Vakıf nedir? İlk vakıf ne zaman kuruldu? İlk vakıf sistemi nasıldı? Vakıflar niçin kurulur ve faaliyetleri nelerdir? İslam'da vakıf ne demektir? Vakıf insanı kimdir? Vakıf bedduası nedir? Osmanlı vakıf medeniyeti ve daha bir çok konuyu sizler için derledik...
Vakıf, Yaratan’dan ötürü Yaratılana merhamet, şefkat ve sevginin müesseseleşmiş şeklidir.
Lugat anlamıyla durmak, durdurmak demek oluyor. Diğer bir ifade ile Allah’a (cc) adanan, temlik ve temellükten ebediyyen men edilerek mânevi bir gaye için kullanılan mülkiyet. Satılamaz, devredilemez vs…
Gâye ise, bütün mahlûkâtın muhtaç olanlarına cömertçe ikramda bulunmak, şefkat ve merhametle yaklaşarak,
Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanabilmektir. Esâsen malın ve hattâ gerektiğinde canın Allâh -celle celâlühû- yoluna
fedâ edilmesi, îmânın bir kemâl şartı olarak- her müminin uyması gereken îlâhî bir emirdir.
KUR'AN'I KERİM'DE GEÇEN AYETLER
“Gerçek müminler ancak; Allâh ve Rasûlüne îmân eden ve sonra da şüpheye düşmeyerek mallarıyla ve canlarıyla Allâh yolunda cihad eden kimselerdir. İşte (îmânlarında) sâdık olanlar bunlardır.” (el-Hucurât, 15)
“O takvâ sâhipleri, kendilerine rızık olarak verdiğimiz her şeyden (Allâh yolunda) infâk ederler.” (el-Bakara, 3)
“Allâh, müminlerden cennet mukâbilinde canlarıyla ve mallarıyla satın almıştır...” (et-Tevbe,111)
“İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allâh’ın rızasını kazanma uğrunda kendisini ve malını fedâ eder...” (el-Bakara, 207)
“Mallarını Allâh yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dâne bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allâh kime dilerse, ona kat kat verir. Allâh, ihsânı bol olan, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 261)
“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ “birr”e (yâni hayrın kemâline) eremezsiniz! Her ne infâk ederseniz, Allâh onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)
“…Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allâh’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allâh’ın rızâsını gözeterek) yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yoldakalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar,
namaz kılar, zekât verir…”(el-Bakara, 177)
" Ey iman edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler elbette zalimlerdir."(el-Bakara, 254)
“O ki, hanginizin daha güzel davranacağı-nı imtihân etmek için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak gâliptir ve çok bağışlayıcıdır.” (el-Mülk, 2)
İNFAK VE VAKIF İLE İLGİLİ HADİS-İ ŞERİFLER
“İnsan ölünce, şu üç ameli dışında bütün amellerinin sevâbı kesilir:
- Sadaka-i câriye,
- Kendisinden istifâde edilen ilim,
- Arkasından duâ eden hayırlı evlâd.” (Müslim,Vasiyye, 14)
“Kim Allâh rızâsı için bir mescid inşâ ederse, Allâh da onun için cennette bir köşk binâ eder.”
(Müslim, Mesâcid, 24)
“Yeryüzündekilere merhamet edin ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin!” (Tirmizi, Birr, 16)
“Muhacir ve ensardan imkân sâhibi olup da vakfı bulunmayan bir tek kişi bilmiyorum.” (İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598) demiştir.
“İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olandır.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağir, II,
Allâh Rasûlü’nün bildirdiği üzere, susuzluktan soluyan bir köpeğe su veren günahkâr bir kimse, sırf bu merhameti sebebiyle günahları affedilerek cennete nâil olmuştur. Buna mukâbil, bir kediye merhametsiz davranarak, onun açlığı-na aldırış etmeyen bir kadın da cehenneme dûçâr kılınmıştır. (Bkz. Müslim, Selam, 153, 151)
“–Hangi amel daha hayırlıdır?” diye soran bir sahâbîye Allâh Rasûlü –sallallâhu aleyhi ve sellem-:“–Tanıdık tanımadık herkese yemek yedirmen ve selâm vermendir.” buyurmuştur. (Buhârî, Îmân, 6)
“Müslüman bir kişi bir ağaç diker de ondan insan, hayvan veya kuş yerse, bu yenen şey kıyamet gününe kadar o Müslüman için sadaka olur.” (Müslim, Müsâkât,10)
İLK VAKIF NASIL KURULDU?
Binlerce yıldır insaların istifade ettiği vakıfların temeli İbrâhîm -aleyhisselâm- zamanına kadar uzanır. İlk vakıf kurulmasına vesile olan hadise şu şekilde nakledilir.
İbrâhîm -aleyhisselâm- ateşe atılarak nefsinden, kurban emri ile de evlâdından imtihan görmüş, tevekkül ve teslîmiyeti, O’na her iki imtihanı da kazandırmıştı. Sıra servetten imtihana geldi. Bir rivâyete göre İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın 12.000 hayvandan oluşan sürüleri vardı. Bu sürüleri koruyan pek çok da muhâfız köpeği vardı. Dünyâya râm olanları tahkîr için köpeklerin boyunlarına altından tasma taktırırdı. Cebrâîl -aleyhisselâm-, insan kılığında geldi:
“–Bu sürüler kimin?” diye sordu.
İbrâhîm -aleyhisselâm-:
“–Rabbimin. Ben de emânetçisiyim!” dedi.
Cebrâîl -aleyhisselâm-:
“–Bana satar mısın?” dedi.
İbrâhîm -aleyhisselâm-:
“–Rabbimi bir kere zikret üçte birini, üç kere zikret; tamamını vereyim!” dedi.
Cebrâîl -aleyhisselâm-:
dedi. İbrâhîm -aleyhisselâm-:
“–Al, hepsi senin, al, götür!” dedi.
Cebrâîl -aleyhisselâm-:
“–Ben meleğim, alamam!” dedi.
Bunun üzerine İbrâhîm -aleyhisselâm-:
“–Sen meleksen, ben de “Halîl”im. Verdiğimi geri alamam!” dedi.
Nihâyet İbrâhîm -aleyhisselâm- sürüleri sattı. Geniş bir arâzî aldı. Onu müslümanların istifâdesi için vakfetti. Böylece vakıf,[1] İbrâhîm -aleyhisselâm- ile başlamış oldu.
Allâh’ın Halîl’i olan İbrâhîm -aleyhisselâm-, Allâh için bütün servetini bir anda fedâ ederek malından da imtihan vermiş, “gerçek dost” (Halîl) olduğunu ispat etmişti. İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın bu husûsiyeti âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmiştir:
“Bir zaman Rabbi, İbrâhîm’i bir takım kelimelerle (emir ve yasaklarla) imtihan etmiş, İbrâhîm de onları tamâmen yerine getirmişti…” (el-Bakara, 124)
[1] Vakıf: Yaratan’dan ötürü yaratılanlara merhamet, şefkat ve sevginin müesseseleşmiş şeklidir. Diğer bir ifâdeyle, Allâh’a adanan, temlîk ve temellükten men edilen mülkiyetlerdir. Temlîk, mülk olarak verme, satma; temellük ise mülk edinme, sâhiplenme, kendine mal etme mânâlarına gelir.
İSLAM'IN GELMESİ İLE İLK VAKIF ÖRNEĞİ
İslâm’ın dünyayı şereflendirmesi ile vakfın ilk fiilî numûnesini de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vermişlerdir.
O, her davranışında bir üsve-i hasene, yani numûne-i imtisâl olduğu için, önce Medîne-i Münevvere’de sahibi bulunduğu yedi ayrı hurmalığını, daha sonra da Fedek ve Hayber hurmalıklarından kendi hissesine düşeni Allah yolunda vakfetmişlerdir.
VAKIFLARIN KURULUŞ AMACI NEDİR?
Vakıf tesisindeki esas gâye, Allâh’ın rızâsına nâil olup âhiret selâmetine ermektir. Tâ başlangıcından beri vakıflar, bu minvâl üzere kurulmuş ve aynı şekilde devam etmiştir. Öyle ki bu gâye, «et-takarrub ilâllâh» (Allâh’a yaklaşmak) şeklinde vecizeleştirilmiş ve vakfın sıhhat şartlarından biri olarak kabul edilmiştir.
Bu itibarla vakıf husûsunda derin bir hassâsiyete sahip olmak ve bu ilâhî emânete büyük bir dikkatle riâyet etmek zarûrîdir. Tarih boyunca bu konu üzerinde titizlikle durulmuş ve bu emânetin ihlâl edildiği zamanlarda da acı akıbetlere dûçâr olunmuştur.
Nitekim Sâlih -aleyhisselâm-’a mûcize olarak verilen deve, kimseye âit olmayıp Allah Teâlâ’nın peygamberi vâsıtasıyla insanların istifâdesine sunduğu bir emânet idi ve âdeta bir vakıf malı hükmündeydi. Sütü, bir sebil gibiydi. Sahibi de Cenâb-ı Hak’tı. Fakat azgın kavim, deveyi öldürerek bu emânete ihânet etti. Neticede helâke dûçâr oldu.
Halk ağzında kıssa olarak anlatılagelen Süleyman -aleyhisselâm- ile serçe kuşu arasındaki şu hâdise de çok ibretlidir:
Bir gün Süleyman -aleyhisselâm-, serçe kuşunu azarlamıştı. Bunun üzerine serçe, Süleyman -aleyhisselâm-’ı tehdid ederek:
“–Senin saltanatını mahvederim!” dedi. Süleyman -aleyhisselâm-:
“–Senin cüssen ne ki, benim saltanatımı mahvedeceğini söylüyorsun!..” dedi. O küçük kuş, şöyle cevap verdi:
“–Kanatlarımı ıslatır ve bir vakıf toprağına sürerim. Sonra da kanatlarıma bulaşan bu toprağı sarayının damına taşırım. Böylece benim taşıdığım o vakıf toprağı, senin sarayını çökertmeye yeter!..”
VAKIFLARIN YARARLARI NELERDİR?
Allah yolunda infakta, sevilen şeylerden ve gönülden verme husûsu çok mühimdir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَىْءٍ فَاِنَّ اللّٰهَ بِهِ عَلِيمٌ
“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ «birr»e (yani hayrın kemâl noktasına) eremezsiniz! Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)
Bu âyet-i kerîme nâzil olduğu zaman ashâb-ı kirâm, hemen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüksek huzûruna çıkarak en sevdikleri şeyleri infakta bulundular. Bunların bir kısmı sadaka, bir kısmı köle âzâdı, bir kısmı da vakıf şeklinde tahakkuk etti.
EBEDİYETE KADAR AKACAK ÇEŞME
Bâzı ırmak ve sebîller vardır ki, dünya kurulduğundan beri berrak bir şekilde ve derûnî nağmelerle akmaktadır. Susamış sînelere hayat, elemli yüreklere haz ve ümit, âşık ruhlara da ilham verircesine serin ve tatlı şırıltılarla kıyâmete kadar da akmaya devam edecektir. İşte Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allah yolunda yapılan bâzı hayırları da bu akarlara benzetmektedir. Ancak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bahsettiği akar, daha başkadır ki, o, kıyâmete kadar değil ebediyete kadar akacak bir çeşmedir. Durmadan akan, kula duâ getiren bir hayır çeşmesidir. Aktıkça sahibinin amel defterini ve hayır havuzunu dolduracak, onu ebedî nûra gark edecek bir sebîldir. Yani sadaka-i câriyedir.
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kişi öldüğü vakit üç sayfası hâriç amel defteri kapanır. Açık kalan amel sayfalarından biri, sadaka-i câriyedir; diğeri, insanların faydalanacağı bir ilimdir; üçüncüsü de, kendine duâ eden hayırlı bir evlâttır.” (Müslim, Vasiyyet, 14)
İslâm âlimleri ekseriyetle sadaka-i câriye ile vakfın kastedildiğini beyan buyurmuşlardır. Sadaka-i câriye, Allah rızâsı için hizmet veren bir eser bırakmaktır. Bu, ilim ve irfan yuvaları tesis etme, yol, köprü, kütüphâne yapma veya müessese kurarak talebelere burs vs. imkânlar sağlayıp insan yetiştirme ve bütün fedâkârlıklarına katlanarak hayırlı bir evlât büyütmedir.
VAKIF BEDDUASI NEDİR?
Vakıfnâme bedduâları, mânevî birer tehdittir. Çünkü ebedî istikbâl endişesi taşıyan gerçek müminler, âhiretteki hesâbın azâb ile neticelenmesinden korkarak, böyle bir bedduâya mâruz kalmak istemezler ve dâimî bir hassâsiyet içinde hareket ederler.
