.
.SORU 1: Tasavvuf ne demektir?
Bilindiği gibi, İslam yolu dört bölümden ibarettir:
1-) Fıkıh.
2-) Kelam.
3-) Ahlak.
4-) Tasavvuf.
Fıkıh: Helal ile haramı açıklayan bir ilimdir. Konusu: Namaz, zekat, oruç, hac, alış-veriş, nikah, talak gibi mükelleflerin fiil ve sözleridir.
Kelam: Dini inançları ispatlayan, varid olan şüpheleri izale eden ilimdir. Konusu; Allah-u Zülcelal'in zat ile sıfatları ve ahiret ahvalidir.
Ahlak: Kötü meziyetlerden korunmak, iyi meziyetler edinmek için çirkin davranışları ve hususiyetleri inceleyen ilimdir.
Tasavvuf: Ebedi saadete ulaşmak amacıyla, zahirin ve batının tamir; ahlakın tasfiye ve nefsin tezkiye hallerini içine alan, manevi bir ilimdir. Tasavvufun genel tanımı ise şudur:
İslam dininin getirdiği hükümlerin, müslüman kimse tarafından, zahirî ve bâtınî yönleriyle birlikte, ruhsatlardan faydalanmaksızın, azimet ve takva üzere tatbik edilmesidir.
Tasavvuf ruhî bir hayat olduğu için hakikatte; bizzat yaşamak ve hissetmek suretiyle anlaşılabilir ve anlatılabilir. Tasavvuf kitaplarında rastladığımız farklı anlatımlar ve izah tarzlarının asıl sebebi de budur. İslam alimleri, kendi rûhî-manevî hayatlarına göre tasavvufu tarif ederken; bazıları bidayet halleriyle, bazıları nihayet halleriyle, kimi zaman alametleriyle, kimi zaman da asıl ve esaslarına göre tarif etmişlerdir.
Her ne kadar farklı izah tarzlarıyla karşılaşılsa da ifade edilmek istenen manada birleşmektedirler. Hakikatte tasavvuf; Allah-u Zülcelal'in istediği mü'min sıfatlarına bürünmek ve Allah-u Zülcelal'in azim bir ahlak ile ahlaklandırdığı, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ahlakı ile ahlaklanmaya çalışmaktır.
Tasavvufun müstakil bir ilim olmaya başlaması ise diğer temel İslâmî ilimler olan; fıkıh, tefsir, akaid ve hadiste olduğu gibi asr-ı saadet'ten iki-üç asır sonradır. Aynı şekilde, bu ilimler de esasları itibariyle, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem zamanında mevcut olmakla beraber, henüz ihtiyaç hissedilmediğinden tedvin edilmemiş, düzenli birer ilim dalı olarak ortaya konulmamıştır.
Tasavvuf ve diğer islami ilimlerin bir ihtiyaç haline gelmesi, sahabe-i kiram ve tabiîn'den sonraki dönemlerde, dinin aslından uzaklaşılması sebebiyledir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in tebliğ ettiği hakikî din nuru gizlenip, itikatta sapıklıklar, fikirler arasında ihtilaf vaki olmaya başladı. Cehalet insanlara galebe çalınca; eski adet, gelenek ve görenekleri ibadetlerle karışır, bazen de onların yerini alır hale geldi.
İnsanlar kendi hak bildiği yolda gitmeye ve dünyaya çokça meyletmeye başladı. Dini hükümler ve kurallar, esasları yönünden ikinci plana itilerek, ayetler ve hadisler siyasi veya şahsî amaçlarla indî yorumlara tabî tutulmaya başlandı. Yalnız bir topluluk, salih ameller işlemek, ıssız yerlerde uzlete çekilerek zikir ve ibadetle uğraşmak yolunu seçti.
Sonraları tasavvuf mekanları inşa edilince; arı-duru kulluk mücadelelerini daha sistemli bir şekilde sürdürmeye koyuldular.
Salih amellere devam ve tashih-i itikad sonucunda; güzel haller meydana gelmeye, saf zihinler ve cilalı gönüller, marifet-i ilahiyi almaya, yudum yudum tatmaya başladı. Böylece taklidi imandan, tahkiki imana geçtiler.
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi K.S
Hanefi ve Şafi Mezhebine Göre Asrımız Meselelerine Fetvalar
.SORU2: Tasavvufun gayesi nedir?
Tasavvuf, islam dininin üzerine inşâ edildiği üç temel mefhumdan biri olan "İhsan"ı kendine gaye edinmiştir. O halde "İhsan"ın ne olduğunu anladığımız zaman, tasavvufun özünü ve gayesini de daha iyi anlamış oluruz.
İhsan mefhumunu, bizzat hadis-i şeriflerde görmekte ve açık bir şekilde izah edildiğine şahit olmaktayız. Hz. Ömer radıyallahu anh'in rivayet etmiş olduğu bir hadis-i şerif (Cibril Hadisi) şöyledir:
"Hz.Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in yanında bulunduğumuz bir sırada, bir de baktık ki elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah, üzerinde yolculuk yaptığına dair hiçbir alamet olmayan ve hiçbirimizin tanımadığı bir kimse geldi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in yanına (varıp) oturdu. Dizlerini dizlerine dayayıp ve her iki avucunu iki uyluğu üzerine koyup:
"Ya Muhammed! İslam nedir? Bana söyler misin?" dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
"Allah 'tan başka hiç bir ilah ve mabud-u billah olmadığına ve Muhammed'in O'nun Resulü olduğuna şehadet etmen, namazı ikâme etmen, zekâtı vermen, ramazanda orucu tutman ve yoluna gücün yeterse, Beytullah 'a hac etmendir." buyurdu. O (yabancı kimse):
"Doğru söylüyorsun. "dedi.
Biz onun bu haline, hem Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e soruyor, hem de onu tasdik ediyor, diye hayret ettik. Ondan sonra:
"Bir de iman nedir? Bana söyler misin? " dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
"İman;Allah'a, meleklerine, kitaplarına,peygamberlerine, ahiret gününe iman etmendir. Bir de hayır, şer ve kaderin Allah 'tan olduğuna iman etmendir." buyurunca, yine:
"Doğru söylüyorsun." dedi.
"Ve İhsan nedir? Bana söyler misin? " diye tekrar sordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de:
"İhsan, Allah'a sanki görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Zira sen O'nu görmüyorsan O seni görüyor" buyurdu. O yine:
"Doğru söylüyorsun." dedi.
Ve bu yabancı kimse gidince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir müddet durdu: "Ya Ömer! Bilir misin o soran kimdi? " dedi. "Allah ve Resûlüllah bilir." dedim. O zaman buyurdular ki: "O, Cebrail idi. Size dininizi öğretmek için geldi." (Müslim)
İşte Hz. Ömer radıyallahu anh'ın rivayet etmiş olduğu bu hadis-i şerifte, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bize islam dininin üç rükün üzerine olduğunu bildirmiştir.
1. İslam: Zahirî azalara taalluk eden amellerdir. (Namaz, oruç, hac, zekât gibi.)
2. İman: Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kaderin Allah'tan olduğuna iman etmek gibi kişinin itikadına taalluk eden amellerdir.
3. İhsan: Bu da murakabe ve müşahedeye taalluk eden amellerdir. Bu ihsan makamı, manevi huşu ve huzur içerisinde Allah-u Zülcelal'e ibadet ederek kalbin temizlenmesine işaret etmektedir. Bundan dolayı ihsan makamı olmazsa dinin bir kısmını eksik bırakılmış olur.
Şöyle ki; bu hadis-i şerifte açıkça, kulun bütün ibadet ve kulluk görevlerini yerine getiren yani hayatının her anında, Allah-u Zülcelal'in kendisini gördüğünün, işittiğinin ve bildiğinin şuurunda olması gerektiği beyan edilmektedir. İşte, kişinin bu ihsan halini bozan sebepler; şeytanın vesvesesi, nefsin arzuları ve dış dünyanın etkileridir. O halde, bu tesirlerden kurtulmamız gerekmektedir ki ihsanı yaşayabilelim. Bu tesirlerden kurtulma yolu ise bunların sebeblerini, insana nasıl tesir ettiklerini ve bunlara karşı ne gibi tedbirler alınması gerektiğini; kısaca bu marazi durumun teşhis ve
tedavisini bilmek lazımdır. Şüphesiz ki bu konu bir müslüman için en önemli konudur. Zira kulluğun temel mihengi, her yaptığını, her anını Allah rızası için yapabilmektir. İşte bu da tasavvuf ilmini zorunlu hale getirmektedir.
Burada bir meseleye daha açıklık getirmekte fayda var. Denilebilir ki kişinin ihsanı yaşamasına zarar veren tesirleri, ayet hadis ve alimlerin kitaplarından öğrenip teşhis ve tespit edebiliyoruz. Evet bu bir yere kadar doğrudur. Ancak bu marazları tedavi etme usulü ve kurallarını inceleyen ilim ise tasavvuftur. Zira birer tasavvuf mütehassısı olan mürşid-i kamil; hem bu konulardaki zahirî ilmini, hem tecrübelerini ve hem de bâtınî yolla Allah-u Zülcelal'in verdiği manevî ilmi kullanarak kişiyi tedavi etmektedir.
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi K.S
Hanefi ve Şafi Mezhebine Göre Asrımız Meselelerine Fetvalar
.SORU 3: Tasavvuf her insan için lüzumlu mudur?
Bilindiği gibi, Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiyleri zahiri ve manevi olmak üzere iki kısımdır. Bu yüzden insan da Allah-u Zülcelal'e karşı hem zahiri, hem de manevi olarak sorumludur.
Zahiri sorumluluklar, vücudun dış azaları ile yerine getirilmesi gerekli olan namaz, oruç, zekat, hırsızlık yapmamak, içki içmemek gibi sorumluluklardır.
Kalbin temizlenmesine yönelik olan batini emir ve nehiyler ise, zahiri olan sorumluluklara göre daha önemlidir. Çünkü insanın manevi durumu, zahiri amellerinin de temelidir. Allah-u Zülcelal'e karşı samimi olabilmek ve ihlaslı bir şekilde ibadet yapabilmek kalbin ıslah olmasına bağlıdır.
