi altına girmiştir.
Avrupa’dan gelen yolcu Asya kıtasına geçerken
Artık onu
Çamlıca camisinin minareleri selamlayacak.
KARAMOLLAOĞLU
Seçimden yeni çıktık.
Sinirler gergin
İstanbul’un durumu ise henüz belli değil.
Bu şerait içinde iken
Saadet lideri Sayın Karamollaoğlu’nun Çamlıca camisinin gereksizliği üzerine niye böyle bir açıklama yaptığını henüz anlayabilmiş değilim.
Hâlbuki kamuoyu
Karamollaoğlu’ndan tam tersi bir açıklama beklerdi.
Partisinin yüklendiği misyonun gereği bunu gerektiriyor.
Binaenaleyh
Karamollaoğlu veya partiden yetkili biri çıkıp ‘maksadı aşan bir söz sarf edilmiştir..’ dese mevzu kapanacak.
Ama hayır… Tam aksine,
Karamollaoğlu’nun haklı olduğu
‘Patates fiyatı 7 liraya çıkmışken böyle bir masrafa ne gerek vardı?’ gibi savunmalarla
İşi iyice ayağa düşürecek tartışmalar yapılıyor.
Aynı kök ruhuna bağlı
Ama
Hasbelkader farklı partide olan kişilerin bu tartışmasından
İslam düşmanlarının ne kadar büyük bir keyif aldıklarını söylemeye gerek yok.
Onların
Karanlık mahfillerde kıs kıs güldüklerinden eminim.
13.04.2019
Emin Batur
Şimdi uzun adam kalkmış tee Fizan’a gidip anlaşmalar yapıyor…
Akdeniz’i ortadan bölüp ‘Ben de varım!..’ diyor.
Suriye’de Irak’ta operasyon yapıyor, Akdeniz’de petrol ve doğalgaz arıyor.
NATO’ya meydan okuyup S-400 alıyor.
En önemlisi
İHA SİHA tank top tüfek vb. yerli silah üretiyor.
Biz kimiz ya!
Montaj sanayi neyimize yetmez.
Hadi makarna gazoz fabrikası da neyse…
Ama uzun adam yerinde durmuyor ki!
Şimdi de kalkmış Pasifik Okyanusunda bulunan Maleysiya mı, Malazita mı, Malezya mı her neyse ile bir sürü anlaşma yapıyor.
Ne işimiz var Fizan’da Pasifikte?
Ne oluyoruz!!!
İngilizlere böyle mi söz vermiştik?
Ayıp oluyor ama…
17.12.2019
Emin Batur
KANAL ATATÜRK OLSUN…
Göreceksiniz! İş dönüp dolaşıp buraya gelecek. Kanal İstanbul CHP’nin tüm engellemelerine rağmen şöyle veya böyle yapılacak. Gerçekleşeceği zaman da...
26 Aralık 2019 Perşembe 19:38
Göreceksiniz! İş dönüp dolaşıp buraya gelecek. Kanal İstanbul CHP’nin tüm engellemelerine rağmen şöyle veya böyle yapılacak. Gerçekleşeceği zaman da şimdi karşı çıkan Laik-Kemalistler de bu sefer ‘Bari ismi Kanal Atatürk olsun’ diyecekler. Aynen İstanbul Havalimanına önce karşı çıkıp Gerçekleşince ‘Adı Atatürk Havalimanı olsun’ dedikleri gibi. – Peki, CHP arkasındaki bu kadar güce rağmen Kanal İstanbul projesine mani olamayacak mı? – Hayır olamayacak!
- Ama sadece CHP değil.. İngiliz ve Ruslar başta olmak üzere içerde ve dışarda bu projeye çok tepki var. Hatta Saadet lideri bir adım daha ileri giderek Kanal İstanbul için harcanacak paraya haram dedi… Partisi bunun için Jaws videosu hazırladı. – Olabilir… Herkes düşüncesinde hürdür. Ancak Kanal İstanbul bir parti projesi değil, bir devlet projesidir. Ve devletimizin böyle bir projeye ihtiyacı var.
- Neden? – Malum olduğu üzere Lozan antlaşmasına göre boğaz geçişlerini kontrol edemediğimiz gibi, boğaz kıyısında silah ve asker de bulunduramazdık. Boğazlar her iki yakadan 15 km geriye doğru silahsızlandırılacaktı ve öyle oldu. – Peki, ya Montrö?
- Montrö’ye göre asker ve silah bulundurabiliriz ama gemileri yine kontrol edemiyoruz. – İyi ya!.. Montrö ile haklarımızı geri aldık. O günkü siyasilerimiz ne güzel bir iş çıkarmışlar. – Sen öyle san! – Nasıl yani? – Bu o günkü hükumetin başarısı değil. Kaldı ki, ortada başarı falan da yok. Çünkü Gemileri kontrol yetkimiz olmadığı gibi geçişten dolayı herhangi bir ücret de alamıyoruz. Sadece Hin-i hacette (gerektiğinde) lazım olur diye boğazlarda asker ve silah bulundurabiliyoruz. Bu da en çok İngiliz ve Rusların işine geliyor.
- Neden? – Çünkü O sırada İtalya Habeşistan’ı (Etiyopya) işgal etmiş, Libya’yı ‘dördüncü sahilim’ diyerek oraya İtalyan göçmen yerleştirmeye başlamıştı. Binaenaleyh Doğu Akdeniz tehlikeye girmişti. – İngiltere nere Doğu Akdeniz nere… İngilizler bundan neden gocunsun ki? – Osmanlı yıkıldıktan sonra Osmanlı bakiyesi tüm Ortadoğu ülkelerine İngiliz ve Fransızlar çöktü. Bu iş Almanya ve İtalya’nın hoşuna gitmedi. Sömürgelerden pay almak istediler.
- İtalya o zaman o kadar güçlü müydü? İngilizlerle baş edebilir miydi? – Baş edemezdi ama yorardı. İngilizler yaklaşan dünya savaşını görüyor Binaenaleyh Almanların karşısına yorgun çıkmak istemiyordu. Hâlbuki şimdi Karşılarına Mussolini gibi faşist bir lider çıkmış planlarını bozuyor. Adam savaşmayı kutsal bir görev gördüğü için bulaşmak istemiyorlar. Nitekim İngilizlere dönüp ‘gerekirse sizinle savaşırız..’ diyor.
- Bütün bunların Montrö ve Boğazlarla ne ilgisi var? – O zaman basitçe anlatayım. 1930’lu yıllarda dünyanın durumu şöyleydi: İngilizler dünyanın süper gücü… Ve dünyanın yarısına sömürge ve müştaklarıyla hükmediyor. Rusya Türki Cumhuriyetleri başta olmak üzere işgal ettiği ülkelerle geniş bir coğrafyaya yayılmış ama silah sanayi ve teknoloji bakımından geri. İçi kof koca bir kütük gibi… Amerika henüz kabuğundan çıkmamış ama güçlü bir ülke. Almanya ise Ağır sanayi ve yüksek teknolojiyi kullanan kara ve hava ordusu güçlü bir ülke.
Nitekim savaş başladığında, Kısa bir sürede neredeyse tüm Avrupa’yı işgal etmesinden ne kadar güçlü olduğu anlaşılıyor. Ancak Bütün bu gücüne rağmen tüm sömürge alanları neredeyse İngiltere-Fransa ve Rusya arasında paylaşılmış. – Yani diyorsun ki savaş başladığında Almanya’nın hedefinde ilk bu 3 ülke olacak – Evet! – Boğazlar? – Sırayla gidelim. Almanlar İngiliz ve Fransızları kendi alanlarında savaşarak yeneceklerini biliyorlar. Nitekim Fransa Almanlara karşı 2 hafta dayanabildi Ancak Sovyet Rusya geniş bir alana yayıldığı için karadan ve denizden çatala alınması gerekiyordu. – Şimdi anladım. Boğazlarda asker ve silah olmayınca Almanlar elini kolunu sallayarak Karadeniz’e girerek Sovyet Rusya’yı ablukaya alacak. – Evet! – Yani Montrö İngiliz ve Rus menfaatlerini korumuştur – Evet! Nitekim iş Milletler Cemiyeti’ne geldiğinde bize en büyük desteği İngilizler.. sonra Rus ve Fransızlar vermiştir. Dikkat edilirse şu anda da en çok İngilizler CHP ve Ruslar kanal İstanbul’a karşı çıkıyor. – Peki, bizim İngiliz ve Ruslara bu kadar iyiliğimiz dokunmuşken, buna karşılık bir şeyler alamaz mıydık? Mesela ticari gemilerden ücret almak gibi… – Gemilerden ücret almak en basit olanı… İngiliz ve Ruslar Almanlar karşısında o kadar aciz kalmış ki, bunun çok ötesinde tavizler koparabilirdik. – Niye almadık?
- Basiretsizlik… Çünkü ‘’Yurtta sulh cihanda sulh’’ diyerek bütün iddialarımızdan vazgeçmiştik. Nitekim Savaş sırasında İngiliz ve Ruslar zor günler yaşadıklarında İnönü’ye müteaddit defalar (Kahire Konferansı, Moskova görüşmelerinde vs.) eski topraklarımızın bir kısmı teklif edildiği halde O ‘Ne bir çakıl taşı verir ne de alırız.. ‘ diyerek ret etmiştir. Hâlbuki böyle fırsatlar yüzyılda bir önümüze çıkar. – Netice?
- Netice olarak İngilizler savaşın seyrini değiştirecek hamlenin Alman gemilerinin boğazdan geçerek Sovyet Rusya’yı denizden ablukaya alması ve Rusları saf dışı bırakmaktan geçtiğini biliyordu. Nitekim Almanlar Moskova’nın önlerine kadar gitti. Kırım’ı karadan işgal etti ama deniz takviyesi olmadığı için, Stalingrad’taki direnişi kıramayıp geri çekildiler. Ki, bu savaşın dönüm noktası oldu. Bundan sonra Almanlar geri çekile çekile malum olan ağır yenilgiyi aldılar. – İngilizler boğazın bu kadar önem arz edeceğini nereden biliyorlardı? – Çünkü 1915 te yapılan Çanakkale Savaşı’nda İngilizlerin niyeti her ne kadar İstanbul’u işgal etmek ise de, diğer gayeleri boğazların kontrolüne ele geçirerek Çarlık Rusya’sına yardım etmekti. – Neden? – Çünkü Rusya’da kıtlık olmuş Bolşevikler de bunu kullanarak halkı ayaklanmaya çağırmıştı. İngilizler Komünizmin Rusya’ya hakim olmasını istemediğinden gıda yardımı yapmayı planlıyordu.
Çanakkale’deki kanlı savaşın bir sebebi de buydu. Orada İngilizler yenildi ama biz de bittik… – Neyse, konumuza gelelim. Yani diyorsun ki, Montrö’yü İngilizler istedi. – Evet. İngilizler istedi Ruslar balıklama atladı. Fransızlar destek verdi. Yoksa o günkü Türkiye’nin böyle bir derdi yok ki…
Adaları veriyorlar almıyoruz. Yunanistan’ın savaş tazminatı ödemesi hükme bağlanıyor İsmet İnönü ekonomik sıkıntıdalar diye bunu Yunanlara bağışlıyor. Sanki o yıllarda bizim durumumuz çok iyi. – Şimdi ne olacak? Kanal İstanbul’u yaparsak bu kadar devleti karşımıza alacağız demektir.
Bu arada ekonomik getirisi, çevre etkileşimi, tuzlu su az tuzlu su karışımı ne olacak bunları hiç konuşmadık. – Önce şu CHP’yi bir ikna edelim… Tek yürek tek yumruk olalım, gerisi Allah kerim… Çanakkale’de en zayıf zamanımızda yedi düvelle baş ettik de, şimdi mi onlara pabuç bır
Ben sana Türkiye dedim! Sen kalkmış bana Pakistan Ukrayna Mısır Kazakistan Özbekistan şehirlerini sayıyorsun.
- Sen Türkiye sınırlarını Edirne
-Kars arasında mı sanıyorsun?
- Evet!
- O halde seninle bu konuda anlaşamayız.
- Peki peki tamam! Senin dediğin olsun. Peki, bu fabrikaların bize ne faydası var? ‘Tayyip’ götürüp fabrikaları el alemin ülkesinde kuruyor, bizim ülkemize de ha babam de babam yol yapıyor, tünel açıyor, köprü kuruyor. Bu yolların asfaltına ekmeğimi mi banacam?
- Evet! Ekmeğini banacan…
- Allah Allaaah! Sen24 Haziran’dan sonra sevinçten kafayı iyice yedin galiba. Ben kalkıp gideyim.
- Dur kalkma izah edeyim. SAMAN – Neyini izah edecen yaa! Daha samanı Bulgaristan’dan ithal ediyorsunuz da kalkmış bana Fizan’daki fabrikalardan bahsediyorsun.
- Saman mevzuuna girmeyelim. Onu da izah ederim de konu dağılır.
- Peki Tamam. Bu Fizan’dan Frengistana kadar olan fabrikaların bize ne faydası var?
AĞIR SANAYİ
- Öncelikle şunu söyleyeyim: Dünya 4.0 dedikleri dördüncü sanayi dönemine geçmiş bulunmaktadır.
- Eee ne olmuş! Dünya 4.0 a geçtiyse fabrika kurmayacak mıyız?
- Tabii ki, kuracağız. Ama iş bildiğin gibi değil. – Nasıl yani?
- Fabrika yapma söylemi 50 lerin 60 ların 70 li yılların söylemiydi. O yıllarda dünya 3.0 dedik İnovasyon sürecini başarılı bir şekilde kontrol ederse.. ülkemiz büyük bir atılım gerçekleştirmiş olacak.
- Yaa ben anlamam böyle şeylerden. İnovasyonmuş inovaktifmiş.. yok kök hücreymiş yapay zekaymış falan anlamam. Bana anlayacağım şekilde anlat.
ÇİN – Pekâlâ anlatayım. Bugün ‘fabrika kurmak’ fikri.. büyük ölçüde önemini yitirmiş bulunuyor. Fabrikalar artık Avrupa’da değil Çin Mısır Bangladeş vb. ucuz iş gücü olan Asya ve Afrika ülkelerinde kuruluyor. Tabii Stratejik öneme haiz fabrikalar hariç… Ancak Burada önemli bir nokta var. – Nedir o? – Mühim olan kurduğun o fabrikanın ürettiği malın cazip olması ve en uygun fiyata tüketicinin eline ulaşmasıdır. – Yani Çin’de üretilen malın en ucuz şekilde Avrupa’ya ulaşmasından mı bahsediyorsun? – Evet… Dikkat edersen burada en kısa ve ekonomik yol Türkiye üzerinden geçiyor. Kaldı ki, Mesele sadece Avrupa değil. Mısır ve diğer Afrika ülkelerinde üretilen ürünün de Rusya’ya ulaşmasının en kısa yolu yine Türkiye’dir.
LONDRA-PEKİN TREN HATTI – Hımmm. Şimdi anladım. Demek sizin Tayyip bunun için bu kadar yol yapıyor. – Evet, ama bizim ‘Tayyip’ sadece yol yapmıyor. Ama senin dediğin gibi olsa bile Batıyı doğuya, kuzeyi güneye bağlayan ‘Tayyip’ Türkiye’nin stratejik konumunu bir kademe daha yükseltiyor. Bütün bunlar küresel güç olmanın hamleleridir. Marmaray ve Yavuz Sultan Selim köprüsü ile İngiltere Çin’e hem karayolu ile hem de demiryolu ile bağlanmış oldu. Yapılacak olan Kanal İstanbul Deniz nakliyeciliğine yeni bir anlayış getirecek. Ve Bu kanalın hayırlısı ile bitmesi durumunda ülkeye katacağı katma değeri düşün! O zaman ekmeğini sadece asfalta değil, deniz suyuna da banacan. – !!! …. – Tamam kızma. Mevzu anlaşılsın diye söylüyorum.
TRABZON LİMANI-İRAN OVİT TÜNELİ – Mesela Ovit tüneli sadece ülke içindeki trafiği rahatlatmak için yapıldığını sanma. Rusya-Trabzon Limanı ve İran arasındaki ticarette nasıl bir fonksiyon icra edeceğini düşün. – Tamam tamam. Yine de sen bana AKP nin 16 yılda yaptığı 5 Fabrikayı say da göreyim! – Ellerin yurdunda çiçek açarken Bizim İl’e kar geliyor gardaşım Bu hududu kimler çizmiş gönlüme? Dar geliyor dar geliyor gardaşım – Dediğinden bir şey anlamadım! – Anlarsın! Anlayan anladı zaten. 06.07.20
.
YA NE OLMASINI BEKLİYORDUNUZ?
YA NE OLMASINI BEKLİYORDUNUZ? Son günlerde Büyük resmi göremeyip Ekonominin gidişinden dolayı.. kendi kendine kafa sallayıp...
25 Eylül 2018 Salı 23:03
YA NE OLMASINI BEKLİYORDUNUZ?
Son günlerde Büyük resmi göremeyip Ekonominin gidişinden dolayı.. kendi kendine kafa sallayıp mırıl mırıl mırıldananlar var. Öncelikle şunu bilmek lazım: Millet olarak 15 Temmuz’la birlikte bağımsız bir ülke olma yolunda büyük bir adım attık. Elbette bunun bir bedeli olacaktı. O günden beri Ülke olarak büyük bir saldırı altındayız. Yer yer sıcak çatışmaların da yaşandığı bir saldırı bu… PKK ile devam eden çatışmaları söylemiyorum. O artık rutin hale geldi. 15 Temmuz’dan başlayıp Fırat Kalkanı Zeytindalı Harekâtı Münbiç’in önündeki devriye ve manevralar Ve en son Nefesimizi tutup beklediğimiz İDLİP… Bütün bunlara ilaveten şimdi de ekonomik bir saldırı ile karşı karşıyayız.
DÜNYADA BUNA DAYANABİLECEK BAŞKA BİR ÜLKE YOK Bugün dünyada ABD dahil.. hem içerde hem dışarda kavga ederek.. bu kadar büyük bir yükü kaldırabilecek başka bir ülke yok. Buna rağmen Cumhurbaşkanımız ve ekibi büyük bir fedakârlıkla çalışarak, Bu sorunların üstesinden gelmeye çalışıyorlar.
MIRILDANANLAR Cumhurbaşkanımız ve ekibi böyle bir yükün altına girmişken, Çevreme bakıyorum Yeminli muhalif grupların acı muhalefeti yetmiyormuş gibi. ‘Reisçiyim..Ak partiliyim’ vs. diyenlerin de mırıl mırıl bir şeyler demeye çalıştıklarını görüyorum. Dedikleri şey de; Sosyal medyada dolaşan basit cümlelerin tekrarı… Ekonomi iyi gitmiyormuş Piyasa Berat Albayrak’ı kabul etmemiş Amerika ile bu kadar didişmemeliydik vs.
EKONOMİ İYİ GİTMİYOR Ya ne bekliyordun? Sen Hem 15 Temmuz bağımsızlık harekâtını yapacaksın Hem Güney sınırlarımızı korumak için Amerika ile savaşacaksın (Evet Amerika ile…
PKK,PYD,DAEŞ vb. terör örgütleri ABD nin bölgedeki kara ordusudur.) Hem dolar saldırısına maruz kalacaksın Hem bir gözü dışarıda sermaye gruplarını ülkede tutmaya çalışacaksın Bir yandan gözü dönmüş fırsatçıların piyasa oyunlarıyla uğraşacaksın Ama Ekonomide her hangi bir zedelenme olmayacak.
MEHMETÇİK SURİYE’DE Bütün bunlar olurken Suriye’de ülkemizin aleyhine tezgâhlanan oyunları bozmak için askeri harekât yapacaksın. Üstelik bu askeri harekât
Sadece Amerika’ya karşı değil.. Rusya ve İran’la da çatışmayı göze alarak askerimiz AFRİN e çıkmıştır. Neden? Çünkü Rusya sonuna kadar bizim harekâtı engellemeye çalışmış Ve Askerini AFRİN den biz girmeden 2 saat önce çekmiştir. Bundan dolayı Rusya ile çatışmayı göze alacak seviyede Bölgeye askeri sevkiyat yapılmıştır. Yani PKK ile savaş belasına ek olarak, Rusya ve İran’a karşı da yoğun bir askeri tahkimat yapılmıştır.
ABD RUSYA ve İRAN’A VERİLEN MESAJ Rojava bölgesine askeri harekât başlamadan önce Cumhurbaşkanımızın ilgili ülkelere verdiği mesajı hatırlayalım: ‘Karşımıza kim çıkarsa.. bayrağına bakmadan çatışacak ve ilerleyeceğiz’ Rusya Bu kararlılığımız üzerine askerini AFRİN den çekmek zorunda kaldığını unutmayalım.
KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI VE SARSILAN EKONOMİ Şimdi biraz geri giderek Bu gibi askeri harekâtların bize neye mal olduğunu Kıbrıs örneği üzerinden anlatmaya çalışayım. Kıbrıs’a 1974 yılında çıkarma yaptığımız zaman karşımızda sadece Rumlar vardı. Yunanistan bile Trakya veya Ege’de herhangi bir tepki vermemiş savaş 2 ayda bitmişti. Bu 2 aylık savaş bile Ülkemizi uzun yıllar süren bir ekonomik dar boğaza sokmuş, benzin yağ ampul tüp ekmek kuyrukları fırınlardan dışarı taşmıştır. Şimdi ise karşımızda dünyanın süper gücü Amerika var. Ve bu Amerika ile Hem yurt içinde(PKK) hem yurt dışında(Rojava’da PYD Suriye’de DEAŞ)) küte küt kavga halindeyiz Diğer yandan Savaştan kaçan milyonlarca mülteciyi barındırıyoruz.
VİCDAN Şimdi ey sabah akşam mırıl mırıl mırıldanan arkadaş: Bütün bu saydığım askeri harekâtların ekonomik karşılığını üst üste koy! Üstüne Dolar savaşı başlatan Amerikan tehditlerini koy Onun üstüne İçeride hala temizlenmemiş FETÖ kalıntılarının yaptığı ekonomik ihanetleri ekle Ondan sonra da Elini vicdanına koyarak cevap ver! Hangi ülke Bu kadar yükün altına girdikten sonra ekonomisi zedelenmez?
15 TEMMUZ BAĞIMSIZLIK SAVAŞI Unutma ki, 15 Temmuz 2016 da bu ülke bağımsızlık için büyük bir adım attı. Ve hala o vetire(süreç) devam ediyor.
Dünyada Bağımsızlık mücadelesi verip de ekonomisi bozulmayan bir ülke var mıdır? 15 Temmuz’da ‘Bağımsızlık mücadelesinde arkandayız Reis! Kuru soğana kalsak bile arkandayız…’ dememiş miydik? Dedik. O halde? …. …. Gelelim diğer iddiaya.
PİYASA BERAT ALBAYRAK’I KABUL ETMEDİ Piyasa dediğin Yani Ülke ekonomisi kimin elinde? Biz Bağımsız milli bir sermayeye sahip miyiz? Türkiye’de dönen paranın % kaçı millidir? Bu ve benzeri soruları cevaplamadan Piyasanın Berat Albayrak’ı kabul edip etmediğini bilemezsin. Tenkitler yapılırken Ülkemizin İsviçre gibi her şeyin yerli yerinde olduğu.. işlerin de tıkır tıkır işlediğini Ancak Yanlış bir bakan atandığından işlerin birden bire bozulduğunu sananlar var. Ülkemizin 15 Temmuz’a kadar Başta ekonomi olmak üzere.. bürokrasinin birçok kademesi.. müstevlilerin eliyle sevk ve idare edildiğini unutmayalım. ‘Ama 15 Temmuz oldu her yer pırıl pırıl temizlendi ya..’ diyemezsiniz. Ekonomi ve diğer bürokratik kademelerde takoz olan.. temizlenmemiş daha bir sürü cüruf var.
AMERİKA İLE BU KADAR DİDİŞMEMELİYDİK Diğer bir iddia da bu… Şimdi yine geriye gidip bu iddiayı cevaplayalım. Amerika ile ne Demirel ne de Ecevit didişmemiş.. huzurda el pençe divan durmuşlardı. Buna rağmen Amerika şirretliğinden vaz geçti mi? Böyle düşünmek Allah korusun 15 Temmuz’u inkâr etmek veya ‘bağımsızlık harekatına pişman olduk..’ demektir
NETİCE Biz 15 Temmuz’da bağımsız olmaya karar verdik. ‘Suriye’de Kimse dışardan gelip masa kuramaz..’ dedik. Masayı biz kurduk. ‘Ortadoğu’da biz olmadan kimse çözüm aramaya kalkmasın..’ dedik. Bunu derken de Amerika’yı devre dışı bıraktık. Amerika 2. dünya savaşından beri ilk defa kendisi olmadan Ortadoğu’da çözüm masası kuruluyor. Masada Amerika olmadan kararlar alınıyor ve uygulanıyor.
İDLİP bunun için güzel bir örnektir. Şu anda
Kendi savaş sanayimizi Kendi bürokrasimizi Kendi ekonomimizi kuruyoruz. Bütün bunları yapılırken Emperyalistlerin saldırısı elbette sürecek. Kısa sürede düzlüğe çıkar mıyız bilmem ama.. bize düşen bu saldırılar karşısında Millet olarak Büyük bir sabır ve metanet göstermektir. Gerisi Allah kerim…
Emin Batur
BÖLGEDE KİME GÜVENEBİLİRİZ?
Allahtan başka hiç kimseye… Eğer güçlü değilseniz Verilen sözlerin.. centilmenlik anlaşmalarının.. komşuluk şu bu vs. hepsi hikâye. Allah muhafaza.....
13 Şubat 2018 Salı 21:22
Allahtan başka hiç kimseye…
Eğer güçlü değilseniz
Verilen sözlerin.. centilmenlik anlaşmalarının.. komşuluk şu bu vs. hepsi hikâye.
Allah muhafaza.. tökezlersek,
Anında bundan faydalanacak bi sürü örgüt ve devlet var.
BÖLGEDE KİMLER VAR?
Örgütleri saymasak bölgede bizim dışımızda 3 aktör var.
İRAN
RUSYA
Ve
ABD
Elbette bunun dışında İngiltere Fransa vd. ülkeler de var ama aktif olanlar şimdilik bu saydıklarım.
Aslında Suriye ve Lübnan 1916 yılında yapılan Sykes-Picot anlaşması ile Fransızlara bırakılmıştı.
Ancak
1983 yılında meydana gelen bir intihar saldırısında 58 Fransız askeri ölünce.. Fransa bu bölgeden yavaş yavaş çekilmeye başladı.
Her ne kadar Cumhurbaşkanı Macron ara sıra bir laf atıp ‘Bölgede ben de varım..’ demeye getirse de
Fransa’yı bölgede aktör olarak görmek şimdilik zorlayıcı bir iddia olur.
Neden?
Çünkü Fransa Afrika’daki sömürgelerine bile zor sahip çıkıyor.
ABD ve Çin’in gücü karşısında Fransa’nın yapacağı fazla bir şey yok.
Ayrıca
Türkiye’nin Afrika ile kurmuş olduğu gönül bağlarıyla son zamanlarda etkinliğini artırıyor.
Yani
Afrika’da sömürge alanlarına sahip çıkamayan Fransa
Ortadoğu’da bundan sonra söz sahibi olması kolay görünmüyor.
FRANSA’NIN DİNAMİKLERİ
Ancak
Bütün bunlara rağmen Fransa neticede BM de daimi üyelerden biridir.
Ayrıca
Kanada’dan Vietnam’a kadar geniş bir coğrafyaya yayılan 60 ın üzerindeki Frankofon ülkelerinin kültürel ve kısmen siyasi lideridir.
Silah sanayiinde de önemli bir aktördür.
Bundan dolayı
Savaş ve uçak gemileri Akdeniz’de beklemektedir.
Ne için?
Tabii ki, Suriye’de meydana gelecek değişikliklerde pozisyon almak için.
Ama bir şey var ki,
Fransa’nın iç dinamikleri çok zayıf.
Bu ayrı bir yazı konusu teşkil ettiği için bu kadarına söylemekle iktifa ediyorum.
Bundan dolayı Fransa mevcudu koruma.. ve prestijine halel getirmeme gayreti içinde.
İRAN’IN BASİRETSİZLİĞİ
Şu anda Suriye’de en etkin güç Rusya görünüyor.
- Neden?
- İran’ın basiretsizliğinden!
Hâlbuki
Çok kısa bir süre öncesine kadar Suriye’deki en etkin güç İran’dı.
NİÇİN BÖYLE OLDU?
İran
Avrupa’nın göz kırpmasına kanarak.. Suriye ve onun dışındaki tüm bölgeye hakim olacağını zannetti.
Nasıl olsa batıyla arayı düzeltmişti.
Suriye’de 2011 yılında başlayan olaylarda.. İran, Suriye’deki muhaliflerin en fazla bir hafta dayanacağını düşünüyordu.
Bundan dolayı
Hazır Suriye’yi ele geçirmişken bizimle ortak bir çözüm bulma yoluna gitmedi,Rusya ile iş tuttu.
Çünkü
Rusya’yı bölgede kalıcı görmüyordu.
İran Akdeniz kıyısındaki üslerini garanti edecek.. Rusya’da buna ‘fit’ olacak zannediyordu.
Böylece Suriye tamamen kendine kalacaktı.
Yani
Güç zehirlenmesi dedikleri şeyi yaşadı İran.
Neden?
Çünkü
Kısa bir sürede
Lübnan, Irak ve Yemen’i kontrol etmiş,
Beşşar Esad’ı kafa kola almış bir İran için ÖSO nedir ki!?
Hazır
Yemen’den Akdeniz’e kadar olan bölgeyi tek başına kontrol etmek varken
Suriye’yi
Türkiye yanlısı muhaliflere neden bıraksın ki?
Öyle düşündü İran.
Başka?
Bir de şöyle bir hesap yaptı İran kendince:
Suriyeliler Türkleri daha çok seviyor.
Türkiye’yi her şeyi ile kendilerine daha yakın görüyorlar.
Daha önce zaten 400 yıl beraber yaşamışlar.
Binaenaleyh
‘’Türkiye bu topraklara girerse.. onları bir daha kim çıkarabilir?’’ diye düşündü.
O halde:
‘’Ruslarla iş tutup.. bir müddet onları oyalar.. sonra da bakarlar ki, burası onlara göre değil, ya kendileri çeker gider veya halkla birlikte biz def ederiz.’’ Şeklinde kendince bir plan yaptı.
Suriye’de asıl mülkün sahibi olarak havalı havalı gezmeye başladı. Beşşar Esad’ı kolundan çekiştirerek tören kıtasına bile yaklaştırmıyor.
Bugün İran sayesinde
Rusya’ya Suriye’nin yarısını teklif etseniz bile artık kabul etmez.
RUSLAR
TANKLARIMIZIN AFRİN’E DOĞRU ATIŞ YAPMASINDAN
2 SAAT ÖNCE ASKERİNİ ÇEKTİ
İran ‘Türkiye olacağına Suriye’de Ruslar olsun..’ politikasını izlemeye başladıktan sonra Ruslar Suriye’ye iyice yerleşti.
Artık Suriye’nin her yerinde Rus askerini görmek mümkün…
Böyle olunca;
Rusya
Burnumuzun dibindeki zararlı mahlukatı temizlememize bile itiraz ediyor.. pazarlıkla buradan da kendine pay çıkarmaya çalışıyor.
AH BİZİM BU İYİ YANLARIMIZ
İran her dara düştüğünde Türkiye yanında olmuştur.
Bunları tek tek yazmaya gerek yok, bilinen şeyler.
Ama
Türkiye biraz tökezlese İran hemen dirseğini gösterir, bizi yüz üstü yalnız bırakır.
Şu anda da Afrin’e girmemize karşı çıkıyor.
- PYD yi desteklediği için mi?
- Hayır!
Çünkü kendisi PYD nin bir diğer kolu olan PJAK la mütemadiyen çatışma halinde.
- Peki, İran’ın derdi ne?
- İran birkaç hamle sonrası için hesap yapıyor.
- Nasıl?
İran’ın hesabı biraz Nasrettin Hocanın hesabına benziyor.
Hani Hoca alacaklısına;
‘Koyunlar geçerken yünleri çalıya takılacak, ben de onları eğirip pazarda sattıktan sonra borcunu ödeyeceğim’ dediği gibi bir hesap içinde.
DURUM
Peki, İran
Girmemizi istemediği bölgede durum nasıl? Kimler var bir göz atalım:
1- Rojava dedikleri bölgede PKK/PYD denilen dünyanın en büyük terörist örgütleri var.
2- Onlar olunca söylemeye gerek yok İran’ın ‘düşmanım’ dediği ABD de var demektir. Zaten ABD dünyanın gözü önünde bunlara silah teçhizat vs. yardımını yapıyor, generallerini gönderip moral destek veriyor bayrağını sallıyor.
3- ABD olunca yine İran en büyük düşmanlarından DEAŞ (IŞİD) de var demektir. (ABD şu anda DEAŞ militanlarının sakalını kesip PYD ye katıyor)
4- Rusya var.
5- ÖSO var yani Türkiye var.
Durum bu!
İran kendince şöyle bir plan yapıyor:
Beşşar Esad’ı tabuttan çıkararak, yukarıda saydığım bütün bu güçlerle çatıştıracak ve kazanacak.. o kazanınca da haliyle İran kazanmış olacak.
Böylece İran Irak ve Yemen’den başlayarak Suriye dahil Lübnan’a kadar olan tüm bölgeyi elinde tutmuş olacak.
Hesapları bu!
BU HESAP TUTAR MI?
Tutmaz.
Türkiye Afrin’e girerek bölgedeki bütün hesapları alt üst etti.
Bu harekâtla sadece İran’ın değil ABD ve Avrupa’nın hatta Rusya’nın bile hesapları alt üst oldu.
Bizim Afrin’e bu kadar geç girmemize sebep Rusya’nın olduğunu kaç kişi biliyor.
Rusya
Afrin ’deki askerlerini, harekât başlamadan 2 saat önce çekti.
O saate kadar hangi sıkı pazarlıkların yapıldığını bilmiyoruz.
BOZGUNCU MÜZAVİRLER
Afrin harekâtı devam ederken içeriden birçok meslek odası, parti, sivil toplum kuruluşu vs. sureti haktan görünerek ordu ve milletimizin moralini bozacak açıklamalarda bulunuyor bozgunculuk yapıyorlar.
Bu bozgunculuğu yapanlar,
10.000 km öteden gelen ABD ye tek laf etmiyor.
Sadece
Avrupa ve Amerika yaptığı gibi ordumuzun Afrin’e girmesine karşı çıkarak
5. Kol faaliyetini yürütüyorlar.
30.000 KİŞİLİK ORDU
YENİ KOBANİ OLAYLARI İÇİN Mİ?
Ordumuzun Afrin’e girmesine karşı çıkanlar
ABD nin sınırımızda kuracağı 30.000 kişilik ordu için de sesleri çıkmıyor.
Şimdi şunu mu düşünüyorum:
Acaba?
Bu kurulacak ordu.. 6-7 Ekim 2014 tarihinde, Kobani’ye DAEŞ saldırdı bahanesiyle (bahane diyorum çünkü şu anda DEAŞ militanları Rakka’dan PYD teröristleri ile aynı kamyon içinde tahliye ediliyor. Daha sonra sakalları kesilerek PYD nin yanında Türkiye’ye karşı savaştırılıyor) eksik kalan kalkışmalarını tamamlamak ve bölgeyi işgal edeceği için mi sesleri çıkmıyor?
Yani
Barıştan bahsedenler
Kurulacak bu 30.000 kişilik ordunun bir adım sonrası için ne olacağı hakkında tek kelime etmiyorlar.
Ama devletimiz bu ordunun ne için kurulacağını veya kurulduğunu gayet iyi biliyor.
Ve
Onlar gelmeden biz gittik.
Allah
Mehmetçiğimizin yar ve yardımcısı olsun.
13.02.2018
Emin Batur
.
AFRİN AMERİKA’NIN MEKSİKA SINIRINDA MI? VE ODA SEÇİMLERİ
AFRİN AMERİKA’NIN MEKSİKA SINIRINDA MI? VE ODA SEÇİMLERİ Türkiye Tabipler Birliği (TTB) ve Türkiye Mimar Mühendisler Odaları Birliği’nin ...
29 Ocak 2018 Pazartesi 21:46
AFRİN
AMERİKA’NIN MEKSİKA SINIRINDA MI?
VE
ODA SEÇİMLERİ
Türkiye Tabipler Birliği (TTB) ve Türkiye Mimar Mühendisler Odaları Birliği’nin (TMMOB) son açıklamaları olmasa bu konuya girmeyecektim.
Ama
Bizim adımıza öyle bir açıklama yaptılar ki, Amerika bile buna şaşırmıştır.
Şimdi bize bir görev düşüyor.
Ocak ayında başlayıp Şubat ayında da devam edecek meslek odaları seçiminde, milli değerlerimize sahip adayların kazanması için elimizden gelen gayreti göstermeliyiz.
AMERİKAN
MUHİPLER CEMİYETİ
Malum olduğu üzere mezkûr meslek odaları.. Amerika ve onun bölgedeki askeri gücü olan PKK/PYD yi kollayan açıklamalar da bulundular.
Bu açıklamalar o kadar seviyesiz bir şekilde yapıldı ki, Cumhurbaşkanımız çileden çıktı.
Şimdi düşünün:
Ordumuz AFRİN’de ölüm kalım savaşı veriyorken
Ve
Hem sınırımızın hem de halkımızın can güvenliğini koruyorken, bunlar çıkmış ‘Savaş halk sağlığı sorunudur..’ diyor.
Yani
Vatan savunması
Adamlar ve madamların sağlığını bozuyormuş.
Kimin?
Şu anda oda yönetimlerini elinde bulunduranların…
Peki,
Bu zevatı değiştirmek mümkün mü?
Tabii ki, mümkün!
Ama bir şartla!
Şimdi o şartı arz etmeye çalışayım:
SEÇİM
30 yıldan fazla bir süredir bu seçimleri yakından takip ediyorum. Bir keresinde İnşaat Mühendisleri Odası’na aday da olmuştum.
Bu güne kadar girdiğimiz her seçimi kaybettik.
Neden?
Sebebi çok basit…
Bizim gönüldaşlarımız seçimi önemseyip oy kullanmaya gelmiyor.
Sonra da ‘Şu odamızın yaptığı açıklamaya bak!’ diyerek saç baş yoluyorlar.
Ama karşı taraf
Yani
Şu anda ‘’Afrin’de ne işimiz var?’’ diyen ekip tam kadro katıldığı için seçimi alıyorlar.
Seçim
Toplam mühendislerin %10-15 lik kısmının verdiği oylarla kazanılıyor.
Çünkü katılım çok düşük…
En iyi katılımın olduğu yıllarda bile kullanılan oy oranı %25 i geçmez. Bu oyların %13 ünü alan rahatlıkla oda yönetimini eline geçiriyor.
Şimdi asıl konumuza geçelim.
‘KAHROLSUN AMERİKA’ DİYENLERİN
FOYASI ORTAYA ÇIKTI
Bu oda yöneticileri bu makamlara zamanında ‘Kahrolsun Amerika!’ diye diye geldiler.
Hatta
Fi tarihinde Amerikan 6. Filosuna karşı bir yürüyüş yapmışlar diye.. her yıl o yürüyüşü törenlerle anar .. bu arada ona buna Amerikancı diye laf çakarak, en iyi anti Amerikancının kendileri olduklarına dair milleti kandırmaya çalışırlardı.
Peki, ne oldu da
Bu kadar anti Amerikancı olduğunu söyleyenler.. ülkemizin Amerika’ya karşı vermiş olduğu bu savaşta köstek olmaya başladı?
Çünkü o dediklerinde samimi değillerdi.
Şimdi iş ciddiye binince foyaları ortaya çıktı.
PKK/PYD dediğimiz oluşumun
Amerika’nın bölgemizdeki kolu olduğunu bilmiyorlar mı? Bal gibi biliyorlar.
Ama
Amerika Vietnam’ı işgal etmek istediğinde ‘Savaş’ diyenler,
Şimdi sınırımıza dayanmış Amerika ile ‘Barış’ yapılmasını istiyor.
‘’Savaşa Hayır!’’ ha…
Sizi gidi sahtekârlar
Meslek odalarımızın durumu bu!
Bir de 170 aydın gazeteci sanatçı falan geçinenlerin yayınladıkları bir bildiri var.
Onlar da milletvekillerine çağrıda bulunarak
‘Savaşı Durdurun’ diyorlar.
Sanki biz savaşa çok meraklıyız.
Savaş bir musibettir… Onu biz de biliyoruz.
Ancak
Can, mal, namus, vatan tehlikeye girince savaş bizim için düğün dernek…
Taklacı Güvercinler
Ve
Armut
Ama siz taklacı güvercinler!
Siz hiçbir zaman barıştan yana olmadınız ki, şimdi olasınız.
Bu ülke PKK belasıyla 30 yıldan fazla bir süredir savaşırken neden ‘Savaşa hayır!’ demediniz?
Tam aksine
2013 yılında Barış Süreci başlatıldığında dağlara koşup ‘Ne yapıyorsunuz? Silah sizin güvenceniz…’ diye telkinde bulunmadınız mı?
Üstelik
Ovaya indiğinizde de
Bu sefer milliyetçilik taslayıp ulusalcılara: ‘Bak bu AKP Kürtlerle anlaşıyor..onlar için Habur’da seyyar mahkemeler kuruyor…’
Diyerek gaz verip ortalığı bulandırmadınız mı?
Sizin derdiniz savaşa karşı çıkmak falan değil.
Öyle olsaydı
Etrafımız ateş çemberine alınırken
Ve
Her gün içimize ateş düşerken
Siz
Teröristleri şirin gösterecek haber-röportajlar yapmazdınız.
Çünkü siz
İçimizdeki hainlerin PKK ya verdiği destekle.. gerilla dediğiniz teröristlerin
Ve onların ağa babaları
Yavaş yavaş
Türkiye’ye diz çöktüreceğine inanıyordunuz.
Niyetiniz
Siz ve PKK içerden
FETÖ dışardan işi pişirip
Türkiye’yi teslim alacaktınız.
İşler yolunda gitmeyince
15 Temmuz ihanet kalkışmasına yeltendiniz.
30.000 KİŞİLİK DÜZENLİ ORDU
Ama
İçimizdeki ajanlarınız temizlenince.. dağdaki ‘gerillalarınız’ ın bir etkisinin olmadığı görüldü.
Ve ‘gerillalarınız’ gün gün erimeye başladı.
Ağababanız Amerika
Baktı ki, içimizdeki ihanet şebekesi çözülüyor.. dağdaki PKK dan da netice alamıyor.
Bu sefer o görevi
Suriye’nin kuzeyinde mevzilenen PYD ye verdi.
PYD adlı terörist örgütü silahlandırıp düzenli ordu haline sokmaya kalktı.
Ve bunu hiç çekinmeden dünyaya:
‘Suriye’nin kuzeyinde 30.000 bin kişilik ordu kuruyoruz..’ diye de ilan etti.
Buna da sessiz kaldınız.
ARMUT
ABD bu orduyu dünyaya ilan etmekle kalmadı.
Arkasından
5.000 TIR ve 2.000 uçak dolusu silah gönderdi.
Ve siz taklacı güvercinler!
Bütün bunlar olurken sizden tek bir ‘gak!’ sesi duymadık.
Yoksa siz!
Sandık sandık gönderilen
Bu kolilerin içinde ‘Armut’ olduğunu mu sanıyordunuz?
Amerika
Bütün bu hazırlıkları ‘Barış’ için mi yapıyordu?
RAKKA’DAN KAMYON KAMYON NAKLEDİLEN
PKK PYD DAEŞ MİLİTANLARI
Rakka’yı DEAŞ tan devralan PYD çoluk çocuk demeden insanları öldürürken yine sizin sesiniz çıkmadıydı.
Sonra
Nasıl bir tiyatro oynandığını
Amerika
PYD ve DEAŞ militanlarını aynı kamyona yükleyip tahliye edince iş ortaya çıktı.
Ama siz
Buna da sessiz kaldınız.
ROJOVA’DA
DEMOGRAFİK YAPI DEĞİŞTİRİLİRKEN
Şimdi
ROJOVA dediğiniz bölgeyi PKK/PYD mütedeyyin Kürt, Türk ve Araplardan temizleyip kendi militanlarını yerleştirmeye demografik yapıyı değiştirmeye kalktı.
Niyetleri
Arap ağırlıklı bölgeyi Arap Türkmen ve mütedeyyin Kürtlerden temizleyip Akdeniz’e açılan bir PKK Kürt Koridoru oluşturmak…
Bütün bunlar
Dünyanın gözü önünde yapılıyor ve saklama gereği duymuyorlar.
Peki,
Sonra ne olacak?
Sonra bu ROJOVA denilen koridor Amerika’nın bölgedeki küçük sömürgelerinden biri olarak hayatını devam ettirecek.
Bu köleliğe de ‘özgürlük savaşı’ diyorlar.
Amerika’nın küçük basit bir sömürgesi olmayı özgürlük zannediyorlar.
BÜYÜK KÜRDİSTAN
Tabi iş bununla kalmayacak.
Niyetleri
Suriye, Türkiye, Irak ve İran’daki Kürt bölgelerini birleştirerek BÜYÜK KÜRDİSTAN’I kurmak…
Onlar bunları düşünürken
Türkiye’nin de buna sessiz kalacağını zannettiler.
Öyle ya.. arkalarında kocca Amerika var.
Kendileri de Marksist Sosyalist Devrimci vs. vs. vs. ler ya…
Amerika’nın kuyruğuna yapışıp Marksist bir ‘özgürlük savaşı’ verdikten sonra ‘Büyük Kürdistan’ı kuracaklar.
Böylece başları göğe erecek.
BÜYÜK ERMENİSTAN
BÜYÜK BULGARİSTAN
MEGALO İDEA’CI YUNANİSTAN
VE
BÜYÜK İSRAİL
Zamanında Rusların gazına gelip BÜYÜK ERMENİSTAN hayaliyle Osmanlı Devleti Aliye’sine ihanet eden bir kısım Ermeni’nin sebep olduğu felaket herkesin malumudur.
Bir Osmanlı vatandaşı olarak eşit haklara sahip yaşıyorken, hem Ermenilerin hem de o yıllarda Türklerin büyük trajediler yaşamasına sebep oldular.
Neticesi ne oldu?
Ermeniler Ruslara güvenip kumar oynadılar…
Ve kaybettiler.
Şimdi ne oldu?
Bugün küçücük bir ülkede fakr-u zaruret içinde hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar.
Türkiye himmet edip
Onların Türkiye’de kaçak çalışmalarına göz yummasa, Ermenistan’da birçok aile geçinemeyecek.
Yani
Bırakın Büyük Ermenistan’ı
Küçücük Ermenistan’ı ayakta tutmaktan acizler.
Aynı şeyi
Bulgaristan için de söyleyebiliriz.
Balkan savaşından sonra Edirne’yi bile alarak Çatalca’ya kadar gelmişlerdi.
Onlarda boylarının ölçüsünü alıp gerisin geriye gitmek mecburiyetinde kaldılar.
Ve hala
Bellerini doğrultabilmiş değiller.
Yunanistan malum.
Bu işte en iddialı devlet Yunanistan’dır.
Onların Kızıl Elma’sı Megalo İdea’dır.
Onlar da boylarından büyük işlere kalkıştılar.
Sonra ne oldu?
Yunanistan
Bugün AB nin en borçlu ülkesi durumunda.
Almanya yardım etmese memur maaşlarını ödeyecek durumları yok…
Bu konuda en iddialı olan ülke İsrail’dir.
Onlar da Büyük İsrail peşindeler.
Ancak
Onlar da dünyadaki Yahudi para babaları
Ve
Amerika’nın desteğiyle bu iddiasını sürdürüyor.
Zamanı gelince onların da defteri dürülecek.
BÜYÜK ARAP KRALLIĞI
VE
YUGOSLAVYA ÖRNEĞİ
Yani şunu demek istiyorum:
Büyük devletler size yardım eder gaz verir ama büyük devlet olmanıza asla müsaade etmezler.
Osmanlıya ihanet eden Şerif Hüseyin’e
İngilizler;
Sınırları Türkiye’nin güneyinden başlayıp,
Mısır’a kadar .. oradan Hint Okyanusuna kadar olan tüm bölge vadedilmişti.
Sonra ne oldu?
O vadedilen topraklarda kaç devlet kurulduğu herkesin malumu.
Elinde bir tek Ürdün kaldı.
İngilizler oğlunu oraya Kral tayin ettiler.
Aslında Ürdün’de elden gidecekti ama
S. Arabistan’ın
Vahhabi anlayışıyla dalaşacak bir devlet lazım olduğu için bıraktılar.
Yugoslavya da aynı şekilde…
Avrupa’nın ortasında güçlü ve istikrarlı bir devlet iken,
7 parçaya ayrıldı.
GÜÇLÜ TÜRKİYE
Avrupa ve Amerika’nın en büyük korkusu
Bölgede güçlü ve istikrarlı bir Türkiye’nin olmasıdır.
Onlar tam da
İslam dünyasını paramparça edip sömürüyorken
Türkiye’nin
Bu çarklarına çomak sokmasından çekiniyorlar.
Şu anda
Bölgemizde dönen bütün dolapların özeti budur.
29.01.2018
Emin Batur
.
KENDİNDEN OLMAYANLARA BASKI HÜRRİYET’İ
Hürriyet neden el değiştirdi? 1- Kamuoyu ve hükumet üzerindeki etkisi gün geçtikçe azalmaya başladı. 2- Görevi bitti 3- Ticari...
2 Nisan 2018 Pazartesi 9:50
Hürriyet neden el değiştirdi?
1- Kamuoyu ve hükumet üzerindeki etkisi gün geçtikçe azalmaya başladı.
2- Görevi bitti
3- Ticari olarak rantabl olmaktan çıktı
4- Hepsi
Hürriyet Gazetesinin değerine
2000 li yıllara kadar paha biçilemezdi.
Çünkü Hürriyet
Gazeteden çok daha fazla şeyler ifade ediyordu.
İktidarları topa tuttu mu, karşısında dayanacak hükümet bulunamazdı.
Rahmetli Özal’ın iktidarının en güçlü döneminde bile
O günkü Hürriyet’in sahibi Erol Simavi ne demişti?
‘Sizler yolcu..biz hancıyız’
Bunun tefsiri;
‘Biz bu ülkenin dördüncü kuvveti falan değil.. birinci gücüyüz.
Başbakan olsan da adımını ona göre at!’ demekti.
Simavi
Bu konuda haksız da sayılmazdı.
2000 li yıllara kadar ülkemiz masonların dönmelerin elindeki bu medya vasıtası ile yönetilmiştir.
HÜRRİYET’İN GÜCÜ
Parlamentonun 450 milletvekilden müteşekkil olduğu dönemde
Bir büyüğümüz şöyle demişti:
‘TBMM de 100 milletvekilimiz olacağına Hürriyet gibi bir gazetemiz olsun daha iyi…’
(O yıllarda MSP -Milli Selamet Partisi- nin parlamentoda 24 milletvekili vardı.)
Hürriyet Gazetesi o kadar güçlüydü yani.
KİMİN ELİ KİMİN CEBİNDE
Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’ı
Hürriyet’in sahibi Aydın Doğan kapıda pijamayla karşılamıştı.
Neden?
Çünkü Mesut Yılmaz’ı bir nevi Hürriyet yani Aydın Doğan Başbakan yapmıştı.
Binaenaleyh
Başbakanın karşısında protokole falan gerek yoktu.
Bu işin siyasi tarafı…
İşin bir de ticari tarafı var ki, yazmaya yürek dayanmaz.
Gazetenin genel yayın yönetmeninin bakanları arayıp küfürlü konuşmasından tutun da.. koltuğunun altına ihale dosyalarını sıkıştırıp patronunun işlerini takip edenlere kadar 32 kısım tekmili birden her şey var.
Öyle ya!
Patronu Başbakanı pijamayla karşıladıktan sonra genel yayın yönetmeni ne yapmaz!!!
GÖREVİ BİTTİ
Bilemiyoruz
Hürriyet belki de Türkiye’de bir görev icra ediyordu.
Kuruluş yılı 1948… İsrail ile aynı yılda kurulmuş.
HÜRRİYET-İSRAİL
Kuruluşundan itibaren en önemli misyonu kendisi ile birlikte kurulan İsrail’i Türk halkına şirin göstermek olmuştur.
Arapları ise alabildiğine hor ve hakir görmek.. aşağılamak.
Arapları yol yordam bilmez cahil insanlar olarak lanse ederken,
İsrail’i
Çölün ortasında mucize kabilinden işler yaptığını.. askeri başarılarını..kadın askerlerinin ne kadar matah işler yaptığını haber adı altında magazinsel bir şekilde okuyucusuna aktarırdı.
Bunu yaparken
Arap idarecileri ile İsrail’in aynı merkezi bağlı olduğundan hiçbir zaman bahsetmedi.
HÜRRİYET
Kurulduğu yıldan itibaren
2000 yılına kadar Türkiye’nin siyasi idaresi üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanıp durdu.
Gelen tüm hükumetler.. tarifi kabil olmayan bir şekilde Hürriyet’ten çekindi. Korktu.
Hürriyet’in tepesi attı mı hemen harekete geçer,
Kısa sürede iktidardaki hükumeti yıkardı.
Diyelim ki, yıkamadı.
Bu sefer
Askerleri darbe yapmak için göreve çağırır.. kışkırtırdı.
‘Genç subaylar rahatsız’ dedi mi artık o hükumet diken üzerinde gecelerdi.
Parlamentonun kahir ekseriyeti bir şeye ‘Evet’ ama Hürriyet ‘Hayır’ derse Hürriyet’in dediği olurdu.
Mesela;
Başörtü ile ilgili oylamada meclisin kahir ekseriyeti ‘Evet’ dediği halde
Hürriyet ertesi gün
‘411 el kaosa kalktı’ diyerek hükumete rest çekti.
Bazen TBMM de oylama yapılmadan önce ‘Asker rahatsız’ veya ‘Genelkurmay Başkanlığının ışıkları sabaha kadar yandı’ gibi bir başlık attı mı, bazı milletvekilleri korkar, oylamaya gerek kalmadan o teklif rafa kaldırılırdı.
Hürriyet
İstediği gibi hükumetler kurdu
Memleketi kendi çiftliği gibi kullandı.
AK PARTİ
Ne zamana kadar?
2002 yılına kadar.
2002 yılında Ak Parti seçimi kazanıp hükumeti kurunca Hürriyet adeti veçhile birkaç kere iktidara el ense çekti.
Eskiden olduğu gibi Türkiye’ye hükumetler değil de.. yine kendisi yön vermeye kalkıştı.
Hangi yön?
Tabii ki, batı!
Ama bu sefer işler umduğu gibi gitmemeye başladı.
Türkiye’de artık bir Recep Tayyip Erdoğan gerçeği vardı.
BATILI HAYAT TARZI
Hürriyet
Kuruluşundan itibaren batılı hayat tarzını Türk halkına empoze etmiş ve bunda muvaffak olmuştur.
Geleneksel aile yapımızı
Giyim kuşam.. örf adet ve tüm inanç değerlerimizi mütemadiyen küçümsemiştir.
Batının hayat tarzını ise hep yüceltmiştir.
BİZ KİMİZ Kİ?
Türkiye söz konusu olduğunda ise.. bizim bir şey başaramayacağımızı.. sanayileşemeyeceğimizi.. uçak araba vs. üretemeyeceğimizi yazıp durmuştur.
Erbakan hocanın Milli Sanayi Hamlesi ile dalga geçmiştir.
HÜRRİYET BUNU NASIL YAPARDI?
Batıyı olduğundan fazla güçlü ve yenilmez gösterir .. güzel ve iyi olan her şeyin Avrupa’da olduğunu
Binaenaleyh
İktidara gelen hükumetlerin de Hürriyet’in bu inancına kayıtsız şartsız teslim olmasını isterdi.
YA İKTİDAR TESLİM OLMAZSA?
Saldırır!
İktidar Hürriyet’in dediğini yapmazsa, Hürriyet öyle bir saldırıya geçer ki, artık o hükumetin günleri sayılı kalır.
Erbakan Hoca’nın 54. Hükumeti böyle düşürüldü.
Ki, o hükumet Cumhuriyet tarihinin en başarılı hükumetiydi.
Ecevit
Mesut Yılmaz
Çiller ve diğer liderlerin kurduğu hükumetlerin yıkılmasında Hürriyet2in azımsanmayacak bir katkısı olmuştur.
Keza
ANAP (Anavatan Partisi) ın dağılması
Askeri darbeler
…
…
Türkiye’nin yakın siyasi tarihi incelendiğinde
Hükumet krizleri, darbeler vs. nin meydana gelmesinde Hürriyet’in önemli rol almış olduğu görülecektir.
PEKİ, BU KADAR İŞ GÖREN BİR GAZETE
NEDEN ELDEN ÇIKARILDI?
Çünkü miadını doldurdu.
Yaşlandı…
Dişleri eskisi gibi kesmez oldu.. keskinliğini yitirdi.
Ak Parti
İktidara geldiği ilk günlerde önce el ense çekti.
O ilk günlerde
Ak Partinin yapacağı fazla bir şey yoktu.
Hürriyet’in estirdiği 28 Şubat terörü bütün şiddetiyle gürleyerek esiyordu.
O günlerde Hürriyet’e ters düşmek demek askere ters düşmek demekti.
Askere ters düşmek demek de..daha ilk yıldan görevi bırakıp gitmek demekti.
Bundan dolayı Ak Parti iktidarı
İlk yıllarda Hürriyet’in suyunda gitti.
REİS SAHNE ALIYOR
Reis AK Partinin başına geçip ipleri eline alınca ve Hürriyet’in istekleri eskisi gibi yerine gelmeyince
Hürriyet tekrar saldırıya geçti.
Ama dedim ya!
Hürriyet yaşlanmıştı artık.
Dişleri eskisi gibi kesmiyordu.
KENDİNDEN OLMAYANLARA BASKI
HÜRRİYET’İ
ORTADAN MI KALKIYOR?
Diğer mahallede yükselen feryad-ü figana bakılırsa ‘Evet’
Hürriyet
Milletin öz değerlerine saldıramayacak diye üzülüyorlar.
Onların hayatlarına karışan yok..istedikleri gibi düşünüp istedikleri gibi yaşıyorlar. Karışan yok.
Ancak
Bu onları kesmiyor.
Onların özgürlük anlayışları şudur:
Kendi hayat tarzlarını.. düşüncelerini.. inançlarını başkaları da kabul edecek.
En iyisini onlar bilirler.
Binaenaleyh
Kendilerinden olmayanlar, onların bu ‘güzel’ bilgilerini alıp uygulamalıdır.
Bu iş iyilikle olursa ne ala… (bunu Hürriyet gazetesi gibi ve diğer medya organlarıyla yapıyorlar)
Yok eğer
Bu millet iyilikten anlamıyorsa
O zaman
Hürriyet vb. medya organları vasıtasıyla askeri göreve çağırır o ‘güzel’ düşünceleri halka zorla da olsa kabul ettirilir.
Şimdi bu ortadan kalkıyor diye karşı mahalle sakinleri üzülüyor.
NETİCE
Hürriyet’in el değiştirmesiyle karşı mahalleden taşındığı kesin.
Çünkü
Hürriyet daha önce de el değiştirmiş.. Simavilerden Aydın Doğan’a geçmişti.
Ancak o zamanlar
Böyle feryad-ü figanlar kopmamıştı.
Şimdi
Karşı mahallede iniltiler yükseldiğine göre.. yukarıda bahsettiğim -Kendilerinden olmayanları ezme Hürriyet’i- ortadan kalkıyor demektir.
Ancak
Bizim mahalleye taşındığını da pek zannetmiyorum.
Hürriyet bundan sonra yayınına;
Ortadan..kimseye sataşmayan..yorumdan çok habere değer veren..ajitasyonlara girmeyen.
Yani
Askeri göreve çağırmayan ‘411 el kaosa kalktı’ gibi başlıklar atmayan,
Ama bu arada
‘Göz zevki için’ birinci sayfadan güzel ve açık kadın resmi basmaya devam eden,
Medyanın amiral gemisi olarak yoluna devam eden, kendi halinde bir gazete olacak.
Zaten
Şunun şurasında yazılı medyanın ömrü ne kadar kaldı ki!
Reis 2023 hedefini gösteriyor ya,
İşte Hürriyet o güne kadar ‘maraza’ çıkarmadan yayın hayatına devam edecek.
Ondan sonra yazılı medyanın artık çok bir önemi kalmayacak.
Türkiye bambaşka bir Türkiye
Dünya bambaşka bir dünya olacak.
29.03.2018
Emin Batur
KATAR TERÖRİZME DESTEK VERDİĞİ İÇİN DEĞİL TERÖRİZME DESTEK VERMEDİĞİ İÇİN CEZALANDIRILIYOR
Dünyanın en büyük teröristi ABD Ona buna terörist diyerek parsa toplamaya çalışıyor. Önce S. Arabistan’a gözdağı vermeye kalktı. S....
21 Haziran 2017 Çarşamba 1:27
Dünyanın en büyük teröristi ABD
Ona buna terörist diyerek parsa toplamaya çalışıyor.
Önce S. Arabistan’a gözdağı vermeye kalktı. S. Arabistan’ın kendisine emanet ettiği 750 Milyar $ ın üstüne yatacağını söyledi. (Allah bilir yatmıştır da. Suudluların Amerika’dan hesap soracak gücü mü var?..)
S. Arabistan tehditler karşısında pes edip teslim olunca TRUMP hiçbir şey olmamış gibi İlk yurt dışı ziyaretini Arabistan’a yaparak kazandığı zaferi küre önünde poz vererek dünyaya gösterdi.
Suudlulardan aldığı tüyolarla şimdi de KATAR’a çökmeye çalışıyor.
Ne için?
Barış için.
Üstelik HAMAS gibi vatanını Siyonist İsrail’den savunmaya çalışan bir hareketi terör listesine alarak bunu yapmaya çalışıyor. Yani bir taşla iki kuş…
Amerika’nın geçmişinde yaptığı terör faaliyetleri herkesin malumu…
Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombaları atarak en büyük terörist en büyük cani olduğunu her seferinde ispatlamış bir ülkedir Amerika…
Vietnam’da
Irak’ta
Afganistan’da
Güney Amerika ülkelerinde yaptığı katliamlar hala hafızalardadır.
Düne kadar
PKK ya el altından her türlü silah ve mühimmatı veren,
Eğitim giyim ve iaşesini sağlayan yine Amerika’dır.
ABD
PKK nın siyasi bir güç olmasını ve uyuşturucudan gelen paranın transfer işini de, büyük sömürgesi Almanya’ya vermiştir.
ABD
Bütün bunları yaparken müttefik(!) olmamızdan kaynaklanan hassasiyetle gizlilik kaidesine riayet ediyordu.
Ama bugün
Ona da gerek duymuyor. PKK nın Suriye kolu olan PYD ye göz göre göre silah ve her türlü askeri mühimmatı vermeye devam ediyor.
DÜNYANIN EN BORÇLU ÜLKESİ AMERİKA
Şimdi ABD ne yapsın?
Oraya buraya tüm dünyaya silah yağdırırken bunu bedava yapacak hali yok.
Bunun bir bedeli olması gerekiyor.
PYD ye verdiği silahların parasını PYD den alacak durumu da yok. Şimdilik tabii… Bu verdiği silahlar ilerisi için bir yatırımdır.
Ancak
ABD nin de acele paraya ihtiyacı da var. Çünkü dünyanı en borçlu ülkesi… 20 Trilyon $ a yakın borcu var.
Bunun için Körfez ülkelerine daldı.
Zaten TRUMP seçim çalışmaları sırasında seçmenine bu minvalde söz vermişti: ABD nin Borcunu körfez ülkelerinden toplayacağı paralarla kapatacak diye.
KATAR DİRENİYOR
Amerika
Hem borcunu kapatmak hem de başta PYD olmak üzere PKK, DAEŞ, BOKO HARAM, FETÖ vb. terör örgütlerine verdiği silah ve yardımların faturasını kesmek için ilk durak körfeze iniyor.
Diğer ülkeler
Amerika’nın şerrinden çekindikleri için boyun eğerken Katar bu kumpasa gelmiyor.
KUMPAS NEDİR?
Şöyle ki;
ABD terör örgütlerine gönderdiği silah ve yardımların faturasını, Bölge ülkelerine sattığı silahların üzerine ilave ediyor.
Kabaran faturaların hesabını Ortadoğu ülkelerinin hangi rejimi olursa olsun sorma şansı yok.
Lider itiraz ederse eder.. etmezse geçmiş olsun.
Katar
Türkiye ve diğer İslam ülkelerine karşı kurulan bu kumpasa gelmedi. Teröre destek vermedi.
Sadece çekindiği için ABD ye 30 Milyar $ lık bir yatırım yapabileceğini vadetti.
Ağzını timsah gibi açmış bekleyen Amerika bu kadarcık bir lokmayı çok az gördü ve Katar’ı dost(!) ve kardeşleri(!) vasıtasıyla hedef tahtasına koydu.
Eğer Katar
ABD nin istediği terörist faaliyetlere destek vermeyi kabul etseydi bugün ABD tarafından en makbul ülke olurdu.
EŞKİYA DÜNYAYA HÜKÜMRAN OLMUŞ
Amerika
Bunca terörist faaliyetlerine rağmen
Gücünden aldığı yetkiyle bugün dünyaya racon kesiyor.
Ona buna terörist diyerek fatura kesiyor.
Faturayı ödeyen kurtuluyor. Suudilerin yaptığı gibi…
ABD ile 100 milyarlarca $ lık silah anlaşmaları yaparak kurtulduğunu sanıyor.
Hâlbuki
Bu kurtuluş sürekli değildir. ABD doymaz… Doyacak gibi de değildir ama Suudiler şimdilik kurtulmuş oluyor. Sırada hangi ülkeler var bilmiyoruz.
KATAR SARI
SUUDİLER SİYAH ÖKÜZDÜR
Meşhur darb-ı meseldir.
Aslan gözünü kestirdiği öküzlere dalmak istiyor ama hepsine gücünün yetmeyeceğini.. işin sonunda telef olup gideceğini anlıyor.
Bunun için önce
Siyah ve benekli öküze yanaşarak kendileriyle bir işinin olmadığını, derdinin sarı öküzle olduğunu.. sarı öküze daldığında karışmadıkları takdirde kendileriyle huzur ve barış içinde yaşayacağına dair söz verir.
Aslan sarı öküzün işini bitirdikten sonra
Bu sefer siyah olanına yanaşır.
Ve
Kendisiyle bir işinin olmadığını benekli öküzle problemi olduğuna ikna eder. Beneklinin işi de bitince
Bir gün Siyah öküz
Karşısında Aslanın kıvılcımlar saçan gözlerini üstüne diktiğini görür.
İşte o zaman aklı başına gelir ama artık iş işten geçmiştir.
‘’HİZAYA GEÇ YOKSA
SANA DEMOKRASI GETİRİRİM’’
Amerika körfez ülkelerini böyle tehdit ediyor.
Önce Suudi Arabistan’dan başladı.
Eski defterleri karıştırarak 11 Eylül’de Amerika’da ikiz kulelerin vurulmasından Suudileri sorumlu tutacağını söyledi.
Medyaya düşen bu haber Suudileri telaşlandırdı.
Bu habere göre Suudiler önce teröre destek veren ülke ilan edilecek, sonra demokrasi götürülmesi gereken bir ülke olacak.
Demokrasi götürülen ülkelerin hali ortada…
Yanı başımızda Irak var.
Irak bugün fiilen 3 e bölünmüş.. istikrarsız ve bütün zenginliğine rağmen ekonomisi dibe vurmuş 5.000.000 yetimi olan bir ülke.
Hâlbuki
Saddam döneminde müreffeh yaşantısıyla
Ortadoğu’nun güçlü ülkelerinden biriydi.
Bir diğer demokrasi götürülen ülke Libya…
Libya’nın durumu
Irak’tan da kötü… Orada devlet diye bir şey kalmadı.
Suudiler
Bu örnekleri görüp Katar’a öyle sert yaptırımlar uyguladılar ki, ABD bile böyle bir şey beklemiyordu.
ARAPLARIN 15 TEMMUZ’U
ABD ‘’leb…’’ demeden başta Arap ülkeleri olmak üzere zayıf İslam ülkelerinin ‘’Leblebi’’ demesi işin ne kadar vahim olduğunu gösteriyor.
Demek ki,
Ortadoğu’da İran ve Türkiye haricinde kendi iradesiyle hareket edecek bağımsız bir ülke yok.
Bu da gösteriyor ki,
İslam ülkelerine de bir 15 Temmuz gerekiyor.
İslam ülkeleri içine sızmış emperyalist uzantılarını temizlemeden emperyalizme karşı durmaları mümkün değildir.
O KÜRENİN ETRAFINDA
TÜRKİYE’DE OLURDU
Darbeciler eğer 15 Temmuz’da başarılı olsaydı,
Kürenin etrafına toplanmış poz veren TRUMP, SİSİ ve Kral SALMAN’ın yanında Türkiye’de olurdu.
Zaten
Allah muhafaza
Darbe başarılı olsaydı ne o küreye gerek kalırdı ne Trump’un S. Arabistan ziyaretine ne de KATAR ABD nin dediklerine karşı koyabilirdi.
MAZLUMLARIN PARALARI AMERİKA’YA AKIYOR
Zengin körfez ülkelerinin sahip olduğu zenginlik ümmetin zenginliğidir.
Katar kısmen bu zenginliğini
Az da olsa mağdur ve mazlum ülkelerle paylaşmak istediği için ABD çıldırıyor.
Oyunun farkında olmayan halkımız da
ABD nin körfez ülkelerinden paraları nasıl gasp edip götürdüğünü görmeden.. Zengin Körfez ülkelerinin Afrika’ya neden yardım etmediğine hayıflanıp duruyor.
İYİ Kİ TÜRKİYE VAR
Türkiye
15 Temmuz’da ortaya koyduğu cesaretle emperyalizme boyun eğmeyeceğini bütün dünyaya ilan etmiş bulunuyor.
Türkiye
Bunu yaparak sadece Türk halkını korumadı.. Bölgedeki mağdur ve mazlum milletleri de emperyalistlerin şerrinden koruyor.
Bugün
Katar eğer direnebiliyorsa.. Türkiye’yi yanında gördüğü içindir.
Ancak
Katar küçücük bir ülke.. ondan çok şey bekleyemeyiz.
Ama şu var ki Katar
Emperyalistlerin ayarını fena bir şekilde bozmuş görünüyor.
Emin Batur
.
ENİNDE SONUNDA BU HESAPLAŞMA OLACAKTI
Amerika İle son zamanlarda yaşadığımız gerilim bir anda olmuş bir şey değildir. 50 yılı aşkın bir süredir Amerika ile...
30 Kasım 2017 Perşembe 7:48
Amerika
İle son zamanlarda yaşadığımız gerilim bir anda olmuş bir şey değildir.
50 yılı aşkın bir süredir
Amerika ile
Bazen düşük, bazen orta ve şimdi olduğu gibi bazen de yüksek yoğunlukta gerilimler yaşıyoruz.
Ancak bu güne kadar
Amerika ile esaslı bir hesaplaşmayı bir türlü göze alamıyorduk.
15 Temmuz kalkışması.. aslında bizim Amerika ile olan hesaplaşmamızın bir sıcak temasıdır.
Ancak
Bu hesaplaşmanın hazırlıkları çok önceden başlamıştı.
KIBRIS
Kıbrıs meselesi
Bizim ABD ile karşı karşıya geldiğimiz ilk ve en önemli meseledir.
Malum olduğu üzere
Kıbrıs Türkleri uzun yıllar boyunca Rumlar tarafından devamlı taciz edilmiş..defalarca katliama tabi tutulmuş, mağdur edilmiştir.
Türkiye
Bu zulüm karşısında ne zaman hareketlenip çare bulmak istese ABD tarafından tehdit edilerek hep durdurulmuştur.
Nihayet
Türkiye’nin sabrı taşmış ve Amerika’nın karşı çıkmasına rağmen 1974 yılında Kıbrıs’a çıkarma yaparak ilk dik duruşunu sergilemiştir.
Daha önce
Türkiye’ye her istediğini yaptıran Amerika böyle bir tavır beklemediği için şoka uğramış ve ülkemizi ağır bir şekilde cezalandırmak istediyse de.. Türkiye’de artık bazı şeylerin değiştiğini görmesi uzun sürmemişti.
Nitekim
Ülkemize karşı ambargo uygulamaya başladığı anda o günkü hükumetimiz aynı şiddette karşılık verip üslerini kapatınca.. ABD o kibirli ve buyurgan pozisyonundan çark ederek ambargoyu kaldırmak zorunda kalmıştır.
Çünkü
Dünyanın o günkü dengeleri açısından (Ortadoğu’da İsrail’in korunması.. Türkiye’nin Asya’da SSCB ye karşı kalkan vazifesi görmesi vb. gibi durumlar) ABD nin Türkiye’yi karşısına almasına, menfaatleri açısından uygun düşmüyordu.
Ancak
ABD bu dik duruşumuzun faturasını ödetmek için her fırsatı değerlendirmiş ve zaman zaman bize büyük zararlar vermiştir.
Aynı şekilde biz de;
O günden sonra ABD nin güvenilir bir müttefik olmadığını anlayarak, ilerdeki büyük kapışma için hazırlıklara başlamıştık.
Bu hazırlığımızın en önemli adımı ASELSAN dır.
Aselsan konusuna tekrar döneceğim ama önce şu konuyu tamamlamak istiyorum.
Peki
Kıbrıs’a çıkarma yapıncaya kadar Amerika ile aramız nasıldı?
İSMET İNÖNÜ
Daha önce
Kıbrıs’ta yaşayan Türklere karşı Rumlar.. defalarca tacizde bulunmuş, 1963 yılında ise ‘Kanlı Noel’ olarak tarihe geçen bir katliamda bulunmuşlardı.
Yine aynı şekilde
1954, 1957 ve 1967 yıllarında benzer hadiseler olmuştu. Buna karşı Türkiye’de halk ayağa kalkmıştı.
Ancak
Türk halkı adaya müdahale için iradesini ortaya koymasına rağmen ve zamanın hükumetleri her seferinde hareketlenip bir şeyler yapmak istediğinde;
ABD nin
‘’Otur oturduğun yerde!..’’ dediği anda siyasetçilerimiz sup-pus olup yerlerine oturmuş..
Rumların yaptığı katliamlar ise yanlarına kar kalmıştır.
JOHNSON MEKTUBU
Misal olarak 1963 yılında
Kıbrıs meselesi ile ilgili ABD Başkanı Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği mektup meşhurdur.
ABD İnönü’yü İngiliz ekolünden gördüğü için, onu fırçalamakta bir beis görmemişti.
Ancak
Adnan Menderes ve Demirel’i kendi ekolünden gördüğü için 1954,1957 ve 1967 yıllarında Kıbrıs hadiseleri vuku bulduğunda.. ABD mezkur siyasilere karşı daha ölçülü bir dil kullanmış ve netice olarak o hükumetleri Kıbrıs’a çıkarma yapmaktan vaz geçirmiştir.
Yani
1974 te Kıbrıs’a çıkarma yapıncaya kadar ABD ile aramızda her hangi bir problem yoktu.
Çünkü
Onların her isteğini anında yerine getiriyorduk. İtiraz eden yoktu ki!
Bu ilişkiler Kore’ye asker göndermeden, İsrail’i tanımaya kadar,
Ülkemizin her tarafına üs kurmaktan, Afyon ekimine vs. hep onlar istemiş biz yerine getirmiştik.
PROF. DR. NECMETTİN ERBAKAN
Bu arada Rumlar
Hem İngilizlerden hem de Amerikalılardan aldıkları destekle şımardıkça şımarmış..Türklere olmadık eziyetleri yapan Makarios’un yaptıklarını bile az görerek, onu devirmiş ve işi kökten halletmek isteyen EOKA lideri Nikos Sampson ipleri eline geçirmişti.
Niyetleri
1963 yılında yaptıkları ‘kanlı Noel’ leri tüm Kıbrıs’a yayarak Türkleri Ada’dan temizlemek.
(Sırpların 1992 yılından itibaren Bosna’da yaptığı ve adına ‘Etnik Temizlik’ dedikleri katliamların bir benzerini EOKA lideri Nikos Sampson 1974 yılında Kıbrıs’ta yapmak istemişti)
Bu arada unuttukları bir şey vardı.
Ülkemizin karar verme merciinde
Amerikan ekolü, İngiliz ekolü, Alman ekolü vb. lerinin yanında.. artık ‘Tam Bağımsız Türkiye’ mücadelesi veren Milli Selamet Partisi lideri Necmettin Erbakan vardı.
Ecevit
İngiltere’ye boş hem de bomboş temaslar yapmak için gittiği günün gecesinde.. Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan, Genel Kurmay Başkanı Semih Sancar’ı Başbakanlığa çağırarak Kıbrıs’a çıkarma yapma emrini vermişti.
İNGİLİZLERİN NİYETİ
Ecevit’in İngiltere ziyaretine neden ‘Boş hem de bomboş…’ dedim?
Çünkü
İngilizler niyeti işi sürüncemede bırakmak… Bir yandan ‘Biz Sampson’un yaptığı darbeye karşıyız’ falan diyerek sözde karşı çıkacaklar, diğer taraftan Rumlara:
‘İşinizi çabuk tutun.. Şu Türkleri Ada’dan bir an önce temizleyin!..’ diyerek aynen Bosna Savaşında yaptıkları gibi yapmak.
Bu oyalamaca İngilizlerin geleneksel siyasetidir.
Yani
Sözle karşı çıkarken aslında katliama göz yummak…
ABD
Ancak Amerika öyle değil. Onlar direkt ‘Ada’ya çıkamazsınız!’ dediler.
’Sonuçlarına katlanırsınız..’ dediler.. Ambargo uygularsak askeriniz giyecek don bile bulamaz vs. diyerek tehdit ettiler.
Aslında
Bu konuda çok da haksız sayılmazlardı.
Siyasilerimiz
O güne kadar her şeyi ABD den beklemiş.. ülkeye en ufak bir savunma sanayi, askeri teçhizat giyim vb. yatırımı yapmamış her şeyi ABD den gelecek yardıma göre endekslemişlerdi.
ABD yaptığı bu geniş spektrumlu yardımlara güvenip Türkiye’nin ‘pes’ edeceğini beklerken
Hükumet
Onların ülkemizdeki üslerini kapatınca.. baktılar pabuç pahalı.
Amerikalılar işlerin artık eskisi gibi olmadığını.. Türk devlet adamlarına ‘Otur!’ dediği zaman oturan ‘Kalk!’ dediği zaman kalkıldığı günlerin geride kaldığını anladı.
Ancak Amerikalılar haksız da sayılmazdı.
Yıllarca takip edilen basiretsiz siyaset gereği
ABD ile aramızdaki askeri teknolojik makas alabildiğine açılmıştı.
Üstelik sadece askeri alanda değil,
Ekonomiden uzay sanayine kadar yani ‘Güç’ olarak tanımladığımız her şeyde Amerikalılar bizden fersah fersah ilerdeydi.
SAHRA OCAĞI MEMESİ
VE
ASELSAN
Türkiye baktı ki, bu böyle olmuyor.
ABD ye karşı
Bağımsızlığımızın ilk adımı.. rahmetli Erbakan Hocanın kurduğu ASELSAN ile atıldı.
Daha önce bağımsız değil miydik?
Bağımsızdık ama işte o kadar.
Amerika’dan Amerikan bezi gelmese askerimize don biçemiyorduk.
Yani
Tarlada izi harmanda yüzü olmayan.. dünya devletleri ile mukayesede sıfır çeken bir ülkeydik.
Yunanistan bile
Ege’de Kıbrıs’ta bizimle adata dalga geçiyordu.
Ta ki,
Milli irade ayağa kalkıp ‘Yeterin gayrık!’ diyene kadar…
ABD
Zamanında İnönü’ye ‘Otur’ dediği gibi.. 1974 te de ‘Oturun oturduğunuz yerde..’ deyip istediği olmayınca dediğim gibi bize ambargo uygulamaya başladı.
İşte o anda ayaklarımız suya değdi.
Meğerse biz
Askerimizin tatbikatta yemeğini ısıtmak için kullandığı sahra ocağının bozulan memesini bile yapacak teknolojimiz yokmuş.
Bundan dolayı
Mehmetçik Kıbrıs çıkarmasında memesi bozulan binlerce Amerikan ocağını fırlatıp atmak zorunda kalmıştı.
İşte bugün
Milli gurumuz ve Türkiye’nin en değerli şirketi olan ASELSAN ın temelleri Amerika’nın uyguladığı o ambargodan sonra atılmıştı.
AMERİKA AY’A ÇIKINCA
BÜTÜN ÜLKELERİ KÜÇÜK GÖRMEYE BAŞLADI
Amerika neden bu hesapları yapamadı?
Yani
Bizim 1974 te Kıbrıs’a çıkarma yapmada kararlı olduğumuzu anlamadı.
Çünkü
ABD uzaya çıktıktan sonra herkesi küçük görmeye başladı.
Kendini her şeyde çok güçlü görünce de ince siyaset yapmayı bir kenara bıraktı.
ABD
Bu kaba siyasetini sadece bize karşı değil.. zamanında Vietnam, Küba, Irak vb ülkelere karşı da hep böyle kibirli davranmış ama neticede sopayı yiyip o ülkelerden çıkmak zorunda kalmıştı.
Aynı sopayı
Kore’de de yiyecekti ama başta Türkiye olmak üzere diğer müttefiklerin yardımı ile o bataklıktan kurtulmuştu.
Buna rağmen ABD her fırsatta bizi ısırmaktan geri durmadı.
Muavenet adlı zırhlı gemimizi vurmak,
PKK yı kurup teçhizat ve silah vererek üzerimize salmak,
Sınırımızın dibindeki PYD yi dişine kadar silahlandırmak.. bunlardan sadece birkaçıdır.
FETÖ ve LOZAN
Şimdi gelelim
ABD nin son zamanlarda bilhassa 15 Temmuz kalkışmasından sonra bize karşı gösterdiği hırçınlığın nedenine.
Amerikalılar
Neden FETÖ yü teslim etmiyor?
Lozan’da İngilizlere büyük oranda topraklarımızı kaptırdığımız gibi, bürokrasimizin yeniden şekillenmesini de onlar yapmıştı.
Amerikalılar
Bunu hiçbir zaman hazmetmediler.
Bundan dolayı Amerika Lozan Antlaşmasını hala onaylamış değil.
Çünkü İngilizler masadan abartılı bir kazançla kalkmış diğer mütegallibe ülkeler istediklerini alamamıştı.
Bunun üzerine
ABD büyük çaba göstererek önce eğitim sistemimize (Fulbright) sonra NATO vasıtasıyla askeriyemize hulul etti.
Ancak
Bürokrasiye bir türlü giremedi.
ABD uzun ve meşakkatli bir çalışma neticesinde
FETÖ yü bir maymuncuk gibi kullanarak bürokrasimize girmeye çalıştı. Aslında İngiliz tipi bürokrasimize kendi adamlarını yerleştirmeye başladı. Ve bu konuda büyük oranda başarılı da oldular diyebiliriz.
AMERİKA İNGİLTERE
FETÖ Amerika’nın Türkiye’deki ileri karakoludur.
Görevi:
Türkiye’nin Lozan Antlaşmasıyla İngiliz tipine evrilen bürokrasimizi.. Amerikan tipi bir bürokrasi haline getirmekti.
FETÖ bu konuda ne kadar mahir olduğunu yurt içinde ve yurt dışında açmış olduğu eğitim kurumlarında uyguladığı Amerikan tipi tedrisatla kendini ispatlamıştır.
Amerika’nın
Bugün Fetullah Gülen ve çetesine gözü gibi bakmasının sebebi budur!
FULBRIGHT
VE MİLLİ EĞİTİM MÜFREDATI
Amerikalılar
İngilizlerin kurduğu bürokratik sisteme hulul edemediler ama 1949 yılında Türkiye ile yaptıkları anlaşmayla eğitim sistemimizi ellerine geçirdiler.
O tarihten sonra
Dünyanın sayılı eğitim sistemine sahip olan ülkemiz, bir daha eğitim konusunda belini doğrultamadı.
Bugün bile
Amerika ile bu kadar kavgamıza rağmen
Fulbright antlaşması gereği eğitim müfredatımız 4 Amerikalı ve 4 Türk tarafından yapılmaktadır.
Üstelik
Oylar eşit çıktığı takdirde ABD Büyükelçisinin oy kullandığı tarafın müfredatı kabul ediliyor.
BÜYÜK KAVGA
Amerika Milli Eğitim ve Askeriyemizde büyük oranda etkiliydi.
Ancak
Bürokrasi ve siyasette etkisi zayıflamıştı.
Bir ülkede
Bürokrasi, siyaset ve istihbaratı ele geçirmeden o ülkede başarılı olmak mümkün değildir.
Bunu gören ABD
15 Temmuz’da nihai neticeyi alacak bir hamlede bulundu.
Başarılı olamadı.
ABD önceki hatalarına bir yenisini daha ekledi.
Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan oldu.
Şu anda
Yıllarca uğraşıp içimize yerleştirdiği ajanları devletin içinden sökülüp atılıyor.
Ayrıca
Top yekûn tüm halkımızı karşısına alarak
Büyük bir kavganın kapısını aralamış oldu.
Zaten
Bu hesaplaşma.. eninde sonunda olacaktı.
ABD bu kapışmanın sadece tarihini öne çekti.
Zafer inananlarındır
Ve
Zafer yakındır
Hasbunallah ve nimel vekil.
Emin Batur
Sevgili Dostum
Zarrap Hakkındaki görüşlerimi biliyorsun. Hala aynı kanaatteyim. Benim gözümde heykeli dikilecek bir adam. Zerrab Amerika’nın ambargosunu delmiş biri olarak...
6 Aralık 2017 Çarşamba 6:22
Zarrap
Hakkındaki görüşlerimi biliyorsun. Hala aynı kanaatteyim.
Benim gözümde heykeli dikilecek bir adam.
Zerrab Amerika’nın ambargosunu delmiş biri olarak ülkemiz adına büyük bir iş başardı.
Dünya ticaretinde Amerikan dolarını saf dışı bırakarak ticaret yapmak müthiş bir şey…
Düşünsene dostum!
Eğer bu iş tutar da diğer ülkeleri kapsayacak şekilde domino etkisi yaparsa Amerika ne olur?
Tek kelime ile perişan olur.
Amerika’yı savaş yıkmaz. Şu anda silah bakımından çok güçlü…
Ama
Doların dünyada rezerv para birimi olmaktan çıkması Amerika’yı darmadağın eder.
Bundan dolayı Zerrab’ın heykeli dikilmeli diyorum.
Zerrab ve tabii ki, Cumhurbaşkanımız.. petrol ticaretini dolar yerine Euro yu tercih eden Kaddafi ve Saddam’ın başına gelenleri bile bile büyük bir risk alarak bu işe giriştiler.
Ve
Zaten o günden beri ABD.. Cumhurbaşkanımızı devirmek için yapmadığı alçaklık kalmadı.
Gezi olayları
17-25 Aralık kumpası vs. ile netice alamayınca en nihayet 15 Temmuz kalkışması ile bu işi bitirmek istedi. Halkımız derin feraseti olmasaydı, bugün biz Amerika’nın pis bir sömürgesinden başka bir şey değildik.
ZERRAB NİÇİN TANIK OLDU?
Zerrab başta büyük bir iş başardı.
Ama
Şu anda ‘sanık’ durumundan ‘tanık’ durumuna geçti.
Belki de şu anda aleyhimize konuşuyordur bilemem.
Buna rağmen
Kendisini suçlamıyorum.
Adam 1.5 yıldır direniyor. Genç bir adam.. büyük bir serveti de var. Pembe İncili Kaftan’ı yere seren Muhsin Çelebi de değil.
Buna rağmen bu kadar direnmesini takdirle karşılıyorum.
Ancak
Bilemediğim karanlık noktalar var.
Bu kadar önemli iş çıkaran biri olarak ABD ye niçin nasıl ne şekilde gitti bilemiyorum.
Diyeceksin ki,
Bu arada onu kurtarmak için bizimkiler bir şeyler yapmadı mı?
Yapmaz olurlar mı?
Bana göre İzmir Diriliş Kilisesi Pastörü Santaro emanet değişimi için tutuklandı.
Santaro Amerika için çok önemli biri.
Yine ABD konsolosluk çalışanı Metin Topuz da bunun için tutuklanmış olabilir.
Bu şahıslar ülkemiz ve Ortadoğu ile ilgili mühim bilgilere sahipler
Yine
PYD sözcüsü Silo nun paketlenip getirilmesi bunun için olabilir.
Ama
Dedim ya.. ABD için dolar hâkimiyetinin kırılması kadar önemli bir şey yok.
Bundan dolayı bu kadar mühim ajanlarını gözden çıkararak Zerrab’ı konuşturma yolunu tercih etti.
CHP BU İŞİN NERESİNDE?
Şu anda CHP ve hempalarının görüntüsü ABD nin ülkemizdeki 5.Kol faaliyeti gibidir.
Önce
MAN adasıyla başladılar.
Baktılar oradan bir şey çıkmayacak altında kalacaklar.. süratli bir şekilde Zerrab olayına ve dağıtılan rüşvetlere giriştiler. Kamuoyu bu konuda hassas olduğu için diğer mesele gümbürtüye gitti.
Neyse
Değerli dostum
Şimdi gelelim gönderdiğin mesaja: Tek tek cevaplamaya çalışayım.
1- ‘Bahsi geçen milyarlı milyonlu Euro lar ABD nin ya da İran’ın değil zaten bizim paralarımız ’diyor.
Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı gibi bir cümle kurmuş.
Cümle o kadar berbat ki..neresini düzelteceğimi bilemiyorum.
Euro ların ABD ye ait olduğunu söyleyen mi var?
İran’ın değil bizim paralarımızmış. Yani bu da laf mı? Evet, bizim paralarımız ama İran’dan petrol doğalgaz vs. almışız para İran’ın olmuş.
Buradaki mesele şu:
İran’la bu ticarette Euro TL ve altın kullanmışız.. dolar değil. Bu bir. Zaten ABD nin kudurması bundan…
İkincisi aldığımız bu malın karşılığındaki parayı İran’a direkt havale edemediğimiz için Zerrab üzerinden göndermişiz. ABD nin buna fena halde canı sıkılmış. Çünkü bu suretle ambargolarını delmişiz.
HİNDİSTAN
Bunu gören Hindistan aynı yöntemle, o da İran’dan petrol ve doğalgaz alıp paralarını Euro TL vs. olarak Halkbank’a yatırmıştı.
ABD nin şu anda Hindistan meselesini gündeme getirmemesi cepheyi genişletmek istemediğindendir.
Tekrar bu yazıyı yazana döneyim:
Adam veya madam her kimse, ‘… para bizim paramız’ diyor. Peki, alınan doğalgaz kimin?
O doğalgazla sadece ‘Tayyip’in sarayı’ mı ısındı..?
2- ‘Birleşmiş Milletler İran’a ambargo koyuyor.’ Diyor.
Ambargoyu koyan BM değil Amerika. Biz de BM nin değil Amerika’nın ambargosunu deldik.
Zamanında
Türkiye Brezilya ve İran bir araya gelerek, İran’ın nükleer güç olma yolunu açan ‘Sarı pasta’ meselesini çözmüştü. Ayrıntıya girmiyorum.
3- ‘ Ambargonun sebebi İran’ın nükleer silah geliştirmesini engellemek…’
Nükleer konusunda dünyanın en sabıkalı ülkesi Amerika’dır. Bu konuda engellenmesi gereken bir ülke varsa o da Amerika’dır İsrail’dir .. İran değil.
Ancak
Bu adamlar Amerika’nın patronluğunu meşru gördükleri için onun dediklerini salt doğru kabul ediyorlar.
4- ‘ Ambargoya göre İran’a mal satmak veya İran’dan mal almak yasak değil. İran’a para aktarmak yasak… Çünkü İran Nükleer tehdit… Bu teknolojiyi geliştirmesini engellemek amaç…’
Yine berbat bir mantık… ‘İran’a mal satmak almak yasak değil ama para aktarmak yasak.’ Diyor. Peki, aldığın doğalgazın karşılığını neyle ödeyeceksin?
İran’a para aktarmak yasak diyor. Biz de aktarmamışız ki… Parayı Halkbank’a yatırmışız. Zerrab parayı oradan çekiyor.
Üstelik yatırılan paranın bir kısmı TL dir ki bu da çok önemli. Buna sevinmemiz gerekmiyor mu? Ama ciğeri peş para etmezler sevinmiyor ABD adına üzülüyor.
Adamların bütün çırpınışı para neden dolar olarak yatmıyor.
Eğer bu ticaret dolar üzerinden yapılsa kimsenin ‘gık’ı çıkmayacak. Daha doğrusu Amerika’nın sesi çıkmayınca bunların ki de çıkmaz.
İran nükleer tehdit diyor.
Tam sahibinin sesi… Adam Amerika’nın dediğini tekrarlıyor. Bize göre asıl nükleer tehdit Amerika’dır. Biz ve İran nükleerden enerji üretmeye çalışıyoruz onun da önüne geçmeye çalışıyorlar.
5- ‘İran bu parayı doğrudan çekemiyor.
Senin ihracatçın İran’a mal satıyor, parasını Halkbank’daki bu hesaptan çekiyor.
İran’ın parasını harcayabilmesinin tek yolu bu… Karşılıklı alışveriş yapmak…’
Evet,
Tam da yapılan bu işte!
6- ‘Zerrab, Halkbank ve Akp’liler ne yaptı?
Halkbank’daki bu parayı İran’a ihracat yapmış gibi göstererek üçkâğıtçılıkla çekip,
Altın, euro, dolar vs. aldılar.’ Diyor.
Dostum bu sefil adamın yazdıklarına bak!
Hadi Zerrab’ı ispiyonladın..AKP lileri sevmiyorsun onları da ispiyonladın. Buraya kadar anlarım. Be hain adam Halkbank’tan ne istiyorsun? Bu bankaya kesilecek fatura hepimize kesilmeyecek mi? Ülkemizin bundan ne kadar zarar göreceğini bir düşünsene…
Kaldı ki,
Yatan para zaten Euro ve TL… Tekrar Euro ile niye Euro alsın ki?
Gelelim üçkâğıtçılığa.
Esas olan malın karşılığı altındır.
Ama maalesef Haydut Amerika 2. Dünya savaşından sonra tüm dünyaya doları dayattı. Amerikan karşıtı olan her devlet bundan rahatsız… Ama elden bir şey gelmiyor. Çin bile bir ara doları saf dışı bırakmak istedi de az daha borsası çökeyazdı. Çin bile bununla baş edemezken diğer ülkeler ne yapsın?
Tekrar konuya dönelim:
Önce
AKP liler ve Zerrab üçkâğıtçılıkla parayı çekip ceplerine koymuş gibi gösteriyor.
Burada anahtar kelime ‘Üçkağıtçılık’
Sonra
7- ‘Bu parayı yasadışı yollardan İran’a transfer ettiler.’ Diyor.
E hani İran’la ticaret yapmak yasak değildi.
Yukarda öyle söylüyordu.
8- İran’a yapılan ambargoyu delmiş oldular.
Oh olmuş! Ellerine sağlık. İyi ki, delmişler.
Biz Amerika’nın uşağı mıyız ki, her dediğini yapalım.
Tabii burada yine kurnazlık yapıp ‘Amerikan ambargosu’ demiyor.
9- ‘Bu hırsızlık yapılmasaydı İran bizden milyarlarca dolar değerinde mal almak zorunda kalacaktı. Türkiye’de işler artacak, çarklar dönecekti.’ Diyor
Dünyada Amerika’dan daha büyük hırsız var mı?
Kaldı ki,
İran parasını kimseye yedirir mi? Çocuk oyuncağı mı bu?
…’Türkiye’de işler artacak, çarklar dönecekti’ diyor.
Öyle olmadı mı?
İran’la bu ticaret sürerken Türkiye’de piyasalar canlı değil miydi?
Bütün sektörler gayet iyi iş yapıyor dolar kontrol altına alınmıştı.
Türkiye’de
İşler tam yoluna girmişken ‘Gezi Olayları’ başlatıldı.
Arkasından
17-25 Aralık örtülü darbesi geldi.
Ve nihayet
15 Temmuz’da ülkemiz işgal edilmek istendi.
Netice alınmayınca PKK ve PYD silahlandırılarak üstümüze salındı.
Bütün bunlara rağmen şükürler olsun ayaktayız.
Bu olayların onda biri Avrupa veya Amerika’nın başına gelse piyasalar tepe taklak olur ekonomileri çökerdi.
Bugün hala ayakta ve direniyorsak
Bunu başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere ülkemizi idare edenlere medyunuz.
Kıymetini bilelim.
Şimdilik bu kadar…
Gerisini cevaplamıyorum. Fasa fiso şeyler. Zaten bu kadar yeterli sanırım.
Zaten bayağı bir uzun oldu.
Selam ve sevgiler
Emin
.
NAYLON DEVLETLERİN NAYLON MİLYARDERLERİ VE KUDÜS
Lozan anlaşmasından sonra Osmanlı’dan koparılıp Ortadoğu’da kurulan devletlerin hiç biri devlet erkine ulaşabilmiş devletler değildir. Zaten İsrail’in karşısındaki...
14 Aralık 2017 Perşembe 1:47
Lozan anlaşmasından sonra Osmanlı’dan koparılıp Ortadoğu’da kurulan devletlerin hiç biri devlet erkine ulaşabilmiş devletler değildir. Zaten İsrail’in karşısındaki acizlikleri de bundandır. Aslında İsrail’de naylon bir devlet… Ancak ABD ve Avrupa’nın desteği ile şimdilik hükmünü icra edebilmektedir. Zamanı geldiğinde çöp sepetine ilk gidecek devlet İsrail’dir.
NAYLON MİLYARDERLER Naylon devletlerin elbette ki, naylon milyarderleri de olacaktı. Niçin? Malum olduğu üzere Ortadoğu’daki bu irili ufaklı devletler İngilizlerin eliyle kuruldu. Ve Bulundukları topraklarda çok büyük bir yeraltı zenginliği vardı. İktidarı ele geçirenler Bu zenginliğin küçük bir kısmını halka dağıtılırken, Geri kalan önemli bir kısmı Hanedanın aile efradı arasında paylaşılıyordu. Naylon milyarderler de böylece ortaya çıkmış oldu.
NAYLON DEVLETLER Ancak Bu kadar büyük servete sahip olan Naylon devletlerin naylon milyarderleri ne kendilerini ne de iktidarlarını koruyacak bir gücü yoktu. Kimden? Kendilerini iktidara getiren batılılardan Ve de Tabii ki halktan… Bu kadar büyük bir zenginlik, Küçük bir zümre arasında dolaşan bir meta olunca..başta büyük aşiretler olmak üzere halktan homurtular yükselmeye başladı. İngilizler de zaten bunu bekliyordu.
PARASIYLA REZİL OLMAK İngilizler derhal Milyarder şeyhlere yanaşıp Milyarlarını ancak Londra’da değerlendirmek suretiyle muhafaza edebileceklerini üstü kapalı bir tehditle söyleyince, naylon ülkelerin naylon zenginleri harekete geçip paralarını Londra’ya akıtmaya başladılar. Bu arada İslam ümmetinin evlatları Yanı başlarında açlık ve hastalıktan kırılırken.. onlar Petro dolarları İngiltere’ye akıtıyor.. üstelik görmemiş zengin Arap görüntüsüyle alaya alınıyorlardı. Yani Tam da parasıyla rezil olma durumu tahakkuk ediyordu. Zamanla İngilizler çaptan düşüp ABD bölgeye yerleşmeye başlayınca; Bu sefer Petro dolarlar ABD ye akmaya başladı. Neyin karşılığında? ABD nin kendilerine verdiği çürük bir senet karşılığında. O senedin bir hükmü var mı? Hiçbir hükmü yok. ABD kafasına estiği zaman paralarına rahatlıkla el koyabiliyordu. Amerika’ya ‘Ne yapıyorsun?’ diyecek halleri yok ya!
ÇİVİ ÇİVİYİ SÖKER ABD bütün Şeyhlerin parasına ulaşamayınca… Çivi çiviyi söker hesabı Görevi diğer yakınlarına verdi. Bu sefer Şeyhler Şeyhlerin parasına el koymaya başladı. Kimin adına? Yeni Şeyhler el koydukları bu büyük serveti koruyabilecekler mi? Ne gezer. Zamanı geldiğinde bu para ana mecraya yani ABD ye doğru akıp gidecektir.
ABD BUNA NİYE GEREK DUYDU? Çünkü Şeyhlerin parası dünyanın dört bir tarafına dağılmış Birçok büyük şirkette hisse sahibi olmuşlardı. Şimdi o paralar tek merkezde toplanmak üzere operasyon yapılıyor.
HAYDAN GELEN… Ümmete yar olamayan paralar Şimdi kanatlanıp ABD ye doğru yol alacak. Gençlik yıllarımda kendi kendime hep şu soruyu sormuşumdur: Nasıl oluyor da, Kızıldeniz’in iki yakasında ve neredeyse yüzme mesafesinde yaşayan insanların arasında bu kadar büyük bir geçim farkı olur? Yani S. Arabistan ve diğer körfez ülkelerinde yaşayanlar, paralarını nasıl savıp savuracaklarını bilemezken.. tam karşı kıyıda oturan Somalili, Sudanlı, Eritreli, Etiyopyalılar açlık ve hastalıktan kırılıyor. Diğer Afrika ve Asya insanlarını saymıyorum. Bu saydığım ülkelerdeki insanlar hemen yanı başlarında… Ölüm ve yoksulluk haberleri her gün TV ve gazetelerden fışkırıyor. İsteseler özel uçağa, kotraya, yata falan gerek yok, kayıkla bile gidebilecekleri mesafede bu insanlar… Ama Naylon milyarderler bir türlü bu biçare insanlara el uzatmıyor. Neden? Çünkü bu Şeyhlere Londra, Paris, Newyork vs. gibi yerlerde malikâneler alıp su gibi para harcamak ve israf etmek üzere milyarder olma müsaadesi verilmiş. Yani Haydan kazandıklarını ancak huya harcamaya muktedirler. Bu milyarları hayır için harcama yetkileri yok. Şimdi Nihayet filmin sonuna geldik.
MİLYAR DOLARLARIN SAHİBİ DEĞİL EMANETÇİSİDİRLER Şimdi o hayır için harcamadıkları paralarına el konuluyor. Gelişen olaylar bize şunu gösterdi: Bu şeyhler bu paraların sahibi değil, sadece emanetçisi imişler. Amerika, İngiltere vs. bunlara ne derse o parayı oraya harcamak zorundalar. Çünkü Devletleri naylon olduğu gibi Kendileri de gerçek milyarder değil naylon milyarderdirler.
ŞU KUDÜSFİLİSTİN MESELESİ BİR BİTSE DE KEYFİMİZİ KİMSE BOZMASA Şeyhler Keyif ve sefa içinde yaşarken Filistin’de meydana gelen olaylar onların huzurunu bozuyordu. Öyle ya! Filistin davasına Destek verseler ABD yi kızdıracak oradaki paraları tehlikeye girecek. Üstelik sadece paraları değil İktidardan da olacaklar. Görmezden gelseler Bu sefer halk homurdanacak, adları Filistin davasına ihanet edenler listesine yazılacak. ‘Nereden çıktı bu İntifada mintifada…’ diye kim bilir zamanında ne kadar çok kızmışlardır. Aslında Ellerinde olsa bir dakka durmaz İsrail’i tanıyıp can ciğer olacaklar ama… Aması var işte!
HAYATLARI BAL KAYMAK AMA İÇLERİ EZİLİYORDU Şimdi ona da çare bulundu. Bu Şeyhler Emanet milyar dolarlar üzerinde sörf yaparken, Filistin’e Kudüs’e sahip çıkan Cumhurbaşkanımız keyiflerini bozdu. İş bununla kalmadı Dünya Alimler birliği Türkiye’nin ve Cumhurbaşkanımızın yanında olduklarına dair açıklamalar üst üste geldi. Şeyhlerin canı buna çok sıkıldı. Hemen bir baş fetvacı arama işine giriştiler. Ama önce Dünya Alimler Birliği’ni terörist ilan etmeleri gerekiyordu. Sonra Keyiflerini bozmayacak fetvacı bulmak kolay… Nitekim öyle oldu. S. Arabistan Müftüsü Abdülaziz Ali Şeyh İsrail’le savaşmanın caiz olmadığı fetvasını(!) verdi. İşte bu tam istedikleri şeydi. Artık İsrafın dibini bulurken, mazlumun karşısında zalimin yanında dururken, içlerinin ezilmesine maneviyatlarının bozulmasına gerek yoktu. Müftü efendi kapı gibi fetvayı(!) vermişti
İSRAİL’LE KARDEŞ ABD İSE AĞABEYİMİZ Fetvayı(!) gören açıklama yapmaya başladı. Birleşik Arap Emirliklerinden önemli bir General İsrail’in kardeş olduğunu açıkladı. Mısır durur mu? Sisi İsrail’in ortak olduğunu açıkladı.
NAYLON DEVLETLER ABD
TARAFINDAN DOMİNE EDİLİYOR Suudilerin BAE lerinin Ve Mısır’ın bu açıklamaları neyi ifade ediyor? Şunu: Maalesef bugün İslam ülkelerindeki rejimlerin çoğu halkın hissiyatını yansıtacak rejimler değil. Bu ülkelerin başında bulunan liderler Cumhurbaşkanımız Erdoğan gibi halkın karşısına geçip aday olamaz. Bu ülke liderlerinin çoğu ABD nin müsamahasıyla veya direkt ABD eliyle o koltuğa oturmuştur.
ADIM ADIM İSRAİL’E ‘DUR’ DİYECEK DEVLETLER ÇÖKERTİLDİ Bu arada Gerçekten Kudüs ve Filistin davasına sahip çıkan ülkeler de vardı. Maalesef Bu ülkeler sinsi bir plan sonucu çökertildi veya teslim alındılar. Mısır teslim alındı. Suriye çökertildi. Saddam Hüseyin zamanında Irak İsrail için büyük bir tehditti. Çökertildi. Libya Kaddafi’sinin terazisi bozuktu.. dünyayı tartamıyordu ama en azından parasal olarak Filistin’e yardımını yapıyordu. Uluslararası toplantılarda da sözünü esirgemiyordu. S. Arabistan aynı şekilde İsrail’in en büyük muhalifi ve Filistin davasının parasal destekçisiydi. Ama şimdi? Bunların hiç birisi ya yok veya İsrail’in dümen suyuna girdiler.
CUMHURBAŞKANIMIZIN ÇIRPINIŞI Cumhurbaşkanımız İslam ülkeleri liderleri ile telefon trafiği başlatarak İslam İşbirliği Teşkilatını İstanbul’da topladı. Cumhurbaşkanımız çırpınıyor Ama Kendi inisiyatifiyle karar verecek İran ve Sudan’dan başka dişe dokunur bir ülke yok.
BATILILARIN ‘BARIŞ’ DİYE BİR NİYETLERİ VAR MI? Maalesef yok! Ellerine bu kadar üstün silah ve teknolojiyi ele geçirmişken Barışa hiç yanaşırlar mı? Amerika veya genel olarak batı dünyası Fillerine güveniyor. Silah bizde, teknoloji bizde, para bizde, medya bizde diyor. Bundan dolayı sadece İslam dünyasını değil, diğer mazlum zayıf ve savunmasız milletleri boyunduruk altına almadan durmaya niyetleri yok. Ama Dipleri çürük. Dipleri çürük çünkü bugün batıda ne aile kalmış ne gençlik.. ne vefa kalmış ne yardımlaşma.
NAYLON İNSAN HAKLARI Arapların nasıl ki, naylon devlet ve milyarderleri varsa… Batı dünyasının da bahsettiği İnsan hakları, adalet, eşitlik, özgürlük vb. tüm yargı değerleri gerçek ve tabii değil naylondur.
KÖLE PAZARI Örnek olarak: Savaş ve zulümden kaçan mültecilere karşı olan davranışları, Yine Libya’daki köle pazarı batının ne kadar sahtekâr olduğunu göstermeye yeter. Libya’daki köle pazarı bir aktarma istasyonudur. Ve bunu batılılar domine ediyor. Asıl köle pazarı Başta Roma olmak üzere Avrupa başkentlerinde kurulan köle pazarlarıdır. Başta Nijeryalı kadınlar olmak üzere Afrika’nın diğer yoksul ülkelerinden getirilen kadınlar Avrupa’da satılıyor. Sektör haline gelmiş bu insanlık dışı bu pazardan bahseden var mı? Medya Avrupalılar söz konusu olunca olaylara kör sağır ve dilsizi kalıyor.
NETİCE Başta ABD olmak üzere batı dünyasının dibi çürük… Şimdi bu güçlerine güvenerek Kudüs’ü Yahudilerin başkenti ilan edip Filistinlilerin nezdinde İslam dünyasını ezmeye çalışıyorlar Ama Allah’ın izniyle nice az ve zayıf bir topluluk güçlü ve çoğunluk görünen toplulukları yenmiştir. Hasbunallah ve nimel vekil. Emin Batur
.
PRİSON BREAK ve HALEP
‘Prison Break’ hapishaneden kaçışı anlatan bir Amerikan dizisi. Zamanında TV de oynarken iyi seyirci toplamış, hareketli ama mesaj içeriği...
21 Aralık 2016 Çarşamba 20:34
‘Prison Break’ hapishaneden kaçışı anlatan bir Amerikan dizisi.
Zamanında
TV de oynarken iyi seyirci toplamış, hareketli ama mesaj içeriği güçlü bir diziydi.
Amerika’nın özelinde
Batı mantığını anlayabilmek için bu dizi de verilmek istenen mesaj çok önemli.
Genellikle Amerika mesajlarını
Siyasilerden çok
Medya, sinema ve TV dizileri üzerinden verdiği bilinmektedir.
Şimdi
O mesajı arz etmek istiyorum:
Böylece
Başta İslam ülkeleri olmak üzere, dünyanın birçok ülkesinde katliamlar yapan bu canilerin, conilerin neden en ufak bir vicdan azabı duymadıkları daha iyi anlaşılacaktır.
Zaten
Amerika’nın bu katliamlarına karışıp azıcık vicdanı olan askerler bir müddet sonra kafayı yiyip ya tımarhaneyi boyluyor veya organize suç örgütlerine karışıp ABD nin başına bela oluyor. O da ayrı mevzu.
Neyse
Anlatmak istediğim;
ABD de sistemi ayakta tutan aklın nasıl da canavar bir ruha sahip olduğudur.
Buradan hareketle;
Bugün Halep’te yapılan katliamları,
Daha önce
Felluce’de bir günde öldürülen binlerce masumu, Irak’ta işlenen cinayetleri, Pakistan’da Afganistan’da düğün yerine atılan bombalarla öldürülen sivillerin neden öldürüldüğü ve ülkemizde yapılan bombalama eylemlerinin maksadı daha iyi anlaşılacaktır.
PETROİL OUT
Prison Break adlı dizinin konusu özetle şöyle:
Bir bilim adamı petrole alternatif araçlarda kullanılabilecek bir yakıt bulmuştur.
Ve
Bu yakıt türünü kamuoyuna açıklamak üzeredir.
Böyle bir ürünün piyasaya çıkması ise Amerikan menfaatlerine aykırıdır. Bu kişinin derhal susturulması lazım…
(Buradan anlaşılıyor ki, Petrolden en fazla kazancı Araplar vs. ülkeler değil ABD faydalanıyor. Ve eğer bir buluş insanlığın faydasına değil.. Amerikan menfaatlerine uygunsa piyasaya sürülebilir.)
Netice olarak
Görev Amerikan gizli servislerine havale edilir.
Gizli servis
Bilim adamını paketleyerek gözden uzak bir yerde ev hapsinde tutar.
Niçin ev hapsi?
E nede olsa şanslı bir Amerikalı.. başka ülkenin bilim adamı olsa anında ortadan kaldırırlar. Neden ortadan kaldırıldığını kim arayıp soracak ki?
Ama
Burası Amerika. Demokratik(!) bir kılıf bulmak zorunda…
O kılıf da şu:
Sıradan masum birine mezkûr bilim adamını öldürmüş gibi bir senaryo hazırlanıyor. O masum kişi tutuklanıp hapse atılıyor. Tutuklandığı eyalette idam cezası uygulanmaktadır.
Hesapta
O masum kişi bilim adamının katili diye idam edilecek. Böylece dosya kapanmış Amerika laf dinlemez(!) başka bir bilim adamı çıkıncaya kadar rahat bir nefes almış olacak.
SEN KUTSAL BİR GÖREV YAPIYORSUN!
Dizinin bundan sonraki bölümleri abisini katillerin elinden kurtarmak isteyen kahramanın akıllıca çözümleri ve klasik Amerikan filmlerinde gördüğümüz kaçma kovalamaca ve bin bir tesadüfün üst üste geldiği sahnelerle devam eder.
Tabiidir ki,
Bu kaçma-kovalamaca esnasında ilgili-ilgisiz, masum-cani birçok insan ölür veya öldürülür.
İşte tam bu sırada
Görevini(!) yapmak üzere takır takır adam öldüren ajanlardan biri intibaha gelerek
Durumunu sorgulamaya başlar:
‘’İş mi bu yaa…’’ der gibi, üst rütbeli amirine bir kişi için bu kadar kişiyi öldürmenin doğru olmadığını, bu işten sıkıldığını falan söyler.
İşte!
Dizinin vermek istediği mesaj bu gizli ajana verilen cevapta yatıyor.
Buradan
Amerikan mantalitesinin de ne olduğunu anlamış oluyoruz.
‘’Sen!’’ der. ‘’ Çok önemli kutsal bir görev yapıyorsun.
Amerika’nın geleceğini kurtarıyorsun.
Evet, bi sürü insan ölüyor ama sen kaç bin hatta milyon kişinin işsiz kalmasını önlediğini biliyor musun?
Bu bilim adamı, bu buluşunu piyasaya sürse, Amerika’yı nasıl karanlık bir gelecek beklediğinin farkında mısın? ‘’ Der ve ruhen çökmüş olan ajanı yeniden motive ederek yeni cinayetler işlemek üzere gönderir.
VAHŞİ BATI
Şimdi meselelere bu açıdan baktığımızda Amerika ve şürekâsının güçlü olduğu bir dünyada akan kanın neden durmadığı çok daha iyi anlaşılacaktır.
Yani
Halep’te niye taş üstünde taş kalmadığı..
Irak kalkınmakta olan müreffeh bir ülke iken bugün halkının neden bir parça ekmeğe muhtaç hale getirildiği..
Afganistan’ın Libya’nın paramparça durumunu…
Ve
15 Temmuz’da ülkemizi boyunduruk altına almaya çalışanların başarısız kalmasından sonra, nasıl da top yekûn hücuma geçtiklerini…
Ekonomik olarak bizi nasıl daraltmak istedikleri ve patlattıkları bombalar vs. hep o cani düşüncelerinin ürünüdür.
HALEP NİYE HARAP OLDU?
Amerika’nın bu acımasız düşüncesini Halep örneği üzerinden arz etmeye çalışayım.
Suriye’de
Beşşar Esad’a karşı mücadele eden Özgür Suriye Ordusu ilk günlerde çoğu mevzileri ele geçirmiş Beşşar Şam merkezli dar bir alana sıkışmıştı.
Böyle olması gayet tabii idi…
Çünkü
Beşşar’ın halk nezdinde bir karşılığı yoktu.
Çekip gitmek için tası tarağı toplamaya başlamıştı bile.
Tam bu sırada ötelerden birileri O’na ‘’Dur!’’ dedi.
SÜRPRİZ
Beşşar’a ‘’Dur!’’ diyen ne İran ne de Rusya idi. Sufleyi veren Amerika’ydı.
Evet
İran ve Rusya Beşşar’ın yanındaydı.. ona şüphe yok.
Ama Beşşar
Amerika’dan bu tüyoyu almasaydı İran ve Rusya’ya güvenip orada kalamazdı.
NEDEN?
Çünkü
Daha önce Beşşar ABD tarafından hedef tahtasına konmuş defalarca tokatlanmıştı.
O sırada ne İran ne de Rusya buna karşı herhangi bir şey de yapamamış Türkiye yardımına koşmuştu.
Mesela zamanında Beşşar’a:
Terör örgütlerini destekleyen lider
Ve
Ülkesi de terörü destekleyen ülkeler listesine alınmış, her an cezalandırılması gereken bir mücrim gözüyle bakılıyordu.
Ayrıca
ABD ye göre Beşşar
Kimyasal üretim de yapıyordu. Bunun için de cezalandırılması gerekirdi.
İSRAİL
Peki,
Beşşar’a bu cezayı kim verecekti? Kim yapacaktı bu işi?
Tabii ki,
Amerika’nın bölgedeki Jandarması İsrail…
Ve
İsrail savaş uçakları her Allah’ın günü Beşşar’ın Kasiyun Dağının arkasındaki sarayı üzerinden alçak uçuşlar yapıyor, Beşşar’ın kulaklarının dibinden geçiyordu.
Yetmedi
‘Kimyasal silah üretiyor’ diye Suriye’nin ilaç fabrikaları yine İsrail tarafından bombalanıyordu.
S400 FÜZELERİ
Bütün bunlar yapılırken Beşşar’ın sadık müttefiki Rusya, neden S400 füzelerini Suriye’ye gönderip Beşşar’ı bu zilletten kurtarmadı?
Çünkü
Ortada İsrail var.. daha doğrusu ABD var. Yani tabir caizse sıkar biraz.
Ama şimdi
Özgür Suriye Ordusuna destek vermek için uçaklarımız biraz güneye doğru kaysa, S400 füzeleri hemen uçaklarımıza kilitleniyor.
Böylece
ÖSO nun nihai başarı elde etmesini engelliyor.
Kimin adına?
Görünüşe göre Beşşar adına ama gerçekte ABD adına.
Niçin?
ABD MENFEATİ İÇİN DÜNYAYI ATEŞE VERİR
Çünkü
Özgür Suriye Ordusu nihai zafere ulaşacak olursa kurulacak hükumet ABD nin istediği bir idare olmayacak.
ABD
Suriye’de kendisine bağlı Fantoş bir rejim istiyor
Böyle bir şey gerçekleşmediği sürece çoluk çocuk binlerce yüzbinlerce insanın ölmesi ABD nin umurunda değil.
ABD nin nasıl bir mantığa sahip olduğunu ‘Prison Break’ adlı dizi üzerinden anlatmaya çalıştım.
ABD
Kendisine yar olmayan ülkeleri paramparça etmekten çekinmiyor.
İnsanların ölmesi umurunda değil.
Adamların elinde savaş makineleri ölüm kusuyor.
Uçaklar sivillerin üzerine bomba üstüne bomba yağdırıyor.
Özgürlük için savaşanların eli zayıf olduğu için karşılık veremediği için, dehşetli bir insan zayiatı oluyor.
Bugün
Maalesef durum budur!
Menfaati için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyen hastalıklı bir ruh ile karşı karşıyayız.
KİRLİ PLAN
Peki
ABD yerli ajanları ve Rusya eliyle ÖSO yü başarısız kılınca ne olur?
İran ve Rusya Suriye’ye çöker.
Bu Amerika’yı rahatsız etmiyor mu?
Hayır etmez.
Amerika
Bir ülkenin yerli ve milli güçlerinin iktidara gelmesinden hoşlanmaz. Onlarla pazarlık kolay değil.
Hâlbuki
Rusya ve İran’la Suriye’de uygulamak istediği kirli planı rahatlıkla konuşur.
Yani
ABD Suriye’yi parçalama ve önemli bir parçasını koparma noktasında Rusya veya İran’la anlaşabilir.
Mesela
Suriye’nin kuzeyi yani bizim güneyimizde bir Kürt koridoru açarak petrol ve doğalgazın Türkiye’yi bypass ederek Akdeniz’e ulaşmasını bu ülkelerle konuşabilir.
Ama
Özgür Suriye Ordusu ile ABD böyle bir şeyi konuşamaz.
Aynı şekilde Suriye’de
Kurulacak rejim konusunda da ABD Rusya ve İran’la anlaşır. Ama ÖSO ile ABD anlaşamaz.
İyi de bu şekilde netice de alınamaz…
Halka rağmen nasıl olacak o iş?
Olsun
Amerika için önemli değil ki.
ABD ve şürekası katliam yapmaya devam eder.
Ne zamana kadar?
Mazlumların ahı arşı alaya çıkana ve Amerika şürakasıyla birlikte boynu altında kalana kadar.
Bu o kadar zor değil.. Allah u alem uzak da değil.
Çünkü
Mazlumun ahı indirir Şah’ı.
Emin Batur
CİBUTİ’ de Ne Var Ne Yok
Su yok. Birçok Afrika ülkesinde suyun olmaması sıradan bir şey ancak burada durum farklı… Cibuti’deki susuzluk Diğer Afrika ülkelerinde...
18 Kasım 2016 Cuma 10:44
Su yok. Birçok Afrika ülkesinde suyun olmaması sıradan bir şey ancak burada durum farklı… Cibuti’deki susuzluk Diğer Afrika ülkelerinde gördüğümüz susuzluğa benzemiyor. Nasıl yani? Birazdan anlatacağım ama olmayanları sıralamaya devam edeyim.
Elektrik yok, haliyle sanayi de yok. Var olan elektriğin %99 u Etiyopya’dan alınıyor. Tarım yok. Tarım olmayınca da hayat diğer Afrika ülkelerinden daha pahalı. Altyapı yok Konut var ama konut açığı o kadar fazla ki, ona da yok diyebiliz. …. ….
Yoklar böyle uzayıp gidiyor. Bizim rutin hayatımız içinde farkında olmadığımız çoğu nimetlerin hiç birisi Cibuti’de yok. Bir örnek vermek gerekirse…
WC YOKLUĞU Buradan İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ nin Cibuti’ye yapacağı teknik destek konusunda görüşmeler yapmak üzere 5 kişilik bir heyet olarak gitmiştik. Görüşmeler arasında Cibuti’nin başkenti Cibuti Ville Belediye Başkanı ve 3 tane bakan vardı. Bu sırada Bakanlardan biriyle görüşmeye giderken WC ihtiyacı hasıl oldu. Toplantıya girmeden görevliye WC yi kullanmak istediğimi söyledim.
TELAŞ Görevlinin telaş içinde sağa sola koşturup bu işi nasıl halledeceğini sormasından, çok zor bir istekte bulunduğumu anladım. Neden? Çünkü işlerini halletmek için insanların öbek öbek biriktiği bakanlıkta herkesin kullanacağı WC yok. Görevli, bunu nasıl izah edeceğini bilemediğinden sağa sola koşturup çare aramaya çalışıyor.
Bu arada bakanın özel kalemine toplantıya gireceğimizi, durumun acil olduğunu vs. dil dökmek suretiyle Bakanın tuvaletini kullanmam için yalvarıp durduğunu görüyorum. Adamcağız Özel kalem müdürüne ‘Delegasyon’ falan diyor, arkasından bakan beyle olan toplantıya yetişmemiz gerektiğini anlatıyor ama beriki ‘Bilmem ki, nasıl olur?..’ manasına gelecek bir tavır içinde ne yapacağını şaşırmış vaziyette diretiyor. Nihayet Kıvrandığımı görüp insafa geliyor.
BİR DAMLA TATLI SUYUN KIYMETİ Başlarken su yok demiştim. Aslında Afrika için bu sıradan bir şey ama durum Cibuti’de çok farklı. Şöyle demem lazımdı. Tatlı su yok! Şebekeden gelen suyu kesinlikle ağzınıza alamazsınız. Bırakın ağzınıza almayı dudağınıza değdiği anda yakıyor. Öyle bir acı ki, deniz suyunun tatlı suyla birazcık seyreltilmiş hali gibi bir şey.