Vakıfların maksadına uygun kullanılmaları husûsundaki ciddiyetin dâimâ hatırda tutulması için, umûmiyetle vakıfnâmelerin başında veya sonunda hem hayır duâ, hem de bedduâlar bulunur. Hayır duâ, vakfa hizmette kusur etmeyenler içindir. Bedduâ ise, vakfiyede belirtilen hizmeti yerine getirmeyen, yâni vakfa kötülüğü ve zararı dokunan kimseleredir. Böyle kimseler için ekseriyetle şu bedduâ cümleleri kullanılır: “Her kim bu vakfın şartlarını bozar veya değiştirirse, Allâh’ın, peygamberlerin, meleklerin, insanların ve bütün mahlûkâtın lâneti onun üzerine olsun!..”
Nitekim Fâtih Sultan Mehmed Han da, Ayasofya vakfiyesinde bu bedduâyı aynen zikretmiştir. Vakıfnâmelerde bulunan bu nevî bedduâlar, mânevî bir tehdittir. Çünkü ebedî istikbâl endişesi taşıyan gerçek müminler, âhiretteki hesâbın azâb ile neticelenmesinden korkarak, böyle bir bedduâya mâruz kalmak istemezler ve dâimî bir hassâsiyet içinde hareket ederler. Vakfın idâresi ve korunması husûsundaki hassâsiyet, İslâm’da o derecede ehemmiyet kazanmıştır ki, « شَرْطُ الْوَاقِفِ كَنَصِّ الشَّارِعِ » yâni “Bir malı vakfedenin koyduğu şart, Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu hüküm gibidir.” sözü bir düstûr olmuştur. Nasıl ki bir âyetin değiştirilmesi düşünülemezse, aynen onun gibi vakfedenin şartlarının değiştirilmesi de düşünülemez. Asırlar önce yapılmış vakıfların pek çoğunun mâhiyet değişikliğine uğramadan bize kadar intikal etmeleri, hep bu temel kâideye riâyet bereketiyledir.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hizmet, Abide Şahsiyetleri ve Müesseseleriyle Osmanlı (2013), Vakıf-İnfak-Hizmet, Kur’ân-ı Kerim Işığında Nebiler Silsilesi – 1, Erkam Yayınları
VAKIF AKAR
Vakıf sözlükte; bir mülkü tasarruftan menetmek demektir. Ebû Hanîfe'ye göre vakıf; bir malı vakfedenin mülkiyetinde devam etmek üzere bu malın gelirini ya da yararlanma hakkını hayır cihetine tahsis etmektir. Buna göre, vakfedilen, vakfedenin mülkiyetinden çıkmaz, onun vakıf tasarrufundan dönmesi veya bu malı satması geçerli olur. Çünkü vakıf muamelesi âriyet gibi bağlayıcı olmayan caiz bir akittir. Ancak şu üç durumda vakıf bağlayıcı hale gelir.
1- Hâkimin hükmü ile vakıf bağlayıcı olur. Çünkü vakfın bağlayıcı olup olmadığı ictihadî bir konu olup, hâkimin hükmü bu konudaki farklı görüşleri kaldırır.
2- Hâkim, vakfın bağlayıcılığını vakfedenin ölümüne bağlamışsa, üçte birle vasiyet gibi ölümle vakıf bağlayıcı hale gelir.
3- Vakfın mescid için yapılması halinde, vakfeden vakıf yeri ayırır ve içinde namaz kılmak üzere izin verirse, mescidde bir kişinin namaz kılması ile vakfedilen yer vakfedenin mülkünden çıkar (İbnu'l-Humâm, Fethu'l Kadir, I. Baskı, Mısır 1316/1898, V, 37-40, 62; el-Meydânî, el- Lübâb, İstanbul, t.y II, 391). Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, Şâfiîler ve en sağlam görüşünde Hanbelîlere göre vakıf; kendisinden yararlanılması mümkün olan bir malı, ayn'ı devam etmekle birlikte, vakfedenin veya başkasının kuru mülkiyette tasarrufunun kesilmesi suretiyle Allah'ın rızasını kazanmak için mübah bir hayır cihetine tahsis etmektir. Bu duruma göre vakıf malın mülkiyeti vakfedilince, vakfedenin mülkiyetinden çıkar ve Allah'ın mülkü haline gelir. Hanefîlerde çoğunluğun görüşüne göre fetva verilmiştir (bk. İbnü'l-Hümâm, a.g.e., V, 37 vd.; İbn Âbidin, a.g.e., III, 391; ez-Zuhaylî, el- Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dimaşk, 1405/1985, VIII, 154, 155); eş-Şirbinî, Muğnî'l-Muhtâc, II, 376).
Delil İbn Ömer (r.anhüma)'ın naklettiği şu hadistir: "Ömer (r.a)'e Hayber topraklarından bir arazi isabet etmişti. Dedi ki; Ey Allah'ın Rasûlü! Bana Hayber'de bir arazi düştü. Benim bundan daha değerli hiç bir malım olmadı. Bana bu konuda ne emredersiniz? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "İstersen onun aslını vakfedersin ve gelirini tasadduk edersin ". Ömer (r.a) bu araziyi satmamak, bağışlanmamak ve miras yoluyla intikal etmemek üzere fakirlere, yakın hısımlara, kölelere, misafire ve yolda kalmışa tasadduk etti. Ancak araziyi yöneten kimse örfe göre yiyebilecek, bir malı mülkiyetine geçirmeksizin başkasına yedirebilecekti (Nesaî, İhbâs, 3; Buhârî, Cihâd, 86, Humus, 3, vesâyâ, 1).
Vakfedilebilen Mal Çeşitleri Şunlardır
1- Gayri menkullerin vakfı: Arazi, ev, dükkân, han, bağ veya bahçe gibi "akar"ın vakfedilmesi geçerlidir. Çünkü sahabeden büyük bir topluluk bu çeşit vakıf yapmışlardı. Yukarıda Hz. Ömer'in böyle bir vakfından söz etmiştik. Gayri menkuller sürekli olarak kalabildiği için vakfın en önemli özelliği olan "ebedîlik" niteliği bunlarda tam olarak gerçekleşir.
2- Menkullerin vakfı: Hanefiler dışında çoğunluk fakîhlere göre taşınabilir şeylerin vakfı da geçerlidir. Kandil, halı, kilim gibi mescid eşyası, silâh çeşitleri, elbise, ev eşyası bunlar arasında sayılabilir. Menkulün vakfı hadiste, örfe veya gayri menkule bağlı olarak vakfetme esasına dayanır.
Hanefilere göre ebedilik niteliği bulunmadığı için temelde taşınırların vakfedilmemesi gerekir. Ancak gayri menkule tabi olarak bazı eşyayı vakfetmek, meselâ; bir çiftlikle birlikte orada bulunan hayvan, traktör, harman makinası vb. gibi şeyleri vakfetmek geçerlidir. Yine silâh ve at gibi hakkında nass (hadis) bulunan menkuller de vakfedilebilir. Nitekim Halid b. Velid (r.a)'ın savaş silâhlarını vakfettiği nakledilir. Ya da örf cereyan eden menkuller de vakfedilebilir. Bazı kitapların Kur'ân-ı Kerîm'in, balta, gelinlik ve bir takım kapların vakfedilmesi gibi. Dinar (altın para), dirhem (gümüş para) ve standart şeylerin vakfedilmesi de bu niteliktedir. Örf; bir beldede Müslümanların yaygın bir biçimde bu çeşit şeyleri vakfetmeleri ile meydana gelir. Örf bulununca bu konudaki kıyas terk edilir. Çünkü Abdullah b. Mes'ûd (r.anhümâ) Rasûlüllah (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Müslümanların güzel gördüğü şey Allah nezdinde de güzeldir" (Ahmed b. Hanbel, I, 379). Çünkü örfte sabit olan şey nass'la sabit olmuş gibidir. Ölçü veya tartı ile alınıp satılan standart şeyler vakfedilince satılır ve bedeli mudarabe (emek-sermaye ortaklığı) veya bidâa (vakıf sermayesini Allah rızası için bir bedel istemeksizin çalıştırma) yoluyla işletmeye verilir. Bundan dönem sonlarında elde edilecek kâr vakfın hayır cihetine sarfedilir (İbn Âbidîn, a.g.e., III, 409 vd., 427 vd.; ez-Zuhaylî, a.g.e., VIII, 163).
3- Taksimi kabil olmayan şeyin vakfı: Mâlikîler dışındaki çoğunluğa göre taksim edilemeyen şeyin vakfedilmesi caizdir. Çünkü vakıf hibeye benzer. Taksimi kabil olmayan muşâ'ın hibesi ise caizdir. Mâlikîlere göre ise vakfın sıhhati için vakfedilen hissenin ayırdedilmesi şarttır.
4- İktâât kabilinden olan arazilerin vakfı: Devlete ait mülk edinilmiş araziye "iktâât" denir. Bunlar mülkiyeti devlette kalmak üzere bazı tebeaya, gelirin alıp vergisi ödemek üzere verilen arazilerdir. Bu araziyi ikta' edilen kişi vakfetmişse bu vakıf sahih olmaz. Çünkü bu toprağa mâlik değildir. Yine hâkimler, vâli ve emirler içinde iktâât arazileri vakfedemez. Ancak böyle bir arazi ölü arazi olur veya buna devlet başkam mâlik olup da bir kimseye ikta' etmiş bulunursa bu durum müstesnadır. Ölü araziyi ihya edenin bunu vakfetmesi caiz olur, çünkü ona ihyâ ile mâlik olmuş ve mâlik olduğu şeyi vakfetmiş bulunur (İbn Âbiâın, a.g.e., III, 430 vd).
İbn Âbiâın, Mısır'da umerâ vakıflarının büyük çoğunluğunun, beytülmal vekilinden satın alma yoluyla vakfedilen iktâât niteliğinde olduğunu ifade eder.
İslâm devlet başkanı toplum yararını gözeterek beytülmalden vakıf yapsa, bu caiz olur ve yer kiraya verilir. Yine devlet başkanının zorla fethedilen ve gaziler arasında taksim edilmemiş bulunan bir belde arazilerinden mescid için vakfedilmesine izin vermesi caizdir. Çünkü bu araziler taksim edilirse ganîmet hakkı sahiplerinin mülkü olur. Sulh yoluyla fethedilen yerlere gelince, devlet başkanının emri ile bunların vakfedilmesi yürürlük kazanmaz (nafiz olmaz). Çünkü bu takdirde asıl sahiplerinin mülk hakları devam eder (İbn Âbidîn, a.g.e., III, 430 vd).
5. İrşad kabilinden yerin vakfı: irşad; hâkimlerden birisinin devlete ait mülk olan bir araziyi okul, hastahane gibi toplum yararına olan bir yer için vakfetmesidir. Bu genel velâyet sebebiyle caizdir, fakat gerçek vakıf olmadığı için buna "irşad vakfı" denilmiştir (ez-Zuhaylî, a.g.e., VIII, 166, 167).
Vakıf Arazilerin Çeşitleri
Ev, dükkân, arsa, tarla ve arazi gibi gayri menkullere "akar" denir. Çoğulu "akârât" tır.
Vakıf akarlar ikiye ayrılır:
1- Mülkün bizzat ayn'ından yararlanmak üzere vakfedilen yerler. Bunlar kiraya verilmeksizin, yararlanması şart koşulan kimselerin bizzat içinde oturarak veya başka şekilde kullanarak yararlandığı yerlerdir. Bunlara "hayır müesseseleri" denir. Mescidler, okul ve medreseler, çeşmeler, kütüphaneler, imârethaneler, din görevlisi olarak veya hayır işlerinde çalışanların oturması için vakfedilen yerler, kabristanlıklar bu niteliktedir.
Hayır müesseseleri de ikiye ayrılır. Birincisi; kendisinden yoksulların da zenginlerin de yararlanmaları caiz olan hayır müesseseleridir. Mescitler, kütüphaneler, köprüler, çeşmeler, misafirhaneler, umuma ait kabristanlıklar böyledir. İkincisi: Yalnız yoksulların yararlanıp, zenginlerin yararlanmasının caiz olmadığı hayır müesseseleridir. imârethaneler, hastaların yiyecekleri ve ilaçları vakıf tarafından verilmek üzere kurulan vakıf hastahaneler bu niteliktedir. Bunlarda, vakfedenin yalnız yoksulların yararlanacağını vakıfnamede belirtmesi şart değildir. Ancak vakıfnamede, yoksullarla birlikte zenginlerin de yararlanabileceği şart koşulmuşsa bunlardan zenginler de yararlanabilir. Yalnız zengin lerin yararlanması şart koşulmuş bulunursa böyle bir vakıf sahih olma (bk. Ömer Nasuhî Bilmen, Hukuk İslâmiyye ve Istilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1969, IV, 321, V, 9)
Mescidler en önemli hayır müesseselerinden olup, tamir ve bakımı içi kendi vakfı yeterli olmaz veya vakıf bulunmazsa bunun İslâm Devleti tarafından tamir edilmesi gerekir. Çünkü topluma ait bir ibadethane kam müessesesi niteliğindedir. Mahalle sakinlerine küçük gelen bir mescid yıkılarak, o mahalle veya köy halkı tarafından daha büyüğü yapılabilir. Bir mescidi genişletmek için bitişiğinde bu mescide gelir getiren vakıf kısmı buna ilâve edilebilir. Bir mescid harap olup, cemaati kalmasa, o mescid İmam Muhammed'e göre vakfedeni veya mirasçılarının mülküne döner Ebû Yusuf'a göre dönmez, sonsuza kadar mescid kalır. Bunun satılıp bu delinin veya gelirinin başka bir mescide harcanması caiz değildir. Fetvaya esas olan görüş budur.
