ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Davut aleyhisselam demircilik, İbrahim aleyhisselam ziraat ve kumaş ticareti yapardı.
Sual: Bazı kimseler, başkasının işinde çalışmayı zül, utanılacak bir şey olarak görmektedir. Bir kimsenin, çoluk çocuğunun nafakası için herhangi bir işte ücretle çalışması utanılacak bir şey midir?
Cevap: Her sanatı ve ticareti yapmak, maaş, ücret karşılığında mubah olan işleri yapmak, mesela çobanlık, bahçıvanlık yapmak, inşaatta, hafriyatta çalışmak ve sırtında yük taşımak tezellül değildir. Peygamberler ve veliler bunları yapmışlardır. Kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını temin için çalışmak farzdır. Başkalarına yardım için her türlü kazanç yolunda çalışarak daha fazla kazanmak mubahtır. İdris aleyhisselam terzilik, Davut aleyhisselam demircilik, İbrahim aleyhisselam ziraat ve kumaş ticareti yapardı. İlk olarak kumaş dokuyan Âdem aleyhisselâmdır. Din düşmanları, ilk insanların ot ile örtündüklerini, mağarada yaşadıklarını yazıyorlar. Bu yazılarının hiçbir vesikası yoktur. İsa aleyhisselam kunduracılık, Nuh aleyhisselam marangozluk, Salih aleyhisselam çantacılık yapardı. Peygamberlerin çoğu çobanlık yapmıştır. Hadis-i şerifte;
(Evinin ihtiyaçlarını alıp getirmek kibirsizlik alametidir) buyuruldu. Resûlullah efendimiz mal satmış ve satın almıştır. Satın alması daha çok olmuştur. Ücret ile çalışmış ve çalıştırmıştır. Mudarebe şirketi ve ortaklık yapmıştır. Başkasına vekil olmuş ve vekil yapmıştır. Hediye vermiş ve almıştır. Ödünç mal almış, vakıf yapmıştır. Dünya işi için kimseye kızmamış, incitecek şey kimseye söylememiştir. Yemin etmiş ve ettirmiştir. Yemin ettiği şeyleri yapmış, yapmayıp kefaret verdiği de olmuştur. Latife yapmış, latifeleri hep hak üzere ve faydalı olmuştur. Bu sayılanları yapmaktan çekinmek, utanmak, kibir olur. Çok kimseler burada yanılır, tevazu ile tezellülü birbiri ile karıştırırlar. Nefis, burada çok kimseyi aldatır.
***
Sual: İman etmek için, Peygamber Efendimizin bildirdiklerinin hepsine inanmak mı lazımdır?
Cevap: Resûlullah Efendimizin söylediklerinin, bildirdiklerinin hepsini beğenip kalbin kabul, tasdik etmesine, yani inanmasına İman denir. Bu şekilde inanan insanlara, Mümin denir. Peygamber Efendimizin sözlerinden birine bile inanmamaya veya iyi ve doğru olduğunda şüphe etmeye Küfür denir. Böyle inanmayan kimselere de Kâfir denir.
Cemâleddin-i Efgânî, Afganistan’da doğdu. On sene Kabil’de kaldı, felsefe kitapları okudu.
Sual: Osmanlının son dönemlerinde isminden sıkça bahsedilen, dinde büyük reformcu diye övülen Cemâleddin-i Efgânî de mason mu idi?
Cevap: Cemâleddin-i Efgânî, Afganistan’da doğdu. On sene Kabil’de kaldı, felsefe kitapları okudu. Bir aralık, Ruslara Afganistan hakkında casusluk yapıp, Ruslardan çok para aldı. Daha sonra Mısır’a gitti, mason oldu. Mason olan Ali Paşa, bunu İstanbul’a getirdi, vazife verdi. O zaman, İstanbul dârülfünûn, üniversite rektörü bulunan ve Sadrazam Reşid Paşa tarafından Paris’te yetiştirilmiş olan mason Hasan Tahsin tarafından konferanslar verdirildi. Fakat, ulu orta konuşunca, o zamanın Şeyhülislamı olan büyük âlim Hasan Fehmi Efendi tarafından kâfir olduğuna fetva verildi. Hasan Fehmi Efendi, zamanın derin âlimlerinden ve Osmanlı devletinin 110. Şeyhülislamı idi. Müderris yani üniversite din bilgileri profesörü oldu, çok talebe yetiştirdi, çeşitli vazifelerde yükseldikten sonra, Şeyhülislam oldu. İşte bu âlim, ağır basarak, Cemâleddin rezil oldu. Ali Paşa, bunu İstanbul’dan çıkarmaya mecbur kaldı. Mısırlı Edib İshak’ın, Eddürer adındaki kitabında, Cemâleddin’in Mısır’da mason locası başkanı olduğu yazılıdır. Mısırlılara ihtilal fikirleri aşıladı. Şöhretini arttırmak için, Arâbî Paşa vakıasını hazırlayanlarla birlikte İngilizlere karşı göründü. Mısır Müftüsü Muhammed Abduh ile dost oldu. Reformist düşüncelerini ona aşıladı. Muhammed Abduh bir yazısında;
“Cemâleddîn'i görmeden önce, gözüm kör, kulağım sağır, dilim dilsiz imiş” diyor. Londra’da ve Paris’te, dinde reform diye çok zararlı yazılar yazdı. Daha sonra İran’a gitti. Orada da rahat durmadı. Zincirlere bağlanarak, 500 süvari ile Osmanlı hududuna bırakıldı. Bağdat’a, Londra’ya gitti. İran aleyhinde yazılar yazdı. Oradan İstanbul’a geldi. Burada da, Behâîlerle iş birliği yaparak, dini siyasete alet etti. İran’da fesat çıkarmaya uğraştı. Bir sene sonra, çenesinde kanser çıkarak, 1897 yılında öldü. Maçka Kışlası yanında, Şeyhler Mezarlığı'na gömüldü. Bir Amerikalı, bu masona mezar yaptırdı. İkinci cihan harbinden sonra kemikleri Afganistan’a götürüldü. Masonlar, bunun İslâm düşmanlığını, ihtilalci hareketlerini başka türlü yazıyor ve Şeyhülislamı Efendiye, İslâm âlimlerine cahil demekten sıkılmıyorlar.
Başkalarının övmelerine kavuşmak için, dünya işleri ile, onlara iyilik yapmak, riya olur.
Sual: Herhangi bir kimseye, onun kendisini övmesi veya ondan bir şeyler elde etmek niyeti ile iyilik yapmanın dinimiz açısından bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Başkalarının sevgisine ve övmelerine kavuşmak için, dünya işleri ile, onlara iyilik yapmak, riya olur. İbadet ile olan riya bundan daha fenadır. Allahü teâlânın rızasını hiç düşünmeden yapılan riya, hepsinden daha fenadır. İbadet yaparak Allahü teâlâdan dünya menfaatlerini istemek, riya olmaz. Yağmur duasına çıkmak, istihare yapmak, böyledir. Sıkıntıdan, hastalıktan ve fakirlikten kurtulmak için âyet-i kerimeler okumak da, böyledir denildi. Bunlarda hem ibadet, hem de menfaat niyetleri bulunmaktadır. Ticaret maksadı ile hacca gitmek de böyledir. İbadet niyeti hiç bulunmazsa riya olurlar. İbadet niyeti çok olursa, sevap hasıl olur. İbadetlerini başkalarına göstermek, onlara öğretmek ve teşvik etmek niyeti ile olursa, yine riya olmaz ve çok sevap olur. Ramazan orucunu tutmakta riya olmaz. Allahü teâlânın rızası için namaza başlayıp, sonradan hasıl olan riyanın zararı olmaz. Riya ile yapılan farzlar sahih olur, ibadet borcu ödenmiş olur ise de, sevabı olmaz. Et ihtiyacını karşılamak niyeti ile kurban kesmek caiz olmaz. Allahü teâlâ için ve bir insan için birlikte niyet ederek kurban kesmek caiz değildir. Allahü teâlânın rızası için olmayıp, yalnız hacdan, gazadan gelen ve gelen emiri, reisi karşılamak için kesilen hayvan leş olur, yemesi haram olur. Allahü teâlânın rızası için namaza durup, namazı bitirinceye kadar hep dünya işlerini düşünürse, namazı sahih olur. Şöhrete sebep olacak şekilde giyinmek de riya olur.
***
Sual: Yapılan bütün ibadetlerin, iyiliklerin sevabı, diri veya ölü herkese hediye edilebilir mi?
Cevap: Yapılan ibadetin sevabını, ölü veya diri başkasına hediye etmek caizdir. Hac, namaz, oruç, sadaka, Kur’ân-ı kerim, mevlid okumak, zikir ve dua okumanın sevaplarını başkasına hediye etmek, Hanefî mezhebinde caizdir. Mâliki ve Şâfii mezheplerinde, sadaka, zekât ve hac gibi mal ile yapılan ibadetlerin sevabını hediye etmek caiz olup, namaz, oruç ve Kur’ân-ı kerim okumak gibi beden ile yapılanları caiz değildir. Hanefî olan, sevabını hediye eder. Mâliki ve Şâfii ise, meyyitin affı için dua eder.
Haram olan lezzetlerin içinde yaşamak için uzun emel sahibi olmak haramdır.
Sual: Bir kimsenin, dünyada zevk ve safa sürmek için çok yaşamayı istemesi dinen mahzurlu mudur?
Cevap: Zevk ve safa sürmek için çok yaşamayı istemeye "tûl-i emel" denir, ibadet yapmak için, çok yaşamayı istemek, tûl-i emel olmaz. Tûl-i emel sahipleri, ibadetleri vaktinde yapmazlar, tövbe etmeyi terk ederler. Kalpleri katı olur, ölümü hatırlamazlar. Vaaz ve nasihatten ibret almazlar. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Lezzetlere son veren şeyi çok hatırlayınız)
(Ölümden sonra olacak şeyleri bildiğiniz gibi, hayvanlar da bilselerdi, yemek için semiz hayvan bulamazdınız.)
Tûl-i emel sahibi, hep dünya malına ve mevkiine kavuşmak için ömrünü harcar, ahireti unutur. Yalnız zevk ve safasını düşünür. Çoluk çocuğunun bir senelik gıdasını hazırlamak, uzun emel olmaz. Bir senelik nafakaya Havâyıc-i aslıyye denir, lüzumlu eşyadan sayılır, Nisab hesabına katılmaz, buna malik olan, zengin sayılmaz. Buna malik olmayan bekâr kimsenin kırk günlük gıda maddesi saklaması caizdir. Daha fazla saklamaları tevekkülü bozar. Hadis-i şeriflerde;
(İnsanların en iyisi ömrü uzun ve ameli güzel olan kimsedir.)
(İnsanların en kötüsü, ömrü uzun, ameli kötü olandır.)
(Ölmek istemeyiniz. Kabir azabı çok acıdır. Ömrü uzun olup İslâmiyete uymak, büyük saadettir.)
(Müslümanlıkta beyazlaşan kıllar, kıyamet günü nur olacaktır) buyuruldu.
Tûl-i emelin sebepleri, dünya zevklerine düşkün olmak, ölümü unutmak ve sıhhatine, gençliğine aldanmaktır. Tûl-i emel hastalığından kurtulmak için, bu sebepleri yok etmek lazımdır. Ölümün her an geleceğini düşünmelidir. Sıhhatin, gençliğin ölüme mani olmadıklarını unutmamalıdır. Çocuklardaki ve gençlerdeki ölüm sayısının yaşlılardaki ölüm sayısından çok olduğunu istatistikler göstermektedir. Çok hastaların iyi olup yaşadıkları, çok sağlam kişilerin çabuk öldükleri her zaman görülmektedir. Bir hadis-i şerifte; (Cennete gitmek isteyen, uzun emel sahibi olmasın. Dünya işleri ile uğraşması ölümü unutturmasın. Haram işlemekte Allahtan hayâ etsin) buyuruldu.
Haram olan lezzetlerin içinde yaşamak için uzun emel sahibi olmak haramdır. Mubahlarla lezzetlenmek için tûl-i emel sahibi olmak, haram değil ise de, iyi değildir. Çok yaşamayı değil, sıhhat ve afiyet ile yaşamayı istemelidir.
İnsanlardan hayâ etmek, utanmak, onların kötülemelerinden korkmak demektir.
Sual: Günah işlemeyi, insanların ayıplamalarından korkulduğu için mi yoksa Allah için mi terk etmelidir?
Cevap: Günah işleyecek kimsenin, bu günahtan vazgeçmesi, ya Allahü teâlâdan korktuğu veya insanlardan hayâ ettiği, utandığı yahut da başkalarının yapmasına sebep olmamak için olur. Allahü teâlâdan korkarak terk etmenin alameti, o günahı gizli olarak da işlememektir. İnsanlardan hayâ etmek, utanmak, onların kötülemelerinden korkmak demektir. Başkalarının günah işlemelerine sebep olmak, yalnız yapmaktan daha çok günahtır. Başkalarının bu günahı işlemelerinin günahları da, kıyamete kadar bunlara sebep olana yazılır. Bir hadis-i şerifte;
(İnsan günahını dünyada gizlerse, Allahü teâlâ da, kıyamet günü, bu günahı kullarından saklar) buyuruldu.
Herkese vera sahibi olduğunu bildirmek için, günahını saklamak ve gizli olarak devam etmek, riya olur.
***
Sual: Bir kimsenin, yaptığı ibadetleri başkalarına göstermekten veya onların duymasından haya etmesi, utanması doğru bir şey midir?
Cevap: İbadetlerini başkalarına göstermekten hayâ etmek, utanmak caiz değildir. Hayâ, günahlarını, kabahatlerini göstermemeye denir. Bunun için, vaaz vermekten, ilmihal kitabı yazmaktan, satmaktan, imamlık, müezzinlik yapmaktan, Kur’ân-ı kerim okumaktan hayâ etmek caiz değildir.
(Hayâ imandandır) hadis-i şerifindeki hayâ, kötü, günah şeyleri göstermekten utanmak demektir. Müminin, önce Allahü teâlâdan haya etmesi lazımdır. Bunun için, ibadetlerini ihlas ile yapmalıdır.
***
Sual: Yolda yürürken, ayağımız, giydiğimiz mestten biraz çıksa, abdest bozulmuş olur mu?
Cevap: Ayağın topuğu, mestin topuğundan çıkınca, mest ayaktan çıktı sayılır. Fakat ekseri kitaplar, ayağın yarıdan fazlası, mestin topuk kemikleri hizasından yukarı çıkmadıkça, ayaktan çıktı sayılmaz diyor. Buna göre, mest geniş olup, yürürken, topuğu mestten çıkıp, giren kimsenin meshi caiz olur. Yürürken abdesti bozulmaz.
(Ey kardeşlerim! Hepiniz buna hazırlanınız) buyurdu.”
Ömer bin Abdülaziz hazretleri, bir âlimi görünce, ondan nasihat istedi. O da;
-Şimdi halifesin, istediğin gibi emredersin. Yarın öleceksin, dedi.
-Biraz daha söyle deyince;
-Âdem aleyhisselama kadar, bütün dedelerin ölümü tattı. Şimdi sıra sana geldi, dedi. Halife, uzun zaman ağladı. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(İnsanlara vâiz olarak ölüm yetişir. Zenginlik isteyene, kaza ve kadere iman etmek yetişir.)
(İnsanların en akıllısı, ölümü çok hatırlayandır. Ölümü çok hatırlayan insana, dünyada şeref, ahirette yüksek dereceler nasip olur.)
(Allahü teâlâdan hayâ ediniz. Başkalarına kalacak olan şeyleri toplamakla vaktinizi kaybetmeyiniz. Kavuşamayacağınız şeyleri ele geçirmek için uğraşmayınız. İhtiyacınızdan fazla binalar yapmakla hayatınızı harcamayınız.)
Resûlullah efendimiz, çok sevdiği Üsâme bin Zeyd hazretlerinin bir ay sonra ödemek üzere bir köle satın aldığını işitince;
(Siz buna hayret etmediniz mi? Üsâme tûl-i emel sahibi olmuş) buyurdu.
***
Sual: Uçakla yolculuk yapan bir kimse, eğer oruçlu ise, iftarı neye ve nereye göre yapar?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde deniyor ki:
“Alçak yerde olanlar, güneşin gurub ettiğini, battığını görünce, iftar ederler. Yüksekte olan, güneşin gurub ettiğini, battığını görmedikçe, bunlarla yani aşağıdakilerle beraber iftar edemez.”
İbni Âbidîn hazretleri orucu tarif ederken yazdığı (Oradan gece başlayınca iftar edilir) hadis-i şerifinin;
“Şark, doğru tarafında karanlık başlayınca iftar edilir” demek olduğunu bildirmektedir. Şark, doğu tarafında karanlığın başlaması, en yüksek yerde ziyanın, güneş ışığının kalmaması demektir.
Akika, çocuk nimetine karşılık, Allahü teâlâya şükretmek niyeti ile hayvan kesmektir.
Sual: Dünyaya gelen kız ve erkek çocuklar için akika kesmenin hükmü nedir, ne zaman kesilir ve etinden kimler yiyebilir?
Cevap: Akika, çocuk nimetine karşılık, Allahü teâlâya şükretmek niyeti ile hayvan kesmektir. Çocuğa nafaka vermesi vacib olan kimsenin, yedinci günü isim koyması ve başını kazıyıp, saçının ağırlığı kadar, erkek için altın veya gümüş, kız için gümüş sadaka vermesi, erkek için iki, kız için bir akika hayvanı kesmesi, Hanefi mezhebinde müstehabdır. Akika hayvanı, kurbanlık hayvan gibi olmalıdır. Sonra da ve her zaman da kesilebilir. Kurban Bayramında da kesilebilir. Resûlullah efendimizin nübüvvetten sonra, kendisi için akika kestiği Şir'a’da yazılıdır. Ölü olarak doğan çocuğa isim konmaz ve akikası kesilmez. Akika hayvanının etlerinden, kesen yiyebilir, zengin, fakir herkese verebilir. Akika kesmek, Şafii ve Maliki mezheplerinde sünnet-i müekkededir. Şafii ve Hanbeli mezheplerinde, kemikleri atılmaz, kırılmaz, oynak yerlerinden ayrılıp toplanır, bir temiz bez içinde gömülür. Hanefi ve Maliki mezheplerinde kemikleri kırılabilir. Akika, çocukları belalardan, hastalıklardan korur, kıyamette, anaya, babaya, ayrı bir şefaat ederler. Mevâhib-i ledünniyyede deniyor ki:
“Hicretin sekizinci yılında oğlu İbrahim dünyaya gelince, yedinci günü, Resûlullah efendimiz İbrahim’in başını tıraş ettirip, saçının ağırlığı kadar gümüş sadaka verdi ve akika olarak iki koç kesti, saçlarını gömdü.”
***
Sual: Kaza, kefaret veya adak orucu tutanların, iftar vaktinde, ramazan orucunda olduğu gibi, ihtiyatlı mı hareket etmesi gerekir?
Cevap: Oruçlu olan kimsenin, iftarı akşam namazından önce yapması müstehab ise de, bir ibadeti bozmak şüphesinden kurtarmak için müstehab terk edilmelidir. Önce akşam namazını kılmalı, sonra iftar etmelidir. Böylece iftar yine, yıldızlar görünmeden önce yani acele edilmiş olur ve oruç, bozulmak tehlikesinden kurtulur. Akşam namazını vakti çıkmadan, tekrar kılmak mümkündür. Takvim, saat, ve ezan yanlış olunca, oruç kurtulmaz. İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
“İftar etmek için, güneşin battığını iki adil Müslümanın haber vermesi lazımdır. Bir olursa da, beis yoktur.”
Görülüyor ki, takvimi hazırlayanın ve iftar topu atanın, ezan okuyanın adil olmaları lazımdır.
“Bilinen dört mezhep imamı zamanında, başka mezhep imamları da vardı. Bunların da mezhepleri vardı."
Sual: İngilizlerin Arabistan’da kurmuş oldukları bozuk fırkadaki Vehhabiler ve onların kitaplarını okuyanlar; “Mezhepler ikinci asırda meydana çıktı. Eshâb ve Tâbiin, hangi mezhepte idi?” diyorlar. Gerçekten böyle midir ve bunlara nasıl bir cevap vermelidir?
Cevap: Mezhep, gidilen yol demektir. Mezhep imamı demek ise, Kur'ân-ı kerim ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kiramdan işiterek toplayan, kitaba geçiren büyük âlim demektir. Açıkça bildirilmemiş olan bilgileri de, açık bildirilmiş olanlara benzeterek meydana çıkarmışlardır. Hadîkada deniyor ki:
“Bilinen dört mezhep imamı zamanında, başka mezhep imamları da vardı. Bunların da mezhepleri vardı. Fakat, bunların mezheplerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı.”
Eshâb-ı kiramın her biri müctehid, derin âlim, mezhep imamı idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezhep imamlarımızdan daha üstün, daha çok bilgili idi. Mezhepleri daha doğru, daha kıymetli idi. Fakat, bunların kitapları olmadığı için, mezhepleri unutuldu. Dört mezhepten başkasına uymak imkânı kalmadı. Eshâb-ı kiram hangi mezhepte idi demek, alay komutanı, hangi bölüktendir? Yahut, fizik öğretmeni, okulun hangi sınıfı öğrencisidir demeye benzemektedir.
Hicretten dörtyüz sene geçtikten sonra, mutlak ictihad yapabilecek kadar derin âlim kalmadığı, kitaplarda yazılıdır. Hadîkada bildirilen hadis-i şerifte, yalancı, sapık din adamlarının çoğalacakları bildirilmektedir. Bunun için, Ehl-i sünnet olan her Müslümanın, bilinen dört mezhepten birini seçerek ona uyması lazımdır. Seçtiği mezhebin İlmihâl kitabını okuyup öğrenmesi, imanını ve bütün işlerini buna uydurması lazımdır. Dört mezhepten birine uymayan kimse, Ehl-i sünnet olamaz. Buna Mezhepsiz ve Zındık denir. Mezhepsiz kimse, ya yetmişiki bozuk fırkadan birindedir, yahut da kâfir olmuştur. Böyle olduğu, Bahrda, Hindiyyede, Tahtâvîde, İbn-i Abidînde, El-besâirde ve Ahmed Sâvî tefsîrinde yazılıdır.
***
Sual: Adakta bulunan kimse, adağını yerine getirmezse günaha girmiş olur mu?
Cevap: Nezir, adak, bir ibadettir. Çünkü namaz, oruç, hacca gitmek ve başka ibadetler nezir olunur. Nezrin, adağın, yerine getirilmesini İslâmiyet emretmektedir. Yerine getirilmezse, günah olur.
İlk asırlarda mezhep var mıydı?
“Bilinen dört mezhep imamı zamanında, başka mezhep imamları da vardı. Bunların da mezhepleri vardı."
Sual: İngilizlerin Arabistan’da kurmuş oldukları bozuk fırkadaki Vehhabiler ve onların kitaplarını okuyanlar; “Mezhepler ikinci asırda meydana çıktı. Eshâb ve Tâbiin, hangi mezhepte idi?” diyorlar. Gerçekten böyle midir ve bunlara nasıl bir cevap vermelidir?
Cevap: Mezhep, gidilen yol demektir. Mezhep imamı demek ise, Kur'ân-ı kerim ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kiramdan işiterek toplayan, kitaba geçiren büyük âlim demektir. Açıkça bildirilmemiş olan bilgileri de, açık bildirilmiş olanlara benzeterek meydana çıkarmışlardır. Hadîkada deniyor ki:
“Bilinen dört mezhep imamı zamanında, başka mezhep imamları da vardı. Bunların da mezhepleri vardı. Fakat, bunların mezheplerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı.”
Eshâb-ı kiramın her biri müctehid, derin âlim, mezhep imamı idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de, mezhep imamlarımızdan daha üstün, daha çok bilgili idi. Mezhepleri daha doğru, daha kıymetli idi. Fakat, bunların kitapları olmadığı için, mezhepleri unutuldu. Dört mezhepten başkasına uymak imkânı kalmadı. Eshâb-ı kiram hangi mezhepte idi demek, alay komutanı, hangi bölüktendir? Yahut, fizik öğretmeni, okulun hangi sınıfı öğrencisidir demeye benzemektedir.
Hicretten dörtyüz sene geçtikten sonra, mutlak ictihad yapabilecek kadar derin âlim kalmadığı, kitaplarda yazılıdır. Hadîkada bildirilen hadis-i şerifte, yalancı, sapık din adamlarının çoğalacakları bildirilmektedir. Bunun için, Ehl-i sünnet olan her Müslümanın, bilinen dört mezhepten birini seçerek ona uyması lazımdır. Seçtiği mezhebin İlmihâl kitabını okuyup öğrenmesi, imanını ve bütün işlerini buna uydurması lazımdır. Dört mezhepten birine uymayan kimse, Ehl-i sünnet olamaz. Buna Mezhepsiz ve Zındık denir. Mezhepsiz kimse, ya yetmişiki bozuk fırkadan birindedir, yahut da kâfir olmuştur. Böyle olduğu, Bahrda, Hindiyyede, Tahtâvîde, İbn-i Abidînde, El-besâirde ve Ahmed Sâvî tefsîrinde yazılıdır.
***
Sual: Adakta bulunan kimse, adağını yerine getirmezse günaha girmiş olur mu?
Cevap: Nezir, adak, bir ibadettir. Çünkü namaz, oruç, hacca gitmek ve başka ibadetler nezir olunur. Nezrin, adağın, yerine getirilmesini İslâmiyet emretmektedir. Yerine getirilmezse, günah olur.
“Bir işi, ibadeti yaparken mezheplerin kolaylıklarını araştırıp, bunlara göre yapmak batıldır."
Sual: Bir kimsenin, mezheplerin kolay olan hükümlerini toplayıp, bunlarla amel etmesi uygun olur mu?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Mîzân-ül kübrâda deniyor ki:
“Unutulmuş olan mezheplerin ve mevcut bulunan dört mezhebin hepsi haktır. Birinin, başkası üzerine üstünlüğü yoktur. Çünkü, hepsi aynı din kaynağından alınmışlardır. Bütün mezheplerde, yapılması kolay işler, Ruhsat bulunduğu gibi, yapılması güç, Azimet olan işler de vardır. Azimet olan işi yapabilecek kimsenin, kolay işi yapmaya kalkışması, din ile oynamak olur. Azimeti yapmaktan aciz olan, özürlü olan kimsenin ruhsat olanı yapması caiz olur. Böyle kimsenin ruhsat olanı yapması, azimet yapmış gibi çok sevap olur. Aciz olmayanın, kendi mezhebindeki ruhsatları yapmaması, azimetleri yapması vacibdir. Hatta, kendi mezhebinde yalnız ruhsatı bulunan işin, başka mezhepte azimeti varsa, o azimeti yapması vacib olur. Mezhep imamlarından birinin sözünü beğenmemekten veya kendi düşüncesini onun sözünden daha üstün sanmaktan, çok sakınmalıdır. Çünkü, başkalarının ilimleri, anlayışları, müctehidlerin, ilimleri ve anlayışları yanında, hiç gibi kalır.”
Özrü olmayan kimseye kendi mezhebinde ruhsat ile amel caiz olmayınca, başka mezheplerdeki kolaylıkları araştırmanın, yani mezhepleri Telfîk etmenin hiç caiz olmadığı anlaşılmaktadır. İbni Âbidînde de deniyor ki:
“Bir işi, ibadeti yaparken mezheplerin kolaylıklarını araştırıp, bunlara göre yapmak batıldır. Mesela abdestli kimsenin derisinden kan aksa, Şafii mezhebinde abdesti bozulmaz, Hanefide bozulur. Yabancı kadının derisine, derisi değse, Şafiide bozulur, Hanefi mezhebine göre bozulmaz. Abdest aldıktan sonra derisinden kan akan ve derisi yabancı kadının derisine değen bir kimsenin bu abdestle kıldığı namaz sahih olmaz.
Şafii mezhebine uyarak, başının az bir yerini mesh eden kimseye köpek sürtünse, bu kimsenin Maliki'yi de taklit ederek, burasını yıkamadan kıldığı namaz sahih olmaz. Çünkü Şafiide köpek sürtünenin namazı sahih olmaz. Maliki'de, köpek necis değil ise de, başının hepsini mesh etmesi lazımdır. Bir iş yaparken mezheplerin kolaylıklarını arayıp bunlara göre yapmak, söz birliği ile sahih değildir. Dört mezhepten, hiçbirine uymadan bir şey yapmak da caiz değildir.”
"İsyan iki türlüdür: Allahü teâlânın emirlerini yapmamak ve yasak ettiklerini yapmak."
Sual: “Allaha isyan ettiler” denilince ne anlatılmak istenmektedir, bu ifadeden, haram, günah işleyenleri mi anlayacağız?
Cevap: Allahü teâlâya asi olmak, isyan etmek iki türlüdür:
1-Allahü teâlânın emirlerini, yani farzları yapmamaktır. Farzları, vazife kabul etmeyen, kâfir olur. Vazife olduğunu bilip de, tembellikle yapmayanlar, yani kaza etmek, ödemek fikrinde olanlar, Hanefî mezhebinde, kâfir olmaz. Fakat en büyük günah olur.
2-Allahü teâlânın men, yasak ettiğini, yani haramları yapmaktır. Haramdan kaçmayı, sakınmayı, vazife bildiği hâlde, nefsine uyarak yapan ve sonra üzülenler kâfir olmaz. Haram işleyen Müslümanlara fasık, asi denir. Haram işlemeyenlere ve farzları yapanlara salih, iyi insan, mütteki denir. İttikanın, yani haramdan kaçmanın sevabı, farzları yapmanın sevabından daha fazladır. Farzları yapmamanın günahı, haram işlemek günahından daha çoktur.
***
Sual: İbadetlerde ve yapılan işlerde acele etmenin, dinimiz açısından bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Eyyühel-veled kitabında deniyor ki:
“İşlerinde acele etme ve hemen karar verme! Acele ile verilen kararlara şeytan karışır. Hadis-i şerifte; (Acele şeytandandır. Teennî Rahmandandır) buyuruldu. Nefsin istediği bir şey hatırına gelince, şeytan, fırsatı kaçırma, hemen yap der. O da, yapar. Kalbe gelen şeyi yapmaktan Allahü teâlâ razı olur mu düşünmeli, sevap mı, günah mı olacağını anlamalı. Günah değil ise, yapmalıdır. Böylece, teenni etmiş, yani acele etmemiş olur. Yalnız beş yerde acele etmek lazımdır:
1-Misafirin gelince, önüne yiyecek getir! 2-Hasbel beşer bir günah işleyince, hemen tövbe, istiğfar eyle! 3-Her beş vakit namazını, vakit geçmeden, acele, yani erken kıl! 4-Kız veya oğlan çocuklarına, din bilgilerini ve namaz kılmasını öğret! Bulûğa erişince, geciktirmeden evlendir! 5-Ölen şahsın defin edilmesinde acele eyle! Fakat bunun için, beş vakit namazın sonundaki, Âyetel kürsî ve tesbihleri terk etme!”
***
Sual: Abdest uzuvlarında yaralar bulunan bir kimse, nasıl abdest alır?
Cevap: Abdest uzuvlarının çoğunda veya yarısında yara bulunan kimse, teyemmüm eder. Çoğu sağlam ise, sağlamını yıkayıp yaralara mesh eder. Gusülde, bedenin hepsi, bir uzuv sayılır. Bedenin yarısı yaralı ise, teyemmüm eder.
İngilizler, binlerce din adamını aldatarak İslâm memleketlerini kana boyamıştır...
Sual: Osmanlı devletinin yıkılışında olduğu gibi, İslâmiyetin de ortadan kaldırılması çalışmalarında batının bilhassa İngilizlerin rolü, çalışması var mıdır?
Cevap: İngilizler, yüzyıllardır İslâm memleketlerini kana boyamakla kalmamış, İskoç masonları, binlerce Müslümanı ve din adamlarını aldatarak, mason yapmış, insanlığa yardım, kardeşlik gibi laflarla, seve seve dinden çıkmalarına, mürted olmalarına sebep olmuştur. İslâmiyeti büsbütün yok etmek için, bu masonları maşa olarak kullanmışlardır. Böylece, Mustafa Reşit Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa, Midhat Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa ve Enver Paşa gibi masonları, İslâm devletlerinin yıkılmalarında kullanıldıkları gibi, Cemâleddîn-i Efgânî ve Muhammed Abduh gibi masonlar ve yetiştirdikleri çömezler de, İslâm bilgilerini bozmaya, yok etmeye alet olmuşlardır. Bu mason din adamlarının yazdıkları yüzlerce yıkıcı, bozucu din kitapları arasında Mısrlı Reşid Rızânın Muhâverât kitabı, Arabiden çeşitli dillere tercüme edilerek, İslâm memleketlerine dağıtılmakta, Müslümanların dinlerini ve imanlarını bozmaya çalışmaktadırlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumamış, anlayamamış bazı din adamlarının da bu akıntıya kapılarak felakete sürüklendikleri ve başkalarının da felaketlerine sebep oldukları acı, acı görülmektedir.
Mısırlı Reşid Rızâ'nın Muhâverât kitabında, Ehl-i sünnetin dört mezhebine çatılmakta, İslâm bilgilerinin dört kaynağından biri olan İcmâ'-ı ümmet inkâr edilmekte, herkes; Kitaptan, Sünnetten kendi anladığına göre amel etmeli denilmektedir. Böylece, İslâm bilgilerini kökünden yıkmaya çalışmaktadır. Ehl-i sünnet âlimlerinden Abdülganî Nablüsî'nin (Hulâsat-üt-tahkîk fî-beyân-ı hükm-ittaklîd vettelfîk), Yusuf-i Nebhânî'nin (Huccetullahi alel'âlemîn), Muhammed Hayât Sindînin (Gâyet-üt-tahkîk) ve Muhammed Abdürrahmân Silhetî'nin (Seyf-ül-ebrâr) kitapları, böyle bozuk kitaplara ve konuşanlara cevap vermektedir.
***
Sual: İbrikle abdest alan bir kimseye, bir başkasının kendi isteği ile abdest suyu dökmesinin mahzuru olur mu?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde deniyor ki:
“Sağlam insanın abdest uzuvlarını başkasının yıkaması, mesh etmesi mekruhtur. Buna başkasının abdest suyu getirmesi ve kendisi yıkarken başkasının su dökmesi caizdir.”
Resûlullah efendimizi seven bir kimsenin, Onun Eshâbının hepsini de sevmesi lazımdır.
Sual: Peygamber efendimizi sevdiğini söyleyen bazı kimseler, Eshâbdan bazılarına dil uzatıyorlar. Peygamber efendimizi seven, Onun Eshâbına dil uzatabilir mi?
Cevap: Resûlullah efendimizi seven bir kimsenin, Onun Eshâbının hepsini de sevmesi lazımdır. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Eshâbımı seven, beni sevdiği için sever. Onları sevmeyen kimse, beni sevmemiş olur. Onları inciten, beni incitir. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitmiş olur. Allahü teâlâyı inciten kimse, elbette azap görecektir.)
(Allahü teâlâ, benim ümmetimden bir kuluna iyilik yapmak isterse, onun kalbine, Eshâbımın sevgisini yerleştirir. Onların hepsini canı gibi sever.)
***
Sual: Haram, günah işleyen bir kimseye kâfir demek ve lanet etmek, dinen uygun olur mu?
Cevap: Namaz kılan bir kimsenin, küfür olan bir şeyi, açık olarak ve zaruretsiz söyleyerek veya kullanarak, kâfir olduğu anlaşılmadıkça, başkalarına uyarak, buna kâfir demek caiz olmaz. Kâfir olarak öldüğü bilinmedikçe lanet edilmez. Kâfire dahi lanet etmek caiz değildir. Bunun için, Yezîd'e lanet etmemek daha iyidir.
***
Sual: Bir kimsenin Müslüman olması için yalnızca iman etmesi kafi midir?
Cevap: İnanılacak bilgileri doğru olarak öğrenip düzelttikten sonra, her Müslümanın kendine lazım olan Helal, Haram, Farz, Vacip, Sünnet, Mendub ve Mekruh olan şeyleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları fıkıh, ilmihal kitaplarından öğrenmesi ve bunlara uyması lazımdır.
***
Sual: Din bilgilerinin öğrenilmesinde takip edilecek yol nasıldır, herkes doğrudan Kur’an veya hadisten öğrenebilir mi?
Cevap: Allahü teâlâ, Resûlullah efendimizi, Kur'ân-ı kerimi tebliğ etmek, öğretmek için gönderdi. Eshâb-ı kiram, Kur'ân-ı kerimdeki bilgileri Resûlullah efendimizden öğrendiler. Din âlimleri de, Eshâb-ı kiramdan öğrendiler. Bütün Müslümanlar da, din âlimlerinden ve bunların kitaplarından öğrendiler. Hadis-i şeriflerde;
(İlim hazinedir. Anahtarı, sorup öğrenmektir.)
(İlim öğreniniz ve öğretiniz!)
(İlim öğretmek günahlara kefarettir) buyuruldu.
***
Sual: Zamanımızda, bir Müslümanın her gün tövbe etmesi gerekir mi?
Cevap: Bu zamanda bir Müslümanın her gün hakiki tövbe etmesi lazımdır. Tövbe edilen günah ve küfür, muhakkak affolur. Tövbe edilmezse, dünyada ve ahirette cezasını çeker.
Günahlar, niyetsiz veya iyi niyet ederek işlenirse, günah olmaktan çıkmaz.
Sual: Bir kimse, hiçbir kötü niyetim yoktur diyerek haram işlese, bu hâl yine günah olur mu?
Cevap: Günahlar, niyetsiz veya iyi niyet ederek işlenirse, günah olmaktan çıkmaz. (Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur) hadis-i şerifi, taatlara ve mubahlara niyete göre sevap verileceğini bildirmektedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veya başkasının malı ile sadaka verse, yahut haram para ile mektep, cami yaptırsa, bunlara sevap verilmez. Bunlara sevap beklemek, cahillik olur. Zulüm, günah, iyi niyetle işlenirse, yine günah olur. Böyle işleri yapmamak sevaptır. Bilerek yapılırsa, büyük günah olur. Günah olduğu bilinmeyerek yapılırsa, Müslümanların çoğunun bildiği şeyleri bilmemek, öğrenmemek de günah olur. Gayr-i müslim memleketlerde dahi, eğer İslâm bilgileri yaygın ve öğrenmek mümkün ise, cahil kalmak, öğrenmemek, özür olmaz, günah olur.
***
Sual: Namazın ilk rekatinde Sübhaneke, Euzü ve Besmele okunmaktadır. Bunları okumak da farz mıdır?
Cevap: Namazda, ilk rekatte, imam olsun, cemaat olsun ve yalnız olsun, Sübhaneke okumak sünnettir. İmamın ve yalnız kılanın, Euzü ve Besmele okuması da sünnettir. Fatihayı ve Fatihadan sonra, üç âyet, yahut, üç âyet kadar uzun bir âyet okumak vacib, sünnetlerin ve vitrin her rekatinde, yalnız kılarken farzların iki rekatinde, ayakta, kıyamda, Kur’ân-ı kerimden bir âyet okumak farzdır.
***
Sual: Gusül abdestinde farz olarak yapılması gerekenler nelerdir?
Cevap: Hanefi mezhebinde gusülde mutlak yapılması gereken farz üçtür:
1-Ağzın hepsini iyice yıkamak. Ağız dolusu su içmekle de olur ise de, yutmak mekruhtur diyen âlimler de olmuştur.
2-Burnu yıkamak. Burundaki kuru kir altını ve ağızdaki, çiğnenmiş ekmek altını yıkamazsa gusül sahih olmaz. Hanbeli mezhebinde, mazmaza ve istinşak, abdest alırken de, gusülde de farzdır.
3-Bedenin her yerini yıkamaktır. Bedenin, ıslatılmasında haraç olmayan yerlerini yıkamak farzdır. Yıkanan yerleri ovalamak lazım değil ise de, müstehabdır. İmam-ı Malik ile imam-ı Ebu Yusuf hazretleri lazımdır buyurdu.
***
Sual: Domuz yağından yapılan sabun kullanılabilir mi?
Cevap: Necasetli yağ, leşin ve necis hayvanın, domuzun yağı, sabun yapılınca temiz olur. Bütün kimyevi değişmeler böyledir.
Muhammed aleyhisselam ve Eshab-ı kiramdan çoğu, Kur’ân-ı kerimi tamamen ezberlemişti...
Sual: Âyet-i kerimeler, Peygamber efendimiz zamanında bir araya getirilip kitap hâline gelmiş mi idi yoksa vefatlarından sonra mı kitap hâline getirildi?
Cevap: Cebrâil aleyhisselam, Peygamber efendimize her sene bir kere gelip, o ana kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerimdeki âyetleri, Levh-il-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz de dinler ve tekrar ederdi. Resulullah efendimiz ahireti teşrif edeceği sene, Cebâil aleyhisselam iki kere gelip, tamamını okudular. Muhammed aleyhisselam ve Eshab-ı kiramdan çoğu, Kur’ân-ı kerimi tamamen ezberlemişti. Eshab-ı kiramdan bazıları da, bazı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını yazmışlardı. Muhammed aleyhisselam, ahireti teşrif ettiği sene, halife hazret-i Ebu Bekir, ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir heyete, bütün Kur’ân-ı kerimi, kâğıt üzerine yazdırdı. Böylece, Mushaf denilen bir kitap meydana geldi. Otuzüç bin Sahabi bu Mushafın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Sûreler belli değildi. Üçüncü halife hazret-i Osman, hicretin 25. senesinde, sûreleri birbirinden ayırdı. Yerlerini sıraladı. Altı tane daha Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şam, Mısır, Kufe, Yemen, Mekke ve Medine’ye verdi. Bugün, bütün dünyada bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur.
***
Sual: Kur’ân-ı kerimdeki sûre ve âyetlerin sayılarında farklılık var mıdır?
Cevap: Kur’ân-ı kerimde 114 sûre ve 6236 âyet vardır. Âyetlerin sayısının 6236'dan az veya daha çok olduğu da bildirildi ise de, bu ayrılıklar, büyük bir âyetin, birkaç küçük âyet sayılmasından veya birkaç kısa âyetin, bir büyük âyet, yahut sûrelerin evvelindeki Besmelelerin bir veya ayrı ayrı âyet sayılmasından ileri gelmiştir. Bu hususta Bostân-ül-ârifînde geniş bilgi vardır.
***
Sual: Peygamberlerin de kendi aralarında üstünleri var mıdır varsa bunlar hangi peygamberlerdir?
Cevap: Muhammed aleyhisselam Habibullahtır, İbrahim aleyhisselam Halilullahtır, Musa aleyhisselam Kelimullahtır, İsa aleyhisselam Ruhullahtır, Âdem aleyhisselam Safiyyullahtır ve Nuh aleyhisselam Neciyyullahtır. Bu altısı, diğer Peygamberlerden daha üstündür, bunlara Ülül'azm denir. Hepsinin üstünü, Muhammed aleyhisselamdır.
Fıkıh bilgileri, Kur’ân-ı kerimden, hadis-i şeriflerden, icma-ı ümmetten ve kıyâstan meydana gelmektedir.
Sual: Fıkıh ilmi ne demektir, bu ilmin konusu nedir, nelerden bahseder ve bu ilmin kaynağı nedir, bu bilgiler nereden alınmaktadır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Mecmû'a-i Zühdiyye kitabında deniyor ki:
“Fıkıh kelimesi, Arapçada, fekıha yefkahü şeklinde kullanılınca, yani dördüncü babdan olunca, bilmek, anlamak demektir. Beşinci babdan olunca, İslâmiyetin hükümlerini bilmek, anlamak demektir. Ahkam-ı islâmiyyeyi, İslâmiyetin hükümlerini bildiren ilme Fıkıh ilmi adı verildi. Fıkıh bilgilerini bilen kimseye Fakîh denir. Fıkıh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lazım olan işleri bildirir. Hadis-i şerifte;
(İbadetlerin efdali, en kıymetlisi, fıkıh öğrenmek ve öğretmektir) buyuruldu.
Fıkıh bilgileri, Kur’ân-ı kerimden, hadis-i şeriflerden, icma-ı ümmetten ve kıyâstan meydana gelmektedir. Fıkıh bilgisinin bu dört kaynağına Edille-i şer'iyye denir. Fıkıh ilmi çok geniştir. Hepsi, dört büyük kısma ayrılır:
1-İbâdât olup, beşe ayrılır: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, cihat yani dinin emir ve yasaklarını yaymak. Her birinin dalları çoktur. Cihada hazırlanmak ibadettir. Peygamber efendimiz din düşmanları ile cihadın iki türlü olduğunu bildiriyor. İş ile, söz ve yazı ile. İş ile cihada hazırlanmak, yeni silahları yapmasını ve kullanmasını öğrenmek farzdır. Bu cihadı devlet yapar. Milletin, devlet kanunlarına, emirlerine uyarak cihada iştirak etmesi farzdır. Zamanımızda ikinci savaş, yani dinsizlerin yazı, film, radyo ve her çeşit propaganda ile saldırması aldı, yürüdü. Buna da karşı koymak cihaddır.
2-Münâkehât: Evlenme, boşanma, nafaka ve daha nice dalları vardır.
3-Mu'âmelât olup, alışveriş, kira, şirketler, faiz, miras gibi birçok bölümleri vardır.
4-Ukûbât, yani cezalar olup, başlıca beşe ayrılmaktadır. Kısas, sirkat, zina, kazf, riddet, yani mürted olma cezalarıdır.”
***
Sual: Her Müslümanın, yapacağı iş veya ibadetlerin, dine uygun olup, olmadığını bilmesi lazım mıdır?
Cevap: Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin, yapacağı her işin, İslâmiyete uygun olup olmadığını bilmesi lazımdır. Bilmiyorsa, bir Ehl-i sünnet âliminden sorarak veya bu âlimlerin kitaplarından okuyarak öğrenmesi lazımdır. İş, İslâmiyete uygun değil ise, günah veya küfürden kurtulamaz.
Kemal Paşazâde Ahmed bin Süleyman Efendi, fıkıh âlimlerinin yedi tabaka olduğunu bildiriyor...
Sual: Müctehidlerin, fıkıh âlimlerinin hepsi aynı derecede midir yoksa bunların da kendi aralarında dereceleri var mıdır?
Cevap: Fıkıh âlimleri yedi tabakadır. Kemal Paşazâde Ahmed bin Süleyman Efendi, Vakfunniyyât kitâbında bu yedi dereceyi şöyle anlatıyor:
1-İslamiyette mutlak müctehid olan âlimlerdir. Bunlar Edille-i erbe'adan, dört kaynaktan hüküm çıkarmak için, üsul ve kaideler kurmuşlar ve koydukları esaslara göre, ahkam, hüküm çıkarmışlardır. Dört mezhep imamı bunlardandır.
2-Mezhebde müctehidlerdir. Bunlar, mezhep imamının koyduğu kaidelere uyarak, dört delilden ahkam, hüküm çıkaran imam-ı Ebu Yusuf, imam-ı Muhammed ve benzerleridir.
3-Meselelerde müctehid olanlardır. Bunlar, mezhep imamının bildirmediği meseleler için, mezhebin usul ve kaidelerine göre ahkam, hüküm çıkarırlarsa da, mezheb imamına uygun çıkarmaları şarttır. Tahâvî, Hassâf Ahmed bin Ömer, Abdullah bin Hüseyin Kerhî, Şems-ül-eimme Halvânî, Şemsül-eimme Serahsî, Fahrül islâm Alî bin Muhammed Pezdevî, Kâdîhân Hasen bin Mensûr Fergânî ve benzerleri gibi.
4-Eshab-ı tahric, ictihad derecesinde olmayıp, müctehidlerin çıkardığı, kısa, kapalı bir hükmü açıklayan âlimlerdir. Ahmed bin Alî bin Ebî Bekr Râzî bunlardandır.
5-Erbab-ı tercih, müctehidlerden gelen birkaç rivayet arasından birini tercih ederler. Ebülhasen Kudûrî, Hidâye sahibi Burhâneddîn Alî Mergınânî gibi.
6-Mukallitler olup, bir mesele hakkında gelen çeşitli haberleri, kuvvetlerine göre sıralayıp yazmışlardır. Kitaplarında reddedilen rivayetler yoktur. Kenz-üd-dekâık sahibi Ebülberekât Abdullah bin Ahmed Nesefî ve Muhtâr sahibi Abdullah bin Mahmut Mûsulî, Vikâye sahibi Burhânüşşerî'a Mahmûd bin Sadrüşşerî'a Ubeydüllah ve Mecma'ul-bahreyn sahibi İbnüssâ'âtî Ahmed bin Alî Bağdâdî bunlardandır.
7-Zayıf haberleri, kuvvetlilerinden ayıramayan mukallitlerdir. Bunlar okuduklarını iyi anladıkları ve anlamayan mukallitlere açıkladıkları için, fıkıh âlimlerinden sayılmışlardır.
***
Sual: Yemesi, içmesi helal olan şeyleri, insan istediği kadar yiyip içebilir mi yoksa bir sınırı var mıdır?
Cevap: Yemesi haram olmayan şeyleri, doyuncaya kadar yemek, içmek mubahtır. Doyduktan sonra yemek, içmek ise, haramdır. Haramdan kaçınmak, farzı yapmaktan da çok sevaptır.
Peygamberlerin birincisi, Âdem aleyhisselam, son geleni ise, Muhammed aleyhisselamdır.
Sual: Bizim Peygamberimize kadar gelen peygamberlerin sayısı belli midir ve Kur’ân-ı kerimde bunların isimleri bildirilmiş midir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Ma’lûmât-i Nâfi’a kitabında deniyor ki:
“Bu âlem, yani her şey yok idi. Allahü teâlâ, bunları yoktan var etti. Bu âlemin, kıyamete kadar insanlarla mamur olmasını istedi. Âdem aleyhisselamı topraktan yaratıp, Onun çocukları ile âlemi süsledi. İnsanlara dünyada ve ahirette rahat yaşamak, saadete kavuşmak için lazım olan şeyleri bildirmek için, içlerinden bazılarını Peygamber yaparak şereflendirdi. Bunlara yüksek mertebe vererek, başka insanlardan ayırdı. Bu Peygamberlere, Cebrâil aleyhisselam ismindeki bir melek ile emirlerini ve yasaklarını bildirdi. Bunlar da, bu emirleri, Cebrâil aleyhisselamın getirdiği gibi ümmetlerine bildirdi. Peygamberlerin birincisi, Âdem aleyhisselam, son geleni ise, Muhammed aleyhisselamdır. Bu ikisinin arasında, çok Peygamber gelip geçmiştir. Bunların adedini, ancak Allahü teâlâ bilir. İsimleri malum olan, bilinen yirmiyedisi şunlardır:
Âdem, Şît, İdrîs, Nûh, Hûd, Sâlih, İbrâhim, İsmâil, İshak, Yakûb, Yûsuf, Eyyûb, Lût, Şu'ayb, Mûsa, Yûşa, Hârun, Dâvud, Süleyman, Yûnus, İlyâs, Elyesa, Zülkifl, Zekeriyya, Yahya, Îsa ve Muhammed Mustafa aleyhimüssalatü vesselamdır. Bunlardan Şît ve Yûşa'dan başka, yirmibeşi Kur'ân-ı kerimde bildirilmiştir. Kur'ân-ı kerimde, Uzeyir, Lokman ve Zülkarneyn de yazılıdır. Fakat, âlimlerimiz arasında, bu üçü için ve Tübba ile Hıdır için, Peygamber diyen olduğu gibi, velî diyen de vardır.”
***
Sual: Fıkıh bilgilerini, kadın, erkek her Müslümanın öğrenmesi farz mıdır?
Cevap: Fıkhın ibâdât yani namaz, oruç gibi kısımlarını kısaca öğrenmek, her Müslümana farzdır. Münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek, farz-ı kifayedir. Yani başına gelenlerin öğrenmesi farz olur. Şu hadis-i şerifler, fıkıh ilminin ve fıkıh âlimlerinin şerefini, üstünlüğünü göstermeye kafidir:
(Allahü teâlâ, bir kuluna iyilik etmek isterse, onu fakîh yapar.)
(Bir kimse fakîh olursa, Allahü teâlâ, onun özlediği şeyleri ve rızkını, ummadığı yerlerden gönderir.)
(Allahü teâlânın en üstün dediği kimse, dinde fakîh olandır.)
(Her şeyin dayandığı bir direk vardır. Dinin temel direği, fıkıh bilgisidir.)
“Resulullah efendimiz ümmi idi. Yani kimseden bir şey öğrenmemişti. Yazı yazmazdı, okumazdı..."
Sual: Hintli Hamidullah gibi bazı ilahiyatçılar da, Peygamber efendimizin ümmi olmadığını söylüyorlar. Bu doğru mudur?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Kısas-ı Enbiyâda deniyor ki:
“Resulullah efendimiz ümmi idi. Yani kimseden bir şey öğrenmemişti. Yazı yazmazdı, okumazdı. Ümmi olan insanların arasında yetişti. Mekke’de, geçmiş insanların hallerini bilen bir âlim yoktu. Başka yerlere giderek kimseden bir şey öğrenmemişti. Böyle iken, Tevrat'ta, İncil'de ve başka ilahi kitaplarda bulunan bilgileri ve eski insanların hâllerini haber verdi. O zamanlarda tarih bilgileri, karışmış, bozulmuş, doğrusunu eğrisinden ayırabilen pek az kimse vardı. Her dinden adamlara cevaplar verip, hepsini susturdu. Bu başarıları, kendisinin Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğunu göstermektedir. Zamanındaki edebiyatçılara, şairlere meydan okuduğu hâlde, hiçbiri onun getirdiği Kur'ân-ı kerim gibi, bir satır bile söyleyemediler. Halbuki Mekkeliler, şiir okumaya, nutuk söylemeye meraklı olup, bu yolda çok çalışırlar ve yarışırlardı. Düzgün konuşmakla övünürlerdi. Kur'ân-ı kerim, bütün şairlere galip geldi. Kur'ân-ı kerime karşı koyamadılar. Şaşkınlıklarından, kılıca sarılıp, dövüşmeyi, ölmeyi göze aldılar. Ebû Zer hazretlerinin kardeşi Üneys, o zamanlar ünlü bir şair idi. Kur'ân-ı kerimi işitir işitmez, Allah kelamı olduğunu anlayıp, hemen Müslüman oldu.” Ankebût suresinin 48. âyetinde mealen;
(Sen bu Kur'ân gelmeden önce, bir kitap okumazdın. Yazı yazmazdın. Okuryazar olsaydın, başkalarından öğrendin diyebilirlerdi) buyurulmaktadır.
Nübüvvetten önce, Peygamber efendimizin bir kervanla, Şam'a olan son yolculuğunda, kervan başkanı olan Meysere, hazret-i Hatice’ye müjdeci olarak Resulullah efendimizi göndereceği zaman, kervanda bulunan Ebu Cehil'in;
“Muhammed daha gençtir. Bir yere yolculuk yapmamıştır. Yolu şaşırır. Başkasını gönder” demesi de, Hamidullah'ın yanlış ve sapık düşündüğünü göstermektedir. Çeşitli yerlere gidip, oralarda öğrendiklerini ortaya koyarak, kavmini ıslaha kalkıştı demek, bir Müslümanın yapacağı şey değildir.
Allahü teâlânın ve İslâm âlimlerinin bu şahitlikleri karşısında, imanı ve aklı olan herkes, Hamidullah ve benzerleri hakkında kesin hükmünü vermekte güçlük çekmez.
“Rüşvet olarak istenip alınan mal, insanın mülkü olmaz. Veren, geri isteyebilir..."
Sual: Bir kimse, dinini, malını, ırzını korumak veya herhangi bir kimseyi zalimlerin zulmünden kurtarmak için rüşvet verebilir mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
“Rüşvet olarak istenip alınan mal, insanın mülkü olmaz. Veren, geri isteyebilir. İstemeden verdi ise, geri isteyemez. Fakat alanın bunu geri vermesi vacip olur. Bir âlime, kendine şefaat etmesi veya zulümden kurtarması için, önceden verilen şey rüşvet olur. Fakat sonra verilen hediyesini alması caiz olur. Önceden istemesi haramdır. Önceden verilen hediyeyi almanın, hocanın talebesinden hediye alması caiz denildi. Dinine, malına, canına zarar gelmesinden korkan kimsenin rüşvet vermesi caizdir. Dinini, malını ve canını, zalimlerin zulmünden korumak için ve hakkını kurtarmak için bir şey vermek rüşvet olmaz. Alana günah olur.”
Farzları yapabilmek ve haramlardan kurtulabilmek için verilen mal da rüşvet olmaz. Bunları almak günah olur. Yine İbni Âbidînde rüşvet almanın haram olduğu anlatılırken, rüşveti dörde ayırmaktadır. Müftü, hâkim, vali olmak için rüşvet vermek ve birinin, haklı dahi olsa, memura, hâkime rüşvet vermesi ve bunların almaları haramdır. Çünkü zaten vacip olan şeyi yapmak için bir şey almak caiz değildir. Bu işleri yaptıktan sonra, istemeden verilen hediye, rüşvet olmaz. Memurların zulmünden kurtulmak veya hakkını almak, malını, canını, dinini, ırzını korumak için memura veya aracıya vermek caizdir. Bunların alması ise haramdır. Zulüm yapılması için vermek ve almak da haramdır.
***
Sual: Herhangi bir kimsenin verdiği hediyeyi almanın, kabul etmenin hükmü nedir?
Cevap: Bir kimse, kendi malından hediye verse, istenmeden verilen bu hediyeyi almak, kabul etmek sünnettir. Mektûbât-ı Ma'sûmiyyede deniyor ki:
“Peygamber efendimiz hazret-i Ömer’e hediye gönderdi. Kabul etmedi. Geri göndermesinin sebebini sordu. (İnsan için hayırlı olan, kimseden bir şey almamaktır) buyurdunuz deyince, (İsteyip de almak için demiştim. İstemeden verilen şey, Allahü teâlânın gönderdiği rızıktır. Onu alınız!) buyurdu. Hazret-i Ömer de; 'Allahü teâlâya yemin ederim ki, kimseden bir şey istemeyeceğim ve istemeden verileni alacağım' dedi.”
Hamidullah, Fransa’da İslâm bilgileri profesörü etiketini aldığı için, İslâm âlimi sanılmaktadır.
Sual: Hintli Hamidullah ve onun yolunda olanlar, Peygamber efendimizin, çeşitli yerlere seyahat ederek bu bilgileri öğrendiğini söyledikleri doğru mudur?
Cevap: Hintli Hamidullah, Fransa’da İslâm bilgileri profesörü etiketini aldığı için, İslâm âlimi sanılmaktadır. "İslâm Peygamberi" kitabında, Peygamber efendimiz için;
“Onu gene tüccar sıfatı ile Yemen'de, Bahreyn ve Umman’da görüyoruz. Belki de deniz yolu ile, Habeşistan’a gittiği dahi hatıra gelebilir. Bütün bu seyahatler, onun Bizans, Acem, Yemen ve Habeşistan’ın ticari, idari gelenek ve kanunlarını öğrenmesine yol açtı. Olgunluk yaşında, kırkında bu tecrübeli adam, kavmini ıslaha teşebbüs etti” demektedir. Halbuki, İslâm tarihçileri, söz birliği ile diyorlar ki:
“Resulullah efendimizi, üç gün validesi, sonra Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe birkaç gün emzirdi, daha sonra, iki sene Halime Hatun emzirdi. Altı yaşında iken, validesi Âmine Hatun, oğlunu Medine’ye dayılarını görmeye götürdü. Bir ay kalıp, dönüşte, Ebvâ denilen yerde vefat etti. Hizmetçileri Ümm-i Eymen ile Mekke’ye gelip, dedesi Abdülmuttalib'in yanında kaldı. Sekiz yaşına gelince, dedesi vefat edip, amcası Ebû Talib'in yanında kaldı.
Dokuz veya oniki yaşında iken Ebû Talib, yirmi yaşında hazret-i Ebû Bekir ve yirmibeş yaşında iken, hazret-i Hatice'nin kervanı ile Şam'a gidenler arasında bulundu. Bu yolculukların üçünde de, Busrâ denilen yere varıldıkta, orada bulunan kilisenin papazları, Bahîra ve sonra Nestûra, İncilde okudukları son Peygamberin alametlerini kendisinde görerek;
“Şam'a gitmeyiniz! Şam’da Yahudiler bu çocuğu tanır, öldürür” dediler. Bunlar da, ticaretlerini orada yapıp geri döndüler.
Ondört veya onyedi yaşında iken, Yemen’e giden amcası Zübeyr, ticareti bereketli olması için, Resulullah efendimizi de beraber götürdü. Bahreyn’e gittiğini bildiren güvenilir haber olmadığı gibi, Habeşistan’a seyahat ettiğini de, Peygamberliğine inanmayanlardan başka, kimse düşünmüş değildir. Diğer seyahatlere de, kendisi ile bereketlenmek için götürülmüştü.”
Bizans'a, Acem'e, Habeş’e ve Yemen’e gidip, oralarda öğrendiklerini ortaya koyarak, kavmini ıslaha kalkıştı demek ve Resulullah efendimiz için tecrübeli adam diyerek edepsizce davranmak, bir Müslümanın yapacağı şey değildir.
"Fiyatları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız Odur..."
Sual: Dinimizde belli bir kâr haddi var mıdır, satılan mallara sınırlama getirilebilir mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde deniyor ki:
“Enes bin Mâlik hazretleri nakleder ki, Medîne-i münevverede, pahalılık oldu. Ya Resûlallah! Fiyatlar yükseliyor. Bize kâr haddi koyunuz denildi. (Fiyatları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız Odur. Ben, Allahü teâlâdan bereket isterim) buyurdu. Dürr-ül-muhtârdaki hadis-i şerifte; (Kâr haddi koymayınız! Fiyat koyan, Allahü teâlâdır) buyurdu. Esnafın hepsi fiyatları, fahiş olarak yani mal oluş fiyatının iki misline çıkardığı, arttırdığı, millete zarar ve zulüm hâline geldiği zaman, hükûmetin, tüccarlara danışarak uygun bir narh, kâr haddi koyması caiz olur.”
Hükûmetin koyduğu bu fiyata uymak vaciptir. Bunun gibi, adaleti, milletin haklarını, hürriyetlerini koruyan kanunlara uymak lazımdır. Bunları korumak için, hükümete yardımcı olmalı, mal, vergi kaçakçılığı yapmamalıdır. Gayr-i müslim hükûmetlerin kanunlarına da karşı gelmemelidir.
***
Sual: Vakıf olarak yapılmış bir bina, eskimiş ve kullanılamaz duruma gelmiş ise, bu binanın malzemelerini başka yerde kullanmanın mahzuru olur mu?
Cevap: Vakıf olarak yapılan cami, bina harap olunca, işe yaramayan parçaları satılıp, kendi tamirine, tamiri mümkün değilse, yakın bulunan bir vakıf binanın tamirine, onun ihtiyacına sarf edilir. Başka bir yere sarf edilemez.
***
Sual: Bir kimsenin, dükkânında, mağazasında mallarını satarken, salevat ve benzeri tesbihleri söylemesi, dinimiz açısından uygun olur mu?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İhtiyâr kitabında deniyor ki:
“Tesbih, tahmid, tekbir, Kur’ân-ı kerim, hadis-i şerif ve fıkıh kitabı okumak sevaptır. Ahzâb suresinin 35. âyetinde mealen; (Allahı çok zikreden erkeklerin ve kadınların günahları affolur ve çok sevap verilir) buyuruldu. Tüccarın, malını müşteriye gösterirken, bunları okuması ve kelime-i tevhid, salevat okuması günahtır. Bunları, para kazanmaya alet etmek olur.”
***
Sual: Abdest alırken, yıkanacak uzuvları kaç kere yıkamalıdır?
Cevap: Abdest alırken, yıkanacak yerleri, üç kere su dökmek değil, üç kere tam yıkamak sünnettir. Üçten fazla yıkamak mekruhtur. Üçü sayarken şaşırırsa, üç yapar. Fazla oldu ise, mekruh olmaz.
Peygamber efendimiz, kimseden bir şey öğrenmediği hâlde, pek fasih, yani açık ve tatlı konuşurdu.
Sual: Peygamberimizin ümmi olması, Kur’an-ı kerimin bir mucize olmasının delili midir?
Cevap: Peygamber efendimiz, kimseden bir şey öğrenmediği hâlde, pek fasih, yani açık ve tatlı konuşurdu. Bunun için; (Bana cevâmi'ul kelim) verildi, buyurdu. Cevâmi'ul kelim, az kelime kullanarak, çok şey anlatmak demektir. Resulullah efendimizin kimseden bir şey okumadığı, öğrenmediği hususunda Kur'ân-ı kerimde, Ankebût suresinin 48. âyetinde mealen;
([Ey Muhammed aleyhisselâm! Bu Kur'ân-ı kerim sana indirilmeden önce] Sen bir kitaptan okumuş ve elinle onu yazmış değildin. Eğer öyle olsaydı müşrikler [Kur'ân-ı kerimi, başkasından öğrenmiş veya önceki semavi kitaplardan almış] derlerdi. [Yahudiler de, Onun vasfı Tevrat'ta ümmi olarak bildirilmiştir, bu ise ümmi değil diye şüpheye düşerlerdi]) buyurulmuştur.
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselama en büyük mucize olarak Kur'ân-ı kerimi vahiy etmiştir. Müşrikler, semadan bir kitap indirilmesini veya bir dağı altına çevirmesini istiyorlardı. Bu husus Ankebût suresinin 50. ve 51. âyetlerinde mealen;
(Müşrikler, ne olur Rabbinden [Muhammed aleyhisselamın nübüvvetine delalet eden İsa aleyhisselamın sofrası, Musa aleyhisselamın asası gibi] mucizeler indirilmiş olsaydı dediler. [Ey habibim] Sen onlara de ki, mucizeler Allahü teâlânın kudreti ve iradesi ile olur. [Ne zaman ve nasıl isterse öyle yaratır. Bunları yapmak benim elimde değildir.] Doğrusu ben ancak Onun azabını size tebliğ edici, haber vericiyim. Kur'ân gibi bir kitabı sana indirmiş olmamız, onlara [mucize olarak] yetmez mi? Bunda, inanan kavim için, rahmet ve nasihat vardır) buyurulmuştur.
Muhammed aleyhisselamın en büyük mucizesi, Kur'ân-ı kerimdir. “Bu kitabı Muhammed yazmıştır” diyebileceklere karşı da, Allahü teâlâ, Ankebût suresinin 48. âyetinde cevap vermiş, böyle şüphelere mahal bırakmamıştır. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselamın böyle bir kitabı yazacak kudrette olmadığını ve Kur'ân-ı kerimin kendisi tarafından vahiy edildiğini teyit etmektedir. Muhammed aleyhisselamı Peygamber olarak seçerken, Onun bilhassa ümmi, yani okuma yazma öğrenmemiş olmasını bildirmiş ve bu sebepten Kur'ân-ı kerimin ancak Allahü teâlâ tarafından vahiy edilebileceğinin anlaşılmasını istemiştir.
Peygamberleri, salih kulları vesile ederek dua etmenin caiz olduğu kitaplarda yazılıdır.
Sual: Dinimiz açısından, Peygamberin veya herhangi bir velinin hakkı, hatırı için, onun hürmetine diyerek dua etmekte bir mahzur var mıdır?
Cevap: Peygamberleri, salih kulları vesile ederek dua etmenin caiz olduğu kitaplarda yazılıdır. Mesela Berîkada deniyor ki:
“Peygamberin, velinin hakkı için demek, Onun nübüvveti haktır, vilayeti haktır demek olur. Peygamber efendimiz de, bu niyet ile (Peygamberin Muhammed hakkı için) demiş ve harplerde Allahü teâlâdan, Muhacirlerin fukarası hakkı için yardım dilemiştir.” İslâm alimlerinden;
“Senden istedikleri zaman verdiğin kimseler hakkı için” gibi dualar yapanlar ve kitaplarına yazanlar çok olmuştur. Hısn-ül-hasîn kitabı böyle dualarla doludur. Rûh-ul-beyân tefsîrinde, Mâide suresinin 18. âyetinde diyor ki:
“Hazret-i Ömer’in haber verdiği hadis-i şerifte; (Âdem aleyhisselam yanıldığı zaman, ya Rabbi! Muhammed aleyhisselam hakkı için beni affet dedi. Allahü teâlâ da, Muhammed'i daha yaratmadım. Onu nasıl tanıdın dedi. Ya Rabbi! Beni yaratıp ruhundan bana ihsan edince, başımı kaldırdım. Arş'ın eteklerinde, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah yazılmış olduğunu gördüm. Sen isminin yanına, en çok sevdiğinin ismini yazarsın. Bunu düşünerek Onu çok sevdiğini anladım dedi. Allahü teâlâ da buna karşılık, ey Âdem, doğru söyledin. Mahluklarımın içinde, en çok sevdiğim Odur. Onun için, seni affeyledim. Muhammed olmasaydı, seni yaratmazdım dedi) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, imâm-ı Beyhekî'nin Delâil ve Âlûsî'nin Gâliyye kitaplarında da yazılıdır.
***
Sual: Tanıdık bir bakkala borç para verip, daha sonra o para bitinceye kadar o bakkaldan alışveriş yapmanın mahzuru olur mu?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidîn ve Dürer'de deniyor ki:
“Bakkala borç para verip, o para bitinceye kadar ondan mal satın almak haramdır. Çünkü, istifade etmek şartı ile ödünç vermek faiz olur.”
***
Sual: Birine kızıp uzun süre ona karşı küs durmak, konuşmamak uygun mudur?
Cevap: Dargın, küs olana, üç günden önce gidip barışmak, daha iyidir. Güçlük olmaması için, üç gün müsaade edilmiştir. Daha sonra günah başlar ve gün geçtikçe artar. Günahın artması, barışıncaya kadar devam eder. Hadis-i şerifte;
Şüpheli kelimeler kullanmamak lazımdır. Bir şeyi kapalı anlatmak, dinleyene sıkıntı verir, onu incitir.
Sual: İnsanlara nasihat ederken, din bilgisi verirken sert ve insanları aşağılayıcı bir tavırla hareket etmek, dinen uygun mudur?
Cevap: Birinin sözünü yanlış anlamak, kişinin öfkelenmesine sebep olabilir. Böyle zamanlarda az ve açık söylemek, şüpheli kelimeler kullanmamak lazımdır. Bir şeyi kapalı anlatmak, dinleyene sıkıntı verir, onu incitir. Emr-i maruf yapmanın üç şartı vardır:
Birincisi, Allahü teâlânın emrini ve yasağını bildirmeye niyet etmektir.
Bunun için yumuşak söylemek, sertlik yapmamak lazımdır. Sert söyleyen ve münakaşa eden fitne çıkmasına sebep olur. Hazret-i Ömer halife iken, Abdullah ibni Mesut hazretleri ile bir gece Medine içinde dolaşıyorlardı. Bir kapıdan teganni, şarkı söyleyen kadın sesi duydu. Kapı deliğinden içerisini gözetledi. Önünde şarap şişesi, karşısında şarkıcı bir kız bulunan ihtiyarı gördü. Hemen pencereden içeri girdi. O kimse;
-Ya Emirelmüminin! Allahü teâlânın rızası için beni dinler misin? Deyince;
-Söyle bakalım, buyurdu.
-Ben, Allahü teâlâya bir isyanda bulundum. Fakat sen, onun üç emrine isyan ettin, dedi.
-Nedir onlar? Deyince;
-Allahü teâlâ, başkasının evini gözetlemeyiniz buyuruyor. Sen, kapıdan içerisini gözetledin. Allahü teâlâ, başkasının evine izin almadan girmeyiniz buyurdu. Sen izinsiz girdin. Allahü teâlâ, evlere kapılarından giriniz ve selam veriniz buyurdu, sen ise, pencereden girdin ve selam vermedin, dedi. Hazret-i Ömer buna adalet ve insaf ile cevap vererek;
-Doğru söyledin dedi ve ondan af diledi. Ağlayarak dışarı çıktı.
***
Sual: Din diye, sadece Allahü teâlâ tarafından gönderilenlere mi denir, insanların uydurduklarına da din denir mi?
Cevap:Din, insanları saadet-i ebediyyeye götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir. Din ismi altında insanların uydurduğu eğri yollara din denmez, dinsizlik ve kâfirlik denir. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamdan beri, her bin senede, bir Peygamber vasıtası ile, insanlara bir din göndermiştir. Bu Peygamberlere Resül denir. Her asırda, en temiz bir insanı Peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resüllere tabi olan bu Peygamberlere de, Nebi denir.
Hubb-i fillah, Allahü teâlâ için sevmek; buğd-i fillah ise, Allahü teâlâ için sevmemek demektir.
Sual: Günah işleyenlere karşı mesafeli durmak, darılmak, dinimiz açısından uygun olur mu?
Cevap: Hicr, menetmek, dostluğu bırakmak, dargın olmak demektir. Günah işleyene, ona nasihat olması niyeti ile hicr eylemek, caizdir, hatta müstehabdır. Bu hâl, Allahü teâlâ için darılmak olur. Hadis-i şerifte;
(Amellerin, ibadetlerin en kıymetlisi, hubb-i fillah ve buğd-i fillahtır) buyuruldu. Hubb-i fillah, Allahü teâlâ için sevmek demektir. Buğd-i fillah ise, Allahü teâlâ için sevmemek, dargın olmak demektir. Allahü teâlâ, Musa aleyhisselama;
-Benim için ne yaptın? buyurunca;
-Ya Rabbi, senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, ismini çok zikreyledim, diye arz edince, Allahü teâlâ;
-Namaz, sana burhandır, kötü iş yapmaktan korur. Oruç, kalkandır, Cehennem ateşinden korur. Zekât da, mahşer yerinde gölge verir, sana rahatlık verir. Zikir, mahşerde karanlıktan kurtarır, ışık verir. Benim için ne yaptın? buyurdu.
-Ya Rabbi! Senin için olan işin ne olduğunu bana bildir, diye yalvarınca;
-Ya Musa! Dostlarımı sevdin mi, düşmanlarımdan kesildin mi? buyurdu. Musa aleyhisselam, Allahü teâlânın en çok sevdiği ibadetin, hubb-i fillah ve buğd-ı fillah olduğunu anladı.
Günah işleyeni, kabahat yapanı uzun zaman hicr eylemek caizdir. Ahmed bin Hanbel hazretlerinin haramdan geldiği bilinen hediyeyi kabul ettikleri için amcasını ve oğullarını hicr eylediği meşhurdur. Resulullah efendimiz, Tebük gazasına gelemeyen üç kişiyi hicr eylemiştir.
***
Sual: Bütün Peygamberlerin iman ve ibadet olarak bildirdikleri hep aynı mıdır?
Cevap: Bütün Peygamberler, hep aynı imanı söylemiş, hepsi ümmetlerinden aynı şeylere iman etmeyi istemişlerdir. Fakat, dinleri, yani kalp ile, beden ile yapılması ve sakınılması lazım olan şeyleri başka başka olduğundan, Müslümanlıkları da ayrıdır.
***
Sual: İnsanlara maddeten yardım eden, hayır yapan kimse, zekât vermiş gibi ibadet sevabı alabilir mi?
Cevap: İhlas ile, yani Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak ve sevap kazanmak niyeti ile, farzları, sünnetleri yapmaya ve haramlardan, mekruhlardan kaçınmaya, yani ahkam-ı islamiyyeyi, İslâmiyetin hükümlerini yerine getirmeye İbadet etmek denir. Niyetsiz, ibadet olamaz. Önce iman etmek, sonra İslâmiyeti öğrenmek ve yapmak lazımdır.
Sual: Helal ve mubah olan şeyleri yaparken, niyetin iyi veya kötü olmasının, sevap ve günah bakımından bir önemi var mıdır?
Cevap: Her mubah, iyi niyetle yapılınca taat olur. Kötü niyetle yapılınca, günah olur. Koku sürünen, iyi giyinen kimse, dünya lezzeti için veya gösteriş yapmak, öğünmek için veya kendini kıymetlendirmek için, yahut yabancı kadınları, kızları avlamak için şık giyinirse, günah işlemiş olur. Dünya lezzetini tatmak için olan niyetine azap verilmez ise de, ahiret nimetlerinin azalmasına sebep olur. Başka niyetleri için azap görür. Bu kimse, sünnet olduğu için koku sürünür, şık giyinirse, camiye saygı için, camide yanına oturan Müslümanları incitmemek için, temiz olmak için, sıhhatli olmak için, İslâmın vakarını, şerefini korumak için niyet edince, her niyeti için ayrı sevaplar kazanır. Bazı âlimler buyuruyor ki, her mubah işte, hatta yemede, içmede, uyumada ve helaya girmekte bile iyi niyet etmeyi unutmamalıdır. İnsan, mubah bir işe başlarken, niyetine dikkat etmelidir. Niyeti iyi ise, o işi yapmalıdır. Niyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, yapmamalıdır. Hadis-i şerifte;
(Allahü teâlâ, sizin suretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalplerinize ve amellerinize bakar) buyuruldu. Yani, Allahü teâlâ, insanın yeni, temiz elbisesine, hayrat ve hasenatına, malına, rütbesine bakarak sevap ve ikram vermez. Bunları ne düşünce ile, ne niyetle yaptığına bakarak, sevap veya azap verir.
***
Sual: Birinin gönlünü almak veya gönlünü kırmamak için işlenen günah, günah olmaktan çıkar mı?
Cevap: Günahlar, niyetsiz veya iyi niyet ederek işlenirse, günah olmaktan çıkmaz. (Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur) hadis-i şerifi, taatlara ve mubahlara niyete göre sevap verileceğini bildirmektedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veya başkasının malı ile sadaka verse, yahut haram para ile mektep, cami yaptırsa, bunlara sevap verilmez. Bunlara sevap beklemek, cahillik olur. Zulüm, günah, iyi niyetle işlenirse, yine günah olur. Böyle işleri yapmamak sevaptır.
***
Sual: Ehl-i sünnet âlimi diye kimlere denmektedir?
Cevap: Dört mezhepte ictihad derecesine yükselmiş olan müctehidlere ve bunların yetiştirmiş oldukları büyük âlimlere Ehl-i sünnet âlimleri denir.
Namaz, bedenle yapılan bir ibadet olduğundan, başkası yerine kılınamaz. Herkesin kendi kılması lazımdır.
Sual: Bir kimse, kılmadığı namazları, para verip başkasına kıldırabilir mi veya kılmadığı namazlar için, oruçta olduğu gibi fakirlere fidye, para verebilir mi?
Cevap: Namaz, İbadet-i bedeniye yani bedenle yapılan bir ibadet olduğundan, başkası yerine kılınamaz. Herkesin kendi kılması lazımdır. Ağır hasta ve çok ihtiyar olan kimse, namaz yerine fakire fidye, para veremez. Halbuki, oruç yerine fidye vermesi lazımdır. Halebî-i kebîrde deniyor ki:
“Özürlü ve özürsüz olarak namazı terk edenin, bunun farzını kaza etmesi lazımdır. Yalnız Hanbeli mezhebinde, namazı özürsüz terk eden mürted olacağı için, namazını kaza etmesi lazım olmaz. Önce, küfürden tövbe etmesi lazım olur. Namaz kılmak, farz olduğu için, inanmayan kafir olur. İnanıp da, terk eden, yani özürsüz kılmayan fasık olur. Kitap, sünnet ve icma ile açıkça bildirilmiş olan farzların hepsi böyledir. İctihad ile anlaşılmış farzlara Mukayyed denir. Bunlara inanmayan kâfir olmaz.” Bunlara da ehemmiyet vermeyen, aklına uyup, müctehidin hükmünü beğenmeyen kâfir olur. Dürr-ül-muhtârda buyuruluyor ki:
“Farz namazı, özrü olmadan, vakti geçtikten sonra kılmak, yani kazaya bırakmak haramdır.”
Câmi-ul-ezherin Cameroun cumhuriyyetindeki mümessili, üstâz İbrâhîm Muhammed Neşât, İslâm kültürü kitabında diyor ki:
“Namazı bilerek terk etmenin büyük günah olduğunu ve farzları hemen kaza etmenin farz olduğunu, cumhûr-ı ulemâ bildirmektedir. İbni Teymiyye, namazı amden, bilerek terk edenin kaza etmesi lazım değildir. Kaza kılması sahih olmaz. Çok nafile kılması, çok hayrat, hasenat ve istiğfar yapması lazım olur dedi. Daha önce İbni Hazm da, uzun yazıları ile böyle uygunsuz fikirler ortaya atmıştı.”
İbni Teymiyye ve İbni Hazm, hükmü şüpheli olan âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri tevil ettiler. Yani, yanlış manalar vererek, Ehl-i sünnetten ayrıldılar. Böylece, hayırlı işlerin, namaz yerine geçeceği sapıklığını da körüklemiş oldular. İslâmiyette açtıkları yaraların en zararlı olanlarından biri de, maalesef bu olmuştur.
***
Sual: Kazaya kalan namaz ve oruçları, hemen kaza etmek gerekir mi?
Cevap: Vaktinde kılınmamış namazları acele kaza etmek lazımdır. Secde-i tilâvet ve oruç kazası, acele değildir, gecikirse günah olmaz.
Dürr-ül-muhtâr da buyuruluyor ki: “Erkeklerin iç çamaşır ve dış elbise olarak ipek giymesi haramdır.”
Sual: Erkeklerin ipekten dokunmuş elbise giymeleri ve ipekten yapılmış yorgan ve benzeri eşyaların kullanılması, dinimiz açısından uygun mudur?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Dürr-ül-muhtâr ve Redd-ül-muhtârda buyuruluyor ki:
“Erkeklerin iç çamaşır ve dış elbise olarak ipek giymesi haramdır.”
İpek, ipek böceğinin yaptığı ipliklerden örülmüş kumaş demektir. İpek böceği kozayı delerek çıkınca, elde edilen iplikler kısa ve kıymetsiz oluyor ise de, bunları hiçbir kitap, uzun iplikten ayrı tutmamıştır. Bunlara helal diyen olmamıştır. İpeğin her çeşidi haramdır. Muhît-i Burhânî kitabı, deriye değmeyen dış elbisenin caiz olduğuna dair bir rivayet bildiriyor ise de, başka kitaplarda böyle bir şey yoktur. Deriye değsin, değmesin haramdır. İki imama göre yalnız harpte giymek caiz olur. Elbisenin ve başlığın astarını ipekten yapmak mekruhtur. Elbisenin kol, etek, cep, paça, yaka ve başlık gibi yerlerine, dört parmak enine kadar geniş ipek şerit dikmek caizdir. Birçok şerit dikilebilir. Her birine ayrı ayrı bakılır. Genişliklerinin toplamına bakılmaz. Dört parmağa kadar altın iplikten örülmüş şeritler de caizdir. Kadınlara ipek elbise ve her miktarda altın şerit caizdir. Erkek çocuklara ipek giydirmek mekruhtur.
Erkeklerin de, ipek cibinlik kullanması caizdir. İpekten bel bağı caiz denildi. Başa ipek takke giymek ve boyuna ipek kese asmak mekruhtur.
İpek seccadede namaz kılmak caizdir. İpek yorganla örtünmek caiz değildir. Saat, anahtar, tesbih ipleri ve cebe konulan kese, çantalar, Mushaf kesesi ve bohçanın ipekten olması caizdir. Duvarları ipek kumaş ve halı ile örtmek, kibir ve ziynet için olmazsa, caizdir. İpek halı, yaygı kullanmak, üzerine oturmak caizdir.
Çözgüsü ipek, atkısı ipek olmayan elbise erkeklere de haram değildir. Çünkü kumaşın atkısı mühimdir. Çözgüsünün değeri yoktur. Atkısı ipek olup, çözgüsü ipek olmayan elbise, saf ipek gibi haramdır. Suni ipek giymek erkeklere de helaldir. Çünkü bunlar parlak pamuk bileşikleridir.
Kasten, yani bilerek Besmele çekmeden kesilen hayvanı yemek haramdır.
Sual: Besmelesiz kesilen ve gayr-i müslimlerin kestikleri hayvanların eti yenir mi?
Cevap: Kasten, yani bilerek Besmele çekmeden kesilen hayvanı ve besmelesiz tutulan av hayvanını, kitapsız kâfirlerin, mürtetlerin kestiği, avladığı hayvanı yemek haramdır. Böyle tutulan balığı yemek haram değildir. Kesmeyip de, bir yerine bıçak saplayarak, ensesine ve alnına vurarak veya boğarak yahut ilaçlayarak, elektrikleyerek öldürülen kara hayvanları, leş olur. Bunları yemek haram olur.
Kitaplı kâfirlerin, kendi kitaplarına göre ve kendi dilleri ile Allahü teâlânın ismini söyleyerek kestiklerini, kadının, çocuğun ve cünüp olanın kestiğini yemek caizdir. Besmele çekmesi unutularak kesileni ve avlananı yemek caizdir. Şafii mezhebinde Besmelesiz kesileni yemek de caizdir. Maliki mezhebinde, Besmelesi unutulan da yenmez.
Besmele ile gönderilen av köpeğinin ve doğan kuşunun yakalayıp, ısırarak yaralayıp öldürdüğü av hayvanı yenir. Diri getirdikleri av hayvanını kesmek lazımdır. Köpeğin, yaralamayıp boğduğu ve yaralayıp etinden yediği av, yenmez.
***
Sual: Kaplumbağa, yılan, kurbağa gibi hayvanları yemek uygun mudur?
Cevap: Avını köpek dişi ile veya pençesi ile yakalayan hayvanın etini yemek haramdır. Karada, suda yaşayan haşeratı yemek, helal değildir. Mesela, kertenkele, kaplumbağa, yılan, kurbağa, arı, pire, bit, sinek, akrep, midye, yengeç ve fare, köstebek, kirpi, sincap yemek helal değildir.
***
Sual: Dinimizde, gölde, nehirde yakalanan her balık yenir mi?
Cevap: Avlanılan, yakalanan her balığı yemenin helal olduğu, Mâide suresinde bildirilmektedir. Su içinde kendiliğinden ölüp, karnı üst tarafta duran balık yenmez. Ağ, saçma, ilaç ve sarsıntı ile ölen her balık yenir.
***
Sual: Yağmur ve eriyen kar suları ile abdest alınabilir mi ve böyle sularla necaset temizlenebilir mi?
Cevap: Yağmur, kar, dolu suyu, deniz, nehir, kuyu, göl, memba, kaynak sularına, Mutlak su denir. Bu sularla, hem abdest, gusül alınır, hem de her türlü necaset temizlenir.
***
Sual: Namazın son oturuşunda Ettehıyyâtü duasını okumanın rüku ve secdelerde bir miktar durmanın hükmü nedir?
Cevap: Son rekatta otururken, Ettehıyyâtü okumak, rükuda ve iki secdede sübhânallah diyecek kadar hareketsiz durmak vacip, daha çok durmak sünnettir.
İcâzet ve Hilâfet, taliplerin kalplerine ihlas yerleştirmesi için, olgun birisine izin vermek demektir.
Sual: Tasavvuf kitaplarında, icazet aldı, halifesi oldu gibi tabirler geçiyor, ne demektir bunlar?
Cevap:İcâzet ve Hilâfet, taliplerin kalplerine ihlas yerleştirmesi için, olgun birisine izin vermek demektir. Kendisine izin verilen zata Halife veya Vesile denir. Kendisine izin verilecek zatın batınının yani kalbi ve diğer dört latifesinin nisbete ve hâllere kavuşmuş olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş olması ve sabır, tevekkül, kanaat, rıza, teslim sahibi olması, dünyaya düşkün olmaması lazımdır. Bu yüksek mertebe, ancak Selef-i sâlihîne uymakla ele geçebilir. Eshab-ı kiram ile Tabiin-i ızama Selef-i sâlihîn denir. Üçüncü ve dördüncü asırlarda gelen İslâm âlimlerine, Halef-i sâdıkîn denir. Bu hâller ve keyfiyyetler kalbde hasıl olmadan, vaaz etmesi için izin vermek haramdır. Tasavvuf büyüklerinin yolunu bozmak olur. Birisini mağrur yapmak, kendini beğenmesine sebep olmak, bir talibi acemi ellere düşürerek mahrum etmek, akla da, İslâmiyete de uygun değildir. Zamanımızda hakiki tarikat, mürşid, mürid, şeyh yok gibidir. Vardır diyenlere, şeyh olduğunu söyleyenlere inanmamalıdır. Sahte şeyhlerin, cahil tarikatçıların tuzaklarına düşmemek için uyanık olmalıdır.
***
Sual: Yemeyi, içmeyi terk etmek, dinen uygun mudur?
Cevap: Yemeyip, içmeyip, açlıktan, susuzluktan ölen, günaha girer. Halbuki, ilaç almayıp ölen, günaha girmez. Namazı ayakta kılacak ve oruç tutacak kadar gıda almak farzdır. Doyuncaya kadar yiyip içmek mubahtır. Doyduktan sonra yemek, içmek haramdır. Yalnız sahurda ve misafiri utandırmamak için haram olmaz. Çeşitli meyve, tatlı yemek, içmek caiz ise de, vazgeçmek iyidir. Sofrada, lüzumundan fazla, çeşitli yemekler bulundurmak israftır. İbadete kuvvetlenmek ve misafir için bulundurmak, israf olmaz. Lüzumundan fazla ekmek bulundurmak da böyledir.
***
Sual: İlaç diye satılan tiryak nedir, neden yapılmıştır, kullanmak caiz midir?
Cevap: Tiryak, afyon demektir. Afyona alışmış olanlara tiryaki denir. Eski Yunan hekimlerinin, zehirlenmelere karşı yaptıkları bir ilaca da denir. İçinde afyon, yılan eti ve ispirto vardır. Tiryak denilen ilaçta, yılan eti, ispirto varsa, içmesi haram, satması caizdir. Bunların bulunduğu bilinmiyorsa, içmek de caiz olur.
Kadın ve erkeğin altın ve gümüş kap ile yemesi, içmesi, her türlü kullanması tahrimen mekruhtur.
Sual: Altından veya gümüşten imal edilmiş tas ve tabakların kullanılmasında bir mahzur var mıdır?
Cevap: Kadın ve erkeğin altın ve gümüş kap ile yemesi, içmesi, her türlü kullanması tahrimen mekruhtur. Altın ve gümüş kaşık, saat, kalem, abdest ibriği, bıçak, sandalye ve benzeri şeyleri kullanmaları da böyledir. Bunları kendi bedeni için kullanmayıp, başka yerde kullanmaları caiz olur. Mesela yağı, balı gümüş bıçakla ekmeğe sürmek ve bu ekmeği eli ile yemek caizdir. Altın kaptaki ilacı başına dökmek haramdır. Fakat, buradan eline döküp, elindekini başına sürmek caizdir. Fakat, suyu ve ilacı kullanmak için, önceden bu kaplara koymak caiz değildir. Gümüş tastan çorbayı tahta kaşıkla alıp yemek caiz olmaz. Çünkü tas, zaten kaşıkla kullanılır. Gümüş tüpteki merhemi ele sıkıp, el ile başa sürmek de böyledir. İbrikteki suyu ele döküp, yüzü yıkamak da böyledir. Mevlitlerde, gümüş kaptan avuca gül suyu serpip, avucu yüze, elbiseye sürmek de, böyle caiz değildir.
***
Sual: Kasaplardan satın alınan etlerin yenmesinde, şüphe etmek ve bunlarını mahiyetini araştırmak gerekir mi?
Cevap: Müslüman kasaptan satın alınan bir etin, nasıl kesildiği bilinmiyorsa, helal olmak ihtimali varsa, yani kesenler Müslüman ve mürtet karışık ise, yemek caiz olur. Haram olduğu, görerek veya adil bir Müslümanın haber vermesi ile anlaşılarak bilinirse, yememelidir. Fakat, sorup araştırmak lazım değildir. Müslümandan satın alınan şüpheli eti yemeli, vesvese etmemelidir.
***
Sual: Necis, pis şeyleri yiyen hayvanların etini yemenin ve sütünü içmenin mahzuru var mıdır?
Cevap: Tezek ve başka necis şeyleri yiyen hayvanın eti kokarsa, yanına yaklaşınca pis koku gelirse, eti, sütü ve teri necis olup, yemesi mekruhtur. Temiz şey ile beslenip, pis kokusu kalmazsa caiz olur. Bunun için, tavuk üç gün, koyun dört, deve ve sığır on gün hapsolunur denildi. At eti ve sütü temizdir, helaldir. Nesli azalmaması için, mekruh denildi. Yabani eşek eti ve sütü helaldir.
***
Sual: Altından ve gümüşten yapılmış olan her türlü süs eşyasını, kadınların kullanmasında bir mahzur var mıdır?
Cevap: Altın ile gümüşü süs olarak takmak yalnız kadınlara helaldir. Fakat, bunları mesela, parmağındaki yüzüğünü mahrem olmayan erkeklere göstermeleri haramdır.
İslam âlimlerine filozof demek, bunları küçültmek olur. İslam âlimlerinin hiçbiri filozof değildir.
Sual: Felsefe ne demektir, İslâm dini bir felsefe midir daha doğrusu, İslâm dininde felsefe var mıdır?
Cevap: Felsefe, herhangi bir konu üzerinde insanların akıl ve mantık yolu ile incelemeler ve araştırmalarla elde ettikleri neticelere verilen isimdir. Kısaca;
“Her şeyin aslını arama ve ne için var olduğunun sebebini bulma” manasına gelir. Felsefe, Yunanca Filozofiya, hikmet sevgisi demektir ve derin düşünme, arama, kıyaslama ve tetkik esaslarına dayanır. Felsefe ile meşgul olanların, hem ruh, hem de fen bilgilerinde çok derin bilgi sahibi olması gerekir. Fakat, bir insan ne kadar ilmi olursa olsun, yanlış düşünebilir veya yaptığı araştırmalardan yanlış neticeler çıkarabilir. İşte bunun içindir ki, felsefe, hiçbir zaman kesin neticeler vermez. Ayrıca her felsefenin bir de zıddı vardır. Onun için, bu karşılığı zıt görüşü de incelemek, her iki düşünceyi karşılaştırmak lazım olur. Birçok felsefi düşüncelerin zamanla değişebileceği unutulmamalıdır. O hâlde, felsefi düşünceler, hiçbir zaman kesinlik taşımaz.
Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerimin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, İslâm âlimleridir. O hâlde, İslâmiyette felsefe yoktur, İslâm felsefesi, İslâm filozofu yoktur. Felsefenin üstünde olan İslâm ilimleri ve felsefecilerin üstünde olan İslâm âlimleri vardır. İslam âlimleri, zamanlarına kadar olan fen bilgilerini okuyup ve seksen ilmi iyi öğrendikten sonra, İslâmiyetin gösterdiği yolda, kalplerini açarak, nefislerini temizleyerek, aklın erişemediği bilgilerde de, âyet ve hadislerle doğruyu bulmuşlar, hakikate varmışlardır. İslam âlimlerine filozof demek, bunları küçültmek olur. İslam âlimlerinin hiçbiri filozof değildir. Zaten filozof, İslâm âlimi olamaz ve İslâm filozofu diye de bir şey yoktur. Çünkü İslâmiyette felsefe yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerinin felsefe ile hiç alakaları yoktur. Çünkü onlar, felsefecilerden çok yüksektirler.
Ehl-i sünnet âlimlerine göre, İslâm bilgilerinin ölçüsü, sadece insan aklı, insanın düşüncesi değil, muhkem olan yani manaları açık olan âyet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerdir.
Kelâm âlimlerinin İslâmı yeni kabul edenlere, eski dinlerinin niçin yanlış olduğunu mantıki bir tarzda ispat etmeleri icap ediyordu...
Sual: Dinî ilimlerden kelam ilmine dil uzatanlar oluyor ve sonradan çıkmıştır diyorlar. Gerçekten bu ilim sonradan mı çıkmıştır ve doğuş sebebi ne idi?
Cevap: Kur'ân-ı kerimdeki âyetler iki kısımdır. Bunların bir kısmının manası açıktır ki bunlara Muhkem âyetler ismi verilir. Bir kısmının manası ise, açıkça anlaşılmaz. Bunlar, ayrıca tefsire, izaha muhtaçtır. Bu ayetlere Müteşâbih âyetler adı verilir. Hadis-i şerifler de, muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısımdır. Bunları tefsir etmek, açıklamak mecburiyeti, İslâm dininde İctihad müessesesinin kurulmasına sebep olmuştur. Peygamber efendimiz de, bizzat ictihad yapmıştır. Onun ve Eshab-ı kiramın yaptıkları ictihadlar, İslam bilgilerinin temelidir. İslam dinini yeni kabul eden kavimlerin, kendi dinlerine göre mukaddes saydıkları şeylerin İslâm dinindeki hükmünün ne olduğunu, İslâm dininin bunlar hakkında nasıl hükmettiğini sordukları zaman, İslâm âlimleri bunlara cevaplar vermişlerdir. Bunlardan itikat, iman ile ilgili meselelerin hâlledilmesi, cevap verilmesinden Kelâm ilmi meydana gelmiştir. Kelâm âlimlerinin İslâmı yeni kabul edenlere, eski dinlerinin niçin yanlış olduğunu mantıki bir tarzda ispat etmeleri icap ediyordu. Kelâm âlimleri bu meseleleri çözmek için çok uğraştılar. Birçok hakikatler ve çok kıymetli mantık ilmi ortaya çıktı. Bir yandan da, yeni Müslüman olanlara Allahü teâlânın var ve bir olduğunu, ebedi, sonsuz, doğmamış ve doğurmamış olduğunu, onların anlayacağı tarzda anlatmak ve şüphelerini ortadan kaldırmak icap ediyordu. Kelâm âlimleri bu işte çok muvaffak oldular. Bu mukaddes vazifeyi yapmakta, Müslüman fen adamları da, kelam âlimlerine yardımcı oldular. Mesela, yıldızlara kudsiyet veren Sâbii ve Veseniye ismindeki putperestleri, bu yanlış itikattan uzaklaştırmak için, mantık ve astronomi âlimi Yakup bin İshak El-Kindî senelerce uğraşarak, sonunda onlara, düşüncelerinin yanlış olduğunu vesikalarla ispat etmiştir.
***
Sual: Namaz kılmanın farz olduğuna inanmak, imanın şartı mıdır, eğer öyle ise buna inanmayan bir kimsenin imanı gider mi?
Cevap: Namaz kılmak, imanın şartı değil ise de, namaz kılmanın farz olduğuna inanmak, imanın şartıdır. Bu sebeple namazın farz olduğuna inanmayanın imanı gider.
İmam, namaza başlamak için, tekbir getirmeli, cemaate duyurmayı düşünmemelidir.
Sual: Cemaatle namaz kılarken, imamın sesini cemaate duyurmak için bağırarak yükseltmesi, namaza zarar verir mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
“İmamın namaza dururken, rükünden rüküne geçerken ve selam verirken, cemaat işitecek kadar, sesini yükseltmesi sünnettir. Daha fazla yükseltmesi mekruhtur. İmam, namaza başlamak için, tekbir getirmeli, cemaate duyurmayı düşünmemelidir. Aksi takdirde namazı sahih olmaz. Cemaatin hepsi, imamı işitmediği zaman, müezzinin de herkese duyuracak kadar, sesini yükseltmesi müstehab olur. Müezzin de namaza başlamayı düşünmeyip, yalnız cemaate duyurmak için bağırırsa, namazı sahih olmadığı gibi, imamı duymayıp, yalnız bu müezzinin sesi ile namaza duranların namazı da sahih olmaz. Çünkü namazı kılmayan birine uymuş olurlar. Cemaate duyuracak kadardan daha yüksek bağırmak, müezzin için de, mekruhtur.”
Dört mezhep âlimleri söz birliği ile bildiriyor ki, cemaatin hepsi, imamın sesini duyarken, müezzinin de tekbir getirmesi, mekruhtur ve çirkin bidattir. Hatta Bahr-ül-fetâvâda, Feth-ul-kadîrde ve Miftâh-ul-Cennet ilm-i hâli kenarındaki Üstüvânî risalesinin sonuna doğru diyor ki:
“Küçük mescitlerde, imamın tekbiri işitilirken, müezzin yüksek sesle tekbir getirirse, namazı bozulur.”
***
Sual: Namaz kılmak için, vaktin girdiğinden emin olmak şart mıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde deniyor ki:
“Namazın sahih olması için, namaz vaktinin girmiş olduğunu iyi bilmek lazımdır. Vaktin girdiğinde şüphe ederek kılsa, sonra vakit girdikten sonra kılmış olduğu anlaşılsa, kılmış olduğu namaz sahih olmaz. Vaktin girdiği, adil bir Müslümanın okuduğu ezan ile anlaşılır. Ezanı okuyan adil değilse, vaktin girip girmediğini kendi araştırır. Girdiğini çok zan edince, kılar. Din işlerinde adil bir Müslümanın sözüne inanılır. Mesela, kıbleyi, bir şeyin temiz ve necis olmasını, helal, haram olmasını haber verince inanılır. Haber veren fasıksa yahut adil, fasık olduğu belli değilse, doğru söyleyip söylemediğini kendi araştırıp, zan ettiğine göre hareket eder. Çok zan etmek, iyi bilmek demektir. Namaz vaktinin girdiğini haber vermek ibadettir. Namaz vaktini bilen, akıllı, baliğ, adil bir erkeğin ezanına inanılır, fasığın değil.”
Kur'ândan olup da çıkarılmış veyahut Kur'ândan olmayıp da sonradan katılmış tek bir kelime yoktur.
Sual: Kur’ân-ı kerimde, indirildiğinden itibaren, herhangi bir değişme olmuş mudur?
Cevap: Kur'ân-ı kerimin, hadis-i şeriflerden ve başka ilahi kitaplardan bir ayrılığı ve üstünlüğü de, bugüne kadar indiği gibi, değişmemiş olarak kalmıştır. Harfleri ve noktaları bile değişmemiştir demek yetişmiyor. Çünkü Kur'ân-ı kerimdeki kelimelerin çeşitli okunuşundan başka, bu kelimelerin uzun, kısa, açık, kapalı, kalın, ince gibi okunmaları da, Resûlullah efendimizin bildirdiği ve okuduğu gibi kalmıştır.
İlm-i kırâet denilen ve pek çok kitabı olan büyük bir ilme ve İslâm âlimlerinin bu yoldaki çalışmalarına, hizmetlerine bakıp da şaşmamak elde değildir. Kur'ândan olup da çıkarılmış veyahut Kur'ândan olmayıp da sonradan katılmış tek bir kelime yoktur. Çünkü, İslâm âlimleri, Kur'ân-ı kerime dokunulmaması, ufak bir şüphenin bile ona yaklaşamaması için, çok sağlam bir esas koymuşlardır. Yani, Kur'ân-ı kerimin her asırda söz birliği ile gelmesi şarttır. Eshâb-ı kiramdan bugüne kadar, her asırda, yalan üzerinde söz birliği yapacakları düşünülemeyen yüz binlerce hafız vasıtası ile bizlere gelmiştir. Sanki bir an durmayan coşkun bir nehir gibi ebediyete doğru akıp gitmektedir.
Bugün İslâm düşmanlarının yeryüzünü kapladığı bir zamanda bile, elhamdülillah, dünyanın her tarafında, Allah kitabının her kelimesi, her noktası birbirine benzemektedir.
Kur'ân-ı kerimin ne kadar çok sağlam olduğu şundan da anlaşılır ki, Eshâb-ı kiramın büyüklerinden bazıları bildirdiği hâlde, tevatür yani söz birliği hâlini almayan okuma şekilleri, ne kadar kuvvetli olsa bile, Kur'ândan olmak için kâfi görülmemiştir. Mesela, yemin kefaretini bildiren (üç gün oruç) âyet-i kerimesini, Abdullah ibni Mesud hazretleri, (üç gün arka arkaya oruç) olarak bildirmiş ve bunu fıkıh âlimleri vesika bilerek, kefaret orucunun üç gün, mütetâbi'ât olarak, yani art arda tutulması lazım olmuştur. Fakat Abdullah ibni Mesud hazretleri, Eshâb-ı kiramın büyüklerinden, çok güvenilir ve çok sağlam bir zat olmakla beraber, sözünde yalnız kaldığı için, Mütetâbi'ât kelimesi Kur'ân-ı kerime girememiştir. İhtiyat olunarak bu kelimenin manası alınmış ve yine ihtiyat olunarak Kur'ân-ı kerime sokulmamıştır. Bunlara Kırâet-i şâzze denir.
Bir Müslümanın, herhangi bir namazın vakti gelince, bu namazı kılmaya başladığı vakit, o namazı kılması farz olur.
Sual: Bir namazın kişiye farz olması, o vaktin girmesi ile mi başlar?
Cevap: Bir Müslümanın, herhangi bir namazın vakti gelince, bu namazı kılmaya başladığı vakit, o namazı kılması farz olur. Kılmadı ise, vaktin sonunda, yani vaktin çıkmasına, abdest alıp namaza başlayacak kadar zaman kalınca, kılması farz olur. Özrü yok iken kılmadan vakit çıkarsa, büyük günah olur. Özrü olanın da, olmayanın da, vaktinde kılmadığı namazı, vakti çıktıktan sonra, kaza etmeleri farz olur. Çocuk baliğ olunca, kâfir veya mürted, Müslüman olunca, kadın temizlenince, deli ve baygın şifa bulunca, uykuda olan uyanınca da böyledir. Yeni Müslüman olana evvela namazın şartlarını öğrenmesi farz olur. Öğrendikten sonra, kılması da farz olur. Vakit girdikten sonra, kılmadan uyumak özür olmaz. Bunun, vakit çıkmadan uyanması için tedbir alması farz, vakit girmeden uyuyanın alması ise, müstehabdır.
***
Sual: Peygamber efendimizin, peygamber olduğu, sözleri ve bütün hayatı ile açıkça belli değil midir?
Cevap: Resûlullah efendimizin kendi sözlerine Hadis-i şerif denir. Hadis-i şerifleri de öğrenmek ve muhafaza etmek için, şaşılacak bir dikkatle çalışılmıştır. Peygamber efendimizin her sözü, huzurunda bulunan Eshâb tarafından ezberlenmiş, işitmeyenlere ve sonra gelenlere söylenmiştir. Böylece, sonsuz bir denize benzeyen İlm-i hadis meydana gelmiştir. Kur'ân-ı kerimin eşsiz bir mucize olduğu meydanda olmakla beraber, hazret-i Musa’nın ve hazret-i İsa’nın karışık ve karanlık tarihlere dayanarak Peygamber olduklarına inanıyorlar da, bütün hayatı ve sözleri inceden inceye meydanda olan ve her hâli Peygamberliğine şahit olan Muhammed aleyhisselamın Peygamber olduğuna niçin inanmıyorlar? Yahudilerle Hristiyanların bu inkârlarına ve inatlarına hem şaşılır, hem de teessüf olunur.
***
Sual: Açıktan günah işleyen birinin okuduğu ezana göre namaz kılınabilir mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde deniyor ki:
“Namaz vaktini bilen, akıllı ve baliğ, adil bir erkeğin ezanına inanılır. Fasık olan müezzinin, imamın haber vermesine inanılmaz. Vaktinden evvel okunan ezan sahih olmaz ve büyük günah olur. Ezan, belli kelimeleri, belli şekilde okuyarak, namaz vaktinin girdiğini bildirmektir. Yüksek yere çıkıp okumak sünnettir.”
İmam-ı Gazâlî ve imam-ı Rabbânî hazretleri, felsefecilerin yanlış inanışlarını uzun uzun bildirmişlerdir.
Sual: Batının filozof diye bildiği felsefecilerin kitaplarını ve bu kitaplardaki bozuklukları, Müslümanlar mı tercüme ederek ortaya çıkardılar?
Cevap: Beşinci Abbâsî halifesi Hârûnürreşid zamanında, Bağdat'ta Dâr-ül-hikmet isminde bir müessese kurulmuştu. Bu müessese büyük bir tercüme bürosu idi. Yalnız Bağdat’ta değil, Şam’da, Harran’da, Antakya’da da, böyle ilim merkezleri kurulmuştu. Buralarda Yunancadan ve Latinceden eserler tercüme edildi. Hint, Fars kitapları da bunlara eklendi. Yani hakiki Rönesans yani eski kıymetli eserlere dönüş, ilk defa Bağdat’ta başladı. İlk olarak Eflatun'un, Porphyrios'un, Aristo'nun eserleri Arabiye tercüme edildi. İslam âlimleri bunları dikkatle tetkik ettiler. Yunan ve Latin filozoflarının bazı fikirlerinin doğru, ekserisinin de hatalı, bozuk olduğunu ispat ettiler. Bunların, Muhkem olan âyet-i kerime ve hadis-i şerifler, akıllarına ve mantıklarına ters düşüyordu. Onların, fen ve din bilgilerinin çoğunda cahil oldukları, aklın, fikrin anlayamadığı bilgilerde, daha çok yanıldıkları görüldü. Hakiki âlimler, mesela imam-ı Gazâlî ve imam-ı Rabbânî hazretleri, bu felsefecilerin en mühim iman bilgilerine inanmadıklarını görmüşler, küfürlerine sebep olan yanlış inanışlarını uzun uzun bildirmişlerdir. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin El-mün-kizü aniddalâl kitabında bu hususta geniş bilgi vardır.
***
Sual: Büyüklerin yapması günah olan bir şeyi çocuğa yaptırınca da günah olur mu?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde deniyor ki:
“Kendinin yapması haram olan şeyi çocuğa yaptıran kimse, haram işlemiş olur. Oğluna ipek elbise giydiren, altın takan ve içki içiren, kıbleye karşı abdest bozduran, kıbleye ayak uzatmasına sebep olan kimse, günah işlemiş olur.”
***
Sual: Beş vakit kılınan namazların adedi ne kadardır, bunların kaçı farz, kaçı vacip ve kaçı sünnettir?
Cevap: Beş vakit kılınan namaz, kırk rekat etmektedir. Bunlardan onyedi rekâtı farzdır. Üç rekâtı vacibdir. Yirmi rekâtı sünnettir. Beş vaktin her birinde sünnet namaz kılmak da emrolundu. Sünnetler farzdan başka oldukları için, bunlara ayrıca niyet edilir.
***
Sual: Domuz yağından yapılan sabun kullanılabilir mi?
Cevap: Necis hayvanın, leşin ve domuzun yağı, sabun yapılınca temiz olur. Bütün kimyevi değişmeler böyledir.
Peygamber efendimiz İslâmiyette yetmişiki bozuk fırkanın hasıl olacağını haber vermiştir...
Sual: Bidat fırkalarının, Peygamber efendimizin ve ilk Müslümanların bildirdiği doğru yoldan ayrılmalarının sebebi ne idi?
Cevap: Ehl-i sünnet İslâm âlimleri, kelâm, iman bilgilerinde, Müteşâbih yani manası açıkça anlaşılamayan, ayrıca tefsire, izaha muhtaç olan âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerin açıklamalarında, yalnız Resûlullah efendimizin sözlerine ve Eshâb-ı kiramın ictihadlarına uymuşlar, eski felsefecilerin bunlara uymayan fikirlerini reddetmişler, böylece İslâm dinini, Hristiyanlık gibi bozulmaktan korumuşlardır. Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kiramın yolundan ayrılanlar ise, felsefecilerin her sözlerinin doğru olacağını zannederek, bu felsefecilere teslim olmuşlar ve böylece Mu'tezile ve benzeri bozuk fırkalar meydana gelmiştir. Peygamber efendimiz İslâmiyette yetmişiki bozuk fırkanın hasıl olacağını haber vermiştir. Yunan, Hint, Fars, Latin felsefelerinden ilham alan, İbni Sinâ, Fârâbî, İbni Tufeyl, İbni Rüşd, İbni Bâce gibi filozoflar zuhur ederek, bazı bilgilerde Kur'ân-ı kerimin hak yolundan ayrılmışlardır.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri Rumca öğrenerek eski Yunan felsefesini incelemiş, doğru bulmadığı yerlerini reddetmiştir. Hârûnürreşîd hazretleri zamanında İslâm ilimlerine karıştırılan felsefe, Montesquieu, Spinoza gibi filozoflara rehberlik etmiş, bunlar "Farabius" adını verdikleri Fârâbî'nin tesiri altında kaldıklarını açıkça itiraf etmişlerdir.
İmâm-ı Muhammed Gazâlî hazretleri yetmişiki fırkadan ilk zuhur eden Şii fırkasının Dâî'leri ile mücadele etti. Dâî'ler, Kur'ân-ı kerimin bir içyüzü, bâtını, bir de dış yüzü zâhiri olduğunu iddia ettiler. Bunlara Bâtınî fırkası ismi verilmiştir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri bunların felsefelerini kolayca yıktı. Bâtınîler bu mağlubiyetten sonra, İslâmiyetten daha çok ayrıldılar. Manaları açık olmayan âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış manalar vererek Mülhid, dinsiz oldular. Siyasi maksatları sebebi ile işi azıtarak, hak yoldaki Ehl-i sünnet Müslümanların başına bela oldular.
***
Sual: Necis topraktan imal edilen testi ve benzeri şeyleri kullanmakta mahzur var mıdır?
Cevap: Necis su ile inşa edilmiş, yapılmış fırında ekmek pişirilebilir. Necis toprakla yapılan küp, testi gibi şeyler, fırından çıkınca temiz olur.
İslâma yapılacak en büyük hizmet, Ehl-i sünnet kitaplarını alıp, gençlere dağıtmakla olur.
Sual: İslâm dininin doğru olarak öğrenilmesi ve bu bilgilerin insanlara ulaştırılması konusunda, kadın, erkek her Müslüman sorumlu mudur?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabının 1. cilt, 193. mektubunda buyuruyor ki:
“Bugün Müslümanlar kimsesiz kaldı. Din düşmanları her taraftan saldırıyor. Bugün, İslâma hizmet için bir lira vermek, başka zaman verilen binlerce liradan daha çok sevaptır. İslâma yapılacak en büyük hizmet, Ehl-i sünnet kitaplarını alıp, gençlere dağıtmakla olur. Hangi talihli kimseye bu hizmeti nasip ederlerse, çok sevinsin, çok şükretsin. İslâma hizmet etmek her zaman sevaptır. Fakat, İslâmın zayıf olduğu, yalanlarla, iftiralarla, Müslümanlık yok edilmeye çalışıldığı bu zamanda, Ehl-i sünnet itikadını yaymaya çalışmak, kat kat daha çok sevaptır. Resûlullah efendimiz, Eshâb-ı kiramına karşı buyurdu ki:
(Siz öyle bir zamanda geldiniz ki, Allahü teâlânın emirlerinden ve yasaklarından onda dokuzuna uyup, onda birine uymazsanız, helak olursunuz, azap görürsünüz! Sizden sonra, öyle bir zaman gelecek ki, o zaman, emirlerin ve yasakların yalnız onda birine uyan kurtulacaktır.)
Hadis-i şerifte bildirilen zaman, işte bu zamandır. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını, sözlerini yaymak için, keramet sahibi olmak, âlim olmak şart değildir. Her Müslümanın bunu yapmak için uğraşması lazımdır. Fırsatı kaçırmamalıdır. Kıyamette her Müslümana, bunu soracaklar, İslâma niçin hizmet etmedin diyeceklerdir. Özür, bahane, kabul edilmeyecektir. Peygamberler, insanların en üstünleri iken, hiç rahat oturmadı. Allahü teâlânın dinini yaymak için, gece gündüz uğraştılar. Bu yolda çalışırlarken, Allahü teâlâ da, bunlara yardım eder, mucize yaratırdı. Bizim de, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını, sözlerini yaymamız ve Müslümanlara iftira edenlerin, yalancı olduklarını, gençlere, dostlara bildirmemiz lazımdır. Bu yolda malı, kuvveti, mesleği ile çalışmayanlar, azaptan kurtulamayacaklardır. Bu yolda çalışırken, sıkıntı çekmeyi büyük saadet, büyük kazanç bilmelidir. Peygamberler, Allahü teâlânın emirlerini bildirirken, çok sıkıntı çekerlerdi. Onların en üstünü olan Muhammed aleyhisselam;
(Benim çektiğim eziyet gibi, hiçbir Peygamber eziyet görmedi) buyurdu.”
"Rüyalara kıymet vermemelidir. Her şey, insan uyanık iken vardır. Bunları uyanık iken görmeye çalışmalıdır."
Sual: Bazı kimseler; “Rüyada Resûlullah efendimiz görülürse, o rüya doğrudur, çünkü şeytan, onun şekline giremez” diyorlar. Gerçekten böyle midir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Resûlullah efendimizin kendi şeklini ve hele rüyada tanıyabilmek çok güçtür. Bunun için, rüyalara nasıl güvenilebilir? Âlimlerin çoğunun dediğine uyarak ve Resûlullah efendimizin yüksek şanına yakışacak üzere, şeytanın hiçbir şekilde o Serverin ismi ile görünemeyeceğini söylersek, o şekilden emirler almak ve onun beğenip beğenmediğini anlamak kolay değildir. Şeytan, araya karışarak, olmayan şeyi olmuş gibi gösterebilir. Kendi sözlerini ve işaretlerini, o şeklin sözleri ve işaretleri imiş gibi gösterir...
Bir gün Resûlullah efendimiz Eshâbı ile oturuyordu. Kureyş'in ileri gelenleri de orada idiler. Resûlullah efendimiz onlara Vennecmi suresini okudu. Onların putlarını anlatan âyet-i kerimeye gelince, şeytan putları öven birkaç sözü, o Serverin sözüne ekledi. Dinleyenler, bunları da o Serverin sözü sandılar. Şeytanın sözlerini âyet-i kerimeden ayıramadılar. Orada bulunan müşrikler, 'Muhammed bizimle sulh yaptı, putlarımızı övdü' dediler. Müslümanlar da, okunan sözlere şaşakaldılar! O Server şeytanın sözlerini anlayamadı. (Ne oluyorsunuz?) diye sordu. Eshâb-ı kiram, 'siz okurken bu sözler de araya karıştı' dediler. O Server düşünceye daldı ve çok üzüldü. Hemen Cebrâil aleyhisselam vahiy getirdi. O sözleri şeytanın karıştırdığını, bütün Peygamberlerin sözlerine de karıştırmış olduğunu bildirdi. Allahü teâlâ, o sözleri âyet-i kerime arasından çıkardı. Kendi kelamını sapsağlam yaptı...
Görülüyor ki, o Server hayatta, uyanık ve Eshâb-ı kiram arasında iken, şeytan o Serverin sözüne kendi bozuk şeylerini karıştırıyor ve hiç kimse bunu ayıramıyor. O Server vefat ettikten sonra bir kimse uykuda hisleri çalışmaz ve yalnız iken, nasıl olur da, rüyanın şeytanın karışmasından korunduğunu ve onun değiştirmediğini anlayabilir? Rüyalara kıymet vermemelidir. Her şey, insan uyanık iken vardır. Bunları uyanık iken görmeye çalışmalıdır. Uyanık iken görülen şeylere güvenilir. Bunları, tabir etmek istemez. Rüyada ve hayalde görülen şeyler de, rüya ve hayaldir.”
Resûlullah efendimiz, erkeklere altın yüzüğü yasak ederken, sebebini de bildirmiştir.
Sual: Bazı kimseler; “Eshâb yani ilk Müslümanlar fakir oldukları için, kendilerine altın yüzük takmaları yasak edildi. Zengin olanların takması ise caizdir” demektedirler. Böyle bir şey var mıdır, bu sözler doğru mudur?
Cevap: Böyle söyleyenlerin bu sözleri, hiçbir esasa, delile, kaynağa dayanmamaktadır. Resûlullah efendimiz, erkeklere altın yüzüğü yasak ederken, sebebini de bildirmiştir. Fakirlere değil, her erkeğe yasak etti. Yalnız fakirlere haram olsaydı, fakir kadınlara da haram olurdu. Bundan başka, yalnız altını değil, çok ucuz olan başka madenlerden yüzük takmayı da yasak etmiştir. Şunu da bildirelim ki, gümüşten başka yüzüklerin erkeklere yasak edilmesi, Medine’de iken oldu. Eshâb-ı kiramın fakir olduklarını bildiren haberler ise, hicretten önce Mekke’de iken idi. Bedir gazasında bulunan üçyüzden fazla Sahabiden altmış dört adedi Muhacir olduğuna göre, Mekke’de imana gelenlerin sayısı yüzden azdı. Medineli Ensarın fakir olanları ile Muhacirlerin fakirleri, Mescid-i nebî yanındaki Soffa denilen büyük çardak altında yaşarlar, ilim öğrenmek ve öğretmekle uğraşırlar, ömürlerinin çoğu Resûlullah efendimizle birlikte cihad etmekle geçerdi. Bunlara Eshâb-ı soffa denirdi. Sayıları değişirdi. Çok zaman yetmiş kişi olurdu. Çoğu şehit oldu. Bunlardan başka bütün Eshâb zengin idi. İçlerinde çok zengin olanları az değildi. Bostân kitabında deniyor ki:
“Zübeyr bin Avvâm hazretleri ölünce, mirasçılarının her birine kırkbin dirhem gümüş kaldı. Abdurrahman bin Avf hazretleri, hastalığında boşamış olduğu hanımına, mirasının yirmidörtte birinin verilmesini söylemişti. Buna seksenüçbin altın verildi. Hazret-i Talha’nın günlük geliri, bin altın idi.”
Bunların üçü de Cennetle müjdelenmişti. Hazret-i Osman’ın servetinin hesabı bilinemedi. Zekât, ganimet ve ticaret sebebi ile Medine’de fakir kimse kalmadı. Altın yüzüğün yasak edilmesini fakirliğe bağlamak isteyenlerin pek çürük ipe sarılmakta oldukları meydandadır. Dört mezhepte de haram olan bir şeyin haram olduğuna inanmak lazımdır. Bulunduğu mezhebin haram dediğini değiştirmeye kalkışarak, âyet-i kerimelere veya hadis-i şeriflere başka mana verenin mezhepsiz olduğu anlaşılır. Mezhepsiz olan da, ya sapık veya kâfir olur.
Mübarek, şerefli ve temiz işleri yaparken sağdan başlamak müstehabdır.
Sual: İyi, hayırlı işlere, hep sağdan mı başlamak gerekir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Hadîkada deniyor ki:
“İmâm-ı Nevevî Müslim şerhinde buyuruyor ki: Mübarek, şerefli ve temiz işleri yaparken sağdan başlamak müstehabdır. Ayakkabı, don, gömlek giyerken, baş tıraş ederken ve tararken, bıyık kırkarken, misvak kullanırken, tırnak keserken, el, ayak yıkarken, mescide, Müslümanın evine, odasına girerken, heladan çıkarken, sadaka verirken, yemek yerken, su içerken sağdan başlanır. Bunların zıddı olanları yaparken, mesela ayakkabı, çorap, elbise çıkarırken, camiden ve Müslümanın evinden, odasından çıkarken, helaya girerken, sümkürürken, taharetlenirken soldan başlamak müstehabdır. Bunları tersine yapmak, tenzihi mekruh olur. Çünkü şekilde olan sünneti terk etmek olur.”
***
Sual: Camiye rastgele mi girip çıkılır veya nasıl girmeli ve çıkmalıdır?
Cevap: Camiye sağ ayak ile girilir, çıkarken sol ayak ile çıkılır. Uyûn-ül-besâirde deniyor ki:
“Camiye girerken, girmeden evvel, önce sol, sonra sağ ayakkabı çıkarılır. Bundan sonra, önce sağ ayakla camiye girilir. Önce sol ayakla çıktıktan sonra veya çıkmadan evvel, önce sağ ayakkabı giyilir.”
***
Sual: Cin veya şeytan şerrinden korunmak, kurtulmak için belli bir dua veya dualar var mıdır?
Cevap: Cin, şeytan şerrinden kurtulmak için ve sara hastalığına, sihre, büyüye karşı Teshîl-ül-menâfi kitabının sonundaki âyât-ı hırzı yedi gün okumalı ve yazıp, üzerinde taşımalıdır. Celâleddîn-i Süyûtî hazretleri Kitâbürrahme fittıbb-i velhikme kitabında buyuruyor ki:
“Şeytanın vesvesesinden, sıkıntıdan kurtulmak için, her gün bu duayı okumalıdır: (Yâ Allah-ür-rakîb-ül-hafîz-ür-rahîm. Yâ Allah-ül-hayy-ül-halîm-ül'azîm-ür-raûf-ül-kerîm. Yâ Allah-ül-hayy-ül-kayyüm-ül-kâimü alâ külli nefsin bimâ kesebet, hul beynî ve beyne adüvvî!) Hiltit veya şeytan tersi adındaki zamkı yanında taşıyan kimseye cin gelmez. Sara hastası, bunu koklarsa, iyi olur.”
Asa Foetide denilen bu zamk, esmer, pis kokulu, reçine olup, antispasmodique yani sinirleri teskin edici olarak Avrupa’da, toz, hap, ihtikan şeklinde adale ve sinir gerginliğini gidermek için, kullanılmaktadır. Ütrüc yani Ağaç-kavunu bulunan eve cin girmeyeceği, (Hayât-ül-hayvân)da ve (Kâmûs)da yazılıdır.
İman, Peygamber efendimizden gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demektir.
Sual: Peygamberlerin imanı ile diğer insanların imanları hep aynı mıdır, aralarında iman bakımından bir fark var mıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“İman; ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan, Peygamber efendimizden gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demektir. Her lisan ile söylemenin caiz olduğu, Dürr-i yektâda yazılıdır. İbadetler, imandan değildir. Fakat, imanın kemalini arttırır ve güzelleştirirler. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe aleyhirrahme, iman artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünkü iman, kalbin tasdik etmesi, kabul etmesi, inanması demektir. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehim denir. İmanın kâmil veya noksan olması, ibadetlerin çok ve az olması demektir. İbadet çok olunca, imanın kemâli çok denir. O hâlde, müminlerin imanları, Peygamberlerin imanları gibi olmaz. Çünkü bunların imanları ibadetler sebebi ile kemâlin tepesine varmıştır. Diğer müminlerin imanları oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki iman, iman olmakta ortak iseler de, birincisi, ibadetler vasıtası ile, başka türlü olmuştur. Sanki aralarında benzerlik yoktur. Müminlerin hepsi, insan olmakta, Peygamberler ile ortaktır. Fakat, başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmıştır. İnsanlıkları, sanki başka türlü olmuştur. Sanki, müşterek olan insanlıktan daha yüksek insandırlar. Belki, insan bunlardır, başkaları sanki insan değildir.
İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe aleyhirrahme; (Ben elbette müminim) demelidir, diyor. İmâm-ı Şâfiî aleyhirrahme ise; (Ben inşâallah müminim) demelidir, buyuruyor. Bunun ikisi de doğrudur. İnsan şimdiki imanını söylerken (Ben elbette müminim) demelidir. Son nefesteki imanını söylerken (Ben inşâallah müminim) der. Fakat, burada da, şüpheli söylemektense, elbette demek daha iyidir.”
***
Sual: Meleklerin evlenmesi var mıdır, günah işleyebilirler mi?
Cevap: Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyan etmezler, emir olundukları işleri yaparlar. Evlenmeleri yoktur, doğurmazlar, çoğalmazlar, hata etmez, unutmaz, hile yapmaz, aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur, şüpheli, ihtimalli değildir.
Kâfirler Cehennemde sonsuz kalacaklar, ebedi, sonsuz olarak azap çekeceklerdir.
Sual: Cennet ve Cehennem her ikisi de sonsuz mudur, Cehennemdekilerin kurtulma ihtimali hiç yok mudur?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Müminlere mükafat ve nimet için hazırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azap için hazırlanmış olan Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ, yoktan var etmiştir. Kıyamette her şey yok edilip, tekrar yaratıldıktan sonra ebedi, sonsuz olarak varlıkta kalacaklar, hiç yok olmayacaklardır. Sual ve hesaptan sonra, müminler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetten hiç çıkmayacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz kalacaklar, ebedi, sonsuz olarak azap çekeceklerdir. Bunların azaplarının azaltılması caiz değildir. İbni Teymiyye, kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarını inkâr etmektedir. Halbuki; (Onların azapları hafifletilmeyecek, onlara hiç yardım olunmayacaktır) mealindeki âyet-i kerime meşhurdur. Kalbinde zerre kadar imanı bulunanı, günahlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günahları kadar azap edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır ve onun yüzünü siyah yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri ise, siyah yapılır. Müminleri Cehennemde zincirlere bağlamazlar. Boyunlarına tasma takmazlar. Böylece kalplerindeki zerre imanın hürmeti, kıymeti belli olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere bağlarlar.”
***
Sual: Gönderilen bütün Peygamberlerin esas vazifesi nedir, niçin gönderilmişlerdir?
Cevap: Peygamberler Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, saadet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Davetlerini kabul edenlere, Cenneti müjdelemişler, inanmayanları ve inanıp da yapmayanları Cehennem azabı ile korkutmuşlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yoktur. Peygamberlerin hepsi aynı iman bildirmişlerdir. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselamdır. Onun dini bütün dinleri neshetmiş, yürürlükten kaldırmıştır. Onun kitabı, geçmiş kitapların en iyisidir. Onun dini kıyamete kadar bakidir. Kimse tarafından değiştirilmeyecektir. İsâ aleyhisselam gökten inecek, Onun dini ile amel edecek, yani Onun ümmeti olacaktır.
(Ey iman etmekle şereflenen kullarım! Cuma günü, öğle ezanı okunduğu zaman, hutbe dinlemek ve Cuma namazı kılmak için camiye koşunuz. Alışverişi bırakınız! Cuma namazı ve hutbe, size, başka işlerinizden daha faydalıdır. Cuma namazını kıldıktan sonra, camiden çıkar, dünya işlerinizi yapmak için dağılabilirsiniz. Allahü teâlâdan rızık bekleyerek çalışırsınız. Allahü teâlâyı çok hatırlayınız ki, kurtulabilesiniz!) buyuruldu.
Namazdan sonra, isteyen işine gider çalışır. İsteyen camide kalıp, namaz kılar, Kur’ân-ı kerim okur, dua ile meşgul olur. Namaz vakti alışveriş sahihtir, fakat, günahtır.”
***
Sual: Cenazeyi taşırken, tabutun ne tarafından başlamalı ve ne şekilde taşımalıdır?
Cevap: Cenaze taşımakta önce ön tarafta, meyyitin sağ tarafı, sağ omuza alınıp, on adım taşınır. Sonra, arka sağ bacak tarafı sağ omuzda, on adım taşınır. Sonra meyyitin sol tarafına, yani arkadan bakıldığına göre, tabutun sağ tarafına geçip, sol omuzda, on adım önde, on adım arkada taşınır. Hepsi kırk adım eder. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Cenazeyi kırk adım taşıyanın kırk büyük günahı affolur.)
“Cuma günü, ruhlar toplanır ve birbirleri ile tanışırlar. Kabirler ziyaret edilir. Bugün kabir azapları durdurulur. Bazı âlimlere göre, müminin azabı artık başlamaz. Kâfirin cuma ve ramazanda yapılmamak üzere, kıyamete kadar sürer. Bugün ve gecesinde ölen müminler kabir azabı hiç görmez. Cehennem, cuma günü çok sıcak olmaz. Âdem aleyhisselam cuma günü yaratıldı, cuma günü cennetten çıkarıldı. Cennettekiler, Allahü teâlâyı cuma günleri göreceklerdir.”
***
Sual: Tek olarak yalnız cuma günleri oruç tutulabilir mi?
Cevap: Yalnız cuma günleri oruç tutmak ve yalnız cuma geceleri teheccüd namazı kılmak mekruhtur.
***
Sual: Abdest alırken ağza üç defa su vermenin hükmü nedir?
Cevap: Abdest alırken ağzı, ayrı ayrı su ile, üç kere yıkamaya Mazmaza denir ki sünnettir.
Birçok kimselerin, bir araya toplanarak oynaması, dönmesi, zikir değildir.
Sual: Zamanımızda zikir yapıyoruz diyerek, tarikat ismi altında, halay çeker gibi hareket yapanlar, el çırpanlar hatta oynayanlar oluyor. Bunların din ile, İslâmiyetle bir alakası var mıdır?
Cevap:Zikretmek, Allahü teâlâyı hatırlamak demektir. Bu da, kalp ile olur. Zira zikredince, kalp temizlenir. Yani kalpten dünya sevgisi çıkar ve o kalbe Allah sevgisi yerleşir. Birçok kimselerin, bir araya toplanarak oynaması, dönmesi, zikir değildir. Son yüz yılda, tarikat diyerek, birçok şey uyduruldu. Din büyüklerinin, Eshâb-ı kiramın yolu unutuldu. Cahiller, hatta fasıklar şeyh olarak zikir ve ibadet ismi altında, günah işledi. Hele son zamanlarda, haram girmeyen, rafızilik, mezhepsizlik karışmayan bir tekke, dergâh kalmamıştı. Bugün ne İstanbul’da, ne Anadolu’da ve ne de Mısır, Irak, İran, Suriye ve Hicaz’da, yani hiçbir İslâm memleketinde, tasavvuf âlimi yok gibidir. Fakat sahte mürşitler, Müslümanları sömüren tarikatçılar çoktur. Din büyüklerinin, eskiden kalma, halis, doğru yazılmış kitaplarını okuyup, ibadetleri bunlara göre doğrultmalıdır. Tarikatçılık, şeyhlik, müridlik gibi isimlerin perdesi altında iş gören zındıklara, mal ve din hırsızlarına aldanmamalı, bunlardan kaçınmalıdır.
***
Sual: Bazen, vakit darlığından dolayı namazdan sonra Âyet-el kürsi ve tesbihleri okumayanlar oluyor. Böyle yapmak doğru olur mu?
Cevap: Her beş vakit namazdan sonra, Âyet-el-kürsî okumaya ve tesbihleri çekmeye çalışmalı, bunları terk etmemelidir. Zira Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Farz namazlarından sonra Âyet-el-kürsî okuyan kimse ile Cennet arasında, ölümden başka mani yoktur.)
Beş vakit namazdan sonra, sessizce, otuzüç kere kelime-i tenzih yani Sübhânallah, otuzüç kere tahmid yani Elhamdülillah ve otuzüç defa tekbir yani Allahü ekber ve en sonra, bir kere “Lâ ilâhe illallahü vahdehu lâ şerîke leh, lehülmülkü velehül hamdü yühyî ve yümît ve hüve alâ külli şey’in kadîr” demelidir ki, hepsi yüz olur.
***
Sual: Cuma günü, camiye gelenlerin, vakit girmeden önce herhangi bir namazı kılmasının mahzuru var mıdır?
Cevap: Güneş tepede iken, yani öğle namazının vaktinden evvel olan zaman içinde, her namazı kılmak haramdır. Bu zamanda, her namazı kılmanın, cuma günleri de haram olduğu sözü daha kuvvetlidir.
Zikir, Allahü teâlâyı hatırlamaktır
Birçok kimselerin, bir araya toplanarak oynaması, dönmesi, zikir değildir.
Sual: Zamanımızda zikir yapıyoruz diyerek, tarikat ismi altında, halay çeker gibi hareket yapanlar, el çırpanlar hatta oynayanlar oluyor. Bunların din ile, İslâmiyetle bir alakası var mıdır?
Cevap:Zikretmek, Allahü teâlâyı hatırlamak demektir. Bu da, kalp ile olur. Zira zikredince, kalp temizlenir. Yani kalpten dünya sevgisi çıkar ve o kalbe Allah sevgisi yerleşir. Birçok kimselerin, bir araya toplanarak oynaması, dönmesi, zikir değildir. Son yüz yılda, tarikat diyerek, birçok şey uyduruldu. Din büyüklerinin, Eshâb-ı kiramın yolu unutuldu. Cahiller, hatta fasıklar şeyh olarak zikir ve ibadet ismi altında, günah işledi. Hele son zamanlarda, haram girmeyen, rafızilik, mezhepsizlik karışmayan bir tekke, dergâh kalmamıştı. Bugün ne İstanbul’da, ne Anadolu’da ve ne de Mısır, Irak, İran, Suriye ve Hicaz’da, yani hiçbir İslâm memleketinde, tasavvuf âlimi yok gibidir. Fakat sahte mürşitler, Müslümanları sömüren tarikatçılar çoktur. Din büyüklerinin, eskiden kalma, halis, doğru yazılmış kitaplarını okuyup, ibadetleri bunlara göre doğrultmalıdır. Tarikatçılık, şeyhlik, müridlik gibi isimlerin perdesi altında iş gören zındıklara, mal ve din hırsızlarına aldanmamalı, bunlardan kaçınmalıdır.
***
Sual: Bazen, vakit darlığından dolayı namazdan sonra Âyet-el kürsi ve tesbihleri okumayanlar oluyor. Böyle yapmak doğru olur mu?
Cevap: Her beş vakit namazdan sonra, Âyet-el-kürsî okumaya ve tesbihleri çekmeye çalışmalı, bunları terk etmemelidir. Zira Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Farz namazlarından sonra Âyet-el-kürsî okuyan kimse ile Cennet arasında, ölümden başka mani yoktur.)
Beş vakit namazdan sonra, sessizce, otuzüç kere kelime-i tenzih yani Sübhânallah, otuzüç kere tahmid yani Elhamdülillah ve otuzüç defa tekbir yani Allahü ekber ve en sonra, bir kere “Lâ ilâhe illallahü vahdehu lâ şerîke leh, lehülmülkü velehül hamdü yühyî ve yümît ve hüve alâ külli şey’in kadîr” demelidir ki, hepsi yüz olur.
***
Sual: Cuma günü, camiye gelenlerin, vakit girmeden önce herhangi bir namazı kılmasının mahzuru var mıdır?
Cevap: Güneş tepede iken, yani öğle namazının vaktinden evvel olan zaman içinde, her namazı kılmak haramdır. Bu zamanda, her namazı kılmanın, cuma günleri de haram olduğu sözü daha kuvvetlidir.
Cenazenin ön ve yan taraflarında yürümek caiz ise de, arkasında gitmek daha iyidir.
Sual: Cenazeyi taşıyanların dışında kalanlar, cenazenin önünde mi arkasında mı gitmeli ve cenazeyi taşırken tekbir getirmenin mahzuru olur mu?
Cevap: Cenazede bulunanlar, cenazenin arkasında ve ona yakın yürümelidir. Cenazede bulunmak sünnet-i müekkededir. Şafii mezhebinde cenazenin önünde gidilir. Kadınlar cenazede bulunmaz. Cenaze sessiz götürülür. Yüksek sesle tekbir, tehlil okumanın bidat ve günah olduğu, Halebî-i kebîr, Merâkıl-felâh, Tahtâvî hâşiyesi, Ni’met-i islâm ve Şir’atül-islâm şerhi sonunda uzun yazılıdır. Cahillerin yapmalarına ve yazmalarına aldanmamalıdır. Böyle bidatler bulunan cenazeyi terk etmemeli, mümkün ise, mani olmalıdır. Fakat, bidat bulunan ziyafeti terk etmek lazımdır. Cenazenin ön ve yan taraflarında yürümek caiz ise de, arkasında gitmek daha iyidir. Cenazeyi, çok yavaş değil, meyyiti sarsmayacak kadar, hızlı götürmelidir.
***
Sual: Bir kimse, ölmeden önce, kendisi için kabir yeri satın alabilir mi ve kendisi için kabir kazdırabilir mi?
Cevap: Hayatta iken, kendisi için kabir kazdırmak caizdir. Kendi mülkünde ise, ona mahsus olur. Kendi mülkünde değilse ve kabristanda yerini satın almamış ise, başkası da oraya gömülebilir.
***
Sual: Ölen bir kimseyi, eğer imkân varsa nerede defnetmek daha iyi ve faydalı olur?
Cevap: Meyyiti büyük mezarlıkta gömmek lazımdır, sünnettir, çok faydalıdır. Salihlere ve evliyaya yakın defnetmelidir. Fasıkların, facirlerin ve hele kâfir ve mürtetlerin kabirlerinden uzak olmalıdır. Rutubetli, nemli yerlerde defnetmek iyi değildir. Mümkün olduğu kadar kuru yerlere defnetmelidir. Nemli yerde defin, çabuk çürümesine sebep olur. Din-i islamda, meyyitin geç çürümesi lazımdır. Toprak nemli veya gevşek olursa, çivisiz tabut ile gömmek iyi olur.
***
Sual: İslamiyeti hiç duymayanların ve küçükken ölen gayr-i müslim çocuklarının ahiretteki durumu nedir, nereye giderler?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Bu fakire göre, dağda yetişip, hiçbir din duymayıp, puta tapan müşrikler, Cennete ve Cehenneme girmeyecekler, hesap yapılırken, zulümleri kadar azap çekeceklerdir. Sonra hayvanlar gibi, yok edileceklerdir. Küçük iken ölen kâfir çocukları ve Peygamberlerden haberi olmayanlar da böyle olacaklardır
Cevap: Kaza ve kadere inanmak, imanın şartlarındandır. Kaza ve kader, zeki insanların en çok takıldığı bir bilgidir. Bu takıntılar, kaza ve kaderi iyi anlamamaktan ileri gelmektedir. Kaderin ne demek olduğu iyi anlaşılsa, hiç kimsenin şüphesi kalmaz ve imanları da kuvvetli olur.
Âlemlerin yaratanı, yarattığı ve yaratacağı şeylerin hepsini, ezelden ebede, zerreden Arş'a kadar hepsini, maddeleri, manaları, bir anda ve bir arada bilir. Her şeyi yaratmadan önce biliyordu. Her şeyin iki türlü varlığı olur. Biri ilimde varlık, ikincisi, hariçte, maddeli varlıktır. İmam-ı Gazâlî hazretleri bunu bir misal ile, şöyle anlatmıştır:
“Bir mühendis mimar, yapacağı bir binanın şeklini, her yerini, önce zihninde tasarlar. Sonra zihnindeki bu resmi, kâğıda çizer. Sonra bu planı, mimara ve ustalara verir. Bunlar da, bu plana göre, binayı yapar. Kâğıttaki plan, binanın, ilimdeki varlığı demektir ve zihinde tasavvur edilerek çizilen şeklidir. Buna, ilmi, zihni, hayali vücut isimleri verilir. Kereste, taş, tuğla ve harçtan yapılan bina da, hariçteki varlıktır. Mühendis mimarın zihninde tasavvur ettiği şekil, yani bu şekle olan bilgisi, binaya olan kaderidir.”
Kaza ve kader bilgisi karışık olduğundan, okuyanlarda, birtakım yanlış fikirler, evham ve hayaller hasıl olabilir. Bunun için, din büyükleri, kaza ve kaderi çeşitli şekilde anlatmışlardır. Böylece okuyan ve dinleyenler, sözlerin gelişine ve şekline göre, tariflerin birinden faydalanabilir ve şüpheye düşmekten kurtulurlar.
Kader, ileride yaratılacak şeyleri, Allahü teâlânın ezelde bilmesidir. Allahü teâlâ, her şeyi, kudreti ve ilmi ile yaratıyor. İşte kader, bu ilimdir. Kader, hiçbir şey yaratılmadan önce, Allahü teâlânın ilim sıfatının mahluklara olan bağlılığıdır. Kader bir ilm-i mütekaddimdir, cebr-i mütehakkim değildir. Allahü teâlânın sonsuz öncelerden bilmesidir, kullarına zorla yaptırması değildir.
Ehl-i sünnet vel-cemâat, kadere iman etmiş, kadere inanmak imanın şartıdır demiştir. Kadere inanmayan, mümin değildir dediler. Kaderin, iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allahü teâlâdandır. Çünkü kader, bildiği şeyleri yaratmak demektir.
İlmi, Ehl-i sünnet âlimlerinden veya onların yazdıkları kitaplardan öğrenmelidir.
Sual: Din bilgilerini öğrenmek, din tahsili yapmak için, nasıl bir niyet yapmalı, ne niyetle bunları öğrenmelidir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Fetâvâ-yı Hindiyyede deniyor ki:
“İlmi, Allah rızası için, İslâm dinine ve Müslümanlara hizmet için öğrenmelidir. Mal, mevki kazanmak, kibir ve şöhret için öğrenmemelidir. Hoca hakkı, ana-baba hakkından öncedir. İlmi, Ehl-i sünnet âlimlerinden veya onların yazdıkları kitaplardan öğrenmeli ve salih insanlara öğretmelidir. İlmi iyi insanlardan esirgememelidir. Salih insan, iyi insan demektir. Ehl-i sünnet itikadında olan ve haram işlemekten sakınan Müslümana salih, iyi insan denir. Ehl-i sünnet itikadında olmayan Müslümanlara bidat sahibi veya mezhepsiz denir. Ehl-i sünnet itikadını ve haramları öğrenmek, binlerce İhlâs suresi okumaktan daha sevaptır. Fıkıh öğrenmek, hafız olmaktan efdaldir. Hafız olmak da, nafile ibadetten efdaldir. Vaaz verirken, Allahü teâlâ demelidir. Yalnız, Allah demek hürmetsizlik olur. Fısk meclisinde yani günah işlenen yerde, tesbih, (sübhanallah), tahmid (elhamdülillah), Kur’ân-ı kerim, hadis-i şerif ve fıkıh bilgileri okumak günahtır. Fıska, günah işlemeye mani olmak için tesbih okumak caiz olur.
Görülüyor ki, kaval, zurna, çalgı ile birlikte veya bunların fasılasında, tekbir, salevat okumak günahtır.”
***
Sual: Bir Müslümanın evine girerken neye dikkat etmesi gerekir, okuması gereken bir dua var mıdır?
Cevap: Bu konuda Süleyman bin Cezâ hazretleri, Eyyühel-veled kitabında buyuruyor ki:
“Evine Besmele ile gir! Eğer zamanın müsait ise, İhlâs suresini oku! Peygamberimiz aleyhisselam buyurdu ki: (Eve girerken İhlâs-ı şerifi okuyan, yoksulluk görmez!) Eshâbdan Süheyl radıyallahü anh, Peygamberimizin aleyhisselâm bu tavsiyesi üzerine zengin olmuştur. Eve girerken sağ ayağınla içeriye gir ve selam ver! Evde kimse yoksa, şu şekilde selam verebilirsin: 'Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhissâlihîn.' Bununla beraber, bir kere Kulhüvallâhü sûresini ve bir kere de Âyetelkürsîyi okursan evine şeytan giremez. Her neye başlarsan Besmele ile başla! İşe ve yemeğe sağ elinle başla! Yemeğe hep beraber otur. Yemekten sonra, dua ve Kulhüvallâhü sûresini oku! Yemekten sonra bir saat geçmeyince su içme, vücuda iyi değildir.”
Fıkıh öğrenmeyip, hadis, tefsir öğrenmek iflas alametidir. Namaz vakitleri için astronomi öğrenmek caizdir.
Sual: Her Müslümanın kendisine lazım olan din bilgilerini ve nafakası için lazım olan bilgileri öğrenmesi farz mıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Fetâvâ-yı Hindiyyede deniyor ki:
“İbadet ve kazanç ilimlerini öğrenmek farzdır. Daha fazlasını öğrenmek efdaldir. Fıkıh öğrenmeyip, hadis, tefsir öğrenmek iflas alametidir. Kıble ve namaz vakitleri için astronomi öğrenmek caizdir. Falcılık bilgileri öğrenmek haramdır. Mücadele, münakaşa için kelam ilmi öğrenmek mekruhtur. Cahillerin, bidat fırkaları üzerinde, mezhepler üzerinde konuşmaları caiz değildir. Eski Yunan felsefecilerinin ve bidat ehlinin, mezhepsizlerin din kitaplarını okumak, evinde bulundurmak caiz değildir. Böyle kitaplar, insanın itikadını, imanını bozar. Din bilgilerini, iman bilgilerini Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmeden önce, fen bilgilerini, felsefe bilgilerini öğrenmek caiz değildir. Her Müslüman, çocuklarına, önce, Kur’ân-ı kerim okumasını, namaz kılmasını, din ve İslâm ahlakını öğretmeli, ondan sonra mektebe gönderip, fen, sanat ve sair lüzumlu, faydalı şeyleri öğretmelidir. Her çeşit oyun, Mâ-lâya'nî olur, ilim öğrenilmesine mani olur.”
***
Sual: Bir Müslüman evinden çıkarken hangi dua veya sûreyi okumalıdır?
Cevap: Bu konuda Süleyman bin Cezâ hazretleri, Eyyühel-veled kitabında buyuruyor ki:
“Evinden çıkarken Âyetelkürsîyi oku! Zira, her işinde muvaffak olur ve hayırlı işler başarırsın. Resulullah aleyhisselam buyurdu ki; (Bir kimse, evinden çıkarken Âyetelkürsîyi okursa, Hak teâlâ, yetmiş meleğe emreder, o kimse evine gelinceye kadar, ona dua ile istiğfar ederler.) Evine gelince de okursan, iki Âyetel-kürsî arasındaki işlerin hayırlı olur ve fakirliğin önlenir. Önce sağ ayakkabını giy! Sonra sol ayak ile evden, camiden çık!”
***
Sual: Namazdan sonra veya diğer zamanlarda dua ederken, ellerin durumu nasıl olmalıdır?
Cevap: Bu konuda Fetâvâ-yı Hindiyyede;
“Dua ederken avuçları açmak, iki el arası açık olmak, kolları göğüs hizasına kaldırmak, duadan sonra elleri yüze sürmek müstehabdır” denmektedir.
***
Sual: Arapça lisanını öğrenmek ve öğretmek de ibadet olur mu?
Cevap: Arapça öğrenmek ve öğretmek, ibadettir. İbni Âbidînde deniyor ki:
“Arabi, lisan-ı Cennettir. Diğer lisanlardan efdaldir.”
Şu sûreleri sabah-akşam üçer kere okumalı: İhlâs, Felak, Nâs ve Fâtiha-i şerife...
Sual: Her gün sabah akşam okunacak belli sûre ve dualar var mıdır?
Cevap: Bu konuda Süleyman bin Cezâ hazretleri, Eyyühel-veled kitabında buyuruyor ki:
“Şu sûreleri akşam, sabah üçer kere Besmele ile oku ve zevcene, çocuklarına da okut!
1-İhlâs (Kulhüvallahü) sûresi. 2-Muavvizeteyn yani Kul e'ûzü birabbil felak ile Kul e'ûzü birabbinnâsi. 3-Fâtiha-i şerife yani Elhamdülillahi sûresi. Bu dört sûreyi akşam, sabah üçer kere okuyan, malını, canını, çoluk çocuğunu, bütün belalardan muhafaza etmiş olur. Bunlardan başka Kulyâeyyühelkâfirûn sûresini akşam, sabah okuyan kimse, kendisini şirkten korumuş olur. Akşam, sabah şu duayı okuyan kimse, sihir, büyü ve zalimlerin şerrinden, belalardan emin olur. Dua şudur:
(Allahü teâlânın üç ismi vardır ki, dilde hafif, terazide ise çok ağırdır. "Sübhânallahi vel hamdülillâhi ve lâ ilâhe illallahü vallahü ekber velâ havle velâ kuvvete illâbillahil aliyyil azîm." Bunun her bir kelimesine yüz sevap verilir.)
Yatağa yatarken ve yataktan kalkınca ve her namazda, duadan ve salevattan sonra, istiğfârların en büyüğü olan şu duayı oku ki, günahlar affolur. "Estagfirullahel azîm el kerîm ellezî lâ ilâhe illâ hüvel hayyel kayyûme ve etûbü ileyh."
***
Sual: Bir kimse, tarlasına, başkasına verilmek üzere buğday ekse, bu mahsul, kimin olur?
Cevap: Bu konuda Fetâvâ-yı Hindiyyede deniyor ki:
“Köy halkı, imam için tohum ekseler, mahsul imama teslim edilmemiş ise, mahsul tohum sahiplerinin olur. Yardım için toplanan para, mal da böyledir.”
***
Sual: Bir cenaze taşınırken, bu cenazeyi görenlerin, cenaze geçinceye kadar ayakta beklemesi mi gerekir yoksa nasıl hareket etmelidirler?
Cevap: Yolda dükkânda, kahvede olan Müslümanlar, bir cenaze görünce, gidip hiç olmazsa kırk adım taşımalı ve biraz arkasından yürümeli, ruhuna Fatiha ve dua okumalıdır. Cenazeyi görünce, olduğu yerde ona karşı dikilip beklemenin tahrimen mekruh olduğu, Merâkıl-felâhda ve Halebî-i kebîrde yazılıdır. Cenazeyi taşıdıktan sonra, arkasından yürümelidir. Peygamber efendimizin, Sa’d bin Mu’âz hazretlerinin cenazesini taşıdığı muteber kitaplarda yazılıdır.
İmanı olduğu hâlde, imanının gitmesine sebep olan kırk kadar hâl vardır...
