|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Ulu Hakan Abdülhamid Han'ın Bağdat Demiryolu Projesi
Ali Aşkın
II. Abdülhamid'in Bağdat Demiryolu Projesi, dünya çapında başlı başına bir hâdise teşkil etmektedir. Bilindiği üzere Orta Çağdan beri Doğu'yu Batıya bağlayan en önemli ticaret yollarından biri ve başlıcası İpek Yolu" ve "Güneydoğu Yolu" denen ve Cebelitarık'tan Afrika sahillerini katettikten sonra Ümit Burnu'ndan dolaşarak Hindistan'a giden yol güzergâhıdır.
Türkiye üzerinden ve Bağdat-Musul istikâmetinden Medîne'ye varacak demiryolu güzergâhı ucuz ve rahat bir ulaşım imkânı sağlayacağı gibi, ticarî hareketi artırıcı yeraltı ve yerüstü zen-ginliklerinden istifade imkânını geliştirecekti. Bir yandan Musul-Bağdat-Medîne fevkalâde imkânlarla merkeze bağlanırken öte yandan Musul ve Suriye üzerinden İran ve Pakistan'a ayrılacak hat Orta Asya'ya kadar ulaşma fırsatı temin edecekti.
İstanbul-Basra arasında yaklaşık 4 bin km'yi bulan bu proje o zamana kadar gerçekleştirilen hemen bütün hatlardan daha büyük ve kapsamlıdır. Chicago'dan Los Angeles'a giden Santa Fe hattından (ki bu hat o tarihte 2246 km idi) ve Omaha'dan San Fransisco'ya giden Union Pasific Demiryolu'ndan daha uzundu.
PROJENİN GAYESİ
II. Abdülhamid düşmanlarının devamlı ileri sürdükleri gibi bu projenin amacı halife lehine puan toplamak değildir. Bu projenin teknolojik, sanayî, ticarî ve ulaşım yönünden askerî ve stratejik açıdan sayısız faydası vardır. Bundan dolayı hatıralarında "Hicaz Demiryolu inşası benim en eski hülyamdır. Bu yol devletimiz için sadece iktisadî bakımdan büyük fayda etmekle kalmayacak aynı zamanda oradaki kuvvetimizi sağlamlaştırmaya da yarayacağından askerî bakımdan da çok ehemmiyetli olacaktır" diyen II. Abdülhamid işin fevkalâde şuurundadır.1
E.M. Earle, kitabında Sultan II. Abdülhamid'in Bağdat Demiryolu imtiyazını verirken "Aptal" olmadığı, ülkesinin çıkarlarını gözettiğinden bahisle şunları yazar: "Sultan Hamid ne olursa olsun, hiçbir zaman aptal değildir. Bağdat Demiryolu imtiyazını verirken bu akıllı ve aynı zamanda otokratın bir Alman tuzağına düşmüş olduğunu düşünmek saçmalık olur. Sultan Hamid’in vermek âdeti yoktu, vermekten kaçınmaz duruma düştüğü zaman da daima kendisi ve devleti için sonuna kadar kâr ettirecek şeyler verirdi."2 Grey'in "Ben diplomasiyi ondan öğrendim"3 dediği bir diplomat olan II. Abdülhamid nasıl aptal olur? Diğer taraftan onu birçok yönlerden tenkit eden tarihçi Y. Hikmet Bayur, Bağdat Demiryolu projesinin Türk mühendis, usta ve işçisinin yetişmesine vesile olduğunu itiraf eder.
MALÎ KÜLFETİ
Bahsedildiği kadar önemli ve uzun demiryolunun en çetin problemi o gün için devlete yüklediği ağır malî yüktü. Ama sultanın dehası onun da çaresini bulmuştu. Müslümanlar arası dayanışmayı sağlayacaktı. Ama bu muazzam projenin onlara gereği gibi anlatılması icap ediyordu. Sultan, plânını 1900 yılında açıklayınca gerekli paranın temini yolları arandı. Herkes fedakârlık edecekti. Örnek olarak önce kendisi şahsî servetinden 2.5 milyon altın bağışladı. Sivil ve asker devlet memurları aylıklarından % 10 vereceklerdi. Bütün dünya Müslümanlarına yapılan çağrı da semeresini verdi. Mısır Hidiv'i, İran Şah'ı, Haydarabat Nizamı, Okyanus adalarındaki Müslüman cemaat ve diğerleri yardıma koştular. Daha sonra İstiklâl Savaşımızda da yardımımıza koşacak olan Hintli Müslümanlar büyük fedakârlık yaparak gerekli paranın üçte birini karşıladılar. Yardım toplamak için hazine pulu ve Düyûn-u Umûmiye kanalı ile tahvil çıkarıldı.
BATILILAR BOŞ DURMUYOR
Ancak Orta Doğu'nun serveti rüyalarına giren ve bu servet için iştahlanan Batılılara karşı uyanık olmak gerekiyordu. Hem ihaleleri almak hem de fırsattan istifade yağmalamaya çalışacak Haçlı zihniyetli işadamlarını ilk iş olarak Sultan Abdülhamid birbirine düşürdü. Bir hattın ihalesini birine veriyordu ardından bir diğerini devreye sokuyordu. Hat güzergâhında çıkarılacak tarihî ve arkeolojik eserlerin kaçırılmaması için gerekli talimatları da verdi. İleride çok değerlenecek bu toprakların elden çıkmaması için ve Siyonistlerin eline geçmemesi için gerekli tedbirler alındı. II. Abdülhamid Han hat boyu toprakları Memâlik-i Şahâne'den sayarak alınıp satılmasına kesin yasak getirdi. Yabancıların topraklarda bir hak iddia etmemeleri için gizlice bir antlaşma yaptı. 1904 yılına gelindiğinde 4 yıllık kısa bir dönem içinde 3.5 milyon altın toplanmıştı. Daha sonra bu rakam 15 milyon altına çıktı.
Bir yandan dünya pazarlarına girmemizi sağlayan öte yandan demir-çelik üretimini artıran bu muazzam proje tatbikat için 18 Mart 1902 tarihinde Sultanın emri ile Anadolu Demiryolları Kumpanyasına verildi. Yabancıların her an bu güzel esere gölge düşürebileceğini hesaplayan Sultan, hatları mümkün mertebe içeriden geçiriyordu.
Asker, köylü, işçi olanlar dâhil hatta 6.000 kişi çalışmaya başladı. Sonraları bu rakam 700.000'e ulaştı. İşi bilen yabancılara kilometre başı 1 para verilerek işin çabuklaştırılması sağlanıyordu.
İNGİLİZLER DEVREDE
Bir taraftan umdukları neticeyi bulamayan ve Alman rekabetine karşı koyamayan İngilizler, Irak ve Kuveyt petrol yataklarından endişe duydukları için her fırsatta kargaşa çıkarmayı ihmâl etmediler. Bu sebeple Balfour kabinesinde Demiryolu Şirketinden ayrıldıklarını 1903'te resmen ilân ettiler, Demiryolu 1904'de Hardan'a, Beyrut'a 1905’te ise Hayfa'ya vardı. 1902'de Konya'yı ziyaret eden bir yabancı seyyah orada demiryolu sayesinde bir ziraat makineleri sergisi açıldığını, halka ucuz ve taksitle ziraat makineleri verildiğini ve bunların tamiratının da Eskişehir Demiryollarında yapıldığını kaydetmektedir. Abdürreşit İbrahim Efendi adında bir Müslüman seyyah da 1912 yılına ait hatıratında Hindistan, Türkistan, Çin, Japonya ve Rusya'yı baştan başa dolaştığını ifade ederek; "Sultan'ın adı anıldığında her ferdin hürmet gös-terdiğini ve Müslümanların Bağdat Demiryolları için gösterdikleri fevkalâde gayreti" dile getirmektedir.
Yol çok kısa bir zaman içerisinde yapılmasından sonra (8 yıl) 1908 yılında tamamlandığında Medîne Garı'na yaklaşınca Sultan Abdülhamid Han mukaddes beldeye olan hürmeti dolayısıyla o kısma özel ray döşenmesi ve 5-6 km'lik güzergâhta sessiz lokomotif çalıştırılmasın emretmiştir. Açılışın Sultanın tahta çıkışının yıldönümüne rastlaması için de özel bir gayret gösterilmiştir. Açılıştan 8 yıl sonra 1916'da yıllarca bir Arap Şeyhi gibi yetiştirilen İngiliz casusu Lawrens'in tertibi ile ayaklanan Mekke Şerifi Hüseyin'in başkaldırmasıyla Bağdat Demiryolu kundaklandı. Maalesef Şerif yılda 40.000 sterlin için bize arka çevirmişti. Ürdün'deki Maan'dan Medine'ye 680 km kadar yolu İngilizler bombaladılar. Ürdün kendi sınırlarındaki bu yolu günümüzde halen kullanmaktadır.
1938'de Kral Abdülaziz 50.000 Hicaz lirası (yaklaşık 350.000 dolar) vaatte bulundu. Ama bir şey yapılamadı. 1946 ve 1955'de konu yine gündeme geldi. Ama bir faaliyet gösterilemedi. 1955'de 575.000 dolar ayrıldı ise de inşaat şirketi komünizm isnadı ile kabul edilemedi. 1972'de Suriye ve Ürdün kendi hatlarını kullandılar. Bağdat Demiryolu tamamlanınca toplam demiryollarımızın 1856'ya oranla 10 kat uzadığı kaydedilmektedir. Sultan Abdülhamid Han bu proje tamamlandığında eseri görmek için Hicaz'a geleceğini vaat etmiş ancak mahut nifaklar ve ardı arkası kesilmeyen hâdiseler sebebiyle buna fırsat bulamamıştır. 1888'de Macaristan'ın, İstanbul ve Ankara'ya demiryollarının bir parçası olarak bağlandığı proje muazzam faydalar sağlamıştır.