OTEL Şebeke suyu deyince aklınıza musluğu açınca suyun hemen geldiğini falan düşünmeyin. Bu zehir gibi suyu da her zaman bulamıyorsunuz. Zaten şehrin her tarafında su şebekesi de yok. Mesela Kaldığımız otelin geceliği 100 $ dı. Bu gibi ülkelerde kişilerin gelir durumu göz önüne alındığında 100 doların ne kadar kıymetli olduğunu söylemeye gerek yok. Böyle bir otelde bile o zehir gibi acı suyu arar olduk. Gittiğim diğer Afrika ülkelerinde de su problemi yaşadık.
Ama Akşam otele döndüğümüzde normal suyla duşumuzu alma imkânını buluyorduk. Cibuti’de o da yok.
İlk kaldığımız gün duş almak isteyen arkadaşlardan biri başında sabun köpüğü olduğu halde öylece kala kaldı. Köpük dediğime bakmayın. Bu kadar tuzlu suyu köpürtecek sabun mu var? İkinci gün uyandığımızda o beğenmediğimiz suyu da bulamadık. Ülke sıcak. Erkenden kalkıp birbiri ardınca katılacağınız toplantılar için üst baş temizliği lazım. Tuvalet ihtiyacı falan derken…
KRAL ve FRANSA O anda bizim ne kadar büyük nimetler içinde olduğumuzu düşünüp içimden hamd ü senalar ettim. Meğerse Biz ülkemizde birer ‘Kral’ gibi yaşıyormuşuz da haberimiz yokmuş. Bir yandan da Fransız sömürgeci monşerlerinin ne kadar gaddar olduklarını düşünerek ‘’Bunların yatacak yeri yok!..’’ diye içimden geçiriyorum. İnsafsızlar yıllarca sömürdükleri ülkeye bir damla tatlı suyu fazla görmüşler. Neyse Bu sıcak havada odamıza bırakılan 2 küçük pet şişeyi gayet dikkatli kullanarak hem içme hem de vücudumuzu silmek suretiyle banyomuzu(!) aldıktan sonra otelden çıkıyoruz.
ABDEST İşte bu ehval ve şerait içinde hazır bakanın tuvaletini kullanma fırsatını yakalamışken abdest alıp çıkayım diyorum. Bakanın odasındaki şebekeden tuzlu acı su akmaz diye düşünüyorum. Ama Öyle olmuyor. Su dudağıma değdiği anda aynı suyun burada da olduğunu görüyorum.
LEVENT KIRCA ve CHP NİN ÇILGIN PROJELERİ Heyetteki arkadaşlardan Zeki Bey İSKİ de çalışıyor. Banyoda arkadaşımızın başındaki sabunlu suyla kaldığına bir yandan gülerken, bir yandan da Zeki beye ‘’Eskiden sizin İSKİ den de çok çektiydik…’’ diye takılıyoruz. Malum 1989-1994 yıllarında İstanbul Belediye Başkanlığını CHP (O zamanki adıyla SHP) kazanmış ve İstanbul büyük bir felaketin eşiğinden dönmüştü. Çöp Patlayan çöp dağları Hava kirliliği Kokudan yanından geçilmeyen Haliç Çürümüş su şebekesine karışan lağım suları.. ki, o tarihte bakanlık açıklamalarda bulunuyor: ‘’Şebeke suyu ile dişlerinizi fırçalamayın lağım suyu karışmış.’’ Diye. İstanbullular İçine lağım suyu karışmış şebeke suyuna bile hasret olduğu günler… Su yok.
İşte o tarihlerde Sanatçı Levent Kırca’nın yaptığı meşhur İSKİ parodisinde duş alan bir İstanbulluyu canlandırır. Duşun tam ortasında her zamanki veçhile sular kesilir. Kırca başındaki köpükle.. kremalı pastaya dönmüş vaziyette İSKİ yi arayarak suların ne zaman geleceğini sorar. Cevap veren memur müşkülpesent birisi olduğu için heyecandan Kırca’nın dili dolaşır ve ortaya çok komik bir ‘İSKİ’ hitabı ortaya çıkar.
İşte o günlerde İstanbul’u susuzluktan kurtarmak için CHP (SHP) nin aklına çok çılgın projeler(!) gelir. Bunlardan biri İstanbul’a su temin eden TERKOS baraj gölüne Karadeniz’den su basmak. Bu ‘Çılgın Proje’ hayata geçirildi ki, ara sıra akan suyun tadı değişik ve tuzluydu.
1977 li yıllarda henüz öğrenciydim. Ve Ne günah işlediysem yine CHP nin İstanbul Belediyesini yönettiği yıllara denk gelmiştim. O zamanlar Menekşe’de oturuyor ve yine sular akmıyordu. Çeşmeden aktığı günlerde de Aynen Cibuti’de gördüğüm acı-tuzlu suya benzer bir su geliyordu. O tarihlerde Belediyenin şebeke suyuna deniz suyu bastığı rivayetleri kulaktan kulağa dolaşıyordu. Ama CHP nin hakkını teslim etmek lazım ki.. şebekeden akan su CİBUTİ’deki kadar tuzlu değildi.
CHP de çılgın projeler bitmez. CHP (SHP) nin o tarihlerdeki ikinci ‘Çılgın Projesi’ de, Gemilerle İstanbul’a su taşımak… O yıllarda nüfusu 9 milyon civarında olan İstanbul’a Yalova’dan tankerle su taşıyacaklardı. Nasıl fikir ama? Bu parlak fikre armatörler olumlu cevap vermeyince iş yatmıştı. Yazık ki CİBUTİ’de böyle parlak(!) fikirli yöneticiler olmadığı için, Cibutililerde su sıkıntısı çekmeye devam ediyor. Neyse Bu vesileyle Afrika’da CHP yi de yad etmiş olduk.
CİBUTİ’DE NE VAR Bu kadar yokluğu saydıktan sonra diyeceksiniz ki, ‘Cibuti’de ne var?’ Cibuti bulunduğu coğrafi bölge itibariyle büyük bir stratejik öneme sahip. Yani stratejik önemi var. Başka? Hızlı bir nüfus artış hızına sahip… 23.200 km2 lik ülkede 950.000 kişi yaşıyor. Nüfus hızla artıyor. Neden?
ÜSLER Çünkü bulunduğu stratejik önemden dolayı ülkeler arka arkaya üs açıyor. Amerika’dan sonra, İngiltere, İtalya hatta Japonya’nın bile burada askeri üssü var. Fransa’nın zaten eskiden beri askeri üssü vardı. Limanlar var. Ve Şu anda 5 liman daha açılmak üzere çalışmalar yapılıyor. Kim yapıyor? Çinliler ve diğer ülkeler.
Çinliler Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’ya kadar tren hattı döşemişler. Gar binasını falan gördük neredeyse bitmiş gibiydi. Afrika’yı hallaç pamuğu gibi altını üstüne getiren Çinliler burada da etkinler. Ve Yap işlet devret modeliyle iş yapıyorlar.
Herkes Cibuti’nin ilerde gelişeceğini, liman kenti olacağı ve ticaretin artacağı konusunda hemfikir… İngilizler ABD nin de desteğiyle CİBUTİ’ den yeni bir DUBAİ çıkarmak için harıl harıl çalışıyorlar.
Durum böyle olunca Cibuti, Etiyopya Somali vs. civar ülkelerden göç alıyor. Kendi nüfus artış hızı da %2.8 olunca.. nüfusu katlamalı olarak büyüyor. Yani Varlıklarından birisi de nüfusu…
DİL MESELESİ Cibuti’nin eski bir Fransız sömürgesi olduğunu söylemiştim. Ama şimdi ABD-İngiliz hegemonyası altında… Ülkede farklı milletler de yaşayınca, ortaya karmaşık bir dil yapısı ortaya çıkıyor.
Eski nesil Fransızca konuşuyor. Yeni nesil İngilizce… Yemen’den göçüp buraya yerleşenler haliyle Arapça konuşuyor. Yerli büyük bir topluluk var AFAR’lar.. onlar Afarca konuşuyor. Somali ve Etiyopya’dan göç edenler Somalicenin İsa şivesini kullanıyor.
Bakanlarla toplantılarda Biz Türkçe konuşuyoruz, heyetten Abdülbasıt Bey İngilizceye, tercüman da onu Fransızcaya çevirince ortaya bi sürü tercüme hatası çıkması kaçınılmaz oldu. Mesela Belediye başkanımız Kadir Topbaş beyle bir müddet önce görüşmeler yapılmış ve biz bunun üzerine gitmiştik. Konuşma esnasında ‘Bakan Bey Valiye teşekkür edip selam gönderiyor’ diye tercüme ettiler.
TİKA Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı burada Büyükelçiliğimize paralel güzel işler yapıyor. Büyükelçiliğimiz işin siyasi yönüne bakarken TİKA teknik ve sosyal yardım işlerine bakıyor. Türkiye’den Çöp kamyonu, ambulans ve otobüs yardımını TİKA koordine ederek yetkililere teslim etmiş bulunmaktadır.
Şehrin önemli bir yerine meydan düzenlemesi yaparak sosyal hayatın şekillenmesine katkı sağlamış oldu. Ancak Ülkede su ve elektrik sıkıntısı yüzünden meydandaki düzenlemeye su ve elektrik hala bağlanmış değil.
Cibuti TİKA başkanı Mikail Bey Şavşatlı… Mikail Beyin Cennet gibi Şavşat’ı bırakıp Burada canla başla çalışarak bir şeyler yapma gayretine hayran olduk.
YİNE FRANSIZLAR Fransızların bastığı yerde ot bitmez. Sömürdükleri ülkeleri adeta taş devrine çevirirler. Laik geçinirler. Dinle imanla ilgileri olmadığından bahsederler. Ama Bu Laik Fransızların işgal ettikleri ülkelerde Kilise ve büyük Katedraller yapmaktan geri kalmazlar. Yolda geçerken bu kiliselere rastladık. Nüfusun neredeyse tamamı Müslüman olan bir ülkede Fransızlar salyangoz satmaya devam ediyor.
Bizim Laik-Kemalistlerin kulakları çınlasın. Laik Fransızlara baksın da ibret alsınlar. Taksim’e cami yapılacak diye yapmadıklarını bırakmadılar ama Laik Fransızlar Kiliselerini en merkezi yerlere yapıyor.
DSİ Bizim DSİ Cibuti’ye Baraj yapma sözü vermiş. Bence bu çok hayırlı bir hizmet olur.
FARKIMIZ Bizim Avrupa ve ABD ile olan farkımız bu! Onlar Sömürmek öldürmek için Cibuti’ye gider biz yardım için yaşatmak için gideriz. Biz Baraj yaparız onlar askeri üs yapar. Biz Hasta taşımaları için ambulans göndeririz, onlar silah satar, sonra araya fitne sokar ki, garibanlar birbirini öldürsün. Biz Çöp kamyonu göndeririz çöpler ortadan kalksın, hastalık yayılmasın, onlar gelir bu ülkelere çöplerini boşaltır.
Bu hizmetlerin devamı için TİKA orada bina tutmuş büyük bir fedakarlıkla çalışıyor.. Sancaktepe Belediyesi ile ‘Kardeş Şehir’ yapılarak ufak tefek hizmetlerin devamı sağlanıyor. İşte biz böyleyiz! Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek bu halimizi ne güzel anlatmış:
Kırılırda birgün bütün dişliler, Döner şanlı şanlı çarkımız bizim. Gökten bir el yaşlı gözleri siler. Şenlenir evimiz barkımız bizim. Yokuşlar kaybolur çıkarız düze. Kavuşuruz sonu gelmez gündüze. Sapan taşlarının yanında füze, Başka alemlerle farkımız bizim. Kurtulur dil,tarih,ahlak ve iman. Görürler nasılmış neymiş kahraman. Yer ve gök su vermem dediği zaman, Her tarlayı sular arkımız bizim. Gideriz nur yolu izde gideriz. Taş bağırda, sular dizde, gideriz. Bir gün akşam olur, bizde gideriz. Kalır dudaklarda şarkımız bizim.
Emin Batur
.
HİÇ TE YANILMADIK KARDEŞİM!
Bu ne kibir böyle… Biraz bi durun hele.. bi nefes alın. Yeni Anayasayı oylayacağımız Referandum için yavaş yavaş tarafların...
5 Şubat 2017 Pazar 17:20
Bu ne kibir böyle…
Biraz bi durun hele.. bi nefes alın.
Yeni Anayasayı oylayacağımız Referandum için yavaş yavaş tarafların belli olduğu bu günlerde,
HAYIR oyu kullanacağını söyleyenler farklı bir yöntem uygulamaya başladı.
Yeni Anayasanın mahzurları ve faydalarını konuşmak yerine,
İşi
Cumhurbaşkanı ve hükumeti geriye dönük yaptıklarıyla yıpratma kampanyasına dönüştürdüler.
Onlara göre bugüne kadar bütün söyledikleri doğru ve isabetli.. onlar hiç yanılmadı.
Hükumetin tüm yaptıkları ise yanlış.
Bunu o kadar kati bir şekilde söylüyorlar ki.. kendilerine hiç bir yanılma payı da bırakmıyorlar.
Halbuki
Erbakan Hocamız ‘İrfan’ı tarif ederken:
‘’Benim söylediklerim doğru ama yanılıyor olabilirim. Senin söylediklerin yanlış ama doğru olabilir..’’ derdi.
‘YA YİNE YANILDIK’ DERSENİZ
Böyle anlamsız bir kurnazlık üzerine kurmuşlar HAYIR kampanyalarını.
Onlara göre Suriye, Irak, Libya, FETÖ, Ergenekon, ABD, PYD, PKK HDP konularında Sayın Cumhurbaşkanımız yanılmış, onlar yanılmamış.
Hükumetin OHAL kararı da yanlışmış.. Fırat Kalkanı da…
Hatta doların 4 lira olması da HAYIR demeyi gerektiriyor.
Daha fenası da var:
‘’Başkanlık sistemine geçildiğinde Ahmet Necdet Sezer, Çevik Bir veya Demirel gibi biri seçilirse ne yapacağız?’’ Gibi endişeleri de var.
Endişeler öyle sürüp gidiyor.
BU KADAR YANLIŞ BİR ARADA OLUR MU?
Hani derler ya.. bunun neresini düzelteyim?
Bir defa sizin içinde yer aldığınız HAYIR bloğunun majörlüğünü yapan CHP.. A. Necdet Sezer, Çevik Bir, Demirel vb. gibi birinin seçilme ihtimalini görse hiç yeni anayasaya HAYIR derler mi?
İkincisi
A.Necdet Sezer, Çevik Bir veya Demirel’i Halk mı seçmişti?
Üçüncüsü
Hadi diyelim ki, Demirel ve Sezer’i meclis Cumhurbaşkanlığına seçti.. Peki Çevik Bir Karadayı ve diğer generallerin sistem içinde bu kadar güçlü olmaları.. seçilmiş meşru hükumete ayar vermeye kalkmaları, bu çürük sistemin neticesi değil mi?
Yani sizin yeni anayasada yanlış gördüğünüz şey; zaten şu anda mevcut sistemle mündemiç.
OHAL
Arkadaşlar OHAL dan dolayı da yeni anayasaya karşı olup HAYIR kullanacaklarmış.
Hani bunu HDP dese haklı.. CHP dese o da haklı. FETÖ dese o tamamen haklı.
Neden?
FETÖ zaten paralel devlet kurmuş. Köşe başları elinde ve sırtları 657 ye dayalı. Yani OHAL olmadan bunları söküp atmak mümkün değil.
CHP de haklı.
Çünkü bürokrasinin bel kemiği hala CHP li.. Sistem onların sistemi. Aslında bu sistem devam ettiği sürece CHP nin iktidarda olup olmaması önemli değil. Hükûmet olmasalar da devlet organları ellerinde.
Yani CHP nin canhıraş bağrışları boşuna değil..haklılar. Oy almadan hep iktidarlar çünkü.
Peki, bizimkilere ne oluyor?
HDP yi zaten söylemeye gerek yok.
Genel başkanları, Belediye Başkanları, Milletvekilleri OHAL olduğu için tutuklanabilmiş.. tabi ki karşı olacak.
Peki, size ne oluyor?
Siz
Güneydoğu’da mahallelere hendek kazmak için ilk kazma vurulduğunda ‘neden OHAL ilan edilmiyor?’ diye muhalefet görevinizi yapacağınıza.. Şimdi onların yanına geçmiş OHAL a HAYIR diyorsunuz.
FIRAT KALKANI
Fırat Kalkanı olduğu için HAYIR diyeceklermiş. Buna cevap vermek bile abes.
Halbuki
Kilis’e mermiler, havan topları falan düşerken öyle konuşmuyorlardı.
Buna benzer neden HAYIR dediklerine dair birçok sebep sıralamışlar.
Ancak çoğu ‘Yeni Anayasa’ ile alakası olmayan ilgisiz şeyler.
Hele bi tanesi var ki…
ERGENEKON
Onlara göre Ergenekon’da da yanıldık demişiz.
Devlet büyükleri maslahat icabı böyle sözler kullansa bile, kamuoyu işin farkında…
Yani
Biz Ergenekon’da falan hiç te yanılmadık kardeşim.
Ergenekon da vardı.. Ayışığı da vardı.. Yakamoz da vardı.
Ve
Ne Dalan masum ne, Çevik Bir, ne de İ. Başbuğ.
Ama
FETÖ belası bunların hepsini silip süpürdüyse bu yanılma değil stratejiydi.
Üstelik
O Ergenekon mahkemelerinde senin liderin benim liderim bizim haklarız savunuldu.
Bunun için teşekkür etmen gerekirken, bundan dolayı bile HAYIR diyorsan o senin bileceğin iş.
Şimdi gelelim asıl meseleye:
HAYIR cıların ‘yanıldınız..’ dedikleri
SURİYE meselesi üzerinde birazcık durmak istiyorum.
SURİYE
Onlara göre Suriye politikası yanlış.
Baştan beri yanlış olduğunu söylemişler de hükumet onları dinlememiş.
Şimdi bunu duyan da
Suriye’de gösteriler başlar başlamaz Hükumet göstericilere: ‘Ne duruyorsunuz? Davranın silahlara!.. Arkanızda ben varım.’ falan dediğini zannediyor.
GERÇEKTE NE OLDU?
Suriye ile ilgili
Meseleye 3 kademede bakmamız gerekiyor:
1- Arap baharı öncesi Suriye’nin durumu
2- Arap Baharı başladıktan sonra olayların Suriye’ye sıçrayıncaya kadar geçen zaman
3- Suriye’de muhalefetin meydanlara indikten sonra geçen süreç
ARAP BAHARI ÖNCESİ SURİYE
Beşşar Esad’ın babası Hafız Esad 1970 yılında yaptığı darbe ile Suriye’de iktidara geldikten sonra, Türkiye ile arası hep limoni olmuş ilişkiler bir türlü normal iki komşu ülke seviyesinde yürümemiştir.
Hafız Esad’ın
1982 yılında Suriye muhalefetini bastırmak için Hama ve Humus’ta yaptığı katliamlardan sonra ise hem halk olarak hem de hükumet olarak Suriye ile ilişkiler kopma noktasına gelmişti.
Şimdi burada durup bir hatırlatmada bulunmak istiyorum:
Şu anda hükumet Beşşar Esad ve İran’la görüşüp işi barışçıl yollarla çözsün diyen arkadaşlar var ya.. o günlerde hükumetimizin neden muhaliflere destek vermediğini.. muhaliflerin katliama uğramasına hükumetimizin neden göz yumduğunu hep sorgulamış gözyaşlarını içlerine akıtmışlardı.
Ancak
O günkü hükumetin bizim dünya görüşümüzle alakası bulunmadığından ‘böyle bir şey beklemek abes olur..’ der geçerdik.
Ve
O gün istediğimiz şeyi bugün bu hükumet yapıyor diye aynı arkadaşlar acımasız bir şekilde tenkit ediyorlar.
Kaldığımız yerden devam edelim.
Hafız Esad çetesinin Müslümanlarına çektirdikleri acılar yüzünden, Erbakan Hocamızın kurduğu 54. Hükumet döneminde bile ve Hocamız İslam ülkelerine bu kadar değer verdiği halde Suriye ile kayda değer bir gelişme yaşanmamıştır.
Ne zamana kadar?
‘’SURİYE İŞGAL EDİLİYOR..’’
2003 yılına kadar.
Hoca
Batı dünyasının
Suriye’yi işgal etmek için harekete geçtiğini erken fark etmiş ve hükumeti bu konuda uyarmıştı.
Erbakan Hoca
Asıl hedefin Türkiye olduğunu, Suriye’nin bunun için işgal edileceğini de daha sonra söyleyecekti.
Hoca
Bunları söylerken ortada Arap baharı ile ilgili en ufak bir hareket yoktu.
Ancak batı dünyası
Bütün Arap ülkelerini bir yana koyarak, sadece Suriye ile ilgilenmeye başlamış hedef tahtasına koymuştu.
Başta Amerika olmak üzere batılı liderler açıklama üstüne açıklama yapıyor, Suriye’nin terörü desteklediği yönünde kamuoyu oluşturuyorlardı.
CEZALANDIRMA İŞİ İSRAİL’E VERİLİYOR
Suriye terörü destekleyen ülkeler listesine aldıktan sonra, bu sefer işgal için başka sebepler aranmaya başlandı.
Bahane hazırdı.
Suriye Kimyasal silah üretiyor diye batı medyası haber yapmaya başlamıştı bile.
Kanıt aramaya gerek yoktu.
Onlar karar vermiş infaz işi de İsrail’e havale edilmişti.
Bu İsrail için bulunmaz bir fırsattı.
Suriye defalarca İsrail tarafından bombalandı.
Ve
Neredeyse
Her gün Beşşar Esad’ın Şam’daki sarayının üstünden alçak uçuşlar yaparak gözdağı verdi.
İsrail’in bu alçaklığına
O günlerde en sert cevabı Başbakan Erdoğan verdi.
BEŞŞAR KISKACA ALINIYOR
O yıllarda
Ak Parti iktidar ve Tayyip Bey Başbakan olmazsa planları tıkır tıkır işleyecekti.
Belki
Arap Baharına gerek kalmadan Suriye işgal edilecek böylece Türkiye kıskaca alınacaktı.
Peki,
Bu plan nasıl işliyordu?
HARİRİ ÖLDÜRÜLÜYOR
Suriye’nin arka bahçesi olan Lübnan Başbakanı R.Hariri öldürülerek suçu Beşşar Esad’ın boynuna atmışlardı.
Böylece
Yıllardır Lübnan’da asker bulunduran Suriye, bir gecede tüm askerini çekmek zorunda kaldı.
Bu da yetmiyor
Lübnan halkı günlerce Suriye ve Beşşar aleyhine gösteriler yaparak düşman haline getirildi.
Bu arada Lübnan’da çok güçlü olan Beşşar’ın dostları Hizbullah ve İran ne yapıyordu bilmiyoruz.
ÜRDÜN
Ürdün Ortadoğu’da İngilizlerin payına düşen bir ülke…
Ve
Beşşar Esad’ın Nusayri mezhepçi iktidarına karşı taban tabana zıt bir mezhebe bağlı Haşimi ailesi tarafından yönetiliyor.
Bundan dolayı
Ürdün-Suriye arası öteden beri iyi değildir.
Ayrıca
Ürdün İsrail’i tanıyan bir ülke… Bundan dolayı da araları iyi değil. Bunun niçin böyle olduğunu anlatmak uzun sürer..konu dağılır. Şimdilik bu kadarla iktifa edeyim. Aslında bölgedeki bütün Arap rejimleri İsrail ile anlaşmak için can atıyor da.. Neyse.
IRAK
O yıllarda Irak Amerikan işgali altında olduğu için Suriye’nin doğu kapısı da kapalı.
Yani Beşşar
Batıda Lübnan, Güneyde Ürdün, Doğuda Irak (aslında o günlerde ABD) ile çepeçevre kıskaca alınmış vaziyette idi.
Amerikalılar
Suriye’nin Türkiye ile arasının öteden beri limoni olduğunu bildikleri için Suriye’nin Kuzeyden de kuşatıldığını böylece çembere alındığını düşünmüşlerdi.
Bundan o kadar eminlerdi ki, bu konuyu Türkiye ile konuşma gereği bile duymamışlardı.
HÜKUMET MESAJI ALIYOR
Ancak
Erbakan Hocamızın yaptığı açıklamalar neticesinde hükumet harekete geçerek ABD nin oyununu bozuyor.
Gırtlağına kadar batmış Beşşar Esad’ı kolundan tutup çekip çıkarıyor.
Suriye ile
Sınırlar kaldırılıp neredeyse pasaportsuz sadece kimlikle geçiş yapan vatandaşlar.. ortak hükumet toplantıları falan derken batılılar çılgına döndü.
Batı dünyasının
Yıllarca üzerinde çalışıp olgunlaştırdıkları plan böylece suya düşüyor.
Buraya kadar anlattıklarım Suriye ile ilgili meselenin birinci kademesini teşkil ediyor.
2. KADEME
ARAP BAHARI BAŞLADIKTAN SONRA
Amerika ve İngilizlerin kurguladığı A planı bozulunca.. daha riskli olan B planına geçtiler.
‘Arap Baharı’ dedikleri bu plan çok riskliydi.
Örnek olarak Mısır’da darbe başarılı olamayıp Mursi iktidarda kalabilir ve Mısır ellerinden kayıp gidebilirdi.
Batı dünyasının bizi bir şeye inandırması gerekiyordu.
Neydi o?
Arap Baharının Suriye İşgali ile bir ilgisinin olmadığını, bunun Arap ülkelerinin diktatörlerden kurtulma mücadelesi olduğunu,
Binaenaleyh
Arap halklarının da demokrasiden istifade etme haklarının olduğunu söyleyerek bizi ikna etmeye çalıştılar.
İkna olduk mu?
Hayır!
Ne zamana kadar?
Kaddafi ve Mübarek devrilip Beşşar Esad bizim uzattığımız eli bırakıp İran ve Rusya’nın elini tutuncaya kadar.
O zaman mı ikna olduk?
Hayır! Yine ikna olmadık.
Ama
Direnecek gücümüz zayıfladı.
Böylece biz
Bütün oyunu ABD-İngiliz ekseni üzerine kurmuşken şimdi oyuna Rusya ve İran’da dahil oluyordu.
Gözümüzü karartıp girsek hem büyük kayıplar verecek hem de mezhepler savaşını başlatmak gibi bir büyük bir fitneye sebep olacaktık.
Peki, ne yaptık?
En uygun zamanı kollayıp hiçbir devletin itiraz edecek gücü kalmadığı bir ortamda ‘Fırat Kalkanı’ harekâtını başlattık.
Peki
ABD ne yaptı?
Türkiye
Batının hesaplarını boşa çıkardıktan sonra,
Batı dünyası Suriye’yi işgal için nasıl bir yöntem izledi?
TUNUS
Suriye’ye en uzak nokta olan Tunus’tan ‘Arap Baharı’ adıyla bir planı devreye soktular.
Aslında bu işe Fas ve Cezayir’den başlayacaklardı ama o halklar bazı demokratik haklar elde ettikleri için inandırıcı olmazdı.
Çünkü plan ‘Arapların diktatörlerden kurtulması..’ üzerine kurulmuştu.
Hata yapmak istemediler.
Bundan dolayı işe Tunus’tan başladılar.
Orada gözle görülür elle tutulur bir diktatör vardı.
BUAZİZİ
Bir gün bir baktık seyyar satıcılık yapan bir Tunuslu arabasına el koyan zabıtayı protesto için kendini yaktığı ve olayların giderek büyüdüğü yönünde haberler gelmeye başladı.
Aslında
Bu olay Arap ülkeleri için sıradan bir olay.
Ama
Batı ajansları bu işi öyle bir servis ettiler ki, kimse işin farkına varmadı.
İlk defa bir Arap ülkesinde meydana gelen bir olaydan, tüm dünya bütün ayrıntılarıyla haberdar oluyordu.
Biz de seviniyorduk.
Bir diktatörün devrilmesi bizim de arzuladığımız bir şeydi.
Oyun çok uzakta tezgâhlanmıştı.
Yani meselenin iç yüzünü
Fark etmek kolay değildi.
Derken
Diktatör Bin Ali uçağına atladığı gibi ülkesinden ayrıldı.
Arkasından
İktidara bizim gönüldaşlarımız gelmez mi?
Sevinçten havalara uçuyoruz.
O Tunus ki,
Kadınların sokakta bile baş örtü takmasının yasak olduğu bir ülke iken.. şimdi bakanlık koltuğuna baş örtüsüyle oturan hanım efendi bakanların milletvekillerin olduğu duruma gelmiş. Nasıl sevinmeyelim?
Bundan iyisi Şam’da kaysı…
Nereden bilelim
Keferelerin Şam’da kaysı yerine zehir hazırladığını.
LİBYA
Tunus devrimini tam bir sevinçle karşıladık ama iş Libya’ya gelince Tunus gibi sevinmedik.
Biraz buruk bir sevinç oldu.
Nede olsa Kaddafi’nin geçmişte Türk halkına karşı yaptığı iyilikler vardı.
Gerçi
Erbakan Hocamızın Libya ziyaretinde pot kırmış bunu fırsat bilen batı entelijansiyası haberi allayıp pullayıp yerli işbirlikçilerine servis ederek Hocamızı zor durumda bırakmıştı ama…
Maalesef Kaddafi
Son zamanlarda ele avuca sığmaz bir görüntü arz ediyor, iyice zıvanadan çıkmış bir sürü absürt hareketler yapıyordu.
Buna rağmen onun devrileceğine ihtimal vermiyorduk.
O zamanki Başbakanımız
Sayın Erdoğan’da ihtimal vermiyor veya oyunu görmüş Kaddafi’nin devrilmesini istemeyen bir beyanatta bulunmuştu.
Ancak
Adamlar planı yapmış ve uygulamaya koymuştu.
TRANSATLANTİKLERİMİZ SAVAŞ GEMİLERİMİZ
Başbakanımız böyle beyanat verdi ama söylediklerini kim kale alır?
Fransa
Libya’yı bombalamaya başlamıştı bile.
Ve
Libya’yı bombalamaya başladığında ortada BM kararı bile yoktu.
Kim ne yapabildi?
Arkadaşlarımız soruyor: Başbakan neden sahip çıkmadı diye.
Başbakanımız sahip çıktı
Ama
Başbakanımızın söylediklerinin ağırlığı olması için, bizim Transatlantiklerimizin savaş gemilerimizin uçak gemilerimizin Libya önlerinde, Atlas Okyanusunda demirliyor olması lazım. Yoksa kimse sizin sözünüze bakıp Libya’yı bombalamaktan vaz geçmez.
İŞİN RENGİ BELLİ OLUYOR
İşin rengi Kaddafi’nin feci şekilde öldürülmesinden sonra yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı ama yapacak bir şey yoktu.
Kaddafi
Aynen Saddam Hüseyin’e benzer bir uygulama ile katledildi.
Saddam dehlizden çıkarıldı.
Kaddafi kanalizasyondan.
Saddam
Bayram sabahı idam edildi.
Kaddafi linç edilerek öldürüldü.
Bütün bunlarda
İslam dünyasına verilen bir mesaj vardı.
O da
‘’Bize tabi olmayanları, baş kaldıranları böyle yaparız..’’ mesajıdır.
MISIR
Meselenin gidişatından biraz işkillenir gibi olduk ama
Bu şüphelerimizi Mısır’la giderdiler.
Mısır’da diktatör Mübarek devrilip yerine Mursi gelince gerçekten de bu işin Arap ülkelerindeki diktatörlerin işini bitirme operasyonu olduğuna inanmaya başladık.
İNGİLİZLER BÜYÜK OYNADI
Mısır’da Mursi’nin iktidara gelmesi büyük bir hadiseydi.
İngilizler büyük bir risk aldı.
Mursi’den sonra Mısır tekrar İngilizlere dönmeyebilirdi.
Ama
Yüzyıldan uzun bir süredir Mısır’ı elinde tutan İngilizler demek ki bu hesapları iyi yapmıştı.
İngilizlerin
Türkiye’deki medya uzantıları bile Mursi’nin iktidara geldiği günlerinde neler yazdıklarını hatırlarsanız planın nasıl da tıkır tıkır işlediği anlaşılır.
Bu sırada
Mursi Türkiye’ye geliyor. Reis Kahire’de halka hitap ediyor
Türkiye Mısır arasında hızlı bir trafik işlemeye başlamıştı.
Yani
Neredeyse Türkiye Mısır tek ülke olma noktasına hızla ilerliyordu.
Her konuda mutabık olan iki ülke Suriye meselesini de suhuletle çözeceklerine inançları vardı.
SURİYE
BEŞŞAR VE ERDOĞAN
Suriye’de olaylar 2011 de başlamıştı.
Ve
Başladığında her hangi bir silahlı eylem falan yoktu.
İnsanlar demokratik hakları için yürüyüşler yapıyor, haklarını talep ediyordu.
Rejim ne yaptı?
Yürüyenleri keskin nişancılarla vurarak yere serdi.
Yakaladığı protestocuları ağır işkenceler altında şehit etti.
Bütün bunlara rağmen
Reis
Beşşar’ı arayarak makul olana çağırıyor, ayağına defalarca Dış işleri bakanı Davutoğlu MİT müsteşarı Fidan’ı gönderiyor olayları yatıştırmaya çalışıyordu.
Hatta
Beşşar Esad’a : ‘’Aday olursan senin seçim kampanyana bizzat kendim katılacağım..’’ dediğini o günkü medya yazmıştı.
Bütün bunlara rağmen Beşşar İran ve Rusya’ ya güvenip katliam yapmaya.. hapishaneleri mazlumlarla doldurmaya başladıysa biz ne yapabilirdik?
‘İyi yaptın Beşşar!’ mı demeliydik?
Adam
Savunmasız insanlara ateş ediyor
İsrail’e karşı bir kere bile kullanmaya cesaret edemediği uçaklarla kendi vatandaşlarını bombardıman altına alıyor.
Ne demeliydik kardeşim?
Kimin yanında olmalıydık?
O sırada siyasilerimizin maksadı aşan bir-iki lafı olmuş olabilir.. o laflar söylenmeseydi daha iyiydi.
Ama
O bir-iki laf için baştan beri duruşumuz yanlış mı? Hayır! Yanlış değil.
Yani
Bugünden neticelere bakıp ehkam yürütmek yerine
O güne gidip o gün neler oldu ona bakmak lazım.
O zaman yanılıp yanılmadığımız anlaşılır.
Tam aksine ülkemiz ve liderimiz mazlumlara sahip çıkarak şeref duyacağımız bir duruş sergiledi.
Asıl yanılan bizler değil.. hala Beşşar’ın yanında durmaya devam edenlerdir.
Meselenin özü şu:
Suriye meselesinde başından beri doğru yerde duruyoruz.
Ancak
Gücümüz bu kadarına yetti.
Emin Batur
ASİMETRİK SAVAŞ İCAD OLDU MERTLİK BOZULDU
2. Dünya savaşı bittiğinde Savaşa katılan ülkelerde büyük bir yıkım yaşanmıştı. Öyle ki, ABD hariç savaştan galip çıkan devletlerle,...
16 Ocak 2017 Pazartesi 11:02
2. Dünya savaşı bittiğinde
Savaşa katılan ülkelerde büyük bir yıkım yaşanmıştı.
Öyle ki,
ABD hariç savaştan galip çıkan devletlerle, mağlup olanlar arasında neredeyse fark kalmamıştı.
Örnek olarak;
Savaş bittikten sonra İngiltere’de halk.. ekmeği bir müddet karneyle almak zorunda kalmıştı.
Hâlbuki
İngiltere hem 1. Dünya savaşı, hem de 2. Dünya savaşından galip çıkan bir devletti.
Galip devletler
Savaşın getirdiği yıkımın şokunu atlattıktan sonra bir daha böyle top yekûn bir savaşa girmemek üzere kendi aralarında centilmenlik(!) anlaşmaları yaptılar.
Ancak
Bu anlaşmalar dünyada savaşların biteceği manasına gelmiyordu.
Güçlü ülkeler
Birbiriyle doğrudan savaş yerine ‘Asimetrik Savaş’ diyeceğimiz bir yöntemle kavgalarını sürdürme kararı almışlardı.
TERÖR ÖRGÜTLERİ
Terör örgütlerini kurma (besleme) fikri böyle ortaya çıktı.
Bu örgütler vasıtasıyla galip devletler sömürdükleri ülkeleri terbiye edecek, kendilerine rakip olan ülkelere de gerektiğinde el-ense çekilecekti.
Bugün Ortadoğu’da cirit atan
DAEŞ, PKK, PYD, FETÖ, BOKO HARAM vb. örgütler bu maksatla kurulmuştur.
Peki,
Her iki dünya savaşından galip çıkan batı dünyası, elinde bu kadar sömürge alanları varken hala neyin peşinde koşuyor?
Geri bıraktığı mazlum milletlerden ne istiyor?
Bu terör örgütlerini neden besliyor?
EMPERYALİST BATI
Çünkü batı dünyası kazandıkları ile yetinmiyor.
Savaşın bittiği gün kendileri dışında kalan tüm dünya milletlerini köleleştirmek için plan üstüne plan yapmaya başlamışlardı bile.
Batının doymak bilmeyen ihtirası dünyayı yeni savaşlara doğru sürükledi.
Ama
Bu sefer savaşın şekli değişmişti.
Ancak
Asimetrik savaşı başlatacak örgütler o gün için çok güçlü olmadıklarından,
Bu işi yapma görevi
Kendilerine yakın duran küçük-güçsüz ülkelere havale edildi.
Bu ülkelere:
‘Bizim adımıza savaşacaksınız!..’ diyecek halleri yoktu.. ‘Sizi korumak için bünyemize katıyoruz..’ diyeceklerdi.
Kendi ayakları üstünde duracak kadar güçlü olan ülkeler bu dolmayı yutmadı.
Yugoslavya
Bunlardan biriydi.
Bu iki pakta girmeyerek yıkılıncaya kadar Avrupa’nın güçlü ülkelerinden biri olma başarısını sürdürmüştür.
Ancak
Onun bu dik duruşunu Avrupa hiçbir zaman unutmadı.
Ve
Zamanı geldiğinde öldürücü darbesini vurup Yugoslavya’yı paramparça etti.
Neyse.
NATO ve VARŞOVA PAKTI
Bu güçsüz ülkelerin bir kısmı
ABD nin patronluğunda NATO şemsiyesi altında toplanırken, doğu dünyası dediğimiz kesim de,
Rusya patronluğunda VARŞOVA Paktı adı altında toplandı.
NATO ve VARŞOVA Paktı küçük ülkeleri kendi güvenlikleri için değil, patron ülkelerin kirli emellerine hizmet etmek için buraya toplanmışlardı.
Nitekim
Çekoslovakya, Macaristan, Afganistan işgal edildiğinde Rusya Varşova Paktındaki ülkelerden istifade etmiş.. ABD G. Kore’yi 51. Eyaleti yapmak için harekete geçtiğinde NATO ülkelerinden faydalanmıştı.
COMMONWEALTH FRANKOFON
ABD ve Rusya
Bunları yaparken savaştan galip çıkan İngiltere ve Fransa’da boş durmuyor, onlarda kendi adlarına Asimetrik savaşı yürütecek oluşumları yapıyordu.
1931 yılında sadece 4 ülke ile kurulan Commonwealth, NATO kurulduktan sonra hızla genişleyerek 50 ye yakın ülkeyi kapsamıştır.
Fransa ise
Başta Afrika ülkelerini kapsayacak şekilde, ülkeleri kendi şemsiyesi altında Frankofon adıyla örgütlemiştir.
İngiltere ve Fransa her ne kadar NATO üyesi ülkeler ise de,
NATO dan ABD kadar istifade edemeyeceklerini bildiklerinden bu oluşumlara ihtiyaç duymuşlardır.
ASİMETRİK SAVAŞ
GALİP ÜLKELER ARASINDA DA VAR MIDIR?
* Evet vardır.
Hem de büyük bir şiddetle devam ediyor.
Biz sadece ABD-Rusya mücadelesini görüyoruz.
Hâlbuki savaş
Ukrayna üzerinden Avrupa- Rusya
Afrika üzerinden ABD-Fransa
Ortadoğu üzerinden ABD-İngiltere arasında bütün şiddetiyle devam ediyor.
Ancak
Savaş Asimetrik olarak devam ettiği için çoğu bunun farkında değil.
POTSDAM VE YALTA KONFERANSI
- Emperyalist ülkeler Asimetrik Savaşa ne zaman karar verdi?
- 2. Dünya savaşından hemen sonra…
Potsdam ve Yalta konferanslarından sonra bu karara vardıkları anlaşılıyor.
Bu konferanslarda
Hem dünyayı kendi aralarında pay ettiler hem de savaşmak gerektiğinde, kendilerine bağlı piyon devletleri ileri sürerek ellerini ateşe sokmayacaklardı.
İngilizler
Bunun denemesini daha önce yapmış ve iyi netice almışlardı.
Büyük ihtimalle fikir yine İngilizlerden çıkmıştır.
ÇANAKKALE
Malum olduğu üzere
İngilizler
Çanakkale savaşında bize karşı en büyük deniz ve kara kuvvetlerini göndermiş büyük zayiatlar vererek geri çekilmek zorunda kalmışlardı.
Hatta
Zamanın en büyük gemisi sayılan Birleşik Filonun amiral gemisi Ocean, Seyit Onbaşının attığı top mermisi ile batırılmış, İngilizler büyük bir moral bozukluğuna uğramışlardı.
Bundan dolayı
İngilizler bizimle bir daha karşı karşıya gelmemiş daha sonraki savaşta Yunanları üzerimize salmışlardır.
Bu aslında
İlk asimetrik savaş sayılır.
KORE SAVAŞI
Kore savaşı da bir asimetrik savaştır.
Amerika’nın Kore’ye el koyma projesidir.
O yıllarda örgütler çok güçlü olmadığı için bu işe ülkeler alet edilmiş ve netice alınmıştır.
Olan bizim gibi ülkelere olmuş
‘Sen sağ ben selamet’ hesabı
G. Kore ABD nin, K. Kore Çin’in payına düşmüştür.
ABD ve Çin Rusya direkt birbiriyle savaşmamış
Kendilerine bağlı ülkeler üzerinden kozlarını paylaşarak neticeye ulaşmışlardır.
Maalesef
Türkiye o yıllarda bu işe karıştırılmış.. bizim olmayan bir savaşın içinde kendimizi bulmuşuzdur.
KORE 51. EYALET
Neticede
KORE ye yardım için giden bütün milletler geri çekilmiş, G. Kore ABD nin 51. Eyaleti mesabesine indirgenmiştir.
Bugün
G. Kore’nin ne milli ne dini hiçbir karakteri kalmamış, ABD nin Protestan dini emellerine hizmet eden bir misyoner ülke konumundadır.
Dünya çapındaki markaları da ABD hesabına yazabilirsiniz.
VİETNAM
ABD kaba kuvvetine güvenip
Vietnam meselesini kimseyi ortak etmeden çözmek istemiş.. ağır bir yenilgi alarak geri çekilmek zorunda kalmıştır.
Bundan sonradır ki,
ABD
İngilizlerin sofistike asimetrik savaş oyununa dahil olmuştur.
AHLAKSIZ BATI
BİR TAŞLA 2 KUŞ VURMAK İSTİYOR
Batı
Terör örgütlerini kurup içimize salarken bir taşla iki kuş vurma hesabı yapıyor.
Hem ülkelerimizi işgal altında tutacak
Hem de bunların Müslüman kisvesini kullanarak İslam’a saldıracak.
Kendilerine bağlı yerli ve yabancı medya vasıtasıyla da kamuoyunu yönlendirmek suretiyle neticeye gideceğini sanıyor.
Hem bizimle müttefik olduğunu söylüyor
Hem bizimle savaşan alçak saldırılar suikastlar yapan terör örgütlerine yardım ediyor.
‘Siz değil miydiniz DAEŞ in terör örgütü olduğunu söyleyen.. hadi buyurun!’ dediğinde, ‘bunlar terör örgütüdür, kelle kesiyor..’ diyen ülkelerin hiç biri destek için yardıma gelmedi.
Tam aksine
Başka bir terör örgütü olan PKK PYD vb. lerine silah mühimmat desteği vererek ahlaksızlıklarını bir daha göstermiş oldular.
BAĞIMSIZLIK SAVAŞI
Ve
DÖVİZ KURLARI
Bugün
ABD-İngiliz-Alman ittifakına karşı ülkemiz bağımsızlık savaşı vermektedir.
Üzerimize hem örgütleriyle hem de ekonomik yaptırımlarla geliyorlar.
Döviz kurları ile oynamaları doları yükseltmeleri vs. Asimetrik savaşın bir başka boyutudur.
Bu ne kadar sürer bilmiyoruz.
Ancak şunu iyi biliyoruz ki,
Batı
Dünkü kadar güçlü değildir.
Elinde silah, teknoloji, medya, istihbarat ve para gücü var.
Ama
Bütün bunlara rağmen batı inişe geçmiş bulunmaktadır.
Çünkü
Batı bütün manevi değerlerini yitirmiş vaziyettedir.
Maddi olarak da çöküşün yolunu tutturmuş gidiyor.
Avrupa’da 2-3 devlet haricinde hepsi debeleniyor.
Manevi-moral değerleri aile yapısı neredeyse sıfır…
Bize gelince…
Biz de dünkü biz değiliz.
Karşılarında her dediklerini yapan bir Türkiye yok artık.
Sanayi, ekonomik, askeri ve siyasi irade olarak karşılarına dikiliyoruz.
İçimizdeki Batılılaşmış kafalar olmasa haklarından (umduğumuzdan da daha kısa sürede) geliriz.
Bizim moral değerlerimiz yüksek.
Bizim hamiyetimiz, yardımseverliğimiz, komşuluk ilişkileri, ailemiz hala çok güçlü.
Hem de
Batıyla mukayese edilmeyecek kadar güçlü.
Batı istikbaline bakıp titriyor.
Kurdukları sistemler tek tek çatırdıyor.. telaşları bundan.
Biz ise istikbale bakıp büyük umutlar besliyoruz.
Girdik bu yola bir kere.. dönüşü yok.
Hasbunallah ve ni’mel vekil.
Emin Batur
ZAMANINDA EVET DEDİKLERİ İÇİNBUGÜN HAYIR DİYORLAR
* Sanayileşmeyeceksiniz! * Evet.. şeyy bir şey arz edecektim * Ne var? * Efenim uçak üretimimizin son aşamasına...
19 Şubat 2017 Pazar 13:01
* Sanayileşmeyeceksiniz!
* Evet.. şeyy bir şey arz edecektim
* Ne var?
* Efenim uçak üretimimizin son aşamasına gelmiştik. Bari onu tamamlayıp seri üretimine geçsek?
* Olmaz!.. Aksi halde anlaşmayı unut. Şu Vecihi midir nedir onunda bi kulağını büküverin. Tutturmuş ‘’Devlet destek vermese de uçağı kendim yapacam..’’ diye. Söyleyin ona haddini bilsin.
* Evet.. tamam pekala
* Yazını.. dilini.. pılını pırtını ne varsa değiştireceksin.
* Evet.. tabii ki değiştiririm.. canıma minnet.
Ama şeyy
Nasıl bir kıyafet giydireceğiz bu millete?
Yüzyıllardır çarşıda pazarda tarlada giydiği alışık olduğu bir kıyafeti var. Onu çıkarıp yerine ne giydirelim?
* Bizim Londra sokaklarını parsellemiş ünlü bir mafya çetesi var.. sizin millete onların kıyafetini giydirin. Uyar size.
* Aman efendim! Böyle bir şeyi millete nasıl teklif edelim?
* Hadi hadi! Sizi gidi barbarlar… İstanbul’u aldınız diye medeni mi oldunuz? Bizim mafya taşradan gelip bu kıyafetleri giyince oluyor da.. siz Orta Asya’dan gelip bu kıyafetleri giyince mi olmuyor.
ŞAPKA
* Efenim!.. Nasıl desem bilemiyorum. Bari mafyanın başındaki şu fötr lengeride ısrarcı olmayın.. valla keser bu millet bizi. Yahudi şapkasını başımıza nasıl geçirirsiniz diye isyan eder.
* Etsinler! Daha iyi ya… Kurun dar ağaçlarını.. sallandırın üçünü beşini, bak bakalım gık’ını çıkaran kalır mı?
Zaten Çanakkale’de öldürmediklerimizden arta kalanlar bunlar.
Bari temizlenmiş olurlar.
* Hacı hoca takımı da mı giyecek bu şapkayı?
* EVET.. hatta ilk önce onlar giyecek. Onlar giydi mi halk peşlerinden gider.
* Ama bu haksızlık.. Sizde din adamlarının kıyafetine karışılmıyor, biz niye karışalım ki!?
* İşine gelirse.. yoksa anlaşmayı unut. Bırak giymeyeni aleyhinde konuşanı bile sallandıracaksınız ki, millet korksun.
* Kadın olsa da mı?
* EVET
* Şu anda bir şeyden haberi olmayan Atıf Hoca diye biri şapka aleyhine bir kitap yazmış. Onu da mı sallandıralım?
* EVET
* Efenim bu kadar kişiyle biz nasıl baş ederiz?
* Siz değil akıllım biz bizz… ‘’Arkanızda biz varız..’’ derken boşuna mı konuşuyoruz.
* Efenim! Taşradaki esnef köylü vs. de mi fötr lengeri giyecek
* Hayır! Arada bir statü farkı olmalı. Okumuş aydın kesimi, memur, bürokrat ve milletvekilleri fötr.. esnaf ve köylüler ise bizim taşrada yaşayan çingene mafyasının kasketini kullanacak.
* Bu arada Kralımızın sizden önemli bir isteği var
* Haşmetmeaba hizmet şereftir efenim
* Hilafeti kaldıracaksınız
* ….
* Ne o dilini mi yuttun?
* Efendim benden öyle bir şey istiyorsunuz ki, ne cevap vereceğimi bilemedim.
* Bir ipte iki cambaz oynamaz.. maraza çıkar. Çıkıyor da nitekim. Bak dünya kan gölüne döndü. Niçin?
* Niçin?
* Dünyada 2 halife var da ondan
* Allah Allah sizin Kralınız da mı Halife?
* Öncelikle şu dilini bi değiştir artık. Ne o Allah Yallah falan. Sen dilini değiştirmeden milletin DİLİNİ, YAZISINI, YAZGISINI nasıl değiştireceksin? İkincisi Kralımız; bizim de sizin de Kralınızdır. Göreceksin! Yakında Kanada’dan Avustralya’ya, G. Afrika’dan Hindistan’a, şu anda sizin Müslümanların yaşadığı Hint bölgesi Bangladeş mi Bangaldeş mi her neyse, Çin u Maçin, Ortadoğu, Pasifik ve Atlas Okyanus’undaki birçok ada dahil, tüm dünyanın Kralı bizim Kralımız olacaktır.
Şimdi gelelim soruna: Kralımız aynı zamanda Anglikan kilisesinin de başıdır.
Yani
Senin anlayacağın manada söylemek icap ederse sizin Halife gibi yetkisi olan biridir. Verdiği emir aynı zamanda dini bir buyruktur.
Şimdi böyle bir durumda; Dünyayı idare etmek için 2 Halifenin olması sizin dininize göre de bizim dinimize göre de caiz değildir.
Bundan naşi sizdeki Hilafet makamı lağvedilecektir.
HALİFE ve İMPARATOR
* İyi ama bu elimizde olan bir şey değil ki.. Hilafet dünyada yaşayan tüm Müslümanların otorite olarak kabul ettiği dini bir yapıdır.
Ayrıca
Bizim milli bütünlüğümüzü temsil eder.
Nitekim
Biz cephede ‘’Allah Allah..’’ naraları ile savaşırken ( özür dilerim yine ağzımdan Allah kelamı çıktı.) millete Hilafeti koruma sözü vermiş bunun için yemin etmiştik.
Siz!
Mesela yani.. kusura bakmayın örnek olsun diye söylüyorum:
Japonya’ya ‘’İmparatorluk makamını lağvet..’’ diye bir teklifte bulunabilir misiniz?
* Bırak şimdi Japonya’yı Tanzanya’yı .. Japonya’yı Amerika ile birlikte yeneceğimiz zaman konuşacağız bu mevzuyu. Kabul edip etmeyeceklerini o zaman görürüz.
KUT UL AMARE
* Ama siz bizi yenmediniz ki.. Kut…
* Bırak şimdi!
Kut-ul Amare nin ismini bile duymak istemiyorum.
Yani orada komutanlar dahil 10.000 askerimizi esir aldınız diye hemen havalara girmeyin. Bizde sizi Suriye Filistin cephesinde perişan ettik. 7. Ordunuzun zamanında geri çekilmesi bize büyük bir üstünlük sağlamış, durumdan haberi olmayan 8. Ordunuza büyük zayiatlar verdirmiştik. Sadece 50.000 esiri sizin o cephenizden aldık. O Ordu komutanını sen çok iyi tanırsın.. senin en yakın arkadaşın.
* EVET
* Ha şöyle… Sen buraya dediklerime ‘EVET’ demek için geldin. İkide bir araya girip kafamı karıştırma.
ÇANAKKALE
* Ama biz sadece Kut-ul Amera da değil.. hani üstüne alınma Kazım Karabekir Paşa o yıllarda düşmanı önüne katarak taa Bakü’ye ulaşmış, oraya bayrağımızı dikmiş, Karargahını da Tebriz’e kurmuştu. Galiçya’da gösterdiğimiz kahramanlıkları saymıyorum. Bütün bunlar 3-5 sene önceki yakın tarih zaferlerimizdir. Bizim bir Çan…
* Sus be adam! Duymak istemiyorum Çanakkale lafını. Ahh Elizabeth.. Queen Elizabeth. Nasıl olur.. nasıl batar o muhteşem savaş gemisi? Hem de sizin çakar almaz topunuzun attığı mermiyle.. hala aklım almıyor deliriyorum. O yüzden bana Çanakkale’den bahsetme.
ESİRLERİMİZ
* Peki, başka konuya geçelim. Bizim esirleri Mısır Seydi Beşir Üsera Kampında neden krizol banyosundan geçirip gözlerini kör ettiniz?
* Bana bak! Bir daha hatırlatıyorum: Buraya soru sormaya değil Kralımızın emirlerini almaya geldin.
* EVET efendim.
* Nerede kalmıştık?
* Krizol banyosunda.
* Bırak şimdi krizolu mirizolu.. daha söyleyeceklerim bitmedi. Haa bu arada yeni kuracağınız hükumet işini gücünü bir kenara bırakıp da bu esir hikayesinin peşine düşmesin. Kralımız böyle şeylere çok kızar. Zaten yapmanız gereken bi sürü iş var.
Bu arada not alıyor musun?
* EVET
YAZI
* Yazıyı değiştireceksiniz
* Nee?
* EVET doğru duydun
* Peki, nasıl yazacağım? Notlarımı nasıl tutacağım?
* Merak etme.. o işi de düşündük. Senin not tutmana da gerek kalmayacak artık.
* Nasıl olacak o iş?
* NAHUM efendi senin yerine notları tutar. Hem o tuttu mu sağlam tutar.
* Benim okuma yazmam ne olacak? Böyle kör cahil mi kalacam?
* Hayır! NAHUM efendi sana okuma-yazmayı öğretir.
* Aman Allah’ım.. bu yaşımda okuma-yazmayı bir Yahudi’den mi öğrenecem
* Bu işe Allah’ı karıştırma. Senin en yakın arkadaşın da okuma yazmayı bir Yahudi’den öğrenmişti. Sizin Şemsi diye bildiğiniz adamın asıl ismi Zvi dir.
* Eh! Öyle diyorsan öyle olsun.
ANAVATANIN DIŞINDA KALAN TÜRKLER
* Türk dünyası ile ilişkinizi keseceksiniz!
* Nasıl yani?
* Osmanlı Devleti dağılınca size yeni bir sınır haritası vereceğiz
* EVET
* O sınırlara gözünüz gibi bakacaksınız.. yeni kutsalınız o sınırlardır
* Bu sınırlar içinde Musul Kerkük Batum Halep Balkanlar vs. olacak mı?
* Hayır
* Ama bu saydığım yerlerin %80 i Türk ve Müslüman
* Türk mürk anlamam. Size vereceğimiz haritanın sınırları dışında kalan Türklerle hiçbir şekilde ilgilenmeyeceksiniz.
* Ama burası Anavatan.. nasıl sahip çıkmayalım?
* Anavatansa al başına çal! Çok istiyorsan sürüp bunları Türkiye’ye gönderelim
* Yok yok istemem. Başımda yeteri kadar bela var zaten. Onların başına da fötr lengeriyi siz geçirin
* Hah.. yavaş yavaş mevzuyu anlamaya başladın bakıyorum. Ancak bir şey daha var
* Nedir o?
* Sınırın dışında kalan Türkleri ezeceğiz, dağıtacağız, hapsedeceğiz yani nasıl derler: Desantrilize edeceğiz. Toplu olarak bir yerde kalmak isteyenleri işkence edecek gerekirse öldüreceğiz.
* O niye o? Biz burada yeteri kadar işkence edip öldüreceğiz zaten. Siz niye o zahmete giriyorsunuz?
* Çünkü siz Türkler çabuk ürüyorsunuz. Yarın o bür gün Balkanların her tarafı Müslüman Türklerle dolar.
Şu anda bile Üsküp’ün Bursa’dan Gümülcine’nin Kastamonu’dan, Dobruca’nın Trakya’dan, Batum’un Trabzon’dan Halep ve Kudüs’ün Mardin’den ne farkı var?
* E tabi.. 600 yıllık Devlet-i Aliye Osmani’ yyenin tabii sonucu bu.. başka nasıl olacaktı ki?
* Hah ben de onu söylüyorum zaten.
Şu anda sınırlarınızın dışında kalan birçok yerde nüfus olarak zaten çoğunluktasınız. Hem de kahir ekseriyette…
* Eee
* E si şu:
Avrupa’nın ilerde demokrasiye geçmesi durumunda,
Sizin Türklerin kuracağı partiler Bulgaristan’da, Yunanistan’da, Makedonya’da, hatta Romanya’da bile tek başına iktidara gelebilir, diğer ülkelerde de Ana muhalefet veya iktidar partisi ortağı olur.
* Diğer ülkeler derken?
* Irak, Suriye, Gürcistan, Ermenistan, İran, Sovyetler vs.
* Ermenistan mı dediniz?
* EVET
* Ermenistan’da Türk mü var?
* Yahu siz gerçekten diplomat mısınız? Hatta bırakın diplomat olmayı Türk müsünüz? Nesiniz siz yahu? Şüphe etmeye başladım sizden.
Ermenistan’ın başkenti Erivan’da bile şu anda çoğunluk Türk ve Müslümandır. Git de dersine çalış biraz.
Neyse
Şimdi böyle bir durumda ne olur?
* Ne olur?
* Bütün bu saydığım ülkeler Türkiye’nin arka bahçesi olur akıllı…
Yani
Biz Osmanlı’dan kurtulduk derken çok daha güçlü bir TÜRKİYE ile karşı karşıya kalırız
* Amaaan düşündüğün şeye bak
Biz iktidarda kaldıkça bu ülkelerin bizim arka bahçemiz olsa ne oluuur olmasa ne olur
* Orası doğru ama bu Türklerin ne yapacağı belli mi olur? Malum sizin hacınız hocanız bitmez.
Yarın bir HOCA gelir Yok bir ‘İslam Birliği’ diye tutturur, başka biri gelir ‘Türk Birliği’ der.. yok bilmem bir uzun adam gelir bu ikisini mecz eder.
Neme lazım
Biz şimdiden tedbirimizi alalım da…
İSLAM DÜNYASI
* İslam dünyası ile de ilişkinizi keseceksiniz?
* Oh canıma minnet… Bıkmıştık zaten yalelli Arap görmekten
* Sadece Araplardan bahsetmiyorum
Arabı Acemi Hintlisi Malayı Kafkasyalı ne varsa hepsiyle ilişkiyi kesecek yüzünüzü bize çevirecek uslu bir şekilde gösterdiğimiz yerde oturacaksınız.
* İyi ama ticaretimiz sanayimiz ne olacak?
* Siz kiiim sanayi ticaret kim? Tekrar ediyorum o Vecihi’nin kulağını bükün. Bir de Nuri Demirağ mı ne biri varmış. O da bi işler karıştırıyormuş. Uçak falan yapmayı kafasına koymuş muş. Onun da emdiğini burnundan getirin
Sanayi sizin neyinize…
Biz üreteceğiz siz tüketeceksiniz. İlla ki, bir şey yapmak istiyorsanız makarna fabrikası, gazoz fabrikası kurabilirsiniz.
Hadi hadi bugün iyiliğim üstümde montaj atölyeleri kurmanıza da izin vereceğiz.
Ama sakın üretim falan yapmaya kalkmayın.. canınıza okuruz.
* Peki, buna halkı nasıl inandıracağız?
* O işi bize bırakın siz.
‘’Araplar bizi arkadan vurdu..’’ dersiniz. Ders kitaplarına bunları koyun. Hatta siz zahmet etmeyin. Müfredatı biz hazırlar size göndeririz.
Size yeni gazeteler kurarız.
Onlar da ‘’Ne Arabın yüzü ne Şam’ın şekeri..’’ diye destek verirler. Tanzanya’da Afrika’da ne işimiz var diye dalga geçerler
* Onlar ne olacak?
* Kimler?
* Araplar
* Haa merak etmeyin. Sadece onlarla değil tüm İslam dünyası ile biz ilgileniriz.
Mesela
Araplara deriz ki: ‘’Türkler sizi yüzyıllardır sömürdü, ezdi. Yeter artık. Şimdi bağımsızlık zamanı’’
* Gerçekten onlara bağımsızlık verecek misiniz?
* Pöh! Ne bağımsızlığı? Mesela dedik.
* Böyle söyleyince başınızdaki fötr lengeriden şüphelenmeyecekler mi?
* Biz sizi bize benzetmek için fötr lengeriyi mecbur ediyoruz.. onları ikna etmek için biz onlara benzeyeceğiz. Lawrence ne güne duruyor.
PEKİ, NEYE HAYIR DİYECEĞİZ?
* Peki, neye ‘Hayır’ diyeceğiz?
* Dediklerim daha bitmedi
* Sizin dedikleriniz bitmedi ama ben bittim. Bir de bu yeni yazınıza alışamadım kargacık burgacık gibi bir şey. Osmanlıca stenografi gibi kalemin altında yağ gibi kayıp gidiyordu.
* İyi..madem notlarını bizim latince alfebe ile tutmaya başladın seni fazla yormayayım.
* Dinliyorum efendim
* Ola ki.. olmaz ya farz edelim yani. Aldığımız tüm tedbirlere rağmen istemediğimiz kişiler Türkiye’nin başına geçti ve Türkiye’yi ana yatağına çekmeye kalktı. İşte o zaman bütün gücünüzle HAYIR deyin.
Ne kadar çok bağırabilirseniz bağırın maraza çıkarın ama taş üstüne taş koymak isteyenlere fırsat vermeyin.
Birisi ‘Ağır Sanayi..’ dedi mi alay edin, gerici deyin yobaz deyin.. medyamız gerekli desteği size verecektir.
Türkiye’nin alt yapısını kim kuruyorsa, bizimle rekabet etmeyi kim göze alıyorsa onlara yüklenin HAYIR deyin
* Ama o yatırımlardan biz de istifade ediyoruz. Nasıl karşı olalım?
* Bana bak sen ajan mısın yoksa aptal mı?
* Neden efendim?
* Yahu ben sana devleti veriyorum, bürokrasiyi sana bağlıyorum, ülkenin tüm servetini senin adamlarının arasında pay ediyorum.. dokuz kişiye bir pul bir kişiye dokuz pul veriyorum.. buna itiraz edenlere medyamla yargımla saldırıp sindiriyorum…
Yani
İktidar olmasan bile.. ila nihaye sana bir iktidar bahşediyorum.
Sen kalkmış bana:
‘’Avrasya’dan geçtim fena değilmiş..
Marmaray iyiymiş.. hastaneler 5 yıldıza dönmüş.. yok okullar böyle, duble yollar şöyle, silah sanayimiz uydularımız cep telefonlarımız şu bu…’’ diyorsun.
Bu işi yapamayacaksan başkasını bulayım?
* HAYIR efendim!.. HAYIR HAYIR yüz bin kere HAYIR!!!
Emin Batur
.
İNGİLİZ KRALİÇESİ AVRUPA’DAKİ KRALİÇELERİN DE KRALİÇESİDİR.
Hollanda’ya Bu kadar yükleniyoruz ya.. aslında boşuna muhatap alıp nefes tüketiyoruz. Neden? Çünkü eli mahkûm! Hollanda büyük patron adına...
15 Mart 2017 Çarşamba 13:38
Hollanda’ya
Bu kadar yükleniyoruz ya.. aslında boşuna muhatap alıp nefes tüketiyoruz.
Neden?
Çünkü eli mahkûm! Hollanda büyük patron adına bize bunları yapmak zorunda…
AVRUPA’DA KAÇ BAĞIMSIZ ÜLKE VAR?
İki buçuk.
İngiltere ve Fransa…
Buçuk olan da Almanya’dır
Gerisi belli nispetlerde(oranlarda) yarı bağımsız veya tüm iddialarından vazgeçip postu yere sermiş asalak ülkelerdir.
Mesela;
Buçuk olanlardan Almanya’yı ele alalım:
ALMANYA
Almanya’nın bize karşı yaptığı eylemlerin %40 ı Amerika’nın zorlamasıyladır.
%30 u başta İngiltere olmak üzere küresel sermaye sahiplerinin Türkiye’deki çıkarlarına hizmet etmek içindir.
O küresel sermayenin içinde Almanya’nın da payı var.
Geri kalan eylemlerin %30 u Alman milli menfaatleri için yapılır.
Almanya bu faaliyetlerini:
Gizli servisleri
Vakıfları
Zamanında içimize yerleştirdiği eğitim kurumları
Ve
Türkiye’de sahip veya ortak olduğu şirket ve medya organları vasıtasıyla yapar.
Yani içimizde azımsanamayacak kadar bir ‘’Alman Muhibi’’ var.
HOLLANDA
Hollanda’da aynen Almanya gibi değerlendirilecek bir ülke.
Sadece nispetler(oranlar) değişebilir.
Hollanda monarşik yapıya sahip bir ülke…
Yani
Prens Prensesi, Kral ve Kraliçesi var.
Ve
Başta dediğimiz gibi
İngiliz Kraliçesi Avrupa’daki Kraliçelerin de kraliçesi olduğu gibi Hollanda Kralı Willem Alexander’ın da kraliçesidir.
BU HIRÇINLIK NEDEN?
ABD ve İngilizlerin
Besleyip büyüttüğü örgütler Türkiye’de artık istedikleri neticeyi alamıyor.
PKK FETÖ DAEŞ (IŞİD) vb. çetelerden istenen netice alınmayınca,
Asimetrik savaşın şekli biraz daha büyük çaplı hale geldi.
Bu sefer ülkeler devreye girdi.
Önce Almanya ABD marifetiyle saldırıya geçti.
Şimdi de
Hollanda İngiliz dürtüklemesiyle üstümüze geliyor.
Yedekte bekleyen ülkeler sırayla üstümüze gönderilebilir.
Agâh ve mütenebbih olmalıyız. (Dikkatli, ferasetli )
HOLLANDA KRALİÇEYE MECBUR MU?
Evet!
Hollanda bir bataklık iken kimin desteğiyle bugünkü müreffeh şımarık haline gelebildi sanıyorsunuz?
Bütün bu zenginlik lale ve süt ürünleriyle mi oldu?
Veya
Onlar çalışkan.. eğitime önem veriyor biz vermiyoruz hikâyelerine mi inanıyorsunuz?
Belki de
Minicik bir Hollanda
200 milyonluk Hindistan’ın doğusundaki Endonezya’yı tek başına Kraliçe’den destek almadan sömürdü sanıyorsunuzdur?
SREBRENİTSA KATLİAMI
Hollanda tarihinde kara lekeler sadece Endonezya vb. ülkelerde yaptığı zulüm ve katliamlarla sınırlı değildir.
Yakın tarihimizde
Bosna’da sebep olduğu büyük katliam herkesin malumudur.
Ancak bu katliam
Kraliçenin gayretleriyle Hollanda’nın üstüne sinmesi engellenmiş; bu katliama sanki Hollanda askerleri sebep olmamış gibi bütün suç Sırplara yüklenerek Hollanda’yı işin içinden sıyırmışlardır.
Srebrenitsa Katliamını Sırplar yaptı ama
Boşnakların silahlarını aldıktan sonra onları Sırp çetniklerine teslim eden Hollanda askerleriydi.
Peki,
Bu katliam kararını Hollanda tek başına alabilir miydi? Hayır! Hiç sanmıyorum.
O karar başta Kraliçe olmak üzere
Avrupa Ortak Haçlı ittifakının kararıydı.
Ve
Müslümanların Avrupa’dan süpürülme projesinin bir parçasıydı.
HOLLANDA’NIN
BAŞKA NE MECBURİYETİ VAR KRALİÇEYE?
Hollanda’nın Kraliçe karşısında eli mahkûm…
Hollanda’ya artık
Endonezya ve diğer sömürge ülkelerinden yağ bal altın vs. akmıyor.
O halde küresel sistemin bir aktörü kalması için Kraliçenin dediğini yapmak zorunda.
Hollanda’nın refahını belirleyen kalemler finans, enerji, tarım, hayvancılık, kargo vb. yanında uyuşturucu da var. (Esrar neredeyse bakkallarda satılan sıradan bir üründür Hollanda’da.. ve şu anda gelirini belirleyen 3. Sektördür)
Hollanda mezkûr sektörlerden
Payını alabilmesi için Kraliçe ile iyi geçinmek ve Kraliçenin verdiği görevleri yapmak zorunda.
Bugün
Hollanda bize saldırma görevi almıştır. Yarın başka bir İslam ülkesine saldırı emri olabilir.
Veya kendisi dinlendirilir.. görev diğer iddiasız küçük ülkelerden birine verilebilir.
Hollanda ile olan problemimizi böyle okuyorum.
Emin Batur
.
ANTİEMPERYALİST OLAMADIKTAN SONRA…
BİZ EĞİTİM DÜZEYİ YÜKSEKLER… Referandum bitti ama tartışmaları devam ediyor. Hayır’cılar Böyle yüksek bir netice beklemedikleri için bir yandan...
1 Mayıs 2017 Pazartesi 6:15
BİZ EĞİTİM DÜZEYİ YÜKSEKLER…
Referandum bitti ama tartışmaları devam ediyor.
Hayır’cılar
Böyle yüksek bir netice beklemedikleri için bir yandan içten içe sevinirken, bir yandan da
Bunu averaja çevirmek için uğraşıyorlar.
‘’Biz eğitim düzeyi yüksekler…’’ diye kasılmalarla başlayıp..
’’kadınlar hayır dedi.. gençler hayır dedi’’ gibi iddialarla laf atmaya çalışıyorlar.
‘Sizler!
Antiemperyalist olamadıktan sonra,
Eğitim düzeyiniz yüksek olsa ne yazar düşük olsa ne yazar.’
Neden böyle dediğimi
Biraz sonra Reza Zerrab meselesinde anlatacağım.
Başka bir şey daha;
Reis
Dünya müstekbirlerine boyun eğmeyeceğini Sincar’da, Kobani(Ayn el Arab) ta, Tel Abyad vs. de ABD ve Rusya’ya gösterirken
Almanya nezdinde tüm AB ye restini çekerken
Ve
Her seferinde ‘’Dünya 5 ten büyüktür..’’ derken,
Ona hala ABD ve İsrail müttefiki diyerek dil uzatanlar var.. onu da ayrıca konuşacağız.
MUTLU AZINLIK
Önce referandumu konuşalım.
Hayır’ cılar;
Kimlerin Anayasa değişikliğine HAYIR dediğini bir sürü kategori altında sıralamış ama en önemli olanını yazmamış pas geçmişler.
Onların eksik bıraktığını ben yazayım:
Birincisi
HAYIR diyenlerin ekseriyeti bu ülkenin gelir paylaşımından en yüksek payı alanlardır.
Eskiden CHP bunlara ‘Mutlu azınlık..’ derdi.
Bunu ister İstanbul’un semtlerinden çıkan neticelere bakarak,
İster
Türkiye haritasına bakarak… (Güneydoğu’daki hayır oylarının çokluğu sizi yanıltmasın. Onun nedenini herkes biliyor… PKK nın beli kırıldı ama köy ve mezralarda korkusu hala berdevam. Korkunun bittiği merkezlerde de zaten EVET oyları ikiye üçe katlandı.)
İsterseniz de
Yurt dışından gelen neticelere bakarak görebilirsiniz.
Örnek olarak:
Almanya, Hollanda, Fransa, Danimarka vb. emekçilerimizin yoğun yaşadığı ülkelerden EVET oyları gelirken…
Katar, Bahreyn, BAE, Irak vb. ülkelerden HAYIR oyları ezici bir çoğunlukla geldi.
Bu ülkelerde çıkan HAYIR oyları
Beşiktaş ilçemizde çıkan hayır oylarına yakındır. (%80 in üstünde)
İRONİ
Hayır çıkan
Bu Arap ülkelerinden bu mütahitlerimiz iş alsın diye
Reis gecesini gündüzüne katarak çalışıyor.
Malum
Arap liderlerini ikna etmek kolay değil.
Buna rağmen
Bu mütahitler, Reis’in gayretleriyle iş aldıkları yerlerde de..oturdukları muhitlerde de HAYIR dedi.
Bu da referandumun acı bir ironisi…
LİBYA VE ERBAKAN HOCA
Hatırlayalım:
Erbakan Hocamız da aynen şimdi Reis’in yaptığı gibi bunlar iş yapsın diye Kaddafi’yi ve Suudi Arabistan’ı ikna etmek için uğraşmıştı.
O Kaddafi ki, ne kadar zor bir insan olduğunu söylemeye gerek yok.
Netice de bu mütahitlarin önü açıldı.. Libya ve S. Arabistan’da külliyetli miktarda iş aldılar.
Böylece
Hem yurt dışı tecrübe edindiler,
Hem de bol miktarda para kazandılar.
Ancak
28 Şubat süreci başladığında Hocaya ilk darbeyi yine bunlar vurdu. Aynen şimdi Reis’e yaptıkları gibi…
Burada anlatmaya çalıştığım mesele sadece referandumda HAYIR kullanma meselesi değildir.
Bunlar
Hem Reis vasıtasıyla bir yandan Arap ülkelerinden ballı işler alırken.. diğer yandan sosyal medyadaki trolleri vasıtasıyla olmadık iftiralar atarak, Reis’i devirmek, Türkiye’yi tökezletmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Neyse
Kaldığımız yerden devam edelim.
BİZ BOĞAZ AŞİRETİ OLARAK…
Yani
Hayır cephesi bundan sonra kimlerin HAYIR dediğini kategorize ederken; birinci sıraya ülkenin en zenginlerini yazsınlar.
Örnek olarak:
‘Biz Boğaz aşireti olarak HAYIR dedik..’ demeleri çok daha inandırıcı olur.
‘TAYYİP’ DÜŞMANLARI
İkinci sıraya
‘Tayyip’ düşmanlarını yazsınlar.
Bence EVET çıksa da referandumun galibi bu kesimdir.
Ülkede
Azımsanmayacak kadar bir ‘Tayyip’ düşmanı olduğunu bu referandum vesilesi ile görmüş olduk.
Bunların içinde
Mütedeyyin dindar insanlar da var.
CHP NİN YANILGISI
Ancak bunun farkında olmayan CHP kaç gündür bu oyların üzerinde keyifli bir sörf yapıp hava atıyor.
Kampanyanın majörlüğünü yapmıştı ya.. aklınca bu %48.5 luk kitleyi istediği gibi evirip çevirebilecek.
Hâlbuki
Bu kitlenin içinde öyleleri var ki, CHP ye günahını vermez.
Bunlar Reis’in dindarlığını bile beğenmezken CHP nin göstereceği adaya destek verirler mi? Bilemeyiz.
Bu dünyada olmayacak iş yoktur.
Hırs kin ve inat bazen insana yanlış yaptırabilir.
NEDEN?
Çünkü bazı İslamcıların bu referandumda iyi bir sınav veremediğini gördük.
‘Üzümün çöpü
Armudun sapı..’ deyip, bir bahane bularak götürüp mührü HAYIR a bastılar.
DEMOKRAT İSLAMCILAR
FANATİK LAİK-KEMALİSTLER
Bir kısım İslamcılar
EVET dememek için 15 yıl önceki defterleri karıştırırken
Ve
Çeşitli bahanelerle HAYIR tercihi yaparken,
Laik-Kemalist kitle
EVET dememek için yerinden milim kıpırdamadı.
Yani
‘Kılıçdaroğlu şöyle yanlış yaptı ben o cephede yer almam..’
Veya
‘AKP li değilim ama –Tayyip- in bu ülkeye şu kadar faydası var.. o yaptıklarının hatırı için EVET vereyim’ demedi.
‘Tayyip’ düşmanı kitle
Hiç fire vermeden
Ve
CHP ile ilgili hiçbir şeyi tartışmaya açmadan
Blok halinde HAYIR dediler.
Yine
Bu referandum bize gösterdi ki, İslamcılar daha demokrat
Laik-Kemalistler ise alabildiğine fanatik…
BETON KİTLE
Bundan sonra bunlarla işimiz zor.
Hiçbir iyi niyet
Yatırım
Kalkınma
Ülkenin dünyada itibarlı bir yere getirilmesi.
Reis’in
Bunların önünü açarak Afrika’da Ortadoğu’da yatırım yapmalarını sağlaması
Sağlıkta, eğitimde
Savunma sanayiinde
İletişim ve ulaşımdaki büyük hamlelerin yapılması vs. nin
Hiçbir faydası olmadı.
Beton kitle NO diyor başka bir şey demiyor.
SÜTETÜKOCULAR
Bunların bir kısmı kendilerine ‘solcu..’ ‘devrimci..’ vs. falan der.
Ama
Gerçek Devrimcilerin çokça çektiği 12 Eylül Anayasasının değişmemesi için canla başla çalıştılar.
Bu da işin diğer ironik tarafı.
REZA ZERRAB
Şimdi gelelim
‘Antiemperyalist olmadıktan sonra…’ eğitim seviyesinin neden bir şey ifade etmediğine…
Dünyada
ABD emperyalizminin başını çektiği
Yahudi-İngiliz-Amerikan ittifakından oluşmuş kurulu bir düzen var.
Bu düzenin temeli
Zulüm-sahtekârlık ve sömürü üzerine kuruludur.
En büyük sahtekârlık araçları da dolardır($)
Dünya ticaretinin
Bu dolar sahtekarlığı üzerinden yürümesi için ellerinden gelenini ardlarına koymazlar.
Hâlbuki o doların karşılığı yoktur.
Her ülke altın karşılığı para basarken ABD bundan kendini müstağni görür böyle bir şeye yanaşmaz.
Yanaşmadığı gibi
O karşılıksız dolara
2-3 kere takla attırarak dünyada suni bir şekilde şişmesini sağlar.
Bundan dolayı
Erbakan Hocamız bunlara üçkâğıtçı derdi.
Bütün dünya bu üçkâğıtçılığı görüyor ama ABD ye güç yediremediği için yutkunmaktan başka elinden bir şey gelmiyor.
İRAN-TÜRKİYE-HİNDİSTAN
İran’ın elinde altın var
Ama
Ambargo yediği için bir işe yaramıyordu.
Diğer taraftan ABD kağıt paçavralarıyla dünya ticaretini elinde tutuyor.
Bunun üzerine
Türkiye İran’la kafa kafaya verip bu şeytani düzeni az da olsa bozmak istedi.
Bunun için ABD ye pabucu ters giydirecek adam arayışına girildi.
O kişi Reza’dır.
Zencani
Bu işten kendisi de ‘ziftlenmek..’ istediği için İran onu mahkum etti.
Reza Zerrab
Meselesini yazı uzadığı için kısa kesmek zorunda kalıyorum.
Aslında kitaplara sığmayacak bir mevzudur.
Halkbank, ayakkabı kutusu bu işin kuyruklu yalanlarıdır.
Başta Hindistan da bizim lehimize işin içindeydi. O na dokunmamalarının sebebi İngilizlerdir.
Reza
Sahtekar ABD ye pabucu ters giydirmiştir.
Kişiliği bizim için önemli değildir, nasıl bir iş başardığı önemlidir.
Bu yöntemle
ABD nin sömürü çarkına ot tıkanmıştır.
Ama
Bizim bazı İslamcılarımız da dahil, CHP liler Reza’nın şahsına odaklanıp asıl mevzuyu kaçırıyor.
Eski devrimciler olsaydı bu operasyonu ayakta alkışlardı.
Yazık ki, bu operasyon
Yerli ve yabancı ABD işbirlikçileri vasıtasıyla akim kalmıştır.
Şimdi de
Bizim ‘Eğitim düzeyi yüksekler..’
ABD nin adaletinden(!) medet umuyorlar.
ABD nin sömürü çarkı az da olsa tıkandığı için sevineceklerine
Bu meseleden
Reis zarar görüp yıpratılır mı diye ABD nin yanında yer alıyorlar.
Eski devrimciler görse bunları sopayla kovalardı.
ANADOLU’NUN FERASETİ
İşte Anadolu’nun gücü burada…
Anadolu insanı bu söylediklerimi bilmese de feraseti ile hissetti.
Reis’e inandı.
Reis’in dünya sömürge imparatorlarına kafa tuttuğunu.. yani asıl kavgayı gördü… ‘Eğitim seviyesi yüksek..’ler gibi ayrıntıya takılmadı.
Nitekim
Referandumun seyrini o Anadolu insanının feraseti kurtardı.
ÜLKE BÜTÜNLÜĞÜ
Referandum boyunca ülke bütünlüğü, eyalet sistemi vb. balonlar uçurularak Milliyetçi oyların HAYIR tarafına kayması için çok gayret edildi.
Bunda da kısmen muvaffak olundu.
Hâlbuki
Şimdi bakıyoruz ki, ülke bütünlüğü aslında EVET demekte imiş.
Eğer referandum dan EVET çıkmasaydı
Reis
Sınır dışında terör örgütlerinin yuvalanmaya çalıştığı SİNCAR ve KARAÇOK’ u vurabilir miydi?
Hem de
ABD ye rağmen Rusya’ya rağmen Avrupa Birliğine rağmen…
Emin Batur
15 YIL DEĞİL 15 TEMMUZ’DAN SONR
Hatta 15 Temmuz da değil 16 Nisan… 16 Nisan da değil 22 Mayıs 2017 den itibaren.. Reis ülke gemisinin...
11 Mayıs 2017 Perşembe 11:59
Hatta 15 Temmuz da değil 16 Nisan… 16 Nisan da değil 22 Mayıs 2017 den itibaren.. Reis ülke gemisinin dümeni başına geçtikten sonra hesap sorma hakkımız var.
MUGALATA
Muhalifler her ağzını açtığında ’15 yıl iktidardasınız da…’ diye başlayarak: ‘Şunları şunları falan hala yapamadınız.’ Veya ‘Şunu şunu vs. nasıl göremediniz?’ Gibi başta Sayın Cumhurbaşkanımız olmak üzere Ak Partiyi suçlarlar. Bunu söyleyenlerin bir kısmı safça söylüyor. Onlara ‘Allah feraset versin…’ diyorum. Ama Bazıları var ki, her şeyi cin gibi bildikleri halde kurnazca sorularla mugalata yaparak milletin kafasını bulandırmak için ellerinden gelenini yapıyorlar.
PARLEMENTER SİSTEMİN ACİZLİĞİ
Hâlbuki Bu soruları soranların bildiği gibi, Parlamenter sistemde tek başına iktidar olsanız bile başarılı olma şansınız yok. Çünkü 16 Nisan referandumu ile sandığa gömülen parlamenter sistemin içi Bizans oyunlarına açık bir sistemdir. Bunu yakın tarihte yaşanmış bir olayla anlatmaya çalışayım: 1980 öncesinde Demirel’in AP (Adalet Partisi) ile Ecevit’in CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) iki ezeli rakip idi..hem de kanlı bıçaklı. Bakmayın Demirel’in son zamanlarında CHP lilere yanaşıp gülücükler dağıttığına… 1980 öncesi bunlar birbirine düşman 2 partiydi. O kadar ki; Cenazelerde bile bir araya geldiklerinde, birbirlerinin yüzüne bakmaz tokalaşmaz baş sağlığı bile dilemezlerdi. Öyle bir düşmanlık yani… İki lider birbirine bu kadar düşmanlık besleyince haliyle Anadolu’daki partililer daha fena bir şekilde birbirine kinlenir.. aralarında kavga gürültü bitmezdi. Bazı kavgaların sonu bazen kanlı biter, eğer arada aşiret falan varsa iş kan davasına dönerdi. Allah o yılları bir daha bu millete göstermesin. İnsanların sokak ortasında takır takır vurulduğu, Üniversitelerde eğitimin yapılamadığı, polislerin bile sağcı-solcu kamplara ayrıldığı günlerdi. Memleket Başta bu iki lider(Ecevit-Demirel) sayesinde düşman kamplara ayrılmış.. eğitim,sağlık,sanayi,yatırım bürokrasi adeta durmuştu. Ne demek istediğimi O yıllarda çekilmiş Türk filmlerine bakın memleketin nasıl perişan bir vaziyette olduğunu kısmen görürsünüz. Devlet kapısında İşleriniz aylara yıllara sarkardı. Vatandaş Bu kadar sıkıntıya rağmen geçim derdini unutmuş, Kör bir kurşuna rast gelmeyip Akşam evine sağ-salim dönebiliyorsa ‘Yarabbi şükür!’ diyordu. İşte! Memleket bu ehval ve şerait içinde iken Seçmen.. oy verdiği partisi için canını tehlikeye atar iken…
Ecevit Güneş motelde takır takır paraları sayarak o uğrunda can verilen milletvekillerini tek tek satın aldı. Hepisiciğine de birer bakanlık verdi. Ve Kısa sürecek bereketsiz bir hükumet kurdu. O günleri de Allah bu millete bir daha göstermesin. Hükumet kurulur kurulmaz Anarşi aldı başını yürüdü. Kahramanmaraş olayları bu hükumet döneminde oldu. Sokaklarda terörün Bakkallarda yokluğun Hükumette yolsuzluğun sürdüğü yıllardır o yıllar. Böyle bir hükumet yürür mü? Yürümez tabi. Kısa sürede yıkıldı gitti. Geriye bıraktığı enkaz kaldı. Bir de bize Parlamenter sistemde işlerin ne kadar rezil bir seviyeye düşebileceğine dair Bir numune-i imtisal bıraktı. Nasıl mı?
Bugün Türkiye nin nüfusu 80 milyon. Bu meş’um olayın olduğu yıllardaki nüfusu ise 42 milyondu. Yani bugünkü nüfusun yarısına yakın… Ülkemiz bugün 26 bakanla yönetiliyor. Ecevit ise o gün Sadece transfer ettiği milletvekillerine 10 bakanlık verdi. Başbakan yardımcılarından Turhan Feyzioğlu CGP li (Cumhuriyetçi Güven Partisi) Diğer Başbakan yardımcısı Faruk Sükan DP li (Demokratik Parti) Ve 10 Tane de Bağımsız(!) bakan Ecevit de Başbakan Artık ortaya Nasıl bir hükumet ve nasıl bir Türkiye manzarası çıktığına Ve ülkemizin Dünya milletleri nezdindeki durumunu düşünün. Yani Parlamenter sistem meseleyi çözmede aciz kaldı. Hükumet bir türlü kurulamadığı için bu transferler ve diğer küçücük partilere Başbakan yardımcılıkları verilerek hükumet kurulabildi. Ve Gayri meşru yollarla kurulan ‘Güneş Motel Hükumeti’ O yıllarda Ülkeye çok şey kaybettirdi. Eğer Şimdiki sistem olsaydı Ecevit veya Demirel kim 1. Parti çıktıysa hükumetini kurar yoluna devam ederdi. Ne böyle rezil transferler olur, Ne de Kenan Evren 12 Eylül darbesini yapmaya cesaret ederdi. Sadece 12 Eylül darbesinin önlenmesi bile Ülkemiz için ne kadar büyük bir kazanç olurdu.
PARLEMENTER SİSTEMDE NE KADAR MUKTEDİR OLABİLİRSİNİZ Şimdi gelelim konumuzun başlığına. Yani ’15 Yıldır iktidardasınız…’ diye başlayan muğalatalara. Parlamenter sistemde tek başınıza iktidar olsanız bile Seçmene söz verdiğiniz Veya Uygulamayı düşündüğünüz hükumet programını uygulayamazsınız. Bu işlerle uğraşan araştırmacıların verdiği bilgiye göre; Bir parti iktidara geldiğinde yapmak istediklerinin ancak % 13 ünü yapabiliyormuş. Yani iktidar partisi Ancak %13 muktedir olabiliyor.
%90 OY ALSANIZ BİLE… Neden? Çünkü zamanında sistem böyle kurulmuş. Nitekim Kendini bu ülkenin sahibi sanan Laik-Kemalistler zamanında Ak Parti hükumetine ne diyorlardı? ‘Siz %90 oy alsanız bile yapamazsınız’ demiyorlar mıydı? Diyorlardı. Şimdi ne diyorlar: ’15 yıldır iktidardasınız şunu şunu nasıl yapamadınız..veya bilemediniz’ diyerek işi saptırıyorlar. Aslında Onlar da biliyor parlamenter sistemle işlerin düzgün yürümeyeceğini. Ve Devletin sinir uçlarına kendilerinin hakim olduğunu… Yoksa Hangi cesaretle ‘%90 oy alsanız bile şu şu şu değişiklikleri size yaptırmayacağız…’ diyebilirler.
16 NİSAN DA DÜNYA SAHNESİNE HANGİ SİSTEMLE ÇIKACAĞIMIZA KARAR VERDİK 16 Nisan’da Milletimiz yaklaşmakta olan büyük hesaplaşmanın hangi sistemle yapılacağına karar verdi. Geçmişte yaşadığımız çok başlı her tarafı dökülen bir sistemle dünya milletleri ile yarışamayacağımızı gördük. Yarışmayı bırakın sizi masaya bile almazlar. Aynen yıllarca almadıkları gibi… Bugün dünya yeniden şekilleniyor. Türkiye İstediği kadar ‘yurtta sulh cihanda sulh’ desin.. ister istemez bu kavganın içinde yer almak zorunda… O halde Dünya milletleri ile masaya otururken Her yeri dökülen bir sistemle değil, Güçlü bir lider Sağlam bir yönetimle masaya oturmalıyız. Emin Batur
.
BİR İFTAR SOFRASI KAÇ MERCEDES FABRİKASI EDER?
Bir Fransız’a gece yarısını geçkin bir vakitte kaldırıp yemek yedirebilir misiniz? Veya Bir Alman aileye aynı sofra etrafında aynı...
2 Haziran 2017 Cuma 14:56
Bir Fransız’a gece yarısını geçkin bir vakitte kaldırıp yemek yedirebilir misiniz?
Veya
Bir Alman aileye aynı sofra etrafında aynı saate bir ay boyunca yemek yedirebilir misiniz?
Üstelik
Böyle bir eyleme ülke halkının kahir ekseriyeti katılsın.. Mümkün mü?
BATI MEDENİYETİNE GEÇMİŞ OLSUN
Almanlar
Mercedes’in tüm fabrikalarını satsa.. ve o parayı bu eylemi gerçekleştirmek için harcasa bile artık böyle bir şeyi gerçekleştirmeleri mümkün değildir.
Sadece Almanlar değil
Batıdaki hiçbir ülke bizim manevi değerlerimizden kaynaklanan eylemlerin hiç birini artık yapabilecek güçte değildir.
Kaldı ki, mesele
Sadece iftar ve sahur değil…
İftar ve sahur belkide..
Orucu var
Zekâtı var
Kurbanı var
Haccı var.
Batılılar bunların hangisini yapabilecek gücü kaldı?
Hiç birini…
Öyleyse
Tamamen maddi mülahazalar üzerine kurulmuş batı medeniyetine(!) geçmiş olsun.
Hiçbir manevi temeli olmayan bu medeniyetin yakın zamanda yıkılıp gitmesi mukadderdir.
MERHAMETSİZ
VE MANEVİYATSIZ BATILILAR
Hiçbir kutsalı olmayan batı medeniyetinin dünyayı ne hale getirdiğini biliyoruz.
Batılılar
Hedonist dürtülerin verdiği iştahla dünyayı hiç kimse ile paylaşmadan tek başlarına yalayıp yutmak istiyorlar.
Bunun için dünyanın dört bir yanında savaşlar çıkararak bu sefil emellerine ulaşma gayesindeler.
Büyük oranda da bunu başardılar.
Ama bu arada
Odun gibi
Hiçbir manevi bağı olmayan sadece kendini düşünen bencil bir insan tipi türettiler.
Bundan dolayı
Çıkardıkları savaşlarla milyonlarca insanın ölmesi
Ve yine milyonlarca insanın sefil bir şekilde yollara düşerek mülteci durumuna düşmesi.. insanların açlık ve susuzluktan kırılması batılıların umurunda değil.
Onlar bir tek şeye bakarlar:
Savaş çıkardıkları ülkeden pay alıp almadıklarına…
Ve
Konforlarının yerinde olup olmadığına…
Eğer aldıkları pay yeterli ve konforları bozulmamışsa onlar için sorun yok, değilse savaşa daha doğrusu insanları birbiriyle savaştırmaya devam ederler.
SAHTEKÂR BATI!
Batılı devletler geri bıraktıkları ülkeleri birbirine düşürmeyi çok iyi bilirler.
Hile ve desisede onların üstüne yoktur.
Hem dünyayı berbat eder, hem de ‘Biz islah edicileriz..’ derler.
‘Barış’ der savaş çıkarırlar
‘Adalet’ der zulmederler
‘Demokrasi’ der diktatörlerin başa geçmesi için her yola başvururlar. Ülkelerin başında bulunan diktatörlere destek verirler.
‘Hayvan hakları’ der, insanların açlık ve yoksulluktan kırılmasına seyirci kalırlar.
‘Teröre karşıyız’ der, teröristlere tonla silah desteği sağlarlar.
BİZİM CÖMERTLİĞİMİZ BATININ CİMRİLİĞİ
Böyle bir durumda
Savaştan terörden
Çoluk çocuğunu korumak için milyonlarca insanın yollara düşmesi kaçınılmaz oluyor.
Ve bu mültecilere
Batının şımarık zengin milletleri değil de, doğunun kıt kanaat geçinen milletleri yardıma koşmaktadır.
Neden?
Çünkü
Başta belirttiğimiz gibi batının manevi yönleri tamamen çürümüş, insanların çoğu bencil bir varlık haline gelmiştir.
Batı insanı
Bırakın yabancı birine yardımcı olmayı
En yakınına bile harcama yaparken belli hesaplar içinde yapar o harcamayı.
Çoluk çocuğuna karşı cimrilik yapan bir milletten ne hayır çıkar?!
BATILILARIN REFAHI
ZULÜM ÜZERİNE KURULUDUR
Bazı arkadaşlarımız batının bu çürümüş yanını görmeden, müreffeh yaşantısını yüceltme yanlışına düştükler
Batının gelir seviyesinden
Batının kurallarından falan bahseder onlara imrenirler.
Bu arkadaşlarımız aynı zamanda antiemperyalist olduklarını söylerler.
Ancak
Batılıların bariz bir şekilde mazlum milletleri sömürerek bu refaha eriştiklerinden hiç bahsetmezler.
Bunun yerine
Ülkemizin geri kalışına da laf atıp tutarlar.
Hâlbuki ülkemiz
O beğendikleri Batılıların tasallutundan kurtulmadığı için bugüne kadar geri kalmış türlü badireler atlatmıştır.
Yüz yıllık geçmişi bir kenara bırakılarak bugünü onlarla mukayese edemeyiz.
Buna rağmen birçok alanda bugün batı ülkeleri ile yarışacak seviyeye gelmiş bulunuyoruz.
Aramızdaki mesafe hızla kapanıyor.
Yani
Batı inişte biz yükselişteyiz.
Çünkü biz insanlara.. insanlığı hizmet eden bir milletiz.
RAMAZAN SOFRASI
İşte yine bir Ramazan ayındayız.
Batılıların hiç anlamadığı hayır ve bereket ayı başlıyor.
Ve
Gönüllü kuruluşlarımız yine yollarda…
Gösterişli teknolojileri pazarlamak için değil.. bereketli Ramazan sofrasını tüm dünyaya yaymak için yollarda.
Ülkemizin medarı iftiharı bu kardeşlerimiz, çoluk çocuğundan memleketinden uzak diyarlarda mazlumlara bir parça yardım için;
Batının hiçbir zaman anlamayacağı ideallerimiz için yollarda…
Emin Batur
.
ALMANYA YENİLDİ DE BİZ GALİP Mİ GELDİK?
Almanya’nın Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında yenilgiyle çıktıktan sonra, her seferinde toparlanıp dünya milletleri içinde birinci ligde oynaması… Bizim...
2 Ekim 2016 Pazar 0:02
Almanya’nın Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında yenilgiyle çıktıktan sonra, her seferinde toparlanıp dünya milletleri içinde birinci ligde oynaması…
Bizim de Bağımsızlık savaşını verip düşmanı denize döktükten ve ‘Zafer’ kabul edilen LOZAN Anlaşmasını yaptıktan sonra adeta taş devrini yaşamamız…
Ayrıca
2. Dünya savaşına girmediğimiz halde, durumumuzda bir iyileşme olmayıp dünya milletleri içinde ancak üçüncü ligde var olabilmemizin hiçbir izahı yoktur.
Ancak
Son zamanlarda bazı şeyler değişmeye başladı.
Bu değişim neticesinde ülkemiz arzuladığımız kalkınmayı yakaladı.
Ve
Ne olduysa bundan sonra olmaya başladı.
İhanetler, saldırılar, kuşatma girişimi, intihar bombacıları, terör vs. hep yakaladığımız bu ivmeden sonra hızlandı.
Şimdi biraz geriden gelip
Neden
Biz cephede kazandığımız halde eli ayağı kelepçeliler gibi hiçbir şey üretemiyorken .. savaştan sonra büyük bir yıkım yaşayan Japonya ve Almanya büyük bir kalkınma hamlesi gerçekleştirerek biri dünyanın 2. Diğeri de 3. Büyük ekonomisi oldu?
SAVAŞTA GALİBİYET VE YENİLGİ
Her şeyden önce
Dünyada kesin galibiyetli bir savaş yoktur.
Varsa da çok azdır.
Bizim Mohaç savaşındaki zaferimiz, kesin galibiyetli savaşlara örnek gösterilen bir zaferdir.
2 saat içinde o günün Almanya’sı diyebileceğimiz Macaristan Krallığı ezilmiş, yüzyıllar boyunca Macarlar kendilerine gelememiştir.
1526 yılında Macarlar Kanuni Sultan Süleyman’ın önünde bu ağır yenilgiyi almamış olsaydı, bugün belki de Avrupa’nın başında Almanya değil Macaristan olabilirdi.
Tarihte böyle kesin galibiyetli birkaç savaştan söz edilebilir. Örneği çok azdır.
Yunan Kralının kazandığı ‘Pirus Zaferi’ buna örnektir.
Bir de
Cephede kazanıldığı halde masada kaybedilen savaşlar vardır.
Bunun örneği çoktur.
Bilhassa bizim yakın tarihimizde örneği çoktur.
Önce
Cephede kaybedip kazananlara bakalım.
l. DÜNYA SAVAŞINDAN SONRA ALMANYA
Almanya ve Japonya buna en güzel örnektir.
Hele Almanya… Hem Birinci hem de İkinci Dünya savaşından yenilgiyle çıktı.
Almanya’nın 2. Dünya savaşındaki yenilgisi ise tam bir hezimet.
Tabir caizse ülkede taş üstünde taş kalmadı.
Cephede eriyen genç nüfusu ve yerlerde sürünen itibarı da cabası.
Ama
Kısa bir süre sonra Almanya ile kendimizi mukayese ettiğimizde çok feci bir manzara ile karşı karşıya kaldığımızı görürüz.
Almanya
Tüm altyapısını tamamlamış, sanayisi ve ekonomisi ile dünyanın 3. Büyük gücü olmuş, siyasi olarak da, son yıllarda BM ye 5’in yanına kendisini ekleyerek 5+1 olmuş, dünya pastasını paylaşımda ‘’Ben de varım!’’ diyen bir ülke…
Diğer taraftan daha savaşın dumanları üstünde tüterken, vatandaşlarını Almanya’ya işçi olarak göndermek için kendini paralayan bir Türkiye.
BİT YENİĞİ
Bu işte bir bit yeniği olduğunu yıllarca düşünmüşümdür.
Hala
Bazı soruların cevabını bulabilmiş değilim.
Hâlbuki biz:
Bağımsızlık savaşını yapmış, düşmanı denize dökmüş, Almanya ile müttefik olduğumuz dönemde birçok cephede düşmanı hezimete uğratmış ve 2. Dünya savaşına girmeyerek zinde kalmış bir ülkeydik.
Normal şartlarda
Almanya’nın çalışmak üzere bize işçi göndermesi gerekmez miydi?
Kaldı ki, mesele sadece işçi gönderme meselesi değildir.
Adamlar
Birinci Dünya savaşından sonra yenilgi ile çıkıyor
Ama
Bu nasıl bir yenilgi ise kısa bir süre içinde tüm dünyaya meydan okuyacak güce ulaşabiliyor.
1930 lu yıllara gelindiğinde Alman sanayi ve teknolojisi dünya ile yarışıyor, silah gücü tüm Avrupa’yı titretecek konuma gelebiliyor.
Nitekim
Kendine olan bu güveni sayesinde İngiliz-Fransız-ABD ittifakının dünya mazlumlarını sömürerek aldıkları paydan kendisine de bir pay ayrılmasını isteyerek sömürüye ortak olmak istemişti.
Red cevabı alınca da 2. Dünya savaşını başlatmış ve tabir caizse dünyanın yarısı ile kendisi savaşırken diğer yarısı ile Japonya kavga etmeye başlamıştı.
TESPİTLER
Konuya devam edeceğim ama tam burada aklımıza bazı sorular geliyor.
Önce birkaç tespit:
1- Almanlarla 1. Dünya savaşına girdiğimiz zaman güçlerimiz neredeyse denkti. Hatta cephelerde biz onlardan çok daha üstün savaştık. Hâlbuki onların kara ordusu dünyanın bir numaralı ordusuydu. Buna rağmen Fransızlara yenildiler.
2- Eğer Almanlar 1917 de Malmaison da Fransızlara yenilmemiş olsaydı savaşın seyri çok daha farklı olabilirdi.
3- Çünkü Biz Çanakkale’de Kut-ul Amare de Galiçya’da üstün başarılar göstermiş, düşmana büyük kayıplar verdirmiş idik. Daha sonra o günün süper gücü ve Almanların en azılı düşmanı İngilizlerin üstümüze saldığı Yunanları denize dökerek Almanların gönlünü ferahlatmıştık. (O gün yenilen Yunanlar değil İngilizlerdi. Aynen bugün FETÖ, PKK ve PYD yenilirse ABD nin yenileceği gibi) Not: Biz bütün bu zaferleri kazanırken savaşın bilançosu sayılan LOZAN konferansı henüz başlamamıştı. Yani masaya otururken birçok cephede kazandığımız zaferlere ek olarak 1919-1922 Bağımsızlık savaşında kazandığımız zaferlerin kozlarıyla masaya oturacaktık.
4- Biz, canımızı dişimize takarak kazandığımız bu başarılara rağmen Almanya pes edince biz de yenilmiş sayıldık. (Tarih kitaplarında geçen bu cümleye de aklım bir türlü ermiyor. Biz bu kadar zafer kazandıktan sonra neden ‘Mağlup’ sayılıyormuşuz? Bu işin içinde bir ‘Al gülüm ver gülüm’ işi olmasın?)
SORULAR
Hal böyle iken;
* Nasıl oldu da 10-15 yıl içinde Almanya dünyanın yarısına meydan okurken biz arkadan nal toplar olduk?
* Almanlar Avrupa semalarını bombardıman uçakları ile doldururken bizim bir toplu iğne fabrikamız olmaz.
* Almanlarla JUNKERS adlı uçak yapmak üzere anlaşmış ve her şey tamamlanmışken, ne oldu da bu girişim birden buhar olup uçtu?
* Vecihi Hürkuş 1925 yılında kendi imkânlarıyla uçak yapmış ve Ankara’dan İzmir’e deneme uçuşu yapmışken neden ev hapsiyle cezalandırıldı?
* Aynı yıllarda JUNKERS-TOMTAŞ ortaklığı ile yılda 250 uçak yapımı için tüm alt yapı çalışmaları tamamlanmışken, hükumet üstüne düşen sermaye ödemesini yapmayıp yapılan tüm çalışmaların sıfırlanmasına neden göz yumdu?
* Ülkemizin otomobil ve uçak yapımı son kerteye gelmişken her seferinde kim tarafından engelleniyor?
YOKSA BİZ BAĞIMSIZ BİR ÜLKE DEĞİL MİYİZ?
Uçak ve otomobil yapımı bağımsızlık sembolüdür.
Mercedes’in 1926 da kurulduğu düşünülürse ve bizim 1925 yılında uçak yapım çalışmalarımız sabote edildiğine göre ortada vahim bir şey var.
Yoksa LOZAN anlaşmasında bilmediğimiz bizi gemleyen maddeler mi var?
Bu maddelerin miadı yüzyıl sonra bittiği için mi Cumhurbaşkanımız ısrarla 2023 hedefini gösteriyor?
15 TEMMUZ kalkışması bu süreci uzatmak için midir?
ALMANYA TESLİM OLMADI
Almanya’nın durumunu yukarıda kısaca anlattım.
Yenilgiden sonra kısa sürede toparlanıp kaldığı yerden devam ediyor.
Sömürüden pay istiyor.
Verilmediği zaman savaş çıkartıyor.
Neden?
Çünkü Almanlar dünyanın en sömürücü güçlerinden biridir.
Şu anda bile gücü yetse, sömürüden istediği payı alamadığı için 3. Dünya savaşını çıkartır.
Hemen hemen tüm HAÇLI seferlerinde Almanların başı çektiğini unutmayalım.
Tekrar konumuza dönersek Almanya yenildi ama teslim olmadı. Anlaşarak savaşı bitirdi.
Başta ifade ettiğim gibi kesin galibiyetli savaş çok azdır.
2. Dünya savaşından sonra Bila kayd u şart (Kayıtsız şartsız) teslim olan Almanya kayıtsız şartsız teslim olmadı.
Neticelerden de anlıyoruz ki,
Mütegallibelerden (Galip ülkelerden) şunlara dokunmamak şartıyla yenilgiyi kabul etmiştir:
1- Alman milli eğitimine dokunmayacaksınız.
2- Alman sanayisi hizmetine devam edecek.. hiçbir ülke buna müdahale edemeyecek.
3- Alman harsı (kültürü, örfü) tağyir, tebdil, tahşiş edilmeyecek. (Bozulma, değiştirme, içine bir şeyler katma vb)
4- Alman siyasetine müdahale edilmeyecek.
5- Alman istihbaratı ülkesine bağlı görevine devam edecek.
6- Vs. vs. vs.
JAPONYA
Malum 2. Dünya Savaşında Japonya da ‘kayıtsız şartsız’ teslim olmuştu.
Neticelerden anlıyoruz ki o da Almanya gibi yenilmiş ama teslim olmamış…
Almanya için saydığımız maddeleri aynı şekilde Japonlar için de tekrar edebiliriz.
Hatta
Japonlar için fazladan maddeler de var.
* Milli ve dini bütünlüğün sembolü İMPARATOR görevine devam edecek.
* Milli yazılarına dokunulmayacak.
Hâlbuki Japon yazısı ÇİN alfabesinin Japon halkına uygun hale getirilmiş bir şeklidir.
‘’Nasıl olsa bu bizim yazımız değil…’’ deyip değiştirmediler.
Dünyanın en zor yazısı olduğu halde yazılarını değiştirmemeleri ve milli kimliklerine bağlılıkları, Japonları kısa sürede dünyanın 2. Büyük ekonomisi haline getirmiştir.
LOZAN ANLAŞMASI
Alman ve Japonların yenilgisini gördük.
Bir de bizim galibiyetimizden sonra olanlara bakalım:
* Hilafet kaldırıldı
Böylece dünya Müslümanları üstündeki siyasi nüfuzumuz elimizden alındı.
* Milli yazımız değiştirildi
Böylece 1000 yıllık birikimimiz sıfırlandı. Profesörlerimiz bile bir gün içinde okuma yazma bilmez bir hale geldi.
Bu suretle dünya milletleri ile olan yarıştan çekilmiş olduk.
* Uçak ve Otomotiv sanayimiz gizli bir el tarafından önlendi.
Yoksa
1925 yılında uçak yapan kişi Ankara-İzmir arası deneme seferi yaptığında cezalandırılmaz baş tacı edilirdi.
Aynı şekilde
1961 de Devrim otomobili yapılırken benzini konmamış diye seri üretimden kaldırılmaz. Bu kadar saçma bir bahane olmaz.
* Milli Eğitimimiz önce İngiliz sistemi 1947 den sonra da ABD sistemine emanet edildi.
* Aynı şekilde Bürokrasi İngilizlerin sömürge ülkelerinde uyguladıkları bürokrasiden kopya edildi.
Bundan dolayı Devlet-Millet kaynaşması yakın tarihe kadar gerçekleşmemiş, işler hep ters gitmiştir.
* Sağlık.. yakın tarihe kadar nasıl bir sağlık sistemine sahip olduğumuz yaşı müsait olanlar bilir. Hastane ’ye muayene olmak için gece yarılarında sıraya girmeler, hastane köşelerinde çekilen sefalet ve en son taburcu olmak için parasını denkleştiremeyenlerin hastanede ‘rehin’ kalmaları yakın tarihimizin kara lekeleridir.
* Kalkınma.. bırakın Almanya’yı Japonya’yı 60’lı yıllara kadar teneke barakalarda yaşayan Kore, Singapur vs. gelip bizi fersah fersah geçti. Kore’nin ürettiği arabalar dünya piyasasında cirit atıyor. Cep telefonu ve diğer sanayi-teknolojik üretimi herkesin malumu zaten…
* Enflasyon.. yakın bir tarihe kadar enflasyon yıllık %70 lerde olduğu zaman ‘Oh! Yarabbi şükür, bu sene enflasyon yüksek çıkmadı’ derdik.
* Misakı Milli’ye bile sadık kalınmadı.
Şöyle bir soru akla gelebilir:
Sağlık politikası, kalkınma, enflasyon, eğitim vs. nin LOZAN la ne ilgisi var?
Öyle bir ilgisi var ki.. biz burada işlerimizi düzelttikçe birilerinin kalbi küt küt atıyor.
O kalbi küt küt atanlar LOZAN da karşımıza oturanlardır.
Bugün
Eğer biz gemi üretebiliyorsak İHA larda dünyanın sayılı ülkeleri arasına girdiysek, silahımızı kendimiz üretiyorsak, kalkınma hızında Avrupa’ya nal toplatıyorsak zincirler kırılıyor demektir.
Eğer
Dünyanın en yüksek 10 yatırımından 4 tanesi Türkiye’de ise zafer inşallah yakındır.
İşimiz kolay değil ama yüreklerimiz bir atarsa kazanılmayacak savaş yoktur.
Gayret bizden Tevfik Allah’tandır.
ATATÜRKÇÜLER VE FETÖ
ATATÜRKÇÜLER VE FETÖ * FETÖ nün ordunun içine sızmasında Atatürkçülerin hiç mi suçu yok? Veya Cumhuriyet döneminde yapılan darbelerin...
31 Ağustos 2016 Çarşamba 11:11
ATATÜRKÇÜLER VE FETÖ
* FETÖ nün ordunun içine sızmasında Atatürkçülerin hiç mi suçu yok?
Veya
Cumhuriyet döneminde yapılan darbelerin arkasında Atatürkçüler yok muydu?
* Vardı!
Cumhuriyet döneminde başarılı başarısız tüm darbelerin arkasında Atatürkçüler var.
Ancak
15 Temmuz darbe girişiminde ülkenin işgali söz konusu olduğunda; vatanına milletine sadık Atatürkçüler, Milli İradenin yanında yer alarak ülkemizi büyük bir felaketten kurtardılar.
Peki, her darbede darbecilerin yanında yer alan Atatürkçüler 15 Temmuz’da nasıl oldu da halkın yanında yer aldı?
İşte mesele de burada. Karşımızda tek tip bir Atatürkçü yok.
Çok geniş bir yelpazeye sahip ‘’Atatürkçü’’ olduğunu iddia edenler var.
Bu yelpaze o kadar geniş ki,
Solun en dibindeki de kendine ‘Atatürkçü’ diyebiliyor…
Sağın en dibindeki de aynı şekilde ‘Atatürkçü’ olduğunu iddia edebiliyor.
Bu yelpazeye son günlerde Liberaller ve kendilerine eskiden ‘İslamcıydım..’ diyenler de katıldı.
Hele eski ‘’İslamcılar’’ hızını alamayıp malum jargonla
Atatürk’ün bizi Hocalardan Şeyhlerden kurtardığını vs. vs. öyle bir anlatıyorlar ki, sanırsınız 40 yıllık Atatürkçüler.
Neyse
Tekrar 15 Temmuz günü yapılan darbe kalkışmasına dönecek olursak,
Vatanına milletine bağlı, ülkesini ABD ye peşkeş çekmek istemeyen demokrasi yanlısı Atatürkçüler önemli görevler aldı.
Herhalde bizim anlaşabileceğimiz geçinebileceğimiz Atatürkçüler bunlar olacak.
Ancak
Bu son darbe kalkışmasında vatansever Atatürkçülerle yapılan ittifak, daha önce darbeci Atatürkçülerin yaptıklarını temize çıkarmaz.
Hatırlayalım!
En büyük Atatürkçü Kenan Evren’di ve bütün yaptığı o zulümler Atatürkçülük adına yapılmıştı.
Kendisi hem Atatürkçü hem de darbecinin önde gideniydi.
27 Mayıs 1960
Darbesini yapanlar yine halis muhlis Atatürkçülerdi.
Hala şimdi bile bazı Atatürkçüleri konuşturduğunuzda 1960 darbesine laf kondurmazlar.
Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idam edilmesine sessiz kalır tepki vermezler.
Aslında içlerinden ‘’Oh olsun! Hakketmişlerdi..’’ diyecekler ama…
Darbesi yine Atatürkçülerin tertip ettiği bir darbeydi
İngiliz yanlısı Sol kanada mensup Atatürkçülerin yaptığı bu darbe başarılı olsaydı, Türkiye’yi 1960 darbesinden daha kötü günler beklemekteydi. Başarılı olamadılar.
3 gün sonra
Bu sefer Amerikan yanlısı Atatürkçüler muhtıra vererek, yarı gerçekleşmiş bir darbe yaptılar.
Buraya kadar darbe yapanlar kendilerini hep Atatürkçü olarak tarif etmekte Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olduklarına dair hem sözlü hem de fiili olarak yaptıkları icraatlarla ortaya koymuşlardır.
12 Eylül 1980 Darbesini söyledim.
Kenan Evren’in Atatürkçülüğünden şüphe eden yok herhalde.
En çok Atatürk büst ve heykeli bu dönemde yapıldı.
28 Şubat 1997
Darbesi yine aynı şekilde Atatürkçülerin yaptığı bir darbedir. Hem de en azılısı.
O süreçte mütedeyyin insanlara neler çektirdiklerini biliyoruz.
Ne için?
Atatürkçülüğün daha iyi uygulanması için.
27 Nisan Muhtırası da aynı şekilde Atatürkçüler tarafından deruhte edilmiştir.
Dikkat edilirse bütün darbeler Atatürkçüler tarafından yapılmış.
15 Temmuz 2016 darbesi hariç. Bu darbenin içinde de Atatürkçüler var ama başrol oyuncu değiller.
Her ne kadar darbeye verdikleri isim Atatürk’ün sözlerinden mülhem ‘’Yurtta sulh…’’ ismi olsa da bu darbe de Atatürkçülerin ikinci planda kaldıkları görülmektedir.
ATATÜRK-İNÖNÜ-FETÖ
ARASINDAKİ İRONİ
Bu darbede Atatürkçüler neden ikinci planda kaldı?
Çünkü
Darbenin taşeronu olan FETÖ cuların sapık inançlarına göre Fetullah (Gerçek ismi budur.. Yani Fethullah değil Fetullah) Gülen’in olduğu yerde başka kimseden bahsedilemez. O Kâinat imamıdır.
Binaenaleyh gelmiş geçmiş tüm liderler ikinci plandadır.
Bundan dolayı darbeciler Atatürkçü oldukları halde bu sefer bunu ön planda tutmadılar.
Aslında zamanında İnönü de aynı şeyi yapmıştı.
İpleri eline geçirdiğinde Atatürk’ün resimlerini indirip kendi resimlerini astırmıştı. Paradan Atatürk’ün resimlerini kaldırmıştı. Yavaş yavaş kendi heykellerini yaptırmaya başlamıştı. 2. Dünya Savaşı patlamasa memleket boydan boya Atatürk heykelleri yerine İnönü heykelleri ile donanacaktı.
Eğer
İnönü iktidarı devam etseydi bugün belki Atatürk’ün adını hatırlayan bile olmazdı.
FETÖ TERÖR YAPILANMASINDA
ATATÜRKÇÜLERİN HİÇ Mİ SUÇU YOK?
Atatürkçülerin ne kadar geniş bir yelpazeye sahip olduğunu söyledim.
Peki
Ülkemizin FETÖ çetesinin eline geçmesine sebep olan ‘Atatürkçüler’ kimlerdir?
Ana damar Atatürkçüler diyebileceğimiz bu kesim 1930 lu yılların özlemiyle yaşamaktadırlar.
‘’Allah!’’ diyeni, ‘’Yallah kodese…’’ demek için alesta bekleyen kesimdir bunlar.
Ülkenin kahir ekseriyetini oluşturan muhafazakâr mütedeyyin kesimden hiç hazzetmezler.
Bu kesim; halkın acil bir şekilde Avrupai dekolte bir tarza sokulması için yanıp tutuşurlar.
Avrupai hayat tarzını benimsemediğimiz için geri kaldığımıza ..
Halkı gerekirse baskı yaparak Avrupai bir şekle sokma gereğine inanırlar.
Avrupa’nın o sefih hayatı bunların idolüdür.
Bundan dolayı
Zamanında inançlı dindar kesime bu ülkeyi zindan ettiler.
Ellerine fırsat geçtiğinde yine aynı zulmü yapmaktan geri durmadıklarını gördük.
Hatırlayacak olursak
28 Şubat darbesinden sonra Cumhurbaşkanı olan A. Necdet Sezer ve ekibi tam da 1930 lu yılların hasreti ile yaşayan bir ekipti.
‘’Kamusal alan’’ zırvalarıyla neredeyse başörtülü hanımefendileri Belediye otobüsüne bile almayacaklardı.
Bunun için İzmir pilot bölge seçilmiş ufak tefek patırtılar kulağımıza gelmeye başlamıştı.
O yıllarda bir taraftan Çevik Bir’ler, İ. Hakkı Karadayı’lar ve taa Erzurum’dan Erbakan Hocamıza hakaret eden Özbek Paşa’lar hep bu ekibin elemanlarıydı.
A . Necdet Sezer ve Askeri cenahtaki bu ekibe siyasette Demirel, M. Yılmaz ve Ecevit destek veriyordu.
Medyada
İşin başını Hürriyet çekiyor, buradaki kalemşörler E. Çölaşan, U. Dündar vb. leri büyük bir iştahla mütediyyin insanlara zulmediyorlardı.
ECEVİT
Ecevit’in halkın oyuyla seçilmiş milletvekili Merve Kavakçı’ya mecliste yaptığı küstah saldırı hepimizin hafızalarındadır.
Bu da yetmemiş gibi
Aynı milletvekilinin gece yarısı baskınlarla evinden alındığını, çocuklarının ağlayışlarına aldırmayarak kodese tıkılmak istendiğini unutmayalım.
FETÖ AĞLARINI ÖRÜYOR
Askerdeki oğlunun yemin törenine alınmayan başörtülü Anneler,
Çocuklarını başörtüsüyle okula gönderemeyen veliler
Ekonomide
Yargıda
Eğitimde
Sağlıkta işlenen cinayetlere girmiyorum.
Başörtülü olduğu için ve baş açık resmi olmadığından hastaneye alınmayıp hayatını kaybeden Medine Bircan hanımefendiyi söylemekle iktifa edeyim.
Yani
28 Şubat döneminde küçük bir azınlık ‘Atatürkçülük’ maskesiyle ülkeyi inim inim inletmeye başladı.
Neyse
İşte tam bu sırada
Ülkenin kıvama geldiğini gören FETÖ ve arkasındaki asıl güç ağlarını örmeye başladı.
* Bak! Görüyor musun? Taa Erzurum’dan bir paşa senin Başbakanına küfrediyor kimsenin ‘gık’ ı çıkmıyor.. ver oğlunu bize okutalım, Paşa olsun. Vatana millete hayırlı bir evlat olsun.
* Essah mı?
* Evet!
* Ama benim oğlum namazında niyazında bir delikanlı. Biz dindar bir aileyiz. Nasıl olacak o iş?
* Aaa bak bu olmaz. Namaz niyaz yok. Kılmak istiyorsa göz ucuyla tuvalette kılsın.
*
* Ama annesi başörtülü nasıl ziyaret edeceğiz?
* O da olmaz. Ziyarete gelince başını açacak.
* Benim eşim bugüne kadar yabancıya saçının bir telini göstermiş değil.
* Yaa devamlı demedik.. oğlun Paşa olana kadar, Allah biliyor ya içinizi.
* Duyuyoruz ki bir sürü içkili danslı partiler oluyor.. oğlum ve müstakbel eşi?..
* Yaa dedik ya! Paşa olana kadar… Oğlun birazcık içse karısı da dans etse ne olmuş? Paşa olunca tövbe eder.
* Aman Allah’ım Aman Allah’ım başımıza taş yağacak.
* Hadi ama Hacı uzun etme.
Bu minval üzere vatan evlatlarını baba ocağından alıp ordunun içine sızdılar.
Sadece ordu mu?
Hayır!
Yargıdan, Eğitime, sağlıktan, sermayeye ülkenin sinir uçları bu terörist teşkilatın eline geçti.
Sebep kim?
Atatürkçülerin o doymak bilmez baskılarından dolayı…
Amerika’nın da verdiği destekle FETÖ
CIA-MASONİK karışımı bir yapılanma ile hem yurt içinde hem de yurt dışında muazzam bir şekilde teşkilatlandılar.
YÜZYILIN KUMPASINI
HALK FARK ETMEDİ Mİ?
Fark etse de Atatürkçüler Milletin canını öyle bir yakmışlardı ki, herkes görmezden geldi.
Herkes
‘’Bunların siyasi şuuru yoksa da neticede namazında niyazında insanlar… Atatürkçüler kadar gaddar olmazlar ya!’’ diye düşündü.
Yüzyılın kumpası
Bundan dolayı fark edilmedi.
.
BİTMEYEN OYUN
Kritik dönemlerde hemen hemen hep aynı oyunu seyrederiz. Oyun özet olarak şöyle: Halk önce yardımcı oyuncular tarafından cendereye...
18 Ekim 2016 Salı 0:48
Kritik dönemlerde hemen hemen hep aynı oyunu seyrederiz.
Oyun özet olarak şöyle:
Halk önce yardımcı oyuncular tarafından cendereye konarak iyice sıkıştırılır.
Arkasından asıl oyuncular gelir ve milletin tepesine biner.
FETÖ
Dikkat edilirse FETÖ içimize bu yöntemle sızdı. Halk önce 28 Şubat süreciyle iyice bunaltıldı.