Sual: İmanın gitmesine sebep olan söz ve hâller var mıdır, varsa nelerdir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Miftâh-ul-Cennet kitabında deniyor ki:
“İmanı olduğu hâlde, ileride imanının gitmesine sebep olan şeyler kırk kadardır:
1-Bidat sahibi yani itikadı bozuk olmak. 2-Zayıf yani amelsiz iman. 3-Dokuz uzvunu doğru yoldan çıkarmak. 4-Büyük günah işlemeye devam etmek. 5-Nimet-i İslâma şükrünü kesmek. 6-İmansız gitmekten korkmamak. 7-Zulmetmek. 8-Sünnet üzere okunan ezanı dinlememek. 9-Anaya babaya âsi olmak. Onların İslâmiyete uygun, mubah olan emirlerini sert sözle reddetmek. 10-Doğru olsa bile, çok yemin etmek. 11-Namazda tadil-i erkanı terk etmek. Tadil-i erkan, hiç hareket etmeden sübhanallah diyecek kadar durmaktır. 12-Namazı ehemmiyetsiz sanıp, öğrenmesine ve çoluk çocuğuna öğretmeye ehemmiyet, önem vermemek. 13-Şarap ve fazlası sarhoş eden her içkiyi, az da olsa, içmek. 14-Müminlere eziyet etmek. 15-Yalan yere evliyalık ve din bilgisi satmak. Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeyip, kendini din adamı olarak tanıtmak. 16-Günahını unutmak, küçük görmek. 17-Kibirli olmak, yani kendisini beğenmek. 18-Ucub, yani ilim ve amelim çoktur demek. 19-Münafıklık, ikiyüzlülük. 20-Hased etmek, din kardeşini çekememek. 21-Devletin ve üstadının İslâmiyete muhalif olmayan sözünü yapmamak. 22-Bir kimseyi tecrübe etmeden, iyi demek. 23-Yalanda ısrar etmek. 24-Ulemadan kaçmak, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumamak. 25-Bıyıklarını sünnet miktarından ziyade fazla uzatmak. 26-Erkekler ipek giymek. 27-Gıybet etmekte ısrar etmek. 28-Kâfir de olsa, komşusuna eziyet etmek. 29-Dünya umuru, işleri için, çok gadaba gelmek, sinirlenmek. 30-Faiz almak ve vermek. 31-Öğünmek için elbisesinin kollarını ve eteklerini fazla uzatmak. 32-Sihirbazlık, büyü yapmak. 33-Salih olan mahrem akrabayı ziyareti terk etmek. 34-Allahü teâlânın sevdiği kimseyi sevmemek ve İslâmiyeti bozmak için uğraşanları sevmek. 35-Mümin kardeşine üç günden fazla kin tutmak. 36-Zinaya devam etmek. 37-Livatada bulunup, tövbe etmemek. 38-Ezanı fıkıh kitaplarının bildirdikleri vakitlerde ve sünnete uygun okumamak. 39-Haram işleyeni görüp de, gücü yettiği hâlde, tatlı dil ile menetmemek. 40-Nasihat vermek hakkına sahip olduklarına nasihat etmemek.”
Bu dünyada herkes yolcudur, geldik gidiyoruz. Yolcuların birbirlerine yardım etmesi lazımdır.
Sual: Her Müslümanın, kendine ve insanlara faydalı olması için bir meslek edinmesi, çalışması dinin emri midir ve işi yaparken nasıl bir niyet edilmesi gerekir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak, İmâm-ı Gazâlî hazretleri Kimyâ-i se'âdet kitabında buyuruyor ki:
“En az, binlerle insan çalışmayacak olursa, kendisinin bir gün bile yaşayamayacağını düşünmelidir. Mesela, çiftçi, fırıncı, dokumacı, demirci, iplikçi ve daha nice sanatkârlar, hep onun için çalışıyor. O hepsine muhtaçtır. Herkes onun için çalışıp, ona hazırlayıp da, onun boş oturması, kimseye faydalı olmaması doğru olur mu?
Bu dünyada herkes yolcudur, geldik gidiyoruz. Yolcuların birbirlerine yardım etmesi, el ele vermeleri, kardeş gibi olmaları lazımdır. Her Müslüman böyle düşünmelidir. Vazifesine başlarken, Müslüman kardeşlerime yardım etmek, onları rahat ettirmek için çalışacağım. Din kardeşlerim benim işimi gördükleri gibi, ben de, onlara hizmet edeceğim demelidir. Allahü teâlâya rahat, temiz ibadet edebilmek, ahiret yolunda yürüyebilmek için, vazifeme gidiyorum demeli, Müslümanlara yardım ve nasihat yapmayı, kalbinden geçirmelidir. Her Müslüman iyi bilsin ki, bütün sanatlar, farz-ı kifayedir. Bunu düşünerek, bir sanata yapışmak, ibadet etmek olur. İster kitaplı kâfirler keşfetsin, ister kitapsız kâfirler bulsun, her sanatı öğrenmek ve hele, harp vasıtalarını en modern, en ileri şekilde yapmaya çalışmak farzdır. Bu vasıtaları yapabilmek için, gerekli ilimleri, dersleri mekteplerde, bu niyet ile okutmak ve okumak hep ibadet olur. Namaz kılan insanın bu niyet ile, her işi ibadet olur. Namaz kılmayanların her hareketi de günah olur. O hâlde, her Müslüman, namazını kılmalı, sonra farz olduğunu düşünerek, vazifesini yapmalıdır.
İş görürken niyetin doğru olmasına alamet, insanlara faydalı olan bir meslek, sanat seçmektir. Öyle bir iş görmeli ki, eğer o iş olmasa, Müslümanlar sıkıntı çekerdi. O hâlde, keyif, oyun ve benzerlerine, sanat dense de, haram işleyenlere sanatkâr ismi verilse de, bunları yapmak ibadet olmaz. Hatta, haram olmayan, mubah olan, fakat insanlara lüzumlu olmayan sanatları seçmemelidir. Hadis-i şerifte;
(En iyi ticaret, bezzâzlıktır, kumaş satmaktır. En iyi sanat, terziliktir) buyuruldu.
Fasık birisi ile arkadaş olmanın sonu felakettir. Kötü insan, İslâmiyeti beğenmeyen kimse demektir.
Sual: İslâmiyeti beğenmeyen veya Müslüman görünüp İslâmiyeti değiştirmeye çalışan kimseler kötü müdür ve bunlarla arkadaşlık yapılabilir mi?
Cevap: Kötü, fasık olan birisi ile arkadaş olmanın sonu felaket olur. Kötü insan, İslâmiyeti beğenmeyen kimse demektir. Muhammed aleyhisselamın emirlerine ve yasaklarına İslamiyet denir. İnsanların en kötüsü Zındıklardır. Bunlar, Müslüman ismini taşır, büyük sarık, eski cübbe içinde gizlenirler. Peygamber efendimizi ve İslâmiyeti medh ederler, överler. Fakat Kur’ân-ı kerime ve hadis-i şeriflere yanlış mana vererek, İslâmiyeti istedikleri şekle sokarlar. Bu tipler, genelde, İngilizlere uşaklık ederler. Londra’daki mason merkezinden aldıkları bol para, sahte diploma, şöhret ile, kâfirlere satılmış ahmaklardır. Aklı olan, Ehl-i sünnet kitaplarını okumuş olan, bunlara aldanmaz. Peygamber efendimiz, bu münafıkların geleceğini ve Cehennemde çok acı azapta sonsuz olarak kalacaklarını haber verdi. Bilhassa gençlerin bu sinsi düşmanlara aldanmaktan korunması ve bunun için de Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuması lazımdır. Aklı olana bu kitaplar çok faydalı olacak, onlara rehberlik edecektir. Zira; “Aklı olana nasihat dinlemek saz, aklı olmayana davul, zurna az” sözü meşhurdur.
***
Sual: İnsana zarar veren bir şeyi, helal de olsa, yemek veya içmek günah olur mu?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Hadîkada deniyor ki:
“Yemesi, içmesi zararlı olanlar üçe ayrılır:
Birincilerinin zararını herkes bilir. Bunlar öldürücüdür. Her zehir, cam tozu, demir ve cıva bileşikleri, kireç ve benzerleri böyledir. Bunları yemek, içmek haramdır.
İkincilerinin zararlı olduğu bilinir ise de, öldürücü değildirler. Toprak, çamur, kil ve benzerleri böyledir. Bunları çok yemek, içmek mekruh olup, zararsız miktarları mubahtır.
Üçüncüleri, organlarında zafiyet olanlara zarar verirler, sağlam olanlara zarar vermezler. Bazı kimselere balık eti, süt, yumurta, pastırma, turşu, konserve eti, bal, zeytin yağı, biber zarar verir. Bunlar, yalnız zarar verenlere haram, mekruh olur. Zarar vermeyenlere ise mubahtırlar.”
***
Sual: Gümüş tas veya tabaktan, bir şey yenip, içilebilir mi?
Cevap: Gümüş tastan çorbayı tahta kaşıkla alıp yemek caiz olmaz. Çünkü tas, zaten kaşıkla kullanılır
Harama yaklaşan asi, fasık olur. Şüphe edilen şeyleri, Ehl-i sünnet kitaplarından öğrenmelidir.
Sual: Bir Müslümanın alışveriş yaparken neye dikkat etmesi gerekir, herkesle alışveriş yapılabilir mi, seçici olmak gerekir mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak, İmâm-ı Gazâlî hazretleri Kimyâ-i se'âdet kitabında buyuruyor ki:
“Şüpheli şeylerden kaçınmalıdır. Harama yaklaşan zaten asi, fasık olur. Şüphe edilen şeyleri, Ehl-i sünnet kitaplarından öğrenmelidir. Cahil hafızlara, hocalara ve her kitaba güvenmemelidir. Kalbine sıkıntı getiren şüpheliyi almamalıdır. Zalimlerle, hile, hıyanet edenlerle, yemin ile satanlarla, dükkânında haram şey satanlarla alışveriş etmemelidir. Zalimlere, fasıklara veresiye satmamalıdır. Çünkü, öldükleri zaman üzülür. Halbuki, zalimler yani Müslümanlara ve İslâmiyete eli ile, dili ile, kalemi ile zarar yapanlar ölünce üzülmek günahtır. Onlara yardım etmek caiz değildir. Mesela, din ile alay edenlere, yalan yanlış kitaplar yazarak dini yıkmaya uğraşanlara kâğıt satmak günahtır. Velhasıl, herkesle muamele etmemelidir. Doğru insan aramalıdır. Bir zaman vardı ki, bir tüccar, her istediği ile muamele edebilirdi. Çünkü, herkes, alışveriş ilmini biliyor ve bildiğine göre hareket ediyordu. Sonraları öyle zamanlar geldi ki, birkaç kişi ile muamele edilemezdi. Daha sonraları ise, ancak birkaç kimse ile muamele edilebilir oldu. Bir zaman gelmek korkusu vardır ki, alışveriş edecek kimse bulunamayacaktır. Bunu çok zaman önce, söylemişlerdir. Bizler, belki de, büyüklerimizin korktuğu o zamana kaldık. Kim ile olursa olsun, alışveriş edilmektedir. Cahil hafızlar, yangına körükle gidip; 'Bugün dünyanın her tarafı böyle oldu. Her yerdeki mala haram karıştı. Haramdan kurtulmak imkânsız oldu' diyorlar. Bu söz, çok yanlıştır. Hiç de dedikleri gibi değildir. Bunların hepsini kim yapabilir diyerek ümitsizliğe düşmek doğru değildir. Ne kadar yapılabilirse çok kâr olur. Ahiretin dünyadan daha iyi olduğuna inanan kimse, bunların hepsini de yapabilir.”
***
Sual: Eti yenen hayvanlardan bazıları, bulundukları yerin durumuna göre, necis olan şeyler yiyebiliyorlar, bu hayvanların etini yemek, sütünü içmek uygun olur mu?
Cevap: Tezek ve başka necis şeyleri yiyen hayvanın eti kokarsa, yanına yaklaşınca pis koku gelirse, eti, sütü ve teri necis olup, yemesi mekruhtur.
"Biz gayba iman eyledik. Bizim imanımız gaybadır, zahire, görünüşe değildir."
Sual: Bir Müslümanda, imanın devamlı kalmasının ve bu imanın devam etmesinin, sebepleri, şartları var mıdır, varsa nelerdir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Miftâh-ul-Cennet kitabında deniyor ki:
“İmanın, bizde baki, devamlı kalıp çıkmamasının şartı ve sebebi altıdır:
1-Biz gayba iman eyledik. Bizim imanımız gaybadır, zahire, görünüşe değildir. Zira biz, Allahü teâlâyı, gözümüzle göremedik. Lakin görmüş gibi inandık, iman ettik. Bundan asla şüphemiz yoktur.
2-Yerde ve gökte, insanda, cinde, meleklerde ve Peygamberlerde, gaybı bilen yoktur. Gaybı ancak Allahü teâlâ bilir ve dilediklerini dilediklerine bildirir. Gayb demek, duygu organları veya hesap, tecrübe ile anlaşılmayan demektir.
3-Haramı haram bilip, itikat etmek, inanmak.
4-Helali helal bilip, böyle itikat etmek, inanmak.
6-Her ne kadar günahkâr olsa da, Allahü teâlânın rahmetinden ümit kesmemek.
Bu altı şeyden birisi, bir kimsede bulunmasa da, beşi bulunsa, yahut birisi bulunsa da, beşi bulunmasa, o kimsenin imanı ve İslâmı sahih değildir.”
***
Sual: Bir Müslümanın, nefsinin İslâmiyetin dışına çıkmaması, azgınlık yapmaması için ne yapması gerekir?
Cevap: Nefsin İslâmiyetin dışına, çıkmasını, taşmasını önlemek için, onunla iki cihad vardır:
Birincisi, ona uymamak, onun arzularını yapmamaktır. Buna, Riyâzet çekmek denir. Riyâzet, vera ve takva ile olur. Takva, haramlardan sakınmaktır. Vera, haramlardan ve mubahları ihtiyaçtan fazla kullanmaktan da sakınmaktır.
Cihadın ikincisi, nefsin istemediği şeyleri yapmaktır. Buna Mücâhede denir. Bütün ibadetler mücâhededir. Bu iki cihad, nefsi terbiye eder. İnsanı olgunlaştırır, ruhları kuvvetlendirir. Sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yoluna kavuşturur. Allahü teâlâ kullarının ibadetlerine muhtaç değildir. Kullarının günah işlemesi Ona hiç zarar vermez. Kullarının nefslerini terbiye etmek, nefsle cihad etmek için bunları emir etmiştir.
***
Sual: Bir Müslümanın yemede ve içmede uyacağı ölçü ne olmalıdır?
Cevap: Namazı ayakta kılacak ve oruç tutacak kadar gıda almak farzdır. Doyuncaya kadar yiyip içmek mubahtır. Doyduktan sonra yemek, içmek ise haramdır. Yalnız sahurda ve misafiri utandırmamak için yemek haram olmaz.
"Şimdiki insanların çoğu, namazın şartlarını, vaciblerini, sünnetlerini yerine getirmiyor!"
Sual: Namaz başta olmak üzere, ibadetleri, Peygamberimizin bildirdiği ve gösterdiği gibi yapmamak, o ibadeti değiştirmek, yok etmek mi olur?
Cevap: Eshâb-ı kiramdan Enes bin Mâlik hazretleri, bir gün ağlıyordu. Ağlamasının sebebi sorulunca;
“Resulullah efendimizden öğrendiğim ibadetlerden, değiştirilmemiş bir namaz kalmıştı. Şimdi, bunun da elden gittiğini görüyor, bunun için ağlıyorum” cevabını vermiştir. Yani, şimdiki insanların çoğu, namazın şartlarını, vaciblerini, sünnetlerini, müstehablarını yerine getirmiyor, mekruhlarından, müfsitlerinden, bidatlerinden sakınmıyorlar. Onun için ağlıyorum dedi. Böyle yapanlar, Peygamberlerin, evliyanın, salih, sadık müminlerin büyüklüklerini anlayamayanlardır. Onların yollarını bırakıp, kendi kısa görüşlerine, nefislerine, beğendiklerine göre ibadetleri değiştiriyorlar. Saadet yolunu bırakıp, şakavete, felakete atılıyorlar. Enes bin Mâlik hazretlerinin ağlamasının sebebi, namaza ilaveler yaparak ve bazı yerlerini azaltarak değiştirenleri görmesidir. Böylece, sünneti yani İslâmiyeti değiştiriyorlar. Sünneti değiştirmek ise, bidattir.
***
Sual: Kötülüklerin kaynağı olarak bilinen nefsin, insanda yaratılmasının sebebi, hikmeti nedir?
Cevap: İnsanlarda nefs olmasaydı, insanlık kalmaz, meleklik hasıl olurdu. Halbuki, beden birçok şeylere muhtaçtır. Yemek, içmek, uyumak, istirahat etmek lazımdır. Süvariye hayvan lazım olduğu gibi, insana da beden lazımdır. Hayvana bakmak lazım olduğu gibi, bedene hizmet etmek de lazımdır. İbadetler beden ile yapılmaktadır. Birisinin geceleri uyumayıp, hep namaz kıldığı söylendiğinde, Peygamber efendimiz;
(İbadetlerin kıymetlisi, az olsa da devamlı yapılanlardır) buyurdu. Çünkü ibadetin devamlı yapılmasında, kulluğa alışmak vardır.
***
Sual: İbadetler içinde, beş vakit namaz kılmak da, imanın şartlarından mıdır?
Cevap: Namaz kılmak, imanın şartı değil ise de, namazın farz olduğuna inanmak, imanın şartıdır.
***
Sual: Namaza niyet etmek, sadece ismini söylemekle olur mu?
Cevap: Namaza niyet etmek demek, ismini, vaktini, kıbleyi, imama uymayı irade etmek, kalbinden geçirip, kılmayı tercih etmek demektir. Yalnız ilim, yani ne yapacağını bilmek niyet olmaz. Şafii mezhebinde, namazın rükünlerini de hatırlamak lazımdır.
“Salih ve facir arkasında namaz kılınız!" hadis-i şerifi, cami imamları için değil, Cuma kıldıran emirler içindir.
Sual: Herkesin arkasında namaz kılınabilir mi yoksa namaz kıldıran kimsenin, nasıl birisi olduğunu bilmek mi gerekir?
Cevap: Namazın şartlarına ehemmiyet, önem vermeyenlerin arkasında namaz kılmamalıdır. Çünkü bunların namazı sahih olmaz. Günah işlediği hâlde, abdestin, namazın farzlarını bilen ve ehemmiyet veren imam arkasında kılmak caiz olsa da, mekruhtur. Ebüssü'ûd efendi fetvasında buyuruyor ki:
“(Salih ve facir arkasında namaz kılınız!) hadis-i şerifi, cami imamları için değil, Cuma kıldıran emirler içindir. Bunlara uymak ve itaat etmek içindir.”
Günah işlediği bilinen imamların arkasında namaz kılmamalıdır. İmamlık şartları bulunmayan, Kur’ân-ı kerimi teganni ile okuyan imama uymamalıdır. Dinine bağlı imamın mescidine gitmelidir. Her namaz için, camiye gitmeli, fasık, cahil, mezhepsiz, dinde reformcu olduğu bilinen imama rastlanınca, ona uymamalıdır. Böyle imam var zannetmekle, camiyi terk etmemelidir. Ebüssü'ûd efendi fetvasında buyuruyor ki:
“Haram yiyen, faiz alan imamı azletmek vaciptir. Kur’ân-ı kerimi tecvid üzere okumasını bilmek farzdır. Tecvidi bilmeyen, mehâric-i hurûfu gözetemez. Harflerin ağızdaki yerlerini gözetemeyen bir kimsenin okuduğu Kur’ân-ı kerim ve kıldığı namaz sahih olmaz.”
Namazları, imamı salih olan camide kılmalıdır. İmamlık şartları bulunan kimsenin imam olması için de uğraşmak, her Müslümanın vazifesidir.
***
Sual: Cenaze defnedilmeden önce, lahd kısmını beton ve benzeri şeyle kapatmanın mahzuru var mıdır?
Konu ile alakalı olarak Mîzân-ül-kübrâda deniyor ki:
“Dört mezhep söz birliği ile bildiriyor ki, lahdin kabir tarafı, kerpiç dizerek veya hasırla kapatılır. Burasını pişmiş tuğla ile, tahta ile kapatmak mekruhtur. Çivi, tuğla gibi fırınlanmış şeyler, ziynet eşyasıdır. Bunları kabrin içinde kullanmak mekruhtur. Kabrin üstünü, dışarıdan tuğla, ağaç ve mermerle örtmek caizdir. Resulullah efendimizin mübarek lahdi, dokuz tane kerpiç ile kapatılmıştır. Kadınlar kabre tabutsuz konurken, büyük bez ile perde tutulur.”
***
Sual: Ölen küçük çocukları, mezara götürürken, tabutla mı götürmek gerekir?
Cevap: Süt çocuğunu ve biraz büyüğünü, bir kişi iki eli üzerinde götürür. Bu kişi, hayvan üzerinde de olabilir. Büyük çocuklar, tabut ile götürülür.
Ham ve işlenmiş, mamul eşyanın zekâtı verilir. Demirbaş eşyanın zekâtı verilmez.
Sual: Birkaç evi olan, dükkanında demirbaş aletleri bulunan bir kimse, bunları zekât hesabına katacak mıdır yani bunların zekâtı verilir mi?
Cevap: Ticaret için yani satılık olmayan evlerin, apartmanların, sanat aletlerinin, motor, tezgâh, kamyon, gemilerin ve ne kadar çok olursa olsun evde kullanılan eşyanın zekâtı verilmez. Sanat sahipleri, sanayiciler, imalatçılar, ham ve işlenmiş, mamul eşyanın zekâtını verirler. Demirbaş eşyanın zekâtı verilmez. Ticaret eşyasından evde kullanılmak için ve ticaret olunan gıdadan bir senelik ev ihtiyacı için ayrılmış olanların da verilmez. Yani bütün bunlar ve ödenecek borçlar, nisap hesabına katılmaz. Bütün bu eşyayı, yiyecek, içecek, giyecek ve barınacak ev gibi lüzumlu nafakayı satın almak için sakladığı altın, gümüş ve kâğıt paranın hepsi nisap hesabına katılır, yani zekâtları verilir. İhtiyaç eşyasını almak için ayırılan para da nisap hesabına katılır.
***
Sual: Uşur vermek de zekât vermek gibi midir, nelerden verilir, burada da ölçü kırkta bir midir?
Cevap: Yağmur suyu veya nehir, dere suyu ile sulanan, bütün topraklardan elde edilen mahsulün zekâtına uşur denir. Uşur vermek, Kur’ân-ı kerimde, En'âm suresinin 141. âyetinde emir edilmiş, onda birinin verilmesi de hadis-i şerifte bildirilmiştir. Uşur, mahsulün onda biridir. Kul borcu olan, borcunu düşmez, uşrunu tam olarak verir.
***
Sual: İhtiyaç eşyası, zekât ve kurban hesabına katılmaz deniyor. İhtiyaç eşyası ne demektir ve neler ihtiyaç eşyasına girmektedir?
Cevap: İnsanı ölümden koruyan şeylere, ihtiyaç eşyası denir. Bunların birincisi nafakadır. Nafaka da üçtür. Bunlar da, yiyecek, giyecek ve evdir. Yiyecek deyince, mutfak eşyası da anlaşılır. Ev demek, ev eşyası da demektir. Binek hayvanı veya arabası, silahları, hizmetçisi ve sanat aletleri ve lüzumlu kitapları da ihtiyaç eşyası sayılır.
***
Sual: Mezar taşı dikmenin ve üzerine yazı yazmanın dinimiz açısından mahzuru var mıdır?
Cevap: Mezar taşı dikmek caizdir. Taş üzerine âyet-i kerime, mübarek isimler, şiir, methiye gibi şeyler, Fâtiha kelimesini yazmak, resmini koymak caiz değildir. Asırlardan beri yazılıyor ise de, kötü bir bidattir. Kötü âdetler, caiz olmayı göstermez. Mezar taşına, isim ve ölüm hicri senesi yazılabilir denildi.
Kumar oynatmak, yarışmak değil, tahminde yanılıp yanılmamak demektir.
Sual: Kumar, bir yarış değil midir, niçin yasak edilmiştir?
Cevap: Kumar, yarışlarda olduğu gibi, tavla, dama taşları, iskambil kâğıtları ile yapılan her oyunda, futbol oyunlarında da olur. Bunların hepsinde ve ilim adamları arasındaki kumarda, sözleri, tahminleri yanlış çıkanlar, tahminleri doğru çıkanlara mal, para vermektedir. Kumara katılanların her birinde, hem almak hem de vermek ihtimali vardır.
Kumar oynatmak, yarışmak değil, tahminde yanılıp yanılmamak demektir. Bunun için, oynayanlar arasında olduğu gibi, oynamayıp, yarışmayıp, yarışanlardan kazanacakları önceden tahmin edenler arasında da kumar olur. Hatta yalnız bir kişinin yaptığı işin başarılı olup olmayacağını, tahmin edenler arasında da olur.
Kumarda, sonu tahmin edilen işin oyun olması, kazançlı, başarılı olması veya zararlı olması arasında fark yoktur. Cambazın düşüp düşmeyeceğini, geminin batıp batmayacağını tahmin edenlerin, birbirlerine para vermek için sözleşmeleri de kumar olur. Bunun içindir ki, oyun, yarış yapılmaksızın, kumarcıların isimleri veya para ile aldıkları biletlerin numaraları arasında piyango çekerek, çekilen numara sahiplerine, biletlerden toplanan paraların hepsini veya bir miktarını dağıtmak kumar olur. Çünkü, piyangoya katılanların hepsi kendi numarasının çekileceğini ümit etmektedir. Tahminleri doğru çıkanlar, yanlış çıkanların önceden verdikleri paraları almaktadırlar. Aldıkları para ile, önceden bilete verdikleri paranın farkını, tahminleri yanlış çıkanlardan almış olmaktadırlar. Tahminleri yanlış çıkacaklardan para toplamak güç olacağı ve bunlar önceden belli olmadıkları için, piyangoya katılanların hepsinden, önceden bilet ücreti ismi altında para toplanmakta, tahmini doğru çıkanların vermiş oldukları, sonra kendilerine iade edilmektedir. Toplanan paraların hepsini piyango sahibi almakta, aslan payını kendine ayırıp, geri kalanını tahminleri doğru çıkanlara vermektedir. Piyango sahibi, kumara iştirak etmese bile, harama sebep olduğu için, büyük günah işlemekte ve piyangoya iştirak edenleri, soymakta, sömürmektedir.
Harbe ve ilme yarayan mubah yarışların, hayır, yardım işlerinin ve diğer mekruh oyunların çoğu, kumar veya başka haramların karışmaları sebebi ile haram olmaktadır.
Yahudiler, İsa aleyhisselamı öldürmek istedikleri zaman, Allahü teâlâ onu diri olarak göğe kaldırdı.
Sual: Hazret-i İsa’nın ölmeyip, göğe kaldırıldığına inanıldığı gibi, öldüğüne inananlar da vardır. Eğer ölmedi ise, tekrar dünyaya indirilip her canlı gibi, O da ölümü tadacak mıdır?
Cevap: İsa aleyhisselam, Ulül-azm peygamberlerdendir. Allahü teâlâ, Onu babasız yarattı. Annesi hazret-i Meryem’dir. Otuz yaşında Peygamber olduğu bildirildi. Otuzüç yaşında, diri olarak göğe kaldırıldığı, bütün kitaplarda yazılıdır. İsa aleyhisselam ölmedi. Yahudiler, kendisini öldürmek istedikleri zaman, Allahü teâlâ onu diri olarak göğe kaldırdı. Kur'ân-ı kerimde bu husus beyan edilmiştir. Nisâ suresinin 156-158. âyetlerinde mealen;
(Bir de, Yahudilerin İsa’yı inkârları ve Meryem’e büyük iftirada bulunmaları ve Allahın Resulü Meryem oğlu İsa’yı öldürdük demeleri sebebi ile kendilerini lanetledik, rahmetimizden kovduk. Halbuki onlar İsa’yı öldürmediler ve haça da germediler. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı. [Yehuda, İsa aleyhisselamın şekline sokuldu ve onu astılar.] Bu hususta, kendileri de ihtilafa düşüp, şüphe içindedirler. Onların bu hususta, bir bilgileri de yoktur. Ancak, kuru bir zan peşindedirler. Onlar hakikaten İsa’yı öldürmemişlerdir. Allah, Onu kendi katına yükseltti. Allah azizdir, hükmünde hikmet sahibidir) buyurulmuştur.
İsa aleyhisselam, kıyamete yakın bir zamanda gökten Şam'a inecek ve Muhammed aleyhisselamın dinine tabi olacaktır. Kendisine az kimse inandı. Kıyamet yaklaşınca Şam’da, Ümeyye Camii'nin minaresine inecek, evlenecek, çocukları olacak, hazret-i Mehdi ile buluşacak, kırk sene yaşayıp, Medine’de vefat edip, Peygamber efendimizin yanına defnedilecektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Eshab-ı Kehf, hazret-i Mehdi'nin yardımcıları olacaktır ve İsa aleyhisselam bunun zamanında gökten inecektir. İsa aleyhisselam, Deccal ile harp ederken, hazret-i Mehdi, onunla beraber olacaktır. Bunun hükümdarlığı zamanında, her zamankinin aksine olarak ve hesapların tersine olarak, Ramazan-ı şerifin ondördüncü günü güneş tutulacak ve birinci gecesinde ay tutulacaktır.)
Muhammed Pârisâ hazretleri Füsûl-i sitte kitabında buyuruyor ki:
“İsa aleyhisselam gökten inip, imam-ı a’zam Ebu Hanife mezhebine uygun ictihad edecek, onun helal dediğine helal diyecek, haram dediğine haram diyecektir.”
Bir malı, buna müşterek, ortak olarak malik olanlar arasında kura ile taksim etmek caizdir.
Sual: Hediye dağıtımında ve benzeri şeylerde kura çekerek dağıtmak, vermek, dinen uygun olur mu?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde deniyor ki:
“İslâmiyetin bildirdiği hükümlere uygun olan şartlara müsavi, eşit olarak malik olanlar arasından birini seçmek için, Kura yapılır.”
Bir mekânın, bir malın, buna müşterek, ortak olarak malik olan ortaklar arasında kura ile taksim edileceği de, İbni Âbidînde uzun bildirilmektedir. Kura çekmek caizdir ve sünnettir. Mülk sahiplerinin haklarının miktarlarını değiştirmek veya ortaklardan birinin hakkını yok etmek yahut hakkı olmayana pay vermek için yapılan kura, piyango haram olur.
İki veya daha çok kimse, aralarında para toplayarak bir emanetçiye bırakıp, aralarından seçtikleri birinin veya vekilinin, bunu fakirlere, hayır kuruluşlarına dağıtması caiz olduğu gibi, fakirler arasında kura çekip kazananlarına dağıtması da caizdir.
Kendi aralarında piyango çekip kazananların, vermiş oldukları paradan fazla almaları kumar olur. Geri kalan kısmı hayır yerine bağışlamaları, bu piyangoyu kumarlıktan kurtarmaz. Her birinin, kendi verdiğini geri alması caizdir. Kendi hissesini içlerinden birine hediye edebilir. Emanetçinin ücretini, paraları oranında öderler. Emanetçi emanet parayı kullanamaz, bankaya yatıramaz. Banka da, kendilerinden biri de emanetçi olabilir.
***
Sual: Kıyamete yakın İslâmiyetin tamamen ortadan kalkacağı bilgisi doğru mudur?
Cevap: Konu ile alakalı olarak imâm-ı Kurtubî hazretleri buyuruyor ki:
“İslâmın unutulması, İsa aleyhisselam gökten inip, öldükten sonra olacaktır. Daha önce, Müslümanlar garip olacak. Kur’ân-ı kerime uyulmayacak ise de, büsbütün unutulmayacaktır.”
***
Sual: Vakıf olarak yapılan bir cami, harap olmuş ise, bunun işe yarayan malzemelerini başka yerde kullanmak uygun olur mu?
Cevap: Vakıf cami, bina harap olunca, işe yaramayan parçaları satılıp, kendi tamirine, tamiri mümkün değilse, yakın bulunan bir vakıf binanın tamirine, onun ihtiyacına sarf edilir. Başka bir yere sarf edilemez.
***
Sual: Sırtını duvara veya bir direğe dayayarak namaz kılmanın, dinimiz açısından bir mahzuru olur mu?
Cevap: Farz namazları kılarken özürsüz olarak, duvara, direğe dayanmak mekruhtur. Ancak nafile namazları kılarken dayanmak mekruh olmaz.
Hayat müşterektir denilerek, kadınlar da, fabrikalarda, tarlalarda, ticarette, erkekler gibi çalışıyorlar.
Sual: Zamanımızda boşanmalar, gün geçtikçe artıyor. Hayat müşterektir diyerek, kadınlar her işte çalışmaya zorlanıyor ve bunun neticesinde de evlilik hayatı bitiyor. Bütün bunların sebebi ne olabilir?
Cevap: Zaruret olmadan boşayarak evini barkını, yuvayı yıkmak, huzuru, saadeti kaçırmak ve boşadığı kadına mehir parasını ödemek, bir erkek için kolay şey değildir. Kadın, kocasına yemek hazırlayarak, çamaşırını yıkayarak, yırtıklarını dikerek, çocuklara din ve ahlak bilgisi vererek, kocasının rahat ve mesut yaşamasını sağlar. Tatlı sözleri ile kocasını neşelendirir. Hanımını boşayan erkek, bu nimetlerden mahrum kalır. Boşanılan kadının nafakasını vermek, babasına, babası yoksa, zengin akrabasına farz olur.
Görülüyor ki, İslâm dininde, kadın değil, erkek acınacak hâldedir. Kız olsun, dul olsun, evli olmayan fakir kadına babası bakmaya mecburdur. Babası yoksa veya fakirse, zengin akrabası bakacaktır. Müslüman kadının çalışıp kazanmaya ihtiyacı yoktur. İslâm dini, kadının bütün ihtiyaçlarını erkeğin sırtına yüklemiştir. Erkeğin bu ağır yüküne karşılık, mirasın hepsinin yalnız erkeğe verilmesi lazım iken, Allahü teâlâ, kadınlara burada da ihsanda bulunarak, erkek kardeşlerinin yarısı kadar da miras almalarını emir buyurmuştur.
Erkek, hanımını, evin içinde veya dışında çalışmaya zorlayamaz. Kadın arzu ederse ve kocası izin verirse, haram işlemeden çalışması caiz ise de, kazandığı kendi mülkü olur. Hiç kimse, bunları ve mirastan eline geçeni, kadından zorla alamaz. Kendisinin, çocukların ve evin herhangi bir ihtiyacına sarf etmesi için de zorlanamaz. Bunların hepsini erkeğin alıp getirmesi farzdır.
Zamanımızda bazı memleketlerde, kadın da, erkeklerle birlikte, boğaz tokluğuna, en ağır işlerde zorla çalıştırılıyor. Hayat müşterektir denilerek, kadınlar da, fabrikalarda, tarlalarda, ticarette, erkekler gibi çalışıyorlar. Çoğunun evlendiklerine pişman oldukları, mahkemelerin boşanma davaları ile dolu olduğu, günlük gazetelerde sık sık görülmektedir. Kadınlar, İslâm dininin kendilerine verdiği kıymeti, rahatı, huzuru, hürriyeti ve boşanma hakkına malik olduklarını bilmiş olsalar, bütün dünya kadınları, hemen Müslüman olurlar ve İslâmiyetin her memlekete yayılması için çalışırlar.
Yürüyemeyen ihtiyarın, yaşlının ve gözleri görmeyen âmânın cemaate gitmesi lazım değildir.
Sual: Camiye cemaatle namaz kılmak için gidememeye sebep olan özürler var mıdır, varsa nelerdir?
Cevap: Hastanın, felçlinin, bir ayağı kesik olanın, yürüyemeyen ihtiyarın, yaşlının ve gözleri görmeyen âmânın cemaate gitmesi lazım değildir. Yardımcıları, nakil vasıtaları olsa da, lazım değildir. Yağmur, çamur, çok soğuk ve karanlık da, özürdür. Çok rüzgâr, yalnız gece özür olur. Hırsız ve başka sebeple malı gitmek korkusu, fakir olanın alacaklısından korkusu, canı ve malı için zalimden korkusu, abdest sıkıştırması, yolcunun nakil vasıtasını kaçırmak korkusu, hastaya bakmak, imrendiği yemeği kaçırmak korkusu, fıkıh bilgisini öğrenmeyi kaçırmak korkusu, cemaate gitmemek için özürdür. İmamın bid'at sahibi olduğunu veya abdestin, guslün, namazın şartlarını gözetmediğini bilmek de özürdür. Bidat sahibi kimsenin imam olması tahrimen mekruhtur.
***
Sual: Herhangi bir yerde cemaatle namaz kılarken, imam olacak kişiyi seçerken, nelere dikkat etmeli ve neleri gözetmelidir?
Cevap: Namaza ait hükümleri, ilmihal bilgilerini iyi bilenin ve gözetenin, başkalarından önce imam seçilmesi lazımdır. Bundan sonra, tecvit ile okuyan seçilir. Hafız olması şart değildir. Bunlar birkaç kişi ise, vera sahibi olan seçilir. Vera, şüphelilerden kaçınmak demektir. Bundan sonra, yaşı çok olan seçilir. Bundan sonra, sıra ile, huyu, yüzü, nesebi, sesi, elbisesi güzel olan seçilir. Bunlar birkaç kişi ise, aralarından malı, mevkii çok olan seçilir. Bunlar da benziyor ise, mukim misafire imam olur. Seçimde uyuşulmazsa, çoğunluğun seçtiği imam olur. Daha üstünü varken, başkası seçilirse, çirkin olur. Fakat, günah olmaz. Bir evde, ziyafette, seçim aranmadan, ev sahibi, ziyafet, davet sahibi imam olur. Yahut, imamı bu seçer. Kiracı, ev sahibi demektir. İstenmeyen kimsenin imam olması mekruhtur.
***
Sual: Bazı kimseler, camilerde her namazdan sonra müsafeha ediyor. Bu şekilde camilerde, her namazdan sonra böyle tokalaşmak, müsafeha etmek uygun olur mu?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde deniyor ki:
“Camide her namazdan sonra birbiri ile müsafeha etmek bidattir, Şiilerin âdetidir. Bayram günleri, camilerde müsafeha ederek bayramlaşmak ve namazlardan sonra, âdet etmeden, ara sıra müsafeha etmek caizdi
Kendilerini din adamı tanıttıran bazıları, Müslümanlık ismi altında, uydurma bir din kurmak istiyorlar.
Sual: Zamanımızda İslâmiyetin yok edilmesine, elden çıkmasına sebep olanlar, nasıl bir yol takip etmektedirler?
Cevap: İslâmiyetin yok edilmesine, elden çıkmasına sebep olanlar iki kısma ayrılmaktadır:
Birincileri, düşmanlıklarını açıklayan kâfirler olup, bunlar bütün silahlı kuvvetleri, propaganda vasıtaları ve siyasi oyunları ile, İslâmiyeti yıkmaya uğraşıyorlar. Müslümanlar, bunları biliyor ve onlardan üstün olmaya çalışıyor.
İkinci kısımda bulunanlar ise, kendilerine Müslüman ismini ve süsünü verip, din adamı tanıttırıp, Müslümanlığı, kendi akılları ile, keyiflerine ve şehvetlerine uygun bir şekle çevirmeye uğraşıyor, Müslümanlık ismi altında, yeni, uydurma bir din kurmak istiyorlar. Hile ve yalanları ile, sözlerini ispat etmeye, yaldızlı, yaltakçı yazılarla, Müslümanları aldatmaya çalışıyorlar. Müslümanların çoğu bunları, bazı sözlerinden ve İslâmiyeti yıkıcı davranışlarından seziyor ise de, çok kurnaz idare edildikleri için, birçok sözleri revaç bulup, Müslümanlar arasında yerleşiyor. İslâmiyeti, istedikleri, planladıkları şekle çevirmeye çalışıyorlar.
Bazıları da; “Bu asırda yaşayabilmemiz için, milletçe, topluca Batılılaşmalıyız” diyor. Bu sözün iki manası vardır:
Birincisi, Batılıların fende, tecrübede, sanatta, imar ve refah vasıtalarında bulduklarını öğrenmek, yapmak, bunlardan istifadeye çalışmaktır ki, bunu İslâmiyet, zaten emretmektedir. Fen bilgilerini öğrenmenin farz-ı kifâye olduğu, kitaplarda bildirilmiştir. Resûlullah efendimiz, bir hadis-i şerifte;
(Hikmet yani fen ve sanat, müminin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın!) buyurdu. Fakat bu, Batı'ya uymak değil, ilmi, fenni onlarda bile arayıp almak ve onların üstünde olmaya çalışmaktır.
İkinci manada Batılılaşmak ise, ecdadımızın doğru ve mukaddes yolunu bırakıp, batının bütün âdetlerini, ahlaksızlıklarını ve hepsinden daha acı olarak, dinsizliklerini ve putlarını alıp, camileri kilise şekline sokmak, Müslümanlığa gericilik dini, Kur’ân-ı kerime çöl kanunu, puta tapmaya, modern ve medeni din demek ve İslâmiyeti bırakıp, Hristiyanlığa dönmeye, dinde reform ismini vermektir.
Bu millet, ne bugün, ne de, onların ümitle bekledikleri günlerde, bu manada asla Garplılaşmayacak ve dinsiz olmayacaktır.
Âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri yanlış anladığı için inanmamak bidat olur.
Sual: Âyet ve hadisleri kendi anladığına göre yorumlayan bir kimsenin imanı tehlikeye girer mi?
Cevap: Ehl-i sünnet itikadına uymayan bir inanış sahibine Mezhepsiz denir. Mezhepsiz, eğer Kur’ân-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan bir şeye inanmamış veya şüphe etmiş ise, Küfür olur. Açık olarak bildirilmemiş şüpheli olan delilleri tevil ederek yanlış mana vermiş ise, Bidat olur. Dünyanın yaratıldığına inanmamak, böyle gelmiş, böyle gider demek, küfürdür. Cennette, müminlerin Allahü teâlâyı göreceğine inanmamak bidattir. Âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri yanlış anladığı için inanmamak bidat olur. “Böyle şey olmaz. Aklım kabul etmez” diyerek tahkir ederse, yine kâfir olur. Bidat hakkındaki hadis-i şerifler, Hadîka, Berîka ve Eşi'at-ül-leme'ât’da mevcuttur.
Küfre sebep olan bir şey söylemedikçe ve yapmadıkça Ehl-i kıbleye, yani namaz kılana Kâfir denmez. Fakat, Kur’ân-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilen ve Müslümanların asırlar boyunca inandığı bir şeye uymayan söz ve işte bulunan bir kimse, bütün ömrünce namaz kılsa, her ibadeti yapsa da, buna Kâfir denir. Mesela bir kimse, Allahü teâlâ zerreleri, yaprak sayısını, gizlileri bilmez dese, kâfir olur. Hazret-i Ebû Bekir ile hazret-i Ömer’den başka sahabiyi, dinî bir sebeple kötüleyen, bidat sahibi olur. Bir harama mubah, helal diyen kimse, bunu, bir âyete veya hadis-i şerife dayanarak söylüyorsa, kâfir olmaz. Âyet ve hadise dayanmadan, kendi görüşü, keyfi için söylüyorsa, kâfir olur. Hazret-i Ebû Bekir ve hazret-i Ömer’in hilafete seçilmeleri haklı değildi demek, bidattir. Hilafete hakları yok idi demek ise küfürdür.
***
Sual: Namazda okunan âyetleri, sûreleri, şarkı kalıplarına uyarak okuyan kimsenin arkasında kılınan namaz sahih olur mu?
Cevap: Elhan ederek yani namazda okuduklarını musiki perdelerine uyarak, teganni eden ve namazı vaktinden evvel kıldıran imam arkasında kılınan namazı iade etmenin lazım olduğu, Halebî-i kebîr sonunda yazılıdır.
***
Sual: Kimlerin eli öpülür, Kur’ân-ı kerimi ve ekmeği öpmenin mahzuru olur mu?
Cevap: Âlimin, ana ve babanın eli öpülür. Başkasının eli öpülmez. Herhangi bir arkadaş ile karşılaşınca elini öpmek haramdır. Kur’ân-ı kerimi, ekmeği öpmek de caizdir.
Ehl-i sünnet âlimleri, Resûlullah efendimizle her zaman tevessül etmek çok iyidir diyor.
Sual: İbni Teymiyye ve yolundakiler, Peygamber efendimizin hatırı ve hürmetine diye dua etmenin şirk olduğunu söylüyorlar. Bunun aslı var mıdır?
Cevap: Bu konuda İbni Hacer hazretleri, Cevher-ül-munzam kitabında buyuruyor ki:
“İbni Teymiyye'nin hurafelerinden biri de, Resûlullah efendimizle tevessül olunmasını inkârıdır. Ondan önce hiçbir İslâm âlimi böyle söylemedi. Ehl-i sünnet âlimleri, Resûlullah efendimizle her zaman tevessül etmek çok iyidir diyor. Yaratılmadan önce, yaratıldıktan sonra, dünyada da, ahirette de, Onunla tevessül olunur. Yaratılmadan önce Onunla tevessül olunacağını gösteren delillerden biri, Peygamberlerin ve ümmetlerindeki velilerin Onunla tevessül etmiş olduklarıdır. İbni Teymiyye'nin iftira olan sözü, hiçbir asla ve esasa dayanmamaktadır. Hadis âlimlerinden Hâkim-i Nişâpûrî hazretlerinin bildirdiği hadis-i şerifte;
(Âdem aleyhisselam hata edince, 'ya Rabbi! Muhammed aleyhisselam hakkı için beni af ve mağfiret et' dedi. Allahü teâlâ da, 'Muhammed aleyhisselamı daha yaratmış değilim. Sen Onu nasıl tanıdın' buyurdu. O da, 'ya Rabbi! Beni yaratıp ruh verdiğin zaman, başımı kaldırdım. Arş'ın kenarlarında, lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah yazılmış gördüm. Kullarının içinde en çok sevdiğinin ismini, kendi isminin yanına koymuş olduğundan anladım' dedi. Allahü teâlâ da, 'ya Âdem! Doğru söyledin. Kullarım arasında en çok sevdiğim Odur. Onun hakkı için benden af dileyince, seni hemen affettim. Muhammed aleyhisselam olmasaydı seni yaratmazdım' buyurdu) buyurulmuştur.
Burada 'Muhammed aleyhisselamın hakkı' demek, Allahü teâlânın Onu çok sevmesi, Ona çok kıymet vermesi, Ona ihsan ederek, Onun için kendi üzerinde tanıdığı hak demektir. Resûlullah efendimize, 'kulların Allahü teâlâ üzerindeki hakkı nedir?' diye sorulunca;
(Burada hak demek, lazım, vacip olan şey demek değildir) buyurmuştur. Allahü teâlânın hiçbir şeyi yapması lazım, vacip değildir. Dilerse yapar, dilemezse, yapmaz. Allahü teâlâdan Resûlullah hakkı için bir dilekte bulunmak, Resûlullah için istemek değildir ki, buna şirk denilsin. Allahü teâlâ Resulünü çok sevdiğini ve yüksek mertebe verdiğini bildiriyor. İşte bu sevginin, bu yüksek derecenin hatırı, hürmeti için, Allahü teâlâdan istenilmektedir.”
Son senelerde Osmanlı devletini ele geçiren sözde aydınlar, din bilgilerini değiştirmeye çalıştılar.
Sual: İslâmiyete gericilik diye saldıranlar, ilerlemeyi, kalkınmayı, dini ortadan kaldırmakta mı aradılar?
Cevap: Dinimiz, din bilgileri ile fen bilgilerini birbirinden ayırmıştır. Din bilgilerinde, İslâm ahlakında ve ibadetlerde en ufak bir değişiklik yapmayı şiddetle menetmiştir. Dünya işlerinde, fen bilgilerinde ise, her değişikliği yapmayı, bütün yeni keşifleri öğrenmemizi ve yapmamızı emretmiştir. Son senelerde Osmanlı devletini ele geçiren sözde aydınlar, dinimizin bu emrinin tam tersini yaptılar. Masonlara aldanarak, din bilgilerini değiştirmeye, dinin esaslarını yıkmaya çalıştılar. Avrupa’nın fende ilerlemesine, yeni keşiflere gözlerini kapadılar. Hatta fen bilgilerine, modern tekniğe uymak isteyen sultanları şehit ettiler. Masonların elinde maşa olarak, ilerlemeyi, teknikte değil de, dinde reform yapmakta, bölücülükte aradılar. Çok şaşılır ki, din bilgilerinin nezahetine dokunmak, son senelere kadar, siyasi partiler arasında da devam etti. Kendi partilerini desteklemedikleri için, siyasete karışmayan halis Müslümanlara kâfir diyecek kadar gafiller türedi. Allahü teâlâ, bu temiz, asil milleti böyle felakete sürükleyenlerden korudu. Yoksa, dinimizden ve güzel vatanımızdan mahrum olacak, dinsizlerin pençelerine düşecektik.
***
Sual: Fazla kazanmak için, insanların elindeki malı değerinden aşağıya almak, sattığı malların fiyatını yüksek tutmak için, pahalı olarak almadığı hâlde pahalı olarak aldığını söylemek dinen uygun mudur?
Cevap: Müşteriye doğru söylemeli, hile etmemelidir. Malda bir arıza oldu ise, haber vermelidir. Malı, akraba veya ahbabından, ona yardım olsun diye yüksek fiyatla aldı ise, müşterisine bunu söyleyerek, doğru değerini bildirmelidir. Mesela, on lira etmeyen malı, on lira vererek aldı ise, o malı satarken, on liraya aldığını söylememelidir. Ucuz aldığı bir malın fiyatı yükselip pahalı satıyor ise, aldığı fiyatı söylemelidir. Böyle misaller pek çoktur. Böyle hıyanetleri bilmeyerek yapan çoktur. Hıyanet yapmaktan kurtulmak için, herkes, kendine yapılmasını istemediği şeyleri, başkalarına yapmamalıdır. Çünkü, herkes, dikkat ile, pazarlıkla uğraşarak, tam değerini verip aldığını sanır. O hâlde, aldatarak satmak, hıyanet ve dolandırıcılık olur.
Allahü teâlâ, insanların istekli işlerini onların iradeleri ile yaratmasını ezelde dilemiştir.
Sual: Her şeyi yaratan cenâb-ı Hak olunca, burada insanın payı, rolü ne olmaktadır?
Cevap: Her şeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yaptıran, gönderen hep Allahü teâlâdır. Kuvvet ve kudret sahibi yalnız Odur. O hatırlatmazsa, kimse, iyilik ve kötülük yapmayı irade, arzu edemez. Kulun iradesinden sonra, O da istemedikçe, kuvvet ve fırsat vermedikçe, hiçbir kimse, hiçbir kimseye, zerre kadar, iyilik ve kötülük yapamaz. Kulun istediği her şeyi, O da irade ederse, dilerse yaratır. Yalnız Onun dilediği olur. İyilik ve kötülük yapmayı, çeşitli sebeplerle hatırlatmaktadır. Merhamet ettiği kulları kötülük yapmak irade edince, O irade etmez ve yaratmaz. İyilik yapmak irade ettikleri zaman, O da irade eder ve yaratır. Böyle kullardan hep iyilik meydana gelir. Gazap ettiği düşmanlarının kötü iradelerinin yaratılmasını, O da irade eder ve yaratır. Bu kötü kullar, iyilik yapmak irade etmedikleri için, bunlardan hep fenalık hasıl olur.
Demek oluyor ki, insanlar, bir alet, bir vasıtadır. Katibin elindeki kalem gibidir. Şu kadar var ki, kendilerine ihsan edilmiş olan İrâde-i cüz'iyelerini kullanarak, iyilik yaratılmasını isteyen, sevap, kötülük yaratılmasını isteyen, günah kazanır. Allahü teâlâ, insanların istekli işlerini onların iradeleri ile yaratmasını ezelde dilemiştir. İşlerin insan iradesi ile yaratılması, ezeldeki ilahi irade ile yaratılması demektir.
***
Sual: Allaha şükretmek, sadece elhamdülillah demekle mi olmaktadır?
Cevap: Şükür, Allahü teâlânın verdiği bütün nimetleri, Onun bildirdiği yani İslâmiyete uygun olarak kullanmak demektir. Nimet ise, faydalı şey demektir. Nimetler, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılıdır. Ehl-i sünnet âlimleri, meşhur olan dört mezhebin âlimleridir.
***
Sual: İmamlık şartlarını taşımayan bir imamı, öylece kabullenmek mi yoksa onun yerine uygun olanı getirmek için uğraşmak mı gerekir?
Cevap: İmamlık şartları bulunmayan, mezhepsiz, dinde reformcu olduğu bilinen imamın yerine, Ehl-i sünnet itikadında olan imam tayin edilmesi için uğraşmalıdır.
***
Sual: Abdest alırken elleri ve kolları yıkamanın hükmü nedir?
Cevap: Abdest alırken elleri, dirseklerle birlikte, bir kere yıkamak farz, bileklerle beraber, üç kere yıkamak ise sünnettir.
Sabah Müslüman olan kimsenin, öğle vakti gelince abdestin ve namazın farzlarını öğrenmesi farz olur...
Sual: Dinimizin emir ve yasaklarının tamamını hemen öğrenmek mi gerekir?
Cevap: Bu konuda Kimyâ-i se'âdet kitabında ilim kısmında buyuruluyor ki:
“Her müminin, en önce, Ehl-i sünnet itikadını, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan sonra, iki şey öğrenmesi lazım olur. Biri kalp, diğeri beden için lazım olan bilgidir. Beden için olan bilgi de; yapacağı emirler, sakınacağı yasaklardır. Emirleri öğrenmek şöyle olur:
Sabah vakti, yeni Müslüman olan kimsenin, öğle vakti gelince abdestin ve namazın farzlarını öğrenmesi, hemen farz olur. Sünnetlerini öğrenmesi de sünnet olur. Akşam olunca, akşam namazının üç rekat olduğunu öğrenmesi farz olur. Ramazan ayı gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. Zengin olunca, bir sene sonra, zekâtı öğrenmesi farz olur. Haccı öğrenmesi, hacca gideceği zaman farz olur. İşte, her şeyi zamanı gelince öğrenmesi farz-ı ayn olur. Mesela evlenmek istediği zaman, nikâh bilgilerini, kadın, erkek haklarını, kadınların özür hâllerini öğrenmesi farz olur. Bir sanata, ticarete başlayınca, bunlardaki emir ve yasakları, faizi öğrenmesi lazım olur. Hangi sanata başlayacaksa zamanın ona ait fen bilgilerini de mektepte öğrenmesi farz olur. Herkese kendi sanatını okuması, öğrenmesi farz olur. Başka sanat bilgilerini öğrenmesi farz olmaz. Harp zamanında da askerliği ve yeni silahları yapmak, kullanmak, korunmak için, fen bilgilerini kısaca öğrenmek, her Müslümana farz-ı ayn, bunlarda ihtisas kazanmak ise farz-ı kifâyedir.
Haramları öğrenmek de, herkese başka türlü farz olur. Mesela, erkeklerin ipek giydiği bir yerde bulunanların, ipek giymenin haram olduğunu öğrenmesi ve bilenlerin bilmeyenlere öğretmesi farz olur. Sunî ipek giymek erkeklere de haram değildir. Alkollü içkiler içilen, domuz eti yenilen, başkasının hakkı, faiz, rüşvet alınan, kumar oynanan yerde bulunanların, bunların haram olduğunu öğrenmesi farz olur. Kadın erkek birlikte oturanların da mahrem ve namahrem olan kadınları, yani bakması caiz olan ve olmayan kadınları öğrenmesi farz olur. Avret yerleri açık olan yerlerde bulunan Müslümanların, örtmesi farz olan yerlerini öğrenmeleri lazımdır. Bu yerlerini açmak ve başkasının açık yerine bakmak günah olduğu gibi, bunu bilmemek de ayrı günahtır.”
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Bir kimse, dinde bir şey meydana çıkarırsa, bu şey reddolunur."
Sual: Bidat, dini değiştirmek midir, bunun için mi bütün bidatler kötülenmiştir?
Cevap: Bu konuda Abdülganî Nablüsî hazretleri Hadîkat-ün-nediyye kitabında diyor ki:
“Bidat, sünnete yani Muhammed aleyhisselamın bildirdiği din bilgilerine muhalif olan, ters düşen, din cahillerinin, boş kafalarından çıkan itikat, amel ve sözler demektir. Allahü teâlâ, kullarını kendisine ibadet etmek için yarattı. İbadet, insanın Rabbine, hakir, aciz, muhtaç olduğunu göstermesidir. Bu da, her aklın, nefsin, âdetlerin güzel ve çirkin dediklerine uymayıp, Allahü teâlânın güzel ve çirkin dediklerine teslim olmak, gönderdiği Kitaba, Peygamberlere inanmak ve bunlara tabi olmak demektir. Bir insan, bir işi, Rabbinin izin verdiğini düşünmeden, kendi görüşü ile yaparsa, Rabbine kulluk yapmamış olur. Bu iş, inanmakta ve inanılması lazım olduğu söz birliği ile bildirilmiş olan şeylerden ise, bu inanışı, Küfre sebep olan Bidat olur. Bu iş, itikatta olmayıp da, yalnız dinden olan sözde ve işte kalırsa, fısk, büyük günah olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bir kimse, dinde bir şey meydana çıkarırsa, bu şey reddolunur.)
Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, dinden olmayan bir itikat, bir söz, bir iş, bir hâl ortaya çıkarılır ve bunun din, ibadet olduğuna inanılırsa, yahut İslâmiyetin bildirmiş olduklarında bir fazlalık veya noksanlık yapılırsa ve bunu yapmakta sevap beklenirse, bu yenilikler, değişiklikler, Bidat olur.
İbadette olmayıp, âdette olan yenilikler, değişiklikler bidat olmaz. Mesela, yemekte, içmekte, binme ve taşıma vasıtalarında, binalarda yapılan yenilikleri, değişiklikleri dinimiz reddetmez. Bunun için, masada, ayrı tabaklarda, çatal kaşık ile yemek, otomobile, uçağa binmek, her çeşit bina, ev ve mutfak eşyası kullanmak ve bütün fen bilgileri, fen aletleri, dinde bidat değildir. Bunları yapmak ve faydalı yerlerde kullanmak caizdir, hatta, farz-ı kifâyedir. Mesela radyo, hoparlör, elektronik makineler yapmak, bunları ibadetlerin dışında kullanmak caizdir. Hoparlör ile ezan, Kur'ân-ı kerim okumak, ibadeti değiştirmektir ki, bidat olur. Ezanın uzaklardan işitilmesi için hoparlör kullanmamalı, her mahalleye camiler yapmalı, her mahalle camisindeki müezzin efendiler ayrı ayrı ezan okumalıdır.”
Kalbe ait bilgileri, yani ahlak ilmini öğrenmek, her Müslüman erkek ve kadına farz-ı ayndır.
Sual: Dinin emir ve yasaklarını öğrenmek lazım olduğu gibi, iyi ve kötü huyları da öğrenmek ve hayatımıza geçirmek, dinin emri midir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Kimyâ-i se'âdet kitabında deniyor ki:
“Kalbe ait bilgileri, yani ahlak ilmini öğrenmek, her Müslüman erkek ve kadına farz-ı ayndır. Mesela Hıkd yani kin bağlamak, Haset başkasında bulunan nimetin onda olmayıp, kendinde olmasını istemek, Kibir kendini büyük bilmek, üstün görmek, Suizan etmek iyi insanı fena, kötü bilmek gibi şeylerin haram olduğunu öğrenmek, her mümine farz-ı ayndır.
Bir kimsede bulunan nimetin, onda olduğu gibi, kendisinde de olmasını istemek haset değildir, buna Gıpta etmek, imrenmek denir ki sevaptır. Kibirli olana karşı kendini büyük göstermek, kibir olmaz, sadaka vermek gibi sevap olur.”
Görülüyor ki, imanı, yani Ehl-i sünnet itikadını kısaca öğrendikten sonra, iyi ve kötü huyları öğrenmek de, farz-ı ayndır, her Müslümanın öğrenmesi lazımdır. Abdesti, guslü, namazı, orucu ve haramları da, her Müslümanın öğrenmesi farz-ı ayndır. Cenaze namazını, ölüye hizmeti, sanat ve ticaret bilgilerini, bugünün silahlarını yapmak ve kullanmak için, fen bilgilerini iyi öğrenmek farz-ı kifâyedir. Yani lazım olan kimselerin öğrenmesi farz olup, başkalarına farz olmaz. Fakat, lüzumu kadar kimse öğrenmezse, bütün Müslümanlar, büyük günaha girer. Doktor olacak kimsenin lise ve tıp fakültesinde okuması farz olup, mühendis olacak kimsenin tıp fakültesinde okuması farz değildir. İbni Âbidîn hazretleri, Dürr-ül-muhtâr şerhinde diyor ki:
Ulûm-i nakliyyeden yani din bilgilerinden kendine lazım olanları öğrenmek farz-ı ayndır. Bundan fazlasını öğrenmek ve ulûm-i akliyyeden faydalı olanları öğrenmek farz-ı kifâyedir. Bir âyet ezberlemek, herkese farz-ı ayndır. Fatihayı ve üç âyet veya bir kısa sûre ezberlemek vaciptir. Kur’ân-ı kerimin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Kendine lazım olmayan fıkıh bilgilerini öğrenmek, hafız olmaktan daha iyidir. Başkalarına öğretmek için ilim öğrenmek, kendi işlemesi için öğrenmekten daha sevaptır.”
***
Sual: İlmihal kitaplarında abdest bahsinde geçen müvâlât ne demektir?
Cevap: Müvâlât, her uzvu, birbiri arkasından yıkayıp ara vermemektir ki, abdestin sünnetlerindendir.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "İman Süreyya yıldızına gitse, Fâris ehlinden biri, onu geri getirir."
Sual: İmâm-ı a'zam Ebû Hanife hazretlerine dil uzatanlar oluyor, bunlara ne demeli?
Cevap: Hanefî âlimlerinden ibni Âbidîn hazretleri, Redd-ül-muhtâr kitabında diyor ki:
İmâm-ı a'zamın büyüklüğünün şahidi, mezhebinin en çok yayılmış olmasıdır. Mezhep imamları, Onun sözlerini senet olarak almışlardır. Mezhebinin âlimleri, bu zamana kadar, her yerde Onun sözleri ile fetva verdiler. Evliyadan çoğu, Onun mezhebine uyarak kemale geldiler. Anadolu, Balkan Müslümanları, Hint ve Maveraünnehir yani Türkistan, yalnız Onun mezhebini bilirler. Mecma'ul-bihâr kitabında deniyor ki:
“İmâm-ı a'zamdan Allahü teâlânın razı olduğuna alamet, mezhebinin her yere yayılmasını kolaylaştırmasıdır. Bu işte bir sırr-ı ilâhî olmasaydı, yeryüzündeki Müslümanların çoğu Onun mezhebinde olmazdı.”
Bu ümmetin âlimlerinin çoğu Hanefi mezhebinde idiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İsa aleyhisselama benzemektedir. Vera ve takva nimetine kavuştuğu ve Sünnet-i seniyyeye uyduğu için, nasslardan ahkam çıkarmakta ve ictihad yapmakta, çok yüksek dereceye ulaşmıştır. Bazı âlimler, Onun bu derecesini anlayamadılar. Onun ictihad ile bulduğu şeyler, çok ince bilgiler olduğu için, Kitaba ve Sünnete uymuyor sandılar. Bu yüce imama, re'y sahibi dediler. Onun ilminin hakikatine yetişemedikleri, Onun anladığını anlayamadıkları için, böyle yanıldılar. Halbuki, imâm-ı Şafii hazretleri, Onun anladığı bilgilerden, az bir şey sezerek, 'Fıkıh âlimlerinin hepsi, fıkıh ilminde, Ebû Hanîfenin talebesidir' dedi. Muhammed Pârisâ hazretleri; 'İsa aleyhisselam gökten inince ictihad ve ameli imâm-ı Ebû Hanîfenin mezhebine uygun düşecektir' buyurdu.”
Mezhepsizler, Ebû Hanîfe hazretleri hakkındaki hadis-i şerifler için Kütüb-i sittede yoktur demektedirler. Halbuki hadis-i şeriflerin sayısı, Kütüb-i sittede bildirilmiş olanlar kadar değildir. Başka hadis kitaplarında da sahih hadislerin bulunduğu söz birliği ile bildirilmiştir. Tirmizî'de yazılı, Ebû Hüreyre hazretlerinin bildirdiği hadis-i şerifte;
(İman Süreyya yıldızına gitse, Fâris ehlinden biri, onu geri getirir) buyuruldu. Bunun, İmam-ı a'zam hazretlerini bildirdiği muhakkaktır. Ebû Hanîfe hazretlerine düşmanlık ise, bu ümmete düşmanlıktır.
"Günah işleyeni gören, eli ile mani olsun. Buna gücü yetmezse, dili ile mani olsun!"
Sual: Bir hadis-i şerifte; (Günah işleyeni gören, eli ile mani olsun. Buna gücü yetmezse, dili ile mani olsun!) buyuruluyor. Bu hadis-i şerife göre, inkâr eden veya günah işleyenlere, her Müslümanın, el veya dil ile müdahale etmesi mi gerekir?
Cevap: Her Müslüman, hâline ve durumuna göre, günah işleyenlere, sertlik göstermeden ve fitne çıkarmadan emr-i ma’ruf yapabilir. Zira hadis-i şerifte;
(Günah işleyeni gören, eli ile mani olsun. Buna gücü yetmezse, dili ile mani olsun!) buyuruldu. Bu hadis-i şerif açıklanırken Hadîka'da deniyor ki:
“Emr-i ma'rufu ve Nehy-i münkeri el ile yapmak, devlet adamlarına, dil ile yapmak, din adamlarına, kalp ile yapmak da her Müslümana farzdır. El ile yapmaya Hisbet, dil ile yapmaya Nasihat denir. Hisbet yapmak, yani el ile müdahale etmek yalnız devlet memurlarının vazifesidir. Hadis-i şeriflere, kendine göre mana vererek, vacib olmayan şeyi yapmaya kalkışmamalı, fitne çıkarmamaya dikkat etmelidir.”
Cihat, cahil ana, babaların, dünya çıkarları için uğraşanların, keyifleri, zevkleri için zulüm, işkence yapan şeflerin aldattığı, inlettiği insanları küfürden, felaket yolundan kurtarmak, İslâm ile şereflendirmektir. Cihat, küfür, işkence ve kötülük içinde yetiştirilmiş, karanlığa atılmış zavallıları, İslâm ışığı ile aydınlanmalarına mani olan diktatörlerin, sömürücülerin zararlarını yok etmek için, canını, malını feda etmektir. İnsanları, sonsuz Cehennem azabından kurtarmak, sonsuz Cennet nimetlerine kavuşturmak içindir. Güç kullanılarak yapılan cihadı, fertler, kişiler değil, devlet yapar. Fertlerin başkalarına saldırmalarına cihat değil, çapulculuk, barbarlık denir. Cihada katılamayanın, mücahitlere dua etmesi farzdır. Kâfirler, cihat sayesinde zalimlerin işkencelerinden kurtularak iman ile şereflenir. İslâmiyeti duyup, anladıktan sonra, iman etmeyenlerden, İslâm devletinin adaleti altında yaşamayı kabul edenlerin dinine, canına, malına dokunulmaz. Bunlar, İslâmın adaleti, şefkati altında hür ve rahat yaşar.
***
Sual: Kitaplarda hac veya umreye gidenler için, 'ihramdan çıkmadan önce başını tıraş ederler' deniyor. Kadınlar da erkekler gibi, ihramdan çıkmadan başlarını tıraş mı ederler?
Cevap: Kadınlar, saçını tıraş etmez. Makas ile biraz keser.
Fıkıh kitaplarında, cemaatle namaz kılarken, imama uymanın doğru olması için, on şart bildirilmektedir.
Sual: Cemaatle namaz kılarken, cemaatin imama uyabilmesi için belli şartlar var mıdır, varsa bunlar nelerdir?
Cevap: Fıkıh kitaplarında, cemaatle namaz kılarken, imama uymanın doğru olması için, on şart bildirilmektedir ki şunlardır:
1-Namaza dururken, tekbiri söylemeden önce, imama uymaya niyet etmektir. İmamın kim olduğunu niyet etmek lazım değildir.
2-İmamın, kadınlara imam olmaya niyet etmesi lazımdır. İmamın erkeklere imam olmaya niyet etmesi lazım değildir. Fakat niyet ederse, kendisi cemaatin sevabına da kavuşur.
3-Cemaatin topuğu, imamın topuğunun gerisinde olmalıdır.
4-İmam ile cemaat, aynı farz namazı kılmalıdır. Vaktin farzını kılmış olan kimse, tekrar imama uyarsa, imam ile kıldığı nafile olur.
5-İmam ile cemaat arasında, kadın safı bulunmamalıdır. Kadınlar bir saftan az olup arada perde varsa veya alçakta yahut yüksekte iseler caiz olur.
6-İmamın kendisini görse, yahut sesini işitse, aradaki duvar, imama uymaya mani olmaz. Arada kayık geçecek nehir ve araba geçecek yol mani olur. Yolda veya nehirdeki köprüde iki saf imama uyunca, arkadakilerin de namazı sahih olur.
7-İmama uymanın sahih olması için, imamın veya müezzinin sesini işitmek yahut bunları görmek veya cemaatin hareketlerini görmek lazımdır. İşitmeye, görmeye elverişli penceresi olmayan duvar arada olmamalıdır.
8-İmam hayvanda, cemaat yerde veya bunun tersi olmamalıdır.
9-İmam ile cemaat, yapışık olmayan iki gemide bulunmamalıdır.
10-Başka mezhepteki imama uyan cemaatin, kendi mezheplerine göre namazı bozan bir şeyin, imamda bulunduğunu bilmemesi lazımdır. Mesela, imamdan kan akması veya başının dörtte birinden az miktarını mesh etmesi, Hanefi mezhebinde caiz olmadığından, böyle yaptığı bilinen bir Şafii imama uymak âlimlerin çoğuna göre caiz olmaz. Bu kavil sahihtir. Şafii imamdan kan aktığı görülse, sonra imam bir zaman kaybolup tekrar gelse, buna uyulur. Çünkü, o zamanda abdest almış olabilir. Hüsn-i zan etmek iyidir.
***
Sual: Su ile abdest almış olan, toprakla teyemmüm eden imama ve ayakta durabilen de oturarak namaz kılan imama uyabilir mi?
Cevap: Abdest alan, teyemmüm etmiş olana, ayakta kılan, oturarak kılana ve nafile kılan, farz kılana uyabilir. Dinini bilen bir imam arayıp ona uymalıdır.
Kurtuluş yolu, Resûlullahın izinde olmaktır. Hak ile batılı ayıran alamet, Resûlullah aleyhisselama uymaktır.
Sual: Din adamı olduğunu söyleyen bir kimse, farzlarda gevşek davrandığı, haramlardan sakınmadığı hâlde, kendisinde olağanüstü hâller olduğunu söylese, bu kimseye ve söylediklerine itibar edilir mi?
Cevap: Bu konuda Muhammed Ma’sûm hazretleri bir talebesine yazdığı mektubunda buyuruyor ki:
Resûlullah efendimize uymakta gevşek olanları, Onun ışıklı yolundan ayrılanları din adamı sanmayınız! Onların yaldızlı sözlerine ve ateşli yazılarına aldanmayınız! Yahudiler, Hristiyanlar, Brehmenler ve mezhepsizler, tatlı ve yanık sözlerle, hileli mantıklarla, kendilerinin doğru yolda olduklarını, insanları iyiliğe, saadete çağırdıklarını bildiriyorlar. Ebû Amr bin Necîd hazretleri buyurdu ki:
“Kendisi ile amel olunmayan ilmin, sahibine zararı, faydasından daha çoktur.”
Bütün saadetlerin yolu İslâmiyete uymaktır. Kurtuluş yolu, Resûlullahın izinde olmaktır. Hak ile batılı ayıran alamet, Resûlullah aleyhisselama uymaktır. Onun dinine uymayan her söz, her yazı ve her iş kıymetsizdir. Harika, açlıkla ve riyazet çekmekle hasıl olur, yalnız Müslümanlara mahsus değildir. Abdullah ibni Mübârek hazretleri buyurdu ki:
“Müstehabları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da, Allahü teâlânın rızasına kavuşamaz.” Bunun içindir ki, hadis-i şerifte;
-Filanca kimse su üstünde yürüyor, buna ne dersiniz?
-Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer dedi.
-Filan adam havada uçuyor, dediler.
-Sinek ve çaylak da uçuyor, sinek kadar kıymeti var, dedi.
-Filan kimse, bir anda şehirden şehre gidiyor, dediler.
-Şeytan da, bir solukta şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dinimizde kıymeti yoktur. Mert olan, herkesin arasında bulunur. Alışveriş yapar, evlenir. Fakat, bir an Rabbini unutmaz, buyurdu.
Şeyh ibni Ebî Bekir Muhammed bin Muhammed Endülüsî hazretleri, Me'âric-ül-hidâye kitabında diyor ki:
“Kamil, olgun insanın her işi, düşünceleri, sözleri, ahlakı, Resûlullah efendimize tam uygun olur. Çünkü, bütün saadetlere, Ona uymakla kavuşulur. Ona uymak, İslâmiyete yapışmak demektir."
"Beş vakit namaz, nihayet yarım saat veya 45 dakika sürecek olan bir ibadet, size niçin çok geliyor?"
Sual: Günde beş kere namaz kılmak, insanın bugünkü hayat tarzına göre fazla değil midir?
Cevap: Konu ilgili olarak sonradan Müslüman olan B. Jolly isimli bir İngiliz kadın hatıratında şöyle demektedir:
“Ben İngiltere’de Hristiyan olarak doğdum, İncilde yazılı olanları öğrenerek büyüdüm. Çocukken kiliseye gittiğim zaman, çeşitli ışıklar, müzik ve muhteşem elbiseler giymiş rahipler, üzerimde büyük bir tesir yapıyordu. Çocukken, koyu bir Hristiyandım. Zaman geçtikçe, tahsil derecem yükseldikçe, kafamda bazı sualler oluşmaya ve Hristiyanlıktan uzaklaşmaya başladım. Artık, hiçbir dine inanmıyordum... Bir gün gazetede, İsâ aleyhisselâmın ulûhiyyeti hakkında bir konferans verileceği, bu konferansa her dinden adamların iştirak edebileceği yazılıydı. Konferansa katıldım ve orada bir Müslümanla tanıştım. Bu Müslüman, sorduğum suallere o kadar güzel, o kadar mantıki cevaplar verdi ki, hiç aklıma gelmediği hâlde, İslâmiyetle meşgul olmaya karar verdim. İslâmiyeti kabul etmiş İngiliz kadınlarla görüştüm. Onlardan yardım istedim. Tanıştığım Müslüman bir kadına;
-Günde beş defa ibadet etmek, bugünkü hayat tarzımıza nasıl uyar, bu kadar ibadet, fazla gelmez mi? diye sordum. O da bana;
-Sizin piyano çaldığınızı duyuyorum, müziğe meraklı mısınız diye sordu.
-Hem de çok diye cevap verdim.
-Pekâlâ, her gün egzersiz yapar mısınız?
-Tabii, işten eve gelir gelmez her gün hiç olmazsa iki saat piyano çalarım diye cevap verdim. Bunun üzerine, Müslüman kadın;
-Beş vakit namaz, nihayet yarım saat veya 45 dakika sürecek olan bir ibadet, size niçin çok geliyor? Siz nasıl piyano egzersizlerini yapmazsanız piyano çalmak kudretiniz azalırsa, Allahü teâlâyı düşünmek, Ona secde ederek lütuflarına şükretmek azaldıkça, Ona giden yol uzaklaşır. Hâlbuki, her gün yapılan ibadet, Allahü teâlânın doğru yolunda adım adım ilerlemek demektir, diye cevap verdi.
Ne kadar haklıydı! Her Müslümanın, Allahü teâlâyı çok hatırlaması, kalbine Allah sevgisini yerleştirmesi lazımdır. Kalp, Beytullah'tır. Bir eve sahibi sokulmazsa, eve de, sahibine de, düşmanlık olur. Beş vakit namaz, insanı bu felaketten kurtarmaktadır.
Artık Müslümanlığı kabul etmeme bir mani kalmamıştı ve ben de İslâmiyeti bütün ruhumla kabul ettim.”
Mealen demek, İslâm âlimlerinin anladıklarına göre demektir. Vehhabiler; “Vesile, sebep, ibadetlerdir. Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için farz ve nafile ibadetleri yapmak lazımdır. Tarikata girmek, bir şeyhin eteklerine yapışmak, ölülere, dirilere yalvarmak, insanı Allaha yaklaştırmaz, bilakis uzaklaştırır” diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri ise buyuruyorlar ki:
“Evet, vesile, sebep, ibadetleri yapmaktır. Fakat, sahih, doğru, halis olan ibadetler, vesile olur. İbadetlerinin sahih olması için, doğru iman, temiz ahlak sahibi olmak ve şartlarına uygun yapmak lazımdır. Mesela, namazın sahih olması için, abdest almak, kullanılan suyun temiz olması, namazı vaktinde kılmak ve kıbleye karşı kılmak, namazdaki âyetleri, tesbihleri ve duaları doğru okumak ve daha nice şartları, vesileleri bilmek ve yapmak lazımdır. Her ibadetin de böyle şartları, vesileleri vardır. Bunlar, senelerce çalışarak öğrenilir. Bunlar düşünmekle, rüya ile öğrenilemez. Bunlara inanan, bilen ve yapan âlimlerden işiterek veya kitaplarını okuyarak öğrenilir. Fen bilgileri de, profesörlerden uzun zamanda öğrenilmektedir. Böyle imanlı, kalbi temiz, doğru din âlimlerine müderris, muallim ve mürşid denir. Mürşid demek, su üstünde yürüyen, havada uçan, kaybolan şeyleri bilen, okuyup, üfleyerek hastalara şifa veren kimse demek değildir. Ahkâm-ı islâmiyyeyi, yani kalp, ruh ve beden ile yapılan ibadetleri bilen, yapan ve başkalarına da öğreten Ehl-i sünnet âlimi demektir. Her Müslümanın, Mâide sûresindeki emre uymak için, böyle bir mürşidi, rehberi veya kitaplarını araması, farz ve nafile, bütün ibadetleri Ondan öğrenmesi lazımdır.”
***
Sual: Dinde bir şeyin bidat olup olmamasındaki ölçü nedir?
Cevap: Dinde bidat; Eshâb-ı kiram ve tâbiin zamanından sonra, Resûlullah efendimizin izni olmadan, dinde yapılan eklemeler ve noksanlıklar, yani ibadet olarak yapılan, sevap olduğu düşünülen değişiklikler demektir. Dinde reform, değişiklik yapmak da, dinde bidat demektir.
Bir kimse, hiç kitap okumadan da veli, evliya olabilir ve âyet-i kerimeyi tefsir edebilir.
Sual: Bir Müslüman, hiç ders almadan, kitap okumadan da evliya olabilir mi?
Cevap: Bir kimse, hiç kitap okumadan da veli, evliya olabilir ve âyet-i kerimeyi tefsir edebilir. Fakat bu kimse, başkalarına rehber olamaz ve bu kimseye bağlanılamaz. Rehberin, ilimde ictihad derecesine yükselmiş olması, marifette de vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye mertebesinde bulunması lazımdır. Rehberin yani mürşidin her hareketi, her duruşu, her sözü, İslâmiyete uygundur. Yani, her şeyde Resûlullah efendimize uymaktadır. Bunun için, Allahü teâlâ onu çok sever. Müslümanlar da, Allahü teâlâyı çok sevdikleri için, Allahü teâlânın çok sevdiğini de çok severler. Rehberi sevmek, Allahü teâlâyı ve Resûlullah efendimizi sevmekten ileri gelmektedir. Bu sevgiye, Hubb-i fillah denir. İbadetlerin en kıymetlisinin hubb-i fillah olduğu hadis-i şerifle bildirilmiştir. Rehberin emirlerini yapmak, İslâmiyete uymak demektir. Çünkü, Rehberin her sözü ve her işi İslâmiyeti bildirmektedir. Hayatta, yani dünyada hakiki ilim sunucusu Mürşid-i kâmildir. Din düşmanlarının, Müslümanlar için; “Allahı bırakıp kulu seviyorlar, İslâmiyeti bırakıp insana tapınıyorlar” sözlerinin, cahilce bir iftira olduğu, buradan da anlaşılmaktadır.
***
Sual: İslâm alimlerine değil de, ilk Müslümanlar olan Eshâb-ı kirama doğrudan doğruya uymak mümkün müdür?
Cevap: Eshâb-ı kirama uymak vacip, bildirdikleri bir şey üzerinde kıyas yapmak caiz değildir. Fakat, bizim gibi mukallitlerin, yani ictihad derecesine yükselmemiş kimselerin, Eshâb-ı kiramın sözlerine uymaları caiz değildir. Eshâb-ı kiramın sözleri ve hareketleri, nassları yani âyet, hadis ve kendi ictihadlarını gösterir. Bunları da, ancak ictihad derecesine yükselmiş olan derin âlimler anlayabilir. Mezhep imamlarımız, bunları anlamışlar ve anlayabileceğimiz kadar bizlere bildirmişlerdir. Görülüyor ki, Eshâb-ı kirama uymak isteyenlerin, Ehl-i sünnet âlimlerine uymaları lazım gelmektedir.
***
Sual: Erkeklerin, namaza başlarken tekbir alış şekli nasıl olmalıdır?
Cevap: Namaza başlarken, erkekler iki eli kaldırır, baş parmak uçları kulak yumuşağına değer, avuç içleri kıbleye döndürülmüş olmalıdır. Eller, kulaktan ayrılırken Allahü ekber demeye başlanıp, göbek altına bağlarken bitirilir.
Kırda, bostanda, yalnız veya cemaat ile kılarken, erkeklerin ezan ve kameti yüksek sesle okumaları sünnettir.
Sual: Bir Müslüman, namazlarını yalnız olarak kıldığında, beş vakit namazın hangilerinde ezan ve kamet okur?
Cevap: Fıkıh ve ilmihal kitaplarında bu konu, üç madde hâlinde şu şekilde bildirilmektedir:
1- Kırda, bostanda, yalnız veya cemaat ile kılarken, erkeklerin ezan ve kameti yüksek sesle okumaları sünnettir. Birkaç kazaya kalan namazı bir arada kılan, önce ezan ve kamet okur, sonraki kazaları kılarken, hepsine kamet okur, ezan okumasa da olur.
Kadınlar, vaktinde ve kaza kılarken ezan ve kamet okumaz.
Camide kaza namazı kılan, ezan ve kameti, kendi işiteceği bir sesle okur. Evinde kaza kılan, şahitleri çoğaltmak için, ezan ve kameti, odada işitilecek kadar, yüksek sesle okur. Sünneti farz kazası niyeti ile kılan da böyledir.
2- Evinde yalnız veya cemaat ile vakit namazı kılan, ezan ve kamet okumaz. Çünkü, camide okunan ezan ve kamet evlerde de okunmuş sayılır. Fakat, okumaları efdal olur. Müezzinin sesini evden duymak lazım değildir. Camide ezan okunmazsa veya şartlarına uygun olmazsa, evde yalnız kılan ezan ve kamet okur.
Mahalle camisinde ve cemaati belli kimseler olan her camide, vakit namazı, cemaat ile kılındıktan sonra, yalnız kılan kimse, ezan ve kamet okumaz. Böyle camilerde, vakit namazları, imam mihrabda olarak, cemaat ile kılındıktan sonra, tekrar cemaatler yapılabilir. Sonraki cemaatlerde de, imam mihrabda bulunursa, ezan ve kamet okunmaz. İmamları mihrabda durmazsa, ezanı ve kameti, cemaat duyacak kadar sesle okurlar.
Yollarda bulunan veya imamı ve müezzini bulunmayan, cemaati belli kimseler olmayan camilerde, çeşitli zamanlarda gelenler, bir vaktin namazı için, çeşitli cemaatler yaparlar. Her cemaat için, ezan ve kamet okunur. Böyle camide, yalnız kılan da, ezan ve kameti kendi işiteceği kadar sesle okur.
3-Misafir olanlar, kendi aralarındaki cemaat ile de, yalnız kılarken de, ezan ve kamet okur. Yalnız kılanın yanında, arkadaşları kılıyorsa, ezanı terk edebilir. Seferi olan kimse, bir evde yalnız kılarken de, ezan ve kamet okur. Çünkü, camide okunan, onun namazı için sayılmaz. Seferi olanlardan bazısı, evde ezan okursa, sonra kılanlar okumaz.
Kamet, ezandan daha efdaldir. Ezan ve kamet, kıbleye karşı okunur. Okurken konuşulmaz ve selama cevap verilmez.
Teganni, elhan ederek, yani mûsiki perdelerine uyarak okuyan kimse, ezan okumaya ehil değildir.
Sual: “Ezanı ve Kur’ânı, mutlaka belli bir makamla okumak lazımdır” diyenler oluyor. Gerçekten ezanı ve Kur’ânı bu şekilde mi okumalıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Berîkada deniyor ki:
“Namaz vakitlerini bilmeyen ve teganni, elhan ederek, yani mûsiki perdelerine uyarak okuyan kimse, ezan okumaya ehil değildir. Bunu müezzin yapmak caiz değildir, büyük günahtır. Kur’ân-ı kerimi, zikri, duayı elhan ile okumanın söz birliği ile haram olduğu Bezzâziyyede yazılıdır. Ezan okumak da ve vaktinden evvel okumak da böyledir. Ezan okurken, yalnız iki 'Hayye alâ'da teganni etmeye izin verilmiştir. Kur’ân-ı kerim okumakta teganniye izin verilmesi, Allahü teâlâdan korkarak okuyunuz demektir. Bu da, tecvid ilmine uyarak okumakla olur. Yoksa, harfleri, kelimeleri değiştirerek manayı, nazmı bozarak teganni etmek söz birliği ile haramdır. Kur’ân-ı kerimi ve ezanı tercî ile okumak, hadis-i şerif ile menedildi. Tercî, sesi yükseltip alçaltarak okumaktır. Böyle okunanı dinlemek de haramdır. Vaktinden önce teganni ile okunan, Arabi olmayan ve cünübün, kadının okuduğu ezanı duyan da söylemez. Bir ezanı işitip söyleyen kimse, başka yerde okunan ezanları duyunca artık söylemez. 'Hayye alâ'ları duyunca bunları söylemeyip 'Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh' der. Ezandan sonra, salevat getirilir. Sonra ezan duası okunur. İkinci 'Eşhedü enne Muhammeden resûlullah' söyleyince, iki baş parmağın tırnaklarını öptükten sonra, iki göz üzerine sürmek müstehabtır. Bunu bildiren hadis-i şerif, Merâkıl-felâhın Tahtâvî haşiyesinde yazılı ise de, İbni Âbidîn hazretleri bu hadisin zayıf olduğunu bildirdiği gibi, Hazînet-ül-meârifte de yazılıdır. İkamette böyle yapılmaz. İkameti işitenin tekrar etmesi sünnet değil, müstehabdır. İkamet okunurken camiye giren kimse, oturur, ayakta beklemez. Müezzin efendi, 'hayye-alelfelâh' derken, herkesle beraber kalkar.”
***
Sual: Camide, cemaatin gerisinde, imama uyarak namaz kılınabilir mi?
Cevap: İmamla cemaat arasında, iki saftan fazla boş meydan veya büyük havuz bulunursa, bunun gerisinde olanların, imama uyması caiz ise de, yalnız kılması mekruh olur. Havuzun ve meydanın iki yanlarında cemaatin bulunması şart değildir. Mescide bitişik açık ve kapalı yerler, odalar da böyledir.
Resûl aleyhisselam, âdetlerde bir şey bildirmedi. İslâmiyetin dışındaki şeylerde yapılan değişiklikler bidat olmaz.
Sual: Helal ve mubah olan âdetlerde değişiklik yapmak da, dinimizin kötülediği ve yasak ettiği bidatlerin içine girer mi?
Cevap: Âdetlerde değişiklik yapmak, bidat değildir. Vera sahiplerinin yapmaması iyi olur. Hadis-i şerifte;
(Benim sünnetime ve benden sonra, hulefâ-i râşidînin sünnetlerine sarılınız!) buyuruldu.
Sünnet sözü, yalnız olarak söylenildiği zaman, İslâmiyetin bildirdiği her şey demektir. Bu dinin sahibi olan Resûl aleyhisselam, âdetlerde bir şey bildirmedi. Çünkü Resûlullah efendimiz, insanlara dinlerini bildirmek için geldi. Dünyada muhtaç oldukları şeylerin yapılmasını öğretmek için gelmedi. Hadis-i şerifte;
(Dünya işlerinizi yapmasını siz daha iyi bilirsiniz!) buyuruldu. Dünyanıza faydalı olan şeyleri bulup yapmanız için benim bildirmeme lüzum yoktur demektir. Dinî vazifelerinizi, ibadetlerinizi bilemezsiniz, onları benden öğreniniz demektir. Bunun için âdetler, İslâmiyetin dışında kalmaktadır. İslâmiyetin dışında olan şeylerde yapılan değişiklikler bidat olmaz.
***
Sual: Camilere minare yapmak, okul yapmak sonradan ortaya çıktığı için, minare ve okul yapmak da bidat midir?
Cevap: Minare, mektep, okul, kitap gibi sonradan yapılmış olan şeyler bidat yani dinde reform değildir. Bunlar dine yardımcı şeylerdir. İslâmiyet bunlara izin vermiş, hatta emretmiştir. Böyle şeylere Sünnet-i hasene denir. İslâmiyetin ibadet olarak yasak ettiği şeyleri meydana çıkarmaya Sünnet-i seyyie denir. Bidatler, yani dinde reformlar, sünnet-i seyyiedir. Sünnet-i hasene yani dine yardımcı şeylerin Eshâb-ı kiramın ve tâbiinin zamanlarında yapılmaması, onların bu faydalı şeylere ihtiyaçları olmadığı içindi. Onlar, kâfirlerle cihad ediyor, İslâmiyeti dünyaya yayıyorlardı. Onların zamanlarında bidat sahipleri çıkmamış veya çoğalmamıştı. Kıyamete kadar sünnet-i hasene meydana çıkarmak caizdir ve sevaptır.
***
Sual: Et, peynir gibi şeyler, koktuğu, ekşidiği zaman, diğer necis şeyler gibi bunlar da necis olur mu?
Cevap: Et kokunca, yemek ekşiyince, necis olmaz fakat, zararlı oldukları için, bunların yenilmeleri helal olmaz. Yağ acımakla, yemesi haram olmaz. Et, peynir, kokup kurtlanmakla necis olmaz. Bir temiz ciğer, kuyuya düşüp, kokup, kurtlansa, ciğer ve kuyudaki su pis olmaz.
İbadette bir bidati yapmak, bir sünneti terk etmekten daha fenadır, kötüdür.
Sual: Dinde bir değişiklik yapmak yani bidat işlemek, bir sünneti terk etmekten daha mı büyük günahtır ve kötüdür?
Cevap: İbadette bir bidati yapmak, bir sünneti terk etmekten daha fenadır, kötüdür. Çünkü her bidat, ya bir sünneti yok eder, yahut sünnetle ilgisi olmaz. Bidat işlemek haram, sünneti özürsüz terk etmek mekruhtur. Bir sünneti özürsüz terk etmeyi sevap sanarak, sünneti terk etmek de bidat olur. Bir inanışın, bir işin veya bir sözün sünnet veya bidat olduğu bilinemediği zaman, bunu yapmamak lazım olur. Çünkü bidati terk etmek, yapmamak lazımdır. Sünneti yapmak lazım değildir. Lazım olmayan şey yapılmazsa kaza olunamaz. Bunun için namazların kılınmamış sünnetleri kaza olunmaz.
***
Sual: Bir kimse, su bulunmayan bir yerde, büyük abdestini yaptıktan sonra, kâğıt, kemik gibi şeylerle temizlik yapabilir mi?
Cevap: Su olmadığı zaman, gıda maddesiyle, gübre, kemikle, hayvan gıdası, yemi ile, kömür ve başkasının malı ile, saksı, kiremit parçası ile, kamış ve yaprakla, bezle, kâğıtla, tuğla, saksı, cam parçaları ve muhterem yani para eder şeyler, mesela ipekle, camiden atılan şeylerle, zemzem suyu ile taharetlenmek tahrimen mekruhtur. Boş kağıda da saygı lazımdır. Muhterem olmayan isimler, dine yaramayan yazılar bulunan kâğıt ve gazete ile istinca caizdir. Fakat, Kur’ân harfleri ile yazılmış hiçbir kâğıtla istinca edilmez.
***
Sual: Ezanın tercümesini, ezan yerine okumanın, dinen bir mahzuru olur mu?
Cevap: Ezan, herkese bildirmek demektir. Belli olan Arapça kelimeleri sırası ile okumaktır. Tercümesini okumak, ezan olmaz. Manası anlaşılsa da, Farsça ve başka dillerle okunmaz.
***
Sual: Ezan okumak ne zaman emredildi ve ezan okumak için yüksek bir yere çıkmak şart mıdır?
Cevap: Ezan okumak, hicretten önce Mekke’de, Mirâc gecesi başladı. Hicretin birinci senesinde, namaz vakitlerini bildirmek için emir olundu. Mahalle mescidinde, camisinde, yüksek yerde okunması sünnettir. Müezzinin sesini yükseltmesi lazımdır. Fakat, çok bağırmak için, kendini zorlamamalıdır.
***
Sual: Bir kimsenin, banyo aldığı, guslettiği yere idrarını yapması dinen mahzurlu mudur?
Cevap: Gusül edilen, banyo yapılan yere bevl, idrar yapmak caiz değildir. Fakat bevl, idrar, akar, gider, toplanmazsa, bunlar caiz olur.
Mübarek üç ayların ilki Receb ayıdır ki, Âdem aleyhisselamdan beri kıymetli idi...
Sual: Halk arasında "üç aylar" olarak bilinen aylar hangileridir ve bunların özelliği, kıymeti nedir?
Cevap: Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı, merhamet ettiği için, bazı günlere, gecelere ve aylara kıymet vermiş, bu zamanlarda yapılan dua ve tövbeleri kabul edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibadet yapmaları, yalvarmaları, dua ve tövbe etmeleri için bu zaman dilimlerini sebep kılmıştır. Halk arasında "üç aylar" olarak bilinen Receb, Şaban ve Ramazan aylarını da, kullarının yalvarmaları, dua ve tövbe etmeleri için sebep kılmıştır. Bu mübarek üç ayların ilki Receb ayıdır ki, Âdem aleyhisselamdan beri kıymetli idi. Her ümmet, bu aya saygı gösterirdi. Receb, muhterem, kıymetli demektir. Hadis-i şeriflerde; (Receb, Allahü teâlânın ayıdır. Receb ayına ikram edene, saygı gösterene, Allahü teâlâ, dünyada ve ahirette ikram eder) ve (Receb-i şerifin bir gün evvelinden, bir gün ortasından ve bir gün de sonundan oruç tutana, Receb-i şerifin hepsini tutmuşçasına, Hak teâlâ ihsanda bulunur) buyuruldu.
Üç aylardan ikincisi Şaban ayıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Şaban-ı şerif, benim kendime mahsus bir aydır. Hak teâlâ Arş-ı a'lânın meleklerine azamet-i şâniyle buyurur ki: Ey benim meleklerim, gördünüz mü, benim kullarım sevgilimin ayına nasıl hürmet ediyorlar. İzzim, celâlim hakkı için ben de kullarımı af ve mağfiretime nail eyledim.)
(Her kim Şaban-ı şerifte üç gün oruç tutarsa, Hak teâlâ, Cennet-i a'lâda ona bir yer hazırlar.)
Üç ayların üçüncüsü ise Ramazan ayıdır. Hadis-i şerifte;
(Ramazan ayı gelince, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır) buyuruldu.
***
Sual: Namazlardan sonra, duadan önce çekilen tesbihlerin adedi, kitaplarda bildirilmiştir. O tesbihleri mutlaka bildirilen miktarda mı çekmek gerekir?
Cevap: Namazdan sonraki tesbihleri okurken otuzüç adedine dikkat etmek lazımdır. İslâmiyetin emirlerinde, hikmetler, faydalar vardır. Bu adetler, ilacın miktarı gibidir. Fazla veya noksan olursa, istenilen fayda hasıl olmaz.
***
Sual: Bilmeyen veya yanlış yapan birine, dinin doğru olan emrini bildirmek gerekir mi?
Cevap: Kabul edeceği zan olunan kimseye emr-i ma'ruf yapmak, nasihat etmek, dinin emrini bildirmek vaciptir. Çünkü kul hakkıdır.
Her Müslümana önce lazım, birinci farz olan şey, imanı, farzları, haramları öğrenmektir.
Sual: İnanan, iman eden herkesin, kendisine lazım olan din bilgilerini öğrenip, bunlara uyması gerekir mi?
Cevap: Her Müslümana önce lazım, birinci farz olan şey, imanı, farzları, haramları öğrenmektir. Bunlar öğrenilmedikçe, Müslümanlık olamaz, iman elde tutulamaz. Hak borçları ve kul borçları ödenilemez. Niyet, ahlak düzeltilemez ve temizlenemez. Düzgün niyet edinilmedikçe de, hiçbir farz kabul olmaz. Bunun için herkesin ilmihal bilgilerini öğrenmesi lazımdır. Hadis-i şerifte;
(Bir saat ilim öğrenmek veya öğretmek, sabaha kadar ibadet etmekten daha sevaptır) buyuruldu.
Müslümanların bilmesi, öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulûm-i islâmiyye, Müslümanlık bilgileri denir. Bu bilgilerin kimisini öğrenmek farz, kimisini öğrenmek sünnet, bir kısmını öğrenmek de mubahtır.
İmanı, farzları ve haramları öğrenmek, bilmek farzdır. Otuzüç farz meşhurdur. Bunlardan dördü esas olup, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek ve hac etmektir. İman ile beraber bu dört farz, İslâmın şartıdır. İman edip de ibadet edene, yani bu dört farzı yapana Müslüman denir. Dördünü birden yapıp da, haramlardan kaçınan, tam Müslümandır. Bunlardan biri bozuk olur veya hiç olmazsa, Müslümanlık bozuk olur. Dördünü de yapmayan, mümin olsa da Müslümanlığı tam değildir. Böyle iman, insanı yalnız dünyada korursa da, ahirete imanla gitmek güç olur. İman, muma benzer, Ahkâm-ı islâmiyye mum etrafındaki fener gibidir. Mum ile birlikte fener de, İslâmiyettir. Fenersiz mum çabuk söner. İmansız, İslâm olamaz. İslâm olmayınca, iman da yoktur.
O hâlde, her mümine önce lazım, birinci farz olan şey, imanı, farzları, haramları öğrenmektir. Öncelikle, ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında bildirdikleri gibi, bir iman edinmelidir. Kıyamette kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Çünkü dini, bozulmaktan koruyan, ehl-i sünnet âlimleridir.
Muhammed aleyhisselama uymak için, önce iman etmek, sonra Müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları eda edip haramlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmak lazımdır. Bunlardan sonra, mubahlarda da Ona uymaya çalışmalıdır. Bir mümin, mubahlarda da, ne kadar Ona uyarsa, o derece kamil ve olgun bir Müslüman olur. Allahü teâlâya, o derece yakın, yani sevgili olur.
Regâib gecesini ihya edene, saygı gösterene, Allahü teâlâ kabir azabı yapmaz, dualarını kabul eder.
Sual Regâib gecesinin, kandilinin zamanı ve bu gecenin kıymeti, önemi nedir, nasıl ihya etmelidir?
Cevap: Regâib gecesi, Receb ayının ilk cuma gecesidir, çok kıymetlidir. Fakat, Resulullah efendimizin babasının evlendiği gece değildir. Çünkü Peygamber efendimizin babası hazret-i Abdullah'ın evlendiği sene, ayların yeri değişikti. Receb ayı, Cemâzil-âhır ayının yerinde, yani bir ay ileride idi. Nûr-i Nübüvvetin, hazret-i Âmine validemize intikali, şimdiki Cemâzil-âhır ayındadır, Regâib gecesinde değildir.
Receb ayının ilk cuma gecesine Regâib gecesi denir. Receb ayının her gecesi kıymetlidir. Her cuma gecesi de kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, daha da kıymetli olmaktadır. Allahü teâlâ, bu gecede, mümin kullarına, ihsanlar, ikramlar yapar. Bu gece yapılan dua reddolmaz ve namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere, kat kat sevap verilir. Bu geceye hürmet edenleri affeyler.
Receb ayının ilk cuma yani Regâib gecesini ihya edene, saygı gösterene, Allahü teâlâ kabir azabı yapmaz, dualarını kabul eder.
Cuma, Arefe, Bayram, Kadir, Berât, Mirâc, Aşûre, Mevlid ve Regâib gecelerinde ibadet etmek çok sevaptır. İmâm-ı Nevevî hazretleri, Ezkâr kitabında buyuruyor ki:
“Gecenin oniki kısmından bir kısmını yani bir saat kadar ihya etmek, Kur’an-ı kerim okumak, namaz kılmak, dua etmek, bütün geceyi ihya etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir.” Fıkıh kitaplarında saat demek, bir miktar zaman demektir.
Regâib namazı, Recebin ilk cuma gecesi kılınan nafile namazdır. Hicretin dörtyüzsekseninci senesinde meydana çıkmıştır. Birçok âlimler, bunun çirkin bidat olduğunu yazmaktadır. Çok kimsenin kılmasına aldanmamalı, sünnet sanmamalıdır. Regâib, Berât ve Kadir gecelerinde kılınan nafile namazları, cemaatle kılmak mekruhtur.
***
Sual: Kesilip satılan meyve ağaçlarının, evin bahçesindeki meyvelerin uşru verilir mi?
Cevap: Tarladaki meyve ağaçları kesilip satılınca uşru verilmez, sadece meyvelerinin uşru verilir. Meyvesi olmayıp satmak için yetiştirilen ağaçların ve istifade edilen dut yapraklarının uşru verilir. Evin bahçesindeki meyvelerin uşru verilmez.
***
Sual: Ekmeği öpmenin dinimiz açısından bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Ekmeği öpmek, âdette bidattir. Niyete göre müstehab veya mekruh olur.
Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeye kalkışılırsa, filozofa inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz.
Sual: Dinin inanılmasını emrettiği şeyleri, deneyerek veya akıl ile araştırarak mı öğrenip inanmalı yoksa Peygamberimizin bildirdiği gibi mi inanmalıdır?
Cevap: Dinin bildirdiği inanılması lazım şeyler için, tecrübi ilimlere danışıp, tecrübeye uygun ise, inanır, tecrübe ile ispat edemeyince, inanmaz veya şüpheye düşerse, o zaman, tecrübesine inanmış olup, Resulullah efendimize inanmamış olur ki, böyle iman, kâmil, olgun değil, zaten bu iman da olmaz. Çünkü iman parçalanamaz, az ve çok olmaz.
Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeye kalkışılırsa, bu sefer filozofa inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz. Evet, Allahü teâlânın var olduğunu, Muhammed aleyhisselamın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakta, aklın, felsefi ve tecrübi ilimlerin yardımı büyüktür. Fakat, bunların yardımı ile Peygambere inanıldıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin her biri için akla, felsefeye ve tecrübi ilimlere danışmak doğru olmaz. Çünkü, akıl, tecrübe ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zamanla değişmekte, yenileri bulununca, eskilerinin atılmakta olduğunu gösteren misaller, literatürlerde az değildir. O hâlde iman, Resulullah efendimizin, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsine itimat etmek, güvenmek ve inanmaktır. Bu emirlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak veya şüphe etmek küfürdür, inkârdır. Çünkü, Resulullah efendimize inanmamak veya itimat etmemek, güvenmemek, Resulullah efendimize yalancı demek olur. Yalancılık kusurdur ve kusuru olan kimse, Peygamber olamaz.
İman demek, Nasslarda, yani, Kur’ân-ı kerimde ve icmâ ile ve zaruri olarak bilinen hadis-i şeriflerde açıkça bildirilen şeylerin hepsine, inanmak demektir. Burada icmâ demek, Eshâb-ı kiramın söz birliği demektir. Bir şeyi, Eshâb-ı kiram, söz birliği ile bildirmedi ise, Tâbiinin söz birliği bu şey için icmâ olur. Tâbiin de bu şeyi söz birliği ile bildirmedi ise, Tebe-i tâbiinin söz birliği ile bildirmeleri, bu şey için icmâ olur.
İman; Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdik ve itikat etmektir, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik ederse, aklı tasdik etmiş, Resulü tasdik etmiş olmaz.
Resme, heykele hürmet, tazim etmek, kıymet vermek övücü şeyler söylemek iki sebeple olur...
Sual: İnsan veya hayvan resimlerine, heykellere hürmet etmek, saygı göstermek, imanın gitmesine sebep olur mu?
Cevap: İnsan resmine, heykeline hürmet, tazim etmek, kıymet vermek; onu yükseğe koyup, karşısında dikilmek, eğilmek, secde etmek, methedici, övücü şeyler söylemek, yalvarmaktır. Bu da iki sebeple olur:
1-Hocasının, babasının, amirinin, bir peygamberin, velinin, dine ve millete hizmet edenin resmi olduğuna inanarak hürmet eder. O kimsede ülûhiyyet sıfatlarından, yani Allahü teâlâya mahsus olan sıfatlardan birinin bulunduğuna inanmaz. Onu mahluk, yaratılmış bilir. Onu sevdiğini bildirmek, onu sevindirmek için, başkalarına uyarak hürmet eder. Böyle hürmet eden kâfir olmaz, haram işlemiş olur. Haram olduğuna inanmayanın imanı gider.
2-Resmin, heykelin sahibinde ve salibde, haçta veya yıldız, güneş, inek gibi herhangi bir şeyde, ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanarak, mesela, istediğini yaratır, her istediğini yapar, hastaya şifa verir diyerek tazim etmek, küfür, şirk olur. Bu kimse müşrik olur. Tazim etmesi ibadet, tapınmak olur. Bu resimler, heykeller ve şeyler sanem, put olur. Hıristiyanlar, İsa aleyhisselam için Allahın oğludur, melekler kızlarıdır diyerek, erkek ve kız resimlerine ve heykellere hürmet ettikleri için, müşrik oluyorlar. Barnabas ve Aryüs mezhebinde olanları, böyle sapık inanmadıkları için, müşrik değil, Ehl-i kitaptırlar. Fakat, Muhammed aleyhisselama inanmadıkları için, kâfirdirler.
***
Sual: İnanılacak şeylerde şüpheye düşen bir kimse, nasıl bir yol takip etmelidir?
Cevap: Dinimizin bildirdiği bir şeyde şüpheye düşen kimse, Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi, bu şey ile neyi bildirmek istemiş ise, öylece iman ettim, inandım demelidir. Hemen, şüphesini giderecek bir din âlimi aramalıdır. İlmine ve dine bağlılığına güvenilir, zeki, ârif, haramlardan kaçınan, din bilgilerinin inceliklerini bilen, müşkülleri çözebilen bir zatı arar, bulur. Bundan aldığı cevap, şüphesini giderince, artık öylece iman eder. Böyle bir zatı aramak farzdır. Tesadüfe bırakmayıp, hemen aramalıdır. Bulamazsa veya bulup da, şüpheden kurtulamazsa, Allahü teâlânın ve Resulünün dilediği gibi inandım demeli ve şüphesinin giderilmesi için, Allahü teâlâya dua etmeli, yalvarmalıdır.
Sual: Namazın kazaya kalmaması için, zaruri durumlarda, öğle ile ikindiyi ve akşamla yatsıyı birleştirerek kılmak caiz olur mu?
Cevap: Hanefi mezhebinde, yalnız Arafat meydanında ve Müzdelifede hacıların iki namazı cem etmeleri lazımdır. Öğle ile ikindi Arafat meydanında, akşamla yatsı da Müzdelifede cem edilir.
Maliki ve Şafii mezheplerinde, seferde, hastalıkta ve ihtiyarlıkta öğle ile ikindi ve akşam ile yatsı namazları cem edilebilir. Yani ikisinden birisi, diğerinin vaktinde kılınabilir.
Hanbeli mezhebinde, seferde, hastalıkta, kadının emzikli veya müstehâza, özürlü olmasında, abdesti bozan özürlerde, abdest ve teyemmüm için meşakkat çekenlerde, âmâ ve yer altında çalışan gibi, namaz vaktini anlamakta aciz olanın, canından, malından ve namusundan korkanın ve maişetine zarar gelecek olanın, iki namazı cem etmeleri caiz olur.
Namazı kılmak için işlerinden ayrılmaları mümkün olmayanların, bu namazlarını kazaya bırakmaları, Hanefi mezhebinde caiz değildir. Bunların, yalnız böyle günlerde, Hanbeli mezhebini taklit ederek, kılmaları caiz olur. Cem ederken, öğleyi ikindiden ve akşamı yatsıdan önce kılmak, birinci namaza dururken, cem etmeyi niyet etmek, ikisini art arda kılmak ve abdestin, guslün ve namazın Hanbeli mezhebindeki farzlarına ve müfsitlerine uymak lazımdır.
***
Sual: Haram, günah olan şeyleri, mesela fırından ekmek çalıp açları doyurmak gibi iyi niyetle yapınca yine bunlar haram, günah olur mu?
Cevap: Günahlar, niyetsiz veya iyi niyet ederek işlenirse, günah olmaktan çıkmaz. (Ameller, niyete göre iyi veya kötü olur) hadis-i şerifi, taatlara ve mubahlara niyete göre sevap verileceğini bildirmektedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veya başkasının malı ile sadaka verse, yahut haram para ile mektep, cami yaptırsa, bunlara sevap verilmez. Bunlara sevap beklemek, cahillik olur. Zulüm, günah, iyi niyet ile işlenirse, yine günah olur. Böyle işleri yapmamak sevaptır. Bilerek yaparsa, büyük günah olur. Günah olduğunu bilmeyerek yaparsa, Müslümanların çoğunun bildiği şeyleri onun bilmemesi, öğrenmemesi de günah olur. Gayr-i müslim memleketlerde dahi olsa, İslâm bilgilerinin şâyı yani yaygın olduğu yerlerde, cehalet, bilmemek, özür olmaz, günah olur.
“And vererek, mesela Allah aşkına diyerek bir kimseden dünyalık bir şey istemek caiz değildir."
Sual: Herhangi bir kimseden, Allah aşkına, Allah hakkı için şunu ver veya yap diye istekte bulunmanın, dinen bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Hadîkada konu ile alakalı olarak deniyor ki:
“And vererek, mesela Allah aşkına diyerek bir kimseden dünyalık bir şey istemek caiz değildir. Hadis-i şerifte, bunların melun oldukları bildirildi.”
Ayrıca bu konuda Dürer, Gurer, İbni Âbidîn ve Hadîka kitaplarında deniyor ki:
“Bir Müslüman, Allah hakkı için şunu yap derse, bunu yapmak lazım olmaz, yani yapmamak günah olmaz ise de, taat, hatta mubah olan şeyleri yapmak iyi olur. Peygamber hakkı için yahut ölü veya diri bir veli hakkı için dua etmek haramdır. Çünkü, kimsenin Allahü teâlâ üzerinde hakkı yoktur. Âlimlerin bir kısmı böyle ictihad etti ise de, şu şekilde dua etmek, (Ya Rabbi, onlara vermiş olduğun hak için) niyeti ile caiz olur. Çünkü, Rum suresinin 47. âyetinin meal-i şerifi; (Üzerimize hak oldu ki, müminlere yardım ederiz)dir. En'âm sûresinin 12. âyetinin meal-i şerifi; (Allahü teâlâ kullarına merhamet etmeyi kendisine lazım kıldı) olup, merhamet ve ihsan ederek, sevdiklerine haklar verdiğini göstermektedir. Bezzâziyye fetvasında, ölü veya diri, peygamberlerin ve evliyanın hürmetleri için dua etmenin caiz olduğu bildirilmektedir.”
***
Sual: Bir Müslümanın dünya ve ahiret saadetine, mutluluğuna kavuşması için ne veya neler yapması gerekir?
Cevap: İslâm alimleri ve tasavvuf büyükleri, bu konu hakkında buyurdular ki:
“İnsana vacip olan birinci vazife, iman, amel ve ihlas sahibi olmaktır. Dünya ve ahiret saadetleri, mutlulukları, ancak bu üçüne kavuşmakla elde edilir. Amel; kalp, dil yani söz ve beden ile yapılacak işler demektir. Kalbin işleri, ahlaktır. İhlas, amelini yani bütün işlerini, ibadetlerini, yalnız Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için yapmak demektir.”
***
Sual: Erkeklerin de kadınlar gibi, her renkte elbise, gömlek, başlık giymelerinin, dinen bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Erkeklerin de her renk elbise giymeleri caiz ise de, kırmızı, sarı elbise giymeleri tenzihen mekruh denildi. Başlık ve takkenin kırmızı ve sarı renklerde dahi olması mekruh olmadığı sözbirliği ile bildirildi. Resulullah efendimizin ayakkabısının siyah olduğu, Şir'at-ül-islâm şerhinde yazılıdır.
Ruh, bedenden ayrılınca, maddi olmayan âleme karışır ve kıyamete kadar yok olmaz.
Sual: İnsan öldüğü zaman, bedeni toprağa gömülüyor ve zamanla çürüyüp yok oluyor. Dünya gözü ile gördüğümüz ve gözlemlediğimiz budur. Peki insanın ruhu da bedeni gibi böyle yok mu oluyor?
Cevap: İnsan ölünce, ceset, beden, çürüyünce, kalp ve ruh yok olmaz. Ölmek, kalbin ve ruhun bedenden ayrılması demektir. Ruh, bedenden ayrılınca, maddi olmayan âleme karışır ve kıyamete kadar yok olmaz.
Allahü teâlâ, bugün bilinen 105 elementi yaratmış, bunlardan her birine başka başka hassalar, özellikler vermiştir. Her element atomlardan yapılmış, her atomu, bir mikro-dinamo gibi, büyük bir enerji deposu yapmıştır. Atomların birbirleri ile birleşmesinden molekülleri veya iyon şebekelerini, böylece organik ve anorganik mürekkep, bileşik cisimleri, hücreleri, çeşitli dokuları ve sistemleri yaratmıştır. Bunların her birinde, akıllara hayret veren, incelikler, kanunlar, düzenler vardır. Ancak mikroskopla görülebilen bir hücre, çeşitli atölyeleri bulunan muazzam bir fabrika gibidir. İnsan aklı, bugüne kadar, bu fabrikanın ancak birkaç makinesini görebilmiştir. İnsandaki milyonlarca hücrenin çalışabilmesi, gerek insanda, gerekse dış âlemde binlerce, uygun şartların bulunmasına bağlıdır. Bu binlerle şart ve nizamdan biri bozulursa, insanın bedeni çalışamaz, durur. O büyük kadir, âlim olan Allahü teâlâ, bu nihayetsiz nizamı yaratarak, beden makinesini otomatik olarak çalıştırmaktadır. Kalp ve ruh, bu makinenin elektrik kuvveti gibidir. Bir motorda ufak bir arıza olunca, cereyan kesildiği gibi, insan vücudunun iç ve dışındaki yapı ve düzenlerde hasıl olacak bir arıza da, kalbin ve ruhun bedenden ayrılmasına sebep olur ve insan ölür.
Dünyada hiçbir makine, hiçbir motor nihayetsiz çalışamıyor. Aşınarak, yıpranarak, çürüğe ayrılıyor. Bu, bir umumi kanundur. Vücut makinesi da yıpranıyor, çürüyor. İnsan kabirde çürüyünce, hiçbir zerresi, hiçbir elementi yok olmuyor. Çürümek, bedeni meydana getiren organik moleküllerin anaerobik mikroplar ve toprak tesiri ile parçalanarak, karbondioksit, amonyak, su gibi ufak moleküllere ve serbest azota kadar ayrılması demektir. Bu parçalanma, fizik ve kimya hadiseleridir. Fizik ve kimya reaksiyonlarında maddenin yok olmadığı bugün kesin olarak bilinmektedir.
Fen adamı şekline giren bazı din cahilleri, fende geri kalmayı bahane ederek, İslâm düşmanlığı yapıyor!..
Sual: Bazı kimseler, Müslümanların fende geri kalmışlığının, İslâmiyetten kaynakladığını söylüyorlar. Bunda gerçeklik payı var mıdır?
Cevap: Fen adamı şekline giren bazı din cahilleri, fende geri kalmayı bahane ederek, İslâm düşmanlığı yapmakta ve temiz gençleri aldatmak için; “İslâmiyet ilerlemeye mâni olmaktadır. Hıristiyanlar ilerliyor, her çeşit fen vasıtası yapıyorlar. Tıpta, harplerde, haberleşmelerde kullandıkları fen aletleri, gözlerimizi kamaştırıyor. Biz, Hristiyanlara uymalıyız” gibi yalan söyleyerek, İslâmiyetteki güzel ahlakı, kardeşliği bırakmaya ve Avrupalılara, Amerikalılara benzemeye ilericilik diyorlar. Gençleri de, İslâm düşmanı yapmaya, felakete sürüklemeye çalışıyorlar. Halbuki İslâmiyet, fende, sanatta ilerlemeyi emrediyor.
Hıristiyanlar ve bütün gayr-i müslimler, babalarından, ustalarından öğrendiklerini yapıyorlar. Evvelki neslin yaptıklarını, ufak tefek ilaveler ile, tekrar yapıyorlar. Evvelkiler yapmasalardı, bunlar hiçbirini yapamazdı. “Tekmîl-i sinâ'ât telâhuk-ı efkâr iledir” sözü asırlarca evvel söylenmiştir. Tarih gösteriyor ki, fendeki yenilikleri, hep Müslümanlar yapmıştır. Fen bilgilerini, fen aletlerini yüz sene evvelki hâle kadar yükselttiler. Bu ilerlemelere, hep İslâm dini ve bu dini tatbik eden, İslâm devletleri sebep oldu.
Hıristiyanlar, haçlı seferleri ile, İslâm devletlerini yıkamadıkları için, yalanlarla, hilelerle, içeriden yıktılar ve çeşitli dinsiz kimselerle hükûmetler kurdular. Fakat, İslâmiyeti yok edemediler. Müslümanlardan kalan, fendeki keşiflere, ilaveler yaparak, bugünkü ilerlemeyi kendilerine mal ediyorlar. Yalnız kendi keyiflerini, zevklerini, menfaatlerini düşünenler, kötülüklerini ortaya koyduğu için, fen ve sanatı emreden İslâmiyete gericilik diyorlar. Bütün dünya, Cennete, Cehenneme inanıyor, kiliseler, havralar dolup taşıyor. Bu inananlara gerici demediklerine göre, fenne, sanata değil, zevk ve safaya, ahlaksızlıklara ilericilik dedikleri anlaşılıyor. Böyle asılsız ve haksız yalanlarla, İslâmiyete ilk saldıran İngilizlerdir. Müslümanların birleşerek, dedeleri gibi İslâmiyetin emrettiği, din ve fen bilgilerine sarılmaları, gayrimüslimlerden üstün olarak, bütün insanlığı saadete kavuşturmaları lazımdır.
Baba, çocuklarına önce, Kur’ân-ı kerim okumasını; sonra da imanın ve İslâmın şartlarını öğretmelidir.
Sual: Bir kimse, çocuklarına, nafakalarını verdiklerine, dinini öğretmezse günaha girer mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Hadîkada deniyor ki:
“Çocuğunu ve nafaka vermesi lazım olan akrabasını aç bırakarak ve İslâm terbiyesinden mahrum ederek zayi etmesi günahtır.”
Analardan, baba ve dedelerden ve çocuklardan, torunlardan başka olan yakınlara, Akraba denir. Zengin kimsenin fakir ve çalışamayacak hâlde olan akrabasına nafaka vermesi vaciptir. Çalışabilen erkek büyük akrabaya, fakir olsalar da, nafaka verilmez. Fakir olan yetim çocukların ve dul kadınların nafakaları, sağlam olsalar da, zengin akrabasına vacip olur. Küçük çocukların anneleri ve amcaları bulunsa, yahut anneleri ve ağabeyleri olsa, zengin iseler, çocukların nafakalarını, miras oranında, ortaklaşa verirler.
Babanın, çocuklarına ilim, edep ve sanat öğretmesi farzdır. Önce, Kur’ân-ı kerim okumasını öğretmelidir. Sonra imanın ve İslâmın şartlarını öğretmelidir. Çocuk Kur’ân-ı kerim okumasını ve din bilgisini öğrenmeden okula gönderilirse, artık bunları öğrenecek vakit bulamaz. Din düşmanlarının tuzaklarına düşerek, onların yalanlarına, iftiralarına aldanır, İslâm ahlakından mahrum olarak yetişir. Dünyada ve ahirette felaketlere sürüklenir. Kendine ve başkalarına yapacağı kötülüklerin günahları, anasına babasına da yazılır. Çocuğunu, din bilgilerini öğretmeden önce, gayrimüslimlerin mekteplerine göndermenin zararları, İrşâd-ül-hiyâra fî-tahzîr-il-müslimîn min medârisin-Nasârâ kitabında uzun yazılıdır.
***
Sual: Yeni, güzel ve pahalı elbise giymenin, dinimiz açısından bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Bu konuda, Dürr-ül-muhtâr ve bunun Tahtâvî, İbni Âbidîn hâşiyelerinde deniyor ki:
“Tecemmül etmek, yani en güzel elbise giymek müstehaptır. Helal şeylerle zinetlenmek mubahtır. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri dörtyüz altın kıymetinde cübbe giyerdi. Talebelerine güzel giyinmelerini emrederdi. İmâm-ı Muhammed hazretleri nefis elbise giyerdi. İmâm-ı a'zam hazretleri buyurdu ki: 'Hazret-i Ömer’in yamalı hırka giymesi, Emîr-ül-mü'minîn olduğu içindi. Güzel giyinseydi, memurları da güzel giyinirler, fakirleri, milletten zulüm ile mal alırlardı.' Resulullah efendimiz bin dirhem gümüş kıymetinde cübbe giyerdi.”
Cemal için, bulunduğu yerde âdet olan şeylerden, haram olmayan en iyilerini kullanmalıdır.
Sual: Yemede, içmede, giyim kuşamda, ev içinde ve dışında kullanılacak eşyalarda, binek vasıtalarında iyi, güzel olanları yemenin, içmenin, giymenin ve kullanmanın dinen bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Haram işlemek veya kullanmak, yalnız zaruret miktarı caiz olur. Mubah olan şeyleri, farzları yapabilecek kadar kullanmak zarurettir ve farzdır. İhtiyacı karşılamak için kullanmak ise, sünnettir. İhtiyaçtan fazla olan şeyin menfaati varsa, menfaati için kullanmak caiz olur. Menfaati olmadığı zaman, zararı da yoksa, ziynet olur. Vakar, hürmet, sevgi hasıl etmek ve çok şükretmek niyeti ile ziynet eşyasını kullanmanın müstehab olduğu, İbni Âbidîn ve Bahr kitaplarında yazılıdır. Hadîkada deniyor ki:
“Mubahlarda, şehrin âdetine uymamak şöhret olur. Bu ise, tahrimen mekruhtur. Saç, sakal boyamak böyledir.” Ziynet eşyasını kullanmak da böyledir. Gayrimüslimlerin yaşadıkları memleketlerde, İslâmın vakarını, şerefini korumak ve şöhretten, fitneden sakınmak vaciptir. Zararlı olan şeye fudul, abes ve mâlâyani denir. Bunu kullanmak tahrimen mekruh, farza mani olursa, haram, yani büyük günah olur. Bahr-ür-râıkda deniyor ki:
“Erkeğin tedavi için sürme çekmesi caizdir. Ziynet için çekmesi caiz değildir. Cemal ve Ziynet kelimelerini birbirleri ile karıştırmamalıdır. Cemal, çirkinliği gidermek, vakar sahibi olmak ve şükretmek için, nimeti göstermek demektir. Gösteriş, öğünmek için, nimeti göstermek, cemal olmaz, kibir olur. Nefsin zayıf, azgın olduğunu gösterir. Cemal ise, nefsin terbiye edilmiş, olgun olduğunu gösterir. (Allahü teâlâ cemildir. Cemal sahiplerini sever) hadis-i şerifi, cemal sahibi olmayı övmektedir. Cemal için yapılan bir şey, ziynete de sebep olursa, zarar vermez. Cemal için, temiz, güzel giyinmek mubahtır. Kibir için giyinmek ise, haramdır. Böyle giyinince, hâlinde, başkalarına karşı davranışında bir değişiklik olması, kibir alameti olur.”
Görülüyor ki, cemal, çirkinliğe, başkalarının iğrenmelerine, hakaret etmelerine sebep olacak şeyleri yapmamak, bunları izale etmek, gidermektir. Ziynet, başkalarını imrendirecek, onlara üstünlük sağlayacak, tepeden bakacak, öğünecek şeyleri yapmaktır. Cemal için, bulunduğu yerde âdet olan şeylerden, haram olmayan en iyilerini kullanmalıdır.
Sual: İş sebebiyle, namazları ve diğer ibadetleri vaktinde yapmamak, geciktirmek, sonraya bırakmak, dinen uygun olur mu?
Cevap: Bu konuda Kimyâ-i se'âdet kitabında deniyor ki:
“Dünya işleri, ahiret için çalışmaya mâni olmamalıdır. Ahiret için ticaret yeri camilerdir. Münâfıkûn sûresi, 9. âyet-i kerimesinde mealen;
(Mallarınız ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı, hatırlamanıza mâni olmasın!) buyuruldu. Hazret-i Ömer buyurdu ki:
“Ey tüccarlar! Önce ahiret rızkını kazanın! Sonra dünya rızkına çalışın!” Ticaretle meşgul olan din büyükleri, sabah ve akşamları ahiret için çalışır, Kur’ân-ı kerim okur, ders dinler, tövbe ve dua eder, ilim öğrenir ve gençlere öğretirlerdi. İnsanların amellerini yazan ikişer melek, her sabah ve akşam değişmektedir. Bir hadis-i şerifte;
(Melekler insanların amel defterlerini götürdükleri zaman, başında ve sonunda iyi iş yazılı ise, gün ortasında yapılanları ona bağışlarlar) buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Gündüz ve gece melekleri, sabah ve akşam, gidip gelirken birbirleri ile karşılaşırlar. Hak teâlâ, giden meleklere, kullarımı nasıl bıraktınız? buyurur. Ya Rabbi! Namazda bulduk ve namaz kılarken bıraktık, derler. Allahü teâlâ da, şahit olun, onları affettim buyurur.)
Müslüman tüccarlar, sanat sahipleri, gündüzleri de, ezan sesini duyunca, işini hemen bırakıp, camiye koşmalıdır. Dinini seven ve kayıran bir imam bulursa, ona uymalı, dinini dünyaya değişen, ibadete haram, bidat karıştıran, Müslümanlıktan haberi olmayan imam ve hafızların yanına, sesine, sözüne yanaşmamalıdır. Din Büyükleri;
(Ticaretleri, satışları, Allahü teâlâyı unutmalarına sebep olmaz) âyet-i kerimesine mana verirken diyor ki:
“Demirciler vardı. Demir döğerken, ezan okununca, çekici kaldırmış iken, demire vurmaz, bırakıp namaza koşarlardı. Ve terziler vardı. İğneyi kumaşa sokunca, ezan okunsaydı, o hâlde bırakıp, cemaate koşarlardı.”
***
Sual: Namaz kılarken öksürür gibi ses çıkarmak veya boğazını temizlemek için öksürür gibi yapmak, hırıltılı ses çıkarmak, namazı bozar mı?
Cevap: Bir kimsenin, namaz kılarken, boğazından, özürsüz, öksürür gibi ses çıkarması namazını bozar. Ancak bu hâl, kendiliğinden olursa bozmaz. Okumayı kolaylaştırmak için yapılırsa, zararı olmaz.
Zalimlere, fasıklara ödünç verilmez. Gerçekten ihtiyacı olana ödünç verilir. İhtiyacı olmayana verilmez.
Sual: Bir kimse, satın almak istediği her şey için, başkasından ödünç para isteyebilir mi?
Cevap: Ödünç istemek ancak lazım olunca caiz olur. Lazım olmak da üç türlüdür:
1-Lüzûm-i îcâbî yani nafakası olmayanın veya kazancı şüpheli olanın, helal nafaka almak için, ödünç istemesidir. Setr-i avret için çamaşır parası da böyledir.
2-Lüzûm-i aklî yani evi olmayan kimsenin, memleketin adetine göre, kira veya satın almak için ödünç istemesidir. Soğuktan korunmak için, elbise parası da böyledir.
3-Lüzûm-i istihsânî yani mevkii, vazifesi sebebi ile, âdete uygun giyinmek için, ödünç istemektir.
Bu üç lüzum için, faizsiz ödünç istemek caiz olur. Yalnız bunlara ödünç verilir, zalimlere, fasıklara ödünç verilmez. Gerçekten ihtiyacı olana ödünç verilir. İhtiyacı olmayana, malını lüzumsuz yerlere, harama harcayana verilmez. Başkasına ödünç vererek, kendini sıkıntıya düşürmek de doğru değildir. Nisaba malik olmayan kimsenin, kurban kesmek için ödünç istemesi caiz değildir.
***
Sual: Küçük çocuğa içki içirilse, bu çocuk günaha girmiş olur mu?
Cevap: Çocuğa günah olmaz çünkü mükellef, sorumlu değildir. Ancak büyüklere haram olan şeyleri, çocuğuna yaptıran kimse, haram işlemiş olur.
***
Sual: Vekalet nedir, bir kimse nasıl vekil yapılır?
Cevap:Vekalet; bir kimsenin, bir işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması, başkasına iş havale etmesi demektir. Yerine geçirilen başka kimseye Vekil denir. Vekil edene de, Sahip denir. Bir kimsenin sözünü başkasına götürene Resul veya Haberci denir.
Birini vekil yapmak, icab ve kabul ile olur. Yani, “Seni vekil yaptım” ve “Kabul ettim” sözleri veya yazıları ile olur. Vekil, cevap vermeden, işi yapmaya başlasa, kabul etmiş olur. İş habersiz yapıldıktan sonra, sahibinin, izin verdim demesi ile de, vekil etmiş olur. Kiracı kira ile, kiradaki malı tamir etmeye vekil yapılabilir.
***
Sual: Namazda kaç rekat kıldığını şaşıran, nasıl hareket eder?
Cevap: Bir kimse, kaç rekat kıldığını unutsa, bu şaşırması, ilk olarak başına geldi ise, selam verip namazı tekrar kılmalıdır. Şaşırmak âdeti ise, düşünüp, çok zan ettiğine göre kılar. Kuvvetli zan edemezse, az kıldığını kabul ederek tamamlar. Namazı kıldığında şüphe eden kimse, vakit çıkmadı ise, tekrar kılar, çıktı ise kılmaz.
“Ölçüde hile etmemeli, doğru tartmalıdır. Kur’ân-ı kerimde, Mutaffifîn suresi, birinci âyetinde mealen; (Verirken noksan, alırken fazla ölçenlere acı azaplar yapacağım) buyuruldu. Büyüklerimiz, her aldıklarını biraz noksan, verdiklerini de, biraz fazla ölçerdi. Bu az fark, Cehennem ile aramızda perdedir derlerdi. Bunu tam doğru ölçememek korkusundan yaparlardı. Yedi kat yer ve yedi kat gökler genişliğinde olan Cenneti, birkaç kuruşa satanlar ve birkaç arpa tanesi için, Cehennem azabı ile müjdelenenler ne kadar ahmaktır, buyururlardı. Resulullah efendimiz her ne satın alsaydı, parasını biraz fazla verirdi. Fudayl bin îyâd hazretleri, oğlunu, bir şey satın alıp, vereceği altının kirlerini temizlerken görünce; “Ey oğlum! Bu yaptığın iş, sana iki nafile hacdan ve iki umreden daha faydalıdır” buyurdu. Büyüklerimiz buyuruyor ki: Fasıkların en kötüsü, alırken çok, satarken az ölçenlerdir. Manifaturacılardan, kumaşı alırken gevşek, satarken gergin tutup ölçenler de böyledir. Kemiğini, âdetten fazla koyan kasaplar da böyledir. Hububat içine toz toprak karıştırıp satan köylüler de böyledir. Malın iyisi ile kötüsünü karıştırıp, hepsini iyi diye satan pazarcılar da böyledir. Bunların hepsini yapmak haramdır. Velhasıl, alışverişte herkese karşı doğru hareket etmek vaciptir. Hatta, kendine söylenmesini istemediği sözü başkalarına söylememelidir. Böyle haramlardan kurtulmak için de, kendini, din kardeşinden üstün görmemek lazımdır. Bunu da, herkesin yapması güçtür. Bunun için Allahü teâlâ, (Hepiniz Cehennemden geçeceksiniz!) buyuruyor. Amma, herkes Allahü teâlâdan korkusuna göre, oradan çabuk veya geç kurtulacaktır.”
***
Sual: Anadolu’da, bazı eşyalar ariyet olarak alınmaktadır. Ariyetle ödünç aynı şeyler midir, farkları var mıdır?
Cevap: Ödünç vermek, ariyet vermek demektir. Ancak ariyet, bir malı, kullanmak için vermektir. Daha sonra malın kendisi geri alınır. Ödünç verilen mal ise, geri alınırken, misli, satılmış olup, semen, bedel alınmış olur. Mecellede deniyor ki: “Ariyet, ücretsiz olarak kullanmak için verilen mala denir.”
Sual: Ticaretle uğraşan bir kimse, ne yapar ve nasıl davranırsa, müşterilerine ihsanda bulunmuş olur?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Kimyâ-i se'âdet kitabında deniyor ki:
“Müşteriden para almakta üç türlü ihsan olur: Fiyatta ikram etmelidir. Eski, kirli paraları kabul etmelidir. Peşin verdiği fiyatla, veresiye vermelidir. Veresiye vermek için, fiyatı arttırmak şart edilirse, alışveriş fasit olur, haram olur. Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Alışverişte kolaylık gösterenlere, Allahü teâlâ, her işinde kolaylık gösterir.) İhsanın en büyüğü, en kıymetlisi, fakirlere veresiye vermektir. Parası, malı olmayanın borcunu uzatmak, zaten vaciptir. İhsan değil, adalet ve vazifedir. Fakat, malı olup da, ziyan ile satmadıkça veya muhtaç olduğu bir şeyi satmadıkça, ödeyemeyecek bir hâlde olanların ödemesine zaman vermek ihsandır ve büyük sadakadır. Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Kıyamette bir kimseyi hesaba çekerler ki, çok günah işlemiş, hiç iyilik yapmamış. Sen dünyada hiç iyilik yapmadın mı? derler. Hayır, yalnız çırağıma derdim ki; fakir olan borçluları sıkıştırma! Ne zaman ellerine geçerse, o zaman vermelerini söyle. İstediklerini yine ver. Boş çevirme! Allahü teâlâ buyuracak ki; Ey kulum! Bugün sen fakir, muhtaçsın! Sen dünyada benim kullarıma acıdığın gibi, bugün biz de sana acırız. Onu affeder.) Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir Müslümana, Allah rızası için ödünç veren kimseye, her gün için sadaka sevabı verilir. Fakirden, alacağını çabuk istemeyene, her gün için malın hepsini sadaka vermiş gibi sevap verilir.) Büyüklerimizden öyle kimseler vardı ki, borcun getirilmesini arzu etmezdi. Her gün, o malı sadaka vermiş gibi sevap kazanmayı tercih ederlerdi. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Sadaka verilen her dirhem için on sevap, ödünç verilen her dirhem için ise, onsekiz sevap vardır. Çünkü, borç, ihtiyacı olana verilir. Sadaka belki, ihtiyacı olmayanın eline düşebilir.)”
***
Sual: Herhangi bir kimseye, al şu parayı sarf et, kullan veya al şu elbiseyi giy dense, bunlar hediye edilmiş mi oluyor?
Cevap: Herhangi bir kimseye, al, sarf et diye verilip, hediye olduğu söylenmeyen para, o kişiye teslim edilince, ödünç verilmiş olur. Fakat al, giy diyerek verilen elbise ise, hediye olu
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyurdu ki: “Pazarda çok kimse vardır ki, sofiler halkasında oturanlardan daha kıymetlidir.”
Sual: Çarşıda, pazarda veya iş yerinde çalışırken de, salevat, kelime-i tevhid ve benzeri tesbihleri söylemenin mahzuru olur mu?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Kimyâ-i se'âdet kitabında deniyor ki:
“Çarşıda, işte Allahü teâlâyı zikir, tesbih etmeli, her an Onu hatırlamalıdır. Dili ve kalbi boş kalmamalıdır. İyi bilmelidir ki, o anda kaçırdığını, bütün dünyayı verse, bir daha eline geçiremez. Gafiller arasındaki hatırlamanın sevabı çok olur. Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Gafiller arasında Allahü teâlâyı zikreden kimse, kurumuş ağaçlar arasında bulunan yeşil fidan gibidir ve ölüler arasındaki canlı gibidir ve harpte kaçanlar arasında, arslan gibi döğüşenler gibidir.) Bir kere de buyurdu ki: (Çarşıya giderken, lâ ilâhe illallah, vahde hü lâ şerîke leh, le hül mülkü ve le hül hamdü, yuhyî ve yümît, ve hüve hayyün lâ yemût, bi yedihil-hayr, ve hüve alâ külli şey'in kadîr diyen kimseye, iki milyon sevap yazılır.)
[Bu hadis-i şerifte olduğu gibi, sevap veya günah miktarını, göklerin büyüklüğünü, uzaklıklarını, ahiretteki zamanları, dünyanın yaratılışını ve mahlukların sayısını bildiren hadis-i şeriflerdeki çeşitli rakamlar, miktar sayısını göstermek için değil, miktarın çokluğunu anlatmak içindir. Mesela bir kimseye, birkaç defa, zahmet çekerek gidip bulamayarak canı sıkılan biri, o kimseyi görünce, seni on defa aradım, bulamadım, demesi gibidir.]
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyurdu ki: “Pazarda çok kimse vardır ki, sofiler halkasında oturanlardan daha kıymetlidir.” Bir kere de buyurdu ki: “Öyle kimse tanıyorum ki, pazarda her gün üçyüz rekat namaz kılmakta ve otuz bin tesbih okumaktadır.” Bazısı demiştir ki, bu kimse, kendisidir... Hülasa, dine, ibadetine yardım niyeti ile dünyaya çalışanlara, hep böyle sevap vardır. Yalnız para kazanıp, dünya malı toplamak için çalışanlar, sevaptan mahrum kalır. Hatta bunlar, camide, namazda iken de, kalpleri dükkânın hesabındadır. Fikirleri dağınıktır.”
***
Sual: Bir kimse, vekiline, falan kimseye sadaka ver dese, vekil kendi parasından verse, sonra bunu, vekil edenden geri isteyebilir mi?
Cevap: Bir kimse, falana ödünç veya sadaka yahut hediye ver dese, vekil bunu verince, emredenden isteyemez. Sonra ben sana veririm dedi ise, isteyebilir.
“Allahü teâlânın, bir kuluna, faydalı, güzel işler yapmayı nasip etmesi pek büyük bir nimettir!"
Sual: İnsanların terbiyesi ile meşgul olmak, nafakalarını temin etmekte yardımcı olmak da, sevap mıdır?
Cevap: Bu konuda, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabında, bir talebesine hitaben buyuruyor ki:
“Allahü teâlânın, bir kuluna, faydalı, güzel işler yapmayı, çok kimsenin ihtiyaçlarını sağlamasını nasip etmesi, çok kimsenin ona sığınması, bu kul için pek büyük bir nimettir! Allahü teâlâ, kullarına ıyâlim demiş, çok merhametli olduğu için, herkesin rızkını, nafakasını kendi üzerine almıştır. Allahü teâlâ, bu ıyâlinden, kullarından birkaçının rızıkları, nafakaları için ve bunların yetişmeleri, rahat yaşamaları için bir kulunu görevlendirirse, bu kuluna büyük ihsan etmiş olur. Bu büyük nimete kavuşup da, bunun için şükretmesini bilen kimse, çok talihli, pek bahtiyardır. Bunun kıymetini bilip, şükretmek, kendi sahibinin, Rabbinin ıyâline, kullarına hizmet etmeyi saadet ve şeref bilmek ve Rabbinin kullarını yetiştirmekle övünmek, akıl icabıdır.”
***
Sual: Bir kimse, başka birinin bahçesindeki elmaları toplayıp fakirlere dağıtın diye emir verse, bu emre uyanlar, dağıttıkları elmaların bedelini öderler mi?
Cevap: Herkes, ancak kendi mülkü için emir verebilir. Başkasının malını denize at diye birisi emir verse, bu emre uyup o mal denize atılmaz, atan öder. Vekiline, borcumu, kendi malından öde dese, vekil kabul etse bile, ödemeye mecbur olmaz. Fakat, vekilde alacağı veya emanet parası varsa, o vekil, emri yapmaya, ödemeye mecburdur. Malımı satıp öde dese, bu emri, yalnız ücretli vekil yapmaya mecbur olur.
***
Sual: “Başkasını kendisine tercih etmek” güzel huylardandır deniyor. Bu tercih, ibadetler dâhil, her konuda geçerli midir?
Cevap: Bu konuda Eşbâhda deniyor ki:
“Başkasını kendine tercih etmek, isârdır ve güzel huylardandır. İsâr, muhtaç olduğu bir şeyi almayıp, muhtaç olan din kardeşine bırakmak, vermektir. İnsana lazım olan şeylerde isâr yapılır, ibadetlerde isâr yapılmaz. Mesela, taharetlenecek kadar suyu, setr-i avret edecek kadar örtüsü olan bir kimse, bunları kendisi kullanır. Bunları muhtaç olana vermez. Cemaatle namaz kılarken, birinci saftaki yerini başkasına vermez. Namaz vakti gelince abdestsiz kimsenin abdest suyunu başkasına îsâr etmesi, vermesi caiz değildir.”
Erkeğin veya kadının avret uzuvlarından herhangi birinin dörtte biri, bir rükün açık kalırsa, namaz bozulur.
Sual: Erkek ve kadınlar, namaz kılarken, nasıl, ne şekilde ve hangi uzuvlarını örtmeleri gerekmektedir?
Cevap: Hür olan kadınların ellerinden ve yüzlerinden başka her yerleri, bilekleri, sarkan saçları ve ayaklarının altı, namaz için Hanefi mezhebinde avrettir, örtülmesi gerekir. Ellerin üstü avret değildir diyen kıymetli kitaplar çoktur. Bunlara göre, kadınların bileklerine kadar ellerinin üstü açık kılmaları caiz olur. Fakat, kitapların hepsine uymuş olmak için, kadınların elleri örtecek kadar uzun kollu namazlık veya geniş başörtüsü ile elleri örtülü olarak kılmaları, daha iyi olur. Kadınların ayakları namazda avret değildir diyen varsa da, bu âlimler de, namazda örtmesi sünnet, açması mekruhtur dedi. Sarkan saçın da, ayak gibi olduğu Kâdîhân’da yazılıdır.
Erkeğin veya kadının avret uzuvlarından herhangi birinin dörtte biri, bir rükün açık kalırsa, namaz bozulur. Azı açılırsa bozulmaz, namazı mekruh olur. Mesela, ayağının dörtte biri açık olan kadının namazı sahih olmaz. Kendisi açarsa hemen bozulur. Umdet-ül-islâm’da deniyor ki:
“Kadının topuk kemiği veya bileği yahut boynu veya saçı açık olarak kıldığı namazı sahih olmaz. İnce olup içindeki uzvun şekli veya rengi görünen kumaş, yok demektir.”
Şâfii mezhebinde kadının iki elinden ve yüzünden başka her yeri her zaman avrettir. El-fıkh-u-alel-mezâhibil-erbe'a’da deniyor ki:
“Erkeklerin ve kadınların namazda örtmeleri farz olan ve erkeklerin erkeklere ve kadınlara ve kadınların mahremlerine göstermeleri haram olan yerleri, dört mezhepte aynı değildir. Fakat, kadınların yüzlerinden ve avuç içlerinden ve dışlarından başka yerlerini yabancı erkeklere ve Müslüman olmayan kadınlara göstermeleri ve bunların bakmaları üç mezhepte de haramdır. Ancak, Şafiide, fitneye sebep olacağı zaman, yüzü ve elleri de, yabancı erkekler arasında avret olur.”
***
Sual: Kıble, Kâbe binasının kendisi midir, namaz kılarken mutlaka bu binaya doğru mu durulacaktır?
Cevap: Kıble, Kâbe'nin binası değil, arsasıdır. Yani yerden Arş'a kadar, o boşluk kıbledir. Bunun için kuyu, deniz dibinde, yüksek dağların tepesinde, uçakta, bu yöne doğru namaz kılınabilir. Hacı olmak için de, Kâbe'nin binasına değil, o arsaya gidilir, başka yerlere giden, hacı olamaz.
"Bir kimse kıbleyi araştırıp da, karar verdiği yöne doğru kılmazsa, rastladığını anlasa bile, tekrar kılması lazım olur."
Sual: Bir kimse, yabancı olduğu, bilmediği herhangi bir yerde, kıbleyi bulmakta güçlük çekerse, namazı kılarken nasıl hareket etmesi gerekir?
Cevap: Hastalık sebebi, malın çalınma tehlikesi ile veya gemide batmaya sebep olursa yahut yırtıcı hayvan, düşman görme tehlikesi varsa veya hayvanından, arabasından inince, yardımcısız binemeyecekse ve hayvanı, arabayı kıbleye karşı durdurunca, arkadaşları beklemezse, iki namazı cem eder, birleştirir. Cem de edemezse, o vaktin farzını gücü yettiği tarafa doğru kılar ve iade etmez. Çünkü, bu özürlere kendisi sebep olmamış, semavi, yani gayr-i ihtiyari olmuştur. Kıble cihetini bilmeyen kimse, caminin mihrabına bakmadan, bilene sormadan, kendi araştırmadan kılarsa, kıbleye rastlamış olsa bile, namazı kabul olmaz. Fakat, rastlamış olduğunu, namazdan sonra öğrenirse kabul olur. Namaz arasında öğrenirse kabul olmaz. Kıbleyi araştırıp da, karar verdiği cihete, yöne doğru kılmazsa, rastladığını anlasa bile, tekrar kılması lazım olur. Bunun gibi, abdestsiz olduğunu veya elbisesinin necis olduğunu yahut vakit girmediğini sanarak kılan ve sonra bu zannının doğru olmadığını anlayan kimse, namazını tekrar kılar.
***
Sual: Namaz için örtülmesi gereken yerlerini örtecek bir elbise veya örtü bulamayan kimse, namazını nasıl kılar, kazaya bırakabilir mi?
Cevap: Avret yerini örtmekten aciz kalan bir kimse, namazda oturduğu gibi veya daha iyisi, ayaklarını kıbleye uzatıp, elleri ile önünü örtüp, ima ile kılar. Çünkü, avret yerini örtmek, namazın diğer farzlarından daha mühimdir. Çıplak olan kimse, eğer varsa yanında bulunanlardan örtü ister. Söz verilirse, vaktin sonuna kadar bekler. Su olmayınca, suyu ümit edenin de vaktin sonuna kadar, su beklemesi, ancak bundan sonra teyemmüm etmesi lazımdır. Parası olanın su ve örtü alması lazımdır. Dörtte birinden azı temiz olan örtüden başka bir şey bulamayan kimsenin, bu örtü ile kılması veya oturup ima ile kılması caiz olup, dörtte biri temiz olan örtü ile, ayakta kılması lazımdır ve namazını iade etmez.
Görülüyor ki, çıplak kalanın da, namazı vaktinde kılması, kazaya bırakmaması lazımdır. Tembellikle kılmayanların ve kaza namazlarını ödemeyenlerin, büyük suç altında sorumlu olduklarını, buradan da anlamalıdır.
Bezzâziyyede deniyor ki: "Kâfir olan anaya babaya hizmet etmek, nafakalarını vermek, ziyaretlerine gitmek lazımdır."
Sual: Müslüman olmayan ana, babaya hizmetin, bunları ve akrabaları ziyaret etmenin, bunlarla görüşüp sohbet etmenin, dinimiz açısından hükmü nedir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Bezzâziyye fetvâsında deniyor ki:
“Her çeşit çalgı dinlemek haramdır. Fısk, günah anlatan şiir dinlemek mekruhtur. Günah işlemeyi istemek günah olmaz. İşlemeye karar verirse, yalnız karar vermek günahı yazılır. İşlemek günahı yazılmaz. Küfür, inkâr ve küfre sebep olan şeyler böyle değildir. Bunlara karar verince iman gider, kâfir olur. Kâfir olan anaya babaya hizmet etmek, nafakalarını vermek, ziyaretlerine gitmek lazımdır. Küfre sebep olan şeyleri yaptıracaklarından korkulursa, ziyaretlerine gitmemelidir. Fakat, anaya, babaya, yine tatlı söylemek, onları incitmemek lazımdır. Kâfirlerle birlikte yiyip içmek, bir iki kere caizdir. Her zaman ise, mekruh olur. Ücret karşılığı, şarap yapmak için üzüm sıkmak mekruhtur. Kilise tamirinde çalışmak mekruh değildir. Çünkü, bu işin kendisi günah değildir.”
Görülüyor ki, İslâmiyete uymaya gericilik diyen, yani ibadet yapmayı ve haramlardan sakınmayı beğenmeyen ananın, babanın evine gidilmez. Böyle olan akrabanın evine de gitmek caiz değildir. Başka özürler, sebepler söyleyerek gitmemeli, kalp kıracak, fitne çıkaracak şeyler söylememelidir. Hiç kimse ile münakaşa etmemelidir. Münakaşa etmek, dostluğu giderir, düşmanların çoğalmasına sebep olur. Fitne çıkarmamalı, dost ve düşman ile de tatlı konuşmalı, herkese karşı güler yüzlü olmalıdır. Bidat sahiplerine ve açıkça günah işleyenlere tatlı dil ve güler yüz caiz olmadığı için, zaruret olmadıkça, bunlarla karşılaşmamaya, görüşmemeye çalışmalı, zaruret miktarını aşmamalıdır.
***
Sual: Bulunduğu yerde kıbleyi tayin edemeyen kimse, Müslüman veya gayr-i müslim herhangi bir kimseye kıbleyi sorabilir mi?
Cevap: Cami, mihrap bulunmayan, hesap, yıldız gibi şeylerle de anlaşılamayan yerlerde, kıbleyi bilen, salih Müslümanlara sormak lazımdır. Kâfire, fasıka ve çocuklara sorulmaz. Kâfire, fasıka, muamelatta inanılırsa da, diyânâtta yani ibadetlerde inanılmaz. Kıbleyi bilen kimseyi aramaya, lüzum yoktur. Kendisi araştırır. Karar verdiği cihete, yöne doğru kılar. Sonradan, yanlış olduğunu anlarsa, namazı iade etmez.
Sual: Rusya’da bulunan İtikat imamlarından Muhammed Maturidi hazretlerinin kabrini, İhlas Holding Yahudilerden satın alarak mı yaptırdı?
Cevap: İmam-ı a'zam Ebu Hanife hazretleri fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usuller, metotlar koyduğu gibi, Resulullah efendimizin ve Eshâb-ı kiramın bildirdiği itikat, iman bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden, ilm-i kelâm yani iman bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan imam-ı Muhammed Şeybâni hazretlerinin yetiştirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcânî meşhur oldu. Bunun talebesinden de, Ebû Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde, Ebû Mensûr-i Mâtürîdîyi yetişdirdi. Ebû Mensûr hazretleri, İmam-ı a'zamdan gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Yoldan sapmış olanlarla çarpışarak, Ehl-i sünnet itikadını kuvvetlendirdi. Her tarafa yaydı. Miladi 944 senesinde, Semerkant’ta vefat etti. Kabrini, bir Yahudi Ruslardan satın alarak, eğlence yeri yapmıştı. İhlâs Holding şirketi, bu çirkin hâli görünce, miladi 1996 senesinde, burasını Yahudi'den 30.000 dolara satın alarak kıymetli hâle getirmiştir. Bu büyük âlim ile Ebül-Hasen-i Eş'arî hazretlerine, Ehl-i sünnetin itikatta mezhep imamları denir.
***
Sual: Fıkıh ilmi kaç kısma, kaç kola ayrılmakta ve bu kısımlar neleri, hangi konuları içine almaktadır?
Cevap: Fıkıh ilmi çok geniştir. Hepsi, dört büyük kısma ayrılır:
1-İbâdât olup, beşe ayrılır: Namaz, oruç, zekât, hac, cihat. Her birinin dalları çoktur. Görülüyor ki, cihada hazırlanmak ibadettir. Peygamber efendimiz din düşmanları ile cihadın iki türlü olduğunu bildiriyor. İş ile, söz ve yazı ile. İş ile cihada hazırlanmak, yeni silahları yapmasını ve kullanmasını öğrenmek farzdır. Bu cihadı devlet yapar. Milletin, devlet kanunlarına, emirlerine uyarak cihada iştirak etmesi farzdır. Zamanımızda ikinci savaş, yani dinsizlerin yazı, film, radyo ile, her çeşit propaganda ile saldırması aldı, yürüdü. Buna da karşı koymak cihaddır.
2-Münâkehât: Evlenme, boşanma, nafaka ve daha nice dalları vardır.
3-Mu'âmelât olup, alışveriş, kira, şirketler, faiz, miras... gibi birçok bölümleri vardır.
4-Ukûbât, yani cezalar olup, başlıca beşe ayrılmaktadır. Kısas, sirkat, zina, kazf, riddet, yani mürted olma cezalarıdır.
Resulullah efendimiz buyurdu ki: "Allahü teâlâ bu dini facir kimselerle de elbette kuvvetlendirir."
Sual: Müslüman olmadığı hâlde, Uhud harbinde Müslümanların safında yer alıp, Mekkeli müşriklerle harp eden olmuş mudur?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Şevâhid-ün Nübüvve kitabında deniyor ki:
“Eshâb-ı kiram arasında Kazman adında bir kimse vardı. Eshâb-ı kiram Uhud savaşına gidince, o savaşa katılmamıştı. Kadınlar 'senin bizden farkın yok' deyince utanarak, gidip savaşa katıldı. Müşriklerle çok gayret göstererek savaşıyordu. Onun bu hâlini Resûlullah efendimize haber verdiler. (O Cehennem ehlindendir) buyurdu. Eshâb-ı kiram hayret ettiler. Kazman , o kadar savaştı ki, müşriklerden yedi kişi öldürdü. Kendisi de birçok yerinden yaralandı. Eshâb-ı kiramdan bazıları onu savaş sırasında yaralı hâlde görüp 'şehitlik sana afiyet olsun ey Kazman' dediler. Bunun üzerine Kazman; 'Yemin ederim ki ben din için savaşmıyorum. Kureyş'in bize galip gelerek hurma bahçelerimizi harap etmelerinden korktuğum için savaşıyorum' dedi. Yaraları ona o kadar acı veriyordu ki, kılıcını göğsüne dayayıp kendini öldürdü. Eshâbdan bazıları onun durumunu bilmedikleri için Resulullah efendimize; 'Kazman müşriklerden yedi kişi öldürdü ve şehit oldu' dediler. Resulullah efendimiz, (Allahü teâlâ dilediğini yapar) buyurdu. Sonra Kazman'ın gerçek hâlini açıklayıp, (Şehadet ederim ki, ben Allahü teâlânın Resulüyüm) buyurdu. Bundan sonra Eshâb-ı kirama dönüp; (Allahü teâlâ bu dini facir kimselerle de elbette kuvvetlendirir) buyurdu.”