Bazı kimseler tasavvufun gerekli olmadığını iddia ediyorlar. Oysa bu iddiaları onların islam dininin üzerinde ne kadar yabancı ve cahil olduklarını meydana çıkarıyor. Çünkü Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede:
"De ki: Ancak bizim Rabbimiz zahiri ve batini olan kötü davranışları ve her türlü günahı ve yapılan tecavüzü haram kılmıştır." (Araf; 33)
Diğer bir ayet-i kerimede ise şöyle buyrulmuştur:
"...Zahiri ve batini kötülüklere yaklaşmayın." (En'am; 151)
Görüldüğü gibi, Allah-u Zülcelal hem zahiri hem de batini kötülüklerden uzak durmamızı emretmiştir.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"...İnsanın vücudunda bir et parçası vardır. Eğer o ıslah olursa, bütün vücut ıslah olur. Eğer o fesada uğrarsa, bütün vücut fesada uğrar. Dikkat edin o da kalptir." (Müslim)
İmam Şarani 'Sefaü'l Kulub' adlı kitabında şöyle demiştir:
"Zahiri emir ve nehiyler ekmek gibidir. Manevi olan emir ve nehiyler ise o ekmeğin yanındaki katık gibidir. Bu ikisi bir arada bulunursa, insan yaptığı ibadet ve taatinden lezzet alır. Bu tecrübe edilmiştir. Kalbinde şüphe bulunanlar bunu tecrübe etmeden anlayamazlar."
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ise şöyle buyurmuştur:
"Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim " (İmam Malik)
Peki güzel ahlak ona uymak değil midir? Çünkü Allah-u Zülcelal bir ayeti kerimede şöyle buyurmuştur:
"Resulüm size neyi verdiyse (ve emrettiyse) onu alıp yapın, neden nehyetti ise ondan da sakının." (Haşr; 7)
Diğer bir ayet-i kerimede ise şöyle buyrulmuştur:
"De ki; Eğer Allah 'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." (Âl-iİmran; 31)
Bir kişi, arif zatlardan birisine mektup yazmış ve demiş ki:
"Siz bu maneviyatı nereden çıkarıyorsunuz? İnsan Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerini zahiri olarak yerine getirirse evliya olur." O arif zat, o kişinin mektubuna şöyle cevap vermiş:
"Bir kişi, mescitte namaz kıldığı zaman, bu haliyle diğer insanların yanında evliya gibidir. Çünkü Allah-u Zülcelal'in emrini yerine getirmektedir. Ama o kişinin kalbinde:
"Ben namaz kılayım da diğer insanlar beni görsünler" diye bir niyet bulunduğu zaman bu da riyadır ve bu haliyle Allah-u Zülcelal'in yanında ibadetinin hiçbir kıymeti kalmaz. Çünkü riya küçük şirktir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
"Sizin müptela olmanızdan korktuğum şeylerin en büyüğü küçük şirktir."buyurunca, sahabe-i kiramlar:
"Ya Resulallah! Küçük şirk nedir?" diye sormuşlar. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de:
"Riyadır (gösteriş)." buyurmuştur. (Beyhâki, Ahmed bin Hanbel)
Allah-u Zülcelal kıyamet gününde kullarına yaptıkları amellerine göre mükafat verirken riyakarlara şöyle buyuracak:
"Dünyada riyakarlık yaptığınız kimselere gidin, bakın. Onların yanında mükafat bulabilecek misiniz? " (Ahmet bin Hanbel)
Onun için insan:
"Ben namaz kılayım insanlar namaz kıldığımı görsünler! " diye niyet ederek bir milyon rekat namaz kılsa da, bu namaz Allah rızası için olmadığından dolayı sahibine bir menfaat sağlamaz."
Onun için insan Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerini ne kadar yaparsa yapsın maneviyat olmadan evliya olamaz. Arif zatın bu cevabını alan kişi derhal onun ziyaretine gitmiş ve tasavvuf yoluna girmiştir.
İmam Hadimi şöyle demiştir:
"Tasavvuf yolu nasıl inkar edilir? Çünkü bu yol evliyaullahın yoludur. İnsanın kemale ulaşması, ancak zahir ve batını birleştirmesi ile mümkündür."
Buna bakarak, eğer insan zahir veya batından birisini terkederse, kanadının biri kırılmış kuşlar gibi olur. Kuş da bir kanatla uçamaz.
Abdülhalik Gücdevani de şöyle demiştir:
"Evliyaullah'a ve onların yoluna düşmanlık etmekten kaçının. Çünkü onların yoluna düşmanlık edenler ebedi iflah olmazlar."
Bizden önceki insanlar, islam dinini çok iyi anladıkları ve
yaşadıkları için diğer insanlara da menfaatli oluyorlardı. Hakikaten de tasavvufun aslı, Kur'an ve sünnet yolunda yürümek, bizden önceki büyüklerin çizmiş olduğu yoldan ayrılmamak ve bid'atleri, nefsin boş arzularını terk etmek olduğu için Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak isteyen ve ahiretinin üzerinde meraklı olan bütün müslüman kardeşlerimiz için çok lüzumlu olan bir yoldur.
İşte bu ayet-i kerimelerden, hadis-i şeriflerden ve âlimlerin sözlerinden anlaşıldığı gibi, tasavvuf; Allah-u Zülcelal'in ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in yoludur. Peki böyle bir yola girmemekle ve üstüne üstlük bir de kötülemekle insan kendisine yazık etmiş olmaz mı?
Kıyamet günü öyle dehşetli bir gündür ki, insanın o gün kendisini kurtarması çok zordur. O gün selamet bulmak için, dünyada iken sâlih amel yapmak lazımdır. Salih amel yapabilmenin yolu da kalbi manevi olarak temizlemektir.
Tasavvuf yolunun büyükleri bu yüzden kalbin üzerinde çok fazla durmaktadırlar. Onun için insan tasavvuf yoluna girdiği zaman, Allah-u Zülcelal'e doğru manevi olarak ilerlemeye başlar. Çünkü Allah-u Zülcelal kullarının kalblerini düzeltip, ıslah olmuş samimi bir kalble huzuruna gelmelerini istemektedir. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"O gün ne mal, ne de oğullar fayda verir. Ancak Allah'a selim bir kalple gelen (fayda görür) " (Şuara; 88-89)
Selim bir kalbe kavuşmanın yolu da, bütün amacı kalbin ıslah olmasını sağlamak olan tasavvufa girmektir.
Bütün bu anlatılanlardan da anlaşılmaktadır ki, tasavvuf yolu insan için çok menfaatli ve lazım olan bir yoldur. Bir insan ne kadar akıllı dahi olsa kendisini yetiştirebilmesi için nasıl okula ve öğretmene ihtiyacı varsa, Allah-u Zülcelal'in yolunda ilerlemek isteyenlerinde şüphesiz tasavvuf yoluna ihtiyaçları vardır.
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi K.S
Hanefi ve Şafi Mezhebine Göre Asrımız Meselelerine Fetvalar
.SORU4: Evliya-Veli ne demektir? Haklarında kötü konuşmanın vebali var mıdır?
Veli'nin çoğulu Evliya'dır. Evliya; Allah'ı bilen, Allah'ın dostu, sevgili kulu ve yakınıdır. Allah'a itaatta ve muhabbette çok ileri derece de olup Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetini yerine getirme de çok titiz davranan kimsedir. Allah-u Zülcelal bu kimseler hakkında ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"iyi bilin ki, Allah 'in veli kulları için hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar, iman edip takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjdeler vardır. Allah 'ın sözlerinde asla değişme yoktur. Bu en büyük mutluluğun ta kendisidir. " (Yunus; 62-64)
Görüldüğü gibi bu ayet-i kerimede veliler için korku ve üzülme olmadığı, onların vasıflarının iman ve takva olduğu belirtilmiştir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'de Allah'ın veli kullarını anlatırken şöyle buyurmuştur:
"Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah'ı hatırlatırlar. " (îbn-iMace, İbn-iEbi'd-Dünya)
Gerçekte velileri görmek derhal ahireti hatırlatır. Zira onlarda haşyet ve tevazu vardır. Sanki nübüvvetten bir nur parlamaktadır. Çünkü Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Allah, iman edenlerin velisidir (dostudur, yardımcısıdır), onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (Bakara; 257)
Allah'ın velileri, Allah'a iman ve taat yönünden yakın olanlardır. Çünkü iman, bütün batıl ve yanlış inançlardan sıyrılarak gerçeğe, hakka ulaşmış olmanın ifadesidir. İşte Allah dostları, iman ve marifetullah'a ve takva ile de üstün ahlaka ulaşmış olduklarından, Yunus suresi 62. ayette de buyrulduğu gibi, her türlü korkudan kederden ve yeisten kurtulmuşlardır. Çünkü onlar en üstün kudret olan Allah-u Zülcelal'in dostluğunu ve himayesini kazanmışlardır.
Veli bir kula düşmanlık göstermenin akıbetini şu hadis-i kudsi şöyle beyan etmektedir:
"Her kim beni tanıyan ve ihlas ile bana ibadet eden bir
kuluma düşmanlık ederse, bende ona harb ilan ederim..." (Buhari)
Veli, Allah'ın emir ve rızasından ayrılmayan bir kul olduğuna göre, ona düşmanlık eden kimsenin haklı bir sebebi olamaz. Burada Allah-u Zülcelal'in harbi; onu ya günahlara daldırması ya da küfür bataklığına saplamasıdır. Ehl-i sünnet ve'l-cemaate göre, geçmiş ümmetlerde olduğu gibi, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ümmetinde de Allah'ın veli kulları vardır. Velilere inanmak haktır. Evliyaları kabul etmemek, Kur'an ayetlerini inkar olup, bu ise sapıklık ve küfürdür.
Allah-u Zülcelal'in veli kullarını haktır ve veli kullara inanmak şarttır. Velilerde Allah-u Zülcelal'in kullarıdır. Onlarda herkes gibi insandırlar. Onlar nefis ve şeytanın peşinden gitmez, Allah-u Zülcelal'in emirlerine göre hareket ederler. Sur'un son nefhasına kadar Allah'ın veli kulları bulunacak ve eksik olmayacaktır. Kıyamet günü evliyaullah için ne mahsun olmak, ne kederlenmek ve ne de korku vardır. Allah-u Zülcelal'in veli kulları, Allah-u Zülcelal'e olan sevgilerinin fazlalığından, kendilerine tabi olan kimseleri dünya sevgisinden koparıp Allah-u Zülcelal'in doğru yoluna bağlarlar.