Halkın temsilcisi siyasiler de:
‘’Bunlar bize 28 Şubatçılardan daha fazla zulmedecek değil ya…’’ deyip Fetöcülerin önünü açtı.
Millete yapılan büyük kumpas
Bundan dolayı fark edilemedi.
FİNAL
Defalarca tekrarlanan oyun 15 Temmuz’da bu sefer ‘Final’ oynamak için sahneye kondu.
Artık onlara göre bu işin sonuna gelinmiş ülke işgal edilebilir kıvama gelmişti.
Peki
15 Temmuz’a gelene kadar, buna benzer kaç oyun sahnelendi?
Şimdi ona bakalım.
BU ÜLKEDE
OYUNLAR BİTMEZ
HAİNLER BİTMEZ
KAHRAMANLAR DA BİTMEZ
Çünkü stratejik bir bölgedeyiz… Lider ülke olma yolunda hızla ilerliyoruz
Ve
Bir sürü alacağımız var.
Yani hesap henüz kapanmış değil.
Bundan dolayı ülkemiz
Benzer süreci defalarca yaşadı.
Ancak ben en önemli 4 tanesinden bahsedeceğim.
Küçük olanları çoktur.
Küçük oyunlardan bir iki örnek verirsem yeterli olur sanırım.
DEMİREL VE ‘EHVENİ ŞER’
Demirel’in AP (Adalet Partisi) nin başında bulunduğu yıllarda en büyük rakibimiz ‘Ehveni şer’ di.
Yıllarca siyasetin içinde bulundum.
O tarihlerde Erbakan Hocanın partilerinde görev yapmıştım.
İşte o yıllarda
Seçim çalışmalarında karşımıza çıkan en büyük sorun bu ‘Ehveni şer’ meselesiydi.
Bir türlü
Mütedeyyin muhafazakâr aileleri Erbakan Hocaya oy vermeye ikna edemezdik.
Sebebi:
‘’Erbakan’a oy verirsek Demirel’in oyları bölünür. Binaenaleyh Ecevit iktidara gelir. Ecevit demek CHP demek… CHP demek tek parti diktatoryası, baskı, zulüm, kıtlık demek.
Biz Demirel’in ne olduğunu biliyoruz ama en azından namazımıza, Kur’an Kursumuza vs. karışmıyor… Durup dururken başımıza iş açmayalım…’’ der, bir türlü muhafazakâr kesimin oylarını alamazdık.
Bu oynanan küçük oyunlardan biriydi.
Tabir caizse asıl ‘turpun büyüğü’ ilerdeydi de haberimiz yokmuş.
Hâlbuki
Bana göre Ecevit Demirel’den daha ‘Milli’ydi.
Kıbrıs’a
Çıkarma yapma söz konusu olduğunda, eğer Ecevit yerine Demirel iktidar ortağı olsaydı, Erbakan Demirel’i Kıbrıs’a çıkarma konusunda mümkün değil ikna edemezdi.
Nitekim
Gerek İsmet İnönü gerekse Demirel zamanında Rumlar Kıbrıs’ta Türkleri defalarca katliama tabi tuttukları halde, hiç bir şey yapamadıkları gibi askerimizin de moralinin bozulmasına sebep olmuşlardı.
Şöyle ki:
Rumlar Kıbrıs’ta katliam yapınca asker hareketleniyor… Demirel veya İnönü ‘Tamam’ diyerek askeri kuvvetlerimize çıkarma için onay veriyor.
Ancak
Amerika’dan zılgıtı yiyince daha gemilerimiz yoldayken rotalarını Kıbrıs yerine İzmir’e çevriliyordu.
Bu böyle 2-3 sefer tekrarlanınca askerimizin morali haliyle bozuluyordu.
Nitekim
Erbakan Hoca
Kıbrıs’a çıkarma emrini Genel Kurmay Başkanı Semih Sancar’a verdiğinde.. Gn. Kur. Başkanı bu endişesini dile getirmişti.
Yani
Çıkarma Kıbrıs yerine İzmir’e yapılırsa askerin morali bozulur bir daha onları yerinden kıpırdatmada müşkülat çekeriz.
‘’Hayır!’’ Demişti Rahmetli Hoca. ‘’Bir daha böyle bir şey yaşanmayacak. İstikamet KIBRIS Haydi Bismillah…’’ diyerek harekatı başlatmıştı.
(Ecevit o sırada İngiltere’de idi. Başbakanlığa Erbakan Hoca vekalet ediyordu)
Yine
Rus uçağını düşürme işi küçük oyunlardan biridir.
Eğer uçak krizi devam edip Rusya ile çatışma durumuna gelseydik 15 Temmuz ihanet kalkışması olmazdı.
Neyse
Tekrar konuya dönecek olursak 15 Temmuz’a kadar 4 tane büyük oyun sahnelendi.
Küçüklerine girmiyorum.
Küçük oyunlardan; Demirel-Ecevit-Ehveni şer ve Rus uçağının düşürülmesi şeklinde az önce bahsettim.
Şimdi o büyük oyunlara bakalım:
1- Sevr ile sıkıştırıp Lozan’a razı ettiler
2- Tek parti diktatoryasını gösterip 1950 de ülkeyi Amerika’nın önüne serdiler
3- 1970 ten itibaren tırmanan terörü gösterip, Evren’nin 12 Eylül Faşizmine razı ettiler.
4- 28 Şubat’ı gösterip FİNAL oynamak için FETÖ yü ülkenin başına bela ettiler.
TEK PARTİ FAŞİZMİ
1950 seçimlerinden sonra ülkenin ABD kulvarına girdiği doğrudur ama halk ne yapsındı?
Başka bir çaresi var mıydı?
Kaldı ki,
Tek parti diktatoryası hüküm sürerken, bu ülkede İngiliz kılık kıyafet ve sömürge ülkelerinde uyguladığı bürokrasisi hakimdi.
O günlerde bir memur Fötr şapka giymeden işine gidemezdi.
Bugün en hızlı bir CHP liye ‘’Fötr şapka giymeden işe gidemezsin…’’ deseniz, isyan eder.
Haksız vergiler, sürgünler, ayrımcılık, sansür, yağcılık, ayakta çarık.. fakirlik diz boyu. Bir avuç insan hariç her kes yokluk çekiyor.
Savaşa girmediği halde ekmeğin karneyle satıldığı tek ülke.
Tek parti diktatoryası işte! Fazla söze gerek yok.
Halkın mecali kalmamıştı.
İngiliz gitti Amerika geldi.
Halkın bunu o günkü şartlarda tartacak mecali yoktu. Tek parti diktatoryası insanları canından öyle bir bezdirmişti ki, ‘kim gelirse gelsin mevcut olandan iyidir…’ kanaati vardı.
KARAR
İsmet Özel’in Harika tespitiyle,
Halk kimi seçeceğine değil.. kimi seçmeyeceğine karar vermek zorunda kalmıştı.
14 Mayıs 1950 seçim neticesi böyle ortaya çıktı.
Bu şekilde
Ülke Amerika’nın önüne serildi ama dediğim gibi serilmesine sebep olan kim?
Medyanın İngiliz parfümü koktuğu…
Ve
Halkın %66 sının okuma yazma bilmediği bir zamandan bahsediyoruz.
Hani harf inkılabıyla çok övünüyorlar ya. 22 yılda nüfusun ancak %34 ü okuma-yazma öğrenmiş. O da sadece okuma yazma… O kadar.
Bu %34 ün yüzde kaçı Lise Üniversite mezunu olacak da ülkenin Amerikan hegomonyasına girdiğini fark edecek.
Millet:
‘’Sırtımdan Jandarma dipçiği eksik olsun da…’’ başka bir şey istemem moduna getirilmiş. Amerika’yı Rusya’yı değerlendirecek hali yok yani.
Musul Kerkük Batum Nahcivan ha keza… Halep’in yarısından çoğu Türk’tü.
Bunlar da gitti sahip çıkılmadı.
Hâlbuki Erzurum’da Sivas Kongrelerinde alınan kararlar böyle değildi.
‘Gücümüz yoktu’ denebilir. Peki, düşmanın gücü var mıydı? Önüne katmış süpürmüş denize dökmüşsün.. Çanakkale’den düşmanı gerisin geriye göndermişsin, Kut-ul Amare’de İngilizleri ezmiş perişan etmişsin. Doğu cephesinde Kazım Karabekir’le destanlar yazmışsın…
Ondan sonra
Bütün bu kartlarla masaya oturup bir avuç toprağa razı olmuşsun… Buna da ‘Zafer’ diyorsun.
KOD-GÜÇ
Yetmemiş
Bu ülke insanının kodları ile oynanmasına razı gelip imzayı basmışsın… Bütün bunlar 6 ay gibi kısa sürede yapılıyor.
Koskoca imparatorluk 6 ayda tasfiye ediliyor yani…
Kemal Tahir
Bu rezalet için ‘Bakkal dükkânı bile 6 ay gibi kısa sürede tasfiye olmaz’ der.
Sonra da kalkmış ‘Gücümüz yetmedi..’ diyorlar.
Peki,
Her yerde hezimete uğramış düşmanın gücü kalmış mıydı?
Neticede o gün büyük bir oyun tezgâhlandı.
Halka
Sevr propagandası yapılıp
Lozan’a razı ettiler.
Ki, o propaganda hala devam ediyor.
12 EYLÜL
12 Eylül’e giden süreç tam bir faciaydı.
İnsanlar terörden yaka silker hale gelmişti.
Aynen 1950 öncesi oyun tezgâhlandı.
Halk
‘Kim gelirse gelsin.. yeter ki, bu terör belası bitsin’ noktasına getirilmişti.
Nereden bilsin
Sabah solcu vurup, akşam onun intikamını almak için sağcı vuranların aynı kişi hatta aynı silah olduğunu…
Bunun böyle olduğu
Yıllar sonra ortaya çıktı ama ne fayda.. 12 Eylül sürecinde 600.000 kişi okkanın altına girmekten kurtulamadı.
Nitekim
Darbeci generallerden biri ‘Ortamın uygun hale gelmesi için bekledik. Aksi halde 1 yıl önce darbeyi planlamıştık’ diye ağzından kaçıracaktı.
Olan
Hapislerde çürüyen, toprağın altına giden gençlere oldu.
Bir nesil
Terör-darbe-işkence travmasıyla heder oldu gitti.
Çünkü
Oyunu sahneye koyanlar böyle istemişti.
Türk halkı
Birbiriyle didişsin, önünü görmesi, diğer milletlerle yarışmaya girmesin istiyordu.
Ve
Uzun süre buna muvaffak oldular.
1980 öncesi yıllarını, terör-zam-zulüm yıllarına çevirmeyi başardılar.
Bu yıllar;
Dünya milletleri ile olan yarıştan artık iyice koptuğumuz yıllardı.
Emperyalistler bir daha bu işi başarmışlardı.
28 ŞUBAT’I GÖSTERİP
FETÖ’YE RAZI ETMEK
28 Şubat’ta bu ülke tekrar cendereye sokuldu.
Ekonomiden sanayiye, dış borçtan turizme, tarımdan dış ticarete ve denk bütçeye kadar her şeyin iyi değil, çok çok iyi gittiği bir dönemde,
Ülkemizin ‘Ya Hayy!’ deyip
Adeta bir küheylan gibi ileri atıldığı bir zamanda birileri tekrar devreye girip ‘Stop’ dedi.
DEMİREL
Demirel bu iş için biçilmiş kaftandı.. fırsatı kaçırmadı.
Türlü siyasi ayak oyunlarıyla meşru seçimle iktidara gelmiş Erbakan Hocayı nahak yere istifaya zorlandı. Yine bir sürü entrikalar çevirerek görevi teamüllere aykırı olarak Mesut Yılmaz’a verdi.
Ve
Olan ondan sonra oldu.
Ülke birbiriyle tekrar didişmeye başladı.
Parti kapatmalar
‘Kamusal alan’ rezaleti ile öğrencilerin başörtüsüne el uzatmalar vs. sürdü gitti.
Bankaların önünde TV kameralarına ağlayan yalvaran gözlerle bakıyorlar ama muhatap bulamıyorlardı.
İntihar eden, hasta yatağına düşen vatandaşların haddi hesabı yoktu.
O hortumlanan paralar yıllar sonra geçtiği halde gelen hükumetlerin sırtında kambur olarak kaldı.
Yerlerde sürüklenen itibarımız da cabası…
Derken
Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında Anayasa kitapçığını fırlatma hadisesi meydana geldi.
Dolar birden ikiye üçe katladı.
Esnaf kepenk kapattı.
Borçlular borçlarını ödeyemez hale geldi.
Hele dolarla borçlananlar.. bir sürü niza’ ihtilaflar çıktı.
Mahkemeler hapishaneler doldu taştı.
Böylece oyun başarıyla icra edilmiş,
Türkiye bir daha durdurulmuş,
Titrek, ayakta duramayacak bir hale gelmişti.
Bunun mücessem şekli de,
Başbakan Ecevit’in Clinton’un önündeki duruşudur.
Merve Kavakçı’ya TBMM de esip gürleyen Ecevit, Clinton önünde ezim ezim eziliyordu.
O fotoğraf karesi Ülkemiz için tam bir rezaletti.
FETÖ ve 15 TEMMUZ SÜRECİ
Ülkenin kıvama geldiğini gören Pensilvanyalı FETÖ
FİNAL oynamak üzere harekete geçti.
Aynen
1950 öncesi oyun tekrarlandı.
Diyeceksiniz ki;
‘’İyi ama CHP iktidarda değil ki.. ne suçu var bu işte?’’
İşte meselenin en ince ayrıntısı burada…
Bu ülkede kim iktidar olursa olsun bürokrasi CHP nin elindedir.
1961 Anayasası değişmedikçe bu böyle…
1961 Anayasasını CHP liler yaptı.
Onun içine öyle Anayasal kurumlar koydular ki, o kurumlar yakın tarihe kadar CHP nin arka bahçesiydi.
Siz
Ak Partiyi kim kapatmaya kalktı zannediyorsunuz?
Özal
Uzun mücadeleler sonunda ve o kadar zaman iktidarda kalmasına rağmen Anayasa mahkemesine ancak 2 üye sokabilmişti.
Bu bürokrasi
60 tan önce de vardı ama 61 Anayasası ile iyice şedit hale getirildi.
Menderes’e
Özal’a
Erbakan Hocaya takoz olan yapı bu yapıdır.
Ve
Bugün hala takoz olmaya devam ediyor.
İşte FETÖ
Başta anayasal kurumlar olmak üzere ülkenin tüm sinir uçlarına sızdı.
Üst üste yapılan operasyonlarla yani küçük oyunlarla netice alamayacaklarına kanaat getirince,
Final oynamak için 15 Temmuz adlı büyük oyunu sahneye koydular.
Şükürler olsun
Bu badire de atlatıldı.
Artık bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak… Olmamalı.
15 Temmuz bir milattır.
İlk iş yeni bir Anayasa…
Dün yeni bir Anayasa için işaret verildi.
.
MA’ŞERİ VİCDANIN SESİ
JOHN DOE 33 cinayeti var. Batıda buna benzer birçok film çevrildi. Filmin konusu özet olarak şöyle: Başta...
4 Kasım 2016 Cuma 0:13
JOHN DOE
33 cinayeti var.
Batıda buna benzer birçok film çevrildi. Filmin konusu özet olarak şöyle: Başta çocuk tacizcileri olmak üzere suçluları cezalandıran bir kişidir John Doe. Çünkü Suçlular yakalanıp hakim önüne çıksa bile 1-2 yıl ceza aldıktan sonra salıverilmektedirler.
Bazıları hapishaneye bile girmiyor.
Filmin İçinde geçen bir diyalogda 95 kere hakimin önüne çıkıp serbest kalan bile var. Niçin? Çünkü kanunlarda boşluk çok… Ayrıca Mahkeme önünde saygılı davrandı, kravat taktı, iyi hal vb. durumlardan ceza indirimine gidiliyor ve az bir şey yattıktan sonra bu suç makinelerinin çoğu halkın arasına karışmalarına göz yumuluyor.
ÇÜRÜK ADALET SİSTEMİ
VİCDANA KEFEN GİYDİRİYOR
Kendi ailesinin başından benzer bir olay geçince John olaya el koymaya karar verir.
Ve
Suçlu olduğuna inandığı sapıkları, katilleri, canileri kendi yöntemleriyle infaz edip internet ortamında dünyaya seyrettiriyor.
İşin ilginç yanı
Onu yakalamakla görevli polis, yargılamakla görevli hakim savcı vs. kanunların aksine gönülleri John’dan yanadır.
Tabii
Medya ve halkın kahir ekseriyeti de John’u desteklemekte…
Ama
Gel gör ki, birisi yakalamak diğerleri de infazı için karar vermek zorunda.
İşte!
Batı adalet sisteminin iflas ettiğini gösteren an bu andır.
BATI HUKUKUNUN ACİZLİĞİ Batı hukuku bu konuda aciz… Mağduru değil suçluyu koruyor.
Ve
Her seferinde sapıklara ikinci bir şans tanınıyor. Aslında Batı hukuku iflas etmiş ama kuyruğunu da dik tutmaya çalışıyor.
Hâlbuki
İslam hukukunun bu sapıklıklara verdiği ceza malumdur.
Batı
İslam hukukunu biliyor ama beğenmiyor küçümsüyor.
Bizim Laik-Kemalistler de onlara bakıp aynı tavrı gösteriyor.
İslam hukukunu küçümseyen batılılar zorda kalınca Şeriatın hükmünü istiyor.
İş zora gelince,
‘’Göze göz dişe diş…’’ diyor. Bu ifade aynı şekilde filmde geçiyor.
1980 ÖNCESİ SAĞ-SOL
ÇATIŞMALARINDA BİR OLAY
Bu konuda bir örnek daha vermek istiyorum.
Bizim camianın mütefekkirlerinden Rahmetli Ercüment Özkan anlatmıştı.
Laik-Kemalist bir hakim akrabası ile bir araya geldikçe Ercüment abiye sataşırmış.
‘’Yahu o kadar okumuş mürekkep yalamış birisin.. buna rağmen hala Şeriat hükümlerinden medet ummana inanamıyorum…’’ diyerek, küçümseyen bir tavır sergilermiş.
Bu arada
Hakimin oğlu Üniversitede okuyor ve sol gruba mensup bir genç…
Bir gün kavga sırasında oğlu bıçaklanarak hastaneye kaldırılıyor.
Ve
Maalesef kurtarılamayarak genç yaşta hayata veda ediyor.
Akraba olması hasebiyle Ercüment abi baş sağlığı ziyaretine gidiyor.
Ve söze gönül almak maksadıyla; ‘’Kendinizi bu kadar üzmeyin, bakın katiller de yakalandı…’’ falan diyecek oldum ama nerdeyse dediğime pişman oldum diyor.
Hakimin gözleri kan çanağına dönmüş vaziyette bana dönüp:
‘’Katillerin yakalanmasını ne yapayım Ercüment!.. Versinler bana onları ellerimle paramparça edeyim’’ diyerek hakim beyin hıçkırıklara boğulduğunu anlatmıştı.
Başka zaman
Şeriat konusunda benimle tartışan Şeriat kanunlarını küçümseyen hakim, iş oğlunun öldürülme olayına gelince katillere şer’i şerifin uygun gördüğü şekilde cezalandırılmasını istiyordu.
BATIDA İNSANLARIN GÖNLÜ JOHN’DAN YANA
AMA OY VERİRKEN KATİL VE CANİLERE OY VERİYORLAR
Aksi halde kendi çoluk çocukları öldürüldüğü zaman değil,
Afganistan
Irak
Suriye
Vietnam
Libya’da çoluk çocuk bombalar altında can verirken isyan edip yöneticilerden hesap sorarlardı.
SAHTEKÂR EYLEMCİLER
Batıda
Çevreyi ağacı yeşili balık ve kaplumbağaları koruma adına bi sürü eylem yapılır.
Bu eylemlerin çeyreği
İslam coğrafyasında dökülen kanlar için yapılsa, bu zulümler bu şekilde katliamlara devam etmezdi.
ŞERİAT VE DAEŞ(IŞİD)
Emperyalistler
Yaptıkları cinayetleri ört bas etmek için İslam hukukunun ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu DAEŞ(IŞİD) vb. örgütler vasıtasıyla dünyaya anlatmaya çalışırlar.
Bunların yerli versiyonları da
Sapık tarikatlar üzerinden ayni şeyleri yapmaya çalışır.
Halbuki
Bu tür örgüt ve tarikatların menşei yine batıdır.
Batı
Bu örgüt ve tarikatları besleyerek İslam dünyasının içine salar.
Bu yöntem
İslam ülkeleriyle olan savaşın bir parçasıdır. Aynı zamanda sömürünün…
Türkiye’nin
Hem DAEŞ hem FETÖ tarikatı (FETÖ bir nevi sapık tarikattır) ile mücadele etmesi, bir yandan batının oyununu bozarken, diğer yandan İslam ülkelerine örneklik teşkil etmiştir.
BATININ GELDİĞİ NOKTA
İslam dünyasını
Çeşitli terör örgütü ve tarikatlar vasıtasıyla meşgul edip sömürmeye devam eden batılılar, kendileri rahat olabiliyor mu?
Amerika’da her 6 kadından biri,
İsveç’te her 4 kadından biri tecavüze maruz kalmaktadır.
İngiltere’de yılda 400.000 kadın cinsel tacize maruz kalıyor.
Ama
Asıl facia Amerika’da… Yaşanılan tecavüz olaylarının ancak %16 sı kayda geçmektedir.
Buna rağmen
Milliyet gazetesinin verdiği habere göre 2009 yılında Amerika’da hükümlü ve tutuklu sayısı 2.300.000 kişi.
300 Milyonluk bir ülke için bu büyük bir rakam…
Neden?
Türkiye’nin
İçinde bulunduğu 600 milyonluk Avrupa’da ise hükümlü ve tutuklu sayısı 700.000 kişi olduğu göz önüne alındığında işin vahameti ortaya çıkmaktadır.
Bu rakamlar
Batının en büyük emperyalist gücü ABD nin hangi seviyelere düştüğünü açıkça göstermektedir.
Bu gidişle Amerika’da daha çok John Doe’ler çıkar.
Peki Batıya yaramayan bir hukuk, Müslüman bir toplum olan bizlere ne kadar yarar?
UĞUR MUMCU Uğur Mumcu bu çelişkiyi bir TV programında şöyle dile getirmişti: ”Biz İsviçre medeni kanuna göre evlenen, Alman ticaret kanununa göre ticaret yapan, İtalyan ceza hukukuna göre ceza alan ve İslam kurallarına göre gömülen bir milletiz” Mumcu Hayatımızın ne kadar çelişki olduğunu bir cümle ile özetlemişti.
ŞERİAT ve AB MÜKTESEBATI Aslında batı toplumu lisanı hal ile ve John Doe filmleri vasıtası ile Şeriat hükümlerini istiyor.
Şeriata göre göze göz, dişe diş…
Enteresan olan şu ki, bu ifade aynı şekilde filmde de geçiyor.
Yani
Öldüren tecavüz eden öldürülür. Diş kıranın dişi, göz çıkaranın gözü…
‘’Şeriatın kestiği parmak acımaz…’’
Cenabı Hak: ”Kısasta sizin için hayat vardır” buyuruyor.
Bu böyle ama gel gör ki,
AB Müktesebatı böyle şeyleri kabul etmiyor.
Avrupa idama karşı…
Bundan dolayı bir sürü cani katil hatta seri katiller türedi son zamanlarda. Eline silahı alıp okulu basıyor. 10-15 öğrenci öldürüyor ve bu katiller hala hayatta.
Kim bilir,
Avrupa’da bu haksızlığa isyan eden mağdur aileler yakında ‘’Şeriatın hükümlerini isteriz!..’’ diyebilirler.
ÇELİŞKİ
Geçenlerde Manisa Alaşehir’de meydana gelen müessif olaydan sonra, bizim Laik-Kemalistler de aynen batıda olduğu gibi çocuğa tecavüz edip öldüren caninin idam edilmesini istiyor.
Peki, nasıl olacak o iş?
Bir yandan Şeriat kanunlarını istemeyiz diyorsunuz ve bütün gücünüzle çağdaş ve uygar olduğunuzu…
Binaenaleyh
Avrupa kanunlarının ülkemizde cari olmasını talep ediyorsunuz.
Bu konuda da o kadar aşırı gidiyorsunuz ki,
Mübarek Ramazan gününde Eşcinsel sapıkların meydanlarda soyunup dökünmelerine destek vererek bu ülkenin inançlı insanlarına tabir caizse nispet yaptınız.
Milletvekilleriniz bu sapıkların en önünde yürüyerek sapık ilişiklerinin aynen Avrupa’da olduğu gibi garanti altına alınmasını istediniz.
Şimdi de
Kalkmış bu cani herifin Şeriata göre öldürülmesini sonra işlerin eski tas eski hamam devam etmesini istiyorsunuz.
Hâlbuki
Sizin meftun olduğunuz Avrupa kanunları bu cani herifin bir müddet içeride yatıp tekrar dışarı salınmasını öngörüyor.
Mahkemeye çıkarken
İyi hal ve bilmem neye göre davranırsa, bir de kravat takarsa bi sürü indirimden faydalanacak.
Belki bu cani herif için bu dediklerim olmayacak.
Çünkü
Medyanın diline düştü.
Ama kim bilir?
Medyanın diline düşmeden Bunun gibi içeride cezasını(!) çekip çıkmış ve şimdi aramızda dolaşan kaç çocuk tacizcisi sapık var.
Emin Batur
.
KUMPAS SURİYE İÇİNMİŞ…
Arap Baharı Başladığında ne kadar çok sevinmiştik. ‘Nihayet…’ Demiştik. ‘Arap kardeşlerimiz özgürlüklerine kavuşuyor. Başlarındaki despotları kovarak medeni ülkeler gibi...
18 Şubat 2016 Perşembe 20:50
Arap Baharı
Başladığında ne kadar çok sevinmiştik.
‘Nihayet…’
Demiştik. ‘Arap kardeşlerimiz özgürlüklerine kavuşuyor. Başlarındaki despotları kovarak medeni ülkeler gibi düzenlerini kuracak, bundan sonra dünya ile yarışacaklar’ diye büyük umutlara kapılmıştık.
Ancak şimdilik
Bu umutlarımız başka bir bahara kaldı gibi…
Zamanla anladık ki, ‘Arap Baharı’ denilen bu büyük kumpasın asıl hedefi Suriye imiş…
Bu kumpas Suriye için kurgulanmış ama Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi olmadan bu plan onlara göre eksik kalacaktı.
Niçin?
İsrail’in güvenliği için.
Çünkü
Mısır ve Ürdün teslim alınmış, Lübnan pasifize edilmiş ama Suriye bir şekilde ayakta kalarak, İsrail’i rahatsız edecek bir potansiyeli içinde bulundurmaya devam ediyordu.
Adamlar Suriye için öyle büyük bir kumpas kurdular ki, Mısır’ın bile bir müddet ellerinden çıkmasına göz yumdular.
Büyük bir risk aldılar. Mısır onlara geri dönmeyebilirdi…
Neyse
Türkiye’nin
Suriye ile yakın ilişkilere girmesi…
Arkasından ‘One Minute’ ve Gazze’ye uygulanan ambargonun kırılması maksadıyla Filistin’e gönderilen Mavi Marmara gemisi ile yaşanan süreç İsrail’i iyice endişelendirmişti.
MAVİ MARMARA
Batı dünyası İran ve İsrail,
Öteden beri Türkiye-Suriye yakınlaşmasını büyük bir tedirginlikle izliyordu.
Uzun yıllar boyunca sürüp giden düşmanlığın yerini dostluğa bırakarak, vizeler kaldırılmış, Ortak Bakanlar Kurulu toplantıları yapılarak aradaki ticaret hacminin artırılması için çalışmalar hızla ilerliyordu.
İki ülkede dağınık halde bulunan akrabalar birbirine kavuşmanın verdiği sevinçle gidip-gelmeler çoğalmış, Antep’te oturan bir esnaf öğlen veya akşam yemeği için Halep’e giderken Nusaybin’de oturan bir diğer aile Kamışlı ’ya akrabalarına akşam oturmasına gider hale gelmişti.
Her iki ülkede bu sevinç sürerken birden Mavi Marmara olayı patlak verdi.
Batının beslemesi İsrail büyük bir telaşa kapılarak, şeytanlarını harekete geçirme planları yapmaya başladı.
Çünkü
Mavi Marmara hadisesinden sonra o zaman Başbakan olan Cumhurbaşkanımız R.Tayyip Erdoğan’ın posterleri tüm Arap aleminin camekânlarında yer alırken;
Türkiye
Yeniden İslam Aleminin umudu haline gelmeye başlamıştı.
Suriyeli Gençler,
Ellerinde Türk Bayraklarıyla Şam sokaklarında öyle coşkulu konvoylar yapıyorlardı ki, attıkları sloganlar Tel Aviv’den duyulacak hale gelmişti.
ARAP BAHARI
Bu şerait (şartlar) içinde her şey gayet güzel giderken birden Tunus’ta bir gencin kendini yaktığı ve despotizmle yönetilen bu ülkede olayların önlenemeyecek şekilde yükseldiği yönünde haberler gelmeye başladı.
Şu anda
Bu kendini yakma olayı spontane bir olay mıydı, yoksa tertip miydi bunu bilecek bilgiye sahip değiliz.
Bilsek de şu anda artık fazla bir önemi kalmadı.
B PLANI
Ancak
Bildiğimiz bir şey varsa da o da şudur: Şu anda Suriye’de uygulanan B Planıdır.
A Planına göre kurgu şöyle yapılmıştı.
Suriye
Teröre destek veren ülke listesine alınacaktı… Alındı.
‘Suriye kimyasal silahlar üretiyor’ iddiasıyla suç işleyen ülkeler listesine alınacak ve zamanı geldiğinde cezalandırılacaktı… Alındı ve cezalandırıldı.
ABD
Suriye’nin bu tesislerini bombalatma görevini İsrail’e vermek suretiyle yerine getirdiğini biliyoruz.
İsrail’in de bunu seve seve yaptığını da biliyoruz.
UNUTTUĞUMUZ ŞEY
Bütün bunları biliyoruz da..bir şeyi unutmuş gibi görünüyoruz.
Neyi?
O günlerde Beşşar Esad kapana kıstırılmış fare gibi debelenirken elinden tutan ve onu bu girdaptan kurtaran tek liderin, o günkü Başbakanımız Cumhurbaşkanımız Sayın R.Tayyip Erdoğan’ın olduğunu unutuyoruz.
Bitmedi…
LÜBNAN’DA HARİRİ SÜİKASTI
Bu sürecin başlama vuruşu Lübnan’daki Refik El Hariri suikastıdır.
Suriye
Yıllarca Lübnan’ı arka bahçesi gibi kullanmış, burada İran Hizbullah’ına alan açmıştı.
Suriye’yi yalnızlaştırma politikası başladığında ilk yapılan eylem Refik Hariri suikastıdır.
Böylece
Bölgede Suriye’nin en büyük müttefiki olan Lübnan, birden Suriye’nin en büyük düşmanı haline getirildi.
Hatırlayın!
Beşşar Esad o günlerde bu suikastla benim ilgim yok diye yemin üstüne yemin ediyor, çırpındıkça çırpınıyordu.
ABD ve Avrupa ise;
Beşşar Esad’ı o günlerde defterden sildikleri için, bu söylediklerini dikkate almıyor,
Suriye Askerlerini
Lübnan topraklarından çekmesi için tehdit üstüne tehdit ediyorlardı.
HİZBULLAH – KUDÜS ORDUSU – DİRENİŞ HATTI VS. VS. VS.
Beşşar Esad’ın direnecek gücü yoktu. Naçar tası toprağı toplayıp Lübnan topraklarından çıkmak zorunda kaldı.
İran’ın
Bölgede kurduğu Hizbullah, Kudüs Ordusu, Direniş Hattı vs. den de herhangi bir ses seda çıkmadı.
Bugün bütün gücüyle Suriye’nin arkasında duran İran’dan da bir ses çıkmadı.
‘’Benim yavru ülkem Suriye nasıl Lübnan’dan çıkarılır’’ demedi. ‘Direniş Hattı’ sert esen o fırtına karşısında unutuldu.
Neticede İran ve Suriye
Batının bu isteklerine boyun eğmek zorunda kaldılar.
Şimdi anlıyoruz ki, İran’ın ‘Direniş Hattı, Kudüs Ordusu vs.’ gibi süslü söylemleri hep bizi ‘kafalamak’ içinmiş…
İran
Bu gibi süslü sloganlarla İslam dünyasının sempatisini kazanarak, zamanı geldiğinde Suriye Muhaberatı ve katil Şebbihalara lojistik destek sağlamak için yaptığı bir hazırlıkmış. İsrail ve Batı için değilmiş.
Bugün görüyoruz ki,
Bunların gücü Suriye’de ancak biçare savunmasız sivil halkın üstüne varil bombaları boca etmek için yetiyormuş.
TECRİT
Suriye
Lübnan’dan çekildikten sonra bölgede yalnızlaştırılarak bir nevi tecrit hücresine konmuş mahkûma döndü.
Dört tarafı düşmanla çevrildi.
Batısında İsrail ve Lübnan düşman…
Güneyi Ürdün’ün Haşimi Krallığı… Söylemeye gerek yok Ürdün hem mezhebi olarak hem de siyasi olarak Suriye yönetimi ile öteden beri anlaşamayan bir ülke.
Doğusu Irak. O zamanlar ABD işgali altında ve o da düşman.
Geriye bir tek Kuzeyde Türkiye kalıyor.
ABD
Türkiye’deki resmi ideoloji gereği ve Suriye’nin yıllarca PKK liderine ve militanlarına yataklık yaptığı için Türkiye’nin de bu tecrit politikasını destekleyeceğini düşündü ama öyle olmadı.
İran’ın, Hizbullah’ın vs. nin sahip çıkamadığı Suriye’ye,
Türkiye dost elini uzatarak ABD ve müttefiklerini ters köşeye yatırdı.
Bunu üzerine ABD ‘B Planı’nı devreye soktu.
BOP
Yani
Türkiye bu hamlesi ile BOP planını paçavraya çevirdi.
Suriye halkını bu plana kurban vermeyeceğini, böyle bir kumpasa girmeyeceğini fiilen gösterdi.
ABD
Bunun üzerine B PLANI nı devreye soktu.
Bizimle yapamadığını İran ve Rusya ile yaptı.
Bugün Suriye’de
ABD Rusya ve İran el ele katliam üstüne katliam yapıyor.
Ve ABD Türkiye’ye fiilen şunu söylüyor:
‘Sen misin benim planlarımla oynamaya kalkan! Yıllarca size düşman diye gösterdiğim İran ve Rusya ile böyle ittifaklar kurar PKK uzantısı PYD yi dost edinir, başınıza musallat ederim…’
Evet
ABD böyle düşünebilir. Ama unuttuğu bir şey var.
Kendisi 1000 tane hesap yapar 1001 inci hesapta tökezler.
Bu topraklar ABD yi de, Rusya’yı da defalarca gömecek birikime sahiptir.
Silah para ve teknolojik gücün her şeyi halletmeye yetmeyeceğini görecekler.
İran ise;
Kurnazlık yaparak, İslam dünyasına sırtını dönerek, mazlum ve biçare Suriye halkını Beşşar Esad’a mecbur etmek veya bombalar altında ölmek arasında bir tercihe zorlamak suretiyle hiçbir şey kazanamaz.
İran Beşşar Esad, Rusya ve ABD ile ittifak kurarak uyanıklık yaptığını, büyük bir stratejik üstünlük kazandığını düşünebilir.
Ancak
Bu zorbaların elinden kaçan masumların Egenin karanlık sularında boğulmasına sebep olduğu için ve ayrıca kurtulanların el kapısında itilip kakılmalarına sebep olduğu için başı beladan kurtulmayacaktır.
BU İŞİN BİR DE ÖTESİ VAR
Suriye
Tekrar Beşşar Esad’ın korkunç zulmüne teslim edilebilir…
İran Şam sokaklarında zafer naraları atabilir
Ve Yine İran
Suriye’deki Sünni nüfusu boşaltıp geri kalanları Şiileştirme veya Nusayri diktatörlüğüne teslim ettiği için bölgede büyük bir stratejik alan kazandığı için sevinebilir…
Rusya
Tartus ve Lazikiye’de kazandığı üslerle Suriye pastasından pay alabilir…
ABD
Kurtlar sofrasının baş planlayıcısı olarak, Suriye’nin üstüne çökebilir…
Ama
Bir şey var ki, o hiçbir zaman unutulmayacak:
Beşşar Esad fare gibi kapana kısılmışken Reisimiz R.Tayyip Erdoğan’ın elini uzatıp onu kurtardığını…
İran
Dünya’dan tecrit edilmişken ve boykot üstüne boykot yerken yine Reisimizin elini uzatıp İran’ı batıya yedirmediğini… Büyük risk alarak nükleer programın uygulanmasında hakem rolü aldığını… Para darboğazını girdiğinde yine büyük riskler alarak Halk Bankası vasıtası ile İran’a nefes aldırdığını…
Biçare
Suriye halkı sınır kapılarında ser sefil olurken, Egenin karanlık sularına gömülürken yine Reisimizin şefkat elini uzatıp onları ana kucağı gibi ülkemizde misafir ettiğini…
Bunların hiçbirisi asla unutulmayacak.
Çocuklarımız
Torunlarımız
Bizim arkamızdan teşekkür edecekler.
‘’Başımızı öne eğdirmediniz…’’ diyecekler.
‘’Ceddimiz Osmanlı gibi davrandınız’’ diyecekler. ‘’İşin ucunda yenilmek de olsa Hakkın haklının mazlumun yanında oldunuz, neslinize çektiniz, bizi utandırmadınız sağ olun…’’ diyecek, teşekkür edecek ruhumuza Fatihalar gönderecekler.
Tabii
Bir de bu işin öte tarafı da var…
.
FRANSIZCA HOCASI SAFİ SAĞLAM
Hataylıydı. Mardin Lisesinin meşhur Fransızca hocasıydı. Ortaokulu okuduğumuz yıllarda hangi yabancı dili okuyacağımızı ‘tombala’ usulü ile belirlenirdi. Amcamın oğlu...
4 Şubat 2016 Perşembe 7:49
Hataylıydı. Mardin Lisesinin meşhur Fransızca hocasıydı.
Ortaokulu okuduğumuz yıllarda hangi yabancı dili okuyacağımızı ‘tombala’ usulü ile belirlenirdi.
Amcamın oğlu Enver’e de Fransızca çıkmıştı. Yıl 1966
OSMANLI EĞİTİMİ VE DEDEM
Safi hoca bir gün ev ödevi veriyor. Enver ödevini yapmaya çalışırken zorlandığını fark eden dedem:
Ne çalışıyorsun evladım?
Fransızca çalışıyorum dede!
Yapamadığın var mı? Yardım edeyim.
Var ama Fransızca bu Hacı Baba! Anlamazsın.
Ver bakayım ver hele şöyle.
EL YAZISI
Enver o zamanlar daha çocuk. Ne bilsin Osmanlı eğitim sisteminin azametini.
Ancak
Hepimiz gibi Enver’de dedemin el yazısına hayran…
Defterinde sırf dedemin el yazısını görmek için uzatır.
Aslında
1960 yıllarının sonuna kadar, Osmanlı eğitimini almış insanlar şöyle veya böyle aramızda yaşıyorlardı.
Onların el yazılarına bakın! Aynı hayranlığı duyarsınız.
SAFİ HOCA ve ENDİŞE
Enver ev ödevinin yapıldığına bir yandan seviniyor bir yandan da endişe ediyor.
Nasıl etmesin…
O zaman okullar şimdiki gibi değil. Okullarda büyük bir ciddiyet, hocalara karşı derin bir saygı vardı.Ya ödev yanlış yapılmışsa hocaya ne diyecek.
Okula şapkasız gitmenin bile yasak olduğu bir dönemde ödevini yapmamak ne demek.
Enver bu endişe ile sınıfta defterini açıp beklemeye başlıyor.
Safi Hoca bir yazıya bir cevaplara bakıyor sonra Enver’e dönüp:
Kim yaptı bu ödevi sana? Diye soruyor.
Dedem yaptı hocam!
Hımm… Son ders zili çaldığında idareye gel!
Peki, Hocam.
Dedim ama elim ayağım kesildi diye anlatıyor Enver.
‘’İdarenin kapısına gittiğimde Safi Hocada sert bir ifade görmeyince içim rahatladı’’ diye ekliyor.
Safi Hoca:
‘’Yürü bakalım dedene gidiyoruz’’ dedi.
Hocadaki ilgi ve alakayı görüyor musunuz? O muntazam disiplin, öğrencilerin hocalarına karşı derin saygısı boşuna değilmiş.
Gerisini Enver’den dinleyelim:
‘’Hoca önde ben arkada Sipahi çarşısına doğru yola çıktık.
Dükkâna varıp Dedemle Hocamı tanıştırınca, Safi Hoca hemen eğilip dedemin elini öpüyor.
HAYRANLIK
Safi Hoca
Sipahi çarşısında kilim satan bir esnafın Fransızca ev ödevi çözdüğüne hayret ederken, dedem hocayla Fransızca konuşmaya başlamaz mı?
Biraz konuştuktan sonra Hoca cevaplarda teklemeye başlar.
Ve
Büyük bir hayranlıkla Safi Hoca yerinden kalkıp ikinci sefer dedemin elini öper’’
OSMANLI LİSESİNİ
BİTİREN 3 YABANCI DİLİ ÖĞRENİYORDU
Dedemin İdadi (Lise) diplomasını inceleme fırsatım olmuştu.
16 yaşında İdadiyi bitirmişti.
Osmanlı eğitim sisteminde çocuklar 4 yıl 4 aylıkken okula kaydolduğu için 16 yaşında da Liseyi bitirmiş oluyordu.
O diplomada (İcazet) 3 yabancı dilde aldığı notlar vardı. Arapça, Farsça ve Fransızca… Eğitim dili tabii ki, Osmanlıca.
DİĞER DERSLER
Mesela Hüsnü Ahlak (Güzel Ahlak) dersi dikkatimi çekmişti. Ne kadar güzel ve bugün için ne kadar önemli bir ders.
Diğer dikkatimi çeken ders ‘’Hüsnü Hat’’ Güzel Yazı dersi…
Diğer dersler şimdiki gibi Matematik, Coğrafya, Edebiyat vs.
BOZULMA NE ZAMAN BAŞLADI
Eğitim sistemimize vurulan en büyük darbe tabii ki, yazının değişmesidir.
Daha sonra eğitimin temel taşları olan dersler sökülüp atılmaya başlandı. Gramer (Sarf-ı Türki). Hüsnü Hat (Güzel Yazı) vb. gibi.
Gramer dersi kaldırıldığı içindir ki, bugün Üniversite mezunu gençler bir yabancı dili konuşamadan mezun oluyor.
İleri ülkelerde böyle bir şey mümkün mü? Üniversiteyi bitireceksin ve bir yabancı dili konuşamayacaksın. Olacak şey mi?
Daha fecisi,
Almanya’da 30 yıl kalan işçimiz Almancayı öğrenmeden ülkeye dönebiliyor. Hâlbuki o işçi en az lise mezunudur.
İKİNCİ BOZULMA ve AGOP DİLAÇAR
Yazının değişmesiyle kanatlarımız kesildi. Temel eğitim derslerinin kaldırılmasıyla, bu sefer topal hale getirildik.
Kendisi nedense ismini hep saklama ihtiyacı duyar.
Bunun için ismini yazarken A. Dilaçar yazar ki, fark edilmesin.
Ancak
Bütün tahribata rağmen AgopDilaçar (Martayan) ın başarılı olduğu söylenemez.
1960 yılına kadar hala fazla zorlanmadan temel ve klasik eserlerimizi okuyabilecek kadar bir eğitim mevcuttu.
Atatürk
Döneminde ortaya atılan ‘’Güneş Dil Teorisi’’ tutmamış, tam aksine halk arasında alay konusu olmuştu.
Malum
Bu teoriye göre ‘’Bütün dünya dilleri Türkçe ’den türemiştir’’ iddiasına dayanmaktadır.
Niyagara Şelalesi ne yaygaradan, Amazon nehri amma uzundan türemiştir gibi saçmalıklara dayanan bir teori.
Dediğim gibi bu halk arasında tutmamış, tam aksine alay konusu olmuştur.
Bu teori:
Büyük ihtimalle AgopMartayan, İstepenGurdikyan ve KevorkSimkeşyan’ınkatkıları ile hazırlanmış, Türk milletini dünya kamuoyu önünde bu saçma sapan teori ile küçük düşürmüşlerdir.
Bu da tutmayınca,
1960 darbesinden sonra başka bir yöntem uygulamaya kondu.
BİR İHTİMAL DAHA VAR
Hızlı bir şekilde temel Osmanlıca kelimelerimiz atılıp, onların yerine karga diline benzer, olanak, olasılık, yanıt gibi ruhsuz kelimeler hayatımıza girmeye başladı.
Söylerken bile insanın boğazı sıkılıyormuş gibi bir his veren bu kelimeler sadece boğazımızı sıkmıyor, edebi ve ilim dünyamızın boğazını da sıkmış oluyordu.
Ve…
Bu kelime değişiklikleri ile neredeyse her 20 yılda bir temel kitapları okuyabilmek için tekrar tekrar ‘sadeleştirerek’ yayınlama ihtiyacı doğmuş oluyor.
Böylece
Nesiller arası iletişim kopmuş,
Eserin vermek istediği mesaj,sokuşturulan yeni kelimelerle kadük hale getirilmiş oluyor.
Anamızın ak sütü gibi boğazımızdan akıp giden kelimeler ise şarkılarımızda kalmış oluyordu.
‘’Bir ihtimal daha var
O da ölmek mi dersin’’ i söylerken ki rahatlığa bakın birde ‘’İhtimal’’ yerine ‘’Olasılık’’ koyarak söylemeye çalışın.
Ne demek istediğim anlaşılacaktır.
KENAN EVREN
Kemalist rejimin en büyük düşmanı Osmanlı yazısı ama o yazıyı halkın içinden söküp atmak kolay değil.
Bu yazıya azıcık aşına olanlar, Osmanlıca not tutmaktan bir türlü kendilerini alamıyor…
Nitekim
Kemalist düşüncesinden hiçbir şekilde şüphe etmediğimiz Kenan Evren bile notlarını ve hatıralarını Osmanlıca kaleme almıştır.
Neden?
STENOGRAFİ
Çünkü Osmanlıca bilen birisinin ayrıca stenografi bilmesine gerek yoktu.
Aynı hızla notlarını tutabilirdi.
Bundan 40-50 sene önce stenografi bilmeyen birisinin gazetecilik yapması çok zordu. Ancak Osmanlıca biliyorsa o başka.
Gazetecilik mesleğine rahatça devam edebilirdi.
NUTUK ve SARF-I TÜRKİ
Evet, en büyük bozulma yazı ile başladı ama arkası çok daha kötü geldi.
Osmanlının o esaslı eğitim sistemi Latin yazısıyla da olsa yine de devam ederdi.
Yazı ile kanatlarımız kesilmiş ama ayaklarımız hala sağlamdı.
Köklü eğitim sistemiyle diğer milletlerle yarışacak gücümüz vardı.
Ancak
Lozan Anlaşmasıyla İngiliz sistemini kabul ettiğimiz için yazının değişmesi adamları kesmemiş olacak ki,İngilizlerin tekrar devreye girdikleri anlaşılıyor.
Yukarda dedemin inci gibi yazısından bahsetmiştim. Diplomasını incelerken de Güzel Yazı (Hüsnü Hat) diye bir dersin olduğunu da…
İşte bu dersler gibi bir deokullarda okutulan Gramer (Sarf-ı Türki) dersi vardı.
1934 veya 35 yıllarında işte bu ders de kaldırılıyor.
Türkçe Gramere sahip olan bir kişinin diğer yabancı dilleri öğrenmesi çok daha kolay olurdu.
Atatürk’ün
İrad ettiği NUTUK ta gramere hakim olduğu görülmektedir.
Büyük ihtimalle bilgisi dışında bu ders kaldırılmıştır.(Nutuk’un yeni baskılardaki uydurukça kelimelerle basılanı değil. Orijinaline yakın basılandan bahsediyorum)
O zamanlar Batıyla o kadar içli-dışlı olmuşuz ki, adamlar bürokrat ve bakanlarımızla birlik olup, eğitim sistemimize karışabiliyorlar.
İNÖNÜ ve BULGARLAR
Eğitim sistemimizi tırtıklayarak bozulmanın tam sağlanamayacağı anlaşıldığından başka yollar aranmaya başladılar.
Bu sırada kütüphanelerimizde yüzbinlerce yazma eser bulunmakta, bunların tasfiyesine ise henüz sıra gelmemişti.
Bu eserler yeni rejim için ‘’Potansiyel bir tehlike’’ arz etmekte bir an önce bunlardan kurtulmanın yolları aranmaktaydı.
Nihayet
İsmet İnönü bu eserleri birer mahkûm gibi trenlere doldurarak, kağıt hamuru yapmak üzere toptan kağıt fiyatına Bulgarlara satıyor.
Bu kitaplar arasında fiyatına paha biçilmez eserler var. Orijinal anlaşmalar sözleşmeler var. Dünya kadar belge var yani.
Allah’tan
Bulgarlar bu işin kıymetini biliyor da, kağıt hamuru yapılmak üzere fabrikalara göndermeyip arşivliyorlar.
Şu anda dünyanın en büyük 2. Osmanlı Arşivi Bulgaristan’ın elinde bulunmaktadır.
KÖY ENSTİTÜLERİ ve İDDİALARIMIZ
Baktılar ki, eğitimi tırtıklamak, kütüphaneleri yağmalamak falan yetmiyor.
Neticede
Bu millet imanlı bir millet. Bir şekilde yolunu bulup yatağını bulmaya çalışıyor.
Bütün tahriplere rağmen; Osmanlı asaleti, edep ve terbiyesi hala devam ediyor.
Bu milletin namus ve inancını bozmadan devrimlerin esaslı bir şekilde yerleşmesi mümkün değil.
Üstelik her an silkinip diğer milletlerle yarışacak potansiyel hala var.
Hâlbuki
Lozan’da bütün iddialarımızdan vaz geçtiğimize dair söz vermiştik.
İşte bu şerait (şartlar-koşullar) içinde Köy Enstitüleri fikri ortaya atıldı.
Aslında
Teknik olarak bakıldığında Köy Enstitüleri fena bir uygulama değildi. Hatta Osmanlı Eğitim Sistemine benziyor da diyebiliriz. Osmanlı Eğitim Sistemi Usta-Çırak ve pratik üzerine kurulu bir sistemdir. Köy Enstitülerinde bunu görmek mümkün…
Çocuklar
Köylerinden alınarak, merkezlerden uzak yalıtılmış bir şekilde her türlü mesleği tatbiki olarak öğrendikleri gibi, Türk ve Dünya Klasiklerini okuyarak gayet donanımlı bir öğrenci olarak mezun oluyorlardı.
Buraya kadar her şey güzel…
Üstelik
Ebeveynlerden okul yatılı olduğu halde hiçbir ücret talep edilmiyordu.
Bu da güzel…
BEZBOJNİKLER
BİR NESLİ NASIL MAHVETTİLER
Ancak
İşin gerçek yüzü bir müddet sonra anlaşılmaya başlandı.
Tatillerde eve dönen öğrencilerin abuk-sabuk konuşmaları ailelerin dikkatini çeker.
Meğerse
O yıllarda Bolşeviklerin SSCB de uygulamaya koydukları ‘’Allahsız Gençlik’’ -Bezbojnik- yetiştirme programının kötü bir kopyasını ülkemizde uygulama gayretleriymiş.
İnançlı Anadolu halkı böyle bir rezalete göz yummaz ama büyük bir baskı hüküm sürmektedir.
O zamanlar İnönü’ye karşı gelmek için mangal gibi bir yürek lazım.
İnönü’nün;
Komünist ve Faşist idareleri örnek alarak, halkı inim inim inlettiği yıllardı.
Buna rağmen
Osman Yüksel Serdengeçti tüm riskleri göze alarak Köy Enstitülerine dikkat çeken bir broşür yayınlar.
Bundan cesaret alan halk sesini yükseltmeye başlar.
Bu sırada 14 Mayıs 1950 seçimleri olmuş İnönü ve CHP si halktan büyük bir tepki alarak iktidardan uzaklaştırılmıştı.
1960 ta İnönü bu intikamı kural dışı alacak ama hiçbir zaman CHP tek başına bir daha iktidar yüzü göremeyecektir.
Köy Enstitüleri ile ilgili tartışmalar yakın zamana kadar devam ettiğine göre yaptığı tahribat az değilmiş demek ki…
Ve
Köy Enstitülerinde Allahsızlık propagandası yapıldığına dair Avukat Kenan Öner’in Mahkemede açtığı davayı kazanmıştır.
Gerçi
Mahkemeye falan gerek yok.
Çevremizde Köy Enstitüsü mezunları hala var.
Birkaç kişi ile gerek yaptığım görüşme gerekse gözlemlerim neticesinde bunu gördüm.
Bununla ilgili ilk ağızdan dinlediğim olaylar da var ancak şimdi anlatacağım olayı ikinci ağızdan dinledim.
O yıllarda Köy Enstitüsünde öğrenci olan bir amcamız anlatıyor:
‘’Bir gün tatbiki dersleri görmek için gittiğimizde, öğretmenimiz bizi toplayarak sohbet etmeye başladı.
‘’Çocuklar!’’ Dedi.
‘’Allah var diyorlar ama öyle bir şey olsaydı ses verirdi. Şimdi beni çağırın:
Öğretmenim!
Efendim çocuklar
Bakın gördünüz mü? Ben varım ve size cevap verdim.
Şimdi de Allah’ı çağırın:
Allah! Allah!
Bakın ses yok. Çünkü Allah yok.
Der demez yerden kaptığım sertleşmiş bir toprak topağını öğretmene fırlattım.
Bunu gören diğer çocuklar da aynı şeyi yapınca, öğretmen kaçmaya başladı.
Bu arada öğretmenin kafası falan yarılmış kanlar içinde kalmıştı.
O günden sonra öğretmeni okulda görmedik.’’
Yukarda bahsettiğim diyalogun aynısını Köy Enstitüsü mezunu Fikri Yaldızcı abiden dinlemiştim.
Ve yine aynısını
Osman Yüksel Serdengeçti’nin ‘Bir nesli nasıl Mahvettiler’ adlı kitabında okudum.
Bu üç şahıs
Zaman ve mekân olarak birbirinden çok uzak olmalarına rağmen aynı şeyi anlatıyorlar.
Neyi?
Allah var mı? Çağırın bakalım ses verecek mi?
Beni çağırın!
Evet. Bakın buradayım.
Benden bir şey isteyin!
Öğretmenim kalem verin!
Alın çocuklar
Allah’tan isteyin
….
Yok!
???
Bu diyalogu çok farklı kişilerden duyduğuma göre demek ki, tek merkezden yürütülen ve öğretmenler görev yerlerine gitmeden aldıkları bir ‘Özel Eğitim’ olduğu anlaşılıyor.
Yani maksatlı bir proje bu!
Gelelim diğer meseleye:
Kız ve erkek çocuklar köylerden toplanıp herkesten uzak ama birbirleriyle iç içe…
Sınıflar bir, yemekhaneler bir, yatakhaneler yan yana. Arada bir tane görevli gidip geliyor.
Üstelik tatbiki dersler için tarlada, ağıllarda, kovan başlarında vs. baş başa kalma ihtimali çok yüksek.
Köy Enstitüsü mezunu Fikri abiden dinlemiştim:
‘’Hamile kalıp ailesine dönme cesareti olmayan gencecik kız çocuklarının intihar ettiği duyumları kulağımıza gelmeye başlamıştı’’ diye anlatır. Ve daha buraya yazmaya gerek görmediğim bir sürü rezalet.
Şikâyetlerin artması üzerine bu okullar ebediyen kapatılıyor ama çilemiz henüz bitmemiş ki, normal okullar Köy Enstitülerine çevirmeye çalıştılar.
1960 DARBESİ ve 19 MAYIS
1960 darbesi Laik-Kemalist kesimi yeniden saldırgan hale getirmiş, bu yıllarda ‘ruh kökümüz’ e saldırılar yeniden başlamıştı.
19 Mayıs törenlerinde gencecik kız öğrencilere mini etek veya şortlarıyla yaptırılan hareketler hep o Köy Enstitülerinde tamamlayamadıkları hayallerini gerçekleştirme gayretleridir.
Bunun için 19 Mayıs’tan haftalarca önce kız öğrencilere hava kararıncaya kadar müzik eşliğinde provalar yaptırılıyor.
Ne için?
Stadyumlarda herkesin gözü önünde gencecik kızlara bir-iki takla attırmak için.
Yani
Bütün dertleri ‘Haya’ perdesini yırtmak.
Çünkü
Yazıda, eğitimde, dilde tahribat yetmiyor.
Edep, saygı, namus mefhumunu kaldırmadan yapılanları yeterli görmüyorlardı.
Başardılar mı?
Evet!
Netice aldılar mı?
Hayır!
Şükürler olsun her şeyin bittiğini zannettiğimiz bir zamanda yeni bir nesil geliyor.
Yarınlara daha bir umutla bakıyoruz.
Evet,
Fransızca Hocası Safi Sağlam Hocadan bahsedeyim derken iş buralara kadar geldi.
Safi Hoca Osmanlı Eğitim sisteminin kırıntısının kırıntısına yetişmiş bir hocaydı. Disiplini, öğrencilere ve derse karşı ilgi ve alakasını yukarda anlattım.
Dedemi de;
Osmanlı Eğitiminde sadece Liseyi bitirmiş,hem de Mardin gibi merkezden uzak ücra bir yerde olmasına rağmen aldığı eğitimi anlattım.
Maksadım bu iki örnekten hareket ederek, bugünkü eğitim sistemimiz ile mukayese etmek.
Emin Batur
HÜRMÜZ BOĞAZINDAN URAL DAĞLARINA
TÜRKİYE ve PKKPKK ile mücadelemizin kısa süreceğini beklemek yanlış olur. Çünkü PKK tek başına bir terör örgütü değildir.İNSİYATİF İş...
2 Ağustos 2015 Pazar 0:27
TÜRKİYE ve PKKPKK ile mücadelemizin kısa süreceğini beklemek yanlış olur.
Çünkü
PKK tek başına bir terör örgütü değildir.İNSİYATİF
İş PKK ya kalsa çoktan silahını bırakır, örgüt elemanları günlük normal yaşantısına dönerdi.
Neden?
Çünkü kavgasını verdikleri Kürt halkı için istediklerinin fazlası var eksiği yok.
- Fazlası nedir?
- Barajlar, Hava alanı, sulama kanalları vs.
PKK zamanında sadece eşit vatandaşlık hakları için mücadele etti.
O hakların hepsi verildi.
Geç kalındı ama verildi.
Üstelik bölgenin refahı için Hükumet elinden geleni yapıyor.
GÜNEYDOĞU
Harran ve Mardin ovası tam kapasite sulandığında, Güneydoğu bölgemiz, ülkemizin parlayan yıldızı olacak.
Yani bölgeye yatırım da geliyor.
- Sadece yatırım mı?
- Hayır! Üniversiteler, otoyollar, hızlı trenler, serbest bölgeler ve Hava alanları ülkenin makûs talihini değiştiriyor.
Kürt halkı memnun…
- Ama memnun olmayanlar var.
- Kim?
DÜNYANIN DOĞALGAZ REZERVİNİN %80 i
PETROL REZERVİNİN %70 İ
Dünya petrol rezervinin %70 i, doğalgaz rezervinin %80 i Türkiye’nin doğusundaki ülkelerde yer alıyor.
Ve bu enerjinin Avrupa’ya taşınması gerekir.
Yani biz Avrupa’nın önemli bir enerji koridoruyuz.
PUTİN
Bundan dolayı Putin’in tepesi atıp, Avrupa’ya rest çekince, Ukrayna üzerinden Avrupa’ya gidecek olan doğalgaz hattının yönünü Karadeniz’e çevirip adını ‘Türk Akımı’ koydu.
Bir nevi Avrupa’nın can damarlarından birinin daha anahtarlarını bize teslim etti.
Şimdi Avrupa bundan hiç memnun kalır mı?
TÜRKİYE HÜRMÜZ BOĞAZI URAL DAĞLARI
- Petrol ve doğalgazın Avrupa’ya ulaşması için başka bir yol yok mu?
- Var!
- Peki, Avrupa neden kendini Türkiye’ye mahkûm ediyor?
- Çünkü diğer yollar riskli.
- Neden?
- Avrupa’nın Türkiye dışında kullanacağı iki alternatifi var. Biri İran Körfezi yani Hürmüz Boğazı… Diğeri Uralları aşarak, yani Rusya üzerinden enerji petrol ve doğalgaz boru hatlarını Avrupa’ya ulaştırabilir.
RUSYA ENERJİDE TEKEL
- Peki, Avrupa IRAK ve İRAN’ dan başlayıp, TÜRKMENİSTAN’ a kadar uzanan coğrafyadaki enerji rezervlerini, neden bu iki hattı kullanarak taşımıyor?
- Avrupa zaten yeteri kadar enerjide Rusya’ya bağımlı hale gelmiş.
Yeni hatlar çekerek bu bağımlılığını tehlikeli hale getirmek istemiyor.
İkincisi, petrol ve doğalgaz hatlarını Ural dağlarının üzerinden aşırarak götürmenin maliyeti de çok yüksek.
PEKİ İRAN?
- O halde enerjinin taşınma yolu olarak Hürmüz Boğazı neden olmasın? Zaten İran’la Batı anlaştı.
- Batı bu anlaşmaya dayanarak bütün yumurtalarını aynı sepete koymayı göze almaz. Yarın Humeyni gibi bir devrimcinin gelip tekrar batıya rest çekmeyeceğinin garantisi yok.
- Anladım. Avrupa Türkiye, Rusya ve İran’ı enerji tedariki konusunda dengede tutmak istiyor.
- Evet!
GELELİM PKK’YA
- Peki, Avrupa’nın Türkiye, İran ve Rusya’yı enerjide dengelerken PKK nın buradaki fonksiyonu nedir?
- Önce şu soruya cevap verelim.
MAZOT ve BENZİN
NEDEN AVRUPA ve ABD’de BİZDEN DAHA UCUZ?
- Çünkü Türkiye akaryakıttan yüksek miktarda vergi alıyor.
- Tamam, doğru ama ABD ve Avrupa’nın enerji kaynaklarına olan aradaki uzun mesafe bunu dengelemeliydi.
- Peki, sizce neden?
- Çünkü ne Türkiye ne de İran geçiş yollarında (İstanbul Boğazı, Hürmüz Boğazı, petrol ve doğalgaz boru hatları vs.) taşınan petrol ve doğalgazdan gereken vergileri alamamaktadır. Tam aksine BOTAŞ eski Genel Müdürü İbrahim Palaz’ın verdiği bilgiye göre öyle anlaşmalar yapılmış ki, biz Avrupa’ya ucuz doğalgaz taşırken kar edeceğimize zarar ediyoruz.
İSTANBUL BOĞAZINDAN GEÇEN GEMİLER
NEDEN HEP 300 m. ALTINDA?
Yukarıdaki soruların bir cevabı da bu!
Montrö Antlaşmasına göre Boğazlarımızdan geçen gemiler 300 metrenin altında ise geçiş ücreti ödemezler.
Eğer kılavuz falan tutarlarsa o başka…
Bundan dolayı geçen büyük gemiler hep 299 metre ve altında bir uzunluğa sahip.
Ve ülkemiz eli kolu bağlı bu gemileri seyretmekle yetiniyor.
Bir de Kabotaj bayramı kutluyoruz ya. O da ayrı bir mevzu.
KANAL İSTANBUL ve SÜVEYŞ KANALI
Süveyş Kanalı ve dünyanın diğer su geçiş yolları o ülkeler için büyük bir gelir kaynağı iken, bizim İstanbul Boğazımız bu gelirden mahrum kalmaktadır. Çünkü Montrö Antlaşması elimizi kolumuzu bağlamaktadır.
Bundan dolayı devletimiz KANAL İSTANBUL’ u yapmak suretiyle, yük gemilerini buraya kaydırarak önemli bir gelir elde edeceğini beklemekteyiz.
- Peki, yük gemileri buradan geçmek istemezlerse ne olacak?
- İşte PKK nin önemi burada öne çıkıyor.
PKK IŞİD BOKO HARAM vb.
TERÖR ÖRGÜTLERİNİN GÖREVİ
ABD ve Avrupa,
ENERJİ YOLLARI üzerindeki ülkelerin istikrarlı bir şekilde yönetilmesini istemez.
Buna İRAN’ da dahildir.
Bakmayın şu anda iyi geçindiklerine…
Batı Irak’ı İran’a teslim ettikten sonra baktı ki, İran Irak’ta değneksiz geziyor, hemen devreye girip önemli petrol bölgelerini IŞİD’ e işgal ettirdiler.
Suriye’nin petrol bölgesi RAKKA da IŞİD’in elinde olduğunu unutmayalım.
Ve ultra Müslüman olduğunu iddia eden bu örgüt, bu kadar gücüne rağmen İSRAİL’ e bu güne kadar bir tüfeng patlatmamıştır.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi. Dünya petrol rezervlerinin %70 i, doğalgaz rezervinin %80 i ülkemizin doğusundaki bölgelerde yer almaktadır.
Ülkemiz istikrarlı bir hale gelir ise, hem Türkler, hem Kürtler ve hem de Araplar dünyanın en yüksek geliri olan müreffeh toplumlar haline gelir.
Bu durum batının işine gelir mi?
Bundan dolayı PKK Türkiye’nin başına,
IŞİD Irak ve Suriye’nin
Boko Haram Nijerya’nın başına musallat edilir.
ABD petrol ihtiyacının 1/5 ini Nijerya’dan temin etmektedir.
Nijerya’yı hiç rahat bırakır mı sanıyorsunuz?
İSRAİL
Batının bölgeden enerji ihtiyacını karşılanmasındaki teminatıdır İsrail.
Jandarmasıdır yani.
Terör örgütleri yetersiz kaldığı zaman, BATI İsrail’i devreye sokar.
Ancak
Şu anda terör örgütleri görevlerini hakkıyla yerine getirdikleri için, İsrail’e ihtiyaç duyulmamaktadır.
PEKİ, BÖYLE Mİ DEVAM EDECEK?
Hayır!
Türkiye düne göre çok güçlü bir ülke.
30 yıl PKK ile mücadele ettiğimizde, istihbarat İsrail yapımı Heronlar vasıtası ile yapılıyor, batıdan aldığımız, helikopterlerle ulaşım, silahlarla savaş veriliyoırdu.
Şimdi kendi uydumuz, kendi insansız hava araçlarımız ve kendi ürettiğimiz silahlarla bu savaş veriliyor.
En önemlisi PKK ya içerden ve dışardan istihbarat uçuran merkezler tasfiye edildi.
Düne kadar PKK nın önüne çıkarılan gencecik eğitimsiz askerler yerine, eğitimli ve birçoğu profesyonel askerler çıkıyor.
Tek zayıf yanımız merkez medyanın destek vermemesi.
Malum medya tam bir ihanet içinde bu mücadelenin sekteye uğraması için yayın yapmaya devam ediyor.
NE YAPMALI
Hepimize görev düşüyor.
Bu mücadelenin basit bir terör örgütüne karşı verilen bir mücadele olmadığı, arkasında uluslararası güçlerin ve yerli bağlantılarının olduğu bilinciyle davranmalıyız.
PKK nın bölge halkına söyleyeceği sözünün kalmadığını bilelim.
Moral değerleri tükendi.
Neden?
DÜNYANIN EN SAÇMA SAVAŞ SEBEBİ
Çünkü PKK nin söyleyecek sözü kalmayınca bu sefer bahane üretmeye başladı.
Savaşa başlama nedenini ‘Bölgeye barajların yapılması’ olarak açıklamıştı PKK.
Yıldıray Oğur da buna ‘Dünyanın en saçma savaşa başlama sebebi’ diye nitelemişti.
Halbuki PKK düne kadar ‘Bölgeye neden yatırım yapılmıyor, kimlik sorunumuz var’ diyordu.
Şimdi ‘Neden yatırım yapıyorsunuz?’
Demek ki, işin sonuna gelindi.
Bu bahanelerle savaş devam edemez.
Emin Batur
.
AVRASYA TÜNELİNDEN DÜNYAYA BAKIŞ
1.Boğaziçi Köprüsü 2.Fatih Sultan Mehmet Köprüsü 3.Marmaray 4.Avrasya Tüneli 5.Yavuz Sultan Selim Köprüsü (3. Köprü) Bunlar İpek Yolu üzerindeki...
5 Eylül 2015 Cumartesi 8:07
1.Boğaziçi Köprüsü
2.Fatih Sultan Mehmet Köprüsü
3.Marmaray
4.Avrasya Tüneli
5.Yavuz Sultan Selim Köprüsü (3. Köprü)
Bunlar İpek Yolu üzerindeki kilidi açacak 5 altın anahtarımızdır.
Bundan önceki yazılarımda ülkemizin doğusunda bulunan petrol ve doğalgazın, ülkemizin batısında yer alan sanayi bölgelerine taşınması ve mamul hale gelen malın tekrar doğu bölgelerine taşınmasında ülkemizin önemli bir kavşakta bulunduğunu;
Binaenaleyh,
Küresel güçler tarafından ülkemizin rahat bırakılmayacağı, PKK başta olmak üzere diğer terör örgütleri ile meşgul edileceğini,
Ancak,
Türkiye’nin eski Türkiye olmadığını, bu sorunların üstesinden gelebilecek güçte olduğunu
Arz etmeye çalışmıştım.
MARMARAY ve AVRASYA TÜNELİ
Marmaray ve Avrasya Tüneli, sadece İstanbul’un iki yakasını birleştiren bir ulaşım aracı değildir.
Veya
Sadece üstün teknolojinin kullanıldığı bir inşaat faaliyeti de değildir.
ULAŞIM AĞININ KİLİDİ
Meseleye uluslararası ulaşım ağlarının boğazda kitlenmesi ve Avrasya Tüneli’ne bu kilidin anahtarı olarak görürsek, o zaman ne demek istediğim daha iyi anlaşılacak.
Bugüne kadar kara taşımacılığında Avrupa’ya karşı cebimizde iki tane altın anahtarla masaya oturuyorduk.
Boğaziçi Köprüsü ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü…
Yakın zamanda bunlara ek Marmaray adlı altın anahtarı da cebimize koyduk.
Kıtalar arası bu bağlantı çok önemli.
Çünkü…
LONDRA PEKİN BİRLEŞTİ
Marmaray’ın işletmeye alınması ile Londra-Pekin,
Demiryolu ile bağlanmış oldu.
Mütemmim yollar rehabilite edilip hizmete alındığında, Londra’dan çıkan bir emtia kesintisiz olarak Çin’e kadar ulaşabilecek.
TARİHİ İPEK YOLU
Böylece tarihi İpek Yolu, yüzyıllar sonra stratejik yönü ağır basmış olarak, en önemli geçiş noktası tekrar elimize geçmiş oluyor.
Ancak iş daha bitmiş değil.
3. Köprü, yani Yavuz Sultan Selim köprüsünün bitmesiyle, cebimizde tam 5 adet altın anahtarla Avrupa’ya karşı masaya oturacağız.
5+1
Daha bitmedi.
Bunun bir de +1 i var… Malum bizim 3. Havalimanımız bütün engellemelere rağmen hızlı bir şekilde finale doğru gidiyor.
İşte o da bizim +1 miz.
Diğer taraftan malum;
Dünyanın 5+1 çetesi var.
Cumhurbaşkanımız bunlara karşı defalarca dünya 5’ten büyük diye haykırdığını bilmekteyiz.
Bu devletler silah para ve teknolojik üstünlüklerine güvenerek dünyaya kan kusturmaktadırlar.
ABD İngiltere Fransa Rusya Çin+Almanya’nın işine gelmeyen hiçbir karar BM den geçmeyerek akamete uğramaktadır.
Bu ülkelerin zulmünden dolayı dünya bugün savaş, yoksulluk, göç, açlık ve bir sürü felaketle boğuşmaktadır.
Bu ülkelerin ağzından demokrasi düşmez ama işlerine yarayan diktatörleri destekleyip iktidarda tutmak suretiyle işlerini yürütürler.
BİZİM 5+1
Peki,
Bizim 5+1 dünyayı kan ve gözyaşına boğan BM’nin bu 5+1 çetesini durdurabilir mi?
BURASI YOLGEÇEN HANI DEĞİL!
Durdurmaz.
Ama bu ülkenin yolgeçen hanı olmadığını,
Binaenaleyh,
Küresel çetelerin, ellerini kollarını sallayarak gezecekleri bir ülke olmadığımızı göstermeye yarayacak.
Yani Stratejik üstünlüklerimizin bir kısmını teşkil edecek bu yatırımlar.
MİLLİ İRADENİN İKTİDARI
Bunlarla birlikte güçlü bir savunma sistemimiz ve en önemlisi:
Milli irade iktidar olmadan ebetteki bu saydıklarımın bir önemi yok.
O iradenin bugün iktidarda olduğunu düşünüyorum.
Aksi halde değil bu yatırımları yapmak, gayri milli bir hükumet iktidar olsa, bu yatırımların kıyısından bile bizi geçirtmezlerdi.
TERÖRÜN HANGİ TARİHLERDE
TIRMANDIĞINA DİKKAT EDİN!
1973
Boğaziçi Köprüsü açıldı.
Açılması ile birlikte anarşi zincirden boşanmışçasına her tarafımızı sarmaya başladı.
Neticesi 12 Eylül Askeri darbesi oldu.
Ülke olarak Osmanlının yıkılmasından sonra ilk defa İPEK YOLU üzerindeki kilidin altın anahtarını cebimize koymuştuk.
50 yıldır stratejik hiçbir yatırım yapmayan bir ülke olarak, bundan sonra ‘Ben de varım!’ demesinin ilk adımıdır BOĞAZİÇİ KÖPRÜSÜ.
İngilizler bunu affetmedi.
Hâlbuki köprüyü yapan kendileriydi.
Köprü ihalesinin kendilerine verilmesini bir ayrıcalık bir tercih olarak değil, ‘mecburiyet’ olarak görüyorlardı.
Çünkü Cumhuriyet kurulduğu günden beri işler böyle yürümüştü.
Buna rağmen Demirel’i affetmediler.
Hemen harekete geçip, gazeteler vasıtasıyla Demirel’i paçavraya çevirdiler.
Hürriyet, Milliyet, Cumhuriyet, Günaydın (O yıllarda Simavilerin etkili bir gazetesiydi) gazetelerinde Demirel hakkında neler yazılıp çizilmedi neler… Arşive girilip bakıldığında görülecektir.
Hatta Günaydın gazetesi Demirel’in eşine laf atacak kadar işi ileri götürmüştü.
Netice olarak küresel güçler,
Terör örgütlerine destek verip, sağ-sol çatışmasının fitilini ateşlediler.
Ve nihayet 12 Eylül Askeri darbesi ile Demirel’i alaşağı ettiler.
Demirel pes etti. Onlara teslim oldu.
Tekrar siyaset sahnesine döndüğünde bir dediklerini iki etmedi.
Bu sefer aynı gazeteler, Demirel’i yere göğe sığdırmamaya başladılar.
Demirel’in 28 Şubat sürecinde sergilediği tavır, onun kırk yıllık siyasi hayatının dramatik bir finalidir.
ÖZAL
Ancak bu ülkede pes edenler olduğu gibi, Milletin bağrından çıkacak yiğit de az değildir.
Demirel’in pes ettiği yerde Millet Özal’ı başa getirdi.
Özal 2. Altın anahtarı elde etmek için Fatih Sultam Mehmet Köprüsünü ihaleye çıkardı.
Erbakan Hocanın başlattığı yatırımları devam ettirdi.
İngilizler baktılar ki, bizi durduramıyorlar ‘Bari ihaleyi alalım’ dediler.
Onların bu küstah ve müstağni davranışlarını gören Rahmetli Turgut Özal 2. Köprü (FSM) yapımını onlara vermemiş Japonları tercih etmişti.
Böylece İpek Yolu’nda ikinci altın anahtarımız olmuştu.
Bunun bedeli de bize çok ağır oldu.
Bu sefer 90 lı yıllar boyunca faili meçhul cinayetler, kaçırma öldürme ve PKK nın ülkemizi kökten sarsacak eylemlerine şahit olduk.
BARIŞ SÜRECİ
Bu iniş ve çıkışlarla nihayet Ak partinin iktidar olduğu döneme geldik.
Ak Partinin ilk dönem iktidarı;
Sınıfta tek ayak üzerinde duran sınıf mümessili gibiydi.
Meclis çoğunluğu haricinde sahip olduğu bir şey yoktu.
Asker, Yargı, medya, Cumhurbaşkanı, YSK vs. herkes Ak Parti iktidarına karşıydı.
Bundan dolayı ilk dönem sönük geçmiş bir dönemdir.
İkinci dönem toparlanma ile birlikte yatırımlar hızlanmaya başladı.
Ve Türkiye kaldığı yerden devam etmeye başladı.
Yatırımların devam etmesi için ilk iş olarak iç huzurun sağlanması gerekiyordu.
Barış süreci böyle bir düşüncenin mahsulüdür.
Barış süreci boyunca yapılmak istenen şuydu: Marmaray, 3. Köprü ve Avrasya Tüneli herhangi bir engelle karşılaşmadan tamamlamak.
Savunma Sanayimizi geliştirmek.
Teröre karşı profesyonel ordu tesis etmek vs.
Bu süreçte Marmaray bitirildi.
Avrasya Tüneli su yüzüne çıktı.
3. Köprü büyük bir hızla ilerliyor.
3. Havaalanı aynı şekilde devam ediyor.
Savunma sanayimizde önemli adımlar atıldı. Bu sektörde yapılan ihracat nerdeyse sıfırken, 12 yıl sonra savunma sanayinin toplam ihracatımız içindeki payı %12 ye çıktı.
Teröre karşı Profesyonel askeri güç oluşturuldu
Ancak
Barış süreci de bitti.
Avrasya Tüneli’nin Avrupa ve Asya kıtalarını birleştirmesine metreler kala terör örgütleri tekrar faaliyete geçti.
Bu sadece ülkemize mahsus bir şey mi?
Hayır!
PANAMA
Panama Devlet Başkanı çiçek bozuğu yüzüyle hatırlanan ABD den panama kanalından daha çok pay istemeye kalktı.
Panama’yı Panamalıların zannetti adamcağız.
ABD böyle basit operasyonları terör örgütlerine bırakmaya gerek görmedi. Terör örgütlerini uzun vadeli beslemeniz gerekir.
ABD direkt kendisi işgal etti ülkeyi. Ve devlet başkanını karga tulumba paketleyip adi bir suçlu gibi Amerikan mahkemelerinin önüne çıkardı.
Akibeti ne oldu bilmiyorum. Belki hala hapiste yatıyordur.
CEBELİTARIK
Dünyanın önemli suyollarından biri de malum Cebelitarık Boğazıdır.
İngiltere burayı Fas ve İspanya’ya bırakacak değildi.
Ortadoğu’da yaptığı gibi burada da ismi var kendisi yok naylon bir devlet kurarak denetimi ele geçirdi.
Fas’ın İngilter2ye diklenecek hali yok… Ama İspanya ‘Dağdan gelip bağcıyı kovma’ operasyonunu bir türlü içine sindiremeyerek İngiltere’ye kafa tutmaktadır.
İspanya neye güvenerek İngiltere ile bu mesele yüzünden dalaşıyor?
Almanya’ya güveniyor.
Ne ilgisi var?
ROMA CERMEN İMPARATORLUĞUNUN VARİSLERİ
Çünkü
İspanya ve Almanya kendilerini Roma Cermen İmparatorluğunun varisleri olarak görürler.
İtalya’dan sonra dünyanın en büyük Katedralleri İspanya’da bulunmaktadır.
KRİZ
Aslında İspanya’daki kriz Yunanistan’dan daha derin olmasına rağmen, Almanya ile olan tarihi derin bağlar İspanya’ya şimdilik nefes aldırmıştır.
ŞAMAR OĞLANI ve DİN
Avrupa Yunanistan’a şamar oğlanı muamelesi yapmaktadır.
Çünkü Yunanların Ortodoks olan mezhebi, onları kendilerinden çok, hin-i hacette Rusya ile aynı mezhebi taşıdığından dolayı, Rusya ile işbirliğine gidebileceğini düşünürler.
Hristiyanlıkta mezhepler din gibi algılanır ve mezhepler arasında çok derin farklılıklar bulunmaktadır. Yani durumları bizdeki mezhepler gibi değil.
Böyle olunca Almanya, Yunanistan’a yaptığı yardımları misliyle almak için önemli hava meydanlarının üstüne çöktü.
Şu anda Yunanistan’ın hava meydanları işletmesi Almanlarda…
Peki,
Almanlar bu kadar dolaylı bir operasyona girmeye neden gerek duydular.
BİZİM +1 MİZ
Bizim +1 miz 3. Havalimanımızdır. Böylece 5 ulaşım aksı + Havalimanı etti 5+1
Buna Kanal İstanbul’u eklediniz mi?
Avrupa’nın karşısında nasıl bir Türkiye olacağını düşünün!
Bundan dolayı Almanlar 3. Havalimanına ortak olamayınca Yunanistan’ın hava meydanlarına çöküp rekabet yollarını arayacak.
Çünkü
Bizim 3. Havalimanının işletmeye alınması ile Frankfurt Havalimanı büyük ölçüde önemini yitirecek.
Bittiğinde Türkiye artık çok daha güçlü bir şekilde masaya oturarak diğer ülkelerle yarışabilecek.
Arkasından yerli araba üretimi, yerli uçak, yerli uçak gemisi vs. diğer yatırımlarımız geliyor.
Avrupalılar,
Bu kadar güçlü bir ülkeyi güçlü bir iktidarın yönetmesini istemiyor.
70 li yılların bir türlü bitmeyen koalisyon kavgalarına, Güneş motel rezaletlerine, birbirimizle uğraşmaktan dışarıya bakacak gücü olmayan bir Türkiye istiyorlar.
Bakalım 1 Kasım’da ne olacak?
Emin Batur
NOT. 3. Havalimanının işletmeye alınması ile nasıl bir avantaj yakalayacağımızı
İnşallah başka bir yazıda arz etmeye çalışacağım.
.
PETROL VE DOĞALGAZIN DÖNÜŞ YOLUNDA TÜRKİYE
‘Hürmüz Boğazı Ural Dağları Türkiye ve PKK’ adlı yazımda, ülkemizin doğusunda yer alan Enerji kaynaklarının Avrupa’ya ulaşması için...
20 Ağustos 2015 Perşembe 9:36
‘Hürmüz Boğazı Ural Dağları Türkiye ve PKK’ adlı yazımda, ülkemizin doğusunda yer alan Enerji kaynaklarının Avrupa’ya ulaşması için en uygun yolun Türkiye olduğunu yazmıştım.
Ural Dağlarını aşarak veya Hürmüz Boğazını kullanarak, yapılacak taşımanın veya geçirilecek petrol ve doğalgaz boru hatlarının hem maliyeti yüksek hem de siyasi risk taşıdığını, en uygun geçiş yolunun ülkemizin olduğunu,
Binaenaleyh
Türkiye’nin rahat bırakılmayacağını…Terör örgütleri ile terbiye edileceğini…
Ancak
Ülkemizin artık eskisi gibi güçsüz olmadığını…Acı çeksek de terörün üstesinden gelebileceğini,
Arz etmiştim.
DÖNÜŞ YOLU
Şimdi Enerji Batıya gitti ama
Mamul olarak çıktığı ülkelere ve diğer Asya ülkelerine geri dönmesi gerekecek.
Dönüş yolunda
Türkiye’nin önemi daha büyük bir önem arz ediyor.
Neden?
Nedenine geçmeden önce bir durum tespiti yapmamız gerekiyor.
AVRUPA’NIN DÜŞTÜĞÜ DURUM
Bugün Avrupa eski parlak şaşaalı günlerini çoktan geride bırakmış bulunuyor.
Ama diyeceksiniz ki:
Para var
Teknoloji var
Güçlü medya organları var
Cin gibi istihbaratları var
Bilgi Bankaları var
Stratejik üstünlükleri var. Yani iyi plan kurarlar. Kalleşlikte üstlerine yoktur. Yüzüne güler arkadan yine bildiğini okur, teröre destek verir vs.
Evet, bunların hepsi doğru!
OLMAYAN NE?
Aile yok. Dağılmış.
Moral değerleri sıfır…
Gençlik yok.
Gençliğin bir kısmı uyuşturucu batağında debeleniyor.
Fuhuş artık hayatın normal bir parçası gibi…
Zaten gayri meşru kadın-erkek ilişkilerine modern(!) kelimeler bulunduğu için bu meseleyi kafasına takan da yok.
Ancak istatistikler nal gibi ortada.
GAYRİ MEŞRU ÇOCUKLAR
2 Yıl önce Fransa tarihinde ilk defa olarak gayri meşru çocuk sayısı, evlilik yolu ile doğan çocuk sayısını geçti.
Yani Avrupa yaşlılar için Huzurevi’ne dönerken çocuklar için de gayri meşru çocuk yuvalarına doğru hızla ilerliyor.
Devam edelim.
Din yok.
Biraz konuşun, göreceksiniz ki, Avrupalıların inançları, düşünceleri koyu bir Ateizme çıkacaktır.
Din ve Ahiret, öldükten sonra hesap verme inancı olmayınca Batı insanı tam bir Terminatör’ e dönüşüyor.
Binaenaleyh
Merhamet de yok.
Kendilerinden başka tüm insanların eza cefa açlık yoksulluk çekmeleri umurlarında değil.
Tam aksine.
Konforları bozulmasın diye dünyanın değişik bölgelerinde savaş çıkarmaktan çekinmezler.
Konunun dağılmaması için örneklere girmiyorum.
Saygı yok.
Saygı, sadece tramvayda yaşlılara yer vermek değildir. Yaşlı Anne-Babaları huzurevlerinde, bakım hanelerde ölümü bekliyor. Ziyaret eden yok, arayan soran yok.
MÜLTECİLER
Batı, insanlık namına tüm değerlerini yitirmiş durumda.
Mültecilere nasıl davrandıklarını görüyoruz.
Biçare insanların Akdeniz’in sularına gömülmesini SADİSTÇEseyrediyorlar.
İmkânları olduğu halde kurtarmaya yanaşmayıp, başka göçmenlere ders olsun diye yani ‘ibreti alem’ için kurtarmayıp seyrediyorlar.
Avrupalı kendinden başka kimseyle beraber yaşamayı bilmiyor.
Kendinden başka diğer insanları köle gibi hatta böcek gibi görüyor.
Bundan dolayı bir Alman yetkili şöyle diyordu:
‘Biz çalıştırmak için işçi getirdik, onlar insan çıktı…’
E bu kadar zulüm yanlarına kalır mı?
Hayır!
Dünyanın önemli bir kısmını sömürdükleri halde, eskisi gibi yarınlarıgarantide değil.
İşlerini kaybetmekten ve gelecekten büyük bir endişe duyarlar.
Bizdeki gibi akraba komşu falan dayanışması da yok…
Ferdiyetçidirler.
Nüfus hızla düşüyor.
Bütün teşviklere rağmen aileler çocuk sahibi olmak istemiyor.
Yaşlı nüfusa nasıl bakacakları hakkında kara kara düşünüyorlar.
Ancak
Konforlarından bir milim vaz geçmek de istemiyorlar.
PEKİ, BU KONFOR NASIL DEVAM EDECEK?
Avrupa yer altı zenginliklerini dibine kadar sıyırmış olduğundan, hammaddenin önemli bir kısmını dışardan almak zorunda…
Aynı şekilde petrol ve doğalgazın da önemli bir kısmı dışardan ithal ediliyor.
Bu iki ana kalemin ucuz bir şekilde temin edilmesi, konforun devamı için birinci şarttır.
İkincisi ise mamul maddelerin aynı ülkelere en pahalı şekilde ve mümkünse rakipsiz olarak pazara girmesidir.
Üçüncüsü ise;
Geri bıraktırılmış veya kalkınmakta olan ülkelerin sanayi, altyapı ve teknolojik yatırımlarını engellemek.
‘Sizin kafanız bu işe çalışmaz. Bırakın biz yapalım’ telkinleri, kendilerine bağlı medya organları tarafından devamlı işlenir.
Devrim Arabası yapıldığı halde seri üretime geçirilmemesi bu operasyonun bir parçasıdır.
Ülke için gayret eden, bir şeyler yapmaya çalışan mühendisler, doktorlar, bilim adamları tehdit edilir kaçırılır veya öldürülür.
Kansere çare bulan zakkumcu doktorun başına neler geldiğini biliyoruz.
Aselsan mühendisleri teker teker şehit edilip ‘İntihar ettiler’ iddiasıyla dosyanın nasıl kapatıldığı yine malumdur.
PETROL ORTADOĞU’DAN
DOĞALGAZ ASYA’DAN
HAMMADDE AFRİKA’DAN
Hammaddenin önemli bir kısmını Afrika’dan temin eden Avrupa, bu kıtadaki ülkelerin kendilerine bağlı, çürük idareciler tarafından yönetilmesi için elinden gelen gayreti göstermektedir.
Bunu kabul etmeyen ülkeler kanlı bir şekilde bastırılarak cezalandırılmıştır.
Bunun en son örneğini MISIR da gördük.
Afrika’nın içlerine gidildikçe Avrupalı emperyalistlerin işi biraz daha kolaylaşır.
Bu kıtada yaşayan zavallılar silahlandırılarak, kabile savaşları körüklenir.
Bu kabile savaşları neticesinde ölenlerin sayısı milyonlarla ifade edilmektedir.
GİDERKEN PKK ve IŞİD
DÖNERKEN DHKP-C
Petrol ve doğalgazın ucuz bir şekilde Avrupa’ya ulaşması için terör örgütlerine ihtiyaç duyulduğunu daha önceki yazıda belirtmiştim.
Şimdi mamul hale gelen maddenin geri dönüşü sağlam olmalı.
Mümkünse rakip olmamalı ve çok uygun fiyata satılmalı.
Peki, o maddelerin gideceği ülkede yerli imalat varsa ne olacak?
Olmayacak.
Nasıl yani?
DEVRİM ARABASI
Ve
ÖZDEMİR SABANCI
Devrim arabası malum 1961 yılında 2 adet üretilerek zamanın Cumhurbaşkanına arz edilmişti.
Ancak ne olduysa oldu, gizli bir el devreye girip Türkiye’nin otomobil üretimine mani oldu.
O zamanlar suikastlara, terör örgütlerine falan ihtiyaç yoktu.
Hürriyet çapında bir gazeteniz varsa bu iş için yeterliydi.
70’li yıllara geldiğimizde hükumet ortağı olan Erbakan Hoca bu sefer Ağır sanayi hamlesini başlatmak için canla başla büyük bir gayrete girişti.
Bu sefer Hürriyet gibi birkaç gazete öyle bir salvoya girişti ki, önünde durmak mümkün değil.
Buna rağmen 200 tesisin 130 u başarıyla tamamlanarak, ülkemizin hizmetine sunulmuştur.
Avrupalılar baktılar ki, iş kötüye gidiyor.
Kısa süre sonra rekabet gücü kalmayacak.
Bu sefer terör örgütlerini devreye soktu.
Özdemir Sabancı Avrupa menşeli arabaların tekelini kırmak için Japon TOYOTA nın ülkemizde fabrika kurmasına ön ayak oldu.
Ve bu onun sonu oldu.
Kendini en güvenli gördüğü ‘İkiz Kule’ lerde infaz edildi.
İstense dışarda da infaz edilebilirdi.
Ancak
Geridekilere mesaj vermek için böyle bir infaz şekli seçildi.
‘Akıllı olun! Hiçbir yerde güvende değilsiniz’ demek istendi.
Zaten ondan sonraki gelişmelerde, katillere Avrupa tarafından nasıl kol kanat gerildiği, iade edilmemeleri için, nasıl komik bahaneler ürettikleri hatıralardadır.
Halen o dosya kapanmış değil ve halen Ö. Sabancı’nın katili Türkiye’ye teslim edilmiş değil.
Bu vesileyle Avrupa’nın gerçek yüzünü bir daha görmüş olduk.
ÇİN
Peki, ABD ve AVRUPA ülkelerin kalkınmaması için bir sürü kumpas kuruyor.
Çin’e nasıl müsaade ettiler?
ÇİN bu deli gömleğini nasıl yırtıp attı o zaman?
Çin’in nükleer gücü var. İnsan gücü var. Silah gücü var. Kimseye eyvallahı yok. Demokrasi falan gibi bir derdi de yok.
Batı Çin’i sıkıştırmadı mı?
Sıkıştırmaz mı?
Tiananmen Meydanındaki gösterileri hatırlayın.
Evet, bizim ‘Gezi’ olaylarının Çin versiyonu.
Ne oldu orada?
Öğrenci ve aydınlar gösteri yaptı. Çin Komünist Partisi de demir yumrukla ezdi
2.000 civarında kişi ölmüştü.
Evet
Neden diye hiç düşündün mü?
Halk biraz daha hürriyet istiyordu.
Evet, ama bu işin kılıfı…
Peki, asıl sebep neydi?
KOMÜNİZM’İ KORUYUP KOLLAYAN
ABD ve AVRUPA’DIR
ÇİN 1978 yılından itibaren dışa açılarak Komünizm ’in dayattığı ekonomik sistemden vazgeçti.
O günden sonra büyük bir kalkınma hızı yakalayan Çin, batı ülkelerinin korkulu rüyası olmaya başladı.
ABD ve Avrupa’nın Çin’e yaptığı tüm çağrılar yanıtsız kaldı.
ABD ve Avrupa Çin’e nasıl bir çağrı yapıyordu?
Çin’in Komünizm den vaz geçmesini istemiyordu.
Aslında Rusya’nın da Komünizm ’den vaz geçmesini istemiyor ama tabir caizse ‘Maymun gözünü açtı’
Her iki ülke Komünizmin kendilerine büyük bir pranga vurduğunu, kalkınmaya mani olduğunu gördü.
Uygun bir şekilde Komünizm den sıyrılmaya baktılar.
Çin bu işi dağılmadan başardı.
Rusya başaramadı.
1978 yılında başlayan ekonomik reformlar, 10 yılda Çin’e büyük bir mesafe aldırdı.
1989 yılına gelindiğinde Batı, Çin’e dur demenin zamanı geldiğine karar verdi.
CÜCE DENG
Ancak hesap etmedikleri bir şeyle karşılaştılar.
Çin güçlüydü.
Nükleer silahı ve büyük insan gücü vardı.
Elindeki konvansiyonel silahlar da fena değildi. Batı ile rekabet edecek güçteydi.
En önemlisi,
Batı ne der?
Demokrasi zarar görür mü? Diye bir derdi yoktu.
Gösteri yapanlar iyi niyetli olsa da Batının oyununa geliyordu.
Büyük bir kalkınma hızı yakalayan Çin durdurulmak isteniyordu.
Cüce Deng bunu gördü.
Gösterilerinkanlı bir şekilde de olsa ‘Ezin geçin’ dedi.
Çok trajik olaylar oldu.
Çok kan aktı. Yazık oldu.
Ancak Çin bugün dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü…
Eli kulağında.
Yakında dünyanın bir numaralı gücü Çin’dir.
TİANANMEN’DEN GEZİ’YE
Dikkat ederseniz Çin’le ilgili anlattıklarım biz ne kadar benziyor.
Hatırlarsanız hükumet kavga gürültüye meydan vermeden Gezi Parkı olaylarını görüşerek çözmek istedi.
Ancak
Dertleri ‘Ağaçlar kesilmesin!’ olan Gezi sözcüleri birden ağız değiştirerek işi ‘3. Havalimanı yapılmasın, 3. Köprü yapılmasın’ a getirdiler.
Aynı şekilde PKK da ‘Bölgeye neden baraj yapıyorsunuz’ diye savaşı başlatmıştı.
BU İŞ BURADA BİTMEZ
Türkiye Çin’in 1978 de başlattığı kalkınmayı 2003 te başlattı.
Avrupa bütün gücüyle bu kalkınmayı durdurmak için harekete geçmiş bulunmaktadır.
Bunu mertçe yapacak gücü yok.
Nedenini yukarda anlatmaya çalıştım.
Terörle bu işi başaracağını zannediyor.
Bizi birbirimize kırdırma yoluna girmiş,
Türkiye’yi eski Türkiye zannediyor
Hâlbuki
Ne Türkiye eski Türkiye,
Ne de Avrupa eski Avrupa’dır.
Acı çekeceğiz ama biraz sabredersek Türkiye’nin eski Türkiye olmadığını onlara göstereceğiz.
Emin Batur
NOT:
Mevcut yatırımlarımızın bitmesiyle Ülkemizin ne kadar büyük bir mamul geçiş üstünlüğü yakalayacağını başka bir yazıda arz etmeye çalışacağım.
Yani, 3. Havalimanı, 3. Köprü, Avrasya Geçidi, kanal İstanbul vs. Ülkemize büyük avantajlar sağlayacaktır.
Sadece MARMARAY ilgili pek bahsedilmeyen bir ayrıntıyı arz edeceğim.
Marmaray, Londra’yı demiryolu ile Pekin’e bağlıyor.
Bunun ne demek olduğunu, önemini bilen bilir.
EB
.
SEÇİMDEN KİM NE BEKLİYOR?
1950 den sonra Ülkemizde yapılan her seçim bir öncekinden daha önemli olmuştur. 7 Haziran’da Yapılacak olan seçim ise, hepsinden...
3 Haziran 2015 Çarşamba 7:31
1950 den sonra
Ülkemizde yapılan her seçim bir öncekinden daha önemli olmuştur.
7 Haziran’da
Yapılacak olan seçim ise, hepsinden daha önemlidir.
4 yıl sonra nasip olur da yine sandık başına gidecek olursak, o seçim 7 Haziran seçiminden daha da önemli olacak. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.
Böyle böyle nereye kadar gider?
Ülkemiz;
Ana kaidesinin üzerine oturup bölgeye ve dünyaya nizam veren gücüne erişinceye kadar…
Artık ondan sonraki seçimlerin fazla bir önemi olmayacak.
Neden?
Sebebini bir örnekle açıklayayım:
İngiltere’de İşçi Partisinin veya Muhafazakâr Partinin iktidar olmasında, Britanya Birleşik Krallığının dünya üzerindeki politikalarında her hangi bir değişikliğe neden olmaz.
Neticede son söz kraliçenindir.
Aynı şekilde ABD Fransa Almanya’daki seçimler de öyledir.
Carter fıstık tüccarıydı.
Reagan artist…
Sistem kurulduktan sonra kimin başkan olduğu hiç önemli değil.
Ana kaidesi üzerine oturmuş ülkelerde, hangi parti iktidara gelirse gelsin, devletin genel politikalarında bir değişiklik göremezsiniz.
Fark sadece nüanslarda…
Onun da çok fazla önemi yok.
Hâlbuki biz de öyle mi?
İktidardaki parti seçimi kaybedip muhalefet iktidar olunca o kadar çok şey değişiyor ki…
Bizdeki iktidarla-muhalefet, gece ile gündüz kadar birbirlerinden farklıdır.
7 HAZİRAN SEÇİMİNİN ÖNEMİ
İlk defa bir seçim bölgeyi ve dünyayı bu kadar ilgilendiriyor.
Türkiye eski Türkiye değil.
Eskiden sınırlarımızın içine kapanmış, burnumuzun dibinde top patlasa oralı olmazdık.
Şimdi öyle mi?
Afrika’dan Kafkaslara,
Balkanlardan Filipinlere uzak doğuya,
Ortadoğu’dan ABD de yaşayan Kızılderililerin alt yapı sorunlarına kadar ilgilenen bir Türkiye var.
Maaşı Türkiye tarafından ödenen St. Petersburg camii müezzininden tutun,
Rusya’nın kuş uçmaz kervan geçmez steplerinde görev yapan cami imamına kadar…
Biliyor musunuz?
Şu anda Filipinlerde;
Moro Milli Kurtuluş Hareketi ile Hükumet arasındaki görüşmelerde Türkiye gözlemci ülke olarak bulunuyor.
Bir kolumuz Rusya’da iken diğeri, Afrika, Filipinler, Balkanlar, Ortadoğu’da dolaşıyor
Son 80 yılda, dünyanın farklı coğrafyalarında, ülkemizin bu kadar çok konuşulduğu bir zaman dilimi
Ve yine son 80 yılda dünyanın, gözlerini ülkemize dikmiş, seçim sonuçlarını beklediği bir zaman dilimi oldu mu? Bilmiyorum.
Nefesler tutulmuş herkes 7 Haziran’da çıkacak neticeyi bekliyor.
Almanya, ABD, İngiltere, İsrail seçimlere müdahil oldular bile.
İktidar olmasını istedikleri partilerin bol bol propagandasını yapmaktadırlar.
Almanya
Biraz daha ileri giderek ülkemizden ayağını kesmeyen bir milletvekili vasıtası ile açık açık HDP ye oy verilmesini istemektedir.
Dostlarımız ve düşmanlarımızın istediği şey nedir?
Batı dünyası koalisyonlardan mürekkep, kendisine muhtaç el açan zayıf bir hükumetin kurulmasından yana.
İslam dünyası ise güçlü bir iktidarın devamından…
ARAP DÜNYASI
1923 ten beri sırtını dönen Türkiye ilk defa Arap dünyasına yüzünü dönüyor.
Araplar, uzun süren bir hasretlikten sonra birbirine kavuşan iki kardeş gibi Türkiye’ye sarılmış vaziyetteler.
Yatırım yapanlar,
Konut işyeri alanlar,
Şirket kuranlar,
Evlilik yapanlar büyük bir yekûn tutuyor.
Bazı AVM müşterisinin çoğu Arap…
NEDEN?
Arapların ülkemize ilgisinin sebepleri çok…
Ancak yazımızın konusu bu olmadığı için, ayrıntıya girmeden sadece birini arz edeceğim.
Suriye ve kısmen Irak’ta devam eden savaş tüm Arap alemini derinden etkilemiş bulunmaktadır.
Buna bir de Mısır ve Filistin’i eklersek Arap dünyasının nasıl bir travma yaşadığını söylemeye gerek yok.
Dikkat edilirse Türkiye her seferinde mazlumların yanında durarak Arap aleminin takdirini kazandı.
Bilhassa İsrail’e karşı Cumhurbaşkanımızın tavrı efsaneye dönmüştür.
Türkiye
Arap aleminin gönlünü ilk olarak 1 MART teskeresini meclisten geçirmeyerek, ABD ordusunun IRAK’a girmesini önlemek suretiyle kazandı.
Daha sonra ABD İran’la anlaşarak Irak’ı işgal etmesi, Arapları biraz daha Türklere yaklaştırmıştır.
İkincisi Suriye’de savaş devam ederken Türkiye 2 milyona yakın Suriyeli mülteciyi kabul etmiş ve şu anda hiçbir Arap ülkesi Suriyelileri sınırdan sokmaz iken Türkiye’nin Suriyelileri şart koşmadan ülkeye kabul etmesi Arap aleminin gözünden kaçmamıştır.
Yine, Mısır’da Mursi’ye sahip çıkması,
Ortadoğu’da Filistinlilere sahip çıkıp, İsrail’e rest çekmesi herkesin malumu olan ve bizi yıldızlaştıran hareketlerdir.
Bundan dolayı;
Yönünü Türkiye’ye çevirmiş Araplar, seçim neticelerini büyük bir dikkatle izliyor.
Tabii bunları söylerken bizim kastımız Arap liderleri değil, Arap halklarıdır.
SOMALİ
Somali’ye 20 yıl boyunca tek bir uçak inmedi.
İlk inen uçak, yardım malzemeleri ile dolu bir Türk uçağıydı.
Arkasından Başbakanımız gitti.
Bu geri bırakılmış Somali halkına Türkiye tarafından yardımlar aksatılmadan devam etti.
Somali dünyaya açıldı.
Şu anda Türkiye’de uluslararası ticaret yapan Somaliler var.
Somali’ye Hastane, liman altyapı üstyapı vb. çalışmalar yapıldı.
7 Haziran seçimleri Somali için çok önemli.
Merakla neticeyi bekliyorlar.
AFRİKA
Somali için söylediklerim tüm Afrika için geçerlidir.
Afrika’nın yiğit insanları bir parça ekmeğe bir yudum suya muhtaç bırakılmış vaziyetteler.
İşin ne kadar kahredici boyutta olduğunu bir örnekle açıklayayım.
MALİ ve HRİSTİYAN MİSYONERLER
Afrika’nın bu geri bırakılmış ülkesi, bir zamanlar tüm Afrika’ya ışık saçan TİMBUKTU medeniyetinin merkezi idi.
Timbuktu İmparatoru KANKAN MUSA Hacca giderken Mısır’a uğruyor.
O zamanlar ekonomik krizde olan Mısır, Kankan Musa’nın dağıttığı altın ve paralarla bu
Krizden kurtuluyor. Öyle güçlü bir İmparatorluk yani…
İşte o Müslüman MALİ nin köylerinde şu an Hristiyan misyonerlerin götürdüğü su ve elektrik kesilmesin diye Müslüman köylüler Kiliseye gidip ibadet ediyor sonra eve dönüp namaz kılıyorlar.
Çünkü Hristiyan değil Müslümanlar.
Peki, bu gidişat bir-iki nesil sonra ne olacak?
Müslüman Malililer şu anda umutlular.
Neden?
Türkiye’nin Mali Büyükelçiliği açıldı.
Başka?
THY Mali’nin başkenti BAMAKO ya seferlere başladı.
Arkasından
TİKA, DİYANET, YUNUS EMRE, Milli Eğitim Bakanlığı Yurt Dışı Eğitim kurumları vs. vs. vs.
Mali, Türkiye’deki 7 Haziran seçimlerini büyük bir merakla bekliyor.
Peki, ülkemizde durum nasıl?
HDP
Bu partinin barajı aşıp aşmaması bence ikinci sırada gelen bir mesele…
Asıl derdi nüfuz alanlarını korumak…
Barış, demokrasi vs. laflarını ağzından bırakmıyor ama güçlü olduğu yerlerde demokrasinin, özgürlüğün esamisi okunmaz.
HDP Kürtlerin hakkını savunduğunu söylüyor ama Kürt bölgelerine yatırım yapılmasını istemiyor.
Bundan dolayı Hakkâri’de yapılan Havalimanını davul ve zurnalarla kutlayacağına, Molotoflarla Hakkâri ve Yüksekova sokaklarının savaş alanına çevrilmesine göz yumuyor.
HDP isteseydi Havalimanı inşaatına yapılan saldırıları önler, bu Havalimanının çok önceden hizmete girmesine vesile olabilirdi.
Yapmadı.
Havalimanı bin bir güçlükle bitirildi hizmete alındı HDP memnun değil.
Üstelik,
Şimdide tehditler savuruyor:
‘’Barajı geçmesek olanları düşünün’’ diye.
Dediğim gibi baraj bu parti için önemli değil.
Bölgeye yapılacak yatırımlar neticesinde halkın devletle barışması, bu partinin en büyük korkusu.
MHP
Bu seçim de en rahat parti MHP dir.
İktidar kaygısı yok.
Ana muhalefet partisi olma kaygısı yok.
Baraj kaygısı yok.
Aslında hiçbir çalışma yapmasa daha fazla oy alır. HDP nin çalışmaları neticesinde bunalan kitle MHP ye yöneliyor. Çivi çiviyi söker hesabı. Ancak MHP lideri konuşunca vatandaş tekrar vaz geçiyor.
MHP nin neden iktidar kaygısı yok?
Bilindiği gibi 1999 seçimlerinde MHP ikinci parti olmuş, o zamanın Fazilet Partisi ve DYP liderleri Kutan ve Çiller Devlet Bahçeli’ye Başbakanlık teklif etmiş kabul etmemişti.
Daha sonra Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aynı liderler adaylarını çekip MHP adayı S. Somuncuoğlu’nu destekleme kararı aldıkları halde, kendi adaylarını tartaklayarak meclis bahçesinden dışarı atmışlardı.
Son yerel seçimlerde MHP kendi adaylarına oy verse, zımnen Ana muhalefet partisi olacak.
Vermedi.
Zaten güçlü adayları CHP den aday olmuştu.
Netice,
MHP Bu seçimde çok rahat…
.
ÖLDÜRECEK BİZİ BU AVRUPA MÜKTESABATI
Son zamanlarda gazete ve televizyonlara yansıyan cinayet haberleri hiç dikkatinizi çekiyor mu? Çoğu, aile içi şiddetten kaynaklanan cinayetlerden bahsediyorum....
23 Ekim 2014 Perşembe 12:18
Son zamanlarda gazete ve televizyonlara yansıyan cinayet haberleri hiç dikkatinizi çekiyor mu?
Çoğu, aile içi şiddetten kaynaklanan cinayetlerden bahsediyorum.
Aileler çöküyor, dağılıyor…
Hayatın normal akışı içinde meydana gelen boşanma ve ayrılmalardan bahsetmiyorum.
Çoluk çocuğunu öldürüp intihar edenler var…
İnsanımız bu kadar gaddar bu kadar acımasız nasıl olabiliyor?
Bu hale nasıl geldik?
Eskiden bir ‘Salacak Canavarı’ ismi verilen hadise olmuştu da, on yıllar boyunca konuşulmuştu. Ki, o hadisede katil yabancı biriydi.
Şimdi ise aile içinde meydana gelen hadisenin biri bitmeden arkadan diğeri geliyor.
Erkekleri çılgına çeviren, canavarlaştıran çoluk çocuğuna kıyacak hale getiren sebepler nedir?
‘EZİLEN VE EZİKLEŞTİRİLEN ERKEK
İsterseniz konuyu bir örnekle açıklayalım.
Sefa Saygılı beyin bu konuda yazdığı çok güzel yazıları var. Bulup okumanızı tavsiye ederim. Kendisi Psikolog ve bu konuda Profesörlük yapmış hazik bir doktor.
Üşenmeden unvanlarını yazıyorum ki, söylediklerinin önemi anlaşılsın.
Şimdi başından geçen olayı kısaltarak anlatayım:
TOKAT
Genç erkek kıza aşık oluyor.
Evleniyorlar.
Erkek 1.900 TL maaş alıyor.
Çocuğun babası,
evladı kira derdinden kurtulsun diye bütün bir ömür edindiği 2 evinden birini çocuğunun üstüne geçiriyor.
Yeni ailede ise çocuk oluncaya kadar ufak tefek tartışmalar haricinde her şey normal gidiyor.
Çocuk olduktan sonra birden şiddetli geçimsizlik başlıyor.
Bir gün hiddet anında erkek şeytana uyup karısına bir tokat atıyor.
İşte o anda; ‘Yandı gülüm keten helva.’
‘At kaçtı torba düştü.’
HER ŞEY MAHKEMELERİN ARAYA GİRMESİ İLE BAŞLADI
Eskiden olsa aile büyükleri araya girer, kocayı ikaz eder her iki tarafa nasihat ettikten sonra basit şekilde kapanacak bir olay, çevresindeki kadınların kışkırtması ve akşama kadar TV lerde seyrettiği kadın programlarından aldığı hızla kadın mahkemeye koşuyor.
HATALAR ZİNCİRİ BAŞLIYOR
1- Sürgün
Mahkeme kocaya 3 ay evden uzaklaştırma cezası veriyor!!!
Bu ceza şikâyetin nev’ine göre 6 ay da olabiliyor.
Düşünebiliyor musunuz?
Birkaç günlük iş seyahatinde bile perişan olan erkek 3 veya 6 ay evinden uzak kalacak.
Aileler bir ömür çalışıp başını sokacak bir ev bulamaz kiralarda sürünürken, erkeğe yekten 3 ay başka evde kalacaksın deniyor.
Burada ‘Mor Çatı’ sığınma evi var diyecek kişi azdır her halde.
Erkeğimizin ruh halinden anlamayanlar bunu önerebilir.
Zaten bizim ruh halimiz bilinmeden bu ‘Avrupa Müktesebatı’ başımıza sarıldı ya…
Aramızda kaç erkek gururuna yedirip böyle bir ‘Sığınma Evi’ ne müracaat eder?
SANKİ EVLENEN HER ERKEĞİN YEDEKTE BEKLEYEN BİR EVİ VAR
Evden uzaklaştırma cezası o kadar rahat ve kolay veriliyor ki, sanki evlenen her erkeğin yedekte bekleyen bir evi var.
Bu işin memuru, öğretmeni,
Polisi, subayı astsubayı,
İşçisi esnafı var.
Her kes yerleşik düzen mi yaşıyor?
Milyonlarca insanımız; ülkemizin başka yerlerinde gurbet hayatı yaşayarak ekmeğini kazanıyor.
Biz ki, %25 oranında doğduğu yerde yaşamama ile Avrupa birincisiyiz.
Kaldı ki, çevrenizde akrabalarınız bile alsa, hangi evde kaç gün kalabilirsiniz? Ütünüz, tıraşınız, günlük elbiseleriniz…
Hangisini nereye nasıl taşıyacaksınız?
Neyse.
Mahkeme karar verdiyse vardır bir bildiği.
Bu arada 3 ay doluncaya kadar aile birbirine soğudu.
Artık bir arada yaşamanın mümkün olmadığına karar verip boşanmak için mahkemeye başvuruyorlar.
Hatalar Zinciri No. 2
NAFAKA
Yukarıda erkek maaşının 1.900 TL olduğunu söylemiştim.
Mahkeme kadına 750 TL
Çocuğuna da 350 cem’an 1.100 TL nafaka bağladı. Artı… Elektrik, su, doğalgaz vs hariç…
Daireye gelince:
Mahkeme, esasında kayınpedere ait olan daireyi de eski gelinin çocuğuyla beraber oturması için tahsis etmiş.
Zaten mal paylaşımından dolayı yarısı onun.
Bu nafaka kadının bir işe girmesi veya evlenmesi durumunda kesilir.
Üstelik bu miktar enflasyon oranında artışa tabidir.
Kadın bu durumda herhangi bir işe niye girsin ki?
Yeni mezun olmuş Üniversiteli gençlerin zorluklarla 1.500 TL ye iş bulduğu bir ortamda; ev tahsis edilen, elektrik suyu ödenen üstüne 1.100 TL alan birinin gidip iş bulup çalışması akıl karı mı?
Akşama kadar TV lerde kadın programlarını kim seyredecek?
Çenesi düşük aklı kıt kadınlarla kim çene yarıştıracak?
Neyse,
Baba Prof. Dr. Sefa Saygılı beye:
‘Şimdi oğlum, nafakadan arta kalan 300-500 TL ile yanımda sığıntı gibi yaşıyor. Artık bu parayla evlenme şansı da kalmadı.
Ne yapacağımı bilemiyorum’ diye dert yanıyor.
Bir artı daha eklemek istiyorum.
Mahkeme her ne kadar baba çocuklarını şu şartlarda görebilir hükmünü verse de, bu görüşmeler tamamen kadının insafına terkedilmiş bulunmaktadır.
Denece ki, ‘Kanun var! Nasıl göstermez?’
Ben işin pratiğini söylüyorum.
Eline güç geçmiş kadından tehlikelisi yoktur.
Çocuğu göstermemek için, ipe nasıl un serdiklerini bilen bilir.
Ama erkek yükümlülüklerin birini yerine getirmezse, ‘Kadına pozitif ayrımcılık’ belasından devlet anında erkeğin üstüne çöker.
CİNAYET
İyice sıkışan erkek bu sefer
‘Ihkak-ı hakk’ yoluna gider.
Yani adaleti kendi uygulayacak.
Gazeteler,
Barışmak için evine giden ve reddedilen erkeklerin işlediği cinayet haberleri ile dolu.
DUL KADIN ENFLASYONU
Sabredip verilen hükme razı olan ve nafakasını tıpış tıpış ödeyen erkekler neticesinde boşanmalar arttı… Evlilikler azalmaya başladı.
Artık erkeklerin evlenme yaşı 30 u geçmiş bulunmaktadır.
En güzel yıllar aile ile beraber geçmiyor.
Çünkü,
Bir alt tabaka boşanmasında bile ortaya çıkan tablo bu iken, biraz daha iyi şartlarda meydana gelen boşanmaları artık siz düşünün.
Kocasının durumu biraz iyi olan kadınlar, anlaşmalı boşanmalarla servetlere konuyor.
Kısa günün karı.
Pardon kısa evliliğin karı.
AİLE KUDSİYETİ
Bu AB uyum yasaları kutsal aile bilicimiz dinamitleyip yerine ticari aile mefhumunu yerleştirdi.
Bundan sonra nikah akitleri evlendirme daireleri yerine, Noterlerde yapılırsa şaşmayın.
Çünkü evlilikler bu gidişle ticari şirkete dönecek.
Zaten TV lerdeki kadın programlarını seyredenlerden duyuyorum, evlenmeye gelen kadınların ilk sorduğu ‘Evin var mı, araban var mı, bankada paran var mı?’ gibi sorularmış.
Gerçi aile kutsiyetine inanan bir kadının evlenmek için o programlarda işi ne?
Hadi olduğunu düşünelim.
Bir kere olsun, namazın niyazın yerinde mi, ahlakın çevreyle geçimin nasıl, hayatında kaç kitap okudun vb. soran yok.
Her şey maddi varlık üzerine.
Tamam, o da lazım ama o kadar da değil.
PEMBE İNCİLİ KAFTAN
Az önce kadınlar ‘Kaç kitap okudun?’ Sormuyorlar dedim ya. O nu biraz açayım:
Erkeklerimiz ‘Pembe İncili Kaftan’ ı okumadan mertliği,
Kadınlarımız Tolstoy’u okumadan çocuk yetiştirmeye kalkıyorlar.
Binaenaleyh doğru bildikleri şeyleri düzeltmeye kalkıp nasıl işleri berbat ettiklerini, işin bir adım sonrasını hesap edemediklerini, komşu ile çevre ile geçimi çok güzel anlatır Tolstoy.
Bu durum; sosyologlarımız İbn-i Haldun’un Mukaddime’sini okumadan, sosyolog olmaya,
Siyasetçilerimiz Maverdi’nin El Ahkamus-Sultaniye’sini okumadan siyasetçi olmaya kalkmalarına benzer. (İktidar-muhalefet fark etmez)
BELEDİYE BAŞKANI
Belediye başkanı olsam evlenen her çifte bir takım Ömer Seyfettin serisi, bir takım Tolstoy seçme hikâyeleri hediye ederdim.
Tolstoy üzerine niye çok duruyorum,
Çünkü Tolstoy’un üslubu akıcı ve her kesin okuyup anlayabileceği ibret dolu anlatımları var.
Ayrıca anlattığı hikâyelerin çoğu İslam kaynaklıdır. O bu hikâyeleri kendi bulunduğu ortama uyarlamıştır.
Rahmetli babam bir sayfa Türkçe kitap okumuş değildi. Beyrut ve Kahire’de basılmış Arapça kitapları okurdu.
Anlattığı menkıbelerin bir kısmı Tolstoy’un anlattıkları ile benzer şeyler. Bazıları bire bir örtüşüyordu. Buradan anlaşılıyor ki, Tolstoy bizim medeniyetimizden etkilenmiş.
Nitekim İslam dinini incelemek için İstanbul’a gelirken yolda ölüyor.
EVİN REİSİ KİM?
Şimdi tekrar konumuza dönelim.
AB Müktesebatı ile birlikte ‘Evin reisi’ diye bir şey kalmadı.
Hâlbuki bu; dinimize örfümüze kültürümüz tamamen ters bir şey.
Erkek evin reisidir.
Sosyolojik olarak da fizyolojik olarak da psikolojik olarak da bu böyledir.
Kadın yaratılış itibari ile erkeğin korumasına ihtiyacı vardır.
Bize AB kanunlarını dayatan Avrupalılar, kadın erkek eşitliğini başarabilmiş mi? Hayır!..
Buna ait yüzlerce örnek verebilirim.
Zaten böyle bir eşitlik fıtrata (yaradılışa) aykırıdır.
Bazı durumlarda kadın erkekten üstündür. O ayrı.
Ama netice olarak erkek reistir.
Nedeni bu sayfalara sığmayacak kadar uzun.
O halde yüz yıldır uğraşıp olmayan şey neden bize dayatılıyor.
Hem de biz Müslüman, onlar Hristiyan oldukları halde.
Hristiyanlık bile bunu kaldırmıyor da, Müslüman bir toplum böyle bir şeyi nasıl kaldırsın?
KADINLARA HAK VEREREK KADINLARIN YUVASI YIKILIYOR
Çünkü gaye başka…
Kadınlara hürriyet veriyoruz adı altında, mahremiyeti ortadan kaldırıp erkek korumasından çıkmış kadına kolay ulaşmak içindir yapılıyor tüm bu yapılanlar.
Kadınlar da ‘Bize özgürlük veriliyor’ diye sevinip ailelerini yuvalarını dağıtıyor farkında değiller.
Bugün boşanma davalarının %70 i kadınlar tarafından açılıyor.
Mahkemeler pozitif ayrımcılık hakkını kullanarak erkeğin ümüğünü sıkıyor.
Yukarıdaki olayda anlattığım gibi erkek ömür boyu çalışıp dul eski eşine para yetiştirmek zorunda bırakılıyor.
Otomobil
Ailenin otomobili varsa ve anahtar hasbelkader hanımın elinde ise (%90 elindedir) erkek o arabayı da alamaz.
Kadın rıza ile anahtarı vermedikçe erkek kanunen alamaz.
Bütün yük erkekte…
Nafakayı o ödeyecek. Ayrılma tazminatını da… Yoğ idi evvel öyle bir şey, yeni çıktı bu da başımıza.
Minimum 40-50.000 TL den başlayan tazminatlardan bahsediliyor.
Bütün bunlar için çalışması lazım. Bunun için otomobil de lazım.
Cep telefonları çıkalı beri birçok erkeğin bir nevi işyeridir otomobil.
Ama otomobil de elden gidiyor.
Bunları göze alamayan erkek naçar her şarta razı olup hanımla anlaşma yoluna gidiyor.
Anlaşıp eve dönen hanım (Pardon! O eskidendi. Şimdi erkek uzaklaştırıldığı için erkek demeliyim.) Her şeyi kabul edip eve dönen erkek, hanımıyla anlaşıp evliliği sürdürürse, artık o evlilikte ne hayır kalır siz karar verin.
ORTA YAŞ SINIFI KADIN
Ortaya,
Yuvasını yıkmış, elinde parası olan, genç sayılabilecek orta yaş sınıfında
Mebzul miktarda kadın çıkıyor.
Bir de bunların altında arabası varsa…
Erkek akşama kadar çalışıp trafik yoğunluğundan zor kendini eve atarken ve iş yoğunluğundan en basit bir sosyal aktivitesi yok iken… Kadın altında arabası, cebinde nafaka ve tazminat parası, mesai ve trafik problemi olmadan, yuvası ve başında kocası da olmadan istediği yere gidebilecek.
İşte batının istediği bu!
Bizi kendilerine benzetmek…
Şimdi anlaşıldı mı neden bu kanunlar yasalaştığında ilk tebrik edenlerin CHP li bayan milletvekilleri olduğunu?
O bayan milletvekilleri verdikleri beyanatlarda ‘Biz iktidarda olsaydık ancak bu kadarını yapardık’ demişlerdi.
Bu kafayla ‘Kadına karşı şiddeti’ bırakın azaltmayı, iyice artırmaktadır. Üstelik en fazla bir tokatla biten kavgalar şimdi kanlı bir şekilde veya boşanma ile bitmektedir.
ERKEK HAKKI
Boşanmalarda mahkeme genellikle kadına eldeki varlığın yarısın verir.
Kadın çalışmadan elde edilen mal varlığına nasıl ortak olabilir? Evet, o malın elde edilmesinde elbette ki katkısı vardır ama yarı yarıya paylaşması hak mıdır?
‘Avrupa Müktesebatı’ bunu hak olarak görebilir. Çünkü batıda çalışmayan kadın mı var?.. Adamlar kanunlarını kendi şartlarına göre çıkarmışlar. Erkek de çalışıyor kadın da.