***
Sual: Din kitaplarında bahsedilen âlem-i misâl ne demektir?
Cevap: Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsine Âlem denir. Üç türlü âlem vardır. Bunlar; Âlem-i şehâdet, bildiğimiz madde âlemidir. Âlem-i ervâh, maddi olmayan, ölçüsüz olan rûh âlemidir. Âlem-i misâlde maddeli ve maddesiz hiçbir şey yoktur. Âlem-i misâlde, birinci ve ikinci âlemde bulunan her şeyin ve Allahü teâlânın, hatta düşüncelerin ve manaların misâlleri vardır. Allahü teâlânın misli yoktur, misâli vardır denildi. Bir şeyin kendisine ve sıfatlarına benzeyen başka bir şeye, birinci şeyin misli denir. Allahü teâlânın kendinin ve sıfatlarının misli yoktur, olamaz. Bir şeyin kendine değil, yalnız sıfatlarına benzetilen başka şeye, birinci şeyin misâli denir. Mesela, güneşe padişah denir. Padişah, güneşin misâli olur.
“Bu dini facirlerle de kuvvetlendirir”
Resulullah efendimiz buyurdu ki: "Allahü teâlâ bu dini facir kimselerle de elbette kuvvetlendirir."
Sual: Müslüman olmadığı hâlde, Uhud harbinde Müslümanların safında yer alıp, Mekkeli müşriklerle harp eden olmuş mudur?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Şevâhid-ün Nübüvve kitabında deniyor ki:
“Eshâb-ı kiram arasında Kazman adında bir kimse vardı. Eshâb-ı kiram Uhud savaşına gidince, o savaşa katılmamıştı. Kadınlar 'senin bizden farkın yok' deyince utanarak, gidip savaşa katıldı. Müşriklerle çok gayret göstererek savaşıyordu. Onun bu hâlini Resûlullah efendimize haber verdiler. (O Cehennem ehlindendir) buyurdu. Eshâb-ı kiram hayret ettiler. Kazman , o kadar savaştı ki, müşriklerden yedi kişi öldürdü. Kendisi de birçok yerinden yaralandı. Eshâb-ı kiramdan bazıları onu savaş sırasında yaralı hâlde görüp 'şehitlik sana afiyet olsun ey Kazman' dediler. Bunun üzerine Kazman; 'Yemin ederim ki ben din için savaşmıyorum. Kureyş'in bize galip gelerek hurma bahçelerimizi harap etmelerinden korktuğum için savaşıyorum' dedi. Yaraları ona o kadar acı veriyordu ki, kılıcını göğsüne dayayıp kendini öldürdü. Eshâbdan bazıları onun durumunu bilmedikleri için Resulullah efendimize; 'Kazman müşriklerden yedi kişi öldürdü ve şehit oldu' dediler. Resulullah efendimiz, (Allahü teâlâ dilediğini yapar) buyurdu. Sonra Kazman'ın gerçek hâlini açıklayıp, (Şehadet ederim ki, ben Allahü teâlânın Resulüyüm) buyurdu. Bundan sonra Eshâb-ı kirama dönüp; (Allahü teâlâ bu dini facir kimselerle de elbette kuvvetlendirir) buyurdu.”
***
Sual: Din kitaplarında bahsedilen âlem-i misâl ne demektir?
Cevap: Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsine Âlem denir. Üç türlü âlem vardır. Bunlar; Âlem-i şehâdet, bildiğimiz madde âlemidir. Âlem-i ervâh, maddi olmayan, ölçüsüz olan rûh âlemidir. Âlem-i misâlde maddeli ve maddesiz hiçbir şey yoktur. Âlem-i misâlde, birinci ve ikinci âlemde bulunan her şeyin ve Allahü teâlânın, hatta düşüncelerin ve manaların misâlleri vardır. Allahü teâlânın misli yoktur, misâli vardır denildi. Bir şeyin kendisine ve sıfatlarına benzeyen başka bir şeye, birinci şeyin misli denir. Allahü teâlânın kendinin ve sıfatlarının misli yoktur, olamaz. Bir şeyin kendine değil, yalnız sıfatlarına benzetilen başka şeye, birinci şeyin misâli denir. Mesela, güneşe padişah denir. Padişah, güneşin misâli olur.
.
“Oradaki kardeşlerimiz arka arkaya yazarak, Mîr Muhammed Numan hazretlerinin bugünlerde talebeyle az çalıştığını, ev yaptırmakla uğraştığını, eline geçenleri ev yapmaya harcadığını, talebenin, kendisinden faydalanmadığını bildiriyorlar. Bunları öyle yazmışlar ki, beğenmedikleri, istemedikleri anlaşılmaktadır.
İyi biliniz ki, bu yola bağlı olanları beğenmemek, öldürücü zehirdir. Bu büyüklerin sözlerine, işlerine karşı gelmek, insanı sonsuz felakete götürür. Uçuruma sürükler, hele kendi rehberini beğenmez, ona karşı gelirse, üstadını incitirse, neye varacağını düşünmelidir! Bu büyüklere inanmayanlar, bunların bereketlerine kavuşamaz. Bunlara karşı gelenler, her zaman ziyan eder, aldanır. Rehberin her işi, her sözü iyi ve güzel görünmedikçe, onun yüksekliklerinden hiçbirine kavuşamaz. Eline bir şeyler geçerse, istidrac olup, sonu yıkım ve çöküntü olur. Üstadına aşırı sevgisi ve bağlılığı olmakla beraber, içinde ona karşı kıl kadar bir beğenmemek bulunursa, bunu kendisi için felaket, yıkım bilmelidir.
Rehberin işlerinden birini beğenmezse ve bundan kendini kurtaramazsa, karşı gelmiş olmayacak bir yol ile, kendisinden bunu sormalıdır. Rehberin ara sıra, İslâmiyete uymayan bir şey yaptığını görürse, kendisi bunu yapmamalı, iyi gözle bakarak, İslâmiyete uygun görmeye çalışmalı, iyi tarafını aramalıdır. İyi ve uygun yerini bulamazsa, bu beladan kurtulmak için, Allahü teâlâya yalvarmalıdır. Üstadının bundan kurtulması için, ağlayarak, dua etmelidir. Üstadının mubah olan bir şeyi yapmasından şüpheye düşerse, bu şüpheye kıymet vermemelidir. Allahü teâlâ, mubah şeyleri yasak etmemiştir. Hadis-i şerifte; (Allahü teâlâ, azimetle iş yapmayı sevdiği gibi, ruhsatla yapmayı da sever) buyuruldu.
Mîr hazretlerinin kabız, sıkıntılı hâli çok olduğu için, böyle zamanlarında, talebesi ile uğraşamayıp da, birkaç mubah işle kendini avutmak isterse, buna karşı durmak doğru olur mu? Abdullah-ı Istahrî hazretleri, böyle zamanlarında, av köpekleri ile ormana ava giderdi.”
“Din kardeşini ziyarete gideceğin zaman, onun müsait, uygun bir zamanını öğren..."
Sual: Bir arkadaşı veya bir tanıdığı ziyarete gidildiğinde, nelere dikkat etmeli, nasıl hareket etmeli ve gelen misafiri nasıl karşılamalıdır?
Cevap: Bu konuda Süleyman bin Cezâ hazretleri, Eyyühel Veled kitabında buyuruyor ki:
“Din kardeşini ziyarete gideceğin zaman, onun müsait, uygun bir zamanını öğren, kendisinden bir söz al ve o zamanda ziyarete git, geç kalma! Evine gireceğin zaman, kapı açık olsa bile, ondan izin iste ve izin verdikten sonra içeriye gir, içeri girince, sağa sola bakma. İçeride haram işleniyorsa, bir bahane ile oradan ayrıl! Salih bir kimse yemek ikram ederse, yavaş ve adâbı ile ye! Fazla konuşma, dostunda fazla eğlenme, giderken, tevazu ve selam ile ayrıl!
Tanıdığın bir Müslüman, sana gelince, elinden geldiği kadar iyi ve tatlı karşıla, yemek ikram eyle! Kapıya çık, kendisini karşıla! Selam verince, selamını al ve kendisine güzelce iltifatta bulunup: Efendim safa geldiniz, hoş geldiniz, diyerek odanın baş tarafına oturmasını teklif eyle! Sen aşağı tarafta otur! Dinden, ibadetten, haramların zararlarından ve evliyânın hayatlarından anlat! Bir şeyler öğret! Yemek yerken onu utandırmamak için, sen de ye! Giderken, onu uğurla ve dua eyle!
Evine gelip geçici salih bir misafir gelirse, onun hizmetini iyice yap! Hemen yemeğini ver, belki acıkmıştır. Yanında fazla oturma, belki yorgundur. Yatmadan önce, kıbleyi, helayı, seccadeyi ona göster, abdest havlusunu ve diğer ihtiyaçlarını temin eyle! Sabah olunca, sabah namazına kaldır ve cemaat hâlinde beraber kılınız! Erkence yemeğini hazırla, gideceği yol belki uzundur.”
***
Sual: Bir kimse, kendisine bir tek hadis-i şerifi rehber edinip ona göre amel edebilir mi?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Şiblî hazretleri buyuruyor ki:
“Dörtyüz hocadan ders okudum. Bunlardan dört bin hadis-i şerif öğrendim. Bütün bu hadislerden bir tanesini seçip kendimi ona uydurdum, çünkü kurtuluşu ve saadet-i ebediyyeye kavuşmayı bunda buldum ve bütün nasihatleri hep bunun içinde gördüm. Seçtiğim hadis-i şerifte, Peygamber efendimiz bir Sahabiye buyuruyor ki:
(Dünya için, dünyada kalacağın kadar çalış! Ahiret için, orada sonsuz kalacağına göre çalış! Allahü teâlâya, muhtaç olduğun kadar itaat et! Cehenneme dayanabileceğin kadar günah işle!)”
Nefislerine uyanlara, dünya zevklerinin peşinde koşanlara, nasihat acı gelir, haramlar ise tatlı gelir.
Sual: Genelde, insanlara hatta kendi yakınlarına, çocuklarına dinin bir emri hatırlatıldığında, nasihat edildiğinde hemen itiraz ediliyor. Bunun sebebi ne olabilir?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Gazâlî hazretleri, bir talebesine hitaben buyuruyor ki:
“Nasihat vermek kolaydır, nasihat kabul etmek ise güçtür. Çünkü, nefislerine uyanlara, dünya zevklerinin peşinde koşanlara, nasihat acı gelir, haramlar ise tatlı gelir. Bunun için, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerimde, mealen; (Kâfirlerle harp ediniz! Harp, size, acı ve sıkıntılı gelir. Size zor gelen şeyler, yani Allahü teâlânın emirleri, sizin için hayırlıdır, iyidir. Size iyi gelen, sevdiğiniz şeyler, yani haramlar, size zararlıdır, fenadır. Hayırlı olanları Allahü teâlâ biliyor, siz bilmiyorsunuz) buyurdu. Hele senin gibi, ilim ismi verilen ve ilim şekline sokulan, lüzumsuz şeyleri öğrenenlere ve ilmi, dünyada ve ahirette kendine, insanlara faydalı olmak için değil, herkese büyüklük satmak ve yalnız dünyalık kazanmak için okuyup, ahiretlerini düşünmeyenlere nasihat tesir etmez. Amelsiz ilim, insanı kurtarır zannediyorsun ve ilim sahibi olunca, amel etmeden kurtuluruz sanıyorsun. Bu hâlinize çok şaşılır. Çünkü ilmi olan kimsenin, amelsiz kuru ilmin kıyamette kendine zarar vereceğini, bilmiyordum, diye özür ve bahane yapamayacağını bilmesi lazımdır. Peygamber efendimizin şu hadis-i şerifini de işitmediniz mi? Buyuruyor ki; (Kıyamet günü azapların en şiddetlisi, elbette, ilminin faydasını görmeyen âlime olacaktır.)
Din Büyüklerinden biri, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini rüyada görüp ne hâlde olduğunu sorunca, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; “O kadar sözlerim, keşif ve işaretlerim, yani zahiri ve batıni bilgilerim hep harap oldu, tükendi; yalnız bir gece kıldığım iki rekat namaz imdadıma yetişti” buyurur.
Sen de şunu iyi bil ki, amelsiz ilim, insanı kurtarmaz, kurtaramaz. Bunu sana bir misal ile anlatayım: Bir kimse, dağda bir arslana rastlasa, yanında tüfeği ve kılıcı bulunsa ve bunları kullanmasını iyi bilse ve ne kadar cesur olursa olsun, bu aletleri kullanmadıkça, arslandan kurtulabilir mi? Sen de bilirsin ki, kurtulamaz. İşte bunun gibi, bir kimse ne kadar ilim sahibi olursa olsun, bildiğine göre hareket etmezse, ilminin faydası olmaz.”
Lord Davenport: “İlme ve irfana, Müslümanlardan daha derin saygı gösteren bir millet gelmemiştir.”
Sual: Bazı kimseler, "cemiyet, toplum hayatına karışmış dinî düşünce ve metotlar, toplumun gelişmesini önleyen zincir gibidir" diyorlar. Gerçekten İslamiyet ilerlemeye mâni midir?
Cevap: Resulullah efendimiz; (Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya işlerinize çalışınız!) buyuruyor. İmâm-ı Münâvî'nin bildirdiği hadis-i şerifte; (Elhikmetü dâlletül-mü'min) buyuruluyor. Yani, (Hikmet, fen bilgileri, müminin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın!) buyuruluyor. İslam dininin, cemiyetlerin kalkınmasını desteklediğini, medeniyete ışık tuttuğunu, dost düşman bütün ilim adamları, söz birliği ile söylemektedir. İngiliz lordlarından Lord Davenport, Londra’da basılan, İngilizce Hazret-i Muhammed ve Kur’ân-ı kerim ismindeki kitabında; “İlme ve irfana, Müslümanlardan daha derin saygı gösteren bir millet gelmemiştir” sözü ile başlayarak, İslâmiyetin cemiyetlerin ilerlemesine, yükselmesine önderlik ettiğini, vesikalarla uzun anlatmaktadır.
Amerika'da, Teksas Teknik Üniversitesi profesörlerinden, Amerikan târihçisi Dr. Kiris Traglor, 1972 senesinde büyük bir topluluğa yaptığı konuşmasında, Avrupa rönesansının ilham ve gelişme kaynağının İslâmiyet olduğunu, Müslümanların, İspanyaya ve Sicilya’ya gelerek, bugünkü modern teknik ve gelişmenin temellerini attıklarını söylemiş ve fende ilerlemenin, kimyada, tıpta, astronomide, denizcilikte, coğrafyada, kartografya ve matematikte terakki etmekle, ilerlemekle mümkün olduğunu ve bu bilgileri, Avrupa’ya, Kuzey Afrika ve İspanya yolu ile, Müslümanların getirdiklerini bildirmiştir. Eğer Müslümanlar, bilgilerini kıymetli tirşe kâğıtlara ve papirüslere yazmasalardı, bugünkü modern basın nasıl meydana gelirdi ve faydalı olabilirdi, demiştir. Bu konuşmanın metni, Pakistan’da çıkan, haftalık İslâm Dünyası gazetesinin, 26 Ağustos 1972 tarihli sayısında yayınlanmıştır. İlimde, kuru bir etiketten başka nasibi olmayan cahil bir İslâm düşmanının yalanları, bu hakikati elbette örtemez. Güneş balçıkla sıvanamaz.
***
Sual: Ayağa giyilen mest üzerine mesh müddeti ne kadardır?
Cevap: Mest üzerine mesh müddeti, mukim olan için yirmi dört, misafir için, üç gün üç gece, yani yetmiş iki saattir. Bu müddet, mesti giydiği zaman değil, mesti giydikten sonra, abdesti bozulduğu zaman başlar.
“Resûlullah efendimizin göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan, sapık olur.”
Sual: Mirac ne demektir, ne zaman olmuştur, bu gecenin önemi nedir?
Cevap: Mirac kandili, Receb ayının 27. gecesidir. Mirac, merdiven demektir. Resulullah efendimizin göklere çıkarıldığı, bilinmeyen yerlere götürüldüğü gecedir. Resulullah efendimiz hicretten bir yıl önce, 52 yaşında, Zeyd bin Hârise'yi yanına alarak Tâif’e gitti, onlara bir ay nasihat eyledi. Hiç kimse iman etmediği gibi alay ve işkence ettiler. Üzüntülü ve yorgun olarak geri dönerken, yaralandılar. Mekke’ye döndüler. Her taraf düşman idi, gidecek bir yer yoktu. Birkaç ay Mekke’de çok sıkıntılı geçti. Bir gece ki Receb ayının 27. gecesi amcası Ebû Tâlib'in kızı Ümm-i Hânî’nin evine gitti. Resulullah efendimizi içeri alıp bir hasır, leğen, ibrik verdi. Resulullah efendimiz o gün çok incinmişti, abdest alıp, Rabbine yalvarmaya, af dilemeye, kulların imana gelmesi için duaya başladı. Çok yorgun, aç, üzüntülü olduğu için hasır üzerine uzanıp uyuyuverdi. O anda, Allahü teâlâ, Cebrâil aleyhisselama;
“Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mübarek bedenini, nazik kalbini çok incittim. Bu hâlde, yine bana yalvarıyor. Benden başka, hiçbir şey düşünmüyor. Git! Habibimi getir! Cennetimi, Cehennemimi göster. Ona ve Onu sevenlere hazırladığım nimetleri görsün. Ona inanmayanlara, sözleri, yazıları ve hareketleri ile Onu incitenlere hazırladığım azapları görsün. Onu ben teselli edeceğim” buyurdu.
Cebrâil aleyhisselam, bir anda Resulullah efendimizin yanına geldi. Beraberce Kâbe yanına gittiler. Sonra Cennetten gelen Burak adındaki beyaz hayvana binip, bir anda Kudüs’te, Mescid-i Aksâ’ya geldiler, namaz kıldılar. Namazdan sonra, mescitten çıkıp bilinmeyen bir mirac ile, bir anda, yedi kat gökleri geçtiler. Her gökte bir büyük Peygamberi gördü. Resulullah efendimiz, Cenneti, Cehennemi görüp, Refref adındaki bir Cennet yaygısı üstünde, Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekânsız, zamansız olarak Allahü teâlâyı gördü. Mirac gecesinde, beş vakit namaz emrolundu. Miracdan önce, yalnız sabah ve ikindi namazı vardı. Tefsîr-i Hüseynîde ve Bahr kitabında deniyor ki:
“Resûlullah efendimizin Mekke’den Beytül-mukaddese götürüldüğüne inanmayan kâfir olur. Göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise, sapık olur.”
“Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselama olan ihsanlarından biri de, Onu Miraca çıkarmasıdır."
Sual: Peygamber efendimizin miracını, sadece ruhen veya rüyada oldu diyenler oluyor. Böylelerine nasıl cevap vermelidir?
Cevap: Resulullah efendimizin fiili mucizeleri çoktur. Bu mucizelerden birisi de, Mirac mucizesidir. Mirac, hem ruh, hem de beden ile olmuştur. İsrâ sûresinin ilk âyet-i kerimesinde mealen;
(Kulumu gece Mescid-i haramdan Mescid-i Aksâya götürdüm) buyurulmaktadır. Kul, insana denir. Ruha veya insanın bir hâline kul denmez.
Filistin, Arabistan’a, başka memleketlerden daha yakın olduğu için, (En yakın yer) buyuruldu. Mescid-i Aksâ o zaman yeryüzünde bulunan mescitler arasında, Mekke’ye en uzak olanı idi. Bunun için, (En uzak mescid) buyuruldu. En yakın yerde en uzak mescid niçin bulunamazmış ki?
Namaz, önceden Mescid-i Aksâya karşı kılınırdı. Kudüs’te mescid olmasaydı, oraya karşı namaz kılmak emrolunur mu ve Resulullah efendimiz, Kudüs’te Mescid-i Aksâ’da namaz kıldım der mi idi? Miraca inanmayanlar, Resûlullah efendimizin bedeni ile Kudüs’e ve göklere götürüldüğünü kavrayamadığı için inanamıyorlar. Eğer Mirac, rüyada olsaydı, müşrikler, buna bir şey demezlerdi. Resulullah efendimiz; (Beden ile gittim) buyurduğu için inanmadılar. Medâric-ün-nübüvve kitabında deniyor ki:
“Allahü teâlânın Muhammed aleyhisselama olan ihsanlarından biri de, Onu Miraca çıkarmasıdır. Resulullahın Mekke’den Mescid-i Aksâya götürüldüğü, Kur’ân-ı kerimde açıkça bildiriliyor. Buna inanmayan kâfir olur. Mescid-i Aksâ’dan göğe çıkarıldığını meşhur hadisler haber veriyor. Buna inanmayan, bidat ehli olur. Miracın uyanık iken ve ceset ile olduğunu, Eshâb-ı kiramın, tabiinin, hadis âlimlerinin, fıkıh âlimlerinin ve kelâm âlimlerinin çoğunluğu haber vermişlerdir. Müşrikler, miraca inanmadıkları ve imtihan ederek Mescid-i Aksâdan bilgi istedikleri için, İsrâ sûresinde, Mescid-i Aksâya kadar götürüldüğü açıkça bildirildi. Bu sûrede mealen;
(Âyetlerimi göstermek için götürdüm) buyurulması, göklere çıkarıldığını gösteriyor. Bu sûrenin 60. âyetinde mealen;
(Sana gösterdiğimiz rüyayı insanlara fitne yaptık) buyurulmaktadır.
Tefsir âlimlerinin çoğu, buradaki rüya kelimesinin uyanıkken gece görmek için kullanıldığını bildirmişlerdir. Mirac hadîs-i şerifi, Buhârî ve Müslimde uzun yazılıdır.”
Miracı, herkes inkâr ederken Hazret-i Ebu Bekir hemen ve tereddüt etmeden tasdik etti.
Sual: Mirac hadisesini aklımız almıyor diyenlere, ne demeli, nasıl cevap vermelidir?
Cevap: Peygamberlik makamı aklın ve düşüncenin dışındadır, üstündedir. Aklın eremeyeceği, anlayamayacağı çok şeyler vardır ki, bunlar Peygamberlik makamında anlaşılır. Her şey akıl ile anlaşılabilseydi, Peygamberler gönderilmezdi. Mucize ve keramet de, akıl ile anlaşılamaz, izah edilemez. Bunların hepsi, Allahü teâlânın sonsuz kudreti ile olmaktadır. Mirac da, âdet olan işlerin aksinedir. Mucizelerin hepsi de böyledir. Bu sebeple imanı olanların, Mirac mucizesine inanması lazımdır. Hazret-i Ebu Bekir, Allahü teâlânın sonsuz kudretini ve Peygamber efendimizin de, Onun Peygamberi olduğunu iyi anladığı için, Miracı, herkes inkâr ederken veya tereddüt geçirirken o, hemen ve tereddüt etmeden tasdik etti ve Sıddîklık makamına yükseldi. Çünkü Miracı kabul etmek, inanmak, aklın bittiği ve imanın başladığı yerdir.
Resulullah efendimiz, Mekke-i mükerremeden Sidre-tül-müntehâya kadar, Cebrail aleyhisselam ile birlikte gitti ve Sidrede şaşılacak çok şeyler gördü. Cennetteki nimetleri, Cehennemdeki azapları gördü. Hadîs-i şerifte;
(Mirac gecesi göğe götürülürken insanlar gördüm. Ateşten makaslarla dudaklarını kesiyorlar. Bunların kim olduklarını Cebraile sordum. Ümmetinin hatiplerinden, vaizlerinden, kendilerinin yapmadıklarını yapınız diyenlerdir dedi) buyuruldu.
Resulullah efendimiz, cenâb-ı Hakkın cemalini görmek arzusundan ve zevkinden, Cennetteki nimetlerin hiçbirine bakmadı. Sidreden ileriye, yalnız olarak, nurlar arasında ilerledi. Zamansız ve mekânsız olarak, ahirette Allahü teâlânın görüleceği gibi, anlaşılamayan ve anlatılamayan bir hâlde, Allahü teâlâyı gördü.
Peygamber efendimize mirac gecesi, Cennette nasip olan rü’yet şerefi dünyaya indikten sonra, dünyanın hâline uygun olarak, kendisine yalnız namazda müyesser olmuştur. Peygamber efendimiz;
(Namazda, kul ile Allahü teâlâ arasındaki perdeler kalkar) buyurmuştur.
Bütün bu haberlerin bir kısmı âyet-i kerimelerle, bir kısmı da hadîs-i şeriflerle haber verilmiştir. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği bu haberleri kabul etmeyen, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur. Âyet-i kerimeye veya hadîs-i şeriflere inanmayan ise, kâfir olur.
Cevap: İmandan sonra, en kıymetli ibadet, namazdır. İman gibi, onun da güzelliği, kendindendir. Başka ibadetlerin güzelliği, kendilerinden değildir. Peygamber efendimiz, rahatını, huzurunu, namaz kılmakta bilirdi. Hadîs-i şerifte;
(Allah ile kul arasındaki perdeler, ancak namazda kaldırılır) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Namaz, bütün ibadetleri kendisinde toplamıştır. İslamın beşte bir parçası ise de, bu toplayıcılığından dolayı, yalnız başına, Müslümanlık demek olmuştur. İnsanı Allahü teâlânın sevgisine kavuşturacak işlerin birincisi olmuştur. Âlemlerin efendisine mirac gecesi, Cennette nasip olan rü'yet şerefi, dünyaya indikten sonra, dünyanın hâline uygun olarak kendisine yalnız namazda müyesser olmuştur. Bunun içindir ki; (Namaz müminlerin miracıdır) buyurmuştur. Onun yolunda, izinde giden büyüklere, o rü'yet devletinden, bu dünyada büyük pay, namazda olmaktadır. Namaz, üzüntülü ruhlara lezzet vericidir. Namaz, hastaların, rahat vericisidir. Ruhun gıdası, kalbin şifası namazdır. (Ey Bilal, beni ferahlandır!) diye ezan okumasını emir buyuran hadîs-i şerif, bunu göstermekte, (Namaz, kalbimin neşesi, gözümün bebeğidir) hadîs-i şerifi, bu arzuya işaret etmektedir. Namazın hakikatini anlamış olan bir kimse, namaza durunca, sanki, bu dünyadan çıkıp ahiret hayatına girer, ahirete mahsus olan nimetlerden bir şeylere kavuşur. Bu nimet, yalnız bu ümmete mahsustur.”
Hazret-i Ali, namaza durduğu zaman, bütün âlem alt-üst olsa, hiç haberi olmazdı. Bir harpte, mübarek ayağına ok saplanmış ve okun demir kısmı kemiğe girmişti. Bunu çıkartmak için, kendisinin bayıltılması gerektiği söylenince;
-Bayıltamaya gerek yok, ben namaza durduktan sonra çıkarırsınız cevabını vermiştir.
Nitekim namaza durunca, Cerrah, o demir parçasını çıkartır ve yarayı sarar. Hazret-i Ali;
-Ben o demir parçasını çıkardığınızı hissetmedim, buyurur.
Muhammed Ma’sûm hazretleri;
“Namaz, dinin direği, müminin miracıdır. Onu en iyi şekilde kılmaya gayret etmelidir” buyurmuştur.
Mirac gecesinde Peygamber efendimize ihsan olunan nimetler, bu dünyada, Onun ümmetine yalnız namazda tattırılmaktadır.
"Hazret-i Ebû Bekir namaza, hazret-i Ömer zekâta, hazret-i Osman oruca, hazret-i Ali ise hacca benzer."
Sual: Cennetle müjdelenmiş ve Peygamber efendimizin halifeleri olan dört büyük zatı sevmeyen, buğzedenler oluyor. Bunların bu durumu imanlarını etkiler mi, ahiretteki durumları nice olur?
Cevap: Bu konuda Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn kitabında deniyor ki:
“Rükneddîn Ahmed bin Cürcânî hazretleri, Abdullah bin Ömer hazretlerinden rivayet etmiştir. Resulullah efendimiz buyurdular ki:
(Zaman ve mekândan mukaddes, kemiyyet ve keyfiyetten münezzeh olan Allahü teâlâ, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'nin sevgisini sizin üzerinize farz etmiştir. Nasıl ki, namazı ve zekâtı, orucu ve haccı farz etmiştir. Nasıl ki, vücutlarınız , namazın, zekâtın ve orucun, haccın şerefi ile şereflenir ise, kalpleriniz de, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali hazretlerinin muhabbetleri ile süslenir, şerefli olur. Agâh, uyanık olunuz. Her kim benim ümmetimden, bedeni ile namaz kılar, eliyle zekât verir, ağzı ile oruç tutar ve ayağı ile hacca gider, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi kalbi ile dost edinir, o kimse, Allahü teâlâ huzurunda, Cebrâîl ve Mikâîl aleyhimesselam gibidir. Her kim namaz kılar, zekât verir, oruç tutar, hacceder ve lakin, gönlü ile Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi radıyallahü teâlâ anhüm sevmezse, o kimse, Allahü teâlâ dergâhında iblis gibidir ve iblisten kötü ve melundur.) Allahü teâlâ muhafaza etsin.
Eğer bir kimse, cehalet ve tembellikten dolayı ömrü boyunca az ibadet işlemiş ve şartlarını yerine getirememiş olsa, kalbiyle bu dört serveri sevse, sonunda Cennete gider. Eğer bir kimse Nuh ve Lokman hazretlerinin ömrü kadar yaşayıp, her saatinde bir çeşit hizmet ve taat işlese, kalbinde bu Çihâr yâr-i güzîne, bir zerre buğz olsa, Cehenneme gider. Sonunda, bin sene taat ve ibadet, bir zerre sevilenlere buğz ile faydasız hâle gelip, Cehennemlik olur. Bin sene boyunca hata ve masiyet, günah işlese, bir zerre Çihâr yâre sevgi ile Cennetlik olur. Tabiatıyla, ehl-i sünnet itikadında olanların günahından iman ve tevhid, saadet kokusu gelir. Bidat fırkasında olanların taat ve ibadetinden küfür, ilhâd ve şekâvet kokusu gelir. Hazret-i Ebû Bekir namaza, hazret-i Ömer zekâta, hazret-i Osman oruca, hazret-i Ali ise hacca benzer. Senin de böyle bilmen lazımdır. Neticesinde iyilik bulursun.”
"Lâ ilâhe illallah diyen kimseye, günah işlediği için kâfir demeyiniz! Buna kâfir diyenin kendisi kâfir olur"
Sual: Bazı kimseler, inanışları bozuk olan kimseler için, onlar da Müslümandır, ehl-i kıbledir, kötü söylemeyiniz diyorlar. Ehl-i kıble diye kime denir ve bunlara kötü denmez mi?
Cevap: Peygamber efendimiz, bir hadîs-i şeriflerinde;
(Benî İsrail yetmişiki millete ayrıldı. Benim ümmetim de yetmişüç millete ayrılacaktır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidecek, yalnız biri kurtulacaktır. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır) buyurdu. Yani, İsrail oğulları, dinde yetmişiki fırkaya ayrıldı, Müslümanlar da, dinde yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunların hiçbiri kâfir değil ise de, Cehennemde uzun zaman kalacaklardır. Yalnız benim ve Eshâbımın itikadında, inanışında olan ve bizim gibi ibadet eden fırkası Cehenneme girmeyecektir. İtikat bilgilerinde ictihad ederken, Resulullah efendimizin ve Eshâb-ı kiramın itikatlarından ayrılan din âlimleri, dinde zaruri ve söz birliği ile bilinen itikattan ayrılırlarsa, kâfir olurlar ve bunlara mülhid denir. Bunların müşrik oldukları, Bahr ve Hindiyye’de yazılıdır.
Zaruri ve söz birliği ile bildirilmemiş olan itikattan ayrılırlarsa, kâfir olmazlar, itikatta bidat sahibi olurlar. Bunlara Ehl-i kıble de denir. Amel ve ibadet bilgilerinde ictihad ederken de, zaruri ve söz birliği ile bilinen ibadetlere inanmayan kâfir olur, mülhid olur. Fakat, zaruri ve söz birliği ile bildirilmemiş olan ibadetlerden ayrılan âlimler, eğer müctehid iseler, sevap kazanırlar. Müctehid değilseler, amelde bidat sahibi, mezhepsiz olurlar. Çünkü müctehid olmayanın ictihad etmesi caiz değildir. Bunun, bir müctehidin mezhebini taklit etmesi lazımdır. Hadîs-i şerifte;
(Lâ ilâhe illallah diyen kimseye, günah işlediği için kâfir demeyiniz! Buna kâfir diyenin kendisi kâfir olur) buyuruldu. İtikadı bozuk olmadığı için, Cehenneme girmeyecek olan kimse, yaptığı günahlar sebebi ile Cehenneme girebilir. Eğer salih ise, yani günahına tövbe etmiş ise yahut affa veya şefaate kavuşursa, Cehenneme hiç girmez. Zaruri olarak yani cahillerin de bildiği ve söz birliği ile bildirilmiş olan bir inanışı veya bir işi inkâr eden, kâfir ve mürted olacağı için, lâ-ilâhe illallah dese ve her ibadeti yapsa ve her günahtan da sakınsa bile, buna lâ-ilâhe-illallah ehli ve ehl-i kıble denmez.
Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğu gibi, azabı da, adaleti de sonsuzdur...
Sual: Allahü teâlâ, yarattığı kullarına iman vermeye mecbur mudur?
Cevap: Allahü teâlâ, insanları Müslüman yapmaya mecbur değildir. Onun merhameti sonsuz olduğu gibi, azabı da, adaleti de sonsuzdur. Dilediği kuluna sebepsiz olarak ve o istemeden, iman ihsan eder, verir. Kendi akl-ı selimine uyarak, ahlakı ve işleri iyi olanlara da, doğru olan, makbul olan imanı vereceği, Kur’ân-ı kerimde bildirilmiştir. Nitekim İsrâ sûresinin 15. âyetinde mealen;
(Kim doğru yola girerse, kendi lehine girer. Kim, kendi aklına uyarsa, sapıtırsa, kendi zararına sapıtır. Kimse kimsenin günahını çekmez. Biz Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz) buyurulmuştur.
Allahü teâlâ, sonsuz merhametinden dolayı, Peygamberler göndererek, var ve bir olduğunu ve inanılması lazım olan şeyleri, kullarına bildirdi. İman, Peygamberin bildirdiklerini tasdik etmek demektir. Peygamberi inkâr eden, kâfir olur. Kâfirler, Cehennemde sonsuz kalacaktır. Peygamberi işitmeyen kimse, Allahü teâlânın var ve bir olduğunu düşünüp, yalnız buna iman eder ve Peygamberi işitmeden ölürse, bu da Cennete girecektir. Bunu düşünmeyip, iman etmezse, Cennete girmeyecek, Peygamberi inkâr etmediği için, Cehenneme de girmeyecektir. Kıyamet günü, hesaptan sonra, tekrar yok edilecektir. Cehennemde sonsuz kalmak, Peygamberi işitip de, inkâr etmenin cezasıdır. Aklı olan kimse, Peygamberi inkâr etmez, iman eder. Aklına uymayıp, nefsine, şehvetlerine uyar, başkasına aldanırsa, inkâr eder. Ananeye, modaya uymak hastalığı, nefislerimizin tuzaklarından biridir. Çok kimse, kendi nefislerinin bu tuzaklarına düşerek, büyük saadetlerden, kazançlardan mahrum kalmışlardır. Bunun içindir ki, bir hadis-i kudside, Allahü teâlâ;
(Nefislerinizi, kendinize düşman biliniz! Çünkü, nefisleriniz, bana düşmandırlar!) buyurdu.
Hıristiyan doğmuş, Hristiyan terbiyesi almış daha doğrusu, beyni yıkanarak aşırı aldatılmış bir kimse, kolay kolay bu tesirden kurtulamaz. Sonra, arkadaşlarının kendisini, eğer dinini değiştirecek olursa, hor görmesi, ailesinin kendisinden uzaklaşması bahis konusu olabilir. Fakat, bütün bunlar, birer sebep olmakla beraber, en büyük noksanlardan birinin de, son zamanlarda Müslümanların kendi temiz dinlerini bilmemeleridir.
İnsan, sonsuz olarak ateşte yanmak felaketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lazım gelir!..
Sual: Cehennemin sonsuz azabından kurtulmak için akıllı bir kimsenin, bundan kurtulma çaresini düşünmesi gerekmez mi?
Cevap: İmanı olmayan kimsenin, sonsuz olarak Cehennemde kalacağını, âyet-i kerimeler ve Peygamber efendimiz haber vermiştir. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var ve bir olduğuna inanmak gibi lazımdır. Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşte yanmak felaketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lazım gelir. Bu korkunç felaketten kurtulmanın çaresini arar. Bunun çaresi ise; Allahü teâlânın var ve bir olduğuna, Muhammed aleyhisselamın Onun son Peygamberi olduğuna, Onun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmaktır ki, insanı bu sonsuz felaketten kurtarmaktadır. Bir kimse, ben sonsuz azaba inanmıyorum, bunun için böyle bir felaketten korkmuyorum, bu felaketten kurtulmak çaresini aramıyorum derse, buna denir ki; inanmamak için elinde senedin vesikan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana mani oluyor? Elbette vesika gösteremeyecektir. Senedi, vesikası olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve ihtimal denir. Milyonda, milyarda bir ihtimali olsa da, sonsuz olarak ateşte yanmak korkunç felaketinden sakınmak lazım olmaz mı? Az bir aklı olan kimse bile, böyle felaketten sakınmaz mı? Sonsuz ateşte yanmak ihtimalinden kurtulmanın çaresini aramaz mı?
Görülüyor ki, her akıl sahibinin iman etmesi lazımdır. İman etmek için vergi vermek, mal ödemek, yük taşımak, ibadet zahmeti çekmek, zevkli, tatlı şeylerden kaçınmak gibi sıkıntılara katlanmak lazım değildir. Yalnız kalp ile, ihlas ile, samimi olarak inanmak kâfidir. Bu inancını inanmayanlara bildirmek de şart değildir. Sonsuz ateşte yanmaya inanmayanın buna çok az da bir ihtimal vermesi, zan etmesi akıl ve insanlık icabıdır. Sonsuz olarak ateşte yanmak ihtimali karşısında, bunun yegane ve kati çaresi olan iman nimetinden kaçınmak, ahmaklık, hem de çok büyük şaşkınlık olmaz mı?
Senâüllah Pânî-pütî hazretleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlânın varlığı, sıfatları, razı olduğu ve beğendiği şeyler, ancak Peygamberlerin bildirmesi ile anlaşılır. Akıl ile anlaşılamaz. Bunları bize Muhammed aleyhisselam bildirdi. Hulefâ-i râşidînin, eshâb-ı kiramın çalışmaları ile de, her tarafa yayıldı.”
Allahü teâlâ iyiliğini istediği kimsenin gözünden perdeyi kaldırır ve o kimse, ölünün ruhunu dünyadaki suretinde görür.
Sual: Bir kimse, vefat ettiği zaman, bu vefat eden kimsenin ruhunu, hayatta olanlardan bazı görenler oluyormuş, böyle bir şey olabilir mi ve bu bilgiler doğru mudur?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin Dürret-ül fâhıre kitabında deniyor ki:
“Vefat eden kimsenin ruhu, cesede geri döndürüldüğü zaman kendi cesedini yıkanırken bulur ve başı ucunda gasli, yıkanması bitinceye kadar durur. Allahü teâlâ iyiliğini istediği kimsenin gözünden perdeyi kaldırır ve o kimse, ölünün ruhunu dünyadaki insan suretinde görür. Bir zat oğlunu yıkarken başı ucunda olduğunu gördü. Kendisine korku gelip gördüğü taraftan diğer tarafa geçti. Kefenine sarılıncaya kadar bu hâli gördü. Kefene sarılınca, o şahsın şeklindeki ruh kefene geri döndü. Yıkanıp, kefenlenip tabut içine koyunca da ölenin ruhunu görenler oldu. Rebî bin Heysem hazretlerinden rivayet edildi ki; bir zat, yıkayan kimsenin elinde hareket etmiştir. Yine hazret-i Ebu Bekir zamanında bir ölünün tabut üzerinde iken konuştuğu görüldü ki, hazret-i Ebu Bekir ve hazret-i Ömer’in faziletlerini zikir etti.
Ölenin bu hâllerini görenler, melekler âlemini seyreden evliya yani velilerdir. Allahü teâlâ dilediği kimsenin gözünden ve kulağından perdeyi kaldırır, o da bu hâli görür ve bilir.
Ölü kefene sarıldığı zaman ruh hariçte, dışarıda olarak göğse yakın gelir. Bu sırada onun bağırması ve inlemesi vardır. Der ki; beni Rabbimin rahmetine acele götürünüz. Eğer bana ihsan olunan nimetleri bilseydiniz, beni götürmekte acele ederdiniz.
Eğer şekâvet, Cehennem azabı ile korkutulmuş ise, der ki; aman bana azâb-ı ilâhiden bir müddet mühlet, zaman verip, ağır götürünüz. Eğer bilseydiniz, elbette beni omuzunuzda taşımazdınız. Bunun için, Resûlullah efendimiz, bir cenaze görünce, hemen ayağa kalkarlar, kırk adım kadar o cenaze ile beraber giderlerdi.”
***
Sual: İbadet, sadece namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek midir?
Cevap: Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak ve sevap kazanmak niyeti ile, farzları, sünnetleri yapmaya, haramlardan, mekruhlardan kaçınmaya, yani İslâmın hükümlerini yerine getirmeye İbadet etmek denir. Niyetsiz, ibadet olamaz. Resûlullah efendimize tabi olmak için, önce iman etmek, sonra İslâmiyetin hükümlerini öğrenmek ve yapmak lazımdır.
Sual: Bir kimse, ibadet etmeden, günahlardan sakınmadan, dua ederek Cennete gidebilir mi?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Gazâlî hazretleri, bir talebesine hitaben buyuruyor ki:
“Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam bak ne buyuruyor: (Ahirette hesaba çekilmeden önce, dünyada iken hesabınızı görünüz ve tartılmadan önce, kendinizi tartınız!) Hazret-i Ali buyurdu ki: ‘Uğraşmadan, çalışmadan Cennete kavuşacağını zanneden kimse, hayale kapılıyor. Çalışarak kavuşacağım diyenin de kendini yorması, ibadet meşakkatlerini yüklenmesi lazımdır.’ Hazret-i Ali'nin talebesinden Hasen-i Basri hazretleri diyor ki: ‘İbadet etmeden Allahü teâlâdan Cennet istemek, büyük günahtır.’ Büyüklerden biri buyuruyor ki: ‘İlmi faydalı olan kimse, ibadeti bırakmaz, ibadetin sevabını düşünmeyi bırakır.’ Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Akıl sahibi, nefsini ezip, ahirette lazım olan şeyler için çalışır. Ahmak, aptal olan da nefsinin arzuları peşinde koşup, Cennete götürmesi için de, Allaha dua eder.)”
***
Sual: İnsanlara insan oldukları için diri iken saygı gösterildiği gibi, öldüğünde cenazelerinde de saygılı olmak gerekir mi?
Cevap: Bir gün Peygamber efendimizin önünden bir cenaze geçirildi. Resûlullah efendimiz, tazim, hürmet için ayağa kalktılar. Eshab-ı kiram;
-Ya Resûlallah, bu cenaze Yahudi cenazesidir deyince, Peygamber efendimiz;
-Nefis değil midir? yani insan değil midir cevabını verdiler.
***
Sual: Bir cenaze görüldüğü zaman, ayağa kalkıp, cenaze geçinceye kadar öylece durup beklemek uygun mudur?
Cevap: Bu konuda Halebî kitabında deniyor ki:
“Önünden cenaze geçen kimse, cenaze için ayağa kalkıp dikili durmamalıdır. Cenazeyi taşımak ve arkasından yürümek için kalkmalıdır. Resûlullah efendimizin cenaze görünce kalktığı, geçtikten sonra oturduğu ve siz de böyle yapın diye emir buyurduğu bildirildi ise de, bu emir nesih edildi. Yani bir zaman sonra, bu emrini değiştirdi.” Merâk-ıl-felâh ve Dürr-ül-Muhtârda da cenazeyi görenin saygı duruşu olarak ayağa kalkmasının caiz olmadığı yazılıdır.
***
Sual: Hanefi mezhebinde olan bir Müslüman, ayağına giydiği mestlerin üstü ile beraber altını da mesh edecek midir?
"Biz insanın ruhunu, güzel bir surette yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik."
Sual: Ruhun ve nefsin gıdasının, lezzetlerinin farklı, birbirine zıt olduğu kitaplarda bildirilmektedir. Buna rağmen ruh nasıl oluyor da nefsin gıdasını kendi gıdası zannedebilir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Mektûbât kitabının 99. mektubunda buyuruluyor ki:
“Ruh ile ceset, her bakımdan, birbirinin aksi, zıddı olduğundan, bunların bir arada kalabilmesi için, Allahü teâlâ, ruhu nefse âşık etti. Bu sevgi, bunların bir arada kalmasına sebep oldu. Kur’ân-ı kerim, bu hâli bize haber veriyor. Vettîn suresinin bir âyetinde mealen;
(Biz insanın ruhunu, güzel bir surette yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik) buyuruldu. Ruhun bu dereceye düşürülmesi ve bu aşka tutulması, kötülemeye benzeyen bir metih, övgüdür. İşte ruh, nefse karşı olan bu aşkı, sevgisi sebebi ile, kendini nefis âlemine attı ve nefse tabi, esir oldu. Hatta, kendinden geçti, kendisini unuttu, nefs-i emmare hâlini aldı. Ruh, her şeyden daha latif, maddenin en hafifi olan hidrojen gazından, hatta bir elektrondan da daha hafif olduğundan, madde bile olmadığından, her ne ile birleşirse onun hâline, şekline ve rengine girer. Kendini unuttuğu için, evvela kendi âleminde, derecesinde iken, Allahü teâlâya olan bilgisini de unuttu, cahil ve gafil oldu. Nefis gibi cehalet karanlığı ile karardı. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu, acıdığı için, Peygamberler gönderip, bu büyükler vasıtası ile ruhu kendine çağırdı ve sevgilisi olan nefse uymamasını, nefsi dinlememesini ona emretti. Ruh bu emri dinleyip, nefse uymaz, ondan yüz çevirir ise, felaketten kurtulur. Yok eğer, başını kaldırmaz, nefisle beraber kalmak, bu dünyadan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, saadetten uzaklaşır.
İşte ruh, bu hâlde kaldıkça, nefsin gafleti, cahilliği, ruhun da gafleti, cehaleti olur. Yok eğer, ruh, nefisten yüz çevirir, ondan soğur, onun yerine Allahü teâlâyı severse ve kendi gibi, bir mahluku sevmekten kurtulup, sonsuz var olana âşık olup, bu aşk ile kendinden geçerse, zahirin, yani nefsin gafleti, cehaleti, batına, yani ruha sirayet etmez. O, Allahü teâlâyı bir an unutmaz. Nefsin gafleti, ona nasıl tesir etsin ki, o nefisten, tamamen ayrılmıştır. İşte bu vakit, zahir gaflette iken, batın âgâhtır, uyanıktır. Her an Rabbi iledir.”
Allahü teâlâ, Peygamberlerine ümmetlerinin kıymet verdiği şeylerde mucizeler ihsan eyledi.
Sual: Peygamberlerin üstünlüklerine, gösterdikleri mucizeler de birer delil midir?
Cevap: Hazret-i Musa ve hazret-i İsa’nın Peygamberlikleri mucizelerle belli olduğu gibi, Muhammed aleyhisselamın Peygamberliği de, öylece mucizelerle meydandadır. Musa aleyhisselam zamanında sihir, İsa aleyhisselam zamanında doktorluk, Muhammed aleyhisselam zamanında şiir, fesâhat, belâgat yani güzel ve tartılı konuşmak sanatları çok ilerlemişti. Allahü teâlâ; bu Peygamberlerine ümmetlerinin kıymet verdiği şeylerde mucizeler ihsan eyledi. Muhammed aleyhisselamın da, İsa aleyhisselam gibi, ölüyü dirilttiği ve Firavun ile adamlarının Musa aleyhisselama sihirbaz dedikleri gibi, Kureyş kafirlerinin de Muhammed aleyhisselama sihirbaz dedikleri kitaplarda açık ve uzun yazılıdır.
Muhammed aleyhisselam ümmi idi. Yani, mektebe gitmedi, okuyup yazmadı, hiçbir insandan ders almadı. Ümmi olduğu hâlde, tarih, fen, ahlak, siyaset ve sosyal bilgilerle dolu bir kitap ortaya koydu. Yalnız o kitaba uyarak dünyaya adalet yaymış olan hükümdarların yetişmesine sebep oldu. Kur'ân-ı kerim, Muhammed aleyhisselamın mucizelerinin en büyüğüdür. Hatta, bütün Peygamberlerin mucizelerinin en büyüğüdür. Bu en büyük mucize, yalnız Muhammed aleyhisselama verilmiştir.
Dinde reformcular, Muhammed aleyhisselamın daha çocuk iken, Şam yolculuğunda bir rahiple birkaç dakika konuştuğu zaman, bütün bu bilgileri, o rahipten öğrendiğini söylerken, utanmaları, sıkılmaları lazım gelir. Bu kadar çürük, bu kadar gülünç bir iftira olamaz. Kâbe duvarında yıllarca asılı duran ve sahiplerini birer dâhi, birer kahraman derecesine yükselten ve binlerce şiir arasından seçilmiş bulunan fesâhat ve belâgat şaheseri yazıların birer paçavra gibi sökülüp indirilmesine ve yazarlarının başlarının eğilmesine sebep olan âyet-i kerimeler, o rahiple birkaç dakikalık konuşmanın neticesi olabilir mi?
Bugün Kur'ân-ı kerimin belâgatini yeniden anlamaya kalkışmaya, hiç lüzum yoktur. O ilâhî kitap, Arapçanın en yüksek zamanında, en salahiyetli mütehassıslara, üstünlüğünü imzalatmıştır. Arap edebiyatının mütehassısları olanlardan, Muhammed aleyhisselamın zamanında yetişenler arasında, Kur'ân-ı kerimin belâgatindeki ilâhî üstünlüğü görüp de inanmayan yok gibidir.
Masonlar, medreseleri parasız, ilimsiz bırakmakla kalmayıp, talebe ismi yerine softa adını yaymışlardı!..
Sual: Reformcu Musa Beykiyef; “Bugün medreselerde okuyanların çoğu oradaki ilimlerin ilk basamağında kalmıştır. Tembel, cahil ve mutaassıptırlar. Bundan da maksatları, Müslümanları sömürmektir. Bu hocalar, fikren ve ahlaken cahil oldukları hâlde, din âlimi kılığındadırlar. Şimdi medreselerde İslamiyetten bir şey kalmadı. Din, edeb ve Kur'ân öğretmek için yapılmış olan minberlerin, Müslümanları aldatmaktan başka vazifeleri kalmadı” diyor. Bu sözlerin gerçeklik payı var mıdır?
Cevap: Kazanlı reformcu Beykiyef bu sözleri söylediği zaman, dünyanın hangi yerinde Müslümanlık kalmış ise, onun beğenmediği medreselerde kalmış idi. Şimdi ise, programlarının başında dini kökünden yok etmek yazılı bulunan komünist Rusya’da, bu koca reformcunun gözüne batan o medreselerden, o camilerden hiçbiri kalmadı. Dinde reformcuların, her bakımdan gerici dedikleri din adamları halkı soymakta da, onlardan geridedirler. Hayatları kanaat üzere geçtiğinden, halktan istifadeleri azdır.
Birinci Cihan Harbinin, dört sene içinde, köylerde cenaze yıkayacak hoca bırakmadığı görülünce, cahil dedikleri hocaların bile lüzumsuz ve faydasız olmadığı anlaşıldı. Sultan Vahîdeddîn hân zamanında İstanbul’daki medreselere, liselerde okunan derslerden birçoğu konulduğu hâlde, ihtiyacı eskisi kadar da karşılayacak din adamı yetişmediği görülmüştü. Vaktiyle Molla Fenârîler, Molla Hüsrevler, Ebûssu'ûdlar, İbni Kemâller, Gelenbevîler yetiştirmiş olan bu ilim yuvaları maalesef yok edilmişti. Masonlar, medreseleri parasız, ilimsiz bırakmakla kalmayıp, talebe ismi yerine softa adını yaymışlardı. Bu kadar bozgunculuk, bu kadar bakımsızlık içinde medreselerden yine din düşmanlarını az çok susturacak ilim adamı yetişmesi şaşılacak şeydir. Bunu da mesleğin yüksekliğindeki feyiz ve berekete bağlamak lazım gelir.
Medreselerden yetişen din adamları, resmî dillerle kendilerine yapılan hakarete dayanamayarak, haysiyet ve şereflerini korumak için, başka iş sahalarına sarılmışlardır. Bir kısmı da, hakaretlere aldırmamış, dinî ve millî ananelerine sarılarak bir nefis mücahedesi içinde yaşamışlardır. Müşterisiz kalan mal hâline getirilen ve ilimden, fenden mahrum bırakılan medreselerde ilim adamı olamayacağı açıkça meydandadır
Din bilgileri, nakil ile anlaşılır. Bunların kaynağı, Kur'ân-ı kerim ile hadis-i şeriflerdir.
Sual: Bazı reformistler; “Peygamberimiz; (Akıl ile nakil çatışırsa, akla uymalıdır) buyuruyor. Dinin ihtiyaca göre değiştirilebileceği buradan anlaşılmaktadır” diyorlar. Gerçekten din ihtiyaca göre değiştirilebilir mi?
Cevap: Aklın gösterdiği bir hakikat, hiç değişmez. Aklın gösterdiği delil ile, naklin değiştirilebileceğini, İslâm âlimleri bildirmektedir. Naklin bildirdiğini değiştirmeye sebep olacak delili ortaya koymak, mantık ilminden haberi olmayan reformcuların aklı ile olamaz. Resulullah efendimiz, İslâm bilgilerini fen ve din bilgileri diye ikiye ayırdı. Din bilgileri, nakil ile anlaşılır. Bunların kaynağı, Kur'ân-ı kerim ile hadis-i şeriflerdir.
His organları ile anlaşılan şeyler sınırlıdır. His organlarımız ile anlayamadığımız şeyleri, akıl ile bulur, anlarız. Aklın da bir sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akıl anlayamaz. Cennette, Cehennemde olan şeyler, ibadetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır.
Kur'ân-ı kerimde dört şey bildirilmektedir: İman, Ahkâm, Kısas ve Ahbâr. İnanılması lazım olan bilgilerde hiç değişiklik olamaz. Her Peygamberin, her ümmetin inanışları arasında hiç ayrılık yoktur. İkincisi olan ahkâm, Allahü teâlânın emirleri ve yasaklarıdır. Bunlarda değişiklik olabilir. Fakat, bu değişikliği yalnız Allahü teâlâ yapmış ve Peygamberleri ile değiştirmiştir. Kısas, geçmiş insanların, ümmetlerin hâllerini, yaşayışlarını anlatmak demektir. Ahbâr, geçmişte olmuş ve gelecekte olacak şeyler demektir. Kısas ve haberlerde değişiklik olmaz. Din bilgileri arasında birbirleri ile çatışır gibi olanları görülürse, bunlar yine akla uydurulmaz. Birbirlerine uydurulmaya çalışılır. Akla düşen, böyle bilgileri, açıkça anlaşılabilene uygun anlamaktır.
İslam ilimlerinin ikincisi olan fen bilgileri, his organları ve bu organlara yardımcı aletlerle inceleyerek, hesap ederek ve deneyerek anlaşılan bilgilerdir. Bunların hepsi akıl, zekâ ile yapılır. Hepsinde akla güvenilir. Nakil ile fen bilgisinde çatışma olduğu zaman, akla uyulur. Yani nakil, akla uygun olarak açıklanır. Reformcunun işitmiş olduğu hadis-i şerif, işte bunu açıklamaktadır.
İslâmiyetin hükümlerinin ahiretteki faydalarıyla birlikte dünyadaki faydalarını düşünmek yasak değildir.
Sual: Dinin emir ve yasaklarını, insana dünyada fayda sağladığı için yapmak doğru olur mu?
Cevap: İslâmiyete uymanın, ibadet etmenin, dünya menfaatleri üzerine kurulmayacağı, akıl sahipleri için pek meydanda olan bir hakikattir. Şûrâ suresinin 20. âyet-i kerimesinde mealen;
(Ahireti kazanmak için çalışanların kazançlarını arttırırız. Dünya menfaati için çalışanlara da, ondan veririz. Fakat, ahirette bunların eline bir şey geçmeyecektir) ve İsrâ suresinin 18., 19. âyet-i kerimelerinde de mealen;
(Menfaatleri ve lezzetleri çabuk geçen, tükenen dünyayı isteyenlerden, dilediğimize, istediğimizi veririz. Ahiret menfaatleri için çalışan müminlerin mükâfatları boldur) buyuruluyor. Hadis-i şeriflerde de;
(Allahü teâlâdan başkası için her kim ne işledi ise, karşılığını ondan istesin, denilecektir) ve (Allahü teâlâ, ahiret için yapılan iyiliklere dünyada da mükafat verir. Fakat, yalnız dünya için yapılan işlere ahirette hiç mükafat vermez) buyuruldu.
İslâmiyetin hükümlerinin ahiretteki faydalarıyla birlikte dünyadaki faydalarını, sosyal iyiliklerini de düşünmek yasak değildir. Hatta, bu faydaları, zamanın yeni bilgileri ile açıklayarak anlatmak, din adamlarının vazifesidir. İslâmiyetin hükümleri üzerine yürütülecek sosyal düşünceler, Müslümanlardan ziyade, din düşmanlarına karşı bir müdafaa silahı ve yarış vasıtası olarak hazırlanması lazımdır. İslâmiyetin hükümlerinin, dünyada olan faydalarını ve iyiliklerini Müslümanların da bilmesi elbette faydalıdır. Ancak, Müslümanların yalnız bilmekte kalması lazım olup, ibadetleri dünya faydaları üzerine bina etmek derecesine gelmemelidir. Böyle olursa, ibadetler bozulur. İslâmiyetin istediği vazifelerde dünya için ne kadar fayda bulunursa bulunsun, bunları yalnız Allahü teâlânın emri olduğu için ve ahirette, azaptan kurtulmak için yapmak lazımdır. Böyle niyet olunca, dünya faydalarının ayrıca düşünülmesi, yapılan ibadete zarar vermez.
İbadetlerde ahiret faydalarını bırakarak, yalnız sosyal iyilikler aramak ve bu araştırmayı esas tutmak, dine inanmamak hastalığının alametlerindendir. Dinin hükümlerinin dünyadaki faydaları, iyilikleri pek mühim ve meydanda olmakla beraber, Cennet ve Cehenneme inananlar, dünya menfaatlerini hatırlarına bile getirmezler.
Başkasının muhabbetine, ihsanına kavuşmak için yapılan ibadet, ona tapınmak olur!..
Sual: Başkaları da ibadet yaptığımı bilsin görsün diyerek ibadet edenler, hayır yapanlar, ahirette bunların faydasını görmeyecekler midir?
Cevap: İbadet; kulluk etmek, tapınmak, insanın kendini aşağılaması, alçaltması demektir. İbadet, Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için yapılır. Başkasının muhabbetine, ihsanına kavuşmak için yapılan ibadet, ona tapınmak olur. Hadis-i şerifte;
(Dünyada riya ile ibadet edene, kıyamet günü, ey kötü insan! Bugün sana sevap yoktur. Dünyada kimler için ibadet ettin ise, sevaplarını onlardan iste denir) buyuruldu.
Bir kimse, hep nefsinin istekleri peşinde koşar ve nefsinin istediklerine kavuşabilmek için her şeyi yapıyorsa, bu kimse, nefsinin esiridir, kölesidir ve nefsine tapmaktadır. Herhangi bir kimsenin sözüne uyarak, İslâmiyetin dışına çıkmak, onun sözlerini, İslâmiyetten üstün tutmak, o kimsenin kölesi olmak ve ona tapınmak demektir. Bunun için insan, neyin esiri, kimin kölesi ve kulu olduğuna dikkat etmelidir. Ebû Ali Dekkâk hazretleri, nasihat isteyen birisine hitaben;
"Sen kimin esiri ve mülküysen onun kulusun. Eğer nefsinin esiri ve mülkü isen nefsinin kulusun. Eğer dünyanın esiriysen, dünyanın kulusun ve kölesisin" buyurmuştur.
Bir sene Belh şehrinde kıtlık olur ve insanlar yiyecek bir şey bulamazlar. Bu yüzden hiç kimsenin yüzü gülmemektedir. İnsanlar bu hâlde iken, Şakîk-i Belhî hazretleri, çarşıda neşeli bir köle görür ve ona;
-Herkes üzüntülü iken sen niçin bu kadar neşelisin, diye sorar. Köle;
-Benim efendim zengindir, beni aç, çıplak bırakmaz ki, der. Şakîk-i Belhî hazretleri, kölenin bu sözü karşısında;
“Aman ya Rabbi! Az bir dünyalığı olan şu zenginin kölesi böyle neşeli. Halbuki, sen bütün canlıların rızıklarına kefil oldun. Biz niçin gam ve keder içinde olalım” diyerek yüzünü ahirete çevirir.
İnsan, ya kendisi gibi yaratılmış olan bir insanın, varlığın esiri, kölesi, kuludur veya her şeyin sahibi, yaratanı olan Allahü teâlânın kuludur. Herkes, dünyada yaptığı tercihe göre, ahirette hesap verecektir. Peygamber efendimiz;
(Allahü teâlâ buyuruyor ki: Benim şerikim, ortağım yoktur. Başkasını bana ortak eden, sevaplarını ondan istesin. İbadetlerinizi ihlas ile yapınız! Allahü teâlâ, ihlas ile yapılan işleri kabul eder) buyurmuştur.
Berat veya Beraet kelimesinin sözlük anlamı, temize çıkmak, kurtulmak demektir.
Sual: Berat ne anlama gelmektedir ve insanın dünyada iken ahiretteki azaptan kurtulma imkânı var mıdır?
Cevap: Berat veya Beraet kelimesinin sözlük anlamı, temize çıkmak, kurtulmak demektir. Berat, kurtuluş vesikası anlamına da gelmektedir. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Ahirette pek çok kimse, hesaba çekilmeden Cennete girerler. Onlar için mizan, terazi kurulmaz. Onlara verilen sayfalar üzerine; "Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah. Bu filanın oğlu filanın Cennete girmesinin ve Cehennemden kurtulmasının beraetidir" yazılır.)
Abdullah ibni Ömer hazretleri bir gün Resûlullah efendimizin huzuruna gelince;
(Kıyamet günü herkesin beratı, yani kurtuluş vesikası, her işi ölçüldükten sonra verilir. Abdullahın beratı ise, dünyada verilmiştir) buyururlar. Sebebi sorulduğunda ise;
(Kendisi vera ve takva sahibi olduğu gibi, dua ederken “Ya Rabbi! Benim vücudumu, kıyamet günü o kadar büyük eyle ki, Cehennemi yalnız ben doldurayım. Cehennemi insanla dolduracağım diye verdiğin sözün böylece yerine gelmiş olsun da, Muhammed aleyhisselamın ümmetinden hiç kimse Cehennemde yanmasın” diyerek din kardeşlerini kendi canından daha çok sevdiğini göstermiştir) buyurdu.
Bir hac zamanında, Ebû Amr ez-Zücâcî hazretlerinin yanına birisi gelerek;
-Haccımı yaptım, beratımı ver. Beratımı almam için beni sana gönderdiler deyince, Ebû Amr ez-Zücâcî hazretleri, o kimseye şaka yapıldığını anlar ve ona, Kâbe'yi işaret ederek;
-Git oraya ve "ya Rabbi! Bana beratımı ver" de! buyurur. Daha sonra o kimse, elinde bir kâğıtla geri döner. Kâğıdın üzerinde yeşil hat, yazı ile;
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu falan oğlu falanın Cehennemden berat kâğıdıdır" yazılıdır.
Her sene, Şaban ayının 15. Berat gecesinde o sene olacak şeyler, ameller, ömürler, ölüm sebepleri, yükselmeler, alçalmalar, yani her şey Levh-i mahfuzda yazılır. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hanımı bir Berat gecesinde;
-Efendim, bu gece ecellerin ve amellerin takdir edildiği gecedir. Kim bilir Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kaydetti deyince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri;
-Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyada yaşayacaklar sayfasından silindiğini görenin hâli nice olur buyurur ve o sene vefat eder.
Berat gecesi, Şaban ayının onbeşinci gecesidir. Resûlullah efendimiz bu gece, çok ibadet ve dua ederdi.
Sual: Berat gecesi ne zamandır, önemi, fazileti nedir ve böyle gecelerde ne yapmalıdır?
Cevap: Berat gecesi, Şaban ayının onbeşinci gecesidir. Yani ondördüncü günü ile onbeşinci günü arasındaki gecedir. Allahü teâlâ, ezelde, hiçbir şey yaratmadan önce, her şeyi takdir etti, diledi. Bunlardan, bir yıl içinde olacak her şeyi, bu gece meleklere bildirir. Kur’an-ı kerim, Levh-i mahfûza bu gece indi. Resûlullah efendimiz bu gece, çok ibadet ve dua ederdi.
Her sene, Şaban ayının onbeşinci Berat gecesinde o senede olacak şeyler, ameller, ömürler, ölüm sebepleri, yükselmeler, alçalmalar, yani her şey Levh-i mahfuzda yazılır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan dua, tövbe, ret olmaz. Fıtır Bayramının ve Kurban Bayramının birinci geceleri, Şabanın onbeşinci, Berat gecesi ve Arefe gecesi.)
(Cebrail aleyhisselam bana geldi. Kalk, namaz kıl ve dua et! Bu gece, Şabanın onbeşinci gecesidir dedi. Bu geceyi ihya edenleri, Allahü teâlâ affeder. Yalnız, müşrikleri, büyücüleri, falcıları, hasisleri, alkollü içki içenleri, faiz yiyenleri ve zina yapanları affetmez.)
(Berat gecesini ganimet, fırsat biliniz! Çünkü belli bir gecedir. Şabanın onbeşinci gecesidir. Kadir gecesi, çok büyük ise de, hangi gece olduğu belli değildir. Bu gece, çok ibadet yapınız. Yoksa, kıyamet günü pişman olursunuz!)
Cuma, Arefe, Bayram, Kadir, Berat, Mirâc, Aşûre, Mevlid ve Regâib gecelerinde ibadet etmek çok sevaptır. Muhammed Rebhâmî hazretleri Rıyâd-un-nâsıhîn kitabında buyuruyor ki:
“Büyük İslâm âlimi, imâm-ı Nevevî hazretleri, Ezkâr kitabında buyuruyor ki: Gecenin oniki kısmından bir kısmını yani bir saat kadar ihya etmek, yani okumak, kılmak, dua etmek, bütün geceyi ihya etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. Fıkıh kitaplarında, saat demek, bir miktar zaman demektir. Nevevî, Şafii mezhebinde müctehiddir. Hanefilerin de, geceleri, böyle ihya etmeleri uygun olur.”
Berat ve Regâib geceleri, camilerde toplanarak cemaatle nafile namaz kılmanın mekruh olduğu fıkıh kitaplarında yazılıdır. Mekruhu iyi bilmek, büyük cinayetlerdendir. Çünkü haramı mubah bilmek küfür, mekruhu mubah bilmek ise, ondan bir basamak aşağıdır. Bu işin çirkinliğini iyi anlamalıdır.
Nafile namazı cemaatle kılmanın mekruh olduğu fıkıh kitaplarının çoğunda yazılıdır.
Sual: Bazı kimseler, mübarek gecelerde, yatsıdan sonra veya teheccüd vaktinde, bir araya gelerek cemaat hâlinde nafile namaz kılmakta ve herkesi de davet etmektedirler. Dinimizde böyle bir şey var mıdır ve uygun mudur?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektubât kitabının 1. cilt 288. mektubunda buyuruyor ki:
“Zamanımızda âlim olsun, cahil olsun, Müslümanların çoğu, nafile ibadetleri yapmaya çok önem veriyorlar. Farzları yapmakta gevşek davranıyorlar. Farzların içinde bulunan sünnetleri ve müstehabları gözetmiyorlar. Nafilelere kıymet veriyorlar. Farzları aşağı görüyorlar. Farz namazları müstehab olan zamanlarında kılan yok gibidir. Sünnet olan cemaatin çoğalmasına, hatta namazı cemaat ile kılmaya aldırış etmiyorlar. Farzları, gevşeklikle, üşenerek kılmakla, vazifeyi bitirdiklerini sanıyorlar. Aşûre gününe, Berat, Regâib gecesine çok önem veriyorlar. Bu zamanlarda, büyük cemaatlerle nafile namazlar kılıyorlar. Bu cemaatleri iyi ve güzel sanıyorlar. Bunların, şeytanın aldatması olduğunu, günahları sevap olarak gösterdiğini anlayamıyorlar. Şerh-i Vikâye hâşiyesinde; 'Nafileleri cemaatle kılmak ve farz namazları cemaatsiz, yalnız kılmak, şeytanın aldatmalarından biridir' buyuruyor.
Nafile namazları cemaatle kılmak mekruh, kötü olan bidatlerdendir. Peygamber efendimizin; (Bir kimse, dinimizde bulunmayan bir şeyi, meydana çıkarırsa, o şey kötüdür) hadis-i şerifinde bildirdiği bidatlerdendir. Nafile namazı cemaatle kılmanın mekruh olduğu fıkıh kitaplarının çoğunda yazılıdır. Herkes çağrılır, büyük cemaat yapılırsa, mekruh olur diyenler de vardır. Buna göre, herkese haber vermeden, caminin bir köşesinde, bir iki kişi cemaat ile kılarsa mekruh olmaz. Üç kişi kılarsa mekruh olur ve olmaz da diyenler oldu. Dört kişinin cemaatle nafile kılması, söz birliği ile mekruhtur denildi. Sirâciyye fetvâ kitabında, teravih ve güneş tutulması namazlarından başka olan nafileleri cemaatle kılmanın mekruh olduğu bildirilmektedir. Gıyâsiyye fetvâ kitâbında; 'Nafile namazı cemaatle kılmak, ramazandan başka zamanlarda, herkes çağrılırsa, mekruh olur. Bir iki kişi imama uyarsa mekruh olmaz. Üç kişi olursa şüphelidir. Dört kişi olursa, söz birliği ile mekruh olur' denilmektedir.”
"İtimad-ı nefs, yani kendine güvenmek, tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan bir şeydir..."
Sual: Bazı din adamı kılığındaki reformistler; “Müslümanlar, rızkın ezelde ayrıldığına inandıkları için çalışmayı lüzumlu görmezler. Nefsine güvenmek ise, insana hayat için mücadele kuvveti verir. Yaşamak istiyorsak, kendimizde itimad-ı nefs hasıl edelim” diyorlar. Bunların bu sözlerinin gerçeklik payı var mıdır?
Cevap: Birinci Cihan Harbi'nde böyle ateşli itimad-ı nefs dersleri fazlası ile verilmiş ve ne büyük belalara çarpıldığı da görülmüştür. Nefse güvenmek böyle deli gibi saldırmalara sebep olmuştur. Birinci Cihan Harbi'nde nefse güvenmek yerine, Allaha tevekkül hâkim olsa idi, o hareketlerden, makul ve meşru olan ince noktalardan hiçbiri ihmal edilmezdi. Çünkü, Allaha tevekkül etmek için, İslâmiyete uymak lazımdır. Bu da, bütün ince noktalara ehemmiyet verdirir. İslâmiyet, hem çalışmayı, hem de tevekkülü birlikte emretmektedir. Tembel oturup da, tevekkül ediyoruz diyenler, bu iki vazifeden birini yapmayan kimselerdir. Çünkü, İslâmiyetin iki emrinden birincisini yapıyor, ikincisini yapmıyorlar. Bunları kötüleyen reformcular da, birinci vazifeyi bırakıp, ikincisini istemekle, kötüledikleri kimseler gibi kusurlu oluyorlar. Bunların hatası, çalışmayanların hatasından daha büyük oluyor. Çünkü biz, elimizden geldiği kadar çalıştıktan sonra, Allaha tevekkül ederek, işimizin karşılığını Allahdan beklemek ihtiyacında bulunduğumuz gibi, çalışırken bile nefsimize o kuvveti veren Allahı unutmayarak asıl tükenmez ve yenilmez kuvvetin Allahı unutmamakta olduğunu düşünerek, ondan yardım beklemek üzere ikinci bir tevekküle muhtacız.
(Allah size yardım ederse, kimse size galip gelemez. Size yardım etmezse, kimse yardım edemez. O hâlde, müminler Allaha tevekkül etsinler!)
(Sevgili Peygamberim! Onlara de ki; Allahü teâlâ dilemedikçe, kendime hiçbir fayda ve zarar getirmeye kadir değilim) mealindeki âyet-i kerimeler ve daha nice benzerleri var iken, tevekkülü kaldırarak itimad-ı nefs diye bir şey aramak, dine yardım ettiklerini söyleyenlere yakışır mı? Bunlar, biz tevekkülün yanlış anlaşılmasına karşı, bunu istiyoruz da, diyemezler. Çünkü, itimad-ı nefs, yani kendine güvenmek, tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan bir şeydir. Bundan başka, egoistliğe, kendini beğenmeye yol açar.
"İnsanın, işine göre, ömrü ve rızkı değişir. İyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir."
Sual: İnsanların hâllerinde ve işlerinde yani kaderlerinde değişiklik olur mu yoksa ezelde nasıl takdir edilmiş ise öyle mi meydana gelir?
Cevap: Ahmet ibni Kemal Paşa hazretlerinin "Levh-il-mahfûz ve Ümm-ül-kitap" ve Ebüssuud Efendi'nin "Kaza ve Kader Risalesi"nde, konu ile alakalı olarak buyuruluyor ki:
“Ra'd suresindeki, (Allahü teâlâ, dilediğini siler. Dilediğini değiştirmez. Ümm-ül-kitâb, Ondadır) mealindeki âyet-i kerimede, levh-i mahfûz bildirilmektedir. Ümm-i kitâb, ezeli olan kelam-ı ilâhînin ismidir. Melekler, bunu anlayamaz. Zamanlı değildir. Yani burada zaman yazılı değildir. Allahü teâlâdan başka, kimse bilmez. Hiç yok olmaz. Levh-i mahfûzda ise, değişiklik olur. Bunu melekler görür. İnsanın, işine göre, ömrü ve rızkı değişir. İyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir. Böylece birine ölümüne yakın, iyi işler yaptırıp, son nefeste iman ile gönderir. Başkasına kötü amel işletip, imansız gönderir. Bunun için, Resûlullah efendimiz her zaman; (Allahümme, ya mukallibelkulûb, sebbit kalbî, alâ dînik) duasını okurdu ki, Ey büyük Allahım! Kalpleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dininde sabit kıl, yani dininden döndürme, ayırma! demektir. Eshab-ı kiram bunu işitince; 'Ya Resûlallah! Siz de, dönmekten korkuyor musunuz?' dediklerinde; (Mekr-i ilâhîden, beni kim temin eder?) buyurdu. Çünkü, hadis-i kudside; (İnsanların kalbi Rahmânın kudretindedir. Kalpleri, dilediği gibi çevirir) buyurulmuştur. Yani, Celâl ve Cemâl sıfatları ile, kötüye ve iyiye çevirir. Levh-i mahfûza ilk olarak, (Benden başka Allah yoktur. Muhammed aleyhisselâm benim resulümdür ve habibimdir ve her şey benim mahlukumdur. Her şeyin Rabbiyim, Hâlıkıyım) yazıldı. Sonra, Peygamberleri ve kıyamete kadar gelecek insanların iyileri, saîd olarak, kötüleri de, şakî olarak yazıldı.
Kader değişmez. Kazâ, kadere uygun olarak meydana gelir. Kazâ-i mu'allak şeklinde yaratılacağı yazılmış olan bir şey, kulun iyi ameli ile değişip yaratılmaz.
İbni Esîr hazretleri; 'Kazâ ve kader, birbirinden ayrılmaz, çünkü, kader temel gibi, kazâ da üstündeki bina gibidir' buyurdu. Kader, Allahü teâlânın, olacak şeyleri ezelde bilmesidir. Kazâ ise, kaderde bulunan şeyleri, zamanı gelince yaratmasıdır.”
“Kıyamette herkes, öldüğü zamandaki şekli, boyu ve organları ile mezardan kalkacaktır..."
Sual: Bir insanı hayvanlar yese veya ölen insanın organları başka bir insana nakledilse, bu insan kıyamet günü diriltildiği zaman, dünyada iken hayvanların yediği veya başka insanlara nakledilen organları, kiminle, hangi bedenle diriltilecektir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Seâdet-i Ebediyye kitabında deniyor ki:
“Kıyamette herkes, öldüğü zamandaki şekli, boyu ve organları ile mezardan kalkacaktır. Herkesin kuyruk sokumu kemiği değişmeyecek, başka organlar, bu kemik üzerine yeniden yaratılacak, ruhlar bu yeni bedenlerini bulup, bu bedenlerine gireceklerdir. Ruhların bu başka yeni bedenlere girmesi, tenasüh değildir. İnsanın bedeni, organları dünyada da değişiyor. Kırk yaşındaki insanın eti, yağı, derisi, kemikleri başkadır. Çocukluğunda bulunanlar başkadır. Fakat o, hep aynı insandır. Çünkü insan, ruh demektir. Beden değişiyor ise de, ruh değişmez. İnsanın parmak izi de hiç değişmez. Hiçbir insanın parmak izi, başkasının parmak izine benzemez. Bir insanın parmak uçlarındaki çizgilerin şekli, doğmadan önce, ruh bedene girdiği sıralarda teşekkül eder. İnsan ölüp çürüyünceye kadar hiç değişmez. Beş bin yıllık mumyalarda aynen kaldıkları görülmüştür. Parmak ucundaki çizgilerden her biri, yan yana dizilmiş deliklerden meydana gelmiştir. Her delikçikten, ter sızmaktadır. İnsan bir şeyi tutunca, sızan ter, o şey üzerinde çizgilerin şekli gibi yapışıp kalır. Teri boyayan bir ilaç sürünce, o kimsenin parmak izi, o şey üzerinde görünür.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, Kimyâ-yı se'âdet kitabında diyor ki:
Bir insanın çeşitli yaşlarındaki bedenleri başka başka oldukları gibi, aynı boy ve şekilde, fakat başka zerrelerden yapılmış bir bedenle kabirden kalkacaktır. Burası iyi anlaşılınca, insan insanı yerse, yenilen organın, hangi insan ile yaratılacağı, yiyen ile mi, yoksa yenilen ile mi birlikte yaratılacağı gibi sorulara lüzum kalmaz. Çünkü, o uzuvların, organların kendisi değil, benzerleri yaratılacaktır.”
***
Sual: Şabân ayının onbeşinde, Berat gecesinde, o sene olacak olan her hadise, Levh-i mahfûza yazılır mı?
Cevap: Her sene, şabân ayının onbeşinci Berat gecesinde, o senede olacak şeyler, ameller, ömürler, ölüm sebepleri, yükselmeler, alçalmalar, yani her şey Levh-i mahfûzda yazılır.
Haccın farz olabilmesi için, o Müslümanda, haccın şartlarının tamamının bulunması lazımdır.
Sual: Bir Müslümana haccın farz olması için, sadece o Müslümanın zengin olması kâfi midir?
Cevap: Haccın şartları, farzları, vacipleri ve sünnetleri vardır. Bir Müslümana haccın farz olabilmesi için, o Müslümanda, haccın şartlarının tamamının bulunması lazımdır. Haccın Şartları da iki kısımdır. Birinci kısım, Haccın Vücub Şartlarıdır ki İmâm-ı a'zam hazretlerine göre, sekizdir ve şunlardır:
1-Müslüman olmak.
2-Kâfir memleketinde olanın da, haccın farz olduğunu işitmesi lazımdır.
3-Akıllı olmak.
4-Bâliğ, ergenlik yaşına ulaşmış olmak.
5-Hür olup, köle olmamak.
6-Geçim ihtiyacından fazla olarak hacca götürüp getirecek ve geride kalanlara yetecek kadar, helal parası olmak. Buradaki ihtiyaç da, zekâttaki gibidir. Haram malı olana, hacca gitmek değil, bunları sahiplerine ödemek farzdır. Haram mal ile hacca giden, hac yapmamak azabından kurtulur ise de, hac sevabı kazanamaz. Gasbedilen yerde namaz kılmaya benzer. Böyle kimselerin ibadetlerine mani olmamalıdır. Günahlar ibadetlere mani değildir. Parasının helal olduğunda şüphesi olan, sevap kazanmak için, Yahya Efendi fetvasında yazılı olduğu gibi, bir kimseden ödünç alıp bununla hacca gitmelidir. Borcunu şüpheli parası ile ödemelidir. Müttekiler, her ihtiyaçlarını temin ederken, böyle yapmışlardır.
7-Hac vakti gelmiş olmak. Hac vakti, Arefe ve bayram günleri olmak üzere, beş gündür. Yolda geçen zaman da düşünülerek, vücub şartları, bu zaman başında mevcut olan kimsenin ömründe bir kere hacca gitmesi farz olur. Dâr-ül-islâmda bulunup malı olan kimsenin, hac vakti gelince, kendine hac farz olup olmadığını bilmese de, hacca gitmesi farz olur.
8-Hacca gidemeyecek kadar, kör, hasta, çok ihtiyar ve sakat olmamak.
***
Sual: Hacca gidecek kimse, öncelikli olarak, elindeki hac paraları da dahil zekâtını mı verecektir yoksa zekâtını hac yaptıktan sonra mı verecektir?
Cevap: Zekâtı, nisaba malik olduktan bir hicri sene sonra, vermek farz olur. Zekât vermek farz olduğu bu zaman, herkes için başkadır. Bu zaman, hac zamanından evvel ise, malın, paranın hepsi için zekât verilip, geri kalan para ile hacca gidilir. Zekat vermek zamanı, hac zamanına rastlarsa veya hac zamanından sonra ise, önce hacca gidilir. Hacdan sonra, elde mevcut paranın zekâtı verilir.
"Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabul olan dua, o bela gelirken korur."
Sual: Bir insanın kaderi, sakınmak ve tedbir almakla değişebilir mi?
Cevap: Bu konuda İhyâ-ül'ulûm kitabında deniyor ki:
“Kazâ-i mu'allak, Levh-i mahfûzda yazılıdır. Eğer o kimse, iyi amel yapıp, duası kabul olursa, o kaza değişir.” Hadis-i şerifte;
(Kader, tedbir ile, sakınmakla değişmez. Fakat kabul olan dua, o bela gelirken korur) buyuruldu.
Duanın belayı def etmesi de, kaza ve kaderdendir. Kalkan oka siper olduğu, su yerden otun yetişmesine, havadaki oksijen gazının canlının hücrelerindeki gıda maddelerini yakıp hararet meydana gelmesine sebep olduğu gibi, dua da, Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. Bir hadis-i şerifte;
(Kazâ-i mu'allakı, hiçbir şey değiştiremez. Yalnız dua değiştirir ve ömrü, yalnız, ihsan, iyilik arttırır) buyuruldu. Allahü teâlânın takdirinin, yani kaderin, Levh-i mahfûzda yazılması kazadır. Bir kimseye takdir edilen bela, kazâ-i mu'allak yani o kimsenin dua etmesi takdir edilmişse, dua eder, kabul olunca, belayı önler. Ecel-i kazâyı da, iyilik etmek geciktirir. Fakat, Ecel-i müsemmâ değişmez. Ecel-i kazâ, bir kimse, eğer iyi iş yapar, sadaka verirse ömrü altmış sene, bunları yapmazsa kırk sene diye takdir edilmesi gibidir. Vakit tamam olunca, eceli bir an gecikmez. Birinin üç gün ömrü kalmışken akrabasını, Allah rızası için ziyaret etmesi ile, ömrü otuz seneye uzar. Otuz yıl ömrü olan kimse de, akrabasını terk ettiği için, ömrü üç güne iner. Tefsîr-i Hâzinde deniyor ki:
“Takdir, ezelde Levh-i mahfûzda yazılmıştır. Sonradan bir şey yazılmaz. Levh-i mahfûzda olacak değişiklikler ve ömürlerin artması, kısalması, ezelde yazılmıştır. Buna kazâ-i mu'allak denir. Allahü teâlânın kaderi, yani ezelde ilmi nasıl ise, Levh-i mahfûzdaki değişiklikler, ona uygun olur. Hazret-i Ömer yaralanınca, Ka'bül-ahbâr hazretleri;
“Hazret-i Ömer daha yaşamak isteseydi, dua ederdi. Zira onun duası elbette kabul olur” dedi. Oradakiler;
-Nasıl böyle söylüyorsun, Allahü teâlâ mealen; (Ecel, bir an gecikmez ve vaktinden önce gelmez) buyurdu, dediklerinde;
-Evet, ecel hazır olduğu vakit gecikmez. Ecel hasıl olmadan önce, sadaka, dua ve amel-i salih ile, ömür uzar. Zira Fâtır sûresinde mealen; (Herkesin ömrü ve ömürlerin kısalması hep yazılıdır) buyurulmaktadır dedi.
Allahü teâlâ, kullarının günahlarını affedicidir. Müslümanlar da, birbirlerinin kusurlarını affetmelidir.
Sual: Başkalarının hatalarını affetmeyen bir kimsenin, kendi hatalarının affedilmesini beklemesi uygun olur mu?
Cevap: Affetmek, büyüklüğün alametidir ve Allahü teâlânın sıfatlarındandır. Kişinin, kendisine karşı yapılan hata ve kusurları bağışlamasına, affetmek denir. Hakkını almaya gücü yettiği hâlde, affetmek iyidir. Çünkü nefse daha güç gelir. Hadis-i şerifte;
(Musa aleyhisselam; Ya Rabbi! Kullarının en kıymetlisi kimdir? dedikte, gücü yettiği zaman affedendir, buyuruldu) buyurulmuştur.
Zulmedeni affetmek merhametin, kendisine iyilik etmeyene hediye vermek ihsanın, kötülük edene ihsanda bulunmak da, insanlığın en yüksek derecesidir. Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar.
Zalimden hakkı kadar geri almak, adalet olur. Fakat gücü yettiği hâlde affetmek, güzel ahlaktır. Resulullah efendimiz, bir kimsenin zalime beddua ettiğini görünce;
(İntisâr eyledin! Affeyleseydin, daha iyi olurdu) buyurmuştur.
Resulullah efendimizin mübarek torunu hazret-i Hüseyin, bir gün misafirleri ile sofrada oturmuşlar yemek yiyorlardı. O sırada kölesi bir kap sıcak yemekle gelirken ayağı yere takılıp, elindeki yemeği hazret-i Hüseyin’in mübarek başına döker. Hazret-i Hüseyin, terbiye maksadı ile kölesinin yüzüne sertçe bakınca, kölesi, Âl-i imrân suresinin 134. âyet-i kerimesindeki;
(Gadab etmezler) mealindeki kısmını okur. Hazret-i Hüseyin;
-Gadabımı terk ettim, buyurunca, kölesi, âyet-i kerimenin;
(İnsanlardan kusurlu olanları affederler) mealindeki kısmını okur. Hazret-i Hüseyin;
(Allahü teâlâ ihsan edenleri sever) mealindeki kısmını okur. Bunun üzerine hazret-i Hüseyin;
-Allah için seni kölelikten azad ettim, istediğin yere gidebilirsin, buyurur.
Allahü teâlâ, kullarının günahlarını affedicidir. Müslümanlar da, birbirlerinin kusurlarını affetmelidir. Bunun için Müslümanların hatalarını görmemek, onlara kin tutmamak ve kusurlarını affetmek lazımdır. Allahü teâlânın bizim günahlarımızı affetmesini istiyorsak, biz de Onun kullarının hatalarını affetmemiz yani, affedilmek için affetmek lazımdır. Ahmed Rıfâî hazretleri;
“Kızdığın zaman affa sarıl. Çünkü affetmek suretiyle yapacağın hata, ceza vermek suretiyle yapacağın hatadan daha iyidir” buyuruyor.
Kalp söylemeden yalnız ağız ile yapılan duanın faydası olmaz. Dua ederken, kalp uyanık olmalı...
Sual: Kalben değil de, sadece dil ile söylenerek yapılan duaların faydası olmaz mı?
Cevap: Allahü teâlâ, dua etmeyi ve dua edeni sever. Peygamber efendimiz de;
(Dua etmek, ibadettir) buyurmuşlardır.
Duanın ve her zikrin sessiz olması efdaldir. Dua etmenin de şartları vardır. Önce, günahlarına pişman olup, tövbe etmeli, istiğfar okumalı, sadaka vermeli, imanını ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak düzeltmeli, duanın kabul olacağına inanmalı, yüzü kıbleye karşı oturup, önce hamd ve salevat okumalı. Duayı üçten fazla söylemeli. Kabul olmadı diyerek, ümit kesmemeli, kabul oluncaya kadar, uzun zaman tekrar etmelidir. Haram yememeli, içmemeli, haram söylememelidir. Haram işlemek, kalbi bozar. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Çok istiğfar okuyunuz! İstiğfar duası okumaya devam edeni, Allahü teâlâ hastalıklardan, her dertten korur. Hiç ummadığı yerden rızıklandırır.)
Duaların kabul olması için, okuyanın Müslüman olması, günahlarına tövbe etmesi, manasını bilerek, inanarak söylemesi lazımdır. Kararmış kalple yapılan dua kabul olmaz. Beş vakit namaza devam edenin kalbi temizlenir. Kalp söylemeden yalnız ağız ile yapılan duanın faydası olmaz. Dua ederken, kalp uyanık olmalı, kabul edileceğine inanmalıdır. Söylediğinden haberi olmayan gâfilin duası kabul olmaz. Kur’ân-ı kerim okunan yere, rahmet iner. Bu zaman yapılan duanın kabul olması çok umulur. Hadis-i şerifte;
(Duanın kabul olması için, iki şey lazımdır: Birincisi, duayı ihlas ile yapmalıdır. İkincisi, yediği ve giydiği helalden olmalıdır. Müminin odasında, haramdan bir iplik varsa, bu odada yaptığı duası, hiç kabul olmaz) buyuruldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri;
“Yalvararak, ağlayarak ve sığınarak, kırık kalple Allahü teâlâdan af ve afiyet dilemelidir. Duanın kabul olunduğu anlaşılıncaya ve fitneler kalmayıncaya kadar, böyle dua etmelidir” buyurmuştur.
Mübarek gecelerde, cuma günü ve gecesinde, seher vaktinde, Allah yolunda cihad ederken, her namazdan sonra, yağmur yağarken, Kâbe-i muazzamayı görünce, zemzem suyu içince yapılan duaların kabul olduğu kitaplarda yazılıdır. Musibet anında yapılan dua da müstecabdır. Rahat ve huzur zamanlarında çok dua edenin, dert ve bela zamanlarındaki duaları çabuk kabul olur.
Sual: Bir kalpte imanın bulunup bulunmadığının alameti, işareti var mıdır, varsa bu alamet nedir?
Cevap: Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, günahlardan sakınmamak, kalbin bozuk olmasındandır. Kalbin bozuk olması, İslâmiyete tam inanılmamasıdır. Mümin olmak için, yalnız kelime-i şehadeti söylemek yetişmez. Münafıklar da, bunu söylüyor. Kalpte iman bulunduğuna alamet, İslâmiyetin emirlerini severek yapmak, yasak ettiklerinden de severek uzaklaşmaktır. İslâmiyetin emirlerini yapabilmek, yasaklarından sakınabilmek için, dinde lazım olanları, öğrenmek ve öğretmek lazımdır. Din bilgilerini öğrenmeden, başka şeyler öğrenenler ve çocuklarına doğru din bilgisi öğretmeyenler aldanmaktadır. Geleceği temin etmek, acaba bunları elde etmek midir yoksa, Allahü teâlânın rızasını kazanmak mıdır? Niyetin doğru olması için korkmalı ve çok istiğfar etmelidir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Teheccüd zamanında tövbe, istiğfar etmek, Allahü teâlâya yalvarmak, günahlarını düşünmek, ayıplarını, kusurlarını hatırlamak, kıyametteki azapları düşünüp korkmak, Cehennemin sonsuz acılarından titremek lazımdır. Af ve mağfiret için çok yalvarmalıdır. O zaman ve her zaman yüz kere “Estağfirullahel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh” demeli ve manasını düşünerek söylemelidir. Bunu ikindi namazından, tesbihlerden ve duadan sonra yüz defa okumalıdır. Abdestsiz okunabilir. Hadis-i şerifte; (Kıyamette, sayfasında çok istiğfar bulunanlara, müjdeler olsun!) buyuruldu.”
İstiğfar ve bütün dualar, temiz kalple söylenmez, yalnız ağızla söylenirse, faydası olmaz. İstiğfarı ağızla üç kere söyleyince, temiz kalp de söylemeye başlar. Günah işlemekle kararmış olan kalbin söylemesi için, ağızla çok söylemek lazımdır. Namaz kılmayanın ve haram lokma yiyenin kalbi kararır. Böyle kalplerin de söylemeye başlaması için, ağızla en az yetmiş kere istiğfar söylemelidir.
Fıkıh, ilmihal ve ahlak bilgilerini lüzumu kadar öğrenmek ve çoluk çocuğuna öğretmek, her Müslümana Farz-ı ayındır. Öğrenmeyenler ve çoluk çocuğuna öğretmeyenler büyük günah işlemiş olur. Öğrenmeye lüzum görmeyen, ehemmiyet vermeyenin ise, imanı gider. Dinini öğrenen ise, dünya ve ahiret felaketlerinden kurtulur.
Dünyalık ele geçirmek için dinini vermek, aklı olanın yapacağı bir şey değildir.
Sual: Dini konuları, dini sohbet ve nasihatleri ücret, menfaat karşılığında yapmak, dinimiz açısından uygun olur mu?
Cevap: Dünyalık ele geçirmek için dinini vermek, aklı olanın yapacağı bir şey değildir. Din bilgilerini ve her ibadeti, Allah rızası için değil de, mal, mevki, şöhret kazanmak için yapan kimse, gerçek anlamda hakiki, olgun bir Müslüman değildir. Zira ilim ve amel, Allahü teâlânın rızası, Onun sevgisini kazanmak için olmalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Dünyalık ele geçirmek için, ilim öğrenen, dünyada mal ve mevki elde eder. Ahiretteki kazancı ancak Cehennem ateşi olur.)
İmâm-ı Evzâî hazretleri, kendisinden nasihat isteyen Halife Cafer’e hitaben buyurur ki:
“Cebrâil aleyhisselam bir gün Peygamber efendimizin huzuruna gelmişti. Resulullah efendimiz, Cebrail aleyhisselama;
-Ya Cebrail! Bana Cehennemi anlat buyurunca, Cebrail aleyhisselam;
-Allahü teâlâ Cehenneme emretti. Bin sene iyice kırmızılaşıncaya kadar yandı. Bundan sonra bin sene daha yandı, sapsarı oldu. Bin sene daha yanıp, simsiyah oldu. Onun için Cehennem koyu ve siyahtır. Alevleri ve parçaları parlamaz. Seni Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, Cehennem elbiselerinden birisi, dünyadakilere gösterilmiş olsaydı, hepsi ölürlerdi. Eğer, Cehennemin içeceklerinden biri, dünya suyuna dökülmüş olsaydı, ondan tadan herkes ölürdü. Şayet, Allahü teâlânın bildirdiği zincirden, bir arşın, dünyadaki dağlar üzerine konulsaydı, bütün dağlar erirdi. Bir kimse Cehenneme girip çıksaydı, yeryüzündekiler onun kokusundan ölürlerdi, buyurdu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz ağladı, Cebrâil aleyhisselam da ağladı ve;
-Ya Muhammed! Sen de mi ağlıyorsun, halbuki Allahü teâlâ seni günahtan muhafaza eyledi deyince, Resulullah efendimiz;
-Allahü teâlâya şükredici bir kul olmayayım mı? buyurdu.
-Ey müminlerin emiri! En üstün şey takvadır. Çünkü, kim Allahü teâlâya itaat için şeref isterse, Allahü teâlâ onu yükseltir. Kim de şerefi günah işlemek için isterse, Allahü teâlâ onu alçaltır.”
Halife, imâm-ı Evzâî hazretlerine, yaptığı bu nasihatlerden dolayı hediyeler vermek ister, fakat o, bu hediyeleri kabul etmez ve;
“Benim ona ihtiyacım yok. Ben bu nasihati, dünyalık için yapmadım” buyurur.
Ramazan ayında oruç tutmanın, Allahü teâlânın emri olduğuna inanmalı ve sevabını da Ondan beklemelidir.
Sual: Ramazan ayı, Müslümanlar için, din ve dünya saadetini kazanmada bir fırsat ayı mıdır?
Cevap: Ramazan, kelime anlamı itibariyle yanmak demektir. Çünkü bu ayda oruç tutan ve tövbe edenlerin günahları yanar, yok olur. Buharideki hadis-i şerifte;
(Bir kimse, ramazan ayında oruç tutmayı farz bilir, vazife bilir ve orucun sevabını, Allahü teâlâdan beklerse, geçmiş günahları affolur) buyurulmuştur.
Ramazan ayında oruç tutmanın, Allahü teâlânın emri olduğuna inanmalı ve sevabını da Ondan beklemelidir. Günlerin uzun olmasından ve oruç tutmanın güç olmasından şikâyet etmemelidir. Günlerin uzun olmasını, oruç tutmayanlar arasında güçlükle oruç tutmasını fırsat ve ganimet bilmelidir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Mübarek ramazan ayı, çok şereflidir. Bu ayda yapılan, nafile namaz, zikir, sadaka ve bütün nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda bir oruçluya iftar verenin günahları affolur, Cehennemden azad olur. O oruçlunun sevabı kadar, ayrıca buna da sevap verilir. Bu ayda, emri altında bulunanların, işlerini hafifleten, onların ibadet etmelerine kolaylık gösteren amirler de affolur, Cehennemden azad olur. Ramazan ayında, Resulûllah efendimiz, esirleri azad eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibadet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene bu işleri yapmak nasib olur.
Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmelidir. Elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Allahü teâlânın razı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, ahireti kazanmak için fırsat bilmelidir.
Bir kimse bu ayda kendini toparlarsa, bütün yılı iyi olarak geçer. Bu ayı kötülükle geçirirse, bütün senesi kötü geçer. Ramazan ayı bir kimseden razı olursa, o kimseye müjdeler olsun. Bir kimseye gücenirse, bereketlerinden ve hayırlarından pay almazsa, o kimseye yazıklar olsun! Ramazanda Kur’ân-ı kerimi hatmeden kimsenin, bereketlerine kavuşması, hayırlarından pay alması umulur.”
Ramazan ayında, hayırların ve bereketlerin hepsi toplanmıştır. Ramazanın günleri ve geceleri, ayrı ayrı fazilet ve kıymete haizdir. Bu sebeple ramazan ayını fırsat, ganimet bilmelidir.
İbadetleri, âdet olarak, herkes yaptığı için değil, Allahü teâlânın emri olduğu için ve şartlarını gözeterek yapmalıdır.
Sual: Herkes yaptığı için, namaz kılmak, oruç tutmak gibi ibadetleri yapmak, insanı sorumluluktan kurtarır mı?
Cevap: Âdet üzere namaz kılan ve oruç tutan çoktur. Fakat, dinin bildirdiği hududu gözeten ise, pek azdır. Doğru ibadet edenleri, âdet üzere ibadet edenlerden ayıran fark, Allahü teâlânın emirlerini gözetmektir. Çünkü, namaz ve orucun halisi de, bozuğu da görünüşte beraberdir. Sadece yeme, içmeyi terk ederek, yalandan, gıybetten uzaklaşılmayarak tutulan bir orucun, faydasız bir amel olduğunu, İslâm âlimleri bildirmişlerdir. Peygamber efendimiz;
(Bir kimse, ramazan ayında oruç tutmayı farz bilir, vazife bilir ve orucun sevabını, Allahü teâlâdan beklerse, geçmiş günahları affolur) buyurmuştur.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Bu ayın günlerinin bereketi başka olduğu gibi, gecelerinin hayırları da başkadır. Kur’ân-ı kerim, ramazan ayında indi. Bakara sûresinin 185. âyetinde mealen;
(Kur’ân-ı kerim ramazan ayında indirildi) buyuruldu. Kadir gecesi de, bu aydadır.
Ramazan-ı şerifte, vakit girince, iftarı erken yapmak, sahuru geç yapmak sünnettir. Resûlullah efendimiz bu iki sünneti yapmaya çok önem verirdi. İftarda acele etmek ve sahuru geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeye ve dolayısı ile her şeye muhtaç olduğunu göstermektedir. İbadet etmek de zaten bu demektir. Hurma ile iftar etmek sünnettir. İftar edince;
“Zehebez-zamâ vebtellet-il urûk ve sebet-el-ecr inşâallahü teâlâ” duasını okumak, teravih namazı kılmak ve hatim okumak mühim sünnettir. Bu ayda, her gece, Cehenneme girmesi gereken, binlerce Müslüman affolur. Bu ayda, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır. Şeytanlar, zincirlere bağlanır. Rahmet kapıları açılır. Hadis-i şerifte;
(Ramazan ayı gelince, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır) buyuruldu.
Ramazan-ı şerif ayının Kur’ân-ı kerim ile bağlılığı olduğu için, bu ay da, bütün hayırları ve bereketleri kendinde toplamıştır. Bütün bir yıl içinde herhangi bir yoldan herhangi bir kimseye gelen bütün hayırlar ve bereketler, bu çok kıymetli ayın bereketleri denizinden bir damla gibidir.”
İbadetleri, âdet olarak, herkes yaptığı için değil, Allahü teâlânın emri olduğu için ve şartlarını gözeterek yapmalıdır.
Beden ve kalple erişilebilecek bütün yüksek dereceler, Resûlullah efendimizi sevmeye bağlıdır.
Sual: Allahü teâlâyı ve Onun sevdiklerini sevmenin alameti, onların yolunda bulunmak ve onları çok hatırlamak mıdır?
Cevap: Kalp hastalığının ilacı, İslâmiyetin emirlerine uymak, yasak ettiklerinden sakınmak ve Allahü teâlâyı çok zikretmek, yani ismini ve sıfatlarını hatırlamak, kalbe yerleştirmektir. Çünkü insan sevdiğini hiç unutmaz...
Vaktiyle Muhammed Şüveymî hazretlerinin yanına biri gelerek, sıkıntıda olduğunu, bunun için kendisine yardımcı olmasını ister ve çok yalvarır. Bu kimse, bir kadınla evlenmek ister fakat o kadın bunu kabul etmez. Gelen kimsenin derdini dinleyen Muhammed Şüveymî hazretleri, ona sessiz bir oda göstererek;
-Buraya gir, kapıyı kapat ve devamlı olarak o kadının ismini söyle! buyurur. Orada bulunanlar, ilk bakışta bir mana veremezler ise de, hocalarının sözlerinde bir hikmet bulunacağını düşünüp, neticeyi beklemeye başlarlar. O kimse ise, gece, gündüz evlenmek istediği kadının ismini söylemeye devam eder. Bir müddet geçtikten sonra, kaldığı odanın kapısı vurulur ve;
-Ben filan kadınım, senin için geldim, kapıyı aç demektedir. Adam bu kadının önceki hâlini, bir de şimdiki hâlini düşünür ve birden kalbi değişir, kendi kendine;
“Mademki sevdiğine, ismini çok anmakla kavuşuluyor. O hâlde ben niye başka şeylerle meşgul oluyorum. Rabbimin ismini zikretmekle meşgul olur, Ona ulaşmayı tercih ederim” diye düşünür. Kadını geri gönderir, kendisi Allahü teâlânın ismini zikretmekle meşgul olmaya başlar. Böylece kalp gözü açılır ve evliyalık yolunda ilerlemeye başlar. Bu hâli görenler, Muhammed Şüveymî hazretlerinin o kimseyi, o odaya koymasının hikmetini böylece anlamış olurlar...
İnsanın saadete kavuşması için, âdetlerinde, ibadetlerinde, kısacası her işinde din ve dünya büyüklerinin reisine benzemesi lazımdır. Beden ve kalple erişilebilecek bütün yüksek dereceler, Resûlullah efendimizi sevmeye bağlıdır. Bunun için, ibadetlerin en kıymetlisi, Allahü teâlânın dostlarını sevmek ve düşmanlarını sevmemektir. Dostun sevdiklerini sevmek, düşmanlarını sevmemek, insanda kendiliğinden hasıl olur. Seven kimse, eğer sevgisi samimi ise, sevdiğine her konuda itaat eder ve onu hiç unutmaz. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
Öğle namazı öğle, ikindi namazı ikindi vaktinde farz olduğu gibi, farz olan orucun vakti de ramazan ayıdır.
Sual: Oruç, yaz aylarına gelince insanlar zorlanıyor. Orucun vaktinde ve şeklinde bir değişiklik yapılamaz mı?
Cevap: Oruç, Kur’ân-ı kerimde çeşitli âyet-i kerimelerle, Müslüman, akıllı ve ergenlik çağına ulaşmış olan kadın erkek herkese açıkça farz kılınmış bir ibadettir.
İslam dini, Allahü teâlânın emirleri ve yasakları üzerine bina edilmiştir. Bu emir ve yasaklar üzerinde, hiç kimse söz sahibi değildir. Ne emredilmiş ve nasıl emredilmiş ise, o ibadet öyle yapılır. Oruç ibadetinin de, şekli, vakti, nasıl yapılacağı açıkça bildirilmiştir. Dolayısı ile orucun şeklini, vaktini değiştirmeye, herhangi bir kimsenin gücü yetmez. İslâmiyet, Hristiyanlık gibi değildir. Hıristiyanlık, tahrif edildiğinden, onu herkes dilediği gibi değiştirmiştir.
Müslüman kendini, Allahü teâlânın aciz bir kulu olarak bilir. Allahü teâlâyı ise, her şeyin yaratıcısı, sahibi ve rızık vericisi olarak bilir ve inanır. Bunun için de, cenâb-ı Hakkın emri ile hareket eder, hayatını ona göre düzene koyar. Bu, utanılacak değil, övünülecek bir hâldir. Çünkü Yaratanının rızasına uygun hareket etmekte, Ona kul olmaya çalışmaktadır. Allahü teâlâya kulluktan yüz çevirmek, itirazcı, kibirli kimselerin işidir.
Gayr-i müslim kaynaklardan beslenerek, Müslümanların oruç ibadetine saldıranlardan bazıları;
“Bir ay müddetle, bilhassa yaz günlerinde gündüzleri yemeyip içmeyerek, âdet olanın zıddına geceleri yiyip içmek, sıhhate zararlı olup, çeşitli hastalıkların meydana gelmesine sebep olduğu, mütehassıs doktorlar tarafından iddia edilmiştir” diyorlar.
Böyle söyleyen ve yazanların, bu sözleri ve yazıları doğru değildir. Olanın tersini söylemektir ki, bu da iftiradır. Çünkü orucun edeblerinden birisi de, iftar zamanında mideyi tıka basa doldurmayıp, henüz iştahı varken yemekten el çekmektir. Bu edebe riayet edenlerin, hasta olmak değil, bilakis sıhhat bulacakları bütün doktorlar tarafından ittifakla bildirilmiştir.
Oruç, Allahü teâlânın emrettiği bir ibadettir. Nasıl emredilmişse, o şekilde yapılır. Öğle namazı öğle, ikindi namazı ikindi vaktinde farz olduğu gibi, farz olan orucun vakti de ramazan ayıdır. Beş vakit namazın, haccın, orucun vakitleri ve yapılış şekilleri hiçbir şekilde değişmez ve değiştirilemez.
Sual: Oruç tutmanın, insan sağlığına zararlı olduğunu söyleyenlerin sözlerinde bir gerçeklik payı var mıdır?
Cevap: Oruç tutmak, insan sağlığı için zararlı değil, aksine çok faydalıdır. Çünkü Allahü teâlâ, kullarına, zararlı bir şey emretmez. Zira Peygamber efendimiz de;
(Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz) buyurmuştur.
Oruç tutmak, mide rahatsızlığına sebep olmadığı gibi, aksine midenin sıhhati için çok faydalıdır. Bu husus, doktorlar tarafından, kesin bir şekilde ispat edilmiştir. Yabancı dillerde, mütehassıs doktorlar tarafından yazılmış tıp kitaplarında, birçok hastalıkların perhiz yapmakla tedavi edilecekleri, yahut perhiz yaparak tedavinin kolaylaşacağı bildirilmektedir.
Oruç, durmadan çalışan mide ile beraber bütün sindirim sisteminin istirahate sevk edilmesi ve insan vücudunun bir tasfiyeye tabi tutulmasıdır. Böylece, sindirim sistemi dinlendirilmiş olur.
İnsanlarda en çok görülen rahatsızlık, sindirim bozukluğudur. Bu hâl, şişmanlık, kalp, damar, şeker hastalıklarına ve tansiyon yüksekliğine sebep olmaktadır. Oruç, bütün bu hastalıklara karşı, koruyuculuk vazifesi yaptığı gibi, bir de tedavi vasıtası olmaktadır.
Oruç tutan, güçlü bir irade kuvveti kazanır. Bu sebeple alkol, uyuşturucu gibi, kötü alışkanlıklardan oruç vesilesi ile kurtulanlar çok görülmektedir.
Oruç, vücuttaki karbonhidrat, protein ve bilhassa yağ depolarının harekete geçirilmesini sağlar. Oruç sayesinde madde süzmekten kurtulan böbrekler, dinlenme ve tamir, yenilenme imkânı bulurlar.
Oruç tutma zamanı, Kameri aylara göre tayin edildiğinden, her sene, şemsi sene hesabıyla önceki seneye göre 10-11 gün evvel gelir. Bu sebepten, yaklaşık otuz üç sene içinde her mevsimde oruç tutmak mümkün olmaktadır.
Oruç tutmanın güç olduğu yerlerde, oruçlarını bozmayanlara, daha çok sevap verilir. Mazeretsiz açıkça oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur.
Oruç, insan sağlığı için her bakımdan faydalıdır. Zira oruç tutanlarda, gündüz kan hacminin, doku suyunun azaldığı ve sonuçta minima, küçük tansiyonun düştüğü, kalbin rahatladığı tetkikler sonucu anlaşılmıştır. Oruç tutan kişinin sinir sistemi de, bir rahatlama içindedir. Bir ibadeti yerine getirme mutluluğu, gerginlikleri, sıkıntıları azaltır hatta yok eder.
İslamın beş şartından dördüncüsü, mübarek ramazan ayında, her gün oruç tutmaktır.
Sual: Oruç tuttuğumuz ay olan ramazan ayının, diğer aylardan üstünlüğü, farkı, fazileti nedir?
Cevap: İslamın beş şartından dördüncüsü, mübarek ramazan ayında, her gün oruç tutmaktır. Oruç, hicretten 18 ay sonra, şaban ayının onuncu günü, Bedir gazasından bir ay evvel farz oldu. Ramazan, yanmak demektir. Çünkü bu ayda oruç tutan ve tövbe edenlerin günahları yanar, yok olur. Selmân-ı Fârisî hazretleri, Resûlullah efendimizin şaban ayının son günü hutbede şöyle buyurduğunu bildirmektedir:
(Ey Müslümanlar! Üzerinize öyle büyük bir ay gölge vermek üzeredir ki, bu aydaki bir gece ki Kadir gecesi, bin aydan daha faydalıdır. Allahü teâlâ, bu ayda, her gün oruç tutulmasını emretti. Bu ayda, geceleri teravih namazı kılmak da sünnettir. Bu ayda, Allah için ufak bir iyilik yapmak, başka aylarda, farz yapmış gibidir. Bu ayda, bir farz yapmak, başka ayda yetmiş farz yapmak gibidir. Bu ay, sabır ayıdır. Sabredenin gideceği yer Cennettir. Bu ay, iyi geçinmek ayıdır. Bu ayda müminlerin rızkı artar. Bir kimse, bu ayda, bir oruçluya iftar verirse, günahları affolur. Hak teâlâ, onu Cehennem ateşinden azad eder. O oruçlunun sevabı kadar, ona sevap verilir.) Eshâb-ı kiram;
-Ya Resûlallah! Her birimiz, bir oruçluya iftar verecek, onu doyuracak kadar zengin değiliz deyince. Resûlullah efendimiz;
(Bir hurma ile iftar verene de, yalnız su ile oruç açtırana da, biraz süt ikram edene de, bu sevap verilecektir. Bu ay, öyle bir aydır ki, ilk günleri rahmet, ortası af ve mağfiret ve sonu Cehennemden azad olmaktır. Bu ayda, emri altında olanların vazifesini hafifletenleri, Allahü teâlâ af edip, Cehennem ateşinden kurtarır. Bu ayda dört şeyi çok yapınız! Bunun ikisini Allahü teâlâ çok sever. Bunlar, Kelime-i şehadet söylemek ve istiğfar etmektir. İkisini de, zaten her zaman yapmanız lâzımdır. Bunlar da Allahü teâlâdan Cenneti istemek ve Cehennem ateşinden Ona sığınmaktır. Bu ayda, bir oruçluya su veren bir kimse, kıyamet günü susuz kalmayacaktır) buyurdu.
***
Sual: Ramazan ayı gelince, şeytanlar insanlara musallat olamaz mı?
Cevap: Evet olamazlar çünkü Buhârîde bildirilen hadis-i şerifte;
(Ramazan ayı gelince, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır) buyurulmaktadır.
Tan yeri ağarmasından, güneşin batmasına kadar olan zaman içinde, orucu bozan şeylerden sakınmak farzdır.
Sual: Namazın farzları olduğu gibi, orucun da farzları var mıdır?
Cevap: Orucun farzı üçtür bunlar:
1-Niyet etmek.
2-Niyeti, niyetin ilk ve son vakitleri arasında yapmak.
3-Fecr-i sâdık, yani tan yeri ağarmasından, güneşin batmasına kadar olan zaman içinde, orucu bozan şeylerden sakınmaktır.
***
Sual: İftarda acele etmeli deniyor. Bu aceleden maksat nedir, ne yapılır ve nasıl hareket edilirse acele edilmiş olur?
Cevap: İftarı acele etmek ve sahuru, fecrin ağarmasından önce olmak şartı ile geciktirmek sünnettir. Resûlullah efendimiz, bu iki sünneti yapmaya çok dikkat ederdi. Dürerde deniyor ki:
“Seher vaktinde yenilen yemeğe sahur denir. Seher vakti, gecenin son altıda biridir.”
Sahuru geciktirmek ve iftarı çabuk yapmak, insanın aczini gösterdiği için sünnet olmuştur. İbadet, acz ve ihtiyacı göstermek demektir. Nûr-ül-îzâh kitabında;
“Bulutsuz gecelerde iftarı çabuk yapmak müstehabdır” deniyor. Bu kitabın şerhinde de;
“Bulutlu gecelerde orucun bozulmasından korunmak için, ihtiyatlı davranmalı yani iftarı biraz geciktirmelidir. Yıldızlar görünmeden önce iftar eden, acele etmiş olur” denilmektedir. Tahtâvîde ise;
“Orucu namazdan önce bozmak müstehabdır. Bahr kitabında ve ibni Âbidînde denildiği gibi, iftarda acele etmek, yıldızlar görülmeden önce, iftar etmek demektir” denilmektedir. Akşam namazını da, bu vakitte, yani erken kılmak müstehabdır. Güneşin battığı iyi anlaşılınca, önce Euzü ve Besmele okuyup;
(Allahümme yâ vâsi'al-magfireh igfirlî ve li-vâlideyye ve li-üstâziyye ve lil-müminîne vel müminât yevme yekûmülhisâb) denir. Bir iki lokma iftarlık yiyip;
(Zehebezzamâ vebtelletil-urûk ve sebe-tel-ecr inşâallahü teâlâ) denir ve yemeğe başlanır. Hurma veya su, zeytin yahut tuz ile iftar edilir. Sonra, camide veya evde, cemaatle akşam namazı kılınır. Bundan sonra, akşam yemeği yenir. Sofrada yemekleri yemek, bilhassa ramazanda uzun süreceğinden, akşam namazının erken kılınması ve yemeğin, acele etmeyerek, rahat yenmesi için, az bir şeyle iftar edip, yemeği duadan ve namazdan sonra yemelidir. Böylece, oruç erken bozulmuş, namaz da erken kılınmış olur. Yukarıdaki iftar duasının manası;
“Açlık zamanı bitti. Damarlarımızın suya kavuşması vakti geldi. İnşâallah sevap hasıl oldu” demektir.
Sual: Kur’ânda, yeme ve içme zamanının sonunu bildiren beyaz ve siyah iplikten maksat nedir, ne anlatılmaktadır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Rıyâd-un-nâsıhîn kitabında deniyor ki:
“Bakara sûresindeki bir âyet-i kerimede mealen; (Beyaz iplik siyahtan ayırt edilinceye kadar yiyiniz, içiniz!) buyurulmuştur. Bu ipliklerin, gündüzün beyazlığı ile gecenin siyahlığı olduklarını anlatmak için, daha sonra (Fecrin) kelimesi nazil oldu. Gündüzün beyazlığı ile gecenin siyahlığı, iplik gibi birbirinden ayrılınca, oruca başlanacağı anlaşıldı.” Mecma'ul-enhür ve Hindiyyede deniyor ki:
“Hanefî mezhebi âlimlerinin çoğuna göre, ufkun bir yerinde beyazlık başlayınca, imsak vakti olup, oruca başlanır.”
Bundan 15 dakika sonra beyazlık ufuk üzerine ip gibi yayılınca, sabah namazı vakti başlar. Böyle yapmak ihtiyatlı olur. Yani tedbirli, iyi olur. Namazı da, orucu da, bütün âlimlere göre sahih olur. Oruca ikinci vakitten sonra başlamışsa, şüpheli olur. Astronomik hesaplar ile birinci vakit bulunmakta ve takvimlere birinci vakit yazılmaktadır. Şimdi, bazı takvimlere ikinci vaktin hatta bundan sonra başlayan kızıllığın yayıldığı zamanın yazıldığı görülüyor. Bu yeni takvimlere uyanların oruçları sahih olmaz. İmsakın iki vakti arasındaki on dakika kadar zamana 'ihtiyat zamanı' denir. Bu zamana 'temkin' demek doğru değildir. İmsakı şüpheli zamana geciktirmenin mekruh olduğu, Bahr-ür-râık kitabı da bildirmektedir. Hele kızıllığın sonunda başlanılan oruçlar hiç sahih olmaz.
***
Sual: Ramazan ayına mahsus, Müslümanlar için bildirilen bir müjde var mıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak, İmâm-ı Beyhekî hazretlerinin haber verdiği hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Allahü teâlâ benim ümmetime, Ramazan-ı şerifte beş şey ihsan eder ki, bunları hiçbir Peygambere vermemiştir:
1-Ramazanın birinci gecesi, Allahü teâlâ müminlere rahmet eder. Rahmet ile baktığı kuluna hiç azap etmez.
2-İftar zamanında, oruçlunun ağzı kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan daha güzel gelir.
3-Melekler, Ramazanın her gece ve gündüzünde, oruç tutanların affolması için dua eder.
4-Allahü teâlâ, oruç tutanlara, ahirette vermek için, Ramazan-ı şerifte Cennette yer tayin eder.
5-Ramazan-ı şerifin son günü, oruç tutan müminlerin hepsini affeder.)
Oruç tutan, aç kalmış bir insanın çektiği ızdırabı hissederek, muhtaçlara yardım etmek ihtiyacını duyar.
Sual: Oruç tutmanın faydası sadece bedene midir, manevi faydası da yok mudur?
Cevap: Oruç, insanlara hem maddi, hem de manevi faydalar sağlamaktadır. Bütün bir sene, çeşitli yemekleri eritmek için yorulan insan midesi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olmaktadır. Bunlar maddi faydalarındandır.
Manevi faydası ise, oruç tutan bir insan, aç kalmış bir insanın çektiği ızdırabı hissederek, muhtaçlara yardım etmek ihtiyacını duyar. Bu da, insanların birbirlerine yardım etmelerine sebep olur. Birbirlerine yardım eden insan topluluğu arasında ise, çekişmeler olmaz. Ayrıca Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için gündüzleri bir ay oruç tutan bir Müslüman, cenâb-ı Hakkın diğer emirlerini yerine getirme alışkanlığını da kazanır ve başka emirleri yapmaya istidat yani kabiliyet elde eder.
Oruç tutanın, yalnız mideyi dinlendirmeyi, perhiz yapmayı düşünmesi, orucun sahih ve makbul olmamasına sebep olur. Zira oruç, yalnız aç ve susuz durmaktan, zahirî ve lüzumsuz amellerden ibaret değildir. Orucun, batıni birçok faydaları da vardır. İlmi ve anlayışı yüksek olanlar, bedenin ruhun mekânı ve nefsin arzularının dönüp durduğu yer olduğunu bilirler. Nefsin, bedeni arzuları ne kadar çok olur ve bedene ne kadar galip gelirse, ruhun gelişmesi de, o kadar az ve hatta hiç olmaz. Bütün dinlerde, nefsin arzularını yapmamak yani riyazet çekmek, Allahü teâlâya yaklaşmaya vesile olur diye bildirilmiştir. Sadece yeme, içmeyi terk ederek, yalandan, gıybetten uzaklaşılmayarak tutulan bir orucun, faydasız bir amel olduğunu, İslâm âlimleri bildirmişlerdir.
Oruç, senede bir ay yani ramazan ayında, yalnız gündüzleri orucu bozan şeylerden uzaklaşmak demektir. Aç ve susuz kalmanın ne demek olduğu, oruç tutarak daha iyi anlaşılmakta, fakirlere, muhtaçlara yardım etme ihtiyacı duyulmakta ve insanların birbirlerine yardım etmelerine sebep olmaktadır. Böylece insanlar arasında çekişme, kavga değil, sevgi, muhabbet ve huzur oluşmaktadır.
Orucun Allahü teâlânın emri olduğuna inanmak ve sevap beklemek lazımdır. Günlerin uzun, oruç tutmanın güç olmasından şikâyet etmemelidir. Günün uzun olmasını, oruç tutmayanlar arasında güçlükle oruç tutmasını fırsat hatta ganimet bilmelidir.
Oruç tutan; elini, dilini, gözünü, kulağını ve bütün uzuvlarını, günah işlemekten uzak tutmalıdır.
Sual: Oruç tutan bir kimse, sadece yeme, içmeyi mi yoksa günahları da terk etmesi gerekir mi?
Cevap: Oruç tutmak, sadece yeme ve içmeyi terk etmek değildir. Eli, dili, gözü, kulağı ve bütün uzuvları da, günah işlemekten uzak tutmalıdır. Çünkü Peygamber efendimiz;
(Oruç tutan kimse, yalan sözü terk etmezse, o kimsenin yiyip içmeyi terk etmesine Allahü teâlânın ihtiyacı yoktur) buyurmuştur.
Faydasız şeyler konuşmak, yalan söylemek, gıybet etmek, tutulan orucun sevabını giderir. Zahmet çekerek, sıkıntılara katlanarak ibadet yapıp da, bunun sevabını yok etmek, akıllı kimsenin yapacağı iş değildir.
Ancak oruç tutarken günah işleyenler, benim orucumun kıymeti yok diyerek orucu terk etmemeli, oruca devam etmeli, Allahü teâlâya yalvararak af dilemeli ve işledikleri günahlardan yüz çevirmelidirler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlâ, lütfederek, ihsan ederek, nefs iman edip İslâmiyete uymakla şereflenince, İslâm-ı hakîkîye kavuşulur ve imanın hakikati hasıl olur. Bundan sonra yapılacak her iş, İslâmiyetin hakikati olur. Namaz kılınca, namazın hakikati kılınmış olur. Oruç tutunca, orucun hakikati tutulmuş olur. İslâmiyetin bütün hükümlerine uymak da, hep böyledir.”
“Oruç, hikmet hazinelerinin anahtarıdır. Oruç tutmak, kalbin rikkate gelmesine sebep olur ve oruçlunun duası, Allahü teâlâ indinde makbuldür. Allahü teâlâya ulaştıracak, oruçtan daha iyi bir binek yoktur. Orucun Allahü teâlâ katında büyük değeri vardır. Oruç, hikmet hazinelerinin anahtarıdır. Bir kimse, bütün kulluk vazifelerini yerine getirse, fakat midesini doldursa hiçbir yere ulaşamaz. Orucu gereğince tutsa, başka kulluk vazifelerinde kusur olsa bile, yine bir yere erişir.”
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî hazretleri de buyuruyor ki:
“İnsanın nefsi taşkınlık yapınca, bazı çarelere başvurması gerekir. Oruç, bu hususta en güzel çaredir. İnsan, şehvetini oruç tutmak suretiyle kırar. Oruç, insanın kötü isteklerini zayıflatır. Ruhun parlaması, şehvetin ve kötü arzuların kırılmasında, oruçtan daha tesirli bir çare yoktur. Kişi oruç tutmak suretiyle şehvet ve kötü arzularından ne kadar sıyrılabilmişse, oruç o derece günahlarına kefaret olur.”
Cevap: Namaz kılması farz olanların, secde âyetini işitince, secde yapmaları vacip olur. Secde âyetini işiten cünübün ve sarhoşun da, abdest aldıkları zaman secde etmeleri lazımdır. Uyuyan ve bayılmış veya deli okuyunca, işitenlerin secde etmesi vacip olur denildi. Fakat, bunların ve kuşun okuması ile secde edilmemesi doğrudur. Çünkü bunların okuması, hakiki, doğru okumak değildir. Hakiki okumak demek, Kur’ân-ı kerimi okumakta olduğunu anlayarak okumaktır. Çocuk, yaptığını anlayacak yaşta ise, okuması ile, işitenlerin secde etmesi lazım olur. Daha küçük yaşta ise lazım olmaz. Dağlardan, çöllerden ve başka yerlerden yansıyıp geri gelen sedayı işitenlerin ve kuştan işitenlerin secde etmesi vacip olmaz. Dürr-ül-müntekâda; “İnsan sesi olması lazımdır” deniyor. Radyodan işitilen sesin, insan sesi olmadığı, hafızın sesine benzeyen, cansız alet sesi olduğu bildirilmiştir. Bunun için, El-fıkh-u alel-mezâhib-il erbe'ada da diyor ki:
Secde âyeti hece hece okununca ve yazılınca da secde yapılmaz. Gayr-i müslimin okuduğunu işiten Müslümanların secde etmesi vacip olur.
***
Sual: Şafii mezhebindeki Müslümanlar, zekât verirken Hanefi mezhebine uyarak vermektedirler. Bunun sebebi nedir?
Cevap: Şafii mezhebine göre, zekât vermek için, zekâtın, Tevbe sûresi, altmışıncı âyetinde bildirilen sekiz sınıf insanın her sınıfına verilmesi lazımdır. Bunlardan, gönlünü alması lazım gelen kâfir sınıfı, zekât toplayan memur sınıfı ve kölelikten kurtarılacak borçlu sınıfı bugün yoktur. Bunları bulup zekât vermek imkânsız olmuştur. Bunun için, Şafii âlimleri, Hanefi mezhebine göre zekât verilmesine fetva vermiştir. Çünkü Hanefi mezhebinde, bu sınıflardan herhangi birine vermekle, zekât verilmiş olmaktadır.
***
Sual: Din bilgileri için, fıkıh kitabı mı, tefsir kitabı mı okumalıdır?
Cevap: Fıkıh kitapları varken, din bilgilerini tefsirlerden öğrenmeye kalkışmak, nafile ibadet olur. Farz-ı ayın olan fıkıh kitaplarını okumayı bırakıp, nafile olan tefsir okumak, caiz değildir.
Zekât vermek, hicretin ikinci senesinde ramazan ayında farz oldu.
Sual: Zekât ne zaman farz oldu ve zekât verilecek malın, paranın mutlak helal yoldan mı elde edilmesi gerekir?
Cevap: Zekât vermek, hicretin ikinci senesinde ramazan ayında farz oldu. Her Müslümanın tam mülkü olan nisap miktarındaki zekât malının, belli zamanda, belli miktarını, zekât niyeti ile ayırıp, emir edilen Müslümanlara vermektir. Tam mülk, helal yoldan gelip, kullanması mümkün helal malı demektir. Gasp, hırsızlık, rüşvet, kumar ve fasit olarak satın aldığı mal gibi, haram malı kendi helal malı ile veya çeşitli kimselerden aldığı haram malları birbirleri ile karıştırmamış ise, bu haram mallar, mülkü olmaz. Kullanması, nafaka yapması helal olmaz. Bunlarla cami ve başka hayırlar yapamaz. Bunların zekâtını vermesi farz olmaz, zekât nisabının hesabına katılmazlar. Sahipleri veya vârisleri belli ise, kendilerine geri vermesi farzdır. Belli değilse, hepsini sadaka olarak fakirlere dağıtırsa da, sonra sahibi çıkıp, ödemesini, tazminini isterse, öder. Sahiplerini buluncaya kadar dayanamayıp bozulacak malı, kendi kullanıp, sonra tazmin etmesi, yani benzerini, benzeri yoksa kıymetini ödemesi caiz olur.
***
Sual: Hak edilmiş fakat ele geçmemiş olan maaş ve ücretler, zekât hesabına dahil edilir mi?
“Din adamlarının, evkaftan alacakları erzakı, teslim almadan önce satmaları caiz değildir. Çünkü bunlar, hak edilmiş ücret iseler de, hak edilen mal, kabz edilmeden, ele geçmeden önce mülk olmaz.” Bunun için memurların, işçilerin alacakları maaş ve ücretler, ellerine geçmeden önce mülkleri olmaz. Maaş, ücret ele geçmeden önce, bunlar nisab, zekât hesabına katılmaz, yani zekâtları verilmez. Memur ve işçilerden kesilen yardım sandığı, sigorta paraları ve tasarruf bonoları zekât hesabına katılmaz. Senelerce sonra birikmiş olarak ele alınınca, yalnız alınan para, o senenin zekât nisabının hesabına katılır. Satış karşılığı alınan bonolar, böyle değildir. Bunlar ve hisse ve tahvil senetleri, her sene zekât hesabına katılır.
***
Sual: Bir şirkete ortak olan, sadece kendi hissesine düşenin mi zekâtını verir?
Cevap: Bir ticaret şirketine ortak olanın, hissesi nisab miktarı ise, kendi hissesinin zekâtını hesap ederek vermesi lazımdır.
Orucun edeplerinden birisi de, iftar zamanında mideyi tıka basa doldurmamaktır...
Sual: Bazı kimseler, yazın oruç tutma konusunda; “bilhassa yaz günlerinde gündüzleri yemeyip içmeyerek, geceleri yiyip içmek, sıhhate zararlı olup, çeşitli hastalıklara sebep olmaktadır” diyorlar. Bu sözlerin aslı var mıdır?
Cevap: Bu ve benzeri sözlerin hiçbiri doğru değildir, asılsızdır. Çünkü orucun edeplerinden birisi de, iftar zamanında mideyi tıka basa doldurmayıp, henüz iştah varken yemekten el çekmektir. Bu edebe riayet edenlerin, hasta olmak değil, bilakis sıhhat bulacakları bütün tabipler, doktorlar tarafından ittifak ile bildirilmiştir. Böyle oruç tutmanın sıhhat için faydalı olduğu muhakkaktır. Eğer böyle söyleyenlerin yalan olan bu sözleri doğru olsa idi, İslâm memleketlerinde ramazan ayında her Müslümanın hasta olması ve çok kimsenin de vefat etmesi icab ederdi. Halbuki yapılan sağlık istatistiklerinde, ramazan ayında diğer aylara göre hiçbir zıtlık görülmez. Aklen de düşünülse, birçok insan sabah ve akşam olmak üzere günde iki kere yemek yer. Alışılmış olan iki yemek vaktinin birinde, birkaç saat değişiklik yapmakla, vücutta ne gibi bir değişiklik meydana gelebilir ki? Belki oruç ayının yani ramazanın başında bir iki gün, insan biraz değişiklik hissedilebilir. Bu cihetle oruçtan dolayı sıhhatte bir değişiklik olmaz.
***
Sual: Bazı kimseler, midem rahatsız oluyor diyerek, oruç tutmak istemiyorlar. Oruç tutunca mide rahatsız olur mu, mide hastalanır mı?
Cevap: Oruç, mide rahatsızlığına sebep olmaz. Bilakis midenin sıhhatine faydalı olur. Bu husus, bugünkü modern tıp mütehassısları, uzmanları tarafından, açık ve kesin bir şekilde ispat edilmiştir. Çeşitli yabancı dillerde, mütehassıs tabipler, doktorlar tarafından yazılmış tıp kitaplarında, birçok hastalıkların, yeme ve içme konusunda perhiz yapmakla tedavi edilecekleri, yahut perhiz yaparak tedavinin kolaylaşacağı açıkça bildirilmektedir.
***
Sual: Oruç tutmak, insanın iradesini zayıflatır diyenler oluyor. Gerçekten oruç tutunca böyle bir şey olur mu?
Cevap: Söylenenlerin tam tersine, oruç tutmakla, insanın güçlü bir irade kuvveti kazanacağı kesindir, bunda şüphe yoktur. Çünkü oruç tutmak sebebi ile alkol, uyuşturucu gibi, kötü alışkanlıklardan oruç vesilesi ile kurtulanlar çok görülmektedir.
"Biliniz ki, zekâtını vermeyenlerin, namazı, orucu, haccı ve cihadı ve imanı yoktur."
Sual: Bazı kimseler, dünyada zekâtı verilmeyen malların, ahirette azap aleti olarak, insana geri çevrileceğini söylüyorlar. Gerçekten böyle midir, böyle bir şey var mıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Riyâd-un-nâsıhîn kitabında deniyor ki:
“Hazrete-i Ali naklediyor: Resûlullah efendimiz veda haccında buyurdu ki: (Malınızın zekâtını veriniz! Biliniz ki, zekâtını vermeyenlerin, namazı, orucu, haccı ve cihadı ve imanı yoktur.) Yani, zekât vermeyi vazife bilmez, farz olduğuna inanmaz, vermediği için üzülmez, günaha girdiğini bilmezse, imanı gider. Senelerle zekât vermeyenlerin zekât borçları birikerek, bütün malını kaplar. Malı kendinin sanıp, Müslümanların hakkını hatırına bile getirmezler. Böyle kimseler, Müslüman olarak tanınır. Fakat bunlardan, imanını kurtaran pek nadir olur.
Zekât vermek, Kur’ân-ı kerimin otuziki yerinde, namazla birlikte emir edilmektedir. Tövbe sûresi, 34. âyet-i kerimesi, böyle kimseler için olup, burada mealen; (Malı, parayı biriktirip zekâtını, Müslüman fakirlerine vermeyenlere çok acı azabı müjdele!) buyurulmaktadır. Bu azabı, bundan sonraki âyet-i kerime bildirmekte olup, mealen; (Zekâtı verilmeyen mallar, paralar, Cehennem ateşinde kızdırılıp, sahiplerinin alınlarına, böğürlerine, sırtlarına mühür basar gibi bastırılacaktır) buyurulmuştur.” İmâm-ı Gazâlî hazretleri de buyuruyor ki:
“İnsanlardan her biri, dünyada sımsıkı sakladıkları malı boyunlarına geçirmişlerdir. Deve zekâtını vermeyenlerin, boynuna deve yüklenir. Sığır, koyun zekâtı vermeyenler de, böyle olur. Bunların feryatları âdeta gök gürlemesi gibidir. Ekin zekâtını, yani uşrunu vermeyenlerin boynuna ekin denkleri yüklenir. Eğer buğday ise, buğday, arpa ise arpa yani hangi cinsten ise o dolmuştur ki, ağırlığından altında, vâveylâ, vâseburâ diye bağırırlar. Altın, gümüş ve kâğıt para ve sair ticaret malı zekâtından vermeyenler de, dehşetli bir yılanı yüklenirler ki, değirmen taşlarını yüklenmiş kadar ağırlığı vardır. Feryat edip bağırırlar, bu nedir, derler. Melekler onlara; (Bunlar, dünyada zekâtını vermediğiniz mallarınızdır) derler. İşte bu hal, Âl-i îmrân sûresinin mealen; (Dünyada esirgedikleri, kıyamet günü boyunlarına takılır) olan, 180. âyet-i kerimesi ile bildirilmiştir.”
Peygamber efendimiz bir hadis-i şeriflerinde (Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz) buyurmuştur.
Sual: Oruç tutmanın, insan sağlığı için zararlı olduğunu söyleyenlere karşı ne demelidir?
Cevap: Peygamber efendimiz bir hadis-i şeriflerinde; (Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz) buyurmuştur. Orucun sıhhate zararı değil, bilakis çok faydaları vardır. Orucun, vücut için faydalarından bazıları şöyle bildirilmektedir:
Oruç, bir sene boyunca durmadan çalışan mide ile beraber bütün sindirim sisteminin istirahate sevk edilmesi ve insan vücudunun bir tasfiyeye tabi tutulmasıdır. Böylece, sindirim sistemi dinlendirilmiş olur. İnsanlarda en çok görülen rahatsızlık, hazım, sindirim bozukluğudur. Şişmanlık, kalp ve damar hastalıklarına, şeker hastalığına ve tansiyon yüksekliğine sebep olmaktadır. Oruç, bütün bu hastalıklara karşı koruyuculuk vazifesi yaptığı gibi, bir de tedavi vasıtasıdır. Bugün birçok hastalıktan kurtulmak için, perhiz lazım olduğunu doktorlar bildirmektedir.
Oruç, vücuttaki karbonhidrat, protein ve bilhassa yağ depolarının harekete geçirilmesini sağlar. Oruç sayesinde madde süzmekten kurtulan böbrekler, bir revizyona, tamire girerek, dinlenme ve yenilenme imkânı bulurlar.
Bütün bu bildirilenler, orucun insan sağlına zararlı olduğunu söyleyenlerin, yalan ve iftiralarını yüzlerine çarpmaktadır. Keşke orucun zararlı olduğunu söyleyenler, yalan söylerken ilmi de, kendilerine yalancı şahit olarak getirmeselerdi.
***
Sual: Hasta, yolcu ve hamile kadınlar, oruçlarını nasıl tutarlar?
Cevap: Midesinden rahatsız olan, hamile olan kadın, çocuğuna süt veren kadın, hastalığının artacağından korkan kimse, harp eden asker ve seferî yani insan yürüyüşü ile üç günlük -ki Hanefi mezhebinde yüzdört, diğer üç mezhepte seksen kilometre- yola giden yolcular oruç tutmayabilirler. Bunlar, daha sonra, tutamadıkları oruçlarını kaza ederler.
***
Sual: Dışarıdan satın alınan yiyecek ve içecekleri, kapalı olarak mı eve götürmelidir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Süleymân bin Cezâ hazretleri, Eyyühel veled kitabında diyor ki:
“Dükkânını Besmele ile aç ve kapa! Yenecek bir şey aldığın zaman, açık olarak tutup eve getirme, bir şeye sar ve örtülü şekilde eve götür! Eve gidince, çocukları herhangi bir şeyle sevindir! Dükkânına geç git ve erken kapa! Diğer zamanlarında ilmihal bilgilerini öğren ve öğret!”
Kutuplarda, birkaç ay devamlı gece, birkaç ay devamlı gündüz olur.
Sual: Kutuplarda bazen gündüzler çok uzun oluyor. Böyle durumlarda, orada bulunan bir Müslüman nasıl oruç tutacaktır?
Cevap: Kutuplarda, birkaç ay devamlı gece, birkaç ay devamlı gündüz olur. Böyle yerlerde oruç tutanlar için, bir külfet yoktur. İslâm dininde güçlük olmadığını ve bir kişiye, yapamayacağı, takat getiremeyeceği şey teklif edilmediğini, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerimde açıkça bildirmiştir. Mesela, abdest azası dörttür. Bir kimsenin iki ayağı kesik olsa abdest azası üçe iner. Bir kimse, ayakta namaz kılmaya gücü yetmezse, oturarak namazını kılabilir. Buna da gücü yetmezse, ima ile kılabilir. Ramazan ayında, Müslümanlara oruç tutmak farzdır. Fakat, bir kimse hasta olsa veya üç günlükten daha uzak bir yere sefere çıksa, oruç tutmak farzı üzerinden geçici olarak kalkar. Daha sonra, müsait bir vaktinde tutamadığı oruçlarını kaza eder.
Gece ve gündüz müddetleri, iki, üç ay ve daha fazla devam eden, kutup memleketlerinde olanlar da oruç tutarlar. Böyle memleketlerde ve gündüzleri, yirmidört saatten daha uzun olan günlerde, oruca saat ile başlanır ve saat ile bozulur. Gündüzü böyle uzun olmayan en yakın bir şehirdeki Müslümanların zamanına uyulur. Eğer oruç tutmazsa gündüzleri uzun olmayan yere gelince kaza eder.
***
Sual: Gündüzleri kısa olan yerlerde oruç tutanlarla, gündüzleri uzun olan yerlerde oruç tutanların sevapları aynı mıdır ve burada bir adaletsizlik yok mudur?
Cevap: Gündüzleri uzun olan yerlerde oruç tutanların alacağı mükafat elbette farklıdır. Güçlükler arasında ibadet etmek, elbette daha sevaptır. Gündüzleri uzun olan yerlerde, gündüzleri kısa olan yerlere göre birkaç saat fazla oruç tutanlar, amelleri nispetinde ilahi mükafatlara mazhar olacakları için, bu hâl, adaletsizlik değildir.
***
Sual: Uzaya, Ay'a veya diğer gezegenlere giden bir kimse, eğer Müslüman ise, nasıl oruç tutacaktır?
Cevap: Ay'a, uzaya giden Müslüman da sefere, yani yolculuğa niyet etmemişse veya orada ikamet etmeye niyet ederse, bulunduğu yerde gündüzleri çok uzun veya devamlı gündüz olursa, dünyadaki imsak ve iftar vakti belli olan bir yeri esas alır ve saatle başlayıp, saatle bitirerek orucunu tutar. Bütün bunlara rağmen orucunu tutamazsa, dünyaya döndüğü zaman, tutamadığı oruçları kaza eder.
“Ramazan-ı şerif ayında nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir."
Sual: Ramazan ayında yapılan hayırlara, verilen sadakalara, çekilen tesbihlere, daha mı çok sevap verilir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabının 1. cilt 45. mektubunda buyuruyor ki:
“Ramazan-ı şerif ayında yapılan nafile namaz, zikir, sadaka ve bütün nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda, bir oruçluya iftar verenin günahları affolur, Cehennemden azad olur. O oruçlunun sevabı kadar, ayrıca buna da sevap verilir. O oruçlunun sevabı hiç azalmaz. Bu ayda, emri altında bulunanların işlerini hafifleten, onların ibadet etmelerine kolaylık gösteren amirler de affolur, Cehennemden azad olur. Resulullah efendimiz, bu ayda, esirleri azad eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibadet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene, bu işleri yapmak nasip olur. Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmelidir. Elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Allahü teâlânın razı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, ahireti kazanmak için fırsat bilmelidir. Kur’ân-ı kerim ramazan ayında indi. Kadir gecesi, bu aydadır. Ramazan-ı şerifte, hurma ile iftar etmek sünnettir. İftar edince; (Zehe-bezzama' vebtelletil urûk ve sebe-tel-ecr inşâallahü teâlâ) okumanın sünnet olduğu Tebyînin Şelbî haşiyesinde yazılıdır. Teravih kılmak ve hatim okumak mühim sünnettir.”
***
Sual: Günlerin uzun olmasını bahane ederek oruç tutmak istemeyenlere ne söylenebilir, ne anlatılabilir?
Cevap: Orucu, Allahü teâlânın emri olduğuna inanarak ve sevap bekleyerek tutmak lazımdır. Günlerin uzun ve oruç tutmanın güç olmasından şikâyet etmemelidir. Günlerin uzun olmasını, oruç tutmayanlar arasında güçlükle oruç tutmayı fırsat ve ganimet bilmelidir. Buhârîdeki bir hadîs-i şerifte;
(Bir kimse, ramazan ayında oruç tutmayı farz, vazife bilir ve orucun sevabını, Allahü teâlâdan beklerse, geçmiş günahları affolur) buyuruldu.
***
Sual: Ramazan orucuna niyet, ne zaman başlar ve ne zaman son bulur?
Cevap: Niyetin zamanı, bir gün önce güneş batmasından başlayıp, ertesi günü Dahve-i kübraya kadardır. Ramazan orucuna kalp ile niyet etmek farzdır.
Önce akşam namazını kılmalı, sonra iftar etmelidir. Böylece iftar yine, yıldızlar görünmeden önce olur.
Sual: Orucu kurtarmak için akşam namazını önce kılıp sonra iftar edilmesinin mahzuru olur mu?
Cevap: İftarı akşam namazından önce yapmak müstehab ise de, bir ibadeti bozmak şüphesinden kurtarmak için müstehab terk edilmelidir. Önce akşam namazını kılmalı, sonra iftar etmelidir. Böylece iftar yine, yıldızlar görünmeden önce olur. Yani acele edilmiş olur ve oruç, bozulmak tehlikesinden kurtulur. Akşam namazını vakti çıkmadan, tekrar kılmak mümkündür. Takvim, saat, kandil, top ve ezan yanlış olunca, oruç kurtulmaz. İbni Âbidîn, namaz vakitlerini anlatırken buyuruyor ki:
“İftar etmek için, güneşin battığını iki adil Müslümanın haber vermesi lazımdır. Haber veren bir kişi olursa da, beis yoktur.”
Görülüyor ki, takvimi hazırlayanın ve iftar topu atanın, ezan okuyanın adil olmaları lazımdır. Adil demek, büyük günah işlemeyen ve küçük günaha alışık olmayan demektir. Bunun için, ramazanın, bayramın ve hac zamanının gelmesini, iftar ve namaz vakitlerini anlamakta ve bütün din işlerinde, itikadı ve ameli bozuk olanların sözlerine uymak caiz değildir.
***
Sual: İmsak vaktinden önce ve imsaktan sonra oruca nasıl ve ne şekilde niyet edilir?
Cevap: İmsak vaktinden önce oruca niyet ederken; “Niyet ettim, yarın oruç tutmaya” denir. İmsak vaktinden sonra niyet ederken; “Niyet ettim bugün oruç tutmaya” diye niyet edilir.
***
Sual: Camiye giden kimse, yatsının farzı mı yoksa teravih mi kılındığını bilemese, bunun nasıl hareket etmesi gerekir?
Cevap: Camideki cemaate, namaz arasında yetişen kimse, yatsının farzı mı, teravih mi kılındığını anlayamasa, farza niyet ederek imama uyar. Eğer teravih kılınıyorsa, bunun namazı, farzdan önce olduğu için nafile olur. Çünkü farzdan önce teravih kılınmaz. Hemen farzı yalnız kılıp, teravihin bir kısmını cemaat ile kılar. Noksan kalan rekâtlarını, sonra yalnız kılar. Bundan sonra da, vitir namazını kılar.
***
Sual: Ramazanda bir özür sebebiyle tutulamayan oruçları kaza etmek de farz mıdır ve bunların niyet zamanı da, ramazan orucundaki gibi midir?
Cevap: Ramazan-ı şerif orucu, her Müslümana farz olduğu gibi, bir özür sebebiyle tutamayanların kaza etmeleri de farzdır. Kaza ve kefaret orucuna, muayyen olmayan adak oruçlarına fecirden yani imsakten sonra niyet edilemez.
“Erkeklerin ve kadınların, yirmi rekat teravih namazı kılması, sünnet-i müekkededir..."
Sual: Teravih namazını, kadın, erkek her Müslümanın kılması gerekir mi, cemaatle kılınması ve camiye gidilmesi şart mıdır?
Cevap: Teravih namazı ile alakalı olarak Nûr-ül-îzâh şerhinde ve haşiyesinde buyuruluyor ki:
“Erkeklerin ve kadınların, yirmi rekat teravih namazı kılması, sünnet-i müekkededir. İnanmayan sapıktır ve şahitliği kabul olmaz. Resûlullah efendimiz, birkaç gece, teravihi cemaatle sekiz rekat olarak kıldı. Evlerine gidince, yirmi rekate tamamladılar. Yalnız olarak yirmi rekat kıldığı da bildirilmiştir. Dört mezhepte de yirmi rekattir. Sünnet olduğu buradan anlaşıldı. Üç halife ve zamanlarındaki Eshab-ı kiramın hepsi, cemaatle yirmi rekat kıldılar. Bu halifelere ve Eshab-ı kiramın icmaına uymamız, hadis-i şerif ile emir olunmuştur.”
Teravih namazı, yatsının son sünnetinden sonra ve vitirden önce kılınır. Bir kimse, yatsıyı kılmadan önce teravihi kılamaz. Vitirden sonra ve sabah namazına kadar kılınabilir. Fecir doğunca kılınamaz, kaza da edilmez. Çünkü teravih kuvvetli sünnet ise de, akşam ve yatsının son sünnetleri kadar kuvvetli değildir. Bu sünnetler ise, kaza edilmez. Yalnız farz namazlar ile vitrin kazası lazımdır. Teravih namazı, Şafiide kaza edilir.
Teravihi cemaat ile kılmak, sünnet-i kifayedir. Camide cemaatle kılınınca, başkaları evde yalnız kılabilir, günah olmaz. Fakat, camideki cemaat sevabından mahrum kalır. Evde, bir veya birkaç kişi, cemaatle kılarsa, yalnız kılmaktan yirmiyedi kat fazla sevap kazanılır.
Her iki rekatte bir selam verilip, hemen sonraki rekate kalkılır. Yahut dört rekatte bir selam verilir. Her dört rekat arasında, dört rekat kılacak kadar oturup, salevat veya tesbih okunur veya sessizce oturulur. İki rekatte bir selam vermek ve her iftitah tekbirinde niyet etmek daha iyidir.
Yatsıyı cemaatle kılmayanlar, toplanıp da, teravihi cemaatle kılamazlar. Çünkü teravihin cemaati, farzın cemaati olması lazımdır. Yatsıyı cemaatle kılmayan bir kimse, farzı yalnız kılıp, sonra teravihi kılan cemaate katılabilir.
***
Sual: Hastanın, hamile kadının ve harbeden askerin oruç tutması gerekir mi?
Cevap: Hasta, hastalığı artacak ise, hamile kadın, süt veren kadın, harbeden asker zayıf olursa, oruç tutmaz. İyi olunca kaza eder.
Boğaza yağmur, kar kaçsa, oruç da, namaz da bozulur, kaza lazım olur.
Sual: Ramazan ayında, sadece orucu bozup, kefareti değil de kazayı gerektiren hâller, durumlar nelerdir?
Cevap: Oruç, hata ile bozulsa, mesela, abdest alırken, boğaza su kaçsa veya zorla orucu bozdurulsa, ihtikan ederse, burnuna sıvı ilaç, kolonya veya duman, başkasının içtiği sigara dumanı yahut, ud ağacı, anber ile tütsülenip dumanını çekse, kulağına ilaç damlatsa, derideki yaraya koyduğu ilaç içeri girse ve iğne ile ilaç şırınga edilse, kâğıt, taş, maden parçası, pamuk, ot, pişmemiş pirinç, darı, mercimek tanesi gibi, ilaç ve gıda olmayan şey yutulsa, zorlayarak ağız dolusu kusulsa, dişi kanayan, yalnız kanı veya tükürükle müsavi, eşit miktarda karışık kanı yutsa, fecir doğduğunu yani imsak vakti girdiğini bilmeyerek yese, güneş battı zannederek orucu bozsa, oruçlu olduğunu unutup yediğinde, orucu bozuldu sanarak, bilerek yemeye devam etse, uyurken ağzına su akıtılsa veya cima olsa, niyet etmeden oruç tutsa veya ramazanda sabaha kadar niyet etmeyip, sonra niyet etse bile, yani kuşluk namazı zamanından, dahveden sonra oruç tutmazsa, bunların hepsinde oruç bozulur ve bayramdan sonra, bir günü için yalnız bir gün kaza etmek lazım olur. Kefaret lazım olmaz. Boğaza yağmur, kar kaçsa, oruç da, namaz da bozulur, kaza lazım olur. Geceden dişleri arasında kalan şeyi, bilerek yutsa, nohut tanesi kadar ise, bozulup kaza lazım olur. Nohuttan küçükse bozulmaz. Unutarak yiyen kimse, orucu bozulmadığını bildiği hâlde, yine yer ve içerse, kaza ve kefaret lâzım olur.
***
Sual: Ramazanda camiye giden kimse, yatsının farzını kılmadan, teravih namazı için cemaate katılsa kabul olur mu?
Cevap: Ramazanda yatsının farzını cemaatle kılmayanlar, toplanıp da, teravihi ve vitri cemaatle kılamazlar. Çünkü teravih, yatsının cemaati ile kılınır. Hindiyyede deniyor ki:
“Yatsının farzını yalnız kılan, teravihin cemaatine katılır. Kaçırdığı rekatlerini sonra tamamlar. Teravihi cemaatle kılamayan, farzı kıldığı imam ile vitri kılabilir. Vitri cemaatle kıldıktan sonra, başka camiye giden, imam farzı kılıyorsa farza, teravihi kılıyorsa, buna niyet ederek, imama uyarsa, bir kavle göre sahih olur. Teravih kılındığını anlarsa, farzı kılmamış ise, bir kenarda farzı kılıp, sonra imama uyar.”
Uyuklayarak, teravih namazı kılmak mekruhtur. Uykulu hâl gidince, neşe ile kılmalıdır.
Sual: Din kitaplarında, ibadetleri gücünüz yettiği kadar ve neşeli olarak yapınız deniyor. Bundan maksat nedir, neşeli olmayan kimsenin, ibadetleri terk mi etmesi gerekir?