FAYDALARI
Bağdat Demiryolları için 1905 senesine kadar 205.456.975 kuruş 29 para gelir sağlandı ve 36.267.023 kuruş 36 para gider kaydedildiği ifade edilmektedir.. (Bu miktarların günümüze göre değerleri hesaplanmalıdır).
1907 tarihli Beyrut Salnamesi'ne göre toplam gelir 323.990.508 kuruş 7 para ve toplam gider 143.162.576 kuruştur. Böylece net gelirin 180.827.931 kuruş 84 para olduğu an-laşılmaktadır. Demiryolları sebebiyle Batı'ya olan ihracatımızın da arttığı bir vakıadır. 1888'de Almanya'ya yapılan ihracatımızın 2 milyon 300 bin mark'tan 1893'de beş yıl içinde %700 oranında artarak 16 Milyon 500 bin marka ulaşmıştır. 20. yüzyıla girerken bu ihracat 28 milyon 900 bin mark ile rekor seviyeye çıkıyordu.4
Bağdat Demiryolu Projesi binlerce yerleşim yerini geliştirdi. Nüfusların artmasına vesile oldu. Bağdat Demiryollarında kalan ray ve traversleri getirenlere İngilizlerin ağırlığınca altın vaat ettikleri filmlere konu olmuştur. Bugün geriye kalan Medîne-i Münevvere bahçelerinde korkuluk olarak kullanılan ray parçaları, Ambariye Köprüsü Medîne istasyonu camisi ile kömürlü lokomotif ve ahşap vagonlardır (Fotoğraflara bakınız). Bütün dünya Müslümanlarının zengini ve fakiri ile imkânları ölçüsünde destekledikleri hat umulanın üstünde bir performansla kısa sürede bitirildi. Hattın amaçları şöyle özetlenebilir:
a) Haccı kolaylaştırmak ehl-i İslâm'ın kemal-i sürat ve sıhhatle ifa-i farizâ-i hacc-ı şerif edebilmeleri.
b) Yabancı saldırısı vukuunda kutsal mahalleri korumak, bir düşman-i hariciye karşı merkezî hilâfet-i seniyyeden asker yetiştirilmesi maksad-ı âli ve dindarânesinîn gerçekleştirilmesi "İn-gilizlerin Süveyş'i kapatıp bölgeye saldırmaları halinde Osmanlı Devleti zamanında müdahale edememesi endişesi vardı. Bu arada hatta yabancı müdahalesine engel olmak için hükümet, hattın etrafında Osmanlı tebası olmayanların hiçbir şekilde maden işletmek, ocak açmak, ziraat yapmak veya mesken inşa edip ikâmet etmek hakkına sahip olmadıklarını ilân etmiştir."
c) Demiryolu taşımacılık için kullanılırken bölgeye gelen hacı, tüccar ve diğer ziyaretçiler artacaktır. Bunun sağlayacağı yarar hattın ziraat ve sebzeciliğe vereceği hizmetin yanında az kalır.
d) Tebuk-Medine arası tahıl ve sebze-meyve tarımına elverişlidir. Hâlbuki ulaşım güçlüğü nedeniyle ürün pazara ulaştırılamadan tarlada çürümektedir. Hatla ucuza taşınacak ürünler topraktan alınan geliri artırır. Öte yandan demiryolu ile medeniyet götürülecek yerlerden insanların eğitim ve öğretim alıp insanca yaşamalarında yardımcı olacaktır.
Devlet dînî bilgileri vermek üzere ilk ve ortaokullar açabilecektir.
e) Demiryolu ile gelenlere hizmet satabilecek halk gelirini artırma imkânı bulabileceği gibi Kurban Bayramı münasebeti ile küçükbaş hayvan ticareti kolaylaşacaktı.
İngilizlerin büyük bir endişe ile başından sonuna kadar izledikleri hat, bitiminde II. Abdülhamid'in nüfuzuna dünya Müslümanları nezdinde büyük katkıda bulunmuş, İngiliz sömürüsündeki Müslümanlar Halifeye minnet ve şükran duygularını gönderdikleri mektuplar, telgraflar, yazdıkları şiirlerle ifade etmişlerdi.
Ve...
Cennetmekân Abdülhamid Han Hazretlerinin devri, çileler, entrikalar, oyunlarla dolu aydınlarımızın (!) gaflet içinde boğuldukları bir devirdir. Kendisinin düşmanlarının tasdiki ile dahi bu kadar firâseti açık, siyasî bir dâhi olmasına rağmen Devlet-i Aliyye-i Osmaniyenin çöküşüne mâni olamamıştır. Devrinde ve devrinden sonra da anlaşılamamış, talihsiz bir gönül sultanıdır. Kendisini sevmeyenler bile onun açtığı okullarda yetişmişlerdir.
Birlik, beraberlik adına ta o günlerde yaptığımız kanal açma, yolar yapma ve demiryolları döşeme gibi çağrılarımız bugün adetâ unutulmuştur. Eserler yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Biz bunu Novaybe (Mısır), Akabe (Ürdün), Maan, Tebük ve Medine hac se-yahatlerimizde defalarca gördük. Tebük-Bağdat, Tebük-Maan Amman, Suriye seyahatlerimizde içimiz burkula burkula hazin seyirlerle dolu yolculuklarımız oldu. Ürdünlü kaptanımız bize bu yolları hüzünle anlattı. Çaresizlik içinde kıvrandık durduk. Yollarda raylar sökülmüş, ray hatları halen hizmet edecek durumda, fakat içleri taş toprak dolu.
Bugünkü durum: Telefon direkleri şehir merkezlerinde kerevet haline gelmiş, taştan yapılmış boş istasyon binaları dimdik ayakta, bazı yerlerde demiryolları üzerine asfalt dökülmüş, vagon garajları, otobüs garajları haline getirilmiş, (bk. 1. resim) parçalanmış tahta vagonlar, camiye çok yakın olmasına rağmen muslukları çalınmış, kapıları parçalanmış, paslanmış abdesthaneler...
Modern sistem trenleri taşıyacak kadar ayakta olan o yollara bugün ne kadar çok ihtiyacımız var. Bu yolların önemi o gün anlaşılmadı ama keşke bugün anlaşılabilse... Bizim Osmanlı torunu olduğumuzu anlayan orta yaşlı bir Arabın defalarca sarılıp ağlaması bende bugünkü gibi hâlâ sımsıcak ve bir hicrandır. Ve sanki bana "O gün öyle olsa bile yarınlar öyle olmayacak" der gibiydi. Kardeşlik ruhuyla dopdolu, yarınların bizim olduğunu ifade edişini gözyaşlarının damlalarında okudum. Allah o günlerimizi geciktirmesin.
Kaynaklar
1 Eserleriyle ve Hizmetleriyle Sultan Abdülhamid. Aydın Talay. Risale Yay., Şubat 1991, İstanbul.
2 Tarihte Türkler ve Almanlar, Süleyman Kocabaş, Vatan Yay., Eylül 1988, İstanbul.
3 İ. Bardakçı. İmparatorluğa Veda, İst. 1988.
4 II. Abdülhamid ve İslâm Birliği, Dr, Cezmi Eraslan. Ötüken Yay., 1992, İstanbul.
Nerdesiniz II. Abdülhamid muhipleri!
20 Şubat 2016, Cumartesi
Anayasa Komisyonu dağıldı. Görünür sebep: Başkanlık sisteminin gündeme getirilmesi. Başkanlık sistemini dayatmanın sebebi ne?
Anayasa yapmamak, yapamamak!
Başka, AB’ye girmemek! (Zira AB’de demokrasi, parlamenter sistem, şeffaflık ve sorgulama hakimdir)
Başka, tek şahsa bağlayıp toplumu uyutmak, sorgulamayı engellemek vurgun ve yağmaların devamını sağlamak.
Başka? Asıl mesele Kemalizmin devamı.
O da bu anayasaya bağlı.
AKP biterse, Kemalizm de biter!
13 seneden beridir Anayasa yapmasının, yapamamasının sebebi budur.
Başkanlığı dayatmasının sebebi de darbe anayasasını, Kemalizmi, istibdadı, yağmaları gözden kaçırmaktır.
Şimdi 1876 yılında kabul edilen Memalik-i Devlet-i Osmaniye anayasasının üç maddesini dikkatinize sunalım ve bugünkü anayasa ile, iktidarın uygulamalarıyla kıyaslayalım:
Madde 11: Devlet-i Osmaniyenin dini, din-i İslâmdır. Bu esas vikaye ile beraber, asayiş-i halkı ‘emniyeti, güveni) ve adâb-ı umumiyi (genel ahlâkı) ihlâl etmemek şartıyla Memalik-i Osmaniyede maruf olan bilcümle edyanın (bütün dinlerin) serbest-i icrası ve cemaat-ı muhtelifeye verilmiş olan imtiyazat-ı mezhebiyenin kemakan (olduğu gibi) cereyanı devletin taht-ı himayesindedir.
Madde 19: Devlet memuriyetinde umum tebaa ehliyet ve kabiliyetlerine göre münasip olan memuriyetlere kabul olunurlar.
Madde 21: Herkes usulen mutasarrıf olduğu mal ve mülkten emindir. (Mal, mülk, şirket dokunulmazlığı vardır)
Madde 23: Memalik-i Osmaniyede herkesin mesken ve menzil taarruzunda masundur. (Evi, şirketleri veya başka yerleri koruma altındadır.) Kanunun tayin eylediği ahvalden maada bir sebeple hükümet tarafından cebren hiçkimsenin mesken ve menziline girilemez.
