ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
CEVAP Derviş, tasavvuf talebesi demektir. ... Derviş olmak Sual: Evliya menkıbelerini okuduktan sonra, bende bir tasavvuf sevgisi başladı. ... Sual: Dervişlik nedir?
Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye sarf etmektir. * Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir. * Tasavvuftan maksat, kendini ...
Sual: Vehhabiler ve bunlara aldanan bazı bid’at ehli, evliyanın yolunu yani tasavvufu, tarikatı kastederek, bunların sonradan çıktığını, bid'at olduğunu söylüyorlar. Tasavvufun dinimizdeki yeri nedir? CEVAP Bu hususta Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:
Zahirdeki kemalatın ve manevi makamların hepsi Resulullah efendimizden gelir. Zahirdeki kemalata, yükselmeye sebep olan emirlerini, yasaklarını bizlere din âlimleri bildirdi. Kalbin, ruhun temizlenmesine yarayan gizli bilgileri ve kalb işlerini tasavvuf büyükleri bize ulaştırdı. Kalbe ve bedene yarayan bilgilerimizin hepsi Resulullahtan gelir.
Hazret-i Ömer vefat edince, oğlu Hazret-i Abdullah, (İlmin onda dokuzu gitti) buyurdu. Bazılarının bu söze şaştığını görünce, (Dediğim ilim, herkesin bildiği abdest ve gusül gibi bilgiler değil, Allahü teâlâyı tanıtan bilgilerdir) buyurdu.
Tasavvuf, Resulullahın yolunu gösterir. Tasavvuf büyükleri, kendi hocaları vasıtası ile Resulullaha bağlanmıştır. O büyüklerin çalışma usulleri, sonradan uydurulmuş şeyler değildir. Fena, beka, cezbe, süluk, seyr-i ilallah ve benzerleri gibi isimler, sonradan verilmiş ise de, bu isimlerin bildirdikleri şeylerin hepsi Resulullah efendimizden gelmektedir.
Nefahat kitabında bildirildiği gibi, fena, beka gibi isimleri ilk bildiren zat, Ebu Said-ül Harraz’dır. Zikir de, Resulullahtan gelmiştir. Resulullah efendimiz, peygamber olduğu bildirilmeden önce, mübarek kalbi ile zikretmiştir. Resulullahın çok zaman sükut ettiği, sessiz, düşünceli durduğu; dost, düşman her tarihçinin kitabında yazılıdır. Bu halde bulunmak, isimleri sonradan çıkan şeylerin Resulullahta da bulunduğunu göstermektedir. Bu isimler, hadis-i şerifleri açıklamak için konulmuştur. Mesela tefekkür; fikri, bâtıldan hakka doğru çevirmek olup, (Az bir zaman tefekkür etmek, bin sene nafile ibadet yapmaktan daha faydalıdır) hadis-i şerifinden alınmıştır.
Eğer, (Tasavvuftaki usuller, vazifeler, kazançlar Resulullahtan gelmiş olsaydı, ayrı ayrı tasavvuf yolları ve tasavvuf sarhoşluğu, dine uygun görünmeyen şeyleri söylemek olmazdı) denirse, böyle değişik sözler ve hâller, insanların istidatlarının, başka başka olmasından ileri gelmektedir. Resulullahtan gelen nisbette, feyzde ve tesirde hiç değişiklik yoktur. Bunun çeşitli insanlara, çeşitli mizaçlara tesiri başka başka olmaktadır. Bir insanın bile çeşitli zamanlardaki hâli, mizacı başka başka oluyor.
Bütün kemalat, Resulullahtan gelmektedir. Fakat herkesin yaratılışına, hazırlığına göre, başka başka tesir etmektedir. Resulullah efendimiz hayatta iken de, herkesin istidadına göre konuşur, mana ve esrarı başka başka sunardı. Resulullah efendimiz, Hazret-i Ebu Bekir’e ince bilgiler anlatırken, yanlarına Hazret-i Ömer gelince, sözü değiştirdi. Sonra Hazret-i Osman gelince, sözü daha da değiştirdi. Hazret-i Ali geldi, başka türlü anlatmaya başladı. Çünkü, her birinin istidadı başka başka idi. (5/59)
Lâ ilâhe illallah demek Tasavvufta en çok, Lâ ilâhe illallah kelime-i tayyibesi söylenir.(Sözlerin, zikirlerin efdali, en faydalısı, lâ ilâhe illallah demektir)hadis-i şerifi güneş gibi her yerde ışık salmakta iken, bunu söylemek, sonradan meydana çıkmış denilebilir mi? Tasavvuf demek, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid’atlerden sakınmak demektir.
O halde, tasavvuf zaman-ı saadette yok idi, sonradan meydana çıktı, diyen kimse, sünnet-i seniyyeyi yıkmak isteyen bir İslam düşmanı değilse; menfaat sağlamak, cahilleri aldatmak için şeyhlik perdesi altında İslam’a yakışmayan kötülükleri yapanları anlatmak istiyordur. Böyle tasavvufçular ne kadar çok kötülense yeridir. Bu kötü kimseler, Müslüman göründükleri için, Müslümanlık kötülenebilir mi? Talebesine kötülük yapan öğretmen var diye, öğretmenlik mesleğine kötü damgası basılabilir mi? Evet, bazı cahiller, ahlaksızlar [ve misyonerler] şeyh şekline girdi. Tasavvuf adı altında her kötülüğü yapanlar oldu. Fakat bunlara bakarak, Resulullahın sünnetine yapışan, her kötülükten sakınan Allah adamlarına dil uzatmak pek yanlıştır.
Tasavvuf ehli buyuruyor ki:
İyi olan da, kötü olan da, iyilik yapabilir. Kötülük yapmamak ise, ancak Allah adamlarının özelliğidir. Sıddıklar günah işlemez. (Mektubat-ı Masumiye 2/106)
Allahü teâlâya kavuşmak, Allahü teâlâya yaklaşmak, Allahü teâlâyı tanımak, Allahü teâlâyı sevmek, feyz almak, nurlanmak, ârif olmak, ilm-i bâtın sahibi olmak gibi şeyler, hep kalb ile olur. Bunlara akıl eremez, anlayamaz. Allahü teâlâ, her şeye kavuşmak için bir sebep yaratmıştır. Bir şeye kavuşabilmek için, o şeyin sebebine yapışmak lazımdır. Bildirdiğimiz şeylere kavuşmanın sebebi, kalbi masivadan temizlemektir. Mahlukların varlığını, sevgisini kalbden çıkarmaktır. Buna, (Fena-i kalbi) denir. Kalb, Allah’tan başka her şeyi tam unutursa, yukarıda bildirdiğimiz şeyler, kendiliğinden kalbe dolar. Kalb, görülmeyen, tutulmayan bir şeydir. Yani madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek dediğimiz et parçası ile ilgisi vardır. Aklın, dimağ [Beyin] ile olan ilgisi gibidir. Bir şişeye hava sokmak için uğraşmak lazım değildir. Sıvıyı boşaltmak lazımdır. Şişedeki sıvı boşaltılınca, hava kendiliğinden girer. Kalb de böyledir. Mahlukların sevgisi, hatta düşünceleri kalbden çıkarılınca, Allah sevgisi, feyz, nur, marifet, kendiliğinden kalbe gelir. Kalbi mahluklardan temizlemeye sebep de, Ehl-i sünnet itikadı, haramlardan sakınmak, farzları ve nafile ibadetleri yapmaktır. Nafile ibadetlerden, tesiri en çok ve süratli olanı, zikir yapmak ve Allahü teâlânın Velilerinden biri ile beraber bulunmaktır.
Feyz almak için, bu feyze kavuşmuş olan salih bir kimseyi bulmak, onu sevmek, onun yanında yetişmek lazımdır. Vehhabi Feth-ül mecidkitabı da, bunun lazım olduğunu bildiriyor. 335. sayfasında, (Allahü teâlâyı sevmeye kavuşturan on sebepten dokuzuncusu, Allah’ın sadık olan sevenlerinin yanında bulunmaktır. Onların sözlerini dinleyip faydalanmaktır. Onların yanında az konuşmaktır) diyor. Böyle salih kullara Mürşid-i kâmil veya Rehber denir.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Her şeyin bir kaynağı vardır. Takvanın kaynağı, âriflerin kalbleridir.) [Taberani]
(Âlimin yanında bulunmak ibadettir.) [Deylemi]
(Zikir, sadakadan daha faydalıdır.) [ibni Hibban, Beyheki]
(Zikir, nafile oruçtan daha hayırlıdır.) [Deylemi, Beyheki]
(Her hastalığın şifası vardır. Kalbin şifası, Allahü teâlâyı zikretmektir.) [Deylemi, Beyheki, Münavi]
(Derecesi en yüksek olanlar, Allahü teâlâyı zikredenlerdir.)[Beyheki]
(Allahü teâlâyı çok zikredeni, Allahü teâlâ sever.) [Beyheki]
Tasavvuf, zikretmek ve ârifleri hatırlamak, onları sevmek ve Resulullahın yoluna yapışmaktır. Bu ve benzeri hadis-i şerifler ve bunların çıkarılmış oldukları âyet-i kerimeler, tasavvufu emretmektedir. Böyle tasavvuf kötülenebilir mi?
Allah’a kavuşturan yollar
Sual: Kitaplarda, Nakşi veya Kadiri yoluyla Allah’a kavuşanların olduğu yazılı. Allah’a kavuşturan yol çok mudur? CEVAP Necmeddin-i Kübra hazretleri, (İnsanları Allahü teâlâya kavuşturan yollar, insan sayısı kadar çoktur) buyurdu. Bu söz, talipleri yetiştirmek yolunu bildiriyor; yoksa itikatlarında hiçbir ayrılık yoktur. Bütün Evliyanın itikatları, imanları birdir. Hepsi, Ehl-i sünnet vel-cemaatitikadındadır. Sanat sahiplerinin çeşitli iş kollarına ayrılmaları da, öyle rahmettir; fakat itikatta ayrılmak, parçalanmak, böyle değildir. Resulullah efendimiz, (Cemaat rahmettir. Ayrılık azaptır) buyurdu.(M. Nasihat)
Her şeyden, her mahlûktan Allahü teâlâya giden bir yol vardır; çünkü her mahlûkun kendisi ve sıfatları Onun kudretinin eseridir. Bu eserlerin sahibini bulan zeki bir kimse, o yolu ve o manevi bağı görür, anlar. Allahü teâlânın rızasına, marifetine götüren yollar, mahlûkların nefesleri kadardır, sözü de doğrudur. Bu yolların hepsinden vasıl olmak, ahkâm-ı İslamiye’yi yapmaya bağlıdır. Bütün yolların başlangıcı İslamiyet’tir. Yani İslamiyet, bir ağacın gövdesine benzer. Bütün tasavvuf yolları, bu ağacın dalları, damarları, filizleri, yaprakları ve çiçekleri gibidir. (Mektubat-ı Masumiyye)
Bu büyüklerin kitaplarını okumak, sohbetin yarısıdır. Yani büyük bir zatın kitabını severek okuyan kimse, sohbetinde bulunmuş gibi ondan faydalanır.
.
Tasavvuf nedir?
Sual: Tasavvuf nedir? CEVAP Tasavvuf, kalbi saf yapmak, kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demektir. Tasavvuf hâl işi olduğu için, yaşayan bilir, tarif ile anlaşılmaz.
Tasavvuf ilmi, kalb ile yapılması ve sakınılması gereken şeyleri ve kalbin, ruhun temizlenmesi yollarını öğretir. Buna (Ahlak ilmi) de denir.
Tasavvuf ehli, kendi derecesine göre, tasavvufu tarif etmiştir. Birkaçı şöyle:
Tasavvuf, dinin emirlerine uyup, yasaklarından kaçarak kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak demektir.
Tasavvuf, sünnet-i seniyyeye yapışmak ve bid'atlerden kaçmaktır.
Tasavvuf, nefsin iman ve itaat etmesi, bütün ibadetlerin ve bütün hayırlı işlerin hakiki ve kusursuz olmasıdır. Allahü teâlânın lütuf ve ihsanı ile daha yükseklere çıkanlar da olur.
Tasavvuf, fâni olan her şeyden yüz çevirip, baki olana bağlanmaktır.
Tasavvuf, İslam ahlakı ile süslenmektir.
Tasavvuf, ölmeden önce ölmektir.
Tasavvuf, baştan başa edeptir, tamamen edepten ibarettir.
Tasavvuf, kadere rızadır.
Tasavvuf, Hak teâlâya inkıyaddır, kayıtsız şartsız teslimiyettir.
Tasavvuf, emeli bırakıp amele devam etmektir.
Tasavvuf, kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmaktır.
Tasavvuf, namaz, oruç ve geceleri ibadet etmek demek değildir. Bunları yapmak her insanın kulluk vazifesidir. Tasavvuf, insanları incitmemektir. Bunu yapan, vasıl olmuş, yani maksada kavuşmuştur.
Tasavvuf, insanı, ibadetlerde gereken ihlasa ve insanlara karşı gereken güzel ahlaka kavuşturan yoldur. İnsana bu yolu mürşid-i kâmil öğretir.
Tasavvuf, her sözünde, her işinde, dine yapışmaktır.
Tasavvuf, ızdırap çekmektir. Sükun ve rahatlıkta, tasavvuf olmaz. Yani, aşıkın maşuku aramaya çalışması, maşuktan başkası ile rahat etmemesi gerekir.
Tasavvuf, Resulullahın mübarek kalbinden çıkıp, evliyanın kalblerine gelen bilgilerdir.
Tasavvuf, kendi nefsinin ayıplarını, kusurlarını anlamaktır ve dine uymakta kolaylık ve lezzet hasıl olmaktır ve gizli olan şirkten, küfürden kurtulmaktır.
Tasavvuf, herkese merhametli olmak ve ruhsat olan ameli terk etmektir.
Tasavvuf, Allahü teâlâyı, görür gibi ibadet etmektir. Hadis-i şerifde buyuruldu ki: (Allahü teâlâyı görür gibi ibadet et! Sen Onu görmüyorsan da, O seni görüyor.) [Buhari]
Allahü teâlânın gördüğüne inanan, Onun beğenmediği bir şeyi yapabilir mi? Yanındaki iki meleğin, günah ve sevapları tespit etmekle görevli olduğunu yakînen bilen kimse, kötü işler yapabilir mi?
Tasavvufun yediyüzden fazla tarifi yapılmıştır. Hepsinin özü ehemmi, mühimme tercihtir. Yani çok önemli işi, önemli işten önce yapmaktır.
Ağlayan bir kimse görsek, hangi üzücü şeyin bu kimseyi ağlattığını bilemeyiz. Eğer ayağına diken battığı için ağlıyorsa, diken bize batmadığı için, ona verdiği ızdırabı anlayamayız. Bir delinin, ne için güldüğünü bilemeyiz. (Şunun için gülüyorum) dese bile, o hadise deliye tesir ettiği gibi bize tesir etmez. Aşığın hâli bir başkadır. Tasavvuf da böyle bir hâl işi olduğu için biz bilemeyiz.
Tasavvufta makamlar Tasavvuf erbabından Mevlana Abdurrahman Cami hazretleri buyuruyor ki:
Tasavvufta, makamların sonuna varan mutasavvıflar iki çeşittir:
Birincisi,Peygamber efendimiz aleyhisselamın izinden giderek, kemale erdikten sonra, insanları irşad için halk derecesine indirilmiş irşad ehli olanlardır.
İkincisi,yükseldikleri derecelerde bırakılıp insanların yetişmesi ile vazifeli olmayanlardır. Bunlara evliya denir.
Tasavvuf yolunda yürüyenler de iki kısımdır:
Birincisi,Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, yalnız Onu ister. [Yunus Emre’nin, "Bana seni gerek seni" demesi böyledir.]
İkincisi de Cenneti isteyen taliblerdir.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
(Tasavvuf ehlindeki haller ve marifetler, muhabbetin fazla olmasından hasıl oluyor. Allahü teâlânın sevgisi, bu büyükleri o kadar kaplıyor ki, başka şeylerin ismi ve cismi hatırlarına gelmiyor. Başka bir şey görmüyorlar. İster istemez, sevgi sarhoşluğu ile, üzerlerini bu halin kaplaması ile, başka şeyleri yok biliyorlar. Allahü teâlâdan başka bir şey görmüyorlar. [Hallac-ı Mansur’un "Enel-hak" demesi gibi.] Bu hallerin ve marifetlerin ötesinde başka kemaller ve üstünlükler vardır ki, o, kemalatın yanında bu haller ve marifetler, okyanus yanında bir damla gibidir.)
Tasavvuf,Yahudi veya Yunan filozoflarının uydurması değildir. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Resulullah efendimizden gelmektedir. Bunların isimleri sonradan konulmuştur. Resulullahın, Peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalble zikrettiği muteber eserlerde yazılıdır.
Zikir ve nefs muhasebesi, Resulullah ve Eshab-ı kiram zamanında da vardı. Hicri 2. asır sonlarında, Ehl-i sünnetten, kalblerini gafletten koruyanların ve nefslerini Allah’a itaate kavuşturanların bu hallerineTasavvuf ve kendilerine Sofi ismi verildi. Kendine ilk defa sofi denilen zat, Ebu Haşim Sofidir.
Tasavvuf,İslam ahlakı ile ahlaklanmak için gereken bilgileri öğreten bir ilimdir. Tıp ilmi, beden sağlığına ait bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf da kalbin, ruhun, kötü huylardan kurtulmasını öğretir, kalb hastalıklarının alametleri olan kötü işlerden uzaklaştırır, Allah rızası için güzel iş ve ibadet yapmayı sağlar. Zaten dinimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra buna uygun iş ve ibadetin Allah rızası için yapılmasını emreder. Kısaca din, ilim, amel ve ihlastan ibarettir.
İmam-ı Malik hazretleri buyurdu ki:
Fıkhı öğrenmeden tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkhı öğrenip tasavvuftan haberi olmayan bid'at ehli, sapık olur. Her ikisini edinen hakikate kavuşur. (Merec-ül bahreyn)
Kalbin, kötü huylardan temizlenmesi için, Allah için olmayan her şeyin sevgisini kalbden çıkarmak gerekir. Bu yolda ilerlemek Peygamberlerin ahlakındandır.
Kötü sıfatlar,cahillik, öfke, riya, kin, haset, kibir, ucup cimrilik, mal ve makam sevgisi, övülmeyi sevmek, ayıplamaktan korkmak, suizan, övünmek gibi şeylerdir.
Güzel huylar,ilim, tefekkür, rıza, hayâ, tevazu, merhamet, mürüvvet, cömertlik gibi güzel işlerdir. Kötü sıfatlardan kurtulmak ve güzel huylarla süslenmekle kalb temizlenmiş olur.
Huzura kavuşmak için Dünya ve ahiret iyiliklerine, rahat ve huzura kavuşmak için birinciolarak doğru bir iman sahibi olmak gerekir. Doğru bir imana kavuşmak için, Ehl-i sünnet itikadını öğrenmek ve inanmak gerekir.
İkincisi, insanların saadeti için gereken şey, dinin emir ve yasaklarını öğrenmektir. Dinimizde bildirilen helali, haramı ve diğer hususları öğrenmek ve buna uygun hareket etmektir.
Üçüncüsü,kalbin kötülüklerden temizlenmesi ve nefsin terbiye edilmesidir. Nefs hep kötülük yapmak ister. Onun bu isteklerinden kurtulmak ve Allah sevgisini kalbe yerleştirmek için, tasavvuf âlimlerinin eserlerini okuyup amel etmek gerekir.
Bir kimse doğru imana kavuşur, dinin emirlerini seve seve yerine getirirse enbiyaya, evliyaya ve melaikeye benzer ve onlara yaklaşır. Aynı cinsten olan şeyler, birbirini çektiği gibi onlar tarafından yanlarına çekilir. Çok büyük bir mıknatısın bir iğneyi çekmesi gibi onu yüksekliklere çekip Cennete kavuşmasına sebep olurlar.
Manen yükselmek dünya ve ahiret saadetine kavuşmak bir uçağın uçmasına benzetilirse, iman ile ibadet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi, yani benzinidir. Tasavvufun iki gayesi vardır: Birincisi, imanın yerleşmesi ve şüphe getiren tesirlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delil ve ispat ile kuvvetlendirilen iman böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ buyurdu ki: (Kalblere imanın yerleşmesi ancak ve yalnız zikir ile olur.) [Rad 28]
Zikir, her işte, her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, Onun rızasına uygun iş yapmak demektir. İkinci gayesi, ibadetlerde kolaylık, lezzet hasıl olması için, nefsten doğan sıkıntıların giderilmesidir. İbadetleri kolaylıkla, seve seve yapmak ve günah olan işlerden de nefret edip uzaklaşmak, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile mümkündür.
Evliyalığa kavuşturan yol tasavvuftur İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İslam dininin bir sureti, bir de hakikati, özü vardır. Sureti, önce iman etmek, sonra, Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymaktır. İslam dininin suretine kavuşanların nefsi emmareleri inkârda ve isyan etmektedir. Bunların imanı, imanın suretidir. Kıldıkları namaz, namazın suretidir. Oruç ve başka ibadetleri de böyledir. Çünkü, nefs-i emmare, insan varlığının temelidir. Herkes (Ben) deyince, nefsini göstermektedir. İşte, bunların nefsleri iman etmemiş, inanmamıştır. Böyle kimselerin imanları ve ibadetleri hakiki, doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, yalnız surete kavuşmayı kabul buyurmuştur. Bunları, razı olduğu Cennetine sokacağını müjdelemiştir. Yalnız kalbin inanmasını kabul buyurması, nefsin inanmasını da şart koşmaması, Onun büyük ihsanıdır.
Evet, Cennet nimetlerinin de, hem suretleri, hem hakikatleri vardır. İslam dininin suretine kavuşanlar, Cennetin suretinden pay alacaklardır. Dünyada, İslam dininin hakikatine kavuşanlar, Cennetin hakikatine kavuşacaklardır. Surete kavuşmuş olanlarla hakikate kavuşmuş olanlar, Cennetin aynı bir meyvesini yiyecek. Fakat, herbiri başka tat alacaktır. Resulullah efendimizin mübarek zevceleri Cennette, Resulullahın yanında olacak, fakat duydukları lezzet başka olacaktır. Eğer, başka olmasaydı, bu mübarek zevcelerin, bütün insanlardan [peygamberlerden] daha üstün olmaları lazım gelirdi. Her üstün olan kimsenin zevcesinin de, bunun gibi üstün olması gerekirdi. Çünkü zevceler, Cennette zevclerinin yanında olacaktır. İslam dininin suretine kavuşanlar, buna uydukları zaman, ahirette kurtulabileceklerdir. Buna uyanlar, umumi evliyalığa, yani Allahü teâlânın rızasına, sevgisine ermiş demektir. Bununla şereflenen, tasavvuf yoluna girebilecek, (Vilayet-i hassa) denilen özel evliyalığa kavuşabilecek kimse demektir. Bunlar, nefs-i emmarelerini itminana ulaştırabilirler. Şunu iyi bilmelidir ki, bu vilayette, yani İslam dininin hakikatinde ilerleyebilmek için, İslam dininin suretini elden bırakmamak lazımdır.
Tasavvuf yolunda ilerlemek, Allahü teâlânın ismini çok zikretmekle olur. Bu zikir de, İslam dininin emrettiği bir ibadettir. Zikretmek, âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde övülmüş ve emredilmiştir. Tasavvuf yolunda ilerleyebilmek için, İslam dininin yasakladığı şeylerden sakınmak şarttır. Farzları yapmak, insanı bu yolda ilerletir. Tasavvuf yolunu bilen ve yolculara önderlik edebilen bir Rehber [Mürşid] aramak da, İslam dininin emrettiği bir şeydir. Maide suresinin 35. âyetinde, (Ona kavuşmak için vesile arayınız) buyuruldu. (Vesile, insan-ı kâmil demektir). Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için, İslam dininin sureti de, hakikati de lazımdır. Çünkü, evliyalık üstünlüklerinin hepsi, İslam dininin suretine uymakla ele geçer. Peygamberlik üstünlükleri de, İslam dininin hakikatinin meyveleridir. Her üstünlükte Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymak lazımdır.
Evliyalığa kavuşturan yol tasavvuftur. Tasavvuf yolunda ilerleyebilmek için, Allah’tan başka her şeyin sevgisini kalbden çıkarmak lazımdır. Allahü teâlânın ihsanı ile, kalb hiçbir şeyi görmez olursa, (Fena) denilen şey hasıl olur. (Seyr-i ilallah) tamam olur. Bundan sonra, (Seyr-i fillah) denilen yolculuk başlar. Böylece, (Beka) denilen şey hasıl olur ki, aranılan da budur. İslam dininin hakikati buradadır. Buna kavuşan zata (Veli) denir ki, Allahü teâlânın razı olduğu, sevdiği kimse demektir. Burada (Nefs-i emmare) mutmainne olur. Nefs, küfürden kurtulup, Allahü teâlânın kaza ve kaderinden razı olur. Allahü teâlâ da, ondan razı olur. Kendini anlar. Büyüklük, kendini beğenmek hastalığından kurtulur. (2/50)
Fena-fillah, beka-billah Sual: Evliyalığa, (Fena-fillah ve beka-billah) deniyor. Bunlar ne demektir? CEVAP
Fena-fillah, kalbi Allahü teâlânın beğenmediği şeylerden temizlemek, boşaltmaktır. Beka-billah, Allahü teâlânın sevdiği şeylerle kalbi doldurmaktır.
.
Tasavvuf nedir? (Şiir)
Sual: Tasavvuf nedir?
CEVAP: Tasavvuf, dinin emrine uygun yaşamaktır, fakat bunu âlimler değişik tarif etmişlerdir. Bazı tarifler şöyledir: Herkese ihsan etmek kapısıdır tasavvuf,
Vefa ve fedakârlık yapısıdır tasavvuf.
Tasavvuf, hakikate sımsıkı bağlanmaktır,
İlahi aşka düşüp ciğeri dağlanmaktır.
Tasavvuf, zehir bilip günahtan sakınmaktır,
Edebini her yerde, her zaman takınmaktır.
Tasavvuf, evliyalık ve keramet satmamaktır.
Verdiği sözde durup, çamura yatmamaktır.
Tasavvuf, hocasına suizan etmemektir,
Eşine, kardeşine asla kin gütmemektir.
Tasavvuf, temiz, helâl lokmayla beslenmektir,
Dinin övdüğü güzel ahlâkla süslenmektir.
Tasavvuf, görevine zamanında gelmektir,
Daha ölmeden önce, ölmesini bilmektir.
Dolduran olup döken, olmamaktır tasavvuf,
Gonca gül olup diken, olmamaktır tasavvuf.
Aşk ateşiyle yanıp, kül olmaktır tasavvuf,
Hak aşkıyla sararıp ve solmaktır tasavvuf.
Tasavvuf; davaları, terk etmektir demişler,
Hakka olan inancı, berk etmektir demişler.
Tasavvuf, büyüklerin yolunu izlemektir,
Duyulan ayıpları, sırları gizlemektir.
Tasavvuf, fırsatları kollamaktır, gütmektir,
Malayaniler ile mubahı terk etmektir.
Tasavvuf, günahlardan, mekruhlardan kaçmaktır,
Engel olmayıp, Hakka giden yolu açmaktır.
Tasavvuf, boş zamanı bir ganimet bilmektir,
Ehl-i sünnet olmayı, büyük nimet bilmektir.
Tasavvuf yasaklardan çekmektir ellerini,
İyi bilmektir kalbin değişen hallerini.
Tasavvuf hiç kimseyi incitmemektir asla,
Beytullahı yıkmaktan büyük günahtır daha.
Tasavvuf, hiç kimseye asla yük olmamaktır,
Zorluklara katlanmak, sabredip yılmamaktır.
Tasavvuf, Cennet için tohum ekmek demektir,
Nefsi sorgu suale, her an çekmek demektir.
Tasavvuf, Hakk’ın yanan mumudur, ışığıdır,
Tasavvufu yaşayan, gerçek hak âşığıdır.
Tasavvuf hâl işidir, ancak yaşayan bilir,
Aşkın ağır yükünü, onu taşıyan bilir.
Tasavvuf, istenilen güzel huyun başıdır,
Hayrı şerden ayıran, sağlam mihenk taşıdır.
Tasavvuf, aşk ateşinin sönmeyen közüdür,
İlmin, ihlâsın, zühdün ve takvanın özüdür.
Tasavvuf, ruhu ile nefsi savaştırandır,
İman-ı hakikiye bir gün kavuşturandır.
Tasavvuf, sapıklardan uzaklara kaçmaktır,
Allah adamlarına kucağını açmaktır.
Tasavvuf, dine uymak için belli sebeptir,
Güzel ahlak demektir, baştan başa edeptir.
Tasavvuf, Rabbimizin kaderine rızadır,
Nefsimizi terbiye, ona uygun cezadır.
Tasavvuf, bırakmaktır her cins uzun emeli,
Çalışıp artırmaktır her gün güzel ameli.
Tasavvuf, öven ile yereni denk tutmaktır,
Uygunsuz gelen sözü, yüksünmeden yutmaktır.
Tasavvuf dinimizin farklı ilim koludur,
Güzel ahlak örneği Evliyanın yoludur.
Tasavvuf, hiç tavizsiz tâbi olmaktır dine,
Kılavuz edinmektir büyükleri kendine.
Tasavvuf, Allah için gözyaşları dökmektir,
Her zaman iyiliğin tohumunu ekmektir.
Tasavvuf, yalnız kendi kusurunu görmektir,
Sevgidir, cömertliktir, ta gönülden vermektir,
Tasavvuf, kibretmekten kaçıp uzak durmaktır,
Nefsin hilesine gizli tuzak kurmaktır.
Tasavvuf, nutuk çekmek değil, bir hâl işidir,
Derviş, yeri gelince, sükût eden kişidir.
Tasavvuf ehli, uzak durur kötü ahlaktan,
Çok çekinip sakınır, her an haktan, hukuktan.
Sofi, hep çile çekip meyvesini oldurur,
Güzel huyları ile heybesini doldurur.
Tasavvuf, tamamıyla gerçek İslamiyet’tir,
Kayıtsız ve şartsız Allah'a teslimiyettir.
.
Tarikat ve tarikatçılık
Sual: Din kitaplarından, din öğrenilemez mi? Bir tarikata bağlanarak mı din öğrenilir? CEVAP Eskiden hak tarikatlar vardı. Oralarda dinimizin emir ve yasakları anlatılır, dine uymanın yolları ve tasavvuf ilmi öğretilirdi. Zamanla, bunlar çok azaldı, belki de hiç kalmadı. Aslı olmayınca da taklitleri çoğaldı. Her köşe başında bir şeyh türedi. Şu anda hak tarikat olsa bile, bir tarikata girmek gerekmez. Sapık tarikatçiler çok olup hak olanını ayırmak zordur, çünkü hak zannederek bâtıl yola girilirse bundan kurtulmak çok zor olur. Yoksa hak tarikat, adından da anlaşıldığı gibi haktır. En sağlam yol ise, evliya zatların kitaplarından öğrenmektir.
Şimdi yapılacak iş, dinimizi o büyüklerin kitaplarından, yetkili âlimlerce doğru tercüme edilen kitaplardan öğrenmek ve bunlara uygun yaşamaya çalışmaktır. Bu kitapları okuyan, hem bilmediklerini öğrenmiş olur, hem de kitapta ismi geçen evliya zatları tanıyarak, kalbi onlara meyleder, bağlanır. Bütün dünyaya saçtıkları nurları alıp, olgunlaşmaya başlar. Ham bir karpuz, güneşin ışıkları karşısında zamanla olgunlaştığı, tatlılaştığı gibi, yetişerek kâmil bir insan olur. Nefsi de gafletten kurtulup namazın tadını duymaya, ibadetlerden zevk almaya başlar. Günahlardan, haram olan şeylerden, kötü huylardan nefret duyar. İyi huylar onun âdeti olur. Herkese iyilik eder. Millete faydalı olur. Ebedî saadete kavuşur ve başkalarını da kavuşturur.
Hak tarikat
Sual: Bir tarikata girmek farz, vacib veya sünnet midir? Bir yazıda, (Hak tarikat olsa bile, bir tarikata girmek gerekmez) deniyor. Gerekmez demek, lüzum yok mu demek, yoksa farz değil mi demektir? CEVAP Farz veya vacib değildir demektir. Öyle olsaydı âyet veya hadisle bildirilirdi. Tasavvuf büyükleri, evliya zatlar, bir tarikata girmenin müstehab olduğunu söylüyorlar. Dini, kendi başımıza öğrenmek zordur. Peygamber efendimiz, (İlim üstaddan [âlimden, hocadan]öğrenilir) buyuruyor. Onun için, bir tarikata girilerek, mürşid-i kâmilden din öğrenilirdi. Günümüzde ise, birçok bozuk tarikat da vardır. Herkes hak diye bir tarikata giriyor. Her şeyhin birçok müridi var. Şeyhim diyenlerin, kimi mehdiyim, kimi halifeyim diyor, hattâ peygamberim diyenler de var. Hepsi de kendi tarikatının doğru olduğunu söylüyor. Zaten doğru diye bilmese, o tarikatta işi ne? Bu feci durumdan dolayı, akıntıya kapılmamak ve çok dikkatli olmak gerekiyor. Nakli esas alan kitapları okuyan, hakkı bâtıldan ayırır. Böyle söylemek tarikata karşı olmak değildir. Bir şeyin sahtesinden kaçın demek, iyisinden de kaçın demek değildir. Genelde her şeyin sahtesi çok olur. (Hakiki tereyağı alın, hileli, karışık olanını almayın) veya (Piyasada hakiki tereyağı bulmak çok zor) demek, tereyağına hakaret olur mu? Bilakis tereyağının önemi bildirilmiş olur.
Mürşide ihtiyaç var mı?
Sual: Eskiden, insanlar neden bir mürşid-i kâmil aramışlardır? Mürşid-i kâmilsiz Allah'ın rızasına kavuşmak mümkün değil miydi? CEVAP İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâya kavuşturan yolu bulmak çok lüzumludur. İnsan, her bakımdan çok aşağıdır. Allahü teâlâ ise, her bakımdan yüksek ve kusursuzdur. Ondan gelen feyzlerin alınması için vericiyle alıcı arasında bir bağlantı, bir yakınlık olması gerekir. İnsanlarda bu yakınlık yoktur. Bunun için, bu yolu bilen bir kılavuza ihtiyaç şarttır.(1/169)
Böyle bir zatı seven kimse, kitaplarını severek okur, onu edeple, sevgiyle düşünürse, bunun da kalbi, temizlenmeye ve feyz almaya başlar. Allahü teâlâ bedenimizi, maddemizi, yetiştirmek için güneş enerjisini sebep kıldığı gibi, ruh ve kalblerimizi olgunlaştırmak için de, Muhammed aleyhisselamın kalbini, oradan yayılan nurları sebep kılmıştır. Kalbe, ruha gıda olan, evliyanın sohbetleri ve yazıları da, hep Resulullahın mübarek kalbinden yayılan nurlarla hâsıl olmuştur.(S. Ebediyye)
Sapık tarikatçılar
Sual: Şeyh-ül-İslam Ebussüud Efendi, tasavvuf ehline sert davranıp, idamlarına fetva vermiş mi? CEVAP Büyük din âlimi Ebussüud Efendi hazretlerinin tasavvuf ehline sert davrandığı iddiası doğru değildir. Ancak tasavvuf ehlinin içine karışan sapık tarikatçılar için ve (Tasavvufta yüksek dereceye varanlar için, din teklifleri kalkmıştır. Onlar için helal ile haramın farkı yoktur) diyenler için sert davranmış ve bunların, fitne çıkarma, İslamiyet’i yıkma faaliyetlerinden dolayı, idam edilmelerine fetva vermiştir.
İslamiyet’ten ve tasavvuftan haberi olmayan kimseler, dini, dünya kazançlarına alet edip tasavvufa, hatta ibadetlere, mistik bir hareket olarak müzik sokmuşlardır. Dinimizde tasavvuf müziği diye bir şey yoktur.
Keramet ve hokkabazlık Sual: Iraktan gelip, Avrupa’da ağızlarına ateş alan, avurtlarına şiş sokup çıkartan ve bu yaptıklarına keramet diyen kimselerin halleri İslamiyet’e uygun mudur? CEVAP Allahü teâlâ, böyle kimselerin Musa aleyhisselam zamanında da bulunduğunu haber veriyor. Bunlara keramet değil, sihir diyor. Böyle göz boyamanın haram olduğu (Fetava-yı hadisiyye)de yazılıdır. Bunlar, müslümanları aldatmaktadır. Bu hareketleri din değil, dinsizliktir. Japonya’daki gayrı müslimler de, sirklerde bunlarınkinden daha acayip şeyler gösteriyor. İslamiyet, hokkabazlık, cambazlık, sihirbazlık dini değildir. İslamiyet, inanması, yapması, sakınması gereken şeyleri, güzel ve çirkin huyları öğrenmek, herkese iyilik yapmak dinidir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat dine uymayan bir iş yapsa, keramet ehliyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!) [El-Münire]
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki:
Nefsi cilalanan bazı kimseler, harikulade haller gösterip sapıklık uçurumuna sürüklenmektedir. Evliyayı böyle yalancılardan ayıran en bariz fark, her sözünün, her hareketinin dine uygun olması, yanında bulunanların kalblerinde Allah korkusu ve sevgisi hasıl olmasıdır ve başka şeylerden soğumalarıdır. (2/92)
Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:
Ahirette, Cehennemdeki ebedi, sonsuz azaptan kurtulmak için, İslam âlimlerinin bildirdiklerine inanmak gerekir. Evliyanın, bu bildirilenlere uymayan keşfleri kıymetsizdir. Tasavvuftan maksat, nefsin gizli ayıplarını anlamaktır ve dine uymanın kolay olmasıdır ve ihlasa kavuşmaktır. (1/182)
Fıkıh ve Tasavvuf
Sual: Fıkıh yerine tasavvuf kitabı okumak uygun mu ve zikir nedir? CEVAP Fıkhı bilmeden dine uymak mümkün olmaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (İbadetlerin en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir.)[İ.Abdilberr]
(Her şeyin dayandığı bir direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh bilgisidir.) [Beyheki]
(Fıkıh öğrenmeden ibadet eden, gece karanlıkta bina yapıp, gündüz yıkana benzer.) [Deylemi]
İmam-ı Malik hazretleri buyuruyor ki:
Fıkıh öğrenmeyip, tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, zındık olur. Fıkıh öğrenip tasavvuftan haberi olmayan bid'at ehli, yani sapık olur. Her ikisine kavuşan hakikate varır. (Merec-ül-bahreyn)
İbrahim Edhem hazretlerine, gece gündüz ibadet eden, vecde gelip kendinden geçen bir gençten bahsettiler. Gencin yanına gidip üç gün misafir kaldı. Çok acayip haller gördü. Gencin bu halinin şeytandan olup olmadığını öğrenmek istedi. Yediğine baktı. Helalden değildi. Bu hallerin şeytandan olduğunu anladı. Genci evine davet etti. Gence helal yemek verdi. Gençteki eski aşk ve gayret kalmadı. Bana ne yaptın diye sordu. İbrahim Edhem hazretleri, gence, (Sendeki haller şeytandandı. Helal yiyince şeytan giremedi. Esas halin meydana çıktı) buyurdu. (Tezkiretül-evliya)
Kerameti inkâr, büyük sapıklıktır. Çünkü keramet, Peygamberin mucizesinin devamıdır. Ancak, istidracı keramet sanmamalıdır! Mucizeden başka harikulade haller, keramet, firaset, istidraç ve sihir adını alır. Velinin su üstünde yürümesi keramet, papazın su üstünde yürümesi sihir, fâsıkınki ise istidraçtır.
Zikrin fazileti Zikir, Allahü teâlâyı hatırlamak demektir. Bu da, kalb ile olur. Zikredince, kalb temizlenir, yani kalbden dünya sevgisi çıkıp Allah sevgisi yerleşir. Bazı kimselerin, bir araya toplanıp hay huy etmesi, oynaması, dönmesi, zikir değildir. Yüz yıldır, tarikat diyerek, birçok şey uyduruldu. Eshab-ı kiramın yolu unutuldu. Cahiller, fâsıklar şeyh olarak zikir ve ibadet ismi altında, günah işledi. Bugün hiçbir İslam ülkesinde, tasavvuf âlimi yok gibidir. Fakat sahte mürşitler, müslümanları sömüren tarikatçılar çoktur. Din büyüklerinin, eskiden kalma, halis kitaplarını okuyup, zikri, fikri bunlara göre doğrultmalıdır. Tarikatçılık, şeyhlik, müridlik gibi isimlerin perdesi altında iş gören, mal ve din hırsızlarına aldanmamalı, bunlardan kaçınmalıdır.
Bir şeyin sahtesinden kaçın demek iyisinden de kaçın demek değildir. (Hakiki tereyağı alın, hilelisini, karışık olanını almayın) demek tereyağına hakaret olur mu? Bilakis tereyağının önemi bildirilmiş olur. Her şeyin sahtesi de hakikisi de vardır. (Tasavvuf perdesi altında iş gören, mal ve din hırsızlarına aldanmamalı) dedik. Tasavvuf âliminin yok gibi olduğunu, yani çok az olduğunu bildirdik. Zaten kıymetli şeyler az, taklitleri çok olur. Bütün yayınlarımızda tasavvuf büyüklerinin, hayatlarını, menkıbelerini anlatıyoruz. Tasavvuf, evliyalık demektir. Tasavvufa hiç kimse karşı çıkamaz. Hakiki tasavvufa karşı çıkmak Müslümanlığa karşı çıkmak demektir. Fakat sahte tasavvufa karşı çıkmak her müslümana gerekir.
Tarikat ve ilim Tasavvufu, yani tarikatı öğrenmeden önce, ilim öğrenmek gerekir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibadet etmekten daha sevaptır.) [Ebu Nuaym]
Tarikat maskesi
Bir okuyucumuz, uzun mektubunda özetle diyor ki: (17 yaşında genç bir kızım. Okulda bir arkadaşım bana bir tarikata girmemi tavsiye etti. Onun tavsiyesine uyarak bir tarikata girdim. Hoca dediğimiz bu şahıs, belli tesbihler söylememi söyledi. "Sen kaza namazı kılma. Bunun sorumluluğunu da ben üstleniyorum" dedi. Sonradan hoca değil, bir büyücü olduğunu öğrendiğim bu adam, bana şeker vesaire yedirdi. Büyü yapmış. Bana yakın olmaya çalışıyor, beni kucaklıyordu. Zamanla iyi arkadaşlardan ve dinimden soğumaya başladım. Artık namazı falan bıraktım. Müziğe çok tutkun oldum. Kötü biri olmama sebep olan bu büyüden nasıl kurtulabilirim?) CEVAP Buna benzer mailler çok alıyoruz. Nakşi, Kadiri, Rufai gibi isimlere sığınarak, tarikat adı altında insanları kötü yola sürükleyenler gün geçtikçe çoğalmaktadır. "Sizden namazı kaldırdım, günahınız benim boynuma" diyen sapıkların tuzağına düşmemek için, önce dinimizi iyi bilmemiz gerekir.
Eğer gülü solan bu kız, yabancı bir erkekle, yalnız bir odada kalmanın, onunla konuşmanın, elini öpmenin haram olduğunu, Peygamber efendimizin hiçbir kadına mübarek elini öptürmediğini, hiç kimsede günah affetme yetkisinin olmadığını bilseydi, başına bu felaketler gelmezdi.
Müzik, her çeşit çalgı, insanı alkolik ve morfinman gibi gaflet içinde, uyuşuk yapar. Böylece, nefsleri azdırarak, ebedi saadetten mahrum kalmasına sebep olur. İslam dini, insanları bu afetten, bu sonsuz felaketten korumak için, müziğin zararlı olanlarını haram kılmış, yasak etmiştir.
Müzikten uzak durmaya çalışın. Her sıkıntının çaresi namaz kılmaktır. Namazı doğru kılarsanız, her kötülükten uzaklaşmış olursunuz. Haramların her çeşidinden kaçmanız, kötü arkadaşlardan uzaklaşmanız gerekir.
Bakü’de bir sapık Azerbaycan-Bakü’den bir okuyucumuz, uzun bir mektup yazmış. Bakü’deki sapık bir tarikat şeyhi varmış. Bu şeyhin bir çok sapık görüşlerini bildirmiş. Temiz kimselerin de bu şeyhin kurbanı olmasından korkuyor. (Birkaçına olsun cevap yazın da, şeyhin sapık olduğu meydana çıksın) diyor.
1- Sapık şeyh, (Her şey gibi günahı işleten de Allah’tır. Bunun için günah işleyenleri hoş görmelidir) diyormuş.
Allahü teâlâ, (Kötülük yapmayın, günah işlemeyin) buyuruyor. Hâşâ kendisi günah işletiyorsa, ne diye günah işlemeyin diye emretsin?
2- Sapık şeyh, (Her şey, Allah’ın bir parçasıdır) diyormuş. Böyle söylemek de küfür olur.
3- Sapık şeyh, (Çoğunluğun ayıp saymadığı şey, günah olmaktan çıkar) diyormuş.
Bu da zındıkların sözüdür. Bugün dünyanın çoğu içkiyi günah saymıyor diye, içki günah olmaktan çıkar mı? Bütün insanlar ne derse desin, Allahü teâlâ haram etmişse haramdır. Peygamber efendimiz haram olduğunu bildirmişse haramdır.
4- Sapık, (Kâfir hor görülmemeli) diyormuş. Kur'an-ı kerimde kâfirler aleyhine birçok âyet-i kerime vardır. Peygamber efendimiz, kâfirleri niçin hor görüp onlarla savaştı?
5- Sapık, (Kurban kesmek nefsi kurban etmektir) diyerek kurban emrini inkâr ediyormuş. Müslümanlıkta kurban kesmek yoksa, Peygamber efendimiz niçin kurban kesmiş ve kurban kesmeyi emretmiştir?
6- Sapık, reenkarnasyona inanıyor. Halbuki bu inancın küfür olduğunu daha önce bildirmiştik.
7- Sapık, (Cennet ve Cehennem bu dünyadadır) diyormuş. Bu görüş de Kur'an-ı kerimi inkâr etmek olur.
Birçoğu hurufilik inancına benzeyen sapık görüşlerden birkaçı bunlardır. Demek ki sadece Türkiye’de değil, her yerde insanları doğru yoldan sapıtan şeytanın adamları varmış. Dinimizi iyice öğrenmeden merak için de olsa, herhangi bir şeyh ile görüşmek doğru değildir.
Tarikat, dine aykırı olmaz. Her şeyin sahtesi çıktığı gibi, günümüzde sahte tarikatlar çoktur. Bugün yapılacak iş, eskiden yazılmış, İslam âlimlerinin kitaplarını okumaktır.
Tarikat kardeşliği
Sual: Yabancı bir erkek ile yabancı bir kadın ahiret kardeşi olur mu? Komşumuz bir kadın, bir erkek ile ahiret kardeşi olmuş. Beraber bir odada kalıp, yiyip içiyorlar. "Namahremlik şartları aradan kalktığı için bize günah olmaz" ve "Biz aynı zamanda tarikat kardeşiyiz" diyorlar. Bu hususun dinimizdeki yeri nedir? CEVAP Bir erkek, yabancı bir kadına "Seninle ahiret kardeşi olalım" dese veya bir erkek diğer erkeğe, "Ahiret kardeşi olalım" dese, kardeş gibi yaşasalar, biri imanlı, diğeri imansız ölse, biri Cennete öteki Cehenneme gider. İmanlının imansıza hiç faydası olmaz.
Rasgele iki kişi arkadaş olsa, biri salih, diğeri fâsık müslüman olsa, salih kimse, ahirette fâsık arkadaşına şefaat eder. Onun için salihlerle, haramdan kaçan kimselerle arkadaşlık etmelidir!
Bir erkek, yabancı bir kadınla "Ahiret kardeşi" olup onunla yalnız kalamaz. O kadın ona yine yabancıdır. Onunla evlenebilir. "Aradan namahremlik şartları kalkar" demek, dinsizlerin, mülhidlerin, zındıkların uydurdukları şeylerdir. Nikah olmadan hiçbir yabancı kadın, bir erkeğe helal olmaz. Beraber bir odada bulunmaları haram olur.
Abdülkadir-i Geylani, Ahmed Rufai, imam-ı Rabbani hazretleri gibi tasavvuf büyükleri zamanında, onların yolundan giden tarikat ehli var idi. Şimdi bunların ismini kullanan, tarikat adı altında çeşitli rezaletler işleyen kimseler çoğaldı. Böyle kimseler, dinimizi bozmaya, yıkmaya çalışan sapıklardır. İslam âlimlerinin bildirdiği yoldan ayrılan dalalete düşer. Dinimizin hükümleri ortadadır. Haram belli, helal bellidir. Hiç kimse, haramı helal, helali haram yapamaz. Harama helal diyen kâfir olur. İslamiyet’te din kardeşliği vardır. Din kardeşiyle de evlenebilir. Ahiret kardeşi olmak da, din kardeşi olmak demektir. Bir kimse, ahiret kardeşiyle de evlenebilir. (Hadika)
Sahteleri çoktur
Sual: Tarikat dine aykırı olur mu? Bir yere gitmem gerekir mi? CEVAP Tarikat, dine aykırı olmaz. Her şeyin sahtesi çıktığı gibi, günümüzde sahte tarikatlar çoktur. Bugün yapılacak iş, eskiden yazılmış, İslam âlimlerinin kitaplarını okumaktır. Önce dinimizin emirlerini iyi öğrenmek gerekir. Bid’atleri ve haramları dinin emri gibi işleriz de haberimiz olmaz. İslam âlimlerinin kitaplarını okumaya devam etmeniz kâfidir. Bir yere gitmeniz gerekmez.
Evliyalık taslayan
Sual: Evliya ile evliyalık taslayanı birbirinden ayırmak mümkün müdür? CEVAP Evliyayı, evliyalık taslayan yalancılardan ayıran farkların en açığı, bütün söz ve hareketlerinin dine uygun olmasıdır. Evliyanın yanında bulunanlarda Allah sevgisi kuvvetlenir, haramlardan soğur. Fakat bugün dünyada böyle salih kimseleri bulmak zordur. Hakiki parayı bilmeyenin, kalbını, yani sahtesini ele geçirince, hakikisinden ayırması kolay olmaz. Bundan istifade eden yalancılar, sağda solda atını rahatça oynatabilmektedir. Bunları iyi tanıyabilmek için, dinimizi iyi bilmek gerekir. Sözü ve hareketi dine uygun olmayan, bırakın evliya olmayı, salih müslüman bile olamaz.
Keramet ehli mi?
Sual: Dine uymakta gevşek davranan, hatta bid'at ehli olan kimselerden keramete benzer harikulade haller zuhur ediyor. Böyle kimseler keramet ehli sayılır mı? CEVAP M.Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:
Resulullaha uymakta gevşek olanları, Onun ışıklı yolundan ayrılanları din adamı sanmayınız! Onların yaldızlı sözlerine ve ateşli yazılarına aldanmayınız! Yahudiler, Hristiyanlar ve Budistler de, tatlı ve yanık sözlerle, hileli mantıklarla, kendilerinin doğru yolda olduklarını, insanları iyiliğe, saadete çağırdıklarını bildiriyorlar.
Ebu Ömer bin Necib hazretleri buyurdu ki:
(Kendisi ile amel olunmayan ilmin, sahibine zararı, faydasından daha çoktur.)
Bütün saadetlerin yolu İslamiyet’tir. Kurtuluş yolu, Resulullahın izinde olmaktır. Hak ile bâtılı ayıran alamet, Resulullaha "sallallahü aleyhi ve sellem" uymaktır. Onun dinine uymayan her söz, her yazı ve her iş kıymetsizdir. Harika, açlıkla ve riyazet çekmekle hasıl olur. Yalnız Müslümanlara mahsus değildir.
İbni Mübarek hazretleri, (Müstehapları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da, marifete, Allahü teâlânın rızasına kavuşamaz) buyurdu. Bunun içindir ki, hadis-i şerifte, (Günah işlemek, insanı küfre sürükler) buyurulmuştur.
Evliyanın büyüklerinden Ebu Said Ebülhayra sordular; Filan su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz? (Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer) dedi. Filan havada uçuyor dediler. (Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti var) dedi. Filan, bir anda şehirden şehre gidiyor dediler. (Şeytan da, bir solukta şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dinimizde kıymeti yoktur. Mert olan, herkesin arasında bulunur. Alışveriş yapar, evlenir, ama bir an Rabbini unutmaz) buyurdu. (2/110)
En iyi insan, dinimize en iyi uyan kimsedir. Bazı iyi huylara sahip kimse de iyi insandır. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Tevazu eden, helal kazanan, huyu güzel olan, herkese karşı yumuşak davranan ve kimseye kötülük etmeyen iyi bir insandır.)[Berika]
Bundan bana zarar gelmez denilen, çekinmeden yanına gidilen kimse iyi insandır. Sert davranır, kalb kırar korkusu ile yanına yaklaşılmayan kimse de kötü insandır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İnsanların en kötüsü, zararından kurtulmak için yanına yaklaşılmayan kişidir.) [Buhari]
Marifet sahibi olmak
Sual: Yeterli ilim ve amel sahibi olan birinden, keramet görülebilir mi? CEVAP İhlâs sahibi olmak da şarttır. İlmiyle ve ameliyle gururlanırsa felakete maruz kalır. İhlâssız veya bid’at ehli birinde olağanüstü hâller meydana geliyorsa, bunlar keramet değil istidraçtır, çok tehlikelidir. Onun için şeyh taslağı hocalardan görülen olağanüstü halleri keramet sanmamalıdır.
İlminin fazla, amelinin çok olmasıyla gurura kapılan bir kimse, marifet sahibi değildir. Mesela cin taifesinden olan İblis, meleklerden üstün bilgiye sahipti, onlara hocalık yapıyordu. Yanlış kıyas yaptı. Ateşin topraktan daha hayırlı olduğunu söyledi. Allahü teâlânın yanlış emir verdiğini söyleyerek Ona isyan etti. Kibirlenen İblis, böylece Allahü teâlânın gazabına uğrayıp lanete müstahak oldu. Ebedî olarak rahmet dergâhından kovuldu. (İslam Âlimleri Ansiklopedisi)
Eski devirde tarikatlar
Sual: Gerçek tarikatların ve mürşid-i kâmillerin çok olduğu devirlerde, tarikata girmek farz mıydı? Farz idiyse, bugün o boşluğu nasıl doldurmalıyız? CEVAP Tarikata girmek farz değil, müstehabdır. Ahlâk bilgilerini öğrenip kalbi temizlemeye çalışmalı. Bu bilgileri öğrenip onları yapmaya çalışmakla kalb temizlenir. Kalbin temizlenmesi, yalnız tarikatla olsaydı, tarikata girmek de vacib olurdu. Kalbi temizlemenin yolları çoktur. Kalbin temizlenmesi vacib, İslâm Ahlâkı kitabındaki bilgileri öğrenmek farzdır. Müstehabı yapmakla vacib yapılır, ama zordur. Farz yapılınca, vacib kendiliğinden yapılmış olur. Bunun için günümüzde, doğru kitapları okumalı, okuyanlarla beraber olmalı ve varsa emîre de itaat etmelidir. Piyasadaki sapık tarikatlardan birine giren kimse, dinini bozmuş ve kendini tehlikeye atmış olur. Bu tarikatların sapık olup olmadığı, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına uygun olup olmamasıyla anlaşılır. Mesela tarikat şeyhi, mehdi olduğunu söylüyorsa, dört mezhepten birine uymuyorsa, Eshab-ı kiramdan bazılarını kötülüyorsa, haram olan müziği mubah sayıyorsa, o kimsenin doğru yolda olmadığı anlaşılır.
Melamilik
Sual: Melamilik nedir? CEVAP Eskiden uygun tarikatlar olduğu gibi Melamilik de uygundu. Eski Melamiler, ibadetlerinin görünmesine önem vermezlerdi. Herkese tatlı söyleyerek, gülerek kalb kazanmaya uğraşırlardı. Nafile ibadet yapmazlar, farzlara dikkat ederlerdi. Dünyaya düşkün değillerdi. Bunlara, Kalender de denirdi.
Melamilerin bugünkü yalancı taklitçileri, her türlü günah işler.(Kalblerimiz temizdir, her işi Allah rızası için yapıyoruz. Riyadan, gösterişten kurtulup, halis Allah adamı olmak için günah işliyoruz. Allahü teâlânın ibadete ihtiyacı yoktur. Kulların günah işlemesi, Ona zarar, ziyan vermez. Asıl günah, mahlûkları incitmek, can yakmaktır. İbadet de, insanlara iyilik, ihsan etmektir) derler. Bunlar, dinsiz zındıklardır. Bugün, Melamilerin bir şeyhleri vardır. Onun yanında bir iki dakika oturanın kalbi Allah dermiş. Gönülde içilen şarapla hemen sarhoş gibi olurmuş. Şah damarından daha yakın olan Allah'ın varlığını duyup, Onunla bir arada yaşarmış. Kendi özünden üstün bir etki ve yetki tanımazmış. Kendinde görüp duyduklarına inanılıp, başka bir şeye inanılmazmış. Özünden ve kendi tekliğinden başka varlık yokmuş. Bu sözler, Allahü teâlâyı inkâr etmek olup, küfürdür, zındıklıktır. (S. Ebediyye)
Sözünde durmamak
Sual: Abdullah-i Dehlevi hazretleri, (Tarikata giren kimse, vazifelerine devam etmezse tarikattan çıkmış olur) buyuruyor. Niye tarikattan çıkmış oluyor? CEVAP O büyük zatın zamanında hak tarikatlar vardı. Tarikata girmek müstehabdı. İnsan, tarikat vasıtasıyla dinini öğrenmeye çalışırdı. Mürşid-i kâmil olan şeyhler, belli bir zikir ve vazife verirdi. (Şunları ye, şunları yeme, şu kadar zikir çek!) denirdi. Mürit de, bunu kabul ederdi. Sonra bunu yapmazsa verdiği sözde durmamış sayılırdı. Büyüklerin sözünü tutmayan da, onların yolundan çıkmış olurdu.
Müslüman bir kimse de, Müslüman gibi inanmazsa ve imanının gereğini yapmazsa, o da Müslümanlıktan çıkar. Hak bir mezhebe mensup olan kimse de, mezhebinin bildirdiği hükümlere uymazsa, mezhebinden çıkmış, mezhepsiz olmuş olur.
.
Tasavvufta edep
Sual: İmam-ı Rabbani hazretleri gibi büyük zatların sohbetinde bulunan kişiler sohbeti başkalarına da bildirmek için konuşulanları yazarlar mıydı? Yani sohbetlerde not tutarlar mıydı? CEVAP Ehl-i sünnet âlimlerinin sohbetlerinde not tutmazlardı. Not tutanları kibar şekilde ikaz ederlerdi. Bu notları okuyacak zamanınız olmaz derlerdi. Sohbette not tutmak, başka şeylerle meşgul olmak anlamına gelir. Bu ise edebe aykırıdır. Ayrıca, (İlim, sadırlardan [göğüslerden] satırlara geçince feyzi eksilir) buyururlardı. İlmi kalbden kalbe aktarmak gerekir.
İmam-ı Rabbani hazretleri, sohbetin edepleri hakkında buyuruyor ki:
Talebe, gönülden, her şeyi çıkarıp, bütün varlığı ile ona bağlanmalı. Onun yanında zikir bile yapmamalı, ondan başka hiçbir şeye bakmamalı. Bütün gücüyle, ona bağlanıp oturmalı, bir şey sorarsa, yavaş sesle cevap vermeli, yüksek sesle konuşmamalıdır. [Bir sohbette, sohbetin tesiri ile ağlayıp gözünün yaşını silen birine başka biri gayri ihtiyari bakar. Hocası bunu görünce, “Buraya sohbete mi geldin, yoksa ağlayanları seyretmeye mi?” diye azarlar. Yine bir sohbette, elini cebine koyarak sohbeti dinleyen birini de ikaz eder.]
Tasavvuf edeptir
Onun yanında, izinsiz bir şey yiyip, içmemeli ve kimse ile konuşmamalı. Hiç kimseye, hiç bir yere bakmamalı. O yok iken bile, onun bulunduğu yere doğru ayak uzatmamalı. Onun her yaptığını, her söylediğini, yanlış görünse bile, doğru bilmeli. Sohbetin edeplerine uymak lazımdır. Feyiz yolu, ancak bununla açılır. Bunlar gözetilmezse, hiçbir şey elde edilemez. Tasavvuf baştan başa edeptir, edebi gözetmeyen Allahü teâlâya kavuşamaz.
Hocasının her yaptığı ve her sözü sevgili gelmeli. Her işte, ona uymalı. Namazı onun gibi kılmalı. Fıkhı, onun ibadetlerini görerek öğrenmeli. Başka kitaplarla meşgul olmamalı.
Sevdiği bir güzelin yanında olsa kişi,
Çiçeklerle, güllerle artık olamaz işi.
İnsanların en aşağısı, bu büyüklerde kusur gören kimsedir. Onda bir keramet aramamalı. Gönlünden böyle bir şey geçirmemeli. Kendine gelen her feyzi, ondan bilmelidir. Edeplerden birkaçını yapamadığı için üzülen affa uğrar. Edepleri gözetemediği için üzülmeyen feyz ve bereketlere kavuşamaz. Onları tanımayan ve sevmeyenler, onlardan faydalanamaz, yükselemez. Çok keramet görseler de, hiç fayda olmaz. Bir çok mucize görüp de inanmayan Ebu Cehli hatırlamak yetişir.
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Kâfirler, her türlü mucizeleri görseler de, inanmazlar.) [Enam 25]
Sohbetin edepleri
Sual: Mürşid-i kâmillerin bulunduğu devirlerde, talebe, sohbette nasıl hareket ederdi? CEVAP Eski talebeler, hocalarının yüzüne bakmaktan çekinir, hep önlerine bakarlardı. Ama hocası (Yüzüme bakın!) diye emrederse, o zaman, emre uymak edebe riayetten önce geldiği için, emre uyarlardı. İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki:
Talip, gönülden, her şeyi çıkarıp, bütün varlığıyla pîrine bağlanmalıdır. Onun yanında, ondan izin almadan, nafile ibadet ve zikir yapmamalı. Onun yanında iken, ondan başka hiçbir şeye bakmamalı. Bütün gücüyle, ona bağlanıp oturmalı. O emretmedikçe, zikir bile yapmamalı. Onun yanında farz ve sünnet namazlardan başka namaz kılmamalı... Bir sultanın veziri, sultanın yanında iken, kendi elbisesine bakar. Eliyle kuşağını düzeltir. O anda, ona bakan sultan, kendinden başkasıyla olduğunu görünce, onu azarlar, (Benim vezirim olasın da, benim karşımda, elbisenin kuşağıyla oynayasın. Buna dayanılmaz) der. Düşünmeli ki, bu alçak dünyanın işleri için, ince edeplere dikkat edilince, Allah’a kavuşturan işlerde edebleri tam ve olgun olarak gözetmek ne kadar çok lazım olacağı daha iyi anlaşılır. Onun yanında, bir şey yiyip içmemeli ve kimseyle konuşmamalı. Hiç kimseye, hiçbir yere bakmamalı. [Pürdikkat dinlemeli, uyumamalı.]
İstenen güzelle oturan kişi,
Kırdaki çiçekle olur mu işi?
Onun her yaptığını ve her söylediğini, yanlış görünse bile, doğru ve iyi bilmeli. Her işte, yiyip içmekte, elbise giymekte, yatmakta ve ibadetlerde, hep ona uymalı. Onun hiçbir işine, hiçbir sözüne, hardal tanesi kadar bile karşılık vermemeli. Karşılık veren mahrum kalmaktan kurtulamaz. İnsanların en aşağısı, bu büyüklerde kusur gören kimsedir. Allahü teâlâ, bu büyük beladan bizleri korusun! Onda bir harika, bir keramet aramamalı. Gönlünden böyle bir şey geçirmemeli. Bir müminin, bir peygamberden mucize istediği hiç görülmüş müdür? Kâfirler ve inanmayanlar mucize ister. Ondan izinsiz konuşmamalı, bir şey sorarsa kısa cevap vermeli ve sesini, onun sesinden fazla yükseltmemeli. Onunla yüksek sesle konuşmak, edepsizlik olur. Kısacası, tasavvuf baştanbaşa edeptir. Edebi gözetmeyen, Allahü teâlâya kavuşamaz. Eğer edebleri gözetmediği için üzülmezse, büyük zatların iyiliklerine ve bereketine kavuşamaz. (1/292)
.
Talebenin edebi
Sual: Eski talebeler hocalarına yani mürşid-i kâmile karşı edebe nasıl riayet ederlerdi? CEVAP Ahmed Yesevî hazretleri buyuruyor ki:
Talebenin hocasına karşı riayet etmesi gerekli şeylerden bazıları şunlardır:
1- Hocanın, talebelerin hepsinden efdal olduğunu bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. Ona uyarak, yiyip içmek veya uyumak, ona uymadan gece sabaha kadar namaz kılmaktan ve her gün nafile oruç tutmaktan daha faydalıdır. Zira birincisinde, uymak ve teslimiyet, ikincisinde ise, kendi kafasına göre hareket etmek vardır.
2- Talebe, uyanık ve dikkatli olmalı, hocasının söz ve işaretlerini anlamalıdır.
3- Hocasının bütün sözlerinden ve işlerinden razı olmalı ve ona itaat etmeli.
4- Hocasının özel hizmetinde veya emrettiği bir hizmeti yaparken gayet atik, dikkatli, ağırbaşlı olmalıdır. İsteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızasızlığına sebep olabilir. Onun rızasızlığı, silsile yoluyla Resulullah efendimize gider; zira İslam âlimleri Onun vârisleridir.
5- Sözünde sadık olmalıdır. Hocasının büyüklüğü hususunda hiçbir zaman şüpheye düşmemeli ki, şüphe onun felaketine sebep olabilir.
6- Hocasına itaatte ve teslimiyette çok titizlik göstermeli.
7- Hocasının ufak bir işareti ile bütün malını ve mülkünü fedaya hazır olmalı, bunda en ufak bir tereddüt hâli bulunmamalı.
8- Hocasına ait özel hâl ve sırları gizlemesini bilmelidir.
9- Hocasının bütün hareket ve sözlerini dikkatle takip edip bunlara uymakta gevşeklik göstermemeli.
10- Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, kendisini vasıta yaptığı hocası için, her fedakârlığa hazır olmalı. Onu sevenlere dost olmalı, sevmeyenlere ve düşmanlarına sevgi göstermeyi öldürücü zehir bilmelidir.
Talebelik kolay mıdır?
Sual: Eskiden Âlim ve evliya zatlara talebe olunuyormuş. Herkes talebe oluyor muydu? Talebeyi imtihan ediyorlar mıydı? Talebe nelere dikkat ediyordu? CEVAP Yunus Emre kırk yıl odun taşır, sırtı yara olur, bir gün kendi kendine (Bu kadar sene çalıştım, fakat hocamız bana bir derece bile vermedi) der.
Bu durum hocasına malum olur. Yunus Emre yine bir gün dağdan odun getirmeye gider. Odunu yükler sırtına, dönüş için koca dağın tepesine çıkar. Burada şehre inmek için dinlenirken, iri yarı genç bir delikanlı yanına gelir. 60 lık ihtiyar olan Yunus Emre'nin odununu alıp tepeden aşağı getirdiği yere yuvarlar. Halbuki Yunus Emre’nin o odunları toplaması birkaç saatini almıştı. Zira eğri odunları almaz, düz odun toplamak için dağ tepe dolaşırdı. Yunus Emre kızar ama sadece “Evladım ben genç olsaydım bu zulmü bana yapamazdın” diye söylenir. Genç delikanlı kerametle hemen şeklini değiştirir, Yunus Emre bakar ki bu genç kendi hocası. Özür dilemeye başlar ama hocası der ki: Evet, kırk yıldır odun taşıyorsun, ama benlikten kurtulamadın, ben genç olsaydım dedin, eğer BEN demeseydin seni çok yüksek makamlara eriştirirdik.
Tevazuu elden bırakmamalı, benlikten uzak kalmalı ki bir şeye kavuşmalı. Tecrübeli Yunus Emre bir şiirinde der ki:
Tevazu ile gelsin, kimde erlik var ise.
Merdivenden iterler, yüksekten bakar ise.
Kim ki yüksekte gezer, er geç yolundan azar
Dış yüzüne o sızar, içinde ne var ise.
Aksakallı bir koca, hiç bilmez ki hal nice
Boşa gitmesin hacca, bir gönül yıkar ise.
Talebeliğe talip olmak sıkıntıya talip olmak demekti. Bunu her babayiğit yapamazdı. Bunun için talebelik zordur, odun taşıtırlar, ciğer sattırırlar, zehir tattırırlar, hepsine katlanmak gerekir.
Hazret-i Musa Peygamber iken Hızır aleyhisselama talebelik yapmıştır. Onun için âlimler (Talebe, rütbe itibarı ile hocasından üstün olsa da, hocasına tevazu göstermelidir. İlim talebesi, ilme ve ilim öğreten hocasına hürmet etmedikçe, öğrendiği ilmin faydasını göremez) buyurmuşlardır.
Tevazuun aşırı şekline temellük denir. Nefsini zelil etmek demektir. Bunu yapmak caiz olmaz. Temellük, ancak hocaya, üstada, âlime karşı caizdir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
Eskiden sadık bir talebe, hocasına hürmet olarak onun kapısını çalmaz, çıkmasını beklerdi. Hocasının hakkının ana-babasının hakkından önce geldiğini bilirdi. Hocasına hürmet göstermedikçe, ilimden fayda görmeyeceğini anlardı. Hocasının yanında izinsiz konuşmaz, konuşmak icap edince de az konuşurdu. Mecbur kalmadıkça sual sormazdı. Hocası, kendisine hitap ederse, ona bakar, başka hiç bir yere bakmazdı. Hocasından hoşuna gitmeyen bir işi görürse, kötü düşünmezdi. Hazret-i Musa ile Hazret-i Hızır’ın kıssasını hatırlardı.
Abdullah-ı Ensari Hirevi hazretlerinin (Ya Rabbi! Dostlarını öyle yaptın ki, onları tanıyan sana kavuşuyor, sana kavuşamayan onları tanımıyor) buyurduğu gibi, Hak teâlânın rızasına kavuşmak için hocasının rızasına kavuşmayı, talebe kendine şart bilmeli. Hocasının kıymetini bilmeli, ona tam teslim olmalı. Cenab-ı Hakkın rızasına kavuşmak için hocasının sohbetini büyük nimet bilmeli.
Talebe edeplerden birkaçını yapamadığı için üzülürse ve edepleri yerine getiremezse, yani uğraştığı halde başaramazsa affa uğrayabileceğini, aksi takdirde edepleri gözetmez ve bundan dolayı üzülmezse, hocasının feyz ve bereketlerine kavuşamayıp helak olacağını bilmeli. Talebe bilmeli ki, hocasının her işi, kendisine iyi ve güzel görünmedikçe, onun yüksekliklerinden hiç birine kavuşamaz. Hocasına sevgi ve bağlılığı olmakla beraber, içinde ona karşı kıl kadar bir beğenmemek bulunursa, bunu felaket bilir. (Mektubat-ı Rabbani)
İlim ve sanat öğretenlerin hakkı büyüktür. Ustasına hürmet eden yoksulluk yüzü görmez. Ustasına hürmet etmeyenin de kazancının bereketi olmaz. Hadis-i şerifte, (Babalar üçtür. Bunların en iyisi ilim öğretendir) buyuruluyor. İlim öğreten zat, baba olarak bildirilmiştir. İlim öğreten üstadın duasını almaya çalışmalı! Hadis-i şerifte,(Babanın çocuğuna duası, Peygamberin ümmetine olan duası gibi makbuldür) buyuruluyor. İlim babası olan üstadın duası, elbette daha kıymetlidir. (İmad-ül islâm)
Hazret-i Ali’nin, (Bana ilimden bir harf öğretenin kölesiyim) buyurması, hocaya hürmetin önemini göstermektedir. Bir harften maksat, ilimden bir meseledir.
İmam-ı Şafii hazretleri, bir çobanı görünce ayağa kalkar. Yanındakiler, (Bu çobana hürmetinizin sebebi nedir?) diye sual edince, (Bu zat, bana kitaplarda bulamadığım ilimden bir meseleyi öğrettiği için, yani benim hocam olduğu için hürmet ediyorum) buyururdu.
Doğru yolu bulmamıza sebep olanlara, bize çok lüzumlu ilimleri öğretenlere, gösterilecek hürmetin önemini idrak etmeye çalışmalıyız!(R. Nasıhin)
Şihabüddin-i Sühreverdi hazretlerinin vasiyetinde yazılı hadis-i şerif şöyle: (Üstadına hürmet etmeyen, üç türlü belaya maruz kalır:
1- Kendisine bilgi müyesser olmaz.
2- Bildiklerini de unutur.
3- Ömrünün sonunda fakirliğe düçar olur.)
Hoca hakkı, ana-baba hakkından daha üstündür. Çünkü, ana-baba evladı büyütür, bakar. Kötülükten, haramlardan korur. İbadete alıştırır. Hoca ise, hem dünya ve hem de ahiret hayatını kazandırır, din ve diyanetini, Ehl-i sünnet itikadını, farzları, haramları öğretir. Dinini, imanını öğreten ana-babanın hakkı, hoca hakkından da üstündür.
Kendini acındırmak Sual: (Büyük zatlara kendinizi acındırın) deniyor. Kendimizi olduğumuzdan farklı göstermek, riya olmaz mı? CEVAP
Kendini üstün ve ihtiyaçsız bilmek bir felakettir. Kendini acındırmak, hâlini, ihtiyacını arz etmek demektir. Aç bir insan hâlini arz etmezse, dertli, derdini bildirmezse, onun hâlini kim bilecek ki? Hâlini bildiren, yalvaran insan, kendine acındırmış olur. Duaya, himmete ihtiyacı olan da, yalvararak hâlini arz etmeli. Duaya, feyze kavuşmanın yollarını aramalı. Mevcut şartları iyi kullanmalıdır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Din büyüklerinin yanına boş olarak gelmelidir ki, dolmuş olarak dönülebilsin. Onların acıması, ihsanda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır. Böylece feyz, ihsan yolu açılır. Dolu gelmek, daha çok doldurmayı düşünmek iyi olmaz. Çok dolmak, dolduktan sonra daha fazla almak, hastalıktan başka bir şey yapmaz. İhtiyaçsızlık, azgınlığa sebep olur. Şah-ı Nakşibend hazretleri, (Önce hastanın yalvarması lâzımdır. Sonra gönlü kırık olan, ona teveccüh eder)buyurdu. Görülüyor ki, teveccühe, ihsana kavuşmak için, yalvarmak [kendini acındırmak] lâzımdır. (Mektubat 1/157)
.
Derviş nasıl olur?
Sual: Derviş ne demektir, nasıl olmalıdır? CEVAP Derviş, tasavvuf talebesi demektir. Allahü teâlâdan başka her şeyi gönlünden çıkarıp, İslamiyet’e tam uyarak, gönlünü yalnız Allahü teâlâya bağlayan; güzel huylarla süslenmiş kimse demektir.
Fakirlikte rahat, zenginlikte sıkıntılı olur. Olayların değişmesi, onu değiştirmez. Başkalarının kusurlarına bakmaz. Hep kendi kusurlarını görür. Kendini hiç kimseden üstün bilmez. Dost, düşman, herkesi güler yüz ve tatlı dil ile karşılar, hiç kimse ile münakaşa etmez. Herkesin özrünü kabul eder. Dervişlik kılık kıyafet işi değildir. Onun için denmiştir ki:
Dervişlik olsaydı tac ile hırka,
Biz dahi alırdık otuza kırka
Dervişlik, kalb kırmamaktır. Bunu yapabilen, Allahü teâlânın rızasına kavuşur. Dervişlik, bir gönül işidir. Gönlünü Allah sevgisiyle dolduran ve her türlü işini bu sevginin gereklerine uygun yapan, İslam büyüklerini seven, onların terbiyesini kabul eden herkes derviş demektir.
Sözünde sadık bir derviş, daima Allahü teâlânın büyüklüğünü, Ona karşı kulluğunu, küçüklüğünü düşünür. Kalbi kırık olarak hep Ona yalvarır. Yalnız Ona sığınır, yalnız Ondan yardım bekler ve kulluk vazifelerini tam olarak yapar. Kulluk vazifelerini yapmak demek; İslam dininin emir ve yasaklarına tam uymak, her zaman Allahü teâlânın rızasına uygun olarak iş yapmak demektir.
Dervişler yıllarca akli ve nakli ilimleri tahsil etmiş, kuvvetli bir iman ve ahlak olgunluğuna ermiş, dış görünüşleri sade, alçak gönüllü, aza kanaat eden, herkese iyilik ve yardım için çırpınan, hoşgörülü, cefakâr, fedakâr, bir meslek ve sanat sahibi, fazilet örneği kimselerdi.
İslam ordularıyla birlikte harplere iştirak eder, kahramanlık örnekleri gösterirlerdi. Anadolu’nun fethi sıralarında, derviş gazilerin büyük hizmetleri görülmüştür. Bunlar, Anadolu’nun çeşitli köylerine gelip yerleşerek güzel ahlaklarıyla gönüller fethetmiş, yerli halkın İslamiyet’i kabul etmesinde önemli rol oynamışlardır.
Zenciler, fellahlar saygı görmeleri için kendilerini Arap olarak tanıttıkları gibi, topluma yük olan işsiz güçsüz takımı da kendilerini derviş olarak tanıtmışlardı.
Derviş olmak Sual: Evliya menkıbelerini okuduktan sonra, bende bir tasavvuf sevgisi başladı. Ben de bu yolda bir derviş, bir sofi olmak istiyorum. Ne yapmam gerekir? CEVAP Tasavvuf İslamiyet’ten ayrı bir yol değildir. İslamiyet’e tam uyan sofi olur. İslamiyet’e uyabilmek için de, ehl-i sünnet itikadını, fıkıh bilgilerini iyi öğrenmek lazımdır. Bu zamanda, gerçek tasavvuf ehli bulmak zordur; ama sahteleri çoktur. Sahtelerine aldanmayıp, hakiki olanların kitaplarını okuyarak, onlardan istifade etmeye çalışmalı.
Tasavvufta ince ve nazik edepler vardır. Herkes, bu edebe riayet edemez. Onun için de gerçek sofi, gerçek derviş azdır. Büyük zatlar buyuruyor ki:
Tasavvuf, sıkıntı çekmektir, rahatlıkta, tasavvuf olmaz. Yani, âşıkın maşuku aramaya çalışması, maşuktan başkası ile rahat etmemesi gerekir. Maşuk, sevilen demektir, yani Allahü teâlâdır.
Derviş Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine kavuşmak arzusu ile yanar. Bilmediği, anlayamadığı bir aşk ile şaşkın haldedir. Uykuları kaçar, gözyaşları dinmez. Geçmişteki günahlarından utanarak başını kaldıramaz, her işinde Allah’tan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabreder ve affeder, her geçimsizlikte, sıkıntıda kusuru kendinde görür. Her nefeste Allah’ı düşünür, gaflet ile yaşamaz, kimseyle tartışmaz. Tartışmanın dostların dostluğunu azaltacağını, düşmanların da düşmanlığını artıracağını bilir. Bir kalbi incitmekten korkar, kalbleri Allahü teâlânın evi bilir.
Derviş olmak isteyen, canını, malını, mülkünü düşünmemeli; her işte Allahü teâlânın rızasını aramalıdır. Dervişe ne iş verilirse, kibirlenmeden, arlanmadan yapar. Tuvalet temizle deseler ömür boyu temizler. Onda ar yani utanma olmaz. Yunus Emre bu konuda diyor ki:
Dervişim diyene
Bu yolda âr hiç olmaz
Derviş olanın gönlü
Çok geniştir, dar olmaz
Derviş gönülsüz olur
Sövene dilsiz olur
Dövene elsiz olur
Kimseden bizar olmaz
Derviş bağrı taş gerek
Gözü dolu yaş gerek
Koyundan yavaş gerek
Kimseye kızar olmaz.
Derviş ise bir kişi
Bulunmaz onun eşi
İyi geçinmek işi
Arada ağyar olmaz
Dervişin yok kimsesi
Yoksulluk sermayesi
Miskinlikten gayrisi
Ona asla yâr olmaz.
Er elini almışsa
Ona gönül vermişse
İkrar ile gelmişse
Gayri hiç inkâr olmaz
Yunus gördün sen eri
Bırak başka her piri
Bozma girdiğin yeri
Bunda tarumar olmaz.
Sual: Dervişlik nedir? CEVAP
Dervişlik, Müslümanlığı en iyi şekilde yaşamak demektir. Mesela bunlardan biri, herkesin yükünü çekmek ve kimseye yük olmamaktır. Başkalarına herhangi bir şekilde sıkıntı veren, derviş olamaz.
.
Sohbetin önemi
Sual: Sohbet ne demektir? CEVAP Şimdi söyleşi diyorlar. Söyleşi, konuşarak vakit geçirme demektir; ama dinimizde, sohbetin tarifi başkadır. Sohbet, beraber olmak demektir. İnsanın derece bakımından kendinin üstünde veya altında yahut akranı ile bir araya gelip, Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin beğendiği, hoşnut olduğu şeyleri konuşması demektir.
Kişinin kendinden üstün olanla beraber olmasının hakikati, o zata hizmettir. Aşağısında olanla sohbetin gereği, onun hallerinden bir noksanı gördüğünde onu ikaz edip, kusurundan haberdar etmektir. Aynı seviyede olan sohbet arkadaşlarının sohbetlerinin hakikati, başkalarının, yabancıların yanında birbirlerinin kusurlarını görmezden gelmektir.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Sohbetin fazileti, bütün faziletlerin üstündedir. Büyüklerin sohbetini ganimet bilmelidir.
Behaeddin Buhari hazretleri, (Bizim yolumuzun temeli sohbettir) buyurdu.
Evliyanın sohbetinin bir saati, kırk günlük mücahedelerden daha üstündür.
Yabancılar ile sohbetten, bid'at ehlinin sohbetinden kaçınılmalıdır. Dervişlerin ve salihlerin sohbeti kıymetlidir. Sohbet, dünya için olup, ahiret düşünülmez ise, sonu hüsrandır.
Günah lekeleri ile kalbi paslanan kimse, salihlerin sohbetinde bulunursa, kalbinin pası silinir, günah işlemesi zorlaşır, iyilik etme isteği artar. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kırk gün içinde bir ilim sohbetinde bulunmayan kimsenin kalbi kararır. Büyük günah işlemeye başlar; çünkü ilim kalbe hayat verir. İlimsiz ibadet olmaz.) [Mektubat-ı Rabbani]
(Fıkıh sohbetinde bulunmak, bir senelik ibadetten üstündür.)[Deylemi]
(Âlimlerin sohbetine katılın, onlara yakın oturun! Çünkü Allahü teâlâ, yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, ölü kalbleri de, hikmet nuru ile diriltir.) [Taberani]
(Âlimlere hürmet eden, bana hürmet etmiş olur. Onları ziyaret eden beni ziyaret etmiş olur. Âlim meclisinde bulunan, benim meclisimde bulunmuş olur.) [İ.Rafii]
(Âlimin sohbetinde bulunmak, bin rekât nafile namazdan üstündür.) [İ.Gazali]
(Bir defa salih kimsenin sohbetinde bulunmak, defalarca kötü kimselerin sohbetlerinde bulunmanın günahlarına kefaret olur.)[Deylemi]
Sohbet ehli yoksa Sohbet ehli âlim bulunmadığı zaman, eskiden yaşamış, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumak gerekir. Bir âlimin kitabını okuyan, yarı yarıya onunla sohbet etmiş sayılır.
İlminden, iyi ahlakından istifade edilen salih bir arkadaş bulunca, ona lüzumlu hürmeti göstermelidir! Onun can ve malını, kendi can ve malından önce tutmalıdır! Ayıplarını araştırmamalı, aybı olsa bile görmemeli ve kimseye söylememeli, hatta kendi kendine aybını düşünmemeli, unutmalıdır! Sözüne itiraz etmemeli, asla münakaşaya girmemelidir! Aleyhinde konuşan olursa, uygun şekilde susturmalı, alınacağı veya üzüleceği bir söz söylememelidir! Suizanda bulunmamalı, uygunsuz hareketlerini dalgınlığa veya unutkanlığa yormalıdır! Yani bir mazeret arayıp suçsuz olduğunu kabul etmelidir; çünkü güzel ahlak sahibi, insanları mazur görür. Onların kusurlarını meydana çıkarmaz
Yunus Emre diyor ki:
Erenlerin sohbeti, ele giresi değil.
Sohbete kavuşanlar, mahrum kalâsı değil.
Gezmek gerek her yeri, bulmak için, bir eri,
Sarraf tanır cevheri, herkes bilesi değil.
Bir pınarın yanına, kapalı testi kona,
Kırk yıl orada dura, kendi dolâsı değil.
Önce doğru iman et, haramdan el etek çek
Ruha gıdadır sohbet, badem helvası değil!
Boş giden, dolu döner
Sual: Eskiden İmam-ı Rabbani, Abdülkadir-i Geylani hazretleri gibi mürşidler vardı. Onların huzuruna gidenler için, (Boş giden dolu döner, dolu giden boş döner) diyorlarmış. Bu ne demektir? CEVAP Ön yargılı gitmemeli. Ne derse, seve seve kabul eden bir düşünceyle gitmeli. Dolu şeye, bir şey koymazlar. Boş olarak gitmeli, dolu olarak dönmeli. Dolu giderse, yani kendinde bir varlık hissederek giderse faydalanamaz, eli boş döner. Yardım edecek kimse de, elbette zengine değil fakir olana, ihtiyaç sahibi olana yardım eder. Doktorlar da, kendilerine tedavi için gelenleri, yani hastayım diyenleri tedavi ederler. Ben hasta değilim, benim bir şeyim yok diyenlere bakmazlar. İşte bunun gibi, ben biliyorum, ihtiyacım yok diyenler, elbette ilimden, feyzden mahrum kalırlar demektir.
Sohbette ikram Sual: Birkaç arkadaş bir araya gelerek, her hafta İslam âlimlerinin kitaplarından okuyoruz. Böyle toplantılarda pasta, börek gibi çeşitli ikramlar oluyor. İkram yüzünden kitap okumaya, sohbete pek zaman kalmıyor. Sadece çay ikram edilse nasıl olur? CEVAP Çok iyi olur. İki hadis-i şerif meali şöyledir: (Salihler, külfete girmez ve zahmet vermez.) [Dare Kutni]
(Misafir için külfete girme, misafir üzülebilir. Misafirini üzen de, Allahü teâlâyı üzmüş olur.) [İbni Lâl]
Böyle devamlı yapılan toplantılarda, sadece çay olacak diye baştan karar almalıdır.
Çeşitli ikramlar olursa, diğerlerinin evlerine gidildiğinde, kendilerini benzer ikramlarda bulunmak zorunda hissedenler çıkabilir. Şunlar bunu yaptı, falanca yapmadı gibi dedikodulara da sebep olabilir. Toplantıya gölge düşürebilecek her çeşit işten uzak durmalıdır. Sadece çay olursa problem olmaz.
Bu toplantıların haricinde, her zaman arkadaşlara çeşitli ikramlar yapılabilir, ziyafet verilebilir. Toplantı ile ikramı birbirine karıştırmamalıdır.
Sohbette bulunmak Sual: Eskiden hocasına uzak olan; fakat onu çok seven bir talebe mi, yoksa hep sohbetlerde bulunan bir talebe mi daha çok feyz alırdı? CEVAP Elbette sohbetlerde bulunan daha çok feyz alırdı. Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki: Yanındakiyle uzaktaki hiç eşit olur mu? Veysel Karani, Resulullah’ı göremediği için, hiçbir Sahabinin derecesine ulaşamadı. Bizim yolumuzun esası sohbettir, beraber olmaktır. Aklı başında olan talip, üstadına olan muhabbeti miktarınca, onun kalbinden saçılıp kendisine gelen feyzlerden ve bereketlerden, uzakta iken de, alır. Sevgisi sebebiyle, uzaktan gelen feyzlerden alırsa da, marifete ve vilayet derecelerine kavuşmak için, sohbet şarttır. (3/153)
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki: Kalb, çok zaman his organlarına bağlıdır. Duygu organlarından uzak olanlar, kalbden de uzak olur. Hadis-i şerifte, (Göz görmeyince, gönülden de uzak olur)buyuruldu. (1/117)
Sevgi yakınlık ister, kaçan mahrum kalırmış, Gözlerden ırak olan, gönülden de olurmuş.
Sohbete gitmek Sual: Sohbete gitmenin ne faydası olur? CEVAP Çok faydası olur. İmam-ı Rabbani hazretleri, (Sohbetin fazileti, bütün faziletlerin üstündedir. Büyüklerin sohbetini ganimet bilmelidir) buyuruyor. Büyük zatlar, (Bu yolun temeli sohbettir) buyururdu. Günah lekeleriyle kalbi paslanan kimse, salihlerin sohbetinde bulunursa, kalbinin pası silinir, günah işlemesi zorlaşır, iyilik etme isteği artar. Sohbete giderken, her adımına sevab yazılır. Melekler, kanatlarını onun yoluna sererler. Gökteki kuşlar, yerdeki hayvanlar, denizdeki balıklar, onlar için dua ve istigfar ederler. Müslümanlar, Allah rızası için bir yere toplansalar, hiç konuşmasalar da yine çok sevab kazanırlar. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Azıcık fıkıh bilgisi öğrenmek, çok ibadet etmekten daha iyidir.)[Taberani]
(Bir kimsenin işiteceği bir hikmetli söz, bir yıl ibadetten ve bir saat ilim meclisinde oturması, bir köle azat etmesinden hayırlıdır.) [Deylemi]
(Müminin öğrendiği bir mesele, bir yıl ibadetten ve bir köle azat etmekten evladır. İlim öğrenen, kocasına itaat eden kadın, ana babasına iyilik eden evlat, peygamberlerle beraber, hesap görmeden Cennete girerler.) [İ. Râfiî]
(İlim öğrenene, denizdeki balıklara kadar her şey istigfar eder.) [İ. Abdilber]
(Melekler, ilim öğreneni sevdikleri için, kanatlarını onların üzerine gererler.) [İ. Abdilber]
(Bazı melekler, Hak teâlâyı ananları görünce, kanatlarıyla onları, sevgiyle sararlar. Allahü teâlâ bu meleklere, “Şahit olun, bu kullarımı affettim” buyurur. Melekler, “İçlerinde başka bir iş için gelen günahkâr kötü biri var. Onu da mı affettin yâ Rabbi?” derler. Allahü teâlâ, “Evet, onu da affettim. İyilerle beraber olan kötü olmaz”buyurur.) [Buhari]
Sohbet ehli âlim bulunmadığı zaman, eskiden yaşamış, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumak gerekir. (Kitap okumak, sohbetin yarısıdır) buyuruluyor. Yani, bir büyük zatın kitabını muhabbetle okuyan, sohbet etmiş gibi ondan istifade eder.
Mürşid yoksa Sual: Hakiki mürşid bulunmadığı zaman ne yapmak gerekir? CEVAP Muhammed Parisa hazretleri buyuruyor ki:
Yusuf-i Hemedani hazretlerine, (Mürşid-i kâmil bulunamadığı zaman ne yapmalı) denilince, (Her gün onların kitaplarını okumalı) buyurdu.(Risale-i kudsiyye)
İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat’ını okuyan büyük nimetlere kavuşur. Hem doğru itikad bilgilerini ve temel fıkıh ölçülerini öğrenir, hem de Evliya zatları sevmenin önemini anlar, onların sevgisiyle, feyziyle kalbi temizlenir. Hakikat Kitabevi yayınlarının hepsi, böyle Ehl-i sünnet âlimlerinin kıymetli kitaplarıdır.