Cevap: Hadis-i şerifte; (İbadetleri takat getireceğiniz kadar yapınız. Neşe ile yapılan ibadetin kıymeti çok olur) buyuruldu. Beden istirahat edince, ibadetler zevk ile yapılır. Beden ve zihin yorgun iken yapılan işten usanç hasıl olur. Yorgunluğu gidermek için, ara sıra mubah olan şeylerle, bedene neşe getirmelidir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki:
“Çok ibadet yapınca, beden yorulur, hareket etmek istemez. Bu zaman uyumakla veya salihlerin hayat hikâyelerini okumakla yahut mubah olan eğlencelerle bedeni neşelendirmeli. Böyle yapmak, usanarak ibadet yapmaktan efdaldir.”
İbadet yapmaktan maksat, hem nefisle cihad ederek, nefsi terbiye etmek, hem de, kalbe ferahlık getirmek, kalbi Allahü teâlâya bağlamak içindir. (Namaz, insanı kötü ve çirkin işler yapmaktan korur) buyuruldu. Severek, neşe ile kılınan namaz böyle olur. Bu neşeyi hasıl etmek için, nefsin mubahlardaki arzularını, ihtiyaç olduğu kadar, yerine getirmek lazım olur. Böyle yapmak, İslâmiyete uymak olur. İbadetlere sebep olan mubahlar da ibadet olur. (Âlimin uykusu, cahilin ibadetinden hayırlıdır) hadis-i şerifi, bunun şahididir. Uyuklayarak, teravih namazı kılmak mekruhtur. Uykulu hâl gidince, neşe ile kılmalıdır. Uyuklayarak kılınan namazda gevşeklik ve gaflet hasıl olur.
Ancak bunları yanlış anlamamalıdır. Yorgunluk ve usanç hasıl olduğu zaman ibadet tehir edilir, terk edilmez. Farzları özürsüz terk etmek büyük günahtır. Kaza etmek farz olur. Vacipleri de kaza etmek vacip olur. Sünnetleri terk eden, bunların sevabından mahrum kalır. Özürsüz terk etmeyi âdet ederse, bu sünnetlere mahsus olan şefaatten mahrum kalır.
Yorgun, hâlsiz, neşesiz olmak, farzları vaktinden sonraya bırakmak için özür olmaz. Vaktinden sonraya bırakmak günahından ve azabından insan kurtulamaz. Farzlara ve haramlara ehemmiyet vermemenin küfür olduğu, imanı giderdiği, akait kitaplarında bildirilmiştir. Bu sebeple, ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları fıkıh ve ilmihal kitaplarını okuyup, imanı, farzları, haramları iyi öğrenmeli ve yakınlarına da öğretmelidir.
Fıtra miktarları, buğday, un, arpa, kuru üzüm ve hurma fiyatlarına göre üç liradan üçyüz liraya kadar çıkabilir.
Sual: Her sene fıtra kaçtan olacak diye beklenmektedir. Bu konuda İslâmiyetin bildirdiği belli bir ölçü yok mudur?
Cevap: Fıtra miktarları her sene değişmez. İslâmiyetin bildirdiği ölçü; buğday ve undan 1750 gram, arpa, kuru üzüm ve hurmadan kişi başına 3500 gramdır. Her sene bu ölçüye göre verilir. Hanefî mezhebinde, buğday, arpa ve un bol olduğu zamanlarda bunların kıymetini altın veya gümüş olarak vermek daha iyidir. Kıtlık zamanında bunların kendilerini vermek daha sevaptır.
Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerinde, bir günlük yiyeceği olanın fıtra vermesi farzdır ve buğdaydan, arpadan da, hep bir sâ' vermek lazımdır. Şafii mezhebinde bir sâ', 1680 gramdır.
Sadaka-i fıtır az olduğu için, gümüş olarak verilir. Cevherede; “Sadaka-i fıtır verirken, arpa, buğday yerine kıymetleri de verilebilir” deniyor. Dürr-ül-muhtârda; “Kıymet olarak altın ve gümüş verilir” denmektedir.
Bu sebeple, fıtrayı, çoğunluğun sözüne uyarak, altın veya gümüş olarak vermelidir. Bunları vermek güç olursa, başka maldan veya kâğıt para vermeyip, 1750 gram buğday veya un, 3500 gram arpa, kuru üzüm yahut hurma vermelidir. Malikide ve Hanbelide hurma vermek, Şafiide buğday vermek, Hanefide kıymeti çok olanı vermek efdaldir.
Fıtra miktarları, buğday, un, arpa, kuru üzüm ve hurma fiyatlarına göre üç liradan üçyüz liraya kadar çıkabilir. Herkes kendi durumuna göre, buğday, un, arpa, kuru üzüm ve hurmadan birini, bildirilen miktarda bizzat kendisini veya kıymetini altın, gümüş olarak verebilir.
***
Sual: Vücuttaki yaraya konan katı veya sıvı ilaçlar, orucu bozar mı?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Merâkıl-felâh şerhinde deniyor ki:
“Başta ve gövdedeki yaraya konulan ilacın, sıvı olsun, katı olsun, beyne ve hazım, sindirim yoluna gittiği bilinirse, oruç bozulur. İçeri gittiği iyi bilinmezse, ilaç sıvı ise, İmam-ı a'zam bozulur dedi. İki imam ise, içeri gittiği iyi bilinmeyince bozulmaz dedi. İçeri sızdığı iyi bilinmeyen ilaç katı ise, üç imam da, bozulmaz dedi.”
Bundan anlaşılıyor ki, sızdığı iyi bilinen ilaç, katı da olsa, sıvı da olsa, üç imam da orucu bozar, buyurmuştur. Koldan, bacaktan, her yerden deri altına, adaleye iğne ile yapılan aşı, ilaç enjeksiyonlarının orucu bozacağı, buradan anlaşılmaktadır.
Teravih namazına başlarken ve bittikten sonra çeşitli şekilde okunan dualar vardır.
Sual: Teravih namazına başlarken ve sonunda, çeşitli dualar okunuyor. Bu dualar nelerdir ve nasıldır?
Cevap: Teravih namazına başlarken ve bittikten sonra çeşitli şekilde okunan dualar vardır. Mesela teravih namazına kalkarken okunacak dualardan birisi şöyledir:
“Sübhâne zil mülki vel melekût. Sübhâne zil izzeti vel azameti vel celâli vel cemâli vel ceberut. Sübhânel melikil mevcûd. Sübhânel melikil ma'bûd. Sübhânel melikil hayyillezî lâ yenâmü ve lâ yemût. Sübbûhun kuddûsün Rabbünâ ve Rabbül melâiketi verrûh. Merhaben, merhaben, merhabâ yâ şehre ramezân. Merhaben, merhaben, merhabâ yâ şehrel-bereketi vel gufrân. Merhaben, merhaben, merhabâ yâ şehret-tesbîhi vet-tehlîli vez-zikri ve tilâvet-il Kur'ân. Evvelühû, âhiruhû, zâhiruhû, bâtınühû, yâ men lâ ilâhe illâ hüv.” Ramazanın on beşinden sonra Merhaba diye okunan yerler, (Elveda) diye okunur.
Teravih namazı bitince okunacak dua da şöyledir:
“Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammed. Biadedi külli dâin ve devâin ve bârik ve sellim aleyhi ve aleyhim kesîrâ. Üç defa okunur ve üçüncüsünde ve salli ve sellim ve bârik aleyhi ve aleyhim kesîran kesîrâ. denir.
Yâ Hannân, yâ Mennân, yâ Deyyân, yâ Burhân. Yâ Zel-fadlı vel-ihsân nercül-afve vel gufrân. Vec'alnâ min utekâi şehri ramezân bi hurmetil Kur'ân.”
***
Sual: Bir kimse, kendi malından, başkasının fıtrasını verebilir mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Redd-ül-muhtârda deniyor ki:
“Bir kimse, kendi malından, başkası için fıtra verince, o kimse önceden emretmiş ise, caiz olur, emri ile vermemiş ise, sonradan razı olsa da, caiz olmaz. Onun malı ile vermiş ise, razı olunca caiz olur.”
***
Sual: Bir baba, kendi çocuklarının fıtrasını, onlardan vekalet almadan da verebilir mi?
Cevap: Bir kimse, nafakasını verdiği kimselerin, çocuklarının fıtralarını, onların emri ve vekaleti olmadan verebilir.
***
Sual: Bir kimseye, fıtra ve kurban vacip olduktan sonra, elindeki mal yok olsa, bu kimse sorumluluktan kurtulur mu?
Cevap: Bir kimsenin nisaba malik olduktan, fıtra ve kurban vacip olduktan ve hac farz olduktan sonra mal elinden çıkarsa, af olmazlar. Halbuki, zekât ve uşur, malın elden çıkması ile affolur. Fakat, bunların elden çıkarılması ile bunlar da affolmaz.
"İzzim ve celâlim hakkı için, bu kullarıma af ile muamele eyledim."
Sual: Ramazan ayında yatsı vaktinde kılınan teravih namazının, her gece için ayrı ayrı fazileti mi vardır?
Cevap: Ramazan ayında her gece teravih namazı kılmanın faziletini, hazret-i Ali'ye sual edilince, cevabında buyurur ki:
“Her kim Ramazan-ı şerifin birinci gecesinde teravih namazı kılsa, Hak teâlâ, o kimsenin bütün tövbelerini kabul ederek, günahlarını bağışlar, ikinci gecesini kılan kimsenin ana babasının günahları affolunur. Üçüncü gece kılsa, melekler, o kula derler ki: 'Sana müjdeler olsun, Hak teâlâ senin ibadetini kabul buyurdu, istediğin şerefe kavuştun, günahlarını af etti.' Dördüncü gece teravih namazını kılınca, Kur’ân-ı kerimi hatmetmiş gibi sevap kendisine ihsan edilir. Beşinci gece kılınca, Mescid-i aksada, Mekke’de ve Medine’de kılmış gibi, Hak teâlâ sevap ihsan eder. Altıncı gecesi kılsa, Beyt-ül ma'mûru tavaf etmiş gibi, yedinci gecesi kılsa, Firavun ile yapılan gazada bulunmuş gibi, sekizinci gece kılsa, Bedir Harbinde Resûlullah efendimizle bulunmuş gibi, dokuzuncu gecesi için Davut aleyhisselam ile beraber ibadet etmiş gibi, onuncu gecesi için, dünya selamet ve saadeti ihsan edilir.”
Ramazan-ı şerifin sonuna kadar olan bütün gecelerin böylece ayrı ayrı birer fazileti ve yüksek derece ve sevapları vardır. Böylece edeb ve erkanına riayet ederek, orucu tam olarak, bütün azaları ile tutup, teravih namazlarını kılarak ve haramlardan sakınarak otuzuncu gecesini ikmal edince, Hak teâlânın emri ile, Arş-ı alânın altından bir sözcü hitap ederek der ki: “Her gece teravih kılan kullar Cehennemden kurtulmuş kullardır. Korktukları Cehennemden kurtulup arzu ettikleri nimete, Cennet ve cemâl-i ilâhîye nail oldular.” Hak teâlâ, azameti ile buyurur ki;
(İzzim ve celâlim hakkı için, bu kullarıma af ile muamele eyledim.)
Bundan sonra, Hak teâlâ emreder, o kullara birer berat yazılır. Bütün kadın ve erkeklerden, bu şartlar dâhilinde ibadetini ifa ederek, cenâb-ı Hakkın bu lütfuna muhatap olanlara, Cehennem azabından kurtulup, sıratı kolaylıkla geçmek için, ellerine birer berat verilir.
Öyle ise, ihlas ile Ramazan-ı şerif orucunu tutup, kaza namazlarını ve sonra teravihleri eda ederek ve haramlardan kaçınarak, cenâb-ı Hakkın rahmetine kavuşmaya çalışmalıdır.
Bir kimse, Ramazan-ı şerifte oruçlu olduğunu unutarak yese orucu bozulmaz.
Sual: Oruçlu iken, hangi hâller, hangi durumlar orucu bozmaz, bozulmasına sebep olmaz?
Cevap: Bir kimse, Ramazan-ı şerifte veya kaza, kefaret, adak ve nafile oruçlarda, oruçlu olduğunu unutarak yese, içse, cima etse, oruçlu iken uykuda cünüp olsa, tentürdiyot, yağ sürünse, sürme çekse, bunların rengi, kokusu tükürükte, idrarda belli olsa bile, gıybet etse, hacamat olsa, istemeyerek ağız dolusu kussa, zorlayarak biraz kussa, kulağına su kaçsa, ağzından veya burnundan boğazına toz, duman, sinek kaçsa, oksijen gazı tüpü ile suni hava verilse, başkalarının içtiği sigaranın dumanı gelerek, ağzına, burnuna girmesinden sakınmak mümkün olmasa, ağzını yıkadıktan sonra ağzında kalan yaşlığı tükürük ile yutsa, gözüne, diş çukuruna ilaç koysa, tadını boğazında duysa bile, bunların hiçbiri orucu bozmaz. Bahr-ür-râık kitabında deniyor ki:
“Ağız bazen bedenin içi sayılır. Bunun için, oruçlu kimse, tükürüğünü yutarsa, orucu bozulmaz. İnsanın içindeki necasetin mideden bağırsağa geçmesi gibi olur. Ağızdaki yaradan veya diş çektirmeden, iğne yapılan yerden yahut mideden ağza kan çıkması, abdesti ve orucu bozmaz. Bu kanı tükürünce veya yutunca, tükürük kandan çok ise, yani sarı ise, yine bozulmazlar. Mideden gelen başka şeyler ağza geldiği zaman da böyle olup, abdest ve oruç bozulmaz. Ağız dolusu, ağızdan dışarı çıkarsa, ikisi de bozulur. Ağzın içi, bazen de, bedenin dışı gibi olur. Ağzına su alınca oruç bozulmaz.”
Diş çıkartınca, çok kan geliyorsa, tükürünce orucu bozulmaz, oruçlu değilse, yutunca, abdesti bozulmaz. Kanı tükürükten az ise, ikisi de hiç bozulmaz.
***
Sual: Kulağa yağ damlatmak, lavman yaptırmak, orucu bozar mı?
Cevap: Bu konuda Fetâvâyı Hindiyyede deniyor ki:
“İhtikan, lavman yapmak, kulağına yağ damlatmak orucu bozar ise de, kefaret lazım olmaz. Helada taharetlenirken içeri su kaçarsa, orucu bozar.”
***
Sual: Yutmadan yemeğin tadına bakmanın ve serinlemek için banyo yapmanın oruca zararı olur mu?
Cevap: Yutmadan yemeğin tadına bakmak, sakız çiğnemek, serinlemek için yıkanmak orucu bozmazlar ise de, tenzihen mekruhturlar.
***
Sual: Tozlu, dumanlı şeyleri koklamak ve piyasadaki çiklet denilen sakızları çiğnemek orucu bozar mı?
Cevap: Tozlu dumanlı şeyleri koklamak ve çiklet çiğnemek orucu bozar.
Hasta, hastalığının artmasından korkar ise, oruç tutmayıp sonra kaza eder.
Sual: Bir kimsenin, oruç tutunca hastalanma tehlikesi varsa veya hastalığının artması söz konusu ise, böyle bir kimse oruç konusunda ne yapması gerekir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde deniyor ki:
“Hasta, hastalığının artmasından veya iyi olmasının gecikmesinden yahut şiddetli ağrı gelmesinden veya hasta bakıcı, hastalanarak, onlara bakamayıp helak olmalarından korkar ise, oruç tutmayıp sonra kaza eder. Sağlam kimse, hasta olacağını çok zan ederse ve nehir temizlemek gibi ağır bir iş yaparken veya devletin emri ile çalışırken, çok sıcak veya soğuk tesiri ile helak olacağını ve kimsesiz olup hiçbir yerden yardım görmeyen kadın nafakasını kazanmak için çamaşır yıkamak, yemek pişirmek ile helak olacağını, çok zan ederek anlarsa, oruç tutmaması ve niyetli orucu bozması caiz olur, başka zaman kaza eder. Çok zan etmek, ölüm alametlerini görmekle, kendi tecrübesi ile yahut tabib-i müslim-i hazıkın haber vermesi ile anlaşılır. Hazık, mütehassıs, uzman olmak demektir. Kâfir ve fasık doktora muayene ve tedavi caizdir. Fakat bunların sözleri ile ibadet bozulmaz. Orucunu bozarsa, kefaret lazım olur.”
***
Sual: Çoluk çocuğunun nafakası için ağır işte çalışan bir kimse, orucunu tutmayıp, daha sonra kaza edebilir mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînda deniyor ki:
“Nafakaya muhtaç kimse, çalışınca hasta olacağını anlarsa, orucu bozar. Ücret ile çalışmayı sözleşmiş ise ve iş sahibi, ramazanda izin vermiyorsa, kendinin ve ailesinin nafakası mevcut olan, orucu bozmaz. Çünkü böyle kimsenin dilenmesi haramdır. Kendinin ve ailesinin nafakasına malik değilse, orucun zarar vermeyeceği başka hafif iş bulması lazım olur. Hafif iş bulamazsa, işinde çalışarak, orucu bozması caiz olur. Bunun gibi, ekin biçen kimseye ramazan ayının orucu ziyan verirse, yani oruçtan dolayı, ekini biçemeyip, ekin telef olursa yahut çalınırsa, veya bina yapılamayıp da yağmurdan yıkılmak tehlikesi muhakkak olursa ve bunları ücret ile yapacak kimse bulamazsa, oruç tutmayıp, bu işlerini yapmak caiz olur. İş bitince, orucunu tutar ve ramazandan sonra da, tutamadığı günleri kaza eder, günah olmaz. Susuzluktan hasta olması, ölmesi muhakkak olan herkes de, orucu bozup, kaza edebilir, kefaret yapmazlar.”
Hasta olmayan ve misafir olmayanların, işçi, asker, talebe olsalar da, oruç tutmaları lazımdır.
Sual: Ekmek parası için çalışan işçilerin ve ramazan ayında yolculuk yapanların, oruç tutmaları gerekir mi, tutamazlarsa ne yapmaları lazımdır?
Cevap: Ekmek parası kazanmak için çalışırken hasta olacağını bilen işçinin, hasta olmadan önce orucu bozması caizdir. Üç günlük yola yani 104 kilometre ve daha uzağa gitmek için niyet ederek yola çıkan kimse, misafir, yolcu olur. Böyle misafir, orucunu ertesi gün bozabilir ve ramazandan sonra kaza eder ise de, eğer yolculuğu zarar etmezse, tutması efdaldir. Yolda ve onbeş günden az kalacağı yerde tuttuğu orucu bozarsa, kefaret lazım olmaz. Misafirliği, yolculuğu bitip evine gelince veya gittiği yerde onbeş gün kalmaya niyet edince, tutmadığı günleri kaza eder. Hasta olmayan ve misafir olmayanların, işçi, asker, talebe olsalar da, oruç tutmaları lazımdır. Tutmazlarsa, günahı büyüktür. Kaza etmeleri lazımdır. Niyetli iken bozarlarsa, kefaret de lazım olur.
***
Sual: Oruçlu iken, yılan veya akrep sokarsa, ilaç almak için orucu bozmak mı gerekir?
Cevap: Bu konuda Bahr-ür-râıkda deniyor ki:
“Zehirli hayvan sokan kimse, ilaç için orucu bozup, ramazandan sonra yalnız kaza eder.”
***
Sual: Oruçlu iken başı ağrıyan, ilaç almak için karar veremeyen ve bir doktor da bulamayan kimse, nasıl hareket eder?
Cevap: Bu konuda İmâd-ül-islâmda deniyor ki:
“Müslüman mütehassıs tabip, doktor bulamazsa, kendi tecrübesi de yoksa, önce bükülmüş kağıt parçasını veya çiğ bir pirinç tanesini susuz yutup, sonra yemeli, ilaç almalı, böylece kefaretten kurtulmalıdır.”
***
Sual: Oruçlu iken misvak kullanmak, kan aldırmak orucu bozar mı?
Cevap: Oruçlu iken misvak kullanmak, hacamat olmak, kan aldırmak orucu bozmaz ve mekruh da değildir.
***
Sual: Oruçlu iken çiçek, kolonya gibi şeyleri koklamanın bir zararı olur mu?
Cevap: Sürme ve bıyık yağı kullanmak, çiçek, misk, kolonya koklamak, orucu bozmadığı gibi, mekruh da değildir.
***
Sual: Dinimizin bildirdiği bir özür sebebiyle oruç tutamayanların da, sadaka-i fıtır vermesi gerekir mi?
Cevap: Özrü sebebi ile oruç tutmayanların da, sadaka-i fıtır vermesi lazımdır.
İhtiyaç eşyası zekât, fıtra ve kurban için nisap hesabına katılmazlar.
Sual: İhtiyaç eşyası ne demektir, neler ihtiyaç eşyasının içine girmektedir?
Cevap: İhtiyaç eşyası demek, kıymetleri ne kadar çok olursa olsun, bir ev, bir aylık yiyecek, her yıl üç kat elbise, çamaşır, evde kullanılan eşya ve aletler, binecek vasıtası, meslek kitapları ve ödeyeceği borçlarıdır. Bu eşyanın mevcut olması şart değildir. Eğer mevcut iseler, zekât, fıtra ve kurban için nisap hesabına katılmazlar. Ticaret için olmayan, ihtiyacından artan eşya, kiradaki evler, evindeki süs eşyası, yere serili olmayan halılar, kullanılmayan fazla ev eşyası, sanat ve ticaret aletleri, burada ihtiyaç eşyası sayılmaz. Bunlar fıtra ve kurban için, nisap hesabına katılır. Oturduğu ev büyük ise, ihtiyacından fazla, kullanılmayan odaların nisaba katılmaması sahihtir.
***
Sual: Bazı kimseler, “oruç uzun günlere geldiği için, niyetlenmeyin, kısa günlerde kaza edersiniz” diyorlar. Böyle söylemek doğru olur mu?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Behcet-ül-fetâvâda deniyor ki:
“Ramazan-ı şerif, yaz aylarından birine geldiği zaman, din adamı şekline giren birisi, Müslümanlara; “Oruca niyet etmeyip, oruç tutmaz iseniz ve kışın kısa günlerde kaza ederseniz, caiz olur. Ramazanda oruca niyet etmeden, yer içerseniz, kefaret lazım olmaz” diyerek gençlere, talebeye, işçiye oruç tutturmazsa, bu kimse şiddetle cezalandırılır. Böyle söylemesi menedilir.”
***
Sual: Dinimizde sadece zekât verecek durumda olana mı zengin denir?
Cevap: Sadaka-i fıtır ve kurban nisabına malik olana da zengin denir. Bunların sadaka-i fıtır vermesi vacip olur. Mükellef yani akıllı, baliğ ve mukim iseler, kurban kesmeleri de vacip olur. Bunların zekât alması haram olur ve fakir olan kadın mahrem akrabasına, çalışamayan fakir erkek akrabasına yardım etmesi de vacip olur.
***
Sual: Fıtra için buğday ve un vermekte zorlanan bir kimse, bunların yerine ekmek de verebilir mi?
Cevap: Bir kimseye, fıtra için, buğday, un vermek de güç olursa, bunların kıymeti kadar, ekmek veya mısır verebilir. Ekmek ve mısır verirken, ağırlığa değil, parasına, kıymetine bakılır.
***
Sual: Vaktinde kılınmayan teravih namazı, daha sonra kaza edilebilir mi?
Cevap: Kılınmayan teravih namazı kaza edilmez. Kaza edilirse, nafile kılınmış olur, teravih olmaz.
Fıtra, Şafii mezhebinde ramazandan önce, Maliki ve Hanbeli mezhebinde ise bayramdan önce verilemez.
Sual: Ramazan ayında verilen sadaka-i fıtrı, zengin olanların mutlaka vermesi gerekir mi?
Cevap: Sadaka-i fıtır hakkında Redd-ül-muhtârda deniyor ki:
“İhtiyacı olan eşyadan ve borçlarından fazla olarak, zekât nisabı kadar malı, parası bulunan her Müslümanın, Ramazan Bayramının birinci günü sabahı, tan yeri aydınlanırken, fıtra vermesi vacip olur. Daha önce ve daha sonra vacip olmaz. Fıtra ve kurban nisabı hesabına katılacak malın ticaret için olması şart olmadığı gibi, elinde bir yıl kalmış olması da lazım değildir. Bayramın birinci günü sabah namazı girdiği anda, nisap miktarı kadar mala malik olmak şarttır. O andan sonra nisaba kavuşanın, dünyaya veya imana gelenin fıtra vermesi vacip olmaz. Misafir olanın da fıtra vermesi lazımdır. Ramazan-ı şerifte veya ramazandan önce ve bayramdan sonra vermesi de caizdir. Hatta bir kimse, fıtra veya zekât, kefaret veya nezrettiği, adadığı şeyi vermeden ölürse ve verilmesini vasiyet etmedi ise, vârislerinden birinin, ölenin değil, kendi malından, bunları fakirlere vermesi caiz olur. Fakat vâris, bunları vermeye mecbur değildir. Eğer ölen kimse, hayatta iken vasiyet etmiş ise, bıraktığı malın üçte birinden verilmesi lazım olur. Mal bırakmadı ise, vasiyeti yapılmaz.”
***
Sual: Fıtrayı, bayram namazından önce mi vermek gerekir?
Cevap: Hanefi mezhebinde bayram namazından önce verilince, sevabı daha çok olur. Şafii mezhebinde ramazandan önce, Maliki ve Hanbeli mezhebinde ise bayramdan önce verilemez.
***
Sual: Bir kimse, fıtrasını bölerek birkaç fakire verebilir mi?
Cevap: Bir kişinin fıtrası, bir fakire veya birkaç fakire verilebildiği gibi, bir fakire birkaç kişinin fıtrası da verilebilir.
***
Sual: Küçük çocuğun ve delinin malı varsa, fıtrası, bu mallardan mı verilir?
Cevap: Küçük çocuğun ve delinin malları varsa, bunların fıtraları da, mallarından verilir. Velileri vermezse, çocuk büyüyünce, deli iyi olunca, eski fıtralarını da kendileri verir.
***
Sual: Ergenliğe ulaşmamış küçük çocukların fıtralarını, babaları mı verir?
Cevap: Baliğ olmayan çocukların malı yoksa, bunların fıtrasını babaları, kendi fıtrası ile birlikte verir. Yani kendi zengin, nisaba malik ise verir. Hanımı ve büyük çocukları için vermez. Fakat verirse sevap olur.
Uşur, mahsulün onda biridir. Kul borcu olan, borcunu düşmez, uşrunu tam verir.
Sual: Nelerden, hangi mallardan zekât verilir daha doğrusu neler zekâta tabidir?
Cevap: Dört mezhepte de dört türlü zekât malı vardır ki bunlar:
1-Senenin ekseri zamanında, çayırda parasız otlayan dört ayaklı hayvanlar.
2-Altın ile gümüş. Dürr-ül-müntekâda deniliyor ki:
“Altın ile gümüşün oniki ayardan yukarısı, para olarak, kadınların süsü gibi helal olarak, erkeklerin altın yüzük takması gibi haram olarak kullanılsın, ev, yiyecek, kefen satın almak için saklanılsın, kılıç ve altın diş gibi ihtiyaç eşyası olsalar da, zekât nisabının hesabına katılacaklardır.”
3-Ticaret için alınıp, ticaret için saklanılan ticaret eşyası. İbni Âbidînde deniyor ki:
“Eşyanın ticaret niyeti ile satın alınması lazımdır. Uşur vermesi lazım gelen topraklardan hasıl olan ve miras olarak ele geçen veya hediye, vasiyet gibi kabul edince mülk olan şeylerde, ticarete niyet edilse de, bunlar ticaret malı olmaz. Çünkü ticaret niyeti, alışverişte olur. Mesela, tarlasından buğday alıp uşrunu veren veya mirastan eline mal geçen kimse, satmak niyeti ile saklasa, nisap miktarından fazla olsa ve bir seneden fazla kalsa, zekâtlarını vermek icap etmez.”
Satmak için satın aldığı buğdayı tarlasına ekse veya ticaret için aldığı hayvanı, kumaşı kendi kullanmaya niyet etse, ticaret malı olmaktan çıkarlar. Sonra bunları satmaya niyet ederse, ticaret malı olmazlar. Bunları satınca veya kiraya verince, eline geçen mal ticaret malı olur. Kullanmak için satın aldığı malı, aldıktan sonra ve miras olarak eline geçeni veya hediye, vasiyet, sadaka gibi kendinin kabul etmesi ile malik olduğu malı alırken veya tarlasından aldığı buğdayı satmaya niyet etse, ticaret malı olmazlar. Bunları satsa ve satarken bedellerini ticarette kullanmaya niyet etse, bu bedelleri ticaret malı olurlar. Çünkü ticaret bir iştir. Yalnız niyet ile olmaz, başlamak da lazımdır. Ticareti terk etmek ise, yalnız niyetle olur.
4-Yağmur suyu veya nehir, dere suyu ile sulanan bütün topraklardan çıkan şeylerdir. Bunların zekâtına Uşur denir. Uşur vermek, Kur’ân-ı kerimde, En'âm sûresinin 141. âyetinde emredilmiş, onda birinin verilmesi de hadis-i şerifte bildirilmiştir. Uşur, mahsulün onda biridir. Kul borcu olan, borcunu düşmez, uşrunu tam verir.
Sıcak veya soğukta oruç tutamayan ihtiyar, uygun bir mevsimde kaza eder.
Sual: Yaşlı ve devamlı hasta olup da oruç tutamayanlar, ne yapmalı, nasıl bir yol takip etmelidir?
Cevap: İhtiyar, yaşlı olup, ölünceye kadar ramazan orucunu veya kazaya kalmış oruçlarını tutamayacak kimse ve iyi olmasından ümit kesilen hasta, gizli yemelidir. Zengin ise, her gün için bir fıtra, yani 1750 gram buğday veya un yahut kıymeti kadar altın veya gümüş para, bir veya birkaç fakire verir. Ramazanın başında veya sonunda toptan hepsi bir fakire de verilebilir. Fidye verdikten sonra kuvvetlenirse, ramazan oruçlarını ve kaza oruçlarını tutar. Fidye vermeden ölürse, iskat yapılması için vasiyet eder. Fakir ise, fidye vermez, dua eder. Böyle ihtiyar ve hasta, sıcak veya soğuk mevsimde tutamıyorsa, uygun gelen mevsimde kaza eder.
***
Sual: Oruç tutunca ayakta güçlükle duran kimse, namazlarını oturarak kılabilir mi?
Cevap: Oruç tutunca, namazı ayakta kılamayan kimse, oruç tutar ve namazı oturarak kılar.
***
Sual: Bir kimsenin orucu hata ile bozulsa, yolcu kendi memleketine dönse, bunlar yiyip içebilirler mi?
Cevap: Ramazan günü, orucu bozarsa, çocuk baliğ olursa, kafir Müslüman olursa, misafir, yolcu kendi şehrine gelirse, kadın temiz olursa, akşama kadar oruçlu gibi, sakınmaları lazımdır. Misafir ve kadın, o günü, sonra kaza eder.
***
Sual: Kazaya kalan oruçları, ramazandan sonra arka arkaya mı tutmak gerekir?
Cevap: Orucun kazası, arka arkaya olduğu gibi, ayrı ayrı günlerde de, bir gün için, bir gün oruç tutmaktır. Aralıklı tutarken, araya başka ramazan gelirse, önce ramazanı tutar.
***
Sual: Dinin bildirdiği bir özür sebebiyle oruç tutamayan bir kimse, açıktan yiyip, içebilir mi?
Cevap: Özrü olan kimseler, oruç tutamadıkları günler, gizli yemelidirler. Ramazan-ı şerifte umumi yerlerde, Müslümanların karşısında, oruç yiyenlerin ve oruç tutanları aldatarak, oruç tutturmayanların imanı gider. Ramazan günlerinde lokanta, aşhane, gazino, büfe gibi yiyip içme yerlerini işletmek günahtır. Bunların, oruç yiyenlerden kazandıkları, helal ise de, zararlıdır. Buralarını iftardan sonra açmalıdır.
***
Sual: Evde bulunan, birikim için saklanan altın ve gümüşlerin zekâtı olur mu?
Cevap: Altın ve gümüş eşya ve kâğıt paralar, her ne suretle ele geçerse geçsin, bunlar zekât malı olur ve zekât hesabına katılırlar.
"Biz Kur'ânı sana Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır."
Sual: Kadir gecesi, niçin değerlidir, kıymetlidir, diğer gecelerden farkı, özelliği nedir?
Cevap: Kıymetsiz, değeri olmayan bir şey, kıymetli bir kimsenin vermesi ile değerli olur. Kadir gecesi bütün geceler gibi bir gece olmasına rağmen; Allahü teâlâ kıymet verdiği için; bin aydan daha kıymetli olmuştur. Nitekim Kadir sûresinde mealen;
(Biz Kur'ânı sana Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır) buyurulmaktadır.
Kur’ân-ı kerim, ramazanda indi. Kadir gecesi, bu aydadır. Kur’ân-ı kerimde bütün üstünlükler bulunmaktadır. Bu ayda da, o üstünlüklerden hasıl olan bütün iyilikler bulunmaktadır. Bu bağlılıktan dolayı, Kur’ân-ı kerim bu ayda nazil oldu. Bekara sûresinin 185. âyetinde mealen;
(Kur’ân-ı kerim, ramazan ayında indirildi) buyuruldu. Kadir gecesi bu aydadır. Bu ayın özüdür. Kadir gecesi, çekirdeğin içi gibidir. Ramazan ayı da, kabuğu gibidir. Bunun için, bir kimse, bu ayı saygılı, iyi geçirerek bu ayın iyiliklerine, bereketlerine kavuşursa, bu senesi iyi geçerek, hayırlı ve bereketli olur. Allahü teâlâ, hepimizi bu mübarek ayın iyiliklerine, bereketlerine kavuştursun.
Kadir gecesi; Ramazan-ı şerif ayı içinde bulunan bir gecedir. İmâm-ı Şafii hazretleri 17., imâm-ı a'zam Ebû Hanîfe hazretleri ise, 27. gecesi olması çok vaki olur buyurmuştur. Yirmi ile otuzuncu geceleri arasında arayınız denildi. Kur’ân-ı kerimde övülen en kıymetli gecedir. Kur’ân-ı kerim, Resûlullah efendimize bu gece gelmeye başladı. Ravda-tül-ülemâ kitabında, Kadir gecesinin fazileti açıklanırken deniliyor ki:
“Allahü teâlâ; Muhammed aleyhisselamın ümmetine ramazan ayında beş şey verir ki, onlardan başka kimseye vermemiştir. Beş şeyden beşincisi; Allahü teâlâ, onlara Kadir gecesini verir. Hatta eğer bir kimse, o gecede Allahü teâlâya ibadet etse, günahlarını affeder. O gecede Cehennemden azat olur. O gecede bütün ramazan ayı müddetince azat olanlar kadar mümin azat olur.”
Bu geceyi, Kur’ân-ı kerim okuyarak, teravih ve kaza namazı kılarak, istiğfar ederek geçirmeli, ahirete giden yakınlarımızı da hatırlayarak onlara da dua etmelidir. Peygamber efendimizin hazret-i Aişe validemize tavsiye ettiği şu duayı da çok okumalıdır:
“İnsanın kullandığı şeyler beşe ayrılır. Bunlar zaruret, ihtiyaç, menfaat, ziynet ve fudüldür."
Sual: Açlık veya susuzluk gibi böyle zaruri durumlarda başlanmış oruç bozulabilir mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Uyûn-ül-besâirde deniyor ki:
“İnsanın kullandığı şeyler beşe ayrılır. Bunlar zaruret, ihtiyaç, menfaat, ziynet ve fudüldür. Kullanılmadığı zaman insanın helakine sebep olan yasak şeyi kullanmak zaruret olur. Kullanılmaması sıkıntıya, meşakkate sebep olursa, buna ihtiyaç denir. Faydası, menfaati olmayıp, yalnız gösteriş için kullanılan şeye, ziynet denir.
İhtiyaç olunca, orucu bozmak caiz olur. Bahr-ür-râıkda diyor ki; 'Bir ibadete başlayınca, bunu özür olmadan bozmak haramdır. Farz olan orucu bozmak için sekiz özür vardır: Hastalık, sefere, yolculuğa çıkmak, ikrah yani zalimin zorlaması, kadının hamile olması, çocuk emzirmek, açlık, susuzluk ve ihtiyarlık.' Uyûn-ül-besâir kitabında bildirilen ihtiyaç, bu sekiz özürden biri demektir.
Buğday ekmeği, koyun eti, yağlı yemek, menfaattir. Tatlı yemek, zinettir. Mubahları kullanmakta taşkınlık, fudüldür. Zaruret olunca, yalan yere yemin etmek caiz olmaz. Tariz söylemek, yani iki manalı kelime söyleyip yemin edilir. Aç kalanın ölmeyecek kadar leş yemesi, zaruret olur. Abdest alırken elbiseye su sıçraması, hayvan idrar yaparken, üstündekinin elbisesine sıçraması zarurettir.”
***
Sual: Zengin bir kimse, niyet etmeden para, mal dağıtsa, bu verdiği para ve mallar zekât yerine geçer mi?
Cevap: Her ibadete mahsus olan farzların yerine getirilmesi şarttır. Zekâtın da farzı yerine getirilmezse, zekât verilmiş olmaz. Zekâtın farzı birdir, bu da, niyet etmektir. Niyet kalp ile olur. Malın zekâtını ayırırken veya Müslüman fakire verirken; “Allah rızası için, zekât vereceğim” diye niyet edip de fakire veya zekâtını fakirlere vermek için vekil ettiği kimseye verirken hediye veriyorum dese, caiz olur, söze bakılmaz. Zekât ve sadaka diye birlikte niyet ederse, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre, zekât olur. İmâm-ı Muhammede göre, sadaka olur, zekâtını vermemiş olur.
***
Sual: Zekâtını vermeden ölen kimsenin zekât borçlarını, mirasçıları ödeyecek midir?
Cevap: Vasiyet etmemiş meyyitin, bıraktığı maldan zekât borcu verilmez. Çünkü niyet etmesi lazım idi. Vârisleri, kendi mallarından ödeyebilirler. Bu takdirde, zekâtın iskatı yapılmış olur.
Zekât; fakir, miskin, âmil, mükâteb, münkatı, medyun ve ibnüs-sebîle verilir...
Sual: Herkese zekât verilebilir mi veya kısaca kimlere zekât verilebilir?
Cevap: Zekât, şu yedi sınıfta bulunan Müslümanlara verilir.
1-Fakir. Nafakasından fazla, fakat nisap miktarından az malı olana fakir denir. Maaşı kaç lira olursa olsun, evini idarede güçlük çeken her fakir, zekât alabilir ve kurban kesmesi, fıtra vermesi lazım olmaz.
2-Miskin. Bir günlük nafakasından fazla bir şeyi olmayan Müslümana miskin denir.
3-Âmil. Hayvanların ve toprak mahsullerinin zekâtlarını toplayan ile, şehir dışında durup rastladığı tüccardan ticaret malı zekâtını toplayan, zengin dahi olsalar, bunlara işleri karşılığı zekât verilir.
4-Mükâteb. Efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince, azat olacak köle.
5-Münkatı. Cihat ve hac yolunda olup, muhtaç kalanlar. Dürr-ül-muhtârda deniyor ki: “Din bilgilerini öğrenmekte ve öğretmekte olanlar da, zengin olsalar bile, çalışıp kazanmaya vakitleri olmadığı için zekât alabilirler. Câmi-ul-fetâvâda bildirilen hadîs-i şerifte; (İlim öğrenmekte olanın kırk yıllık nafakası olsa da, buna zekât vermek caizdir) buyuruldu.
6-Medyun. Borcu olan ve ödeyemeyen Müslümanlar.
7-İbnüs-sebîl. Kendi memleketinde zengin ise de, bulunduğu yerde yanında mal kalmamış olan ve çok alacağı varsa da, alamayıp muhtaç kalan.
Zekâtı, bunların ayrı ayrı hepsine veya sadece birine vermelidir.
***
Sual: Zekât parası ile ölen birisi için kefen alıp, zekâta sayılabilir mi, zekât yerine geçer mi?
Cevap: Zekât parası ile meyyite kefen alınmaz, meyyitin borcu ödenmez ve cami de yapılmaz.
***
Sual: Gayr-i müslim bir fakire zekât verilebilir mi?
Cevap: Gayr-i müslim vatandaşa zekât verilmez. Çünkü zekât Müslümana verilir. Sadaka, hediye vermek ise caizdir.
***
Sual: Zengin bir kimse, niyet etmeden, fakirlere çokça mal, para verse, dağıtsa, bunlar zekât yerine geçer mi?
Cevap: Bir kimse, zekât niyeti ile kırkta bir ayırmadan veya verirken niyet etmeden, fakirlere milyonlarla lira dağıtsa, zekât vermiş olmaz. Çünkü zekâtı ayırırken veya kendi vekiline yahut fakire, fakirin vekiline verirken niyet etmesi farzdır.
***
Sual: Fakir olan küçük çocuğa zekât verilebilir mi?
Cevap: Küçük çocuk akıllı yani parayı başka şeyden ayırabiliyor ve aldatılarak elinden alınamıyorsa, buna zekât verilir.
Bayram günü aile, çoluk çocuk ve yakın akrabaya güzel ve güler yüzle muamele eylemelidir.
Sual: Bayramda neler yapılır ve ne şekilde hareket edilir?
Cevap: Îyd, bayram demektir. Her yıl, ramazan ayında günahlar af edildiği, Müslümanların sevindikleri, sürurlarının avdet ettiği, tekrar geldiği için "Îyd" denildi. Ni'met-i islâm kitabında deniyor ki:
“Bayram günleri şunları yapmak sünnettir: Erken kalkmak, gusül abdesti almak, misvak ile dişleri temizlemek, güzel koku sürünmek, yeni ve temiz elbise giymek, sevindiğini belli etmek, Fıtır Bayramı namazından önce tatlı, hurma yemek. Tek adette yemek. Sabah namazını mahalle mescidinde kılıp, bayram namazı için, büyük camiye gitmek. O gün yüzük takmak, camiye erken ve yürüyerek gitmek. Bayram tekbirlerini, Fıtır Bayramında sessiz, Kurban Bayramında cehren söylemek. Dönüşte, başka yoldan gelmek. Çünkü ibadet yapılan yerler ve ibadet için gidip gelinen yollar, kıyamet günü şehadet edeceklerdir. Müminleri güler yüzle ve Selâmün aleyküm diyerek karşılamak. Fakirlere çok sadaka vermek, İslâmiyeti doğru olarak yaymak için çalışanlara yardım yapmak. Sadaka-i fıtrı, bayram namazından önce vermek.”
Bayram günü aile, çoluk çocuk ve yakın akrabaya güzel ve güler yüzle muamele eylemelidir. Dargın olanları barıştırmak, akrabayı ve din kardeşlerini ziyaret etmek, onlara hediye götürmek de sünnettir. Erkeklerin kabirleri ziyaret etmeleri de sünnettir.
Şevval ayının birinci günü Fıtır Bayramının birinci günüdür. Bu günde, güneş doğduktan ve kerahet vakti çıktıktan sonra, iki rekat bayram namazı kılmak, erkeklere vaciptir. Bayram namazlarının şartları, cuma namazının şartları gibidir. Fakat, burada hutbe sünnettir ve namazdan sonra okunur.
Bayram namazı iki rekattir, cemaatle kılınır, yalnız kılınmaz. Birinci rekatte, Sübhânekeden sonra, üç kere Tekbîr-i zevâid söylenir. Yani eller üç defa kulaklara kaldırılıp, birinci ve ikincisinde, iki yana uzatılır. Üçüncüsünde, göbek altına bağlanır. İmam efendi yüksek sesle, Fâtiha ve zamm-ı sûre okuduktan sonra, doğru rüküya eğilinir. İkinci rekatte, önce Fâtiha ve zamm-ı sûre okunup, sonra, iki el, yine üç kere kulaklara kaldırılır. Üçünde de yanlara sallandırılır. Dördüncü tekbirde, kulaklara kaldırılmayıp, rüküya eğilinir. Birinci rekatte beş, ikinci rekatte dört tekbir getirilmektedir.
Erkek olsun, kadın olsun zi rahm-i mahrem akrabayı ziyaret etmek vaciptir.
Sual: Bilhassa bayramlarda ön plana çıkan akraba ziyaretlerinde öncelik ve sıra nasıl olmalıdır?
Cevap: Anayı, babayı ve zi-rahm-i mahrem olan akrabayı ziyaret etmek vaciptir. Hiç olmazsa, selam göndererek, tatlı mektup yazarak veya telefon ederek bu günahlardan kurtulmalıdır. Selamın, mektubun, sözle ve para ile yardımın miktarı, zamanı yoktur. Lüzum ve imkânı kadar yapılır. Zi-rahm-i mahrem olmayan akrabaya bunları yapmak vacip değildir. Bunlar önce anaya, sonra babaya, sonra evlada, sonra ecdada yani dedelere, sonra ceddada yani ninelere, sonra erkek ve kız kardeşlere, amcalara, halalara, dayılara ve teyzelere yapılır. Bunlardan sonra, zi-rahm-i mahrem olmayan amca oğluna, amca kızına ve hala, dayı ve teyze çocuklarına, sonra nikâh sebebi ile akraba olanlara, sonra komşulara yardım ve ihsan etmek çok sevaptır.
Müslüman ve İslâmiyete uyan akrabayı ziyaret etmek lazımdır. Uzak memlekette ise, mektupla, telefonla gönlünü almalıdır. Dargın, kinli ise de, vazgeçmemelidir. Akrabası gelmezse, cevap vermezse de, giderek veya hediye, selam göndererek, yahut mektupla, telefonla yoklamaktan vazgeçmemelidir. Allahü teâlâ, Müslüman ve salih olan akrabayı ziyareti emrediyor. Berîka ve Hadîka kitaplarında deniyor ki:
“Kat'-i rahm, yani akraba ile ilişiği kesmek büyük günahtır. Erkek olsun, kadın olsun zi rahm-i mahrem akrabayı ziyaret etmek vaciptir. Amca kızı gibi mahrem olmayan zi rahm akrabayı ve zi rahm olmayan akrabayı ziyaret vacip değildir. Fakat bunlara da hediye, selam yollamak müstehabdır.”
***
Sual: Bayramları vesile ederek küsleri barıştırmanın ve ölmüş olan yakınlarımızı kabirlerinde ziyaret etmenin dinen hükmü nedir?
Cevap: Dargın olanları barıştırmak, akrabayı ve din kardeşlerini ziyaret etmek, onlara hediye götürmek sünnettir. Erkeklerin kabirleri ziyaret etmeleri de sünnettir.
***
Sual: Hediyeleşmek, insanlar arasında sevgiyi, muhabbeti arttırır mı?
Cevap: Selamın, yardımın ve hediye vermenin zamanı yoktur. Hadis-i şeriflerde; (İnsanlar, kendilerine iyilik edenleri sever) ve (Hediyeleşiniz, sevişirsiniz) buyuruldu. Hediyenin en kıymetlisi, en faydalısı, güler yüz ve tatlı dildir. Herkese karşı, dosta ve düşmana, daima güler yüz ve tatlı dil göstermelidir.
Oruç tutanlar, kıyamet gününde yüksek bir şerefe nail olacaklardır.
Sual: Ramazan ayının dışında tutulan oruçlara da, oruç tutma sevabı verilmekte midir?
Cevap: İnsanların yaptığı her bir ibadetine karşılık olarak, bire on, bire yediyüz, bire sonsuz ecir, ücret verileceği Kur’ân-ı kerimde bildirilmektedir. Bu sebeple insan, gücü, kuvveti, imkânları yerinde iken, namazlarını kılmalı, ramazan ayının dışında da, oruç tutmalıdır. Zira kıyamet gününde oruç, bir güzel suret alarak, Allahü teâlânın hitabına mazhar olacaktır. Allahü teâlâ, oruca; “Ya oruç, sen memnun olduğun şahısları alarak Cennete gir!” buyuracaktır. Daha sonra, Allahü teâlâ; “Ya oruç, benden başka ne arzun varsa iste” buyuracak ve oruç da, razı olduğu kimseler için çeşitli şeref ve meziyetleri isteyip almaya muvaffak olacaktır. Böylece oruç tutanlar, kıyamet gününde yüksek bir şerefe nail olacaklardır. Ayrıca oruç tutanlar, birçok Cehennem ehli Müslümana şefaat edebilme imkânına da kavuşacaklardır. Bütün bunların üstünde olarak, oruç tutanlar Peygamber efendimize komşu olacak ve cenab-ı Hakkın cemalini görmeye de nail olacaklardır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Ramazan-ı şerif ayında oruç tutup, ardından Şevval ayından da altı gün daha oruç tutan, bir yıl oruç tutmuş gibi olur.)
(Ramazan-ı şerif ayında orucunu tutup, ardından Şevval ayında altı gün daha oruç tutan, günahlardan, anadan doğduğu gün gibi sıyrılır, kurtulur.)
***
Sual: Neşeli zamanlarda anlamı güzel olan şiirleri söylemenin, okumanın dinen bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Düğün, ziyafet, sünnet, bayram, sefer dönüşü gibi sevinilmesi lazım olan yerlerde helal olan ses ile neşelenmek mubahtır. Bu sesler, nefse değil, kalbe kuvvet verir. Mevâhib-i ledünniyyede deniyor ki:
“Resûlullah efendimiz Mekke’ye girdiği zaman, önünde ibni Revaha beyitler okuyarak gidiyordu. Hazret-i Ömer bunu görünce;
-Resûlullah efendimizin önünde şiir okunur mu? diyerek darıldı. Resûlullah efendimiz de;
-Bırak ya Ömer, mani olma! Bu beyitler kâfirlere, ok atmaktan daha çok tesirlidir buyurdu. Buradan anlaşılıyor ki, nefsi azdıran şiirleri okumak caiz olmayıp, harpte kâfirlere zarar verici, onları üzücü şiirleri okumak caizdir.”
Günahları, kusurları, azapları anlatan kasideleri, ilahileri dinleyerek, üzülmek, tövbeye sebep olmak sevaptır.
Bayramdan sonra iki gün kaza orucu lazım olduğu, Merâkıl-felâh haşiyesinde yazılıdır.
Sual: Ramazanın başlaması ve bayram, hilalin görülmesi ile olmadığı zamanlarda, ramazan ayından sonra, başı ve sonu için iki gün oruç mu tutmak gerekir?
Cevap: Ramazan ayının ve bayramın, gökteki hilali görmekle değil de, takvimlerdeki hesaba göre başlatıldığı yerlerde, oruca ve bayrama hakiki zamanlarından bir gün önce veya bir gün sonra başlanılmış olabilir. Oruç tutulan birinci ve sonuncu günleri hakiki ramazana rastlamış olsalar bile, ramazan olup olmadıkları şüpheli olur. İbni Âbidînde deniyor ki:
“Ramazan olup olmadığı şüpheli olan günlerde, ramazan orucu tutmak, tahrimen mekruhtur. Müslüman memleketinde olup da, ibadetleri bilmemek özür olmaz.” Bunun için, ramazanın takvimlere uyarak başlatıldığı yerlerde, bayramdan sonra, iki gün kaza orucu tutmak lazımdır. Bazı kimseler; “Ramazandan sonra, iki gün kaza orucu tutmak da nereden çıktı? Hiçbir kitapta böyle bir şey yoktur” diyorlar. Kitaplarda yazılı değildir sözü yanlıştır. Çünkü her asırda, her yerde, ramazan ayı, hilali görmekle başlardı. İki gün kaza orucuna lüzum yoktu. Şimdi, ramazan ayı, hilalin doğma zamanını hesap etmekle başlatılıyor. Ramazanın başlaması, İslâmiyetin bildirdiği hükme uygun olmuyor. Bu hatayı düzeltmek için, bayramdan sonra iki gün kaza orucu lazım olduğu, Tahtâvînin Merâkıl-felâh haşiyesinde yazılıdır. Mecmû'a-i Zühdiyyede deniyor ki:
“Şevval, bayram hilalini gören bir kimse, iftar edemez. Çünkü bulutlu havada, şevval hilalini, iki erkeğin veya bir erkekle iki kadının gördüm demeleri lazımdır. Açık havada, ramazan ve şevval hilallerini çok kimsenin gördüm demeleri lazımdır.” Kâdîhânda deniyor ki:
“Hilal, şafaktan sonra batarsa, ikinci gecenin, şafaktan evvel batarsa, birinci gecenin hilalidir.”
***
Sual: Bilerek orucunu bozan bir kimse, bu bir oruç yerine, kefaret olarak niçin altmış gün oruç tutuyor, bu haksızlık olmuyor mu?
Cevap: Kefaret cezası, mübarek ramazan ayının hürmet, namus perdesini yırtmanın karşılığıdır. İmâm-ı a'zam hazretlerine göre, dört mezhepte de sahih olan ramazan orucunu bile bile bozmanın cezasıdır. Şafii mezhebinde, fecirden önce niyet şart olduğundan, fecirden önce niyet etmeyen veya zorla, özürle bozan Hanefiler de, İmâm-ı a'zama göre kefaret yapmaz.
"Yeryüzünde olanlara merhamet ediniz ki, gökte olan melekler de, size merhamet etsin."
Sual: Bir Müslümanın, herkese ve her mahluka karşı, merhametli, şefkatli mi olması gerekir?
Cevap: Müminlerin birbirlerine öfkelenmemesi, birbirlerine iyilik ve ihsan yapmaları, birbirlerini affetmeleri, merhametli olmaları emrolunmaktadır. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin 133. âyetinde mealen;
(Rabbinizden mağfiret istemeye ve Cennete girmeye koşunuz. Bunun için çalışınız! Cennetin büyüklüğü gökler ve yerküresi kadardır. Cennet, Allahü teâlâdan korkanlar için hazırlandı. Bunlar, az bulunsa da, çok bulunsa da, mallarını Allah yolunda verirler. Öfkelerini belli etmezler. Herkesi affederler. Allahü teâlâ, ihsan edenleri sever) ve Hucurât sûresinin 10. âyetinde de mealen;
(Müminler, birbirleri ile kardeştir. Kardeşleriniz arasında sulh yapınız!) buyuruldu. Peygamber efendimiz de bir hadis-i şeriflerinde;
(Birbirlerine merhamet edenlere, Allahü teâlâ merhamet eder. O, merhamet edicidir. Yeryüzünde olanlara merhamet ediniz ki, gökte olan melekler de, size merhamet etsin) buyuruldu. Bunlara benzer daha birçok âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde, öfkeyi yenmek, iyilik ve ihsan etmek emredilmekte, insanlık vazifeleri öğretilmektedir. Müslümanlara, hatta yeryüzündeki bütün mahluklara karış, şefkat edilmesini ve merhamet olunmasını emreden nice âyet-i kerime ve hadis-i şerifler de vardır. Peygamber efendimiz Mu'âz bin Cebel hazretlerine hitaben buyururlar ki:
(Ya Mu'âz! Takva üzere ol. Hep doğru söyle. Ahdine sadık ol, emanete hıyanet etme. Yetimlere merhamet et, komşunun hakkını gözet. Kimseye kızma, hep tatlı konuş. Her Müslümana selam ver. Kur’ân-ı kerimin yolu olan fıkıh bilgilerini öğren ve bu bilgilerden ayrılma. Her işinde ahireti düşün, hesap gününe hazırlan. Dünyaya gönül bağlama. Hep güzel, faydalı işler yap! Hiçbir Müslümanı kötüleme. Yalancı şahitlik yapma. Doğru sözü kabul eyle. İmâm-ı âdile yani devlete, isyan etme. Yeryüzünde fesat çıkarma. Her zaman Allahı zikret, hatırla. Gizli günahlara gizli tövbe et. Aşikâr günahlara aşikâr tövbe et!)
***
Sual: Oruç tutması haram olan günler var mıdır?
Cevap: Fıtır yani Ramazan Bayramının birinci günü ve Kurban Bayramının her dört günü oruç tutmak haramdır. Senenin bu beş gününde oruç tutmak, haramdır, günahtır.
"Uykuda, yemekte ve söylemekte aşırı gitmeyip orta derecede olmalısınız..."
Sual: Müslümanlardan bazısı, dinin emirlerini yapma konusunda çok aşırı gitmekte ve etrafındakilere de sıkıntı vermektedir. Böyle yapmak, davranmak dinimiz açısından doğru olur mu?
Cevap: Bu konuda Mumammed Ma’sûm hazretleri, Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“İşlerinizi, sözlerinizi ve ahlakınızı, dinini bilen ve seven, dindar âlimlerin sözlerine ve kitaplarına uydurmalısınız. Salih kullar gibi olmalısınız ve onları sevmelisiniz. Uykuda, yemekte ve söylemekte aşırı gitmeyip orta derecede olmalısınız. Seher vakti yani gecelerin sonunda kalkmaya gayret etmelisiniz. Bu vakitlerde istiğfar etmeyi, ağlamayı, Allahü teâlâya yalvarmayı ganimet bilmelisiniz. Salihlerle düşüp kalkmayı aramalısınız. (İnsanın dini, arkadaşının dini gibidir) hadis-i şerifini unutmayınız! Şunu, iyi biliniz ki, ahireti isteyenlerin dünya lezzetlerine düşkün olmaması lazımdır.
Mubah olan lezzetleri bırakamazsanız, hiç olmazsa, haramlardan ve şüphelilerden kaçınınız ki, ahirette kurtulmak umulsun. Fakat, her türlü altın ve gümüş eşyanın ve çayırda otlayan hayvanların ve ticaret eşyasının zekâtını ve topraktan, tarladan, ağaçtan alınan mahsullerin uşrunu da herhâlde vermek lazımdır. Bunların verilecek miktarları, fıkıh kitaplarında bildirilmiştir.
Zekâtı ve fıtraları, İslâmiyetin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Akrabayı ziyaret etmeli, mektupla gönüllerini almalıdır. Komşuların haklarını gözetmelidir. Fakirlere ve borç isteyenlere merhamet etmelidir. Malı, parayı, İslâmiyetin izin vermediği yerlere harcamamalı, izin verilen yere de, israf etmemelidir. Faizden, kumarlı ve kumarsız oyunlardan sakınmalıdır. Parayı oyunlara, haramlara, çalgılara, süslenmeye, gösteriş yapmaya, övünmeye, mal toplamaya kullanmamalıdır. Bunlara dikkat edince, mal, zarardan kurtulur ve dünyalıklar, ahiretlik halini alır.”
***
Sual: Herhângi bir konuda münakaşa etmek, tartışmak, insanlar arasındaki dostluğu, samimiyeti giderir mi?
Cevap: Kimse ile münakaşa etmemelidir. Çünkü münakaşa, dostluğu giderir, düşmanlığı arttırır. Hiç kimseye kızmamalıdır. Hadis-i şerifte; (Gadab etme, kızma!) buyuruldu. Fitne, fesat zamanında, ineğe tapanları görünce, ineğin ağzına saman vermeli, onları kızdırmamalıdır.
Aç veya hasta olanın, oturacak evi olsa da, yiyecek istemesi caizdir.
Sual: Aç, susuz olan bir kimse, başkalarından yiyecek, içecek ve başka temel ihtiyaçlarını isteyebilir mi?
Cevap: Bir günlük yiyeceği bulunan kimsenin ve hiç yiyeceği yok ise de, sağlam, çalışacak, ticaret edecek hâlde olan kimsenin, yiyecek, içecek veya bunları almak için para istemesi, dilenmesi haramdır. Bunun varlığını bilerek, istediğini vermek de haramdır. İstemeden verilmesi ve verileni alması caizdir. Bu kimsenin yiyecek, içecekten başka ihtiyaçlarını mesela, elbise, ev eşyası, kira paraları istemesi caiz olur. Aç veya hasta olanın, oturacak evi olsa da, yiyecek istemesi caizdir. Bir günlük yiyeceği olan, olmasa da, çalışabilecek hâlde olan kimse, ilim öğrenmekle veya öğretmekle meşgul ise, yiyecek istemesi, yine caiz olur. Parasını harama sarf edene ve israf edene sadaka verilmez.
***
Sual: Bir fakire, onu dinen zengin edecek miktarda zekât vermek uygun olur mu?
Cevap: Fakirin, hiç olmazsa, bir günlük ihtiyacını karşılayacak kadar vermek müstehabdır. Borcu olmayan ve çoluk çocuğu bulunmayan fakire, nisap miktarı veya malını nisap miktarına tamamlayacak kadar zekât vermek mekruhtur. Çoluk çocuğu olan fakire, bunların her birine bölünce, nisap miktarı düşmeyecek kadar, çok zekât vermek caizdir. Zekâtı, fakir olan kardeşe ve hala, amca, dayı ve teyze gibi yakın akrabaya vermek daha sevaptır. Yakınları muhtaç iken, başkalarına verirse, sevabı olmaz.
***
Sual: Bir kimsenin, zekâtını, bulunduğu yerdeki fakirlere vermeyip de, başka şehir veya yerdeki fakirlere göndermesinin, vermesinin dinen mahzuru olur mu?
Cevap: Zekâtı başka şehre göndermek mekruh ise de, akrabaya vermek için veya kendi şehrinde fakir Müslüman bulamazsa, başka şehre göndermek caizdir. Zekâtı, borcu olana vermek, fakire vermekten daha iyi olduğu Bezzâziyye fetvasında yazılıdır. Malını israf edene, haramda kullanana zekât vermenin layık olmadığı Dürr-i Yektâda yazılıdır.
***
Sual: Zengin olup alacaklarını alamayan ve sıkıntıya düşen bir kimse, zekât alabilir mi?
Cevap: Alacaklarını ve malını eline geçiremeyen, elindeki bononun ödeme zamanı gelmeyen zengin kimse, faizsiz ödünç veren kimse bulamazsa, ihtiyacı kadar, zekât alabilir. Malı eline geçtiği zaman, almış olduğu zekâtı da, fakirlere dağıtmaz.
Altmış gün kefaret orucunu tutamayacak olan, altmış fakiri bir gün doyurur.
Sual: Kefaret borcu olup da, çok yaşlı olan veya devamlı hasta olanlar, bu kefaret borçlarını nasıl öderler?
Cevap: Devamlı hasta veya çok yaşlı olup, altmış gün kefaret orucunu tutamayacak olan, altmış fakiri bir gün doyurur. Aç olan altmış fakiri, bir günde iki kere doyurmak lazımdır. Hepsinin aynı günde yemeleri şart değildir. Bir fakiri her gün iki defa doyurmak üzere altmış gün veya her gün bir defa doyurmak üzere yüzyirmi gün yedirmek de olur. Yahut, altmış fakirin her birine, 1750 gram buğday veya un yahut 3500 gram arpa, kuru üzüm, hurma verir. Bunların kıymeti kadar ekmek, başka mal veya altın, gümüş vermek yahut bunları bir fakire altmış gün devamlı vermek de caiz olur. Kendisini doyurması için fakire fülüs, kâğıt para da verileceği Bedâyıda yazılıdır. Altmış günlüğü, bir fakire, bir günde toplu verse, bir günlük vermiş olur. Altmış fakiri sabah, altmış başka fakiri de akşam doyurursa, sabah doyurduklarını akşam veya akşam doyurduklarını sabah, bir daha doyurmalıdır. Yahut, bunlardan altmışının her birine, sadaka-i fıtır miktarı mal verir. Oruç tutabilenin fakirleri doyurması caiz değildir. Fakir olan hasta ve ihtiyar, zengin olunca doyurur. Kefaret yaparken niyet etmek lazımdır.
***
Sual: Zekât verirken, niyet etmeyi unutan bir kimse, sonra hatırlasa ve niyet etse, verdiği zekât kabul olur mu?
Cevap: Bir kimse, zekâtı ayırırken ve fakire verirken niyet etmeyip, verdikten çok sonra niyet ederse, mal, fakirde bulunduğu müddetçe, caiz olur. Vekiline verirken niyet etmesi yetişir. Vekilinin fakire verirken, ayrıca niyet etmesi lazım değildir. Zengin, zekâtının bedelini vekiline verirken sadaka, hediye dese, vekili fakire bu niyetle vermeden önce, zengin zekât için niyet etse caiz olur.
***
Sual: Bilerek birkaç defa orucunu bozan bir kimse, kaç tane kefaret orucu tutacaktır?
Cevap: Bilerek orucunu bozan kimse, ramazan ayından sonra, oruç kefareti olarak, ard arda, altmış gün oruç tutar. Altmış gün sonra, tutmadığı her gün için, birer gün daha tutar. Birkaç ramazanda kefaretleri olan veya bir ramazanda, iki gün kefareti olan kimse, birinci kefareti yapmamış ise, ikisi için yalnız bir kefaret yapar. Birinci kefareti yapmış ise, ikinci kefareti de, ayrıca yapar.
Yalnız beden ile, yalnız mal ile ve hem beden, hem mal ile yapılan ibadetler...
Sual: Dinimizin yapılmasını emrettiği ibadetler kaç kısma ayrılmakta ve bu ibadetleri, vekalet yolu ile başkasına yaptırmak mümkün olur mu?
Cevap: Dinimizin yapılmasını emrettiği ibadetler üç kısımdır ki bunlar sırasıyla şöyledir:
1-Yalnız beden ile yapılan ibadetledir. Namaz, oruç, Kur’ân-ı kerim okumak, zikir böyledir. Hiç kimse, başkası yerine, bedenle yapılan ibadeti yapamaz. Herkesin kendisi yapması lazımdır. Bir kimse, bedenle yapılan ibadetler için, kendi yerine başkasını vekil edemez.
2-Yalnız mal ile yapılan ibadetlerdir. Zekât, sadaka-i fıtır, toprak mahsulleri zekâtı yani uşur ve kefaretler yani fakirleri doyurmak ve giydirmek böyle ibadetlerdir. Bir kimsenin özrü olsun, olmasın, bunun mal ile yapılacak ibadetlerini başkası, bunun izni ve malı ile yapabilir.
3-Hem beden, hem mal ile yapılan ibadetlerdir. Farz olan hac böyledir. Bir kimse hayatta iken, ancak devamlı özrü olduğu zaman, bunun emri ve malı ile yerine başkası hac yapabilir. Kendine hac farz olmayan kimse, nafile hac için, özür olmadan da vekil gönderebilir.
***
Sual: Bir Müslüman, farz veya nafile olarak yaptığı bütün ibadetlerinin sevabını, diri veya ölmüş olanlara hediye edebilir mi?
Cevap: Bir kimse, farz olsun, nafile olsun, herhangi bir ibadeti yaparken veya yaptıktan sonra, mesela namaz, oruç, sadaka, hatm-i tehlil, Kur’ân-ı kerim okumak, zikir, tavaf, hac, ömre, evliyanın kabrini ziyaret ve meyyite kefen vermek gibi ibadet ve taatların sevabını diri veya ölü başkasına hediye edebilir. Şâfii ve Maliki mezheplerinde ise, beden ile yapılanlar hediye edilemez. İmâm-i Sübkî ve sonra gelen Şâfii âlimleri bunlar da hediye olunur dediler. Ücret ile ibadet yaptırmak veya ibadetin sevabını başkasına satmak batıldır. İbadeti yapmadan pazarlık edilirse, ücret olur. Yaptıktan sonra pazarlık edilirse, ibadeti satmak olur.
***
Sual: Bir kimse, hanımının ve evdekilerin fıtrasını, onların izni olmadan da verebilir mi?
Cevap: Bir kimse, hanımının ve evinde olanların fıtralarını, izinleri olmadan karıştırıp verebileceği gibi, toplamı kadar buğdayı veya değeri olan altını, bir defada, bir veya birkaç fakire verebilir. Fakat ayrı ayrı hazırlayıp, sonra karıştırması veya ayrı ayrı vermesi ihtiyatlı olur.
Kefaret orucuna, ramazana ve bayramlara rastlamayacak şekilde başlamalıdır.
Sual: Bir kimse, kefaret orucuna başlasa, altmış günü tamamlamadan hastalansa ve ara verse, bir kadının da muayyen günü başlasa ve ara verse, bunların kefaret orucuna baştan mı başlamaları gerekir?
Cevap: Kefaret orucu, hastalık, yolculuk gibi bir özür ile veya bayram günlerine rastlamak sebebi ile bozulursa yahut ramazan ayına rastlarsa, yeniden altmış gün tutmak lazım olur. Bayram günlerinde bozmazsa, yine yeniden başlaması lazım olur. Kadın, hayız ve nifas sebebi ile bozunca, yeniden başlamaz. Temizlenince geri kalan günleri tutarak, altmışı tamamlar. Fakat, yemin kefareti olan üç gün art arda tutulacak orucu bu sebeple bozan kadının da, üç günü, yeniden tutması lazım olur. Kefaret orucuna, ramazana ve bayramlara rastlamayacak şekilde başlamalıdır. Recebin birinci günü kefaret orucuna başlayıp, şabanın sonunda, altmış günü tamam olmasa, üç günlük yola gitmeyi niyet ederek vatanından çıkar. Ramazanın birinci günü, kefaret orucuna niyet eder. Çünkü misafire ramazan orucunun edası farz değildir, kaza etmesi caizdir.
***
Sual: Teravih namazının dışındaki tesbih namazı gibi nafile namazları cemaatle kılmanın dinimiz açısından mahzuru var mıdır?
Cevap: Sirâciyye fetva kitabında, teravih ve güneş tutulması namazlarından başka olan nafileleri cemaat ile kılmanın mekruh olduğu bildirilmektedir. Gıyâsiyye fetva kitabında, Şeyh-ul-imâm Serahsî hazretleri buyuruyor ki:
“Nafile namazı cemaat ile kılmak, ramazandan başka zamanlarda, herkes çağrılırsa, mekruh olur. Bir iki kişi imama uyarsa mekruh olmaz. Üç kişi olursa şüphelidir. Dört kişi olursa, söz birliği ile mekruh olur.”
***
Sual: Adakta bulunan fakir bir kimse, adadığı bu hayvanı kesince, bunun etinden kendisi, çoluğu, çocuğu yiyebilir mi?
Cevap: Fakir olsun, zengin olsun, adak eden, adak edilerek kesilen hayvanın etinden yiyemez ve zekât vermesi caiz olmayanlara yediremez. Anasına, babasına, evlatlarına, kocasına veya hanımına, fakir olsalar da yediremez. Yerse veya bunlara yedirirse, yenilen etin kıymetini, fakirlere sadaka verir. Akrabasından ve evinde bulunanlardan, zekâtını vermesi caiz olan büyük, küçük herkes yiyebilir. Bunlar içinde, zengin olanlar yiyemez. Yerlerse, adak sahibi, bunların kıymetini fakirlere verir.
"Zalimin, bidat sahibinin ve övünmek için çok para harcamış olanın davetine gidilmez.”
Sual: Davet edilen yere gitmenin lazım olduğu söyleniyor, anlatılıyor ve yazılıyor. Peki her davet olunan yere gidilir mi?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbat kitabında buyuruyor ki:
“Müslümanların haklarını gözetmek lazımdır. Hadîs-i şerifte; (Müslümanın Müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selamına cevap vermek, hastasını yoklamak, cenazesinde bulunmak, davetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah diyene, yerhamükellah diyerek cevap vermek) buyuruldu. Fakat, çağrılan yere gitmek için, şartlar vardır. İhyâ kitabında diyor ki; “Yemek şüpheli ise, sofrada ipek kumaş, altın, gümüş varsa, tavanda ve duvarlarda canlı resimleri varsa, çalgı çalınıyorsa, oyun oynanıyorsa, böyle olan yere gidilmez. Zalimin, bidat sahibinin ve kötü kimselerin, övünmek için çok para harcamış olanın davetine de gidilmez.”
Şir'at-ül-islâm kitabında; “Riya, gösteriş için yapılan davete gidilmez” deniyor. Muhît kitabında da; “Oyun oynanan, çalgı çalınan, Müslümanlar çekiştirilen, içki içilen davete gidilmez” denmektedir. Metâlib-ül-mü'minîn kitabında da böyle yazılıdır. Böyle mâniler bulunmayan davete gitmek lazımdır.” İbni Âbidînde de deniyor ki
“Haram olan şeyler, odada ise gidilir. Sofrada ise gidilmez. Bilmeyerek gidildiyse, kalbi ile beğenmeyerek oturulur veya bir bahane ile geri dönülür. Çünkü haram işlememek için, sünnet terk edilir. Gıybet söylemek veya dinlemek, çalgıdan ve oyundan daha büyük günahtır. Söz ve makam sahibi ise, sofrada günaha mâni olmalı veya geri dönmelidir.”
***
Sual: Uzaktan gelen misafire, her gün ikramda bulunmak gerekir mi?
Cevap: Mâ-lâ-büdde kitabında deniyor ki:
“Gelen misafire üç gün ziyafet vermek, müekked sünnettir. Sonraki günlerde müstehabdır.”
***
Sual: Selam verirken eğilmek, dinimiz açısından uygun mudur?
Cevap: Bu konuda Berîka kitabında deniyor ki:
“Selam verirken ve selam alırken eğilmek günahtır. Hadîs-i şerifte; (Karşılaştığınız zaman, birbirinize eğilmeyiniz, kucaklaşmayınız!) buyuruldu. Allahü teâlâdan başkası için rüku ve secde yapmak haramdır.” İbni Nüceym Zeyneddîn Mısrî hazretleri Segâir ve Kebâir kitabında, el ile selam vermek günahtır diyor. İsmail Sivasî hazretleri, bunu açıklarken; “Çünkü, el ile selam vermek, kâfirlerin âdetidir” diyor.
İslâm dininde ibadetlerin en kıymetlisi ve en efdali, haramlardan sakınmaktır...
Sual: Dinimizde, emirleri yapmak ve yasaklardan sakınmak konusunda öncelik nasıldır, bunların kendilerine göre bir sırası var mıdır?
Cevap: İslâm dininde ibadetlerin, önemine göre dereceleri vardır ve şöyledir:
Birinci derece: İbadetlerin en kıymetlisi ve en efdali, haramlardan sakınmaktır. Haramı gördüğü zaman, yüzünü çevirenin kalbini, Allahü teâlâ iman ile doldurur. Bir kimse, haram işlemeye niyet eder ve o haramı işlemezse, ona günah yazılmaz. Haram işlemek, Allahü teâlâya karşı gelmek olduğundan, ondan sakınmak da, ibadetlerin en efdali olmuştur. İslâm dininde, hiç kimse, günah ile veya kâfir olarak doğmaz. Zaten, bunu akıl da kabul etmez.
İkinci derece: Farzları yapmaktır. Farzların terki büyük günahtır. Allahü teâlânın yapınız diye emrettiği şeylere farz denir. Farzları yapmak, çok kıymetlidir. Hele farzların unutulduğu, haramların yayıldığı bir zamanda, farzları yapmak, daha çok kıymetlidir. Farzları yapanlara büyük ecir ve mükafatlar vardır.
Üçüncü derece: Tahrimi mekruhlardan, yani harama yakın mekruhlardan sakınmaktır. Tahrimi mekruhlardan sakınmak, vacipleri yapmaktan daha kıymetlidir.
Dördüncü derece: Vacipleri yapmaktır. Vacipleri yapmak da, farz kadar olmasa bile, çok sevaptır. Vacipler, farz olup olmaması şüpheli olan ibadetlerdir.
Beşinci derece: Tenzihi mekruhlardan sakınmaktır. Tenzihi mekruh demek, helale yakın olan mekruhlar demektir.
Altıncı derece: Müekked sünnetleri yapmaktır. Sünnetleri terk etmek, günah değildir. Özürsüz devamlı terk etmek ise, küçük günahtır. Sünneti beğenmemek ise küfürdür.
Yedinci derece: Nafileler ve müstehablardır. Nafileleri yapıp yapmamakta Müslümanlar serbesttirler. Yapmayana, terk edene ceza olmadığı hâlde, iyi niyetle yapana ecir ve mükafat vardır.
***
Sual: Kaza, adak ve nafile oruç tutarken, bunları bile bile bozunca da, ramazan orucunda olduğu gibi kefaret gerekir mi?
Cevap: Kaza, adak ve nafile oruçları tutarken, bilerek de bozulsa bunlar için kefaret yapılmaz.
***
Sual: Ramazan ayında, sadece kazayı gerektiren bir şeyi, birkaç defa yapınca kefaret de mi gerekir?
Cevap: Ramazanın bir gününde, kaza lazım olan bir şey yaparak orucunu bozan kimse, başka gününde de bu şeyi bilerek yine yaparsa, kefaret de lazım olur.
"Bir kimse, din kardeşine yardımcı oldukça, Allahü teâlâ da ona yardımcı olur."
Sual: İnsanların iyileri, insanlara ve bütün yaratılanlara karşı iyiliği çok olanlar mıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine hitaben yazdığı mektupta buyuruyor ki:
“Allahü teâlânın, bir kuluna, faydalı, güzel işler yapmayı, çok kimsenin ihtiyaçlarını sağlamasını nasip etmesi, çok kimsenin ona sığınması, bu kul için pek büyük bir nimettir! Allahü teâlâ, kullarına 'ıyâlim' demiş, çok merhametli olduğu için, herkesin rızkını, nafakasını kendi üzerine almıştır. Allahü teâlâ, bu ıyâlinden birkaçının rızıkları, nafakaları için ve bunların yetişmeleri, rahat yaşamaları için bir kulunu görevlendirirse, bu kuluna büyük ihsan etmiş olur. Bu büyük nimete kavuşup da, bunun için şükretmesini bilen kimse, çok talihli, pek bahtiyardır. Bunun kıymetini bilip, şükretmek, kendi sahibinin, Rabbinin ıyâline hizmet etmeyi saadet ve şeref bilmek ve Rabbinin kullarını yetiştirmekle övünmek, akıl icabıdır.”
Mal, Allahü teâlânın verdiği bir nimettir. Dünya ve ahiret, mal ile intizam bulur, rahat olur. Hac, cihat sevabı mal ile kazanılır. Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, fakirlere yardım etmek, mescitler, mektepler, hastahaneler, çeşmeler, köprüler yaparak, insanlara hizmet mal ile olur. Dinimiz;
(İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır) buyuruyor.
İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nafile ibadet etmekten daha çok sevaptır. Abdullah ibni Mes'ûd hazretlerinin haber verdiği hadîs-i şerifte;
(İki şeyden birine kavuşan insana gıpta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsan eder. Bu da, her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın razı olduğu, beğendiği yerlere harceder) buyuruldu.
İhtiyaçlarını karşılamak, fakirlere yardım etmek, fasıklara muhtaç olmamak, Müslümanlara hizmet etmek, İslâm ilimlerini yaymak ve bunları yapanlara yardım etmek için lazım olan parayı, malı kazanmak, çok sevaptır. Birbirlerine yardımcı olan insanlar arasında çekişme olmadığı kitaplarda yazılıdır. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi:
(Bir kimse, din kardeşine yardımcı oldukça, Allahü teâlâ da ona yardımcı olur.)
Sual: Bir insan veya bir millet kavuştukları nimetin kıymetini bilmezlerse, bu nimetler onların elinden gider mi?
Cevap: Allahü teâlâya şükretmek, Onun dinini kabul etmek, emrettiklerini yapmak, yasak ettiklerinden de sakınmak demektir. Nimetin kıymeti bilinmeyince, elden gider, şükredilince elde kalır ve artar. Sûre-i İbrahimin 7. âyetinde mealen;
Peygamberlerin bildirdikleri emir ve yasaklar, insanlar için birer rahmettir, iyiliktir. Bu emir ve yasaklar, inkâr edenlerin söyledikleri gibi, külfet, eziyet olmadığı gibi akla da aykırı değildir. İyilik edenlere, şükretmek yani, sevindiğini bildirmek, aklın istediği bir şeydir. Dinin bildirdiği hükümler, bütün nimetleri, iyilikleri yaratan, gönderen Allahü teâlâya karşı, şükrün nasıl yapılacağını göstermektedir. Ayrıca dünyanın, hayatın düzeni, cenab-ı Hakkın bu emirlerini yapmakla ve yasak ettiklerinden de sakınmakla mümkün olur. Eğer Allahü teâlâ, herkesi kendi başına bıraksaydı, kötülükten, karışıklıktan başka bir şey olmazdı. Allahü teâlânın haram etmesi olmasaydı, nefisleri, keyifleri peşinde koşanlar, başkalarının mallarına, canlarına, ırzlarına saldırır, karışıklıklar hasıl olur, saldıran da, karşısındakiler de, zarar görürlerdi.
İnsanların, Allahü teâlânın emir ve yasaklarından uzaklaştıkça, geçimsizlik, sefalet, sıkıntı ile kıvrandıkları hep görülmüştür. Teknoloji, akıllara hayret verecek şekilde ilerlediği hâlde, dünyadaki huzursuzluğun, sıkıntının azalmadığı hatta arttığı görülmektedir. Allahü teâlâ, insanların saadetlerine sebep olan şeyleri emretti, felaketlerine sebep olanları da yasak etti. Dinli olsun, dinsiz olsun, bir kimse bilerek veya bilmeyerek, bu emir ve yasaklara uyduğu kadar, dünyada rahat ve huzur içinde yaşar. Eğer iman ederse, ahirette de, ebedi saadete kavuşur.
Bir kimse, Allahü teâlânın ihsan ettiği nimetlerin kıymetini bilir, buna göre yaşar, kendinde bir değişme olmazsa, bu kimseye verilen nimetler, onda hep kalır hatta artar. Bu hâl, bir insan için olduğu gibi cemiyet ve milletler için de aynıdır. Nitekim Ra’d sûresinin 11. âyetinde mealen;
(Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hâllerini değiştirmez) buyurulmuştur.
Kur'ân-ı kerimde buyuruldu ki: "Allahın nimetlerine şükreder ve iman ederseniz, Allah size niçin azap etsin?"
Sual: İman edip emirleri yapıp, yasaklardan sakınanlara, ahirette azap olacak mıdır?
Cevap: İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu, insanlık icabıdır. İyilik edenlere hürmet edilir, nimet sahipleri, büyük bilinir. Bunun için, her nimetin hakiki sahibi olan Allahü teâlâya şükretmek, insanlık icabıdır. Nisâ sûresinin 147. âyetinde mealen;
(Allahın nimetlerine şükreder ve iman ederseniz, Allah size niçin azap etsin?) buyurulmaktadır.
Allahü teâlâ, kerim, rahim olduğu gibi, azabı da şiddetlidir. Bu dünyada, çoklarını fakirlik ve sıkıntılar içinde yaşattığı görülmektedir. Nice kullarını, hiç çekinmeden azaplar içinde yaşatıyor. Çok kerim ve rezzâk olduğu hâlde, çiftçilik sıkıntıları çekilmezse, bir lokma ekmek vermiyor. Herkesi yaşatan O olduğu hâlde, yemeyen, içmeyen insanı yaşatmıyor, ilaç kullanmayan hastaya şifa vermiyor. Yaşamak, hasta olmamak ve mal sahibi olabilmek gibi, dünya nimetlerinin hepsi için sebepler yaratmış, sebebine yapışmayanlara hiç acımayıp, dünya nimetlerinden mahrum bırakmıştır. Ahiret nimetlerine kavuşmak da böyledir. İnkâr etmeyi, kalbi ve ruhu öldüren zehir yapmıştır. Tembellik de, ruhu hasta yapar. Bunlara ilaç yapılmazsa, ruh hastalanır, ölür. İnkârın ve cahilliğin biricik ilacı ise, ilimdir. Tembelliğin ilacı da, her ibadeti yapmaktır. Bir kimse, dünyada zehir içer ve Allah rahimdir, zehrin zararından beni korur derse, hastalanır, ölür. Şeker hastası da, tatlı ve hamur işi yerse, hastalığı artar. Mâ'ûn sûresinde mealen;
(Ey Resûlüm, kıyamet gününü inkâr eden, yetimi sertlik ve sitemle defedip hakkını gasbeden, fakiri doyurmayan ve başkalarını da fakire iyilik yapmaya teşvik etmeyen o kimseyi gördün mü? Namazlarını gaflet ile kılanlara ve riya, gösteriş yapanlara ve zekâtı vermeyenlere şiddetli azap vardır) buyurulmaktadır.
Allahü teâlânın bildirdiklerine iman edenler, emirleri yapıp, yasak ettiklerinden sakınanlar, dünyada da, ahirette de, rahat edecekler, inkâr ve isyan edenler ise, azap göreceklerdir. Nahl sûresinin 33. âyetinde mealen buyuruluyor ki:
(Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez. Onlar; kendilerini azaba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar.)
Sual: Ticaret malı veya toprak mahsulü olsun zekâtı verilmeyen mallar, paralar, mahşer günü, sahiplerine azap olarak yüklenecektir deniyor, bu doğru mudur?
“Kur’ân-ı kerimde üç şey, üç şeyle beraber bildirildi. Bunlardan biri yapılmazsa, ikincisi kabul olmaz. Peygambere itaat edilmedikçe, Allahü teâlâya itaat edilmiş olmaz. Anaya, babaya şükredilmedikçe, Allahü teâlâya şükredilmiş olmaz. Malın zekâtı verilmedikçe, namazlar kabul olmaz.”
“İnsanlardan her biri, dünyada sımsıkı sakladıkları malı boyunlarına geçirmişlerdir. Deve zekâtını vermeyenlerin, boynuna deve yüklenir. Öyle bağırır ve ağırlaşır ki, büyük dağlar gibi olur. Sığır, koyun zekâtı vermeyenler de, böyle olur. Bunların feryatları âdeta gök gürlemesi gibidir.
Ekin zekâtını, yani uşrunu vermeyenlerin boynuna ekin denkleri yüklenir ki, dünyada hangi cins ekinin zekâtını vermemiş ise, o cinsten, o denkler dolmuştur. Eğer buğday ise buğday, arpa ise arpa dolmuştur ki, ağırlığından altında ‘vâveylâ’, ‘vâseburâ’ diye bağırır. Altın, gümüş ve kâğıt para ve sair ticaret malı zekâtından vermeyenler de, dehşetli bir yılanı yüklenirler. Boynu ile halkalanmış, boynu üzerinde yüklenmiş, hatta değirmen taşlarını yüklenmiş kadar ağırlığı vardır. Bu haldeyken feryat ederler ve;
-Bu nedir, derler. Melekler de onlara;
-Bunlar, dünyada zekâtını vermediğiniz mallarınızdır derler. İşte bu dehşetli hal, Âl-i îmrân sûresinin 180. âyet-i kerimesinde mealen;
(Dünyada esirgedikleri, kıyamet günü boyunlarına takılır) buyurularak bildirilmiştir.”
Bunun için zengin olan her Müslümanın, elindeki malının zekâtını seve seve ve İslâmiyetin emrettiği kimselere vermesi lazımdır.
“Dünyayı kazanmakta nefisler için zillet, ahireti kazanmakta ise izzet vardır...”
Sual: İnsanlardan yiyecek, içecek istemek de, dilenmek gibi zillet mi olur?
Cevap: Tezellül, bayağılık, kendini aşağı tutmak yani zillet demektir. Bir günlük yiyeceği, içeceği olan bir kimsenin, başkalarından yiyecek, içecek, para istemesi, dilenmesi, tezellül olur ve haramdır. Ebû Ali Rodbârî hazretleri;
“Dünyayı kazanmakta nefisler için zillet, ahireti kazanmakta ise izzet vardır” buyurmuştur.
Allahü teâlâya iman eden, Onun emirlerine boyun eğen, başını secdeye koyan, aziz olur. Kendi nefsine, kendisi gibi aciz olan insanlara boyun eğen, dünyalık ele geçirmek için onlara yaltaklık eden de, zelil, hakir olur.
Zillet, aşağılık, hakirlik demektir. İnsan, sadece Allahü teâlânın huzurunda, kendini böyle aşağı, hakir görür. Yaratanının huzurunda kendini aşağı görmesi, insanı aziz eder, yükseltir. Çünkü ibadet, zül ve zillet demektir. Yani, insanın Rabbine karşı, hakir, aciz, muhtaç olduğunu göstermesidir.
Fazla hediye almak için, az bir şeyi hediye olarak vermek, tezellüldür, bayağılıktır. Zaruret olmadan, herhangi bir kimseden bir şey istemek, dilenmek haramdır. Resûlullah efendimiz, hazret-i Ömer’e hediye olarak bir şeyler gönderir. Hazret-i Ömer de, bunları almayıp geri gönderir. Karşılaştıkları zaman Peygamber efendimiz;
-Niçin almadın? diye sual edince hazret-i Ömer;
-Ya Resûlallah, (En hayırlınız, kimseden bir şey almayandır) buyurmuştunuz, bunun için almadım deyince, Resûlullah efendimiz;
-O sözüm, isteyip de almak içindi. İstemeden gelen şey, Allahü teâlânın gönderdiği rızıktır, buyurur. Bunun üzerine hazret-i Ömer;
-Allahü teâlâya yemin ederim ki, kimseden bir şey istemeyeceğim ve istemeden gelen her şeyi alacağım, cevabını verir.
Herhangi bir ziyafete davet olunmadan gitmek, tezellüldür. Hadîs-i şerifte;
(Davet edilen yere gitmemek günahtır. Davet olunmadığı yere gitmek hırsızlık etmek olur) buyuruldu.
Başkasından sadaka istemekte; Allahü teâlânın nimeti az gönderdiğini haber vermek, kendini zelil etmek ve istenilen kimseye eziyet etmek gibi zararlar vardır. Bunlar, zaruret olmadıkça caiz değildir. Peygamber efendimiz;
(Aç olan veya bir şeye muhtaç olan, kimseden istemeyip, Allahü teâlâdan beklerse, Allahü teâlâ, ona bir senelik rızık kapıları açar) buyurmuşlardır.
İbadet yapmak için, toplanılan yerlere mabet veya ibadethane denir.
Sual: Mabet ne demektir, buralarda ne yapılır, mabetlerin maksadı, gayesi nedir?
Cevap: İbadet yapmak için, toplanılan yerlere Mabet veya İbadethane denir. Yahudilerin mabetlerine Sinagog ve Havra denir. Hıristiyanların mabedine Kilise denir. Müslümanların mabedine Mescid ve Cami denir. Mabetlerde ibadet yapılması ve dinlerin emirleri, yasakları, öğretilir. Şimdi mabetlerde konuşan vazifeliler iki şey üzerinde durmaktadırlar:
1-Parlak, yaldızlı sözlerle, acıklı hikâyelerle, nağmeli hazin okumalarla, hatta çalgı ve hoparlörlerle, dinleyicileri rikkate, heyecana getirmek, kalpleri alarak, onların teslim olmalarını, bir gayeye sürüklenmelerini sağlamak.
2-Dinin emirlerini, yasaklarını öğretmek ve bunlara uyulmasını sağlamak. Bugün Hıristiyanların kiliselerinde ve Yahudilerin havralarında, kalplerin, ruhların değil de, yalnız nefislerin, düşüncelerin birleştirilmesine çalışılmaktadır. Dinî vecibeler olarak da, eski din adamlarının koydukları ve her zaman, her yerde başka olan şeyler öğretilmektedir. Bunun için, kiliseler, havralar, bir mabet değil, bir politika, bir konferans yeri olup, insanları uyuşturarak, liderlerin, şeflerin arzu ve düşüncelerine sürüklemektedirler. Müslüman görünen bazı kimselerin de, mescid ve camileri, havra ve kiliseye çevirme peşinde oldukları görülmektedir.
***
Sual: Hamd etmek ne demektir, ne anlamda ve niçin söylenmektedir?
Cevap:Hamd, bütün nimetleri Allahü teâlânın yarattığına ve gönderdiğine inanmak ve söylemek demektir. Hamd, Elhamdülillah demektir. Bunun anlamı, herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir suretle hamd ederse, bu hamd ve senaların, metihlerin, övmelerin hepsi, Allahü teâlânın hakkıdır demektir.
***
Sual: Müslüman, ülkesine, kanunlara isyan edip suç işler mi?
Cevap: Müslüman, iyi, akıllı kimse demektir. Hakiki Müslüman, Allahü teâlânın emirlerine itaat eder, zira itaat etmemek günah olur. Kul haklarını, devlete olan borçlarını öder, kanunlara karşı gelmez. Kanuna karşı gelmek de suç olur. Müslüman günah yapmaz ve suç işlemez. Vatanını, milletini sever. Herkese iyilik eder. Böyle olan Müslümanı Allah da, kullar da sever. Rahat ve huzur içinde yaşar.
İbadet etmeyip, camide dünya kelamı ile meşgul olmak tahrimen mekruhtur.
Sual: Cami içinde konuşmak, alışveriş yapmak, çocuklar için oyun yerleri yapmak, caminin içinden geçmek dinimizce uygun mudur?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
Camiden bazen geçmek caizdir. Yol hâline getirmek mekruhtur. Özür olursa, mekruh olmaz.
Camilere necaset sokmak mekruhtur. Üzerinde necaset bulunan kimse, camiye giremez. Fetâvâ-i fıkhiyyede diyor ki:
“Mescitte necaset gören kimsenin, bunu hemen temizlemesi lazımdır. Temizlemeyi özürsüz geciktirirse, günah olur. Namaz kılanın üzerinde, secde yerinde necaset görenin, bunu ona bildirmesi lazımdır. Bunu haber vermek ve namazı geçecek olanı uyandırmak vacip değil, sünnettir.”
Camide pazar kurmak, yüksek sesle konuşmak, nutuk söylemek, kavga etmek, silah çekmek, ceza vermek tahrimen mekruhtur.
Müminin hicvi, aşk, ahlaksızlık gibi haram şeyler bulunan şiiri okumak tahrimen mekruhtur. Camilerde ilahi ve mevlidleri namaz kılanlara mani olmamak şartı ile, ara sıra okumak caizdir. Her zaman okuyup, âdet hâline getirmek caiz değildir.
Camide bir şey yemek, uyumak mekruhtur. Misafir olan müstesnadır. Misafir, camiye girerken İtikâfa niyet etmeli, önce tehıyyet-ül-mescid olarak, namaz kılmalıdır. Sonra, yiyebilir ve dünya kelamı konuşabilir. İtikâf eden de yiyebilir, yatabilir. İtikâf sünnet-i müekkededir. İtikâfı terk etmek, beş vakit namazın sünnetlerini özürsüz kılmamak gibi olduğu Berîkada yazılıdır.
Camide soğan, sarımsak gibi fena kokulu şeyleri yiyene, sigara içene mâni olmalıdır. Kasapları, balıkçıları, ciğercileri, yağcıları, üzerleri pis ise ve pis kokarsa ve üzeri pis kokanları ve cemaati dili ile incitenleri, camiden çıkarmalıdır. İlaç olarak kokulu şey özür ile veya unutarak yiyen, cemaate gelmez, mazur olur. Pis koku insanlara ve meleklere eziyet verir.
Camide, alışveriş olan her akit, sözleşme mekruhtur. Nikâh yapmak ise müstehabdır.
İbadet etmeyip, camide dünya kelamı ile meşgul olmak tahrimen mekruhtur. Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, camide dünya kelamı konuşmak da, insanın sevaplarını giderir. İbadetten sonra, mubah olan şeyleri, hafif sesle konuşmak caizdir. İslâmiyetin beğenmediği şeyleri konuşmak, her zaman caiz değildir.
Cami içinde tütün içmek, soğan, sarımsak yemek haramdır.
Kâfirler, bütün silahlı kuvvetleri ve siyasi oyunları ile, İslâmiyeti yıkmaya uğraşıyorlar...
Sual: İslâmiyet gibi, Allahın ihsan ettiği en kıymetli nimetlerin insanın elinden çıkmasının sebebi veya sebepleri nedir?
Cevap: İslâm nimetlerinin elden çıkmasına sebep olanlar iki kısımdır:
Birincileri, düşmanlıklarını açıklayan kâfirler olup, bunlar bütün silahlı kuvvetleri, propaganda vasıtaları ve siyasi oyunları ile, İslâmiyeti yıkmaya uğraşıyorlar. Müslümanlar, bunları biliyor ve onlardan üstün olmaya çalışıyor.
İkinci kısım kâfirler, kendilerine Müslüman ismini ve süsünü verip, din adamı tanıttırıp, Müslümanlığı, kendi akılları ile, keyiflerine uygun bir şekle çevirmeye uğraşıyor, Müslümanlık ismi altında, yeni, uydurma bir din kurmak istiyorlar. Müslümanların çoğu bu düşmanları, bazı sözlerinden ve İslâmiyeti yıkıcı davranışlarından seziyor ise de, çok kurnaz idare edildikleri için, birçok sözleri revaç bulup, Müslümanlar arasında yerleşiyor. Bazıları da;
“Bu asırda yaşayabilmemiz için, milletçe, topluca garplılaşmalı, batılılaşmalıyız” diyor. Bu sözün iki manası vardır:
Birincisi, batılıların fende, sanatta, imar ve refah vasıtalarında bulduklarını öğrenmek, yapmak, bunlardan istifadeye çalışmaktır ki, bunu İslâmiyet de, zaten emretmektedir. Fen bilgilerini öğrenmenin farz-ı kifâye olduğu, kitaplarda, vesikaları ile bildirilmiştir. Bir hadîs-i şerifte;
(Hikmet yani fen ve sanat, müminin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın!) buyuruldu. Fakat bu, batıya uymak değil, ilmi, fenni onlarda bile arayıp almak ve onların üstünde olmaya çalışmaktır.
İkinci manada batılılaşmak ise, ecdadımızın doğru ve mukaddes yolunu bırakıp, batının bütün âdetlerini, ahlaksızlıklarını ve hepsinden daha acı olarak, dinsizliklerini alıp, camileri kilise ve eski sanat eseri şekline sokmak, Müslümanlığa gerilik dini, Kur’ân-ı kerime çöl kanunu, puta tapmaya, ibadete müzik karıştırmaya modern ve medeni din demek, İslâmiyeti bırakıp, Hristiyanlığa, musiki aletleri ile ibadete dönmeye, Dinde reform ismini vermektir.
Herkes şunu iyi bilmelidir ki, bu milletin damarlarında dolaşan asil kan, ne bugün, ne de, onların ümitle bekledikleri günlerde, bu manada asla batılılaşmayacak, dinsiz olmayacak, zındıkların yalanlarına aldanmayacaktır. Ecdadının mukaddesatını ayaklar altında çiğnetmeyecektir!
Bütün nimetlerin, malların hakiki sahibi olan Allahü teâlâ, zenginlere verdiği nimetlerin kırkta birini, Müslümanların fakirlerine vermelerini, buna karşılık, çok sevap, kat kat mükafat vereceğini ve;
(Zekâtı verilen malı elbette arttırırım ve hayırlı yerlerde kullanmanızı nasip ederim. Zekâtı verilmeyen malı, dert, bela ile istemeyerek harcettiririm, elinizden alır, düşmanlarınıza veririm, siz de bu hali görür, kendinizi yer, yanıp kavrulursunuz!) buyurup da, bu kadar az bir şeyi, bir din kardeşine vermemek, ne büyük insafsızlık ve inatçılık olur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Resûlullah efendimize uymak şerefine kavuşmak için, dünyada olan her şeyden yüz çevirmek lazım olmaz. Böyle yapmak çok zor olur. Eğer, farz olan zekât verilirse, dünya mallarının hepsi terk edilmiş demek olur. Böylece insan dünyanın zararından kurtulmuş olur. Çünkü bir malın zekâtı verilince, o mal zarardan kurtulur. Demek ki, dünya malını zarardan korumak için ilaç, o malın zekâtını vermektir. Malın hepsini Allah yolunda vermek, elbette daha iyi ve faydalı ise de, zekâtını ayırıp, yerine vermek de, bu işi görmektedir.”
Altın, gümüş eşyanın, çayırda otlayan hayvanların, ticaret eşyasının zekâtını ve topraktan alınan mahsullerin uşrunu da, muhakkak vermek lazımdır. Zekâtı, İslâmiyetin emrettiği kimselere seve seve vermelidir. Bir kimse, helalden kazandığı hâlde, malının zekâtını vermezse, ahirette azap görmesine sebep olur. Hadîs-i şerifte;
(Altına ve gümüşe köle olana lanet olsun!) buyuruldu.
Malını seven bir kimse, niçin başkalarına bırakıp gitmektedir. İnsan, malının hepsini veremezse, hiç olmazsa kendini de, bir vâris yerine koyup, hissesini ahiret yolunda harcamalı veya zekâtını verip azaptan kurtulmalıdır. Abdullah-i Ensârî hazretlerinin buyuruyor ki:
“Malı seviyorsan, yerine sarfet de, sana sonsuz arkadaş olsun! Eğer sevmiyorsan, ye de, yok olsun!”
Hac ibadetinin farz olmasından başka, bu ibadeti yerine getirebilmesi için de belli şartlar vardır...
Sual: Hac ibadetinin yerine getirilmesi için de belli şartlar var mıdır?
Cevap: Hac ibadetinin farz olmasından başka, bu ibadeti yerine getirebilmesi için de belli şartlar vardır ki bunlara Eda şartları denir ve dört tanedir:
1-Hapsedilmiş veya yasaklanmış olmamak.
2-Hac için gideceği yolun ve hac yerinin selamet ve emniyetli olması lazımdır. Gemi, tren, otobüs veya uçaklardan tehlikeli olan ile gitmek lazım olduğu zaman, hacca gitmek farz olmaz. Eşkıyaların, hacıların canına, malına saldırdığı yıllarda hacca gitmek farz olmaz.
3-Mekkeden üç gün üç gecelik uzak yerlerde bulunan hür kadının hacca gidebilmesi için, üç mezhepte, kocasının veya nikâhı düşmeyen ebedi mahrem akrabasından fasık, mürted olmayan akıllı, büluğa ermiş bir erkeğin beraber gitmesi lazımdır. Bunun yol parasını verecek kadar, kadının zengin olması da lazımdır. Künûz-üd-dekâık'da yazılı Bezzâr'ın bildirdiği hadîs-i şerifte;
(Kadın, yanında bir mahremi olmadan hacca gidemez!) buyuruldu. Zamanımızda fesat çoğaldığı için, nikâhtan ve sütten olan mahrem akraba ile sefere gitmemelidir. Zengin olan kadının, mahremi ile bir kere hacca gitmesine kocası mâni olamaz. Zira zevcin, kocanın farzlara mani olmaya hakkı yoktur.
4-Kadın, iddet hâlinde yani kocasından yeni ayrılmış olmamaktır.
***
Sual: Bir kimseye hac farz olduktan sonra, bunu geciktirmesi, sonraki senelere bırakması günah olur mu?
Cevap: Vücub şartları bulunmakla beraber, eda şartları da kendisinde bulunan kimsenin, o sene hacca gitmesi farz olur. O sene, hac yolunda ölürse hac sakıt olur ve bu kimsenin vekil gönderilmesi için vasiyet etmesi de lazım olmaz. Farz olduğu o sene gidilmezse, günah olur. Farz olduktan sonra hacca gitmeyi, daha sonraki senelere bırakan kimse fasık olur. Çünkü küçük günaha devam etmek, büyük günah olur. Sonraki senelerde, hac yolunda, evinde hasta olursa, hapse düşerse veya hacca gidemeyecek şekilde sakatlanırsa, yerine başkasını, kendi memleketinden bedel göndermesi veya bunun için vasiyet etmesi lazımdır. Bedel gönderdikten sonra iyi olursa, kendinin gitmesi de lazım olur. Sonraki senelerde hacca giderse, geciktirme günahı affolur. İmam-ı Muhammed ve imam-ı Şafii hazretlerine göre, sonraki senelere bırakması da caizdir.
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından derlenmiş olan doğru kitapları okumuyorlar, okutmuyorlar.
Sual: Bir kimsenin din ilimlerini tahsil ettiği hâlde, yanlış yollara sapmasının, hatta hainlik etmesinin ne gibi alametleri vardır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Muhammed bin Fadl Belhî hazretleri buyuruyor ki:
“İslâmiyet nurlarının kalplerden ayrılıp, kalplerin kararmasına dört şey sebep oldu. Bildikleri ile amel etmemek. Bilmeyerek yapmak. Bilmediklerini öğrenmemek. Başkalarının öğrenmelerine mani olmak.”
Önceki devirlerde ve zamanımızda bazı kimseler, din ilimlerini, ilim adamı tanınmak veya mala yahut bir makama kavuşmak için öğrenmişlerdir. Din adamı olmayı, geçime ve siyasete vasıta yapmışlardır. Bunlar, din ilimlerini amel etmek için öğrenmiyorlardı. İsimleri din adamıdır, gittikleri yol ise, cahillerin yoludur. Allah rahimdir, affı sever diyerek, büyük günah işliyorlar. Akıllarına, keyiflerine göre hareket ediyorlar. Başkalarının da böyle yapmalarını istiyorlar. Kendilerine uymayan hakiki Müslümanları kötülüyorlar. Kendilerinin, doğru yolda olduklarını, huzura kavuşacaklarını zan ediyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından derlenmiş olan doğru kitapları okumuyorlar, çocuklarına da okutmuyorlar. İçleri kötü, sözleri yaldızlı ve yalandır. Her gün başka şekle girerler. İnsanların yüzlerine gülerler, arkalarından kötülerler. Bidat karışmamış olan doğru kitapların okunmasına mani olurlar. Bu kitapları okumayın, bozuktur derler. Bunları neşredenleri ve okuyanları tehdit ederler. Mezhepsizlerin zararlı kitaplarını, yaldızlı reklamlarla överler. İslâmiyet bilgilerine hakaret ederler. Kısa akılları ile yazdıkları şeyleri ilim ve fen diyerek gençlerin önüne sürerler. Hâlbuki, İslâm âlimleri ve tasavvuf büyükleri hep İslâmiyet'e yapışmışlardır. Bunun neticesi olarak, yüksek derecelere kavuşmuşlar ve insanlara faydalı olmuşlardır. Bunlara dil uzatanların din cahili oldukları anlaşılır. Bu cahillerin yaldızlı sözlerine aldanmamalıdır. Bunlar, din hırsızlarıdır. Saadet yolunu kesici zındık veya mezhepsizdirler.
***
Sual: Suyun içine kavun, karpuz kabuğu gibi çeşitli yiyecek artıkları düşse, bu su ile abdest alınır mı?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Kudûrî şerhinde deniyor ki:
“Bir suya, temiz şeyler karışsa, su ismi değişmedikçe, rengi dönse bile, onunla abdest alınır.”
Ümmetin yetmiş üç fırkasından sadece biri kurtulacak. Diğerleri kafir değil ise de, Cehennemde uzun zaman kalacaklardır.
Sual: İtikadında, iman ve inanışında bozukluk olanlar, Cehennemde sonsuz olarak mı kalırlar?
Cevap: Müslümanların 73 fırkaya ayrılacakları Peygamber efendimiz tarafından haber verilmiştir. Nitekim hadîs-i şerifte;
(Benî İsrâil yetmişiki millete ayrıldı. Benim ümmetim de yetmişüç millete ayrılacaktır. Bunlardan yetmişikisi Cehenneme gidecek, yalnız biri kurtulacaktır. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır) buyuruldu.
İsrâil oğulları, Yahudiler, dinde yetmişiki fırkaya ayrıldı, Müslümanlar da, dinde yetmişüç fırkaya yani çok fırkalara ayrılacaktır. Bunların hiçbiri kafir değil ise de, Cehennemde uzun zaman kalacaklardır. Çünkü “YalnızBenim ve Eshâbımın itikadında olan ve bizim gibi ibadet eden fırkası Cehenneme girmeyecektir” buyurulmuştur.
İtikat bilgilerinde ictihad ederken, Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ı kiramın itikatlarından ayrılan din alimleri, dinde zaruri ve sözbirliği ile bilinen itikattan ayrılırlarsa, kafir olurlar. Bunlara Mülhid denir. Bunların müşrik oldukları, Bahrde ve Hindiyyede yazılıdır. Zaruri ve sözbirliği ile bildirilmemiş olan itikattan ayrılırlarsa, kafir olmazlar, itikatta bidat sahibi olurlar. Bunlara Ehl-i kıble de denir.
Amel ve ibadet bilgilerinde ictihad ederken de, zaruri ve sözbirliği ile bilinen ibadetlere inanmayan kafir olur. Fakat, zaruri ve sözbirliği ile bildirilmemiş olan ibadetlerden ayrılan alimler, eğer müctehid iseler, sevap kazanırlar. Müctehid değilseler, amelde bidat sahibi, mezhepsiz olurlar. Çünkü müctehid olmayanın ictihad etmesi caiz değildir. Bunun, bir müctehidin mezhebini taklit etmesi lazımdır. Hadîs-i şerifte;
(Lâ ilâhe illallah diyen kimseye, günah işlediği için kafir demeyiniz! Buna kafir diyenin kendisi kafir olur) buyuruldu.
İtikadı bozuk olmadığı için, Cehenneme girmeyecek olan kimse, yaptığı günahlar sebebi ile Cehenneme girebilir. Eğer salih yani günahına tövbe etmiş yahut af veya şefaate kavuşursa, Cehenneme hiç girmez. Zaruri olarak yani cahillerin de bildiği ve sözbirliği ile bildirilmiş olan bir inanışı veya bir işi inkar eden, kafir ve mürted olacağı için, lâ-ilâhe illallah dese ve her ibadeti yapsa, her günahtan da sakınsa bile, buna lâ-ilâhe-illallah ehli ve ehl-i kıble denmez.
“Ebül-Hasen Eş'arî’nin ve Ebû Mansûr Ma'türîdî’nin bildirdiklerinden ayrılan kimse Sünni değildir."
Sual: Müslümanların çeşitli fırkalara ayrılacağını Peygamber efendimiz biliyor muydu?
Cevap: Resûlullah Efendimiz ümmetinin başına gelecekleri bildirirken;
(Benî İsrail yetmiş iki millete ayrıldı. Ümmetim de, yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yalnız bir fırka kurtulacak, diğerlerinin hepsi Cehenneme gidecektir) buyurdu. Eshâb-ı kiram;
-O hangisidir ya Resûlallah deyince;
-Benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır buyurdu. Bu hadîs-i şerifi, imam-ı Tirmizi hazretleri, Abdullah bin Ömer hazretlerinin haber verdiğini bildiriyor. İmâm-ı Ahmed’in ve Ebû Dâvud hazretlerinin naklettiklerine göre de;
(Bunlardan yetmiş ikisi Cehennemde, geri kalan biri Cennettedir. Bu da, bir cemaattir) buyurdu.
Bu hadîs-i şerifte bildirilen tek kurtuluş fırkasını ve bunların Cennete girmeye sebep olan itikatlarını arayıp bulmak, bunların itikadına uymayan sapık fırkalardan sakınmak lazımdır. Bu suretle Cehennemin ateşinden kurtulmaya çalışmalıdır. Abdülkadir-i Geylânî hazretleri, ikinci hadîste bildirilen Cemaati ve birinci hadîs-i şerifi şöyle açıklamaktadır:
“Müminin Sünnete ve Cemaate tabi olması lazımdır. Sünnet Resûlullahın gösterdiği yoldur. Cemaat de, Hulefâ-i râşidîn denilen dört halife zamanlarındaki Eshâb-ı kiramın söz birliği yaptığı şeylerdir. Müslümanın, bidat sahiplerinin çoğalmalarına mâni olması, onlara yaklaşmaması lazımdır.”
Ahmed ibni Hacer-ül-Heytemî hazretleri Savâık-ul-muhrika kitabında;
“Ehl-i sünnet itikadından ayrılanlara Mübtedi denir. Bunlar, birinci asırda ortaya çıkmaya başladılar” demektedir. Feth-ul-cevâd kitabında da diyor ki:
“Mübtedi, Ehl-i sünnetin söz birliği ile bildirmiş olduğu itikada uymayan kimsedir. Bu söz birliğini Ebül'Hasen Eş'arî ve Ebû Mansûr Ma'türîdî hazretleri ile bunların yolunda olan âlimler bildirdiler.” Şafii âlimlerinden Ahmed Şihâbüddîn Kalyûbî Mısrî, Kenz-ür-râgıbîn hâşiyesinde diyor ki:
“Ebül-Hasen Eş'arî’nin ve Ebû Mansûr Ma'türîdî’nin bildirdiklerinden ayrılan kimse Sünni değildir. Bu iki imam Resûlullah efendimizin ve Eshâbının yolundadırlar.”
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, bu ümmet yetmiş üç millete ayrılacak, bunlardan yalnız birisi Cehennemden kurtulacaktır. Her müminin bu bir fırkayı arayıp bulması ve bunlara tabi olması vaciptir.
Peygamber efendimizi gören Müslümanların hepsi derin âlim ve her biri, birer müctehid idiler.
Sual: Peygamber efendimizi gören, sohbetinde bulunanların her biri, mezhep imamı gibi müctehid mi idi?
Cevap: Eshâb-ı kiramın yani Peygamber efendimizi gören Müslümanların hepsi derin âlim ve her biri, birer müctehid idiler. Din bilgilerinde, siyasette, idarecilikte, zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvufta, ahlak ilminde birer derya idiler. Bu bilgilerinin hepsini, Resûlullah efendimizin mübarek yüzünü görmekle ve kalplere işleyen, ruhları çeken sözlerini işitmekle az zamanda edindiler. Müctehide kendi ictihadı ile amel etmek lazım olduğundan her birinin mezhebi vardı. Mezhepleri az veya çok farklı idi. Tâbiîn yani Eshâb-ı kiramı görenler ve Tebe-i tâbiîn yani Tâbiîni görenler arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin mezheplerinden yalnız dördünün kitaplara geçip dünyanın her yerine yayıldığını, diğerlerinin mezheplerinin unutulduğunu, Seyyid Abdülhakîm efendi ve Hamdullah Decvî hazretleri açıkça bildirmektedir.
***
Sual: Mezhep imamı diye kimlere denir ve bunların özellikleri nedir?
Cevap: Kur'ân-ı kerimde ve hadîs-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan din bilgilerini, Eshâb-ı kiramdan işiterek veya nakil yolu ile toplayan, açıkça bildirilmemiş olanları da, kendi koydukları usullere, metotlara göre açıkça bildirilmiş olanlara benzeterek çıkaran ve mutlak müctehid olan derin âlimlere mezhep imamı denir.
***
Sual: Bilinen mezhep imamlarından başka mezhep imamları var mı idi?
Cevap: Bilinen dört mezhep imamından başka mezhep imamları da vardı. Fakat bunların mezheplerinde olanlar azala azala bugün hiç kalmadı. Eshâb-ı kiramın hepsi de derin âlim ve müctehid idi. Her biri kendi mezhebinde idi. Hepsi de bilinen mezhep imamlarından daha üstün idi. Fakat bunların kitaplarının olmadığı için mezheplerinin unutulduğunu, İmam-ı Şa'rânî hazretleri bildirmektedir.
***
Sual: Kötü huyları değiştirmek için belli bir çare, ilaç var mıdır?
Cevap: Kötü huyların hepsi için ortak ilaç, hastalığı, zararını, sebebini, zıddını ve ilacın faydasını bilmektir. Sonra, bu hastalığı kendinde aramak, bulmak gelir. Bu teşhisi kendisi yapar, yahut bir âlimin, rehberin bildirmesi ile anlar. Mümin, müminin aynasıdır. İnsan kendi kusurlarını zor anlar. Güvendiği arkadaşına sorarak da, kusurunu öğrenir.
"Karanlık gecelerde, yıldızlar yol gösterdikleri gibi, Eshâbım da, saadet yolunu göstermektedirler..."
Sual: Zamanımızda Müslümanlar paramparça olmuş durumdadır. Herkes birleşmeli diyor, peki nerede birleşmelidir?
Cevap: Allahü teâlânın, kullarına merhameti pek çoktur. Bütün insanların dünyada rahat ve huzur içinde yaşamalarını ve öldükten sonra da, nimetler, lezzetler içinde sonsuz kalmalarını istiyor. Bu saadetlere kavuşabilmek için iman etmelerini, Müslüman olmalarını, Peygamberi Muhammed aleyhisselamın ve Onun Eshâbının yolunda birleşmelerini, birbirlerini sevmelerini, yardımlaşmalarını emrediyor. Peygamber efendimiz;
(Karanlık gecelerde, yıldızlar yol gösterdikleri gibi, Eshâbım da, saadet yolunu göstermektedirler. Herhangisinin sözlerine tabi olursanız, saadete kavuşursunuz) buyurdu.
Eshâb-ı kiramın hepsi, Kur'ân-ı kerimi, Resûlullah efendimizden öğrendiler. Öğrendiklerini, gittikleri yerlere yaydılar. Resûlullah efendimizden işittiklerine kendi düşüncelerini karıştırmadılar. İslâm âlimleri, Eshâb-ı kiramdan işittiklerini kitaplara yazdılar. Bu âlimlere Ehl-i sünnet âlimleri denir. Sonradan gelen ve kendilerini âlim zannedenlerden bazıları, eski Yunan filozoflarından, Yahudilerden, Hristiyanlardan ve bilhassa İngiliz casuslarının yalanlarından ve kendi zamanlarındaki fen bilgilerinden, kafalarında hasıl olan düşüncelerini ekleyerek, yeni din bilgileri ortaya çıkardılar. İslâm âlimi olarak konuşup, İslâmiyeti içeriden yıkmaya çalıştılar. Bunlara Zındık denir. Bunlardan manaları açık olan âyetleri ve hadîs-i şerifleri değiştirenler Kâfir oldu. Manaları açık olmayanlara yanlış mana verenlere bidat fırkaları denildi. Müslüman ismini taşıyan birçok bozuk bidat fırkası meydana geldi. İngilizler, bundan istifade ederek, küfür ve bidat fırkaları meydana çıkararak, hakiki Müslümanlığı yok etmeye çalışıyorlar.
***
Sual: Âyet ve hadîslerde geçen şirk, her çeşit küfür, inkâr anlamında mıdır?
Cevap: Küfrün, inkârın çeşitleri vardır. Hepsinin de en kötüsü, en büyüğü şirktir. Bir kötülüğün her çeşidini bildirmek için, çok kere, bunların en kötüsü söylenir. Bunun için, âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerde bulunan şirk kelimesinden, her çeşit küfür manası anlaşılır. Nisâ suresinin kırksekiz ve yüzonaltıncı âyet-i kerimelerinde, müşrikin hiç affedilmeyeceği bildirildi.
Sual: Bir Müslüman, kızını evlendirirken, tercihi ne olmalı, neyi ön planda tutmalıdır?
Cevap: Dinini bilen ve seven erkekler, her hareketlerinde İslâmiyete uyarak, hem kendilerine, hem de aile ve akrabalarına, bütün mahluklara hayırlı ve faydalı olur. Bunun için, kızını seven ve onun dünyada ve ahirette mesut olmasını isteyen, dini ve ahlakı bozan televizyonları, radyoları dinlemesine ve böyle olan sinemalara ve topluluklara gitmesine mâni olmalıdır. Müslüman olan kimse, kızını Müslüman ve salih kimselere vermelidir. Mal, para, apartman ve mevki sahibi değil, din ve ahlak sahibi damat aramalıdır. Kızını kâfire veren kimsenin kendisi de, kızı da kâfir olur. Peygamber efendimiz, hadîs-i şeriflerinde buyurdu ki:
(Bir kimse, kızını fasıka, kötü kimseye verirse, Allahü teâlânın emanetine hıyanet etmiş olur. Emanete hıyanet edenlerin gideceği yer, Cehennemdir.)
(Ya Ali! Üç şeyi geciktirme! Namazı evvel vaktinde kıl! Hazırlanmış cenazenin namazını hemen kıl! Dul veya kızı küfvü isteyince, hemen evlendir!) Yani namazını kılan, günah işlemeyen ve nafakasını helalden kazanan birini bulunca, hemen ona ver, buyurdu.
***
Sual: Evlenmek, nikâhlanmak helal olduğu gibi, ayrılmak, boşanmak da helal, mubah değil midir?
Cevap: Konuyla alakalı olarak Kimyâ-i se'âdette buyuruluyor ki:
“Erkeğin vazifelerinden birisi de, zevcesini, hanımını boşamamaktır. Allahü teâlâ, bütün mubahlar yani izin verdiği şeyler içinde yalnız, talak vermeyi yani boşamayı sevmez. Zaruret olmadıkça, birini incitmek caiz değildir.”
***
Sual: Bir kimse, kötü olan huyunu değiştirip, güzel huylu olabilir mi?
Cevap: Bir kimsenin, ahlakını, huyunu değiştirip, kötüsünü yok edip, yerine iyisini getirmesi mümkündür. Hadîs-i şerifte;
(Ahlakınızı iyileştiriniz!) buyuruldu. İslâmiyet mümkün olmayan şeyi emir etmez. Tecrübeler de, böyle olduğunu göstermektedir. Tecrübe, kati bilgi elde etmeye yarayan üç vasıtadan biridir. Bu vasıtalardan ikincisi, Muhbir-i Sâdıkın yani Peygamberin haber vermesidir. Üçüncüsü, hesap ile anlamaktır. İnsanların, ahlaklarını değiştirme istidatları, kabiliyetler aynı değildir.
“Namaza başlarken niyet etmenin farz olduğu söz birliği ile bildirildi. Niyet yalnız kalp ile olur."
Sual: Namaz kılarken, niyeti, dil ile söyleyerek mi yoksa kalp ile mi yapmak gerekir?
Cevap: İbadetler yapılırken, yalnız ağız ile söylemeye niyet denmez. Kalp ile niyet edilmezse, dört mezhepte de namaz sahih olmaz. Resûlullah efendimizin, Eshâb-ı kiramın ve Tabiinin hatta dört mezhep imamının ağız ile niyet ettikleri işitilmemiştir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Niyet kalp ile olur. Ağız ile niyet etmek bidattir. Bu bidate, hasene demişlerdir. Halbuki bu bidat, yalnız sünneti yok etmekle kalmıyor, farzı da yok ediyor. Çünkü çok kimse, yalnız ağız ile niyet ederek, kalp ile niyet etmiyorlar. Böylece, namazın farzlarından biri olan kalp ile niyet yapılmıyor. Namaz kabul olmuyor. Bu fakir, hiçbir bidati, hasene olarak bilmiyorum. Hiçbir bidatte güzellik görmüyorum.”
Ağız ile niyet etmek, Şafii ve Hanbelide sünnettir. İbni Âbidînde deniyor ki:
“Namaza başlarken niyet etmenin farz olduğu söz birliği ile bildirildi. Niyet yalnız kalp ile olur. Yalnız ağız ile söylemek bidattir. Kalp ile niyet edenin, şüpheden, vesveseden kurtulmak için, söz ile de niyet etmesi caiz olur.”
***
Sual: Bir kimse, namaz kılarken, o namazın vaktinin girdiğini bilmese ve o vaktin farzını kılmaya diye de niyet etmese, kıldığı namazlar boşa mı gider?
Cevap: Bir kimse, senelerce, öğleyi vaktinden önce kılmış olsa, ve hepsine de; “Üzerime farz olan öğleyi kılmaya” diye niyet etse, o günkü öğleyi düşünmese, her gün bir evvelki öğleyi kaza etmiş olur. Yalnız son öğleyi ayrıca kaza etmesi lazım olur. O günkü öğleyi niyet etse, eda dese de, demese de, her gün o günkü öğleyi eda etmiş olup, vaktinden önce oldukları için, hiçbiri öğlenin farzı olmaz, nafile olurlar. Hepsini kaza etmesi lazım olur. Görülüyor ki, namazların vakitlerini bilmekle beraber, o vaktin içinde kılmış olduğunu da bilmek lazımdır.
***
Sual: Açlıktan ölmek üzere olan bir kimse, başkasının malını, ölümden kurtulacak kadar yiyebilir mi?
Cevap: Mecellenin otuzikinci maddesinde; “Zaruret içinde olmak, başkasının hakkını gidermez” deniyor. Açlıktan ölecek olan bir kimse, başkasının malını, ölümden kurtulacak kadar yiyebilir ise de, bunun değerini veya mislini ödemesi lazım olur. Başkasının malını yemek, şarap içmekten daha büyük günahtır.
“Korkulu yerlerde ve düşman karşısında, emin ve rahat olmak için Li îlâfi sûresini okumalıdır..."
Sual: Korkulu yerlerde ve düşman karşısında okunacak belli bir dua veya dualar var mıdır?
Cevap: Bu konuda Mektûbât kitabında şu bilgi verilmektedir:
“Korkulu yerlerde ve düşman karşısında, emin ve rahat olmak için Li îlâfi sûresini okumalıdır. Tecrübe edilmiştir. Her gün ve her gece, hiç olmazsa, onbirer defa okumalıdır. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki; (Bir yere gelen kimse “E'ûzü bikelimâtillâhit-tâmmâti min şerri mâ haleka” okursa, o yerden kalkıncaya kadar, ona hiçbir şey zarar, kötülük yapmaz.) Korkulu şeyden kurtulmak ve bir dileğe kavuşmak için, Tâhâ suresinin 37. âyetinden ‘Vele-kad’dan, 39 sonuna ‘alâ aynî’ye kadar kâğıda mürekkeple yazıp, bir şeye yedi kere sarıp, yanında taşımalıdır. Faydası çok görülmüştür.”
***
Sual: “Öğleden önce olan sünneti terk eden, şefaatime kavuşamaz” hadîs-i şerifindeki "şefaatime kavuşamaz"dan maksat nedir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
“Namazların sünnetlerine ehemmiyet, kıymet verip, tembellikle, özürsüz ve çok zaman terk eden, azarlanır. Fakat şefaatten mahrum kalmaz.” (Öğleden önce olan sünneti terk eden, şefaatime kavuşamaz) hadîs-i şerifi, özürsüz ve ısrar ile terk eden kimse, bu namaz için olan ve derecenin yükselmesine yarayan şefaatime kavuşamaz demektir.” Özür ile terk etmenin, buna mani olmayacağı, İbni Âbidînde ve İmdâdın Tahtâvî haşiyesinde yazılıdır. Zaten, sünnetleri kaza niyeti ile kılınca, bu sünnet terk edilmiş olmaz.
***
Sual: Bir kimse, abdestli olduğunu zannederek namaz kılsa, bu kıldığı namazdan da sevap alır mı?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Eşbâhda deniyor ki:
“Bir ibadette sevap hasıl olması için, yalnız bu ibadetin sahih olması şart değildir. Halis niyet edilmesi de şarttır. Halis niyet ederek yapılan bir ibadet, bilmeyerek fasit olursa, sahih olmaz. Fakat niyet edildiği için, çok sevap hasıl olur. Mesela, abdestli olduğunu zannederek, abdestsiz kılınan namaz sahih olmaz. Fakat, niyetine karşılık çok sevap verilir. Necis, pis olduğunu bilmediği suyu, temiz zannederek, bununla abdest alıp kılınan namazın şartı noksan olduğu için sahih olmaz ise de, niyet mevcut olduğu için sevap verilir. Şartlarına uygun olduğu için sahih olan bir namaz, riya, gösteriş için kılınırsa, sevap hasıl olmaz.”
Bugün 67 ziyaretçi (638 klik) kişi burdaydı!
Hazret-i İsa’nın doğumu belli değil midir?
2017-12-30 02:00:00
A -
A +
İseviler az ve asırlarca gizli yaşadıklarından, milat, yani Noel gecesi doğru anlaşılamamıştır.
Sual: Hazret-i İsa’nın doğum gecesi ve miladi takvimin başlangıcı olarak kabul edilen Noel gecesi belli değil midir?
Cevap: İsa aleyhisselam, Peygamberlik vazifesini yapmaya başladığı zaman, Yahudilerden bazıları, onu beklenilen Mesih kabul ettiler. Ancak, Onun sözlerini, Yunan felsefesi ve putperest cemaatlerin fikirleri ışığında, tefsire tabi tuttular. Böylece, İsa aleyhisselamın hakiki dini, değiştirildi. İsa aleyhisselamın yolunu öğretmek yerine, Onun şahsını yüceltme teşebbüsleri, bu değişikliğin ilk işaretleri idi. Dr. Morton Scott Enslin, Christian Beginnings kitabında diyor ki:
“İsa aleyhisselamın kim olduğunu araştırma, her şeyi Onun şahsiyeti ile ilgi kurarak açıklama gayretleri, kendisi için uydurulan ve kendisinin hiçbir zaman söylemediği şeyleri, kendisinin tebliğ ettiği, Allahü teâlânın kullarından istediği şeyleri ve tevbeye çağırdığı hususunu unutturdu. Böylece, ümmetine tebliğ ettiği ahkamın öğrenilmesi ve itaat edilmesi yerine, şahsiyetinin açıklanıp anlaşılması lazım olan bir kimse hâline geldi.”
Eski çağdaki putperestlerde, tanrıların ve kahramanların efsanevi hikâyelerine mitoloji denir. Hayali tanrıların ölmesi veya dirilmesi ile kendilerinin kurtulacağı zannolunurdu. Kurtarıcı tanrıya inanan kavimlerin ayinlerinin en mühimi, kişinin tanrı ile birleştiğine, bütünleştiğine inandıkları, sembolik et yeme ve içki içme ayinleridir. Her bir kurtarıcı tanrının, kış başlangıcında doğduğuna inanıldı. Kış başlangıcı ise, Julian takvimine göre 25 Aralık'tır. Hıristiyanlar da, İsa aleyhisselamı kurtarıcı bir tanrı yaparak, bu tarihte doğduğunu kabul ettiler ve bu geceyi milat ve Noel olarak her sene kutlamaya başladılar."
New York Üniversitesinde tarih profesörü olan, Waelance Ferguson diyor ki:
“Hıristiyanların yortuları, putperest yortuları ile aynı tarihlere rastlar. Mesela, Noel tarihi, İran ve Roma’da güneş tanrısı Mithrasın doğum tarihi idi. Ayrıca bu tarih çok eskiden beri putperest dünyasında önemli bir yortu günü idi.”
İsa aleyhisselam, gizli dünyaya gelip ve dünyada az kalıp, göğe çıkarıldığından ve kendisini ancak oniki havari bilip, İseviler az ve asırlarca gizli yaşadıklarından, milat, yani Noel gecesi doğru anlaşılamamıştır.
.Secde, saygının son derecesidir
2017-12-29 02:00:00
A -
A +
Secde, ancak Allahü teâlâya ibadet için yapılır. Ondan başkasına secde etmek caiz değildir.
Sual: Allahü teâlâdan başkası için, yere kapanıp secde etmek dinen uygun mudur?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Secde, alnı yere koymaktır ki, küçüklüğü ve aşağılığı göstermektir. Tevazu ve saygının son derecesidir. Bunun için secde, ancak Allahü teâlâya ibadet için yapılır. Ondan başkasına secde etmek caiz değildir. Peygamber efendimiz bir gün, bir yere gidiyordu. Bir köylü rast gelip, mucize gösterirsen iman ederim dedi. Server-i âlem buyurdu ki; (Karşıki ağaca git, de ki, Allahın Peygamberi seni çağırıyor!) Köylü, böyle söyleyince, ağaç yerinden ayrılıp Resûlullah efendimizin önüne geldi. Köylü bu hâli görünce, hemen Müslüman oldu. 'Ya Resûlallah! İzin verirsen, sana secde edeceğim' dedi. (Allahü teâlâdan başka, hiçbir şeye secde edilmez. Başkasına secde etmek caiz olsaydı, kadınların, erkeklerine secde etmelerini emrederdim) buyurdu. Fıkıh âlimlerinden bazısı, sultanlara, selam niyeti ile, secde etmeye izin vermiş ise de, sultanların bu işte, Allahü teâlâya karşı edebi gözetmeleri, Allahü teâlâdan başkasına secdeye izin vermemeleri layık olur. Allahü teâlâ, onları her şeye amir ve hâkim yapmış, herkesi bunlara muhtaç kılmış. Bu büyük nimete şükür olarak, aczin, küçüklüğün son şekli olan secdeyi, Allahü teâlâya mahsus edip, Ona şerik, ortak olmamalıdırlar. Bazı âlimler izin vermiş ise de, kendileri, güzel tevazuları sebebi ile, buna izin vermemelidir.”
***
Sual: Alkol karıştırılarak pişirilen et, temiz olur mu, yenebilir mi?
Cevap: Herhangi bir eti, şarap veya ispirto ile kaynatınca, et necis olur, hiçbir suretle temizlenemez. Üç kere temiz su ile kaynatıp, her birinde soğutulunca, temiz olur da denildi.
***
Sual: İçine necaset karışmış olan sütü, sıvı yağı temizlemek mümkün olur mu?
Cevap: Necaset karışmış sütü, balı, pekmezi temizlemek için, biraz su ile karıştırıp, su uçuncaya kadar kaynatılır. Sıvı yağı temizlemek için, su ile çalkalayıp, üste ayrılan yağ alınır. Katı yağ su ile kaynatılır. Sonra alınır.
***
Sual: Yanıp kül olan şeylerle teyemmüm yapılabilir mi?
Cevap: Toprak cinsinden olan her temiz şeyle, üzerinde bunların tozu olmasa bile, teyemmüm edilir. Yanıp kül olan veya sıcakta eriyebilen şeyler, toprak cinsinden değildir.
Sual: Bazı camilere sandalyenin yanı sıra masa bile koyanlar olmuştur. Camilere böyle masa, sandalye koymak, dinimiz açısından uygun mudur?
Cevap: Gayr-i müslimler, Müslümanları Hristiyan yapmaya, camileri kiliseye çevirmeye uğraşıyorlar. Bu işi sinsice yapabilmek için, Müslüman görünüyorlar. Camilere ileride masa sokabilmek için, secde yerlerini biraz yükseltmekle işe başlıyorlar. "Basılan yere baş konulmaz, hastalık olur" diyorlar. Secde yerlerini uzun yıllarda "yükselte yükselte, masaya yol açarız" diyorlar. Camilere müzik, org sokabilmek için, önce hoparlörden, teypten başlıyor, ibadetlerin çalgı aletleri ile yapılmasına, yavaş yavaş alıştırmak istiyorlar. Yapılması günah olmayan, mubah bir şeyin ibadet sanılması korkusu olursa, bu mubah şeyi yapmak haram olur, büyük günah işlemek olur. Bunun için, Müslümanların çok uyanık olması, ibadetleri Eshâb-ı kiram gibi, dedeleri gibi yapmaya titizlikle ehemmiyet vermeleri lazımdır. Hoparlör, teyp ve benzerleri ile ibadet etmek, iyi ve faydalı görülse bile, bidat olduğu için ve ibadetleri değiştirmeye yol açacağı için, camilere sokulmamalı, İslâm düşmanlarının planlarına, tuzaklarına kapılmamaya dikkat etmelidir. Bekara sûresi 216. âyetinde mealen;
(Beğendiğiniz, sevdiğiniz çok şey vardır ki, sizin için zararlıdır!) buyuruldu.
İbadetlerde yapılacak ufak bir değişiklik, çok faydalı görünse de, bunu yapmaktan kaçınmalıdır. Radyo ile, hoparlör ile okunan ezan kabul olmaz. İmamın ve müezzinin kendi seslerini işitmeyip, radyo, hoparlör sesleri ile hareket eden cemaatin namazları sahih olmaz.
***
Sual: Şıra olarak bilinen üzüm suyu, üzerimize, elbisemize dökülse namaz kılmaya mâni olur mu?
Cevap: Şıra, yani üzüm suyu temizdir, namaza mâni değildir. Üzüm suyu, şarap haline dönünce pis, necis olur.
***
Sual: Şarap, sirke hâline döndükten sonra, yine necis olması devam eder mi?
Cevap: Şarap, sirke olunca temiz olur.
***
Sual: Bazı yerlerde buğday, arpa gibi hububat, hayvanların çektiği döğen denilen bir alet ile ezilmekte ve hayvanların pislikleri de bunlara karışmaktadır. Bu buğday pis mi, temiz mi olur?
Cevap: Döğen hayvanı buğdayın bir yerine bevletse, herhangi bir parçası yıkansa veya hediye verilse, yenilse veya satılsa, geri kalanlar temiz olur.
.Evliyanın kerametine inanmamak
2017-12-27 02:00:00
A -
A +
Keramete inanmayanlar, aslında Müslümanların evliyaya olan itimatlarını yıkmaya çalışmaktadırlar.
Sual: Bazı kimseler, evliyada meydana gelen, keşif ve kerametlere inanmıyor. Böylelerine ne denebilir?
Cevap: Evliyanın keşif ve kerametlerine inanmayanlar, aslında Müslümanların evliyaya olan itimatlarını yıkmaya çalışmaktadırlar. Halbuki, bu davranışlar çok çirkin ve haksızdır. Çünkü, bir âyet-i kerimede mealen; (Çok zikrediniz. Zikretmekle kalp itminana kavuşur) buyuruldu. Hadîs-i şerifte; (Allah sevgisinin alameti, Onu çok zikretmektir) buyuruldu. Hadîs âlimleri; “Resûlullah, her an zikrederdi” buyurdu. İşte bunun için bu ümmetin büyükleri çok zikrederdi. Böylece, İslâmiyetin bu emrini de yerine getirmeye çalışırlardı. Çok zikredince, mübarek kalpleri itminana kavuşurdu. (Her derdin şifası vardır. Kalbin şifası, zikrullahtır) ve (Takvanın kaynağı, ariflerin kalpleridir) hadîs-i şeriflerinin haber verdiği gibi, kalp hastalığından, günahlardan kurtuldular. Allahü teâlânın sevgisine kavuştular. İşte takva sahibi olan, kalpleri temiz olan, Allahü teâlânın çok sevdiği bu büyük âlimler diyorlar ki:
“Çok zikrederken, dünyayı, her şeyi unutuyoruz. Kalbimiz ayna gibi oluyor. İnsan uykuda, her şeyi unutunca, rüya gördüğü gibi kalplerimizde bir şeyler görünüyor.” Bu gösterilenlere Keşif, Mükâşefe, Şühûd isimlerini veriyorlar. Böyle olduğunu, her asırda binlerle evliya haber veriyor.
Çok zikretmek ibadettir. Çok zikredenleri Allahü teâlâ sever. Bunların kalpleri, takva kaynağı olur. Bunları Kitap ve Sünnet haber veriyor. Bunlara inanmayan, Kitaba ve Sünnete inanmamış olur. Kalpte keşif ve şühûd hasıl olduğunu da, Allahü teâlânın sevdiği doğru Müslümanlar haber veriyor. Hadîs-i şerifte; (Çok zikredenin kalbinde nifak kalmaz) buyuruldu. Bunları haber verenler, münafık olmayan, özü, sözü doğru kimselerdir. Keşif ve keramet, böyle kimselerin tevatür hâlindeki haberleri ile bildirilmiştir.
Evet bunlar, Ümûr-i vicdâniyye, Ümûr-i zevkiyyedir. Başkalarına hüccet olamaz. Bunlara inanmak emrolunmadı. Fakat, inanmak yasak da edilmemiştir. Allahü teâlânın sevdiği salih Müslümanların tevatür hâlinde bildirdiklerine inanmak, inanmamaktan daha iyidir. Müslümana hüsn-i zan olunur, haberlerine güvenilir. İbadetlerde bile, sözlerine güvenilir. “İnkâr eden, mahrum olur” sözü, meşhurdur.
.Dert ve sıkıntı zamanında okunanlar
2017-12-26 02:00:00
A -
A +
"Dert ve bela gelince, Yunus Peygamberin duasını okuyun! Allahü teâlâ muhakkak kurtarır..."
Sual: Din kitaplarında sıkıntılı zamanlarda, nelerin okunması tavsiye edilmiştir?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabında;
“Zahir işlerin bozuk ve dağınık olması, kalbin de dağılmasına yol açar. Kalbinizde üzüntü ve kuruntu olunca, gidermek için tevbe ve istiğfar okuyunuz! Korkulu zamanlarda, Kelime-i temcîd, yani 'Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil'aliyyil'azîm' okuyunuz!” buyurmaktadır.
Muhammed Ma'sûm hazretleri de, Mektûbât kitabında;
“Dertlerden kurtulmak ve murada kavuşmak için beşyüz kere Lâ havle velâ kuvvete illâ billah ile evvelinde ve ahirinde yüzer defa salevât-ı şerife okuyup dua etmelidir” buyuruyor.
Mu'avvi-zeteyn yani iki Kul-e'ûzüyü çok okumak da faydalıdır. Tefsîr-i Mazherîde, Enbiyâ sûresinin 87. âyetinin tefsirinde, hadîs-i şerifte buyuruldu ki:
(Birinize dert ve bela gelince, Yunus Peygamberin duasını okusun! Allahü teâlâ Onu muhakkak kurtarır. Dua şudur: Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez-zâlimîn.)
Tergîb-üs-salâttaki hadîs-i şerifte;
(Sabah, kalkınca, üç kerre Bismillâhillezî lâ-yedurru ma' asmihî şey'ün fil-erdı velâ fissemâi ve hüves-semî'ul'alîm okuyana akşama kadar, hiç dert, bela gelmez) buyuruldu.
***
Sual: Çoluk, çocuğun ihtiyaçları için çalışmak, para, mal kazanmak da dünyaya gönül bağlamak sayılır mı?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“İnsanın muhtaç olduğu şeyleri zaruret miktarı kullanması ve bunları elde etmek için çalışması, dünyaya gönül bağlamak olmaz. İhtiyaçtan fazla ve faydasız şeyler, dünyadır. Bunların da, Allahü teâlânın rızasına uygun olarak elde edilmeleri ve sarf edilmeleri dünya olmaz. Riyazet çekmenin ve mubahları zaruret miktarı kullanmanın, büyük bir faydası da, Kıyamet günü hesabın kısa ve kolay olmasıdır. Ahiretteki derecelerin yükselmesine de sebep olur. Dünyada ne kadar sıkıntı çekilirse, ahirette o kadar çok rahatlık olacaktır. Peygamberler, bu bakımdan da, riyazat ve mücahedat çekmişlerdir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, riyazet çekmek ve mubahları zaruret olduğu kadar kazanıp kullanmak, ictibâ, seçilmişlerin yolunda şart olmamakla beraber, bunlar iyi ve faydalı şeylerdir. Faydalarının çokluğu düşünülünce zaruri ve lazım da diyebiliriz.”
.Yatarak Kur’ân-ı kerim okumak
2017-12-25 02:00:00
A -
A +
“Yan yatarak ayakları birbirine bitiştirip, Kur’ân-ı kerimi, içinden ezbere okumak caizdir."
Sual: Bir kimse, akşam yatağa girdiği zaman, yattığı yerde Kur’ân-ı kerimdeki sûre ve âyetleri okuyabilir mi?
Cevap: Bu konuda Halebî-yi kebîrde deniyor ki:
“Yan yatarak ayakları birbirine bitiştirip, Kur’ân-ı kerimi, içinden ezbere okumak veya yürüyerek, iş görerek, kabir başında oturup okumak caizdir. Kitap okuyan, yazan, iş yapan yanında Kur’ân-ı kerim okumaya başlamak, onlar dinlemedikleri zaman günah olur. Camide veya başka yerde, birkaç kişinin, bir zamanda, yüksek sesle Kur’ân-ı kerim okumaları tahrimen mekruhtur. Birinin okuyup, başkalarının sessizce dinlemeleri lazımdır. İşi olanların dinlemesi farz olmaz. Kur’ân-ı kerimi dinlemek, farz-ı kifayedir ve okunmasından ve nafile ibadetlerden daha sevaptır.”
***
Sual: Bir kadın, Kur’ân-ı kerimi ve namaz sûrelerini, erkek hocadan da öğrenebilir mi?
Cevap: Halebî-yi kebirde; “Kadın, Kur’ân-ı kerimi kadından öğrenmelidir. Yabancı erkeklerden, âmâdan bile öğrenmemelidir” buyuruluyor.
***
Sual: Kur’ân-ı kerimi öğrendikten sonra unutmak günah mıdır?
Cevap: Kur’ân-ı kerimi öğrendikten sonra, unutmanın günah olduğu, Berîkada ve Hadîkada yazılıdır.
***
Sual: Bir kimse, iş yaparken, kendi işiteceği bir sesle Kur’ân-ı kerim okuyabilir mi?
Cevap: Hulâsa-tül-fetâvâda deniyor ki:
“İş görürken ve yürürken, kalbi ile düşünerek, Kur’ân-ı kerim okumak câizdir.”
***
Sual: İş yapanlar ve uyuyanların yanında yüksek sesle Kur’ân-ı kerim okumanın mahzuru olur mu?
Cevap: Halebîde; “İş görenler ve yatanlar arasında, yüksek sesle Kur’ân-ı kerim okunursa, okuyan günaha girer” denmektedir.
***
Sual: Kur’ân-ı kerimi güzel okuyabilmek için müzik bilmeye, makam öğrenmeye gerek var mıdır?
Cevap: Kur’ân-ı kerimi doğru, güzel okumak için, müzik öğrenmeye lüzum yoktur. Tecvid ilmini öğrenmeye lüzum vardır. Âlimlerin çoğuna göre, Tecvid ilminde, harflerin ağızdaki yerleri, medler, harflerin uzatma miktarları ve daha birçok şeyler öğrenmeden okunan Kur’ân-ı kerim, doğru olmaz, ezan ve namaz sahih olmaz.
***
Sual: Namaz kılan bir kimse, dışarıdan birinin biraz sağa veya sola git sözü ile hareket etse, namazı bozulur mu?
Cevap: Namazda başkasının sözü ile yerini değiştirmek veya yanına gelene, onun sözü ile yer açmak bozar. Fakat, biraz sonra, kendiliğinden hareket ederse bozmaz.
.Hârikulâde, olağanüstü hâllerin olması
2017-12-24 02:00:00
A -
A +
“Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir..."
Sual: İnsanlardan bazılarında, âdet dışı olağanüstü hâller denilen şeyler meydana gelmiş ve gelmektedir. Bunlar kimlerde meydana gelir ve bu olağanüstü hâllere ne isim verilir?
Cevap: Bu konuda Seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ hazretleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela, buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik, ikram olmak ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara, Hârikulâde, olağanüstü olarak, yani âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratıyor.
Her insanda nefis vardır. Nefis, Allahın düşmanıdır. Hep kötülük yapmak ister. İslâmiyete uymak istemez. İslâmiyete uyanların nefisleri temizlenir, düşmanlıkları kalmaz. Açlık çeken, sıkıntılı yaşayan kâfirlerin nefisleri ise zayıflar, kötülük yapamaz. Bunun için, evliyada ve papazlarda Hârikulâde, olağanüstü işler hasıl olur.
1-Peygamberlerden, tam temiz oldukları için âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde şeyler meydana gelir. Buna Mucize denir. Peygamberlerin mucize göstermesi lazımdır.
2-Peygamberlerin ümmetlerinin evliyasında, nefislerinin kötülükleri kalmadığı için âdet dışı meydana gelen şeylere, Keramet denir. Evliyanın keramet göstermesi lazım değildir. Bunlar, keramet göstermek istemez. Allahü teâlâdan utanırlar.
3-Ümmet arasında, veli olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere, Firâset denir.
4-Fasıklardan, günahı çok olanlardan zuhur ederse İstidrâc denir ki, derece derece, kıymetini indirmek demektir.
5-Kâfirlerden zuhur edenlere ise Sihir, yani büyü denir.”
***
Sual: Bir kimse, namaz kılarken, herhangi bir sebep yokken, zorla öksürür gibi ses çıkarsa, namazı bozulur mu?
Cevap: Namaz kılan kimse, boğazından, özürsüz, öksürür gibi ses çıkarırsa namazı bozulur. Bu hâl, kendiliğinden olursa namazı bozulmaz. Okumayı kolaylaştırmak için boğazı temizlemenin namaza bir zararı olmaz.
.İnsan, önce kendine adalet etmelidir
2017-12-19 02:00:00
A -
A +
Bir insanda adalet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, azasında adalet bulunmalıdır.
Sual: “Adil olabilmek için, bir insanın önce kendine adaletli olması gerekir” deniyor. İnsanın kendisine adaletli olması nasıl olur, ne şekilde hareket ederse adil olur?
Cevap: İnsanın evvela kendine, hareketlerine, azasına adalet etmesi lazımdır. İkinci olarak, çoluk çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adalet yapması lazımdır. Adliyecilerin ve devlet adamlarının da, millete adalet yapması lazımdır. Demek ki, bir insanda adalet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, azasında adalet bulunmalıdır. Her kuvvetini, her azasını, ne için yaratıldı ise, o yolda kullanmalıdır. Allahü teâlânın âdetini değiştirip, onları aklın ve İslâmiyetin beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dine uygun hareket etmeli, dinin gösterdiği güzel ahlaktan sapmamalıdır. Güzel ahlak ile huylanmalıdır. Herhangi bir amir ise, yine ibadetleri yaptırmalı ve yapmalıdır. Böyle olan kimse, bu dünyada, Allahü teâlânın halifesi olmuştur. Kıyamette de adiller için vadedilen nimetlere kavuşur. Böyle bir hayırlı kimsenin hayır ve bereketi, onun bulunduğu talihli zamana, mübarek yere ve orada bulunmakla bahtiyar olan insanlara, hayvanlara, hatta nebatlara ve rızıklara sirayet eder, yayılır. Fakat, Allah korusun, bir yerdeki amirler, şefkatli, iyi huylu, adaletli olmazsa, insan haklarına saldırırlar, zulüm, yağma, işkence yaparlarsa, bunlar adalet erbabı değil, şeytanların yoldaşlarıdırlar. Emri altında olanlara merhamet etmeyenler, kıyamet günü Allahü teâlânın merhametinden uzak kalacaklardır. “Men, lâ yerham, lâ yurham!” buyurulmuştur ki, acımayana acınmaz demektir.
***
Sual: Bir kimsenin elbisesinin herhangi bir yerine necaset bulaşsa, daha sonra da o yeri tam olarak bilemese, zannettiği yeri yıkasa, bununla kıldığı namaz kabul olur mu?
Cevap: Elbisenin veya vücudun bir yerine necaset gelse, bulaşsa, bulaşan bu yeri bulamasa, zannettiği yeri yıkasa temiz olur. Necaset bulaştığını zannettiği yer, namazı kıldıktan sonra meydana çıksa, kıldığı namazı iade etmez.
***
Sual: Necis boya ile boyanmış kumaş, yıkanınca temiz olur mu?
Cevap: Necis boya ile boyanan kumaş ve beden, üç kere yıkanınca temiz olur. Su renksiz olarak akıncaya kadar yıkamak daha iyidir.
.Ödünç verirken zaman tayin etmek
2017-11-24 02:00:00
A -
A +
“Ödünç verirken, zaman tayin etmemelidir. Çünkü, zaman tayin ederse, malı, misli ile veresiye satmış olur..."
Sual: Birisine ödünç olarak para verirken, falan zamanda öde diyerek, ödeme zamanı belirtmenin bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Hamza Efendi risâlesi şerhinde deniyor ki:
“Ödünç verirken, zaman tayin etmemelidir. Çünkü, zaman tayin ederse, malı, misli ile veresiye satmış olur. Bu ise faiz olur. Senede ödeme tarihi koymamakla, ödünç veren verdiğini geri almak hakkına her zaman malik olmakta, belli bir zamanı beklemek zorunda kalmamaktadır. Zaman tayin etmeksizin ödünç vermeli ve arzu ettiği zaman isteyip geri almalıdır. Cahillerin, ödünç verilen şeyin ödenmesi istenirse, sevabı kalmaz demeleri, doğru değildir. Kalp kırmayarak, başa kakmayarak, hakkını istemek caizdir. Kalp kırmak, ayrı bir günahtır.”
***
Sual: Kendi mezhebinde farz olmayıp da başka mezhepte farz olan bir şeyi, yapmak iyi olur mu?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde abdesti bozanlarda deniyor ki:
“Kendi mezhebinde mekruh olmayan bir şey, başka mezhepte farz ise, bunu yapmak müstehabdır.”
***
Sual: Hanefi mezhebinde olan bir Müslümanın, kendi mezhebinde çıkış yolu olmadığı zaman hangi mezhebi taklit etmesi evladır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde deniyor ki:
“Hanefi mezhebinde olanın, maliki mezhebini taklit etmesi evladır. Çünkü, İmam-ı Malik hazretleri, İmâm-ı a'zam hazretlerinin talebesi gibidir. Bir meselede, Hanefi mezhebinde, bir kavil bulunmadığı zaman, Hanefi mezhebi âlimleri, Maliki mezhebine göre fetva vermişlerdir. Mezhepler içinde, Hanefiye en yakın olanı, Maliki mezhebidir.”
***
Sual: Bir kimse, yemeğe davet ettiği kişiye, istediğin kadar ye ve dilediğine de ver, hepsi helal olsun dese, bu kimsenin yedikleri ve alıp götürdükleri helal olur mu?
Cevap: Bu konuda Dürret-ül-beydâ kitâbında deniyor ki:
“Yemeğe çağrılan kimseye, malımdan istediğin kadar ye, al ve dilediğine ver, hepsi helal olsun denilse, yedikleri helal olur. Aldıkları ve başkasına verdikleri helal olmaz. Çünkü, miktarı bilinmeyen taamın yemesini helal etmek caizdir. Fakat miktarı bilinmeyen malı almak için vekil etmek ve meçhul ve ayrı olarak teslimi mümkün olan malı ayırmadan hediye etmek sahih değildir.”
Cevap: Farzları, sünnetleri, beğenmemek küfür olur.
.Yaşlı ve hastaların camiye gitmesi
2017-11-23 02:00:00
A -
A +
Hastanın, bir ayağı kesik olanın, yürüyemeyen ihtiyarın cemaate gitmesi lazım değildir.
Sual: Yaşlı, hasta veya gözleri görmeyenlerin de camiye cemaate gitmesi gerekir mi?
Cevap: Hastanın, felçlinin, bir ayağı kesik olanın, yürüyemeyen ihtiyarın ve âmânın cemaate gitmesi lazım değildir. Yardımcıları, nakil vasıtaları olsa da, lazım değildir. Yağmur, çamur, çok soğuk ve karanlık da, özürdür. Çok rüzgâr, yalnız gece özür olur. Hırsız ve başka sebeple malı gitmek korkusu, fakir olanın alacaklısından korkusu, canı ve malı için zalimden korkusu, abdest sıkıştırması, yolcunun nakil vasıtasını kaçırmak korkusu, hastaya bakmak, imrendiği yemeği kaçırmak korkusu, fıkıh bilgisini öğrenmeyi kaçırmak korkusu, cemaate gitmemek için özürdür. İmamın bidat sahibi olduğunu veya abdestin, guslün, namazın şartlarını gözetmediğini bilmek de özürdür.