Boşanırken malın yarı yarıya paylaşılması gayet uygun…
Ama Biz de öyle mi? Erkek ekmeğini rahat kazanacağını bildiği andan itibaren eşini çalıştırmaz. Özel şartlar haricinde evin direği erkektir. Ailenin geçimini o sağlar.
Şimdi soruyu bir de şöyle soralım:
Madem kadın çalışmadan malın yarısına ortak oluyor. Bu durumda çalışan kadınlara haksızlık olmuyor mu?
Evde akşama kadar kadın fesat programı dizi vb. malayani şeylerle vakit geçiren kadın ile,
Sabah uykusunu almadan otobüs duraklarında bekleyip, tıkış tıkış işine koşturmak zorunda kalan, akşama kadar amirinden gerektiğinde azar işiten, hata yapmamak için ve işini yetiştirmek için koşturan, akşam aynı sıkışık şartlarla evine gelen kadın, kocasına karşı hangi işi eksik yapıyor ki, evde oturan kadınla aynı hakka sahip olsun?
Akıllı kadın evin prensesi olur eşine moral kaynağı olur.
Akılsız kadın TV kadın programlarının müptelası olur akşam kocasının moralini alt-üst edecek mevzuları biriktirir, geçimsizliğin kaynağı olur, boşanma davası açar, malın yarısına ve aile evine konur, ondan sonra huzur bulacak. Mümkün mü?
HAMBURG
Bu gidişle işimiz Avrupalı yaşam tarzına dönecek.
Hamburg’ta yaşayan bir dostumu ziyarete gittiğimde, şehri çok beğendiğimi, oturdukları muhite hayran olduğumu söylediğimde iç çekerek şunu söylemişti:
‘Ahh!.. Bir bilseniz’ dedi. ‘Her şey güzel ama yaşayan ailelerin %90 nikahlı değil’ demişti.
Aile kurumu diye bir şey kalmamış.
Öyle ya siz her şeyi böyle ticarileştirirseniz aile kurumu da şirket ortaklığına dönüşür. Avrupa böyle çökecek.
‘Eve bir kilo ıspanak alsalar yarısını kadın yarısını erkek öder..’ diye hayıflanmıştı.
DİNDARLIK
Boşanmaların sebebi inanç eksikliği deniyor.
İyi ama inanç kullanılarak da kadınlarımız zehirleniyor.
Böyle böyle kadını biz erkekler yoldan çıkardık.
Kur’an-ı Kerimde açık bir şekilde (Er ricelu kavvamuna alen nisa) zikredilmişken, bunu eğip büküp tevil etmeye çalışan dindarımız az değil.
Kadın şunu yapmakla bunu yapmakla mükellef değil diyenlerimiz var.
Hatta daha ileri giderek ‘Kadın çocuğunu süt emzirmekle mükellef değil’ diyen alimler var.
Yahu o süt çocuğun hakkı. Nasıl vermezsin? İstisnalar hariç kadın keyfine bırakılmış değil bu emzirme işi.
Allah-ü Zülcelal doğumdan sonra kadına kadının göğsünde süt yaratmışsa, ‘fizyolojim değişecek sütanne bulun’ diyemez.
Ama maalesef ‘Diyebilir’ diyen ‘din alimlerimiz’ var.
Diyorum ya,
Kadın hakkı diye diye iş öyle abartıldı ki, dini müsamahalar kullanılarak kadın yoldan çıkarıldı.
Bazı Kadınlar bu fetvalara bakıp ‘Benim bu kadar hakkım var kullanayım’ deyip erkeğine serkeşlik etmeye başlıyor. Ve yuvasının yıkılma yolunu açıyor.
HADIM EDİLMİŞ ERKEKLERLE SAVAŞ KAZANILMAZ
Allah göstermesin.
Hin-i hacette vatan müdafaasına ilk koşacak olan erkektir.
Bu savaş olur, namusunu korumak için celadet olur, tabii afetler olur, her şartta erkek gücüne ihtiyaç vardır.
Ancak sürgün yemiş, evinden uzaklaştırılmış,
Onuru zedelenmiş, ailesine çoluk çocuk ve komşusuna karşı ezik kalmış bir erkek hadım edilmiş erkekten farkı yok.
Bugün Avrupa veya Amerika’nın üstün silah gücü ve teknolojisi olmazsa aslında savaşacak gücü kalmamış.
AB ülkeleri sıkıştıkları her bölgede ABD askerini yardıma çağırması boşuna değil.
AB veya ABD nin üstün silah teknolojisi olduğu halde, paralı asker (Lejyoner) kullanmaktadırlar.
İsrail bu kadar üstün silah gücüne rağmen GAZZE de Filistinlilere diş geçirememiş barış talep zorunda kalmıştır.
İsrail insan gücüne güvense, Filistin’de bir tek Müslüman Arap bırakmayacağından kimsenin şüphesi olmasın.
Tekrar ediyorum:
Erkeğimiz mevcut AB uyum yasalarının insafına terkedildiği takdirde, birçok problemle birlikte savaş gücümüzü de kaybederiz.
BU DEPREM AMERİKA’DA OLSAYDI…
Eklenme Tarihi: 28 Şubat 2023 Salı
Eklenme Saati: 21:38
Kahramanmaraş merkezli meydana gelen iki yıkıcı depremde (7.7 ve 7.6)
Normal şartlar altında
Ve mevcut yapı stokuna göre
Tüm bölgede
En az 1 milyon kişi enkaz altında kalmadıysa eğer
Bunda
Milli Görüş geleneğinden gelen Refah Partisi, Fazilet Partisi ve en son Akparti hükumetinin almış olduğu tedbirler sayesindedir.
MARAŞ BİNEVLER
İSTANBUL BAŞAKŞEHİR
TOKİ VE KENTSEL DÖNÜŞÜM
Deprem bölgesinde
Bu kadar yıkıcı bir deprem olmasına rağmen TOKİ’nin yapmış olduğu 133 bin konutun yıkılmayıp ayakta kaldığı malumdur
Ama ben
Maraş belediyesinin zamanında almış olduğu ferasetli bir karar neticesinde
Konut alanı ilan ettiği Binevler’den bahsetmek istiyorum.
Binevler
2000 yıllarının başında Akpartili belediye başkanlarının hayata geçirdiği
Ve birkaç mahalleyi kapsayan bir proje…
15-20 bin binanın olduğu bu alanda yaklaşık 80.000 aile yaşadığı tahmin edilmektedir.
Meydana gelen iki depremin de merkez üssü Maraş olmasına rağmen
Burada yıkılan bina sayısı 15-20 civarında oldu. Yani binde bir bina yıkılmış. Haliyle ölü sayısı da çok az.
Bu bir…
BAŞAKŞEHİR
Yine
1995 yılında Cumhurbaşkanımızın riyasetinde sıfırdan kurulan Başakşehir
Bugün
Diken üstünde olan İstanbul’un birçok lüks semtine göre
Depreme karşı yapılmış en güvenilir ilçe olarak gösteriliyor.
Bu iki…
(Daha sonra eklenen mahalleler hariç… O mahallelerde Kentsel Dönüşüm yapmak isteyen Akpartili belediyeye karşı kimlerin karşı çıktığını söylemeye gerek yok.)
TOKİ
VE KENTSEL DÖNÜŞÜM
Yine hükumet
TOKİ eliyle deprem dayanıklı konut ürettiğinde “Ülkeyi betonlaştırdınız..” diyerek süreci sebote edenler
Ve
Kentsel Dönüşüm ile vatandaşlarımızın can ve mal güvenliğini sağlamak için gayret edilirken mahkemelere koşup kararı iptal ettirenlerin de kimler olduğu herkesin malumu…
Bu da üç.
HATAY ERZİN VE AHBAP
Her şey bu kadar apaçık ortada iken
Biz bu başarı hikâyelerimizi bile doğru dürüst anlatamıyoruz
Ama muhalefet
Hatay Erzin ilçesi ve Ahbap adlı bir sivil toplum kuruluşunu diline dolayarak başarı hikâyesi yazmaya kalktı.
Neden?
Çünkü
Muhalefetin arkasında bir başarı hikâyesi yok.
Allah korusun
CHP iktidarında bu depremler olsaydı ülke olarak altında kalır yüz yıl kendimize gelemezdik.
Binaenaleyh
Birçok CHP’li seçmen bile
Cumhurbaşkanı seçiminde Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ı tercih edeceğini ama parti olarak yine kendi partisine oy vereceğini söylüyor.
Yani
Kendi liderine güvenmeyen bir CHP seçmeni ile karşı karşıyayız. Bilhassa CHP’li depremzedeler kalıcı konutları ancak Erdoğan’ın yapabileceğine inanıyor.
CHP’li seçmen bile bu gerçeği görüyorken
Bizim İletişim Başkanlığımız halkımızı yeteri kadar aydınlatabiliyor mu?
Maalesef buna “Evet!” diyemiyorum.
Ahbap adlı derneğin de
Tek bir arama kurtarma elemanı bile yok iken
Yapılan kamuoyu yoklamasında
Madenciler ve AFAD’tan sonra Ahbap üçüncü çıkıyor. Manipülasyonun şiddetine bakın!
ERZİN ise
Son seçimde CHP’ye geçmişken.. orada yıkım olmamasını 4 yıllık CHP’li başkanın başarısı olarak görenler var.
Hâlbuki
Arka arkaya gelen iki büyük depremin merkez üssü Kahramanmaraş olmasına rağmen en çok yıkım ölü ve yaralımız 150 km uzaklıktaki Hatay’da meydana geldi. O Hatay ki, 9 yıldır CHP tarafından yönetiliyor. Erzin için destan yazanlar Hatay’ın CHP’li olduğunu ve depreme karşı hazırlıksız olduğunu unutturuyor.
İstanbul’un durumu daha da feci…
Başkan İmamoğlu’na
Deprem hazırlıklarını soruyorlar cevap veremeyip lafı dolandırıyor. Deprem bütçesini bile yarı yarıya azaltan ne cevap verebilir ki…
Daha sonra tekrar sorduklarında deprem hazırlığı için “100 yıl gerekiyor” demesin mi… “Ört ki, ölem!”
Şimdi de
Akşener tarafında cumhurbaşkanı yardımcısı olarak önerilmiş…
Nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu varın siz tahmin edin.
NETİCE OLARAK
Ülke yönetiminin CHP’ye teslim edilmesi halinde depremden daha yıkıcı felaketlerle karşı karşıya kalacağımızı örnekleri ile anlatmaya çalıştım.
İkincisi
İletişim Başkanlığı yayılan bu yalan haberlere
Anında müdahale edip gerçeği ortaya çıkarmadığı takdirde
Seçmenlerin.. bilhassa gençlerin bu yalanlara teslim olacağını söylemeye gerek yok.
14.03.2023
Emin
.
TÜRKİYE YÜZYILI’NA AÇILAN KAPI 2023 SEÇİMLERİ
Eklenme Tarihi: 25 Nisan 2023 Salı
Eklenme Saati: 14:45
Diğer Türk Cumhuriyetleri ile olan bağımızı İran’ın insafına terk edecek bir projeyi hayata geçirmek istiyor.
NASIL?
Hatırlanacak olursa
Kılıçdaroğlu elinde bir harita ile kameraların karşısına geçip
Türkiye-Çin arasında bir demiryolu projesinden bahsetmişti.
O haritada
Çin’den gelen demiryolu
Azerbaycan’ı devre dışı bırakarak
İran üzerindenÇin’i Türkiye’yebağlıyor..buradan da Avrupa’ya devam ediyordu.
ZENGEZUR KORİDORU
Hâlbuki Cumhurbaşkanımız Erdoğan
Türk Cumhuriyetleri ile olan bağlarımızı kuvvetlendirmek için
Türk Devletleri Teşkilatı’nı kurmuş
Ayrıca Türk devletlerinin her birisi ile ayrı ayrı
Birçok ikili anlaşma yapmış..bu anlaşmaların hayata geçmesi için de,
Türkiye’yi direkt Azerbaycan’a bağlayan ZengezurKoridoru’nun inşaatını başlatmıştı. Bu inşaat şu anda bütün hızıyla devam ediyor.
Bu arada
Savaş sırasında
Tahrip olan demiryolu da tamir edilerek
Ankara-Bakü arası hem demiryolu
Hem de otoyol ile bağlanmış olacak. Oradan da Ortaasya Türk Cumhuriyetlerine…
Böylece
Türk Devletleri arasına herhangi bir yabancı girmeden birbirleri ile bağlanmış olacak. Bu böyle…
Gelelim Kılıçdaroğlu’nun bahsettiği projeye.
KILIÇDAROĞLU
SEÇMENİ ALDATIYOR
Kılıçdaroğlu seçmene seslenerek
Ve
Yeni bir şeymiş gibi Çin ile Türkiye arasında demiryolu bağlantısı kuracağını söylüyor.
Hâlbuki
Böyle bir demiryolu zaten var ve şu anda faal vaziyette.
Hem de
Çin’den kalkan bir tren Marmaray’dan geçerek Londra’ya kadar gidebiliyor.
Hani o Kılıçdaroğlu ve şürakasının yapılmasına karşı çıktıkları Marmaray’dan…
Ayrıca
Deneme seferi sırasında yük treni..Halkalı’ya uğrayıp yükünü tamamlamak istediğinde
Yine Kılıçdaroğlu taraftarı gazeteciler bunu dillerine dolayıp
Aleyhte bir sürü yazı yazmışlardı.
Kılıçdaroğlu
Tüm bunları unutmuşa benziyor herhalde.
Veya elindeki o harita ile batılı dostlarına ZengezurKoridoru’nu devre dışı bırakma mesajını veriyor.
Kılıçdaroğlu
Batılı dostlarına başka mesajlar veriyor?
RUSYA MESAJI İLE
KARADENİZ’DE ÇIKAN DOĞALGAZ TEHLİKEYE GİRER
Sadece doğalgaz değil,
Şu anda Rusya ile beraber yürüttüğümüz birçok proje ve anlaşma tehlikeye girer.
Ayrıca bu açıklama
Hem milli menfaatlerimize aykırı hem de Rusya’yı karşımıza almakla durduk yerde başımıza iş almış oluruz.
Bilindiği gibi Kılıçdaroğlu;
“Rusya- Ukrayna savaşında Avrupa ve ABD’nin yanında yer alacağız..” demişti.
DEVLET UMURU
Hâlbuki Türkiye
Rusya-Ukrayna savaşında dengeli bir politika izleyerek
Diplomasinin merkezi olmuşken,
Tahıl koridorunu açarak tüm dünyanın takdirini toplamışken,
Karadeniz’de çıkan doğalgazı sorunsuz bir şekilde topraklarımıza getirmişken ve arama-tarama faaliyetlerine şu anda bile devam ediyorken,
Ayrıca
Cumhuriyet tarihinin en büyük projesi olan Akkuyu Nükleer Santrali Ruslar vasıtası ile yakıt konmuşken,
Böyle bir açıklama yapmış olması gösteriyor ki,
Kılıçdaroğlu
Devlet umuru görmüş bir lider olmayıp
Kesinlikle böyle birine devlet işleri teslim edilemez.
İLHAM ALİYEV
Şimdi neden
14 Mayıs’ta seçim sonucu ortaya çıktığında
Cumhurbaşkanımızı ilk tebrik eden liderin İlham Aliyev olduğu anlaşıldı mı?
Aliyev
Hal dili ile
“Aman ha! Ne olur bu adamı ülke yönetiminden uzak tutun! Adam Zengezur’u devre dışı bırakıp bizi İran’a mahkum etmek istiyor..” çığlığı idi o aceleci tebrik…
ANTALYA %10
Bir şey daha…
Kılıçdaroğlu yukarıdaki açıklamayı yaptıktan sonra
Ruslar
Antalya’daki rezervasyonların %10 kadarını iptal ettiler. Türkiye’ye en çok gelen Rus turistler olduğu dikkate alındığında bu ciddi bir rakamdır.
14 Mayıs’ta
Antalya Kılıçdaroğlu’na Erdoğan’dan daha çok oy verdi ya..önümüzdekiPazar yapılacak seçimde bu sefer Erdoğan Kılıçdaroğlu’a 10 puan fark atarsa şaşmayın.
Antalya otelci ve esnafı işin şakaya gelir tarafı olmadığını görmüştür sanırım.
KILIÇDAROĞLU 180 DERECE
Netice olarak;
Kılıçdaroğlu seçim öncesi Türk dış politikasını 180 derece çevireceğini vadetmişti ya.
Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediyelerini yönettikleri gibi
Ülkemizi de yöneteceklerdi…
Aman Allah’ım!
Verilmiş sadakamız varmış…
YÖNETMEK Mİ?
Ne yönetmesi!
“Yönetmek” dediğim lafın gelişi.
CHP belediyeleri her tarafta dökülüyor.
Ama bilhassa Ankara İstanbul ve İzmir’de fena halde dökülüyor.
İzmir’i kimsenin yazmadığına bakmayın…
Çünkü
Koca bir köye dönen İzmir’in bu halini yaşayanlar kanıksadı artık. Onu geçiyoruz
Ama…
ANKARA-İSTANBUL
…Ama
Tıkır tıkır işleyen işleyen Ankara ve İstanbul belediyeleri
4 yılda
Bunların elinde ne hale geldi onlara bakalım:
Ankara
Son bir hafta içinde 2 kere sular altında kaldı.
Sebebi de çok basit. Mazgallar temizlenmediği için Ankaralılar perişan oldu..mal ve can derdine düştü. Üstelik meteoroloji günler öncesinden uyarısını yapmıştı.
Hâlbuki
Akparti döneminde Ankara’nın altyapısı çözülmüş..iş sadece mazgalların temiz ve açık tutulmasına kalmıştı
Ama CHP yönetimibırakın yeni yağmur suyu kanallarıyapmayı..daha önce çalışanmazgalları temizlemeyi bile beceremiyor.
BaşkanMelih Gökçek döneminde
Bir kere 1 tane altgeçidi su basmıştı da..bunu 25 yıl dillerine doladılar. Şimdi ise bir yağmurda 7 altgeçit sular altında kalabiliyor.
Neden?
Çünkü Ankara ve İstanbul belediye başkanları
Cumhurbaşkanı yardımcısı olma hayaliyle Kılıçdaroğlu’nun peşinde dolaştıkları için bu iki büyükşehir sahipsiz vaziyette. (Sanki olsalar çok bir şey değişecek!)
İSTANBUL
İstanbul’un durumu daha da kötü… Tek tek saymaya gerek ama şu kadarını söyleyeyim:
Seçim öncesi
İmamoğlu’nun yapmış olduğu seçim vaatleri internette var.
O yapmış olduğu seçim vaatlerinin yüzde birini bile yapamadı.
Yapmayı bırakın
Bunların zamanında İstanbul geri gitti.
Çalışmayan asansör ve merdivenlerden tutun da her gün arıza yapan İETT otobüslerine kadar binlerce sakamet var.
Ancak
Bazısakametler bariz bir şekilde görülmüyor.
NEDEN?
Çünkü
İlçe belediyelerin çoğu Akparti’de.
Merkezi hükumette de Akparti’de.
Bundan dolayı
Aksaklıklar olduğu zaman ya ilçe belediyesi veya hükumet müdahale ettiği için eksiklikler fark edilmiyor.
Mesela;
Çam-Sakura hastanesine İmamoğlu’nun yapması gereken yolu hükumet yaptı
Veya
Ana arterlerdeki asfalt çalışması..ağaç sulamaları vs. yi “namus belasıdır” deyip ilçe belediyeleri yapıyor.(İlçe belediyelerinin ulaşamadığı yerlerde ağaçlar kuruduğu için sökülüyor. Vatan caddesinin girişindeki ağaçlar gibi)
YANGIN
Ancak
Bazı işler vardır ki,
Bunlar büyükşehir belediyesine ait olup ilçe belediyeleri karışamıyor. İtfaiye gibi.. İETT otobüsleri gibi..metrolardaki yürüyen merdivenler gibi vs.
Bu saydığım yerlerin de ne halde olduklarını aziz İstanbullular biliyor.
Ben sadece itfaiye ile ilgili bir-iki örnek vereceğim:
Bir ay önce Akit gazetesinde yangın çıkmıştı..itfaiye yangına müdahalede yetersiz kaldı.
“Olur öyle şeyler..”deyip bunu meslek hatasına yormuştuk
Ama o ne!?
Başakşehir ’de çıkan yangında da aynı hatalar yine tekerrür etti.
Çatıda başlayan yangına
Zamanında müdahale edilmediği için alevler tüm binayı sardı
Hâlbuki
Yangının çıktığı fabrika itfaiyeye 3 km mesafede olup trafik yoğunluğunun olmadığı bir yerdeydi.
Kontrol altına alınamadığı için
2 gün süren yangından sonra
Tüm bina neredeyse pert oldu.
Bir tek hataları bu mu?
“ŞU İŞİ BAŞARDIK!”
DİYEBİLECEKLERİ TEK BİR PROJELERİ YOK
Ulaşımdan, atık suyun arıtılmasına
Kentsel dönüşümden, asfalt dökümüne
Çevre peyzajdan, ağaçların kesilmesi veya sökülmesine kadar her yerde belediye dökülüyor.
Yapmayı vadettikleri
Kadın doğum hastanelerinden
Yapacakları 100.000 adetlik otoparka kadar hiçbir vaatlerini yerine getirmediler.
Sayelerinde İstanbul
Dünyada trafiği en ağır işleyen büyükşehirleri arasında 1 numara oldu.
İstanbul’u
(Akparti’den devraldıklarında trafik yoğunluğunda dünya sıralamasında altıncıydı)
Daha yazacak çok şey var.
Kullanılan muazzam bütçeden..trafiği rahatlatmak için yapılmayan tünellere(Lavazım-Dolmabahçe) yine projesi hazır, parası ayrılmış ama yapılmayan arıtma tesisinden..kesilenağaçlara(Çırağan) ve alkışlayan yapraklara kadar o kadar çok şey var ki…
İŞ BİZE DÜŞÜYOR
YANİ “KÖYLÜLERE” DÜŞÜYOR
Bütün bu sakametlerine rağmen
Bir de kendilerine oy vermeyenlere “köylü” diyorlar.
Eh! Aldık kabul ettik…
Şimdi Ey
Aziz İstanbullular ve Ankaralılar!
Ve de köyden gelmiş hemşehrilerim…
Görüyorsunuz ki,
İş yine bize düşüyor.
Kılıçdaroğlu “köylü” diyerek Cumhurbaşkanımıza oy verenleri aşağıladı ya… Kem söz kime aittir söylemeye gerek yok
Ama
İstanbul’un Haliç’i kokudan yanında durulamazken
Onu temizleyerek bugün ödül alacak hale getiren biziz biz! Biz ‘köylüler’ yani.(Şimdi CHP eliyle yine kirlenmeye başladı ya. Neyse)
İstanbul’un
Kadıköy, Beşiktaş, Şişli.. Ankara’nın Çankaya vs. gibi mutena semtlerinde oturanların İstanbul ve Ankara’nın ne hale geldiği umurlarında değil.
Bundan dolayı
Kılıçdaroğlu’nun
Bu kadar beceriksiz ve sakilliğine rağmen
Hala%82 oy veriyorlar ki, bunu da anlamak mümkün değil. Ondan sonra kalkıp İzmir Körfezi neden kokuyor diye soruyorlar.
(Beşiktaşlılara da aşk olsun… Lavazım-Dolmabahçe tünelini iptal eden ve “günde 35-40 bin araç için ben bu kadar bütçe ayıramam diyen İmamoğlu’nun cephesine %82 oy verdiler. Sonra da trafikte sinirden saç baş yoluyorlar )
Netice-i Kelam;
Temiz..düzenli ve gül gibi şehirlerde yaşamak istiyorsak
Şehirlerimizi
Acilen CHP’nin elinden kurtarmamız lazım.
Yoksa
Cumhurbaşkanımızın
Yapmış olduğu o muhteşem yemin törenine gelen misafirlere ayıp oluyor.
CHP seçimi kazanamadı
Ama
Ankara’yı sular seller altında bırakarak
O muhteşem görüntüye gölge düşürdü.
Yani
Hükumette de.. Belediyelerde de muhteşem olmalıyız.
O halde
2024 için şimdiden Bismillah…
13.06.2023
Emin Batur
.
EN ÖNEMLİ SEÇİM HANGİSİ?
Eklenme Tarihi: 28 Mart 2023 Salı
Eklenme Saati: 15:41
14 Mayıs 1950’de yapılan ve CHP’nin ağır bir yenilgi aldığı seçimdir.
Ülke
Maddi ve manevi olarak rahat bir nefes almış,
Ezan aslına dönmüş, dini eğitim veren kurumlar tekrar açılmış, milletin cebi para görmüş kara sabandan kurtulup tarlasını sürecek traktöre kavuşmuştur.
1950 SEÇİMİNİN
ÖNEMİ NEDİR?
Aslında bu seçimi önemli kılan iki sebep vardır:
Jandarma dipçiğinden kurtulmak
CHP ve onun zalim bürokrasisinden kurtulmak
Bundan sonra
1960’a kadar yapılan seçimler rutin olup her seferinde Menderes CHP’nin sırtını mindere yapıştırmayı başarmıştı
Fakat…
Sermaye, medya, bürokrasi, üniversiteler, askeriye, adliye vs. alanlar CHP kadroları tarafından lebalep doldurulduğu için seçimi kazanmış olan Rahmetli Menderes’in hareket alanı hep sınırlı kalmıştır.
Nihayet
27 Mayıs 1960 darbesi ile devrilip idam edilince
Seçimler tekrar önemli hale gelmiş oldu.
Ancak
Geride idam edilmiş bir başbakanın gölgesinde yapılan seçim ne kadar sağlıklı olursa işte o kadar.
Binaenaleyh
1950’den sonra yapılan en önemli seçim 1973 seçimleridir.
Arada yapılan ve Demirel’in kazandığı seçimler ülkede radikal değişiklikler yapmadı.
Çünkü Demirel
Menderes’in başına gelenlerden dolayı dersini almış..suya sabuna dokunmadan ama muhafazakar seçmeni de kollayarak iktidarını sürdürmüştü.
1973 SEÇİMLERİ
27 Mayıs darbesi ve 12 Mart muhtırası ile ağır bir travma geçiren ülkemiz bu şartlar altında 73 seçimlerine girdi.
Bu arada
Uzun yıllar seçim kazanmamış CHP’nin başına Ecevit geçmiş ve CHP seçime büyük bir umutla girmişti.
MİLLİ NİZAM PARTİSİ (MNP)
MİLLİ SELAMET PARTİSİ (MSP)
Bizim cephede ise durum şöyleydi:
1950’ye kadar
Alabildiğine ezilmiş..örselenmiş olan milli ve manevi değerlere bağlı halk kitleleri Menderes liderliğindeki Demokrat Parti (DP) ile rahat bir nefes almış ama bu 10 yıl gibi kısa sürmüştü.
Binaenaleyh
Muhafazakâr kitle;
“Milli Selamet Partisi gibi dindar bir parti olursa iyi olur ama Demokrat Parti dönemi kadar hürriyetimiz olsun yeter..” düşüncesindeydiler.
Bundan dolayı muhafazakâr seçmen “Ya elimizdeki kazançlar da kaybolursa…” endişesiyle
CHP’ye karşı olan oyları bölmeyerek
Demokrat Parti’nin devamı olan Demirel’in partisine (AP) oy veriyordu.
Oy deposu olan
Cemaat ve tarikatların da bir kısmı hariç genellikle bu düşüncedeydi.
BİZİM AÇIMIZDAN DURUM
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren
CHP elindeki kozları iyi kullanmış
Ve
Devlet kademelerinde mütedeyyin tek bir kişi bırakmamıştı dense yeridir.
Bürokrasi..medya..üniversite ve sermaye çevrelerinde ise neredeyse sıfırdık.
Halk olarak da;
Tek parti döneminde CHP’ye karşı olan direniş kırılmış
Darbe..idam ve muhtıra sürecini yaşayan halk
Bürokratik oligarşiye bir nevi teslim olmuştu.
Bir örnek vermek gerekirse;
1968 yılında başörtüsü ile üniversiteye giden Hatice Babacan başörtüsü taktığı için üniversiteden atılmıştı.
Yani üniversitede
Başörtülü tek bir öğrenci bile yoktu.
Bu şartlar altında
Milli ve manevi değerlere öncelik veren bir parti (MSP)
Dindar mütedeyyin ve münevver Erbakan Hoca liderliğinde
73 Seçimlerine katıldı.
EN ÖNEMLİ SEÇİM
Bu seçim için
Mütedeyyin büyüklerimiz birbirlerine
“Acaba kaç kişi kaldık?” diye merak ederlerdi.
SÜRPRİZ
Karşımızdakiler de;
“Bunlar artık belini doğrultamaz..işlerini bitirdik!” şeklinde düşünüyor
Ve
O günkü şartlarda
Ancak%2-3 oy civarında oy alacağımızı tahmin ediyorlardı
Ama
MSP büyük bir sürpriz yaparak
%12 civarında oy almış ve meclise 48 milletvekili ile 3 senatör göndermişti.
1973 SEÇİMLERİ İLE
NELER KAZANILDI?
Bu seçimle şeytanın bacağı kırılmış
Önemli bir eşik aşılmıştı.
MSP bu seçim sonucunda koalisyon ortağı olarak hükumette yer almış
Bu suretle
Dindar mütedeyyin insanlar görev almaya, devleti tanımaya çalışıyorbu aradabaşarılı hizmetler yapıyordu.
Diğer taraftan
Mütedeyyin halk 50 yıldır ilk defa namaz kılan bir müdür..genelmüdür..müsteşar..vali..bakan görüyor ve buna hayret ediyordu.
Bu hükumetin
Kıbrıs Barış Harekâtı’nıda yapması var ki, bu tek başına anlatılacak bir destandır.
OLİGARŞİK BÜROKRASI RAHATSIZ
Ancak
Bilmediğimiz bir şey vardı.
Bu ülke sadece meclisten yönetilmiyordu. Karşımızda kaya gibi duran bir bürokrasi ve 61 Anayasası’nın getirdiği anayasal kurumların ne demek olduğunu henüz bilmiyorduk.
Bunlarla tanışmamız 28 Şubat’ta olacak
Ve
Rahmetli Özal’ın 1983’ten itibaren
Canı pahasına bunlara karşı vermiş olduğu mücadelenin büyüklüğünü ancak o zaman anlayacaktık.
İnşallah
Gelecek yazıda
1983-1994-1995-2002-2023
Seçimlerine değineceğim.
28.03.2023
Emin Batur
.
EN ÖNEMLİ SEÇİM HANGİSİ 2
Eklenme Tarihi: 5 Nisan 2023 Çarşamba
Eklenme Saati: 4:15
Cumhuriyet tarihi en önemli seçiminin 1950 seçimleri olduğunu..ondan önceki seçimlere “seçim” bile denemeyeceğini yazmıştım.
1950 seçimleri ile;
Halk jandarma dipçiğinden ve CHP’nin zalim baskıcı bürokrasisinden kısmen de olsa kurtulmuş rahat bir nefes almıştı.
MİLLİ KODLARA DÖNÜŞ HAREKETİ
1973 seçimleri ise
Yok olmakla karşı karşıya kalmış mütedeyyin halkın,
Dirilme..ayağa kalkma
Ve
Tekrar devletle barışma sürecinin başlangıç tarihidir.
Bu seçim sonucudur ki,
Devletimizi milli ve manevi kodlarına tekrar dönmesiiçin verilen mücadeleye umut olmuştur.
Bu dönüş vetiresini(sürecini) anlatmak uzun sürer.
Ancak
Akılda kalması için küçük bir örnek vermek istiyorum.
Adalet Partisi’nin tek başına iktidar olduğu 1960’lı yılların sonlarında yapılan bütçe görüşmelerinde devlet bakanı kendisine bağlı olan Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesini sunduktan sonra “inşallah gerçekleştiririz..” diyerek konuşmasını bitirir.
Konuşmacı sözünü bitirir bitirmez CHP sıralarından protesto sesleri yükselir ve meclis başkanından Devlet Bakanı’nın sözünü geri almasını..burasının laik bir ülke olduğunu.. “inşallah” kelimesini geri almasını talep ederler.
Bu hadiseden çok değil 5-6 yıl sonra
Erbakan Hoca “Ağır Sanayi Hamlesi” çerçevesinde başlattığı 200 fabrikanın temellerini atmak veya açılışlarını yaparken..besmeleselvele ve dualarla yapılmıştı.
Tek başına bu örnek;
73 seçimlerinde alınan sonucun ne kadar önemli olduğunu gösterir.
1983
SEÇİMLERİNİN ÖNEMİ
1980’de darbe olmuş ve siyasi partiler kapatılmıştı.
Yeni kurulan partilerin çoğuna askeri cunta onay vermemişti.
Bundan dolayı
Seçime ancak 3 parti katılabildi.
Askeri Cunta lideri Evren
Yine asker kökenli olan T. Sunalp’ın lideri olduğu MDP’nin seçimi kazanıp askeri vesayetin devam etmesini istiyordu.
Ama halk T. Özal’ı ezici bir oy farkıyla (%45) seçerek Evren’i mosmor etmeyi bilmişti.
Askeri Cunta’nın desteklediği parti (MDP) üçüncü parti olmuştu.
Özal’ın kazanması ile Türkiye’nin çehresi değişti.
Bir yandan
Milli ve manevi kodlarımıza dönüş süreci hızla devam ederken,
Diğer yandan
Yatırımlar ile ülke kalkınıyor
Bürokrasideki kilit açılıyor ve insanlar aynen 1950’de olduğu gibi özgürlük havasını soluyordu.
ÖZAL BUNU HAYATIYLA ÖDÜYOR
Rahmetli Özal bir yandan bürokrasinin belini kırmaya çalışırken,
Diğer yandan
Yeniden Büyük Türkiye’yi kurmak için adımlarlar atıyor
Ama
O günkü CHP(SHP) aynen bugün olduğu gibi yapılan yatırımlara karşı çıkıyor..çamur atıyordu.
Bu arada Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte
Türk Cumhuriyetleri ile
Yeni birlikler kurmaya çalışıyordu.
Ancak
“Su uyur düşman uyumaz”dı
Türk Cumhuriyetleri ziyaretinden döndükten sonra kalp krizi geçirip vefat etmişti.
Sevenleri ve yakın çevresi bu ani vefatın bir suikast sonucu olduğunu düşündü.
Bunun için yeni tetkikler istendi. Bazı bulgulara ulaşıldı ama hepsi hasıraltı edildi.
NEDEN?
Çünkü
Özal iktidara geldiğinde çivisi çıkmış bir Türkiye vardı.
Mesela;
İstanbul’un en işlek cadde ve meydanlarında..elinde siyah torbası ile “Kent var..Mallboro var!” diyen öbek öbek tombalacılar görmek sıradan bir işti.
Bunlar kaçak sigara satıyor..herkesin gözü önünde gençleri kumara ve kaçak sigaraya alıştırıyor ama kimse karışmıyordu.
Bakkallar da kaçak sigara satıyor,
Sınır illeri kaçak elektronik eşya, çay ve akla ne gelirse satıyorlar ama devletin buna müdahalesi yoktu.
Yani ülkemiz
Uyuşturucu, sigara ve silah kaçakçılığı başta olmak üzere
Kaçakçıların cirit attığı bir ülke olmuştu.
Kaçakçıların bu işleri tek başlarına yapması mümkün değildi.
Yüksek ve alçak bazı bürokratlar ile birlikte ülkeyi soyuyor gençlerimizi zehirliyorlardı.
Rahmetli Özal
Bu işe son vermek için büyük bir mücadele başlattı
Ancak
Karşısındaki güç yerli görünse de..uluslararası bağlantıları olan..sermaye ve medyaya hakim büyük bir güçtü.
SIR
Baronlar
Başlattığı bu mücadeleye sonlandırması için Özal’a mesaj vermeleri gerektiğini düşündüler.
Bunun üzerine profesyonel birine görev verip Özal’ı vurmaya kalktılar.
Özal’ın
ANAP kongresinde..herkesingözü önünde kurşunlanması
Yakın Türk tarihi seyri içinde önemli bir hadisedir
Ama unutulup gitti.
Olay
Herkesin bildiği “sır” olarak kalmaya devam ediyor.
Rahmetli Özal’ın
İşadamlarını uçağına alıp yurtdışınagötürmesi..ihracatın artması vs. ayrıca incelenmesi gereken önemli icraatlarıdır
İNGİLİZ SÖMÜRGE BÜROKRASİSİ
Ancak Rahmetli Özal
Bir yandan yukarıda anlattığım
Yani işin karanlık yüzü ile mücadele ederken
Diğer yandan
Ülkemizin kalkınmaması için
İngilizlerin sömürge ülkelerinde uyguladıkları hantal bürokrasiyi bitirmesi gerektiğine inanıyordu.
Mevzuya açıklık getirmesi için
Buna da küçük bir örnek vermek istiyorum:
Özal’dan önce sürücü belgesi (ehliyet) almak için tam teşeküllü devlet hastanesi raporu gerekiyordu.
Birçok ilimizde ihtisas doktorları bulunmadığından
Ehliyet almak isteyenler komşu illere koşturmak zorunda kalıyor..bu da hem masraflı hem de uzun bir süre alıyordu.
Bürokrasinin
Bu uygulamasını Özal gelir gelmez kaldırdı.
Daha bunun gibi
İşlerimizi alabildiğine ağırlaştıran önümüzde lök gibi duran binlerce uygulamayı KHK’lerle kaldırdı ki, saymaya kalksak kitap olur.
NETİCE OLARAK…
Eğer Özal
1983 seçimlerini kazanmasaydı
Askeri vesayet devam edecek ve bugün sahip olduğumuz maddi-manevi kazanımlar uzun bir süre daha ertelenmiş olacaktı.
Özal
Bürokrasiyi bu kadar hafifletmesine rağmen
İHA-SİHA ve Milli Muharip Savaş Uçağı yapımına giden yolda
Bürokratların
Selçuk Bayraktar’a neler yaptığını..bir TV programında kendi ağzından dinledik. Demek ki, bürokrasinin beli kırılmış ama hala direndiğini gördük.
Rahmetli Özal
Bugün sahip olduğumuz
Teknoloji harikası silahlarımızın gelişmesine öncülük etmiştir.
Bu yolu
Erbakan Hoca taa 70’li yıllarda koalisyon ortağı olduğu
Ve Sanayi Teknoloji Bakanlığına dava arkadaşlarını getirerek 70’li yıllarda açtı ama iletişim ve ulaşımda devrim yapan Özal oldu.
12 EYLÜL
28 ŞUBAT
Erbakan Hocamızın başlattığı Ağır Sanayi Hamlesi
12 Eylül ile sonlandırıldı.
Özal’ın başlattığı iletişim teknolojisi ise 28 Şubat ile nihayete erdirildi.
Bu askeri ve postmodern darbelerle
Uluslararası şebeke ve yerli işbirlikçileri
İşimizi bitirdiklerini sanmıştı
Ama
Recep Tayyip Erdoğan gibi bir liderin gelip
Hem 12 Eylül’ü hem de 28 Şubat’ı gömeceğini kimse hesap edememişti.
94-95-2002 ve 2023
Seçimleri inşallah gelecek yazıda…
04.04.2023
Emin Batur
NOT:
Yakında fırlatılacak olan
6A uydusuna
Bir vefa nişanesi olarakTurgut Özal ismi verilmesini bir kadirşinaslık örneği olur diye düşünüyorum.
EN ÖNEMLİ SEÇİM HANGİSİ 3
Eklenme Tarihi: 10 Nisan 2023 Pazartesi
Eklenme Saati: 23:51
Evet! Bütün bunlar aynıyla vaki İstanbul’da oluyordu.
BİZİM AÇIMIZDAN DURUM
1973 seçimlerinde şeytanın bacağı kırılmış
Ama
Henüz iktidara yürüyecek bir potansiyele ulaşamamıştık.
Bunun için Cumhurbaşkanımız;
O yıllarda İstanbul Refah Partisi il başkanı olarak yeni bir çalışma sistemi geliştirdi.
Şöyle ki;
Meyhanelere bile girip vatandaştan oy istenecektik.
Önce bu biraz garip karşılandı.
Öyle ya, dindar bir partinin meyhanede ne işi var?
Ama sadece meyhaneler değil,
Roman vatandaşlarla hem hal olunacak dertleri dinlenecek ve onlar da bu kutsal yürüyüşe dahil edilecekti.
ZAFERLER
ARKA ARKAYA GELİYOR
Bu çalışmalar kısa sürede meyvelerini vermeye başladı.
1984 yılında %4.4 olan Refah Partisinin oyu 1989 seçimlerinde %9.8’e yükselmişti
Ama
Asıl zaferler bundan sonra gelmeye başladı.
1991 İstanbul Kâğıthane ilçesinde yapılan ara seçimde %34
Bir yıl sonra yine İstanbul’un 6 ilçesinde yapılan ara seçim neticesinde de 4 ilçe (Bağcılar..Güngören..Bahçelievler ve Tuzla) kazanılmıştı.
Yani
Cumhurbaşkanımızın uyguladığı yeni çalışma metodu tutmuştu.
NOT: Bu arada yapılan 2 seçim daha var ve her ikisini de Tayyip Bey kazanmıştı.
Biri 1989’da yapılanyerel genel seçimlerinde
Beyoğlu belediye başkanlığını kazandı..ama malum ayak oyunları ile
başkanlığı kaybetmişti. Diğeri ise1991 seçimlerinde milletvekili
seçildiğihalde tercihli sistem uygulamasından dolayı
mazbatasıiptal edildi.
Yazı uzamasın diye bu mevzuların detaylarına girmiyorum.
Ancak
Şer bildiğimiz olaylardan hayır çıkabiliyor…
Demek ki,
İlahi kudret, onu daha büyük makamlara hazırlıyormuş.
1994 ZAFERİ
Uygulanan yeni metot
1994 seçim zaferi ile taçlandı.
İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirler kazanılmış
Ama en önemlisi Refah Partisi halkın gönlünde yerini bulmuştu.
Şimdi sıra
“Bu dinci takımın” devlet işinden de anlayıp anlamadığını sınamaya gelmişti.
İstanbul susuz…
O günkü nüfusu 7-8 milyon olan bir şehrin suyunu kısa sürede çözmek kolay mı?
Değil tabi ama siz Allah’a tevekkül edip sebeplerine sarılırsanız ilahi kudret sizin önünüzü açar.
Nitekim öyle oldu.
Arka arkaya barajlar yapılmaya başlandı. İstanbul’un çürümüş su borularının %95’i değiştirildi.
Yerden dualar yükseldi, gökten rahmet yağdı. İstanbul suya kavuştu.
Bu başarının sırrını
Önceki belediye başkanı CHP’li N. Sözen’e sorduklarında
“Tayyip Bey’in yukarı ile arası iyi..” cevabını vermişti.
95 SEÇİMİ
Kısa süredeki bu başarılar 1995 yılında yapılan genel seçim zaferini getirmişti.
Bu seçime giderken
Erbakan Hocamızın karşısında “lider” denecek kimse kalmamıştı.
Demirel cumhurbaşkanı olmuş yerine T. Çiller’i bırakmış
ANAP’ın başında da artık Mesut Yılmaz vardı.
CHP ise… İSKİ yolsuzluk skandalı ve arkasından kaybettiği büyük şehir belediyelerinin moral bozukluğu ile seçime girmiş..seçmeni de kime oy vereceğini şaşırmış vaziyette idi.
Nitekim
Oylar CHP ve DSP arasında bölündüğüden
CHP bu seçimden ancak 5. Parti olarak çıkabilmişti.
ÖZAL ZAMANINDA
BELİ KIRILAN BÜROKRASİ
TEKRAR KAFASINI KALDIRIYOR
Birinci parti olmuştuk
Ama tek başına hükumet kuracak sayıya ulaşamamıştık.
Koalisyon kurulması gerekiyor ve o zaman tabanı birbirine en yakın iki parti Refah ile ANAP olduğu halde
Bilhassa
Yargı ve askeri bürokrasi bu koalisyona izin vermiyordu.
Daha doğrusu
“Hükumetin başı Erbakan olmasın da hükumeti nasıl kuracaksanız kurun!” şeklinde bir tehdit ortalıkta dolaşıyordu.
Hâlbuki
Refah ve ANAP kurmayları her şeyi görüşmüş iş bitmişti.
Bir anda
Mesut Yılmaz’ın Rize’ye gideceği tuttu…
Dönüşte
Erbakan’la koalisyon kuramayacağını söylediğinde her iki partinin tabanı hayal kırıklığına uğramıştı.
Artık ecinniler kulağına ne fısıldadıysa Refah’la koalisyon kurmaktan vaz geçmişti.
DYP-ANAP koalisyonu kuruldu
Ancak
Çiller ve Yılmaz birbirine ancak 1 yıl dayanabildiler.
Koalisyon bozuldu.
Yargı ve askeri bürokrasisi
Naçar Erbakan Hocanın başbakanlığına razı oldu
Ama…
54. HÜKUMET
DESTANLAR YAZIYOR
Çiller daha cesur davranıp bizimle koalisyon kurmaya razı oldu.
İşe başlayan hükumet
Kısa sürede tabir caizse ülkeyi uçuşa geçirdi.
Burada icraatlarını anlatmak uzun sürer
Ancak kısaca şunu söylemek mümkün…
İçeride denk bütçe
Dışarıda D8
Bu iki icraat 54. Hükumetin icraatlarını özetler.
28 ŞUBAT
… Ama
Ülkenin bağımsızlığına ve refaha ermesine istemeyen emperyalistler..yerli işbirlikçilerini de devreye sokarak medyada büyük bir gürültü kopardılar.(Bunda FETÖ’nün de ciddi manada katkısı olmuştu)
Netice olarak
28 Şubat kararlarını Erbakan Hoca’nın önüne sürdüler.
Rahmetli Özal’ın yarım bıraktığı iş
Şimdi başını kaldırmış dikleniyor..meydan okuyordu.
Erbakan Hoca
Ülke karışmasın..zarar görmesin diye nezaketle kırmadan dökmeden alttan alıyor ama karşı taraf gemi azıyı almış laf dinlediği yoktu.
Tam aksine
Milletin sinir uçları ile oynuyor
Tahrik etmek için elinden gelenini ardına koymuyorlardı.
Asker bir yandan
Medya diğer yandan
Sermaye, sendikalar tek ağız olmuş saldırdıkça saldırıyorlardı.
Ah! Ne karanlık günlerdi o günler…
Ülkeyi tek parti zulmüne götürmeyi başarmışlardı
Ama
Her Firavun’un bir Musa’sı olduğunu unutuyorlardı.
PINARHİSAR HAPİSHANESİ
Bu sırada
Recep Tayyip Erdoğan
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığından alınıp
Hapishaneye atılmıştı.
Demek ki, çile henüz bitmemişti
Ama
Gün döner devran döner bunların hesabı sorulacaktı.
Onlar
Bizi tekrar gömmek için planlar yaparken
Reis de hapishanede (Medrese-i Yusufiyye’de) planlarını yapıyordu.
Ana rahmi zâhir, şu bizim koğuş;
Karanlığında nur, yeniden doğuş…
Sesler duymaktayım: Davran ve boğuş!
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!
2002 ve 2023 seçimleri gelecek yazıda inşallah…
10.04.2023
Emin Batur
,
EN ÖNEMLİ SEÇİM HANGİSİ (4)
Eklenme Tarihi: 19 Nisan 2023 Çarşamba
Eklenme Saati: 14:31
AK Parti’de, seçim beyannamesi Başkan Erdoğan tarafından Ankara Spor Salonu’nda düzenlenen programla kamuoyuyla paylaşıldı.Başkan Erdoğan toplantı öncesi Ankara Spor Salonu önüne gelen vatandaşlara seslendi. Başkan Erdoğan konuşmasında, “Bu yolculuk 14 Mayıs’a giden bir yolculuk. İnşallah 14 Mayıs’ta sandıkları patlatacak ve yeni dönemin müjdelerini vereceğiz” ifadelerini kullandı.Başkan Erdoğan, Ankara Spor Salonu’ndaki AK Parti Seçim Beyannamesi ve Milletvekili Aday Tanıtım Toplantısı’nda partililere hitap etti.
Salondaki tabloyu, Cumhuriyet’in ilk asrını geride bırakmakta olunan dönemde Türkiye Yüzyılı’nın muştusu olarak gördüğünü belirten Erdoğan, “Sevginiz, coşkunuz, ahde vefanız, ülkemize ve milletimize hizmet için çarpan kalpleriniz, dosta güven veren, düşmana korku salan aslan yürekleriniz için her birinize ayrı ayrı şükranlarımı sunuyorum.” ifadesini kullandı.
Erdoğan, şöyle devam etti:
“Bugün bu salonda, Sultan Alparslan’ın Malazgirt’teki vakur duruşundan, Osman Gazi’nin Söğüt’te diktiği çınarın üç kıta yedi iklime yayılan cesametinden, Fatih Sultan Mehmet Han’ın İstanbul’u alarak çağ açıp çağ kapatan fethinden, Gazi Mustafa Kemal’in 600 asırlık bir cihan devletinden geride kalanlar üzerinde kurduğu Cumhuriyetimizin heyecanından, rahmetli Menderes’in tam 73 yıl önce, 14 Mayıs 1950′de zafere ulaştırdığı ‘Yeter söz milletindir’ haykırışından, rahmetli Özal’ın Türkiye’ye çağ atlatma azminden, rahmetli Erbakan’ın, ‘önce ahlak ve maneviyat’ ilkesi üzerine kurduğu sanayi ve teknoloji hamlesi hayalinden, rahmetli Türkeş’in, Türk dünyasının birliği ve Türk Devletinin ebed müddet ayakta kalması uğrunda verdiği mücadeleden, rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun ömrü boyunca vatanını sevmenin çilesini çekerken sergilediği asil duruşundan, AK Parti’nin 21 yıldır azim ve kararlılıkla hayata geçirdiği demokrasi ve kalkınma atılımlarından, velhasıl ilhamını, bu topraklara, bu millete dair hayırlı olan ne varsa ondan alan siz dava ve yol arkadaşlarımla birlikte olmaktan şeref duyuyorum.
Allah’ın izniyle, yine bir 14 Mayıs arifesinde, 1950′deki inanç ve iradeyle, bir kez daha ‘Yeter söz milletindir’ demek, ‘Yeter söz de karar da gelecek de milletindir’ demek için biz bir aradayız. Bizim ‘yeter’ dememiz Bay Bay Kemal’in ‘yeter’ demesine benzemez. Hayatlarını mücadeleye adamış milletin adamlarının kiminin sonu darağacında bitmiş olsa da yüreklerde yaktıkları hak, hukuk, özgürlük, kalkınma ateşi hiç sönmedi. Darbeciler, süngüleriyle bu ateşi söndürmeyi başaramadı. Vesayetçilerin millete tepeden bakan kibirleri, bu ateşi söndürmeyi başaramadı. Küresel emperyalistlerin içerideki ve dışarıdaki tetikçilerinin hoyratlıkları, bu ateşi söndürmeyi başaramadı. Siyasi ve sosyal mühendislik hesaplarıyla girişilen sayısız teşebbüs, bu ateşi söndürmeyi başaramadı.”
Türk milletinin, her seferinde iradesine, istiklaline ve istikbaline sahip çıktığını ve yönünü aydınlık geleceğine çevirdiğini kaydeden Erdoğan, AK Parti’nin, bu kutlu mirasın son 21 yıldaki temsilcisi olarak milletle gönül gönüle, omuz omuza tarihi bir demokrasi ve kalkınma mücadelesi yürüttüğünü vurguladı.
AK Parti’nin kurulduğu günden beri girdiği her seçimi, bu çetin mücadelenin yeni adımı, yeni bir safhası olarak yaşadığını söyleyen Erdoğan, 2002 seçimlerine “Tek başına iş başına” diyerek gittiklerini, milletin kendilerini tek başına iktidara getirdiğini, 2007 seçimlerine “Durmak yok yola devam” diyerek gittiklerini ve milletin yolu açtığını anlattı.
Erdoğan, 2011 seçimlerine “İstikrar sürsün Türkiye büyüsün” diyerek gittiklerini, milletin tercihini istikrardan yana kullandığını, “Sen-ben yok Türkiye var” diyerek gittikleri 2015 seçimlerinde de Türkiye’yi yanlarında bulduklarını aktardı.
“Vakit Türkiye vakti” diyerek girilen 2018 seçimlerinde milletten yeni yönetim sisteminin onayını aldıklarına işaret eden Erdoğan, bugün de “Türkiye Yüzyılı için doğru adımlar” diyerek bir kez daha milletin huzurunda olduklarını dile getirdi.
“AHDİMİZİ YENİLEMEK İÇİN BİR ARADAYIZ”
Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Erdoğan, “Darbecilere, vesayetçilere, küresel emperyalistlere, siyasi ve sosyal mühendislik projelerine karşı milletimizle birlikte Türkiye Yüzyılı’nın kapısını aralamak için buradayız. Var mıyız bu yürüyüşe? Durmak yok, yola devam. 14 Mayıs’ta sandıkları hep birlikte patlatıyor muyuz? Ben ana kademede bu cesareti, kadın kollarında, gençlerde bu cesareti görüyorum. AK Parti’nin 14 Mayıs’ta milletimizin huzuruna çıkacak kadrosu olarak, ahdimizi yenilemek için bir aradayız.” diye konuştu.
Türkiye Yüzyılı şarkısının, “Doğ ey güneş/Üstümüze dök ışıklarını/Dağılsın bulutlar/Mazlumlar söylesin şarkılarını/Başlasın Türkiye Yüzyılı yarın değil hemen şimdi.” bölümünü okuyan Erdoğan, Türkiye Yüzyılı’nın yürüyüşünü yarın değil hemen şimdi başlatmak için bir araya gelindiğini kaydetti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, şöyle konuştu:
“Bu yürüyüşün gücünü, Milli Mücadele’yi başarıya ulaştırıp son devletimizi kuran ve yaşatan şehitlerimizin, gazilerimizin, ebediyete irtihal etmiş büyüklerimizin manevi mirasından alıyoruz. Bu yürüyüşün gücünü, son 21 yılda ülkemize kazandırdığımız eserler ve hizmetlerden alıyoruz. Bu yürüyüşün gücünü, geçmişte yaşadıkları zulümlerin, haksızlıkların, baskıların yol açtığı hak ve özgürlük hasretlerini dindirdiğimiz herkesten alıyoruz. Bu yürüyüşün gücünü, Türk’üyle, Kürt’üyle, Sünni’siyle Alevi’siyle, Roman’ıyla, gayrimüslimiyle, istisnasız bu ülkenin tüm vatandaşlarını, analarının ak sütü gibi helal olan hak ve özgürlükleriyle buluşturmaktan alıyoruz. Türkiye Yüzyılı, sadece bizim değil, İslam aleminden Türk dünyasına, Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Asya’dan Afrika’ya tüm dostlarımızın, tüm insanlığın ortak vizyonudur. Ben size buradan bir mesaj veriyorum, şu anda 14 Mayıs’ı siz zannediyor musunuz sadece Türkiye takip ediyor, hayır. Tüm İslam dünyası 14 Mayıs’ı takip ediyor ve 14 Mayıs seçimlerinde ne olacak, bunu takip ediyorlar. İslam dünyasının bu heyecanını ben inanıyorum ki bu kadro aynen paylaşacak.”
Çünkü Türkiye’nin sadece 780 bin kilometrekareden ibaret bir ülkenin, Türk milletinin sadece 85 milyon nüfustan ibaret bir toplumun adı olmadığını belirten Erdoğan, şunları kaydetti:
“Kalbi bizimle atan her kardeşimiz, bu ülkenin ve bu milletin bir parçasıdır. Rabb’im gazamızı mübarek eylesin. Rabb’im yolumuzu açık eylesin. Rabb’im zaferimizi kutlu eylesin. Şu ramazanda bakıyorsunuz, İslam dünyasından bir ülke 200 ton hurma gönderiyor, nereye? Deprem bölgesine. Niçin? ‘Oradaki depremzede kardeşlerimiz iftarlarını hurmayla açsın.’ diye. Bakıyorsunuz, bir diğeri 100 ton, bir diğeri 100 ton gönderiyor. Niye? İstiyorlar ki depremzede kardeşlerimiz iftarlarını hurmalarımızla açsın. Bu, bir anlayışın ifadesidir. Bu, bir yaklaşımın ifadesidir. Bu ne demek? Biz depremzede kardeşlerimizi bu ramazanda yalnız bırakamayız demek, hem ayni hem nakdi, her şeyleriyle yanımızda yer aldılar. Abu Dabi, Katar, Libya, Cezayir böyle. Bu bir anlayış. İşte Türkiye de bu kardeşleriyle beraber bu yolda yürüdü. Hep söylüyoruz. Beraber yürüdük biz bu yollarda. Beraber ıslandık yağan yağmurda. Şimdi dinlediğim tüm şarkılarda bize her şey sizi hatırlatıyor.”
“DEVLET GELENEĞİMİZİN GEREĞİ OLAN DURUŞ DA BUDUR”
Yaşanılan her saldırının, felaketin, acının, 6 Şubat depremlerinin birliği daha çok sıkılaştırmanın, beraberliğe daha çok sahip çıkmanın, kardeşliği daha da güçlendirmenin gerektirdiğini gösterdiğinin altını çizen Erdoğan, şöyle devam etti:
“Biz Türkiye olarak önce, altyapımızla, üretimimizle, güvenliğimizle, diplomasimizle, her şeyimizle kendi ayaklarımızın üzerinde duracağız. Ancak bunu sağladıktan sonra bize uzanan elleri tutabilir, bize el uzatanların yardımlarını kabul edebiliriz. Çünkü kanımızla, canımızla, alın terimizle kendimize vatan yaptığımız bu kadim coğrafya, binlerce yıldır olduğu gibi bugün de tüm dünyanın gözünü diktiği yerdir. Bu coğrafyada huzurla yaşamanın, devlet kurmanın, gelecek inşa etmenin bedeli, güçlü olmak ve güçlü kalmaktır. Binlerce yıldır üzerine nice başarılar inşa ettiğimiz milli hasletlerimizin ve devlet geleneğimizin gereği olan duruş da budur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin her bir ferdinin, bu ülkenin refahından ve demokrasisinden aynı düzeyde yararlanma hakkı olan birinci sınıf vatandaşları olduğunu söylerken, bu öz güvene dayanıyoruz. Yaşadığımız her sınama gibi deprem afetleri karşısında da aynı yaklaşımla hareket ediyoruz. Ülkemizin bir köşesindeki insanların evleri başlarına yıkılmışken, diğer hiçbir yerdeki insanımız hayatını hiçbir şey olmamış gibi sürdüremez.”
Erdoğan, 6 Şubat’taki Kahramanmaraş merkezli depremlerin haberlerinin alındığı andan itibaren istisnasız her şehrin, her ilçenin, her hanenin, her insanın, mağdurların imdadına koşmak için seferber olduğunu vurguladı.
Milletin gösterdiği bu samimi gayretin, binlerce yıldır “diri tutan hasletlerin dimdik ayakta olduğunun” işareti olduğunu söyleyen Erdoğan, devletin de şartların zorluğunu kısa sürede aşarak, tüm gücü, kurumları, personeli ve imkanlarıyla deprem bölgesinde yer aldığını ifade etti. Erdoğan, bu tablonun, devletin milleti için var olduğu gerçeğini her bir insanın yüreğine tekrar işlediğini belirtti.
Dünyada etkileri tamamen ortadan kalkmamış olan Kovid-19 salgınının, insanlığın hiç umulmadık şekilde ortaya çıkabilecek büyük tehditlerle karşı karşıya kalabileceğini hatırlattığını aktaran Erdoğan, bu küresel sağlık ve yönetim krizinin yıkıcı sonuçlara yol açabilecek tehditlerinin üstesinden, sergilenen dayanışmayla gelindiğine dikkati çekti.
Deprem, yangın, sel gibi afetlerin yaralarını milletle birlikte hızla sardıklarını dile getiren Erdoğan, “Allah’ın izniyle, 6 Şubat depremlerinin izlerini de ‘kerim devlet’ anlayışıyla yürüttüğümüz çalışmalar sayesinde kısa sürede sileceğiz.” dedi.
AK Parti olarak karşılaşılan her meseleyi “önce insan” bakışıyla değerlendirdiklerini ve hareket tarzını da ona göre belirlediklerini aktaran Erdoğan, insana hizmet etmeyen hiçbir kurumun, hiçbir kuralın, hiçbir programın, hiçbir uygulamanın kendi dünyalarında yerlerinin olmadığını, AK Parti’yi farklı kılanın da bu vasıflar olduğunu vurguladı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, şunları kaydetti:
“Partimiz, kuruluşu, teşkilatlanması, üye sayısı, iktidar süresi, icraatı, uluslararası saygınlığı gibi bu tür unsurlarla, dünyanın en büyük sivil teşekkülleri arasında yer alıyor. Küresel dengelerin yeniden oluştuğu şu kritik dönemde, ülkenin direksiyonunda AK Parti’nin birikimine ve etki gücüne sahip bir kadronun olması çok kıymetlidir. Dünya sürekli yeni meydan okumalarla kendine yön ararken Türkiye, AK Parti’nin kurumsal tecrübesi ve bizim siyasi liderliğimiz sayesinde herkesten bir adım öne geçme şansını yakalamıştır. Geçmişimizle geleceğimiz arasında kurduğumuz sağlam köprüler vasıtasıyla, ülkemizi insanlığın bu muhataralı sürecinden en güçlü şekilde çıkarmanın gayreti içindeyiz. AK Parti’nin ilk günden beri verdiği mücadelenin ve kazandığı başarıların sırrını çözmek için önce partimizin bazı özelliklerini anlamak gerekir. Her şeyden önce AK Parti, klasik manada bir siyasi parti olmanın ötesinde, dava sahibi, hayal sahibi, vizyon sahibi, vicdan sahibi bir harekettir. Türkiye Yüzyılı için hemen şimdi. Buna hazır mıyız? Öyleyse yola devam, doğru zaman. Partimiz, bu vasfıyla milletimizin son iki asırdır süren arayışında en önemli toplanma yeri, en önemli adresi olmuştur. Şu anda üyesi itibarıyla yaklaşık 12 milyon üyeye sahip bir başka parti Türkiye’de yok, dünyada da yok. Türkiye’nin demokrasisi ve kalkınması konusundaki çözüm tekliflerimizin, dünyada yaşanan siyasi ve sosyal çarpıklıklara karşı yükselttiğimiz itirazlarımızın, insanlığın ortak dertlerinin ve taleplerinin sözcülüğünü yapabilmemizin, kısacası bizi diğerlerinden ayıran özelliklerimizin gerisinde, temsilcisi olduğumuz davanın kadim kodları vardır. Biz Türkiye’de sadece okul, hastane, yol, baraj gibi eserlerle sembolleşen bir kalkınma devrimi yapmakla kalmadık.
Geçen akşam bir televizyon kanalında, bir profesör, ne derse beğenirsiniz, profesör, ‘köprü, baraj, havalimanları yapmakla bu iş çözülmez. Soğan, patates kaç para onu söyle?’ Bu adam profesör. Düşünün, barajın yok, yolun yok, havalimanın yok, bütün bunlarla beraber Togg’un yok, uçak gemin yok. ‘Domates, patates, kaç para onu söyle?’ Bu adam profesör, müsvedde bu. Öncelikle senin profesörlüğünden bu millete ne gelir? Hiç. Önce bir ülkenin kalkınması için nelere ihtiyaç var bunu söyle? Eğitimde yoksun, sağlıkta yoksun, ulaşımda yoksun, adalette yoksun, emniyette yoksun. Neymiş, ‘domates, patates.’ Vah zavallı vah. Bunlar olmadıktan sonra senin domatesin de olmaz, patatesin de olmaz. Biz asıl devrimi zihinlerde yaptık, zihinlerde ama demek ki bu profesörün zihinlerinde bir değişim olmamış.”
Başkan Erdoğan, Ankara Spor Salonu’nda AK Parti Seçim Beyannamesi ve Milletvekili Aday Tanıtım Toplantısı’nda konuştu.
Türkiye’nin geçmişte “karışamazsın” denilen ne varsa hepsinde de değiştirici rol oynayabileceğini gösterdiğini ifade eden Erdoğan, güney sınırlardan Doğu Akdeniz’e, Karadeniz’den Kafkasya’ya her yerde bunun örnekleri olduğunu söyledi.
Geçmişte milletine “yapamazsın” denilen ne varsa hepsinin de olabileceğini gösterdiklerini belirten Erdoğan, savunma sanayisinden ulaşım ve enerji altyapısına, yerli otomobile, uçağa kadar her alanda bunun sayısız örneklerinin bulunduğunu aktardı. Erdoğan, üzerinde konuşlanacak Kızılelma’sı ve Bayraktar TB-3′üyle, kendi sınıfındaki dünyanın ilk insansız hava araçlarıyla donatılmış savaş gemisinin dün hizmete alındığını hatırlattı.
Geçmişte bu coğrafyada “teşebbüs edilemez” denilen ne varsa hepsinin de gerçekleşebileceğini gösterdiklerini dile getiren Erdoğan, darbecilerin hüsrana uğratılmasından Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasına ve sınır ötesi harekatlara kadar her konuda bunun örnekleri olduğunu kaydetti.
Erdoğan, “Sultanahmet Meydanı’nda bir miting yapıyoruz üstat Necip Fazıl ile o mitingde üstat Necif Fazıl, eliyle gösteriyor ve şunu söylüyor, ‘Ayasofya bir gün açılacak’ diyor, ben de takdimi yapıyordum. Elhamdülillah açıldı, açmak da bize nasip oldu.” diye konuştu.
İstanbul’daki programlarını hatırlatan Erdoğan, Bağcılar’daki programda 40 bin, Pendik’teki açılışta 60 bin kişi olduğunu belirterek, “Gümbür gümbür İstanbul sandığa gidiyor.” dedi.
“DÜNYA 5′TEN BÜYÜKTÜR İTİRAZIMIZA DAHA FAZLA DESTEK BULABİLİYORUZ”
Erdoğan, büyük ve güçlü Türkiye’ye doğru giden her adımı zihinlerde örülmüş duvarları yıkarak, kalplere salınan korkuları yenerek, ayaklara vurulan prangaları kırarak attıklarını ifade ederek, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Geldiğimiz noktada, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik esaret çukuruna yeniden yuvarlanmamak için güçlü olmaktan, güçlü kalmaktan, gücünü artırmaktan başka çaresi yoktur. Üstelik buna sadece bizim değil, güvenlik ve tabiat tehditleri sebebiyle giderek dengesizleşen dünyanın da ihtiyacı var. Bu sebeple ‘Dünya 5′ten büyüktür’ itirazımıza her geçen yıl destek daha fazla büyüyor. Bu sebeple Rusya-Ukrayna savaşında her iki tarafla da görüşebiliyor, tahıl koridoru ve esir değişimi gibi somut ilerlemeler sağlayabiliyor, barış ihtimalini masada tutabiliyoruz. Bu sebeple Libya’dan Karabağ’a pek çok yerde, tüm dünyanın seyrettiği haksızlıkların düzeltilmesi için fiilen sahaya inip netice alabiliyoruz. Bu sebeple Balkanlar’da barışın sürmesinin ve uzlaşma yollarının açık tutulmasının garantisi haline geliyoruz. Bu sebeple herkesin sırtını döndüğü mazlumlara kol kanat gerebiliyoruz, himaye edebiliyoruz. Bu sebeple Türk Devletleri Teşkilatı gibi stratejik adımlar atabiliyor, İslam alemiyle işbirliğimizi kimseden icazet almadan güçlendirebiliyoruz. Bu sebeple Batı dünyasıyla ilişkilerimizde teslimiyetçi değil, hakkımızı, hukukumuzu savunan dik bir duruş sergileyebiliyoruz.”
“VEKALET SAVAŞLARININ DA SONU YAKLAŞIYOR”
Erdoğan, sömürge ve zulüm üzerinde kurduğu güvenlik ve refah düzenini korumak için diğer toplumları asırlardır etnik ve inanç fay hatları üzerinden kontrol eden Batı’nın, artık kendi derdine düşmüş durumda olduğunu dile getirerek, “Batı’nın durumu iyi değil, vay haline. Ekonomik olarak yükselen ama siyasi rotası olmayan güçlerin hiçbiri, Türkiye’nin üstlendiği adalet, hakkaniyet ve vicdan üzerine kurulu misyonunu ikame edemiyor, edemez.” ifadesini kullandı.
Emperyalistlerin terör örgütleri üzerinden yürüttüğü vekalet savaşlarının da sonunun yaklaştığını belirten Erdoğan, “Eğer Türkiye’nin ve 21 yıldır onun yönetiminde olan AK Parti’nin bir davası, bir vizyonu olmasaydı, tüm bunları soruyorum, konuşabilir miydik? Birileri gibi, ‘Ne işimiz var Karabağ’da, Libya’da, Suriye’de, Balkanlar’da, Akdeniz’de, Afrika’da’ deseydik, birileri gibi ‘Bu kadar yolu, barajı, elektriği, suyu, aracı, konutu ne yapacaksanız, toprağa mı gömeceksiniz?’ deseydik, birileri gibi, herkese duymak istediğini söylesek ama vesayetin, darbecilerin, terör örgütlerinin koltuğunun altından kalkmasaydık, kısacası karşımızdakiler gibi olsaydık, burada milletimizin huzuruna alnımız ak, başımız dik bir şekilde çıkabilir miydik?” değerlendirmesini yaptı.
Erdoğan, gelecek dönemde ülkeyi ve milleti dünyada hak ettiği yere getireceklerini ifade ederek, “Böylece, coğrafyamızın ve medeniyetimizin iki asırlık hüznünü asırlar boyunca sürecek sevince dönüştürme şerefine de nail olacağız.” dedi.
“AK PARTİ’NİN GELECEK TASAVVURU, GEÇMİŞİNDEKİ ESER VE HİZMETLERİN ÜZERİNE KURULUDUR”
Tarihin seyrinin, AK Parti’nin sadece dünün ve bugünün değil, yarının da partisi olduğunu gösterdiğini dile getiren Erdoğan, “Hep söylediğimiz gibi kökü mazide olan ati AK Parti’nin gelecek tasavvuru, geçmişindeki eser ve hizmetlerin üzerine kuruludur.” diye konuştu.
Erdoğan, AK Parti’yi kurarken “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dediklerinde birilerinin kendilerine istihzayla baktığını anımsatarak, “Yine hatırlarsanız bundan 12 yıl önce 2023 hedeflerimizi açıkladığımızda, birileri yine bize dudak bükmüştü. Bizim 2023 hedefleriyle 12 yıl sonrasına kadar uzanan program ve proje yapabilmemizi akılları almayanlar, 2053 ve 2071 vizyonlarımızı duyunca tümden zıvanadan çıkmıştı. Ülkemizi doğrudan işgal hareketi olarak gördüğümüz 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, yönetim sistemimizi değiştirecek tarihi bir reformu hayata geçirdiğimizde de aynı tepkiyle karşılaştık.” ifadelerini kullandı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, şöyle devam etti:
“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni yerden yere vuranlar, bugün aynı sistemi, ruhuna uygun olmayan at pazarlıklarıyla tepe tepe kullanmanın hesaplarını yapıyor. Çünkü bunların ülkenin ve milletin hayrını gözetmek gibi bir dertleri yok. Tek gayeleri, tıpkı eski Türkiye devrinde olduğu gibi, milletin derdini ve beklentisini istismar ederek bir avuç muhterise ikbal devşirmektir. Bunların siyaset derinliği, bırakınız çeyrek asırlık, yarım asırlık vizyonu, ertesi günlerini bile göremeyecek kadar sığdır.
Biz 2023 hedeflerimizle milletimize ilan ettiğimiz projelerin çoğunu hayata geçirdiğimiz gibi şimdi daha geniş ufuklara, daha büyük vizyonlara doğru yelken açıyoruz. İşte bunun için ‘AK Parti geleceğin partisidir’ diyoruz. İşte bunun için ‘Cumhur İttifakı bir ilkeler ve mefkureler ittifakıdır’ diyoruz.”
“MİLLETİMİZİN HER BİR FERDİNİN BU AYDINLIK GELECEKTE YERİ VARDIR”
Hiçbir ayrım olmaksızın, milletin her bir ferdinin bu aydınlık gelecekte yeri olduğunu söyleyen Erdoğan, şöyle konuştu:
“Çünkü AK Parti, herhangi bir sınıfın, hele hele yıllarca kendini seçkin bir yerde görerek milleti aşağılayan kerameti kendinden menkul zümrelerin değil, 85 milyonun tamamının hayallerinin ortak paydasıdır. Bugüne kadar hangi partiye oy verirse versin, her bir vatandaşımızı AK Parti’nin tabii bir mensubu sayıyoruz. Sadece bugüne kadar kendisini henüz partimizin ve ittifakımızın saflarına katamadığımız, kazanamadığımız için hayıflandıklarımız var. Etnik, dini, kültürel kimlik siyasetiyle ülkemizi eski günlerine döndürmenin, milletimizin bünyesindeki fay hatlarını tetiklemenin peşinde koşanlar, bu birlik, beraberlik, kardeşlik siyasetini asla anlamadı, anlayamayacak. Biz bu milleti, içindeki tüm renkleriyle birlikte kucaklamayı, farklılıklarımızı zenginliğimiz olarak görmeyi, temel hak ve özgürlükleri lütuf değil asli müktesep olarak kabul etmeyi sürdüreceğiz. Tarihi tecrübemize ve irfan geleneğimize uygun şekilde, ‘insanları yaratılışta eş, dinde kardeş’ görme yaklaşımıyla vatan topraklarının her karışına hizmet vermeye devam edeceğiz.”
Erdoğan, siyasete başladıkları günden beri vesayet odaklarıyla çarpışa çarpışa yürüdükleri bu yoldan, milim sapmadan hep daha ileriye gitmenin mücadelesini vereceklerini söyledi.
“MUHALEFETİ YERİNDEN ZERRE MİSKAL KIPIRDATAMADIK”
AK Parti’nin Türkiye’de, milli iradenin üstünlüğü ilkesini gerçek manada hayata geçirmiş ve daha önemlisi azimle bunu sürdürmüş parti olduğunu kimsenin inkar edemeyeceğini dile getirerek, şunları kaydetti:
“Umudunu millet dışı her odağa, her güce, içeride ve dışarıda yaşanan her arızi gelişmeye bağlayanların da milli iradenin tercihlerine saygı duyacağı günleri göreceğimize inanıyorum. Türkiye’nin istiklaline ve istikbaline ancak siyaset kurumu bu dönüşümü tümüyle gerçekleştirdiğinde güvenle bakabiliriz. Aksi takdirde iktidarı vesayet güçlerinde arayan faşist zihniyet bitmez. Darbecilerin karşısına dikilmek yerine onlara alkış tutan demokrasi düşmanları bitmez. Terör örgütlerinin temsilcileriyle kapalı kapılar ardında pazarlık yapan muhterisler bitmez. Bay bay Kemal niçin HDP’nin genel merkezine değil de parlamentoda gidip bunlarla görüşme yaptı. Acaba o kapalı kapılar ardında ne görüştüler bunları açıklayabildi mi? Hayır. Devletin güvenlik güçlerinin canları pahasına yakalayıp, yargısının cezaevine tıktığı teröristleri serbest bırakma sözü veren alçaklar bitmez. Ülkesini yabancılara şikayet eden, yatırım yapmamaları, yaptırım uygulamaları çağrısında bulunan idrak yoksunları bitmez. Daha önce de defalarca ifade ettiğim gibi, biz 21 yılda Türkiye’yi her alanda ileriye götürdük ama muhalefeti yerinden zerre miskal kıpırdatamadık. Hatta, zihniyet ve kalibre bakımından daha da geriye giden bir muhalefetle karşı karşıyayız. İnşallah 14 Mayıs seçimlerinin en hayırlı neticelerinden biri de ülkemiz muhalefetini bu alacakaranlık kuşağından çıkarmak olacaktır.”
Erdoğan, Cumhur İttifakı olarak, seçimlere kadar gece gündüz çalışarak, milletin gönlünü kazanmadıkları hiçbir ferdini bırakmayacaklarını vurgulayarak, şunları söyledi:
“Gelmeyene gideceğiz, küskünü barıştıracağız, sevmeyeni sevdireceğiz. Her eve, her iş yerine gireceğiz. Kalbini kazanmadık kimse bırakmayacağız. Kararsızları ikna edeceğiz. Zaten gönlünde olduklarımızı ihmal etmeyeceğiz. Hiç kimseyi atlamadan teker teker herkese dokunacağız. Siyasetin sokakta yapıldığını, seçimin sandıkta kazanıldığını asla unutmayacağız. Her seçimin önemli olduğunu ama 14 Mayıs’ın bu milletin tüm evlatlarının geleceğini şekillendireceğini aklımızdan çıkarmayacağız. Bunun için sizlerden, seçim gününe kadar geçecek her anı değerlendirmenizi, seçim günü sandığı da namusumuz olarak görmenizi istiyorum.”
Daha sonra Erdoğan, “Hazır mıyız? 14 Mayıs’ta Türkiye Yüzyılı için doğru adımlarla yola devam diyor muyuz, Türkiye Yüzyılı’nın inşası için bismillah diyor muyuz, evlatlarımızın geleceğine sahip çıkıyor muyuz, bay bay Kemal’i ve ortaklarını sandığa gömüyor muyuz, PKK’sından FETÖ’süne tüm terör örgütlerinin başını sandıkta tekrar eziyor muyuz, ailemize, çocuğumuza, inancımıza, değerlerimize göz dikenlerin heveslerini kursaklarında bırakıyor muyuz?” sorularına salondakilerin hep bir ağızdan verdiği “evet” yanıtına “Rabb’im hepinizden razı olsun” karşılığını verdi.
Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Önümüzdeki dönemde önceliğimiz, 6 Şubat depremlerinin yıktığı şehirlerimizi yeniden ayağa kaldırmak olacaktır. Allah’ın izniyle, 319 bini bir yılda teslim edilecek şekilde toplam 650 bin yeni konut yaparak, afetin 11 ilimizde ve mücavirinde açtığı yaraları tamamen saracağız.” dedi.
Erdoğan, Ankara Spor Salonu’ndaki AK Parti Seçim Beyannamesi ve Milletvekili Aday Tanıtım Toplantısı’nda partililere hitap etti.
AK Parti olarak, kuruldukları günden bu yana girdikleri 15 seçim ve halk oylamasının tamamından da birinci çıkmayı başardıklarını belirten Erdoğan, “Bu özelliğiyle AK Parti, sadece Türk siyasi hayatına değil, dünya demokrasisine ismini altın harflerle yazdırmış bir partidir. Milletimizin bize gösterdiği teveccühün bunca yıldır kesintisiz sürmesi, sorumluluğumuzu daha da artıyor. Ülkemize geçtiğimiz 21 yılda kazandırdığımız her eser, her hizmet elbette önemlidir. Ama önümüzdeki 5 yıl boyunca milletimize ne vereceğimiz, evlatlarımızın geleceği için hangi ilerlemeleri sağlayacağımız daha önemlidir.” diye konuştu.
“SEÇİM BEYANNAMESİ, 6 AYRI BÖLÜMDEN OLUŞUYOR”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 28 Ekim 2022′deki “Türkiye Yüzyılı Tanıtım Toplantısı”nı anımsatarak, şunları kaydetti:
“Türkiye Yüzyılı’nı 17 temel başlığın üzerinde inşa edeceğimizi söylemiştik. Neydi bu başlıklar? Türkiye Yüzyılı, şefkatin, üretimin, verimliliğin, istikrarın, kalkınmanın, sürdürülebilirliğin, huzurun, iletişimin, istikbalin, gücün, haklının, değerlerin, dijitalin, gençliğin, barışın, başarının, bilimin yüzyılıdır. Velhasıl seçim beyannamemizi de işte bu temeller üzerinde şekillendirdik. Seçim beyannamemizde 6 ayrı bölüm üzerine onlarca başlık ve binlerce maddede, hem ülkemize kazandırdığımız eser ve hizmetlerin özeti hem de Türkiye Yüzyılı hedeflerimiz yer alıyor.”
Erdoğan, “Türkiye Yüzyılı İçin Doğru Adımlar” yaklaşımıyla hazırlanan seçim beyannamelerinin oldukça hacimli bir esere dönüştüğünü dile getirerek, beyannamenin kitap olarak partililere ulaştırıldığını, dijital mecralar vasıtasıyla da milletle paylaşıldığını bildirdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, şöyle konuştu:
“Burada sadece kısa hatırlatmalarla yetinerek, asıl işi hep birlikte evlerde, sokaklarda, mahallelerde insanımızla ruberu, yüz yüze yapacağımız çalışmalara bırakmak istiyorum. Bugüne kadar milletimize yapmayacağımız, yapamayacağımız hiçbir şeyi söylemedik, söylediğimiz hiçbir şeyden de geri dönmedik. Meydanlarda ağzına geleni söyleyip, iş başına gelince hepsini unutanların, inkar edenlerin, tersini yapanların, vaatlerinin üzerine beton dökenlerin ülkemize ne büyük zararlar verdiğini biliyoruz. Biz ne kendimizi, ne milletimizi asla böyle bir zelil duruma düşürmedik, düşürmeyiz. Bunun için verdiğimiz her sözü, beyannamemize yazdığımız her maddeyi uzun hazırlıklar sonunda ortaya çıkardık.
Önümüzdeki dönemde önceliğimiz elbette, 6 Şubat depremlerinin yıktığı şehirlerimizi yeniden ayağa kaldırmak olacaktır. Allah’ın izniyle, 319 bini bir yılda teslim edilecek şekilde, toplam 650 bin yeni konut yaparak, afetin 11 ilimizde ve mücavirinde açtığı yaraları tamamen saracağız. Türkiye Ulusal Risk Kalkanı Modeli ile ülkemizin 81 ilinin tamamını, afetlere dirençli şehirler haline dönüştüreceğiz. Vatandaşımızın can ve mal güvenliği bizim için her şeyin önünde gelir. Bütüncül risk yönetimiyle, ülkemizi sadece depreme karşı değil, her türlü afete, felakete, tehdide karşı, tüm boyutlarıyla hazırlayacağız.”
Erdoğan, 2002′de iktidara gelirken Türkiye’yi eğitim, sağlık, emniyet ve adalet üzerinde yükselteceklerini söylediklerini hatırlatarak, eğitimde, okulundan öğretmenine, üniversitesinden yurduna tüm unsurlarıyla güçlü bir altyapı kurduklarını ifade etti.
Eğitim sisteminde kurulan altyapı üzerinde değerler eğitiminin esas olduğu bir anlayışla kaliteyi artıracak çalışmalara yöneldiklerini vurgulayan Erdoğan, “Çocuklarımızın yeteneklerinin, eğitimin ilk kademelerinden itibaren keşfedilerek, becerilerine uygun yönlendirmeyi sağlayacak bir sistem kuracağız.” diye konuştu.
“İLAÇ VE TIBBİ SEKTÖRLERDE SAVUNMA SANAYİNDEKİNE BENZER BİR ATILIMI HAYATA GEÇİRECEĞİZ”
Sağlıkta hastaneleriyle personeliyle genel sağlık sigortasıyla hizmete erişimin kolaylığıyla dünyaya örnek olan bir seviyeye gelindiğini belirten Erdoğan, salgın ve deprem döneminde, güçlü sağlık sisteminin işlerliğinin hep beraber tecrübe edilerek, hakkının verildiğini aktardı.
Erdoğan, İstanbul’a Başakşehir Çam ve Sakura Şehir Hastanesi, Prof. Dr. Murat Dilmener Acil Durum Hastanesi ve Prof. Dr. Feriha Öz Acil Durum Hastanesi’nin kurulduğunu anımsatarak, “Bay bay Kemal, biz bunları yaparken sen neredeydin? Ne yaptınız siz? Hani sizin büyükşehir belediyeleriniz vardı, tuttunuz çadırların içerisinde güya sahra hastaneleri kurdunuz. Kimi aldatıyorsunuz? Araştırdık, gördük böyle bir hastane yok. Biz ise bu hastanelerimizle de yetinmedik. Ankara’da Bilkent’i kurduk, yetmez dedik ve hemen ikinci bir şehir hastanesini kurduk. Bütün bunlar halkımız, insanımız için.” diye konuştu.
Kocaeli ve İzmir’de de şehir hastanelerinin açılacağını belirten Erdoğan, yeni dönemde ülkenin ilaç ve tıbbi sektörlerdeki geliştirme ve üretim kapasitesini artırarak, savunma sanayindekine benzer bir atılımı hayata geçireceklerini, aile sağlığı, aile diş hekimliği, evde bakım, palyatif bakım gibi hizmetleri ülke sathında güçlendireceklerini, sağlık turizminde, dönem sonunda 3 milyon misafir ve 10 milyar dolar gelir hedeflediklerini ifade etti.
Erdoğan, iktidarları döneminde Türkiye’ye sağladıkları kazanımların başında, her vatandaşın huzurla evinde oturacağı, işini yapacağı, çocuğunu okuluna göndereceği güvenli Türkiye ikliminin geldiğini dile getirerek, “Terör örgütlerinin başını sınırlarımız dışında bile ezerek, suç çetelerine göz açtırmayarak, asayişten taviz vermeyerek, insanlarımızın geleceklerine güvenle bakabilmelerini temin ettik. Dünyanın ve bölgemizin yaşadığı sınamaların giderek ağırlaştığı bir dönemde, önleyici güvenlik çalışmalarıyla Türkiye’nin huzur ve güven adası olarak istikrarla yoluna devam etmesini sağlayacağız.” dedi.
“KAPSAMLI BİR YASAMA REFORMU İÇİN UZLAŞMA ZEMİNİ ARAYACAĞIZ”
Erdoğan, adaletin partilerinin adında da bulunduğunu anımsattı. Adaletin tüm kurum ve kurallarıyla, vicdanları mutmain edecek şekilde tecellisi için çok büyük mücadele verdiklerini vurgulayan Erdoğan, “Vesayetin ve FETÖ’cü hainlerin tasallutundan kurtardığımız adalet sistemimizin fiziki imkanlarını ve insan kaynağını geliştirdik. Türkiye Yüzyılı’nın anahtarı olarak gördüğümüz yeni sivil anayasa sözümüzü tutmak için çalışmayı sürdüreceğiz. Hukuk devletimizi güçlendirecek reformları kesintisiz devam ettirecek, kapsamlı bir yasama reformu için uzlaşma zemini arayacağız.” diye konuştu.
Yüksek standartlı demokrasi için dönüştürücü ve koruyucu reformlar döneminden tamamlayıcı reformlar dönemine geçileceğini bildiren Erdoğan, şunları kaydetti:
“Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da toplumumuzun hiçbir kesimine hayat biçimi ve kimlik dayatılmasına asla izin vermeyeceğiz. Demokratik siyasetin önündeki engelleri kaldırmaya devam ederken, terör örgütlerinin ve vesayet odaklarının siyasete müdahalesine de göz yummayacağız. Bilhassa Kürt kardeşlerimizi ne CHP faşizminin ne HDP sapkınlığının ne PKK zulmünün ne de geçmişte acı örnekleri yaşanan baskı düzeninin karanlığına asla ve asla teslim etmeyeceğiz.”
“GELİR TAMAMLAYICI AİLE DESTEK SİSTEMİ”
Erdoğan, aile yapısını sapkın akımlardan korumanın yanında, her türlü maddi ve manevi destekle güçlendireceklerini vurgulayarak, “Hayata geçireceğimiz gelir tamamlayıcı aile destek sistemiyle hiçbir hanenin gelirinin belirli bir seviyenin altına düşmemesini temin edeceğiz. Aile Koruma Kalkanı Programı’yla, ev hanımlarının emekliliğine destek vermekten, her ailede en az bir çalışan olmasını sağlamaya kadar pek çok uygulamayı başlatacağız.” diye konuştu.
Gençleri aile kurmaya teşvik için eğitimden istihdama, evlilikten çocuk bakımına kadar her alanda maddi katkı verileceğini belirten Erdoğan, şu ifadeleri kullandı:
“Bu hedeflere ulaşmak için kaynağı ülkemizin kendi ürettiği doğal gaz ve petrol gelirlerinden sağlanacak bir Aile ve Gençlik Bankası kuracağız. Yükseköğrenimdeki gençlerimize bir defaya mahsus olmak üzere cep telefonu ve bilgisayar ediniminde vergi muafiyeti sağlayacağız, ayrıca aylık 10 gigabayt ücretsiz internet vereceğiz. Sosyal yardımlarımızı, yoksul insanlarımıza destek vermenin ötesinde, insanlarımızın yoksulluk seviyesine düşmesini önleyecek bir yaklaşımla yeniden yapılandıracağız.”
“ENFLASYONU YENİDEN TEK HANELİ RAKAMLARA DÜŞÜREREK, ÜLKEMİZİ BU SORUNDAN KURTARACAĞIZ”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, ekonomiyi yatırım, istihdam, üretim, ihracat ve cari fazla yoluyla büyütmeyi sürdüreceklerini kaydederek, şöyle devam etti:
“Enflasyonu yeniden tek haneli rakamlara düşürerek, ülkemizi bu sorundan mutlaka kurtaracağız. Memurundan emeklisine ve işçisine kadar çalışanlarımızın ücretlerini daima enflasyonun üzerinde artırarak, refah düzeylerini yükselteceğiz. Turizmde 90 milyon turist ve 100 milyar dolar turizm geliri hedefiyle, yatırımı ve tanıtımı hızlandıracağız. Ülkemizin halen 300 bin civarında olan uluslararası öğrenci sayısını 1 milyonun üzerine çıkartarak, küresel pazarın yüzde 10′unu elde edeceğiz. Bilişim ihracatında 15 milyar dolara ulaşarak, ülkemizi bu alanda küresel bir merkez haline dönüştüreceğiz. Ülkemizi 1 trilyon dolar dış ticaret hacmine ulaştırmaya yönelik hedefimize ulaşana kadar yatırıma, üretime, ihracata yükleneceğiz. Önümüzdeki dönemde yıllık 5,5 büyüme oranıyla, milli gelirimizi bu dönemde 1,5 trilyon dolara, ardından da asıl hedefimiz olan 2 trilyon dolara çıkartacağız.”
“İŞSİZLİK ORANIMIZI YÜZDE 7 SEVİYESİNE GERİLETECEĞİZ”
Kişi başına düşen milli geliri 3 bin 600 dolardan 10 bin 600 dolara yükselttiklerini anımsatan Erdoğan, gelecek dönemdeki hedeflerinin bunu önce 16 bin dolara, ardından da daha yüksek seviyelere ulaştırmak olduğunu belirtti ve şunları kaydetti:
“Bu büyüme sayesinde 5 yılda 6 milyon yeni istihdam oluşturarak, işsizlik oranımızı yüzde 7 seviyesine gerileteceğiz. Kadın ve genç istihdamına özel önem vermeyi sürdüreceğiz. Kamuya işe alımları, görevin getirdiği zorunluluklar dışında mülakatı kaldırarak, gençlerimizin sınavlardaki başarı sıralamasına göre yapacağız. Girişimcilerimize verdiğimiz destekle ülkemizden en kısa sürede 15 adet milyar dolar ve 5 adet 10 milyar dolar değerinde şirket çıkmasını sağlayacağız. Üretimin tabana yayılmasında çok önemli görev ifa eden KOBİ’lerimizi, büyüyen ekonomimizin lokomotifleri olarak, finansmandan istihdama her alanda daha güçlü şekilde destekleyeceğiz. Bugüne kadar hassasiyetle devam ettirdiğimiz bütçe disiplininden önümüzdeki dönemde de taviz vermeyeceğiz. Tasarım ve kriptoloji altyapısını kurduğumuz yeni nesil Dijital Türk Lirası projemizi hayata geçireceğiz.”
.
İttihad-ı Vatan’dan İttihat ve Terakki’ye: Yeni aktörler
İstiklal Mahkemelerini kuran, Dersim’i bombalayan CHP, toplumsal travmaların merkezinde yer alan eylemlerine karşın; yaptığı tüm insanlık ve hukuk dışı...
23 Mart 2023 Perşembe 9:29
İstiklal Mahkemelerini kuran, Dersim’i bombalayan CHP, toplumsal travmaların merkezinde yer alan eylemlerine karşın; yaptığı tüm insanlık ve hukuk dışı yöntemleri kamufle ederek bugün demokrat söylemler ile propaganda faaliyeti yürütmektedir.
İttihad-ı Vatan, Anadolu’da Mezopotamya kadim toplumu Kürtler ve İslam inancının ortak paydasında buluşan Türkler tarafından ‘ortak bir vatan’ oluşturma arzusu ile meydana getirilmiştir. Devlet-i Ali Osman’ın yaptığı büyük fetihler ile birlikte; fethedilen bölgelerde can, inanç ve mal güvenliği çerçevesindeki uygulamalarla tahkim olan ‘ortak vatan’ olgusu, aidiyet duygusunu daha da güçlendirmiştir. Bu sahiplenme ile Devlet-i Ali Osman, fethedilen topraklarda yüzyıllar boyunca varlık göstermiştir.
İç politik etki
Özellikle imparatorluğun sahip olduğu sınırlar içerisinde yaşayan halkların içselleştirmiş olduğu İttihad-ı Vatan olgusunun iç politik etki ile çözülmesi için, başta Fransa ve İngiltere olmak üzere sömürgeci devletler 18. yüzyıldan sonra bazı kadrolar oluşturmaya başlamıştır. İmparatorluk, Sultan Abdülaziz döneminde güçlü bir donanma oluşturulması ( o dönemde dünyanın üçüncü güçlü donanması olarak kabul etmektedir) ve Sultan II. Abdülhamid döneminde ‘ümmetçilik’ fikri ile yeniden toparlanma sürecine girmiştir. Bu toparlanmayı müteakip olarak İttihat Terakki kurulmuştur. Özellikle Sultan II. Abdülhamid’e karşı, ‘istibdat’ ve ‘sansür’ iddiasıyla ortaya çıkan İttihat Terakki’nin sloganları “hürriyet, müsavat (eşitlik), uhuvvet (kardeşlik) ve adalet” olarak atıldığı için başlangıçta bu kavramlara kapılan Bediüzzman Said-i Kürdi (Nursi), Mehmet Akif Ersoy ve Diyarbakırlı Dr. Abdullah Cevdet bir dönem İttihatçı olarak çalışmalarda yer almıştır.
Tasfiye edilen kadrolar
Uzun yıllar gizli faaliyetlerinden sonra 1889 yılında resmi olarak kuruluşunu tamamladıktan ve artık padişah devirecek, sürgün edecek ve esaret içerisinde ölümüne neden olacak güce kavuşan İttihat Terakki, 1913 tarihli kongresi ile birlikte uzun yıllardır gizli ajanların da yer aldığı asıl amaçlarını gerçekleştirmek için, sloganlarındaki aldatmacalarına kapılan tüm kadroları tasfiye etmiştir. Yapılan bu darbe sonucu ‘Selanik kökenli kadrolar’ yönetimi ele geçirmişlerdir. Tasfiye edilen bu kadrolar yerine Devlet-i Ali Osman’ın başta Kafkasya, Irak, Suriye, Filistin, Hicaz ve Yemen olmak üzere ‘İtthad-ı Vatan’ şiarı ile bir araya gelmiş toplulukların ayrışması için politikalar oluşturmuş ve uygulamıştır. Bu politikalar sonucunda yüzyıllarca üç kıtaya hakimiyet sağlayan imparatorlukta büyük kopuşlar başlamıştır.
İç politika etkisi ile işbirlikçileri sayesinde imparatorluğu kısmen parçalayan sömürgeci devletler, Anadolu’daki ‘İttihad-ı Vatan’ olgusuna karşı günümüzde de mücadelesini devam ettirmektedir. Günümüz dinamizmi içerisinde önce ‘Komünizm ile Mücadele Dernekleri’ ile sözde sivil aktörler oluşturulmuş; bu aktörlerin daha sonra devletin kılcal damarlarına kadar sızmalarını sağlamıştır. Bu aktörlerden en bilineni FETÖ, ilk dönemlerde özellikle Anadolu toplumunun inanç sömürüsü üzerinden güçlenmiş; akabinde sözüm ona ‘Cemaat/Hizmet harekatı’ kamuflajı altında devletin kılcal damarlarına kadar sızmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu, Asya ve Afrika’da başta İslam Coğrafyası olmak üzere etkinliğini artırarak lider ülke konumuna ulaşması ve savunma sanayisinin güçlenmesini müteakip harekete geçmiş; hükümeti devirmek üzere 17-25 Aralık 2013′te darbe girişiminde bulunmuştur. Sömürgeci devletlerin yerel aktörü olan FETÖ’nün darbe girişiminin başarısız olması üzerine Ortadoğu’da uygulanan ‘Arap Baharı’ benzeri bir iç savaş veya kaos ortamını Türkiye’de de yapmak için çaba göstermişlerdir.
Bu kez tek parti değil
FETÖ öncülüğünde 15 Temmuz 2016 tarihinde ‘Türkiye Baharı’ olarak başlatılmak istenen iç savaş, halkın cansiperane duruşu ile akamete uğratılmıştır. FETÖ ile sonuç alamayan ve Anadolu’daki ‘İttihad-ı Vatan’ olgusunu kıramayan sömürgeci devletler yeni bir ‘İttihat ve Terakki’ için kolları sıvamaya başlamıştır. Ancak bu sefer tek parti olarak değil, birden fazla parti ile geniş bir alternatif oluşturma çabasına girişilmiştir. Keza, ABD başkanı Joe Biden, seçim kampanyası sürecinde ‘iktidarı düşürmek için muhalefete daha fazla destek vereceğini’ söyleyerek Altılı Masa’ya ilk sinyalini vermekte herhangi bir beis görmemiştir. Bu amacı birçok Avrupa ülkesi de dile getirmiştir. Böylece yeni aktörler olarak CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Deva Partisi, Gelecek Partisi ve Demokrat Parti Altılı Masa ve herkesin bildiği ancak yine de gizlenen ortak HDP sahneye çıkmıştır. Yeni aktörler adalet ve özgürlük sloganları ile bir araya getirilmiştir. İttihat Terakki’nin sloganlarını benimseyen Bediüzzman Said-i Kürdi (Nursi), Mehmet Akif Ersoy ve Diyarbakırlı Dr. Abdullah Cevdet gibi isimler bir dönem İttihat çığlığa destek vermişti. Yeni oluşumun söylemkleri, İttihat ve Terakki’nin söylemleri ile birebir örtüşmektedir. Fakat bu kez içerisinde benzer karakterde kişiler yerine partiler bulunmaktadır. Ayrıca yeni aktörlerin her biri, diğer aktörlerin olumsuzluklarını kamufle etmek üzere seçilmiştir. Bunun en önemli göstergesi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren yıllarca ‘laiklik ilkesi’ söylemi ile muhafazakar toplumun inanç ve değerlerine saldıran, inançlı insanları olağanüstü mahkemelerde (İstiklal Mahkemeleri) yargılayan, hakaret eden ve yok sayan CHP’nin, oy anlamında hiçbir katkısı olmadığı halde Saadet Partisi ile aynı masada olmasıdır. Saadet partisi, muhafazakar kimliği ile CHP’nin muhafazakar toplum karşıtlığını ve düşmanlığını kamufle etmektedir. Keza CHP, Milli Şef İsmet İnönü’nün Şark Islahat Planı, İskan Kanunu, Dersim ve Zilan katliamları gibi pek çok insanlık ve hukuk dışı uygulamaları sonucunda ortaya çıkardığı Kürt sorununu, HDP ile gizli ortaklık yaparak kamufle etmeye çalışmaktadır. Yeni aktörlere bakıldığında;
– CHP : Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra özellikle Milli Şef İsmet İnönü ile kurulan tek adam rejimi, rejim uygulamaları nedeniyle meydana gelen ve de kangrenleşen inanç hürriyeti ve Kürt sorunu gibi sorunların temelini oluşturmaktadır. Örfi idare ile olağanüstü kurallar ile ülkeyi yönetmiş; tüm muhalif kesimleri İstiklal Mahkemelerinde idam ile yargılamak sureti ile tasfiye etmiştir. Dersim gibi şehirleri bombalamaktan çekinmemiştir. Toplumsal travmaların merkezinde yer alan eylemlerine karşın; yaptığı tüm insanlık ve hukuk dışı yöntemleri kamufle ederek demokrat söylemler ile propaganda faaliyeti yürütmektedir. Ayrıca iktidar dışında kaldığında halk egemenliğini hiçe sayarak askeri darbelere zemin hazırlayıp; bu darbelere çanak tutmuştur. Türkiye Cumhuriyetindeki 1960, 1971 ve 1980 darbelerinde CHP etkinliği ve ayak izleri apaçık görülmektedir.
– İYİ PARTİ : Partinin kurulma sürecinde başta finansman olmak üzere birçok cevapsız soru bulunmaktadır. Milliyetçi bir partiden kopmuş olmasına karşın; aynı kadroların merkez sağ partisi olma iddiasındadır.
– SAADET PARTİSİ : Merhum Necmettin Erbakan, muhafazakar toplumun inanç ve değerlerini savunan dinamikleri bir siyasi harekete dönüştürmüştür. Erbakan, Milli Nizam Partisi’nden beri CHP’nin suni laiklik ilkesi ile mücadele etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nde inanç ve değerleri korumuştur. Ayrıca CHP’nin yıllarca muhafazakar toplumun inanç ve değerlerine olan saldırılarına göğüs germiştir. Ancak CHP’nin, muhafazakar toplumun değerlerine karşı olan radikal bakışında herhangi bir değişim olmamasına ve ara ara birçok CHP’li yöneticinin inanca duyulan antipatiyi dile getirmesine karşın Saadet Partisi’nin bugünkü duruşu, partinin, Erbakan’ın oluşturduğu kuruluş felsefesinden kopuşunu resmetmektedir. Bu durum, Saadet’in, CHP’ye kamuflaj sağlamaktan başka bir rolünün olmadığını göstermektedir.
– DEMOKRAT PARTİ : Oy anlamında hiçbir katma değeri bulunmamasına karşın Merhum Başbakan Adnan Menderes’in partisinin ismi ile benzerliği nedeniyle masada bulunan yeni aktör.
DEVA PARTİSİ ve GELECEK PARTİSİ : AK Parti’yi parçalamak üzere oluşturulmak istenen iki yeni aktör. Özellikle Ahmet Davutoğlu, Suriye’de yaratmış olduğu bataklığı hükümete mal etmeye çalışmış; ancak toplum tarafından kabul görmemiştir.
– HDP : Marjinal sol kesimin partisi olmasına karşın; Kürt realitesi üzerinden siyasi hayatını sürdürmektedir. Savunduğu ideolojinin ekseriyetle inançlı ve muhafazakar Kürt toplumu ile hiçbir ilgisinin bulunmamasına karşın; ortağı CHP’nin ortaya çıkardığı birçok sorundan mütevellit Kürt sorunundan beslenerek, ideolojisini kamufle etmektedir. HDP, Kürt realitesinin hiçbir sorununu dert edinmemiş; aksine sorunu çıkaranlar ile her dönemde işbirliği içerisinde hareket etmiştir. Hatta Kürt realitesinin sorunlarının çözümü için hükümetin attığı adımlara engel olmak adına başta ’6-7 Ekim Kobani Olayları’ ve ‘ Hendek Olayları’na olan desteği ile bunu apaçık olarak ortaya koymuştur. HDP, ayrıca ortağı CHP’nin yarattığı Kürt sorununun başlangıç ve nedenlerinin tarihçesini toplumsal hafızalardan silmeye çalışarak; Kürt sorununun başlangıç ve nedenleri ile çözümsüzlüğünü hükümete mal etmeye çalışmaktadır.
Yeni dönemde de yeni aktörler ile ‘İttihad-ı Vatan’ olgusuna saldırı devam etmektedir. Dikkat edildiğinde yeni aktörler oluşturdukları blok ile ülke yönetimi için alternatif politikalar oluşturmaktan ziyade son dönemlerde kaosun tetikleyicisi durumunda, toplumda güvensizlik havası oluşturmaktadır. Bu güvensizlik politikasıyla, devlet ve toplum arasındaki bağın zayıflatılması hedeflenmektedir. Sömürgeci devletlerin özellikle Ortadoğu politikalarında uyguladığı bu sistem artık koro halinde yeni aktörlerin söylemlerinde apaçık olarak görülmektedir.
karahan@resithanhukuk.com
Türkiye Mısır ilişkilerinin son yüz yılı
Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak / Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rusya’ya uygulanan ambargolar Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’nun jeopolitik önemini...
26 Nisan 2023 Çarşamba 18:21
Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak / Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Rusya’ya uygulanan ambargolar Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’nun jeopolitik önemini yeniden belirledi. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin sınırları petrol sahalarının dışında kaldı. Günümüzde Türkiye ve Mısır’a dayatılan Sevilla haritası baz alınarak yapılan deniz sınırları aynı mantığın ürünüdür.
Türkiye ve Mısır arasındaki ilişkiler siyasî ve kültürel açıdan derin bir tarihe sahiptir. İlk yazılı uluslararası barış antlaşması olan Kadeş Antlaşması M.Ö. 1274 yılında Anadolu’daki Hitit Devleti ile Mısır arasında imzalandı. Mısır’da tapınak duvarlarındaki bu antlaşmanın kil tabletteki bir nüshası İstanbul Arkeoloji Müzesindedir. Türkiye’deki nüshanın büyütülmüş bir kopyası New York’taki BM binasına asılmıştır.
Türkiye ve Mısır tarihte olduğu gibi bugün de Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de önemli güçlerdir. İki ülke arasında coğrafya birliğinden başka kültür ve medeniyet değerleri de ortaktır. Bugün kültürden sanata, askeriyeden eğitime kadar birçok alanda Mısır’da Türk, Türkiye’de ise Mısır etkilerini tespit etmek mümkündür. 19. Yüzyılda Mısır’da Mehmet Ali Paşa’nın reformları II. Mahmut tarafından yapılan reformlarla ortak noktalara sahiptir.
20. yüzyılın başlarına kadar Türkiye ile Mısır, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki geniş bir bölgeye hükmeden Osmanlı İmparatorluğu’nun birer parçasıydı. Birinci Dünya Savaşı iki ülkeyi de İngilizlere karşı bir bağımsızlık mücadelesi vermeye sevk etti. Türkiye İstiklali için savaşırken 1882′den itibaren İngiliz işgali altındaki Mısır siyasal açıdan tam bağımsız olmak istiyordu. 1921 yılında Mısır Kızılayı Mısır halkından topladığı maddi yardımları göndererek Türk İstiklal harbine destek oldu. Türkiye’nin İstiklal Harbini kazanması Mısır’da büyük bir sevinçle karşılandı. Zira Türkiye’nin zaferi Mısır’ı işgal eden güçlerden Fransız ve İngilizler gibi batılı güçler karşısında elde edilmişti. 1922′de Mısır, İngiliz himayesinde kalmasına rağmen, İngiliz yönetiminden kısmi bağımsızlık kazandı ve egemen bir devlet haline geldi.
1923′te Türkiye Cumhuriyeti Lozan Antlaşmasıyla Mısır üzerinde hak iddia etmeyerek adeta bu ülkenin bağımsızlığını tanıdı.
Diplomatik ilişkilerinkurulması
Hilafetin kaldırılması Mısır’da Türkiye karşıtı kampanyaların önünü açtı. Mısır Kralı bu unvanı üzerine alma çalışmalarına girişti. Olumsuz görünen havaya rağmen, 1926 yılında iki ülke karşılıklı büyükelçiler ataması yaparak diplomatik ilişkileri başlattı. Mısır’ın kısmen İngiliz himayesi statüsünden dolayı diplomatik ilişkiler sınırlı düzeyde kaldı. Ancak iki ülke arasında bazı kültürel ve ekonomik ilişkiler başladı. 1926 yılında iki ülke arasında imzalanan ticaret antlaşması geçici nitelikte olsa da sürdürüldü.
Türkiye’deki Cumhuriyet devrinde başlatılan reformlar Mısır’da bazı kesimlerin tepkisine neden olmakla birlikte modernleşme taraftarlarınca ilgiyle izlendi.
Cumhuriyet Halk Fırkası 8 Ağustos 1928′de Sarayburnu’nda bir konser düzenledi. Burada Mısırlı ünlü şarkıcı Müniretü’l Mehdiye (1884-1965) de sahne aldı. Mustafa Kemal Paşa’nın Dolmabahçe’de verdiği resepsiyona katıldı. Mısır’da sahnelerin sultanı diye anılan Münire İstanbul halkı ve CHF ileri gelenlerini Mısır müziğiyle tanıştırdı.
1930′larda hem Türkiye hem de Mısır önemli siyasi ve sosyal değişimler yaşıyordu. Türkiye’de Mustafa Kemal Atatürk, ülkeyi modernleştirmeyi ve laik bir devlet oluşturmayı amaçlayan kapsamlı reformlar başlattı. Mısır’da ise milliyetçiler, İngiltere’ye karşı tam bağımsızlık hedefiyle dalga dalga büyüyordu.
Fes krizi
1932 yılında Atatürk’ün verdiği resepsiyona fesli olarak katılan Mısır Büyükelçisi Abdülmelik Hamza Bey fesin Türkiye’de yasak olduğuna dair uyarılınca diplomatik kriz ortaya çıktı. Türkiye’nin sağduyulu diplomatik yaklaşımı ile kriz kontrol altına alındıktan bir ay sonra Mısır iç siyasetindeki gelişmeler yüzünden kriz tekrar tırmandı. İngiltere’nin Kahire ve Ankara’daki temsilcilerinin arabulucuk yapmasıyla sorun iki ay sonra çözüldü.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde ilişkiler normalleşmeye döndü. İtalya’nın Akdeniz’deki saldırgan tutumu bunda etkili oldu. 1934′te İtalya’da yapılan Faşist Kongre’de Mussolini Küçük Asya ve Afrika’da tarihi emelleri olduğunu ilan etti. Doğal olarak bu yayılmacı hedefler Ankara ve Kahire’yi teyakkuza geçirdi.
1936′da Mısır, İngiltere ile anlaşma yaparak tam bağımsızlık kazandı. Mısır’daki İngiliz askeri birlikleri tamamen çekilecek ancak Süveyş Kanalı’nı koruyan birlikler kalacaktı. Mısır’ın tam bağımsızlığını kısıtlayan bu durum 1956 Süveyş Krizinde Nasır’ın kazandığı diplomatik başarıya kadar devam etti.
1937 Dostluk Antlaşması
1936′da Kral Fuad ölünce yerine geçen Kral Faruk’u Atatürk tebrik edince diplomatik ilişkilerdeki soğukluk büyük ölçüde kalktı. 7 Nisan 1937′de Türkiye-Mısır Dostluk Antlaşması, ikamet antlaşması ve tabiiyet sözleşmesi yapıldı. Mısır’ın Milletler Cemiyeti üyesi olmasına Türkiye destek verdi.
II. Dünya Savaşı sırasında hem Türkiye hem de Mısır, Müttefik güçler için stratejik olarak önemli hale geldi. Türkiye savaşın büyük bölümünde tarafsız kaldı. Mısır, Kuzey Afrika’daki Müttefik operasyonları için kilit bir üs haline geldi.
Savaştan sonra, Türkiye ve Mısır Birleşmiş Milletler’in kurucu üyeleri oldu. Ancak Mısır’ın İngiltere ile ilişkisi gergin kaldı ve 1952′de Cemal Abdülnasır liderliğindeki bir grup subay darbe düzenleyerek Mısır monarşisini devirdi. Mısır 1953′te cumhuriyet rejimine geçti. Bu olay Mısır tarihinde önemli bir dönüm noktasıydı ve Mısır’ın Türkiye dahil diğer ülkelerle ilişkilerine yansımaları oldu.
Soğuk Savaş sürecinde Sovyet lideri Stalin’in Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit etmesi Ankara’yı batı yanlısı dış politika izlemeye sevk etti. Sovyetler tarafından desteklenen Ortadoğu’daki Arap ülkeleri ve Mısır’la ilişkiler ikinci planda kaldı. Çünkü Soğuk Savaş sürecinde Ortadoğu ülkeleri ABD ile SSCB arasında yoğun bir nüfuz mücadelesi alanı oldu. Türkiye komşusu olan SSCB ile ilişkilerini tamamen koparmadığı gibi Ortadoğu ülkeleriyle de dengeli ilişkiler kurmaya çalıştı. Bu dengeli politik yaklaşımı Türkiye’yi bölgesel gerilimlerden bir müddet uzak tutmaya yarasa da Mısır ile bazı gerilimlerin yaşanmasını engelleyemedi.
1954 Emine Tugay Krizi
Türkiye’nin dış politikası Ortadoğu’daki Arap ülkelerinden farklı bir yönde ilerledi. Türkiye’nin İsrail’i tanıması, Sadabat Paktı ve Bağdat Paktı’ndaki tutumu Mısır ile ilişkilerini etkiledi.
Mısır’daki Hür Subaylar darbesi, bölgesel meseleler konusunda Türkiye ve Mısır’ın dikkatli politikalar izlediği bir devirde gerçekleşti. Mısır’daki askeri rejim, yönetimini meşrulaştırmak ve ihtilaflı konuları sınırlı tutmak amacıyla batıya sempatik mesajlar verdi. Türkiye de yeni rejim sayesinde Mısır monarşisi ile yaşanan sorunları geride bırakıp ilişkilerde beyaz sayfa açma beklentisi vardı. Türkiye, bu yeni Mısır rejimiyle ilişkilerini geliştirmeyi umuyordu. Mısır’da cumhuriyetin ilanı Türkiye’de yakından takip edildi. Mısır rejiminin sözcüleri Türk Ordusu ve Mustafa Kemal’in liderliğini överek sıcak mesajlar verdi. Bu, iki ülke arasında kısa süreli bir yakınlaşmaya neden oldu, ta ki 1954′teki Tugay Olayı diplomatik ilişkilerde bir kırılmaya neden olana kadar.
Kahire’deki Türk Büyükelçisi Fuad Tugay’ın devrilen Mısır hanedanı ile aile bağları Mısır basınında tenkit edildi. 1954 yılındaki bir resepsiyonda Büyükelçi’nin eşi Nasır’a tepkisini açıkça belirtince diplomatik ilişkilerde ciddi bir kırılmaya neden oldu. Menderes’in Nasır’la uzlaşmak için sergilediği çabalar boşa çıktı. Bu nedenle, Nasır liderliğindeki askeri yönetimin ikili ilişkiler üzerindeki etkisi kısa vadeli yakınlaşmadan sonra yerini uzun vadeli uzaklaşmaya bıraktı. Nasır’ın karizmatik ve etkili liderliğine ve Mısır’ın bölgesel siyasetteki önemli rolüne karşı bir liderlik mücadelesi oldu. Nasır’ın karizması 1967 savaşıyla bile yok olması.
Mısır’ın gelenekselgücü
Mısır’da geleneksel olarak iki temel örgütlü kuvvet vardır. Bunlardan birincisi olan ordunun gücü Amr b. As ve Tolunoğlu Ahmet zamanına kadar uzanan tarihi bir derinliğe sahiptir. İkincisi olan Ezher Üniversitesi’nin manevi otoritesi ise Fatımiler devrine kadar geri gider. Nasır ise ordunun gücünü tekrar tahkim etti.Nasır devrinden başlayarak Mısır, Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek’in de bulunduğu bir dizi asker kökenli karizmatik liderler tarafından yönetildi. Bu dönemde Mısır, kamulaştırma ve sosyalist politikaların benimsenmesi dahil olmak üzere önemli siyasi ve ekonomik değişiklikler geçirdi.
Nasır rejiminin ilk yıllarında Mısır, Arap ülkelerini birleştirmeyi ve Arap milliyetçiliğini teşvik etmeyi amaçlayan bir Pan-Arabizm politikası izledi. Bu politika, Mısır’ı NATO üyesi ve ABD ile yakın bağları olan Türkiye de dahil olmak üzere Batılı güçlerle sık sık karşı karşıya getiriyordu.
1960′larda, her iki ülke de diplomatik ve ekonomik ortaklıklarını çeşitlendirmeye çalışırken, Türkiye ve Mısır ikili ilişkilerini geliştirmeye başladı. iki ülke arasında akademik ve kültürel alışverişi teşvik etmeyi amaçlayan bir kültürel açılımlar yapılmayı çalışıldı. 1967 Mısır-İsrail savaşında Türkiye Mısır lehinde mesajlar verdi. Ancak 1970′lerde, özellikle Arap-İsrail ihtilafı ile ilgili konularda Türkiye ile Mısır arasındaki gerilimler ortaya çıktı. 1979′da Mısır’ın İsrail’le barış anlaşması imzalaması, Kahire yönetiminin birçok Arap ülkesiyle ilişkilerinin kopmasına neden oldu.
Yakınlaşma devri: 1982-1992
1980′lerde Türkiye ve Mısır ikili ilişkilerini geliştirmeye başladı ve iki ülke ticaret, turizm ve kültürel değişime ilişkin çeşitli anlaşmalar imzaladı.
1990′larda, Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkiler, İsrail’e yönelik eleştiriler nedeniyle gerilimliydi. Ancak, 1996 yılında, Türkiye, İsrail ile ikili askeri işbirliği anlaşması imzaladıktan sonra Mısır, Türkiye ile işbirliği konusunda daha istekli hale geldi.
2000′li yılların başlarında, Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkiler daha da iyileşti ve iki ülke arasında turizm, ticaret ve yatırım alanlarında işbirliği arttı. Ancak, 2011 yılında Mısır’da gerçekleşen devrim ve ardından ülke içindeki siyasi istikrarsızlık nedeniyle ilişkiler bir kez daha gerildi. 2013 yılında Mısır’da askeri darbe gerçekleşti ve Türkiye, bunu kınadı. Bu olay, Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilerin yeniden gerilmesine neden oldu ve iki ülke arasında diplomatik ilişkiler kesildi. Ancak, 2021 yılında Türkiye ve Mısır arasında yapılan görüşmeler sonucunda diplomatik ilişkiler yeniden tesis edildi ve ilişkilerin yeniden normalleşmesi umut edilmeye başlandı.
İlişkileri gerenfaktörler
Saddam Hüseyin Irak’ı Ağustos 1990′da Kuveyt’i işgal ettiğinde, Türkiye ve Mısır başlangıçta krize farklı yaklaşımlar benimsedi. Saddam’ın saldırganlığını potansiyel bir tehdit olarak gören Türkiye, uluslararası toplumun Kuveyt’i işgalden kurtarma çabalarına hemen destek verdi. Buna karşılık, Irak ile uzun süredir devam eden bağları olan Mısır, krize diplomatik bir çözüm bulmak için arabuluculuk yapmaya çalıştı ve askeri müdahaleyi destekleme konusunda isteksizdi.
Türkiye ve Mısır’ın Körfez Krizi’ndeki farklı tutumları ikili ilişkileri gerdi. Türkiye, Mısır’ın uluslararası koalisyona destek vermediğini öne sürerek Kahire’yi eleştirdi. Buna karşılık Mısır, Türkiye’yi ABD’yi aşırı derecede desteklemekle suçladı ve krizi çözmenin en iyi yolunun diplomatik çözüm olduğunu savundu.
Bu farklılıklara rağmen Türkiye ve Mısır diplomatik bağlarını koparmamış, iki ülke arasındaki iletişimi sürdürmek için bazı girişimlerde bulunulmuştur. Örneğin, Ekim 1990′da Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Kahire’deki Arap zirvesi sırasında Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek ile bir araya geldi. Ne kadar ilerleme kaydedildiği belli olmasa da iki liderin Körfez Krizini çözmenin yollarını tartıştığı bildirildi.
Uluslararası koalisyonun Kuveyt’e askeri müdahalesi kesinleşince Mısır pozisyonunu değiştirmeye başladı ve Birleşmiş Milletler tarafından yetkilendirilen güç kullanımına destek verdi. Kasım 1990′da Mısır, Suudi Arabistan’a asker ve teçhizat göndererek koalisyonun Körfez’deki askeri yığınağına katıldı. Türkiye de operasyon için hava sahası ve askeri üslerinin kullanılmasına izin vererek koalisyonun çabalarına katkıda bulundu. Başlangıçtaki farklılıklara rağmen, Türkiye ve Mısır diplomatik bağlarını sürdürdüler ve koalisyonun Kuveyt’i özgürleştirme çabalarına katkıda bulundular.
Ortak çıkarlar
Son yıllarda Doğu Akdeniz’de Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkiler, çeşitli siyasi ve ekonomik faktörler nedeniyle gergin süreçler yaşadı.
2013 yılında Mısır ordusu, Türkiye’nin iktidardaki AK Parti ile yakın bağları olan, demokratik yollarla seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi hükümetini devirdi. Türkiye darbeyi şiddetle kınadı bu da iki ülke arasındaki ilişkilerin soğumasına yol açtı.
Bir diğer gerilim kaynağı da Doğu Akdeniz’deki deniz sınırları ve gaz arama konusundaki anlaşmazlık oldu. Türkiye bölgede doğal gaz arama hakkını savunuyor, ancak Mısır Sevilla haritasını baz alan Yunanistan ve GKRK ile birlikte, hareket ediyor. Ancak Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de en uzun kıyılara sahip iki ülke olarak hiçbir ülkenin münhasır ekonomik bölgelerini ihlal etmeden uzlaşma önerisini Mısır da değerlendirmeye başladı.
Türkiye’nin Libya ile münhasır ekonomik bölge anlaşması yapması bölgedeki diğer aktörlerin tepkisini çektiği gibi Mısır’ı da kaygılandırdı. Bu kaygıları gidermek amacıyla Türkiye birkaç yıldır sıcak mesajlar verdi. Semih Şükrü yüzyılın felaketi olan deprem sebebiyle Türkiye’ye 27 Şubat’ta bir destek ve dayanışma ziyareti gerçekleştirdi. 11 yıl aradan sonra 18 Mart’ta Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Mısırlı mevkidaşı Semih Şükrü ile Kahire’de görüştü. Ardından 13 Nisan’da Semih Şükrü Ankara’ya geldi.
Görüşmelerde Doğu Akdeniz’deki ekonomik bağları geliştirme ve gerilimi azaltma yolları ele alındı.
Türkiye ile Mısır’ın ilişkilerini geliştirmesi Atina yönetimini derinden endişelendirdi. Zira, oldu-bitti yaparak Doğu Akdeniz’de kıyısı olmamasına rağmen birtakım haksız talepler öne süren Yunanistan’ın tutarsızlığı ortaya çıkmaktadır. Doğu Akdeniz’deki deniz egemenlik alanlarının tespiti konusunda Mısır da kendi çıkarlarını iyice belirleyerek nihai olarak nasıl bir anlaşma yapacağına karar verecektir. Sevilla haritaları baz alınarak yapılan anlaşmalar sadece Yunanistan ve GKRK’ne avantaj sağlıyor. Türkiye’nin katılmadığı mevcut anlaşmalar bu haliyle kalırsa İsrail 4.600 kilometrekare, Lübnan 3.957 kilometrekare, Mısır ise 21.500 kilometrekare deniz yetki alanını kaybetmiş olacaktır. Türkiye’nin kaybı ise bunlardan daha fazladır. Dolayısıyla uluslararası hukuka ve hakkaniyete uygun yeni ikili ve çok taraflı antlaşmalar yapmak Doğu Akdeniz’de kıyısı olan tüm ülkelerin menfaatinedir.