Sohbet nedir? Sual: Sohbet nedir? CEVAP
Sohbet, beraber olmak demektir. Birkaç salih kimse, bir araya gelip hiç konuşmadan otursalar, sohbet etmiş olurlar. Kalblerinden birbirine sevgi akımı başlar. Allah sevgisi yüksek olanın kalbinden alçak olanın kalbine feyz akar. Bu, bileşik kaplar gibidir. Bileşik kaplardaki sıvı, aynı seviyeye gelene kadar durdurulamadığı gibi, bu akıntı da durdurulamaz. Onun için herhangi bir bahane ile bir araya gelmeli. Bir araya gelince sohbete kavuşulmuş olur. Sohbette muteber bir kitap okunur, büyük zatlardan hürmetle bahsedilirse oraya rahmet yağar.
Sohbette uyumak Sual: Yarım saatlik sohbete gidilse, uyuyanlar görülüyor. Uyumak edebe aykırı değil midir? CEVAP
Evet, uyumak doğru değildir. Sohbette din büyüklerinden bahsedilince kalb temizlenir. Kalb temizlenince rahatlar ve uyku basar. Ama insan biraz kendini zorlarsa, uykusu gelse de uyumaz. Bu bakımdan uyumamaya dikkat etmelidir.
Kasıtlı yapılan hile Sual: Bir arkadaş, (Büyüklerin sohbeti) diye bir yazı göndermiş. Orada, “Hikmet ehli zatlar, (İster kâfir ol, yeter ki kalb kırma) buyuruyor” ifadesi geçiyor. Büyük bir zat, böyle bir şey söyler mi?
CEVAP Asla söylemez. Kâfir olunca her iş biter. Tarih boyunca böyle yanlış, dinimize aykırı sözleri, sanki o büyük zat yazmış gibi, büyüklerin kitapları arasına da sokmak istemişlerse de, ehli olanlar, bunu anlamıştır. Hazret-i Mevlana, sözlerinin değiştirilmemesi içinMesnevî’sini manzum olarak yazmıştır. Tercüme diye bildirilenlerde çok galiz hatalar, hattâ iftiralar var. Tercümelerine güvenmemelidir.
(Büyüklerin sohbeti) denilen yazıyı bize de gönderdiler. İçinde büyük zatlara ait olmayan, dini yıkıcı çok şeyler vardır. İslam Ahlakıkitabında deniyor ki:
Bazı sapıklar, (Başkasına kötülük yapma da, kendine ne yaparsan yap!) diyerek ibadetleri bırakıp, her günahı işlediler. Hattâ (İster kâfir ol, ister Kâbe’yi yak, istersen şarap iç, yalnız kırma kalb!) diyerek İslamiyet’ten ayrıldılar.
Büyük zatların sözleri arasına kasten böyle sapık sözler karıştırıyorlar. Bunu Almanya’daki bir arkadaş göndermiş. Kendisine, bu yazıları nereden aldığı sorulunca, (Ben iki bin kişiyle mailleşiyorum. Kimin gönderdiğini bilemem) dedi. Biz de, daha çok kişiyle mailleşiyoruz. Ama böyle bir yazının nereden geldiğini biliyoruz. Her maili gönderenin ismi elbette bilinmez, ama kıymetli bir sohbet diye bildirilen bir maili gönderenin kim olduğunu bilmemek biraz tuhaf değil mi? Kimin elinde böyle dine aykırı sohbet varsa imha etmelidir.
Kitap okuma sohbeti Sual: Herkes sohbet tertip edip, kitap okuyamaz mı? Büyüklerden duyduğunu anlatamaz mı? Kitap okuma sohbetine, bir mazeretle gelmeyene, ama doğru olan başka bir sohbete gidene, doğru yoldan çıkmış muamelesi yapmak uygun mudur? CEVAP Büyüklerden duyduğunu anlatmak da maharet ister. Hatırımızda yanlış kalabilir veya başka bir kelime kullanılır mânâyı bozar. Zata mahsus [kişiye özel] bir söz söylenmiştir, bunu genele yaymak yanlış olur. Orada bulunan bazıları için ilm-i siyaset icabı, o zamana ve şartlara göre söylenmiştir. Bunu her zaman her yerde anlatmak uygun olmaz. Hattâ suizanna, fitneye sebep olabilir.
İşittiğimiz söz, kitaplara aykırıysa, yanlış anladığımız meydandadır. (Ben böyle duydum) diye kitaplara aykırı bir şeyi anlatmak da yanlış olur. Hele, (Falanca duymuş) diyerek ikinci ağızdan anlatmak daha yanlış olabilir. Ne maksatla söylendiği bilinmeyen sözü nakletmek uygun olmaz.
Birkaç kişi toplanıp muteber bir kitap okumak, büyüklerin arzu ettiği sohbet olur. Bunu herkes yapabilir. Böyle bir sohbete, mazeretle gelmeyene bir şey denmez. Mazeretsiz, sohbetlere gitmemek, elbette uygun değildir. Dînî bilgileri öğrenmekten mahrum kalmamalıdır.
Böyle sohbetlerden maksat, doğru olan kitapları okumak ve okutmaktır. Sohbetlerde sadece kitap okumalı, kendinden bir şey ilave etmemelidir. (Bizim sohbetimize gelen kurtulmuştur, gelmeyenin hâli haraptır) demek yanlış olur. Büyüklerden biri, sohbetle görevlendirdiği talebelerine, (Sohbetlerinizde ilahlık ve peygamberlik davasında bulunmayın!) der. Talebeleri şaşırınca, (Benim her dediğim olsun derseniz, ilahlık davasında bulunmuş olursunuz. Bana uymayan, sohbetimize gelmeyen Cehenneme gider derseniz, peygamberlik davasında bulunmuş olursunuz) buyurur.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Sevdiklerimizden birine, izin vermekten maksat, imanın gevşediği, çok kimselerin yoldan çıktığı, din bilgilerinin unutulduğu, bu fırtınalı zamanda, Müslüman evlatlarına Allah yolunu göstermesi, kendisinin de, talebesiyle uğraşırken, onlarla birlikte, ilerlemesi içindir. Bu inceliği iyi anlamalı ve ömürde geri kalan birkaç günlük fırsatta, çalışarak, talebe ile birlikte, nimete kavuşmalıdır. Yoksa, bu izni, büyüklük ve olgunluk alameti sanıp, maksattan mahrum kalmamalıdır. (1/217)
Sohbette, ayrı bir grup gibi olmak, sanki ayrı bir yol tutmuş gibi davranmak, şeyh gibi olmaya çalışmak, kendini ön planda tutmak uygun olmaz. Aksi takdirde bu hâl, büyüklerin karşısında varlık iddia etmek, haddini bilmemek, onlarla yarış etmek olur. Sohbeti düzenleyen kimse, hep kendi konuşmamalı, herkes rahatça konuşabilmelidir. Oradakileri talebe gibi değil, arkadaşı olarak görmelidir. Şeyh gibi davranmaktan çok sakınmalıdır.
.
Tasavvuf ilmi
Sual: (Tasavvuf ilmi denilen bâtın veya ledün ilmi, sonradan çıktığı için bid’attır, bu bid’ate inanan da sapıktır) diyenler oluyor. Bu ilim hakkında yeterli bilgi verebilir misiniz? CEVAP Bâtın ilmi, hazret-i Âdem’den beri vardır. Buna ledün ilmi de denir. Tasavvuf ve keramet ilmidir. Allahü teâlânın ihsanıyla kalbe ilham edilen, ilahî sırlara ait bilgilerdir. Görünüşte akla zıt gelebilir. İlm-i ledün sahibi olan, olaylardaki gizli sırları ve hikmetleri bilir. Birkaç hadis-i şerif meali: (Din bilgisi iki kısımdır: Kalbdeki faydalı ilimler, dille anlatılan zahirî ilimler.) [Hatib, Süyuti]
(Elbette Kur’anın zahirî ve bâtınî manası vardır.) [İbni Hibban]
(Bâtın ilmi, Allahü teâlânın esrarından bir sır, hikmetlerinden bir hükümdür. Allah onu kullarından dilediğinin kalbine bırakır.)[Deylemi, İ. Süyûti, İ. Münavî]
(Zâhir ve bâtın ilminin âlimleri, peygamberlerin vârisleridir.) [M. Nasihat]
(Öyle ilimler vardır ki, çok gizlidir. Bunları ancak marifet sahipleri bilir.) [M. Nasihat]
(Rabbim bana farklı üç ilim bildirdi. Birincisini kimseye bildirme dedi, çünkü bu ilmi benden başkası anlayamaz. İkinci ilmi, dilediğine bildirebilirsin dedi. Üçüncü ilmi, ümmetinin hepsine bildir dedi.) [Mevahib-i ledünniyye] (İkincisi ledün ilmi, üçüncüsü ise iman, fıkıh ve ahlak bilgileridir.)
Taha sûresinin (Rabbim ilmimi arttır de!) mealindeki 114. âyeti, (Bâtın ilmimi artır!) demek olduğu tefsirlerde bildirilmektedir. Abdülgani Nablusi hazretleri buyuruyor ki:
İmam-ı Mâlik , (Zâhir ilmine malik olan, bâtın ilmine kavuşabilir. Zâhir ilmi olan, ilmiyle amel ederse, Allahü teâlâ, ona bâtın ilmini de ihsan eder) buyurdu. Ali bin Muhammed Vefa’nın ârifane sözlerine şaşırıp kalan İmam-ı Ömer Bülkini, bunları nereden öğrendin deyince, Bekara sûresindeki, (Allah’tan korkun! Allah, kendinden korkanlara bilmediklerini öğretir) mealindeki 282. âyeti okudu. Ebu Talib-i Mekkî, (İlm-i zâhirle ilm-i bâtın, birbirlerinden ayrılmaz. Bedenle kalbin birlikte bulunması gibidir. Bâtın ilimleri, ârifin kalbinden kalblere akar) buyurdu.
İmam-ı Münavi, imam-ı Gazali’den naklen bildiriyor ki:
Âhiret bilgisi iki türlüdür: Biri keşifle hâsıl olur. Buna ilm-i mükaşefe [ilm-i bâtın] denir. Bütün ilimler, bu ilme kavuşmak için sebeplerdir. İkincisi ilm-i muameledir.
İlm-i bâtından nasibi olmayanın imansız gitmesinden korkulur. Bundan nasip almanın en aşağısı, bu ilme inanmaktır. Bid’at ehline bâtın ilmi nasip olmaz. Bâtın bilgisi, temiz kalblerde hâsıl olan bir nurdur. (Öyle ilimler vardır ki, çok gizlidir. Bunları, ancak marifet sahipleri bilir)hadis-i şerifi, bâtın ilimlerini göstermektedir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını doğru yapabilmek için herkese lazım olan ilmihâl bilgileri öğrenilip amel edilince, ilm-i bâtın hâsıl olabilir. İlm-i bâtından habersiz olan, tasavvuf kitaplarını okuyunca, âriflerin sözlerini sapıklık sanıyor. Anlamadıkları marifet bilgilerine inanmıyor. İbni Arabî, Abdülkâdir Geylânî, Mevlânâ Celaleddin, Seyyid Ahmed Bedevî, İmam-ı Şârânî ve İmam-ı Busayrî gibi tasavvuf büyüklerine dil uzatıyor. Bâtın bilgilerine inanmayan Muhammed aleyhisselamın dininin sırlarına inanmamış olur. Böyle kimseye bid’at ehli ve sapık denir. (Hadika)
Kur’an-ı kerimde de bu ilimden bahsediliyor. Hazret-i Süleyman’ın veziri Asaf, bâtın ilmini yani ledün ilmini bildiği için, iki aylık mesafedeki Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar getirdi. Hazret-i Süleyman, (Bu Rabbimin bir lütfudur) dedi. (Neml 40) Asaf, peygamber olmadığı halde, bâtın ilmi sayesinde bu kerameti gösterdi. Yani bu âyet-i kerime, kerametin hak olduğunu gösteriyor. Bâtın ilmine tasavvuf ilmi de denildi. Tasavvuf ve keramet, yeni çıkan bir şey değildir.
Kehf suresinde ledün [bâtın] ilmi hakkında bahsedilen kıssa özetle şöyledir:
Hazret-i Musa, (Yâ Rabbi, bâtın ilmini bilen zatı nerede bulurum?) diye sordu. Allahü teâlâ da, (Yâ Musa, yola çık, çantana koyduğun balığın canlanıp denize gittiği yerde, onu bulursun) buyurdu. O da, hazret-i Yuşa ile yola çıktı. Bir pınarın yanına geldiler. Bu pınar âb-ı hayat idi. Bu suya dokunan ölü canlanırdı. Bu sudan bir damla balığa değince, balık canlanıp denize gitti. Hazret-i Musa, denilen yerdeki zatı görüp ona, (Bana bâtın ilmini öğretir misin?) dedi. O zat, (Yâ Musa, Allahü teâlânın bana öğrettiği ilmin hepsini sen bilmezsin. Bu yüzden de yaptıklarıma sabredemezsin, tuhafına gitse de, yaptıklarımdan bana bir şey sormayacaksın) dediyse de hazret-i Musa sabredemeyip sorunca, arkadaşlıkları sona erdi. Bu olay hakkında peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Musa aleyhisselam eğer sabretseydi, çok ibretli olaylarla karşılaşacaktı.) [Buhari]
Kur’andaki bu iki kıssa, bâtın ilmine sahip keramet ehli zatların bulunduğunu açıkça bildirmektedir. İlm-i bâtın, ilm-i zahirden ayrılmaz. Her ikisine kavuşana, ulema-i rasihin denir. (Kıyamet ve ahiret)
Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde müteşabihat denilen zâhir âlimlerinin bilmediği ilim bildirilir. Bu ilimleri ulema-i rasihin denilen büyük âlimler anlar. (Mevduat-ül-ulum, Mektubat-ı Rabbani)
İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Hazret-i Ebu Hüreyre,(Resulullah’tan iki ilim aldım. Birini size bildirdim. İkincisini bildirmedim, çünkü anlayamazsınız) dedi. Birincisi, ilm-i zâhir, ikincisi ilm-i bâtındır. Bunu ancak, evliya zatlar ve sıddıklar bilir. Tasavvuf ilmi böyle yüce bir ilimdir. Bunu anlayamayan inkâr ediyor.(İnkâr eden mahrum kalır) sözü meşhurdur. (2/59, 3/17)
.
Doğru yolda olmanın şartları
Sual: Çeşitli cemaatler, birbirlerinden farklı şeyler söylüyorlar, birinin helal dediğine diğeri haram diyor, birinin sünnet dediğine diğeri bid'at diyor. Hangi cemaat daha uygundur? CEVAP Hadis-i şeriflerde, Ehl-i sünnet vel cemaat itikadında olmak ve salihleri sevip onlarla beraber olmaya çalışmak, onlardan ayrılmamak emrediliyor. Doğru yolda olmanın şartları vardır. Bunların bazılarını maddeler halinde bildirelim:
1- Tek hak din İslamiyet’tir.
Bir âyet-i kerime meali şöyledir: (Allah indinde hak din ancak İslam’dır.) [Al-i İmran 19]
2- Hubb-i fillah ve buğd-i fillah üzere olmalı.
Üç hadis-i şerif meali: (İnsan, dünyada kimi seviyorsa, ahirette onun yanında olacaktır.)[Buhari]
(İmanın temeli, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmektir.)[Ebu Davud]
(Cebrail aleyhisselam gibi ibadet etseniz, müminleri, Allah için sevmedikçe ve kâfirleri Allah için kötü bilmedikçe, hiçbir ibadetiniz, hayrat ve hasenatınız kabul olmaz!) [Ey Oğul İlm.]
3- Ehl-i sünnet vel cemaate uygun itikad etmeli.
Bir hadis-i şerif meali: (Ümmetim 73 fırkaya ayrılır. Bunlardan 72’si Cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshabımın gittiği yolda gidenlerdir.) [Tirmizi, İbni Mace]
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki: (İtikad edilecek [inanılacak] şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyamette Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İtikad doğru olup da amelde[ibadetleri yapmakta, haramlardan kaçmakta] gevşeklik olursa, tevbeyle ve belki tevbesiz de affedilebilir. Cehenneme girse de, sonunda yine kurtulur. İşin aslı, temeli itikadı düzeltmektir.)[1/193]
4- Sünnetlere uyup, bid’atlerden uzak durmalı:
Yine İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Bazıları, yapacakları değişikliklerle, dini düzelteceklerini, olgunlaştıracaklarını zannediyorlar. Ortaya bid’atler çıkarıyorlar. Bid’atlerin zulmetleri ile sünnetin nurunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dinin noksanlıklarını tamamladıklarını iddia ediyorlar. Bilmiyorlar ki, din noksan değildir. Bir âyet-i kerime meali:
(Bugün sizin için dininizi ikmâl eyledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, size din olarak İslamiyet’i vermekle razı oldum.)[Maide 3]
Dini noksan sanıp, tamamlamaya çalışmak, bu âyete inanmamak olur. (1/260)
5- Dört hak mezhepten birinde bulunmalı.
Ahmed Tahtavi hazretleri buyuruyor ki:
Bugün her müslümanın dört mezhepten birinde bulunması şarttır. Dört mezhepten birinde bulunmayan Ehl-i sünnetten ayrılır. (Dürr-ü Muhtar haşiyesi)
Muhammed Hadimi hazretleri buyurdu ki:
Edille-i şeriyyenin dört olması, müctehidler içindir. Mukallidler, yani dört mezhepten birinde olanlar için delil, senet, bulunduğu mezhebin hükmüdür. (Berika)
6- Dinde nakli esas almalı.
İslam âlimleri buyuruyor ki:
Fıkıh kitaplarına uymayan bilgiler yanlıştır. Bunlara bağlanmak caiz değildir. İslam bilgilerini öğrenmeden, bilmeden, âyet-i kerime veya hadis-i şerif okuyup da, bunlara kendi kafasına, kendi görüşüne göre mana verenlere İslam âlimi denmez. Ne kadar yaldızlı, parlak söyleseler ve yazsalar da, hiç kıymeti yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına ve bunların yazdığı fıkıh kitaplarına uymayan sözleri ve yazıları Allahü teâlâ beğenmez. İlham ve şahsi görüş, kesinlikle delil olmaz. Dinde nakil esastır. Hazret-i Ali buyuruyor ki: (Din, akıl ve görüş ile olsaydı, mestin üstünü değil, altını meshederdim.) [Ebu Davud]
Netice: Şahıslar, kitaplar, cemaatler, gruplar için, bizim iyi veya kötü dememiz ölçü olmaz. Yani biz iyi deyince iyi olmazlar, biz kötü deyince de kötü olmazlar. Şahıs ismi, kitap ismi, grup ismi önemli değil. Binlerce âlim ve kitap var. Elimizde ölçü olursa rahat ederiz, kendimiz anlarız. Ölçüyü İmam-ı Rabbani hazretleri veriyor:
(Bir hükmün doğru veya yanlış olduğu Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olup olmamakla anlaşılır. Çünkü Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan her mana kıymetsizdir, yanlıştır. Çünkü her sapık, Kur'an ve sünnete uyduğunu sanır, sapıklığının doğru olduğunu iddia eder. Yarım aklı, kısa görüşüyle, bu kaynaklardan yanlış manalar çıkarır. Doğru yoldan kayar, felakete gider. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri manalar doğrudur, bunlara uymayan yanlıştır.) [1/ 286]
Demek ki doğru olmanın ölçüsü, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına uymasıdır.
Yine Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, İslamiyet’i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz verdi. Allah sözünden dönmez. Bunun için, (Ya Rabbi, sana inanıyorum, seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslam bilgilerini doğru olarak öğrenmek istiyorum. Bunu bana nasip et ve beni, yanlış yollara gitmekten koru) diye dua etmeli, istihare yapmalı! Cenab-ı Hak ona doğru yolu gösterir.
Allahü teâlânın sözüne güvenmeli, Ona sığınmalıdır. Kuran-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Allah asla verdiği sözden dönmez.) [Zümer 20]
Şu anda çeşitli gruplardaki insanların da, böyle dua etmekten çekinmemeleri gerekir. Hâşâ Allahü teâlâ yanlış bir iş yapmaz. Belki yanlış yolda olabilirim diye düşünerek, (Yâ Rabbi kimler doğru yolda ise, senin rızan kimlerleyse, bana onları sevmeyi, onlarla beraber olmayı nasip eyle) diye dua etmelidir. Eğer doğru yolda ise, duanın bir zararı olmaz. Yanlış yolda ise doğruya kavuşmuş, kurtulmuş olur. Böyle dua etmekten çekinmemelidir.
Doğruyu bulmak
Sual: Bir arkadaş, (Ben de Ehl-i sünnet kitaplarını okuyorum, sen yanlış anlıyorsun) diyerek birkaç konuda farklı şeyler söyledi. Hangimizin doğru anladığını nasıl tespit ederiz? CEVAP Okuduğu kitabı doğru anlamak önemlidir. Allahü teâlâ, dinini doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz verdi. Allah sözünden dönmez. Herkes, (Ya Rabbi! Dinimi doğru olarak öğrenmek istiyorum. Razı olduğun, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyup, doğru olarak anlamayı nasip eyle!) diye ihlâsla dua etmeli, Allahü teâlânın sözüne güvenmelidir. Cenab-ı Hak ona muhakkak doğru yolu gösterir. Bir âyet-i kerime meali şöyledir: (Doğru yolu arayanları, saadete ulaştıran yollara kavuştururuz.)[Ankebut 69]
Yanlış bilgi edinmek
Sual: Dini bilgiler öğrenmek için, herkes farklı kişilere soruyor. Yahut rastgele kitaplardan bilgi alıyorlar. Öğrendikleri yer yanlış bilgi veriyorsa, öğrenenler de sorumlu olur mu? Suç, cevap verenin veya kitabın olmaz mı? CEVAP Suç, cevap verenin veya kitabın olsa da, yanlış bilgi öğrenen sorumluluktan kurtulamaz. Bir de, ihtiyata riayet etmek gerekir. Bir iş için, nakli esas alan kitabın biri haram, öteki de helal diyorsa, haram olduğunda şüphe olur, o işi yapmamak gerekir. Doğru kitaptan öğrenilirse, böyle bir şeye lüzum kalmaz. Nakli esas alsa da, yetkili, icazetli âlimlerin yazmadığı kitaplara itibar edilmez. Doğru yolu, doğru kitabı bulmak için de, dua etmek gerekir. Allahü teâlâ, dinini doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz verdi. Allah sözünden dönmez. Cenab-ı Hak böyle samimiyetle yalvarana muhakkak doğru yolu gösterir. Doğru yoldayım diye inat ederek dua etmeyen de, elbette yaptıklarından sorumlu olur.
Kalb dönektir
Sual: İnsan, bugün iyi bildiği şeyi sonra kötü bilebiliyor, kötü bildiği şeyi başka zaman iyi bilebiliyor. Bakıyor insanların çoğunluğu bir yolu benimsiyor, çoğunluk böyle düşünüyor diye, o da aynı şeyi kabul edebiliyor. Bir yolun doğru mu, yanlış mı olduğunu nasıl anlayacağız? CEVAP
Çoğunluğun doğru yolda olduğunu sanmak çok yanlıştır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir: (İnsanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar.)[Enam 116]
Çok kimse bu yolda gidiyor diye, o yolun doğru olduğu anlaşılmaz. Dünyada Müslümanlar az, dinsizler daha çoktur. Dinsizlik çok diye dinsizlik doğrudur denmez.
Bir kimse, bugün iyi bildiğini yarın kötü bilebilir. Bu kalbin özelliğindendir. Kalb iyiye veya kötüye dönebilecek şekilde yaratılmıştır. Ondokuzcu kişilerin uydukları bozuk dinin, Reşat Halife’den sonraki liderine, bir gazeteci, (On sene önce, başka düşünüyor, başka şekilde inanıyordun, on sene sonra bu fikrinden de dönmeyeceğini nereden bilelim?) demişti.
Kalbimizin dönmemesi için dua etmek gerekir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Ey büyük Allah’ım, kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dininde sabit kıl, dininden döndürme, Müslümanlıktan ayırma!) [Tirmizi]
Kalbimizin kötüye dönmemesi için hadis-i şerifte bildirildiği gibi dua etmelidir.
Allahü teâlâ, İslamiyet’i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz verdi. Bunun için, (Ya Rabbi, sana inanıyorum, seni ve peygamberlerini seviyorum. İslam bilgilerini doğru olarak öğrenmek istiyorum. Bunu bana nasip et ve beni, yanlış yollara gitmekten koru) diye dua etmeli, istihare yapmalı! Cenab-ı Hak ona doğru yolu gösterir. Bir âyet-i kerime meali şöyledir: (Allah, kendisine yöneleni doğru yola iletir.) [Şûra 13]
Hâşâ Allahü teâlâ verdiği sözden dönmez. O hâlde yukarıda bildirildiği gibi dua etmelidir.
Sapıklıkta birleşilir mi?
Sual: Allahü teâlâ, (İnsanların çoğuna uyan sapıtır) buyuruyor. Peygamberimiz, (Âlimlerin çoğuna uyan kurtulur, âlimler sapıklıkta birleşmez) buyuruyor. Günümüzde Müslümanım diyenler çeşitli cemaatlere, çeşitli fırkalara bölünmüştür. Yalnız Kur'an diyenler var, Ondokuzcular var, Selefiyeciler var, Vehhabiler var, İbni Sebeciler var, mezhepsizler var, gayrimüslimler de Cennete gidecek diyenler var, hocamız Mehdi veya resul diyenler var, kendisinin Mehdi olduğunu söyleyenler var, gayri İslami idarelere şer’i idare diyenler var, tek doğru biziz diyenler var. Var da var. Bunların hangisinin doğru olduğu nasıl bilinir? İkincisi bütün gruplar bir grubun aleyhinde olsalar o grubun mutlaka yanlış olduğu anlaşılır mı? CEVAP
Bu ümmetin 73 parçaya bölüneceği sadece bir fırkanın doğru olduğu, bu fırkanın da Ehl-i sünnet vel-cemaat fırkası olduğu açıkça bildirilmiştir. Her fırka, sapık olmalarına rağmen, biz Ehl-i sünnetiz derse, doğruyu da biz bilemiyorsak, o zaman (Ya Rabbi bu cemaatlerin içinde doğrusu hangisiyse bana onu nasip et) diye dua edilirse Allahü teâlânın ona doğru yolu göstereceği âyet-i kerimelerle sabittir. Allahü teâlâ verdiği sözden dönmez. Ona mutlaka doğruyu herhangi bir şekilde gösterir.
Bütün dalalet fırkaları bir konu üzerinde birleşse, hak olan tek fırkanın yolunun yanlış olduğu anlaşılmaz. Bütün cemaatler, bütün fırkalar namaz üç vakit dese, doğru olan fırka da beş vakittir dese, (Bütün cemaatler böyle söylüyor) diyerek namazın üç vakit olduğu söylenemez. Bütün gruplar çalgı helâl dese, çalgı helâl olmaz. Her devirde, her zaman kıyamete kadar doğru olan bir grubun, bir cemaatin olacağını Peygamber efendimiz bildirmiştir. Bir hadis-i şerif meali: (Ümmetimden doğru bir grup, hak üzere devamlı bulunur.)[Buhari]
Bu doğru olan, hak olan grubu dua ederek bulmaya çalışmalıdır.
72 sapık fırkanın hak olana saldırması yadırganmaz, ama Ehl-i sünnet görünüp, Ehl-i sünnete saldıranlar yadırganmaz mı? Bugün Ehl-i sünnete diğer bütün gruplar saldırıyor. Saldıran bu sapık grupların birbirlerine düşmanlıkları vardır, ancak, hepsinin ortak yönü Ehl-i sünnete düşman olmalarıdır.
Görüldüğü gibi, gayrimüslimler, Müslümanlığa saldırmakta birleşiyorlar. Sapık gruplar da, tek doğru olan fırkaya saldırmakta birleşiyorlar. Sapıkların birleşmesini, Müslümanların birleşmesi olarak kabul etmek ahmaklık olur.
.
Tasavvuf ehli olmak için
Sual: Eskiden dini doğru öğrenmek için, bir mürşid-i kâmile tâbi olup, onun bildireceği şekilde tasavvuf yolunda ilerliyorlarmış. Şimdi nasıl ilerlenir? CEVAP Her devrin şartları farklıdır. Günümüzde de, büyük zatlara ulaşma imkânları vardır. Birkaç örnek verelim: 1- İnsan, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından hazırlanan yazıları okuyarak onları sevmeye başlar. Sonra kitaplarını bulur. O kitapları okuyup amel eden de, maksadına kavuşmuş olur.
2- Radyo veya TV’de İslam âlimlerinden nakli esas alan bir hocayı [Mesela Osman Ünlü hocayı] dinler. Hocanın bildirdiği büyük zatlara ve kitaplarına tâbi olarak gayesine ulaşır.
3- Biri, kendisine Ehl-i sünnet âlimlerinin bir kitabını hediye eder, o da bu kitabı okuyup oradaki ilimlerle amel ederse arzusuna kavuşmuş olur.
4- İnternetle de bu nimete kavuşanlar olabilir. İnternette her türlü uygunsuzluklar olduğu hâlde, doğru yolu anlatan yayınlar da çoktur. Mesela Hakikat Kitabevi’nin yayınlarını okuyarak veya seslendirilmiş olanlarını dinleyerek de nimete kavuşabilir.
5- Rüyada ikaz edilebilir, (Falan yere git, filancaya tâbi ol, şu kitabı oku!) denilir.
6- Ana babası ve yakınları vasıtasıyla doğuştan bu nimet içinde olanlar da olabilir.
7- Kimine de, evlendiği eşi, hak yolu bulmasına sebep olabilir.
Büyüklerin kitaplarına kavuşan kimse, kitabı, mümkünse birkaç arkadaşla beraber okumalı. Fırsat buldukça da bu arkadaşlarla görüşmeye, salih kimselerle beraber olmaya çalışmalı. Kitaplar vasıtasıyla feyizlere kavuşulur. Vefat etmiş büyük zatların yolunda gitmek, ancak böyle olur.
.
Allah’ın evliyası için azap korkusu yoktur
Sual: Vehhâbîler, evliya zatlara düşmanlık ediyorlar. Bunlardan, Selefî olduğunu söyleyen biri, (Araf sûresinde, yalnız Kur'ana uymak gerektiği, evliyaya uyulmayacağı bildiriliyor) dedi. Evliyaya niye uyulmuyor? CEVAP Bazı kelimeler birkaç mânâya gelir. Cümledeki yerlerine göre mânâları değişir. Selefîyim diye kendilerini kamufle eden Vehhâbîler bunu bilmez. Mesela, mevla kelimesi, birçok mânâya gelir. Daha çok ilah, efendi, köle mânâsında kullanılır. Evliya, velî kelimesinin çoğuludur, velîler demektir. Sahip, mâlik, yardımcı, dost gibi mânâlara da gelir. Dost anlamında kullanıldığı birçok âyet vardır. Birkaçının meali şöyledir: (Allah, iman edenlerin velîsidir [evliyasıdır, dostudur], onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin evliyası [dostları]ise azgın putlardır.) [Bekara 257]
(O zaman içinizden iki bölük bozulmaya yüz tutmuştu. Hâlbuki Allah onların velîsi [evliyası, yardımcısı] idi. Müminler, yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.) [Âl-i İmran 122]
(Allah, size velî [evliya, dost] olarak yeter.) [Nisa 45]
(İman edenler Allah yolunda savaşır, inanmayanlarsa tağut[şeytan] yolunda savaşırlar. O hâlde şeytanın evliyasına[dostlarına] karşı savaşın!) [Nisa 76]
(İnkârcıları velî [evliya, dost] ve yardımcı edinmeyin!) [Nisa 89]
Selefiler, evliyayı öven âyetleri gizliyorlar. Mesela bir âyette, (Elbette Allah’ın evliyası [dostları] için azap korkusu yoktur) buyuruldu. (Yunus 62)
Selefîlerin bildirdiği âyet-i kerimede, (Rabbinizden size indirilene uyun! Ondan başka evliyaya [dostlara] uymayın!) buyuruluyor.(Rabbinizden indirilene uyun!) demek, (Kitap ve Sünnete uyun!) anlamındadır. (Ondan başkasına uymayın demek, (Allah'tan başkasına ibadet etmeyin! Allah'ın dininden uzaklaşanları velî, yani dost, yardımcı edinmeyin!) demektir. (Cami'u li-Ahkâm)
Kurtubî tefsirinde bu âyet-i kerime şöyle açıklanıyor: (Rabbinizden indirilene uyun!) demek, (Kitap ve Sünnete uyun!) demektir. Nitekim başka bir âyet-i kerime meali şöyledir: (Resulümün verdiğini [emrettiğini] alın, yasakladığından da sakının!) [Haşr 7] (Resulullah'a uymakla ilgili daha çok âyet-i kerime vardır.)
Fıkıh ilminde evliya, Allah dostları demektir. Resulullah'a uyan Allah'a uymuş olur. Evliya zatlara uyan da, Allah'a ve Resulüne uymuş olur. Abdülaziz Dehlevî hazretleri buyuruyor ki: Cenab-ı Hakk’ın rızasına kavuşmak, şeytanın aldatmasından kurtulmak için, silsile itibariyle hocaları Resulullah'a “sallallahü aleyhi ve sellem” dayanan bir evliyayı sevmek, onun tarafından sevilmek gerekir. Hadis-i şerifte, (Evliyanın kalbi, nazargâh-i ilahîdir. Böyle bir kalbde bulunana Allahü teâlâ rahmet eder) buyuruluyor. Böyle bir kalbe girdikten sonra, maksadına kavuşmadan ölen kimse de, kurtuluşa ermiş demektir. Çünkü Kur'an-ı kerimde mealen, (Allah ve Resulüne hicret etmek üzere evinden ayrılıp yoldayken ölen, maksadına varmış gibi mükâfatlandırılır)buyuruluyor. (İmad-ül-İslam)
Kişi sevdiğiyle beraber olur. Seven, sevdiklerini de beraberinde götürür. Bir kimse, Allah’ı, Onun Resulünü ve evliyasını seviyorsa, bilsin ki onlar da kendisini seviyor demektir. Çünkü Kur'an-ı kerimde mealen, (Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever) buyuruluyor. Allahü teâlâ, önce kendi sevgisini bildirmiştir. Yani sevilmeyen sevemez. Şu hâlde sevilmeye layık olmak için İslam âlimlerinin bildirdiği yolda bulunmak, onların kitaplarını okumak gerekir.
Hubb-i fillahın ve buğd-i fillahın, yani Allah için Allah’ın sevdiklerini sevmenin, sevmediklerini de sevmemenin önemi çok büyüktür. Bu ikisi imanın esasıdır, şartıdır. Bunlar olmadan iman olmaz. Cenab-ı Hak, Hazret-i İsa’ya vahyetti ki: (Eğer yer ve göklerde bulunan bütün mahlûkatın ibadetlerini yapsan, evliyamı [dostlarımı]sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.) [K. Saadet]
Fıkıh âlimi Muhammed bin Hüseyin Beclî, Resulullah'ı rüyada görünce, (En iyi amel nedir?) diye sordu. (Evliyanın yanında bulunmaktır) buyurdu. Yaşayan velî bulamazsak deyince, (Diriyken de, ölüyken de onu sevmek, en kıymetli ameldir) buyurdu.(Sefinet-ül-Irakıyye)
Kur’an-ı kerimde de mealen, (Hep sadıklarla birlikte bulunun!)buyuruldu. (Tevbe 121)
Evliya, Evliyaullah yani Allah dostu demektir. Kısaca evliya deniyor. Evliyayı sevmek, Allahü teâlâyı sevmeye sebeptir. Bir kimse bir zatı sevse, ona hiçbir iyilik edemese, ancak onun ana babasına veya çocuklarına çeşitli iyilikte bulunsa, o zat, bunlardan memnun olmaz mı? İşte Allah'ın evliyasının da, Onun yakınları mertebesinde olduğu hadisle sabittir. Allah'ın yakınlarını sevmek ne büyük nimettir!
Evliya hakkında Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” çok hadis-i şerifi vardır. Birkaçı şöyledir: (Allahü teâlâ buyurdu ki: Ben anılınca evliyam hatırlanır, evliyam anılınca ben hatırlanırım.) [Taberânî, Ebu Nuaym]
(Evliya görülünce, Allah hatırlanır.) [İbni Mace, İbni Ebi Şeybe, Ebu Nuaym, Hakim-i Tirmizî]
(Allahü teâlânın evliyası, açlık ve susuzluk çekerler. Kim onlara eza ederse, Allahü teâlâ ona Cenneti haram eder.) [İbni Neccar]
(Evliya zatların anıldığı yere rahmet iner.) [İ. Ahmed, İ. Gazâlî, İ. Cevzî, İ. Süyûtî]
(Her zaman kırk evliya bulunur. Bunların bereketiyle yağmur yağar.) [Taberânî]
(Her asırda salih zatlar vardır. Bunlar 500 kişi olup kırkı ebdaldir.)[Ebu Nuaym]
(Allah'ın evliyasının hepsi cömert ve güzel ahlâklıdır.) [Dâre Kutnî]
(En şiddetli bela, enbiya, evliya ve benzerlerine gelir.) [Tirmizî]
(Geçmiş ümmetlerde evliya zatlar vardı. Ümmetimden Ömer onlardandır.) [Buharî, Müslim]
(Allahü teâlâ vahyetti ki: Mescidime, selim kalble, sadık lisanla, temiz elle, tahir fercle girenin işiten kulağı, gören gözü olurum. O benim evliyamdan biri olur.) [Hâkim]
Musa aleyhisselam, (Yâ Rabbî, senin için en kıymetli amel nedir?) diye sorunca Allahü teâlâ, (Benim için evliyamı [dostlarımı] sevmek ve düşmanlarıma düşmanlık göstermektir) buyurdu. (Mektubat-ı Masumiyye)
Bu vesikalardan da anlaşıldığına göre, evliya zatları sevmek ve onların yolunda olmak, Allahü teâlâyı sevip Onun yolunda olmaktan ayrı değildir.
.
Şeyhin eteğine yapışmak
Sual: Büyük zatlara bağlanan kimsenin kurtuluşunun kolay olduğu söyleniyorsa da, (Şeyhin eteğine yapışmakla kurtuluş olmaz)diyenler oluyor. Bunu bizzat İmam-ı Rabbanî hazretlerinin bildirdiği söyleniyor. Sahte şeyhlerin eteğine yapışan elbette kurtulamaz, ama gerçek bir mürşidin eteğine yapışan niye kurtulamıyor?
CEVAP Mürşid-i kâmilin eteğine yapışan elbette kurtulur.
Muhammed Masum hazretleri birinci cilt 33. mektubunda, (Biliniz ki, saadete kavuşmak için, velî bir zata manevî bağla bağlanmak lazımdır) buyuruyor. (İslam Ahlakı)
Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için, Ona kavuşturan vasıtayı bulup, yalnız Ona bağlanmak lazımdır. Allahü teâlânın, (Vesile arayın!) emrine uyarak vesileyi bulmak nimeti, dünya ve âhiret nimetlerinin en kıymetlisidir. O hâlde, onu sevmek, hem bu ihsanın vesilesi olduğu için, hem de, Allahü teâlânın sevgili kulu olduğu için, çok lazımdır ve insanın birinci vazifesidir. Hakiki vesileye kavuşmak, en büyük saadettir. Onu aramak birinci vazifedir. Hakiki mürşid, Kıyamete kadar mevcuttur. Halis olan talipler onu tanır. Düşmanlar, ahmaklar, tanıyamazlar. (Hak Sözün Vesikaları)
Bir mürşide bağlanan, her evliya zattan yardım görür. Hepsine bağlanmaya çalışan, hepsinden mahrum kalır. (K. Yazılar)
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlâdan gelen feyzlerin alınması için vericiyle alıcı arasında bir bağlantı, bir yakınlık olması gerekir. Bunun için, bu yolu bilen bir kılavuza ihtiyaç şarttır.(1/169)
Tasavvuf yolunu bilen ve yolculara önderlik edebilen bir (Rehber = Mürşid) aramayı dinimiz emrediyor. (Vesile arayın!) âyetindeki vesile, insan-ı kâmil demektir. (Kıyamet ve Âhiret)
Felaketten kurtulmanın çaresi, kurtulanlarla beraber olmaktır. Kıtmir, bir köpek olduğu hâlde, Eshab-ı Kehf ile beraber olduğu için Cennete girdi. O hâlde kim olduğumuz değil, kimlerle bulunduğumuz önemlidir. Bir hadis-i şerifte, (Salihlerle beraber olan, kötülerden olmaz)buyuruluyor. Bunun için Hazret-i Mevlana, (Aklımı bıraktım, hocama tâbi olup kurtuldum) buyurdu. Aklı bırakmak demek, haddini bilmek, aklın her şeyi bilemeyeceğini ve bilenlere tâbi olmak gerektiğini anlamak demektir. İmam-ı Rabbanîhazretleri buyuruyor ki:
Dinî hükümleri kendi aklıyla anlamak ve aklı ona rehber etmek isteyen, Peygamberliğe inanmamış olur. (1/214)
Bütün arzuları, istekleri, kâmil bir zatın eline bırakmalı, ölü yıkayıcının elinde, teneşirdeki ölü gibi olmalı. Ancak böyle olan, maksada kavuşur yani kurtuluşa erer. (1/61)
(Âlimlere tâbi olun, onlar rehberdir!) hadis-i şerifine uyup, âlime tâbi olunca, kendi görüşümüzü, kendi aklımızı bırakmak gerekir. Kendi görüşünde ısrar eden, âlime tâbi olmamış olur.
Yine İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Üstad [mürşid] aramaktan maksat, İslamiyet’i öğrenmektir. Onlardan görerek, itikadda ve İslamiyet’e uymakta kolaylık elde etmektir. Yoksa helal haram demeden istediğini yapıp, istediğini yiyip de, mürşidin eteğine yapışarak azaptan kurtulmayı sanmak, tam bir hayâle kapılmaktır.(3/41)
Burada (Mürşidin eteğine yapışan kurtulamaz) denmiyor. (İbadet etmeden ve haramlardan sakınmadan “Ben mürşide bağlıyım” demekle kurtuluş beklenmez) deniyor. Çünkü paragrafın başında, (Kurtuluş için mürşid aranır, mürşide uyunca da dinî öğrenmek kolaylaşır) deniyor. Yani (Mürşidin eteğine yapışınca, mürşid onu İslamiyet’in istediği kalıba sokar) deniyor. Mürşidin eteğine yapışmadan kurtuluş ummak yanlış olur. Mürşid-i kâmil bulunmadığı zaman, böyle bir zatın kitaplarını mürşid edinip, onun kitaplarını okuyanlarla beraber olmalıdır.
.
En hayırlı iş nedir
* Dünyada iken, Allahü teâlânın dinine razı olduğu şekilde doğru hizmet edenler, Allahü teâlânın kullarının müşküllerini halledenler, mahşerde, tahtlar üzerinde, kürsülerde, gölgelerde oturacaklar. Allahü teâlâ onlarla konuşacak. Onlar için ne hesap var ne azap var.
* En zor iş İslamiyet’e hizmet etmektir. Çünkü Allahü teâlâ en zor işi en güvendiğine en çok sevdiğine vermiştir. Peygamberlere ve vârislerine vermiştir.
* Başarının sırrı, birlik-beraberlik, dürüstlük, iyi hedef seçmektir.
* Yanan bir evden birini kurtarmak çok büyük sevap olduğu halde Cehennem ateşinden kurtarmak yanında hiç kalır. Bir kişi daha yanmaktan kurtulsun diye uğraşmalı. Hiç kimse yanmasın düşüncesinde olmalı.
* Müslümanlık dünya ve ahiret saadetidir. Allahü teâlânın en sevdiği şey imandan sonra kullarına hizmet etmektir.
* Allahü teâlâ bir kulunu severse, ona iki şey verir. Birincisi; sevdiği bir kulunu ona tanıştırır. Eshab-ı kirama Peygamber efendimizi tanıttığı gibi. İkincisi; ona hayırlı bir iş verir. En hayırlı iş Peygamber efendimizin yaptığı iştir.
* Allah’ın dinini, Allah’ın kullarının ayaklarına kadar götürmek ne büyük zevktir.
* Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye sarf etmektir.
* Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir.
* Tasavvuftan maksat, kendini zorlamadan her an Allahü teâlâyı hatırlamaktır.
* İnsana lazım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak, daha sonra tasavvuf yolunda ilerlemektir.
* Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız düzgün değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün haraplıkları, çirkinlikleri verseler itikadımız düzgün ise, hiç üzülmemeliyiz. Doğru itikad, düzgün itikad, ehl-i sünnet itikadıdır.
* Allahü teâlâ insanları Cennetine davet ediyor. Davetçi olarak da Peygamber efendimizi gönderdi. Davetiye olarak da İslamiyet’i gönderdi. Fakat insanların çoğu bu davete icabet etmedi. Zaten bunun için Kur'an-ı kerimde sık geçiyor: Ekserisi kâfir, ekserisi fâsık diye.
* Para, şan şöhret insanı rahatlatmaz. İslamiyet ile kontrol altına alınmazsa, insanı dünyada ve ahirette perişan eder.
Tasavvuf ve güzel ahlâk 29 ARALIK 1996.m oruç
.........Tasavvuf, lügatte, kalbi saf hâle getirmek, kötülüklerden temizlemek demektir. Kişinin kalbini, Allahü teâlânın muhabbetine, sevgisine bağlamak; îmânını, i'tikâdını düzeltip, Resûlullahın söz, hareket ve ahlâkına uyup, Onun yolundan gitmektir. Kalb ile yapılması ve sakınılması lâzım olan şeyleri ve kalbin, rûhun, kötülüklerden temizlenmesi yollarını öğreten ilme, Tasavvuf ilmi denir. Tasavvuf, îmânın vicdanîleşmesini, yerleşmesini, fıkıh ilmi ile bildirilen ibâdetlerin seve seve, kolaylıkla yapılmasını ve Allahü teâlânın sevgisine kavuşmayı sağlar. Tasavvuf ilmine, "Ahlâk" ilmi veya "İhlâs" ilmi de denir. Tasavvuf âlimleri tasavvufu çeşitli şekillerde ta'rîf etmişlerdir. Bunlardan ba'zıları şöyledir: Ebû Ali Rodbârî: "Tasavvuf, kalbi temizlemektir." Ebû Muhammed Cevîrî: "Tasavvuf, hâlleri kontrol ve edebe riâyet etmektir." Ebû Sehl Sa'lûkî: "Tasavvuf, itirazdan yüz çevirmek, emredilene peki demektir." Ebû'l Hüseyin Nûrî: "Tasavvuf, nefsin kötü isteklerini terketmektir." Ebû Sâid İbn-ül-Arabî: "Tasavvuf, fuzûlî, ya'nî faydasız işleri terketmektir. Önemli olanı, önemsiz olana tercih etmektir." Cüneyd-i Bağdâdî: "Tasavvuf, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmaktır." Ahmed Şirbâhî: "Tasavvuf, kimseye ezâ ve cefâ vermemek, herkese lütuf ve ihsânda bulunmak, hastalık ve musîbetleri herkese izhâr etmemek, düşmanlarını affetmek, insanlık mertebesinin en yüksek derecesine kavuşmayı usûl ittihaz etmektir." Kalbin, kötü huylardan temizlenmesi için, Allah için olmayan herşeyin sevgisini kalbden çıkarmaya çalışmak önemli bir husûstur. Bu yolda ilerlemek peygamberlerin ahlâkından, sâlih kulların hâllerindendir. Olgunlaşmak istemek, insanın en değerli hasletidir. Olgunlaşmak ise, kalbi kötü sıfatlardan tahliye ve rûhu Rabbânî ve güzel sıfatlarla süslemek ve bunlarla Hakkın huzûrunu bulmaktır. Kötü sıfatlar; câhillik, kızgınlık, kendini beğenmek, riyâ, kin, hased, kibir, kazâya rızâsızlık, cimrilik, gurur, makâm ve mal sevgisi, övülmeyi sevmek, ayıplanmaktan korkmak, sözünde durmamak, sû'i zan etmek, nefsin arzûlarına uymak, övünmek, uzun emeller peşinde olmak gibi şeylerdir. Güzel huylar ise; ilim, yumuşaklık, tefekkür, rızâ, hayâ, tevâzu, Allah için sevmek, merhamet, şefkat, mürüvvet, ülfet, cömertlik, vakar gibi güzel işlerdir. Bütün rahatlıkların başı... Tasavvuf nedir? Son zamanlarda, tasavvufçu, tarîkatçı adı altında, birçok sahtekârlar, ajanlar ortaya çıktı. Bunlara aldanmamalı, tuzaklarına düşmemelidir. Böyle karışık zamanlarda, eski kitapları okuyarak, kalbi bu şekilde temizlemelidir. İşte Hak yolunda ilerlemekten maksat, kötü ve çirkin sıfatlardan kurtulmak ve güzel huylar ile sıfatlanıp kemâle ermektir. Zîrâ insanda bu kötü sıfatlar çoktur. Bu kötü sıfatlardan kurtulmadıkça, kişi gerçek ma'nâda Müslüman olamaz. Tasavvuf, ne Yahûdîlerin, ne Hind Brehmenlerinin, ne Yunan filozoflarının, ne de sahte tasavvufçuların uydurmasıdır. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Peygamber efendimizden gelmektedir. Bunların isimleri sonradan konulmuştur. Resûlullahın, peygamber olduğu bildirilmeden önce, kalb ile zikretmekte olduğunu dînimizin mu'teber kitapları yazmaktadır. Ehl-i sünnet fırkasından olup, kalblerini gafletten koruyan ve nefslerini Allaha itâ'ate kavuşturanların bu hâllerine "Tasavvuf" ve kendilerine "Sofî" ismi verildi. Son zamanlarda, tasavvufçu, tarîkatçı adı altında, birçok sahtekârlar, ajanlar ortaya çıktı. Bunlara aldanmamalı, tuzaklarına düşmemelidir. Böyle karışık zamanlarda, eskiden yaşamış evliyânın, mürşidlerin kitaplarını okuyarak, kalbi bu şekilde temizlemelidir. İslâmiyet, hokkabazlık, cambazlık, sihirbazlık dîni değildir. İslâmiyet, inanması, yapması, sakınması lâzım olan şeyleri, güzel ve çirkin huyları öğrenmek, herkese iyilik yapmak dînidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yâhut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat dîne uymayan bir iş yapsa, kerâmet sahibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı biliniz!)
15 May 2006 - İslâmiyet, ana hatlarıyla iman, ibadet ve ahlaktan ibarettir. Kelâm ilmi imanı, fıkıh ilmi ibad
.Tasavvuf nedir?
Kullanıcı:
Sorularlaislamiyet.com
| Tarih:
Pt, 15/05/2006 - 00:00
Değerli kardeşimiz;
İslâmiyet, ana hatlarıyla iman,ibadet ve ahlaktan ibarettir. Kelâm ilmi imanı, fıkıh ilmi ibadeti, tasavvuf ilmi de ahlakı ele alır.
Tasavvuf, İslâmı derûnî bir şekilde yaşamaktır. Ruhî ve vicdanî bir duyuşun mahsulüdür. Şekilden mânâya geçmek, kabuktan öze ulaşmaktır. Kâlin hâl olmasıdır.(1)
İnsanın aklı, kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır. Nuranî bir cevherdir. Akl-ı selîm mertebesine ulaştığında, Rabbanî bir mürşittir. Hakikat güneşine açılan bir penceredir.
Kalb dahi, insanın manevî hayatının merkezidir. Binler âlemin manevî bir haritasıdır. Kâinatın hadsiz hakikatlerinin mazharı, medarı, çekirdeğidir.(2) Cenab-ı Hakk'a parlak bir aynadır. Gayb âlemlerine karşı bir penceredir. Rabbanî bir latifedir.
İşte, aklın işletilmesiyle pek çok ilimler ve fenler otaya çıktığı gibi, kalbin işletilmesiyle de tasavvuf ilmi ortaya çıkmıştır.
İslâm tasavvufunun menşeini inceleyen bazı zâtlar, İslâm öncesi tasavvufî akımlarda da benzeri esasları gördüklerinden, onu ya Hint’te, ya İran’da, veya daha başka yerlerde aramışlardır. Halbuki, İslâm tasavvufunu doğrudan doğruya Kur’ân'da ve Resulullah’ın (asm.) hayatında aramak lâzım gelir. (3)
Çünkü tasavvufta yer alan “zikir, fikir, nefis terbiyesi” gibi esaslar, Kur’ân'da çokça bahsedilen konulardır. “Yaşayan Kur’ân” durumunda olan Resulullah ise, tasavvufî hayatın en zirve tatbikini göstermiştir.
Kaynaklar:
1. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat, Marmara Ün. İlahiyat Fak. Yay. İst. 1994, s. 85.
2. Said Nursî, Mektubat, Envar Neş. İst. 1993, s. 443.
3. Eraydın, Tasavvuf ve Tarikat. s. 60.
Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Yani dâimâ ilâhî müşâhedenin, -diğer bir ifâdeyle- ilâhî kameraların gözetimi altında bulunduğumuzun farkında olarak, bu şuur ve idrâk ile yaşamaktır.
Tasavvuf; bir arınma disiplinidir. Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden sakınarak “takvâ”ya erebilme yoludur. Nefsânî ihtirasları dizginleyip rûhânî istîdatları inkişâf ettiren bir mânevî terbiyedir.
Tasavvuf; Peygamber Efendimiz’e vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mekteptir.
Tasavvuf; nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.
YAKLAŞIK İKİ DAKİKADA TASAVVUFUN ÖZETİ
TASAVVUF, TAKDİR-İ İLÂHİ’YE RIZA GÖSTERMEKTİR
Tasavvuf; ilâhî takdîre her hâlükârda rızâ göstererek Allah ile dâimâ dost kalabilme mârifetidir. Hayatın med-cezirleri ve acı-tatlı sürprizleri karşısında, gönül dengesini korumaktır. Varlıkta şımarmayıp yoklukta daralmamaktır. Başa gelen cefâları, ilâhî bir imtihan bilip, bunları kendisine bir tezkiye (mânevî arınma) vesîlesi kılabilme olgunluğudur. Şikâyet ve sızlanmayı unutarak dâimâ hamd ile şükreden “güzel bir kul” olabilme mahâretidir.
MUHABBET, ŞEFKAT VE MERHAMET İNSANI OLABİLMEK
Tasavvuf; maddî-mânevî bakımdan kendini ikmâl etmiş mü’minlerin, diğergâm bir gönülle mahlûkâta yönelerek, onların mahrûmiyet ve ihtiyaçlarını telâfî mes’ûliyetidir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, muhabbet ve hizmetin, tabiat-i asliye hâline gelmesidir.
TASAVVUF KUR’ÂN VE SÜNNET’E UYMAKTIR!
Tasavvuf; Kitap ve Sünnet’le hemhâl olabilmek, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip hayatın her safhasında yaşamaya çalışmaktır.
Hâsılı tasavvuf; Allah Rasûlüʼnü aşk ile yakından tanıyabilme, Oʼnun yüce karakter, şahsiyet ve ahlâkından nasîb alarak, dîni, özüne ve rûhuna uygun bir tarzda, vecd içinde yaşayabilme gayretidir.
Bu nevî düsturlarla tezat teşkil eden ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’ten almayan ne varsa -her ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır.
O HÂLDE TASAVVUF NE DEĞİLDİR?
Dînin derûnî ve ruhânî ciheti, mârifet ve takvâ derinliği olan tasavvufî yönü ihmâl edildiğinde, geriye kuru bir kâideler manzûmesi kalır. Bununla birlikte, bilhassa günümüzde tasavvufî neşveye sahiplik iddiasıyla arz-ı endâm eden bâzı çevreler gibi, her şeyi bâtınî hükümlerden ibâret görüp dînin zâhirî hükümleri diyebileceğimiz şerîati hafife almak da, tasavvufun hakîkatinden uzaklığın açık bir göstergesidir.
KALP TEMİZLİĞİ YETER Mİ?
Bu gibi kimselerin; “Kalbin temiz olsun da, amelin az olsa da olur(!)”şeklinde, nefsânî tâvizlere kapı açan anlayışıyla, şerîatin hâdimi olan gerçek tasavvufun uzaktan yakından bir alâkası yoktur.
TAKVÂ ASLÂ GERİ PLANA ATILMAMALI!
Meselâ günümüzde, Mesnevî-i Şerîfʼin rûhundan uzak bâzı kimseler tarafından, Mevlevîliğin vecd vetakvâ tarafı ihmâl edilerek, aslı zikir olan semâ, âdeta şov maksatlı bir folklor gösterisi ve orkestra eşliğinde icrâ edilen bir mûsikî meclisi hâline getirilmektedir.
Hâlbuki Hazret-i Mevlânâ, Mesnevîʼnin ilk 18 beyti içinde yer alan şu ifâdeleriyle; kendisini dinlediği hâlde maksat ve gâyesini idrâk edemeyen gâfillerden şöyle yakınmaktadır:
“Ben her cemiyette, her mecliste inledim durdum. Kötü huylu olanlarla da, iyi huylu olanlarla da düşüp kalktım.
Herkes kendi anlayışına göre bana dost oldu. Lâkin içimdeki esrârı idrâk etmedi.
Benim sırrım, feryâdımdan uzak değildir. Lâkin her gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek kudret yoktur.
Ham ruhlar, olgun ve yetişkin zevâtın hâlinden anlamazlar. O hâlde sözü kısa kesmek gerektir vesselâm.”
BÜTÜN ALLAH DOSTLARININ FEYİZ KAYNAĞI KUR’ÂN VE SÜNNETTİR
Ayrıca, bütün Hak dostları gibi Mevlânâ Hazretleri’nin feyiz kaynağı da şüphesiz ki Kur’ân ve Sünnet’tir. O, bu hakîkati bir rubâîsinde bütün cihâna şöyle îlân eder:
“Canım var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed -sallâllahu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım. Eğer bir kimse, benim sözümden bundan başka (bu istikâmetin dışında) en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de, onun sözünden de incinirim, tiksinirim.”
Bu beyânıyla Mevlânâ Hazretleri kendisini açıkça; “Kur’ân’ın kulu, kölesi; Hazret-i Peygamber’in nurlu yolunun toprağı” olarak takdîm etmektedir. Yani pergelin sabit ayağının dâimâ şerîate bağlı bulunduğunu, hayatını Kur’ân ve Sünnetʼin tâlimatlarına göre tanzim etmeye gayret gösterdiğini açıkça beyân etmektedir.
O hâlde şerʼî hükümlerle amel etmeden Hazret-i Mevlânâʼnın yoluna mensûbiyet iddiâsında bulunmak, evvelâ Hazretʼin aziz rûhunu incitecektir.
TARÎKATLERDE TİCARÎ FAALİYETLERE GİRİLMEMELİ
Diğer taraftan, bâzı tarîkatlerde de, başlangıçta sûret-i haktan görünen güzel niyetlerle birtakım ticârî faaliyetlere girilmektedir. Fakat işin sonunda, ekseriyetle takvâ hassâsiyetlerinden uzaklaşılarak maddî menfaatlere râm olmuş bir yapıya dönüşülmektedir. Bu ise, bâriz bir şekilde dînin dünyaya âlet edilmesidir. Hiçlik ve yokluk kapısı olan tarîkatin, varlık ve çokluk kaygısıyla hareket eden bir menfaat çarkına dönüşmesidir.
BAZI TARÎKATLERDE TAVİZ VERİLEN ŞER’Î ÖLÇÜLER
Bâzı tarîkatlerde ise, helâl-haram hassasiyetleri geri plâna atılarak, yine; “benim kalbim temiz(!)”gibi, içi doldurulmamış ifâdelerle, kadın-erkek ihtilâtının önünün açıldığı, tesettürde zaaf gösterildiği ve daha nice şerʼî ölçülerden tâviz verildiği görülmektedir. Sanki kalp temiz olduğunda helâl-haram sınırlarına riâyet etmek gerekmezmiş gibi, tamamen nefsâniyete prim veren, bâtıl bir görüşe meyledilmektedir.
HELÂL VE HARAMA RİÂYET EDİLMELİ
Böylece her hususta en büyük rehberimiz olan Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem-ʼin, en temiz kalpli insan olduğu hâlde; ibadette, muâmelâtta, ahlâkta ve bilhassa günümüzün en büyük problemi olan “helâl ve harama riâyet”te, ümmetine emsalsiz bir örnek teşkil etmiş olduğu hususu, görmezden gelinmektedir.
Hâlbuki Ehl-i Sünnet veʼl-Cemaat muhtevâsı içindeki gerçek tasavvuf, Peygamber Efendimizʼin hayat düsturlarıyla, zâhiren ve bâtınen bütünleşebilme gayretidir. Rasûlullah -sallâllahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevî kemâlâtın zirvesinde bulunmasına rağmen, nasıl ki zâhirî kulluk vazifelerini de son nefesine kadar büyük bir titizlikle îfâ etmişse, Oʼnu örnek alması gereken her müʼmin de, hangi mânevî makam, mevkî, meşrep ve tarîkatte olursa olsun, şerʼî vazifelerini yerine getirmekle mükelleftir.
HARAMLAR ASLÂ HELÂL OLMAZ!
Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleriʼnden nakledilen şu hâdise, bu hususu ne güzel îzah etmektedir:
“Bir gün gözümün önünde bir nur peydâ olmuş ve bütün ufku kaplamıştı. «Bu nedir?» diye bakarken, nurdan bir ses geldi:
«–Ey Abdülkâdir, ben senin Rabbinim! Bugüne kadar yaptığın sâlih amellerden öyle memnunum ki, artık sana haramları helâl eyledim.» dedi.
Ancak hitap biter-bitmez, ben bu sesin sahibinin şeytan -aleyhillâne- olduğunu anladım ve:
«–Çekil git ey mel’un! Gösterdiğin nur, benim için ebedî bir zulmettir/karanlıktır.» dedim.
Şeytan:
«–Rabbinin sana ihsân ettiği hikmet ve firâsetle yine elimden kurtuldun! Hâlbuki ben, yüzlerce kimseyi bu usûl ile yoldan çıkarmıştım.» diyerek uzaklaştı.
Ellerimi yüce dergâha açtım; bunun, Rabbimin bir lûtfu olduğu şuur ve idrâki içinde, Cenâb-ı Hakk’a şükürler eyledim.”
Cemaatten biri:
“–Onun şeytan olduğunu nereden anladınız?” diye sorunca da;
“–«Sana, haramları helâl kıldım.» demesinden!” cevabını verdi.
KUR’ÂN VE SÜNNETE UYMAYAN KİŞİ TASAVVUF EHLİ OLAMAZ
Hakîkaten bir kul, güzel hâli, sâlih amelleri ve mânevî derecesi sebebiyle helâl-haram hudutlarından muaf tutulacak olsaydı, evvelâ insanlığın Hakk’a kulluktaki zirvesi olan Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- böyle bir muâfiyete sahip olurdu. O’na bile böyle bir imtiyaz tanınmadığına göre, hiç kimseye de tanınacak değildir.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Bâtına ehemmiyet vermek, zâhire de ehemmiyet vermeyi îcâb ettirir. (Yani zâhir ve bâtının bir âhenk içinde olması zarurîdir.) Bâtınla meşgul olurken zâhiri ihmâl eden kimse zındıktır. Onun elde ettiği bâtınî hâllerin hepsi istidraçtır.[1] Bâtınî hâllerimizin sıhhatini gösteren en iyi ölçü, zâhirimizin şer’î ölçülere göre tanzim edilmesidir. İstikâmet yolu işte budur.”[2]
Bu itibarla, hayatını Kurʼân ve Sünnet ölçülerine göre düzenlemeyen, dînin zâhirî mükellefiyetlerini ihmâl eden bir kimsenin dilinden, ne kadar tasavvufî ifâdeler dökülürse dökülsün, o kimse, gerçek mânâda tasavvuf ehli olamaz.
İLÂHİ EMİRLERE UYMAYAN MÜ’MİN SEYR U SÜLUK YOLUNDA MESAFE KAT EDEMEZ
Meselâ mîras meselesini, dünyevî menfaatine uymadığı için, ilâhî emirlere göre tanzim etmekten kaçınan bir müʼminin, seyr u sülûk yolunda bir mesafe katetmesi düşünülemez.
Aynı şekilde, âile hayatında İslâmî ölçülere riâyet etmeyen birinin tasavvufî hayatından söz edilemez. Çocuklarının sırf fânî istikbâlini düşünerek onları Kurʼân eğitiminden mahrum bırakan, böylece yavrularının ebedî istikbâlini tehlikeye atan bir anne-babada mânevî inkişâf olmaz. Böyle bir anne-babanın tasavvuf ehli olduğunu zannetmesi, ancak gafletinin bir göstergesidir.
KİŞİ MANEVİYATINI NASIL SAKATLAR?
Yine ticârî hayatta kul hakkı yemek, dünyevî bir menfaati için Allâhʼın men ettiği şekilde hareket etmek, “canım bu seferlik olsun da bundan sonra yapmam” gibi ifâdelerle tâvizlere meyletmek; kişinin kendine yaptığı en büyük zulümdür, mâneviyâtını sakatlamasıdır.
Kıskançlık ve hasetleri sebebiyle, Hazret-i Yûsufʼu öldürmeye teşebbüs eden kardeşlerinin Kurʼân-ı Kerîmʼde beyân edilen şu ifâdeleri de, kulu haramlara düşürmek için nefsin kurduğu tuzakların tipik bir misâlidir:
“(Yûsufʼun kardeşleri aralarında dediler ki:) Yûsufʼu öldürün veya onu (uzak) bir yere atın ki babanızın teveccühü yalnız size kalsın! Ondan sonra da (tevbe ederek) sâlih kimseler olursunuz!” (Yûsuf, 9)
“NASIL OLSA TEVBE EDERİM” DİYEREK HARAMLARA DALMAK
Dolayısıyla, gelip gelmeyeceği meçhul olan yarınlarda tevbe edip hâlini ıslâh etme düşüncesiyle bugün haramlara dalmak, hem tevbeyi hafife almaktır hem de kendini nefsânî arzuların kölesi hâline getirmektir. Bu hâl ise mânevî hayatına zehir serpmekten farksızdır.
Bu hususta Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın verdiği şu ölçüleri hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak îcâb eder:
Kendisine bir şey emânet edildiğinde, emânete riâyet ediyor mu?
Dünya ile meşgul olurken helâl-haram hassâsiyetini gözetiyor mu? İşte bunlara bakınız.”[3]
TASAVVUF, HAYATIN HER SAFHASINDA ŞERİATE RİAYETİ GEREKTİRİR
Velhâsıl, kişinin ibadetlerinde, muâmelâtında, ahlâkında ve hayat nizâmında şerʼî ölçülere riâyet hassâsiyeti yoksa, o kişinin tasavvufî bir terakkî beklemesi mânâsızdır.
Unutmayalım ki, İslâmʼın zâhirî hükümleri diyebileceğimiz şerîat, âdeta bir vücûdu ayakta tutan iskelet gibidir. İskeleti olmayan, omurgasız bir beden ayakta kalamaz. Fakat sırf iskeletten ibâret bir dînî hayat da -kimilerinin kasten göstermek istedikleri gibi- ürkütücü, soğuk, itici ve ruhsuz bir İslâm anlayışı ortaya koyar.
TASAVVUF, İSLÂM’I BÜYÜK BİR AŞK VE ŞEVKLE YAŞAMA GAYRETİDİR
Bu bakımdan gerçek tasavvuf; İslâmʼı, Allah Rasûlü -sallâllahu aleyhi ve sellem-, sahâbe-i kirâm, selef-i sâlihîn ve takvâ ehli müʼminlerdeki feyz ve rûhâniyet dolu muhtevâsıyla idrâk edip, tıpkı onlar gibi, büyük bir aşk, vecd ve şevkle yaşama gayretinden ibârettir.
Dipnotlar:[1] İstidraç: Kerâmetin zıddı olarak, kâfir, fâsık ve müteşeyyih, yani velî olmadığı hâlde velîlik taslayan bâzı şahıslardan zuhûr eden hârikulâde hâller. Bu hâller birer ilâhî imtihan olup onları yavaş yavaş helâke sürükler. [2] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 87-88, no: 87. [3] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları.
Kenan Rifâî’ye göre tasavvuf herhangi bir din kaydından müstakil olarak mevcut olup insanla beraber başlayan ve insanla beraber tekâmül eden bir tefekkür silsilesi, bir hayat tecrübesidir. Daima dinle yan yana görülmesi, dinin onun yardımına, şerh ve tefsirine muhtaç olmasından dolayıdır.
İnsanlıkla beraber başlayan ve dinlerin cevherini meydana vurma keyfiyeti diyebileceğimiz tasavvuf son istihalelerini İslâm dini ile beraber yaparak en olgun ve en kemâlli halini bulmuştur. Nasıl ki İslâm dini geçmiş bütün dinleri câmi ve onların zemini üstünde âbideleşmişse İslâm tasavvufu da böyledir. İndifâ (lav püskürtmek) eden bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun da yer yüzüne akmasını önleyecek bir kuvvet yoktur.
Onun tasavvuf anlayışı içinde hem ahlâkçıların, hem vahdet-i vücudcuların, hem de ilâhî temâşâcıların kuvvetli terkibi kaynaşarak şahsiyeti hamurunu, böyle müşterek bir maya ile kabartıp kıvamlandırmıştır.
Yukardaki ifadenin en güzel örneği: “Benim üç gözlüğüm var. Biri yakını gösterir, ötekini uzak için kullanıyorum, üçüncüsü ile de hem yakını, hem uzağı görüyorum. Yani bunda iki türlü görüşe de elverişli camlar mevcut. Eğer yakın gözlüğü ile uzağa bakacak olsam başıma dönme veriyor, keza uzak gözlüğü ile de yakın bir şeye baksam aynı hal vâki oluyor, fakat üçüncü böyle değil.
Bundan şu neticeyi çıkarmak mümkün: Demek oluyor ki: Yalnız dünyayı, şekli, maddeyi görmek isteyenler için âhireti, mânâyı, ruhu görmek mümkün olmuyor, yalnız âhireti görmek isteyenler için ise dünyayı görmek mümkün olmuyor. Halbuki insanın gözünde öyle bir gözlük olmalıdır ki dünyayı, yani zâhirî şekli görmesi mânâyı görmesine ve mânâyı görmesi de şekli görmesine mâni olmasın.”
Ken’an Rifâî’nin tasavvuftan kastettiği şey en geniş mânâsı ile “birlemek” tir. Çokluk halinde önümüze serilen bu âlemi bir bilip, bir görüp, bir sevmek.
Kendisine “tasavvuf nedir?” diye soranlara “gönül bilgisidir” diye cevaplandırıyor. Yine bir başka tarifinde “her hal ve vakitte edebdir”. “Tasavvuf güzel ahlâktır, güzel ahlâk ise edebdir, edeb ise Haktan başka bir şey görmemektir” diyor. “Herkesin kendi üstüne düşeni yapması bir ibadettir. Fiillerimiz, bu âlem sahnesinde oynanacak olan piyesten istidadımıza göre bize verilen rolün gereğidir.
Tasavvuf, İslam tarihinde ortaya çıktığı günden beri hiç gündemden düşmemiş, kıyamete kadar da düşmeyecektir. Çünkü tasavvufun konusu insandır, insan terbiyesidir. İnsan var olduğu müddetçe tasavvuf da var olacaktır.
Tasavvuf, kelime olarak Kur’an ve sünnette geçmez. Ama içerik olarak tamamen Kur’an ve sünnet esasları üzerine kurulmuştur.
Bu hâliyle tasavvuf yeni bir din değildir. O sadece dinin yeni bir üslup içinde sunulmasından ve özel bir usul içinde yaşanmasından ibarettir.
Gavs-ı Sani k.s. hazretleri "Dinde olmayan tasavvufta yoktur" buyurmuştur.
"Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir." (Yasin 21. ayet)
"Her insan topluluğunu imamları ile birlikte çağıracağımız o günde kimlerin amel defteri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okuyacaklar. " (İsra 71. ayet)
Tasavvuf terbiyesi, Allah ve Rasulünün (s.a.v) öğrettiği edep üzere kurulmuş manevi bir ahlak eğitim sistemidir. Bu sistemin hedefi, takva ve edeple Allahu Teâlâ’nın rızasına ulaşmış olgun insan yetiştirmektir.
Tasavvuf, İslam dininin en kıymetli ilimlerinden ihsan ilmini öğretir, ihsan hâlini ele geçirmeyi hedefler, dinin hizmetçiliğini yapar. İhsan, kalbin gafletten uyanması, ilahi nur ve sevgi ile yıkanması, bütün günah çeşitlerinden arınması ve Yüce Allah ile huzur bulmasıdır. Kısaca ihsan Yüce Allah’ın dostu olmaktır.
‘Tasavvuf nedir?’ sorusunu, İslam’a girmeyen, Kur’an ve Sünnet ilmini gereği gibi bilmeyenlere sormak yanlış olur.
Bu soruyu İslam’ı, temel esaslarından öğrenip tasavvuf yolunu imar eden mimarlara sormak gerekir. Çünkü tasavvuf ayrı bir din değil, İslam’ın içinde bir anlayıştır. Bu yüzden tasavvufun mimarları onu binlerce değişik açıdan tanıtmışlar ve tarif etmişlerdir.
Bu tarifler, İmam Sühreverdî’nin (632/1234) tespitine göre bini geçmekte,[1]sufi âlim Zerruk’un (899/1493) ifadesiyle de iki bine ulaşmaktadır.[2] Bütün bunlarla anlatılmak istenen şudur:
Tasavvuf güzel ahlaktan ibarettir. Güzel ahlak, Allahu Teâlâ’nın edebi ile edeplenmektir. Bu, içi ve dışıyla Allah adamı olmak demektir. Bu güzelliği elde etmenin yolu, samimiyetle Allah’ın Sevgilisi Hz. Muhammed’e (s.a.v) uymaktır. Ona uyan Yüce Allah’a dost olur. Allah’a dost olan kimse, dünya ve ahiretin şerefini bulur, ebediyyen kurtulur. Bu sonuç her insan için en büyük hedeftir.
Bu dostluğun ve güzel kulluğun merkezi ise kalptir. Onun için işe kalbin manevi terbiyesinden başlamak gerekir. Zira insanı, güzel kulluk gibi büyük bir davaya hazırlamak en mühim görevdir. Bu önemli görev her mümini yakından ilgilendirir. [3]
Kıssa
Cüneyd-i Bağdadi ks. Hazretlerine:
Tasavvuf nedir? Diye sordular; Bilmiyorum! Dedi ve sonra ilave etti;
Keremli bir kavim içinde, keremli bir zamanda, keremli bir kişiden, keremlinin izhar ettiği, kerem ahlâkı.
Tasavvufun Dindeki Yeri ve Önemi
Din, Yüce Allah’ın kullarını terbiyesinden ibarettir. Bu terbiye üç temel alanda gerçekleşmektedir. Birincisi inanç, ikincisi ibadet, üçüncüsü de ahlaktır. Din inanmakla başlar; ibadet ve taatle yaşanır. Edeb, güzel ahlak, ilahi sevgi, kalp temizliği, nefis terbiyesi ile Allah’a dostluğun tadına varılır. Şu halde kâmil bir mümin olmak, dini kâmil olarak yaşamaya bağlıdır.
İman, inanç esaslarıdır. Bunu akide ve kelam âlimleri inceler. İbadetleri fıkıh âlimleri işler. Ahlak ise, insanın iç terbiyesidir. Ahlak terbiyesi, ilim ve ahlak konusunda kâmil insanların rehberliğinde olur. Bu kâmil insanlar daha çok bir mürşid nezaretinde tasavvuf mekteplerinde yetişir.
Meşhur Cibril hadisinde belirtilen ihsan, asıl hedefi iç temizliği olan tasavvuf terbiyesinin temelini oluşturmakta ve bu terbiyenin önemini ortaya koymaktadır.[4]
Öyle ki, İmam Gazali (rah) böyle bir terbiyeye girip nefsi ıslah etmeyi, herkes için farz-ı ayın kabul eder. Yani olmazsa olmaz gibi şart koşar, ‘Çünkü peygamberler hariç, hiç kimse manevi hastalıklardan uzak değildir ve onlardan tek başına kurtulamaz’ der. [5]
Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî k.s. ise şöyle buyurmuştur: “Maneviyat ilmi ve terbiyesi almayan kimse, hiç farkında olmadan birçok büyük günah işlerken ölür gider.”[6]
İbnu Allan es-Sıddîkî (rah) farkında olunmayan bu günahların kibir, kendini beğenme, ibadetiyle övünme, insanları beğenmeme gibi gizli günahlar olduğunu belirtir. [7]
Kıssa
Seyyid Kasım-ı Tebrîzî şöyle anlatmıştı: "Bir gün Mevlânâ Zeynüddin Ebû Bekir-i Tâyibâdî'nin meclisinde oturuyordum. O zamanın şeyhlerinden birinin bir müridi de oradaydı. Mevlânâ Zeynüddin ona, 'Şeyhini mi daha fazla seversin, yoksa İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'yi mi?’ diye sordu. O mürid,
Şeyhimi daha çok severim’ deyince Mevlânâ Zeynüddin bu söze çok sinirlendi ve kızdı. Sonra üzüntüsünden kalkıp evine gitti. Ben orada oturup, kaldım. Bir an geçtikten sonra Mevlânâ Zeynüddin dışarı çıktı ve bana,
'O müride çok kızdık ve yüzüne hoş olmayan söz söyledik; gel varalım, özür dileyelim’ dedi. Birlikte onun yanına gitmek için çıktık. Mürid yolda önümüze çıktı ve dedi ki:
'Ben de sizden özür dilemeye geliyordum. O sözle neyi kastettiğimi arz eylemek istedim. Şöyle ki; bunca yıldır İmâm-ı Âzam hazretlerinin mezhebindeyim. Kötü sıfatlarımın hiçbirinden kurtulamadım. Birkaç gündür şeyhime hizmet etmekteyim. Bütün çirkin huylarımı onun güzel himmetiyle bertaraf ettim. Böyle bir zatı İmâm-ı Âzam'dan daha fazla sevmemde ne sakınca olabilir? Eğer kitaplarda bu sevgi hoş değildir diye nehyetmişlerse ispatlayın, biz de sevgimizden vazgeçelim!’ Mevlânâ Zeynüddin o müridden özür diledi ve onu takdir etti." [8]
İbn Acîbe el-Hasenî k.s. şöyle buyurmuştur:
‘’Hz. Peygamber’in s.a.v. usul ve yolu üzere terbiye veren kâmil mürşidlerin hali, insanlara aynı derecede yönelmek ve onların tabiatında değişim gerçekleştirmektir. Onlar, (Allah’ın izniyle) günahkâr kimseyi itaatkâr, kâfiri mümin, gafili zakir, cimriyi cömert, kirliyi temiz, kötüyü iyi, cahili ârif yaparlar. Bu şekilde insanların kimyasını (mizacını) ve halini değiştirirler; çünkü onların yanında bunun iksiri vardır. Bu iksir, varlığın kimyasını ve tabiatını değiştirme özelliğine sahip olan ebedî aşktır.’’[9]
Her mümine, sahih iman ve düzgün ibadet farz olduğu gibi; kalp temizliği, nefis terbiyesi ve güzel ahlak da farzdır. Bu farzları yapmaya vesile olan şeyler de onlar kadar önemlidir.
Hiçbir mümin, ben imanı ve ibadeti öğrenirim, yaparım fakat bana ihlâs lazım değildir; ilahi sevgi gerekmez, benim marifetullaha ihtiyacım yok, ben kalp temizliği istemem, nefis terbiyesi ile uğraşamam diyemez. Derse hak yolda gidemez, dinini hakkıyla yaşayamaz, Yüce Allah’ın rızasını kazanamaz, hakiki huzuru bulamaz.
Bitmeyen huzur ilahi sevgiye ve zikrullaha bağlanmıştır. Hiçbir zaman değişmeyecek bu kesin hüküm Kur’an-ı Hâkim’de şöyle ferman buyrulmuştur:“Allah kendisine yönelen kulunu hidayete, rızasına giden yola erdirir. Onlar iman edenler ve kalplerini Allah’ın zikriyle huzura erdirenlerdir. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.“[10]
Gavs-ı Sânî k.s. hazretleri şöyle buyurmuştur: ‘’Sadat’lar gözünü ne sağa ne sola diktiler. Allah’ın rızasına diktiler. Kendilerini kerem kapısında buldular. Sizde öyle yapın.‘’
Allahu Teâlâ, ilahi terbiyenin ve dostluğun merkezine Resûlü Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi koymuştur. Ona uymadan kimse Yüce Allah’a gidemez, O’na dostluk yapamaz. Allahu Teâlâ bu konuda bütün insanlığın önüne şu ilâhî ölçüyü koymuştur: “Rasûlüm! De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz/ uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve esirgeyicidir.“[11]
Âlimlerin belirttiği gibi, bu ayette geçen ‘tabi olmak’, sıradan bir tabi olmak değildir. Buradaki ittiba, Hz. Peygamber’e (s.a.v) gerçek manada duyulan bir sevgiyi içine almaktadır. Bu sevgi, Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v) kalple, dille, özle, sözle, hâl ve ahlak ile tam bir teslimiyetle uymayı gerektirir.
Efendimiz (s.a.v), Ashab-ı Kiram’a (r.anhüm) dini, iman, ibadet ve ihsan boyutuyla öğretmiş, göstermiş, yaşatmış ve öylece ahireti şereflendirmiştir. Sahabe-i Kiram da (r.anhüm) kendilerinden sonra gelenlere dini, iman, ibadet ve ihsan boyutu ile bir bütün olarak aktarmıştır. [12]
Tasavvufun Sistem Olarak Ortaya Çıkışı
Hicri ikinci asırdan itibaren dinî hayatta bir zayıflama gözükmeye başlandı. Yeni fetihler ve İslam’a yeni girenlerle İslamiyet geniş alanlara yayıldı. Bu durum çeşitli sıkıntıları da yanında getirdi. Dine yeni girenlere, onu hakkıyla anlatmak ve yaşatmak için âlimler ve salihler büyük çabalar harcadılar.
Akaid âlimleri, itikat konularına, fakihler ibadet konularına, muhaddisler hadisleri tespite, müfessirler Kur’an’ın tefsirine, dil âlimleri Arapçaya yönelip İslam’ın temel ilimlerini ihya etmeye ve insanlara ulaştırmaya çalıştılar ve Allah’ın izniyle bunda muvaffak da oldular. Bu arada arif, salih, veli, sufi ismiyle anılan Allah dostları da dinin edep, ahlak, kalp temizliği ve ilahi aşk yönüne yöneldiler; himmet ve gayretlerini bu alanda sarf ettiler. Bu arada, insanların fıtratlarına uygun terbiye metodları, ıslah usulleri geliştirdiler. Bu işte, Kur’an ve sünnet esaslarına dayandılar. Sahabe-i Kiram’ın uygulamalarını ve onları takip eden salihleri örnek aldılar. Dinin terbiyesini bizzat nefislerinde yaşayarak tattılar ve insanlara gösterdiler. İnsanların gönlüne hitap ettiler. Sohbet, muhabbet, vaaz, nasihat, tövbe, aşk, güzel ahlak, incelik, sadelik, cömertlik gibi güzelliklerle gönülleri fethettiler.
İşte bu maneviyat önderleri, hicri beşinci asırdan itibaren İslam âleminde görülen terbiye ocaklarını ve tasavvuf okullarını kurdular. Bu terbiye ocakları dini ihya hizmetini yürütmüş ve hâlen yürütmektedir.
Zâhirî ilimler nasıl konuşma, duyma ve yazı yoluyla bir nesilden diğerine aktarılıyorsa; hâl, maneviyat ve kalp ilmi denilen ihlâs, feyiz, sevgi, ilahi aşk, gözyaşı, edep ve güzel ahlaklar da, kalpten kalbe, gönülden gönüle aktarılarak ve bizzat yaşanarak günümüze kadar getirilmiştir. Kıyamete kadar da böyle gidecektir. Çünkü Kur’an, sünnet ve dinimize ait ilimler ilahi koruma altındadır. Allahu Teâlâ, rahmetiyle, her devirde bu dinin hem zahirî ilimlerini, hem de manevi ilimlerini öğrenecek, anlayacak ve başkalarına aktaracak kimseler yaratmıştır. Maneviyat ve ahlak ilmini, kâmil mürşidler taşımakta ve nasibi olanlara ulaştırmaktadır. Bu nimet, Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimizin âlemlere rahmet olma mucizesinin bir devamıdır.
Necmeddin-i Kübrâ k.s. hazzretleri ise şöyle buyurmuştur: ‘’Tasavvuf yolu doğru yoldur. Üstelik yolların en yüce ve değerlisidir. Çünkü yollar gayesine göre değer kazanır. Tasavvuf yolunun gayesi ise Allah Teâlâ’yı tanımak ve Hz. Muhammed’in s.a.v. bildirdiği bütün hükümleri edeple uygulamaktır. Dolayısıyla bu yolda rehberlik eden kâmil mürşidler diğer yol gösterenlerin efendisi konumundadır. Zira kâmil mürşidler, Resûlullah s.a.v. Efendimiz’in ilminin varisleridir. Onlar Kur’an ve Sünnet’e göre amel eden kimselerdir. ‘’[13]
Kıssa
S. Saki Hazretleri anlatıyor: Babam (Gavs-ı Sâni hazretleri) şöyle anlattı:
“Ben bu göreve gelince, bir rüya gördüm. Rüyamda, başımın üzerinde bir taht yapılıyordu. Tahtı yapanlara, ‘Bunu kim için yapıyorsunuz?’ diye sordum.‘Hz. Resûlullah (s.a.v) için yapıyoruz, o gelip oturacak’ dediler.
Ben, ‘Ne kadar oturacak?’ diye sordum. Bana, ‘Bu kapıda sünnet-i seniyyeye uyulduğu sürece, Hz. Peygamber orada oturacak’ denildi. Biz de bütün gücümüzle sünnet-i seniyyeye uyarak Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v) devamlı başımız üstünde oturmasına çalışacağız inşallah.”
Bu manevi emanet bu kapıda Kur’an, Sünnet ve âdapla kalacaktır. Bunun için hep Kur’an’a, Sünnet’e ve yolumuzun adabına sarılmamız gereklidir. Bugüne kadar böyle gelmiştir. İnşallah bundan sonra da böyle devam edecektir. [14]
Gavs-ı Sanî k.s. “Sâdatlar, dini İslâm’ın içinden, en güzel takva üzere ne ise, adap olarak onu seçmişler” buyurmuştur.
Tasavvuf her şeyi ile dinin hizmetindedir. Hedefi, takvâya ulaşmış kâmil insan yetiştirmektir. Ölçüsü Kur’an ve Sünnettir. Sermayesi ilâhî muhabbettir. Meyvesi aşk, edeb ve muhabbet-i İlâhiyyedir.
Allah aşkını hedefleyen tasavvufu tanımak için tatmak gerekir. Nasıl bir tatlıya uzaktan bakmakla veya sırf tarifini okumakla tadı anlaşılamazsa, manevi halleri tatmak da ona ulaşmakla olur. Ulaşmak, yaklaşmakla başlar. Yaklaşmayan yabancı kalır. Yabancı kalan, o şeyin cahili olur. Bir kimse, hem cahil hem de edebi eksik olursa, onun iyi diye yaptığı çoğu şey bile yıkım ve fesat olur. En kötü cahil ise bildiğini zanneden, fakat gerçekte bilmeyendir. Edepli cahil, edepsiz okumuştan daha kârlıdır. Çünkü edepli olan, susmasını bilir. Susmakta pek çok hayır vardır. Fakat içinde edep olmayan sözde ve işte hiçbir hayır yoktur. Aksine zarar çoktur.
Kâmil mürşidi tanımak için, onunla aynı yolu, edebi, zikri, fikri, hizmeti, ibadeti sevgiyi bir derece paylaşmak gerekir. Mürşide teslim olmayan tabi olmaz. Tabi olmayan, onu lâyıkıyla tanıyamaz. Tanımayan sevmez. Sevmeyen bilmez. Bilmeyen onun hakkında şahitlik edemez. Onlar hakkında bilmeden konuşanlar, övseler de yerseler de haksızlık etmiş olurlar. İkisi de mürşidin hakkını zayi eder. Veliyi tanımadan kötüleyen kimse inkâra, metheden kimse ifrata düşer. İnkâr zulüm, ifrat ziyandır. İkisi de haramdır.
İmam Rabbani k.s. “Bir mürşit terbiyesine girmekten maksat, hakiki imana ulaşıp ilahi emir ve hükümleri muhabbetle uygulamaktır”[15]
Seyyid Abdulkadir Geylanî, Yunus Emre, Mevlana Celaleddin Rûmî, Hacı Bektaş-ı Veli, Şah-ı Naşıbend, İmam Rabbani, Mevlana Halid, Ahmed Rufâî ve diğer büyük zatlar (Allah hepsinin derecesini âli etsin ve kudsiyetini artırsın) bütün insanlığa ilahi aşkı yaşayarak göstermişler, nicelerini bu saadetle tanıştırmışlardır.
Menkıbe
Bir şâhid anlatıyor: Seyda Hazretleri İstanbul’daki hocalardan bahsederken Molla Sadreddin Yükselden bahsetti. Ben de, ‘’Çok yüksek âlim olduğunu söylüyorlar,’’ deyince: ‘’Evet, Hazretin tekkesinde yetişmiş, Şeyh Maşuk Hazretlerine yakın damat olmuş çok yüksek âlim, sen de ziyaretine git,’’ dedi.
İstanbul’a dönünce Molla Sadreddin Hoca Efendiyi ziyarete gittim. Sohbet esnasında:
‘’Efendim, dünyada çok yüksek âlimler var, aynı zamanda mürşid-i kâmiller var. Bu ikincilere ayni mürşid-i kâmillere hüsnü teveccüh ve etraflarında cemaat daha çok, bunun hikmeti nedir?’’ dedim. Cevaben:
‘’Ben meşhur bir âlimim, bugün Beyazıt meydanına çıksam arkamda elli kişi zor toplarım. Ama senin şeyhin Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri bir beldeden bir beldeye gitse, çevresinde yirmi-otuz bin insan toplanıyor. Bunun sebebi, hakikatte hidayete erdirici olan Allahü Teâlâ’dır, hidayet onun elindedir. Hz. Muhammed s.a.v.’e dahi: ‘’Yâ Habîbim! Sen istediğini hidayete getiremezsin,’’ buyurmuş. Şu halde, hidayet sahibi Allahü Teâlâ’dır. Yalnız Allahü Teâlâ bir kulunu severse ona hidayetten bir nusret, bir inayet verir. Allah kimin eline hidayeti verirse o irşad sahibi olur. İşte bu asırda senin şeyhinin eline hidayeti; Allahü Teâlâ koymuş, Resûlullah s.a.v. Efendimiz koymuş, bunun sırrı budur,’’ diye açıkladı. [16]
Seyyid Muhammed Raşid k.s. hazretleri şöyle buyurmuş: ‘’Allah dostluğu nedir iyi bilenler, bu yolun ne kadar faydalı olduğunu çok iyi bilirler.‘’
Hz. Mevlânâ k.s şöyle buyurmuştur: "Kâmil bir mürşidin elini tutmak, Allah'ın kudret elidir."