Allah dostlarını seven besledikleri muhabbetten dolayı, Allah-u Zülcelal'i de sevmiş olurlar ve böylelikle Allah-u Zülcelal'in dostluğunu kazanırlar. Çünkü Allah için Allah dostlarına muhabbet Allah-u Zülcelal'i sevmek demektir. Allah dostlarının münkirliğini yapanların ekseriyatının küfürle gittiği görülmüştür. Allah dostlarına yakın olmanın faydası çoktur. Bu dünyada evliyalara yakın olan kimse, aynı yakınlığı ahirette de muhafaza eder. Allah-u Zülcelal bir insana dost olursa, herkes ona itaat etmek mecburiyetinde kalır.
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi K.S
Hanefi ve Şafi Mezhebine Göre Asrımız Meselelerine Fetvalar
.SORU 5: Mürşid-i Kamil kimdir? Mürşid-i Kamil bulmak şart mıdır?
Kur'an-ı Kerim'de irşâd; doğruluk, hayır, fayda ve akıllı manalarında kullanılmıştır. Mürşid de; kendisi doğru, akıllı ve hayırlı olup, insanları doğruya, hayra yönelten kimse olarak belirtilmiştir.
Hakikatta insan iki yolun salikinden biridir; birisi Allah-u Zülcelai'in nimetlendirdiklerinin yolu (Fatiha; 7); diğeri, gazaba uğrayıp, dalâlete düşenlerin yoludur. (Fatiha; 7)
İlk mürşid Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve Kur'an-ı Kerimdir. Hayrı ve şerri yaratan Allah-u Zülcelal, kulların hayırda olmalarına razı; şerde ve küfürde olmalarına razı değildir. (Zümer; 7)
Şer kuvvetler olan nefis, şeytan ve dünya vazifesini yaparken, bu tür düşmanlara karşı kullanacağımız silahları, strateji ve taktiği, ilâhî iradeye uzanan gönül erlerinden, yani gerçek Mürşid-i Kamillerden Öğrenmeliyiz. Mürşid: "İnsan-ı Kâmil" olan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e vekalet etmektedir. Yaratılışındaki ferasetin ve sahip olduğu ilmin derecesine göre müridin kalbindeki ve mizacındaki sertliği, fesadı yavaş yavaş gidermeye çalışır.
Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Yarattığımız ümmetten öyle erler de vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler." (A'raf; 181)
Ayet-i kerimede işaret edilen erler; insanı irşad eden, doğru yolu gösteren, gafletten uyandıran ve insanı Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiyleri doğrultusunda terbiye ederek Allah'a ve Resulüne götürecek olan mürşidlerdir.
Allah-u Zülcelal nasıl ki zahiri ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmiyorsa, batini ilimlerin öğrenilmesi ve insanların manevi olarak kendilerini temizleyip doğru yola çevirecek olan, daima güzel ahlakla davranan, şefkat ve merhametle muamele eden mürşid-i kamilleri eksik etmemiştir.
Şimdi bazı kimseler: "Muhakkak bir mürşid bulmak şart mıdır? " diyebilirler.
İnsan, yüzlerce kitabı ezberlerse ve gece-gündüz ibadetle meşgul olsa bile bir mürşidin terbiyesine girmeden, üzerinde bulunan hasletlerden kurtulamaz.
Tedavi yolunu bilmeyen bir hasta, nasıl doktora gitmeye muhtaçsa, nefsine mağlup olan ve bir türlü doğru yolda yürüyemeyen her insanın kendine bir mürşid bulması lazımdır. Çünkü Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"İşte onlar, Allah'ın hidayetine ulaştırdığı kimselerdir; öyleyse sen de onların yoluna uy." (Enam; 90)
Mürşid, gerçek manada Allah-u Zülcelal'i kullarına, kulları da Allah-u Zülcelal'e sevdirmektedir. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Muhammed'in nefsini elinde bulunduran Allah 'a yemin olsun ki, hiç şüphesiz, Allah-u Zülcelal'in en sevgili kulları; Allah 'ı kullarına, kulları da Allah 'a sevdiren, yeryüzünde hayır ve nasihat için dolaşanlardır." (Beyhaki)
Mürşid-i kamillerin insanları Allah-u Zülcelal'e sevdirmesi şöyle olmaktadır. Mürşid-i kamil, kişiyi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetine uymaya sevkeder. Her kim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e ve onun yoluna uymak için gayret sarfederse Allah-u Zülcelal onu sever. Çünkü bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"De ki; 'Eğer siz (gerçekten) Allah 'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da Sizi sevsin. " (Al-iİmran; 31)
Mürşid-i kamilin Allah-u Zülcelal'i kullarına sevdirmesi ise şöyle olur: Mürşid, kişiyi manevi kirlerden temizleme yoluna sevkeder. Nefis, çirkin sıfat ve huylardan temizlenince, kalp aynası parlar ve hakikati görür. Hakikati gördüğü zaman da Rabbini sever. İşte bu nefsi temizlemenin ve terbiye etmenin bir sonucudur. Nitekim Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz nefsini temizleyen kurtulmuştur. "(Şems; 9)
Nefsin kurtulması, Allah-u Zülcelal'i tanıması ve hakikati görmesiyledir. İnsanın kalp aynası parlayınca, dünyanın ne kadar çirkin ve boş olduğunu, ahiretin ise ne kadar güzel ve devamlı olduğunu görür. Bu durumda da baki olanı sever ve ona yönelir; boş ve geçici olandan yüz çevirir. Böylece mürşidin insana vermiş olduğu menfaatte ortaya çıkmış olur.
Mürşid-i kamiller, dünyada Allah-u Zülcelal'in dininin tebliğ edicileri, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in varisleridirler. Nitekim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Alimler, peygamberlerin varisleridir." (Beyhaki)
Madem ki peygamberlerin varisleridirler, öyle ise onlara uymak, onların gösterdiği yoldan gitmek, söyledikleri tavsiyeleri yerine getirmek lazımdır.
İnsan ne kadar çok ibadet ederse etsin, bir mürşid-i kamilin terbiyesine girerse, yapmış olduğu bu ibadetini az görür ve daha fazla ibadet etmeye gayret gösterir. Ama mürşidsiz olursa, nefis ve şeytan insanı çok kolay aldatır. Az olan ibadetini bile dağlar gibi gösterir.
Mürşid-i kamiller, Allah-u Zülcelal'in dosdoğru olan yolundan zerre kadar ayrılmamaya gayret gösterirler. Daima Allah-u Zülcelal'in razı olacağı işlerin üzerinde bulunurlar. Bir kişinin hem Allah-u Zülcelal'in rızasını aradığını iddia etmesi, hem de bu gibi zatlardan kendisini uzak tutması çok yanlıştır. Oysa Allah-u Zülcelal bir ayeti kerimede şöyle buyurmuştur:
"Bana yüz tutanın yolunu tut." (Lokman; 15)
Bu ayet-i kerimeden de anlaşıldığı gibi, peygamberlerin varisleri olan mürşid-i kamillerin göstermiş olduğu yoldan ayrılmamak lazımdır. Çünkü ashab-ı kiramlar da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e tabi olmuşlar, onun manevi terbiyesine girerek, göstermiş olduğu yoldan yürümüşlerdir. Günümüzde de onun varislerine uyan kimseler nefsin çirkin sıfatlarından kurtulup güzel sıfatların sahibi olurlar.
Netice olarak, mü'min olan kişi şuurlu bir şekilde düşündüğü zaman, Allah-u Zülcelal'in dostları ile beraber olmanın ve bir mürşid-i kamilin manevi terbiyesi altına girmenin bilhassa günümüzde şart olduğunu görecektir. Çünkü bugün günahlar bir deniz gibi olmuştur. İnsanın kendisini böyle bir ortamda muhafaza etmesi çok zordur. Kendisini muhafaza edebilmesinin çaresi mürşid-i kamilin terbiyesine girip, onun vermiş olduğu reçeteyi uygulamakla mümkündür. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
"Kişi kendi arkadaşının dini üzerinedir. Öyle ise kişi kiminle arkadaşlık yaptığına baksın." (EbuDavud)
Onun için insan Allah-u Zülcelal'in yolunda sapmadan doğru bir şekilde yürüyebilmek için daima iyi kişilerle birlikte olmalıdır. Böyle kimselerle beraber olmak hem Allah-u Zülcelal'i, hem Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i hem de Allah dostlarını razı eder.
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi K.S
Hanefi ve Şafi Mezhebine Göre Asrımız Meselelerine
.SORU 6: Mürşid-i kamilin alametleri nelerdir?
İnsanları irşad eden mürşid-i kamillerin bir takım alametleri vardır. Bir mürşid-i kamilde bulunması gereken vasıflar şunlardır:
1-) Öncelikle ilmiyle amel eden âlim bir zat olmalıdır.
2-) Allah-u Zülcelal'in emir ve nehiylerinin, tasavvuf ve hakikat ilimlerinde derin bir bilgiye sahip olmalıdır.
3-) İnsandaki manevi hastalıkların nasıl meydana geldiğini ve bununla nasıl mücadele edileceğini bilmelidir.
4-) Dünyaya ve dünya malına rağbet etmeyen bir kimse olmalıdır.
5-) Silsile yönünden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e ulaşan kamil bir mürşidden izin alarak irşada başlamış olmalıdır.
6-) Bütün insanlara karşı son derece şefkatli ve merhametli olmalıdır.
7-) Çok güzel bir ahlaka sahip olmalıdır.
8-) Her türlü elem ve kederi sükunetle karşılamalıdır.
9-) Bütün işlerinde ölçülü davranır ve daima nasihatte bulunmalıdır.
10-) Asla boş işlerle vaktini geçirmez. Bütün vaktini ibadet ve taatle, Allah'ın zikri ile, hizmetle ve insanların güzel ahlak sahibi olmaları için uğraşmakla geçirmelidir.
11-) İnsanların ayıplarını yüzlerine vurmamalıdır.
12-) Mürşid-i kamillerin alametlerinin en önemlisi; her fiili, kavli ve amelleri Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in siyreti gibi olup, buna asla aykırı bir harekette bulunmaz ve kabul dahi etmez.