***
Sual: Cemaatle namaz kılarken, imam olacak kimsede ne gibi şartların bulunması gerekir?
Cevap: Abdestin, guslün, namazın şartlarını daha çok bilenin ve gözetenin, başkalarından önce imam seçilmesi lazımdır. Bundan sonra, tecvid ile okuyan seçilir. Hafız olması şart değildir. Bunlar birkaç kişi ise, vera sahibi olan seçilir. Vera, şüphelilerden kaçınmak demektir. Bundan sonra, yaşı çok olan seçilir. Bundan sonra, sıra ile, huyu, yüzü, nesebi, sesi, elbisesi güzel olan seçilir. Bunlar birkaç kişi ise, aralarından malı, mevkisi çok olan seçilir. Bunlar da benziyor ise, mukim misafire imam olur. Seçimde uyuşulmazsa, çoğunluğun seçtiği imam olur. Daha üstünü varken, başkası seçilirse, çirkin olur. Fakat, günah olmaz.
***
Sual: Bir evde veya ziyafette, cemaatle namaz kılınacak olsa, kim imam olur?
Cevap: Bir evde, ziyafette, seçim aranmadan, ev sahibi, ziyafet sahibi imam olur. Yahut, imamı bu seçer. Kiracı, ev sahibi demektir. İstenmeyen kimsenin imam olması mekruhtur.
***
Sual: Dişi ağrıyan, dişine koyduğu ilaç sebebiyle, namazda okunması gereken duaları okuyamazsa ne yapar?
Cevap: Bu konuda Halebî-yi kebîrde deniyor ki:
“Diş ağrısını kesen ilaç, okumaya mâni oluyorsa ve vaktin sonu ise, imama uyar. İmam bulamazsa, okumadan kılar.” Çünkü, ağrı meşakkat olup, zaruri hasıl olmuştur.
***
Sual: Namaz kılacak kimse, namazda okunan sûre ve duaların tercümesini okuyabilir mi?
Cevap: Namazda kıraat olarak, Kur’ân-ı kerimin tercümesini okumak caiz değildir.
.Ahirette Cehennemden kurtulmak için...
2017-11-22 02:00:00
A -
A +
Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselama tabi olanlara mahsustur.
Sual: Bir kimse, dünyada çok faydalı işler yapsa, keşiflerde bulunsa fakat Muhammed aleyhisselama inanmasa, bu kimsenin yaptığı iyi şeyler, bu kimseyi ahirette kurtarabilir mı?
Cevap: Ahirette Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselama tabi olanlara mahsustur. Dünyada yapılan hayrat ve hasenat, yani bütün iyilikler, bütün keşifler, bütün hâller ve bütün ilimler Resulullah efendimizin yolunda bulunmak şartı ile, ahirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tabi olmayanların yaptığı her iyilik, dünyada kalır ve ahiretin harap olmasına sebep olur. Yani, iyilik şeklinde görünen, birer istidracdan başka bir şey olamaz. Nitekim, dünyadaki faydalı ve hayırlı işlerden cenâb-ı Hakkın, en çok beğendiği, cami yapmaktır. Cami yapmanın, çok sevap olduğunu bildiren hadis-i şerifler vardır. Böyle olmakla beraber, Tevbe sûresi, 18. âyetinde mealen;
(Kâfirlerin cami yapmaları caiz değildir. Yerinde ve yarar bir iş değildir. Onların cami yapmaları ve diğer bütün beğendikleri işleri, kıyamette kendilerine yaramayacak ve Muhammed aleyhisselama tabi olmadıkları için, Cehenneme girip, çok acı azaplarda sonsuz olarak cezalandırılacaklardır) buyuruldu.
Bir kimse, binlerce sene ibadet etse, ömrünü nefsini temizlemekle geçirse, güzel huyları ile yanındakilere ve keşfettiği aletlerle, bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselama tabi olmadıkça ebedi, sonsuz saadete kavuşamaz.
***
Sual: Görevli imamı ve müezzini olmayan cami ve mescitlerde, aynı vaktin namazı, değişik cemaatler yapılarak kılınabilir mi?
Cevap: Mahalle camisinde, ezan ve ikamet okuyarak bir kere cemaat ile namaz kılınır. Yoldaki camilerde ve imamı, müezzini olmayan camilerde, her cemaat için ayrı ayrı ezan ve ikamet ile kılınır.
***
Sual: Nafile namaz kılan bir kimse, vaktin farzını kılacak olana uyup cemaat olsa, bu namaz cemaat ile kılınmış olur mu?
Cevap: Nafile kılan bir kişinin, farz kılana uyması ile cemaat sevabı hasıl olur.
***
Sual: Namazda secde-i sehiv yapmak için iki tarafa mı selam vermelidir?
Cevap: Secde-i sehiv yapmak için, bir tarafa selam verdikten sonra, iki secde yapıp oturulur ve namaz tamamlanır. İki tarafa selam verdikten sonra veya hiç selam vermeden de, secde-i sehiv yapmak caizdir.
.Camiye sağ ayak ile girilir
2017-11-20 02:00:00
A -
A +
Camiye sağ ayak ile girilir ve camiden çıkarken, önce sol ayak ile çıkılır.
Sual: Camiye girerken, çıkarken, elbise, ayakkabı giyerken, çıkarırken, sağdan veya soldan başlanması diye bir hüküm var mıdır?
Cevap: Camiye sağ ayak ile girilir ve camiden çıkarken, önce sol ayak ile çıkılır. Uyûn-ül-besâirde deniyor ki:
“Camiye girerken, girmeden evvel, önce sol, sonra sağ ayakkabı çıkarılır. Bundan sonra, önce sağ ayakla camiye girilir. Önce sol ayakla çıktıktan sonra veya çıkmadan evvel, önce sağ ayakkabı giyilir.” Hadîkada deniyor ki:
“İmâm-ı Nevevî Müslim şerhinde buyuruyor ki; mübarek, şerefli ve temiz işleri yaparken sağdan başlamak müstehabdır. Ayakkabı, don, gömlek giyerken, baş tıraş ederken ve tararken, bıyık kırkarken, misvak kullanırken, tırnak keserken, el, ayak yıkarken, mescide, Müslümanın evine ve odasına girerken, heladan çıkarken, sadaka verirken, yemek yerken, su içerken sağdan başlanır. Bunların zıddı olanları yaparken, mesela ayakkabı, çorap, elbise çıkarırken, camiden ve Müslümanın evinden, odasından çıkarken, helaya girerken, sümkürürken, taharetlenirken soldan başlamak müstehabdır. Bunları tersine yapmak, tenzihi mekruh olur. Çünkü heyette, şekilde olan sünneti terk etmek olur.”
***
Sual: Namazda iken, başka mezhepte abdesti veya namazı bozan bir şey yaptığını hatırlayan kimse, bu namazı bozabilir mi?
Cevap: Vaktin veya cemaatin kaçmasından korku olmadığı zaman, başka mezhepte namazı, abdesti bozan bir şeyden kurtulmak için namazı bozup, abdest alıp yeniden kılınabilir. Mesela, dirhemden az necaseti temizlemek için ve eli yabancı kadına dokunmuş olduğunu hatırlayınca, abdest almak için, namazı bozmak caiz olur.
***
Sual: Namaz kılarken, ana, baba çağırsa, bu namaz bozulabilir mi?
Cevap: Her namazı bozmanın farz, lazım olmasının iki sebebi vardır:
1-İmdat diye bağıran bir kimseyi kurtarmak, kuyuya düşecek âmâyı, yanacak, boğulacak kimseyi kurtarmak, yangını söndürmek için, namazı bozmak lazımdır.
2-Ana, baba, dede, nine çağırınca, farz namazı bozmak vacip olmaz, caiz olur ise de, ihtiyaç yok ise, bozmamalıdır. Kılınan namaz nafile ise ki buna sünnetler de dâhildir, bozulur. Bunlar, imdat isterse, farzları da bozmak lazım olur. Namaz kıldığını bilerek çağırıyorlarsa, nafileyi de bozmayabilir, bilmeyerek çağırdılarsa, bozması lazımdır.
.İmama uymanın doğru olması için
2017-11-19 02:00:00
A -
A +
Fıkıh kitaplarında, imama uymanın doğru ve sahih olması için, on şart bildirilmektedir...
Sual: Cemaatle namaz kılarken, imama uymanın da belli şartları, esasları, kuralları var mıdır, varsa nelerdir?
Cevap: Fıkıh kitaplarında imama uymanın doğru ve sahih olması için, şu on şart bildirilmektedir:
1-Namaza dururken, tekbiri söylemeden önce, hem hangi vaktin farzı kılınacaksa o namaza, hem de imama uymaya niyet etmektir. İmamın kim olduğunu niyet etmek lazım değildir.
2-İmamın, kadınlara imam olmaya niyet etmesi lazımdır. İmamın erkeklere imam olmaya niyet etmesi lazım değildir. Fakat niyet ederse, kendisi cemaatin sevabına da kavuşur.
4-İmam ile cemaat, aynı farz namazı kılmak. Farzı kılmış olan kimse, tekrar imama uyunca, imam ile kıldığı nafile olur.
5-İmam ile cemaat arasında, kadın safı bulunmamak. Kadınlar bir saftan az olup arada perde varsa veya alçakta, yüksekte iseler caiz olur.
6-İmamın kendisini görse, yahut sesini işitse, aradaki duvar mâni olmaz. Arada kayık geçecek nehir ve araba geçecek yol mâni olur. Yolda veya nehirdeki köprüde iki saf imama uyunca, arkadakilerin de namazı sahih olur.
7-İmama uymanın sahih olması için, imamın veya müezzinin sesini işitmek yahut bunları görmek veya cemaatin hareketlerini görmek lazımdır. İmama uymak için, imamı işitmeye, görmeye elverişli penceresi olmayan duvar arada olmamalıdır.
8-İmam hayvanda, cemaat yerde veya bunun tersi olmamak.
9-İmam ile cemaat, yapışık olmayan ayrı iki gemide bulunmamak.
10-Başka mezhepteki imama uyan cemaatin, kendi mezheplerine göre namazı bozan bir şeyin, imamda bulunduğunu bilmemesi lazımdır. Mesela, imamdan kan akması veya başının dörtte birinden az miktarını mesh etmesi, Hanefi mezhebinde caiz olmadığından, böyle yaptığı bilinen bir Şafii imama uymak âlimlerin çoğuna göre caiz olmaz. Şafii imamdan kan aktığı görülse, sonra imam bir zaman kaybolup tekrar gelse, buna uyulur. Çünkü, o zamanda abdest almış olabilir. Hüsn-i zan etmek iyidir.
***
Sual: Toprakla teyemmüm yapan biri imam olup, su ile abdest alan bir kimseye namaz kıldırabilir mi?
Cevap: Su ile abdest alan bir kimse, teyemmüm etmiş olana, namazını ayakta kılan, oturarak kılana ve nafile namaz kılan da, farz kılana uyabilir. Dinini bilen bir imam arayıp ona uymalı
.İbadetleri, farklı mezheplere göre yapmak
2017-11-16 02:00:00
A -
A +
Bir ibadeti yaparken, haraç, sıkıntı yok iken, iki mezhebi karıştırmak Telfîk olur.
Sual: Bir kimse, ibadetlerden bazısını bir mezhebe göre, başka işleri diğer bir mezhebe, daha başkalarını üçüncü bir mezhebe ve başka işleri de, dördüncü mezhebe uyarak yapsa, böylece dört mezhebe de uymuş olur mu?
Cevap: Böyle yapmak, dini oyuncak yapmak olur. Helal ve haram ortadan kalkar. Bu ise, memnudur, haramdır. Müslimdeki hadis-i şerifte;
(Münafık, iki koç arasında dolaşan koyun gibidir. Bir ona gider. Bir ötekine gider) buyuruldu. Buharideki hadis-i şerifte de;
(İnsanların kötüsü, ikiyüzlü olanlardır. Bazılarına bir yüz ile, başkalarına, başka yüz ile görünür) buyuruldu. Bunlar, Tevbe sûresinin 38. âyetinde bildirilen kimselerdir. Bu âyet-i kerimede mealen;
(Nesî, küfürde ziyade olmaktır. Kâfirler bununla aldatılır. Bir ayı helal sayarlar. Başka sene ise, bu ayı haram sayarlar) buyuruldu. Yani bir şeye, bir yıl helal derler. Başka zamanda haram derler. Hadîkada, Hüsn-üt-tenebbüh fit-teşebbüh kitabından alarak deniyor ki:
“Bir kimsenin nefsi, kolaylıkları yapmak istemezse, bunun azimetleri bırakıp, ruhsatla amel etmesi efdal olur. Fakat ruhsatla amel etmek, ruhsatları araştırmaya yol açmamalıdır. Çünkü nefse, şeytana uyarak, mezheplerin kolay yerlerini araştırıp toplamak, yani Telfîk etmek haramdır.
Bir ibadeti yaparken, haraç, sıkıntı yok iken, iki mezhebi karıştırmak Telfîk olur. Müleffikın ibadeti sahih olmaz, bâtıl olur.”
***
Sual: Bir kimse, namazda iken, abdestim var mı, elbiseme necaset bulaşmış mı diye şüphe ederse, nasıl hareket etmelidir?
Cevap: İftitah tekbirini söyledim mi, abdestim var mı, elbisem temiz mi, başımı mesh ettim mi diye şüphe eden bir kimse, ilk olarak şüphe etmiş ise, namazını bozup tekrar kılar. Abdest almaz, elbisesini yıkamaz. Eğer her zaman böyle şüphe ediyorsa, namazını bozmaz, tamamlar.
***
Sual: Evli bir kadın, çocuklarının dinini öğrenmesine mâni olursa, bu kadının kocası, çocukların babası, sorumluluktan kurtulur mu?
Cevap: Ananın, babanın, din bilgilerini öğretmek, Kur’ân-ı kerimi okutmak ve terbiye etmek için çocuklarını zorlaması lazımdır. Kadın çocuğunun okumasına, ahlakına ehemmiyet vermezse, kötü yetiştirirse, erkeğin; “Ben razı değilim, günahı senin olsun!” demesi, kendisini kurtarmaz. Kötülüğe mâni olması lazımdır.
.Dua; lafzi ve fiilî olarak iki türlüdür
2017-11-14 02:00:00
A -
A +
Dua, Allahü teâlâdan bir şey istemek demektir. Dua etmeyen, arzusuna kavuşamaz buyurulmuştur.
Sual: Dua ne demektir ve dua yalnızca dil ile mi yapılır?
Cevap: Dua, Allahü teâlâdan bir şey istemek demektir. Dua etmeyen, arzusuna kavuşamaz buyurulmuştur. Dua; Lafzi ve Fiilî olmak üzere iki türlüdür:
1-Lafzi dua; Allahü teâlâdan lafız, söz ile istemektir. Bu duanın kabul olması için şartlar vardır. Bu şartlar, dua edenin Müslüman olması, ihlas sahibi olması, namazlarına devam etmesi, fasık olmaması, yani haram işlememesi, üzerinde kul hakkı bulunmaması gibi şeylerdir. Bu şartlar bulunmayanların duaları kabul olmuyor. Sıkıntı içinde yaşıyorlar.
2-Fiilî dua; istenilen şeyin sebebine yapışmaktır. Allahü teâlâ, her şeyi, bir sebep ile yaratmaktadır. Allahü teâlâdan bir şey isteyenin, bu şeyin yaratılmasına sebep olan şeyi yapması lazımdır. Mesela, bir yeri ağrıyanın, ağrı kesici bir ilaç kullanması lazımdır. Bu ilacı kullanması, fiilî dua etmek olur. Fiilî duanın kabul olması için, sebebin tesirinin kati olması, iyi bilinmesi lazımdır.
Lafzi dua ile fiilî dua birbirine uygun değilse, fiilî dua kabul olur. Müslümanın, iyi ve caiz olan şeylerin sebeplerini bilip, dua için, bu sebepleri yapması lazımdır. Bu sebepler yapılınca, Allahü teâlâ, istenilen şeyi yaratır. Çünkü, sebepleri yapılan şeyi yaratması, âdetidir. Aç olanın bir şey yemesi, fiilî sebebe yapışmak, fiilî dua etmek olur.
(Dua ediniz, kabul ederim) buyurulması, fiilî dua etmeyi emretmektedir.
***
Sual: Bir ibadetin vacip veya bidat olmasında tereddüt hasıl olursa nasıl hareket etmelidir?
Cevap: Bir şeyin vacip veya bidat olmasında şüphe edilse, bu şeyi yapmak iyi olur. Bidat ile sünnet arasında şüphe olsa, yapmamak lazım olur.
***
Sual: Bir kimsenin, öldüğü odaya, evinin bahçesine gömülmesinde bir mahzur olur mu?
Cevap: Herhangi bir kimseyi öldüğü odayı kazıp, buraya gömmek caiz değildir. Mektep, okul, tekke yanına da gömmeyip, Müslümanların defnedildiği İslâm mezarlığına götürmelidir.
***
Sual: Bir kimsenin, bahçesinin veya arsasının içine istediği derinlikte kuyu, istediği yükseklikte bina yapmasında, dinen bir mahzur var mıdır?
Cevap: Bu konuda Mecellenin 1194. Maddesinde deniliyor ki:
“Bir arsaya sahip olan, üstündeki boşluğa ve toprağın içine de malik olur. İstediği kadar yüksek bina ve derin kuyu yapabilir.”
.İbadetlerin sahih ve kabul olması
2017-11-13 02:00:00
A -
A +
İbadetlerin sahih olmaları için, kendilerine mahsus şartları, farzları vardır.
Sual: Yapılan herhangi bir ibadetin sahih olması ile kabul olması birbirinden farklı mıdır?
Cevap: Bir amelin, ibadetin sahih olması başkadır, kabul olması başkadır. İbadetlerin sahih olmaları için, kendilerine mahsus şartları, farzları vardır. Bunlardan biri noksan olursa, o ibadet sahih olmaz. O ibadet yapılmamış olur. Cezasından, azabından kurtulamaz. Sahih olup da, kabul olmayan ibadet için azap yapılmaz ise de, o ibadetin sevabına kavuşamaz. İbadetin kabul olması için, önce sahih olması, bildirilen şartlara uygun yapılması lazımdır. Kul hakkı da bu şartlara dâhildir. Namazın sahih olması için, vaktinde kıldığını iyi bilmek de şarttır. Bütün ibadetlerin kabul olması için, Allahü teâlâ için yapılması ve niyet edilmesi şarttır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri;
“Bir kimse, Peygamberin ameli gibi amel yapsa, fakat üzerinde yarım dank yani çok az bir kul borcu olsa, bunu ödemedikçe Cennete giremez” buyuruyor. Böyle olan kimsenin yaptığı dualar da kabul olmaz.
***
Sual: Namaz kılarken, kaç rekat kıldığını unutan veya şaşıran bir kimse nasıl hareket eder?
Cevap: Herhangi bir namazı kaç rekat kıldığını şaşırıp, namaz içinde düşünmesi, sonraki rüknün veya vacibin, bir rükün zamanı kadar gecikmesine sebep olursa, bu arada, âyet ve tesbih okusa bile, secde-i sehiv lazım olur. Namazın içindeki farzlara rükün denir. Bir âyet okumak, rüku ve iki secde, son rekatte oturmak, birer rükündür. Düşünmek, farzı veya vacibi geciktirince, secde-i sehiv lazım oluyor. Mesela, son rekatte oturunca düşünürse, selam vermesi gecikirse, secde-i sehiv lazım olur. Fazla okuduğu salevat ve dua, sünnet olarak değil, düşünce, dalgınlık sebebi ile olduğu vakit, vacibin gecikmesi suç oluyor. Başka bir namazı kılıp kılmadığını veya dünya işlerinden herhangi birini düşünürse, bir rüknün gecikmesine sebep olsa bile, secde-i sehiv lazım olmaz. Namaz bittikten sonra, kaç rekat kıldığında şüphe ederse, buna vesvese denir. Buna ehemmiyet vermez. Namazdan sonra, bir adil Müslüman, yanlış kıldın derse, tekrar kılması iyi olur. İki adil kimse söylerse, tekrar kılması vacip olur. Adil olmazsa, sözünü dinlemez. İmam doğru, cemaat ise, yanlış kıldık derse, imam kendine güveniyorsa veya bir şahidi olursa, tekrar kılınmaz.
.Secde, sert yere yapılır
2017-11-11 02:00:00
A -
A +
Secde yeri sert olmalıdır. Pirinç, darı gibi şeyler üzerine secde sahih olmaz.
Sual: Namaz kılarken, secdeye gidildiğinde, dizlerin veya ellerin yere konulmasında bir sıra, bir öncelik var mıdır ve secde yumuşak bir şey üzerine yapılabilir mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde deniyor ki:
“Secde yaparken, önce iki diz, sonra iki el, sonra burun ve sonra alın yere konur. Baş parmakları, kulakları hizasında olur. Şafiide, eller omuz hizasına konur. Ayakların, en az birer parmağını yere koymak farzdır. Yerin sertçe olup, başın içine girmemesi lazımdır. Yere serili halı, hasır, buğday ve arpa böyledir. Yerde duran masa, kanepe, araba da, yer demektir. Hayvan üzeri ve hayvan üstünde bulunan semer ve benzerleri, yer sayılmaz. Salıncak ve ağaçlara, direklere bağlanarak havada gerilmiş duran bez, halı, hasır yer sayılmaz. Pirinç, darı, keten tohumu gibi kaygan şeyler üzerine secde sahih olmaz. Çuval içinde iseler sahih olur. Secde yeri, dizlerini koyduğu yerden yarım zırâ, yani oniki parmak eni ki yirmibeş santimetre yüksek olunca namaz sahih olur ise de, mekruhtur. Secdede dirsekler bedenden, karnı da uyluklardan açık tutulur. Ayak parmaklarının uçları kıbleye karşı tutulur. Rükuya eğilirken topuk kemiklerini birbirine yapıştırmak sünnet olduğu gibi, secdede dahi bitişik tutulur.”
***
Sual: Kadınlar, namazda tekbiri, ellerini bağlamayı ve secdeleri aynen erkekler gibi mi yaparlar?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde deniyor ki:
“Kadınlar, namaza dururken, ellerini omuzlarına kadar kaldırır. Ellerini kol ağzından dışarı çıkarmaz. Sağ avucu sol üzerinde olarak göğüs üstüne kor. Rükuda az eğilir. Belini başı ile düz tutmaz. Rükuda ve secdede parmaklarını açmaz, birbirlerine yapıştırır. Ellerini dizleri üzerine kor. Dizlerini büker, dizlerini tutmaz. Secdede kollarını, karnına yakın olarak yere serer. Karnını uyluklarına yapıştırır. Teşehhüdde, ayaklarını sağa çıkararak yere oturur. El parmaklarının ucu dizlerine uzanır. Erkekler de dizi kavramaz. Parmakları birbirlerine yapışık olur.”
***
Sual: Kadınların kendi aralarında cemaat yaparak namaz kılmalarında dinen bir mahzur var mıdır?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde deniyor ki:
“Kadınların kendi aralarında veya erkeklerin cemaati arasında imam ile kılmaları mekruhtur. Cuma ve bayram namazı kılması farz değildir.”
.İmam yapmazsa, cemaat yapar
2017-11-10 02:00:00
A -
A +
Namazda dört şeyi imam yaparsa, cemaat yapmaz. On şeyi de imam yapmazsa, cemaat yapar.
Sual: Cemaatle namaz kılarken, namazda imamın yapmadıklarını cemaatin yaptığı veya imamın yapıp cemaatin yapmadığı yerler var mıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Mevkûfâtda deniyor ki:
Dört şeyi imam yaparsa, cemaat yapmaz: 1-İmam ikiden çok secde yaparsa, cemaat yapmaz. 2-İmam bayram tekbirini, bir rekatte üçten çok söylerse, cemaat söylemez. 3-İmam cenaze namazında, dörtten çok tekbir söylerse, cemaat söylemez. 4-İmam, dört rekatlik bir namazda beşinci rekate kalkarsa, cemaat kalkmaz. Beraber selam verirler.
On şeyi imam yapmazsa, cemaat yapar. Bunlar: 1-İftitah tekbirinde el kaldırmak. 2-Sübhaneke okumak. İki imam, cemaat de okumaz dedi. 3-Rüküya eğilirken tekbir getirmek. 4-Rüküda tesbih okumak. 5-Secdelere yatıp kalkarken tekbir söylemek. 6-Secdelerde tesbih okumak. 7-İmam semiallahü demezse, cemaat rabbenalekelhamd der. 8-Ettehıyyatüyü sonuna kadar okumak. 9-Namaz sonunda selam vermek. 10-Kurban bayramında, yirmiüç farzdan sonra, selam verir vermez, tekbir okumaktır.”
***
Sual: Allahü teâlânın zatına ait, sadece Ona mahsus olan sıfatları var mıdır, varsa nelerdir?
Cevap: Allahü teâlânın Sıfât-ı zâtiyyesi, zâti sıfatları altıdır. Bunlar: Vücud, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhâlefet-ün lil-havâdis ve Kıyâm-ü bi-nefsihîdir. Vücûd, kendiliğinden var olmak demektir. Kıdem, varlığının öncesi, başlangıcı olmamaktır. Bekâ, varlığı sonsuz olmaktır, hiç yok olmamaktır. Vahdâniyyet, hiçbir bakımdan şeriki, ortağı, nazîri, benzeri olmamaktır. Muhâlefet-ün lil-havâdis, hiçbir şeyinde, hiçbir mahluka, hiçbir bakımdan benzemez demektir. Kıyâm-ü bi-nefsihî, varlığı kendindendir, hep var olması için, hiçbir şeye muhtaç değildir, demektir.
Bu altı sıfatın hiçbiri, yaratılanların hiçbirinde yoktur. Bunların, mahluklara hiçbir surette bağlantıları da yoktur. Bazı âlimler, Vahdâniyyet ve Muhâlefet-ün lil-havâdisin aynı olduklarını söyleyerek, sıfât-ı zâtiyye beştir demişlerdir.
***
Sual: Hadîs ile hadîs-i kudsi aynı mıdır, eğer farklı ise aralarında ne gibi bir fark vardır?
Cevap: Muhammed aleyhisselamın, manası da, telaffuzu da kendisine ait olan sözlerine Hadîs-i şerif denir. Bunlardan, manası Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri Muhammed aleyhisselam tarafından olan hadîs-i şeriflere Hadîs-i kudsî denir.
.Allahü teâlâya karşı şükür borcu
2017-11-09 02:00:00
A -
A +
İslâm âlimlerinden bazısı şükrü, "Allahü teâlânın varlığını düşünmek" diye tarif etmişlerdir.
Sual: Şükür nedir ve insan, Allahü teâlâya karşı lazım olan şükür borcunu nasıl ve ne şekilde yapmalıdır?
Cevap: Allahü teâlâya şükretmek, Onun dinini kabul etmek ve İslâmiyetin ahkamını, bildirdiği hükümleri yapmak, yerine getirmek demektir. Hamd, bütün nimetleri Allahü teâlânın yaratıp gönderdiğine inanmak ve söylemek demektir. Şükür; bütün nimetleri İslâmiyete uygun olarak kullanmaktır. İslâm âlimlerinden bazısı şükrü, Allahü teâlânın varlığını düşünmek; bazısı nimetlerin Ondan geldiğini anlamalı ve dil ile hamd ve sena etmeli; bazısı, Onun emirlerini yapmak, haramlarından sakınmak; bir kısmı da, insan önce kendini temizlemeli, böylece, Allahü teâlâya yaklaşmalı ve bazısı da, insanları irşad etmeli, doğru, salih olmalarına çalışmalı diye tarif etmişlerdir.
Sonra gelen İslâm alimleri de buyuruyor ki:
“İnsanın Allahü teâlâya karşı vazifesi üçe ayrılır:
Birincisi, bedeni ile yapacağı işlerdir ki, namaz, oruç gibi.
İkincisi, ruhu ile yapacağı vazifedir ki, doğru itikat etmek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmek, inanmak.
Üçüncüsü, insanlara adalet yapmakla, Allahü teâlâya yaklaşmaktır. Bu da, emaneti muhafaza, insanlara nasihat etmek, evvela İslâmiyeti öğretmekle olur.”
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ibadet üçe ayrılır: Doğru itikat, doğru söz ve doğru iş. Bunlardan son ikisinde, açık olarak emredilmemiş olanlar, zamana ve şartlara göre değişir. Allahü teâlâ, Peygamberleri vasıtası ile değiştirir. İbadetleri, insanlar değiştiremez. Peygamberler ve bu Peygamberlerin vârisleri olan, Ehl-i sünnet mezhebinin âlimleri, ibadetlerin çeşitlerini ve nasıl yapılacaklarını ayrı ayrı bildirmişlerdir. Herkesin bunları öğrenmesi ve ona göre hareket etmesi lazımdır. Kısacası, doğru itikat, doğru söz ve amel-i salih, birinci vazifedir. Bütün İslâm âlimleri ve tasavvuf büyükleri buyurdular ki:
“İnsana vacib olan birinci vazife, iman, amel ve ihlas sahibi olmaktır. Dünya ve ahiret saadetleri, ancak bu üçüne kavuşmakla elde edilir. Amel, kalp ile ve dil ile, yani söz ile ve beden ile yapılacak işler demektir. Kalbin işleri, ahlaktır. İhlas, amelini yani bütün işlerini, ibadetlerini, yalnız Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için yapmak demektir.”
.İmamın hareketlerine uyulur
2017-11-08 02:00:00
A -
A +
İmamı göremeyen, görenlerin hareketlerine uyarsa, imamın hareketlerine uymuş olur.
Sual: Cami büyük ve kalabalık olduğunda ve imamın sesi de arkadaki cemaat tarafından duyulmadığında, arkadaki cemaat nasıl hareket etmeli, nereye uymalıdır?
Cevap: Cami büyük ve kalabalık olduğunda ve imamın sesi de arkadaki cemaat tarafından duyulmadığında, imamın hareketlerine uymak lazımdır. Sesine uymak şart değildir. İmamı göremeyen, imamı görenlerin hareketlerine uyarsa, imamın hareketlerine uymuş olur. İmamın tekbirleri ve imamı görenlerin hareketleri, imamın hareketlerini gösterdikleri için, bunlara uymak caiz olmaktadır. İmamı görmeyenlerin, imamın hareketlerini görebilmeleri için, caminin muhtelif yerlerine televizyon koymaya ihtiyaç yoktur. İmamın sesini duymayanların da, imamı görenlerin hareketlerine ve müezzinlerin seslerine uymaları lazımdır. Bu kolaylıklar varken, camilere televizyon ve hoparlör koymak, İslâmiyetin bildirdiğini beğenmeyip, kendi aklına göre ibadet yapmak olur. Bu ise bir Müslümanın yapacağı şey değildir. Minarelere hoparlör koymak da böyledir.
***
Sual: İmam, farzı kıldırdığı yerde, o vaktin son sünnetini kılamaz mı?
Cevap: İmamın, son sünneti, farzı kıldığı yerde kılması mekruhtur. Biraz sağda veya solda kılar. Namazdan sonra, kıbleye karşı oturması da mekruhtur. İlk safta imama karşı namaz kılan yoksa, cemaate karşı dönüp oturmalıdır. Namaz kılan varsa sağa veya sola dönmelidir. Cemaat için ve yalnız kılan için, bunlar mekruh değildir. Son sünneti başka yerde, hatta evlerinde kılmaları daha iyi olduğu İmdâdda yazılıdır. Farz namazları kılınca, safları bozmak müstehabdır.
***
Sual: Cemaatle namaz kılarken, imamın yapmadığı veya okumadığı şeyleri, cemaat de yapmaz, okumaz mı?
Cevap: Mevkûfâtda bu konuda deniyor ki:
“Beş şeyi imam yapmazsa, cemaat de yapmaz: 1- İmam kunut okumazsa, cemaat de okumaz. 2- İmam bayram namazlarındaki tekbirleri okumazsa, cemaat de okumaz. 3- Dört rekatli namazın, ikinci rekatinde oturmazsa, cemaat de oturmaz. 4- İmam secde âyeti okuyup, secde etmezse, cemaat de etmez. 5- İmam secde-i sehiv yapmazsa, cemaat de yapmaz.”
***
Sual: Ramazan ayında olduğu gibi, vitir namazı diğer zamanlarda da cemaatle kılınabilir mi?
Cevap: Vitir namazı, yalnız Ramazan ayında cemaat ile kılınır. Başka zamanlarda yalnız kılınır.
.Adalet üçe ayrılır
2017-11-07 02:00:00
A -
A +
Allahü teâlânın ihsan ettiği nimetlere şükretmek lazımdır. Adalet için sahibinin hakkını gözetmek icabeder.
Sual: Adalet, sadece insanların kendi aralarındaki görüşmelerde, alışverişlerinde, birbiriyle olan muamelelerinde mi olur?
Cevap: Ahlâk-ı alâî kitabında, bu konuda deniyor ki:
“Adalet üçe ayrılır:
Birincisi, Allahü teâlâya kulluk etmektir. Allahü teâlânın merhameti, nimetleri, ihsanları, her mahluka yayılmıştır. Nimetlerinin en büyüğü, kullarına saadet yolunu göstermesidir. Hakları yok iken, hepsini en güzel şekilde yaratmıştır. Ebedi, sayısız nimetler, iyilikler vermiştir. Böyle bir sahibe, yaratana ibadet etmek, Onun ihsan ettiği nimetlere şükretmek elbette lazımdır. Adalet için sahibinin hakkını gözetmek icabeder. Her insanın yaratanına karşı borçlu olduğu bu kulluk hakkını eda etmesi, yerine getirmesi vacibdir.
Adaletin ikinci kısmı, insanların hakkını eda etmek, yerine getirmektir. Devlete, amirlere, kanunlara karşı gelmemek, âlimlere hürmet etmek, emanetlere vefalı olmak, alışveriş haklarını eda etmek ve vaatlerini ifa etmek, yerine getirmek lazımdır.
Üçüncüsü, geçmişlerin haklarını eda etmek, yerine getirmektir. Bu da, onların borçlarını ödemek, vasiyetlerini ifa etmek, vakıflarını muhafaza etmek, korumak ve bıraktığı hayrat ve hasenatı devam ettirmekle olur.”
***
Sual: Cemaatle namazı kıldıktan ve selam verdikten sonra, imam ve cemaat ne yapar, nasıl hareket etmesi gerekir?
Cevap: Hindiyyede bu konuda deniyor ki:
“Son sünneti olan namazlarda, selam verince imamın oturması mekruhtur. Sağa, sola veya biraz geriye çekilip hemen son sünneti kılması lazımdır. Yahut, hemen gidip evinde kılar. Cemaat ve yalnız kılan, oturduğu yerde kalıp dualarını okuyabilir. Yahut oturduğu yerde, sağda, solda veya geriye çekilerek son sünneti kılması da caizdir. Son sünneti olmayan namazlarda, imamın, oturduğu yerde kıbleye karşı kalması mekruhtur, bidattir. Kalkıp gitmesi veya cemaate dönmesi yahut sağa, sola dönüp oturması lazımdır.”
***
Sual: Bir kimse, gökte Allah benim şahidimdir dese, bu kimsenin imanına bir zarar gelir mi, dinden çıkar mı?
Cevap: Bir kimse, "Allahü teâlâ, gökte benim şahidimdir" dese, imanı gider, kâfir olur. Zira Allahü teâlâya, mekân, yer isnat etmiş olur. Çünkü Allahü teâlâ, mekândan, herhangi bir yerde olmaktan beridir, uzaktır. "Allah baba" diyenin de imanı gider, kâfir olur.
.Namaz bitince yapılanlar
2017-11-06 02:00:00
A -
A +
Hadîs-i şerifte buyuruldu ki: "Beş vakit farz namazdan sonra yapılan dua kabul olur."
Sual: Namazı bitirince mesela öğle namazının son sünnetini de kıldıktan sonra, neler okunur, bu okunanların bir sırası var mıdır, nelere dikkat edilmelidir?
Cevap: Bu konuda Miftâh-ul Cennet kitabında namazın adâbı anlatılırken buyuruluyor ki:
“1-Yalnız kılmış olan veya imamla kılan kimse, selamdan sonra, Allahümme entesselâmü ve minkes-selâmü tebârekte yâ zel-celâli vel-ikrâm demek. Bundan sonra, üç kerre Estagfirul-lahel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv elhayyelkayyûme ve etûbü ileyh demek. Buna İstiğfar duası denir.
2-Bundan sonra, Âyetel-kürsî okumak.
3-Otuzüç kere Sübhânallah demek.
4-Otuzüç kere Elhamdülillah demek.
5-Otuzüç kere Allahü ekber demek.
6-Bir kere Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîkeleh lehül mülkü ve lehülhamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr demek.
7-Kolları ileri uzatıp, ellerini duanın kıblesi olan Arş'a açıp, dua etmek.
8-Dua sonunda âmin demek.
9-Duanın sonunda elini yüzüne sığamak, sürmek.
10-Sonra, her birinde Besmele çekerek, onbir İhlâs-ı şerîf okumak. Sonra birer Kul'e'ûzü okumak ve 67 Estağfirullah diyerek yetmişe tamamlamak, on kerre, Sübhânallah ve bi-hamdihi sübhânallahil'azîm demek. Sonra Sübhâne Rabbike.. âyetini okumaktır. Bunlar, Merâkıl-felâh kitabında da yazılıdır. Hadîs-i şerifte;
(Beş vakit farz namazdan sonra yapılan dua kabul olur) buyuruldu. Fakat dua, uyanık kalp ile ve sessiz yapılmalıdır.”
***
Sual: Duayı, yalnız namazlardan sonra toplu olarak mı yapmalıdır veya her zaman yalnız olarak da dua edilebilirse nelere dikkat edilmelidir?
Cevap: Duayı yalnız namazlardan sonra veya belli zamanlarda yapmak ve belli şeyleri ezberleyip okumak, şiir okur gibi dua etmek mekruhtur. Dua bitince, elleri yüze sürmek sünnettir. Resulullah efendimiz, tavaf yaparken, yemek yedikten sonra ve yatarken de dua ederdi. Bu dualarında kolları ileri uzatmaz ve ellerini yüzüne sürmezdi. Duanın ve her zikrin sessiz olması efdaldir. Duaları ve istiğfarı, abdestli okumak müstehabtır. Bazılarının yaptıkları gibi, raksetmek, dönmek, el çırpmak, def, dümbelek, ney, saz çalmak söz birliği ile haramdır. Cemaatin imam ile birlikte, sessizce dua etmeleri efdaldir. Ayrı ayrı dua yapmaları ve dua etmeden kalkıp gitmeleri de caizdir.
.Aklı olan, ahireti inkâr edemez
2017-11-05 02:00:00
A -
A +
Sual: Yapılan iyilik ve kötülüklerin tam karşılığı, dünyada görülemiyor. Bu sebeple, bunları düşünen akıllı bir kimsenin, ahireti inkâr etmesi mümkün müdür? Cevap: Ahirete inanmak, Allahü teâlâya inanmak gibi çok mühimdir. Ahiret olmazsa, dünyada mükâfatlandırılmayan iyilikler ve cezası çekilmeyen fenalıklar, haksızlıklar, karşılıklarını göremeyecektir. Bu hâl, en ince sanatları, en ince düzenleri bulunan, bu gördüğümüz âlem için çok büyük bir kusur olur. En küçük bir hükûmetin, hatta herhangi bir topluluğun bir adalet mahkemesi bulunuyor da, kâinat dediğimiz şu muazzam âlemin bir mahkeme-i adaleti bulunmaz mı? İnsanların hakkını vermek için ahirete ihtiyaç o kadar mühimdir ki, Avrupa’nın fikir adamları fen yolu ile Allahü teâlânın varlığını anlayamadıkları hâlde, ahlak ve adalet üzerinde düşünerek, bu varlığı söz birliği ile kabul etmektedirler. Ahlak üzerinde düşünerek, Allahü teâlânın varlığını anlamak demek, daima aldanabilen ve manevi mesuliyetleri kontrol edemeyen, herkesteki kuvveti başka olan vicdanın, ahlakı korumaya kadir olamaması ve dünyada her şey çok düzgün, çok güzel yaratılmış iken, faziletlerin değerlendirilmemesi ve nice kötülüklerin yayılmış ve muhterem olması görüldüğünden, bu yolsuzlukların ahirette ödenmesine ihtiyaç bulunması demektir.
*** Sual: Müslüman olduğu hâlde, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymayan kimsenin duası kabul olur mu ve böyle kimseler Cehenneme gider mi? Cevap: Hangi fırkadan olursa olsun, nefsine uyan ve kalbi bozuk olan Cehenneme gidecektir. Her mümin, nefsini tezkiye için, nefsin yaratılışındaki küfrü ve günahları temizlemek için, her zaman çokça "Lâ ilâhe illallah" ve kalbini tasfiye, nefisten, şeytandan, kötü arkadaşlardan ve zararlı bozuk kitaplardan gelmiş olan küfürden ve günahlardan kurtulmak için "Estağfirullah" okumalıdır. İslâmiyete uyanın duası muhakkak kabul olur. Namaz kılmayanın, harama bakanın ve haram yiyip içenin İslâmiyete uymadığı anlaşılır. Bunların duası kabul olmaz.
*** Sual: Bir kimse, tek başına çokça namaz kılsa, cemaatle kılınan namazın sevabını alamaz mı?
Cevap: Bir kimse, cemaatle iki rekat namaz kılsa, yalnız olarak da yirmiyedi rekat namaz kılsa, yine cemaatle kıldığı iki rekatın sevabı diğerinden fazla olur.
.Hiçbir şey, kendi kendine var olamaz
2017-11-04 02:00:00
A -
A +
Varlıkların kendiliğinden oluverdiğini sanmak, fizik ve kimya kanunlarını inkâr etmek olur!..
Sual: Kâinatta var olan her şeyin kendi kendine meydana geldiğini söyleyenlerin sözünde gerçeklik payı var mıdır?
Cevap: Bütün varlıkları var eden bir varlık bulunmasa, ya her şey kendi kendine var olur, yahut hiçbir şeyin var olmaması lazım gelir. Her şeyin kendi kendine var olması, akla uygun bir şey değildir. Çünkü, bir şeyin kendi kendine var olması, kendinden evvel kendisinin hep var olmasını icab eder. Halbuki, her şey yok iken sonradan var oluyor ve tekrar yok oluyor. Bundan da, hiçbir mahlukun vâcib-ül vücûd olmadığı anlaşılır. Zaten kendi kendine var olmak, aklın kolayca anlayabileceği bir şey değildir. Kendinden başka, bütün varlıkları yoktan var eden bir varlık lazımdır. Mahlukların var olması için bir vâcib-ül vücûdun varlığı lazım olmasaydı, hiçbir şeyin varlığını kabul edemezdik.
Her varlığın kendi kendine var olması, fen bilgilerine o kadar uzak bir şeydir ki, tabiatçılar bile, “Tabiat şöyle yapmıştır, tabiat kuvvetleri yapmıştır” diyorlar. Böylece varlıkların kendiliklerinden olmayıp, bir yapıcısı bulunduğunu, farkında olmadan açıklamış oluyorlar. Fakat, o yapıcıya layık olan isimleri ve sıfatları vermekten çekiniyorlar. Bilgisiz ve iradesiz bir tabiata bağlanıyorlar. Fizik, kimya olaylarından hiçbirinin kendiliğinden olduğunu görmüyoruz. Harekete geçen veya hareketini değiştiren, yahut harekette iken duran bir cisme elbette bir kuvvet etki etmiştir diyoruz.
Bütün bu varlıkların bu nizam, bu düzen ile kendiliğinden oluverdiğini sanmak, fizik ve kimya kanunlarını inkâr etmek olur. Atomdan Arş'a kadar bütün varlıkları yoktan var eden, ilim, irade ve kuvvet sahibi bir yaratana inanmayıp da, bu varlıkları, fizik ve kimya kanunlarına uymayan bir tesadüf zannetmek kadar cahillik olamaz. Çünkü, yok iken var olmak bir iştir. Fizik ve kimya kanunlarına göre, her iş, bu işi yapan bir kuvveti haber vermektedir. Demek ki, daha önce, bir kuvvet kaynağının bulunması, fen bilgilerine göre, elbette lazımdır. Her mevcudu var eden, önce başka bir varlık bulunmazsa, birbirini yaratmak, ezelden ebede kadar sonsuz olarak devam etmesi lazım gelir. Böyle olsaydı, hiçbir şey var olamazdı. Zaten bir başlangıcı olmayan ve hepsi birbirinden meydana gelen varlıklar, yokluk demektir.
.Mucizelerin en üstünü
2017-11-03 02:00:00
A -
A +
Kur'ân-ı Kerim, Muhammed aleyhisselamın mucizelerinin en büyüğüdür.
Sual: Peygamber efendimize verilen mucizelerin en büyüğü Kur’ân-ı kerim midir?
Cevap: Musa aleyhisselamın ve İsa aleyhisselamın Peygamberlikleri mucizelerle belli olduğu gibi, Muhammed aleyhisselamın Peygamberliği de, mucizelerle meydandadır. Musa aleyhisselam zamanında sihir, İsa aleyhisselam zamanında doktorluk, Muhammed aleyhisselam zamanında şiir, fesahat ve belagat yani güzel konuşmak sanatları çok ilerlemişti. Allahü teâlâ da; bu Peygamberlerine ümmetlerinin kıymet verdiği şeylerde mucizeler ihsan eyledi. Muhammed aleyhisselamın da, İsa aleyhisselam gibi, ölüyü dirilttiği ve Firavun ile adamlarının Musa aleyhisselama sihirbaz dedikleri gibi, Kureyş kafirlerinin de Muhammed aleyhisselama sihirbaz dedikleri kitaplarda uzun yazılıdır...
Muhammed aleyhisselam ümmi idi. Yani, mektebe gitmedi, okuyup yazmadı, hiçbir insandan ders almadı. Ümmi olduğu hâlde, tarih, fen, ahlak, siyaset ve sosyal bilgilerle dolu bir kitap ortaya koydu. Bu kitaba uyarak dünyaya adalet yaymış olan hükümdarların yetişmesine sebep oldu.
Kur'ân-ı kerim, Muhammed aleyhisselamın mucizelerinin en büyüğü, hatta, bütün Peygamberlerin mucizelerinin en büyüğüdür. Bu en büyük mucize, yalnız Muhammed aleyhisselama verilmiştir. Dinde reformcular, Muhammed aleyhisselamın daha çocuk iken, Şam yolculuğunda bir papazla birkaç dakika konuştuğu zaman, bütün bu bilgileri, o papazdan öğrendiğini söylerken, utanmaları, sıkılmaları lazım gelir. Bu kadar çürük, bu kadar gülünç bir iftira olamaz. Kâbe duvarında yıllarca asılı duran ve sahiplerini birer dâhi, birer kahraman derecesine yükselten ve binlerce şiir arasından seçilmiş bulunan fesahat ve belagat şaheseri yazıların birer paçavra gibi sökülüp indirilmesine ve yazarlarının başlarının eğilmesine sebep olan âyet-i kerimeler, o papazla birkaç dakikalık konuşmanın neticesi olabilir mi? Bugün Kur'ân-ı kerimin belagatini yeniden anlamaya kalkışmaya, hiç lüzum yoktur. Çünkü Kur’ân-ı kerim, Arapçanın en yüksek zamanında yani zirvede iken, en salahiyetli mütehassıslara, üstünlüğünü imzalatmıştır.
Arap edebiyatının mütehassısları olanlardan, Muhammed aleyhisselamın zamanında yetişenler arasında, Kur'ân-ı kerimin belagatindeki ilahi üstünlüğü görüp de inanmayan yok gibidir.
.Din kitaplarının Arabi olması
2017-11-02 02:00:00
A -
A +
Tarih boyunca bütün İslâm memleketlerinde din kitapları Arapça olarak yazılmıştır.
Sual: Bazı kimseler, önceki asırlarda din kitaplarının Arapça yazılmasını, Araplaştırma programı olarak değerlendirmekte ve eleştirmektedirler. Bu söylenenlerde gerçeklik payı var mıdır?
Cevap: İslâmiyetin milliyeti temsil etmesinde, lisan birliği de akla gelir ise de, beş vakit namazda okunan ezanların ve okunan Kur'ân-ı kerimlerin bütün İslâm memleketlerinde Arapça olması, bu beraberliği de temin etmektedir. Bunun içindir ki, İslâm düşmanları, bir milleti İslâmiyetten ayırmak, din birliğini yok etmek için, o milletin dilini, gramerini, alfabesini değiştirmeye saldırmaktadırlar. Bir milletin dinine, imanına vurulacak en büyük darbe de, bu yoldan gelmektedir. Nitekim, Sicilya ve İspanya Müslümanları böylece Hristiyan yapılmıştır. Ruslar da, Türkistan’daki Müslümanların dinlerini ve imanlarını yok etmek için bu keskin silahla saldırmaktadırlar. Zindanları, elektrik fırınları, Sibirya sürgünleri ve toptan imha faciaları, bu keskin silah kadar tesir edememiştir.
Celal Nuri bey İttihâd-ı İslâm adındaki kitabında Müslümanlar için Arapçayı, müşterek lisan olarak tavsiye etmektedir. Yavuz Sultan Selim Han da, bunun için çalışmıştı. Bunu temin etmek içindir ki, tarih boyunca bütün İslâm memleketlerinde din kitapları Arapça olarak yazılmıştı. Arapça, bütün İslâm memleketlerinde bir din lisanı olmuştur. Cennette de, herkesin Arabi konuşacağını, hadîs-i şerifler haber vermektedir. Böyle düşünmek, her Müslüman milleti Araplaştırmayı istemek zannedilmemelidir. Dünya devletleri arasında İngilizce ortak bir dil hâlini almaktadır. Buna hiçbir devlet, karşı koymuyor. Bugün ilim ve fen sahibi bir adamın, bir, hatta birkaç yabancı dil öğrenmesi zaruret hâlini almıştır. Bir hadîs-i şerifte;
(Bir kavmin dilini öğrenen, onların zararlarından korunmuş olur) buyurulmaktadır. Bunun içindir ki, gençlerimizin Arabi öğrendikleri gibi, Avrupa dillerinden de öğrenmeleri lazımdır, faydalıdır ve sevap kazandıran çok işlere sebep olabilir. Avrupalıların asırlardan beri bize yabancı gözü ile bakmalarını, milliyet hissinden ziyade, İslâm dinini bilmemelerinde aramak doğrudur. Hıristiyanlıkta akla uygun bir esas kalmadığı için, Avrupa’da, din birliği ölmüş, bunun yerine milliyet hissi doğmuştur.
.Her fırka, kendini doğru sanır
2017-11-01 02:00:00
A -
A +
Eshâb-ı kiramın yolunda giden, hiç şüphe yok ki, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır.
Sual: Zamanımızda Müslüman ismi ile birçok fırka türedi ve kendilerinin doğru yolda olduğunu söylemektedir. Bunların içinde doğru olanları nasıl bilebiliriz?
Cevap: İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Hadîs-i şerifte, Müslümanların yetmişüç fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu yetmişüç fırkadan her biri, İslâmiyete uyduğunu iddia etmektedir. Cehennemden kurtulacağı bildirilen bir fırkanın kendi fırkası olduğunu söylemektedir. Mü'minûn sûresi, 54. ve Rûm sûresi 32. âyetinde mealen; (Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir) buyuruldu. Halbuki, bu çeşitli fırkalar arasında kurtulucu olan birinin alametini, işaretini, Peygamber efendimiz şöyle bildirmektedir: (Bu fırkada olanlar, benim ve Eshâbımın gittiği yolda bulunanlardır.)
İslâmiyetin sahibi kendini söyledikten sonra, Eshâb-ı kiramı da, söylemesine lüzum olmadığı hâlde, bunları da söylemesi; (Benim yolum, Eshâbımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshâbımın gittiği yoldur) demektir. Nitekim Nisâ sûresi, 79. âyetinde mealen; (Resûlüme itaat eden, elbette Allahü teâlâya itaat etmiştir) buyuruldu. Resûle itaat, Hak teâlâya itaat demektir. Ona uymamak, Allahü teâlâya isyandır.
Allahü teâlâya itaatin, Resûlüne itaatten başka olduğunu sananlar için nazil olan, Nisâ sûresinin; (Allahü teâlânın yolu ile, Resûlünün yolunu birbirinden ayırmak istiyorlar. Senin söylediklerinin bazısına inanırız, bazısına inanmayız diyorlar. İkisi arasında ayrı bir yol açmak istiyorlar. Bunlar, elbette kâfirdir) mealindeki 149. âyeti, bunların kâfir olduklarını bildiriyor. Eshâb-ı kiramın yolunda gitmeyip de, Peygambere aleyhisselam uyduğunu söyleyen, yanılıyor. Ona uymuş değil, isyan etmiş oluyor. Böyle yol tutan, kıyamette kurtulamayacaktır. Mücâdele sûresinin; (Doğru bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Biliniz ki, onlar yalancıdır, kâfirdir) mealindeki 18. âyeti bu gibilerin hâlini gösteriyor.
Eshâb-ı kiramın yolunda giden, hiç şüphe yok ki, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Allahü teâlâ, bu fırkanın yorulmadan, yılmadan çalışan büyüklerine, bol bol mükafat versin! Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. Çünkü, Peygamber efendimizin Eshâbına dil uzatan, bunlara uymaktan, elbette mahrumdur.”
Sual: Zamanımızda; “Peygamber, Eshâb hangi mezhepte idi, mezhebe gerek yok” diyenler oluyor. Bunların bu sözlerinde doğruluk payı var mıdır?
Cevap:Mezhep imamı demek, Peygamber efendimizin Kur’ân-ı kerimden çıkardığı manaları, bilgileri, Eshâb-ı kiramdan işiterek toplayan, kitaba geçiren büyük âlim demektir. Resûlullah efendimizin, Kur’ân-ı kerimin hepsini Eshâbına tefsir ettiği, Hadîka kitabı yazmaktadır. Resûlullah efendimizin Kur’ân-ı kerime verdiği manaları, açıklamalarını anlamak isteyen, bir mezhep imamının kitaplarını okur, bunlara uyar. Bu kitapları okuyup, bunlara uyan kimse, o mezhepten olur. Bu ise, Resûlullah efendimize ve Kur’ân-ı kerime uymak demektir. Eshâb-ı kiram, Resûlullah efendimizden işittiklerine uyardı, dört mezhepten birinde olmalarına lüzum yoktu. Onların her biri bütün bilgileri asıl kaynağından alıyordu. Hepsi, mezhep imamlarından daha çok âlim ve daha yüksek müctehid ve Mezhep sahibi idiler. Vaktiyle bir mezhepsiz de;
“İctihatlar fikir ve kanaattir. Elimizdeki kitaplar, mezhep kitaplarıdır, din kitabı değildir. Türkiye’de, Türkçe din kitabı olmadığından, bu kitabı yazdım” diyor ve kendini müctehid sanıyor. Ömer Rıza Doğrul da, bu kitaba bir önsöz yazarak övüyor ve;
“Asrın ihtiyaçlarını, kıyas yolu ile dinden değil, medeniyetin terakki, ilerleme hamlelerinden beklemek gerektir. Kıyas; kitap ve sünnet ile alakası olmayan, dinin asıl kaynaklarına dayanmayan, fakat her şeyi dine dayamak isteyen müctehidlerin icadıdır...” diyordu. Bu sözleri, kendisinin de, Ehl-i sünnet olmadığını, dini, kıyası ve ictihadı anlamamış olduğunu göstermektedir. Din âlimlerine dil uzatanlar, bunların bilgilerine erişemeyenlerdir. Redd-ül-muhtârda;
“Hicri dörtyüz senesinden sonra kıyas yapacak âlim yetişmedi” deniyor. Mîzân-ül-kübrâda;
“Dört mezhep imamından sonra, hiçbir âlim, mutlak müctehid olduğunu söylemedi. Mezhepte müctehitler yetişti. Evet, Kur’ân-ı kerimdeki bilgiler, hükümler sonsuzdur. Fakat, kıyamete kadar, bütün insanlara lazım olacak ahkamı, hükümleri, dört imam anlamış, kitaplara yazılmıştır. Şimdi, bir kimse, kitaptan ve sünnetten ahkam, hüküm çıkarabilirim derse, dört mezhepten birinde bulunmayan yeni bir hüküm çıkarmasını isteriz. Bunu da yapamaz!” deniyor.
.Başkasının malını izinsiz almak
2017-10-30 02:00:00
A -
A +
“Başkasının malını ondan izinsiz, zorla almaya, gasbetmek denir ve haramdır...
Sual: Başkasının malını, izinsiz, zorla alan veya gasbeden kimse, bu mal veya para ile ticaret yapsa, kazandığı da haram mı olur?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Hadîkada deniyor ki:
“Başkasının malını ondan izinsiz, zorla almaya, Gasbetmek denir. Gasp, haram olduğu gibi, gasbedilen malı kullanmak da haramdır. Başkasının malını izinsiz alıp, kullanıp, sonra geri vermek, malda ayıp ve kusur hasıl olmasa bile, haram olur. Kendisine emanet olarak bırakılan veya gasbettiği malı, parayı ticarette veya başka yerde kullanıp da, bundan kazanç sağlamak caiz değildir. Kazandığı şey haram olur. Bunu fakire sadaka vermesi lazım olur. Birinin malını, parasını şaka olarak da alıp saklamak haramdır. Çünkü, böylece, başkasını üzmüş oluyor. Başkasına eziyet vermek ise haramdır.”
***
Sual: Dinine ve dünyasına faydalı olmayan, lüzumsuz şeylerle vakit geçirmek de günah olur mu?
Cevap: Bu konuda Hadîkada buyuruluyor ki:
“Nefsin hoşuna giden faydasız şeylere lehiv ve la'b denir ki, boş yere vakit geçirmektir. Yalnız zevcesi, hanımı ile oynamak ve harp oyunları helal olup başkaları haramdır.”
Harbe hazırlanmak için, at yarışları, atış, güreş, ok talimleri, lüzumlu teknik tecrübeleri yapmak caiz, hatta lazımdır ve çok sevaptır.
***
Sual: Bir baba, erginlik çağına girmemiş çocuklarının parasını kendisi için de kullanabilir mi?
Cevap: Bu konuda Fetâvâ-yı Feyziyyede deniyor ki:
“Bir baba, küçük çocuklarının paralarını, ihtiyacı yok iken, kendisi için kullansa, çocuklar baliğ olunca, erginlik çağına girince, bu paraları babalarından tazmin etmesini, ödemesini isteyebilirler. Baba muhtaç olsaydı, kullanması caiz olurdu.”
***
Sual: Dağda, kırda, herkese açık olan arazideki otları, suları kullanmanın mahzuru var mıdır?
Cevap: Bu konuda Mecellenin 1254. Maddesinde deniyor ki:
“Mubah olan otları, ağaçları, suları herkes kullanabilir. Kimse yasak edemez. Kullanan kimse, başkasına zarar verirse, yasak olunur.”
***
Sual: Bir kimsenin açtığı mağazanın, dükkânın yanına, bir başkası da aynı iş için mağaza, dükkân açsa, öncekinin buna müdahale hakkı olur mu?
Cevap: Mecellenin 1288. Maddesinde, konu ile ilgili olarak deniyor ki:
“Bir kimsenin dükkânı yanına, başkası dükkân açarak, birincinin işi bozulsa, ikinci dükkân kapattırılamaz.”
.Resûlullah efendimizin yaptıkları
2017-10-29 02:00:00
A -
A +
Âdete bağlı şeylerde de Resûlullah efendimize tabi olmak, dünyada ve ahirette insana çok şey kazandırır.
Sual: Peygamber efendimizin her yaptığı şeyler de ibadet midir, bir Müslümanın bunların hepsini yapması gerekir mi?
Cevap: Resûlullah efendimizin yaptığı ve kaçındığı şeyler iki kısımdır:
Birisi, ibadet olarak yaptığı ve kaçındığı, yapmadığı şeylerdir. Her Müslümanın bunlara tabi olması lazımdır. Bunlara uymayan şeyler bidattir.
İkincisi, adet olarak yani bulundukları şehrin ve o memleketlerdeki insanların yapmakta oldukları şeylerdir. Bunları da beğenmeyen, çirkin diyen, kâfir olur. Fakat, bunları yapmak, mecburi değildir. Bunlara uymayan şey, bidat değildir. Bunları yapıp yapmamak, memleketlerin ve insanların âdetlerine bağlıdır. Mubah kısmındandırlar, din ile bağlılıkları yoktur. Her memleketin âdeti, başka başkadır. Hatta, bir memleketin âdeti, zamanla değişir. Bütün bunlarla beraber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullah efendimize tabi olmak, dünyada ve ahirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli saadetlere yol açar.
***
Sual: Sünnet kelimesinden sadece Peygamber efendimizin yaptıkları ve söyledikleri mi anlaşılır?
Cevap: Sünnet kelimesinin dinimizde üç manası vardır:
Kitap ve sünnet birlikte söylenince, kitap, Kur’ân-ı kerim, sünnet de, hadîs-i şerifler demektir. Farz ve sünnet denilince, farz, Allahü teâlânın emirleri, sünnet ise, Peygamber efendimizin sünneti, yani emirleri demektir. Sünnet kelimesi yalnız olarak söylenince, İslâmiyet, yani bütün ahkâm-ı islâmiyye demektir. Fıkıh kitapları böyle olduğunu bildiriyor. Mesela Kudûrî muhtasarında; “Sünneti en iyi bilen imam olur” deniyor. Cevhere kitabında burayı açıklarken “Sünnet demek, burada ahkâm-ı islâmiyye demektir” deniyor.
***
Sual: Cami içinde dilenmenin ve kaybolan bir şeyin bulunması için camide bir şeyler okumanın, araştırma yapmanın hükmü nedir?
Cevap: Camilerde, sarkıntılık ederek dilenmek haramdır. Kaybolan şeyleri, camide araştırmak ise mekruhtur.
***
Sual: Dünyada en kıymetli toprak, Kâbe’nin bulunduğu yerdeki toprak mıdır veya neresidir?
Cevap: En kıymetli toprak, kabr-i saadette, cesed-i Peygamberiye temas eden topraklar olup, Arş'tan, Cennetlerden daha kıymetlidir. Ona yakın olan zaman, mekân, evladı, bütün eşya, Ona uzak olanlardan daha kıymetli ve efdaldir. Camiler ve Peygamberler, bundan müstesnadır.
.Yapılması emredilenler dört kısımdır
2017-10-28 02:00:00
A -
A +
“Müslümanlara yapılması emir olunan şeyler, dört kısımdır. Bunlar; farz, vacib, sünnet ve nafiledir."
Sual: Bir Müslümanın yapması gereken emirler ve bunların hükümleri, isimleri nedir?
Cevap: İbni Âbidînde bu konuda buyuruluyor ki:
“Müslümanlara yapılması emir olunan şeyler, dört kısımdır. Bunlar; farz, vacib, sünnet ve nafiledir. Allahü teâlânın açık olarak bildirdiği emirlerine Farz denir. Açık olmayıp, zan ederek anlaşılan emirlerine Vacib denir. Farz veya vacib olmayıp, Resûlullah efendimizin kendiliğinden emrettiği veya yaptığı ibadetlere Sünnet denir. Bunları devamlı yaparak, nadiren terk etmiş ve terk edenlere bir şey dememiş ise, Sünnet-i hüdâ veya Müekked sünnet denir. Bunlar, İslâm dininin şiârıdır, yani bu dine mahsusturlar. Başka dinlerde yokturlar. Resûlullah efendimiz vacipleri terk edeni görünce, terk etmesine mani olurdu. Kendisi ara sıra terk etmiş ise, bunlara Sünnet-i gayr-ı müekkede denir. Müekked sünneti, özürsüz olarak devamlı terk etmek mekruh, küçük günah olur. Allahü teâlâ, bütün ibadetlere sevap vereceğini vadetti, söz verdi. Fakat, ibadete sevap verilmesi için, niyet etmek lazımdır. Niyet, emre itaat ve Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için yaptığını kalbinden geçirmek demektir. Bu üç kısım yani farz, vacib, sünnet olan ibadeti belli zamanlarda yapmaya Eda etmek denir. Zamanında yapmayıp, zamanı geçtikten sonra yapmaya Kaza etmek denir. Emredilen ibadetleri eda veya kaza ettikten sonra, kendiliğinden tekrar ibadet yapmaya Nafile ibadet denir. Farzları ve vacibleri nafile olarak yapmak, müekked sünnetleri yapmaktan daha çok sevap olur. Öğle namazının farzını kılan kimse, bunu tekrar kılarsa nafile olur. Resûlullah efendimizin ibadet olarak değil de, âdet olarak, devamlı yaptığı şeylere Sünnet-i zevaid denir. Giydiği elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri yapmaya sağdan başlaması böyledir. Bunları yapanlara da sevap verilir. Bunlara sevap verilmesi için, niyet etmek lazım değildir. Niyet edilirse, sevapları çoğalır. Zevaid sünnetleri ve nafile ibadetleri terk etmek mekruh olmaz.”
***
Sual: Bir kimsenin kullandığı ilacın kokusu, etrafındakileri rahatsız ederse, bu kimsenin camiye gitmemesi özür olur mu?
Cevap: İlaç olarak kokulu şeyi özür ile veya unutarak yiyen, cemaate gelmez, mazur olur. Zira pis koku insanlara ve meleklere eziyet verir.
.Zekât ve adakta vekilin durumu
2017-10-27 02:00:00
A -
A +
Zenginin vekili, zekâtı vermek için, izin almadan bir başkasını da vekil edebilir.
Sual: Zengin bir kimse, zekâtını vermek için, adak sahibi de adağını halletmek için birini vekil etse, bu vekil olan şahıs istediği gibi hareket edebilir mi?
Cevap: Zenginin vekili, zekâtı, zenginin emrettiği kimseye verir, başkasına veremez. Eğer başkasına verirse veya kaybederse, öder. Vasiyet edilen şeyler de böyledir. Emir olunan fakire verilir. Zengin, vekiline, dilediğine ver derse, vekil kendi fakir olan çocuğuna ve zevcesine, hanımına da verebilir. Kendi fakir ise, kendi de alabilir. Halbuki, nezir yani adak böyle değildir. Vekil, adak sahibinin emrettiğinden başkasına da verebilir. İbni Âbidîn, bu satırları açıklarken buyuruyor ki:
“Vekil zenginden aldığı altın ve gümüş yerine, kendi altın ve gümüşünü fakire verip sonra zenginin verdiğini, kendi kullanması caizdir. Fakat, zenginin parasını önce kendi kullanıp, sonra kendi parasından zekâtı verirse, caiz olmaz. Kendi için sadaka vermiş olur. Zekâtı, zengine öder. Nafaka vermek, satın almak, borç ödemek için aldığı parayı kullanan vekil de böyledir. Görülüyor ki, zekâtı kendi malından ayırıp vermek şart değildir. Zenginin vekili, zekâtı vermek için, izin almadan bir başkasını da vekil edebilir.”
***
Sual: Zengin bir kimse, zekât malını veya parasını hesaplayıp ayırsa, bu kimse zekât malını ayırmakla zekâtını vermiş olur mu?
Cevap: Zekât ayrılmakla verilmiş olmaz. Ayrılan zekât, kendinde veya vekilinde iken kaybolursa, tekrar ayırıp vermesi lazımdır. Vekili kaybedince, öder.
***
Sual: Sarımsak, soğan ve pis kokulu şeyleri yiyip, içenleri, camiye geldiklerinde ikaz etmek, bunlara müdahale etmek gerekir mi?
Cevap: Camide soğan, sarımsak gibi fena kokulu şeyleri yiyene, sigara içene mani olmalıdır. Kasapları, balıkçıları, ciğercileri, yağcıları, üzerleri pis ise ve pis kokarsa ve üzeri pis kokanları ve cemaati dili ile incitenleri, camiden çıkarmalıdır.
***
Sual: Cami içinde, lüzumlu, lüzumsuz şeyleri konuşmak günah olur mu?
Cevap: İbadet etmeyip, camide dünya kelamı ile meşgul olmak tahrimen mekruhtur. Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, camide dünya kelamı konuşmak da, insanın sevaplarını giderir. İbadetten sonra, mubah olan şeyleri, hafif sesle konuşmak caizdir. İslâmiyetin beğenmediği şeyleri konuşmak, her zaman caiz değildir.
.Allahü teâlâyı dünyada görmek
2017-10-26 02:00:00
A -
A +
Allahü teâlâ, dünyada görülemez. Bu âlem, Onu görmek nimetine kavuşmaya elverişli değildir.
Sual: Allahü teâlâ sadece Cennette mi görülecektir, dünyada görmek mümkün değil midir?
Cevap: İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu konuda buyuruyor ki:
“Cennet de, her şey gibi, Allahü teâlânın mahlukudur. Allahü teâlâ, mahluklarının hiçbirisine girmez, birinde bulunmaz. Fakat mahluklarının bazısında Onun nurları zuhur eder. Bazısında ise, o kabiliyet yoktur. Aynada, karşısındaki cisimlerin görünüşleri, zuhur ediyor. Taşta, toprakta ise etmiyor. Allahü teâlâ, her mahlukuna aynı nispette ise de, mahluklar, birbirlerinin aynı değildir. Allahü teâlâ, dünyada görülemez. Bu âlem, Onu görmek nimetine kavuşmaya elverişli değildir. Dünyada görülür diyen, yalancıdır, iftiracıdır. Doğruyu anlayamamıştır. Bu dünyada, bu nimet nasip olsaydı, herkesten önce, Musa aleyhisselam görürdü. Peygamber efendimiz miraçta, bu devletle şereflendi ise de, bu dünyada değildi. Cennete girdi. Oradan gördü. Yani, ahirette görmüş oldu. Dünyada görmedi. Dünyada iken, dünyadan çıktı, ahirete karıştı ve gördü.”
***
Sual: İnsanda irade, seçme hakkı olduğu için her şeyi isteyebilir ve yapabilir mi?
Cevap: Allahü teâlâ, insanlara irade denilen kuvveti vermeyi ve insanların, istediklerini yapmakta, istemediklerini yapmamakta serbest olmalarını ezelde irade etmiştir. Hiçbir şeyi zorla yaptırmamaktadır. İnsanların irade sahibi olmaları, Allahü teâlâ böyle istediği içindir. İnsanın, dilediğini yapabilmesi, insanın irade sahibi olduğunu gösterdiği gibi, Allahü teâlânın da ezelde bu iradeyi irade etmiş olduğunu göstermektedir. Allahü teâlâ, insanda irade olmasını ezelde irade etmeseydi, insanda irade yaratmasaydı, insan bir işi yapmakta serbest olamaz, mecbur olurdu. Böyle olmakla beraber, insan bir şey yapmayı irade edince, dileyince, Allahü teâlâ da irade ediyor ve yaratıyor. İnsanların irade ettiklerini yaratan, Allahü teâlâdır. İnsan, hiçbir dileğini yaratamaz, yapamaz. İnsanın irade ettiğini, sonra Allahü teâlâ da, irade ediyor ve yaratıyor. Her şeyi yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı yoktur. Ondan başkasına yaratıcı demek, yarattı demek, hem yanlıştır, hem de, Allahü teâlâya başkasını şerik, ortak yapmak olur ki, en çok yasak ettiği, en şiddetli ve sonsuz azap yapacağını bildirdiği bir şeydir.
.Ehl-i sünnet itikadında olanın alametleri
2017-10-25 02:00:00
A -
A +
Eshâb-ı kiramdan hiç birine kötü söz söylememek, Ehl-i sünnet itikadındandır.
Sual: Ehl-i sünnet itikadında olan bir Müslümanın bilinen, belli alametleri var mıdır?
Cevap: Miftâh-ul-Cennet kitabında konu ile alakalı olarak deniyor ki:
“Ehl-i sünnet olanların, on alameti vardır:
1-O kimse cemate müdavemet yani devam eder. 2-İtikadı veya fıskı, küfre varmayan imama uyar. 3-Mest üzerine meshi caiz görür. 4-Eshâb-ı kiramdan hiç birine kötü söz söylemez. 5-Devlete isyan etmez. 6-Dinde bigayr-i hakkın mücadele, münakaşa etmez. 7-Dinde, şek, şüphe etmez. 8-Hayrı ve şerri, Allahü teâlâdan bilir. 9-İlhâdı, küfrü belli olmadıkça ehl-i kıbleyi tekfir etmez. 10-Dört halifeyi sair, diğer Eshâb üzerine tercih eder.”
***
Sual: Oturduğu veya yaşadığı yerde dinini yaşamakta zorluk çekenler ne yapmalıdırlar?
Cevap: Bu konuda Kenz-i mahfî kitabında deniyor ki:
“Cehalet yani bidat ve fısk çoğalan yerlerde oturmak nehiy olundu. Dinini muhafaza için hicret eden Cennet ile müjdelendi. Bir mahallede salih, arif kimse kalmayıp, fesat ve bidat artınca, başka mahalleye hicret etmek veya böyle bir şehirden başka şehre hicret etmek vacib olur. Bütün şehirlerde, Müslümanlara saldırılıyorsa, başka İslâm memleketine hicret edilir. Böyle bir idare yoksa, insan haklarına riayet edilen, ibadet etmek serbest olan bir memlekete yerleşmek lazım olur. Zira onların arasında bulunan, gelecek belaya ortak olur. Enfâl sûresinin 25. âyet-i kerimesinde mealen; (Zulmedenlere ve etmeyenlere birlikte gelen fitne ve beladan korkunuz, sakınınız) buyuruldu.”
***
Sual: Bir kimsenin mutlak iman ile öleceğini söylemek, dinen uygun mudur?
Cevap: Bir kimsenin mutlak iman ile öleceğini söyleyebilmek için, o kimse hakkında âyet veya hadis olması lazımdır. Zira bir kimsenin mümin veya kâfir olarak öleceği, son nefeste belli olur. Birçok kimse, bütün ömrünce kâfir kalıp, sonunda imana kavuşur. Bütün ömrü iman ile geçip, sonunda tersine dönen de olur.
***
Sual: Bir kimse, camide Kur’ân-ı kerim okurken vakit girse, bu kimse, o vaktin namazını kılmadan, camiden çıkabilir mi?
Cevap: Camide olan kimsenin, ezan okununca, bu namazı cemaat ile kılmadan, özürsüz olarak dışarı çıkması tahrimen mekruhtur. Belli bir cami cemaatine devam âdeti ise, oraya, mahallesindeki veya iş yerindeki caminin cemaatine gitmesi ise özür olur.
.İtikatları bozuk olanların durumu
2017-10-24 02:00:00
A -
A +
Cehennem ateşinde sonsuz azapta kalmak, imanı olmayanlar yani kâfirler içindir.
Sual: İtikadında, imanında bozukluk olanlar, inkâr edenler gibi, sonsuz olarak mı Cehennemde kalacaktır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Hadîs-i şerifte bu ümmetin yetmişüç fırkaya ayrılacağı, bunlardan yetmişiki fırkanın Cehenneme gidecekleri bildirildi. Bu hadîs-i şerif, yetmişiki fırkanın Cehennem ateşinde azap göreceklerini bildiriyor. Cehennemde sonsuz kalacaklarını bildirmiyor. Cehennem ateşinde sonsuz azapta kalmak, imanı olmayanlar yani kâfirler içindir. Yetmişiki fırka, itikatları bozuk olduğu için Cehenneme girecekler ve itikatlarının bozukluğu kadar kalacaklardır. Yetmişüçüncü olan bir fırkanın itikadı bozuk olmadığı için, Cehennem ateşinden kurtulacaklardır. Bu bir fırkada bulunanlar arasında kötü iş yapmış olanlar varsa ve bu kötü işleri tövbe ve istiğfar veya şefaat ile af olunmadı ise, bunların da günahları kadar Cehennemde kalmaları caizdir. Yetmişiki fırkada olanların hepsi Cehenneme girecektir. Fakat hiçbiri Cehennemde sonsuz kalmayacaktır. Bir fırkada bulunanların hepsi Cehenneme girmeyecektir. Bunlardan yalnız kötü iş yapanlar Cehenneme girecektir. Cehenneme girecekleri bildirilmiş olan yetmişiki bidat fırkaları, Ehl-i kıble oldukları için, bunların hepsine kâfir dememelidir. Fakat bunların, dinde inanması zaruri lazım olan şeylere inanmayanları ve Ahkâm-ı islamiyyeden her Müslümanın işittiği, bildiği şeyleri tevilini bilmeden reddedenleri kâfir olur. Ehl-i sünnet âlimleri bildiriyor ki: 'Bir Müslümanın bir sözünden veya bir işinden yüz şey anlaşılsa, bunlardan doksandokuzu küfre sebep olsa ve biri Müslüman olduğunu gösterse, bu bir şeyi anlamak, onu küfürden kurtarmak lazımdır.' Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. En sağlam söz Onun sözüdür.”
***
Sual: Doğumdan sonra gelen akıntının belli bir zamanı var mıdır?
Cevap: Nifas, lohusa demektir. Elleri, ayakları, başı belli olan düşükte gelen kan da nifastır. Nifas zamanının azı yoktur. Kan kesildiği zaman, gusül edip namaza başlar. En çok zamanı kırk gündür. Kırk gün tamam olunca, kan kesilmese de, gusül edip, namaza başlar. Kırk günden sonra gelen kan, istihâza, özür olur. Maliki ve Şafii mezhebinde nifasın azami müddeti altmış gündür.
Sual: Peygamber efendimizin, Kur’ândaki âyetleri hiç tefsir ettiği, açıkladığı olmuş mudur?
Cevap: Menâkıb-ı Çihâr Yar-i Güzîn kitabında Eshâb-ı kiramdan Ubeyy bin Kâ'b hazretlerinden şöyle nakledilmektedir:
“Bir gün Vel-Asr sûresini, Resûlullah efendimizin huzurunda okudum. Bitirince;
-Ya Resulallah! Lütfeyleyip, bu sûrenin tefsirini beyan buyurur musunuz, diye arz edince, Resûlullah efendimiz buyurdular ki:
-Birinci âyet-i kerimede mealen; (Allahü teâlâ günün ahirine, sonuna yemin ederim) buyurmuştur. İkinci âyet-i kerimede mealen; (Elbette, Ebu Cehil'in işi ziyanda, zelil ve başı aşağıdadır) buyurmuştur. Üçüncü âyet-i kerimede mealen; (Ancak iman edenler) buyurması, Ebû Bekr-i Sıddîk içindir. (Amel-i salih işleyenler) buyurulması, Ömer-ül Fârûk içindir ki, çok amel işleyici, şükredicidir. (Hakkı tavsiye ederler); Osman-ı Zinnûreyn içindir ki, sabır ve hayâ sahibidir. (Sabrı tavsiye ederler), Aliyyül Mürtedâ içindir ki, vefakârdır.
Resûlullah efendimiz hazret-i Ebu Bekir'i imana, hazret-i Ömer'i amel-i salihe benzetti. Hazret-i Osman’ı hak işte vasiyete denk etti. Hazret-i Ali'yi, sabır işinde vasiyete benzetti.
Âyet-i kerimede; (İman edenler, salih amel işleyenler, hakkı tavsiye edenler, sabrı tavsiye edenler) buyurulması, önce Allahü teâlâyı, sonra Muhammed aleyhisselamı bilesin ve İslâmiyet üzerine ilerleyesin. Hazret-i Ebu Bekir'i, hazret-i Ömer’i, hazret-i Osman’ı, hazret-i Ali'yi hak üzere halife bilesin. Ümit olur ki, onların hürmetine kıyamet günü Müslümanlar safında olup, Müslümanlar zümresinde haşrolur, dirilirsin. Bütün belalardan emin olasın. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
(Her kim bir kere namazda veya namaz dışında Vel-asr sûresini okursa, o kimse, Allahü teâlâ katında iki şey bulur. Biri dünyevi, biri uhrevi. Dünyevi olan, Allahü teâlâ, ona ömrünün sonuna kadar sabır mührünü vurur. Uhrevi olan, Allahü teâlâ o kimseyi kıyamette hak ehli ve kendi has kulları ile haşreder. Bu Vel-asr sûresi hem hakkı zikreder, hem sabrı zikreder. Bu sûreyi okuyanın, dünyada ömrünün sonu sabır üzere olur. Ahirette haşrı, hak ehli ile olur. Her âyetin sonunda çok tahıyyat, salevat ve her kelimenin sonunda çok berekat, hayrat, harflerinin mukabilinde çok derece ve hasenat vardır.)”
.Gayr-i müslimlerin âdetlerini yapmak
2017-10-22 02:00:00
A -
A +
Pantolon, fes ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak âdete bağlı şeyler olup mubahtırlar.
Sual: Gayr-i müslimlerin kullandıkları eşyaları, aletleri kullanmanın ve âdetlerini yapmanın bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
“Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeyler iki kısımdır:
Birisi, âdet olarak, yani her memleketin âdeti olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan, haram olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kâfirlere benzemeyi düşünmeyerek kullanmak günah değildir. Pantolon, fes ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak ve çeşitli eşya ve aletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup mubahtırlar. Bunları kullanmak, bidat, günah olmaz. Resûlullah efendimiz papazların kullandığı ayakkabıyı kullanmıştır. Bunlardan, faydalı olmayanları, çirkin ve kötülenmiş olanları kullanmak, yapmak haram olur. Birgivî vasıyyetnamesinde deniyor ki:
Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, ibadet olarak yaptıkları ve kâfirlik alameti olan ve İslâmiyeti inkâr etmek ve inanmamak alameti olan ve tahkir etmemiz vacip olan şeylerdir ki, bunları yapan ve kullanan kâfir olur. Bunlar, ölümle veya bir uzvun kesilmesi ile veya bunlara sebep olan, şiddetli dayak, hapis, bütün malını almak ile tehdit edilmedikçe kullanılamaz. Bunlardan meşhur olanlarını bilmeyerek veya şaka olarak veya herkesi güldürmek için yapan da, kâfir olur. Mesela, papazların ibadetlerine mahsus şeyi kullanmak küfür olur. Buna Küfr-i hükmî denir.”
Din düşmanları, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, Müslüman âdeti, Müslümanların mübarek günü diyerek, Müslümanları aldatmaya uğraşıyorlar. Müslümanların Noel ve Nevruz gibi günlerde bayram yapmalarını istiyorlar. Müslümanlar bunlara aldanmamalı, işin aslını, güvendikleri Müslümanlara, dinini bilenlere sorup öğrenmelidir. Bugün bütün dünyada, gerek imanı ve küfrü tanımakta, gerekse ibadetleri doğru yapmakta, cahillik özür değildir. Meşhur olan din bilgilerini bilmediği için aldanan, Cehennemden kurtulamayacaktır. Allahü teâlâ, bugün, dinini dünyanın her tarafına duyurmuştur. Bunları, lüzumu kadar öğrenmek farzdır. Öğrenmeyip cahil kalan farzı terk etmiş olur. Öğrenmeye lüzum görmeyen, ehemmiyet vermeyen kâfir olur.
.Özürlü olanın imam olamaması
2017-10-20 02:00:00
A -
A +
Özürleri birbirine benzeyenler birbirlerine ve bir özürlü olan, iki özürlü olana imam olabilir.
Sual: Bir yerinden devamlı kan veya benzeri akıntı gelen özürlü bir kimse, sağlam olanlara imam olabilir mi?
Cevap: Özrü olan, özrü olmayanlara imam olamaz. Özür, bir yerinden durmadan kan akmak, yel kaçırmak, idrar kaçırmak, te ve fe harflerini tekrarlayarak okumak, sin harfini se, ra harfini gayn okumak, abdestsiz veya dirhemden fazla necasetli olmak ve avret mahalli açık olmaktır. Gözü ağrıyan, gözyaşı kesilmezse, özür sahibi olur. Kulaktan, göbekten, burundan, memeden ağrı ile çıkan her sıvı da, devamlı akarsa, özür sahibi olur. Adı geçen yerlerden ve yaradan çıbandan çıkan kan, irin ve sarı su, ağrı ile olmasa da, böyledir.
Özürleri birbirine benzeyenler birbirlerine ve bir özürlü olan, iki özürlü olana imam olabilir. Maliki ve Şafii mezhebinde, özürlü olan, özürsüz olana imam olabilir. Yara üstündeki merheme, sargıya mesh eden ve kaplama veya dolgu dişi olduğu için, Maliki ve Şafii mezhebini taklid edenler özürlü sayılmaz.
***
Sual: Bir kimse, zekâtını, kendi çocuklarına, torunlarına, anne ve babasına verebilir mi?
Cevap: Anaya, babaya, dedelerin, ninelerin hiçbirine, kendi çocuklarına ve torunlara zekât verilmez. Bunlara, sadaka-i fıtır, adak ve kefaret gibi vacib olan sadakalar da verilmez. Fakir iseler, nafile sadaka verilebilir. Zevceye, hanıma da zekât verilmez. İmâm-ı a'zam hazretleri; “Kadın da, fakir olan zevcine, kocasına zekât veremez” buyurdu. İmâmeyn ise; “Fakir zevcine, kocasına zekât verir” dediler. Fakir olan geline, damada, kayınvalideye, kayınpedere ve üvey çocuğa zekât verilir. Gayr-i müslim zımmiye sadaka ve hediye verilir.
***
Sual: Bir kimse, fakir zannettiği kimselere zekâtını verse, sonra bunların zengin veya yakını oldukları anlaşılsa, zekâtı tekrar mı verir?
Cevap: Zekât verilebileceğini soruşturup anlayarak, zekâtını verdikten sonra, bunun zengin veya gayr-i müslim zımmi veya ana, baba, evlat yahut kendi zevcesi, hanımı olduğu anlaşılsa, zararı olmaz, yani kabul olur. Nehr-ül-Fâikde deniyor ki:
“Zekât verilecek olan kimse, fakirler arasında bulunuyor ve onlar gibi ise yahut fakir olduğunu söyleyip, zekât istemiş ise, bu kimsenin zekât almaya hakkı olup olmadığını araştırmaya lüzum yoktur. Buna zekât verince, soruşturarak, araştırarak vermiş sayılır.”
.Camide kendine yer ayırmak
2017-10-19 02:00:00
A -
A +
Camide namaz kılmak için kendine muayyen, belli bir yer ayırmak mekruhtur.
Sual: Bir kimse, kendi mahallesindeki camide, namaz kılmak için belli bir yeri, kendisi için ayırabilir mi?
Cevap: Camide namaz kılmak için kendine muayyen, belli bir yer ayırmak mekruhtur. Fakat, dışarı çıkarken, kimse oturmasın diye, yerine ceketini bırakırsa, gelince oraya tekrar oturabilir. Umumi yerlerde, Mina’da, Arafat’ta, vapurda, otobüslerde de böyledir. Yani oturmayı âdet ettiği yere başkası oturmuş ise, kaldıramaz. Kendine, ihtiyacından fazla yer ayırırsa, fazlasını başkası alabilir. Bu yerin fazlasını, iki kişi isterse, hangisine verirse, o oturur. İkisi de istemeden, bu fazla yere biri oturursa, bundan alıp ikincisine veremez. Fakat, burayı, onun emri ile, onun için ayırdım, kendim için ayırmadım diye yemin ederse, kaldırabilir. Satıcıların pazar yerinde yerleştikleri yer de böyle olup, önce geleni sonra gelen yerinden kaldıramaz. Bütün bu umumi yerlerde, ilk oturan, herkese zararlı olmuş ise, kaldırılabilir.
***
Sual: Cami içine giren kuşları kovmanın, çıkarmanın veya öldürmenin dinen bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Camilerdeki yarasa ve güvercinleri kovmak ve yuvalarını dışarı atmak caizdir. Çünkü, camileri kirletirler. Camilerin temiz olması için bunlar çıkarılır. Fetâvâ-i kâri-ül-Hidâyede ve Cevâhir-ül-fetâvâda deniyor ki:
“Camileri kirleten kuşları çıkarmak mümkün olmazsa, öldürmek caizdir. Eziyet veren hayvanlar her yerde öldürülebilir.”
Cami dışındaki kuş yuvalarını bozmak, caiz değildir.
***
Sual: Cami içinde bir şeyler yemenin, içmenin veya yatıp uyumanın mahzuru var mıdır?
Cevap: Cami içinde bir şey yemek, içmek, uyumak mekruhtur. Misafir olan müstesnadır. Misafir, camiye girerken İtikâfa niyet etmeli, önce tehıyyet-ül-mescid olarak, namaz kılmalıdır. Sonra, yiyebilir ve dünya kelâmı konuşabilir. İtikâf eden yiyebilir, yatabilir. İtikâf sünnet-i müekkededir. İtikâfı terk etmek, beş vakit namazın sünnetlerini özürsüz kılmamak gibi olduğu Berîkada yazılıdır.
***
Sual: Camilerin iç duvarlarını çeşitli şekillerle süslemenin dinen bir mahzuru olur mu?
Cevap: Camilerin kıbleden başka duvarlarını süslemek caizdir. Fakat, bu parayı fakirlere harcetmek efdaldir. Kıble duvarını kıymetli şeylerle, renklerle süslemek mekruhtur. Yan duvarların fazla süslü olması da mekruh olur.
.Namazı mahalle mescidinde kılmak
2017-10-18 02:00:00
A -
A +
Mahalle camisindeki cemaati kaçıranın, başka camideki cemaate gitmesi efdaldir.
Sual: Beş vakit namazı, cemaatle kılmak için, kendi mahallesindeki camiye gitmek mi yoksa cemaati daha çok olan başka camilere gitmek mi daha sevaptır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Halebî-yi kebîrde deniyor ki:
“Mahalle mescidinde, cemaat az olsa dahi, namazı burada kılmak, cemaati çok olan büyük camide kılmaktan efdaldir. Mahalle camisindeki cemaati kaçıranın, başka camideki cemaate gitmesi efdaldir. Başka cami cemaatine yetişemezse, yalnız kılmak için, mahalle mescidini tercih etmek efdaldir. Mahalle mescidinde imam, müezzin bulunmazsa, cemaatten biri, bu vazifeyi yapar. Başka camiye gitmezler. Mahalle mescidinin imamı, yatsı namazını, beyazlığın kaybolmasını beklemeyip, daha erken güneşin battığı yerde kırmızılık kaybolunca kılarsa, bununla birlikte, erken kılmayıp, beyazlığın da kaybolmasını bekleyip, yalnız kılmak efdaldir. Yani daha iyidir. Mahallenin imamı fısk, günah işlemekle meşhur ise, yani büyük günah işliyorsa, mesela, ezanı ahkam-ı İslâmiyyeye uygun olarak okumuyorsa, başka mescidin cemaatine gitmelidir. Çünkü, mekruhtan sakınmak, sünnet işlemekten daha önce gelir.”
***
Sual: Büyük camilerin bazılarında, bir tarafta Kur’ân-ı kerim okunuyor, diğer tarafta vaaz veriliyor. Böyle durumlarda neyi tercih etmelidir?
Cevap: Caminin bir tarafında Kur’ân-ı kerim okunsa, bir tarafta da ehl-i sünnet olan salih bir kimse vaaz verse, vaaz dinlemek efdaldir. Hele hafız fasık ise, teganni ile okuyorsa, dinlemek caiz değildir. Cami, kubbesi, minaresi olan bina demek değildir. İçinde, her gün beş kere, cemaat ile namaz kılınan bina demektir. Namazdan evvel veya sonra, bu cemaate vaaz vermek de caizdir. Vaaz, ehl-i sünnet itikadında olan bir zatın, ehl-i sünnet âlimlerinden birisinin bir kitabına bakarak okuduğu veya ezberden söylediği bir sözünü açıklaması demektir. Mezhepsizlerin, İngiliz casuslarının ve misyonerlerin konuşmalarına vaaz denmez, nutuk ve konferans vermek denir. Camilerde nutuk ve konferans vermek ve bunları dinlemek caiz değildir. Ehl-i sünnet âlimlerinin her sözü, Kur’ân-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin tefsirleri, izahlarıdır.
***
Sual: Camilerde zorla para isteyen dilencilere para verilir mi?
Cevap: Camide, sarkıntılık eden dilenciye sadaka vermek haramdır.
.Hem yemin, hem nezir olabilir
2017-10-16 02:00:00
A -
A +
Nezir yani adak, bir ibadettir. Nezrin yerine getirilmesini İslâmiyet emretmektedir.
Sual: Bir kimse, aynı anda, aynı şey için hem yemin hem de adak diye olmasını niyet edebilir mi?
Cevap: Nezir yani adak, bir ibadettir. Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek ve başka ibadetler nezir olunur. Nezrin yerine getirilmesini İslâmiyet emretmektedir. Nezredilen yerine getirilmezse, günah olur. Nezir, yemine benzemektedir. Bir kimse, nezrim olsun dese, neyi adadığını söylemese ve niyet etmese, yemin kefareti vermesi lazım olur. Bir kimse, Allahü teâlânın rızası için oruç tutayım dese, kaç gün olduğunu söylemese ve bir şey niyet etmese veya yalnız nezir niyet etse, yemin olmasını veya olmamasını hatırına hiç getirmese veya nezir olmasını ve yemin olmamasını niyet etse, bu orucu nezir olur ve üç gün oruç tutar. Bunu söylerken, nezir olmayıp, yemin olmasını niyet etse, yemin olur. Orucu bozarsa, yemin kefareti lazım olur. Hem nezir, hem yemin olmasını niyet ederse, bu oruç, hem yemin, hem de adak olur. Bu orucu bozarsa, hem kaza, hem de yemin kefareti lazım olur.
***
Sual: Bir kimse, şu işim olursa falan camide ezan okuyacağım veya falan caminin şadırvanında abdest alacağım diye adakta bulunabilir mi?
Cevap: Adak edilen şeyin, farz veya vacip olan bir ibadete benzemesi ve başlı başına bir ibadet olması lazımdır. Mesela, abdest almak, ölü kefenlemek başlı başına ibadet olmadıklarından adak olamaz. Hasta ziyaret etmek, cenaze taşımak, gusül etmek, cami içine girmek, Kur’ân-ı kerimi tutmak, ezan okumak, mektep, cami yaptırmak da ibadet ise de, başlı başına ibadet değildir. Nezir olunmazlar. Nezir edilen şeyin benzemesi lazım olan farzın, vacibin başlı başına ibadet olması lazım değildir. Mesela, bir şey vakıf etmeyi adamak caizdir. Çünkü vakıf, Müslümanlar için cami bina etmeye benzemektedir. Cami yapmak, başlı başına bir ibadet değil ise de, vakıf başlı başına ibadettir. Mesela, abdest almak, başlı başına ibadet olmayıp, başlı başına ibadet olan namazın bir şartıdır. Ölüyü kefenlemek de, cenaze namazının kabul olması için şarttır. Ölünün setr-i avreti yani kefenleyerek örtülmesi, cenaze namazının şartıdır.
***
Sual: Kazaya kalan oruçları arka arkaya mı tutmak gerekir?
Cevap: Kaza oruçları, arka arkaya tutulduğu gibi, ayrı ayrı günlerde, ara vererek de tutulabilir.
.Gayr-i müslimlerin kestiğini yemek
2017-10-15 02:00:00
A -
A +
İslâmiyete uygun kesilmeyen hayvan leş olur. Bunun etini yemek ve satmak haram olur.
Sual: Bir Müslüman, gayr-i müslimin kestiği hayvanın etini satın alıp yiyebilir mi?
Cevap: Bu konuda Hindiyyede, Zebâih bahsinde deniyor ki:
“Müslümanın veya Ehl-i kitap olan kâfirin, Allahü teâlânın ismini veya bir sıfatını, herhangi bir lisan ile söyleyerek, kestiği yenilir. Müşrikin ve mürtedin kestiği yenilmez. Keserken, İsa veya üç tanrıdan biri derse, yenilmez. Böyle inanır, fakat söylemezse, yenir. Kesmek için söylemelidir. Dua, şükür için söylerse veya Allahtan başkasını, tazim etmeyi niyet ederse, Allah ve Muhammed için derse, yenmez.”
Bir Peygambere ve bunun, sonradan bozulmuş olan mukaddes kitabına inanan bir kâfir, bu Peygamber tanrıdır veya oğludur dese ve putlara yalvarırsa da, buna Ehl-i kitâb denir. Çünkü, ilah, rab, tanrı, baba gibi isimler, yardım eden, yaratılmaya sebep olan, çok sevilen manasına da kullanılır. Bu isimleri, İsa aleyhisselama, bu manalar ile söyleyen, müşrik olmaz. Ona, üç tanrıdan biri veya tanrı denilmesi, hakiki bir söz değil, mecaz olur. Onda Ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanırsa, mesela her istediğini yaratır derse, Müşrik olur. Şimdi, Mûsevî, Îsevî, Nasrânî, Hıristiyanların bir kısmı, Ehl-i kitaptır. Putlara, heykellere, İsa aleyhisselamı sevdikleri için, istediklerinin yaratılmasına sebep olmaları için yalvarıyorlar. İsa aleyhisselama ilah diyen nasrânînin kestiklerini yemek caiz ise de, zaruret olmadıkça, buna kestirmemeli ve kestiğini yememelidir. Kitapsız kâfirlerin kestikleri yenilmez. Kesenin nasıl kimse olduğunu araştırıp anlamak şart değildir. Besmele kasten terk edilirse, Hanefide haram, Şafiide helal olur.
Gayr-i müslimlerin çoğunlukta olduğu yerlerde, varsa Müslüman kasap aramalı. Bu kasaptaki eti, Müslümanın kestiğini niyet ederek, satın almalıdır. Sığır, koyun, tavuk gibi eti yenen hayvanların etlerini yemek helal olması için, İslâmiyete uygun kesilmeleri lazımdır. Yani bir Müslümanın veya ehl-i kitabın kesmesi ve keserken Allah ismini söylemesi lazımdır. İslâmiyete uygun kesilmeyen hayvan leş olur. Bunun etini yemek ve satmak haram olur. Hayvan kesenlerin ve satan Müslümanların bunu iyi bilmeleri lazımdır. Et satın alırken, bunun nasıl kesildiğini sormak lazım değildir. Çünkü, Müslümana hüsn-i zan olunur.
.Her şeyin bir yaratıcısı vardır
2017-10-14 02:00:00
A -
A +
"Bu adam ateisttir, bir yaratıcı olduğuna inanmıyor. Rum papazları buna cevap veremedi!.."
Sual: Çevremizdeki bazı kimseler, “her şey kendiliğinden olmuştur, bunların bir yaratıcısı yoktur” diyor. Bunlara nasıl bir cevap vermelidir?
Cevap: Konu ile ilgili olarak İslâm alimlerinden Muhammed Rebhâmî hazretleri, Riyâd-ün-nâsıhîn kitabında şöyle bir hadise anlatmaktadır:
“Zâd-ül-mukvîn kitabında diyor ki: Rum kayseri (hükümdarı) 7. Abbasi halifesi Me'mûn bin Hârûn'a bir haberci gönderdi. Bunun yanında, heybetli, kendini beğenmiş biri vardı. Haberci, halifeye;
-Bu adam dinsiz, ateisttir, bir yaratıcı olduğuna inanmıyor. Rum papazları buna cevap veremedi. İslâm âlimleri bunu susturursa, milyonlarca Hristiyanı ve Müslümanı sevindirecektir dedi. Bağdat âlimleri;
-Buna ancak Ahmed Nişâpûrî hazretleri cevap verir, dediler. Halife sarayda, belli gün ve saatte âlimlerin toplanmasını emretti. Ahmed Nişâpûrî hazretleri meclise geç geldi ve;
-Yolda, acayip, şaşılacak bir şey gördüm. Onu seyredince, buraya geç kaldım. Dicle kenarında gemi bekliyordum. Yerden büyük bir ağaç çıktı. Sonra yıkıldı, parçalandı. Tahtalar hasıl oldu. Sonra tahtalar birleşerek, bir gemi oldu. Gemici olmadan, suda hareket etti dedi. Dinsiz, ateist kişi bu sözleri işitince, yerinden fırladı ve;
-Bu adam deli olmuş. Hiç böyle şey olur mu? Böyle söyleyen, yalancıdır ve buna aklı olmayanlar inanır dedi. Ahmed Nişâpûrî hazretleri, söze karışarak;
-Bunlar, kendi kendine olamayınca, yeryüzündeki şaşılacak şeyler, kendi kendilerine nasıl var olur? Bunları yaratan biri olmadığını söyleyen daha ahmak ve alçak olmaz mı? dedi. Bu sözler üzerine dinsiz, ateist;
-Her şeyin bir yaratıcısı olduğunu şimdi anladım ve buna inandım diyerek Müslüman oldu. (Böyle bir hadisenin, imâm-ı Gazâlî hazretleri zamanında da vaki olduğu rivayet edilmektedir.)”
***
Sual: Osmanlılar zamanında, tarikat adı ile dinsizlik mi işlendi?
Cevap: Osmanlılar zamanında gençler, dinlerini, vatan sevgisini öğrenmek için, bir âlimin, bir velinin etrafına toplanırlardı. Büyük âlimlerin gösterdiği yola Tarikat denildi. Tarikatlar etrafa yayıldı. Müslümanlar ve vatan sevgisini öğrenen gençler, çoğaldı. Devleti ele geçiren masonlar, bu hâli görünce, tarikatlara dinsiz, soysuz kimseleri karıştırdılar ve böylece tarikatlar, dinsizlerin, ahlaksızların elinde kald
.İnsanlığın ikinci atası
2017-10-13 02:00:00
A -
A +
İnsanlar, Nuh aleyhisselamın üç oğlundan türedi. Bu sebeple ona 'İkinci Âdem' denildi...
Sual: Nuh aleyhisselama "insanlığın ikinci atası" denmesinin sebebi, hikmeti nedir?
Cevap: Bu konu hakkında kitaplarda, özetle şu bilgiler verilmektedir:
“İdris aleyhisselam göğe çıkarıldıktan sonra, insanlar doğru yoldan ayrıldı, putlara, heykellere tapmaya başladılar. Cenab-ı Hak, bunlara Nuh aleyhisselamı gönderdi. Nice yıl, onları dine davet etti. Yalnız oğulları Sâm, Hâm, Yâfes ile az kimse iman etti. Kendi oğlu Yâm yani Kenan bile iman etmedi. Alay ve işkence ettiler. Nuh aleyhisselam onlara beddua etti. Beşyüz yaşından sonra, gemi yapması emrolundu. Gemi bitince, tufan oldu. Müminler ile gemiye bindi. Gemiye binenlerin seksen kişi olduğu ve geminin üç kat olduğu Arâis-ül-mecâlis kitabında yazılıdır. Bu kitap Mısır'da basılmıştır. Her hayvandan da birer çift aldı. Oğlu Kenan’ı da gemiye çağırdı. ‘Ben, dağa çıkar kurtulurum’ dedi. Bir dalga geldi, oğlunu alıp boğdu. Sular dağları aştı. İnsanlar ve hayvanlar telef oldu. Altı ay sonra, yağmurlar durdu, sular çekildi. Gemi, Cûdî Dağı'na oturdu. İnsanlar, üç oğlundan türedi. Nuh aleyhisselama 'İkinci Âdem' denildi. Sâm’dan Arap, Fars ve Rum, Hâm’dan Hindistan, Habeş ve Afrika halkı, Yâfes’ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Bering Boğazı'ndan Amerika’ya da geçip yerleşenler oldu. Nuh aleyhisselam, bin yaşında vefat etti.”
***
Sual: Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için neler yapmalıdır?
Cevap: Dünya ve ahiret saadetlerinin başı, en iyisi, Allahü teâlânın rızasına, sevmesine kavuşmaktır. Allahü teâlâya yakın olmak, Onun sevmesine kavuşmak demektir. Bu saadete kavuşana Veli, Evliya veya Arif denir. Veli olmak için, farzları yapmak lazımdır. Farzlar, sırası ile, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmek, haramlardan sakınmak, farz olan ibadetleri yapmak ve salih olan müminleri sevmektir. İhlas ile yapılmayan ibadetin faydası olmaz. İhlas, her şeyi yalnız Allah rızası için yapmaktır. İhlas, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi sevmemekle, yalnız Onu sevmekle, kendiliğinden hasıl olur. Kalbin yalnız Onu sevmesine, Kalbin tasfiyesi, Kalbin itminânı veya Fenâ fillah denir. Kalbin itminana kavuşması, ancak Onu çok hatırlamakla, büyüklüğünü, nimetlerini düşünmekle olacağını, Ra'd sûresinin 28. âyeti bildirmektedir.
Sual: Kelime-i tevhidi nasıl anlamalıyız ve kelime-i tevhidin fazileti nedir?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Önce, batıl, bozuk ilahları yok etmek, sonra hak olan mabudu bilmek lazımdır. Nasıl olduğu bilinen ve ölçülebilen her şey yok edilmeli, nasıl olduğu bilinmeyen bir Allaha iman etmelidir. Bu yok bilmeyi ve iman etmeyi en iyi anlatan kelime; (Lâ ilâhe illallah) güzel kelimesidir. Peygamber efendimiz; (Zikrin en kıymetlisi, Lâ ilâhe illallah demektir) buyurdu. Bir hadis-i şerifte; (Yedi kat göklerin ve bunlarda bulunanların ve yedi kat yerin hepsi, Lâ ilâhe illallah kelimesi ile ölçülse, bu kelimenin sevabı daha çok olur) buyuruldu. Nasıl daha çok olmaz ki, bu kelimenin bir kısmı, Allahü teâlâdan başka her şeyi, yerleri gökleri, Arş'ı, Kürsi'yi, Levh ve Kalem'i, bütün âlemi ve âdemi hep yok etmekte, diğer kısmı da, yerlerin, göklerin, tek yaratıcısı, hak olan mabudun var olduğunu bildirmektedir.
Allahü teâlâdan başka her şey, ister afâkta, insanın dışında, ister enfüsde, insanın içinde olsunlar, hepsi anlaşılabilen, ölçülebilen şeylerdir. Âfâk ve enfüs aynalarında görülen her şey de böyledir. Hepsinin yok bilinmesi lazımdır. Bildiğimiz, öğrendiğimiz, hatırımıza, hayalimize gelen, duygu organlarımıza etki eden her şey de böyledir. Hepsi mahlukturlar. Çünkü, insanın bildiği, hissettiği her şey, kendi eseri, yaptığı şeydir. Bizim, Allahü teâlâyı tenzih etmemiz, bir şeye benzemez dememiz, benzetmek olur. Bizim anladığımız büyüklük, küçüklüktür. Tasavvufçulara olan keşifler, tecelliler hep Allahtan başka şeylerdir. Allahü teâlâ Verâ-ül-verâdır. Yani, ötelerin ötesidir. Bunların hiçbirine benzemez.
İbrahim aleyhisselam, kafirlere; (Niçin kendi yaptığınız putlara tapıyorsunuz? Sizleri ve yaptığınız işleri Allahü teâlâ yarattı!) dedi. Bunu Kur’ân-ı kerim haber veriyor. İster elimizle yapmış olalım, ister aklımız ve hayalimizle meydana getirelim, yaptığımız şeylerin hepsi, Allahü teâlânın mahluklarıdır. Hiçbirinin tapınmak için değerleri yoktur. Tapınılmaya hakkı olan, yalnız Allahü teâlâdır. O, bildiğimiz, düşünerek bulduğumuz şeylerin hiçbirine benzemez ve nasıl olduğu anlaşılamaz. Ona gayb yolu ile inanmaktan başka çare yoktur.”
.Hangi hâllerde ödünç istenebilir
2017-10-11 02:00:00
A -
A +
Evi olmayan kimse, memleketin âdetine göre, kira veya satın almak için ödünç isteyebilir...
Sual: Bir kimse, her durumda mı veya hangi hâllerde, bir başkasından ödünç olarak para isteyebilir?
Cevap: Ödünç istemek ancak lazım olunca caiz olur. Lazım olmak ise üç türlüdür:
1-Lüzûm-i îcâbî. Yani nafakası olmayanın veya kazancı şüpheli olanın, helal nafaka almak için, ödünç istemesidir. Setr-i avret için çamaşır parası da böyledir.
2-Lüzûm-i aklî. Evi olmayan kimsenin, memleketin âdetine göre, kira veya satın almak için ödünç istemesidir. Soğuktan korunmak için, elbise parası da böyledir.
3-Lüzûm-i istihsânî. Mevkisi, vazifesi sebebi ile, âdete uygun giyinmek için, ödünç istemektir.
Bu üç lüzumlu ihtiyaç için, bir başkasından faizsiz ödünç istemek caiz olur. Yalnız bunlara ödünç verilir. Başkalarına, zalimlere, fasıklara ödünç verilmez. İhtiyacı olana ödünç verilir. İhtiyacı olmayana, malını lüzumsuz yerlere, harama harcedene verilmez. Başkasına ödünç vererek, kendini sıkıntıya düşürmek de doğru değildir. Nisaba malik olmayan kimsenin, kurban kesmek için ödünç istemesi de caiz değildir.
***
Sual: Eti veya ekmeği ödünç verirken, tartıp ağırlığına göre mi vermelidir?
Cevap: Eti tartarak, ekmeği ise tartarak veya sayarak ödünç vermek caizdir.
***
Sual: Bir kimse, borç olarak aldığı parayı taksitler hâlinde veya bir başkasına havale ederek ödeyebilir mi?
Cevap: Bir kimsenin borcunu başkası ödeyebilir. Borç ödeyenin, borç senedi kendi mülkü ise, geri isteyebilir. Ödünç verilen borç, belli miktar ve belli zamanlarda takside bağlanamaz. Eline geçtiği zaman, geçtiği kadar ödeyerek borcunu bitirir. Fakat borcunu başkasına havale ederse, havaleyi kabul eden kimse, belli taksitlerle ödeyebilir.
***
Sual: Borcunu veya alacağını başkasına havale etti deniyor. Buradaki havale ne demektir?
Cevap: Borçlunun, alacaklıya, “borcumu falan kimseden al” deyip, bu ikinci kimsenin yani alacaklının, bu teklife, sözleşme yerinde razı olmasına, Havale etmek denir.
***
Sual: Herhangi bir konuda, herhangi bir kimseyi vekil etmekle haberci yapmak aynı şey midir?
Cevap:Vekalet, bir kimsenin, bir işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması, başkasına iş havale etmesi demektir. Yerine geçirilen başka kimseye Vekil denir. Vekil edene Sahib denir. Bir kimsenin sözünü başkasına götürene ise Resul veya Haberci denir.
..İstenmeden verilen hediyeyi almak
2017-10-10 02:00:00
A -
A +
Hediye kabul etmenin tevekküle mani olmadığı, Makâmât-ı Mazheriyye'de yazılıdır.
Sual: İstenmediği hâlde, herhangi bir kimsenin verdiği hediyeyi kabul etmenin dinimiz açısından hükmü nedir?
Cevap: Herhangi bir kimse, kendi helal mülkü olan malından hediye verse, istenmeden verilen bu hediyeyi kabul etmek sünnettir.
“Peygamber efendimiz hazret-i Ömer’e hediye gönderdi. O da kabul etmeyip geri gönderdi. Peygamber efendimiz, hediyeyi geri göndermesinin sebebini sorar. O da;
-İnsan için hayırlı olan, kimseden bir şey almamaktır buyurdunuz deyince, Resûlullah efendimiz;
-İsteyip de almak için demiştim. İstemeden verilen şey, Allahü teâlânın gönderdiği rızıktır. Onu alınız! buyurdu. Hazret-i Ömer de;
-Allahü teâlâya yemin ederim ki, kimseden bir şey istemeyeceğim ve istemeden verileni alacağım dedi.
Hediye kabul etmenin tevekküle mani olmadığı, Makâmât-ı Mazheriyye kitabında uzun yazılıdır.
***
Sual: Piyasada fiyatlar yükseldiği zaman, devlet veya hükûmet tarafından kâr haddi konulabilir mi?
Cevap: Normalde piyasaya narh, fiyat konması caiz değildir. Çünkü hiçbir şeyin satışında kâr haddi yoktur. Herkes, istediği kadar kâr ile satabilir. İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
“Enes bin Mâlik radıyallahü anh buyurdu ki; Medine-i münevverede, pahalılık oldu. Ya Resûlallah! Fiyatlar yükseliyor. Bize kâr haddi koyunuz denildi. (Fiyatları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız Odur. Ben, Allahü teâlâdan bereket isterim) buyurdu. Dürr-ül-muhtârdaki hadîs-i şerifte de; (Kâr haddi koymayınız! Fiyat koyan, Allahü teâlâdır) buyuruldu.
Piyasadaki satıcıların, esnafın hepsi fiyatları, fahiş olarak, mal oluş fiyatının iki misline çıkardığı, arttırdığı, millete zarar ve zulüm hâline geldiği zamanlarda, hükûmetin, tüccarlara danışarak uygun bir narh, kâr haddi koyması caiz olur.”
İslamiyette kâr haddi yoktur. Yalnız, sıkışık durumda olanlara, yiyecek, giyecek ve barınacak lüzumlu eşyayı yüksek fiyatla satmak haramdır.
Hükûmetlerin koyduğu bu fiyata uymak vaciptir. Bunun gibi, adaleti, milletin haklarını, hürriyetlerini koruyan kanunlara uymak da lazımdır. Bunları korumak için, kâfir bile olsa hükûmetlere yardımcı olmalıdır.
.Helalden kazanmak her Müslümana farzdır
2017-10-08 02:00:00
A -
A +
Dünyalık kazanmak için çalışmak günah değildir. Dünyaya gönül bağlamak günahtır.
Sual: Kadın, erkek her Müslümanın, kendinin, çoluk çocuğunun nafakası için para, mal kazanırken mutlaka helal olan yolları mı seçmesi gerekir?
Cevap: İmâm-ı Gazâlî hazretleri konu ile alakalı olarak Kimyâ-i se'âdet kitabında buyuruyor ki:
“Helal kazanabilmek için, önce helali öğrenmek lazımdır. Helal ve haram meydandadır. İkisi arasında şüpheli olanları tanımak güçtür. Şüphelilerden sakınmayan, harama düşer. Bunu tanıtmak geniş bir ilimdir. Mü'minûn sûresinin 52. âyetinde mealen;
(Ey Peygamberlerim, helal ve temiz yiyiniz ve bana layık ibadetler yapınız!) buyuruldu. Resûlullah efendimiz bunun için;
(Helal kazanmak her Müslümana farzdır) buyurdu.
Dünyalık kazanmak için çalışmak günah değildir. Dünyalık sevgisi, dünyaya gönül bağlamak günahtır. Resûlullah efendimiz, çeşitli hadîs-i şeriflerinde buyurdular ki:
(Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helal yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini nur ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet akıtır. Dünya muhabbetini, kalbinden giderir.)
(Haram ile beslenen vücudun ateşte yanması daha iyidir.)
(Bir dirhem faiz almak ve vermek, otuz zinadan daha günahtır.)
(Haram maldan verilen sadaka kabul edilmez. Saklanırsa, Cehenneme gidinceye kadar, ona yolluk olur.)
Hazret-i Ebu Bekir, hizmetçisinin getirdiği sütü içti. Sonra helalden olmadığını anlayınca, parmağını boğazına sokarak kay etti, çıkardı. O kadar zahmetle çıkardı ki, yanındakiler ölüyor sandılar. Sonra da;
“Ya Rabbi! Elimden geleni yaptım. Midemde ve damarlarımda kalan zerrelerden sana sığınırım!” diye yalvardı. Hazret-i Ömer de, Beyt-ülmâla ait zekât develerinin sütünden, yanlışlıkla verilip içtiği zaman, böyle yapmıştı. Abdullah bin Ömer hazretleri buyurdu ki:
“Kambur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, haramdan kaçınmadıkça, kabul edilmez, faydası olmaz.”
.Emanet üç kısımdır
2017-10-06 02:00:00
A -
A +
Mecellenin 762. Maddesinde; "güvenilen kimseye bırakılan mala 'emanet' denir" deniyor...
Sual: Emanet ne anlama gelir, çeşitleri var mıdır ve emanet olarak bırakılan malı kullanmanın mahzuru olur mu?
Cevap: Mecellenin 762. Maddesinde; güvenilen kimseye bırakılan mala Emanet denir deniyor. Emanet de üçe ayrılır:
1-Vedî'adır ki, güvenilen kimseye saklamak için verilen maldır. Söz veya hâl ile yapılan icab ve kabul ile hasıl olur. Veren ve alan, diledikleri zaman vazgeçebilir, fesih edebilir. Baliğ olmaları lazım değildir. Parasız Vedî'a zayi olursa, kaybolursa ödemez. Ödemesi şart edilirse, sözleşme batıl olur. Ücretli olan Vedî'a helak olunca, ödenir. Mümkün ve faydalı şartla Vedî'a sözleşmesi caizdir. Vedî'a olan malı kendi malı gibi saklar. Vedî'a olan hayvanın nafakası, sahibine aittir. Vedî'a, sahibinden izinsiz kullanılamaz ve vedî'a, ariyet, kira, rehin ve ödünç verilemez ve sahibinin borcunu, onun izni olmadan ödeyemez. Bunları izin ile yapabilir. Sahibi isteyince aynen geri vermesi lazımdır. Ödemezse gasbetmiş olur. Vedî'a olan paranın da kendisini verir, başkasını veremez.
2-Kira veya ariyet olarak verilen emanettir. İcab ve kabul ile hasıl olurlar. Baliğ olmaları şart değildir. Ariyet, bedelsiz kullanmak demektir. Ariyet hayvanın nafakası, kullanana aittir. Zaman, mekân ve istifade şekli sınırlı olarak ariyet vermek caizdir. Şartsız ariyet verilen eve, dükkâna, tarlaya dilediğini koyabilir. Ariyet alan, bunu vedî'a verebilir. Kiraya ve rehin olarak veremez. Sahibi isteyince veya sözleşmedeki müddeti bitince, geri vermesi lazım olur.
3-Sözleşme olmadan ele geçer. Mesela, rüzgârın getirdiği mal emanet olur.
***
Sual: Bir kimse, kendisi ve ailesi muhtaç oldukları hâlde, sadaka verebilir mi?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde, zekât verilecek yerlerin sonunda buyuruluyor ki:
“Kendisine ve bakması vacib olanlara lazım olandan fazla malı bulunan kimsenin sadaka vermesi müstehabdır. Bakması vacib olan kimsesi muhtaç iken, bunun sadaka vermesi günahtır. Sıkıntıya sabredemeyecek kimsenin, kendi muhtaç olduğu malı, parayı sadaka vermesi caiz değildir, tahrimen mekruhtur. Sadaka veren kimsenin, sadaka sevabını, Resûlullah efendimize, kadın, erkek bütün müminlere göndermeye niyet etmesi iyi olur. Çünkü, kendi sevabı azalmaz ve hepsine de ayrı ayrı, hep o kadar sevap verilir
.Sözleşmelerde şahit bulundurmak
2017-10-05 02:00:00
A -
A +
Her akitte iki şahit olması müstehabdır. Nikâh yapılırken ise, şarttır, lazımdır.
Sual: Dinî nikâh akitlerinde, borç almakta, birisini vekil yaparken ve benzeri sözleşmelerde, şahit bulunması gerekir mi?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde, nikâh şahitlerini anlatırken buyuruluyor ki:
“Bütün akitlerde, sözleşmelerde olduğu gibi, nikâh için birini vekil yaparken de, iki şahit bulunması lazım değildir. Fakat, her akitte iki şahit olması müstehabdır. Nikâh yapılırken ise, şarttır, lazımdır. Ödünç vermekte de, iki şahit vaciptir denildi. Ticaret, vekalet ve bütün akitlerde senet yazmak şart değil ise de, ödünç vermekte lazım, nikahta da müstehabdır. Vekil yapmakta ve nikâhta, şahitlerin ve vekil yapılacak kişinin kadını tanımaları lazımdır. Yanında iseler, yüzünü görmeleri iyi olur. Başka odadan sesini duyarlarsa, kadın odada yalnız ise, caiz olur. Nikâh kıyılırken, veli veya vekil şahitlerin bildiği kadının yalnız ismini söyler. Şahitlerin tanımadıkları kadının, babasının ve dedesinin adını da söylemesi lazımdır. Tanımak, kimin kızı ve hangi kızı olduğunu bilmek demektir. Şahsını, şeklini bilmek değildir.
Küçük kızın babası, kızının nikâhını kıymak için, bir kişiye emreder. O vekil olan da, bir başkası yanında nikâh yaparsa, baba da orada hazır bulundu ise, caiz olur. Çünkü, vekilin nikâh yapması, babanın yerine olur. Kendi şahit yerini tutar. Baba hazır bulunmazsa, caiz olmaz. Büyük, baliğa kızın babası veya başka bir vekili, bir adam yanında, kızı nikâh yaparsa, kız da hazır ise, caiz olur. Çünkü, velinin ve vekilin sözünü, kız söylemiş gibidir. Veli veya vekil, şahit yerine geçer. Bir adam bir kimseye; 'Kızını bana zevce olarak verdin mi?' dese, o da; 'Evet' veya 'Zevce olarak verdim' dese, nikâh olmaz. Birinci adamın tekrar; 'Kabul ettim' demesi lazımdır. Çünkü, önce sormuştu. Soru ile, sual ile vekil yapılmaz. 'Kızını bana zevce olarak ver!' deseydi, olurdu. Çünkü, emir ile vekil yapmış olur. Bu vekilin cevabı, iki taraf adına söylenmiş olup, iki şahit de varsa, nikâh tamam olur. Vekil, kızın babasının adını yanlış söylerse, nikâh sahih olmaz.
Bir adam, birçok kimseyi, bir kızı almak için gönderse, içlerinden biri, kızın babasına söyleyip, babası veya velisi verse, sahih olur. Çünkü, içlerinden söyleyen vekil olmuş, ötekiler şahit olmuştur.”
.İbni Teymiyye'nin dalâlete düştüğü yerler
2017-10-04 02:00:00
A -
A +
İslâmiyeti içeriden yıkan bu feci akıntıyı durdurmak için Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumalıdır.
Sual: İbni Teymiyye hangi temel hususlarda ehl-i sünnetten, doğru yoldan ayrılmıştır?
Cevap: İbni Teymiyye'nin Selef-i sâlihînden ayrıldığı yerler hakkında Tâcüddîn-üs-Sübkî hazretleri buyuruyor ki:
1-Talak vaki olmaz, yemin kefareti vermek lazımdır diyor.
2-Kılınmayan namazı kaza etmek lazım değildir diyor.
3-Suda fare gibi hayvan ölünce necis olmaz diyor.
4-Cünüp olanın, gece gusül etmeden nafile namaz kılması caizdir diyor.
7-Âlem, yani her mahluk, nevi ile kadimdir, sonsuzdur diyor.
8-Allah, iyi şeyleri yaratmaya mecburdur diyor.
9-Allahü teâlânın cismi ve ciheti vardır ve yer değiştirir diyor.
10-Cehennem ebedi, sonsuz değildir, sonunda söner diyor.
11-Peygamberlerin masum, günahsız olduklarını inkâr ediyor.
12-Resûlullah efendimizin diğer insanlardan farkı yoktur. Onu vasıta kılarak dua etmek caiz olmaz diyor.
13-Resûlullah efendimizi ziyaret etmeye niyet ederek Medine şehrine gitmek günahtır diyor.
14-Peygamber efendimizden şefaat istemek için gitmek de haramdır diyor.
15-Tevrat ve İncil'in kelimeleri değil, manaları değişmiştir diyor...
Bazı âlimler, yukarıda bildirilenlerin çoğu ibni Teymiyye'nin sözü değildir dedi ise de, Allahü teâlânın ciheti olduğunu ve parçaların birleşmesinden meydana geldiğini söylediğini inkâr eden yoktur.
İbni Teymiyye'yi savunan ve bilhassa Vâsıta kitabını bastıranlar var. Bu kitap, onun Kur’ân-ı kerime, hadîs-i şeriflere ve icmâ'ı müslimine uymayan fikirleri ile doludur. Okuyanlar arasında büyük fitne ve bölücülük uyandırmakta, kardeşi kardeşe düşman etmektedir. Hindistan’daki Vehhabiler ve başka İslâm memleketlerinde, bunların tuzaklarına düşmüş cahil din adamları, ibni Teymiyye'yi kendilerine bayrak yapmışlar, ona "Şeyh-ul-islâm" gibi isimler takmışlar. Onun sapık fikirlerine, bozuk yazılarına din ve iman diye sarılıyorlar. Müslümanları parçalayan, İslâmiyeti içeriden yıkan bu feci akıntıyı durdurmak için Ehl-i sünnet âlimlerinin onu reddeden, kitaplarını okumalıdır. Bu kitaplardan Takıyyüddîn-üs-Sübkî hazretlerinin, Şifâ-üs-sikâm fî-ziyâreti-hayril-enâm kitabı, ibni Teymiyye'nin bozuk fikirlerini yok etmekte ve yayılmasını önlemektedir.
.İbni Teymiyye, bidat ehlidir
2017-10-03 02:00:00
A -
A +
Bozuk din adamlarından ve zararı çok olanlardan birisi de ibni Teymiyye'dir.
Sual: Sevenleri tarafından, büyük âlim, şeyhülislam denilen ibni Teymiyye ehl-i sünnetten, doğru yoldan ayrılmış, sapıtmış birisi midir?
Cevap: Bozuk, sapık din adamlarından ve zararı çok olanlardan birisi, ibni Teymiyye denilen din adamıdır. El-vâsıta ve başka kitaplarında, İcmâ'ul-müslimînden ayrılmış ve Kur’ân-ı kerimde, hadîs-i şeriflerde açıkça bildirilen şeylere ve selef-i sâlihînin yoluna uymamıştır. Kısa aklına, bozuk düşüncelerine uyarak, bidat yoluna kaymıştır. İlmi çoktu. Allahü teâlâ, onun ilmini dalâletine, felakete sapmasına sebep yaptı. Nefsinin arzularına uydu. Bozuk, sapık fikirlerini hak olarak, doğru olarak yaymaya çalıştı. Büyük âlim ibni Hacer-i Mekkî hazretleri, Fetâvel-hadîsiyye kitabında diyor ki:
“Allahü teâlâ, ibni Teymiyye'yi dalalete, felakete düşürdü. Gözlerini kör, kulaklarını sağır etti. Birçok âlim, bunun işlerinin bozuk, sözlerinin yalan olduğunu bildirmişler ve vesikalarla ispat etmişlerdir. Büyük İslâm alimi Ebül Hasen-il-Sübkî'nin ve oğlu Tâc-üd-dîn-i Sübkî'nin ve îmâm-ül'iz bin-cemâ'anın kitaplarını okuyanlar ve onun zamanında bulunan Şafii, Maliki ve Hanefi âlimlerinin, kendisine karşı sözlerini ve yazılarını inceleyenler, sözümüzün doğruluğunu iyi anlar.”
İbni Teymiyye, tasavvuf âlimlerine de dil uzatmış, iftiralarda bulunmuştur. Bununla da kalmayıp, hazret-i Ömer ve hazret-i Ali gibi, İslâm dininin temel direklerine saldırmaktan da çekinmemiştir. Sözleri ölçüyü ve edebi aşarak, yalçın kayalara bile ok atmıştır. Doğru yolda olan âlimlere bidat ehli, sapık, cahil deme cüretinde bulunmuştur.
***
Sual: Bir kimse, haramdan elde ettiği mal veya para ile sadaka verse, cami, okul ve diğer hayırlar yaptırsa ve bu yaptığı hayırlardan dolayı sevap beklese, imanına bir zarar gelir mi?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde ve Kâdî-zâde Ahmet efendinin, Birgivî vasıyyetnâmesi şerhinde deniyor ki:
“Bir kimse, elindeki kati haram olan maldan sadaka verse, sevap umsa, alan fakir, haramdan olduğunu bilerek, verene Allah razı olsun dese, veren de veya başka bir kimse de amin dese, hepsi kafir olur.” Ayrıca İbni Âbidîn, bu hususu açıklarken buyuruyor ki:
“Haram olduğu bilinen belli mal ile cami ve başka hayır yaptırmak ve bunlara karşılık sevap beklemek de küfürdür.”
.İman ve inkâr, insanın tercihine bağlıdır
2017-09-28 02:00:00
A -
A +
Peygamberi tasdik etmeyen, inkâr eden, kâfir olur. Kâfirler ise, Cehennemde sonsuz olarak azap göreceklerdir.
Sual: İman etmek veya reddetmek, insanın kendi tercihine mi bağlıdır?
Cevap: Allahü teâlâ, insanları mümin, Müslüman yapmaya mecbur değildir. Onun merhameti sonsuz olduğu gibi, azabı da, adaleti de sonsuzdur. Dilediği kuluna sebepsiz olarak ve o istemeden, iman ihsan eder, verir. Akl-ı selimine uyarak, ahlakı ve işleri iyi olanlara da, doğru, makbul olan imanı vermektedir.
Bir insanın imanlı olarak ölüp ölmeyeceği son nefeste belli olur. Bütün ömrü iman ile geçip, son günlerinde imanı giden, imansız ölen kimse, kıyamette imansızlar arasında olur.
Allahü teâlâ, sonsuz merhametinden dolayı, Peygamberler göndererek, var ve bir olduğunu ve inanılması lazım olan şeyleri, kullarına bildirdi. İman, Peygamberin bildirdiklerini tasdik etmek demektir. Peygamberi tasdik etmeyen, inkâr eden, kâfir olur. Kâfirler ise, Cehennemde sonsuz olarak azap göreceklerdir.
Peygamberi işitmeyen kimse, Allahü teâlânın var olduğunu düşünüp, yalnız buna iman eder ve Peygamberi işitmeden ölürse, bu da Cennete girecektir. Bunu düşünmeyip, iman etmezse, Cennete girmeyecek. Peygamberi inkâr etmediği için, Cehenneme de girmeyecektir. Kıyamet günü, hesaptan sonra, tekrar yok edilecektir. Cehennemde sonsuz yanmak, Peygamberi işitip de, inkâr etmenin cezasıdır. Âlimler arasında; “Allahü teâlânın varlığını düşünmeyip iman etmeyen Cehenneme girecektir” diyenler varsa da, bu söz Peygamberi işittikten sonra düşünmeyen demektir.
Aklı olan kimse, Peygamberi inkâr etmez, hemen iman eder. Aklına uymayıp, nefsine, şehvetlerine uyar, başkasına aldanır ise, inkâr eder. Muhammed aleyhisselamın amcası olan Ebû Tâlib, Onu, kendi öz çocuklarından daha çok sevdiğini, her vesile ile izhar etmiş ve Onu öven kasideler yazmıştır. Muhammed aleyhisselâmın, onun ölüm döşeği yanına gelip, iman etmesi için, çok yalvardığı hâlde, ananesinden ayrılmamak için, iman etmekten mahrum kaldığı, tarihlerde uzun yazılıdır. Modaya uymak hastalığı, nefislerimizin tuzaklarından biridir. Çok kimse, kendi nefislerinin bu tuzaklarına düşerek, büyük kazançlardan mahrum kalmışlardır. Bunun içindir ki, bir hadîs-i kudside, Allahü teâlâ;
(Nefislerinizi, kendinize düşman biliniz! Çünkü, nefisleriniz, bana düşmandırlar!) buyurdu.
.Habercinin vazifesi haber vermektir
2017-09-26 02:00:00
A -
A +
"Kardeşim! Bu fırsat, bir daha ele geçmez. Fırsat bulunsa da, böyle toplantılar bulunamaz..."
Sual: Yakınlarımıza, akrabalarımıza, doğru olan bilgileri anlattığımız veya kitap verdiğimiz hâlde kabul ettiremiyoruz. Bu durumda ne yapmalıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri kendi kardeşi meyân şeyh Mevdûda yazdığı bir mektupta buyuruyor ki:
“Kardeşim! Dünya hayatı çok kısadır. Sonsuz azaplar, buna karşılıktır. Bu zamanı, lüzumsuz, boş şeyleri ele geçirmekte kullanan ve böylece sonsuz acılara yakalanan kimseye yazıklar olsun!
Kardeşim, insanlar, dünya kazançlarını bırakıp, her yerden, karıncalar gibi, çekirge sürüleri gibi yanımıza üşüşüyor. Siz ise, bir evden olmak şerefinin kıymetini de düşünmeyerek, dünyanın alçak kazançlarına, seve seve dalmaktasınız. Onlara kavuşmak için çabalıyorsunuz. (Hayâ, imandan bir parçadır) hadîs-i şeriftir.
Kardeşim! Allah adamlarının böyle toplanması ve bugün Serhend’de nasib olan Allah için toplanmalar, bütün dünya dolaşılsa, bu nimetin yüzde biri bulunmaz. Buradaki kazançlar ele geçmez. Siz, bu nimeti, boş yere elden kaçırdınız. Çocuklar gibi, kıymetli cevherleri, cam parçaları ile değiştirdiniz.
Kardeşim! Bu fırsat, bir daha ele geçmez. Fırsat bulunsa da, böyle toplantılar bulunamaz. O zaman, bu nimeti, nasıl ele geçirirsin? Elden kaçırılanı nereden bulabilirsin? Zararları, ne ile yerine koyabilirsin? Yanılıyorsunuz, yanlış anlıyorsunuz. Tatlı, yağlı lokmalara gönül kaptırmayınız! Süslü, renkli elbiselere aldanmayınız! Bunlara düşkün olmanın sonu, dünyada da, ahirette de pişman olmaktır, inlemektir. Eşin, dostların gönüllerini yapmak için, kendini belaya sokmak ve ahiretin sonsuz azaplarına atılmak, aklı olanın yapacağı iş değildir. Allahü teâlâ, akıl versin ve gafletten uyandırsın!
Kardeşim! Dünyanın vefasızlığı dillerde dolaşmaktadır. Dünyaya düşkün olanların alçaklıkları, cimrilikleri herkesçe bilinmektedir. Kıymetli ömrünü, böyle faydasız, yalancı için elden kaçırana yazıklar olsun! Haberciye ancak haber vermek düşer.”
***
Sual: Abdest aldıktan sonra okunacak bir dua var mıdır, varsa nasıldır?
Cevap: Abdesti alıp bitirdikten sonra;
“Allahümmec'alnî minet-tevvâbîn, vec'alnî min-el-mütetahhirîn, vec'alnî, min ibâdik-es-sâlihîn, vec'alnî minellezîne lâ havfün aleyhim ve lâhüm yahzenûn” duasını okumak çok sevaptır.
.İbadet yapınca, nefsin kabarması
2017-09-24 02:00:00
A -
A +
"Bir kimse, amellerini, ibadetlerini kusurlu görünce, bunların kıymeti artar."
Sual: İnsan ibadet yapınca, nefsi kabarıyor, günah işleyince de, kendini kötü hissediyor. Bunun sebebi nedir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine şöyle buyuruyor:
“Soruyorsunuz ki, ibadet yapınca, nefsim kabarıyor, benim gibi iyi kimse yoktur sanıyor. İslâmiyete ters düşen bir şey yapınca da kendimi aciz sanıyorum. Bunun ilacı nedir diyorsunuz. Allahü teâlânın ihsanına kavuşan kardeşim! İkinci olarak bildirdiğiniz ihtiyaç ve aciz olmak, pişmanlıktan ileri gelir ki, çok büyük nimettir. Allah korusun, eğer günah işledikten sonra, pişman olunmazsa, günah işlemek tatlı gelirse, günaha ısrar etmek olur. Pişmanlık, tevbenin bir parçasıdır. Küçük günaha ısrar, büyük günah olur. Büyük günaha ısrar, insanı küfre götürür. İkinci hâliniz, büyük nimettir. Buna şükrediniz ki, pişmanlığınız çoğalsın ve İslâmiyete uymayan işlerden sizi korusun. İbrahim sûresi 7. âyetinde mealen;
(Şükrederseniz, nimetimi arttırırım!) buyuruldu.
Nefsinizin birinci hâli, ucub, yani ibadet yaptığı için kendini beğenmektir. Ucub, korkunç bir zehir, öldürücü bir hastalık olup, ibadetleri ve iyilikleri yok eder. Bunun ilacı, iyi işlerini kusurlu görmeli, bunlardaki gizli çirkinlikleri düşünmeli, böylece, kendinin ve ibadetlerinin kusurlu olduğunu anlamalıdır. Hatta, onları beğenilmeyecek bir hâlde bulmalıdır. Bir hadîs-i şerifte;
(Kur’ân-ı kerim okuyan çok kimse vardır ki, Kur’ân-ı kerim bunlara lanet eder) buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerifte;
(Oruç tutan çok kimse vardır ki, onların orucu, yalnız açlık ve susuzluk çekmek olur) buyuruldu. İnsan, ibadetinin, iyiliğinin çirkin tarafı olmadığını sanmamalıdır. Biraz incelenirse, Allahü teâlânın yardımıyla hepsini çirkin bulur. Böyle kimsede ucub hasıl olabilir ve nefis kendini beğenebilir mi? Bir kimse, amellerini, ibadetlerini kusurlu görünce, bunların kıymeti artar. İbadetlerini, iyiliklerini kusurlu, bozuk görmeye kavuşan bir kimse, öyle bir hâle gelir ki, sağ omuzundaki, iyilikleri yazan meleğin hiçbir şey yazmadığını sanır. Çünkü, yazacağı bir iyilik yaptığını görememektedir. Sol omuzundaki, kötülükleri yazan meleğin durmadan yazdığını sanır. Çünkü, yaptıklarının hepsinin çirkin ve kötü olduklarını görmektedir.”
.Sevap ve azap niçindir?
2017-09-23 02:00:00
A -
A +
Allahü teâlâ, hangi işlerin Hasenat, hangi işlerin de Seyyiat olduklarını bildirdi.
Sual: İnsanın elinde bir şey yoksa, niçin sevap, azap oluyor ve niçin dinler gönderiliyor?
Cevap: Allahü teâlâ, insanların yaptığı işleri iki kısma ayırdı. Bir kısmını beğendiğini, bunları yapanlardan razı olduğunu, her iş karşılığında, bunlara nimetler, rahatlıklar, iyilikler vereceğini vadetti. Vadettiği iyiliklerin ölçü birimine, Ecir ve Sevap denir. Dünyada yapılan her iyiliğe karşılık olarak, ahirette çeşitli miktarlarda nimetler verilecektir. Nimetlerin verileceği yere ise, Cennet denir.
Allahü teâlâ insanların yaptığı işlerden bir kısmını beğenmediğini, bunları yapanlardan razı olmadığını, fakat pişman olup tevbe edenleri veya şefaate kavuşanları affedeceğini, af edilmeyenlerin kötü işlerine kıyamette, çok acı karşılıklar vereceğini, bildirdi ki buna Azap denir. Azapların şiddetlerini, çokluğunu bildiren ölçü birimine, Günah denir. Allahü teâlânın beğendiği şeylere Hayrat, Hasenat, yani iyi şeyler denir. Beğenmediklerine Seyyiat, kötü şeyler denir. Allahü teâlâ, hangi işlerin Hasenat olduklarını, hangi işlerin de Seyyiat olduklarını bildirdi. Hasenat yapanlara sevap vereceğini vadetti. Allahü teâlâ, vadinde sadıktır, sözünden hiç dönmez. O hâlde, Kıyamet günü, nimet ve azap olarak, başka yerden bir şey getirilmeyecek, dünyada yapılanların karşılıklarına kavuşulacaktır.
Azap, kötü iş yaptığından dolayı, biri sana kızıp, intikam almak için, canını yakması değildir. Sevap da, işini beğendiği için, mükafat değildir. O gün, Allahü teâlâdan başka, intikam alacak kimse yoktur. İnsanın kanı, safrası bozulduğu veya başka zararlı şeyler vücutta çoğaldığı zaman, bedendeki değişikliğe, hastalık dediğimiz gibi ve ilaç tesir ettiği zaman hasıl olan hâle sıhhat dediğimiz gibi, insanda şehvet ve asabiyet artınca, cana bir ateş düşer. İşte insanın felaketinin sebebi, bu ateştir. Bunun için, hadîs-i şerifte;
(Gadab, yani asabiyet, Cehennem ateşinden bir parçadır) buyuruldu. Akıl ışığı kuvvetlenip, şehvet ve asabiyet ateşini söndürdüğü gibi, iman nuru da, Cehennem ateşini söndürür. Nitekim, Cehennem, müminlere;
“Ey mümin! Çabuk geç ki, nurun ateşimi söndürüyor” diyecektir. Bu söz, ses ile olmayacak, suyun yangını söndürdüğü gibi, Cehennem de, müminin nuruna dayanamayıp sönecektir.
.Her hastalığın ilacı vardır
2017-09-20 02:00:00
A -
A +
"Allahü teâlâ, her hastalığın ilacını yaratmıştır. Yalnız, ölüme çare yoktur."
Sual: İnsanın dünyada yakalandığı, sebebi bilinsin veya bilinmesin her hastalığın tedavisi, ilacı var mıdır?
Cevap: Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; her şeyi sebeple yaratır. Bir şeye kavuşmak için, bu şeyin yaratılmasına sebep olan şeyi yapmak lazımdır. Her şeyin yaratılmasında müşterek, ortak olan manevi sebep, sadaka vermek, yetmiş kere Estağfirullah min külli mâ kerihallah duasını okumaktır. Bu iki manevi sebep, maddi sebepleri bulmaya da yardım eder. Peygamber efendimiz;
(Allahü teâlâ, her hastalığın ilacını yaratmıştır. Yalnız, ölüme çare yoktur.)
(Hastalıkların başı, çok yemektir. İlaçların başı, perhizdir.)
(Hastalarınızı, sadaka vererek tedavi ediniz!) buyurmuştur.
İnsan hasta olmamaya dikkat etmelidir. Bunun için de, İslâmiyete uygun yaşamak lazımdır. İslâmiyete uymakta gevşek davranarak, hasta olan kimse, ilaç almalı, perhiz etmeli ve fakirlere sadaka nezir etmeli, adakta bulunmalı ve sık sık sadaka vermelidir. Perhiz, yani rejim yapmanın caiz ve lazım olduğunu, Teyemmüm âyeti göstermektedir.
(Su zarar verince, kullanmayın, teyemmüm edin!) mealindeki âyet-i kerime meşhurdur. Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali ile bir eve gitti. Meyve getirdiler. Hazret-i Ali'nin gözleri ağrıyordu. Meyveden kendisi yedi. Hazret-i Aliye;
(Sen yeme! Göz ağrısına zarar verir) buyurdu. Pişmiş pazı ile arpa getirdiler.
(Bundan ye! Gözüne fayda verir) buyurdu. Ödemi olanlara;
(Su içmeyin! Suya perhiz ediniz!) buyururdu.
İslâm âlimleri, tıp ve tedavi üzerinde çok kitap yazdı. Bunlardan Dâvüd-i Antâkînin, Tezkiret-ü ülil-elbâb kitabı ve Türkçe Nusret efendi risâlesi, İbrahim Ezrakın, Teshîl-ül-menâfi kitabı, Ebû Abdullah Zehebînin, Et-tıbbün Nebevîsi çok kıymetlidir.
Perhizi, hadîs-i şeriflerden ve tecrübeli kimselerden ve tabipten, doktordan öğrenmelidir. İlaç kullanmak ve perhiz yapmak sünnettir. Vacip ve farz olduğu yerler de vardır.
***
Sual: Yırtıcı hayvanların eti, sütü, artığı yenebilir mi ve bunların içtiği artık su ile abdest alınabilir mi?
Cevap: Domuzun, köpeğin, yırtıcı hayvanların ve henüz fare yiyen kedinin artıkları, etleri ve sütleri kaba necasettir. Bunları yemek, içmek haramdır. Artıklarını abdestte, gusülde ve temizlikte kullanmak caiz değildir. İlaç olarak da kullanılmaz.
.Kendi malını ateşte yakmak
2017-09-19 02:00:00
A -
A +
Malı sarf edecek yerleri ve kendi malındaki başkalarının hakkını öğrenmek lazımdır.
Sual: Bir kimse, elindeki kendine ait malını istediği gibi kullanma yetkisine sahip midir, mesela bu malını yakabilir veya denize atabilir mi?
Cevap: Malı kendi bedeni için kullanmadığı zaman, hakkı, yani lüzumu olmayan yere, az da sarf etmek israf olur. Mesela, malı ateşte yakmak, denize atmak böyledir. Lüzumu olan yere, lüzumundan fazla vermek de israf olur. Mesela, çoluk çocuğuna ihtiyaçlarından fazla şeyler vermek israf olur. İhtiyaç, İslâmiyetin gösterdiği miktarlar ile ve memleketin âdetine göre belli olur. Görülüyor ki, malı sarf edecek yerleri ve kendi malındaki başkalarının hakkını öğrenmek lazımdır.
İnsanın, kendi malında bulunan, başkasının hakkını ödemesi, israf değildir. Bu hakları hemen vermek lazımdır. Bu hakların en mühimi, zekâttır.
***
Sual: Yemek yemeye ve su içmeye başlamadan önce veya bitirdikten sonra ne denir?
Cevap: Yemeye ve içmeye başlarken Besmele okumalıdır. Yeme ve içme sonunda Elhamdülillah demelidir. Bunları söylemek ve yemekten önce ve yemekten sonra el yıkamak, sağ el ile yemek ve içmek sünnettir. Resûlullah efendimizin yemekten sonra okuduğu ve okunmasını emrettiği dualar, Şir'at-ül-islâm şerhinde ve Mevâhib-i ledünniyyede yazılıdır. Yemektekilere hatırlatmak için Besmele, yüksek sesle söylenebilir. Hazînet-ül-me'ârif kitâbı, Ebû Dâvud, Mu'âz bin Cebel ve Enes bin Mâlik hazretlerinden gelen şu hadîs-i şerifi nakletmektedir:
(Bir kimse, yemek yedikten sonra, Elhamdülillahillezî at'amenî hâzet-ta'âm ve rezekanî-hi min gayri havlin minnî ve lâ-kuvvete derse, geçmiş ve gelecek günahlarından çoğu af olunur. Yeni bir elbise giydiği zaman, elhamdülillahillezî kesânî hâzessevb ve rezekanî-hi min gayri havlin minnî ve lâ kuvveh derse, geçmiş ve gelecek günahlarından çoğu af olunur.) Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de, yemeklerden sonra, şu duayı okurlardı:
(Elhamdülillahillezî eşbe'anâ ve ervânâ min-gayri-havlin minnâ ve lâ kuvveh. Allahümme at'imhüm kemâ at'amûnâ!)
***
Sual: Yemekten önce ve sonra elleri yıkamalı mıdır ve yıkamada öncelik sırası kime, kimlere aittir?
Cevap: Yemekten evvel el yıkarken, önce gençler, yemekten sonra, önce yaşlılar yıkar. Yemekten sonra elleri kâğıtla silmenin caiz olmadığı, Fetâvâ-yı Hindiyyede yazılıdır.
.Meleklere iman, nasıl olmalıdır?
2017-09-18 02:00:00
A -
A +
Kiliselerde ve bazı filmlerde 'melek' diye gösterilen kanatlı kadın resimleri uydurmadır.
Sual: Melekler nasıl varlıklardır ve meleklere iman nasıl olmalıdır?
Cevap: Bu konuda Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin İ'tikâdnâme kitabında deniyor ki:
“Meleklere iman şöyle olmalıdır: Melekler, Allahü teâlânın kullarıdır. Ortakları, kızları değildir. Kâfirler, müşrikler, öyle zannettiler. Allahü teâlâ, meleklerin hepsini sever. Allahü teâlânın emirlerine itaat ederler, günah işlemezler, emirlere isyan etmezler. Erkek ve dişi değildirler, evlenmezler, çocukları olmaz. Hayat sahibi, diridirler. Allahü teâlâ, insanları yaratacağını buyurduğu zaman; (Ya Rabbi! Yeryüzünü ifsat edecek ve kan dökecek mahlukları mı yaratacaksın?) gibi meleklerin zelle denilen sualleri, bunların masum, günahsız olmalarına zarar vermez.
Sayısı en çok olan mahluk meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Göklerde, meleklerin ibadet etmedikleri, boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükuda veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazifeleri vardır. Her yerde, Allahü teâlânın emirlerini yaparlar. Allahü teâlâ ile mahlukları arasında vasıtadırlar. Bazıları, diğer meleklerin amiridir. Bazıları, Peygamberlere haber getirir. Bazıları, insanların kalbine iyi düşünce getirir ki, buna ilham denir. Bazılarının, insanlardan ve bütün mahluklardan haberi yoktur. Allahü teâlânın cemali karşısında kendilerinden geçmişlerdir. Her birinin belli yeri vardır, oradan ayrılamazlar. Bazısının iki, bazısının dört veya daha çok kanadı vardır. Her hayvanın kanadı ve tayyarelerin, uçakların kanatları, kendilerinin yapısında olup, birbirlerine benzemediği gibi, meleklerin kanadı da, kendi cinslerindendir. İnsan, görmediği, bilmediği bireyin adını işitince, bunu bildiği şeyler gibi zannedip aldanır. Meleklerin kanatları vardır. İnanırız. Fakat, nasıl olduğunu bilemeyiz. Kiliselerde ve bazı mecmua, dergi ve filmlerde, 'melek' diye gösterilen kanatlı kadın resimleri uydurmadır. Müslümanlar böyle resim yapmaz. Müslüman olmayanların yaptığı bu bozuk resimleri doğru sanmamalı, din düşmanlarına aldanmamalıdır.”
.Her gün neler okunabilir?
2017-09-17 02:00:00
A -
A +
"Vakitleri fikir ve zikir ile mamur etmelidir. Kalbin huzuru için, çok kelime-i tevhid söyleyiniz!"
Sual: Bir Müslüman, imanını koruyabilmesi için neleri öncelikle öğrenmeli, yapmalı ve her gün neler okumalıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Müntehabât Ez Mektûbât-ı Ma’sûmiyye’de deniyor ki:
“Hak teâlâ, insanları başıboş bırakmadı. Emirler ve yasaklar verdi. Nefsine uyarak, emirlere uymazsa gazab-ı ilâhiyyeye sebep olur. Aklı olan, fani, geçici lezzetlere dalarak, ebedi lezzetleri kaçırmaz. Evvela, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi iman eder. Sonra farzlara ve haramlara uyar. Farzların en mühimi, namazdır ki, dinin direğidir ve mümini kâfirden ayırır. Hadîs-i şeriflerde; (Her gün beş vakit namaz kılana Cennet kapıları açılır, Allahü teâlâ ile arasındaki perdeler kalkar) ve (Beş vakit namaza devam eden, sırat köprüsünden şimşek çakar gibi geçecek ve sâbık denilen evliya ile haşrolacaktır) buyuruldu.
Zekâtı, emir olunan kimselere vermelidir. Ramazan orucunu seve seve tutmalı ve şartları bulununca Kâbe'ye giderek hac yapmalıdır. Hadîs-i şerifte; (Hac ve umre fakirliği ve günahları yok eder) buyuruldu. İslâmın binasının beş direğinden birincisi, kelime-i tevhidi söylemek, yani, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah demektir. Kelime-i tevhidi çok okumalıdır. Dünya yokluk âlemidir. Varlık ahirettedir. Nefse tapınmaya son vermelidir
Dünya istirahat yeri değildir. İbadet için çalışmalıdır. Dünyada sıkıntı çekmek, ahirette rahat etmeye sebep olur. Vakitleri fikir ve zikir ile mamur etmelidir. Kalbin huzuru için, çok kelime-i tevhid söyleyiniz! Bin ile beş bin arası olmalıdır. Her namazdan sonra ve yatarken Âyet-el kürsî, istiğfâr, İhlâs ve Kul e'ûzüleri ve her sabah ve akşam yüz kerre Sübhânallah ve bi-hamdihi ve on defa Lâ havle okuyunuz! Her sabah, Allahümme mâ esbeha bî min ni'metin ev bi-ehadin min halkıke fe minke vahdeke lâ şerîke leke fe-lekel hamdü ve lekeşşükr okumalı, akşamları 'mâ esbeha' yerine 'mâ emsâ' demelidir ve her gün, Estagfirullah el'azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüverrâhmânürrahîm el hayyül kayyûm ellezî lâ yemûtü ve etûbü ileyh Rabbigfir lî okumalıdır. Hadîs-i şerifde buyuruldu ki; (Bu istiğfarı, her gün yirmibeş kere okuyanın evine, şehrine hiç zarar gelmez) ve hacetlere kavuşmak için, beşyüz kere (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah) okumalıdır.”
.Allahın kitabını ve ıtremi bıraktım”
2017-09-16 02:00:00
A -
A +
"...Size, onlara yapışıp, dalalete düşmemeniz için, Allahü teâlânın kitabını ve ıtrem ehl-i beytimi bıraktım."
Sual: Bir kitapta bildirilen hadîs-i şerifte, (Size, Allahü teâlânın kitabını ve ıtremi bıraktım) deniyor. Buradaki 'ıtre' ne demektir ve bununla ne anlatılmak istenmektedir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn kitabında deniyor ki:
“Hazret-i Câbir'den rivayet olunmuştur. Resûlullah efendimizi arefe günü hacda gördüm hutbe okuyordu ve; (Ey insanlar! Size, onlara yapışıp, dalalete düşmemeniz için, Allahü teâlânın kitabını ve ıtrem ehl-i beytimi bıraktım) buyurduğunu işittim. Türpüştî hazretleri de 'Itre için bazıları kişinin ıtresi, yakınları demektir, bazıları Resûlullah efendimizin ıtresi, Abdülmuttalib oğullarıdır, bazısı, kişinin ıtresi, ehl-i beytidir, yakın olsun, uzak olsun ev halkıdır dedi. Lügat, sözlük manası itibariyle de, kişinin ehl-i beyti ve kavminin yakınlarıdır. Resûlullah efendimizin ıtreden muratları, asabeleri ve ezvâc-ı tâhirâtıdır' buyurdu.
Zeyd bin Erkam hazretleri rivayet eder. Resûlullah efendimiz buyurdular ki: (Muhakkak ben size, eğer benden sonra onlara tutunursanız, iki şey bırakıyorum. Birisi, diğerine nazaran daha büyüktür. Bu Kitabullahtır ki, gökten yere kadar uzanan iptir. İkincisi, ıtrem olan ehl-i beytimdir. Asla birbirlerinden ayrılmazlar. Ta ki benim havuzuma ulaşırlar. Siz de, o ikisinden yana ne yol ile halef olursunuz nazar ediniz.)