Allah'ın kudret eli demek, Rabbü'l-âlemin'in gücü kuvveti ve azametine temsildir. Resûlullah Efendimiz'in (s.a.v) eli ise, insanlara uzanan bir ilâhî rahmettir. Bu el vasıtasıyla Allah Teâlâ, dilediğini diriltir veya öldürür. Peygamberler, kâmil mürşidler Allah'a hidayete sevkeden vesilelerdir. Rabbü’l-alemin'in insanlara özel ikramıdır.
Müridin kendisini şeyhe teslim etmesi, kendini Allah ve Resûlü'ne teslim etmesi demektir. Çünkü şeyh olan kimse Resûlullah s.a.v.'in halifesidir. Resûl/peygamber ise Allah'ın halifesidir. Şu halde şeyhin elini tutan, Resûlullah'ın elini tutmuş gibi olur. Allah'a teslim olmuş demektir. Müridler, şeyhlerin elini tutup tövbe/biat ederler, çünkü ashap da böyle yapmıştır. Resûlullah s.a.v. Efendimiz'e geçmiş hayatlarına tövbe ederek biat etmişlerdir. Müridin, mürşid elini tutması sünnet-i Resûlullahtır. Bunu bilmeyen tasavvuftan nasipsizler, 'Bu da nerden çıktı?' derler. Meşâyih/mürşid-i kâmiller, kavmi içinde enbiya gibidir. Müridin, şeyhin elini alması mübayaat/manevi alışveriştir.’’ [17]
Hucvirî k.s. şöyle demiştir: “Eğer tasavvufu inkâr edenler, sadece tasavvuf ve sûfi kelimesinin Kur’an’da bulunmadığını söylüyorlarsa bunda garipsenecek bir şey yoktur; bu doğrudur. Fakat tasavvufun içerdiği manayı ve ahlakı inkâr ederlerse, o takdirde Hz. Peygamber’in (s.a.v) getirdiği dinin tümünü ve onun bütün güzel ahlaklarını inkâr etmiş olurlar.” [18]
Hz.Mevlânâ k.s. hazretleri şöyle buyurmuş: ‘’Kılavuzsuz yol gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.’’[19]
Gavs-ı Sânî ks. ise: ‘’Bu zamanda insanlara yapılabilecek en büyük iyilik, tövbeyi tarif etmek ve bir mürşid-i kâmile yönlendirmektir. İnsanlara yapılacak en büyük iyilik budur.‘’
Menkıbe
Anlatıldığına göre bir gün seksen üç yaşında bir zat, Seyyid Muhammed Raşid hazretlerinin meclisine geldi. Oradakiler, bu zatın bazı söz ve davranışlarını beğenmeyip tenkit ettiler. Bu zat şöyle dedi:
Ben bu yaşıma kadar dinin hiçbir emrini yapmadım. Aşırı derecede sarhoş olduğum bir gün, dostlarım beni buraya getirmişler ve Seyda hazretlerinin k.s. elini öptürüp banyo yaptırdıktan sonra caminin altına yatırmışlardı. Sabah uyandığımda, bilmediğim bir çevre ve tanımadığım insanlarla karşılaştım. Seyda hazretlerini k.s. gördüğümde, bir nurun ayak parmaklarımdan girip bütün vücudumu kapladığını gördüm. Bu nur beni o halimden bu halime çevirdi. Ben şimdi on yedi günlüğüm.
Evet… Evliyanın nazarı cezbeyi doğurur. Cezbede ilâhî aşk ve muhabbeti meydana getirir. Bundan sonra o kişi, Allah’a yöneldi, dinini öğrendi ve dinini yaşayan biri haline geldi. [20]
Ariflerde ilim amele, amel hikmete, hikmet marifete, marifet ilâhi muhabbete dönüşür. Kamil insan yeryüzünde Allahu Teâlâ’nın halifesi olduğundan, kendilerine, kullar ve kalpler üzerinde tasarruf yetkisi verilmiştir. Arifler Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin özel tecellilerine mazhar olmuşlardır. Bu sayede özel bir ilme, farklı bir kalbe, ayrı bir şahsiyete sahiptirler.
Müfessir Kad-ı Beydavî hazretleri şöyle buyurmuştur: “Allahu Teâlâ bazı kullarını diğer kullarını terbiye için halife seçmiştir. Aslında Yüce Allah’ın kendi işlerini gördürmek için bir halifeye ihtiyacı yoktur. Bunu sırf kullarına merhametinden yapmıştır. Çünkü her insan vasıtasız olarak ilahî feyzi alamaz, emirleri anlayamaz, kalbini manevi kirlerden arındıramaz. Kusur ve noksanlıkları buna mani olur. Bunun için bir vasıta gerekir. [21]
İmam Şârânî k.s. şöyle buyurmuştur: “Kamil mürşidin tek gayesi vardır; o da şudur: Müritlerini güzel ahlak ile süsleyip, Allah ve Rasulünün huzurunda sevilecek bir olgunluğa ulaştırmaktır.”[22]
Onları görenler ve candan sevenler, sanki Rasulullah (s.a.v) Efendimiz ile karşılaşmış ve tanışmış gibi huzur duyarlar. Onların meclisine girenler, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) saadetli yüzüne nazar etmiş gibi haz alırlar. Onların elinden tutanlar, Rasulullah Efendimizin (s.a.v) mübarek elinden tutmuş ve onu öpmüş gibi olurlar. Onlar her devirde ümmetin önünde edep önderi, takva imamı, irşat kutbu olmuştur.
Seyyid Abdulkâdir Geylânî (k.s), Seyyid Muhammed Bahâüddin Nakşıbend (k.s), Seyyid Ahmed Şehîd (k.s) Seyyid Abdülhakim el-Hüseynî (k.s), Seyyid Muhammed Râşid el-Bilvânisî (k.s)... ve daha niceleri...
Bu büyükler gibi her devri süsleyen nice Muhammedî güller vardır. O güller, temiz gönüllere koku verirler. Onlar Yüce Allah’ın boyası ile boyanmışlardır. Onların gönlü ilâhi aşk ile doludur. O güllerin dallarından sevgi balları akar, hepsi dışa süzülmüş özdeki sevgiyi yayar.
Hz. Mevlana k.s. hazretleri diyor ya: ‘’Gül mevsimi geçince gül kokusunu nereden alacaksın? Şüphesiz gül suyundan!’’[23]-[24]
Son olarak bu menakıb mürşid-i kamil ve tasavvuf terbiyesine güzel bir misal teşkil eder;
Akili bir zat ata binmişti. Uyumakta olan adamın ağzına yılan aktığını gördü. Yılanı ürkütüp kaçırayım diye atini sürdü, ama yılan adamın ağzından içeri girmişti...
Akılı süvari, yapılacak tek işin, yutana hissettirmeden yılanı çıkarmak olduğunu bildi. Hemen atini sürdü,kamcısını uyuyan adama öyle bir şiddetle vurdu ki, ilk vuruşta uyandırdı. Bir-iki daha vurdu. Adam kaçarak bir ağacın altına koştu.
Ağacın altında dökülmüş taze ve çürük elmalar vardı. Süvari bir kamcı daha vurunca adam elma ağacına kaçtı. Süvari "çürük elmaları ye!" diyerek vurmaya devam etti.
Dehşet ve korkuya kapılan adam çürük elmaları o kadar yedi ki, çıkaracak gibi oldu. Elmaları yiyen bağırdı,
"Ey emir, ben sana ne yaptım ki bana kahredersin? şurada ne güzel uyuyordum. Şiddetli kırbaçları ve çürük elmaları yemem reva mıdır? Eğer benim hayatımda, senin bana bir adavetin varsa, öldür de kurtulayım. Bu kadar zulüm olmaz ki ....
Seni gördüğüm saat ne kadar uğursuz bir zamanmış senin yüzünü görmeyene ne mutlu."
Sözleri bitmeden kamçıyı öyle şiddetle yedi ki, yeniden koşmaya ve elmaları yemeye başladı. Süvari, rüzgar gibi, adamın peşini bırakmadı, akıllı süvari adamı gece vaktine kadar koşturdu. Vaktaki çürük elmalar sıcak havada şiddetli koşma sonucu, midenin içinde çalkalana çalkalana şurup haline geldi, derken kustu ve kapkara yılanı da hortum gibi çıkardı.
Adam hayretle bir yılana baktı, birde süvariye. Yılanın kendinden çıktığını görünce süvarinin atının önünde secdeye kapanır gibi yere kapandı. O çirkin, kara yılanın muhakkak ölümüne sebep olacağını bildiğinden, kırbaçların acısı geçti, koşmanın yorgunluğu da bitti.
Şimdi ne yapması lazım? "Seni gördüğüm saat ne kadar uğursuz bir zamanmış. Senin yüzünü görmeyene ne mutlu." diyen adam şimdi ne yapacak?
"Sen hakikaten Cebrail(a.s) mısın, bana yetiştin.
Sen Hüda-iTeala'nın velisi misin ki Hızır (a.s) gibi yetiştin.
Sen, ben uyurken yılanın ağzıma girdiğini ne bildin? Çıkarmanın usulünü nasıl bildin ? Seni gördüğüm an hayatımın en mübarek saatiymiş." diyerek pişmanlığını dile getirdi. Hazret-i Mevlana buyuruyor ki:
" Eşek, eşekliğinden kaçar, sahibi kurt, kuş yemesin diye merhametinden onu yakalamak için koşar". Bu koşma, ziyandan koruma ve kurtarmak içindir. Hastalık artınca doktor ameliyat eder. Ameliyat çirkin bir şeydir. İnsanın vücudunu kesip biçerler.
O zaman, o doktora yüzlerce bıçak helal olsun deriz. Bunu gibi, ağzından yılan çıkan adam pişmanlık içine girdi ve özür diledi:" Ey efendi, ey şeyh şah, önceki kötü sözleri cehaletim söyletti." dedi.
Bizlere düşende budur. Pişmanlık içinde olup ALLAH'dan özür dilemeliyiz. Buna tövbe ve istiğfar denir.
Tasavvuf, İslam tarihinde ortaya çıktığı günden beri hiç gündemden düşmemiş, kıyamete kadar da düşmeyecektir. Çünkü tasavvufun konusu insandır, insan terbiyesidir. İnsan var olduğu müddetçe tasavvuf da var olacaktır.
Tasavvuf, kelime olarak Kur’an ve sünnette geçmez. Ama içerik olarak tamamen Kur’an ve sünnet esasları üzerine kurulmuştur.
Bu hâliyle tasavvuf yeni bir din değildir. O sadece dinin yeni bir üslup içinde sunulmasından ve özel bir usul içinde yaşanmasından ibarettir.
Gavs-ı Sani k.s. hazretleri "Dinde olmayan tasavvufta yoktur" buyurmuştur.
"Sizden herhangi bir ücret istemeyen bu kimselere tâbi olun, çünkü onlar hidayete ermiş kimselerdir." (Yasin 21. ayet)
"Her insan topluluğunu imamları ile birlikte çağıracağımız o günde kimlerin amel defteri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okuyacaklar. " (İsra 71. ayet)
Tasavvuf terbiyesi, Allah ve Rasulünün (s.a.v) öğrettiği edep üzere kurulmuş manevi bir ahlak eğitim sistemidir. Bu sistemin hedefi, takva ve edeple Allahu Teâlâ’nın rızasına ulaşmış olgun insan yetiştirmektir.
Tasavvuf, İslam dininin en kıymetli ilimlerinden ihsan ilmini öğretir, ihsan hâlini ele geçirmeyi hedefler, dinin hizmetçiliğini yapar. İhsan, kalbin gafletten uyanması, ilahi nur ve sevgi ile yıkanması, bütün günah çeşitlerinden arınması ve Yüce Allah ile huzur bulmasıdır. Kısaca ihsan Yüce Allah’ın dostu olmaktır.
‘Tasavvuf nedir?’ sorusunu, İslam’a girmeyen, Kur’an ve Sünnet ilmini gereği gibi bilmeyenlere sormak yanlış olur.
Bu soruyu İslam’ı, temel esaslarından öğrenip tasavvuf yolunu imar eden mimarlara sormak gerekir. Çünkü tasavvuf ayrı bir din değil, İslam’ın içinde bir anlayıştır. Bu yüzden tasavvufun mimarları onu binlerce değişik açıdan tanıtmışlar ve tarif etmişlerdir.
Bu tarifler, İmam Sühreverdî’nin (632/1234) tespitine göre bini geçmekte,[1]sufi âlim Zerruk’un (899/1493) ifadesiyle de iki bine ulaşmaktadır.[2] Bütün bunlarla anlatılmak istenen şudur:
Tasavvuf güzel ahlaktan ibarettir. Güzel ahlak, Allahu Teâlâ’nın edebi ile edeplenmektir. Bu, içi ve dışıyla Allah adamı olmak demektir. Bu güzelliği elde etmenin yolu, samimiyetle Allah’ın Sevgilisi Hz. Muhammed’e (s.a.v) uymaktır. Ona uyan Yüce Allah’a dost olur. Allah’a dost olan kimse, dünya ve ahiretin şerefini bulur, ebediyyen kurtulur. Bu sonuç her insan için en büyük hedeftir.
Bu dostluğun ve güzel kulluğun merkezi ise kalptir. Onun için işe kalbin manevi terbiyesinden başlamak gerekir. Zira insanı, güzel kulluk gibi büyük bir davaya hazırlamak en mühim görevdir. Bu önemli görev her mümini yakından ilgilendirir. [3]
Kıssa
Cüneyd-i Bağdadi ks. Hazretlerine:
Tasavvuf nedir? Diye sordular; Bilmiyorum! Dedi ve sonra ilave etti;
Keremli bir kavim içinde, keremli bir zamanda, keremli bir kişiden, keremlinin izhar ettiği, kerem ahlâkı.
Tasavvufun Dindeki Yeri ve Önemi
Din, Yüce Allah’ın kullarını terbiyesinden ibarettir. Bu terbiye üç temel alanda gerçekleşmektedir. Birincisi inanç, ikincisi ibadet, üçüncüsü de ahlaktır. Din inanmakla başlar; ibadet ve taatle yaşanır. Edeb, güzel ahlak, ilahi sevgi, kalp temizliği, nefis terbiyesi ile Allah’a dostluğun tadına varılır. Şu halde kâmil bir mümin olmak, dini kâmil olarak yaşamaya bağlıdır.
İman, inanç esaslarıdır. Bunu akide ve kelam âlimleri inceler. İbadetleri fıkıh âlimleri işler. Ahlak ise, insanın iç terbiyesidir. Ahlak terbiyesi, ilim ve ahlak konusunda kâmil insanların rehberliğinde olur. Bu kâmil insanlar daha çok bir mürşid nezaretinde tasavvuf mekteplerinde yetişir.
Meşhur Cibril hadisinde belirtilen ihsan, asıl hedefi iç temizliği olan tasavvuf terbiyesinin temelini oluşturmakta ve bu terbiyenin önemini ortaya koymaktadır.[4]
Öyle ki, İmam Gazali (rah) böyle bir terbiyeye girip nefsi ıslah etmeyi, herkes için farz-ı ayın kabul eder. Yani olmazsa olmaz gibi şart koşar, ‘Çünkü peygamberler hariç, hiç kimse manevi hastalıklardan uzak değildir ve onlardan tek başına kurtulamaz’ der. [5]
Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî k.s. ise şöyle buyurmuştur: “Maneviyat ilmi ve terbiyesi almayan kimse, hiç farkında olmadan birçok büyük günah işlerken ölür gider.”[6]
İbnu Allan es-Sıddîkî (rah) farkında olunmayan bu günahların kibir, kendini beğenme, ibadetiyle övünme, insanları beğenmeme gibi gizli günahlar olduğunu belirtir. [7]
Kıssa
Seyyid Kasım-ı Tebrîzî şöyle anlatmıştı: "Bir gün Mevlânâ Zeynüddin Ebû Bekir-i Tâyibâdî'nin meclisinde oturuyordum. O zamanın şeyhlerinden birinin bir müridi de oradaydı. Mevlânâ Zeynüddin ona, 'Şeyhini mi daha fazla seversin, yoksa İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe'yi mi?’ diye sordu. O mürid,
Şeyhimi daha çok severim’ deyince Mevlânâ Zeynüddin bu söze çok sinirlendi ve kızdı. Sonra üzüntüsünden kalkıp evine gitti. Ben orada oturup, kaldım. Bir an geçtikten sonra Mevlânâ Zeynüddin dışarı çıktı ve bana,
'O müride çok kızdık ve yüzüne hoş olmayan söz söyledik; gel varalım, özür dileyelim’ dedi. Birlikte onun yanına gitmek için çıktık. Mürid yolda önümüze çıktı ve dedi ki:
'Ben de sizden özür dilemeye geliyordum. O sözle neyi kastettiğimi arz eylemek istedim. Şöyle ki; bunca yıldır İmâm-ı Âzam hazretlerinin mezhebindeyim. Kötü sıfatlarımın hiçbirinden kurtulamadım. Birkaç gündür şeyhime hizmet etmekteyim. Bütün çirkin huylarımı onun güzel himmetiyle bertaraf ettim. Böyle bir zatı İmâm-ı Âzam'dan daha fazla sevmemde ne sakınca olabilir? Eğer kitaplarda bu sevgi hoş değildir diye nehyetmişlerse ispatlayın, biz de sevgimizden vazgeçelim!’ Mevlânâ Zeynüddin o müridden özür diledi ve onu takdir etti." [8]
İbn Acîbe el-Hasenî k.s. şöyle buyurmuştur:
‘’Hz. Peygamber’in s.a.v. usul ve yolu üzere terbiye veren kâmil mürşidlerin hali, insanlara aynı derecede yönelmek ve onların tabiatında değişim gerçekleştirmektir. Onlar, (Allah’ın izniyle) günahkâr kimseyi itaatkâr, kâfiri mümin, gafili zakir, cimriyi cömert, kirliyi temiz, kötüyü iyi, cahili ârif yaparlar. Bu şekilde insanların kimyasını (mizacını) ve halini değiştirirler; çünkü onların yanında bunun iksiri vardır. Bu iksir, varlığın kimyasını ve tabiatını değiştirme özelliğine sahip olan ebedî aşktır.’’[9]
Her mümine, sahih iman ve düzgün ibadet farz olduğu gibi; kalp temizliği, nefis terbiyesi ve güzel ahlak da farzdır. Bu farzları yapmaya vesile olan şeyler de onlar kadar önemlidir.
Hiçbir mümin, ben imanı ve ibadeti öğrenirim, yaparım fakat bana ihlâs lazım değildir; ilahi sevgi gerekmez, benim marifetullaha ihtiyacım yok, ben kalp temizliği istemem, nefis terbiyesi ile uğraşamam diyemez. Derse hak yolda gidemez, dinini hakkıyla yaşayamaz, Yüce Allah’ın rızasını kazanamaz, hakiki huzuru bulamaz.
Bitmeyen huzur ilahi sevgiye ve zikrullaha bağlanmıştır. Hiçbir zaman değişmeyecek bu kesin hüküm Kur’an-ı Hâkim’de şöyle ferman buyrulmuştur:“Allah kendisine yönelen kulunu hidayete, rızasına giden yola erdirir. Onlar iman edenler ve kalplerini Allah’ın zikriyle huzura erdirenlerdir. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.“[10]
Gavs-ı Sânî k.s. hazretleri şöyle buyurmuştur: ‘’Sadat’lar gözünü ne sağa ne sola diktiler. Allah’ın rızasına diktiler. Kendilerini kerem kapısında buldular. Sizde öyle yapın.‘’
Allahu Teâlâ, ilahi terbiyenin ve dostluğun merkezine Resûlü Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi koymuştur. Ona uymadan kimse Yüce Allah’a gidemez, O’na dostluk yapamaz. Allahu Teâlâ bu konuda bütün insanlığın önüne şu ilâhî ölçüyü koymuştur: “Rasûlüm! De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz/ uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve esirgeyicidir.“[11]
Âlimlerin belirttiği gibi, bu ayette geçen ‘tabi olmak’, sıradan bir tabi olmak değildir. Buradaki ittiba, Hz. Peygamber’e (s.a.v) gerçek manada duyulan bir sevgiyi içine almaktadır. Bu sevgi, Fahr-i Kâinat Efendimize (s.a.v) kalple, dille, özle, sözle, hâl ve ahlak ile tam bir teslimiyetle uymayı gerektirir.
Efendimiz (s.a.v), Ashab-ı Kiram’a (r.anhüm) dini, iman, ibadet ve ihsan boyutuyla öğretmiş, göstermiş, yaşatmış ve öylece ahireti şereflendirmiştir. Sahabe-i Kiram da (r.anhüm) kendilerinden sonra gelenlere dini, iman, ibadet ve ihsan boyutu ile bir bütün olarak aktarmıştır. [12]
Tasavvufun Sistem Olarak Ortaya Çıkışı
Hicri ikinci asırdan itibaren dinî hayatta bir zayıflama gözükmeye başlandı. Yeni fetihler ve İslam’a yeni girenlerle İslamiyet geniş alanlara yayıldı. Bu durum çeşitli sıkıntıları da yanında getirdi. Dine yeni girenlere, onu hakkıyla anlatmak ve yaşatmak için âlimler ve salihler büyük çabalar harcadılar.
Akaid âlimleri, itikat konularına, fakihler ibadet konularına, muhaddisler hadisleri tespite, müfessirler Kur’an’ın tefsirine, dil âlimleri Arapçaya yönelip İslam’ın temel ilimlerini ihya etmeye ve insanlara ulaştırmaya çalıştılar ve Allah’ın izniyle bunda muvaffak da oldular. Bu arada arif, salih, veli, sufi ismiyle anılan Allah dostları da dinin edep, ahlak, kalp temizliği ve ilahi aşk yönüne yöneldiler; himmet ve gayretlerini bu alanda sarf ettiler. Bu arada, insanların fıtratlarına uygun terbiye metodları, ıslah usulleri geliştirdiler. Bu işte, Kur’an ve sünnet esaslarına dayandılar. Sahabe-i Kiram’ın uygulamalarını ve onları takip eden salihleri örnek aldılar. Dinin terbiyesini bizzat nefislerinde yaşayarak tattılar ve insanlara gösterdiler. İnsanların gönlüne hitap ettiler. Sohbet, muhabbet, vaaz, nasihat, tövbe, aşk, güzel ahlak, incelik, sadelik, cömertlik gibi güzelliklerle gönülleri fethettiler.
İşte bu maneviyat önderleri, hicri beşinci asırdan itibaren İslam âleminde görülen terbiye ocaklarını ve tasavvuf okullarını kurdular. Bu terbiye ocakları dini ihya hizmetini yürütmüş ve hâlen yürütmektedir.
Zâhirî ilimler nasıl konuşma, duyma ve yazı yoluyla bir nesilden diğerine aktarılıyorsa; hâl, maneviyat ve kalp ilmi denilen ihlâs, feyiz, sevgi, ilahi aşk, gözyaşı, edep ve güzel ahlaklar da, kalpten kalbe, gönülden gönüle aktarılarak ve bizzat yaşanarak günümüze kadar getirilmiştir. Kıyamete kadar da böyle gidecektir. Çünkü Kur’an, sünnet ve dinimize ait ilimler ilahi koruma altındadır. Allahu Teâlâ, rahmetiyle, her devirde bu dinin hem zahirî ilimlerini, hem de manevi ilimlerini öğrenecek, anlayacak ve başkalarına aktaracak kimseler yaratmıştır. Maneviyat ve ahlak ilmini, kâmil mürşidler taşımakta ve nasibi olanlara ulaştırmaktadır. Bu nimet, Hz. Peygamber (s.a.v) Efendimizin âlemlere rahmet olma mucizesinin bir devamıdır.
Necmeddin-i Kübrâ k.s. hazzretleri ise şöyle buyurmuştur: ‘’Tasavvuf yolu doğru yoldur. Üstelik yolların en yüce ve değerlisidir. Çünkü yollar gayesine göre değer kazanır. Tasavvuf yolunun gayesi ise Allah Teâlâ’yı tanımak ve Hz. Muhammed’in s.a.v. bildirdiği bütün hükümleri edeple uygulamaktır. Dolayısıyla bu yolda rehberlik eden kâmil mürşidler diğer yol gösterenlerin efendisi konumundadır. Zira kâmil mürşidler, Resûlullah s.a.v. Efendimiz’in ilminin varisleridir. Onlar Kur’an ve Sünnet’e göre amel eden kimselerdir. ‘’[13]
Kıssa
S. Saki Hazretleri anlatıyor: Babam (Gavs-ı Sâni hazretleri) şöyle anlattı:
“Ben bu göreve gelince, bir rüya gördüm. Rüyamda, başımın üzerinde bir taht yapılıyordu. Tahtı yapanlara, ‘Bunu kim için yapıyorsunuz?’ diye sordum.‘Hz. Resûlullah (s.a.v) için yapıyoruz, o gelip oturacak’ dediler.
Ben, ‘Ne kadar oturacak?’ diye sordum. Bana, ‘Bu kapıda sünnet-i seniyyeye uyulduğu sürece, Hz. Peygamber orada oturacak’ denildi. Biz de bütün gücümüzle sünnet-i seniyyeye uyarak Resûlullah Efendimiz’in (s.a.v) devamlı başımız üstünde oturmasına çalışacağız inşallah.”
Bu manevi emanet bu kapıda Kur’an, Sünnet ve âdapla kalacaktır. Bunun için hep Kur’an’a, Sünnet’e ve yolumuzun adabına sarılmamız gereklidir. Bugüne kadar böyle gelmiştir. İnşallah bundan sonra da böyle devam edecektir. [14]
Gavs-ı Sanî k.s. “Sâdatlar, dini İslâm’ın içinden, en güzel takva üzere ne ise, adap olarak onu seçmişler” buyurmuştur.
Tasavvuf her şeyi ile dinin hizmetindedir. Hedefi, takvâya ulaşmış kâmil insan yetiştirmektir. Ölçüsü Kur’an ve Sünnettir. Sermayesi ilâhî muhabbettir. Meyvesi aşk, edeb ve muhabbet-i İlâhiyyedir.
Allah aşkını hedefleyen tasavvufu tanımak için tatmak gerekir. Nasıl bir tatlıya uzaktan bakmakla veya sırf tarifini okumakla tadı anlaşılamazsa, manevi halleri tatmak da ona ulaşmakla olur. Ulaşmak, yaklaşmakla başlar. Yaklaşmayan yabancı kalır. Yabancı kalan, o şeyin cahili olur. Bir kimse, hem cahil hem de edebi eksik olursa, onun iyi diye yaptığı çoğu şey bile yıkım ve fesat olur. En kötü cahil ise bildiğini zanneden, fakat gerçekte bilmeyendir. Edepli cahil, edepsiz okumuştan daha kârlıdır. Çünkü edepli olan, susmasını bilir. Susmakta pek çok hayır vardır. Fakat içinde edep olmayan sözde ve işte hiçbir hayır yoktur. Aksine zarar çoktur.
Kâmil mürşidi tanımak için, onunla aynı yolu, edebi, zikri, fikri, hizmeti, ibadeti sevgiyi bir derece paylaşmak gerekir. Mürşide teslim olmayan tabi olmaz. Tabi olmayan, onu lâyıkıyla tanıyamaz. Tanımayan sevmez. Sevmeyen bilmez. Bilmeyen onun hakkında şahitlik edemez. Onlar hakkında bilmeden konuşanlar, övseler de yerseler de haksızlık etmiş olurlar. İkisi de mürşidin hakkını zayi eder. Veliyi tanımadan kötüleyen kimse inkâra, metheden kimse ifrata düşer. İnkâr zulüm, ifrat ziyandır. İkisi de haramdır.
İmam Rabbani k.s. “Bir mürşit terbiyesine girmekten maksat, hakiki imana ulaşıp ilahi emir ve hükümleri muhabbetle uygulamaktır”[15]
Seyyid Abdulkadir Geylanî, Yunus Emre, Mevlana Celaleddin Rûmî, Hacı Bektaş-ı Veli, Şah-ı Naşıbend, İmam Rabbani, Mevlana Halid, Ahmed Rufâî ve diğer büyük zatlar (Allah hepsinin derecesini âli etsin ve kudsiyetini artırsın) bütün insanlığa ilahi aşkı yaşayarak göstermişler, nicelerini bu saadetle tanıştırmışlardır.
Menkıbe
Bir şâhid anlatıyor: Seyda Hazretleri İstanbul’daki hocalardan bahsederken Molla Sadreddin Yükselden bahsetti. Ben de, ‘’Çok yüksek âlim olduğunu söylüyorlar,’’ deyince: ‘’Evet, Hazretin tekkesinde yetişmiş, Şeyh Maşuk Hazretlerine yakın damat olmuş çok yüksek âlim, sen de ziyaretine git,’’ dedi.
İstanbul’a dönünce Molla Sadreddin Hoca Efendiyi ziyarete gittim. Sohbet esnasında:
‘’Efendim, dünyada çok yüksek âlimler var, aynı zamanda mürşid-i kâmiller var. Bu ikincilere ayni mürşid-i kâmillere hüsnü teveccüh ve etraflarında cemaat daha çok, bunun hikmeti nedir?’’ dedim. Cevaben:
‘’Ben meşhur bir âlimim, bugün Beyazıt meydanına çıksam arkamda elli kişi zor toplarım. Ama senin şeyhin Seyyid Muhammed Raşid Hazretleri bir beldeden bir beldeye gitse, çevresinde yirmi-otuz bin insan toplanıyor. Bunun sebebi, hakikatte hidayete erdirici olan Allahü Teâlâ’dır, hidayet onun elindedir. Hz. Muhammed s.a.v.’e dahi: ‘’Yâ Habîbim! Sen istediğini hidayete getiremezsin,’’ buyurmuş. Şu halde, hidayet sahibi Allahü Teâlâ’dır. Yalnız Allahü Teâlâ bir kulunu severse ona hidayetten bir nusret, bir inayet verir. Allah kimin eline hidayeti verirse o irşad sahibi olur. İşte bu asırda senin şeyhinin eline hidayeti; Allahü Teâlâ koymuş, Resûlullah s.a.v. Efendimiz koymuş, bunun sırrı budur,’’ diye açıkladı. [16]
Seyyid Muhammed Raşid k.s. hazretleri şöyle buyurmuş: ‘’Allah dostluğu nedir iyi bilenler, bu yolun ne kadar faydalı olduğunu çok iyi bilirler.‘’
Hz. Mevlânâ k.s şöyle buyurmuştur: "Kâmil bir mürşidin elini tutmak, Allah'ın kudret elidir."
Allah'ın kudret eli demek, Rabbü'l-âlemin'in gücü kuvveti ve azametine temsildir. Resûlullah Efendimiz'in (s.a.v) eli ise, insanlara uzanan bir ilâhî rahmettir. Bu el vasıtasıyla Allah Teâlâ, dilediğini diriltir veya öldürür. Peygamberler, kâmil mürşidler Allah'a hidayete sevkeden vesilelerdir. Rabbü’l-alemin'in insanlara özel ikramıdır.
Müridin kendisini şeyhe teslim etmesi, kendini Allah ve Resûlü'ne teslim etmesi demektir. Çünkü şeyh olan kimse Resûlullah s.a.v.'in halifesidir. Resûl/peygamber ise Allah'ın halifesidir. Şu halde şeyhin elini tutan, Resûlullah'ın elini tutmuş gibi olur. Allah'a teslim olmuş demektir. Müridler, şeyhlerin elini tutup tövbe/biat ederler, çünkü ashap da böyle yapmıştır. Resûlullah s.a.v. Efendimiz'e geçmiş hayatlarına tövbe ederek biat etmişlerdir. Müridin, mürşid elini tutması sünnet-i Resûlullahtır. Bunu bilmeyen tasavvuftan nasipsizler, 'Bu da nerden çıktı?' derler. Meşâyih/mürşid-i kâmiller, kavmi içinde enbiya gibidir. Müridin, şeyhin elini alması mübayaat/manevi alışveriştir.’’ [17]
Hucvirî k.s. şöyle demiştir: “Eğer tasavvufu inkâr edenler, sadece tasavvuf ve sûfi kelimesinin Kur’an’da bulunmadığını söylüyorlarsa bunda garipsenecek bir şey yoktur; bu doğrudur. Fakat tasavvufun içerdiği manayı ve ahlakı inkâr ederlerse, o takdirde Hz. Peygamber’in (s.a.v) getirdiği dinin tümünü ve onun bütün güzel ahlaklarını inkâr etmiş olurlar.” [18]
Hz.Mevlânâ k.s. hazretleri şöyle buyurmuş: ‘’Kılavuzsuz yol gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.’’[19]
Gavs-ı Sânî ks. ise: ‘’Bu zamanda insanlara yapılabilecek en büyük iyilik, tövbeyi tarif etmek ve bir mürşid-i kâmile yönlendirmektir. İnsanlara yapılacak en büyük iyilik budur.‘’
Menkıbe
Anlatıldığına göre bir gün seksen üç yaşında bir zat, Seyyid Muhammed Raşid hazretlerinin meclisine geldi. Oradakiler, bu zatın bazı söz ve davranışlarını beğenmeyip tenkit ettiler. Bu zat şöyle dedi:
Ben bu yaşıma kadar dinin hiçbir emrini yapmadım. Aşırı derecede sarhoş olduğum bir gün, dostlarım beni buraya getirmişler ve Seyda hazretlerinin k.s. elini öptürüp banyo yaptırdıktan sonra caminin altına yatırmışlardı. Sabah uyandığımda, bilmediğim bir çevre ve tanımadığım insanlarla karşılaştım. Seyda hazretlerini k.s. gördüğümde, bir nurun ayak parmaklarımdan girip bütün vücudumu kapladığını gördüm. Bu nur beni o halimden bu halime çevirdi. Ben şimdi on yedi günlüğüm.
Evet… Evliyanın nazarı cezbeyi doğurur. Cezbede ilâhî aşk ve muhabbeti meydana getirir. Bundan sonra o kişi, Allah’a yöneldi, dinini öğrendi ve dinini yaşayan biri haline geldi. [20]
Ariflerde ilim amele, amel hikmete, hikmet marifete, marifet ilâhi muhabbete dönüşür. Kamil insan yeryüzünde Allahu Teâlâ’nın halifesi olduğundan, kendilerine, kullar ve kalpler üzerinde tasarruf yetkisi verilmiştir. Arifler Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin özel tecellilerine mazhar olmuşlardır. Bu sayede özel bir ilme, farklı bir kalbe, ayrı bir şahsiyete sahiptirler.
Müfessir Kad-ı Beydavî hazretleri şöyle buyurmuştur: “Allahu Teâlâ bazı kullarını diğer kullarını terbiye için halife seçmiştir. Aslında Yüce Allah’ın kendi işlerini gördürmek için bir halifeye ihtiyacı yoktur. Bunu sırf kullarına merhametinden yapmıştır. Çünkü her insan vasıtasız olarak ilahî feyzi alamaz, emirleri anlayamaz, kalbini manevi kirlerden arındıramaz. Kusur ve noksanlıkları buna mani olur. Bunun için bir vasıta gerekir. [21]
İmam Şârânî k.s. şöyle buyurmuştur: “Kamil mürşidin tek gayesi vardır; o da şudur: Müritlerini güzel ahlak ile süsleyip, Allah ve Rasulünün huzurunda sevilecek bir olgunluğa ulaştırmaktır.”[22]
Onları görenler ve candan sevenler, sanki Rasulullah (s.a.v) Efendimiz ile karşılaşmış ve tanışmış gibi huzur duyarlar. Onların meclisine girenler, Sevgili Peygamberimizin (s.a.v) saadetli yüzüne nazar etmiş gibi haz alırlar. Onların elinden tutanlar, Rasulullah Efendimizin (s.a.v) mübarek elinden tutmuş ve onu öpmüş gibi olurlar. Onlar her devirde ümmetin önünde edep önderi, takva imamı, irşat kutbu olmuştur.
Seyyid Abdulkâdir Geylânî (k.s), Seyyid Muhammed Bahâüddin Nakşıbend (k.s), Seyyid Ahmed Şehîd (k.s) Seyyid Abdülhakim el-Hüseynî (k.s), Seyyid Muhammed Râşid el-Bilvânisî (k.s)... ve daha niceleri...
Bu büyükler gibi her devri süsleyen nice Muhammedî güller vardır. O güller, temiz gönüllere koku verirler. Onlar Yüce Allah’ın boyası ile boyanmışlardır. Onların gönlü ilâhi aşk ile doludur. O güllerin dallarından sevgi balları akar, hepsi dışa süzülmüş özdeki sevgiyi yayar.
Hz. Mevlana k.s. hazretleri diyor ya: ‘’Gül mevsimi geçince gül kokusunu nereden alacaksın? Şüphesiz gül suyundan!’’[23]-[24]
Son olarak bu menakıb mürşid-i kamil ve tasavvuf terbiyesine güzel bir misal teşkil eder;
Akili bir zat ata binmişti. Uyumakta olan adamın ağzına yılan aktığını gördü. Yılanı ürkütüp kaçırayım diye atini sürdü, ama yılan adamın ağzından içeri girmişti...
Akılı süvari, yapılacak tek işin, yutana hissettirmeden yılanı çıkarmak olduğunu bildi. Hemen atini sürdü,kamcısını uyuyan adama öyle bir şiddetle vurdu ki, ilk vuruşta uyandırdı. Bir-iki daha vurdu. Adam kaçarak bir ağacın altına koştu.
Ağacın altında dökülmüş taze ve çürük elmalar vardı. Süvari bir kamcı daha vurunca adam elma ağacına kaçtı. Süvari "çürük elmaları ye!" diyerek vurmaya devam etti.
Dehşet ve korkuya kapılan adam çürük elmaları o kadar yedi ki, çıkaracak gibi oldu. Elmaları yiyen bağırdı,
"Ey emir, ben sana ne yaptım ki bana kahredersin? şurada ne güzel uyuyordum. Şiddetli kırbaçları ve çürük elmaları yemem reva mıdır? Eğer benim hayatımda, senin bana bir adavetin varsa, öldür de kurtulayım. Bu kadar zulüm olmaz ki ....
Seni gördüğüm saat ne kadar uğursuz bir zamanmış senin yüzünü görmeyene ne mutlu."
Sözleri bitmeden kamçıyı öyle şiddetle yedi ki, yeniden koşmaya ve elmaları yemeye başladı. Süvari, rüzgar gibi, adamın peşini bırakmadı, akıllı süvari adamı gece vaktine kadar koşturdu. Vaktaki çürük elmalar sıcak havada şiddetli koşma sonucu, midenin içinde çalkalana çalkalana şurup haline geldi, derken kustu ve kapkara yılanı da hortum gibi çıkardı.
Adam hayretle bir yılana baktı, birde süvariye. Yılanın kendinden çıktığını görünce süvarinin atının önünde secdeye kapanır gibi yere kapandı. O çirkin, kara yılanın muhakkak ölümüne sebep olacağını bildiğinden, kırbaçların acısı geçti, koşmanın yorgunluğu da bitti.
Şimdi ne yapması lazım? "Seni gördüğüm saat ne kadar uğursuz bir zamanmış. Senin yüzünü görmeyene ne mutlu." diyen adam şimdi ne yapacak?
"Sen hakikaten Cebrail(a.s) mısın, bana yetiştin.
Sen Hüda-iTeala'nın velisi misin ki Hızır (a.s) gibi yetiştin.
Sen, ben uyurken yılanın ağzıma girdiğini ne bildin? Çıkarmanın usulünü nasıl bildin ? Seni gördüğüm an hayatımın en mübarek saatiymiş." diyerek pişmanlığını dile getirdi. Hazret-i Mevlana buyuruyor ki:
" Eşek, eşekliğinden kaçar, sahibi kurt, kuş yemesin diye merhametinden onu yakalamak için koşar". Bu koşma, ziyandan koruma ve kurtarmak içindir. Hastalık artınca doktor ameliyat eder. Ameliyat çirkin bir şeydir. İnsanın vücudunu kesip biçerler.
O zaman, o doktora yüzlerce bıçak helal olsun deriz. Bunu gibi, ağzından yılan çıkan adam pişmanlık içine girdi ve özür diledi:" Ey efendi, ey şeyh şah, önceki kötü sözleri cehaletim söyletti." dedi.
Bizlere düşende budur. Pişmanlık içinde olup ALLAH'dan özür dilemeliyiz. Buna tövbe ve istiğfar denir.
"Tasavvuf nedir?" diye sorulduğunda insanlardan net bir cevap çıkmaz. Çünkü bu konuda büyük bir bilgi kirliliği yaşanmaktadır. Tasavvufu öven kadar, yeren kitaplarda piyasada boy göstermektedir. Ayrıca cahil sofilerin hurafelere bulaşmış tasavvufi bir takım anlatımları da tasavvufa karşı önyargıyla bakılmasına ve bu ilim hakkında yanlış bir takım fikirlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
Kimi çevrelerin tasavvufi şeriattan ayrı mistik bir yol gibi takdim etmeleri, hümanizm kökenli anlayışlarını tasavvufa yamamaları gibi bir takım problemlerde tasavvufun doğru anlaşılmasının önüne geçmektedir.
Bu nedenle biz bu sorunun cevabını büyük mutasavvıfların cevaplarında aradık. Onların verdiği cevapları sizlerle paylaştık. Böylece, cahillerin veya muhaliflerin sözleriyle değil de doğrundan bu ilmin, "ne olup, ne olmadığını" üstadlarının, hacelerinin ve hakiki ehli olan kamil mürşidlerin tarif ve ifadelerinden öğrenmiş olduk.
Bize sürekli tasavvufun ne olduğu sorusu sorulmaktaydı. Bir ilmin ilk özelliği tanımlardır. Dolayısıyla bu alana yönelen kişinin öncelikle bu ilmin ne olduğunu bilmesi gerekir. Gerçi birçok kişi tasavvuf’un hal işi olduğunu, kal işi olmadığını söylese de tasavvuf da bir ilim olup kendine ait bir disiplini, tanımı ve metodolojisi bulunmaktadır.
Bu nedenle en azından tasavvufun ne olduğu yani tanımı hakkında sizleri bilgilendirmek istedim. Bu amaçla özellikle tasavvuf ve menakıp kitaplarında meşayih ait olan tasavvufun çeşitli bu ilmin daha iyi anlaşılması için özetledik. Umulur ki sorularınızın cevabını almış olursunuz.
Tasavvuf zühdtür
Yani dünyaya karşı tavır almaktır. Allah'a yönelmektir. Allah sevgisine engel olan tüm her şeyden el etek çekmektir. Marufi Kerhi rahmetullahi aleyh, "Tasavvuf hakikatleri almak, insanların elindekinden ümid kesmektir." der.
Zühd, tasavvufun gerçekleştirmeyi amaçladığı ruhi olgunluğa götüren bir araçtır, amaç değildir. "Zaten onlar Yusuf hakkında zahid idiler, Ona değer vermezlerdi." (Yusuf; 20)
Güzel ahlâktır
Tasavvuf ilmiyle kötü ahlakın, huyların sökülüp yerine güzel huyların yerleştirilmesi amaçlanmaktadır. İslam'ın ahlak nizamıyla ilgilenir. Bir anlamda İslam’ın etik anlayışını ortaya koyar. Ayet-i kerime de buyrulduğu gibi,"Sen yüce bir ahlak üzeresin"(Kalem; 4) ve Hazreti Rasulullahın dediği gibi :"Ben, ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." (Müslim, Birr; 87)
Tasavvuf tasfiyedir, kalp temizliğidir
Bişri Hafi rahmetullahi aleyh şöyle söylemiştir: "Sufi, kalbini Allah için tasfiye edip tertemiz yapan kimsedir"
Kur'an'da şöyle buyrulur: "O gün ne mal, ne evlad fayda verir. Ancak Allah'ın huzuruna selim bir kalple gelenler müstesna"(Şuara; 88-89) "Allah'ın zikrinden uzak kasvetli kalbe yazıklar olsun" (Zümer; 22) "Dikkat edin kalpler ancak Allah'ın zikriyle huzur bulur." (Rad; 28)
Hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: "Allah, sizin suretlerinize ve mallarınıza değil, siretlerinize, kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim, Birr; 32)
Tezkiyedir, nefs ile mücadeledir
Cüneyd-i Bağdadi rahmetullahi aleyh şöyle der: "Tasavvuf, sulhu olmayan bir savaştır." Kur'an'da şöyle buyrulur: "Andolsun nefse ve onu yaratana. O, nefse kötülüklerini göstererek ondan kaçınmayı ilham etmiştir. Nefsini tezkiye eden, arıtıp kötü huy ve sıfatlardan korunan kişi kurtulmuş, onu kirleten ise hüsrana uğramıştır." (Şems; 7-10)
Tasavvuf tezkiyedir. Fakat her tezkiye tasavvuf değildir. Tasavvufun emrettiği tezkiye şeriatın hükümlerine uygun olan tezkiyedir. Yani Allah Resulüne uymakla gerçekleşir. "De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana ittiba edin ki, Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın." (Âl-i İmrân; 31)
Nefs tezkiyesi demek, nefisle riyazat ve mücadele yoluyla kötü sıfatlarının ortadan kaldırılmasıdır.
Tasavvuf istikamettir
İstikamet; Kitap ve Sünnete sarılarak dosdoğru olmak demektir.
Şeriat ölçüleri dışına çıkan, bidat ve hurafelere dalan bir tasavvuf ve onun örgütlü kurumu olan tarikat İslami değildir.
(İslami olmayan tarikat bidat ve hurafelere dalmış olandır. Yoksa istikamet üzere olan değil. Ehli sünnete ittiba eden tarikatı kabul ederiz. Ama içinde gayri İslami uygulama ve öğretiler, adetler, zikirler, şeriate aykırı davranışların bulunduğunu kabul etmeyiz.)
İslam’ın ölçüsü net, kesin ve bellidir. Kimsenin heva ve hevesine göre yorumlanamaz. İslam bize değil, biz İslam'a uymak zorundayız. Ölçümüz kitap ve sünnettir. Bunun dışına çıkan her ölçü merduddur (reddolunmuştur).
Seriyi Sakati rahmetullahi aleyh şöyle der: "Tasavvuf, Kitap ve Sünnet'in zahirine ters bir batın ilminden bahsetmez. Sufinin kerametleri, haramlara girmesine sevk etmez."
Ayet-i Kerimede buyrulan, "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" (Hud; 112) hitabını kendine düstur edinir. Kimse ve hiç bir şeyh kitap ve sünnetin üstünde değildir. Bunlara muhalif olan kişi, kurum ve fikirler şeytanidir. İmam-ı Şafi'nin dediği gibi "Bir insanın havada uçtuğunu dahi görseniz istikametine bakınız."
Tasavvuf edeptir
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Beni Rabbim terbiye etti. O ne güzel terbiye etti." (Keşful Hafa)
Tasavvufun en önemli ilkesi kişiyi Sırat-ı Mustakim'de tutan edeptir. Ebu Hafs Haddat rahmetullahi aleyh:"Tasavvvuf edepten ibarettir. Her makamın, her halin ve her vaktin bir edebi vardır. Ancak buralardaki adaba riayet eden kimse insan(-ı kâmil) sınıfına girer."
Allah'a tam teslimiyet ve Rabbaniliktir
Ebu Sehl rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: "Tasavvuf itirazı terk etmektir." İslam teslimiyet dinidir.
Kur'an şöyle buyurur: "Ben âlemlerin Rabb'ine teslim oldum." (Bakara; 131) "Kitabı okuyup öğrettiğinize göre, içi dışına uygun Rabbani âlimler olun." (Âli İmrân; 79)
Rabbani âlim, ilmi kendisine fayda sağlayan, kendisini dünya ziynetinden, mal ve evlat fitnesinden ve şehvet ihtirasından koruyabilen kimse demektir. İslam ruhbanlığı yasaklamış ve bunun yerine Rabbaniliği getirmiştir.
Tasavvuf Hakk'a vuslattır (İhsan)
Tasavvufun nihai gayesi rıza-i ilahiyeye nail olmaktır. Ebu Bekir eş-Şibli rahmetullahi aleyh şöyle tanımlar: "İki dünyada da Allah ile beraber olup, O'ndan başka birşey görmemektir." Kur'an'da şöyle buyurulur: "Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kaf; 16) "Nereye dönerseniz Allah oradadır."(Bakara; 115) "Attığın zaman sen atmadın Allah attı." (Enfal; 17)
Kutsi hadiste şöyle buyrulur: "Benim veli kuluma düşmanlık edene ben harp ilan ederim. Kulum Bana, üzerine farz kıldığım şeylerden daha sevimli hiçbir şeyle yaklaşamaz. Kulum farzlardan sonra nafilelerle yaklaşmaya devam ederse ben onu severim. Ben onu sevince de onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı, düşünen aklı ve konuşan dili olurum." (Buhari, Rikak; 38)
Tasavvufta ibadet sonucu meydana gelen aşk ve sevgi ile kulun Allah'a varması, maddi bir birleşme (hulul) olmayıp manevi bir vuslattır.
Tasavvuf, İslami ruh hayatıdır
İbadet, riyazat ve mücahede (nefisle savaş) sonucu ruhta meydana gelen kemal ve inkişaf sonucu bir takım manevi durumlar ruhta yaşanır. Kur'an'da şöyle buyrulur: "Gecenin bir bölümünde uyanıp kalk ve sana mahsus olmak üzere bir nafile (teheccüd) namazı kıl. Ola ki, Rabbin seni övgüye layık bir makama ulaştırır." (İsra; 79)"Senin Rabbin şüphesiz bilir ki, sen gecenin üçte ikisinden daha azını, yarısını ve bazen de üçte birini ibadetle geçirmektesin."(Müzemmil; 20)
Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurur: "Ben Allah'ın dostuyum. Bunu öğünmek için söylemiyorum." (Tirmizi, Menabık; 16)
Resulullah'ın ruhani etkisi sohbet sırasında sahabiler üzerinde de etkisini göstermekteydi. Nitekim Hanzala radıyallahu anh şöyle anlatır: "Ya Resulallah, senin sohbetinde bulunduğumuz zaman dünyadan soyutlanarak manen yükseliyoruz. Cennet ve Cehennemi görür gibi oluyoruz. Bütün dünyevi emellerden sıyrılıyoruz. Fakat ailelerimize ve işlerimize dönünce durum değişiyor." deyince Resulullah sallallahu aleyhi vesellem, "Ya Hanzala! Siz benim yanımdaki vecd ve heyecanınızı koruyabilseniz, meleklerin sizinle yolda musafaha ettiğini görürsünüz." (İbni Mace, Müslim, Tirmizi, İbni Hanbel)
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin sohbetinin Ashab-ı Kiram'ın ruhları üzerindeki etkisini, Hadis kitapları şöyle nakleder: "Sanki başlarına kuş konmuş da onu kaçırmamak için hiç kımıldamadan pür dikkat kesildiler." (Buhari, İbni Hanbel)
Tasavvuf fıkh-ı batındır
Tasavvuf İslami emirlerin görüneni üzerinde değil de görünmeyeni üzerinde yoğunlaşmıştır. Nefs ve kalp tezkiyesi gibi. Bu nedenle ibadet ve muamelatla ilgili konulardan bahseden ilme fıkıh denirken, ibadet ve muamelat sırasında kalpte meydana gelen ihlâs, riya, huşu gibi manevi hallere de fıkhi batın veya ilmi kulub (kalp ilmi) denilmiştir.
Kur'an'da şöyle buyrulur: "Namazlarını huşu ile kılan mü'minler kurtuluşa erdi."(Mu'minun; 1-2) "Namaza kalktıkları vakit, tembel tembel kalkarlar. İbadetleriyle insanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı pek az anarlar" (Nisa; 142) "Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki onlar, kıldıkları namazdan gafildirler." (Maun 4-5)
Zunnun Mısri rahmetullahi aleyh şöyle der: "Sufi konuştuğunda haline uygun söz söyleyen kimsedir. O, kendinde bulunmayan bir şeyden bahsetmez."Mutasavvıflar, "Allah size zahir ve batın nimetlerini bol bol verir" (Lokman; 20) ayetinde geçen zahiri nimetlerin dış organlara Allah'ın ihsanı olan ibadetler olduğunu, batını nimetlerin de kalpteki duygular ve manevi haller olduğunu belirtmektedirler.
Tasavvuf havf ve recadır
Yani tasavvuf korku ve ümittir. Kimden korkma, Allah'ın sevgisini kaybetmekten korkma; kimden ümid etme, Allah'ın sevgisini elde etme ümidi taşımadır. Müslüman, hiç bir zaman ümitsiz kalmaz.
Şeyhimiz Şeyh Seyda el-Cezeri kuddise sirruhu şöyle söylemişlerdir: "Tasavvufi düşünce Allah korkusu ve Allah sevgisi temeline dayanır. Allah korkusu konusu üzerinde çok duran sofiler, bunu tasavvufun temel ilkelerinden biri haline getirmiştir. Buradaki korku aynı zamanda Allah'ı sevmekten kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir. Bu sebeple Allah korkusu ile Allah sevgisi birbirini tamamlayan iki kavramdır."
Kur'an'da şöyle buyrulur: "... Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder." (Talâk; 2) "Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir." (Talâk; 4) "İşte bu, Allah'ın size indirdiği buyruğudur. Kim Allah'tan korkarsa Allah onun kötülüklerini örter ve onun mükâfatını arttırır." (Talâk; 5) "(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir."( Bakara; 74.) " Onların yalvardıkları bu varlıklar Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar; O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, sakınılacak bir azaptır." (İsra; 57) "(İbrahim dedi ki: Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser?"(Hicr; 56)
Daima Allah’ı anmak ve azimetle amel Etmektir
Seyda Muhammed Emin Er hoca’ya göre ise Tasavvuf; Sahabelerin, Allah dostlarının yoludur. Allah’a zahiren ve batınen kulluk yapabilmenin adıdır. Ruhsatlardan sakınıp, azimetle amel edebilmektir. Tasavvuf: Kulun bütün hareketlerinde Allah’tan bir an bile olsa gafil olmayarak sürekli Allah’ı anması, O’nu zikretmesidir.
“De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.”(En’am; 162)
Kısacası tasavvuf, Rasulullah'ın yaşadığı şekilde İslam'ı yaşamaya çalışmak ve Allah'a layıkıyla kulluk etmek/teslim olmaktır.
TASAVVUF NEDİR? İslam şeriatı dört bölümden ibarettir. 1- Fıkıh. 2- Kelam. 3- Ahlak. 4- Tasavvuf. Fıkıh; helal ile
.TASAVVUF NEDİR?
İslam şeriatı dört bölümden ibarettir.
1- Fıkıh.
2- Kelam.
3- Ahlak.
4- Tasavvuf.
Fıkıh; helal ile haramı, sahih ile batılı açıklayan ilimdir, konusu namaz, zekat, oruç, hacc, alış-veriş, icare, vakıf, vasiyyet, feraiz, nikah, talak, hudud, hilafet gibi mükelleflerin fiil ve sözlerdir.
Kelam, dini inaçlara isbatlamak için belgeleri serdederek varid olan şüpheleri izale eden ilimdir. Konusu, Allah'ın zat ile sıfatları ve ahiret ahvalıdır.
Ahlak, iyi meziyetler edinmek, kötülerden korunmak için iyi ve çirkin davranmış ve hususiyetleri inceleyen ilimdir. Konusu; cömertlik, cimrilik, müsamaha, intikam, isar – başkasını kendinden üstün tutma – ve hodğamlık. Güler yüzlülük ve suratın asık olmaması...
Tasavvuf; kemale ermek için ruhu, ibadet, zikir ve fikir gibi şeylerle terbiye ettirip nefsi kalb hastalıklarından tezkiye etme yolunu gösteren ilimdir. Konusu, zikir, fikir, ahlak, riya, muhabbet, buğz, tevazu ve kibir, hırs, mürakabe, mücahede ve tevekkül gibi şeylerdir. Yukarda yapılan açıklamadan anlaşıldığına göre şeriat dört dallı bir ağaç gibidir.
Şeriaata –İslama- inanan herkesin mutlaka onun muhtevası olan bu dört dala da inanması gerekir. Çünkü ilm-i kelama ait olan Allah ve sıfatlarına ve fıkha ait olan namaz ve oruca iman etmek gerektiği gibi tasavvufa ait olan zikir, fikir ve ihlas gibi şeylere iman etmek de gerektir. Demek kelam ve fıkhı ilahi olduğu kadar tasavvuf da ilahidir. Zira Kur'an-ı Kerim kelam ve fıkıh meselelerinden söz ettiği gibi zikir, fikir ve ihlas gibi tasavvuf meselelerinden de söz etmiştir. Tasavvufu Hz. Ebubekir veya Hz. Ali'ye isnad etmek doğru değildir. Ayrıca "Herkesin mutlaka bir şeyhe intisab etmesi gerekir” diye bir şart yoktur. Böyle olsaydı mutlaka Kur'an veya sünnet bunu kesin olarak açıklayacak ve İslam'ın farzlarından biri kabul edecekti. Mesela kelam ve fıkhı için bir kelamcıya veya bir fakihe intisab etmek icab eder mi? Etmez. Etmediğine göre tasavvuf için de bir mutasavvıfa intisab etmek de icab etmez. Ve bunun için delil yoktur. İslam'ın kaynakları meydandadır. Ancak herkes için bilinmesi gereken kelam ve fıkhı meseleleri öğrenmek zorunlu olduğu kadar tasavvufi meseleleri öğrenmek de zorunludur. Yani kelamdan Allah'ı ve sıfatlarını bilip O'na iman etmek, fıkhıtan namaz, zekat, oruç ve hacc gibi meseleleri öğrenmek ve uygulamak vacib olduğu kadar zikri, fikri, ihlası, muhabbeti, öğrenmek ve onu uygulamak, riyakarlığı ve müslümanlara karşı buğzun haram olduğu bilmek ve ondan uzaklaşmak da vacibtir. Ancak bir kimse kelamcı veya fakih olmak isterse bir kelamcıdan veya fakihten mutlaka ders almak ve derse devam etmek mecburiyetindedir. Yoksa ne kelamcı ne fakih olur. Kezalık bir kimse mutasavvıf olmak istiyorsa mutlaka bir tasavvuf mürşidine devam etmesi lazımdır.
Yalnız bugün mutasavvıf denilen kimselerin yüzde doksan sekizi mutasavvıf olmaktan ziyade birer tüccar, birer siyasidir. Gaye servet, şan, şeref ve makamdır. Bir mevlidhan veya bir duahan veya sanatkarın gayesi ne ise piyasada mevcut ehli tasavvufun çoğuda aynı gayeyi taşıyor. Dikkat edilsin hepsini kasd etmiyorum. Çoğu diyorum. Bakınız Cüneyd-i Bağdadi ne diyor: Tasavvuf Hakkın sendeki seni öldürmesi ve kendisiyle yaşatmasıdır. Yani İnsanın nefsini yok etmesi ve yalnız Hakk'ın irade ve ihtiyarıyla hareket etmesidir. Ma'ruf Kerhi de şöyle diyor: Tasavvuf, hakikatları almak ve yaratılmışların elinde her ne varsa hepsinden ümidi kesmektir. Tasavvuf iddiasında bulunan kimse bunların sözleriyle kendini ölçsün. Böyle olursa zaten ona sözümüz yoktur. Yoksa onun da söylemeye hakkı olamaz. Tasavvuf, ilmi fıkhı ve kelam ilminden sonra ortaya çıkmıştır. Çünkü Peygamberin (sav) irtihalinden sonra ilk önce Kur'an-ı Kerim bir araya getirildi. Bilahare uydurmacı ve yalancılardan korunmak gayesiyle hadislerin derlemesine başlandı. Sonra gün geçtikçe genişleyen İslam aleminde vaki olan hadis ve olaylara cevap vermek için ehli ilim, fıkıh ve kelamla meşgul olup bu sahada çok eser verdiler. Ve uzun zaman ulema sadece bununla iktifa ettiler. Fakat Gazali'nin dediği gibi sadece alış-veriş, icare, selam, nikah ve talak gibi meselelerle uğraşmak kalbe kasavet veriyor. Bunun için ulema ve mutasavvıflar islam''n bir bütünü olan zikir, fikir, mücahede, riyazet, ihlas muhabbet ve Allah korkusu gibi mefhumların üzerine durup zıdlarıyla birlikte açıklayıp hakkında eser yazdılar. Ve böylece tasavvuf ilmi de metodlu bir şekilde ortaya çıkmış oldu. Tasavvuf şahsında yazılmış eserlerin en güzeli Gazali'nin kitaplarıyla Ebu Talib al-Mekki'nin Kutü'l-Kulub ismindeki kitabıdır. Bu hususta İhyaül-Ulum kafi ve vafidir. Hülasa her müslüman – yani İslam'ı bilen ve onunla amel eden- hem kelamcı, hem fakih, hem ahlakcı, hem mütesavvıfdır. Çünkü İslam bunlardan ibarettir. Başka bir şekilde tasavvufu izah etmek doğru değildir. Avamın hurafe vehikayelerine ehemmiyet verilmemesi lazımdır.
Prof. Dr. Süleyman ATEŞ. Tasavvuf; zühd ve takva ile ruhu temizlemek, kalbi masivadan boşaltıp Hakk'a tahs
.
Tasavvuf Nedir
Prof. Dr. Süleyman ATEŞ
Tasavvuf; zühd ve takva ile ruhu temizlemek, kalbi masivadan boşaltıp Hakk'a tahsis etmek, O'nun bütün emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak ve bilincinde daima Allah'ı canlı tutmaktır.
İslam'ın özünde tasavvufun olmadığını savunanlar, İslam'da uzletin olmadığını, bunun bize dış tesirlerle birlikte geldiğini iddia etmişlerdir. Bu tamamen tutarsızdır. Çünkü haniflerden birisi olan Hz.Peygamber vahiy almadan önce zaman zaman Hira mağarasında uzlete çekilir, ibadet ederdi. Bu tefekkür ve uzlet hayatı o zamanlar adı konulmasa da tasavvuftan başka bir şey değildi. Bütün peygamberler gece ibadeti ve Allah'ı daima bilincinde canlı tutmak manasını da taşıyan zikir ile çokça meşgul olmuşlar, bu vasıtayla da manevi tekâmüle ermişler ve vahye mahzar olmuşlardır.
Bize Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Musa'nın kırk gece uzlete çekildiği anlatılır. Demek ki Hz. Peygamber'in Hira'da yaptığı, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın yaptığından farklı değildi. Fussilet Suresi'nde ifade edildiği gibi Hz. Peygamber'e vahyolunan, diğer peygamberlere de vahyolunmuş, dinler kaynağı aynı olmasından dolayı birbirlerini etkilemişlerdir. Dolayısıyla İslam, diğer semavi dinlerden nasıl bağımsız olarak düşünülmez ise tasavvuf da diğer dinlerdeki manevi hayattan bağımsız olarak düşünülemez.
İslam tasavvufu; Hz. Peygamber ve sahabinin manevi hayatından kaynaklanmış ve zühd hareketinin gelişmesiyle de sistemli bir hal almıştır. Önceleri tasavvuf ferdi olarak yaşanıyordu. Hicretten sonraki 2. ve 3. asırda sohbet halkaları oluşmaya başlamıştır. Tasavvufun uygulaması olan tarikat, bu şekilde ortaya çıkmış ve bir takım sistem değişiklikleri sebebiyle çeşitli dallara ayrılmıştır. Fakat bazı mümessillerin tasavvufu kendilerine basamak yapıp onunla menfaat sağlamaya kalkmaları, sapmış tarikatların çıkmasına yol açmıştır.
Manevi tekâmülü sağlamanın tek yolu tarikatlar değildir. İnsan, tasavvuf kitaplarını okuyarak, ayetlerden, hadislerden esinlenerek, tasavvuf umdelerini ve prensiplerini öğrenip yaşantısına uygulayabilir, fakat bu zor bir iştir. Bunu kolaylaştırmanın yolu da tarikatlardır.
İlk dönemlerdeki mutasavvıflar, kendilerini temsil edenlerin, âlim olmalarına önem verirlerdi. Bu noktanın geri plana kayması, belli bir dönemden sonra tasavvuf hareketinde donuklaşma meydana getirdi. Donuklaşmadan kurtulması için tasavvuf erbabının mutlaka âlim olması gerekir. Yani insan önce dini ilkeleri sonra tasavvufu öğrenmeli ki, o zaman tasavvuf dine uygun olarak yaşansın. Önce tasavvufu sonra dini öğrenmeye kalkarsak artık her şey tasavvuf gözlüğü ile görünür ve bir sürü hurafe doğar.
İlk sufîler, tasavvufun kuruluşundan hicri 7. ve 8. asra kadar rabıta uygulamamışlardır. Yani bugün uygulanan şekliyle, şeyhi karşısına alıp iki kaşını düşünmek tarzında bir rabıta, ilk tasavvufi kaynaklarda yok. Rabıta, Nakşibendî’yle birlikte tasavvufun vazgeçilmez bir ögesi haline gelmiştir.
Rabıta yapan kişi eğer şeyhi tanrılaştırır, her halini bildiğine inanır, "bana yetişir, dileğimi verir" diye düşünürse yani ilahi bir takım özellikleri şeyhine yakıştırırsa bu şirke girer. Fakat bunlarla ilgili bir düşünce taşımadan sırf hocasını sevmesi, onun haliyle hallenmesi sakıncalı değildir.
Tasavvufta Vahdet-i Vücut fikri daha önceleri de olmakla birlikte, Muhyiddin-i Arabi tarafından sistemli bir hale getirilmiştir. Ona göre varlık tek ve mutlaktır ki O da Allah'tır. O'nun varlığının sebebi yoktur. Allah ezelde varken hiçbir şey yoktu, âlemi yaratmak isteyince, Allah'tan bir hakikat taştı ve bütün âlem meydana geldi.
Eğer insan bu yorumlara dayanarak her şeye ve kendisine Allah derse, ortada ne din kalır ne ilah. Vahdet-i vücut'ta esas olan varlığını bir gölge olarak görmektir ki bu, güzel bir şeydir. Kişi bütün varlıkların sebebi olan Allah'ta yok olur. Kendisini ve diğer varlıkları unutursa ve devamlı böyle kalırsa hiçbir görevini yapamaz. Kemalin son noktası Allah ile birlikte bireyliğine dönmek ve bireyliğini Allah ile birlikte yürütmektir. Peygamberlerin ve velilerin halleri budur.
Kısaca tasavvuf, söz yolu değil hâl yoludur. Gayesi ise üstün ahlaka yani ahlak-ı Muhammedi'ye ermektir.
Tasavvufun ne olduğunu 17. asırda İstanbul'da yaşamış olan Oğlanlar Dergahı Şeyhi İbrahim Efendi (KS) aş
.Tasavvufun ne olduğunu 17. asırda İstanbul'da yaşamış olan Oğlanlar Dergahı Şeyhi İbrahim Efendi (KS) aşağıdaki şiirinde çok güzel anlatmaktadır;
Bidayette tasavvuf, sûfî bî-cân olmaya derler
Nihayette, gönül tahtında sultân olmaya derler.
Tasavvuf mesleğine intisâb etmek isteyen sûfî, bu dergâha girerken, maddî varlığından sıyrılmalı ve kendinde bir varlık görmemelidir. Bu tarzda başlayana mânevi yolculuğun (seyr u sülûk) nihâyetine ulaşan kimse gönül tahtının sultânı olur.
Tarîkatte tasavvuf; sûretin (maddi varlığın) yok farzedilmesinden ibârettir. Bu yolla hakîkate ulaşanlar, ilâhî olan sır sarayının misâfiri olurlar.
Bu âb u kil libâsından tasavvuf, ân olmakdır
Tasavvuf cism-i safî nûr-ı Yezdan olmaya derler.
Tasavvuf, toprak ve sudan ibâret olan sûretten temizlenmektir. Varlığından soyulan derviş, cismini saflaştırarak, Allah Teâlâ'nın nûru olur. (O'nunla görür, O'nunla işitir, O'nunla tutar ve O'nunla yürür.)
Tasavvuf, lem'ayı envâr-ı Mutlak'dan uyarmakdır
Tasavvuf, âteş-i aşk ile sûzân olmaya derler.
Tasavvuf, gönülde mutlak nûrlardan bir ışık yakarak, aşk ateşiyle yanıp tutuşmaktır.
Aşk bir şem'-i ilâhîdir benim pervânesi
Şevk bir zencîrdir gönlüm anın dîvânesi
-- Şeyh Galip --
Tasavvufda şerait nâme-i hestîyi dürmekdir
Tasavvuf, ehl-i şer'u ehl-i iman olmaya derler.
Tasavvufta esas olan, varlık kitabını dürerek, varlığından geçmektir.
Bana bende demen bende değilem
Bir ben vardır bende benden içeru
-- Yunus Emre --
Tasavvuf, hem şerîat, hem îman ehli olmaktır.
Tasavvuf ârî olmaktır hakîmen âdetullaha
Tasavvuf, cümle ehl-i derde derman olmaya derler.
Tasavvuf, hakîmâne bir tarzda âdetullâhı (sünnetullah) anlamak, tüm dert sâhiplerinin derdine derman olmaktır.
Tasavvuf ten tılsımın ism miftahıyla açmaktır
Tasavvuf, bu imaret küllî viran olmaya derler.
Tenin tılsımı da "Allah" isminin anahtarı olan "Bismillâh" ile açılır. Tasavvuf ma'mûr olan bu varlığı tamâmen vîrân etmek, nefse nispetle rûhu beslemektir
Tasavvuf,sufi kâli hâle tebdil eylemekdir bil
Dahi her söz ki söyler âb-ı hayvan olmaya derler.
Tasavvuf, sûfînin kâlini (sözünü ve bilgisini) hâle tebdîl etmesidir (ilmiyle âmil olma). Hâl ehli olan, söylediklerini ve bildiklerini bizzat yaşayan bir kimsenin her sözü, başkaları için hayat iksîri hükmündedir.
Tasavvuf ilm-i ta'bîrât u te'vîlâtı bilmekdir
Tasavvuf can evinde sırr-ı Sübhân olmaya derler.
Tasavvuf, ta'bîr ve te'vîl ilmine vâkıf olmak, Kitap ve Sünnet'in esrârını anlamaktır. Tasavvuf kalbi, ilâhî sırların mecrâsı ve mir'âtı yapmaktır.
Tasavvuf hayret-i kübrâda mest ü vâleh olmakdır
Tasavvuf Hakk'ın esrarında hayran olmaya derler.
Tasavvuf, büyük bir hayret ve dehşetle kendinden geçmek, Hakk'ın nâmütenâhî esrârı karşısında hayran kalıp ürpermektir.
Tasavvuf her nefesde şarka vü garba erişmekdir
Tasavvuf bu kamu halka nigehbân olmaya derler.
Tasavvuf, her an, şarkta ve garbtaki müslümanları düşünmek, onların sevincine ve tasasına ortak olmak, ihtiyaç sâhiplerine hizmet etmektir. Tasavvuf, tüm halkı görüp gözetmeye çalışmaktır.
Tasavvuf cümle zerrât-ı cihanda Hakk'ı görmekdir
Tasavvuf gün gibi kevne nümâyân olmaya derler.
Tasavvuf, cihânın tüm zerrelerinde Hakk'ı müşâhede etmektir. Sûfî güneş gibidir. İnsanları zulmetten nûra ulaştırır.
Bir kitâbullah-ı a'zamdır serâser kâinat
Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.
Tasavvuf anlamakdır yetmiş iki milletin dilin
Tasavvuf âlem-i akla Süleyman olmaya derler.
Tasavvuf, yetmişiki milletin dilini bilmek, herkesin halinden anlamaktır. Hz. Süleyman nasıl kuş diline varıncaya kadar tüm dilleri biliyorsa, tasavvuf erbâbı da akıl âlemine Süleyman olmalıdır.
Tasavvuf urvetü'l-vüskâ yükün can ile çekmekdir
Tasavvuf mazhar-ı âyât-ı gufran olmaya derler.
Tasavvuf, Kur'ân-ı Kerîm'in hükümlerine tüm gücüyle bağlanmak ve ölünceye kadar bu inancını devam ettirmektir. Böyle bir davranış içinde bulunan sûfî, gufran âyetlerinin mazharı olur.
Tasavvuf ism-i a'zamla tasarrufdur bugün kevne
Tasavvuf cam-i ahkâm-ı Kur'ân olmaya derler.
Tasavvuf, bugün kâinatta "İsm-i a'zam"la tasarruf etmektir. Kuran hükümlerini kendinde toplamaktır.
Tasavvuf her nazarda zât-ı Hakk'a nazır olmaktır
Tasavvuf sûfî'ye her müşkil asan olmaya derler.
Her baktığı şeyde Allahı görmek, her sıkıntılı işin failinin Allah olduğunu idrak ederek, zorsunmamaktır
Tasavvuf ilm-i Hakk'a sînesini mahzen etmekdir
Tasavvuf sûfî bir katreyken umman olmaya derler
Tasavvuf, Hakk'ın ilmine kalbini mahzen etmektir. Ledünnî ilme sâhip olmak ve bu sûretle beşeriyete faydalı hale gelmektir. Bu sâyede bir katreden ibâret bulunan sûfî umman hâline gelmiş olur.
Tasavvuf küllî yakmakdır vücûdun nâr-ı la ile
Tasavvuf nûr-i illâ ile insan olmaya derler.
Tasavvuf, Allahtan başka her şeyi "lâ" ateşiyle yakmak ve "illâ" nûruyla insân-ı kâmil olmaktır. (Lâ mevcûde illâ Hû).
Tasavvuf onsekiz bin âleme dopdolu olmaktır
Tasavvuf nuh felek emrine ferman olmaya derler.
Tasavvuf, kâinattan haberdar olmak, onsekiz bir âlem hakkında bilgi edinmek, eşyânın künhüne vukuf kesbedip dokuz feleğin (güneş sistemi) emrine ferman olmaktır.
Tasavvuf "Kul kefâ billâh" ile da'vet durur halkı
Tasavvuf "irciî" lafziyle mestân olmaya derler.
Tasavvuf, "kul kefâ billah" âyetiyle insanları Hak yola dâvet etmek, "irciî" emrinin zevkiyle kendinden geçmektir.
Tasavvuf günde bin kerre ölüp yine dirilmektir
Tasavvuf cümle âlem cismine can olmaya derler.
Tasavvuf, Hakk'ın nâmütenâhî kudretini müşâhede edip kendinden geçmek, ölmeden evvel ölmek, rûhen diri kalmaktır. Tasavvuf, tüm âlemin cisminin rûhu olmak, onları ihyâ etmek, Hak Teâlâ'nın "Hayy" isminin mazharı olmaktır.
Tasavvuf zât-ı insan zât-ı Hak'da fânî olmakdır
Tasavvuf "kurb-ı ev ednâ" da pinhân olmaya derler;
Tasavvuf, sûfînin kendi varlığını, gerçek varlıkta yok etmesi, bu sâyede "Kurbu ev ednâ" makâmına ulaşmasıdır.
Keramet satmamaklıktır keramet
Keramettir denilmiş terk-i âdet
Muhib mahbubla ey sahib-i saadet.
Görüb söyleşmedir keşf ü keramet.
Ömer Ruşeni Dede
&
Erkân-ı tarikat didiler altıdur ahyâr
Hem hilye-i ebdâl dinilür bunlara ey yâr
Evvelkisi taklîl-i ta'âm oldı 'azîzim
İkincisi taklîl-i menâm itmeli zinhar
Üçüncisi taklîl-i kelâm dinle birader
Dördüncisi bu kim idesin 'uzlet-i ağyar
Fikr oldı beşincisi anın halk-ı Hudâdan
Altıncısıdur zikr-i müdâm it anı her bâr
Kuddûsî umar ki yiyüb içüb uyur iken
Bir gün ola virile aña rütbe-i sâlâr
&
Sülük ahvâlini sâlik yola gidüb gelenden sor
Eğer gavvâs olam dirsen bu deryâya talandan sor
Tarikat sırrını sorma muhaddisden müderrisden
Hakîkat 'ilmini dersi Hudâsından alandan sor
Bilemez ehl-i zâhir ehl-i bâtın bildiğin zinhâr
Sorar isen anı 'ayne'l-yakîn Hakkı bilenden sor
Bu bir 'ilm-i ledünnî kim bilen dimez diyen bilmez
Bilür 'ârif bu 'ilmi sen yüri var anı andan sor
Bu Kuddûsîleyin câhil mukallid müdde'î çokdur
Visâlin tarzını mürşid olub vâsıl kılandan sor
Kuddusi Baba (KS)
.
.
Tasavvuf Nedir, Tasavvuf Düşüncesi ve Tasavvuf Terimleri
Tasavvuf Nedir, Tasavvuf Düşüncesi ve Tasavvuf Terimleri
Tasavvuf, Tanrı, evren ve insan ilişkisini bir bütünlük içinde açıklamaya çalışan, tanrısal erdemlere benzemesini amaçlayan dinsel ve felsefi bir düşüncedir.
Başlangıçta günah işlemekten sakınmak, dünyasal işleri küçümsemek ve bunlardan uzak durmak, yalnızlığı seçerek sürekli Tanrı’yı anmak, kalbin ancak bu yolla temiz tutulacağına inanmak gibi düşünceler ve uygulamalarla ortaya çıkan tasavvuf 12. Yüzyıldan sonra tarikatlar biçiminde örgütlenerek güçlü bir hareket durumuna gelmiştir.cemalaksoy.org
Tasavvufun temeli evrende tek varlığın bulunduğu, o tek varlığın dışındaki diğer varlıkların ise onun yansıması olduğu görüşüne dayanır. O tek varlık Allah’tır. Öteki varlıklar yani görünen her şey Allah’ın türlü görüntüleridir. Buna “vahdet-i vücut”denir.
İnsan için varlık kazanmanın amacı “insan-ı kamil” olmaktır. Tasavvuf anlamda “insan-ı kamil” olmak “bekabillah”a yani sürekli olan Allah’ın varlığına bulunma mertebesine ulaşmak olur. “bekabillah”ı “fenafillah” yani insan varlığının Allah varlığında yok olduğu makam izler.
Tasavvufun en önemli özelliklerinden biri ilahi gerçeğe ulaşmanın temelinde aşkın bulunduğudur. Allah’a yasaklarla ya da korkularla değil sadece aşkla ulaşabileceği inancını ön plana geçirmiştir. Tasavvufun kuşkusuz en önemli eserlerinden biri olan Mevlana’nın eserlerinde bu inancın etkileri fazlasıyla görülmektedir. Mevlana’ya göre insan hangi din ve mezhepten olursa olsun her yerde eşittir. Din sadece kişinin kendisini ilgilendirdiğine, kişinin inanç ve davranışlarına karışmanın doğru olmayacağına inanırdı. Mevlana, bu hoşgörüsünden dolayı dünya çapında şöhret kazanmıştır.
Tasavvuf, İslami Türk edebiyatındaki etkisini, aynı yoğunlukta olmamakla birlikte 11. Yüzyıldan başlayarak yüzyıllar boyu sürdürmüştür. Tekke edebiyatının yanı sıra divan edebiyatının oluşumunda da büyük rol oynamıştır.
Belli başlı tasavvufi terimler şunlardır:
Aşk: İlahi aşk, kulun Allah’a olan sevgisi
Aşık: Allah’a erişmek isteyen kişi
Maşuk: Sevgili, Allah
Masiva: Allah dışındaki diğer varlıklar
Saki: İlahi aşk şarabını sunan kişi, doğru yolu gösteren şeyh
Şarap: İlahi aşk
Kabe: Vuslat makamı
Şem(mum): İlahi nur
Çile: Nefsi köreltmek için yapılan terbiye, çekilen çile
Tekke: Tasavvufun öğretildiği yer, meyhane
Mürid: Tarikat şeyhine bağlanarak ondan tasavvufun yollarını öğrenen, onun doğrultusunda ilerleyen kimse
Mürşid: Doğru yolu gösteren, ilahi aşkı anlatan
.
10.Derece Tasavvuf nedir
Sırrı hazretleri şöyle dedi:
"Peygamberimiz(sav)'i rüyamda gördüm ve kendisine şöyle sordum. 'Ya Resulallah[sav] tasavvuf nedir?" Cevaben şöyle buyurdu: 'Dâ'vâyı terketmek; mânâyı ketmetmektir.
Erbâb-ı tasavvufa vacip olan dâvayı terketmek, mânâyı da ketmetmektir. "Sudûrü'l-ahrâr, kubûrü'l-esrâr" fehvasınca bütün büyüklerimiz, ehli olmayanlardan ve ağyardan (cahillerden) esrâr-ı Hakk'ı saklamışlar, setretmişlerdir. Ve sanki ondan habersizmişcesine tecâhül etmişlerdir. İşte bunlar ağyardı beşeriyyettin hazzını aşamayanlardır. Erbab-ı tasavvuf ise beşer üstü manevi nazlara sahip olanlardır.
Hem öyle zevk ki, bu mertebede olan kimse, Hakk'tan başkasını görmez. Onda alâyim-i nefsânî ve meâlim-i insanî olmaz. İşte hakikatte tasavvuf:
İnsanın herşeyiyle, hem zahiren, hem de bâtınen Allah'la olan bağlantısını kurmasıdır. Bir âşık, zahirî ve bâtınî olarak ru'yet-i halkı iskât eylese Hakk'ın sırrına lâyık olur. Ve nur-u ilahîde fena bulur.
Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine tasavvufun ne olduğunu sordular, o da cevaben: "Tasavvuf nefsin, Allah'ın Vahdetinde fena bulmasıdır." buyurdu. Sahib-i tasavvuf, bu fenaya erdikten sonra hakikî mutasavvıf olur.
Ebu Muhammed el- Harirî şöyle buyurdu: "Tasavvuf, yaratılmış olan şeylerin alçaklığından kurtulup, Allah'ın övdüğü şeylerin dairesi içerisine girmektir."
Murakabe, kişinin kalbiyle Allah'ı(cc) mülâhaza etmesi demektir. Allah'ı kalbiyle mülâhaza etmek ise onu daima kendisine yakın hissetmek ve yaptığı her işte kendisini seyrediyor olmasını düşünmektir. Zira Allah u Teâlâ her yerde hâzır ve nazırdır. Zira Allah u Teâlâ'nın iradesi ve müşahedesi dışında hiçbir şey vuku bulmaz.
Allah u Teâlâ(cc) bu mevzua münasip olarak şöyle buyurmuştur: "Ey Muhammed! Bizim şehadetimiz olmaksızın ne Kur'an'dan okuyabilirsin, ne de birşey yapabilirsin. Ve ey kullarım! Allah'ın gözetimi dışında amellerden hiçbir amel yapamazsınız. Siz bâtıla daldığınızda biz onu gözetiyoruzdur."
Sâlike lazım olan, "Allah'ın her an kendisini gözetiyor" olmasına müdrik olmasıdır. Allah u Teâlâ bir âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: "Allah u Teâlâ(cc) o âsî ve kâfir olanları bilmez mi?" Yani bunun mânâsı, Allah kâfirin küfrünü ve müslimin teslimiyyetini görür. Ona göre azap veya mükafatını verir. Onun hakimiyetinde olmayan hiç bir fiil, eşya ve tasarruf yoktur. Âyet-i kerimenin hitabı hususi olmakla beraber şümulü umûmîdir. Bu âsi olanlara tevbe etmeleri yönünde bir uyarıdır. Zira Allah kimin ne yaptığını bilir.
Mü'minlere de ayrı bir hitap vardır. O da şudur: Ey mü'min kişi, boş ve yalnız kaldığın tenha vakitlerde, yapayalnız olduğunu zannederek sakın hataya düşme. Zira Allah(cc) seni görüyor. O halde ihlâs ile amel et. Hiçbir zaman başıboş olmadığını iyice anla. Meşayih-i Kiram bu hususta şöyle demişlerdir: "Rabbine âsî olduğunda şunu iyi bil ki, Rabbin her tarafta seni görür".
Rivayet edildiğine göre Cüneyd-i Bağdadî hazretleri müridlerinden bir tanesine daha bir yakınlık ve alâka gösteriyordu. Bu hal diğer müritler arasında rahatsızlık yarattı. Ve "Niçin ona böyle davranıyor?" diye dedikodu etmeye başladılar. Derken bir gün Cüneyd hazretleri bütün müridânını toplayıp ellerine birer bıçakla tavuk tutuşturdu. Ve onlara şöyle dedi: "Gidin bunu kimsenin olmadığı bir yerde kesin getirin." Herkes gidip bir tenha yerde tavuğu keserek getirdi. Ancak içlerinden biri elindeki tavuğu kesmeden geri getirdi. Bu mürid önceden Cüneyd hazretlerinin iltifat eylediği kimseydi. Cüneyd hazretleri ona niçin kesmediğini sordu. O da: "kesmek için hiç kimsenin olmadığı bir yer bulamadım. Zira her yerde Allah var" diye cevap verdi. Bunun arkasından Cüneyd hazretleri müridâna dönerek şöyle dedi.
"İşte bunu sizin üzerinize üstün tutmamın sebebi budur, işte Allah'ın her yerde var olduğunu idrak eden bir kimse, asla çirkin bir davranışta bulunmaz."
Hz. Mevlânâ bu mevzuda şöyle buyurmuşlardır.
Allah herşeyi görür.
Bu görüş de daima seni korkutsun diye
kendisine "gören" dedi.
Kötü sözlerden dudağını yumasın diye de
kendisini "duyan" diye anlattı.
Korkasın da bir fesat düşünmeyesin diye
"bilen" adını takındı.
Bu beyitlere münasip olarak Vâsitî şöyle der:
"Murakabe kalbi kötü düşüncelerden alıkoymak, korumak ve zahirde de bâtında da Hakk'ı müşahede etmektir."
Kâşânî de şöyle der:
"Murakabe, Hakk'ın sana olan şuhûdunun devamlı olmasıdır. Ve böylece senin de daima onu müşahede etmendir. Ve fiillerini bu müşahedeye göre ayarlamandır.
Ayrıca murakabe mertebesine ulaşanlara karşı hürmette kusur etmemek lâzımdır. Murakabe sahibi olan birisi daima, hürmetle ve muvazeneli olarak davranışlarını ayarlaması lâzımdır.
.
.Derece Hürmet ve Riayet
Meşâyih-i Kiram şöyle buyurmuşlardır:
"Hürmet demek Hakk'a karşı tazim demektir. Emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i ani'l münker demektir. Rabbinin emrine, itaatle, ibadetle ve tazimle uymaktır. Allah'ı müşahede etme makamına erildiğinde hürmet ve riayet, kıyamda (ayakta), oturarak ve yatarak ta yapılabilir. Zira Hak katında köle olan hürmetini muhafaza etmek mecburiyetindedir."
Rivayet edilir ki, Beyâzıd hazretleri bir gece ayakta durmaktan yorgun düştü ve oturdu. Oturduğunda işgal ettiği yer o kadar küçüktü ki, bu oturuşu ancak melekler yapardı. Öylesine toparlanarak ve edeple oturdu. Ve oturduktan sonra Hazret, bir daha ebediyyen Rabbinin huzurunda oturmamaya yemin etti.
Hürmet eken hürmet biçer.
Şeker getiren baklava yer.
Asıl lazım olan şey, sâlikin rahatlamak istediği anda hürmet etmesidir. "Rahatlamak hakkım" diyerek yayılmanın ve sereserpe uzanmanın edebe yaraşır bir yanı yoktur. Allah'ın huzurundayken buna cür'et edilmez.
Ey kardeşim şunu iyi bil ki, ehlullahın hürmeti üç kısımdır:
Birinci kısım, ister yorgunluktan dolayı dinlenme anında olsun, isterse başka bir halde olsun, her anında ve saniyesinde hürmetle davranır. Ve nâmahremden sırr-ı vahdeti setreder.
İkinci kısım ise, Allah'a karşı göstermiş olduğu hürmetini açıkça izhar eder. Fakat tamamıyla ve dört başı mamur bir hürmet kılmaz.
Üçüncü kısım ise, kemâliyle hürmet kılar ve bunu da açıkça izhâr etmekten çekinmez.
Birinci kısma misal Cüneyd-i Bağdadî'dir. İkinci kısma misal, Şiblî'dir. Üçüncü misal ise Mansûr'dur.
.
3.Derece İhlas
Allah u azimüşşan bir hadis-i kudsîsinde şöyle buyuruyor: "ihlas, benim sırlarımdan bir sırdır. Onu kullarımdan seçtiğim kimselerin kalbine emanet olarak bıraktım."
İhlâs: Dinî amelleri, ucûp ve riyadan temizleyip halis hale getirmektir. Nitekim Allah(cc) bir âyet-i kerimesinde, "iyi bilinmelidir ki hâlis din Allah'ındır." buyurmaktadır.
Şeyhü'l-islâm hazretleri ihlâsı şöyle tarif etmektedir:
"ihlâs, insanın yapmış olduğu ameli bütün şaibelerden temizlemesi ve gösterişi terketmesidir. Ve amele itimât etmemektir. Zira amele itimât eylemek irfanın noksanlığına işarettir."
ibn-i Atâ hazretleri şöyle buyuruyor:
"Amele itimât etmek hakikate vakıf olanlar nezdinde zillettir." Sevap kazanmak için amel etmek ve ihlâsa yönelmek, ihlâsı elde etmeye mânidir. Ve bir kimsenin şöhret için amel etmesi de ihlâsa mânidir, işte ihlâs, bütün bunlardan amelleri uzak tutmaktır.
Ebu Osman Mağribî şöyle buyuruyor: "ihlâs, içerisinde nefsin haz duyacağı ve böbürleneceği şeyin bulunmadığı halettir." Daha da ötesi, ihlaslı olanın kendini muhlis görmemesidir. Onun için "ihlâs, senin kendini ihlâslı görmemendir." diye tarif edilmiştir. Zira İhlasın devamı tevâzuyla mümkündür.
Hakikat şu ki, ihlas yalnız ve yalnız Allah için ve onun rızasını kazanmak yolunda yapılan ibadetle kazanılır.
.
4.Derece Tehzib
Meşâyih —Allah onlara rahmet eylesin— tehzibi şöyle tarif eder: "Tehzib, ilim ve amelin ona layık olmayan şaibeli şeylerden arındırılması demektir." Tehzib ve tenkiye hâlis olmayanlar ve safa bulmayanlar içindir. Nitekim şöyle buyurulmuştur'Tenkiye ve tehzib, hasta olana ilaç hükmündedir."
Bu riyazetler, bu cefa çekmeler,
ocağın posayı gümüşten çıkarması içindir.
İyinin ve kötünün imtihanı,
altının kaynayıp tortusunun üste çıkması içindir.
Bu haslet hâlis olan ve salâh bulan kimselere ve doğru mizaçlı olan kimselere lâzım değildir. Ancak sülûke yeni girenlere ve riyazet erbabına vaciptir. Şeyhü'l islâm hazretleri bu hususta şöyle demiştir: "Tehzib, sülûke yeni girenler ve riyazet ehli için bir imtihandır." Bu imtihandan murâd ise, beşeriyete ait pisliklerden (maddî ve manevî) arınmaktır. Sülûk'e yeni girenlere lâzım olmasının sebebi, onların tehzib sayesinde huylarını ve tabiatlerini düzeltmeleridir. Gösterişten ve riyakarlıktan kurtulmalarıdır. Zira nefsâniyyete ait basitlik ve huysuzluklarla asla ibâdet yapılamaz.
Meşâyihden bazıları şöyle demişlerdir: "Âdet üzere yapılan ibâdetler, ibadet olarak kabul olunmazlar, ibadet hâlis niyetle ve şuurlu bir şekilde yapılırsa ibâdet olur. Bilhassa ibâdet eden için nefse muhalefet vaciptir. Sırf âdet olduğu veçhile oruç tutanın orucu ne oruç olur ne de oruçsuzluk. Nakıs (eksik) bir oruç olur. Çünkü nefse itimât vardır."
Tehzib, ibadetlere istikamet verir. Ve tehzib-i nefs olan kimse hakkıyla müstakim olanlardandır.
.