İşte kısaca anlatmaya çalıştığımız bu vasıfları taşıyan kimseler gerçek manada kamil mürşidlerdir.
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi K.S
Hanefi ve Şafi Mezhebine Göre Asrımız Meselelerine Fetvalar
.SORU 7: Keşif ve keramet nedir?
Keramet, Allah-u Zülcelal'in veli kullarında görülen olağanüstü ilahi bir bağıştır. Yukarda da belirttiğimiz gibi veli; Allah'ı bilen, Allah'ın dostu, sevgili kulu ve yakınıdır. Allah'a itaatta ve muhabbette çok ileri derece de olup Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetini yerine getirme de çok titiz davranan kimsedir. Böyle olan insanlarda Allah-u Zülcelal'in bir hediyesi olmak üzere olağanüstü haller görülebilir. Bunların olamayacağını söylemek naklen mümkün olmadığı gibi aklen de uygun değildir. Keramet kitap ve sünnetle sabittir. Nitekim Kur'anda zikredilen Meryem kıssası; Hz. Süleyman aleyhisselam döneminde Asaf'ın tahtı uçurması, ashab-ı kehf olayı Kur'anda anlatılan keramet örneklerindendir. Hz. Ömer radıyallahu anh'ın hutbe okurken uzaklardaki sariyeyi görüp ona seslenmesi, sesini ona duyurması sahih bir vakadır.
Peygamberlere verilen mucizelerde hiçbir mü'minin şüphesi yoktur. Evliyanın kerametleri de, tabi oldukları peygamberlerin mucizelerinin bir parçası olmaları itibarı ile mucizelerden destek görür. Çünkü her veli kerameti o peygambere inandığı için elde etmiştir ve kerameti onun mucizenin bir parçasıdır.
Bilindiği gibi bir peygamber mucizesini gizlemez onunla davasının doğruluğu konusunda muhaliflerini aydınlatır. Veli ise kerametini gizlemeye çalışır. Zaten Evliyalar kerametlerini gizlemeyi, Allah-u Zülcelal'e bir edebin gereği saymışlardır.
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi K.S
Hanefi ve Şafi Mezhebine Göre Asrımız Meselelerine Fetvalar
.SORU8:Bey'at ne demektir?
Bey'at, söz vermek, bağlanmak manasına gelir.
Tasavvufla bey'at etmek; bir kişinin ilmiyle amel eden bir alime sadık ve bağlı kalacağına, haramlardan kaçıp helal ve hayırlara sarılacağına, günahlardan tevbe edip, bir daha yapmayacağına dair söz vermesi ve buna Allah-u Zülcelal'i, Resulünü ve mürşid-i kamili şahit tutmasıdır.
Maalesef günümüzde bazı kesimler, bey'atın aslını bilmedikleri için bunu yapan kimselere karşı düşmanlık ediyorlar ve bey'atın islam dininde yeri olmadığını söylüyorlar.
Biz burada bey'atın kitap ve sünnetten deliller vererek dindeki yerini açıklayarak görevimizi yerine getireceğiz.
Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"(Resulüm) Sana bey at edenler, hiç şüphesiz Allah 'a bey at etmektedirler. Allah 'in (kudret) eli onların ellerinin üzerindedir. Kim (yaptığı) ahdi bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile yaptığı ahdine vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükafat verecektir." (Fetih; 10)
Diğer bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:
"Andolsun ki, sana o ağacın altında bey'at ederlerken, Allah mü'minlerden razı oldu. Onların kalplerinde olanı bildi de üzerlerine o sekineti (huzur ve itminanı) indirdi ve onları yakın bir fetih ile mükafatlandırdı" (Fetih; 18)
Hasan-ı Basri şöyle demiştir:
"Allah-u Zülcelal'in bütün mü'minlere yaptığı bu çok kârlı bey'ata kulak verin. Vallahi yeryüzünde bulunan bütün mü'minler, bu ilahi bey'atın içine dahildir."
İmam Kurtubi ise şöyle demiştir:
"Bu ayet-i kerime ikinci Akabe biatındaki müslümanlar için indi. Fakat ayet, kıyamete kadar Ümmet-i Muhammed'den Allah yolunda olan herkesi içine alır."
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, ilk islam'a girerken
müslümanlardan aldığı bey'atın dışında, değişik zamanlarda pek çok önemli konuda da bey'at almıştır.
İşte bu bey'atlar, günümüzde mürşid-i kamillerin takva üzere yaşamak ve irşad amacı ile müslümanlarla yaptıkları bey'at ve intisap için birer delildirler.
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi K.S
Hanefi ve Şafi Mezhebine Göre Asrımız Meselelerine Fetvalar
.SORU 9: Kaç çeşit bey 'at vardır?
Bey'atın birkaç şekli vardır. Bunları kısaca açıklamaya çalışalım.
1. Allah-u Zülcelal'in Kulları İle Bey'atı:
Allah-u Zülcelal'in kullarından almış olduğu bey'at, ahd-i misakta yapılan bey'attır. Allah-u Zülcelal ayet-i kerimede bunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Ve hatırla ki, Rabbin Ademoğullarının bellerinden zürriyetlerini (çıkarıp muhatap) aldı ve onları kendi nefisleri üzerine şahid tuttu: 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' dedi. Onlarda; 'Evet. Sen bizim Rabbimizsin. Biz buna şahidiz' dediler. (Onları böyle şahit tuttuk ki) Kıyamet günü:
'Biz bundan habersizdik' yahut; '(Ne yapalım) daha önce babalarımız Allah'a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen nesildik, (onları takip ettik) Günaha dolan (ve bize de sebep olan) kimseler yüzünden bizi helak mı edeceksin' demeyesiniz. İşte biz ayetleri böyle açıklıyoruz. Artık her halde (küfürlerinden) dönerler." (Araf; 172-174)
Diğer bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Ey Ademoğulları! Ben size; 'Sakın şeytana tapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır. Ancak bana kulluk edin. İşte dosdoğru yol budur' deyip sizden ahid almadım mı? " (Yasin; 60-61)
İşte bu ayet-i kerimelere bakarak, insanlara, gönderilen bütün peygamberler bu ahdin yerine getirilmesine çalışmışlar; günümüzde de peygamberlerin varisleri olan ve insanları doğru yola çağıran ve irşad eden mürşid-i kamiller de bunun için çaba göstermektedirler.
Onun için Cüneyd-i Bağdadi demiştir ki:
"Tasavvuf, hakiki olarak Allah'ın ahdine vefa gösterip, gereğini yerine getirmek ve Allah-u Zülcelal'in rızasına giden yolda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem 'e tabi olmaktır."
2. Allah-u Zülcelal'in Peygamberleri ile Bey'atı:
Allah-u Zülcelal peygamberlerinden aldığı bey'atı da bir ayet-i kerimede şöyle açıklamıştır:
"Hani biz peygamberlerden söz almıştık. Senden, Nuh 'tan, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryem oğlu İsa'dan da. Evet, biz onlardan pek sağlam bir söz almıştık." (Ahzap; 7)
3.Allah-u Zülcelal'in İlim Sahipleri İle Bey'atı:
Alimler, Allah-u Zülcelal'e giden yolun bekçileri ve hizmetçileridirler. Onlar daima, insanların Allah-u Zülcelal'in bildirmiş olduğu emir ve nehiyleri yerine getirip doğru yoldan ayrılmamaları için gayret ederler. Bunu da insanlara, Allah-u Zülcelal'in kendilerine vermiş olduğu ilimle yerine getirirler. Bu hususta Allah-u Zülcelal onlardan söz almıştır. Nitekim bir ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:
"Allah kendilerine kitap verilenlerden; 'Onu mutlaka insanlara açıklayacağız. Onu katiyyen gizlemeyeceğiz.' Sözü almıştır."
(Al-iîmran; 187)
İşte alimler, yani mürşid-i kamiller Allah-u Zülcelal'e vermiş oldukları bu sözü yerine getirebilmek insanlara yol göstermekle görevlidirler.
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi K.S
Hanefi ve Şafi Mezhebine Göre Asrımız Meselelerine Fetvalar
.SORU 10: Suluk etmek isteyen kimse, mürşide el verip tevbe etmek suretiyle bey 'at eder. Bunun dinde yeri var mıdır?
Sülük etmek isteyen kimsenin mürşidine el vermek ve huzurunda tevbe etmek suretiyle kendisiyle bey'at etmenin islam'da yeri vardır. Nitekim daha önce de beyan ettiğimiz gibi, zira erkekli kadınlı sahabelerde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e bey'at etmişlerdir. Salikte mürşidinin huzurunda o güne kadar işlemiş
olduğu günahlardan tevbe ederek pişmanlık duyduğuna ve ondan sonra kötülük yapmayacağına, yalan söylemeyeceğine, kimsenin malına tecavüz etmeyeceğine dair söz veriyor. Ve bunun için Allah-u Zülcelal'i, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i ve mürşidini şahit tutuyor. Dinen bunun hiçbir sakıncası yoktur.
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi K.S
Hanefi ve Şafi Mezhebine Göre Asrımız Meselelerine Fetvalar
.SORU 11: Kadınlardan bey'at alma, erkeklerde olduğu gibi musafaha ile mi, yoksa sadece karşılıklı sözleşme ile mi yapılır?
Kadınlarla bey'at sadece sözleşme ile icra edilir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mekke'nin fethi günü kadınların bey'atını nasıl kabul ettiği konusunda farklı rivayetler bulunmaktadır.
Hz. Aişe radıyallahu anha şöyle nakletmiştir:
"Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellem kadınlardan, sözlü olarak bey'at alıyordu. Helali olan kadınlar hariç; Resulüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in eli hiçbir kadının eline değmemiştir."