140 sene önceki anayasa, din, inanç, düşünce, cemaat, mesken, mal, mülkü, şirketi şirketi koruma ve himaye altına almış!
2016 Türkiyesi anayasası ve iktidarı bakımından ne haldeyiz?
Veli ve şefkatli bir padişah olan II. Abdülhamid’e sahip çıkanlar, anayasasına niçin sahip çıkmıyor?
Nerdesiniz ey ilim, fikir adamları, İlahiyatçılar, köşe yazarları! Neden ondan köşe-bucak kaçıyorsunuz!
II. Abdülhamid Han ve iftiralar
Yeniakit Gazetesi Hüseyin Öztürk bugünkü yazısında mekan cennet Sultan Abdülhamit Han'a atılan iftirayı yazdı.
Tarih: 13.04.2016 19:20:01
“II. Abdülhamid, Türk'ün özünün ve temel varlığının, hakkı gasp edilmiş mağdur kurtarıcısıdır. Abdülhamid, Tanzimat sonrasındaki Batı'ya kontrolsüz, körü körüne yönelişin karşısında inatla duran, kök ve cevherin müdafaasını son bir gayretle yapan muazzam bir şahsiyettir. Abdülhamid'i anlamak sayesinde yüzlerdeki maskeler düşecek ve onu bir anahtar gibi kullanarak, bizi bu karanlık ve şahsiyetsiz ortama getirenlerin içyüzleri ortaya dökülecektir”.Necip Fazıl.
¥
Osmanlı Padişahları içerisinde hakkında en çok yazılan ve konuşulan isim Cennet mekân II. Abdülhamid Han'dır.
II. Abdülhamid Han ve Osmanlı Devleti düşmanlığı hususunda taviz vermeyen devletlerin, İslam dünyasını sömürebilmeleri ve işgal edebilmeleri için, II. Abdülhamid'in“Hal” edilmesi ve hangi şartlarda olursa olsun, devletin yıkılması şarttır.
Tarihe “31 Mart Vak'ası” olarak geçen ve Balkanlar'dan itibaren pek çok topraklarımızın kaybına sebep olan “İttihat ve Terakkicilerin”, dışarıdan aldıkları destekle, Osmanlı Devleti'nin sonunu getirdikleri kara günlerden birisi, 13 Nisan 1909 tarihidir.
Bu tarihten 14 gün sonra 27 Nisan 1909 günü ise 700 yıllık muhteşem bir devletin; bugünkü Siyonizm uşaklarının, Mason maşalarının, din maskeli kesimlerin, genlerindeki ihanetlerinin neticesi “Hal” ile sonuçlanmıştır.
Ve II. Abdülhamid Han, “Hal Fetvasını” getirenlere hitaben; “memleketi on yıl bile idare edemeyecekler, yazık oldu” diyerek, İttihat ve Terakkicilerin iç yüzünü göstermiştir.
¥
Balkan Savaşları'ndaki yenilgimizle birlikte, 9 ayrı cephede Birinci Dünya Savaşı'na girilmesi, İttihatçıların cinnet halidir.
Ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarını kendilerine ve batılılara peşkeş çektikten sonra da kaçıp gitmişlerdir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kuruluşu, II. Abdülhamid'in tahta çıkış tarihi 1876 yılından 13 yıl sonra 1889 senesi olsa da Abdülhamid düşmanlıkları tahta çıkışıyla başlar.
Hem öyle bir başlangıçtır ki, aynen bugünkülerin yaptığı gibi tek sermayeleri “iftira, yalan, dedikodu, tahrik ve benzeri” eylemlerdir.
Eğer bugünlere şahit olmasaydık, böyle iftiralar duymasaydık, o gün atılan iftiralara inanabilirdik. Bir örnek:
II. Abdülhamid Han, 1876 senesinin 31 Ağustos'unda Padişah ilan edilir ve 7 Eylül günü Eyüp'te kılıç kuşanır. Daha Eyüp'ten saraya gelmeden atılan iftiraları, İlhan Bardakçışöyle anlatır:
¥
“II. Abdülhamid tahta çıktığı gün, ahlaki hiçbir sınır tanımayan söylentiler, bir baştan diğer uca İstanbul'a yayılmış ve Dersaadet cadı kazanına dönmüştü.
-“Padişah, Devlet-i Osmani'yi ecdadına ihanet ederek Moskoflara satmış”deniyordu.
-“Hünkâr tahta çıkmadan önce İngiliz altınlarına basarak Dolmabahçe Sarayı'na girmiş” deniyordu.
-“Abdülhamid, saraydaki kardeşini zincire vurdurup kılıç alayına öyle gelmiş”deniyordu.
¥
Evet, “31 Mart” ve “Hal Vak'ası'nı” namuslu bir şekilde değerlendiren herkes, koca bir devletin sonunu, İttihat ve Terakkicilerin getirdiğini görebilir.
Abdülhamid’i tahttan indiren güç petrol
Bu yazıya değişik bir başlık atmak mümkün ancak “hareket ordusunu harekete geçiren güç petrol” başlığını zaten yıllar önce Erdal Şimşek kardeşim atmıştı! Her neyse, Abdülhamid Han eğer 1890 yılında bir irade-i seniye çıkarmasa, petrol bulunan Musul ve Kerkük bölgesini “Memalik-i Şahane” yani padişah mülkü ilan etmese çok büyük bir ihtimalle tahttan indirilmez, Selanik’e sürülmez, bütün kişisel malvarlığı Mahmud Şevket Paşa’nın “emir/ricasıyla”elinden alınıp orduya devredilmezdi. Petrolün dünya siyasetinde oynayacağı önemli rolü anlayan ve bu silahı Osmanlı’nın elinde, ne pahasına olursa olsun tutmak isteyen dönemin tek devlet adamı Abdülhamid Han’dır, buna itiraz etmekse cahillikten öte hiçbir anlam taşımaz!
Abdülhamid Han, tahta geçer geçmez, İngilizler Adana-Mersin demiryolu imtiyazını aldılar. İngilizlerin, daha tahta oturduğu gün başlattıkları akıllara ziyan, soluk aldırmayan baskıları sonucu imtiyazı vermek zorunda kalan padişah, durumu dengelemek amacıyla Almanlara Bağdat demiryolu imtiyazını veriverdi. Ancak, petrolcüleri de çok öfkelendirdi. Önce Musul ve Kerkük’ü padişah mülkü ilan etmiş ardından Almanları da bölgeye sokarak İngilizlerin karşısına dikmişti. Petrolcüler padişahla satranç oynamaya karar verdiler ve ilk hamle olarak Bosna Hersek’ten Yemen’e kadar, Osmanlı toprakları üzerinde milliyetçilik kavgalarını başlattılar. Bu arada gözden kaçırılmaması gereken, devlete karşı silahlı eyleme soyunanların Türk olmasıdır. “Jön Türkler Balkanlar, Arap Yarımadası ve Anadolu’daki ayrılıkçı hareketin hem öncüleri hem de sür-git teşvikçileriydi ve bunu kendi devletlerine karşı yapıyorlardı!”
Jön Türkler üzerinden silahlı başkaldırıları tezgahlarken İngilizler, diplomasiyi de unutmadılar tabi ve Royal Dutch-Shell Şirketi’nin yirmi dört ayar adamı Sir Philip Currie’yi elçi olarak yolladılar İstanbul’a. Hamle sırası Almanlardaydı; Kayzer’in has adamı Von Wagenheim Alman Elçisi olarak teşrif etti aynı günlerde. Sir Philip daha Kraliçe’nin mektubunu doğru dürüst padişaha sunmadan, petrol imtiyazlarını dile getirdi. Abdülhamid Han itimatnamesini aldı İngiliz elçisinin, hoşbeşten sonra, petrol imtiyazlarından söz etmeksizin adama kapıyı gösterdi. Bunun üzerine İngilizler sudan bir bahaneyle Akabe Körfezine çıkarma yaptı. Padişah o saat Hicaz demiryolu işini de Almanlara verdi! Buyrun işte; hamleye karşı hamle! İşi kapan Almanlar donanmalarını Akabe Körfezine yolladı! İngilizler o saat işgali kaldırdı tabi. Abdülhamid Han, İngilizlerin Akabe’den çekilmelerini yeterli görmeyerek, Mısır konusunda taraf olmayacaklarına dair ellerinde yazılı bir belge de aldı. Bu arada Almanlar, oyuna geldiklerini, geç de olsa anlamışlardı. Öngörülen sürede Abdülhamid Han’ın verdiği, “zamanında işi bitirme koşuluna bağlı” Hicaz demiryolunu tamamlamaları mümkün değildi. Nitekim zamanında gerekli finansman ve teknik donanımı sağlayamayınca, padişah imtiyazı geri alıverdi!