Yolcuların, sınır bekçilerinin veya bir kısım tarikat ehlinin içinde oturmaları veya içinde yoksulların yedirmesi için bina edilen ve "ribât" denilen vakıf hanlar, kışlalar, tekkeler imârethanelerde hayır müesseselerindendir. Ribatlara vakfedilen akarların gelirleri buralardaki yoksullara sarf edilir. Bu ribatın tamirine veya müezzin gibi hizmetkârlarına sarf edilmez. Eğer bunlar da yoksul ise kendilerine zekât nisabından eksi miktar verilebilir. Hacıların oturması şart koşulan evler, hac mevsiminden sonra kiraya verilerek bedellerinden tamirleri yapılır. Artanı olursa da yoksullara dağıtılır.
Vakıf çeşmelerden, sebillerden yoksullar da zenginler de su içebilirler. Sebil gibi suları yalnız içmeğe tahsis edilmiş olan vakıf yerlerin sularıyla âbdest alınması caiz olmaz.
Kabristanlıklar da önemli hayır müesseselerinden sayılmıştır. Müslümanlara ait mezarlıklar hiç bir sebeple işgal edilemez veya başka bir müessese ya da çiftlik haline getirilemez. Gayri müslimlere ait kabirlere de tecavüz edilemez. Bunlar da kabirlerin izi kalmayınca buralara Müslümanlarda defnedilebilir.
2- Kiraya verilip gelirinin bir hay yönüne sarf edilmesi şart kılınmış akarlar. Bunlar da tek kiralı, çifte kiralı veya mukâtaalı vakıflar olma üzere üçe ayrılır.
a- Tek kiralı (icare-i vahîdeli) vakıflar:
Bunlar ay ve yıl gibi bir süreyle ve rayiç bedelleriyle mütevellileri tarafından kiraya verilir, alınacak kira bedelleri de vakıfnâmedeki belirli yerlere sarf edilir. Bu çeşit vakıf yerlerin kira süreleri son bulunca, yeniden ayni kiracılara veya başkalarına kiraya verilir. Kira süresi sona erince, kiracının vakıftan elini çekerek boş bir şekilde onu mütevellisine teslim etmesi veya mütevellinin izniyle kirayı yenilemesi gerekir.
Tek kiralı vakıfların kira süreleri konusunda vakıfnâmedeki şartlara uyulur. Böyle bir şart bulunmayınca arazi, çiftlik gibi vakıf yerler üçer yıldan, diğer vakıf yerler de birer yıldan fazla süreyle kiraya verilemez. Ancak daha uzun süreyle kiraya verilmesinde vakfın maslahatı varsa hâkimin görüşü alınarak kira süresi uzun tutulabilir. Meselâ; vakıf arazi üzerinde bir benzin istasyonu kurulması halinde uzun süreli kira sözleşmesine ihtiyaç olur.
Tek kiralı vakfın kiracısı süre sonunda yeniden kiralamada öncelik hakkına sahip değildir. Bu önceki kiracı yeni kira ücreti kadar kira bedelini arttırsa da mütevelli vakıf akarı başkasına kira verebilir. Çünkü kiracının hakkından çok, vakfın hakkını korumak, kira bedelini ödemede gevşeklik göstermeyen kiracıyı tercih etmek mütevellinin görevidir.
Bir süre tayin edilmeksizin bir kimseye kira ve ferağ yoluyla verilmiş vakıf akarlara, belli süreyle kiraya verilen akarlardan ayırmak için "icare-i vahideli kadimeli" vakıf adı verilmiştir. Böyle bir muâmele gerçekte fıkha aykırı olup, bunlar bir çeşit mukataalı vakıf sayılır.
b- Çifte kiralı vakıflar:
Peşin alınan kira bedeli ve aylık, yıllık gibi sonradan alınacak kira bedeli olmak üzere çifte bedel ile kiraya verilen vakıflara "çifte kiralı" veya "icareteynli vakıflar" denir. Bir vakıf akar çifte kira ile kiralanacağı zaman önce peşin kira olarak o akarın değerine yakın bir meblağ teslim alınarak o akar imar edilir. Artam vakfın diğer sarf yerlerine, meselâ; vakıftan yararlanma hakkı bulunanlara da sarf edilebilir. Bununla vakıf adına başka bir akar satın alınamaz. Çünkü bu peşin kira asıl vakıftan sayılmaz, belki vakfın geliri sayılır. Bundan sonra her yıl sonunda, yıllık kira (icare-i müeccele) adıyla cüz'î bir para alınmak üzere, kiracıya tefvîz ve teslim olunur.
İcareteynli vakıf yerlerin kuru mülkiyeti vakfa, yalnız tasarrufu da çifte kira karşılığında kiracısına aittir. Bu kiracı hayatta bulunduğu sürece bunda dilediği gibi tasarrufta bulunur. Meselâ; bunu başkasına ferağ edebilir veya bunu kendi hesabına başkasına kiraya verebilir. Vefat edince de erkek ve kız çocuklarına bedelsiz ve eşit olarak intikal eder. Çocuksuz vefat edince de vakfına döner. Ancak Osmanlı İmparatorluğu döneminde çeşitli tarihlerde çıkarılan intikal kanunlarıyla bu gibi vakıf yerlerin diğer mirasçılara intikali de kabul edilmiştir. Bu intikal sahiplerinden hiç bir kimse bulunmadığı takdirde, akar peşin bir bedel karşılığında başkasına ferağ edilir ve her yıl geri bırakılan yıllık kirası da alınır (Bilmen, a.g.e., V, 21 vd.; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul,1983, 568, 569, 579 vd.;1, 331/1913 tarihli Osmanlı Arazi İntikal Kararnamesi, 3 Rabîu'l-âhır 1331 ve 27 Şubat 1328 tarihli Takvîm-i Vekây'i).
İcareteynli bir vakıf akarın mutasarrıfı bu akarın binasını yıkıp enkazını satamaz, tüketemez. Eğer satar veya tüketirse o binanın değerini vakıf mütevellisine tazmin etmesi gerekir. Çünkü çifte kiralı kiracı bu vakfın yalnız menfaatine mâliktir, kuru mülkiyetine (rakabe) mâlik değildir.
c- Mukataalı vakıflar:
Üzerinde mülk bina veya ağaçlar meydana getirilmiş olan bir vakıf arsa için tayin edilmiş olan yıllık ücret olup buna "zemin veya toprak kirası" da denir. Böyle kira şartıyla yapılan mukataa muamelesi sahihtir.
Bir kimse yıllık bir bedel ile kiraladığı vakıf bir arsanın üzerine işyeri, bina, benzin istasyonu bina etse veya mesela; kavak ya da zeytin ağaçları dikse, bu yapılar ve ağaçlar kiracının mülkü olur. Bu arsada da mülk gibi miras hükümleri cereyan eder. Yani bu arsa ve üzerindeki yapı ve ağaçlar mutasarrıfın ölümü ile mirasçılarına meccânen intikal eder.
Diğer yandan mukataalı vakıf arsa üzerindeki bina veya ağaçlar da mâliki tarafından bir cihete vakfedilse, bu takdirde arsanın kirasının bu bina ve ağaçların vakfı tarafından verilmesi gerekir.
Mukataalı vakıf yerler, üzerindeki bina ve ağaçlara tabidirler. Bu yüzden bu binalar ve ağaçlar kime aitse onlara tabi olarak o vakıf yerler de onun tasarrufuna girmiş bulunur. Bu yüzden mukataalı vakıf arsa üzerindeki bina, mâliki tarafından satılınca bu arsa da alıcının tasarrufuna girer, mütevellinin iznine ve ayrıca ferağ muâmelesine ihtiyaç yoktur. Ancak bu binanın sahibi, mukataalı vakıf arsasının tasarruf yetkisinin kendi üzerinde bıraktığı açıkça belirtmiş olursa, bu arsa alıcının tasarrufuna geçmiş olmaz. Yine bu arsanın mutasarrıfı, bunu mütevellinin izniyle başkasına ferağ edip de üzerindeki mülk binasını veya ağaçlarını sattığını belirtmese mücerret bu ferağ ile o bina veya ağaçlar, arsayı teslim alana satılmış olmaz.
Mukataalı vakıfların ferağlarında mütevellinin izni şarttır. Aksi takdirde ferağ sahih olmaz. Meselâ; bir kimse tasarrufunda bulunan mukataalı vakıf bir arsa üzerindeki mülk binalar ve benzerlerini satmayıp yalnız o arsayı başkasına ferağ etmek istese bu ferağ, mütevellinin iznine bağlı bulunur. Bu izin elde edilmedikçe ferağ geçerli olmaz.
Mukataalı vakıf bir arsa üzerinde binadan, ağaçtan veya üzüm çubuklarından eser bulundukça, o arsaya bu bina ve diğerlerinin mâliki tasarruf eder. Böyle bir arsa üzerinde bina ve ağaçlardan eser kalmasa, mutasarrıfı mukataa bedelini ödedikçe, arsa mukataanın feshiyle onun el-inden alınamaz. Ancak mukataa bedelini vermezse, mütevelli arsayı onun elinden başkasına kiraya verebilir.
Üzerinde mülk bina, ağaç veya asma bulunan mukataalı vakıf arsanın eskiden tahsis edilmiş olan mukataa bedeli, emsaline göre düşük kalsa, bu mukataa ecr-i misline denk bir miktarda arttırılabilir.
Vakıf Yerlerin Kiraya Verilmesi
Vakıf yerlerin kiraya verilmesiyle ilgili hükümler vakıfnamelerinde varsa, mümkün oldukça buna göre amel olunur. Meselâ; vakıfnamesinde şu kadar süreyle kiraya verilmesi şart koşulan bir vakıf akarı, o süreden eksik veya fazla kiraya vermek caiz olmaz. Ancak bu kadar süre kiraya vermek vakıf için zararlı olacaksa bu durum müstesnadır.
Bir vakfın mütevellisi mevcut iken, onun akarım hâkim kiraya veremez. Çünkü mütevellinin özel velâyet, hâkimin ise genel velâyet yetkisi vardır. Özel vekâlet genel vekâletten daha üstündür.
Vakıf yerler rayiç bedel ile kiraya verilirler. Bu yüzden mütevelli. Vakıf bir yeri rayiç bedelden fazlaya veya rayiç bedelle kiraya vermişse bu kira akdi sahih olur. Rayiç bedelden eksik bir ücretle kiraya; verirse bakılır. Eğer bu az bir noksan ise kira yine sahih olur, fakat fahiş bir noksan ise sahih olmaz. Kira konusunda rayiç bedelin beşte birinden az olan eksikliğe az (yesir) eksiklik, beşte biri aşan eksikliğe ise fahiş eksiklik denir. Meselâ; emsali iki milyon liraya kiralanabilen vakıf bir dükkân bir milyon liraya kiraya verildiği zaman yüzde elli eksik bedelle kiraya verilmiş olur. Böyle bir kira sözleşmesi geçerli olmaz. Kiracıdan bu eksiği tamamlaması istenir. Kiracı bunu tamamlamaktan kaçınırsa mütevelli, kirayı fesih ile o akarı ecr-i misliyle başkasına kiraya verir. Kiracı o akarı bu fesihten önce bir süre kullanmış ise kendisinden bu süre için ecr-i misil alınır. Bazı fakihler bu durumda kiracıya gasp hükümlerinin uygulanması gerektiğini söylemişlerdir.
Diğer yandan rayiç bedelle kiralanan vakıf akara, başkası rayicin üstünde bir bedel teklif etse buna itiraz edilmez. Çünkü bu ilk kiracıyı zarara sokma, yıkıcı rekabet yapma niteliği taşır.