(Buharı, Müslim, Tirmizi)
Rukayka'nın kızı Ümeyye şöyle anlatmıştır:
"Ya Resulallah! Hiç bir şeyi Allah 'a şirk koşmayacağımıza, zina etmeyeceğimize, hırsızlık yapmayacağımıza, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize ve kimseye iftira etmeyeceğimize, dini emirlerde asi olmayacağımıza dair sana bey'at ediyoruz-" dedik.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'de: "Gücünüz yettiği kadar."buyurdu. O zaman biz:
"Allah ve Resulü, bize bizden daha şefkatlidir. Müsaade buyurun da (elinizden tutup) sana bey'at edelim!" dedik. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Ben kadınlarla musafaha etmem. Benim yüz kadına söyleyeceğim şeyler, bir kadına söylediğim gibidir." (Tirmizi)
Meşhur olmamakla birlikte, Muhammed bin el-Münkedir nakline göre, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mekke'nin fetholunduğu gün bey'at alırken, bir kadını kadınların başında, onlardan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem adına bey'at almakla görevlendirmiştir.
Bu konuda en muteber uygulama; kadınlarla sadece sözlü bey'attır. Ancak günümüzde, bu uygulama ile amel etmek isteyenlere, yani kadın cemaatına bir kadın görevli ile bazı şeyleri öğretmek ve tatbik ettirmek için mürşidlerde vekil tayin edebilir.
Çünkü islamı tebliğ ederken esas olan, tebliğin en uygun ve en faydalı biçimde yapılmasıdır. Vekalet bir veya birkaç konuda olacağı gibi her konuda da olabilir.
Sonuç olarak; Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Allah-u Zülcelal'in Resulü ve halifesi olarak erkek ve kadın bütün insanların peygamberi ve rehberi olduğu gibi ona varis olan kamil mürşidler, Rabbani alimler de bütün insanlığın irşad ve ıslahını hedef alarak hiçbir ayırım yapmadan herkese ve her kesime ilahi davet iman ihlas takva ve ahlak-i hamidiyeyi tebliğ etmekle memurdurlar.
Davet ve irşad da ölçü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem rdir.
Mürşid-i kamil intisab için de özellikle kadınların intisabında, en sahih ve emniyetli olarak intisabı, sözlü olarak bir perde veya kapı arkasından yapmalarıdır.
Aynca, mürşid-i kamil bir erkek veya kadını tevbe ve intisap ettirme hususunda görevlendirebilir.
Mahremi olmayan bir kadının elini (onu tehlikeden kurtarma ve zaruri tedavi gibi dinen müsâde edilen bir mazeret olmadığı zaman) tutup musâfaha yapmak, hayır gibi görünen bir iş için de olsa caiz değildir. Bu sünnete uygun olmadığı gibi hayır da getirmez.
.SORU 12: Rabıta nedir?
Rabıta; iki şeyi birbirine bağlayan ilgi, bağ, münasebet gibi manalara gelir. Tasavvuf yolunda ise rabıta; Allah-u Zülcelal'e O'nun Resulüne ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in varisleri olan salih kimselere duyulan bir sevgiden ibarettir. Nasıl ki sevgi; sevgilinin hayalini, güzelliğini, hal ve hareketlerini düşünerek kalbi sevgiliye bağlamak anlamına geliyorsa; rabıta da insanın Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmak için O'nun salih kullarına gönülden bağlanmaktır.
Yani rabıta, muhabbet ve hürmetle kalbi bağlamaktan ibarettir. Rabıtanın özü şudur: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in varisi olan alim ve salih bir kimseyi düşünmek, sadece onun şahsını hayal etmek ve müstakil olarak ondan bir şey istemek değildir. Bilakis aslında her şeyi yaratan ve yapan faili hakikinin Allah-u Zülcelal olduğuna itikat ederek, Allah-u Zülcelal'in o âlim ve salih kimseye ihsanda bulunup, o insanda ortaya çıkardığı fazileti düşünmektir.
Bu durum şuna benzer. Bir fakir ihtiyacını karşılamak için bir zenginin karşısına gelip talepte bulunur. Fakat o fakir bilir ve inanır ki, gerçekte veren ve İhsan eden Allah-u Zülcelal'dir. Çünkü yerlerin ve göklerin hazineleri O'nun elindedir. O'ndan başka faili hakiki yoktur. Fakir, zenginin kapısında ancak, Allah'ın nimet kapılarından bir kapı ve oradan kendisine bir nimet vermesinin mümkün olduğunu bildiği için durur. İşte rabıtanın özü de budur.
Tabii günümüzde bazı kimseler:
"Allah-u Zülcelal'den başka varlık düşünülür mü? Niçin Allah 'ı düşünmüyoruz da, bir insanı düşünüyoruz? Bu şirk değil midir? Allah-u Zülcelal'in sevgisi bölünmüş olmuyor mu?" gibi aklın kabul etmeyeceği yanlış bir takım fikirler öne sürerek, samimi olarak Allah-u Zülcelal'in rızasını arayan insanların kafalarına şüphe sokmaya çalışıyorlar.
Öncelikle şunu belirtelim ki, zat ve sıfatları ile hiçbir benzeri ve eşi, ortağı bulunmayan Allah-u Zülcelal'i düşünmek, O'nun zatını hayale getirmeye çalışmak değildir. Çünkü insanın bir zatı düşünebilmesi için, onu görmesi gerekir. Onun için insan ne kadar istese de Allah-u Zülcelal'i hayal edemez ve zaten hayal etmesi de caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve şellem bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın zatını tefekkür etmeyin. O'nun nimetlerini ve yaratıklarını düşünün. Çünkü siz Allah'ın zatını düşünmeye güç yetİremezsiniz. " (Beyhaki, Ahmet bin Hanbel)
Hal böyle olunca, insanlar içinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in varisi olmuş alim ve salih olan ve Allah-u Zülcelal'in:
"...Ben onları severim, onlarda beni sever..." (Maide;54) iltifatına ulaşmış ve hayatlarının her anını insanlara faydalı olabilmek için harcayan, kalpleri ilahi nurla dolu olan salih kimseleri sevmenin, bu sayede Allah-u Zülcelal'in rızasına doğru gitmeye çalışmanın gerekli olduğu açık olarak anlaşılmaktadır. Çünkü onlar Allah'ı hatırlatır, Allah'ı sevdirir ve herkesi Allah'a sevketmeye çalışırlar.
Tabii bu da Allah-u Zülcelal'in bir vergisidir. Bunca alim ve salih kimselerin ısrarla söylediği, büyük menfaatleri olan bir şeyi, ancak ahiretinin üzerinde meraklı olan kimselere nasip etmektedir.
Herkesin şunu iyice bilmelidir ki, bu kadar âlim ve salih kimselerin tasavvuf ve tasavvufun kural ve kaideleri hakkında kitaplar yazmaları, bunları savunmak için değil; insanı Allah-u Zülcelal'in rızasına götüren bu yola bilmeden veya bilerek düşmanlık eden kötülemeye çalışan kimselerin içinde bulundukları bu büyük yanlıştan dönmeleri içindir.
En büyük hidayet ve nur kaynağı olan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i görüpte iman etmeyenler, o güneşten zerre kadar ışık alamadan ölüp gitmişlerdir. Şüphesiz bir kişi, istifade etmek amacıyla peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in varisi olan alim ve salih kimselere baktığında, sohbet meclislerinde bulunduğunda istifade eder. Onu düşündüğünde de durum aynıdır. Görmesi ile düşünmesi arasında fark yoktur.
Yani Allah-u Zülcelal'in sevdiği kimseleri sevmek, onlara uymak ve onlara benzemeye çalışmak, Allah-u Zülcelal'i sevmenin alametidir. Rabıta da bu sevgiyi kazanmaya çalışmanın yollarından biridir.
.
SORU 13: Rabıtanın yanlış bir yol olduğunu iddia edenlere ne dersiniz?
Rabıta, bir ibadet değildir. Ancak Allah-u Zülcelal'in rızasını kazanmanın, O'na ulaşabilmenin ve yakın olabilmenin bir yoludur. Rabıta haktır ve Kur'an-ı Kerimde ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hadis-i şeriflerinde pek çok delilleri vardır.
Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Allah 'tan korkun ve sadıklarla beraber Olun " (Tevbe; 119)
Sadıklarla beraber olmak iki kısımdır:
1-Cismani yani zahiri beraberlik: Sadıkların meclislerine devam ederek onlardan ilim ve fazilet almaktır. İlimsiz hiçbir şey olmaz. İnsan istikamet üzere yaşamayı ilim öğrenerek elde edebilir. Onun için ashab-ı kiramlar, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in etrafında pervane gibi dönerek, daima onunla beraber olmaya çalışırlardı.
2-Manevi beraberlik: Sadıkların gıyabında, daima onları düşünmek, fikren ve ruhen onlarla beraber olmak ve onların güzel halleri ile hallenmeye çalışmaktır.
Salih kimselerle zahiri ve manevi olarak beraber olmaya çalışanlar, ne kadar hata ve günah sahibi olsalar da, bu sâlihlerin nasihatleri ve duaları ile tevbekar olurlar.
Günah ve bid'at ehli insanlarla beraber olanlar ise, kendileri iyi bir halde olsalar bile, onlardan etkilenip bozulurlar. Onun için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"iyilerle dost olan, misk satanla beraber olan gibidir. Onun güzel kokusu diğerine bulaşır. Kötülerle dost olanda demirci çırağı ile beraber olan gibidir. Onun isi ve pis kokusu da diğerine bulaşır. " (EbuDavud)
Diğer hadis-i şeriflerde şöyle buyurmuştur:
"Kişi, arkadaşının dini üzerinedir. O halde, herkes kiminle arkadaşlık ettiğine baksın " (Tirmizi)
"Kişi sevdiği ile beraberdir." (Buhari)
Bu hadis-i şeriflerden de anlaşıldığı gibi, kişi kiminle beraber olursa yavaş-yavaş onlar gibi olmaya başlar. Onun için İnsan daima zahiri ve manevi olarak iyi kimselerle beraber olmaya çalışmalıdır.
Rabıta; kötü kimselerin dolayısı ile de şeytanın insana verdiği vesveselerden kurtulmanın bir yoludur. Çünkü:
"Şayet Rabbinin burhanını (delilini) görmeseydi." (Yusuf; 24) ayet-i kerimesinin tefsirinde müfessirlerin çoğunluğu, manevi tasarruf ve yardımın varlığını açık olarak söylemişlerdir. Celaleyn de, ayet-i kerime; "Yusuf aleyhisselam Züleyha'ya, birbirlerine meyl ettiği zaman, orada Yakub Aleyhiselam ellerini göğsüne vurmak suretiyle onun bütün şehvetini çıkarmıştır." olarak tefsir edilmektedir.