İlişkilerin geleceği
Türkiye ve Mısır açısından Doğu Akdeniz’in reel-politiği iki ülkenin yakın ilişkiler içinde olmasını zorunlu kılmaktadır. Kısa vadede iki ülke arasında bölgedeki deniz egemenlik sınırlarını da kapsayan bir mutabakat sağlanması çok önemlidir. Küresel aktörlerin izlediği siyaset Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’e 100 yıldır barış getirmedi. 100 yıldır kaybedenler büyük ölçüde Arap ülkeleri oldu. Daha güçlü bir Mısır devletinin olması hem bölgenin hem de Türkiye’nin de çıkarınadır. Mısır, tarih boyunca bölgenin çekim merkezi oldu. Son yüzyılda Mısır Ortadoğu’da askeri ve ekonomik gücüyle öne çıkmakla birlikte, sinema, müzik, edebiyat ve sanat alanlarında tüm Arap ülkelerine liderlik etti. Türkiye ve Türkler Mısır’a hep dost bir ülke olarak baktı. Mısır Neyzen Tevfik, Mizancı Murat, Yozgatlı İhsan Efendi ve Mehmet Akif Ersoy gibi önemli şahsiyetlerin sığındığı dost bir yuva idi. Mısır şehirlerini süsleyen Memluk ve Osmanlı mimarisi ortak tarihi mirasın göstergeleridir. Mısır’daki bazı mahalle, cadde, sokak ve meydanlara verilen isimler ortak tarihi şahsiyetlerin adıdır. Türkiye ile Mısır’ın diplomatik ilişkilerini normalleştirmesi ekonomik ve siyasi açıdan olduğu kadar kültürel açıdan da çok önemlidir. Bundan tüm bölge ülkeleri ve halkları sayısız faydalar elde edecektir.
ABD’nin Yunanistan’daki yeni üsleri, İngiltere’nin Kıbrıs’taki üsleri, Fransa’nın GKRK ile yaptığı askeri anlaşmalar, Rusya’nın Suriye’deki üsleri ve Çin’in bölgedeki liman yatırımları Doğu Akdeniz’in önemini göstermektedir. Akdeniz dünyadaki gemi trafiğinin üçte birine sahiptir. Bunun önemli miktarı da Doğu Akdeniz bağlantılıdır.
Diğer yandan, Ukrayna Savaşı sebebiyle AB enerji kriziyle baş-başa kaldı. Rusya’ya uygulanan ambargolar Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’nun jeopolitik önemini yeniden belirledi. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin sınırları petrol sahalarının dışında kaldı. Günümüzde Türkiye ve Mısır’a dayatılan Sevilla haritası baz alınarak yapılan deniz sınırları aynı mantığın ürünüdür. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki deniz sınırlarını daraltan ve çıkarlarını yok sayan bu oyun bozulmalıdır. Bunun da önemli adımlarından biri Türkiye ile Mısır’ın yakın diplomatik ilişkiler kurmasıdır.
.
Melek yüzlü şeytanlar
İnsanlar geçmişlerine dönük bilinç kaybına uğrayabilir, tarihini unutup inkar edebilir, ama; tarih insanlığın hafızası olarak hiçbir şeyi unutmaz. O...
21 Ekim 2022 Cuma 10:47
İnsanlar geçmişlerine dönük bilinç kaybına uğrayabilir, tarihini unutup inkar edebilir, ama; tarih insanlığın hafızası olarak hiçbir şeyi unutmaz. O her zaman insanlığın aynası olmaya devam eder.
İnsanlık var oldukça geçmişin arkeolojik bulgu ve materyallerini toprak ana gibi bağrında saklamaya, ulu bir müze ve köklü bir kütüphane gibi onlara ev sahipliği yapmaya devam eder. Hak ve hakikatin izini izleyen kalemler, peşinde koşan yazarlar, düşünürler ve bilim adamları da tarih gibi unutmaz, çıplak ve yalın, tok sözlü ve direkt olarak hakikatin tercümanlığını yaparlar. Kişi ve toplumlar kendi gözlerini kapatmakla ancak kendi dünyalarını kendilerine zindan ederler.
Avrupa Birliği Dış İşleri Bakanı Josep Borrell AB Diplomasi Akademisinin (3 Ekim 2022) açılış konuşmasında, “Avrupa bizim kurduğumuz bir bahçedir. İnsanlığın inşa edebileceği, siyasi özgürlük, ekonomik refah ve sosyal uyumun en iyi bileşimi bu bahçede ortaya konuldu. Burada her şey tıkır tıkır işliyor. Dünyanın geri kalanı ise tam olarak bu bahçe gibi değil, çoğu bir ormandır ve bu orman bu bahçeyi istila edebilir. Bahçıvanlar onunla ilgilenmelidir. Ancak duvarlar örerek bahçeyi koruyamazlar. Güzel, küçük bir bahçenin duvarlarla çevrilmesi, ormanın içeriye doğru yayılmasını önlemek için çözüm değildir. Çünkü ormanın hızlı bir büyüme kapasitesi vardır. Bu duvarlar ise, bu bahçenin korunması için asla yeterli değildir.
Bahçıvanlar bu ormana gitmek ve onu kontrolleri altına almak zorundadırlar. Avrupalılar dünyanın geri kalanıyla çok, daha yakından ilgilenmek zorundadırlar. Aksi takdirde, dünyanın geri kalanı bizi farklı yollar ve araçlarla istila edecekler. Evet, bu benim size vereceğim en önemli mesajımdır. AB olarak Dünyanın geri kalanıyla çok daha fazla meşgul olmak zorundayız.”
Borell’in kısaca vermek istediği mesaj; İspanyol ataları gibi çalıp kaçırarak, kan ve kuru kelleler üzerine inşa ettikleri Avrupa bahçesinin dışında kalan ormanı işgal etmek, sömürmek, yeniden bıraktıkları yerden korsanlığa ve barbarlığa devam etmek. Bu konuşma, ‘’sömürgeci’’, ‘’kolonyalist’’, ‘’işgalci’’, ‘’ istilacı’’, ‘’ırkçı’’ ve ‘’ vahşette sınır tanımayan’’ batı emperyalizminin katliamlarını ve sömürgeci geçmişlerini hatırlatılıyor bize. Avrupalı diplomatlara köle tüccarı ataları gibi davranmalarını ve ormanı kontrol altına almaları önemle tavsiye ediliyor.
Dünyadaki sosyal medya kullanıcılarının de şiddetli tepkisine çeken bu konuşma Avrupa’nın içine düştüğü dar boğaz ve çıkmazın habercisidir. Çünkü Avrupa ne zaman dara düştü ise; çözümü hep yağmacılıkta ve sömürgecilikte aramıştır.
Başta ,1096 da Haçlı seferlerini ilan eden Papa II. Urban, o zaman ki Avrupa’yı açlık, kıtlık ve ekonomik krizinden kurtarmak için zengin Müslüman ülkeleri işgal edip yağmalamaya karar vererek, Avrupa’yı o günkü sefaletten kurtarmak istedi. Hıristiyanları motive edebilmek için Haçlı Seferlerine dini bir kutsallık kazandırdı, ‘’Kudüsü Müslümanların elinden kurtaracağız’’ sloganıyla yola çıktı. Haçlı seferleri başladığında Avrupa içlerinden kopup gelen Haçlı sürüleri Bizans’a gelinceye kadar yolları üzerindeki bütün hıristiyan şehir ve köylerini yağmaladılar. Anadolu’da yaptıkları zulümler, katliam ve barbarlıklar ise, hala milletimizin hafızasında yaşıyor.
Batılılar Amerikan kıtasının işgal ettikten sonra oradaki yerli halkların hazinelerini çalıp kendi ülkelerine getirerek zenginleştiler. Bunun için oralarda yapmadıkları insanlık dışı vahşet ve soy kırımı kalmadı. Avrupalıların Afrika ve Asya’yı sömürme sırasındaki zulüm ve işkenceleri hala devam ediyor. Şimdi bile Afrikalılar batılıların gözünde eğlence, spor ve seks objesinden başka bir değeri olmayan, haraç mezat alınıp satılan mal gibidir. Evlerindeki besledikleri kedi ve köpekler onlardan daha kıymetli, üstün ve değerli varlıklardır.
Birinci ve 2. Dünya savaşlarının sebepleri daralan ekonomiler, kaybedilen pazarlar, kabettikleri ham madde kaynakları, sıkışan ekonomileri ve iflas eden sistemleri değil miydi? Bu hırs batıya 100 milyon insanın ölmesi, bir o kadarının sakat kalması, milyarlarca zarar, ziyan ve yıkıma mal olmasına yol açtı.
Batı medeniyeti masum yüzlü bir şeytandır. Borell’ in mesajı, “ırkçı ve sömürgeci batıyı” içine düştüğü lüks, rahat, uyku ve uyuşukluktan uyandırmayı yönelikken, ormanda yaşayan insanlar da, tarihlerini hatırlatan parmak sallamayla karışık bir meydan okumaydı.
Borell, ormanların tekrar işgal edilip yağmalanmasıyla Avrupa’nın içine düştüğü krizden çıkabileceğini zannediyor. Korsanlık ve yağmacılıkla tescilli tarihine rağmen Avrupa Dış İşleri Bakanının bu pervasız tutumu bir işaret fişeği idi.
ABD işgal ve baskısı altında nefes bile alamayan AB Rusya Ukrayna savaşıyla zirveye tırmanan ekonomik krizi yeni bir haçlı seferi ile mi çözmeyi düşünüyor? Yoksa, yeniden Asya’yı Afrikayı işgal ve talan ederek, yine oluk oluk kan dökerek dünyanın en modern ve ilerici, en demokratik ülkesi olma tacını giyerek NOBEL’ e aday mı olmak istiyor?
Son yıllarda Amerika’nın ve AB’ ın Yunan, Rum, Ermeni ve PKK piyonlarını Türkiye’ye karşı kışkırtmaları, hep birlikte uyguladıkları silah ambargoları, etrafımızı çepeçevre askeri üstlerle donatmaları bir tehdit koridoru oluşturmaları aynı emperyalist mantığın yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
Borell, bu önemli mesajında Batının şuuraltı niyetini okudur. Ormandakiler ve batılılarca o ormanın bir parçası olarak görülen Türkiye gafil avlanmamak, her an olabilecek süprizlere hazırlanmak zorundadır. Bu demektir ki, milletimizi ve devletimizi yeni bir ‘’Kut’ul Emare’’, ‘’Çanakkale’’ ve ‘’İstiklal mücadelesi’’ beklemektedir.
Arif Altunbaş, Haber 7
.
Çanakkale ruhuyla dik durmak
Arkasına ABD ve Fransa gibi bazı emperyalist ülkeleri alarak Ege ve Akdeniz’i bir barut fıçısı haline getirmek için her...
10 Eylül 2022 Cumartesi 10:14
Arkasına ABD ve Fransa gibi bazı emperyalist ülkeleri alarak Ege ve Akdeniz’i bir barut fıçısı haline getirmek için her türlü yol, provokasyon ve düşmanlığı deneyen Yunanistan Türkiye’nin bölgede global bir güç olmaması için BM, AB, NATO ve uluslararası alanlarda Türkiye düşmanlığına devam ediyor.
‘’Kıt’a Sahanlığı’’, ‘’FIR Hattı’’, ‘’Münhasır Bölgeler’’, ‘’Kıbrıs meselesi’’, ‘’Doğu Akdeniz’’, ‘’Libya Türkiye deniz yetki alanları’’, ‘’Petrol ve Gas arama sahaları ile araştırma gemilerimiz, Misak-i milli sınırlarımız içindeki Ege adalar gibi birçok konu bu krizin ana sebeplerini oluşturuyor.
Son günlerde Türk savaş uçaklarına yapılan S-300 füze kilitleme girişimi ve daha bunun gibi Türkiye Yunanistan arasında yıllardır süregelen bir sürü sorun Türkiye’nin uluslararası hukuk, aklıselim ve barışçıl çabalarından dolayı birçok çatışmayı önledi.
Girit Adasında konuşlanan Rus yapımı S-300 füzelerinin NATO görevi yapmakta olan F 16 savaş uçaklarımıza Yunan tarafından kilit atılması, Yunan savaş uçaklarının da aynı düşmanca tutumu izlemesi Türkiye tarafından uluslararası hukuka ve teammüllere göre apaçık bir düşmanlık ve saldırı olarak algılandı.
Bu durum Türkiye Yunanistan arasındaki gerginliği iyice arttırdı ve bardağı taşıran son damla oldu. Bile bile bir ülkenin egemenliğini çiğnemek sorumlu bir devlet anlayışından çok uzak bir tutum idi. Bundan sonra Yunanistan aynı şımarık ve düşmanca tutuma devam ederse; istenmeyen bir çatışma ve savaşı tetikleyebilir.
Savunma Bakanımız Akar aramızdaki tansiyonu tırmandıran Yunan tarafına en anlamlı bir uyarı dersini, ‘’Her zaman her yerde parolasıyla’’ görev yapan 113. Filo Komutanlığımızda verdi. Akar paşanın F 16 savaş uçağımız ile Kuzey Egede yaptığı özel uçuş Yunanistan’a diplomatik nezaketle, ama tavizsiz ve net olan Türkiye duruşunu gösterdi.
Uçuş sonrası Bakan Akar; ‘’Cin şişeden çıktı. Önümüzdeki dönemde milli muharip uçağımızı da, tankımızı da yapacağız. Bu konuda çalışmalarımız azimle, kararlılıkla devam ediyor’’ diye konuşan bakan Akar, bu arada, Yunanistan’a verdiği bu mesajla onun arkasında duran ABD, AB ve NATO ülkelerine de ciddi bir mesaj verdi.
Bundan sonra da aynı sorumsuz tutum ve şımarık davranışlar devam ederse; düşman tarafa misliyle karşılık verilecek anlamına gelen bu uyarı, Cumhurbaşkanımızın da Yunanistan’ın taşkınlıklarına hitaben; ‘’Şaka yamıyorum… Bir gece ansızın gelebiliriz.’’ demesi bu işin şakası olmadığının altını çizdi. Mavi vatanda Atina’nın atacağı herhangi yanlış bir adım ‘’Dananın kuyruğunu koparabilir.’’
Müttefikliğe, komşuluğa uymayan her düşmanca tutumun Türkiye’yi milli hak ve menfaatlerinden, alaka ve ilgi alanlarından geri adım attıramayacağını, kimseye verecek bir karış, toprağımız ve bir m2 denizimizin olmadığı herkese açıkça ilan edildi.
Durduk yere çıkarılan bu gerginliğin; Türkiye’nin ‘’ABD’den F 16 alımı, Mavi vatanda Türk uçaklarının uçmasının engellenmesi, egemenlik haklarımıza müdahale edilmesi, petrol arama gemilerimize şimdiden engel çıkarılması, Kıbrıs meselesi, AB Türkiye ilişkilerinin bozulması…’’ anlamına geldiğinin milletimiz farkında.
Daha düne kadar bizim olan 12 Adalar, BM’ nin üç daimi ve veto hakkına sahip başta; ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa ile, İtalya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Finlandiye arasında yapılan görüşme ile Türkiye’nin oluru ve imzası olmadan 10 Şubat 1947 de Paris Anlaşmasıyla Yunanistan’a verilmesinin tarihi süreç ve Lozan Anlaşmasına zıt bir durumdur. Misak-i Milli sınırlarımız egemenlik sınırlarımız içinde olduğu bir gün mutlaka gündeme gelecektir.
Öteden beri süregelen Yunan tahrikleri askeri, ekonomik stratejik bir şah oyunu ve Türkiye’ nin elini kolunu bağlama ve onu köşeye sıkıştırmaya dönük eski bir Bizans entrika ve Haçlı taktiğidir. Türkiye bunun farkındadır. Pozisyonunu da ona göre almaktadır. Kılıçaslan, Fatih, yavuz ve Kanuni’nin çocukları bu Bizans ayak oyunlarının pekala bilir.
F 16 ile Çanakkale şehitleri üzerinden uçarken Bakan Akar paşanın, ‘’Çanakkale ruhuyla milletimizin hak, menfaat ve alakasını her ne pahasına olursa olsun savunacağız’’ yurdumuzun ve ordumuzun da ne durum ve konumda olması gerektiği konusunda gerekli sinyali verdi. Anlayana sivri Sinek saz…
Dışarıdan, ABD ve Fransa Yunanistan’ı gaz’a getirip kışkırtarak, içteki ‘’Birbirine benzemezler çetesini’’ manipüle ederek, Cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan ve ekibini saf dışı yapıp iktidardan düşürmek isteyen Haçlı batılıların içeride ve dışarıda kimlerle ne yapmak istediği milletimizce açık ve net olarak görülmektedir.
Ülkemizde ABD ve Avrupa ülkeleri tarafından fonlanarak Dolara kulluk yapan medya kuruluşları, medya patronları ve çalışanları hiçbir ülkede olmadığı...
16 Eylül 2022 Cuma 10:27
Ülkemizde ABD ve Avrupa ülkeleri tarafından fonlanarak Dolara kulluk yapan medya kuruluşları, medya patronları ve çalışanları hiçbir ülkede olmadığı kadar çoktur. Bunlar ‘’özgür’’, ’’tarafsız’’, ‘’bağımsız medya’’, ’’sanat’’ ve’’ gazetecilik’’ adıyla Türkiye ve İslam düşmanı devletler tarafından beslenerek onlar için tetikçilik yapıyorlar.
Bunları tanımak istiyorsanız: Başkan Tayyip Erdoğan, AK Parti, MHP ve Büyük Birlik Partisinin oluşturduğu Cumhur İttifakına karşı ve düşman olanlar olarak özetleyebiliriz. Bu düşmanlık askeri, siyasi, ekonomik, kültürel, coğrafi, tarihi ve medeniyet değerleri bağlamında milletimizin dününü, bugününü ve geleceğini hedef alan gayri nizami bir savaşın sadece medya ayağını oluşturuyor.
Askeri olarak; Kıbrıs’ta, Irak’ta, Kuzey Suriye’de, Libya’da, Karabağ’da, Doğu Akdeniz’de, Adalar (Ege) Deniz’inde, Karadeniz’de farklı zamanlarda, suni gündemlerle değişik isimler altında, Türkiye’nin çıkar ve menfaatleri gasp edilmek ve Türkiye’nin eli kolu, gözü, kulağı bağlanarak Anadolu kıtasına hapsedilmek isteniyor.
Satılmış medya organları ve onların tescilli çalışanlarının ortak hedefleri Erdoğan’ın ve Türkiye’nin liderliği meselesidir. Bunlar batılılardan milyonlarca dolar bağış adı altında para alarak düşmanlarımızın tetikçiliğini yapıyor.
Haçlılara karşı 1071 de açılan bayrağın altında bir yumruk gibi kenetlenen milletimizin savaşı bugün de, değişik adlarda ve cephelerde aynen sürüyor. Erdoğan’ın ve onu destekleyen Cumhur İttifakı parçalanırsa; Alpaslan ve Kılıçaslan ordusunun siyasi, askeri, ekonomik kanadı mağlup edilerek Türkiye yeniden Haçlılara ve onların izini izleyen yerli münafıklara teslim edilmek isteniyor.
Türkiye’de ve tüm İslam coğrafyasında Allah’ın kullarıyla doların kulları arasındaki Hak ve batıl mücadelesi bugün de hız kesmeden devam ediyor. Bu mücadele, bazen; Kıbrıs’ta, Suriye’de, Libya’da, Karabağ’da olduğu gibi savaş meydanlarında, bazen; IMF, Boykot, Dolar krizlerinde, ekonomik alanlarda, bazen; darbeler, anarşik olaylar, siyasi krizler çıkararak, bazen; devrimler masallarıyla kültür, eğitim, tarih ve ahlak alanlarında Haçlılarca fonlanan, siyasi ve askeri taraflarca sürdürülüyor. İhanetin her çeşidi ve türünü dışarıdan; düşmanlarımızca, içeriden; dönme fırıldaklar ve yerli münafıklarca yapıldığı görüyoruz.
Amerikadaki ‘’Chrest Foundation’’ vakfınca beslenen medya kuruluşları liste halinde yayınlandı. ABD’nin Irving şehrinde bulunan vakıf; 1) Türkçe yayın yapan ‘’Medyascope’’, ‘’tarafsız, ana akım haber yapımcılığı ve yayıncılığı’’ adı altında 2016′dan 2020 yılına kadar toplam 476 bin 720 dolar ‘’destek’’ alıyor. 2) ‘’Serbestiyet’’ internet sitesi, Partizan olmayan habercilik yaptığı için 50 bin dolar alıyor. ABD vesayetin öteki uzantları ise; 3) ‘’Bağımsız Gazetecilik Platformu P24’’, 4) ‘’Mezopotamya Vakfı’’,5) ‘’Anadolu Kültür Derneği’’, 6) ‘’Hrant Dink Vakfı’’, 7) ‘’Filmmor Kadın Kooperatifi’’,8) ‘’İstanbul Kültür Sanat Vakfı’’, 9) ‘’140 Journos’’, ‘10) ‘’Hafıza Merkezi’’, 11) ‘’Sivil Sayfalar’’, 12) ‘’Sabancı Üniversitesi’’, 13) ‘’Mekanda Adalet Derneği’’,14) ‘’Ekonomi ve Dış Politikalar Merkezi’’ (EDAM) ile 15) ‘’TESEV’’, 16) ‘’Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Vakfı’’ (TAPV), 17) ‘’Yurttaşlık Derneği’’ ve 18) ‘’Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’’ (DİSA)’’ bağış adıyla milyonlarca para alarak emperyalizmin kılıcını sallıyorlar.
Batılı emperyalistlerin Türkiye’deki fonladıkları medya kuruluşlarına yüzbinlerce dolar hibe verenler bunları babasının hayrına yapmıyor. Her alanda olduğu gibi medya cephesinde de ortalıkta ajanlık, provakatörlük yapan it sürüsü gibi satılmış kalemler var. Hükümet aleyhine yaptığı videolar ve Kemal Kılıçdaroğlu güzellemeleri ile Türkiye’de faaliyet yapan ABD beslemesi ‘’140Journos’’ kanalı gibi size tanıdık gelen bir çok kurum ve kuruluş dışarıdan destek ve yardım alarak bu faaliyetlerini yürütüyorlar.
Kalemleri vesayet altına alınan yazarlar, medya kuruluşları bu ilan edilenlerden ibaret değil elbette. Bu Aysberk’in su yüzündeki görünen bir kısmı. Sadece Wagner’in paralı askerleriyle karşı karşı değiliz yani. Basın, medya, siyaset, ticaret, sanat edebiyat, kültür gibi her alanda ve cephede emperyalizmin paralı askerleriyle çetin bir savaş halindeyiz.
En tehlikeli ve en büyük rakiplerimiz ülkemizin içinde emperyalistlerin destek ve yardımlarıyla çöreklenmiş kör yılanlar. Yani; aklını, kalemini, kelamını, fikir ve düşünce namusunu ABD’ye teslim etmiş olanlar.
Bizim siyasette de, ticarette de, ekonomide de, medyada da, kültür ve sanatta da göğüs göğüse savaştığımız insanlar bizden görünen ama bizim azılı düşmanlarımız olan yerli münafıklardır. ‘’Onların kalplerinde hastalık (şüphe ve şehvet) vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemeleri/Yalanlamaları nedeniyle onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onlara: ’’Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” denildiğinde: “Biz sadece ıslah edicileriz.” derler. Dikkat edin! Onlar bozguncuların ta kendileridirler. Lakin farkında değillerdir. Sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler. (Böyle oldukları için de) onlar (imana) geri dönmezler. (1)
‘’Münafık iki sürü arasında gidip gelen şaşkın bir koyun gibidir. Münafığın alameti üçtür; konuştuğu zaman yalan söyler, söz verince sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete ihanet eder’’’’ (2)
Sessizce düşünün! Bu hadis Size hangi siyasetçiyi ve partiyi hatırlatıyor?
Arif Altunbaş, Haber 7
.
Balkan Savaşları Haçlı ve Yunan zulmünü unutmayacağız!
Her fırsatta Osmanlı’yı karalayan Atalarımız ve tarihimizin düşmanlığını yapan CHP’li yöneticilerin laf edemediği tek şey emperyalis ülkelerin ve onların...
17 Eylül 2022 Cumartesi 7:40
Her fırsatta Osmanlı’yı karalayan Atalarımız ve tarihimizin düşmanlığını yapan CHP’li yöneticilerin laf edemediği tek şey emperyalis ülkelerin ve onların işgalci Yunanistan ve Ermenistan gibi vahşetleridir. Burada bu zulümden bazı fotoğraflar sergiliyerek düşmanlarımızın tarihte bize ne yaptıkları, bugün ne yapmakta olduklarını hatırlatmak istiyoruz.
Tarihin her döneminde Yunanistan‘ın, Türk milletine karşı düşmanca bir tavır içerisinde yer aldığını görüyoruz.
Dünyaca ünlü tarihçiler milletimizin farklılıklara saygı anlayışını her zaman takdirle karşılıyor.
Tarihçi McCarthy’ye göre 1821 Yunan İhtilali ileriki yıllarda Balkan ihtilallerine de örnek ve öncülük oluşturdu. Milli bağımsızlık savaşı amacıyla Balkanlardaki Türk nüfusunu topraklarından atma geleneği 1877-1878, 1912-1913 ve 1919-1923 savaşlarında çok zalimane bir şekilde tekrarlandı.
Türklere duyulan nefret onların öldürülmelerinde gerekçe oldu. McCarthy ayrıca Balkanlar’ı, burada yaşanan ve Yunanlar tarafından katledilip sürülen Türklerin yurdu olarak tanımlarken Türklerin katledilmesinin arkasında Osmanlı hoşgörüsünün olduğunu kaleme aldı.
McCarthy : “Osmanlılar Hıristiyanları topraklarından sürmemiş, onların dillerini, geleneklerini ve dinlerini muhafaza etmelerine izin vermişlerdi fakat 15. yüzyıl Türkleri hoşgörülü olmasaydı, 19. yüzyıl Türkleri yurtlarında kalmaya devam edebilerdi.”
”BALKAN VE YUNAN KATLİAMLAR IRK HARBİYDİ VE ÖYLE DE OLDU” Balkan savaşları başlamadan önce bölgenin nüfusu etnik ve dini açıdan çeşitlilik göstermesine rağmen Müslümanlar en büyük nüfusa sahip tek din grubuydu. Öyle ki 1911 nüfus sayımında Selanik’te 605 bin Müslüman, 398 bin Rum yaşamaktaydı.
Balkan savaşlarında yapılan katliamlar o yıllarda ırk harpleri denilen cinstendi. Balkan müttefikleri Türk ve Müslümanlara yönelik sıkı bir katliama girişti. Bu müttefiklerden Yunanistan, Pratişva kazasındaki Türklerin hepsini Kasrub akarsu vadisine götürüp orada katletti ve yaptıklarının delili olarak cesetleri ortada bıraktı.
AKILALMAZ VAHŞET
Doç. Dr. Nebahat Oran Arslan ve Dr. Fadimana Fidan “Balkan savaşları sonrasında Yunanistan‘da kalan Türk esirler meselesi” çalışmasında Yunan mezalimine dair önemli tespitler yapıyor: “Yerli ve yabancı gazeteler Yunanlıların yaptığı mezalimden bahsediyordu. Hatta Rum gazeteleri bile vahşeti gözler önüne sermekten kendini alamamıştı.
Gazetelerde Yunanlı askerler tarafından Makedonya’da yaşlı erkeklerin kulak, burun ve kafalarının kesildiği, kadın ve kızlara tecavüz edildiği, ellerine geçirdikleri asker, memur ve mülki amirleri esir kamplarına gönderdiği bilgileri yer alıyordu. Yunan askerleri öldürdükleri sivil ve askerleri sokak ortasında bırakıyorlardı.
Bu şekilde halkın korkmalarını sağlayarak kendilerine mukavemet etmelerini önlemeye çalışıyorlardı. Kendi dinlerini yaşamakta her zaman serbest bırakılmış Yunanlı din görevlileri dahi; imamları ve dervişleri katletmekten geri durmuyorlardı.
Evlerinde bir güç gibi duran erkeklerin olmayışı çevrede art niyetli kişilerin türemesine neden oluyordu. Böylece erkek olmayan evlere saldırılar oluyordu. Evde bulunan değerli eşyalar gasp edilmekte, kadın ve kızlar kaçırılmaktaydı. Aileler bu yüzden Harbiye Nezaret-i Celilesi’ne sürekli mektup göndererek şikâyetlerini bildiriyorlardı.”
20 BİN TÜRK’TEN 13 BİNİ KALDI
Yunanların Balkan Harbi’nin başlarında Türk ve Müslümanlara yaptığı zulüm ve yağma Rus devlet arşivlerinde yer alıyor. Yrd. Doç. Dr. Hasan Demiroğlu’nun Rus arşiv belgeleri üzerinde yaptığı çalışmaya göre Yunan mezalimi sınır tanımıyordu: “Yunanlılar savaş şartlarını da fırsat bilerek bilhassa Türkleri cezalandırmak için sözde gerekçeler üretir olmuşlardır.
Bunun en açık örneği Pravişa şehrinde görülmüştür. Yunan papaz Nikola ve Yunan Kostaki Faniço, Kostaki Likidi, Anastas Nikola, Dimitri Aleksandır, Panayotaki Kara Georgi, Doktor Georgi, Vasil Papa Aristidi, Eczacı Yanko Petridi, Kasaba doktoru Angeli, Bakkal Kiriaku ve Nikola Patridu bir komisyon oluşturmuşlardır. Bu komisyon Yunan kilisesi tarafından onaylanan ölüm cezalarını gerçekleştirmekteydi.
Verilen ölüm cezalarını ise bazı durumlarda Bulgar Voyvoda Bayçev uygulamaktaydı. Bu komisyon Yunan kilisesinin emri altındaki Yunanlılardan oluşuyor ve tüm Yunan köylerine emir veriyordu. Pravişa şehrindeki 20 bin Türk’ten geriye sadece 13 bini kalmıştır. 7 bin Türk’ün akıbeti ise incelenen bu raporda gizlidir.”
ÇOCUKLARA ZEHİRLİ ŞEKER
Doç. Dr. Şeyma Büyüksavaş Kuran’ın “Balkan Savaşı Hikâyelerinden Yansıyan Çocuk ve Kadınlar” isimli çalışmasında, Türk çocuklarının nasıl öldürüldüğü şöyle anlatılıyor:
“Bütün bakkallar Türk çocuklarına şeker satarken içine selimani pastilleri karıştırıyor. Çocuklar da bu suretle derhal sancılanıyor, ölüyor. ‘Ne yapalım, kolera!’ denmektedir. Görüldüğü gibi çocukların biyolojik silah yöntemiyle öldürüldüğü, bir Yunan askerinin ağzından alaycı bir biçimde anlatılmıştı.”
HANİ NEREDE İNSANLIK
Ermeni gazeteci ve tarihçi Aram Andonyan ise Balkan Harbi Tarihi kitabında, “Hani nerede Hıristiyanlık ve insanlık belirtileri? Haç, merhametin sembolüdür, ama Rumlar kanla lekelediler onu. Talan, katliam, ırza geçme, korkunç oranlara yükseldi.Çeteler civar köylerdeki Müslümanlara yapmadıklarını koymadılar. Çok sayıda muhacir açlıktan ya da süngüyle öldü. Yunanlıların beslemeyi taahhüt ettikleri silahtan tecrit edilmiş Osmanlı askerlerinden çoğu keza açlıktan öldü” ifadeleri yer alıyor.
.
Hedefteki Türkiye
İslam ve Türkiye düşmanlarına karşı verdiğimiz mücadelede bizim ulu önderimiz tektir. O da; peygamberimiz ve liderimiz Hz. Muhammet’tir. ...
23 Eylül 2022 Cuma 15:10
İslam ve Türkiye düşmanlarına karşı verdiğimiz mücadelede bizim ulu önderimiz tektir. O da; peygamberimiz ve liderimiz Hz. Muhammet’tir.
Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya ve diğer ortaklarının amacı İslam dünyasının lideri konumunda olan Türkiye’yi kontrol ve baskı altına almak, böylece İslam ümmeti üzerindeki sömürü ve hegemonyalarını sürdürmektir.
Türkiye büyüyor, güçleniyor, birlik ve beraberlik ruhu içinde tarihi köklerine dönüyor, Zümrüt’ü Anka kuşu gibi kendi küllerinden yeniden diriliyor, tarihin akışını değiştirecek bir tarih yazmaya yürüyor. Bütün mesele bu. Bundan en çok rahatsız olanlar bize en çok dost görünen, müttefik bilinen NATO’ ve onun ülkemizdeki ikiyüzlü siyasi, askeri ve ekonomik uzantıları olan kurum kuruluş ve odaklardır.
NATO müttefiki (!) olan Türkiye’ye karşı ABD’nin Yunanistanı, Kıbrıs Rumlarını silahlandırıp Ege ve Akdenizde bize karşı kışkırtarak bir savaş bataklığına çekme tuzağı, güneyimizde PKK’nın türevleri olan ayrılıkçı gurupları eğitip, donatıp karşımıza dikmesi oyunu, doğumuzda Ermenistan ile Türkiye-Azerbaycan arasına fitne tohumları ekme gayreti hapis olunduğu cin şişesinde çıkan Türk milletini yeniden o şişeye sokma mücadelesinin sahaya yansımasıdır.
Bize karşı hem müttefik görünmeye, hem de rakip ve gizli bir düşman gibi davranmaya, çifte standartlı bir oyun sergilemeye çalışan ABD ile artık mesafemizi ayarlamaya ve ona göre konum ve durum alma zamanı çoktan gelip geçmiştir.
Artık bilinmelidir ki, emperyalist güçlerin dostları ve müttefikleri olmaz. Onların tek dost ve müttefikleri kendilerine, uşaklık ve kölelik yapanlar ile dini, kanı, ahlakı, karakteri, dünya görüşü ve aklı İslam ve Müslümanlarla birlikte olmayan yerli münafıklardır.
ABD eski Ulusal güvenlik başdanışmanı, ‘’Erdoğan ABD’nin Ortadoğu çıkarları için tehlikeli birisidir. ABD artık (Erdoğan’a karşı) gerekli adımları atmalıdır’’ derken Amerika ve müttefiklerinden de asla dost olmayacağını ifade ediyordu.
ABD FETÖ Paralel yapısını devreye sokarak ülkemizde 15 Temmuzda darbeye kalkışması, yüce milletin evlatlarının da sokağa dökülerek Amerika’nın piyonu olan ikiyüzlü darbecilere ve darbe sevicilere gerekli dersi vermesi ile milletimiz Haçlı işgal ve istilasına karşı şanlı bir direniş yapmış ve büyük bir zafer kazanmış idi.
7 Şubat, Gezi olayları, MİT Başkanını tutuklama girişimi, 17-25 Aralık Operasyonu, MİT TIR’ları meselesi, 15 Temmuz darbesi ve sonrasında ABD için derin bir düş kırıklığı oldu. ABD başkanı Biden’ in, ‘’Bundan sonra Erdoğan’ı darbe ile değil Türkiye’deki muhaliflere yardım ederek iktidardan düşüreceğiz’’ demesi ise; bugünkü Altı ayaklı muhalefet örümceğinin kimin eseri olduğunu ve kime hizmet ettiğini göstermektedir.
Biden’ in meselesi sadece Erdoğan’ı iktidardan düşürme meselesi değil, Türkiye’yi ABD’nin önünde diz çöktürme, ona el avuç açtırma, kendisine muhtaç edip yalvartma operasyonudur. Erdoğan başkanlığındaki Türkiye’nin Amerika’ya uşaklık yapmadığı, ona boyun eğmediği emperyalist güçleri ve onların Türkiye’deki temsilcileri parti ve ideoloji sapkınlarını deli divane edip uykularını kaçırıyor.
PKK’sıyla, Paralel yapısıyla, DHKP-C’siyle, CHP‘siyle, HDP’siyle, batıdan fonlanan medyasıyla, bitpazarına düşen yuvarlak masanın Bizans ayak oyunlarıyla Türkiye düşmanlığı ihanet cephesinde devam ediyor.
Bütün bunlara karşı istiklal ve istikbalimiz, Türkiye’nin sorunlarını kökten ve kesin olarak halletmek için batı emperyalistlerinin cahili medeniyet ve kültürlerin karşısına kendi sistem ve düzenimizi, kendi kurum ve müesseselerimizi dikmek zorundayız. Bu yolda başarı ve zafere ancak mücadele basamaklarını tırmana tırmana erişilir.
Allah, her Nemrudun ateşini söndürmek için bir İbrahim’i, her Firavun sihirbazlarını susturacak bir Musa’yı, her Kızıldeniz’i yaracak bir Asa’yı her çağda ve zamanda kendi yolunun izleyicilerine bir lütuf olarak göndermiştir. Bütün sorunların çözümü; vahyin izinden yürüyen ve vahyin amaçlarını gerçekleştiren İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed sav gibi Hak ve hakikatin yolunda olmak ve yürümekten ibarettir.
Bütün varlıkların ve varların içinde ulu bir Var, vardır. O, Rahman ve rahim olan Allah’tır. Bütün meselelerimizin özü; hakkıyla O’na inanmak, iman etmek, O’nun yolunda yürümek ve o yolda asker olmaktır. İslam ve Türkiye düşmanlarına karşı verdiğimiz mücadelede bizim ulu önderimiz tektir. O da; peygamberimiz ve liderimiz Hz. Muhammet’tir.
Yazık ki, 100 yıl öncesine hâlâ resmî tarih çarpıklığıyla bakılıyor.
Selahaddin E. ÇAKIRGİL,Star Gazetesi 9 Eylûl günü, İzmir’in 3,5 yıl süren Yunan İşgali‘nden kurtarılmasının 100. Yıldönümü’ydü. Birinci Ordu Kumandanı...
11 Eylül 2022 Pazar 8:26
Selahaddin E. ÇAKIRGİL,Star Gazetesi
9 Eylûl günü, İzmir’in 3,5 yıl süren Yunan İşgali‘nden kurtarılmasının 100. Yıldönümü’ydü.
Birinci Ordu Kumandanı Sakallı Nureddin Paşa komutasındaki askerlerimiz, bir yıldırım hızıyla gitmişlerdi İzmir’e.. Ama, M. Kemal Paşa, İzmir’e zafer girişini başkumandan sıfatıyla kendisi yapmak istiyordu. Çünkü, Edirne’nin Enver Paşa tarafından kurtarılmasının ona kazandırdığı itibarı biliyordu.
Yunan Kralı Alexander’in, bir hayvanat bahçesini gezerken bir maymun tarafından ısırılıp kuduz olması ve ölmesinden beri, Yunanistan’ın iç siyasî karar mekanizmaları bir sarsıntı geçiriyordu.
Bir diğer konu da, Yunan ordusunun 9 Eylûl 1922‘de İzmir’den kaçmasından 4 gün sonra 13 Eylûl günü meydana gelen büyük yangını kim çıkarmıştı?
Önce Cemal Paşa’nın, sonra da M. Kemal Paşa’nın en yakın adamı olarak bilinen Fâlih Rıfkı, daha geniş tafsilât vermeden, ‘İzmir’i biz yakmıştık..’ demiştir ve kimse de onun bu sözü üzerine gitmemiştir. Ayrıca Fâlih Rıfkı, ‘Eğer İzmir’e giren muzaffer ordunun başında M. Kemal değil de, Enver Paşa olsaydı; Selânik’e de giderdi, Haleb’e de.. Ama, sonunda her şey kaybedilebilirdi..’ .. demişti. Bu durumu, temkinlilik olarak mı görmeli, yoksa…
*
Fâlih Rıfkı, M. Kemal Paşa‘nın, İzmir’e girip, Kadifekale’de yorgunluğunu gidermek için rakı içerken, ‘Erzurum’dan buraya kadar geldik, düşmanı kovaladık; şimdi de İzmir’den Erzurum’a kadar yeni bir cephe açacağız..’ dediğini de aktarır. Dediği gibi de yapmıştır..
*
İzmir’in Yunan işgalinden kurtuluşunun etkinliklerinde konuşan İzmir BŞ Belediye Başkanı Tunç Soyer, Osmanlı’yı suçlamış ve “100 yıl önceydi bu toprakları yönetenler gaflet, dalâlet ve hattâ hıyanet içindeydiler.Sadece saraylarındaki saltanatlarını korumak için bütün bir milleti ateşe attılar ve teslim oldular.” demiş.. O kişi, M. Kemâl’i, askerî ve mülkî erkân üzerinde geniş yetkilerle donatarak Anadolu’ya gönderenin Sultan Vahiduddin olduğunu bilmiyorsa, o cehaleti için de ayrıca bir tahsil görmüştür veya ‘Nutuk’ okumuştur.
*
*Ve, bir-kaç konuda, bir-iki söz..
1- Yaklaşan kış dolayısıyla üst derece yetkililer ülkenin, ‘doğalgaz depoları‘nın dolu olduğunu ve bir sıkıntının söz konusu olmadığını’ açıklarken, depolama bölgelerini de zikrediyorlar. Bunlar yanıltmak için mi söylenmiştir, bilmiyorum; ama, bunun açıklanmasının son derece tehlikeli olduğunu söylemeye ne gerek var? Günümüz teknolojisinde, koordinatları verilerek fırlatılan bir füzeyle, binlerce km. uzakta da olsa, vurulamayacak bir hedef olmadığı bilinmiyor mu?
2- Amerikan Dışbakanı Blinken, ‘Yunanistan’ın adalar üzerindeki egemenliği sorgulanamaz..’ diyor. Sen Amerika olarak Lozan’da taraf da değildin, imzalayan ülke de.. Sadece gözlemciydin.. Ayrıca, hem Lozan’da ve hem de İkinci Dünya Savaşı sonunda, adaların Yunanistan’a devri konusundaki ’1947- Paris Andlaşması’nın 11′nci maddesinde, bu adaların silâhsız ve askersiz olacağı temel kural değil miydi? Şimdi bu kuralların çiğnenmesine Türkiye itiraz edince, ‘Yunanistan’ın o adalar üzerindeki hâkimiyeti sorgulanamaz..’ diyen Amerika, bütün bunlardan sana ne?
3- ‘Kara Suları’, sahil devletinin sahilden itibaren denizdeki hâkimiyet alanını ifade eder. Bu genel olarak 3 veya 6 mil şeklindedir. Ancak komşu ülkeler bu mesafeleri andlaşmalarla değiştirebilirler.
Ve, Türkiye ve Yunanistan, iki taraf da kendi kara surlarını 6 mil olarak belirlemiş bulunuyor. Hava sahası da, denizdeki karasuları ile sınırlıdır. Ancak, Yunanistan, bu konuda, 10 millik bir hava sahasından söz ediyor; buna karşı, hareket alanı iyice kısıtlanan ve savaş uçaklarının eğitim uçuşlarına bile radar kilidi atan Yunanlılar karşısında, Türkiye bu durumu kabul edilemez olarak niteleyip, Başkan Erdoğan da, ‘Bir gece ansızın gelebiliriz..’ diyor.
Bu basit bir tehdit olmayıp, ‘bıçağın kemiğe dayandığı‘nın ilâmı ve konunun ciddiyetinin anlaşılması için dünyaya, bir tehlikeyi haber vermiş oluyor; kontrollü bir gerginlik yöntemi ile…
Nitekim, ‘Bir gece ansızın gelebiliriz..’ söylemini, Tayyib Bey, Suriye’de bir ‘harekât‘ yapılabileceğinin işareti olarak verirken de, iskandil atıp, gelebilecek tepkileri almaya çalışıyordu.
Ancaak, ava giden de avlanabilir.. Nitekim, ‘Haziran-1967‘deki ‘6 Gün Savaşı’ öncesinde, küçücük İsrail rejimini avlayacaklarını hesap edenler kendileri av oldular; kezâ Saddam Irak’ı da İran karşısında ve Amerikan emperyalizmi Vietnam‘da, ve de Sovyet Rusya İmparatorluğu da Afganistan’da..
Tayyib Bey ve başkomutanı olduğu Ordu da bu hususları asla göz ardı etmiyordur, elbette..
*
Kezâ, Yunanistan’a İzmir’i hatırlatıyoruz.. Ama, onlar da ‘Polatlı’ya kadar geldiklerini’ hatırlatıyorlarmış.. Öyle de olmamış mıydı? Hattâ, -pek hatırlatılmak istenmese de-, ‘Kütahya -Eskişehir Hattı‘nda Temmuz-1921‘de ağır bir bozguna uğrayıp da geri çekilmemiş miydik?
Ve bugün, Yunanistan, sırtını Amerika’nın Ege adalarında ve Meriç’in öte yakasında bulunan 10 kadar Amerikan Üssü’ne dayamasına güveniyor. Ancak, bir çılgınlık olan savaşın kapısı bir kez açılınca, neyin nerede duracağını, nasıl bir sonuca varacağını kim kestirebilir ki?
*
Yunanistan Dışbakanı Nikolas Dendias, 5 gün önce, Ankara’ya yaptığı resmî ziyaretten dönen Fransız Dışbakanı Catherine Colonna ile Atina’da bir değerlendirme yaparken, Erdoğan’ın Yunanistan’a olan ihtarlarını, Türkçe’deki ‘dayılanmak’ sözünü telâffuz ederek eleştiriyordu. Halbuki, sırtını Amerika, Fransa, İngiltere ve diğer bütün mâlûm dünyaya dayayarak asıl ‘dayılanan‘ bizzat kendileriydi. Ki, Anadolu’daki Yunan ordularının komutanı General Trikopis‘in esir düştükten sonraki, ‘Bizi kullanan Avrupalı güçlerin oyununa geldik, ne işimiz vardı Anadolu’da..’ sözlerinden ders alabilirdi.
Evet, Yunanistan, Anadolu’ya sürülmekle, ‘Küçük Asya Faciası‘nı yaşamıştı; ama, biz de o ‘zafer‘e dayanılarak, İzmir’den Erzurum’a doğru açılan cephenin ağır harabiyetinden henüz de bütünüyle kurtulabilmiş değiliz.
*
.
Geçmişin yasakçılarıyla helalleşmek mümkün mü?
Öğr. Gör. Tarkan Zengin / Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Facebook, Twitter Başörtüsü ülkemizin yakın tarihi içerisinde önemli bir mücadelenin sembolü olmuştur....
21 Ağustos 2022 Pazar 11:00
Öğr. Gör. Tarkan Zengin / Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Facebook, Twitter
Başörtüsü ülkemizin yakın tarihi içerisinde önemli bir mücadelenin sembolü olmuştur. Uzun yıllar süren ve nihayet Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararlı duruşuyla sonuçlanan medeni bir mücadeleyle başörtülü kadınlar eğitim, çalışma ve siyaset hakkını elde ettiler. Milletimiz de ekseriyetle bu mücadeleye destek verdi. Mesele başörtüsü ayrımcılığı olunca sözde kadın hakları duyarlısı bazı siyasi partiler, sendikalar, odalar, barolar, kadın dernekleri ve STK’lar nedense üç maymunu oynuyor. Hatta bu yapılar başörtüsü yasaklarının sıkı destekçileri arasında yer alıyor. Bugün başörtülü kadınların çalışmasının önünde hiçbir yasal engel olmamasına rağmen özel sektörde fiili bir yasak uygulanıyor. Kamuda başörtülü çalışma hakkı olmasına rağmen bunu hazmedemeyenlerin de olduğunu biliyoruz. Ancak her fırsatta yasakçı zihniyetlerini dışavuruyorlar. Bunun son örneğini Üstün Dökmen’in “başörtülü Psikolog olmaz” sözünde gördük. Üstün Dökmen’in yalnız olmadığını biliyoruz. Türkiye’de geçmişin yasakçıları, başörtülü kadınların diğer kadınlarla eşit haklara sahip olmasından rahatsızlar. Bunu dile getirenler olduğu gibi 2023 seçimleri nedeniyle açıktan dile getirmeyenler de var. Hatta dünün başörtüsü yasaklarının faali ve en ateşli savunucularının bugün ‘helalleşme kampanyası’ yürüttüklerini görüyoruz. Helalleşmenin neden samimi bir girişim olmadığını örneklerle ve gerekçeleriyle anlatmaya çalışalım. En son olaydan başlayalım. Üstün Dökmen’in başörtüsü karşıtı açıklamasına karşı CHP’lilerin bir tepki vermemeleri helalleşmede samimi olmadıklarının bir göstergesidir mesela.
Çetin ve medeni bir mücadele
Eğitim, siyaset ve çalışma hakları engellenen kadınlar uzun yıllar ayrımcılığa maruz kaldılar. Kendilerine yapılan ayrımcılığı ne zaman dile getirseler yasakçılar tarafından susturuldular. Bugün bile haklarının ellerinden alınması nedeniyle yaşadıkları sorunları dile getirdiklerinde yasakçılar tarafından ‘mağdur edebiyatı’ yapmakla suçlanıyorlar. Oysa milyonlarca kadın daha dün denecek kadar kısa zamana kadar büyük bir zulme uğradılar. İkna odalarında tehditlere maruz kaldılar. Rejim düşmanı olarak suçlandılar. Kamuda çalışan on binlerce kadın işten atıldı. Üniversitelerin kapılarından geri çevrildiler. TBMM’de tek başörtülü kadın milletvekiline ‘dışarı, dışarı’ diye tempo tutuldu. Milyonlarca kadının hayatı karartıldı. Yasakçılar bu kadar ağır bedel ödeyen kadınlarla ilgili konuşulmasından bile rahatsız oluyorlar. Başörtülü kadınların eğitim, çalışma ve siyaset haklarını elde etme tarihlerine baktığımızda başörtüsü ayrımcılığının çok kısa zaman önce sona erdirildiğini görürüz.
2008 yılında üniversitelerdeki başörtüsü yasağı 411 milletvekilinin kabul ettiği yasal düzenlemeyle kaldırılmıştı. Ancak içinde Kılıçdaroğlu’nun da olduğu CHP milletvekilleri ilgili düzenlemeyi Anayasa Mahkemesine götürerek iptal ettirmişti. Başörtülü öğrencilerin yıllarca ayrımcılığa maruz kalarak ellerinden alınan eğitim haklarına dönemin Erdoğan Hükümetinin mücadelesiyle kavuştular.
Türkiye’de kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakları 1934 yılında verilmişti. Ancak başörtülü kadın milletvekilleri ancak 2013 yılının sonlarına doğru TBMM’de yer alabilmişlerdir. Neredeyse 80 yıl sonra başörtülü kadınlar milletvekili seçilme haklarını elde ettiler. 2013 tarihinde “Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personele” başörtülü çalışma imkânı verildi. Avukatlar, 2012 Danıştay kararı ve 2014 AYM kararıyla mesleklerini başörtülü olarak icra etme hakkı elde ettiler. 2015′te Hâkimlere ve Savcılara, 2016′da askeri işyerlerinde çalışan sivil memurlar ve işçilere, 2016′da polislere, 2017′de Türk Silahlı Kuvvetleri personelleri ile Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı personellerine başörtülü çalışma imkanı sağlandı. Başörtüsü ayrımcılığı, görüldüğü gibi çok sayıda yasal değişiklikle ve uzun bir mücadeleyle yakın zamanda çözüldü.
Propaganda aracı olarak helalleşme
Yıllardır kadınlara yönelik ayrımcılığın failleri olan zihniyet bugünlerde helalleşme kavramını kullanıyor. Kılıçdaroğlu, 2023 seçim çalışmaları kapsamında ajans eliyle yürütüldüğü görünen bir helalleşme propagandası yürütüyor. Helalleşmenin siyasal bir kampanyanın parçası olduğunu gösteren çok sayıda işaret var. Maalesef bu kampanyaya alet olan mağdurlar! da buluyorlar. Birkaç sembolik kişiyle görüşmeyi topluma başörtüsü mağdurlarıyla helalleşme olarak servis ediyorlar. Söylem olarak ifade edilen helalleşmenin ise hiçbir şekilde kurumsal yansıması görülmüyor.
Helalleşmenin kurumsal ve kişisel iki boyutu var. CHP kurumsal olarak helalleşme konusunda samimi olsa yetkili kurullarında eğitim, siyaset ve çalışma haklarını ellerinden aldığı başörtülülere haksızlık yaptıklarını beyan eden karar çıkarır. CHP’nin Parti Meclisinde veya MYK’da aldığı böyle bir karar yok. Partinin temel metinlerinde 28 Şubat’ın mağdurlarına ilişkin bir ifade yok. Hatta 28 Şubat’ta başörtüsü zulümlerinin en öndeki faillerinden biri olan Nur Serter, ödüllendirilerek 2007-2015 yılları arasında CHP’den milletvekili yapıldı. Dolayısıyla kurumsal olarak helalleşmenin olmadığını görüyoruz. Peki CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun kişisel olarak helalleştiği kimse var mı? Kişisel bir helalleşme olması için, Kılıçdaroğlu’nun SSK Genel Müdürlüğü döneminde haklarında soruşturma açtırdığı başörtülü çalışanları bulup onlardan özür dilemesi gerekmez mi? Üniversitelerde başörtü yasağını ortadan kaldıran Anayasa değişikliğini iptal ettiren müracaatı nedeniyle eğitim hakları engellenen öğrencilerden özür dilemesi gerekmez mi? Şimdiye kadar bu kesimlerden özür dilememesi kişisel bir helalleşmenin de olmadığını göstermektedir.
Sözde kalan helalleşme
Helalleşmenin bir başka boyutu da mağdur edilenlerin haklarını iade etmek. Şimdiye kadar helalleşme diyenlerin mağdurların gasp edilen haklarına ilişkin herhangi bir cümle kurduklarına da şahit olmadık. Gerçi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 28 Şubat darbesinde mağdur edilenlerin haklarını iade etti. Ancak samimi bir helalleşmenin olması için mağdurların ellerinden alınan haklara ilişkin vurgu yapılması gerekir. Bunun yapılmaması helalleşmenin samimi olmadığını gösteren bir başka göstergedir.
Dindarlarla, başörtülülerle samimi bir helalleşme istense CHP yöneticilerinin, hem de helalleşme siyasi kampanyası sırasında ifade ettikleri dini değerleri ve başörtülüleri hedef alan açıklamalarına karşı Kılıçdaroğlu’nun tepki göstermesi gerekirdi. Yakın zamanda yaşanan ve Kılıçdaroğlu başta olmak üzere CHP yetkililerinin tepki göstermediği dini değerleri ve başörtülüleri hedef alan olayları hatırlayalım.
CHP Grup Başkanvekili Engin Altay’ “Artık rektöründen başçavuşuna uzman çavuşuna kadar herkes AK Parti militanı’ demişti. Kılıçdaroğlu da bu açıklamaya destek veren konuşmasında, “Vay sen misin militan diyen… İçişleri Bakanlığı bütün valiliklere bir yazı hazırlıyor. Hepiniz dava açın, diye. Dava açmazsanız namertsiniz. Hepiniz militansınız. Ahlaksızlığın militanısınız” demişti. Rektörlere, başçavuşlara ve uzman çavuşlara söylenen bu sözler helalleşmeyi gerektirmiyor mu?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, NATO zirvesinde bir kamu görevlisi olarak tercümanlık yapan Merve Kavakçı’nın kızı Fatma Kavakçı, CHP’lileri rahatsız etti. Asıl rahatsızlığın başörtüsü olduğunu ifade edelim. Annesi Merve Kavakçı’ya başörtülü olarak milletvekili seçildiği için TBMM’de yemin ettirilmemiş, tempo tutarak “dışarı, dışarı” diye bağırmışlardı. O dönem ilkokulda öğrenci olan Fatma Kavakçı, okulun bahçesinde yuhalatılmıştı. Kılıçdaroğlu, sözde helalleşme propagandası için 28 Şubat mağduru birine kahvaltıya gittikten 8 gün sonra, daha çocukken 28 Şubat soğuk yüzünü görmüş Fatma Kavakçı’yı aşağılayan ve tehdit eden ifadeler kullandı.
Kılıçdaroğlu, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımında “Erdoğan ne zaman diplomatik görüşmelerde çevirmen olarak yanına o hanım kızımızı aldıysa, ya milyonlarca kaçak sığınmacı ülkemize girdi ya da bedeli milletimize çok yüksek olan sözleşmelere imza attırdılar” ifadelerini kullanmıştı. Devamında ise genç bir başörtülü kamu görevlisini tehdit eden şu açıklamayı yapmıştı: “Ayrıca çevirmen hanım kızımızdan, yüzbinlerce Afgan sığınmacının ülkemize gelmesine yol açan o toplantıda Biden ile neler konuşulduğunu seçimlerden sonra devletimize açıklamasını talep edeceğiz. Verilen her yetki, sorumluluğu ile birlikte gelir. Kendisi de bunu bilecek yaştadır.” 28 Şubat mağduru genç bir kamu görevlisine söylenen bu sözler helalleşmeyi gerektirmiyor mu?
Hayat tarzını hedef alan sözler
CHP’li Özgür Özel ise skandal ifadeler kullandı. Katıldığı bir televizyon programında, “geçmişte işte başörtüsü meselesinin sembol isimlerinden bir tanesi bunları son derece kritik görevlere getirip bir de vampir gibi ülkenin kanını emdirerek cumhuriyetten öç alıyorlar gibi bir hissiyata da kapılıyor insan” demek suretiyle Kavakçı üzerinden başörtülülere hakaret etti. Özel ayrıca “4-6 yaş Kur’an Kurslarını Ortaçağ düşüncesi” olarak değerlendirmişti. Milyonlarca vatandaşımızın hayat tarzını hedef alan bu ifadelere karşı Kılıçdaroğlu’nun bir açıklaması yok. Başörtülülere vampir, Kur’an Kurslarına ortaçağ düşüncesi demek helalleşmeyi gerektirmiyor mu?
1999 yılında Ecevit’in başörtülü olduğu için “Bu hanıma haddini bildiriniz!” sözünü 20 yıl sonra CHP Grup Başkanvekili Engin Özkoç, başörtülü olan AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin için kullanmıştı. Yıllar önce yaşanmış bir travmayı milyonlarca başörtülü kadına hatırlatan bu sözler helalleşmeyi gerektirmiyor mu?
Dini değerleri ve başörtülüleri hedef alan yukarıdaki açıklamaları yapanlar CHP yöneticileri olunca kimlerle helalleşildiği sorusu akla geliyor. Bunlara ilaveten son birkaç yıl içinde bile başörtülü olduğu için işe alınmayan, başörtülü CV’leri kabul edilmeyen, medyada başörtülülere karşı nefret dili kullanan ve salgın döneminde EBA üzerinden eğitim veren bir öğretmenin başörtülü olmasını günlerce diline dolayanlara karşı Kılıçdaroğlu ve diğer CHP yöneticilerinden eleştirel bir cümle duyulmaması da helalleşmenin samimi olmadığını gösteriyor.
Başörtüsü yasakçılarının ayırımcı zihniyetlerinin mıh gibi yerinde durduğunu çeşitli vesilelerle görüyoruz. Helalleşmenin ise siyasi bir propaganda olarak sözlerden ibaret olduğunu görüyoruz. Millet nezdinde samimi olmadığı için helalleşmenin bir karşılığı yok. Esasen helalleşme meselesi, CHP içindeki başörtüsü karşıtlarının 2023 seçimlerine kadar katlanmak zorunda olduğu bir mesele.
TARİHİN KİLİDİ KUDÜS’E KAVUŞMAK
Bundan yaklaşık beş yıl önce 14 Temmuz 2017’de işgalci İsrail askerleri Mescid-i Aksa’nın kapılarına Harem-ü İbrahim Mescidindeki gibi...
5 Mayıs 2022 Perşembe 13:15
Bundan yaklaşık beş yıl önce 14 Temmuz 2017’de işgalci İsrail askerleri Mescid-i Aksa’nın kapılarına Harem-ü İbrahim Mescidindeki gibi turnikeler ve x-ray cihazları yerleştirmek istemişti. Çıkan olaylar sonrasında iki hafta boyunca Kadim Kudüs ve Mescid-i Aksa’mızın kapıları kapalı tutulmuş ve içeride namaz kılınamamıştı. Filistin’deki ve Dünya’nın dört bir yanındaki Müslümanların tepkileri neticesinde İsrail rejimi amacına ulaşamamıştı. Tam da o dönemde gittiğimiz Kudüs ve Mescid-i Aksa ziyaretimiz neticesinde defterime not olarak şunları yazmıştım:
“Filistin’de cihad devam ediyor ve Filistin özgür olana kadar devam edecektir. Kudüs bir bilinçtir ve Müslümanların daima üzerinde durup gündemlerinde tutmaları gereken bir sızıdır. Filistin meselesi oralara gitmeden kesinlikle anlaşılamayacaktır. Ümmetin önceliği Filistin’i ziyaret etmek ve oradaki Müslümanların daima yanında olacaklarını göstermek olmalıdır. Genç arkadaşlar ilk fırsatta Kudüs ziyareti için yönlendirilmeli, teşvik edilmeli. Hac ve Umre’ye gidenler yol güzergâhına Mescid-i Aksa’yı da ilave etmelidirler. Kudüs ve Filistin meselesi sadece Filistinlilerin veya Arapların değil, bütün Müslümanların meselesidir.”
Sonraki gidişlerimiz gurbetten vatana kavuşma gidişleri oldu. Her gidişimiz özlem doluydu, her dönüşümüzde gurbeti yaşıyorduk. Yaklaşık iki yıllık hastalık ve pandemi nedeniyle Kudüs ve Mescid-i Aksa ziyareti yapamamanın hüznünü yaşarken gelen bir haber kavuşmanın yakın olduğu müjdesini veriyordu. Bu kadar ayrı kalacağımızı hiç düşünmemiştik. Kavuşup da ayrı kalmanın bu denli zor olabileceğini bilememiştik.
Hamdolsun dualarımız ve takdir-i ilahi ile tekrar kavuşma zamanı gelmişti. Ayrı olduğumuz dönemde bir kardeşimin yazdığı “Kudüs’te bir Taş Olsaydım” mısraları aklıma sık sık gelmişti. Öyle ya; Kudüs’te bir taş olsaydım yaşamazdım bu kadar ayrılığı, her şeyin şahidi olurdum. Mübarek toprakların havasını, zulme karşı cihadı ve ribatı şehitlerle beraber yaşardım. Ama olmadı; Kudüs özgür olana dek hüzün ve gurbet vardı nasibimizde.
Şimdi şükretme, dua etme ve ayrı kaldığımız zamanlarda yaşanan hikayeleri okuma vaktiydi:
Kutsal topraklar, mübarek belde işgal altındaydı, yüz yirmi dört bin peygamberin anısı, yüz binlerce evliyanın izleri zalim kavmin zulmüne uğramıştı.
Nuh Aleyhisselamın oğlunun adını taşıyan Yafa hala yerinde duruyor, Dünyanın en eski limanı ve Bahriye Mescidi, Mahmudiye Külliyesi, Sultan II.Abdülhamid’in mirası Saat Kulesi, Osmanlı’nın 1917’deki işgalden önceki son eseri Hasan Bey Camii (1916) yerinde duruyor.
Salavatlar ile karşıladığımız Kubbetü’s Sahra yerinde duruyor. Kudüs’te bir taş vardı Rahmet Kapısının yanında, ona baktım yerinde duruyor mu diye, ona sordum ne var ne yok diye. Hep oradaydı o taşlar; şehitlere şahitlik ettiler, Miracı gördüler, Hz.Ömer’i, Selahaddin’i gördüler.
Kıble Mescidinde cihad devam ediyor, baskınlar her gün olsa da mücadele bitmiyor. Selamet beldesinin toplanma yerine gözü gibi bakıyor Müslümanlar. Hemen yanında Kadim Mescid, onun yanında Mervan Mescidine indim, münzevi bir huzur oradaydı halâ.
Zeytindağı’ndan dünyanın en güzel manzarasına bakmaya doyamadan arkamı döndüğümde, Uruc Mescidi, Rabiatü’l Adeviyye, Selman-i Farisî oradaydı; şükür. Önümüzdeki Kıyamet Vadisinin üzerinde Rahmet Kapısı, içerisinde Rahmet Mescidi, Kadim Kudüs ve 144 Dönümlük Harem-i Şerif Mescid-i Aksa oradaydı, şükür.
Hemen koşup ecdadın mirası kapılardan girince yeryüzünün göğe açılan kapısı oradaydı, Hacerü’l Müşerref oradaydı, Peygamberlerin izleri oradaydı. Her taşın bir hikayesi vardı ve hepsi selamet beldesinin bekçileriydi.
Memlük Sultanı Eşref Kayıtbay’ın yaptırdığı Kayıtbay Sebili, Emevi mirası Kubbetü’s Sahra’ya bakmaya devam ediyor. Onun yanındaki Osmanlı mirası Kasım Paşa Şadırvanı ise Eyyûbilerin mührünü taşıyan revakları ve Fatımîlerden kalan taş kemerleri arkasına almış huzur saçıyor Mescid-i Aksa içerisine.
İki Mescidin (Mescid-i Haram, Mesid-i Aksa) de imamı Hz. Peygamber, iki Mescidin de Müezzini Hz.Bilal-i Habeşi. Bu açıdan bakıldığında bile Kudüs mukaddestir, her zaman selamet beldesi olacaktır. 2017 yılında Kudüs’e beraber gidebilme şansı yakaladığım Ömer Lekesiz ağabey bu durumu şöyle ifade etmişti:
“Erken dönem İslam fatihleri (Hz. Ömer), Eyyubiler (Selahaddin), Memlukler ve Osmanlılar (Yavuz Sultan Selim) Kudüs’ü kan dökmeden teslim aldılar ve yönettiler. Bu şimdiki zamanın Müslümanları için de geçerli bir ölçüdür: Kudüs’te kan dökülmez, can yakılmaz! Kudüs Allah’ın sadece muvahhitler için değil, kâfirler için bile kendisini mübarek ve çevresini bereketli kıldığı bir evdir!”
Dünyanın arza en yakın mekanı olarak da adlandırılan Mescid-i Aksa’ya tekrar kavuşabilmek dualarıyla ayrılıyorduk. Yahudilerin baskınları her geçen gün artarak devam ediyor, çeşitli bahanelerle haremimize girip tacizde bulunuyorlar, kutsallarımıza hakaret ediyorlar ve Filistinli kardeşlerimizi şehit ediyorlar. Filistin’deki Müslüman kardeşlerimiz ise kendilerini Kudüs ve Mescid-i Aksa davasına adamış, her an şehit olacakmış gibi yaşıyorlar; bizim adımıza ilk kıblemizin bekçiliğini yapıyorlar. Peki bizler ne yapıyoruz?
Ümmet olarak ister ihmal edelim, ister ciddiye alalım ya da hiç olmazsa dualarımızda yer verelim Kudüs her zaman “temel meselemiz” olarak kalacak. Kanayan yaramız ve en büyük imtihanlarımızdan birisi olacak Kudüs. Tarihin de coğrafyanın da kilidi Kudüs. Bundan kaçış olmadığı gibi, konunun ihmale gelir tarafı da olmayacak.
.
Batı ile mücadelemiz
Ülkemiz yine iç ve dış baskı ve sıkıntıların sarmalıyla boğuşuyor. Yaşananları at gözlüğü ile sadece birkaç partiye, iktidara, lidere...
1 Mayıs 2022 Pazar 8:14
Ülkemiz yine iç ve dış baskı ve sıkıntıların sarmalıyla boğuşuyor. Yaşananları at gözlüğü ile sadece birkaç partiye, iktidara, lidere bağlamak doğru ve adil bir tespit değil. Yaşadıklarımızı şahsileştirmek, hata ve yanlışları görmemek, dünyada yaşanan ciddi sorunları hafife almaktır.
Ülkemizin boğuştuğu en büyük sıkıntı sahiplendiğimiz hegmonyal batı sistem ve ahlakının kendisinden kaynaklanmaktadır. Yalan ve yanlışlardan, ikiyüzlülükten kurtulmadan, kendi özümüze ve benliğimize uygun bir sistem kurmadan bu sancılar ve problemlerle daha çok karşılaşacağız.
Millet ve devlet olarak sivrisinek avlamakla uğraşmak yerine bataklığı kurutmaya yönelmek zorundayız. Çektiğimiz sıkıntılar beş on yıllık bir zaman dilimine ait değil, yüz yıllık yanlış bir anlayışı sahiplenmemizin faturasıdır.
Şu anda içinde yaşadığımız durum adı konmamış (siyasi, askeri, ekonomik ve psikolojik) bir savaştır. Bu savaş, dün değil 200 yüzyıl önce düşmanımıza hayran olmak ve ona teslim olmakla başladı. Jöntürk, Tanzimat, İttihat ve Terakki ile milletimize miras olarak bırakılan haçlı batılı sistemlerin acı meyvesidir tüm bunlar.
Bir asırdır millet ve ümmet olarak batılıların dayattığı ekonomik, siyasi, askeri, kültürel bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı içindeyiz. Bu savaş; bir parti, gurup, cemaat ve hareketin dar kalıplarıyla verilecek bir savaş değil, topyekün milletimizin ‘’Allah’ın ipine sarılarak…’’ vereceği ve vermek zorunda olduğu bir varoluş savaşıdır.
Dün; bizden önde giden ve zaman nehrinin öteki yakasına geçen beyaz atlı süvarilerimiz verdi bu kutlu savaşı. Bu gün günahıyla sevabıyla bizimle devam ediyor ve edecek… Yarın da; evlatlarımız ve torunlarımız yüklenecek bu özgürlük mücadelesi olarak sürecek…
Savaşlar; düşmanın atı ve kılıcıyla düşmana karşı savaşmakla kazanılmıyor. Kendin olacak, kendini emperyalizmin karanlık bataklığından kendi imkan ve gayretinle kurtaracaksın! Sahte kurtarıcılardan medet ummadan, onlara yalvarmadan, onlara tapınmadan, onları putlaştırmadan…
Ellerimizdeki kelepçe ve zincirler, ayaklarımızdaki pranga ve tuzaklar kırılmadan özgürlük ve bağımsızlıktan bahsedemeyiz. Öyle boş laf ile peynir gemisi yürümüyor. Palavrayı, işkembeden sallamayı bırak, içine düşürüldüğün oyunlara bak!
En basitinden… Birden Doların sert rüzgarına kapılıp yelkenleri rüzgarın estiği tarafa çeviriverdin! Pusulanı şaşırdın, kıbleni değiştirdin! Bundan önce yaşadığın ekonomik, siyasi, askeri krizleri ve darbeleri unutuverdin! İlle de bu ülkede 27 Mayıslar, 12 Eylüller, 28 Şubatlar, Batı çalışma gurubu ve Ergenekon yapılanması gibi fitne ocaklarının baskı ve terörü, 15 Temmuzların bir daha yaşanılması mı lazım? ”Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!” (Bakara;155-157 155) Eğer; gerçekten inanıyorsan, hayat ve mücadele böyle. Sınanacağız, hep sınanacağız.
Kısaca; Müslüman bir millet; Allah’ın kuludur, Dolar’ın ve Euro’nun kulu değil. Muhammed sav’ in ümmetidir bir gurubun, partinin, bir ırkın, sınıfın ve rengin milleti değil. Unutma! Biz put kıran İbrahim’in milletindeniz. Put kıran İbrahim’in.
Türk, Kürt, Arap, Pakistanlı, Afganlı, Malay, Boşnak… İslam ümmetinden olduğumuz, Haçlı batıya ve emperyalizmin çocuklarına teslim olmadığımız, onlara direnip başkaldırdığımız için bu baskı, boykot ve saldırılara maruz kaldığımızı ne çabukta unutuyorsun?
Dün; Nurcu, tarikatçı, Büyük Doğucu, Diriliş’ çi, MTTB’ ci, MSP’ li, ihvancı, Akıncı düşmanlığını bizzat yaşadık ve gördük. Özal düşmanlığı vardı, adamı zehirlediler. Erbakan düşmanlığı vardı, onu zorla zorbalıkla iktidardan düşürdüler. Bugün de; Tayyip Erdoğan düşmanlığı var. Aynen Abdulhamit Han düşmanlığı gibi sürekli gündemde tutuluyor yerli münafıklar ve batının ülkemizdeki piyonları tarafından.
Sorun Abdulhamit, Erbakan, Özal veya Erdoğan’ın kişisel meselesi değil. İslam’ın ve Müslümanların yeniden uyanması, ayağa kalkması, küfre ve inkara karşı mızrak gibi dimdik ayakta durması, her türlü köleliğe ve esarete karşı başkaldırması meselesidir?
İçte ve dışta münafıkların kafirlerle birlikte ittifak edip hareket ettiklerini, ülkemizi ve coğrafyamızı yeniden işgal edip milletimizi esir etmek istediklerini fark etmiyor ve görmüyor musun?
Ey! Kalbi kararmış, gözü kör olmuş, gönlü viraneye dönmüş Müslüman! Uyanmak ve tehlikenin farkına varmak için başına katran gibi yağacak yeni bela ve musibetleri mi bekliyorsun!
Batı ve batıl ile hesaplaşmamız bitmemiştir. Sürüyor ve sürecek… Müslüman olduğumuz ve Müslüman kaldığımız sürece…
İslam medeniyet ve kültürünün karakteri ve düşünce tarzı Mevlana’nın ifadesiyle; ’’Ya olduğun gibi görün veya göründüğün gibi ol’’ ölçüsüdür....
13 Mayıs 2022 Cuma 12:54
İslam medeniyet ve kültürünün karakteri ve düşünce tarzı Mevlana’nın ifadesiyle; ’’Ya olduğun gibi görün veya göründüğün gibi ol’’ ölçüsüdür. ‘’Birgün siz bizim putlarımıza tapın, birgün de biz sizin rabbinize tapalım’’ anlayışı İslam toplumunda asla kabul görmez.
Günümüz ideolojik hareket ve partilerinin temel düşünceleri ve hayata bakışları nasılsa onu öylece ortaya koyup insanlardan oy istemeleri, toplumun karşısına öyle çıkmaları doğru ve dürüst olan bir davranıştır. Birgün Münafık birgün Kafir, birgün Müslüman bir gün Hıristiyan gibi görünme kaypaklığı kimi parti ve hareketlerin, lider ve önderlerin ahlaki yapısını ve kimliğini de ortaya koyuyor.
Hırs, öfke, kin ve nefret siyaseti, geçmişini kötüleyerek, geleceğini tehlikeye atarak muhalefet yapma alışkanlığı bir sürü soytarılığı da beraberinde getiriyor. ‘’Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, yeter ki; Tayyip baştan gitsin’’ mantığıyla nasıl Abdulhamid’i tahttan indirdilerse; biz de aynı şekilde yapacağız ve Erdoğan’ı baştan indireceğiz’’ ifade ve iddiası 114 yıl önceki ihanetin günümüze yansıması bugün Kurt postuna bürünmüş çakallar temsil ediliyor.
Dün; ‘’özgürlük, eşitlik, demokrasi, diktatöre karşı mücadele olarak’’ sembolleştirilen isyan ve ihanet hareketinin hedefi Abdulhamithan idi. Bugün; aynen dün olduğu gibi, aynı sloganlarla, aynı batı uşağı ikiyüzlü dönmeler, yerli münafıklar ve ahmaklarca temsil edilen ihanet hareketi ne idüğü belirsiz parlamenter demokrasi etrafında toplanan çakallar tarafından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı hedef gösteriyor. Ayrı zaman dilimlerinde meydana gelen bu iki hareketin arkasında yine Batı medeniyetinin eşkiyaları vahşetin çocukları İngilizler, Fransızlar, ABD, Almanya vs. var.
İttihatçıların Abdulhamithanı tahtan indirme ve sürgüne gönderme kararını; Ermeni Ayan Aram Efendi, Draç Milletvekili Arnavut Esad Toptani, Selanik Milletvekili Yahudi Emanuel Karasso,Mason Arif Hikmet Paşa Abdulhamid’in makam odasında tehditler ve hakaretler savurarak yüzüne okudular. Bu şerefsizlerin hepsinin günümüzdeki uzantıları altı ayaklı masanın etrafında toplanan birbirine benzemez dostların içinde var. Yani, tarih bu topraklarda 114 yıl sonra canlı canlı gözümüzün önünde bir daha tekrar ediyor. Yanlışlar göz göre göre bir daha işlenmek, ihanetler bir daha bu milletin üzerine bela ve musibetler olarak yağdırılmak isteniyor.
‘’ Ben 33 sene milletimin, devletimin selameti için çalıştım. Hakim’ im Allah ve beni yargılayacakta Rasulullahtır.’’ diyen yüce Hakan Abdulhamit’in yerinde bugün, ‘’ Biz bu yola kefenimizi yanımıza alarak çıktık’’ diyen bir Erdoğan var.
Abdulhamit’in darbeyle baştan indirilmesi ile yıkılan sadece Osmanlı imparatorluğu değil tüm İslam coğrafyası, ihanete uğrayan sadece Osmanlı değil tüm İslam ümmeti idi. Doğudan Batıya, Kuzeyden Güneye tüm Müslüman milletler ve coğrafyalar o zamandan bu zamana emperyalist batılıların baskı, zulüm, işgal ve istilası altında inim inim inlediler. Hala da o bela ve musibetin altından ayağa kalkıp kendilerine gelebilmiş değiller. Onun için Türk ve İslam ülkeleri bugün batılı itlerin, kurt postuna bürünen çakalların, emperyalizmin uşağı uyuz köpeklerin baskısı ve boyunduruğu altında inliyor.
Dün; batılılar tarafından yönetilen ve yönlendirilen yahudi, ermeni, rum bozması, dönmeler ve yerli münafıkların sahneye koydukları ihanetleri aynı şekilde bugün de; yapacaklarını söyleyen ikiyüzlü fırıldak politikacılar var.
Milliyetçi geçinen hainlerle, mafya bozuntusu parti başkanlarıyla, çapulcu sokak kabadayılarıyla, milletin içinde serseri mayınlar gibi dolaşan milletvekili kılıklı manukyanın çocuklarıyla, halk adına halk düşmanlığı yapan teröristler, ajanlar, provakatörlerle aynı ittifak içinde yer alan alnı secde’ li ahmaklar, batıya uşaklık, emperyalizme maşalık yapmak için adeta birbirleriyle yarışıyorlar.
Milletimiz Batı emperyalizmine uşaklık yapan, kendi tarih ve medeniyetinden kopuk bir ülke isteyen yuvarlak masa çocukları ile tarih ve kültürünü, medeniyet ve ahlakını, ülkesini ve coğrafyasını referans alan Türkiye sevdalılarını elbette ayırt edecek feraset ve cesarete sahiptir.
Kuyruğunu apış arasına sıkıştıran, arsız, yüzsüz kirli çakallar ile Anadolu’nun yiğit, kahraman aslanları arasında yurdumuzun her köşesi ve bucağında sürmekte olan bu mücadelede aziz milletimiz; aslanlarını batının leş kargaları ve akbabalarına yem ettirmeyecek, vatanı, milleti, din, ve kültürü için canını feda etmekten çekinmeyen evlatlarının batının kurt postuna bürünmüş çakallarına boğdurmayacaktır. Şimdiye kadar yapmadığı ve bundan sonra da yapmayacağı gibi…
İhaneti yapan hainler, onlara yardım ve yataklık edenler ahmaklardır. Bu işte kazananlar ise; kuklalarını istedikleri gibi parmaklarında oynatan kuklacılardır.
Küresel sermayenin kontrol ettiği güçler ABD merkezli tek sesli bir dünya düzeni inşa etme hedefi üzerine uyguladıkları strateji Rusya’...
20 Mayıs 2022 Cuma 19:21
Küresel sermayenin kontrol ettiği güçler ABD merkezli tek sesli bir dünya düzeni inşa etme hedefi üzerine uyguladıkları strateji Rusya’ yı dört koldan kuşatmış durumda. Bu uğurda Ukrayna dahil feda edemeyecekleri hiçbir ülke yok.
Bu işgalci ve istilacı anlayış her zaman batının genlerinde var olan kibirli anlayışının bir yansıması olarak bugün de arenalarda aç aslanlara parçalattırılan esirler gibi çağdaş romalıların zevk ve eğlencesine meze olmaya devam ediyor.
Ukrayna’dan sonra Kuzey Avrupa ülkelerinden Finlandiya ve İsveç de üzerlerine gelmekte olan tehlikenin farkındalar. İki devletin de etekleri tutuşmuş vaziyette alelacele NATO’ ya girme çabası savaş yangının Ukrayna sonrası kendilerine sıçrayacağı korkusundan.
Bir tarafta zapt edilemeyen vahşi Rus ayısıyla, öte tarafta; rahat durmayan Amerikanın hegemonyal yayılmacılığının arasına sıkışan bu iki ülke tarafsız kalmanın Rusya’ nın arka bahçesi olmak anlamına geldiğini görüyorlar.
Sibirya ve Kuzey Kutbunda eriyen buzullardan sonra meydana çıkan yeni kara parçalarında ve bu bölgelerde 50 milyar varil petrol ve 90 trilyon metre küp gaz rezervinin varlığı ABD ve Rusya’ nın karşı konulma iştahını kabartıyor. Rusya’nın Karadeniz havzasında hayal ettiği emperyalist tutkusu Kırım ve Ukrayna’nın başına ne işler açtı. Savaş yangınının Baltık ve İskandinav ülkelerini sarma ihtimali üzerine İsveç ve Finlandiya Rus istilasına karşı NATO ‘nun eteğinin altına sığınma ihtiyacı bundan.
Rusya’nın Karadeniz’e ve Baltık Denizine hakim olma, Akdeniz’e inme sevdası, bu önemli stratejik enerji yollarını kontrol altına almak istemesi ABD’ nin dünya jandarmalığının önünde engel teşkil ediyor. Her zaman çıkar ve alakası için NATO’yu devreye sokan ve kullan ABD dünyada herkesi ve ülkeyi mayın eşeği olarak kullanmak, işi bitince de bir kenara atmak konusundaki ilkesizliği herkesçe bilinmesine rağmen bu oyunu açıkça yine burada da oynuyor.
Artık Türkiye’yi istediği gibi maşa olarak kullanamayan Amerika Küresel stratejisinin bir parçası olarak boğazlarımızı ve Türkiye’yi kontrol etmek için Yunanistan’ı piyon olarak kullanmaya başladı. Rus yayılmacılığı bahane edilerek tüm Ege adaları Amerika’nın askeri üssü haline getirildi. Rusya hedef gösterilerek Türkiye ABD öncülüğünde NATO tarafından bir kuşatma altına alınıyor. Şımarık Yunanistan’a da provakatörlük görevi verilmiş durumda. Rusya’yı küresel sistemden dışlayarak, Avrupa ile arasına kalın bir nefret duvarı çekip tamamen yanına alan ABD yeniden demir perde sınırları örüyor.
Bu hedef doğrultusunda İskandinav ülkelerini kışkırtan batı Gürcistan, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Çekya, Slovakya, Macaristan, Polonya ve Baltık ülkeleri ile Rusya tamamen batıdan kuşatılacak. Sibirya ve Kuzey denizindeki yeraltı zenginlikleri, Baltık Denizinin stratejik konumu, Karadeniz havzasındaki Rus hegemonyası da kırılarak üstünlük ABD liderliğindeki NATO’ nun kontrolüne geçecek. Macron’ un ‘’Beyin ölümü
gerçekleşti’’ dediği NATO tekrar canlandırılırken Türkiye de özenle denklem dışı bırakılarak bir taşla iki kuş vurulacak.
ABD Mondros Mütarekesini delerek Karadenizde, Boğazlarda, 12 Adada ve Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatlerimizi gasp etmeye çalışacağını önümüze bir yığın sorunlar çıkaracağını da şimdiden hesap edip ne gerekiyorsa gerekli tedbir ve hazırlıkları yapmak devlet yöneticilerimizin üzerine düşüyor.
Ukrayna savaşının nasıl ve ne şekilde sona ereceği bölgesel ve küresel oyunları çok yakından etkileyeceği muhakkak. Bundan sonraki dünya düzenini büyük ölçüde Atlantik Pasifik üstünlüğü belirleyecek.
Rusya aktör olarak küresel sistemden çıkarılarak Atlantik, Pasifik, Baltık ve Karadeniz arasında kuşatılıp eli kolu bağlanacağını, ABD güdümlü yenidünya düzenine teslim olan uslu bir çocuk haline getirilmeye çalışılacağını Putin pekala biliyor. Hırçınlığı ve uzlaşmaz tutumu da bu yüzden.
Japonya, Güney Kore, Avusturalya, Yeni Zellanda ve ABD’ nin Pasifikte kuracağı askeri, siyasi ve ekonomik birliktelik doğudan hem Rusya’yı kuşatacak, hem de Çin canavarını kontrol altına alıp onu küresel sisteme boyun eğdirmeye çalışacaktır.
Bütün bu gelişmeler karşısında Türkiye, özgür ve bağımsız kalabilmek için kardeşleri ve dostları ile ülkesi ve coğrafyasıyla sağlam temeller üzerinde bir ve beraber olmanın tüm esas ve dinamiklerini kapsayan sağlam bir yapı ortaya koymak zorundadır.
Bu yapının Turan, Kuran, Kızıl Elma, Türk veya İslam Birliği gibi havalı isimler olması çokta önemli değil. Önemli olan bu gücün samimiyeti, ilkeli oluşu ve duruşu, kuşatıcı, kucaklayıcı özü, ruhu ve geleceğe bakışıdır. Kendi kültürümüz eksenli yerli ve milli değerlerimizi referans alan bir temel üzerinde medeniyet ve kültürümüzü yeniden ayağa kaldıracak bir diriliş ruhunu ülkemiz ve coğrafyamızda inşa etmenin tek çıkar yolu budur.
Küresel şer güçlerin oyun ve hesaplarına gelmemek için ülkemiz ve coğrafyamızda siyasi, askeri, ekonomik bir güç ve potansiyel olmaktır asıl olan ve yıllardır hasretle beklenip beklenipte duran
.
Batı beslemesi çağdaş jöntürkler
Bizim aydınımız daha çok eşyanın dış görünüşüne bakarak karar veriyor. Bir mesele üzerine yorum yapacak ve karar verecekse; meselenin...
27 Mayıs 2022 Cuma 10:54
Bizim aydınımız daha çok eşyanın dış görünüşüne bakarak karar veriyor. Bir mesele üzerine yorum yapacak ve karar verecekse; meselenin fiziki boyutlarını göz önüne alıp öyle hareket ediyor.
Halbuki madde; manasız, beden de; ruhsuz bir işe yaramaz. Bir konuyu veya olayı değerlendirirken onu sadece dış görünüşüne göre değerlendirir ve ona göre yorumlar isek, o bizi doğru neticelere götürmez.
Batıyı gezip gören son dönem Osmanlı aydınlarının Batı Medeniyeti hakkındaki ortak görüşü, bakışı ve değerlendirmesi Ziya Paşanın şu dizelerindeki gibi;
‘’Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kaşeneler gördüm
Dolaştım mülkü İslam’ı, bütün viraneler gördüm’’ şeklindeki gibi bir şok halidir.
Bu şaşı bakış Jöntürk mantığının teslimiyetçi İttihatçı görüşüdür. Osmanlıyı içten yıkan bu tip aydınlardır. Bunlardır tarihimizi, kültürümüzü, ufkumuzu ve geleceğimizi karartan. Maddeye esir, batıya köle eden, insanı insana kul yapan, sahte kahramanlara öykündüren, ölmüş atalarının mezarları önünde rüku ve secdeye götüren. Bu putperest yaklaşımdır milletimizi ve ülkemizi kendi tarih, coğrafya ve medeniyetinden koparıp geri bırakan, düşmanlarımıza asker ve uşak yapan…
Hiçbir yerli, milli stratejik derinliği ve kıymeti olmayan bu ithal bu batı patentli yabancı görüş bu gün milletimizin beynine ve ruhuna bir asırdır dışarıdan eğitim ile şırınga edilmekte, baldıran zehiri milletimize şifa olarak sunulmakta, insanımız ve nesillerimiz yılardır uyuşturulup uyutulmakta, zehirlenmektedir.
Batı beslemesi muhalefet veya çağdaş jöntürkler geçmişimizi kana, hezimete ve hüzünlere bulayan bu münafık tiplerin izinden giderek bugün, Türkiye’nin bugünleri ve yarınları için en büyük fitne ve tehlike haline gelmiştir.
Ruhları bedenlerini terk etmiş, manasız ve sadece iskelet olarak kalmış, bir kıymeti harbiyesi olmayan bu ithal projeler, toprağımızla bağlarını koparmış ideolojiler, görüşler, partiler ve hareketler Türkiye ve İslam coğrafyasının önünde en büyük ve hayati tehlike haline gelmiştir.
Bunlar batının içimize soktuğu ajan provokatörlerden daha tehlikeli, görüldüğü her yerde başının ezilip yok edilmesi gereken fitne ocaklarıdır. Bunların milliyetçi, halkçı, dindar, demokrat, batıcı, doğucu legal, illegal olması, milletvekili seçilmesi, dağa çıkıp eşkıyalık yapması veya şehir eşkıyası olması durumun vahametini ve ciddiyetini gösteriyor.
Münafık her renkte ve kılıkta, her tipte ve biçimde, her alanda ve yerde farklı görünüşlerde olmasına rağmen ortak hedeflerinde birlikte hareket ediyor.
Dışarıdaki düşmanlar ile savaşmak ve onlara karşı mücadele etmek içimizdeki batı kuklası hainlere ve münafıklara karşı mücadele etmekten daha kolay. Görünmeyen ve bilinmeyen düşmanla mücadele görünen ve bilinen düşmana karşı yapılandan mücadeleden daha çetin, sert, acımasız ve zor. İşte Türkiye’nin içine düşürüldüğü en büyük oyun ve en çetin sıkıntıda burada kendini gösteriyor.
Dış düşmanlarımız içimizdeki hainleri ve münafıkları içimizde ve dışımızda en büyük teröristler olarak yıllardır devlet ve milletimize karşı kullanıyor. Kimisini milletvekili, bürokrat ve işadamı rolünde, kimilerini; silahlandırıp besleyip büyüterek militan teröristler ve asker olarak şehirlerde ve dağlarda ordumuza ve polisimize karşı kana kan, dişe diş savaştırıyor.
Batı beslemesi politikacılar, aydınlar, çağdaş jöntürk taslakları içerideki ve dışarıdaki düşmanlarımıza yardım ve yataklık, onların meclisteki sözcülüğü ve temsilciliğini yapıyor. Böyle bir ülkede yaşadığımızın farkında olmak, ona göre tavır ve konumumuzu netleştirip belirlemek hayati bir önem arz etmektedir.
Onlar batılı efendileri, kölesi oldukları hayat ve sistem adına bizimle hesaplaşmanın sancısıyla birlikte kuzu sarması, can dostlar olurken, biz de; ülke ve milletini, din ve medeniyetini, tarih ve kültürünü seven, onlara bağlı ve inanan insanlar olarak ‘’Bünyan en mersus’’ olmak zorundayız.
Unutmayalım ki; ‘’ Muhakkak Allah’ın taraftarları, askerleri, ordusu galip gelir ve galip gelecektir.’’ Allah cc verdiği sözde durur. Yeter ki biz, kul olarak O’na verdiğimiz sözde duralım ve bize düşen sorumluluklarımızı yerine getirelim.
27 Mayıs darbesi yalancı alçak katillerin darbesidir.
Türkiye’yi vesayete, Menderes ve arkadaşlarını da idama götüren psikolojik harekat süreci yalanlarla yürütüldü. Aynı yalanlar 62 yıl sonra yine...
27 Mayıs 2022 Cuma 12:55
Türkiye’yi vesayete, Menderes ve arkadaşlarını da idama götüren psikolojik harekat süreci yalanlarla yürütüldü. Aynı yalanlar 62 yıl sonra yine başladı.
Demokrasi tarihimizin kara lekelerinden biri olan ve milletin vicdanında derin yaralar açan 27 Mayıs 1960 darbesinin üzerinden 62 yıl geçti. Merhum Başbakan Adnan Merderes, dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idamıyla sonuçlanan süreçte yaşananların günümüzde de tekrar etmesi bazı kafaların 62 yıldır hiç değişmediğini gösteriyor. Yalanlarla üniversiteler kışkırtıldı. Ankara ve İstanbul’da öğrenci olayları başladı, öğrenciler, sokağa çıktı. “Yüzlerce öğrencinin öldüğü, kuyulara atıldığı, yakıldığı ve kıyma yapıldığı” yalanlarıyla gösterilerin şiddetlenmesi istendi. Menderes ve arkadaşlarının uçak dolusu paralarla yurt dışına kaçacağı iddiaları ortaya atıldı. Şartlar olgunlaşınca dış destekle düğmeye basıldı. Türkiye, 27 Mayıs 1960 sabahı darbeye uyandı. Yalanlar darbe sonrası da sürdü. İşte 27 Mayıs’ın alçak yalanları:
“İNÖNÜ’YÜ KARŞILAMAK İSTEYENLERE BOMBA ATILDI”
Demokrat Parti iktidarını yıpratmak için kullanılan üç önemli olaydan biri Uşak olaylarıydı. Diğer ikisi de Tokat/Zile’de İsmet İnönü’nün üzerine hortumla su sıkılması, öteki de Afyon/Emirdağ’da Menderes’in deve kesilerek tekbirlerle karşılanmasıydı. Cumhuriyet gazetesi, 18 Ekim 1958′deki manşetinde Zile’deki olayları “Zile’de dün müessif hadiseler oldu” diyerek duyurmuş, spotta ise “Polis ile jandarma, İnönü’yü karşılayan kalabalığı dağıtmak için göz yaşartıcı bombalar attı, cop ve dipçik kullandı, havaya ateş edildi, karışıklık 15 dakika sürdü” ifadelerini kullanmıştı. Ulus Gazetesi ise, “İnönü’yü Zile’de karşılamak isteyen yurttaşlar silah ve bombalarla dağıtılmak istendi” başlığını kullanmıştı. Peki o gün neler yaşandı? Dönemin tanığı gazeteci Güngör Yerdeş, ‘Başkentte Önemli Olaylar ve Yazamadıklarım’ kitabında olayın gerçeğini anlatıyor. “Paşa’nın üstüne arazözlerle sular mı sıkılmamıştı, arabaların lastikleri mi kesilmemişti, kafa ve gözler mi yarılmamıştı…” diyen Yerdeş, gazetelerin yazdığı olayların hiçbirinin o gün Zile’de yaşanmadığını söylüyor. Yerdeş, içlerindeki gazetecilerden birinin, ‘Zile’ye ben gidip geleyim. Tokat’a döndüğümde yazar size veririm” dediğini ifade ediyor, sonrasını ise şöyle anlatıyor: “Bir o gidip geldi Zile’ye.. Daktilosuna taktığı sayfaların arasına kopya kâğıtlarını yerleştirip, galiba iki A4′ü dolduracak tespitleri önümüze koyarak, buyurun geçin gazetelerinize demişti.” İnönü’nün Uşak gezisinde taşlandığı iddiaları da gerçeği yansıtmıyordu. Olayın tanıklarının anlatımına göre o dönem gazeteci Hüseyin Baradan halka el hareketi yapmıştı, taş da ona atılmıştı.
“MENDERES DEVE VE TEKBİRLERLE KARŞILANDI”
Gazeteci Güngör Yerdeş, Menderes’in Emirdağ’da tekbirlerle karşılandığına yönelik haberlerin de Zile’dekine benzer şekilde üretildiğini özetle kaydediyor: “Hepimiz Afyon’da kaldık. Bir ardaşımız Emirdağ’a giitti. Tek kalemden çıkan metni gazetelerimize geçtik.”
“CESETLERİ YEM MAKİNELERİNDE KIYDILAR”
28 Nisan 1960′ta Beyazıt’taki İstanbul Üniversitesi Kampüsü’nde, ögrenciler, DP iktidarı aleyhine gösteri düzenledi. Bir kişinin hayatını kaybettiği olayların ardından çok sayıda öğrencinin öldüğü, cesetlerinin ise Et ve Balık Kurumu’nda kıyılıp tavuk yemi yapıldığı iddia edildi. Gazeteci Orhan Birgit yıllar sonra Aksiyon Dergisi’nin “Kıyma makineleri bir dezenformasyon muydu?” sorusu şöyle cevapladı: “Ha, kıyma… Ben inandım ona. Sonra ne kıyma var, ne Et Balık Kurumu var. Kıyma makineleri haberlerini yayımladıktan sonra öğrendik ki uydurma. Anlatan da kim? Alev Alatlı’nın babası Albay Ertuğrul Alatlı. Basın yayın işlerinden sorumlu bir subayın uydurması.”
“KORKUNÇ CİNAYETLER AYDINLANIYOR”
Öğrencilerin cesetlerinin kuyulara atıldığı iddiaları da manşetlerde yer alıyordu. “Korkunç cinayetler aydınlanıyor: Bir çukura gömülen üç ceset bulundu” başlığını atan dönemin Akşam gazetesi “Silivrikapa Mezarlığı’ndaki çukurdan çıkarılan cesetlerden ikisi genç erkek, biri de genç bir kıza ait. Erkeklerin atlet ve külotlarıyla, kızın da gömleğiyle gömüldüğü tespit edildi” diye yazıyordu.
“12 UÇAK DOLUSU PARA İLE KAÇARKEN YAKALANDI”
27 Mayıs 1960 tarihinde Eskişehir Örfi İdare Komutanı Tuğgeneral Bedii Kireçtepe imzasıyla, Eskişehir Örfi İdare Kumandanlığı Tebliği yayınlanmış ve o bildiride, şu ifadeler yer almıştı: “Ankara’da bütün hükümet erkânı ve Demokrat Parti başkanları yabancı memlekete kaçarken yakalanmışlardır. Beraberlerinde 12 uçak dolusu altın mücevherat ve parayı kaçırmakta iken yakalandılar. Sabık Başbakan Adnan Menderes ve sabık Reisicumhur Celâl Bayar, askeri kumandanlık tarafından tevkif edilmiştir. Tevkif edilmelerini ve askeri kuvvetler gelinceye kadar salınmamalarını rica ederim.” Menderes’in gezisini takip eden gazeteci Rıdvan Uysal, tebliğin içeriğinin doğru olmadığını açıkladı. Uysal, Menderes ve yanındakilerin Ankara’dan Kütahya’ya giderken gözaltına alındığını söyledi. Tuğgeneral Bedii Kireçtepe, 07 Ekim 1963 tarihinde bir basın toplantısı yaparak, CHP’ye geçtiğini açıklamıştı.
“POLATKAN’IN ZİMMETİNDE 4 MİLYON LİRA ÇIKTI”
Yassıada duruşmalarında merhum Menderes ve hükümet üyeleri yolsuzluklarla suçlandı. Darbeyi meşrulaştırmanın aracı olarak kullanılan basın organlarında da “Menderes’in kasası yolsuzluk evrakı ve vesikalarla dolu”, “Polatkan’a ait yolsuzluklar açıklandı”, “Polatkan’ın zimmetinde 4 milyon lira çıktı”, “Polatkan’a ait yolsuzluklar açıklandı. Suçu: 12 milyon 500 bin liralık hisseye karşılık menfaat temini!” başlıklı manşetler yayınlandı.
“SABIKLARIN BANKALARDAKİ PARALARI: 1 MİLYAR TL”
Darbe sonrası bu manşetle yayınlanan gazeteler, “Dün bir ihibarla sanıkların hangi bankalarda ne kadar paraları bulunduğu bildirildi” diye yazıyordu. Sabıklardan kasıtları, merhum Başbakan Adnan Merderes, dönemin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan’dı.
MENDERES PROVOKASYONLARLA HEDEF YAPILDI
Takvimler 1960′ı gösterdiğinde, Başbakan koltuğunda iki seçimden zaferle çıkan Menderes oturuyordu, Cumhurbaşkanı ise Celal Bayar’dı. 4 Mayıs 1950′deki seçimlerde, DP yüzde 53 oyla 416 vekil çıkarmış, CHP ise 69 sandalye alabilmişti. DP’ye karşı provokasyonlar 1954′teki ikinci zaferinin ardından yoğunlaştı.
ATATÜRK’ÜN EVİNE SALDIRI
6 Eylül 1955′TE Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin yanındaki Türk konsolosluğunun bahçesine atılan iki bombadan birinin patladığı, evin ve konsolosluğun camlarının kırıldığı haberi üzerine Ankara, İstanbul ve İzmir’de halk sokağa döküldü, azınlıkların yaşadıkları semtlerde yangınlar çıkarıldı, işyerleri yağmalandı.
’6-7 EYLÜL’ OLAYLARI
27 Mayıs 1960 darbesinden sadece 8 gün sonra bir gazeteye röportaj veren Fuad Köprülü, 6-7 Eylül Olayları ile ilgili, “Bu müessif hadisenin baş tertipçisi ve müsebbibi bizzat Menderes’ti. Kıbrıs’ı fethetmek için bu şekilde bir yol takip etmeyi doğru bulmuştur” dedi. Yassıada’da alelacele 6-7 Eylül Olayları davası açıldı.
EZAN YASAĞI KALDIRILDI
DP’nin ilk yıllarında yaptığı en önemli icraatların başında, Türkçe okunan ezanın tekrar Arapça okunmasına dair kanunun Meclis’e sunulup kabul edilmesi gelmişti. İcraatalariyle milletin yanında yer alan DP katılımın yüzde 88,63 gibi oldukça yüksek bir oranda gerçekleştiği 1954 seçimlerinde, yüzde 58.4 oy aldı, CHP 35,1′de kaldı.
YARGILAMALAR 11 AY SÜRDÜ
Yassıada’da 14 Ekim 1960′ta başlayan yargılamalar 15 Eylül 1961′de karara bağlandı. Eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar, eski Başbakan Adnan Menderes, eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idam kararları oybirliğiyle alındı. Celal Bayar hakkındaki karar, yaş haddi nedeniyle müebbet hapis cezasına çevrildi.
ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİLERİ İKTİDARA KARŞI KULLANILDI
DP iktidarının son dönemlerinde İsmet İnönü’nün bazı yurt gezilerinin engellendiği ve saldırıya uğradığı iddiaları ortaya atılmasının ardından üniversite öğrencileri, hükümet aleyhine gösterilere başladı. İstanbul Beyazıt Meydanı’nda üniversite öğrencilerinin eylemi sırasında Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz, seken bir kurşunun başına isabet etmesi sonucu hayatını kaybetti, olaylar daha da şiddetlendi. Ülkede yaşananlar nedeniyle İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilan edildi.
“ÜNİVERSİTEDE ŞEHİTLERİN SAYISI BELLİ DEĞİL”
İstanbul Üniversitesi’nde yaşanan olayların ardından Hürriyet Gazetesi, “Şehitlerin sayısı belli değil” diyerek provakatif bir manşete imza attı. Haberin spotunda, “Maarif vekili: 11 kişinin öldüğü söyleniyor” ifadesi yer aldı. Sayının üniversiteler açılınca netleşeceği yazıldı.
CHP AKTİF ROL OYNADI
İsmet İnönü, Menderes’i hedef alan düzmece olayların merkezinde yer almakla kalmadı, idamında da etkili oldu. MBK Genel Sekreteri Albay M. Şükran Özkaya’nın 15 Ağustos 1961′de daktilo ettiği bir yazıda İnönü’nün MBK Başkanı Cemal Gürsel’e ‘Diğerlerini ömür boyu hapis, Menderes, Zorlu, Polatkan’ın idamını onaylamanızı istirham ederim’ dediği yer alıyordu. İnönü’nün darbe öncesi “Sizi ben de kurtaramam” çıkışı da unutulmadı.
10 YILDA 11 CUNTA KURULDU
Askeri vesayet heveslileri 14 Mayıs 1950′den, 27 Mayıs’a kadar hiç sahneden inmedi. 14 Mayıs günü üst rütbeli 4 komutan iktidarı kaybeden İsmet İnönü’yü Çankaya Köşkü’nde ziyaret ederek ‘Bir emri olup olmadığını’ sordu. İnönü askerlerin sırtını sıvazladı. 10 yılda 11 cunta kuruldu, 6 darbe girişiminde bulunuldu.
VESAYET KURUMSALLAŞTI
1960 darbesi sonrası cuntacıların ihdas ettiği yeni kurum ve kuruluşlar, vesayeti kurumsallaştırdı. Millet iradesinin tecelli ettiği yasama organı olan TBMM, darbecilerin kurduğu Cumhuriyet Senatosu ve Anayasa Mahkemesi ile vesayet altına alındı. Senato 1980 anayasası ile kaldırıldı.
Tarihten bugüne Kırım sorunu
Tarihten bugüne Kırım sorunu Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak / Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Çariçe II. Katerina, “Rusya’nın tacındaki...
8 Mart 2022 Salı 9:24
Tarihten bugüne Kırım sorunu
Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak / Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Çariçe II. Katerina, “Rusya’nın tacındaki en iyi incisi Kırım’dır” diyerek Osmanlılar’ın Akyar liman kentinde bir deniz üssü kurdu, burayı Sivastopol olarak adlandırdı. Böylece, bölge Rus İmparatorluğu’nun sembolü olmaya başladı. Rus Çarlığı zamanında Kırım yarımadası, Rusya’nın diğer bölgelerinden daha fazla Ruslaştırma politikasının baskısı altında kaldı. Savaş ve barış zamanında farklı gerekçelerle Kırım’dan ayrılmaları teşvik edilen Tatarlar yoğun olarak Osmanlı topraklarına göç etmeyi sürdürdü. Bu durum demografinin Ruslar lehine değişmesine yol açarken tarım ve hayvancılık başta olmak üzere Kırım’ın ekonomik yapısını bozmuştur.
Karadeniz’in kuzeyinde 26 bin 140 kilometrekarelik lik yüzölçümüyle yer alan Kırım doğu sınırlarıyla Azak Denizi’yle bütünleşmiş bir yarımadadır. Bahçesaray, Akmescit, Karasubazar gibi tarihi şehirleri güneybatıdan kuzeydoğuya uzanan dağların kuzey yamaçlarındaki ırmak havzalarında kurulmuştur. Kefe ile Akyar arasındaki sahil kesimi oldukça gelişmiştir.
Denizcilik ve ticaret yanında ikliminin görece elverişli olması Asya halkları ve Akdeniz çevresindeki halkları kendisine çekmiştir. Kimmerler, Eski Yunan, İskitler, Gotlar, Hunlar, Hazarlar, Kiev Rusları, Bizans, Bulgarlar, Kıpçaklar, Moğollar, Altın Orda Tatarları, Kırım Hanlığı, Osmanlılar ve Ruslar adayı egemenlikleri altında tuttular. XI. Asrın sonlarında Hazarların hakimiyet alanından çıktıktan sonra bile Kırım’da Azak havzasını kapsayan Hazarya adında bir Türk devleti vardı. Kırım’ın sahil kentlerinin bir kısmında XIII. asırda Venedik ve XIV. asırda Ceneviz egemenliğini geçerli oldu. Bu arada Alaeddin Keykubat (1220-1237) zamanında Kırım’ın en önemli ticaret kenti Suğdak ele geçirildi. 1239′da Moğol ordusu Batu Han liderliğinde Kırım’ı ele geçirdiğinde ona karşı koyanlar Kıpçaklar, Bulgarlar, Başkırtlar ve Aslar idi. Bundan sonra Altın Orda hakimiyeti başladı. Etnik Kırım kimliği bu sırada güçlendi ve İslamiyet yaygınlaştı. Etnik bir grup olarak Kırım Tatarları, VIII. yüzyıldan itibaren Kırım’a yerleşen Türk halklarının karışımından gelmektedirler. Mısır Memluk Devleti ile Kırım arasındaki ticaretin nişanesi olarak Kırım’ın merkezi kentlerinden Solhat’ta Sultan Baybars Camii yapıldı. Daha sonra da Özbek Han Camii, Hacı Mehmed Camii, Hacı Ömer Camii gibi eserler inşa edildi. Ayrıca Mimar Sinan’a atfedilen Tatar Han Camii, Cuma Camii ve Nureddin Sultan Camii yapıldı.
1395′de Timur’un Moğol Altın Orda ordusunu yok etmesinden sonra doğan güç boşluğundan sıyrılmak için Kırım Tatarları, 1441′de Cengiz Han’ın soyundan gelen Hacı Giray Han liderliğindeki Kırım Hanlığı’nı kurdular. Kırım sahillerindeki ticaret kasabaları vasıtasıyla Cenevizliler hem Osmanlı hem de Kırımlılar için ciddi tehditler oluşturuyordu. 1475 yılında Fatih devrinde Gedik Ahmed Paşa Kefe ve kıyıdaki diğer ticaret kasabalarını kontrol altına aldı. Bu dönemden itibaren Kırım Hanlığı, Osmanlıların Kırım’daki egemenliğini kabul etti. Kırım Tatarları ve Osmanlı Devleti’nin yakın ilişkileri, iki temel faktörle izah edilebilir: Birincisi jeopolitik zorunluluktur, ikincisi ise benzer siyasal görüşü oluşturan etnik köken, dil ve din vb. ortak özelliklerdir. Mengli Giray’ın üçüncü saltanatı (1478-1514) sırasında Osmanlı ile Kırım Hanlığı arasındaki ilişkiler oldukça önemli hale gelmiştir. Öyle ki, Yavuz Sultan Selim 1512′de Osmanlı tahtına otururken kayınbabası Mengli Giray’ın askerî desteğini almıştır.
Kırım Hanlığı’nın Osmanlı Devleti’ne dahil olduğu yaklaşık üç asır (1475-1774) boyunca, Karadeniz kıyılarına inmeye çalışan Polonya-Litvanya ve Moskova gibi güç merkezlerine karşı ortak savunma politikası izlenmiştir. Kırım Tatarları, askerî seferler sırasında gönderdiği birliklerle Osmanlı’ya ciddi katkı sunuyordu. Osmanlılar’ın Avusturya ve İran’la giriştiği savaşlarda olduğu gibi devletin kuzey kanadının düşman saldırılarına karşı seferlerinde de Kırım kuvvetlerinin Osmanlı ordusuna büyük desteği olmuştur. Diğer taraftan İstanbul’un ihtiyacı olan tahıl, et ve süt ürünlerinin tedarik merkezlerinden biri de Kırım Hanlığı’dır.
Osmanlılar Avrupa’da güç kaybederken, Rusya güç kazandı. Rusya’nın yayılması Türkler ve Kırımlılar aleyhine oldu. 1700 yılında İstanbul’da Osmanlı Devleti ile Karlofça Antlaşması’nı Rusya galip devlet olarak imzalarken Kırım Hanlığı’na haraç vermemeyi anlaşmanın şartlarından biri yaptı. Ayrıca Azak kalesini ele geçiren Rusya Karadeniz’e indi. Bunun yanında Kırım’daki iç istikrarsızlık Hanlığı zayıflattı. 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşının kaybı Kırım’ı İstanbul’dan ayırdı. Nitekim 1783′te Rusya yarımadayı işgal ederek Hanları Moskova’ya bağladı.
Taçtaki en iyi inci Kırım
Çariçe II. Katerina, “Rusya’nın tacındaki en iyi incisi Kırım’dır” diyerek Osmanlılar’ın Akyar liman kentinde bir deniz üssü kurdu, burayı Sivastopol olarak adlandırdı. Böylece, bölge Rus İmparatorluğu’nun sembolü olmaya başladı. 1853-1856 Kırım Savaşı Osmanlı Devleti’nin diplomatik başarısı ile Rusya ile Avrupa arasındaki bir savaşa dönüştü. Savaş görünüşte Kudüs’teki Hristiyan mezheplerince kutsal kabul edilen yerlerde ortaya çıkan sorunlar çerçevesinde Katoliklerin hamisi Fransa ve Ortodoksların hamisi olduğunu iddia eden Rusya’nın uzlaşmaz tutumu nedeniyle çıktı. Rusya, Osmanlı Devleti’nden istediklerini alamayınca savaş açtı. Fransa ve İngiltere Osmanlı yanında savaşa katıldı. Ancak savaş her iki tarafça da kötü yönetildi ve 1856′da Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndan aldığı toprakları geri vermesini talep eden Paris Antlaşması’nın imzalanmasıyla sona erdi. Anlaşma ayrıca Karadeniz bölgesindeki Rus deniz ve askeri varlığını da 20 yıl süreyle ortadan kaldırdı. Buna rağmen, Kırım Tatarlarının yarımadadaki varlıkları tehdit olarak görülmeye devam etti. Rus Çarlığı zamanında Kırım yarımadası, Rusya’nın diğer bölgelerinden daha fazla Ruslaştırma politikasının baskısı altında kaldı. Savaş ve barış zamanında farklı gerekçelerle Kırım’dan ayrılmaları teşvik edilen Tatarlar yoğun olarak Osmanlı topraklarına göç etmeyi sürdürdü. Bu durum demografinin Ruslar lehine değişmesine yol açarken tarım ve hayvancılık başta olmak üzere Kırım’ın ekonomik yapısını bozmuştur.
Kırım’ın Türk dünyasına etkisi
19. yüzyılın sonlarında Moskova’da uygulamaya konan yenileşme politikalarının Kırım’a da olumlu yansımaları olmuştur. Ruslar 1883 yılına geldiklerinde Türkistan coğrafyasını büyük ölçüde hükümleri altına aldılar. Güney Türkistan’ın bir parçası olan Afganistan üzerine ordularını sevk planlarını uygulamaya koydular. Afgan topraklarında İngilizlerle hakimiyet mücadelesine girmeden kendilerine atfedilen sevimsiz sıfatlardan kurtulmak için sempatik bulunacak yaklaşımlara ihtiyaçları vardı. Bu siyasal ortamda Türklere yönelik yumuşama politikalarının önünü açtı. Bu süreçte Kırım aydınları da umutlandı. 1883′te Bahçesaray’da İsmail Bey Gaspıralı (1851-1914) “Tercüman” gazetesini çıkarmaya başladı. Daha ilk nüshasında Rusya’da yaşayan Müslüman Türkleri yeniliklere açık olmaya davet etti. İslam’ın modernleşmesi, Müslüman dünyasında kadınların eşitliği ve basında kullanılmak üzere tek bir Türk dilinin kullanılması, dilde işte, fikirde birlik çağrısında bulundu.
Kırım’ın statüsü SSCB’nin kuruluşu ve dağılmasında yoğun olarak tartışıldı. Diğer bir ifadeyle Çarlık çöktüğünde ve SSCB dağıldığında Kırım için üç seçenek vardı: Kırım’ın bağımsızlığı, Kırım’ın bir Ukrayna devleti içinde özerkliği ve Rusya’ya katılması. İlk şık Moskova ve Kiev tarafından hiçbir şekilde kabul edilmedi. İkinci ve üçüncü şıklar ise arka arkaya gündeme alındı. Kırım 1941′den 1944′e kadar Nazilerin işgali altındaydı ve Almanların işgal ettiği diğer topraklarda olduğu gibi ulusal bölünme ve etnik çatışmaları kışkırtma politikası da uygulandı. Kırım Tatarları bu süreçte büyük zarar gördü. Bir totaliter rejim, Tatarları başka bir totaliter rejimle iş birliği yapmak ve ihanetle suçladı.
1944 sürgünü
Kırım 12 Mayıs 1944′de Sovyet kontrolüne girince Stalin, Nazilerle işbirliği suçlamasıyla Kırım Tatarlarını ve diğer azınlıkları toplu cezaya çarptırıp sürgün etti. Resmi rakamlara göre 188 bin Kırım Tatarları öncelikle sürgün edildi. Ardından Haziran 1944′te yarımadadaki Rumlar (14 bin), Ermeniler (11 bin) ve Bulgarlar (12 bin) sürüldüler. Rusya’nın resmi rakamlarına göre 1945-1950 yıllarındaki sürgünde 32 bin 107 kişi öldü. Rusya ve Ukrayna’dan sevk edilen Ruslar onların yerlerine yerleştirildi
Kırım Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Haziran 1945′te kaldırıldı ve Rusya Sovyet Federasyonu Sosyalist Cumhuriyeti (RSFSR) Oblastı (vilayeti) statüsüne indirilerek doğrudan Moskova’ya bağlandı. 1954′te ise Kırım’ın statüsünde sürpriz bir dönüş oldu. Kırım 19 Şubat 1954′te RSFSR’den Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne devredilmesi kararı ilan edildi. Rusya ile Ukrayna’yı birleştiren 1654 tarihli Pereislav anlaşmasının 300. Yıldönümünü kutlayan dostane bir jest olarak yapıldı. Bu jestin nedenini ilk olarak, SSCB lideri Kruşçev’in Ukrayna kökenli olmasına bağlayarak içinden geldiği ulusu ödüllendirmek olarak açıklayanlar oldu. İkinci olarak, Stalin sonrası sistemi tamir etmek, haksız ve zalimce uygulanan geçmiş dönem politikalarının yol açtığı yaraları sarmak olarak da yorumlayanlar olmuştur.
1991′de SSCB’nin dağılmasından sonra Kırım’daki atmosfer karmaşıktı, birçok Rus yanlısı ve ayrılıkçı hareket ortaya çıktı ve Kırım’ın bağımsızlığını veya Rusya ile entegrasyonunu yaymaya başladı.
Moskova ve Kiev arasındaki ilk gerçek gerilim, Karadeniz Filosunun çözülemeyen sorunları nedeniyle 1992′de meydana geldi. Bununla eş zamanlı olarak Kırım’da yarımadanın statüsünü değiştirme hareketi ortaya çıktı. Bazı Rus politikacılar 1954 tarihli Kırım’ın Ukrayna’ya Geçişi Yasası’nın değiştirilmesini tartışmaya açtı.
1992-1995 yılları arasındaki tartışmaların odağında Ukrayna’nın dağılacağı, Kiev’de Rusya’ya karşı düşmanca bir rejimin kurulması hatta, Kırım’ın elden çıkacağı ve bağımsız olacağı korkusu vardı. Öte yandan, Ukrayna yönetimi Rus hükümeti’nin söz konusu korkularının farkında olduklarını gösterdiler. Ülkede istikrarı ve bütünlüğü sağlamak için Rusya ile uyuma önem verdiklerini ilan ettiler. Bundan sonra, Yeltsin Ukrayna’daki yetkililere aktif olarak destek vermeye başladı. Moskova’da Ukrayna ile dostane ilişkilerin Kırım bölgesine sahip olmaktan daha avantajlı olduğuna dair yorumlar yapıldı.
Yeltsin ve Ukrayna lideri Kravchuk arasındaki görüşmelerde Kırım ve Karadeniz Filosu konusunda mutabakat sağlandı. Kırım Ukrayna’da kalırken Karadeniz Filosu iki ülke arasında paylaşıldı. Ekim 1992′de Yalta’da filonun üç yıl boyunca ortak kontrolü için anlaşma imzalandı. Ukrayna hükümetini meşgul eden bir konu da anavatanlarına dönmeye başlayan Kırım Tatarlarıydı. 1987 yılı nüfus sayımına göre, yarımadanın 2 milyonu biraz geçen nüfusu içinde sadece 17 bin 400 Kırım Tatarı vardı. Kırım Tatarları sürgünden dönüş hakkını aldıklarından itibaren bir anda nüfusları 135 bin kişiye yükseldi. Ukrayna politikası Kırım Tatarlarının geri dönmesinden yanaydı, ancak hükümet Kırım Tatarlarından bu yana ortaya çıkan sorunları gerektiği gibi yönetemedi. Tatarlar atalarının tapulu topraklarına yerleşmekte ve iş bulmakta güçlük çekiyorlardı ve bu yüzden yaşam koşulları hiç iyi değildi. Her şeye rağmen Kiev, Tatarları Rus yanlısı hareketlere karşı kendi yanında görüyordu.
Rusya’nın Kırım’ı ilhakı
1994-1996 Çeçen savaşında Rusya istediği neticeleri elde edemedi. Bundan sonra olası ayrılıkçı hareketlere karşı tedbirler almanın gerekli olduğu sonucuna vardı. 2003 yılında Çeçenistan’ı kontrol altına alan Putin, Kırım ve Ukrayna politikasına ağırlık verdi. Ancak, Ukrayna-Rus ilişkilerinde dönüm noktası, 2004 yılında Ukrayna’da gerçekleşen Turuncu Devrim oldu. Turuncu renk, Viktor Yuşçenko ve Yulia Timoşenko’nun Rusya karşıtı AB ve NATO yanlısı muhalefet hareketinin simgesiydi. Rusya yanlısı Viktor Yanukoviç’in Kasım 2004′teki cumhurbaşkanlığı seçimlerini zaferle ilan etmesi, başkentte ve Ukrayna’nın Turuncu devrim olarak bilinen diğer bölgelerinde halk protestolarına yol açtı. Ülke Batı yanlısı ve Rusya yanlısı partilerin uzlaşmaz tutumları nedeniyle o günden bugüne istikrarsızlıklar yaşamaya devam etti. İktidar iki ana akım arasında el değiştirmeye başladı. Turuncu devrimciler iktidara geldiklerinde “özgürlük ve Batı demokrasisi standardına ulaşmak” gibi söylemleri Kırım siyasetinde ve Kırım Tatarlarının hayatında herhangi bir değişiklik getirmedi. Kırım Tatar Millet Meclisi Başkanı Mustafa Cemiloğlu Rusya’ya yönelik olumsuz hatıraları nedeniyle Yuşçenko’nun yanında yer alma kararı aldı. Kırım Tatarları yerel yönetimde Tatarların temsili ve Kırım Tatar dilinin Kırım’da resmi statü kazanmasını istedi. Mustafa Cemiloğlu’nun 2005′te Yuşçenko ile görüşmesinden sonra bile bu konuda hiçbir ilerleme olmadı.
2012 seçimlerini kazanarak iktidarı tekrar eline geçiren Yanukoviç Rusya ile yakın ilişkiler başlatınca muhalefet gösterilere başladı. Nitekim 2014 seçimlerini Batı yanlısı Petro Poroşenko kazanınca Moskova güvenlik kaygılarını açıkça ilan etti. Rusya Kırım’a asker çıkarak önce işgal etmiş ve hemen ardından 18 Mart 2014′te ilhak kararını açıklamıştır.
Ukrayna liderlerinin Batı yanlısı tutumundan rahatsız olan Rusya, Mayıs 2019′da Volodymyr Zelensky cumhurbaşkanı seçilince tekrar güvenlik endişesi yaşamaya başladı. Nitekim 24 Şubat 2022′de Ruslar ve Ukraynalılar tek millettir iddiasını dile getiren Moskova idaresi Kiev’i işgal için üç yönden savaş başlattı. Kardeşler arasındaki savaş bölgede yeni fay hatları oluşturacak derecede tehlikelidir. Üstelik Ukrayna ve Kırım Tatarlarının lehine sonuçlar vermeyeceği açıktır. Kırım Tatarlarının bahtsız hikayesine Ukraynalılar da ortak olmasın. Gün, barış tarafında olmak ve etnik kökene bakmadan savaştan kaçanlara kucak açma günüdür…
skiziltoprak1@gmail.com
Prof. Dr. Süleyman Kızıltoprak / Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Çariçe II. Katerina, “Rusya’nın tacındaki en iyi incisi Kırım’dır” diyerek Osmanlılar’ın Akyar liman kentinde bir deniz üssü kurdu, burayı Sivastopol olarak adlandırdı. Böylece, bölge Rus İmparatorluğu’nun sembolü olmaya başladı. Rus Çarlığı zamanında Kırım yarımadası, Rusya’nın diğer bölgelerinden daha fazla Ruslaştırma politikasının baskısı altında kaldı. Savaş ve barış zamanında farklı gerekçelerle Kırım’dan ayrılmaları teşvik edilen Tatarlar yoğun olarak Osmanlı topraklarına göç etmeyi sürdürdü. Bu durum demografinin Ruslar lehine değişmesine yol açarken tarım ve hayvancılık başta olmak üzere Kırım’ın ekonomik yapısını bozmuştur.
***
Karadeniz’in kuzeyinde 26 bin 140 kilometrekarelik lik yüzölçümüyle yer alan Kırım doğu sınırlarıyla Azak Denizi’yle bütünleşmiş bir yarımadadır. Bahçesaray, Akmescit, Karasubazar gibi tarihi şehirleri güneybatıdan kuzeydoğuya uzanan dağların kuzey yamaçlarındaki ırmak havzalarında kurulmuştur. Kefe ile Akyar arasındaki sahil kesimi oldukça gelişmiştir.