Almanlar oyuna geldiklerini anlayınca var güçleriyle Abdülhamid Han’ın üstüne gittiler, Musul petrol havzası için imtiyaz diye tutturdular. Padişah hiç oralı olmadı. Bunun üzerine Almanlar İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni bağırlarına bastılar. Cemiyet artık Babıali’yi değil Berlin’i dinlemeye başlamıştı. İngilizler de boş durmuyordu tabi. Onlar da İttihatçılara yaklaşmaya çalıştılar. Ve 30 yıl süreyle topraklarındaki petrolden bir damlasını dahi kaptırmayan Abdülhamid Han’ı, Hareket Ordusunu İstanbul’a sokarak tahtından indirttiler. Cemiyet, Abdülhamid Han tahttan indirilir indirilmez ilk korkunç hatasını yaparak, padişahın Musul-Kerkük toprakları üzerinde çıkardığı irade-i seniyesini iptal etti ve bu yöre topraklarını Ticaret ve Ziraat Nezaretine devretti. Bu karar üzerine 45 bin kişilik bir İngiliz ordusu General Towsend komutasında Irak’a hareket etti. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı; Ali İhsan (Sabis) Paşa komutasında Osmanlı ordusu, Kut ul Ammare’de işgal ordusunu esir aldı! Tabi bu arada Bayan Gertrude Bell, Lawrece gibi casuslar, İngiliz altınlarıyla kışkırtılan Arap şeyhleri, Gülbenkyan faslı başlamıştı ki, Abdülhamid Han satranç masasından zorla kaldırılmasaydı bunların topuyla başa çıkabilirdi; çıkamasa da petrollerin bir bölümü en azından devletin elinde kalırdı. Bizmark boşuna dememiş, “dünyadaki siyasi dehanın yüzde 90’ı Abdülhamid’de yüzde 5’i bende geriye kalanı da diğer devlet adamlarında” diye!
Abdülhamid Han ve istihbarat
"İstihbarat, devletin bekası için elzemdir, vaz geçilmezdir!”
Yıldız Hafiye Örgütü, Alman İmparatoru Kaiser Wilhelm’in İstanbul ziyareti sonrasında , Padişaha bir Alman polis müdürü önermesiyle kurulur.
Padişah’ın isteği dış düşmanlarla mücadele edecek bir istihbarat örgütüdür. Bunun üzerine Weiss, Schirman ve Tresco adlarında üç Alman istihbarat uzmanı daha katılır Yıldız Hafiye Teşkilatına.
Padişah Alman istihbaratçıların yanısıra tekke ve tarikatlardan da olabildiğince yararlanır. İstanbul ya da Anadolu’nun en ücra köşesinde küçük bir kıpırdanma olsa anında Yıldız’a iletilir. Aslına bakarsanız Yıldız Teşkilatı büyüyüp geliştikçe, çalışan sayısı arttıkça amacının dışına çıkmaya başlar zaman zaman da olsa. Kişisel çıkarlar ya da husumetler nedeniyle bazı teşkilat üyeleri rakipleriyle ilgili, aslı astarı olmayan bilgiler vermeye başlar; kurunun yanında yaş da tutuşur, yanar.
Aslında 19. yüz yılda yaşanan iç ve dış olaylar sultanı Yıldız İstihbarat Örgütü’nü kurmaya zorlamıştır adeta. Bu örgütle ilgili Abdülhamid Han anılarında şöyle yazar:
“Yabancı devletler kendi çıkarlarına hizmet edebilecek kişileri vezir hatta sadrazam katına çıkarabilmişlerse, devlet güven içinde olamaz. Bu yüzden bana bağlı bir istihbarat örgütü kurmaya karar verdim. İşte düşmanlarımın ‘jurnalcilik’ dediği budur.”
(Abdülhamid’in Anıları—İsmet Bozdağ—Kervan Yayınları)
Örgütün üzerinde titizlikle durduğu bir konu da tahta yönelik darbe girişimlerini ortaya çıkarmaktı. Örgüt tahta yönelik darbe girişimlerinin tezgahlandığı, Jön Türk’lerin mesken tuttuğu Londra, Paris, Brüksel, Cenevre ve Kahire’de de çalışmalarını sürdürür.
“Yıldız Jurnal Teşkilatı’nın sadece basit muhbirlik işleriyle uğraştığını öne sürmek tarihi gerçekleri saptırmaktan öte başka anlam taşımaz. (Enver Ziya Karal—Osmanlı İmparatorluğu) Elbette basit kıskançlık ve hasetten kaynaklanan jurnaller de vardır. Ama unutmayın ki, III. Selim Han’ın kurduğu Derin Devlet Yıldız Teşkilatının merkezindedir. Adına Şurayı Devlet denen bu yapılanma günümüz MGK’sı gibi, hiç bir sorumluluk taşımayan ama devlet gemisinin rotasını belirleyen bir kuruluştu. Kıskançlık ve hasetten kaynaklanan jurnalleri kısa sürede ayıklamayı öğrendi, öğretti! Bu yola baş vuranlara da ağır cezalar kesti. Şurayı Devlet, gün gelip de Encümen-i Daniş adını alsa da sür-git devletin siyasetini belirledi.
Jurnaller basit ispiyonlar, ihbar mektubları, dedikodular değildi çoğunlukla. Her ne kadar II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, bunların tamamına yakınını İttihatçılar yakmışsa da Başbakanlık arşivinde bunlardan bir kaç tanesini bulmak mümkündür. Paris Sefirliğiyle birlikte Brüksel ve Bern elçilikleri görevini üstlenen Salih Münir Paşa’nın şu istihbarat raporuna bir göz atın hele:
“Osmanlı Devleti Sefareti, Paris 113, Mabeyn Başkatipliği Yüksek Makamına ; Devletli Efendim Hazretleri;
İngiltere’nin uyguladığı genel siyasetle Osmanlı devleti hakkındaki davranış, tutum ve niyetleri konusunda düzenlediğim ayrıntılı raporu arz ediyorum. Bu konuda emir ve ferman zat-ı alinizindir. Temmuz 22, 1903”
Rapor şu cümleyle başlıyor: “İngiltere’nin yürüttüğü siyaset, insaf, samimiyet ve mertlikten tamamen yoksundur.” Ve sömürgeciliğin bir çok devleti boyunduruk altına alarak iliğini emdiğini, İngiltere’nin böylece bir imparatorluk olduğunu ayrınıtlarına girerek, Hindistan’dan Afrika’ya, Çin’e kadar örnekler vererek anlatır. Salih Münir Paşa’nın , İttihatçılarca “safsata, dedikodu” olarak damgladığı bu raporu 30 sayfadır ve günümüz profesyonel istihbaratçılarının bile kolay kolay yazamayacağı kadar bilgi ve analiz yüklüdür. İstihbaratın nasıl toplanacağı, nasıl incelenip düzenleneceği ve nasıl elde edilen bilgi doğrultusunda eyleme geçileceği bu raporda ayrıntılarıyla açıklanmıştır.
Yani Yıldız Hafiye Teşkilatı, Abdülhamid Han düşmanlarının söyledikleri gibi basit bir hafiye örgütü ya da polis istihbarat kuruluşu değildir. O günün koşullarında, yabancı istihbarat kuruluşlarından hiç de aşağı kalmaz. Ne yazık ki, Osmanlı’nın yaptığı her şeyi aşağılamayı huy edinenler ne Abdülhamid Han’ın büyüklüğünü ne de onun yaptıklarının önemini anlayabilirler..
Muzır kelimeler ve II. Abdülhamid
Bağımsız İletişim Ağı’nın (BİA) 2011 Medya Gözlem Raporu’na göre 2012 yılında 104 gazeteci ve 30 dağıtımcı hapse girdi. Bu 134 kişinin 94’ü Kürt medyasından. Hükümet ise bu kişilerin terörle veya adi suçlarla ilişkili olarak hapiste olduğunu söylüyor. Bana göre gerçek ortada bir yerde. Başlıklar halinde şöyle özetleyebilirim düşüncelerimi: 1) Ergenekon Davası, İnternet Andıcı Davası, Balyoz Davası vb. asli faillerin çoğu kasıtlı ya da kasıtsız olarak dışarıda bırakıldığı halde son derece önemli ve meşru davalar. Sonuna kadar götürülmeliler. 2) Darbecilik suçlamasıyla tutuklu bulunan 104 kişinin çoğu gazeteci ancak bunların bir kısmı gazetecilikten değil, darbe girişimlerine destek olmaktan tutuklu. 3) Zaten gazeteci olmak kişiye yargı muafiyeti vermez. 4) Öte yandan bir kişinin TMK veya TCK kapsamında suçlanması hiç de zor değil. Dolayısıyla bir kişinin terör veya adi suçlarla ilişkili olarak hapiste olması, o kişinin ‘gerçek’ gazeteci olmadığını göstermez. 5) Ancak gazeteci olsun veya olmasın, darbe girişiminin planlayıcısı/ destekçisi/ yardımcısı olsun veya olmasın bu kişilerin bu kadar uzun süre tutuklu kalması, daha doğrusu evrensel hukuk normlarına uygun mahkemelerde evrensel yargılama usullerine göre yargılanmamaları hakka, hukuka, adalet duygusuna, vicdana uymaz!
Bir de Cüneyt Ülsever, Mehmet Altan, Ece Temelkuran gibi hükümeti eleştiren gazetecilerin ikna edici gerekçeler gösterilmeden işten çıkarılması veya Nuray Mert gibi ‘izne’ ayrılması, bazılarının (Perihan Mağden gibi) tazminat davalarıyla yıldırılması ve birçoğumuzun oto-sansüre başvurması meselesi var. Tiyatro, sinema, müzik alanında çalışanların veya sosyal medyada yazanların uğradığı baskıları da ekleyince ifade özgürlüğü alanında ciddi sorunlar olduğu açık. Bu yüzden bu haftaki yazıma sansür konusuna ayırdım.
***
Osmanlı Dönemi’ndeki ilk “sansür kararnamesi” Abdülaziz Dönemi’nde (1861-1876) yayımlanmıştı. Ama yakın zamana kadar sansür deyince aklımıza II. Abdülhamid gelirdi. Bunun da son derece haklı nedenleri vardı.