Burada rabıtanın menfaati olduğunu ve insanın daima bir evliya ile veyahutta bir peygamber hayali ile olmasının, rabıtaya işaretle, günahlardan muhafaza olunacağına işaret ediyor.
Bu âlimlerden Keşşaf kitabının yazarı Zemahşeri, Mutezile mezhebinden olduğu halde, bu ayet-i kerimede rabıtanın işaret edildiğini söylemiştir.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki:
"Salihlerin anıldığı yere rahmet iner." (Keşfü'l-Hafa, 2/70-1772)
İmam Gazali'nin de dediği gibi, ilahi rahmetin inmesi için salihlerin sadece anılmış olması yetmez. Ancak bu anma ile birlikte, gönülden onlara benzeme arzusu uyanırsa böyle bir aksiyon, rahmet sebebi olur. Bu da rabıtaya işarettir.
İmam Buhari'nin zikrettiği şekilde, Hz, Ebu Bekir radıyallahu anh, kaza-i haceti anında bile Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hayali gözünün önünden gitmediği İçin, bu halden rahatsız olmuş, bu durumu Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e bildirdiği zaman Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve Sellem: "O ben
değilim, bu benim hayalimdir. " buyurduğu, bunun sevgiden dolayı
olduğunu ve bir sakıncasının olmadığını hacetini yapabileceğini söylemiştir.
Burada dikkat edilmelidir ki, Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh her zaman Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hayalini göz önüne getirirdi. Hatta o hale gelmişti ki Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hayali kaza-ı hacet anında bile göz önünden gitmiyordu. Ayrıca Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ona: "Hayal etmeyiniz." diye buyurmamıştır.
Görüldüğü gibi, Allah'ın sevdiği bir insanı düşünmek şirk olsaydı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh'a hayalini gözünde canlandırmayı yasaklardı. Hz. Ebu Bekir radıyallahu anh'a bu sebeple düşmanlık eden varsa, bu onun Allah-u Zülcelal'in rahmetinden uzaklaşmasına alamettir.
Yine rivayete göre, Hz. Hasan'ın dayısı Hind bin Ebi Hale'den Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hilyesini ve özelliklerini sormasıdır. Hz. Hasan'ın: "Onun özelliklerini dikkate alıp kalbi bir bağ kurmak için onu bana tasvir etmeni istiyorum." (Buhari, Müslim) sözü fiilen rabıtaya işarettir.
Burada dikkat edilmelidir ki, Hz. Hasan kalbi bir bağ kurmak için dayısından Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i tasvir etmesini istemiştir. Zaten rabıta da bundan başka bir şey değildir.
Mevlana Celaleddin-i Rumi şöyle demiştir:
"Yalancı vasıtalar kul ile Allah-u Zülcelal arasında perde olurlar. Ancak enbiya ve evliyaya rabıta yapmak böyle değildir. Bilakis o rabıta perdeleri yırtıcı, alaka ve sebepleri kesicidir."
Hanefi İmamlarından Taceddin el-Hanefı (rh.a), Taciye adlı risalesinde, Allah-u Zülcelal'e ulaşan yolları anlatırken şöyle demiştir:
"Üçüncü yol müşahede makamına ulaşmış ve zati sıfatlar üzerinde tahakkuk etmiş olan salih bir kimseye yapılan rabıtadır. Zira bu sıfatlarla sıfatlanmış salih kişiyi görmek:
"Onlar o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır. " (İbn-i Mace, ibn-i ebi'd-Dünya) mealindeki hadisi şerif gereğince kalpte Allah 'in zikrine karşı sevgi meydana getirir. Böyle bir salih kimsenin sohbetinde bulunmak ise:
"Onlar Allah ile sohbet kuranlardır" (Buharı) mealindeki hadisi şerifin gereğince Allah-u Zülcelal ile kalbi beraberliğin oluşmasını sağlar.
Yani rabıta hakkında daha bir çok deliller vardır. Fakat bu kadarı ile iktifa ediyoruz. Allah-u Zülcelal'in rızasını samimi olarak arayanlar için bu kadarı yeterlidir.
.SORU 14: Tevessül nedir? Tevessül etmek yanlış mıdır?
Tevessülün daha iyi anlaşılması için vesilenin ne olduğunu bilmek gerekir. Vesile; yakınlık, başkasına ulaşabilmek için vasıta kılınan şey, şefaat manalarına gelir. Ayrıca vesile, cennette yüksek bir derecenin ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in şefaatinin adıdır.
Her insan amacına ulaşmak için çeşitli vesileler arar. Zaten Allah-u Zülcelal de bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve O'na yaklaşmak için vesile arayın." (Maide; 35)
Tevessül ise; bir amel vasıtası ile maksada yaklaşma ve ulaşmaya çalışmaktır. Yani Allah-u Zülcelal'e yaklaşmak, hususunda manevi olarak itibar ve derece kazanmak veya bir zararın defedilip menfaat edilmesi ile ihtiyacını gidermek için salih bir amel ya da salih bir zatla Allah-u Zülcelal'e yakınlık sağlamayı istemektir.
Örneğin, herhangi bir arzu ve isteği olan bir kişinin:
"Şu sıkıntımın giderilmesi için veya şu isteğimin gerçekleşmesi için falan zatın hürmetine Senden istiyorum." diyerek dua edip ihtiyacını Allah-u Zülcelal'e arzetmesidir.
Birçok alim ve müfessir, tevessülü bizzat yakınlaşmak ve yakın olmaya sebep olacak şeyleri aramak şeklinde tefsir etmişlerdir.
Tevessülün temeli şu üç şeye dayanmaktadır:
1-Kendisine tevessül edilen zat: Bu, iyilik ve ihsan sahibi olan Allah-u Zülcelal'dir.
2-Tevessül eden zat: Bu da Allah-u Zülcelal'e yaklaşmayı isteyen yahut bir menfaat elde edip, bir zararın defedilmesi için ihtiyacının giderilmesini isteyen zayıf kuldur.
3-Kendisi ile tevessül olunan zat: Bu da insanın, kendisi ile Allah-u Zülcelal'e yaklaşmaya çalıştığı salih ameller ve salih zatlardır.
Tevessülün, Kur'an-ı Kerimde ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in hadis-i şeriflerinde pek çok delili vardır. Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"...Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler ve Allah'tan bağışlanmayı dileselerdi, Resul de onların bağışlanması için istiğfarda bulunsaydı Allah'ın tevbeleri kabul ettiğini ve merhametli olduğunu göreceklerdi." (Nisa; 64)
Bu ayet-i kerimeden anlaşılıyor ki Allah-u Zülcelal insanlara Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i vesile kılarak bağışlanma dilemelerini onun yanına giderek ondan bağışlanmaları için istiğfarda bulunmasını talep etmelerini emretmektedir.
Allah-u Zülcelal: "Resulde onların bağışlanması için istiğfarda bulunsaydı Allah onların tevbelerini kabul ederdi." buyuruyor. Onlara Peygamberin yanına gitmelerini emrediyor. Bu günde insanların bu ayet-i kerimenin hükmüne uyarak ve Allah-u Zülcelal'im emrini dinleyerek Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in varisleri olan alim ve salih kimselerden Allah'ın rahmetini kazanmak, bağışlanmak için dua istemeleri, Kur'ana ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetine uygunluğu nasıl tartışılabilir?
Bu hareket bazı insanların dediği gibi yanlış değil tam tersine Allah-u Zülcelal'in emrine uymaktır.
Fakat maalesef günümüzde bir takım kimseler tevessül hakkında çok ağır konuşmakta, tevessül yapan mü'min kardeşlerimizi -neuzübillah- küfürle itham edecek kadar ileri gitmektedirler.
Tevessül eğer küfür ise, -haşa- bu söz tâ Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e kadar gitmektedir. Çünkü, hem Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile, hem de kendisinden önceki peygamberler ile tevessül yapılmıştır ve kendisi de yapmıştır. Nitekim Enes bin Malik radıyallahu anh'dan şöyle rivayet edilmiştir:
"Hz. Ali radıyallahu anh'ın annesi Fatıma binti Esed vefat ettiği zaman, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onun kabrini kazmış ve mübarek elleriyle toprağını çıkardıktan sonra, yanı üzerine kabre yatarak şöyle dua etmiştir:
"Allah öyle bir Allah 'tır ki diriltir ve öldürür. O Allah diridir, ölmez. Peygamberinin ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için, Fatıma binti Esed'i affet, ona kelime-i tevhidi telkin et ve kabir rahatlığı ver. Çünkü sen merhametlilerin en merhametlisisin."
Dört defa tekbir getirdikten sonra Hz. Abbas ve Hz. Ebu Bekir radıyallahu anhüma onu lahde yerleştirdiler. (Taberani, Heysemi; Mec-mau'z-Zevaid; 9/257)
Allah-u Zülcelal, insanı şerefli olarak yaratmış ve bütün mahlukattan üstün tutmuştur. Onun için insanlarla, dolayısı ile peygamberlerle, alim ve salih kimselerle Allah-u Zülcelal'e tevessül yapılması, aklın en kolay kabul edebileceği bir iş olmasına rağmen, en çok bu zatlarla tevessül yapılmasına karşı çıkılıyor.
Halbuki faili hakiki Allah-u Zülcelal'i bilerek peygamberler ve alim ve salih kimselerle yapılan tevessül, Allah-u Zülcelal'in teşvik ettiği salih amellerin içine girmektedir. Çünkü başta Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere, Allah-u Zülcelal'in dostluğunu kazanmış olan bütün salihleri sevmek, onlara benzemeye çalışmak, bereketlerinden istifade etmek salih bir ameldir.
.SORU 15: Himmet nedir? Alim ve Salihlerden manen yardım istemek caiz midir?
Himmet; yardım, meded ve istimdat istemektir. Öncelikle şunu bilmeliyiz ki, her türlü yardımın kaynağı ve başvurulacak mercii Allah-u Zülcelal'dir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, alim ve salih kimselerden himmet isteme, doğrudan onların şahıslarından yapılan bir talep olarak bilinmemelidir. Böyle bir himmet, onların Allah indindeki derece ve değerlerinden yararlanmak için bir tevessüldür. Bu kimseler hakkındaki manevi sevginin bir ifadesidir. Böyle bir himmet ve meded talebinin gıyabta olması ile huzurda olması arasında fark yoktur.