Denizcilik ve ticaret yanında ikliminin görece elverişli olması Asya halkları ve Akdeniz çevresindeki halkları kendisine çekmiştir. Kimmerler, Eski Yunan, İskitler, Gotlar, Hunlar, Hazarlar, Kiev Rusları, Bizans, Bulgarlar, Kıpçaklar, Moğollar, Altın Orda Tatarları, Kırım Hanlığı, Osmanlılar ve Ruslar adayı egemenlikleri altında tuttular. XI. Asrın sonlarında Hazarların hakimiyet alanından çıktıktan sonra bile Kırım’da Azak havzasını kapsayan Hazarya adında bir Türk devleti vardı. Kırım’ın sahil kentlerinin bir kısmında XIII. asırda Venedik ve XIV. asırda Ceneviz egemenliğini geçerli oldu. Bu arada Alaeddin Keykubat (1220-1237) zamanında Kırım’ın en önemli ticaret kenti Suğdak ele geçirildi. 1239′da Moğol ordusu Batu Han liderliğinde Kırım’ı ele geçirdiğinde ona karşı koyanlar Kıpçaklar, Bulgarlar, Başkırtlar ve Aslar idi. Bundan sonra Altın Orda hakimiyeti başladı. Etnik Kırım kimliği bu sırada güçlendi ve İslamiyet yaygınlaştı. Etnik bir grup olarak Kırım Tatarları, VIII. yüzyıldan itibaren Kırım’a yerleşen Türk halklarının karışımından gelmektedirler. Mısır Memluk Devleti ile Kırım arasındaki ticaretin nişanesi olarak Kırım’ın merkezi kentlerinden Solhat’ta Sultan Baybars Camii yapıldı. Daha sonra da Özbek Han Camii, Hacı Mehmed Camii, Hacı Ömer Camii gibi eserler inşa edildi. Ayrıca Mimar Sinan’a atfedilen Tatar Han Camii, Cuma Camii ve Nureddin Sultan Camii yapıldı.
1395′de Timur’un Moğol Altın Orda ordusunu yok etmesinden sonra doğan güç boşluğundan sıyrılmak için Kırım Tatarları, 1441′de Cengiz Han’ın soyundan gelen Hacı Giray Han liderliğindeki Kırım Hanlığı’nı kurdular. Kırım sahillerindeki ticaret kasabaları vasıtasıyla Cenevizliler hem Osmanlı hem de Kırımlılar için ciddi tehditler oluşturuyordu. 1475 yılında Fatih devrinde Gedik Ahmed Paşa Kefe ve kıyıdaki diğer ticaret kasabalarını kontrol altına aldı. Bu dönemden itibaren Kırım Hanlığı, Osmanlıların Kırım’daki egemenliğini kabul etti. Kırım Tatarları ve Osmanlı Devleti’nin yakın ilişkileri, iki temel faktörle izah edilebilir: Birincisi jeopolitik zorunluluktur, ikincisi ise benzer siyasal görüşü oluşturan etnik köken, dil ve din vb. ortak özelliklerdir. Mengli Giray’ın üçüncü saltanatı (1478-1514) sırasında Osmanlı ile Kırım Hanlığı arasındaki ilişkiler oldukça önemli hale gelmiştir. Öyle ki, Yavuz Sultan Selim 1512′de Osmanlı tahtına otururken kayınbabası Mengli Giray’ın askerî desteğini almıştır.
Kırım Hanlığı’nın Osmanlı Devleti’ne dahil olduğu yaklaşık üç asır (1475-1774) boyunca, Karadeniz kıyılarına inmeye çalışan Polonya-Litvanya ve Moskova gibi güç merkezlerine karşı ortak savunma politikası izlenmiştir. Kırım Tatarları, askerî seferler sırasında gönderdiği birliklerle Osmanlı’ya ciddi katkı sunuyordu. Osmanlılar’ın Avusturya ve İran’la giriştiği savaşlarda olduğu gibi devletin kuzey kanadının düşman saldırılarına karşı seferlerinde de Kırım kuvvetlerinin Osmanlı ordusuna büyük desteği olmuştur. Diğer taraftan İstanbul’un ihtiyacı olan tahıl, et ve süt ürünlerinin tedarik merkezlerinden biri de Kırım Hanlığı’dır.
Osmanlılar Avrupa’da güç kaybederken, Rusya güç kazandı. Rusya’nın yayılması Türkler ve Kırımlılar aleyhine oldu. 1700 yılında İstanbul’da Osmanlı Devleti ile Karlofça Antlaşması’nı Rusya galip devlet olarak imzalarken Kırım Hanlığı’na haraç vermemeyi anlaşmanın şartlarından biri yaptı. Ayrıca Azak kalesini ele geçiren Rusya Karadeniz’e indi. Bunun yanında Kırım’daki iç istikrarsızlık Hanlığı zayıflattı. 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşının kaybı Kırım’ı İstanbul’dan ayırdı. Nitekim 1783′te Rusya yarımadayı işgal ederek Hanları Moskova’ya bağladı.
Taçtaki en iyi inci Kırım
Çariçe II. Katerina, “Rusya’nın tacındaki en iyi incisi Kırım’dır” diyerek Osmanlılar’ın Akyar liman kentinde bir deniz üssü kurdu, burayı Sivastopol olarak adlandırdı. Böylece, bölge Rus İmparatorluğu’nun sembolü olmaya başladı. 1853-1856 Kırım Savaşı Osmanlı Devleti’nin diplomatik başarısı ile Rusya ile Avrupa arasındaki bir savaşa dönüştü. Savaş görünüşte Kudüs’teki Hristiyan mezheplerince kutsal kabul edilen yerlerde ortaya çıkan sorunlar çerçevesinde Katoliklerin hamisi Fransa ve Ortodoksların hamisi olduğunu iddia eden Rusya’nın uzlaşmaz tutumu nedeniyle çıktı. Rusya, Osmanlı Devleti’nden istediklerini alamayınca savaş açtı. Fransa ve İngiltere Osmanlı yanında savaşa katıldı. Ancak savaş her iki tarafça da kötü yönetildi ve 1856′da Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndan aldığı toprakları geri vermesini talep eden Paris Antlaşması’nın imzalanmasıyla sona erdi. Anlaşma ayrıca Karadeniz bölgesindeki Rus deniz ve askeri varlığını da 20 yıl süreyle ortadan kaldırdı. Buna rağmen, Kırım Tatarlarının yarımadadaki varlıkları tehdit olarak görülmeye devam etti. Rus Çarlığı zamanında Kırım yarımadası, Rusya’nın diğer bölgelerinden daha fazla Ruslaştırma politikasının baskısı altında kaldı. Savaş ve barış zamanında farklı gerekçelerle Kırım’dan ayrılmaları teşvik edilen Tatarlar yoğun olarak Osmanlı topraklarına göç etmeyi sürdürdü. Bu durum demografinin Ruslar lehine değişmesine yol açarken tarım ve hayvancılık başta olmak üzere Kırım’ın ekonomik yapısını bozmuştur.
Kırım’ın Türk dünyasına etkisi
19. yüzyılın sonlarında Moskova’da uygulamaya konan yenileşme politikalarının Kırım’a da olumlu yansımaları olmuştur. Ruslar 1883 yılına geldiklerinde Türkistan coğrafyasını büyük ölçüde hükümleri altına aldılar. Güney Türkistan’ın bir parçası olan Afganistan üzerine ordularını sevk planlarını uygulamaya koydular. Afgan topraklarında İngilizlerle hakimiyet mücadelesine girmeden kendilerine atfedilen sevimsiz sıfatlardan kurtulmak için sempatik bulunacak yaklaşımlara ihtiyaçları vardı. Bu siyasal ortamda Türklere yönelik yumuşama politikalarının önünü açtı. Bu süreçte Kırım aydınları da umutlandı. 1883′te Bahçesaray’da İsmail Bey Gaspıralı (1851-1914) “Tercüman” gazetesini çıkarmaya başladı. Daha ilk nüshasında Rusya’da yaşayan Müslüman Türkleri yeniliklere açık olmaya davet etti. İslam’ın modernleşmesi, Müslüman dünyasında kadınların eşitliği ve basında kullanılmak üzere tek bir Türk dilinin kullanılması, dilde işte, fikirde birlik çağrısında bulundu.
Kırım’ın statüsü SSCB’nin kuruluşu ve dağılmasında yoğun olarak tartışıldı. Diğer bir ifadeyle Çarlık çöktüğünde ve SSCB dağıldığında Kırım için üç seçenek vardı: Kırım’ın bağımsızlığı, Kırım’ın bir Ukrayna devleti içinde özerkliği ve Rusya’ya katılması. İlk şık Moskova ve Kiev tarafından hiçbir şekilde kabul edilmedi. İkinci ve üçüncü şıklar ise arka arkaya gündeme alındı. Kırım 1941′den 1944′e kadar Nazilerin işgali altındaydı ve Almanların işgal ettiği diğer topraklarda olduğu gibi ulusal bölünme ve etnik çatışmaları kışkırtma politikası da uygulandı. Kırım Tatarları bu süreçte büyük zarar gördü. Bir totaliter rejim, Tatarları başka bir totaliter rejimle iş birliği yapmak ve ihanetle suçladı.
1944 sürgünü
Kırım 12 Mayıs 1944′de Sovyet kontrolüne girince Stalin, Nazilerle işbirliği suçlamasıyla Kırım Tatarlarını ve diğer azınlıkları toplu cezaya çarptırıp sürgün etti. Resmi rakamlara göre 188 bin Kırım Tatarları öncelikle sürgün edildi. Ardından Haziran 1944′te yarımadadaki Rumlar (14 bin), Ermeniler (11 bin) ve Bulgarlar (12 bin) sürüldüler. Rusya’nın resmi rakamlarına göre 1945-1950 yıllarındaki sürgünde 32 bin 107 kişi öldü. Rusya ve Ukrayna’dan sevk edilen Ruslar onların yerlerine yerleştirildi
Kırım Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Haziran 1945′te kaldırıldı ve Rusya Sovyet Federasyonu Sosyalist Cumhuriyeti (RSFSR) Oblastı (vilayeti) statüsüne indirilerek doğrudan Moskova’ya bağlandı. 1954′te ise Kırım’ın statüsünde sürpriz bir dönüş oldu. Kırım 19 Şubat 1954′te RSFSR’den Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne devredilmesi kararı ilan edildi. Rusya ile Ukrayna’yı birleştiren 1654 tarihli Pereislav anlaşmasının 300. Yıldönümünü kutlayan dostane bir jest olarak yapıldı. Bu jestin nedenini ilk olarak, SSCB lideri Kruşçev’in Ukrayna kökenli olmasına bağlayarak içinden geldiği ulusu ödüllendirmek olarak açıklayanlar oldu. İkinci olarak, Stalin sonrası sistemi tamir etmek, haksız ve zalimce uygulanan geçmiş dönem politikalarının yol açtığı yaraları sarmak olarak da yorumlayanlar olmuştur.
1991′de SSCB’nin dağılmasından sonra Kırım’daki atmosfer karmaşıktı, birçok Rus yanlısı ve ayrılıkçı hareket ortaya çıktı ve Kırım’ın bağımsızlığını veya Rusya ile entegrasyonunu yaymaya başladı.
Moskova ve Kiev arasındaki ilk gerçek gerilim, Karadeniz Filosunun çözülemeyen sorunları nedeniyle 1992′de meydana geldi. Bununla eş zamanlı olarak Kırım’da yarımadanın statüsünü değiştirme hareketi ortaya çıktı. Bazı Rus politikacılar 1954 tarihli Kırım’ın Ukrayna’ya Geçişi Yasası’nın değiştirilmesini tartışmaya açtı.
1992-1995 yılları arasındaki tartışmaların odağında Ukrayna’nın dağılacağı, Kiev’de Rusya’ya karşı düşmanca bir rejimin kurulması hatta, Kırım’ın elden çıkacağı ve bağımsız olacağı korkusu vardı. Öte yandan, Ukrayna yönetimi Rus hükümeti’nin söz konusu korkularının farkında olduklarını gösterdiler. Ülkede istikrarı ve bütünlüğü sağlamak için Rusya ile uyuma önem verdiklerini ilan ettiler. Bundan sonra, Yeltsin Ukrayna’daki yetkililere aktif olarak destek vermeye başladı. Moskova’da Ukrayna ile dostane ilişkilerin Kırım bölgesine sahip olmaktan daha avantajlı olduğuna dair yorumlar yapıldı.
Yeltsin ve Ukrayna lideri Kravchuk arasındaki görüşmelerde Kırım ve Karadeniz Filosu konusunda mutabakat sağlandı. Kırım Ukrayna’da kalırken Karadeniz Filosu iki ülke arasında paylaşıldı. Ekim 1992′de Yalta’da filonun üç yıl boyunca ortak kontrolü için anlaşma imzalandı. Ukrayna hükümetini meşgul eden bir konu da anavatanlarına dönmeye başlayan Kırım Tatarlarıydı. 1987 yılı nüfus sayımına göre, yarımadanın 2 milyonu biraz geçen nüfusu içinde sadece 17 bin 400 Kırım Tatarı vardı. Kırım Tatarları sürgünden dönüş hakkını aldıklarından itibaren bir anda nüfusları 135 bin kişiye yükseldi. Ukrayna politikası Kırım Tatarlarının geri dönmesinden yanaydı, ancak hükümet Kırım Tatarlarından bu yana ortaya çıkan sorunları gerektiği gibi yönetemedi. Tatarlar atalarının tapulu topraklarına yerleşmekte ve iş bulmakta güçlük çekiyorlardı ve bu yüzden yaşam koşulları hiç iyi değildi. Her şeye rağmen Kiev, Tatarları Rus yanlısı hareketlere karşı kendi yanında görüyordu.
Rusya’nın Kırım’ı ilhakı
1994-1996 Çeçen savaşında Rusya istediği neticeleri elde edemedi. Bundan sonra olası ayrılıkçı hareketlere karşı tedbirler almanın gerekli olduğu sonucuna vardı. 2003 yılında Çeçenistan’ı kontrol altına alan Putin, Kırım ve Ukrayna politikasına ağırlık verdi. Ancak, Ukrayna-Rus ilişkilerinde dönüm noktası, 2004 yılında Ukrayna’da gerçekleşen Turuncu Devrim oldu. Turuncu renk, Viktor Yuşçenko ve Yulia Timoşenko’nun Rusya karşıtı AB ve NATO yanlısı muhalefet hareketinin simgesiydi. Rusya yanlısı Viktor Yanukoviç’in Kasım 2004′teki cumhurbaşkanlığı seçimlerini zaferle ilan etmesi, başkentte ve Ukrayna’nın Turuncu devrim olarak bilinen diğer bölgelerinde halk protestolarına yol açtı. Ülke Batı yanlısı ve Rusya yanlısı partilerin uzlaşmaz tutumları nedeniyle o günden bugüne istikrarsızlıklar yaşamaya devam etti. İktidar iki ana akım arasında el değiştirmeye başladı. Turuncu devrimciler iktidara geldiklerinde “özgürlük ve Batı demokrasisi standardına ulaşmak” gibi söylemleri Kırım siyasetinde ve Kırım Tatarlarının hayatında herhangi bir değişiklik getirmedi. Kırım Tatar Millet Meclisi Başkanı Mustafa Cemiloğlu Rusya’ya yönelik olumsuz hatıraları nedeniyle Yuşçenko’nun yanında yer alma kararı aldı. Kırım Tatarları yerel yönetimde Tatarların temsili ve Kırım Tatar dilinin Kırım’da resmi statü kazanmasını istedi. Mustafa Cemiloğlu’nun 2005′te Yuşçenko ile görüşmesinden sonra bile bu konuda hiçbir ilerleme olmadı.
2012 seçimlerini kazanarak iktidarı tekrar eline geçiren Yanukoviç Rusya ile yakın ilişkiler başlatınca muhalefet gösterilere başladı. Nitekim 2014 seçimlerini Batı yanlısı Petro Poroşenko kazanınca Moskova güvenlik kaygılarını açıkça ilan etti. Rusya Kırım’a asker çıkarak önce işgal etmiş ve hemen ardından 18 Mart 2014′te ilhak kararını açıklamıştır.
Ukrayna liderlerinin Batı yanlısı tutumundan rahatsız olan Rusya, Mayıs 2019′da Volodymyr Zelensky cumhurbaşkanı seçilince tekrar güvenlik endişesi yaşamaya başladı. Nitekim 24 Şubat 2022′de Ruslar ve Ukraynalılar tek millettir iddiasını dile getiren Moskova idaresi Kiev’i işgal için üç yönden savaş başlattı. Kardeşler arasındaki savaş bölgede yeni fay hatları oluşturacak derecede tehlikelidir. Üstelik Ukrayna ve Kırım Tatarlarının lehine sonuçlar vermeyeceği açıktır. Kırım Tatarlarının bahtsız hikayesine Ukraynalılar da ortak olmasın. Gün, barış tarafında olmak ve etnik kökene bakmadan savaştan kaçanlara kucak açma günüdür…
.
Yunanistan’ın panik atakları
Devletlerin iç ve dış politikası, diplomasi, siyaset, düşmanlık veya dostluk üzerine belirli kriter ve anlayışları vardır. Yönetimin başına gelen...
11 Şubat 2022 Cuma 9:48
Devletlerin iç ve dış politikası, diplomasi, siyaset, düşmanlık veya dostluk üzerine belirli kriter ve anlayışları vardır. Yönetimin başına gelen yöneticiler bu kriterlerde belirtilen kırmızıçizgilere göre ülkeyi yönetirler. Buna göre komşularına ve dünyaya karşı politika yapar ve duruş sergilerler.
Devlet yöneticilerinin hepsinin önünde konsept olarak bu devlet aklı vardır. Yol haritası niteliğindeki bu metin zaman zaman konjoktüre göre yetkili kurum ve organlarca değiştirilerek yenilenebilir.
Osmanlının külleri üzerinde kurulan, onun devamı ve mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyetinin de (yönetime kim gelirse gelsin) izlemesi gereken kırmızıçizgilerini belirleyen bir devlet geleneği, duruşu ve aklı vardır.
Bu akıl, duruş ve gelenek komşularımızla ve dünya ile iyi geçinme, barışı hem ülkemizde hem de dünyada hakim kılma stratejisi üzerine kurulmuştur. Fakat barışı inşa eder iken her an savaşa hazır olan güçlü bir ordumuzun da olması ülkemiz ve milletimizin stratejik duruşudur. Çünkü savaşa hazır olmayan bir millet barışı rüyalarında bile göremez.
Ünlü Osmanlı şairi Abdullah Molla, “Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz-ü felâh; Hazır ol cenge eğer ister isen sulh-ü salâh.” (1) derken bu veciz sözüyle barış için her an savaşa hazır olmanın zaruretini belirtiyor.
‘’İnsan, kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini, öğrendi. Fakat barış ve huzur içinde, kardeşçe yaşamasını öğrenemedi.’’ (2) Bu hal ve durum onu her an uyanık ve tetikte olmaya mecbur ediyor.
‘’Savaş herkesle barış ise onurlu ve sözünün eri olan insan ve toplumla yapılır.’’ (3) Eğer barış gerçekten barış ise, ‘’En kötü bir barış en iyi bir savaştan daha iyidir.’’ (4) Bunlar bizim insana, devletlere ve aleme bakışımızın pencereleri.
Osmanlı Rus savaşındaki yenilgiden sonra 1828 de Edirne anlaşmasıyla Yunanlılar Osmanlıdan ayrılır ve kendi devletini kurar. Osmanlıdan ayrılan Yunanistan önce Türk nüfusun yoğun bulunduğu Moro yarımadası ve iç Yunanistan’da sayısız zulüm, işkence ve katliamlar yaparak Türkleri bir soy kırımına tabi tuttular. Her nerede Osmanlıya ait cami minare, mescit, han, hamam gibi Müslüman izlerini hatırlatan bir eser varsa hepsini yakıp yıktılar. Müslüman ahaliyi de Osmanlı topraklarına göç etmeye zorladılar. İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya başta olmak üzere hemen hemen tüm Avrupa devletleri bu zulmü destekledi. Bu vesile ile adeta Osmanlıdan intikam aldılar.
Yunanlıların tarih kitaplarında bile bugün hala Türk düşmanlığı yapılmakta, iftira ve yalanlarla genç kuşakların beyinleri Türk ve Türkiye düşmanlığı ile şartlandırılmaktadırlar. 400 yıl boyunca Yunanlıların zorla Müslüman edildikleri, yeniçeri ocaklarına alındıkları, zorla memur yapıldıkları, Kiliselerinin, dinlerinin ve okullarının yasaklandığı yalanları okul çocuklarına tarih dersi olarak okutulduğu, Trakya ve Anadolu topraklarının kurtarılması gereken Bizans toprakları olduğu anlatılmakta, Yunanistan’da ve Batı Anadolu’nun işgalinde Türkleri nasıl yaktıklarını ders kitaplarında genç beyinlere işlemektedir. ‘Yunan milli marşında“ (5) ‘’Daha fazla Türk kanı, daha fazla Türk kanı” ifadeleri ile Türk ve Türkiye düşmanlığı yunan gençliğinin amentüsü haline getirilmektedir.
Bunca kin, bunca nefret, bunca öç ve intikam alma hırsı Yunan çocuklarına daha okul çağlarında aşılanırken, Türk düşmanlığı Yunan devlet politikası olarak gençlerin beyinlerine kazınırken, bizim devletimizin politikasında ise antik Yunan hayranlığı ve temellerini Yunan medeniyetinin oluşturduğu batı medeniyetine aşık olma paranoyası yıllarca faşist CHP iktidarlarından devlet politikası olarak ülkemizin tüm kurum ve kuruluşlarında uygulandı. Batı medeniyetinin bir parçası olmak için tümden milletimizin dini, milli ve yerli değer ve kutsallarına karşı savaş açıldı. Azınlık ve azgın bir Kemalist laik diktatörlük anlayışı, bugün de ‘’Zulüm 1453 te başlamıştır’’ diyen yerli münafıklar ve Bizans soylu soysuzlarla birlikte ülkemizde yan yana siyaset yapıp hareket yapıyor.
Yunanistan’dan İstanbul’a gelen kara yolunda işaret levhasında halen İstanbul yerine Kostantinepolis yazdığını görürüsünüz. Daha dün; Türkiye’de üretilen Covid-19 maskesinde ‘’Made-in Türkiye’’ yazısı bile Yunan meclisini karıştırmaya yetti. İlticacıları Türkiye’ye itilmesi, Müslümanların cami açmasına bile müsaade edilmemesi, Batı Trakya Türklerine yapılan binlerce zulüm ve baskı, Adalar denizinin Türkiye’ye karşı silahlandırılıp bir cephanelik haline getirilmesi, Lozan anlaşmasının yüzlerce kez ihlali vs. say sayabildiğin kadar… İhanet ve düşmanlıkta Yunanlı ve Rumlar sınır tanımıyor.
Türkiye ne yaparsa yapsın, nasıl davranırsa davransın, hangi yumuşak üslup ve usülleri denerse denesin Yunanlıların gözünde millet olarak biz ellerine geçecek ilk fırsatta, en öncelikli saldırı hedefi katledilmesi gereken ilk düşmanız.
Bu kin, bu nefret, bu intikam ve öç alma hırsı hem Yunanistan’ı ve onunla birlikte hareket eden diğer ülkelerin basiret gözünü kör etmiş durumda. Türkiye mahallenin çakallarına pabuç bırakacak bir devlet olmadığını hala bazı ülkeler anlamış değiller.
Biz, bin yıldır bu topraklardayız. Allah’ın izniyle ve hep de burada olacağız. Çünkü Türkler için Türkiye’den başka bir Türkiye yok. Bizden Bizans’ın hesabını sormak isteyen Helen çocukları, bizim yeni bir çağ açmak ve kapatmak için yola çıkmış bir milletin evlatları olduğumuzu da asla unutmamalılar!
Bir milletin başına gelebilecek en büyük felaket o milleti millet yapan: din’i, dil’i, yazı’sı tarih’i ve kültüründen koparmak, kimlik...
17 Aralık 2021 Cuma 16:46
Bir milletin başına gelebilecek en büyük felaket o milleti millet yapan: din’i, dil’i, yazı’sı tarih’i ve kültüründen koparmak, kimlik ve kişiliğine karşı onu yabancılaştırmaktır Osmanlı Devletini savaş meydanlarında durduramayan Haçlılar onu zamanla içten sinsice bölüp parçalamak ve yıkmak için fitne oyunlarına başvurdular.
(1839-1876 ) Tanzimat Fermanıyla devleti yaşadığı siyasi bunalımlardan, ekonomik sıkıntılardan, teknolojik geri kalmışlıktan kurtarmak iddiasıyla bir dizi reform yapılmasına karar verildi. Yapılacak bu reformlarla Fransa ve İngiltere gibi dünya devleriyle yarışabilecek bir güce ve seviyeye ulaşabileceğimize inanan devlet yöneticileri vardı.
Aslında batılılaşma hareketi 15 Haziran 1826′ da yeniçeri Ocağını ortadan kaldıran II. Mahmut döneminde kısmen başlatılmıştı. Osmanlı ordusunun bel kemiği olan bu ocak kaldırılmakla Ordu kurum ve gelenek olarak büyük darbe yedi. Böylece 2500 yıllık bir ordu geleneği ve disiplini yerine batı tipi bir ordu anlayışı almaya başladı. Bu yalnışın adına da Vaka-i Hayriye adı verildi.
Gerek Yeniçeri Ocağını kaldıran Sultan II. Mahmut’ a, gerekse Tanzimat fermanını yürürlüğe koymakta taviz vermeyen Sultan I. Abdulaziz ve Abdulmecit’ e Müslüman halk ‘’Gavur padişah’’ diyerek yapılan yanlışlıklara tepki gösteriyordu. Daha sonra düzensiz iç isyanlar, ayaklanmalar ve huzursuzluklar birbirini takip etti.
Yıllarca birçok Osmanlı genci batıyı yakından tanıması, orada okuyup gelmesi, ülkesine ve milletine faydalı olması için devlet tarafından burslu öğrenci olarak Fransa ve İngiltere’ye gönderildi. Onlardan kimileri İngiliz ve Fransız devletinin desteği ile kendilerini oraya gönderen padişah ve devlet aleyhinde yayınlar yaparak batının oyun ve kara propagandalarına alet oldular. Bu tiplere batıda ‘’Jön Türkler’’ (Genç Türkler) (1) denilmeye başlandı. Türkiye’ deki darbelerin ‘’Genç subaylar rahatsız oluyor’’ sinyaliyle başlamasının manşet olmasının kökleri ‘’Jön Türklere’’ kadar uzanır.
Batı dünyası kendi ülkelerine gelen bu yabancı öğrencilere dünya görüşlerini, hayat tarzlarını, mantık ve düşüncelerini benimseterek, çıkar ve politikaları doğrultusunda onları eğitip şekillendirdiler. Din, tarih, kültür ve medeniyetine karşı yabancılaşmış olarak yetiştirilen bu gençler (2) batılılaşmanın ilk elçileridir. Batılılaşma sarhoşu olan bir kısım üst düzey Osmanlı bürokrasisi ve ordusu bu tip gençleri hürriyet kahramanı, aydın, büyük şair, devlet ve düşünce adamı olarak bağrına bastı. Bunlar zamanla Osmanlı bürokrasisi içinde birer Brütus oldular.
Batı dünyası Osmanlı devlet ve ordu, bürokrasisi ve toplumsal yapısını bozmak için önce; Jön Türkleri, sonra; da İttihat ve Terakkicileri akıllıca kullanmayı bildi. Ordu ve devlet kadrolarında içten içe gizlice örgütlenen bu insanlar devlet içinde paralel bir devlet yapısı (3) oluşturarak Osmanlı merkezi yönetimine kafa tutan, gerekirse padişahları darbe ile devirip yerine batının hoşuna gidecek silik şahsiyetli, liyakatsiz sulatanları başa getirdiler.(4)
Birçok Ermeni, Rum, Musevi, İtalyan, Fransız tüccar, banker ve İttihatçılar ile Masonlar Osmanlıyı birlikte çalışıp yıktılar. Öyle ki, İttihatçılar sinsice padişahın en yakınına kadar sokularak kimileri hanedana akraba ve damat olup devletin en yüksek makamlarında görev yaptılar.(5)
Çağdaşlaşma modernleşme ve ilerleme adına Osmanlının batıya gönderdiği Müslüman gençlerin çoğu oradan vatanlarına geri dönerken Ataist Antik Yunan ve Hıristiyan Roma aklı ve kültürünün temsilcisi olarak ülkelerine geri döndüler.
Altı yüzyıl dünyanın süper gücü olarak ayakta duran, koskoca Osmanlı çınarı Haçlı batılıların fikir ve düşünce işgal ve istilasına uğrayan ‘’Jöntürk’’, ‘’Tanzimatçı’’ ve ‘’İttihatçı’’ mankurtlar tarafından kurtların ağacı içeriden kemirip bitirdiği gibi çökerttiler. Osmanlıdan sonra kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu mankurtların eline geçince büyük bir eksen kaymasıyla makas değiştirdi. ‘’Özgür, bağımsız ve kendi değerlerine bağlı Müslüman bir milletin devleti olma amaç ve gayesinden’’ saptırılarak devlet gemisinin dümeni Osmanlıyı içten ve dışarıdan yıkan düşmanları taklit etmeye ve onların izini sürmeye, devletin kıblesi batıya çevrildi.
Türkiye’de bugün milletimiz, dün: düşmanına aşık olup batılılarla aşk yaşayan Jön Türklerin doğurduğu, Tanzimatçıların büyüttüğü, ittihatçıların beslediği ve karşımıza İslam düşmanı olarak diktiği batı kuklaları olan birçok ( Parti, Cemaat, Fikir akımı vs.) fitne ile uğraşıyoruz.
Osmanlıyı içten ve dıştan yıkan fikrin ve düşüncenin fahişesi Haçlılar ve onların Türkiye’deki ittifak ortakları ile bu vatanı bize yurt olarak emanet eden Müslüman atalarımızın yolunu izleyen milletimiz arasında bir ‘’BEKA’’ kavgamız var. Bu kavga her iki tarafın da varoluş ve beka kavgasıdır.
Kur’an-ı ve Ezanı bu ülkede yasaklayan, ’’Kabe Arab’ ın olsun, Çankaya bize yeter ‘’ diyenlerle, asil Türkmen atlarının sırtında zaferden zafere koşan Selçuklu ve Osmanlı Akıncılarının kavgasıdır bu.
İbrahim’le Nemrud’ un, Musa ile Firavun’un, Kılıçaslan ile Haçlıların mücadelesi… Yani; kara ile ak’ın, Hak ile batılın, Allah’ın kulları ile Doların kularının savaşı.
1) Jön Türkler tanımı 1828 tarihinde ilk olarak Charles Mc Farlane tarafından kullanılmıştır.
2-) Jön Türklerden bazıları; Namık Kemal, Ahmet Cevdet Paşa, Abdullah Cevdet, Ahmet Rıza İbrahim Şinasi, Samipaşazade Sezai, Dr. Nazım Bey ve Ahmet Rızadır.
3-) FETÖ örgütünün taklit ettiği yol aynen Osmanlıyı yıkan ittihatçıların izlediği yoldur.
4- İttihatçıların 1909 da II. Abdulhamid’ i darbe ile tahttan indirip yerine hiçbir özelliği olmayan kardeşi Sultan Reşat’ı başa geçirdikleri gibi.
5-) Damat Ferit, Talat Paşa, Enver Paşa gibi.
5-) Kemalettin Kamu ( 15.9.1901-6.3.1948), Fransada (1933) okudu. Rize ve Erzurum CHP Milletvekilliği yaptı. Mankurt’ un inkar ve Tuğyana yelken açan Çankaya Şiirinden;
….
‘’Ne örümcek ne yosun,
Ne mucize ne füsun;
Kabe Arap’ın olsun
Çankaya bize yeter.’
.
Siyasetsizlik siyasetiniz olmuş
Yusuf Alabarda, Türkiye 2023 seçimlerine doğru hızla yol alırken siyasi partilerden siyaset üretmesini dört gözle beklemek nasıl bir talihsizliktir?...
4 Kasım 2021 Perşembe 11:54
Yusuf Alabarda, Türkiye
2023 seçimlerine doğru hızla yol alırken siyasi partilerden siyaset üretmesini dört gözle beklemek nasıl bir talihsizliktir?
Özellikle iktidarın uyguladığı politikalara alternatif siyaset üretip halkın önüne koymak yerine, 41 Yasin gruplarındaki dindar ablaların Ekrem İmamoğlu’nun yüzünde ‘Rabbi yessir’ görmesini, siyaset diye ortaya koymak nasıl acınası bir durumdur?
Oysa ülkenin bu kritik zamanlarında iktidara alternatif ve ufuk açıcı bir siyaset üreten muhalefet anlayışına o kadar çok ihtiyaç var ki…
Bunu neden mi bu kadar önemsiyorum?
Demokrasiden anlamamız gereken yegâne husus sadece iktidarın eleştirilmesi değil de ondan. İktidarı kıyasıya eleştirmenin yanında, her alanda uygulanan politikalara vizyoner alternatifler koyabiliyorsak ülkeyi bir adım daha öteye taşıyabiliriz.
Kürt sorunu diyerek Meclis çatısı altında gösterişli nutuklar atıldıktan sonra, sorunun içeriğine ve çözümüne dair kaç kelam duydunuz Allah aşkına?
Oysa dünya çok hızlı dönmeye başladı.
Dünyanın yeni bir yüzyıla ve yeni bir döneme girdiğini artık sadece görmüyoruz, bizzat yaşıyoruz. Şayet bugünleri siyasetsizlik ve kısır vizyon sebebi ile ıskalarsak, korkarım ki yeni denklemde durumu dengeye getirebilmek için yine kabaca bir 300 yıla daha ihtiyacımız olacak.
Tabii o zaman geldiğinde bugünün kavram ve değerleri ortada kalırsa…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Roma’da katıldığı G20 zirvesinde konuşulan konu başlıklarına bakarsak, sanırım tabloyu daha net görme şansımız olur. Zirvede; küresel enflasyon baskısı, yükselen gıda fiyatları ve gıda güvenliği, enerji güvenliği, biyo güvenlik, aşı programı, iklim ve çevre, fakir ülkelere yönelik yeni borçlanma konuları gibi birçok husus ele alındı.
Hoş, Çin ve Rusya Devlet Başkanlarının zirveye telekonferans yolu ile katılması ayrıca bir yazı konusu ama biz yine kendi gündemimize odaklanalım…
Buradan da rahatlıkla görebiliyoruz ki dünyanın gittiği yöne doğru ülkeyi doğru yönlendirebilmek için siyaset üretmek son derece değerli bir husus. Güvenlik siyasetinden enerji siyasetine, ekonomi ve istihdamdan sağlık ve ulaştırma siyasetine, Orta Doğu siyasetinden bölge ülkeleri ile olan ilişkilere, kadar çok kapsamlı bir çerçevede siyaset üretimi olmazsa olmazımız.
Peki, bunları yeteri kadar konuşabiliyor muyuz?
Maalesef hayır.
Türkiye’de siyaset üretmek, geleceğimizi popülist söylemlere kurban eden birkaç lakırtıdan ibaret. Küreselleşmenin bu kadar yoğun olarak hayatımıza girdiği bir dönemde, gençlerimizin rakipleri yan sırada oturan arkadaşlarından ziyade Pekin’de, Seul’de, Tokyo’da, New York ve Londra’daki üniversite sıralarında eğitim alan muadilleri.
Keza çalışanlarımızın etkinlik ve verimlilik konusundaki rakipleri, tüm dünyada aynı alanda faaliyet gösteren muadil rakipleri.
Bütün şartların bu anlayışa göre tasarlanması ve bu konuların sürekli gündemde tutulması lazım gelirken, gençlere oyun konsolu ve muhtarlıklarda şişirme kadrolarda evrak kâtipliği vadeden bir muhalefetin varlığı, alternatifler üretebilen muhalefet gerçeğinden mahrum olduğumuzun en güzel göstergesi değildir de nedir?
Örneğin tüm dünyada artan enerji fiyatları ile alakalı nasıl bir alternatif öneriliyor duyanınız var mı?
Fransa 56 adet, ABD 93 adet nükleer santral çalıştırırken, Türkiye’nin nükleer enerji alanında ortaya koyduğu çabaları itibarsızlaştıracak klişe birkaç slogandan öte bugüne kadar ne duyabildik?
Yenilenebilir enerji alanında Avrupa’da ilk beşin içerisine giren Türkiye’nin performansını daha üst sıralara taşıyacak, kapsamlı bir alternatifi bugüne kadar neden duyamadık?
Gıda fiyatlarında iklim değişikliği ve pandemi kaynaklı küresel bir artış söz konusu. Başta Çin olmak üzere birçok dünya ülkesi buğday ithal ederek stoklarını arttırma, kendi ülkelerinin dışındaki ülkelerde çok büyük araziler kiralayarak olası sıkıntıları aşma derdindeyken, Türkiye’ye çizdiğiniz siyaset nedir mesela?
Türkiye’nin kırk yıldan bu yana enerjisini sömüren terör ile mücadelesinde sizin siyaset tarzınız ve muhtevası ne olacak mesela?
FETÖ ile mücadele stratejiniz nasıl devam ettirilecek?
Ya da ettirilecek mi?
Örneğin CHP seçim bildirgesinde FETÖ ile mücadeleye dair tek kelam edilmediği gibi, terör ile mücadele konusunda ortaya konulan vizyon aynen şu satırlar ile ifade edilmiş: “Sınır bölgelerimiz başta olmak üzere, terörle mücadelede uluslararası iş birliği içinde hareket edecek, akılcı bir güvenlik politikası benimseyeceğiz, terörün finans kaynaklarını engellemek için ulusal ve uluslararası düzeyde mücadele edeceğiz, terörden zarar gören yurttaşlarımızın mağduriyetlerini gidereceğiz, terörle mücadelede başta BM sözleşmeleri olmak üzere, taraf olduğumuz tüm uluslararası antlaşmaları esas alacağız.”
Bu mudur yani?
Suriye’ye yönelik siyaseti yüz seksen derece değiştirmek bir siyaset önerisidir, aldık kabul ettik. Lakin orada 50 bin tır dolusu gelişmiş silah ve mühimmat ile teçhiz edilmiş YPG’ye karşı oluşturacağınız siyasete dair bu ülkede ağzınızdan tek kelime duyan var mı?
ABD’nin YPG ile olan ilişkisine dair siyasi pozisyonunuz nedir mesela?
Sınırlarımızın dışında devam eden askerî harekâtlarda teröristlerce şehit edilen kahraman Mehmetçiğe taziye mesajı yayınladığınıza göre, buradaki tehdidin farkındasınız demektir. TSK’nın yurt dışına gönderilmesine de karşı çıkıyorsanız, bu tehdidi ne ile ve nasıl bertaraf etmeyi öngörüyorsunuz?
‘Mehmetçik sınırlarımızın dışındaki harekâtlarda neden şehit olsun’ demek bir siyaset tarzı mıdır?
‘Kuvayı Milliye geleneğinden gelme biriyim’ diyerek sosyal medya mesajı paylaşmak, siyaset üretmek olarak kabul edilebilir mi?
Tarihî darbeler ile hemhâl olmuş bir ülkede, darbeler arasında tercih yapmak yerine ‘silahlı kuvvetlerin demokratik gözetimine’ dair uygulayacağınız siyaset tarzı nedir mesela?
Konuyu daha da uzatabilirim.
Maalesef muhalefetin bu siyasetsizliği ülke için çok büyük bir kayıp.
Her zaman diyorum, bir ülkedeki muhalefet anlayışının kalitesi ve vizyonu, o ülkede göz önünde bulundurulması gereken en değerli husustur.
Bizler için de öyle.
Muhalefetin siyasetsizliğine seviniyor değiliz, siyaset üreten ve bunu temellendirerek halka yılmadan usanmadan alternatif olarak kapsamlı bir şekilde sunan vizyoner bir muhalefet anlayışı, evlatlarımızın istikbalinin de teminatıdır.
.
Kiminle ve nasıl helalleşeceksin?
CHP iktidarları döneminde Türkiye’nin üzerine kara bir bulut gibi çöken, düşman ordularını bile hayrete düşüren baskı, zulüm, işkence ve...
19 Kasım 2021 Cuma 9:23
CHP iktidarları döneminde Türkiye’nin üzerine kara bir bulut gibi çöken, düşman ordularını bile hayrete düşüren baskı, zulüm, işkence ve devlet terörünün hangisi için helallik isteyeceksiniz?
Yöneticilerinizin işledikleri hak ve hukuk cinayetlerinin, milletin gasp ve talan edilen haklarının, sinsice tahrip edilen tarih ve hafızamızın, değiştirilmek istenen din, kültür ve medeniyetimizin hangi birisi için helallik isteyeceksiniz?
Batılı emperyalistlerin talimatları ile kendi ülkemiz, insanımız, coğrafyamız, tarih ve medeniyetimiz üzerinde yapılan tahribatların, açtıkları yaraların, sadece düşmanlarımızı sevindiren insanlık dışı faşist yönetim rezaletlerinin hangi birisi için milletten özür dileyeceksiniz?
Batının milli şeflere dikte ettirdiği Haçlı fikir ve düşüncelerinin, ithal hayat tarzının ürettiği maddi ve manevi hastalıkları, sapıklık ve sapkınlıkları, edepsizlik ve ahlaksızlıkları, hata ve günahları, inkar isyan ve tuğyan faaliyetleri için pişmanlık duyup milletten gerçekten özür dileyecek ve helallik isteyecek çatal yürekli ve samimi bir CHP’ li var mı? Yoksa öne sürdükleriniz ve sürecekleriniz malum kokuşmuş ayaklar mı?
CHP’nin firavuni fikir ve düşüncelerini, dünya görüşlerini, iç ve dış politikalarını, zaman ve mekan dışı kalıp miladını dolduran kokuşmuş ideolojilerini yurdumuzun hangi bölgesinde ve ikliminde, hangi coğrafyasında mezara gömseniz şehit kanlarıyla sulanmış bu topraklar lanetli bu kadavrayı bünyesine kabul etmez ve bir safra gibi dışarıya fırlattır atar.
Kılıçdaroğlu ve kurmayları artık milletin aklı ve hafızasıyla alay etmeyi terk etsinler! Helalleşme hususunda gerçekten samimi ve dürüst iseler, ibret-i alem için bir TV ekranında milletin huzuruna çıkıp, Allah’ ın şahitliğinde CHP’ nin gelmiş ve geçmiş işledikleri tüm yanlış, hata, isyan ve tuğyanları için, kapattıkları camilerimiz, ahır yaptıkları mescitlerimiz ve medreselerimiz için, horladıkları dinimiz, tarihimiz, coğrafyamız ve medeniyetimiz için, gericilik ve yobazlık dedikleri ahlak ve maneviyatımız için, Müslümanca yaşam hakkımız ve tarzımız için, düşman oldukları kültür ve medeniyetimiz için önce; Allahtan, sonra; ölen, öldürülen milletimizin tüm evlatlarından özür dilemeli ve helallik istemelilerdir.
Ölen ve şehit olanlarımızın hesabı kıyamette mizan gününde görülecek elbet. Kimse onlar için avukatlık yapmaya, helallik istemeye ve vermeye yeltenmesin! Ancak, CHP’ lilerin aptal ve ahmak gördüğü göbeğini kaşıyan adam, bazılarının koyun sürüleri diye alay ettiği milletimizin onlar kadar insafsız, vicdansız, kindar, acımasız mankurlar olmadığını biliyorum. Onlar Kılıçdaroğlu’nun özür ve tevbesinin Tevbe-i Nasuh olup olmadığını 2023 seçimleri sonuna kadar test ederler. Bu millet onların dediği gibi aptal değil, asla kendini kendi cehennemine götüren bir dolmuşa bindirmez.
Milletimiz kendisine yapılanları ( Ham bir hayal ama) belki affetmeyi düşünenler olabilir. Ancak CHP’nin dinimize ve ahlakımıza, kültür ve medeniyetimize, tarih ve coğrafyamıza, havamıza, suyumuza, doğamıza, tüyü bitmemiş yetimlerin ve mazlumların Hak ve hukuk tecavüzlerini ancak Allah affedebilir. Kamuya ait bu hesaplar insanların cüce divanında değil, divanların divanı Allah’ın yüce divanında görülür.
Bu ülkede şapka giymediği çarşaf giydiği için asılan kadınların, çeşitli provokasyon hile ve ayak oyunlarına kurban edilen masumların, yakılan yıkılan yağmalattırılan öldüm fiyatlarına bitpazarlarında satılan milli ve manevi değerlerimizin, kütüphane, arşiv, kitap ve sanat eserlerimizin, batılıların parmak işaretiyle kapattıkları gemi, uçak ve silah fabrikalarımızın, yuvarlak masalarda kadeh tokuşturularak kutlanan ve kutsanan Lozan hezimetinde düşmanlarımıza verilen 12 adamızın, Misak-i milli sınırlarımızın hesabını bu millete kimler ve nasıl verecekler? İngiliz’leri, Fransız’ları, Yunan’ lıları şahit göstererek mi?
Zorla giydirmeye çalıştıkları batıcılık, laiklik ve devrim elbiselerini giymeyenleri yargısız infazlarla idam sehpalarında ibret-i alem için asıp cesetlerini kokuncaya kadar meydanlarda beklettikleri insanlarımızın, ‘’Bizi vatanımızda siz öldürün Moskof’ a teslim etmeyin!’’ diye yalvaran Boraltan şehitlerinin, milletin ezanına, camisine, Kur’an’ına, peygamberine, inanç ve hayat tarzına karşı verdikleri cahili mücadelelerin, uydurdukları yalan ve iftiralarla astıkları Başbakan Menderes’in, Fatih Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın, darbecilerin ve darbelerin arkasında duran sadist ideoloji ve faşist partilerinin, ikna odalarında okuma hakkı ellerinden alınan kızlarımızın… ( CHP’nin günahları ve ihanetlerini saymaya bir ömür yetmez.) milletimizin gasp edilen diğer haklarının hesabını kim, ve ne zaman verecekler?
‘’Helalleşmek’’ sadece bir kelime, söylemesi kolay ama helalleşmek o kadar da kolay bir şey değil. Hesap vermeden, hesap görmeden, hesaplaşma olmadan helalleşme olmaz. Dirileri sonraya bırakın! Siz önce helalleşmek için, kadim dostunuz ve ortağınız PKK’nın katlettiği şehitlerimizin mezarlarına gidin! Onlardan helallik isteyin! Sizi görünce onların kendileri konuşamasa bile, kemikleri dile gelir, konuşur. Size ve partinize lanet okurlarsa, çıktığınız bu yolda ‘’Bir daha dönüşü olmayan yolculuklar dilerlerse’’ şok olmayın!
Belki bu şok size dostunuz emperyalist Amerika, Haçlı Avrupa, Siyonist İsrail, hain PKK, ipsiz İP, şaşkın SP, kendisine ilaç olamayan DEVA, geçmişini unutan GELECEK’ le hangi karanlık çıkmaz bir yolda olduğunuzu hatırlatabilir.
Tek yönlü hesaplaşma, hesap verme, barışma ve helalleşme helalleşme değil politik bir ayak oyunudur. Bu defter rabbimizin huzurunda divana durup ince ince hesaplar sorulmadan, derin derin cevaplar alınmadan kapanmaz. Çünkü CHP’nin kabahati kendisinden, mikrop üreten ideolojisinden, eğreti duruşu ve ikiyüzlülüğünden daha büyük.
İçinde İskilipli Atıf Hoca, Ali Şükrü, Şeyh Said, Seyit Rıza, Menemen şehitleri, tek pati diktatörlüğünün astığı, kestiği, idam edip kurşuna dizdiği binlerce masum insan, darbelerle çiğnenen, yağmalanan ve gasp edilen milletin hakları, asılan kuşuna dizilen ve şehit olan evlatları, Yasin Börü, 15 Temmuz Şehitlerinin olmadığı bir helalleşme serüveni milletin inanç ve duygularını sömürmeye dönük kokuşmuş bir ayak oyunudur. O ayaklardaki tuz bile koktu. Yemezler.
Bu dünyada CHP’ yi affederse, ancak Allah affeder.
BATI, YAHUDİLERİ HALA KULLANIYOR MU?
9 Mayıs 2017 · ihramcizade
“””ALINTI””
2. DÜNYA SAVAŞINI HİTLER ÇIKARMADI
Bu konu nedeniyle belirtmek zorundayım
Komünist, kapitalist, faşist. . . değilim.
Her şeyin huzur için iyi tarafını kabul edip kötü tarafını etmemek daha doğrudur fikrindeyim.
2. DÜNYA SAVAŞI GERÇEKLERİ
Böyle bir küresel savaşın bir ülkedeki bir kaç dengesizin etkisiyle çıkamayacağı kesin bir gerçektir.
Savaşın baş sorumlusu olmasada çıkmasına sebep olmuşların başında Stalin
( Sovyetler Birliği ) gelir. Stalin’in ülkesi Rusya komünizmin merkeziydi. Komünizm ise başta adaletsizlik ve ekonomik kriz nedeniyle tüm
Dünya’da önlenemeyen bir yükseliş içindeydi. Buda hem kapitalizmi köşeye sıkıştırıyor hemde Sovyetler’i Dünya hakimiyetine doğru götürüyordu.
Kapitalistler buna dur demek için
ABD İngiltere Nazi Almanyası, Japonya, Çin ve kontrollerine aldıkları irili ufaklı diğer devletleri kullanarak harekete geçtiler.
18 Eylül 1931
Japonya Mançurya’yı Çin hükümetinin savunmadan bölgeyi terk etmesi ile kolayca işgal etti.
Çin’in gizli işbirliği yaparak Japonlar ile birlikte kendisini hedef aldığını düşünen Sovyetler buna karşılık Çin de 1934 yılında Maocu Devrim hareketini tetikledi.
BUNA KARŞILIK
25 Kasım 1936 da
Nazi Almanya’sı ve Japon İmparatorluğu, Sovyetler Birliği’ne ve uluslararası Komünist harekete karşı Anti Komintern Paktını imzaladı.
7 Temmuz 1937
Japonya Çin yönetiminin işbriliği ile Çin’i işgal etti. Aslında Çin’in baş edemediği Maocular’ın peşindeydi. Daha sonraki hedef Sovyetlerdi.
Alman-Japon işbirliği üzerine Sovyetler kendisinin batıdan da açıkça hedef alındığını gördü Nazilerle ilişkileri bozmamaya özen göstererek ileride başlayacak savaş için cepheyi öne almak amacıyla geniş çaplı işgallere başladı.
Litvanya , Estonya, Letonya ve Finlandiya’yı işgal etti. Romanya’nın bir kısmını istedi ve Polonya’yı Almanlar ile paylaştı.
Tabi NAZİLERDE boş durmuyordu. Plan anlaşılmasın diye ABD, İngiltere, Fransa ve Avrupanın diğer hükümetleri ile danışıklı dövüş yaparak kendilerine verilmiş görevleri yapıyorlardı.
Avrupa’da çok kolay yayılıyor ve vatana hizmet adı altında savaş hazırlığı olarak duble yollar, hava alanları, tren yolları, tünneller, köprüler, metrolar. . . inşa ediyor anlaşmlara ters olmasına rağmen aralıksız gece gündüz Dünya’nın gözü önünde yerli silah üretiyorlardı. .
Bir taraftanda savaşda öleceklerin yerini doldurmak için durmadan çok çocuk teşviki yapıyor hatta çocuk üretme çiftlikleri bile kuruyorlardı. Damızlıklarda genelde Naziler ve askerlerdi.
Her şey kapitalizm için olduğu halde her şey Alman halkı için diyerek de halkın desteğini alıyorlardı.
Bu arada IRKI FARK ETMEKSİZİN emperlaist oldukları için varlıklı Avrupalıları savaşdan korumak için Yahudi düşmanlığı kamuflajı altından Avrupa’yı terke zorladılar.
Parasızlıktan gidemeyen Varlıksızlar kendiliğinden seçilmiş oluyordu. Değersiz oldukları için ölmeleri sorun değildi. Bunlardan Yahudi olanlarda zorla İsrail’e gönderiliyordu. Gitmekte direnenlerde katlediliyordu.
YAHUDİ MESELESİ BU SAVAŞ OYUNU İÇİNDE ÖNEMLİ BİR MESELEDİR
1-Yahudileri ve muhalifleri toplama ve katletme kamuflajı arkasından asıl katledilenler daha çok komünistler olmuştur.
Üstün ırkın mensubu olmak bu katliamlarda hiç bir şeyi değiştirmemiştir. Alman, Yahudi, Arap, Slav. . . fark etmiyordu. Komünist isen otomatikmen en aşağ ırksın.
Yahudiler öne çıkarılarak böyle bir katliamın örtbas edilmesi çok önemliydi çünkü sırf komünist olduğu için kendi halkının katledilmesi gerçek niyetleri belli edebilirdi.
2-Savaş’ın planlı çıkarıldığını gösteren birşey daha var. İsrail’in kurulması. İsrail Yahudiler istediği için kurulmadı. İsrail Orta Doğuda Sovyetlere karşı bir kalkan olarak kuruldu.
İsrail gerçekte Batının bir üssüdür. Sağlam bir üs olabilmesi için bölge halkına zıt ve düşman gösterilecek bir özelliği olmalıydı. O yüzden Naziler aracılığında çok sayıda Yahudi istemedikleri halde zorla buraya gönderildi.
Anlaşıldığı gibi İsrail’in bölge ile sorunlu olmasıda planın bir parçasıdır. Filistin üzerinden bölgede İsrail düşmanlığı planlı olarak kışkırtılmaktadır. Amaç İsrail’in bölge ile kaynaşmasını önleyerek İsrail’i batıya bağlı tutmaktır.
Sözde ırkçı naziler kendi ırklarından olan milyonlarca komünisti katletmiştir. Bunun yanında ırkçı olmasına rağmen Yoguslavya, Fransa, Bulgaristan, Afrika Hatta Rusya’da ki müslümanlara pek dokunmamıştır.
Çünkü müslümanlar daha sonra komünizme karşı din üzerinden doldurulup kullanılacaktı.
Bunu doğrulayan en belirgin gelişmede abd nin hayata geçirdiği yeşil kuşak projesidir.
Bu projeye göre Türkiye, İran, Pakistan, Afganistan ile Sovyetler güneyden kuşatılacaktı ve sovyetlerden ayrılmaları için Orta Asya ve Kafkaslar kışkırtılacaktı.
Başarılıda olundu !
Bu savaş ile komünizm Dünya’da frenlendikten sonra Dünya’nın 2 kutuplu olmasının zorunluluğu kendini göstermişti.
Sovyetlerin Genişliği, İklimi, Nüfus Yapısı Ve Konumu Yok Edilmesini Mümkün Kılmıyordu. Bu mümkün olsa bile zihinlerden komünizmi temizlemek kolay değildi . Yani savaşla halledilemeyecek bir aşamaya gelinmişti.
Bu sebepten olacak ki ABD atom bombasını ilk yapan ülke olmasına rağmen bu bomba ile Sovyetleri tehdit ederek teslim olmaya zorlamadı.
Her şey kıvamına gelince ABD bir oldu bitti ile kendi savaş gemilerini taktiksel olarak japonlara bombalatarak sovyetler yanında savaşa girip dünya’ya barış getirmek için kötülerle savaşan rolüne büründü.
Anlaşıldığı üzere kendi projesi olan bu savaşda:
Kendi besleyip büyüttükleri ile savaşıp sonucu daha başlamadan belli olan 2. Dünya savaşının kazananları tarafındaki yerini aldı.
Üstelik bu savaş sayesinde süper güç oldu.
Çünkü kendisi dışında bütün Dünya harap olmuştu. Ayrıca tüm Dünya’dan çok sayıda beyin ve zengin göçü almıştı.
Bir bakıma bu savaş emperyalizmin komünizme karşı yürüttüğü yüzde 70 oranında zaferle sonuçlanmış bir kurtuluş savaşıydı diyebiliriz.
KEŞKE KANSIZ OLABİLSEYDİ..
.
Batı Medeniyetinin Eşkiyaları
Arif Altunbaş BM’nin 5 karar verici devleti ( ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa) Hak, hukuk, adalet, özgürlük, bağımsızlık...
6 Eylül 2021 Pazartesi 9:18
Arif Altunbaş
BM’nin 5 karar verici devleti ( ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa) Hak, hukuk, adalet, özgürlük, bağımsızlık ve benzeri insani değerlerin savunucuları gibidirler. Ama gerçek öyle değil. Dünyada en çok kan döken katiller, huzur bozan fitneciler, işgal ve yağmacılıkta en barbar haydutlar, sömürü ve hırsızlığın vicdansız devletleri de bunlardır
Aleme nizam ve düzen getirme iddiasında bulunan bu eşkiyalar dünyadaki huzur ve suküneti bozan güçlerin başını çekmektedirler. İnsanlığa adalet, barış ve huzur getirme iddiasında bulunan bu 5 haydut devleti dünyanın neresinde kan dökülüyorsa, neresinde savaşlar çıkıyorsa, insanlığın başına gelen insani bela ve müsibetlerin de baş faili olarak görürsünüz. Bunlardır yeryüzünün lanetlileri, işgalci askerleri, işkenceci polisleri, sömürgeci ekonomistleri…
Bunlardır insan hak ve hukukunu çiğneyen gözü dönmüş katiller, kendilerinden başka hiçbir millet ve topluma özgürce yaşama hakkı tanımayan egoistler, her şeye tek başlarına hakim olup bir dünya imparatorluğu kurma hayalleriyle yaşayan faşistler. Bunlar dünyayı karış karış parselleme, işgal ve gasp etme, sömürme ve zayıfların kanını emme konusunda birbirlerine karşı işbirliği içinde imiş gibi görünseler de kendi içlerinde de kanlı bıçaklı Kabil’in çağdaş iz düşümleridir.
Sonu gelmez kinler, kontrolsüz öfkeler, hain plan ve programlar, ikiyüzlülük ve sahte kurtarıcılık, sözlerinde durmama, hile ve ayak oyunları, insaf ve merhamet fakiri olmaları, çevre ve tüm ahlaki değerlerin düşmanları bu katiller çetesidir. Tarih boyu insan ne zaman vahiyden ve peygamber izinden uzaklaşırsa işte böyle; vahşileşmiş, canavarlaşmış ve hayvanlaşmış olarak önce kendi türüne, daha sonra tüm insani ve ahlaki değerlere zarar veren yerkürenin bazguncusu olmuştur.
Onun için Kur’anı Kerimde buyrulduğu gibi insan; ’’ Hayvandan da aşağı’’, ‘’zalim ve cahil’’, ‘’Az düşünen’’, ‘’Akıl etmeyen’’, ‘’Görmeyen, duymayan, hissetmeyen, Allah’ ın ayetlerini yalanlayan ve ucuz fiyatlara satan varlık olarak ’’ birçok ayette sık sık uyarılır. Meleklerin seviyesine çıkabilecek bir özellikte, dünyanın en mükemmel varlığı olarak yaratılan insan, aynı zamanda; cehennemin en alt seviyesine inebilecek bir karaktere de sahip olarak yaratıldığı hatırlatılır. ‘’ Kim; zerre miktarı hayır işler (hayır olarak) karşılığını, kim; zerre miktarı kötülük yaparsa, (ceza olarak) karşılığını görecektir.’’ Kimsenin yaptığı kötülükler yanına kar kalmaz. İnsan her ne yaparsa yapsın iyilik veya kötülük olarak karşılığını görür
Ülkemizde ve İslam coğrafyasında İslam düşmanı olarak öne çıkan kafirler ve münafıklar, Kur’an’ın yolundan sapan veya saptırılanlar, Müslüman ve İslam düşmanı olduklarını söyleyemeyecek kadar korkak ve çifte standartlı karaktersiz, omurgasız, kimlik ve kişilik yoksunu insanlardır. Kendilerini İslam düşmanı olarak göstermeden Müslümanmış gibi görünerek; ’’ Çağdaşlık’’, ‘’Modernlik’’, ‘’ilericilik’’ ‘’Laiklik’’, ‘’ Bilimsellik’’ adı ve iddiasıyla inkar ve tuğyanın tarafında bulunur bir ömür boyu Firavun düzen ve sistemlerine hamallık ve askerlik yaparlar.
Bu tipler konjektür ve şartlara göre her kılığa ve şekle giren iki ayaklı Bukelamunlardır. Gerek Türkiye’nin ve gerekse İslam coğrafyasının en başta gelen temel sorunlarından belki de en önemlisi bu çarpık duruş, düşünce ve cephenin bayraktarlığını yapan kişi, topluluk ve kalabalıklardır. Ne olduğunun ve olacağının dibine kadar farkında olan bu inkarcı prototiplerin yönettiği partiler ve kalabalıkların bindikleri gemiler; yalan ve iftira, güvendikleri limanlar; ikiyüzlülük ve ahlaksızlık, yaslandıkları dağlar; İslam düşmanlığıdır.
Türkiye ve İslam coğrafyası İslam ile batı medeniyeti arasında bocalayan ne doğru dürüst Müslüman olan, ne doğru dürüst batılı olabilen kültür şokuna uğrayan insanların yaşadığı topraklardır. Eğer; birileri sizin inanç ve akidenize, ahlak ve maneviyatınıza, tarih ve coğrafyanıza, hayat tarzı ve yaşam biçiminize karşı çıkıyor ve ona karşı savaş pozisyonu almışsa; düşmanı orada burada ve uzaklarda aramanıza gerek yok. Düşman sizin beyninizde ve kalbinizde. İçinizi temizlemek ve imar etmekle uğraşın her şeyden önce.
Kolonyalist batı medeniyeti düşüncesi, kültürü ve hayat tarzı sadece Türkiye’yi ve İslam coğrafyasını ahlaksızlaştırıp soysuzlaştırmadı. Bizzat; kendi ülkelerini ve değerlerini inkar eden kafirleri ve öz değerlerimizi çiğneyen soysuzları, yanar döner fırıldak münafık tipleri üreterek ümmetin ve insanlığın başına bela olarak bıraktı.
Çağdaş paganizmi doğuran modern cahiliye din ile ilgili tüm değerleri değersiz hale getirdi, yaktı yıktı ve kendisi için yeni putlar, tapınaklar ve tanrılar üretti. Putperest Antik Yunan kültür ve ahlakı, Ateist Roma İmparatorluğu askeri, hukuk ve yönetim tarzı temelleri üzerinde yükselen batı medeniyetinin bugün geldiği nokta tam bir toplu intihar durumudur. İnsan kendi eliyle kendi dünyasını, çevresini ve tüm alemi tehdit eden bir canavar konumuna gelmiştir. Kilise ve Hıristiyan din adamlarının çağdaş paganistlerle mücadele edecek ne gücü, ne kuvveti, ne de isteği vardır. Kiliseler gerçek Hristiyanlığın değil gerçek putperestlerin ibadet hanesi durumuna gelmiştir. Batı aynı dilemmanın İslam toplumlarında ve mabetlerinde de olması için her türlü çaba ve fitneyi üretmektedir.
İki bin yıl sonra Hz. İsa’yı çarmıha geren ve ona karşı savaşan putperest Romalılar bugün, o gün başlattıkları o savaşı kazandılar. Müslümanlar ve İslam ülkeleri artık Nemrud’ la, Firavunla, Antik Yunan ve Roma’yla karşı karşıya olduklarının bilmeme ne kadar farkındalar. İnsan İbrahim gibi, Musa gibi, Hz Muhammed gibi Allah’ın kopmak bilmeyen ipi olan vahye sarılmalı ve Kur’an’a dayanarak çağın tüm fitne ve inkar odaklarına karşı vahyin merkezine yürümeli, Tevhid bayrağının altında toplanmalıdır.
Unutulmamalıyız ki; Dünyadaki tüm savaş ve huzursuzluklar Allah’a ve peygambere karşı isyan eden Kafirler ve münafıklar tarafından çıkarılmaktadır.
Müslüman! Yalan, iftira ve algı operasyonlarının sahtekar oyuncuları olan batı medeniyeti eşkiyalarına kanma! Hakkı ve hakikati bırakıp yalanın ve iftiranın cilalanmış sahte yüzüne bakıp aldanma! Allaha döndür özünü, Kıbleye çevir yüzünü…
Her milletin ve coğrafyanın bir tarihi ve kaderi vardır. Milletlerin alın yazısı çoğu kez coğrafyanın kaderiyle iç içedir. Kaderi...
17 Eylül 2021 Cuma 17:00
Her milletin ve coğrafyanın bir tarihi ve kaderi vardır. Milletlerin alın yazısı çoğu kez coğrafyanın kaderiyle iç içedir. Kaderi tayin eden şüphesiz Allah’tır, ama; kaderin tayin edilmesinde rol oynayan insanın değişmeyen ahlakı ve karakteridir. Bu yüzden aynı coğrafyada yaşayan kavim ve toplumların kaderleri birbirlerine benzer. Kaderin üzerindeki kader ise; insanın Allah ile olan yakınlığından kaynaklanan Allah’ın takdiridir.
Tarih öncesi Mısır, Filistin ve Ortadoğu gibi dünyada meydana gelen olaylar bugün de aynı coğrafya üzerinde farklı zaman ve senaryolarda yaşıyoruz. Nemrut’la Hz İbrahim’in, Firavunla Hz. Musan’nın, Perslerle Yunanlıların, Atinalılarla ile Truva’nın, Türklerle Çinlilerin (vs. gibi) antik çağlarda başlayan savaşları bugün de farklı boyutlarda ve alanlarda sürdüğünü görmekteyiz. İnsan aynı insan, coğrafya aynı coğrafya değişmeyen de o coğrafyada yaşayanların egemenlik (Dini, Ticari, Siyasi) çıkar ve hırsları olunca, değişen ise; sadece tarihler ve zaman oluyor.
Bugün ülkemizde ve coğrafyamızda yaşadıklarımız Firavunla Beni İsrailin, Kartarca ile Romanın, Endülüs ile Avrupa’nın, Bizans ile Osmanlı’nın yaşadıklarının sanki bir kan davası gibi devamı niteliğindedir. Atinalı Aşil’in Truva’lı Hektoru katletmesinin öfke ve kini halen bugün bile Yunanlıların hafızasında canlı ve diri olarak yaşıyor. Osmanlının Doğu Roma İmparatorluğunu yıkması, Fatihin Kostantinepolisi alıp İstanbul yapması, 1453 Fethinin acısı halen hem Yunanlılarda, hem de Batı toplumunda derin ve tedavisi mümkün olmayan bir sızı olarak hala tazeliğini koruyor. Zaman geçer ama, yaşananlar unutulmaz. Tarih geçmişte yaşadıklarımızın özeti, gelecekte yaşayacaklarımızın aynası olarak milletlerin zihin dünyasında canlılığını koruyor.
Batının 1915 Çanakkale savaşında hep birlikte Osmanlıya saldırması, Osmanlıyı yok etme hırsı, bugün bile sürüp gelen kin ve nefret fırtınası Sevr anlaşmasıyla elimizin kolumuzun bağlanmasıyla neticelendi. İstiklal savaşı sonrasında Mondros anlaşmasının Yunan Agamennon zırhlısında yapılması bir nevi Truva’nın hesaplaşması idi.
Doğu Batı savaşının tarihi Homeros’un ünlü İlyada destanında anlattığı Truva savaşına kadar uzanır. O zamandan bu zamana kadar batı ile doğunun arası açıktır. Doğu ile batı hiçbir tarihte dost olmamış ve gerçek bir dostlukta yaşamamıştır. Romanın Hanibal’ dan aldığı yenilgiler, Haçlıların Kılıçarslan ve Salahaddin Eyyübi’den alamadığı intikam hırsı batı dünyasının İslam coğrafyasına saldırması için bugün bile bir sebep teşkil ediyor.
Yunanlı Aşil’in Truvalı Hektor’u yenmesini, “Batı, Doğu’yu yendi” şeklinde yorumlamıştır. Kısaca; Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye’nin başının baş belası her zaman ve tarihte batılılar olmuş, bu süreç bütün hızıyla İslam’a ve Müslümanlara karşı devam ediyor. Tunus ve Kuzey Afrika’da batılıların hala gözlerinin olması Romalıların Hanibal ve Kartaca yiğitleri karşısındaki ezikliğinin yansımasıdır.
Homeros destanında anlatılan Truva’nın yıkılışı doğunun hezimeti batının zaferidir. Bu zaferden sonra batının doğu karşısında aldığı her yenilgi aslında Truva’nın (Anadolunun) zaferidir. Niğbolu, Kosova, Belgrat, Estergon, Zigatvar, Budapeşte fethi ve Viyana kuşatması batının gözünde hala bir zihin travması olarak yaşıyor. Bugün Batıdaki İslamafobi ve Türkiye düşmanlığının temellerindeki kin ve öfke aslında antik çağa kadar uzanan bir nefret zincirinin günümüze uzanan halkalarını oluşturuyor.
Biz istesek de istemesek de İbrahim’le Nemrud’un, Musa ile Firavun’un, Roma ile Kartaca’ nın, Persler’le Yunanlıların savaşı sürüyor. Doğu ve batının iki yakası tarihin hiçbir döneminde bir araya gelmedi. Ufukta bundan sonra da ufak bir ihtimal bile görünmüyor. Mevdudi’ nin Münih’te kitap haline getirilmiş (Doğu Batı arasında 1960) adlı konferansında dediği gibi; ‘’ Die Abendland bleibt als Abendland, die Morgendland bleipt als Morgendland. Sie werden nie zusammen sein’’ tezi bu hakikati yansıtıyor.
Osmanlıdaki batılılaşma hareketi aslında bir milletin kendisini, tarihini, coğrafyasını, kültür ve medeniyetini inkar etmesi ve mankurtlaşma girişimiydi. Ahmak batıcılar batılılaşmanın peşinde batılılaşmayı getireceğini hesap edemediler. Bu durum Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yapılan tepeden inme devrim ve değişimlerle Yunanlıların bir gece yarısı hile ve sahtekarlıkla Truva’yı işgaline benziyor. İçi düşman askerleriyle dolu tahtadan bir at ve içi batılı kiniyle dolu devrimler ve sahte bir at…
Yakın tarihimizi yazanlar Yunan isyanında Osmanlıya karşı savaşan İngiliz şairi Lord Byron gibi Antik Yunan hayranı yerli münafıklar idi. Üç bin yıl önce yazılan Heredot’un İliyada ve Odesia destanı bile, masa başında; ‘’Ben ne diyorsam tarih odur’’ denilerek yazdırılan yalan söyleyen tarihten daha doğrucu ve daha inandırıcıdır.
Doğu ve Batının ayrıştığı yer Hz. İbrahim ile Nemrud’un kırmızı çizgilerinin kesiştiği noktadır. Yeryüzündeki savaşlar Habil soylu İbrahimi’lerle Kabil soylu Nemrudi’ler arasında sürmüş, sürmekte ve sürecektir. Tarih tekrar ediyorsa bunun için tekrar ediyor ve edecek… İnsanlık aynı olayları tekrar tekrar yaşıyorsa bunun için yaşıyor ve yaşayacak…
Onun için diyoruz ki; insanın bir kaderi varsa; coğrafyanın da bir kaderi vardır. Milletlerin tarihi gibi coğrafyaların da bir tarihi vardır. Doğu ile batının çakışan, çatışan ve devam edecek olan kan ve kin temelleri üzerinde kurulan tarihi gibi…
Bu yüzden Türkiye ülkesinde, coğrafyasında havada, karada ve denizlerinde en güçlü olmak zorundadır. Güce tapan, güç sarhoşu olan bir düşmana karşı güçlü olmaktan başka bir çıkış ve kurtuluş yolu yoktur. Çünkü; suyu su boğar, ateşi ateş söndürür, gücü güç durdurur.
Mustafa Armağan, Yeni Akit Farkındaysanız Türkiye’de mayınlı arazilerin çokluğu yüzünden yakın tarih bir türlü “Tarih” olamıyor. Hep güncel kalıyor....
18 Temmuz 2021 Pazar 17:20
Mustafa Armağan, Yeni Akit
Farkındaysanız Türkiye’de mayınlı arazilerin çokluğu yüzünden yakın tarih bir türlü “Tarih” olamıyor. Hep güncel kalıyor. Hassasiyetini muhafaza ediyor. Bir kıvılcım çakması yetiyor bu yüzden; çakıyor ve günlerce tartışıyoruz.
Resmi ideoloji yandaşlarının dayattıkları şey, tarihteki gerçekler değil, kurgulanmış, ayarlanmış, prefabrike bir takım lego parçalarının istenilen yerlere yerleştirilmesinden ibaret. Başka bir yere takarsan lego parçasını, onca emek verdiğin bina yıkılıveriyor çünkü. O kadar çerden çöpten bir bina. Kendileri bile onun sağlamlığına güvenmiyorlar. Yıkılmayacağından emin olsalar tek tük seslerin çıkmasına “Adam sen de!” deyip geçerlerdi. Gördüğünüz gibi diyemiyorlar. Yalanlar üzerine kurulu bir yapının -isterseniz Onuncu Yıl Marşıyla kutsayıp tütsüleyin- er veya geç yıkılması kaçınılmazdır.
Başka türlü düşünmene izin verilmez bu düzende, çünkü sana daha ilkokul birinci sınıftan itibaren dayatılan tarihi ezberlemen ve asla sorgulamaman makbul vatandaş olmana yeter. Hatta eğer biraz yüksek sesle “Yaşa! Varol!” diye bağırırsan en makbul vatandaş safına bile yerleşebilirsin. Sanki tarih kimin umurunda!
İşte bu bir asırlık tarih bataklığı (batakhanesi mi demeliydim yoksa?) içerisinde tek tük filizlenmekle birlikte sesleri gür çıkan muhalif seslerden bir demet:
Muhafazakâr/Müslüman camiadan Serdengeçti, Necip Fazıl, Kadir Mısıroğlu, Sinan Omur, Necmettin Erbakan, D. Mehmet Doğan… Milliyetçi/Türkçü camiadan Nihal Atsız, Dündar Taşer, Alparslan Türkeş, Nevzat Köseoğlu, Muhsin Yazıcıoğlu… Sosyalistlerden Emin Türk Eliçin, Sabahattin Selek, Yalçın Küçük, Aziz Nesin (“Ben Gara Değilim” adlı piyesi mutlaka okunmalı), Kemal Tahir, Mete Tunçay… Bir de Dr. Rıza Nur, Ali Kemali Öğütçü (Orhan Kemal’in babasıdır), Kâzım Karabekir gibi bağımsız şahsiyetlerin eserleri ile Cemil Koçak gibi bükülmeyen akademisyenlerin yazdıkları. (Unuttuklarımı da siz tamamlayın zihninizde lütfen.)
Tahmin edersiniz elbette bu tarih Don Kişotlarının başlarına gelmeyenin kalmadığını. Karabekir Paşa’nın 1933 senesinde neşrine kalkıştığı İstiklal Harbinin Esasları adlı hatıratının matbaadan polis zoruyla alınıp kireç ocaklarında yaktırıldığını, merhum Necip Fazıl’ın da Sultan Vahdettin’e “vatan haini değil, vatan dostu” dediği için sırtında 20 aylık hapis cezasıyla (yani şeref madalyasıyla) toprağa verildiğini söyleyeyim de siz anlayın vahameti.
Bir tarafın ağzı bantlıyken konuşmak, hele ki tartışmak mümkün mü?
Böyle bir sözümona tartışma ağızları bantlayana şeref kazandırır mı?
Peki, tarih tartışılmayacaksa hakikat nasıl ortaya çıkacak?
Tarih kitaplarının kutsal kitaplardan farkı nerede kalacak?
Hâlâ çözülemeyen bir suikasta kurban giden Uğur Mumcu vefatından üç yıl kadar önce Kâzım Karabekir Paşa’nın bir zamanlar yakılan kitabındakine benzer “sakıncalı” hatıralarını önce Cumhuriyet gazetesinde tefrika etmiş, sonra da kitaplaştırmıştı. Kâzım Karabekir Anlatıyor adlı bu ilginç tefrika tahmin edilebileceği gibi Kemalist cephede epey toz kaldırmış, ardı ardına hücumlar tazelenmişti. Tepkiler üzerine Uğur Mumcu, Cumhuriyet’teki köşesinde aynen şu satırları yazacaktı:
“Karabekir’in Atatürk’ü eleştiren satırlarına kızanınız (da) oldu, “Bunları bilmiyorduk, aydınlandık” diyenleriniz de… Sövenler de, övenler de…
Kurtuluş Savaşı ile ilgili gerçekleri öğrenecek miyiz, öğrenmeyecek miyiz? 70 yıl önceki olayları tartışacak mıyız, tartışmayacak mıyız? Sorun budur. Bu olayları tartışmayacaksak, kitap yakan, film sansür eden Humeyni mollalarından söyler misiniz ne farkımız kalacaktır?”
Bu altına imza atacağımız çıkışı yapan Mumcu, ardından şu bugüne de ışık tutan ders gibi cümleleri kaleme alacaktır:
“Atatürk’ü sevmenin ve saymanın yolu bu olayları öğrenmekten ve tartışmaktan geçer. Öğrenmek ve tartışmak için de araştırmak; bu konuları araştırmak için de hiçbir yasal engelin ve hiçbir yasağın olmaması gerekir.” (Uyan Gazi Kemal kitabı, sayfa 392.)
Ne dersiniz, 1990’lı yıllar bugüne kıyasla daha demokratikmiş değil mi?
Öğretilmeyenler, saklananlar, sansürlenenler.
İşte Dr. İbrahim Erdal’ın Mübadele adlı doktora tezinden altını çizdiğim satırlar:
“Yunan ordusunun geri çekilmesi (…) sırasında köylerden, kasabalardan Türkler de beraberlerinde esir olarak götürülmüştür. Amaç, (savaş sonrasında) bölgede yapılacak herhangi bir plebisit ihtimaline karşı Rum nüfusu çok göstermektir. Bu dönemde kaçırılan Türklerin çoğu kayıp olarak kabul edilmiştir. Yunan ordusunda çalıştırılmak amacıyla götürülen birçok Türk de katledilmiştir.”
Bu ne demek şimdi? Hani Yunanları önümüze katıp kovalamış ve 9 Eylül’de denize dökmüştük? Adamlar esir ala ala gitmiş, hem de onları hizmetlerinde zorla çalıştırmış, giderken de beraberlerinde götürmüş, birçoğu da katledilmiş!
İnsan ister istemez soruyor: İyi de bunları biz niye bilmiyoruz? Bize niye okutmuyorlar giderken Türkleri esir alıp yanlarında götürdüklerini; esir değişimine tabi tuttuklarını ve işlerine yaramayanları öldürdüklerini? Yakın tarihi rasyonel temellere oturmuş bir ülke olsak Kadir Mısıroğlu’nun Yunan Mezalimi adlı kitabını okullarda ders kitabı olarak okuturduk ama nerde!?
Peki, bu şenaatlerin hesabı soruldu mu Yunan’a? Hayır. Üstelik ödüllendirildi Lozan’da, Batı Trakya ile Semadirek, Limni vs. adalar verilerek… Yetmedi, 1930 yılında bebek katili Başbakan Venizelos, İstanbul ve Ankara’da “kral protokolü” ile ağırlandı. Yine yetmedi, Seyr ü Sefain anlaşmasıyla Yunan vatandaşlarına oturum hakkı verilerek Türkiye’de ticaret yapmalarına imkânı tanındı. Yetmezmiş gibi Yunanistan kara sularını 1936 yılında 3 milden 6 mile çıkardığında gıkımız dahi çıkmadı vs.
İyi de “Yunanı biz yendiysek bu tavizler nasıl verildi? Bunlar verilebildiyse bu nasıl bir yenmektir?” sorularını salkım salkım başımıza düşürmeyen bir tarih hakikaten Tarih olma vasfını kazanabilir mi sizce de?
Atatürkçülük maskesi
Asım Aslan, 2003 yılına kadar 60 baskı yapmış olan Sömürülen Atatürk ve Atatürkçülük adlı kitabında şu manidar tespitlerde bulunur:
“Yurdumuzda bazı kişiler, Atatürk’ün kendi görüşlerine, kendi eğilimlerine uyan bazı sözlerini almakta ve onu yüzlerine maske yaparak büyük kurtarıcıyı alabildiğine sömürmektedirler. Atatürk sömürücüleri arasında çıkarcı bazı politikacılarla art niyetli bazı kimseler de vardır. Bunlar, gerçek amaçlarına ulaşmak için Atatürk’ü yüzlerine maske yapmaktadırlar. Atatürk sömürücülüğü dün olduğu gibi bugün de devam etmektedir ve bu gidişle yarın da devam edecektir. Öyle sanıyoruz ki, Türk siyasal tarihinde Atatürk kadar sömürülen başka bir önder yoktur.” (s. 6)
.
Bugün 17 Haziran, nasıl sevinmez insan!
D. Ali Taşçı, Haber 7 Bugün 17 Haziran 2021. Tarihimizde çok...
Bugün 17 Haziran 2021. Tarihimizde çok önemli bir gün. 18 yıl susturulan ezanın tekrar minarelerden Müslümanlara özgürce seslendiği gün. 3 Şubat 1932’de bu memlekette “Allahu Ekber” demek yasaklandı, tam 18 yıl, şaka değil. Ne zamana kadar? 14 Ekim 1950’de Menderes iktidara gelene kadar. Seçimden otuz üç gün sonra, 17 Haziran 1950’de minareler asaletine kavuştu, Allahu Ekber!
Ben bu yazımda resmi söylemleri dile getirmeyeceğim. Bir köylü kadının duygularını kısaca anlatmaya çalışacağım. Rahmetli babaannemin duyguları beni hâlâ etkilediği için onlardan söz edeceğim. Babaannem anlatsın:
“ Evladım, ezanımız minarelerden susturulduğu zaman ben 32 yaşındaydım (1932). İki kızım, iki oğlum vardı. Büyük oğlum 12 yaşlarında idi. Onu hafız yapmak için köy hocasına gönderdim. Ne var ki hemen sonra ezan yasaklandı. Sadece ezan mı; Kur’an da yasaklandı. Yavrumun koynuna Kur’an sahifelerini yerleştirip, onu değirmenlere, tarlalara gönderiyorum, hafızlık yapması için. Köy hocası artık camide Kur’an okutamıyor, ezan okuyamıyor; jandarma korkusu ömrümüzü yedi bitirdi. Köyde zaten kıt kanaat geçiniyoruz; ama yavrumuzun Allah yolunda yürümesi için de elimizden gelen gayretleri gösteriyoruz. Tam işte bu sırada “Allahu Ekber” demek yasak! Ben Rus işgalini de gördüm, ama bunun kadar ağır bir yük ruhuma yüklenmemişti. Karadeniz’in dağları gelip sırtımıza bindi. Zaten köyde erkek kalmamış, hemen hepsi savaşlarda şehit olmuştu. Bize durumu anlatacak kimsemiz de yoktu. Kendi vatanımızda yaban ellere düşüverdik!
Sonra, aradan tam 18 sene geçti. Bu karanlık yılları hatırlamak istemiyorum. Açlık, sefalet bir yana, bir parça mısır ekmeği bulabilmek ve çocuklarımızın açlıktan ölmemesi için olağanüstü çaba gösteriyoruz.
Bir öğle vaktiydi. İnekleri beslemek için ahıra inmiştim. Ahırın kapısı da açıktı. Cami, evimizin tam karşısındaydı. Ben ineklerle uğraşırken birden bir ses kulağıma geldi. Önce rüyadayım sandım; çünkü ezan rüyalarıma çok girerdi, “Allahu Ekber!” diye minareden ezan okunuyordu. İnanamadım! Ahırdan dışarıya doğru fırladım; evet ezan bu! Ahırı, inekleri bıraktım ve bahçeye doğru koştum. Meğer mahalleli de aynı sesi duymuş, tüm kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar, gençler hepimiz bahçeye dolduk. Ağlamayan bir tane göz yok. Zıplamayan, bağırmayan, üst başını yırtmayan kimseye rastlayamazsınız. Herkes adeta çıldırmış durumda! Müezzin de kaç kez okudu bilemiyorum ezanı, ama birkaç kez okudu minareden. Minare diyorum ya, ne gezer, minare yerine bir dut ağacından ezan okunuyordu.
Hayli zaman sonra kendimize geldik. Mahallede, tüm köyde bir hava bir hava ki nasıl! Herkes elinde, avucunda ne varsa orta yere seriyor, gelen yiyor, giden yiyor. Havaya kurşunlar sıkılıyor, tekbirler getiriliyor; kim sebep olup ezanı aslına çevirtmişse ona dua ediliyor; herkes yeniden doğmuş ya da cennete kavuşmuşçasına seviniyordu. 18 yıllık zulüm o sevince değerdi. Ben ne evlendiğim zaman, ne çocuklarım dünyaya gelince o sevinci duyamadım. Evladım, maneviyat sevinci başka bir şey, ah bir bilebilseler!”
Babaannemin başka da anlattıkları vardı, ama onları geçiyorum. Her darbe döneminde ezan Türkiye’nin gündemine gelmiştir. 1960, 1971, 1980, 28 Şubat… Ezan bu milletin ruh köküdür. Bu milletin ruh kökünü kopartarak ne yapmaya çalışıyorsunuz? Bu millet, kendi öz değerleriyle oynayanları asla unutmamıştır, unutamaz da.
Niçin iktidar olamadığınızı ekonomide, şurda burada aramayın. Ezan ve Kur’an bu milletin kalbidir, o kalbe dokundukça sizler hep dışlanacaksınız. İktidarı bıraktık, millet tarafından sevilmek istiyorsanız, onlarla birlikte secdede buluşmalısınız. Ne yapalım, bizim de inancımız bu!
D. Ali TAŞÇI
.
Jeopolitik ve Jeostratejik
Osmanlı İmparatorluğunu güçlü bir cihan devleti yapan Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz, Kızıldeniz , Umman denizi ve Basra körfezine hakim...
2 Nisan 2021 Cuma 11:52
Osmanlı İmparatorluğunu güçlü bir cihan devleti yapan Karadeniz, Marmara, Ege, Akdeniz, Kızıldeniz , Umman denizi ve Basra körfezine hakim olması, Aden Körfezi ve Hint Okyanusunda güçlü bir donanmaya sahip olmasıydı. Avrupa, Asya ve Afrika kıtasındaki en jeopolitik, jeostratejik askeri ve ticari bölgeleri ve deniz yollarını kontrol altında tutması onu ve ordusunu bileği bükülmez bir güç haline getirdi.
Denizlerine hakim olamayan devletlerin özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi adına attıkları her adım baskı ve tehdit altındadır. Bu devletlerin askeri gücünün dünya siyaseti, ticareti ve karar mekanizmalarında ciddi bir özgül ağırlığı yoktur. Denizler ülkelerin dünyaya açılan kapıları ve pencereleridir. Denizlerde güçlü olan milletler her alanda güçlü ve söz sahibi olurlar.
İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz, Danimarka, Hollanda ve Belçika gibi Avrupa devletlerinin hala denizaşırı ülkelerde birçok sömürgeleri varsa bu onların zamanında denizlere verdiği önemin bugünlere uzanan meyvesidir. Bu ülkeleri zengin eden, buyruk sahibi efendiler konumuna getiren denizaşırı ülkelerdeki bakir toprakları 300- 400 yıl önce işgal ve istila edip hala da sömürmeleri ve oralarda açık ve gizli emperyalizmi ve kolonyalizmi sürdürmeleridir.
Portekiz, Hollanda, Belçika, Danimarka gibi ülkelerin bizim iki üç vilayetimiz kadar toprağı ve nüfusu vardır. Ama; gayri safi milli hasılatları, denizaşırı ülkelerdeki sürdüregeldikleri sömürü politikaları, nüfuzları ve ticari kapasiteleri olarak Türkiye’yi birkaç defa katlayacak güçtedir.
Devlet ve milletlerin vatanları ve ekonomik çıkarları sadece kara parçalarından ibaret değildir. Hakimiyetin sadece göklerde olmadığı gibi… İngiltereyi dünyanın en güçlü ekonomisi ve ülkelerinden birisi yapan onun dünya üzerine yayılmış sözde ve yarı bağımsız ülkelerdeki emperyal-sömürü çarkları ve çıkarlarıdır.
ABD’yi, Rusya’yı ve Çin’i dünyanın en büyük askeri, siyasi ve ekonomik gücü haline getire özelliklerden birisi güçlü ordu ve deniz kuvvetlerine, deniz ticaret filolarına, stratejik deniz bağlantı yolları ve enerji kaynaklarına sahip ve hakim olmalarıdır.
Çin’den konteyner taşıyan dev bir Hollanda gemisinin Süveyş kanalında karaya oturmasıyla birkaç gün içinde (ki Süveyş kanalı dünya deniz taşımacılığının % 10 unu kadarını karşılayabiliyor) dünyaya verdiği zarar 10 milyar Dolar olduğunu düşündüğümüzde global ticaret ağının ne kadar deniz taşımacılığına bağlı olduğu görebiliyoruz. Bugün; Süveyş ve Panama Kanalını, Cebeli Tarık Boğazını, Basra Körfezini, Aden Körfezini, Singapur, Güney Asya ve Çin denizindeki deniz ticaret yollarını kontrolünde tutmak için ABD 1 milyonun üzerinde asker ve 100 miyarlarca Dolar askeri harcamayı boşuna yapmıyor.
Denizlerin kontrol ve hakimiyeti hangi ilkenin elinde ise; o ülke istediği zaman dünya ticaretini bir haftada felç edebilecek bir güce, kuvvete ve silaha sahiptir. Çin ve Rusya’nın ABD’nin dünya üzerindeki hegomonyasını kırmak için birlikte hareket etmek zorunda kalmaktadırlar. Her iki süper devletin yaptıkları askeri harcamalar ABD’nin yarısı kadar bile değildir. Bunun için ABD tartışmasız dünya hakimiyeti mücadelesinde rakiplerinden güçlü, ileride ve söz sahibidir.
Çin’in denizaşırı ülkelerde sessizce yaptığı askeri, ticari ve ekonomik yatırımlar dünyanın patronu ABD’nin tahtını sallayacak güçte olmasa da onun hegemonyal sınırlarını zorlayan yayılmacı atakları Washington’u hayli rahatsız ediyor. Buna karşın Rusya ve Çin ile kim dirsek temasında ise; o ülkeleri mercek altına alıp gerekirse onlara ekonomik ve askeri ambargo uygulamaktan da asla geri kalmıyor. ABD’nin Baltık, Karadeniz, Akdeniz, Hint Okyanusu, Körfez ve Atlas Okyanusundaki askeri varlığını güçlendirmesi Çin’i frenlemeyen yükselişine yönelik panikataklardır.
Çin ve Rusya’nın Türkiye’nin de içinde olduğu doğudan batıya ‘’Bir kuşak bir yol ‘’ projesiyle ABD’nin denizlerdeki hakimiyetini boşa çıkarma gayreti hayli başarılı görülmekte. Çin Rusya’dan Avrupa’ya, Ortadoğu’ya, Hindistan’a, Güney Asya’ya hatta; Afrika’ya kadar uzanan kara ve demir yolları projeleri ile dünyayı bir örümcek ağı gibi örmesi ve sarmasıyla ‘’ABD emperyalizminden sonra; şimdi de sıra Çin hegemonyasına mı geliyor’’ sorusunu gündeme getirmektedir.
Üretim üssü Çin’den dünyanın en zengin ve refah ülkelerine uzanan ihracat ve ithalat en ucuz, en süratli ve en emniyetli taşımacılık yollarıyla yapılması ülkeler arasındaki yakınlaşmayı da beraber getireceği gibi, aynı zamanda ticari rekabeti de kamçılayacaktır. 1.ve 2. Dünya savaşlarının fitilini ateşleyen batının çılgınca hammadde ve pazar arayışları olduğu düşünüldüğünde, ABD AB ve Çin Rusya arasındaki ekonomik ambargolar, işgaller ve hegemonya mücadeleleri bir dünya savaşını da beraberinde getirebilir. Bu hal tüm dünyayı tesir altına alıp, kendi çekim alanına çekebilecek sayısız olumsuz gelişmeleri ve felaket zincirini de beraberinde getireceğini, bunun ülkemize, bölgemize , coğrafyamıza ve insanlığa nelere mal olabileceğini düşünmek bile korkunç.
Bu bağlamda; Türkiye’nin Afganistan, Irak, Suriye, Somali, Katar, Libya, Azerbaycan ve Kıbrıs’taki askeri üstleri, Kafkaslar Balkanlar Orta ve Güney Asya’da Ortadoğu Kuzey Afrika’daki askeri, ticari ve kültürel aktiviteleri hem ülkemiz, hem kendi Coğrafyamız, hem dost ve kardeş ülkeler ve tüm insanlık için ümit ve gelecek vaad ediyor. Bu durum; Hazar denizi, Karadeniz, Ege, Akdeniz, Kızıldeniz, Umman Denizi ve Basra Körfezi gibi jeostratejik ve jeopolitik alanlarda elimizi kolumuzu güçlendirecektir.
Bela ve tehlike her zaman geliyorum, der. Onu anlamak ve kavramak için millet ve devlet yöneticileri tarihten dersler ve ibretler çıkarmak zorundadırlar. Kendisini, ülkesini, coğrafyasını ve geleceğini düşünen milletler her zaman, her alanda, her türlü şartlara hazır olmak zorundadır. Atalarımızın; ’’Hazır ol cenge, ister isen; sulhu salah’’ ( Barış ve huzur istiyorsan; savaşa hazır ol ) dediği gibi.
Ne yazık ki; dış güçlerin ve emperyalizmin ülkemizde taşeronları ile akıl fukarası zavallı muhalefetin bunları anlamaya, kavramaya ve düşünmeye ne kapasitesi, ne de niyeti var. Onların gündeminde düşmanlarımızın, ‘’Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun milli birliğimizi sağlayan, Türkiye’yi dünya devi yapmak isteyen Başkan Erdoğan’ı devirme planı var.’’
İnanmış Müslüman bir millet için hayat; sadece savaş ve barıştan, dostluk ve düşmanlıktan meydana gelen paradokslardan ibaret değildir. Bizim için hayat; bu iki zıddın birleşiminden her türlü imkansızlıklardan imkanlar, her türlü krizlerden fırsatlar, her türlü olumsuzluklardan sonsuz sayıda güzellikler çıkarma sanatıdır. Her gecenin; bir sabahı, her Firavunun; bir Musa’sı vardır.
BUNLARIN BOŞ TENEKE OLDUĞUNU BİLİYORDUM DA DOĞRUSU BU KADARINI TAHMİN ETMİYORDUM
Geçen gün televizyon tartışma programlarının birinde Muhalefeti temsilen birileri çıkmış Uzay programı, astronot yetiştirme, Ay’a gitme vb. konularla ilgili...
18 Şubat 2021 Perşembe 8:32
Geçen gün televizyon tartışma programlarının birinde
Muhalefeti temsilen birileri çıkmış
Uzay programı, astronot yetiştirme, Ay’a gitme vb. konularla ilgili konuşuyorlardı.
Konuşuyorlar ama bu zevat hiçbir şey bilmedikleri gibi
Konuyu saptırmak için her türlü manevrayı yapmaktan geri kalmadılar.
Uzaya çıkma gibi önemli bir projenin hayat geçmesi için heyecan duyacaklarına, onlarda mevzuyu alaya alarak bu milleti hiç tanımadıklarını ortaya koymuş oldular.
AYNEN YILLARCA
ERBAKAN HOCAYA YAPTIKLARI GİBİ
Siyasi hayatımın büyük çoğunluğu
Rahmetli Erbakan hocanın rahle-i tedrisatında geçti.
Ve malum olduğu üzere
Uzun bir süre muhalefette kaldık.
NASIL MUHALEFET YAPARDIK?
Muhalefette iken
Erbakan hocamız gerek mecliste
Ve gerekse meclis dışında yaptığı konuşma konferans vb. etkinliklerle iktidarın önünü açacak ders niteliğinde, konuşmalar yapardı.
Hoca
Konunun anlaşılması için
Tablo ve grafikler hazırlar, mevzuyu iktidar için adeta hazır lokma haline getirir işlerini kolaylaştırırdı.
Bütün bunlar için ne kadar büyük emekler harcandığını söylemeye gerek yok.
Arşivlere girildiğinde
Erbakan hocanın daha o yıllarda
Bugünkü GARA, KANDİL vb. terör yuvalarını işaretle
Amerika’nın bu bölgede çevirdiği dolapları tek tek anlatır
İktidarın tevır koymasını beklerdi.
Aynı şekilde
Ülkenin sahip olduğu yer altı ve yer üstü kaynakları
Türkiye haritası üzerinde işaretler
Ve hangi madenin nerede olduğunu,
Ulaşımla ilgili neler yapılması gerektiğini,
Maddi-manevi zenginliklerimizin neler olduğunu
Bir hocanın öğrencisine anlattığı gibi tek tek anlatırken, ter içinde kalırdı.
BUNA KARŞILIK
O ZAMANKİ İKTİDAR VE MEDYA NE YAPARDI?
- Hoca yine uçtu… Yüz bin tank yapacakmış(Halbuki hoca yüz bin motor demişti)
- Hoca ülkeyi otoyol ağıyla örecekmiş… Ha ha ha!
- Hoca her şehire havaalanı ve üniversite kuracakmış… Ho ho ho!
- Hoca Boğaz’ın altından geçecek, Çanakkale’ye köprü yapacakmış… Hi hi hi!
- Hoca hızlı tren, nükleer tesis vs vs vs yapacakmış
Der alaya alırlardı.
Yani durum
Aynen şimdiki gibi.
PEKİ, YA ŞİMDİ?
Şimdi tam tersi oluyor.
Dün muhalefet hazırlık yapıp iktidarın önünü açarken, bugün iktidar bir sürü emek verip hazırlık yapıyor, muhalefetin de bunun ucundan tutmasını istiyor
Ama
Muhalefetin öyle bir derdi olmadığı için işi gırgır şamataya alıyor.
AY’A SEYAHAT
Baktım ki,
Dün Erbakan hoca ile dalgasını geçenlerle
Bugün uzay programı açıklandıktan sonra, dalga geçenlerin üslupları aynı.. fark eden bir şey yok.
- Ay’a gidiş yolunu dört şeritli mi yapacaksın? Hi hi hi!
- Bu parayla Everest’e bile çıkamazsın!Ho ho ho!
- İhaleyi yap-işlet-devret mi yapacaksın? Ay gülmekten bayılacam!
Konuşmalar böyle sürüp gidiyor.
Bunlar siyasi lider ve yöneticilerin söyledikleri.
Sosyal medya ise daha feci…
Ülkeyi yönetmeye talip olanların söyledikleri bu şekilde ise,
Sosyopatların sosyal medyada yazdıklarını varın siz tahmin edin.
PEKİ,
SİYASİ PARTİ LİDERLERİ NEDEN BU KADAR RAHAT?
Çünkü,
Bu kadroların ülkeyi yönetme diye bir dertleri yok.
Haliyle
Bunun için ne bir hazırlıkları var, ne de çalışmaları… Birkaç sloganla nasıl olsa mevcut milletvekillerini çıkaracak kadar bir oy da alıyorlar.
O zaman
Erbakan hoca gibi büyük emekler verip hazırlık yapmaya ne gerek var?
MUHALEFET PARTİLERİ BÖYLE DE,
AYDINLARI NASIL?
Aynı!
Yukarıda biraz anlattım.
Kaldığım yerden devam edeyim.
Gündem Ay’a gidişle ilgili olduğu için
CNN’de Ahmet Hakan beş konuşmacı çağırmış.. bunlardan ikisi iflah olmaz muhalif.
Olabilir ama insan TV programına çıkarken biraz hazırlık yapar değil mi?
Bunlarda zerresi yok. Ezberledikleri birkaç kalıp var onları tekrar edip durdular. O ezberlediklerinin çoğu da yanlış bilgiler.
UZAYDA OLMAYAN
ÜLKESİNİ SAVUNAMAZ, BAĞIMSIZ KALAMAZ…
Savunma konularında uzman olan Mete Yarar gayet güzel bir şekilde
Meselenin Ay’a gitmekten çok, uzayda olmamız gerektiğini.. gelecekte uzayda olmayan ülkelerin karşılaşacakları problemleri gayet güzel bir şekilde açıkladı.
SABIR TAŞI
Muhalifler
Yine bilindiği gibi
“Biz kimiz ki? Bu bütçeyle mi uzaya çıkacağız? Millet aç aç!” gibi sloganik ifadelerle itiraz ettiler.
Bunun üzerine Mete Bey, klas duruşunu bozmadan ve anlaşılacak bir şekilde
Bu işin bir uzay paket programı olduğunu,
Cumhurbaşkanımızın da
Bu programın on adımda gerçekleşeceğini söylediktan sonra
Anlaşılsın diye
Mevzuyu 5 ana başlık halinde özetledi.
1- Uydu geliştirme
2- Türkiye’ye ait bir bölgesel konumlama ve zamanlama sistemi GPRC
3- Yer gözlem istasyonu
4- Uzay konusunda etkili ve yetkin insan kaynağı
5- Milli uydu fırlatma sisteminin kurulması
Olduğunu söyledi.
HEDEFLERİN NERESİNDEYİZ?
Daha sonra bu hedeflerin neresinde olduğumuzu
Yani
İşe sıfırdan başlamadığımızı, şu tarihte şu yapıldı falan diyerek tek tek anlattı.
Sözüne devamla,
“Uzay çalışmalarında olmak istiyorsanız, uydularınızın olması lazım, uydularınızın olması için de bunlara ait merkezlerinizin olması lazım.
Biz şu anda
Bu konularda %70 noktasına geldik.
2012 yılından beri uzaya roket fırlatma üzerine çalışılıyor.
Türkiye bugüne kadar 5 defa uzaya çıktı. 100 km’nin üzerine çıktığınız zaman uzaydasınız.. Türkiye bunu 5 kez başardı.
TUSAŞ’ta uydu yazılım mühendisliği var.
Yani
Uzaya çıkmak Ay’a inmek için alt yapı var.
Bu işle 2012 yılından beri çalışan ekipler var.” Diyerek sözünü tamamladı.
Ben buraya Mete beyin sözlerini derleyerek aktardım.
Çünkü muhalifler
“Şuyumuz yok, buyumuz yok, biz kim uzaya çıkmak kim? Bizim neyimiz var da uzaya veya Ay’a çıkacağız” gibi araya girerek sordukları sorulara verilen cevapları derledim.
Onlar sordukça
Mete Bey gayet makul bir şekilde sıkılmadan, üşenmeden anlattı.
Çünkü adam hazırlıklı. Bu iş için emek vermiş, hazırlık yapmış, onlar gibi boş beleş konuşmuyor.
NE BEKLERSİNİZ?
Bütün bunları duyduktan sonra, içimden şöyle dedim:
Muhalifler ” biz bu kadarını bilmiyorduk..” deyip onlar da bir vatan evladı olarak heyecan duyarlar diye beklerken,
Ahmet Hakan da benim gibi düşünmüş olacak ki,
Onlara dönüp:
- İkna oldunuz mu?
Dedi.
Adamlar şartlanmış muhalif ya. “Hayır” deyip az önce söylediklerini bir-iki ziyadesiyle takrar ettiler.
O ziyade ettikleri şey de,
Kanal İstanbul ve Suriyelilere yapılan yardım.
Halbuki Kanal İstanbul için bütçeden ayrılan tek bir lira yok.
Aynen
Uzay çalışmaları için ayrılan kaynaktan bilgileri olmadığı gibi.
Adamlarda bilgi yok,
Araştırma yok
Çile yok
Heyacan yok
Ama cüret var. Cesaret değil cüret.
Ellerinde diyanet, imam-hatip, Suriyeliler meselesi var
Bütün konuşmaları bunların üzerine bina etmeye çalışıyorlar.
Diğer tarafta
Mete bey olsun diğer iki konuşmacı olsun
Konuşmalarını
Bir sürü emek vererek, araştırarak (konuşmacılardan birisi programa gelmeden NASA’da çalışan bir Türk mühendisle konuşmuş) uğraşarak sahip oldukları bilgiyi seyirci ile paylaşırken, berikiler bir laf ediyor, mevzu başka yöne akıp gidiyor.
Bir ara
Ahmet Hakan’da bu zokayı yuttu.
“Kardeşim ne oluyor, mevzumuz diyanet veya imam-hatip değil ki!” diyemedi. İşi akışına bıraktı.
KONYALI TORNACILAR
SİLİKON VADİSİ
Diğer muhalif küçümseyerek “Konyalı Tornacılar “ diyecek oldu. Mete beyden okkalı bir şekilde cevabını aldı.
“O küçümsediğin Konyalı tornacılar geçen yıl 800.000.0000 $ ihracat yaptı
Ki,
Bu ihracat yaptıkları şirketler içinde dev ABD şirketleri var” dedi.
YAZILIM
Yine aynı muhalif
Yazılımda Silikon Vadisi’ne (ABD) bağlı olduğumuzu söyledi.
Yine Sağ olsun Mete bey hak ettiği cevabı verdi.
- Hayır kardeşim! Bizim milli bir yazılım sistemimiz var. Üstelik yazılımda ihracat yapıyoruz. Havelsan bu konuda dünyada ilk 100 şirket arasında.
Konuşmalar böyle sürdü gitti.
Daha yazacak çok şey var ama bu kadar yeter.
ASIL MESELE
Aslında mesele şudur:
Ülkemiz
Ne zaman ki, bağımsızlık yolunda bir adım atsa,
Onu sebote edecek içerden ve dışarıdan birileri çıkar.
Uzay programı da
Bu bağımsızlık adımlarımızdan biridir.
Önce
Dışardan ambargo koyarlar.
Yeterli olmayınca
İçerden yerli işbirlikçilerini işi sulandırmak için harekete geçirirler.
Ancak Mete bey bir şey söyledi ki,
Çok hoşuma gitti.
“Şu anda açıklananlar,
Teknolojimizin %10’u kadardır.
%90 teknolojimiz açıklanmıyor.
Açıklanan projeler 5-6 yıl önce geldiğimiz seviyedeki projelerdir” dedi.
Ben de öyle tahmin ediyordum
Ama
Bir yetkiliden duymak beni daha çok mesrur etti, içimi ferahlattı.
17.02.2021
Emin Batur
NOT: O günkü tartışma programından çok sayıda not aldım.
O notların hepsi çok önemli ve heyecan verici.
Konuşmalarda
Uzay çalışmalarından, uydu,motor,İHA, SİHA vs. ile ilgili
ülkemizin kısa sürede yakaladığı başarıyı sağ olsun konuşmacılar
öyle bir güzel anlattılar ki, tam bir destan…
Ancak
Bir yazıda hepsinden bahsetmek mümkün değil.
İmkan olsa
Derlediğim notları bir broşür haline getirebilsek.
Böylece
Gençler için, ülkemiz hakkında öğünecekleri
çok önemli teknolojik gelişmelerden haberdar olmuş olurlar.
EMİN BATUR
.
Karabağ’ın Kısaca Tarihi
I) 19. YÜZYILDA RUSYA’NIN KARABAĞ POLİTİKASI KARABAĞ POLICY OF RUSSIA IN 19th CENTURY Hayri ÇAPRAZ* Özet 19. yüzyılda Güney...