Vakıf için kiralanacak şey de rayiç bedel ile kiralanır. Eğer az bir fazlalıkla kiralanmışsa akit geçerli olur, fahiş bir fazlalıkla kiralanmışsa, kira akdi geçerli olmaz. Beşte birin altında olan fazlalık "az ziyade", beşte bir veya daha fazla olan ziyade ise "fahiş fazlalık" sayılır. Meselâ; bir mütevelli vakıf için rayiç kira bedeli bir milyon lira olan bir daireyi, bir buçuk milyon liraya kiralamış olsa, fahiş fazlalık söz konusu olduğu için kira akdi sahih olmaz.
Bir vakıf akar belli bir süre için rayiç bedelle kiraya verildikten sonra, insanların rağbeti yüzünden emsal kiralar fahiş ziyade ölçüsünde artsa geri kalan süre için kiracının bu artan rayiç bedeli tamamlaması gerekir. Bunu tamamlamaya razı olmazsa mütevelli kirayı fesih ile o akarı başkasına rayiç bedelle kiraya verir. Çünkü vakfı zarardan korumak gerekir. Fetva bununla verilmiştir. Fakat başka bir görüşe göre emsal kira bedelinin artmasından dolayı mütevelli kira akdini bozamaz. Çünkü rayiç bedel ancak kira akdi sırasında dikkate alınır. Bununla birlikte mütevelli kirayı feshetmeyip de kira süresi son bulursa kiracıdan bir fark talep edemez, yalnız daha önce konuşulan kira bedelini vermekle yükümlü olur. Kira akdi devam ederken rayiç bedelin yükselmesi halinde "fahiş ziyade" den kastedilen, akit sırasında belirlenen bedelin yarısı kadar olan ziyadedir. Meselâ; aylık bir milyon kira ile iki yıl süreyle kiraya verilen vakıf bir akarın rayiç bedeli altı ay sonra iki milyon liraya yükselse, yüzde yüz bir artış olduğu için "fahiş bir ziyade" söz konusudur.
Bir kimse mütevellisi bulunduğu bir vakfın akarını rayiç bedeliyle de olsa kendisi için bizzat kiralayamaz. Çünkü bir kimse kira akdinin iki tarafını birden temsil edemez. Ancak hâkime başvurarak böyle bir akarı onun izniyle rayiç bedel üzerinden kira ile tutabilir, bu sahih olur.
Mütevelli vakıf akarı, lehine şahitlikleri kabul edilmeyen hısımlarına, meselâ; çocuklarına veya eşine kiraya veremez. Böyle bir kira akdi rayiç bedelle de olsa sahih olmaz. Çünkü bunda töhmet vardır. Bu, Ebû Hanîfe'ye göredir. Fetvâ da bununla verilmiştir. Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise bu kira akdi câizdir. Diğer yandan bu gibi hısımlara rayiç bedelden fazla ile kiraya vermek Ebû Hanîfe'ye göre de câizdir (bk. Bilmen, a.g.e., V, 23 vd).
Vakıf araziler başka bir açıdan sahih ve gayri sahih olmak üzere ikiye ayrılmıştır:
1- Sahih Vakıf: Önce mülk araziden iken İslâmî hükümlere uygun olarak vakfedilen arazidir. Bu çeşit vakfın kuru mülkiyeti ve diğer bütün tasarruf hakları vakfedenin koyduğu şartlara göre kullanılır.
2- Gayri Sahih Vakıf: Önce mîrî araziden (kuru mülkiyeti devlete, yararlanma hakkı kişilere ait olan arazi türü) iken ifraz suretiyle bizzat İslâm devlet başkanı veya yetkili kişiler tarafından bir hayır yönüne vakfedilmiş arazidir. Bunlara "irsad ve tahsisat kabilinden vakıf" adı da verilir. Kısaca İslâm devletine ait olan bir mülkün kuru mülkiyeti yine devlette kalmak üzere yararlanma hakkının devlet başkanı veya yetkili kıldığı başka bir zat tarafından bir kimseye veya bir cihete tahsis edilmesiyle irşad kabilinden vakıf ortaya çıkar.
İrşad vakıflar da sahih ve gayri sahih olmak üzere ikiye ayrılır. Sahih irşad; İslâm devletine ait bir mülkün devlet başkanı veya yetki verdiği kimse tarafından, beytülmalden istifadeye hakkı olan kimselere tayin ve tahsis edilmiş olmasıdır. Camilere, medreselere ve benzeri Müslümanların maslahatına tahsis edilmesi gibi. Sahih olmayan irşad ise; yine İslâm devletine ait olan bir mülkün devlet başkanı veya yetki verdiği kimse tarafından beytülmalden hakkı olmayan bir kimseye tahsis edilmesidir. Hazineye ait topraklardan bir bölümünün vergisini haklı bir nedene dayanmaksızın şuna buna vakıf ve tahsis etmek gibi. Böyle bir vakıf ve tahsisin iptal edilmesi caizdir.
Sonuç olarak beytülmale ait toprakların vakfedilmesiyle ortaya çıkan gayri sahih vakıflar da üç kısma ayrılmıştır.
1- Rakabesi (kuru mülkiyeti) de tasarruf hakları da beytülmale ait olup yalnız âşâr ve rusûmu bir hayır cihetine vakıf ve tahsis edilmiş olan arazidir. Böyle bir arazinin âşâr vergisi, ferağ ve intikal harcı ve mahlûlat bedeli vakfa ait ise de tasarruf hakları yine devlete aittir. Bu çeşit vakıf arazi üzerinde ferâiz hükümleri değil İslâm devletinin çıkaracağı arazi kanunları uygulanır. Yani bu vakıfta kişilere sağlanan hakların mirasçılara geçip geçmeyeceği veya hangi ölçülere göre intikalinin yapılacağı arazi kanunlarıyla belirlenir.
2- Âşâr vergisi beytülmâle ait olup, yalnız tasarruf hakları, meselâ; bir medresenin hocasına, bir camiinin imanına veya savaşta büyük yararlılık gösteren bir gaziye vakıf ve tahsis edilmiş arazidir.
3- Hem tasarruf hakları ve hem de âşâr ve rusûmu cami ve medrese gibi bir hayır cihetine vakıf ve tahsis edilmiş arazidir (Döndüren, a.g.e., 568).
Bu son iki çeşit vakıf arazide ferağ ve intikal gibi arazi hükümleri uygulanmaz. Bunların tasarrufu vakıfnâmelerindeki şartlara göre olur.
Bir kimse beytülmale ait olan bir araziyi satın alsa bu satım akdinin geçerli olduğuna hamledilerek o araziye malik olur. Bu yüzden böyle bir araziyi vakfetmesi de sahih olur. Bu konuda vakıf şartlarına uyulur.
Devlete ait arazi ve arsaların devlet başkanı veya başka yetkililer tarafından vakfedilmesi halinde vakıfnâmeye uyulmasını gerekip gerekmediği tartışmalıdır. Bu konu İbn Âbidîn'de (ö.1252/1836) şöyle açıklanmıştır:
Ebussuud Efendi (ö. 982/1574) şöyle demiştir: "Hükümdar ve ümerânın vakıf şartlarına uymak gerekmez. Çünkü bu vakıflar beytülmalden ve ya beytülmale kalacak mallardandır. Bunların şartlarına riayet edilmeyince vakıfnamede olmayan fakat beytülmalin sarfedileceği yerlerden olmak üzere vazîfe (şahıslara hizmetleri karşılığında, vakfın gelirinden verilen ücret) veya müretteb (şahıslara ilmi, salâhı veya yoksulluklarından dolayı bir hizmet karşılığı olmayarak vakfın gelirinden verilen şeydir ki buna örfte "zevâid" denir) ihdas edilmesi caizdir". Burada Ebussuud Efendinin hükümdarlara ait vakıfların durumlarını belirttiği görülür.
es-Serahsî'nin (ö. 490/1097) el-Mebsût isimli eserinden naklen şöyle denilir: Vakıf cihetlerinin çoğu köyler ve tarlalar olduğu takdirde hükümdarın vakfın şartına muhâlefet etmesi caizdir. Çünkü bu yerlerin aslı beytülmala aittir. Yani bu yerler beytülmale ait olup vakfedenin buna malik olduğu bilinmediği takdirde bu, gerçekten vakıf olmayıp irşad (tahsisat kabilinden) olarak caizdir. Nitekim hükümdar beytülmale ait araziden bir parçayı beytülmalde hak sahibi olanların haklarını elde etmeye yardımcı olmak üzere meselâ; alimler ve talebelere vakfetse tahsisat kabilinden olarak caiz olur. Buna "irşad vakfı" denir. Bu yüzden Mısır Sultanı Berkûk (?-1398) vakıfların beytülmalden alınmış olduğunu ileri sürerek vakıfları bozmak istemiş ve bunun için bir toplantı yapmıştır. Bu toplantıda Siracüddîn Bülkînî, Burhan b. Cemâa ve Hidaye'yi şerh eden Ekmelüddîn hazır bulunmuştur.
Bülkînî; "Âlimlere ve talebelere yapılan vakıflar kesinlikle bozulamaz. Çünkü onların beytülmale ayrılan beşte birde bundan daha çok hakları vardır" demiştir (bk. el-Enfâl, 8/41). Orada bulunanlar bu görüşü benimsemiştir. Nitekim bunu es-Süyûtî (ö. 911/1505) "En-Naklü'l-Mestûr tî Cevazı Kabzı Malûmi'l-Vezâif Bilâ Huzûr" isimli eserinde zikretmiştir. Bu görüş Mültekâ şerhinde de yer almıştır. Bundan açıkça anlaşılmaktadır ki, sultanların beytülmalden yaptıkları vakıflar, gerçek vakıf olmayıp irşad yani tahsisat niteliğinde bir muâmeledir. Beytülmalden yapılan vakıflar beytülmalın sarfedileceği yerlerden olan bir cihete yapılmış ise bozulmaz. Fakat sultan kendi çocuklarına, azatlılarına vakfetmiş ise bozulur. Sultanların yaptıkları vakıflar irşad olunca vakfın şartlarına riayet edilmesi de gerekmez. Çünkü bu vakıflar sahih bir vakıf değildir. Vakfın sahih olması için vakfedilen malın vakfedenin mülkü olması şarttır. Sultan, beytülmalden bir yeri satın almadıkça ona mâlik olamaz. Buna Ekmelüddin muvafakat etmiştir. Bu Ebussuud'tan ve el-Mebsût'tan nakledilene de uygundur (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtar, Terc. A. Davudoğlu, İstanbul 1983, VIII, 466, 467; ez-Zuhaylî, a.g.e., VIII, 167).