Başka bir deyimle himmet; kişinin herşeyden kendini çözüp Allah-u Zülcelal ile murakabeli ve huzurlu olma halidir. Tabiki herkesin murakabesi ve huzuru değişiktir. Herhangi bir kimsenin: "Ey filan bana himmet et!" demesinin manası:"Allah'a olan o murakaben ve huzurunla bana dua et." demektir. Yani: "Ya Rabbil O kişinin amelinin hürmetiyle ve himmetiyle benim hacetimi yerine getir." İşte himmetin manası budur.
Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, örnek olarak bir kimsenin: "Ya Resulullah, Ya Şah-ı Nakşibend, Ya Geylani" diyerek manen yardım istediği zaman, onlardan müstakil olarak Allah-u Zülcelal'in izni olmadan bir şey yapmaları istemesi ve öyle inanması küfürdür. İnsan bunu yaparken hakiki failin Allah-u Zülcelal olduğunu bilmelidir.
Onlardan Allah-u Zülcelal'e dua etmeleri ve Allah-u Zülcelal'in onların hürmetine hacetini yerine getirmesi için, peygamberleri ve evliyaları aracı yapmasında hiçbir mahsur yoktur.
Daha öncede geçen Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in:"Peygamberinin ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için..." mübarek sözleri buna delildir. Bu hareket Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e mutabaattan başka bir şey değildir. Tabiki bunu yapan insan faili hakiki'nin Allah-u Zülcelal olduğunu bilmeli ve böyle itikad etmelidir.
Fakat günümüzde bazı sapık insanlar inatla: "Allah 'tan başka hiç kimseden yardım istenmez. Başkasından yardım istemek küfürdür." diyorlar. Ve bunu derken de şu ayet-i kerimeyi delil olarak gösteriyorlar:
"(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız." (Fatiha; 5)
Bilindiği gibi, her insan bir takım şeyler için başkasından yardım ister. Bu ayette geçen: "...yalnız senden medet umarız."
kelamının manası, Allah-u Zülcelal'den gafil kalmamaktır. Yani bir insan herhangi bir şey için başkasından yardım ister, o da yardım eder. Burada hakiki fail Allah-u Zülcelal'dir. Bu gücü ona veren Allah-u Zülcelal'dir. Yani bu yardımı isterken Allah-u Zülcelal'den gafil kalma, çünkü gerçekte yardım eden O'dur.
Dediğimiz gibi, hakiki fail Allah-u Zülcelal'dir. Kul ise sadece bir sebeptir. İnsan ister himmet istesin, isterse: "Ya Resulallah! Ya Şah-ı Nakşibendî" desin. Bunlar sadece aracıdır. Bunu böyle bilmeliyiz. Bunun üzerinde duruyorum ki, insanlar yanlışa düşmesin ve bunlara karşı çıkanlarında ağzı kapansın. Tasavvuf yolu, Allah-u Zülcelal'in muhabbetine götüren bir yol olduğu için istiyorum ki, insanlar bu tasavvuf yolundan mahrum kalmasınlar.
Şimdi biz bu insanlara Kur'an ve sünnetten deliller sunacağız.
Neml suresinde geçen Süleyman aleyhisselam'ın kıssası şöyle anlatılmaktadır:
"(Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir? Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz, dedi. Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm, dedi. (Süleyman) onu (melikenin tahtını) yanı başına yerleşmiş olarak gördü..." (Nemi; 38-40)
Bu ayet-i kerimede açıkça görüldüğü gibi, Süleyman aleyhisselam, müşavirlerinden tahtı getirmek için yardım istemiş ve veziri de ben yaparım diyerek o tahtı göz açıp kapayıncaya kadar getirmiştir. Şimdi Süleyman aleyhisselam ile veziri haşa Allah-u Zül-celal'e şirk mi koştular!
Hayır! Bilakis Süleyman aleyhisselam hakiki failin Allah-u Zülcelal olduğunu bilerek vezirinden yardım istemişti.
Yine, Ebu Hureyre radıyallahu anh Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e gelerek: "Ya Rasulallah! Ben senden çok hadis-i şerif işitiyorum. Fakat bunları unutuyorum. (İşittiğim hadisleri) unutmamayı çok istiyorum."diyerek unutkanlığından şikayet etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
"Cübbeni (yere) ser." dedi. Ebu Hureyre radıyallahu anh cübbesini serdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem mübarek elleri ile yukarıdan bir şeyler avuçlayıp cübbenin üzerine doğru koydu ve: "kapat, kapat." dedi. Ebu Hureyre radıyallahu anh şöyle buyurdu. "Bundan sonra hiçbir şeyi unutmadım." (Buharı, İlim; 42)
Bu hadiste de görüldüğü gibi, Ebu Hureyre radıyallahu anh Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den duyduklarını unutmamak için yardım istemiştir. Ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'de ona yardım etmiştir. Şimdi Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve Ebu Hureyre radıyallahu anh haşa Allah-u Zülcelal'e şirk mi koştular! Onlar Allah-u Zülcelal'in hakiki fail olduğunu bilerek birbirlerinden yardım istiyorlar ve birbirlerine yardım ediyorlardı. Şimdi Süleyman aleyhisselam'ın vezirinden yardım istemesini ve Ebu Hureyre radıyallahu anh'ın Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'den yardım istemesini kim inkar edebilir? Eğer bu davranış biçimi şirk olsaydı, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Ebu Hureyre radıyallahu anh'a: "Benden isteme, Allah 'tan iste! " derdi.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Allah-u Zülcelal'in öyle mahlukatı vardır ki, Allah-u Zülcelal onları insanların ihtiyaçları için yaratmıştır, insanlar ihtiyaçları olduğunda, onlara giderler. 0 kimseler ki, Allah-u Zülcelal'in azabından emindirler." (Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, 7/192)
Görüldüğü gibi yardım istemenin hem Kur'anda hem de sünnette bir çok delilleri vardır.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Sizden biriniz birşey kaybettiği zaman veya yardım murad ettiği zaman, o öyle bir yerdedir ki, orada yardım edecek bir yardımcı da yoktur. O zaman şöyle söylesin: "Ey Allah 'in kulları bana yardım edin "
Muhakkak ki Allah-u ZülcelaVin öyle kulları vardır ki, bizler onları göremeyiz." (Heysemi, Mecmau'z-Zevaid: X/132)
Nasıl ki dünyada bir kişi, her hangi bir işini halletmek için, o işi yapacak olan kişinin yanında değeri olan bir kimseyle gittiği zaman, işini daha rahat bir şekilde yerine getiriyorsa, insanın peygamberleri ve evliyaları da Allah-u Zülcelal'e karşı kendisine rehber yapması da aynen böyledir.
Bir kimse: "Ben Allah-u Zülcelal'e karşı hata ve günah sahibiyim, benim yüzüm yoktur." diyerek, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e veya bir evliyaya yalvararak: "Benim yerime Allah-u Zülcelal'e sen dua et ki, benim bu kötü alışkanlıklarım kaybolsun veya bu ihtiyacım yerine gelsin."diyerek, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i ya da bir evliyayı kendisine rehber yaptığı zaman, onlarda dua ediyorlar. Ama Allah-u Zülcelal ister kabul eder isterse kabul etmez. İşte insanın imanına zarar vermemek için her şeyi, Allah-u Zülcelal'den bilip, boşu boşuna şeytanın aldatmalarına kapılmamak ve bilmeden yanlış düşüncelere girmemek lazımdır.
Netice olarak; her hangi bir peygamber, melek veya evliyanın kendi başına her hangi bir fiili yapma kuvveti yoktur. Fail-i Hakiki olan Allah-u Zülcelal'dir. Peygamberler, melekler ve evliyalar, Allah-u Zülcelal'in takdiri ile yalnızca birer vesiledirler. Bunların duası ve hürmetine Allah-u Zülcelal kullarının hacetini yerine getirir.
.SORU 16: Seyr-i Sülük ne demektir?
Seyr; tarikat kurallarının tatbiki neticesi manevî yükselme demektir. Sülük: Yola gitmek, salik de yolcu demektir. Seyr-i Sülük; Allah-u Zülcelal'e ulaşmaya (vusul) kabiliyet kazanmak için güzel ahlak sahibi olmaya çalışmaktan ibarettir. Başka bir deyimle; gerçek bir mürşide bey'at ederek tasavvuf ilminin konusu olan zikir, ihlas, muhabbet ve benzeri şeyleri yaşayıp tatbik etmek ve o mürşidin eğitimine tabi olmaktır.
.SORU 17: Cezbe nedir? Tasavvuf ehli bazı kimselerin vecd haline gelerek kendilerinden geçmektedirler. Bu şer'an caiz midir?
Cezbe, Allah-u Zülcelal tarafından kuluna bir ikramdır.
İmam Ahmed bin Hanbel'in Müsnedi'nde, Hz. Ali radıyallahu anh'dan rivayet ettiği bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Hz. Ali'ye:"Sen bendensin." Hz. Cafer'e: "Senin ahlakın ve yaratılışın benim ahlakım ve yaradılışım gibi." Hz. Zeyde de: "Sen benim azadlığım (azad olmuş kölemsin)" demiştir. Bu şekilde söylemesi üzerine, vecde (cezbeye) gelip, tek ayak üzerinde dolaşmaya başlamışlardır. Bu sahabilerin Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem huzurunda böyle bir harekette bulunmaları mümkün değildir. Fakat takatlerini aştığı için kalkıp semaya başlamışlardır.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in huzurunda, takatin dışında böyle bir olay zuhur ediyorsa, zamanımızda da böyle şeyler zuhur edebilir. Sahabe-i kiram Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in huzurunda edeplerinden öyle hareketsiz bir şekilde oturuyorlardı ki, onları görenler sanki üzerlerine kuş konmuşta o kuşları ürkütmemek için böyle hareketsiz olarak oturduklarını zannederlerdi. Ama Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu üç sahabeye böyle buyurunca kendilerini tutamamışlar ve ayağa kalkarak tek ayak üzerinde dönmeye başlamışlardır.