5.Derece İstikamet
İstikâmet demek, yemede, içmede, akîdede, ibadette, amellerde, ahvâlde, vakti geçirmede ve bütün yapılan işlerde, ifrat ve tefride kaçmamak ve orta yolu tutmaktır. Ve sülûke, manevî yükseliş gayesiyle girmektir. Onun için: "İstikamet, sulüke manevî irtifa niyetiyle girmektir" denmiştir. Allah u Teâlâ istikâmet üzere olanlar hakkında şöyle buyurmuştur:
"O kimseler ki, bizim Rabbimiz Allah'tır derler. Ve sonra amellerinde dosdoğru olduklarında da biz onlara melekleri indirdik. Ki o melekler onlara, korkmayınız, üzülmeyiniz, dünyada vaadedilen cennet sizin içindir. Müjdeler olsun dediler."
Bu âyet-i kerîme ihlâsı, ameli ve ilmi muhtevîdir. Hepsini bir arada birleştirir, ihlâs, amel ve ilim üçü birleştiği zaman gerçek istikâmeti tayin eder. İstikâmet, hülâsâ-i amel olduğu için bunun sevabı ve karşılığı tasavvur edilemeyecek kadar çoktur. Sü'bân hazretlerinden rivayet edildiğine göre, Resûlullah efendimizin şöyle buyurmuştur:
"Ey ümmetim! Dosdoğru olunuz, istikâmetin sevabını sayamazsınız. Ve bilin ki, sizin en hayırlı ameliniz namazdır. Mü'min olan temizliğini kemâliyle yapandır." Namaz iki vecih üzere kılınır. Birincisi, şeklen kılınan namazdır, ikincisi ise kalben (manen) kılınan namazdır. Makbul olan ikincisidir. Zahiren yapılan ta'dîl-i erkan, fıkhın tayin ettiği şeklî namazda olur. Oysa batini olarak kılınan namazda gösterişe ve riyaya yer yoktur. Bâtınî kalple kılınan namazda kalbi teşvişden mahfuz eylemek lâzımdır. Asıl temizlik budur. Bunu ise hakkıyla gerçekleştirecek olanlar, hakikî mü'minlerdir. Müstakim olan mü'min, Allah'ın hidâyet nuruna erişen kimsedir.
.
6.Derece Tevekkül
Abbâs(ra)'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûlullah(sav) efendimiz şöyle buyurmuşlardır: "Ümmetimden yetmişbin kişi hesapsız olarak cennete girecektir. Bu kimseler, büyü yapmayan ve başkalarının söylediklerini te'vil edip abartmayan ve Rabblerine tevekkül eden kimselerdir."
Şeyh hazretleri şöyle buyurdular: "Tevekkül iki kısımdır. Birincisi âmm; ikincisi hâss. Âmm olan tevekkül, kişinin herşeyde müessir olanın Allah olduğuna inanmasıdır. Meselâ, ateşin yakıcılığı, suyun akıcılığı, karın soğukluğu hep Allah'ın emriyledir. Bunun aksi asla sahih değildir. Hass tevekkül ise, te'vil ve büyüyü bırakıp Allah'ın kendisi hakkında yazmış olduğu kadere teslim olmaktır." Diğer bir mânâ ile tedbiri bırakarak tümüyle Allah'ın iradesine teslim olmaktır.
Zünnûn hazretleri bu hususta şöyle diyor: "Tevekkül, kulun tedbiri bırakıp kendini Allah'ın kudretinin eline terketmesidir. Tıpkı meyyitin (ölünün) kendisini yıkayan gassâl'a terketmesi gibi." Yani kulun, bütün olacak şeylerin hâkimiyetini ve ayarlamasını Halikına bırakmasıdır tevekkül.
Şeyhü'l-İslâm hazretleri şöyle buyuruyor: "Tevekkül, işlerin bütününü mâlikine terketmektir. Ve onun delâletine itimât etmektir." Bu tevekkül avama en zor gelen tevekkül şekli olmakla beraber, havasa en zayıf gelen tevekküldür.
Avama zor gelmesinin sebebi, avamın esbaba tevessüle alışmış olmasından ve muhabbet duymasındandır. Bu muhabbetlerinden dolayı, sevmiş oldukları sebepler, kendileriyle Allah(cc) arasında perde olmuştur. Sebeplere olan itimatları, Allah'a olan itimatlarından daha fazladır. Onun için sebepleri terkedemezler. Ve tevekkül yoluna gidemezler. Zannederler ki, esbaba tevessül etmeden bir kâr edilmez. Ve sebepsiz hiçbir şey zuhur etmez. Halbuki sebep bir âlettir. Ama avam bunu böyle anlamaz. Onun için avama tevekkül zor gelir.
Sen çocukluğundan sebepleri görüyor,
bilgisizliğinden sebeplere yapışıyorsun.
Sebepleri görüyor da müsebbibten gafil kalıyorsun.
Bu hakikati örten, müsebbibin yüzünü gizleyen sebeplere
ondan meyletmektesin sen.
Sebepler gitti mi başına vurmaya başlar,
'Aman Yarabbü' demeye koyulursun.
Allah da sana "Hadi, yürü, sebebe git. Ne acayip şey; sen beni
yarattığım sebepler için andın ha!" der.
Şeyh hazretleri Fütuhat'ında şöyle diyor:
"Tevekkül, kalbin Allah'a itimadıdır. Kalb sebeplere meyletmekle zayi olur. Sebeplere meyletmek ise nefsin şânındandır. Eğer kalb bu nev'i meyillerle hasta ise, esbaba tevessül etmekten asla ızdırap duymaz. Allah'a hakikî mânâda tevekkül edenlerin kalbi ise, gassal elindeki meyyit gibi, tamamıyla Allah'ın tasarrufuna ait kudretinin elindedir. Tıpkı efendisinin emrindeki köle gibidir. Bazılarının tevekküldeki hali, babasıyla oğlu arasındaki hale benzer. Ama tevekkülün havas katında en zayıf hali ifâde etmesi, "Her iş Allah'ındır" hükmüne binâendir. Havasa göre bütün mülk Allah'ındır. Ve her türlü sebepli sebepsiz hükümranlık ona aittir. Bu kanaate sahip olan havas hiçbir zaman vesile ittihaz etmez. Ve ondan gelen herşeye razı olur."
.
7.Derece Tevfiz
Allah u Teala, âl-i firavn'ı anlatırken Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyuruyor: "İleride size söylediklerimi hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah, kullarını çok iyi görendir." (Mü'min, 44)
Hakikî bir sâlike lazım olan şey, onun her hâlini ve kârını Allah'a tefvid (havale) etmesidir. Tefvid, tevekkülden daha efdaldir. Zira mânâ itibariyle de olsa tefvid tevekkülden daha geniş mânâları muhtevidir. Tevekkül, sebebin vuku bulmasından sonra hâsıl olur. Oysa tefevvüd hem vukuundan önce ve hem de sonra hâsıl olur. Tevekkülün, sebebin vukuundan sonra hâsıl olmasına misal: Kur'an-ı Kerim'deki ifâdeye binâen Yakup (a.s.) oğullarına şöyle dedi: "Ey oğullarım! Mısır'a girerken hepiniz bir kapıdan girmeyiniz. Ve her biriniz ayrı ayrı kapılardan giriniz. Ve ben size, Allah'tan gelecek birşeyi defetmeye kadir değilim. Zira hüküm yanlızca Allah'ındır. Ve ben ona tevekkül ediyorum." Yani ona sizin adınıza sığınıyorum ve sizi ona emânet ediyorum demektir. Bu tevekkül, sebebin vukuundan öncedir. Bir misal de sebebin vukuundan sonra hâsıl olan hâle verelim. Resulüllaht(sav) Ashâbıyla beraber iken kendilerine âyet-i kerimenin ifadesiyle şöyle denildi: "insanlar, onlara: 'Düşmanlarınız size karşı ordu topladı. Onlardan korkun" dediklerinde bu, onların imanını artırmıştır ve şöyle demişlerdir: 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir.'" Tevekkül, sebebin vukuundan sonradır. Sebep ise müşriklerden, Allah'a sığınmaktır. Tefevvüde misal verecek olursak, Hz. Peygamberimiz(sav) yattıkları yerden şöyle buyururlardı: "Allahım! Kendimi sana emânet ve teslim ediyorum. Sırtımı sana dayıyorum. Ve işlerimi sana havale ediyorum." Bu sebeplerin vuku bulmadan önce hasıl olan tefevvüde misaldir. Sebebin vukuundan sonraki tefevvüde misal ise, âyet-i kerimede buyurulduğu üzere âl-i firavnı anlatırken: "Ben işlerimi Allah'a bırakıyorum" diyen mü'min kimsenin tefevvüdüdür.
Buradaki sebep, firavn'ın korkusudur. Tefevvüd ile tevekkül arasında, umum ve husus yönünden fark vardır. Tevekkül ehass'tır. Tefevvüd ise eamdır. Ve bu haliyle tevekkül, tefevvüdün bir şubesi durumundadır. Tefevvüd her yönüyle, tevekkülden mânâca daha üstündür ve geniştir. Sâlike yakışan ve lâyık olan da tefevvüddür. Zira sâlikin bütün kuvvetini ve kudretini Allah'ın isteği istikametine bahşetmesidir. Ve onun tasarrufuna boyun eğmesidir. Kendini Hakk'ın rızâsı için kendi tasarrufundan tahliye eder ve Hakk'ı tasarruf etmesi yönünde kendisine yegâne dayanak ve hükümran ittihâz eder. Ve her murad ettiği şeye rızâ gösterir.
Tevekkülde ise, kişinin istekleri ve menfaati doğrultusunda Hakk'ı vekil tayin etme durumu sözkonusudur. Burada cür'et ve sû-i edep (edepsizlik) söz konusudur. Onun için tefevvüd tevekkülden menduptur. Evliya ve enbiyânın tercihleri de bu meyanda olmuştur. Ve, "Sevgiliden (Allah'dan) gelen herşey bize sevimlidir." demişlerdir.
.
8.Derece Sıka
Sika, kalbin Allah'a güveni, itimâdı ve hükmüne başeğmesidir. Tevekkülden, teslimden ve tefevvüdden daha evlâdır. Bu makamların medâr-ı hayatı sika'dır. Tevekkül gözün siyah noktası ise, teslim ve tefevvüd onun dairesidir. Sika ise o göze yön veren rûh'dur. Nitekim bu makama münasip olarak Cenâb-ı Hakk Musa'nın annesini hikâyeten şöyle buyuruyor:
"Biz, Musa'nın annesine şöyle ilham ettik; Çocuğu emzir. Başına birşey gelmesinden korkunca da, onu hemen sandığa koyup, Nil nehrine bırak. Sakın korkma! Mahzun da olma! Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız." (Kasas, 7)
Eğer Musa(as)'ın annesi Allah'a bu denli tevekkülle bel bağlamasaydı, Musa(as)'ı ırmağa bırakmazdı. Bu mertebede olanlar, kemâliyle Allah'ın takdir ettiği kadere boyun eğerler. Zira bilirler ki, Allah'ın takdir ettiği şeyin aksi asla vuku bulmaz.
Ali(ra) kerremallahü veche şöyle buyurmuştur: "Şunu yakînen biliniz ki, Allah'ın azmettiği şeyi kul hiçbir zaman değiştiremez. Çünkü Allah'ın murâd ettiği herşey zikr-i hakîm'de mahfuzdur." Rahat bulmak isteyen bu sırra vâkıf olur. Zahmet ve meşakkat çekmek isteyen bu sırdan gafil kalır. "De ki, bütün işler Allah'ın katındadır" emrine binaen, kişinin kendi kuvvetini terkedip, Allah'ın kuvvetine boyun eğmesi gerekir. Nitekim âyet-i kerimede:
"Yeryüzüne ve kendinize inen hiçbir musîbet yoktur ki, biz onu yapmadan önce levh-i mahfuzda yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah için çok kolaydır." (Hadid, 22) buyurulmuştur. Diğer bir ayette ise devâmen:
"Bu, geçene üzülmemeniz ve Allah'ın verdiği nimetlere sevinip şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez." (Hadid, 23)
Beyzâvî der ki: "Çünkü herşeyin takdiri Allah'a aittir. Üzülmenin veya sevinip de şımarmanın bir mânâsı yoktur", işte bir kimse herşeyin levh-i mahfuzda kayıtlı ve takdir edildiğini hakkıyla idrâk ederse, istemekten ve talep etmekten necat bulur (kurtulur). Ve Allah'ın hükmüne dayanarak her ne gelirse ona teslim olur.
.
8.Derece Sıka
Sika, kalbin Allah'a güveni, itimâdı ve hükmüne başeğmesidir. Tevekkülden, teslimden ve tefevvüdden daha evlâdır. Bu makamların medâr-ı hayatı sika'dır. Tevekkül gözün siyah noktası ise, teslim ve tefevvüd onun dairesidir. Sika ise o göze yön veren rûh'dur. Nitekim bu makama münasip olarak Cenâb-ı Hakk Musa'nın annesini hikâyeten şöyle buyuruyor:
"Biz, Musa'nın annesine şöyle ilham ettik; Çocuğu emzir. Başına birşey gelmesinden korkunca da, onu hemen sandığa koyup, Nil nehrine bırak. Sakın korkma! Mahzun da olma! Biz onu sana geri döndüreceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız." (Kasas, 7)
Eğer Musa(as)'ın annesi Allah'a bu denli tevekkülle bel bağlamasaydı, Musa(as)'ı ırmağa bırakmazdı. Bu mertebede olanlar, kemâliyle Allah'ın takdir ettiği kadere boyun eğerler. Zira bilirler ki, Allah'ın takdir ettiği şeyin aksi asla vuku bulmaz.
Ali(ra) kerremallahü veche şöyle buyurmuştur: "Şunu yakînen biliniz ki, Allah'ın azmettiği şeyi kul hiçbir zaman değiştiremez. Çünkü Allah'ın murâd ettiği herşey zikr-i hakîm'de mahfuzdur." Rahat bulmak isteyen bu sırra vâkıf olur. Zahmet ve meşakkat çekmek isteyen bu sırdan gafil kalır. "De ki, bütün işler Allah'ın katındadır" emrine binaen, kişinin kendi kuvvetini terkedip, Allah'ın kuvvetine boyun eğmesi gerekir. Nitekim âyet-i kerimede:
"Yeryüzüne ve kendinize inen hiçbir musîbet yoktur ki, biz onu yapmadan önce levh-i mahfuzda yazılmış olmasın. Şüphesiz ki bu, Allah için çok kolaydır." (Hadid, 22) buyurulmuştur. Diğer bir ayette ise devâmen:
"Bu, geçene üzülmemeniz ve Allah'ın verdiği nimetlere sevinip şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez." (Hadid, 23)
Beyzâvî der ki: "Çünkü herşeyin takdiri Allah'a aittir. Üzülmenin veya sevinip de şımarmanın bir mânâsı yoktur", işte bir kimse herşeyin levh-i mahfuzda kayıtlı ve takdir edildiğini hakkıyla idrâk ederse, istemekten ve talep etmekten necat bulur (kurtulur). Ve Allah'ın hükmüne dayanarak her ne gelirse ona teslim olur.
.
9.Derece Teslimiyet
Gayb âleminden zuhur eden şeylere razı olmaya teslimiyet denir. Yağmurun yağması, rüzgârın tesiriyle meydana gelen hâdiseler, bitkilerin yeşermesi, ölmesi, zelzele gibi felâketler vs. bütün hepsinin Allah'ın iradesiyle olduğunu kabul etmek ve teslim olmak, teslimiyetin şartlarından en önemli olanıdır. Kaza ve belâ yalnızca Allah'tan gelir. Meşîet-i Hüdâ (bütün bunların Allah'tan neş'et etmesi) ilim ve hikmete tâbidir. Hikmeti olan şey abes olmaz. Ve o hükme itiraz edilemez. Sırrını bilemediği şeyde, kulun yapması gereken en elzem şey teslimiyettir. Ve kaza-yı Hakk'a teslim olmaktır. Meselâ bir kimse, dünyada olan birtakım ahvalin, akla ve mantığa aykırı olduğunu görse bile bunlara itiraz etmemesi lazımdır. Çünkü herşey Allah'ın takdîriyledir. Meselâ, zâlimin âdil olan bir kimseyi yenmesi, bir ümmetin peygamberine karşı olan zıtlığı, âlim olan kimsenin itibar görmeyip, câhil olan kimselerin itibar görmesi gibi hadiseler her ne kadar zahiren mantığa zıt gibi gözüküyorsa da, bunlar Allah'ın takdiriyle olan şeylerdir. Çünkü bunların vuku bulması vaciptir. Ve Hakk'ın muktezâsıdır. Ve hepsi de hükm-ü Hûda'dır. Asla abes değildir.
İbnü'l Farız bu mevzua münasip şöyle söylüyor:
Allah'ın takdiri asla abes olmaz
Şayet insanların fiili olmasa denge nasıl olurdu?
Eğer sâlik, hatarat (şüpheler) nevinden fikrî teşvîşe veya savaş gibi bir hadisede yakınlarını kaybetme gibi bir ızdırâba muhatap olursa, yapacağı en güzel şey, Allah'ın irâdesi doğrultusunda vuku bulan şeylere sabretmek ve teslim olmaktır. Çünkü bu nevi âfetler sâlikin terakkisi içindir. Allah istediği şeyi helak eder, istediğini ise azîz kılar.
Şeyh Abdullah Râbi şöyle dedi;
"Cengizle yapılan savaşta, Cengiz taraftarları bütün kardeşlerimi ve yaranımı katlettiler. Sıra bana geliyordu ki, kendi kendime şöyle dedim: Ey nefsim! Allah'ın hükmüne razı mısın? Bu soruyu kendime sorduğum an gördüm ki, ölümle hayat arasında hiçbir fark yoktur. Hakk'ın hükmüne bu denli rıza göstermiş bir hâlete müyesser olduğum için Allah'a hamdettim. Cenâb-ı Allah, geriye kalan kimseleri ben de dahil olmak üzere o canilerden halâs eyledi. Benim için kurtuluşumdan daha mühim olan teslimiyetimdi.
Onun lutfun" ve cefâsına itaat farzdır
Safasını da kederini de içmek tat verir insana
Bütün işlerimde Allah'ı vekil buldum
O beni ister öldürür, isterse hayat verir.
.
10.Derece Tasavvuf nedir
Sırrı hazretleri şöyle dedi:
"Peygamberimiz(sav)'i rüyamda gördüm ve kendisine şöyle sordum. 'Ya Resulallah[sav] tasavvuf nedir?" Cevaben şöyle buyurdu: 'Dâ'vâyı terketmek; mânâyı ketmetmektir.
Erbâb-ı tasavvufa vacip olan dâvayı terketmek, mânâyı da ketmetmektir. "Sudûrü'l-ahrâr, kubûrü'l-esrâr" fehvasınca bütün büyüklerimiz, ehli olmayanlardan ve ağyardan (cahillerden) esrâr-ı Hakk'ı saklamışlar, setretmişlerdir. Ve sanki ondan habersizmişcesine tecâhül etmişlerdir. İşte bunlar ağyardı beşeriyyettin hazzını aşamayanlardır. Erbab-ı tasavvuf ise beşer üstü manevi nazlara sahip olanlardır.
Hem öyle zevk ki, bu mertebede olan kimse, Hakk'tan başkasını görmez. Onda alâyim-i nefsânî ve meâlim-i insanî olmaz. İşte hakikatte tasavvuf:
İnsanın herşeyiyle, hem zahiren, hem de bâtınen Allah'la olan bağlantısını kurmasıdır. Bir âşık, zahirî ve bâtınî olarak ru'yet-i halkı iskât eylese Hakk'ın sırrına lâyık olur. Ve nur-u ilahîde fena bulur.
Cüneyd-i Bağdadi hazretlerine tasavvufun ne olduğunu sordular, o da cevaben: "Tasavvuf nefsin, Allah'ın Vahdetinde fena bulmasıdır." buyurdu. Sahib-i tasavvuf, bu fenaya erdikten sonra hakikî mutasavvıf olur.
Ebu Muhammed el- Harirî şöyle buyurdu: "Tasavvuf, yaratılmış olan şeylerin alçaklığından kurtulup, Allah'ın övdüğü şeylerin dairesi içerisine girmektir."
Herşeyin en iyisini Allah bilir.
.
Tasavvuf Nedir?
TASAVVUFUN TANIMI
Tasavvuf, Allah tarafından sevilme ve Allah’ı sevmeyi öğrenmektir.
Tasavvuf, sehâvet (cömertlik), zerâfet (zariflik) ve nezâfet (temizlik)tir.
Tasavvuf, halktan incinmemek ve mahlukâtı incitmemektir.
Cüneyd Bağdadi: ” Hakkın seni sende ifna edip kendisiyle ihya etmesi olan tasavvuf, Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır.
Ebu Bekir Şibli : Tasavvuf karşılıklı dostluk ve sevgidir. Allah ile beraber olmaktır. Duyu organlarına hâkim olmak, nefsi zaptetmek ve ruhun üfleyişlerine kulak vermektir.
Amr b. Osman Mekki : Tasavvuf ibnul-vakt olmaktır ; vakti değerlendirmek ve vaktin değerini bilmek,kulun her bir vakitte, o vakit içinde yapılması en gerekli olan amel ile meşgul olmasıdır.
Sunullah Gaybi : Tasavvuf nefy-i vücûd ile ahlâk-ı hamide ve evsâf-ı cemile sahibi olmaktır.
Mevlana Celaleddin Rumi : “Tasavvuf nedir?” diye sordular: “Gam ve elem zamanında ferah bulmaktır.”
Ünlü Osmanlı mürşidlerinden Şeyh İbrahim Efendi *(k.s.)’nin “Tasavvuf nedir?” sorusuna cevap verdiği şiiri tasavvufun en güzel tanımlarını içermektedir:
Bidayette tasavvuf sûfî bi-cân olmaya derler
Nihayette gönül tahtında sultân olmaya derler
Tasavvuf bende olmaktır hakikat Hak ey İbrahim
Tasavvuf şer-i Ahmed dilde bürhan olmaya derler
Tasavvufun Tarifleri
Olanlar şeyhi İbrahim Efendi (k.s.)’nin halifelerinden olan Kütahya’lı Sunullah Gaybi Hazretleri tasavvufu : “Nefyi vücud ile ahlakı hamide ve evsafı cemile sahibi olmaktır.” şeklinde tanımlar.
Mevlana Celalettin Rumi hazretleri Mesnevi Şerifi’nde : Tasavvuf nedir diye bir uluya sordular: “Gam ve keder zamanında ferah bulmaktır.” ifadesini kullandı.
Şeyh Ebu Muhammed El Ceriri Hazretleri : “Her türlü iyi ahlak ile ahlaklanıp her nevi kötü ahlaktan uzaklaşmaktır.” demiştir.
Cüneyd Bağdadi Hazretleri tasavvufu,” Hakkın seni sende ifna edip kendisiyle ihya etmesidir.” ifadesiyle tarif etmiştir.
Diğer bazı ünlü sufilere ait tasavvuf tarifleri aşağıda verilmektedir .
( Bu tarifler Dr. Mustafa Kara’nın “ Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi” adlı eserinden alınmıştır. )
Reveym b Ahmed Bağdadi : Kendini Allah’ın murad ettiği şey üzerine bırakıvermen, O’nun İradesine mutlak olarak teslim olmandır. Üç esas üzerine kurulmuştur. Fakr; Allah’a muhtac olma esasına yapışmak, bezl, isar ve cömertliği gerçekleştirerek bunu kendi vasfı haline getirmek, Allah’a teslim olarak itiraz ve ihtiyarı terk etmektir. Canını bağışlamaktır. Bunu yapamadınsa sufilerin hezeyanlarıyla hiç uğraşma.
Ebu Bekir Şibli : Karşılıklı dostluk ve sevgidir. Hiçbir kaygı duymadan Allah ile beraber olmaktır. Yakıcı bir ateştir. Duyu organlarını zaptetmek ve ruhun üfleyişlerine kulak vermektir. Tasavvuf şirkdir, ortaklıktır. Çünkü tasavvuf kalbi masivadan muhafaza etmektir. Halbuki masiva diye bir şey yoktur.
Amr b. Osman Mekki : Kulun her vakitte, o vakit içinde yapılması en uygun olan amel ve ibadetle meşgul olmasıdır.
Ebu Said Miheni : Vasıtasız olarak kalbin Hakk ile kaim olmasıdır.
Cafer Huldi : Şerefli bir ahlaka doğru yükselmek, kötü ahlaktan yüz çevirmektir.
Ebu Bekir Kettani : Ahlaktır. Seni ahlaken geliştiren tasavvuf, kalp safası yönünden de geliştirmiş olur.
Tasavvufun en önce kim tarafından söylendiği belirlenemeyen diğer tarifleri :
Cömertliktir, zariflik ve temizliktir.
Uyanık ve muteyakkız olmaktır.
Kirlerden temizlenmek, kinlerden kurtulmaktır.
Şehvet ve arzuyu terk etmektir.
Mütevazi olmak, yedirmek, içirmek, ikramda bulunmaktır.
Bilmektir. Sadakattir, cömertliktir, ahlaktır.
Hakk ile muvafakat, halk ile gülüşmektir.
Cömertlik ve vefadır.
Tasavvuf, incinmemek ve incitmemektir.
Tasavvuf gönül bilgisidir.
Tasavvuf hikmetleşmektir.
Tasavvuf sevmeyi ve sevilmeyi öğrenmektir.
Tasavvuf zıtları birleştirmektir.
Bütün bu tanımlar, Muhammed Nuru’nun pınarından sulanan Hak dostlarının gönül bahçelerinin çiçekleridir. Farklı gibi görünseler de aslında bu tariflerin hepsi aynı manayı ifade eder. Fark yalnızca tasavvuf ehlinin mizac ve meşrebinden ileri gelir. Bütün bu tanımlar, rengini, ahengini O’ndan almıştır. O ki tasavvuf ehlinin piri Hazreti Muhammed (s.a.v.)’dir. Bu sözler batmayan güneşin ışık huzmeleridir. Sahibi Cenabı Hak’dır. Her velinin tasavvuf tanımı doğrudur. Çünkü bunlar, tasavvufu yaşayan ve hissedenlerin gönül alemlerinden harf kalıplarına bürünmüş, satırlara dökülmüş tariflerdir.
Bu tarifleri gördükten sonra, sonuç olarak tasavvuf hakkında şunları söylemek mümkündür :
İnsan; görünen, bilinen suretin dışında öz varlığı itibariyle bütün mahlukatın en şereflisidir. İnsanın kendinde gizli bir hakikat vardır. Bu hakikat onda daima bir tatminsizlik meydana getirir. Ne servet, ne saman, ne mevki, ne makam, ne şan ne de şöhret ona huzur vermez. Huzuru bulmak ve sükunete erişmek isteyen insan büyük bir arayışın içine girer. İşte tasavvuf eğitimi ihtiyacı bu noktada ortaya çıkar.
Tasavvuf yolunda olmak ve bu yola girmek isteyen kişiler başkalarının yazdığı kitapları okumakla sadece tasavvuf hakkında bilgi edinebilirler. Ancak tasavvuf eğitimi için bu tür bilgiler yeterli olmaz. Çünkü tasavvuf kulluk yoludur. Aczimizi itiraf etmemiz gerekir. Bu konuda kamil bir veli şöyle söylemektedir: “Tasavvuf öğrencisi eğitiminin başlangıcında şu iki ilmi öğrenmek zorundadır. Birincisi acz ilmi ikincisi sükut ilmi.” Kişi aslında varlığın Allah’a ait olduğunu Allah dışında bir varlık davasında bulunmanın vehim olduğunu kavramalıdır. Tasavvuf eğitiminde öğrenci bu kavrayış noktasına gelebilmek için sükut etmeli, susmalı ve dinlemelidir. Acz ilmi, sükut ilmi kavranmaya başladığında hakikat kapısı da aralanmaya başlar.
Lügatte: “Yün giymek” anlamındaki tasavvuf; kelimesinin ıstılahı olarak pek çok yorum yapılmıştır.
Her sufi, içinde bulunduğu hale ve döneme göre kendisine daha önemli gelen veya durumun icab ettirdiği noktalara ağırlık vererek tasavvufu tarif etmiştir.
Hatta bu sebepten ötürü, aynı kişinin tasavvufu birden fazla şekilde tarif ettiğini de görebilmekteyiz.
Tasavvuf ilmi “hal ilmi” olduğundan dolayı, onun tanımının en sağlam ve gerçekçi yolu, onu tariflerde aramaktan ziyade onu fiilen yaşamaktan geçer.
Tasavvuf hakkında yapılan tariflerin ortak bir özelliği vardır. O da, hemen hepsinin, Kur’an-ı Kerimeden bir yahut birkaç ayete veya Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) efendimiz’in hadis-i şeriflerinden birisine yahut birkaçına dayanıyor olmasıdır.
Örnek olarak bunlardan birkaçını burada zikredecek olursak;
Cüneyd-i Bağdadi (Kuddise Sirrahu) ye göre Tasavvuf, “Bütün varlıklar ile alakayı kesip, Allah’u Teala ile beraber olmaktır.”
Onun bu tarifi, Kur’an-ı Kerimdeki şu ayetlerden ve benzerlerinden alınmış gibidir: “Onlar ne ticaret, ne de alışverişin, kendilerini Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekat vermekten alıkoymadı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olacağı bir günden korkarlar.” (Nur 37) “Rabbinin ismini zikret ve bütün varlığınla (herşeyi bırakıp) O’na yönel.”
Maruf’u Kerhi (Kuddise Sirrahu) ya göre tasavvuf: “Hakikatleri esas almak, insanların sahip olduğu şeylerden ümit kesmektir. Fakr’ı nefsinde tahakkuk ettirmemiş olan kimse, tasavvufun hakikatine ulaşamaz.” Tasavvuf büyüklerinden Şibli (Kuddise Sirrahu) buradaki ‘Fakr’ı şöyle izah etmiştir: “Varlıklardan istiğna etme (onlara bağlanmama) halini, sadece Hakk’ı gaye edinmek suretiyle gerçekleştirmek” Tıpkı tasavvuf gibi fakr ve diğer Tasavvufi ıstılahlar da, yukarıda belirttiğimiz sebeplerden dolayı farklı şekillerde tarif edilmiştir.
Bu tarif de aşağıdaki ayet-i kerimeden alınmış gibidir: “Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar.” (Alak 6-7) “(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşmayan fakirler için (olsun)..” (Bakara 273)
Zünnun-i Mısri (Kuddise Sirrahu) ehl-i Tasavufu şöyle tarif etmiştir: “Onlar öyle kimselerdir ki, Allah’ı her şeye tercih etmişlerdir; Allah da onları her şeye tarcih etmiştir.”
Bu tarif, “O, sizi seçti” (Hacc Suresi 78 den) ayetinden alınmış gibidir. Zira Cafer-i Sadık (Radıyallahu Anh) şöyle demiştir: “Sıdk, mücahede demektir. Aynı zamanda Allah’ın senin üzerine başkasını tercih etmediği gibi, senin de Allah üzerine başkasını tercih etmemendir. Zira Cenab-ı Hak:“O, sizi seçti” buyurmuştur.” (İmam-ı Gazali, İhya 4/380)
Ruveym (Kuddise Sirrahu) Tasavvufu: “Nefsi, Allah’u Teala’nın muradına teslim etmektir.” Şeklinde tarif etmiştir.
Bu tarif: “Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldular” (Maide Suresi 119) ayetinde alınmış gibidir. Cüneyd-i Bağdadi (Kuddise Sirrahu) ye: “Rıza nedir?” diye sorulduğunda, “İradeyi kaldırmaktır” diye cevap vermiştir.
Kannad (Kuddise Sirrahu) “Rıza, acılığına rağmen kalbin, kaza-i ilahi ile sükunet bulmasıdır” demiştir.
İbn Ata (Kuddise Sirrahu) da şöyle der: “Rıza, kalbin, Allah’u Teala’nın kul için olan kadim iradesine nazar etmesidir. Çünkü kul, Allah’ın kendisi için en efdal olanı seçtiğini bilir ve buna razı olarak kızmayı bırakır.” (Ebu Nasr es-Serac el-Luma 52)
Buradaki tariflerden her biri tasavvufun bir veçhesini yansıtmaktadır.
Bu ve benzeri tanımları toplarsak şöyle genel bir tarif çıkar karşımıza: “Tasavvuf, kulun, cenab-ı Hakk’ın (Celle Celaluhu) rızasını tek gaye edinerek hayatını Kur’an ve sünnetin talimatı (öğretileri) doğrultusunda yönlendirmesidir.”
Hayatın böyle bir çizgide yaşabilmesi için elbette Cenab-ı Hakkın ve Resulünün önce bizden ne istediğini, sonra da bu isteğin nasıl yerine getirilebileceğini bilmemiz gerekir.
Kur’an ve sünnet; neyi nasıl anlamlandırıyor ve neye ne kadar önem ve değer veriyorsa, imanında hassasiyet sahibi mü’minler bunları çok iyi bilmeli ve bunların her birini birer vazgeçilmez ilke olarak hayatına titizlikle intikal ettirmelidir.
Tasavvuftan gaye budur. Bu hâle gelebilmek için tasavvuf elzemdir. Her müslüman için zaruri bir yoldur. Lüzumu
.
TASAVVUF NEDİR?
EHLİ KİMDİR?
• Tasavvuf bir ilim-irfan mektebidir.
Esrar odasının ilâhî sırlarına mazhar olabilmek ve hakikatı anlamak için kurulmuş bir mektep. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir. Asıl mânâ süzülmektir. Tereyağının süzüldüğü gibi süzülmek, haddelerden geçmek. Koca bir adam olarak girdim, zerre hakir olduğumu bildim. Tasavvuftan gaye budur. Bu hâle gelebilmek için tasavvuf elzemdir. Her müslüman için zaruri bir yoldur.
Lüzumu ise Âyet-i kerime’lerle ispat edilmiştir. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik.” buyuruyor. (Mâide: 48)
Fahrüddin-i Râzi Hazretleri ve diğer bazı müfessirler bu Âyet-i kerime’ye “Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vâcip ettim. Evvelâ şeriat, sonra da tarikat.” mânâsını vermişlerdir. Çünkü “Minhac” lügat itibariyle “Münevver bir yol” demektir.
Ve buna benzer bir çok Âyet-i kerime’ler vardır.
Allah-u Teâlâ:
“Benim zikrim için namaz kıl!” (Tâhâ: 14)
Âyet-i kerime’si ile namazı emretmiş olduğu gibi;
“Ey iman edenler! Allah’ı çok zikredin!” (Ahzab: 41)
Âyet-i kerime’sinde kendisini zikretmeyi emretmiştir. Namaz da ilâhi bir emirdir, zikrullah da ilâhî bir emirdir.
İnsanların mizaçları yaratılış itibarı ile değişik olduğundan, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zikrullah emrini alınca; Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz’e kalbi zikir yapmayı, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz’e de cehrî zikir yapmayı ve insanlara öğretmelerini emir buyurmuştur.
Ve bu yol o günden bu güne, Piran-ı izam Hazeratının el ve gönüllerinde zamanımıza kadar teselsülen gelmiştir. Bu silsile-i celile, tevatür ile sabit olmuştur. Her devirde büyük bir cemaat tarafından doğruluğu tasdik edilmiştir.
İmam-ı Rabbâni -kuddise sırruh- Hazretleri:
“Tevatür ile dinde sabit olanı inkâr etmek küfürdür.” buyurdular.
Bir Âyet-i kerime’de de:
“Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken de Allah’ı zikredin.” buyuruluyor. (Nisa: 103)
Bu emre uyan ve gereğini icrâ edenler Hakk’ın sevgisini kazanırlar.
Zahirde kalanlar Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerdeki zikri, yalnız namaz olarak kabul ediyorlar. Bilmediklerinden hakikatlara gözü yumuk bakarlar. Halbuki bâtına intikâl edip, iç âlemine döndükleri zaman bunun hakikatını göreceklerdir.
Allah-u Teâlâ:
“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fâsıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 19)
Âyet-i celile’si icabınca zikir ve fikirden gafil olan müminleri “Fâsık” kelimesi ile tabir buyuruyor.
Allah-u Teâlâ’nın bir kulunu sevmesi, muhakkak ki o kulun zikrullah’ı sevmesi ve onunla iştigal etmesi ile kaimdir.
Yani zâhirimizi süslemek için Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-in şeriatına, bâtınımızı ziynetlendirmek, iç dünyamızı nurlandırmak için de tarikatına ittiba eylemelidir. Şeriatla dış nizam, tarikatla da iç nizam tesis edilir.
İç âleme intikal ancak farz ve nafilelerle kazanılır. Çünkü farzların edası ile mükellef olan beden olduğu gibi, nafilelerle memur olan da ruhaniyettir.
Bir insan söz ve davranışlarına şer-i şerif çerçevesinde yön vermezse onun tarikattan feyz alamayacağı açık bir gerçektir. Doktorun verdiği ilaçları kullanıp, perhize riayet etmeyen bir hasta gibi olur.
Şurası çok iyi bilinmelidir ki, tarikatların hepsine Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerifi ile sülûk edilmiştir. Bütün tarikatların hangisi olursa olsun hepsinin de esası ve değeri şeriat-ı mutahhara’dır. İslâm’a muhalif olan bir tarikat, zaten tarikat da değildir.
Tasavvuf sadece kâl değil, bir hâl ilmidir, bir tatbikattır. Yaşanılmadıkça tadılmadıkça, hissedilmedikçe nazari bilgilerle anlaşılmaz ve anlatılmaz.
Tarikat-ı aliye’ye dehalet etmekten maksat, şeriatte inanılması gereken şeylere karşı yakin hasıl olmasıdır. Hakiki iman da budur.
Mesela Allah’ın varlığını önce işiterek inanan insan; bularak, anlayarak inanmaya başlar, imanı kemâle erer.
Diğer taraftan ibadetleri yapabilmek için nefs-i emmâreden ileri gelen güçlükler ortadan kalkar, ibadetler kolaylıkla ve seve seve yapılır.
İlim ve hakikat aleminde imanın kemalleşmesine büyük bir âmil, zühd ve takva ile başlayıp olgun dimağlarda bir felsefe olan tasavvufun; bir takım müfsid telakkiler altında zan, nam ve menfaatler sebebiyle safiyeti ve aslı kaybettirilmeye çalışıldı.
Bazı cahilleri marifet ehli zannıyla aldatan, taassub ehli bir kaç sahte mürşidin tasavvuf iddiasında bulunmaları, fikirlerde kararsızlık husule getirmiştir.
Tarikat-ı münevvere Cenab-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin söz ve davranışlarından ibarettir. Kaynağı Kur’an-ı kerim ve Hadis-i şerif’lerdir. Zamanımıza kadar büyük bir saffet ve samimiyet içinde gelmiş, asliyetinden hiç bir şey kaybetmemiştir. Asırlar boyunca İslâm ahlâkının vücud bulmasında, fitne ve fesadın bertaraf edilmesinde, gerçek kardeşliğin tesisinde, birlik ve beraberliğin sağlanmasında, beşeriyetin ruh hastalıklarının tedavisinde, imanın kemalleşmesinde yine de en büyük âmil o olmuştur. O sır bereketi ile ahkâm-ı ilâhi kıyamete kadar baki kalacaktır.
Her zamanda olduğu gibi bugün de tasavvuf aynen mevcuttur. Bilhassa Tarikat-ı Nakşibendiye’de kıyamete kadar Pîr eksik olmayacaktır. O has oda; odadan odaya, halkadan halkaya geçmiş ve hiç bozulmamıştır.
“Ebu Bekir’in kapısından başka, mescide açılan bütün kapıları kapatınız.” (Buharî)
Hadis-i şerif’ine Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:
“Allah’ım! Bütün tarikatların pîri kesildiği zaman Ebu Bekir’in yolunu kıyamete kadar baki kıl” mânâsını vermişlerdir.
Allah-u Teâlâ zâhirî ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri öğretmek için tarikat ehlini de eksik etmemiştir.
Hüccet-ül İslâm olduğu halde İmâm-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri tasavvufa yönelmiş seyr-ü sülûk yolundaki zevki taddıktan sonra durumunu şu şekilde dile getirmiştir:
“...Sonra kendi durumuma baktım. Bir de ne göreyim! Dünyevî alâkalar içine dalmış batmışım. Bu alâkalar beni her taraftan sarmışlar. Yaptığım işlerimi gözden geçirdim. Onların en güzeli tedris ve tâlim idi. Fakat bu sahada da ehemmiyetsiz, âhiret yoluna faydası olmayan ilimlerle meşgul olduğumu anladım. Tedris hakkındaki niyetimi yokladım. Onun da Allah rızası için değil, mevki ve şöhret kazanmak gayesi ile olduğuna kanaat getirdim. Bu hâlimle uçurumun kenarında bulunduğuma, eğer durumumu düzeltmek için harekete geçmezsem ateşe yuvarlanacağıma kanaat getirdim.”
“Yakinen anladım ki, sûfiler hakikaten Allah yolunu bulan kimselerdir. Onların gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.
Dünyadaki bütün akıllı insanların akılları, hikmet sahiplerinin hikmetleri, şeriatın bütün teferruatını bilen zâhir ulemâsının ilimleri, onların gidişat ve ahlâkından bir şey değiştirmek ve yerine daha iyisini koymak üzere bir araya gelseler, buna muvaffak olamazlar.
Onların zâhir ve bâtınlarındaki hareket ve duyguların hepsi, Nübüvvet kandilinin nûrundan alınmıştır. Yeryüzünde ise nübüvvet nurundan başka hidâyet rehberi, nûr kaynağı yoktur.” (El-munkizu min’ed-dalâl)
•
• Tarikat-ı âliye bir ordudur.
Muazzam bir teşkilatı vardır. Evvela nefisle mücadele, icabettiği zaman dalâlet ehli ile mücadele, maddi yardım yaparak mücadele... Fakat size ifşâ edeyim ki, en büyüğü kalemle mücadeledir. Buna cihad-ı ekber denir.
Nefisle mücadele çok mühimdir. Çünkü nefis ıslah edilmedikçe yapılan cihad yersizdir. Bu hususta demişizdir ki: “Ey zahid! Fethetmek için seni kuşanmış görüyorum. Fakat sen fethedildiğini bilmiyorsun. Evvela kendi içine dön, içindeki düşmanı öğren, evini ve odalarını işgaliyetten kurtar.”
Onun için insan evvela nefsini fethedecek, fetihten sonra yapacağı işleri rızâ yoluyla yapacak. Yoksa içindeki putla fetholunmaz. Evvelâ iç putunu kır, ondan sonra fethe çık.
Bir düşmanla çarpışırsın, beş kişiyle on kişiyle; fakat kalemle milyonlarla çarpışırsın. Onun için kalemle mücadeleye cihad-ı ekber demişizdir.
Bunu söylemekle sizi de bu cihada teşvik ediyorum. Ve bunu Allah namına yaptığın zaman, hiç şüphesiz ki O sana yardım eder, desteğin O olur, muhafazakarın O olur. Bütün kâinatı karşına alsan, murad ederse kılına halel gelmez.
Binaenaleyh böyle bir orduya giren insanın yapacağı işleri çok iyi bilmesi lâzım. Nefsiyle, bedeniyle, malıyla, kalemi ile cihad etmesi şarttır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Cihad etmek üzerinize farz kılınmıştır.” buyuruyorlar. (Ebu Dâvud)
Bu yol öyle nizamlı, disiplinli bir ordudur ki, mânevî kumandanlar tarafından idare edilir. Başkumandanı da Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vekâletini taşır.
Bu yolun önderlerine Hazret-i Allah öyle bir ikram ve ihsanda bulunmuştur ki, gayeleri ulaşmak değil ulaştırmaktır. Mânevî kumandan ordusunun selâmetini düşünür, kendi selâmetini değil.
•
• Tarikat-ı âliye bir hastanedir.
Öyle bir hastanedir ki, sertabibi bizzat Seyyid-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizdir. Vekili olan mürşid-i kâmiller de, o hastanenin doktorudurlar.
Bedenî hastalıkların teşhis ve tedavisi için hâzık bir tabibe müracaatı emir buyurmuş olan Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, mânevi hastalıklardan kurtulmak için de mânevi bir tabibe başvurmayı emir buyurmuştur.
Mühim olan bu mânevi hastalıklardır.
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)
Âyet-i kerime’si ile işaret buyurulan korkunç hastalıklar, tedâvi edilmezse hayat-ı ebediyeyi öldürdüğü için çok tehlikelidirler.
Hasta olan bir insan, güzel yemeklerin lezzetini anlayamaz. Ağız tadının geri gelmesi hastalığının tedavi edilmesine bağlıdır. Bunun gibi nefs-i emmâre’ye mağlup olan bir kimsenin kalbi hastadır, ibadet ve taatlerden lezzet alamaz.
Kin, kibir, gadap, şehvet, hased, riyâ, tamah, ucb... gibi kötü sıfatlar kalp hastalıklarıdır.
Güzel bir kâlple geldik. Kalbin o güzelliğini korumak için bu ahlâk-ı zemimelerden, hayvâni sıfatlardan sıyrılmak gerek.
Şifa bulmak için:
“Zikrullah kalplerin şifâsıdır.” (Münâvi)
Hadis-i şerif’i mucibince, Hazret-i Allah’ı çok zikretmemiz icap ediyor.
Zikrullah ile kalp, ruh, sır, hafa, ahfa odaları nefsin işgalinden kurtulur. En son nefs-i kül odası da kurtarılırsa, hakimiyet ruhun eline geçer, letaif ampülleri yanar, kişi bütün kötülüklerden nedamet eder, bir daha yapmadığı gibi düşünmekten de sıyrılır.
Artık o kişi ahlâk-ı zemimeden arınmış, hayvânî sıfatlardan kurtulmuş olur. Kemal yollarını bulur. Bütün âzâları ahkâm mucibince hareket etmeye başlar.
Bir de şu var ki, Allah-u Teâlâ’nın ezelden aldığı kimselerin ameliyata da ihtiyacı vardır. Bu ameliyatı da ancak Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin vekili olan Mürşid-i kâmiller yapabilirler. Operatörlüğe tayin edilen o doktor; ezelî nasibi olanlara nasibini vermek için, masiva köklerini kazımak için, şeytanı çıkarmak için, sadrın genişletilmesi için, marifet fidanlarının ekilmesi için... şart olan bu ameliyatı yapar.
•
• Tarikat-ı âliye bir pazardır.
Öyle bir pazardır ki, gerçekten bu sahaya adımını atan bir kimse canını ve malını ortaya koyacak ki, Hazret-i Allah ile alış-verişe girişebilsin. Hâlik ile alış-veriş yapabilme şerefine nail olmak ne büyük bir saadettir!
Allah-u Teâlâ Hazretlerinin şöyle bir fermanı var:
“Hiç şüphesiz Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah cennet kendilerinin olma karşılığında satın almıştır.” (Tevbe: 111)
Bu pazara giren kişi “Allah’ım! Ben bu alış-verişi kabul ettim, bunu benden kabul buyur ve bana kolaylaştır.” diye Hazret-i Allah’a sığınması, sahaya girince de bir daha dönüş yapmaması lâzımdır. Madem ki Hazret-i Allah ile ahdlaştın, alış-verişi kabul ettin, artık işin biter.
Diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Elem verici, can yakıcı bir azaptan sizi kurtaracak bir ticaret yolunu göstereyim mi size?” (Saf: 10)
Bu soru teşvik için sorulmuştur. Bundan sonra Allah-u Teâlâ şöyle buyurarak bu ticareti açıklamıştır:
“Allah’a ve Resulü’ne imanda sebat eder, Allah yolunda mallarınızla canlarınızla cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok daha hayırlıdır.” (Saf: 11)
Ticaret; kişinin kazanç arzusu ile malını, emeğini, her türlü kabiliyetini ortaya koyarak kâr elde etmesidir. Bu bakımdan iman ve Allah yolunda cihad etmek, ticarete benzetilmiştir. İnanan, malı ve canı ile cihad eden kimse; elem verici azaptan kurtulmak için, Allah katındaki büyük mükafatı elde etmek için, sözde kalmamış, yapacağını yapmıştır. Maddi kazancını Allah yolunda sarfettiği için manevi kazanca dönüştürmüştür. Bu ticaretin asıl kârı ahirette görülecektir:
“İşte bu takdirde Allah günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki hoş ve güzel meskenlere yerleştirir.
İşte bu pek büyük bir kurtuluştur.” (Saf: 12)
Bu ticaret, dünya ticareti ile kıyas bile edilemez.
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
İrşad memurlarından murad, kibâr-ı evliyâullahtan olan mürşid-i kâmillerdir.
2. Sehm-i velâyetine vâris olanlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Eğer bilmiyorsanız dini müşküllerinizi ehl–i zikirden sual ediniz.” (Nahl: 43)
Ehl-i zikirden murad evliyâullah hazeratıdır.
3. Sehm-i nübüvvet ve sehm-i velâyetinden nasip alanlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’tan korkar, takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)
Burada size üç Âyet-i kerime arzedilmiş oluyor. Hazret-i Allah buyuruyor ve duyuruyor ki, bu işin ehli bunlardır.
Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır. Mürşid-i kâmil bir korkuluğa benzer, kargalar taneleri toplamasın diye... Mürşid-i kâmil aynı zamanda bir berzahtır, hakikat ile dalâlet karışmasın diye...
Kemâl olan mürşid gayrıya tecavüz etmez, hududunu muhafaza eder, yol tarif eder, fakat mürid götürmeye sahib-i salâhiyet değildir. Allah-u Teâlâ’nın izniyle alıp götürmeye sahib-i salâhiyet olanları az önce üç Âyet-i kerime ile size arzettik.
Mukallid olanlara gelince, bugün sahayı işte bunlar istilâ etmiştir. Zan ile hareket ederler, hiç bir iş ve hareketleri ahkâm-ı ilâhîye uymaz.
Bir temsil getirelim. Bal arısı bal yapar, eşek arısı da vızıldar. Karşıdan gören onları bir gibi zanneder. Ehl-i hakikat bunları ayırt eder.
Bunun içindir ki tarikat bir tatbikattır, nazarî bilgilerle anlaşılmaz. Tadılmadıkça, yaşamadıkça lezzeti bilinmez..
Tasavvuf, Allah’ın, seni sende öldürüp, Kendinde ebediyen diri kılmasıdır. (Cüneyd Bağdadi الجنيدالبغدادي)
Tasavvuf ehlinin üç vasfı vardır. Toprak gibidir, iyiye de, kötü kimseye de verir. Bulut gibidir, her şeyi gölgeler. Yağmur gibidir, sevilen kimseyi de, sevilmeyen kimseyi de sular. (Harkûşî Abdülmelîk bin Muhammed)
Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile ele geçmez. (Abdülkadir Geylani)
Tasavvuf, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine uymak, fazla konuşmayı, fazla yemeği ve fazla uykuyu terk etmektir. (Alâüddevle Semnânî Ala’ Ad-Dawla As-Simnani علاءالدولهسمنانی)
Tasavvuf, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin hepsini terketmektir. (Ali ibn Sahl Rabban al-Tabari علیابنسهلربانطبری)
İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra şerîate uymak, daha sonra tasavvuf yolunda yükselmektir. (Muhammed Bâkî-billah)
Şimdiye kadar yedi yüz velî, tasavvufun târifinde türlü sözler söylemişlerdir. Bu sözlerin özü, şu noktada toplanabilir: Tasavvuf, vakti, en değerli olan şeye harcamaktır. (Ebû Saîd Ebü’l-Hayr)
Tasavvuf ahlâktan ibarettir. Bu bakımdan ahlâkı senden yüksek olan, senden daha fazla arınmış demektir. (Ebû Bekr el-Kettânî)
Tasavvuf: Kâinatı eksik görmek, hatta daha da ötesi bütün eksikliklerden münezzeh olanı müşâhede ederek bu eksik varlıkları hiç görmemektir. (Ebû Amr ed-Dımeşkî)
Tasavvuf; kulun herzaman, o an için kendisine en uygun olan şeyle meşgul olmasıdır. (Amr bin Osman el-Mekkî[)
Sufizm Peygamberlerin öğretisinin özüdür. Kaynağı ilk insana kadar gider, çünkü tohumu her insanın kalbinde mevcuttur. (Salahattin Ali Nader Angha صلاحالدینعلینادرشاهعنقا)
Tasavvufa ait hadisler ve mutasavvıfların düşünceleri
“Gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim ve mahlukatı yarattım” (hadisi kudsi)
“Nefsini bilen rabbini bilir.”
“Yer ve göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.”(hadisi kudsi)
“Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz. Bu da kalp cihadıdır.”
“Bir anlık tefekkür bir yıllık ibadetten hayırlıdır.”
“Ölmeden önce ölünüz.”
“Sen olmasaydın bu alemi yaratmazdım”(hadisi kudsi)
“Allah’ım beni fakir olarak yaşat, fakir olarak öldür.”
“Allah her mahzun kalbi sever.”
“Dünyayı dünya ehline bırakınız.”
“Dünya bir leştir, onu isteyen köpektir.”
“Üç şeye güvenilmez:Dünya, sultan, kadın.”
“Açlık hikmettir.”
“Hikmet on kısımdır. Dokuzu uzlette biri susmaktır.”
“Selamet uzlettedir.”
“Ben ilmin şehriyim, Ebu Bekir onun esasıdır.”
“Ebu Bekir, arkadaşım ve mağara dostumdur. dost edinecekseniz Ebu Bekir’i dost edininiz.”
“Ben kimin mevlası isem Ali de onun mavlasıdır.”
“Ben ilmin şehriyim Ali onun kapısıdır.”
“Sözlerim şeriat, davranışlarım tarikat, halim hakikattır.”
“Dostların arasındaki şeyh, ümmeti arasındaki Peygamber gibidir.”
“Kırk gün ihlasla ibadet edenin hikmet menbaı kalbin diline ve oradan da ortaya çıkar.”
“Fakirlik iftihar ettiğim bir şeydir.”
“Mücahid nefsiyle cihad edendir.”
“Bu ümmette otuz abdal vardır.”
“Kuyruk ol baş olma.”
“İlim bir noktadır, cahiller onu çoğalttı.”
“Müminin kalbi Allah’ın evidir.”
“Dünya ve içindekiler melundur ancak müminler ve Allah için yapılanlar müstesna.”
“Fakirlerle birlikte oturup kalkmak tevazudandır ve üstün bir cihadddır.”
“Üç şey gözün görme gücünü arttırır: Yeşil renk, akarsu ve güzel yüze bakmaktır.”
“Allah’ın yarattığı ilk şey benim nurumdur.”
“Yıldızlar gök ehlinin emenı, ehl-i beytim ise ümmetimin emanıdır.”
“Sufileri ve hırkalarını tenkit etmeyiniz, Çünkü onların ahlakı nebilerin ahlakı, elbiseleri de nebilerin elbiseleridir.”
“Bildiği ile amel edene Allah bilmediğini öğretir, bilmediğine onu varis kılar.”
“Müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü o Allah’ın nuru ile bakar.”
“Tefekkür gibi ibadet yoktur.”
“Zikrin en hayırlısı, gizli olandır.”
“Onlar ( Allah dostları) öyle kimselerdir ki görüldükleri vakitte Allah hatırlanır.”
“Sizden biriniz (hakkında) ’ muhakkak o ( iman eden kişi) delidir’ denilinceye kadar (denilmedikçe, kamil manada) iman etmiş olamaz.”
Kaynak: Tasavvuf ve Tarikatlar tarihi- Mustafa Kara
Din ve kültür târihimizin en etkili ve renkli alanlarından biri de tasavvuf ve tarîkatlarla ilgilidir. En kısa târifiyle tasavvuf ahlâktır, gönül terbîyesidir, ruh temizliğidir. İnsanın iç dünyâsının güzelleşmesi ve netîcede Allâh’a âşık olmasıdır. Bu noktaya yükselebilmek için gönül adamlarının buldukları çârelere, gösterdikleri yollara da tarikat adı verilmektedir. Çünkü Allâh’a âşık olmanın yolları sonsuzdur. Çünkü insanın yaratılış modelleri, mîzaç ve tabiatları, sonsuzdur. Herkesin kendi özellikleriyle Hakka ulaşabilmesi için değişik usûl ve yolların olması gerekir, bu da tarîkatdır. Tasavvufda ana cadde bellidir, temel hedef ortadadır; iyi bir mü’min olmak. Bunun için kullanılan araçlar ise farklıdır. Tarîkatların çokluğu bu gerçekle ilgilidir.
Sırrî (k.s) hazretleri şöyle dedi: Peygamberimiz (s.a.v)’i rüyamda gördüm ve kendisine şöyle sordum. “Ya Resûlallah (s.a.v) tasavvuf nedir?” Cevâben şöyle buyurdular: “Dâvâyı terketmek; mânâyı fehmetmektir.”
Erbâb-ı tasavvufa vâcib olan dâvâyı terketmek, mânâyı da fehmetmekdir. “Sudûr-ül-ebrâr, Kubûr-ul-esrâr.”, “İyilerin gönülleri, sırların kabirleridir” fehvâsınca bütün büyüklerimiz, ehil olmayanlardan ve ağyârdan (câhillerden) Hakk’ın sırlarını saklamışlar, setretmişlerdir. Ve sanki ondan habersizmişcesine bilgisiz gibi davranmışlardır. İşte bunlar (câhiller) ağyâr-ı beşeriyyetin hazzını aşamayanlardır. Erbâb-ı tasavvuf ise, beşer üstü mânevî hazlara sâhib olanlardır.
Hem öyle zevk ki, bu mertebede olan kimse, Hak’tan başkasını görmez. İşte hakîkatde tasavvuf: İnsanın her şeyiyle, hem zâhiren, hem de bâtınen Allah ile olan bağlantısını kurmasıdır. Bir âşık, zâhirî ve bâtınî olarak rü’yet-i halkı iskât eylese yâni, halkı görmeyi terk etse, Hakk’ın sırrına lâyık olur. Ve nûr-u ilâhîde fenâ bulur. Cüneyd-i Bağdâdî (k.s) Hazretlerine tasavvufun ne olduğunu sordular, o da cevâben: “Tasavvuf; nefsin, Allâh’ın vahdetinde fenâ bulmasıdır” buyurdu. Sâhib-i tasavvuf, bu fenâya erdikten sonra hakîkî mutasavvıf olur.
Tasavvuf; her dînin veya her felsefî düşüncenin ideale yöneliş esâsını teşkil eder. Kâli hâle tebdîl, şekliyle ifâde edilen tasavvuf, İslâm dîninin ihtivâ ettiği bilgi sisteminin kuvveden fiile, yâni kâlden-hâle, nazariyeden- ameliyyeye dönüşüdür.
Mes’eleye bu açıdan baktığımız zaman, tasavvufa bir menşe’ aramak yerine, her dînin kendi bünyesinden neş’et eden bir tasavvuf anlayışının mevcûdîyetini düşünebiliriz.
Tasavvufun sâbit esaslarını iyi tesbit etmek yerinde bir davranış olur. Bu esaslar İslâm tasavvufunda Kitap ve Sünnet istikâmetinde gerçekleşmiştir. Tasavvuf aynı zamanda sosyal bir hâdisedir. Bu yüzden onu fikrî ve şeklî bir tarzda düşünmek lâzımdır.
Peygamber (s.a.v) Efendimiz zamânında İslâmî ilimlerin esasları bizzat mevcut olmakla berâber, ihtiyaç hissedilmediği için tedvin edilmemiştir. Yâni, fıkıh ilmi, kelam ilmi, tefsir ilmi ve hadîs ilmi ismiyle müdevvin ilimler yoktu; fakat fıkıh, kelâm, tefsir ve hadîs bizzat mevcuttu. Bu ilimler asr-ı saadetten sonra ihtiyâca göre zamanla tedvîn edilmişti.
Tasavvufun müstakil bir meslek olarak ortaya çıkışı, yaşanan İslâmî hayâtın, zaman geçtikçe eski gücünü kaybetmesinin, zühdî hayâtın zayıflamasının bir neticesidir. İslâm tasavvufunun zühdî hayâta verdiği önem, bu ilmin temel esâsının “mâsivâ” ile kalbî alâkanın kesilmesi tarzında gerçekleşmesini sağlamıştır. Allâh’ın gayri manâsına gelen“mâsivâ” kelimesi, tasavvufun en önemli ıstılâhıdır. “Mâsivallah” (Allah’dan başka her şey) insanı Hak’tan uzaklaştıran, rûha karşı nefsi besleyen bir puttur. Tasavvufta Allâh’a kul olmak âzâdeliktir, hürriyettir.
“Dil esirin olduğu günden beri âzâdedir. Masîvâya bağlanır mı bağlanan vicdan sana” (Muallim Nâci)
Hakk’a kul olmanın gerçekleşmesi (Seyr ü sülûk) “mânevi yolculuk” ile mümkündür. Mânevî olgunluğa ermek için bâzı prensiplere riâyet etmek şarttır. Hiçbir şey kendiliğinden meydana gelmez. “Okunmadan âlim, gezmeden seyyah” olunmadığı gibi mücâdelesiz ve murâkabesiz de sûfî olunamaz.
İnsanlar meşreplerine, fıtrî yapılarına ve karakterlerine göre üç tarzda bu yolculuğu gerçekleştirebilirler. Tasavvuf Istılâhında bu yollara “Tarik-i-ahyâr”, “Tarik-i- ebrâr”, “Tarik-i-Şuttâr” ismi verilmiştir.
Tarik-i ahyâr; namaz, oruç, Kur’ân tilâveti, hac, cihad gibi ibâdetlere müdâvemetle meydana gelen bir mânevi yolculuk şeklidir. Bu meşrebde olanların gâyeye ulaşmaları diğerlerine nisbetle uzundur.
Tarik-i ebrâr; mücâhede ve riyâzet ashâbının yoludur. Ahlâk-ı zemîmeyi, ahlâk-i hamîdiye tebdile cehd etmek için mücâhede etmektir.
Tarîk-i Şuttâr; şevk, iştiyâk, zikir, fikir ve şükür yoludur. Bu yolun sâlikleri nefsi tezkiye ve rûhu tasfiye ile meşgul olur. Bu tarîkin usûlü “usûl-i aşere” (on usûl) tarzındadır. Bu on esâsa riâyet ile mü’min (yolcu) vasıl olur, ulaşır. Bu on esas kısaca şunlardır.
Tevbe: Ölüm vaktinde olduğu gibi, mâsivâyı terktir. Ölmeden önce ölmektir. Buna Tasavvuf ıstılâhında “mevt-i irâdî” denir.
Zühd: Dünyâ ve içindekileri insanın ölüm ânında terk ettiği gibi bırakıp, onlardan yüz çevirmesidir.
Tevekkül: Zâhirî sebepleri insanın son nefesinde terk ettiği gibi terk etmesidir.
Kanâat: Nefsâni olan şehvetleri ve istekleri, insanın ölüm ânında terk ettiği gibi, hayatta iken terk etmesidir.
Uzlet: Ölüm zamânında kişinin, insanlarla alâkasının kesilmesi gibi, yârdan ve ağyârdan kalben uzaklaşmaktır.
Allâh’a teveccüh: Ölüm ânında olduğu gibi, Allâh’ın gayrinden yüz çevirmektir.
Sabır: Kişinin ölüm ânında mücâhedesiz terk edeceği nefsâni hazları, mücâhede ile terk etmektir.
Rızâ: İnsanın kendisini ezelî hükme teslîm edip, Hakk’ın hoşnutluğuna nâil olma kasdıyla, nefsinin rızâsını terk etmesidir.
Zikir: Ölüm vaktinde olduğu gibi, yaşarken Allâh’ın gayrinin zikrini terktir. (Allah’dan başkasını anmayı terktir.)
Murâkabe: İnsanın ölürken terk ettiği gücünü, ölmeden önce terk etmesi; güç ve kuvvetin sâdece Allâh’a âid olduğuna inanmasıdır.
Tasavvufun temel esâsının, nefse haz veren şeylerden uzaklaşmak ve rûhunu rehine verip, cesediyle yaşayan insan durumuna düşmemek olduğunu ifâde edebiliriz. Bu temel esas üzerinden hareket edilerek mücerred bâzı prensiplerin zaman süreci içinde gelişerek bugüne kadar geldiği açıktır.
Dinin zahir yüzünden başka, bir de insanoğlunu kemale eriştirmek, sağlam ve yıkılmaz bir iç hayatı kazandırmak için riyâzat(nefisle mücadele, nefsi kırma), mücahede(nefsin arzularına direnme, cehd ve gayret etme), tasfiye(saflaştırma, temizleme), hâlini ıslah potası içinde temizleme ve pişirme tarafı vardır. Ben ahlak sahibiyim demekle cehil ve gaflet (Hakkı unutmak) cehennemlerinden kurtulmak ve hakiki cennet olan ezeli yakınlığa erip aslî fıtratını(yaratılış) bulmak kabil değildir. Akıllı bir kişi benim hiçbir şeye ihtiyacım yok demeyip, kendini dünya kirlerinden arıtmaya ve ruhundan cehil ve gafleti silip, onu aslî temizliği ile meydana çıkartmaya gayret etmelidir.1
Bu arınmanın yolunu da bize tasavvuf göstermiş, bu gayrette olan kişilere ışık tutmuş, yollarını aydınlatmıştır.
Kişinin kendini Allah"ın gözetimi altında hissetmesi ve bu şuurla davranıp yaşaması tasavvuf adını alır. Yani kişi her muamelesini Allah"la yapıyormuşcasına kendini mesul hisseder. Tasavvufun yolu ise; bu tavrı en ciddi şekilde yaşamak için konulan özel metodların tamamıdır. Abdülkadir Geylani"ye göre Tasavvuf kelimesinin harflerinin her birinin ayrı bir anlamı vardır. Şöyle ki:
T: Tevbe
S: Safâ, arınma
V: Velâyet
F: Fenâ"dır.(yokluk)
Tasavvuf sekiz temel üzerine kurulmuştur. Birincisi; cömertliktir. Bu İbrahim (a.s)ın sıfatıdır. İkincisi; rıza"dır ki, bu İshak (a.s)ın sıfatıdır. Üçüncüsü; Sabır"dır ve Eyyüb (a.s)"ın sıfatıdır. Dördüncüsü; işarettir ki(Allahın her hadisedeki rolünü bilmek), Zekeriyya (a.s)"ın sıfatıdır. Beşincisi; Kurbettir ki(yakınlık), Yahya(a.s)"ın sıfatıdır. Altıncısı; Tasavvuftur ki(mana yolculuğu), Musa (a.s)"ın sıfatıdır. Yedincisi; Aşktır ki İsa (a.s)"ın sıfatıdır. Sekizincisi; Fakirliktir(kulluğu bilmek) ki, bu da Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v)"in sıfatıdır.2
Semâ"nın ve zikrin hakîkatine vâsıl olan kimseye ten tekke, gönül makam olmuştur.
Tasavvuf Cenab-ı Hakkın bir kulunu nefsinden öldürüp kendisiyle diri kılmasıdır. Tasavvuf dedikodu ve lafla olmaz, maddî alışkanlıklara ve aşırı isteklere açlık ve sevilen şeylerin terk edilmesi (tapmayı terk) ile olur.(Cüneyd-i Bağdadî)
Bir gün Ken"an Rifai"ye “Tasavvuf nedir?” diye sorulduğunda “gönül bilgisidir” diye cevaplandırıyor. Sonra fikrini şöyle izah ediyor: “En büyüğünden en küçüğüne kadar hiçbir şey yoktur ki Allah"ın iradesi ile olmasın. Seni idare eden ruhun ve aklındır. Ruhun ruhu da Allahdır. Her şeyi hareket ve sükuna getiren kendi mânâsıdır. Mânânın mânâsı da yine Allah"dır. Şu halde ruhu ruha terk etmek ve kendi gözü ile kendini görmesini temin etmek icab eder. Her madde bir mânâyı işaret için vücut bulmuştur. İnsan ise kâinatın mânâsıdır. Onun için koca Mevlânâ “Beytullah Beytullah olalı Allah gidip orada oturmadı, benim gönlüm hanesinde ise ondan gayrı bir şey yok” diyor ki işte tasavvuf bu bilgiyi edinebilmektir. Fakat Eflatun"un da söylediği gibi, bu bilgi kitaplardan öğrenilmiyor. İnsan onu kendi kalbi hazinesinden pek ince bir tefekkür (fikir yürütme, düşünme) ile çıkarabilir ve mukaddes ateşi kendi zatî (aslî, öz) menbaından uyandırabilir.”
Açarsak, tasavvuf, dinin istediği sadece namaz kılmak, oruç tutmak, sabahlara kadar oturup ibadet etmek, hayrat ve hasenatta bulunmak değildir. Şunu bilmek lâzımdır ki Allah fiili ile, kavli ile, sıfatı ve zâtı ile zahir ve batın bütün tasarrufatı (bir şeyi kullanma yetkisi) ile insandan zuhur etmiştir. Binaenaleyh Allah"ın lutfu, keremi, kahrı, gazabı insanlara, yine insanlardan zuhur eder. O halde her muamelenin Hakla olduğunu bilirsen kimden incinecek ve kimi inciteceksin? Bizim vücudumuz Allah"ın sözüne, fiiline, zâhiri(görünür) ve bâtıni(öz) tasarrufuna bir alettir, çoğu zaman insan, Hakkın bu tasarrufunu kendinden zanneder. Halbuki bu tasarruf ödünç ve emanettir. İşte Resûlullah"ın, nefsini bilen Rabbini bilir, diye ifade ettiği düsturun manası budur.”
“Mükevvenat (yaradılmışlar), yani kesret(çokluk), Allah"ın birliğine mâni değildir. Nasıl ki denizin dalgaları, denizin birliğine mâni değilse..” “Meselâ adetleri alalım: 1,2,3 diyoruz. Fakat aslında iki var mıdır? İki, birin tekrarıdır. Anlaşılıyor ki kesretin ifadesi olan bütün adetlerin vücudu birin tekrarından oluşuyor, yani birden başka adet yoktur. Hep vahdet-i vücut.. Bu vahdet ilmi hasıl olunca faili(fiili yapan, özne), mevcudu yalnız Allah bilirsin. Hazret-i Ebûbekir bunun için hiçbir şey görmedim ki onda Allah"ı görmeyeyim dedi. İşte bunu bildin mi ne kediyi, ne köpeği, ne soğanı, ne de sarmısağı fena görmez, tahkir edemezsin.”
İşte buradan hareket edip bütün kâinatı Allah"ın dünya planında zuhura gelişi olarak nazar-ı itibare aldığından o “her zerrede bir nur her katrede bir zuhur vardır” diye şu âlem içre ne varsa hepsi ile muamelesini Hakla muamele biliyor, herşeyi Hak diye taziz ediyor (şerefli kılıyor) , tebcil ediyor (yüceltiyor) ve seviyor. Seviyor! Bizce üstünde en çok durulacak nokta budur ki şu suretle Ken"an Rifai, Allah sevgisini mücerretlikten (soyut) kurtararak müşahhasa (somut), dünyaya, mahlukata getirmiş, yani başka bir deyişle kuvveden fiile(niyetten eyleme) intikal ettirebilmiştir.
Hazret-i Şems, “Söz iş içindir, iş söz için değil” diyerek aynı manayı ifade etmektedir.
Buradan da anlıyoruz ki, tasavvuf, bir ilim değil bir yaşam şeklidir. Bunun yolunu insan-ı kâmiller göstermiştir.
Gene Ken"an Rıfaî diyor ki; Tasavvuf, ölümsüz hayat ve her hâl ve vakitte edebdir. Tasavvuf güzel ahlâktır. İç ve dış edebiyle edeblenmektir. İç edeb; her yerde ve her şeyde Allah"ı temaşa(ibretle bakmak) edebilmektir. Yukarıda Hocamızın dediği gibi, fiildeki hakiki faili görmektir. Dış edeb ise; içten gelen edebin terbiyesiyle herkese ve her şeye eşit muamele edebilmek, hürmet edebilmek, hoş görebilmek ve Allah"ın emirlerine uyabilmektir.
Tasavvuf, dilde hiçbir şey gönülde herşeydir. Tasavvuf gönül bilgisidir.3
Tasavvuf lâ ilâhe illallah"ın manasını aşikâr etmektir. Narda(ateş, sıkıntı) nurda, ganide(doymuş) fakirde, kafirde ve mü"minde aynı tecelliyi görmektir. Allah"tan gayrı olmadığımızı bilip onu uzaklarda aramamaktır. Allah ile aradaki perde bizim kendi vücudumuzdur.
Küllü düşünüp nefse indirgemektir. Bunun için de insanı tasavvuf terbiyesi ile küll(bütün) namına her türlü fedâkarlık, feragat(hakkından vazgeçmek), meşakkat(güçlük, sıkıntı) ve mahrumiyeti göze alabilecek bir terbiye sistemine tâbi tutmaktır.
Tasavvuf insana cennet ve cehennemin hakikatini öğretir. Çünkü tasavvuf ehline göre cehennem Allah"ın olmadığı yerdir. Öyle bir yer olmadığına göre cehennem (acı ve ızdırap) yoktur. Ağyar yok, zıtlar vardır. İkbâl"e göre cennet ve cehennem birer mahâl değil, birer hâlettir(takdiridir). Cehennem, cezalandırıcı, intikam alıcı, Allah tarafından kulları için hazırlanmış ebedî bir işkence yeri değil, Allah"a ulaşmış bir varlığın, Allah"ın rahmetini, cana can katıcı rüzgârına karşı tekrar hassas kılacak uslandırma yolları getiren bir tecrübedir(rafineri). Kur"an"a göre cehennem, insanın bir insan olarak muvaffakiyetsizliğini acı bir şekilde anlamasıdır.
Tasavvuf, hürriyettir. Hakiki hürriyet, nefsin elinden azad olmaktır. Yoksa ben hürüm, hürriyet var demekle bir kimse hür olamaz, insan nefsinin zebunu iken, hiçbir veçhile hür sayılamaz. Meselâ bir sigara dumanına bile hüküm geçiremeyip terketmek istediği halde ona esir olmaktan kurtulamayan insan nasıl olur da hürlük iddiasında bulunabilir? Ancak, iştihalarının (istekler), insiyaklarının (iç güdüler), arzularının esiri değil, emiri olan insan Koca İskender"e, “Sen benim bendemin bendesisin” diyen Diyojen gibi, bihakkın hür olabilir.
Tasavvuf birlik demektir. İnsanlıktan maksat da her şeyi birlemektir. Lâ ilâhe illallah"ın manası, bütün mevcudatın Allah"ın emrine zebun(aciz, esir olmak) ve mağlup olduğunu görmektir. Bütün mevcudat, mahiyetlerini ancak Hakk"ın emriyle izhar(aşikar etmek, açığa çıkarmak) eder.
Bütün bunları özetlersek diyebiliriz ki Ken"an Rifai"nin tasavvuf anlayışı cümle mevcudatı Hak, Hakk"ı da halk bilmek esasına dayanan ve insandan kendi fâni vücudunu, bâki olan Hakk"ın yani halkın hizmet ve menfaati yolunda nefsin isteklerini yok etmesini taleb eden bir âlem görüşüne dayanıyordu. Zira o, İnsan idrakine namütenâhi (bitmez tükenmez) cüzler şeklinde dökülen küllî varlığı, mânâ dolu bir vahdet halinde idrak edebilme keyfiyetini benliğine bütünü ile mâl edebilmiş olan gerçek bir mutasavvıftı.
Gerçek mutasavvıf değerini ve derecesini düşünmekle vakit kaybetmeyen, kendi hakikatini ortaya koymak amacı ile, hayatı tabiattan aldığı gibi kabul edip, insan ve eşya münasebetlerini taşın suda yaptığı tek merkezli daireler gibi teklikten çokluğa götüren insandır.
Tasavvuf aslında herhangi bir din kaydından müstakil olarak mevcut olup, insanla başlayan ve insanla tekâmül eden bir düşünce silsilesi ve hayat tecrübesidir. Din ise tasavvufun şerh ve tefsirine muhtaçtır.4
Şeriat; “Seninki senin, benimki benim”, der.
Tarikat; “Seninki senin, benimki de senin”, der.
Hakikat; “Ne seninki senin ne de benimki benim”, der.
Gerçek mutasavvıf, dünyaya hakkını veren, kendisine verilen her güzelliği hâlinde ve üzerinde gösterip onun şükrünü ödeyen ve aynı zamanda ahirete de aynı değeri verendir. Ken"an Rifai, bu hakikati şu örnekle açıklıyor: Diyor ki, “Benim üç gözlüğüm vardır. Biri ile yakını görürüm. Yani, dünyayı...Biri ile uzağı görürüm. Yani, ahireti...Üçüncü gözlüğüm ile hem yakını hem uzağı, yani hem dünyayı hem de ahireti görürüm. İşte bu tasavvuf gözlüğüdür.”5 diyor. İşte gerçek mutasavvıf, dünya işi ve hizmetinden elini bir an çekmeden gönlüyle her an sevgiliyle olabilendir.
Gerçek mutasavvıf küçük hadiselerden dünya ve mana gerçeğini aşikar eder.
Etajerin üstünde ampul kesmek için bir bıçak vardı.
Ken"an Rifai: -“Bu nedir?” diye sordu.
-Ampul bıçağı,dendi.
-“Ne için ortada bıraktın? Biri gelir, farkına varmaz elini kesiverir” dedi ve şöyle devam etti:
-“Demek ki böyle kesici ve kırıcı aletleri bir kazaya sebebiyet vermemek için ortada tutmayıp kaldırmak lâzım olduğu gibi insanın kalbini ve ruhunu cerihadar (yaralı)edecek kötü ahlakları da vücud ortalığından kaldırmak lazımdır. Onların yeri de senin vücudun ortalığı değildir.”6
Sonuçta diyebiliriz ki cenneti dünyada bulmanın yolu tasavvufî terbiyeden geçer. Gerçek cennet olan huzur ve mutluluk aynı terbiyenin sonucu olarak hürriyete kavuşmakla neticelenir. Bu bakış açısından tasavvuf, insanın insanlığını bulma yoludur vesselam.
TASAVVUF TARİHİ
Tasavvuf da tasavvuf ehli de her zaman mevcuttur. Fakat bu hakikate sahip bulunanlar, idrakleri noksan olan kısa akıllıların taşlamalarına ve kötülemelerine mâruz bulunduklarından, kendilerini gizlemek lüzumunu duymuşlar ve kendilerini namahremlerden saklamışlardır.
Tasavvuf Hz. Adem ile başlamıştır,
Tasavvuf gelişirken Buda ile karşılaşıyoruz.. “En büyük şer cehâlettir” diyen Buda, tasavvufun ilim olduğunu anlatmıştır. Yine demiştir ki: “Bütün mevcudat, ruhlar ve cisimler, kadir-i mutlakın yani Allah"ın bedeni mesabesinde olup, beden ruha nasıl tâbi ise, bunlar da öylece ona tâbidirler. Aşk olmazsa beden zindanında kalırız.
Muvaffak olmaya da olmamaya da kayıtsız kalmalıdır. Bütün yaratılmışlara şefkat gözüyle bakmalıdır. Bizim bugünkü hayatımız, eski zamanlarımızda kendi arzu ve ihtiyarımız ile yaptığımız amellerin neticesidir.
İnsan melce"i, yani sığınacak yeri tefekkürde aramalıdır. Dünya, ahiretin tarlasıdır. Gerek iyi gerek kötü şeylere ne sevinmeli ne de bunlara muhalif olmalıdır.
Kaplumbağa nasıl âzâsını kabuğunun içine çekiyorsa, bir insan da zahiri hislerden kendini çekmeyince hikmet sahibi olamaz.” Yine diyor ki: “Beni her şeyde görün; her şeyi de bende görün!”
Bir mistik felsefeci olan Sokrat, ruhunun nurunu aklını aydınlatmada kullanmıştır ve bu yaradılış âleminde hiçbir şeyin abes olmayıp, hepsinin bir mânâ üzerine yaratılmış olduğunu söylemiştir.
Herşeyi şekilsizlikten intizama sokan bir akl-ı âzam mevcut olduğunu ifade etmiş, “”Eğer vücutta ruh hakimsa, gerçek hakim, o akl-ı âzamdır. Olayları kendine bakarak çözme yoluna giden Sokrat, “kendini bil” demiştir. İnsanın değerini anlatmış ve cihanda hiçbir şeyin tesadüfe dayanmadığını herşeyin tek bir gayeye o gayenin de daha üstün ve yüksek bir gayeye yani tevhide yöneldiğini söylemiştir. Bütün mevcudatın insana hizmetle vazifeli olduğunu bildirmiştir. Çok faziletli bir insan olan Sokrat, bildiklerini başkalarına öğretmeyi seçmiştir. Faziletin mükafatının kendinde olduğunu çok iyi bilmiş ve “İyiliği yapan iyiliği, fenalığı yapan fenalığı kendinde bulacaktır.” demiştir.
Sokrat, birinci olarak ruhu, ruhta aklı ve akılda da mefkûreyi (tefekkürün oluşturduğu doğru fikirler) görmüştür. Aklî mistisizmin kurucusudur.
Sokrat"ın talebesi olan Eflatun der ki: “Mevcut suretlerin her birinin mükemmel numunesi misal âleminde bulunmaktadır. Ruh cesed ile birleşmeden evvel birçok yüksek hakikati temaşaa etmiş, güzellik, adalet ve hakikati görmüştür. Temizlikle alakasını kesip “rezil” damgasını yiyerek beşer âlemine gelmiştir. Fakat hayra olan meyli ve yakınlığı ruhlar âleminde gördüğü yüksek hakikatlerin kendisi üzerinde yaptığı tesirle bu karanlık diyardan uçup gitmek için hatıralar uyanmıştır. Eflatun"da bu gerçeği anlama önermeler sayesinde olmuştur.
Sokrat, “ilmin başlangıcı cehil olamaz, iki bilinmeyenli bir meseleyi halletmek için daha önce bilinen bir kural olmalıdır.” derken, Eflatun;” Bilmek evveli hatırlamaktır.“ demiştir. Ve ilave etmiştir; “Ayıp ve noksan oldukça ilim elde edilemez. İlim elde edilmedikçe de hayra ulaşılamaz.” Allahı âlim, hâkim ve mevcud bilip Allahın birliğine iman etmiştir. Sokrat gibi hayrı yöneten bir akıl olarak kabul etmeyip,” Allah mutlak hayrın kendisidir. İrade, hayrı bilmek, onu fiile götürmektir.” demiştir.
Eflatun ruhu bir koşuya benzetir. Arabacısı akıl, iki attan biri şecaat (iyi ahlâk) öbürü de şehvettir. Akıl arabayı sürdükçe koşunun intizamını muhafaza eder.
Fena diye bir şey yoktur. Fena faziletin aslına bağlıdır.
Eflatun"a göre fazilet dört kuvvettir: Aklın fazileti ihtiyat, kalbin fazileti şecaat, şehvetin fazileti de itidaldir. Bu üçünün doğurduğu fazilet de adalettir.
Vahdaniyet fikrini kabul etmiştir. 46 eseri vardır. Bir çeşit tasavvuf yaşamıştır.
Hz. İbrahim, ilk İslâm, yani teslim olandır. O, çok küçük yaşta, her şeyin bir Rabbi olması gerektiğini düşünerek önce yıldızları, sonra ayı, ve en son da güneşi Rab bilmiş ancak hepsi yok olunca, “Ben böyle batıp sönenleri sevmem” diyerek Allah"ı tenzih etmiştir. “Hiç şüphesiz ben, bir tevhid ehli olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah"a yönelttim. Ben müşriklerden değilim” diyerek bir olan Allah"a dönmüştür.
İlk müslüman da Hz. İbrahim"dir. Çünkü, Rabbi İbrahim"e, “Müslüman ol!” dediğinde “Alemlerin Rabbine teslim oldum” (Bakara suresi 131. ayet) demiştir.
O ateşe atılmış ama aşkıyla o ateşi gül bahçesine çevirmiştir. Onun için dışardaki acılar Allah aşkının güzelliği karşısında bir hiçten ibarettir.
Hz. Musa"nın tasavvufu şuhud (görme) mertebesine ermediği için ilm-i ledünü (ilâhî sırlara ait manevî bilgi) bilmiyor. Ancak, bu onun manasına eksiklik getirmez. Çünkü Musa, kulları davete memur bir peygamberdi. Hz. Musa akıl mertebesidir. Aklıyla bulduğu şeylere iman ediyordu. Allah"ı görmek istediğinde, “Sende bu benlik oldukça beni göremezsin. Beni görmek için benim gözüm sende olmalı!” hitabıyla karşılaştı. Yani, şuhud makamına ermek için nefsini aradan çıkarması gerekti. Ve Allah onun benlik dağına tecelli edince Musa"nın benlik dağı paramparça oldu.
Hz. İsa, ruhullahtır. Velayet sahibi bir peygamber olan Hz. İsa, Allah"a gönül ve aşkla yaklaşmıştır. Demiştir ki; “İnsanlar, cismen ve ruhen birsiniz; yani kardeşsiniz. Onun için birbirinizi seviniz ve Allah"ı da her şeyin üstünde tutarak seviniz!”
Ona göre tasavvuf, aklın önerilerine hiç itibar etmeden sırf kalb marifetiyle gitmektir. O yüzden de dünyadan uzaklaşma söz konusudur.
Hıristiyanlıkta tasavvuf, yani mistisizm kelimesini ilk söyleyen Kneber"dir.
İlk milâdî asırda piskopos Denis Nom Divin, Hakk"a ulaşmanın, ruhun bu his aleminden soyunmak ve dünya bağlarını terk ve bizzat kendini unutmakla mümkün olacağını anlatmıştır.
1091-1153 yıllarında yaşayan Saint Bernard"a göre, hayatın gayesi, Hakk"In muhabbetidir. Buna da tevâzu ve kendini silmekle erişilebilir.
1141"de yaşayan Saint Victor, da der ki: Ruhu hakikatin ta kendisine, Hakk"a ulaştıran yol, münâcat (dua ve yakarış) ve nefsini muhasebe üzere bulundurmaktır.
Hıristiyanlık tasavvufunda da esas Hakk"ın akıl ve ilimle bulunması mümkün olmayıp, ancak aşkla bulunabileceği ve Allah yolunda vücudunu vakfetmek ve sırf Allah için yaşadığını öğrenmekten ibarettir.
Bonaventure ise, ruhun zat-ı İlâhi"ye ulaşması için aklın günlük ve hudutlu amellerini aşması lâzım geldiğini söyler.
Avrupa"nın yakın zamanlarda yetişmiş olan mistiklerinden bazıları şunlardır: Emanuel Swedenborg, Martinez, Friedrich Jacobi, Saint Martin, Saint Denis, Pierre Simon Ballanche.
Alman mütefekkir Jacob Böhme"ye göre, Allah alemden ayrı değildir. Bedende ruh nasılsa, Allah da alemlerde öyledir. Allah şu gördüğün kainatta değil, senin zatında yerleşmiştir. Eğer sen pâk, arınmış ve temiz isen, Allah"In bütün kuvvetleri sende fâildir. Keza bütün âlemlerde de böyle... Ateş, hava, su, toprak hep Allah"tır. Ruh ayrı bir vücut gibi Allah"tan ayrı kaldıkça Allah"I anlayamaz.
Tasavvuf insanoğlunun vazgeçilmez ihtiyacıdır. Her devirde kendini göstermiş ancak müslümanlıkla kemâle ermiştir.
İslâm tasavvufu beşerî ve ilâhî arasındaki formulü ifade halinde sunmuştur. Tasavvuf cemaatleşmeyi sağlar. Allah"a gitmede ise kişiseldir. İkbâl de; “Ey kervana katılan, Herkesle yürü fakat yalnız ol.” diyerek aynı mânâyı ifade ediyor.
Ken"an Rifai bu konuda şöyle diyor: “İnsanlıkla beraber başlayan ve dinlerin cevherini meydana vurma keyfiyeti diyebileceğimiz tasavvuf son istihâlelerini (gelişimini) İslâm dini ile beraber yaparak en olgun ve en kemâlli halini bulmuştur. Nasıl ki İslâm dini geçmiş bütün dinleri câmi (kapsayan) ve onların zemini üstünde âbideleşmişse İslâm tasavvufu da böyledir. Püsküren bir yanardağın lâvlarını tutacak bir el ayası bulunmadığı gibi tasavvufun da yer yüzüne akmasını önleyecek bir kuvvet yoktur.”
Ancak peygamber veya onun vârisi olan kâmil insan bu derin manayı insanın anlayabileceği bir dilde aktarır.
Kâmil insan, dünyayı gaye bilmeyen ve ücreti yalnız Allah"tan taleb eden kimsedir. Çağırdıkları insanları doğruya ve güzele götürürler. (“Uyun sizden hiçbir ücret istemeyen o zatlara ki, onlar hidayete ermişlerdir.” Yasin suresi, 21. ayet)
Hallac-ı Mansur der ki: “Allahım! Güzelliğinin açılan sırlarını başkalarından gizleyerek, onlara sahip olma imkânını bana vermek ve kınayanlardan beni esirgemiş olmakla bahşettiğin nimetine teşekkürü bana nasib et. Şu topluluk, senin kullarındır. Dinlerine olan bağlılıkları yüzünden ve senin rızanı kazanmak ümidiyle, beni öldürmek üzere toplanmışlar. Onları affet! İyi biliyorum ki, bana açtığın sırları onlara açsan, yahut onlardan gizlediğin şeyleri benden de gizleseydin, bu hal başıma gelmezdi. Yaptığın işler için sana hamd, dilediğin şeyler için de yine sana hamd olsun Allahım! “
Tasavvuf nedirve tanımı Tasavvufun konusu İnsandır ve İnsan terbiyesidir. Kelime olarak Kur`an ve Sünnet
.
Tasavvuf nedir ve tanımı
Tasavvufun konusu İnsandır ve İnsan terbiyesidir.
Kelime olarak Kur`an ve Sünnet`de geçmez fakat içerik olarak tamamenKuran ve Sünnet esasları üzerine kurulmuştur. İlk olarak İnsanaİHSANI öğretir, ihsan İlmini ele geçirmeyi hedefler. İhsan, kalbin gafletten uyanması, nur ve sevgi ile yıkanması, bütün günah çeşitlerinden arınması ve kalbin yüce Allah ile huzur bulması. Kısaca ihsan yüce Allahın dostu olmaktır.
Diğer ilimler gibi Tasavvufda her müslümanı ilgilendirir. Fakat tarihde tasavvuf içten ve dışdan aldığı darbeler ile yıpratılmış ve zayıflatılmıştır. Dini yıkmak isteyenler birinci hedef olarak tasavvufu seçmiştir. Ne kadarda saldırıya maruz kalsada bu ilim günümüze kadar gelmiştir. Onu temsil ve tatbik edenler azdır ama iman mücadelesi verenler için bir can simididir.
1.Bölüm
Tasavvuf nedir? Sufi kimdir?
Tasavvuf insan terbiyesini ele alan ve insanı gündemde tutan bir sistemdir. İnsan güzel ahlakı elde etmekle mükellef olduğu için tasavvufda var olacaktır. Bu yüzden gerçek tasavvuf, İslamın hizmetçisi, takva ve edebin temsilcisi, sevginin ise bahçesidir.
Tasavvuf yolunun büyüklerinden olan Cüneydi Bağdadi Hz. Şöyle buyuruyor: „Biz tasavvufu ondan bundan nakil ve kuru laf ile elde etmedik. Ona Allah için açlık çekerek, dünyalık isteklere rağbeti terk ederek ve sevip alıştığımız şeylerden uzaklaşarak sahip olduk”. (Münavi, el Kevakibüd Dürriye)
TASAVVUFUN KAYNAĞI KUR’AN VE SÜNNETTİR
Hedefi Allah rızası olan bir fiilin ve hareketin ilahi ölçülere uyması şarttır ve bunlar Kur’an ve Sünnet ile berlirlenmiştir. Bu ölçülerin tamamına İslam denir. Allah Teala İslamdan başka bir din veya felsefe kabul etmeyeceğini Al-i İmran Suresinin 85.Ayetinde bildirmiştir:“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır”.
Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa( sallallahu aleyhi ve sellem) dini hayatımızda kendisinin konumunu şöyle belirlemiştir:“Kim, hakkında bizim (açık veya işaret yollu) emrimiz (ve müsaademiz) olmayan bir iş yaparsa o, (kişi ve işi Allah katında) reddedilir”.
(Buhari, itisam 20, Müslim Ekdıyye 17, Ebu Davud Sünnet 5, İbni Mace Mukaddime 2).
Pekii hemen akla şu sorular gelebilir: Allah katında İslamdan başka bir şey kabul görmüyorsa bu kadar farklı fıkhi mezhep ve görüşler nasıl ortaya çıkabiliyor?
Tarikatların durumu nedir? Din bir değil mi? Bu kadar farklı yollarda neyin nesi?
Bu sorulara kısaca şöyle cevab verebiliriz: Bütün hak mezhepler ve meşrepler asla bir din değildir. Ancak dinin tefsirinden ve yaşanmasından ibarettir. Dini tahrif etmedikleri gibi aksine dine hizmet ederler. Her iki ekolde İslamın sükut ettiği ve içtihat yapılmasına imkan verdiği konularda, din adına sözcülük yapmış ve mühim vazifeler görmüştür. Bu sebeple biz burada mezheplerden ziyade meşrepleri yani tasavvufi yolunun ne olduğunu ele alacağız.
Tasavvuf akılla anlaşılmaz, dille anlatılmaz, yanına yanaşılmaz bir şey değildir. Kelime olarak tarifi kolaydır fakat tatbiki zordur.
Tasavvuf bir yaşam biçimidir. Bu yaşam biçimi sayesinde daha derin bir kimlik keşfedilir ve gerçekleşir. Zaten
.
Tasavvuf Nedir?
Tasavvuf bir yaşam biçimidir.
Bu yaşam biçimi sayesinde daha derin bir kimlik keşfedilir ve gerçekleşir.
Zaten bilinen kişiliğin ötesinde bulunan bu derin kimlik, evrende varolan herşeyle uyum içindedir. Bu derin kimlik ya da bir başka deyişle bu asli kendi; farkındalık, aksiyon, yaratıcılık ve sevgi gibi yüzeysel kişiliğin ötesinde yeteneklere sahiptir.
Tasavvuf yaşayan bir öğretidir. Kaynağı Allah’tır fakat insan ve ikisinin aktarımı; kendini adamış ve aydınlanmış birçok öğretmenin tarih boyunca çalışma alanlarını oluşturmuştur. Yaşayan bir öğreti olarak Tasavvuf’un gündelik hayatımızda sadece deneyim ve manevi çalışma ile içselleştirebileceğini hatırlamak önemlidir.
Tasavvuf, hakikati (mutlak gerçeği) zamanda ileri taşıyan bir aydınlanma geleneğidir. Fakat bu gelenek, dinamik ve canlı olarak anlaşılmalıdır. İfadesi, geçmişin dini ve kültürel formları ile limitli değildir. Tasavvufi gerçek, her çağda taze ifade talep eder. Tüm bu ifadelerde, Tasavvuf, maddeci bir toplum için her zaman bir meydan okuma olacaktır. Bizim “İlahi Hakikat”i inkar etmemize ve unutmamıza neden olan herşey için daima bir “fazla dünyevi” olanın eleştirisidir ve öyle de kalacaktır.
Tasavvuf, laik ve ticari toplum labirentinden her zaman bir çıkış yoludur ve öyle de kalacaktır. Bu anlamda, Tasavvuf anlamlı olana ve selamete dosdoğru bir davettir.
Tasavvuf, bildiğimiz gibi, İslam’ın kültürel yapısında gelişmiştir. İslami vahiy kendisini, tüm çağlardaki peygamberlerin asli mesajının bir ifadesi olarak sunmuştur. Kur’an, bizi bencil egoizmden uyandırmaya gelen ve bize asli manevi tabiatımızı hatırlatmaya gelen 120,000 peygamberin veya habercinin geçerliliğini tanımaktadır. Kur’an, orjinal mesajın zaman içerisinde bozulmuş olduğunu söylerken, geçmiş vahiylerin geçerliliğini kabul etmiştir.
Kökleri, Hz. Muhammed (s.a.v) zamanına uzanan Tasavvuf, organik bir şekilde bir çok dalları olan bir ağaç gibi gelişmiştir. Bu dallar, tarikat (yol) olarak nitelendirilmişlerdir. Dallanmanın nedeni sıklıkla, öğretiye olan katkılarının ve metodlarının yeni bir büyüme çizgisi oluşturmaya yeterli olduğu aydınlanmış bir öğretmenin zuhur edişi ile olmuştur. Bu tarikatler genellikle birbirlerini rakip olarak görmezler.
Tasavvuf, bir asli hakikat tanıyorsa, o varlığın birliğidir, bizim İlah’tan ayrı olmadığımızdır. Varlığın birliği; modern bilimdeki gelişmeler sebebiyle ve yeni medya, iletişim ve ulaşım ile sıkışmakta olan günümüz toplumunun duygusal anlamda kabul etmesi için mükemmel bir konumdadır. Biz Biriz: bir insan, bir ekoloji, bir kainat, bir varlık. Eğer ki tek bir gerçek varsa, o da bizim Bir’in parçası oluşumuzdur, O’ndan gayrı oluşumuz değil… Bu hakikatin hayata geçirilmesinin bizlerin kim olduğumuza dair hissiyatımızda, ilişkilerimizde ve hayatın tüm diğer cephelerinde tezahürleri vardır. Tasavvuf, insan hayatında birliğin içinde ve şekillerin ötesinde akıp gitmekte olan sevgi akımını farketmekle ilgilidir.
Tasavvuf Nedir? Tasavvuf kalbi saf olmakj, kötülüklerden temizlemek demektir. İnsan kalbini Allah'u Teâla'n
.
Tasavvuf Nedir?
Tasavvuf kalbi saf olmakj, kötülüklerden temizlemek demektir. İnsan kalbini Allah’u Teâla’nın muhabbetine bağlanmak, Resulullah’ın (S.A.V) söz ve hareketlerine uyma, ahlakına uymak ve onun çizdiği dairede hareket etmektir.
Kalp ile yapılması veya sakınılması gerekli şeyleri ve kalbin, ruhun kötülüklerden temizlenmesi yollarını öğreten ilme Tasavvuf denir. İmanın yerleşmesini, fıkıh ilmi ile bildirilen ibadetleri severek, kolaylıkla yapılmasını ve Allah Teâla’nın sevgisine kavuşmayı sağlar. Âlimlerimiz Tasavvufu birçok şekilde tarif etmişlerdir.
İbni Osman el-mekkiye göre Tasavvufun manası;
“Vakti değerlendirmek ve kıymetini bilmektir” demiştir.
Cüneydi Bağdadi’ye göre Tasavvuf;
Allah’u Teâla’nın ahlakıyla ahlaklanmaktır.
Tasavvuf; Yahudi veya Yunan filozoflarının uydurması değildir. Tasavvuf bilgilerinin hepsi Resulullah (S.A.V) Efendimizden gelmektedir. Bu isim sonradan konmuştur.
Zikir ve nefs muhasebesi Resulullah (S.A.V) ve Ashab’ı Kiram hazretleri zamanında da vardı. Hicri 2. Asrın sonlarında ehlisünnetten, kalplerini gafletten koruyanların ve nefislerini Allah Cellecelaluhu’ya itaata kavuşturanların bu hallerine Tasavvuf ve kendilerine ise sufi ismi verilmiştir. Tarikatı Aliyye’de ilk defa sufi denilen Ebu Haşim El-sufi hazretleridir.
Tasavvuf kalbin, ruhun kötü huylardan kurtulmasını öğretir. Allah rızası için güzel iş ve ibadet yapılmasını sağlar. Zaten dinimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra da bu ilme uygun olarak iş ve ibadeti Rızaen lillah için yapılmasını emreder.
Nefis hep kötülük yapmak ister. Onun bu isteklerinden kurtulmak, Allah’ın rızasını kazanmak ve muhabbetullahı yerleştirmek için Tasavvuf Âlimlerinden ders almak mecburiyettendir.
Manen yükselmek dünya ve Ahiret saadetine nail olmak bir uçağın uçmasına benzetilirse iman ile ibadet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Bunun benzeri ise elbette ki Tasavvuftur. Tasavvufun iki gayesi vardır. Bunlar;
1-İmanın yerleşmesi ve şüphe getiren şeylerin tesirleriyle sarsılmaması içindir. Akıl, delil ve ispat ile kudretlendirilen iman böyle sağlam olmaz. Allah Teâla Kur’an-ı Kerim’de kalplere iman yerleşmesi ancak ve yalnız zikir ile olur buyurulmuştur. Yani Tasavvufu anlamak ve yaşamak ve bu doğrultuda hareket etmek ile hâsıl olacağı beyan olunmuştur.
2-İbadetlerde kolaylık, lezzet hâsıl olması ve nefisten doğan sıkıntıların giderilmesi içindir.
İbadetleri seve seve, kolaylıkla yapmak ve çirkin, günah olan işlerden de uzaklaşmaktır.
İşte bu doğrultuda gidebilmek ise Tasavvufla mümkündür. Bu yolda ilerlemek ancak böyle olur. İmam-ı Malik hazretlerine bir sohbetinde talebeleri “Efendim Tasavvuf nedir, ne zaman meyil edelim?” denilince, cevaben;
“İlmi fıkıh öğrenmeden Tasavvuf ile uğraşan dinden çıkar, Allah muhafaza zındık olur. İlmi fıkıh öğrenip Tasavvuftan haberi olmayan kimse de bid’at sahibi olur. Yani delalet ehli sapık olur. Her ikisini edinen ise hakikate kavuşur” buyurmuşlardır. (Mercül Bahreyn)
Tasavvufu Resulullah (S.A.V) Efendimiz tarif ederken; “Sen her ne kadar görmesen de Hazreti Allah’ın seni gördüğünü bilip amel etmektir” buyurmuşlardır.
Kehf suresinde Hz. Allah şöyle buyurmuştur;
“Muhakkak ki iman edipte güzel davranışlarda bulunanlara gelince şüphesiz ki biz güzel iş yapanların ecrini zayi etmeyiz” buyurmuştur. İşte Tasavvuf buna nail olmayı hedefler.
Cüneyd-i Bağdadi (K.S) dahi tasavvufun tarifini yaparken “müridin mürşidine tam bir sadakatle sadık olup o zata bende olmasıdır” buyurmuşlardır.
“Sulhu olmayan bir savaştır. Dağınık olmayan bir zihinle Allah’ı zikretmek, maddi şeylerden alakayı kesip Allah ile beraber olmaktır. Allah’a elest bezminde verilen söz üzerine samimiyetle durmak, Resulullah’a ve şeriatına tabi olmaktır” buyurmuşlardır.
Külli Tarikatı Muhammediyye meşayıhı tasavvufu başında ve sonunda niyete bağlamışlardır. Manevi terbiyeye giren bir kimse, geri kalıyorsa şeyhinden himmetini tam alamıyorsa, tasavvufuna yani niyetine baksın denilmiştir.
Külli ibadetin özü yüce Allah’a samimiyet ile olur. Bu da ancak tasavvufla olacak bir şeydir. Tasavvufta hedef, kulu rıza ve ihlas makamına çıkartmaktır. İhlas; her şeyi Hz. Allah’ın rızasınca yapmak, rıza da Hz. Allah’ın tecellisine teslim olmaktır. Bu da niyetle olur. Allah için yapılan niyet hariç dünya ve içindekiler Allah tarafından lanetlenmiştir. Buna (Allah için yapılmayan) ibadetler de dahildir. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i şeriflerinde, “Allah’ın zikri (ve Allah için yapılanlar) hariç, dünya ve içindekiler mel’undur” buyurdu. Allahu Teâlâ lanet etmiştir. Bu melanete girmemek için niyet şarttır. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem “Bütün ameller niyete bağlıdır.” buyuruyor. Niyet, Allah rızası için olursa ameller makbul olur, değilse olmaz.
Tasavvuf yolu, Hak yolu, Cennet yolu, Allah yoludur. Bu yol bir emanettir. Ona ihanet edenin sonu felakettir. Allah muhafaza Rabbim daim eylesin. Kaim eylesin.
Tasavvuf nedir? Tasavvuf nasıl doğdu, tarihçesi, özellikleri, tasavvuf hakkında bilgi.
Tasavvuf; Tasavvuf kelimesinin nereden doğduğu kesin olarak bilinmemekle beraber Arapça yün anlamına gelen suf dan türediği yolunda rivâyet kuvvetlidir. Gerçekten suf, yani yünden (kaba kumaştan) elbise giyen kişiye tasavvufa denilmekte, kelimenin mastarı da tasavvuf olmaktadır.
Tasavvufun Yunanca “hikmet” anlamına gelen Sophia kelimesinden veya yine Yunanca “hekim, akıllı kişi” demek olan safos kelimesinden türediği de söylenmektedir.
Kelimenin Peygamberimiz zamanında kullanılmadığı, mutassavvıf tabirinin de sonradan çıktığı kesindir.
Tasavvufun çeşitli tarifleri yapılmıştır. Bunların hepsi genellikle birbirine benzer. Hülasa olarak tasavvuf:
“Kişinin bütün hareketini Allah’ın emir ve yasaklarına uydurarak, O’nun insanlığa gönderdiği son Peygamber Hz. Muhammed aleyhisselâmın şeriatına uygun bir hayatyaşamak , Allah’ın rızasını isteyip, takva elbisesini giymek ve bunun için gerekli olan İslâmî emirleri iyice öğrenip, Peygamberimiz ve sahabelerin izinden gitmektir. Kısacası tasavvuf: Mü’minin yaşayan İslâm olmasıdır.”
Tasavvufun doğuşu ve gelişmesi:
Peygamberimizin vefatından sonra 190 yıllık süre içinde ne bu kelimeye ne de tarikatlara rastlanmaktadır. Ancak bu tarihten itibaren İslâm ülkelerinde kendilerine “sofi” denilen insanlar ve onların kurdukları tarikatlar doğdu.
Tasavvuf cereyanının ortaya çıkmasına İslâm’ı yıkmak ve esaslarını değiştirmek isteyen kişi ve guruplar sebep olmuşlardır. İslam’ın çok değişik ülke ve insanlar arasında yayılması, O’nun Yunan filozoflarının eserleriyle, Yahudi kültürüyle , Hind medeniyeti ve Hristiyan dünyasıyla karşılaşmasını sağlamıştır. Bu büyük tesirler bilhassa cahil halk topluluklarını derin şekilde etkilemiştir. Bu durum karşısında da İslâmiyetin ilk asrında hiç mevcut değilken tasavvuf meslekleri doğmuş, daha sonra hicri V. ve VI. asırlarda İslâm memleketlerinin her tarafında çeşitli mezhepler ve tarikatlar kurulmuştur. Bunlar gelişmiş, büyümüş ve büyük bir tesirle Müslümanlar arasında yerleşmiştir.
Bu mezhep ve tarikatlar genellikle yukarıda işaret edilen yabancı tesirler karşısında İslâm’ı koruyup yüceltmek ve Müslümanları daha dikkatli davranmaya çağırmak görevini yüklenmişlerdir.
İlk mutasavvıflar esaslarını Kur’an ve sünnetten olan bir yol takip edip hayırlı hizmetler gerçekleştirdiler. Daha sonraları tasavvuf meslekleri içine felsefi cereyanlar sızdı. Bu sefer mutasavvıflarla fâkihlar arasında çatışmalar ortaya çıktı. Tasavvuf ilk doğduğu zamanlardaki safiyetini kaybetti. Cahil sofiler elinde halkın kandırılması için bir araç haline geldi. Bunda yine yabancı, bilhassa Yahudi teşkilatlarının rolü büyük olmuştur.
Tasavvuf mesleğinde hayırlı hizmetler gerçekleştiren ve İslâm Şeriatını çok iyi anlayıp, çevresindekilere anlatan büyük insanlar vardır. Bunlar arasında Hasan-ı Basrî, Süfyan-ı Sevri, İbrahim Ethem, Cüneyd-i Bağdadi ilk sıraları teşkil ederler.
Tasavvuf bir ilim olarak kabul edildikten sonra hicrî 4. asırdan itibaren konuyla ilgili önemli eserler yazılmıştır. Bunlardan bazıları Serrac’ın “Luma” isimli eseri, Sülemi hazretlerinin “Tebakât”ı İmam-ı Kuşeyrî’nin “Risale-i Tasavvufu” ve İmam-ı Gazali’nin “İhya-u Ulumi’d-Din” isimli kitabıdır.
Mutasavvıflar, tasavvufu kendi meşreplerine göre farklı şekillerde tarif etmişlerdir. Onlardan bazıları aşağıda takdim edilmiştir.
Tasavvuf, farz ve vacibleri hakkıyla edadan sonra nafilelerle manevi makamatta kat-ı meratip ile Allah’a yakınlık kesbetmektir.
Tasavvuf, Kur’an ve sünnetten süzülmüş bir sızıntı ve bir hakikattır. İslam’ın özü ve ruhudur.
Tasavvuf, kitap ve sünnete tam ittiba ile ahlak-ı İlahîyye ile tahalluk; yani. Kur’an ahlakıyla ahlaklanmak, masivayı terk ederek rıza-i Bârî’yi tahsile müteveccih olmak ve bu âli makama ermek için süfli hisleri terkederek yüksek ahlaka bürünmek ve Allah’ın iradesine tam teslim olmaktır.
Tasavvuf, hayatı nefs namına değil Hak hesabına yaşamak, özü su gibi duru, kalbi elmas gibi şeffaf ve düşünceleri bulutsuz hava gibi berrak olmaktır.
Tasavvuf, İslamı derûnî bir şekilde yaşamak, şekilden mânaya geçmektir.• Tasavvuf, şeriata riayetle hakikate vüsuldür.
İmam-ı Gazalî, tasavvufu; “Kalbi, Hakk’a bağlayıp masiva ile ilgiyi kesmektir,” diye tarif eder.
Cüneyd-i Bağdadi’ye göre ise tasavvuf; “Hakk’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle ihyasıdır.”[1]
Tarikat; Arapça’da “yol” manasına gelmektedir. Tasavvuf da ise; Allah’a yakın olmak ve O’nun rızasını kazanmak maksadıyla takip edilmesi gereken yol demektir.
Hicrî III. Asırda, Cüneyd-i Bağdadi, Ebû’n-Nasr es-Serrac et-Tusi, tasavvufu, fikri hayata sistemli bir şekilde intikal ettirmişlerdir. Tarikatların fiilen teşekkülü de böylece tahakkuk etmiştir.
İslam’daki tasavvufa gelince bunun esas menbaı ve me’hazi Kur’an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerdir. Evliyâ ve mürşitler Kur’an ve hadisten aldıkları feyz ile İslam tasavvufunu vücuda getirmişler ve bu sahada birçok kitaplar yazmışlardır. Kuşeyri’nin Risale’si, Ebu Nasr’ın el-Lüma’ı Suhreverdi’nin Avarifü’l-Maarifi, İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ı, İmam-ı Gazalî’nin İhyau Ulumi’d-Din’i bunlardan sadece bir kaçıdır.
İslam tasavvufu, İslamiyet’ten önceki milletlerden intikal etmiş değildir. Bilakis İslam tasavvufunun kaynağını, Kur’an’da zikredilen zühd, takva, zikir, tefekkür ve verâ gibi insanın ruhunu terakki ettiren ve kalbini tasfiye eden güzel haller teşkil etmiştir. Bu temel kaynağı, Hz. Peygamber (sav.)’in ve sahabe-i kiram efendilerimizin hayatları takip eder. İslamdaki tasavvuf, bazılarının zannettiği gibi, şeriâtten ayrı bir şey de değildir.
Ahmed-i Rufai Hazretleri’nin dediği gibi, “Tasavvuf ayn-ı şeriattır. Şeriat da ayn-ı tasavvuftur. İkisinin arasındaki fark sadece lafzîdir. Maddeten ve manen neticesi birdir.”
Evet, tarikatlardan maksat, esma-i İlahînin zikrine devam ile maneviyat sahasında ruhen tekâmül ve terakki etmek, Şeriat-ı Muhammediye ve sünnet-i seniyyenin ihya ve ibkasına gayret göstermektir. Bu terakki ve tekâmüle vesile ise tarikat pirlerinin himmetleri yani, müritlerini salahat ve takva ile teçhiz etmeleridir. Hak tarikatlar müteselsilen Hazret-i Peygamber (sav.)’e vâsıl olur. Şimdiye kadar ne kadar evliya ve mürşit gelmişse, terakki ve tekâmüllerinde bir feyiz menbaı olan Peygamber Efendimiz (sav.)’in koyduğu düsturlardan istifade etmişlerdir. Çünkü her türlü hareket ve amellerde en mükemmel rehber ancak odur. (sav.)
İnsanların ekserisi, ilim tahsil ederek doğrudan doğruya Kur’an ve sünnete muhatap olmaları mümkün olmadığından, böyle kişiler, noksanlarını sünnet-i seniye dairesindeki bir tarikatla ve şeyhe intisap etmekle telafi edebilir, noksanlarını ikmal ederek kemalata vasıl olurlar. Zaten, hakiki bir mürşidin en önemli vazifesi, müridini Kur’an ve sünnet dairesinde yaşatmasıdır. Şu tespit bu manayı mükemmel bir tarzda izah etmektedir;
“İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Fârûkî (ra.) demiş ki: ‘Ben seyr-i rûhanîde kat-ı merâtib ederken, tabakat-ı Evliyâ içinde en parlak, en haşmetli, en letâfetli, en emniyetli; Sünnet-i seniyeye ittibaı, esas-ı tarîkat ittihaz edenleri gördüm. Hatta o tabakanın âmî evliyâları, sair tabakatın has velilerinden daha muhteşem görünüyordu.’ Evet, müceddid-i elf-i sâni İmam-ı Rabbanî (ra.), hak söylüyor. Sünnet-i seniyyeyi esas tutan, Habibullah’ın zilli altında makam-ı mahbubiyete mazhardır.”[2]
Tasavvuf ehlinin bütün hedefi Kur’an ve sünnetin, nefsani arzulara göre değil, ilahî iradeye göre izahı ve yaşanmasıdır. Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek ve O’na bağlanmak, aslında, İslam’ın tam anlamıyla içinde olmak demektir. Onlar, “Sen de sabah-aksam Rablerinin rızasını isteyerek O’na yalvarmakla beraber sakın (onlarla birlikte bulunmağa candan sabret). Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Kalbine bizi anmayı unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevâ ve hevesine uyan kimseye uyma”[3] emrince, kendilerini Allah’a, şeklen değil, asıllarıyla, yani kalben bağlamanın yüceliğine ermiş bahtiyarlar kafilesidir.
Bunun içindir ki, Anadolu’ya hâkim olan Selçuklular, birlik ve beraberliğin, huzur ve saadetin, maddi ve manevi terakkinin sadece maddi güçle olmayacağını çok iyi bildiklerinden, Ahmet Yesevi’den milletin irşadı için mürşitler göndermesi hususunda istimdat ederler. Ahmet Yesevi de binlerce müridini Anadolu’ya gönderir. Fuat Köprülü bu rakamın doksan bin olduğunu ifade etmektedir. Horasan er ve erenleri namı ile şöhret bulmuş olan bu Allah dostları Anadolu’nun dört bir yanına dağılarak insanların irşadına, maddi ve manevi terakkilerine vesile olmuşlardır. Ahi Evran’ın kurduğu ‘Ahi Teşkilatı’ insanların maddi terakkisinde büyük bir hizmet ifa etmiştir.
Evet, irfan âleminde derin izler bırakan, âlem-i insaniyete şerefler bahşeden, ruhlarda ve fikirlerde büyük tesirler bırakan Semerkant ariflerinin, Buhara mürşitlerinin ve Belh mutasavvıflarının medreselerinde, tekke ve zaviyelerinde nice müstesna şahsiyetler yetişmiştir.
İslam’ın ruhuna uygun olan bu müesseselerin senelerden beri milletimizin imanını, ahlakını ve manevi kemalatını takviye ve terakki ettirdiği tarihi bir hakikattir. İçtimai hayatın huzur ve asayişini temin edecek en büyük esasın Allah korkusu olmasına binaen, ferdî ve içtimaî terbiye ile meşgul olan hak tarikatlar, gönül ve vicdanlar üzerinde bu noktayı esas tutmuşlardır. Kendilerine intisap edenleri takva ile teçhiz etmiş ve onları feyizden saadete, saadetten kemalata erdirmişlerdir. Bunun için hak tarikatlar, hem birer fazilet membaı hem de asayişin birer manevi bekçisi olmuşlardır.
Bediüzzaman Hazretleri ‘Telvihat-ı Tis’a’ adlı eserinde tarikat ve velayet meselesini çok harika bir surette izah etmiştir. Kısa bir bölümünü dikkatinize sunuyorum:
“Sual: Tarîkat nedir?
Elcevap: Tarîkatın gaye-i maksadı, mârifet ve inkişaf-ı hakaik-i îmaniye olarak, Mi’raç-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i îmaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; “tarîkat”, “tasavvuf” namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.
ÜÇÜNCÜ TELVİH: Velayet, bir hüccet-i risalettir; tarîkat, bir bürhan-ı şeriattır. Çünki risaletin tebliğ ettiği hakaik-i îmaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine kat’î bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarîkat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve Hak’tan geldiğine bir bürhan-ı bâhirdir. Evet nasılki velayet ve tarîkat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de İslâmiyetin bir sırr-ı kemali ve medar-ı envarı ve insaniyetin İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyatı ve bir menba-ı tefeyyüzatıdır.
İşte bu sırr-ı azîmin bu derece ehemmiyetiyle beraber, bazı fırak-ı dâlle onun inkârı tarafına gitmişler. Kendileri mahrum kaldıkları o envardan, başkalarının mahrumiyetine sebeb olmuşlar. En ziyade medar-ı teessüf şudur ki: Ehl-i Sünnet ve Cemaatin bir kısım zâhirî uleması ve Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensub bir kısım ehl-i siyaset gafil insanlar; ehl-i tarîkatın içinde gördükleri bazı sû’-i istimalâtı ve bir kısım hatiatı bahane ederek, o hazine-i uzmayı kapatmak, belki tahrib etmek ve bir nevi âb-ı hayatı dağıtan o kevser menba’ını kurutmak için çalışıyorlar. Halbuki eşyada, kusursuz ve her ciheti hayırlı şeyler, meşrebler, meslekler az bulunur. Alâküllihal bazı kusurlar ve sû’-i istimalât olacak. Çünki ehil olmayanlar bir işe girseler, elbette sû’-i istimal ederler. Fakat Cenâb-ı Hak âhirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın müvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükâfatlandırır, kabul eder; seyyiat racih gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın müvazenesi, kemmiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, birtek hasene bin seyyiata tereccuh eder, afvettirir. Mâdem adalet-i İlâhiye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür; tarîkat, yani Sünnet-i Seniye dairesinde tarîkatın hasenatı, seyyiatına kat’iyen müreccah olduğuna delil: Ehl-i tarîkat, ehl-i dalaletin hücumu zamanında îmanlarını muhafaza etmesidir. Âdi bir samimî ehl-i tarîkat; sûrî, zâhirî bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarîkat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle îmanını kurtarır. Kebairle fâsık olur, fakat kâfir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedid bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşayihi, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütmediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez. Tarîkatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zât da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkilleşmiştir.
Bir şey daha var ki: Daire-i takvadan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreblerin ve tarîkat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatıyla, tarîkat mahkûm olamaz. Tarîkatın dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, te’irli ve hararetli vasıta tarîkatlar olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i Hıristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal’a-i İslâmiyeden bir kal’asıdır. Merkez-i Hilafet olan İstanbul’u beşyüz elli sene bütün âlem-i Hıristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerde fışkıran envar-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i îmanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde “Allah Allah!” diyenlerin kuvvet-i îmaniyeleri ve marifet-i İlâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır.
İşte ey akılsız hamiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyetperverler! Tarikatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz?”
Evet tarihe atf-ı nazar edildiğinde milletin fazileti, ahlakı ve irfanı için gayret gösteren, kalplere hayat bahşeden ve ruhlara nesim-i hidayet estiren bu ilim ve irfan yuvaları vasıtasıyla bu millete insaniyet semasında yıldız gibi parlayan başta aktab-ı Erbaa olan Abdülkadir Geylani, Ahmed er- Rüfai, Ahmed Bedevi, İbrahim-i Dusuki olmak üzere Şah-ı Nakşibendi gibi kutuplar, gavslar, arifler, evliyalar ve sayısız mürşid-i kâmillerin, Mevlânâ, Yunus Emre ve Ahmet Yesevî gibi ali şahsiyetlerin olduğu görülecektir. Bu müstesna zatlar, kalp ve gönül âleminde hakiki mürşitler yetiştirerek İslam dininin kayyumu olmuşlardır. İnsanlara marifetullah ve muhabbetullahın hakiki zevkini tattırmışlardır. Bu hâl yaklaşık bin yıl devam etmiştir. Evet, irfan âleminde derin izler bırakan, âlem-i insaniyete şerefler bahşeden, ruhlarda ve fikirlerde büyük tesirler bırakan Semerkant ariflerinin, Buhara mürşitlerinin ve Belh mutasavvıflarının medreselerinde, tekke ve zaviyelerinde nice müstesna şahsiyetler yetişmiştir.
Evet, tarihin yaprakları çevrildiğinde, bu necip milletin fazileti, ahlakı ve irfanı için çalışan sayısız mürşid-i kâmiller görülecektir. Tarikat düşmanlığı yapan bazı mihrakların iddia ettiği gibi, tarikatların asli ruhunda bidatler ve hurafeler olsaydı, bu caddede, Bağdat’ta Abdülkadir Geylani, Buhara’da Şah-ı Nakşibendi, Anadolu’da Mevlana, Yunus Emre, Orta Asya’da Ahmet Yesevi, İstanbul’da Akşemsettin gibi münevver zatlar yetişebilir miydi? Tarih bu gibi irşat ve irfan erbabını pek parlak bir surette tasvir ederek yazmaya mecbur kalır mıydı?
Hakikaten, ulvi sırların ilhamına mazhar olan, Hasan-ı Basriler, Cüneyd-i Bağdadiler, Bâyezid-i Bistamiler, Ahmed-i Bedevîler, Rabiatü’l-Adaviyyeler ne kadar faziletperver ve necib simaların yetişmesine vesile olmuşlardır. İrfan âleminin bir sultanı olan Mevlana Celaleddin’in bu millete yaptığı hizmetleri ifade için ciltlerle kitap yazmak lazımdır. Mevlana Cami Hazretleri, onun ne kadar feyyaz ve büyük bir mürşit olduğunu ifade sadedinde; “O peygamber değildi, ama kitap sahibiydi.” demiştir.
İşte bu necip simalar, vaktiyle tesis ettikleri müesseseler, açtıkları tekkeler ile insanları terbiye ederek, sayılamayacak kadar hassas ruhlar, fazıl dimağlar ve ateşin kalpler yetiştirmişlerdir.
Tarihe adalet, hürriyet, merhamet, civanmertlik ve yiğitlik gibi yüksek seciyelerle damga vuran, Selçuklular ile Osmanlıların, destanlaşan bir devlet hâline gelmelerinde Ahmet Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Dursun Fakih, Şeyh Edebali, Hızır Çelebi, Molla Gürani, Akşemsettin, Kemal Paşazade ve Zembilli Ali Efendi gibi nice büyük âlimlerin ve manevi sultanların katkısı çok büyüktür. Çünkü bir devleti devlet yapan, onun temelini ve esasını oluşturan ve medeniyetin zirvesine çıkaran, sadece, askerî ve siyasi gücü değildir. Onlar, bu gibi ahlak-ı hasenelerden mahrum olan bir milletin asla payidar olamayacağının şuurundaydılar.
Bunun içindir ki, Anadolu’ya hâkim olan Selçuklular, birlik ve beraberliğin, huzur ve saadetin, maddi ve manevi terakkinin sadece maddi güçle olmayacağını çok iyi bildiklerinden, Ahmet Yesevi’den milletin irşadı için mürşitler göndermesi hususunda istimdat ederler. Ahmet Yesevi de binlerce müridini Anadolu’ya gönderir. Horasan er ve erenleri namı ile şöhret buluş olan bu Allah dostları Anadolu’nun dört bir yanına dağılarak insanların irşadına, maddi ve manevi terakkilerine vesile olmuşlardır.
Selçuklulardan nöbeti devralan Osmanlılar da manevi bir kuvvet olan İslamiyet’e sımsıkı sarılmış, din-i İslam’ı akıl ve mantığın mizanıyla tetkik ve tahkik etmiş, İslam dininin bütün beşerin hayır ve saadetine, vahdet ve uhuvvetine vesile olan bir din-i fıtri ve umumi olduğunu yakinen anlamış, vifak ve ittihadı, nezahet ve nezafeti, hürriyet ve adaleti, şefkat ve merhameti, mürüvvet ve ihsanı, maddi ve manevi terakkiyi onda görmüş ve bu sayede nice fütuhat yapmışlardır.
Osmanlılar bir taraftan sanayi ve ticaret gibi maddi sahada terakki ederken, diğer taraftan da ilim, marifet, fazilet ve maarifte ilerlediler ve bunların zirvesine çıktılar. Azami bir gayretle başta İstanbul olmak üzere birçok şehirde beşer takatinin fevkinde ecnebilerin gözlerini kamaştıran Süleymaniye ve Selimiye gibi haşmetli ve müzeyyen camiler, mescitler, kışlalar ve saraylar inşa edip, asırlar boyunca dünyada eşine rastlanmayan ve her yönüyle mükemmel olan muhteşem bir medeniyet tesis ettiler. Onlar huzur ve saadetin, birlik ve beraberliğin sadece maddi terakkiyle mümkün olamayacağını çok iyi bildiklerinden, her iki üç köy arasına bir müderris ve onun yanına da bir mürşit yerleştirdiler. O büyük ve müstesna müderrisler medreselerde ders okutarak insanları cehaletten kurtarıp, İslam dinini hakkıyla anlayan ve anlatan binlerce âlim, ilim ve irfan erbabı yetiştirdikleri gibi, mürşitler de ilim ve irfanın inkişaf mahalli olan tekke, zaviye ve hangâhlarda nice insanlara İslamiyet’in ulviyetini ve kutsiyetini anlatarak onların nefislerini tezkiye, kalplerini tasfiye ettiler. Onların ruhlarını tenvir ve inkişaf ettirip, akıllarına istikamet vererek sayısız insanların irşadına vesile oldular ve birçok feyyaz mürşit yetiştirdiler.O zamanki fikir erbabı İslam’ın ulviyetine hayran, avam tabakasındaki insanlar ise onun güzelliklerine meftun idiler. Ümerada hak ve adalet, ulemada vera ve takva, müminlerde de sa’y ve gayret vardı.
Tarikatlar bütün insanlık karşısında, kendilerine düşen vazifeleri hakkıyla yerine getirmişler, tarifte derin izler bırakarak onun şerefli levhalarında hak ettikleri yüksek mevkii ihraz etmişlerdir. Hak tarikatlar İslam âleminin hemen hemen her tarafında mühim vazifeler yapmışlardır. Bu hizmet ve himmetleri sadece dinî sahada kalmayıp, askerî, içtimai, ahlaki ve kültürel alanları da kuşatmıştır. O hizmetlere bugünün değil o günün şartlarıyla bakmalı, muhakemeyi bu noktadan yürütmeliyiz. Bir zamanlar tarikatlar İslam dininin en büyük şubesiydi. Tarikatların, Anadolu’nun kültür ve medeniyet müesseseleriyle imar edilmiş bir vatan haline gelmesindeki hizmetleri, bilhassa Osmanlı Devleti’nin asırlarca adaletle hüküm sürmesinde payları büyüktür.
Bir kısım kimselerin tasavvufun İslam dininde olmadığını iddia etmeleri doğru değildir. Tasavvufun İslamî olmadığını söyleyebilmek, her şeyden önce İslam’ın, yani Kur’an ve sünnetin “künhüne” nüfuz edememek ve bunları, vazgeçilmez hayat unsurları olarak kabul edip emanet bir mal gibi görmek demektir.
Tasavvuf, insanı Kur’an ve sünnetin temel hedefi içinde en iyi, en güzel ve en mükemmel şekilde anlamış ve böylece onun, Allah’la, kendi kendisi ve diğer insanlara münasebetini fevkalade yüksek bir seviyeye yükseltmiştir. İlimlerin medresesiz düşünülemeyişi gibi, tasavvufun da tekkesiz düşünülmesi mümkün değildir. Bu bakımdan dinin yayılışında ve özellikle bizim tarihimiz açısından, Anadolu’nun İslamlaşmasında mutasavvıfların ve tekkelerin yapmış oldukları o büyük hizmeti hiç kimse görmezlikten gelemez. Sanat, musiki, edebiyat, ahlak, cesaret, doğruluk hususunda en mükemmel örnekleri sunan tekke, aynı zamanda; “Halka hizmet, Hakk’a hizmet demektir” anlayışını kitlelere sunmuş ve İslam’ı yaşanan ve yaşayan bir ahlak ve nizamı hâlinde teşahhus ettirmiştir. Bütün müesseselerimiz gibi, tasavvuf ve tekkenin de içinde yaşadığı cemiyetin şartlarından tecrit edilmesi elbette düşünülemezdi. Cemiyetin diğer müesseselerinde görülen duraklama, gerileme ve hatta çöküş, tekkelerde de görülmüş; bir zamanların bu canlı ve şuurlu kuruluşları, cehalet ve ataletin pençesine düşmüştür. Bir müessesenin belli bir devresindeki hatalı tatbikata takılarak, onu bütünüyle kötülemeye kalkışmak, ancak cehaletin ve hatta bu muhteşem kuruluştan korkunun bir tezahürü değil de nedir? Aslolan insanın daim Allah’ın huzurunda olduğunun şuuruna ermesidir; bunun pratiğini veren de tasavvuftur, tekkedir, zaviyedir, hangâhlardır.
Tarikatların, âlem-i İslam’ın her tarafında hizmetleri olmuştur. Bilhassa; Hindistan’da, Afrika’da, Anadolu’da ve Orta Asya’da dinî ve millî birliğin muhafazasında mühim rolleri görülmüştür.
Tarikatların ferdi ve içtimai hayatımızdaki derin izleri asla inkâr edilemez. Tarikatlar, ahlaka, ubudiyete ve İslam kardeşliğine dair son derece mühim hizmetler ifa etmişlerdir. Bu dinî ve ahlaki müessese tâ asr-ı saadete kadar dayanır. O tarihten beri dinî ve millî hayatımız üzerinde fevkalade güzel tesirleri olmuştur. Fertler arasında uhuvvet ve muhabbeti ahenkli bir surette takviye etmişler, milletin terbiye ve tenvirinde, iffet ve ahlakında pek büyük rol oynamışlardır. İslamî hayatın tekâmül ve intizamında; Bâyezid-i Bistami, Cüneyd-i Bağdadi, Şah-ı Geylanî, Ahmed-i Bedevi, İmam-ı Rabbani, Şah-ı Nakşibendi, Ahmet Yesevi ve emsali mürşitlerin büyük hisseleri vardır.
Tarikat, Müslümanlar arasında ittihad rabıtalarını temin eden en kudsî ve en metin bir bağdır. Zira, bir Medineli ile bir İstanbullu, bir Buharalı ile bir Bağdatlı arasındaki samimî muhabbet ve daimî uhuvveti hiçbir felsefi cereyan temin edemez. Muhabbet ve uhuvvetin tesisinde olduğu gibi, İslamiyet’in neşr ve tamiminde de tarikatların büyük payı olmuştur. Bu husus ecnebilerin bile dikkatini çekmiş ve onları hayrete düşürmüştür.
Bu konuda, darü’l-fünun müderrislerinden Muhammed Ali Ayni, hülasaten şu satırları naklediyor: “Bidayetten beri din-i mübin-i Ahmediye’nin neşr ve tamiminde, sofiyanın ne büyük hizmetleri geçmiş olduğunu, 19. Asrın en yüksek bir müsteşriki olan Mansignon şöyle ifade ediyor; ‘Din-i İslam’ın, âlem-şûmül bir din olmasında ehl-i tasavvufun hizmeti büyüktür. Şöyleki; Çeştiye, Şattariye, Nakşibendiye dervişleri, Hindistan’a ve Mala Adaları’na giderek ahali arasında İslamiyet’i neşr etmişlerdir.” Bilhassa Abdulkadir Geylani, Ebu’l Hasan-ı Şazelî, Ahmedi Ticani ve Sünusi Hazretleri, Afrika’nın ortasına kadar İslamiyet’i neşr etmişlerdir.
Mutasavvıflar, İslam Dini’nin bilhassa Anadolu’ya ve Balkanlara yayılmasında, devletlerin kuruluş ve yükselişinde fevkalâde müessir olmuşlardır. Memleketin her yerinde camiler, tekkeler ve zaviyeler açarak, milleti, İslam’ın ziyası altında toplamışlardır. Müslümanları dış tehlikelere karşı daima uyanık tutarak gazi derviş’leriyle içte ve dışta asayişi muhafaza etmişler, devlet güçlerinin yanında milis kuvvetler tesis ederek vatan, din ve namusun muhafazası için mal ve canlarını feda etmişlerdir. Millî birliğin muhafazasında hatta esnaf ve sanatkârların teşkilatlandırılmasında, mesailerin tanziminde, içtimaî ve iktisadi sahalarda büyük gayretleri olmuştur. Sulhta mürşit, muharebe zamanında mücahit olmuşlardır.
Tarikatların, dinî, ahlaki, içtimai ve askerî alanlardaki hizmetlerini bir kenara atmak, insanlık âleminde ve medeniyet alanında yaptığı hizmetleri gizlemek acaba mümkün müdür? Bu günün varlığında dünün payı yok mudur? Elbette ki, zamanlarımızdan uzak olmaları, gönüllerimizden ırak olmalarına sebep olamaz. Tasavvufun zevkini alan ve onu yaşayanlar her devirde olduğu gibi, zamanımızda da mevcuttur. Asırlardan bu yana, ruh ve kalplere sinen bu neşe ve neşve kolay kolay silinemez, perdelenemez, perdelense bile koparılıp atılamaz.
Bazı çevrelerin, tarikatların değerli hizmetlerini göz ardı ederek, mürşitlik taslayan bazı ehliyetsiz belki de kasıtlı kimselerin birtakım yanlış sözlerini ve hareketlerini bahane ile, tasavvuf ve tarikat aleyhtarlığına girdiklerine üzülerek şahit oluyoruz. Tarikat aleyhtarlarını iki grupta mütalaa etmek gerektir. Birinci grup; gerçekte maneviyat düşmanı oldukları halde, bu gayelerini saklamakta ve tarikatlar içerisinde kendilerince tespit ettikleri bazı noksanlıkları ve hataları bahane ederek tarikata saldırmakta, maneviyat düşmanlıklarını bu perde altında icra etmektedirler. İkinci grup ise; güya dinin asliyetini muhafaza niyetiyle tarikat düşmanlığı yapmakta ve bilmeden birinci grubun gizli emellerine hizmet etmektedirler. Bu her iki grup içinde de akademik kariyeri olan bazı kişilerin bulunması ilim adına acı bir vakıadır.
Ben, ifa ede geldiğim hizmetim itibariyle, herhangi bir tarikata müntesip değilim. Ancak, vicdanımdan gelen bir hamiyet ile bu hak tarikatlara gelen itham ve itirazlara cevap vermeyi dinî bir vecibe ve vicdani bir vazife telakki ettim.
Evet, temeli güzel ahlaka bina edilen, fazilet ve istikameti, insaf ve merhameti imanın kemâlinden sayan, ferdin tekâmül ve saadetine, cemiyetin ahenk ve intizamının muhafazasına hizmet eden, beşeriyetin muhabbet ve uhuvvetini temin eden bu müesseseler, tarikata intisab ettiği iddiasında bulunan bazı ehliyetsiz şahısların hatalarıyla ve kusurlarıyla lekedar olamaz ve mahkûm edilemez.
Bu gibi insanların kusurlarını nazara alarak, tarikatları mahkûm etmeği akıl da, vicdan da reddeder. Bu yanlış hareketler araştırılırsa hak tarikatlar ile hiç bir münasebetlerinin olmadığı açıkça görülür. Bu yanlışlıkların, bu bidatların sebepleri, tarikatların aslında değil; tarikata birtakım dünyevi maksatlar için giren ve şeyh libasına bürünen, ilim ve faziletten habersiz bir kısım ehliyetsiz veya kasıtlı kişilerin hareketlerinde aranmalıdır. Böylelerin hataları ile ‘Hak için hareket’ eden dervişleri, dimağı ilim ve irfan ile tenevvür etmiş hakiki mürşitleri, faziletli âlimleri, kalbi envar ile dolu şeyhleri ittiham etmek hakikat ve insaf ile asla bağdaştırılamaz.
Ehliyetsiz bazı tabiplerin hataları yüzünden, tıp ilmine cephe almak insaf ve mantıktan ne kadar uzak ise; ilim ve irfandan habersiz birtakım kimselerin sözlerini ve davranışlarını bahane ederek tarikatlar hakkında yanlış hükümler vermek de o kadar büyük bir hatadır.
Ehl-i tarik olanlar, sefahatin, cehaletin meydan aldığı ve etrafı kasıp kavurduğu bir ortamda, dalalet ve bidatlerin revaç bulduğu bir zamanda, fazilet ve irfanın kapılarını kapatan, parlak zekâların, ulvi istidatların, inkişafına mani olarak bu milletin selamet ve saadetine sed çeken cehalet, sefahat ve ihtilafla cihad etmelidirler ve etmektedirler. Bunun yolu, dimağları düşünmekten, fikirleri ilimden men eden, akıl ve muhakemeyi tazyik altına alan sefahat ve rezaletle şuurlu ve sistemli bir şekilde mücadele etmektir. Her adımda dalalete biraz daha saplanan, kıvrandıkça inkıraz ve hüsrana daha fazla gömülen neslimizin elinden ancak böylece tutulabilir.
Yine bu kimseler, namus şakilerinin ve din düşmanlarının yılan dişli kalemleriyle milletimizin şeref ve haysiyetlerini soymalarına karşı, elmas kılıç hükmündeki kalem ve fikirleri ile cihad yapmalıdırlar.
Mehmed Kırkıncı
mehmedkirkinci.com
[1] Kuşeyrî, Risalesi, Terc. Uludağ Süleyman, İstanbul, 1978, s.392
Bismillâhirrâhmânirrahîm
Her hayrın ve şerrin yegane yaratıcısı kendisinden başka İlah olmayan Allahu Tealadır. O’nun eşi ve benzeri ve dengi yoktur. Herkese kuvvet ve hayat veren O’dur.
SORU 1: Tasavvuf Nedir?
CEVAP: Allah rızası için nefsi her türlü kötü huylardan temizleyip kalbi, Allah’ın zikri ile cilalıyarak nurlandırmak ve bu vesile ile taklidi imandan kurtulup tahkiki imana ulaşmaktır.. Bu duruma ulaşmak için farzları vacipleri ve sünnetleri Allah’a minnet duygusu ile uygulayıp haramlardan ve şüphelilerden titizlilik ile sakınmak en elzem iştir. Büyük mutasavvıf ve İslam alimi İmam-ı Gazali hazretleri tasavvufu şu sözlerle ifade eder: ” Tasavvuf,Muhammed aleyhisselamın bâtınıdır. Kim tasavvufu inkar ederse, o kimse Muhammed aleyhisselamın batınını inkar etmiş olur.“
İmam-ı Gazali hazretlerinin bu sözleri şu anlama gelmektedir:
Tasavvufu inkar edenler; Allahu Tealanın Evliyasına verdiği İlahi ilhamı, Keşfi, yani; kalb gözünün açılması halinde melekût aleminin seyrini, kevni veya ilmi kerametleri ve ruhani zevkleri de kavrayamayıp inkâr ederler. Peygamberlere gelen vahyi, peygamberlerin meleklerle görüşmesini, hariçten hiçbir ilim öğrenmeden herkesten daha çok alim olmalarını ve onlara verilen mu’cizeleri de kavrayamazlar. İmam-ı Gazali Kimya’nın 1.c.116. shf.de bu hadis-i şerifi şöyle izah ediyor: “Bir kimse, tasavvuf yolunun başlangıcında, kötü duygularından arınır ve uzaklaşırsa, ahiret hallerini zevkle müşahede etmeye başlar. Başkalarına ölümden sonra görünen haller, o kimseye ölmeden önce yaşarken gösterilir. Bu halleri gören kimse, şehadet alemine(görünen alem) dönünce, gördüklerini başkalarına anlatması caizdir.”
Tasavvuf: Allahu Tealanın; “Ey, Rabbine, itaat edip huzura eren nefis!”(Fecr/27), “Rabbinden razı olup, Rabbinin rızasına ermiş olarak dön Rabbine.”(Fecr/ 28),
“(rızaya ermiş)Kullarımın arasına gir.”(Fecr/ 29),
“Cennetime gir.”(Fecr/ 30)meallerindeki ayetlerin gereğince, kötülüğü emreden nefsi terbiye edip, Allah’ın rızasını kazanmak yoludur. Tasavvuf; Allahu Teala’nın; “Ey iman edenler Allahı çok zikrediniz” (Ahzab/41) mealindeki ayeti gereğince, Allah’ı çok zikir ediş yoludur. Eğer “Namaz da, Allah’ı zikirdir” denilirse, namaz günde beş vakit farzdır, halbuki ayette çokluktan söz edilmektedir. Namazda zikir olmakla birlikte Kur’an’da namaza ayrıca; “essalâh”denilmiştir. Zikir ise ayrıca zikredilmiştir. Tasavvuf: Allahu Teala’nın : “Kalbler ancak Allah’ın zikri ile huzura erer.” (Ra’d/28)mealindeki ayetinin gereğince, kalbleri itminan edip iç alemde barış ve huzuru bulmak yoludur. Tasavvuf : Peygamber Efendimizin; “Mûtû Kable En Temûtû.” yani; “Ölmeden önce, ölüm ötesinin sırrına erişiniz“ hadis-i şerifinin sırrınca haber verdiği ölüm ötesinin sırlarını ve İlahi isimlerin ve sıfatların nurlarını kalb gözü ile görmek ve zevken tadarak yakin imanı elde ediş yoludur. Tasavvuf:Yakin imanı ile ihlaslı bir mü’min oluş yoludur. Tasavvuf: Peygamber(s.a.v.) Efendimizin“tehallaku bi ahlâkıllâh” hadislerinin gereğince Allah’ın ahlakını yaşayış yoludur. Tasavvuf: Peygamber(s.a.v.) Efendimizin ; “Essalâtü mi’râcü’l mü’minîn“(Namaz müminin mi’racıdır) hadisi şerfinin sırrınca ruhani mi’rac yapmanın yoludur.
SORU 2:Kur’an’da Evliyanın Kerametine Dair Âyetler Var mıdır?
CEVAP: Tasavvuf ve hadis münkirleri Kur’an’da açıkça belirtilmeyen şeyleri kabul etmeyeceklerini söylerler. Bu itikat onları sapkınlığa götürmektedir. Zira, ayette Allahu Teala bu Kur’an’ı Rasulullah’a indirdiğini ve O’nu insanlara açıklamasını emretmekte olduğunu bu kimselere hatırlatırız. Mezkür ayet-i kerime Rasulullah (sav) Efendimizin dini konudaki sözlerinin Kur’an’ın tefsiri olduğunu göstermektedir. Buna rağmen Kur’an’da gerek Eshab-ı Kehf’le ilgili ve gerekse hz. Meryem’le ilgili kerametler mevcut ayetlerde belirtilmiştir.
Ashâb-ı Kehf Kıssasında Zikredilen Husus :
“Onlara baksaydın görürdün ki, güneş doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafına yönelir, battığı vakit de onların sol yanını kesip giderdi. Kendileri ise oranın geniş bir yerinde idiler. Bu, Allah’ın AYETLERİNDENDİR. Allah kime hidâyet ederse işte o, doğru yola erdirilmiş, küni de şaşırtırsa artık onun için hiçbir zaman irşad edici bir yâr bulamazsın. Sen onlan uyanık kimseler sanırsın. Halbuki onlar uyuyanlardandır. Biz onları gâh sağ yanma, gâh sol yanına çeviriyorduk. Köpekleri de mağaranın giriş yerinde iki kolunu uzatıp yatmakta idi. Üzerlerine tırmanıp da hallerini bir görseydin, mutlaka onlardan yüz çevirir, kaçardın ve her halde için, onlardan korku ile dolardı. Onlar mağaralarda üçyüz sene eğleştiler. Buna dokuz yıl daha kattılar.” ( Kehf, 17, 18, 25 )
Hz. Meryem’in kıssasında kuru hurma ağacının meyve vermesi ile ilgili âyet:
“…Hurma ağacını kendine doğru silk, üstüne derilmiş taze hurma dökülecektir.” (-Meryem, 25 )
Zekeriyya’nın (a.s.), Hz. Meryem’in yanına girdiğinde, O’nun yanında rızıklar bulduğunu; kendisinden başka kimsenin girmediği bu yerde bulunan erzakın nereden geldiğini Hz. Meryem’den sorduğunda : “Allah’ın indinden” cevabıyla ilgili âyet:
“…Zekeriyya ne zaman kızın bulunduğu mihraba girdiyse, O’nun yanında bir yiyecek buldu: “Meryem! bu sana nereden geliyor?” dedi. O da : “bu Allah tarafından, şüphe yoktur ki Allah kimi dilerse ona sayısız rızık verir” derdi.” ( Âli İmran, 37 )
Hz. Süleyman’ın veziri Asaf b. Berhiya’nın bir anda Belkıs’ın tahtını Yemen’den Filistin’e getirmesini anlatan kıssa :
Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan zat: “Ben dedi, onu sana gözün kendine dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel getiririm.” ( Neml, 40 )
Kerametle ilgili Hadisi şerifler:
1-Hz. Ebu Bekir’in(r.a.) pek çok misafirine yemek verdikten sonra, artanların eskisinden fazla olduğu haberi.
2-Hz. Ömer’in (r.a.) Medine’de, minber üzerinde hutbe okurken, İslâm orduları komutanı Sariye’yi, düşman kuvvetlerinin kuşattığını görerek,” Ya Sariyel cebel”diye dağa çekilmesi için seslenişi ve Sariye’nin bu sesi çok uzaklardan işiterek yerine getirmesi hadisesi.
3-Hz. Osman’ın(r.a.) kendisini ziyarete gelenler içinde, birinin gözünde zina eseri bulunduğunu haber vermesi.
4-Hz. Halid b. Velid’in (r.a.) zehir içtiği halde, hiç tesir etmemesi
SORU 3: İslamdaTasavvuf Nedir?
CEVAP : İslamda Tasavvuf: Bir mü’min, Kur’an ve Sünnet Yolu olan Ehl-i Sünneti (İslamiyete, Peygamber (S.A.V.) Efendimizin anladığı ve öğrettiği gibi inanmak) öğrenip, sonra yasaklardan haramları ve mekruhları, yapılması gereken bilgilerden farzları, vacipleri ve sünnetleri öğrendikten sonra onlarla amel etmeye çalışarak, kâmil ve mükemmil bir rehberin vasıtası ile zikir, sohbet ve rabıta ile kalbi Allah’ın sevmediği şeylerden temizleyip, kalbini İlâhi nurlar ve sırlara ayna yaparak süslemesi ve bu sebeple gerçek Allah sevgisini zevken tadarak, Allah’a inanmayan nefs-i emmaresinin, kalbine doğan ilahi ışığın zevkinden etkilenmesiyle, dine muhalif nefsin Allah’a inanıp mutmainne mertebesine ererek ihlaslı bir müslüman olması durumuna İslamda Tasavvuf denir.
SORU 4: Tasavvufun kökeninin Hinduizm ve Budizme dayandığı iddia ediliyor. Hatta bazı kimseler Tasavvufun Budizmin Mahayana Mezhebinin dönüştürülmüş şekli olduğunu iddia etmektedirler Bu doğru mudur?
CEVAP: Gerçek bir tasavvufun ne Hinduizmle, ne Budizmle ve ne de eski Yunan felsefesi ile hiç bir alakası yoktur. Hakiki tasavvuf; sapık tarikatçıların ihdas ettikleri yanlış tasavvuftan da, bunlara bakarak hüküm çıkaran ve gerçek tasavvuftan bihaber mezhebsiz ve reformist yazar ve ilahiyatçıların iftiralarından da tamamen arı ve durudur. Hinduizm, Budizm ve eski Yunan felsefelerinde, İslamda bulunan Tevhid inancı yoktur. Bu felsefelerde nirvana denilen “fena filmadde“(madde de yok oluş) vardır, reenkarnasyon(iyilik yapanların bu dünyaya daha iyi şartlarda yeniden geleceği, kötülerin ise, böcekler olara bu hayata tekrar döneceği) vardır. Tabiat güçlerine tapınmak olan şirk vardır. Gerçek tasavvufta ise, Allah’tan başkasını ilah edinmek şirktir. Kur’an ve sünnetin dışında ihdas edilen bir amelle amel etmek bid’attir. Bid’at ise büyük günahlardandır. İnançta bid’at ise, küfürdür.
SORU 5: İslam Tasavvufu Nedir?
CEVAP: Tamamen Kur’an ve sünnete dayalı, Allah’ın rızası ve sevgisi tek amaç edinilen, nefsi kötülüklerden, kalbi masiva sevgisinden temizleyip Allah sevgisi ile süsleme yoludur. Gerçek tasavvufta Kur’an’a ve sünnete dayanmayan hiç bir amel ve inanç yoktur.
Allah’ı Zikir: Şeyhlerin taliblere zikir telkin etmesi Kur’an, Sünnet ve İcma ile sabittir. İşte delili: Kur’an’da zikir, mealen:
-“Ne ticaret ne de alışveriş onları Allah’ı zikirden, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkor.” (Nur s.ayet 37) Hadis-i şeriflerde zikir; İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel hz.leri meşhur Müsnedinde (Bu Müsned; Rasulullahın hadislerini ihtiva eden sahih bir hadis kaynağıdır.) şu rivayete yer verir: -”Rasulullah(s.a.v.) eshabına hem tek olarak, hemde toplu olarak zikir taliminde bulunmuştur. Hz.Ali’den sahih bir senedle şöyle nakledilir: “Hz.Ali(r.a.) kulları Allah’a en kestirmeden götüren yolu peygamber(s.a.v.) efendimize sorunca, O şöyle cevap verdi:” Ey Ali yalnızken ve tenhada iken, Allahı zikret“ diye buyurdu.
SORU 6: Tarikat Nedir?
CEVAP: Tarikat, kâmil ve mükemmil bir rehberin gözetiminde nefsi kötülüklerden temizleyip ruhu, öte alemleri algılayıp yansıtacak saf ayna haline getirerek imanı taklitten kurtarıp aynel yakîne kavuşturarak, dinde ihlası elde ediş yoluna denir.
İslami tarikatlar gerek Naşibendi, gerekse Kadiri ve sair tarikatlar olsun, Kur’an ve Sünneti hayata tatbik etmekten başka bir yol değildir. Bugüne dek hangi hak tarikat dört hak mezhebin dışında bir yol edinmiştir? Yok böyle bir şey, olamazda. Varsa bunun dışında bir yol, o yol şeytanın yoludur. Eğer ki; ”Mademki siz Kur’an ve sünnete göre amel ediyorsanız, şu halde tarikata ve mürşide ne gerek var?” denilirse, cevap şu olur; Gideceğiniz adrese, yolu bilen kimse ile mi, yoksa kendi kendinize mi yola çıkarsanız, varılacak adrese daha kolay ulaşırsınız? Rehbersiz kasap dahi olunmazken, ebedi hayatımızın istikbali ihmal edilebilir mi?
İmanda aynel yakîn, hakkel yakîn mertebelerine ulaşarak Allah’ın emirleri ve O’nun Rasulünün sünnetlerini severek yapmanın tarikat olduğundan haberi olmayan tasavvuf cahili bir kimse, putpereslik ve reenkarnasyon inancı üzerine kurulu olan Budizm ile İslami tarikatları birbirine karıştırmak çukuruna düşmüş bulunmaktadır. Budizm’de, Allah, Peygamber ve vahiy inancı yoktur. Ahiret, cennet, cehennem ve hesap vermek inancıda yoktur. Budistlerin “Nirvana” dedikleri, maddede yok olma mertebesinden başka bir amaçları da yoktur. Onun amacıda kişinin şu fani dünyada acı çekmesinden kurtulması için yapılır. İmamı Rabbani hazretlerinin buyurduğu gibi; onlar sadece nefsin sefasına kavuşurlar. Ahirette ise hüsran ve cehennemdedirler.
Nakşibendiliğin Kökü: Nakşibendi Tarikat-ı Âliyesinin temeli şu üç mürşidler silsilesi ile Peygamber (s.a.v.) Efendimize dayanır: Birinci Silsile: Allahın Rasulü Muhammed Mustafa(s.a.v.)efendimizden Hz.Ali’ye(r.a), O’ndan Hz.Hüseyin(r.a.), O’ndan İmam Zeynel Abidin(k.s.), O’ndan İmam Muhammed Bakır(k.s.), İmam Cafer sadık(k.s.), Ondan Musa Kazım(k.s.), Ondan İmam Ali Rıza(k.s.), Ondan Maruf-u Kerhi(k.s.),
İkinci silsile: Hz.Ali’den hasan-ı basri’ye, Ondan Habib-i Acemi’ye Ondan, Davud-i Tai’ye, ondan Marufi Kerhi’ye Ondan Sırrı Sekati(k.s.), Ondan Cüneydi Bağdadi(k.s.), Ebu Ali Ruzbari(k.s.), Ondan Ebu Ali Katib(k.s), Ondan Ebu Osman Mağribi(k.s.), Ondan Ebul-Kasım Gürgani(k.s.), OndanEbu Ali Farmidi(k.s.)
Üçüncü silsile(Altın Silsile): Rasulullah(s.a.v.) efendimizden Ebu Bekir Sıddık (r.a.) efendimize, Ondan Selamı Farisi(r.a.) efendimize, Ondan Ebu Bekir Sıddık ‘ın torunu Kasım(k.s.), Ondan İmam Cafer-i Sadık efendimize, Ondanda üveysi olarak Beyazidi Bistami(k.s.) hazretlerine, Ondanda üveysi olarak Ebul Hasan Harkani(k.s.) hazretlerine, Ondan Ebu Ali Farmidi(k.s.)hz.lerine
Dikkat edilirse birinci silsilenin mürşidi İmam Ali Rıza hz.leri ile, ikinci silsilenin mürşidi Davud-u Tai hazretlerinden Marufu Kerhi hz.leri irşad icazetini aldıktan sonra, her iki yol kendisinde birleşerek sonraki mürşidlere silsile yolu ile Ebul-Kasım Gürgani(k.s.) hz.lerine ve Ondan da Ebu Ali Farmidi hazretlerine intikal ediyor. Ebu Ali Farimidi hz.leri ise 3. Silsilenin mürşidi Ebul Hasan Harkani hz.lerinden de o yolun icazetini alarak her üç silsilenin feyzi cem olarak kendinden sonraki mürşidlere intikal ediyor. Ebu Ali Farmidi hz.lerinden Yusuf Hemedani hz.lerine, Ondanda Abdul Halık Gucdevani hz.lerine, Ondanda malum silsile Şah-ı Nakşibenten İmamı Rabbaniye ve Halidi Bağdadiye kadar, ondanda zamanımızda yaşayan gerçek mürşidi kamil ve mükemmillere kadar uzanmaktadır.
Bu silsilenin hiçbir kopukluğa uğramadan Rasulullah(s.a.v.) Efendimize kadar uzanmakta olduğu görülmekle bu iftiracıların iddialarının asılsız olduğu açığa çıkmaktadır.
SORU 7: Şeyhlikten istifa ettiği söylenen medyatik bir kimse; “ALLAH, ALLAH” diye yapılan zikrin bid’at olduğunu iddia etmektedir. Doğrusu nedir?
CEVAP: Âl-i İmran S. Ayet: 191 mealen: “O akıl sahipleri) öyle kimselerdir ki, ayakta, oturdukları halde ve yanları üzere (yaslanmış) oldukları halde Allahu Teâlâyı zikrederler ve göklerin, yerlerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler.” Ahmed bin Hanbelin Müsned’indeki bir Hadis-i Şerifte mealen:”Yeryüzünde “Allah, Allah” diye zikredenler yaşadıkları sürece kıyamet kopmaz.” Allah’ın Rasulu (salat ve selam üzerine olsun) “Allah, Allah” diye zikrin yapılacağını buyuruyor, bu şeyhlikten istifa eden adam ise; “böyle zikir yapmak bid’attir” diyor. Bu adamın bu hadisi şeriflerden galiba haberi yok. Ki, öyle olduğu durumundan belli. Peygamber (salat ve selam ona olsun) Efendimizin hadislerinden haberi bile olmayan adamlar çıkp bir fikir atıyor meydana ve etrafında bir topluluk oluşuyor. Bu çok vahim bir durumdur. Bu durumlardan zamanımızın müslümanlarının bir çoğu dünyaya fazla dalmalarından dolayı, din ilimlerini ne kadar ihmal edip bilgisiz kaldıklarını esefle anlamaktayız. HATME-İ HACEGAN:
SORU 8: Hatmi Haceganın sünnette yeri olmadığı söylenmektedir. Bu iddianın doğruluğu nedir?
CEVAP: Hatme-i Haceganın sünnetteki delili :: Ahmet bin Hanbel, Şeddat bin Evs’ten(r.a.) sahih bir hadis-i şerif kaydı ile şöyle rivayet eder: “Biz Rasulullah’ın (s.a.v) huzurunda idik, O: “Aranızda hırıstiyan, yahudi ya da şeriatın esrarına vakıf olmayan yabancı birisi varmı?” deyince , biz de: “Yoktur ey Allahın elçisi dedik. Bunun üzerine efendimiz kapının kapatılmasını emretti. Bundan sonra tevhid zikri yaptık ve dua ile bitirdik..”
MA’RİFETULLAH:
SORU 9: Ma’rifetullah Nedir? CEVAP: Marifet sahibi olmak, marifetullaha kavuşmak Allah’ın ihlaslı kulu olmak demektir. Tasavvufun gayesi, insanı marifetullaha kavuşturmaktır. Marifetullah, Allahü teâlânın zatını ve sıfatlarını tanımak demektir. Zatını tanımak, anlaşılamayacağını anlamaktır. Hazreti Ebu Bekr’in (r.a): -“Allah’ın zatını idrak etmekten aciz olduğunu idrak etmek, gerçek idraktir.”ifadeleri konuyu çok güzel açıklamaktadır.
Allahu Tealanın sıfatlarını tanımak, mahlukların sıfatlarına benzemediklerini anlamaktır.
Bir kalbde iman olarak, iki zıt şeyin sevgisi bir arada olmaz. Yani; bir kimse hem Allah’ı, hem O’nun düşmanlarını aynı anda sevemez. Birini severse, öbürünün sevgisi gider. Ancak, sevilmesi haram olmayan şeylerin sevgisi böyle değildir. Bir kimse aynı anda hem çocuklarını, hem eşini ve dostlarını sever, hemde Allah’ı ve Peygamberini sevebilir. İşte, marifetullahın meydana gelmesi, kalbin mâsivanın muhabbetinden kesilmesi oranında çoğalıp, kurtulması buna bağlıdır. Bu hususu şu haber-i sadık teyid etmektedir. Bir gün Allahın Elçisi: -“Bir kimse beni herkesten daha çok sevmedikçe onun imanı kemale ermemiştir.”diye buyurduklarında, Hazreti Ömer(r.a.): -“Ya Rasulullah, seni nefsim hariç, malımdan evladımdan daha çok seviyorum.”dedi.
Bunu üzerine Peygamber(s.a.v.) Efendimiz: -” Olmadı Ya Ömer . İmanın kemale ermedi.” diye buyurdular.
Bunun üzerine Hz.Ömer: –“Ey Allah’ın Rasulü seni artık nefsimden de daha çok seviyorum”dedi.
Allahın Elçisi: –“Şimdi imanın kemale erdi ya Ömer” diye buyurdular.
Görülüyorki bir kimsenin evladını, eşini ve dostlarını sevmesi, Peygamberini sevmesine engel olmamaktadır. Yeterki Allah ve Rasulünün sevgisi diğerlerinin önünde olsun. Devamlı üstünlük, Allahü teâlânın marifetinden dolayıdır. Hazret-i Ebu Bekir, marifetullah ciheti ile eshabın hepsinden üstündür. Eğer başka bir sahabi, marifetullahta Ebu Bekr-i Sıddık’tan daha üstün olsa idi, üstünlük onun hakkı olurdu. Bir hadis-i şerif meali: -” Ebu Bekrin, sizden üstün olması, namaz ve orucunun çokluğu ile değildir. Onun kalbindeki Allah bilgisinin çokluğundandır. “ (Şevahid-ün-nübüvve)
SORU 10: BİR “BEN” VARDIR BENDEN İÇERÜ NE DEMEKTİR?
CEVAP: İnsanın içinde iki değil beş “ben” vardır. Bunlardan birisi, kötü haberlerin doğumuna vesile olan şeytanların vesveseleri, ikincisi kötü isteklerini yineliyen heva-i nefis, üçüncüsü iyiliklerin kalbte doğmasına vesile olan melek, dördüncüsü güzel ve aklı-ı selim düşüncelere vesile olan Hak Tealaya âşık rûh, beşincisi İmam-ı Rabbani hazretlerinin “ADEM” (yokluk)diye ifade ettiği yokluğun ta kendisi olan, Allahu Tealanın hadisi kudside mealen; “İnsan Benim, ben insanın sırrıyım”diye buyurduğu Allah’ın emanetlerini yüklenen insanın kendisi vardır. İnsanın iç dünyasında bulunan bunlar, işin başında yoğurdun içinde yağ ile ayranın birbirine karıştığı gibi karışmış olduğundan, avam halk bunların herbirini diğerinden ayıramayıp bizzat kendisi sanmasından dolayı iç huzursuzluğundan bitab olur. Manevi sahada ma’rifet ilminden biraz pay alanlar ise, yoğurdu yayıpta ayranın yağdan ayrıldığını fark ettikleri gibi, içerdeki ajanları fark ederler ve bunların hepsinin Allah’ın imtihanı gereği, Allahu Tealanın bir isminin tecellisi ile oluştuklarını görürler. İşte o zaman kalbte, gönül huzuru denilen iç barış sağlanmış olur.
SORU 11: T A S A V V U F YOLUNDA NASIL İLERLENİR?
CEVAP: Kâmil ve mükemmil mürşid, ikinci binin müceddidi İmam-ı Rabbani hazretleri, tasavvuf yolunda ilerlemeyi özet olarak şöyle belirtiyor: 1- Yolun başlangıcında olanlar: Ehli sünnet üzere itikat ettikten sonra farzları vacibleri ve sünnetleri yapmakla birlikte, kamil ve mükemmil, mürşidler silsilesi Peygamber Efendimize kadar ulaşan, Rasulullah’ın ahlakına tam uyan bir mürşidden zikir talimatı aldıktan sonra sohbet ve rabıta ile.. 2- Yolun ortasında olanlar: Çok çok Kur’an okumakla.. 3- Yolun sonuna varanlar ise, Farz namazlarla birlikte onların sünnetleri ve çokca nafile namaz kılarak ilerlerler.
Soru 12: İ L Â H İ A Ş K N E D İ R ?
CEVAP: Büyük Mutasavvıf Muhiddini Arabi hazretleri aşkı 3 kategoride açıklamıştır: 1.İlahi Aşk: Aşkın en ulvi olanı, Allah’a olan sevginin ileri derecede bulunmasıdır. Buna İlahi aşk denilir. Bu tür aşk, Peygamberlerde ve Evliyada bulunur. Bunlar, maşuklarının rızası için ateş denizine atılmaları gerekse, bunu büyük bir minnetle yaparlar. Bu durumda olan bir kimse, Kur’an ve sünnete tam tabi olmuştur. Bunlar başlangıçta sekr(sarhoşluk) içinde olsalar da, nihayette tam ayıklık içinde olurlar. 2.Ruhani Aşk; Bu da kendi arasında üçe ayrılır. Bundaki sevgi karşılıksızdır. a-Birincisi, bir Peygamberi veya evliyayı Allah için sevmektir. Bu türün en ulvisi budur. Fenafişşeyh gibi. Bu tür aşk İlahi aşka köprü olabilir. b- İkincisi, annenin çocuklarına olan sevgisi gibidir. c-Üçüncüsü, Leyla ile Mecnun’un sevgisinin benzerleri gibidir ki, bunlarda asla şehvet ve menfaat yoktur. Sevdiğini kendisi için değil, sevdiği için severler. Bunların aşklarıda İlahi aşka köprü olabilir. 3.Hayvani Aşk: Bunlar kendisi için sevenler, karşılık bulamadığında kötülük yapmaya kalkanlar kimselerdir. Bu tür sevgi, hayvani aşka girer. Bunların muhabbeti, öküz ile ineğin muhabbeti kadardır.
Günümüzde “aşık oldum” diyenler, aşklarının hangi kategoride olduklarını buradan anlayabilirler. Bu tür aşkın ilahi aşka asla yolu yoktur. O ancak; çıkmaz bir sokaktır.
Soru 13: M A N E V İ S A R H O Ş L U K NEDİR?
CEVAP: Tasavvuf, bazı tasavvuf münkirlerinin tarif ettiği gibi, hayaller alemi değildir. Hazreti Mevlana: “Eşek rüyasında hiç Hindistanı görebilir mi? Hindistanı rüyada görebilmek için fil olmak gerekir. Zira Hindistan, filin anavatanıdır.” diyerek, bu yolun akıl ve mantıkla değil aşkla aşılabileceğini ifade etmektedir. Tasavvufta, keşif, keramet ve manevi zevkte bulunur ama, tasavvufun amacı bu değildir. Tasavvufun amacı ihlası elde edip Allahu telanın rızasına ermektir. Haller ve keşifler zevkler amaç değil, araçtır. Tasavvuf yolundaki hallerin varlığı, Allah’ın kullarına bidayette bazı tasavvufi haller yaşatmasının hikmeti sebebi, tasavvufun rûhlara çekici gelmesi içindir. Şöyle bir misal verilebilir; Kötü arkadaşı sebebi ile yanlış yola gitmekte olan bir çocuğun büyüğü, o yolun tehlikelerinden o çocuğu alıkoymak için ona bazı sevdiği şeyleri vererek, onu o yoldan alıkoyması gibidir. Ruhun maneviyat yolundaki kötü arkadaşı ise, hiç şüphesizki nefs-i emmaredir. O yolun kötü adamları ise şeytanlardır. Ruhu helake çekmek isteyen kötülüğü emreden nefis, şeytanların dürtüleri ile bir takım maddi zevklerle, rûhu sonsuz felaketlere çekmek istemektedir. Nefsin bu yolda maddi cazibelelere kapılıp gitmesi durumu karşısında, Rabbimizin rûhumuza lutfettiği bazı zevkler sunulur. Bunun sebebi hikmetiyse, rûhun, nefsin aşıladığı hastalıklardan kurtularak, esas amacı ve kurtuluşu olan, zevklerin en üstünü ve gerçeği, İlahi rızaya erebilmesidir. Soru 14: K E Ş İ F NEDİR?
CEVAP:Hak teala başkalarına rüyasında gösterdiği şeyleri, veli kuluna uyanıkken bir dalgınlık esnasında gösterir. Bunlar ya olduğu gibi gerçekleşir veya rüya gibi tabir edilir. Görülen eşyalarda nur tecellileri bulunur ki, bu nurların kişiye verdiği zevk ve tat, daha önce bir benzerinin tadılmadığı türden olan bir tatdır. Şekeri, balı yersin onun zevki bir kaç saniye sonra geçer, ama bu ilahi nurun tadı sufide, günlerce, hatta bir ömür boyu kalabilir. Tatdın fazlalığı halinde sekr denilen ilahi sarhoşluk hasıl olmaktadır. Bu sadece tat değil kokuda olabilir. Ama bu güzel koku dünya kokularının cinsinden değildir. Allahın Rasulü(s.a.v.) : “Eğer ki, Adem oğlu alemi melekuttaki tatları tatmış olsaydı dünyadan(kalbi) meşguliyetini keserdi.” diye buyurarak bu ilahi nurların zevkinden haber vermektedir. Bunu tadanlar, bunun şahitleridir. Şunu da belirtelim ki; Allahu tealanın muhabbetine ermenin tadı yanında bu zevkler, tat bile değildir. Ama insanların bir çoğu bunun ne demek olduğunu sezmekten yana çok uzaktır. Bu İlahi rızanın sevgisi ile Allah aşıkları hem dünyadan hem cennet zevklerinden geçmişlerdir. Bu mukaddes ruhani yolculukta İmam-ı Rabbani hazretleri bizzat kendisinin yaşadığı ruhani yolculuğunu şu sözlerle ifade etmekteler:
İmam-ı Rabbani hazretleri bu mektubunu henüz seyrü sülukünü tamamlamadan önce Fenafillah mertebesinde iken yazmıştır. İşte beşer tarafından yazılı hiç bir eserde benzeri olmayan bir yazı: “Bu yolda (ruhani) ileleyişte, Allahu Teala’nın zahir ismi o kadar tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa şeklinde tecelliler oldu. Alem-i emrdeki (ruhlar alemindeki) latifelerin halleri ve acaib güzellikler bu şekilde görüldüğü kadar başka hiç bir şeyde görülmüyordu. Bunun gibi her yiyecekte ve içecekte ve her cisimde ayrı ayrı tecelliler oldu. Kısaca her tatlı şeyde başka başka kemal vardı. Bu tecellilerin hepsi karşısında (Refîk-ı a’lâ) yı istiyordum. Yani; bu aklı örtecek kadar muhteşem olan bu güzellikler karşısında sadece Allahu Teala’nın rızasını istiyordum. Bu tecellilere bakmamağa çalışıyordum.” ve ” Birdenbire bu tecellilerin o zamansız ve mekansız, hiç bir şeye benzemeyen varlığa bağlılığı değiştirmediğini anladım. Batınım, yani kalb ve ruhum hep O’na(Allah’a) bağlı idi. Bir zaman sonra, bu tecelliler görünmez oldu. Tecelliler yok oldu. Bundan sonra fena(kendi varlığından geçme hali) hasıl oldu. Bu zaman(nefs-i emmarede) islam-i hakiki başlamağa ve gizli şirkin alametleri yok olmağa başladı. İbadetleri kusurlu, niyetleri bozuk görmek, kulluk ve yokluk allametleri görünmeye başladı.” (Mektubatı İ.Rabbani 1.Cid 1.Mek.)
Çok ilginçtir ki burada bahsi geçen gizli şirk “ene”mizdir. Bunu biraz açalım. Bu mertebede görünen ve Fenafillahtan sonra yok olan gizli şirk , kişinin “ben”liğidir. Allahu Tela merhamet ettide kullarının imanını bu “ben”likle birlikte kabul etti. Yalnız kalbin iman etmesini sonsuz azabtan kurtulmamıza vesile kıldı. Eğer ki, nefsimizin de imanını şart koysa idi… halimiz ne olurdu… Allah’ım sana evvelden ebede, yarattığın ve yaratacağın zerrelerin ve onların parçacıklarının sayınca hamd ve şükürler olsun… Hepimize hidayte ve yardım ve başarı Allahu tealadandır.
V U S L A T N E D İ R ?
Vuslat Allah’a kavuşmak erişmek anlamlarına gelmektedir. Bu hususta Şemsi Tebrizi hazretleri Makalat’ta şöyle ifade etmektedir: “Fakr tamam olunca Allah’ı bulursun.” sözünün anlamı, her kimin nefsi ölürse, şeytanı da ölür. Kötü huylardan arınarak Allah’a kavuşur. Ama bu kavuşma -haşa- Allah’ın zatına kavuşmak değil. O’nun rızası yoluna girmek demektir. (Makalat-Şemsi tebrizi Hazretleri)
N E F İ S : Nefis; Kur’an’da Fecr suresinde belirtilen nefis, Kur’an’ın; “İrcî” hitabının mazharı olup insanın özü olan, Müslüman olmadan önce emmare, Müslüman olunca levvâme, inancı kemale erince mutmeinne, razıye ve merzıye derecelerine yükselmeye uygun yaratılan nefistir. Bu nefis insana, insanın kemale ermesi için imtihan aracı olarak verilmiştir. Nefis verilmemiş olsaydı insan melekler gibi yaratıldığı seviyede kalır yükselşmede olmaz düşmede olmazdı. Bu sebepledir ki Hak Teala Zariyat suresinde “Ben cinleri ve insanları ancak; bana kulluk yapsınlar diye yarattım.” buyurmuştur. Bu hitabın içinde meleklerin ve hayvanların geçmemesi onların imtihan edilmediğini göstermektedir. İş bu nefsin 7 derecesi bulunmaktadır:
N E F S İ N 7 M E R T E B E S İ :
1- Emmare Nefis: Kafir ve müşriklerin nefsidir. Bu nefse sahib bir kimsenin vasıfları; Allah’a ve ahirete iman etmez. Asla, Allah ve cehennem korkusu taşımaz. Ölümden herkesten daha fazla korkar. Tek amacı şehvet, şöhret ve rahatına düşkünlük olup, herkesin başı olmak isteğidir. 2- Levvame Nefis: Mü’minlerin avamlarına ait nefistir. Ölüye gider ağlar, düğüne gider köçek çalar. Bazen evliyalığa özenir, bazen firavn gibi merhametsiz ve sadece kendini düşünür.. 3- Mülhime nefis: Abidlerin ve zahiri bilgi sahibi alimlerin nefsidir. Bu nefste emmarelik tamamen kaybolmamış olup, çamuru dibe çöken havuzun suyuna benzer. Bakıldığında gayet durgun ve berrak bir su gibidir. Ancak onun gerçek yüzü bir çöple karıştırıldığında açığa çıkar. Mülhime nefsin sahibide bunu gibidir. Bu mülhime sahib kişi musibetle veya zenginlik veya makam veya güzel bir kadınla imtihan oldunduğunda içinde gizlenen kötülükler tamamen su yüzüne çıkar. Eğer bu kimseye Allahın fazlı ve keremi gelmezse, imtihanı kaybedenlerden olabilir. Onun için kul daima Allaha dua ve niyazı eksik etmemelidir. Tek dayanağı ve güvenci her daim O olmalıdır. 4- Mutmeinne Nefis: Evliyanın alt tabakasındakilerin nefsidir. 5- Râzıye Nefis: Orta dercedeki meczub velilerin nefsidir. 6- Merziye Nefis: Evliyanın büyüklerinin nefsidir. 7– Kâmile Nefis: Peygamberlerin ve evliyalıkta sıddıklık mertebesine yükeselmiş en seçkin velilerin nefsidir (hz.Ebu Bekir gibi).
Nefis, mutmeinne mertebesine yükseldiğinde, kötülüklerin kaynağı olan emmare nefis, Rabbinden razı olur. Rabbi de ondan razı olur ki artık, kul kemal mertebesi olan kulluk makamına getirilmiştir.
Mutmeinne makamına gelen nefsin kötülük yapmaya mecali kalmayacağından, artık gerçek mana da ahlak güzelliği, yani peygamber ahlakı, bu aşamadan itibaren o kimsede görülmeye başlar.
– “Ey tatmin olmuş nefis! Dön Rabbine O’ndan razı olarak, Rabbinde senden razı olarak . Gir kullarımın arasına, ve gir cennetime.” ( El-Fecr Suresi Ayet 27, 28, 29, 30 )
N E F İ S T E R B İ Y E S İ :
Muhbiri Sadıktan yani; Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) efendimizden rivayet edildiğine göre, Allahu Teala nefsi yarattığında nefse: -” Ben kimim” diye sorar. Nefs:
-” Ya ben kimim” diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah meleklerine emreder, nefse bin yıl azab ederler. Nefs, daha sonra aynı soruya aynı cevabı verince, Allah nefsi bin yıl aç bırakır. Bundan sonra Allahu Teala aynı soruyu tekrar sorar:
– “Ben kimim? diye sorduğunda , nefis: “Entellezî lâ ilâhe illâ ente” (Sen ki, Senden başka ilah olmayan bir Zâtsın)der. Nefs böylece açlığa dayanamayarak Rabbini tanır.
Büyük mutasavvıf İmamı Rabbani hazretlerine göre burada kast edilen açlık bazı cahil mutasavvıfların anladığı gibi yalnızca yeme ve içmeyi kesmek değildir. İmamı Rabbani hazretleri Hindu ve Budist rahiplerinin de çok uzun süreli aç ve susuz kalmakta olduklarını ve onların eline geçen sadece nefsin sefası olduğunu belirtmektedir. Hazreti İmam Mektubat’ta nefsi aç bırakmakta kast edilen şeyin, nefsin istediklerini yapmamak ve istemediklerini yapmak olduğunu ve nefsi dize getirmenin en bariz yolun ise, sünnete uygun yaşamak ve kalbi masivadan (mahlukat sevgisinden) temizlemekle olacağını belirtmişlerdir. Tasavvuf ehli zatların her birinin kendilerine göre nefsi terbiye metotları vardır. Bunlardan nefis yolu tarikat şeyhleri nefsi aç, susuz ve çeşitli zevklerden mahrum bırakmak olan terbiye yolunu seçmişlerdir. Ruh yolu tarikat pirleri ise, nefsi terbiyede sünnetlere tam ittiba ile birlikte kalbi Allah sevgisinden başkasının sevgisinden temizleme yolunu seçmişlerdir.. Her iki yolda da gaye ve maksut Nefsi merzıye derecesine ermektir. Yani; Allah’ın razı olduğu kul olabilmektir. SORU 15: Bir kimse, Kur’an ve Sünnete uymadan, kendi aklı ve zekası ile mücadele vererek tasavvufta yol alabilir mi?
CEVAP : Akıl ve zeka ruhun gözü, vahiy ise onun ışığıdır. Vahye ulaşmamış akıl ve zeka, ne kadar keskin olursa olsun karanlıktadır. Onun fizik ötesini doğru olarak algılaması asla mümkün değildir. Kur’an ve sünnetin dışında ki Tasavvuf, ancak sapıklığı artırır. Nakşibendi Tarikatı büyükleri bu hususta şöyle demişlerdir:
-“Şeriatsiz tarikat zındıklıktır, tarikatsiz şeriat ise sapıklıktır.” Özetlersek mevzuyu; tarikat şeriatten ayrı bir amel değil, tam aksine şeriatin hayata uygulanış şeklidir. Şayet şeriatsiz bir tarikat varsa o, Muhammed aleyhisselamın tarikatı değil, o ancak şeytanın tarikatıdır.
Allahu Teala, Kur’an-ı Kerim’de Zariyat Suresinde buyurdu ki, mealen: “Ben cinleri ve insanları ancak (beni tanısınlar)bana kulluk etsinler diye yarattım” diye buyurmuştur. Asr Suresinde mealen:“Yemin olsun asra ki, insan apaçık bir zarar içindedir. Ancak iman edip, salih amel işleyenler ve birbirlerine Allah’ın rızasına götüren yolu tavsiye edenler ve bu yolda ölünceye kadar sabretmeyi tavsiye edenler kurtuluş içindedirler.“ Bu ayeti kerime ve başka ayetlerde Allahu Teala kurtuluşun iman ettikten sonra salih amel işleyip, hakkı ve sabrı tavsiyeden sonra olacağını beyan etmektedir. Kur’an ve Rasulullah’a uymadan kurtuluş ve manevi yol alışın olamayacağı ayet ve hadis-i şeriflerce gayet açık olarak beyan edilmiştir. Bunun üzerine başka söz olamaz.
SORU 16 : Allah’ın rızasına götüren Tasavvuf yolunun Sayıları(Tarikatlar ) ne kadardır?
CEVAP : Tasavvuf ehli olan büyük velilerce tasavvuf yolu, iki ana yoldan ibarettir. Büyük Mutasavvuf, ikinci bin yılının müceddidi İmam-ı Rabbani Ahmedi Faruki Serhendi(kuddise sirruh) hazretleri, Allahu Teala’yı tanıyıp O’nun rızasına ermek yolunda yapılacak süluk, Ruh Yolu ve Nefis Yolu ile olduğunu Mektubatlarında belirtmişlerdir.
SORU 17 : Ruh Yolu Tarikatı ve Nefis Yolu Tarikatı Ne Demektir, seyir ve sülukunu kısaca açıklar mısınız?
CEVAP : Hazreti Ebu Bekir silsilesi ile gelen Tarikatlara Ruh Yolu, Hazreti Ali silsilesi ile gelen tarikatlara ise Nefis Yolu tarikatleri denilir.
1- Nefis yolu tarikatlarında terbiye ve ilerleyiş, nefsin istediklerini yapmamakla, istemediklerini yapmakla başlar. Nefis bu seyru sülukta nesf-i levvame, nefsi mülhime, nefsi mutmeinne, nefsi radıye mertebelerinde yol aldıktan sonra, nefsi merdıye mertebesinde razı olunan kul olur.
2- Ruh yolu tarikatlerinde terbiye ve ilerleyiş, haramlardan kaçış ve farzları ve sünnetleri yapmakla birlikte, kalbin temizlenmesi ile işe başlanır. İbadetlerle birlikte zikir, sohbet ve rabıta vesilesi ile, kalbdeki Allah’ın muhabbetinden başka sevgiler azaldıkça, kalb İlahi isimlerin nuru ile ışımaya başlar. Kalbe gelen bu İlahi ışığın verdiği zevk ve tat, diğer bütün zevkleri gölgede bırakarak, Yunus’un şu sözlerinin gerçeğini açığa çıkartır: “Balllar balını buldum, Dükkanım yağma olsun.”
Allah’ın nurunun kalbe dolması ve diğer zevklerin gölgede kalması ile birlikte nefsin dini inkarcılığı da ortadan kalkar ve nefis mutmeinne olur ve Allah’tan razı olur. Allahu Teala da kendisinden razı olandan razı olur ki, nefsin bu mertebesine merdiye makamı, yani hakiki kulluk makamı denilir.
Hiç bulanmadan akmak hali bundan sonradır.
SORU 18 : Bir kimsenin taklidi imandan gerçek imana ermesi zaruri midir?
CEVAP: Bir kimse, kendisini bir damla katışık sudan yaratıp, ona dünyaya çıktığı zaman lazım olacak olan göz, kulak, el, ayak ve sair azaları kendisine gerekli olacak her organı anne rahminde yaratıp veren, sonra ona ruh vererek onu dünyaya getiren Yüce Allah’ı elbette tanımak zorundadır. Yoksa: “Ben bu dünyaya eğlence için geldim, cennette bu dünyada cehennemde bu dünyada” diyerek, hayvanlardan daha aşağı bir kişi olmanın yolunu tutmuş bir münkir olarak, ahirette ebedi azaba uğramakla karşı karşıya kalır.