Tayyibî hazretleri de 'Bir şeye tutunmak, ona bağlanmak, onu korumakla olur. Allahü teâlâ Hac sûresi 65. âyetinde mealen buyurur: (Elbette Allahü teâlâ semayı, yere düşmemesi için tutar. Ancak kıyamet günü kendi izni ile tutar.) Ancak layık olan şeye tutunulur. Tutunmak geçen yerlerde, tutunulan şey de bildirilmiştir ki, iptir. (Kitabullah, gökten yere kadar uzanan iptir) sözünde sanki insanlar, tabiatlarının, şehvetlerinin istediği şeylerin bulunduğu bir yerde durmuşlar, nefislerinin çirkin arzularını yerine getirmek isterken, Allahü teâlâ lütuf edip, insanların yükselmesini irade ederek, Kur’ân-ı kerim ipini onlara yaklaştırır. O ipe tutunanlar kurtulur. Orada kalanlar helak olur. Kur’ân-ı kerime tutunmak, onda bildirilenle amel etmek, yasak edilenden kaçmaktır. Itreye tutunmak, onlara muhabbettir. Yani ehl-i beyti sevmek, onların doğru yolunda, izinde yürümektir' buyurdu."
.Adaletle ihsanı karıştırmamalıdır
2017-09-15 02:00:00
A -
A +
Allahü teâlâ kimseye ihsan yapmaya mecbur değildir. İhsan yapmamak zulüm olmaz.
Sual: Müslüman çocukları, ana, babasından görerek, öğrenerek Müslüman oluyor. Kâfir çocukları ise, kâfir olarak yetiştirilip, Müslümanlıktan mahrum ediliyor. Böyle yetişenlerin Cehenneme gitmesi haksızlık olmaz mı?
Cevap: Bu konuda, Seyyit Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyuruyor ki:
“Adalet ile ihsanı karıştırmamalıdır. Allahü teâlâ, her memlekette yetişen kulları için, adaleti fazlası ile yapmıştır. Akıl ve baliğ olmadan ölen kâfir çocuklarını Cehenneme sokmayacaktır. Akıl ve baliğ olduktan sonra, Muhammed aleyhisselamın dinini duymadan ölen kâfirlere de azap yapmayacaktır. Bunlar, İslâm dinini, Cenneti, Cehennemi işittikten sonra, merak etmez, öğrenmezse, inat edip inanmazsa, o zaman azap göreceklerdir. Akıl ve baliğ olanlar, ana babanın, muhitin yapmış oldukları eski tesirlerin altında kalmaz. Eğer kalsaydı, İslâm memleketlerinde, İslâm terbiyesi altında yetişen yüz binlerle Müslüman evladı, İslâm düşmanlarının yalanlarına, aldanmaz, dinsiz hatta din düşmanı olmazdı. Bunlar, akıl ve baliğ olduktan, hatta, hoca, hafız olduktan sonra, dinden çıkmakta, din düşmanı olmaktadırlar. Anasına, babasına, komşularına ve akrabasına, yobaz, gerici diyerek alay etmektedirler. Bu pek acı misaller, ana baba terbiyesinin tesirinin devamlı olmadığını açıkça göstermektedir. Bunun içindir ki, bugün dinden çıkmak, bütün dünyayı saran bir afet, feci bir akıntı hâlindedir.
Diğer taraftan, birçok kâfirlerin, ilim, fen adamlarının Müslüman olduğunu görüyoruz. Pek az olsa da, dinini değiştirmeyenlerin bulunması, ana terbiyesinin tesirinin, bazen de devamlı olduğunu gösteriyor denirse, bir çocuğun Müslüman evladı olması, İslâm terbiyesi ile yetişmesi, Allahü teâlânın bir ihsanıdır. Kâfir çocuklarına bu ihsanı yapmıyor. Fakat, kimseye ihsan yapmaya mecbur değildir. İhsan yapmamak zulüm olmaz. Bakkaldan bir kilo pirinç alsak, tam bir kilo tartması adalettir. Noksan tartarsa zulüm olur. Biraz fazla verirse ihsan olur. Bu ihsanı istemek, kimsenin hakkı değildir. İşte, Allahü teâlânın İslâm terbiyesi ile yetiştirmesi, büyük ihsanıdır. Dilediğine ihsan eder. Kâfir çocuklarına bu ihsanı yapmaması zulüm olmaz. İhsan ettiği kimseler kâfir olursa, bunların cezası, azabı da, kat kat ziyade olacaktır.”
.Bidat ehlinin kitaplarını okumak
2017-09-14 02:00:00
A -
A +
"Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeden önce böyle sapık kitapları okumak caiz değildir."
Sual: Sırf merak için, ne yazmışlar diyerek, bidat ehlinin kitaplarını okumakta bir mahzur var mıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Fetâvâ-i Hindiyyede deniyor ki:
“İman edilecek ve yapılacak, kaçınılacak şeyleri ve geçinecek sanat bilgilerini öğrenmek herkese farzdır. Bundan fazlasını öğrenmek farz değil ise de, sevaptır, öğrenmezse günah olmaz. Farz olan bilgilere yardımcı olanları, mesela astronomi öğrenmek de sevaptır. Fıkıh öğrenmeyip, yalnız hadis öğrenen, iflas eder. Kelam ilmini, yani iman bilgilerini, ihtiyaçtan fazla öğrenmek caiz değildir. Bidatlerin, fitnelerin yayılmasına sebep olur. Sadrül-islâm Ebül-Yüsr buyuruyor ki:
‘Kelâm, tevhid kitaplarının birkaçında felsefi bilgiler gördüm. İbni İshak Kindî Bağdâdînin ve İstikrârînin kitapları böyledir. Bunlar, İslâmın bildirdiği doğru yoldan ayrılmış sapık kimselerdir.’
Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeden önce böyle sapık kitapları okumak caiz değildir. Abdül-Cebbâr Râzî ve Ebû Ali Cübbâî ve Kâ'bî ve Nazzâm İbrahim bin Yesâr Basrî ve talebelerinden Amr Câhız Mu'tezilî sapıklarının kitapları da, eski Yunan felsefecilerinin bozuk fikirleri ile doludur. Böyle kitapları okumak gençlere zararlıdır. Muhammed bin Hîsûm gibi Mücessime fırkasındakilerin kitapları da böyledir. Bunlar bidat fırkalarının en kötüsüdür. Ebül-Hasen-i Eş'arî de, önceleri Mutezile inancını yaymak için çok kitap yazdı. Allahü teâlâ, kendisine hidayet verdikten sonra, eski fikirlerini kötüleyici kitaplarını yaydı. Yanlışlarını görebilenlerin, bu kitapları okuması zararlı olmaz. Şafii âlimleri, iman bilgilerini Ebül-Hasen-i Eş'arînin kitaplarından aldılar. Ebû Muhammed Abdullah bin Sa'îdin bu kitapları açıklayan eserleri tamamen zararsız hâldedir. Sözün kısası, eski felsefecilerin yazdığı din kitaplarını gençlere okutmamalıdır. Ehl-i sünnet bilgilerini öğrendikten sonra okumaları caiz olur.”
Mısırlı mezhepsiz, Hasen el-Bennânın ihtilalci yazıları, Seyyit Kutub'un Fîzılâl-il-Kur'ân ismindeki bozuk tefsiri ve başka kitapları, Hindistan’daki Vehhabilerden Muhammed Sıddîk Hân'ın bazı kitapları, Mevdûdî, Hamîdullah ve Cezâyirli îbni Bâdis gibi dinde reformcuların kitapları da böyledir. Dinini öğrenmek isteyenler, bunların bozuk kitaplarını okumamalıdır.
.Hasta ziyaret etmek, adak olur mu?
2017-09-13 02:00:00
A -
A +
Adak edilen şeyin, farz veya vacib olan bir ibadete benzemesi lazımdır...
Sual: Bir kimse, şu işim olursa falan hastayı ziyaret etmek adağım olsun dese, bu hastayı ziyaret etmek adak olur mu ve yerine getirilmesi gerekir mi?
Cevap: Adak edilen şeyin, farz veya vacib olan bir ibadete benzemesi ve başlı başına bir ibadet olması lazımdır. Mesela, abdest almak, ölü kefenlemek başlı başına ibadet olmadıklarından adak olamaz. Hasta ziyaret etmek, cenaze taşımak, gusül etmek, cami içine girmek, Kur’ân-ı kerimi tutmak, ezan okumak, mektep, okul bina etmek, yapmak, cami bina etmek, yapmak da ibadet ise de, başlı başına ibadet değildir. Nezir, adak olunmazlar. Nezir, adak edilen şeyin benzemesi lazım olan farzın, vacibin başlı başına ibadet olması lazım değildir. Mesela, bir şey vakfetmeyi adamak caizdir. Çünkü vakıf, Müslümanlar için cami bina etmeye, yapmaya benzemektedir. Cami yapmak, başlı başına bir ibadet değil ise de, vakıf başlı başına ibadettir. Mesela, abdest almak, başlı başına ibadet olmayıp, başlı başına ibadet olan namazın bir şartıdır. Ölüyü kefenlemek de, cenaze namazının kabul olması için şarttır. Ölünün setr-i avreti, yani örtülü olması, cenaze namazının şartıdır.
***
Sual: Her Arapça bilen, dinî konularda yazılmış olan Arapça kitapları anlayabilir ve bunları tercüme edebilir mi?
Cevap: Arapçayı bilmek, Arapça yazılmış bir kitabı tercüme etmek ve anlamak için gerekli ise de yeterli değildir. Çünkü birçok kelimeler, her ilimde, başka manaya kullanılır. Mesela, zalimler kelimesi tefsir ilminde, kâfirler demektir. Fıkıh ilminde, başkasının hakkına saldıran kimselere denir. Tasavvufta ise, ayrı manası vardır. O hâlde, bir ilme ait bir kitabı okuyup anlayabilmek için, önce kelimelerin bu ilimdeki hususi manalarını bilmek lazımdır. Birkaç sene Mısır'da, Bağdat’ta bulunup da argo lisanı Arapça öğrenenlerin ve eline bir cep lügati alıp da, Kur’ân-ı kerimi ve hadis-i şerifleri tercümeye kalkışan yeni din âlimlerinin, para kazanmak için yaptıkları tercüme ve tefsirler, bozuk ve zararlı olmaktadır. Bir tasavvuf âliminin huzurunda, senelerce dirsek çürütüp, emek verip, pişmeden, olgunlaşmadan, Mesnevî okutan, tasavvuf kitapları tercümesine kalkışan tarikatçıların sözleri ve yazıları da, yanlış ve çok zararlı olmaktadır ve bu zararlar da görülmektedir.
.Sahih hadislere uydurma diyenler
2017-09-12 02:00:00
A -
A +
Ehl-i sünnet tanınan bazıları, düşmanlara aldanıp, sahih hadisleri, mevdu sanmışlardır.
Sual: Kitaplarda; “Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır” diye bildirilen hadis-i şerife, bazı kimseler uydurmadır diyorlar. Bunların söylediklerinde bir gerçeklik payı olabilir mi?
Cevap: Cehenneme gidecek olan yetmişiki fırkanın mensupları, Ehl-i sünneti parçalamak ve kendi kötülüklerini örtmek için, birçok hadis-i şerife mevdu, uydurma demişlerdir. Ehl-i sünnet tanınan bazıları da, bu düşmanların kitaplarına aldanıp, birçok sahih hadisleri, mevdu sanmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını kavrayamayıp düşmanlara aldananlardan biri de, Aliyy-ül-kârîdir. Çok kitap yazmış, kıymetli kitapları şerh etmiş, açıklamış ise de, Ehâdîs-ül-mevdû'at kitabında, sahih hadislere mevdu demiştir. Din düşmanlarına aldanarak, en kıymetli kitaplardaki sahih hadis-i şeriflere mevdudur diyenler, din düşmanlarına, din-i İslâmı yıkmaya yardım etmiş oluyor.
(Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yalnız biri Cennete girecek, ötekilerin hepsi Cehenneme girecektir) hadisinin sahih olduğu, Şerh-i mevâkıf sonunda yazıyor. Milel-nihâl kitabı tercümesinde, Sünen ismindeki hadis kitaplarını yazmış olan hadis imamlarından dördünün, bu hadisi, Ebû Hüreyre'den radıyallahü anh rivayet ettiğini bildiriyor. Büyük İslâm âlimi, Şeyhülislâm Ahmet Nâmıkî Câmî hazretleri, Miftâh-un-necât ve Üns-üt-tâibîn kitaplarında, bu hadisi yazmaktadır. İmâm-ı Rabbânî ve imâm-ı Gazâlî hazretleri gibi müctehidler de, bu hadis-i şerifi yazıyorlar. Bu hadis-i şerife herhangi bir kimsenin mevdu demesi, güneşi balçıkla sıvamak gibidir.
***
Sual: Dünyada olanlarla, ahirettekiler arasında bir benzerlik var mıdır yoksa her ikisi de birbirinden farklı mıdır?
Cevap: Ahiret işleri, hiçbir bakımdan dünya işlerine benzemez. Bu dünya, yok olmak için yaratıldı, yok olacaktır. Ahiret, sonsuz kalmak için ve sonsuz kalacak şekilde yaratıldı. Sonsuz kalacak şey ile çabuk yok olacak şey arasında ne kadar fark varsa, dünya ile ahiret yapısı ve işleri arasında da o kadar fark vardır. Yalnız isimleri, anlatılması benzemektedir. Mesela cennet kelimesi, dünyada bostan, ahirette ise, cennet denilen, sonsuz nimetlerin bulunduğu yer demektir. Cehennem de, burada derin ateş kuyusu, orada ise cehennem denilen azap dolu yere denir.
.Diş dolgusu hakkındaki fetva
2017-09-11 02:00:00
A -
A +
Din adamı kılığındaki, dine zarar verenlere karşı uyanık olmalıdır.
Sual: Diş dolgusu ile alakalı olarak, mezhep taklidine gerek olmadığını, bu konuda fetva verildiğini söyleyenler var. Gerçekten böyle bir fetva mı vardır?
Cevap: “Diş kaplatma ve dolgu meselesi hallolmuş, caiz olduğuna fetva verilmiştir. Zararı olmadığı bildirilmiştir” diyenler vardır. İttihatçılar zamanında din işlerine karışan siyaset adamlarının, sarıklı masonların, din büyüklerini kötülemek, din bilgilerini bozmak için söyledikleri, yazdıkları yıkıcı propagandalara fetva diyorlar. 1911 senesinde İstanbul’da ikinci baskısı yapılan Mecmû'a-i cedîde adındaki fetva kitabında; “Diş çukuru doldurulmuş kimse, gusül ederken, diş çukuruna su vasıl olmasa, bu vecihle gusül zaruret olsa, gusül caiz olur” denmektedir. Bu fetvayı 113. Şeyhülislâm Hasen Hayrullah Efendinin verdiği bildirilmektedir. Halbuki, bu kitabın birinci baskısında bu fetva yazılı değildir. Hayrullah Efendi ise, ikinci defa olarak 11 Mayıs 1876'da Şeyhülislâm olmuş ve 26 Aralık 1877'de ayrılmıştır. Böyle fetvası olsaydı, kitabın birinci baskısında bulunması lazımdı. İkinci baskının önsözünde; “Birinci baskıda bulunmayan birkaç fetvayı, zamanımız Şeyhülislamı Mûsâ Kâzım Efendinin emri ile biz ekledik” denmektedir. Halbuki Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım ve Ürgüblü Mustafa Hayri Efendiler, hem İttihatçı, hem de mason idi. Her fetvanın sonunda, buna kaynak olan fıkıh kitabının adı ve bildirdiği şey yazılı olduğu hâlde, diş fetvası için böyle bir kaynak bildirilmemiştir. Müslümanları yanlış yola sürüklemek için, sinsice hazırlanmış böyle yeni türeyen yazıları, fetva zannederek aldanmamalı, imanı, ibadetleri bozmamalıdır. Din adamı kılığındaki, dine zarar verenlere karşı uyanık olmalıdır.
***
Sual: Dünyanın yaratılması ile alakalı olan hadisleri, bazı kimseler akla uymuyor diyerek inkâr etmektedirler. Böylelerinin sözünde gerçeklik payı olabilir mi?
Cevap: Dünyanın yaratılmasını anlatan hadislere mevdu, uydurma demek, meçhule taş atmak demektir. Her hadisin sahih olup olmaması uzun tetkik, araştırma ister. Akla uyup uymamasının bir kıymeti yoktur. Dinimiz, nakle dayanmaktadır. Nakil doğru olunca, inanmak lazımdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına yazıp bildirdikleri hadis-i şeriflerin hepsi sahihtir, doğrudur.
.Saadetin başı, Müslüman olmaktadır
2017-09-10 02:00:00
A -
A +
İslâmiyete inanan ve uyan, Allahü teâlânın ihsanına kavuşur, mesut olur.
Sual: Bir kimsenin, her zaman mesut, mutlu olabilmesi mümkün müdür, mümkünse bunun yolu nedir?
Cevap: Aklı olan bir kimse, zevklerini Allahü teâlânın gösterdiği yoldan temin eder. İslamın güzel ahlakı ile süslenir. Herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara iyilikle karşılık verir. İyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabreder, bölücü olmaz, yapıcı olur. Böylece, kendisi de hem zevklerine, hem de rahata, huzura kavuşur. Hem de, ahiretin sonsuz azaplarından kurtulur.
Görülüyor ki, bütün rahatlıkların, saadetlerin başı, iman etmekte, Müslüman olmaktadır. Ahkâm-ı islâmiyyeye, İslâmiyetin bildirdiği hükümlere uymak lazımdır. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, faydalı şeyleri yapmalarını emretmiştir ki, bu emirlere Farz denir. Zararlı şeyleri yasak etmiştir ki, bunlara da Haram denir. Farzların ve haramların hepsine Ahkâm-ı islâmiyye, İslâmiyetin hükümleri denir. Dinler, Allahü teâlânın kullarına rahmetidir, ihsanıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyanın duaları muhakkak kabul olur. Namaz kılmayanın, haramlara bakanın ve haram yiyenin, içenin, ahkâm-ı islâmiyyeye uymadığı anlaşılır. Bunun duaları kabul olmaz. İslâmiyete inanan ve uyan, Allahü teâlânın ihsanına kavuşur, mesut olur. İnanmayan, bu saadetten mahrum kalır.
İman etmek de, çok kolaydır. İman etmek için, bir yere para vermek, mal vermek, zor bir iş yapmak, birisinden izin almak gibi, hiçbir şey yapmak lazım değildir. Hatta, imanlı olduğunu kimseye bildirmek, belli etmek bile lazım değildir. İman, altı şeyi öğrenip, bunlara kalbinden, gizlice inanmak demektir. İman eden, Allahü teâlânın emirlerine teslim olur. Yani seve seve yapar. Böylece, Müslüman olur. Kısacası, her mümin Müslümandır. Her Müslüman, mümindir.
***
Sual: Dünyada haram, günah olan şeyleri kullananlar, yapanlar, ahirette bunlardan mahrum mu kalırlar?
Cevap: Dünyada haram işleyen kimse, ahirette ondan mahrum kalır. Burada helal şeyleri kullananlar, orada, o şeylerin hakikatine kavuşur. Mesela, bir erkek, dünyada haram olan ipeği giyerse, ahirette ipek giymekten mahrum edilir. İpek ise, Cennet elbisesidir. O hâlde, bu günahtan temizlenmedikçe, Cennete giremez demektir. Cennete girmeyen de Cehenneme girer. Çünkü, ahirette, bu ikisinden başka yer yoktur.
.Mezhep taklidi, takva değil fetvadır
2017-09-09 02:00:00
A -
A +
Diş dolgusu için, Maliki veya Şafii mezheplerini taklit etmek meşakkat değildir.
Sual: Hanefi mezhebindeki bir Müslümanın, diş dolgusu, kaplaması sebebiyle Maliki veya Şafii mezhebini taklit etmesi takva mı olmaktadır?
Cevap: Dişini kaplatmış veya doldurtmuş olanların gusülde, abdestte ve namaz kılarken Maliki veya Şafii mezhebini taklid etmeleri takva değildir. Mezhep taklidi fetva yoludur, kurtuluş çaresidir. “Dinde meşakkat yoktur, kolaylık vardır” gibi sözleri zındıklar, silah olarak kullanarak, birçok farzları terk etmektedir. Bu sözün doğrusu, Allahü teâlânın bütün emirlerini yapmak kolaydır, zor bir şey emretmemiştir, demektir. Yoksa, imanı zayıf olanların dediği gibi, nefse güç gelen şeyleri, Allahü teâlâ affeder, herkes kolayına geleni yapmalıdır, O rahimdir, hepsini kabul eder, demek değildir. Diş dolgusu veya kaplaması için, Maliki veya Şafii mezheplerini taklit etmek meşakkat değildir.
***
Sual: Diş diplerinde meydana gelen, dartr veya kefeki denilen şeyler, gusle mâni olur mu ve bunlar sebebiyle de mezhep taklidi gerekir mi?
Cevap: Dartr veya kefeki denilen ve dişlerin dibinde hasıl olan kireçlenmeler, salgılardan, kendiliklerinden hasıl oldukları için ve buna mâni olan çare, ilaç bulunmadığı için, bunların mevcut olmasında zaruret vardır. İzale, yok edilmesinde haraç olanlar, derideki çıbanın, yaranın üstündeki zar, kabuk gibi olup, altlarını yıkamak, dört mezhepte de lazım olmaz. Bunun için, başka mezhebi taklit lazım olmaz.
***
Sual: Cenaze ve bayram namazını kaçırma tehlikesi olan bir kimse, abdesti yoksa su varken teyemmüm yapabilir mi?
Cevap: Abdestsiz veya gusülsüz kimse, cenaze ve bayram namazlarını kaçırmamak için, su var iken bile, teyemmüm edebilir. Cuma namazını ve beş vakit namazdan herhangi birinin vaktini kaçırmak korkusu olsa bile, su varken, teyemmüm edemez. Gusül veya abdest alması lazımdır. Namaz vakti kaçarsa, kaza eder. Mesela, sabah güneş doğması yakın iken uyanan kimse, cünüp ise ve hayız ve nifastan kesilmiş ise, acele gusül eder. Güneş doğarsa, sabah namazını, kerahet vakti, namaz kılması mekruh olan vakit çıkınca, sünneti ile birlikte kaza eder.
***
Sual: Bir kimse, Allahü teâlâya, baba, Allah baba dese, bu kimsenin imanına bir zarar gelir mi?
Cevap: Allahü teâlâya, Baba, Allah baba diyen kimsenin imanı gider yani kâfir olur.
.Alkollü içkileri kullanmak
2017-09-08 02:00:00
A -
A +
"Allahü teâlâyı seven ve Kıyamete inanan kimse, içki içilen yerde oturmasın."
Sual: Alkollü içkilerin içilmesi, ilaç olarak tedavide ve sanayide kullanılmasının dinimizdeki hükmü nedir?
Cevap: Allahü teâlâya asi olmak yani haram işlemek, insanı dünyada ve ahirette felakete götürür. Bu sebeple Allahü teâlâya asi olmaktan kaçınmalıdır. Ehl-i sünnet itikadını öğrenmeyen, imanı bunlara uygun olmayan, haramları, farzları bilmeyen ve bunlara uymayan kimse, Allahü teâlâya asi olur, haramlardan sakınmaz, günah işler. Haramların en büyüğü, ehl-i sünnet itikadını bilmemek, ikincisi namaz kılmamak, üçüncüsü de içki içmektir. Dinimizde sarhoş eden her içki haramdır. Şarap ve her türlü alkollü içkileri içmek, haram olup, büyük günahtırlar. Bir kimse, bu günahları işlerken Besmele söylese veya helal olduğuna itikat etse, yahut Allahü teâlânın haram etmesine ehemmiyet vermese, imanı gider. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Şarap içmek, büyük günahların en büyüğü ve bütün fenalıkların ve günahların anasıdır.)
(Bütün fenalıklar bir yere toplanmıştır. Bu yerin kilidi zina, anahtarı şaraptır ve bütün iyilikler bir yerde toplanmıştır. Bu yerin kilidi namaz, anahtarı abdest almaktır.)
(Allahü teâlâyı seven ve Kıyamete inanan kimse, içki içilen yerde oturmasın.)
(Şarabı yapmak, üzümünü sıkmak, taşımak, dağıtmak, satmak ve içmek, günahta beraberdir ve bunların namazlarına, oruçlarına, haclarına, zekâtlarına ve sadakalarına sevap verilmez. Meğer ki tevbe ederler.)
(Baldan ve arpadan yapılan içkiler ve sarhoş eden her içki haramdır.)
İmam-ı Muhammed Şeybânî hazretleri;
“Çok içilince sarhoş eden içkinin azı da haramdır” buyurmuştur ve fetva da bunun üzerinedir.
Başka ilaç varken, bunları ilaç olarak içmek de haramdır. Hariçten kullanmak caiz ise de, necistirler, uçmakla temizlenemez, yıkamak lazımdır. El-fıkhü alel mezâhibil-erbe'a kitabında deniyor ki:
“Sarhoş eden sıvıların hepsi, dört mezhepte de şarap gibi galiz, fena necasettir. Hanefide avuç içi yüzeyinden fazlası ile, diğer üç mezhepte görülebilen az miktarı ile kılınan namaz sahih olmaz. Şafiide ve Hanefinin bir rivayetinde, ilaç ve kolonya yapmakta kullanılan miktarı, çok olsa da affedilmiş olup, namazın sıhhatine mani olmaz.”
Esrar, afyon, eroin gibi uyuşturucu şeyleri keyif için yemek, içmek haram olup, tedavi için caizdir.
.Pişman olup, tevbe etmelidir
2017-09-07 02:00:00
A -
A +
Günahlarına tevbe etmek, herkese farz-ı ayındır. Hiç kimse tevbeden kurtulamaz.
Sual: Kul ve hayvan hakları dahil her işlenen günah için mutlaka tevbe etmeli, kul hakları için helalleşmeli midir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Kıymetli ömrümüz, günah işlemekle, kusur, kabahat yapmakla, yanılmakla, faydasız, lüzumsuz konuşmakla geçip gidiyor. Bunun için; tevbeden, Allahü teâlâya boyun bükmekten söyleşmemiz, vera ve takvadan konuşmamız hoş olur. Nûr sûresi, 31. âyet-i kerimesinde mealen; (Ey müminler! Hepiniz, Allahü teâlâya tevbe ediniz! Tevbe etmekle kurtulabilirsiniz) buyurmuştur. Tahrîm sûresi, 8. âyet-i kerimesinde mealen; (Ey iman eden seçilmişler! Allahü teâlâya dönünüz! Halis tevbe edin! Yani tevbenizi bozmayın! Böyle tevbe edince, Rabbiniz, sizi belki affeder ve ağaçlarının, köşklerinin altından, önünden sular akan Cennetlere sokar) buyurmuştur. En'âm sûresi, 120. âyet-i kerimesinde mealen; (Açık olsun, gizli olsun günahlardan sakınınız!) buyurmuştur.
Günahlarına tevbe etmek, herkese farz-ı ayındır. Hiç kimse tevbeden kurtulamaz. Nasıl kurtulur ki, Peygamberlerin hepsi tevbe ederdi. Peygamberlerin sonuncusu ve en yükseği olan Muhammed aleyhisselâm buyuruyor ki; (Kalbimde envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan perde hasıl oluyor. Bunun için her gün, yetmiş kere istiğfar ediyorum.)
Yapılan günahta, kul hakkı bulunmayıp, zina yapmak, alkollü içki içmek, çalgı dinlemek, yabancı kadınlara bakmak, Kur’ân-ı kerimi abdestsiz tutmak ve yanlış inanışlara saplanmak gibi, yalnız Allahü teâlâ ile kendi arasında olursa, böyle günahlara tevbe etmek, pişman olmakla, istiğfar okumakla, Allahü teâlâdan utanıp, sıkılıp, Ondan af dilemekle olur. Farzlardan birini özürsüz terk etti ise, tevbe için, bunlarla birlikte, o farzı da yapmak lazımdır. Çünkü bir namazı vaktinde kılmayanın bunu kaza etmesi de farzdır.
Günahta kul hakkı da varsa, buna tevbe için, kul hakkını hemen ödemek, onunla helalleşmek, ona iyilik ve dua etmek de lazımdır. Mal sahibi, hakkı olan ölmüş ise, ona dua, istiğfar edip çocuklarına, vârislerine verip ödemeli, bunlara iyilik yapmalıdır. Çocukları, vârisleri bilinmiyorsa, mal ve parayı fakirlere verip, sevabını hak sahibine ve eziyet yapılana niyet etmelidir.”
.Biz ona son verdik, ya Rabbi”
2017-09-06 02:00:00
A -
A +
"Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar, kumar okları, pistir, şeytan işidir..."
Sual: Alkollü içkilerin yasak, haram edilmesinin hazret-i Ömer ile bir alakası, ilgisi var mıdır?
Cevap: Bu konu, Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn kitabında şöyle anlatılmaktadır:
“İçkinin haram olduğunu bildiren âyet-i kerimeler nazil olmadan önce Abbâd bin Sâmit bir ziyafet verir. Müslümanlardan birkaç kişiyi de davet eder. Yemekleri yerler ve içki de içerler. Sonra kendi soylarını öven şiirler söylemeye başlarlar ve aralarında tartışma çıkar. Bu durumu Peygamber efendimize bildirirler. O anda Resûlullah efendimizin yanında bulunan hazret-i Ömer;
-Ya Rabbi, bize içki hakkında kesin emrini bildir, diye niyazda bulunur. Bunun üzerine Mâide sûresinin 90. ve 91. âyet-i kerimeleri nazil olur. Bu âyet-i kerimelerde mealen;
(Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar, kumar okları, pistir, şeytan işidir. Bunlardan sakınınız ki, felah bulasınız. Şeytan içki ve kumar ile aranızda düşmanlık, buğuz meydana getirmek ister. Böylece Allaha ibadetten ve bilhassa namazdan alıkoyar. O hâlde onlara artık son vermez misiniz!) buyurulur. Bu âyet-i kerimeleri dinleyen hazret-i Ömer;
'Biz ona son verdik, ya Rabbi' der...”
Abdülazîz Revvâd hazretleri başından geçen ibret verici bir hadiseyi şöyle anlatmıştır:
“Medine-i münevverede idim. Bir gece Mescid-i Nebiye gidiyordum. Bir kadın telaşla bana yaklaşıp;
-Ey efendi, şurada bir hasta var, can çekişiyor, ölmek üzere. Yanında bir erkek yok ki, ona Kelime-i şehadeti telkin etsin, söyletsin! dedi.
Ben de hemen oraya gittim. Ölmek üzere olan adama, Kelime-i şehadeti söyletmek için uğraştıysam da o, bir türlü söyleyemedi. Bir ara gözlerini açıp;
-Kaç defadır bunu söyle diyorsun. Fakat ben söyleyemiyorum. Ben İslâm dininden yüzümü çevirmişim, dedi ve sonra öldü... Daha sonra bu adamın kim olduğunu ve hâlini araştırdım ve bana;
-Bu adam devamlı içki içerdi dediler. Kendi kendime, Peygamber efendimizin;
Allahü teâlâ, yiyecek ve içeceklerden bazılarını helal ettiği gibi, bazılarını da haram, yasak etmiştir. Haram edilen şeylerin yenilip, içildiği yerlere, fıkıh kitaplarında, Fısk meclisi denmektedir. Dinimiz, haram işlemekten ve haram, günah işlenen yerlerden uzak durmayı emretmektedir.
.Din ile dünyayı birlikte kazanmak
2017-09-05 02:00:00
A -
A +
İslâmiyete uymakla ziynetlenen bir kimse, dünyanın zararından kurtulmuş olur ve ahireti kazanır.
Sual: Bir kimse, hem dünyasını, hem de ahiretini ikisini birlikte mamur edebilir, ikisini birlikte kazanabilir mi?
Cevap: Ahireti kazanmak için, dünyayı yani haramları, mekruhları terk etmek lazımdır. Dünyayı terk etmek, iki türlüdür:
Birincisi, bütün haram olan şeylerle beraber, mubahları da yani günah olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zaruri olan miktarını kullanmaktır. Tembel ve işsiz olarak oturup da, dünyanın zevk, keyif ve eğlencelerine dalmak yolunu bırakarak, her türlü zevk ve lezzetinden vazgeçip, bütün zamanını, ibadetle, Müslümanların rahatları ve İslâm dinini bilmeyenlerin, doğru yola kavuşmaları için lazım olan ilmi ve teknik usulleri, vasıtaları, en ileri, en üstün şekilde yapmak ve kullanmakla geçirmek, böylece durmadan çalışmaktır. Dünya zevkini böyle çalışmakta aramak ve bulmaktır. Eshâb-ı kiramın hepsi ve din büyüklerinin çoğu, hep böyle idi. Dünyayı, bu şekilde terk etmek, çok faydalıdır. Bundan maksat, İslâmiyetin emrettiği şeyleri yapmak için, bütün rahatı ve zevkleri feda etmektir.
İkincisi, dünyada haram ve şüpheli şeylerden kaçıp mubahları kullanmaktır. Bu kısım da, ahir zamanda, çok kıymetlidir. Bu sebeple, İslâmiyetin haram ettiği şeylerden kaçınmak, her Müslüman için lazımdır. Hadis-i şerifte;
(Yalnız dünya için çalışana, yalnız kaderinde olan kadar gelir. İşleri karışık, üzüntüsü çok olur) buyuruldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında, bu konuda buyuruyor ki:
“Din ile dünyayı birlikte kazanmak imkânsızdır. Ahireti kazanmak isteyenin, dünyadan vazgeçmesi lazımdır. Bu zamanda, dünyayı tamamen terk etmek, kolay değildir. Hiç olmazsa, hükmen terk etmek, yani terk etmiş sayılmak lazımdır. Bu da, her işte İslâmiyete uymak demektir. Yiyecekte, içecekte, giyecekte ve ev kurmakta İslâmiyete uymak lazımdır. İslâmiyetin emirlerini aşmamak lazımdır. Altın ve gümüşün, ticaret eşyasının, kırda, çayırda otlayan dört ayaklı hayvanların zekâtını vermek farzdır. Bunların zekâtını elbette vermelidir. İslâmiyete uymakla ziynetlenen bir kimse, dünyanın zararından kurtulmuş olur ve ahireti kazanır. Dünyayı yani nefsin arzularını, böyle hükmen de terk edemeyen kimse, münafık demektir. İmanlı olduğunu söylemesi, ahirette kendisini kurtaramaz.”
.Kabir azabından kurtulmak için
2017-08-01 02:00:00
A -
A +
Eğer ahiret azablarından bir kıvılcım dünyaya gelse, her şeyi yakar, yok eder.
Sual: Kabirde azab var mıdır eğer kabirde varsa bu azabtan korunmak, kurtulmak için ne veya neler yapmalıdır?
Cevap: İslâm alimlerinin büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî hazretleri, konu ile alakalı olarak buyuruyor ki:
“Kabirde azab yapılacağı sahih ve meşhur hadislerle, hatta Kur'ân-ı kerimdeki âyetlerle bildirilmiştir. Ölülerin hâli, dünyadaki dirilerin hayatı gibi değildir. Dünyanın nizamı için, buradaki hayatta hem his, hem de istekle, irade ile hareket vardır. Kabir hayatında, ölülerin azab ve acı duymaları için yalnız hissetmeleri yetişir. Kabirde ruhun bedene bağlanması, diri iken bağlanmasının yarısı kadardır. İşte bunun için ölüler, azabı duydukları hâlde, hareket etmez ve kıpırdayamazlar.
Kabir azabı, rüya gibi değildir. Kabir azabı, azabın görüntüsü değil, azabın kendisidir. Kabir azabı, ahiret azablarındandır. Dünya azabları, ahiret azabları yanında hiç kalır. Eğer ahiret azablarından bir kıvılcım dünyaya gelse, her şeyi yakar, yok eder.”
Peygamber efendimiz kabir hayatı hakkında:
(Kabir, dünya konaklarının sonu, ahiret menzillerinin ilki olup, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur.) buyurmuşlardır.
Kabir ehli de acı ve zahmet çektiği için Peygamber efendimiz, ölünün kemiklerini kırmayı yasaklamıştır. Kabrin üstüne oturan bir kimseye:
(Ölüye kabirlerinde eza etmeyiniz! Diriler, evlerinde, elem, zahmet duyup hissettikleri gibi, ölü de kabrinde öylece elem ve eza duyar) buyurmuşlardır.
Meyyit, kabre konulunca, ne kadar salih, iyi kimse olsa da kabir onu sıkar. Sa'd bin Muâz hazretleri, eshâb-ı kiramdan, sayısız fazilet ve kerametler sahibi bir zat idi. Hatta vefat edince Arş-ı rahman onun için titremişti. Buna rağmen kabre konulduğunda toprak onu sıktı. Peygamber efendimiz;
(Toprak Sa'd bin Muâz'ı öyle sıktı ki, iki tarafındaki kemikler birbirine geçti.) buyurarak haber verdi.
Kabir, Eshab-ı kirama böyle olursa, acaba bize nasıl olur! Ya bir de imansız ölenlerin hali nice olur?
Ebülleys-i Semerkandî hazretleri buyuruyor ki:
“Kabir azabından kurtulmak isteyen, namaza devam etmeli, sadaka vermeli, Kur'ân-ı kerim okumalı, Allahü teâlâyı çok tesbih etmeli; hainlikten, dedikodudan ve üzerine idrar sıçratmaktan kaçmalıdır.”
.İnsana beş duygu, sırayla verilmektedir
2017-07-30 02:00:00
A -
A +
Sual: Çocuk dünyaya gelince, beş duygu organı, sırayla mı yoksa hemen mi verilmektedir?
Cevap: İmâm-ı Rabbânî hazretleri İsbât-ün-nübüvve kitabında konu ile alakalı olarak buyuruyor ki:
“İnsan, yaratılışında her şeyden habersizdir. Hâlbuki, insanın dışındaki mahluklar o kadar çoktur ki, Allahtan başka kimse bilmez. Bunu, Müddessir sûresinin 31. âyeti bildirmektedir. Çocuk, İdrak, anlama aletleri ile âlemleri anlamaya başlar. Mahlukların her cinsine bir Âlem diyoruz. İnsanda ilk yaratılan idrak aleti Lems, dokunma hassasıdır. İnsan, bu hassası ile, soğuğu, sıcağı, yaşı, kuruyu, yumuşağı, katıyı ve benzerlerini anlar. Lems hassası renkleri, sesleri anlayamaz. Sonra görme hassası yaratılır. Bununla, renkler, şekiller anlaşılır. Görmekle anlaşılan şeyler, lems âleminden daha geniştir. Sonra, işitme hassası açılır. Bu his organı ile sesler, nağmeler anlaşılır. Sonra tat duyma hassası yaratılır. Sonra, koku alma hassası yaratılır. Böylece His âlemini tanıtan beş duygu kuvveti tamamlanır. Yedi yaşına doğru Temyiz kuvveti yaratılır. Bununla, his kuvvetleri ile anlaşılamayan şeyler anlaşılır. Bu kuvvet, his kuvvetleri ile idrak olunan, anlaşılan şeyleri birbirlerinden ayırır. Daha sonra akıl yaratılır. Akıl, temyiz kuvveti ile ayrılmış, faydalı, zararlı, iyi, fena oldukları anlaşılan şeylerden, lazım, caiz, mümkün, imkânsız olanları ayırır. Akıl, temyiz ve his kuvvetlerinin anlayamadığı şeyleri anlar. Allahü teâlâ, bazı seçtiği kullarında, akıldan sonra başka bir kuvvet daha yaratır. Bununla, aklın bilemediği, bulamadığı ve ileride olacak şeyler anlaşılır. Buna Nübüvvet yani peygamberlik kuvveti denir. Temyiz kuvveti, akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunlara inanmıyor. Akıl da, peygamberlik kuvveti ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunların var olduklarına inanmıyor. Anlamadığını inkâr etmek, anlamamanın, bilmemenin ifadesi oluyor. Bunun gibi, kör olarak dünyaya gelen, renkleri, şekilleri hiç işitmese, bunları bilmez, varlıklarına inanmaz. Allahü teâlâ, Nübüvvet kuvvetinin de bulunduğunu kullarına bildirmek için, bu kuvvetin benzeri olarak, insanlarda rüyayı yarattı. İnsan ileride olacak şeyi, açıkça veya (Âlem-i misal)deki şekli ile rüyada görmektedir.”
.Kur'ân-ı kerimden hüküm çıkarmak
2017-07-24 02:00:00
A -
A +
“Kur'ân-ı kerimden hüküm çıkarmak, herkesin yapabileceği bir şey değildir..."
Sual: Zamanımızda çok kimse, “Herkes Kur’ândan okur anlar ve amel eder” diyor. Gerçekten herkes Kur’ândan hüküm çıkarabilir mi?
Cevap: Mısırlı mezhepsiz Reşîd Rızâ, El-muhâverât ismindeki kitabında, Ehl-i sünnet mezhebine ve fıkıh kitaplarına saldırmış ve Diyanetişleri eski başkanlarından Hamdi Akseki, bu zararlı kitabı Arabiden Türkçeye tercüme etmiş Mezâhibin telfîkı ve İslâmın bir noktaya cemi yani İslâmda Birlik ve Fıkıh Mezhepleri ismini verip, 1916’da İstanbul’da bastırmıştır. Bunlar ve benzeri mezhepsizlerin yazıları dikkatle okunursa, sapık düşüncelerini ve bölücü görüşlerini, çürük mantık zincirleri ve yaldızlı kelimelerle süsleyerek Müslümanları aldatmaya çalıştıkları hemen görülür. Cahiller, bu yazıları mantık, akıl çerçevesinde, ilme dayanıyor sanarak inanır, arkalarına takılırlar ise de, ilim ve keskin görüş sahipleri, asla bunların tuzaklarına düşmez. Müslümanları sonsuz felakete sürükleyen mezhepsizlik tehlikesine karşı, Yusuf Nebhânî hazretleri Huccet-ul-lahi alel-âlemîn kitabında buyuruyor ki:
“Kur'ân-ı kerimden hüküm çıkarmak, herkesin yapabileceği bir şey değildir. Müctehid imamlar bile, Kur'ân-ı kerimdeki hükümlerin hepsini çıkaramamışlardır. Resûlullah efendimiz, hadîs-i şerifleri ile açıklamıştır. Kur'ân-ı kerimi, ancak Resûlullah efendimiz açıkladığı gibi, hadîs-i şerifleri de, yalnız Eshâb-ı kiram ve müctehid imamlar anlayabilmişler ve açıklamışlardır.
Allahü teâlâ, müctehid imamlara akli ve nakli ilimleri, idrak, anlama kuvveti, keskin zihin, ziyade, çok akıl ve daha nice üstünlükler ihsan eylemiştir. Bu üstünlüklerin başında, takva, haramlardan sakınmak gelmektedir. Bundan sonra, kalplerindeki nur-u ilahi gelmektedir. Müctehid imamlar, bu üstünlükler yardımı ile, Allahü teâlânın ve Resûlullah efendimizin kelamlarından onların muratlarını anlamışlar, anlayamadıklarını Kıyâs ile bildirmişlerdir. Dört mezhep imamının her biri, kendi reyi, görüşü ile konuşmadığını bildirmiş ve talebelerine; 'Sahih hadîse rastlarsanız, benim sözümü bırakın. Resûlullahın hadîsine uyun!' demiştir. Mezhep imamları, bu sözü, kendileri gibi müctehid olan derin âlimlere söylemişlerdir. Bu âlimler, dört mezhebin delillerini bilen, tercih ehli olanlardır.”
.Korkulu yerlerde emin olmak için
2017-07-23 02:00:00
A -
A +
“Korkulu yerlerde ve düşman karşısında, emin ve rahat olmak için Li îlâfi sûresini okumalıdır..."
Sual: Korkulu yerlerde ve düşman karşısında okunacak belli bir dua veya dualar var mıdır?
Cevap: Bu konuda Mektûbât kitabında şu bilgi verilmektedir:
“Korkulu yerlerde ve düşman karşısında, emin ve rahat olmak için Li îlâfi sûresini okumalıdır. Tecrübe edilmiştir. Her gün ve her gece, hiç olmazsa, onbirer defa okumalıdır. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki; (Bir yere gelen kimse “E'ûzü bikelimâtillâhit-tâmmâti min şerri mâ haleka” okursa, o yerden kalkıncaya kadar, ona hiçbir şey zarar, kötülük yapmaz.) Korkulu şeyden kurtulmak ve bir dileğe kavuşmak için, Tâhâ suresinin 37. âyetinden ‘Vele-kad’dan, 39 sonuna ‘alâ aynî’ye kadar kâğıda mürekkeple yazıp, bir şeye yedi kere sarıp, yanında taşımalıdır. Faydası çok görülmüştür.”
***
Sual: “Öğleden önce olan sünneti terk eden, şefaatime kavuşamaz” hadîs-i şerifindeki "şefaatime kavuşamaz"dan maksat nedir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
“Namazların sünnetlerine ehemmiyet, kıymet verip, tembellikle, özürsüz ve çok zaman terk eden, azarlanır. Fakat şefaatten mahrum kalmaz.” (Öğleden önce olan sünneti terk eden, şefaatime kavuşamaz) hadîs-i şerifi, özürsüz ve ısrar ile terk eden kimse, bu namaz için olan ve derecenin yükselmesine yarayan şefaatime kavuşamaz demektir.” Özür ile terk etmenin, buna mani olmayacağı, İbni Âbidînde ve İmdâdın Tahtâvî haşiyesinde yazılıdır. Zaten, sünnetleri kaza niyeti ile kılınca, bu sünnet terk edilmiş olmaz.
***
Sual: Bir kimse, abdestli olduğunu zannederek namaz kılsa, bu kıldığı namazdan da sevap alır mı?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Eşbâhda deniyor ki:
“Bir ibadette sevap hasıl olması için, yalnız bu ibadetin sahih olması şart değildir. Halis niyet edilmesi de şarttır. Halis niyet ederek yapılan bir ibadet, bilmeyerek fasit olursa, sahih olmaz. Fakat niyet edildiği için, çok sevap hasıl olur. Mesela, abdestli olduğunu zannederek, abdestsiz kılınan namaz sahih olmaz. Fakat, niyetine karşılık çok sevap verilir. Necis, pis olduğunu bilmediği suyu, temiz zannederek, bununla abdest alıp kılınan namazın şartı noksan olduğu için sahih olmaz ise de, niyet mevcut olduğu için sevap verilir. Şartlarına uygun olduğu için sahih olan bir namaz, riya, gösteriş için kılınırsa, sevap hasıl olmaz.
.İbadetlerde niyet, kalp ile yapılır
2017-07-22 02:00:00
A -
A +
“Namaza başlarken niyet etmenin farz olduğu söz birliği ile bildirildi. Niyet yalnız kalp ile olur."
Sual: Namaz kılarken, niyeti, dil ile söyleyerek mi yoksa kalp ile mi yapmak gerekir?
Cevap: İbadetler yapılırken, yalnız ağız ile söylemeye niyet denmez. Kalp ile niyet edilmezse, dört mezhepte de namaz sahih olmaz. Resûlullah efendimizin, Eshâb-ı kiramın ve Tabiinin hatta dört mezhep imamının ağız ile niyet ettikleri işitilmemiştir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“Niyet kalp ile olur. Ağız ile niyet etmek bidattir. Bu bidate, hasene demişlerdir. Halbuki bu bidat, yalnız sünneti yok etmekle kalmıyor, farzı da yok ediyor. Çünkü çok kimse, yalnız ağız ile niyet ederek, kalp ile niyet etmiyorlar. Böylece, namazın farzlarından biri olan kalp ile niyet yapılmıyor. Namaz kabul olmuyor. Bu fakir, hiçbir bidati, hasene olarak bilmiyorum. Hiçbir bidatte güzellik görmüyorum.”
Ağız ile niyet etmek, Şafii ve Hanbelide sünnettir. İbni Âbidînde deniyor ki:
“Namaza başlarken niyet etmenin farz olduğu söz birliği ile bildirildi. Niyet yalnız kalp ile olur. Yalnız ağız ile söylemek bidattir. Kalp ile niyet edenin, şüpheden, vesveseden kurtulmak için, söz ile de niyet etmesi caiz olur.”
***
Sual: Bir kimse, namaz kılarken, o namazın vaktinin girdiğini bilmese ve o vaktin farzını kılmaya diye de niyet etmese, kıldığı namazlar boşa mı gider?
Cevap: Bir kimse, senelerce, öğleyi vaktinden önce kılmış olsa, ve hepsine de; “Üzerime farz olan öğleyi kılmaya” diye niyet etse, o günkü öğleyi düşünmese, her gün bir evvelki öğleyi kaza etmiş olur. Yalnız son öğleyi ayrıca kaza etmesi lazım olur. O günkü öğleyi niyet etse, eda dese de, demese de, her gün o günkü öğleyi eda etmiş olup, vaktinden önce oldukları için, hiçbiri öğlenin farzı olmaz, nafile olurlar. Hepsini kaza etmesi lazım olur. Görülüyor ki, namazların vakitlerini bilmekle beraber, o vaktin içinde kılmış olduğunu da bilmek lazımdır.
***
Sual: Açlıktan ölmek üzere olan bir kimse, başkasının malını, ölümden kurtulacak kadar yiyebilir mi?
Cevap: Mecellenin otuzikinci maddesinde; “Zaruret içinde olmak, başkasının hakkını gidermez” deniyor. Açlıktan ölecek olan bir kimse, başkasının malını, ölümden kurtulacak kadar yiyebilir ise de, bunun değerini veya mislini ödemesi lazım olur. Başkasının malını yemek, şarap içmekten daha büyük günahtır.
.
Korkulu yerlerde emin olmak için
23 Temmuz 2017 02:00
A -
A +
“Korkulu yerlerde ve düşman karşısında, emin ve rahat olmak için Li îlâfi sûresini okumalıdır..."
Sual: Korkulu yerlerde ve düşman karşısında okunacak belli bir dua veya dualar var mıdır?
Cevap: Bu konuda Mektûbât kitabında şu bilgi verilmektedir:
“Korkulu yerlerde ve düşman karşısında, emin ve rahat olmak için Li îlâfi sûresini okumalıdır. Tecrübe edilmiştir. Her gün ve her gece, hiç olmazsa, onbirer defa okumalıdır. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki; (Bir yere gelen kimse “E'ûzü bikelimâtillâhit-tâmmâti min şerri mâ haleka” okursa, o yerden kalkıncaya kadar, ona hiçbir şey zarar, kötülük yapmaz.) Korkulu şeyden kurtulmak ve bir dileğe kavuşmak için, Tâhâ suresinin 37. âyetinden ‘Vele-kad’dan, 39 sonuna ‘alâ aynî’ye kadar kâğıda mürekkeple yazıp, bir şeye yedi kere sarıp, yanında taşımalıdır. Faydası çok görülmüştür.”
***
Sual: “Öğleden önce olan sünneti terk eden, şefaatime kavuşamaz” hadîs-i şerifindeki "şefaatime kavuşamaz"dan maksat nedir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
“Namazların sünnetlerine ehemmiyet, kıymet verip, tembellikle, özürsüz ve çok zaman terk eden, azarlanır. Fakat şefaatten mahrum kalmaz.” (Öğleden önce olan sünneti terk eden, şefaatime kavuşamaz) hadîs-i şerifi, özürsüz ve ısrar ile terk eden kimse, bu namaz için olan ve derecenin yükselmesine yarayan şefaatime kavuşamaz demektir.” Özür ile terk etmenin, buna mani olmayacağı, İbni Âbidînde ve İmdâdın Tahtâvî haşiyesinde yazılıdır. Zaten, sünnetleri kaza niyeti ile kılınca, bu sünnet terk edilmiş olmaz.
***
Sual: Bir kimse, abdestli olduğunu zannederek namaz kılsa, bu kıldığı namazdan da sevap alır mı?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Eşbâhda deniyor ki:
“Bir ibadette sevap hasıl olması için, yalnız bu ibadetin sahih olması şart değildir. Halis niyet edilmesi de şarttır. Halis niyet ederek yapılan bir ibadet, bilmeyerek fasit olursa, sahih olmaz. Fakat niyet edildiği için, çok sevap hasıl olur. Mesela, abdestli olduğunu zannederek, abdestsiz kılınan namaz sahih olmaz. Fakat, niyetine karşılık çok sevap verilir. Necis, pis olduğunu bilmediği suyu, temiz zannederek, bununla abdest alıp kılınan namazın şartı noksan olduğu için sahih olmaz ise de, niyet mevcut olduğu için sevap verilir. Şartlarına uygun olduğu için sahih olan bir namaz, riya, gösteriş için kılınırsa, sevap hasıl olmaz.”
.
Kur'ân-ı kerimden hüküm çıkarmak
24 Temmuz 2017 02:00
A -
A +
“Kur'ân-ı kerimden hüküm çıkarmak, herkesin yapabileceği bir şey değildir..."
Sual: Zamanımızda çok kimse, “Herkes Kur’ândan okur anlar ve amel eder” diyor. Gerçekten herkes Kur’ândan hüküm çıkarabilir mi?
Cevap: Mısırlı mezhepsiz Reşîd Rızâ, El-muhâverât ismindeki kitabında, Ehl-i sünnet mezhebine ve fıkıh kitaplarına saldırmış ve Diyanetişleri eski başkanlarından Hamdi Akseki, bu zararlı kitabı Arabiden Türkçeye tercüme etmiş Mezâhibin telfîkı ve İslâmın bir noktaya cemi yani İslâmda Birlik ve Fıkıh Mezhepleri ismini verip, 1916’da İstanbul’da bastırmıştır. Bunlar ve benzeri mezhepsizlerin yazıları dikkatle okunursa, sapık düşüncelerini ve bölücü görüşlerini, çürük mantık zincirleri ve yaldızlı kelimelerle süsleyerek Müslümanları aldatmaya çalıştıkları hemen görülür. Cahiller, bu yazıları mantık, akıl çerçevesinde, ilme dayanıyor sanarak inanır, arkalarına takılırlar ise de, ilim ve keskin görüş sahipleri, asla bunların tuzaklarına düşmez. Müslümanları sonsuz felakete sürükleyen mezhepsizlik tehlikesine karşı, Yusuf Nebhânî hazretleri Huccet-ul-lahi alel-âlemîn kitabında buyuruyor ki:
“Kur'ân-ı kerimden hüküm çıkarmak, herkesin yapabileceği bir şey değildir. Müctehid imamlar bile, Kur'ân-ı kerimdeki hükümlerin hepsini çıkaramamışlardır. Resûlullah efendimiz, hadîs-i şerifleri ile açıklamıştır. Kur'ân-ı kerimi, ancak Resûlullah efendimiz açıkladığı gibi, hadîs-i şerifleri de, yalnız Eshâb-ı kiram ve müctehid imamlar anlayabilmişler ve açıklamışlardır.
Allahü teâlâ, müctehid imamlara akli ve nakli ilimleri, idrak, anlama kuvveti, keskin zihin, ziyade, çok akıl ve daha nice üstünlükler ihsan eylemiştir. Bu üstünlüklerin başında, takva, haramlardan sakınmak gelmektedir. Bundan sonra, kalplerindeki nur-u ilahi gelmektedir. Müctehid imamlar, bu üstünlükler yardımı ile, Allahü teâlânın ve Resûlullah efendimizin kelamlarından onların muratlarını anlamışlar, anlayamadıklarını Kıyâs ile bildirmişlerdir. Dört mezhep imamının her biri, kendi reyi, görüşü ile konuşmadığını bildirmiş ve talebelerine; 'Sahih hadîse rastlarsanız, benim sözümü bırakın. Resûlullahın hadîsine uyun!' demiştir. Mezhep imamları, bu sözü, kendileri gibi müctehid olan derin âlimlere söylemişlerdir. Bu âlimler, dört mezhebin delillerini bilen, tercih ehli olanlardır.
.
Gıybet, küfre en yakın günahlardandır
25 Temmuz 2017 02:00
A -
A +
Bugün gıybet, dedikodu maalesef hem erkekler hem de kadınlar arasında salgın hâle gelmiştir.
Sual: Gıybet etmek ne demektir, gıybet etmekle insanın imanının gitme tehlikesi var mıdır?
Cevap: Gıybet, küfre en yakın günahlardan biridir. Gıybet, karşı tarafın işitince üzüleceği bir kusurunu arkasından söylemektir. Mesela, bedeninde, nesebinde, ahlakında, işinde, sözünde, dininde, dünyasında, hatta elbisesinde, evinde bulunan bir kusur arkasından söylendiği zaman, bunu işitince üzülürse, gıybet olur. Kapalı söylemek, işaretle, hareketle ve yazı ile bildirmek de, hep söylemek gibi gıybettir.
Kim dikkat edip gıybetten, dedikodu yapmak, yani söz taşımak günahlarından sakınmazsa, artık tabii bir hâl alır ve önem vermez olur.
“Ben olanı söyledim, yalan söylemedim, bunun neresi günah?” diyerek günahı hafife alırsa Allah korusun küfre girer. Zaten olanı söylemek gıybettir, olmayanı söylemekse iftira olur. İ̇ftira etmek, nemmamlık yapmak, yani söz taşıyarak ara açmak gıybet etmekten çok daha fenadır.
Gıybet, nemmamlık yani dedikodu yapmak, söz taşımak gibi günahlara önem vermemek küfürdür. Küfür demek, sonsuz Cehennemde kalmak demektir. Küfre tövbe edince iman geri gelir, fakat önceki bütün ibadetleri ve sevapları yok olur. Bunun için küfre girmekten çok sakınmak lazımdır.
Gıybet kanser gibidir, girdiği yeri mahveder, girdiği vücut iflah olmaz. Bugün gıybet, dedikodu maalesef hem erkekler hem de kadınlar arasında salgın hâle gelmiştir. Allahü̈ teâlâ Kur’an-ı kerimin Hucürât sûresi, 12. âyet-i kerimesinde mealen;
Dikkat edilirse, birçok ailelerin, toplumların, milletlerin, hep bu yüzden bölünüp parçalandıkları görülür.
Hiçbir kimsenin dedikodu yaparak aleyhinde konuşmamalı, gıybet etmemelidir. Kötü ve çok günahkâr bildiğimiz birini gıybet ederek, onun günahlarını almamalıdır. Başkasının günahlarını yüklenmek akıl işi midir? Bir kimsenin günahı ve kusuru söylenince;
“Elhamdülillah, Allah bizi böyle hayâsız yapmadı” gibi, onu kötülemek, çok çirkin gıybet olur.
“Falanca kimse, çok iyidir, şu kusuru olmasa, daha iyi olurdu” demek de gıybet olur.
.
Namazda, başı, kolları örtmek
26 Temmuz 2017 02:00
A -
A +
"Kolları, bacakları, etekleri sığalı, kıvrık, kısa olarak namaz kılmak mekruhtur.”
Sual: Namaz kılarken erkeklerin başlarının açık olmasının, kısa kollu gömlek giyerek kollarının açık olmasının ve pantolon paçalarını çekmenin bir mahzuru olur mu?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Halebî’de deniyor ki:
“Secdeye yatarken, kamis, yani entariyi ve pantolon paçalarını yukarı çekmek mekruhtur ve bunları yukarı çekip, kıvırıp da, namaza durmak da mekruhtur. Kolları, bacakları, etekleri sığalı, kıvrık, kısa olarak namaz kılmak da mekruhtur.”
Tembellikle veya başı kapalı kılmanın ehemmiyetini düşünmeyerek, başı açık namaz kılmak mekruhtur. Namaza ehemmiyet vermemek ise küfürdür. Kendini aciz, zavallı göstermek, Allahü teâlâdan korktuğu için başını örtmemek mekruh olmaz. Yani, Allahü teâlânın korkusundan rengi sararıp, vücudu titreyip, kendini ve her şeyi unutan kimse, başını örtmezse, mekruh olmaz. Fakat, bunların da örtmesi, daha iyi olur. Çünkü, başı açmak;
(Namazda ziynetli elbisenizi alınız, örtünüz!) mealindeki âyet-i kerimeye uymamak olur.
***
Sual: Namaz kılarken, erkeklerin sarık sararak namazı öyle kılması şartı var mıdır?
Cevap: Başına beyaz sarık sarmak müstehabdır. Resûlullah efendimizin siyah sarık da sardığı "Ma'rifetnâme"de yazılıdır. Sarığının ucunu iki küreği arasına, iki karış uzatırdı.
***
Sual: Kadınların, muayyen hâllerinde iken, namaz kılmalarının, camiye girmelerinin, tavaf yapmalarının dinimiz açısından hükmü nedir?
Cevap: Kadınların hayız ve nifas günlerinde namaz kılmaları, oruç tutmaları, cami içine girmeleri, Kur’ân-ı kerimi okumaları ve tutmaları, tavaf yapmaları, cima etmeleri, dört mezhepte de haramdır.
Cünüp veya hayızlı iken camiye girmek, hatta cami içinden geçmek haramdır. Geçecek başka yol bulamazsa veya camide cünüp olursa veya camiden başka yerde su bulamazsa, teyemmüm edip girer ve çıkar. Kur’ân-ı kerim okuması, Mushafı tutması ve Kâbe-i muazzamayı tavaf etmesi, dört mezhepte de haramdır.
Kadınların başı, kolu, bacağı açık olarak, camiye gelip, mevlid, vaaz ve Kur’an okuyan hafızları dinlemeleri haramdır, büyük günahtır. Hıristiyan kadınları bile, kiliseye giderken, böyle açık değildir. Açık kadınların, erkekler arasına karıştığı yerler, ibadethane olmaktan çıkar ve buralara cami denmez. Böyle yerlere, namaz kılmak için dahi gidilmez.
.
Malın zekâtı verilmezse
27 Temmuz 2017 02:00
A -
A +
"Biliniz ki, zekâtını vermeyenlerin, namazı, orucu, haccı, cihadı ve imanı yoktur!"
Sual: Bir Müslüman, zekâtını vermezse, zekât olarak vermediği bu paralar, mallar, ahirette o kimseye azap olarak geri mi döner?
Cevap: Bir Müslüman, zekât vermeyi vazife bilmez, farz olduğuna inanmaz, vermediği için üzülmez ve günaha girdiğini bilmezse, imanı gider. Senelerce zekât vermeyen kimsenin, zekât borçları birikerek, bütün malını kaplar. Bu kimse, malı kendinin sanıp, Müslümanların o malda hakkı olduğunu, hatırına bile getirmez, kalbi de hiç sızlamaz. Bu mala sımsıkı sarılmıştır. Böyle kimselerden, imanını kurtaran pek nadir olur. Tevbe sûresinin 35. âyet-i kerimesinde mealen;
2-Uşrunu vermeyenin, tarlasında, kazancında bereket kalmaz.
3-Sadaka vermeyenin, vücudunda sıhhat kalmaz.
4-Dua etmeyen, arzusuna kavuşamaz.
5-Namaz vakti gelince, kılmak istemeyen, son nefeste kelime-i şehadet getiremez.”
Din Büyükleri buyuruyor ki:
“Ey insan, dünyanın zevk ve safası peşinde, daha ne kadar koşacaksın? Bu kıymetli ömrü haramdan mal yığmakta, ne zamana kadar ziyan edeceksin? İslâmiyetin emir ve yasaklarına aldırış etmezsin! Azrâîl aleyhisselamın gelip canını zorla alacağı, ecel arslanı pençesini sana takacağı, can verme acılarının başına geleceği, şeytanın, imanını çalmak için kastedeceği, dostlarının, vah vah öldü, siz sağ olun, diye evladına taziye edecekleri vakti düşün! Ayrılık sesi gelip, bize yarayan bir şey yapmadın, hep beğenmediklerimizi işledin, biz de sana, senin bize yaptığın gibi yaparız, diyecekleri zamandan korkmuyor musun? Kabir ve ahiret suallerine ne cevap hazırladın? Kendine acı! Zira suale çekileceksin. Hadis-i şerifte;
(Ey Âdemoğlu! Benim malım, benim malım dersin. O maldan senin olan, yiyerek yok ettiğin, giyerek eskittiğin ve Allah için vererek, sonsuz yaşattığındır) buyuruldu.
.
İnsanda tercih hürriyeti vardır
28 Temmuz 2017 02:00
A -
A +
Sual: İnsanlar, dünyada, yaptıkları veya söylediklerini, yapmak ve söylemek mecburiyetinde midirler?
Cevap: İnsan bir şey yapacağı zaman, önce bunu seçer, irade edip ister, sonra yapar. Bundan dolayı, kullar, iş yapmakta mecbur değildir. İster yapar, istemezse yapmaz.
İnsanın bir işi yapmak istemesi için, önce bu işi görerek, işiterek, düşünerek hatırlaması, kalbine gelmesi lazımdır. İnsan, kalbine gelen bir şeyi ister veya istemez. Birisi bir şeyi faydalı bulur, yapmak ister, diğeri de lüzumsuz görür, yapmak istemez. İşlerinde hür olduğunu söyleyen insanların iş yapmayı önceden kalplerine getiren, faydalı, lüzumlu olup olmadığını bildiren kimdir? Birindeki düşünce, diğerinde niçin hasıl olmaz veya niçin lüzumlu görülmez? İşte bu çeşitli sebepler, insanın elinde değildir. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerinden bazıları;
“İnsanlar iradeli işlerinde hür iseler de, irade ve ihtiyarlarında hür değil, mecburdur” demişlerdir.
(Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini istersiniz!) manasını vermiştir. En'âm sûresinin 125. âyetinde mealen;
(Allahü teâlâ kime hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâmiyet için genişletir. Dalalette bırakmak istediğinin göğsünü de, o derece dar ve sıkı bulundurur ki, oraya hakikatin girebilmesi, sahibinin göğe çıkması gibi mümkün değildir) Hûd sûresinin 34. âyetinde mealen;
(Ben size nasihat etmek istesem bile, Cenâb-ı Hak dalalette kalmanızı dilemiş ise, size faydası olmaz) buyurulmuştur.
Kaza ve kadere inanmayan mutezile ve bunların izinde gidenler, bu âyet-i kerimeler karşısında şaşırıp kalmaktadırlar.
İnsan iradesinin, cebre doğru sürüklendiğini gösteren böyle vesikalar yanında, insanı işlerinde sorumlu tutacak bir hürriyete malik olduğu da meydandadır. Mahkemeler, hatta her insanın vicdanı, bir can yakanın, bir zalimin affedilmesini istemez. Cebriyye mezhebindekiler bile, kendisine haksız olarak saldırana kızmakta, hatta ona karşılık yapmakta kendilerini haklı bulurlar. Şairin biri diyor ki:
“Kaza ve kaderin işkencelerine bile razı olduğunu söyleyen cebriyye fırkasındaki birinin ensesine bir tokat vur! Ne yapıyorsun diyecek olursa, kaza ve kader böyle imiş de! Bakalım sana hak verir mi?”
.
Namazdan sonra yapılacak dua
29 Temmuz 2017 02:00
A -
A +
"Ya Rabbi! Kıldığım namazı kabul eyle! Ahir ve akıbetimi hayr eyle. Ölmüşlerimi af ve mağfiret eyle..."
Sual: Namazı kıldıktan, tesbihleri çektikten sonra nasıl dua etmeli, duada neler söylemeli, neler okumalıdır?
Cevap: Namazdan sonra yapılacak dua ile alakalı olarak Miftâh-ul Cennet kitabında, duada söylenecek ve okunacaklar hakkında şöyle bildirilmektedir:
“Elhamdülillahi Rabbil'âlemin. Essalâtü vesselâmü alâ resûlinâ Muhammedin ve Âlihî ve Sahbihî ecma'în. Ya Rabbi! Kıldığım namazı kabul eyle! Ahir ve akıbetimi hayr eyle. Son nefesimde Kelime-i tevhid söylememi nasib eyle. Ölmüşlerimi af ve mağfiret eyle. Allahümmagfir verham ve ente hayrürrâhimîn. Teveffenî müslimen ve elhıknî bissâlihîn. Allahümmagfir-lî ve li-vâlideyye ve li-üstâziyye ve lilmü'minîne vel mü'minât yevme yekûmül hisâb. Ya Rabbi! Beni şeytan şerrinden, düşman şerrinden ve nefs-i emmârem şerrinden muhafaza eyle! Evimize iyilikler, helal ve hayırlı rızıklar ihsan eyle! Ehl-i islama selamet ihsan eyle! A'dây-ı müslimîni kahr ve perişan eyle! Kâfirlerle cihad etmekte olan Müslümanlara imdâd-i ilâhiyyen ile imdâd eyle! Allahümme inneke afüvvün kerîmün tuhibbül afve fa'fü annî. Ya Rabbi! Hastalarımıza şifa, dertli olanlarımıza deva ihsan eyle! Allahümme innî es'elükessıhhate vel-âfiyete vel-emânete ve hüsnelhulkı verrıdâe bilkaderi bi-rahmetike yâ erhamerrâhimîn. Anama, babama, evlatlarıma, akraba, ahbabıma ve bütün din kardeşlerime hayırlı ömürler ve hüsn-i hulk, akl-ı selîm ve sıhhat ve âfiyet, rüşdü hidâyet ve istikâmet ihsan eyle ya Rabbi! Âmin. Velhamdü-lillâhi rabbil'âlemîn. Allahümme salli alâ..., Allahümme bârik alâ..., Allahümme Rabbenâ âtinâ... Velhamdü lillâhi Rabbil'âlemîn. Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah, estağfirullahel'azîm elkerîm ellezî lâ ilâhe illâ huv el-hayyel-kayyûme ve etûbü ileyh.”
***
Sual: Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri, kendi anladıkları, kendi görüşleri midir?
Cevap: İman ve lazım olan din bilgilerini, Eshâb-ı kiramdan doğru öğrenip, kitaplara yazan İslâm âlimlerine, Ehl-i sünnet âlimleri denir. Bunlar, ictihad derecesine yükselmiş olan âlimlerdir. Bu âlimler, Kur’ân-ı kerimi, kendi akılları, görüşleri ile anlamaya kalkışmamış, yalnız Eshâb-ı kiramdan öğrendiklerine inanmışlardır. Bunlar, anladıklarını değil, Peygamber efendimizin bildirdiği doğru yolu yaymışlardır.
.
İnsana beş duygu, sırayla verilmektedir
30 Temmuz 2017 02:00
A -
A +
Sual: Çocuk dünyaya gelince, beş duygu organı, sırayla mı yoksa hemen mi verilmektedir?
Cevap: İmâm-ı Rabbânî hazretleri İsbât-ün-nübüvve kitabında konu ile alakalı olarak buyuruyor ki:
“İnsan, yaratılışında her şeyden habersizdir. Hâlbuki, insanın dışındaki mahluklar o kadar çoktur ki, Allahtan başka kimse bilmez. Bunu, Müddessir sûresinin 31. âyeti bildirmektedir. Çocuk, İdrak, anlama aletleri ile âlemleri anlamaya başlar. Mahlukların her cinsine bir Âlem diyoruz. İnsanda ilk yaratılan idrak aleti Lems, dokunma hassasıdır. İnsan, bu hassası ile, soğuğu, sıcağı, yaşı, kuruyu, yumuşağı, katıyı ve benzerlerini anlar. Lems hassası renkleri, sesleri anlayamaz. Sonra görme hassası yaratılır. Bununla, renkler, şekiller anlaşılır. Görmekle anlaşılan şeyler, lems âleminden daha geniştir. Sonra, işitme hassası açılır. Bu his organı ile sesler, nağmeler anlaşılır. Sonra tat duyma hassası yaratılır. Sonra, koku alma hassası yaratılır. Böylece His âlemini tanıtan beş duygu kuvveti tamamlanır. Yedi yaşına doğru Temyiz kuvveti yaratılır. Bununla, his kuvvetleri ile anlaşılamayan şeyler anlaşılır. Bu kuvvet, his kuvvetleri ile idrak olunan, anlaşılan şeyleri birbirlerinden ayırır. Daha sonra akıl yaratılır. Akıl, temyiz kuvveti ile ayrılmış, faydalı, zararlı, iyi, fena oldukları anlaşılan şeylerden, lazım, caiz, mümkün, imkânsız olanları ayırır. Akıl, temyiz ve his kuvvetlerinin anlayamadığı şeyleri anlar. Allahü teâlâ, bazı seçtiği kullarında, akıldan sonra başka bir kuvvet daha yaratır. Bununla, aklın bilemediği, bulamadığı ve ileride olacak şeyler anlaşılır. Buna Nübüvvet yani peygamberlik kuvveti denir. Temyiz kuvveti, akıl ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunlara inanmıyor. Akıl da, peygamberlik kuvveti ile anlaşılan şeyleri anlayamadığı için, bunların var olduklarına inanmıyor. Anlamadığını inkâr etmek, anlamamanın, bilmemenin ifadesi oluyor. Bunun gibi, kör olarak dünyaya gelen, renkleri, şekilleri hiç işitmese, bunları bilmez, varlıklarına inanmaz. Allahü teâlâ, Nübüvvet kuvvetinin de bulunduğunu kullarına bildirmek için, bu kuvvetin benzeri olarak, insanlarda rüyayı yarattı. İnsan ileride olacak şeyi, açıkça veya (Âlem-i misal)deki şekli ile rüyada görmektedir.
.
Peygamberin ümmetine olan sevgisi
31 Temmuz 2017 02:00
A -
A +
İnsaflı bir kimse, Resûlullah efendimizin sözlerine dikkat ederse, Onun ümmetine olan merhametini iyi anlar.
Sual: Babanın oğlunu sevdiği kadar, Peygamberin de ümmetini sevdiği, emir ve yasaklarında faydalar bulunduğu, nasıl anlaşılır?
Cevap: İsbât-ün-nübüvve kitabında konu ile alakalı olarak buyuruluyor ki:
“Sevgi görünmez, tutulmaz. Babanın oğluna olan sevgisi, oğluna karşı olan muamelesinden, hâllerinden, sözlerinden anlaşılır. İnsaflı bir kimse, Resûlullah efendimizin sözlerine dikkat ederse, insanları irşâd için uğraşmalarını, herkesin hakkını korumaktaki titizliğini ve güzel ahlakı yerleştirmek için merhametle çalışmalarını bildiren haberleri incelerse, Onun ümmetine olan merhametinin, sevgisinin, babanın oğluna olandan kat kat fazla olduğunu açıkça görür, iyi anlar. Onun şaşılacak işlerini, mübarek ağzından çıkan, Kur’ân-ı kerimdeki şaşılacak haberleri ve dünyanın sonunda olacak şeyleri bildiren sözlerini anlayan kimse, Onun, aklın üstünde yüksek derecelere erişmiş olduğunu ve aklın erişemeyeceği, anlayamayacağı şeyleri anlamış olduğunu hemen görür. Böylece, Onun söylediklerinin hep doğru olduğu meydana çıkar. İmâmı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki:
“Bir şahsın Peygamber olup olmadığında şüphesi olan kimse, onun yaşayışını görmeli veya yaşayışını bildiren haberleri, insafla incelemelidir. Tıp veya fıkıh ilmini iyi bilen kimse, tıp veya fıkıh âliminin hayatını bildiren haberleri incelemekle, onun hakkında bilgi edinir. Meselâ, imâm-ı Şâfi hazretlerinin fıkıh âlimi veya Calinos'un tabip olup olmadığını anlamak için, bu ilimleri iyi öğrenmek, sonra bunların bu ilimler üzerindeki kitaplarını incelemek lazımdır. Bunun gibi, Peygamberlik üzerinde bilgi edinen ve sonra Kur’ân-ı kerimi ve hadis-i şerifleri inceleyen kimse, Muhammed aleyhisselamın Peygamber olduğunu ve Peygamberlik derecelerinin en üstünde bulunduğunu iyi anlar. Onun sözlerinin kalbi temizlemekte olan tesirlerini öğrenince ve bildirdiklerini yaparak kendi kalp gözü açılınca, Onun Peygamber olduğuna imanı, yakîn hâlini alır. (Bildiklerine uygun hareket edene, Allahü teâlâ, bilmediklerini bildirir!) ve (Sabahları, yalnız Allahü teâlânın rızasını kazanmayı düşünen kimseyi, Allahü teâlâ, dünya ve ahiret arzularına kavuşturur) hadis-i şeriflerinin doğru olduğunu her zaman görür. Böylece, bilgisi ve imanı kuvvetlenir.
.
Kabir azabından kurtulmak için
1 Ağustos 2017 02:00
A -
A +
Eğer ahiret azablarından bir kıvılcım dünyaya gelse, her şeyi yakar, yok eder.
Sual: Kabirde azab var mıdır eğer kabirde varsa bu azabtan korunmak, kurtulmak için ne veya neler yapmalıdır?
Cevap: İslâm alimlerinin büyüklerinden olan İmâm-ı Rabbânî hazretleri, konu ile alakalı olarak buyuruyor ki:
“Kabirde azab yapılacağı sahih ve meşhur hadislerle, hatta Kur'ân-ı kerimdeki âyetlerle bildirilmiştir. Ölülerin hâli, dünyadaki dirilerin hayatı gibi değildir. Dünyanın nizamı için, buradaki hayatta hem his, hem de istekle, irade ile hareket vardır. Kabir hayatında, ölülerin azab ve acı duymaları için yalnız hissetmeleri yetişir. Kabirde ruhun bedene bağlanması, diri iken bağlanmasının yarısı kadardır. İşte bunun için ölüler, azabı duydukları hâlde, hareket etmez ve kıpırdayamazlar.
Kabir azabı, rüya gibi değildir. Kabir azabı, azabın görüntüsü değil, azabın kendisidir. Kabir azabı, ahiret azablarındandır. Dünya azabları, ahiret azabları yanında hiç kalır. Eğer ahiret azablarından bir kıvılcım dünyaya gelse, her şeyi yakar, yok eder.”
Peygamber efendimiz kabir hayatı hakkında:
(Kabir, dünya konaklarının sonu, ahiret menzillerinin ilki olup, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur.) buyurmuşlardır.
Kabir ehli de acı ve zahmet çektiği için Peygamber efendimiz, ölünün kemiklerini kırmayı yasaklamıştır. Kabrin üstüne oturan bir kimseye:
(Ölüye kabirlerinde eza etmeyiniz! Diriler, evlerinde, elem, zahmet duyup hissettikleri gibi, ölü de kabrinde öylece elem ve eza duyar) buyurmuşlardır.
Meyyit, kabre konulunca, ne kadar salih, iyi kimse olsa da kabir onu sıkar. Sa'd bin Muâz hazretleri, eshâb-ı kiramdan, sayısız fazilet ve kerametler sahibi bir zat idi. Hatta vefat edince Arş-ı rahman onun için titremişti. Buna rağmen kabre konulduğunda toprak onu sıktı. Peygamber efendimiz;
(Toprak Sa'd bin Muâz'ı öyle sıktı ki, iki tarafındaki kemikler birbirine geçti.) buyurarak haber verdi.
Kabir, Eshab-ı kirama böyle olursa, acaba bize nasıl olur! Ya bir de imansız ölenlerin hali nice olur?
Ebülleys-i Semerkandî hazretleri buyuruyor ki:
“Kabir azabından kurtulmak isteyen, namaza devam etmeli, sadaka vermeli, Kur'ân-ı kerim okumalı, Allahü teâlâyı çok tesbih etmeli; hainlikten, dedikodudan ve üzerine idrar sıçratmaktan kaçmalıdır.
.
Müslümanların perişanlığının sebebi
2 Ağustos 2017 02:00
A -
A +
İslâm düşmanları Müslüman görünerek, fen adamı, kalem sahibi ve din âlimi şekline girip, temiz gençlerin imanlarını çalmaya koyuldular.
Sual: Zamanımızda Müslümanların hâli ortadadır. İslâmiyet yüce bir din olduğu hâlde, Müslümanlar niçin bu perişan hâle geldiler?
Cevap: İslâmiyet’e karşı olanlar, asırlar boyunca yaptıkları kanlı ve acı tecrübelerle anladılar ki, imanını yıkmadıkça, Müslüman milleti yıkmaya, imkân yoktur. Her ilerlemenin ve yükselmenin hamisi ve teşvikçisi olan İslâmiyet’i, ilmin, fennin, yiğitliğin düşmanı gibi göstermeye yeltendiler. Genç nesillerin, bilgisiz, dinsiz kalmasını, onları manevi cepheden vurmayı hedef edindiler. İlim ve iman silahları çürümüş, hırs ve şehvetlerine kapılmış olan bazı cahiller, kafirlerin bu hücumları ile hemen bozuldu. Bunlardan bir kısmı, isimlerini siper edinip, Müslüman görünerek, fen adamı, kalem sahibi ve din âlimi, hatta Müslümanların hamisi şekline girip, temiz gençlerin imanlarını çalmaya koyuldular. Kötülükleri hüner, imansızlığı moda şeklinde gösterdiler. Dini, imanı olanlara gerici denildi. Din bilgilerine, İslâm’ın kıymetli kitaplarına, irtica, gericilik diyenler oldu. Kendilerinde bulunan ahlaksızlıkları, Müslümanlara, İslâm büyüklerine isnat ederek, o temiz insanları kötülemeye, evlatları babalarından soğutmaya uğraştılar. Tarihimize dil uzatıp, parlak ve şerefli sayfalarını karartmaya, hadiseleri değiştirmeye kalkıştılar. Böylece, gençleri dinden, imandan ayırmaya, İslâmiyet’i ve Müslümanları yok etmeye çalıştılar. İlmi, fenni, güzel ahlakı, fazileti ve yiğitliği ile dünyaya şan ve şeref saçan, ecdadımızın sevgisini genç kalplere yerleştiren mukaddes bağları çözmek, gençliği dedelerinin büyüklüğünden mahrum ve habersiz bırakmak için, kalplere, ruhlara ve vicdanlara hücum ettiler. Hâlbuki İslâmiyet’ten uzaklaştıkça, ahlak bozulduğu gibi, her asrın icab ettirdiği yeni bilgilerde, üstünlüğü kaybediyor, hatta geri kalmaya başlıyorduk. Bu maskeli dinsizler, bir taraftan ilimde, fende geri kalmamıza, diğer taraftan, İslâmiyet’ten uzaklaşmamıza sebep oluyordu. Garb, batı sanayiine yetişebilmemiz için, bu kara perdeyi kaldırmamız, çöl kanunlarından kurtulmamız lazımdır, diyorlardı. Bu suretle maddi ve manevi kıymetlerimizi yıkarak, vatanımıza, milletimize, dışardaki düşmanların, asırlarca yapmak istedikleri, fakat yapamadıkları kötülüğü yaptılar.
.
İslâmiyete uyan herkes rahat eder
3 Ağustos 2017 02:00
A -
A +
Müslüman olduklarını söyleyenlerin sefalet, sıkıntılar içinde yaşamaları İslâmiyete uymadıkları içindir.
Sual: Müslüman olmayan bir kimse, İslâmiyet'in bildirdiği hükmü yerine getirse, bunun karşılığını dünyada görür mü?
Cevap: Allahü teâlânın merhameti, ihsanı, nimetleri, sonsuzdur. Kullarına çok acıdığı için, onların dünyada rahat, huzur içinde yaşamaları, ahirette de, sonsuz saadete, tükenmez nimetlere kavuşmaları için, yapılması lazım olan iyilikleri ve sakınılması lazım olan kötülükleri, Peygamberlerine, melek vasıtası ile bildirmiş, bunları bildiren bir çok kitap da göndermiştir. Bu kitaplardan, yalnız Kur’ân-ı kerim bozulmamış, diğerlerinin hepsi değiştirilmiştir. İnansın inanmasın, herhangi bir kimse, bilerek veya bilmeyerek, Kur’ân-ı kerimdeki emir ve yasaklara uyduğu kadar, dünyada rahat ve huzur içinde yaşar. Bu, faydalı bir ilacı kullanan herkesin, dertten, sıkıntıdan kurtulması gibidir. Zamanımızda dinsiz, imansız çok kimsenin, hatta İslâm düşmanı olan bazı milletlerin birçok işlerinde, muvaffak olmaları, rahat yaşamaları, inanmadıkları hâlde, Kur’ân-ı kerimin hükümlerine uygun olarak çalıştıkları içindir. Müslüman olduklarını söyleyen, âdet olarak ibadetleri yapan, çok kimselerin ise, sefalet, sıkıntılar içinde yaşamalarının sebebi de, Kur’ân-ı kerimin gösterdiği hükümlere ve güzel ahlaka uymadıkları içindir. Kur’ân-ı kerime uyarak ahirette sonsuz saadete kavuşabilmek için ise, önce buna iman etmek, inanmak ve bilerek, niyet ederek uymak lazımdır.
***
Sual: Ölü kabre konulduğunda ne ile karşılaşır?
Cevap: Bir hadis-i şerifte, bu hâl şöyle anlatılmaktadır:
(Ölü, kabre konulunca, ardından gelenlerin ayak seslerini duyar. Mezardan başka onunla konuşan olmaz. Mezar der ki:
-Benim nasıl olduğumdan ve bendeki korku ve sıkıntılardan sana söylenilenler azdır, benim için ne hazırladın?
-Yazıklar olsun sana ey insanoğlu! Ben varken neye gururlandın? Benim, sıkıntılı, karanlık, yalnız ve böceklerle, kurtlarla dolu bir yer olduğumu bilmiyor muydun?
-Üzerimden geçerken, bir ayağın geride, bir ayağın ileride şaşkınca durduğun zaman, neye aldanmıştın?
Eğer o kimse salihlerden ise bir ses der ki:
-Ey mezar, neler söylüyorsun, o doğruluk üzere idi? Emr-i ma'ruf, nehy-i münker yapardı. Ona elbette yeşil bahçeler hazırladım. Sonra o kimsenin bedeni nura çevrilir, ruhu göğe çıkarılır.)
.
Bir kelime ile de iman gidebilir
4 Ağustos 2017 02:00
A -
A +
Bir kâfir, bir kelime-i tevhid söylemekle mümin olduğu gibi, bir mümin de, bir söz söylemekle kâfir olur.
Sual: Bazı kimseler, insan, namaz kılar, her ibadeti, her iyiliği yaparsa, bir kelime söylemekle imanı gitmez, kâfir olmaz diyorlar, bu söyledikleri doğru mudur, gerçekten iman gitmez mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Kâdî zâde Ahmet efendi, Birgivî şerhinde buyuruyor ki:
“Bir kâfir, bir kelime-i tevhid söylemekle mümin olduğu gibi, bir mümin de, bir söz söylemekle kâfir olur. Erkek veya kadın inadi küfür ile mürted olunca, nikahı fesih olup gider ki, bu talak demek değildir. Bunun için, üçten fazla imanını ve nikâhını tazelemeleri, hullesiz caiz olur.”
Yalnız birinin nikâhı tazelemesi yetişmez. Erkek ile zevcesinin, iki şahit yanında nikâhı tazelemeleri lazımdır. Şafii mezhebinde iddet zamanı içinde tevbe ederse, tecdîd-i nikâh lazım olmaz. Hanefi mezhebinde olan, kolaylık olması için, nikâhını yenilemeye, zevcesinden, hanımından vekalet almalı, iki şahit yanında;
“Öteden beri nikahım altında bulunan zevcemi, onun tarafından vekil olarak ve tarafımdan asil olarak kendime tezvic ettim” demelidir. Camide cemaatin çok olduğu bir namazın duasından sonra, imam efendi, tecdîd-i iman ve nikâh duasını cemaat ile birlikte okursa, cemaat birbirlerine şahit olmuş ve böylece de, nikâhları tazelenmiş olur.
***
Sual: İmanı korumak için ne yapmalıdır, bunun için sabah, akşam okunacak bir dua var mıdır?
Cevap: Son nefeste Müslümanın tevbe etmesi sahih olur. Fakat, kâfirin imana gelmesi sahih olmaz. İmanı korumak için her Müslüman, sabah ve akşam, şu iman duasını okumalıdır:
(Allahümme innî e'ûzü bike min en-üşrike bike şey-en ve ene a'lemü ve estagfirü-ke li-mâ lâ-a'lemü inneke ente allâmülguyûb.)
Sabah duası gece yarısında okumaya başlanır. Akşam duası zevalden, öğleden itibaren başlar. Mürted olduğunu yani dinden döndüğünü, çıktığını inkâr etmek de, tevbe olur.
***
Sual: Kabrin sıkması, Müslümanların iyilerine de azap şeklinde mi yoksa nimet şeklinde mi olur?
Cevap: Kabir sıkması, kâfirlere azap, müminlere ise, ikram içindir. Mesela bir anne kaybolan çocuğunu bulsa, sevinçten onu nasıl bağrına bastırırsa, kabir de salihleri böyle sıkar. Peygamber efendimiz:
(Ölü imansız ise, kabir onu öyle sıkar ki, kaburga kemikleri birbirine geçer. Kabirden kalkıncaya kadar azap içinde kalır) buyurmuşlardır.
.
Nimetlerden mahrum kalmanın sebebi
5 Ağustos 2017 02:00
A -
A +
Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyalıklar, hep haraplıktır, felakettir...
Sual: İnsanlardan bazılarının, Allah tarafından gönderilen nimetlere kavuşamamasının sebebi ne olabilir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Muktûbât kitabında, bir talebesine hitaben buyuruyor ki:
“Allahü teâlânın feyizleri, nimetleri, ihsanları, yani iyilikleri, her an, insanların iyisine, kötüsüne herkese gelmektedir. Herkese mal, evlat, rızık, hidayet ve daha her iyiliği fark gözetmeksizin göndermektedir. Kullarının günahlarını yüzlerine vurmuyor. Kendisine karşı gelenlerin, günah işleyenlerin rızıklarını kesmiyor. Dünya için çalışanlara karşılıklarını, fark gözetmeksizin veriyor. Fark, bunları kabulde, alabilmekte ve bazılarını da alamamak suretiyle, insanlardadır. Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şekilde, parlamakta iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyazlatır. Güneş, elmaya ve bibere aynı şekilde parladığı hâlde, elmayı kızartınca tatlılaştırır; biberi kızartınca acılaştırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin parlaması ile ise de, aralarındaki fark, güneşten değil, kendilerindendir.
İnsanların, Allahü teâlâdan gelen nimetlere nail olmamaları, Ondan yüz çevirdikleri içindir. Yüz çeviren, elbette bir şey alamaz. Ağzı kapalı bir kap, nisan yağmuruna elbette kavuşamaz. Evet, yüz çeviren birçok kimsenin, nimetler içinde yaşadığı görülüp, mahrum kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlarda nimet olarak görülenler, hakikatte azab ve felaket tohumlarıdır. Mekr-i ilâhî ile yani Allahü teâlânın aldatarak, nimet şeklinde gösterdiği musibetlerdir. O kimseleri harap etmek ve daha ziyade azıp, sapıtmaları içindir. Nitekim, Mü'minûn suresinin 56. âyetinde mealen, (Kâfirler, mal ve çok evlat gibi dünyalıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime inanmadıkları ve din-i islâmı beğenmedikleri için, onlara mükafat mı ediyoruz, diyorlar? Hayır, öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nimet olmayıp, musibet olduğunu anlamıyorlar) buyurulmuştur. O hâlde, Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyalıklar, hep haraplıktır, felakettir. Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir. Onu bir an evvel helake sürükler. Allahü teâlâ, bizleri, böyle olmaktan korusun!”
.
Hulle, aileyi koruyan kalkandır
6 Ağustos 2017 02:00
A -
A +
Hulle korkusundan Müslüman bir erkek, boşama lafını ağzına bile alamaz.
Sual: Dinimizde hulle diye bir şey var mıdır, varsa bu ne demektir, nerede olur ve niçin yapılmaktadır?
Cevap: Müslüman bir erkek, hanımına, ric'î veya bâin üç talak verirse, yani başka başka üç zamanda birer kere boşarsa yahut bir defa, “Üç kere boşadım” derse, eski nikâh büsbütün bozulur. Bu kadını tekrar alabilmesi için, hulle lazım olur. Bu kadın, iddet zamanı içinde, hiç kimse ile evlenemez. Hulle demek, kadın başka erkekle nikâhlanıp, düğün olup, vaty olup, o erkek de boşayıp ve bundan sonra, tekrar iddet zamanı geçmek demektir. Ancak bundan sonra, birinci kocası, yeni bir nikâh ile tekrar alabilir. Bu ise, bir erkek için zillettir, aşağılıktır. Allahü teâlâ, erkeklere boşamak hakkını verdi ise de, bu hakkı gelişigüzel kullanmamaları ve kadınların, erkeklerin elinde oyuncak olmamaları için, erkeklere bu hulle zilletini yüklemiştir. Hulle korkusundan Müslüman bir erkek, boşama lafını ağzına bile alamaz. Aile arasında boşanmak lafının, şakası bile olamaz. İbni Âbidînde deniyor ki:
“Hulle lazım olması için, dört mezhepte de, karı, koca arasındaki nikâhın kendi mezhebine göre sahih olması lazımdır. Fasit olan yani şartları yerine gelmemiş veya eksik olan nikahta, üç kere boşayınca, dört mezhepte de, hulle lazım olmaz. Mesela, nikâh yapılırken, kızın velisi bulunmayıp yalnız kız kabul etmiş ise, yahut nikâh kelimesi söylemeyip, mesela kabul ettim denilmişse veya iki şahit de fasık iseler, yani fasık, günahkâr oldukları biliniyorsa, Şâfii mezhebi taklit edilir. Şâfii mezhebine göre, bunların mevcut nikâhları fasit olduğu, yok sayıldığı için, talakları da sahih olmaz. Hulleye lüzum olmadan, Şâfii mezhebine uygun olarak yeniden nikâh yapmaları caiz olur. Şâfii mezhebini taklide başladıkları anda eski nikâhları batıl olur. Şâfii mezhebini taklide başlamadan önceki nikâhları ise batıl olmaz. Önceki evliliklerinin haram olmadığı ve mevcut çocukların gayr-i meşru olmadıkları Bezzâziyye fetvasında da yazılıdır. Nitekim, niyet etmeden aldığı abdest ile öğleyi kılan Hanefi mezhebindeki bir Müslümanın namazı sahih olur. İkindiden sonra, Şâfii mezhebini taklide başlarsa, niyet ederek yeniden abdest alması lazım olur ise de, kıldığı öğle namazını kaza etmesi lazım olmaz.”
.
Süt çocuğu olması için
7 Ağustos 2017 02:00
A -
A +
İkibuçuk yaşından sonra emen çocuk, Hanefi mezhebinin söz birliği ile, süt çocuğu olmaz.
Sual: Bir çocuğun süt çocuğu olabilmesi için, emdiği süt miktarında ve süt emen çocuğun yaşında belli bir sınır var mıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Nikâye kitabının şerhinde buyuruluyor ki:
“Memeden süt emmeye, Rıdâ denir. İkibuçuk yaşından küçük çocuk, yabancı bir veya birkaç kadından, birer yudum süt emerse, Hanefi ve Maliki mezhebinde, bu kadınlar çocuğun süt annesi olur. Bu kadınların mahrem akrabaları, çocuğa Mahrem yani evlenmeleri haram olurlar. Kadının öz biraderi, çocuğun süt dayısı olur. Bu kadına, bu sütün gelmesine sebep olan kocası da, süt babası olur. Bu adamın öz biraderi de, süt amcası olur. Fakat süt emen çocuğun mahremleri, süt anneye ve kocasına mahrem olmazlar. Şafii ve Hanbeli mezhebinde, doyuncaya kadar, ayrı ayrı beş kere emmezse, süt çocuğu olmaz. İmâm-ı Ebû Yûsüf, İmâm-ı Muhammed ve İmâm-ı Şâfii hazretleri, iki yaşından sonra emen çocuk için, süt çocukları olmaz buyurdular. İkibuçuk yaşından sonra emen çocuk da, Hanefi mezhebinin söz birliği ile, süt çocuğu olmaz. Bu yaşa gelen çocuğu emzirmek zaruri olmadığı için, emzirmesi caiz olmaz denildi. Çünkü, insan parçasını zaruretsiz kullanmak haramdır.”
***
Sual: İhtiyaç olduğu zamanlarda, acil kan arayan hastalara kan vermenin dinimiz açısından hükmü nedir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Dürr-ül-muhtârda deniyor ki:
“Zaruret olmadıkça insanın bir parçasını kullanmak haramdır. Kullanması haram olan şeyi ilaç olarak yemek ve içmek de caiz değildir.” İbni Âbidîn hazretleri burasını açıklarken buyuruyor ki:
“Kullanılması haram olan şey, temiz olsun, pis olsun, ilaç olarak kullanmak haramdır. Fakat, hastalığa iyi geleceği bilinir ise ve ondan başka ilaç yoksa, kullanılmasına izin verilmiştir. Müctehid olmayan Müslümana, Mukallid denir. Mukallid olanların, müctehidin sözüne göre hareket etmesi vacibdir. Delilini bilmese de, müctehide uyması lazımdır.”
Ölüm tehlikesi olduğu ve başka çare bulunmadığı zaman, kadına ve erkeğe kan vermek caiz olur. Şeyh Tâhir-üz-Zâvî, fetvasında diyor ki:
“İslâm dini, sıhhati korumayı ve bedenin selametini emretmektedir. Hastaya kan vermek, insani vazifedir. Çünkü, hayatı korumak, bazen kan verilmesine bağlı olmaktadır. Kan vermek, süt kardeşliğe sebep olmaz, nikâhı bozmaz
.
Bir söz veya iş ile de iman gidebilir
8 Ağustos 2017 02:00
A -
A +
Küfre sebep olan sözü, yanılarak veya tevilli olarak söyleyenin imanı ve nikâhı bozulmaz.
Sual: Bir Müslümanın, yaptığı bir iş veya söylediği bir söz sebebiyle imanının gitmesi söz konusu olabilir mi?
Cevap: Berîka, Hadîka ve Mecmâ'ul-enhürde konu ile alakalı olarak deniyor ki:
“Erkek veya kadın, bir Müslüman, âlimlerin söz birliği ile küfre sebep olacağını bildirdikleri bir sözün veya işin küfre sebep olduğunu bilerek, tehdit edilmeden, istekle ciddi olarak veya güldürmek için söyler, yaparsa, manasını düşünmese dahi imanı gider, mürted olur. Buna Küfr-i inâdî denir. Küfr-i inâdî ile mürted olanın, evvelki ibadetlerinin sevapları yok olur. Tevbe ederse, geri gelmezler. Zengin ise, tekrar hacca gitmesi lazım olur. Mürted iken kılmış olduğu namazları, oruçları, zekâtları kaza etmez. Mürted olmadan evvel yapmadıklarını kaza eder. Çünkü, mürted olunca, evvelki günahları yok olmaz. Mürted olduğu zamanda yapmadıklarını kaza etmez. Küfr-i inâdî ile mürted olanların nikâhları bozulur. Tekrar imana gelince, iki şahit yanında Tecdîd-i nikâh yapmaları lazım olur. Hulle lazım olmaz. Tevbe etmek için yalnız Kelime-i şehâdet söylemeleri kafi değildir. Küfre sebep olan şeyden de tevbe etmeleri lazımdır. Eğer, küfre sebep olduğunu bilmeyip söyler, yaparsa veya küfre sebep olacağı, âlimler arasında ihtilaflı olan bir sözü amden, kasten söylerse, imanının gideceği ve nikâhının bozulacağı, şüphelidir. İhtiyatlı olarak, tecdîd-i îmân ve nikâh etmesi iyi olur. Bilmeyerek söylemeye Küfr-i cehlî denir. Çünkü her Müslümanın, bilmesi lazım olan şeyleri öğrenmesi farzdır. Bilmemesi özür değil, büyük günahtır. Küfre sebep olan sözü, hata ederek, yanılarak veya tevilli olarak söyleyenin imanı ve nikâhı bozulmaz. Yalnız tevbe ve istiğfar, yani tecdîd-i îmân etmesi ihtiyatlı olur. Tecdîd-i nikâh lazım olmaz.”
Namaz kılmak için camiye giden Müslümanın küfr-i inadi ile mürted olması, imanını kaybetmesi düşünülemez. Yalnız diğer dört şekil ile imanı gideren söz söylemesi ihtimali olduğu için, imam efendiler cemaate;
(Allahümme innî ürîdü en üceddidel îmâne vennikâha tecdîden bi-kavli lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) okutarak, tevbe ve tecdîd-i îmân ve nikâh yaptırıyorlar. Böylece;
(Lâ ilâhe illallah diyerek, tecdîd-i îmân yapınız!) hadis-i şerifindeki emir yapılmış olmaktadır.
.
İslâmiyet bozulmadı ki düzeltilsin!..
9 Ağustos 2017 02:00
A -
A +
Geri kalmanın sebebi, Müslümanların, dinin emirlerini yerine getirmekte gevşek davranmalarıdır.
Sual: Kendisini din adamı tanıtan Reformcu Mûsâ Beykiyef, gençleri aldatabilmek için; “Zamanımıza göre, dinimizde de yenilikler yapılmalıdır. Dinde bulunmayan birçok şeyler, hurafeler, sonradan İslâmiyete karışmıştır. Bunları temizlemek, dinimizi ilk zamanındaki doğru, temiz hâline getirmek lazımdır” diyor. İslâm dininin böyle bir şeye ihtiyacı var mıdır?
Cevap: Müslümanlarda, birkaç yüz seneden beri bir duraklama, hatta gerileme olduğu meydandadır. Bu gerilemeyi görerek, İslâmiyetin bozulduğunu söylemek, çok haksız ve pek yanlıştır. Geri kalmanın sebebi, Müslümanların dine sarılmamaları, dinin emirlerini yerine getirmekte gevşek davranmalarıdır. İslâm dinine, başka dinlerde olduğu gibi, hurafeler karışmamıştır. Cahillerin yanlış inanışları ve konuşmaları olabilir. Fakat bunlar, İslâmın temel kitaplarında bildirilenleri değiştirmez. Bu kitaplar, Resulullah efendimizin sözlerini ve Eshâb-ı kiramdan gelen haberleri bildirmektedir. Hepsi, en salahiyetli âlimler tarafından yazılmıştır. Bütün İslâm âlimlerince söz birliği ile beğenilmiştir. Asırlar boyunca, hiçbirinde hiçbir değişiklik olmamıştır. Cahillerin sözlerinin, kitaplarının ve dergilerinin hatalı olması, İslâmiyetin temel kitaplarına kusur ve leke kondurmaya sebep olamaz.
Bu temel kitapları her asrın modasına, gidişine göre değiştirmeye kalkışmak, her zaman için yeni bir din yapmak demek olur. Böyle değişiklikleri, Kur'ân-ı kerime ve hadis-i şeriflere uydurarak yapmaya kalkışmak, Kur'ân-ı kerimi ve hadis-i şerifleri bilmemenin, İslâmiyeti anlamamanın alametidir. İslâmın emirlerinin, yasaklarının zamana göre değişeceğini sanmak, İslâm dininin hakikatine inanmamak olur. Bir âyet-i kerimede mealen;
(Müminler ma'rûf olan şeyleri emreder) buyuruldu. Kur'ân-ı kerime, İslâmiyete saygısızca saldıran aşırı reformculardan Ziya Gökalp ve benzerleri, bu âyet-i kerimedeki ma'rûf kelimesine, örf, âdet diyerek, İslâmiyeti âdete, modaya göre değiştirmeye kalkıştılar. Bunların dediği gibi, İslâmiyet âdetlere yer verseydi, daha başlangıcında cahil Arapların kötü âdetlerini yasak etmez ve Kâbe’nin içine kadar girmiş bulunan putperestliği hoş görürdü. Âyet-i kerimedeki Ma'rûf kelimesi, İslâmiyetin kabul ettiği iyilikler demektir.
.
İyiler iyileri, kötüler kötüleri sever
10 Ağustos 2017 02:00
A -
A +
Bir kimsenin sevdiklerine, arkadaşlarına bakarak, onun nasıl adam olduğu anlaşılır.
Sual: Her insan, kendi yaratılışına uygun olanları mı sevip onlarla dost olabilir?
Cevap: Hadis-i şerifte; (Herkes, kendisine ihsan edeni sever. Bu sevgi, insanın cibilliyetinde, yaratılışında mevcuttur) buyuruldu. Nefsine düşkün olan, nefsinin arzularına kavuşmak için kendisine yardım edenleri sever. Akıl ve ilim sahibi ise, medeni insan olmasına yardım edenleri sever. Kısacası, iyiler, iyileri sever. Fena, kötü kimseler de, kötüleri severler. Bir kimsenin sevdiklerine, arkadaşlarına bakarak, onun nasıl adam olduğu anlaşılır.
***
Sual: Bir Müslüman, Müslüman olsun olmasın diğer insanlara karşı nasıl davranmalıdır?
Cevap: Dosta, düşmana, Müslümana, gayr-i müslime, bidat sahiplerinden başka, herkese, tatlı dil ve güler yüz göstermelidir. İnsanlara yapılacak en faydalı ihsan, en kıymetli hediye, tatlı dil ve güler yüzdür. İneğe tapanları görünce, ineğin ağzına saman vererek, düşman olmalarına mani olmalıdır. Kimse ile münakaşa etmemelidir. Münakaşa, dostluğu azaltır, düşmanlığı arttırır. Kimseye kızmamalıdır. Kızmak, sinir ve kalp hastalığı yapar. Hadis-i şerifte; (Gadab etme!) kızma buyuruldu.
***
Sual: Bir müminin başka bir mümin üzerinde hakkı var mıdır, varsa nelerdir?
Yemeğe başlarken, Allahü teâlâya ibadet etmek, Onun kullarına faydalı işler görmek ve Allahü teâlânın dinini, ebedî saadet ve huzur yolunu bütün insanlara yaymak için kuvvet elde etmeye niyet etmelidir
.
Fakir, muhtaç demektir
15 Ağustos 2017 02:00
A -
A +
İslamiyette, asli, temel ihtiyacından fazla ve kurban nisabı miktarı malı olmayana “fakir” denir.
Sual: Peygamber efendimizin övündüğü fakirlik, bizim bildiğimiz fakirlik midir?
Cevap: Fakir, muhtaç demektir. İslamiyette, asli, temel ihtiyacından fazla ve kurban nisabı miktarı malı olmayana Fakir denir. Resûlullah efendimizin Allahü teâlâdan istediği ve övündüğü fakirlik, her zaman, her işte, Allahü teâlâya muhtaç olduğunu bilmektir. Abdüllah Dehlevî hazretleri, Dürr-ül-me'ârif kitabında buyuruyor ki:
“Tasavvufta fakir, muradı olmayan, yani Allahü teâlânın rızasından başka dileği olmayan demektir.” Böyle olan kimse nafaka olmayınca, sabır ve kanaat eder. Allahü teâlânın iradesinden razı olur. Allahü teâlâ emrettiği için rızık kazanmaya çalışır. Çalışırken, ibadetlerini terk etmez ve haram işlemez. Kazanırken de, kazandığını sarf ederken de, İslâmiyete uyar. Böyle kimseye zenginlik de, fakirlik de faydalı olur. Dünya ve ahiret saadetine kavuşmasına sebep olur. Fakat, nefsine uyarak, sabır ve kanaat etmeyen kimse, Allahü teâlânın kaza ve kaderine razı olmaz. Fakir olunca, az verdin diye, itiraz eder. Zengin olursa, doymaz, daha ister. Kazandığını haramlara sarf eder. Zenginliği de, fakirliği de, dünyada ve ahirette felaketine sebep olur.
***
Sual: Bir menfaat elde etmek için, devlet adamları ve zenginlerle görüşmek, dinimiz açısından uygun mudur?
Cevap: Bir menfaate kavuşmak düşüncesiyle, devlet adamları ve zenginlerle görüşmek, arkadaşlık yapmak tezellül olur. Zaruret olursa, bu müstesnadır. Böyle kimselerle karşılaşınca ve bunlara selam verirken eğilmek de tezellüldür, büyük günahtır. Bunlara ibadet için eğilmek ise, küfür olur yani imanı giderir.
***
Sual: Sevabı Peygamber efendimize olmak üzere kurban kesilebilir mi?
Cevap: Resûlullah efendimiz iki kurban keserdi. Biri kendisi için, biri de ümmeti için idi. Resûlullah efendimiz için de kurban kesmek müstehabdır ve çok sevaptır.
***
Sual: Evi, dükkânı olup da zor geçinen kimseye zekât verilebilir mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Hazânet-ül-müftîn ve Eşbâh kitaplarında deniyor ki:
“Evleri ve dükkânları olanın, aldığı kiraları, tarlası olanın, tarlasının mahsulü veya kirası, çoluk çocuğunu beslemeye yetişmezse, bu kimse fakir sayılır, zekât alması caiz olur.” Görüldüğü gibi burada fetva, İmâm-ı Muhammed'e göre verilmiştir.
.
Çobanlık, bahçıvanlık yapmak
16 Ağustos 2017 02:00
A -
A +
Çobanlık, bahçıvanlık yapmak, inşaatta, hafriyatta çalışmak ve sırtında yük taşımak tezellül değildir.
Sual: Bazı kimseler, başkasının işinde çalışmayı, çobanlık, bahçıvanlık gibi işleri yapmayı, zillet aşağılık olarak görmektedir. Gerçekten dinimiz açısından da böyle midir?
Cevap: Her sanatı ve ticareti yapmak, maaş, ücret karşılığında mubah olan işleri yapmak, mesela çobanlık, bahçıvanlık yapmak, inşaatta, hafriyatta çalışmak ve sırtında yük taşımak tezellül değildir. Peygamberler ve veliler bunları yapmışlardır. Kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını temin için çalışmak farzdır. Başkalarına yardım için her türlü kazanç yolunda çalışarak daha fazla kazanmak mubahtır. İdris aleyhisselam terzilik yapardı. Davut aleyhisselam demircilik yapardı. İbrahim aleyhisselam ziraat ve kumaş ticareti yapardı. İlk olarak kumaş dokuyan Âdem aleyhisselamdır. Din düşmanları, ilk insanların ot ile örtündüklerini, mağarada yaşadıklarını yazıyorlar. Bu yazılarının hiçbir vesikası, senedi, delili yoktur. Peygamberlerden İsa aleyhisselam kunduracılık yapardı. Nuh aleyhisselam marangozluk, Salih aleyhisselam çantacılık yapardı. Peygamberlerin çoğu çobanlık yapmıştır. Hadis-i şerifte;
(Evinin ihtiyaçlarını alıp getirmek kibirsizlik alametidir) buyuruldu.
Resûlullah efendimiz mal satmış ve satın almıştır. Satın alması daha çok olmuştur. Ücret ile çalışmış ve çalıştırmıştır, ortaklık yapmıştır. Başkasına vekil olmuş ve vekil yapmıştır. Hediye vermiş ve almıştır. Ödünç ve ariyet mal almıştır. Vakıf yapmıştır. Dünya işi için kimseye kızmamış, incitecek bir şey söylememiştir. Yemin etmiş ve ettirmiştir. Yemin ettiği şeyleri yapmış, yapmayıp kefaret verdiği de olmuştur. Latife, şaka yapmış ve söylemiş, latifeleri hep hak üzere ve faydalı olmuştur. Bunları yapmaktan çekinmek, utanmak, kibir olur. Çok kimse burada yanılmıştır. Böyle kimseler, tevazu ile tezellülü, zilleti birbiri ile karıştırmış ve nefis, burada çok kimseyi aldatmıştır.
***
Sual: İlahiyatçılardan bazısı, diğer üç mezhepte olduğu gibi kurban kesmek farz değildir diyor. Bunun aslı var mıdır?
Cevap: Kurban kesmek farz değil vacibdir. Hanefi mezhebinde vacib, diğer üç mezhepte ise sünnet-i müekkede olduğu Mîzân-ı kübrâ ve Menâhic kitaplarında yazılıdır. İslâmiyette kurban kesmek yoktur diyen kimsenin ise, imanı gider.
.
Tarlası, bahçesi olanın kurban kesmesi
17 Ağustos 2017 02:00
A -
A +
"Üzerine vacib olmayan ibadeti yapan, yalnız nafile ibadet sevabı kazanır. Vacib sevabı kazanmaz."
Sual: Elinde dinin bildirdiği zenginlik ölçüsüne göre parası olmayan kimsenin, bahçesi, tarlası varsa, kurban kesmesi gerekir mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
“Tarlasından aldığı mahsul veya tarlanın, evin, dükkânın, atölyenin, kamyonun bir senelik kirası, ne kadar çok olursa olsun, bir yıllık ev ihtiyacını veya aylık geliri ve aldığı maaş, ücret, aylık ihtiyacını, kul borcunu karşılamayan kimse, imam-ı Muhammede göre fakirdir. Fetva da böyledir. İmam-ı a'zamla imam-ı Ebu Yusufa göre zengin sayılır. Çünkü mülkü olan tarlanın ve bu demirbaş malların değeri, ihtiyacını karşılar ve nisap kadar da artar. Bunun kirayı her alışta, bir miktar ayırıp, biriktirerek fıtra vermesi, kurban kesmesi ve büyük sevaba kavuşması lazımdır. Fıtra vermez ve kurban kesmezse, imam-ı Muhammede göre, günahtan kurtulur.”
Görülüyor ki, her iki ictihat da yerindedir ve Müslümanlara rahmettir. Bu hâlde olan kimse, fıtra vermezse veya kurban kesmezse, imam-ı Muhammedin ictihadı, bunu azaptan kurtarır.
Tarlasından hiç mahsul almayan, kiraya da veremeyen kimse ve ihtiyacından fazla malı olup da, parası bulunmayan erkek veya kadın, imam-ı Muhammedin ictihadına uyarak, fıtra vermez ve kurban kesmez. Verir ve keserse, ikinci ictihada göre, fıtra ve kurban sevabına kavuşur. Üzerine vacib olmayan ibadeti yapan, yalnız nafile ibadet sevabı kazanır. Vacib sevabı kazanmaz. Etini fakirlere verirse, sadaka sevabı da kazanır. Vacib olan fıtra ve kurban sevabı ise, nafile ve sünnet sevabından kat kat daha fazladır. Her ibadet de böyledir.
***
Sual: Kurban hangi hayvanlardan olur ve bunları kaç kişi ortak olarak kesebilir?
Cevap: Kurban, koyun, keçi, sığır, deveden birini, kurban bayramının ilk üç gününde, kurban niyeti ile kesmek demektir. Koyun, keçiyi bir kişi kesebilir. Bir sığırı veya deveyi, yedi kişiye kadar Müslüman, ortak olarak satın alıp kesebilirler. Bunlara adak veya akika kurbanı da ortak edilebilir. Zenginin satın aldığına, sonradan ortak olmak caiz ise de mekruhtur. Ortaklardan hiçbirinin hissesi yedide birden az olmamalıdır.
***
Sual: Haccın sünnetlerini yapamayana, ceza gerekir mi?
Cevap: Haccın sünnetini yapamayana ceza lazım gelmez, mekruh olur, sevabı, azalır.
.
Sahih hadislere uydurma diyenler
2 Eylül 2017 02:00
A -
A +
Ehl-i sünnet tanınan bazıları, düşmanlara aldanıp, sahih hadisleri, mevdu sanmışlardır.
Sual: Kitaplarda; “Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır” diye bildirilen hadis-i şerife, bazı kimseler uydurmadır diyorlar. Bunların söylediklerinde bir gerçeklik payı olabilir mi?
Cevap: Cehenneme gidecek olan yetmişiki fırkanın mensupları, Ehl-i sünneti parçalamak ve kendi kötülüklerini örtmek için, birçok hadis-i şerife mevdu, uydurma demişlerdir. Ehl-i sünnet tanınan bazıları da, bu düşmanların kitaplarına aldanıp, birçok sahih hadisleri, mevdu sanmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını kavrayamayıp düşmanlara aldananlardan biri de, Aliyy-ül-kârîdir. Çok kitap yazmış, kıymetli kitapları şerh etmiş, açıklamış ise de, Ehâdîs-ül-mevdû'at kitabında, sahih hadislere mevdu demiştir. Din düşmanlarına aldanarak, en kıymetli kitaplardaki sahih hadis-i şeriflere mevdudur diyenler, din düşmanlarına, din-i İslâmı yıkmaya yardım etmiş oluyor.
(Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yalnız biri Cennete girecek, ötekilerin hepsi Cehenneme girecektir) hadisinin sahih olduğu, Şerh-i mevâkıf sonunda yazıyor. Milel-nihâl kitabı tercümesinde, Sünen ismindeki hadis kitaplarını yazmış olan hadis imamlarından dördünün, bu hadisi, Ebû Hüreyre'den radıyallahü anh rivayet ettiğini bildiriyor. Büyük İslâm âlimi, Şeyhülislâm Ahmet Nâmıkî Câmî hazretleri, Miftâh-un-necât ve Üns-üt-tâibîn kitaplarında, bu hadisi yazmaktadır. İmâm-ı Rabbânî ve imâm-ı Gazâlî hazretleri gibi müctehidler de, bu hadis-i şerifi yazıyorlar. Bu hadis-i şerife herhangi bir kimsenin mevdu demesi, güneşi balçıkla sıvamak gibidir.
***
Sual: Dünyada olanlarla, ahirettekiler arasında bir benzerlik var mıdır yoksa her ikisi de birbirinden farklı mıdır?
Cevap: Ahiret işleri, hiçbir bakımdan dünya işlerine benzemez. Bu dünya, yok olmak için yaratıldı, yok olacaktır. Ahiret, sonsuz kalmak için ve sonsuz kalacak şekilde yaratıldı. Sonsuz kalacak şey ile çabuk yok olacak şey arasında ne kadar fark varsa, dünya ile ahiret yapısı ve işleri arasında da o kadar fark vardır. Yalnız isimleri, anlatılması benzemektedir. Mesela cennet kelimesi, dünyada bostan, ahirette ise, cennet denilen, sonsuz nimetlerin bulunduğu yer demektir. Cehennem de, burada derin ateş kuyusu, orada ise cehennem denilen azap dolu yere denir.
.
İnsan, başına gelecekleri düşünmeli
4 Eylül 2017 02:00
A -
A +
Dünya hayatı çok kısadır ve her günü de geçip hayal olmaktadır. Her insanın sonu ölümdür.
Sual: Çoğu insan, hiç ölmeyecekmiş, hiç hesaba çekilmeyecekmiş gibi hareket etmektedir. Halbuki bir insanın her şeyden önce sonunu düşünmesi, ona göre hazırlık yapması gerekmez mi?
Cevap: Dünya hayatı çok kısadır ve her günü de geçip hayal olmaktadır. Her insanın sonu ölümdür. Bundan sonrası da, ya daimî azap veya ebedi nimetlerdir. Bunların vakitleri, herkese süratle yaklaşmaktadır.
Bunun için insan, kendine merhamet etmeli, gaflet uykusundan uyanmalıdır. Batılın batıl olduğunu görerek, ondan kurtulmaya çalışmalı, hakkın da hak olduğunu görerek, ona tabi olmalı, sarılmalıdır. İnsanın vereceği karar, çok mühimdir ve vakit ise, çok azdır. Her insan, muhakkak ölecektir ve insan öldüğü vakti düşünmeli, başına geleceklere hazırlanmalıdır.
Hiç kimse, Hakka tabi olmadıkça, ebedi azaptan kurtulamaz. Ölüm anındaki son pişmanlık, insana fayda vermez ve son nefeste Hakkı tasdik etmek, kabul olmaz. Sadece Müslümanın günahlarına tövbe etmesi, kabul olur. O gün, Allahü teâlâ, insana;
“Kulum! Sana akıl nurunu vermiştim. Bununla, beni anlamanı, bana ve Peygamberim Muhammed aleyhisselama, Onun getirdiği İslâm dinine iman etmeni emretmiştim. Bu Peygamberin geleceğini, Tevrat'ta ve İncil'de haber vermiştim. İsmini ve dinini her memlekete yaydım. İşitmedim diyemezsin. Gece gündüz, dünya kazancı için, dünya zevkleri için çalıştın. Ahirette başına gelecekleri hiç düşünmedin. Gaflet içinde iken, mevtin, ölümün pençesine düştün” derse, acaba o insan buna nasıl cevap verecektir?
Bunun için her insan, başına gelecekleri düşünmeli, ömrünü tüketmeden, aklını başına toplamalıdır. İnsanın etrafında gördüğü, konuştuğu, sevdiği, korktuğu kimselerin hepsi, birer birer ölmektedir. Her biri birer hayal gibi, gelip gitmektedirler. İnsan iyi düşünmeli, tercihini ona göre yapmalıdır. Ebedi olarak ateşte yanmak, çok büyük azaptır! Sonsuz nimetler içinde yaşamak ise, çok büyük bir nimettir. Bunlardan birini seçmek, hayatta iken, insanın elindedir. Herkesin sonu, bu ikisinden biri olacaktır. Bundan kurtulmak imkânsızdır. Bunu düşünmemek, çare aramamak, tedbir almamak, büyük cahillik ve cinnettir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Arzusu ahiret olup, ahiret için çalışana, Allahü teâlâ dünyayı hizmetçi yapar.)
.
Din ile dünyayı birlikte kazanmak
5 Eylül 2017 02:00
A -
A +
İslâmiyete uymakla ziynetlenen bir kimse, dünyanın zararından kurtulmuş olur ve ahireti kazanır.
Sual: Bir kimse, hem dünyasını, hem de ahiretini ikisini birlikte mamur edebilir, ikisini birlikte kazanabilir mi?
Cevap: Ahireti kazanmak için, dünyayı yani haramları, mekruhları terk etmek lazımdır. Dünyayı terk etmek, iki türlüdür:
Birincisi, bütün haram olan şeylerle beraber, mubahları da yani günah olmayan lezzetlerin çoğunu da bırakıp, yaşamak için zaruri olan miktarını kullanmaktır. Tembel ve işsiz olarak oturup da, dünyanın zevk, keyif ve eğlencelerine dalmak yolunu bırakarak, her türlü zevk ve lezzetinden vazgeçip, bütün zamanını, ibadetle, Müslümanların rahatları ve İslâm dinini bilmeyenlerin, doğru yola kavuşmaları için lazım olan ilmi ve teknik usulleri, vasıtaları, en ileri, en üstün şekilde yapmak ve kullanmakla geçirmek, böylece durmadan çalışmaktır. Dünya zevkini böyle çalışmakta aramak ve bulmaktır. Eshâb-ı kiramın hepsi ve din büyüklerinin çoğu, hep böyle idi. Dünyayı, bu şekilde terk etmek, çok faydalıdır. Bundan maksat, İslâmiyetin emrettiği şeyleri yapmak için, bütün rahatı ve zevkleri feda etmektir.
İkincisi, dünyada haram ve şüpheli şeylerden kaçıp mubahları kullanmaktır. Bu kısım da, ahir zamanda, çok kıymetlidir. Bu sebeple, İslâmiyetin haram ettiği şeylerden kaçınmak, her Müslüman için lazımdır. Hadis-i şerifte;
(Yalnız dünya için çalışana, yalnız kaderinde olan kadar gelir. İşleri karışık, üzüntüsü çok olur) buyuruldu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında, bu konuda buyuruyor ki:
“Din ile dünyayı birlikte kazanmak imkânsızdır. Ahireti kazanmak isteyenin, dünyadan vazgeçmesi lazımdır. Bu zamanda, dünyayı tamamen terk etmek, kolay değildir. Hiç olmazsa, hükmen terk etmek, yani terk etmiş sayılmak lazımdır. Bu da, her işte İslâmiyete uymak demektir. Yiyecekte, içecekte, giyecekte ve ev kurmakta İslâmiyete uymak lazımdır. İslâmiyetin emirlerini aşmamak lazımdır. Altın ve gümüşün, ticaret eşyasının, kırda, çayırda otlayan dört ayaklı hayvanların zekâtını vermek farzdır. Bunların zekâtını elbette vermelidir. İslâmiyete uymakla ziynetlenen bir kimse, dünyanın zararından kurtulmuş olur ve ahireti kazanır. Dünyayı yani nefsin arzularını, böyle hükmen de terk edemeyen kimse, münafık demektir. İmanlı olduğunu söylemesi, ahirette kendisini kurtaramaz.
.
“Biz ona son verdik, ya Rabbi”
6 Eylül 2017 02:00
A -
A +
"Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar, kumar okları, pistir, şeytan işidir..."
Sual: Alkollü içkilerin yasak, haram edilmesinin hazret-i Ömer ile bir alakası, ilgisi var mıdır?
Cevap: Bu konu, Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn kitabında şöyle anlatılmaktadır:
“İçkinin haram olduğunu bildiren âyet-i kerimeler nazil olmadan önce Abbâd bin Sâmit bir ziyafet verir. Müslümanlardan birkaç kişiyi de davet eder. Yemekleri yerler ve içki de içerler. Sonra kendi soylarını öven şiirler söylemeye başlarlar ve aralarında tartışma çıkar. Bu durumu Peygamber efendimize bildirirler. O anda Resûlullah efendimizin yanında bulunan hazret-i Ömer;
-Ya Rabbi, bize içki hakkında kesin emrini bildir, diye niyazda bulunur. Bunun üzerine Mâide sûresinin 90. ve 91. âyet-i kerimeleri nazil olur. Bu âyet-i kerimelerde mealen;
(Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar, kumar okları, pistir, şeytan işidir. Bunlardan sakınınız ki, felah bulasınız. Şeytan içki ve kumar ile aranızda düşmanlık, buğuz meydana getirmek ister. Böylece Allaha ibadetten ve bilhassa namazdan alıkoyar. O hâlde onlara artık son vermez misiniz!) buyurulur. Bu âyet-i kerimeleri dinleyen hazret-i Ömer;
'Biz ona son verdik, ya Rabbi' der...”
Abdülazîz Revvâd hazretleri başından geçen ibret verici bir hadiseyi şöyle anlatmıştır:
“Medine-i münevverede idim. Bir gece Mescid-i Nebiye gidiyordum. Bir kadın telaşla bana yaklaşıp;
-Ey efendi, şurada bir hasta var, can çekişiyor, ölmek üzere. Yanında bir erkek yok ki, ona Kelime-i şehadeti telkin etsin, söyletsin! dedi.
Ben de hemen oraya gittim. Ölmek üzere olan adama, Kelime-i şehadeti söyletmek için uğraştıysam da o, bir türlü söyleyemedi. Bir ara gözlerini açıp;
-Kaç defadır bunu söyle diyorsun. Fakat ben söyleyemiyorum. Ben İslâm dininden yüzümü çevirmişim, dedi ve sonra öldü... Daha sonra bu adamın kim olduğunu ve hâlini araştırdım ve bana;
-Bu adam devamlı içki içerdi dediler. Kendi kendime, Peygamber efendimizin;
Allahü teâlâ, yiyecek ve içeceklerden bazılarını helal ettiği gibi, bazılarını da haram, yasak etmiştir. Haram edilen şeylerin yenilip, içildiği yerlere, fıkıh kitaplarında, Fısk meclisi denmektedir. Dinimiz, haram işlemekten ve haram, günah işlenen yerlerden uzak durmayı emretmektedir
.
Pişman olup, tevbe etmelidir
7 Eylül 2017 02:00
A -
A +
Günahlarına tevbe etmek, herkese farz-ı ayındır. Hiç kimse tevbeden kurtulamaz.
Sual: Kul ve hayvan hakları dahil her işlenen günah için mutlaka tevbe etmeli, kul hakları için helalleşmeli midir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Kıymetli ömrümüz, günah işlemekle, kusur, kabahat yapmakla, yanılmakla, faydasız, lüzumsuz konuşmakla geçip gidiyor. Bunun için; tevbeden, Allahü teâlâya boyun bükmekten söyleşmemiz, vera ve takvadan konuşmamız hoş olur. Nûr sûresi, 31. âyet-i kerimesinde mealen; (Ey müminler! Hepiniz, Allahü teâlâya tevbe ediniz! Tevbe etmekle kurtulabilirsiniz) buyurmuştur. Tahrîm sûresi, 8. âyet-i kerimesinde mealen; (Ey iman eden seçilmişler! Allahü teâlâya dönünüz! Halis tevbe edin! Yani tevbenizi bozmayın! Böyle tevbe edince, Rabbiniz, sizi belki affeder ve ağaçlarının, köşklerinin altından, önünden sular akan Cennetlere sokar) buyurmuştur. En'âm sûresi, 120. âyet-i kerimesinde mealen; (Açık olsun, gizli olsun günahlardan sakınınız!) buyurmuştur.
Günahlarına tevbe etmek, herkese farz-ı ayındır. Hiç kimse tevbeden kurtulamaz. Nasıl kurtulur ki, Peygamberlerin hepsi tevbe ederdi. Peygamberlerin sonuncusu ve en yükseği olan Muhammed aleyhisselâm buyuruyor ki; (Kalbimde envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan perde hasıl oluyor. Bunun için her gün, yetmiş kere istiğfar ediyorum.)
Yapılan günahta, kul hakkı bulunmayıp, zina yapmak, alkollü içki içmek, çalgı dinlemek, yabancı kadınlara bakmak, Kur’ân-ı kerimi abdestsiz tutmak ve yanlış inanışlara saplanmak gibi, yalnız Allahü teâlâ ile kendi arasında olursa, böyle günahlara tevbe etmek, pişman olmakla, istiğfar okumakla, Allahü teâlâdan utanıp, sıkılıp, Ondan af dilemekle olur. Farzlardan birini özürsüz terk etti ise, tevbe için, bunlarla birlikte, o farzı da yapmak lazımdır. Çünkü bir namazı vaktinde kılmayanın bunu kaza etmesi de farzdır.
Günahta kul hakkı da varsa, buna tevbe için, kul hakkını hemen ödemek, onunla helalleşmek, ona iyilik ve dua etmek de lazımdır. Mal sahibi, hakkı olan ölmüş ise, ona dua, istiğfar edip çocuklarına, vârislerine verip ödemeli, bunlara iyilik yapmalıdır. Çocukları, vârisleri bilinmiyorsa, mal ve parayı fakirlere verip, sevabını hak sahibine ve eziyet yapılana niyet etmelidir.”
.
Alkollü içkileri kullanmak
8 Eylül 2017 02:00
A -
A +
"Allahü teâlâyı seven ve Kıyamete inanan kimse, içki içilen yerde oturmasın."
Sual: Alkollü içkilerin içilmesi, ilaç olarak tedavide ve sanayide kullanılmasının dinimizdeki hükmü nedir?
Cevap: Allahü teâlâya asi olmak yani haram işlemek, insanı dünyada ve ahirette felakete götürür. Bu sebeple Allahü teâlâya asi olmaktan kaçınmalıdır. Ehl-i sünnet itikadını öğrenmeyen, imanı bunlara uygun olmayan, haramları, farzları bilmeyen ve bunlara uymayan kimse, Allahü teâlâya asi olur, haramlardan sakınmaz, günah işler. Haramların en büyüğü, ehl-i sünnet itikadını bilmemek, ikincisi namaz kılmamak, üçüncüsü de içki içmektir. Dinimizde sarhoş eden her içki haramdır. Şarap ve her türlü alkollü içkileri içmek, haram olup, büyük günahtırlar. Bir kimse, bu günahları işlerken Besmele söylese veya helal olduğuna itikat etse, yahut Allahü teâlânın haram etmesine ehemmiyet vermese, imanı gider. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Şarap içmek, büyük günahların en büyüğü ve bütün fenalıkların ve günahların anasıdır.)
(Bütün fenalıklar bir yere toplanmıştır. Bu yerin kilidi zina, anahtarı şaraptır ve bütün iyilikler bir yerde toplanmıştır. Bu yerin kilidi namaz, anahtarı abdest almaktır.)
(Allahü teâlâyı seven ve Kıyamete inanan kimse, içki içilen yerde oturmasın.)
(Şarabı yapmak, üzümünü sıkmak, taşımak, dağıtmak, satmak ve içmek, günahta beraberdir ve bunların namazlarına, oruçlarına, haclarına, zekâtlarına ve sadakalarına sevap verilmez. Meğer ki tevbe ederler.)
(Baldan ve arpadan yapılan içkiler ve sarhoş eden her içki haramdır.)
İmam-ı Muhammed Şeybânî hazretleri;
“Çok içilince sarhoş eden içkinin azı da haramdır” buyurmuştur ve fetva da bunun üzerinedir.
Başka ilaç varken, bunları ilaç olarak içmek de haramdır. Hariçten kullanmak caiz ise de, necistirler, uçmakla temizlenemez, yıkamak lazımdır. El-fıkhü alel mezâhibil-erbe'a kitabında deniyor ki:
“Sarhoş eden sıvıların hepsi, dört mezhepte de şarap gibi galiz, fena necasettir. Hanefide avuç içi yüzeyinden fazlası ile, diğer üç mezhepte görülebilen az miktarı ile kılınan namaz sahih olmaz. Şafiide ve Hanefinin bir rivayetinde, ilaç ve kolonya yapmakta kullanılan miktarı, çok olsa da affedilmiş olup, namazın sıhhatine mani olmaz.”
Esrar, afyon, eroin gibi uyuşturucu şeyleri keyif için yemek, içmek haram olup, tedavi için caizdir
.
Mezhep taklidi, takva değil fetvadır
9 Eylül 2017 02:00
A -
A +
Diş dolgusu için, Maliki veya Şafii mezheplerini taklit etmek meşakkat değildir.
Sual: Hanefi mezhebindeki bir Müslümanın, diş dolgusu, kaplaması sebebiyle Maliki veya Şafii mezhebini taklit etmesi takva mı olmaktadır?
Cevap: Dişini kaplatmış veya doldurtmuş olanların gusülde, abdestte ve namaz kılarken Maliki veya Şafii mezhebini taklid etmeleri takva değildir. Mezhep taklidi fetva yoludur, kurtuluş çaresidir. “Dinde meşakkat yoktur, kolaylık vardır” gibi sözleri zındıklar, silah olarak kullanarak, birçok farzları terk etmektedir. Bu sözün doğrusu, Allahü teâlânın bütün emirlerini yapmak kolaydır, zor bir şey emretmemiştir, demektir. Yoksa, imanı zayıf olanların dediği gibi, nefse güç gelen şeyleri, Allahü teâlâ affeder, herkes kolayına geleni yapmalıdır, O rahimdir, hepsini kabul eder, demek değildir. Diş dolgusu veya kaplaması için, Maliki veya Şafii mezheplerini taklit etmek meşakkat değildir.
***
Sual: Diş diplerinde meydana gelen, dartr veya kefeki denilen şeyler, gusle mâni olur mu ve bunlar sebebiyle de mezhep taklidi gerekir mi?
Cevap: Dartr veya kefeki denilen ve dişlerin dibinde hasıl olan kireçlenmeler, salgılardan, kendiliklerinden hasıl oldukları için ve buna mâni olan çare, ilaç bulunmadığı için, bunların mevcut olmasında zaruret vardır. İzale, yok edilmesinde haraç olanlar, derideki çıbanın, yaranın üstündeki zar, kabuk gibi olup, altlarını yıkamak, dört mezhepte de lazım olmaz. Bunun için, başka mezhebi taklit lazım olmaz.
***
Sual: Cenaze ve bayram namazını kaçırma tehlikesi olan bir kimse, abdesti yoksa su varken teyemmüm yapabilir mi?
Cevap: Abdestsiz veya gusülsüz kimse, cenaze ve bayram namazlarını kaçırmamak için, su var iken bile, teyemmüm edebilir. Cuma namazını ve beş vakit namazdan herhangi birinin vaktini kaçırmak korkusu olsa bile, su varken, teyemmüm edemez. Gusül veya abdest alması lazımdır. Namaz vakti kaçarsa, kaza eder. Mesela, sabah güneş doğması yakın iken uyanan kimse, cünüp ise ve hayız ve nifastan kesilmiş ise, acele gusül eder. Güneş doğarsa, sabah namazını, kerahet vakti, namaz kılması mekruh olan vakit çıkınca, sünneti ile birlikte kaza eder.
***
Sual: Bir kimse, Allahü teâlâya, baba, Allah baba dese, bu kimsenin imanına bir zarar gelir mi?
Cevap: Allahü teâlâya, Baba, Allah baba diyen kimsenin imanı gider yani kâfir olur.
.
Saadetin başı, Müslüman olmaktadır
10 Eylül 2017 02:00
A -
A +
İslâmiyete inanan ve uyan, Allahü teâlânın ihsanına kavuşur, mesut olur.
Sual: Bir kimsenin, her zaman mesut, mutlu olabilmesi mümkün müdür, mümkünse bunun yolu nedir?
Cevap: Aklı olan bir kimse, zevklerini Allahü teâlânın gösterdiği yoldan temin eder. İslamın güzel ahlakı ile süslenir. Herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara iyilikle karşılık verir. İyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabreder, bölücü olmaz, yapıcı olur. Böylece, kendisi de hem zevklerine, hem de rahata, huzura kavuşur. Hem de, ahiretin sonsuz azaplarından kurtulur.
Görülüyor ki, bütün rahatlıkların, saadetlerin başı, iman etmekte, Müslüman olmaktadır. Ahkâm-ı islâmiyyeye, İslâmiyetin bildirdiği hükümlere uymak lazımdır. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, faydalı şeyleri yapmalarını emretmiştir ki, bu emirlere Farz denir. Zararlı şeyleri yasak etmiştir ki, bunlara da Haram denir. Farzların ve haramların hepsine Ahkâm-ı islâmiyye, İslâmiyetin hükümleri denir. Dinler, Allahü teâlânın kullarına rahmetidir, ihsanıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye uyanın duaları muhakkak kabul olur. Namaz kılmayanın, haramlara bakanın ve haram yiyenin, içenin, ahkâm-ı islâmiyyeye uymadığı anlaşılır. Bunun duaları kabul olmaz. İslâmiyete inanan ve uyan, Allahü teâlânın ihsanına kavuşur, mesut olur. İnanmayan, bu saadetten mahrum kalır.
İman etmek de, çok kolaydır. İman etmek için, bir yere para vermek, mal vermek, zor bir iş yapmak, birisinden izin almak gibi, hiçbir şey yapmak lazım değildir. Hatta, imanlı olduğunu kimseye bildirmek, belli etmek bile lazım değildir. İman, altı şeyi öğrenip, bunlara kalbinden, gizlice inanmak demektir. İman eden, Allahü teâlânın emirlerine teslim olur. Yani seve seve yapar. Böylece, Müslüman olur. Kısacası, her mümin Müslümandır. Her Müslüman, mümindir.
***
Sual: Dünyada haram, günah olan şeyleri kullananlar, yapanlar, ahirette bunlardan mahrum mu kalırlar?
Cevap: Dünyada haram işleyen kimse, ahirette ondan mahrum kalır. Burada helal şeyleri kullananlar, orada, o şeylerin hakikatine kavuşur. Mesela, bir erkek, dünyada haram olan ipeği giyerse, ahirette ipek giymekten mahrum edilir. İpek ise, Cennet elbisesidir. O hâlde, bu günahtan temizlenmedikçe, Cennete giremez demektir. Cennete girmeyen de Cehenneme girer. Çünkü, ahirette, bu ikisinden başka yer yoktur
.
Diş dolgusu hakkındaki fetva
11 Eylül 2017 02:00
A -
A +
Din adamı kılığındaki, dine zarar verenlere karşı uyanık olmalıdır.
Sual: Diş dolgusu ile alakalı olarak, mezhep taklidine gerek olmadığını, bu konuda fetva verildiğini söyleyenler var. Gerçekten böyle bir fetva mı vardır?
Cevap: “Diş kaplatma ve dolgu meselesi hallolmuş, caiz olduğuna fetva verilmiştir. Zararı olmadığı bildirilmiştir” diyenler vardır. İttihatçılar zamanında din işlerine karışan siyaset adamlarının, sarıklı masonların, din büyüklerini kötülemek, din bilgilerini bozmak için söyledikleri, yazdıkları yıkıcı propagandalara fetva diyorlar. 1911 senesinde İstanbul’da ikinci baskısı yapılan Mecmû'a-i cedîde adındaki fetva kitabında; “Diş çukuru doldurulmuş kimse, gusül ederken, diş çukuruna su vasıl olmasa, bu vecihle gusül zaruret olsa, gusül caiz olur” denmektedir. Bu fetvayı 113. Şeyhülislâm Hasen Hayrullah Efendinin verdiği bildirilmektedir. Halbuki, bu kitabın birinci baskısında bu fetva yazılı değildir. Hayrullah Efendi ise, ikinci defa olarak 11 Mayıs 1876'da Şeyhülislâm olmuş ve 26 Aralık 1877'de ayrılmıştır. Böyle fetvası olsaydı, kitabın birinci baskısında bulunması lazımdı. İkinci baskının önsözünde; “Birinci baskıda bulunmayan birkaç fetvayı, zamanımız Şeyhülislamı Mûsâ Kâzım Efendinin emri ile biz ekledik” denmektedir. Halbuki Şeyhülislâm Mûsâ Kâzım ve Ürgüblü Mustafa Hayri Efendiler, hem İttihatçı, hem de mason idi. Her fetvanın sonunda, buna kaynak olan fıkıh kitabının adı ve bildirdiği şey yazılı olduğu hâlde, diş fetvası için böyle bir kaynak bildirilmemiştir. Müslümanları yanlış yola sürüklemek için, sinsice hazırlanmış böyle yeni türeyen yazıları, fetva zannederek aldanmamalı, imanı, ibadetleri bozmamalıdır. Din adamı kılığındaki, dine zarar verenlere karşı uyanık olmalıdır.
***
Sual: Dünyanın yaratılması ile alakalı olan hadisleri, bazı kimseler akla uymuyor diyerek inkâr etmektedirler. Böylelerinin sözünde gerçeklik payı olabilir mi?
Cevap: Dünyanın yaratılmasını anlatan hadislere mevdu, uydurma demek, meçhule taş atmak demektir. Her hadisin sahih olup olmaması uzun tetkik, araştırma ister. Akla uyup uymamasının bir kıymeti yoktur. Dinimiz, nakle dayanmaktadır. Nakil doğru olunca, inanmak lazımdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına yazıp bildirdikleri hadis-i şeriflerin hepsi sahihtir, doğrudur.
.
Sahih hadislere uydurma diyenler
12 Eylül 2017 02:00
A -
A +
Ehl-i sünnet tanınan bazıları, düşmanlara aldanıp, sahih hadisleri, mevdu sanmışlardır.
Sual: Kitaplarda; “Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır” diye bildirilen hadis-i şerife, bazı kimseler uydurmadır diyorlar. Bunların söylediklerinde bir gerçeklik payı olabilir mi?
Cevap: Cehenneme gidecek olan yetmişiki fırkanın mensupları, Ehl-i sünneti parçalamak ve kendi kötülüklerini örtmek için, birçok hadis-i şerife mevdu, uydurma demişlerdir. Ehl-i sünnet tanınan bazıları da, bu düşmanların kitaplarına aldanıp, birçok sahih hadisleri, mevdu sanmışlardır. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını kavrayamayıp düşmanlara aldananlardan biri de, Aliyy-ül-kârîdir. Çok kitap yazmış, kıymetli kitapları şerh etmiş, açıklamış ise de, Ehâdîs-ül-mevdû'at kitabında, sahih hadislere mevdu demiştir. Din düşmanlarına aldanarak, en kıymetli kitaplardaki sahih hadis-i şeriflere mevdudur diyenler, din düşmanlarına, din-i İslâmı yıkmaya yardım etmiş oluyor.
(Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yalnız biri Cennete girecek, ötekilerin hepsi Cehenneme girecektir) hadisinin sahih olduğu, Şerh-i mevâkıf sonunda yazıyor. Milel-nihâl kitabı tercümesinde, Sünen ismindeki hadis kitaplarını yazmış olan hadis imamlarından dördünün, bu hadisi, Ebû Hüreyre'den radıyallahü anh rivayet ettiğini bildiriyor. Büyük İslâm âlimi, Şeyhülislâm Ahmet Nâmıkî Câmî hazretleri, Miftâh-un-necât ve Üns-üt-tâibîn kitaplarında, bu hadisi yazmaktadır. İmâm-ı Rabbânî ve imâm-ı Gazâlî hazretleri gibi müctehidler de, bu hadis-i şerifi yazıyorlar. Bu hadis-i şerife herhangi bir kimsenin mevdu demesi, güneşi balçıkla sıvamak gibidir.
***
Sual: Dünyada olanlarla, ahirettekiler arasında bir benzerlik var mıdır yoksa her ikisi de birbirinden farklı mıdır?
Cevap: Ahiret işleri, hiçbir bakımdan dünya işlerine benzemez. Bu dünya, yok olmak için yaratıldı, yok olacaktır. Ahiret, sonsuz kalmak için ve sonsuz kalacak şekilde yaratıldı. Sonsuz kalacak şey ile çabuk yok olacak şey arasında ne kadar fark varsa, dünya ile ahiret yapısı ve işleri arasında da o kadar fark vardır. Yalnız isimleri, anlatılması benzemektedir. Mesela cennet kelimesi, dünyada bostan, ahirette ise, cennet denilen, sonsuz nimetlerin bulunduğu yer demektir. Cehennem de, burada derin ateş kuyusu, orada ise cehennem denilen azap dolu yere denir.
.
Hasta ziyaret etmek, adak olur mu?
13 Eylül 2017 02:00
A -
A +
Adak edilen şeyin, farz veya vacib olan bir ibadete benzemesi lazımdır...
Sual: Bir kimse, şu işim olursa falan hastayı ziyaret etmek adağım olsun dese, bu hastayı ziyaret etmek adak olur mu ve yerine getirilmesi gerekir mi?
Cevap: Adak edilen şeyin, farz veya vacib olan bir ibadete benzemesi ve başlı başına bir ibadet olması lazımdır. Mesela, abdest almak, ölü kefenlemek başlı başına ibadet olmadıklarından adak olamaz. Hasta ziyaret etmek, cenaze taşımak, gusül etmek, cami içine girmek, Kur’ân-ı kerimi tutmak, ezan okumak, mektep, okul bina etmek, yapmak, cami bina etmek, yapmak da ibadet ise de, başlı başına ibadet değildir. Nezir, adak olunmazlar. Nezir, adak edilen şeyin benzemesi lazım olan farzın, vacibin başlı başına ibadet olması lazım değildir. Mesela, bir şey vakfetmeyi adamak caizdir. Çünkü vakıf, Müslümanlar için cami bina etmeye, yapmaya benzemektedir. Cami yapmak, başlı başına bir ibadet değil ise de, vakıf başlı başına ibadettir. Mesela, abdest almak, başlı başına ibadet olmayıp, başlı başına ibadet olan namazın bir şartıdır. Ölüyü kefenlemek de, cenaze namazının kabul olması için şarttır. Ölünün setr-i avreti, yani örtülü olması, cenaze namazının şartıdır.
***
Sual: Her Arapça bilen, dinî konularda yazılmış olan Arapça kitapları anlayabilir ve bunları tercüme edebilir mi?
Cevap: Arapçayı bilmek, Arapça yazılmış bir kitabı tercüme etmek ve anlamak için gerekli ise de yeterli değildir. Çünkü birçok kelimeler, her ilimde, başka manaya kullanılır. Mesela, zalimler kelimesi tefsir ilminde, kâfirler demektir. Fıkıh ilminde, başkasının hakkına saldıran kimselere denir. Tasavvufta ise, ayrı manası vardır. O hâlde, bir ilme ait bir kitabı okuyup anlayabilmek için, önce kelimelerin bu ilimdeki hususi manalarını bilmek lazımdır. Birkaç sene Mısır'da, Bağdat’ta bulunup da argo lisanı Arapça öğrenenlerin ve eline bir cep lügati alıp da, Kur’ân-ı kerimi ve hadis-i şerifleri tercümeye kalkışan yeni din âlimlerinin, para kazanmak için yaptıkları tercüme ve tefsirler, bozuk ve zararlı olmaktadır. Bir tasavvuf âliminin huzurunda, senelerce dirsek çürütüp, emek verip, pişmeden, olgunlaşmadan, Mesnevî okutan, tasavvuf kitapları tercümesine kalkışan tarikatçıların sözleri ve yazıları da, yanlış ve çok zararlı olmaktadır ve bu zararlar da görülmektedir.
.
Bidat ehlinin kitaplarını okumak
14 Eylül 2017 02:00
A -
A +
"Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeden önce böyle sapık kitapları okumak caiz değildir."
Sual: Sırf merak için, ne yazmışlar diyerek, bidat ehlinin kitaplarını okumakta bir mahzur var mıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Fetâvâ-i Hindiyyede deniyor ki:
“İman edilecek ve yapılacak, kaçınılacak şeyleri ve geçinecek sanat bilgilerini öğrenmek herkese farzdır. Bundan fazlasını öğrenmek farz değil ise de, sevaptır, öğrenmezse günah olmaz. Farz olan bilgilere yardımcı olanları, mesela astronomi öğrenmek de sevaptır. Fıkıh öğrenmeyip, yalnız hadis öğrenen, iflas eder. Kelam ilmini, yani iman bilgilerini, ihtiyaçtan fazla öğrenmek caiz değildir. Bidatlerin, fitnelerin yayılmasına sebep olur. Sadrül-islâm Ebül-Yüsr buyuruyor ki:
‘Kelâm, tevhid kitaplarının birkaçında felsefi bilgiler gördüm. İbni İshak Kindî Bağdâdînin ve İstikrârînin kitapları böyledir. Bunlar, İslâmın bildirdiği doğru yoldan ayrılmış sapık kimselerdir.’
Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeden önce böyle sapık kitapları okumak caiz değildir. Abdül-Cebbâr Râzî ve Ebû Ali Cübbâî ve Kâ'bî ve Nazzâm İbrahim bin Yesâr Basrî ve talebelerinden Amr Câhız Mu'tezilî sapıklarının kitapları da, eski Yunan felsefecilerinin bozuk fikirleri ile doludur. Böyle kitapları okumak gençlere zararlıdır. Muhammed bin Hîsûm gibi Mücessime fırkasındakilerin kitapları da böyledir. Bunlar bidat fırkalarının en kötüsüdür. Ebül-Hasen-i Eş'arî de, önceleri Mutezile inancını yaymak için çok kitap yazdı. Allahü teâlâ, kendisine hidayet verdikten sonra, eski fikirlerini kötüleyici kitaplarını yaydı. Yanlışlarını görebilenlerin, bu kitapları okuması zararlı olmaz. Şafii âlimleri, iman bilgilerini Ebül-Hasen-i Eş'arînin kitaplarından aldılar. Ebû Muhammed Abdullah bin Sa'îdin bu kitapları açıklayan eserleri tamamen zararsız hâldedir. Sözün kısası, eski felsefecilerin yazdığı din kitaplarını gençlere okutmamalıdır. Ehl-i sünnet bilgilerini öğrendikten sonra okumaları caiz olur.”
Mısırlı mezhepsiz, Hasen el-Bennânın ihtilalci yazıları, Seyyit Kutub'un Fîzılâl-il-Kur'ân ismindeki bozuk tefsiri ve başka kitapları, Hindistan’daki Vehhabilerden Muhammed Sıddîk Hân'ın bazı kitapları, Mevdûdî, Hamîdullah ve Cezâyirli îbni Bâdis gibi dinde reformcuların kitapları da böyledir. Dinini öğrenmek isteyenler, bunların bozuk kitaplarını okumamalıdır.
.
Adaletle ihsanı karıştırmamalıdır
15 Eylül 2017 02:00
A -
A +
Allahü teâlâ kimseye ihsan yapmaya mecbur değildir. İhsan yapmamak zulüm olmaz.
Sual: Müslüman çocukları, ana, babasından görerek, öğrenerek Müslüman oluyor. Kâfir çocukları ise, kâfir olarak yetiştirilip, Müslümanlıktan mahrum ediliyor. Böyle yetişenlerin Cehenneme gitmesi haksızlık olmaz mı?
Cevap: Bu konuda, Seyyit Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyuruyor ki:
“Adalet ile ihsanı karıştırmamalıdır. Allahü teâlâ, her memlekette yetişen kulları için, adaleti fazlası ile yapmıştır. Akıl ve baliğ olmadan ölen kâfir çocuklarını Cehenneme sokmayacaktır. Akıl ve baliğ olduktan sonra, Muhammed aleyhisselamın dinini duymadan ölen kâfirlere de azap yapmayacaktır. Bunlar, İslâm dinini, Cenneti, Cehennemi işittikten sonra, merak etmez, öğrenmezse, inat edip inanmazsa, o zaman azap göreceklerdir. Akıl ve baliğ olanlar, ana babanın, muhitin yapmış oldukları eski tesirlerin altında kalmaz. Eğer kalsaydı, İslâm memleketlerinde, İslâm terbiyesi altında yetişen yüz binlerle Müslüman evladı, İslâm düşmanlarının yalanlarına, aldanmaz, dinsiz hatta din düşmanı olmazdı. Bunlar, akıl ve baliğ olduktan, hatta, hoca, hafız olduktan sonra, dinden çıkmakta, din düşmanı olmaktadırlar. Anasına, babasına, komşularına ve akrabasına, yobaz, gerici diyerek alay etmektedirler. Bu pek acı misaller, ana baba terbiyesinin tesirinin devamlı olmadığını açıkça göstermektedir. Bunun içindir ki, bugün dinden çıkmak, bütün dünyayı saran bir afet, feci bir akıntı hâlindedir.
Diğer taraftan, birçok kâfirlerin, ilim, fen adamlarının Müslüman olduğunu görüyoruz. Pek az olsa da, dinini değiştirmeyenlerin bulunması, ana terbiyesinin tesirinin, bazen de devamlı olduğunu gösteriyor denirse, bir çocuğun Müslüman evladı olması, İslâm terbiyesi ile yetişmesi, Allahü teâlânın bir ihsanıdır. Kâfir çocuklarına bu ihsanı yapmıyor. Fakat, kimseye ihsan yapmaya mecbur değildir. İhsan yapmamak zulüm olmaz. Bakkaldan bir kilo pirinç alsak, tam bir kilo tartması adalettir. Noksan tartarsa zulüm olur. Biraz fazla verirse ihsan olur. Bu ihsanı istemek, kimsenin hakkı değildir. İşte, Allahü teâlânın İslâm terbiyesi ile yetiştirmesi, büyük ihsanıdır. Dilediğine ihsan eder. Kâfir çocuklarına bu ihsanı yapmaması zulüm olmaz. İhsan ettiği kimseler kâfir olursa, bunların cezası, azabı da, kat kat ziyade olacaktır.”