12 Kasım 2020 Perşembe 14:13
I) 19. YÜZYILDA RUSYA’NIN KARABAĞ POLİTİKASI KARABAĞ POLICY OF RUSSIA IN 19th CENTURY Hayri ÇAPRAZ*
Özet 19. yüzyılda Güney Kafkasya’da hem idari hem de nüfus olarak önemli değişiklikler yaşanmıştır. Bu değişimlerin görüldüğü bölgelerden biri de Karabağ bölgesidir. Bu yüzyılda Azerbaycan Türklerinin başlıca yerleşim yerlerinden olan Karabağ Hanlığı, Çarlık Rusyası yönetimi tarafından 1822 yılında lağvedilmiştir. Yeni Rus idaresi, ortadan kaldırılan bu hanlığın topraklarına çeşitli zamanlarda Ermeni nüfus yerleştirerek, kendisine idari ve askeri dayanak noktası oluşturmuştur. Ancak bu politikanın yaklaşık 80 yıl sonraki sonucu, yani 20. yüzyılın başında, Azerbaycan Türkleri ile Ermenilerin çatışmasına zemin hazırlamasıdır. Bu çalışmada, Karabağ meselesinde önemli bir aşama olan 19. yüzyılda Rusya’nın Karabağ bölgesinde uyguladığı politika ele alınarak, bölgedeki idari yapı ve Azerbaycan Türkleri ile Ermenilerin nüfus oranlarındaki değişim ortaya konulmuştur. Anahtar Kelimeler: Karabağ Hanlığı, Şuşa, Azerbaycan Türkleri, Rusya’nın Karabağ Politikası, Güney Kafkasya Abstract It was experienced important changes about governmental and population in South Caucasia in 19th century. Karabağ is one of the regions experienced these changes. Karabağ Khanate where Azerbaijan Turks lived was proscribed by Tsarist Russia governance in 1822. New Russian Government tried to create a governmental and military reference point for itself placing Armenian population in this land. However, the result of this policy in 20th century is to form a basis for conflict between Azerbaijan Turks and Armenians. In his study, governing structure and change on Azerbaijan Turks and Armenians’ population rate in the region are presented dealing with Karabağ policy of Russia in 19th century. Key Words: Karabağ Khanate, Şuşa, Azerbaijan Turks, Karabağ policy of Russia, South Caucasia A. Giriş Karabağ, Azerbaycan sınırları içinde, Kura ve Aras ırmakları ile Gökçe Göl arasındaki bölgeyi içine almaktadır. Karabağ adı ilk kez 14. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. Daha önceleri bölgeye Gerger, Guger, Uti, Utik, Udin, Otena, Kara, Karalar, Arsak, Sev aygi gibi isimler verilmiştir. Karabağ, Türkçe kara ve Farsça bağ kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir kelimedir.1 Karabağ bölgesinin coğrafi sınırları Ağdam, Terter, Yevlah, Fuzuli, Beylegan, Kubatlı, Cebrail, Mingeçevir, Ağcabedi, Hocavend, Şuşa, Hankendi, Laçin, Kelceber, Hanlar, Gorus, Akdere, Bedre, Zengezur, Hadrut bölgelerini içine almaktadır. Toplam yüzölçümü 18.000 km. karedir. Ancak Azerbaycan ile Ermenistan arasında 1990’lı yılların başında savaşa sebep olan ve uluslararası ilişkilerin bir meselesi haline gelen Dağlık Karabağ ise, Karabağ bölgesinin içinde, Hankendi, Şuşa, * Yrd.Doç.Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, ISPARTA. hayricapraz@sdu.edu.tr. 1 Aygün Atar, Karabağ Sorunu Kapsamında Ermeniler ve Ermeni Siyaseti, Ankara 2005, s. 2, 5. Karabağ kelimesinin ne zaman kullanıldığı ve anlamı hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız: Mihriban Vezir, “Karabağ”, Azerbaycan Birinci Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 2002. Sayı 3 (Kış 2012/I) H. Çapraz 232 Akdere, Hadrut, Hocavend, Askeran, bölgelerinden oluşmaktadır. Yüzölçümü ise 4.392 km karedir.2 Azerbaycan ile Ermenistan arasında çatışma sebebi olan Karabağ meselesinin ortaya çıkmasında ve şekillenmesinde başlıca etken unsurlardan biri Rusya’dır. Çarlık Rusyası ve onun coğrafi mirasçısı niteliğindeki Sovyetler Birliği zamanında Karabağ’a yönelik politikalar, Azerbaycan Türkleri ile Ermeniler arasındaki çatışmanın çıkmasında belirleyici rol oynamıştır. Taraflar arasında Karabağ meselesi halen daha çözülememiştir. 1992 yılında Ermenistan birlikleri, Sovyet döneminden kalan birliklerin desteğini alarak, Dağlık Karabağ ve çevresinde bulunan Azerbaycan’ın diğer topraklarını işgal etmişlerdir. Bu işgal sonucu Azerbaycan topraklarının %20’si Ermenistan işgali altındadır. Bu işgal, Birleşmiş Milletler dâhil uluslararası kuruluşlar tarafından kabul edilmemesine rağmen, mesele hâlâ çözülememiştir. Karabağ savaşının sonlandırılmasından (1994 yılından) itibaren yaklaşık 20 yıl geçmesine rağmen, taraflar arasında uzlaşma sağlanacak koşullar oluşmamıştır. Mesele, bugün, insan hakları örgütlerinin, uluslararası politikanın ve hukukun bir konusu haline gelmiştir. Karabağ konusunu çözmek için Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı bünyesinde Minsk grubu oluşturulmuştur. Bu grubun üyeleri Azerbaycan, Ermenistan, Türkiye, Slovakya, Çek Cumhuriyeti, İsveç, Beyaz Rusya, Almanya, İtalya ve eş başkan statüsünde olan Rusya, ABD ve Fransa’dır. Bunlar arasında Rusya, bu meselede ayrıca kendi çabasıyla daha aktif rol oynamaktadır. Bu çalışmada, Karabağ meselesinde en etkin devletlerden biri olan Rusya’nın 19. yüzyılda Karabağ bölgesinde uyguladığı politikadan bahsedilecektir. Böylece günümüzde Karabağ meselesinin çıkmasında rol oynayan iki yüzyıl önceki uygulamaların etkisi ortaya konulmaya çalışılacaktır. B. Rus Yönetimine Kadar Karabağ Karabağ bölgesinin ilk yerleşenleri hakkında net bilgiler Sak’lara kadar gitmektedir. M.Ö. 4. yüzyıla ait kaynaklar bu bölgede Sak’ların ve Udin’lerin yaşadığından söz etmektedir. Bölgenin adı ise Artsak olarak geçmektedir. 7. yüzyılda “Ermeni Coğrafyası” isimli eserde bölgedeki etnik grupların isimleri şu şekilde verilmektedir: Albanlar, Gargarlar, Hunlar, Hazarlar ve Barsiller.3 M.S. 1.yüzyıldan itibaren Karabağ dâhil, Azerbaycan bölgesi Türk göçleri almaya başlamıştır. Hunlar, Barsiller, Bulgarlar, Kengerler, Sabirler, Ogurlar ve Hazarlar’dan çeşitli gruplar bölgedeki Türk nüfusunun artmasında önemli rol oynamışlardır. Sasani ve Doğu Roma hakimiyetinde de kalan Karabağ, Selçuklular döneminde OğuzTürkmen göçlerine sahne olmuştur. Samanoğulları ve Gaznelilerin baskısından batıya çekilen Türkmenler Horasan bölgesine, İran’ın kuzey bölgelerine ve Güney Kafkasya’da Karabağ bölgesine yerleşmişlerdir. Daha sonra Gürcü, Moğol, Karakoyunlu (1351-1469), Akkoyunlu (1340-1514), Safevi (XVI-XVIII yy) ve Osmanlı 2 Araz Aslanlı, “Tarihten Günümüze Karabağ Sorunu”, Avrasya Dosyası : Azerbaycan özel, yıl 2007, cilt 7, sayı 1, s. 393. 3 Aygün Atar, a.g.e., s. 9. 19. Yüzyılda Rusya’nın Karabağ Politikası 233 Devletlerinin hakimiyetinde kalan bölgede Türk-Müslüman idaresi ve kültürü hâkim olarak kalmıştır. Karabağ coğrafyasında, bölgenin adını taşıyan Karabağ Hanlığı, İran hükümdarı Nadir Şah’ın ölümü (1747)’nden sonra kurulmuştur. Nadir Şah’ın ölümü, İran ve Azerbaycan coğrafyasında bulunun beylerin kendi hanlıklarını kurmalarını sağlamıştır. Bu çerçevede, 1747 yılında Karabağ Hanlığı kurulmuş ve bu hanlık 1822 yılında Rusya’nın ilhakına kadar devam etmiştir. Harita 1: 19. yüzyılın Başında Karabağ Hanlığı4 C. Çarlık Rusyası Hâkimiyetinde Karabağ I. Petro zamanından itibaren Rusya devlet adamları, yayılmacı politikasının bir aracı olarak bir yandan Balkanların Slav ve Ortodoks halklarıyla,5 diğer yandan Güney Kafkasya’daki Gürcü ve Ermeni topluluklarla yakından ilgilenmeyi gaye bilmiştir. Bu çerçevede, Ermenilerin Azerbaycan bölgelerine yerleştirilmesi, Kafkas politikasının başarısı için önemli bir hamle olarak görülmüştür. Çünkü, Rusya’nın, Hazar Denizi, Karadeniz ve bunların güney bölgesindeki çıkarlarını tesisi için Kafkasya’da askerî ve ekonomik anlamda dayanacak bir bölgenin oluşturulması elzemdi.6 Bu bağlamda Güney Kafkasya’daki Gürcüler ve az sayıda bulunan Ermeni grupları ile ilişkileri geliştirmiştir. Rusya’nın ilgi gösterdiği Ermeni gruplarının bir kısmı da Karabağ bölgesinde yaşamaktaydı. Karabağ bölgesinin tarihinin akışına etki edecek olaylar, 19. yüzyılın başında ortaya çıkmıştır. 1801 yılında Tiflis Krallığını (Kartli-Kaheti Krallığı) ele 4 Haritanın yapımında faydalanılan yer: http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/c/c1/Khanate_of_ Karabakh_in_1809-1817.JPG?uselang=ru (28.02.2013) 5 Mithat Aydın, “19.Yüzyıl Ortalarında Panslavizm ve Rusya”, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Yıl: 2004 (1), sa.15, Denizli, 2004, s.111 vd. 6 Kerim Şükürov, “K Voprosu O Avtonomizatsii Nagornogo Karabaha: Uroki iİstorii”, Kavkaz i Globalizatsiya, Tom 2, Vıpusk 2, 2008, s. 162. Sayı 3 (Kış 2012/I) H. Çapraz 234 geçiren Ruslar, zamanla bu krallığa komşu Güney Kafkasya’daki hanlıkları da ele geçirmeye başlamışlardı. Bu çerçevede Karabağ bölgesi de Rus tehdidi altına düşmüştü. 1804 yılında Gence’yi işgal eden Rusya’nın Kafkasya orduları komutanı Tsitsianov, Karabağ Hanı İbrahim Halil Han’a haber göndererek Rusya’ya tabi olmasını istemiştir. İbrahim Halil Han, ilk başta bu talebe direniş göstermişse de, daha sonra buna boyun eğmek zorunda kalmıştır. 14 Mayıs 1805 tarihinde de Kürekçay’da Ruslarla bir antlaşma imzalayarak, Rusya’ya tabi olmuştur. Antlaşma gereği İbrahim Halil Han, yıllık 8.000 çervonets* haraç ödeyecek, Hanlıkta bulunan Rus askerlerinin ihtiyaçlarını karşılayacak, torununu rehine olarak verecekti. Bununla birlikte, Hanlığın iç işleri, yargısı ve gelirleri Han’a bırakılmıştır.7 Karabağ’ın alınmasını Tsitsianov şöyle değerlendirmekteydi: “Karabağ Azerbaycan’a, dolayısıyla İran’a açılan kapıdır. Burada Rusya’nın varlığı, bunları korku içinde tutacaktır”.8 İran orduları, Karabağ’ı almak için tekrar harekete geçtiklerinde Tsitsianov, Müslüman halka güvenmeyip, Karabağ’da yaşayan Ermenilere çağrıda bulunduğunda, geçmişteki İran kuvvetlerine yardım eden cesur Ermenilerden kalmadığını, şimdi hepsinin mezarda olduğunu ve İran kuvvetlerine karşı Rus askerlerinin kendi başlarına mücadele edeceklerini belirtmiştir. Tsitsianov, bu çağrısıyla bölgede bulunan Ermenilerin Rusya’ya destek vermesini istemektedir. Nitekim, Şuşa’daki Rus kuvvetlerine, bazı Ermeniler yardımcı olmuşlardır. Sonuçta, Haziran 1805 yılında yapılan İran hücumu başarıyla engellenmiştir.9 İbrahim Hali Han daha sonra İran ile tekrar haberleşmiş ve İran kuvvetlerini yardıma çağırmışsa da, kendi sarayında bulunan kul Cafer Ağa’nın gelişmeleri Rus komutanına bildirmesi üzerine Rus kuvvetleri, İbrahim Han’ı ortadan kaldırarak yerine oğlu Mehdi Kul Han’ı getirmişlerdir.10 Böylece, Rusya kontrolündeki bir hanın idaresinde olmak üzere, Karabağ için yeni bir dönem başlamıştır. 1813 yılında imzalanan Rusya-İran arasındaki Gülistan Antlaşması’yla, İran Karabağ’ın Rusya’ya ait olduğunu resmen kabul etmiştir. 1805 yılında Karabağ’ın Rus hâkimiyetine girdiği sırada nüfusu ve bu nüfus sayısındaki değişimi dönemin Rus komutanlarının ifadelerinden anlamak mümkündür. 30 Eylül 1812 tarihinde, General Kotlerevskiy, Kafkasya orduları başkomutanı General Rtişev’e gönderdiği bir yazıda, 1805 yılında Karabağ’da 10.000 aile olduğunu yazmıştır. Üç yıl sonra, yani 1808 yılında, başka bir komutan, yaptırdığı sayımla nüfusun 7.474 aileye gerilediğini bildirmiştir.11 General Kotlerevskiy, Rtişev’e gönderdiği yukarıda bahsi geçen yazısında, 1805-1812 yılları arasında Karabağ’dan gönüllü ve kaçarak olmak üzere toplam 5.245 ailenin * Çervonets: Çarlık Rusyası zamanında kullanılmış olan altın madeni para. 7 Aktı, Sobrannıe Kavkazskoy Arheografiçeskoy Komissiyey (bundan sonra AKAK kısaltmasyıla verilecektir), Tom 2, No: 1437, Tiflis, 1868, s. 707; Utverjdenie Russkogo Vladıçestva na Kavkaze, (bundan sonra Utverjdenie… kısaltması ile verilecektir) Pod redaksiyey V. A. Potto, Tom I, Tiflis, 1901, s. 189, 193. 8 Utverjdenie…, Tom I, Tiflis, 1901, s. 194. 9 Utverjdenie…, Tom I, Tiflis, 1901, s. 200, 218. 10 Utverjdenie…, Tom III, Çast 2, Tiflis, 1904, s. 463, 464. 11 AKAK, Tom 5, No: 696, Tiflis, 1873, s. 579. 19. Yüzyılda Rusya’nın Karabağ Politikası 235 ayrıldığını yazmıştır.12 Sonuçta ise, yaklaşık 5.000 ailenin bölgede kaldığını tahmin etmektedir.13 5 yıl sonra Kafkasya bölgesi orduları başkomutanı ve bölge valisi Ermolov, 4 Mart 1817 tarihli raporunda, 1805 tarihinde Karabağ Çarlık Rusyası hakimiyetine alındığında 10.000 aile (yaklaşık 50.000 nüfus) yaşadığına dair bilgi, Kotlerevskiy’in rakamını doğrulamaktadır. Ancak, 1812 yılında yapılan sayımda ise, yukarıda ifade edilen yaklaşık 5.000 aile yerine, 3.080 aile rakamı verilmektedir.14 Çarlık Rusyası bölgeye gelmeden önce Karabağ’da yaşayan aile sayısının 24.000 olduğu dikkate alındığında, Rus işgali sonrası kayda değer derecede bir nüfus düşmesi söz konusudur. Bölgedeki savaş, huzursuzluk, soygun ve eşkıyalık hareketlerinin halkı bıktırması15 sonucu bu göçlerin olduğunu tahmin etmek mümkündür. Çünkü, üretim yapamayıp vergi veremeyecek duruma gelen, hatta kendisi muhtaç duruma düşen halkın önemli bir kısmı bölgeyi terk etmiştir. Hatta; bu sebepledir ki, bölgenin komutanı/yöneticisi Kotlerevskiy, halkın 3 yıl veya hiç olmazsa iki yıl vergiden muaf tutulmasını istemiştir. Böylece kaçanların da geri dönme ihtimalinin bulunduğunu düşünmüştür.16 1816 yılında Kafkasya bölgesine yeni idareci/başkomutan olarak A.P. Ermolov atanmıştır. Ermolov göreve başladığında, Karabağ dâhil hiçbir yerde Ermeniler politik çoğunluğu sağlayamamaktaydılar. Daha önceden devam eden ticarî alışkanlıkları dolayısıyla, Rus kuvvetlerinin ihtiyaçlarının karşılanmasında önemli rol oynamaktaydılar. Bu sırada Rusya bağlılıkları ise, daha çok kişisel boyutta olup, bulundukları bölgede askerî birlikler içinde yer almak şeklinde olmuştur.17 Çarlık hükümeti, başta Ermeniler olmak üzere Müslüman olmayan grupları, Karabağ dâhil bölgenin çeşitli yerleşim yerlerine göç ettirerek, hem idarî, hem de politik anlamda Güney Kafkasya’da kendisine güvenli bölgeler oluşturmaya çalışmıştır. Bu çerçevede, 1819 yılında Karabağ’ın kuzeyine birkaç yüz Alman aile yerleştirilmiştir. Ancak, Karabağ’ın Hıristiyanlaştırılmasında daha çok Ermeniler kullanılmıştır. Kafkasya orduları başkomutanı ve aynı zamanda idareden sorumlu en yüksek görevli Ermolov, Güney Kafkasya’da yaptığı incelemeler sonucunda, Rus idaresi açısından bölgedeki Müslüman hanlıkların ortadan kaldırılmasına karar vermiştir. 29 Ağustos 1819 tarihinde Şeki Hanlığı lağv ederek, yerine Şeki bölge idaresini kurmuş; sonra da Şirvan Hanlığının ortadan kaldırılması planına geçmiştir. Şirvan Hanı Mustafa Han sıranın kendisine geldiğini fark etmiş, ancak bu plana engel olamamıştır. 30 Ağustos 1820 yılında Ermolov, Şirvan Hanlığını 12 Eserde bu rakam 4.845 aile olarak yazmaktadır. Ancak generalin verdiği rakamlar toplandığında 5.245 rakamına ulaşılmaktadır. Bakınız: AKAK, Tom 5, No: 696, Tiflis, 1873, s. 579. 13 AKAK, Tom 5, No: 696, s. 579. 14 AKAK, Tom 6, Çast 1, No: 1265, Tiflis, 1874, s. 836 15 Utverjdenie…, Tom III, Çast 2, Tiflis, 1904, s. 445. 16 AKAK, Tom 5, No: 696, s. 580. 17 Utverjdenie…, Tom II, Tiflis,1902, s. 524. Sayı 3 (Kış 2012/I) H. Çapraz 236 da ortadan kaldırarak, Şirvan bölge idaresi adıyla yeni bir idari yapı kumuştur.18 Ermolov, Şeki ve Şirvan Hanlıklarını ortadan kaldırdıktan sonra, Karabağ Hanlığına yönelmiştir. Karabağ Hanlığının ortadan kaldırmasında, içerideki çekişmelerin büyük katkısı olmuştur. Mehdi Kul Han ile Cafer Ağa arasında başlayan politikduygusal çatışma, Ermolov yönetimindeki Rus idaresi tarafından da kullanılmıştır. Hanlıkta iç çekişmeler dolayısıyla Mehdi Kul Han İran’a kaçmak zorunda kalmıştır. 1822 yılı Kasım’ında da Karabağ Hanlığı ortadan kaldırılarak, Karabağ’da doğrudan Rus idaresi kurulmuştur.19 Karabağ Hanlığını ortadan kaldıran Ermolov, bölgedeki nüfus dağılımı hakkında şöyle bilgi vermiştir: 1823 yılı Karabağ bölgesinde 20.095 aile yaşamakta olup bunun 15.729 (%78) Azerbaycan Türkü ve 4.366’sı (%22) ise Ermeni ailesidir. Karabağ’ın başlıca şehri olan Şuşa’da 1.111 (%72,5) aile Azerbaycan Türkü ve 421 (%27,5) aile de Ermeni’dir.20 Ermolov’un verdiği rakamlardan da anlaşılacağı üzere, Karabağ bölgesinde Azerbaycan Türklerinin nüfusu oldukça fazladır. Bu nedenle Çarlık Rusyası yönetimi, ilerleyen yıllarda bölgedeki politik ve askerî gelişmelere bağlı olarak bölgeye Ermeni nüfusu göç ettirme politikasına devam etmiştir. 1828 yılında Rusya ile İran arasında imzalanan Türkmençay ve 1829 Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan Edirne antlaşmalarından sonra, Güney Kafkasya’ya özellikle Erivan, Nahçivan, Karabağ bölgesine Osmanlı Devleti’nin Doğu Anadolu vilayetlerinden ve İran’ın kuzey bölgelerinden Ermeniler göç ettirilmiştir. 1828 yılında İran’dan 8.249 Ermeni ailesi, yani 40.000’den fazla kişi, Osmanlı Devleti’nden ise, yaklaşık 90.000 Ermeni Güney Kafkasya’ya göç ettirilmiştir.21 Çarlık görevlisi N.N. Şavrov resmi olarak 124.000 Ermeni’nin göç ettirildiğini, ancak kayıt dışı göçler de dikkate alındığında gayri resmi rakamların 200.000 olabileceğini yazmıştır.22 Rusya, henüz göçler yoğunlaşmadan önce, bölgede Ermeni nüfusunu artırarak, bir Ermeni bölgesi oluşturmayı hedeflemiştir. Nitekim, 21 Mart 1828 tarihli emirle Erivan, Nahçıvan Hanlığı ve Ordubad’ı içine alan bölgede Ermeni vilayeti kurmuştur.23 Vilayet kurulduğunda, buradaki nüfusun %74’ünü Azerbaycan Türkleri/Müslümanlar oluşturuyordu.24 Dolayısıyla, 1801 yılından beri Rusya, Güney Kafkasya’da bulunan Gürcü krallıklarını/prensliklerini ve Azerbaycan hanlıklarını hâkimiyeti altına alarak tüm bölgede siyasî ve askerî hakimiyetini kurduğunda, Ermenilere ait herhangi bir politik yapılanma bulunmaktaydı. Bu yapı, Rusya tarafından 1828 yılına kadar oluşturulmuştur. 18 Utverjdenie…, Tom III, Çast 2, s. 450, 457, 459, 462. 19 Utverjdenie…, Tom III, Çast 2, s. 464, 465. 20 Opisanie Karabahskoy Provintsii, sostavlennoy 1823 godu, Tiflis, 1866. 21 Kerim Şükurov, a.g.m., s. 162; Utverjdenie…, Tom IV, Çast 1, Tiflis, 1906, s. 319. 22 N.N. Şavrova, Novaya Ugroza Russkomu Delu v Zakavkazye,( Birinci baskı: S. Peterburg 1911) Baku 1990, s.63. 23 Aygün Atar, a.g.e., s. 39. 24 Camil Hasanlı, “Karabah: Poisk İstoriçeskoy Pravdı”, Kavkaz i Globalizatsiya, Tom 4, Vıpusk 3-4, god: 2010, s. 144. 19. Yüzyılda Rusya’nın Karabağ Politikası 237 Rusya, Osmanlı Devleti ve İran’da, göç ettirdiği Ermeniler sayesinde Erivan ve çevresinde olduğu gibi, Karabağ’da da Ermeni nüfusunu artırmıştır. Karabağ’ın başkenti sayılan Şuşa’daki Ermeni nüfusunun oranı 1823 yılında %27,5 iken, 1832 yılında 44,9 olmuştur. Karabağ bölgesinin tamamında ise Ermeni nüfusu, bölge nüfusunun %31,6’sına ulaşmıştır.25 Karabağ bölgesine sadece Ermeni grupları yerleştirilmemiştir. Rusya’nın iç bölgelerinde, Hıristiyanlığı yorumlayışlarındaki farklılıklar dolayısıyla, bazı gruplar devlet tarafından başka yerlere göç ettirilmeye başlanmıştır. Ayrılıkçılar denilen bu gruplardan Malakanların ve Duhobortsıların bir kısmı Karabağ bölgesine yerleştirilmiştir. 1831-1837 yılları arasında Kafkasya bölgesinin idaresinden sorumlu komutan G.V. Rozen raporundan anlaşıldığı üzere, henüz o, göreve gelmeden önce, dinî “ayrılıkçılar” (Duhobortsı ve Malakanlar), sadece Karabağ bölgesine yerleştirilmişlerdi. Rozen, 1833 tarihli raporunda, diğer Müslüman bölgelere yerleştirmelerinin uygun olacağını bildirmekteydi. Hatta, yer problemi olduğundan Rusya’nın iç bölgelerinden, Güney Kafkasya’ya yapılan göçlerin yılda 200-300 aileyi geçmemesini önermekteydi.26 1830–1834 yılları arasında Karabağ bölgesine yerleştirilen Malakanların sayısı şöyleydi: 1830 yılında 51 aile Mamatazur köyüne, 1832-1833 yılında 156 aile Dudalçi köyüne, 26 aile Kegrat köyüne, 4 aile Ali Kuli Uşagi köyüne, 34 aile Kızıl Kışlak köyüne ve 4 aile Giryak’a yerleştirilmiştir.27 1837 yılına gelindiğinde, Malakan, Duhobortsı, ikonobor ve diğer dinî ayrılıkçılar dahil, 431 erkek, 349 kadın olmak üzere 780 kişi iskan edilmiştir.28 Çarlık Rusyası’nın Güney Kafkasya’daki nüfus politikasında ayrılıkçı dinî gruplar değil, Ermeniler daha etkin olmuştur. Özellikle 1820’li yılların sonu ve 1830’ların başında Güney Kafkasya’nın Müslüman bölgelerine yerleştirilen Ermeniler, bazı şehirlerde Hıristiyan nüfusu Müslüman nüfus aleyhine dengelemeye başlamıştır. 1852 tarihli Kavkazskiy Kalendar’dan alınan nüfus bilgilerine göre, Ermeni bölgesinin başşehri Erivan ile Karabağ’ın başşehri kabul edilen Şuşa şehirlerindeki nüfus dağılımı, dengenin sağlanmak üzere olduğunu göstermektedir. Tablo 1: 1834-1836 Erivan ve Şuşa şehirlerinin Nüfusları29 Şuşa’nın 1836 yılı nüfusu Erivan’ın 1834 yılı nüfusu Erkek Kadın Toplam Erkek Kadın Toplam Müslüman Şii 3.175 3.196 6.371 3.205 3.285 6.490 kişi Ermeni 3.133 3.222 6.355 3.260 2.855 6.115 kişi Toplam 6.308 6.418 12.726 12.605 kişi 1830 yılında Güney Kafkasya’da Osmanlı Devleti ve İran’ın idarî ve askerî gücünün tamamen bitmesinden sonra, Çarlık Rusyası bölgedeki idarî reformlarını hızlandırmıştır. Bu çerçevede 1840 yılında, geniş kapsamlı idarî bir reform yapılmıştır. Bu sırada Karabağ bölgesi, Şuşa adıyla değiştirilerek,30 başkenti Şemahi 25 Camil Hasanlı, a.g.m., s. 143, 144. 26 AKAK, Tom 8, No: 23, Tiflis, 1881, s. 51-53. 27 AKAK, Tom 8, No: 60, s. 81. 28 AKAK, Tom 8, No: 929, s. 970. 29 Kavkazskiy Kalendar na 1852, Otdelenie III, Tiflis, 1851, s. 435, 441. 30 Kavkazskiy Kalendar na 1852, Otdelenie III, Tiflis, 1851, s. 432. Sayı 3 (Kış 2012/I) H. Çapraz 238 olan Hazar Bölgesini içine almıştır. 1846 yılında Şemahi vilayeti (guberniyası) kurulunca Karabağ bu vilayetin içinde kalmıştır. 1859 yılında ise Şemahi vilayeti lağvedilip burası Bakü vilayetine bağlanmıştır. 1867 yılında Güney Kafkasya’da yeni bir idarî düzenleme yapılmış ve Elisavetpol (Gence) Vilayet İdaresi kurulmuştur. Şuşa bölgesi, yani Karabağ, bu yeni vilayetin içine alınmıştır. Bu sırada Karabağ bölgesi 4 idarî birime parçalanarak, Şuşa, Zangezur, Cevanşir ve Cebrail şehir idareleri kurulmuştur.31 19. yüzyılda Çarlık Rusyası, idarî reformları ile bölgedeki politikasını aktif ve yönetimini de daha etkin hale getirdiği gibi, aynı yüzyılın ikinci yarısında Güney Kafkasya’ya Ermenileri göç ettirmeye de devam etmiştir.32 1897 yılı nüfus sayımında Şuşa vilayetinin nüfus dağılımına bakıldığında, nüfusun 62.868 (%45,3)’i Azerbaycan Türkü, 73.953 (%53,1)’ü de Ermeni nüfusundan oluşmaktaydı.33 1897 yılında Şuşa ve Karabağ’ın diğer şehri olan Cevanşir’in köylerindeki nüfusa bakıldığında ise, bunun % 54,8 (115.800)’ine Azerbaycan Türkü, % 44,3 (93.600)’ine Ermeniler sahipti.34 Ermeniler lehine olan nüfus dengesindeki değişim, ilerleyen yıllarda da devam etmiştir.1904 yılında Şuşa bölgesinin nüfusunun %58,2’si Ermeni, %41,5’i de Azerbaycan Türklerinden oluşmaktaydı. 7 yılda Ermeni nüfusu Türk nüfusuna göre daha fazla artmıştı. Şuşa şehir merkezinde 25.556 kişinin %43,2’sini Azerbaycan Türkleri, %56,5’ini (1897’de %53,1’ini) Ermeniler oluşturmaktaydı. Osmanlı Devleti ve İran’dan gelen göçlerle Karabağ ve Güney Kafkasya’nın çeşitli yerlerinde Ermeni nüfusu artırılmıştır. Güney Kafkasya’nın tümünde ise, Ermeni nüfusu 1822-1826 yıllarında % 9,3 iken, 1916 yılında bu rakam % 32,8’e ulaşmıştır.35 Rusya’nın Kafkasya uzmanlarından N.N. Şavrova, 1911 yılı baskılı eserinde, bugün (1909) güney Kafkasya’da 1.300.000 ermeni yaşamakta, bunların yaklaşık 1.000.000 milyonu yerli değil, sonradan Rusya tarafından göç ettirilip buralara yerleştirilenler olduğunu yazmaktadır. General Şeremetev, raporunda 1896 yılında Güney Kafkasya’da yaklaşık 900.000 Ermeni olduğunu, 1908 yılında ise 1.300.000’den fazla nüfusa sahip olduklarını yazmaktadır. Yani Ermeni nüfusunda 400 bin kişilik bir artış vardır. Bu nüfus artışının, 100 bin kişisinin doğal, 300 bin kişisinin ise göçle olduğu tahmin edilmektedir. Şavrova, 20. yüzyılın başında Güney Kafkasya’daki Ermenilerin nüfus artışına dikkat çektiği gibi, onların ekonomik olarak güçlenmelerine değinerek, Rusya’nın Güney Kafkasya politikası için tehlikeli 31 Camil Hasanlı, a.g.m., s. 145. 32 19. yüzyıl sonlarında Anadolu ve Kafkasya Ermenileri üzerinde güçlü bir etkiye sahip olmak, Rus dış politikasının ana unsurlarından olmuştur. Özellikle, Rusya, Ermeniler üzerindeki Amerikan ve İngiliz siyasî ve mezhebî (Protestan) etkiye karşı zaman zaman bazı tedbirler alma yoluna gitmiştir. Örneğin; bu amaçla Rusya hükümeti 1894 yılında Anadolu’ya Rus Miralayı Potiyat’ı göndererek Ermeniler hakkında bilgi toplamasını istemiştir. Mithat Aydın, Bulgarlar ve Ermeniler Arasında Amerikan Misyonerleri, İstanbul, 2008, s.144. 33 http://qerbiazerbaycan.com/images/files/36.pdf 34 Anatoliy Yamskov, “Traditsionnoe zemlepolzovanie koçevnikov istoriçeskogo Karabaga i sovremennıy armyanoazerbaydjansskiy etonoterritoralnoy konflikt”, Faktor Etnokonfessionalnoy Samobıtnosti v Postsovetskom Obşestve, pod.red. M.B. Olkott i A. Malaşenko, Moskva, 1998, s. 181. 35 Camil Hasanlı, a.g.m., s. 146. 19. Yüzyılda Rusya’nın Karabağ Politikası 239 duruma geldiklerine vurgu yapmaktadır. Bölgedeki ticarî ve ekonomik işlemlerin Yahudilerin ve Ermenilerin elinde olduğunu ve dolayısıyla bölgenin sahibi haline geldiklerini yazmaktadır.36 D. Sonuç 19. yüzyıla girildiğinde Güney Kafkasya’da, Karabağ Hanlığı dâhil, çeşitli hanlıklar bulunmaktaydı. Çarlık Rusyası, bu hanlıkları ortadan kaldırarak kendi idarî yönetimlerini kurmuştur. Bir yandan bu reformları yaparken, diğer yandan çeşitli zamanlarda İran ve Osmanlı Devleti’nden gelen Ermenileri, Güney Kafkasya’da başta Erivan bölgesi olmak üzere, çeşitli yerlere yerleştirmiştir. Karabağ bölgesi de, Ermenilerin yerleşim alanlarından biri olmuştur. Karabağ bölgesinde daha önceden Ermeni nüfus bulunmasına rağmen, 19.yüzyıl başında nüfusun büyük kısmı, eskiden olduğu gibi, Azerbaycan Türklerine aitti. Rusya, güney yönünde İran’a ve Azerbaycan’a ilerlemek için bu bölgedeki nüfus yapısını kısmen de olsa değiştirmeye çalışmıştır. Nitekim yüzyılın sonuna kadar (1897 yılı) Rusya, Karabağ’ın başlıca şehri olan Şuşa’daki nüfus dengesini Ermeniler lehine değiştirmeyi başarmıştır. Tüm Güney Kafkasya’daki politikasında da benzer bir başarı elde etmiştir. Bölgede Ermeni nüfusu 1822-1826 yıllarında %9,3 iken, 1916 yılında bu rakam %32,8’e ulaşmıştır. Rusya, Güney Kafkasya’ya ve hatta Karabağ’a Ermeni nüfusunu yerleştirerek, güney yönünde yayılmasında kullanabileceği önemli bir dayanak noktası oluşturuyordu. Ancak bu politika sadece Rusya’nın genişleme politikasına hizmet etmekle kalmamış, aynı zamanda 20. yüzyılın başında çıkacak olan Azerbaycan Türkleri ile Ermeniler arasındaki çatışmalara da zemin hazırlamıştır. Nitekim 1905 yılında iki taraf arasında başlayan gerginlik, bugün hâlâ devam etmektedir. 36 N.N. Şavrova, a.g.e., s. 63, 64. Sayı 3 (Kış 2012/I) H. Çapraz 240 E. Kaynakça Aktı, Sobrannıe Kavkazskoy Arheografiçeskoy Komissiyey, Tom 2, No: 1437, Tiflis, 1868. Aktı, Sobrannıe Kavkazskoy Arheografiçeskoy Komissiyey, Tom 5, No: 696, Tiflis, 1873. Aktı, Sobrannıe Kavkazskoy Arheografiçeskoy Komissiyey, Tom 8, No: 23, Tiflis, 1881. Aktı, Sobrannıe Kavkazskoy Arheografiçeskoy Komissiyey, Tom 8, No: 60, Tiflis, 1881. Aktı, Sobrannıe Kavkazskoy Arheografiçeskoy Komissiyey, Tom 8, No: 929, Tiflis, 1881. ASLANLI, Araz, “Tarihten Günümüze Karabağ Sorunu”, Avrasya Dosyası: Azerbaycan özel, yıl 2007, cilt 7, sayı 1. ATTAR, Aygün, Karabağ Sorunu Kapsamında Ermeniler ve Ermeni Siyaseti, Ankara, 2005 AYDIN, Mithat, “19.Yüzyıl Ortalarında Panslavizm ve Rusya”, Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Yıl: 2004 (1), sa.15, Denizli, 2004, s.107-122. ………, Bulgarlar ve Ermeniler Arasında Amerikan Misyonerleri, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2008. HASANLI, Camil, “Karabah: Poisk İstoriçeskoy Pravdı”, Kavkaz i Globalizatsiya, Tom 4, Vıpusk 3-4, god: 2010. Kavkazskiy Kalendar na 1852, Otdelenie III, Tiflis, 1851. Opisanie Karabahskoy Provintsii, sostavlennoy 1823 godu, Тифлис, 1866. Şavrova N.N., Novaya Ugroza Russkomu Delu v Zakavkazye,(Birinci baskı: S. Peterburg 1911) Baku, 1990. ŞÜKÜROV, Kerim, “K Voprosu O Avtonomizatsii Nagornogo Karabaha: Uroki iİstorii”, Kavkaz i Globalizatsiya, Tom 2, Vıpusk 2, God: 2008. Utverjdenie Russokogo Vladıçestva na Kavkaze, Pod redaksiyey V. A. Potto, Tom 1, Tiflis, 1901. Utverjdenie Russkogo Vladıçestva na Kavkaze, Pod redaksiyey V. A. Potto, Tom II, Tiflis, 1902. Utverjdenie Russokogo Vladıçestva na Kavkaze, Pod redaksiyey V. A. Potto, Tom III, Çast 2, Tiflis, 1904. Utverjdenie Russkogo Vladıçestva na Kavkaze, Pod redaksiyey V. A. Potto, Tom IV, Çast 1, Tiflis, 1906. VEZİR, Mihriban, “Karabağ”, Azerbaycan Birinci Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, Ankara, 2002. YAMSKOY, Anatoliy, “Traditsionnoe zemlepolzovanie koçevnikov istoriçeskogo Karabaga i sovremennıy armyano-azerbaydjansskiy etonoterritoralnoy konflikt”, Faktor Etnokonfessionalnoy Samobıtnosti v Postsovetskom Obşestve, pod.red. M.B. Olkott i A. Malaşenko, Moskva, 1998. http://qerbiazerbaycan.com/images/files/36.pdf (27.02.2013). http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/c/c1/Khanate_of_Karabakh_ in_1809-1817.JPG?uselang=ru (28.02.2013)
.
BORALTAN’DAN KARABAĞ’A TÜRKİYE AZERBAYCAN
Yaklaşık yüz yıl önce Biz ve Azerbaycan bir daire etrafında ters istikamette koşmak zorunda bırakılan iki kardeştik. Biz...
1 Ekim 2020 Perşembe 17:36
Yaklaşık yüz yıl önce
Biz ve Azerbaycan bir daire etrafında ters istikamette koşmak zorunda bırakılan iki kardeştik.
Biz batı istikametinde,
Onlar doğu istikametinde koştu.
Boraltan Köprüsü faciası bu koşu esnasında
Bizim onlarla en uzak düştüğümüz noktada cereyan etti.
Daha sonraki yıllarda
Boraltan faciası gibi olmasa da yine onlara karşı işlediğimiz bir ayıbımız daha var.
Azerbaycan Ermenistan’la savaşırken
Cepheden yaralılarını taşımak için bizden dört helikopter istedi.
Demirel bunu duymazlıktan geldi.
Bu hadise de koşunun son çeyreğinde oldu.
Nihayet o koşu bitti. Finale geldik.
Birbirimize yüz yıl öncesi gibi kavuştuk
Ve bugün
Azerbaycan’da 100 yıl önceki mevziimize geri döndük.
YAKLAŞIK 100 YIL ÖNCE NE OLMUŞTU?
1918’de Rus ve Ermeni çetelerine karşı
Azerbaycan Payitaht ’tan yardım istemişti.
Kardeş topraklarının işgal edilmesine kayıtsız kalmayan Osmanlı,
Kafkas İslam Ordusu’nu kurarak
İşgalcileri kısa sürede vatan topraklarından söküp atmış
15 Eylül 1918 de Bakü’ye bayrağımızı dikmişti.
NURİ PAŞA
Bu görevi
Deruhte etmek maksadıyla
Başkumandan vekili Enver Paşa, kardeşi Nuri Paşayı görevlendirmiş,
Nuri Paşa da bu görevi hakkıyla yerine getirmişti.
Nuri Paşa yakın tarihimiz açısından incelenmesi gereken önemli bir şahsiyettir.
Askerlikte başarılı olduğu kadar
Türkiye’nin
Silah sanayisine başlangıç teşkil edecek çok önemli projeleri de geliştirmiştir.
9 mm’lik tabancaların seri üretimi, havan topu vs gibi silahları üreten bir fabrika kurmuş ancak o fabrika kendisi ile birlikte havaya uçurulmuştur.
Nuri Killigil
O yıllarda ürettiği silahları Arap ülkelerine satmak için anlaşmalar yapmıştı.
Bu sırada
İsrail kurulmuş ve Türkiye batı istikametine doğru koştuğu için İsrail’i tanımıştı. Nuri Killigil ise bu hareketiyle o günkü hükumet politikasına ters düşmüştü.
Kendisi ile birlikte
Fabrikasının havaya uçurulması, ülkemizin dönüm noktalarından biridir.
Çünkü
Bu hadiseden sonra,
Son 15 yıla kadar kimse milli silah üretimi için harekete geçmeye cesaret edememiştir.)
SONRA
Azerbaycan
1918’de bu şekilde kurtarıldıktan sonra
İlişkilerimiz
Çok dramatik bir hal alır.
Biz bağımsız olduk
Ama
Onlar Bolşeviklerin işgaline uğrayarak uzun süren bir esirlik hayatına girdiler.
Yazı uzayacağı için
Ankara’dan giden telkinlerle “Yeşil Ordu” nun Azerbaycan’a girmesine müsaade edilmesi ve Azerbaycan’ın Bolşevizm’in kucağına itilmesi meselesine girmiyorum.
BORALTAN KÖPRÜSÜ
VE
BİZİM BAĞIMSIZLIĞIMIZ
Biz bağımsız olduk
Ama
Bizim bağımsızlığımız da bugünkü Kazakistan veya bazı Arap ülkelerinin bağımsızlığı(!) gibi bir şeydi.
Nasıl ki,
Azerbaycan işgale uğramışken, kardeş halklarımız Rusya korkusundan Azerbaycan’a.. Araplar da Amerika korkusundan Filistinli kardeşlerine sahip çıkamazken (bazı Arap ülkeleri gönüllü olarak Filistin işgaline destek veriyor)
Aynen
Biz de o yıllarda kardeşlerimizin başına gelen felaketlere korkudan ses çıkaramıyorduk.
Bunun en acı örneği
Boraltan Köprüsünde yaşanan hadisedir.
Stalin’in kükremesinden çekinen İnönü
Bize sığınmış olan 195 (başka bir iddiaya göre 407) Azeri kardeşimizi Ruslara teslim ederek
Bu biçarelerin köprünün hemen ötesinde
Ve
Teslim heyetinin gözleri önünde infaz edilmeleridir.
Bu bizim tarihimizde kara bir lekedir.
4 HELİKOPTER
Bu hadiseden sonra
Bizim Azerbaycan’la olan alakamız Meksika ile olan alakamızdan daha düşük bir seviyeye indi.
Taa ki,
Sovyetler Birliği yıkılıp Azerbaycan bağımsız oluncaya kadar…
Azeriler
47 yıl önce meydana gelen o meşum (uğursuz, kötü) hadiseyi unutup
Tekrar kardeşlik bağlarına güvenerek
Ermenilerle yapılan çatışmada yaralanan askerlerini taşımak için bizden 4 helikopter istedi.
HAYAL KIRIKLIĞI
Ama maalesef
Azeriler bir hayal kırıklığı daha yaşadılar.
1990’lı yıllardaki bu isteklerine Türkiye cevap vermedi veya veremedi.
Demek ki,
Hala kardeşlerimize sahip çıkacak seviyede bir güce ve bağımsızlığa ulaşmış değildik.
Bundan dolayı
Ermenistan gibi küçük ve fakir bir ülke Azerbaycan topraklarının %20’sini işgal edebilmiştir.
VE ŞİMDİ…
Şimdi ise devran döndü.. işler değişti.
Türkiye artık eski Türkiye değildir.
Bugün
Kendi silahlarını üreten
BM’de “Dünya 5’ten büyüktür!” diyebilen bir Türkiye var.
Bundan dolayı
Azerbaycan işgale uğradığı andan itibaren
Cumhurbaşkanından muhalefet partilerine kadar (HDP grubu ve CHP genel başkan yardımcısı Ü. Çeviköz hariç)
Tüm Türkiye Azerbaycan’ın yanında yer almıştır.
Bundan dolayı
Azeri kardeşlerimiz
Değil topraklarının işgal edilmesi,
İşgal edilmiş topraklarını kurtarmak için harekete geçebilecek bir moral ve güce erişmişlerdir.
Allah yar ve yardımcıları olsun…
29.09.2020
Emin Batur
NOT: CHP genel başkan yardımcısı
Türkiye’yi
Azerbaycan’a yardım ediyor diye suçladı.
Suçlarken de “silah ve cihatçı gönderiyor..” diyerek bir yerlere selam çaktı. Neden?
Diğer yandan
HDP Ermenistan saldırısını kınayan meclis kararına imza koymadı.
Neden?
Birincisi
Bu zat belki şuur altı patlaması yaşıyor. Bilemiyoruz.
Çünkü
Ermeni Patriği Ateşyan’ın dediğine göre
Türkiye’deki Ermenilerin sanıldığı kadar olmadığını, bilinenden çok daha fazla bir nüfusa sahip olduğunu
Ancak
Çeşitli nedenlerden dolayı kendilerini gizli tuttuklarını söylemişti.
(Sözüm Ermeni vatandaşlarımıza değil. Ermeni olduğu halde kendine Türk, Kürt vs. diyenleredir. Yoksa Ermeni olmak ne suç ne de günahtır)
Yine
Kazım Karabekir’in, binlerce Ermeni yetimini, orduya soktuğunu zamanında Milliyet gazetesi yazmıştı.
Ancak
Bir hadise var ki, bu çok enteresan.
Yine Milliyet gazetesinin yazdığına göre,
İnönü
Ölmeden önce son demlerinde CHP genel sekreteri Kemal Satır’a
Ermeni alfabesini sormuş.
Etrafındakiler alfabeyi bulup getirmişler
Ve
Başucunda Ermeni alfabesi okunurken İnönü hayata gözlerini yummuş.
HDP’nin Azerbaycan’a destek vermemesi meselesine gelince:
Eğer
HDP’den Ermenistan’a destek imzası istenseydi belki bu daha kolay olurdu.
Malum olduğu üzere
ASALA terör örgütü bittikten sonradır ki, PKK terörü başlamıştır
Ve HDP
Hiçbir zaman PKK ile olan ilişkisini inkâr etmiş değil.
Binaenaleyh
İmza vermemesinde yadırganacak bir şey yok.
.
Hesap lütfen
Ergün Diler-TAKVİM AMERİKA Birleşik Devletleri’nin borcu Nisan itibariyle 24 TRİLYON DOLAR‘a çıktı. Her yıl açık veren dev bir bütçeleri var. Neredeyse yıllık...
AMERİKA Birleşik Devletleri’nin borcu Nisan itibariyle 24 TRİLYONDOLAR‘a çıktı. Her yıl açık veren dev bir bütçeleri var.
Neredeyse yıllık açık miktarı, yani cari açık 1 trilyon Dolar’a geldi dayandı. Bir baba düşünün. Eşinin kendisinin ve çocukların giderlerinin toplamı 100 TL olsun. Ancak gelirler ise her ne yaparsa yapsın 80 TL’yi geçmiyor, geçemiyor. Ek iş de yapsa sonuç değişmiyor. Her ay 20 TL bulmak zorunda.
Peki kaç ay ve nereye kadar?
Ya elindekileri satıp borcunu ödeyecek ya da BORCUSIFIRLAMANIN bir yolunu bulacak. Gücü varsa tabii…
Amerika Birleşik Devletleri’nin içindeki büyük sorun bu! Dünyayı kontrol ediyorlar, refah içinde yaşıyorlar ama BABANIN bulduğu 20 TL gibi bunun kaynağı başkasının parası. YALANCI BAHAR YANİ… ABD‘deki durum buna benzer… ÇİN-JAPONYAARAPPETRO DOLARLARI bu ülkeye akıyor. ABD bankacılık sektöründe duruyor.
Alacaklı olan Çin-Japonya ve ARAPLAR. Ancak ABD artan borcundan ratahsız da olsa eli güçlü. Mesela ÇİN100 EURO‘luk yatırım yaptı. ABD Dolar’ın değerini düşürdüğü an alacaklı olanlar verdiklerinden çok daha azına razı olmak durumundalar. Ki buna kimse yanaşmamakta… ABD ayrıca ÇİN-JAPONYA-ARAPLAR‘dan gelen paralarla da DÜNYADAKİ ülkeleri borçlandırarak oyunun ikinci halkasını inşa etmekte. Hem içeriyi yani evini ayakta tutmakta hem de bütün mahalleyi kontrol etmekte. Oyun budur…
İşte bu nedenle Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Wall Street-Main Street çatışması, yeni dünyaya son şeklini verecek.
Beyaz Saray’daki ağırlık Wall Street’in yanında. Ya da görüntü böyle. ABD Başkanı Donald Trump, Wall Street’i kurtarmak için faizleri hep düşük tuttu.
2017 yılında Derin Amerika’nın baskısına rağmen çıkardığı vergi kesintisi yasası, büyük şirketleri daha doğrusu finans şirketlerini kurtardı. Yasa ile dev finans şirketleri yüzde 35 yerine yüzde 21 vergi ödemeye başladı.
O dönem tasarıya karşı çıkanlar da çoktu. Bunlardan biri de Charles Schumer’di… Ve şöyle diyordu: “Bu yasa Başkan’ın çok işine yarayacak, kabinesinin de çok işine yarayacak. Ona destek verenlerin büyük bir kısmı da bu yasadan yararlanacak. Evet, Başkan en zengin yüzde 1′lik dilimde bulunuyor. Bu yasa da söz konusu yüzde 1′in yararına düzenlendi. Yani Başkan sorunun tarafı ve parçası…” Wall Street ile Main Street arasındaki çatışma halinin Coronavirüs gibi büyük bir kaosu getirmesi bekleniyordu.
Çok kişi bilmese de bu ihtimal artmıştı. Washington’da iki tarafı da bilen güçlü isimler, “Büyük bir ekonomik kriz olacak.
Ancak bahanesi ne olacak, bu bilinmiyor” diyordu. Çin merkezli virüs salgını dünyanın dönüş hızını yavaşlattı, ekonomiyi neredeyse durdurdu.
Wall Street’i savunan, her zor durumda Derin Devlet’e karşı güçlü duran Trump, 24 Mart saat 06.00′da çok önemli isimlerle toplantı yaptı. Trilyon dolarları yöneten fon yöneticileri ve çok özel patronlarla 6 saat süren toplantı yapan Trump, Derin Amerika’yı kızdırdı.
Blackstone Group Inc, Blackrock, Citadel, Tudor Investment gibi çok önemli kuruluşlardan 9 kişi ile bir araya geldi. Ne konuşulduğu tam olarak bilinmiyordu.
Büyük SIR’dı! Trump, toplantıda ABD‘nin dış borcunu ve gelecekteki tahmini rakamları sordu. Bunu nereden anlıyoruz? Blackstone Group Inc’e yakın kaynaklardan…
Blackstone Group Inc. Başkanı Stephen A. Schwarzman, Trump’a, “2025 yılında 30 trilyon dolar, 2030 yılında 44 trilyon dolar borcu olan bir Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşıyor olacağız. Sistem çöktü, sürdürülmesi imkansız bir yola girildi. Bu George W. Bush döneminde başlayan hatalar zincirinin sonucu oldu. 11 Eylül saldırıları ABD‘nin en büyük stratejik hatasını bize gösterdi. Afganistan ve Irak’ın işgali ABD‘nin federal borcunun artması içindi. Bunu kimse anlamadı. Sadece kurguyu yapanlar biliyordu” dedi. Stephen A. Schwarzman, YALE’de George W. Bush’un oda arkadaşıydı!
Stephen A. Schwarzman, aslında Amerika Birleşik Devletleri’ne kurulan tuzağı anlattı. Stephen A. Schwarzman, açık şekilde söylemese de ABD‘nin daha da borçlanması için Blackstone Group’u kurdu.
Stephen A. Schwarzman çok önemli ve gücü olan bir patrondu. Trump, bu açıklamalarla gerçeği anladı.
Elinde olsa Wall Street’i yok edecekti. Geldiği nokta burasıydı.
Belki Main Street’i de…
Trump, başaramadı. Ancak 2024 yılına kadar başkanlık edecek olursa, Trump çok farklı biri olabilir. Çünkü Trump, kimse farkında olmasa da kendi istihbarat ağını kurdu. CIA içinde de NSA içinde de… Avrupa’daki elçiliklerde yaşanan istihbarat oyunlarından anında haberdar oluyor. Bunu hiçbir Amerikan Başkanı başaramamıştı. Trump bunu nasıl yapıyor? Bilen yok!
Joe Biden’ın oğlu Hunter Biden’ın Ukrayna’daki kirli ilişkilerini belki de ilk öğrenen Amerikalı Trump’tı.
Trump ile Biden, Wall Street’in büyümesi için çalışıyordu. Bugün ikisi karşı karşıya… İkisi de kendi bağlı oldukları akımın planladığı Wall Street’i istiyor. Ancak Derin Amerika, Wall Street’i yıkmak yerine, kendi tarafına çekmek istiyor. Yani hedef Wall Street. Büyük savaş daha da yıkıcı olmaya başladı. Her ülke bu savaştan etkilenecek. Dünya yeni elbisesine girerken, elbette sıkıntılar olacak. Çünkü elbise, 8 milyara yaklaşan nüfusun olduğu dünyaya küçük geliyor.
Yani virüs boşuna hazırlanmadı.
Bugün değil ama başka bir virüs çok büyük can kayıplarına neden olacak. Gelecek de… Bu sınır aşıldı…
Dünyanın farklı bölgelerinde yapılan çok önemli toplantılarda, istihbarat kurumlarının raporlarında nüfus planlaması konuşuluyor. Bu bile artık virüsle yaşayacağımızın kanıtı.
Ortaklıklar da bozuldu. Yıllardır dünyaya yön veren güçlerin ortaklığı biterken, anlaşma da olmadı. Güçlü ve akıllı olanın kazanacağı döneme girdik.
Maalesef korkutucu olan da bu. Ama sahnede iki büyük oyuncu var. PARAYI elinde tutanlar ile üreterek yönetmek isteyenler… Günlerdir yazdığım gibi İKİ CADDE… Main Street ve Wall Street… Çin’in hedef olmasını PARAYI ELİNDE tutanlara saldırı olarak görün.
Zaten istihbarat raporları da ısrarla ÇİN‘i hedefe koymakta.
Alman istihbaratı BND‘den sonra CIA da raporu açıkladı.
Suçlu ÇİN! Kavga bu… ABDborcunu silmek, üzerine PARAalmak için adımlarını sıklaştırıyor.
Bakalım ne olacak…NOT: ABD’nin borcunu silmesi ve alacaklı çıkması halinde ABD’li de görünse gerçekte İNGİLİZ olan şirketler zarar görecektir.
Blackstone Group Inc, Blackrock, Citadel, Tudor Investment gibi…
Ve Çin tabii… Tudor zaten İngiliz hanedanı… İngiltere’yi 118 yıl yöneten AİLE…
.
Fransız Gazetesi itiraf etti: Türkiye, dostumuz Hafter’i ağır yenilgiye uğrattı.
Fransız L’Opinion gazetesi, Türkiye’nin Libya’da sahadaki durumu değiştirdiğini ve ülkenin doğusundaki gayrimeşru silahlı güçlerin lideri darbeci Halife Hafter...
21 Mayıs 2020 Perşembe 15:35
Fransız L’Opinion gazetesi, Türkiye’nin Libya’da sahadaki durumu değiştirdiğini ve ülkenin doğusundaki gayrimeşru silahlı güçlerin lideri darbeci Halife Hafter güçlerinin başkent Trablus’taki saldırısına son verdiğini yazdı.
L’Opinion gazetesinin “Libya: Türk ordusu Paris’in dostu Hafter’i ciddi yenilgilere uğrattı” başlıklı haberinde, Fransa tarafından desteklenen Libya’nın doğusundaki gayrimeşru silahlı güçlerin lideri darbeci Halife Hafter’in son günlerde siyasi olarak zayıflatabilecek birçok yenilgi aldığı belirtildi.
Son günlerde darbeci Hafter’e bağlı milislere Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) temin ettiği Rus yapımı dört Pantsir hava savunma sisteminin Türk ordusu sayesinde ele geçirildiğine veya imha edildiğine dikkati çekilen haberde, “Türkiye’nin Libya’da Aralık’ta başlayan askeri müdahalesi sahadaki durumu değiştirdi ve yaklaşık bir yıldır başkentin eteklerinde ayaklanan Hafter güçlerinin saldırısına son verdi.” ifadeleri kullanıldı
Haberde, Türkiye’nin Suriye’nin kuzeydoğusunda olduğu gibi Libya’da da SİHA’lar kullandığı kaydedildi.
Bu SİHA’ların performanslarının yüksek olduğunun altı çizilen haberde, Libya’da Türk ordusunun NATO veya Rusya benzeri modern bir ordu gibi faaliyet gösterdiği belirtildi.
Haberde, Libya hükümetinin Türklerin desteğiyle Sirte’nin güneyinde Hafter güçlerine karşı durabildiği vurgulandı.
Libya hükümetinin, stratejik Vatiyye Askeri Üssü’nü Hafter’e bağlı milislerden geri aldığı hatırlatılan haberde, Rusya’nın Hafter’e temkinli şekilde destek sağladığı yorumu yapıldı.
.
Hatay’da ezan yasağı neden 6 yıl geç başladı?
Nuh ALBAYRAK, Star Ezanı aslına uygun okutmamak için uygulanan envaiçeşit zulmü, günlerce anlatsak bitmez. Ama öyle bir şey...
22 Mayıs 2020 Cuma 18:23
Nuh ALBAYRAK, Star
Ezanı aslına uygun okutmamak için uygulanan envaiçeşit zulmü, günlerce anlatsak bitmez. Ama öyle bir şey yaptılar ki, Fransız işgal askerleri bile yapmamıştı…
“TÜRKÇE EZAN ZULMÜ-2” Bu konunun ilk bölümünü yayınladığımız Kadir gecesi, “Türkçe ezan” zulmünün “fiilen” başlamasının 91. Hicrî sene-i devriyesiydi. İkinci bölümü yayınladığımız bugün (22 Mayıs) ise ezan yasağının “fiilen” bittiği günün 88. yıldönümüdür. Zira kanun, 16 Haziran 1950’de çıkmış ise de Menderes, meclisin ilk toplandığı 22 Mayıs günü, genel kurulda; ezan yasağını kaldıracaklarını ilan etmiştir. Bu icraatı sebebiyle Menderes’e fatura ödetilen 27 Mayıs günü yayınlayacağımız son bölüm ile konuyu tamamlayacağız inşallah.
Bir önceki bölümde, ezan yasağına uymayanlar için çıkarılan kanunu arz etmiştik. Bu kanundan sonra Anadolu’daki “Ezan zulmü” adeta “cinnet”e dönüşmüştü.
Cumhuriyet başta olmak üzere bütün CHP basını, her gün farklı “Arapça ezan” cezaları aktararak milletin gözünü korkutuyordu. Etrafta, “Arapça ezan okuyanlar asılacakmış” söylentileri dolaşıyordu. Kimse “Olur mu öyle saçma şey” diyemiyordu. Çünkü “şapka” diye bir gavur adeti için bunu yapanlar “ezan” için haydi haydi yapardı.
Birkaç yıl önce şapka giymeyenleri bulup cezalandırmak için seferber olan devlet güçleri, şimdi de ezan yasağına uymayanların peşindeydi. Öyle bir cadı avı vardı ki, Müslümanların bu zulümden kurtulma şansı yok gibiydi. Camide dudağını kıpırdatan “İçinden kamet okudu” diye hesaba çekiliyordu. Millet camiye gidemez olmuştu. Evlerinde olunca; namazlarını istedikleri gibi kılabildiklerini zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Müslümanların, kendi evlerinde de ezan veya kamet okuması yasaktı. Allah, CHP’siz günlerin kıymetini bilmemizi nasip eylesin. Çünkü Allah muhafaza; nimetin kıymeti bilinmezse elden gider…
Ezanı, “Herkes anlasın” diye Türkçe okuttuklarını iddia etmişlerdi değil mi? Peki!.. O zaman, Doğu ve Güneydoğu’da tek kelime Türkçe bilinmeyen Arap ve Kürt köylerinde “Türkçe ezan” dayatmasının mantığını nasıl izah ediyorlar acaba?
Bu yapılanların İslamî tarafı zaten yok ama insanî tarafı da yok. Nitekim bu köylerde yaşayan Müslümanlardan bir kısmı, sırf her gün beş defa bu işkenceyi yaşamamak için Irak ve Suriye’ye göç etmişlerdi.
İŞGALCİ FRANSIZLARI BİLE ARATTILAR
Şeytan atına binenin nerelere kadar gideceğini tahmin bile edemezsiniz. Şu hadise, ezan düşmanlığında vardıkları son noktadır. Bunun üzerine başka söz zaid olur…
Hatay ilimiz, 29 Haziran 1939’da Anavatan’a katılmışsa da, Türk askeri; işgalci Fransa ile mutabakatla 5 Temmuz 1938 tarihinde Hatay’a girmişti. Yıllar sonra Türk ordusunun Hatay’a ayak bastığını duyan halk sokaklara dökülmüştü. Türk tugayını, 100 bin kişilik kalabalık, “Yaşasın Türk askeri” sloganlarıyla karşılamıştı. Ama bu coşku çok kısa sürdü. Anavatan’da 6 yıldır devam eden yasak, Hatay’da uygulan(a)mıyor; ezan aslına uygun okunuyordu. Hatta bu sebeple Türkiye’den Hatay’a göç edenler bile olmuştu. Hatay’a giren Türk askerinin ilk işi ne oldu dersiniz? Evet, maalesef; ezanı yasaklatmak, “Türkçe ezan” mecburiyeti getirmek olmuştu. Türk askerini karşılamak için sokaklara dökülen insanlar neye uğradığını şaşırmıştı. Hataylı Müslümanlara, Fransız ordusu işgali altındayken serbestçe okudukları ezan ve kametin, Türk ordusunun niye yasaklandığını kimse izah edemedi.(*)
Allah’ım bu nasıl bir zulümdür, Müslüman kalpler buna nasıl dayanır…
Bir türlü anlayamadığım şey ise Müslümanların böyle bir problemi hiç olmamışken, caminin yolunu bilmeyen, ezanla kametle hiç işi olmayan insanların, bu; “Türkçe okunsun, anlayalım!” muhabbetidir. Sanki o güne kadar, sırf ezanı anlayamadıkları için camiye gitmiyorlardı da, artık anlayınca(!) camiden çıkmaz oldular! Tabii ki onların derdi başkaydı; göreceğiz…
HİÇBİR ZULÜM PAYİDAR OLMAMIŞTIR
Ama bu zalimlerin bilmediği bir şey vardı. Zulüm asla payidar olamazdı ve büyüklerimizin buyurduğu gibi “dünyada her şey inceldiği yerden kopardı ama zulüm en kalın yerinden kopar”dı…
Nitekim, diktatörlüklerini kesintisiz sürdürmek için devletin bütün gücünü seferber etmişlerdi. Hatta sandık başına jandarma dikerek Baas diktatörlerini bile mumla aratmışlardı. Ama yine de zulümlerini sürdüremediler.
Çünkü…
“Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ,
Gözyaşının seher vakti yaptığını…”
Milletin iradesine dipçikle engel olmuşlardı ama kalplerden dalga dalga yükselen “buğd-u fillah” öfke selini nasıl durduracaklarını bilemiyorlardı. Bunlarda “onur” denen şey, bir isimden ibaret olduğu için, diktatörlüklerini sürdürmek için her yolu denemekte bir beis görmüyorlardı. Nitekim Müslümanları kandırmak için birden bire “dindar” oluvermişlerdi! İçlerindeki din düşmanı Şemseddin Günaltay’ı “dindar”a boyayıp “başbakan” yapmışlardı. Oysa bu çakma dindar da, öncekileri aratmayan dinsizlikler yapmıştı. Mesela, o zamana kadar üç Müslüman bir araya gelirse Toplantı Kanunu’na muhalefetten tutuklanıyor ve formalite bir muhakemeden sonra içeri atılıyorlardı. CHP’nin bu dindar(!) başbakanı, “üç kişi” sınırını “iki”ye düşürmüştü.
Bu diktatörlerin hâlâ anlayamadığı bir şey vardı. Samimiyetsizlik, sahibini derhal ele veren bir münafıklık alametiydi ve iflasın eşiğiydi.
Nitekim, samimiyetinden başka hiçbir şeyi olmayan bir “çiftçi”, devlet korumasındaki samimiyetsizlik diktatörlüğünü devirecekti.
O samimi insan, yedi düvelin asırlardır yapamadıklarını 30 yıla sığdıran bu işbirlikçilere meydan okuyarak “Yeter! Söz milletin!” dedi.
Millete, “Ezan yasağını kaldıracağım” diye söz verdi, millet de, “Buyur, yetki senin…” dedi.
“İLK İŞİMİZ EZAN YASAĞINI KALDIRMAKTIR”
Demokrat Parti 487 üyenin 415’ini kazanarak “ezici” bir çoğunlukla iktidara gelmiş, “Bu devlet benden sorulur” diyen CHP, “ezik” muhalefet olmuştu.
Adnan Menderes, 22 Mayıs’ta ilk toplantısını yaparak cumhurbaşkanı ve meclis başkanını seçen meclisi aynı gün tekrar olağanüstü toplantıya çağırdı ve kürsüye çıkarak, “İlk işimiz ezanı aslına çevirmek olacaktır, milletimiz bizden ivedilikle bunu bekliyor” diyerek; samimiyetini gösterdi.
Ama bir sonraki bölümde göreceğimiz gibi bu pek de kolay olmayacaktı…
(3. BÖLÜM: Darbeci general: Menderes’in en büyük hatası, ezanı değiştirmek)
(*) (Mustafa Armağan, Türkçe Ezan ve Menderes, Timaş Yayınları, İstanbul 2010)
.
Kültür Emperyalizmi!
Arif Altunbaş Kut’ul Emare’de, Çanakkale’de, İstiklal savaşında batılı işgalci ve emperyalistlere karşı verdiğimiz savaşları kazandık ama; savaş sonrası batı...
Kut’ul Emare’de, Çanakkale’de, İstiklal savaşında batılı işgalci ve emperyalistlere karşı verdiğimiz savaşları kazandık ama; savaş sonrası batı kültür ve emperyalizminin istilasına uğradık. Bu, bizim cephede kazandığımız bütün zaferleri gölgeledi. Milli ve manevi değerlerimizin can damarlarına, meyvelerine ve bizi biz yapan bütün değerlerimize zarar verdi.
Bir ülke, yabancı orduların işgaline uğrayınca ya yağmalanır veya tahrip edilerek yok edilebilir ama; kültür emperyalizmiyle işgal edilince, o milletin ve ülkenin rengi ve şekli, ruhu ve cismi değiştirilerek kendisi olmaktan çıkar ve yabancıların kontrolüne geçer.
İşgal edilip yağmalanan ülkeler her ne kadar büyük tahribatlara uğrasalar da toprağın altındaki kökleri uygun bir iklim ve mevsimde kendi kişiliği ve kimliği ile yeniden toprağın bağrından fışkırır ve bu işgale başkaldırır. Hiçbir işgalci-istilacı ordu bu başkaldıraya karşı gelemez. Toprağına ve köklerine bağlı yerli ve milli güçler bir gün her zaman, ama; mutlaka kazanır.
Kültür emperyalizmiyle işgal ve istila edilmiş ülke insanlarının düş ve düşünceleri morfinlenerek uyuşturulan ve ameliyat masasına yatırılan hastalara benzerler.Bu milletler başta cerrahın elindeki neşterin kendilerini kurtaracağını sanar. Ameliyat sonrası narkozun tesirinden uyanıp kolları, bacakları ve diğer azalarının kesilip doğrandıklarını gördüklerinde dehşete düşer ve durumun vehametini anlarlar. Ama,iş işten geçmiş, operasyon bitmiştir.
Türkiye başta olmak üzere tüm islam alemini işgal ve istila eden batı emperyalizmi, önce; ‘’Bağımsızlık mücadelesi’’ dedi, bu milletleri kendi geleneğine, kültürüne, tarihine, devletine ve yöneticilerine karşı düşman etti. Daha sonra onları kültür emperyalizmiyle uyuşturdu, uyuttu ve sımsıkı kendisine bağladı.‘’Demokrasi ve Özgürlük’’ dedi, o milletin binlerce yıldır barış ve kardeşlik içinde yaşayıp sürdüregeldiği yönetim tarzı ve sistemine, maddi ve manevi değerlerine karşı onları yabancılaştırdı. Sonra da onlara kendi biçtiği elbiseleri giydirdi ve kendi sistemini ve otoritesini dayattı. ‘’ Kurdukları uluslararsı tuzaklara düşmeyenleri askeri ve ekonomik şantaj, tehdit, boykot ve zorlamalarla böldüler, parçaladılar, kamplaştırdılar, zayıf düşürüp teslim aldılar ve köleleştirdiler.
IMF, NATO, BM, AB gibi uluslararası kuruluşlar vasıtasıyla batı emperyalizmi insanlığı kendi örümcek ağı tuzağına düşürdü. Kültür emperyalizmi sadece bir sömürü düzeni değil, aynı zamanda; sömürülen milletleri sistematik olarak kendi özünden koparma, yabancılaştırma, köleleştirme ve mankurtlaştırma sistemidir.
Tanzimattan bu yana ”Batıllaşma” diyebileceğimiz batılılaşma ve onun getirdiği yozlaşma, yerli ve milli değerlerden kopma, uzaklaşma bizde devletin tepesinden başladı. Devlet yoluyla, onun araç gereç ve kurumlarıyla ‘’Medenileşme’’, ‘’Çağdaşlaşma’’, ‘’Uygarlaşma’’ olarak sunulan bu yabancılaştırma operasyonu bazen; ‘’Milletin Osmanlı baskı ve zulmünden kurtuluş reçetesi’’ olarak pazarlandı, bazen de; ‘’Gericilik ve yobozlığı yok etmek’’ için milletimize zorla içirilen bir yılan zehrine dönüştürüldü.
İnsanımızı İslam Medeniyet ve Kültürü karşıtı ideolojik bir kalıba sokmak için, özellikle; tek parti iktidarında batılılaşma adına adeta; Hitler ve Stalin’in faşist yönetemleri bizde de uygulandı. Bu yozlaşmaya ve yabancılaşmaya karşı çıkan nice aydınlar ve din adamları kurban gitti.
Yozlaşma bir anda ve zamanda olan bir değişim ve dönüşüm hareketi değildir. Bizdeki Kültür emperyalizmi bizi biz yapan değerlerin ayaklarımızın altından yavaş yavaş kaydırılması ile 200 yıllık bir serüvenden bu günlere kadar uzanan bir soysuzlaşma hareketidir. Bugün siyasetimizin, ticaretimizin, kültür ve sanatımızın, hatta; din anlayışımızın neresine bakarsanız bakın, her yerde ve alanda bu her türlü batıllaşmanın izlerini görürsünüz. Hayatımızın her alanında ciddi bir çürüme ve kokuşmayla karşı karşıya oluşumuzun sebebi bu kültür emperyalizmidir.
Batıllaşmanın işgal ve kuşatmasından kurtulmak herkesin kendisinden başlayan ve dalga dalga ailesinden, çevresinden, ülkesinden ve coğrafyasına kadar uzanan, madde ve mana planında tüm insanlığı kucaklayan topyekün bir kurtuluş mücadelesiyle ve dirilişle mümkündür. Ülkemize ve milletimize gerçek özgürlük ve bağımsızlık getirmek istiyor isek; biz, bu savaşı hayat memat meselesi olarak görüp mutlaka ciddiye almak ve ama; mutlak kazanmak zorundayız.
Özgürlük ve bağımsızlık sadece cephede değil, kültür emperyalizmine karşı kazanılan savaşlarla elde edilir. İnsanı özgür yapan silahları değil, inanç, fikir ve düşünceleridir. Silahlar; ancak bunları savunmaya ve korumaya yarar, kazanmaya değil.
Rahim Er, Türkiye Muharebeler, dünya tarihinin önemli bir kısmını tutar. Kısa veya uzun sulh dönemleri olmuş, fakat savaşsız asırlar...
20 Mart 2020 Cuma 0:05
Rahim Er, Türkiye
Muharebeler, dünya tarihinin önemli bir kısmını tutar. Kısa veya uzun sulh dönemleri olmuş, fakat savaşsız asırlar olmamıştır. Muharebeler bugün de var. Biz de esasında fiilen savaşın içindeyiz. Milletlerin kapışması, devrine göre değişik şekillerde cereyan eder. Kullanılan silahlar farklıdır. Çok eskiden yalnızca at, kılıç ve ok vardı. Sonra ateşli silahlar devri başladı. Uzunca bir zaman top, en mühim savaş silahıydı. Birinci Dünya Harbi’nde savaş sanatı tayyare ile tanıştı. Oradan jetlere geçildi. Şimdilerde İHA’lar ve SİHA’larla insansız savaş araçları devrede.
Savaşların çıkış sebepleri vardır. Her harp bir ihtilaftan çıkar. Çok kere birden fazla millet, ayrı saflarda muharebeye tutuşur. Nitekim bugün de onu yaşamaktayız. Asırlara hükmeden veya unutulup giden harpler vardır. İstanbul’un fethi, birincilerin başında gelir. Bir çağ kapanmış, bir sonraki çağ açılmıştır. Taarruz yani hücum edilen ve kazanılan ve böylece zaferle biten harpler vardır. Hücum edip mağlup olunan, harpler vardır. Zafer kadar kıymetli müdafaalar vardır. Plevne ve Çanakkale şanlı müdafaalar ve dolayısıyla zaferlerdir. Kutü’l amara, müdafaa içinde kazanılan zaferdir.
Savaşlarda orduların asker ve komutan listeleriyle silah dökümleri yazılır. Mevsimler önemlidir. Sarıkamış’ta asıl düşman kıştır. Çöllerde asıl düşman kızgın çöldür. Bazen salgın hastalıktır. Harbin sevk ve idaresi, onun en mühim tarafıdır. Üstün zekâ icap ettirir. Eratın, yani askerin başındaki komutana inanması şarttır. Erzak ve mühimmat ikmalinin aksamaması olmazsa olmaz mecburiyettir.
Bu saydıklarımız böylece uzayıp gidebilir. Cihat, dua, hücum, müdafaa, zafer, mağlubiyet, hezimet, facia, sulh, istiklal, vatan, tazminat, mütareke, komutan, şehid, kahraman, hain, gazi, yaralı, düşman, müttefik… Bu kelimelerin arkasında dağlar kadar malumat yer alır. Bundan dolayı yazımızın başlığını ‘’savaş, vicdan ve kalem’’ diye düşündük. Savaşlar, ister meydan muharebesi, isterse cephe savaşı olsun, yapılıp bitmiştir. Zamanı tersine çevirmek mümkün değildir.
Çanakkale Zaferi günlerindeyiz. Bize düşen, Bedir Harbi’nden Çanakkale’ye, oradan Bahar Kalkanı Harekâtı’na kadar bütün şehidlerimizi rahmet, gazilerimizi minnetle yâd etmek ve onlara layık olmamız için dua etmektir.
Harpler, geçmişte olmuş-bitmiş ve bugün de neticeleri değiştirilemediğine göre tarih okumanın, okutmanın, bilmenin faydası nedir? Cevabı sade. Tarih, laboratuvardır. İbretliktir. Derstir. Milletlerin hayatında dinî hayat ve tarih şuuru olmazsa yarınlara kalmaları zor olur. Din, tarih, edebiyat, güçlü hazine, büyük ordu geniş vatan, yüksek ideal ile millet ırmağı, sonsuza doğru akar. Çok önemli unsur, vicdanlı kalemlerin, tarihi namusuyla yazma mecburiyetidir. Tarihi bir yapanlar, bir de yazanlar vardır. Dalkavuklar, her alanda olduğu gibi tarihte de büyük zarar verirler.
Çanakkale Harbi’nde “İtilaf Devletleri’’ ve “İttifak Devletleri’’ diye iki taraf vardır. Birinci tarafta, Osmanlı, Avusturya-Macaristan, İtalya, diğer tarafta Sömürgeleriyle birlikte Birleşik Krallık, Fransa, Rusya bulunuyordu. Harp, iki safhada yaşanmıştır. 19 Şubat-18 Mart arasında cereyan eden deniz harbi ve 25 Nisan 1915’den 9 Ocak 1916’ya cereyan eden kara harbidir. Her iki safhada da padişah, Sultan Reşad’dır. Padişah, başkumandandır. Başkumandan vekili, Enver Paşa’dır. Her iki safhada da o mübarek orduda bir çok komutan yer almıştır. Bunlardan bazıları paşadır. Cevad Paşa, 14. Kolordu Komutanıdır. Esad Paşa, 3. Kolordu Komutanıdır. Harbin kazanılmasında bütün bu ismi geçenlerin payları vardır. Veya şöyle denebilir. Çanakkale’de zafer değil de mağlubiyet yaşansaydı, bu mağlubiyet Sultan Reşad, Enver Paşa ile birlikte Cevad Çobanlı Paşa, Esad Paşa ve diğer kumandanlara yıkılırdı.
Vicdanlı tarihçi, herkesi yerli yerine oturtup doğruyu yazma dürüstlüğünü göstermelidir. Aksi hâlde okuyanları kandırmış olur. Düşman tarafının ölü ve yaralı sayısı da bizimkine yakın olan bir büyük ve dehşetli harbin kazanılmasını bir tek kişiye mal etmek doğru değildir. Kolağası yani “Yarbay Mustafa Kemal Bey’’, bu savaşta Eceâbâd Bölgesi komutanıdır. 57. Alaya komuta etmektedir. Alayın tamamı düşmana karşısında erimiştir. Bu harpte bizim tarafta bazıları çok yetkili Alman kumandanlar da vardır. Mustafa Kemal Bey, “Size ölmeyi vadediyorum” demiş midir? Demiş olsa bile bir alay Mehmetçiğin mahvı böylece mi olmuştur.
1916 başında Çanakkale’den ters yüz ederek geri yolladığımız düşman, 13 Kasım 1918’de bu defa İngiltere, İtalya, Fransa, Yunanistan, İngiliz sömürgeleri Avustralya, Yeni Zelenda olarak tek kurşun atmadan aynı yoldan gelip payitahtı işgal etmiştir. Artık albay olan Mustafa Kemal, işgalden bir gün önce Suriye cephesinden İstanbul’a intikal edip sefaretler bölgesindeki Pera Palas oteline yerleşmiştir. İşgalciler, Lozan anlaşmasından sonra 6 Ekim 1923’te pazarlığın kazanan tarafı olarak yine tek kurşun atmadan İstanbul’dan ayrılmışlardır.
İlim adamı haysiyetiyle dürüstçe yazılmış tarih, yazıldığı zamana ve geleceğe hizmettir
.
Hedef Türkiye!
Aziz ÜSTEL, Star İngiliz Derin Devleti, yüzlerce yıl, diğer ülkelerin arkasına gizlenerek dünyayı yönetmiş. Bu gerçek yeni yeni anlaşılıyor,...
8 Ocak 2020 Çarşamba 4:22
Aziz ÜSTEL, Star
İngiliz Derin Devleti, yüzlerce yıl, diğer ülkelerin arkasına gizlenerek dünyayı yönetmiş. Bu gerçek yeni yeni anlaşılıyor, insanoğlu yattığı asırlar süren uykusundan yeni uyanıyor! Ortadoğu coğrafyası ve bölgenin yüzyıllardır koruyuculuğunu üstlenen Türkiye, hep hedefte olmuştur.
İnsanlar “Kahrolsun Amerika.. Almanya… İsrail.. FETÖ derken İngiliz Derin Devletinden kimse söz etmez!” İngiliz, İslam şemsiyesi altında dernekler kurmuş, Anadolu Mevleviliğiyle ilgisi olmayan, dinsizliğin egemen olduğu Rumiliği kanser gibi salmıştır İslamın içine.
PKK’nın arkasındaki güçse yine İngiliz Derin Devletidir. İngilizlerin PKK’ya verdiği büyük destekle ilgili olarak Abdullah Öcalan, bizim konumuza en akıllı yaklaşan İngiltere’dir… Bazı Lordlar benimle görüşüp, ‘sizi destekliyoruz!’ dediler” demiştir açıkça.
İngilizler tarih boyunca hep Türklerin ve Türk devletinin düşmanı olmuştur. Bunun sayısız örneği vardır. Tarikatların kapatılması, tarikat üyelerinin hapislerde çürümesi İngiliz telkinleri sonucu gerçekleşmiştir. İngiliz Derin Devleti tarikatlar yok edildiğinde İslamın da yok edileceğine inanmıştır. İslam’ı bilmediklerinden, anlayamadıklarından böyle bir yanlış sonuca varırlar. Gülen Cemaati, örneğin, İngiliz Derin Devletiyle her bakımdan uyum içindedir. Osmanlı’dan bu yana İngiliz siyasetinin arayıp da bulamadığı bir harekettir.
Seyyid Abdülhakim Arvasi yıllar önce şunları söylüyor:
“İslamın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslamiyeti bir ağaca benzetirsek, başka kafirler, fırsat bulunca bu ağacı dibinden keser. Müslümanlar da bunlara düşman olur. Ne var ki bu ağaç, gün gelir filiz verebilir.
“İngiliz’de böyle değildir. Ağaca hizmet eder, besler, sever.. Müslümanlar da onu sever tabi. Ancak, gece, herkes uykudayken, köküne zehir sıkar ağacın! Ağaç öyle bir kurur ki, bir daha süremez. “Vah vah… Pek üzüldüm” diyerek de Müslümanları aldatır.
“İngilizlerin İslama öyle zehir salması demek, para, mevkii ve kadın gibi nefsani arzular karşılığında satın aldığı yerli münafıkların, soysuzların elleriyle İslam bilim adamlarını, İslam kitaplarını, bilgilerini ortadan kaldırmaktır…”
Kurutulması gereken bataklığı doğru yerde arayalım. Özellikle son yıllarda dillere pelesenk olan İngiliz Derin Devletinin merkezi Chatham House kurutulması gereken bataklığın ta kendisidir.
İngiliz’i çok yakından izlemek, eyleme geçmeden onu durdurmak, gerçekleri bir bir bütün dünyaya ilan etmek, ülkemizin ve ulusumuzun ve dostlarımızın geleceği için çok ama çok önemlidir!!
.
Hedef Türkiye!
Aziz ÜSTEL, Star İngiliz Derin Devleti, yüzlerce yıl, diğer ülkelerin arkasına gizlenerek dünyayı yönetmiş. Bu gerçek yeni yeni anlaşılıyor,...
8 Ocak 2020 Çarşamba 4:22
Aziz ÜSTEL, Star
İngiliz Derin Devleti, yüzlerce yıl, diğer ülkelerin arkasına gizlenerek dünyayı yönetmiş. Bu gerçek yeni yeni anlaşılıyor, insanoğlu yattığı asırlar süren uykusundan yeni uyanıyor! Ortadoğu coğrafyası ve bölgenin yüzyıllardır koruyuculuğunu üstlenen Türkiye, hep hedefte olmuştur.
İnsanlar “Kahrolsun Amerika.. Almanya… İsrail.. FETÖ derken İngiliz Derin Devletinden kimse söz etmez!” İngiliz, İslam şemsiyesi altında dernekler kurmuş, Anadolu Mevleviliğiyle ilgisi olmayan, dinsizliğin egemen olduğu Rumiliği kanser gibi salmıştır İslamın içine.
PKK’nın arkasındaki güçse yine İngiliz Derin Devletidir. İngilizlerin PKK’ya verdiği büyük destekle ilgili olarak Abdullah Öcalan, bizim konumuza en akıllı yaklaşan İngiltere’dir… Bazı Lordlar benimle görüşüp, ‘sizi destekliyoruz!’ dediler” demiştir açıkça.
İngilizler tarih boyunca hep Türklerin ve Türk devletinin düşmanı olmuştur. Bunun sayısız örneği vardır. Tarikatların kapatılması, tarikat üyelerinin hapislerde çürümesi İngiliz telkinleri sonucu gerçekleşmiştir. İngiliz Derin Devleti tarikatlar yok edildiğinde İslamın da yok edileceğine inanmıştır. İslam’ı bilmediklerinden, anlayamadıklarından böyle bir yanlış sonuca varırlar. Gülen Cemaati, örneğin, İngiliz Derin Devletiyle her bakımdan uyum içindedir. Osmanlı’dan bu yana İngiliz siyasetinin arayıp da bulamadığı bir harekettir.
Seyyid Abdülhakim Arvasi yıllar önce şunları söylüyor:
“İslamın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslamiyeti bir ağaca benzetirsek, başka kafirler, fırsat bulunca bu ağacı dibinden keser. Müslümanlar da bunlara düşman olur. Ne var ki bu ağaç, gün gelir filiz verebilir.
“İngiliz’de böyle değildir. Ağaca hizmet eder, besler, sever.. Müslümanlar da onu sever tabi. Ancak, gece, herkes uykudayken, köküne zehir sıkar ağacın! Ağaç öyle bir kurur ki, bir daha süremez. “Vah vah… Pek üzüldüm” diyerek de Müslümanları aldatır.
“İngilizlerin İslama öyle zehir salması demek, para, mevkii ve kadın gibi nefsani arzular karşılığında satın aldığı yerli münafıkların, soysuzların elleriyle İslam bilim adamlarını, İslam kitaplarını, bilgilerini ortadan kaldırmaktır…”
Kurutulması gereken bataklığı doğru yerde arayalım. Özellikle son yıllarda dillere pelesenk olan İngiliz Derin Devletinin merkezi Chatham House kurutulması gereken bataklığın ta kendisidir.
İngiliz’i çok yakından izlemek, eyleme geçmeden onu durdurmak, gerçekleri bir bir bütün dünyaya ilan etmek, ülkemizin ve ulusumuzun ve dostlarımızın geleceği için çok ama çok önemlidir!!
.
Mezhep savaşı nereden çıktı, emperyalistlerin çıkar çatı
Nuh ALBAYRAK, Star Dünya Kasım Süleymani saldırısına kilitlendi. Öldürülen kişi “İran’ın 3. ismi” olunca saldırı; I. Dünya Savaşı’nın başlamasına...
8 Ocak 2020 Çarşamba 8:17
Nuh ALBAYRAK, Star
Dünya Kasım Süleymani saldırısına kilitlendi. Öldürülen kişi “İran’ın 3. ismi” olunca saldırı; I. Dünya Savaşı’nın başlamasına “gerekçe” olarak gösterilen Avusturya Arşidükü Ferdinand’ın öldürülmesine atıfla, “III. Dünya Savaşı mı başlayacak” endişelerine yol açtı.
Öte yandan bu saldırı Müslümanların kafasını fena karıştırdı. Bu gidişle bölgedeki karmaşa daha da artacak ve bu tür sathî analizlerle nice “itikat cinayetleri” işlenecek.
Bir kere; Kasım Süleymani, Türkiye’nin ve Türkiye’deki gerçek İslam’ın daimî düşmanı olan İran’ın, “insan” şekline bürünmüş hali, Suriye’de aleyhimize yürütülen entrikaların mimarıydı.
KASIM SÜLEYMANİ TERÖRİST DE “MAZLUM KOBANİ” MAZLUM MU?
Ama düşmanımız da olsa bu saldırıyı coşkuyla karşılamak yanlıştır.
Her şeyden önce, başka bir ülkede; o ülkenin bilgisi dışında saldırı düzenlemek egemenlik ihlalidir. Trump’ın “Terörist idi” gerekçesi de samimiyetsizdir. Süleymani “terörist” ise silah manyağı yaptığınız YPG ve “Mazlum“ diye yutturmaya çalıştığınız katil ne peki?
Ayrıca bu saldırı, zaten “barut fıçısı” olan bölgeyi “ateş topu”na çevirmiştir ve bu kaostan bölge büyük zarar görecek, sadece İsrail kârlı çıkacaktır.
Bununla birlikte, Şii acımasızlığını eleştirebilmek için, “Sünniler de adam öldürüyor” gibi bir dengeleme (!), darbeci Kenan Evren’in “Bir sağdan bir soldan astık” şeklindeki sakat mantığına benzer bir adaletsizliktir.
MEZHEP SAVAŞI DEĞİL, İSTİSMARCILARIN ÇIKAR SAVAŞI
İran da ABD gibi emperyalist bir devlettir ve daha fenası bunu inanç istismarıyla yapmaktadır. Ama meselenin derununa inmeden “Mezhep çatışmaları yüzünden bölge bu hale geldi” çıkarımı yapmak, Haçlıların tezgahladığı algı operasyonuna kurban gitmektir. Şii emperyalizminin, S. Arabistan&BAE veya DEAŞ gibi ABD aparatlarıyla yürüttüğü çıkar çatışmasının din ve mezhep ile hiçbir ilgisi yoktur.
“Sahih İslam” anlamında kullanılan “Sünnilik”, İngiliz imalatı Vehhabilikten DEAŞ’a kadar her mazarratın atıldığı bir “sepet”e dönüştürüldü. Cumhurbaşkanı Erdoğan “İslam’ın terörle ilgisi olamaz” diyerek, Batı’yı bu kasıtlı yakıştırmalardan men etmeye çalışırken, içimizdekilerin; Amerika’nın ürettiği bir “maymuncuk” olan DEAŞ’a “Sünni” demesi nasıl izah edilebilir?
FETÖ GİBİ, İSLAMÎ TANIMLARI MASKE OLARAK KULLANIYORLAR
Cemaat, hizmet, mezhep gibi İslâmî mefhumları “Truva Atı” olarak kullanmak sadece FETÖ’nün değil, bütün istismar örgütlerinin taktiğidir. Mesela, ilk iki asırda yaşamış sahabe ve tabiine verilen “selef-i salihîn” ismini de, Vehhabiler; sapık inançları için ambalaj olarak kullanıyor.
“Mezhep” de, yanlış kullanımlarla yozlaştırılarak doğrusu da harcanan bir mefhumdur. Günümüzde çok yaygın olan “Ben sadece Müslümanım, hiçbir mezhepten değilim” ifadesinin, dinî bir karşılığı yoktur.
“Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak, yalnız benim ve eshabımın yolunda gidenler kurtulacak” hadis-i şerifinde bildirilen “tek doğru yol”un günümüzdeki izdüşümü Hanefi, Hanbeli, Maliki ve Şafii mezhepleridir. Yani Resulullah ve eshabının yaşadığı gerçek İslam’a ulaşmak isteyen herkes, bu dört güzergâhtan birini takip etmek zorundadır. “Doğrudan Kur’an’dan ilham almak” kulağa hoş gelen (!) ama şeytana hizmet eden bir misyoner oyunudur. Kur’an-ı Kerim’in asıl muhatabı olan Peygamber Efendimizin (sallallahü aleyhi vesellem), iman ve ibadete dair naklettiği bütün bilgiler, bu emin imamlar tarafından kayda alınmış ve bize ulaştırılmıştır.
Bunlar dışındaki; “mezhep” olarak isimlendirilen bütün fırkalar, yanlışlarının dindeki karşılığına göre; bu doğru çizgiden az veya çok uzaklaşmışlardır. Tabii ki hadis-i şerifin işaret ettiği 72 sapkın fırka, İslamiyet çerçevesinde kalanlardır. Yoksa “Dinler arası diyalog” vb. Peygamber Efendimizi inkar noktasına kadar gidenler, elbette İslam’ın da dışına çıkmaktadır.
Bireyin inancı hakkında, kendi beyanı dışında bir yorum yapamayız. Dinimiz de, bir Müslümanı tekfir edenin kendisinin kafir olacağını belirtmiştir. Ama İslam davası güderek insanları yanıltan sapık yolları ifşa etmek Müslümanların aslî görevidir.
Nitekim, ehl-i sünnet alimleri bu anlayışla “hakiki İslam”ı, Peygamber Efendimizden itibaren hiç tahrif olmadan “muhkem” bir devir teslim ile bize kadar ulaştırmışlardır. Ancak günümüzdeki güya din eğitiminde aşılanan, “Sen neden bir Ebu Hanîfe olamayasın” ciddiyetsizliği, gençlerimizi bu değerli külliyeden istifadeden mahrum bırakmaktadır.
Oysa bu kritik akaid bilgilerini, CHP’nin tek parti diktatörlüğü dönemine kadar, hilafet düşmanı İttihatçılar dahi biliyordu.
Bu konudaki ilginç bir vesikayı paylaşacağım yazıda buluşmak üzere…
.
Osmanlı ne zaman ‘yıkıldı’ 13 Ocak 2020 Pazartesi
Aziz Üztünel, Star Osmanlı’nın gerçek yıkılış tarihi Düyun-Umumiye Meclisinin (Borçlar Kanununun) ilan edildiği 20 Aralık 1881′dir.kırla bekler. O gün geldiğinde,...
13 Ocak 2020 Pazartesi 7:16
Aziz Üztünel, Star
Osmanlı’nın gerçek yıkılış tarihi Düyun-Umumiye Meclisinin (Borçlar Kanununun) ilan edildiği 20 Aralık 1881′dir.kırla bekler.
O gün geldiğinde, 1. Dünya Savaşı’nın sonuna yaklaşılmıştır. İngiltere bir punduna getirip Almanya’yı karşı cepheye almış, Bolşevik devrimini finanse edip körükleyerek Osmanlı üzerinde hak iddia edebilecek Rusları da saf dışı bırakmıştır. Bu arada Bolşevik devriminin en büyük destekcisinin İngiliz Lord Alfred Milner olması raslantı değildir. Milner İngiliz Derin Devleti’nin önde gelenlerinden, Yuvarlak Masa Örgütü’nün Başkan Yardımcısıdır.
İran ve Mezopotamya’da çok zengin petrol yataklarının varlığı, gelişmiş sanayii olan İngiltere’nin iştahını iyice kabartmıştır. Ancak bu aşamada, Ruısların Balkanları nüfuzuna alarak Yeşilköy’e kadar inmesi ve 13 Temmuz 1878′de imzalanan Berlin Antlaşması, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü koruma çabalarının sonu olmuştur. Bu tarihten sonra İngiltere, Osmanlı’nın elden gitmekte olduğu kaygısıyla , sahte dost maskesini yüzünden çıkarmış, akeri müdahelelere başlamıştır.
Rusya’ya karşı yardım bahanesiyle Kıbrıs’ı isteyen İngilizlere, Abdülhamid Han çaresizlik içinde adayı vermiştir. Londra 1914 yılında, Dünya Savaşı’nın başlamasıyla bir kararname yayınlayarak Kıbrıs’a asker çıkarmış adayı resmen ilhak etmiştir.
Gene Seyyid Abdulhakim Arvasi’ye dönelim:
“İnsanlığın görüp görebileceği en büyük felaketlerden biridir İngiltere. Ne sözüne inanılır ne de güvenilir. Amacı köleler devşirip, onları çalıştırarak ve de sömürerek malına mal katmaktır. İngiliz’in gözünü ancak toprak doyurabilir!” (Siyah Sancak-Ali Kuzu)
Türkiye Lozan Konferansı’yla Kıbrıs’ın bu durumunu kabul etmek zorunda kalmış. Dolayısıyla, Kıbrıs’ın ilhakı İngiiliz’in Osmanlı toptraklarını parçalayıp yutması konusunda, ilk önemli adımıdır, demek yanlış olmaz.
İngiliz Derin Devleti, Türkiye’deki 15 Temmuz 2016 alçaklığı öncesinde Güney Kıbrıs’daki üslere, ciddi bir askeri yığınak yapmış, FETÖ başarılı olduğu takdirde, Ege’de ve Güney’de bazı bölgeleri işgale hazırlanmıştı.
Bundan açıkca anlaşılacağı gibi İngiliz derin devleti önce hedefindeki ülkede isyan, kalkışma, darbe girişimleriyle bunaltır, mümkünse iç savaş çıkartır, böylece hedefindeki ülkeyi ekonomik, siyasi ve askeri açıdan zayıflatır. Ardından vatandaşlarını koruma, insani yardım, insani müdahele, barışçıl müdahale gibi bahenelerle o ülkede bir askeri işgal gerçekleştirir.
KIsacası tehlikenin hala sürdüğünü bilmek, özellilkle de İngiliz Derin Devleti’ne karşı sürekli uyanık olmak gerekir. Allah’ın da izniyle İngiltere Türkiye üzerindeki karanlık emellerine asla ulaşamayacaktır!!
- İngilizler neden geçmişe dönmek istiyor? - Çünkü 1945 yılına kadar dünya hâkimiyeti onlardaydı. Ve bu yaklaşık 100...
24 Ocak 2020 Cuma 11:31
- İngilizler neden geçmişe dönmek istiyor?
- Çünkü 1945 yılına kadar dünya hâkimiyeti onlardaydı. Ve bu yaklaşık 100 yıl sürdü, güneş batmayan imparatorluktu.
- Şimdi de öyle değil mi?
- Öyle ama eski gücünde değil. 2. Dünya savaşından sonra hâkimiyet alanlarının bir kısmını paylaşmak zorunda kaldı.
- Kimle?
- Başta ABD olmak üzere Rusya ve Çin’le… Fransızların güçlü olduğu dönemlerde de bazı bölgeleri onlarla paylaşmak zorunda kalmıştı.
- Mesela?
- Mesela Ortadoğu.
İngilizler Şerif Hüseyin’in Osmanlıya ihaneti karşısında İskenderun’dan Bağdat’a çekilecek bir hattın altında kalan tüm bölgenin Kralı olma vadinde bulunmuşlardı.
Ancak
O yıllarda güçlü olan Fransa’ya diş geçiremeyip Suriye ve Lübnan’ın Fransa’da kalmasına ses çıkaramadılar.
- Peki, madem Suriye Fransa’ya bırakılmıştı, Suriye ile ilgili görüşmelerde ve kurulan Suriye masasında Fransa neden yok?
- Dedim ya… Fransa artık eski gücünde değil. Afrika’da bulunan 14 sömürge ülkesini elinde tutabilse öpüp başına koyacak.
Ama
Öyle bir ihtimal görünmüyor.
Yakında Fransa bu günlerini mumla arayacak.
İNGİLİZ STERLİNİ
- Tekrar konuya dönersek, İngilizlerin başka ne gibi kayıpları oldu da eskiye dönmek istiyorlar?
- İngilizlerin sömürgelerden daha mühim kayıpları para biriminde oldu.
2. Dünya savaşı sonuna kadar dünya rezerv parası ‘Sterling’ iken, bu tarihten sonra bu paranın yerini Amerikan doları aldı. Bu kayıp İngilizlerin dünyadaki 54 sömürgesine eşdeğer bir kayıptı
- İngilizler sömürgelerini muhafaza edebildi mi?
- O konuda da zaafa uğradılar. Birçok sömürgesini Amerikalılar kaptığı halde İngilizler ses çıkaramadı.
- Bu durumda İngilizlerin ABD’ye düşman olması gerekmiyor mu?
- Zaten öyle.
Ancak
Bu düşmanlık uluorta yapılmıyor. Çünkü böyle bir durumda her ikisi de zaafa uğrar.
Bundan dolayı
Onların deyimi ile bu düşmanlık ‘soft’ bir şekilde devam ediyor.
- Anladım!
Bundan dolayı İngilizler 2. Dünya savaşı öncesi o şaşalı parlak günlerine dönmek istiyor.
- Evet!
AMERİKA
- Amerika’nın
Neden bugünü korumak istediğini sormaya gerek yok. Dünyanın süper gücü, dünyanın dört bir tarafında askeri üsleri var, savaş gemileri okyanusları işgal etmiş vaziyette, yeme içme ve eğlence sektörleriyle dünyaya şekil veriyor
Yani
Bir eli yağda bir eli balda.. Daha ne olsun!
- Öyle görünüyor ama kazın ayağı öyle değil.
- Nasıl yani?
- Amerika bugün diken üstünde…
Bu hegemonyası bitecek diye büyük bir korku yaşıyor.
- Nasıl bitecek!!!
20 trilyon $ milli geliri olan bir ülkeden bahsediyoruz.
Askeri gücü
Teknolojisi
İstihbaratı ve güçlü medyası olan böyle bir ülke batar mı?
- 20 trilyon doların sadece 5 trilyonu üretime dayalı. Gerisi doların rezerv para olmasından ve doları altın karşılığı basmadığından dolayı olan gelirdir. Yani balon… Bu balon yavaş yavaş sönüyor. Başta ülkemiz olmak üzere birçok ülke milli para birimleri ile alış-verişe başladı bile. Çok yaygın değil ama bir kere başlanmış oldu.
Amerika eski gücünde olsaydı doları devre dışı bırakan o ülkelere savaş ilan eder
Veya
O ülkenin liderini devirirdi.
Ama Amerika’yı asıl bekleyen tehlike ‘Bitcoin’ gibi sanal paraların yaygınlaşmasıdır. ( 1 Bitcoin = 51.000 TL)
Amerika’nın üretime dayalı olmayan
Doların karşılıksız basımına dayalı bu geliri azaldığında eyaletler arası kavgalar başlayacak.
Amerikalılar da bunu öngördüğü için şimdiden göstericilerin içeri tıkılacağı 800 toplama kampı yeri belirlemişler.
ROBOTLARDAN ÖNCE SON CELSE ÇİN
- İngiliz ve Amerikalıların derdini anladım.
Peki, Çin geleceği nasıl kuracak?
- Çin kurmayacak. Çin’e kurdurulacak
Yani
Daha önce İngiliz ve ABD’yi süper güç yapanlar şimdi de Çinlileri süper güç yapacak.
Bugün Çin’de üretim yapan firmaların yarısından çoğu Amerika ve Avrupa’dan gelmişlerdir.
- Yahudiler mi?
- Yahudiler de işin içinde hatta baş aktör diyebiliriz ama sadece Yahudiler değil. Hatta bu iş Yahudileri de aşmış vaziyette.
- Tamam… Bunlar her kim iseler İngiliz ve ABD’yi bırakıp neden Çin’e yöneldiler?
Hem
Neden Çinliler için ‘Robotlardan önce son celse’ deyimini kullandın?
- Bu işi yapanlar
Aslında insan gücüne fazla ihtiyaç duymadan veya bir lokma bir hırkaya razı ve her denileni yapan robot gibi insanlarla çalışmak istiyorlar.
Çünkü
Bu sapık mahlûklar kendilerinden başka herkesi kul köle gibi görür…
YAPAY ZEKÂ
Kendilerini de dünyanın efendisi zannederler.
- Yahudilerin bu görüşte olduğu malumdur ama niye Çin’i tercih ettiler. Geleceği neden onlarla kuruyorlar?
- Çünkü batıda insan hakları sureta da olsa var… Bunun yanında sendikal haklar grev şu bu vs. gibi haklar bu dünya tiranlarını başka arayışlara sevk etti.
- Çin’i mi buldular?
- Evet!
Çünkü Çin tabir caizse ‘kodu mu oturtur’ insan hakkı.. sendikal hak vs. Çinliler için fasa fiso…
- Yapay zekânın Çinlilerle ne ilgisi var?
DOĞU TÜRKİSTAN
- Bu tiranlar yapay zekâ ile çalışan robotları faaliyete geçirinceye kadar onlara en iyi hizmeti Çinlilerin vereceğini düşünüyorlar. Çinlinin vur ensesine ağzındaki lokmayı al! Çinli gidip hakkını arayamaz. Toplu olarak hakkını aramaya kalksa Çin yöneticileri onu tankla ezer geçer kimseye de hesap verme ihtiyacı duymaz.
Nitekim bunun denemesi de yapıldı.
Tiananmen meydanında
Tank bir göstericiyi ezdi geçti.
Batı dünyası bu emri kim verdi diye ayağa kalktı.
O zaman Çin’in başında cüce Denk vardı.
Sandılar ki Denk geri adım atacak ve özür dileyecek.
Ama Denk
‘Emri ben verdim..’ dedi. Herkes sus pus oldu.
Aynı Çin
Şimdi de Doğu Türkistan’da en aşağılık uygulama ve işkenceleri yapabiliyor.
Ne insan hakkı, ne aile mahremiyeti ne hane masumiyeti hiçbir şey tanımıyor, yapay zekâlı robot gibi her denileni yapıyor.
Çin bu ve benzeri zulümleri sadece Doğu Türkistanlılara yapmıyor
Kendi halkına zulmediyor da kimse hesap soramıyor, Uygurlu kardeşlerimize yaptıklarının hesabını mı verecek?
Vermez…
Bundan dolayı
Küreselciler yapay zekâlı robottan önce son celseyi Çinlilerle yapmak istiyor.
Allah şerlerinden muhafaza eylesin.
.
Nerede bir zulüm varsa, Müslüman orada mazlûmun yanında olmak zorundadır
Selahaddin E. ÇAKIRGİL, Star Bir kaç noktaya değinelim: Çin rejiminin Doğu Türkistan’da yaptığı sistematik asimilasyon siyasetine karşı, İstanbul- Eyyûb...
10 Aralık 2019 Salı 4:50
Selahaddin E. ÇAKIRGİL, Star
Bir kaç noktaya değinelim:
Çin rejiminin Doğu Türkistan’da yaptığı sistematik asimilasyon siyasetine karşı, İstanbul- Eyyûb Sultan’da, 7 Aralık akşamı, ‘İnsan Hakları Günü’ münasebetiyle bir protesto gösterisi vardı.Mazlûm (yani, zulüm gören) bir insan veya halkın ‘Âhh’ını duymak insanlığın gereğidir. (Bu vesileyle, Gök Bayrak’lı Doğu Türkistan’ın 1949’daki ilk ve son lideri olan ve 1975’lerden beri yakın irtibatım olan Îsâ Yusuf Alptekin ağabeyi, rahmet niyazlarımla anıyorum.)
7 Aralık akşamı Üsküdar-Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde Mazlumder’in sunduğu ‘İnsan Hakları ve Göç’ konulu proğramda gösterilen sinevizyon proğramı, insan olanın yüreğini burkuyordu. ‘Hicransız Hicret olmaz’ elbette, ama, dünyanın her yanında, zulüm ve yoksulluktan kurtulmaya çalışıp, gemilerle ya da kara yoluyla, sonu nereye varacağı bilinmeyen meçhul bir yolculuğa çıkan ve amma çocuklarıyla birlikte sulara gark olan veya çöllerde, dağlarda perişan olanlar, hele de onların körpecik çocuklarının ve annelerinin gözlerindeki, ne olacağını anlamaya çalışan meraklı bakışları ve yüz hatları yüreklere bir kurşun ağırlığıyla çöken çocukları..
Allah’u Teâlâ’nı bu mâsum kullarının acılarını, kaygularını ve içlerindeki tufanları duymadığımız sürece, sûreten /şeklen insan olmaktan, sîreten/rûhen insan olmaya nasıl ulaşabiliriz?
Yarın, (Salı akşamı) saat 19.30’da, Fâtih Câmii’nden başlayıp Saraçhane Parkı’na kadar yapılacak olan meş’aleli bir gösteri ile, 6 yılı aşkın zamandır, Müslüman Mısır halkının tepesine çöken ve onları esir alan kanlı darbeci General A. Fettâh Sisî’nin zindanlarındaki mazlûm Müslümanlarla kalbî ideal birliği ve dayanışma içinde bulunulduğu bir daha sergilenecektir. Vicdan bile duymaz sesi çıkmazsa bir ‘âhh’ı..
Dünkü yazımda değinilmesi gereken, ama yer darlığından dolayı değinilemeyen birkaç nokta daha vardı. Bu da, hattâ bazı haksız suallerin sorulmasını da zihinlerde oluşturdu.
Meselâ, akademisyen ve de Seyyid Rızâ’nın mensub olduğu mezhebe bağlı bir tarihçi olduğunu söyleyen bir okuyucu, ‘Siz o çok Müslüman olan idrakinizle Dersim Faciası’nı ancak 70 yıl sonralarda mı farkedebildiniz?’ diyor. Eğer, dediği gibi olsaydı, hiç yüksünmeen, kendisine, ‘Haklısınız..’ derdik. Ancak ‘tarihçi’ de olduğunu söyleyen bu arkadaş, herhalde, ‘Tunceli’ denilmeyip Dersim’den söz edilmesinin bile ‘Cumhûriyet’e karşı çıkmak’ olarak değerlendirildiği o zaman diliminde, Dersim’de neler yaşandığını, 1965’lerde Müslüman kamuoyuna en çarpıcı şekilde duyuran ismin merhûm Necîb Fâzıl olduğunu bilmiyor.
Muhakkak ki, o facia ile ilgili olarak başkalarının yazıları da vardı belki, ama açıkça yazamıyorlardı.
Nitekim, 1970’lerin ünlü Hava Kuv. Komutanı Gen. Muhsin Batur, hâtırâtında, ‘1936-37’lerde, Harbiye’de öğrenci iken El’Aziz’e götürüldüklerini’ yazar; ama, oraya niçin götürüldüklerini ve orada neler yaptıklarını yazamıyacağını, bundan dolayı okuyucularından özür dilediğini’ de belirtir. Ama, ‘taife-i laicus’, bu notu görmezlikten geldi. Ama, ‘müslüman’ kalem erbâbı onu da taa o zamanlar, Müslüman halkımıza duyurmaya anlatmaya çalıştı.
Kezâ, laik kesimden olsa da, 1970’lerde, Hasan İzzettin Dinamo‘nun ‘Kutsal İsyan’ gibi kitaplarında, Dersim’de mağaralara sığınanların oralarda nasıl öldürüldükleri anlatılmıştı, ama, ‘laik taife’ bunu da duymazlıktan gelmişti.
Dahası, bu korkunç cinayetlerin kamuoyuna ‘Müslüman’ hassasiyetiyle duyurulmasından hiç memnun olmadılar; çünkü ‘alevî’ kamuoyunun o tarafa yatabileceğinden korkuyorlardı. Bir kısım ‘alevî’ler, ‘cellâdına âşık olmak’ sendromu sergileyerek o cenaha halen de destek vermektedirler.
Dersim Gailesi’nde nelerin yaşandığını, 13 binden sivil insanın öldürüldüğünü resmen açıklayan, Başbakan Erdoğan değil de, başkaları olsaydı, o çevrelerin onları nasıl kahramanlaştırdıkları görülürdü.
Müslümanlar, kimliklerini sormadan mazlûmların yanında yer alırlar
.
Asıl mesleği nedir?
Tamer Korkmaz, Yeni Şafak “Profesör Doktor” unvanlı Celal Şengör denilen şahıs, Azerbaycan’da bir grup öğrenciyle sohbet ederken şöyle demiş:...
11 Aralık 2019 Çarşamba 3:16
Tamer Korkmaz, Yeni Şafak
“Profesör Doktor” unvanlı Celal Şengör denilen şahıs, Azerbaycan’da bir grup öğrenciyle sohbet ederken şöyle demiş:
“En cahil Türkler, Müslüman Türklerdir…
Osmanlı Devleti, kanaatimce, Türk tarihinin en alt noktasıdır…”
“Laikçi Jeolog” kontenjanından bir “Deprem Uzmanı” ya; birkaç ay evvel şöyle demişti:
“2019 yılı bütçesinde, 9 Fen lisesine karşılık 162 adet İmam Hatip Lisesi planlanıyor. Bunu yapan bir millet, deprem tarafından ezilmeye müstahaktır…”
*
Şayet, “deprem ile İmam Hatipler arasında” Laikçi Şengör’ün dediği gibi bir bağlantı olsaydı:
-17 Ağustos 1999 depreminde bir tek kişi dahi hayatını kaybetmezdi!
1999’da, 28 Şubat süreci devam ediyordu:
Laikçi Cunta’nın malum generalleri, 28 Şubat 1997’den itibaren başlattıkları “İmam Hatip Lisesi Avını” heyecanla ve gururla sürdürüyorlardı!
Refahyol’un devrilmesinin ardından kurulan 28 Şubatçı Hükümetin başbakanı Mesut Yılmaz İmam Hatiplilere “Yarasalar” demişti!
BİLİM’İN BÜYÜK TALİHSİZLİĞİ
“Bilim Palyaçosu” Celal Şengör’den devam edelim…
Osmanlı tarihine küfretmeyi çok seven Mister Şengör, Mart 2018’de “Piri Reis’in hayatındaki en büyük talihsizliği, Kanuni Sultan Süleyman gibi bir salağın döneminde doğmuş olmasıdır” diye konuşmuştu!
Gördüğü büyük tepki üzerine “O kelimeyi sosyal deney için bilhassa seçmiştim” diye çark edip densizliğine “tüy diken” de kendisiydi!
HALTİNGEN ŞITRASSE
Zıvanadan çıkmanın zirvesine ulaştığı sahne ise “Kendi dışkımı yedim; tadı acıydı” cümlesidir!
*
Herhalde, şimdiye dek yediği muhtelif haltlar kırkı aşmıştır…
Bu minvaldeki örneklerden biri de, Şengör’ün darbe seviciliği sırasında sarf ettiği sözlerdir.
Bir söyleşide “Evren’in 12 Eylül döneminde yaptığı her şeyi istisnasız onaylıyorum” demişti…
Karşısındakinin “Şaka yapıyor olmalısınız! Örneğin, 12 Eylül rejiminin işkenceleri arasında insanlara dışkılarını yedirmek bile vardı! Bunu da mı onaylıyorsunuz?” diye itiraz etmesi üzerine…
Darbe Sever Prof. Şengör aynen şu karşılığı vermişti:
“Hayır, hayır bir dakika; insanlara dışkılarını yedirmek işkence değildir!”
HABERTÜRK, ONU ÇOK SEVİYOR
“Amansız Kenan Evren Hastası” Profesör Doktor Şengör, geçen sene kapanan Kâğıttan Habertürk’ün yazarları arasındaydı.
Darbeci & Laikçi “Bilim Adamı!” son yıllarda özellikle Habertürk ekranlarında boy gösteriyor.
Medyamızın Jean Reno’su Mister Altaylı, bu şahsı Habertürk’teki programında sıkça misafir ediyor.
“Leon” filminin başrol oyuncusu Jean Reno ile fiziki benzerliği malum F.Altaylı, o filmin gösterime girdiği dönemde “çok hızlı” tetik çekiyordu!
Haliyle, Leon’daki karakterle de örtüşüyordu.
Bu arada…
Bir dönemin Ultra Laikçisi Coşkun Kırca’nın, Mister Altaylı’nın “akıl hocası” olduğu, neredeyse hiç bilinmez!
NASIL OKUNUR?
Abdullah Gül’ün kanatları altında “yeni parti kurma” hazırlıkları içinde olan Ali Babacan…
İşbu müstakbel sıfatıyla ilk ekran deneyimini iki hafta evvel Fatih Altaylı’nın Habertürk TV’deki programında yaşadı.
-Avrupa Birliği “Komiseri” gibiydi!
Mister Babacan, AK Parti hükümetlerindeki bakanlık yıllarında Bilderberg toplantılarını adeta “suyolu” yapmıştı!
*
Şimdilerde…
AK Parti’ye karşı tasarlanan “Uluslararası Siyasi Mühendislik Projesinde” Ali Babacan’a “başrol” verildi.
Mister Babacan’ı “en iyi anlatan” repliklerin başında ise “Ali Babacan diye yazılır, Abdullah Gül diye okunur” cümlesi geliyor.
*
Abdullah Gül ile alakalı ibretlik bir sahneyi…
Rahmetli Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık dönemindeki danışmanı Mete Gündoğan’ın pek çarpıcı “Narkoz” adlı kitabından okuyoruz:
“Fazilet Partisi’nin ilk kongresinde Abdullah Gül’ün aday olacağı söylentileri yoğunlaşmıştı.
Bir akşam kendisini evime davet etmiştim…
İki arkadaşı daha çağırdım. Niyetimiz onu ve yapmak istediklerini tam olarak anlamaktı…
Çok uzun bir görüşmemiz oldu. Erbakan ile hiçbir sorununun olmadığını ifade ediyordu. Aday olacaksa, Erbakan’ın izni ile aday olacağının da altını defalarca çizdi…
O akşamki görüşmede, geleneksel olarak bildiklerimizin dışında; Gül’ün ifade ettiği üç şeydikkatimizi çekmişti…
Bunlar; Milli Görüş argümanlarında olmayan hususlardı:
1.ABD’ye karşı olarak bu coğrafyada hiçbir şey yapılmaz!
2.Her taşın altında Yahudi parmağı aramak yanlıştır!
3.IMF’siz ekonominizi düzeltemezsiniz!”
.
Binlerce yılın intikamını almak istiyorlar”
Başkan Erdoğan: Binlerce yılın intikamını alma hissi ile girişilen bir saldırı ile karşı karşıyayız Başkan Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat...
13 Aralık 2019 Cuma 8:30
Başkan Erdoğan: Binlerce yılın intikamını alma hissi ile girişilen bir saldırı ile karşı karşıyayız
Başkan Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülleri Töreni’de konuştu. Erdoğan “Bugün adeta binlerce yılın intikamını alma hissi ile girişilen bir saldırı ile karşı karşıyayız” dedi.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Beştepe Millet Kongre ve Kültür Merkezi’nde düzenlenen Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülleri Töreninde konuştu.
Erdoğan, “Bugün adeta binlerce yılın intikamını alma hissi ile girişilen bir saldırı ile karşı karşıyayız.” dedi.
Konuşmasına tüm katılımcıları selamlayarak başlayan Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne, milletin evine hoşgeldiniz.” ifadesini kullandı.
Ödül kazanan isimlerin Kültür ve Sanat Politikaları Kurulu tarafından belirlendiğini dile getiren Erdoğan, ödül almaya hak kazanan kültür sanat insanlarını tebrik etti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, ödüllerin 1979 yılından bu yana takdim edildiğini anımsatarak, “Necip Fazıl Kısakürek, Sedat Hakkı Eldem, Süheyl Ünver, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Yaşar Kemal, Çelik Gülersoy, Metin Erksan, Halil İnalcık, Sezai Karakoç, Metin Sözen, Niyazi Sayın ve burada sayamadığım daha pek çok değerli kültür sanat erbabımız bu ödüle layık görülmüştür.” diye konuştu.
“Bugün de listeye bu toprakların yetiştirdiği değerlerden yeni isimleri ekliyoruz.” ifadesini kullanan Erdoğan, “Ödül takdim edeceğimiz isimlerin her birini kültürümüz ve irfanımız için birer abide olarak görüyoruz. Ülkemiz her biri defalarca ödüllendirilmeye layık sayısız kültür ve sanat insanına sahiptir. Her yıl burada özellikle yaptığımız iş bu büyük havuzdan adeta bir avuç su alarak gönlümüzü ve ruhumuzu teskin etmektir.” diye konuştu.
Bu yıl edebiyat alanındaki ödülü Nuri Pakdil’e takdim etmeyi kararlaştırdıklarını dile getiren Erdoğan, şöyle konuştu:
“Ancak kendisiyle burada bir araya gelmek ve ödülünü bizzat takdim etmek kısmet değilmiş. Bu vesileyle kendisine bir kez daha Allah’tan rahmet ve mağfiret, sevenlerine başsağlığı diliyorum. Nuri Pakdil denince gözümüzün önüne inancının ve mukaddes bildiği değerlerin onurunu yiğitçe taşıyabilmiş kalem ve kelam ustası bir şahsiyet gelir. Onun bu coğrafyanın insanlarına miras bıraktığı en büyük değer dilinden hiç düşürmediği, gönlünden hiç çıkarmadığı Kudüs sevdası olmuştur. 18 Ekim’de ebedi aleme yolcu ettiğimiz Nuri Pakdil üstadımızın bu kutlu davasına ömrümüz yettiğince sahip çıkmayı sürdüreceğiz.”
Sinema alanındaki ödülün sahibinin ise Türk sinemasının milli ve yerli kimliği için bir ömür harcayan, imkansızlıklar içinde özgün eserlere imza atan Mesut Uçakan olduğunu belirten Erdoğan, “Reis Bey, Kelebekler Sonsuza Uçar, Anka Kuşu gibi şiir tadındaki sinema eserleri ile sanat hazinemizi zenginleştiren Sayın Mesut Uçakan’ı bir kez daha tebrik ediyorum.” dedi.
Mazhar Fuat Özkan üçlüsünün 1970′li yıllardan beri milletin ortak hislerine tercüman olmayı başardığını ve Türkiye’nin bütün renklerini bir paydada buluşturabilen eserleri ile gönüllerde taht kurduğunu anlatan Erdoğan, “Türk pop müziğinde kültürel kimliğimizi 40 yılı aşkın süredir başarıyla temsil ediyorlar. Müzik ödülünüzü bu yıl ‘Güllerin İçinden’, ‘Buselik Makamına’ ‘Ele Güne Karşı’ gibi onlarca ölümsüz eserle içimizi ısıtan Mazhar Alanson, Fuat Güner, Özkan Uğur beyefendilere takdim ediyoruz.” diye konuştu.
Devrim Erbil’in “Resmin Şairi” olarak anılan bir sanatçı olduğunu ifade eden Erdoğan, şunları söyledi:
“Kendisi sanat anlayışını, ‘Batı’da ekilen tohumların bizim topraklarımızda filiz vermesini bekleyen yaklaşımlara karşıyım, Batı’ya seçici bir duruşla yaklaşmalı, sorunlarımıza kendi üslubumuzla sanatsal çözümler üretmeliyiz’ diyerek ifade ediyor. Hocamız 1950′li yıllardan bugüne bize ait renklerle bezediği eserleriyle dünyanın her yerinde büyük bir rağbet gören sergileri ile ve birbirinden kıymetli talebeleri ile Türk sanatını dünyaya tanıtmaya devam ediyor. Resim alanındaki ödülümüzü Türk resim sanatına farklı bir üslup kazandıran Sayın Devrim Erbil’e takdim ediyoruz.”
Fuat Başar’ın dünya çapında birçok hattat ve ebru ustası yetiştiren bir sanatkar olduğunu dile getiren Erdoğan, “Kendisi yüzlerce sergide ve uluslararası sanat etkinliklerinde yer alarak ebru sanatının bütün dünyada tanınmasını sağladı. ‘Sanat gönülde yanan aşk ateşiyle pişer ve olgunlaşır’ diyen Fuat hoca, gönlü, nazargah-ı ilahi olarak kabul ediyor. Evet geleneksel sanatlar alanındaki ödülümüzü hat ve ebru sanatlarının yeni nesillere aktarılması, sevdirilmesi ve öğretilmesi için bir ömür harcayan Sayın Fuat Başar’a takdim ediyoruz.” ifadelerini kullandı.
“Yahya Kemal’e göre bizim devlet kurma ve askerlik dışında dünya ortalamasının fevkinde olan üç büyük sanatımız vardır: Bunlar mimari, şiir ve musikidir.” diyen Erdoğan, şunları söyledi:
“Sayın Doğan Kuban, Türk mimarisinin tarihini inceleyen ve sanat tarihinin sorunlarını farklı bir üslupla dile getiren onlarca akademik esere imza attı. Mimar Sinan’ı, Divriği Ulu Cami’yi, Osmanlı’yı, İstanbul’u, Anadolu’nun mimarlık tarihini, rönesansı anlatan kitap ve makaleleri ile ülkemizin düşünce hazinesine büyük katkılar sağladı. Mimarlık alanındaki ödülümüzü Sayın Doğan Kuban’a takdim ediyoruz.”
Ahmet Yaşar Ocak’ın İslam kültürü ve düşüncesi üzerine önemli eserler kaleme alan bir hoca olduğunu belirten Erdoğan, şöyle devam etti:
“Kendisi sosyal tarihimizde mühim bir yeri olan tasavvuf erbabını ilmi bir perspektifle inceleyen akademik çalışmalara imza atmıştır. Hocamız ‘Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler’, ‘Ortaçağlar Anadolusunda İslam’ın Ayak İzleri Selçuklu Dönemi’, ‘Yeniçağlar Anadolusunda İslam’ın Ayak İzleri Osmanlı Dönemi’ gibi pek çok eseri ile tarihe yeni bir bakış açısı kazandırdı. Sosyal bilimler alanındaki ödülümüzü Sayın Ahmet Yaşar Ocak hocamıza veriyoruz.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu yılki Vefa Ödülü’nü ise Osmanlı coğrafyasında yer alan toplumların Türkiye ile gönül birliği sağlaması için üstün gayret sarf eden merhum Prof. Dr. Ahmet Haluk Dursun’a verdiklerini dile getirdi. Erdoğan, “Çalışma arkadaşımız merhum Haluk Dursun hocamız coğrafyanın genişliği ile gönlün, muhabbetin ve ufkun genişliği arasında doğrudan bir ilişki olduğunu söylüyor. Bunun için gençlere hep meraklı olmayı, duyarsızlıktan, ilgisizlikten, heyecansızlıktan kaçınmayı, Allah’a şükrü ve insanlara teşekkürü asla ihmal etmemeyi tavsiye etmiştir. Bu vesileyle kendisini bir kez daha rahmetle yad ediyorum.” diye konuştu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Ülkemizin ve milletimizin maziden atiye uzanan büyük yolculuğuna kendi alanlarında yaptıkları katkılar için bu değerli kültür sanat erbabımıza şükranlarımı sunuyorum. Kültür ve sanatın tıpkı toprak, tıpkı bayrak gibi bağımsızlığın alametifarikalarından biri olduğunu her fırsatta tekrarlıyoruz. Kendine ait kültür ve sanat üretimi, birikimi, politikası olmayan toplumlar bu bakımdan güçlü toplumların gizli veya açık hegemonyası altında ezilmeye mahkumdur.” değerlendirmesinde bulundu.
Bir İngiliz siyaset adamına “İngiltere sömürgelerini kaybederse yıkılır mı?” diye sorulduğunu belirten Erdoğan, şöyle konuştu:
“Muhatap, ‘güçlü bir donanmaya sahibiz. Yeniden elde ederiz’ der. Karşıdaki ‘ya donanmayı kaybederseniz’ diye sorar. İngiliz siyasetçi, ‘yeniden inşa ederiz’ der. Son olarak kendisine ‘peki Shakespare’i kaybederseniz ne olur?’ diye sorar. Cevap çok önemlidir, ‘işte o zaman İngiltere yok olur’ der.”
Aynı diyalogun Almanya için Goethe, Rusya için Dostoyevski, Fransa için Balzac gibi isimlerle tekrarlanabileceğini dile getiren Erdoğan, ülkelerin ve toplumların geleceğe güvenle bakabilmelerini sağlayan maddi güçlerinden ziyade medeniyet birikimlerinin gücü olduğunu vurguladı. Erdoğan, Yusuf Has Hacip’in “Yurdu kılıçla alırsınız, kalemle tutarsınız” sözleriyle, bu gerçeği hatırlattığına işaret etti.
Nizamülmülk’ün de “Mızrağı bir yere kadar atarsınız. Kelimelerin ve düşüncenin menzilinin ise sınırı yoktur.” sözlerinin de günümüz kültür ve sanat iklimini anlattığını belirten Erdoğan, şunları söyledi:
“Hazreti Ömer, bir gün Herim bin Sinan’ın kızına rastlar. Kaside-i Bürde sahibi Ka’b bin Zübeyr’in babası için yazdığı şiiri kast ederek, “O şahesere övgüler için baban ne verdi’ diye sorar. Herim bin Sinan’ın kızı, ‘Babam ona arık bir at, cılız bir deve, solmuş bir elbise ve çokça da para verdi’ diye cevaplar. Bunun üzerine Hazreti Ömer, ‘Unutma kızım, sizin ona verdikleriniz yok oldu, ancak onun size verdiğini ne zaman eskitebilir, ne de asırlar yok edebilir’ diye mukabelede bulunur.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, günümüzde bir sanat eserinin yeri geldiğinde bütün borsalardan, bütün yatırımlardan, rant araçlarından daha fazla kazandırabiliyorsa, sebebinin sınırları ve zamanı aşan etkiye sahiplenmesi olduğuna dikkati çekti.
Türkiye’nin sahip olduğu güzellikler ile bu bakımdan dünyanın en zengin ülkelerinden biri olduğunu aktaran Cumhurbaşkanı Erdoğan, ancak lafa gelince “kültürel bakımdan çeşitlilik içinde birliği savunanlar”ın, kendilerininki dışında tüm renklerin yok edilişine seyirci kaldığını söyledi.
“KADİM MEDENİYETLER YERLE BİR EDİLİRKEN SES ÇIKARMADILAR
Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bağdat, Şam, Halep gibi coğrafyaların kadim medeniyet merkezlerinin yerle bir edilirken, Paris’te, Londra’da, Roma’da, Berlin’de oturanların ses çıkarmadığını vurguladı.
Birinci ve İkinci Körfez Savaşı’nda Irak’ın tarihi ve kültürel mirası ya yağmalandığını ya da tahrip edildiğini hatırlatan Erdoğan, benzer vandallıkların Afganistan’da da sergilendiğini, bunların hepsinin, hatta çoğunun kendi medeniyetlerinin, kültürlerinin eserleri olduğunu belirtti.
Erdoğan, Suriye’de benzer bir vahşetin yaşandığına işaret ederek, sadece insanların değil, binlerce yıllık bir tarih ve kültürün de yok edilmeye çalışıldığının altını çizdi.
Bu coğrafyada yaşamış tüm medeniyetlerin ortak özelliğinin, Batıya karşı üstünlük sağlamaları olduğuna işaret eden Erdoğan, şöyle devam etti:
“Bugün adeta, binlerce yılın intikamını alma hissiyle girişilen bir saldırıyla karşı karşıyayız. Müslüman Boşnakları alçakça katledenleri göklere çıkartan, kaleminden kan ve nefret damlayan birine Nobel edebiyat ödülü verildi ve maalesef bir avuç insan dışında kimse buna ses çıkarmadı. Acaba aynı sessiz tasdik, mesela 100 bin İngilizi, Almanı, Fransızı, İtalyanı, Norveçliyi katleden birini öven kişiye Nobel verilse yine tekrarlanır mıydı? Hiç sanmıyorum. Bu gerçekler bize, kültür sanat alanında dünya çapında söz sahibi olmadan, hayat hakkımızı bile savunabilmemizin mümkün olmadığını gösteriyor.”
Erdoğan, yeni bin hamlenin eşiğinde olduklarını, Kültür Sanat Politikaları Kurulunun, inşa edilen kütüphanelerin, opera binalar ile destek verdikleri projelerin bunun işaretleri olduğunu söyledi.
“SİYASETİ BİR SANAT OLARAK GÖRÜYORUZ”
Önümüzdeki yılları eğitim öğretimdeki ve kültürdeki eksikleri tamamlama dönemi ilan ettiklerini belirten Erdoğan, hep birlikte, daha çok çalışarak, üreterek, daha çok mücadele ederek, bu konudaki hedeflere ulaşacaklarını dile getirdi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, sanatın marifet olduğunu, marifetin de iltifata tabi olduğunu ifade ederek, şunları kaydetti:
“Sanatçı eseriyle bizi ödüllendirmiştir. Bize düşen de ona iltifat etmektir, takdir etmektir, teşekkür etmektir. Münevverlerimiz, sanatçılarımız, yazarlarımız, şairlerimiz her türlü iltifatı fazlasıyla hak ediyor. Kültür ve sanat hayatımıza çok önemli katkılarda bulunan, özgün eserleri veya hizmetleriyle öne çıkan değerlerimiz için ne yapsak azdır. Kültüre, sanata, edebiyata yapılan yatırım, geleceğe yapılan yatırım demektir. Biz de bu anlayışla büyüyen, gelişen Türkiye’nin büyük iddialarına ve ideallerine yakışır bir kültür sanat ikliminin tesisine katkıda bulunabilmek için çalışıyoruz. Sanat ile siyaset, ne yazık ki her zaman bir araya gelemeyen, iki ayrı uçta alanlar olarak görülür. Halbuki biz siyaseti, aynı zamanda bir sanat olarak görüyoruz. Çünkü bize göre gönülle üretilen, sabırla üretilen her şey sanattır.
Sanat, tutkunun, aşkın, sevdanın, adanmışlığın, sabır ve estetik imbiğinden süzülmesidir. İnsanlara hizmet için yüreğini ortaya koymuş, ömrünü adamış, aşkla ve sevdayla çalışmış herkesin, ortaya bir sanat eseri koyduğuna, sanatçı ruhunu teneffüs ettiğine inanıyorum. Tabii asıl olan yapılan işin en iyisini ortaya koyabilmektir. Gençlerimize tavsiyemiz, her biri kendi alanlarının üstadları olan kültür ve sanat insanlarımızı örnek alarak, yeni değerler, yeni eserler üretmenin peşinde koşmalarıdır.”
NOTLAR
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan ile katıldığı törene, TBMM Başkanı Mustafa Şentop, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay, Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Arslan, Danıştay Başkanı Zerrin Güngör, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, İletişim Başkanı Fahrettin Altun, ile Cumhurbaşkanlığı Sözcü İbrahim Kalın ve çok sayıda sanatçı katıldı.
Törende, ödül almaya hak kazananların biyografilerinin yer aldığı video gösterimi gerçekleştirildi.
“Sosyal Bilimler” alanında Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak, “Sinema” alanında Mesut Uçakan, “Müzik” alanında Mazhar Alanson, Fuat Güner ve Özkan Uğur (MFÖ), “Sanat” alanında Devrim Erbil, “Geleneksel Sanatlar” alanında Fuat Başar ödüllerini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın elinden aldı.
“Mimarlık” alanında ödüle layık görülen Prof. Dr. Doğan Kuban’ın ödülü Prof. Dr. Murat Gül’e verildi.
“Edebiyat” dalında ödülen layık görülen ancak eylül ayında hayatını kaybeden Türk edebiyatının önemli ismi Nuri Pakdil’in ödülünü, öğrencisi yazar Necip Evlice aldı.
Ağustos’ta Van’ın Erciş ilçesinde geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybeden eski Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Ahmet Haluk Dursun’un “Vefa” alanındaki ödülü, kızı Nilay Dursun’a verildi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan, ödül takdiminin ardından ödül alanlarla hatıra fotoğrafı çektirdi. Törenin ardından MFÖ konser verdi. Konseri Cumhurbaşkanı Erdoğan da dinledi.
(AA)
.
Tarih sömürgeciliği
Yasin Taçar, Diriliş Postası Çağımızın en büyük hastalığı, belası, vebası özümüzü unutmak. Okuyanlar bilir, yazılarımın genel meselesi neyi...
23 Aralık 2019 Pazartesi 0:22
Yasin Taçar, Diriliş Postası
Çağımızın en büyük hastalığı, belası, vebası özümüzü unutmak. Okuyanlar bilir, yazılarımın genel meselesi neyi unuttuğumuzun mülahazası. Bu yazıda da ibreyi tarih sayfalarına çevireceğiz inşallah.
Türkiye’de “din terakkiye manidir” sloganı maalesef hala birçok kesimin savunduğu bir slogan. Çünkü zihinler Batılı. Bugünün Türk genci yaşantısıyla, idealleriyle, dünya görüşüyle, duruşuyla, savunduklarıyla bir Batılıdan farklı değil. Batı bu konuda o kadar ustaca hamleler yaptı ki Batılı değilim diyenler Batılı yaşadıklarını fark etmedi.
Batı, İslamsız bir tarih yazdı ve dünyaya bunu kabullendirdi. Bugünün Müslümanları, kendi tarihini değil Batının yazdığı tarihi biliyor, doğru kabul ediyor. Bugünün Müslümanları kendi ilim insanlarını değil, Batının fikir adamlarını okuyor, takip ediyor. İşte bu da sömürünün bir başka çeşididir: Tarih sömürgeciliği. Çünkü insan, millet gücünü, duruşunu, nerede durması gerektiğini tarihinden alır. Bugünün Müslümanları, Müslümanlar’ın tarihini bilmediklerinden dünyanın tarihini Batının kaleminden öğreniyor.
Bugünün insanına yazıyı kimin bulduğunu sorsanız Sümerler der. Oysa yazıyı Sümerler bulmamıştır, yeryüzünde ilk kez Hz. İdris (hemen Hz. Âdem’den sonraki peygamber, ikinci peygamber) yazmıştır. Batılı tarih evrim üzerinden kıyafetin bulunuşunu anlatır ancak ilk elbiseyi dikenin Hz. İdris olduğunu yazmaz. İlk cihada/ savaşa çıkan ve ilk ata binen de yine Hz. İdris’tir. İlk insanların mağaralarda yaşadığını yazan Batılı tarih, eve geçişi sürüncemede bırakır ve yeryüzünün ilk binasının Kabe olduğunu yazmaz. Yerçekimini ilk kim buldu? Newton diyorsunuz. Yanlış. Müslüman Türk âlimi Biruni buldu. Aynı şekilde dünyanın yuvarlak olduğunu da ilk kez Biruni söylemiştir. Hala bilim insanlarının üzerinde sicim teorisi de Hz. Mevlana’ya aittir. Elif Şafak okuyanlar Hz. Mevlana’yı aşk ve hoşgörüden, hadis inkârcıları ve selefiler de sapık zannettiği için bu pek bilinmez. İlk uçağı Wright Kardeşlerden 1023 yıl önce İbn-i Firnas buldu ama Batıya baktığımız için adını dahi bilmeyiz. Cerrahi aletlerin tümünün dizaynları Endülüs Emevilerinden El Zehravi’ye ait, aynı şekilde satranç da Emevi Müslümanlarından yayıldı. Çiçek aşısı Avrupa’da kullanıldığında, ondan 50 yıl önce Osmanlı’da kullanılıyordu. O zamanlar Avrupa’da kullanılamadı çünkü hem kilise hem de bilim adamları karşı çıktı. Mikrobu İtalyan Fracastor değil, ilk kez Akşemseddin buldu. Harezmi rakamları bulana kadar Avrupalılar 4444 yerine “MMMMCCCCXLIV” yazıyordu.
Sadece bunlar da değil. Tasavvuf, Hinduizm’den geçti diyen Müslümanlar; bu tezin sahibinin Yahudi İslam düşmanı Goldziher olduğunu bilmiyorlar mı? Sırf ucu Muaviye’ye dokunacak diye yıllardır Veysel Karani’yi anlattılar da, Hz. Ali’nin yanında Muaviye’nin askerleri tarafından şehit olduğunu anlatmadılar.
Ne olduğunu anlatamazsan, ne olmadığını anlatmak zorunda kalırsın. Kendini bilmezsen ne olduğunu bilmezsin. Tarihi bilmezsen de kendini bilmezsin. Biz kendimizi bilmiyoruz. Doğuştan Müslüman, kimlikte Türk, yaşantıda ve bilgide Avrupalıyız çünkü. Ne diyeyim? Allah bize istikamet versin…
..
Milâdî-20. Yüzyıl’daki iki büyük çöküş.. Osmanlı ve Sovyetler..
Selahaddin E. ÇAKIRGİL, Star Sovyetler Birliği’nin son lideri Mihail Gorbaçov, o dönemde SSCB’yi ayakta tutmanın mümkün olduğunu savunmuş, yeni kitabında…...
4 Kasım 2019 Pazartesi 0:10
Selahaddin E. ÇAKIRGİL, Star
Sovyetler Birliği’nin son lideri Mihail Gorbaçov, o dönemde SSCB’yi ayakta tutmanın mümkün olduğunu savunmuş, yeni kitabında…
Gorbaçov’un bu sözlerini duyunca, onun, 28 yıl önce, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonraki hayıflanış cümlesini hatırladım. O zaman, kendisini de suçlayarak, ‘Tarih, geç kalanı affetmez..’ demişti. Çünkü, Sovyetler Birliği’ni adım adım değiştirmeye çalışıyordu. Sovyetler Birliği’ndeki komünist diktatörlük uygulamalarını değiştirmeye yönelik Glasnost ve Perestroyka gibi proğramların rüzgârları bütün Sovyet ülkelerinde hissediliyor ve kapitalist dünyanın medya organları ve siyasetçileri de Gorbaçov’a hayranlıklarını ifade ediyorlardı.
Ama, bizdeki kemalist-laik darbeci askerleri hatırlatan ve komünist ideoloji ve ‘stalinizm’e sımsıkı bağlı Kızılordu Şefleri bir darbeye kalkışıvermişler ve Gorbaçov’u da, Karadeniz kıyılarındaki bir sayfiye mekânında tutuklamışlardı. Ancak, Rusya Komünist Partisi’nin önde gelen isimlerinden olan Boris Yeltsin, yüzbinlerin önünde o darbeye karşı çıkmış, o darbe teşebbüsü kırılmış ve darbeci mareşal ve generaller intihar etmişler, ya da tutuklanmış ve Gorbaçov da kurtarılmıştı.