Anne ve babasını hiç tanımayan bir kimse, onları tanımak ve bulmak için var gücü ile nasıl çaba sarfediyorsa, elbetteki Yaratanını tanımak için de, ana babasını bulmak için harcadığı çabadan daha fazlasını harcamak zorundadır. Bunun tersi bir durum, çok büyük bir nankörlük olur ki, bunun Allah (c.c.) katında çok acı bir cezası vardır. Allahu Teala’yı tanıyıp, O’nun rızasına eren bir kimseyi, Allah (c.c.) dünyada Muhabbetullah ile, ahirette ise hem muhabbetullah, hem sonsuz cennet huzuru ve yaşayışı ile ödüllendireceğini beyan etmiştir. “Ve Men Haffet mevâzînuh. Ve huve fî îşetirrâdıeh” (Karia suresi) Mealen:”Kimin mizanda sevabları ağır, günahlarıda ondan hafif gelirse, işte, Allah onu, sonsuz bir cennet saadeti ile ödüllendirecektir“
SORU 19: Bir Kimse Allahu Teala’nın Rızasını Neler Yaparsa Kazanır?
CEVAP : Allah (c.c.) ‘ın rızasına kavuşmanın yolu, Allah’ın Rasulüne tabi olmakla mümkündür. Bu da; İnançta Ehli Sünnet velcemaat Yolu, amelde dört hak mezhepten birine göre ihlasla (sırf Allah rızası için) ibadet etmekle, ahlakta Peygamber efendimizi taklit etmekle mümkündür. Dinde yapılması farz, terk edilmesi Allah’ın emri olan yasakları, yani haramların bilgisini öğrenmek Allahu Teala’nın emirleridir.
İlim, amel ve ihlasla birlikte, zikir ve tefekkür kulu Allahu Teala’nın rızasına götürür. Bunlardan ni’metlere şükür, başka bela ve sıkıntılara sabır şarttır. Şükür: Kula gelen her ni’meti Allah’tan bilmek ve ni’metin sahibine minnettar kalmaktır. Ayrıca büyükler şöyle derler; sabır, verilen ni’metlerle günah işlememek ve kulluk etmektir. Bela: Bela mala, bedene, evlat ve yakınlara gelen olumsuz şeylerle birlikte şahsiyete yapılan hakaretlerdir. Bedene ve mala gelen beladan daha büyüğü, şahsiyetin maruz kaldığı yalan ve iftira gibi hakaretlerdir. Hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur ki:
“İnsanlar içinde en ağır imtihana çekilenler Peygamberlerdir. Sonra sırasıyla (rütbeleri) onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir.”
(Hadis-i Hâkim, )
ALLAH SEVDİĞİ KULLARINI SIKINTILARLA UYARIR
Leyla aşevinde yemek dağıtırmış. Herkesi sıraya sokar, herkese sırayla birer kepçe yemek verirmiş. Mecnun’da sıraya girmiş sıra Mecnun’a geldiğinde onu azarlar ve kafasına kepçe ile vururmuş ve ona:
-“ Sıraya gir” dermiş.
Neyse bir iki derken oradakiler dayanamaz ve Mecnun’a:
-“ Leyla sana yemek vermiyor, üstelik sana kızıyor. Sen ise hâla sıraya giriyorsun” demişler.
Mecnun onlara:
-“ Leyla’nın bana farklı davranmasının sebebi, beni hep yanında görmek istediği içindir.” demiş.
Allah’ta sevdiği kuluna kendisini daha çok hatırlaması için bela ve sıkıntılar vermektedir.
SORU 20 : Tasavvufi Yolda İlerlemek İçin Bir Mürşide İhtiyaç Varmıdır ?
CEVAP : Tarih boyunca zahiri ilimleri tam olan bir çok alim, irşad için bir yol gösterciye muhtaç olmuşlardır. Ahlaki terbiyede bir örnek kişinin bulunması, ruhun ulvi alemlere yükselişinde ve nefsin kötü alışkanlıkları terk etmesi ve peygamber ahlakını benimsemesi hususunda bir rehberin önemi çok büyüktür. Bu hususta örnek verilecek çok büyük ilim sahibi zatlar vardır. İmam-ı Azam hazretleri, İmam-ı Gazali, Hacı Bayram-ı Veli, Yunus Emre, Mevalana Celaleddin-i Rumi hazretleri vs. gibi büyük zatlar ahlaki olgunlaşmada mürşide ihtiyaç duymuşlardır. Onlar gibi ilim sahibi olmayan diğerleri elbetteki bir kamil ve mükemmil in rehberliğine ihtiyacı olmalıdır.
SORU 21: Bir alim kötü ahlakını kendi ilmi ile düzeltip, imanını taklitten kurtarıp tahkike ulaştıramaz mı?
CEVAP : Yunus Emre’nin ” İlim geride kaldı ille edeb ille edeb” diye beyan ettiği gibi, eğer ahlaki olgunlaşmada ve imanın hakikatına ulaşma hususunda ilim yeterli olsaydı bugüne kadar her ilim sahibi kimse kamil insan olurdu . Ama bu böyle midir? İlminin çokluğuna hiç yakışmayan, nice çirkinlikleri işleyen biginler az değil. Bir kimse ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ilmi ne kadar çok olursa olsun, nefsinin kötü istek ve arzularına çok zaman mağlub olmakla karşı karşıyadır. Bundan kurtulmanın reçetesi, kamil ve mükemmil bir mürşidin rehberliği vesilesi ile ruhun açılımları olan beş letaif üzerinde ilerlemekle mümkündür.
SORU 22: Bunu biraz açarmısın?
CEVAP : İmam-ı Rabban-i (k.s.) hazretlerinin beyan ettiği üzere İnsan on şeyin birleştirilmesinden yaratılmıştır. Bunun beşi madde alemine ait, diğer beşide emr alemi denilen ruhani aleme aittir. Madde alemine ait olanlar; toprak, su, hava ve ateş unsurlarından oluşmaktadır. Bu dört unsurun özünü teşkil eden beşincisi nefsi emmaredir. Yani, Allahu Teala’nın emirlerine muhalefet eden hayvani ruh denilen nefsi emmaredir. Ruhani aleme ait letaiflere gelince, onlarda beştir. Bunlar; kalb, ruh, sır, hafi, ehfadır. Bu anasır-ı erbea denilen dört unsurun herbirinin yaratılışında isyan, tembellik, nifak(iki yüzlülük), öfke ve menfaatseverlik haset , hırs ve şehvet ateşi ile insanlara karşı kibir bulunur. Madde unsurunun özü olan nefsi emmarede ise ilahlık iddiası bulunur.
Latifeler Cenab-ı Hakkın Esmalarının nurlarının zılleri, gölgeleri olup, bu nurani cevherler olan letaiflerin asılları, Müceddidi elfi sani İmam-ı Rabbani Ahmedi Faruki Serhendi hazretlerinin bildirmesine göre, arş-ı âlânın üzerindedir. Bu letaiflerin suretleri yani birer yansımaları ise insandadır. İnsanda bulunan bu nurlu letaiflerin güzelliği, toprak, su, hava ve nefsi emmarenin perdelerinden kurtarıldığı zaman, İlahi ışığın nurları gönül aleminde zuhur eder ki, insan kendi içindeki bu güzelliği fark eder etmez, diğer güzelliklerin onun yanında bir gölge gibi kaldığını görür ve İnsan Rabbine aşık olur… “DİYAR DİYAR GEZİP GÜZELLİK ARAYANLAR “ARADIKLARINI BİR DE KENDİLERİNDE ARASALAR.”
SORU 23: Bunların ayrıntılarını belirtirmisiniz?
CEVAP : Nefsin kollarından olan toprak unsurundan hasıl olan eksiklik tembellik, ibadetlerde gevşeklik olarak, sol memenin altında kalb letaifinin üzerinde yer tutmuştur. Kalb letaifinin kemali yani olgunluğu ise, huzur tecellisidir. İşte bir irfan talibi kalbin üzerindeki nefsin toprak unsurundan hasıl olan, ibadetlerde gevşeklik hastalığını, Allah’ı (c.:c.) çokca zikir ederek, kalb letaifnde bulunan huzur tecellisini, açığa çıkararak yenmiş olur. Nitekim ayeti kerimede Allah (c.c.): “Elâ bizikrillahi tetmeinnil kulûb” (Dikkat edin kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur, huzura erer. ) diye beyan etmektedir.
SORU 24: Peki öbür letaifler ve nefsin hastalıkları nasıl tedavi yapılrır, onlardanda söz edermisiniz?
CEVAP : Bu hususları İnşêallahu Teala, büyük, kamil ve mükemmil velilerin beyanına göre açıklayalım.
B E Ş L E T Â İ F :
Allahu tealanın isimlerinin nurlarının alem-i emr denilen ruhlar aleminde ki yansımalarına letaif denilmektedir. Bu ilahi ışıkların yansımaları, insanın göğüs bölgesinde belli noktalarda tecelli etmeleri halinde, bu ilahi ışıkların yansımaları zevken tadılır, gönül gözü ile belli renklerde görülür.
1- KALB:
İnsanda bulunan, alem-i emrdeki beş latifenin suretleri olan kalb(gönül), ruh, sırr, hafi ve ahfa latifelerinden kalb latifesinin yeri, sol memenin iki veya dört parmak altıdır. Kalb latifesinin aslı, büyük alemdeki arş-ı muazzamdır. Kalb latifesinin kemal hali, huzur tecellisi ve Hakk’a teslimiyettir. Kalb latifesinin huzur ve Hakk’a teslim oluş tecellisini, toprak unsurundan gelen farzları yapmaktaki gevşeklik ve haramları talebteki istek ve arzusu örtmüştür. Bu örtü, bu ağırlık, mürşidin talimatı ile yapılan zikir, rabıta ve gönül sohbetleri ile kaldırılırdığın da, kalb latifesinin kırmızı nuru ve huzur tecellisinin manevi zevki, ibadetleri yapmaktaki gevşekliği ortadan kaldırır. Salikin ahlaki durumu, hilme ve sabra ve Hakk’a teslimiyete dönüşür. 2- RUH:
Sağ memenin altında tecelli eden ruh letaifinin belirtisi, Allahu Teala’nın sevgi ışığının tecellisidir. Ruh latifesinin kemal hali cezbe ve muhabbet-i zatiyedir. Su unsurundan ileri gelen noksanlık nifaktır. Bu letaifin üzerini su unsurunun nifak, döneklik, çabuk vazgeçme, vefasızlık gibi kötü belirtileri örtmüştür. Kişinin iç aleminde sürekli yeni şüphelerin ve vesveselerin doğmasına sebebtir. Bu durumda olan insan içindeki iki yüzlülükle mücadele vermekle karşı karşıyadır. Eğer bu hale mağlup olursa, iyilerin yanında iyi, kötülerin yanında kötülüğü savunan bir münafık durumuna düşerek, ruh latifesinin kehribar sarısı rengindeki nurunun muhabbet-i zatiye cezbesini perdeler. Bu durumda ki bir salik mürşidinin talimatı ile yaptığı zikir ve virdle, o karanlık perdelerden kurtulup, yerine muhabbet cezbesi tecelli ederek, kişideki ikiyüzlülük hali gerçek Allah sevgisine dönüşür. Salikin ahlaki durumu razı olmaktır. Zira karşılaştığı her şeyde Hakk’ın kemal ve cemal tecellisini görmesidir.
3- SIRR:
Sırr latifesinin yeri, sol memenin iki veya dört parmak üstündedir. Sır latifesi için yaratılan kemal hali, vahdet taleb etmek olup, bizzat Allahu Tealayı taleb etmektir. Ateş unsurundan ileri gelen noksanlık ise, öfke, menfaatçilik, haset, hırs ve şehvettir. Bunlarda sırr latifesinin vahdet talebini örterek kişiyi öfke, menfaatçi hasetçi bir hale sokar. Bu durumdaki bir salik mürşidinin talimatıyla yapmış olduğu zikir ve ibadetler sebebiyle, ateş unsurunun öfke , şehvet ve hırs hali, şeriate sevgi ile bağlılığa ve İlahi muhabbete dönüşür. Öfkesi artık Allah için olur. Hırsı, ibadetleri daha çok yapmaya yönelir. Hasedi, îsara dönüşür.
4- HAFİ: Letaifinin tecelli yeri sağ göğüsün üzeridir. Bu letaifin kemal belirtisi şekerin suda erimesi gibi, her bir eşyada ilahi nurların tecelli ettiği görülür. Bazı sufiler: ” Her nereye baktımsa Rabbimi gördüm.” demelerinin anlamı budur. Görülen alemlerin Rabbi değil, O’nun isimlerinin nurlarının hafi letaifindeki yansımalarıdır. Yani İlahi isimlerin nurlarının gölgesinin gölgeleridir… Allahu Teala’nın lutuf ve keremi ile bu letaifin üzerindeki hava unsurunun kibir ve gurur perdesi kalktığı zaman, bu letaifin nuru gönül aleminde ışık vermeye başlar ki kul, o vakit bütün kibir ve gurunu ayaklar altına serer.
Evet kulun çalışması sebeptir ama.. İlahi yardım ve lutuf olmadan kul asla, kibir ve gururun pençesinden kurtulamaz. İlahi lutuf ve yardıma mazhar olmak içinse doğru itikat, ihlasla salih amel ve çok çok tazarru ile yalvarış, yani dua gerektir.
5- EHFÂ LETAİFİ: Bu letaif en gizli, gizlinin de gizlisi anlamındadır… İnsandaki tecelli yeri boyun çukurudur. Bu letaifin kemal tecellisi ise, izmihlaldir, yani fiilen değil, hükmen kayboluş ve yok oluş safhasıdır. Madde unsurunun beşincisi olan nefsi emmarenin bu aşamadaki hastalığı ise bütün hastalıkların kaynağı olan ene, yani benliktir. İnsan nefsinin ilahlık iddia etmesi bu nefsi emmarenin hastalığıdır. Bu ehfa letaifinin nuru tecelli etmeden bu hastalıktan kurtulmak imkansızdır. İşte bu nur ilahi bir lutufturki, ona mazhar olanlar her şeyinden geçerler, kendilerindeki her şeyin İlahi bir emanet olduğu açıkça bariz olur.
Bu letaiflerin insandaki suretleri tamamlanarak geçildikten sonra alemi emrdeki, yani arşın ötesindeki alemi ervahta bulunan asılları da geçilerek, İlahi isimlerden birinin nurlu tecellilerine mazhar olan talibin nefsi, mutmainne makamına erer ve nefis Rabbinden razı olur ve Rabbi de ondan razı olur. Kişinin nefsi bura da kulluk makamına ermiş olur. Artık ibadetlere karşı isteksiz olan nefis, bundan öte aşk ve arzu ile Rabbine kulluk eder. Artık kulun içinde tek muhalefet vardır. O da bedeninde ki dört unsurun dengesini sağlamaktır. Yani büyük cihat.
SORU 25:
Rasulullah (s.a.v.) efendimiz Uhud Savaşı dönüşünde “Küçük cihattan döndük büyük cihat başladı.” diye beyan etmişlerdir. Orada bulunan sahabe efendilerimiz nefsi mutmainne makamında değil miydilerki yukardaki gibi beyan ettiler? Bunu nasıl açıklarsınız?
CEVAP: Rasulullah(s.a.v.) efendimizin sahabeleri elbetteki merziye makamında olan yüce insanlardı. Nefis mutmainne olmakla birlikte kulun mücadelesi ve imtihanı bitmiyor. Yükseklerde durmak, dengeyi korumak, aşağılarda bulunanlardan daha zordur. İşte buradan anlaşılan küçük cihat, nefsin rıza makamına kadar olan mücadelesidir. Orada kalmak ve dengeyi sağlamakta büyük cihattır. Yani kulluğun zirvesi olan merzıye makamını korumak en ulvi makamda dengeli durmak daha aşağılarda durmaktan daha zordur. Nitekim Allahu Teala Rasulüne: “kemâ umirte vesteKım” (hud suresi) mealen “Emrolonduğun gibi dosdoğru ol“diye buyurdu. Rasulullah (s.a.v.)efendimiz: “Hud Suresi beni kocalttı” diye beyan ettiler. En yüksekte durmak en zordur.
SORU 26 :
Bir kimsenin, herhangi bir şeyhe intisab ettiği zaman, dünya ve ahiret kurtuluşuna ereceği söylenmektedir. Bu ne derece doğrudur?
CEVAP: Doğru bir araştırma yapmadan her şeyh veya mürşid olduğu söylenilen bir kimseye gönülden bağlanmak anlamına gelen intisab etmek, ahmaklığın açık bir belirtisidir. İnsanlar, niçin sağlığı veya ticareti söz konusu olduğu zaman kılı kırk yararcasına titiz bir araştırma yaparlar da, ebedi hayatları söz konusu olduğunda, doğru dürüst bir araştırma yapmadan sonuz geleceklerini, ne olduğunu bilmedikleri kimselere teslim etmekte tereddüt etmezler?
Allahın Rasulü (salat ve selam ona olsun) :”İlimsiz sufi, değirmen merkebine benzer, döner dolaşır bir mesafe kat edemez.” diye buyurmaktadır.
İlimsiz abid, elinde malzemesi olup, ustalığı olmadığı halde bir bina yapmak isteyen adama benzer. Böyle bir kimsenin yaptığı bina nasıl hiç bir zaman yükselemez, sürekli yıkılırsa, ilimsiz bir abidte hiç bir zaman Allah’ın rızasına erecek bir ameli yapamaz. Zira böyle birisi, bir taraftan yapar, diğer taraftan daha büyük bir yıkıntıya sebep olur.
Bir kimsenin ilimi, ameli ve ihlası olmadığı halde bir şeyhe bağlandığı zaman, dünya ve ahiret kurtuluşuna erdiğini sanan kimseler, ne büyük bir aldanış içindedir. Bugün kendisini arif sandığımız veya bize veli (evliya), mürşid, şeyh olarak tanıtılan niceleri hem cahil, hem ne kadar zavallı durumda olan kimselerdir. Bu adamlar da ne yeterli bir dini bilgi, ne de islam ahlakını yaşayış vardır. Dinini iyi öğrenmeden insanları irşada kalkanlar, yüzmeyi öğrenmeden başkalarını kurtarmaya kalkan kimseler gibidir. Bunlar ancak, hem kendilerinin, hem de kurtarmaya çalıştıkları kimselerin boğulmasına sebep olurlar.
Sözde kâmil ve mükemmil olduğu söylenen bu cahil kimseler, bu dünyada kendilerine candan bağlı olanları ahirette kurtaracaklarını iddia ederler. Bu koyun postuna gizlenmiş zavallılara denilir ki: “ Sizin kendinizi kurtaracağınıza dair elinizde, ilahi bir vesikanız(ayet ve hadis gibi) mı var da, başkalarını kurtarmaya kalkışıyorsunuz ?
Bu tür uyduruk şeyhlerin aslında kimseyi kurtarmak gibi bir dertleri yoktur. Bunların tek dertleri amaç edindikleri dünya yaşantılarının yolunda gitmesi için, kendilerine tabi olan birçok iyi niyetli insanları maddeten sömürmektir. Bu yalan çarkının devamı için, onları oyalayacak düzenlerine, dini alet etmekten asla çekinip, haya etmezler. Bugün gerek dünyada gerekse ülkemizde bu sahte şeyhlerin sayıları o kadar çoktur ki, etrafları bu temiz kalbli saf, iyi niyetli insanlarla doludur. Bu adamların alt gurupları da bulunur. Bunlar da bir şekilde nemalanmaktalar. Bunlar şeyhlerinin adına kerametler uydurup topluluğun sayısını ayakta tutarlar. Bunlar o derece ileri giderlerki ” Sen şeyhimize münkir olursan, imanını kim kurtaracaktır.” derler. O cahil kişiyi şeyhinden ayrıldığı taktirde imansız ölmesi ile korkuturlar. Bu art niyetli kimseler tek hidayet edicinin Allahu Teala olduğunu bilmezler mi ?
Bu gibi tarikatlara ve cemaatlara katılanları bu şeyh müsvetteleri, bir kaç karışık rüyayı yalan yanlış yorumlayarak oyalarlar. “Bu kapıya geldiniz, size rüya da gösteriyoruz, bizi rüyanızda da görüyorsunuz, bizden daha ne istiyorsunuz ?” diyerek sanki tasavvuf yolunda seyir ve süluk rüya görmekmiş gibi, yetersizliklerini ve cehaletlerini örtmeye çalışırlar. Başkalarının rüyalarında gezindiklerini söyleyerek yalanla işlerini sürdürürler. Hani bu kapılarınızda uruc, yani ruhani mi’rac? Gerçi siz bunların ne olduğunu da bilmekten yana da çok uzaksınız. Çünki uruc nedir hiç yaşamadınız ki bilesiniz ?
Hz. Mevlan(k.s.) “Eşek rüyasında hiç, Hindistan’ı görebilir mi? Fil ol da Hindistan’ı rüyanda gör. Çünki Hindistan filin anavatanıdır.”der. Kendilerini herkesten üstün görmeye alışmış bu şahıslara sormazlar mı? Hani kapınızdakilerin gönülleri Allah ve Rasulünün sevgisi ile yanıp tutuşmuyor? Hani hiç bir kimseden Allah sevgisi için göz yaşları akmıyor? Gerçi kapınızda ağlayanlarda var ama, bunlar ancak dünyalıklarından birşeyler eksildiği zaman üzülürler, siz de olmayan himmetleri isteyip dururlar.
Hazreti Ömer (r.a.) :” Dünyada çokca ibadet ettiğini sanıpta ahirette cehenneme atılacak nice kimseler vardır ki, işte onlar orada en çok şaşıracak olan kimselerdir.”diye beyan eder.
Şunu da ifade edelim ki, bu alem de kötüler olduğu gibi iyilerde eksik olmazlar. Kötüler ayak altında dolaşırken, iyiler altın gibidir. Onlar asla dünyalığa tapmazlar. Dünyalığı olanla olmayanı ayırmazlar. Allah’ı ve sevdiklerini, sevdirmektir tek dertleri.
SORU 27 :
Günümüzde ” müzik ruhun gıdasıdır ” derler. Bu ne kadar doğrudur?
CEVAP:
Peygamber (s.a.v.) efendimizin Medine’ye teşriflerin de, def gibi bir alet kullanılmış ve O, bunu yasaklamamıştır. Osmanlı ulemaları mehteran takımında müzik çalınmasına cevaz vermişlerdir. Yani bu silah gibidir. Kullanılacağı yere göre, fayda veya zarar verebilir.
Toprak, su, hava ve ateşin toplamı olan madde ve ruhtan yaratılan insanın ihtiyaçları çok farklıdır. İnsanlar acıktığı zaman açlıklarını gidermek için maddesel yiyecekler ve içeceklerle açlık ve susuzluklarını gidermek için maddesel ürünlere ihtiyaçları olduğu gibi, ruhunun açlığını gidermek için de, onun gıdası olan Allah’a kulluk yaparak bu açlığı gidermek ihtiyacını duyarlar. Fakat bazı kimseler, onu da yiyecek ve içeceklerle veya bir takım müzik ve eğlence türü şeylerle karşılamaya çalışırlar. Kimileri bunu sex türü şeylerle veya şöhret ve servet edinmek gibi şeylerle karşılamaya çalışırlar. Bütün bu türlü şeylerle ruhun susuzluğunu gidermeye çalışmak, sıcak havada tuzlu su içerek susuzluğunu gidermeye çalışan adamın durumu gibidir ki bu hal, o kimsenin susuzluğunu büsbütün artırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır ki, öyle de olmaktadır.
Huzuru maddiyatta arayanlar derler ki;”parasız mutluluk olmaz” Öyle mi? Öyle ise zenginlerin hepsi mutlu olmalı. Bunun doğru olmadığını zenginlerin bir çoğunun mutlu olmak için nasıl bir arayış içinde olduklarından anlamamız lazımdır. Peki fakirler mutlu mu? Hayır! Onlar da zenginlerin sahip oldukları servet, şöhret ve makam gibi şeylerle mutlu olduklarını sanarak, onların özlemi içinde ömürlerini çürütürler. O zaman iki eğri var ortada. Doğru olan nedir? Doğru olan mutluluk kişinin içindedir… O halde insan onu neden başkaların da ve başka şeylerde arayıp durur da kendi içinde aramaz?
Kur’an’da Allah(c.c.) “Elâ bizikrillâhi tetmeinnil kulûb” Meali Âli” Dikkat edin! gönüllerin huzuru ancak Allah’ı anmakla olur.” Yani Allah’ın kitabı Kur’an’a ve O’nun içeriğine ve Muhammed (a.s.)’a iman edip, İslam dininin gereklerini yaşayarak ve birde Allah’ın(c.c.) ismini saygı ve edeble anmakla, o kimsenin kalbi ve ruhu gerçek huzura erer. Böylesi bir kimseyi ne zenginlik, ne de fakirlik hali asla etkilemez. Bunun en güzel şahidleri, peygamberler, sahabeler ve evliyalardır. Kim tarih boyunca intihar etmiş bir evliya duymuş ? Duyamazlar. Çünki böyle bir şey hiç vaki olmamıştır. Çağımızın psikolojik hastalıklarının altında yatan nedir ? Zikirsizlik… Netice olarak, Müzik ruhun gıdasını karşılamaktan yoksun olup, nefsin hastalıklarını artırır. Ruhun gıdası ancak, Allah’a(c.c.) ihlas ve şuurlu olarak yapılan ibadetlerdir.
SORU 28: Selim diyor ki; “Sayın Bekir Hocam, Tasavvuf konusunda siteye yazdığınız yazıları takip ediyorum. Bu sebeple size birkaç sorum olacak:
1) Talebelerinin rivayetlerine göre “Bizde tarikat yok, hakikat var; Risale-i Nur var” diyen Said Nursi’nin bu sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
2) Yine risalelerde şöyle bir tabir geçiyor: “Devir tasavvuf devri değil, imanı muhafaza ve kurtarma devridir”. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Tasavvuf, “İslam Ahlakını yaşamak, manen ve imanen olgunlaşmak” olduğuna göre tüm zamanları kapsamaz mı? İslam’ı doğru düzgün yaşamayan bir insanın eksik ve kuru bir imanla kurtuluşa ermesi ne kadar mümkün?
3) Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye Onuncu Risalede şu sözleri ifade etmiş: “İ’lem eyyühe’l-aziz! Tevfik-i İlahi refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’an’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulüm-u aliyeyi okumaksızın isal edici bir yol buldum. Seriüsseyir olan bu zamanın evladına, kısa ve selamet bir tariki ihsan etmek rahmet-i hakimenin şanındandır.”
Burada anlatılmak istenen durumu Tasavvuf nazarıyla nasıl değerlendirirsiniz? Büyük alimleri kılavuz edinmeden bir insan sadece Kuran’a bakarak doğru yolu bulabilir mi? Bu sözlerle ilgili yorumunuz nedir?
CEVAP:
Sayın okurumuz. Tarikat bir yoldur. Kendisine ulaşılmak için yolu olmayan hakikat olur mu? Bir şey hem hakikat olacak, hem de yolu olmayacak. Böyle bir şey düşünülebilir mi? Risale-i Nur’un kendiside hakikata götüren bir köprü, bir yol değil mi? Gerçek şu ki, burada anlam kargaşası vardır.
Risale-i Nur’da; “Devrin tasavvuf veya tarikat devri olmadığı, devrimizin iman kurtarma zamanı olduğu” ifadesine cevabımız şudur: Tasavvufun tanımında şu iyi bilinmelidir: Tasavvuf, iman kurtarma sebebinin ta kendisidir. İmanın dereceleri vardır. Taklidi iman avam halkın imanıdır. Delillere dayalı kuvvetli iman; alimlerin imanıdır. Keşifle, şuhud-i keşfi iman ise evliyanın imanı, meleklerin ve enbiyanın imanıdır. Tasavvuf kişininin imanını taklitten kuvvetli imana, oradan da basiret gözünün açılması ile de şuhudi keşfi imana ulaşmasına vesiledir. Tasavvuf ehli insanlar, nice binlerce inançsızın hidayete gelmesine sebep olmaktadırlar. Günümüzde yukarıdaki söze sığınıp tarikat ehli kimselere sataşanlar, kendileri ne kadar iman kurtarmışlardır? Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz. Bir yerde, bir toplulukta, hep zengin ve paralı kimseler aranıyorsa, bu ne kadar iman kurtarmaktır? Evet, o değerli şakirtler yarım asır önce yaşadılar. Şimdi onların varisleri olduklarını sananlar, fakirlere ne kadar destek oldukları bilinip görülmeyen bir şeymidir? Kendisi, yüzme bilmeyen birisiyken, başkasını boğulmaktan nasıl kurtaracaktır? Tasavvuf: Tövbedir, taharettir, samimiyettir, vahded-i şuhuttur, vuslattır, ve fena fillah ve beka billaha eriştir. Bunlar her devirde her mümine en elzem olan şeylerdir. İslam sadece belli bir yazarın kitabını okumakla tam bilinip anlaşılamaz. Kur’an ve Hadisi Şerifler vardır. Akaid, Fıkıh ve ehli sünnet alimlerinin yüzlerce, bunları açıklayan eserleri vardır. Zenginleşmek için bunlarıda bilmek anlamak gerektir. Bir tek Said-i Nursi Efendi’nin eserlerini okumakla kendini kartardığını sananlar, hayal içindedirler. Onlarda okunsun, diğer ulemanın eserleride okunsun. Saidi Nursi Hazretleri şöyle ifade ediyorlar: ”İ’lem eyyühe’l-aziz! Tevfik-i İlahi refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur’an’dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulüm-u aliyeyi okumaksızın isal edici bir yol buldum. Seriüsseyir olan bu zamanın evladına, kısa ve selamet bir tariki ihsan etmek rahmet-i hakimenin şanındandır.” Saidi Nursi hazretleri burada özet olarak şunu anlatmak istiyor:
“İlahi başarının yakını, arkadaşı olan adam bilki, tarikat geçidine girmeden üveysi olarak tarikatta hasıl olan bazı ilahi tecellileri, alemlerin Rabbi Allah bana bu ilahi nurları bir parça da olsa tattırdı. Bu üveysilik yolu ile olgunlaştığını anlatan hazret, böylece kendisinin de, tarikatın bir başka çeşidi olan üveysilik tarikiyle İlahi feyzlere ve nurlara nail olduğunu ima ediyor. O da böylelikle, üveysi tarikatı ile Allah’a vasıl olduğunu ifade etmiş oluyor.
Allahu Teala’nın nurlarına mazhar olmak yolu ikidir. Birincisi Allahu Teala’dan gelen ilahi feyzler Rasulullah’a O’ndan da kamil bir mürşide, Mürşitten de taliblere yansıtılır. İkinci yol ise, Allah’tan Rasulullah’a, Rasullah’tan vefat etmiş bir velinin ruhuna, ondan da, Allah’ın diediği kimseye veya arada bir veli olmadan doğrudan Rasullullah’tan o kimsye İlahi feyzin nurları verilir. İşte Saidi Nursi hz.leri bu kategoridendir.
Kendisi nakli ilimlerden; akaid, fıkıh, ahlak gibi ilimleri medreselerde alimlerden almıştır. Büyük alimleri kılavuz edinmiştir. Yoksa bir kimse asla, Kur’an meali okuyarak sıratı müstekıma eremez. Böyle yapmaya çalışanlar, tıp kitabları okuyarak kendi kendilerine kalb ameliyatı yapmaya benzer, veya bir eczaneye girip oradan rast gele bir ilaç alıp, mide ağrısını gidermeye çalışan kimsenin durumuna benzer ki, işin sonunda zehirlenip ölmek ve başkalarının ölümüne sebep olmakta vardır. Bu sözümüzü mealciler iyi anlasınlar.
CEVAP: Tasavvuf kelimesinin açılımı, Arap Alfabesine göere şu şekilde açıklanır.
1- Taharet : Zahir ve batın temizliği
2- Samimiyet: Niyette samimiyet.
3- Vahdet : İmanda vahdeti şuhuda ermek.
4- Vuslat : Nefsi raziye mertebesinden, Allahu Teala’nın rızasının tecellisi Merzıyeye ermek.
5-Fena: Kişinin gölge varlığından geçip, gerçek varlığın sahibini yakin olarak tanımasıdır.
1:TAHARET: Zahiri ve Batıni taharettir. Yani iç ve dış temizliği olmadan taharet gerçekleştirilemez.
a- Dış Temizlik: Şeriaat ölçüleri içinde yapalan maddi ve manevi temizliktir ki, öncelikle tövbe, tövbeden önce Amentünün manasına inanmak gerekir. Bu sitemizin Akaid kategorisinde detaylı bir şekilde belirtilen burada özet olarak yazaılan Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrı ve şerri Allahu Teala’nın yarattığına, öldükten sonra tekrar dirilişe peygamberlerin, meleklerin ve peygamber (s.a.v.) efendimizin sahabelerinin inandığı gibi inandıktan sonra, Haram yememek ve içmemek, gusül ve namaz abdesti ile bedenimizi ve elbiselerimizi her türlü dışkı ve idrardan arındırarak, ibadet yerlerimizi temiz tutarak zahiri temizliğe başlamış oluruz.
b- İç Temizlik: Kalbimizi ruhumuzu her türlü küfür ve şirkten uzak tutarak iç temizliğimize başlamış oluruz. Kibir , riya(ibadetlerde gösteriş yapmak) , Öfke(Allah için hariç) , kin, cimrilik , hased, zülüm yapma, çok yaşama emeli, dünyaya düşkünlük, tembellik , korkaklık, deikoduculuk, söz taşıma, lüzumsuz konuşma gibi hastalıklardan temizlik için de Allahu Teala’yı çok zikrederek (kalben hatırlayarak), manevi iç temizliğin birinci aşamasını tamamlamış oluruz.
Yuakarıda belirtilen kibir, ucub, riya, hased gibi kalb hastalıklarını zikirden başkası ile kalbden atamayız.. Tefekkür ile, huşusuz ibadetle asla bu illetlerden kurtulamayız.
2:SAMİMİYET: Peygamber (s.a.v.) efendimiz :” İşler niyete göre değerlendirilir.” diye beyan ettiler. Bunun için bir kimse ilk önce şu cümlenin; ” İlahi ente maksudi ve rızake matlubi” anlamını kalbine yerleştirmelidir. İlk önce yaptığı tüm ibadetleri Allah(c.c.) rızası için yapmalı, günahları da O’nun rızsı için terketmelidir. Bu aşamayı geçen bir kimse, ibadetlerin dışında kalan mübah işleride O’nun rızası için yapmalı, terk etmesi gereken mübahları da Allah(.c.c) rızası için terk etmelidir.
3:VAHDET: Vahdeti vücudu aşıp, tüm eşyada Allahu Teala’nın nur tecellilerini görmekle vahdeti şuhud derecesine ulaşmaktır.
4:VUSLAT: Kalbe, ruha ve diğer latifelere (sır, hafi, ahfa) Allahu Teala’nın sevgi nurunun dolmasıdır.
5:FENA: Rabbinin rızasına ermiş nefs, Kulun gerçek mertebesi olan Abdiyet makamında kendisini bulmasıdır. Yani; kulluk mertebesine, hiçlik zirvesine ulaşmasıdır. Kendisinin gerçekten bir hiç olduğunu, kişinin kendiside dahil, alemin yani kainatta(evrende)ki her oluşumun bir hayal ve his mertebesinde yaratıldığını hakkal yakîn olarak görüp bilmesidir. Yoksa bazı sapık mutasavvıfların uydurduğu gibi, haşa kulun Allah ile birleşmesi değildir. Böylesi bir inanç kişiyi küfre götürür. Fena yok oluş demektir. Allahu Teala’nın sevgi nurları bir kalbe tecelli ettiği zaman, o kalbde Allah’tan başkasının muhabbetine yer kalmaz. 1- Mürşidde fani oluş 2- Rasulullah’ta fani oluş 3- Allah ‘ta fani oluş olmak üzere üç aşamadır.
Fena fişşeyh, şeyhde fena bulmak, onun ahlakı ile ahlaklanmak demektir. Eğer bir talibin intisab ettiği şeyh, yani tabi olduğu mürşid, kamil ve mükemmil ise , talibde samimi ve istikamet üzere ise , Allahu Teala’nın feyz ve yardımı o mürşid vesilesi ile, o talibin gönlüne akmaya başlar. Bu, Allahu Teala’nın feyzi, öyle bir şeydir ki onu anlatacak kelime yoktur. Talib gönlünde daha önce bir benzerini yaşamadığı ilahi bir sevginin zevki ile bir hôş olur. Dünya ve onun içindekiler gözünde basitleşir ve bir çekiciliği kalmaz. Bu durumda olan talibin gönlü, sevdiğini yalnız Allah için sever veya Allah için sevmez. Bu aşamada Allahu Teala, şeyhin letaifleri (ruhani görünüşleri) ile o talibi irşad eder. Talibin nazarında mürşid artık gerçek bir ermiş kişidir. Onun gözünde O mürşid, peygamber varisidir. Onu ancak Allah(c.c.) için sever. İbadetlerini onun gibi yapmaya çalışır. Ahlak olarak onu taklid ederek, onun ahlakı ile, suyun şeker ile birbirine karıştığı gibi bütünleşir.
Mürşidin yüzüne baktığı zaman, onu rasulullah(s.a.v.)efendimizin nurunu yansıtan bir ayna mesabesinde görür. Ve bir zaman olur ki o ayna aradan çekilerek, Rasulullah’ın(s.a.v.) nuru doğrudan, vesilesiz olarak o talibin gönlüne akmaya başlar. Bundan sonra Rasullah’ta(s.a.v.) fena bulma hali başlar.
İşte o zaman “Muhammedun rasûlullâh” sözü taklidden çıkar tahkik olur ve kişinin imanı, iman-ı hakikiye ulaşır. Allah’ta fani olmak mertebesi: Büyük Gavs Seyyid Abdul Hakim Hüseyin Hazretleri (kuddise sirruh)bu konuyu, en güzel bir şekilde şöyle ifade etmektedirler:
-” Kulun göğüs kafesinde ki beş letaifi, ruhlar alemindeki asıllarına yükseldiğinde, kişinin kötülüğü emreden nefsi, beden mülkünde hizmetçisiz kalır ve nefis bunalıma girer. O beş letaifin arkasınadan öyle bir özlem duygusu çeker ki, o letaiflerin ayrılığına dayanamaz ve oda beden ülkesini terk ederek beş letaifin arkasından hızla ruhlar alemine yükselir. En yukardaki ahfa letaifinin dahi yükseğine çıktığında, Rabbinin ilahi isimlerinden bir ismin ışıkları ile karşılaşır. O İlahi ışığın güzelliği karşısında güneşin karşısında karın erimesi gibi erir buharlaşır ve yok olur. Bu yok oluşu acıdan değil, zevktendir. Bu durumdaki nefis müslüman olup, mutmain olur ve Rabbinden hoşnut olur. “Ey tatmin olmuş nefis! Dön Rabbine O’ndan razı olarak, Rabbinde senden razı olarak . Gir kullarımın arasına, ve gir cennetime.” ( El-Fecr Suresi Ayet 27, 28, 29, 30 )
SORU 30 : Mesut diyorki: “Gerçek bir mürşitte olması gereken özellikler nelerdir?”
CEVAP :
1- Ehli Sünnet Yolu inancını çok iyi bilmeli ve bu itikatla itikatlanıp, talebelerine bu itikadın öğrenilmesinde vesile olmalıdır.. 2- Allahu Tealanın emir ve yasaklarına harfiyen uymalı ve sünneti seniyyeden kıl kadar ayrılmamalıdır. Şeriat ilmini, yani farzları, haramları, vacibleri, sünnetleri başkalarından daha iyi bilmelidir.
3- İnsanları Allahu Teala’nın dinine tabi olmaya çağırmalı ve Allah ve Rasulünü insanlara sevdirmeye çalışmalıdır. İslam ahlakını çok iyi bilmeli ve onu bizzat nefsinde yaşamalı ve taliblerini Allahu Tealayı zikretmeye yönlendirmelidir.
4- Bu yola başvuranları, öncelikle dinin akaid ve sonra muamele kısmını ve islam ahlakını yaşamaya ve öğrenmeye davet etmeli ve Allah’ı zikr etmeyi sevdirmelidir.
5- Bütün yaratılmışlara şefkat ve merhamet nazarı ile bakmalı. Onların durumlarına göre takva ve istikamet yolunu emretmeli.
6- Taliblerin kalblerindeki şüphe ve tereddüdü giderecek kadar akaid ve fıkıh ilimine sahib olmalı.
8- Taliblerin gönül hastalıklarına deva olacak sohbetler yapmalı veya Allah’ın kendisine vermiş olduğu nurlu bakışlarla taliblerin gönlüne nazar ederek tedavi etmelidir. Peygamber Efendimiz, (salat ve selam O’na olsun) bazen nurlu sohbetleri ile , bazende nurlu bakışları ile insanların gönül hastalıklarını tedavi ederdi. Bu tedaviyi hakiatta Allah’tan bilmeli. Tıpkı doktorun yazdığı ilacın şifa bulmamıza vesile olması gibi.
Şirk konusu çok ince bir konudur. Herkes her konuda ancak vesiledir. Şifa ve irşad, yediren ve içiren ve doyuran, herşeyin Halıkı Allahu Zülcelal Velkemal’dir
9- Mürşid mütevazi olmalıdır. Asla onda gurur ve kibir olmamalı, alaycı olmamalıdır.
10- Nefsi razıyeden sonra nefsi merzıye mertebesine ermiş olduğunu, bu mertebeye eren bir mürşid tarafından onaylanmış olmalıdır. Üveyside olsa Mürşid silsilesi Rasulullah (s.a.v.)’e kadar ulaşmalıdır.
11- Asla kendisinde dünya sevgisi olmamalı, kaybettiği dünyalık için üzülmemeli. Eline geçen dünyalıktan dolayı da sevinmemelidir. 12- Huzurunda bulunan ihlaslı mü’minlerin, kalbinde Allah sevgisi çoğalmalıdır. Eğer rehber olduğu söylenen şahsın huzurunda bulunulduğu zaman, talibin kalbinde dünya sevgisi çoğalıyorsa, o şeyh nâkıstır, eksiktir. Ondan derhal uzaklaşmak o kimsenin hayrınadır.
SORU 31: Bir mürşid müritlerine karşı nasıl davranmalıdır ?
1- Müridlerin eziyetlerine katlanmalı, onlara karşı halim ve selim olmalı, vakarla oturmalı, başını önünde tutmalıdır.
2- Tevazu sahibi olmalı, Şaka ve mizahı terk etmeli, soruyu tekrar edeni azarlamamalı ve ona himmetle muamele etmeli, sorusunun cevabını onun anlayacağı gibi vermelidir.
3- Doğruya dönmek ve boyun eğerek gitmelidir.
4- Zararlı şeylere karşı müridi uyarmalı, faydalı olan şeylere yönlendirmelidir.
5- Müridinin sıkıntılarını dinlemeli, ona hayır dua da bulunmalıdır.
SORU 32: Müridin Mürşidine karşı görevleri nelerdir?
1– Mürşidine selam verip ayak üzeri durmak ve mürşidinin izni olmadan oturmamak
2- Huzurun da edebli oturmak, mürşidi sormadıkça konuşmamak.
3- Konuştuğunda da az ve öz konuşmak gerekir. Bir soru soracağı zaman da ondan izin almalıdır.
4- Bir konuda mürşidinden daha bilgili olduğunu ima etmemelidir.
7- O ayağa kalktığında soru sormamalı, o yoluna giderken birşey sormamalı, yolda onun önünde yürümemelidir.
8- Onun çocuklarına ve yakınlarına ikram ve hürmet göstermelidir.
SORU 33: Adem diyorki: “Bu zamanda dini bilgilerini tam olarak öğrenmiş bir hafızın veya bir imamın tasavvufa, mürşide ihtiyacı varmıdır?
CEVAP: Bu zamanda değil, her zaman buna ihtiyacı vardır. Zahiri bilgiler yetse idi İmam Gazali ve onun gibi büyük alimler bu yola tevessül etmezlerdi.
SORU 34 : Adem soruyor: ” Bir kimse akaidini öğrense namazını ve orucunu ve diğer ibadetlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışsa, bu durumda bir mürşide gerek varmı?
CEVAP: Gerek vardır. Çünki Şah Nakşiben (k.s.)hazretleri ” Bize göre namaz ve oruç Allah’a götüren yol olsa bile en kısa ve kestirme vuslat yolu nefy-i vücûd usulüdür. Nefy-i vücud (Beşeri ve bedeni ihtiyaç ve icapların Allah’ı unutturmasından kurtuluş demektir.) olmadıkça, sadece namaz ve oruç, gaflet ve nisyanı giderecek derecede vuslata yetmez. Bu sebeple: “Nefsinin , duygu ve düşünceleri, Allah’ı unutturacak ve dolaysıyla günahlara batacak şekilde dünyaya yönelişi, diğerleri ile kıyaslanamayacak şekilde büyük bir günahtır.” diye beyan etmişlerdir. İhlası elde etmek ve günahların en büyüğü olan varlık günahından kurtulmak için gerçek bir kamil mürşidin irşadına ihtiyaç vardır. Büyük veli Bayezid-i Bistami (k.s.) “Allah’ın azamet ve kudretini düşünerek yapılan bir anlık muhasebe ve murakabe şuursuzca yapılan bin haccdan daha hayırlıdır. Çünki bunlardan birincisi: ilahi azameti hissederek ve düşünerek bir anda vuslata erer ve nisyandan(gafletten) kurtulur. Ama ikincisi ise : kitap ve bilgi yüküyle dolu merkep gibi hacca gider de Hakk’ın azametini, O’nun vaad ve vaidini idrak edemez ve dolaysı ile kötü huylarından kurtulamaz.
SORU 35: RABITA NEDİR?
CEVAP: Rabıta kalbi sevilen şeye bağlamaktır. Ölüm rabıtası ile kalbi Allah’ın razı olmadığı şeylerden temizlemek ve razı olduğu şeyleri Allah için sevmeye hazırlamaktır.
Mürşid rabıtası: Tasavvufta fenafillah ve beka billah mertebelerine ermiş bir mürşidin kalbi ile, ruhu ile, sırrı ile Allah’ı anmasını, hatırlayıp düşünmek ve onun o ahvalinde kendinden geçerek tasavvufta fena fillahın(Allah’ta yok oluş) ilk mertebesine ermektir. Rabıtaya delil: Hz.Ebu Bekir ve İbn-i Abbas(Allah ikisindende razı olsun) örnektir. Hazreti Ebu Bekir(r.a.) hazretleri bir Peygamber(s.a.v.) Efendimize sordu:
-” Ey Allah’ın Rasulü sizin mubarek yüzünüz gözümden hiç gitmiyor. Hatta tuvalete gittiğimde dahi bu hal devam ediyor ve ben çok utanıyorum. Ne yapmalıyım?” dediğinde
Allah’ın Rasulü :
-” Ey Eba Bekr Bu hal ruhanidir. Bunda utanılacak bir durum yoktur.” diye buyurdular.
İbn-i Abbas(r.a.) Hazretleride :
-” Ben ne zaman aynaya baksam, aynada kendi suretimi değil Rasulullah’ın mubarek yüzlerini görürdüm.”diye beyan ettiler.
Kaynak: Ahmed İbn-i Hanbel’in Müsnedi. Uzaktan rabıtayada Veysel Karani hazretlerinin durumu delildir.
Herkese hidayet ve yardım ancak Allahu tealadandır. Vesselam
Akif İnan: Konumuz tasavvuf. Efendim, bize önce tasavvufun menşeinden biraz bahseder misiniz? Saniyen, tasavv
.
Tasavvuf Üzerine - Röportaj
Mavera dergisinin 54. sayısında yayınlanan bu röportaj, şair ve gönül insanı Merhum Akif İnan tarafından, Merhum Mahmud Esad Coşan Hocaefendi (Halil Necatioğlu müstear ismiyle) ile gerçekleştirilmiştir.
Akif İnan: Konumuz tasavvuf. Efendim, bize önce tasavvufun menşeinden biraz bahseder misiniz? Saniyen, tasavvufa kaynak düsturlar arasında neleri saymak mümkün olabilir? Gerek Kur’an’a gerek hadis’e dayanarak, gerekse Peygamber Efendimizin hayatından istihraç edebileceğimiz, tasavvufa düstur olarak sayabileceğimiz neler vardır?
Halil Necatioğlu: Efendim; tasavvuf daha önceki din ve inançlara mensup kimseler arasında onların dinlerine bağlı olarak da mevcuttu. Ama sorunuz, İslâm Tasavvufu ile ilgili tabii. Böyle kabul ederek sorunuza cevap vereceğim. Çünkü daha önceki tasavvuf cereyanlarını da bahis konusu etmek gerekirse, bir kere benim saham değil. Yani Hıristiyanlıkta, Yahudilikte, Hint dinlerinde yahut Çin’de tasavvuf... Bunlar hakkında ihtisas sahibi değilim. Kasten, suret-i mahsusada bilmek de istemem; kendi tasavvuf anlayışımı herhangi bir şekilde karıştırıp etkilemesin diye... Hassaten, öncelikle kendi düşünce sistemime sahip olmak duygusuyla diğerlerini bilmek istemem. Benim tasavvuf sözünden anladığım, hülasaten, İslâmî anlamda tasavvuf...
Tabii tasavvufa ait bir soruyu cevaplandırmak için, önce, tasavvufun ne olduğu üzerinde bir anlaşmaya varmış olmak gerekir.
Bu konuda makale, kitap yazan kimseler tarafından tasavvufla ilgili bir çok tarif toplanmış. Bunu biraz, kültür ve medeniyet hakkındaki tariflerin çokluğuna benzer görüyorum. Hepsi de sosyal ve psikolojik hayatla ilgili müesseseler olmak hasebiyle tarifler çok fazla. Öyle ki 160-180 kadar tarif toplanmış diye okuyoruz kitaplarda...
Tasavvufla alakalı bu tarifleri bazı şairlerimiz de manzum şekilde ifade ederek bir araya toplamışlardır. Mesela Aydınlı Ömer Dede (Ruşenî) (v. 892/1487) bir manzumesinde şöyle 50-60 beyit içerisinde ve her beyitte başka yönüyle anlatarak çeşitli tarifleri toplamış bulunuyor. Sonra Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi (v. 1066/1655) bu konuda uzunca bir manzume yazmış. Bu manzume, tasavvufu anlatan kitaplarda derc edilmiştir. Bu tarifleri incelediğimiz zaman, bir kısmının tasavvuftan doğan neticelerle ilgili olduğunu görüyoruz. Bir kısmı da tarifi yapan kimsenin hâlet-i rûhiyesini bize aksettiriyor. Yaptığı tarif, kendisinin üzerinde, kendisinin makamıyla ve hâlet-i rûhiyesiyle hasıl olmuş olan, en büyük tesiri aksettiren bir ifade oluyor.
Tasavvuf, zaman ve mekan bakımından derinliğe ve genişliğe sahip bir yaşama sahası bulmuş, asırlar boyu devam etmiştir. Onun için tasavvufu bütün bu bölgelerdeki görünüşüyle, tam anlamıyla tarif etmek mümkün olmaz. Her halde mıntıka mıntıka ayırmak mecburiyeti bile vardır. Mesela Kuzey Afrika’nın tasavvufî görüşleri ve anlayışıyla Orta Asya’nınki Anadolu’nunki ile mesela Irak’ınki herhalde Mısır’ınki farklılık arzeder.
Akif İnan: Sizden bir de tarif, bir açıklama isteyebilir miyim?
Halil Necatioğlu: Şimdi ben, bu tariflerin biraz arkasına düşmüş bir kişi olarak, kendi zihnimde bıraktığı izleri dile getirecek olursam; tasavvufta bana göre iki gaye vardır:
1. Yaratıcımız Allah azîmüşşânı tanımaya yönelmiş gayretler. Allahu Teâlâ hazretleri hakkında kişinin bilgisinin, öz tabiri ile mârifetinin artırılması, geliştirilmesi ile ilgili gayretler...
2. Kişinin kendine yönelik bir tarafı.
Tasavvuf bir taraftan Allah’ı bilmek ve tanımak hususunda bir cehdi ifade ediyor, bir taraftan da kişinin kendisini terbiyesini, tanzimini; ruhî ve ahlâkî cephesini düzeltmesini ifade ediyor. Bu ikinci kısma “tehzîb-i ahlâk” veyahut “tezkiye-i nefs” (nefsi tezkiye etmek, pak eylemek) diye isim vermişler. Tasavvuf kitaplarında bu başlık altında geçmiştir.
O halde tasavvuf, bir yandan mârifetullahı, bir taraftan da tezkiye-i nefs’i tahakkuk ettirmek için yapılan gayretleri ifade eden, gayretleri anlatan, bu gayelere ulaşmak için tutulması gereken yolları anlatan bir ilim olmuş oluyor.
Biraz daha düşündüğüm zaman, şöyle bir anlatış şekli de hatırıma geliyor; kendi zihnimden doğan bir anlatış olarak; “insanın Allah’ı sevmesi, Allah’ın da insanı sevmesi!..” Herhalde ikinci sözü daha öne almak lazım, yani insanın Allah tarafından sevilmesi ve buna bağlı olarak insanın Allah’ı sevmesi için neler lazımsa, işte tasavvuf, bunu anlatan bir ilimdir.
Akif İnan: Tasavvufun raptedileceği âyet ve hadislerden aklınıza gelenlerin bir kaçını rica edebilir miyim?
Halil Necatioğlu: Ne yaparsak Allah bizi sever. Ne yaparsak, bizde olması gereken “muhabbetullah” (Allah sevgisi) hasıl olur? İşte tasavvufun, bence iştigal sahası bu. Bu ölçüler içinde düşündüğümüz zaman, İslâm tasavvufu İslâm’ın özüdür, ruhudur. -Zaten bir başka kaynaktan kaynaklanırsa veya mevcut hali bir sosyal vakıa olarak düşünülüp kabul edilmek istenilirse, ben o işin içinde yokum.- Menşei, Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerîfler ve Hz. Peygamber ile ashabının hayat tarzlarıdır
Tasavvufun bu gayeleri ile ilgili delilleri, Kur’ân-ı Kerîm’den hatırladığım kadarıyla, şöyle sıralıyabilirim:
“Cinleri ve insanları başka şeyler için değil; ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”[1]
“O Allahu Teâlâ’dır, hanginiz daha iyi amel işleyecek, diye size bu hayatı bahşeden, ölümü ve hayatı yaratan.”[2]
“Allah’ı unutanlardan olmayınız, unutanlar gibi olmayınız.”[3]
“Allah’ı unutanlar gibi olmayınız” diye bir yasaklama ve tembih var âyet-i kerîmede... Demek ki kişinin aslî vazifesi, bu tasvirlerden anlaşılıyor ki Allah’ı bilmek ve O’na hakkıyla kulluk etmek. Kur’ân-ı Kerîm, bize bunu çok açık gösteriyor.
Allah’ı unutmamak, daima hatırda tutmak, işte bunu sağlamak için Kur’ân-ı Kerîm’in tavsiyeleri var:
“Allah’ı çok anınız ve O’nu sabah-akşam tesbih eyleyiniz...”[4]
Bu gibi ayetleri, Allah’ın sürekli hatırlanması, unutulmaması, ismiyle ve varlığıyla zihinlerde canlı tutulması gibi emirleri, tasavvufun “mârifetullah gayesinin” menşei ve kaynağı olarak görmeye mecburuz. O halde Allah’ı unutmamak, hatırda tutmak, “zikretmek” farzlardan biridir. O’nun üzerinde düşünüp o hususta bilgi (mârifet) sahibi olmak, âyet-i kerîmelerle emredilmiştir. Bu âyet-i kerîmeler tasavvufun Kur’an’daki kaynaklarıdır. Bir başka âyet-i kerîmede de buyuruluyor ki:
“Allah’tan nasıl korkmak lazımsa o şekilde korkunuz, çekininiz, ne yapıp yapıp muhakkak müslüman olarak ölünüz.”[5]
Bu gibi âyet-i kerîmeler, Allah’a karşı kulun cehdini, O’nu bilmek ve O’na ubudiyet etmek hususundaki cehdini ifade eden emirlerdir. Ve bunlar tasavvufun özetlediğim gayelerinden bir tanesine işarettir.
Diğer gayesi olan tezkiye-i nefs konusunda, Kur’an’ın içindeki bütün ahlâka dair ayetler kaynaktır: Yalan söylemeyin, ölçüyü tartıyı eksik tartmayın, birbirinizi öldürmeyin, hırsızlık yapmayın, sabredicilerden olun sebat gösterin, takvâ ehli olun... gibi. Mesela;
“Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz, sakınınız, çekininiz, takvâ ehli olunuz ve kişi, şimdiden, o tarafa ne gönderdiğine baksın.” [6]
-Bu ifadenin altında, amel-i sâlihe teşvik vardır. Allah’tan korkun da yarın işinize yarayacak salih amel işleyin, demektir, bu ayetin bu tarafı.-
Aynı âyet-i kerîmenin son tarafı da;
“Allah, sizin yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır, her yaptığınızı bilmektedir.”[7] Sakın ha, kötü şeyler yapmayın! Çünkü yaptıklarınızın hepsi Allah’ın hiç eksiksiz malumudur. O halde O’nun tarafından muaheze olunursunuz, sakın kötü şeyler yapmayınız, demektedir.
Görülüyor ki buralarda takvâ tavsiye ediliyor, sabır ve ahlâkî diğer hususlar tavsiye ediliyor ve bir âyet-i kerîmede;
“Kim nefsini temizleyebilmişse, tezkiye edebilmişse, o felah bulmuştur. Kim ki bu işi başaramamışsa o da hüsrana uğramıştır, çok pişmanlık duyacak bir duruma düşmüştür.”[8] buyurularak, kalbi, batını temizlemenin ehemmiyeti anlatılıyor.
Demek ki insanın, nefsini terbiye etmesi lazım, ahlâkını güzelleştirmesi lazım, hayatın gayesi olarak bildirilen, “Allah’ı bilme”si ve ona güzel kulluk gayretinde bulunması lazım. İşte bunlar ve sayısız hadîs-i şerîfler, mesela, çok meşhur olan; “Küçük cihaddan geldiniz, büyük cihad sizi bekliyor...” şeklindeki “kişinin nefsiyle çarpışmasını” büyük cihad olarak anlatan, nefis arzularına karşı çıkmak gerektiğini, onu dizginlemek, firenlemek gerektiğini anlatan hadisler gibi... deliller, tasavvufun Îslamî temele dayalı olduğunu açıkça göstermektedir.
Bütün bunlar hiç bir dış tesire; Hint, İran, Yunan tesirine hacet bırakmadan, iman etmiş kimseyi, Allah’ı daha iyi tanımaya yöneltecek emirlerdir. İnsanı, kendi içini tezkiye etmeye yöneltecek emirlerdir.
O halde, tasavvufun menşeini İran’da aramak, Yunan’da, Hint’te aramak, Hıristiyanlık’tan geçmiş gibi göstermek vakıalara, gerçeklere uygun değildir. İslâm’ın kendi öz gelişmesini, kendi içindeki ruhî hayatını tanımamaktan doğmaktadır. Belki de İslâm’ı kendi özgü değerlerden mahrum bırakarak, onu küçültmek gayesini taşımaktadır. Her şey, “oradan alınmış, buradan alınmış diyerek”, İslâmiyet’i sanki derleme-toplama bir şeymiş gibi göstermek, küçük düşürücü, sinsî, müsteşrikce bir gayret olmaktadır.
Akif İnan: Tasavvufun tarifini yaparken, siz, tabii olarak İslâm’ı anlattınız. Beyanlarınızdan, İslâm’la tasavvuf arasında tam bir ayniyet olduğu ortaya çıkıyor. Fakat, mâlûm-ı âlîniz; tasavvufun bir disiplin olarak tedvini bilahare tahakkuk etmiştir. Durum böyle olunca, tasavvuf düşüncesinin, yaşama üslubunun zamanla tarikatları oluşturması hangi sosyal ihtiyaçların bir cevabı olarak zuhur etmiştir. Daha önceleri tasavvuf yoktu. Fakat sonradan Kur’an’a ve hadise istinad ederek tasavvufun, tarikatların tedvinini görüyoruz. Bu tedvine hangi sosyal sebepler müessir olmuştur?
Halil Necatioğlu: Efendim, “Daha önceleri tasavvuf yoktu.” sözüne, bu konularla ilgilenmiş bir kimse olarak ben, şahsen katılmıyorum.
Bizzat, tasavvufu anlatan mutasavvıflar vardır. Bunlar, bir noktaya özellikle parmak basarlar; “Tasavvuf söz değil; hâldir.” derler. Bu ifade gereğince tasavvuf, bir “hâl” olunca, adı olsun olmasın, o “hâl” ta Hz. Peygamber zamanında ashâb-ı kirâm’ın üzerinde mevcuttur. Hz. Peygamber, mutasavvıfların da sultanı idi. Hz. Peygamber, hayatı boyunca, tevazu ile, ibadete düşkünlüğü ile, hadiseler karşısında davranışlarıyla bu hayat tarzının en güzel bir örneğiydi.
Mesela: Ashabına hizmet ediyor; kendisi kapıdan girip çıktığı zaman ayağa kalkılmasına müsaade etmiyor. Yattığı yerin çok basit ve hüzün verici olduğunu gören bir sahabiye kadın, evinden güzel bir yatak gönderiyor. Hz. Aişe validemiz de onu kabul ediyor. Peygamber Efendimiz bunun karşısında Hz. Aişe’ye;
“Bunu iade et, eğer Allah’tan dileseydim, Allah, benim yanımda altın ve gümüş dağlarını da beraber yürütürdü. Fakat ben böyle bir şey istemiyorum. Hatta bana Mekke’nin ‘Batha’ mıntıkasının dağlarını altın ve gümüş olarak arz ettiler; ben onları kabul etmedim. ‘Yâ Rabbi! Bir gün aç olayım sana tazarru ve niyaz edeyim; bir gün tok olayım sana tokluğumdan, verdiğin nimetlerden dolayı şükür edeyim, ben bunu istiyorum.’ dedim.” buyurdu.
Yani saltanatı arzu etmedi. Dünya metaına kıymet vermedi. Evinde ve elinde para ve eşya biriktirmedi. Akşama dağıtılması gereken bir şey kalmışsa, onu, uyku uyumadan evvel dağıtmaya gayret etti.
Buna benzer tavırlarıyla, sonra ashâb-ı kirâm’ın ihtiyaçları karşısında onları korumak hususunda, şecaat hususunda, yani ehl-i tasavvufun böyle, güzel ahlâk olarak sıralanmış olduğu her hususta en yüksek örneği kendisi verdi, bu haller aynen ashabında da vardı.
Resûlullah Efendimize gelen ilk âyet-i kerîmelerde, gece kalkmak emrediliyor. İkra, Müddessir, Müzzemmil sûreleri ilk inen sûrelerdir. Müzzemmil sûresinde gece ibadeti, derhal tavsiye edilmiştir. Hz. Peygamber’in kendisi ve ashabı, fiilen geceleri kalkıp Allah’ı tazarru ve niyazla, geceyi ihya etmişlerdir. Zaten peygamberlikten önce Hıra Mağarası’na çekilerek ibadet ettiğini biliyoruz; ibadetlerine daha sonra bu şekilde devam etmiştir. Aynı surenin son ayetinden anlaşılacağı üzere ashabın fiilen geceleri kalkıp Allah’ı tazarru ve niyazla anmalarının, geceyi ihya etmelerinin en büyük amillerinden birisi, süratle bu emre sımsıkı sarılmaları olmalıdır.
Ashabın ahlâkının çeşitlerini, misallerle çoğaltabiliriz. Bu hususlarda Resûlullah, onlara en güzel numuneydi. Ashaptan sonra tabiinin de fiilleri böyleydi. Tasavvuf ve sofi kelimesiyle o zaman tabir edilmeyen özellik “hâl” olarak mevcuttu.
Tabiinden aynı titizlik, ciddiyet ve aynı sevgi ile, aynı takvâ duygusuyla dolu olanlar da, müslümanlardan aynı ilgiyi gördüler. Böylece tıpkı hadîs-i şerîflerin müteselsilen aktarıla geldiği gibi bu husustaki davranışlar da daha sonraki nesillere müteselsilen intikal ettirildi.
Ve bu halis insanlar, tasavvufî grupları böylece tarihî ve tabii seyri içerisinde sosyolojik bir hadise olarak meydana getirmişlerdir. Peygamberimiz’in zamanından beri “hâl” olarak vardı, tasavvuf kelimesi daha sonra zuhur etmiştir.
Akif İnan: İslâmî ilimlerden bazılarının zamanla tedvin ve teşekkülü gibi, tasavvuf da bilahare geliyor; ama, tamamıyla, kaynak itibarıyla...
Halil Necatioğlu: Tasavvuf ilimlerinin tedvin edilmesi meselesi, tabii seyri içerisinde zamanla gerçekleşmiştir. Nasıl ki hadislerin bile kitaplara geçirilmesi bir iki asır sonra olmuştur; ilk önce şifahî rivayetler şeklinde gitmiştir; daha sonra yazıya geçirilmesi gerçekleşmiştir. Kelam ilminin teşekkülü, diğer hadis müdevvenatının konulması daha sonraki zamanlarda olmuştur. O arada da bir saha bölümü, iş bölümü anlayışı içinde, İslâmî bilgiler bir bütün halindeyken, tarih bilgileri, tefsire dair bilgiler, Kur’an’la ilgili bilgiler ayrılmış, hadîs-i şerîfler ayrılmış, amelî hareketlere ait bilgiler, fıkhî bilgiler ayrılmış; bu arada ahlâk ve nefsi tezkiyeye ait, mârifetullaha taalluk eden bilgiler de sonradan tedvin edilmiştir. Ama bu sonradan tedvin edilme doğru anlaşılmalı. “Buharî’nin, Sahîh’ini şu asırda yazması dolayısıyla (hadis) o sırada ortaya çıkmıştır.” iddiası ne kadar gayr-i ilmî ise, doğru değil ise, “Tasavvuf da o sırada çıkmıştır, önceden yoktu.”, gibi bir iddia tıpkı bunun gibi doğru değildir. Benim, çeşitli kitaplarda okuduklarım, çıkarttığım neticeler ve tespitlerim, bu görüşümü teyit eder mahiyettedir.
Bu yolun, daha sonraki asırlarda tarikatlar olarak devam etmesi; işin bir takım erkan ve usulünün konularak sistematize edilmesi meselesine gelince; bundaki en önemli psikolojik ve sosyolojik saik de, bence, yine Resûlullah’ın eğitim ve öğretim metoduna ittibadır. Resûlullah Efendimiz, mâlum olduğu üzere, sohbet yoluyla kişileri yetiştiriyordu. Mesela Mescid-i Nebevî sadece bir ibadet yeri değil, aynı zamanda bir ilim ocağı idi. Resûlullah’dan hadis dinlemek, Kur’an öğrenmek, dinî bilgileri elde etmek, ondan istifade, istifaze etmek isteyen insanlar orada gece gündüz kalıyordu. “Ehl-i Suffe” ya da “Ashâb-ı Suffe” denilen bu sahabiler, geceleri 70-80 kişiydiler ama; bu rakam gündüzleri 400-450’ye çıkıyordu. Büyük bir kalabalık, Resûlullah’tan bilgi öğrenebilmek için oraya toplanıyor. Bu vakıa onu göstermektedir. Peygamberimiz aleyhisselâm dini öğretmek üzere kabilelere adam göndereceği zaman onları “Ashâb-ı Suffe” içinden seçerdi. Onlarla oturur, (suffe ashabı ile) sabaha kadar sohbet ettiği olurdu. O sohbetin zevkinden uykuların unutulduğu ve sabaha kadar sohbet edildiği olurdu.
Bu sohbet, müessir bir eğitim yoludur. Öğrenciyi karşınıza alıyorsunuz, İlahiyat Fakültesi, Hukuk Fakültesi’nde olduğu gibi, başka yerlerde de olduğu gibi, belli kitapları okutuyor, salıveriyorsunuz; gidiyor. Ama sohbette beraber oluş, beraber oturup kalkma daha müessir. Çünkü “hâl” olarak mücessem, müşahhas bir numune var ortada; onu görmek, dinlemek, taklit etmek kolay oluyor. Bundan öte, taklit edici şahısların kusurlarını da bilgili şahsın düzeltmesi kolay oluyor. Onun bir hatasını gördüğünde, kaçırmayacak, kırmayacak bir tarzda, zarif bir işaretle tashih etmek mümkün oluyordu. Bu yol Resûlullah’ın yolu olduğu için tasavvuf da bu eğitim yolunu, “şeyh-mürid sohbeti” yolunu tercih etmiştir.
Ayrıca o devirde İslâm o kadar aktif, o kadar canlı idi ki bir taraftan camilerde böyle bir ilim faaliyeti vardı, bir taraftan da hudutlarda İslâm alemini genişletmek, İslâm’ı başka insanlara götürmek, anlatmak, göstermek gayreti vardı. Bu aşkı, bu fikri taşıyan kimseler, hudutlardaki kalelerde toplanıyorlardı. Hudut kalelerine “Ribat” adı veriliyordu. Bu ribatlarda, bu gün, kazılar yapıldığında, sahabilere ve tabiine ait kabirlere tesadüf ediliyor.
Onlar cihadın sevabına nail olabilmek için -ki bu fiilin sevabı üzerine Resûlullah’ın çok hadisleri var- oralara gitmişler. Oralarda kalabalık bir grup var. O grubun, düşmanla savaş olmadığı taktirde vaktinin nasıl geçtiğini düşünelim; bilgili bir şahıs var, toplanmış bir grup var, geniş bir zaman var; televizyon, radyo ve benzeri oyalayıcı araçlar yok. Tabii o ribatların havası, tekkelerin ortaya çıkmasına kaynaklık etmiş olmaktadır. Tasavvufu daha sonraki veçhesiyle karşımıza çıkaran tarihî, sosyolojik ve psikolojik ihtiyaçlar bunlardır.
Akif İnan: Özetlemek gerekirse, demek ki tarikatlar peygamberimizle sahabiler arasındaki bu düzeni, bu eğitim tarzını esas almış oluyor.
Halil Necatioğlu: Özetlersek, demek ki İslâm dininin kendisinin tabii bir gelişmesi var. Tabii olarak yayılması, bünyesindeki müesseselerin yaşanması var. Tasavvuf, bu yaşama içinde ortaya çıkmıştır. Yani “Onlar hiç bir şey bilmiyordu da İran’la karşı karşıya geldiği zaman orada bir şey gördü, taklit etti.” diyemeyiz; buna daha başka bir kaç şey de manidir. Çünkü iyi bir dindar, mesela benim, bu merhalede Hint felsefesini okumayı gereksiz bulduğum gibi böyle şeyleri öğrenmek istememiştir.
Hz. Ömer Tevrat’ı, İncil’i okuyan kimselerin ellerinden, “Allah size Kur’an’ı göndermedi mi? Bunlarla ne diye meşgul oluyorsunuz?” diyerek onları almıştır... O zamanın müslümanı, kendisini başka şeylerden müstağni tutuyordu. Başka düşünce ya da inançların dinine zarar vereceğini biliyordu. Resûlullah da, kendi zamanında, mü’minlere, Ehl-i Kitab’ın kitaplarıyla meşgul olmayı yasaklamıştır. “Onların hakkında bir şey demeyiniz. Çünkü dediğiniz şey hakkında aleyhte konuşursanız, belki o, dinî bir gerçek olur; oradan zarara uğrarsınız. Veya asılsız bir şeyi taklit etme durumuna düşersiniz.” demiştir.
O zamanın müslümanının düşüncesi (zihniyeti), “dışarıdan bir şey almak” değildir. Dışarıya karşı istiğna idi. Bugün gerçek bir müslüman, dışarıdan taklit yoluyla ne şekil almak, ne fikir almak, ne de inanç almak ister. Bunların kendisine yabancı olduğunu bilir. Kendi öz kaynakları içinde beslenmeyi tercih eder. O zamanın müslümanları elbette Zerdüşt dinini biliyorlardı. Hint’teki çeşitli inançları çok iyi bilmekteydiler. Bunların, dine zara verici şeyler olduğunu, dinin aslî hüviyetinin korunması gerektiğini çok iyi biliyorlardı. Onun için Sünnet-i seniyye’ye sımsıkı sarılmışlardı.
Dış kaynaklardan tesir almak Resûlullah Efendimiz tarafından yasaklanmıştı. “Yahudi ve hıristiyanlara muhalefet etmek dinin gereğidir.”[9] şeklinde hadîs-i şerîf vardır. Hatta daima okuduğumuz Fatiha’da bile buna işaret bulunuyor. Müslümanın, yolda bir hıristiyan gördüğünde, eza vermeyecek şekilde onun kenara çekilmesini sağlaması lazım. Yani gidişiyle ona yol vermek tarzıyla değil... Müslümanların diğer inançlara bakış tarzı böyledir. İslâmiyet’in bizzat kendisinin, doyurucu hükümleri, başka bir inanç sisteminden örnek almaktan müstağni kılacak kadar zengindir. İnsanın cebinde yüzbinlerce parası olunca, nasıl başkalarının şaibeli paralarında gözü olmazsa; o devirde yaşayan müslümanlarımız, din büyüklerimiz de, aynı şekilde, diğer inanç sistemlerine muhtaç olmamış, onlardan örnek almak gibi bir ihtiyaç duymamışlardır.
Akif İnan: Efendim, geniş açıklamasını yaptığınız tasavvuf düşüncesi, sizin de izah buyurduğunuz gibi, bilahare “tarikat” düzenine dönüşüyor, yani kaidelere kavuşmuş oluyor. Konu neticede tasavvufun temsilini tarikatlarda bulduğu noktasına geliyor. Tarikatlardaki eğitim düzeni, şeyh-mürid disiplini üzerinde biraz daha durur musunuz?
Halil Necatioğlu: Efendim, bu soru da tıpkı tasavvufla ilgili ilk soru gibi, şumulü düşünüldüğü zaman cevaplandırılması zorlaşan bir sorudur.
Tarikatlar, tasavvufun yayıldığı alanların coğrafî genişliği dolayısıyla çok fazla çeşittedirler. Aynı zamanda coğrafî mıntıkalardan ve mıntıkalarda yaşayan eski kültürlerin tesirlerinden izler taşıyabilirler. Mesela Türkiye’nin tasavvuf anlayışıyla Kuzey Afrika’nın tasavvuf anlayışı arasında fark vardır. Bu fark derhal belli olur demiştik.
Akif İnan: Aynı kaynaklara istinat etmiş oldukları halde niçin böyle farklı yorumlar ve yaşama biçimi gösteriyorlar? Buna dair bir izah lütfeder misiniz?
Halil Necatioğlu: Efendim bu farklılık, o coğrafî bölgelerdeki eski kültürlerle, örften, adet ve ananeden doğan alışkanlıklarla ilgilidir. Her mıntıkanın kültürel ve sosyal değerleri birden bire ortadan kalkmıyor, yok olmuyorlar. İslâm’a aykırı olmayan âdetler, yeni tarz içinde yaşıyor. Veyahut eski âdetlerden bir kısmı, bırakılmadığı taktirde İslâm’a uygunlaştırılmaya çalışarak hayatiyetini sürdürme durumuna düşüyor. Eskiye bağlılar, eskiyi, revaçta olan temayüllerin karşısında ayakta tutabilmek için, eskiye yeni bir boya vurmak suretiyle, onların revaç bulmasını sağlıyorlar.
Akif İnan: Böylece, dolayısıyla batıl tarikatların di izahını yapmış oluyorsunuz.
Halil Necatioğlu: Tabii... Şimdi, mesela; Bektaşî tarikatını inceleyen araştırmacıların hepsinin kabul ettiği bir gerçektir ki; Bektaşîlik bir takım batınî tarikatları kendi içinde eriterek onların bir muhassalası haline gelmiştir. Ve bunların içinde Kalenderîler gibi, Cevalika gibi, eski Şamanist inanca sahip olanların düşünce, inanç ve hareket tarzları gibi birtakım “değerler” vardır. Bu değerler o tarikatın içine sızmış, nüfuz etmiştir. O bakımdan “Tasavvuf temsilini tarikatlarda bulmuş mudur?” dersek, tasavvufun genişliği, tarikatların çokluğu karşısında bu soruyu cevaplandırmak mümkün değil. Yalnız, şunu çok rahat söyleyebiliriz ki başta tarif etiğimiz ölçülere uygun ve tarihî gelişmeye tabi bir Hak Yol, her çağda vardır. Tasavvufun içinde, o endişeyi bütün canlılığıyla yaşayan, Kur’ân-ı Kerîm’e merbutiyetini ve Resûlullah’a muhabbetini son derece canlı tutarak, her hareketini o ölçülere göre tanzim eden, adımlarını onların feyzi ile atan tarikatlar daima mevcut olmuştur.
Akif İnan: Efendim, tarikatların teşekküllü, geçmişte, bazı reaksiyonlarla karşılaşmış mıdır? Bu reaksiyonların mesnetleri, yahut tutarlı, tutarsız yanları var mıdır? Bu konuda bir beyanda bulunur musunuz?
Halil Necatioğlu: Tarikatlara veya mutasavvıflara karşı, yaşadıkları devirlerde şüphesiz çeşitli tavırlar takınılmıştır. Bu tavırların tarzı üzerinde, o şahsın şahsiyeti rol oynamıştır. Yani mutasavvıf olarak ortaya çıkmış olan şahsın, tasavvuftaki anlayışı, tasavvufu yaşayış tarzı ve o şahsa bakan şahısların sahip oldukları zihniyetin yapısı, kafa yapısı, bu işte rol oynamıştır. Bu reaksiyonları, o zaman, her mutasavvıfın yaptığı mücadeleler, gördüğü sempati ve antipatiler diye sonsuz derecede çoğaltmak mümkün olabilir. Büyük tesir bırakmış her mutasavvıf, hayatı içinde sevgi görmüştür, taraftar bulmuştur; reaksiyon görmüştür, o reaksiyonların karşısında bir cehd sarfetmiştir; reaksiyonlarla uğraşma durumu içine girmiştir. Bunları ana noktada toplayarak özetlemek gerekirse, çok sadeleştirmek, basitleştirmek, çok büyük gruplar halinde ifade etmek gerekirse, bir kısım tenkitlerin, reaksiyonların ulemadan, İslâm dinini az çok bilen kimselerden geldiğini görmekteyiz; bu, bir grup teşkil eder. Bir kısım alimler mutasavvıfların tavırlarına karşı çıkarak onlarla bir münakaşa ve mücadele içine girmişlerdir. Söz gelişi, mücerret kalmasın, misalle takviye olsun diye örnek vereyim; mesela “semâ” denilen görünüm, insanın manevî bir şevkle ayakta dönmesi... “Bunun İslâm’da yeri nedir? Böyle yapanlara karşı nasıl bir tavır takınmak lazımdır? Bu hangi tesirle ortaya çıkmıştır? Böyle yapan şahıslar bunu nereden almışlardır?” diye bir münakaşa açılmıştır.
Mutasavvıfların Devretmesi (Devran Zikri) Üzerinde Risale (Risâle fî hakk-ı deverâni’s-sûfiyye) diye eserler yazılmıştır. Neden? Çünkü onun takındığı bir tavır vardır, o tavra bu taraftan bir bakış vardır.
Bu çeşit münakaşaların bizce çözümü mümkündür. Çünkü elimizde “asıl kaynak” vardır: Kur’ân-ı Kerîm, hadîs-i şerîf vardır. Tavır iyi tarif edilmişse, yanlış bakılmamışsa, gözlük hatalı, çarpıtıcı değilse, ayna düz ise, onların hakkında bir hüküm vermemiz mümkün olur. Ve olayın cinsine ve yerine göre, bu çeşit hadiseler karşısında, kâh ulema tarafını, kâh mutasavvıfların tarafını tutmak mümkündür.
Akif İnan: Daha başka cinsten reaksiyonlar da olmamış mıdır?
Halil Necatioğlu: Bir kısım reaksiyonlar da vardır ki; onlar dinî bir sebep ve endişeden doğmuyor. Bu tür reaksiyonlar tasavvufu yabancı bir yaşayış tarzı olarak görüp iyi nüfuz edememekten, iyi anlayamamaktan doğan tenkitlerden ibarettir. Tenkit edilen o şahsın hakikî hâlet-i rûhiyesi iyi anlaşılmamıştır; ilk andaki görünüşü üzerine karşı taraf bir tavır takınmıştır. İyi anlamadığı ve bu sebeple tepki gösterdiği için haksızdır. Anlasalar belki kendileri de memnun kalacaklardır. Bunun için bir misal vermek gerekirse (tabii misalleri çoğaltmak mümkündür), İmâm-ı Gazâlî’nin gördüğü reaksiyonları anabiliriz...
Menkıbeye göre eski kadılardan birisi, İmâm-ı Gazâlî’nin İhyâu ulûmi’d-dînisimli eserini nerede görse, “bunun içinde zayıf hadisler var” diyerek toplattırır ve yaktırırmış.
Bir gün kadı, rüyasında Resûlullah Efendimiz’i görüyor. Karşısında da bir şahıs var. O şahıs hürmetle Resûlullah’a, “Şu kitabımı, bu şahıs hep yaktırmaktadır. Acaba bunda, sizin sünnet-i seniyyenize aykırı bir şey var mı?” diyerek kitabı takdim ediyor. Rüyada Resûlullah Efendimiz o kitaba bakıyor; “Benim sünnet-i seniyyeme muvafıktır.” cevabını veriyor. Onları yaktıran kadı da rüyada kamçı cezasıyla cezalandırılıyor. Kendisine bir kamçı vurulmuş, o kamçının acısıyla uyanmış, sırtında izi kalmış.
Gazâlî’nin kitapları bugün bile Suudi Arabistan’a yasak kitaplar arasında sayılarak, sokulamıyor; tehlikeli kitaplar arasında telakki ediliyor. “Gazalî ne derece töhmet altında tutulmaya layık kimsedir. Onu töhmet altında tutmak reva mıdır?” sorusuna cevap olarak; “Gazâlî İslâm aleminin yetiştirdiği en büyük şahıslardan birisidir.” deriz.
Gazâlî’nin kitaplarını anlamamak, asıl niyetini anlamamaktan ileri gelmektedir. Onun asıl maksadı, İslâmiyet’i, ruhuna uygun bir tarzda samimiyetle yaşamak olduğuna göre faaliyetlerinde haklıdır.
İşte reaksiyonları bu tarzda sınıflandırabiliriz. Bu hadise Osmanlı kültür sahasında medrese-tekke çekişmesi şeklinde devam etmektedir. Burada herhangi bir tarafa itiraz edip de, acele hüküm verme tavrını doğru görmüyorum. Çünkü Osmanlı sahasında “tasavvufu temsil etmekteyim” diyen kimselerin hakikaten tenkit edilecek bir takım garip davranışları olmuştur. Dini iyi bilen ulema arasında da, onların bu tavırlarına karşı, “dini koruma gayretinden” hamiyyet-i dîniyyeden doğan reaksiyonlar olmuştur. Fakat bu tarikatların ruhuna inemeyen bir takım kimseler de vardır ki herhangi bir cepheye taklit yoluyla girip öbür tarafı bilmeden suçlamalara girmiştir.
Akif İnan: Buyurduğunuz gibi, bu işi münakaşa mevzuu haline getirenler daha çok taklit ile konuya yönelenler oluyor.
Halil Necatioğlu: Meselenin içyüzünü bilmeyenler oluyor. Bir kısım ulemanın da -tarihî pek çok hadiselerle tespit ediyoruz ki- tasavvufta antipati ile yola çıktığı, daha yakından tanıdığı zaman ona, kendisinin öz, şeriate bağlı inancı ile bağdaştırarak intisap ettiğini görüyoruz.
Gazâlî de bunun misallerinden biridir. Gazâlî, bir zamanlar, Bağdat medresesinde muhteşem sarık sarıp, altınla dokunmuş cübbe giyerek, haşmetli bir ilim adamı olarak ders verirken, daha sonra bu yolun sığlığını görüyor, tasavvufa intisap ediyor medrese ile tekkeyi birlikte yürütüyor.
İkinci misal: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin bizzat kendisidir. Mevlânâ da önceleri bir ilim adamı olarak “karşı” durumda iken, sonradan tasavvufu iyi tanıdığı zaman; bozulmamış ananesine sahip, din dışı tesirleri almamış, gerçek tasavvufu, derunî hayatı tanıdığı zaman, inadından ve karşıt tavrından vazgeçmiş kimselerden birisidir.
Ben, kendi hayatımda da bunun misalini verebilirim: Liselerde edebiyat kitapları okutulurken bende uyanan tesir antipati idi; tasavvufun. Vahdet-i vücûdun anlatılış şekli bende (edebiyatçıların, tabii, dini bilmeden anlatış şekli ile) şeriat namına tasavvufa antipati meydana getirmişti. Şimdi acizâne, Şer’-i Şerîf’e olan saygımın her an daha da ziyadeleşmesini Cenâb-ı Hak’tan dileyen bir kimse olarak, Kur’ân-ı Kerîm’i ve hadîs-i şerîfi baş tacı etmeyi cân-u gönülden kendisine prensip edinmiş bir kimse olarak, has ve halis tasavvufa karşı çıkmanın çok yanlış ve çok tehlikeli bir şey olduğu noktasına gelmiş bulunuyorum. Tasavvufun ihtiyarî bir zevk mesleği olmadığı, aksine her müslüman için mecburî, zarurî bir yol olduğu kanaatine gelmiş bulunuyorum. Şer’-i şerîfe, hadîs-i şerîfe, âyet-i kerîmelere bağlı bir kimse olarak.
Bugünkü sosyal çevreden dindar zümreden misal vereyim: Arapça bilen, Arap ülkelerinde okumuş bir takım kimseler var ki onlar tasavvufa karşıdırlar. Tasavvufu bilmedikleri için...
Ben, tabi, tasavvufun sözle öğrenilmediğini de, fiilen kendi hayatımda görmüş bir kimseyim. Mesleğim dolayısıyla ilim erbabı arasında bulunmak durumunda olduğum halde ve tasavvufa dair pek çok kitap okuyan bir kimse olduğum halde, tatbikatın kitaplarda anlatılanlardan çok daha başka şeyler kazandırdığını fiilen görmüşümdür.
Eğer, böyle bir aile muhiti içinde olmasaydım, korkarım ki buna muhalif ve bu hususta cahil ve mütecaviz bir kimse olarak kalmak durumunda olurdum.
Akif İnan: Muhterem Hocam, lise ve yüksek okul döneminde tasavvufun öğretilişinden bahsetmiştiniz. Tasavvuftan bahsederlerken, adetâ onu, Şeriat’ın getirmiş olduğu dar kalıpları kıran, serbest düşünceye çok müsait, kişinin zihnî tekamülüne kapılar açan bir serbest düşünce ortamı olarak anlatma, Türkiye’nin bir kesiminde gelenekleşmiş gibidir. Özellikle Yunus’u, Mevlânâ’yı zikrederlerken sık sık bu kabil izahlarına şahit oluyoruz. Buna dair buyuracağınız bir izahat var mıdır?
Şeriat’ı, adetâ toplumu sıkboğaz eden hükümler olarak; tasavvufu ise bu durumu rahatlatmış, fikir ve sanat adamlarının yetişmesine ortam hazırlamış, Şeriat’ın dar kalıplarını kırmış bir harekat olarak gören aydınlar vardır.
Halil Necatioğlu: Bu kendi zu’mlarıdır, kanaatleridir. Kendi nefsanî isteklerinin yazıya dökülmüş şeklidir. Tasavvuf bir bakıma öyle bir meslek ki eskiden, tasavvufa intisap etmek isteyen kimseye, tasavvuftaki büyüğü; “ Evladım! Sen şer’-i şerîfin ahkâmıyla amel eyle, bu yol zordur, tasavvuf demirden leblebidir.” derlermiş. Bunun için onların anlattıkları, yaptıkları yorumlar kendi hayalleri ve temennileridir.
Ama yine burada böyle derken, tabii, tarikatların çeşitliliğini, bizim tanıdığımızla onların tanıdıkları, bildikleri tasavvuf arasındaki farkları da nazar-ı dikkate almak durumundayım.
Akif İnan: Hocam, bu durum mesela edebiyatımızdan örnek verecek olursak, mutasavvıf sanatkârlarımızın bazı sembolleri tasavvuftaki farklı, özel anlamlarıyla kullanmalarında ve fakat ona yorum getirenlerinse tamamen zahire bağlı kalarak açıklamayı seçmeleriyle de ilgili değil mi acaba?
Mesela, Hz. Mevlânâ’nın olsun, Yunus’un olsun, Fuzulî’nin olsun, birçok şiirlerindeki mâlum teşbihler; meyhane, sâki, pîr-i mugân, şarap gibi kelimeler kullanmışlardır... Tasavvufta kendine mahsus anlam ve izahları olan kelimeleri, dünya ehli, dış manasına bakarak yorum getiriyor olduğu için, birçok mutasavvıfları, Şeriat’ın dışında, dar kalıplar içinde kalmamış kişiler olarak görüyorlar.
Halil Necatioğlu: Efendim, tasavvufun, tabii, dışarıdan ve eserlerden anlaşılmasında güçlük var. İnsan, tasavvufun içine girdiği zaman görür ve fiilen yaşadığı zamanlar anlar. Kitapta yazılanların ise nasıl anlaşılması gerektiğini o zaman çıkarır.
Bu şahısların meseleye yaklaşma tarzları, ilmî metod yönünden tenkit edilebilecek tarzdadır. Bir şeyi anlamak için, insanın ön kanaatlerden sıyrılmış olması lazımdır. Önce bir vakıanın ne olduğunu anlaması, sonra değerlendirip hüküm vermesi lazımdır. Oysa bu bahsettiğimiz kişiler, hadiselere böyle yaklaşmıyorlar. Tasavvufu öğrenmeye çalışırken onu doğru anlamak ve her şeyleriyle ona teslim olmak arzusuyla yaklaşmıyorlar. Kendileri bir hayat yolu tutturmuşlar, benimsedikleri değerler ve prensipler var. İşin en kötü tarafı, bu prensiplerden vazgeçmeye niyetleri yok. Oradaki ifadeleri, daima, kendi görüşlerine göre değerlendiriyorlar. Halbuki mutasavvıf öyle demek istememiştir. Mesela: Mevlânâ, “kâfir de olsan, putperest de olsan, ateşperest de olsanız gelin, hepinizi o halinizle aynen kabul edecek bir insanım” diyecek kişi değildir. Mevlânâ hazretlerini iyi tanısalar, böyle geniş bir tavrının mümkün olmadığını görürler. Bu sözde esas kasıt, tevbeye davettir. Esasen bu söz Mevlânâ hazretlerinin değildir, türbeye yazılmış daha başka bir İran şairinindir; Allahu Teâlâ hazretlerinin, tevbe etmek şartıyla her günahkârı bağışlayabileceğini, onun için geçmişteki günahla dolu ömründen dolayı ümitsizliğe düşmemesi gerektiğini ifade eden bir sözdür. Onların anladıkları tarzda anlamaya Mevlânâ’nın düşünce yapısı yönünden imkân yoktur.