.
“Allahın kitabını ve ıtremi bıraktım”
16 Eylül 2017 02:00
A -
A +
"...Size, onlara yapışıp, dalalete düşmemeniz için, Allahü teâlânın kitabını ve ıtrem ehl-i beytimi bıraktım."
Sual: Bir kitapta bildirilen hadîs-i şerifte, (Size, Allahü teâlânın kitabını ve ıtremi bıraktım) deniyor. Buradaki 'ıtre' ne demektir ve bununla ne anlatılmak istenmektedir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Menâkıb-ı Çihâr Yâr-i Güzîn kitabında deniyor ki:
“Hazret-i Câbir'den rivayet olunmuştur. Resûlullah efendimizi arefe günü hacda gördüm hutbe okuyordu ve; (Ey insanlar! Size, onlara yapışıp, dalalete düşmemeniz için, Allahü teâlânın kitabını ve ıtrem ehl-i beytimi bıraktım) buyurduğunu işittim. Türpüştî hazretleri de 'Itre için bazıları kişinin ıtresi, yakınları demektir, bazıları Resûlullah efendimizin ıtresi, Abdülmuttalib oğullarıdır, bazısı, kişinin ıtresi, ehl-i beytidir, yakın olsun, uzak olsun ev halkıdır dedi. Lügat, sözlük manası itibariyle de, kişinin ehl-i beyti ve kavminin yakınlarıdır. Resûlullah efendimizin ıtreden muratları, asabeleri ve ezvâc-ı tâhirâtıdır' buyurdu.
Zeyd bin Erkam hazretleri rivayet eder. Resûlullah efendimiz buyurdular ki: (Muhakkak ben size, eğer benden sonra onlara tutunursanız, iki şey bırakıyorum. Birisi, diğerine nazaran daha büyüktür. Bu Kitabullahtır ki, gökten yere kadar uzanan iptir. İkincisi, ıtrem olan ehl-i beytimdir. Asla birbirlerinden ayrılmazlar. Ta ki benim havuzuma ulaşırlar. Siz de, o ikisinden yana ne yol ile halef olursunuz nazar ediniz.)
Tayyibî hazretleri de 'Bir şeye tutunmak, ona bağlanmak, onu korumakla olur. Allahü teâlâ Hac sûresi 65. âyetinde mealen buyurur: (Elbette Allahü teâlâ semayı, yere düşmemesi için tutar. Ancak kıyamet günü kendi izni ile tutar.) Ancak layık olan şeye tutunulur. Tutunmak geçen yerlerde, tutunulan şey de bildirilmiştir ki, iptir. (Kitabullah, gökten yere kadar uzanan iptir) sözünde sanki insanlar, tabiatlarının, şehvetlerinin istediği şeylerin bulunduğu bir yerde durmuşlar, nefislerinin çirkin arzularını yerine getirmek isterken, Allahü teâlâ lütuf edip, insanların yükselmesini irade ederek, Kur’ân-ı kerim ipini onlara yaklaştırır. O ipe tutunanlar kurtulur. Orada kalanlar helak olur. Kur’ân-ı kerime tutunmak, onda bildirilenle amel etmek, yasak edilenden kaçmaktır. Itreye tutunmak, onlara muhabbettir. Yani ehl-i beyti sevmek, onların doğru yolunda, izinde yürümektir' buyurdu."
.
Her gün neler okunabilir?
17 Eylül 2017 02:00
A -
A +
"Vakitleri fikir ve zikir ile mamur etmelidir. Kalbin huzuru için, çok kelime-i tevhid söyleyiniz!"
Sual: Bir Müslüman, imanını koruyabilmesi için neleri öncelikle öğrenmeli, yapmalı ve her gün neler okumalıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Müntehabât Ez Mektûbât-ı Ma’sûmiyye’de deniyor ki:
“Hak teâlâ, insanları başıboş bırakmadı. Emirler ve yasaklar verdi. Nefsine uyarak, emirlere uymazsa gazab-ı ilâhiyyeye sebep olur. Aklı olan, fani, geçici lezzetlere dalarak, ebedi lezzetleri kaçırmaz. Evvela, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi iman eder. Sonra farzlara ve haramlara uyar. Farzların en mühimi, namazdır ki, dinin direğidir ve mümini kâfirden ayırır. Hadîs-i şeriflerde; (Her gün beş vakit namaz kılana Cennet kapıları açılır, Allahü teâlâ ile arasındaki perdeler kalkar) ve (Beş vakit namaza devam eden, sırat köprüsünden şimşek çakar gibi geçecek ve sâbık denilen evliya ile haşrolacaktır) buyuruldu.
Zekâtı, emir olunan kimselere vermelidir. Ramazan orucunu seve seve tutmalı ve şartları bulununca Kâbe'ye giderek hac yapmalıdır. Hadîs-i şerifte; (Hac ve umre fakirliği ve günahları yok eder) buyuruldu. İslâmın binasının beş direğinden birincisi, kelime-i tevhidi söylemek, yani, Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah demektir. Kelime-i tevhidi çok okumalıdır. Dünya yokluk âlemidir. Varlık ahirettedir. Nefse tapınmaya son vermelidir
Dünya istirahat yeri değildir. İbadet için çalışmalıdır. Dünyada sıkıntı çekmek, ahirette rahat etmeye sebep olur. Vakitleri fikir ve zikir ile mamur etmelidir. Kalbin huzuru için, çok kelime-i tevhid söyleyiniz! Bin ile beş bin arası olmalıdır. Her namazdan sonra ve yatarken Âyet-el kürsî, istiğfâr, İhlâs ve Kul e'ûzüleri ve her sabah ve akşam yüz kerre Sübhânallah ve bi-hamdihi ve on defa Lâ havle okuyunuz! Her sabah, Allahümme mâ esbeha bî min ni'metin ev bi-ehadin min halkıke fe minke vahdeke lâ şerîke leke fe-lekel hamdü ve lekeşşükr okumalı, akşamları 'mâ esbeha' yerine 'mâ emsâ' demelidir ve her gün, Estagfirullah el'azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüverrâhmânürrahîm el hayyül kayyûm ellezî lâ yemûtü ve etûbü ileyh Rabbigfir lî okumalıdır. Hadîs-i şerifde buyuruldu ki; (Bu istiğfarı, her gün yirmibeş kere okuyanın evine, şehrine hiç zarar gelmez) ve hacetlere kavuşmak için, beşyüz kere (Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah) okumalıdır.”
.
Meleklere iman, nasıl olmalıdır?
18 Eylül 2017 02:00
A -
A +
Kiliselerde ve bazı filmlerde 'melek' diye gösterilen kanatlı kadın resimleri uydurmadır.
Sual: Melekler nasıl varlıklardır ve meleklere iman nasıl olmalıdır?
Cevap: Bu konuda Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin İ'tikâdnâme kitabında deniyor ki:
“Meleklere iman şöyle olmalıdır: Melekler, Allahü teâlânın kullarıdır. Ortakları, kızları değildir. Kâfirler, müşrikler, öyle zannettiler. Allahü teâlâ, meleklerin hepsini sever. Allahü teâlânın emirlerine itaat ederler, günah işlemezler, emirlere isyan etmezler. Erkek ve dişi değildirler, evlenmezler, çocukları olmaz. Hayat sahibi, diridirler. Allahü teâlâ, insanları yaratacağını buyurduğu zaman; (Ya Rabbi! Yeryüzünü ifsat edecek ve kan dökecek mahlukları mı yaratacaksın?) gibi meleklerin zelle denilen sualleri, bunların masum, günahsız olmalarına zarar vermez.
Sayısı en çok olan mahluk meleklerdir. Bunların sayılarını Allahü teâlâdan başka kimse bilmez. Göklerde, meleklerin ibadet etmedikleri, boş bir yer yoktur. Göklerin her yeri, rükuda veya secdede olan meleklerle doludur. Göklerde, yerlerde, otlarda, yıldızlarda, canlılarda, cansızlarda, yağmur damlalarında, ağaçların yapraklarında, her molekülde, her atomda, her reaksiyonda, her harekette, her şeyde meleklerin vazifeleri vardır. Her yerde, Allahü teâlânın emirlerini yaparlar. Allahü teâlâ ile mahlukları arasında vasıtadırlar. Bazıları, diğer meleklerin amiridir. Bazıları, Peygamberlere haber getirir. Bazıları, insanların kalbine iyi düşünce getirir ki, buna ilham denir. Bazılarının, insanlardan ve bütün mahluklardan haberi yoktur. Allahü teâlânın cemali karşısında kendilerinden geçmişlerdir. Her birinin belli yeri vardır, oradan ayrılamazlar. Bazısının iki, bazısının dört veya daha çok kanadı vardır. Her hayvanın kanadı ve tayyarelerin, uçakların kanatları, kendilerinin yapısında olup, birbirlerine benzemediği gibi, meleklerin kanadı da, kendi cinslerindendir. İnsan, görmediği, bilmediği bireyin adını işitince, bunu bildiği şeyler gibi zannedip aldanır. Meleklerin kanatları vardır. İnanırız. Fakat, nasıl olduğunu bilemeyiz. Kiliselerde ve bazı mecmua, dergi ve filmlerde, 'melek' diye gösterilen kanatlı kadın resimleri uydurmadır. Müslümanlar böyle resim yapmaz. Müslüman olmayanların yaptığı bu bozuk resimleri doğru sanmamalı, din düşmanlarına aldanmamalıdır.”
.
Kendi malını ateşte yakmak
19 Eylül 2017 02:00
A -
A +
Malı sarf edecek yerleri ve kendi malındaki başkalarının hakkını öğrenmek lazımdır.
Sual: Bir kimse, elindeki kendine ait malını istediği gibi kullanma yetkisine sahip midir, mesela bu malını yakabilir veya denize atabilir mi?
Cevap: Malı kendi bedeni için kullanmadığı zaman, hakkı, yani lüzumu olmayan yere, az da sarf etmek israf olur. Mesela, malı ateşte yakmak, denize atmak böyledir. Lüzumu olan yere, lüzumundan fazla vermek de israf olur. Mesela, çoluk çocuğuna ihtiyaçlarından fazla şeyler vermek israf olur. İhtiyaç, İslâmiyetin gösterdiği miktarlar ile ve memleketin âdetine göre belli olur. Görülüyor ki, malı sarf edecek yerleri ve kendi malındaki başkalarının hakkını öğrenmek lazımdır.
İnsanın, kendi malında bulunan, başkasının hakkını ödemesi, israf değildir. Bu hakları hemen vermek lazımdır. Bu hakların en mühimi, zekâttır.
***
Sual: Yemek yemeye ve su içmeye başlamadan önce veya bitirdikten sonra ne denir?
Cevap: Yemeye ve içmeye başlarken Besmele okumalıdır. Yeme ve içme sonunda Elhamdülillah demelidir. Bunları söylemek ve yemekten önce ve yemekten sonra el yıkamak, sağ el ile yemek ve içmek sünnettir. Resûlullah efendimizin yemekten sonra okuduğu ve okunmasını emrettiği dualar, Şir'at-ül-islâm şerhinde ve Mevâhib-i ledünniyyede yazılıdır. Yemektekilere hatırlatmak için Besmele, yüksek sesle söylenebilir. Hazînet-ül-me'ârif kitâbı, Ebû Dâvud, Mu'âz bin Cebel ve Enes bin Mâlik hazretlerinden gelen şu hadîs-i şerifi nakletmektedir:
(Bir kimse, yemek yedikten sonra, Elhamdülillahillezî at'amenî hâzet-ta'âm ve rezekanî-hi min gayri havlin minnî ve lâ-kuvvete derse, geçmiş ve gelecek günahlarından çoğu af olunur. Yeni bir elbise giydiği zaman, elhamdülillahillezî kesânî hâzessevb ve rezekanî-hi min gayri havlin minnî ve lâ kuvveh derse, geçmiş ve gelecek günahlarından çoğu af olunur.) Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de, yemeklerden sonra, şu duayı okurlardı:
(Elhamdülillahillezî eşbe'anâ ve ervânâ min-gayri-havlin minnâ ve lâ kuvveh. Allahümme at'imhüm kemâ at'amûnâ!)
***
Sual: Yemekten önce ve sonra elleri yıkamalı mıdır ve yıkamada öncelik sırası kime, kimlere aittir?
Cevap: Yemekten evvel el yıkarken, önce gençler, yemekten sonra, önce yaşlılar yıkar. Yemekten sonra elleri kâğıtla silmenin caiz olmadığı, Fetâvâ-yı Hindiyyede yazılıdır.
.
Her hastalığın ilacı vardır
20 Eylül 2017 02:00
A -
A +
"Allahü teâlâ, her hastalığın ilacını yaratmıştır. Yalnız, ölüme çare yoktur."
Sual: İnsanın dünyada yakalandığı, sebebi bilinsin veya bilinmesin her hastalığın tedavisi, ilacı var mıdır?
Cevap: Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; her şeyi sebeple yaratır. Bir şeye kavuşmak için, bu şeyin yaratılmasına sebep olan şeyi yapmak lazımdır. Her şeyin yaratılmasında müşterek, ortak olan manevi sebep, sadaka vermek, yetmiş kere Estağfirullah min külli mâ kerihallah duasını okumaktır. Bu iki manevi sebep, maddi sebepleri bulmaya da yardım eder. Peygamber efendimiz;
(Allahü teâlâ, her hastalığın ilacını yaratmıştır. Yalnız, ölüme çare yoktur.)
(Hastalıkların başı, çok yemektir. İlaçların başı, perhizdir.)
(Hastalarınızı, sadaka vererek tedavi ediniz!) buyurmuştur.
İnsan hasta olmamaya dikkat etmelidir. Bunun için de, İslâmiyete uygun yaşamak lazımdır. İslâmiyete uymakta gevşek davranarak, hasta olan kimse, ilaç almalı, perhiz etmeli ve fakirlere sadaka nezir etmeli, adakta bulunmalı ve sık sık sadaka vermelidir. Perhiz, yani rejim yapmanın caiz ve lazım olduğunu, Teyemmüm âyeti göstermektedir.
(Su zarar verince, kullanmayın, teyemmüm edin!) mealindeki âyet-i kerime meşhurdur. Resûlullah efendimiz, hazret-i Ali ile bir eve gitti. Meyve getirdiler. Hazret-i Ali'nin gözleri ağrıyordu. Meyveden kendisi yedi. Hazret-i Aliye;
(Sen yeme! Göz ağrısına zarar verir) buyurdu. Pişmiş pazı ile arpa getirdiler.
(Bundan ye! Gözüne fayda verir) buyurdu. Ödemi olanlara;
(Su içmeyin! Suya perhiz ediniz!) buyururdu.
İslâm âlimleri, tıp ve tedavi üzerinde çok kitap yazdı. Bunlardan Dâvüd-i Antâkînin, Tezkiret-ü ülil-elbâb kitabı ve Türkçe Nusret efendi risâlesi, İbrahim Ezrakın, Teshîl-ül-menâfi kitabı, Ebû Abdullah Zehebînin, Et-tıbbün Nebevîsi çok kıymetlidir.
Perhizi, hadîs-i şeriflerden ve tecrübeli kimselerden ve tabipten, doktordan öğrenmelidir. İlaç kullanmak ve perhiz yapmak sünnettir. Vacip ve farz olduğu yerler de vardır.
***
Sual: Yırtıcı hayvanların eti, sütü, artığı yenebilir mi ve bunların içtiği artık su ile abdest alınabilir mi?
Cevap: Domuzun, köpeğin, yırtıcı hayvanların ve henüz fare yiyen kedinin artıkları, etleri ve sütleri kaba necasettir. Bunları yemek, içmek haramdır. Artıklarını abdestte, gusülde ve temizlikte kullanmak caiz değildir. İlaç olarak da kullanılmaz.
Sual: Mübarek gün ve gecelerin bulunduğu hicri takvimde, yeni yıl ne zamandır, hangi aydadır, önemi nedir?
Cevap: 21 Eylül Perşembe yani bugün, Muharrem ayının ve Hicri yeni yılın ilk günüdür. 1438 hicri yılından, 1439 hicri yılına girilmektedir. Muharrem ayının birinci gecesi, Müslümanların kameri yılbaşı gecesidir. Muharrem ayı, Zilkade, Zilhicce ve Receb ile beraber Kur'an-ı kerimde kıymet verilen dört aydan biridir. Hadîs-i şeriflerde;
(Muharrem ayında bir gün oruç tutana, bugüne karşılık otuz gün oruç sevabı yazılır) buyuruldu.
Muharrem ayının birinci gecesi, Müslümanların yılbaşı gecesidir.
Bu gün ve gecede Müslümanlar, birbirinin yeni yılını tebrik ederler. Böyle günler vesile edilerek dargınlıklar, kırgınlıklar giderilir. Allahü teâlânın emirlerini yaparak ve yasaklarından sakınarak, Allahü teâlânın verdiği nimetlere şükredilir. Günahlara tevbe edilir.
Müslümanlar, sene başı gecelerinde ve günlerinde, müsafeha ederek, mektuplaşarak tebrikleşirler. Birbirlerini ziyaret eder, hediye verirler. Sene başını dergi ve gazetelerde kutlarlar. Yeni senenin, birbirlerine ve bütün Müslümanlara hayırlı ve bereketli olması için dua ederler. Büyükleri, akrabayı, âlimleri ziyaret edip dualarını alırlar. O gün, bayram gibi temiz giyinirler. Fakirlere sadaka verirler.
Başlangıç zamanına göre, zamanımızda iki türlü takvim kullanılmaktadır: Miladi takvim, Hicri takvim. Miladi sene, İsa aleyhisselamın doğum günü zannedilen zamandan başlamaktadır. Hicri takvim ise, Peygamber efendimizin Medine’ye hicret ettiği seneden başlamaktadır.
Müslümanlar için Mekke’de kalmak, tahammül edilemeyecek derecede idi. Peygamber efendimize durumlarını arz ederek, hicret için müsaade istediler. Bir gün, sevgili Peygamberimiz, sevinçli bir hâlde Eshâbının yanına gelip;
(Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Medine’dir. Oraya hicret ediniz. Allahü teâlâ Medine’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı) buyurdu.
Resûlullah efendimizin izni ve tavsiyesi üzerine Müslümanlar, Medine’ye birbiri ardınca, bölük bölük hicret etmeye başladılar. Son olarak da kendileri hicret ettiler ve bu hicret tarih başlangıcı oldu.
Hicri yeni yılın, herkese hayırlı olması dileği ile...
.
Peygamber efendimizin hicreti
22 Eylül 2017 02:00
A -
A +
Peygamber efendimiz, 622 senesinde, Mekke’den Medine’ye gitti. Bu yolculuğuna "Hicret" denir.
Sual: Peygamber efendimizin Mekke’den, Medine’ye hicreti nasıl olmuştur, İslâm tarihinde bu hicretin önemi nedir?
Cevap: Peygamber efendimiz, tarihçilere göre miladın 622 senesinde, Allahü teâlânın emri ile, Mekke’den Medine’ye gitti ve bu yolculuğuna Hicret denir. Cebrâil aleyhisselam, Peygamber efendimize gelip;
(Bu gece, kâfirler seni öldürmeye karar verdi. Bu gece, Ali'yi yatağına yatır ve Ebu Bekir ile Medine’ye hicret et!) dedi.
Hazret-i Ali o zaman yirmiüç yaşında idi ve Peygamber efendimize;
“Bin canım da olsa, senin yoluna fedadır” diyerek yatağa girdi.
Resûlullah efendimiz Safer ayının 27. Perşembe gecesi kapıdan çıkıp, Yasîn sûresinin başından 12 âyet okuyup, müşriklerin aralarından geçip gitti. Öğle vakti hazret-i Ebu Bekr'in evine gidip;
-Bu gece Medine’ye hicret etmeye emir aldım buyurdu.
Şevâhid-ün Nübüvve kitabında, Hicret şöyle anlatılmaktadır:
“Resûlullaha efendimiz Mekke’den Medine’ye hicret etmesi bildirildiği zaman, bisetin, Peygamberliğin 14. senesi idi. Mekke’den ayrıldığı gece, Kureyş müşrikleri aralarında, Resûlullah efendimizi öldürmek için anlaştılar. Gece uyku vakti gelince, Resûlullah efendimizin kapısının önünde toplanıp, uyusun da öldürelim diye beklemeye başladılar. O gece Yasîn sûresinin ilk âyetleri nazil oldu. Resûlullah efendimiz yerden bir avuç toprak aldı ve meali;
(Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık, artık göremezler) olan Yasîn sûresi 9. âyetini üzerlerine okuyarak ve elindeki toprağı da başlarına saçarak, aralarından geçip gitti.
Resûlullah efendimiz mağaranın içine girer girmez, o gece mağaranın kapısının önünde bir ağaç yeşerdi. İki yabani güvercin o ağacın üzerine yuva yapıp yumurtladılar. Bir örümcek de mağaranın ağzını ağıyla ördü. Resûlullah efendimizin Mekke’den ayrıldığını haber alan müşrikler ok ve yaylarını alıp, takibe çıktılar ve mağaranın yakınına geldiler. Aralarından birini mağaranın içine girip bakması için gönderdiler. O kimse mağaranın önüne geldi ve geri döndü. Sebebi sorulunca;
-Mağaranın kapısı örümcek ağıyla kaplı ve orada iki güvercin var. Anladım ki içeride kimse yok, dedi.”
Peygamber efendimiz, yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye vasıl oldu ve İslâm tarihinde yeni bir dönem başladı
.
Sevap ve azap niçindir?
23 Eylül 2017 02:00
A -
A +
Allahü teâlâ, hangi işlerin Hasenat, hangi işlerin de Seyyiat olduklarını bildirdi.
Sual: İnsanın elinde bir şey yoksa, niçin sevap, azap oluyor ve niçin dinler gönderiliyor?
Cevap: Allahü teâlâ, insanların yaptığı işleri iki kısma ayırdı. Bir kısmını beğendiğini, bunları yapanlardan razı olduğunu, her iş karşılığında, bunlara nimetler, rahatlıklar, iyilikler vereceğini vadetti. Vadettiği iyiliklerin ölçü birimine, Ecir ve Sevap denir. Dünyada yapılan her iyiliğe karşılık olarak, ahirette çeşitli miktarlarda nimetler verilecektir. Nimetlerin verileceği yere ise, Cennet denir.
Allahü teâlâ insanların yaptığı işlerden bir kısmını beğenmediğini, bunları yapanlardan razı olmadığını, fakat pişman olup tevbe edenleri veya şefaate kavuşanları affedeceğini, af edilmeyenlerin kötü işlerine kıyamette, çok acı karşılıklar vereceğini, bildirdi ki buna Azap denir. Azapların şiddetlerini, çokluğunu bildiren ölçü birimine, Günah denir. Allahü teâlânın beğendiği şeylere Hayrat, Hasenat, yani iyi şeyler denir. Beğenmediklerine Seyyiat, kötü şeyler denir. Allahü teâlâ, hangi işlerin Hasenat olduklarını, hangi işlerin de Seyyiat olduklarını bildirdi. Hasenat yapanlara sevap vereceğini vadetti. Allahü teâlâ, vadinde sadıktır, sözünden hiç dönmez. O hâlde, Kıyamet günü, nimet ve azap olarak, başka yerden bir şey getirilmeyecek, dünyada yapılanların karşılıklarına kavuşulacaktır.
Azap, kötü iş yaptığından dolayı, biri sana kızıp, intikam almak için, canını yakması değildir. Sevap da, işini beğendiği için, mükafat değildir. O gün, Allahü teâlâdan başka, intikam alacak kimse yoktur. İnsanın kanı, safrası bozulduğu veya başka zararlı şeyler vücutta çoğaldığı zaman, bedendeki değişikliğe, hastalık dediğimiz gibi ve ilaç tesir ettiği zaman hasıl olan hâle sıhhat dediğimiz gibi, insanda şehvet ve asabiyet artınca, cana bir ateş düşer. İşte insanın felaketinin sebebi, bu ateştir. Bunun için, hadîs-i şerifte;
(Gadab, yani asabiyet, Cehennem ateşinden bir parçadır) buyuruldu. Akıl ışığı kuvvetlenip, şehvet ve asabiyet ateşini söndürdüğü gibi, iman nuru da, Cehennem ateşini söndürür. Nitekim, Cehennem, müminlere;
“Ey mümin! Çabuk geç ki, nurun ateşimi söndürüyor” diyecektir. Bu söz, ses ile olmayacak, suyun yangını söndürdüğü gibi, Cehennem de, müminin nuruna dayanamayıp sönecektir.
.
İbadet yapınca, nefsin kabarması
24 Eylül 2017 02:00
A -
A +
"Bir kimse, amellerini, ibadetlerini kusurlu görünce, bunların kıymeti artar."
Sual: İnsan ibadet yapınca, nefsi kabarıyor, günah işleyince de, kendini kötü hissediyor. Bunun sebebi nedir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine şöyle buyuruyor:
“Soruyorsunuz ki, ibadet yapınca, nefsim kabarıyor, benim gibi iyi kimse yoktur sanıyor. İslâmiyete ters düşen bir şey yapınca da kendimi aciz sanıyorum. Bunun ilacı nedir diyorsunuz. Allahü teâlânın ihsanına kavuşan kardeşim! İkinci olarak bildirdiğiniz ihtiyaç ve aciz olmak, pişmanlıktan ileri gelir ki, çok büyük nimettir. Allah korusun, eğer günah işledikten sonra, pişman olunmazsa, günah işlemek tatlı gelirse, günaha ısrar etmek olur. Pişmanlık, tevbenin bir parçasıdır. Küçük günaha ısrar, büyük günah olur. Büyük günaha ısrar, insanı küfre götürür. İkinci hâliniz, büyük nimettir. Buna şükrediniz ki, pişmanlığınız çoğalsın ve İslâmiyete uymayan işlerden sizi korusun. İbrahim sûresi 7. âyetinde mealen;
(Şükrederseniz, nimetimi arttırırım!) buyuruldu.
Nefsinizin birinci hâli, ucub, yani ibadet yaptığı için kendini beğenmektir. Ucub, korkunç bir zehir, öldürücü bir hastalık olup, ibadetleri ve iyilikleri yok eder. Bunun ilacı, iyi işlerini kusurlu görmeli, bunlardaki gizli çirkinlikleri düşünmeli, böylece, kendinin ve ibadetlerinin kusurlu olduğunu anlamalıdır. Hatta, onları beğenilmeyecek bir hâlde bulmalıdır. Bir hadîs-i şerifte;
(Kur’ân-ı kerim okuyan çok kimse vardır ki, Kur’ân-ı kerim bunlara lanet eder) buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerifte;
(Oruç tutan çok kimse vardır ki, onların orucu, yalnız açlık ve susuzluk çekmek olur) buyuruldu. İnsan, ibadetinin, iyiliğinin çirkin tarafı olmadığını sanmamalıdır. Biraz incelenirse, Allahü teâlânın yardımıyla hepsini çirkin bulur. Böyle kimsede ucub hasıl olabilir ve nefis kendini beğenebilir mi? Bir kimse, amellerini, ibadetlerini kusurlu görünce, bunların kıymeti artar. İbadetlerini, iyiliklerini kusurlu, bozuk görmeye kavuşan bir kimse, öyle bir hâle gelir ki, sağ omuzundaki, iyilikleri yazan meleğin hiçbir şey yazmadığını sanır. Çünkü, yazacağı bir iyilik yaptığını görememektedir. Sol omuzundaki, kötülükleri yazan meleğin durmadan yazdığını sanır. Çünkü, yaptıklarının hepsinin çirkin ve kötü olduklarını görmektedir.”
.
Habercinin vazifesi haber vermektir
26 Eylül 2017 02:00
A -
A +
"Kardeşim! Bu fırsat, bir daha ele geçmez. Fırsat bulunsa da, böyle toplantılar bulunamaz..."
Sual: Yakınlarımıza, akrabalarımıza, doğru olan bilgileri anlattığımız veya kitap verdiğimiz hâlde kabul ettiremiyoruz. Bu durumda ne yapmalıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri kendi kardeşi meyân şeyh Mevdûda yazdığı bir mektupta buyuruyor ki:
“Kardeşim! Dünya hayatı çok kısadır. Sonsuz azaplar, buna karşılıktır. Bu zamanı, lüzumsuz, boş şeyleri ele geçirmekte kullanan ve böylece sonsuz acılara yakalanan kimseye yazıklar olsun!
Kardeşim, insanlar, dünya kazançlarını bırakıp, her yerden, karıncalar gibi, çekirge sürüleri gibi yanımıza üşüşüyor. Siz ise, bir evden olmak şerefinin kıymetini de düşünmeyerek, dünyanın alçak kazançlarına, seve seve dalmaktasınız. Onlara kavuşmak için çabalıyorsunuz. (Hayâ, imandan bir parçadır) hadîs-i şeriftir.
Kardeşim! Allah adamlarının böyle toplanması ve bugün Serhend’de nasib olan Allah için toplanmalar, bütün dünya dolaşılsa, bu nimetin yüzde biri bulunmaz. Buradaki kazançlar ele geçmez. Siz, bu nimeti, boş yere elden kaçırdınız. Çocuklar gibi, kıymetli cevherleri, cam parçaları ile değiştirdiniz.
Kardeşim! Bu fırsat, bir daha ele geçmez. Fırsat bulunsa da, böyle toplantılar bulunamaz. O zaman, bu nimeti, nasıl ele geçirirsin? Elden kaçırılanı nereden bulabilirsin? Zararları, ne ile yerine koyabilirsin? Yanılıyorsunuz, yanlış anlıyorsunuz. Tatlı, yağlı lokmalara gönül kaptırmayınız! Süslü, renkli elbiselere aldanmayınız! Bunlara düşkün olmanın sonu, dünyada da, ahirette de pişman olmaktır, inlemektir. Eşin, dostların gönüllerini yapmak için, kendini belaya sokmak ve ahiretin sonsuz azaplarına atılmak, aklı olanın yapacağı iş değildir. Allahü teâlâ, akıl versin ve gafletten uyandırsın!
Kardeşim! Dünyanın vefasızlığı dillerde dolaşmaktadır. Dünyaya düşkün olanların alçaklıkları, cimrilikleri herkesçe bilinmektedir. Kıymetli ömrünü, böyle faydasız, yalancı için elden kaçırana yazıklar olsun! Haberciye ancak haber vermek düşer.”
***
Sual: Abdest aldıktan sonra okunacak bir dua var mıdır, varsa nasıldır?
Cevap: Abdesti alıp bitirdikten sonra;
“Allahümmec'alnî minet-tevvâbîn, vec'alnî min-el-mütetahhirîn, vec'alnî, min ibâdik-es-sâlihîn, vec'alnî minellezîne lâ havfün aleyhim ve lâhüm yahzenûn” duasını okumak çok sevaptır.
.
Yiyeceği olmayanın, yiyecek istemesi
27 Eylül 2017 02:00
A -
A +
Zaruret olmadan dilenmek haramdır. Zaruret ve ihtiyaç hâlinde mubah olur. Ölüm hâlinde vacip olur.
Sual: İnsanlardan yiyecek, içecek gibi şeyleri istemenin dinimiz açısından bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Bu konuda Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerinin Mektûbât kitabında deniyor ki:
“Bir günlük yiyeceği olmayanın istemesine fetva verilmiştir. Takva ve azimet ise, hiç istememektir. Zaruret hâlinde, istemek mubah olur. Elbisesi olmayanın, giyecek istemesi mubah olur. Çalışıp kazanabilen kimsenin dilenmesi caiz değildir. Din bilgilerine çalışıp da, kazanmaya vakit bulamayanın, istemesi caiz olur. Yazı yazarak kazanabilenin istemesi caiz değildir. Mişkât şerhinde diyor ki; ‘Çalışamayan hastanın, bir günlük yiyecek dilenmesi caizdir. Fazlası caiz değildir. Nafile namaz ve nafile oruç sebebi ile çalışmaya vakit bulamayanın zekât ve sadaka istemesi caiz değildir.’
Sadaka istemekte üç zarar vardır. Allahü teâlânın, nimeti az gönderdiğini haber vermektir ki, haramdır. Kendini zelil etmektir. Müminin Allahtan başkasına boyun bükmesi caiz değildir. İstenilen kimseye de eziyet etmektir. Zaruret olmadıkça, bu da haramdır. Bunun için, takva sahipleri, kimseden bir şey istememişlerdir. Bişr-i Hâfî, Sırri-yi Sekatî hazretlerinden başka kimseden bir şey istemezdi. ‘Onun mal verince, sevineceğini biliyorum, onu sevindirmek için istiyorum’ derdi. Bişr-i Hâfî hazretleri buyurdu ki; ‘Üç çeşit fakir vardır: İstemez, verince de almaz. Bunlar, İlliyyînde meleklerledir. İstemez, verince alır. Bunlar, Cennetlerde mukarreblerledir. İhtiyacı olunca ister. Bunlar, Eshâb-ı yemîn iledirler.’
Zaruret olmadan dilenmek haramdır. Zaruret ve ihtiyaç hâlinde mubah olur. Ölüm hâlinde vacip olur. İstemeyip ölürse, günaha girerek ölür. Resûlullah efendimiz, hazret-i Ömer’e hediye gönderdi. Hazret-i Ömer, almayıp geri gönderince; (Niçin almadın?) buyurdu. ‘Ya Resûlallah; (En hayırlınız, kimseden bir şey almayandır) buyurmuştunuz.’ (O sözüm, isteyip de almak içindi. İstemeden gelen şey, Allahü teâlânın gönderdiği rızıktır) buyurdu. Hazret-i Ömer; ‘Allahü teâlâya yemin ederim ki, kimseden bir şey istemeyeceğim ve istemeden gelen her şeyi alacağım’ dedi. Bir hadîs-i şerifte; (Aç olan veya bir şeye muhtaç olan, kimseden istemeyip, Allahü teâlâdan beklerse, Allahü teâlâ, ona bir senelik rızık kapıları açar) buyuruldu.”
.
İman ve inkâr, insanın tercihine bağlıdır
28 Eylül 2017 02:00
A -
A +
Peygamberi tasdik etmeyen, inkâr eden, kâfir olur. Kâfirler ise, Cehennemde sonsuz olarak azap göreceklerdir.
Sual: İman etmek veya reddetmek, insanın kendi tercihine mi bağlıdır?
Cevap: Allahü teâlâ, insanları mümin, Müslüman yapmaya mecbur değildir. Onun merhameti sonsuz olduğu gibi, azabı da, adaleti de sonsuzdur. Dilediği kuluna sebepsiz olarak ve o istemeden, iman ihsan eder, verir. Akl-ı selimine uyarak, ahlakı ve işleri iyi olanlara da, doğru, makbul olan imanı vermektedir.
Bir insanın imanlı olarak ölüp ölmeyeceği son nefeste belli olur. Bütün ömrü iman ile geçip, son günlerinde imanı giden, imansız ölen kimse, kıyamette imansızlar arasında olur.
Allahü teâlâ, sonsuz merhametinden dolayı, Peygamberler göndererek, var ve bir olduğunu ve inanılması lazım olan şeyleri, kullarına bildirdi. İman, Peygamberin bildirdiklerini tasdik etmek demektir. Peygamberi tasdik etmeyen, inkâr eden, kâfir olur. Kâfirler ise, Cehennemde sonsuz olarak azap göreceklerdir.
Peygamberi işitmeyen kimse, Allahü teâlânın var olduğunu düşünüp, yalnız buna iman eder ve Peygamberi işitmeden ölürse, bu da Cennete girecektir. Bunu düşünmeyip, iman etmezse, Cennete girmeyecek. Peygamberi inkâr etmediği için, Cehenneme de girmeyecektir. Kıyamet günü, hesaptan sonra, tekrar yok edilecektir. Cehennemde sonsuz yanmak, Peygamberi işitip de, inkâr etmenin cezasıdır. Âlimler arasında; “Allahü teâlânın varlığını düşünmeyip iman etmeyen Cehenneme girecektir” diyenler varsa da, bu söz Peygamberi işittikten sonra düşünmeyen demektir.
Aklı olan kimse, Peygamberi inkâr etmez, hemen iman eder. Aklına uymayıp, nefsine, şehvetlerine uyar, başkasına aldanır ise, inkâr eder. Muhammed aleyhisselamın amcası olan Ebû Tâlib, Onu, kendi öz çocuklarından daha çok sevdiğini, her vesile ile izhar etmiş ve Onu öven kasideler yazmıştır. Muhammed aleyhisselâmın, onun ölüm döşeği yanına gelip, iman etmesi için, çok yalvardığı hâlde, ananesinden ayrılmamak için, iman etmekten mahrum kaldığı, tarihlerde uzun yazılıdır. Modaya uymak hastalığı, nefislerimizin tuzaklarından biridir. Çok kimse, kendi nefislerinin bu tuzaklarına düşerek, büyük kazançlardan mahrum kalmışlardır. Bunun içindir ki, bir hadîs-i kudside, Allahü teâlâ;
(Nefislerinizi, kendinize düşman biliniz! Çünkü, nefisleriniz, bana düşmandırlar!) buyurdu.
.
İslâmiyette matem tutmak yoktur
30 Eylül 2017 02:00
A -
A +
"Matem tutan kimse, ölmeden tevbe etmezse, kıyamet günü şiddetli azap görecektir."
Sual: Dinimizde, Muharrem ayının onuncu günü ve başka zamanlarda matem, yas tutmak diye bir şey var mıdır?
Cevap: İslâmiyette matem tutmak yoktur. Peygamber efendimiz matem tutmayı yasak etmiştir. Hadîs-i şeriflerde;
(Matem tutan kimse, ölmeden tevbe etmezse, kıyamet günü şiddetli azap görecektir)
(İki şey vardır ki, insanı küfre sürükler. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi, ölü için matem tutmaktır) buyuruldu.
Muharremin onuncu Aşûre günü matem yapmak, bağırıp çağırmak, ilk olarak hicri 65. yılında, hazret-i Hüseyin’in intikamını almak için, ayaklanıp, Kûfe'yi alarak, bir Şii devleti kuran Muhtâr-ı Sekâfî tarafından ortaya çıkarıldığı Tuhfe kitabında yazılıdır. Bu bidat, maalesef bir ibadetmiş gibi yayılmıştır. Halbuki Muhtâr-ı Sekâfî, bunu Kûfe ahalisini aldatıp, onları Emevilerle harbe sürüklemek, böylece hükûmeti ele geçirmek için bir hile olarak yapmıştır.
Matem tutmak yasak olmasaydı, herkesten önce Peygamber efendimizin vefatı için matem tutulurdu. Sonra hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali, hazret-i Hamza ve hazret-i Hüseyin şehit edildikleri için matem tutulurdu. Bunların hepsini seviyor, şehit edildikleri için üzülüyoruz, kalbimiz kan ağlasa da, yas tutmuyor, matem yapmıyoruz. Müslümanların matem yapması ve başkalarına lanet etmeleri yasak edildiği için, matem yapmıyoruz.
İslâmiyette doğum gününü kutlamak, Allahü teâlâya şükretmek vardır. Peygamber efendimiz, Pazartesi günü oruç tutardı. Sebebini sorduklarında;
(Bugün dünyaya geldim. Şükür için oruç tutuyorum) buyururdu.
Doğum günü ve mübarek geceler, hicri sene ile kutlanır. Müslümanların mübarek günleri veya geceleri, güneş aylarına göre değil, hicri kameri aylara göre yapılır. Dinimiz böyle emretmektedir. Yılın mübarek günü, Arabi ayın belli günü demektir. Aşûre günü, Muharrem ayının onuncu günü demektir. Haftanın günleri içinde de mübarek olanları vardır. Mesela pazartesi günü, hep hayırlı olayların bu günde olması bakımından kıymetli bir gündür.
Muharremin onuncu günü Müslümanların mübarek günüdür. O günün mübarek olduğunu Peygamber efendimiz bildirmiştir. O gün yapılan ibadetlere çok sevap verileceğini müjdeledi. O gün oruç tutmak sünnet oldu, matem, yas tutmak ise yasak edildi.
.
Din adamı görünen din düşmanları
1 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Allahü teâlânın kalplerini kararttığı ve mühürlediği kötü din adamlarına "Bidat ehli" yani "mezhepsiz" denir.
Sual: Din adamı olarak görünüp, aslında bozuk hatta din düşmanı olanları anlamanın, tanımanın bir yolu var mıdır?
Cevap: Bir din adamı, hangi asırda bulunursa bulunsun, Peygamberin ve Eshabının bildirdiklerine uymazsa, sözleri, işleri ve itikadı bunların bildirdiklerine uygun olmazsa, nefsine, düşüncelerine uyarak İslâmiyetin dışına taşarsa ve aklına uyarak İslâmiyetin inceliklerine karşı gelir, anlayamadığı bilgilerde dört mezhebin dışına taşarsa, bu kimsenin kötü din adamı olduğu anlaşılır. Allahü teâlâ bunun kalbini mühürlemiştir. Gözleri hak yolu göremez, kulakları doğru sözü işitemez. Buna, kıyamette büyük azap vardır. Allahü teâlâ, bunu sevmez. Bunun gibi olanlar, Peygamberlerin düşmanıdırlar. Bunlar, kendilerini doğru yolda sanır. Yaptıklarını beğenirler. Halbuki, bunlar şeytanın yolundadırlar. Bunlardan aklını toparlayıp doğruya dönebilen çok azdır. Bunların her sözü tatlı, yaldızlı olur, faydalı görünür. Halbuki, düşündükleri, beğendikleri şeyler hep kötüdür. Ahmakları aldatarak kötü yola, felakete sürüklerler. Sözleri, kar yığınları gibi parlak, lekesiz görünür. Fakat, hakikat güneşi karşısında eriyip giderler.
Allahü teâlânın kalplerini kararttığı ve mühürlediği bu kötü din adamlarına Bidat ehli, yani mezhepsiz din adamı denir. Bunlar, itikatları ve amelleri, Kur’ân-ı kerime, hadîs-i şeriflere ve icma-i ümmete uymayan kimselerdir. Bunlar doğru yoldan sapmış olup, Müslümanları da felakete sürüklemektedirler. Bunlara uyanlar, Cehenneme gideceklerdir. Selef-i sâlihin zamanında ve sonra gelen din adamları arasında böyle bozuk olanlar çok vardı. Müslümanlar arasında bunların bulunması, insanın bir uzvunun kangren veya kanser olmasına benzer. Bu yarayı yok etmedikçe, sağlam kısımlar da felaketten kurtulamaz. Bunlar, bulaşıcı hastalık mikrobu taşıyan hastalar gibidir. Bunlara yaklaşanlar zarar görür. Bunların zararına yakalanmamak için yanlarına yaklaşmamak lazımdır.
***
Sual: Eshab-ı kiramdan sonra bu ümmetin üstün olanları kimlerdir?
Cevap: Eshab-ı kiramdan sonra, insanların en üstünleri, Eshab-ı kiramı gören ve onların sohbetinde yetişen Müslümanlardır. Bunlara, Tabiin denir. Bunlar, bütün bilgilerini Eshab-ı kiramdan almışlar, öğrenmişler ve amel etmişlerdir.
.
Her düşünen müctehid midir?
2 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Ehl-i sünnet âlimlerine söz hakkı tanınmayan bazı memleketlerde İslâmiyeti içeriden yıkmaya başladılar.
Sual: Din konusunda, düşüncesinde isabet eden sevap alır diye bir hüküm var mıdır?
Cevap: Misyonerlerin asırlar boyu devam eden çalışmaları, İngilizlerin iğrenç siyaseti ve her türlü maddi güçlerini kullanması ile, İslâm dininin bekçisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin hizmetçisi olan Osmanlı devleti parçalanınca, mezhepsizler meydanı boş buldular. Bilhassa, Ehl-i sünnet âlimlerine söz hakkı tanınmayan memleketlerde, mesela Suudi Arabistan’da, yalan ve hilelerle, Ehl-i sünnete saldırmaya, İslâmiyeti içeriden yıkmaya başladılar. Suudi Arabistan’dan dağıtılan sayısız altınlar, bu saldırganlığın dünyanın her yerine yayılmasını sağladı. Pakistan’dan, Hindistan’dan ve Afrika milletlerinden gelen haberlerden anlaşıldığına göre, din bilgisi ve Allah korkusu olmayan bazı din adamları, bu saldırganlara destek olarak mevkilere ve apartmanlara kavuşmuşlardır. Bilhassa gençleri aldatarak, Ehl-i sünnet mezhebinden ayırmak için yaptıkları hıyanetleri, bu habis kazançlarına sebep olmakta imiş. Medreselerdeki talebeyi, Müslüman yavrularını aldatmak için yazılan kitaplardan birinde;
“Bu kitabı, mezhep taassubunu kaldırmak ve herkesin kendi mezhebi içinde kavgasız yaşamasını sağlamak için yazdım” deniyor. Bunlar, mezhep taassubunu kaldırmayı, Ehl-i sünnete saldırmakta gördüğünü söylemektedirler. İslam dinine hançer saplamakta, bunu Müslümanların kavgasız yaşaması için yaptığını söylemektedirler. Kitabın bir yerinde;
“Düşünen bir insan, düşüncesinde isabet ederse, on misli, hata ederse, bir ecir alır” deniyor. Buna göre her insan, yani ister Hristiyan, ister müşrik olsun, her düşüncesinde ecir alacak. Hem de doğru olanlarında on sevap! Peygamber efendimizin hadîs-i şerifini değiştiriyorlar, hile yapıyorlar. Halbuki hadîs-i şerifte;
(Bir müctehid, âyet-i kerimeden ve hadîs-i şeriften, amele ait bir hüküm çıkarırken, isabet ederse, buna on sevap verilir. Hata ederse, bir sevap verilir) buyuruluyor. Hadîs-i şerif, bu sevapların her düşünene değil, ictihad derecesine yükselmiş olan İslâm âlimine verileceğini, buna da, her düşünmesine değil, Nasslardan, amele ait hüküm çıkarmak için çalışmasında verileceğini göstermektedir. Bu çalışması ibadettir. Her ibadete verildiği gibi, burada da sevap verilmektedir.
.
İbni Teymiyye, bidat ehlidir
3 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Bozuk din adamlarından ve zararı çok olanlardan birisi de ibni Teymiyye'dir.
Sual: Sevenleri tarafından, büyük âlim, şeyhülislam denilen ibni Teymiyye ehl-i sünnetten, doğru yoldan ayrılmış, sapıtmış birisi midir?
Cevap: Bozuk, sapık din adamlarından ve zararı çok olanlardan birisi, ibni Teymiyye denilen din adamıdır. El-vâsıta ve başka kitaplarında, İcmâ'ul-müslimînden ayrılmış ve Kur’ân-ı kerimde, hadîs-i şeriflerde açıkça bildirilen şeylere ve selef-i sâlihînin yoluna uymamıştır. Kısa aklına, bozuk düşüncelerine uyarak, bidat yoluna kaymıştır. İlmi çoktu. Allahü teâlâ, onun ilmini dalâletine, felakete sapmasına sebep yaptı. Nefsinin arzularına uydu. Bozuk, sapık fikirlerini hak olarak, doğru olarak yaymaya çalıştı. Büyük âlim ibni Hacer-i Mekkî hazretleri, Fetâvel-hadîsiyye kitabında diyor ki:
“Allahü teâlâ, ibni Teymiyye'yi dalalete, felakete düşürdü. Gözlerini kör, kulaklarını sağır etti. Birçok âlim, bunun işlerinin bozuk, sözlerinin yalan olduğunu bildirmişler ve vesikalarla ispat etmişlerdir. Büyük İslâm alimi Ebül Hasen-il-Sübkî'nin ve oğlu Tâc-üd-dîn-i Sübkî'nin ve îmâm-ül'iz bin-cemâ'anın kitaplarını okuyanlar ve onun zamanında bulunan Şafii, Maliki ve Hanefi âlimlerinin, kendisine karşı sözlerini ve yazılarını inceleyenler, sözümüzün doğruluğunu iyi anlar.”
İbni Teymiyye, tasavvuf âlimlerine de dil uzatmış, iftiralarda bulunmuştur. Bununla da kalmayıp, hazret-i Ömer ve hazret-i Ali gibi, İslâm dininin temel direklerine saldırmaktan da çekinmemiştir. Sözleri ölçüyü ve edebi aşarak, yalçın kayalara bile ok atmıştır. Doğru yolda olan âlimlere bidat ehli, sapık, cahil deme cüretinde bulunmuştur.
***
Sual: Bir kimse, haramdan elde ettiği mal veya para ile sadaka verse, cami, okul ve diğer hayırlar yaptırsa ve bu yaptığı hayırlardan dolayı sevap beklese, imanına bir zarar gelir mi?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde ve Kâdî-zâde Ahmet efendinin, Birgivî vasıyyetnâmesi şerhinde deniyor ki:
“Bir kimse, elindeki kati haram olan maldan sadaka verse, sevap umsa, alan fakir, haramdan olduğunu bilerek, verene Allah razı olsun dese, veren de veya başka bir kimse de amin dese, hepsi kafir olur.” Ayrıca İbni Âbidîn, bu hususu açıklarken buyuruyor ki:
“Haram olduğu bilinen belli mal ile cami ve başka hayır yaptırmak ve bunlara karşılık sevap beklemek de küfürdür.”
.
İbni Teymiyye'nin dalâlete düştüğü yerler
4 Ekim 2017 02:00
A -
A +
İslâmiyeti içeriden yıkan bu feci akıntıyı durdurmak için Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumalıdır.
Sual: İbni Teymiyye hangi temel hususlarda ehl-i sünnetten, doğru yoldan ayrılmıştır?
Cevap: İbni Teymiyye'nin Selef-i sâlihînden ayrıldığı yerler hakkında Tâcüddîn-üs-Sübkî hazretleri buyuruyor ki:
1-Talak vaki olmaz, yemin kefareti vermek lazımdır diyor.
2-Kılınmayan namazı kaza etmek lazım değildir diyor.
3-Suda fare gibi hayvan ölünce necis olmaz diyor.
4-Cünüp olanın, gece gusül etmeden nafile namaz kılması caizdir diyor.
7-Âlem, yani her mahluk, nevi ile kadimdir, sonsuzdur diyor.
8-Allah, iyi şeyleri yaratmaya mecburdur diyor.
9-Allahü teâlânın cismi ve ciheti vardır ve yer değiştirir diyor.
10-Cehennem ebedi, sonsuz değildir, sonunda söner diyor.
11-Peygamberlerin masum, günahsız olduklarını inkâr ediyor.
12-Resûlullah efendimizin diğer insanlardan farkı yoktur. Onu vasıta kılarak dua etmek caiz olmaz diyor.
13-Resûlullah efendimizi ziyaret etmeye niyet ederek Medine şehrine gitmek günahtır diyor.
14-Peygamber efendimizden şefaat istemek için gitmek de haramdır diyor.
15-Tevrat ve İncil'in kelimeleri değil, manaları değişmiştir diyor...
Bazı âlimler, yukarıda bildirilenlerin çoğu ibni Teymiyye'nin sözü değildir dedi ise de, Allahü teâlânın ciheti olduğunu ve parçaların birleşmesinden meydana geldiğini söylediğini inkâr eden yoktur.
İbni Teymiyye'yi savunan ve bilhassa Vâsıta kitabını bastıranlar var. Bu kitap, onun Kur’ân-ı kerime, hadîs-i şeriflere ve icmâ'ı müslimine uymayan fikirleri ile doludur. Okuyanlar arasında büyük fitne ve bölücülük uyandırmakta, kardeşi kardeşe düşman etmektedir. Hindistan’daki Vehhabiler ve başka İslâm memleketlerinde, bunların tuzaklarına düşmüş cahil din adamları, ibni Teymiyye'yi kendilerine bayrak yapmışlar, ona "Şeyh-ul-islâm" gibi isimler takmışlar. Onun sapık fikirlerine, bozuk yazılarına din ve iman diye sarılıyorlar. Müslümanları parçalayan, İslâmiyeti içeriden yıkan bu feci akıntıyı durdurmak için Ehl-i sünnet âlimlerinin onu reddeden, kitaplarını okumalıdır. Bu kitaplardan Takıyyüddîn-üs-Sübkî hazretlerinin, Şifâ-üs-sikâm fî-ziyâreti-hayril-enâm kitabı, ibni Teymiyye'nin bozuk fikirlerini yok etmekte ve yayılmasını önlemektedir.
.
Sözleşmelerde şahit bulundurmak
5 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Her akitte iki şahit olması müstehabdır. Nikâh yapılırken ise, şarttır, lazımdır.
Sual: Dinî nikâh akitlerinde, borç almakta, birisini vekil yaparken ve benzeri sözleşmelerde, şahit bulunması gerekir mi?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde, nikâh şahitlerini anlatırken buyuruluyor ki:
“Bütün akitlerde, sözleşmelerde olduğu gibi, nikâh için birini vekil yaparken de, iki şahit bulunması lazım değildir. Fakat, her akitte iki şahit olması müstehabdır. Nikâh yapılırken ise, şarttır, lazımdır. Ödünç vermekte de, iki şahit vaciptir denildi. Ticaret, vekalet ve bütün akitlerde senet yazmak şart değil ise de, ödünç vermekte lazım, nikahta da müstehabdır. Vekil yapmakta ve nikâhta, şahitlerin ve vekil yapılacak kişinin kadını tanımaları lazımdır. Yanında iseler, yüzünü görmeleri iyi olur. Başka odadan sesini duyarlarsa, kadın odada yalnız ise, caiz olur. Nikâh kıyılırken, veli veya vekil şahitlerin bildiği kadının yalnız ismini söyler. Şahitlerin tanımadıkları kadının, babasının ve dedesinin adını da söylemesi lazımdır. Tanımak, kimin kızı ve hangi kızı olduğunu bilmek demektir. Şahsını, şeklini bilmek değildir.
Küçük kızın babası, kızının nikâhını kıymak için, bir kişiye emreder. O vekil olan da, bir başkası yanında nikâh yaparsa, baba da orada hazır bulundu ise, caiz olur. Çünkü, vekilin nikâh yapması, babanın yerine olur. Kendi şahit yerini tutar. Baba hazır bulunmazsa, caiz olmaz. Büyük, baliğa kızın babası veya başka bir vekili, bir adam yanında, kızı nikâh yaparsa, kız da hazır ise, caiz olur. Çünkü, velinin ve vekilin sözünü, kız söylemiş gibidir. Veli veya vekil, şahit yerine geçer. Bir adam bir kimseye; 'Kızını bana zevce olarak verdin mi?' dese, o da; 'Evet' veya 'Zevce olarak verdim' dese, nikâh olmaz. Birinci adamın tekrar; 'Kabul ettim' demesi lazımdır. Çünkü, önce sormuştu. Soru ile, sual ile vekil yapılmaz. 'Kızını bana zevce olarak ver!' deseydi, olurdu. Çünkü, emir ile vekil yapmış olur. Bu vekilin cevabı, iki taraf adına söylenmiş olup, iki şahit de varsa, nikâh tamam olur. Vekil, kızın babasının adını yanlış söylerse, nikâh sahih olmaz.
Bir adam, birçok kimseyi, bir kızı almak için gönderse, içlerinden biri, kızın babasına söyleyip, babası veya velisi verse, sahih olur. Çünkü, içlerinden söyleyen vekil olmuş, ötekiler şahit olmuştur.”
.
Emanet üç kısımdır
6 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Mecellenin 762. Maddesinde; "güvenilen kimseye bırakılan mala 'emanet' denir" deniyor...
Sual: Emanet ne anlama gelir, çeşitleri var mıdır ve emanet olarak bırakılan malı kullanmanın mahzuru olur mu?
Cevap: Mecellenin 762. Maddesinde; güvenilen kimseye bırakılan mala Emanet denir deniyor. Emanet de üçe ayrılır:
1-Vedî'adır ki, güvenilen kimseye saklamak için verilen maldır. Söz veya hâl ile yapılan icab ve kabul ile hasıl olur. Veren ve alan, diledikleri zaman vazgeçebilir, fesih edebilir. Baliğ olmaları lazım değildir. Parasız Vedî'a zayi olursa, kaybolursa ödemez. Ödemesi şart edilirse, sözleşme batıl olur. Ücretli olan Vedî'a helak olunca, ödenir. Mümkün ve faydalı şartla Vedî'a sözleşmesi caizdir. Vedî'a olan malı kendi malı gibi saklar. Vedî'a olan hayvanın nafakası, sahibine aittir. Vedî'a, sahibinden izinsiz kullanılamaz ve vedî'a, ariyet, kira, rehin ve ödünç verilemez ve sahibinin borcunu, onun izni olmadan ödeyemez. Bunları izin ile yapabilir. Sahibi isteyince aynen geri vermesi lazımdır. Ödemezse gasbetmiş olur. Vedî'a olan paranın da kendisini verir, başkasını veremez.
2-Kira veya ariyet olarak verilen emanettir. İcab ve kabul ile hasıl olurlar. Baliğ olmaları şart değildir. Ariyet, bedelsiz kullanmak demektir. Ariyet hayvanın nafakası, kullanana aittir. Zaman, mekân ve istifade şekli sınırlı olarak ariyet vermek caizdir. Şartsız ariyet verilen eve, dükkâna, tarlaya dilediğini koyabilir. Ariyet alan, bunu vedî'a verebilir. Kiraya ve rehin olarak veremez. Sahibi isteyince veya sözleşmedeki müddeti bitince, geri vermesi lazım olur.
3-Sözleşme olmadan ele geçer. Mesela, rüzgârın getirdiği mal emanet olur.
***
Sual: Bir kimse, kendisi ve ailesi muhtaç oldukları hâlde, sadaka verebilir mi?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde, zekât verilecek yerlerin sonunda buyuruluyor ki:
“Kendisine ve bakması vacib olanlara lazım olandan fazla malı bulunan kimsenin sadaka vermesi müstehabdır. Bakması vacib olan kimsesi muhtaç iken, bunun sadaka vermesi günahtır. Sıkıntıya sabredemeyecek kimsenin, kendi muhtaç olduğu malı, parayı sadaka vermesi caiz değildir, tahrimen mekruhtur. Sadaka veren kimsenin, sadaka sevabını, Resûlullah efendimize, kadın, erkek bütün müminlere göndermeye niyet etmesi iyi olur. Çünkü, kendi sevabı azalmaz ve hepsine de ayrı ayrı, hep o kadar sevap verilir.”
.
Haramdan kalan miras malı
7 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Sual: Bir kimse, haram yollarla mesela çalarak, gasbederek ve benzeri şekilde mal toplasa ve daha sonra vefat etse, bu kimsenin bıraktığı, haram yoldan gelen malları mirasçıları alabilir mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
“Alimlerin çoğuna göre, Müslüman ölüp, şarap parası bırakırsa, vârislerin bu parayı alması helal olmaz. Gasbedilmiş mal, zulüm ile alınan ve rüşvet, çalgı, kumar paraları da böyledir. Vârislerin, bu paraları sahiplerine geri vermesi, sahibi bilinmiyorsa, fakirlere dağıtması lazımdır. Kullanması haram olur. Ölenin haram kazandığını bilir, fakat hangi malın haramdan geldiğini ayıramazlarsa, mirasın hepsi helal olur ise de, fakirlere vermeleri iyi olur. Kullanmaları haram olan malı vererek satın aldıklarını yemeleri ve kullanmaları helal olur. Sahipleri bilinmeyen haram malın vârislere helal olacağı da bildirildi. Teganni, çalgı ücretleri, pazarlıkla olmayıp, parasız okursa, hediye olarak aldıkları para habis olmaz, helal olur. Dilencinin biriktirdiği para ve mal habistir, temiz değildir. Bir kimse, haram olarak edindiği malı başkasına verse, o da, başka birine verse, haramdan geldiğini bilenlerin bunu alması haram olur. Fasit satış müstesnadır. Zevce, kocasının haram para ile satın aldığını, haram karışık malını yerse, kullanırsa, caiz olur. Günah kocasına olur.
***
Sual: Bir kadını, "şu kadar mehir ile bana nikâh et" diye vekil edilen kimse, nikâh akdi anında, mehri söylenenden daha fazla söyleyip nikâh akdini yapsa, vekil eden kimsenin, fazla olan bu mehri vermesi gerekir mi?
Cevap: Bu konuda İbni Abidinde deniyor ki:
“Bir adam, bir kimseyi; 'Filan kızı, bana şu kadar altın mehir ile iste' diyerek vekil etse, vekil, daha çok mehir söyleyerek istese ve böylece nikâh yapılsa, fazlasını vermek lazım gelmez. Adam, isterse fazlasını kabul eder, isterse nikâhı fesih eder. Düğünden sonra haber alıp fesih ederse, Mehr-i misil vermesi lazım olur.”
***
Sual: Bir kadınla bir erkek, şahitsiz olarak, Allah ve Resulü şahidimiz diyerek nikâh akdi yapabilir ve evlenebilirler mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Abidinde deniyor ki:
“Allahü teâlâ ve Resûlullah efendimiz şahittir diyerek yapılan nikâh sahih olmaz. Küfür olur diyenler de vardır.”
.
Helalden kazanmak her Müslümana farzdır
8 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Dünyalık kazanmak için çalışmak günah değildir. Dünyaya gönül bağlamak günahtır.
Sual: Kadın, erkek her Müslümanın, kendinin, çoluk çocuğunun nafakası için para, mal kazanırken mutlaka helal olan yolları mı seçmesi gerekir?
Cevap: İmâm-ı Gazâlî hazretleri konu ile alakalı olarak Kimyâ-i se'âdet kitabında buyuruyor ki:
“Helal kazanabilmek için, önce helali öğrenmek lazımdır. Helal ve haram meydandadır. İkisi arasında şüpheli olanları tanımak güçtür. Şüphelilerden sakınmayan, harama düşer. Bunu tanıtmak geniş bir ilimdir. Mü'minûn sûresinin 52. âyetinde mealen;
(Ey Peygamberlerim, helal ve temiz yiyiniz ve bana layık ibadetler yapınız!) buyuruldu. Resûlullah efendimiz bunun için;
(Helal kazanmak her Müslümana farzdır) buyurdu.
Dünyalık kazanmak için çalışmak günah değildir. Dünyalık sevgisi, dünyaya gönül bağlamak günahtır. Resûlullah efendimiz, çeşitli hadîs-i şeriflerinde buyurdular ki:
(Bir kimse, hiç haram karıştırmadan, kırk gün helal yerse, Allahü teâlâ, onun kalbini nur ile doldurur. Kalbine, nehirler gibi hikmet akıtır. Dünya muhabbetini, kalbinden giderir.)
(Haram ile beslenen vücudun ateşte yanması daha iyidir.)
(Bir dirhem faiz almak ve vermek, otuz zinadan daha günahtır.)
(Haram maldan verilen sadaka kabul edilmez. Saklanırsa, Cehenneme gidinceye kadar, ona yolluk olur.)
Hazret-i Ebu Bekir, hizmetçisinin getirdiği sütü içti. Sonra helalden olmadığını anlayınca, parmağını boğazına sokarak kay etti, çıkardı. O kadar zahmetle çıkardı ki, yanındakiler ölüyor sandılar. Sonra da;
“Ya Rabbi! Elimden geleni yaptım. Midemde ve damarlarımda kalan zerrelerden sana sığınırım!” diye yalvardı. Hazret-i Ömer de, Beyt-ülmâla ait zekât develerinin sütünden, yanlışlıkla verilip içtiği zaman, böyle yapmıştı. Abdullah bin Ömer hazretleri buyurdu ki:
“Kambur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, haramdan kaçınmadıkça, kabul edilmez, faydası olmaz.
.
Gayr-i müslimlerdeki nikâh akdi
9 Ekim 2017 02:00
A -
A +
"Müslümanlar arasında sahih olan her nikâh akdi, kâfirler arasında da sahihtir..."
Sual: Gayr-i müslimlerin, evlenirken kendi aralarında yaptıkları nikâh akitlerini ve bu evlilikten doğan çocuklarını, İslamiyet meşru mu kabul etmektedir?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Dürr-ül-muhtârın şerhi olan İbni Âbidînde (Kâfirin nikâhı) bahsinde deniyor ki:
“Burada üç şey bildirilecektir:
1-Müslümanlar arasında sahih olan her nikâh akdi, kâfirler arasında da sahihtir.
2-Şartı noksan olduğu mesela şahitler olmazsa veya kadın iddet zamanını doldurmamış ise, Müslümanların nikâhı haram olur. Halbuki, kendi dinlerine uygun olunca, kâfirlerin böyle nikâhları caiz olur.
3-Müslümanın nikâh etmesi haram olan kadınları, kâfirin, kâfir kadınlardan alması caiz olur. Bunları alınca da nafaka vermeleri lazım olur. Fakat, Müslüman olunca nikâhları bozulacak olanlar, birbirinden miras alamaz.
Üçüncü kısım nikâh akdi ile evlenmiş kâfirin ikisi de Müslüman olursa, hâkim bunları ayırır. Mecusi karı kocadan birisi veya kitaplı kâfirlerden kadın Müslüman olursa, ikincisine de Müslüman olması söylenir. O da Müslüman olursa, nikâhları bozulmaz. Mecusi olan evlilerden, erkek Müslüman olsa, kadın ise Yahudi veya Hristiyan olsa, nikâhları bozulmaz. Kitaplı kâfirlerden kadın veya erkek Müslüman olup, İslâm diyarına gelse, nikâhları bozulur.
Müslüman evlilerden biri Müslümanlıktan çıksa, nikâhları bozulur. Erkek mürted olur, sonra imanı ve nikâhı yenilerse, caiz olur. Talak olmadığı için, üçten fazla da ve iddet beklemeden de yenilemesi caiz olur ve mahkemeye lüzum kalmaz. Erkek mürted olunca, iddet zamanı süresince, nafaka vermesi lazım olur. Kadın mürted olunca, iddet için nafaka lazım olmaz. Mürted adam, iddet zamanında ölürse, Müslüman olan zevcesi buna vâris olur.”
***
Sual: Yapılan duanın kabul olması için en çok neye dikkat etmelidir?
Cevap: Duanın kabul olması için helal yemelidir. Haram lokma yiyenin duası kırk gün kabul olmaz. Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretleri;
-Ya Resûlallah, dua buyurun da, Allahü teâlâ, benim her duamı kabul etsin, diye arz edince, Resûlullah efendimiz;
-Duanın kabul olması için, helal lokma yiyiniz! buyurdu. Bir hadîs-i şerifte de;
(Çok kimse vardır ki, yedikleri ve giydikleri haramdır. Sonra ellerini kaldırıp dua ederler. Böyle dua, nasıl kabul olunur?) buyuruldu.
.
İstenmeden verilen hediyeyi almak
10 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Hediye kabul etmenin tevekküle mani olmadığı, Makâmât-ı Mazheriyye'de yazılıdır.
Sual: İstenmediği hâlde, herhangi bir kimsenin verdiği hediyeyi kabul etmenin dinimiz açısından hükmü nedir?
Cevap: Herhangi bir kimse, kendi helal mülkü olan malından hediye verse, istenmeden verilen bu hediyeyi kabul etmek sünnettir.
“Peygamber efendimiz hazret-i Ömer’e hediye gönderdi. O da kabul etmeyip geri gönderdi. Peygamber efendimiz, hediyeyi geri göndermesinin sebebini sorar. O da;
-İnsan için hayırlı olan, kimseden bir şey almamaktır buyurdunuz deyince, Resûlullah efendimiz;
-İsteyip de almak için demiştim. İstemeden verilen şey, Allahü teâlânın gönderdiği rızıktır. Onu alınız! buyurdu. Hazret-i Ömer de;
-Allahü teâlâya yemin ederim ki, kimseden bir şey istemeyeceğim ve istemeden verileni alacağım dedi.
Hediye kabul etmenin tevekküle mani olmadığı, Makâmât-ı Mazheriyye kitabında uzun yazılıdır.
***
Sual: Piyasada fiyatlar yükseldiği zaman, devlet veya hükûmet tarafından kâr haddi konulabilir mi?
Cevap: Normalde piyasaya narh, fiyat konması caiz değildir. Çünkü hiçbir şeyin satışında kâr haddi yoktur. Herkes, istediği kadar kâr ile satabilir. İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
“Enes bin Mâlik radıyallahü anh buyurdu ki; Medine-i münevverede, pahalılık oldu. Ya Resûlallah! Fiyatlar yükseliyor. Bize kâr haddi koyunuz denildi. (Fiyatları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız Odur. Ben, Allahü teâlâdan bereket isterim) buyurdu. Dürr-ül-muhtârdaki hadîs-i şerifte de; (Kâr haddi koymayınız! Fiyat koyan, Allahü teâlâdır) buyuruldu.
Piyasadaki satıcıların, esnafın hepsi fiyatları, fahiş olarak, mal oluş fiyatının iki misline çıkardığı, arttırdığı, millete zarar ve zulüm hâline geldiği zamanlarda, hükûmetin, tüccarlara danışarak uygun bir narh, kâr haddi koyması caiz olur.”
İslamiyette kâr haddi yoktur. Yalnız, sıkışık durumda olanlara, yiyecek, giyecek ve barınacak lüzumlu eşyayı yüksek fiyatla satmak haramdır.
Hükûmetlerin koyduğu bu fiyata uymak vaciptir. Bunun gibi, adaleti, milletin haklarını, hürriyetlerini koruyan kanunlara uymak da lazımdır. Bunları korumak için, kâfir bile olsa hükûmetlere yardımcı olmalıdır.
.
Hangi hâllerde ödünç istenebilir
11 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Evi olmayan kimse, memleketin âdetine göre, kira veya satın almak için ödünç isteyebilir...
Sual: Bir kimse, her durumda mı veya hangi hâllerde, bir başkasından ödünç olarak para isteyebilir?
Cevap: Ödünç istemek ancak lazım olunca caiz olur. Lazım olmak ise üç türlüdür:
1-Lüzûm-i îcâbî. Yani nafakası olmayanın veya kazancı şüpheli olanın, helal nafaka almak için, ödünç istemesidir. Setr-i avret için çamaşır parası da böyledir.
2-Lüzûm-i aklî. Evi olmayan kimsenin, memleketin âdetine göre, kira veya satın almak için ödünç istemesidir. Soğuktan korunmak için, elbise parası da böyledir.
3-Lüzûm-i istihsânî. Mevkisi, vazifesi sebebi ile, âdete uygun giyinmek için, ödünç istemektir.
Bu üç lüzumlu ihtiyaç için, bir başkasından faizsiz ödünç istemek caiz olur. Yalnız bunlara ödünç verilir. Başkalarına, zalimlere, fasıklara ödünç verilmez. İhtiyacı olana ödünç verilir. İhtiyacı olmayana, malını lüzumsuz yerlere, harama harcedene verilmez. Başkasına ödünç vererek, kendini sıkıntıya düşürmek de doğru değildir. Nisaba malik olmayan kimsenin, kurban kesmek için ödünç istemesi de caiz değildir.
***
Sual: Eti veya ekmeği ödünç verirken, tartıp ağırlığına göre mi vermelidir?
Cevap: Eti tartarak, ekmeği ise tartarak veya sayarak ödünç vermek caizdir.
***
Sual: Bir kimse, borç olarak aldığı parayı taksitler hâlinde veya bir başkasına havale ederek ödeyebilir mi?
Cevap: Bir kimsenin borcunu başkası ödeyebilir. Borç ödeyenin, borç senedi kendi mülkü ise, geri isteyebilir. Ödünç verilen borç, belli miktar ve belli zamanlarda takside bağlanamaz. Eline geçtiği zaman, geçtiği kadar ödeyerek borcunu bitirir. Fakat borcunu başkasına havale ederse, havaleyi kabul eden kimse, belli taksitlerle ödeyebilir.
***
Sual: Borcunu veya alacağını başkasına havale etti deniyor. Buradaki havale ne demektir?
Cevap: Borçlunun, alacaklıya, “borcumu falan kimseden al” deyip, bu ikinci kimsenin yani alacaklının, bu teklife, sözleşme yerinde razı olmasına, Havale etmek denir.
***
Sual: Herhangi bir konuda, herhangi bir kimseyi vekil etmekle haberci yapmak aynı şey midir?
Cevap:Vekalet, bir kimsenin, bir işi yapmak için, başkasını kendi yerine koyması, başkasına iş havale etmesi demektir. Yerine geçirilen başka kimseye Vekil denir. Vekil edene Sahib denir. Bir kimsenin sözünü başkasına götürene ise Resul veya Haberci denir.
.
İnsanlığın ikinci atası
13 Ekim 2017 02:00
A -
A +
İnsanlar, Nuh aleyhisselamın üç oğlundan türedi. Bu sebeple ona 'İkinci Âdem' denildi...
Sual: Nuh aleyhisselama "insanlığın ikinci atası" denmesinin sebebi, hikmeti nedir?
Cevap: Bu konu hakkında kitaplarda, özetle şu bilgiler verilmektedir:
“İdris aleyhisselam göğe çıkarıldıktan sonra, insanlar doğru yoldan ayrıldı, putlara, heykellere tapmaya başladılar. Cenab-ı Hak, bunlara Nuh aleyhisselamı gönderdi. Nice yıl, onları dine davet etti. Yalnız oğulları Sâm, Hâm, Yâfes ile az kimse iman etti. Kendi oğlu Yâm yani Kenan bile iman etmedi. Alay ve işkence ettiler. Nuh aleyhisselam onlara beddua etti. Beşyüz yaşından sonra, gemi yapması emrolundu. Gemi bitince, tufan oldu. Müminler ile gemiye bindi. Gemiye binenlerin seksen kişi olduğu ve geminin üç kat olduğu Arâis-ül-mecâlis kitabında yazılıdır. Bu kitap Mısır'da basılmıştır. Her hayvandan da birer çift aldı. Oğlu Kenan’ı da gemiye çağırdı. ‘Ben, dağa çıkar kurtulurum’ dedi. Bir dalga geldi, oğlunu alıp boğdu. Sular dağları aştı. İnsanlar ve hayvanlar telef oldu. Altı ay sonra, yağmurlar durdu, sular çekildi. Gemi, Cûdî Dağı'na oturdu. İnsanlar, üç oğlundan türedi. Nuh aleyhisselama 'İkinci Âdem' denildi. Sâm’dan Arap, Fars ve Rum, Hâm’dan Hindistan, Habeş ve Afrika halkı, Yâfes’ten de Asyalılar ve Türkler meydana geldi. Bering Boğazı'ndan Amerika’ya da geçip yerleşenler oldu. Nuh aleyhisselam, bin yaşında vefat etti.”
***
Sual: Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için neler yapmalıdır?
Cevap: Dünya ve ahiret saadetlerinin başı, en iyisi, Allahü teâlânın rızasına, sevmesine kavuşmaktır. Allahü teâlâya yakın olmak, Onun sevmesine kavuşmak demektir. Bu saadete kavuşana Veli, Evliya veya Arif denir. Veli olmak için, farzları yapmak lazımdır. Farzlar, sırası ile, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmek, haramlardan sakınmak, farz olan ibadetleri yapmak ve salih olan müminleri sevmektir. İhlas ile yapılmayan ibadetin faydası olmaz. İhlas, her şeyi yalnız Allah rızası için yapmaktır. İhlas, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi sevmemekle, yalnız Onu sevmekle, kendiliğinden hasıl olur. Kalbin yalnız Onu sevmesine, Kalbin tasfiyesi, Kalbin itminânı veya Fenâ fillah denir. Kalbin itminana kavuşması, ancak Onu çok hatırlamakla, büyüklüğünü, nimetlerini düşünmekle olacağını, Ra'd sûresinin 28. âyeti bildirmektedir.
Sual: Kelime-i tevhidi nasıl anlamalıyız ve kelime-i tevhidin fazileti nedir?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Önce, batıl, bozuk ilahları yok etmek, sonra hak olan mabudu bilmek lazımdır. Nasıl olduğu bilinen ve ölçülebilen her şey yok edilmeli, nasıl olduğu bilinmeyen bir Allaha iman etmelidir. Bu yok bilmeyi ve iman etmeyi en iyi anlatan kelime; (Lâ ilâhe illallah) güzel kelimesidir. Peygamber efendimiz; (Zikrin en kıymetlisi, Lâ ilâhe illallah demektir) buyurdu. Bir hadis-i şerifte; (Yedi kat göklerin ve bunlarda bulunanların ve yedi kat yerin hepsi, Lâ ilâhe illallah kelimesi ile ölçülse, bu kelimenin sevabı daha çok olur) buyuruldu. Nasıl daha çok olmaz ki, bu kelimenin bir kısmı, Allahü teâlâdan başka her şeyi, yerleri gökleri, Arş'ı, Kürsi'yi, Levh ve Kalem'i, bütün âlemi ve âdemi hep yok etmekte, diğer kısmı da, yerlerin, göklerin, tek yaratıcısı, hak olan mabudun var olduğunu bildirmektedir.
Allahü teâlâdan başka her şey, ister afâkta, insanın dışında, ister enfüsde, insanın içinde olsunlar, hepsi anlaşılabilen, ölçülebilen şeylerdir. Âfâk ve enfüs aynalarında görülen her şey de böyledir. Hepsinin yok bilinmesi lazımdır. Bildiğimiz, öğrendiğimiz, hatırımıza, hayalimize gelen, duygu organlarımıza etki eden her şey de böyledir. Hepsi mahlukturlar. Çünkü, insanın bildiği, hissettiği her şey, kendi eseri, yaptığı şeydir. Bizim, Allahü teâlâyı tenzih etmemiz, bir şeye benzemez dememiz, benzetmek olur. Bizim anladığımız büyüklük, küçüklüktür. Tasavvufçulara olan keşifler, tecelliler hep Allahtan başka şeylerdir. Allahü teâlâ Verâ-ül-verâdır. Yani, ötelerin ötesidir. Bunların hiçbirine benzemez.
İbrahim aleyhisselam, kafirlere; (Niçin kendi yaptığınız putlara tapıyorsunuz? Sizleri ve yaptığınız işleri Allahü teâlâ yarattı!) dedi. Bunu Kur’ân-ı kerim haber veriyor. İster elimizle yapmış olalım, ister aklımız ve hayalimizle meydana getirelim, yaptığımız şeylerin hepsi, Allahü teâlânın mahluklarıdır. Hiçbirinin tapınmak için değerleri yoktur. Tapınılmaya hakkı olan, yalnız Allahü teâlâdır. O, bildiğimiz, düşünerek bulduğumuz şeylerin hiçbirine benzemez ve nasıl olduğu anlaşılamaz. Ona gayb yolu ile inanmaktan başka çare yoktur.”
.
Her şeyin bir yaratıcısı vardır
14 Ekim 2017 02:00
A -
A +
"Bu adam ateisttir, bir yaratıcı olduğuna inanmıyor. Rum papazları buna cevap veremedi!.."
Sual: Çevremizdeki bazı kimseler, “her şey kendiliğinden olmuştur, bunların bir yaratıcısı yoktur” diyor. Bunlara nasıl bir cevap vermelidir?
Cevap: Konu ile ilgili olarak İslâm alimlerinden Muhammed Rebhâmî hazretleri, Riyâd-ün-nâsıhîn kitabında şöyle bir hadise anlatmaktadır:
“Zâd-ül-mukvîn kitabında diyor ki: Rum kayseri (hükümdarı) 7. Abbasi halifesi Me'mûn bin Hârûn'a bir haberci gönderdi. Bunun yanında, heybetli, kendini beğenmiş biri vardı. Haberci, halifeye;
-Bu adam dinsiz, ateisttir, bir yaratıcı olduğuna inanmıyor. Rum papazları buna cevap veremedi. İslâm âlimleri bunu susturursa, milyonlarca Hristiyanı ve Müslümanı sevindirecektir dedi. Bağdat âlimleri;
-Buna ancak Ahmed Nişâpûrî hazretleri cevap verir, dediler. Halife sarayda, belli gün ve saatte âlimlerin toplanmasını emretti. Ahmed Nişâpûrî hazretleri meclise geç geldi ve;
-Yolda, acayip, şaşılacak bir şey gördüm. Onu seyredince, buraya geç kaldım. Dicle kenarında gemi bekliyordum. Yerden büyük bir ağaç çıktı. Sonra yıkıldı, parçalandı. Tahtalar hasıl oldu. Sonra tahtalar birleşerek, bir gemi oldu. Gemici olmadan, suda hareket etti dedi. Dinsiz, ateist kişi bu sözleri işitince, yerinden fırladı ve;
-Bu adam deli olmuş. Hiç böyle şey olur mu? Böyle söyleyen, yalancıdır ve buna aklı olmayanlar inanır dedi. Ahmed Nişâpûrî hazretleri, söze karışarak;
-Bunlar, kendi kendine olamayınca, yeryüzündeki şaşılacak şeyler, kendi kendilerine nasıl var olur? Bunları yaratan biri olmadığını söyleyen daha ahmak ve alçak olmaz mı? dedi. Bu sözler üzerine dinsiz, ateist;
-Her şeyin bir yaratıcısı olduğunu şimdi anladım ve buna inandım diyerek Müslüman oldu. (Böyle bir hadisenin, imâm-ı Gazâlî hazretleri zamanında da vaki olduğu rivayet edilmektedir.)”
***
Sual: Osmanlılar zamanında, tarikat adı ile dinsizlik mi işlendi?
Cevap: Osmanlılar zamanında gençler, dinlerini, vatan sevgisini öğrenmek için, bir âlimin, bir velinin etrafına toplanırlardı. Büyük âlimlerin gösterdiği yola Tarikat denildi. Tarikatlar etrafa yayıldı. Müslümanlar ve vatan sevgisini öğrenen gençler, çoğaldı. Devleti ele geçiren masonlar, bu hâli görünce, tarikatlara dinsiz, soysuz kimseleri karıştırdılar ve böylece tarikatlar, dinsizlerin, ahlaksızların elinde kaldı.
.
Gayr-i müslimlerin kestiğini yemek
15 Ekim 2017 02:00
A -
A +
İslâmiyete uygun kesilmeyen hayvan leş olur. Bunun etini yemek ve satmak haram olur.
Sual: Bir Müslüman, gayr-i müslimin kestiği hayvanın etini satın alıp yiyebilir mi?
Cevap: Bu konuda Hindiyyede, Zebâih bahsinde deniyor ki:
“Müslümanın veya Ehl-i kitap olan kâfirin, Allahü teâlânın ismini veya bir sıfatını, herhangi bir lisan ile söyleyerek, kestiği yenilir. Müşrikin ve mürtedin kestiği yenilmez. Keserken, İsa veya üç tanrıdan biri derse, yenilmez. Böyle inanır, fakat söylemezse, yenir. Kesmek için söylemelidir. Dua, şükür için söylerse veya Allahtan başkasını, tazim etmeyi niyet ederse, Allah ve Muhammed için derse, yenmez.”
Bir Peygambere ve bunun, sonradan bozulmuş olan mukaddes kitabına inanan bir kâfir, bu Peygamber tanrıdır veya oğludur dese ve putlara yalvarırsa da, buna Ehl-i kitâb denir. Çünkü, ilah, rab, tanrı, baba gibi isimler, yardım eden, yaratılmaya sebep olan, çok sevilen manasına da kullanılır. Bu isimleri, İsa aleyhisselama, bu manalar ile söyleyen, müşrik olmaz. Ona, üç tanrıdan biri veya tanrı denilmesi, hakiki bir söz değil, mecaz olur. Onda Ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanırsa, mesela her istediğini yaratır derse, Müşrik olur. Şimdi, Mûsevî, Îsevî, Nasrânî, Hıristiyanların bir kısmı, Ehl-i kitaptır. Putlara, heykellere, İsa aleyhisselamı sevdikleri için, istediklerinin yaratılmasına sebep olmaları için yalvarıyorlar. İsa aleyhisselama ilah diyen nasrânînin kestiklerini yemek caiz ise de, zaruret olmadıkça, buna kestirmemeli ve kestiğini yememelidir. Kitapsız kâfirlerin kestikleri yenilmez. Kesenin nasıl kimse olduğunu araştırıp anlamak şart değildir. Besmele kasten terk edilirse, Hanefide haram, Şafiide helal olur.
Gayr-i müslimlerin çoğunlukta olduğu yerlerde, varsa Müslüman kasap aramalı. Bu kasaptaki eti, Müslümanın kestiğini niyet ederek, satın almalıdır. Sığır, koyun, tavuk gibi eti yenen hayvanların etlerini yemek helal olması için, İslâmiyete uygun kesilmeleri lazımdır. Yani bir Müslümanın veya ehl-i kitabın kesmesi ve keserken Allah ismini söylemesi lazımdır. İslâmiyete uygun kesilmeyen hayvan leş olur. Bunun etini yemek ve satmak haram olur. Hayvan kesenlerin ve satan Müslümanların bunu iyi bilmeleri lazımdır. Et satın alırken, bunun nasıl kesildiğini sormak lazım değildir. Çünkü, Müslümana hüsn-i zan olunur.
.
Hem yemin, hem nezir olabilir
16 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Nezir yani adak, bir ibadettir. Nezrin yerine getirilmesini İslâmiyet emretmektedir.
Sual: Bir kimse, aynı anda, aynı şey için hem yemin hem de adak diye olmasını niyet edebilir mi?
Cevap: Nezir yani adak, bir ibadettir. Namaz kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek ve başka ibadetler nezir olunur. Nezrin yerine getirilmesini İslâmiyet emretmektedir. Nezredilen yerine getirilmezse, günah olur. Nezir, yemine benzemektedir. Bir kimse, nezrim olsun dese, neyi adadığını söylemese ve niyet etmese, yemin kefareti vermesi lazım olur. Bir kimse, Allahü teâlânın rızası için oruç tutayım dese, kaç gün olduğunu söylemese ve bir şey niyet etmese veya yalnız nezir niyet etse, yemin olmasını veya olmamasını hatırına hiç getirmese veya nezir olmasını ve yemin olmamasını niyet etse, bu orucu nezir olur ve üç gün oruç tutar. Bunu söylerken, nezir olmayıp, yemin olmasını niyet etse, yemin olur. Orucu bozarsa, yemin kefareti lazım olur. Hem nezir, hem yemin olmasını niyet ederse, bu oruç, hem yemin, hem de adak olur. Bu orucu bozarsa, hem kaza, hem de yemin kefareti lazım olur.
***
Sual: Bir kimse, şu işim olursa falan camide ezan okuyacağım veya falan caminin şadırvanında abdest alacağım diye adakta bulunabilir mi?
Cevap: Adak edilen şeyin, farz veya vacip olan bir ibadete benzemesi ve başlı başına bir ibadet olması lazımdır. Mesela, abdest almak, ölü kefenlemek başlı başına ibadet olmadıklarından adak olamaz. Hasta ziyaret etmek, cenaze taşımak, gusül etmek, cami içine girmek, Kur’ân-ı kerimi tutmak, ezan okumak, mektep, cami yaptırmak da ibadet ise de, başlı başına ibadet değildir. Nezir olunmazlar. Nezir edilen şeyin benzemesi lazım olan farzın, vacibin başlı başına ibadet olması lazım değildir. Mesela, bir şey vakıf etmeyi adamak caizdir. Çünkü vakıf, Müslümanlar için cami bina etmeye benzemektedir. Cami yapmak, başlı başına bir ibadet değil ise de, vakıf başlı başına ibadettir. Mesela, abdest almak, başlı başına ibadet olmayıp, başlı başına ibadet olan namazın bir şartıdır. Ölüyü kefenlemek de, cenaze namazının kabul olması için şarttır. Ölünün setr-i avreti yani kefenleyerek örtülmesi, cenaze namazının şartıdır.
***
Sual: Kazaya kalan oruçları arka arkaya mı tutmak gerekir?
Cevap: Kaza oruçları, arka arkaya tutulduğu gibi, ayrı ayrı günlerde, ara vererek de tutulabilir.
.
Eskiyen Mushafı yakmak
17 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Eskimiş, istifade edilmez hâle gelmiş olan Mushafları, ayak altında bırakmak haram olur.
Sual: Evlerde yıpranmış, sayfaları kopmuş, okunamaz durumda olan Kur’ânlar, Mushaflar yakılabilir mi veya ne yapmalıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Berîkada deniyor ki:
“Tâtârhâniyyede, yırtık, eski olup kullanılamayan Mushaf yakılmaz. Temiz beze sarıp toprağa gömülür. Yahut toz gelmeyen temiz bir yere konur diyor. Sirâciyyede ise, gömülür veya yakılır demektedir. Müctebâda ise, akan suya bırakmaktansa, gömmek iyi olur deniyor. Minhâc-üd-dîn kitabında, yakmak yasak değildir, çünkü, hazret-i Osman, mensûh ayetler bulunan Kur’ân-ı kerimi yaktı, Eshâb-ı kiramdan hiç kimse, buna karşı bir şey demedi deniyor. Yakmak, yıkayıp yazıları gidermekten daha iyi olur. Çünkü, yıkamakta kullanılan sular ayak altında kalır denildi. Bunlardan anladığımız, yakmayıp, yıkayıp yazılarını gidermek veya gömmek iyi olur.”
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, eskimiş, istifade edilmez hâle gelmiş olan Mushafları, ayak altında bırakmak, bir şey sarmak, kaplamak, kese kâğıdı yapmak gibi kullanmak, hakaret etmek olur, haram olur. Çürüyüp toprak oluncaya kadar açılmayacağı emin olan yerdeki toprağa gömmek, bu yapılamazsa, yakıp külünü gömmek veya külünü denize, nehre koymak lazımdır. Hakaretten kurtarmak için yakmak caiz, hatta lâzım olur. Sirâciyye fetvâsı, Münyet-ül-müftî ve Halîmîden de böyle anlaşılmaktadır.
***
Sual: Kur’ân-ı kerim ve din kitaplarının bulunduğu tarafa doğru ayakları uzatarak oturmanın bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Mushafa ve din kitaplarına karşı ayak uzatmak mekruhtur. Yüksekte iseler, mekruh olmaz.
***
Sual: Kur’ân-ı kerimi okunmadığı hâlde, evde bereket için bulundurmanın bir mahzuru olur mu?
Cevap: Bu konuda Hindiyyede deniyor ki:
“Mushafı hiç okumayıp, hayır ve bereket için evinde saklamak caizdir ve sevaptır.”
***
Sual: Camide namaz kılmayıp sadece tesbih çekenleri, Kur’ân okuyanları, namaz kılmak için camiye gelenler, camiden çıkarabilirler mi?
Cevap: Namaz kılanlar sıkışıyorsa, kılmayanları kaldırabilirler. Mahalle mescidi dar geliyor ise, o mahalleden olmayanları, dışarı çıkarabilirler.
***
Sual: Cami içinde, alışveriş veya başka şeyler için sözleşme, akit yapmanın bir mahzuru olur mu?
Cevap: Cami içinde, alışveriş olan her akit, sözleşme mekruhtur. Ancak nikâh akdi yapmak ise müstehabdır
.
Namazı mahalle mescidinde kılmak
18 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Mahalle camisindeki cemaati kaçıranın, başka camideki cemaate gitmesi efdaldir.
Sual: Beş vakit namazı, cemaatle kılmak için, kendi mahallesindeki camiye gitmek mi yoksa cemaati daha çok olan başka camilere gitmek mi daha sevaptır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Halebî-yi kebîrde deniyor ki:
“Mahalle mescidinde, cemaat az olsa dahi, namazı burada kılmak, cemaati çok olan büyük camide kılmaktan efdaldir. Mahalle camisindeki cemaati kaçıranın, başka camideki cemaate gitmesi efdaldir. Başka cami cemaatine yetişemezse, yalnız kılmak için, mahalle mescidini tercih etmek efdaldir. Mahalle mescidinde imam, müezzin bulunmazsa, cemaatten biri, bu vazifeyi yapar. Başka camiye gitmezler. Mahalle mescidinin imamı, yatsı namazını, beyazlığın kaybolmasını beklemeyip, daha erken güneşin battığı yerde kırmızılık kaybolunca kılarsa, bununla birlikte, erken kılmayıp, beyazlığın da kaybolmasını bekleyip, yalnız kılmak efdaldir. Yani daha iyidir. Mahallenin imamı fısk, günah işlemekle meşhur ise, yani büyük günah işliyorsa, mesela, ezanı ahkam-ı İslâmiyyeye uygun olarak okumuyorsa, başka mescidin cemaatine gitmelidir. Çünkü, mekruhtan sakınmak, sünnet işlemekten daha önce gelir.”
***
Sual: Büyük camilerin bazılarında, bir tarafta Kur’ân-ı kerim okunuyor, diğer tarafta vaaz veriliyor. Böyle durumlarda neyi tercih etmelidir?
Cevap: Caminin bir tarafında Kur’ân-ı kerim okunsa, bir tarafta da ehl-i sünnet olan salih bir kimse vaaz verse, vaaz dinlemek efdaldir. Hele hafız fasık ise, teganni ile okuyorsa, dinlemek caiz değildir. Cami, kubbesi, minaresi olan bina demek değildir. İçinde, her gün beş kere, cemaat ile namaz kılınan bina demektir. Namazdan evvel veya sonra, bu cemaate vaaz vermek de caizdir. Vaaz, ehl-i sünnet itikadında olan bir zatın, ehl-i sünnet âlimlerinden birisinin bir kitabına bakarak okuduğu veya ezberden söylediği bir sözünü açıklaması demektir. Mezhepsizlerin, İngiliz casuslarının ve misyonerlerin konuşmalarına vaaz denmez, nutuk ve konferans vermek denir. Camilerde nutuk ve konferans vermek ve bunları dinlemek caiz değildir. Ehl-i sünnet âlimlerinin her sözü, Kur’ân-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin tefsirleri, izahlarıdır.
***
Sual: Camilerde zorla para isteyen dilencilere para verilir mi?
Cevap: Camide, sarkıntılık eden dilenciye sadaka vermek haramdır.
.
Camide kendine yer ayırmak
19 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Camide namaz kılmak için kendine muayyen, belli bir yer ayırmak mekruhtur.
Sual: Bir kimse, kendi mahallesindeki camide, namaz kılmak için belli bir yeri, kendisi için ayırabilir mi?
Cevap: Camide namaz kılmak için kendine muayyen, belli bir yer ayırmak mekruhtur. Fakat, dışarı çıkarken, kimse oturmasın diye, yerine ceketini bırakırsa, gelince oraya tekrar oturabilir. Umumi yerlerde, Mina’da, Arafat’ta, vapurda, otobüslerde de böyledir. Yani oturmayı âdet ettiği yere başkası oturmuş ise, kaldıramaz. Kendine, ihtiyacından fazla yer ayırırsa, fazlasını başkası alabilir. Bu yerin fazlasını, iki kişi isterse, hangisine verirse, o oturur. İkisi de istemeden, bu fazla yere biri oturursa, bundan alıp ikincisine veremez. Fakat, burayı, onun emri ile, onun için ayırdım, kendim için ayırmadım diye yemin ederse, kaldırabilir. Satıcıların pazar yerinde yerleştikleri yer de böyle olup, önce geleni sonra gelen yerinden kaldıramaz. Bütün bu umumi yerlerde, ilk oturan, herkese zararlı olmuş ise, kaldırılabilir.
***
Sual: Cami içine giren kuşları kovmanın, çıkarmanın veya öldürmenin dinen bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Camilerdeki yarasa ve güvercinleri kovmak ve yuvalarını dışarı atmak caizdir. Çünkü, camileri kirletirler. Camilerin temiz olması için bunlar çıkarılır. Fetâvâ-i kâri-ül-Hidâyede ve Cevâhir-ül-fetâvâda deniyor ki:
“Camileri kirleten kuşları çıkarmak mümkün olmazsa, öldürmek caizdir. Eziyet veren hayvanlar her yerde öldürülebilir.”
Cami dışındaki kuş yuvalarını bozmak, caiz değildir.
***
Sual: Cami içinde bir şeyler yemenin, içmenin veya yatıp uyumanın mahzuru var mıdır?
Cevap: Cami içinde bir şey yemek, içmek, uyumak mekruhtur. Misafir olan müstesnadır. Misafir, camiye girerken İtikâfa niyet etmeli, önce tehıyyet-ül-mescid olarak, namaz kılmalıdır. Sonra, yiyebilir ve dünya kelâmı konuşabilir. İtikâf eden yiyebilir, yatabilir. İtikâf sünnet-i müekkededir. İtikâfı terk etmek, beş vakit namazın sünnetlerini özürsüz kılmamak gibi olduğu Berîkada yazılıdır.
***
Sual: Camilerin iç duvarlarını çeşitli şekillerle süslemenin dinen bir mahzuru olur mu?
Cevap: Camilerin kıbleden başka duvarlarını süslemek caizdir. Fakat, bu parayı fakirlere harcetmek efdaldir. Kıble duvarını kıymetli şeylerle, renklerle süslemek mekruhtur. Yan duvarların fazla süslü olması da mekruh olur.
.
Özürlü olanın imam olamaması
20 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Özürleri birbirine benzeyenler birbirlerine ve bir özürlü olan, iki özürlü olana imam olabilir.
Sual: Bir yerinden devamlı kan veya benzeri akıntı gelen özürlü bir kimse, sağlam olanlara imam olabilir mi?
Cevap: Özrü olan, özrü olmayanlara imam olamaz. Özür, bir yerinden durmadan kan akmak, yel kaçırmak, idrar kaçırmak, te ve fe harflerini tekrarlayarak okumak, sin harfini se, ra harfini gayn okumak, abdestsiz veya dirhemden fazla necasetli olmak ve avret mahalli açık olmaktır. Gözü ağrıyan, gözyaşı kesilmezse, özür sahibi olur. Kulaktan, göbekten, burundan, memeden ağrı ile çıkan her sıvı da, devamlı akarsa, özür sahibi olur. Adı geçen yerlerden ve yaradan çıbandan çıkan kan, irin ve sarı su, ağrı ile olmasa da, böyledir.
Özürleri birbirine benzeyenler birbirlerine ve bir özürlü olan, iki özürlü olana imam olabilir. Maliki ve Şafii mezhebinde, özürlü olan, özürsüz olana imam olabilir. Yara üstündeki merheme, sargıya mesh eden ve kaplama veya dolgu dişi olduğu için, Maliki ve Şafii mezhebini taklid edenler özürlü sayılmaz.
***
Sual: Bir kimse, zekâtını, kendi çocuklarına, torunlarına, anne ve babasına verebilir mi?
Cevap: Anaya, babaya, dedelerin, ninelerin hiçbirine, kendi çocuklarına ve torunlara zekât verilmez. Bunlara, sadaka-i fıtır, adak ve kefaret gibi vacib olan sadakalar da verilmez. Fakir iseler, nafile sadaka verilebilir. Zevceye, hanıma da zekât verilmez. İmâm-ı a'zam hazretleri; “Kadın da, fakir olan zevcine, kocasına zekât veremez” buyurdu. İmâmeyn ise; “Fakir zevcine, kocasına zekât verir” dediler. Fakir olan geline, damada, kayınvalideye, kayınpedere ve üvey çocuğa zekât verilir. Gayr-i müslim zımmiye sadaka ve hediye verilir.
***
Sual: Bir kimse, fakir zannettiği kimselere zekâtını verse, sonra bunların zengin veya yakını oldukları anlaşılsa, zekâtı tekrar mı verir?
Cevap: Zekât verilebileceğini soruşturup anlayarak, zekâtını verdikten sonra, bunun zengin veya gayr-i müslim zımmi veya ana, baba, evlat yahut kendi zevcesi, hanımı olduğu anlaşılsa, zararı olmaz, yani kabul olur. Nehr-ül-Fâikde deniyor ki:
“Zekât verilecek olan kimse, fakirler arasında bulunuyor ve onlar gibi ise yahut fakir olduğunu söyleyip, zekât istemiş ise, bu kimsenin zekât almaya hakkı olup olmadığını araştırmaya lüzum yoktur. Buna zekât verince, soruşturarak, araştırarak vermiş sayılır.”
.
İsyan edenlere ses çıkarmamak
21 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Din bilgilerinde âlim olmayan kimse, bid'at sahipleri ile münakaşa etmemelidir...
Sual: Bazı kimseler, isyan eden, günah işleyenlere ses çıkarmamalı, kimseye karışmamalı diyor. Bu sözün doğruluk payı var mıdır?
Cevap: Bu konuda Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri Gunyet-üt-tâlibîn kitabında, emr-i ma'rufu anlatırken;
“Bir kimse, bir günah işleyeni görüp de menedince, kendine zarar gelme ihtimali bulunduğu zaman, acaba menetmesi caiz olur mu? Elbette olur, hatta çok kıymetli olur. Allahü teâlâ için cihad etmek gibi sevap verilir. Hele zalimlerin elinden mazlumu kurtarmak ve memleketi küfür kapladığı bir zamanda imanı açığa çıkarmak için olunca, böyle zamanlarda, nehy-i münker yapılmasını âlimler söylüyor” buyuruyor.
Evliyanın büyükleri, sofiyyenin imamları, emr-i ma'rûfu ve nehy-i münkeri terk edici olsalardı, kitaplarında bunları yazarlar mı ve bu derece mübalağa ederler mi idi? Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri buyuruyor ki:
“Kur’ân-ı kerime, hadîs-i şeriflere ve akla uygun şeylere Ma'rûf, bunlara uymayan şeylere Münker denir.” Hadîkada buyruluyor ki:
“Nass ile ve müctehidlerin söz birliği ile yasak edilen şeylere Münker denir. Bunlar da iki kısımdır:
Birinci kısım ma'rûf ve münkerler meydanda olup, âlim olan ve olmayan bunları bilir. Beş vakit namaz kılmak, Ramazan ayında oruç tutmak, zekât vermek, haccetmek gibi şeylerin farz olduğu Ma'rûf ve zina, alkollü içkilerin içilmesi, hırsızlık, yankesicilik, faiz alıp vermek, başkasının malını gasbetmek ve bunlar gibi şeylerin haram olduğu Münkerdir. Bunları her müminin emir ve nehyetmesi lazımdır.
İkinci kısmı, yalnız âlimler bilir. Allahü teâlâ için, ne gibi şeylere ve nasıl inanmak lazım olduğu gibi. Bu kısımda olanları, âlimler emir ve nehyeder. Eğer bir âlim, bunları bildirdi ise, âlim olmayanın da, gücü yeterse, bildirmesi caiz olur. Her müminin Ehl-i sünnet itikadına yapışması, bozuk imandan, yani dalaletten kaçınması lazımdır.”
Din bilgilerinde âlim olmayan kimse, bid'at sahipleri ile münakaşa etmemeli, onlardan uzaklaşmalı, görüşmemelidir. İtikatları bozuk olduğu için, onları sevmemeyi ibadet bilmelidir. Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerifte;
(İmanında veya ibadetinde bid'at, bozukluk bulunan bir kimseye, Allah için sert bakanın kalbini, Allahü teâlâ imanla doldurur ve korkudan korur) buyurdu.
.
Gayr-i müslimlerin âdetlerini yapmak
22 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Pantolon, fes ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak âdete bağlı şeyler olup mubahtırlar.
Sual: Gayr-i müslimlerin kullandıkları eşyaları, aletleri kullanmanın ve âdetlerini yapmanın bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
“Kâfirlerin yaptıkları ve kullandıkları şeyler iki kısımdır:
Birisi, âdet olarak, yani her memleketin âdeti olarak yaptıkları şeylerdir. Bunlardan, haram olmayıp, insanlara faydalı olanları yapmak ve kâfirlere benzemeyi düşünmeyerek kullanmak günah değildir. Pantolon, fes ve çeşitli ayakkabı, çatal, kaşık kullanmak, yemeği masada yemek ve herkesin önüne tabaklar içinde koymak ve ekmeği bıçak ile dilimlere ayırmak ve çeşitli eşya ve aletleri kullanmak, hep âdete bağlı şeyler olup mubahtırlar. Bunları kullanmak, bidat, günah olmaz. Resûlullah efendimiz papazların kullandığı ayakkabıyı kullanmıştır. Bunlardan, faydalı olmayanları, çirkin ve kötülenmiş olanları kullanmak, yapmak haram olur. Birgivî vasıyyetnamesinde deniyor ki:
Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, ibadet olarak yaptıkları ve kâfirlik alameti olan ve İslâmiyeti inkâr etmek ve inanmamak alameti olan ve tahkir etmemiz vacip olan şeylerdir ki, bunları yapan ve kullanan kâfir olur. Bunlar, ölümle veya bir uzvun kesilmesi ile veya bunlara sebep olan, şiddetli dayak, hapis, bütün malını almak ile tehdit edilmedikçe kullanılamaz. Bunlardan meşhur olanlarını bilmeyerek veya şaka olarak veya herkesi güldürmek için yapan da, kâfir olur. Mesela, papazların ibadetlerine mahsus şeyi kullanmak küfür olur. Buna Küfr-i hükmî denir.”
Din düşmanları, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, Müslüman âdeti, Müslümanların mübarek günü diyerek, Müslümanları aldatmaya uğraşıyorlar. Müslümanların Noel ve Nevruz gibi günlerde bayram yapmalarını istiyorlar. Müslümanlar bunlara aldanmamalı, işin aslını, güvendikleri Müslümanlara, dinini bilenlere sorup öğrenmelidir. Bugün bütün dünyada, gerek imanı ve küfrü tanımakta, gerekse ibadetleri doğru yapmakta, cahillik özür değildir. Meşhur olan din bilgilerini bilmediği için aldanan, Cehennemden kurtulamayacaktır. Allahü teâlâ, bugün, dinini dünyanın her tarafına duyurmuştur. Bunları, lüzumu kadar öğrenmek farzdır. Öğrenmeyip cahil kalan farzı terk etmiş olur. Öğrenmeye lüzum görmeyen, ehemmiyet vermeyen kâfir olur.
Sual: Peygamber efendimizin, Kur’ândaki âyetleri hiç tefsir ettiği, açıkladığı olmuş mudur?
Cevap: Menâkıb-ı Çihâr Yar-i Güzîn kitabında Eshâb-ı kiramdan Ubeyy bin Kâ'b hazretlerinden şöyle nakledilmektedir:
“Bir gün Vel-Asr sûresini, Resûlullah efendimizin huzurunda okudum. Bitirince;
-Ya Resulallah! Lütfeyleyip, bu sûrenin tefsirini beyan buyurur musunuz, diye arz edince, Resûlullah efendimiz buyurdular ki:
-Birinci âyet-i kerimede mealen; (Allahü teâlâ günün ahirine, sonuna yemin ederim) buyurmuştur. İkinci âyet-i kerimede mealen; (Elbette, Ebu Cehil'in işi ziyanda, zelil ve başı aşağıdadır) buyurmuştur. Üçüncü âyet-i kerimede mealen; (Ancak iman edenler) buyurması, Ebû Bekr-i Sıddîk içindir. (Amel-i salih işleyenler) buyurulması, Ömer-ül Fârûk içindir ki, çok amel işleyici, şükredicidir. (Hakkı tavsiye ederler); Osman-ı Zinnûreyn içindir ki, sabır ve hayâ sahibidir. (Sabrı tavsiye ederler), Aliyyül Mürtedâ içindir ki, vefakârdır.
Resûlullah efendimiz hazret-i Ebu Bekir'i imana, hazret-i Ömer'i amel-i salihe benzetti. Hazret-i Osman’ı hak işte vasiyete denk etti. Hazret-i Ali'yi, sabır işinde vasiyete benzetti.
Âyet-i kerimede; (İman edenler, salih amel işleyenler, hakkı tavsiye edenler, sabrı tavsiye edenler) buyurulması, önce Allahü teâlâyı, sonra Muhammed aleyhisselamı bilesin ve İslâmiyet üzerine ilerleyesin. Hazret-i Ebu Bekir'i, hazret-i Ömer’i, hazret-i Osman’ı, hazret-i Ali'yi hak üzere halife bilesin. Ümit olur ki, onların hürmetine kıyamet günü Müslümanlar safında olup, Müslümanlar zümresinde haşrolur, dirilirsin. Bütün belalardan emin olasın. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
(Her kim bir kere namazda veya namaz dışında Vel-asr sûresini okursa, o kimse, Allahü teâlâ katında iki şey bulur. Biri dünyevi, biri uhrevi. Dünyevi olan, Allahü teâlâ, ona ömrünün sonuna kadar sabır mührünü vurur. Uhrevi olan, Allahü teâlâ o kimseyi kıyamette hak ehli ve kendi has kulları ile haşreder. Bu Vel-asr sûresi hem hakkı zikreder, hem sabrı zikreder. Bu sûreyi okuyanın, dünyada ömrünün sonu sabır üzere olur. Ahirette haşrı, hak ehli ile olur. Her âyetin sonunda çok tahıyyat, salevat ve her kelimenin sonunda çok berekat, hayrat, harflerinin mukabilinde çok derece ve hasenat vardır.)”
.
İtikatları bozuk olanların durumu
24 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Cehennem ateşinde sonsuz azapta kalmak, imanı olmayanlar yani kâfirler içindir.
Sual: İtikadında, imanında bozukluk olanlar, inkâr edenler gibi, sonsuz olarak mı Cehennemde kalacaktır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Hadîs-i şerifte bu ümmetin yetmişüç fırkaya ayrılacağı, bunlardan yetmişiki fırkanın Cehenneme gidecekleri bildirildi. Bu hadîs-i şerif, yetmişiki fırkanın Cehennem ateşinde azap göreceklerini bildiriyor. Cehennemde sonsuz kalacaklarını bildirmiyor. Cehennem ateşinde sonsuz azapta kalmak, imanı olmayanlar yani kâfirler içindir. Yetmişiki fırka, itikatları bozuk olduğu için Cehenneme girecekler ve itikatlarının bozukluğu kadar kalacaklardır. Yetmişüçüncü olan bir fırkanın itikadı bozuk olmadığı için, Cehennem ateşinden kurtulacaklardır. Bu bir fırkada bulunanlar arasında kötü iş yapmış olanlar varsa ve bu kötü işleri tövbe ve istiğfar veya şefaat ile af olunmadı ise, bunların da günahları kadar Cehennemde kalmaları caizdir. Yetmişiki fırkada olanların hepsi Cehenneme girecektir. Fakat hiçbiri Cehennemde sonsuz kalmayacaktır. Bir fırkada bulunanların hepsi Cehenneme girmeyecektir. Bunlardan yalnız kötü iş yapanlar Cehenneme girecektir. Cehenneme girecekleri bildirilmiş olan yetmişiki bidat fırkaları, Ehl-i kıble oldukları için, bunların hepsine kâfir dememelidir. Fakat bunların, dinde inanması zaruri lazım olan şeylere inanmayanları ve Ahkâm-ı islamiyyeden her Müslümanın işittiği, bildiği şeyleri tevilini bilmeden reddedenleri kâfir olur. Ehl-i sünnet âlimleri bildiriyor ki: 'Bir Müslümanın bir sözünden veya bir işinden yüz şey anlaşılsa, bunlardan doksandokuzu küfre sebep olsa ve biri Müslüman olduğunu gösterse, bu bir şeyi anlamak, onu küfürden kurtarmak lazımdır.' Her şeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. En sağlam söz Onun sözüdür.”
***
Sual: Doğumdan sonra gelen akıntının belli bir zamanı var mıdır?
Cevap: Nifas, lohusa demektir. Elleri, ayakları, başı belli olan düşükte gelen kan da nifastır. Nifas zamanının azı yoktur. Kan kesildiği zaman, gusül edip namaza başlar. En çok zamanı kırk gündür. Kırk gün tamam olunca, kan kesilmese de, gusül edip, namaza başlar. Kırk günden sonra gelen kan, istihâza, özür olur. Maliki ve Şafii mezhebinde nifasın azami müddeti altmış gündür
.
Ehl-i sünnet itikadında olanın alametleri
25 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Eshâb-ı kiramdan hiç birine kötü söz söylememek, Ehl-i sünnet itikadındandır.
Sual: Ehl-i sünnet itikadında olan bir Müslümanın bilinen, belli alametleri var mıdır?
Cevap: Miftâh-ul-Cennet kitabında konu ile alakalı olarak deniyor ki:
“Ehl-i sünnet olanların, on alameti vardır:
1-O kimse cemate müdavemet yani devam eder. 2-İtikadı veya fıskı, küfre varmayan imama uyar. 3-Mest üzerine meshi caiz görür. 4-Eshâb-ı kiramdan hiç birine kötü söz söylemez. 5-Devlete isyan etmez. 6-Dinde bigayr-i hakkın mücadele, münakaşa etmez. 7-Dinde, şek, şüphe etmez. 8-Hayrı ve şerri, Allahü teâlâdan bilir. 9-İlhâdı, küfrü belli olmadıkça ehl-i kıbleyi tekfir etmez. 10-Dört halifeyi sair, diğer Eshâb üzerine tercih eder.”
***
Sual: Oturduğu veya yaşadığı yerde dinini yaşamakta zorluk çekenler ne yapmalıdırlar?
Cevap: Bu konuda Kenz-i mahfî kitabında deniyor ki:
“Cehalet yani bidat ve fısk çoğalan yerlerde oturmak nehiy olundu. Dinini muhafaza için hicret eden Cennet ile müjdelendi. Bir mahallede salih, arif kimse kalmayıp, fesat ve bidat artınca, başka mahalleye hicret etmek veya böyle bir şehirden başka şehre hicret etmek vacib olur. Bütün şehirlerde, Müslümanlara saldırılıyorsa, başka İslâm memleketine hicret edilir. Böyle bir idare yoksa, insan haklarına riayet edilen, ibadet etmek serbest olan bir memlekete yerleşmek lazım olur. Zira onların arasında bulunan, gelecek belaya ortak olur. Enfâl sûresinin 25. âyet-i kerimesinde mealen; (Zulmedenlere ve etmeyenlere birlikte gelen fitne ve beladan korkunuz, sakınınız) buyuruldu.”
***
Sual: Bir kimsenin mutlak iman ile öleceğini söylemek, dinen uygun mudur?
Cevap: Bir kimsenin mutlak iman ile öleceğini söyleyebilmek için, o kimse hakkında âyet veya hadis olması lazımdır. Zira bir kimsenin mümin veya kâfir olarak öleceği, son nefeste belli olur. Birçok kimse, bütün ömrünce kâfir kalıp, sonunda imana kavuşur. Bütün ömrü iman ile geçip, sonunda tersine dönen de olur.
***
Sual: Bir kimse, camide Kur’ân-ı kerim okurken vakit girse, bu kimse, o vaktin namazını kılmadan, camiden çıkabilir mi?
Cevap: Camide olan kimsenin, ezan okununca, bu namazı cemaat ile kılmadan, özürsüz olarak dışarı çıkması tahrimen mekruhtur. Belli bir cami cemaatine devam âdeti ise, oraya, mahallesindeki veya iş yerindeki caminin cemaatine gitmesi ise özür olur.
.
Allahü teâlâyı dünyada görmek
26 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Allahü teâlâ, dünyada görülemez. Bu âlem, Onu görmek nimetine kavuşmaya elverişli değildir.
Sual: Allahü teâlâ sadece Cennette mi görülecektir, dünyada görmek mümkün değil midir?
Cevap: İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu konuda buyuruyor ki:
“Cennet de, her şey gibi, Allahü teâlânın mahlukudur. Allahü teâlâ, mahluklarının hiçbirisine girmez, birinde bulunmaz. Fakat mahluklarının bazısında Onun nurları zuhur eder. Bazısında ise, o kabiliyet yoktur. Aynada, karşısındaki cisimlerin görünüşleri, zuhur ediyor. Taşta, toprakta ise etmiyor. Allahü teâlâ, her mahlukuna aynı nispette ise de, mahluklar, birbirlerinin aynı değildir. Allahü teâlâ, dünyada görülemez. Bu âlem, Onu görmek nimetine kavuşmaya elverişli değildir. Dünyada görülür diyen, yalancıdır, iftiracıdır. Doğruyu anlayamamıştır. Bu dünyada, bu nimet nasip olsaydı, herkesten önce, Musa aleyhisselam görürdü. Peygamber efendimiz miraçta, bu devletle şereflendi ise de, bu dünyada değildi. Cennete girdi. Oradan gördü. Yani, ahirette görmüş oldu. Dünyada görmedi. Dünyada iken, dünyadan çıktı, ahirete karıştı ve gördü.”
***
Sual: İnsanda irade, seçme hakkı olduğu için her şeyi isteyebilir ve yapabilir mi?
Cevap: Allahü teâlâ, insanlara irade denilen kuvveti vermeyi ve insanların, istediklerini yapmakta, istemediklerini yapmamakta serbest olmalarını ezelde irade etmiştir. Hiçbir şeyi zorla yaptırmamaktadır. İnsanların irade sahibi olmaları, Allahü teâlâ böyle istediği içindir. İnsanın, dilediğini yapabilmesi, insanın irade sahibi olduğunu gösterdiği gibi, Allahü teâlânın da ezelde bu iradeyi irade etmiş olduğunu göstermektedir. Allahü teâlâ, insanda irade olmasını ezelde irade etmeseydi, insanda irade yaratmasaydı, insan bir işi yapmakta serbest olamaz, mecbur olurdu. Böyle olmakla beraber, insan bir şey yapmayı irade edince, dileyince, Allahü teâlâ da irade ediyor ve yaratıyor. İnsanların irade ettiklerini yaratan, Allahü teâlâdır. İnsan, hiçbir dileğini yaratamaz, yapamaz. İnsanın irade ettiğini, sonra Allahü teâlâ da, irade ediyor ve yaratıyor. Her şeyi yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Ondan başka yaratıcı yoktur. Ondan başkasına yaratıcı demek, yarattı demek, hem yanlıştır, hem de, Allahü teâlâya başkasını şerik, ortak yapmak olur ki, en çok yasak ettiği, en şiddetli ve sonsuz azap yapacağını bildirdiği bir şeydir
.
Zekât ve adakta vekilin durumu
27 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Zenginin vekili, zekâtı vermek için, izin almadan bir başkasını da vekil edebilir.
Sual: Zengin bir kimse, zekâtını vermek için, adak sahibi de adağını halletmek için birini vekil etse, bu vekil olan şahıs istediği gibi hareket edebilir mi?
Cevap: Zenginin vekili, zekâtı, zenginin emrettiği kimseye verir, başkasına veremez. Eğer başkasına verirse veya kaybederse, öder. Vasiyet edilen şeyler de böyledir. Emir olunan fakire verilir. Zengin, vekiline, dilediğine ver derse, vekil kendi fakir olan çocuğuna ve zevcesine, hanımına da verebilir. Kendi fakir ise, kendi de alabilir. Halbuki, nezir yani adak böyle değildir. Vekil, adak sahibinin emrettiğinden başkasına da verebilir. İbni Âbidîn, bu satırları açıklarken buyuruyor ki:
“Vekil zenginden aldığı altın ve gümüş yerine, kendi altın ve gümüşünü fakire verip sonra zenginin verdiğini, kendi kullanması caizdir. Fakat, zenginin parasını önce kendi kullanıp, sonra kendi parasından zekâtı verirse, caiz olmaz. Kendi için sadaka vermiş olur. Zekâtı, zengine öder. Nafaka vermek, satın almak, borç ödemek için aldığı parayı kullanan vekil de böyledir. Görülüyor ki, zekâtı kendi malından ayırıp vermek şart değildir. Zenginin vekili, zekâtı vermek için, izin almadan bir başkasını da vekil edebilir.”
***
Sual: Zengin bir kimse, zekât malını veya parasını hesaplayıp ayırsa, bu kimse zekât malını ayırmakla zekâtını vermiş olur mu?
Cevap: Zekât ayrılmakla verilmiş olmaz. Ayrılan zekât, kendinde veya vekilinde iken kaybolursa, tekrar ayırıp vermesi lazımdır. Vekili kaybedince, öder.
***
Sual: Sarımsak, soğan ve pis kokulu şeyleri yiyip, içenleri, camiye geldiklerinde ikaz etmek, bunlara müdahale etmek gerekir mi?
Cevap: Camide soğan, sarımsak gibi fena kokulu şeyleri yiyene, sigara içene mani olmalıdır. Kasapları, balıkçıları, ciğercileri, yağcıları, üzerleri pis ise ve pis kokarsa ve üzeri pis kokanları ve cemaati dili ile incitenleri, camiden çıkarmalıdır.
***
Sual: Cami içinde, lüzumlu, lüzumsuz şeyleri konuşmak günah olur mu?
Cevap: İbadet etmeyip, camide dünya kelamı ile meşgul olmak tahrimen mekruhtur. Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, camide dünya kelamı konuşmak da, insanın sevaplarını giderir. İbadetten sonra, mubah olan şeyleri, hafif sesle konuşmak caizdir. İslâmiyetin beğenmediği şeyleri konuşmak, her zaman caiz değildir.
.
Yapılması emredilenler dört kısımdır
28 Ekim 2017 02:00
A -
A +
“Müslümanlara yapılması emir olunan şeyler, dört kısımdır. Bunlar; farz, vacib, sünnet ve nafiledir."
Sual: Bir Müslümanın yapması gereken emirler ve bunların hükümleri, isimleri nedir?
Cevap: İbni Âbidînde bu konuda buyuruluyor ki:
“Müslümanlara yapılması emir olunan şeyler, dört kısımdır. Bunlar; farz, vacib, sünnet ve nafiledir. Allahü teâlânın açık olarak bildirdiği emirlerine Farz denir. Açık olmayıp, zan ederek anlaşılan emirlerine Vacib denir. Farz veya vacib olmayıp, Resûlullah efendimizin kendiliğinden emrettiği veya yaptığı ibadetlere Sünnet denir. Bunları devamlı yaparak, nadiren terk etmiş ve terk edenlere bir şey dememiş ise, Sünnet-i hüdâ veya Müekked sünnet denir. Bunlar, İslâm dininin şiârıdır, yani bu dine mahsusturlar. Başka dinlerde yokturlar. Resûlullah efendimiz vacipleri terk edeni görünce, terk etmesine mani olurdu. Kendisi ara sıra terk etmiş ise, bunlara Sünnet-i gayr-ı müekkede denir. Müekked sünneti, özürsüz olarak devamlı terk etmek mekruh, küçük günah olur. Allahü teâlâ, bütün ibadetlere sevap vereceğini vadetti, söz verdi. Fakat, ibadete sevap verilmesi için, niyet etmek lazımdır. Niyet, emre itaat ve Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için yaptığını kalbinden geçirmek demektir. Bu üç kısım yani farz, vacib, sünnet olan ibadeti belli zamanlarda yapmaya Eda etmek denir. Zamanında yapmayıp, zamanı geçtikten sonra yapmaya Kaza etmek denir. Emredilen ibadetleri eda veya kaza ettikten sonra, kendiliğinden tekrar ibadet yapmaya Nafile ibadet denir. Farzları ve vacibleri nafile olarak yapmak, müekked sünnetleri yapmaktan daha çok sevap olur. Öğle namazının farzını kılan kimse, bunu tekrar kılarsa nafile olur. Resûlullah efendimizin ibadet olarak değil de, âdet olarak, devamlı yaptığı şeylere Sünnet-i zevaid denir. Giydiği elbiseleri, oturması, kalkması, iyi şeyleri yapmaya sağdan başlaması böyledir. Bunları yapanlara da sevap verilir. Bunlara sevap verilmesi için, niyet etmek lazım değildir. Niyet edilirse, sevapları çoğalır. Zevaid sünnetleri ve nafile ibadetleri terk etmek mekruh olmaz.”
***
Sual: Bir kimsenin kullandığı ilacın kokusu, etrafındakileri rahatsız ederse, bu kimsenin camiye gitmemesi özür olur mu?
Cevap: İlaç olarak kokulu şeyi özür ile veya unutarak yiyen, cemaate gelmez, mazur olur. Zira pis koku insanlara ve meleklere eziyet verir.
.
Resûlullah efendimizin yaptıkları
29 Ekim 2017 02:00
A -
A +
Âdete bağlı şeylerde de Resûlullah efendimize tabi olmak, dünyada ve ahirette insana çok şey kazandırır.
Sual: Peygamber efendimizin her yaptığı şeyler de ibadet midir, bir Müslümanın bunların hepsini yapması gerekir mi?
Cevap: Resûlullah efendimizin yaptığı ve kaçındığı şeyler iki kısımdır:
Birisi, ibadet olarak yaptığı ve kaçındığı, yapmadığı şeylerdir. Her Müslümanın bunlara tabi olması lazımdır. Bunlara uymayan şeyler bidattir.
İkincisi, adet olarak yani bulundukları şehrin ve o memleketlerdeki insanların yapmakta oldukları şeylerdir. Bunları da beğenmeyen, çirkin diyen, kâfir olur. Fakat, bunları yapmak, mecburi değildir. Bunlara uymayan şey, bidat değildir. Bunları yapıp yapmamak, memleketlerin ve insanların âdetlerine bağlıdır. Mubah kısmındandırlar, din ile bağlılıkları yoktur. Her memleketin âdeti, başka başkadır. Hatta, bir memleketin âdeti, zamanla değişir. Bütün bunlarla beraber, âdete bağlı şeylerde de Resûlullah efendimize tabi olmak, dünyada ve ahirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli saadetlere yol açar.
***
Sual: Sünnet kelimesinden sadece Peygamber efendimizin yaptıkları ve söyledikleri mi anlaşılır?
Cevap: Sünnet kelimesinin dinimizde üç manası vardır:
Kitap ve sünnet birlikte söylenince, kitap, Kur’ân-ı kerim, sünnet de, hadîs-i şerifler demektir. Farz ve sünnet denilince, farz, Allahü teâlânın emirleri, sünnet ise, Peygamber efendimizin sünneti, yani emirleri demektir. Sünnet kelimesi yalnız olarak söylenince, İslâmiyet, yani bütün ahkâm-ı islâmiyye demektir. Fıkıh kitapları böyle olduğunu bildiriyor. Mesela Kudûrî muhtasarında; “Sünneti en iyi bilen imam olur” deniyor. Cevhere kitabında burayı açıklarken “Sünnet demek, burada ahkâm-ı islâmiyye demektir” deniyor.
***
Sual: Cami içinde dilenmenin ve kaybolan bir şeyin bulunması için camide bir şeyler okumanın, araştırma yapmanın hükmü nedir?
Cevap: Camilerde, sarkıntılık ederek dilenmek haramdır. Kaybolan şeyleri, camide araştırmak ise mekruhtur.
***
Sual: Dünyada en kıymetli toprak, Kâbe’nin bulunduğu yerdeki toprak mıdır veya neresidir?
Cevap: En kıymetli toprak, kabr-i saadette, cesed-i Peygamberiye temas eden topraklar olup, Arş'tan, Cennetlerden daha kıymetlidir. Ona yakın olan zaman, mekân, evladı, bütün eşya, Ona uzak olanlardan daha kıymetli ve efdaldir. Camiler ve Peygamberler, bundan müstesnadır.
.
Başkasının malını izinsiz almak
30 Ekim 2017 02:00
A -
A +
“Başkasının malını ondan izinsiz, zorla almaya, gasbetmek denir ve haramdır...
Sual: Başkasının malını, izinsiz, zorla alan veya gasbeden kimse, bu mal veya para ile ticaret yapsa, kazandığı da haram mı olur?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Hadîkada deniyor ki:
“Başkasının malını ondan izinsiz, zorla almaya, Gasbetmek denir. Gasp, haram olduğu gibi, gasbedilen malı kullanmak da haramdır. Başkasının malını izinsiz alıp, kullanıp, sonra geri vermek, malda ayıp ve kusur hasıl olmasa bile, haram olur. Kendisine emanet olarak bırakılan veya gasbettiği malı, parayı ticarette veya başka yerde kullanıp da, bundan kazanç sağlamak caiz değildir. Kazandığı şey haram olur. Bunu fakire sadaka vermesi lazım olur. Birinin malını, parasını şaka olarak da alıp saklamak haramdır. Çünkü, böylece, başkasını üzmüş oluyor. Başkasına eziyet vermek ise haramdır.”
***
Sual: Dinine ve dünyasına faydalı olmayan, lüzumsuz şeylerle vakit geçirmek de günah olur mu?
Cevap: Bu konuda Hadîkada buyuruluyor ki:
“Nefsin hoşuna giden faydasız şeylere lehiv ve la'b denir ki, boş yere vakit geçirmektir. Yalnız zevcesi, hanımı ile oynamak ve harp oyunları helal olup başkaları haramdır.”
Harbe hazırlanmak için, at yarışları, atış, güreş, ok talimleri, lüzumlu teknik tecrübeleri yapmak caiz, hatta lazımdır ve çok sevaptır.
***
Sual: Bir baba, erginlik çağına girmemiş çocuklarının parasını kendisi için de kullanabilir mi?
Cevap: Bu konuda Fetâvâ-yı Feyziyyede deniyor ki:
“Bir baba, küçük çocuklarının paralarını, ihtiyacı yok iken, kendisi için kullansa, çocuklar baliğ olunca, erginlik çağına girince, bu paraları babalarından tazmin etmesini, ödemesini isteyebilirler. Baba muhtaç olsaydı, kullanması caiz olurdu.”
***
Sual: Dağda, kırda, herkese açık olan arazideki otları, suları kullanmanın mahzuru var mıdır?
Cevap: Bu konuda Mecellenin 1254. Maddesinde deniyor ki:
“Mubah olan otları, ağaçları, suları herkes kullanabilir. Kimse yasak edemez. Kullanan kimse, başkasına zarar verirse, yasak olunur.”
***
Sual: Bir kimsenin açtığı mağazanın, dükkânın yanına, bir başkası da aynı iş için mağaza, dükkân açsa, öncekinin buna müdahale hakkı olur mu?
Cevap: Mecellenin 1288. Maddesinde, konu ile ilgili olarak deniyor ki:
“Bir kimsenin dükkânı yanına, başkası dükkân açarak, birincinin işi bozulsa, ikinci dükkân kapattırılamaz.”
Sual: Zamanımızda; “Peygamber, Eshâb hangi mezhepte idi, mezhebe gerek yok” diyenler oluyor. Bunların bu sözlerinde doğruluk payı var mıdır?
Cevap:Mezhep imamı demek, Peygamber efendimizin Kur’ân-ı kerimden çıkardığı manaları, bilgileri, Eshâb-ı kiramdan işiterek toplayan, kitaba geçiren büyük âlim demektir. Resûlullah efendimizin, Kur’ân-ı kerimin hepsini Eshâbına tefsir ettiği, Hadîka kitabı yazmaktadır. Resûlullah efendimizin Kur’ân-ı kerime verdiği manaları, açıklamalarını anlamak isteyen, bir mezhep imamının kitaplarını okur, bunlara uyar. Bu kitapları okuyup, bunlara uyan kimse, o mezhepten olur. Bu ise, Resûlullah efendimize ve Kur’ân-ı kerime uymak demektir. Eshâb-ı kiram, Resûlullah efendimizden işittiklerine uyardı, dört mezhepten birinde olmalarına lüzum yoktu. Onların her biri bütün bilgileri asıl kaynağından alıyordu. Hepsi, mezhep imamlarından daha çok âlim ve daha yüksek müctehid ve Mezhep sahibi idiler. Vaktiyle bir mezhepsiz de;
“İctihatlar fikir ve kanaattir. Elimizdeki kitaplar, mezhep kitaplarıdır, din kitabı değildir. Türkiye’de, Türkçe din kitabı olmadığından, bu kitabı yazdım” diyor ve kendini müctehid sanıyor. Ömer Rıza Doğrul da, bu kitaba bir önsöz yazarak övüyor ve;
“Asrın ihtiyaçlarını, kıyas yolu ile dinden değil, medeniyetin terakki, ilerleme hamlelerinden beklemek gerektir. Kıyas; kitap ve sünnet ile alakası olmayan, dinin asıl kaynaklarına dayanmayan, fakat her şeyi dine dayamak isteyen müctehidlerin icadıdır...” diyordu. Bu sözleri, kendisinin de, Ehl-i sünnet olmadığını, dini, kıyası ve ictihadı anlamamış olduğunu göstermektedir. Din âlimlerine dil uzatanlar, bunların bilgilerine erişemeyenlerdir. Redd-ül-muhtârda;
“Hicri dörtyüz senesinden sonra kıyas yapacak âlim yetişmedi” deniyor. Mîzân-ül-kübrâda;
“Dört mezhep imamından sonra, hiçbir âlim, mutlak müctehid olduğunu söylemedi. Mezhepte müctehitler yetişti. Evet, Kur’ân-ı kerimdeki bilgiler, hükümler sonsuzdur. Fakat, kıyamete kadar, bütün insanlara lazım olacak ahkamı, hükümleri, dört imam anlamış, kitaplara yazılmıştır. Şimdi, bir kimse, kitaptan ve sünnetten ahkam, hüküm çıkarabilirim derse, dört mezhepten birinde bulunmayan yeni bir hüküm çıkarmasını isteriz. Bunu da yapamaz!” deniyor.
.
Her fırka, kendini doğru sanır
1 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Eshâb-ı kiramın yolunda giden, hiç şüphe yok ki, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır.
Sual: Zamanımızda Müslüman ismi ile birçok fırka türedi ve kendilerinin doğru yolda olduğunu söylemektedir. Bunların içinde doğru olanları nasıl bilebiliriz?
Cevap: İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Hadîs-i şerifte, Müslümanların yetmişüç fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu yetmişüç fırkadan her biri, İslâmiyete uyduğunu iddia etmektedir. Cehennemden kurtulacağı bildirilen bir fırkanın kendi fırkası olduğunu söylemektedir. Mü'minûn sûresi, 54. ve Rûm sûresi 32. âyetinde mealen; (Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir) buyuruldu. Halbuki, bu çeşitli fırkalar arasında kurtulucu olan birinin alametini, işaretini, Peygamber efendimiz şöyle bildirmektedir: (Bu fırkada olanlar, benim ve Eshâbımın gittiği yolda bulunanlardır.)
İslâmiyetin sahibi kendini söyledikten sonra, Eshâb-ı kiramı da, söylemesine lüzum olmadığı hâlde, bunları da söylemesi; (Benim yolum, Eshâbımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshâbımın gittiği yoldur) demektir. Nitekim Nisâ sûresi, 79. âyetinde mealen; (Resûlüme itaat eden, elbette Allahü teâlâya itaat etmiştir) buyuruldu. Resûle itaat, Hak teâlâya itaat demektir. Ona uymamak, Allahü teâlâya isyandır.
Allahü teâlâya itaatin, Resûlüne itaatten başka olduğunu sananlar için nazil olan, Nisâ sûresinin; (Allahü teâlânın yolu ile, Resûlünün yolunu birbirinden ayırmak istiyorlar. Senin söylediklerinin bazısına inanırız, bazısına inanmayız diyorlar. İkisi arasında ayrı bir yol açmak istiyorlar. Bunlar, elbette kâfirdir) mealindeki 149. âyeti, bunların kâfir olduklarını bildiriyor. Eshâb-ı kiramın yolunda gitmeyip de, Peygambere aleyhisselam uyduğunu söyleyen, yanılıyor. Ona uymuş değil, isyan etmiş oluyor. Böyle yol tutan, kıyamette kurtulamayacaktır. Mücâdele sûresinin; (Doğru bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Biliniz ki, onlar yalancıdır, kâfirdir) mealindeki 18. âyeti bu gibilerin hâlini gösteriyor.
Eshâb-ı kiramın yolunda giden, hiç şüphe yok ki, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Allahü teâlâ, bu fırkanın yorulmadan, yılmadan çalışan büyüklerine, bol bol mükafat versin! Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. Çünkü, Peygamber efendimizin Eshâbına dil uzatan, bunlara uymaktan, elbette mahrumdur.”
.
Din kitaplarının Arabi olması
2 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Tarih boyunca bütün İslâm memleketlerinde din kitapları Arapça olarak yazılmıştır.
Sual: Bazı kimseler, önceki asırlarda din kitaplarının Arapça yazılmasını, Araplaştırma programı olarak değerlendirmekte ve eleştirmektedirler. Bu söylenenlerde gerçeklik payı var mıdır?
Cevap: İslâmiyetin milliyeti temsil etmesinde, lisan birliği de akla gelir ise de, beş vakit namazda okunan ezanların ve okunan Kur'ân-ı kerimlerin bütün İslâm memleketlerinde Arapça olması, bu beraberliği de temin etmektedir. Bunun içindir ki, İslâm düşmanları, bir milleti İslâmiyetten ayırmak, din birliğini yok etmek için, o milletin dilini, gramerini, alfabesini değiştirmeye saldırmaktadırlar. Bir milletin dinine, imanına vurulacak en büyük darbe de, bu yoldan gelmektedir. Nitekim, Sicilya ve İspanya Müslümanları böylece Hristiyan yapılmıştır. Ruslar da, Türkistan’daki Müslümanların dinlerini ve imanlarını yok etmek için bu keskin silahla saldırmaktadırlar. Zindanları, elektrik fırınları, Sibirya sürgünleri ve toptan imha faciaları, bu keskin silah kadar tesir edememiştir.
Celal Nuri bey İttihâd-ı İslâm adındaki kitabında Müslümanlar için Arapçayı, müşterek lisan olarak tavsiye etmektedir. Yavuz Sultan Selim Han da, bunun için çalışmıştı. Bunu temin etmek içindir ki, tarih boyunca bütün İslâm memleketlerinde din kitapları Arapça olarak yazılmıştı. Arapça, bütün İslâm memleketlerinde bir din lisanı olmuştur. Cennette de, herkesin Arabi konuşacağını, hadîs-i şerifler haber vermektedir. Böyle düşünmek, her Müslüman milleti Araplaştırmayı istemek zannedilmemelidir. Dünya devletleri arasında İngilizce ortak bir dil hâlini almaktadır. Buna hiçbir devlet, karşı koymuyor. Bugün ilim ve fen sahibi bir adamın, bir, hatta birkaç yabancı dil öğrenmesi zaruret hâlini almıştır. Bir hadîs-i şerifte;
(Bir kavmin dilini öğrenen, onların zararlarından korunmuş olur) buyurulmaktadır. Bunun içindir ki, gençlerimizin Arabi öğrendikleri gibi, Avrupa dillerinden de öğrenmeleri lazımdır, faydalıdır ve sevap kazandıran çok işlere sebep olabilir. Avrupalıların asırlardan beri bize yabancı gözü ile bakmalarını, milliyet hissinden ziyade, İslâm dinini bilmemelerinde aramak doğrudur. Hıristiyanlıkta akla uygun bir esas kalmadığı için, Avrupa’da, din birliği ölmüş, bunun yerine milliyet hissi doğmuştur.
.
Mucizelerin en üstünü
3 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Kur'ân-ı Kerim, Muhammed aleyhisselamın mucizelerinin en büyüğüdür.
Sual: Peygamber efendimize verilen mucizelerin en büyüğü Kur’ân-ı kerim midir?
Cevap: Musa aleyhisselamın ve İsa aleyhisselamın Peygamberlikleri mucizelerle belli olduğu gibi, Muhammed aleyhisselamın Peygamberliği de, mucizelerle meydandadır. Musa aleyhisselam zamanında sihir, İsa aleyhisselam zamanında doktorluk, Muhammed aleyhisselam zamanında şiir, fesahat ve belagat yani güzel konuşmak sanatları çok ilerlemişti. Allahü teâlâ da; bu Peygamberlerine ümmetlerinin kıymet verdiği şeylerde mucizeler ihsan eyledi. Muhammed aleyhisselamın da, İsa aleyhisselam gibi, ölüyü dirilttiği ve Firavun ile adamlarının Musa aleyhisselama sihirbaz dedikleri gibi, Kureyş kafirlerinin de Muhammed aleyhisselama sihirbaz dedikleri kitaplarda uzun yazılıdır...
Muhammed aleyhisselam ümmi idi. Yani, mektebe gitmedi, okuyup yazmadı, hiçbir insandan ders almadı. Ümmi olduğu hâlde, tarih, fen, ahlak, siyaset ve sosyal bilgilerle dolu bir kitap ortaya koydu. Bu kitaba uyarak dünyaya adalet yaymış olan hükümdarların yetişmesine sebep oldu.
Kur'ân-ı kerim, Muhammed aleyhisselamın mucizelerinin en büyüğü, hatta, bütün Peygamberlerin mucizelerinin en büyüğüdür. Bu en büyük mucize, yalnız Muhammed aleyhisselama verilmiştir. Dinde reformcular, Muhammed aleyhisselamın daha çocuk iken, Şam yolculuğunda bir papazla birkaç dakika konuştuğu zaman, bütün bu bilgileri, o papazdan öğrendiğini söylerken, utanmaları, sıkılmaları lazım gelir. Bu kadar çürük, bu kadar gülünç bir iftira olamaz. Kâbe duvarında yıllarca asılı duran ve sahiplerini birer dâhi, birer kahraman derecesine yükselten ve binlerce şiir arasından seçilmiş bulunan fesahat ve belagat şaheseri yazıların birer paçavra gibi sökülüp indirilmesine ve yazarlarının başlarının eğilmesine sebep olan âyet-i kerimeler, o papazla birkaç dakikalık konuşmanın neticesi olabilir mi? Bugün Kur'ân-ı kerimin belagatini yeniden anlamaya kalkışmaya, hiç lüzum yoktur. Çünkü Kur’ân-ı kerim, Arapçanın en yüksek zamanında yani zirvede iken, en salahiyetli mütehassıslara, üstünlüğünü imzalatmıştır.
Arap edebiyatının mütehassısları olanlardan, Muhammed aleyhisselamın zamanında yetişenler arasında, Kur'ân-ı kerimin belagatindeki ilahi üstünlüğü görüp de inanmayan yok gibidir
.
Hiçbir şey, kendi kendine var olamaz
4 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Varlıkların kendiliğinden oluverdiğini sanmak, fizik ve kimya kanunlarını inkâr etmek olur!..
Sual: Kâinatta var olan her şeyin kendi kendine meydana geldiğini söyleyenlerin sözünde gerçeklik payı var mıdır?
Cevap: Bütün varlıkları var eden bir varlık bulunmasa, ya her şey kendi kendine var olur, yahut hiçbir şeyin var olmaması lazım gelir. Her şeyin kendi kendine var olması, akla uygun bir şey değildir. Çünkü, bir şeyin kendi kendine var olması, kendinden evvel kendisinin hep var olmasını icab eder. Halbuki, her şey yok iken sonradan var oluyor ve tekrar yok oluyor. Bundan da, hiçbir mahlukun vâcib-ül vücûd olmadığı anlaşılır. Zaten kendi kendine var olmak, aklın kolayca anlayabileceği bir şey değildir. Kendinden başka, bütün varlıkları yoktan var eden bir varlık lazımdır. Mahlukların var olması için bir vâcib-ül vücûdun varlığı lazım olmasaydı, hiçbir şeyin varlığını kabul edemezdik.
Her varlığın kendi kendine var olması, fen bilgilerine o kadar uzak bir şeydir ki, tabiatçılar bile, “Tabiat şöyle yapmıştır, tabiat kuvvetleri yapmıştır” diyorlar. Böylece varlıkların kendiliklerinden olmayıp, bir yapıcısı bulunduğunu, farkında olmadan açıklamış oluyorlar. Fakat, o yapıcıya layık olan isimleri ve sıfatları vermekten çekiniyorlar. Bilgisiz ve iradesiz bir tabiata bağlanıyorlar. Fizik, kimya olaylarından hiçbirinin kendiliğinden olduğunu görmüyoruz. Harekete geçen veya hareketini değiştiren, yahut harekette iken duran bir cisme elbette bir kuvvet etki etmiştir diyoruz.
Bütün bu varlıkların bu nizam, bu düzen ile kendiliğinden oluverdiğini sanmak, fizik ve kimya kanunlarını inkâr etmek olur. Atomdan Arş'a kadar bütün varlıkları yoktan var eden, ilim, irade ve kuvvet sahibi bir yaratana inanmayıp da, bu varlıkları, fizik ve kimya kanunlarına uymayan bir tesadüf zannetmek kadar cahillik olamaz. Çünkü, yok iken var olmak bir iştir. Fizik ve kimya kanunlarına göre, her iş, bu işi yapan bir kuvveti haber vermektedir. Demek ki, daha önce, bir kuvvet kaynağının bulunması, fen bilgilerine göre, elbette lazımdır. Her mevcudu var eden, önce başka bir varlık bulunmazsa, birbirini yaratmak, ezelden ebede kadar sonsuz olarak devam etmesi lazım gelir. Böyle olsaydı, hiçbir şey var olamazdı. Zaten bir başlangıcı olmayan ve hepsi birbirinden meydana gelen varlıklar, yokluk demektir.
.
Aklı olan, ahireti inkâr edemez
5 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Sual: Yapılan iyilik ve kötülüklerin tam karşılığı, dünyada görülemiyor. Bu sebeple, bunları düşünen akıllı bir kimsenin, ahireti inkâr etmesi mümkün müdür? Cevap: Ahirete inanmak, Allahü teâlâya inanmak gibi çok mühimdir. Ahiret olmazsa, dünyada mükâfatlandırılmayan iyilikler ve cezası çekilmeyen fenalıklar, haksızlıklar, karşılıklarını göremeyecektir. Bu hâl, en ince sanatları, en ince düzenleri bulunan, bu gördüğümüz âlem için çok büyük bir kusur olur. En küçük bir hükûmetin, hatta herhangi bir topluluğun bir adalet mahkemesi bulunuyor da, kâinat dediğimiz şu muazzam âlemin bir mahkeme-i adaleti bulunmaz mı? İnsanların hakkını vermek için ahirete ihtiyaç o kadar mühimdir ki, Avrupa’nın fikir adamları fen yolu ile Allahü teâlânın varlığını anlayamadıkları hâlde, ahlak ve adalet üzerinde düşünerek, bu varlığı söz birliği ile kabul etmektedirler. Ahlak üzerinde düşünerek, Allahü teâlânın varlığını anlamak demek, daima aldanabilen ve manevi mesuliyetleri kontrol edemeyen, herkesteki kuvveti başka olan vicdanın, ahlakı korumaya kadir olamaması ve dünyada her şey çok düzgün, çok güzel yaratılmış iken, faziletlerin değerlendirilmemesi ve nice kötülüklerin yayılmış ve muhterem olması görüldüğünden, bu yolsuzlukların ahirette ödenmesine ihtiyaç bulunması demektir.
*** Sual: Müslüman olduğu hâlde, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymayan kimsenin duası kabul olur mu ve böyle kimseler Cehenneme gider mi? Cevap: Hangi fırkadan olursa olsun, nefsine uyan ve kalbi bozuk olan Cehenneme gidecektir. Her mümin, nefsini tezkiye için, nefsin yaratılışındaki küfrü ve günahları temizlemek için, her zaman çokça "Lâ ilâhe illallah" ve kalbini tasfiye, nefisten, şeytandan, kötü arkadaşlardan ve zararlı bozuk kitaplardan gelmiş olan küfürden ve günahlardan kurtulmak için "Estağfirullah" okumalıdır. İslâmiyete uyanın duası muhakkak kabul olur. Namaz kılmayanın, harama bakanın ve haram yiyip içenin İslâmiyete uymadığı anlaşılır. Bunların duası kabul olmaz.
*** Sual: Bir kimse, tek başına çokça namaz kılsa, cemaatle kılınan namazın sevabını alamaz mı?
Cevap: Bir kimse, cemaatle iki rekat namaz kılsa, yalnız olarak da yirmiyedi rekat namaz kılsa, yine cemaatle kıldığı iki rekatın sevabı diğerinden fazla olur.
.
Namaz bitince yapılanlar
6 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Hadîs-i şerifte buyuruldu ki: "Beş vakit farz namazdan sonra yapılan dua kabul olur."
Sual: Namazı bitirince mesela öğle namazının son sünnetini de kıldıktan sonra, neler okunur, bu okunanların bir sırası var mıdır, nelere dikkat edilmelidir?
Cevap: Bu konuda Miftâh-ul Cennet kitabında namazın adâbı anlatılırken buyuruluyor ki:
“1-Yalnız kılmış olan veya imamla kılan kimse, selamdan sonra, Allahümme entesselâmü ve minkes-selâmü tebârekte yâ zel-celâli vel-ikrâm demek. Bundan sonra, üç kerre Estagfirul-lahel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ hüv elhayyelkayyûme ve etûbü ileyh demek. Buna İstiğfar duası denir.
2-Bundan sonra, Âyetel-kürsî okumak.
3-Otuzüç kere Sübhânallah demek.
4-Otuzüç kere Elhamdülillah demek.
5-Otuzüç kere Allahü ekber demek.
6-Bir kere Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîkeleh lehül mülkü ve lehülhamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr demek.
7-Kolları ileri uzatıp, ellerini duanın kıblesi olan Arş'a açıp, dua etmek.
8-Dua sonunda âmin demek.
9-Duanın sonunda elini yüzüne sığamak, sürmek.
10-Sonra, her birinde Besmele çekerek, onbir İhlâs-ı şerîf okumak. Sonra birer Kul'e'ûzü okumak ve 67 Estağfirullah diyerek yetmişe tamamlamak, on kerre, Sübhânallah ve bi-hamdihi sübhânallahil'azîm demek. Sonra Sübhâne Rabbike.. âyetini okumaktır. Bunlar, Merâkıl-felâh kitabında da yazılıdır. Hadîs-i şerifte;
(Beş vakit farz namazdan sonra yapılan dua kabul olur) buyuruldu. Fakat dua, uyanık kalp ile ve sessiz yapılmalıdır.”
***
Sual: Duayı, yalnız namazlardan sonra toplu olarak mı yapmalıdır veya her zaman yalnız olarak da dua edilebilirse nelere dikkat edilmelidir?
Cevap: Duayı yalnız namazlardan sonra veya belli zamanlarda yapmak ve belli şeyleri ezberleyip okumak, şiir okur gibi dua etmek mekruhtur. Dua bitince, elleri yüze sürmek sünnettir. Resulullah efendimiz, tavaf yaparken, yemek yedikten sonra ve yatarken de dua ederdi. Bu dualarında kolları ileri uzatmaz ve ellerini yüzüne sürmezdi. Duanın ve her zikrin sessiz olması efdaldir. Duaları ve istiğfarı, abdestli okumak müstehabtır. Bazılarının yaptıkları gibi, raksetmek, dönmek, el çırpmak, def, dümbelek, ney, saz çalmak söz birliği ile haramdır. Cemaatin imam ile birlikte, sessizce dua etmeleri efdaldir. Ayrı ayrı dua yapmaları ve dua etmeden kalkıp gitmeleri de caizdir.
.
Adalet üçe ayrılır
7 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Allahü teâlânın ihsan ettiği nimetlere şükretmek lazımdır. Adalet için sahibinin hakkını gözetmek icabeder.
Sual: Adalet, sadece insanların kendi aralarındaki görüşmelerde, alışverişlerinde, birbiriyle olan muamelelerinde mi olur?
Cevap: Ahlâk-ı alâî kitabında, bu konuda deniyor ki:
“Adalet üçe ayrılır:
Birincisi, Allahü teâlâya kulluk etmektir. Allahü teâlânın merhameti, nimetleri, ihsanları, her mahluka yayılmıştır. Nimetlerinin en büyüğü, kullarına saadet yolunu göstermesidir. Hakları yok iken, hepsini en güzel şekilde yaratmıştır. Ebedi, sayısız nimetler, iyilikler vermiştir. Böyle bir sahibe, yaratana ibadet etmek, Onun ihsan ettiği nimetlere şükretmek elbette lazımdır. Adalet için sahibinin hakkını gözetmek icabeder. Her insanın yaratanına karşı borçlu olduğu bu kulluk hakkını eda etmesi, yerine getirmesi vacibdir.
Adaletin ikinci kısmı, insanların hakkını eda etmek, yerine getirmektir. Devlete, amirlere, kanunlara karşı gelmemek, âlimlere hürmet etmek, emanetlere vefalı olmak, alışveriş haklarını eda etmek ve vaatlerini ifa etmek, yerine getirmek lazımdır.
Üçüncüsü, geçmişlerin haklarını eda etmek, yerine getirmektir. Bu da, onların borçlarını ödemek, vasiyetlerini ifa etmek, vakıflarını muhafaza etmek, korumak ve bıraktığı hayrat ve hasenatı devam ettirmekle olur.”
***
Sual: Cemaatle namazı kıldıktan ve selam verdikten sonra, imam ve cemaat ne yapar, nasıl hareket etmesi gerekir?
Cevap: Hindiyyede bu konuda deniyor ki:
“Son sünneti olan namazlarda, selam verince imamın oturması mekruhtur. Sağa, sola veya biraz geriye çekilip hemen son sünneti kılması lazımdır. Yahut, hemen gidip evinde kılar. Cemaat ve yalnız kılan, oturduğu yerde kalıp dualarını okuyabilir. Yahut oturduğu yerde, sağda, solda veya geriye çekilerek son sünneti kılması da caizdir. Son sünneti olmayan namazlarda, imamın, oturduğu yerde kıbleye karşı kalması mekruhtur, bidattir. Kalkıp gitmesi veya cemaate dönmesi yahut sağa, sola dönüp oturması lazımdır.”
***
Sual: Bir kimse, gökte Allah benim şahidimdir dese, bu kimsenin imanına bir zarar gelir mi, dinden çıkar mı?
Cevap: Bir kimse, "Allahü teâlâ, gökte benim şahidimdir" dese, imanı gider, kâfir olur. Zira Allahü teâlâya, mekân, yer isnat etmiş olur. Çünkü Allahü teâlâ, mekândan, herhangi bir yerde olmaktan beridir, uzaktır. "Allah baba" diyenin de imanı gider, kâfir olur.
.
İmamın hareketlerine uyulur
8 Kasım 2017 02:00
A -
A +
İmamı göremeyen, görenlerin hareketlerine uyarsa, imamın hareketlerine uymuş olur.
Sual: Cami büyük ve kalabalık olduğunda ve imamın sesi de arkadaki cemaat tarafından duyulmadığında, arkadaki cemaat nasıl hareket etmeli, nereye uymalıdır?