Saltanatının 93. gününde “akıl rahatsızlığı” nedeniyle tahttan indirilen V. Murad’ın yerine 31 Ağustos 1876 tarihinde tahta çıkarılan Abdülhamid’in basına karşı yumuşak davranmayacağı daha iktidarının ilk aylarında anlaşılmıştı ama tutumun sertleşmesi 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında oldu. İlk kurban da 1870’ten itibaren Diyojen, Çıngıraklı Tatar, Hayal ve İstikbal adlı mizah gazetelerini çıkaran Rum asıllı gazeteci Teodor Kasap oldu. Gazeteci Kanun-i Esasi’nin “Matbuat kanunlar dairesinde serbesttir” diyen 12. maddesini hicveden karikatüründen dolayı 1877 yılının mart ayında üç yıl hapse mahkûm oldu.
Resmî gazeteye sansür
20 Eylül 1877’de sıkıyönetim ilan edildi. 18 Şubat 1878’de daha bir yılını bile doldurmamış Meclis kapatıldı, 1876 tarihli Kanun-i Esasî rafa kaldırıldı. Abdülhamid, anayasa gereğince hazırlanan Matbuat Kanunu’nu yürürlüğe koymadı. Bu tarihten itibaren basılı yapılacak her türlü yayın Dahiliye Nazırlığı bünyesindeki Matbuat Müdüriyeti’nce öndenetime tabi tutuldu, bazı sözler ve konular yasaklandı, bu yasaklara uymayan gazeteler kapatıldı, bir daha mizah dergilerine ruhsat verilmedi. Aslında savaşın neden olduğu ekonomik sorunlar halkın gazetelere ilgisini azaltmış, gazeteler “kaime” denen kâğıt paralar yüzünden darboğaza düşüp birbiri ardına kapanmaya başlamıştı. Geriye sadece suya sabuna dokunmayan “tahsisat” gazeteleri kalmıştı. Ama bu gazeteler bile vehimli padişahın gadrinden kurtulamayacaklardı. Daha ilginci devletin resmî gazetesi olan Takvim-i Vekayi’nin bile bir dizgi hatasından dolayı 1879’da kapatılmasıydı. Üstelik bu kapanış tam 12 yıl sürecekti.
Muzır başlıklar
Sansür 1888’de yürürlüğe giren Basmahane Nizamnamesi ile iyice şiddetlendi. Nizamnameye göre sadece matbaacılar değil, kitapçılar, hurufat (harf) dökümcüleri, kitap ve süreli yayın çıkaracak olanlar, her türlü resim, tasvir, madalya, arma basıp satanlar “padişahın hakkına ve devletin yararına dokunur” yayından kaçınacaklarına dair bir taahhütname imzalamak zorundaydılar. Ayrıca sayısız kural vardı. Ama dizgi sırasında kazara düşen (ya da bilhassa düşürülen) bir harf, padişaha yaranmak isteyen bir jurnalcinin gözüne takılınca olanlar oluyordu.
Uygulamadan örnekler verelim: Sabah gazetenin başlığında Abdülhamid’in sıfatlarından biri olan “Şevketlu” sözcüğünün v (vav) harfi düşmüş ve sözcük şöyle okunur hale gelmişti: “Şu kötü Ulu Gazi İkinci Abdülhamid Han.” Sonucu tahmin ediyorsunuzdur. İkdam’ın başlığında Abdülhamid’in tahta çıkışı için “mutlu gece” anlamına gelen “leyl-i mes’ude” tamlamasının ikinci kelimesi “mesude” diye basılınca tamlamanın anlamının “kara gece” olmasını affetmek mümkün müydü?Servet-i Fünun dergisinde Abdülhamid’in tahta çıkışıyla ilgili bir cümlede “ve’l-istihkak” (hakkı olarak) ibaresindeki “l” yani elif harfinin yeri değişince, kelime “ve la istihkak” (haksız olarak) haline gelmişti ama neyse ki gazetenin sahibi yanlışlığı zamanında fark etmiş ve sansür heyetini uyarmış, basılan nüshalar yakılmış da belki de Fizan’a gitmekten kurtulunmuştu. 12 yıllık aradan sonra 1891 yılında yayımlanmaya başlayan Takvim-i Vekayi’nin bir yıl sonra kapatılmasına da bir dizgi hatası neden olacaktı. Gazetede Abdülhamid’in 12 yaşındaki Felemenk Kraliçesi’ne verdiği nişandan bahsederken “nişan ita” (vermek) yerine “nişan hata” yazılınca, sansürden sorumlu müsteşar azledilmiş, düzeltmenler cezalandırılmış, gazete yeniden kapatılmıştı. (Bir daha yayımlanması ancak 1908’de mümkün olacaktı.)
1898’de “Bilumum matbaaların daima zabtiye nezareti altında bulundurulması hakkında” irade çıktı. Sansür heyetinin üyeleri arttıkça basılan kitap sayısı azaldı. “Tutuklu” kitaplar hamam külhanlarında yakıldı. Yurtdışından gelen postaların hepsi açıldı, muzır (zararlı) görülen kelimeler dantel gibi oyularak çıkarıldı. Öyle ki Halid Ziya Uşaklıgil Kırık Kalpler adlı romanının sansür memurlarının kırmızı kalemiyle delik deşik edildiğini gördükten sonra (1908’e kadar) yazarlığa ara vermişti. Benzer şekilde Tevfik Fikret de yazamaz hale gelmişti, inzivaya çekilmişti. Akıl sağlığını yitirdiği için 93 günde tahttan indirilen V. Murad’ı hatırlattığı için “deli” kelimesinin kullanılmasının tehlikeli olduğunu söyleyen Halit Ziya’ya göre o yıllarda adları Hamid, Reşad ve Murad olanlar yeni adlar almış, o yıllarda nüfusa bu adda çocuk kaydı yapılmamıştı.
Yasak kelimeler listesi
Lise yıllarında bellediğimiz gibi “burun”, “tepe” ve “Yıldız” kelimelerinin yasaklı olmadığını söyleyen kaynaklar varsa da Hüseyin Cahit (Yalçın) Pierre Loti’den çevirdiği İzlanda Balıkçısı’nda coğrafi bir tanım olan “burun” yerine “karaların denizlere doğru ilerlediği yer” dediğini anlatır. Öte yandan Ali Seydi Bey ve arkadaşlarınca 1908-1914 arasında üç cilt halinde yayımlanan Resimli Kamus-u Osmanî’nin sonundaki bir listeye ve başka kaynaklara göre adalet, arsenik, aksülmen (bir çeşit zehir), avam, büzürgvar (değerli, yüce), cemiyet, cumhuriyet, Darvinizm, disiplin, demokrat, diktatör, dinamik, Ermenistan, hafiye, hal’ (tahttan indirmek), humbara (bomba), hürriyet, ihtilal, infilak, inkiraz (yıkılma), irtica, irtiyab (kuşku), ispirtizm (ruh çağırma), istibdat, isyan, klik (hizip), mabad (arka), ma’bas (baldır), memorandum, müfteris (parçalayan), müsavat (eşitlik), nihilist (yıkıcı), obstrüksiyon (engelleme), oportünist (fırsatçı), oligarşi, psikolocya (psikoloji), radikal, randevu, sansür, siyanür, siyemma (özellikle), Şura-yı Devlet, tahtakurusu, teevün (ah etmek), vatan, veto, zehir, zulüm kelimeleri de aforoz edilmişti.
Kısacası Abdülhamid Dönemi, sansür tarihimizin nadide bir parçasıydı. Ancak unutmamak gerekir ki, Abdülhamid’in 30 yıllık otoriter dönemine (ilk iki yılı ile son yılı görece demokratikti) son veren II. Meşrutiyet’ten sonra Şair Eşref şöyle demişti: “Vakt-i istibdatta söz söylemek memnu (yasak) idi/ Ağlatırdı ağzını açsan hükümet mananı/ Devr-i hürriyetteyiz şimdi, değişti kaide/ Söyletirler evvela, sonra s...r ananı.”
Eşref’in dediği gibi de olacaktı. Aslında 23 Temmuz 1908’de İttihatçılar II. Abdülhamid’e Meşrutiyet’i ikinci kez ilan ettirdikleri gün gazeteciler ile İttihatçılar yazıların sansür heyetine gönderilmemesi ve matbaalara zaptiye girmemesi konusunda anlaşmışlardı. Böylece ilk “özgür yayıncılık” 25 Temmuz 1908 günü başlamıştı. Bir ay içinde 200’ü aşkın gazete ve dergi yayın hayatına başlamıştı. 31 Mart Olayı’nın yaşandığı 1909’a kadar bu sayı 350’ye ulaşacak, Babıali Yokuşu’ndaki kitapçıların sayısı artacak, matbaalar sabahlara kadar gazete, dergi, kitap, risale, afiş basacaklardı.