Hamdi DÖNDÜREN
.İSLÂM VE TÜRK KÜLTÜRÜNDE VAKIFLAR İSLÂ M VE TİJRK KÜLTÜRÜND E VAKIFLAR D inler, kültürler, belli başlı felsefî akımlar; bu temel kavramların oluşturduğu medeniyetler, birkaç tılsımlı anahtar kelimenin etrafında dönüp dolaşmaktadır. İyilik, hayır, huzur, mutluluk, refah, saadet... İnsanoğlunun görevi, dünya medeniyetinin muhtelif sınıflan arasında sosyal bağları kuvvetlendirmek; refah ve saadetin sebeplerini keşfedip, bu alanda sağI anan bilgileri kamuoyu ile paylaşmak, şu "âlem-i kevn ve fesad"da; imkânlar ölçüsünde huzurun bekâsına hizmet etmektir. Hang i dinden , hangi ırktan ve hangi coğrafyada n olurlarsa olsunlar, bu dünyaya gelen bütün insanlar, tarihin her döneminde barış ve huzuru aramış, mutlu bir hayat sürdürmeyi arzu etmiştir. Günümüz insanı da bu hedefe ulaşabilmek için sosyal ve ekonomik gelişmişliğin sürdürülmesi, tabiî servetin korunması, daha iyi bir hayat standardı yakalanması, kişi hak ve özgürlüğüne saygı gösterilmesi, herkes için temel kamu hizmetlerine kolayca ulaşılabilen sağlıklı ve güvenli bir hayat ortamı hazırlanması, nihayet kültürel farklılıkların ve kimliklerin yok edilmemesi için küresel dayanışma ve işbirliği yoluna gidilmesi taleplerini dile getirmektedir. Bireyin temel hak ve hürriyetlerden yararlanma hakkı savunulurken, aynı kişiye, diğer insanların ve gelecek nesillerin haklarını korumakl a yükümlü olduğu hatırlatılmaktadır. Toplumsal sorumluluk anlayışı içinde herkesin, genel kamuoyunun iyiliğine aktif katkıda bulunması istenmektedir. Toplumun genel kabulleri arasında bulunan bu talep ve arzuların gerçekleşmesi; "ben"in bencillikten kurtularak olgunlaşması ve şahsiyet kazanması; "öteki"nin varlığının kabul edilmesi; onun da olgunlaşmasına ve şahsiyet kazanmasına yardımcı olunması; bu amaçla dayanışma içine girilmesi; cemiyette egoizmin değil, diğerkâmlığın hâkim kılınmasıyla mümkündür. Bu bağlamd a vakfı, "ben " ve "öteki" arasındaki etkileşim ve dayanışma ruhunu somutlaştıran bir müessese olarak değerlendirmek mümkündür'. Vakıf, evrensel bir medeniyet projesinin merkezinde yer alan, erdemli insanların uygulayabileceği, insanî boyutu çok yüksek, çağlar boyu değerinden hiçbir şey kaybetmeyen sivil, demokratik bir oluşumdur. Toplumsal ihtiyaçların sebebi ne olursa olsun vakfın gayesi, cemiyette mevcut olan bu yoksunluk ve yoksulluğa çare bulmaktır. Tabiatta potansiyel olarak varolan zenginliklerin artırılması ve toplumsal tabakaların her kesiminde yer olan insanların bu servetten yararlanmasının temini şu üç şekilden biriyle gerçekleşmektedir: "Teâvün-i iştirak", teâvün-i mübadele" ve "teâvün-i ihsan". Teâvün-i iştirak/kolektif yardımlaşma tabiri, ilk bakışta kelime manası itibariyle ulusal ve uluslararası sermaye şirketlerini çağrıştırıyorsa da; ıstılohî olarak vergi mükelleflerinden tekâlif-i umumiyeyi tahsil ederek temel altyapı hizmetlerini gerçekleştirmek, diğer iki yardımlaşma şeklinin hayata geçirilmesi için sosyal ve hukukî alt yapıyı hazırlamak ve asgari ölçülerde beytü'l-malde istihkakı olan kesimlerin^ haklarını taksim etmekle görevli olan devlet kast edilmektedir. İkincisi, üretimde ayrı dallarda faaliyet gösteren ve eşitler arasında mal ve hizmet alımlarını düzenleyen "teâvün-i mübadele" yani alışverişte/ticarette yardımlaşmadır. Sermaye, akıl ve fizikî noksanlıklar sebebiyle üretim ve ticarî mübadele hareketine katılamayanların pastadan pay almasını sağlayan ve hangi konumda olurlarsa olsunlar onların dışlanmasını önleyen iktisadî sistem ise "teâvün-i ihsan", iyilik ve güzellikte, diğer bir ifade ile hayırda yardımlaşmadır. ' Doktor, Aroşhrmacı/Yazar. Yediyildız, Bahoeddin, "Osmanlılar Döneminde Türk Vakıfları Ya da Türk Hayrat Sistemi", Ed. Güler Eren, Osmanlı, Ankara 1999, C.5, s. 17, 23-24. ' Kur'an-ı Kerim'de, devletin topladığı vergivi nereye harcayacağı şu şekilde belirtilmiştir: "Sadakalar (zekâtlar) Allah'tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (islâm'a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya nnahsustur. Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibidir"(KK. IX/60; TDV, Kur'ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, Ankara 1993, s. 195). ' Elmolılı M. Hamdi, lr$ödu'l-Ahlât fi Ahkâmi'l-Evkâf, istanbul 1330, S.184. Nazif ÖZTÜR K Bu taksimatta devletin görevi, servetin çoğaltılması ve bütün vatandaşları kapsayacak şekilde paylaşımının sağlanması için, yardımlaşmanın zeminlerini hazırlamak, çalışıp kazanmada insanlar arasında fırsat eşitliği sağlamak, eğer varsa teşebbüs ve ifade özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmak, demokrasi, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerini toplum hayatında hakim kılmak ve asayişi temin etmektir. Günümüzde bu görev dağılımı, adalet ve eşitliği sağlamak ve temel alt yapı hizmetlerini gerçekleştirmekle görevli "kamu sektörü"; sınaî ve ticarî kurallara göre çalışıp kazanmayı öngören "özel sektör" ve toplumsal hizmeti ve sosyal yardımlaşmayı amaçlayan, sivil inisiyatiflerin oluşturduğu, kâr amacı gütmeyen "üçüncü sektör", NG O ya da sosyal sermaye olarak vasıflandırılmaktadır^. Yer altı ve yer üstü zenginliklerini ifade eden "sermaye-i arz" hibe olduğu için asıl yardımlaşma görevi, çalışıp kazanma hususunda tecellî eder. Hukukî düzenleme ile eğitim ve öğretimin en mühim sırrı, insanların terbiye-i kesbiyesine itina cihetinde kendini gösterir. Halkedici; kullarını, velev edna manasıyla olsun, çalışıp kazanmaya ve iradî hareketlere muktedir yaratmıştır. Din en mühim tavsiyelerini, insanları çalışıp kazanmaya yönlendirmede vazetmiş; İslâm hukuku ise en mühim adaletini üretip satmanın/ticaretin kurallarını tanzimde ortaya koymuştur^. Kâr amaçlı özel sektörün eline geçen servetin tamamı, yalnız ferdî kazancın ve şahsî kudretin semeresi değildir. Bunda hilkatin rahmeti, toplumun himmeti birer cüz teşkil etmektedir. Cemiyetin durumunda ise; hem mazinin, hem halin, hem istikbâlin tesiri vardır. Maz i hâle mirasını bırakır. Haldeki bütün fertler, velev pek izâfi olsun, cemiyetin avarızına göğüs gerer. Kendilerinden ziyade gelecek nesiller ve istikbâl için çalışırlar. İstikbâlde ortaya çıkacak nesilleri, halin lezzeti çalışıp kazanma hususunda tahrik eder. Tevârüs olarak kendilerine intikal eden hayat standardını dah a da yükseltmek için çalışma azimlerini artırır ve amellerini coşturur. Bu alandaki fikirlerini doğrular ve muhtemel ihmallerini ortadan kaldırır, tasavvurun evrenselliği ve yüceliği yorgunluklarını hafifletir. Bu suretle deverân eden cemiyet hayatının asırlar süren birikimi sonucu meydana gelen medeniyetin ortaya koyduğu kazanımlar sayesinde, toplum içerisinde yer alan fertler muayyen bir sahada kazanç sağlarlar ve yiyecek ekmek bulabilirler. Zira, her ferdin kazancı; şahsına, cemiyetine ve Hâlikına medyun bulunmaktadır. Bu sebeple nimetin şükrânını eda etmek ve kazanılan o malların dağıtım usullerini buna göre tatbik eylemek adaletin esasıdır. Malların dağıtımında, yalnız kazanma ve değişim kanunları kâfi değildir. Bunun için, içtimâî yardımlaşmay ı sadece "teâvün-i mübadele"ye hasretmek zulmü intaç eder. Çünkü bir cemiyetin bekâsına medar olan bir takım unsurlar vardır ki, bunlar bilfiil kesbe muktedir olamaz ise de; mazide ve istikbalde toplumsal faaliyetlere tesirleri inkâr edilemez. Bu gibiler, cemiyetin kazandığı mallarda, velev cüz'î olsun bir hak sahibidirler. Çocuklar, ihtiyarlar, yetimler, bîkesler, zayıflar, umumî hayatın fedakârları olan hastalar, genel himayeye ve korunmaya hak sahibidirler. Diğer taraftan bir millette mağdurların, bîkeslerin, hasılı âcizler ve zayıfların çokluğu; toplumsal huzursuzlukların artması, maddî ve manevî hastalıkların çoğalması, sosyal bünyenin parçalanması ve toplumun yok olması sonucunu doğurabilir*. İktisadî prensipler ve içtimaî felsefe, genel manad a insanlar arasındak i yardımlaşmay ı "emr-i teâvün" olarak kabul eder. Fakat insanlar arasında meydana gelen yardımlaşma fiilini, yalnız alış-veriş ve mübadele esasına bağlamak doğru bir yaklaşım değildir. Gerçi mübadele usulü yardımlaşmanın ilk şeklidir. Anca k bu yardımlaşma şeklinin tek başına yeterli olduğunun ' Baloğlu, Zekâi/Ceylanoğlu, Namık, "Avrupa Birliği'ne Adaylık Sürecinde Dernekler ve Vakıflar", Türkiye Üçüncü Sektör, İli. Ulusal Konferansı, istanbul 2001 , s.l 9-21. = Elmahlı M. Hamdi, Age, s.l80. ' Elmalıh M. Hamdi, Age, s. 182-183. İSIJ. M VE TÜR K KÜLTÜRÜND E VAKIFLAR kabul edilmesi için, mübadele yapacakla r arasmda eşitliğin bulunması gerekir. Oysa insanlar kuvvet ve zaaf itibariyle doğuştan bir diğerine eşit değildir. İnsanlar arasındaki bu farklılığa rağmen çalışma ve kazanmada onları eşit tutmak, yardımlaşma duygusunu doğuran amilleri unutmak olur. Bu bakımdan yardımlaşmanın adil bir şekilde tecellisi için, ikinci bir suretin kabul edilmesi lüzum ve zarureti ortaya çıkmaktadır. Bu ise, insanlar arasında gerek "eşhâs-ı hukukiye" olan fertlerin ve gerekse "eşhâs-ı maneviye ve itibariye" olan cemiyetlerin kuvvetlileri tarafından zayıflarına karşı, "vücûh-i birr u hoyr"^ ile bir nevi fedakârlık yapmaları şeklinde ortaya çıkar. Bu yardımlaşm a şekillerinden birincisi, yani mübadele usulü, sosyal sınıflar arasında aynı tabakaya mensup bulunanları; ikincisi muhtelif tabakalar a mensup kimseleri yek-diğerine bağlamaya hizmet eder^. İster "teâvün-i ihsan", ister "vücûh-i birr u hayr" diyelim, kâr amacı gütmeyen üçüncü sektörün en temel ve en eski üyesi vakıflardır. Vakıflar, İslâm ve Türk kültürünün şekillenmesinde en belirleyici role sahip bir kurumdur. Vakıf müessesesini kavramadan Şark Medeniyeti'nin şifrelerini çözmek ve bu medeniyetin oluşumunu sağlayan müteharrik unsurları kavramak, hatta Doğu insanının dünyaya, hayata ve mala bakışını kavramak mümkün değildir. İslâm ve Türk kültürünün oluşturduğu yönetim anlayışına göre , devletin görevi, adâleti sağlamak, tebaanın can ve mal emniyetini temin etmek ve insanlara dilediği gibi inanma ve kendini geliştirme fırsatı vermekten ibarettir. Bunların dışında kalan ve bir toplumun gelişmişlik ve refah düzeyini gösteren eğitim, kültür, sağlık ve sosyal hizmet faaliyetlerini gerçekleştirmek görevi, sivil toplum kuruluşlarına bırakılmıştır. Sivil