Burada şunu bilmek lazımdır ki; cezbe haktır ve Allah-u Zülcelal tarafından kuluna verilen bir ikramdır. Çünkü Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Allah dilediğini kendisine çeker." (Şura; 13)
Yani bir kişi sohbet, zikir meclislerinde bulunduğu zaman Allah-u Zülcelal'in rahmeti, feyzi, bereketi onun kalbine gelir, gelen bu rahmete ve feyze dayanamayan kişi iradesinin dışında bağırma, ağlama, titreme gibi haller gösterir.
Demek ki zaman zaman sahabe-i kiram da söz ve fiil olarak diğer insanların anlayamayacakları ama Allah-u Zülcelal'in tecellisinden kaynaklanan haller zuhur etmiştir.
Cezbe hali aynı sıtmaya tutulmuş veya felçli bir kimsenin hali gibidir. Sıtmaya yakalanan bir kimse titremesine nasıl engel olamazsa cezbe haline giren bir kimsede aynı şekilde kendisine hakim olamaz.
Tabi ki en güzeli; insanın cezbeye hakim olmaya çalışmasıdır. Ancak buna takat getiremeyip cezbe haline düşerse kimse ona bir şey diyemez.Allah-u Zülcelal'in rahmetinin ağırlığına dayanmak kolay bir şey değildir. Onun için bu örneklere bakarak cezbe halinin islam dininin içinde olan bir olay olduğu anlaşılmaktadır.
.SORU 18: Mezhep imamları, bir mürşide intisap edip, onlarla sohbet etmiş midir?
Dört büyük mezhebin imamlarının hepsi de bir mürşide intisap etmişler ve onlardan manen feyz almışlardır. Hanefi alimlerinden Sahibid-dûr Haskefi şöyle nakletmiştir:
"Ebu Aliyyid Dekkak bu tarikati Ebu-l-Kasım Nesrabazi'-den, o Şibli'den, o Sirri Sakati'den, o Maruf-u- Kerhi'den, o Davud et-Tai'den, o da ilmi ve tarikatın her ikisi de Imam-ı Azam Ebu Hanife'den almıştır. Böyle olduğu halde saadat-ı kiramlara iktida etmek güzel bir şey ve dahi gerekli değil midir?" (Imam-ı Zerkani,
Haşiyetül A llame A lelAdevi A la Şerhi, A llametil izziyeti fi-Fıkhıl Maliki; 3/195)
İmam Malik şöyle buyurmuştur:
"Kim ilim okur da tasavvuf ehli olmazsa fasık, kimi de tasavvuf ehli olupta ilim okumazsa zındık olur. Kim ikisinin arasında, yani alim hem de mutasavvıf olursa hakikat sahibi olur."
(Keşfu'l-Hafa; 1/341)
İmam-ı Şafii ise, aslen ümmi, fakat gönlü ilm-i ledünni ile dolu Şeyban-i Rai gibi bir zatın önünde, mütevazi bir tavır içinde bulunur ve teveccüh için beklerdi. Hatta İmam-ı Hanbeli: "Eyİmam-ı Şafii! Şeyban-i Rai gibi bir ümmiye karşı neden bu kadar tevazu gösteriyorsunuz?" diye sorduğunda, İmam-ı Şafii:"Ey İmam! Bizim ilim ve iman konusundaki sözlerimiz bu zatta fiilen yaşanılan bir hal ve davranış şeklinde tezahür etmiştir." diye cevap vermiştir. Hatta İmam-ı Hanbeli, imtihan etmek ve ilmi seviyesini ölçmek maksadıyla, Şeyban-i Rai'ye, fıkhi meselelerden birkaç soru sormuş, aldığı ince cevaplar karşısında hayret etmekten kendini alamamış ve düşüp bayılmıştır. Bu hadiseden sonra da İmam-ı Şafii ile birlikte Şeyban-i Rai'nin zikir ve sohbet meclislerine katılmışlar ve diğer alimleri bu meclise devam etmelerini tavsiye buyurmuşlardır.
İmam-ı Şa'rani Tabakat'ında İmam-ı Şafii ile İmam-ı Hanbeli'nin bu meclislere devam etme, onların zikir ve sohbetlerinde bulunma konusunda İtina gösterdikleri, kendilerine zikir sohbetten başka meşgaleleri bulunmayan sufilerle neden beraber oturup kalkıyorsunuz? denildiğinde de: "Takva, zikir, muhabbet ve ma'rifetten meydana gelen dini hayatın ana sermayesi sufiler nezdinde bulunmaktadır. " cevabını verdiklerini nakletmektedir.
.SORU 19: Teberrük caiz midir? Peygamberle velilerin kendilerine has hırka ve sarık gibi eşyalarını, giyeni düşünerek, sahibine saygı ve hürmet besleyerek ziyaret etmek caiz midir?
Teberrük ile yapılan tevessül hakkında o kadar çok örnek vardır ki, saymakla bitiremeyiz.
Teberrük, peygamberlere veya alim ve salih kimselere ait eşyalarla bereketlenmek maksadıyla onlara hürmet göstermektir. Nasıl peygamberler ve salih kimselerle tevessül yapmak caiz ise, onlara ait eşyalarla bereketlenmek ve tevessül yapmakta caizdir.
Burada buna birkaç örnek vermekle yetiniyoruz.
Sehl bin Sa'd radıyallahu anh'dan şöyle rivayet edilmiştir:
"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir gün ashabı ile birlikte Beni Saide sofrasına geldi. Bana:
'Ey Sa 'd! Bize su ver!' diye buyurdu. Ben de onlara bardakla su verdim."Bu rivayeti Sehl radıyallahu anh'dan rivayet eden ravi demiştir ki:
"Selh, bu bardağı çıkarıp bize getirdi. Biz de teberrüken o bardaktan su içtik. Daha sonra (o vakit Medine valisi olan) Ömer bin Abdülaziz o bardağı kendisine hediye etmesini rica etti. Sehl'de ona hediye etti." (Buhari)
Cafer bin Abdullah radıyallahu anh'dan şöyle rivayet edilmiştir:
"Halid bin Velid radıyallahu anh, Yermük Savaşında sarığını kaybetmişti. Herkese:
"Onu arayın." diye emretti. Aradılar, bulamadılar. Tekrar aramalarını söyledi. Bu sefer buldular. Baktılar ki sarık çok eskimiş. Halid bin Velid radıyallahu anh dedi ki:
"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem saçını kesmişti. Ashab, onun saçlarını aldılar. Ben de alnının saçından aldım, bu sarığın içine koydum. Bu sarık yanımdayken girdiğim bütün savaşları kazandım." (Hakim)
Said bin Yezid radıyallahu anh şöyle nakletmiştir:
"Teyzem beni Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e götürdü ve:
"Ya Resulallah! Bu benim yeğenimdir, hastadır." dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem başımı okşadı ve dua okudu. Sonra abdest aldı. Ben de o abdest suyundan içtim ve (iyileşip) Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in arkasından ayağa kalktım." (Buharı)
Buharinin hadis kitabını şerheden Aynî şöyle demiştir:
"Öyle anlaşılıyor ki; salih kimselerin suya okuyup nefes vermeleri ve ona el veya ağız ile dokunarak şifa istemeleri ve bununla o salih kimsenin bereketiyle şifa beklenmesi haktır."
Bütün bu anlattıklarımızdan açıkça anlaşıldı ki, tevessül yapmak caizdir. Bu kadar delile rağmen hala buna karşı çıkanlar varsa, bizim onlara daha bir şey söylememize gerek yoktur.
Bizim bu yazdıklarımız onlar için değil, Allah-u Zülcelal'in rızasını ararken yanlışlıkla bu gibi kimselerle tanışan ve onların yanlış ve insana zarardan başka hiçbir şey getirmeyen düşünce ve fikirlerine kapılan kimseler içindir.
Bu yazılanları okuyup, eski hallerinden tevbe ederek doğruların peşinde gitsinler ki, dehşetli kıyamet günü gelip çattığında perişan olmasınlar. Çünkü Allah-u Zülcelal bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Bu topluma ne oluyor ki, bir türlü laf anlamaya yanaşmıyorlar."(Nisa; 78)
Başka bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur:
"Allah kimi doğru yola iletirse, o hak yolu bulmuştur. Kimi de sapıklığı üzere bırakırsa, artık onun içinde yol gösterici bir dost bulamazsın." (Kehf; 17)
Bu ayet-i kerimelere bakarak, bizler Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'i çok sevdiğimiz ve onun izinde yürümeye gayret gösterdiğimiz için, yarın kıyamet gününde:
"Ya Resulallah! Ben senin ümmetindenim." diyecek olan kardeşlerimizi, buna biraz yüzleri olsun diye, düştükleri hatadan dönmeye çağırıyorum ve son olarak diyorum ki:
'Bütün müminlerin kardeş olmalarını ve bir binanın tuğlaları gibi daima rızasına giden cennet yolunun üzerinde yürümelerini istiyorum.
Onun için, daima Allah-u Zülcelal'e dua ediyorum:
"Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla kalbimizde mü'minlere karşı kin bırakma. Rabbimiz! Şüphesiz Sen çok şefkatli ve merhametlisin " (Haşr; 10)
.SORU20: Tarikat ne demektir?
Tarikat, mezheb gibi yol manasını ifade eder. Nasıl fıkhın çeşitli mezhebleri varsa, tasavvufunda çeşitli tarikatleri vardır. Yani mezheb, fıkha nisbetle ne ise, tarikatta tasavvufa nisbetle odur.
Muhakkak tarikat; Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetine sımsıkı bağlanmak, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ahlakı ile ahlaklanmak, ehl-i sünnet ve'l-cemaat akidesine sımsıkı sarılmak, kitap, sünnet, icma ve kıyas dediğimiz İslam fıkhının dört ana esasının dışına çıkmamak, çokça Allah-u Zülcelal'i zikretmek, amellerin en faziletlisi: "Nerede olursan ol, Allah seninle beraberdir." ve "Nerde olursanız olun, Allah sizinle beraberdir." ayetlerine uygun olarak daima bir huzur ve murakabeye devam etmektir.
Tarikatın gayesi, mü'minleri yalnız Allah'a kulluk ve yalnız O'nun rızasını kazanma idealine ulaştırmaktır. Nitekim bunu zikir, fikir ve ibadetlerinde şöyle dile gelmiştir:
"İlâhi benim maksadım yalnız sen, elde etmek istediğim de yalnızca senin rızandır."
|