31 Mart Olayı’nın kıvılcımını çakan 6 Nisan 1909’u 7 Nisan’a bağlayan gece, Serbesti gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi Bey’in Galata Köprüsü üzerinde üç kurşunla öldürülmesiydi. Cinayetin arkasında, o sıralar ülkeyi perde arkasından yönetmeye çalışan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (İTC) olduğu söylendi. 25 Nisan 1909’da sıkıyönetim ilan edildi ve bu durum 15 temmuza kadar sürdü. 27 Nisan 1909’da Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra iktidara ağırlıklarını koymaya başlayan İTC, aynen Abdülhamid’in yolunu izleyerek bir dizi yasaklayıcı kanun çıkardılar. Bunlardan biri olan 31 Temmuz 1909 tarihli Matbuat Kanunu’na göre devletin güvenliğini bozacak, ayaklanmaya kışkırtacak yayınlar yapan gazeteler, açılacak dava sonuçlanıncaya kadar hükümet tarafından kapatılabilecekti. İş bununla bitmedi. 9 Haziran 1910’da Sada-yı Milletyazarı Ahmet Samim Bey, 10 Temmuz 1911’de Şehran gazetesi başyazarı Zeki Bey’in öldürüldü. Bu olayların da arkasında basına gözdağı vermek isteyen İTC’nin olduğu iddia edildi. Trablusgarp Savaşı (1911)ve Balkan Savaşları (1912-1913) sırasında basına baskı arttırıldı. Ancak savaşlar yüzünden halkın alım gücü düşmüş, keyfi kaçmış, dolayısıyla gazetelere ve kitaplara ilgisi de sönmüştü. Nitekim 1909’daki 350 gazeteden, 1910 yılında 130’u kalmıştı. 1911’de sayı 124’e, 1912’de 45’e düştü. 1913’te sayı 92’ye çıkarken, 1914’te sadece 75 gazete ve dergi yayımlanıyordu. Savaş yıllarında sadece İttihatçıların yandaşı gazeteler yayına devam etti. Sansür, Birinci Dünya Savaşı’nı Osmanlı İmparatorluğu için bitiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi ile kaldırıldı. Bugün bazı çevrelerin “Mütareke Basını” diye küçümsediği dönemin basını kısa süren bir özgürlük döneminden sonra 1919 şubatından itibaren bir yandan Sultan Vahdettin, bir taraftan İtilaf Güçleri tarafından tekrar sansüre tabi tutuldular.
Bundan sonrasını 17 Şubat 2008 tarihli Taraf’ta yayımlanan “İktidar basının uysalını sever” başlıklı yazımdan okuyabilirsiniz. Onu bitirdikten sonra lütfen dönün ve baştaki bölümü okuyun. Sonra hep birlikte düşünelim: Neden 130 yıldır aynı yerde çakılıp kaldık?
“Jacobin: Hind’in bir nev’i kuşu”
Dönemin önemli aydınlarından Şemseddin Sami Fraşeri’nin Kamus-i Fransevi adlı Fransızca-Türkçe sözlüğünün 1905 yılında yapılan 4. basımı Abdülhamid sansürcülüğünün niteliğini anlamak için eşsiz bir kaynaktır. Fransız Türkolog Louis Bazin’in incelemesine göre sözlükten özellikle 1789 Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı kavramların birçoğu çıkarılmıştı. Örneğin “anarşi” (anarchie), “anarşizm”, (anarchisme), “anarşist” (anarchiste) sözcükleri sözlükte yer almıyordu. Aynı şekilde “komünist” (communist) ve “komünizm” (communisme) sözcükleri de yoktu. Bu karşılık “sosyalist” (sosyaliste) ve “sosyalizm” (socialisme) kelimeleri vardı. Ancak bu sözcüklerin tercümesi pek garipti. Örneğin sosyalizm karşılığında “silk-i sekim-i iştirakiyyun” yani “sosyalistlerin sapık yolu” deyimi kullanılmıştı. “Révolution” (devrim) kelimesi geometri ve astronomideki anlamlarıyla yer alırken, “révolutionner” fiili “telaşa düşürmek, tahrik, igzab etmek” haline dönüşmüş, “révolutionnaire” (devrimci) kelimesi ise ortadan kaldırılmıştı.
Kamus’ta “libelarism” kelimesi de yoktu ancak “libre” kökünden türemiş kelimeler siyasi çağrışım yapmayacak şekilde, örneğin “liberté” için “serbestlik, ihtiyari” veya “liberal”, “gönül yüceliği”; “liberalité” için “cömert, sehî, kerîm” açıklamaları tercih edilmişti. “Halk” (demos) kökeninden gelme kelimelerden sadece “ihtiyar meclisi azası” anlamına gelen “demogretontie” ile “demographie” (nüfus) sözcüğü muhafaza edilmişti. “Demos”tan korkulduğu gibi “etnos”tan da korkulmuştu. Dolayısıyla ne “etnik” (ethnique) ne de “etni” (ethnie) kelimeleri sözlükte bulunmuyordu.
Monarşi var cumhuriyet yok
Bir de hangi kritere göre sözlüğe dahil edildiği ya da edilmediği anlaşılamayan kavramlar vardı. Örneğin “nation” (millet, kavim), “national” (milli), “nationalité” (milliyet) gibi kavramlar sözlükte yer alırken, “nationalisme” (milliyetçilik) ve “nationalisté” (milliyetçi) kelimeleri yoktu. Buna karşılık “İslamique” (İslami), “İslamisme” (İslamcılık) ve “İslamiste” (İslamcı) kelimeleri vardı.
İmparatorluk rejiminde yayımlanan bir sözlükte “Republique” (cumhuriyet) kelimesinin olmamasına şaşmamak gerek herhalde. Halbuki bu kelime sözlüğün 1900 tarihli baskısında vardı. Anlaşılan o sırada gözden kaçmıştı. Buna karşılık Abdülhamid’in hoşuna gidecek kavramlar “monrachie” (monarşi) ve türevleri; “ablolutisme” ve türevleri; “theocratie” (teokrasi) ve türevleri sözlükte kendilerine bol bol yer bulmuşlardı. “Tyran” (tiran) karşılığı olarak ise “gaddar”, “şedit” gibi açıklamalar yapılmakla birlikte hemen arkasından yapılan “Amerika’ya mahsus incir kuşu” ve “Amerika’ya mahsus iskete kuşu” açıklamalarıyla dikkatler saptırılmıştı. O yıllarda yeni yeni telaffuz edilmeye başlamış olan bir terim olan “imperialiste” (emperyalist) ise “imparatorluk taraftarı” olarak çevrilmişti. Bunun gibi “detroner” (tahttan indirmek), “regicide” (hükümdarı öldürmek) kelimeleri de yoktu.
Bugün tepeden inme Kemalist devrimleri anlatmak için kullanılması moda olan “Jacobin” kelimesinin karşılığı olarak “a) Sen Dominik tarikatına mensup rahip ve rahibe; b) Hind’in bir nev’i kuşu” tanımları vardı. Fransız İhtilali’nin önemli kavramlarından biri olan “Sans-culotte” terimi de kelimesi kelimesine tercüme edilmişti: “Donsuz (Fransa’da birtakım serserilere verilen isimdir)” deniyordu. Amacın ne olduğunu tahmin etmek zor değildi.
Özet Kaynakça: Ahmet İhsan, Matbuat Hatıralarım, Fatmagül Demirel, II. Abdülhamid Dönemi’nde Sansür, Bağlam Yayınları, 2007; Hüseyin Cahit Yalçın,Edebiyat Anıları, Yayına Hazırlayan: Rauf Mutluay, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1975; Cevdet Kudret Aksal, Abdülhamid Dönemi’nde Sansür-1,http://www.belgeler.com/blg/2cyl/cevdet-kudret-abdulhamit-doneminde-sansur-1
; Louis Bazin, “Osmanlı Sansürü ve Sözlük Yazarlığı: Sâmî Bey’in Kamus-i Fransevî’si” (Çeviren: Server Tanilli), Tarih ve Toplum, S. 19, Temmuz 1985, s. 10-12.
19-2-12.
.
II. Abdülhamit'in 'muzır'la savaşı
23.03.2014 - Bu Yazı 1793 Kez Okundu.
Yorum : 0 - Onay Bekleyenler : 0
Twitter'ı yasaklama girişimi, Erdoğan'ı olası idollerinden II. Abdülhamit'e daha da mı yaklaştırdı? II. Abdülhamit'in baskı rejiminin ilk kurbanı da ifade özgürlüğü olmuştu.
Basın mensuplarına yönelik otoriter tavırları ve nihayet Twitter’ı yasaklama girişimden sonra, Başbakan Erdoğan’ı tarihten pek çok kişiye benzeten oldu ama ben Başbakan’ın idollerinden biri olduğunu sandığım II. Abdülhamit’e benziyor mu sorusuna cevap arayacağım bu hafta. O da sadece basına yönelik yaklaşımı açısından.
Saltanatının 93. gününde ‘akıl rahatsızlığı’ nedeniyle tahttan indirilen V. Murad’ın yerine 31 Ağustos 1876 tarihinde tahta çıkarılan Aldülhamit’in ilk işlerinden biri bilindiği gibi 23 Aralık 1876’da ilk Osmanlı anayasası olan Kanun-i Esasi’yi yayımlamak ve bunun gereği olan Meclis’i açmak olmuştu. Bunlar, aslında kendisini tahta çıkaran Mithat Paşa, Namık Kemal, Krikor Odyan gibi reformistlere verdiği sözün gereğiydi. Ancak bu durum çok kısa sürdü. Çünkü savaş Osmanlı’nın aleyhine gelişiyordu ve sinirler gerilmeye başlamıştı. İlk kurban, 1870’ten itibaren Diyojen, Çıngıraklı Tatar, Hayal ve İstikbal adlı mizah gazetelerini çıkaran Rum asıllı gazeteci Teodor Kasap oldu. Gazeteci, 1876 tarihli Kanun-i Esasi’nin “Matbuat kanunlar dairesinde serbesttir” diyen 12. Maddesini hicveden karikatüründen dolayı 1877 yılının mart ayında üç yıl hapse mahkûm oldu.