inisiyatifler tarafından gerçekleştirilen ve tarihten günümüze intikal eden veya etmeyen imaretleri, hastahoneleri, köprüleri, çeşmeleri, medreseleri, camileri kim veya kimler yaptırıyordu? Bu eserleri yaptıranlar gelir kaynaklarını nereden ve nasıl temin ediyorlardı? Bu kimselerin toplum içerisindeki konumları, devlet yönetimindeki görevleri. sınıfları, meslekleri, unvanları ve gayeleri neydi? Belki de bunların hepsinden daha önemlisi, onları bu sosyal hizmet müesseselerini yaptırmaya iten sebep ve saikler nelerdi? Türk toplum ve devlet hayatının her alanında kendini bu kadar ağırlıklı olarak hissettiren vakıf müessesesini bu derece geniş hizmet ve faaliyet alanlarında başarıya ulaştıran ve insanları birbirleriyle yarış edercesine vakıf kurmaya sevk eden itici güç nedir? Hangi dinî, siyasî, sosyal ve kültürel sebep ve saikler, hangi felsefî düşünce, hangi hayat telakkisi, hangi dünya görüşü, kendinden önce hiçbir devlete nasip olmamış tarzda Osmanlı Devleti'nde vakıf medeniyetinin doğmasını sağlamıştır? Ülkeler ve milletlerarası münasebetlerde, siyasî ve sosyal sürtüşmelerin, hatta sıcak çatışmaların sebebi olan; fert bazında "canın yongası" olarak nitelendirilen taşınır ve taşınmaz mallar, ekonomik değer ve haklar, nasıl oluyor da gönül rızası ile şahsî servet olmaktan çıkartılabiliyor ve kamunun hizmetine sunulabiliyor? Bu yolla mektep, medrese, tekke ve kütüphane gibi eğitim ve ilim müesseseleri; cami, mescid, namazgâh, kilise ve havra gibi dinî müesseseler; hastahone, eromilhane, imaret ve kabristan gibi sosyal ve beledî müesseseler; yol, su, köprü, çeşme ve sebil gibi bayındırlık ve kültürel müesseseler; hangi evrensel ve insanî gayretlerin sonucunda meydana getirilmiştir? Sanırım bu soruların cevabını bulmak, günümüz insanına çok ilginç gelecektir. Ancak sınırlı bir çalışma süresi içinde bu ne kadar mümkündür, onun takdirini sizlere bırakıyorum? Yine de, İslâm ve Türk kültürü çerçevesinde, onun dinamiklerini yakalamak üzere, meseleye biraz dah a yakından bakmanın yararlı olacağını düşünüyorum. ' KK. 11/177; 111/92; V/2 . ' Öztürk, Nazif, Elmalılı M. Hamdi Yazır Gözüyle Vakıflar, Ankara 1995, s.143-145; Öztürk, Nazif, "Yoksulluk ve Sivil Toplum Kuruluşları", YoksuM, İstanbul 2003, s. 8- 21(15-16). Nazif OZTÜR K Vakıf kelimesinin Kur'an'da terim olarak geçmemesine ve hadiste de "sadaka-i cariye'" olarak vasıflandırılmasma karşılık; vakıfların amacını teşkil eden her türlü "birr u hayr" ve "birr u takva"'° nasta geniş çapta anlatılmış, insanlar bu iyilik ve güzellikleri işlemeye teşvik edilmiştir. Kur'an'ın bu hükmü, "birr u takva" yönünde bir araya gelin yardımlaşın, dayanışma gösterin; yoksa "ism" ve "udvân" yönünde değil" tarzında özetlenmiştir. "Birr" nefsin bencilliğinden kurtulmak, kendi ihtiyacı olan nesneleri bile daha fazla ihtiyacı olana "infak" edebilmektir. "Takva" ise Allah'tan alman güçle hukuka ve ahlâka aykırı yönlere sevk eden "ığva"ya karşı koymaktır, "ism" ve "udvân" ise, meşru ve iyi harcama biçimlerinin tam karşıtı bir davranıştır'^ Cenâb-ı Hakk bu hükümlerle de yetinmez. Âdeta hayatın zineti olan dünya malı ile kulunu sınar. Kavramları yerli yerine oturtması ve olgunlaşması için onu eğitir. "Siz sevdiğiniz şeylerden harcayıncaya kadar aslâ iyilik ve güzelliğe ulaşmış olamazsınız"'^ fermanını kullarına vazeder'^ Kur'an, "ey insanlar! sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz..."'^ emri ile ruhları birleştiriyor. "...Yüzünü Mescid-i Haram'a çevir..."" anlamındaki ayet-i kerime mucibince cisimleri bir araya getiriyor. Kullarından, "siz insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirirsiniz..."'^ sırrını kavramalarını, bu doğrultuda amel etmelerini, herkesin bir arada mutlu olabileceği sosyal ortamları hazırlamalarını istiyor. "O , yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra semaya yöneldi, onu yedi gök olarak yaratıp düzenledi.Bütü n bunlar sizin içindir, hiç tereddüt etmeden "...yeryüzünde bulunanların helâl ve temiz olanlarından yeyiniz"" buyurularak; bir taraftan yer ve gökte insanlar için yaratılmış helal ve temiz nzıklardan meşru surette insanların yararlanmaları, diğer taraftan tabiatta potansiyel olarak mevcut bulunan ekonomik değerleri çalışarak artırmaları ve bu şekilde elde edilen kazançları cemiyetin fertleri arasında güzel bir şekilde dağıtmaları öğütleniyor. Çünkü insanların en kolay elde ettikleri ve kendilerine en yakın olan sermayeleri çolışmok ve kazanmaktır. Bundan dolay ı Kur'an , "...kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayr a harcayın..." ^ ayet-i kerimesinde, servetin iki ' Ebu Hureyre'nin naklettiği bir hadiste " Ölümünden sonra insanın kendisi için bırokacağı en hayırlı şey üçtür: Ölen için dua edecek iyi bir evlât, mükafâtı ölene erişen carî sadaka ve insanların yararlanacağı faydalı bilgi" denilmektedir. Bu hadiste geçen "sadaka-i cariye", hadis ve ahkâm-ı evkâf kitaplarında şöyle izah edilmektedir: Muhyiddin-i Nevevî "çeşme, köprü, hastahane, camii, mektep yaptırmak, ağaç dikmek..."(/î/yâz'üs-So//7)in, Ankara 1964, cm , B. 2, Hadis No: 1412, s.5); Nasıf, Mansur Ali."sadakatu'l-cariye vakıftır"(ef-7dc, Camiu'l- Usûl fi Ehâdisi'r-Resul, Mısır 1381, C.ll, B.3,s.243,dn.3); Berki, Ali Himmet "...üçüncüsü, vakıf yaparak insanlara ve fukarâya menfaatlı eser bırakan kişidir ki, halk bu eserlerden istifâde ettikçe o kimsenin ameli münkati' olmayıp halk hayır ve rahmetle yâd ettikçe amel defterine ecir ve sevap yazılır"f250 Hadis, B. 3, Ankara 1974, s.35); Ömer Hilmi Efendi " ...Bu üç şeyden evvelkisi ilâ yevmi'l-kıyâm câri ve bâki olan sadakadır ki, vakıf suretiyle inşa olunan âsâr-ı hayriyedir. Çünkü hayatında bezl-i mal ile âsâr-ı hayriyye inşasına muvaffak olarak vefat eden insanın âsârıyla halk intifa ve istifade ettikçe halk tarafından dâima hayr ve rahmetle yâd edildiğinden bu suretle ol insanın vefatıyla ameli münkati' olmayıp ilâ kıyâmi's-sâa (kıyamet anına kadar) defter-i âmâline mesubât kayd olunur (Ithâfu'l-Ahlâf fi Ahkâmi'lEvkâf, İstanbul 1307, s. 10); Mardin Ebul'ulâ "Risaletpenah Efendimiz Hazretleri, sadoka-i cariye ile vakfı kast buyuruyorlar" (Evkâf Notları/Hukuk Medresesi Doktora Sınıfı Talebesine 1337-1338 Seneleri Zarfında Vuku' Bulan Takrirlerinin Zabıtlarıdır, Daru'l-funun Matbaası (İstanbul) 1338); Bilmen, Ömer Nasuhi "sadaka-i cariye vakıf demektir" (Hukuk-i Islâmiye ve Islılahâtı Fıkhiye Kamusu, İstanbul 1967, C.IV, S.301). KK.II/177; 111/92. " KK,V/2 . Hatemi, Hüseyin, "Vakıf Kurumunun Kökeni Hakkında Düşünceler", 3. Sektör Dergisi, Nisan 1996, İstanbul 1996, S.ll,s.l5 . " KK. 111/92; Ali Haydar Efendi "Ebu Talha (ra) bu ayeti işitince, sevdiği mallarından olan "Beyrahâ" adındaki bahçesini vakıf yapmıştır" dedikten sonra, "vakhn meşruiyeti kitap, sünnet ve icma'i ümmet ile sabit olmuştur" hükmünü vermektedir (Tertibü's-Sunûf fi Abkâmi'l-Vukûf, İstanbul 1340, s.5). " Öztürk, Nazif, "Sosyal Siyaset Açısından Osmanlı Dönemi Vokıflan", Ed. Güler Eren, Osmanlı, Ankara 1999, C. 5, S.36. KK. 11/21. " KK. 11/144. " KK. 111/110. " KK. 11/29. " KK. 11/168; 11/172. KK. 11/267. İSLÂ M VE TÜR K KÜLTÜRÜND E VAKIFLAR kaynağını birlikte zikrediyor. İnsanın kendi emeğine verdiği önemi vurgulamak amacıyla çalışıp kazanmayı, hazır bulunan tabiî zenginliklere tercih ediyor. Emeğe dayalı kazanca verilen önem sebebiyle İslâmiyet, en mühim tavsiyesini, insanları çalışıp kazanmaya sevketmekte gösteriyor. Şer'î ve beşerî hukuk ise, en titiz düzenlemelerini, ticarî faaliyetleri tanzim eden maddelerinde yapıyor. Din, "...herkes kazandıklarına karşı bir rehindir"'^- "...herkesin kazandığı kendine, yapacağı do kendinedir..."" buyuruyor. İslâm Hukuku ise, "külfet nimete, nimet külfete göredir"" kaidesini tatbik ederek, muamelât ahkâmını tanzim ediyor^'. "Herkesin ve (her milletin) yöneldiği bir yönü ve yöntemi vardır. Siz hayrat yapmaya koşun, bu hususta birbirinizle yarış edin" " mealindeki Kur'on ayeti; hayır ve iyilik konusunda, insanları en üst seviyede motive ediyor. Kur'on, içtimaî yardımlaşmayı , mecburî devlet vergisi olan "zekat" ve daha geniş kapsamlı bir terim olan "sadaka " kavromiarıyla anlatıyor. Bu iki kavramın dışında, "infok", "it'om", "ihsan", "Allah' a güzel ödünç verme", "yararlı iş", "malında n verme", "hayır işleme" terim ve ibareleriyle paylaşmanın erdemini ve önemini ısrarla vurguluyor. Ayrıca vakıf müessesesinin ona konularını teşkil eden iyi niyet ve ihlas ile ödünç venme olan "korz-i hosen", yoksul, düşkün ve yetimin gözetilmesi, köle ve esirlerin hürriyetlerine kavuşturulması, misafirin (ibni sebil) doyurulup yatırılması ve bil-umum ihtiyaçlarının giderilmesi, İslâmiyete yeni girmiş kimselerin kalplerinin islâm'a ısındırılması (müellefe-i kulOb), ibadet yerleri ile topluma faydalı eserlerin inşa ve tamiri, öğrenmeye ve öğretmeye verilen önem, sıhhatin korunması, temizliğin sağlanması, yurt savunmasına karşı hazırlıklı olunması gibi hususlar Kur'an-ı Kerim'de ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır^'. Kur'on ayetlerine göre hadiste vakıf kurumu daha geniş yer almaktadır. Mescid yapmayı, su akıtmayı, yolda kalmışları gözetmeyi, yolcular için han ve ker/ansaray yaptırmayı, malından sadaka vermeyi öğütleyen ve bu gibi davranışları öven hadisler pek çoktur. Ayrıca Hz Muhammed(sa) ve ashabının kurduğu vakıflarla ilgili örneklere hadis ve ahkâm-i evkâf kitaplarında sıkça rastlanmaktadır^^ Bunların hepsinde, bu davranışın topluma sağladığı yararlar öne çıkarılmakta ve "sadaka-i cariye"ye vurgu yapılmaktadır. Çünkü, sodoka-i cariye içerisine, çevreyi korumak, insanların yanında kuşlar ve hayvanların yararlanacağı ekili ve dikili ziraat olanları meydana getirmek, yoldan gelip-geçen kimselere sıkıntı veren bir taşı kaldırmak, hatta insanlara güler yüzle selam verip merhaba etmek" de dahil olmaktadır. İnsanları derinden etkileyen bu dinî kuralların yanında, kültürün diğer parçasını oluşturan örfde de benzer tavsiyeler yer olmaktadır. Yusuf Has Hâcib, Kutodgu Bilig'de "...sen herkesten iyi ol ve hep iyilik yapmaya çalış"" derken; Âşıkpoşozâde, "mal odur ki hayra sarfoluna"^" demektedir. 