Cevap: Cami büyük ve kalabalık olduğunda ve imamın sesi de arkadaki cemaat tarafından duyulmadığında, imamın hareketlerine uymak lazımdır. Sesine uymak şart değildir. İmamı göremeyen, imamı görenlerin hareketlerine uyarsa, imamın hareketlerine uymuş olur. İmamın tekbirleri ve imamı görenlerin hareketleri, imamın hareketlerini gösterdikleri için, bunlara uymak caiz olmaktadır. İmamı görmeyenlerin, imamın hareketlerini görebilmeleri için, caminin muhtelif yerlerine televizyon koymaya ihtiyaç yoktur. İmamın sesini duymayanların da, imamı görenlerin hareketlerine ve müezzinlerin seslerine uymaları lazımdır. Bu kolaylıklar varken, camilere televizyon ve hoparlör koymak, İslâmiyetin bildirdiğini beğenmeyip, kendi aklına göre ibadet yapmak olur. Bu ise bir Müslümanın yapacağı şey değildir. Minarelere hoparlör koymak da böyledir.
***
Sual: İmam, farzı kıldırdığı yerde, o vaktin son sünnetini kılamaz mı?
Cevap: İmamın, son sünneti, farzı kıldığı yerde kılması mekruhtur. Biraz sağda veya solda kılar. Namazdan sonra, kıbleye karşı oturması da mekruhtur. İlk safta imama karşı namaz kılan yoksa, cemaate karşı dönüp oturmalıdır. Namaz kılan varsa sağa veya sola dönmelidir. Cemaat için ve yalnız kılan için, bunlar mekruh değildir. Son sünneti başka yerde, hatta evlerinde kılmaları daha iyi olduğu İmdâdda yazılıdır. Farz namazları kılınca, safları bozmak müstehabdır.
***
Sual: Cemaatle namaz kılarken, imamın yapmadığı veya okumadığı şeyleri, cemaat de yapmaz, okumaz mı?
Cevap: Mevkûfâtda bu konuda deniyor ki:
“Beş şeyi imam yapmazsa, cemaat de yapmaz: 1- İmam kunut okumazsa, cemaat de okumaz. 2- İmam bayram namazlarındaki tekbirleri okumazsa, cemaat de okumaz. 3- Dört rekatli namazın, ikinci rekatinde oturmazsa, cemaat de oturmaz. 4- İmam secde âyeti okuyup, secde etmezse, cemaat de etmez. 5- İmam secde-i sehiv yapmazsa, cemaat de yapmaz.”
***
Sual: Ramazan ayında olduğu gibi, vitir namazı diğer zamanlarda da cemaatle kılınabilir mi?
Cevap: Vitir namazı, yalnız Ramazan ayında cemaat ile kılınır. Başka zamanlarda yalnız kılınır.
.
Allahü teâlâya karşı şükür borcu
9 Kasım 2017 02:00
A -
A +
İslâm âlimlerinden bazısı şükrü, "Allahü teâlânın varlığını düşünmek" diye tarif etmişlerdir.
Sual: Şükür nedir ve insan, Allahü teâlâya karşı lazım olan şükür borcunu nasıl ve ne şekilde yapmalıdır?
Cevap: Allahü teâlâya şükretmek, Onun dinini kabul etmek ve İslâmiyetin ahkamını, bildirdiği hükümleri yapmak, yerine getirmek demektir. Hamd, bütün nimetleri Allahü teâlânın yaratıp gönderdiğine inanmak ve söylemek demektir. Şükür; bütün nimetleri İslâmiyete uygun olarak kullanmaktır. İslâm âlimlerinden bazısı şükrü, Allahü teâlânın varlığını düşünmek; bazısı nimetlerin Ondan geldiğini anlamalı ve dil ile hamd ve sena etmeli; bazısı, Onun emirlerini yapmak, haramlarından sakınmak; bir kısmı da, insan önce kendini temizlemeli, böylece, Allahü teâlâya yaklaşmalı ve bazısı da, insanları irşad etmeli, doğru, salih olmalarına çalışmalı diye tarif etmişlerdir.
Sonra gelen İslâm alimleri de buyuruyor ki:
“İnsanın Allahü teâlâya karşı vazifesi üçe ayrılır:
Birincisi, bedeni ile yapacağı işlerdir ki, namaz, oruç gibi.
İkincisi, ruhu ile yapacağı vazifedir ki, doğru itikat etmek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi iman etmek, inanmak.
Üçüncüsü, insanlara adalet yapmakla, Allahü teâlâya yaklaşmaktır. Bu da, emaneti muhafaza, insanlara nasihat etmek, evvela İslâmiyeti öğretmekle olur.”
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ibadet üçe ayrılır: Doğru itikat, doğru söz ve doğru iş. Bunlardan son ikisinde, açık olarak emredilmemiş olanlar, zamana ve şartlara göre değişir. Allahü teâlâ, Peygamberleri vasıtası ile değiştirir. İbadetleri, insanlar değiştiremez. Peygamberler ve bu Peygamberlerin vârisleri olan, Ehl-i sünnet mezhebinin âlimleri, ibadetlerin çeşitlerini ve nasıl yapılacaklarını ayrı ayrı bildirmişlerdir. Herkesin bunları öğrenmesi ve ona göre hareket etmesi lazımdır. Kısacası, doğru itikat, doğru söz ve amel-i salih, birinci vazifedir. Bütün İslâm âlimleri ve tasavvuf büyükleri buyurdular ki:
“İnsana vacib olan birinci vazife, iman, amel ve ihlas sahibi olmaktır. Dünya ve ahiret saadetleri, ancak bu üçüne kavuşmakla elde edilir. Amel, kalp ile ve dil ile, yani söz ile ve beden ile yapılacak işler demektir. Kalbin işleri, ahlaktır. İhlas, amelini yani bütün işlerini, ibadetlerini, yalnız Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için yapmak demektir.”
.
İmam yapmazsa, cemaat yapar
10 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Namazda dört şeyi imam yaparsa, cemaat yapmaz. On şeyi de imam yapmazsa, cemaat yapar.
Sual: Cemaatle namaz kılarken, namazda imamın yapmadıklarını cemaatin yaptığı veya imamın yapıp cemaatin yapmadığı yerler var mıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Mevkûfâtda deniyor ki:
Dört şeyi imam yaparsa, cemaat yapmaz: 1-İmam ikiden çok secde yaparsa, cemaat yapmaz. 2-İmam bayram tekbirini, bir rekatte üçten çok söylerse, cemaat söylemez. 3-İmam cenaze namazında, dörtten çok tekbir söylerse, cemaat söylemez. 4-İmam, dört rekatlik bir namazda beşinci rekate kalkarsa, cemaat kalkmaz. Beraber selam verirler.
On şeyi imam yapmazsa, cemaat yapar. Bunlar: 1-İftitah tekbirinde el kaldırmak. 2-Sübhaneke okumak. İki imam, cemaat de okumaz dedi. 3-Rüküya eğilirken tekbir getirmek. 4-Rüküda tesbih okumak. 5-Secdelere yatıp kalkarken tekbir söylemek. 6-Secdelerde tesbih okumak. 7-İmam semiallahü demezse, cemaat rabbenalekelhamd der. 8-Ettehıyyatüyü sonuna kadar okumak. 9-Namaz sonunda selam vermek. 10-Kurban bayramında, yirmiüç farzdan sonra, selam verir vermez, tekbir okumaktır.”
***
Sual: Allahü teâlânın zatına ait, sadece Ona mahsus olan sıfatları var mıdır, varsa nelerdir?
Cevap: Allahü teâlânın Sıfât-ı zâtiyyesi, zâti sıfatları altıdır. Bunlar: Vücud, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhâlefet-ün lil-havâdis ve Kıyâm-ü bi-nefsihîdir. Vücûd, kendiliğinden var olmak demektir. Kıdem, varlığının öncesi, başlangıcı olmamaktır. Bekâ, varlığı sonsuz olmaktır, hiç yok olmamaktır. Vahdâniyyet, hiçbir bakımdan şeriki, ortağı, nazîri, benzeri olmamaktır. Muhâlefet-ün lil-havâdis, hiçbir şeyinde, hiçbir mahluka, hiçbir bakımdan benzemez demektir. Kıyâm-ü bi-nefsihî, varlığı kendindendir, hep var olması için, hiçbir şeye muhtaç değildir, demektir.
Bu altı sıfatın hiçbiri, yaratılanların hiçbirinde yoktur. Bunların, mahluklara hiçbir surette bağlantıları da yoktur. Bazı âlimler, Vahdâniyyet ve Muhâlefet-ün lil-havâdisin aynı olduklarını söyleyerek, sıfât-ı zâtiyye beştir demişlerdir.
***
Sual: Hadîs ile hadîs-i kudsi aynı mıdır, eğer farklı ise aralarında ne gibi bir fark vardır?
Cevap: Muhammed aleyhisselamın, manası da, telaffuzu da kendisine ait olan sözlerine Hadîs-i şerif denir. Bunlardan, manası Allahü teâlâ tarafından, kelimeleri Muhammed aleyhisselam tarafından olan hadîs-i şeriflere Hadîs-i kudsî denir.
.
Secde, sert yere yapılır
11 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Secde yeri sert olmalıdır. Pirinç, darı gibi şeyler üzerine secde sahih olmaz.
Sual: Namaz kılarken, secdeye gidildiğinde, dizlerin veya ellerin yere konulmasında bir sıra, bir öncelik var mıdır ve secde yumuşak bir şey üzerine yapılabilir mi?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde deniyor ki:
“Secde yaparken, önce iki diz, sonra iki el, sonra burun ve sonra alın yere konur. Baş parmakları, kulakları hizasında olur. Şafiide, eller omuz hizasına konur. Ayakların, en az birer parmağını yere koymak farzdır. Yerin sertçe olup, başın içine girmemesi lazımdır. Yere serili halı, hasır, buğday ve arpa böyledir. Yerde duran masa, kanepe, araba da, yer demektir. Hayvan üzeri ve hayvan üstünde bulunan semer ve benzerleri, yer sayılmaz. Salıncak ve ağaçlara, direklere bağlanarak havada gerilmiş duran bez, halı, hasır yer sayılmaz. Pirinç, darı, keten tohumu gibi kaygan şeyler üzerine secde sahih olmaz. Çuval içinde iseler sahih olur. Secde yeri, dizlerini koyduğu yerden yarım zırâ, yani oniki parmak eni ki yirmibeş santimetre yüksek olunca namaz sahih olur ise de, mekruhtur. Secdede dirsekler bedenden, karnı da uyluklardan açık tutulur. Ayak parmaklarının uçları kıbleye karşı tutulur. Rükuya eğilirken topuk kemiklerini birbirine yapıştırmak sünnet olduğu gibi, secdede dahi bitişik tutulur.”
***
Sual: Kadınlar, namazda tekbiri, ellerini bağlamayı ve secdeleri aynen erkekler gibi mi yaparlar?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde deniyor ki:
“Kadınlar, namaza dururken, ellerini omuzlarına kadar kaldırır. Ellerini kol ağzından dışarı çıkarmaz. Sağ avucu sol üzerinde olarak göğüs üstüne kor. Rükuda az eğilir. Belini başı ile düz tutmaz. Rükuda ve secdede parmaklarını açmaz, birbirlerine yapıştırır. Ellerini dizleri üzerine kor. Dizlerini büker, dizlerini tutmaz. Secdede kollarını, karnına yakın olarak yere serer. Karnını uyluklarına yapıştırır. Teşehhüdde, ayaklarını sağa çıkararak yere oturur. El parmaklarının ucu dizlerine uzanır. Erkekler de dizi kavramaz. Parmakları birbirlerine yapışık olur.”
***
Sual: Kadınların kendi aralarında cemaat yaparak namaz kılmalarında dinen bir mahzur var mıdır?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde deniyor ki:
“Kadınların kendi aralarında veya erkeklerin cemaati arasında imam ile kılmaları mekruhtur. Cuma ve bayram namazı kılması farz değildir.”
.
Gusülsüz camiye girmek, namaz kılmak
12 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Cünüp olan erkeğin ve kadının farz veya nafile namaz kılması helal değildir.
Sual: Bir kimse, gusül gerektiren bir durumdan sonra, gusül abdesti almadan Kur’ân-ı kerim okuyabilir, namaz kılabilir ve camiye girebilir mi?
Cevap: Bu konuda El-fıkh-ü alel-mezâhib-il-erbe’ada deniyor ki:
“Cünüp olan erkeğin ve kadının, gusül abdesti almadan evvel, abdestsiz yapılması caiz olmayan, amellerden birini yapması, dört mezhepte de haramdır. Mesela, cünüp iken, farz veya nafile namaz kılması helal değildir. Su bulamaz ise veya hastalık gibi bir sebeple, suyu kullanamazsa, teyemmüm etmesi lazım olur. Cünüp iken, farz veya nafile oruç tutması sahih olur. Kur’ân-ı kerimi tutması ve okuması haramdır. Kur’ân-ı kerimi abdestsiz tutmak da helal değildir. Mescide girmesi de haramdır. Düşmandan korunmak için veya bir hüküm çıkarmak için, bir iki kısa âyet okuması, mescidden kova, ip, su almak için veya başka yol bulamadığı için, girip hemen çıkması caiz olur. Dua niyeti ile bir kısa âyet, mesela Besmele okuyabilir. Mescide girmeden teyemmüm eder.”
***
Sual: İman edenlere dertler, belalar, hastalıklar geliyor ve sıkıntı çekiyorlar, bunun bir sebebi bir hikmeti var mıdır?
Cevap: Allahü teâlâ, kendisine, gönderdiği Peygamberlerine iman edenlere, sevdiklerine, günahlarını affetmek için veya Cennette vereceği nimetlerini, ihsanlarını, derecelerini arttırmak için, dertler, hastalıklar veriyor. Bunların ibadetleri zahmetli, sıkıntılı oluyor. Bütün bunlara karşılık olarak da, dünya işlerinde, rahatlık, kolaylık ve rızıklarına bereket veriyor. İnkâr eden, iman etmeyen, ibadet yapmayanlara ise, bu rahatlığı, bu bereketi vermiyor. Bunlar, zahmet çekerek, hile ve hıyanet yaparak, çok kazanıp, zevk ve safa içinde yaşarlar ise de, bu zevkleri uzun sürmez. Az zaman sonra, hastanelerde, hapishanelerde sürünürler. Ahiretteki azapları da, çok şiddetli olur.
***
Sual: “Allah gökte bize bakıyor, benim şahidimdir” veya “Allah baba” demenin imana bir zararı olur mu?
Cevap: “Allahü teâlâ, gökte benim şahidimdir” dese, imanı gider, kâfir olur. Zira Allahü teâlâya, mekân, belli bir yer isnat etmiş olur. Halbuki Allahü teâlâ, mekândan beridir, uzaktır. “Allah baba” diyenin de imanı gider, kâfir olur. Mahluklar yani yaratılmışlar için kullanılan baba, anne, mimar gibi kelimeler, Allahü teâlâ için kullanılmaz.
.
İbadetlerin sahih ve kabul olması
13 Kasım 2017 02:00
A -
A +
İbadetlerin sahih olmaları için, kendilerine mahsus şartları, farzları vardır.
Sual: Yapılan herhangi bir ibadetin sahih olması ile kabul olması birbirinden farklı mıdır?
Cevap: Bir amelin, ibadetin sahih olması başkadır, kabul olması başkadır. İbadetlerin sahih olmaları için, kendilerine mahsus şartları, farzları vardır. Bunlardan biri noksan olursa, o ibadet sahih olmaz. O ibadet yapılmamış olur. Cezasından, azabından kurtulamaz. Sahih olup da, kabul olmayan ibadet için azap yapılmaz ise de, o ibadetin sevabına kavuşamaz. İbadetin kabul olması için, önce sahih olması, bildirilen şartlara uygun yapılması lazımdır. Kul hakkı da bu şartlara dâhildir. Namazın sahih olması için, vaktinde kıldığını iyi bilmek de şarttır. Bütün ibadetlerin kabul olması için, Allahü teâlâ için yapılması ve niyet edilmesi şarttır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri;
“Bir kimse, Peygamberin ameli gibi amel yapsa, fakat üzerinde yarım dank yani çok az bir kul borcu olsa, bunu ödemedikçe Cennete giremez” buyuruyor. Böyle olan kimsenin yaptığı dualar da kabul olmaz.
***
Sual: Namaz kılarken, kaç rekat kıldığını unutan veya şaşıran bir kimse nasıl hareket eder?
Cevap: Herhangi bir namazı kaç rekat kıldığını şaşırıp, namaz içinde düşünmesi, sonraki rüknün veya vacibin, bir rükün zamanı kadar gecikmesine sebep olursa, bu arada, âyet ve tesbih okusa bile, secde-i sehiv lazım olur. Namazın içindeki farzlara rükün denir. Bir âyet okumak, rüku ve iki secde, son rekatte oturmak, birer rükündür. Düşünmek, farzı veya vacibi geciktirince, secde-i sehiv lazım oluyor. Mesela, son rekatte oturunca düşünürse, selam vermesi gecikirse, secde-i sehiv lazım olur. Fazla okuduğu salevat ve dua, sünnet olarak değil, düşünce, dalgınlık sebebi ile olduğu vakit, vacibin gecikmesi suç oluyor. Başka bir namazı kılıp kılmadığını veya dünya işlerinden herhangi birini düşünürse, bir rüknün gecikmesine sebep olsa bile, secde-i sehiv lazım olmaz. Namaz bittikten sonra, kaç rekat kıldığında şüphe ederse, buna vesvese denir. Buna ehemmiyet vermez. Namazdan sonra, bir adil Müslüman, yanlış kıldın derse, tekrar kılması iyi olur. İki adil kimse söylerse, tekrar kılması vacip olur. Adil olmazsa, sözünü dinlemez. İmam doğru, cemaat ise, yanlış kıldık derse, imam kendine güveniyorsa veya bir şahidi olursa, tekrar kılınmaz.
.
Dua; lafzi ve fiilî olarak iki türlüdür
14 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Dua, Allahü teâlâdan bir şey istemek demektir. Dua etmeyen, arzusuna kavuşamaz buyurulmuştur.
Sual: Dua ne demektir ve dua yalnızca dil ile mi yapılır?
Cevap: Dua, Allahü teâlâdan bir şey istemek demektir. Dua etmeyen, arzusuna kavuşamaz buyurulmuştur. Dua; Lafzi ve Fiilî olmak üzere iki türlüdür:
1-Lafzi dua; Allahü teâlâdan lafız, söz ile istemektir. Bu duanın kabul olması için şartlar vardır. Bu şartlar, dua edenin Müslüman olması, ihlas sahibi olması, namazlarına devam etmesi, fasık olmaması, yani haram işlememesi, üzerinde kul hakkı bulunmaması gibi şeylerdir. Bu şartlar bulunmayanların duaları kabul olmuyor. Sıkıntı içinde yaşıyorlar.
2-Fiilî dua; istenilen şeyin sebebine yapışmaktır. Allahü teâlâ, her şeyi, bir sebep ile yaratmaktadır. Allahü teâlâdan bir şey isteyenin, bu şeyin yaratılmasına sebep olan şeyi yapması lazımdır. Mesela, bir yeri ağrıyanın, ağrı kesici bir ilaç kullanması lazımdır. Bu ilacı kullanması, fiilî dua etmek olur. Fiilî duanın kabul olması için, sebebin tesirinin kati olması, iyi bilinmesi lazımdır.
Lafzi dua ile fiilî dua birbirine uygun değilse, fiilî dua kabul olur. Müslümanın, iyi ve caiz olan şeylerin sebeplerini bilip, dua için, bu sebepleri yapması lazımdır. Bu sebepler yapılınca, Allahü teâlâ, istenilen şeyi yaratır. Çünkü, sebepleri yapılan şeyi yaratması, âdetidir. Aç olanın bir şey yemesi, fiilî sebebe yapışmak, fiilî dua etmek olur.
(Dua ediniz, kabul ederim) buyurulması, fiilî dua etmeyi emretmektedir.
***
Sual: Bir ibadetin vacip veya bidat olmasında tereddüt hasıl olursa nasıl hareket etmelidir?
Cevap: Bir şeyin vacip veya bidat olmasında şüphe edilse, bu şeyi yapmak iyi olur. Bidat ile sünnet arasında şüphe olsa, yapmamak lazım olur.
***
Sual: Bir kimsenin, öldüğü odaya, evinin bahçesine gömülmesinde bir mahzur olur mu?
Cevap: Herhangi bir kimseyi öldüğü odayı kazıp, buraya gömmek caiz değildir. Mektep, okul, tekke yanına da gömmeyip, Müslümanların defnedildiği İslâm mezarlığına götürmelidir.
***
Sual: Bir kimsenin, bahçesinin veya arsasının içine istediği derinlikte kuyu, istediği yükseklikte bina yapmasında, dinen bir mahzur var mıdır?
Cevap: Bu konuda Mecellenin 1194. Maddesinde deniliyor ki:
“Bir arsaya sahip olan, üstündeki boşluğa ve toprağın içine de malik olur. İstediği kadar yüksek bina ve derin kuyu yapabilir.
.
İbadet için adam kiralamak!
15 Kasım 2017 02:00
A -
A +
“Hafızlar, para için, mal için okumamalıdır. Hafız da, parayı veren de günaha girer.”
Sual: Namaz gibi ibadetleri, ücret vererek bir başkasına yaptırmanın dinimizde yeri var mıdır?
Cevap: İbadet yapmak için de adam kiralamak ve namaz kılmak için ev kiralamak, Hanefi ve Hanbeli mezheplerinde sahih değildir. Mesela, ücret ile ezan okutmak, hacca göndermek, imam tutmak, Kur’ân-ı kerim öğretmek, din dersi öğretmek caiz değildir. Şafii ve Maliki mezheplerinde, kabir başında ve sahibinin yanında ücret ile Kur’ân-ı kerim okutmak caizdir. Fakat, bu mezheplerde, beden ile yapılan ibadetlerin sevapları, başkalarının ruhuna gönderilemez. Sonradan gelen din âlimleri, Kur’ân-ı kerim ve din dersi öğretmek ve ezan, imamlık için para ile adam tutmak caiz olur dedi. Bunlara, sözleşilen ücretin verilmesi lazım olur. İbni Âbidîn bu satırları açıklarken buyuruyor ki:
“Aslında, ücret ile ibadet yaptırmak caiz değildir. Çünkü, hadis-i şerifte; (Kur’ân-ı kerim okuyunuz. Fakat, bunu geçim vasıtası yapmayınız!) buyuruldu. Bir hadis-i şerifte; (Ezan okuyun. Ezan için ücret almayın!) buyuruldu. Son zamanlarda, dinde gevşeklik olduğundan, Kur’ân-ı kerimin ve din bilgilerinin unutulmaması ve imamlığın, müezzinliğin yapılabilmesi için ücret ile yaptırılması zaruret hâline gelmiştir. Fakat bu fetva, bütün ibadetlerin ücret ile yapılabileceğini göstermez. Yalnız saydıklarımız zaruret olup, mezhebin aslından dışarıda bırakılmaktadır. Hafızlara ücret ile Kur’ân-ı kerim okutmak zaruret olmadığı için, muhakkak caiz değildir.” Tâc-üş-şerî’a, Hidâye şerhinde deniyor ki:
“Ücret ile okunan Kur’ân-ı kerimden, ne ölüye, ne de okuyana sevap hasıl olmaz.” Aynî, Hidâye şerhinde diyor ki:
“Hafızlar, para için, mal için okumamalıdır. Hafız da, parayı veren de günaha girer.”
***
Sual: Ramazan ayında, yatsı vaktinde camiye giden kimse, cemaatin yatsının farzını mı yoksa teravihi mi kıldığını bilemese, ne yapar?
Cevap: Cemaate, namaz arasında yetişen kimse, yatsının farzı mı, teravih namazı mı olduğunu anlayamasa, farza niyet ederek imama uyar. Teravih namazı kılınıyorsa, bunun namazı, farzdan önce olduğu için nafile olur. Çünkü farzdan önce teravih namazı kılınmaz. Hemen farzı yalnız kılıp, teravihin bir kısmını cemaat ile kılar. Noksan kalan rekatlerini, sonra yalnız kılar. Bundan sonra, vitir namazını kılar.
.
İbadetleri, farklı mezheplere göre yapmak
16 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Bir ibadeti yaparken, haraç, sıkıntı yok iken, iki mezhebi karıştırmak Telfîk olur.
Sual: Bir kimse, ibadetlerden bazısını bir mezhebe göre, başka işleri diğer bir mezhebe, daha başkalarını üçüncü bir mezhebe ve başka işleri de, dördüncü mezhebe uyarak yapsa, böylece dört mezhebe de uymuş olur mu?
Cevap: Böyle yapmak, dini oyuncak yapmak olur. Helal ve haram ortadan kalkar. Bu ise, memnudur, haramdır. Müslimdeki hadis-i şerifte;
(Münafık, iki koç arasında dolaşan koyun gibidir. Bir ona gider. Bir ötekine gider) buyuruldu. Buharideki hadis-i şerifte de;
(İnsanların kötüsü, ikiyüzlü olanlardır. Bazılarına bir yüz ile, başkalarına, başka yüz ile görünür) buyuruldu. Bunlar, Tevbe sûresinin 38. âyetinde bildirilen kimselerdir. Bu âyet-i kerimede mealen;
(Nesî, küfürde ziyade olmaktır. Kâfirler bununla aldatılır. Bir ayı helal sayarlar. Başka sene ise, bu ayı haram sayarlar) buyuruldu. Yani bir şeye, bir yıl helal derler. Başka zamanda haram derler. Hadîkada, Hüsn-üt-tenebbüh fit-teşebbüh kitabından alarak deniyor ki:
“Bir kimsenin nefsi, kolaylıkları yapmak istemezse, bunun azimetleri bırakıp, ruhsatla amel etmesi efdal olur. Fakat ruhsatla amel etmek, ruhsatları araştırmaya yol açmamalıdır. Çünkü nefse, şeytana uyarak, mezheplerin kolay yerlerini araştırıp toplamak, yani Telfîk etmek haramdır.
Bir ibadeti yaparken, haraç, sıkıntı yok iken, iki mezhebi karıştırmak Telfîk olur. Müleffikın ibadeti sahih olmaz, bâtıl olur.”
***
Sual: Bir kimse, namazda iken, abdestim var mı, elbiseme necaset bulaşmış mı diye şüphe ederse, nasıl hareket etmelidir?
Cevap: İftitah tekbirini söyledim mi, abdestim var mı, elbisem temiz mi, başımı mesh ettim mi diye şüphe eden bir kimse, ilk olarak şüphe etmiş ise, namazını bozup tekrar kılar. Abdest almaz, elbisesini yıkamaz. Eğer her zaman böyle şüphe ediyorsa, namazını bozmaz, tamamlar.
***
Sual: Evli bir kadın, çocuklarının dinini öğrenmesine mâni olursa, bu kadının kocası, çocukların babası, sorumluluktan kurtulur mu?
Cevap: Ananın, babanın, din bilgilerini öğretmek, Kur’ân-ı kerimi okutmak ve terbiye etmek için çocuklarını zorlaması lazımdır. Kadın çocuğunun okumasına, ahlakına ehemmiyet vermezse, kötü yetiştirirse, erkeğin; “Ben razı değilim, günahı senin olsun!” demesi, kendisini kurtarmaz. Kötülüğe mâni olması lazımdır.
.
Tilavet secdesi yapmak için
17 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Tilavet secdesi yapmak için abdestli olmak ve önce niyet etmek lazımdır, niyetsiz kabul olmaz.
Sual: Bir kimse secde âyetlerini okuduktan sonra veya namazda imam secde âyeti bulunan sureleri okumuşsa, tilavet secdesini nasıl ve ne şekilde yapar?
Cevap: Tilavet secdesi yapmak için, abdestli olarak, kıbleye karşı ayakta durup, elleri kulaklara kaldırmadan Allahü ekber diyerek secdeye yatılır. Üç kere Sübhâne rabbiyel-a'lâ denir. Sonra Allahü ekber deyip ayağa kalkınca, secde-i tilavet tamam olur. Önce niyet etmek lazımdır, niyetsiz kabul olmaz. Namazda secde âyetini okuyunca, hemen ayrıca rüku veya bir secde yapıp ayağa kalkar, okumasına devam eder. Secde âyetini okuduktan iki üç âyet sonra namazın rüküuna eğilirse ve tilavet secdesine niyet ederse, namazın rüku veya secdeleri, tilavet secdesi yerine geçer. Cemaat ile kılan ise, imam secde âyeti okuyunca, imamın okuduğunu işitmese de, imamla birlikte, ayrıca bir rüku ve iki secde yapar. Cemaatin rükuda niyet etmesi lazımdır. Namaz dışında, sonraya da bırakılabilir.
***
Sual: Abdestsiz veya gusülsüz bir kimse, secde âyetinin okunduğunu işitirse ne yapması gerekir?
Cevap: Cünüp, abdestsiz ve sarhoş olanın da, secde âyetini işitmişlerse, gusül, abdest alıp temizlendikten sonra secde yapmaları lazımdır. Hayızlı kadın işitince, secde etmesi vacip olmaz.
***
Sual: Hafızlığa çalışan bir kimse, aynı secde âyetini, bir oturuşta ezberlemek için defalarca okuyor. Her okuduğunda tilavet secdesi yapması gerekir mi?
Cevap: Bir oturumda bir secde âyetini birkaç defa okuyan ve işiten, hepsi için bir secde eder. Muhammed aleyhisselamın ismini söyleyince veya işitince, salevat okumak da böyledir.
***
Sual: Bir mecliste, ayrı ayrı secde âyetleri okunursa, bir defa tilavet secdesi yapılması kâfi gelir mi?
Cevap: Bir mecliste iki secde âyeti okunursa, ayrı ayrı iki secde yapmak lazım olur.
***
Sual: Camide tek başına namaz kılan kimse, caminin içinde sesli olarak secde âyetini okuyan kimseyi duysa ne yapar?
Cevap: Namaz kılarken, dışarıdan secde âyetini işiten, namazdan sonra secde eder. Namaz kılması haram olan üç vakitte secde-i tilavet yapmak caiz değildir.
***
Sual: Din bilgileriyle ve İslâm âlimleriyle alay etmek, imana zarar verir mi?
Cevap: İslam bilgilerine inanmamak, bunları ve din âlimlerini aşağılamak, kötülemek de, küfr-i cühûdî olur ki imanı giderir.
.
Farz ile vacip arasındaki fark
18 Kasım 2017 02:00
A -
A +
“İnanması, yapması farz olan emirlere Farz denir. Farz olduğuna inanmayan, kâfir olur."
Sual: Farz ve vacip arasında ne gibi bir fark vardır?
Cevap: Bu konuda Redd-ül-muhtârda vitir namazı anlatılırken deniyor ki:
“İnanması, yapması farz olan emirlere Farz denir. Farz olduğuna inanmayan, kâfir olur. Yapmayan, tevbe etmezse, Cehennem azabı çeker. İnanması farz olmayıp, vacip olan, yapması farz olan emirlere Vacip denir. Vacib olduğuna inanmayan kâfir olmaz. Vacibi yapmayan da, tevbe etmezse, Cehennemde azap çeker. Vacibin, ibadet ve yapılması lazım olduğuna inanmayan kâfir olur. Çünkü, vacip olduğu, söz birliği ile, zaruri olarak bildirilmiştir. Kur’ân-ı kerimde kati delil yani açıkça bildirilmiş ve söz birliği ile anlaşılmış emirlere farz denir. Kur’ân-ı kerimde şüpheli delil yani açık olmayarak bildirilmiş veya bir sahabinin bildirmesi ile anlaşılmış olan emirlere vacip denir.”
***
Sual: Nimet geldiği zaman yapılan şükür secdesi de, secde âyeti okununca yapılan tilavet secdesi gibi mi yapılır?
Cevap: Şükür secdesi de, tilavet secdesi gibidir. Kendisine bir nimet gelen veya bir dertten kurtulan kimsenin, Allahü teâlâ için secde-i şükür yapması müstehabdır. Secdede önce, Elhamdülillah der. Sonra, secde tesbihini okur. Namazdan sonra şükür secdesi yapmak mekruhtur. Mekruh olduğu Mektûbât-ı Ma'sûmiyye kitabında yazılıdır. Cahillerin sünnet veya vacip sanacağı mubahları yapmak da, tahrimen mekruhtur. Bidat hasıl olmasına sebep olur.
***
Sual: Secde âyetlerini okuyarak dua edince, sıkıntı ve dertlerden kurtulduğu söyleniyor, doğru mudur bu?
Cevap: Bu hususta Dürr-ül-muhtâr ve Nûr-ül-îzâhda secde-i tilâvet sonunda deniyor ki:
“İmâm-ı Nesefî, Kâfî kitabında; bir kimse hüzünden, sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak, ondört secde âyetini ezberden, ayakta okuyup, her birinden sonra, hemen yatıp secde ederse, Allahü teâlâ, o kimseyi o dert ve beladan korur buyuruyor.”
Son secdeden kalkınca, ayakta ellerini ileri uzatır, kendinin veya bütün Müslümanların dünya ve dinlerine gelen beladan, sıkıntıdan kurtulmaları, korunmaları için dua eder.
***
Sual: Bir kimsenin camide kendisi için özel yer ayırması caiz midir?
Cevap: Camide kendine muayyen yer ayırmak mekruhtur. Fakat, dışarı çıkarken, kimse oturmasın diye, yerine ceketini bırakırsa, gelince oraya oturabilir.
.
İmama uymanın doğru olması için
19 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Fıkıh kitaplarında, imama uymanın doğru ve sahih olması için, on şart bildirilmektedir...
Sual: Cemaatle namaz kılarken, imama uymanın da belli şartları, esasları, kuralları var mıdır, varsa nelerdir?
Cevap: Fıkıh kitaplarında imama uymanın doğru ve sahih olması için, şu on şart bildirilmektedir:
1-Namaza dururken, tekbiri söylemeden önce, hem hangi vaktin farzı kılınacaksa o namaza, hem de imama uymaya niyet etmektir. İmamın kim olduğunu niyet etmek lazım değildir.
2-İmamın, kadınlara imam olmaya niyet etmesi lazımdır. İmamın erkeklere imam olmaya niyet etmesi lazım değildir. Fakat niyet ederse, kendisi cemaatin sevabına da kavuşur.
4-İmam ile cemaat, aynı farz namazı kılmak. Farzı kılmış olan kimse, tekrar imama uyunca, imam ile kıldığı nafile olur.
5-İmam ile cemaat arasında, kadın safı bulunmamak. Kadınlar bir saftan az olup arada perde varsa veya alçakta, yüksekte iseler caiz olur.
6-İmamın kendisini görse, yahut sesini işitse, aradaki duvar mâni olmaz. Arada kayık geçecek nehir ve araba geçecek yol mâni olur. Yolda veya nehirdeki köprüde iki saf imama uyunca, arkadakilerin de namazı sahih olur.
7-İmama uymanın sahih olması için, imamın veya müezzinin sesini işitmek yahut bunları görmek veya cemaatin hareketlerini görmek lazımdır. İmama uymak için, imamı işitmeye, görmeye elverişli penceresi olmayan duvar arada olmamalıdır.
8-İmam hayvanda, cemaat yerde veya bunun tersi olmamak.
9-İmam ile cemaat, yapışık olmayan ayrı iki gemide bulunmamak.
10-Başka mezhepteki imama uyan cemaatin, kendi mezheplerine göre namazı bozan bir şeyin, imamda bulunduğunu bilmemesi lazımdır. Mesela, imamdan kan akması veya başının dörtte birinden az miktarını mesh etmesi, Hanefi mezhebinde caiz olmadığından, böyle yaptığı bilinen bir Şafii imama uymak âlimlerin çoğuna göre caiz olmaz. Şafii imamdan kan aktığı görülse, sonra imam bir zaman kaybolup tekrar gelse, buna uyulur. Çünkü, o zamanda abdest almış olabilir. Hüsn-i zan etmek iyidir.
***
Sual: Toprakla teyemmüm yapan biri imam olup, su ile abdest alan bir kimseye namaz kıldırabilir mi?
Cevap: Su ile abdest alan bir kimse, teyemmüm etmiş olana, namazını ayakta kılan, oturarak kılana ve nafile namaz kılan da, farz kılana uyabilir. Dinini bilen bir imam arayıp ona uymalıdır.
.
Camiye sağ ayak ile girilir
20 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Camiye sağ ayak ile girilir ve camiden çıkarken, önce sol ayak ile çıkılır.
Sual: Camiye girerken, çıkarken, elbise, ayakkabı giyerken, çıkarırken, sağdan veya soldan başlanması diye bir hüküm var mıdır?
Cevap: Camiye sağ ayak ile girilir ve camiden çıkarken, önce sol ayak ile çıkılır. Uyûn-ül-besâirde deniyor ki:
“Camiye girerken, girmeden evvel, önce sol, sonra sağ ayakkabı çıkarılır. Bundan sonra, önce sağ ayakla camiye girilir. Önce sol ayakla çıktıktan sonra veya çıkmadan evvel, önce sağ ayakkabı giyilir.” Hadîkada deniyor ki:
“İmâm-ı Nevevî Müslim şerhinde buyuruyor ki; mübarek, şerefli ve temiz işleri yaparken sağdan başlamak müstehabdır. Ayakkabı, don, gömlek giyerken, baş tıraş ederken ve tararken, bıyık kırkarken, misvak kullanırken, tırnak keserken, el, ayak yıkarken, mescide, Müslümanın evine ve odasına girerken, heladan çıkarken, sadaka verirken, yemek yerken, su içerken sağdan başlanır. Bunların zıddı olanları yaparken, mesela ayakkabı, çorap, elbise çıkarırken, camiden ve Müslümanın evinden, odasından çıkarken, helaya girerken, sümkürürken, taharetlenirken soldan başlamak müstehabdır. Bunları tersine yapmak, tenzihi mekruh olur. Çünkü heyette, şekilde olan sünneti terk etmek olur.”
***
Sual: Namazda iken, başka mezhepte abdesti veya namazı bozan bir şey yaptığını hatırlayan kimse, bu namazı bozabilir mi?
Cevap: Vaktin veya cemaatin kaçmasından korku olmadığı zaman, başka mezhepte namazı, abdesti bozan bir şeyden kurtulmak için namazı bozup, abdest alıp yeniden kılınabilir. Mesela, dirhemden az necaseti temizlemek için ve eli yabancı kadına dokunmuş olduğunu hatırlayınca, abdest almak için, namazı bozmak caiz olur.
***
Sual: Namaz kılarken, ana, baba çağırsa, bu namaz bozulabilir mi?
Cevap: Her namazı bozmanın farz, lazım olmasının iki sebebi vardır:
1-İmdat diye bağıran bir kimseyi kurtarmak, kuyuya düşecek âmâyı, yanacak, boğulacak kimseyi kurtarmak, yangını söndürmek için, namazı bozmak lazımdır.
2-Ana, baba, dede, nine çağırınca, farz namazı bozmak vacip olmaz, caiz olur ise de, ihtiyaç yok ise, bozmamalıdır. Kılınan namaz nafile ise ki buna sünnetler de dâhildir, bozulur. Bunlar, imdat isterse, farzları da bozmak lazım olur. Namaz kıldığını bilerek çağırıyorlarsa, nafileyi de bozmayabilir, bilmeyerek çağırdılarsa, bozması lazımdır.
.
Namazda avret yerini örtmek
21 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Namazda ve namaz dışında, avret yerini başkalarının görmemeleri için, örtmek farzdır.
Sual: Kadın olsun, erkek olsun namaz kılarken örtülmesi gereken yerlerini örtmezse, kıldığı namaz sahih ve kabul olmaz mı?
Cevap: Namazda ve namaz dışında, avret yerini başkalarının görmemeleri için, örtmek farzdır. Rükuda iken, kendi avret yerini kendi görürse, namazı bozulmaz. Fakat, bakması mekruhtur. Cam, naylon gibi, altının rengi görünen şey ile, örtü olmaz. Örtü dar olup veya bol ise de, herhangi avret yerine yapışıp uzvun belli olması, namaza zarar vermez. Fakat, böyle, başkalarına karşı örtülmüş olmaz. Başkasının, böyle belli olan kaba avretine bakmak haramdır. Erkeklerin Sev'eteyn denilen ön ve arka uzuvları ve kaba etleri Kaba avrettir. Yorgan altında çıplak yatan bir hasta, başı yorgan içinde iken, ima ile namaz kılınca, çıplak kılmış olur. Başını yorgandan dışarı çıkarıp kılarsa, yorganla örtülü kılmış olup, caiz olur. İnsanın örtünmesi değil, avret yerinin örtünmesi şarttır. Karanlıkta, yalnız odada, kapalı çadırda çıplak kılmak caiz değildir.
***
Sual: Bir kimse, bir başkasına “ömrün boyunca evim senin olsun” deyince, o ev o kimsenin olur mu ve böyle yapmak caiz midir?
Cevap: Bu konuda İhtiyâr kitabında deniyor ki:
“Ömrî denilen hibe, hediye caizdir. Yani, ömrün boyunca evim senin olsun deyince, öldükten sonra ev, sahibine, sahibi ölmüş ise, vârislerine geri verilir. Rukbî denilen hibe, hediye ise, tarafeyne göre batıldır. Yani, sen ölürsen benim olsun, ben ölürsem senin olsun diyerek evini birisine vermek batıldır. Her biri, ötekinin ölümünü beklediği için, rukbî denilmiştir. Mülk edinmeyi zarara talik etmek, bağlamak, sahih değildir. Bir kimseye giyecek gönderilse, hediye olur. Kabz edince, hediyeyi alınca mülkü olur ve başkalarına da verebilir.”
***
Sual: Bir kimse, önüne konulan yiyeceği, o yiyecekleri ikram edenden izin almadan bir başkasına verebilir mi?
Cevap: Bir kimseyi yemeğe çağırınca, önüne konan şey, hediye edilmiş olmaz, ibâha yani yemesine izin vermek olur. Ancak yediği mülkü olur. Ondan yani yemeği ikram edenden izin almadan, başkalarına veremez.
***
Sual: Erkekler, namazda rükuya gidince, rükuda nasıl durmalıdır?
Cevap: Rükuda, erkekler parmaklarını açıp, dizlerinin üstüne kor. Sırtını ve başını da düz tutar. Rükuda, bacaklar ve kollar da dik tutulur.
.
Ahirette Cehennemden kurtulmak için...
22 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselama tabi olanlara mahsustur.
Sual: Bir kimse, dünyada çok faydalı işler yapsa, keşiflerde bulunsa fakat Muhammed aleyhisselama inanmasa, bu kimsenin yaptığı iyi şeyler, bu kimseyi ahirette kurtarabilir mı?
Cevap: Ahirette Cehennemden kurtulmak, yalnız Muhammed aleyhisselama tabi olanlara mahsustur. Dünyada yapılan hayrat ve hasenat, yani bütün iyilikler, bütün keşifler, bütün hâller ve bütün ilimler Resulullah efendimizin yolunda bulunmak şartı ile, ahirette işe yarar. Yoksa, Allahü teâlânın Peygamberine tabi olmayanların yaptığı her iyilik, dünyada kalır ve ahiretin harap olmasına sebep olur. Yani, iyilik şeklinde görünen, birer istidracdan başka bir şey olamaz. Nitekim, dünyadaki faydalı ve hayırlı işlerden cenâb-ı Hakkın, en çok beğendiği, cami yapmaktır. Cami yapmanın, çok sevap olduğunu bildiren hadis-i şerifler vardır. Böyle olmakla beraber, Tevbe sûresi, 18. âyetinde mealen;
(Kâfirlerin cami yapmaları caiz değildir. Yerinde ve yarar bir iş değildir. Onların cami yapmaları ve diğer bütün beğendikleri işleri, kıyamette kendilerine yaramayacak ve Muhammed aleyhisselama tabi olmadıkları için, Cehenneme girip, çok acı azaplarda sonsuz olarak cezalandırılacaklardır) buyuruldu.
Bir kimse, binlerce sene ibadet etse, ömrünü nefsini temizlemekle geçirse, güzel huyları ile yanındakilere ve keşfettiği aletlerle, bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselama tabi olmadıkça ebedi, sonsuz saadete kavuşamaz.
***
Sual: Görevli imamı ve müezzini olmayan cami ve mescitlerde, aynı vaktin namazı, değişik cemaatler yapılarak kılınabilir mi?
Cevap: Mahalle camisinde, ezan ve ikamet okuyarak bir kere cemaat ile namaz kılınır. Yoldaki camilerde ve imamı, müezzini olmayan camilerde, her cemaat için ayrı ayrı ezan ve ikamet ile kılınır.
***
Sual: Nafile namaz kılan bir kimse, vaktin farzını kılacak olana uyup cemaat olsa, bu namaz cemaat ile kılınmış olur mu?
Cevap: Nafile kılan bir kişinin, farz kılana uyması ile cemaat sevabı hasıl olur.
***
Sual: Namazda secde-i sehiv yapmak için iki tarafa mı selam vermelidir?
Cevap: Secde-i sehiv yapmak için, bir tarafa selam verdikten sonra, iki secde yapıp oturulur ve namaz tamamlanır. İki tarafa selam verdikten sonra veya hiç selam vermeden de, secde-i sehiv yapmak caizdi
.
Yaşlı ve hastaların camiye gitmesi
23 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Hastanın, bir ayağı kesik olanın, yürüyemeyen ihtiyarın cemaate gitmesi lazım değildir.
Sual: Yaşlı, hasta veya gözleri görmeyenlerin de camiye cemaate gitmesi gerekir mi?
Cevap: Hastanın, felçlinin, bir ayağı kesik olanın, yürüyemeyen ihtiyarın ve âmânın cemaate gitmesi lazım değildir. Yardımcıları, nakil vasıtaları olsa da, lazım değildir. Yağmur, çamur, çok soğuk ve karanlık da, özürdür. Çok rüzgâr, yalnız gece özür olur. Hırsız ve başka sebeple malı gitmek korkusu, fakir olanın alacaklısından korkusu, canı ve malı için zalimden korkusu, abdest sıkıştırması, yolcunun nakil vasıtasını kaçırmak korkusu, hastaya bakmak, imrendiği yemeği kaçırmak korkusu, fıkıh bilgisini öğrenmeyi kaçırmak korkusu, cemaate gitmemek için özürdür. İmamın bidat sahibi olduğunu veya abdestin, guslün, namazın şartlarını gözetmediğini bilmek de özürdür.
***
Sual: Cemaatle namaz kılarken, imam olacak kimsede ne gibi şartların bulunması gerekir?
Cevap: Abdestin, guslün, namazın şartlarını daha çok bilenin ve gözetenin, başkalarından önce imam seçilmesi lazımdır. Bundan sonra, tecvid ile okuyan seçilir. Hafız olması şart değildir. Bunlar birkaç kişi ise, vera sahibi olan seçilir. Vera, şüphelilerden kaçınmak demektir. Bundan sonra, yaşı çok olan seçilir. Bundan sonra, sıra ile, huyu, yüzü, nesebi, sesi, elbisesi güzel olan seçilir. Bunlar birkaç kişi ise, aralarından malı, mevkisi çok olan seçilir. Bunlar da benziyor ise, mukim misafire imam olur. Seçimde uyuşulmazsa, çoğunluğun seçtiği imam olur. Daha üstünü varken, başkası seçilirse, çirkin olur. Fakat, günah olmaz.
***
Sual: Bir evde veya ziyafette, cemaatle namaz kılınacak olsa, kim imam olur?
Cevap: Bir evde, ziyafette, seçim aranmadan, ev sahibi, ziyafet sahibi imam olur. Yahut, imamı bu seçer. Kiracı, ev sahibi demektir. İstenmeyen kimsenin imam olması mekruhtur.
***
Sual: Dişi ağrıyan, dişine koyduğu ilaç sebebiyle, namazda okunması gereken duaları okuyamazsa ne yapar?
Cevap: Bu konuda Halebî-yi kebîrde deniyor ki:
“Diş ağrısını kesen ilaç, okumaya mâni oluyorsa ve vaktin sonu ise, imama uyar. İmam bulamazsa, okumadan kılar.” Çünkü, ağrı meşakkat olup, zaruri hasıl olmuştur.
***
Sual: Namaz kılacak kimse, namazda okunan sûre ve duaların tercümesini okuyabilir mi?
Cevap: Namazda kıraat olarak, Kur’ân-ı kerimin tercümesini okumak caiz değildir.
.
Ödünç verirken zaman tayin etmek
24 Kasım 2017 02:00
A -
A +
“Ödünç verirken, zaman tayin etmemelidir. Çünkü, zaman tayin ederse, malı, misli ile veresiye satmış olur..."
Sual: Birisine ödünç olarak para verirken, falan zamanda öde diyerek, ödeme zamanı belirtmenin bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Hamza Efendi risâlesi şerhinde deniyor ki:
“Ödünç verirken, zaman tayin etmemelidir. Çünkü, zaman tayin ederse, malı, misli ile veresiye satmış olur. Bu ise faiz olur. Senede ödeme tarihi koymamakla, ödünç veren verdiğini geri almak hakkına her zaman malik olmakta, belli bir zamanı beklemek zorunda kalmamaktadır. Zaman tayin etmeksizin ödünç vermeli ve arzu ettiği zaman isteyip geri almalıdır. Cahillerin, ödünç verilen şeyin ödenmesi istenirse, sevabı kalmaz demeleri, doğru değildir. Kalp kırmayarak, başa kakmayarak, hakkını istemek caizdir. Kalp kırmak, ayrı bir günahtır.”
***
Sual: Kendi mezhebinde farz olmayıp da başka mezhepte farz olan bir şeyi, yapmak iyi olur mu?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde abdesti bozanlarda deniyor ki:
“Kendi mezhebinde mekruh olmayan bir şey, başka mezhepte farz ise, bunu yapmak müstehabdır.”
***
Sual: Hanefi mezhebinde olan bir Müslümanın, kendi mezhebinde çıkış yolu olmadığı zaman hangi mezhebi taklit etmesi evladır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İbni Âbidînde deniyor ki:
“Hanefi mezhebinde olanın, maliki mezhebini taklit etmesi evladır. Çünkü, İmam-ı Malik hazretleri, İmâm-ı a'zam hazretlerinin talebesi gibidir. Bir meselede, Hanefi mezhebinde, bir kavil bulunmadığı zaman, Hanefi mezhebi âlimleri, Maliki mezhebine göre fetva vermişlerdir. Mezhepler içinde, Hanefiye en yakın olanı, Maliki mezhebidir.”
***
Sual: Bir kimse, yemeğe davet ettiği kişiye, istediğin kadar ye ve dilediğine de ver, hepsi helal olsun dese, bu kimsenin yedikleri ve alıp götürdükleri helal olur mu?
Cevap: Bu konuda Dürret-ül-beydâ kitâbında deniyor ki:
“Yemeğe çağrılan kimseye, malımdan istediğin kadar ye, al ve dilediğine ver, hepsi helal olsun denilse, yedikleri helal olur. Aldıkları ve başkasına verdikleri helal olmaz. Çünkü, miktarı bilinmeyen taamın yemesini helal etmek caizdir. Fakat miktarı bilinmeyen malı almak için vekil etmek ve meçhul ve ayrı olarak teslimi mümkün olan malı ayırmadan hediye etmek sahih değildir.”
Cevap: Farzları, sünnetleri, beğenmemek küfür olur.
.
Peygamber efendimizin üstünlükleri
25 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Peygamber efendimiz ümmi olduğu hâlde, Allahü teâlâ Ona, her şeyi bildirmiştir.
Sual: Peygamber efendimizin, yaratılanların en üstünü olduğu, dost ve düşman tarafından bilinmektedir. Peki bu üstünlükler ana hatları ile nelerdir?
Cevap: Resûlullah efendimizin üstünlüklerinden, faziletlerinden bazısı, kitaplarda şöyle bildirilmektedir:
Mahluklar içinde ilk olarak Muhammed aleyhisselamın ruhu yaratılmıştır.
Allahü teâlâ, Onun ismini Arş'a, Cennetlere ve yedi kat göklere yazmıştır.
Meleklerin Âdem aleyhisselama karşı secde etmelerinin emredilmesi, Âdem aleyhisselamın alnında Muhammed aleyhisselamın nuru bulunduğu için idi.
Peygamber efendimizin dünyaya geleceği zaman, görülen alametler ve hâller tarih kitaplarında yazılıdır.
Peygamber efendimiz, üç ve kırk yaşında Peygamber olduğu kendisine bildirildiği vakit ve elliiki yaşında miraca götürülürken, melekler göğsünü yardı ve Cennet suyu ile kalbini yıkadılar.
Her Peygamberin sağ eli üstünde nübüvvet mührü vardı. Muhammed aleyhisselamın nübüvvet mührü ise, sol kürekteki deri üzerinde, kalbi hizasında idi.
Resûlullah efendimiz, önünde olanları gördüğü gibi, arkasında olanları da görürdü. Ayrıca Resûlullah efendimiz, aydınlıkta gördüğü gibi, karanlıkta da görürdü.
Peygamber efendimizin mübarek teri de, gül gibi güzel kokardı.
Resûlullah efendimiz, orta boylu olduğu hâlde, uzun kimselerin yanında iken, onlardan yüksek görünürdü.
Resûlullah efendimiz, ne zaman yürüse, arkasından melekler gelirdi. Bunun için, Eshâbını önünden yürütür ve; (Arkamı meleklere bırakınız) buyururdu.
Fahr-i kâinat efendimiz, taş üstüne basınca, taşta ayağının izi kalırdı. Kum üstünde giderken ise, hiç iz bırakmazdı.
Peygamber efendimizin en büyük mucizesi, miraca götürülmesidir ki, başka hiçbir Peygambere verilmedi.
Peygamber efendimiz ümmi olduğu yani kimseden bir şey öğrenmemiş iken, Allahü teâlâ Ona, her şeyi bildirmiştir.
Resûlullah efendimizin aklı, bütün insanların aklından daha çoktur. İnsanlarda bulunabilecek bütün iyi huyların hepsi, Ona ihsan olundu.
Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselamın ismini kendi isminin yanına koymuş ve Ona, Habibim buyurmuştur. Bu ise, üstünlüklerinin en üstünüdür ki, Allahü teâlâ, Onu kendisine sevgili, dost yapmış ve hadîs-i kudside de;
(İbrahim’i Halil yaptım ise, seni kendime Habib yaptım) buyurmuştur...
.
Peygamber efendimizin şefaati
26 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Hadîs-i kudside buyuruldu ki: "Sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım."
Sual: Peygamberlere şefaat izni verileceği kitaplarda yazılı. Peygamber efendimiz de ümmetine şefaat edecek mi ve kimler bu şefaatten faydalanacaktır?
Cevap: Mahşer günü, kabrinden ilk önce Resûlullah efendimiz kalkacaktır. Üzerinde Cennet elbisesi bulunacaktır. Burak isimli bir hayvan üzerinde mahşer yerine gidecektir. Peygamber efendimizin elinde 'livâ-ül-hamd' denilen bayrak olacaktır.
Peygamberler dahil bütün insanlar bu bayrağın altında duracaktır. Mahşer halkı, beklemekten çok sıkılacaklardır. Önce Âdem aleyhisselama, sırasıyla Nuh aleyhisselama, İbrahim aleyhisselama, Musa aleyhisselama ve İsa aleyhisselama gidip, hesabın başlanması için şefaat etmelerini dileyeceklerdir. Her Peygamber, birer özür bildirerek, Allahü teâlâdan utandıklarını söyleyecekler ve şefaat edemeyeceklerdir... Son olarak insanlar, Resûlullah efendimize gelip yalvaracaklardır. Peygamber efendimiz secde edip, dua edecek ve şefaati kabul olacaktır.
Mahşer günü, önce Muhammed aleyhisselamın ümmetinin hesabı görülecek, sırattan geçecek ve Cennete gireceklerdir. Resûlullah efendimiz, altı yerde şefaat edecektir:
Birincisi, Makâm-ı Mahmûd denilen şefaati ile, bütün insanları mahşerde beklemek azabından kurtaracaktır.
İkincisi, Resûlullah efendimiz şefaati ile, çok kimseyi hesapsız Cennete sokacaktır.
Üçüncüsü, azap çekmesi lazım olan müminleri azaptan kurtaracaktır.
Dördüncüsü, iman ile ölüp günahı çok olan müminleri Cehennemden çıkaracaktır.
Beşincisi, sevabı ve günahı eşit olup, Araf denilen yerde bekleyen müminlerin Cennete gitmelerine şefaat edecektir.
Altıncı olarak Peygamber efendimiz, Cennette olanların derecelerinin yükselmesi için şefaat edeceklerdir.
Peygamber efendimizin şefaat ile hesaptan kurtardığı yetmiş bin kimsenin her birinin şefaatleri ile de, yetmişer bin kişi hesapsız Cennete gireceklerdir. Bu fazilet ve üstünlük de, yalnız Peygamber efendimize mahsustur.
Allahü teâlâ, Resûlullah efendimiz diri iken olduğu gibi, vefatından sonra da, dünyanın her yerinde ve her zaman Onun hatırı ve hürmeti için isteyenlerin duasını, hep kabul etmiş ve etmektedir. Zira Allahü teâlâ, hadîs-i kudside;
(Sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım) buyurarak, Resûlullah efendimizin üstünlüğünü bildirmektedir.
.
Mevlid kasidelerini okumak, dinlemek
27 Kasım 2017 02:00
A -
A +
“Mevlid günü ve gecesi, mübecceldir, mukaddestir, mükerremdir. Şerefi, kıymeti çoktur..."
Sual: Peygamber efendimizin hayatını, doğum zamanındaki hâlleri, anlatan şiir şeklindeki kasideleri okumanın, okutmanın ve dinlemenin, dinimiz açısından bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Dünyanın her tarafındaki Müslümanlar, her sene, Peygamber efendimizin dünyayı şereflendirdiği geceyi, mevlid kandili olarak kutlamakta, bu gece ve her zaman Mevlid kasideleri okunarak Resûlullah efendimiz hatırlatılmaktadır. Hadîs-i şerifte;
(Allahü teâlâ bir kuluna yazı ve söz sanatı ihsan ederse, Resûlullahı övsün, düşmanlarını kötülesin!) buyuruldu.
İslâm memleketlerinde mevlid kasidelerinin okunması, bu hadîs-i şerifteki emre uygun bir ibadet olmaktadır. Mevlid okumaya karşı gelen bir kimse, Resûlullah efendimizin ve Eshâb-ı kiramın yaptıkları bir şeyi beğenmemiş olduğu gibi, bu hadîs-i şerife de karşı gelmektedir. İbni Battâl mâlikî hazretleri buyuruyor ki:
“Mevlid gecesinde sadaka vermek, Müslümanları toplayıp caiz olan şeyleri yedirmek, caiz olan şeyleri okutup dinletmek, salih kimseleri giydirmek, bu geceye hürmet etmek olur. Bunları Allah rızası için yapmak caizdir ve çok sevap olur. Bunları yalnız fakirler için yapmak şart değildir. Fakat, muhtaç olanları sevindirmek daha sevap olur. Zamanımızda olduğu gibi, toplantıda sarhoş edici şeyler kullanılırsa, kadın erkek karışık olursa ve şehveti tahrik eden şiir ve şarkılar okunursa, çalgı, ney, dümbelek gibi lehv aletleri çalınırsa, çok günah olur.”
Böyle haram şeyleri, ibadet olarak ve ibadet arasında yapmanın günahı kat kat ziyade olur. Böyle haramlara, "İslâm müziği" diyenlere aldanmamalıdır. Abdil-Melik Kettânî hazretleri de buyuruyor ki:
“Mevlid günü ve gecesi, mübecceldir, mukaddestir, mükerremdir. Şerefi, kıymeti çoktur. Resûlullah efendimizin varlığı, vefatından sonra, Ona tabi olanlar için, kurtuluş vesilesidir. Onun mevlidi, doğumu için sevinmek, Cehennem azabının azalmasına sebep olur. Bu geceye hürmet etmek, sevinmek, bütün senenin bereketli olmasına sebep olur. Mevlid gününün fazileti, cuma günü gibidir. Cuma günü, cehennem azabının durduğu, hadîs-i şerifte bildirildi. Bunun gibi, mevlid gününde de azap yapılmaz. Mevlid geceleri sevindiğini göstermeli, çok sadaka, hediye vermeli, davet olunan ziyafetlere gitmelidir.”
.
Mevlid okumak ibadettir
28 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Mevlid okumak demek, Resûlullah efendimizi hatırlatmak, Onu övmek demektir.
Sual: Mevlid okunmasına, çeşitli bahanelerle karşı çıkanlar oluyor. Mevlid okumak, Peygamberimizin hatırlanması, anılması sebebiyle bir ibadet değil midir?
Cevap:Mevlid okumak demek, Resûlullah efendimizin dünyaya gelişini, miracını ve hayatını anlatmak, Onu hatırlatmak, Onu övmek demektir. Her müminin, Resûlullah efendimizi çok sevmesi lazımdır. Hadîs-i şerifte;
(Bir kimse, beni çocuğundan, babasından ve herkesten daha çok sevmedikçe, iman etmiş olmaz) buyuruldu. Yani imanı olgun olmaz. Allahü teâlâyı sevenin, Onun Resûlünü de sevmesi vaciptir.
Resûlullah efendimizi çok seven, Onu çok anar, çok söyler, çok över. Deylemînin bildirdiği hadîs-i şerifte;
(Bir şeyi çok seven, onu çok anar) buyuruldu. Resûlullah efendimizi çok sevmenin lazım olduğunu bütün İslâm âlimleri uzun yazmışlardır.
Mevlid okumanın bir ibadet olduğunu, nasıl okunması lazım geldiğini ve faydalarını bildirmek için, İslâm âlimleri, her dilde kitaplar yazmışlardır. Bu kitaplar, Kâtip Çelebî hazretlerinin Keşf-üz-zünûn kitabında ve zeylinde yazılıdır. Mesela Süleymân Çelebî'nin Türkçe mevlid kasidesi çok şöhret kazanmıştır. Ayrıca Ahmed Sa’îd-i müceddidînin İsbât-ül-mevlid kitabı ve allâme Muhammed Zerkanînin Şerh-ul-Mevâhib-il-ledünniyye kitabında, mevlid okumanın ibadet olduğu vesikalarla ispat edilmektedir. Seyyid Abdülhakîm Efendinin, Türkçe Mevlid kıraatinin fazileti de çok kıymetlidir.
Resûlullah efendimiz, Medine şehrine gelince, Yahudilerin, muharrem ayının onuncu gününde oruç tuttuklarını görür ve sebebini sorunca onlar;
-Bugün, Allahü teâlâ, Firavun'u boğdu, Musa aleyhisselamı kurtardı. Bunun için, sevincimizden oruç tutarak Allaha şükrediyoruz derler. Peygamber efendimiz de;
-Musa aleyhisselam kurtulduğu için, ben daha çok sevinirim, buyurarak, oruç tuttu ve Müslümanlara da, Aşûre günü oruç tutmalarını emretti.
Bir nimet geldiği, bir sıkıntıdan kurtulunduğu zaman, Allahü teâlâya şükredildiği gibi, her sene, o gün yine şükretmek lazım olduğu, bu hadîs-i şeriften anlaşılmaktadır. Allahü teâlâya şükretmek, secde etmekle, sadaka vermekle, Kur’ân-ı kerim okumakla ve bunlar gibi, her ibadeti yapmakla olur. İhsan sahibi, rahmeti bol olan yüce Peygamberin dünyaya gelmesinden daha büyük nimet var mıdır?
Sual: Mevlid kandilinin dinimizdeki yeri nedir ve niçin kutlama yapılmaktadır?
Cevap: Mevlid gecesi; Rebî'ul-evvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki gecedir. Dünyadaki bütün insanlara Peygamber olarak gönderilen, Muhammed aleyhisselamın doğduğu gecedir. Bu gece, Kadir gecesinden sonra, en kıymetli gecedir. Bu gece, Peygamber efendimiz doğduğu için sevinenler affolur. Bu gece, Resûlullah efendimizin doğduğu zamanlarında görülen hâlleri, mucizeleri okumak, dinlemek, öğrenmek çok sevaptır. Kendileri de anlatırdı. Bu gece, Eshâb-ı kiram da, bir yere toplanıp, okurlar, anlatırlardı. Bütün Müslümanlar da, her sene, bu geceyi, Mevlid kandili olarak kutlamakta, Mevlid kasideleri okunarak Resûlullah efendimiz hatırlatılmaktadır.
Mevlid, doğum zamanı demektir. Peygamber Efendimiz, nübüvvetten sonra, her yıl, bu geceye ehemmiyet verirdi. Her peygamberin ümmeti, kendi peygamberinin doğum gününü bayram yapmıştı. Bugün de, Müslümanların bayramıdır, neşe ve sevinç günüdür.
Âdem aleyhisselam ve her şey, Onun şerefine yaratılmıştır. Arş ve gökler, Cennetler üzerine, mübarek ismi yazılmıştır. Ona Muhammed adını, dedesi Abdülmuttalib koydu. Onun adının yeryüzüne yayılacağını, herkesin Onu medhedeceğini rüyada görmüştü. Muhammed, "çok medholunan" demektir.
Resûlullah efendimiz, Mevlid gecelerinde Eshâbına ziyafet verir, dünyayı teşrif ettiği ve çocukluğu zamanında olan şeyleri anlatırdı. Hazret-i Ebû Bekir, halife iken, Mevlid gecesinde, Eshâb-ı kiramı toplayıp, Resûlullah efendimizin dünyayı teşrifindeki olağanüstü hâlleri konuşurlardı.
Doğum gününe önem vermeyi Hristiyanlar, Müslümanlardan öğrenip almışlardır. Dünyanın her yerindeki Müslümanlar, Peygamber Efendimizin ve Eshâb-ı kiramın yaptıkları gibi, Mevlid gecesinde, Resûlullah Efendimizi anlatan kitapları okurlar ve bu gecede şenlik yapar, sevinirlerdi. İslâm âlimleri, bu geceye çok önem vermişlerdir. Bu geceyi bütün mahluklar, melekler, cin, hayvanlar ve cansız maddeler, birbirlerine müjdelemekte, Resûlullah Efendimiz dünyayı teşrif etti diye sevinmektedirler. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri;
“Mevlid okunan yerden belalar, sıkıntılar gider” buyurmuştur. Mevlidi, şiir olarak okumanın, daha tesirli ve faydalı olduğu kitaplarda yazılıdır.
Bu vesileyle, Mevlid kandilinizi tebrik ederiz...
.
Peygamber Efendimizin vefası
30 Kasım 2017 02:00
A -
A +
Peygamber Efendimiz cömert oldukları gibi vefa sahibi idiler. Yakınlarını, tanıdıklarını gözetirdi...
Sual: Yapılan iyilikleri unutmayan kimselere vefalı insan deniyor. Elbette bu güzel huy, Peygamberlerde daha fazladır. Bu huy, Peygamber Efendimizde nasıldı?
Cevap: Peygamber Efendimizde bütün güzel huyların hepsi toplanmıştı. Resûlullah efendimiz cömert idi. Cömertlikten de birçok güzel huylar meydana gelmektedir. Bunlardan birisi de Vefadır. Vefa, tanıdıklara, yakınlara, arkadaşlara geçim işlerinde yardımcı olmaktır. Peygamber Efendimiz cömert oldukları gibi vefa sahibi idiler. Yakınlarını, tanıdıklarını gözetir, onlara verdikleri sözü yerine getirirdi.
Peygamber Efendimizin sözleri, yaşayışları, Onun yakınlarına, tanıdıklarına velhasıl herkese karşı nasıl vefa sahibi olduğunu açıkça göstermekte ve İslâm âlimlerinin kitapları, bu vefa örnekleri ile doludur. Onun, her güzel hâli gibi, vefakârlığı da, ümmetine ve bütün insanlığa örnek olmuştur. Bu hususta Enes bin Malik hazretleri şöyle anlatmaktadır:
“Resûlullaha bir yerden herhangi bir hediye geldiği zaman mutlaka hazret-i Hatice’yi hatırlar ve;
(O hediyeyi falan kadına götürüp verin. Çünkü o, Hatice’nin arkadaşıydı. Onunla iyi görüşür ve onu çok severdi) buyurarak, sevgili hanımı hazret-i Hatice’nin hatırını gözetirdi. İşte bu sebepledir ki, hazret-i Aişe validemiz, zaman zaman;
"Hazret-i Hatice’ye gıpta ettiğim gibi hiç bir kadına gıpta etmedim. Çünkü Resûlullah ondan çok bahsederdi. Ne zaman bir koyun kesilse etinden mutlaka onun yakınlarına da gönderir, onun hatırını gözetirdi” buyurmuştur.
Bir gün Habeşistan meliki Necâşiden, mübarek huzuruna bir grup elçi gelmişti. Onları çok iyi karşılayıp iltifatlarda bulundular. Yer gösterip oturttuktan sonra o elçilere bizzat kendisi hizmet ederek ikramlarda bulundu. Peygamber efendimizin bu hâlini gören Eshâb-ı kiramdan bazıları;
-Ya Resûlallah; lütfen siz oturun, biz hizmet ederiz dedilerse de, Sevgili Peygamberimiz onlara cevaben;
-Vaktiyle onlar benim Eshâbıma Habeşistan’da çok iyi hizmet ettiler. Zira o zamanlar Eshâbım yurtlarından hicret etmiş, onların ülkesine sığınmışlardı. O günlerde onlar benim Eshâbıma sahip çıkıp çok iyi ev sahipliği yaptılar. İşte o hizmetlerinin karşılığı olarak ben de şimdi onlara hizmet ediyor ve bu hizmetimden büyük zevk duyuyorum, buyurdular.
Sual: Peygamber Efendimiz, sadece insanlara mı yoksa kâinatta bulunan her varlık için mi rahmet olarak gönderildi?
Cevap: Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselamı âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Enbiyâ sûresinin 107. âyetinde mealen;
(Seni, âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik) buyuruldu.
Ebû Hüreyre hazretleri;
“Bir gazada, Resûlullah Efendimize, kâfirlerin yok olması için dua buyurmasını söyledik. Cevaben;
(Ben, lanet etmek, insanların azap çekmesi için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek, insanların huzura kavuşması için gönderildim) buyurdu.”
Resûlullah Efendimizin bütün varlıklara rahmeti, faydası yayılmıştır. Müminlere faydası ise meydandadır. Başka Peygamberlerin zamanındaki inkâr edenlere, dünyada azaplar yapılır, yok edilirlerdi. Muhammed aleyhisselam zamanında ise, iman etmeyenlere dünyada azap yapılmadı. Bir gün Peygamber Efendimiz, Cebrâil aleyhisselama;
-Allahü teâlâ benim âlemlere rahmet olduğumu bildirdi. Benim rahmetimden sana da nasip oldu mu? buyurunca Cebrâil alehisselam;
-Allahü teâlânın büyüklüğü, dehşeti karşısında, sonumun nasıl olacağından hep korku içindeydim. Emin olduğumu bildiren Tekvîr sûresindeki 20. ve 21. âyetleri getirince, bu müthiş korkudan kurtuldum, emin oldum. Bundan büyük rahmet olur mu? dedi.
Muhammed aleyhisselam, "hâtemün nebiyyîn" yani Peygamberlerin sonuncusu ve son Peygamber ve "Seyyidil mürselîn" yani bütün Resullerin en üstünü olarak, âlemlere rahmet ve kıyamet gününün şefaatçisidir. Mahşer günü, bütün insanlara, mahşer azabının kaldırılması için şefaat edecek ve bu şefaati kabul olunacak, mahşer azabı hepsinden kaldırılacaktır. Nitekim hadîs-i şerifte;
(Kıyamet günü, en önce ben şefaat edeceğim) buyuruldu.
İmam-ı Rabbânî hazretlerinin babası Abdül-ehad hazretleri;
“Günlerin uğursuzluğu, âlemlere rahmet olan Muhammed aleyhisselamın gelmesi ile bitmiştir. Uğursuz günler, eski ümmetlerde vardı” buyurmuştur.
***
Sual: Ezan okumayı, imamlık yapmayı ve din bilgisi öğretmeyi, ücret karşılığında yapmanın dinimizce bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Ezan okumak, imamlık yapmak, Kur’ân-ı kerim ve Mevlid okumak, din bilgisi öğretmek için ücret almak caiz değil ise de, imamlık, müezzinlik ve ilim öğretmek için ücret almaya izin verilmiştir.
.
Muhammed aleyhisselamın ahlakı
2 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Muhammed aleyhisselamın mucizelerinin en kıymetlisi, edepli olması ve güzel huyları idi.
Sual: Peygamber Efendimiz, her bakımdan üstün olduğu gibi, ahlaken de üstün değil midir?
Cevap: Allahü teâlâ, Sevgili Peygamberine verdiği iyilikleri, ihsanları sayarak, Onun mübarek kalbini okşarken, kendine güzel huylar verdiğini, (Sen güzel huylu olarak yaratıldın) mealindeki âyet-i kerime ile bildirmektedir. Hazret-i Akreme;
“Abdullah ibni Abbas'tan işittim. Bu âyet-i kerimedeki Huluk-ı azim yani güzel huylar, Kur’ân-ı kerimin bildirdiği ahlaktır” buyuruyor. Hadâik-ul-hakâyık kitabında diyor ki:
“Âyet-i kerimede, (Sen huluk-ı azim üzeresin) buyuruldu. Huluk-ı azim demek, Allahü teâlâ ile sır, gizli şeyleri bulunmak, insanlar ile güzel huylu olmak demektir. Çok kimsenin Müslüman olmasına, Resûlullah Efendimizin güzel ahlakı sebep oldu.”
Muhammed aleyhisselamın bin mucizesi göründü, dost düşman herkes de bunu söyledi. Bu kadar mucizelerin en kıymetlisi, edepli olması ve güzel huyları idi. Kimyâ-i Se'âdet kitabında diyor ki:
“Ebû Sa'îd-i Hudrî hazretleri buyurdu ki: Resûlullah Efendimiz, hayvana ot verir, deveyi bağlardı. Evini süpürür, koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının söküğünü diker, çamaşırını yamardı. Hizmetçisi ile birlikte yer, hizmetçisi el değirmeni çekerken yorulunca, ona yardım ederdi. Pazardan öteberi alıp torba içinde eve getirirdi. Fakirle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selam verir, bunlarla müsafeha etmek için, mübarek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağırılan yere giderdi. Önüne konulan şeyi, az olsa da, hafif, aşağı görmezdi. Akşamdan sabaha ve sabahtan akşama yemek bırakmazdı. Güzel huylu idi. İyilik etmesini severdi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmez, üzüntülü görünürdü, fakat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi, fakat, alçak tabiatlı değildi. Heybetli idi, yani saygı ve korku hasıl ederdi, fakat, kaba değildi, nazik idi. Cömert idi, fakat, israf etmez, faydasız yere bir şey vermezdi. Herkese acırdı. Mübarek başı hep önüne eğik idi. Kimseden bir şey beklemezdi. Saadet, huzur isteyen, Onun gibi olmalıdır.”
Eshâb-ı kiramdan Enes bin Mâlik hazretleri de;
“Resûlullah Efendimiz insanların en güzel huylusu idi” buyurmuştur.
.
Resûlullah Efendimiz, neseben üstündür
3 Aralık 2017 02:00
A -
A +
"Her asırda, her zamanda yaşayan insanların en iyilerinden, seçilmişlerinden dünyaya getirildim."
Sual: Peygamber Efendimiz, nesep, soy itibarıyla da, diğer insanlardan üstün olarak mı yaratılmıştı?
Cevap: Peygamber Efendimizin ve bütün peygamberlerin babalarının ve analarının hiçbiri kâfir, aşağı kimseler değildi. Bununla ilgili Buhârîdeki bir hadîs-i şerifte, Peygamber Efendimiz buyurdu ki:
(Her asırda, her zamanda yaşayan insanların en iyilerinden, seçilmişlerinden dünyaya getirildim.) Müslimdeki hadîs-i şerifte;
(Allahü teâlâ, İsmail aleyhisselam evladından, Kinâne ismindeki kimseyi ve onun sülalesinden, Kureyş ismindeki zatı beğendi, seçti. Kureyş evladından da, Hâşimoğullarını sevdi. Onlardan da, beni süzüp seçti) buyuruldu.
İmâm-ı Tirmizînin bildirdiği hadîs-i şerifte;
(Allahü teâlâ, insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücuda getirdi. Sonra, bu kısımlarından en iyisini Arabistan’da yetiştirdi. Beni bunlardan vücuda getirdi. Sonra evlerden, ailelerden en iyilerini seçip, beni bunlardan meydana getirdi. O hâlde, benim ruhum ve cesedim, mahlukların en iyisidir. Benim silsilem, ecdadım en iyi insanlardır) buyurulmuştur.
Abdullah bin Abbâs hazretlerinin bildirdiği hadîs-i şerifte;
(Benim dedelerimin hiçbiri zina yapmadı. Allahü teâlâ, beni, iyi babalardan, temiz analardan getirdi. Dedelerimden birinin iki oğlu olsaydı, ben bunların en hayırlısında, en iyisinde bulunurdum) buyuruldu.
Âdem aleyhisselam, vefat edeceği zaman, oğlu Şit aleyhisselama dedi ki:
“Yavrum! Bu alnında parlayan nur, Son Peygamber olan Muhammed aleyhisselamın nurudur. Bu nuru, mümin, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et!”
Muhammed aleyhisselama gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına böyle vasiyet etti. Hepsi, bu vasiyeti yerine getirip, en asil kız ile evlendi. Nur, temiz alınlardan, temiz kadınlardan geçerek, sahibine yetişti. Kısas-ı enbiyâda diyor ki:
“Resûlullah Efendimizin dedelerinden birinin iki oğlu olsa, yahut bir kabile iki kola ayrılsa, Peygamber efendimizin soyu, en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda, onun dedesi olan zat, yüzündeki nurdan belli olurdu. İsmail aleyhisselamın alnında da bu nur vardı. Bu nur, Âdem aleyhisselamdan beri, evlattan evlada geçerek, asıl sahibi olan Resûlullah Efendimize gelmiştir
.
Resûlullahın sözünde durması
4 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Herhangi bir konuda söz verildiği zaman, söz verilen şey muhakkak yerine getirilmelidir...
Sual: Verilen sözü yerine getirmenin güzel bir huy olduğu herkesçe bilinmektedir. Peygamber efendimiz her verdiği sözü yerine getirir miydi?
Cevap: Bütün güzellikleri, üstünlükleri kendisinde toplayan Resûlullah efendimiz, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Daha doğrusu Onu böyle üstün ve güzel yaratan Rabbimiz, Sevgili Peygamberimizi, karanlık gecelerde yol bulmak ve yol almak isteyen insanlık için bir rehber, bir kılavuz, bir yol gösterici olarak seçmiş ve öyle yaratıp göndermiştir.
İnsanlık için her bakımdan numune olan Sevgili Peygamberimiz, verdikleri sözde durma ve verilen sözlerin yerine getirilmesi hususunda da çok titiz davranmışlar ve bizzat kendi yaşayışları ile bu hususta örnek olmuşlardır. Bu hususta, Eshâb-ı kiramdan bir zat, şahit olduğu bir hadiseyi şöyle anlatmaktadır:
“Resûlullah Efendimizle, henüz Peygamberliği tebliğ edilmeden önce bir alışveriş yapmıştım. Bu alışveriş neticesinde de kendisinde bir miktar alacağım kalmıştı. Bu alışverişi yaptıktan sonra da, falan gün falan yerde buluşalım diyerek karşılıklı olarak sözleşmiştik. Fakat ben, aramızdaki bu sözleşmeyi ve aramızdaki konuşmayı ve verdiğim sözü unutmuştum. Buluşmak için sözleştiğimiz zamandan tam üç gün sonra, verdiğim sözü ve aramızdaki konuşmayı hatırladım ve;
-Eyvah, biz üç gün önce falan yerde buluşmak üzere sözleşmiştik diyerek, hemen yerimden ayrıldım. Sözleştiğimiz yere hızlı hızlı koşmaya başladım. Buluşmak için sözleştiğimiz yere vardığım zaman, aradan üç gün geçmiş olmasına rağmen Resûlullah Efendimizi orada beni bekler vaziyette buldum. Meğer Resûlullah Efendimiz, buluşmak için sözleştiğimiz o günden itibaren her gün, o saatlerde gelip beni beklemiş. Bunu öğrenince Resûlullah Efendimize karşı çok mahcup oldum ve kendisinden özür diledim.”
Bir söz veriliyor ve verilen sözün üzerinden üç geçmesine rağmen, Resûlullah Efendimiz her gün o saatte aynı yere geliyor ve bekliyorlar. Verilen bir söze, böyle riayet etmek lazımdır. Resûlullah efendimiz;
(Vadetmek, borç gibidir) yani verilen sözün muhakkak yerine getirilmesini emir buyururlarken, kendileri de bizzat bunu tatbik ediyorlar. Herhangi bir konuda söz verildiği zaman, söz verilen şeyin muhakkak yerine getirilmesi gerekmektedir.
.
Ayakta duramayanın namazı
5 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Namazın beş rüknünden birincisi kıyamdır. Kıyam, namazda ayakta durmak demektir.
Sual: Hastalık veya başka bir sebepten dolayı ayakta duramayan bir kimse, namazlarını nasıl kılar?
Cevap: Namazın beş rüknünden birincisi kıyamdır. Kıyam, namazda ayakta durmak demektir. Ayakta duramayan hasta, namazını oturarak kılar, oturamayan hasta, sırtüstü yatıp başı ile kılar. Yüzü, semaya değil, kıbleye karşı olması için, başı altına yastık konur. Ayakları kıbleye karşı, dizlerini dikerek yatar. İbni Âbidînde deniyor ki:
“Sağlam bir kimsenin gemide, trende, hareket hâlinde, farzları oturarak kılması, İmâm-ı a'zama göre caizdir. İmâmeyn ise, özürsüz caiz görmedi. Fetva da böyledir. Ayakta iken, iki ayak birbirinden dört parmak eni kadar açık olmalıdır. Ayakta duramayan hasta, ayakta başı dönen, başı, dişi, gözü veya başka yeri çok ağrıyan, idrar, yel kaçıran, yarası akan, ayakta düşman korkusu, malın çalınmak tehlikesi olan, ayakta kılınca orucu veya okuması bozulacak veya avret yeri açılacak olan kimseler, oturarak kılar. Ayakta kılınca hastalığının artacağını, iyi olmasının gecikeceğini kendi tecrübesi ile veya mütehassıs Müslüman bir tabibin bildirmesi ile anlayan hasta da, yere oturarak kılar. Haber veren doktorun fasık olmaması, açıkça haram işlememesi lazımdır. Bunlar, kolayına geldiği gibi kollarını istediği yere koyarak, bağdaş kurarak veya dizlerini dikip kollarını kavuşturarak yahut başka türlü yere oturur. Böyle oturamayan, birisinin yardımı ile oturur. Rüku için, biraz eğilir. Secde için, başını yere kor. Başını yere koyamayan hasta, yüksekliği 25 santimetreden az olan sert bir şey üzerine koyar. Böyle secdesi sahih olur. Daha yüksek ise veya yumuşak ise, îmâ olur. Böyle sert şey üzerine de koyamazsa, ayakta durabilse bile, oturarak yerde îmâ ile kılar. Yani yere oturarak kılıp, rüku için biraz, secde için ise, daha çok eğilir. Secde için eğilmesi, rüku için eğilmesinden daha çok olmazsa, namazı sahih olmaz. Kendisi veya başkası bir şey kaldırıp, bunun üstüne secde ederse, namazı sahih olur ise de, tahrimen mekruh olur.”
***
Sual: Oturarak namaz kılan kimse, rüku ve secdelerde ellerini nereye ve nasıl koyar?
Cevap: Oturarak namaz kılan, rükuda ve ka’dede ellerini baldırları üzerine koyar. Secdede ise ellerini dizlerinin üzerinden alt kısma doğru uzatır.
.
İftitah tekbirini imamla almanın sevabı
6 Aralık 2017 02:00
A -
A +
İmam Fatiha suresini bitirmeden iftitah tekbirini alan, imamla birlikte almış olur.
Sual: Cemaatle namaz kılarken, iftitah tekbirini imamla beraber almanın sevabı, daha mı fazladır?
Cevap: İftitah tekbirini imamla beraber alanın, sonbaharda ağaçların yaprakları ne şekilde dökülürse o kişinin günahları da öylece dökülür. Bu konuda Miftâh-ul-Cennet kitabında şöyle bir hadise nakledilmektedir:
“Bir gün, Resûlullah efendim namaz kılarken, bir kimse sabah namazında, iftitah tekbirine yetişemedi. Bir köle azad etti. Sonra Resûlullah efendimize gelip;
-Ya Resûlallah! Bugün, iftitah tekbirine yetişemedim, bir köle azad ettim. Acaba iftitah tekbirinin sevabına kavuşabildim mi? diye arzetti. Resûlullah efendimiz, hazret-i Ebu Bekir'e;
-Sen ne dersin bu iftitah tekbiri hakkında? diye sordu. Hazret-i Ebu Bekir;
-Ya Resûlallah! Kırk deveye malik olsam, kırkının da yükü cevahir olsa, cümlesini fakirlere tasadduk etsem, yine imam ile beraber alınan iftitah tekbirinin sevabına kavuşamam dedi. Ondan sonra;
-Ya Ömer! Sen ne dersin bu iftitah tekbiri hakkında? buyurunca, hazret-i Ömer;
-Ya Resûlallah! Mekke ve Medine arası dolu devem olsa ve yükleri de cevahir olsa, cümlesini fakirlere dağıtsam, yine imam ile beraber alınan iftitah tekbirinin sevabına kavuşamam dedi. Ondan sonra;
-Ya Osman sen ne dersin bu iftitah tekbiri hakkında? buyurunca, hazret-i Osman;
-Ya Resûlallah! Gece iki rekat namaz kılsam, her birinde Kur’ân-ı kerimi hatim eylesem, yine imam ile beraber alınan iftitah tekbirinin sevabına kavuşamam dedi. Ondan sonra;
-Ya Ali! Sen ne dersin bu iftitah tekbiri hakkında? buyurunca hazret-i Ali;
-Ya Resûlallah! Doğu ile Batı arasındaki kâfirler, Müslümanları yok etmek için saldırsalar, Rabbim bana kuvvet verse, bunlarla cihad edip, cümlesini haklasam, yine imam ile alınan iftitah tekbirinin sevabına kavuşamam dedi. Sonra Resûlullah efendimiz;
(Ey ümmet ve Eshâbım! Yedi kat yerler ve yedi kat gökler kâğıt olsa, denizler mürekkep olsa, bütün ağaçlar kalem olsa, cümle melekler katip olsalar ve kıyamete kadar yazsalar, yine imam ile alınan iftitah tekbirinin sevabını yazamazlar) buyurdu.”
***
Sual: Cemaat, ne zamana kadar iftitah tekbirini alırsa, imamla birlikte almış olur?
Cevap: İmam Fatiha suresini bitirmeden iftitah tekbirini alan, imamla birlikte almış olur.
.
Abdest uzvunda yarası olanın abdesti
7 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Abdest azasının yarısında yara olan kimse, su olduğu hâlde teyemmüm eder.
Sual: Abdestte yıkaması emredilen uzuvlarda yara olan bir kimse, ne şekilde abdest alabilir?
Cevap: Abdest azasının yarısında yara olan kimse, su olduğu hâlde teyemmüm eder. Yara yarıdan azında ise, sağlamını yıkayıp, yarayı mesh eder. Gusülde, bütün beden bir uzuv sayıldığı için, bütün bedenin yarısı yara ise teyemmüm eder. Yaralı yer, yarıdan az ise, sağlamını yıkayıp yaraları mesh eder. Yaraya mesh zarar verirse, sargıya mesh eder. Buna da zarar verirse, meshi terk eder. Abdestte ve gusülde, başa mesh zarar verirse, başı mesh etmez. Eli çolak yahut elinde egzama, yara olup, su kullanamayan teyemmüm eder. Yüzünü, kollarını yere, kireçli, topraklı, taşlı duvara sürer. Elleri ve ayakları kesik olanın yüzü de yara ise, namazı abdestsiz kılar. Abdest aldıracak kimse bulamayan da, teyemmüm eder. Çocuğu, ücret ile tuttuğu kimse, yardıma mecburdurlar. Başkalarından da yardım ister. Fakat başkaları yardım etmeye mecbur değildir. Karı ve koca da, birbirlerine abdest aldırmaya mecbur değildirler.
***
Sual: Beş vakit namazı cemaatle kılmanın vacip olduğunu bildiren âlim olmuş mudur?
Cevap: Şartlar uygun olduğu zamanlarda, namazı cemaat ile kılmanın vacib olduğunu bildiren âlimler çoktur. Irak âlimlerine göre, vacibi özürsüz bir kere bile terk etmek günah olur. Terk etmeyi âdet ederse, söz birliği ile günah olur. Sünneti terk ise, günah olmaz. Bir camide cemaati kaçıran kimsenin, başka camide araması müstehabdır.
***
Sual: Hastalığı sebebiyle, su ile gusül alamayan bir kimse, ne şekilde gusül alır?
Cevap: Gusül abdesti alınca, hasta olmaktan veya hastalığının şiddetlenmesinden yahut uzamasından korkan kimse, gusül için teyemmüm eder. Bu korku, kendi tecrübeleri ile yahut Müslüman, adil tabibin söylemesi ile malum olur, bilinir. Fıskı, günah işlemesi dillere düşmüş olmayan tabibin sözü de kabul edilir. Soğuk olup barınacak yer, suyu ısıtacak şey, şehirde hamam parası bulamamak, hastalığa sebep olabilir.
***
Sual: Hastalık sebebiyle teyemmüm alan bir kimse, bu teyemmümle sadece bir vakit namaz mı kılabilir?
Cevap: Hanefi mezhebinde, bir teyemmüm ile, dilediği kadar namaz yani birkaç vakit namaz kılabilir. Şafii ve Maliki mezheplerinde her vakit namaz için yeniden teyemmüm alması gerekir.
.
Sözünde durmamak münafıklık olur
8 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Herhangi bir konuda söz verildiği zaman, söz verilen şeyin muhakkak yerine getirilmesi gerekmektedir.
Sual: Bir kimse, başkalarına ve kendi evladı bile olsa, verdiği sözü yerine getirmezse, münafık mı olur?
Cevap: Bir kimsenin vaadinde, verdiği sözde durmaması günahtır. Verilen sözde durmamak, karşı tarafın öfkelenmesine sebep olur. Ayrıca karşı tarafı öfkelendirdiği, üzdüğü için ayrı bir günaha daha girilmektedir. Bu sebeple verilen sözler hakkında çok dikkatli olmak ve Resûlullah efendimizin sözleri ve yaşayışları ile titizlikle üzerinde durdukları bu hususa riayet etmek lazımdır. Peygamber efendimiz, verilen bir sözü yerine getirmenin önemi için;
(Münafıklık alameti üçtür: Yalan söylemek, vaadini yani verilen sözü yerine getirmemek, emanete hıyanet etmek) buyurarak, verilen sözü yerine getirmeyenin münafık olacağını bildirmişlerdir. İslâm âlimleri bu hadîs-i şerifi açıklarken;
“Eğer bir kimse, vaadinde durmaya gücü yetmezse, o zaman münafık olmaz” buyurmuşlardır. Zira başka bir hadîs-i şerifte;
(Bir kimse, yapmak niyeti ile verdiği sözü tutamazsa günah olmaz) buyurulmuştur. Ayrıca Peygamber efendimiz bir başka zaman da;
(Dört şey münafıklık alametidir; Emanet olunana hıyanet etmek, yalan söylemek, vaadini bozmak ve ahdine gadr etmek ve mahkemede doğruyu söylememek) buyurmuşlardır.
Herhangi bir konuda söz verildiği zaman, söz verilen şeyin muhakkak yerine getirilmesi gerekmektedir. Eğer yerine getirmede güçlük çekilecekse veya yerine getirmek mümkün değilse, yapacağım diyerek söz vermek uygun değildir. Tabii söz verildiği hâlde, elde olmayan sebepler yüzünden verilen söz yerine getirilmemiş ise, bu hâl günah olmaz. Fakat hiçbir sebep, mani yokken verilen sözü yerine getirmemek, münafıklık alametidir buyurulmuştur. Peygamber efendimiz, buluşmak üzere söz verdikleri zamanda, bizzat geldikleri gibi, aradan üç gün geçmesine rağmen yine o söz verilen yere, aynı saatlerde uğramışlar ve bir şey vadedildiği zaman muhakkak yerine getirilmesi hususunun çok önemli olduğunu bu şekilde yaşayarak göstermişlerdir.
Bu sebeple, ümmeti olmakla şereflendiğimiz, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber efendimizin mübarek sözlerine, nasihatlerine kulak vermemiz, güzel hâllerini kendimize ölçü almamız ve imkânımız nispetinde de bu yolda sebat etmemiz, gayretli olmamız lazım gelmektedir.
.
Namazda düzgün oturamayan kimse
9 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Bir uzvundaki dertten, yaradan dolayı uygun oturamayan kimse, istediği gibi oturur.
Sual: Hastalık veya vücudundaki yaralardan dolayı, namaz kılarken dinin bildirdiği şekilde düzgün oturamayan veya oturunca kalkamayan bir kimse, namazını sandalyede, yüksek bir yerde kılabilir mi?
Cevap: Bir uzvundaki dertten, yaradan dolayı uygun oturamayan kimse, istediği gibi oturur. Oturabilmek için, ayaklarını kıbleye karşı uzatabilir. Bir yerini yastığa veya başka şeye dayar. Yahut, bir kimse tutarak düşmesine mâni olur. Yüksek bir şeyin üstüne oturup îmâ ile kılması caiz değildir.
Sandalyede oturarak kılanın namazı kabul olmaz. Çünkü, sandalyede oturmak için zaruret yoktur. Sandalyede oturabilen kimse, yerde de oturabilir ve yerde oturup kılması lazımdır. Namazdan sonra, yerden ayağa kalkamayan, sandalyeden ise kolay kalkan hastayı yerden bir kimse kaldırır. Yahut, kıbleye karşı uzatılmış sedir, kanepe üzerinde, ayaklarını sarkıtmadan oturarak kılar. Namazdan sonra, ayaklarını sedirin, kanepenin bir yanına sarkıtıp, sandalyeden kalkar gibi kalkar.
Bir şeye dayanarak veya bir kimsenin tutması ile de, yerde oturamayan hasta, sırtüstü yatarak kılar. Ayaklarını kıbleye uzatır. Başı altına yastık koyar. Yüzü kıbleye karşı olur. Veya kıbleye karşı sağ veya sol yanı üzerine yatar. Rüku ve secdeleri, başı ile îmâ eder. Böyle de îmâ edemeyen aklı başında bir hasta, bir günden çok namazını kılamazsa, hiçbirini kaza etmez. Semâvî bir sebeple, yani elinde olmayarak, mesela hastalık ile veya baygın yahut secde, rekat sayılarını unutacak kadar dalgın olarak, beşten fazla namazını kılamayan da böyledir. Alkollü içkiler ve uyuşturucu maddeler veya ilaç alarak böyle baygın, dalgın olanın, kılamadığı namazlarının adedi birkaç günlük olsa da, hepsini kaza etmesi lazımdır.
***
Sual: Dişi ağrıyan bir kimse, dişine ilaç koysa, namaz vakti de daralsa, ağzındaki ilaç okumasına mâni olması sebebiyle, bu kimse namazını bir şey okumadan da kılabilir mi?
Cevap: Bu konuda Halebî-yi kebirde deniyor ki:
“Şiddetli diş ağrısını durdurmak için konan ilaç, okumasına mâni olsa, vakit dar ise, imama uyar. İmam yok ise, okumadan kılar.”
***
Sual: Çok fazla ödünç ekmek isteyen kimseye, bu ekmekleri sayarak mı yoksa tartarak mı vermelidir?
Cevap: Eti tartarak, ekmeği ise tartarak veya sayarak ödünç vermek caizdir.
.
Kadınların camiye gitmeleri
10 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Eskiden yalnız acuzelerin akşam ve yatsı zamanı gitmesine izin verilmişti...
Sual: Müslüman kadınların, beş vakit namaz ve cuma, bayram namazları için camiye gitmelerinin dinen bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Bu konuda İbni Âbidînde buyuruluyor ki:
“Kızların, kadınların, acuzelerin, beş vakit namaza, cuma, bayram namazları ve vaaz dinlemek için camiye gitmeleri caiz değildir. Eskiden yalnız acuzelerin akşam ve yatsı zamanı gitmesine izin verilmiş idi ise de, şimdi bunların gitmesi de, caiz değildir.”
Zaten kadınların başı, kolu, bacağı açık, camiye gidip, mevlid, vaaz ve hafız dinlemeleri haramdır, büyük günahtır. Hıristiyan kadınları bile, kiliseye giderken, böyle açık değildir. Açık kadınların, erkekler arasına karıştığı yerlere de cami denmez. Böyle yerlere, namaz kılmak için dahi gidilmez.
***
Sual: Cemaatle namaz kılarken, imam olan kişi, kendisine uyan cemaate imam olmaya niyet etmemiş ise, bu imama uyanların namazı kabul olur mu?
Cevap: Bu konuda Hadîkada deniyor ki:
“Fıkıh âlimleri buyurdu ki: İmam namaza dururken kendisine uyan cemaate imam olmaya niyet etmezse, buna uymak sahih olur ise de, imamın kendisi imamlık sevabına kavuşamaz. İmam olmaya niyet etmediği için, yalnız kılmış gibi, yalnız kendi namazının sevabını alır. Başkalarının kendisine uymasına niyet edince, cemaatin sayısı kadar, imamlık sevabı da alır.
***
Sual: Abdestte yıkanacak yerlerinde yara olup bu yaraları sargı bezi ile kapatmış olan bir kimse, abdest alırken bu sargı bezlerini çıkarması mı gerekir?
Cevap: Kan aldırarak, sülük tutunarak, yara, çıban olarak, kemiği kırılarak veya incinerek sargı, pamuk, gaz bezi üzerine flaster, merhem koyan, orasını soğuk, sıcak su ile yıkamaya veya mesh etmeye kadir olamazsa, abdestte ve gusülde, bunların yarıdan fazlası üstüne bir kere mesh eder. Sargıyı çözmek zarar verirse, altındaki sağlam yerler yıkanmaz. Sargı aralarında görünen sağlam deri kısımları mesh edilir. Sargıyı abdestli olarak sarmak lazım değildir. Meshten sonra, sargı değiştirilirse, üstüne başkası da sarılırsa, yenisine mesh lazım olmaz.
***
Sual: Herhangi bir kimsenin, bir yere olan borcunu, o kimsenin haberi olmadan ödeyerek, o borçlu kimseyi kendine borçlu yapmak dinen uygun olur mu?
Cevap: Birinin borcunu ondan izinsiz ödeyerek, onu kendine borçlu yapmak caiz değildir
.
Kendine lazım olanı, başkasına vermek
11 Aralık 2017 02:00
A -
A +
İsâr, muhtaç olduğu bir şeyi almayıp, muhtaç olan din kardeşine bırakmak demektir.
Sual: İnsanın kendisinin muhtaç olduğu bir şeyi, başkasına vermesi sevap mıdır?
Cevap:İsâr, muhtaç olduğu bir şeyi almayıp, muhtaç olan din kardeşine bırakmak demektir. İsâr, kendine lazım olanı, sabredip, başkasına vermektir. İnsana lazım olan şeylerde îsâr yapılır. İbadetlerde îsâr yapılmaz. Mesela, taharetlenecek kadar suyu, setr-i avret edecek, örtünecek kadar örtüsü olan kimse, bunları kendisi kullanır, muhtaç olana vermez.
Bir kimsenin hakkını geri vermek, ona olan borcu ödemek, adalet yapmak olur. Hakkından fazlasını vermek, ihsan etmek olur. Muhtaç olduğu malın hepsini başkasına vermek, isâr olur.
***
Sual: Bir kimse, vekil olduğu kimsenin malını, kendi istediği fiyata satabilir mi ve kendisi satın alabilir mi?
Cevap: Umumi vekil olan kişi, sahibinin yani vekil olduğu kişinin malını, dilediği fiyata satabilir. Fiyat söylenmiş ise, daha aşağı satamaz. Satarsa, öder. Vekil, sahibinin malını, kendine satın alamaz ve akrabasına da satamaz. Ancak, bunlar, umumi vekil ise veya değerinden yüksek satabilir. Umumi vekil, peşin de, veresiye de satabilir. Fakat, peşin sat veya şu malımı sat da borcumu ver denildi ise, veresiye satamaz.
***
Sual: Küçük çocuklar için verilen hediyeleri, bu çocuğa bakanlar alabilir mi?
Cevap: Küçük çocuğa verilen hediyeyi babası kabzeder, alır. Babası yoksa, babanın vasisi, o da yoksa, dedesi kabul eder. Dedesi de yoksa, dedesinin vasıyet ettiği kabul eder. Bu dördünden biri varken, çocuğa bakan akrabası bile alamaz. Bu dördünden biri yoksa, çocuğa evinde bakan kabul eder. Aklı başında çocuğun kendisi de kabul edebilir.
***
Sual: Bir kimse, kız ve erkek çocuklarından birisine daha çok hediyede bulunabilir mi?
Cevap: Salih olan oğlan ve kızlarına hediyeyi, müsavi, eşit miktarda vermek efdaldir. Ölüm hastası olmayanın malının hepsini oğluna hediye etmesi caiz olur ise de günahtır. Çocuğun mülkü olur ise de babaya günah olduğu Hindiyyede bildirilmektedir. Reşit ve salih veya ilim tahsilinde olan çocuklarına daha çok vermek caizdir. Salahları müsavi, eşit ise, müsavi, eşit olarak dağıtmalıdır.
***
Sual: Çocuğa gelen hediye yiyeceklerden, ana ve babası yiyebilir mi?
Yemekten önce ve yemekten sonra el yıkamak, sağ el ile yemek, sağ el ile içmek sünnettir.
Sual: Yemek yemeye veya su içmeye başlarken besmele okumak, dinimizin emri veya tavsiyesi midir?
Cevap: Yemeye ve içmeye başlarken, besmele okumalıdır. Yemek ve içmek sonunda Elhamdülillah demelidir. Bunları söylemek, yemekten önce ve yemekten sonra el yıkamak, sağ el ile yemek, sağ el ile içmek sünnettir. Resûlullah efendimizin yemekten sonra okuduğu ve okunmasını emrettiği dualar, Şir'at-ül-islâm şerhinde ve Mevâhib-i ledünniyyede yazılıdır.
***
Sual: Yemekten önce ve sonra el yıkarken, gençler ve yaşlılar arasında bir öncelik sırası var mıdır?
Cevap: Yemekten evvel el yıkarken, önce gençler, yemekten sonra, önce yaşlılar yıkar.
***
Sual: Yemekten sonra elleri yıkamayıp sadece kâğıtla silmenin dinimiz açısından bir mahzuru var mıdır?
Sual: Yemeğe başlarken, sofrada bulunanlara hatırlatmak için besmele yüksek sesle söylenebilir mi?
Cevap: Yemeğe başlarken sofradaki herkese hatırlatmak için besmele, yüksek sesle söylenebilir.
***
Sual: Yemek yemeden önce elleri yıkadıktan sonra, havlu ile elleri kurulamanın mahzuru olur mu?
Cevap: Yemekten önce el yıkanınca kurulanmaz. Yemekten sonra yıkayınca bezle silip kurulanır. Yemekten önce el yıkarken ağzı da yıkamak sünnet değildir. Fakat cünübün, ağzını yıkamadan yemesi mekruh olup, hayız hâlindeki hanımın mekruh değildir.
***
Sual: Vücutları parçalanarak ölenler oluyor. Bunlardan bazısının sadece elleri veya ayakları bulunabiliyor. Bu hâldeki ceset parçalarını da gömmeden önce yıkamak gerekir mi?
Cevap: İnsanın yalnız başı veya bedenin yarısı ele geçerse, yıkanmaz ve namazı kılınmaz, öylece gömülür. Bedenin yarıdan fazlası, başı olmasa bile veya bedenin yarısı ve başı bulunursa, yıkanır ve namazı kılınır.
***
Sual: Bir yerde, toplu ölüm sebebiyle Müslüman cenazeler ile gayrimüslim cenazeler karışmış ise, bunların yıkanması, cenaze namazlarının kılınması nasıl olur?
Cevap: Müslüman ve kâfir cenazeleri karışık, alametleri yok ve çoğu da Müslüman ise, hepsinin namazı kılınır. Hepsi Müslüman mezarlığına gömülür. Müsavi, eşit sayıda veya azı Müslüman ise, hepsi yıkanır, kefenlenir, namazları, Müslüman olanlara niyet edilerek kılınır. Hepsi kâfir mezarlığına gömülür
.
İnsan hasta olmamaya dikkat etmelidir
13 Aralık 2017 02:00
A -
A +
"Allahü teâlâ, her hastalığın ilacını yaratmıştır. Yalnız, ölüme çare yoktur."
Sual: Bir hastalığa yakalanan kimsenin, doktor, ilaç gibi maddi sebeplerin yanı sıra, dininin bildirdiği manevi sebeplere yapışmasının faydası olur mu?
Cevap: İnsan hasta olmamaya dikkat etmelidir. Bunun için de, İslâmiyete uygun yaşamak lazımdır. İslâmiyete uymakta gevşek davranarak, hasta olan kimse, ilaç almalı, perhiz etmeli ve fakirlere sadaka nezir etmeli, adakta bulunmalı ve sık sık sadaka vermelidir.
Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki, her şeyi sebeple yaratır. Bir şeye kavuşmak için, bu şeyin yaratılmasına sebep olan şeyi yapmak lazımdır. Her şeyin yaratılmasında müşterek, ortak olan manevi sebep, sadaka vermek, yetmiş kere, Estagfirullah min külli mâ kerihallah duasını okumaktır. Bu iki manevi sebep, maddi sebepleri bulmaya da yardım eder. Peygamber Efendimiz;
(Allahü teâlâ, her hastalığın ilacını yaratmıştır. Yalnız, ölüme çare yoktur),
(Hastalıkların başı, çok yemektir. İlaçların başı, perhizdir),
(Hastalarınızı, sadaka vererek tedavi ediniz!) buyurdu.
***
Sual: Cenazeyi yıkamak için cenaze sahibinden para almak veya istemek, dinen uygun olur mu?
Cevap: Cenazeyi parasız yıkamak çok sevaptır. Para istemek caiz ise de, parasız yıkayan başkası yok iken para istemek caiz olmaz. Cenaze taşımak, kabir kazmak ücreti de böyledir.
***
Sual: Yemek yerken, elini veya ağzını ekmeğe silmenin bir mahzuru olur mu?
Cevap: Tuzluğu, tabağı ekmek üstüne koymak, elini, bıçağı ekmeğe silmek mekruhtur. Bu ekmek yenirse, mekruh olmaz.
***
Sual: Suda boğularak ölen bir kimsenin cesedini tekrar yıkamak gerekir mi?
Cevap: Suda boğulan bir kimsenin cesedi de, üç kere yıkanır veya yıkamak niyeti ile, suda üç kere hareket ettirilir. Yağmurda cesedi ıslanan kimse de yıkanır. Meyyiti yıkamak, her dinde vardı. Âdem aleyhisselamı melekler yıkadı ve;
(Ölülerinizi böyle yıkayınız) dediler.
***
Sual: Malı olan bir kimsenin, bu malı çocuklarına miras bırakması mı yoksa hayatta iken hayır yerlerine, salih kimselere vermesi mi daha faziletlidir?
Cevap: Çocukları fasık olanın, günahlara dalanın, miras bırakmayıp, salihlere, dinin bildirdiği hayır yerlerine vermesi efdaldir. Çünkü, çocuklarının günaha işlemesine yardım etmemiş olur. Fasık yani açıkça günah işleyen çocuğa da, nafakadan fazla yardım yapmamalıdır.
.
Mubahları, lüzumu kadar kullanmalı
14 Aralık 2017 02:00
A -
A +
"Mubahları, lüzumu kadar kullanmalısın. Bunları da, Allahü teâlâya kulluk etmek niyeti ile yapmalısın."
Sual: Dinimizin helal ve mubah olarak bildirdiği şeyleri, lüzumundan fazla, aşırı derecede kullanmanın, yapmanın bir zararı olur mu?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine hitaben buyuruyor ki:
“Mubahların fazlasından sakınmalısın. Mubahları, lüzumu kadar kullanmalısın. Bunları da, Allahü teâlâya kulluk etmek niyeti ile yapmalısın. Mesela, bir şey yerken, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek için kuvvetlenmeye, giyinirken avret yerini örtmeye ve soğuktan, sıcaktan korunmaya niyet etmeli ve her mubah için, ders çalışırken bile böyle gerekli niyetler yapmalıdır. Büyüklerimiz azimet ile hareket etmiş, ruhsattan elden geldiği kadar kaçınmıştır. Mubahları, zaruret miktarı kullanmak da azimettir. Bu devlet, bu nimet ele geçmezse, mubahlardan dışarı çıkmamalı, haram ve şüphelilere taşmamalıdır. Allahü teâlâ kullarına çok merhamet ve ikram ederek, mubah olan şeylerle zevklenmeye izin vermiştir. Pek çok şeyleri mubah etmiştir. Helal olan bu sayısız zevkleri, lezzetleri bırakıp da, haram edilen birkaç zevke sapmak, Allahü teâlâya karşı, ne kadar edepsizlik olur. Hem de, haram ettiği lezzetleri, daha fazlası ile mubahlarda da yaratmıştır. Helal olan çeşit çeşit nimetlerin zevkleri bir yana, insanın işinden, Rabbinin razı olmasından daha büyük zevk olur mu? Bir kimsenin işini, efendisinin beğenmemesinden daha büyük cefa, sıkıntı olur mu? Cennette Allahü teâlânın razı olması, Cennet nimetlerinin hepsinden daha tatlıdır. Cehennemdekilerden Allahü teâlânın razı olmaması, Cehennem azaplarından daha acıdır.
Biz kuluz. Sahibimizin emrindeyiz. Başıboş değiliz. Her istediğimizi yapmaya serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akıl sahibi olalım! Kıyamet günü utanmaktan, pişman olmaktan başka, ele bir şey geçmez. Peygamber efendimiz; (Yarın yaparım diyen helak oldu, ziyan etti) buyurdu. Eğer dünya işlerini yarına bırakırsan ve bugün hep ahiret işlerini yaparsan güzel olur. Fakat, bunun aksini yaparsan çok çirkin olur.”
***
Sual: İslâmiyetin emir ve yasaklarını beğenmemek, aşağılamak, alay etmek, insanın imanını giderir mi?
Cevap: Küfrü, inkârı, haramları, mekruhları sevmek, beğenmek küfür olur. Farzları, sünnetleri, beğenmemek de küfür olur yani imanı giderir.
.
“Ne hepsiniz, ne de hiçsiniz”
15 Aralık 2017 02:00
A -
A +
"Hep misin, hiç misin? Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz, ikisi arası bir şeysiniz."
Sual: İnsanın yaptığı işlerde tercih, seçme hakkı yok mudur?
Cevap: Bu konuda Seyyid Abdülhakim efendi, bir üniversiteliye verdiği cevapta buyuruyor ki:
“Etrafın, arzu ve emellerine uyduğu zaman, her şeyi, aklınla, ilminle, gücünle yaratarak yaptığına, bütün başarıları icat ettiğine inanıyorsun. Hakkın sana verdiği vazifeyi unutuyor, o yüksek memurluktan istifa ediyor ve emanete sahip çıkmaya kalkıyorsun. Kendini malik, hâkim tanımak ve tanıttırmak istiyorsun. Öte taraftan, etrafın, arzularına uymaz, dış kuvvetler seni mağlup etmeye başlarsa, o zaman da, kendinde ümitsizlikten başka bir şey görmüyorsun. Hiçbir seçme hakkına sahip olmadığını iddia ediyorsun. Kaderi bir İlm-i mütekaddim değil, bir cebr-i mütehakkim manasında anlıyorsun.
Sofrana, sevdiğin yemekler gelmediği zaman eline geçirebileceğin kuru ekmeği yemekle, yemeyip açlıktan ölmek arasında serbest bulunduğun ve kuru lokmalar, ağzına zorla tıkılmadığı hâlde, onları yersin. Hem yersin, hem de bir şey yapmadığına hükmedersin. Düşünmezsin ki, elin ve ağzın, yine arzunla oynamış ve bu bir sıtma, bir titreme olmamıştır. İradene malik olduğun hâlde, seni aciz bırakan dış kuvvetler karşısında kendini mecbur, hasılı bir hiç bilirsin.
İşin yolunda olunca (Hep), işlerin ters olduğu zamanında ise, kaderin baskısı altında oyuncak bir (Hiç) diye iddia ettiğin o sen, bunlardan hangisisin? Hep misin, hiç misin?
Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz, ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz, icat etmekten, her şeye hâkim olmaktan, şüphesiz uzaksınız. Fakat, inkâr olunamayan bir seçme, tercih hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı bulunmayan bir hâkim ve mutlak, başlı başına bir malik olan, Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve müşterek vazifeler alan, birer memursunuz! Onun koyduğu hüküm ve nizam ile, Onun tayin ettiği mevkileriniz ve yaratıp emanet olarak verdiği salahiyet ve vasıtalarınız nispetinde vazife yaparsınız. Amir, hâkim, malik Odur. Kazandığınız başarılar, Onun için olmadıkça, hep yalan, hep boştur. O hâlde kalplerinizde, niçin yalana yer veriyorsunuz? Niçin, Hak teâlâyı mabud tanımıyorsunuz da, binlerce, hayal olan, mabudlar arkasında koşuyor, hepiniz sıkıntılar içinde boğuluyorsunuz? Niçin o emeli Haktan başkasında arıyorsunuz?”
.
Ney de, bir çalgı aletidir
16 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Ses çıkaran eğlence aletleri, davul, dümbelek, zilli maşa, ney, kaval, hep çalgıdır...
Sual: Ney bir çalgı aleti midir, bunu, ilahilerde, dini sözlerde veya şiirlerde kullanmak uygun olur mu?
Cevap: Ses çıkarmak için kullanılan cansız cisimlere Mizmar, çalgı aleti denir. Gök gürlemesi, top, tüfek, baykuş, papağan, çalgı değildirler. Ses çıkaran eğlence aletleri, davul, dümbelek, zilli maşa, ney, kaval, hep çalgıdır. Çalgı, kendiliğinden ses çıkarmaz. Ses çıkarmak için, davula vurmak, neyi, kavalı, üflemek lazımdır. Bunlardan çıkan ses, insanın değil, bu çalgıların hasıl ettiği sestir. İbni Abidînde deniyor ki:
“Lu’b, la’ib, lehv ve abes, hepsi oyun ile vakit geçirmektir. Tavla ondört taş oynamak, bütün çalgıları çalmak, dinlemek, raks, dans etmek, hokkabazlık, şaklabanlık etmek, el çırpmak, hep oyun olup, tahrimen mekruhturlar. Devamlı yapılırsa veya farzları yapmaya mani olurlarsa, kumar ile yapılırsa, söz birliği ile haram olurlar. Def, kaval, ney çalmak ve dinlemek de böyledir. Hadîs-i şerifte; (Her türlü lehv haramdır. Yalnız, zevce ile oynamak, at ve silah ile talim, yarış yapmak caizdir) buyuruldu.”
Merâkıl-felâhda ve Tahtâvî şerhinde deniyor ki:
“Duanın ve her zikrin sessiz olması efdaldir. Tarikatçıların yaptıkları gibi, raksetmek, dönmek, el çırpmak, def, dümbelek, ney, saz çalmak, söz birliği ile haramdır.”
Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, ney çalmadı, raks etmedi, dönmedi. Bunları, sonradan gelen cahiller uydurdu. Hikmet yani fen, sanat, faydalı şeyler ve nasihat bildiren şiirler yazmak ve sesle okumak helaldir. Şehvete ait şiirler okumak haramdır. Bunları okumak kalpte nifak yapar. Üflemekle, vurmakla, temas veya tel ile çalınan bütün çalgıları çalmak, dinlemek ve dinlemeye gitmek haramdır. Peygamber Efendimiz çalgı çalınan bir yere tesadüf ettiğinde, mübarek parmaklarını kulaklarına tıkadılar. Kur’ân-ı kerimi, mevlidi, ezanı ve ilahileri çalgı çalarken okumak veya çalgı aletleri ile okumak küfürdür. Haram bulunan şiirleri okumak mekruh, teganni ile okumak ve fuhuş olanları okumak haramdır.
Berîka kitabında, Şeyh-ül-islâm Ebüssü’ûd Efendi'nin fetvası yazılıdır. Bu fetvada helal ve haram olan teganniler bildirilmektedir. Çalgılar hakkında hiçbir şey yazılı değildir. Ney ve çalgı çalanların, bu fetvayı ileri sürmeleri, Ebüssü’ûd Efendi'ye iftira olmaktadır.
.
Hazret-i Mevlânâ, ney çalmadı, dönmedi
17 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Abidin Paşa, Mesnevi şerhinde, 'ney'in insan-ı kamil olduğunu, dokuz türlü ispat etmektedir.
Sual: Mevlânâ hazretleri ney çalmış mıdır, ellerini açıp dönmüş müdür, eğer ney çalmadı ve dönmedi idi ise, bu yapılanlar nedir?
Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyanın büyüklerinden olan, Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı, raks etmedi. Dünyaya nur saçan Mesnevîsine, her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan en kıymetlisi, Mevlânâ Câmînin kitabıdır ki bu kitapta deniyor ki:
Mesnevinin birinci beytinde, “Dinle neyden, nasıl anlatıyor ayrılıklardan şikâyet ediyor” deniyor. Ney, İslâm dininde yetişen kamil insan demektir. Bunlar, kendilerini ve her şeyi unutmuş, her an, Allahü teâlânın rızasını aramaktadır. Ney, Farsçada yok demektir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur. Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hasıl olmaktadır. O büyükler de, kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinde, Allahü teâlânın ahlakı zahir olmaktadır. Neyin üçüncü manası, kamış kalem demektir ki, bundan da, insan-ı kamil kastedilmektedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kamil insanın hareketleri ve sözleri de, hep Allahü teâlâdandır.”
İkinci Abdülhamid Han zamanında Ankara valisi olan Abidin Paşa, Mesnevi şerhinde, neyin insan-ı kamil olduğunu, dokuz türlü ispat etmektedir.
Sonraları, bazı cahiller, neyi çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi, şeyler çalmaya, dans etmeye başladılar. Oyun aletleri, o tasavvuf üstadının türbesine konuldu. Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, yüksek sesle zikir bile yapmazdı. Nitekim Mesnevîsinde:
“Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb, bî leb-ü bî gâm mîgû, nâm-ı Rab!” buyuruyor ki; “O hâlde, sevgiliye kavuşmayı, can-u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini kalbinden söyle!” demektir.
Sonradan gelen din cahilleri, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu günahlara ibadet adını verebilmek, kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle çalar ve oynardı, biz onun yolunda gidiyoruz diyerek, yalan söylemişlerdir.
.
İnsan, önce kendine adalet etmelidir
19 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Bir insanda adalet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, azasında adalet bulunmalıdır.
Sual: “Adil olabilmek için, bir insanın önce kendine adaletli olması gerekir” deniyor. İnsanın kendisine adaletli olması nasıl olur, ne şekilde hareket ederse adil olur?
Cevap: İnsanın evvela kendine, hareketlerine, azasına adalet etmesi lazımdır. İkinci olarak, çoluk çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adalet yapması lazımdır. Adliyecilerin ve devlet adamlarının da, millete adalet yapması lazımdır. Demek ki, bir insanda adalet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, azasında adalet bulunmalıdır. Her kuvvetini, her azasını, ne için yaratıldı ise, o yolda kullanmalıdır. Allahü teâlânın âdetini değiştirip, onları aklın ve İslâmiyetin beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dine uygun hareket etmeli, dinin gösterdiği güzel ahlaktan sapmamalıdır. Güzel ahlak ile huylanmalıdır. Herhangi bir amir ise, yine ibadetleri yaptırmalı ve yapmalıdır. Böyle olan kimse, bu dünyada, Allahü teâlânın halifesi olmuştur. Kıyamette de adiller için vadedilen nimetlere kavuşur. Böyle bir hayırlı kimsenin hayır ve bereketi, onun bulunduğu talihli zamana, mübarek yere ve orada bulunmakla bahtiyar olan insanlara, hayvanlara, hatta nebatlara ve rızıklara sirayet eder, yayılır. Fakat, Allah korusun, bir yerdeki amirler, şefkatli, iyi huylu, adaletli olmazsa, insan haklarına saldırırlar, zulüm, yağma, işkence yaparlarsa, bunlar adalet erbabı değil, şeytanların yoldaşlarıdırlar. Emri altında olanlara merhamet etmeyenler, kıyamet günü Allahü teâlânın merhametinden uzak kalacaklardır. “Men, lâ yerham, lâ yurham!” buyurulmuştur ki, acımayana acınmaz demektir.
***
Sual: Bir kimsenin elbisesinin herhangi bir yerine necaset bulaşsa, daha sonra da o yeri tam olarak bilemese, zannettiği yeri yıkasa, bununla kıldığı namaz kabul olur mu?
Cevap: Elbisenin veya vücudun bir yerine necaset gelse, bulaşsa, bulaşan bu yeri bulamasa, zannettiği yeri yıkasa temiz olur. Necaset bulaştığını zannettiği yer, namazı kıldıktan sonra meydana çıksa, kıldığı namazı iade etmez.
***
Sual: Necis boya ile boyanmış kumaş, yıkanınca temiz olur mu?
Cevap: Necis boya ile boyanan kumaş ve beden, üç kere yıkanınca temiz olur. Su renksiz olarak akıncaya kadar yıkamak daha iyidir.
.
Test usulü ile ilk zekâ testi
20 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Amerikalı Terman diyor ki: “Test usulü ile zekâ ölçmesi, ilk olarak Osmanlılarda yapıldı.”
Sual: İnsanların zekâlarını ölçme işini, Müslümanlar da yapmışlar mıdır?
Cevap: İnsanların zekâları eşit değildir. Zekânın en üstün derecesine Deha denir. Zekâ, test usulü ile ölçülür. Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman; “Test usulü ile zekâ ölçmesi, ilk olarak Osmanlılarda yapıldı” diyor.
Osmanlı orduları Avrupa’da ilerliyor, Viyana elden gidiyordu. Viyana gidince, bütün Avrupa’nın Müslümanların eline geçmesi çok kolay olacaktı. Osmanlılar, Avrupa’ya İslâm medeniyetini getiriyor, ilim, fen, ahlak nurları, Hristiyanlığın kararttığı, uyuşturduğu yerlere, zindelik, insanlık, huzur, saadet saçıyordu. Asırlarca, diktatörlerin, kapitalistlerin, papazların zulümleri altında inleyen, barbarlaşan Avrupa, İslâm adaleti, İslâm ilimleri, İslâm ahlakı ile, insan haklarına kavuşuyordu. Avrupa diktatörleri ve öncelikle Hristiyan kiliseleri, Osmanlı ordularına karşı son gayretlerini harcıyorlardı. Bir gece, İstanbul’daki, İngiliz sefiri, Londra’ya tarihî mektubunu yolladı.
“Buldum, buldum! Osmanlı ordularının ilerleme sebebini buldum. Onları durdurmanın yolunu buldum” diyor ve şöyle yazıyordu:
“Osmanlılar ele geçirdikleri her yerde din, ırk farkı gözetmeksizin, seçtikleri çocukların zekâlarını ölçüyor, ileri zekâlıları ayırarak, medreselerde okutup, İslâm terbiyesi ile yetiştiriyorlar. Bunlar arasından da seçtiklerine, saraydaki Enderun denilen yüksek okulda, o zamanın en ileri bilgilerini veriyorlar. İşte, Osmanlı siyaset adamları, başkumandanları, böyle seçilen, yetiştirilen keskin zekâlı şahsiyetlerdir. Sokullular, Köprülüler, böyle yetişmiştir. Osmanlı akınlarını durdurmak, Hristiyanlığı kurtarmak için biricik çare, Enderun mekteplerini ve medreseleri dağıtmak, onları içeriden yıkmaktır...”
Bu mektuptan sonra, İngiltere’de Müstemlekeler Nezareti kuruldu. Burada yetiştirilen casuslar ve Hristiyan misyonerleri, yalan propaganda ve yaldızlı vaatlerle avladıkları cahilleri Osmanlı devletinin kilit noktalarına yerleştirmeye, bu kuklaların eli ile; medreselerden fen, ahlak derslerini, hatta, yüksek din bilgilerini kaldırmaya, Müslümanları cahil bırakmaya uğraştılar. Bu sinsi kampanyalarında, Tanzimat'tan sonra tam başarı sağladılar ve böylece Osmanlı devleti yıkıldı.
.
Radyo dinlemek, televizyona bakmak
21 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Radyo, sinema, televizyon, birer neşir, yayın vasıtasıdır. Kitap, gazete, dergi gibidir...
Sual: Radyo dinlemenin, televizyona bakmanın, film izlemenin dinimiz açısından herhangi bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Radyo, sinema, televizyon, birer neşir, yayın vasıtasıdır. Kitap, gazete, dergi gibidir. Bunlar, tabanca gibi, birer vasıta, birer alettir. Tabancayı, kabahatsiz, günahsız, zararsız bir kimseye karşı kullanmak günahtır. Harpte, düşmana karşı kullanmak ise, çok sevaptır. Görülüyor ki, tabanca kullanmak, hep günahtır demek veya her zaman sevaptır diye kestirip atmak, doğru değildir. Bunun gibi, radyo ve filmler, iyi insanlar tarafından hazırlanır, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri bildirir, İslâmiyetin faydalarını, ahlak, ticaret, sanat, fabrikaların çalışması, tarih olayları, askerlik gibi din ve dünya bilgileri verirse, böyle radyoyu dinlemek, böyle filmleri ve televizyonları görmek, seyretmek günah olmaz, mubah olur. Faydalı kitap ve dergi okumak gibi, her Müslümana lazım olur. Fakat bunlar, din düşmanları, ahlaksızlar tarafından hazırlanır, haram, çirkin, şarkılar, çalgılar bulunursa ve zararlı şeylerin propagandası yapılırsa, böyle radyoları dinlemek, televizyonları görmek ve böyle film gösterilen sinemalara gitmek caiz olmaz. Böyle olan gazete ve kitapları, romanları okumak gibi, haram olur. Hadîka ve Berîkada deniyor ki:
“Def, tanbur ve her nevi, çeşit çalgıyı evinde, dükkânında bulundurmak, kendisi kullanmasa bile, satmak, hediye, ariyet, kiraya vermek günahtır.”
Mubah ile günah karışık olursa ve radyoda, televizyonda, filmde veya bunların görüldüğü, dinlenildiği yerde, haram şeyler varsa, günaha girmemek için mubahı, hatta sevabı terk etmek lazım olur. Nitekim, müminin davetine gitmek sünnet olduğu hâlde, haram bulunan davete gitmemeli, haramdan, mekruhtan sakınmak için sünneti terk etmelidir.
***
Sual: Bazı camilerde, çocuklara yüksek sesle Kur’ân okutuyorlar ve o anda orada namaz kılanlar da şaşırıyorlar. Bunlara müdahale etmek gerekmez mi?
Cevap: Bu konuda İbni Hacer-i Mekkî hazretleri, Fetâvâ-yı kübrâ kitabında buyuruyor ki:
“Camide Kur’ân-ı kerim okumak büyük kurbettir. Yüksek sesle okuyup, namaz kılanları şaşırtan çocukları susturmak lazımdır. Hocaları susturmazsa, yetkililer çocukları da, hocalarını da camiden çıkarmalıdır.”
.
Kâbe, cami resmi bulunan seccadeler
22 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Allahü teâlânın isimlerini, yerde serili şeyler ve seccadeler üzerine yazmak tahrimen mekruhtur.
Sual: Namaz kılmak için yere serilen seccadeler üzerine Allah lafzını yazmanın, Kâbe, cami resmi basmanın dinen mahzuru yok mudur?
Cevap: Âyet-i kerimeleri ve Allahü teâlânın isimlerini, yerde serili şeyler ve seccadeler üzerine yazmanın tahrimen mekruh olduğu Halebîde yazılıdır. Kâbe-i muazzamanın ve camilerin resimlerini yere sermenin hükmü de böyledir. Âyet-i kerimeleri ve Allahü teâlânın isimlerini, paralar üzerine yazmanın mekruh olduğu İmdâdın Tahtâvî hâşiyesinde yazılıdır. Büyük âlim, Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretleri buyuruyor ki:
“Eshab-ı kiram ve Tâbiin zamanlarında, paralar üzerine mübarek kelimeler yazılmadı. Çünkü, para, alışveriş vasıtası olduğundan, muhterem değildir, hakirdir. Üzerlerine resim koymak caiz olur. Ehl-i sünnet olmayan hükümetler, mesela Fâtımîler, Resûlîler gibi, mutezile mezhebinde olup, Müslüman ismini taşıyan, fakat İslâmiyete uymayan hükümdarlar, para üzerine âyet-i kerime ve hadîs-i şerif yazmışlardır. Milleti kandırmak, Müslüman görünmek için yaptıkları hilelerden biri de bu idi. Din âlimleri, muhterem kelimeleri, paralara değil, mezar taşlarına bile yazmaya izin vermemiştir.”
Böyle üzerinde âyet-i kerime yazılı paraları abdestsiz tutmanın mekruh olduğu, Fetâvâ-yi Hindiyyede yazılıdır.
***
Sual: İnsanların hoşuna gitsin ve böylece çok kişi ibadet etsin diye ibadetlerde değişiklik yapmak uygun olur mu?
Cevap: İbadetleri, insanların hoşuna gidecek şekilde değiştirmek caiz olmaz, olamaz. İnsanların beğendiği ibadeti, Allahü teâlâ da beğenir zannetmek, pek yanlıştır. Böyle olsaydı, Peygamberlerin gönderilmesine lüzum olmazdı. Herkes, hoşuna gittiği gibi ibadet eder, Allahü teâlâ da, onu beğenirdi. Halbuki, ibadetlerin kabul olması için insanların hoşuna gitmesi, dinleyicilerin çok olması değil, insanların aklı ermese, faydalarını anlamasalar bile, İslâmiyete uygun olması lazımdır.
***
Sual: Başkalarını kötüleyen, ahlaksızlık anlatan şiirleri okumak mahzurlu mudur?
Cevap: Bu konuda Hadîkada deniyor ki:
“Tâtârhâniyye fetva kitabında; başkalarını hicveden, kötüleyen ve fuhuş, içki anlatan, şehveti harekete getiren şiirleri teganni yani ses dalgaları ile okumak, her dinde haramdır. Harama sebep olan şeyler de haram olur demektedir.”
.
Kur’ân-ı kerimi, teganni ederek okumak
23 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Kur’ân-ı kerimi musiki ile, teganni ederek okumak, manasını bozuyor ve zararlı oluyor.
Sual: Kur’ân-ı kerimi, mevlidi ve ezanı, şarkı kalıplarına uyarak okumanın dinimiz açısından bir mahzuru var mıdır?
Cevap: Kur’ân-ı kerimi, mevlidi ve ezanı musiki ile, teganni ederek okumak, manasını bozuyor ve zararlı oluyor. Mesela, Allahü ekber, Allahü teâlâ büyüktür, demektir. Sesi uzatarak, mesela Aaaallahü ekber, şeklinde okunursa, Allah, acaba büyük müdür? demek olur ki, böyle söyleyenlerin imanlarının gideceği meydandadır. Bütün fıkıh kitaplarında ve mesela, Halebî-yi sagîrde, konu ile alakalı olarak buyuruluyor ki:
“Kur’ân-ı kerimi nağme ile, yani sesi musiki perdelerine uydurarak okumak, harfleri bozmaz ise, âlimler mekruh demiştir. Zira fasıkların nağmelerine teşebbühtür, benzemektir. Eğer harfler değişir ise, haramdır. Okuması mekruh olan bir şeyi dinlemek de mekruhtur. Okuması haram olan şeyi, dinlemek de haramdır. Kur’ân-ı kerimi teganni ile okuyan hafızlara emr-i ma'rûf yapmak vaciptir. İnatlarına, düşmanlıklarına sebep olacak ise, bunları dinlememeli, orayı terk etmelidir. Teganni ile okuyan bir imam arkasında kılınan namazın iadesi, tekrar kılınması lazımdır.”
***
Sual: Kadın, erkek her Müslümanın, avret yeri olarak bilinen yerlerini, namazda ve namaz dışında da örtmesi farz mıdır?
Cevap: Bu konuda Redd-ül-muhtârda deniyor ki:
“Avret yerini örtmek, namazda da, namaz dışında da farzdır. İpek ve gasbedilmiş, çalınmış kumaşla örtülü olarak namaz kılmak tahrimen mekruhtur. Hiçbir şey bulamayan bir erkeğin, yalnız ipek bulunca, ipekle de örtmesi lazım olur. Yalnız olduğu zaman namaz kılarken de, örtmek farzdır. Temiz elbisesi bulunan kimsenin karanlıkta, yalnız iken de çıplak namaz kılması caiz değildir.”
***
Sual: Namazda hiçbir özrü yokken, bir yere dayanarak namaz kılmanın mahzuru olur mu?
Cevap: Farz namazı kılarken özürsüz olarak, duvara, direğe dayanmak mekruhtur. Nafile namaz kılarken dayanmak mekruh olmaz.
***
Sual: Namaz kılanın karşısında yanan mum bulunsa, kılınan bu namaz kabul olur mu?
Cevap: Mushafa, kılınca, muma, kandile, lambaya, aleve, tabanca gibi harp aletlerine karşı ve yatan, uyuyan kimseye karşı namaz kılmak mekruh değildir. Çünkü, bunlara tapınılmamıştır. Mecusiler, ateşe tapar, aleve tapmaz. Alevli ateşe karşı namaz kılmak mekruh olur.
.
Hârikulâde, olağanüstü hâllerin olması
24 Aralık 2017 02:00
A -
A +
“Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir..."
Sual: İnsanlardan bazılarında, âdet dışı olağanüstü hâller denilen şeyler meydana gelmiş ve gelmektedir. Bunlar kimlerde meydana gelir ve bu olağanüstü hâllere ne isim verilir?
Cevap: Bu konuda Seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ hazretleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela, buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik, ikram olmak ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara, Hârikulâde, olağanüstü olarak, yani âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratıyor.
Her insanda nefis vardır. Nefis, Allahın düşmanıdır. Hep kötülük yapmak ister. İslâmiyete uymak istemez. İslâmiyete uyanların nefisleri temizlenir, düşmanlıkları kalmaz. Açlık çeken, sıkıntılı yaşayan kâfirlerin nefisleri ise zayıflar, kötülük yapamaz. Bunun için, evliyada ve papazlarda Hârikulâde, olağanüstü işler hasıl olur.
1-Peygamberlerden, tam temiz oldukları için âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde şeyler meydana gelir. Buna Mucize denir. Peygamberlerin mucize göstermesi lazımdır.
2-Peygamberlerin ümmetlerinin evliyasında, nefislerinin kötülükleri kalmadığı için âdet dışı meydana gelen şeylere, Keramet denir. Evliyanın keramet göstermesi lazım değildir. Bunlar, keramet göstermek istemez. Allahü teâlâdan utanırlar.
3-Ümmet arasında, veli olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere, Firâset denir.
4-Fasıklardan, günahı çok olanlardan zuhur ederse İstidrâc denir ki, derece derece, kıymetini indirmek demektir.
5-Kâfirlerden zuhur edenlere ise Sihir, yani büyü denir.”
***
Sual: Bir kimse, namaz kılarken, herhangi bir sebep yokken, zorla öksürür gibi ses çıkarsa, namazı bozulur mu?
Cevap: Namaz kılan kimse, boğazından, özürsüz, öksürür gibi ses çıkarırsa namazı bozulur. Bu hâl, kendiliğinden olursa namazı bozulmaz. Okumayı kolaylaştırmak için boğazı temizlemenin namaza bir zararı olmaz.
.
Yatarak Kur’ân-ı kerim okumak
25 Aralık 2017 02:00
A -
A +
“Yan yatarak ayakları birbirine bitiştirip, Kur’ân-ı kerimi, içinden ezbere okumak caizdir."
Sual: Bir kimse, akşam yatağa girdiği zaman, yattığı yerde Kur’ân-ı kerimdeki sûre ve âyetleri okuyabilir mi?
Cevap: Bu konuda Halebî-yi kebîrde deniyor ki:
“Yan yatarak ayakları birbirine bitiştirip, Kur’ân-ı kerimi, içinden ezbere okumak veya yürüyerek, iş görerek, kabir başında oturup okumak caizdir. Kitap okuyan, yazan, iş yapan yanında Kur’ân-ı kerim okumaya başlamak, onlar dinlemedikleri zaman günah olur. Camide veya başka yerde, birkaç kişinin, bir zamanda, yüksek sesle Kur’ân-ı kerim okumaları tahrimen mekruhtur. Birinin okuyup, başkalarının sessizce dinlemeleri lazımdır. İşi olanların dinlemesi farz olmaz. Kur’ân-ı kerimi dinlemek, farz-ı kifayedir ve okunmasından ve nafile ibadetlerden daha sevaptır.”
***
Sual: Bir kadın, Kur’ân-ı kerimi ve namaz sûrelerini, erkek hocadan da öğrenebilir mi?
Cevap: Halebî-yi kebirde; “Kadın, Kur’ân-ı kerimi kadından öğrenmelidir. Yabancı erkeklerden, âmâdan bile öğrenmemelidir” buyuruluyor.
***
Sual: Kur’ân-ı kerimi öğrendikten sonra unutmak günah mıdır?
Cevap: Kur’ân-ı kerimi öğrendikten sonra, unutmanın günah olduğu, Berîkada ve Hadîkada yazılıdır.
***
Sual: Bir kimse, iş yaparken, kendi işiteceği bir sesle Kur’ân-ı kerim okuyabilir mi?
Cevap: Hulâsa-tül-fetâvâda deniyor ki:
“İş görürken ve yürürken, kalbi ile düşünerek, Kur’ân-ı kerim okumak câizdir.”
***
Sual: İş yapanlar ve uyuyanların yanında yüksek sesle Kur’ân-ı kerim okumanın mahzuru olur mu?
Cevap: Halebîde; “İş görenler ve yatanlar arasında, yüksek sesle Kur’ân-ı kerim okunursa, okuyan günaha girer” denmektedir.
***
Sual: Kur’ân-ı kerimi güzel okuyabilmek için müzik bilmeye, makam öğrenmeye gerek var mıdır?
Cevap: Kur’ân-ı kerimi doğru, güzel okumak için, müzik öğrenmeye lüzum yoktur. Tecvid ilmini öğrenmeye lüzum vardır. Âlimlerin çoğuna göre, Tecvid ilminde, harflerin ağızdaki yerleri, medler, harflerin uzatma miktarları ve daha birçok şeyler öğrenmeden okunan Kur’ân-ı kerim, doğru olmaz, ezan ve namaz sahih olmaz.
***
Sual: Namaz kılan bir kimse, dışarıdan birinin biraz sağa veya sola git sözü ile hareket etse, namazı bozulur mu?
Cevap: Namazda başkasının sözü ile yerini değiştirmek veya yanına gelene, onun sözü ile yer açmak bozar. Fakat, biraz sonra, kendiliğinden hareket ederse bozmaz.
.
Dert ve sıkıntı zamanında okunanlar
26 Aralık 2017 02:00
A -
A +
"Dert ve bela gelince, Yunus Peygamberin duasını okuyun! Allahü teâlâ muhakkak kurtarır..."
Sual: Din kitaplarında sıkıntılı zamanlarda, nelerin okunması tavsiye edilmiştir?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabında;
“Zahir işlerin bozuk ve dağınık olması, kalbin de dağılmasına yol açar. Kalbinizde üzüntü ve kuruntu olunca, gidermek için tevbe ve istiğfar okuyunuz! Korkulu zamanlarda, Kelime-i temcîd, yani 'Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil'aliyyil'azîm' okuyunuz!” buyurmaktadır.
Muhammed Ma'sûm hazretleri de, Mektûbât kitabında;
“Dertlerden kurtulmak ve murada kavuşmak için beşyüz kere Lâ havle velâ kuvvete illâ billah ile evvelinde ve ahirinde yüzer defa salevât-ı şerife okuyup dua etmelidir” buyuruyor.
Mu'avvi-zeteyn yani iki Kul-e'ûzüyü çok okumak da faydalıdır. Tefsîr-i Mazherîde, Enbiyâ sûresinin 87. âyetinin tefsirinde, hadîs-i şerifte buyuruldu ki:
(Birinize dert ve bela gelince, Yunus Peygamberin duasını okusun! Allahü teâlâ Onu muhakkak kurtarır. Dua şudur: Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez-zâlimîn.)
Tergîb-üs-salâttaki hadîs-i şerifte;
(Sabah, kalkınca, üç kerre Bismillâhillezî lâ-yedurru ma' asmihî şey'ün fil-erdı velâ fissemâi ve hüves-semî'ul'alîm okuyana akşama kadar, hiç dert, bela gelmez) buyuruldu.
***
Sual: Çoluk, çocuğun ihtiyaçları için çalışmak, para, mal kazanmak da dünyaya gönül bağlamak sayılır mı?
Cevap: Konu ile alakalı olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
“İnsanın muhtaç olduğu şeyleri zaruret miktarı kullanması ve bunları elde etmek için çalışması, dünyaya gönül bağlamak olmaz. İhtiyaçtan fazla ve faydasız şeyler, dünyadır. Bunların da, Allahü teâlânın rızasına uygun olarak elde edilmeleri ve sarf edilmeleri dünya olmaz. Riyazet çekmenin ve mubahları zaruret miktarı kullanmanın, büyük bir faydası da, Kıyamet günü hesabın kısa ve kolay olmasıdır. Ahiretteki derecelerin yükselmesine de sebep olur. Dünyada ne kadar sıkıntı çekilirse, ahirette o kadar çok rahatlık olacaktır. Peygamberler, bu bakımdan da, riyazat ve mücahedat çekmişlerdir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, riyazet çekmek ve mubahları zaruret olduğu kadar kazanıp kullanmak, ictibâ, seçilmişlerin yolunda şart olmamakla beraber, bunlar iyi ve faydalı şeylerdir. Faydalarının çokluğu düşünülünce zaruri ve lazım da diyebiliriz.”
.
Evliyanın kerametine inanmamak
27 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Keramete inanmayanlar, aslında Müslümanların evliyaya olan itimatlarını yıkmaya çalışmaktadırlar.
Sual: Bazı kimseler, evliyada meydana gelen, keşif ve kerametlere inanmıyor. Böylelerine ne denebilir?
Cevap: Evliyanın keşif ve kerametlerine inanmayanlar, aslında Müslümanların evliyaya olan itimatlarını yıkmaya çalışmaktadırlar. Halbuki, bu davranışlar çok çirkin ve haksızdır. Çünkü, bir âyet-i kerimede mealen; (Çok zikrediniz. Zikretmekle kalp itminana kavuşur) buyuruldu. Hadîs-i şerifte; (Allah sevgisinin alameti, Onu çok zikretmektir) buyuruldu. Hadîs âlimleri; “Resûlullah, her an zikrederdi” buyurdu. İşte bunun için bu ümmetin büyükleri çok zikrederdi. Böylece, İslâmiyetin bu emrini de yerine getirmeye çalışırlardı. Çok zikredince, mübarek kalpleri itminana kavuşurdu. (Her derdin şifası vardır. Kalbin şifası, zikrullahtır) ve (Takvanın kaynağı, ariflerin kalpleridir) hadîs-i şeriflerinin haber verdiği gibi, kalp hastalığından, günahlardan kurtuldular. Allahü teâlânın sevgisine kavuştular. İşte takva sahibi olan, kalpleri temiz olan, Allahü teâlânın çok sevdiği bu büyük âlimler diyorlar ki:
“Çok zikrederken, dünyayı, her şeyi unutuyoruz. Kalbimiz ayna gibi oluyor. İnsan uykuda, her şeyi unutunca, rüya gördüğü gibi kalplerimizde bir şeyler görünüyor.” Bu gösterilenlere Keşif, Mükâşefe, Şühûd isimlerini veriyorlar. Böyle olduğunu, her asırda binlerle evliya haber veriyor.
Çok zikretmek ibadettir. Çok zikredenleri Allahü teâlâ sever. Bunların kalpleri, takva kaynağı olur. Bunları Kitap ve Sünnet haber veriyor. Bunlara inanmayan, Kitaba ve Sünnete inanmamış olur. Kalpte keşif ve şühûd hasıl olduğunu da, Allahü teâlânın sevdiği doğru Müslümanlar haber veriyor. Hadîs-i şerifte; (Çok zikredenin kalbinde nifak kalmaz) buyuruldu. Bunları haber verenler, münafık olmayan, özü, sözü doğru kimselerdir. Keşif ve keramet, böyle kimselerin tevatür hâlindeki haberleri ile bildirilmiştir.
Evet bunlar, Ümûr-i vicdâniyye, Ümûr-i zevkiyyedir. Başkalarına hüccet olamaz. Bunlara inanmak emrolunmadı. Fakat, inanmak yasak da edilmemiştir. Allahü teâlânın sevdiği salih Müslümanların tevatür hâlinde bildirdiklerine inanmak, inanmamaktan daha iyidir. Müslümana hüsn-i zan olunur, haberlerine güvenilir. İbadetlerde bile, sözlerine güvenilir. “İnkâr eden, mahrum olur” sözü, meşhurdur
Sual: Bazı camilere sandalyenin yanı sıra masa bile koyanlar olmuştur. Camilere böyle masa, sandalye koymak, dinimiz açısından uygun mudur?
Cevap: Gayr-i müslimler, Müslümanları Hristiyan yapmaya, camileri kiliseye çevirmeye uğraşıyorlar. Bu işi sinsice yapabilmek için, Müslüman görünüyorlar. Camilere ileride masa sokabilmek için, secde yerlerini biraz yükseltmekle işe başlıyorlar. "Basılan yere baş konulmaz, hastalık olur" diyorlar. Secde yerlerini uzun yıllarda "yükselte yükselte, masaya yol açarız" diyorlar. Camilere müzik, org sokabilmek için, önce hoparlörden, teypten başlıyor, ibadetlerin çalgı aletleri ile yapılmasına, yavaş yavaş alıştırmak istiyorlar. Yapılması günah olmayan, mubah bir şeyin ibadet sanılması korkusu olursa, bu mubah şeyi yapmak haram olur, büyük günah işlemek olur. Bunun için, Müslümanların çok uyanık olması, ibadetleri Eshâb-ı kiram gibi, dedeleri gibi yapmaya titizlikle ehemmiyet vermeleri lazımdır. Hoparlör, teyp ve benzerleri ile ibadet etmek, iyi ve faydalı görülse bile, bidat olduğu için ve ibadetleri değiştirmeye yol açacağı için, camilere sokulmamalı, İslâm düşmanlarının planlarına, tuzaklarına kapılmamaya dikkat etmelidir. Bekara sûresi 216. âyetinde mealen;
(Beğendiğiniz, sevdiğiniz çok şey vardır ki, sizin için zararlıdır!) buyuruldu.
İbadetlerde yapılacak ufak bir değişiklik, çok faydalı görünse de, bunu yapmaktan kaçınmalıdır. Radyo ile, hoparlör ile okunan ezan kabul olmaz. İmamın ve müezzinin kendi seslerini işitmeyip, radyo, hoparlör sesleri ile hareket eden cemaatin namazları sahih olmaz.
***
Sual: Şıra olarak bilinen üzüm suyu, üzerimize, elbisemize dökülse namaz kılmaya mâni olur mu?
Cevap: Şıra, yani üzüm suyu temizdir, namaza mâni değildir. Üzüm suyu, şarap haline dönünce pis, necis olur.
***
Sual: Şarap, sirke hâline döndükten sonra, yine necis olması devam eder mi?
Cevap: Şarap, sirke olunca temiz olur.
***
Sual: Bazı yerlerde buğday, arpa gibi hububat, hayvanların çektiği döğen denilen bir alet ile ezilmekte ve hayvanların pislikleri de bunlara karışmaktadır. Bu buğday pis mi, temiz mi olur?
Cevap: Döğen hayvanı buğdayın bir yerine bevletse, herhangi bir parçası yıkansa veya hediye verilse, yenilse veya satılsa, geri kalanlar temiz olur.
.
Secde, saygının son derecesidir
29 Aralık 2017 02:00
A -
A +
Secde, ancak Allahü teâlâya ibadet için yapılır. Ondan başkasına secde etmek caiz değildir.
Sual: Allahü teâlâdan başkası için, yere kapanıp secde etmek dinen uygun mudur?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Secde, alnı yere koymaktır ki, küçüklüğü ve aşağılığı göstermektir. Tevazu ve saygının son derecesidir. Bunun için secde, ancak Allahü teâlâya ibadet için yapılır. Ondan başkasına secde etmek caiz değildir. Peygamber efendimiz bir gün, bir yere gidiyordu. Bir köylü rast gelip, mucize gösterirsen iman ederim dedi. Server-i âlem buyurdu ki; (Karşıki ağaca git, de ki, Allahın Peygamberi seni çağırıyor!) Köylü, böyle söyleyince, ağaç yerinden ayrılıp Resûlullah efendimizin önüne geldi. Köylü bu hâli görünce, hemen Müslüman oldu. 'Ya Resûlallah! İzin verirsen, sana secde edeceğim' dedi. (Allahü teâlâdan başka, hiçbir şeye secde edilmez. Başkasına secde etmek caiz olsaydı, kadınların, erkeklerine secde etmelerini emrederdim) buyurdu. Fıkıh âlimlerinden bazısı, sultanlara, selam niyeti ile, secde etmeye izin vermiş ise de, sultanların bu işte, Allahü teâlâya karşı edebi gözetmeleri, Allahü teâlâdan başkasına secdeye izin vermemeleri layık olur. Allahü teâlâ, onları her şeye amir ve hâkim yapmış, herkesi bunlara muhtaç kılmış. Bu büyük nimete şükür olarak, aczin, küçüklüğün son şekli olan secdeyi, Allahü teâlâya mahsus edip, Ona şerik, ortak olmamalıdırlar. Bazı âlimler izin vermiş ise de, kendileri, güzel tevazuları sebebi ile, buna izin vermemelidir.”
***
Sual: Alkol karıştırılarak pişirilen et, temiz olur mu, yenebilir mi?
Cevap: Herhangi bir eti, şarap veya ispirto ile kaynatınca, et necis olur, hiçbir suretle temizlenemez. Üç kere temiz su ile kaynatıp, her birinde soğutulunca, temiz olur da denildi.
***
Sual: İçine necaset karışmış olan sütü, sıvı yağı temizlemek mümkün olur mu?
Cevap: Necaset karışmış sütü, balı, pekmezi temizlemek için, biraz su ile karıştırıp, su uçuncaya kadar kaynatılır. Sıvı yağı temizlemek için, su ile çalkalayıp, üste ayrılan yağ alınır. Katı yağ su ile kaynatılır. Sonra alınır.
***
Sual: Yanıp kül olan şeylerle teyemmüm yapılabilir mi?
Cevap: Toprak cinsinden olan her temiz şeyle, üzerinde bunların tozu olmasa bile, teyemmüm edilir. Yanıp kül olan veya sıcakta eriyebilen şeyler, toprak cinsinden değildir.
.
Hazret-i İsa’nın doğumu belli değil midir?
30 Aralık 2017 02:00
A -
A +
İseviler az ve asırlarca gizli yaşadıklarından, milat, yani Noel gecesi doğru anlaşılamamıştır.
Sual: Hazret-i İsa’nın doğum gecesi ve miladi takvimin başlangıcı olarak kabul edilen Noel gecesi belli değil midir?
Cevap: İsa aleyhisselam, Peygamberlik vazifesini yapmaya başladığı zaman, Yahudilerden bazıları, onu beklenilen Mesih kabul ettiler. Ancak, Onun sözlerini, Yunan felsefesi ve putperest cemaatlerin fikirleri ışığında, tefsire tabi tuttular. Böylece, İsa aleyhisselamın hakiki dini, değiştirildi. İsa aleyhisselamın yolunu öğretmek yerine, Onun şahsını yüceltme teşebbüsleri, bu değişikliğin ilk işaretleri idi. Dr. Morton Scott Enslin, Christian Beginnings kitabında diyor ki:
“İsa aleyhisselamın kim olduğunu araştırma, her şeyi Onun şahsiyeti ile ilgi kurarak açıklama gayretleri, kendisi için uydurulan ve kendisinin hiçbir zaman söylemediği şeyleri, kendisinin tebliğ ettiği, Allahü teâlânın kullarından istediği şeyleri ve tevbeye çağırdığı hususunu unutturdu. Böylece, ümmetine tebliğ ettiği ahkamın öğrenilmesi ve itaat edilmesi yerine, şahsiyetinin açıklanıp anlaşılması lazım olan bir kimse hâline geldi.”
Eski çağdaki putperestlerde, tanrıların ve kahramanların efsanevi hikâyelerine mitoloji denir. Hayali tanrıların ölmesi veya dirilmesi ile kendilerinin kurtulacağı zannolunurdu. Kurtarıcı tanrıya inanan kavimlerin ayinlerinin en mühimi, kişinin tanrı ile birleştiğine, bütünleştiğine inandıkları, sembolik et yeme ve içki içme ayinleridir. Her bir kurtarıcı tanrının, kış başlangıcında doğduğuna inanıldı. Kış başlangıcı ise, Julian takvimine göre 25 Aralık'tır. Hıristiyanlar da, İsa aleyhisselamı kurtarıcı bir tanrı yaparak, bu tarihte doğduğunu kabul ettiler ve bu geceyi milat ve Noel olarak her sene kutlamaya başladılar."
New York Üniversitesinde tarih profesörü olan, Waelance Ferguson diyor ki:
“Hıristiyanların yortuları, putperest yortuları ile aynı tarihlere rastlar. Mesela, Noel tarihi, İran ve Roma’da güneş tanrısı Mithrasın doğum tarihi idi. Ayrıca bu tarih çok eskiden beri putperest dünyasında önemli bir yortu günü idi.”
İsa aleyhisselam, gizli dünyaya gelip ve dünyada az kalıp, göğe çıkarıldığından ve kendisini ancak oniki havari bilip, İseviler az ve asırlarca gizli yaşadıklarından, milat, yani Noel gecesi doğru anlaşılamamıştır.