Resmi gazeteye sansür
Ama daha gri günler yoldaydı. 20 Eylül 1877’de sıkıyönetim ilan edildi. 18 Şubat 1878’de daha bir yılını bile doldurmamış Meclis kapatıldı, Kanun-i Esasi rafa kaldırıldı, anayasa gereğince hazırlanan Matbuat Kanunu’nu yürürlüğe konulmadı. Bu tarihten itibaren basılı yapılacak her türlü yayın Dahiliye Nazırlığı bünyesindeki Matbuat Müdüriyeti’nce öndenetime tabi tutulacak, bazı sözler ve konular yasaklanacak, bu yasaklara uymayan gazeteler kapatılacak, mizah dergilerine bir daha ruhsat verilmeyecekti. Aslında savaşın neden olduğu ekonomik sorunlar halkın gazetelere ilgisini azaltmış, gazeteler ‘kaime’ denilen kâğıt paralar yüzünden dar boğaza düşüp birbiri ardına kapanmaya başlamıştı. Geriye sadece suya sabuna dokunmayan ‘tahsisat’ gazeteleri kalmıştı. Ama bu gazeteler bile vehimli padişahın gadrinden kurtulamayacaklardı. Daha ilginci, devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi’nin bile bir dizgi hatasından dolayı 1879’da kapatılmasıydı. (Üstelik bu kapanış tam 12 yıl sürecekti.) Ardından Tercüman-ı Hakikat ve Vakit gazetelerine “edebiyata dair bir vakitten beri cereyan eden tartışmalar hadd-i marufu (bilinen, kabul edilen çizgiyi) aşmış olduğundan” ihtar verildi. İşin ilginç yanı Tercüman-ı Hakikat Abdülhamit’in sözcülüğünü yapıyordu. Aynı yıl, Türk hilafeti yerine Arap hilafetini savunan ve çoğu yurtdışında basılan Mirat, Al Nahla, Al Sada, Al Hilafa, Al Ettehad, Paiki İslam gibi yayınların ülkeye girmesi yasaklandı. Yasaklamalar, Fransızların Tunus’u, İngilizlerin Mısır’ı işgal ettiği 1881 ve 1882 yıllarında tırmanışa geçti.
Kara Tahsin’in gizli yönetmeliği
Sansür, 1888’de Basmahane Nizamnamesi’ne yapılan tadilatla (nizamname 1857’de çıkmıştı) iyice şiddetlendi. Nizamnameye göre sadece matbaacılar değil, kitapçılar, hurufat (harf) dökümcüleri, kitap ve süreli yayın çıkaracak olanlar, her türlü resim, tasvir, madalya, arma basıp satanlar “padişahın hakkına ve devletin yararına dokunur” yayından kaçınacaklarına dair bir taahhütname imzalamak zorundaydılar. Ayrıca sayısız kural vardı uyulması gereken.
Bir de ‘Padişah hazretlerinin başkatibi Kara Tahsin Paşa’ imzasıyla yayımlanan gizli (belki de uydurma) bir yönetmelik vardı gazeteci ve matbaacıların başının üstünde Damokles’in Kılıcı gibi sallanan. Yönetmeliğin maddeleri (sadeleştirilmiş dille) şöyleydi: “1-Sultanın sağlığının iyiliği, hasadın bolluğu, ticaretin ve sanayinin ilerlemesi haberlerine öncelik verin. 2- Ahlak açısından maarif nazırınca onaylanmamış hiçbir dizi romanı yayımlamayın. 3- Bir sayıda bitmeyecek edebi ve ilmi yazılar yayımlamayın. “Devamı var” deyimini kullanmayın. 4- Bir makalede beyaz boşluk ya da birkaç satırlık noktalı yerler bulundurmaktan kaçının. Şüphe uyandırır. 5- Şahsiyetlerden, özellikle yöneticilerin yolsuzlukları, suçları ve hatalarından bahsetmekten kaçının. 6- Kişilerin ve grupların yönetim aleyhindeki şikâyet başvurularını yayımlamayın. 7- Her türlü tarihi ve coğrafi isimleri kullanmak yasaktır. 8- Yabancı hükümdarlara yöneltilen suikastlardan ve dışarıdaki ayaklanmalardan bahsetmek yasaktır. 9- Bu yönetmelikten gazetelerde bahsetmek de yasaktır.”
Düşen veya düşürülen hurufat
Ama dizgi sırasında kazara düşen (ya da bilhassa düşürülen) bir harf, padişaha yaranmak isteyen bir jurnalcinin gözüne takılınca olanlar oluyordu. Örneğin Sabah gazetenin başlığında Aldülhamit’in sıfatlarından biri olan ‘Şevketlu’ sözcüğünün v (vav) harfi düşmüş ve sözcük şöyle okunur hale gelmişti: “Şu kötü Ulu Gazi İkinci Aldülhamit Han”. Sonucu tahmin ediyorsunuzdur. İkdam’ın başlığında Aldülhamit’in tahta çıkışı için ‘mutlu gece’ anlamına gelen “leyl-i mes’ude” tamlamasının ikinci kelimesi ‘mesude’ diye basılınca tamlamanın anlamının ‘kara gece’ olmasını affetmek mümkün müydü? Servet-i Fünun dergisinde Aldülhamit’in tahta çıkışıyla ilgili bir cümlede “ve’l-istihkak” (hakkı olarak) ibaresindeki ‘l’ yani elif harfinin yeri değişince, kelime “ve la istihkak” (haksız olarak) haline gelince neyse ki gazetenin sahibi yanlışlığı zamanında fark etmiş ve sansür heyetini uyarmış, basılan nüshalar yakılmış da belki de Fizan’a sürülmekten kurtulmuştu.
12 yıllık aradan sonra 1891 yılında yayımlanmaya başlayan ‘resmi gazete’ Takvim-i Vekayi’nin bir yıl sonra tekrar kapatılmasına da bir dizgi hatası neden olacaktı. Gazetede Aldülhamit’in 12 yaşındaki Felemenk (Hollanda) Kraliçesi’ne verdiği nişandan bahsederken ‘nişan ita’ (vermek) yerine ‘nişan hata’ yazılınca, sansürden sorumlu müsteşar azledilmiş, düzeltmenler cezalandırılmış, gazete yeniden kapatılmıştı. (Bir daha yayımlanması da ancak 1908’de mümkün olmuştu.)
Külhanlarda yakılan kitaplar
1889’da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurulması ve 1894-1896 arasında Türk-Kürt unsurların Ermenilere yönelik katliamlarından sonra (bu konuyu 14 Temmuz 2013 tarihli “Hele kurulsun Ermenistan, Kürtlerden tek kişi kalmaz!” başlıklı yazımda ele almıştım) Abdülhamit’in muhalefet alerjisi veya korkusu zirveye çıkınca, 1898’de “Bilumum matbaaların daima zaptiye nezareti altında bulundurulması hakkında” irade çıktı. Sansür heyetinin üyeleri arttıkça basılan kitap sayısı azaldı. ‘Tutuklu’ kitaplar hamam külhanlarında (en çok da Çemberlitaş Hamamı’nda) yakıldı. Yurtdışından gelen postaların hepsi açıldı, muzır (zararlı) görülen kelimeler dantel gibi oyularak çıkarıldı. Bazı yabancı dildeki kitaplar sayfaları koparılarak içeri alındı, bazıları bir kelimeye kurban gitti. Örneğin Termo-Dinamik adlı Fransızca kitap, başlıktaki ‘dinamik’, muhtemelen ‘dinamit’ anlaşıldığı için; İngiltere’den gelen kibrit kutularının kapakları “kan rengini andırdığı ve markası da kılıç şeklinde olduğu, üzerlerinde yazan Fransızca ‘Union ‘ sözcüğü ‘İttihat’ anlamına geldiği için” gümrükte takılmıştı. Öyle ki Nicolaides adlı Yunanlı yazarın Abdülhamit’i ve Türkleri öven ‘Doğu’nun Altın Kitabı’ adlı eseri bile, dil bilmeyen endişeli gümrük memurlarının kurbanı olmuştu.
Sansürcülerin altın makasından yerli yazarlar da nasiplerini alıyorlardı elbette. Örneğin Halid Ziya (Uşaklıgil) Kırık Kalpler adlı romanının sansür memurlarının kırmızı kalemiyle delik deşik edildiğini gördükten sonra 1908’e kadar yazarlığa ara vermişti. Benzer şekilde Tevfik Fikret de yazamaz hale gelmişti, Aşiyan’daki evinde inzivaya çekilmişti.
Muzır kelimeler listesi
Lise yıllarında bellediğimiz gibi ‘burun’, ‘tepe’ ve ‘Yıldız’ kelimelerinin yasaklı olmadığını söyleyen kaynaklar varsa da Hüseyin Cahit (Yalçın), Pierre Loti’den çevirdiği İzlanda Balıkçısı’nda coğrafi bir tanım olan ‘burun’ yerine ‘karaların denizlere doğru ilerlediği yer’ dediğini anlatır. Aynı şekilde tiyatrocu Ahmet Fehmi Efendi, bir oyunda kadının gözlerinin ‘yıldız gibi parladığını’ söylediği için jurnallendiğini belirtir. 1901’de bir Fransız kumpanyasının oynamak istediği Cyrano de Bergerac oyunu, Cyrano’nun büyük bir burnu olduğu ve oyunda buna dair bir tirad olduğu için yasaklanmıştır.