13. yüzyılın büyük Türk şâiri Yunus Emre, "Ne varlığa sevinürem/ N e yokluğa yerinürem/Işkunila ovunuram/ Bono senü gerek senü" mısrolarıyla, insanın maddeye ve dünyaya karşı hürriyetini dile getiriyor. Varlık sahipleri de ellerinde mevcut mal varlıklarını diğer insanların mutluluğu için vakfederek, bu hürriyeti bizzat yaşıyorlar''. KK. UI/21. '= KK. 11/286. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, istanbul 1322, 5.34, md.88; Öztürk, Osman, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, istanbul 1973, s.131,164. Eimalılı M. Hamdi, İrşadu'i-Ahlâf...,5.178-181; Öztürk, Nazif,Elmalılı M. Hamdi...,s.l42-143. " KK.II/148. " Bu konulan anlatan ayetlerin numaraları ve geçtiği sureler için bkz (Öztürk, Nazif, Menşe'i ve Tarihi Gelişimi Açısmdan Vakıflar, Ankara 1983, s.40-42); Ayrıca bu ayetlerden vakfiyelerde zikredilenlerin yerleri için Bahaeddin Yediyildız'ın, /nsfifuh'on c/u vaqf au XV(I( e siec/e en Turauie -etude socio-historique, Ankaro 1990 adlı eserine bakılabilir. Ebu Bekr Ahmet bin Ömer eş-Şeybani/Hossaf, Ahkâmü'lEvkâf, Mısır 1904, s.2-17; buradan naklen M. Hamdi, İrşâdul-Evkâf...,s. 139-158 ; Öztürk, Nazif, Menşe'i ve Tarihi Gelişimi...,s. 44-49; Öztürk, Nazif, Eimalılı M. Hamdi...s.]2]-]32. " Ez-Zebidî, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi (Ter. Kamil Miras), Ankara 1969, C.5, s.356- 359. '= Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Ankara 1985, B.3, s.28 (236). Aşıkpaşazâde, Aşıkpaşaoğlu Tarihi (Yayına haz. Nihal Atsız), İstanbul 1992, s. B157. ' Yediyildız, Bahaeddin, Agm, s.30-31. Nazif ÖZTÜR K XI. yüzyılın ilk yarısında yaşayan Türk Filozofu Farabi, "insan tek başına bir medeniyet kurarak hayatını sürdüremez ve mükemmelieşemez. Yaratılışın gayesi olan mükemmelliğe, ancak birbiriyle yardımlaşan insanlar ulaşabilir. Üyeleri birbirine yardım eden toplum erdemli, mükemmel bir toplumdur. Ülkenin mutluluğunu sağlamak üzere şehirleri birbirine yardım eden milletler de, erdemli ve mükemmel bir millettir"" der. Aynı şekilde erdemli, mükemmel ve evrensel devlet de, bünyesinde barındırdığı bütün toplulukları mutluluğa eriştirmek üzere sahip olunan imkanları birbirleriyle paylaşmaya hazır bireyleri yetiştiren ve uygulamaya koyan devlettir. XVI. Yüzyıl Osmanlı düşünürü Kınalızâde Ali Çelebi, "Farabi'nin tasarladığı bu erdemli toplum ve mutlu şehirlerin Kanuni Sultan Süleyman( 1520-1566) zamanında gerçekleştiğini" " söyler. Semavî ve örfî kültürün şekillendirdiği bu medeniyetin içinde yaşayan insan tipinin; dünyaya, mala ve hayata bakışının ipuçlarını, vakfiyelerin girişinde yer alan cümlelerde yakalamak mümkündür. Edirne Selimiye Külliyesi'ne ait Padişah II. Selim (1566-1574)'in vakfiyesi şöyle başlamaktadır: "Hamd Allah'a ki, O'nun güç ve kudreti karşısında akıllar ve anlayışlar durup kalır. O'nun melekOtunu müşahedede büyük sultanların idrakleri hayrete düşer. Ebedîlik ancak O'nun izzet ve şanma mahsustur...Ölüm herkesi yakalar. Servet kimseyi toprağa girmekten kurtaramaz...Ölümden ne peygamber(sa), ne sultan, ne vezir, ne emir, ne hakim, ne de Süleyman (Kanuni) ve oğlu Selim kurtulur". "Hikmet ancak Hakk'ı bilmek ve O'na lâyik ibadet yapmaktır...Osmanlı hanedanı büyük ve ilahî bir nimete mazhar olmuştur. Onlardan birinin parlak saadet yıldızı doğunca ilk işi, ahiret gününe faydalı olacak bir hayır yapmak olmuştur. Bu onların nesilden nesile gelen âdetleridir... Böylece nice büyük hayırlar, nice devamlı eserler meydana getirmişlerdir"^". "Baki ve sabit olmayan bu dünya evinin nimetleri geçici bir gölge, onda oturmakta olan kimse ise, gitmek üzere olan misafir gibidir. Aklı olan her insan gaflette olmaz. Geleceğini gö z önünde bulundurarak ahirette vadedilen iyi mertebelere ulaşabilmek için, hayır ve iyilik tohumunu dünya tarlasına eker...Böylece vâkıf, iyilik ve hayırla uzun süre anılmak suretiyle ölümsüzleşmeyi düşünür"". "Bu aldatıcı dünyanın mal, mülk ve itibarı kararsız, taht ve tacı emanettir. Allah'tan başka herşey yok olacaktır...Dünya bir kimse için devam edip kalacak olsaydı, Allah'ın Resulü onda ebedî kalırdı...Her olgun olan kimsenin yaşlanmadan önce, gücünün yettiği vakitte hayır ve iyilik yaparak ahiret hayatını düşünmesi gerekir. Vakıf, hayır ve sadaka türlerinin en mükemmeli ve baki kalacak iyiliklerin en güzelidir"^'. İnsan bu dünyada ne kadar çok servet ve imkânlara sahip olursa olsun, ömür denen olay , bir gün gelecek bitecektir. Oysa insan dah a uzun süre yaşamak^^ bu dünyada çevresine karşı saygı ile anılacak bir mevkiye ulaşmak^^ ölümünden sonra da Allah'ın rızasını kazanmış bir kul olarak anılmak istemektedir". Farabi, el-Medinetü'l-Fadıla (Çev. Ahmet Arsan). Ankara 1990, 5.69-70. " Öztürk, Hüseyin, Kınalızâde Ali Çelebi'de Aile Ahlâkı, Ankara 1990, s.87-88. ^' Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi (VGMA), //. Selim Vakfiyesi 987/] 579: 2148/253. VGMA, Şeyh Kenzi Hasan Efendi Ibn-i Ahmet Vakfiyesi 1122/1710: 583/52-53. ^ VGMA, Ebu Beler Efendi Vakfiyesi, Gurre-i Receb 1066: 583/118-119. ^' Arsebük, Esat, Medeni tiukuk, Başlangıç ve Şahsın Hukuku, Ankara 1938, C.l, s.287. Elntıalılı M. Homdi, Abkâm-ı Evkâf (taşbasma) İstanbul 1327, s.2-9; Yazgan, Turan, "Sosyal Siyaset Açısından Vakıflar", IV. Vakıf Haftası (1-7 Aralık 1986), Ankara 1987, s. 253-258. ^' Köprülü, Fuat, "Vakıf Müessesesinin Hukukî Mahiyeti ve Torifıî Tekâmülü", Vakıflar Dergisi (VD), \stanhu\ 1942, S.ll, s. 1 -35; Berki, Şakir, "Vakıfların Lüzumu, Faydaları ve Vakıfları Teşvik", VD, Ankara 1962, S.V, s. 19-21. İSLÂ M VE TÜR K KÜLTÜRÜND E VAKIFLAR İnsanları vakıf yapmaya yönelten bu sebep ve saiklerin yanında; İslâm toplumlarında meydana gelen siyasi ve sosyal gelişmeleri, servetin teşhiri ve transferine yönelik psikolojik arzuları, sosyo-ekonomik ihtiyaçları, toplumun ahlâkî, zihnî ve kültürel yapısını, elde edilen servetin müsadere''^ veya miras yoluyla bölünüp parçalanmadan, emin bir şekilde gelecek kuşaklara intikâl ettirme düşüncesi"', devletin güç ve kudretinin sergilenmesi ve tebaanın nabzının tutulması...ve daha bunlara benzer pek çok faktörü saymak mümkündür. İslâm ve Türk kültürünün meydana getirdiği medeniyetler ve topluluklar açısından vakh doğura n sebep ve saikler bu ve benzeri âmillerdir. Ancak her zaman insanların dinî gayelerle vakıf tesis ettiğini söylemek, tarihî gerçeklerle örtüşmemektedir. Diğer taraftan bazı kimselerin mallarını müsadereden korumak gayesi ile vakıf kurdukları iddiaları da tam olarak gerçeği yansıtmamaktadır^^ Fakat bütün bunlara rağmen vakfı doğuran âmiller arasında bir sıralamaya gittiğimizde; İslâm ve Türk dünyasının şahsiyet ve kültürünün şekillenmesinde derin izleri bulunan inanç sisteminin; Şark Medeniyeti'ne mensup insanların dünyayı, devleti, makam ve ikbâli değerlendirme biçiminin; çok çeşitli sebeplerle zayıf düşmüş bireyi, güçlü çevrelere karşı koruma esasına dayanan "halkı yaşat ki devlet yaşasın" felsefesine dayanan yönetim anlayışının başta geldiğini söylemek mümkündür"". Kurucuları ve gerçekleştirdiği hizmetler dikkâte alınarak vakıfları; bir yönüyle servet, diğer yönüyle gelir transferini gerçekleştiren bir müessese olarak değerlendirmek gerekir. Üst tabakalara mensup olanların toplumdaki iktisadî güç sıralamalarına paralel olarak vakıf kurmaları; bu müessesenin son derece dengesiz olan gelirservet dağılımının olumsuz sonuçlarını hafifletici bir hizmet yaptığını düşündürmektedir. Bu sayede, bilinçli veya bilinçsiz olarak sosyal bir görev ve gereklilik yerine getirilmekte, ekonomik bir soruna kısmen çare bulunmaktadır. İktisat sosyolojisi açısından üzerinde durulması gereken bir başka olgu do, servetin teşhiri ve bu eylemin vakıfla olan ilişkisidir. İnsanların, tarihin ilk dönemlerinden bu yana, çeşitli yollarla sahip oldukları zenginlikleri teşhir etmeye çalıştıkları; bu zaaflarını tatmin için ilk plânda anlaşılması güç dolaylı yollara başvurdukları görülmektedir. İnsandaki bu zaaf, vakıf veya benzeri sosyal etkinlikler yoluyla toplumsal amaçlar ve ihtiyaçlarla bağdaşan tatmin yollarına yöneltilmedikçe, gelir ve servetin gösteriş ve teşhire dönük diğer zararlı alanlarda lüks ve israf harcamalarında kullanılması kaçınılmaz olmaktadır. İşte bu noktada vakıf müessesesi devreye girmekte, kişisel tatmin duygusu ile toplumsal faydayı en uygun bir şekilde bağdaştırmaktadır. Bu sayede vakıflar Osmanlı ülkesinde, kendinden önceki hiçbir İslâm devletinde görülmeyecek tarzda yaygın bir uygulama alanı bulmuştur. Bu sayede, düşük gelir gruplarına veya fizikî ve sosyal tehlike ile karşılaşanlara gelir ve servet transferiyle sosyal yardım yapılmaktadır"". Bir tüzelkişilik olan vakıf kurumunun kâmil manad a kavranabilmesi için çok yönlü araştırmalar yapmak ; onun menşe'inin, taraflarının, hukukî yapısının, ortaya çıktığı tarihten bugüne kadar gerçekleştirdiği hizmetlerinin, bu dönem içerisinde yaşadığı maceraların, uğradığı yönetim şekillerinin anlaşılması ve anlatılması gerekir. Hatta vakıfların anayasası konumunda olan vakfiyelerin muhteva tahlillerinin yapılması icap eder. Oysa şu ana kadar vakıf kurumunun taraflarının başında gelen vâkıfın/vakıf yapan kimsenin sadece malını vakfetmesini sağlayan kültürel ortamın ve onun dünyaya, mala, makam ve mevkiye bakış açısını belirleyen psikolojik ruh yapısının oluşmasını temin eden faktörlerden bazısına temas edilebilmiştir. M. Nuri Poşo, Netâyku'l-Vvkuâl, istanbul 1327, C. II, s.103-106. ' Ülken, Hilmi Ziya, "Vakıf Sistemi ve Türk Şefiirciliği", VD, Ankara 1971, S.IX, s. 32. Köprülü, Fuat, Agm, s. 29; M.Nuri Paşa, Age, s.103-104. Öztürk, Nazif, "Sosyal Siyaset Açısından Osmanlı Dönemi Vakıfları", Osmanlı, Ankara 1999, C.5, s.37. " Kozak, i. Erol, Bir Sosyal Siyaset Müessesesi Olarak Vakıflar, Sakarya 1994, s.25-26. Nazif ÖZTÜR K Verme işleminin meydana gelmesi için, evvela verilecek bir malın, sonra da bu malı almaya hak sahibi olan verilecek karşı tarafın bulunması gerekir. Vakıf sisteminde, veren taraf olan iyilik ve ihsan sahibine "vâkıf" denildiği gibi, vakfedilen mala "mevkûf ve vakıf", kendisine vakıf yapılan şahıs veya vakıf yoluyla gerçekleştirilecek amaca da "mevkufun aleyh, meşrutun leh, masârufu'l-vakf" denilmektedir. Taşınır veya taşınmaz bir hak ve değer olan mal, konumu itibariyle