Ama, artık sosyo-politik hayatın dizginleri Yeltsin’in eline geçmişti. O da, Gorbaçov’a, Sovyetler Birliği’nin ‘defin ruhsatiyesi’ mesâbesindeki belgeyi imzalatmış ve 15 ayrı devlet ortaya çıkıvermişti.
Şimdi, Gorbaçov işte o dönemin tahlil etmeye çalışıyor ve ‘Birliği korumak için son ân’a dek mücadele ettim. Ancak, ‘Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ndeki en büyük ülke olan Rusya, Boris Yeltsin liderliğinde, bölünme yoluna gitti. Keşke, Sovyetler Birliği’ni koruyabilseydik. Bu mümkündü.Rusların büyük bölümünün, SSCB’nin dağılmasından pişmanlık duymasına şaşılmamalı..’ diyor.
***
Gorbaçov yalnız değil… Putin’in de, ‘20. Yüzyılın en büyük fâciasının Sovyetler Birliği’nin dağılması olduğunu’ sık sık vurgulamıyor mu?
Kaldı ki, Rusya, o dağılmadan sonra bile, 200 yılı aşkın zamandır elinde ve artık yeni devletler durumunda olan ülkelerin -Gürcistan ve Ukrayna hariç-, herbirisiyle bağlarını koruduğu ve iki süper-güçten birisi olmak konumunu yeniden kazandığı halde, birlik halinde olmanın gerekliliğini yine de hissediyor.
***
Bizde ise, Osmanlı’nın dağılmasını hüzünle ananların ve Müslüman halkların yeniden birliğini düşünmenin hemen ‘saltanatçılık’ veya ‘cumhuriyet düşmanlığı’yla suçlandığını belirtmeye ayrıca gerek yok.. Hele de bir takım ulusal bayram günlerinde veya 10 Kasım’larda, bütün bir tarihî geçmişimizden ve ayrı düştüğümüz halklardan derin bir nefret duygusuyla söz ediliyor. Ama, halkımız ve diğer ülkelerdeki müslüman halk yığınlar, her olumsuzluk karşısında, ‘Müslümanlar niye birlik olamıyorlar?’ diye hayıflanıyorlar.
***
Evet, Sovyetler’in milâdî-20. Yüzyıl’ın sonundaki çöküşü Rusya’da halâ öyle de, aynı yüzyılın başında, 624 yıllık bir Osmanlı Devleti’nin çöküşü, çok mu gurur verici..
Üstelik, sadece Türkiye halkı için değil, hemen bütün Müslüman halklar için de, Osmanlı Devleti, onları emperyalistlerin saldırılarından asırlarca koruyan, emperyalistleri korkutan bir güç merkezi idi. Ama, bu büyük güç, emperyalistlere hizmet etmeyi şiar edinen yerli kuklalar tarafından dağıtıldı ve Müslüman halklar 100 yıldır, kendilerini koruyacak bir büyük güç sahibi olamamanın hüsran ve utancını yaşıyorlar. Ve Müslüman dünyası, o büyük tâbutun altında eziliyor hâlâ..
Osmanlı’nın da yanlışları vardı elbette.. Ama, ıslah yerine dağıtmayı ve yok etmeyi düşünen ‘İttihadçı kafası’nın vesâyetçi anlayışı, bürokraside hâlâ da hükümfermâ..
Yüz sene öncelerde Osmanlı’nın dağılmasını hayal sananlar, bugün de Müslüman halkların yeniden birliğinin sağlanması idealini hayal sanıyorlar.
Ama, biz İslâm Milleti olarak bunu gerçekleştirmeye sadece mecbur değil, mahkûmuz ve varlığımızı ancak bu şuûrla haysiyetli şekilde sürdürebiliriz.
.
İngilizlerin İslam düşmanlığı
Hasan Yavaş, Türkiye Gazetesi İngiliz siyasetinin temeli, İslâmiyeti yok etmektir. Bu siyasetin sebebi, İslâmiyetten korkmalarıdır. Müslümanları aldatmak için, satılmış...
6 Kasım 2019 Çarşamba 7:02
Hasan Yavaş, Türkiye Gazetesi
İngiliz siyasetinin temeli, İslâmiyeti yok etmektir. Bu siyasetin sebebi, İslâmiyetten korkmalarıdır. Müslümanları aldatmak için, satılmış vicdansızları kullanmaktadırlar.
Dinde tahrif hareketleri -12-
İslam’ın en büyük düşmanının İngilizler olduğunu, şimdi bütün dünyadaki Müslümanlara saldıran Vehhabiliği, İngilizlerin kurduğunu ve onları beslemekte olduğunu en iyi bilenlerden biri de, 1943 senesinde vefat eden Seyyid Abdülhakim Arvasî hazretleridir. O, sohbetlerinde sevdiklerine hep şöyle diyordu:
“İslam’ın en büyük düşmanı İngilizlerdir. İslamiyeti bir ağaca benzetirsek, başka kâfirler, fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Müslümanlar da, bunlara düşman olur. Fakat, bu ağaç bir gün filiz verebilir. İngiliz böyle değildir. Bu ağaca hizmet eder. Besler. Müslümanlar da, onu sever. Fakat, gece kimse anlamadan köküne zehir sıkar. Ağaç öyle kurur ki, bir daha süremez. ‘Vah vah çok üzüldüm’ diyerek Müslümanları aldatır. İngilizin, İslama böyle zehir salması demek, para, mevki ve kadın gibi, nefsanî arzular karşılığında satın aldığı yerli münafıkların, soysuzların elleri ile İslam âlimlerini, İslam kitaplarını, bilgilerini ortadan kaldırmasıdır…”
1910 yılında İstanbul’da basılan Türkçe (Âlem-i islâm) kitabının ikinci cildinde Abdürreşîd İbrahim efendi, İngilizlerin İslâm düşmanlığı yazısının bir yerinde diyor ki:
“Hilâfet-i islâmiyenin bir an evvel kaldırılması, İngilizlerin birinci düşüncesidir. Kırım muharebesine sebep olmaları ve burada Türklere yardım etmeleri, hilafeti mahvetmek için bir hile idi. Paris Anlaşması, bu hileyi ortaya koymaktadır. 1923′te yapılan Lozan Anlaşması’nda yaptıkları tekliflerde İngilizler, bu düşmanlıklarını açıkça göstermişlerdir. Her zaman Müslümanların başına gelen felaketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep İngilizlerden gelmiştir. İngiliz siyasetinin temeli, İslâmiyeti yok etmektir. Bu siyasetin sebebi, İslâmiyetten korkmalarıdır. Müslümanları aldatmak için, satılmış vicdansızları kullanmaktadırlar. Bunları İslâm âlimi, kahraman olarak tanıtırlar. Sözümüzün hülasası, İslâmiyetin en büyük düşmanı İngilizlerdir…”
İngilizler, yüzyıllardır İslâm memleketlerini kana boyamakla kalmamış, İskoç masonları, binlerce Müslümanı ve din adamlarını aldatarak, mason yapmış, insanlığa yardım, kardeşlik gibi laflarla, seve seve dinden çıkmalarına, mürted olmalarına sebep olmuştur. İslâmiyeti büsbütün yok etmek için, bu mürted masonları maşa olarak kullanmışlardır. Böylece, Mustafa Reşit Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa, Mithat Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa ve Enver Paşa gibi masonları, İslâm devletlerinin yıkılmalarında kullanıldıkları gibi, Cemaleddin-i Efgânî ve Muhammed Abduh gibi masonlar ve yetiştirdikleri çömezler de, İslâm bilgilerini bozmaya, yok etmeye alet olmuşlardır.
Bu mason din adamlarının yazdıkları yüzlerce yıkıcı, bozucu din kitapları arasında Mısırlı Reşit Rıza’nın (Muhâverât) kitabı, Arabîden çeşitli dillere tercüme edilerek, İslâm memleketlerine dağıtılmakta, Müslümanların dinlerini ve imanlarını bozmaya çalışmaktadırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumamış, anlayamamış birkaç genç din adamının da bu akıntıya kapılarak felakete sürüklendikleri ve başkalarının da felaketlerine
.
İngilizin var ettiği Suudi Arabistan da neyin nesidir?
Aziz ÜSTEL, Yenişafak Siz hiç bu kadar saçma bir laf duydunuz mu? “Suudi Arabistan’da milliyetçiler…..” Yahu, Suudi Arap diye bir...
27 Ekim 2019 Pazar 0:08
Aziz ÜSTEL, Yenişafak
Siz hiç bu kadar saçma bir laf duydunuz mu? “Suudi Arabistan’da milliyetçiler…..”
Yahu, Suudi Arap diye bir millet yok ki milliyetçisi olsun! Ortada aşağı yukarı 1 beş yüz kişilik bir aile var; kraldan ötesi hep prens! Bunlar petrolün üzerine çöreklenmiş engerek yılanı örneği, paraları da Batı’da ne kadar üçüncü sınıf “artiz” ya da şarkıcı varsa, onlara yediriyorlar; yani petrolün gelirini sarışın hatunlar ham diyor yutuyor! Adına prens dedikleri kervan çavuşları da aslında, ABD’nin ayak işlerine bakan hizmetkarlar!
Bu uyduruk prensler, sultanlar ve de emirler adam çalıştırmayı çok iyi becerirler. Zevklerine de pek bir düşkündürler. Düşünsenize, İslamın en kutsal iki kenti, Mekke ve Medine’nin sözde koruyucularından biri, Kim Kardaşyan adlı mabadının kocamanlığından başka hiçbir özelliği olmayan 1.64 boyunda bir kadınla birlikte olmak için ona bir geceliğine 1 milyon dolar vermiş! Özetle bunların vatandan, milliyetçilikten, hele de İslam’dan söz etmeleri iğrençtir!
Suudi Arabistan nasıl kuruldu?
Efendim, Ortadoğu’nun tamamını göz önüne alırsanız, Arabistan’ın İngiliz için biçilmiş kaftan olduğunu o saat anlarsınız. Uzun kıyı şeridini İngiliz donanması kolayca denetleyebiliyordu. En önemli iki aşiret reisi, Batı’da Hüseyin, merkezde ve doğuda İbni Suud, İngiliz hükümetinin maaşa bağladığı adamlardı. Başka hiçbir batılı devlet bu yöreyle ilgilenmediğinden, İngiliz dilediğince at koşturabiliyordu.
Daha Birinci Dünya Savaşı henüz sona ermişti ki, Londra, Arabistan’da güttüğü siyasetin ne kadar yanlış olduğunu anladı. Hicaz Kralı Hüseyin’le, sahte peygamberler, fitne fesat ve de Vahabilerin doğduğu Necd bölgesi reisi İbni Suud birbirinin ümmüğüne çökmek üzereydi. Hüseyin, Londra’dan her ay aldığı 12 bin pound maaşın neredeyse tamamını, İbni Suud taraftarlarının saldırılarını defetmek için harcadığını söylüyordu. Ayda 5 bin pound alan İbni Suud’sa maaşının azlığından yakınıyordu sürekli olarak. Ayda bu kadar parayı Hüseyin’le İbni Suud’a veren İngiliz hükümetine karşı Londra’da itirazlar artmaya başlamıştı. İngiliz hükümeti de ikiye bölünmüş, her kafadan bir ses çıkıyor, birbiri ardına kınamalar, yeni tasarılar kaleme alınıyor ama hiçbiri gönderilmiyordu. Londra her gün fikir değiştiren bunak bir adamdan farksızdı.
Hüseyin’le Suud arasındaki kavganın kökeninde din yatıyordu. İbni Suud, Abdül Vahab’ın öğretilerini benimsemişti. Arapların çoğu, 1912 yılının sonlarına doğru atlarını, devlerini ve diğer varlıklarını satarak Vahabi tarikatının buyruğuna girmişti. İbni Suud kendini Vahabilerin doğal önderi ilan ediverdi. Anlamı kardeşlik olan İhvan ordusu kuruldu. Bu ordu daha sonra Suudi Ulusal Muhafız Ordusu’na dönüşecekti.
.
İmam Matüridi’nin Bâtınî ve Gnostik Kült akımlarla mücadelesi
Hilmi Demir, Takvim Bâtınî ve Kült inançlar gerçeğin yalnızca seçkin ve söyleneni anlayacak kişilere verilebileceği anlayışına dayanır. Bu Bâtınî...
3 Ağustos 2019 Cumartesi 0:36
Hilmi Demir, Takvim
Bâtınî ve Kült inançlar gerçeğin yalnızca seçkin ve söyleneni anlayacak kişilere verilebileceği anlayışına dayanır. Bu Bâtınî ve Kült yapıları tasavvufi mistik yapılardan ayıran en önemli unsurdur. Bu yüzden Bâtınî ve Kült gruplar kapalı, tasavvufi gruplar açık toplumlardır. Halkın içinde Hak ile beraber olmak ilkesini benimseyen tasavvufi öğreti, yapısı gereği seçkinci olamaz.
Bâtınî ve Kült öğretilere göre dinî bilgi öğrenilmiş, kişisel çabayla elde edilmiş, akli tefekkür yoluyla kazanılmış ya da içtihadi bir bilgi değildir. Bir tür ilham, aydınlanma ya da vehbî olarak elde edilmiş bir bilgidir. Aynı zamanda bu bilginin dışındaki tüm diğer bilgiler yalnızca bir hayal ve kuruntu olarak kabul edilir. Bununla birlikte Bâtınî ve Kült öğretilere göre bu bilgi sırdır ve adaylara derece derece verilir ve her derece için yeniden ahit yapılır; ahde vefa ise en önde gelen değerdir. Tasavvufta ise sır gizlilik, saklanması gereken ve asla dışa vurulmaması gereken bir şey değildir.
***
Toplumsal yapıda oluşturulacak büyük bir dönüşüme hazırlık için, dünyevi hayata karşı tamahkâr olmamak, bir züht hayat Bâtınî ve Kült örgütlerin en çok tercih ettikleri hayat tarzıdır. Fakat bu sizi aldatmasın, onlar Yunus Emre gibi, bir hırka bir lokma münzevi bir hayatı tercih etmezler. Bu yüzden tarihte çıkmış büyük Bâtınî ve Kült akımlar tıpkı masonik örgütler gibi ya dünyevi bir saltanatı kurmaya ya da dünyevi bir saltanatı ele geçirmeye çalışmıştır. İslam ve Hristiyan dünyada ortaya çıkan Maniheizm ya da İslam dünyasını sarsan Hasan Sabbah’ın Nizarilik hareketi bu türden örnekler arasında sayılabilir…
Bu nedenle mistik bir hareket ile Bâtınî ve Kült bir hareket arasındaki en önemli fark mistik bir hareket gerçekten kalplerin fethine yönelikken, Bâtınî ve Kült bir hareket kalpleri kazanarak dünyevi iktidar alanlarını yönetmeye taliptir. Bundandır ki, Bâtınî ve Kült hareketler legal görünümlü yapıların arkasına gizli organizasyonları gömmeyi başarırlar. Bu legal yapılar yardım, eğitim, dinî öğretim vb. sivil organizasyonlardan oluşur. Legal yapılar aslında legal olmayan, seçkin örgüt yapılarının toplumdaki otoritesini ve gücünü tahkim etmenin araçlarıdır. Ya da örgütün toplumun kılcal damarlarına kadar sızması için gerekli eleman temini bu legal yapılar aracılığıyla devşirilir. Bu legal yapıların arkasında ise güçlü ve gizli organizasyonlar yer alır. Bunlar sır saklama, gizlenme, istihbarat toplama, eylem yapma konusunda eğitilmişlerdir. Bu yapıda bulunanların ayrılması asla kabul edilemez. Bu örgütün varlığı için de bir tehdit oluşturur.
Bu nedenle Bâtınî ve Kült örgütler aslında bilinen mistik yapılar, züht ve insanın kemalini sağlayan ahlaki cemaatler değil, toplumu esoterik liderlik aracılığıyla kurtuluşa eriştirmeye çalışan radikal yapılardır. Bu yapıları bilinen sert radikal örgütlerden (DEAŞ gibi) ayıran özellik radikalleşme için daha yumuşak araçlar kullanmaları ve kitlelerini daha uzun hedefler için hazırlamalarıdır. Bâtınî ve Kült radikal örgütlere katılan elemanların örgütün gizli, örtük hedeflerini içselleştirip şiddete başvurması bir anda olup biten bir süreç değil aksine zamana yayılan bir süreçtir. Birey örgüte sempati duyarak, önce gönlünü kaptırır sonra zamanla örgütün fikir ve ideolojilerine ve empoze edilen grup kimliğine aklını kaptırır ve fikirde radikalleşmeye başlar. Son aşama ise örgütün dinî ideolojisine hizmet etme, gerektiğinde canını vermeyi göze alma ve suç içleyerek kanunları ihlal etmeyi meşru sayma sürecidir.
***
Maalesef 10. YY’dan itibaren İslam dünyasının karşılaştığı en büyük tehdit ne Hristiyanlık ne de Yahudilik olmuştur. Müslümanlar en fazla Batıni, Ezoterik Kült gruplar ve inançlarla uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu mücadeleyi yürütenlerin başında da İmam Mâtüridî hazretleri gelir. İmam Mâtüridî’nin eserlerindeki ana muhataplara baktığımızda ilginç bir tabloyla karşılaşıyoruz.
İç Muhataplar: Mu’tezile, Şia, Kerramiler, Karmâtîler, Hariciler, Cebriyye, Mücessime, Bâtınîyye ve Ehli Hadis.
Dış Muhataplar: Seneviyye, Mecusiler, Menaniyye, Marsinyon, Deysâniyye, Sümeniyye, Sofistler, Dehriyye, Yahudi ve Hıristiyanlar.
Bu tablonun en ilginç tarafı her iki muhatap grubun ortak kesişim kümesini Bâtınî ve Gnostik Kült inanç gruplarının oluşturmasıdır. Mâturidî Bâtinîliği her ne kadar özel bir grup ismi olarak zikretmiş olsa da aslında bölgede İsmâilîliğin etkisi altında bulunan Kerrâmî ve Karmatîlerin hatta Şiiliğin Bâtınî inançlar içerdiğini biliyoruz. Diğer yandan, dış muhataplara baktığımızda düalizmi ifade eden Seneviyye her ne kadar gnostik gruplar için şemsiye bir kavram olarak kullanılsa da, Mecusiler, Mani dinine ait Menâniyye ve Hrıstiyanlığın bir taikatı ola Marsinyonculuk ve Deysaniyye’de Gnostik kült inançlara sahiptir.
Bu açıdan İmam Mâturidî’nin iç ve dış muhataplar arasında fikri mücadelesinin tam merkezinde Bâtınî ve Gnostik gruplar olduğunu söyleyebiliriz. Aslında o, Mu’tezileyi dışarıda bırakırsak kelami eserinin büyük kısmında Bâtınî ve Gnostik grupların iddialarına cevaplar vermiş, hatta kelami sistemini bu grupların temel iddialarının yanlışlığını gösterecek biçimde inşa etmiştir. Bu açıdan İmam Mâturidî hazretlerinin kelami sisteminin Bâtınî ve Gnostik modellerin bir alternatifi olduğunu hatta onlara karşı bir güvenlik duvarı oluşturduğunu söyleyebiliriz.
***
Bâtınî ve Kült örgütler neden bir güvenlik tehdidi olarak görülmüştür? Bunun asıl nedeni teolojik olmaktan daha çok siyasidir. İster İslam dünyasında içeriden ortaya çıkan Bâtınî ve Kült örgütler (İsmâilik, Karmâtîlik vb) ister ise dışarıdan gelen gruplar (Maniheizm vb.) olsun hepsinin iktidara yönelik bir talepleri vardır. İktidarın ya kendi ellerinde olmalarını ya da iktidar seçkinlerinin (İktidar ailesi, bürokrasisi vb.) kendilerine bağlı olmasını talep ederler.
Meselenin daha iyi anlaşılması için birkaç örnek vereyim isterseniz… 749’da Uygurların resmî dini olan Manicilik Irak’tan Orta Asya’ya kadar etkili olan bir gnostik kült inançtır. Öyle ki, Roma İmparatorluğu sınırlarından Avrupa’nın içlerine kadar yayılabilmiştir. Manicilik toplum elit kesimlerini, yönetici sınıfının çocuklarını etkilemiş, toplumun edip ve şairlerinde önemli tesirler bırakmıştır. Oldukça münzevi görünümlü misyonerleri, bulundukları toplumun elitlerine hitap edecek kadar kültürlü ve çok dilli yetişmiştir. Oluşturdukları kilise türü yapılanma ile Müslüman toplumun tüm kılcal damarlarına sızma başarısı göstermişlerdir. Yazdıkları kitapları besmele, hamdele ve salvele ile başlar ama sonra kendi gnostik ve İslam karşıtı inançlarla devam ederdi.
Sözde oldukça münzevi bir hayatı savunan, et bile yemeyen Maniciler nedense toplumun soylu kesimleri ile ilgilenmeye öncelik verirler. İnsanlara sürekli korku kültürü pompalarken, dünyanın iyilikle kötülük arasında bir savaş alanı olduğunu söylerken soylularla, krallarla ilgilenmekten vazgeçmezler. Onun misyoner tarihini gösteren bir belgede şöyle denir:
“O birçok kralı, yöneticiyi, asili, aristokratı, kraliçeyi, prens ve prensesi papaz olarak atamıştı.”
Ne kadar ilginç değil mi, dünyanın ve maddi olanın kötü ve insan ruhuna zarar verdiğini söylen bir inanç, soyluları ve kralları kendi müridi yapıyor. Çünkü tarih boyunca tüm gnostik kült gruplar halkı kötülükle, dünyanın sonunun geldiğini, kıyametin yakında kopacağı ile korkuturken, iktidarı soylular eliyle yönetmenin çok kolay olduğunu öğrenmişlerdir. Ve hemen hemen tümü bunu yaparken topluma mitoloji ve efsane ile dolu bir inanç anlatmayı tercih etmiştir.
***
Peki Romayı yaklaşık 300 yıl meşgul eden Manicilik ve Gnostik akımlar Müslüman dünyada nasıl oldu da 150 yılda etkisini kaybetti ya da sönükleşti. Sanırım bunun en önemli nedeni Hanefi-Mâtüridilik başta olmak üzere Ehl-i Sünnet’in bir teolojik güvenlik duvarı oluşturması ve toplumsal merkezi doldurmasıdır. Ünlü Mâtüridî âlim Ebû’l-Mu’în en-Nesefî’nin şu tespitleri oldukça önemlidir:
“Merv, Belh ve diğer bütün Mâverâünnehir ve Horasan bölgesinde yaşayıp, usul ve furu’ konusunda Ebû Hanife’nin yoluna uyup, i’tizal görüşünden uzak duranlar ilk dönemlerden beri bu mezhebe bağlıydılar. Semerkant’ta yaşayan usul ve furu’ ilmini birleştiren ve dini muhafaza eden âlimlerimize gelince, bunların ilimlerindeki derinlik, kelam ilmi konusundaki yetkinlikleri, dinî duyarlılıkları ve bid’at fırkalarına karşı sert tutumları vesilesiyle cenâb-ı Allah bu ülkeleri tüm bid’atçıların kötülüklerinden temizledi…”
***
Sonuç olarak İslam dünyasında yayılma gösteren gnostik akımların ağır yenilgiye uğramaları yalnızca iktidarların onlara karşı aldıkları askerî ve idari tedbirlerle izah edilemez. Bu yenilginin asıl sebebi kültüreldir. Nitekim İslamiyetin; rasyonel olduğu kadar hayata karşı da olumlu yaklaşan bir din olması, fikrî ve ideolojik bünyelerinde bu niteliklere sahip olmayan Gnostik ve Kült akımlar için asıl ölümcül darbeyi vuran temel etken olmuştur. Matematik bilimlerine önem veren, fizik âlemini bilimsel olarak açıklamaya çalışan, bilgi üreten, edebî bir zevke sahip bu yeni kültür, özellikle münevver çevrelerin zihin dünyalarına hitap edebilmişti ki bu Gnostik akımlarda olmayan bir şeydi. Hem akla hem de edebi zevklere hitap ederek toplumsal bir ortak aklın inşası başarılmıştı ki kuşkusuz bu başarıda kelamcıların rolü azımsanamayacak kadar önemli bir etkiye sahipti.
Bugün aslında fark etmediğimiz şey, Bâtınî ve Kült gruplarla sadece polisî tedbirler ve kaba saldırılarla baş edemeyeceğimizdir. Aslında yapmamız gereken topluma, gençlere, eli kalem tutan kesimlere hayatı anlamlı kılacak ve açıklayabilecek bir kültür ve inanç dünyası inşa edebilmektir. Bırakılan toplumsal boşluk her zam
.
Lozan’ın gizli maddeleri” tartışması
Prof. Dr. Çağrı Erhan, Türkiye “Lozan’ın süresi tartışmaları” başlıklı geçen haftaki yazımdan sonra elektronik posta ya da sosyal medya hesapları...
4 Ağustos 2019 Pazar 2:34
Prof. Dr. Çağrı Erhan, Türkiye
“Lozan’ın süresi tartışmaları” başlıklı geçen haftaki yazımdan sonra elektronik posta ya da sosyal medya hesapları üzerinden bana ulaşan birçok okuyucumuz, Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri konusunda bir bilgim olup olmadığını sordular. Bu soruların temel sebebi, tıpkı Lozan Antlaşması’nın süresi gibi, Antlaşma’nın gizli maddeleri olup olmadığının da kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılır oluşu. Hemen her yıl, Antlaşma’nın yıl dönümü yaklaştığında birileri bu iddiayı -sosyal medya uzmanlarının tabiriyle- köpürtüyorlar…
Devletler arasında gizli antlaşmalar yapılması ya da açık bir antlaşmanın gizli maddelerinin bulunması, siyasi tarihte olağan bir durumdur. Binlerce örneği mevcuttur. Bu antlaşmaların imzalanmasından çok, bir gün bir şekilde ortalığa saçılıvermesi uluslararası alanda tartışmaları beraberinde getirmiştir. Mesela Bolşevik Devrimi’nden hemen sonra 23 Kasım 1917’de Sovyet Rusya hükûmeti, İngiltere ile Fransa arasında 1916’da imzalanan ve Çarlık Rusyası’nın bir protokolle sonradan katıldığı gizli Sykes-Picot Antlaşmasının metnini Pravda ve İzvestiya gazetelerinde yayınlatmıştı. Antlaşmanın içeriği İngiltere ve Fransa yasama organlarından dahi saklanmış olduğundan her iki ülkede de siyasi tartışma çıkmıştı. Üstelik bu belge, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Balfour’ın, Dünya Siyonist Örgütü Başkanı Walter Rotschild’a yolladığı ve “majestelerinin hükûmetinin Yahudiler için Filistin’de bir ulusal yurt kurulmasını desteklediğini” bildirdiği mektuptan 20 gün sonra ortaya çıkmıştı. Fransızlar bir de gördüler ki, İngilizler sadece 556 gün önce kendileriyle mutabık kaldıkları sınırların bir bölümünü Yahudilere teklif ve taahhüt ediyor.
Gizli antlaşmaların ifşa edilmesi genellikle yukarıda bahsettiğim Bolşevik Devrimi benzeri rejim değişikliklerinden, savaşta bir ülkenin yenilip, arşivlerinin galiplerin eline geçmesinden ya da bir hükûmetin bir darbeyle devrilmesinden sonra gerçekleşiyor. Birçok devlet, evvelce yapılmış gizli anlaşmaları, üzerinden belli bir süre geçtikten sonra arşivlerinde araştırmacıların kullanımına açmayı da tercih edebiliyor. Mesela, İran Devrimi’nden sonra Şah döneminde ABD ile yapılan birçok gizli anlaşma kamuoyuyla paylaşılmıştı.
Lozan’a dönersek, bu konuda Türkiye’de, İngiltere’de, Fransa’da ve ABD’de epey arşiv araştırması yapmış, o dönemde ve sonrasında konuyla ilgili yazılmış bilimsel, siyasi, muvafık, muarız kitap ve makalelerin çoğunu okumuş biri olarak gönül rahatlığıyla, Lozan Antlaşması’ndaherhangi bir gizli madde olmadığını söyleyebilirim.
Şayet siz, sözde gizli maddelerle ilgili ‘bilgilendirme’ bombardımanına maruz kalmışsanız ve Lozan’ı araştıran tarihçilerin “biz bu konuyu araştırdık ama gizli bir maddeye rastlamadık” demelerine rağmen hâlen şüphe içindeyseniz sizi rahatlatmak için dört hususu daha dikkatinize sunayım:
1-Lozan’ın gizli maddeleri hakkında yazanların lisan bilgisi nedir? Bunlar İngiltere, Fransa, ABD, hadi olmadı Lozan Konferansı’na katılan diğer devletlerden Belçika, Romanya, Portekiz, Japonya vb. devletlerin arşivlerinde hayatlarında 1 gün olsun bulunmuşlar mıdır? Bulunmuşlarsa, Lozan konferansına dair belgeleri ve tutanakları incelemişler midir? Lozan Antlaşmasını imzalamış devletlerin diplomatik tutanaklarında herhangi bir gizli maddeyle ilgili -dedikodu mahiyetinde bile olsa- tek bir satır var mıdır?
2- Diyelim ki, gizli maddelerden bahsedenler yeterli seviyede bir yabancı lisan bilmeden tarihçi olmuşlar. O sebeple yabancı arşivlere bakamamışlar. Ama herhâlde bu zevatın Türkçe bilmelerini bekleriz değil mi? Kastettiğim elbette dönemin belgelerini okuyabilecek kadar bir eski harfli Türkçe bilgisine sahip olmalarıdır. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı’nda araştırma yapıp, Lozan’ın gizli maddeleriyle ilgili tek bir sayfa belge bulup da bugüne kadar ortaya çıkarmışlar mıdır?
3- Hadi onu da yapmadıklarını farz edelim, Seha Meray’ın günümüz Türkçesi’ne aktardığı Lozan Tutanaklarını, Bilal Şimşir’in iki ciltlik Lozan Telgraflarını, ya da TBMM’de Mart 1923’te yapılan gizli Lozan celseleri tutanaklarını (bunlar da günümüz Türkçesiyle basıldı) okuyup, iddialarına delil teşkil edecek bir gizli madde veya en azından ona dair bir rivayeti bulabilmişler midir?
4- Bari en azından, başkalarının kaleme aldığı Lozan’la ilgili herhangi bir uluslararası akademik yayında, gizli maddelerle ilgili belgelere dayalı bir bilgiyi size sunmuşlar mıdır?
Tüm bu soruların cevabı, ‘hayır’dır…
Sonuç olarak, şek ile yakîn zail olmayacağı gibi müddei de iddiasını ispatla mükelleftir. Lozan’ın gizli maddeleri olduğunu iddia edenlerin bu iddialarını belgelerle ispat etmesi gerekir. Fakat sizin bu konudaki tereddüdünüz hâlen devam ediyorsa, 4982 Sayılı Bilgi Edinme Kanunu’na istinaden, Lozan diplomatik yazışmalarını arşivinde muhafaza eden Dışişleri Bakanlığı’na başvurabilir ve “Lozan Antlaşması’nın gizli maddesi var mı?” diye sorabilirsiniz. Kanunen size 15 iş günü içinde cevap vermek zo
.
ŞULE YÜKSEL ŞENLER
Onun Huzur Sokağı adlı kitabını okuduğumda 70 lerin başıydı.. Ve herhalde 14-15 yaşlarında falandım. Uzun bir hikaye diyebileceğim o kitapta 60 lı yılların Türkiye’sinden bir...
30 Ağustos 2019 Cuma 0:11
Onun
Huzur Sokağı adlı kitabını okuduğumda 70 lerin başıydı..
Ve
herhalde 14-15 yaşlarında falandım.
Uzun bir hikaye diyebileceğim o kitapta 60 lı yılların Türkiye’sinden bir kesit anlatıyordu.
Kitapta;
Nasıl olmuşsa Osmanlı’dan arta kalmış, İslami hayatı yaşamaya çalışan mütavazı kenar bir mahallede.. o mahallenin mütavazı bir evinde annesi ile birlikte yaşayan dindar bir üniversiteli gencin (Bilal) ile.. üniversitede sosyete kesiminden tanıştığı uçarı hoppa bir kızın(Feza) tanışmasını.. o kızın hidayete erip namaza başlamasını..kapanmasını… İkisi de birbirlerine aşık oldukları halde kavuşamadıklarını anlatan kurgusu güzel yapılmış bir kitaptı.
Kitabı bir solukta bitirdim diyebilirim.
Kendi kendime
Eğer bir gün üniversiteyi kazanırsam ben de Bilal gibi olacağım veya olmalıyım diye düşündüm.
Nasip oldu üniversiteyi kazandım.
” Bir de İstanbul’a geldim ki,
Çarşı pazar
Naradan çalkalanıyor
Öyle ya,
Hürriyet var ”
Sadece bizim Üniversite değil (o zaman akademi)
Bütün üniversiteler kazan gibi fokur fokur kaynıyor.
Kavgalar, boykotlar, okulu boşaltmalar günlük rutin işlerden…
Tabancalar patlıyor.. falçatalar öğrenci doğruyor vs.
Baktım
Bilal’in okuduğu üniversite ile bizim üniversite birbirine hiç benzemiyor.
Bilal hikmetli sözlerle, düzgün yaşantısı ile gayet steril bir ortamda öğrencilerle tartışıyor konuşuyor kendine çekmeye çalışırken.. benim gördüğüm üniversitede konuşmanın (k) si tartışmanın (t) si yok.
Okula
Grup halinde dava arkadaşlarınla beraber değil de.. tek başına gittiğin gün dayak yemek garanti…
Böyle bir ortamda
Mecburen
Elimizi uzatmaya geldiğimiz okulda.. yumruğumuzu sıkmak zorunda kaldık.
Allah bu millete bir daha o günleri göstermesin.
Okulu bitirip iş hayatına atıldık.
Oradan da Kiptaş’a…
Günlerden bir gün Kiptaş’ta Şule ablayı karşımda gördüğümde öyle bir heyecanlandım ki…
Konu hemen Huzur Sokağı’na geldi.
Orada geç kalmış bir teşekkürü kendisine vicahen yaptığım için kendimi çok mutlu hissettim.
Evet, gerçi ben Bilal gibi olamamıştım
Ama
O kitap benim İslamcı hayatımda bir manivela kolu görevi yapmıştı.
Bu arada ayrılırken
İçimde bir burukluk hissettim.
Kiptaş’a geliş sebebi 2+1 daire almak için miydi veya almış da bir problem mi çıkmıştı.. geçmiş zaman unuttum.
İçimden
Böyle bir yazar batıla hizmet eden cephede olsa onu ihya ederlerdi.
Çünkü
Kendisi sadece bir yazar değildi
Konferanslar vermiş hapis yatmış bu dava uğrunda çile çekmiş bir ablamız.. böyle basit bir iş için kendisi mi koşturmalıydı? Ki, o zaman da yaşı ilerlemiş ve rahatsızlığı da vardı.
Bu gün Şule ablanın ölüm haberini aldım.
Her fani gibi o da darı bekaya göçtü.
Allah gani gani rahmet etsin.
Şunu da unutmayalım ki,
Şule abla Huzur Sokağı’nı yazdığı yıllarda
Devlet kademelerinde namaz kılanı partavla ararsanız ancak bulurdunuz.
Bazen devlete işimiz düştüğünde ve namaz saati geçecek gibiyse..hemen gider odacıyı bulur bize namaz kılacak bir yer göstermesini isterdik.
Namaz kılma yerlerimiz
Genellikle
Ya toz kir içindeki merdiven altları
Ya kalorifer dairelerinin izbe köşeleri
Veya
Bodrumdaki sığınaklardı.
neden?
Çünkü o odacının veya tek tük de olsa memurun namaz kıldığı amirleri tarafından fark edilirse siciline işlenir, böylece işinde yükselemezdi. Tabii ki, bu işler resmen yapılmazdı
Ama
İşlerin nasıl yürütüldüğünü herkes bildiği için tedbirini ona göre alırdı.
Bugün
Devletin en üst makamına seccade serilmişse.. bunda Şule ablanın da katkısı olduğunu unutmayalım.
Cumhurbaşkanımız da bunun farkında ki, yarın kılınacak cenaze namazına iştirak edeceğini duydum.
Bu hassasiyetinden dolayı Cumhurbaşkanımıza teşekkür.. Şule ablamıza rahmet diliyorum.
Nur içinde yatsın.
28.08.2019
Emin Batur
Üzülmeyelim, unutmayalım ki “Kişi sevdiğiyle beraberdir!”
AHMET YENİLMEZ-GÜNEŞ Bugün gibi hatırlıyorum! TRT’nin ‘’Yılın Genç Girişimcileri’’ ödül töreni için Ankara’da bulunan Arı Stüdyolarındaki ödül törenindeydim, sırasıyla...
17 Temmuz 2019 Çarşamba 0:23
AHMET YENİLMEZ-GÜNEŞ
Bugün gibi hatırlıyorum!
TRT’nin ‘’Yılın Genç Girişimcileri’’ ödül töreni için Ankara’da bulunan Arı Stüdyolarındaki ödül törenindeydim, sırasıyla Sayın Numan Kurtulmuş, Sayın İbrahim Eren’den sonra bendenize ödül vermem tevdi edilmiş ve bendeniz sahnede, ödülü verip birkaç kelam etmek için mikrofonu elime almıştım ki, birden salonda haraketlilik başladı!
Salon hızla boşalıyor, yaptığım konuşmayla kimseler ilgilenmiyor, bir arbede yaşanıyordu!
Orta kulak iltihabı olduğum için, ‘’Her halde zelzele oldu insanlar panik yaptı’’ diye içimden geçirdim, konuşmamı kısa kesip yerime oturup cep telefonumu elime aldığımda, ‘’Reis darbe oluyor biz dışarıda seni bekliyoruz’’ mesajını gördüm!
Neredeyse 25 yıldır TRT’nin çeşitli programlarına misafir olarak katılırım ve her defasında bendenize Kavaklıdere’de bir otelde rezervasyon yapılırken, bu sefer bulmakta zorlandığım Oran’da bir otelde rezervasyon yapılmıştı!
Yanımdaki arkadaşlarımla istişarede bulunmak için otele giderken bir tanesi, ‘’Reis, bu ne biçim otel? Ben Ankaralıyım ben bile burada otel olduğunu bilmiyorum’’ derken biz otele girdik ve televizyonu açıp olan biteni anlamaya çalışırken, o ana kadar hayatımın hiçbir döneminde şahit olmadığım kulaklarımızı sağır edecek şiddette bir ses duyduk, 3-4 dakika sonrasında da ağır bir koku…
Sonradan öğreniyorum ki, az ötemizde Gölbaşı Özel Harekât Merkezi ağır bombardımana tutulmuş, demirden kapılar erimişti!
Doğruca TRT Genel Müdürlüğü binasına gittik ki, çoğu, ‘’Deli Yürek’’ seyrederek büyümüş çengel bıyıklı yürekli gençler göğüslerini tanklara siper etmekteydi.
Bir yandan da telefonum çalıyor arayanlara, ‘’Sokağa çıkın’’ deyip telefonu kapatıyordum!
Ne zaman ki, Sayın Turgay Güler, ‘’İmamları, müezzinleri minarelere sela okumaya davet ediyorum’’ dedi, işin şekli değişmeye başladı!
Günün sabahında, ‘’Başarısız işgal girişimi’’ kontrol altına alınmış, bizler de dönemin Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Sayın Fahri Kasırga Bey’i karşılayıp evine bırakıp, İstanbul’a dönmüştük!
O akşam, İstanbul ve birkaç şehirde kimileri pencerelerden sevinç naraları atmış, telefonla arayanların kimisi de,, ‘’Bu iş tamam’’ diyerek kıs kıs gülmüşlerdi!
Hatırlıyorum da PKK, masum insanları katletmeye ara vermiş, sınır ötesinde konuşlanmıştı!
Aradan üç yıl geçti…
PKK FETÖ PDY terör örgütü kol kola girdi Türk siyasetini dizayn etmeye başladı ve bir nebze de olsa merhale kat etti, en acısı da, 15 Temmuz 2016’da yürekleriyle tanklara karşı koymuş, ancak nefisleri ve ihtiraslarına gem vuramamış, hırsları yüreğini boğmuş insanlarımızı da yanlarına alarak…
Önceki gün, yani Pazar günü Hakkari’den üç şehit haberi geldi!
Önceki gün, yani Pazar günü PKK’nın siyasi dili HDP’li vekiller, ODTÜ’de kesilen kavak ağaçları için ODTÜ’deydiler!
Önceki gün, yani Pazar günü Dalaman ve Fethiye’deki orman yangınlarını PKK üstlendi!
Önceki gün, yani Pazar günü, 15 Temmuz 2016’daki başarısız işgal girişimi için bir tek mesaj yazmayıp ‘’Bu iş bitti’’ diyenler, ODTÜ’deki ağaçlar için vicdan yapan mesajlar paylaştılar da, üzerinde yaşadıkları vatan için Hakkari’de şehit düşenlere, vicdanları lal oldu, bir tek mesaj atmadılar!
Dün, yani 15 Temmuz 2016’nın 3.seneyi devriyesi pazartesi günü de sustular!
Utançlarından değil…
“Yüreksizler utanmaz ki…
O, en güzel sermayeni hovardaca harcama derim!
Nasıl yani?
Yüreğini diyorum, hovardaca harcama! Gün gelir kendini yüreksizlerin elinde bulursun!…
Unutma ki, yüreksizlerin vicdanı yoktur!”
Yukarıda ki diyalogları, ilk sinema yönetmenim merhum Bahaddin Özcan söylemişti kulaklarıma!
Ne acı ki, bugün Türk siyaseti de vatan toprağı da bizler de yüreksizlerin ellerine düştük!
Hülasa, 15 Temmuz başarısız işgal girişimi devam ediyor!
Vakit, başta kendim olmak üzere titreyip kendimize gelip, ‘’Yüreksizler bu iş daha bitmedi’’ deme vaktidir!
Üzülmeyelim, unutmayalım, ‘’Kişi sevdiği ile beraberdir’’ sözüne iman etmedik mi?
Öyleyse, ilk işimiz, TC 100 Savunma sistemi…
.
Lozan İhaneti!
TAHA AKYOL-KARAR Bugün Lozan antlaşmasının 96. Yıldönümü… Lozan elbette akademik gözle tartışılabilir fakat Türkiye’de hâlâ politik ve ideolojik amaçla...
24 Temmuz 2019 Çarşamba 0:33
TAHA AKYOL-KARAR
Bugün Lozan antlaşmasının 96. Yıldönümü… Lozan elbette akademik gözle tartışılabilir fakat Türkiye’de hâlâ politik ve ideolojik amaçla tartışılıyor. Lozan’ın “hezimet” ve hatta “ihanet” olduğunu söyleyenler var.
Eski Van mebusu merhum İbrahim Arvas’ın “Tarihi Hakikatler” adlı kitabı böyledir. Arvas’a göre, Lord Curzon Lordlar Kamarası’nda “evet Misterler, Türklere istiklal verdim fakat karşılığında bütün maneviyatlarını ellerinden aldım” diye konuşmuş…
Arvas şunları yazıyor: “Kadınların memur, mebus ve avukat olması ve aile idaresinin erkeklerden alınıp kadına verilmesi, her içkinin ve fuhşun serbest bırakılması ve futbolun zararlı şekilde neşr ve tamimi ve bunlar gibi daha nice değişiklikler (Lozan’da) kabul edildi.”
KADINLAR, FUTBOL VE LOZAN
Lozan zabıtlarının tamamını, İngiliz Lordlar ve Avam kamaralarındaki Lozan müzakereleri tutanaklarının yine tamamını okumuş biri olarak belirteyim ki, Arvas’ın yazdıkları tamamen kendi hayalidir.
Zaten hiçbir kaynak göstermediği gibi “kadınların memur, mebus ve avukat olmasını… futbolun yaygınlaştırılmasını” maneviyatımı elimizden almak için bize Lozan’da İngilizlerin kabul ettirdiklerini söylemek, nasıl bir “hayal” olduğunu görmeye kafidir.
Bugün muhafazakar iktidar da kadınların “memur, mebus ve avukat” olmalarını teşvik ediyor.
Lozan’ı kötüleyenler Lozan’dan sonraki Takrir-i Sükun ve Tek Parti dönemindeki uygulamaların yarattığı travmaların psikolojisiyle Lozan’a bakıyorlar, bu yanlıştır. Lozan’ı kendi belgelerinden okumak lazımdır.
LLOYD GEORGE NE DEMİŞTİ?
İngiliz tarafında da Lozan’ı kendileri için “diplomatik hezimet” olarak görenler vardı. Sevr’in baş mimarı Başbakan Lloyd George 28 Temmuz 1923 günlü Daily Telegraph gazetesindeki makalesi “Lozan’da Türkiye’nin Başarısı, Medeniyetin yenilgisi” başlığını taşıyordu:
Lloyd George parlamentodaki konuşmalarında da Sevr’le Lozan’ı mukayese ediyor, Lozan’da İngiliz diplomasisin mağlup olduğunu anlatıyordu…
Fakat iktidardan düşmüştü!
Şubat 1923’te iktidara gelen İşçi Partisi, artık taşınmaz hale gelen sömürgeler siyasetini bırakmak, batık İngiliz ekonomisine ve Avrupa sorunlarına odaklanmak istiyordu. Onay için Lozan’ı parlamentoya sevk edecekti.
‘BİLİNMEYEN LOZAN’
Lozan’ı kötülemek için Türkiye’de söylenenlerden biri şudur: Yunanistan’ın Anadolu’da yaptığı yıkım için istediğimiz tazminattan İsmet Paşa feragat etti.
Evet, bu doğrudur.
Fakat madalyonun öbür tarafı da vardır: Müttefikler de bizden Birinci Dünya Savaşı için tazminat istiyordu… Dahası, Venizelos, 1913’ten itibaren Türkiye’den göçen Rumların emlaki için tazminat istiyordu…
Uzun tartışmalar sonunda bütün taraflar tazminattan feragat etti; olay budur.
Her olay gibi Lozan’ı da doğru okumak için bütün unsurlarına bakmak gerekir.
Çok konuşulan adalar ve Musul sorularını Türkiye askeri güçlü çözebilecek durumda değildi, onun için Lozan’da sonuç alınamadı.Yine de Lozan’da Türkiye asıl hedeflerine ulaştı: Hatay’ı da ileride içine alacak şekilde bugünkü sınırlarımızın çizildi, kapitülasyonların kaldırılmasıyla bağımsız Türkiye kuruldu.
Lozan’ın çeşitli yönleri hakkında benim “Bilinmeyen Lozan” kitabımı okurlarıma tavsiye ederim.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci Hâdiselerin iyi-kötü, müsbet-menfi oluşu, nereden baktığınızla alâkalıdır. 100 yaşına yaklaşan Lozan da bakılan tarafa...
30 Temmuz 2019 Salı 0:40
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
Hâdiselerin iyi-kötü, müsbet-menfi oluşu, nereden baktığınızla alâkalıdır. 100 yaşına yaklaşan Lozan da bakılan tarafa göre farklı değerlendirilmeye müsait bir antlaşmadır.
Cihan Harbi’nde mağlup olan Almanya ile Versay, Avusturya ile St. Germain, Macaristan ile Trianon ve Bulgaristan ile Neuilly Antlaşması imzalandı. Almanya, Batı Prusya, Saarland ve Alsace-Lorraine gibi Alman yurtlarını kaybederken, Avusturya’dan koparılan topraklar üzerinde yeni devletçikler kuruldu. Bulgaristan ve Macaristan da bir miktar toprak kaybetti. Hepsi imparatorluktan basit birer ulus-devlete dönüştürüldü.
Bunlar birkaç ayda olup bittiği hâlde, Osmanlı Devleti’yle müzakereler uzun sürdü. Paris’in Sevr banliyösünde 10 Ağustos 1920’de bir antlaşma paraf edildi. İstanbul ve Anadolu, Türklerin elinde bırakılıyor; fiilen işgal altında bulunan Suriye, Irak, Filistin, Doğu Trakya, İzmir, Antalya gibi topraklarda İngiliz, Fransız, Yunan ve İtalyan hâkimiyeti tanınıyor; Boğazların idaresi, milletlerarası bir komisyona devrediliyordu. Yunan işgalindeki İzmir’in geleceği 5 yıl sonra yapılacak plebisit [halk oylaması] neticesine bağlanıyordu.
İlk netice
Hükûmet ve padişah kabul etmediği için Sevr Antlaşması’nın ölü doğması üzerine, İngiltere, Anadolu hareketine yaklaşıp saltanatı gözden çıkardı. Bir yandan Yunanları Anadolu içlerine sürerken, öte yandan da Ankara’nın önünü açtı.
Yunan mağlubiyeti üzerine Lozan’da yapılacak sulh müzakerelerine İstanbul hükûmetinin de çağrılmasıyla telaşlanan Ankara, saltanatı kaldırdı. İngiltere’nin teklifi, zaten saltanatın kaldırılması için bir taktikti. Bu, Lozan’ın ilk neticesidir.
Lozan’a gönderilen heyetin başına, hayatında yurt dışında bulunmamış, hiç diplomasi tecrübesi olmayan, üstelik kulağı da işitmeyen, sadece sadakati ile öne çıkmış bir asker; İsmet Bey (İnönü) tayin edildi. 100 kişilik heyet arasında müşavir sıfatıyla Hahambaşı Hayim Naum Efendi’nin varlığı dikkat çekiciydi. Bu kişinin, müttefiklerle heyet arasındaki gizli görüşmelere aracılık yaptığı söylenirdi.
Lozan’daki karakterler
Kırmızı çizgiler
İsmet Bey’in cebine 14 maddelik bir talimatname konmuştu: 1-Musul, Kerkük ve Süleymaniye alınacak. 2-Doğu Trakya’da 1914 sınırı muhafaza edilecek. 3-Batı Trakya’da plebisit yapılacak. 4-Pek ümitle olmasa da Ege adaları istenecek. 5-Fransızlarla anlaşılan Suriye sınırı tanınacak. 6-Ermeni yurdu kurulmayacak. 7-Boğazlarda yabancı askeri olmayacak. 8-Kapitülasyonlar kaldırılacak. 9-Azınlıklar mübadele edilecek. 10-Dış borçlar, Osmanlı’dan ayrılan devletlere taksim edilecek; Yunanistan’dan alınacak harp tazminatına mahsup edilecek veya 20 sene ertelenecek. 11-Orduya tahdit getirilmeyecek. 12-Azınlıklar, Türk kanunlarına uyacak. 13-Müslüman vakıfları önceki anlaşmalar çerçevesinde devam edecek. 14-Osmanlı’dan ayrılan memleketler için Misak-ı Millî’nin plebisit hükümleri tatbik edilecek.
Kurt İngiliz diplomat Lord Curzon, oyunbazlıkları ile konferansın hâkimiydi. Müzakereler, 4 Şubat 1923’te kesildi. Bunun sebebi Londra’nın 3 şart koşması olarak verilir: Hilâfetin kaldırılması, Bolşevikliğin yasaklanması ve Musul’dan vazgeçilmesidir. İsmet Bey, Eskişehir’de Gazi ile görüştü. Savaştan yılmış Ankara, şartları kabul etti. Nitekim İngiltere parlamentosu, ancak 3 Mart 1924’te halifelik kaldırıldıktan sonra Lozan’ı görüşmeye başlamış ve kabul etmiştir.
Amerika ne dedi?
24 Temmuz 1923’te Türkiye ile İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya tarafından Lozan Muahedesi (Antlaşması) imzalandı. Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Rusya sonradan antlaşmaya imza koydu. Amerika’nın Lozan’ı kabul etmediği doğru değildir; hasım olmadığı için imza koymamıştır. Burada imzalanan Türk-Amerikan ticaret protokolü, sonradan kongre tarafından reddedilmiştir.
Lozan’ın gizli maddeleri veya 100 yıl geçerli olduğu hakkında söylenenler uydurmadır. Milletlerarası antlaşmaların gizli maddesi olmaz. Geçici antlaşma mümkün ise de, Lozan böyle değildir.
Konferansta bütün inisiyatifi otoriter bir şekilde elinde tutarak, delegelerle bile paylaşmayan İsmet İnönü, Türk amme efkârında tavizkâr davranmakla itham edildi. Görüşmeler sırasında Türk tarafının görüşmeleri, İngiliz ve Fransızların kontrolündeki telgraf hatlarından geçiyordu. Hatta şifreleri karşı tarafça çözülüyordu.
Ankara’nın ilk meclisindeki savaşçı kadroların tavrının ne olacağını bilen Gazi, Meclis’i dağıtarak tamamı kendi taraftarlarından teşekkül eden yeni bir Meclis’e antlaşmayı kabul ettirdi. Buna rağmen 14 milletvekili ret oyu kullandı. 6 Ağustos 1924’te yürürlüğe giren antlaşma, Türkiye’nin içine kapanması ve sert bir inkılap devresinin de başlangıcı oldu.
Türk heyeti Lozan’da
Ne getirdi, ne götürdü?
Avantajlardan başlayalım: Lozan Antlaşması ile Almanya’ya olan borçlar silindi. Diğer borçlar, eski Osmanlı topraklarında kurulan yeni devletlere paylaştırıldı. Ahalisinin ekseriyeti Rum olduğu hâlde, Doğu Trakya ve İzmir, Türklere bırakıldı. Emperyalistler için artık ihtiyaç kalmadığı için Ermenistan ve Kürdistan meselesi kapatıldı. Hepsi, Ankara’ya yapılmış büyük birer lütuf sayılabilir.
Gayrimüslim azınlıklar, her iki antlaşmada da, hukukî imtiyazlara sahiptir. Lozan’da, mahkemelerde Avrupalı hukuk müşavirlerinin hazır bulunması kabul edilmiştir. Yeni devletin hukuk hayatı, bu ecnebi mütehassıslar tarafından dizayn edildi ki sömürgelerde bile böylesi görülmemişti. Böylece Türkiye, müttefiklerin emellerine uygun olarak, İslâmî hüviyetinden tamamen sıyrılmış oldu. Yeni devirde Müslümanların dinî hayatı yerle bir edilirken, gayrimüslim tebaa Lozan sayesinde nisbî koruma altındadır.
Yunanistan’ın mali vaziyeti nazara alınarak, Edirne’nin Karaağaç Mahallesi karşılığında harp tazminatından vazgeçildi. Yunanistan’daki Müslümanlarla; Türkiye’deki Ortodokslar, Batı Trakya ve İstanbul müstesna olmak üzere mübadele edildi. Bu, bilhassa yetişmiş nüfusa ihtiyaç duyan Yunanistan’ın işine yaradı.
Sürgün, Ermenilerin dönebilmesi ve 1 yıl içinde malları ya da tazminat talebinde bulunabilmesi imkânı getirildi.
Sevr ile Lozan, sadece toprak, ordu ve kapitülasyonlar cihetiyle farklıdır. Her ikisinde de Boğazlar, ecnebi kontrolündedir. İstanbul, açık şehirdir. Boğazların bu statüsü, 1936 tarihli Montrö Mukavelesi ile hafifletilmiştir.
Lozan’da, (sonradan Ankara hareketinin liderlerinden biri olacak Rauf Bey’in imzaladığı) Mondros Mütarekesi’nden evvel kaybedilmiş olan tüm Orta Doğu, Mısır, Sudan, Libya, Kıbrıs ve Ege Adaları’ndan vazgeçildi. Bu, normal görülebilir. Çünkü Lozan, Yunan Harbi’ni değil, Cihan Harbi’ni bitiren bir antlaşmadır. Mütarekede elinde ne varsa, onu kurtarabilirsin.
Ancak Lozan’da ekseri ahalisi Müslüman olan Batı Trakya’da ve diğer beldelerde plebisit işi kabul ettirilemedi. Üstelik İtalyanların iade etmesi gereken Rodos ve 12 Ada ile mütarekeden sonra işgal edilen Musul’un kaybı Lozan vesilesiyle oldu.
Sevr ile Lozan arasında toprak kaybı cihetiyle az fark vardır. Ahalisinin o zaman çoğu gayrı Türk olan Antep, Urfa ve Mardin, Lozan’dan evvel kurtarılmıştır. Henüz elde ve ahalisi de Müslüman olan Batum, 1921’de Ruslara; Antakya, 1921’de Fransızlara Ankara hükûmeti tarafından verilmiştir. Şu hâlde Lozan’ın Sevr’den farkı Trakya’dan ibarettir. Bu da bazılarının yazdığı gibi 250 bin km2 etmez.
Geçici işgal mıntıkalarını Sevr’de verilmiş topraklar gibi göstermek hatadır. Sevr’de İzmir, otonom olarak Türklere bırakılıyordu; istikbali 5 sene sonra plebisitle tayin edilecekti. Mamafih toprak almak veya kaybetmek, artık bu dünyada çok da muvaffakiyet olarak görülmüyor. Görülseydi, Britanya, zengin sömürgelerini bırakmazdı. İçindekiler sizin olduktan sonra, çantayı kimin tuttuğu mühim değildir.
Lozan’ın gözlerden kaçan en ağır hükmü, Türkiye’nin suni düşmanlıklara itilerek, kaldıramayacağı bir yükün altına sokulmasıdır. Dünyanın en güçlü ordularından birini beslemeye mahkûm edilmiş; bu da, Batı’nın ekonomik hâkimiyeti neticesini doğurmuştur.
Hâlbuki Sevr’de ordu, 50 bin kişiyle sınırlandırılmıştı. Bu, ekonomik cihetten büyük bir şanstı. Nitekim II. Cihan Harbi’nden sonra mahvolan Almanya ve Japonya’nın tekrar şahlanışının sebebi, ordudan arındırılmalarıydı.
1914’te zaten kaldırılmış bulunan ecnebi imtiyazları (kapitülasyonlar) üzerinde müttefikler ısrar etmedi. Türkiye zaten Batı hukuk/ticaret sistemini kabul edeceği sözü verdiği için, bunun bir ehemmiyeti bulunmuyordu.
Sıtmaya razı etmek
Sevr, ölü doğmuş bir vesikaydı; Lozan’ın mukaddimesi idi. Asıl hedef, Lozan’dı. Bunun için Sevr’de tarafı olmadığı bir harbe girerek milletlerarası düzeni tehdit eden Türkleri biraz hırpalamak; bir başka deyişle “Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek!” hedeflenmişti. İkisi de zamanın şartları çerçevesinde politik aktörler tarafından dikte ettirilmiştir. Fazlasını yapmaya ne Lozan heyetinin, ne de Ankara’nın gücü vardı.
Lozan da, Sevr gibi, yaklaşık yüz yıldır parçalanmakta olan Osmanlı Devleti’nin, Wilson Prensipleri çerçevesinde ulus-devletlere bölünmesi planıdır. Şu kadar ki Sevr Antlaşması ile 6 asırlık Osmanlı Devleti varlığını devam ettirecekken, Lozan Antlaşması ile Suriye, Irak gibi yeni bir Türkiye kurulmuştur.
Kudsî metin
Hâdiselerin iyi-kötü, müsbet-menfi oluşu, nereden baktığınızla alakalıdır. Almanların “Kavimler Göçü” dediği büyük hadiseye, Fransızlar “Barbar İstilâsı” der. Lozan, Ankara hükûmeti için diplomatik bir muvaffakiyettir. Her ulus-devlet, kurucu antlaşmaya kudsiyet atfettiği gibi, Lozan da böyle lanse edilmiştir. “Osmanlı’nın küllerinden doğan yeni devletin kurucu vesikası” âdeta bir mukaddes metindir.
Sayesinde sıfırdan bir devlet kazandıkları düşünülürse, Lozan, Ankara kahramanları için bir “zafer”; saltanatı, hilafeti, medresesi, tekkesi, şer’î hukuku, fesi ile koskoca mazisini kaybeden muhafazakârlar için de inandıkları dünyanın yıkıldığını tescilleyen bir “hezimet” ve 1914’te dünyanın 6 büyük imparatorluğundan biri iken, 10 sene dolmadan ehemmiyetsiz bir Asya devletçiğine dönüşün vesikası olduğu söylenebilir…
.
Dünyadaki kötülüğün merkezi – İngiliz derin devleti (1
Aziz ÜSTEL, Star “ŞEYTAN İNSAN İÇİN NE İSE İNGİLİZ DERİN DEVLETİ DE DÜNYA İÇİN ODUR” Cemil Meriç Başta Londra, hemen...
18 Haziran 2019 Salı 7:52
Aziz ÜSTEL, Star
“ŞEYTAN İNSAN İÇİN NE İSE İNGİLİZ DERİN DEVLETİ DE DÜNYA İÇİN ODUR”
Cemil Meriç
Başta Londra, hemen hemen bütün İngiliz kentleri savaşın acı gerçekleriyle yüz yüze gelince, İkinci Dünya Savaşı sonunda İngiltere devlet politikalarını değiştirmiş, artık savaşları içinde yer alan değil, sadece oyunu yazan ve sahneye koyan ülke olmuş.
İngilizler sömürgeleştirme tarihinin başlangıcından bu yana,hedef ülkeleri önce nifak tohumları ekerek güçten düşürmüş sonra da yanına aldığı yerel güçlerle hedefine ulaşmış. Özel olarak yetiştirilen istihbaratcıları da sıkca kulllanmış.
Bu istihbaratcılar oyun kurucu olmuş, oyunu kazanmak içinse her türlü tezgahı açmış. Bu tezgahları önce Avrupa’da, Amerika keşfedilince de bu kıtaya yayılmış. Amerika’yı güvenceye aldıktan sonra Afrika ve Asya,son olarak da Orta Doğu toprakları İngiliz Derin Devletinin satranç tahtası olmuş.
İngiltere’nin çıkarları söz konusu oldu mu, herşey mübahtır, geçerlidir. Gerekirse barıştan ödün verilir, ülkeler bölünür, terör örgütleri oluşturulur, kimi zaman da savaşlar başlatılır. Kimi İngiliz yöneticileri bu insanın tüylerini ürperten çıkar anlayışını açıkca dile getirmiştir.
Daha 19. yüz yılda İngiltere Başbakanlığı yapan Lord Palmerston 1856 yılında ki bir konuşmasında şöyle der:
“Bana siyaset nedir diye sorduklarında , cevabım şudur: Her durum ve ortamda önce ülkemin çıkarlarını düşünmek, sonra da ona göre adım atmaktır. İngiltere’nin sonsuza değin sürdüreceği dostluk ve düşmanlıkları yoktur. Sadece değişmez çıkarları vardır…”
Şimdi de gelin, Dış İşleri Bakanı Edward Grey şu lafına bir bakın hele: “dünyada var olan bütün zenginlikleri Tanrı İngilizler için yaratmış, gidin alın onları demiştir. .”
Amerikan Başkanlarından Harry S. Truman’ın özel temsilcisi Büyükelçi Davies, Başbakan Churchill için “O büyük bir İngiliz’dir. Barışı korumaktan çok İngiltere’nin çıkarlarını korumayı düşünür.” demişti İkinci Dünya Savaşı yıllarında..
Barışı korumaktan çok çıkarlarını düşünen İngiltere , tarih boyu bu inanç doğrultusunda hareket etmiş. İşgal ettiği topraklarda yüzlerce yıldır birlikte yaşayan farklı etnik topluluklardan birine “senin ırkın daha üstün” diye fısıldar. Sonra da onu silahlandırıp diğer toplulukların üzerine salar. Buyrun size iç savaş!
Neden? Çünkü birbiriyle çatışan toplumlar ortak bir güç oluşturamaz. Tarih boyu bu siyasetin birçok örneği görülmüş. Örneğin Ruanda’daki korkunç soykırırm, ne kendi kendine gelişen bir olaydır ne de İngiliz Derin Devleti’nden bağımsızdır.
İngiliz Derin Devleti’nin siyaseti ağırlıklı olarak ikilik oluşturmak, var ollanlar körüklemek ya da yapay çatışmalar yaratmak üzerine kurgulanmıştır…
(Yarın : Ahtapotun kolları)
.
Taş devri masalmış Tarih dersi yalanmış
İrfan Özfatura, Türkiye Bize mekteplerde ne anlatırlardı hatırlayın. Çağlar ikiye ayrılır “Tarih öncesi” (prehistorya) ve Sümer yazısından sonrası… Danimarkalı...
9 Mayıs 2019 Perşembe 0:02
İrfan Özfatura, Türkiye
Bize mekteplerde ne anlatırlardı hatırlayın.
Çağlar ikiye ayrılır “Tarih öncesi” (prehistorya) ve Sümer yazısından sonrası…
Danimarkalı arkeolog C. J. Thopsen çalıştığı müzede eserleri kendine göre ayırır; “Bunu Tunç Çağı kolisine koyalım”, “Şunu Demir Çağı kutusuna…”
Devrin tarihçileri bu basit tasnifi, pek bilimsel bulur, hadiseleri o gözle yorumlarlar. Taş devrini de paleolitik (çok eski), mezolitik (orta eski) ve neolitik (yeni eski) diye üçe ayırırlar. Hani kaba taş, yontma taş, cilalı taş diye anlatılırdı ya…
Bu arada evrimciler yaradılışı inkâr için malzeme arar, utanılacak sahtekârlıklara (Piltdown adamı gibi) tevessül eder, kafa bulandırırlar.
Yok balık karaya çıkmış da, yüzgeçleri kaybolmuş da, bacakları uzamış da…
Sonra gözleri renklenmiş, saçları eklenmiş bir sürü maval.
Öyle bir hakları var gibi ceddimizi orangutan sıfatlı çizerler dershane duvarlarına. İlk insanlar konuşmaktan acizdir, işaretle anlaşırlar. Bulduklarını yer, postlara sarınır, inlerde barınırlar. Dil, din, yazı bilmez, hesaptan kitaptan anlamazlar.
GEL GÖR Kİ…
Materyalist tarih telakkisine göre insan önce tarımı keşfeder. Sonra hayvan edinir, ahır, ambar, ev, bahçe derken mülkiyet mefhumu gelişir güya.
Emniyet içinde yaşamak için devlet kurar ve din fikri şekillenir insanların kafasında (haşa).
Yaradılışı, Âdem aleyhisselamı, semavi kitapları kabul etmemek için lafı dolaştırıp duruyorlar.
İyi de 12 bin yıllık Göbeklitepe’de mimari tarzı olan mekânlar çıkıyor karşımıza. Şekilli sütunlar, stilize resimler, kesilmiş taşlar, örülmüş duvarlar.
Materyalistlere göre bunları yapamamaları lazım. Henüz yabaniler ve din telakkisine çok var.
İşte tıkandıkları nokta.
Bizim çocukluğumuzda Darwinciler çok baskındı, evde Âdem aleyhisselamın buğday ektiğini, yazı okuduğunu (kendisine suhuflar indirilmişti zira), hukuk uyguladığını öğrenirdik, mektepte karanlık çağlar, baltalı avcılar çıkardı karşımıza. Ateş yakabilmek için habire çomak sürterlerdi oduna.
Bazı uyanıklar da Göbeklitepe’yi “kamusal alan” olarak sunmaya çabalıyor, mabet kelimesini ağzına almıyor. Çünkü ilkel insan sadece yer, içer, yatar, inancı filan yoktur, sokulacak kuytu arar.
Hâlbuki Göbeklitepe’yi kuran cemiyette mabut, mahluk kavramı olduğu vakıa. Bu alanı kutsal biliyor, yıkanmadan girmiyorlar. Girişte taşa kazınmış havuzlar var, banyo yapıyorlar mutlaka.
MÜHİM ÇÜNKÜ…
Birileri “köpürtmeyin canım ne var burada” deseler de Göbeklitepe es geçilecek yer değil. Nitekim UNESCO da ciddiye alıyor ve Dünya Kalıcı Miras Listesi’ne dâhil ediliyor.
İngilizlerin gururla pazarladıkları Stonehenge’den 7 bin yıl daha yaşlı, 7 bin 500 yıl ile Mısır piramitlerine de tur bindiriyor ayrıca.
Ancak burayı tarihin sıfır noktası olarak ilan etmek de abartı olur, tamam “eski” ama “en eski” diyemeyiz. Ya yarın daha eskisi bulunursa?
Efendim bu alan tarlasını süren bir köylünün bulduğu oymalı taşla ortaya çıkıyor. Halet Çambel ve Robert Braidwood yüzey araştırmaları yapıyor (1963) Bilahare Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi Müdürü Adnan Mısır ve Prof H. Hauptmann kazıya başlıyor. Heidelberg Üniversitesinden Klaus Schmidt ise dünyaya tanıtıyor.
Göbeklitepe’den evvel hâkim olan tarih telakkisine göre 12 bin yıl evvel cemiyet hayatı olamaz. En fazla üç beş kişi gelebilir bir araya. Avlanarak ve otlayarak yaşarlar, dili, dini, sanatı olmayan bir sürüdür (!) onlar. Göbeklitepe bunların elinden çıkmış olamaz! Çünkü böyle bir mekân kurabilmek için düzen ve hiyerarşi şart. Bir otorite elemanları toplamış çalıştırmış açıkça.
Ustalar da uzaydan gelmedi, peki nerede yetiştiler? Bu topraklarda. Herhâlde ilk işleri değildi, kimbilir neler yaptılar başka?
T SÜTUNLAR
Burada insanı en çok şaşırtan “T” şeklindeki sütunlar oluyor. Şimdilik bulunan 120 parça ve bazıları üç adam boyunda.
Peki 60 tonluk taşı nasıl kesip kopardılar? Nasıl taşıyıp diktiler mekâna?
Hem sütunlar niye T şeklinde? Kimi uzmanlar onların insan formunda olduğunu söylüyor. Bazıları da “Mekânın üzeri kapalıydı” diyor, “Ahşap sundumalar oturtulmuş olabilir bunlara.”
Sütunlarda görünen hayvan figürleri ise farklı aşiretlerin sembolü olabilir. “Bakın bu taşı bizimkiler dikti!” Bir nevi imza.
Göbeklitepe’nin yeri de rastgele değil. Platonun en yüksek noktasında ve havaliye hakim durumda. Zeminin kireçtaşı olmasına dikkat edilmiş bilhassa.
Başlarında bir mimar olmalı tasarım tesadüfe benzemiyor zira.
Ameleler nerede yatacak, kalkacak, karınları nasıl doyacak sonra? Onca adamı çalıştırmak kolay mı, birileri iş gücü hesabı yapmış olmalı mutlaka.
YAPAN YIKMIŞ
Arkeologlar yaşını tespit için toprak katmanlarını incelemiş çıkan parçaları okumaya çalışmışlar. Ekseri bazalttan mamul havanlar, tokmaklar, bezenmiş plakalara rastlanıyor. Taş kapların ince cidarı ve üzerindeki usta işi bezemeler böyle bir sanat kolunun varlığını getiriyor akla. Biz “aa düğme” deyip geçiyoruz ama araştırmacılar düğme varsa ip, ip varsa iğne, ip ve iğne varsa dokuma da vardır diyorlar.
Çıkan kemiklerden sığır, geyik, yaban eşeği, keklik, güvercin artıkları tespit edilmiş, hatta balık kılçıkları da çıkmış arada. Ama ekseriyet toynaklılarda.
Dolguların içindeki kaplara, bileme ve öğütme taşlarına bakarsanız topladığını yiyen insanlar değil, ziraat yapıyor, hayvan yetiştiriyor, un öğütüyorlar.
Yüz altmış litreyi bulan taş küplerde mayiler saklanmış. Uzmanlar dibindeki tortuları (oksalat, tartarik asit) inceliyor, şıra, pekmez, zeytinyağı imal edip etmediklerini araştırıyor. Kömürleşmiş bitki artıklarına bakılırsa Antep fıstığı ve bademden haberleri var. Zeytin ve üzümü de tanıyorlar.
Ve şaşırtıcı bir bilgi daha… Birileri (artık kimse o) tapınakların imhasına karar vermiş ve alayını gömüp ortadan kaldırmışlar.
Sadece bir mekânı kapatmak için 300 metreküp (50 kamyon) taş toprağa ihtiyaç var, bunu teşkilatlı bir cemiyet yapabilir anca. Bütün bunlar Şanlıurfa için şaşırtıcı değil. Medeniyetlere mekân olan, peygamberleri ağırlayan şanlı şehir sırlarla dolu zira.
Peki bu insanlara yabani, hayvani, ilkel, geri zekâlı demeye hakkımız var mı?
İşte materyalistler de burada bocalıyor.
HÂLBUKİ OYSA
Hazreti Âdem ve çocukları, dağda bayırda değil şehirlerde yaşarlardı.
Okuma, yazma bilir, vakit için ayı güneşi takip ederlerdi. Buğday öğütür, ekmek pişirirlerdi. İplik eğirir, kumaş dokurlardı. Hazreti İdris terzilerin piriydi meselâ.
Ama efendim filan yerde bulunan yontma taşlar…
Bugün de Amazonlarda basit yaşayanlar var. Bütün Amerikalıları bağlamıyor ama.
.
Doğu Perinçek’in kökeni nereye uzanıyor?
Teimtürk’ten alıntı. Siyasette hiçbir zaman varlık gösterecek kadar oy alamadı. Ama her daim etkili oldu ve bir şekilde gündeme...
22 Mayıs 2019 Çarşamba 0:42
Teimtürk’ten alıntı.
Siyasette hiçbir zaman varlık gösterecek kadar oy alamadı. Ama her daim etkili oldu ve bir şekilde gündeme oturmayı bildi. İşte Perinçek’in gerçek yüzü…
En büyük ‘Türk ulusalcı’ meğer Ermeni kökenliymiş. Ama Perinçek yaptığı eylemlerle bu ülkede yalnız Türklerin değil Türk halkıyla ayrısı gayrısı olmayan ve barış içinde yaşayan Ermenilerin de yüz karası oldu.
Siyasette hiçbir zaman varlık gösterecek kadar oy alamadı. TBMM’ne girmeyi başaramadı. Ama her daim etkili oldu ve bir şekilde gündeme oturmayı bildi. Hatta çoğu zaman gündem belirledi. Açıkladığı MİT raporlarıyla, 28 Şubat Dönemi’ndeki aktif tutumuyla yakın tarihimizde silinmez izler bıraktı. Dev-Genç’in genel başkanlığını yapacak kadar iyi sosyalistti. Şimdi ise hafızalarımızda Ulusalcı yani Nasyonalsosyalist olarak yeretti. AKP iktidarının ardından ortaya çıkan Kızılelma Koalisyonu’nun en önemli isimlerindendi. Adı şimdi Ergenekon Terör Örgütü Davası iddianamesinde, örgüt kurucuları arasında geçiyor.
Doğu Perinçek, Erzincan-Eğin’den. Eğin’in de Apçağa köyünden. İddiasına göre soyu Kafkaslara dayanıyor. Eğin ve özellikle Apçağa üzerine yapılan araştırmalarda, buraya Kafkaslardan gelenlere rastlanmıyor. Ermeni, Rum ve Anadolu’da yaşamış diğer halklardan geriye kalanlar yani ‘yerli sekene’ ve biraz da Türkler oluşturuyor Eğin ve Apçağa’nın nüfusunu. Biz isterseniz önce ansiklopedik biyografisinden başlayalım ve sözü daha sonra Apçağa ve dede Mehmet Sadık Efendi’ye getirelim…
DEV-GENÇ’İN BAŞKANIYDI
Doğu Perinçek, 17 Haziran 1942′de babasının askerliği sırasında doğdu. Baba Sadık Perinçek yedeksubaydı ve Gaziantep’te görev yapıyordu. İşte küçük Perinçek gözlerini Gaziantep’te dünyaya açtı. İlk çocukluk yıllarını babasının yedeksubaylık ve yargıçlık görevleri nedeniyle sırasıyla Gaziantep, Antakya ve Diyarbakır’da geçirdi. Beş yaşından sonra Ankara’da büyüdü. Ankara Sarar İlkokulu, Atatürk Lisesi ve Bahçelievler Deneme Lisesi’nde ilk ve orta öğrenim gördü.
Üniversite yıllarında, 1962 ve 1963′te toplam on ay Almanya’da işçilik yaptı ve Almanca öğrendi. Haziran 1964′te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Kamu Hukuku (Devlet Teorisi ve Kamu Hürriyetleri) kürsüsüne asistan olarak girdi. 1967 yılında Dönüşüm dergisi yazı kurulu üyesi ve başyazarı idi. Almanya’da Türk Toplumcular Ocağı kurucusu ve ilk genel başkanı olmuştu. Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesiydi. TİP’in Bilim Kurulu’nda görev aldı ve Güvenlik Komitesi başkanlığı görevlerini yürüttü. TİP içindeki ‘Devrimci Muhalefet’ hareketinin önderlerindendi.
Perinçek 1968′de hukuk doktoru oldu. Doktora tezinin konusu ve ilk kitabı, Türkiye’de Siyasi Partilerin İç Düzeni ve Yasaklanması Rejimi’ydi. Aynı yıl daha sonra Dev-Genç adını alacak olan Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) genel başkanı olmuştu. Yine aynı yılın Kasım ayında, arkadaşlarıyla birlikte Aydınlık dergisini yayınlamaya başladı. Aydınlık’ın başlangıçtaki kurucuları Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Gün Zileli, Erdoğan Güçbilmez, Vahap Erdoğdu, Atıl Ant, Münir Ramazan Aktolga ve Doğu Perinçek’ti.
1969 Temmuz’unda İşçi Köylü gazetesini kurdu ve başyazarı oldu. 12 Mart Muhtırası’nın ardından başlayan tutuklama dalgasından Doğu Perinçek de nasibini almıştı. Tutuklanmış ve yapılan yargılama sonucunda yirmi yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Cezasını çekerken 1974 Affı imdadına yetişti ve Doğu Perinçek serbest bırakıldı. Siyasi hayatına kaldığı yerden başlayacaktı. Bu arada hayatına bir kadın, Sırma Ersanlı girecekti. 1974 yılında evlenen Doğu Perinçek’in evliliği ancak iki yıl sürebilmişti. Bu evlilikten Zeynep Perinçek doğmuştu.
28 Ocak 1978′de Aydınlık Davası’nın aklanmayla sonuçlanması üzerine Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin kuruluşuna önderlik etti ve ilk genel başkanı oldu. Türkiye bu yıllarda sağ-sol çatışmaları içinde kıvranıyordu. Terör şehirleri teslim almıştı. Silahlı çatışmalar alınan tüm önlemlere rağmen engellenemiyordu. İşte tam bu ortamda 12 Eylül 1980′de Türkiye’de askeri darbe oldu. Bu Perinçek’in kişisel tarihi için de çok önemliydi. Perinçek tutuklandı ve 1985 yılına kadar, tam beş sene tutuklu kaldı. Serbest bırakıldıktan iki yıl sonra, Ocak 1987′de haftalık ’2000′e Doğru’ dergisini yayınlamaya başladı. Bu dergide de genel yayın yönetmeni ve başyazarlık görevlerinde bulundu.
Bu defa da neredeyse iç savaş görüntüsü veren etnik çatışma yüzünden başı derde girdi. Güneydoğu Anadolu bölgesinde muhalif aydınları ‘te’dib’ etmeye yönelik çıkartılan ‘Sansür Sürgün Kararnamesi’nin kurbanı oldu. 1990 yılında, Diyarbakır Cezaevi’nde üç ay tutuklu kaldı. 1991 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 141. maddesinin kaldırılmasıyla, yeniden siyasi haklarına kavuştu ve aynı yılın Temmuz ayında Sosyalist Parti’nin İkinci Büyük Kongresi’nde genel başkanlığa seçildi. Bir yıl sonra Sosyalist Parti’nin Anayasa Mahkemesi’nce kapatılması üzerine kurulan İşçi Partisi’nin genel başkanı oldu. Ancak Perinçek hakkında 1991 seçimlerinde TRT’de yapılan Liderler Açık Oturumu’nda yaptığı konuşma nedeniyle kendisine Terörle Mücadele Yasası’nın sekizinci maddesine dayanılarak on dört ay hapis cezası verildi. Bu ceza bittiğinde tarihler 8 Ağustos 1999′u gösteriyordu. On ay, on gün Haymana Cezaevi’nde kalmıştı. Basın suçlarını erteleyen yasayla yeniden siyasal haklarına kavuştu. 19 Ekim 1999′da toplanan İşçi Partisi Olağanüstü Kongresi’nde yeniden genel başkan seçildi. Halen Şule Perinçek’le evli olan Doğu Perinçek’in bu evlilikten üç çocuğu oldu: Kiraz, Mehmet ve Can Perinçek.
ERMENİ NÜFUS TÜRKLERE YAKLAŞMIŞTI
Türk siyasi hayatının belki de en tartışmalı isminin hayatından satır başları böyle. Ama biz biraz geriye, Erzincan-Eğin’e, oradan da Apçağa köyüne uzanmak istiyoruz. Dedesinin babası Mehmet Sadık Efendi, 1850 tarihinde Apçağa köyünde doğdu. Apçağa, o tarihlerde Abuçeh diye anılıyordu. Özellikle yöredeki Ermeniler, Abuçeh adını kullanıyordu. Babasının adı Hacı Mehmet, anne adı ise Ayşe’ydi. Mehmet Sadık Efendi, Eğin’de (Kemaliye) belediye katipliği yaptı. Daha sonraları muhtelif yerlerde posta müdürlüğü görevlerinde bulundu. En son 1915 yılında Mekke’nin posta müdürlüğü görevini yürütmüştü. Aynı tarihte ailenin bir başka yakın akrabası da Cidde posta müdürü idi. Bu akraba, Cumhuriyet’in ilanı ve sonrasında yaşanan devrimlerin ardından ‘Çitlioğlu’ soyadını almıştı. Yani ailenin bir kısmı bugün Çitlioğlu soyadını kullanmakta.
Doğu Perinçek’in dedesi Mehmet Cemal Perinçek de, 1887′de Apçağa’da doğdu. Önce Sıbyan mektebine, ardından da Eğin Rüştiyesi’ne gitti. Buradan şehadetname (diploma) alan Mehmet Cemal Efendi, Türkçe ve Fransızca okuyup yazabilmekteydi. 1906 senesinde Ankara’da Telgraf ve Posta Müdürlüğü’nde muhabere memuru olarak işe başlamıştı. Bir süre sonra Yozgat Posta ve Telgraf Müdürlüğü’nde muhabere görevine tayin edildi. İlerleyen yıllarda ise Refahiye’de Telgraf Müdürlüğü yaptı.
Burada hem Mehmet Sadık Efendi, hem de Apçağa üzerinde durmakta fayda var. Bölgeyi anlamak, demografik yapısı hakkında bilgi almak için bakılacak en iyi yer Şeriyye Sicilleri yani Mahkeme Kayıtları’dır. Osmanlı mahkeme kayıtları olan Şeriyye Sicilleri, bize bir bölgenin sosyal, iktisadi, dini vb. hakkında ortaya çıkan sorunları ve çözüm yollarını sunmaktadır. Daha doğru bir ifadeyle oradaki halk arasında meydana gelen anlaşmazlıklar hakkında mahkeme üyelerinin, şahitlerin ve iddia sahiplerinin ifadeleri, görülen davada kayda geçirilir. Daha sonra bu kayıtlar mahkeme tarafından saklanır. Mahkeme kayıtlarında davacının da, davalının da davaya geçmeden önce adres tespitleri yapılır. Daha sonra her iki tarafın isimleri, baba ve dede isimleri, varsa aile-sülale ünvanları kayıt altına alınırdı. Bu bilgiler bütün mahkeme kayıtlarında mevcuttu.
Bu kayıtlara bakıldığında Ondokuzuncu yüzyılın sonu ile yirminci yüzyılın başlangıcında bölgede ciddi bir Ermeni nüfus vardı. Bunların önemli bir kısmı zanaatkâr ve esnaftı. Ermeniler, daha çok Eğin kasabasında yerleşmişlerdi. Özellikle kasaba içerisindeki mahallelerde pek çok Ermeni’nin ikâmet ettiği, bugüne kadar gelen belgelerden anlaşılmaktadır. Kasabada Dörtyol Ağzı Mahallesi ile Süfela Mahallesi, Ermenilerin yoğun bulunduğu mahalleler arasındaydı. Eğin’e bağlı köylerde de Ermenilerin yoğun bir surette yaşadıkları çok rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Özellikle Gemer-gab (Kemer-gab), Apçağa ve İliç bu köylerin en iyi örnekleridir. Şeriyye Sicilleri’ne göre Eğin de az da olsa Rumlar da yaşamaktadır. Rumlar özellikle Vanik köyü ve çevresinde bulunmaktaydı.
Apçağa, içinde çok az Müslüman’ın yaşadığı bir Ermeni köyüydü. Şeriyye Sicillerin’de Apçağa ile ilgili on mahkeme kaydından sadece bir tanesi Müslümanlara aitti. Mahkeme kayıtlarının onda dokuzu Ermenilere aitti. Kısaca köyün önemli bir kısmı Ermeni’ydi; ancak az da olsa Müslüman nüfusun yaşadığı kaynaklardan anlaşılmaktadır. Aynı zamanda Apçağa köyü muhtarlarının ve köy ihtiyar heyetinin tamamı Ermenilerden meydana geliyordu. Nitekim Apçağa’dan mahkemeye başvuran bir Ermeni’nin davasına köyün ‘muhtar-ı evveli Kozmoz veled Tebimbek’ ile muhtar-ı sanisi ‘Hamtor veled Aleksan; ihtiyar heyetinden ise Kirkor veled Agop, Kirkor veled Artin, Karabet veled Nihayet’ katılmışlardı.
Eğin’in bir başka köyü, İliç de Şeriyye Sicili’ne göre Ermeni köyü olarak gözükmektedir. İliç’ten mahkemeye başvuran tek bir Müslüman’a rastlamak mümkün değildir. Köyde yaşayanların tamamı Ermeni’dir. Mahkeme kayıtlarına göre köy muhtarının adı Kirkor veled Relham’dı. Bölgede az da olsa bir Rum nüfusu yaşamaktaydı. Eğin’in sadece Vanik köyünde yaşayan Rumların arasında başka millet ve dinden insan yoktu. Köyden mahkemeye Rumlar dışında tek bir başvuru olmamıştı.
MUHTESİP MEHMET SADIK
Eğin’de yaşayan Ermenilerin ortak özelliklerinden birisi de aile/sülale ünvanlarına sahip olmalarıydı. Daha şaşırtıcı olan ise bu ünvanların büyük kısmınınTürkçe isimlerden oluşmasıydı. Muratoğlu, Değirmencioğlu, Tokatlıoğlu, Keçioğlu, Bayındıroğlu, Gülümoğlu, Reisoğlu, Çilingiroğlu, Külükçüoğlu, Narlıoğlu, Sarıoğlu, Dürümoğlu, Ekreklioğlu, Dedeoğlu, Yalancıoğlu, Kasaboğlu, Çobanoğlu, Ayvazoğlu, Eskicioğlu, Hozatoğlu, Çirkinoğlu, Karagözoğlu, Şahenkoğlu, Şahinoğlu, Eskihanoğlu, Canikoğlu bu aile ya da sülale ünvanlarından bazılarıydı. Ayrıca aidiyet olarak hangi milletten olduğu anlaşılamayan isimler de vardı; Perinçoğlu, Kalbetoğlu, Ladifoğlu vb. Ayrıca mahkeme kayıtlarına göre bazı Ermeni kadınlarının Türkçe isimler taşıdığı anlaşılmaktaydı; Sultan, Nazlı, Dudu, Zümrüt, Elmas, Meryem gibi. Ancak bunlar istisnadır. Ermeni kadınlarının büyük çoğunluğu kendi dillerinde, Ermenice isimler taşımaktaydı. Ermeni erkeklerinin ise tamamı kendi milletlerine ait isimleri kullanmaktaydı.
Perinçoğlu ünvanının kökenini anlamak için yine Şeriyye Sicilleri’ne bakmakta fayda var. Burada adı geçen Perinçoğullarının hepsi Ermeni kökenlidir. Örneğin, ‘Eğin kazasının nefs-i kasaba mahallelerinden Arpeki sakinlerinden ve teb’a-yı devlet-i aliyyenin Ermeni milletinden Parinçoğlu (Perinçoğulları) Estepan ve Haçador veled Kifork nam kimesneler erkarındaşları Ohannes veled Perinç muvacehesinde görülen dava’ bunlardan birisidir. Bir başka kayıtta ise Perinçoğlu Estepan’ın kaydı görülmekte; ‘Mamüretü’l-aziz Vilayeti’nde Eğin kazasının merkez kasabası mahallelerinden Eriği Çori Kaldırımı Mahallesi ahalisinden ve Osmanlı Devleti teb’asından ve Ermeni milletinden Perinçoğlu Estepan’ın hanesine varıp vesikada da isimleri yazılı olan kimselerin huzurunda ve meclis-i şer’-i şerifte görülen davaya dair.’
Şeriyye Sicilleri’nde bulunan bir başka belge ise Doğu Perinçek’in büyük dedesi Mehmet Sadık Efendi ile ilgili soru işaretleri oluşturdu. Çünkü Eğin doğumlu Mehmet Sadık, Şeriyye Sicilleri’ne göre ‘mühtedi’ idi. Yani sonradan İslam dinini kabul etmiş, ‘hidayete ermiş’ bir isimdi. Eğinli Mühtedi Mehmet Sadık’ın görevi muhtesiplikti.
Doğu Perinçek’in uzak geçmişinden biraz daha yakına gelelim. Burada karşımıza çıkan isim baba Mehmet Sadık Perinçek olacak. Sadık Perinçek, Mehmet Cemal Perinçek’in yedi çocuğundan birisiydi. Annesi de aynı köyden Rahime Behiye Hanımdı. Erzincan’ın Eğin (Kemaliye) ilçesinde, 1915 yılında dünyaya geldi. İlkokulu Erzincan’ın Refahiye ilçesinde, ortaokulun iki yılını ise Giresun’da okudu. Üçüncü ve son sınıfı Malatya’da tamamladı. 1933 yılında Sivas Lisesi’ni bitirdi. 1939-1940 eğitim-öğretim yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi.
DARBEYİ GEREKLİ GÖRDÜ
Yedeksubay olarak askerlik yaptı. Hatay’da hakimlik stajına başladı. 1943 yılında ise Diyarbakır’a hakim olarak gönderildi. 1945-1954 yılları arasında Ankara’da Yargıtay Cumhuriyet Başsavcı Yardımcısı görevinde bulundu. 1954′te görevinden ayrılarak Erzincan’dan Demokrat Parti milletvekili seçildi. 1957′den 1961′e kadar avukatlık yaptı. 1961′de genel başkanlığını Ekrem Alican’ın yaptığı Yeni Türkiye Partisi’nden Erzincan milletvekili seçilerek Kurucu Meclis’e girdi. Daha sonra Adalet Partisi’ne katıldı. Aynı yıl yapılan seçimde tekrar Erzincan milletvekili seçildi. 1965 ve 1969 seçimlerinde de milletvekili oldu. Mehmet Sadık Perinçek, 1965 yılında Adalet Partisi genel başkan yardımcılığı görevine seçildi. Oğlu Doğu Perinçek’in adının şiddet olaylarına karışması siyasi kariyerini etkiledi. Bu yüzden parti genel başkan yardımcılığı görevinden ayrılmak zorunda kaldı.
M. Sadık Perinçek, siyasete Demokrat Parti’den milletvekili seçilerek girse de, parti ile her konuda aynı çizgide durmamıştı. O yüzden 1957′de ikinci defa milletvekili olamamıştı. 27 Mayıs Darbesi’ni ise son derece olumlu karşılamış, ‘Çok iyi oldu, başka çaresi yoktu’ demişti. DP’de Adnan Menderes’ten daha çok Savunma Bakanı Ethem Menderes çizgisine yakındı. Yassıada’da yargılanan devrik başbakan Adnan Menderes’in avukatlığını yapması istendiğinde, bu isteği hiç düşünmeden geri çevirmişti. Sonradan AP’ye girmişti ama Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam kararının oylamasına katılmayarak, parti grubu dışında hareket etmişti. M. Sadık Perinçek, milletvekilliğinden sonra uzun yıllar avukatlık yaptı.
Türk Ceza Kanunu ve Buna Ait Seçilmiş Temyiz Mahkemesi Kararları, Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu ve İlgili Temyiz Mahkemesi Kararları, Hususi Kanun ve Nizamnameler (arkadaşlarıyla birlikte) hazırlayıp yayınlanan, hukuk alandaki yapıtlarıdır. Ayrıca, Atatürk’ün ‘Eskişehir-İzmit Konuşmaları’, Yusuf Akçura’nın ‘Türkçülüğün Tarihi, Türk Tarihinin Ana Hatları’, Erzincan Valisi Ali Kemalî’nin ‘Erzincan Tarihi’, Ruşenî’nin ‘Din Yok Milliyet Var’, Jean Meslier’in ‘Sağduyu’, Caetano’nun ‘İslam Tarihi-I’, İbrahim Olcaytu’nun ‘Hayatım ve Şiirlerim, Folklor Defterleri-I ve II’ adlı kitaplarını bugünkü dile çevirdi. Bunlar Kaynak ve Kalan Yayınları’nca yayımlandı. ‘Atatürk’ün Bütün Eserleri’nin Danışma Kurulu Üyeliği’nde bulundu. 13 Eylül 2000′de öldü. Ankara’da Cebeci’deki Asrî Mezarlık’ta toprağa verildi. Doğu Perinçek’in annesi ise Malatya, Darende’dendi. Balaban (Gerimter) köyünden, Hacıoğulları ailesinden öğretmen İbrahim Olcaytu’nun kızı Lebibe Perinçek’ti. Dayısı ise daha sonra tümgeneralliğe yükselecek olan Turhan Olcaytu’ydu.
Chronicle Dergisi, yakın tarihin en karanlık, en gizemli ilişkiler ağında yer alan ismi Doğu Perinçek’i dosya yaptı. İşte ilginç alıntı:
Doğu Perinçek’in hayatında birbirinden ilginç bağlantılar vardı. Dayısı Em. Tümg. Turhan Olcaytu, 12 Mart Muhtırası öncesinde etkin isimlerden birisiydi. Adı kurulmuş olan cuntaya verilen Em. Tümg. Cemal Madanoğlu, Perinçek’in ilk eşi Sırma Ersanlı’nın eniştesiydi. Yine Doğu Perinçek’in teyze oğlu, yani kuzeni Gürbüz Tüfekçi’nin arası TSK mensuplarıyla çok iyiydi. Çevresi Tüfekçi’yi MİT mensubu olarak biliyordu.
Doğu Perinçek’in sınıf arkadaşları da oldukça önemli isimlerden oluşuyordu. 1964′te mezun olduğu Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden dönem arkadaşları Mikdat Alpay ve Uğur Mumcu’ydu. Alpay daha sonraki yıllarda MİT Müsteşar Yardımcılığı görevine kadar yükseldi. 28 Şubat Dönemi’nde adından en fazla bahsedilen MİT görevlisi herhalde Mikdat Alpay’dı. Hukuk Fakültesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) ile yanyana olduğundan, Perinçek’in etkinlik alanı bu okula da sıçramıştı. SBF, o günlerde siyasi çalkantıların tam odağındaydı. Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Nuri Çolakoğlu, Ömer Madra, Cüneyt Akalın, Halil Berktay gibi o dönemin geleceği parlak SBF ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi asistanları, Perinçek’in etrafında toplandı. Perinçek, 1968′de devrimci gençliğin en üst kuruluşu olan Fikir Kulüpleri Federasyonu (Dev-Genç) başkanlığına seçildiğinde Ankara Hukuk Fakültesi’nde asistandı.
Sosyalistlikten ulusalcılığa, ateizmden Müslümanlığa savrulan bir hayatın ortasında Doğu Perinçek, Ergenekon Davası’nın en önemli zanlıları arasında…
Kaynak: Chronicle Dergisi
Türk Toplumu Kasıtlı Olarak Eğitimsiz ve Yoksul Bırakılmış Bir Ezgin Halktır!
DESAM Basın Bildirisi Türk Toplumu Kasıtlı Olarak Eğitimsiz ve Yoksul Bırakılmış Bir Ezgin Halktır!… Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar...
15 Nisan 2019 Pazartesi 0:29
DESAM Basın Bildirisi
Türk Toplumu Kasıtlı Olarak Eğitimsiz ve Yoksul Bırakılmış Bir Ezgin Halktır!…
Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi (DESAM) tarafından düzenlenen ve Genç Demokratlar Vakfı ile Ankara Girişim Grubu’nun da katıldığı ‘Eğitim Nereye Gidiyor?” başlıklı konferansta katılımcılara bilgi veren DESAM Başkanı Gürkan Avcı, ‘Eğitimde Gelecek Araştırmaları Enstitüsü’ kurmayı amaçladıklarını ilan etti.
Üç girişimin işbirliğinde kurulacak olan ‘Eğitimde Gelecek Araştırmaları Enstitüsü’ ile eğitimde farklı fikirlerin, inovasyonların ve alternatif gelecek odaklı planların sunulduğu forumlar düzenlemeyi arzu ettiklerini söyleyen Gürkan Avcı, Tüm toplumun eğitim yaşamına dair bütün süreçlerin gelecek projeksiyonunu yapmak için gerekli bilgi ve kadronun üretilmesini hedeflediklerini söyledi.
Avcı şunları kaydetti; Bu enstitüde ‘Eğitim Ekosistemi ve Geleceğin Öğrencisi’ konusunda çalışmalar yapacağız. Türkiye’de ve dünyada okulların geleceğine dair yeni modeller oluşturmak için çalışacağız.
DESAM’ da ben siyasi görüşlerimi değil sahip olduğum demokratik ekolu savunuyorum. DESAM’ da çok sert eleştirilerde bulunduğumda oluyor ancak bunlar pozitif ve yapıcı nitelikte eleştirilerdir. DESAM’ ın amacı halkımıza yeni nesil eğitim bilinci ve demokrasi kültürünü kazandırmak ve bu alanlarda ilgili kurumlara danışmanlık yapmak ve yönlendirmektir.
TÜRKİYE’NİN EĞİTİM HEDEFLERİ GERÇEKTE VAR MI? NE KADAR VAR?
Onun için konuşmama şu soruları sorarak başlamak arzusundayım. Küreselleşme, blockchain ekonomisi, yapay zekâ, sosyal medya ve dijital devrim gibi jeneriklerin yarattığı değişimlerin savurduğu yenidünyada Türk eğitim isteminin refleksleri ve beslendiği güç kaynakları yeterli midir? Korunaksız yenidünyanın yaşadığı çaresiz kafa karışıklığında 2023, 2053 ve 2071 milli hedeflerini ifşa eden Türkiye’nin eğitim hedefleri de var mıdır?
Kamusal eğitimi zayıflatan, piyasalaştıran ve niteliksizleştiren finans kapitalin yenidünyası ‘ne kadar para, o kadar kaliteli eğitim’ mottosuyla büyüyor ve büyülüyor. Vahşi neoliberal ekonominin esip gürlediği yenidünyada sermaye, bürokrasi ve siyasetin elitleri hariç herkes kalitesiz, ruhsuz, sağlıksız, verimsiz ve baştan savma eğitime mecbur ve mahkûm durumda.
Böylesi bir küresel fotoğrafın baskıladığı Türkiye’nin çoğullaşan eğitim sorunlarına tez elden çare üretmesi gerekiyor. Çünkü milli ve muasır bir eğitim vizyonu olmadan hiçbir sorun neşet olmuyor. Milli eğitim olmadan milli entelijansiya ve akabinde milli ekonomi de olmuyor, oluşmuyor…
TÜRK TOPLUMU KASITLI OLARAK EĞİTİMSİZ VE YOKSUL BIRAKILMIŞTIR!
Vasatlığın tahakkümü altındaki Türk eğitim sisteminden mülhem vatandaşlar sahte umutlar ve bireycilik pompalayan hibrit siyasetin peşinde ömür tüketiyor. Modernleşme ve teknoloji ahlaki çürümeyi ve manevi yoksullaşmayı getiriyor.
Böylesi bir toplum ilkeli ve farkındalığı yüksek bir siyasi iradeye de heves etmiyor. Kasıtlı olarak eğitimsiz ve yoksul bırakılmış halkın ne kendisini savunacak bir siyaset için bilgisi ne de bu siyaseti oluşturacak milli ve yerli güçleri destekleyecek takat, inanç ve gücü kalmıyor. Din, kültür ve gelenek adına ne varsa hemen hepsi mali narsisizmin diktatörlüğü altında ezilip, dönüştürülüyor…
Küresel finans kapitalin hükümranlığındaki yenidünyada milli-ulus devletler eğitim sistemi üzerinden bozunuma ve parçalanmaya hedef. Toplumlara bireycil gelecek umutları, reaktif kadercilik, öte dünya vaatleri ve yüksek hamaset pazarlayarak meşru ve haklı tepkilerin önü kesiliyor.
Türkçe, tarih, edebiyat, din ve ahlak bilgisi, sosyal bilgiler… ders kitaplarımıza bir bakın. En -en -en büyük, güçlü, kahraman, savaşçı, cesur, çalışkan olduğumuzu terennüm edip sadece kuru bir gururla avunmamızı öğretiyor…
Ama yıllarca talim ettirilip ezberlettirilen bu kitapların çocuklarımızın zihin dünyasında nasıl bir yapılandırıcı karşılığı vardır? Bilinçaltımıza yapıştırılan bu kas ve kılıç gücüne, mukayeseli ‘En’lere dayalı repliklerden öte bir rolümüz yoktur; yani geçmişimizdeki derin ahlak, feraset ve büyük akıl, bilgi yoktur.
EĞİTİMDE YALAN RÜZGÂRLARI!
Asıl kahramanlıklarımız gizlenir. Büyük devlet aklımızla, bilgi, çağcıllık ve engin özgüvenimizle bağ kurmamız engellenir. Tüm ders kitaplarımız okyanusta olduğumuzu söyler fakat tuzaklayarak bizi akvaryuma hapseder. GDO’lu eğitim sistemimiz bize en fazla sığ sularda ve en fazla kendi halkına ama asla başkalarına değil; tehdit olacak şekilde yüzmeyi öğretir. Büyük işler, fikirler ve başarılar ortaya koyacak, insanlığa esenlik verecek ruh ve akıldan yoksundur.
Bir ülkenin eğitim sisteminin başarısı ve kalitesi o ülkenin dünya çapında çıkardığı bilim adamı, inventör, sanatçı, girişimci, yazar, şair, teknokrat, sporcu, müzisyenlerin sayısı ve niteliği ile ve yine o ülkenin aldığı patent sayısı, yaptığı buluşlar ve gelen beyin göçüyle ölçülür. Değil dünya çapında bölgesel klasmanda dahi yetersiz ve hiç hak etmediğimiz bir noktadayız.
25 milyonu aşkın öğrenci ve bir milyonu geçkin öğretmen / akademisyen bileşeniyle mevcut eğitim sisteminin tüm sorunlarla ilişkili olan en problemli noktası; toplumu akılcıl ve bilimsel düşünselden uzaklaştırması, inorganik dini anlayışlara hapsetmesi, eğitimi salt diploma olarak algılatması ve etik değerleri kazandıramayan uzun, sıkıcı ve gerçek hayattan kopuk bir süreçle muhatap kılmasıdır.
MİLLETÇE KANDIRILIYOR, UYUTULUYORUZ!
Dil eğitimi politikamız, çocuklarımıza adeta dil öğretmemek üzerine kurgulanmış. Yalnızca sömürge ülkelere has yabancı dilde eğitim ayıbını Türk eğitim sistemi alenen desteklemeye devam ediyor. Baştan savma, ezberci, kalitesiz, sınavcı ve kopyeci bir eğitim sistemimiz var. Çağdaş dünyanın bilgi ve bilişim okuryazarlığına odaklandığı günümüzde Türkiye henüz temel okuma yazma sorununu ve dahi 12 yıllık zorunlu eğitimde okullaşma hedefini dahi çözememiş durumdadır.
Gelişmiş ülkelerin çoktan tedavülden kaldırdığı müfredatlarla, eğitim yöntem, metod, teknik ve felsefesiyle, antidemokratik eğitim yönetimi anlayışıyla havanda su döğüyoruz. Kocaman bir millet kandırılmaya devam ediliyor. Tarih yazan, medeniyetler kuran bu toprakların çocukları oyuncak haline getirildi. Kişiliksiz, kimliksiz, ruhsuz ve şuursuz bir robota dönüştürüldü. İncelikten, estetikten, tevazu ve erdemden uzak kaba, kavgacı, kompleksli ve lümpen maganda bir jenerasyon yaratılıyor. Aklı ve hafızası kendisinden saklanan bir millet, büyük hedeflere erişemez! Kasıtlı olarak fakir ve cahil bırakılmış milletler ancak başkalarının yazdığı senaryonun figüranı olur!
LÜMPEN MAGANDA BİR GENÇLİK YARATILMAK İSTENİYOR!
Son yıllarda milli ve manevi tahribat tavan yapmıştır. Muhalefet de buna çanak tutmuştur. Kendi kadim medeniyetinin müktesebatı yerine yozlaştıran, kozmopolitleştiren, milleti köklerinden ve derin mecrasından uzaklaştırıp koparan genetiği bozulmuş bir tedrisat dayatılıyor. Milli Eğitim Bakanlığı’nın başındaki ‘Milli’ kelimesinin ruh ve muhtevası ile ‘Milli Piyango İdaresi’nin başındaki ‘Milli’ kelimesi arasındaki nitelik farkı ‘Milli Piyango İdaresi’ lehine daha güçlü durmaktadır…
Son dönemlerde izlenen eğitim ve kültür politikalarına baktığımızda gençlerimizin milli, manevi ve ahlaki değerlerimize daha çok yabancılaştığını açıkça görebiliriz. Batı hayranı, kendi kültür ve medeniyetine uzak, dahası kendi değerlerini hor gören bir gençlik yetiştirilmek için en müsait bir ortam yaratılmıştır. Çok yönlü politikalarla toplum İslamlaşma kılıfıyla protestanlaştırılmaktadır. Dayatılan din eğitimi ve kültür politikaları Türk toplumunu emperyalizmin çıkarlarına daha uygun hizmet eder hale getirmeyi amaçlamaktadır. Medya organlarından ve her cepheden yapılan aleni ve subliminal propagandalarla telkin edilen ahlaksızlık, erdemsizlik ve cinsel içerikli tahribat had safhaya varmıştır. Ne yazık ki muhalefet eğitimdeki bu büyük ve hayati başarısızlığı protest bir dalgaya dönüştürmekten aciz, oya devşirmekten dahi bigânedir!
DİPLOMALI NİTELİKSİZ İŞSİZLER ORDUSU ÜRETEN ÜNİVERSİTELERİMİZ VAR!
Eğitim sistemimizin üretim ve istihdam planlaması da başarısızdır. Oysa üniversiteye giren gençlerimize nitelikli bir eğitim, giremeyenlere de hayatını idame ettirebileceği bir meslek kazandırmamız gerekiyor. İşsizlik rakamları açıklandı. Genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 23,6 ya çıkmış durumda. Genel işsiz sayısı yüzde 12,3 oranına yükseldi ve 4 milyonu buldu. Tarım dışı işsizlik ise yüzde 14,3 oldu. Bu sorun yeterince ciddiye alınmıyor. Oysa işsizlik ve mesleksizlik yediden yetmişe 82 milyon vatandaşımızın ortak sorunu ve hepimizi etkiliyor.
Oysa bizim acilen (microsoft, Apple’dan vb.) öğrencilere programlama kampları, yazılım ve kodlama sınıfları açmamız gerekiyor. Ezberci, sınavcı ve fazla zekâ harcamayı gerektirmeyen bir taktikle çoktan seçmeli soruları cevaplandırtan Türk eğitim sisteminde bilginin dayandığı temeller öğretilmez, şekilcilik esastır ve bu yüzden yaratıcı bireylerde yetiştiremez. Bizim eğitim sistemimiz Türk insanına şekilcilik, kurnazlık, kayırmacılık ve çabuk sonuç alma kültür ve eğilimi yüklüyor. Eğitim sisteminin dinleme ve anlama etiğini de vermesi gerekir oysa
Eğitim sistemimiz soru sormayı bilmeyen çocuklar yetiştiriyor. Bizim eğitim sistemimizde soru sormak, hesap sormak, eleştirmek, sorgulamak tehlikeli ve yasak. Son 2 – 3 asırdır ne yapıyoruz, başımıza gelenler kimler yüzünden geldi, dostumuz ve düşmanlarımız aslında kimdir, bize neler oldu? Ders kitaplarımıza bakın tam bir yalan rüzgârı. Ezberleyen ama gerçekleri öğretmeyen, bizi parça parça, sınıf sınıf bölen kendisi eğitime muhtaç bir eğitim sistemimiz var. Ortak bir sorunumuza karşı bile olsa asla ortak bir paydada buluşamıyoruz. Günü bir türlü yakalayamıyoruz.
ANNE BABALAR PARTİLERİN YAKASINA YAPIŞSIN!
Revizyona tali meselelerden değil ilkönce YÖK, MEB ve ÖSYM gibi temel ve yapısal kurumlardan başlanmalıdır. Çünkü aksi takdirde faturayı yine halk ödeyecek. Anne babalar unutmasın çocukları mutlu ve huzurlu değillerse kendileri de asla mutlu ve huzurlu olamayacak. Sorumluların hiç birinin gözünün yaşına bakmadan yakalarına yapışıp hesap sorsunlar, bu işin takipçisi olsunlar. Poşete, soğana, patatese, partisel tarafgirliklerine gösterdiği duyarlılığı, eğitim sisteminin hali pür melali için, çocuklarının geleceği için de göstersinler. Yoksa başları daha çok ağırır. Evde işsiz, mesleksiz ve niteliksiz bir evlattan daha can sıkıcı dahası kahredici ne olabilir ki?
Derin ve güçlü bir eğitim tarihi olan Türkiye’nin kopya ve özentili eğitim reformları yerine özgün bir felsefe ile klasik eğitim anlayışını modern eğitim anlayışıyla gelenek temeli üzerinde yükselir. Kendi gibi olamama ve buna karşın olmayı hedeflediği gibi yapamama depresif ruh hali içerisinde kıstırılıp kalan Türkiye bu mahkûmiyetten özgün ve bilimsel bir eğitim sistemiyle çıkabilir.
UYAN TÜRKİYEM!
Türkiye küresel marka bir eğitim sistemiyle dünya devletine dönüşebilir. Kendi tanımını değiştiren Türkiye dünyanın ona layık gördüğü rolü de nitelikli, özgürlükçü, çağdaş, bilimsel ve demokratik bir eğitim sistemiyle tuzla buz edebilir. İşte böylesi bir eğitim sistemiyle Türkiye siyasi işgal ve kölelikle boğuşan mazlum ülkeler içinde bir umut ışığı olacaktır.
Orta halli bir demokrasiye, orta halli bir ekonomiye mecburluğumuz tamamen ama tamamen eğitim sistemimizin kalitesinin düşüklüğünden ve eğitimde fırsat eşitliğini sağlayamamamızdan kaynaklanmaktadır. Bilgi ve kültür toplumunu hedefleyen bir Türkiye’nin en başta eğitim sistemini tüm basamaklarıyla tamamen parasız, adil ve eşitlikçi fırsatlar sunan aydınlanmacı, halkçı, bilimsel, nitelikli ve kati surette özgün/milli bir forma kavuşturması gerekmektedir
EĞİTİMDE LİYAKATSİZLİK, TORPİL VE ADAM KAYIRMA TAVAN YAPTI!
Kaliteli, başarılı ve verimli bir eğitim sistemi oluşturamamamızın en önemli ayaklarından birisi de yönetimde uzmanlık ve liyakatin değil sadakate ve yandaşlığa dayalı patronaj sistemidir. Mevcut eğitim sistemi yöneticilerini sadakat gösterisine, göze girme ve başkalarını gözden düşürme yarışına sürüklemektedir. Her konunun yukarıdan belirlenmesi ve merkezi denetimin oluşturduğu korku atmosferi inisiyatifi, girişimi ve yaratıcılığı boğarak öldürmektedir. Mevcut hükümet döneminde 7 kez milli eğitim bakanı değişti ve her gelen bakan, bir öncekinin yaptığını bozdu. İş başına getirilen eğitim bakanları ve üst yöneticilerin büyük bölümü eğitimin içinden gelmeyen, eğitimden anlamayan, partili referanslardan ve fanatik taraftarlardan seçildi. Eğitimdeki tüm bu yanlış, hatalı, şaibeli ve hastalıklı uygulamaların faturasını milyonlarca öğrenci ve bütün bir halk ödedi.
Türkiye eğitim parasını nitelikten daha çok niceliğe harcadı. Türkiye OECD, PİSA, UNICEF raporlarına göre ‘eğitim kalitesi / başarı / öğrenme ve anlama vb’ kategorilerde genelde sonuncu sıralarda. Türkiye eğitim bütçesinin çoğunu öğretmen yetiştirme ve inovasyon politikalarına ayırmalıdır. Tüm reformlara rağmen Türk eğitim sistemi halen ezberci ve sınavcı bir formda ilerliyor. Uygulamalı eğitim ve deney yok denecek kadar az. Bilgiyi içselleştiren bir eğitim sistemi kuramadık, kuramıyoruz. Çünkü müfredat ve kitaplar bilgi odaklı. Kavram ve keşfetme odaklı değil. Çocuklar dersleri ve konuları karşılaştırma, analiz ve değerlendirme yaparak anlamlandıramıyor
ÜNİVERSİTELER TOPLUMU GERİYE İTİYOR!
Üniversitelerimizin psikoloji, siyaset bilimi, mühendislik, teknoloji, uluslararası ilişkiler, kamu yönetimi, sosyoloji ve benzeri kürsülerinden Türkiye’nin sorunlarının çözümüne dair bir üretim yok denecek kadar. Türkiye’nin önündeki engelleri aşması için rehberlik yapması gereken üniversiteler ve bilim insanları hiç konuşmuyor. Türkiye’de, üniversitelere olağanüstü yatırım yapıldığı bir süreçte bilgi noksanlığını ideolojiyle dolduran, mesuliyetsiz bir özgürlük talep eden YÖK’e ve üniversitelere değil gerçeği arayan ve etkin sosyal rol üstlenen üniversitelere ihtiyaç var. Bu nedenle gelişmeyi yeterince yakalayamıyoruz. Eğitimi meslek kazanma ve işe girme aracı olarak görüyoruz. Bu halde toplumsal ilerleme olmaz.
Eğitim bilgilendirmeden daha çok özgürleştirmedir. Türkiye’nin eğitimin anlamını tekrar tanımlamaya, güçlü ve özgün bir eğitim felsefesi oturtmaya ve başta ekonomik hedefler olmak üzere her şeyden çok çok daha önce milli eğitim hedeflerini belirlemeye ihtiyacı vardır. Bilimin, aklın, milli ve yerli projeksiyonumuzun ışığında ve ortak akılla, konsensüsle hazırlanacak bir yol haritasına ihtiyaç vardır.
OKUL KANTİNLERİNDE DE DEVRİM YAPILMALI!
Türkiye eğitim sistemini ve sosyal politikalarını reel politikle dönüştürerek bilimsel, tamamen parasız, demokratik ve özgün bir sistem yaratabilir. Eğitim sisteminde öncelikle hem ders saatlerini ve tatil sürelerini kısaltmalı hem de sınav ve ödev sayısını azaltan adımlar atılmalıdır. Okullarımızın eğitim kalite standardını eşitleyerek herkes için eşit ve adil eğitim fırsatları yaratılmalıdır. Ücretsiz ders kitabı, okul sütü gibi başarılı politikalar geliştirilip yaygınlaştırılarak tüm yardımcı ders kitapları, eğitim kırtasiyesi ve takviye dershanelerini de ücretsiz bir şekilde sunmalıyız. Okul kantin ve kafeteryalarında sağlıklı yemekler ve taze meyve ücretsiz bir şekilde her çocuğumuza ikram edilmelidir.
Her okulda birer uzman hemşire/doktor/pedagog/psikolog dönüşümlü olarak istihdam edilmeli; her türlü sağlık sorunlarına, ruhsal, zihinsel, işitsel, görsel ve bedensel gelişim geriliklerine yönelik ciddi bir takip ve rehberlik hizmeti verilmelidir. Çünkü okullarda çocuklar arasında yaşanan görsel, işitsel, zihinsel her türlü gerilik, sosyal yoksulluk/yoksunluk, imkânlara ulaşmada eşitsizlik ve temel hizmetlerin yetersizliği eğitim sisteminin verim ve başarısını çökerten en güçlü etkenlerdir.
TÜRKİYE’DE PARAN KADAR KALİTELİ EĞİTİM VAR!
Bugün Türkiye’de kaliteli eğitime sadece parası olanlar ulaşabiliyor. Türkiye’de doğan her çocuk mensubu olduğu sosyal ve siyasal sınıfından bağımsız olarak hayata eşit başlamalı ve eğitim hayatının sonuna kadar bu eşitlik kesinlikle sağlanmalıdır. Ve tabi ki çok özel ve çok özgün milli bir öğretmen yetiştirme politikası hayata geçirmelidir. Ülkemizin en yetenekli ve zeki gençlerinin öğretmenlik mesleğini tercih etmesi sağlanmalıdır. Güçlü, mutlu ve başarılı bir millet, özgür, müreffeh ve bağımsız bir devlet böylesi bir eğitim sisteminin inşasıyla ve böylesi bir insan sermayesiyle mümkün olur.
Bugünün Türkiye’sinin ihtiyacı yüksek teknoloji ürünleri, katma değerli inovasyonları tasarlayabilen gençlerdir. Bugünün Türkiye’sinin ihtiyacı tam donanımlı mühendisler, formasyonu güçlü iktisatçılar, dünyanın en iyi yazılımcıları, en birikimli tarım ve hayvancılık girişimcileridir. Türkiye’nin mevcut sınırlı kaynaklarını verimli ve çağın gereklerine uygun kullanarak çocuklarına parlak bir gelecek hazırlaması en büyük ödevidir. Bu anlamda sayıları 5 bine dayanan İmam Hatip Ortaokulu ve Lisesinin yüzde doksanını Matematik, Ekonomi, Fen, Yazılım ve Kodlama, Yüksek Teknoloji, Tarım ve Hayvancılık okullarına/liselerine dönüştürmesi gerekmektedir
EĞİTİM SİSTEMİ İLKEL İDEOLOJİK DAYATMA VE KUŞATMA ALTINDA!
Türk eğitim sistemi yalnızca öğrencileri değil eğiticilerin eğitimi (uyumlaştırılması) yollarıyla dahi ki buna öğretmen yetiştirme/atama sistemi diyelim tüm eğitim paydaşlarını kendi ideolojik değerlerine devşirmek isteyen bilim/akıl dışı varoluş safına çekmek istemektedir. Bu antidemokratik varoluşa karşı durmak ve aydınlanmak isteyen öğrenci/öğretmen ve velilerin milli eğitime karşı kendilerini eğitmeleri gerekiyor. Ayrıca yerli ideoloji yanı sıra küresel ideolojik dayatmaların baskısı altında bir Türk eğitim sisteminden bahsediyorum.
Son yıllarda yavaş yavaş herkes eğitimde bir yerlerde eksikliğin olduğunun farkında! İddia edilenin aksine milli gelirden eğitime ayrılan payların yetersizliğinden herkes rahatsız. Eğitim sorununun “gelecek sorunu” olduğunda herkes hemfikir. Eğitimdeki müzmin başarısızlık, kalitesizlik, verimsizlik, eşitsizlik ve adaletsizlik yavaş yavaş sorgulanmaya başlandı…
Bu sorgulamanın artmasına ve ardından; insanlığın yüksek, derin ve üstün değerleriyle; milli kültür, erdem ve inançlarıyla yoğrulmuş bilimsel, kaliteli ve özgün bir eğitim sistemine ihtiyacı var Türkiye’nin. Medeniyetimizin yaratıcı kimliğiyle, kültür ve siyasetimizle gençliğimizi bilime, teknolojiye, en yüksek değerlere ulaştıracak çağdaş bir eğitim sistemine ihtiyacımız var. Türkiye’nin iyi insan, iyi vatandaş, iyi birey olma yolunda çocukları hayata hazırlayan bir eğitim sistemi hedefi olmalıdır.
TÜRKİYE KENDİ BİLİMİNİ KURMALIDIR!
Türkiye bilimin saf ve özerk olmadığı yenidünyada kendi bilimini kurmalıdır. Türkiye eğitime ve bilime yenidünyanın egemenlerinin aksine rahmani bir rol biçerek, toplumun üstünde, ekonomik ve sosyal sömürü politikalarından bağımsız bir ulu gayret olarak bakmalı ve bu şuurla yürümelidir. Böylece tüm insanlık Türkiye’ye, hiçbir çıkar gözetmeksizin gerçeği aramaya ve insanlığa hizmete kodlanmış kahramanlar ülkesi gözüyle bakacaktır.
Dinci, sapkın ve insanlık düşmanı zihniyet hem küresel hem de yerel aksta toplumları tehdit eder durumdadır. Bu zihniyetin ilk ve en ağırlıklı olarak dejenere ve dezenforme ettiği yapı eğitim sistemleri olmuştur. 1980’lere kadar ABD’li ardından AB’li uzmanların genetiğiyle oynadığı Türk eğitim sistemi bunun bir şahididir. 12 Eylül darbesinden sonraki iktidarlar döneminde ve Ak Parti iktidarının özellikle ilk 13 yılında eğitim sistemimizi baskılayarak şekil ve yön veren AB uzman komiserleri ve daha önceki dönemlerde ABD menşeli ‘Fulbright Eğitim Komisyonu’nun dayatmalarının bütün yönleriyle incelenmeye, sorgulanmaya ve ardından rehabilitasyonuna başlanması gerekir, bu yüzden…
EĞİTİMDE DEMOKRAT CUMHURİYETÇİLERİN DOKUNUŞU ŞART!
Türkiye’de karanlık çağ artık sona erecek. Işıl ışıl bir uyanış başlıyor. Yerli ve milli demokrat, vatansever cumhuriyetçilerin devreye soktuğu derin retorik, aslında hem milletimizi hem de dünyayı yeni bir küresel gerçeğe, uyanışa hazırlıyor.
Yaşamakta olduğumuz küresel ve bölgesel sorun/sarsıntılara rağmen Türkiye heyecan verici bir potansiyele sahip. Batı dahil herkes bunu itiraf ediyor. Milli özgüvenimizi yineleyerek en başta eğitim alanında daha uzun vadeli ve derinlikli hedefler ortaya koyacak ve başaracağız.
Cumhuriyetimizin 100. yılına yönelik hedefleri en başta eğitim alanında ortaya koyacağız. Buna göre 2023 yılına tüm dünyada marka olmuş bir eğitim sistemi hedefimiz var. Değişimin çok boyutlu ve hızlı bir şekilde yaşandığı, rekabetin yoğunlaştığı ve belirsizliklerin arttığı günümüz böylesine riskli bir süreçte, eğitim sistemimiz her alanı detaylı ve stratejik bir perspektifle belirlemeye odaklı olacaktır.
Yerli ve milli demokrat, vatansever cumhuriyetçi perspektifin güçlenmesiyle muasır medeniyet düzeyinin üzerine çıkmış bir Türkiye hedefi ete kemiğe bürünecek. Bu nedenle, Türkiye’nin geleceği yenidünya düzenindeki pozisyonu, ufku, tasavvuru, talepleri ve izlediği siyasette eğitim sistemimizle yakından ilgili. Bu anlamda bir seferberlik sürecinde olacağız. Politik, demokratik ve ekonomik olarak sınıf atlamak isteyen Türkiye’nin en güçlü talebi eğitim sistemi olacaktır. Bugün Türkiye’ye dudak bükenler demokrat, vatansever cumhuriyetçilerin temsil ettiği vizyonun küresel bir trende dönüştüğünü görmeye başlayacak ki başladı da. Bunun devamı da gelecek…
.
Kadir Mısıroğlu’nun hastalığıyla alay etmek mertlik değildir
İsmail Küçükkılınç , Karar Geçen senenin Şubat ayında hastalığı, Kasım ayında da Diyanet İşleri Başkanı’nın kendisini ziyareti sebebiyle bilhassa...