Ama, çeşitli kaynaklarda ‘muzır’ (zararlı) bulunduğu için aforoz edilen kelimelerin epey uzun bir listesi olduğunu okuyoruz. Örneğin Ali Seydi Bey ve arkadaşlarınca 1908-1914 arasında üç cilt halinde yayımlanan Resimli Kamus-u Osmanî’nin sonundaki bir listeye başka kaynaklardan yaptığım eklemelere göre, Abdülhamit döneminde şu kelimelerin kullanılması yasaktı: Adalet, arsenik, aksülmen (ikisi de zehir), anarşi, avam (halk), Ballı Baba (neden yasaklı olduğunu öğrenemedim), beynelmilel, bomba, büzürgvar (‘değerli, yüce’ anlamına geliyor ama kaba, müstehcen anlamlı ‘büzüg’ kelimesine benzediği için olsa gerek), cemiyet, cumhuriyet, Darvinizm, demokrat, diktatör, disiplin, dinamit, Ermenistan, grev, hafiye, hak, hal’ (tahttan indirmek), Hatt-ı Sünbüli (nedenini öğrenemedim), humbara (bomba), hürriyet, ihtilal, infilak, inkıraz (yıkılma), inkılap (reform), irtica (gericilik), irtiyab (kuşku), istibdat (baskı), ispirtizm (ruh çağırma), isyan, Kanun-i Esasi, klik (hizip), klerikal (kiliseye dair), konservatör (tutucu), mabad (arka), ma’bas (baldır), Meclis-i Ayan, Meclis-i Umumi, memorandum, Murad, mutlakıyet, müfteris (parçalayan), müsavat (eşitlik), nihilist (yıkıcı), obstrüksiyon (engelleme), oportünist (fırsatçı), oligarşi, Pan Cermenizm, Pan İslamizm, psikolocya (psikoloji), radikal, randevu, sansür, siyanür, siyemma (özellikle), sosyalizm, suikast, Şura-yı Devlet, Şura-yı Ümmet, tahtakurusu (‘tahtın kırılsın’ diye okunabildiği için), teevvüh (feryad etmek), vatan, veliaht, veto, zehir, zulüm…
Aforozlu kitaplar
Bunun dışında külliyen yasaklanan kitaplar, dergiler vardı. Örneğin Kelile ve Dimne, Gülistan, Kitab-ı Muhammediye, Tarih-i Osmani, Ebu Müslim Kıssası, Raşid Rıza’nın Fatiha Tefsiri, Kırk Hadis gibi İslami kitaplar, Mezmurlar Kitabı veya Tevrat’ın Arz-ı Mevud’un Beni İsrail’e döneceği hakkındaki bahsi gibi gayri İslami eserler, Rüya Tabirleri, Nasreddin Hoca’nın Cuha hikâyeleri gibi folklorik eserler, Abdülhak Hamit ve Namık Kemal’in bütün eserleri, İbn-i Batuta’nın ve Evliya Çelebi’nin seyahatnameleri (bu sonuncusu aslında daha önceden de yasaklıydı, hikâyesini başka zaman anlatırım) gibi son derece geniş bir yelpazede yasaklı kitap vardı. Yasaklı dergilerin sayısını tespit edemedim. Ayrıca pek çok konuda resim, fotoğraf, bilgi verme yasağı vardı. Örneğin hepsi de anarşistlerce öldürülen Fransa Cumhurbaşkanı Carnot kalp durmasından (1894), Avusturya İmparatoriçesi (Sisi lakaplı) Elisabeth (1898) göğüs darlığından, ABD Başkanı Mc Kinley şirpençeden (1901) ölmüş gibi gösterilmişti, çünkü gerçeğin bilinmesi, Abdülhamit düşmanı anarşistlere esin kaynağı olabilirdi! Girit Meselesi’nin yan etkisi olarak, Yunan Kralı ve veliahtının, Yunan ordusunun, gemilerinin resimlerinin yayımlanması düşünülemezdi elbette. Müslüman kadınların resimleri, elbette müstehcen resimler zinhar yasaktı. Ve nihayet, Abdülhamit’in ve çocuklarının resimlerinin, fotoğraflarının basılması kat’a yasaktı!
Kısacası Aldülhamit dönemi, sansür tarihimizin nadide bir parçasıydı. Bu dönemle günümüzün benzerliklerini ve benzemezliklerini bulmak sizlere kalıyor. Ancak unutmamak gerekir ki, Aldülhamit’in 30 yıllık otoriter dönemini (33 yıl iktidarda kalmıştı ama ilk iki yılı ile son yılı görece demokratikti) takip eden İttihat ve Terakki (İTC) dönemi için de Şair Eşref şöyle demişti: “Vakt-i istibdatta söz söylemek memnu (yasak) idi/Ağlatırdı ağzını açsan hükümet mananı/Devr-i hürriyetteyiz şimdi, değişti kaide/Söyletirler evvela, sonra …….. ananı.” Gerçekten de, 9 yıllık İTC dönemi aynen Eşref’in dediği gibi olacaktı….
Özet Kaynakça: Ahmet İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıralarım, Yay. Haz.: Alpay Kabacalı, İletişim, 1993; Fatmagül Demirel, II. Aldülhamit Dönemi’nde Sansür, Bağlam, 2007; Hüseyin Cahit Yalçın, Edebiyat Anıları, Yay. Haz.: Rauf Mutluay, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1975; Cevdet Kudret, Aldülhamit Dönemi’nde Sansür-I, II, Milliyet, 1977; Orhan Koloğlu, “Muzır Ararken Alay Konusu Olan Rejim: II. Abdülhamit Sansürü”, Tarih ve Toplum, S. 37, Ocak 1987, s.14-18; Louis Bazin, “Osmanlı Sansürü ve Sözlük Yazarlığı: Sâmî Bey’in Kamus-i Fransevî’si”, Çev.: Server Tanilli, Tarih ve Toplum, S. 19, Temmuz 1985, s. 10-12.
ihsan şenocak
Sultan İkinci Abdülhamid Han, dünyamızdan ayrılalı neredeyse bir asır oldu. Onun gidişiyle adeta yetim kalan ümmet, sahipsizlik diyarında serseri kuşlar gibi vur ha vur bir öteye bir beriye sürekli kanat vurdu; yitirdiği kimsesini aradı. Bir ara bulur gibi oldu, fakat sunî Yahudiler (masonlar) gerçek Yahudilerin desteğini arkalarına alarak Abdülhamid devrinde olduğu gibi yine “vatan kurtarma” edebiyatıyla milletin önünü kestiler, en olmaz yalanları ona gerçek diye takdim ettiler. Sadece aktörlerin değiştiği bu kadim oyunda ümmetin yeni mağlubiyetler yaşamaması Sultan Abdülhamid’i ve onun düşmanlarını iyi tanımasıyla mümkün olacaktır.
Bunun içindir ki Üstat Necip Fazıl “Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han” adlı kitabını şu cümle ile noktalar: “ABDÜLHAMİD’İ ANLAMAK HER ŞEYİ ANLAMAK OLACAKTIR.”
Sultan anlaşılınca Büyük Destan’a düşülen ara noktası kalkacak ve yeniden ümmet kimsesine kavuşacaktır.
Sultan’ın anlaşılmasını temin eden şu dua Destan’ın yeniden nereden başlayacağını da göstermektedir:
“Allahım helal etmiyorum! Şahsımı değil, milletimi bu hale getirenlere, hakkımı helal etmiyorum! Beni, benim için lif lif yolsalar, cımbız cımbız zerrelerimi koparsalar, sarayımı yaksalar, hanumanımı, hanedanımı söndürseler, çoluğumu gözümün önünde parçalasalar helal ederdim de Sevgili (sallallahu aleyhi ve sellem)’nin yolunda yürüdüğüm için beni bu hâle getiren ve milletimi ateşe atan insanlara hakkımı helal etmem!
Allahım! Mukaddes isimlerine kurban olduğum Allahım! Ya Âdil! Bana “Kızıl Sultan” adını takan ve devrilmem için ellerinden geleni yapan Ermenileri, şimdi beni devirenlere parçalatıyorsun! Bu cellatları da, kim bilir, kimlere parçalatacaksın? Fakat yâ Rahman!.. Adaletinle tecelli edersen hepimiz kül oluruz! Bize acı! Resûlünün, Sevgilinin, Kâinatın Efendisinin nurunu kaydeder gibi olduğu için bu hâle gelen millete, rahmetinle, fazlınla, lütfunla tecelli et!
Yâ Kâdir! Kundaktaki yavruyu gagasına almış, kaçıran leş kuşunu düşürüp çocuğu kurtarmak ancak senin kudretine sığabilir. Leş kuşlarının gagasında kundak çocuğuna dönen milletimi kurtar Allahım!
Ya Mabut!.. Ömrümde tek vakit farz namazı kaçırdığımı hatırlamıyorum! Ama tek vakit namazım olduğunu iddiaya da nefsimde kuvvet bulamıyorum!.. Huzurunda eğileceğime kaskatı kalıyorum ve duada ruh teslim edeceğime yatağımda kıvranıyorum! Sana kulluk gösteremeyen bu kulunu affet Allahım!
Eğer, yılları tespih dizisince süren hükümdarlığımda seni bir kere anabildim, Resûlüne bir an bağlanabildimse, duamı, o bir kere ve bir an yüzü suyu hürmetine kabul et!
Yâ Sübhan! Şu titrek elleri, kıyamet gününde sana “Ümmetim, ümmetim!” diye yalvaracak olan Habibinin eteğinde, şimdi ‘Milletim, milletim!’diye dilenen bu ihtiyarın duasını geri çevirme! Milletimi evvelâ ‘Ba’sü ba’de’l-mevt’siz bir ölümle yok etmeye götüren sahte kurtarıcılar ve sahte kurtuluşlardan kurtar; ve ona bir gün gelecek kurtarıcıları, gerçek kurtuluşu nasip eyle!..
Benim artık bu dünya gözüyle görebileceğim hiçbir saadet ümidim kalmadı. Bari felâketi olsun bana daha fazla gösterme Allah’ım! Ayakta duramaz, haldeyim! Vadem ne gün dolacak Allahım?..”
.
Bugün 2 ziyaretçi (28 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
Bugün 1172 ziyaretçi (2063 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|