Sonra o şahıslar, yani tasavvufun mukallitleri değil de, gerçek ehli, gerçek büyükleri incelenecek olursa görülür ki tasavvufun gayelerinden biri Allah’ı bilmektir, diye baştan söylemiştim. Bu bilmenin kademeleri içinde önce kendi üstadına muhabbet, bundan sonra ve ona kıyasen ve müşahhastan mücerrede yükselmek suretiyle Resûlullah’a muhabbet, bundan da Allah’ın varlığını hissederek ona muhabbete yükselmek gelir. Onlar bilirler ki ve fiilen görürler ki Resûlullah’ın sünnetindeki bir küçük ihmallerinden dolayı sahip oldukları yeri derhal kaybederler. Bunları fiilen gördükleri için, onların, Resûlullah’ın sünnetini değil de âdâbı bile ihmal etmeleri mümkün değildir. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin âdâb hakkındaki görüşleri, meşhur bir gazelinde geçer, edepten mahrum olursa, bir insan Rabbı’nın lütfundan mahrum kalır, artık müterakki olması mümkün değildir. Sünnet-i seniyyeye bir küçük muhalefetten başına neler geldiğini ve nice çırpındığını büyük bir mutasavvıf, kitabında anlatır. Helaya bir keresinde sağ ayağıyla girdi -halbuki oraya sol ayakla girmesi âdâbdandır- diye kaç gün nice sıkıntı çekmiş. Bir başkası da Sünnet-i seniyyeye aykırı olarak, basur illetini dağlama suretiyle tedavi etmek yüzünden sahip olduğu bir mertebeyi kaybettiğini kaydeder. Onun için bu işin gerçek mümessilleri tasavvufun, Şer’-i şerîfin ahkâmından zerre kadar dışarıda olmadığını, değil sünnetleri, âdâbı terkettiği zaman bile çok şey kaybedeceğini bilirdi. Sünnete ve âdâba riayeti çok şiddetle tavsiye ederlerdi. Nitekim İmâm-ı Rabbânî kuddise sırruh, rivayete göre kendisine çift sayıda çiçek getiren müridine: “Evladım! Niye bunu üç, beş veya yedi çiçek olarak getirmedin? ‘Allahu Teâlâ hazretleri tektir ve teki sever’ hadisini bilmez misin?” demiş; böyle bir detayı dahi söylemiştir.
Onun için tasavvufu keyfî yorumlayan bu şahıslar, yanlış metod kullanıyorlar. Öğrenmek metodunu değil, istismar metodunu kullanıyorlar. Kendi hayatlarına destek arıyorlar ve kendi hayatlarını esas alıp büyükleri kendilerine tabi kılmaya çalışıyorlar ki bu, edebe çok aykırı bir yoldur. Bunun için onların felah bulmaları da mümkün değildir.
Gerçek tasavvuf, semere olarak insanı muhabbet-i Resûlullah’a, hatta müşâhade-i Resûlullah’a ulaştırır. İmam Süyûtî rahmetullâhi aleyh uyku dışında, uyanıkken Resûlullah’ı elliden fazla gördüğünü beyan ediyor. Muhammediyye’nin yazarı, o kitabı Resûlullah’tan aldığı talimat üzere yazdığını söylüyor. Hatta büyük mutasavvıflar büyük eserlerini böyle emir olmadıkça katiyen yazmamışlar. Onun için, “Resûlullah ile bir anlık irtibatım ve müşahedem kaybolsa, kendimi müslüman saymazdım.” diyen mutasavvıflar vardır. Demek ki her an Resulullah ile “huzur” halinde; o olmadığı zaman kendini gerçek müslüman saymıyor. Hakikaten o dereceden sukut ve nüzül olur.
Velhasıl Şeriat’ın sıkıcı ve dar, tasavvufun ona reaksiyon mahiyetinde ve müsamahakâr olduğunu mukallitler ve gafiller söylüyorlar. Resûlullah’ı müşahede hali, küçücük bir edepsizlik ve kontrolsüzlük yapılsa düşerdi. Ortadan kalkardı bu hal...
Bunun ötesinde, “Allah nerede olsak yanımızdadır.”[10] “Nereye dönsek oradadır.”[11]
diyor. Demek ki Allah bize bizden yakınken ona erişmek lazımdır. Niye farkında değiliz, niçin erişmemişiz? Gerçek mutasavvıf erişmiştir. Çünkü gerçek müslümandır. Allah’ın tecellisine mazhardır. Onlar o zevki tatmış kimselerdir. Onun için bu kimselerin Şeriat’ı bir külfet olarak kabul etmeleri Şer’-i şerîfin ahkamını dar kalıplar olarak görmeleri mümkün ve mütasavver değildir. Bu sözü söyleyenlerin sözleri cehaletlerine işaretten başka bir şey değildir.
Akif İnan: Muhterem Hocam! İslâm’ın yayılmasında “Murabıt”lardan bahsettiniz. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda da gene birçok tasavvuf kahramanının etkilerini veya devlet kurucularıyla olan münasebetlerini yakından bilmekteyiz. Keza tüm İslâm toplumlarının fikir ve sanat hayatlarında büyük isimlerin hemen hepsinin ya tasavvuf mensubu olduğunu veya en azından tasavvufî düşünceye karşı çok yakın bir bağ içerisinde bulunduğunu görüyoruz. Bugün de toplumu canlı kılan, doğurgan kılan büyük sanat, fikir üretiminde, ülkenin büyük hamleler yapabilmesinde tasavvufun güçlü dinamikleri olduğu fikrine varmak mümkün müdür? Ve bugün için de gene aynı meslekleri, dinamikleri toplum için geçerli görür müsünüz?
Halil Necatioğlu: Tasavvuf hayattır, tasavvufun dışı ölümdür. Resûlullahaleyhisselâm “Zikrullah kalbi diriltir, suyun bir kuru araziyi yeşillendirdiği gibi.”[13]diyor. İnsanın gönlü katı olduktan sonra ondan bir hayır gelmesi mümkün değildir. Türkiye’nin, Dünya’nın, insanoğlunun problemleri incelenecek olursa, iş, sonunda o insanın iç alemine, pisikolojik yapısına, yani “gönül diriliğine” gelir. Gönlü diri olan insanlar dinamiktir, başkalarına müspet bir tavır ile yaklaşıp yönelmiştir.
Gönlü ölü olan insanlar her yerde her zaman problemdir, çıban başıdır, dikendir: Takılır, çeker, yırtar, koparır durumdadır. Onun için ben tasavvufu ihtiyarî bir zevk meşrebi olarak görmüyorum. İnsanın gerçek yaşayışa erebilmesi, gafletten kurtulması bir nevi ölümden kurtulup hayata dönmesi için, gerçek hayatı tatması için zarurî bir faaliyet olarak görüyorum. Allahu Teâlâ’nın insana işaret ettiği hayat gayesi olarak görüyorum. Allahu Teâlâ:
“Hanginiz daha güzel amel edecek diye sizi dünyaya gönderdim.”[14]buyuruyor. Gaye o en güzel ameli yapmaktır. Tasavvufu, “Allah’tan hakkıyla korkun da müslüman olarak ölün.”[15] tavsiyesinin zarurî gereği olarak görüyorum. Çünkü kim bu dünyada âmâ ise Âhirette de âmâ olarak haşrolacak.[16] İnsan bu dünyadaki âmâlıktan kurtulmazsa, hayattaki gayesine erememiş demektir. Gayesine eremeyen insandan da hayır belki tesadüfen çıkabilir ama isteyerek bir hayır çıkması mümkün değildir. Onun için herkesin muhakkak tasavvufun şu iki gayesini -madem Kur’an ve hadîs-i şerîfin emirleridir- kendi içinde tahakkuk ettirmesi lâzımdır. Yani var olan, kendisini çepeçevre kuşatmış olan Mevlâsıyla bağlantısını kurması lazım Mevlâsı kendisine o kadar yakınken kendisi Mevlâsından o kadar uzakta kalmaması lazımdır. Çünkü Allahü Teâlâ hazretleri kâinatı yaratıp da, bilinmeyen, çok uzaklara çekilmiş bir varlık değildir.
Yani; Allahü Teâlâ hazretleri, “Her an bir oluş, hareket, faaliyet, canlılık ve iştedir.”[17] Uzakta değildir. Kusur bizdedir. Bizim aletlerimizde eksiklik vardır. Bunu, bu mârifeti insanın muhakkak tahakkuk ettirmesi lazımdır. Hem hayatta hem de âhirette mutluluğu için bu şart. Bunu tahakkuk ettirmediği zaman, âhirete de kör gidecektir. Bu dünyada gafil gelip göçtüğü gibi, âhirette de hiç bir şey elde edemeyecektir. Ebedî saadet için bu iki şart:
1- Allahu Teâlâ hazretlerini tanımak ve O’nunla o beraberliği, ünsiyeti tatmaktır.
2- Nefsini tezkiye, ahlâkını terbiye etmektir.
Ahlâk, mâlum, sosyal bir hadisedir, münferit değildir. Toplum olmasaydı, insan tek başına olsaydı ahlâk diye bir şey de bahis konusu olmayacaktı. Ahlâk, cemiyet içinde yaşamanın tezahürüdür. O halde cemiyetin nizamına en büyük katkıyı veren, cemiyet nizamının fertlere taalluk eden menbaını teşkil eder, ahlâk... Onun için ahlâkı tahakkuk ettirmeden, insanın cemiyetine faydalı olması, onu tahakkuk ettirmemiş insanlardan kurulu cemiyetinde başarılı olması mümkün değildir. Bunu adım kadar net, babamın adı kadar net bir şekilde, inanarak ve hiç bir şeyin etkisinde kalmaksızın çok net olarak görüyor ve söylüyorum. Bir insanın bu iki gayeyi tahakkuk ettirmeden insan olması mümkün değildir.
Eskiler, bu gayeleri tahakkuk ettirdikten sonra verimli olmuşlardır, semereli olmuşladır. Ve hangi insanı beğenirseniz, o ehl-i dîldir, gönül ehlidir. Hangi insanı sevdiyseniz, o bu meseleleri halletmiştir; yaşamıştır, size kadar gelmiştir, onun için sevilmektedir. Yunus’u ondan severiz. Mevlânâ hâlâ onun için yaşamaktadır. Hacı Bayram-ı Velî onun için hâlâ öyledir. Efendim, İbrahim Hakk-ı Erzurumî hazretleri, İsmail Hakk-ı Bursevî hazretleri onun için böyle diridir.
Bugün de cemiyetin dinamizmi ve kurtuluşu için çare bu gayeleri tahakkuk ettirmektir. Bunu, tahmin ediyorum ki bizim düşmanlarımız bizden daha iyi gördükleri için mâlum çevrelerde tasavvufa bu kadar büyük bir düşmanlık vardır, bugünkü hayatımızda...
Tasavvuf ve tarikatlar tarihî bir vâkıa olarak, fetihlere yol açmış, fetihlerin kaynağı olmuştur. Siyasî başarıların kaynağı olmuştur. Misalleri şöyle sıralayabiliriz:
Hatırlarsınız, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, ölüm hadisesi için “Şeb-i arûs” der. Yahya Kemal bile, takliden de olsa, “Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde” diyerek ölümü tatlı bir hadise olarak vasıflandırır. Bu Mevlânâ’da yapmacık değildir. “Benim ölümüm üzülecek bir hadise değildir”[18] diye bunu şiirlerinde işlemiş. Bu deyişi çok canlı ve çok tabiidir. İnsan, biraz daha dikkatli düşünürse, ve ileyhi türceûn[19] âyetini okuyup da sevinmemesi mümkün değildir; “Elhamdülillah sonunda ona döneceğiz” diye sevinmemek mümkün değildir. O halde ölümü bu kadar mûnis görünce, insan hayatı bu tarzda görünce, âhireti, ebedî hayatı bu kadar canlı görünce, tanıyınca o zaman “ölüm korkusu neymiş, şahsî, küçük hasis menfaatler neymiş”, diye düşünür. Dînin kendisine göstermiş olduğu gayeler uğruna canını rahatlıkla verir. Osmanlılar’ın başarısı buna dayalıdır. Eğer Osmanlılar’da ölüm korkusu olsaydı, fütûhattaki başarısı da olmazdı. Osmanlı, dört bin kişilik bir orduyla, koca bir Sırp ordusuna saldırmıştır, kırıp geçirmiştir. Neden? “Ölürsem şehit kalırsam gazi olurum” demiştir; kalmayı da istememiştir. Çanakkale harbine kadar bu böyle devam etmiştir. Bir hadise anlatırlar: Subayın birisi, siperde erlerden iki kişinin ağlaştığını görüyor, yanına çağırıyor onları, komutanı olarak. Moral vermek istiyor; diyor ki:
“Niye ağlaşıyorsunuz? Ayıp değil mi? Asker adam ağlar mı?”
“Bir şey yok komutanım” diye geçiştirmek istiyor erler.
“Söyleyin bakalım, neden ağlıyorsunuz? Ölümden mi korkuyorsunuz?” diye üsteliyor. Yine söylemek istemiyorlar. Sonunda anlaşılıyor ki düşünceleri ve üzüntüleri;
“Bu kadar harbe girip çıkıyoruz, bir türlü şehadet nasip olmadı, bizim ne kusurumuz var ki buraya kefenimizi koynumuza koyup şehit olmaya geldiğimiz halde, Allah bize bu büyük rütbeyi ihsan etmiyor?” imiş. Bu nedenle ağlarmış zavallılar!
İstiklal harbi de bu ruhla kazanılmıştır. Eğer İstiklal harbine inkarcı, eyyamcı, devrimbaz bir zihniyetle girmiş olsaydık şimdiye ya Amerikan mandasındaydık, ya da Balkanlar gibiydik, Kırım, Kafkasya gibiydik...
Osmanlı devlet adamlarının halka hizmet zihniyetlerini düşününüz. Şah’ın yurt dışına kaçırdığı serveti hatırlayarak sorun bu soruyu kendinize; Osmanlı devlet adamları da yurt dışına büyük servetler kaçıramazlar mıydı? Kaçırabilirlerdi. Oysa ki sekreterlik yaparak, daktilo yazarak, ayakkabı tamir ederek hayatlarını devam ettirmişlerdir. Ama devlet hazinesinden bir şey kaçırmayı düşünmemişlerdir. Sultanıyla, paşasıyla, ağasıyla, esnafıyla hayır ve hasenata yönelmişlerdir. Maddi zenginliklerini halkın hizmetine, halkın menfaatine yöneltmişlerdir. Servet yığmayı ve müsrifçe, bencil yaşamayı uygun görmemişlerdir. Bir mesuliyet duygusuyla hareket etmişlerdir, büyük ölçüde.
O halde siyasi başarıda da tasavvufun verdiği gücün büyük etkisi vardır.
Sanata gelince; malum, sanat gönül işidir. Gönlü kıpırdamayan bir insanın güzelliği sezmesi, bulması ve tasvir etmesi mümkün değildir.
Bize kadar ulaşan Osmanlı sanatkârlarını inceleyecek olursak, büyük ölçüde gönül erbabı insanlar olduğunu görürüz. Tabii, sanatın menşei “heyecan” olduğu için insanın, beşeri, cinsi, maddi heyecandan doğma sanat eseri meydana getirmesi de mümkündür, bir insanın bir kıza karşı duyduğu sevgiden dolayı çok güzel, lirizm seviyesi çok yüksek bir şiir söylemesi mümkündür. Ama tasavvufun verdiği duygularla kıyaslanamaz. Onlar o kadar kuvvetlidir ki o kadar canlıdır ki bu duygu, insanı havada uçurur ayaklarını yere değdirmez. Mevlâlâ’nın çağını nasıl etkilediğini düşünün... Mevlânâ herkesi şaşırtmıştır. Herkesi sarmıştır, harekete getirmiştir. Mutasavvıf böyledir. O kaynağa yaklaşıp o lezzeti tattı mı artık onu tutmak mümkün değildir. Arif Nihat Asya’nın bir beyiti var:
İçsen bu sudan dostum, bir daha susamazsın,
Bir hal gelir ağlıyamazsın, susamazsın
der. İnsan bu hale gelir. Bundan sonra sanatın her çeşidi dökülür, kaleminden, elinden, dilinden...
Osmanlı sanatını mimariden musikiye, edebiyata ve daha başka sanatlara doğru inceliyecek olursak büyük sanatkârların hemen hepsinin böyle olduğu görülür. Söz gelişi hangi sanatkârı inceleseniz muhakkak Gazâlî’yi okumuş, muhakkak Mesnevî’den feyz almıştır. Şeyh Galib;
Esrarını Mesnevî’den aldım,
Çaldımsa da miri malı çaldım.
diyor. Devlet malı çaldım, şahıs malı çalmadım, diyor. Müteessir olmuştur Mevlânâ’dan, Hüsn-ü Aşk’ın ilhamını oradan almıştır.
Hasılı Osmanlı kültüründe tasavvufun sanata, edebiyata, müsikiye, mimariye kaynaklık ettiğini görmek mümkündür. Diğer sahalardaki tesirlerinin hepsi de ispat edilebilir.
Akif İnan: Muhterem Hocam, “şeriat ehli”, “tarikat ehli” diye yapılagelen ayrıma ekleyeceğiniz bir şey var mı?
Halil Necatioğlu: Bu son derece önemli bir konudur. Tasavvufu Şeriat’ten ayırmak, insanın derisini yüzerek etinden ayırmak gibi bir şeydir. Çünkü şeriatsiz olarak tasavvufun gayelerine ermek mümkün değildir. Kâinatın sahibi var ve Bir olduğu için her şey ondan gelmektedir. Kâinatın sahibinin rızası olmadan bir şeyi elde etmek mümkün değildir. Bahçıvan müsaade etmezse bahçeye girip gül koparmak mümkün olur mu? Onun için şeriat, hükümlerdir, işin sözleridir; Tarikat onun “hâle” intikalidir. Hüküm olmasa ‘hâl’i olmaz; zarf olmazsa mazruf durmaz; Zarfın içindeki durmaz. O onun zarfıdır. Binanın betonarme iskeleti olmasa, tuğlası olmasa içindeki mobilyalar, süsler duvarındaki tablolar vs. olamaz. Bunlar birbirlerini tamamlamaktadırlar. Şer-i şerîf ile tarikatı da öyle düşünmek, aralarındaki bu ilgiyi böyle bilmek gerekir.
Her zaman ortada bir tarikat vakıası var. Fakat, bu, şeriat ahkamından uzakta ise, yanlış yoldadır. Bunların mensupları bir takım dünyevi değerler elde edebilirler. Mesela, Hint fakirlerinin yaptığı olağanüstülükler gibi, Zati Sungur’un hokkabazlıkları gibi olmasa bile, insan tabiatının müsaade ettiği bir takım hünerleri mekanik olarak gerçekleştirebilir. Ama bundan öteye bir şey sağlayamaz. Yani kâinâtın Yaradanıyla ilgi ve âhiretin değerleri yönünden hiç bir şey elde edemez.
Akif İnan: Efendim, bir kanaat da; insanların, ya da toplumun, bunalımlı dönemlerinde tarikatlere yöneldiği merkezindedir. Sosyal çalkantı, bunalım içinde olanlar adeta imdat kapısı, teselli kapısı olarak tarikatlere yöneliyorlar. Çünkü bu nokta-i nazarda olanların beyanlarına göre tasavvuf, işte “bir lokma, bir hırka” felsefesidir. Ancak kendilerine huzuru, sükûnu, teselliyi tarikatler veriyor, diye söyleniyor.
Oysa tarikat, toplumların bunalımlı hallerinde onlara yeni hamleler aşılama, yeni dinamikler getirme harekâtı olmuştur. Bunun en bariz örneğini de Osmanlı’nın kuruluş döneminde görüyoruz. Selçuklular’ın dağılmasını müteakiben, Anadolu’nun bir çok mutasavvıflar tarafından yeni baştan, mânen inşa edildiğini görmekteyiz.
İşte, buyurduğunuz, Mevlânâ, Hacı Bayrâm-ı Velî, Emir Sultan... gibi daha bir çok velî, bir çok büyük zâtın, o dönemde toplumun âdeta büyük bir devlet halinde zuhur etmesinde, yeni bir devletin oluşmasında emekleri oluyor. Nitekim büyük bir devlet teşekkül ediyor.
Şimdi de bir bakıma, Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyal durum, gerçekten çok bunalımlı. Selçuklu’nun yıkıldığı dönemin manzarasını andırıyor. Biz dünkü tarihi hâle bakarak bugün de Türkiye’nin insanının mânen onarılması bakımından, onu geçmişte olduğu gibi, büyük bir devlete dönüştürme bakımından yine hâlâ tasavvuf harekâtını bugün için gerekli, toplumu ihya edici bir dinamik olarak sayıyor muyuz? Bu konuda da kapanış konuşması mahiyetinde açıklamada bulunur musunuz?
Halil Necatioğlu: Sözünüzün başında söylediğiniz yanlış yoruma dair, tasavvufu anlatan araştırıcıların, yazarların eserlerinde ifadelere rastladım.
Diyorlar ki tasavvuf toplumların çalkantılı zamanları, bunalımlı zamanlarında bir sığınak vazifesi görüyor. Ben bu tarzdaki izahlara, vakıaya uygun bulmadığım için katılmıyorum. Yoksa şahsi bir görüş olarak değil... Vakıa başka türlü... Vakıa insan ruhunun ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç, hatta huzurlu günlerde daha da artıyor. Mesela, Amerika, İsviçre gibi maddi refahı zirveye çıkmış toplulukları düşünelim. Onların da ruhî ihtiyaçları hiç değişmiyor. Onlar da her türlü konfora sahip olduğu halde, bir takım ihtiyaçlar içerisinde kıvranıyorlar. O halde, tarihi bu şekilde tefsir etmek ve tasavvufu insanların sadece bir bunalım döneminde sarıldığı bir teselli kaynağı gibi görmek doğru değil. Aslında bunalımlı insanlar da, bunalımsız insanlar da hepsi ruhî bir boşluğu doldurmadıkları takdirde, o boşluğu doldurmak için çırpınıyorlar. Bir bakıma tasavvuf, insanın ruhî boşluğunu doldurma meselesidir. Onun için tasavvuf, zengin için de fakir için de, Amerika için de Kuveyt, Hindistan, Japonya, Çin için de aynı derece ihtiyaçtır. Dün olduğu gibi, bugün için de ihtiyaçtır. Çünkü insan ruhunun tatmine ihtiyacı olan, doldurulmasını temenni ettiği boşluğu vardır. Aradıkları vardır. Her insan bunu arar; “Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Bu hayatın mânası, gayesi nedir? Eğer çoluk çocuk edinmekse edindim; mal, mevki edinmekse ona da sahip oldum, o hâlde bundan sonra ne olacak?...” gibi soruları herkes sormuştur. İnsan ihtiyaç anında Mevlâsına iltica eder. Dua ve tazarru eder. Ama bu tarzda ruhî ihtiyaç sadece sosyal bunalımlı devreye mahsus bir ihtiyaç değildir.
O halde bu tür izah tarzı müsteşriklerin materyalist görüşlerinden ibaret olabilir, ama vakıaya uygun değildir. Zengin de fakir de aynı ihtiyacı duyuyor. Binaenaleyh onların söyledikleri, gerçeğe uygun değildir.
İnsandaki boşluk muhakkak dolmak ister. İnsan Mevlâ’sını muhakkak bulmak zorundadır. Allahu Teâlâ hazretleriyle, yaratıcısıyla irtibatı temin etmediği müddetçe insan, çırpınıp duracaktır. Ölümden sonrasına ait “yakîn” (tereddütsüz inanma) hasıl olmadıktan sonra, ona ait bir tatmin duygusuna ermedikten sonra insanın çırpınışı muhakkak devam edecektir.
Bu ihtiyaç, sahte bir takım tatmin edicilerle uyuşturulabilir, kısmen tatmin edilebilir. Ama bu ihtiyacın cevabı doğru olmadığı zaman, çırpınma biraz dursa bile netice hasıl olmayacaktır. Bunun asıl çözümü, Allah’ı tanımaktan ve O’na kendisini sevdirmekten geçer. O’na sevgili bir kul olma yolunda hareket ettiği zaman, O da kula kendisine ait sevgiyi ihsan edecektir. Muhabbetullah bu şekilde olur. Doğrudan doğruya kulun rabbini sevmesi haddi değildir. Mevlânâ’nın bir gazelini geçenlerde okuyordum da dikkatimi çekti, diyor ki: “Biz çelik parçalarıyız, senin aşkın mıknatıs” Çelik parçası hareket eder gibi görünür, ama hareket kendisinden değil, mıknatıstan gelmektedir. Asıl menşei orasıdır. Oradan o cazibenin gelmesi için de kulun, edebe riayet etmesi ve Allah’ın nelerden hoşlandığını bilerek onları yapması gerekir. Onları yaptıktan sonra gelişme gösterir.
Akif İnan: Tasavvuf terbiyesi almış bir kişinin anarşist olabileceğine ihtimal verilebilir mi?
Halil Necatioğlu: Katiyen. Bir kere sıkıntı duyacağına, ruhî bir bunalım içine düşeceğine ihtimal verilmez.
Bugün bir siyasi tutukluyu ziyaret ettim. Neticede hastadır, ızdırap çekmektedir, hastahanede aylardır durmaktadır, sanıktır, muhakemeleri bahis konusudur, fakat ruhî metanetini ibrete değer durumda gördüm. Halen dışarıda gezen, idareci olan yüksek mevkiye sahip insanlarda olmayan bir huzura sahip buldum...
Akif İnan: Dünya’da olsun Türkiye’de olsun; dinî, mistik duygulara doğru bir genel eğilim müşahede edilmektedir. Geçen yüzyılın materyalist, inkârcı dünya görüşleri, günümüzde çekiciliğini bir hayli kaybetmiş gibidir. Çağımızın insanı bir arayış içindedir... Bir çok mütefekkir, sanat ve hatta devlet adamı bu arayışı açığa vurmaktadırlar.
İşte inanç, bu arayışlara cevap olarak gündeme giriyor şimdi.
Ülkemizin aydın kesiminde de tasavvufa doğru yeni, canlı ilgiler var.
Bu durumlara bakarak insanları nasıl bir geleceğin beklemekte olduğuna dair bir mütalaada bulunur musunuz?
Halil Necatioğlu: Mukadderatımızın ve istikbalimizin ne olacağı hakkında bir şey söylememiz mümkün değil, Mevlâ’mızın muhakkak ki kullarına zulmedici değil; kulunun gerçekleri anlaması, kavraması ve hak yola gelmesinden memnun ve razı olduğunu Hadîs-i Şerîflerle Peygamber Efendimiz bize bildirmiştir.
Çok güzel bir seziştir, “İstikbalde güzel şeyler olması için Allah’ın bir lütfu olarak tasavvuf bugün böyle yayılıyor.” demek... Tasavvuf gerçek olduğuna göre ve faydalı olduğuna göre, insanları dirilttiğine göre, dolayısıyla, bu surette cemiyeti dirilttiğine göre Cenâb-ı Hakk’ın üzerimizdeki sayısız nimetlerinden birisi de modern cemiyette tasavvufun kadrinin anlaşılması, diyebiliriz. Size o bakımdan tamamen katılıyorum.
Tabi, “Daha önceki yıllarda niye bu kadar değildi?” denilebilir. Daha önceki yılları tarif etmek lazım. Hangi daha önceki yıllar? Mesela bundan 75 sene önceki yıllar tasavvuf, çok daha yaygındı. Münevverler arasında, hemen hepsi mutasavvıftı. Mehmed Zihni Efendi’yi alın, İsmail Fenni Ertuğrul’u alın, diğer Osmanlı münevverlerini alın hemen hepsi mutasavvıftı; ya da hepsinin tasavvufla az çok bir ilgisi vardı.
Bir ara azaldı. Çünkü tasavvuf eğitimi durdu. Onun için azaldı. Bir ara insanlar, başka bir gaye ile oyalandılar. Mesela, Tevfik Fikret’in ifadesiyle Haluk’un Âmentüsü’nde söylediği gibi, ilmin her şeyi yapacağı zannı yaygınlaştı. İnsanlar Batı’dan birşeyler umdular, bu umutla beklediler. Kendi ruhlarını, mânevî duygularını bastırdılar, sildiler, ortadan kaldırdılar. Fakat Batı’dan umulanların gerçekleştirmediğini, bilakis Batı’nın bir arayış içinde olduğunu gördüler. Ve Batı’nın arayış içinde kendilerinin bıraktığı değerlere sarıldığını görünce şoke oldular; biraz uyandılar diyebiliriz. Bir İngiliz’in tasavvufa meyletmesi, bir Fransız’ın gelip Mevlânâ’nın türbesinde vecd ile durması, onlarda; güneşin Batı’dan doğduğunu görmek gibi bir durum hasıl etti, uyanmaya başladılar. Yavaş yavaş bırakmış olduğumuz değerlerin ne kadar büyük değerler olduğunu, umdukları yerlerin ne kadar sığ olduğunu tanıdılar. O zaman Batı’ya gidersek “Kim bilir neler bulacağız!” diye hayalhaneleri doluydu. Henüz oraya ulaşamamaktan doğan hayal ve umuşları vardı. Onun için ellerindeki kıymetleri atıvermişlerdi. Bu gerçeği, Batı’yı görmelerinin büyük bir tesiri var. Buna, tasavvufa dönüş yolunda büyük bir faktördür diyebiliriz. Sizin dediğiniz mânevî faktör, tabi hepsinin aslı, esası olabilir. O çok tatlı bir şey, Allah’ın lütfundan onu umuyoruz. Değil Türkiye için Dünya için bile.
Akif İnan: Çağımızda Avrupa’da, Amerika’da; mesela İngiltere’de, Fransa’da; Jan Dallas gibi, Réne Geneon gibi bir çok Batılı düşünürler tasavvuf yolu ile müslüman olmuşlardır...
Halil Necatioğlu: İslâm, canlılığını sürdürüyor. Âyet-i kerîmede deniliyor ki: “Onlar Allah’ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar, ama Allah kafirler hoşlanmasa da nurunu tamamlayacaktır.”[20]
İşte bu durum İslâm’ın dinamizmindedir. O alaka daha başka bir şey değildir. İslâm yaşıyor. Oraları da İslâm feth ediyor.
Adamlar Osmanlı İmparatorluğu’nu çökertince, sandılar ki: “Hıristiyanlık namına bir başarı elde ettik, iş bitti.” Tabi İslâm canlılığını sürdürüyor ve sürdürecek. Hiç bir yerde insanlar Allah’a bahane uydurma imkânına sahip olamayacaklar, “Ben İslâm’ı duymadım da onun için intisap edemedim yâ Rabbi!” diyemeyecek hiçbir kimse...
Her yerde imtihanın şartları eşit olarak tahakkuk edecektir, ediyor da...
Akif İnan: Tasavvufa devrini tamamlamış bir hareket gözüyle bakanlar için, tasavvufu tamamen gereksiz bulanlar için, “Benim mürşidimden başka mürşid olamaz, gelemez!..” gibi kanaat sahipleri için ne dersiniz?
Halil Necatioğlu: Bu çeşit beyanlar vakıaya ve edebe aykırıdır. Bir insanın üstadını sevmesinden tabii bir şey olamaz. Hatta bu zaruridir. Yalnız “Benim üstadımdan başka üstad yoktur.” demek, bir şeyin yokluğunu ispat etmek, varlık ispat etmekten çok daha zordur. Mesela, “Bu odada hiç toplu iğne yok.” dediğimizi düşünelim. “Bir toplu iğne var.” demenin kolaylığı yanında “yok” demek fevkalade zordur. İnsanoğlu bilgi bakımından mahdut olduğuna göre “Yalnız benim üstadım vardır, başka üstat yoktur.” demek, bir kere her yeri biliyor, aramış da ondan sonra “Burada toplu iğne yok.” demek gibi bir iddia keyfiyetindedir. Bu, vakıaya ve edebe uygun değildir. Sonra Allah’ın rahmet ve lütfu, yağmur yağdığı zamanki gibi her yere şamildir. Allah hiçbir yeri feyizsiz bırakmamıştır.
“Hiçbir yer yoktur ki oraya peygamber gönderilmiş, ya da irşad edici gönderilmiş olmasın.” Bunların bir kısmını Allahu Teâlâ hazretleri bize beyan ettiğini, bir kısmını ise beyan etmediğini Kur’an’da âyet-i kerîmelerle bildiriyor. Ama her beldenin, muhakkak böyle bir vazifeli tarafından ikaz edildiğini çok kati bir gerçek olarak biliyoruz. O lütuf aynen devam eder.
“And olsun ki her ümmete: “Allah’a kulluk edin, azdırıcılardan kaçının” diyen peygamber göndermişizdir.[22]
Her yerde muahakkak ki halkı irşat edici Allah’ın sevdiği, Resûlullah’ın hizmetini devam ettiren insanların olması tabiidir.
Çünkü hadîs-i şerîfte buyuruluyor ki: “Ümmetimden bir taife kıyamet kopuncaya kadar Hakk’a müzahir olmakta, destekçi olmakta devam edecektir. Onlar kınayanın kınamasından çekinmeden, bu vazife-i dîniyesini, şerefli hizmetlerini, fütur getirmeden yerine getirmeye devam edeceklerdir.”
[12]Yûnus Emre Dîvânı (haz. Mustafa Tatçı), I-IV, İstanbul 1997, II, 107.
[13] Rivâyetin Peygamberimiz’e ait oluşu ile alakalı bir nakle rastlanmadı. İbni Mes’ûdradıyallahu anh’e atfen nakledilen bu söz için bk. Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 223.
TASAVVUF, birtakım nev'i şahsına mahsus uçlarından ve İslâm tarihinin bütün müesseseleriyle yaşlanmasının getirdiği bütün bünyeyi sarmış hastalıklardan nasibini aldığı ölçüde ortaya çıkan sû-i istimallerden dolayı tarih içinde zamanzaman aşırıya varan dozlarda kritiğe tabî tutulmuş ise de, asıl ağır tenkidi Vahhabî hareketinden ve bu hareketi müteakip ortaya çıkan ve Neo-Selefiye denilen akımla, bu akımın tefrit noktasını temsil eden -sözüm ona-"İslâm modernizmi"nden almıştır. Bunlara göre, Ümmet'in geri kalmasının en önemli sebeplerinden biri Tasavvuf’tur. İnsanı kaderciliğe iten, onu hayattan koparıp tekke ve zaviyelerin izbe köşelerinde çile çekmeye terk eden, "Vahdetü'l-Vücûd" gibi birtakım 'asılsız' doktrinlerle bâtıl inançlara sürükleyen, miskinleştiren ve dünyaya, hayata, çevrede olup bitenlere kayıtsız kılan Tasavvuf olmuştur. Akif'in "Köse İmam'ı Tasavvufu çok ilgi çekici bir biçimde satirize eder:
"Sürdüler Türk'e Tasavvuf diye olgun şırayı; Muttasıl şimdi 'hakikat' kusuyor Sıtkı Dayı!" Bu eleştirileri cevaplamak ve Tasavvufu tarihî veçhesi ve oynadığı rolle izaha çalışmak ayrı bir çalışma konusu olabilir. Burada bilhassa çok muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "Tasavvuf ” yazısı1 çerçevesinde, Tasavvufu tanımaya çalışacağız.
İnsanın Yapısı Ve Yaratılış Gayesi
İnsanın yeryüzündeki varlığının çok ulvî gayeleri vardır. Kavsiyelerle hedefine yürüyen varlık zinciri, insanla bütün bu kavsiyeleri kaynağına döndüren tam bir arşiye çizmiş ve insan, yaratılış ağacının meyvesi olarak, ahsen-i takvim sırrına haiz kılınmıştır. Onun yaratılış gayesini icra yeri olarak yeryüzünün seçilmesi de bir hayli anlamlıdır ve yeryüzü; gerçekten insanın şerefine, keremine denk değerdedir.
Esasen, varlığı vacip, kendinden, ezelî ve ebedî, dolayısıyla gerçek ve tek var demeye lâyık olan Allah'tır. O, varlığının sadece vehmî zıddı olarak yokluğu bir "ayna" gibi kullanmış ve bu yokluk aynasında tecelli buyurmuştur. Yokluk, belirli kenarları bile olmayan vehmî aynasında Allah'ı aksettirdiği ölçüde değer ve varlık kazanır. Bu noktada insan, çift yönlü bir şeref ve fonksiyonu haizdir. Bunlardan biri, yokluğun şekilden âzâde vehmî ve dolayısıyla alabildiğine şeffaf aynasında Allah'ı tanımak ve irade, kelâm ve ilim noktasında naks gösteren varlıkların üstünde, bütün bu sıfatlarla da muttasıf olarak, bizatihi Allah'a en kapsamlı ayna olmaktır. İkinci olarak, insan, irade sahibi olmanın gerektirdiği zıtlıklar içinde zor bir mücadele ile kendisini nefyedip, varlığını silip, Gerçek Var Olan'da yok olma, iradesini O'nun iradesine ram etme ve bunu kendisine rağmen yapma zevkini tadacaktır.
Yukarıda arz olunduğu üzere, insana mekân olarak yeryüzünün seçilmesi, mevzûyu anlamak açısından da bir hayli önemlidir. Bilindiği gibi, yeryüzünün genel karakteristiği, onun toprak oluşudur. Toprak, yine Fethullah Gülen Hocaefendimiz'in Sızıntı dergisinin Haziran 1996 sayısında beyân buyurdukları üzere, eskilerin "anâsır-ı erba'a" dedikleri, hava, su ve ateşle birlikte âlem-i şehadetin dört ana unsurundan biridir. Meleklerin 'maddesi' olan nur veya ışığı da içine kattığımızda, denebilir ki toprak, bu unsurların içinde görünüş itibariyle en hakir, fakat hakareti içinde en değerlisidir. Meselâ havanın güneşe ayna oluşu sadece ısı ve ışık cihetindedir. Su, duruluğu nisbetinde katreleriyle güneşi ancak 'imaj' olarak alır ve yansıtır. Yani, suda güneşin kendi değil, imajı vardır. Ateş, bizzat ışığa yakındır, fakat fonksiyonu sınırlıdır ve ısı ve az ışık vermekten başka bir şey yapmaz. Işık, bizatihî bir fonksiyondur. Buna karşılık, toprak, her şeyden önce kayaların ve taşların ufalanıp ezilmesinden meydana gelmesiyle, sertliklerin nasıl yumuşayıp, binbir türde varlığa dâyelik yapabileceğini göstermesi bakımından anlamlıdır. İkinci olarak, toprak kesiftir; kesafetiyle insanda maddî varlığa kaynaklık eder. Kesif varlıkların ayna olması zordur; işte toprak bu kesafetiyle, insana, nefsine, maddî varlığına rağmen Allah'a nasıl tam ayna olunabileceğinin dersini verir: Ancak, ayaklar altında kalmak, varlığından geçmek, kısaca zirve noktada mahviyet ve tevazuya ulaşmakladır ki, şeffaf maddelerden daha öte bir şeffafiyet kazanılabilir ve bunun mükâfatı olarak da, binbir varlığa dâyelik edilerek, binbir yolla Allah'a ayna olunabilir. Evet, yukarıda arz olunduğu gibi, şeffaf suda ve camda yansıyan güneşin bir imajıdır; ancak toprakta güneş, imajın verebileceği yanılmayı da önleyecek şekilde, bütün ısı, ışık ve yedi rengiyle, yedi rengi yediyüz olacak özellikte yansır ve gerçek fonksiyonunu toprakta gösterir.
İşte insan, toprak üzerinde toprak gibi olarak Yaratan'a tam bir ayna olsun diye yaratılmıştır. Toprağa ilk adımını attığında, muhtaç bulunduğu ana sütüne uzanmak için sadece ağlamayı bilir o. Hemen hemen bütün hayvanlar, ya doğar doğmaz veya çok kısa sürede hayatın gerektirdiği bütün donanımları kazanırlar veya bütün bu donanımlar kendilerine bir başka âlemde verilmiş olarak dünyaya gelirler. Fakat, insanın hayatına lâzım olacak bu donanımları edinmesi için yılların geçmesi gerekir. Bu da, öğrenme ile olur. Sonra, insan kendinde birtakım iç ve dış fakültelerin olduğunu görür. Meselâ, yemeye, içmeye, kazanmaya ve tenasüle karşı bir tutku vardır onda; sonra, öfkelenmekte, kavga etmekte ve kendini savunmaya çalışmaktadır. Aynca, düşünen, hisseden, muhakeme eden bir yanı da vardır. Açıktır ki, bütün bunlar kendisine bir açıdan hayatı sürdürmesi için verilmiştir. Ama insan, dünyada yalnız yaşayan bir varlık değildir; "komşusunun külüne muhtaçtır" ve hemcinsleriyle, bunun da ötesinde "tabiî" bir çevrede hayvanlar ve bitkilerle, cemâdâtla birlikte yaşamak mecburiyetindedir. Onu yaratan, dünyaya gönderen sistemi böyle kurmuştur. İşte, birlikte yaşamanın gerektirdiği hak' ve 'adalet' denilen kurallar vardır ve insan bu kurallara da saygı göstermek zorundadır.
İnsanın bu yanlarından başka, bir de her şeyden öte bir 'ben' bilinci vardır. O, taparcasına kendisine düşkündür. O kadar ki, Kur'ân-ı Kerim, benlik duygusunu eritememiş ve onu bütün dünyayı yutacak derecede kalınlaştırmış insanların Ahiret'te azap karşısındaki hallerini tasvir ederken, bir ma'nâda insan bencilliğinin ölçüsünü de ortaya koyar: ''Hayatı (küfür-şirk-isyan, bütün) günahlarla geçmiş adam ister ki, o günün azabından kurtulmak için fidye olarak versin; oğullarını, hayat arkadaşını ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ev halkını ve yeryüzünde bulunanların hepsini versin de, tek kendisini kurtarsın” (Meâric, 70/11-14). Benliği bütün dünyayı içine alacak kadar şişmiş ve kalınlaşmış olan insan, bütün dünyayı kendisi için feda edebilir. İşte, insanın onu diğer varlıklardan ayıran en önemli bir özelliği budur.
Olması gereken
Kâinat aynasındaki tecellilerini okuyarak Allah'ı tanımak ve sonra bizzat Allah'a en kapsamlı bir ayna olarak, O'nu bir de en derin ve kapsamlı biçimde kendinde, dil mâdeninde tanımak için yaratılan, buna mükâfat olarak da, Ahiret'te, dünyada iken tanıdığı ve ayna olduğu Varlığın ru’yetiyle müşerref kılınacak olan insanın bu ufka ulaşması şüphesiz kolay değildir. Bunun için o, önce haricî duyularını, iç fakültelerini köreltecek her türlü manzaradan koruyacak ve onları bir arı gibi kâinat üzerinde gezdirecektir. Bu duyularının kâinattan topladığı nektarları, ‘bal özleri’ni aklı, tefekkürü, tedebbürü, teemmülü ve taallümüyle bal haline getirip, zihnini ve kalbini besleyecektir. Ayrıca, -Peygamberler dahil, toz kadarcık olsun, günaha girmeyecek insan yok ise de- günaha girsin girmesin, Allah katındaki sorumluluğunu yerine getiremediği şuuruyla ve bir de günahları için sürekli istiğfarda bulunacak, Allah'tan af dilenecektir. Bir elinde bu şekilde "şerlere meyelanını kırmak için" istiğfarı tutarken, diğer eline duayı alacak ve onunla "hayra meylini kuvvetlendirecektir." Namaz, oruç, zekât, hac, kurban gibi ibadetlerini bütün fıkhı kaidelerine, ve ayrıca huşu ve huzû içinde hakkıyla ihsan mertebesinde yerine getirme (ikame) gayretinde olacak; Allah korku ve saygısıyla (havf, haşyet), haramlar başta olmak üzere derece derece bütün günahlardan ve şüphelilerden kendisini koruyacak, muhasebe ve murakabe ile kendisini sürekli kontrol altında tutacak; sabır ve şükür silahlarını kuşanacak; sıdk, tevazu, haya, aşk ve şevk ile donanacak; sürekli yakîn ve ihlâs yamaçlarında dolaşacak ve Allah'tan razı olma ve O'nun hoşnutluğunu kazanma ma'nâsında rıza soluklayacaktır. Bütün bunlarla, bir yanda şehvetini, tutkularını fücur ve hümûd uçlarından çekip 'iffet' istikametine, aklî melekelerini cerbeze ve hamakat ifrat tefritinden kurtarıp ‘hikmet’ dairesine, öfkesini, gadabını tehevvür ve korkaklık uç noktalarından 'şecaat' orta noktasına getirecek, insanlarla muamelesinde kimsenin zerre kadar hakkını üzerine geçirmeme ma'nâsında adaletin de ötesinde birr, cûd, sehâ ve îsâr hedeflerine ulaşmaya çalışacaktır. Ayrıca, bütün bunları niçin yaptığının şuurunda olacak, bunlarla birlikte eşyanın hakikatine, hadiselerin gerisindeki ma'nâya ulaşmaya çalışacaktır. Bu şekilde iradesinin kavgasını verdikten sonra, başkalarını da aynı yola davet edecek, hakkın ve sonra bu yolda sabrın tavsiyecisi olacak ve neticede, baştan kabul ettiği bütün iman hakikatlerinin künhüne vukufiyet kazanacak, bu hakikatler kendinde inkişaf edecek, imarı içinde ma'rifetullah, ma'rifetullah içinde muhabbetullah ve onun meyvesi olarak da zevk-i ruhanîye erecektir. İşte, bunun adı Müslümanlıktır, Allah'ın ahlakıyla ahlâklanma ve yeryüzünde O'na halife olmadır. Bunu, Efendimiz (sav)'in fonksiyonlarını ifade buyuran bir ayetin mazmunu içinde görebiliriz:
"İşte size, içinizden size ayetlerimi okuyan, sizi (her türlü günahlardan ve yanlış kabullerinizden) arıtan ve sîze Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten ve size bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik" (Bakara, 2/151).
İslâm'ın bütünlüğü
İslâm, şüphesiz 'ferdî' ibadetlerden ve ferdî kemâle götüren kaidelerden ibaret değildir. O, ayrıca toplumun dinidir, bir medeniyet dinidir. Bu sebeple, ferdî hayatı tanzim edici kaidelerden, insanlar arası ve aile içi münasebetlere, bugün medenî hukuk denilen evlenme, boşanma ve miras gibi aile hukuku kaidelerine ve fert-toplum, ferd-tabiî çevre münasebetlerine ve devletlerarası münasebetlere, oradan siyasî ve ekonomik hayata kadar, her sahada prensipler vaz'etmiş, kaideler koymuştur. Temelde denebilir ki, bütün bu kaide ve prensiplerin ana hedefi, Allah'a kullukla ferdi olgunlaştırmak ve Cennet'e ehil hale getirmektir. Yukarıda arzına çalıştığımız hususlar bunun bir yanıdır.
Bu çerçevede, bazı müslüman alimler dini bir tekerleğe benzetmişlerdir. Tekerleğin çerçevesini, dinin daha çok idarî, içtimaî hükümleri teşkil eder: Allah'ın koyduğu vergileri toplayıp yerine harcamak, dinin serbestçe yaşanabileceği ortamı hazırlamak ve bu gaye ile dini yaymak; dinin, yaşandığı ülkenin ve insanlarının can, mal, ırz ve akıllarının korunması ve bunlara karşı girişilen tecavüzlerin önlenip, dinin tebliğinin önüne konan engellerin kaldırılması için gerekirse savaşmak; ticarî, malî, sermaye-emek ve her türlü karşılıklı münasebetleri düzenleyici kaideler, mülk edinme, evlenme-boşanma, miras vb. konulardaki kaide ve emirler, suç işleyenleri cezalandırmak (hadler) ve zulme meydan vermemek bu hükümlerin bazılarıdır.
Tekerlekte çerçeveden sonra çubuklar gelir. Çubuklar, merkezi çerçeveye, çerçeveyi de merkeze bağlar. Şu kadar ki çubuklar merkezden çıkar. Namaz, oruç, içki-kumar yasağı, hile yapmama, aldatmama... Hac, infak, zikir, dua, tefekkür, murakabe, nafile ibadetler, zühd, tevekkül, sabır, şükür vb. çubukları teşkil eder. Merkezle çerçeveyi birbirine bağlayan bu çubuklar sayesinde merkezi oluşturan "hakikat" bütünüyle çerçevede yansır. Merkez, en net ve özlü ifadesiyle "Lâ ilahe illallah, Muhammedün Rasûlüllah" kelimesinde ma'nâsını bulan hakikattir. Tekerleği kendinde tamamlamış olan insan, hakikata ulaşmış insandır ve bu tekerleğin üzerinde bulunan toplum da, hakikat üzere olan toplumdur. Bu hakikatle insanın öz varlığını teşkil eden hakikat ve kâinata hakim olan hakikat arasında hiçbir fark yoktur. Demek oluyor ki, dinin sonunda vardığı hedef ve taşıdığı öz, insana gerçek insanlığını, kâmil insan olma halini kazandırmaktan ibarettir. Bu, bütün insanların hayatında gerçekleştiğinde, yeryüzünde ve artık kâinatta Tevhid bütünüyle hakim olmuş ve göklerle yer 'sulh' içinde birleşmiş, fitne ortadan kalkmış demektir.
İşte İslâm, bu şekilde bütün bir dindir. Bu dine bir başka ad olarak Şeriat da denebilir. Bir başka ma'nâ-landırma ile Şeriat, verdiğimiz tekerlek örneğindeki çerçevenin ve ayrıca çubukları 'çakma', onları yerine getirme kaidelerinin adıdır. Meselâ, namazın hakikati, dış dünyada, huşu ve huzû da dahil olmak üzere, onun bütün farz, vacip, sünnet ve âdâbıyla birlikte kılınması şeklinde tecelli eder. İşte, namazın bütün edâ kaideleri Şeriat'ın sahasına girer.
"İnsanlar madenler gibidir"
İslâm, başlangıçta herhangi bir ayırım ve bölünmeye tabî tutulmadan bir bütün hâlinde yaşanıyordu. Bu bütünü şahsında eksiksiz temsil eden, onun tebliğcisi Efendimiz Hz. Muhammed (sav), ayrıca onun nasıl yaşanacağının da en güzel misalini oluşturuyor ve etrafındaki kutlu Sahabe cemaati de, O'nun imamlığında, rehberliğinde dini bütünlüğü içinde yaşamaya çalışıyordu. Geçen zaman ve gelişen şartlar, İslâm içinde birtakım yeni tanımlamaları zarurî hale getirdi. Bir yanda, tefsir ve hadis ilmi belli kaideler üzerinde yükselirken, bir yanda da bu ilimleri de esas alan ve İslâm'ı anlama ve yaşama kaideleri diyebileceğimiz fıkıh ortaya çıktı.
Beşerî bir realite olarak, herkesin dini aynı ölçüde anlayıp, hakikatına aynı ölçüde vakıf olarak, aynı incelikte yaşayabilmesi mümkün değildir. Kabiliyetler, fıtratlar, mezaklar, mizaçlar farklı farklıdır. Bu çerçevede, Efendimiz (sav), "İnsanlar madenler gibidir" buyurmuşlardır. Her madenin tabiatta ve insan hayatında kendine has yeri ve göreceği fonksiyon vardır. Önemli olan, o madenin işlenme kemaline ulaşması ve fonksiyonunu hakkıyla yerine getirmesidir. Bakır en iyi bakır, demir en iyi demir, gümüş en iyi gümüş, altın, zebercet, elmas ve yakut da yine en saf ve en iyi altın, zebercet, elmas ve yakut olmalıdır. İşte, dinin kemali ve şümulü, evrenselliği de, onun her türlü farklı yanlarıyla birlikte bütün insanlara hitap edebilmesi, bütün insanları kucaklayabilmesi, her madenin işlenme ve saf hale getirilme kaidelerinin bütününe sahip olmasında yatar.
Geçen zaman ve gelişen şartların getirdiği ayrışma içinde, iyi bir fakihin, iyi bir müfessir veya muhaddisin, hattâ iyi bir biyolog, fizikçi ve astronomicinin dini en mükemmel şekilde ve bütün incelikleriyle yaşamasına mani hiçbir şey yoktur. Kaldı ki, bunlar, bilgileri ve araştırmaları ölçüsünde dini çok daha iyi yaşama imkânına sahiptirler. Bunun yanısıra, herkes İyi bir fakih olamayacağı gibi, müfessir, muhaddis de olamaz; hele hele, biyolog, fizikçi, kimyacı ve astronomici hiç olamaz. Fakat, herkes ferdî ve içtimaî hayatında kendine gerekli olan dinî kaideleri bilmek zorundadır ve herkesin bunu öğrenmesine mani hiç bir şey de yoktur. Bu noktada farklılık, kabiliyet ve mizaç farklılığı olabilir; fakat bakır kendi saflığına, demir, çelik ve gümüş kendi saflığına, altın, yakut, zebercet de kendi saflıklarına ulaştıklarında vazifelerini yapmış ve iyi bir 'maden' haline gelmiş demektir. Bir bakıma önemli olan da budur.
Bu fıtrî gerçeğe rağmen, her şey gelip en nihayet insanın kendisinde düğümlendiğinden, İslâm tarihi içinde bazıları için ilimlerle, bazıları için ise fazla amel ve riyazetle tevagulün ve bunun ruhlarda meydana getirdiği kısmî benliğin neticesinde birtakım ayrışmalar görüldü. Ferdî plânda iyi amel, ahlâk ve derinliği ön plânda tutanlarla, fıkıh gibi ilimlerle fazlaca meşgul olup, onu esas alanlar içinde karşılıklı tavır almalar ortaya çıktı. Oysa bunlar, birbirlerini tamamlayan ayrı şeyler olmanın da ötesinde, aynı bütünün ayrışma kabul etmez unsurlarıydı, önemli olan, fıkhı kaideler çerçevesinde eda edilen ibadetlerin hakikatına ulaşmak, ruhuna nüfuz etmekti. Suretten sîrete, şekilden öze, çerçeveden merkeze ulaşmaktı. Fakat, az da olsa, birtakım 'rüsum' veya 'şekil' uleması tarifine hak kazandıracak sözde alimlerle, farkına varmadan öldürdüğü fare hakkını helâl etsin diye, onu otuz yıl sarığının içinde gezdiren ve bu arada kıldığı bütün namazlar tabiatıyla fasid olan sözde dervişlerin varlığı, bu pak sularda birtakım bulanmalar meydana getirdi. Bununla birlikte, gerçek yine derinlerde gerçek olarak kaldı ve neticede hep o hakim oldu.
Tasavvuf
Tarih içinde ortaya çıkan ve ayrışma içinde, şüphesiz müslümanlar arasında ortaya çıkan birtakım iç siyasî çatışmaların da rolü yok değildir. Bu çatışmaların meydana getirdiği atmosferde, kabiliyetler birer birer ortaya çıkıp, muhteşem İslâm binasının bir yanına sahip çıkarken, bir grup da zühd, takva ve daha fazla ibadet yoluyla Allah'a daha fazla yakınlaşma yolunu aradılar. Önceleri bu tür yönelişler ferdî idi ve ihtimal Hasan-ı Basrî2 ve Râbiatü'l-Adeviye3 gibi büyük zahid ve Allah aşıkları ile başlayan bu akım, uzun asırlar sonra tarikat adıyla bir disiplin altında ortaya çıkıncaya kadar Ebû Haşim el-Kûfî, Fuzayl İbn İyaz, Cafer-i Sadık, Bayezid-i Bistamî, Bişr-i Hafi, Zünnûn-i Mısrî, Maruf-u Kerhî, Cüneyd-i Bağdadî, İbrahim İbn Edhem gibi maneviyat âleminin kutup yıldızları mesabesindeki zatlarca temsil edildi.
Bu büyük zatlar tasavvufa zahirde değişik gibi görünen tarifler getirmişlerdir. Meselâ, bazılarına göre tasavvuf, "Cenab-ı Hakk'ın insanı nefis ve enaniyet cihetiyle öldürmesi ve Zatî nurlarıyla ayrı bir diriliğe ulaştırmasıdır ki", "Ölmeden önce ölünüz" beyanıyla özetlenebilir. Buna benzer bir diğer tarif, "Cenab-ı Hakk'ın insanı cüz'î iradesi cihetinde yok edip, Kendi İrâde-i hâssası cihetinde hareket ettirmesi", yani, kulunun "gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı" olmasıdır. Böyle bir kul, Peygamberlerin masumiyetine karşılık, bir nev'î mahfuziyet, yani günahlardan korunma karantinasına alınmış ve yeryüzünde Allah'ın iradesini icranın tam bir vasıtası, yani O'na hakkıyla halife olmuş demektir.
Tasavvufa getirilen bir diğer tarif, "insanın her türlü kötü ahlâktan sıyrılarak, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanması", Efendimiz (sav) için ifade edildiği şekilde, "secdesinde Allah'ın tecellî etmesi", "kendisine bakıldığı zaman Allah'ın hatırlanması, Allah'ın nuruyla görmesi" mertebesine ulaşmasıdır.
Hedef ifade eden bütün bu tariflerin esasen birleştiği nokta, Allah'ın rızasını kazanmak için kulluk görevini yakîn ve ihlâs yamaçlarında bihakkın edâ edebilmektir. Bu da, Rasûlullah Efendimiz'in (sav) çizgisinde ve bütün fıkhî kaidelerine riayet ederek, farzından âdabına kadar İslâm'ın bütün emirlerini kılı kırk yararcasına yerine getirmeye, bunun için de "hayatın her anında lâubalîlik ve hezl, oyun ve eğlenceden sıyrılıp, bedenî ve cismanî arzulara karşı olabildiğince kapanmaya"; bir an gibi, Allah'ın âfâk ve enfüsteki, yani, "tabiî" ilimlere konu olan dış dünyadaki ve ayrıca kişinin iç dünyasındaki ayetleri üzerinde tefekkür, teemmül, teakkul, tedebbür... faaliyetleriyle gezinerek, ayrıca günahlardan kaçmada sabır ve istiğfar ve tevbe ile kalbi temizleyip ve zikr-i İlâhî ile harekete geçirip müşahede kapısını aralayarak sürekli marifet (Allah'ı hakkıyla tanıma) peteğini doldurmaya; ihsan şuuru içinde, yani Allah'ı görüyormuşçasına yerine getirilmeye çalışılan ibadetlerde sabırla muhabbetullaha ulaşmaya, kısaca, "hayvani hayat mertebesinden çıkıp, kalbin ve ruhun derece-i hayatına girmeye" ve "aşk, iştiyak, vecd, cezb ve incizâba açık yaşayıp", zevk-i rûhânîye ermeye bağlıdır.
Tasavvuf, ifadesine çalıştığımız bu husûsiyetiyle, bir bakıma havas, yani yaratılışı itibariyle altın, zeberced, yakut, elmas madenlerinde olmaya bağlı gibi görünür. Ne var ki, kimsenin bu yola girmesine mani bir durum yoktur. Yukarıda arzına çalışıldığı gibi, önemli olan, herkesin kendi "kab-ı kavseyni’ne ulaşması, yani, kendi madenini som hale getirip, hayattaki fonksiyonunu hakkıyla eda etmesidir. Sorumluluğun nimet ölçüsünde olduğu unutulmadan ve şüphesiz madenimizin ne olduğunu da tam bilemediğimizden, som altın veya elmas olmanın yolu aranmalı ve bu yolda gereken cehd Sırat-ı Müstakim çizgisinde gösterilmelidir. Bu ma'nâda herkes için tasavvufu, Kur'ânî ifade ile, "Rabbim Allah deyip, sonra da kabulün gerektirdiği çizgide dosdoğru yürüme" olarak da tarif edebiliriz. Yani tasavvuf, istikamet üzere olmaktır ve bir bakıma İslâm'ın bütününü tahsilden ibarettir.
Bu açıklamalardan sonra, Şeriat-tasavvuf veya fıkıh-tasavvuf kavgasının olamayacağı açıktır. Esasen bu ma'nâsız kavga, yukarıda arzına çalışıldığı gibi, daha çok neyin nerede başlayıp, nerede bittiğini bilmeyenler veya meselelere bihakkın vâkıf olamayanların çıkardığı bir kavgadır ve hiç bir zaman sürekli ve büyük ölçekte olmamıştır. Şu kadar var ki, imamların veya mürşidlerin yetersizliği ve müntesiplerin cehaletine, bazı insanların husûsî halleri de eklenince, birtakım tasavvufî yolların İslâm'ın dışına çıktığı da görülmüştür. Esasen, din, bütün insanlar içinde ve insanların çoğu avam olduğundan zahirde kolaydır, kolaylıktır. Bu bakımdan, dini çerçeveleyen, hududunu çizen ve onu yaşayışın ölçüleri demek olan Kur'ân ve Sünnet'in prensipleri, elbette tasavvufu da çerçeveleyen prensiplerdir. Bu prensipler zahirde bazılarına basit ve sığ gibi görünebilir. Oysa onlar, dipsiz ve sınırsız okyanuslar gibi, zahirde basit bir yüzey olarak görünse de, içine girildikçe sonlarının olmadığı anlaşılacaktır. İşte, onları basit bir satıhtan ibaret gören, daha doğrusu, kendi sığlıklarına hapseden birtakım ulema kılıklı zatlarla, onlarda gördüğü dine göre hükmeden ve kendilerini çok derin zanneden birtakım sözde mutasavvıfedir ki, esas Şeriat-tasavvuf kavgasına sebep olmuşlardır. Tasavvuf için de aslolan Şeriat'ın ölçüleridir ve tasavvuf, bu ölçülerde derinleştikçe derinleşme yolunun adıdır. Bu bakımdan, İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin ahir ömründe getirdiği ve Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin de benimseyip üzerinde durduğu veçhile, tasavvufu, Allah'ı hakkıyla tanıma ve iman hakikatlerinin inkişafı maksadıyla, Mirâc-ı Ahmedi’nin (sav) gölgesinde ve sayesi altında kalp ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde zevki, hâli ve bir derece şühûdî olarak imân ve Kur'ân hakikatlerine mazhariyet yolu olarak da tarif edebeliriz.
Husûsî kabiliyetler
İnsanlar içinde kabiliyet, fıtrat, mizaç ve mezak olarak çok husûsî zatlar bulunabilir ve bunlar her zaman da olmuştur. İslâm tarihi içinde kısmen yanlış anlaşılan Muhyiddin İbn Arâbî ve bazıları "Şeriat" kılıcıyla idam edilen Hallâc-ı Mansur gibi zatlar bunlardandır. Nasıl bir taş bakırı, bakır gümüşü, gümüş altını, altın elması tartamaz ve yargılayamazsa, aynı şekilde, herkesin de bu insanları, hayatlarını ve sözlerini tartıp, yargılamaları mümkün değildir. Bilhassa bugün açıkça görüyoruz ki, meselâ dinî sahalarda en büyük bir âlim, kimyanın, fiziğin dilini anlamaz. Yani, her ilmin, hattâ her mesleğin artık bir dili vardır. Bu tür zatlar da, şu dar şehâdet âlemi yerine, daha geniş ve şeffaf başka âlemlerde dolaşmışlar, çoklarının rüya ile girdikleri o âlemlere kalp ve ruhları ile girmişler ve oralarda gördüklerini bu âlemin diliyle anlatmaya çalıştıklarından dolayı da tenkitlere uğramışlardır. Oysa, onları ancak aynı âlemlerde gezinenler ve o âlemleri tanıyıp, dillerini bilenler anlayabilir ve yargılayabilir. Bu zatlar, girdikleri âlemlerden çıkıp da, âlem-i şehâdete döndükten sonra, gördüklerini bu âlemin gerçeklerine tatbik ederek yazıp söylememişlerdir. Bu yüzden, hayatları ve yazıp söyledikleri, kendi çizgileri dışındaki çok küçük bir azınlığın ötesinde kalan insanlar için, bir ma'nâ ifade etmeyebilir, hattâ yanlış anlaşılabilir. Dolayısıyla, yazıp söyledikleri, onların âlemlerini de bilen ve onların müşahedelerini, rüya tabiri gibi, bu âleme tatbik edebilen zatlar tarafından yorumlanmalı, bu yorumu yapamayanlar da en azından o zatlar hakkında dillerini tutmalıdırlar. Bazılarının idam edilişi, sözlerinin yanlış anlaşılıp, başkalarını da İslâm çizgisi dışına çıkarabileceği kaygısından olmuştur. Çünkü, örneğini dün de bugün de gördüğümüz üzere, hiç bir müşahede sahibi olmayan ve felsefenin ayağıyla yürüyen pek çokları o zatları taklit etmektedir ki, böylelerinin söyledikleri zahirde o zatlarınkiyle aynı da olsa, kat'iyyen tasvip edilemez. Çünkü, onlarınki sadece birer felsefî söz kalabalığından ibarettir. Felsefecilerin ve bilhassa batılıların, meselâ Muhyiddin İbn Arabî veya Hallaç ile Spinoza'yı, Hegel'i ve daha başkalarını aynı çerçevede değerlendirmeye kalkmaları, bu fahiş yanlışın neticesidir. Muhyiddin İbn Arabî ve Hallaç gibi büyük zatlar da, diğerleri gibi İslâm maneviyat sahasının ayrı kutup yıldızlarıdır. Onları İslâm'ın dışında düşünmek, İslâm'ı daraltmak ve kendi darlığımıza indirmek olur. İslâm bütün kabiliyetleri, bütün fıtrat, mizaç ve mezakları kapsayacak ve herkesin zihnî, kalbî, ruhî açlığını giderecek derecede geniş ve zengindir.
Tasavvuf üzerinde yazılacak daha çok şey olmasına rağmen, onu basitçe tanımak adına, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendimiz'in Kalbin Zümrüt Tepeleri'ndeki bal özü "Tasavvuf ” yazısını birazcık 'açma' cüreti içinde şimdilik bu kadarla iktifa etmemiz gerekiyor.
Dipnotlar
1 Kalbin Zümrüt Tepeleri-1, s. 1-5, Nil Yay. İzmir-1996.
2 Hk. bilgi için Bk. Yeni Ümit. sy. 29, sh. 32 vd.
3 Hk. bilgi için Bk. Yeni Ümit, sy, 22, sh. 47 vd.
Muamelat sahasında ilmin yer ve önemini görmek için bu sahanın disiplinli bir etüdü demek olan fıkıh kelimesinin
.
Bir Bilim Olarak Tasavvuf
Prof. Dr. Abdulhakim Yüce
18
Kültür ve medeniyetlere bariz vasıflarını kazandıran ve bu yolla bir kültürü başka bir kültürden ayırmamıza yardımcı olan birtakım temel unsurlar vardır. İslam kültür ve medeniyeti söz konusu olduğunda bu ayırıcı vasıf, şüphesiz ilimdir. İslam bir ilim dinidir ve meydana getirdiği medeniyet ilim medeniyetidir. Özellikle klasik dönem (XIII. yüzyılın sonuna kadar) için bu geçerli ve doğrudur.
Şüphesiz ilim her medeniyette vardır ve her medeniyet için önemlidir. Ama bu medeniyetlerde ilim, bütün boyutlarıyla hayatın bütün derin noktalarına nüfûz etmiş görünmüyor. Oysa İslam'da el yıkamadan, ölmeye varıncaya kadar, her şey, bir ilim ve kitap meselesi hâline gelmiştir. Kur'ân-ı Kerim, peygamberlere ve onlar vasıtasıyla bütün insanlığa ilim, kitap ve hikmetin öğretildiğinden sık sık bahsederek, vahiy müessesesinin İlahî bir mektep olduğu hakikatını hatırlatır. İlim kelimesi ve ondan türeyen isim ve fiiller Kur'ân'da yaklaşık 750 yerde geçmektedir. Çoğu kez epistemolojik bir anlam ifade eden hikmet, kitap gibi kelimeler; anlama, farkında olma, akl etme vs. gibi terimler (ve bunlardan türeyen yüzlerce isim, sıfat ve fiil), yukarıda verilen sayının dışında kalmaktadır. Bir de kelimelerin zıtları düşünülürse, Kur'ân'ın epistemolojik terimler örgüsünün genişliği ortaya çıkar.
İşte İslam medeniyetini bir ilim medeniyeti hâline getiren baş faktör, Kur'ân'ın ilime verdiği bu değerdir. Bu görüş doğru ve tam olarak anlaşıldığı sürece Müslümanlar, insanlık tarihinin medenîleştirici gücü olmuşlar, yanlış ve eksik anlaşıldığı zaman ise, Müslüman'ın fikir ve fiili darmadağınık, hayatı ise alt üst olmuştur.
Kur'ân'ın ilim ve hikmet telakkisi, ilk tatbik sahasını elbette ki, Hz. Peygamberin hayatında bulmuştur. Müslümanlar bu Yüce insanın zuhurundan önceki dönemi cahiliye devri olarak vasıflandırmakla, Kur'ân'ın beşer tarihinde başlattığı yeni döneme de adını vermiş oluyorlardı. İlim ve hikmetle gerçekleştirilmiş Saadet Asrı'nın kurucusu Hz. Peygamberin ilim telakkisini görebilmek için, elimizdeki hadis külliyatına bir göz atmak kafidir. Başta kütüb-ü sitte olmak üzere, hemen her hadis mecmuasında yer alan müstakil kitabu'l ilimler (ilim bölümleri) vardır.
Yine hemen bütün kelâm kitapları, epistemoloji konusunu, yani bilginin kaynağı ve değeri problemini ön planda tutmakta ve bütün kelâmî meseleleri epistemolojik bir zeminde tartışmaktadır.
Eğer tasavvufu bir tek kelime ile anlatmaya çalışmak durumunda kalsaydık, ilim kelimesinin çok kere eş anlamlısı olan marifet kelimesini kullanırdık. Muamelat sahasında ilmin yer ve önemini görmek için bu sahanın disiplinli bir etüdü demek olan fıkıh kelimesinin Tabiûn devrinden itibaren kazandığı anlamı hatırlamak yeterlidir. Felsefe ise, Müslüman filozofların gözünde bir ilmu'l- ulûmdur (ilimlerin ilmi); yani bilgi objesi olma vasfını kazanmış her şeyin bütünlük içinde ele alındığı bir sahadır.
Bu söylediklerimiz, ilim kavramı ile ilgili -tabir yerinede ise- coğrafyanın kaba çizgilerinden sadece bir kısmını teşkil etmektedir. Ama bu bile İslam medeniyeti bir ilim medeniyetidir hükmünün teyidi için yeterlidir. Bilmiyorum ki, yeryüzünde, ilim talebini, dinin merkezî kategorisi olan farz terimiyle (ama farz-ı 'ayn, ama farz-ı kifaye) açıklayan başka bir kültür var mıdır? 1
İşte ilme bu derece önem veren İslam medeniyeti, Mekke ve Medine'de doğup dört bir yana yayıldı. Önceleri yakın çevredeki düşüncelerle ilgilenmeye başladı, giderek âleme bütünüyle yöneldi. Burada çıkış noktası daima, Kur'ân ve Hz. Peygamber'in sünneti oldu. Bu iki kaynak üzerinde düşünüldü ve hakikat, öncelikle onlardan çıkarılmaya çalışıldı.
Dolayısıyla İslam düşünce/ilim hayatı, Kur'ân'ın anlaşılıp yorumlanması gayretinden başka bir şey değildir demek mümkündür. Nitekim, ondaki amelî hükümler Fıkıh ve Hukuk, onun metafiziği belirleyen İlahî bir kitap olarak anlaşılmasından Kelâm ve bir dereceye kadar Felsefe, İlahî bir lisan olarak anlamaktan Dil ve Tefsir ve nihayet uhrevî bir kaynak diye değerlendirilmesinden zühd, ahlak ilmi ve Tasavvufun doğduğunu; keza sünnetin bir bütün olarak ortaya konması çabalarından Hadisin ilminin doğduğunu ve yine İslam dünyasında talî derecedeki görüş, ilim ve sanatların, başka kültür ve düşüncelerin kendisine uygun gelen katkılarını da alarak, bu asılların dallanıp budaklanmasından oluştuğunu söylemek mümkündür.
Konumuz olan tasavvufun, diğer İslamî ilimler gibi, ilmî bir disiplin olup olmadığını tartışmadan önce, ilmin ne olduğu konusuna değinmek gerekir.
İlim Nedir?
Bir çok İslâm âlimi, hem ilmi tarif etmiş hem de ilim tasnifleri yapmıştır. Değişik ilimlerle olan yakın irtibatından ötürü, Gazalî'nin ilmi nasıl tarif ettiğine bakmak istiyoruz. Gazalî, kendinden önce, özellikle kelâmcıların yaptığı ilim tariflerini ele alarak tahlil eder ve tenkitlerini sıralar.
Görüşlerini şöyle özetlemek mümkündür: "İlim, marifettir" şeklinde yaygın olan tarif, lafzî bir tariftir. Burada ilim, aynı anlamda başka bir terimle tarif edilmiştir. "İlim, malumu olduğu gibi bilmektir" tarifinde ise, sözü uzatma, tekrar ve gereksiz sözler vardır. "İlim, kendisiyle bilinen ve insanın onunla alim olduğu şeydir" şeklinde yapılan tarif de gayeyi tam anlatamamaktadır. "İlim, öyle bir şeydir ki, onunla muttasıf olan, yaptığı şeylerden emin olur" tarifinde her ne kadar ilmin gerektirdiği şartlardan biri varsa da yeterli değildir. "İlim, bir şeye olduğu gibi inanmaktır" şeklindeki tarifte, anlamı çok geniş olan ilim özelleştirilmiş ve ilimle inanç bir birine karıştırılmıştır. 2
Kendinden önce yapılan ilim tariflerini bu şekilde bir tenkide tabi tuttuktan sonra kendi görüşünü ortaya koyan Gazalî, ilmin müşterek bir isim olduğunu ve çok çeşitli şekillerde tarif edilebileceğini, bu sebeple tam ve kesin bir ilim tarifinin güç olduğunu söyler. Bu güçlüğe rağmen kısaca, "Aklın, eşyanın hakikatını ve şekillerini alması" daha kısa bir ifadeyle "Eşyayı olduğu gibi bilmek ve tanımak" şeklinde bir tarifi olabileceğini belirtir. 3
Günümüzde yapılan ilim tarifleri de Gazalî'nin tarifinden pek farklı sayılmaz. Bir tanesini vermekle yetiniyoruz: "İlim, insan ruhunun tek başına veya bir bütün olarak eşyanın hakikatını ve çeşitlerini, niteliği, niceliği, mahiyeti, cevheri ve özüyle, maddeden mücerret olarak tasavvur etmesinin neticesinde, hafızalarda ve değişik yerlerde kaydedilen şeydir. Bir başka açıdan ilim, kainatta tecelli edegelen nizam ve İlâhî isimlerin ayineleri olarak, değişik şekillerde tecelli eden şeylerin birbiriyle olan münasebetlerini idrakten ve bu idraklerin tasnifi ve bir araya getirilmesinden ibarettir." 4
Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Bildiğiyle amel edeni Allah bilmediğine varis kılar."
Bu şekilde tarif edilen ilmin, İslam âlimleri tarafından yapılan çeşitli tasnifleri bulunmaktadır. Bu tasnif bir hiyerarşiye dayanır ve bu sıra yüz yıllarca Müslümanların eğitim düzeninin temelini oluşturmuş, çerçevesini çizmiştir. İlimlerin birliği bu süre boyunca, başta gelen en önemli ilke olmuş, değişik ilimler bu ilkelerin ışığında öğretilmiştir. Bu ilkeden hareketle, bütün ilimler aynı ağacın dalları gibi düşünülmüş, her dalın, ağacın yapısıyla uyum içinde, kendi yapraklarını yeşertip kendi meyvelerini olgunlaştıracağı kabul edilmiştir. Bir ağaç dalı nasıl sonsuza kadar büyüyemezse, bir ilim dalı da belirli bir sınırı aşmaya çalışmamalıdır. Orta çağ Müslüman müellifleri, belirli bir bilgi dalını, kendi sınırlarını aşması için zorlamayı, böylece eşyadaki uyumu ve orantıyı bozmayı, faydasız ve hatta meşru olmayan bir etkinlik saymışlardır. Müslüman ilim adamları, ilimler arasındaki orantıyı ve sırayı korumanın aracı olarak gördükleri sınıflandırmayı işte bu yüzden önemsemişlerdir. Bu yolla her ilim dalının bir bütün olarak bilgi şemasındaki yeri ve hedefi sürekli göz önünde tutulmuştur.
Müslümanlar arasında ilimleri sınıflandırma girişimleri daha üçüncü/dokuzuncu yüz yılda Kindî ile başlamış, o tarihten itibaren artarak sürmüştür. Farâbî, İbn Sina, İhvan-ı Safa, Gazalî, Razî, İbn Hâldun başta olmak üzere, bir çok ilim adamı eserlerinde, ilimleri sınıflandırmaya yer vermişlerdir. Çeşitli ilimler geliştikçe, ilimlerin sınıflandırılması ve ilimlerin tek tek tanımlanması için ayrıca eserler yazma geleneği de hız kazanmıştır. Razî, daha altınca asırda, altmış ilmi ele alarak tanımlamıştır. Daha sonra Taşköprüzade'nin Miftahu's- saade ve Misbahu's- Siyade'si (ki, oğlu Kemaleddin Efendi tarafından, Mevzuâtu'l- Ulûm adıyla tercüme edilmiştir), Katip Çelebî'nin Keşfu'z- Zunûn'u ve İbn Hâldun'un Mukaddimesi ile ilimlerin tanım ve sınıflandırılması âdeta zirveleşmiştir. Yapılan ilk sınıflandırmalarda bulunmasa bile, çok geçmeden Tasavvufun da bir İslamî ilim olduğu belirtilmiştir. Nitekim hicrî beşinci asırda yaşayan Gazalî, Munkiz'inde bu ilim ve metodundan övücü bir şekilde söz eder.5
Tasavvuf ilmi, yapısı gereği uzun süre gizli kalmış, ayrıca ilk dönemlerde, nisbeten fıkıh içinde veya ahlak ve zühd adıyla ele alınmıştır. Bundan ötürü, yapılan ilk ilim tasniflerinde tasavvuf adıyla şayet yer almamışsa, bu durum garipsenmemelidir.
İslâmî İlimlerin Ortaya Çıkışı
Bilindiği gibi, İslam'ın ilk dönemlerinde şer'î hükümler nesilden nesile aktarılarak öğreniliyordu. Bu noktada itikad, ibadet ve muamelat arasında fark yoktu. Ancak çok geçmeden Müslümanlar dinî konuları tartışmaya ve ilim hâlinde öğretmeye başladılar. İlmî usûllere göre araştırmalar yapıp bunları kitaplara geçirdiler. İlk ele alınan konular şer'î meseleler yani fıkıh ilminin konusu olan hususlar oldu.6 Öyle ki, bir çok Müslüman bu ilimle uğraşmayı en önemli dinî vecibelerden saymaya başladı. Bu yaklaşım tarzı, neticede içtihadın zirveleşmesinin başlıca nedeni oldu. Fıkıh kavramının ilk dönemlerde, kelam ve ilahiyat konularını da kapsayacak bir anlamda kullanıldığını unutmamak gerekir. Nitekim İmam-ı Azamın el-Fıkhu'l-Ekber adlı eseri itikadî konuları işlemektedir.
Hadis ilmi de H. III. asrın sonunda bütün konularıyla teşekkül etmişti. Her ne kadar bu konuları içine alan kitapların telifi bir müddet gecikmişse de, usûl ve kaidelerin, tabir ve tariflerin birinci asrın sonundan itibaren hadis imamları arasında kullanılması, ikinci asırda ise, hiç bir kayda tabi olmaksızın münakaşa edilmesi, bu ilmin oldukça erken bir devirde teşekkül ettiğini gösterir. Zaten en mükemmel hadis mecmualarının altın çağ diye tavsif edilen üçüncü asırda tasnif edilmesi de, bunun bir başka delilini teşkil eder. Zira, bir ilmin usûl ve kaideleri belirlenmeden o usûl ve kaidelere uygun mükemmel eserler tasnif edilmesi, mümkün değildir. 7
Tefsir ve tasavvuf gibi, diğer İslâmî ilimlerin gelişimi için de benzer ifadeler kullanmak mümkündür. 8
Tasavvuf İlminin Ortaya Çıkışı
İbn Hâldun (808/1405), tasavvuf ilminin çıkış ve gelişimi konusunda şunları söyler: "Bu ilim İslâm'da sonradan ortaya çıkan şer'î ilimlerdendir. Aslı şudur: Sûfîlerce tutulan yol, bir hidayet ve hak yol olmak üzere, öteden beri ümmetin selefleri ve büyükleri olan sahabe, tabiûn ve bunlardan sonra gelenler tarafından takip edile gelmişti. İbadet üzerinde önemle durmak (masivadan alakayı kesip) bütünüyle Allah'a yönelmek, dünyanın âlâyiş ve ziynetinden yüz çevirmek, hâlk çoğunluğunun yöneldiği (maddî) zevk, mal ve mevki hususunda isteksiz (zahid) olmak, hâlktan ayrılarak ibadet için hâlvete çekilmek vs. bu yolun esasını teşkil etmekte idi. Sahabe ve selefte umumî olan hâl, bu idi.
Zühd mezhebini (yolunu) benimsemek, hâlktan ayrılmak (hâlvet) ve kendini ibadete vermek söz konusu zümrenin özelliği olunca, bir takım vecd hâllerini idrak etmek de onların husûsiyeti hâline geldi. Yaptıkları bütün işlerin ve adım adım aştıkları makamların kökü, itaat ve ihlastır. (Yani iman, ibadet ve ihlasın sonucu ve meyvesi olmak üzere bir takım manevî hâller ve vasıflar hasıl olur.)
İlimler tedvin edildiği ve alimler fıkıh, fıkıh usûlü, kelam, tefsir ve diğer konulara dair eserler yazdıkları zaman bu yolun ehli olan zevat da kendi tariklerine (yollarına) ait eserler yazdılar... Bu sûretle tasavvuf, İslam'da müdevven bir ilim (sistematik bir disiplin) hâline geldi. Hâlbuki, daha evvel sadece bir ibadet (ve amel) yolu olup ona dair olan hükümler, bu yolun adamlarından sözlü olarak alınıyordu. Nitekim tefsir, hadis, fıkıh, fıkıh usûlü vb. yazı ile tesbit edilerek tedvin edilen diğer ilimlerde de bu durum söz konusu olmuştur.
II/VIII. Asır ve sonrasında dünyaya yönelme yaygınlaşıp hâlk dünyaya dalınca, (bu konuda çekingen davranıp) kendilerini ibadete verenlere sûfî ve mutasavvıf ismi verildi.
Tasavvuf İlminin Kapsamı Ve Bölümleri
Kısa zamanda diğer İslamî ilimler gibi konusu, metodu, önderleri, kitapları ve mektepleri olan, kısacası bağımsız bir disiplin hâline gelen tasavvuf, pratik (amelî) ve teorik (nazarî) olmak üzere iki temel bölüme ayrılır. Ancak bu iki yön iç içe girmiş bir birlik arz ederler. Tasavvufun pratiği (amelî yönü) ilimsiz, ilmi de amelsiz olmaz ve elde edilemez. Aslında ilmin kendisi amel etmeye işaret eder; ilim ve amel birbirini gerektirir.9 Cüneyd-i Bağdadî (297/909), "eğitim sırasında ilimle amel edilmezse bereketi kaçar gider," der.10 Zahid ve sûfîler, ilimle amel etmenin doğuracağı bu bereketle, bilmediklerine ulaşmayı umarlar. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Bildiğiyle amel edeni Allah bilmediğine varis kılar."11
Diğer bir rivayet de şöyledir: "Allah için kırk gün ihlasla ibadet eden hiç bir kul yoktur ki, hikmet kaynakları kalbinden diline çıkmasın."12 Aynı konuda İbn Sâdân şöyle der: "Rivayet ilmiyle amel eden dirayet ilmine varis olur. Dirayet ilmiyle amel eden ri'ayet ilmine varis olur. Riayet ilmiyle amel eden de hak yoluna hidayet edilir." 13 Bu şekilde ilham ve mükâşefe ile ortaya çıkan bilginin kaynağına da işaret edilmek istenir. Bu ilim, ibadet ve riyazetle ruhun tasfiyesi sonucu Allah'ın verdiği bir ilimdir.
Taşköprüzade, meşhur eseri Miftahu's- Sa'ade'nin üçüncü cildini bütünüyle hudûrî [huzûrî] adını verdiği, genellikle tasavvufa konu olabilecek ilimlere ayırmıştır. Girişinde şu sözlere yer vermektedir: "Bu ilmi elde etmenin yolu tasfiyedir. Tasfiye yolu ikiye ayrılır:
1.Nefsi, riyazet ve mücahede ile alışkanlıklarından alıkoyarak gidilen yol ki, bu yolla elde edilen ilme ilm-i batın denir.
2.Ruhun, tasfiyeden sonra, kudsî ruh alemine olan aşkından ötürü, ona müşahede ve tahakkuk yoluyla bir ilim hasıl olur ki, buna da mükâşefe ilmi denir.
Bu iki ilim arasındaki fark ancak bir misalle anlaşılabilir. Batınî ilim, cilalanmış bir aynaya, karşısında bulunan bir ışık kaynağından ışığın yansımasına benzer. Mükâşefe ilmi ise, ışık kaynağını da taşıyan cilalanmış bir aynaya benzer. Böylece ışığın kaynağına varmış olur. İkinci ilmin, birinci ilmin semeresi olduğunu da belirtmeliyiz. 14
Dolayısıyla tasavvufun ilim yönünü de ikiye ayırmak gerekir: 1.Tasavvufa has olan ve onun metotlarıyla elde edilen mükâşefe ve marifet, 2. Diğer İslamî ilimlerle aynı özellikleri taşıyan kalb fıkhı, batın fıkhı15 (fıkh-ı batın) veya tasavvufî ilim. Biz bu çalışmamızda, diğer İslamî ilimlerle aynı özellikleri taşıyan ve bir yönüyle aynı metotlarla tahsil edilen tasavvuf ilminden söz etmek istiyoruz.
Tasavvuf İlmi veya Batın Fıkhı
Nasıl ki, fıkıh alimleri Kur'ân ve Hadis'ten yararlanarak konularıyla ilgili usûl ve kitaplar yazdılarsa, tasavvuf ehli da kendi görüşlerini ayet ve hadislere dayandırarak kitaplar ve yollar oluşturdular. Neticede özel konusu, hedefi, metodu ve ıstılahları olan Tasavvuf ilmi sistemleşti ve bu konuda bir çok kitap yazıldı.16 Said Havva, tasavvuf ilminin doğuş nedenini şöyle açıklar: "Bütün ilimler gibi, tasavvuf ilminin de doğuş sırrı şudur: Kur'ân ve Sünneti okurken kalp, iman, zevk, takva, nefis, tezkiye vb. anlamlardan çokça söz edildiğini görmekteyiz. İslam alimlerinin bu anlamlarla ilgisi bulunan şeyleri özel bir kitapta tescil ederek zaptetmeleri olağan bir şeydir. Yine bu anlamların keyfiyetleriyle ilgisi bulunan her şeyi kapsayan özel bir ilmin bunun neticesi olarak gelişmesi de en makul olanıdır. O hâlde tuhaf olan bu ilmin bulunması değil, bulunmamasıdır. Zira İslam alimleri her alanda eserler yazmış, benzer şeyleri birbirine eklemiş, şerh ve tafsil etmiş ve konu ile ilgisi bulunan her soruya cevap vermeye gayret etmişlerdir. Tasavvuf ilmi de bu şekilde doğdu ve gelişti. Müntesip olmayan kimselerden gördüğü muhâlefet, hakkını verenle vermeyen, benimseyenle benimsemeyenlerin hakkında yazı yazmaları gibi her ilmin başına gelen bu ilmin de başına gelmiştir. Ama her şeye rağmen tasavvuf ilmi var olmuş, uzmanları yetişmiş, alıcıları bulunmuş ve pazarı da kurulmuştur. Durum bu şekilde olunca, ekollerinin bulunması, üzerinde tartışmaların olması, ek ve tamamlayıcı mahiyette şeylerin ortaya çıkması gayet normaldir. Ama öğrenmek, bilmek ve tanımak isteyen için en kısa yol, bu ilmi kendi kitaplarından okuması ve onu kaynaklarından almasıdır. 17
Tasavvufun ilim yönünü de ikiye ayırmak gerekir:
1.Tasavvufa has olan ve onun metotlarıyla elde edilen mükâşefe ve marifet,
2. Diğer İslamî ilimlerle aynı özellikleri taşıyan kalb fıkhı, batın fıkhı veya tasavvufî ilim.
Tasavvuf, marifet konusunu da ele aldığından, bu noktada kelâm ilmine yakındır. Çünkü, metodu ayrı bile olsa, kelâm ilmi gibi, Allah'ı, sıfatlarını, melekleri, vb. itikadî konuları ele alır.18 İncelemeye çalıştığımız yönü itibariyle de fıkıh ilmine yakındır. Onun için biz de, daha çok fıkıh ilmi ile kıyaslayarak, konuyu aydınlatmaya çalışacağız.
Fıkıh, şer'î-amelî hükümleri, tafsilî delillerine dayanarak bilmektir. Buna göre fıkıh ilminin konusu iki kısımdan ibarettir:
1.Şer'î amelî hükümleri bilmek. Dolayısıyla, Allah'ın birliğini, peygamberlerin gönderilişini ve Allah'tan aldıklarını tebliğ etmeleri gerektiğini, ahiret günü ve bu günle ilgili şeyleri bilmek gibi itikadî hükümler, fıkhın ıstılahî anlamına dahil değildir.
2.Her hükmün tafsilî delillerini bilmek. Meselâ, "içkinin azı da haramdır çoğu da haramdır" deyince buna dair kitap ve (sünnetten) bir delil zikretmek gerekir. Demek ki, fıkıh ilminin konusu, helal, haram, mekruh ve vacip olma yönünden insanların işlerine (ef'al) ait hükümler ve bunların dayandığı konulardır. 19
Fıkhın temel kaynakları Kur'ân ve Sünnettir. Bu iki kaynakta yer alan ve mükelleflerin fiillerine terettüp eden hususları tesbit edip gerekli incelemeleri yapmanın, fıkıh ilminin konusu olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, fıkıh ilminin söz konusu ettiği amellerin zâhirî hükümlerinin yanı sıra, bu zâhirî hükümlerden daha az önemli olmayan bir de batınî, kalb ve niyete ait yönleri vardır ki, fıkıh ilmi bunlarla pek ilgilenmez.20 İşte bu noktada tasavvuf devreye girmekte ve zahirî fıkhın yanı başında, batınî fıkıh adıyla yer almaktadır.22
Meselâ, namazın huşu ve ihlasla, riyadan uzak bir şekilde kılınması bir batınî farzdır ve önemi zâhirî farzlardan geri değildir. Çünkü, "Namaz her türlü kötülükten alı koyar" (Ankebût, 29/45) ayetinin sırrının tecelli etmesi, namazın zahirî farzlardan başka batınî farzlarının da yerine getirilmesine bağlıdır. Nitekim, "Namazlarını huşu ile kılan mü'minler kurtuluşa erdi." (Mü'minûn, 23/1-2) ayeti buna işaret etmektedir.
Zekâtın bizzat kendisi temizlemek anlamındadır. Hem malı hem de sahibindeki cimrilik duygusunu silmektedir. Cihad konusunda ise, Allah'ın "Nefislerinizle cihad ediniz" (Tevbe, 9/41) nevinden ayetleri, bizzat canlarınızla cihada katılınız anlamına olduğu gibi, "Nefislerinize karşı da cihad ediniz," şeklinde de düşünülebilir. Çünkü nefsine karşı koyma engelini aşamayan, yani kendisiyle kavgasını bitiremeyen kimse, cihada katılamaz. Bu yüzden mutasavvıflar, nefs ile cihadı, mücahedenin bir parçası saymışlardır. Diğer ibadetlerde de bu tür yaklaşım ve batınî şartlar söz konusudur. Bu noktada fıkıh ilmini tamamlayan disiplin şüphesiz tasavvuftur.
Ancak onun görevi bununla kalmamaktadır. İhlası öğretmek ve yolunu göstermek gibi fıkıh ilminin söz konusu etmediği konuları da ele almaktadır. Aslında fıkıh ilmine bağlılık kabiliyetini geliştiren de bu ilimdir. Onun için mürşitler ahkâmda fanî olmaktan söz etmektedirler. Nitekim Cenab-ı Hakk'ı tam tanıma zevkinin neticesi, O'nun koyduğu hükümlere tam bağlılıktır. 23
Nedvî de konuyu şöyle dile getiriyor: "Kur'ân ve hadisten istifadeyle bize aktarılan şeyler iki kısma ayrılır:
Biri, heyet ve ef'alden, daha açığı duyulara hitap eden iş ve hareketlerden ibarettir. Namazdaki hâl ve hareketler, bir çok ahkâm ve menâsik bunlardandır. Bunları rivayet ve tedvin yönünden hadis, istinbat ve istihraç yönünden de fıkıh tekeffül etmiştir. Mühaddis ve fakihler bu işi gereğine uygun yerine getirmişlerdir.
İkinci kısım ise, yukarıdaki fiil ve hey'etlerin edası sırasında onlarla beraber bulunması icap eden bir takım batınî keyfiyetlerdir. Hz. Peygamber bunlara, kıyamda ve kuudda, dua ve zikir hâlinde, emredici ve nehyedici durumunda, evinin içinde ve cihad meydanında devamlı uymuştur. Bunlar ihlas, sabır, tevekkül, zühd, gönül zenginliği, sahavet, huşu', tazarru, ahireti dünyaya tercih, edep ve haya, duada hissedilen derûnî samimiyet, likaullaha duyulan şevk vb. keyfiyetlerdir. Bunlar imanî ahlak ve batınî keyfiyettendir. 24
Bu unvan kapsamına, müstakil bir ilim, başlı başına bir fıkıh olabilecek bir çok adap ve erkan, cüz'î ve tafsilî hüküm girmektedir. Eğer birinci kısmının şerh, izah ve tafsilatını ve buna delalet eden tahsil yollarını tekeffül eden ilme zahirî fıkıh denirse, bu batınî keyfiyetin şerhini ve ona ulaşan yolları gösteren ilme de batınî fıkıh denilmelidir."
Hasan-ı Basrî (110/729) şöyle der: "İlim ikidir. Biri kalptedir, işte bu faydalı ilimdir. Biri lisan üzerindedir. Bu ademoğluna karşı Allah'ın hüccetidir." Bu taksimat Ebu Yezid el-Bistamî'de şu şekli alacaktır: "İlim ikidir. Zahir ilim, batın ilim. Zahir ilim, Allah'ın mahlukatı üzerindeki (aleyhindeki) hüccetidir. Batın ilim ise, işte o faydalı ilimdir."26 H.303'te vefat eden Bağdatlı Ruveym, bu ayırımı aynen aktararak, tasavvufun özüne işaret etmiştir.27 Hasana-ı Basrî'nin fakih tarifi de dikkat çekicidir: "Fakih dediğin, dünyaya karşı isteksiz, ahiret hususunda arzulu, dinin emrine itina gösteren, Rabb'inin ibadetine devamdan geri kalmayan kimsedir." 28 Muhasibî (243/867) ise şu görüşü beyan ediyor: "Allah'tan kork ve fetvaları bilmekle ilim iddiasında bulunma. Çünkü ilim, ancak ilim billahtır (Allah'ı bilmektir)."29
Kalbî ibadetler terk edilirse namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetler ne kadar titizlikle yapılırsa yapılsın, ruhsuz kalmaya mahkumdurlar.
Batınî fıkıh üzerinde hassasiyetle duran tasavvuf ehlinden, bir ikisinin düşüncelerini, özetleyerek kaydetmek istiyoruz
Serrac (378/988): Tasavvuf ehlinin nazarında fıkıh, hem zahirî hem de batınî ilmi ihtiva eder. Ancak hâl ve makamlardan söz eden fıkıh, boşama ve kısastan söz eden fıkıhtan daha az önemli değildir. "Çünkü" diyor Serrac, "zâhirî hükümlere çok nadir ihtiyaç olmaktadır. Böyle bir ihtiyaç anında da her hangi bir fakih taklit edilerek mesele hâlledilir. Fakat, hâl makam, mücahede, tezkiye ve benzeri hususlara her mü'min her zaman muhtaçtır; herkesin bunları bilmesi icap etmektedir. Doğruluk, ihlas, zikir, gafletten uzak durmak vb. hususlar bunlardandır. Nefis hâllerini bilmek herkese farz-ı ayındır. Gerçek fıkıh da budur. Ancak, bid'atlara ve yanlışlıklara düşmemek için fıkıhçılara da muhtacız." 30
Gazalî (505/1111): "Evladım! Sana söyleyeceğim şu sözlere dikkat et! "Bir hafta sonra padişah seni ziyarete gelecek" denilse, eminim, o andan itibaren, sadece padişahın gözüne çarpacak, üst baş, evin sergileri vb. her yer ve her şeyi, yapabildiğin en güzel şekliyle düzeltmekle uğraşırsın. Sen anlayışlı bir insan olduğun için, az söz yeterlidir. Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: "Allah, dış görünüş ve işlerinize değil, kalp ve niyetlerinize bakar" 31 Eğer bu konuları ele alan kalp ilimlerini öğrenmek istiyorsan İhya ve benzeri kitaplarıma bak. Bu ilim farz-ı ayındır. Diğerleri ise farz-ı kifayedir." 32
Gazalî, kendi döneminde bu ilmin ihmal edildiğinden de şöyle yakınıyor: "Amellerin afetlerini bilip araştıran gerçek fıkıh ilmi, bu asırlarda yok olmuştur. İnsanlar bu amelleri ve bu ilmi terk etti ve insanların, davalarda aralarını bulmak için bir ilim ortaya koydu ve buna fıkıh adını verdiler de din fıkhını ilimlerinin arasından çıkardılar. Aslında, huzur içinde din fıkhıyla meşgul olabilmek için kurulan, dünya fıkhıyla uğraştılar da din fıkhını attılar. Böylece dünya fıkhı din fıkhının yerini alıverdi. (Araç, amacın yerine geçti)" 33
Bu tür yakınmalar bir çok tasavvuf aliminde görülmektedir. Onların nazarında fıkıhçılar, dinî ahkamı, şekillerden ibaret, ruhsuz hareketlere çevirmişlerdir. Bu hareketler her ne kadar aklı doyuruyorsa da, insanın bir çok manevî lâtifesine hitap etmemektedir. Dolayısıyla dış organlara hitap eden bu şekil ve hareketlerin, kalp ve diğer latifelere hitap edecek şekilde batınî bir değerlendirmeye tabi tutulmaları icap etmektedir. 34
Birgivî (981/1573): Bil ki, şer'î hükümler iki kısma ayrılır: 1.Zahirle ilgili olanlar, 2.Batın, yani kalple ilgili olanlar. Bunların da her birisi, yapılması gerekenler ve terk edilmesi gerekenler şeklinde ikiye ayrılıyor. Bu duruma göre şer'î hükümler dörde ayrılmış oluyor: 1.Zahirî emirleri yerine getirmekle ilgili hükümler, 2.Zahirî nehiylerden kaçınmakla ilgili hükümler, 3.Tevbe, havf, şükür gibi, batınî (kalbî) emirlerle ilgili hükümler, 4.Riya, kibir, ucup gibi, batınî (kalbî) nehiylerle ilgili hükümler.
Bu hükümlerin tümünün gerekliliği (vücubiyyeti) şer'î delillerle sabittir. Kim, bu dört hükümden birine muhâlefet ederse, Allah'a isyan etmiş ve azabı hak etmiştir. Çünkü Allah şöyle buyuruyor: "Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka çekeceklerdir." (En'am, 6/120)" 35
Said Havva: "Şüphesiz, nefis tezkiyesi tasavvufun ana meselelerindendir. Hatta bu ilmin neredeyse bir sembolü hâline gelmiştir. Ne var ki, mutasavvıflar zümresi dışında bu mesele hemen hemen ihmal edilmiş gibidir. Oysa, peygamberlerin gönderilmelerinin temel gayelerinden biri de, nefis tezkiyesidir. Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: "Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size kitap ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Resûl gönderdik." (Bakara, 2/151) Bu nefis tezkiyesi bir müzekkiye (tezkiye edene) muhtaçtır. Sahibi tarafından da mücahedeye ihtiyaç gösterir. Bu da ilim gerektirir. Nefsin kemâlât ve noksanlıklarını, bu kemâlâtları gerçekleştirmenin ve noksanlıklardan kurtulmanın yollarını bilmeyi gerektirir. Bütün bunlar tasavvuf ilminin ana meseleleridir." 36
Kısacası dinin belirli emirlerini yerine getirmek, yasakladığı şeylerden uzak durmak, elbette, inanılan dinden zevk ve ilham almanın ilk ve kaçınılmaz şartıdır. Ancak, bununla yetinmek kitlenin ve sistemin selametine kafi gelse de insanın ruhî derinliklerinden fışkıran ulvî arzuları doyurmaya yetmez. Kuralların genel çerçevesinin ötesinde ruhun esas olarak temas edeceği bir alan vardır. Nihaî maksad o alana rapt olmaktır. Kur'ân bu inceliğe sık sık dikkat çeker. Mesela, yukarıda değinildiği gibi, namazın belli bedenî kuralları yanında, üzerinde titizlikle durulan bir ciheti daha vardır: Huşu'.. Huşu', bir iç hadisesidir. Kalıbı, kıyafeti, tarifi yoktur; yaşanır. Kur'ân'da buna benzer pek çok kelime bulunmaktadır. Tatahhur, tezkiye, ihsân, tezekki vs. Peki bu ifadeler nasıl meyvelendirilecektir? Bu noktada aleladeliği aşan ince bir terbiyenin gereği ortaya çıkar. 37
Çağdaş alimlerden Zühaylî, "fıkıhta, diyaneten böyledir denilen hususları, tasavvuf inceler" demektedir. 38
Aktarılan bilgilerden şu neticeyi çıkarmak mümkündür: Mükelleflerin fiillerine terettüp eden hükümleri konu edinen fıkıh ilmi iki bölüme ayrılır:
1.Bu fiillerin zahirî yönlerine ait hükümleri konu edinen ve fıkıh denilince kastedilen; tasavvuf ehlinin ise zahirî fıkıh dedikleri ilim,
2.Bu fiillerin içe, kalbe yansıyan yönlerini konu edinen ve tasavvuf ehlinin batınî/kalbî fıkıh dedikleri ilim.
Ancak şunu hemen ilave etmeliyiz: Batınî fıkıh dediğimiz ve tasavvufun bir bölümü olan ilim, sadece mükelleflerin fiillerine ait kalbî ahkamı konu edinmez. Bir de dışta yansıması olmayan, içe ait bazı hususları bulunmaktadır.
Kalbi ibadetler terk edilirse namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetler ne kadar titizlikle yapılırsa yapılsın, ruhsuz kalmaya mahkumdurlar.
Tasavvufun Merkezî Konuları
Prof. Dr. Abdulhakim Yüce
25
Tasavvuf, bir ölçüde beşerî sıfatlardan sıyrılıp, melekî vasıflar ve ilâhî ahlâka bürünerek, mârifet, muhabbet ve zevk-i rûhânî yörüngeli yaşamaktır.
Tasavvuf İslâm dini içerisinde doğdu, onun temel dayanakları olan Kur’ân, Hadîs ve Sahabe hayatını kaynak olarak kullandı ve zamanla diğer İslâmî ilimler gibi ciddi bir gelişim gösterdi. En müstakim hâliyle tasavvuf, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), O’nu en güzel şekilde takip eden ashabı ve onları takip eden tabiin nesli tarafından yaşandı ve aktarıldı; daha sonrakiler tarafından bu hayat tarzı zühd veya gerçek tasavvuf adıyla anıldı.
İlk iki asırda cemiyet hâlinde, tabiî olarak yaşanan zühd hayatında, marifetten çok amele, ilhamdan fazla ibadete, keşiften çok ahlâka, kerametten çok istikâmete, kısaca, nazariyeden fazla uygulamaya önem verilmekteydi. Zühd hayatından maksat, İslâm’ın ve Peygamberlik müessesinin de temel hedefi olan, ahlâkî olgunluğa erişmek ve bunu hayata taşımaktı.
Daha sonra gelişip sistemleşerek, tasavvuf ve tarikat adlarıyla merhaleler yaşayan bu anlayış ve hayat tarzında, ilk iki asırda var olan hususlar kısmen ve ismen muhafaza edilse bile, ikinci derecede değer verilir hâle geldi. Birinci sıraya ise, daha sonra gelişen tasavvufun nazariyatının sadece bir kısmı yerleştirildi ki, o da, vahdet-i vücûd, irfan, ricalu’l-gayb, insan-i kâmil, sema… gibi, bazı tasavvuf ehlinin varlık, bilgi ve seyr u sülûk konularındaki görüş ve uygulamalarıdır.
Yazımızda, bizce tasavvufun merkezî konularında bir eksen kayması gibi gözüken bu durumu değerlendirmeye çalışacağız. Konuya başlarken önce ‘bir ilim ve dini daha iyi yaşama tarz ve metodu olarak’ tasavvuftan bir nebze söz etmek istiyoruz.
Tasavvufun Ortaya Çıkışı ve Gelişimi
Bilindiği gibi İslâm’ın ilk dönemlerinde, özellikle Asr-ı Saadet’te ve tabiin döneminde, dinî ilimler bir bütün hâlinde idi; bütün gayret Kur’ân’ın anlaşılmasına odaklanmıştı. Nitekim ahkâm ve amele işaret eden âyetlerinden fıkıh (hukuk), iman ve itikada dâir âyetlerinden kelâm ve bir dereceye kadar felsefe, sosyal münasebetlerden söz eden âyetlerden ahlâk ve tasavvuf ve Kur’ân’ın en güzel yorumu olan sünnetin bir bütün olarak ortaya konması çabalarından da hadîs ilmi doğmuştur denilebilir. (Bkz: Aydın, 1986: 1)
Zamanla her ilim farklı branşlar hâlinde kendi mecrasında akmaya başladı ve sistemleşti. Tasavvufun sistemleşme serüvenine dâir şu değerlendirmeler yapılmaktadır: “Sûfîler taifesince tutulan yol, bir hidâyet ve hak tarik olmak üzere, öteden beri ümmetin selefleri ve büyükleri olan sahabe, tabiûn ve bunlardan sonra gelenler tarafından takip edilegelmişti. İbadet üzerinde önemle durmak, (masivadan alakayı kesip) tamamıyla Allah’a yönelmek, dünyanın alâyişinden ve ziynetinden yüz çevirmek, halk çoğunluğunun yöneldiği (maddî) lezzet, mal ve mevki hususunda zahid (ve isteksiz) olmak, halktan ayrılarak ibadet için halvete çekilmek bu yolun esasını teşkil etmekte idi. Sahabe ve selefte umumî olan hâl, bu idi. Zühd yolunu benimsemek, halktan ayrılmak (halvet) ve kendini ibadete vermek, söz konusu zümrenin özelliği hâline gelince, birtakım vecd hâllerini idrak etmek de onların hususiyeti hâline geldi... Yaptıkları bütün işlerin ve aştıkları makamların kökü, itaat ve ihlâstır. (Yani iman, ibadet ve ihlâsın sonucu ve meyvesi olmak üzere birtakım mânevî hâller ve vasıflar hâsıl olur.)” (İbn Haldun, 1983: II, 1123)
Tasavvuf İlminin Kapsamı ve Bölümleri
Kısa zamanda diğer İslâmî ilimler gibi konusu, metodu, önderleri, kitapları ve mektepleri olan, kısacası tam anlamıyla bir disiplin hâline gelen tasavvuf, pratik (amel) ve teorik (ilim) olmak üzere iki temel bölüme ayrılır. Ancak bu iki bölüm iç içe girmiş bir birlik arz eder. Tasavvufun pratiği ilimsiz, ilmi de amelsiz olmaz ve elde edilemez. Aslında ilmin kendisi amel etmeye işaret eder, ilim ve amel birbirini gerektirir. (Münavî, 1972, II, 134)
Asıl olan, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabı tarafından yaşanan ve üzerinde durulması gereken amelî kısımdır. Teorik kısmın kaynağı da ikincisidir; zîrâ amel olmadan marifet olmaz. Amel ve marifetin beraberliği ise ahlak-ı haseneyi netice verir. Bu da peygamberlik müessesesinin temel gayesidir: Onun için Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ben mekarim-i ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” (İbn Hanbel, 1983: II, 381) buyurmuştur.
Tasavvufun amelî yönü Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), O’nu en güzel şekilde takip eden ashabı ve onların yoluna en güzel şekilde uyan tabiin nesli tarafından yaşanmış ve aktarılmış; daha sonrakiler tarafından İslâm’ın ruh ve mana boyutu adıyla anılmış, tasavvuf tarihçileri tarafından da tasavvufun dayanağı ya da gerçek tasavvuf olarak değerlendirilmiştir. Bu anlayış ve yaşama tarzını en güzel şekliyle yansıtan dönem, zühd dönemidir. Burada kastımız, dünyaya mesafeli duruş, ibadet derinliği, her türlü harama karşı vera’ ve takva titizliği ve evrad u ezkâr zenginliği anlamındaki zühttür.
Bu çerçevesiyle zühd şöyle izah edilebilir: “Dünyevî hazları terk edip, cismanî meyillere karşı koymak, ömür boyu âdeta bir perhiz hayatı yaşamak, davranışlarında takvâyı esas alarak, dünyanın, kendine ve insanın nefsine bakan yönlerine karşı da kararlı, müstağni ve müstenkif bulunmak… Bu da kısacası ebedî olan ukbâ saadeti için, muvakkat dünya rahatını terk etmek demektir.” (Gülen, 2001: I, 70)
İlk iki asırda, toplumun çoğunluğu tarafından ve tabii olarak yaşanan bu zühd hayatı, zamanla özel bir grubun yaşadığı bir hayat tarzı hâline geldi. 2/9. asrın sonundan itibaren, toplumun bir kısmında görülen dünyevîleşmenin zıddı istikametinde zühd hayatında mübalâğa edilmeye, dünyayı terk ve nefs riyâzeti bakımından ilk dönem zahidlerinin yaklaşımlarına kısmen ters düşen bir hayat yaşanmaya başlandı. Zîrâ Hicrî ikinci asrın sonuna kadarki âbid ve zâhidlerin zühdü daha çok mutedil ve münferitti. Marifetten çok amele, ilhamdan fazla ibadete, keşiften çok ahlâka, kerametten çok istikâmete, kısaca, nazariyeden fazla uygulamaya önem verilmekteydi. Bu dönemde zühd hayatından maksat, ahlâkî olgunluğa erişmekti. Dönemin zâhidleri, içtimaî hayata katılıyor, maişetlerini temin için çalışıyor, güçleri yettiğince şeriatın ve dinin emirlerine riâyet ediyor ve bu emirleri canla başla muhafaza ediyor; gözü yaşlı, bağrı yanık tutumları ile çevresindeki insanlara ve bazen de idarecilere öğütler veriyor, zühd hayatını öngören âyet ve hadîsler üzerinde duruyorlardı. Ulaşmak istedikleri tek gaye, Allah’ın (celle celâluhu) rızasını kazanmak ve O’nun gazabından kurtulmaktı. (Bkz: Özköse, 2002, 186)
Tasavvuf tarihi boyunca yapılan tariflere bakıldığında da ağırlıklı olarak yukarıda zikrettiğimiz konuların öne çıktığı görülmektedir. Meselâ yüzlerce tasavvuf tarifini gruplandırıp şu on başlık altında toplayanlar olmuştur: “Tasavvuf, 1. Zühttür, 2. Güzel ahlâktır, 3. Tasfiye yani kalb temizliğidir, 4. Tezkiye yani nefs ile mücahededir, 5. İstikamettir yani Kitap ve Sünnet’e sarılmaktır, 6. Allah’a tam teslimiyettir, 7. Rabbaniliktir, 8. İslâm’ın ruh hayatıdır, 9. Bir batın ilmidir, 10. Havassa ait ledün ilmidir.” (Yılmaz, 1994: 30)
Çıkışı ve gelişimi ile yapılan tarifleri göz önüne getirdiğimizde tasavvufun merkezî konularını, uygulama şeklini ve ana hedefini şu şekilde özetlemek mümkündür: Tasavvuf, inanmış ferdin ilme’l-yakîn seviyesinde bildiği imanî konulara ait bilgisini ayne’l-yakîn mertebesinden geçirerek neticede hakka’l-yakîn seviyesine ulaştırmak ister. Bunu gerçekleştirmek için dünya ile sadece ihtiyaç kadar ilgi kurmasını sağlar yani kıllet-i taam, kıllet-i menâm, kıllet-i kelam ve uzlet ani’l-enam sistemini uygular. Bu arada nafileler dâhil bütün ibadetleri adabına varıncaya kadar titizlikle ikame etmesini söyler. Geceler boyu yapacağı tefekkür, tevbe ve istiğfarlar, dökeceği gözyaşı, okuyacağı Kur’ân-ı Kerîm ve engin evrad u ezkâr da bu ibadet manzumesinden sayılır. Şer’i ahkâmı kılı kırk yararcasına yaşayıp takvâ ve vera’ seviyesine varacak bir helal-haram hassasiyeti, bu yolun olmazsa olmazlarındandır. Onun için ‘Tasavvuf ehlinin mezhebi ruhsat değil, azimettir.’ denilmiştir. Hattâ sadece kendi mezhebinin değil, diğer mezheplerin de görüşünü uygulayarak onların da nurundan istifade etme tavsiye edilmektedir. (Rabbanî, 1976: II, 36) Aynı zamanda mutasavvıf olan İmam Şa’ran’i’nin Mizanu’l-Kübra adlı eseri fıkhî konuları ve ihtilâfları azimet-ruhsat / teşdit - tahfif şeklinde ikili bir tasnife tabi tutmuş, böylece mutasavvıf kişiye yol göstererek azimete uymasına yardımcı olmuştur. (Şa’ranî, 1989) Şüphesiz bunları gerçekleştirmek için sıkı bir riyazet ve seyr u sülûk pratiğine ihtiyaç olacaktır. Bunların hepsinin meyvesi de Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashabında tahakkuk eden ahlak-ı hasenedir. Böylece mutasavvıf Allah-insan-varlık arasındaki münasebeti, en uygun şekliyle kurarak insan-ı kâmil olur ve Cennet’te yaşamaya layık bir kıvam kazanır. Bu makama yükselen ve İlâhî cezbenin çekim alanına giren müridin öncelikle Allah’a (celle celâluhu), sonra da başta O’nun habibi Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere bütün varlığa sevgi, muhabbet ve aşk nazarıyla bakması ve bazen bu aşkını sema, şiir, musiki vb. şekillerde ortaya koyması elbette kaçınılmazdır. Bu uygulamalar sırasında Kur’ân’ın çok katmanlı mânâları, varlığın hakikati ve yaradılış sebebi, insanın diğer varlıklar arasındaki yüce mertebesi ve mânevî yapısı vb. konular hakkında kalbine hutur edecek ilhamlar ve keşifler olabilir. Ama o çoğu zaman onu asıl işinden alıkoymasınlar diye bunlara iltifat etmez; sadece muhataplarına şekerleme nev’inden bazen bunların cüzî bir kısmını işaret şeklinde dile getirir veya hâliyle hissettirir.
Evet, tasavvufun hedefi, ana konusu ve metodu çok kısa olarak bu şekilde özetlenebilir.
Ancak maalesef daha sonra bu anlayış ve hayat tarzının merkeziyeti zedelendi. Yani her ne kadar tasavvuf ehli bu yolun amel, takva, rıza, sabır, istiğna, ihlas, riyâzat, tebettül, hüzün, tevekkül, vera’, muhabbet, Cehennem korkusu, hayâ, seha, şecaat, af, müsamaha, kanaat, huşu, Hakk’a iltica, mücahede, emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker, evrad u ezkâr… üzerine bina edildiğini, işin özünün bunlardan oluştuğunu, yapılan bütün izah ve gayretlerin bunları anlayıp gerçekleştirmeye matuf olduğunu dile getirmiş ve yazmışlarsa da maalesef bahsi geçen konular gereken ilgiyi görmez oldu. Bunların yerine tasavvuf ehlinin varlık ve bilgi anlayışları ile insan yetiştirme metotlarını konu edinen vahdet-i vücûd, ricalu’l-gayb, rabıta, zikir şekli, sema, keşf, keramet, rüya, ilham… gibi hususlar üzerinde fikir beyan etmek merkeze alındı. Son zamanlarda özellikle akademik çevreler ve tasavvufa ilgi duyan gayrimüslimler ise daha çok vahdet-i vücûd ve tasavvufun ılımlı ve faklı bir İslâm anlayışı olduğu iddiası üzerinde durmakta ve bunu öne çıkarmaktadırlar. Vahdet-i vücûd vb. konular yüzyıllardır tartışıldığı için onları ilgili eserlere havale edip daha güncel olan son konuya bir nebze değinmek istiyoruz.
Tasavvuf ve Ilımlı İslâm Yorumu
Şu soruyu sormak ve açık yüreklilikle tahlil edip cevaplamak gerekir: Gerçekten tasavvuf İslâm’ın daha ılımlı, daha hoşgörülü ve daha insancıl bir yorumu mudur? Kanaatime göre bu soruda tartışılacak birden fazla nokta bulunmaktadır.
Tasavvuf genel olarak İslâm’ın bir yorumu olmadığı gibi, farklı bir yorumu hiç değildir. Zîrâ tasavvuf Kur’ân ve Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Sünnet’inde var olan, tefsir ve hadîs şerhlerinde tespiti ve izahı yapılan, fıkıh kitaplarında sıhhat şartları ve işleyişi açıklanan İslâm’ı, halkın genelinden daha derin, daha dikkatli, daha ağır, daha titiz… yaşamak demektir. Bu titizliği azami takva, azami vera, azami zühd, azami nafile ibadet ve evrad u ezkarla da perçinlemektir. Öyle ki bu yolda gidenler kolaylaştırıcı fetvalardan alabildiğine kaçınarak azimet mezhebini seçmişlerdir. Sünnet’e bağlılıkları dillere destan olduğu gibi bid’atla savaşları da meşhurdur. Meselâ en meşhurlarından olan İmam Rabbani kendi misyonunu bid’ata karşı çıkıp Sünnet’i ihya etmek olarak tesbit etmiştir. Harama karşı titizlikleri sadece şüpheli şeylerden kaçınmak değil, mubahların da birçoğunu terk etmek şeklindedir. Nitekim, bu hassasiyetinden ötürü ilk tasavvuf yazarlarından el-Muhasibî, babası Mü’tezilî görüşlere sahiptir diye geriye bıraktığı mirasa el sürmemiştir. Haram veya şüpheli şeyler sadece yeme içmeden ibaret olmayıp; bilindiği gibi kadın erkek münasebetlerinden, yöneticiliğe varıncaya kadar hayatın hemen her alanında dikkat edilmesi gereken sınırlar bulunmaktadır ve tasavvuf ehli bunlara titizlikle uyar.
Öyle ise tasavvuf ehline ve tasavvufî bakış açısına İslâm’ın farklı bir yorumu demek yanlış olduğu gibi onu “şer’i ahkâmın sınırlarını tanımayan veya aşan” mânâsında hoşgörülü veya Hümanist görmek de yanlıştır. İnsanı hattâ bütün yaratılmışları Yaratan’dan dolayı sevmek, değer vermek, merhametle yaklaşmak, sadece tasavvuf ehline ait bir ayrıcalık değildir; her mümin hattâ her insan böyle davranmalıdır ve bazılarına göre en katı prensipleri vazeden fıkıh da, fıkıhçı da konuya böyle yaklaşır. Elbette suç işleyen kişiyi cezalandırmak gerekir ve fıkıh bunun prensiplerini belirler. Ama suç işlediği hâlde bir insana hangi tasavvuf ehli ceza verilmesine karşı çıkabilir? Zîrâ bunu yapmak Kur’ân’ın prensiplerini açıkça çiğnemek mânâsına geldiği gibi sosyal düzeni bozmak ve anarşiye davetiye çıkarmak demektir. Onun için de her mutasavvıf, diğer müminler gibi dört fıkıh mezhebinden birine bağlıdır ve adabına varıncaya kadar her prensibi titizlikle uygular. Hattâ Ehl-i Sünnet çizgisinden taviz veren kişi ve tarikatları İslâm dışı sayar. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi halkın taklit seviyesinde inanıp uyguladığı prensipleri, âdeta hissedercesine inanıp yaşamak için, zorlu seyr u sülûk yollarını aşar; böylece çok üstün bir ahlak seviyesini yakalamaya çalışır.
Netice
Dinin üç cephesinden ikisini oluşturan fıkıh ve kelâmda olduğu gibi, üçüncü cephesi ruh ve mânâ boyutunu oluşturan tasavvufta da dağınıklık ve tahriften korunabilmek için, ilk dönemden bu yana üzerinde ittifak edilen hususlar tekrar merkeze alınarak bir anlayış ve hayat tarzı geliştirilmeli ve sahip çıkılmalıdır. Aksi takdirde günümüzde bazı misalleri görüldüğü gibi, bir taraftan İslâm’la bağdaşmayan ve dinle ilişkisi olmayan, amel ve ibadet kavramının unutulduğu, bir tür Yunan Hümanizm’ine benzeyen davranış biçimleri, Tevhit izahları, sözüm ona zikir uygulamaları/törenleri, eklektik din anlayışları vs. ortaya çıkacak; diğer taraftan bazen roman şeklinde ve kişisel gelişim uslub ve edasıyla, bazen içi doldurulamayan modern psikoloji kavramları ya da içi boşaltılmış tasavvuf terimleriyle dile getirilen ruh ve mana âlemine ait konular, maalesef insan hayatında ciddi bir mânâ ve tesir bırakmadan tüketilecek, kanıksanacak ve bu noktada da İslâm’ın ruh bütünlüğü ve insicamı bozulacak, tanınmaz hâle gelecek ve tahriflere kapı açılacaktır.
Kaynaklar
1. Aydın, M. (1986) İslâm’a Göre İlim, D.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, s. 3, ss.1-2, İzmir.
2. Gülen, F. (2002), Kalbin Zümrüt Tepeleri I, Zühd, 70, İstanbul.
3. Hanbel, A. (1983), Müsned, II, 381, Beyrut.
4. İbn Hâldun, (1983), Mukaddime, II, 1123, İstanbul.
5. Münavî, A. (1972), Feyzu’l- Kadir, II, 134, Beyrut.
6. Özköse, K. (2002), Zühd ve Sûfîlerin Zühde Yükledikleri Anlam, C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. VI, s. I, ss. 186. Rabbanî, İ. (1976), Mektûbât, 22. Mektup, c. 2, s. 34. İstanbul.
7. Şa’ranî, A. (1989) el-Mizanu’l-Kübra, Beyrut.
8. Yılmaz, H.K. (1994), Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, 30, İstanbul.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
SORULAR & CEVAPLAR
Tasavvuf nedir?
Tasavvuf, İslâmî hayatı yaşama biçimi, ruh hayatı, rabbânîlik, ihsan ve tezkiye gibi isimlerle anılan bir ilim ve müessesedir. Tasavvuf, adıyla olmasa bile,muhtevâsı ve müesseseleriyle Allah Rasûlü'nün hayatında ve Kur'an'da var olan bir kurumdur. Allah Rasûlü'nün temsil ettiği "Siyâsî, ilmî ve ma'nevî" otoriteden üçüncüsünün müessese ve ilim olarak uzantısını oluşturmaktadır.
Tasavvufî hayat ferdî olarak yaşanamaz mı?
Bu soruyla iki şey kasdedilmiş olabilir. Birincisi evrad ve ezkârıyla, riyâzat ve mücâhedesiyle, seyr u sülûk ve tarikatıyla tasavvufun ferdî olarak yaşanıp yaşanamıyacağı; ikincisi kişinin kendi başına kitap ve sünnete uygun bir kulluk yapıp yapamayacağıdır. Öğrenmek başka, uygulamak ve yaşamak başka şeylerdir. Tasavvuf öğrenileni yaşamayı fiilî olarak öğreten bir eğitim kurumudur. Eğitimde güçlü şahsiyetlerin başkalarını etkileyerek kendi boyası ile boyaması söz konusudur. Çünkü terbiye, olgunlaşmış şahsiyetlerin, insanın eksik ve ham tarafları üzerinde yaptığı olumlu etkidir. Türkçe’deki: "Kır atın yanında duran ya huyuhran, ya suyundan" sözü bu etkileşimi gösterir. Birinci şekliyle; yani tasavvufun seyr u sülûk ve tarikatıyla ferdî olarak yaşanması mümkün değildir.Çünkü bu eğitim sisteminin amacı bir mürebbî ve mürşidi gerekli kılmaktadır. Bütün uygulamalı ilimlerde olduğu gibi tasavvufi terbiyede de üstâda ihtiyac vardır. Bu konuda Şeyh ve mürşide âid meselelerde daha ayrıntılı bilgiler verilmiştir. İkinci şekliyle; yani insanın kendi kendine kitap ve sünnete göre kulluk yapması elbette mümkündür. Eldeki yazılı bilgilerden yararlanarak insan iyi bir müslüman olabilir. Ancak birlikteliğin heyecan ve coşkusu daha farklıdır.
Sağlam bir tasavvuf çizgisinde hangi özellikler bulunmalıdır?
Bu sorunun tasavvuf konusundaki belirsizlikleri gidermek amacıyla sorulduğuanlaşılmaktadır. Bugün tasavvuf konusunda sapla saman birbirine karıştığı,şeyhlerin sahtesi ile gerçeği yaygın bir biçimde her yanda bulunduğu içinbunları birbirinden tefrik etmek zordur. Bunların doğrularını tanımak için birtakım ölçülere ihtiyac vardır. İşte o ölçüler şunlardır: a- Ehl-i sünnet ve'l-cemaat çizgisinde sağlam bir inanç, b- Kitap ve sünnete uygun derin bir ibâdet hayatı (sâlih amel), c- Düzgün bir muâmelât , d- Muhammedî bir ahlâk. Tasavvuf bu ölçüler içinde şu özellikleri de taşır: a- Tasavvuf manevi tecribe ile anlaşılan hal ilmidir, b- Tasavvufi bilginin konusu ma'rifetullah'tır, c.Tasavvuf tatbiki bir ilim olduğundan mürşid vasıtasıyla öğrenilir, d- Tasavvuf kitaptan okuyarak öğrenilebilecek bir ilim değildir, çünkü tecrübîdir. e-Tasavvufun bilgi kaynağı felsefe ve kelâm gibi akılla sınırlı değildir. İlham ve keşf de bilgi kaynağı olarak kabul edilir. f- Tasavvufi eğitime tarikat denilen özel yollarla kat’edilir. Lüma' müellifi sûfîlerin sahtesini hakikisinden ayırmak için şöyle bir ölçü koyar: 1- Haramlardan kaçınmak, 2- Farzları îfâetmek, 3- Dünyayı ehl-i dünyaya bırakıp dünya-perest olmamak.
Tasavvufun mertebeleri nelerdir?
Tasavvufun tahalluk ve tahakkuk olmak üzere iki mertebesi; yani boyutu vardır. Tahalluk, tasavvufun eğitim boyutudur. Tasavvufi hayat, tarikat, manevi makamlar, seyr u sülûk ve âdâb gibi konuları kapsar. Tahakkuk ise tasavvufun ma'rifet, işâret ve bilgi boyutudur. Bu da insanın ma'nevî eğitim sayesinde ahlâk ve takvâ açısından yükselişi ve Allah'a yaklaşması sonucu kâinattaki bazı ilâhî sırlara âid elde ettiği bilgilerdir. Nitekim Kur'an'daki: "Allah'tan korkun Allah size öğretsin." (el-Bakara, 2/282) âyeti takvânın bir takım manevî bilgilere erme vesilesi olduğuna işaret etmektedir. Bir kudsî hadisteki: "Kulum bana nâfilelerle yaklaşmaya devam eder. Hatta ben onu severim. Ben onu sevince de gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı... olurum" (Buhârî, Rikak, 38) ibâreleri, kulluk ve nâfile ibâdet ile insanın kâinâttaki ilâhî kudretin etkisini anlamaya başlayacağını anlatmaktadır. Aslında ehl-i sünnet inancına göre bütün insanların fiillerinin gerçek mutasarrıf ve hâlıkı Allah’tır. Ancak insanlar gözlerindeki dünya ve mâsivâ perdesi sebebiyle bunu görememektedir.Yani bir başka ifade ile herkesin gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı Allah’tır. Çünkü bütün fiillerde yaratıcı O’dur. İnsanlar bu gerçeği nâfileibâdetlerle Hakk’ın sevgilisi olacak konuma geldikleri zaman farkedebilirler. Kur’an’da Allah’ın, kulların fiillerini kendine izâfe etmesi bundandır. Nitekim "Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, Allah attı." (el-Enfâl, 8/17) "Bildikleriyle amel edene Allah bilmediklerini öğretir." (Hilyetü’l-evliyâ, X, 15) hadisinde de aynı konuya işâret edilmektedir. Tasavvufun bu iki özellği tasavvufî hayat ve tasavvufî düşünce olmak üzere iki mertebenin meydana gelmesini sağlamıştır. Bunların ikisi de birbirine bağlı olmakla birlikte aslolan kulluğa yardımcı tasavvufî hayattır.
Günümüzde tasavvufun içine pekçok hurâfeler karışarak bozulduğu görülmektedir. Özellikle menkıbeler konusunda sıkıntılar var. Net bir tasavvuf ortaya konmuyor? Bu konuda neler yapılabilir?
Bu soruda herhalde tasavvufun bozulup gerilediğine işâret edilmek istenmektedir.Aslında İslâmî ilimler ve sosyal kurumlar bileşik kaplar gibidir. Birinin yükselmesi ve diğerlerinin yerinde sayması veya birinin seviyesinin düşüp diğerlerinin yukarda kalması mümkün değildir. İslâm dünyasında gerileme ve çözülme başlayınca bütün ilimler ve kurumlar bundan nasîbini almıştır. Medrese, tekke ve ordu üçlüsünün oluşturduğu sosyal müesseseler birbiriyle âhenkli biçimde çalıştıkları, birbirlerini rakip görüp dışlamadıkları zamanlar yüksek seviyede hizmet vermişlerdir. Bu müesseseler birbirini bütünleyen özelliklerini kaybedip rekabetle birbirini yıpratmaya başlayınca genel bir gerileme başlamıştır. Tekke ve tasavvufi kurumların parlaklığını kaybettiği dönemde, medrese veya ordunun hâlâ yüksek hizmetler verdiğini söylemek mümkün değildir.Bu itibarla gerileme ve çözülme bütün kurumlarda, birlikte yaşanmıştır. Günümüzde tasavvufî hayatın içinde bulunduğu öne sürülen bid'at ve hurâfeler aslında İslâm toplumunun ortak problemidir. Tasavvuf, ya da başka İslâmî çevrelerde görülen bir takım bid’at ve hurâfelerin temel sebebi bilgi eksikliğidir. Çünkü bugün insanlarda manevi hayata ilgi, bilginin çok önündedir.Bu ilgiyi doyurup iyiye kanalize edecek gerekli kurumlar bulunmadığı ve dini bilgilenmede problemler olduğu için insanlar din adına çoğu zaman hurâfelere takılıp kalmaktadır. Hurâfe ve bid’atin tek sebebi cehâlettir. Ehl-i sünnet çizgisinde müteşerri ve cehâletten kurtulmayı görev sayan tarikatler hurâfelerle mücâdele etmektedir. Nitekim XIX. yüzyılda başta Nakşbendiyye’nin Hâlidiyye kolu olmak üzere pek çok tarikat, ilim ve medrese çevrelerinin de desteğiyle bir tecdid, yenilenme ve ıslahat hareketi başlatmış; hurâfe ve bid’atlere karşı bayrak açmıştır. Menkıbelerle ilgili sıkıntılara gelince işe önce menkıbenin ne olduğundan başlayalım. Menkıbe (doğrusu menkabe) lügatte övünülecek fazilet, hüner ve meziyet demektir. Istılahta ise peygamberler, sahâbîler, tarihî şahsiyetler, mezheb imamları ve sûfîlerin övülecek fazîlet ve meziyetlerini anlatan rivâyetler, demektir. Kur’an’da geçmiş peygamberlere ve ümmetlerine âid bir takım kıssaların yer alması, hadislerde de böyle rivâyetlerin bulunması "kıssacılık" diye bir mesleğin meydana gelmesini sağlamıştır. Kıssacılara "kussâs" denilir. Halk kıssalardan hoşlandığı için bunlar, vaaz ve irşâdda bir eğitim aracı olarak kullanılmıştır. Sûfîler başlangıçtan beri bu tür kıssalardan oluşan, peygamberler, sahâbîler ve ilk devir sûfîlerinin kıssa ve menâkıbını yazılı ve sözlü olarak nakledegelmişlerdir. Tabiî, bir meslek hâline gelen bu alanda halk muhayyilesinin de katkılarıyla zaman zaman abartılı rivâyetler de gündeme gelmiş, hattâ zamanla işin özünü ve nasihat değerini ihmâl eden bazıları, sadece kıssa ve menkıbe yazıp nakletmeyi ve olağanüstü bir takım olaylardan bahsetmeyi daha önemli görür olmuştur. Halbuki kıssa ve menkıbelerde gaye, okuyan ve dinleyenlere bir mesaj ve öğüt vermektir. Bu gayeye uygun olarak yazılan ve anlatılan menkıbelerin yararlı olduğunda şüphe yoktur. Tayy-ı zaman ve tayy-ı mekân gibi bir takım olağanüstülüklerin bulunduğu keramet ve menkıbeleri, halkın kahramanlık duygularını tatmîne yarayan şeyler olarak görüyorum. . Nasıl bir kurgubilim filmini gerçek sanmak yanlış ise menkıbelerde anlatılan bazı şeyleri de böyle doğrudan dinin temel esası gibi sanmak ve öyle sunup algılamak da yanlıştır. Bugün Batı’da ruh hastalıklarının tedavisinde sûfî menkıbelerinin kullanıldığına ilişkin bir takım yayınlar göze çarpmaktadır. Bu da bize bunların bir takım fonksiyonlar icra edebilecek önemini göstermektedir. Yerine göre kullanılır ve dînî bir nass gibi görülmezse menkıbelerin de yararlı olabileceğinde şüphe yoktur. İslâmî ilimlerin hepsinde meydana gelen canlanma, yenilenme tasavvuf muhitlerinde de görülmektedir. Ancak nasıl fıkıh, tefsir ve hadiste bugün müslümanlar dün oldukları seviyeyi henüz yakalayamamışlarsa tasavvufta da yakalayamamışlardır. Kaldı ki tasavuf bir ilim olduğu kadar manevî ve rûhî bir hayattır. Bu yüzden bu konudaki gelişmeler daha büyük önem arzetmekteve zamana ihtiyac göstermektedir. Bu konuda neler yapılabileceği konusunda şunları söyleyebiliriz. Önce tasavvufun ilim boyutu tasavvuf klâsikleri denilen Kuşeyrî Risâlesi, İhyâ, Kutü'l-kulûb, el-Lüma', et-Taarruf ve Keşfu'l-mahcûb gibi müteşerri kaynaklar ile tasavvufi düşünce ürünü klâsik eserlerden yararlanılarak ortaya konmalıdır. Ardından tasavvufun eğitim yönü demek olan seyr u sülûk boyutu, işi tezgâhtarlığa vardırmayan liyâkatli ve şerîata merbût mürşidlerce hem yazılı eserler, hem de fiilî örneklerle takdim edilmelidir. Böyle bir ortamın gerçekleşmesinden sonra belli bir süreç içinde mutlaka gelişmeler olacaktır.
Bazıları "Tasavvuf, Yunan mistisizminden alınmıştır." diyorlar. İslâm literatürüne girmiş bir ilim olan tasavvufun kaynağını açıklar mısınız?
Tasavvufun kaynağını yabancı kültürlerde arama kaygısı, daha çok müsteşriklerin gayretleriyle ortaya çıkmış bir görüştür. Muhtelif dinlerin mistik yapılarındaki bir takım benzerlikler onları bunların birbirinden alınmış olması anlayışına sevketmiştir. Bir takım müsteşrikler tasavvufun sadece Yunan mistisizminden değil, Hind, İran, Mısır, Hristiyan ve Yahûdî mistisizminden etkilendiği düşüncesini öne sürmüşlerdir. Aralarındaki bir takım benzerlikler sebebiyle bu düşünceleri öne sürenler, bu benzerliklerin insan fıtratından kaynaklanan özellikler olduğunu; her nerede bulunursa bulunsun ve hangi çağda yaşarsa yaşasın insanın belli ihtiyac ve temayüllerinin bulunduğunu görmezden gelmişlerdir. Nasıl din olgusu tarihi boyunca insan için bir gerçekse, rûhî hayat ve tasavvuf da din ve insan için öyledir. İslâm'da bulunan ibâdet ve muâmelâta âid bir takım ahkâm ve âdâbın Hristiyanlık ve Yahûdîlikteki âdâb ve ahkâma benzemesi, nasıl bunların oradan alındığı anlamına gelmezse, tasavvufi hayat ve tasavvufi düşüncelerdeki benzerliklerin de böyle bir takım dış kültürlerden aktarılmış olması anlamını taşımaz. Rengi, dili, kavmiyeti ne olursa olsun, insanların belli rûhî anlayışları hiç yabancılık çekmeden algılaması meselâ bir Japon'un İslâm tasavvufuna dair yazılmış bir eserden zevk alması bu ortak noktadan kaynaklanmaktadır. Bir ilmin İslâmî olup olmadığını anlamak için önce adına, sonra muhtevâsına, sonra da o ilim mensuplarının kendilerini şeriat karşısında hangi noktada gördüklerine bakmak gerekir. Bu üç esasa göre tasavvufu sırasıyla ele alacak olursak: a- Tasavvufun adının genellikle ashâb-ı suffenin "suffe"sinden, "safvet"ten ve "sûf" kökünden geldiği kabûl edilir. Bu kelimelerin üçü de İslâmî menşelidir. Tasavvufun kökü olarak "Sofia" kelimesinden bahsedilmişse de, gerek sûfîler ve gerekse araştırıcılar tarafından reddedilmiştir. Hattâ bir takım müsteşrikler bile tasavvuf ve sufi kelimesinin sofia kökünden geldiğine karşı çıkmış, bunun yerine yün anlamına gelen "sûf" kökünden geldiği görüşünü benimsemişlerdir. b- Tasavvufun iki önemli muhtevâsı vardır: Eğitim ve bilgi. Tasavvuf, eğitimde temel olarak benimsediği zikir, tezkiye, tasfiye, rabbânîlik, mücâhede gibi esaslar ve üsve-i hasene (model şahsiyet) ilkesiyle bir yaşama biçimidir. Kur'an'da 250'den fazla yerde geçen zikir lâfzı ve bu konudaki emirler, "nefsini tezkiye edenin kurtuluşa ereceğini" haber veren âyet (eş-Şems, 91/9); safvete ermiş kalb-i selim (eş-Şuarâ, 26/88-89) ve rabbânîlik (Âlü İmrân, 3/79) riyâzat ve mücâhede konusundaki ilâhî emir ve nebevî tavsiyeler aslında tasavvufî hayatın Kur'an ve sünnet menşeli olduğunu göstermektedir. Tasavvufun bilgi boyutu manevî eğitim, takvâ sonucu elde edilebilecek keşfî ve ledünnî bilgilerdir. c- Sûfîlerin kendilerini şeriat açısından hangi noktada gördükleri mes'elesine gelince ilk sûfîlerden itibaren meşâyıh ilimlerinin şerîata bağlılığını sık sık vurgulamışlardır. Nitekim Cüneyd: "Tasavvuf bir evdir, kapısı şeriattır." Seriy Sakatî: "Tasavvuf kitap ve sünnetin zâhirine ters bir bâtın ilminden bahsetmez." ve Sehl b. Abdullah Tüsterî: "Bizim yolumuzun temeli şu yedi şeydir: Allah'ın kitabına sarılmak, Rasûlü'nün sünnetine uymak, helâl lokma, başkalarına eziyet ve yük olmamak, günahlardan kaçınmak, tevbe ve hukuka riâyet." der. Bu tür söz ve uygulamaları çoğaltmak mümkündür. Mes'eleye bu açıdan bakıldığında da görülen sûfîlerin İslâmî bir yapı içinde olduklarıdır.
Tasavvuf alanında zaman zaman görülen bozulma çizgisinin nedenleri nelerdir? Tasavvufta otokontrol mekanizması var mıdır? Nasıl işler?
Bütün bilim dallarında ve kurumlarda olduğu gibi tasavvufta da zaman zaman asıldan uzaklaşmalar ve bir takım sapmalar olmuştur. Bozulmanın temel sebebi liyâkatsizlik ve cehâlettir. Babadan oğula intikal eden şeyhlik anlayışı, liyakatsiz ve ehliyetsiz kimselerin kolayca şeyhlik makamına oturmalarını sağlamış, bu da tabiî olarak bozulma sürecini hızlandırmıştır. Önceleri tasavvufî eğitim için belli bir dînî altyapı sağlanır, ondan sonra tarîkata girilirdi. Önce tekke ve medrese arasındaki soğukluk bu yapıyı belli bir biçimde menfi olarak etkiledi. Ardından ehliyet ve liyâkatine bakılmadan şeyh çocukları tekkelere şeyh olmaya başladılar. Liyakatsizlikler sonucunda yanlışlık hızla artmaya başladı. Tasavvuf ve tarikatlerin iki otokontrol mekanizması vardı. Bunlardan biri tekkelerin kendi içinde seyr u sülûk ile işleyen ve ancak hilâfet alanlara irşâd imkânı sağlayan mekanizma. Özellikle büyük merkez tekkeler kendilerine bağlı taşra tekkelere yetiştirdikleri halifeleri gönderir, meydana gelebilecek şikâyetlere göre bu kişilerin azl ve tayinleri için meşihat ve saltanat makamına arîzalar takdim ederlerdi. Yetki ve sorumluluk âsitâne tabir edilen merkez tekkelerde olurdu. Teftiş ve murakabe de onlar tarafından yapılırdı. İkinci otokontrol sistemi ise en geçerli sosyal kontrol mekanizması olan halkın ve tarikat bağlılarının tepkisi ve kontrolü idi. Bütün sosyal kurumlarda olduğu gibi tekkelerde de bu mekanizma son derece önemliydi. Halkın eğitim düzeyinin yüksek olduğu dönemlerde etkili bir biçimde çalışır ve ehil olmayan kimselerin işbaşına gelmesini önlerdi. Ama halkın eğitim düzeyi gerileyince bu mekanizmanın etkisi de azaldı. Tekkelerin kendi içindeki otokontrol mekanizmasının zaafa uğraması ve halkın şikâyetleri, yöneticileri bir takım ıslah çalışmaları ile bu mekanizmaya işlerlik kazandırmaya yönlendirmiştir. Nitekim II. Abdülhamid Han tarafından kurdurulan "Meclis-i meşâyıh"ın amacı otokontrol sistemini daha sağlıklı bir biçimde hayata geçirmekti. Bu amacı gerçekleştirmek için bir takım çalışmalar yapılmış ve tekke şeyhlerinin dini ve tasavvufi eğitimleri için belli esaslar vaz’edilerek icâzet zorunluluğu getirilmiştir.
Bazı tarikatlar ilme, bazıları kisveye, bazıları kerâmete, bazıları nazara, bazıları çalgıya önem vermektedir. Bu yaşantı ve ilgi alanlarının farklılık sebebi nedir? Bu karmaşa içerisinde doğrunun ölçüsü nedir?
Bugünkü müslümanların hâline bakıp müslümanlık hakkında hüküm vermek nasıl yanlış bir yargı olursa, bugün toplumumuzda yaygın görüntülere bakıp tasavvuf hakkında söz söylemek de aynı şekilde yanlış olur. Gerçek tasavvuf elbette bugün çok bölük pörçük yaşanan tasavvuf değildir. Ya da bir başka ifâde ile bazı grupların öne çıkmış bir takım özelliklerini tasavvufun bütünü için bir yargı vesilesi yapmak yanlıştır. Aslında bu soruların cevabı asırlar önce verilmiş ve tasavvufun asıl gayesi ortaya konmuştur. Bakınız Yûnus ne diyor: "Dervişlik olaydı tâc ile hırka Biz dahi alırdık otuza kırka.." Tasavvuf insanlara önce kendini sonra Rabbını tanıtma (ma'rifet) yolunu gösterir. Farklı özelliklerinin ortaya çıkması biraz da mürşid ve müntesiplerinin farklı karakter yapısından kaynaklanmaktadır. Çünkü yukarıda sayılanlardan hiçbiri tek başına tasavvuf değildir. Ancak sûfiler bir eğitim aracı olarak yerine göre mûsikîden de nazardan da istifâde etkişlerdir. Bugünün modern pedagojisinde insanın karşısındaki ile göz iletişimi kurmanın önemi kabul ediliyor. Göz ile kulak yüksek duyu organları sayılıyor. Bu iki duyu organının diğerlerine göre eğitimde çok daha etkili olduğu tesbit edilmiş bulunmaktadır. Nazar bir göz iletişimidir. Musiki de kulyak aracılığı ile kalbe ulaşma yoludur. Mutasavvıfların derdi bellidir. Gönüllere "Elest bezmi"nde verdikleri sözü hatırlatmak. Bunun için hangi aracı bulurlarsa kullanmışlardır. Aslında amaçolarak tasavvufta ne kisvenin, ne kerâmetin, ne nazarın, ne de güzel sesle söylenen mûsikî ve ilâhînin bir kıymet-i harbiyyesi vardır. Çünkü amaç kulluktur, ihsandır, rabbânîliktir. Rabbânîlik söz konusu olunca da sadece bilginin de çok önemi yoktur. Bilgi amelle, amel, ihlâsla, ihlâs ihsân ve îsâr ile beslendiği zaman anlam kazanır. Bugün bu konuda görülen eksiklik, tasavvufun değil, ferdlerin eksiklik ve kusurudur. Bunu tasavvufun geneline fatura etmek haksızlık olur.
Günümüzün bozuk şartlarında, herşeyin nefse ve şehvete hitâb ettiği bir zamanda sadece tasavvuf yeterli olur mu?
Günümüzde, herşeyin nefs ve şehvete hitâb ettiği bir ortamda tasavvufa belki her zamankinden daha fazla ihtiyac vardır. Ancak İslâmî ilimleri birbirinin alternatifi olarak görüp birini diğerinin yerine ikame etmek anlayışı yanlıştır. Çünkü her türlü ilimden arınmış "sırf tasavvuf" diye birşeyden söz edilemez. Tasavvuf fıkıhla, hadisle, tefsirle ve diğer İslâmî ilimlerle birlikte vardır. Bunlar birbirini bütünleyen ilimlerdir. Bunlardan sadece birisi ve birkaçını alıp diğerlerini almamak eksiklik olur. Zâten sûfîler de bunu bildiklerinden eserlerine ve yollarına diğer ilimlere âid bilgiler de koymuşlardır. Burada muhtelif kimselere nisbetle rivâyet edilen şöyle bir sözü hatırlatmakta yarar vardır: "Fıkıhsız bir tasavvuf zındıklığa, tasavvufsuz bir fıkıh fâsıklığa götürür. Fıkıh ve tasavvuf, zâhir ve bâtın beraber olunca tahkik ilmi meydana gelir."
Seyr u sülük ne demektir?
Tasavvuf ve tarîkatlardaki eğitim ve terbiye işine verilen genel ad seyr u sülûktür. Lügatte seyr gezmek seyr etmek ve yürümek anlamınadır. Sülûk ise gitmek ve yola girmek demektir. Tasavvuf ıstılahında seyr, cehâletten ilme, kötü huylardan güzel ahlâka, kulun fânî varlığından Hakk’ın varlığına yönelmektir. Sülûk tasavvuf yoluna girmiş kişiyi Hakk’a vuslata hazırlayan ahlâkî eğitimdir. Bir başka ifâdeyle seyr u sülûk, tasavvuf ve tarîkata giren kimsenin manevi makamlarını tamamlayıncaya kadar geçen safahatın adıdır. Seyrin başı sülûk; yani yola girmek, sonu da vusûl; yani Hakk‘a vuslattır. Hakk’a vuslat Allah’ı görüyormuşçasına kulluk (ihsân) şuûruna ermek, dâimâ Hakk ile beraber bulunduğu (maiyyet-i ilâhiyye) bilincini yakalamak O’na teslim olup O’ndan razı olmaktır. Her iş ve fiilin gerçek fâilinin Allah olduğunu kavramak ve varlık iddiâsından kurtulup gerçek tevhîde ermektir. Can mülkünde ve cihan mülkünde Hakk’ı hâkim kılmaktır.
Tasavvuf erbâbında mutlaka herkesin seyr u sülûke girmesi gerekli olduğu ve intisâb edenin kurtulacağı anlayışı var. Bu doğru mudur?
Tasavvuf erbâbının herkesin seyr u sülûke girmesi konusundaki gayretlerinin muhtemel iki sebebi vardır. Birincisi insanda fıtrî olan gayret duygusudur.Çünkü herkes mensup olduğu sosyal çevreyi sever ve insanların orada yer almasını arzular. İkincisi kendilerinin tarikat ve tasavvufa girmekle elde ettikleri manevi hazzı başkalarının da tatmasını arzu etmeleridir. Çünkü tasavvuf ve seyr u sülûk, dînî hayatı bir model şahsiyet etrâfında, toplum atmosferi ve manevi kontrol mekanizması içinde gerçekleştiğinden bir birliktelik ve paylaşım ortamı doğurmaktadır. Tasavvufta seyr u sülûkte süreklilik ve devamlılık esastır. Tarikata girmekle iş bitmez. Adam vardır tarikata girmiştir ama tarikatın ve dînin kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirmediği için manevi açıdan tarikata girmeyenlerden daha geride olabilir. Ancak cemâat arasında bulunan böyle birinin uyarılıp düzeltilme şansı daha fazla olabilir. Kulluk görevleri gereği gibi yerine getirilmeden hiçbir bağlılık tek başına yetmez. Bâyezid’in müridlerine: "Bâyezid’in derisine girseniz onun ahlâkıyla ahlaklanmadıkça bir işe yaramaz?" sözü bu anlamadır. Seyr u sülûk ve intisâb, dünyevi ve uhrevi kurtuluşun tek reçetesi değildir. Çünkü manevi kurtuluş, son nefese bağlıdır.Son nefeste iman selâmeti elde etmenin yolu bu dünyada istikamet üzere yaşamaktır. Takvâya ermektir. İbâdet ve muâmelâtta ihsan ve ihlâsta devamlılıktır. İnsan bunları hangi surette gerçekleştirebiliyorsa ona sımsıkı sarılmalıdır. Sûfîler bu duyguları seyr u sülûk ile gerçekleştirdiklerinden bu konuda ısrarlı davranıyorlar.
İntisâb edip seyr u sülûke girmeyenin durumu çok mu vahimdir? İntisâb eden kişi zayıf da olsa bu halka içinde olduğu müddetçe kurtulur mu?
Gerek tasavvuf kaynaklarında, gerekse tarikat büyüklerirnin söz ve sohbetlerinde intisab edip seyr u sülûke girmeyen kişinin durumunun çok kötü olduğunu gösteren ifâdelere pek sık rastlanmaz. Ancak seyr u sülûk ehlini istihfaf eden bazı kimselerin durumlarının vehametini gösteren rivayetlere rastlanabilir. Sadece intisab etmiş olmak ve bunu bir varlık sebebi görmek doğru değildir. Allah’ın kullarını ve dostlarını sevmek, sevenlerle beraber olmak "Kişi sevdiğiyle beraberdir?" ilkesine göre manevi kazanç sağlar. Nitekim Buhârî’nin rivayet ettiği uzunca bir hadiste Allah kendisi için bir araya gelen ve zikreden kullarını bağışladığını; hattâ dünyevi bir amaçla o zikredenlerin arasında bulunan kimsenin de bu bağışlanmadan hissedar olduğunu belirtmektedir (Buhârî, Deavât, 66). Bu hadis iyiler ve zikir ehli arasında bulunmanın kurtuluşa vesile olacağını belirtmekte; bir bakıma iyiler ve zikir ehliyle birlikteliğe teşvik etmektedir. Tasavvuf erbâbının ümidi, belki bu hadisteki ehl-i zikir ile birlikte bulunanlara gelecek rahmet müjdesidir.
Tasavvufa girmeden önce belli dini eğitim almak gerekir mi?
Tekke ve medreselerin ortaklaşa faaliyet gösterdiği dönemlerde kişiler önce medresede dînî öğrenim görür, ardından manevi eğitim için tekke ve tarikatlere intisab ederlerdi. Bugünün şartlarında bu pek mümkün görünmüyor. Bununla birlikte bugün işin bilincinde olan mürşidler müridlerine seyr u sülûke girerken önce ilmihâli öğrenmelerini tavsiye etmektedirler. Çünkü farz ve haramlar bilinmeden tasavvufun tarif ettiği zâhidâne hayatı yaşamak zordur. Türkçe’de kişinin gündelik hayatta lâzım olan bilgilere "ilmihal" adının verilmesi tesâdüf değildir. Bu isim dînî bilgilerin maneviyat ve hal ile beslenmesi lüzûmunu göstermektedir. Bu bakımdan tasavvuf ve ilmihali birbirinden soyutlamadan öğrenmek ve birini diğerine alternatif görmemek gerekir. Önce temel fıkhî bilgiler öğrenilince İslâm tasavvufunu yaşamak kolaylaşır.
Tasavvuf bende olmaktır hakikat Hak ey İbrahim
Tasavvuf şer-i Ahmed dilde bürhan olmaya derler
Tasavvufun Tarifleri
Olanlar şeyhi İbrahim Efendi (k.s.)’nin halifelerinden olan Kütahya’lı Sunullah Gaybi Hazretleri tasavvufu : “Nefyi vücud ile ahlakı hamide ve evsafı cemile sahibi olmaktır.” şeklinde tanımlar.
Mevlana Celalettin Rumi hazretleri Mesnevi Şerifi’nde : Tasavvuf nedir diye bir uluya sordular: “Gam ve keder zamanında ferah bulmaktır.” ifadesini kullandı.
Şeyh Ebu Muhammed El Ceriri Hazretleri : “Her türlü iyi ahlak ile ahlaklanıp her nevi kötü ahlaktan uzaklaşmaktır.” demiştir.
Cüneyd Bağdadi Hazretleri tasavvufu,” Hakkın seni sende ifna edip kendisiyle ihya etmesidir.” ifadesiyle tarif etmiştir.
Diğer bazı ünlü sufilere ait tasavvuf tarifleri aşağıda verilmektedir .
( Bu tarifler Dr. Mustafa Kara’nın “ Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi” adlı eserinden alınmıştır. )
Reveym b Ahmed Bağdadi : Kendini Allah’ın murad ettiği şey üzerine bırakıvermen, O’nun İradesine mutlak olarak teslim olmandır. Üç esas üzerine kurulmuştur. Fakr; Allah’a muhtac olma esasına yapışmak, bezl, isar ve cömertliği gerçekleştirerek bunu kendi vasfı haline getirmek, Allah’a teslim olarak itiraz ve ihtiyarı terk etmektir. Canını bağışlamaktır. Bunu yapamadınsa sufilerin hezeyanlarıyla hiç uğraşma.
Ebu Bekir Şibli : Karşılıklı dostluk ve sevgidir. Hiçbir kaygı duymadan Allah ile beraber olmaktır. Yakıcı bir ateştir. Duyu organlarını zaptetmek ve ruhun üfleyişlerine kulak vermektir. Tasavvuf şirkdir, ortaklıktır. Çünkü tasavvuf kalbi masivadan muhafaza etmektir. Halbuki masiva diye bir şey yoktur.
Amr b. Osman Mekki : Kulun her vakitte, o vakit içinde yapılması en uygun olan amel ve ibadetle meşgul olmasıdır.
Ebu Said Miheni : Vasıtasız olarak kalbin Hakk ile kaim olmasıdır.
Cafer Huldi : Şerefli bir ahlaka doğru yükselmek, kötü ahlaktan yüz çevirmektir.
Ebu Bekir Kettani : Ahlaktır. Seni ahlaken geliştiren tasavvuf, kalp safası yönünden de geliştirmiş olur.
Tasavvufun en önce kim tarafından söylendiği belirlenemeyen diğer tarifleri :
Cömertliktir, zariflik ve temizliktir.
Uyanık ve muteyakkız olmaktır.
Kirlerden temizlenmek, kinlerden kurtulmaktır.
Şehvet ve arzuyu terk etmektir.
Mütevazi olmak, yedirmek, içirmek, ikramda bulunmaktır.
Bilmektir. Sadakattir, cömertliktir, ahlaktır.
Hakk ile muvafakat, halk ile gülüşmektir.
Cömertlik ve vefadır.
Tasavvuf, incinmemek ve incitmemektir.
Tasavvuf gönül bilgisidir.
Tasavvuf hikmetleşmektir.
Tasavvuf sevmeyi ve sevilmeyi öğrenmektir.
Tasavvuf zıtları birleştirmektir.
Bütün bu tanımlar, Muhammed Nuru’nun pınarından sulanan Hak dostlarının gönül bahçelerinin çiçekleridir. Farklı gibi görünseler de aslında bu tariflerin hepsi aynı manayı ifade eder. Fark yalnızca tasavvuf ehlinin mizac ve meşrebinden ileri gelir. Bütün bu tanımlar, rengini, ahengini O’ndan almıştır. O ki tasavvuf ehlinin piri Hazreti Muhammed (s.a.v.)’dir. Bu sözler batmayan güneşin ışık huzmeleridir. Sahibi Cenabı Hak’dır. Her velinin tasavvuf tanımı doğrudur. Çünkü bunlar, tasavvufu yaşayan ve hissedenlerin gönül alemlerinden harf kalıplarına bürünmüş, satırlara dökülmüş tariflerdir.
Bu tarifleri gördükten sonra, sonuç olarak tasavvuf hakkında şunları söylemek mümkündür :
İnsan; görünen, bilinen suretin dışında öz varlığı itibariyle bütün mahlukatın en şereflisidir. İnsanın kendinde gizli bir hakikat vardır. Bu hakikat onda daima bir tatminsizlik meydana getirir. Ne servet, ne saman, ne mevki, ne makam, ne şan ne de şöhret ona huzur vermez. Huzuru bulmak ve sükunete erişmek isteyen insan büyük bir arayışın içine girer. İşte tasavvuf eğitimi ihtiyacı bu noktada ortaya çıkar.
Tasavvuf yolunda olmak ve bu yola girmek isteyen kişiler başkalarının yazdığı kitapları okumakla sadece tasavvuf hakkında bilgi edinebilirler. Ancak tasavvuf eğitimi için bu tür bilgiler yeterli olmaz. Çünkü tasavvuf kulluk yoludur. Aczimizi itiraf etmemiz gerekir. Bu konuda kamil bir veli şöyle söylemektedir: “Tasavvuf öğrencisi eğitiminin başlangıcında şu iki ilmi öğrenmek zorundadır. Birincisi acz ilmi ikincisi sükut ilmi.” Kişi aslında varlığın Allah’a ait olduğunu Allah dışında bir varlık davasında bulunmanın vehim olduğunu kavramalıdır. Tasavvuf eğitiminde öğrenci bu kavrayış noktasına gelebilmek için sükut etmeli, susmalı ve dinlemelidir. Acz ilmi, sükut ilmi kavranmaya başladığında hakikat kapısı da aralanmaya başlar.
XXXXXXXX
Tasavvuf Spekülatörleri
Dr. Mehmet Öztürk
bilgi@feyzdergisi.com
Tarih: 2010-12-08
"Gizem" ve "merak", cazibe katsayısı çok yüksek kavramlardır. İnsanoğlu her zaman bilinmeyenin peşine düşmüş, derinlik ve enginlik çağrıştıran her türlü meçhule karşı yoğun bir ilgi duymuştur. Batıni konular, her çağda popülaritesini muhafaza etmiştir ve etmeye de devam etmektedir. Tarih boyunca gerek doğu gerekse batıda mistik ve ezoterik akımlar insanı, olayları ve evreni açıklamaya yönelik çok değişik teori ve iddialar ileri sürmüşlerdir.
Yahudi "Kabala"sından Hristiyan "mistisizm"ine, Hind "Nirvana"sından günümüz "New age" akımlarına, piramitlerden "Ufo" araştırmalarına varıncaya dek çok değişik okült akımlar, insan gizem avcılığının bir sonucu olarak tezahür etmişlerdir.
Bütün bu arayışların temelinde "hakikati yakalama" arzusu yatmaktadır. Enteresan bir tecellidir ki "hakikatler manzumesi" de genellikle bedihi değil örtülü, gizli ve gaybi olmaktadır. Şifreli, kodlu ve kriptoludur. Herkesin kolayca ulaşıp elde edeceği türden olgular değildir. Mutlaka bir uğraş, gayret ve araştırma gerektirir. Hakikatin "ancak kendisine yönelene kendisini açan" bir karakteri söz konusudur.
Tasavvuf da hakikati arama sanat ve mesleği olunca yukarıda yalnızca belli başlılarını sıraladığımız ezoterik akımlardan biri gibi algılanmış, dolayısıyla her daim bu cereyanın da müspet yahut menfi müşterileri olagelmiştir.
İslam tasavvufunu diğer arayışlardan ayıran en belirgin özellik "Kur'an ve Sünnet yörüngeli" oluşudur. Diğer arayışlar, akıl ve sezgi eksenli beşeri karakter arz ederken İslam tasavvufu ilahi bir nitelik taşır. Akıl ve sezgi, Kur'an ve Sünnet'e aykırılık taşımadığı müddetçe her zaman gerekli ve geçerlidir. Ancak şu önemli detayı da gözden uzak tutmamak gerekir: Tasavvufta "akla aykırılık" değil "aklın alamayacağı, kavrayamayacağı" olgular söz konusu olabilir.
Fizik ve metafizik tüm kâinatta, soyut ve somut her varlığın mizan ve miyarı farklıdır. Eşya ve olaylara açıklık getirirken salt, tek bir ölçüden bahsedilemez. "Biz, herşeyi bir ölçüye göre yarattık." (Kamer, 54/49) ilahî beyanı, ölçüsüz hiçbir şeyin olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Burada önemli olan husus, insanların söz konusu o "olay" ve "şey"de hangi ölçünün geçerli olduğunu bulabilmesidir. Eşya ve olaylara açıklık getirirken bazısı için akıl, bazısında sezgi, bazısında da bilimin geçerli olabilmesi gibi, kimi durumlarda da sadece vahiy geçerli olur. Özellikle İslam terminolojisindeki "gayba iman" olgusunu bu kapsamda değerlendirebiliriz: Cennet, Cehennem, kabir hayatı, ruh, melek, cin, mahşer vs. bir çok terim vahiy buudlu kavramlardır. Kemiyet ve keyfiyetlerini salt akılla anlamak ve kavramak mümkün değildir. Bunların varlığı "akla aykırı" değil, ancak muhtevaları "aklın tam olarak kavrayamayacağı" bir hüviyet arz eder. Her varlık için kendi parametrelerini kullandığınızda ölçme ve doğrulama problemi de ortadan kalkacaktır.
"Herşeyin bir tek izah tarzı vardır. O da akıl ve bilimdir." derseniz, o zaman bilimi, tabu ve dogma hâline getirmiş olursunuz. Böyle bir paradigma, epistemolojik doğruluk ve geçerlilikten yoksundur. Bilim felsefecisi Popper bile bilimsel bilgiyi, "yanlışlanabilen bilgi" olarak tanımlamaktadır. Durum böyle olunca herşeyi bilimle açıklamaya kalkmak, bilimin her zaman karşı çıktığı "bilime mutlaklık kazandırma" iddiası olur ki bu da bilimselliğin ruhuna aykırıdır.
Her nesne ve olayın bir ölçü birimi ve analiz formatı vardır. Bu ölçütleri bulan, kavrayan, hayat ve düşüncelerine uyarlayabilen insan, kaostan sıyrılmayı başarıp gerçekleri ve mutluluğu yakalayabilmiş insandır. Neler akıl ve bilimle, neler de vahiyle test edilecek bunu iyi belirlemek gerekir.
Süt litre ile, kumaş metre ile ölçülür. Siz "metafizik" olanı "pozitivist fizik" yasalarıyla ölçmeye kalkarsanız; sütü metre, kumaşı da litreyle ölçme gibi bir absürtlüğün içine düşmüş olursunuz.
Şunun da bilinmesinde büyük yarar vardır: Bilim ve felsefeye kaynaklık teşkil eden, hatta bazılarınca metafizik olanın inkâr edilmesinde dahi kullanılan "akıl ve bilinç"in bizatihi kendisi de metafiziktir. Elle tutulup gözle görülebilen somut bir fenomen değildir. Beyinle ilgisi vardır, ancak beyindir denilemez. Çünkü hayvanlarda da beyin vardır. Madde ötesinin inkârında delil olarak kullanılan aklın kendisinin, bizatihi madde ötesi olması, materyalist bilimi suçüstü yakalatmaktadır. Ne yaman bir çelişki değil mi?
Böyle bir girizgâh yapılmasının temel nedeni; yukarıda kısaca değinilen hususların tasavvuf ve etrafında gerçekleştirilen birtakım tartışmalarla yakın ilgilerinin olduğunun vurgulanması, ayrıca tasavvuf okyanusunda kaptansız, pusulasız bir gemi gibi dolaşan kimi insanlara da bazı önemli gerçekleri hatırlatmak içindir.
Tasavvuf mavera yolculuğudur. Gizemlidir, sırlarla doludur ve ilgi çekicidir. "Zulmani ve nurani yetmiş bin perde"nin arkasındaki hakikate seyirdir. Bir nehrin, kaynağından çıkıp deryaya vasıl oluncaya kadar geçirdiği tüm evreleri içerisinde barındıran bir seyahattir. Kâh olur sert ve sığ zeminlerden geçer, kâh olur şelalelerden dökülürsünüz. Kimi zaman durgun sular gibi derinleşir, kimi zaman da girdaplara sürüklenirsiniz. Bu çetin yolculukta acı ve tatlıyı, hüznü ve huzuru, tehlike ve emniyeti, kabz ve bastı çoğu zaman bir arada yaşar; muhabbet, haşyet, hayret, temkin menzillerinde soluklanır, ama her hâlükarda Rıza'ya kilitlenmiş olarak yolculuğunuza devam edersiniz.
Böyle bir yolculuk kılavuzsuz asla mümkün değildir. En basit turistik gezilerde bile turist rehberleri kılavuzluk ederken, tasavvuf denen "büyük hakikat" yolculuğunda rehbersiz, pusulasız bulunmak, hatta böylesi bir yolculuğun da mümkün olabileceğini iddia etmek ne büyük akılsızlık ve nasipsizliktir.
Tasavvufun menşei tartışması, sûreti haktan gözükerek saf dimağları bulandırmaya yönelik cehalet istismarıdır. "Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında tasavvuf mu vardı?" gibisinden aldatıcı sorularla "bid'at" vurgusu yapılmaya çalışılmaktadır. Bu iddiayı çürütmek çok kolaydır: Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), yani "asr-ı saadet" zamanı, bütün İslami ilimlerin membaıdır. Bu ana kaynağın temel karakteristiği, bütün ilimlerin "sohbet" ve "uygulama" boyutunda hayata serpiştirildiği bir özellikte olmasıdır. İlimler, henüz kodifikasyona uğramış, tedvin edilmiş yani yazılı bir disiplin hâline getirilmiş değildir. "Sahabe" kelimesi de zaten "sohbet" kelimesi ile aynı etimolojik kökten gelir. O kutlu dönem, yazılı olmayan sözlü ve uygulamalı bir zaman dilimidir. Ayetler her ne kadar, nazil oldukça vahiy katiplerine yazdırılıyor olsa da ortada henüz "Mushaf" dediğimiz, günümüz anlamında yazılı bir kitap yoktur. Aynı durum hadisler için de geçerlidir. Bu durumun anlamı şudur: İlk dönem itibariyle kelam, fıkıh, hadis, tefsir vb. adı altında metodolojisi geliştirilmiş, tasnifi yapılmış, kavram ve tanımlarıyla ortaya çıkmış bir ilmi disiplin henüz teşekkül etmiş değildir. Söz konusu bu temel ilimlerin günümüz anlamında ortaya çıkışı ancak asr-ı saadetten sonraki dönemlere rastlamaktadır. Bir başka ifadeyle bu ilimler köken itibarıyla Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında var, ama metodolojik ilmi disiplin olarak henüz yokturlar. Şimdi bu tespitten hareketle "Kelam, fıkıh vb. ya da Mushaf, Hz. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında yoktu, sonradan uyduruldu." mu diyeceğiz? Böyle bir iddia bühtandır, tek kelimeyle saçmalıktır.
Aynı durum tasavvuf için de söz konusudur. Tasavvufun temel hedefi "ihsan"dır. İmam-ı Azam fıkhı, "Kişinin lehinde ve aleyhinde olanları bilmesidir." şeklinde tanımlar. Leh ve aleyhte olma durumu çok geniş bir yelpazeyi ihtiva eder. İnsan, içi ve dışı ile mürekkep bir varlıktır. Dolayısıyla afaki ve enfüsi herşey fıkhın konusunu teşkil etmektedir. İnsanın afakına yani zahirine yönelik kurallara "fıkh-ı zahir", enfüsi yani içe dönük kurallar bütününe de "fıkh-ı batın (tasavvuf)" denilmiştir. Fıkh-ı batın; ihlas, ihsan, muhabbet, tevekkül, rıza, sabır, şükür, yakin, huşu, güzel ahlak, nefs ve kalp marazları, tezkiye, tasfiye vs. yani kısaca "takva" dediğimiz boyutu ihtiva eder. Dikkat edilirse tüm bu kavramlar Kur'an ve Sünnet kaynaklı kelimelerdir. Bu hususlarla ilgili kurallar manzumesi, "tasavvuf" denilen ilmi bir disiplinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Bir bebeğe isminin sonradan veriliyor olması, o bebeğin, isim konulmadan önce var olmadığına delil teşkil etmediği gibi, "tasavvuf" isminin sonradan konulmuş olması da Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında tasavvufun olmadığı anlamına gelmez. Konu bu kadar açıktır.
Fıkıh zülcenaheyndir, iki kanatlıdır. Tarihsel süreçte zahir kanadı "mezhepler", batın kanadı da "tasavvuf" olarak ekolleşmiştir.
O halde tasavvuf; İran, Hind, Çin ve Şaman menşeli bir bid'atler silsilesi değil, bilakis Kur'an ve Sünnet'in özüdür denilebilir. Olay bundan ibarettir.
Tasavvufa yöneltilen ikinci temel eleştiri, "uygulamalar" boyutuyla ilgilidir.
Bu boyut, en fazla spekülasyonla karşılaşılan alandır. Tasavvuf; karakteri, kimyası itibarıyla tecrübi ve indî bir sahadır. Dolayısıyla subjektiftir. Yaşanılan hâller, vecdler, keşif ve kerametler, olağanüstülükler vb. her zaman ilgi odağı olmuştur. Fizik yasalara uymayan, onları aşan olaylar, çoğu zaman şüphe ve istifhamla karşılanmıştır. Yazımızın başında kısaca değindiğimiz, akla aykırı olmayan ama onu aşan bu gibi tecrübeler, kimilerince şarlatanlık olarak algılanmıştır. Bu inkâr, yaşanılan harikaları, bazen akla ve ilme sığdıramama, bazen de kıskançlık ve haset şeklinde tezahür etmiştir.
Ayetlerde anlatılan, Belkıs tahtının Hz. Süleyman'ın bir sahabesi tarafından derhal huzura getirilmesi ya da Hz. Meryem'e olağanüstü bir tarzda sunulan ikramlar "keramet"in Kur'an'dan delilleridir. Sahih hadislerde de sayısız keşif ve keramet örnekleri bulmak mümkündür. Dolayısıyla, Allah dostlarından yine Allah'ın izniyle sadır olan bir takım olağanüstülüklere inanmamak, Kur'an ve Sünnet'e aykırılık teşkil eder. Böyle bir durum, ayet ve hadislerle sabit "keramet" müessesesini inkâr demektir ki maazallah bu da insanı küfre götürür. Belli bir şahsın velilik yahut kerametini inkâr ise elbette küfür kapsamında değerlendirilemez.
Pozitivizm ve materyalizmin tesirinden kurtulamamış akıllar için kavranması zor olgulardır bunlar. Ancak son yıllarda, özellikle kuantum fiziğinin her ihtimale gerçekleşebilirlik imkânı tanıyan niteliği, holografik evren yaklaşımları, tarihe Philadelphia Deneyi olarak geçen tartışmalar, hatta son dönemlerde vizyona giren "matrıx" türü filmler klasik bilim paradigmasının dışında, "olağanüstülükler" ve "paranormal" olaylar için yeni bilimsel arayış ve yaklaşımlar olarak değerlendirilebilir. Bilim literatürüne de girmiş olan "boyutlar", "paralel evren"ler, evrenin yüzde doksanından fazlasını kapladığı iddia edilen, varlığı bilinen ama nasıllığının sırrı çözülemeyen "karanlık madde" ve "karanlık enerji", yine "kara delik" gibi kozmik fenomenler, kâinatta klasik bilimsel yasaların dışında başka form, yasa ve işleyiş mekanizmalarının da var olabileceğini bize haber vermektedir.
Bilim dünyasındaki bu türden gelişmeler, tasavvuf terminolojisindeki bir takım kavramların daha kolay kavranılır olmasına zemin hazırlamıştır. "Elimle tutup gözümle görmediğime inanmam!" türü sığlık ve körlüklere günümüz dünyasında artık yer yoktur. Son bilimsel bulgular, iman umdeleri ve tasavvuf kavramlarını daha anlaşılır kılmıştır. Bu durum, Kur'an'daki, "İnsanlara ufuklarda ve kendi nefslerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki O'nun (Kur'an) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbin'in herşeye şahit olması yetmez mi?" (Fussilet, 41/53) ilahi beyanın, tecelli ve tezahüründen başka bir şey değildir. Artık son gelişmelerle birlikte, çağın yeni bilim anlayışı ile tasavvuf, her zamankinden daha da yakın hâle gelmektedir. Bu durum aslında bir Kur'an mucizesidir.
"Tasavvuf ve akıl" konusu, müstakil ele alınması gereken bir mevzudur. Akıl kelimesi semantik açıdan köstek, bağ anlamına da gelmektedir. Hadis-i şerifte; "Aklı olmayanın dini yoktur." buyrulmaktadır. Akıl gibi şerefli bir varlık söz konusu değildir. Ne var ki akıl, herşey demek de değildir. Çünkü bazen köstek, bazen bağ, bazen de pranga fonksiyonu icra edebilir. Hele hele maveranın namütenahi ikliminde seyahat ediyorsanız, aşk ve muhabbet okyanusunda bazen kupkuru ve yapayalnız kalabilirsiniz; oralarda sadece akılla gidilmez. Öyle aşamalar vardır ki akıl orada yalnızca katalizör konumunda olmak durumundadır.
Hedefe çabuk ulaşayım diye hareket hâlindeki gemide yürümeye kalkmak ne kadar akılsızlık ise yolculuğun bazı safhalarında aklı rehber edinmek de o kadar akılsızlıktır. Bu tutum, aklı inkâr veya iptal değil, bilakis aklın bir gereğidir. Nitekim Yunus ve Mevlana'ya kitapları yaktıran, Necip Fazıl'a aklını kusturan bu kertedir. Burada akıl aşağılanmamakta, fonksiyon değiştirmektedir. Olay, arabanın vites değiştirmesi gibi bir durumdur. Farklı bir moda geçmektir. Yoksa akıl ve ilim her daim lazım ve zaruridir. Ancak bazen de aşk ve muhabbetle gidilir. Kimi zaman da kimi kişiler direkt olarak, vasıtasız çekilir ve götürülür ki bu da mahbubiyet sırrıdır.
Spekülasyon noktalarından biri de tasavvufu tarif sadedinde kullanılan "Kaal ilmi değil, hâl ilmidir." anlayışıdır. Burada ifade edilmek istenilen husus, tasavvufun temrin, egzersiz ve amel ağırlıklı bir ilmi disiplin oluğunu vurgulamak içindir. Olay teoriden ziyade pratiktir. Tasavvufun ilginç bir özelliği, esrarını, daha çok söyleyen ve yazana değil, yapan ve yaşayana açmasıdır. Bu sırlı dünyada ancak icraatlar neşvü nema bulabilir.
Yüzme metaforu sanırım konuyu daha anlaşılır kılacaktır: Yüzme bilmeyen bir kimseye önce teorik bilgiler öğretilir. Suya girmezden evvel bir takım zaruri egzersizler, rehber eşliğinde tarif edilir. Hâl böyleyken, ne kadar teorik bilgiye sahip olursanız olun suya girmedikten sonra o bilgilerin hiçbir anlamı yoktur. Şayet yüzmeyi öğrenmeden suya dalarsanız bu sefer de boğulursunuz. Aynen onun gibi, tasavvuf okyanusuna da yüzme bilmeden bodoslama dalmak, boğulmakla eş değerdir. Pusulasız ve bilgisiz deryalara açılmak tehlikelere yelken açmak demektir. Aynen bunun gibi, mürşitsiz, rehbersiz, yalnızca kitap okuyarak ve yazarak tasavvufçu olmak mümkün değildir. Bu hâl, yüzmeyi öğrenip de suya dalmamış insanın durumundan farksızdır. Teori ile pratik bir arada olursa ancak sonuç alınabilir.
Ayrıca "hâl"in ön plana çıkıyor olması ilmin, sohbetin, kaal'in ikinci plana atıldığı, önemsiz olduğu anlamı da taşımaz. İlimden murad ameldir.
Tasavvuf, insan derûnunu keşif, gönül ve davranış dünyasını dizayn etme iddiasında olduğu için psikoloji bilimiyle de yakın ilgisi vardır. Modern psikolojide kullanılan id, ego, süper ego, bilinçaltı, psikanaliz, kişilik, psikoz ve nevrotik rahatsızlıklar vb. kavramlar ile tasavvufta kullanılan nefs, enaniyet, muhasebe, murakabe, şahsiyet, kalp marazları gibi kavramlar arasında paralellikler kurulabilir. Ancak tasavvufun sağlamasını psikolojiye yaptırtmaya kalkmak ya da tasavvuf referanslarını modern psikolojide aramak, büyük bir yanılgı olacaktır. Çünkü günümüzde pozitivist psikoloji bilimi "ruh" olgusunu inkâr üzerine inşa edilmiştir. Ne garip bir paradokstur ki "ruh bilimi" diye ifade edilen psikoloji, sırf metafizik olduğu gerekçesiyle ruhu inkâr etmektedir. Dolayısıyla ilgi alanını, ruh ve ruhun şubeleri sayılabilecek kalp, sır, hafa, ahfa gibi letaiflerin oluşturduğu tasavvufu, tüm bu varlıkları inkâr eden modern psikolojiye referans yaptırtmak, ilmi hakikatlerle kesinlikle bağdaşmayacaktır. Psikolojinin birtakım tespit, analiz ve tedavi metotlarından yararlanılabilir. Ancak ruhu inkâr üzerine kurulu bir psikoloji biliminin insanı açıklamada yetersiz kalacağını ifade etmek için bilim adamı olmaya da gerek yoktur. Çünkü insan, beden ve ruhtan mürekkep bir varlıktır. Ruhu inkâr ederseniz geriye yalnızca ceset kalır. Böyle bir durumda da insan gibi muallâ ve muazzez bir varlığı hayvan derekesine indirgemiş olursunuz.
Benzer durum diğer bilim disiplinleri için de geçerlidir. Ruhu ve metafizik alanı inkâr eden bugünün pozitivist bilimsel verileriyle, ana konusunu esas itibarıyla metafizik olguların oluşturduğu tasavvufu birbiriyle tam olarak uyumlu kılma çabası, sağlıklı bir yol olmasa gerektir. Böyle bir uyum, metafiziğe kapı aralayan bir bilimsel paradigma değişikliğiyle ancak mümkün olabilecektir. Bu yönde olumlu gelişmelerin var olduğunu yukarıda izah etmiştik.
Tasavvuf, kendini kanıtlamış bir ilmi disiplindir. Kendisini modern bilime "çek ettirme" gibi bir kompleksi yoktur. Ancak çağın idrakine kendisini söyletebilmesi, geniş kitlelere erişebilmesi bakımından günün geçerli terminolojisini kullanmasında da hiçbir sakınca yoktur, hatta yararlıdır.
Aşağılık kompleksinin tesiriyle, bilim ve batı karşısında hep reaksiyoner ve savunmada kalan İslam dünyasının, artık aksiyoner olma zamanı gelmiştir. Tüm orijinalliğiyle kendi "tez"ini ortaya koyabilecek birikim ve donanımı mevcuttur. Hiçbir eziklik duymaya gerek yoktur. Batı, İslam'a muhtaçtır. Güçlü olursanız saçmalıklarınız dahi taklit edilir, moda olur. Tabiatın kanunu budur. Karşı taraf kendini size göre tanımlamak zorunda kalır. Bu tespitler birer züğürt teselli olmayıp bilimsel projeksiyonların gelecek öngörüsüdür.
Dinin yükselişe geçmesiyle birlikte tasavvufa olan ilgi de her geçen gün artmaktadır. Hayatın yalnızlaştırdığı, makineleştirdiği, kendine ve başkalarına yabancılaştırdığı modern insan, kaotik dünyasından kaçıp sığınabileceği asude bir liman aramaktadır. O nedenle tasavvuf her dem tazelik ve canlılığını korumaktadır. Mevlana'nın Mesnevisi bugün Amerika'da "best seller" yani en çok satan kitaplar arasındadır. Ne var ki tasavvuf, yalnız okumak ve yazmakla yaşanılacak bir "tatmin metaı" değildir. Tasavvuf ile beklenen maksadın hâsıl olması isteniyorsa, oyunu kurallarına göre oynamak gerekir. Aksi takdirde büyük bir aldanış ve hayal kırıklığı yaşanır.
Son zamanlarda sürekli tasavvuftan bahseden, derin konulara dalış yapan "tasavvuf dalgıç"larına rastlar olduk. İnsanların kavramakta güçlük çektiği kelime ve terimler kullanıp anlaşılmaz, aforizmik cümleler kurarak bir takım atraksiyonlarla dikkat çekmeye çalışan "tasavvuf spekülatörleri" piyasayı kaplar oldu. Böyle bir retorik, maskeden başka bir şey değildir.
Bazı tasavvufi konular, doğası gereği ancak ehlinin ve o seviyede bulunanların anlayabileceği hususlardır. Tasavvuf spekülatörü dediğimiz kişiler, bilhassa girift konuları seçerek, anlaşılmazlık nedeniyle insanlarda oluşan hayranlık duygusunu istismar ederek, kendi egoist ve narsist duygularını tatmin etmektedirler. Tasavvuf, hakikati tebliğ ve yaşama sanatı iken bu spekülatörler, kendilerini pazarlamak ve satmaktadırlar. Bu yüzden de gerçek anlamda ne kendileri, ne de onları takip edenler mutlu olmaktadır.
Gereklerini yerine getirmeden; zikirsiz, mürşitsiz, nefsi arındırmaya yönelik bir mücahede olmaksızın tasavvufla ilgilenenler, açık denizlerde kaptansız, pusulasız bir gemide yalnız kalmış kişi gibidirler. Onlar, tasavvufu yaşayan değil ancak edebiyatını yapan lafazanlardır. Yollarını bulmaları, gayeye vasıl olmaları mümkün değildir. Geçici şevk ve muhabbet duyabilir, teberrüken bazı maslahatlar elde edebilirler; ama hepsi o kadar. Fena ve bekaya ulaşmaları asla söz konusu olmayacaktır.
Nasıl ki tarih yazanla tarih yapan bir değildir, yazan yapana sadık kalmak zorundadır; aynen onun gibi tasavvufu "yazan"la "yapan" da bir değildir. Yazan, yapan ve yaşayana her zaman sadık kalmak durumundadır. Aksi takdirde yapmadığını söyleyip hevasına uyan "yalancılar" konumuna düşecektir. Şu ilahi uyarı, sanıyorum gerçeği tüm çarpıcılığıyla ortaya koymaktadır: "Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir nefretle karşılanır." (Saff, 61/2-3)
0 COMMENTS