bir tarafa bırakılsa bile, vakıftan yararlanacak şahıs ve toplulukların insan olması hasebiyle bu kesimin de aynı medeniyet içerisinde terbiye edilmiş olması gerekir ki; ekonomistlerin vakfa yaptıkları, malı tedavülden alıkoyarak iktisadî kurallara aykırı davranıldığı, toplum içerisinde çalışıp kazanmadan yaşayan bir tembeller sınıfı (mürtezika) yaratıldığı ve malın müsadereden kurtarılması amacıyla vakıf yapıldığı yolundaki itirazları" doğru tahlil edilebilsin. Bu bakımdan mevkûfun aleyh konusu üzerinde de kısaca durmak gerekiyor. Dünün olaylarını bugünün şartlarında değerlendirmek yanıltıcı olabilir. Şark Medeniyeti, bütün tarafları ıslah eden bir anlayışı hayata hakim kılmak ister. Bu medeniyet insanı merkeze alan , fakat hiçbir canlıyı, hatta çevreyi dışlamayan, ekolojik dengeleri gözeten; mevcut imkânların olabildiğince adil bir şekilde paylaşılmasını öngören, yatay ve dikey hareketliliğe açık bir yaşam tarzıdır. Yoksulların evlenmelerini, evlenseler de çocuk sahibi olmamalarını ve hatta onların ölüme terk edilmelerini ileriye süren Thomas Robert Malthus (1766- 1834)'u n görüşlerini reddeder"'. Şehirciliği, mimariyi, güzel sanatların hiçbir kolunu dışlamaz. Musikiyi, hatt sanatını, tezhibi, oymayı, vitrayı, ahşap ve taş işçiliğini bediî zevklerin vazgeçilmez unsurları orasında sayar. İmkânı olanın verme duygusunu ve çok çeşitli sebeplerle çalışıp kazanmaktan acze düşen kimselerin alma arzularını terbiye eder. Zengini saçıp savurmaktan, yoksulu da aklî ve fizikî şartları yerinde olduğu halde çalışıp üretmeden sürekli bir şekilde başkalarının yardımıyla yaşamaktan men eder. Ruhların derinliklerine kadar nüfuz eden bu medeniyet anlayışının sonunda; gönlü, ihtiyaç içinde kıvranan bir yoksula yardım etmenin ve onu içinde bulunduğu dayanılmaz hayat şartlarından kurtarmanın hazzı ile dolan zengini, gecenin bir karanlığında "sadaka taşı"na doğru yöneltir. Çoğu kez bir dinî yapının çevresinde bulunan ve üzeri oyulmuş sadaka taşının çukuruna, kimselere görünmeden kesesini boşaltır ve sessizce orada n uzaklaşır. İhtiyacı olmadığı halde yardım almanın helal ve meşru kabul edilmediği inanç ve idrâkinde olan yoksul da, yine sabahın alaca karanlığında aynı taşa yönelir ve sadece ihtiyacı kadar parayı alırdı. Bu bütün tarafları eğiten, almayı vermeyi insanî ve ahlâkî ilkelere bağlayan, hileli, entrikolı ve zecrî tedbirlere başvurmadan toplumsal huzuru sağlayan bir medeniyettir. Vücutça sağlam ve çalışıp kazanmaya muktedir olan kimselerin dinen sadaka kabul etmeleri doğru değildir. Çünkü umumi hükümlere göre, herkes kendi kazancına bağlıdır. Müslüman "yalnız Allah'a ibadet eder ve yalnız O'ndan yardım diler"''^ İnsan hâkim olmalıdır, mahkum olmamalıdır. Âlî olmalıdır, zelil olmamalıdır. Faydalı olmalıdır, zararlı olmamalıdır. Sevilen olmalıdır, nefret edilen olmamalıdır. "Veren el alan elden üstündür"''^ Başkalarından yardım olmaya alışmış olanlar bu hassasiyetlerini kaybederler. "Fukarâ-i sâbirin"in kıymeti; asıl fakirliğinden değil, yoksulluğuna rağmen 'ulviyyetinden bir şey kaybetmemesinden ve zillete düşmemesinden ileri gelmektedir"'. Bir millet başkasının iane ve sadakası ile geçinmek esası üzerine yetiştirilir ise, elbette o memlekette hayır ve sadaka "sebeb-i atalet" olur. Fakat "cihet-i islâmiye" böyle değildir. İslâmiyet, insanları istiane (yardım alma) esası üzerine değil, iane (yardım etme) esası üzerine terbiye eder. Vakfa yapılan itirazlar ve bu itirazlara karşı verilen cevaplar hakkında geniş bilgi almak için bkz , Öztürk, Nazif, Menşe'i ve Tarihi Gelişimi...,s. 135-151. Elmalılı, M. Hamdi, Irşâdü'l-Ahlâf..., s. 187-191. " KK. 1/5. " Buharii Çağrı Yayınları), istanbul 1981, C.ll, s.l 17, Zekât 18. " Elmalılı, M. Hamdi, hâdü'l-Ahlâf...,s. 134. İSLÂ M VE TÜR K KÜLTÜRÜND E VAK1FU\R Bunları söyledikten sonra konunun devamında Elmalılı M . Hamdi Yazır; müslüman, diğerine hayır yapma k ve yardımda bulunmak suretiyle "faaliyet-i müsmire" içinde yaşamak ister. Bu şekilde davranmanı n insanı ecir ve sevaba götürdüğünü, çalışıp kazanmaya gücü yettiği halde, sadaka almanın ise haram olduğunu bilir, inancı itibariyle, İslâm dininin bu tarzdaki emirleri ve yasakları karşısında bulunduğunun şuurundadır. Bu inanca sahip olan kimse elbette ataleti en büyük günah sayar^^ görüşünü ortaya koymaktadır. Yoksullar bu şartlarla vakıfta mevkufun aleyh olurlar. Ancak her zaman ehem mühimme tercih edilmelidir. Yoksulun konumuna göre, kurulacak sosyal yardım ve sosyal hizmet vakıfları arasında fark vardır. En hayırlı vakıf, insanların en şiddetli ihtiyacına mukabil bulunandır*'. En faydalı vakıf ise, ihtiyaç sahiplerinin çalışma ve kazanmasını artırmaya ve bu şekilde bir nevi hizmet karşılığında istifadeye masruf olandır. Bir memleketin fukorâsına sürekli kazanç sağlamasını öğretmek için harcama yapan bir vakıf, o yoksulların iaşe ve ibatesini temin etmek üzere faaliyet gösteren vakıftan elbette daha hayırlıdır^ Buraya kadar aktardığım görüşlerin, olması gereken ideal düşünceler olduğu söylenerek, işin esasının uygulama olduğu iddia edilebilir. Sosyal bilimlerde herşey ak ve karadan ibaret değildir, çoğu zaman arada kalan gri bölgeler gerçeği yansıtır. O bakımdan problemin varlığını keşfetmek ve bunu cevaplandırılması gereken bir soru olarak ortaya koymak, en az varılacak sonuç kada r önemlidir. Gelinen noktada, huzuru arayan insanlık aleminin; toplumsal yönü çok yüksek olan ve asırların ötesinden günümüze kadar uzanan vakıf kurumunun yaşadığı tecrübelere ihtiyacı bulunmaktadır. Fakat ne yazık ki, bu olanda hemen kullanabileceği, ilmî disiplinler arası koordinasyona dayalı ve bilimsel metotlarla ortaya konulmuş çok fazla veri mevcut değildir. Belki de ilk yapılması gereken iş, vakıf müessesesini bütün yönleriyle araştıracak; milletlerarası boyuta sahip, sosyal tarihçiler, sosyologlar, hukukçular ve toplum bilimcilerini bir araya getirecek, çalışma grupları oluşturmaktır. Üçüncü bin yıla girdiğimi z günümüzde, bütün dünyada demokratik sivil toplumun yükselen bir değer olarak ortaya çıkmasına paralel olarak; Doğu Medeniyeti'nin en temel müteharriklerinden olan ve Osmanlı ülkesinin paylaşılmasına ait önyargılı tutumlar doğrultusunda, sistemin ortadan kaldırılmasına yönelik bakış açılarıyla yapılan çalışmaların yetersizliğinin anlaşılması üzerine; günümüze ulaşan kalıntılarıyla gerçekten karşımızda gizemli bir sır gibi duran vakıf müessesesini daha yakından tanıma merakı, ilmî mahfillerde ve kültürel çevrelerde her geçen gün biraz daha artmaktadır. Bir medeniyetin müessisi olan Osmanlı Devleti'nin duraklama, gerileme ve çöküşü ile birlikte kurumlarının do içine düştüğü hâl-i pür melâline bakılarak, tek taraflı bir yaklaşımla ortaya konulan görüşler, sahiden vakıfların anlaşılması için yeterli midir? Kafamızda şekillenen kendi doğrularımızı ispat sadediyle hâdiseleri eğip bükme yerine, tarafsız ve ilmî nomuskârlıkla meselenin tümünü kucaklayan bütüncül bir yaklaşımla vakıf konusunu tartışamaz mıyız? istisnalar bir yana şimdiye kadar, vakıflar konusunda kafa yoranlar, meselenin iki ucundan birinde yer aldılar. Kimilerine göre vakıflar, dokunulmaması gereken kutsal bir mevhumdur; kimilerine göre ise, mademki vakıflar mazi ile bizim göbek bağımızı bağlayan eskiye ait bir kurumdur*-, o holde tarihle irtibatımızı kesip atmak adına tasfiye edilmeli ve cemiyet hayatından çıkartılmalıdır. Eğer bu bir çırpıda yapılamıyorsa, toplum hayatından tecrit edilmeli, olabildiğince hizmet ve faaliyet alanları daraltılmalıdır. Yapılan araştırmalar, vakıflar hakkında Batılılaşma ve yenileşme döneminden Elmalılı, M. Hamdi, Ahkâm-ı Evkaf... s.8-9. - Ömer Hilmi Ef., \thâhı'l-Ah\â( fi Ahkâmi'l-Evköf, İstanbul 1307 s. 15, m.53. • Elmalılı, ^A. Hamdi, (rşddü'/-Ah/âf...,s. 134-135. " Onar, Sıddık Sami, İdare Hukukunun Umumi Esasları, istanbul 1952, s. 525. Nazif ÖZTÜR K itibaren böyle bir tutum izlendiğini göstermektedir^". Gerçekte, her iki görüş de doğru değildir. Vakıflar, ne imanın bir parçasıdır, ne de sosyal ve kültürel hayattan sökülüp atılacak kadar değersiz bir kurumdur. Vakıflar, dinin mübah saydığı^^ iyi niyetli kimselere çok taraflı imkânlar ve fırsatlar tanıyan, hem iyiye hem de kötüye kullanılabilecek bir araçtır. İnsanı yücelten, bütün canlıları kucaklayan, toplumun refah seviyesini yükselten, güzel sanatların her alanında faaliyet gösteren, coğrafyayı vatanlaştıran ve insanları toprağa iskân eden ulvî amaçlarla kullanılabildiği gibi ; mirî arazinin beytü'l-malde istihkakı olmayan amaçlar için vokıflaştırılarok, geçici bir süre ile tasarruf hakkına sahip olunan maldan, mirasçılara pay bırakılmak üzere de kullanılabilmektedir. Önemli olanın, bu tarzda kurulan vakıfların, genel vakıf hizmetleri içerisindeki oranıdır. Bu oranın tespitinin yapılması bile insaflı ve tarafsız bir çalışmayı gerekli kılmaktadır. Bilimsel bir çaba ile oluşturulmuş kullanılabilir bilgi eksikliğinin varlığına ve yeni araştırmalara olan ihtiyacın mevcudiyetine rağmen, vakıf müessesesinin İslâm ve Türk kültür hayatı üzerindeki etkilerini her alanda müşahede etmek mümkündür. Coğrafyanın vatanlaşmasının en temel unsurları arasında yer alan, medinetü'l-fâdılanın nirengi noktalarını oluşturan vakıf külliyeler, doğuda n batıya, kuzeyden güneye uzanan şehirlerdeki konumları itibariyle asırların ötesinden günümüz insanına göz kırpmaktadır. Dinlerin ve medeniyetlerin buluştuğu mekan olan Şam'daki Emeviyye, Kudüs'deki Mescid-i Aksa ve Kubbetü's-sahra külliyeleri, vakıfların himmeti sayesinde bugün ayaktadır. Semerkont'da Uluğ Bey'in Registan Külliyesi'nden^' Edirne'deki Selimiye Külliyesi'ne ve oradan Soroybosna'daki Gaz i Hüsrev Bey Külliyesi'ne^^ kadar Türk ve İslâm dünyasının her tarafına, taşa ve tuğlaya ruh üfleyerek yayılmıştır. Kaşgar'da Yakup Han , Bursa'da Yeşil, İstanbul'da Fatih veya Süleymaniye oluvermiştir^". Şehirciliğin ve hizmetin armonisini oluşturan bu sosyal teşkilâtlar bütünlüğünde, çevreyi kollayan, kendinden sonra oluşacak imar faaliyetlerine yol gösteren bir anlayış hakimdir. Yakın çevre ile plan düzlemindeki bu alçak gönüllü uzlaşma, üçüncü boyutta kent siluetini oluşturucu, sürekliliğin bilincinde, kendisinin bir devamı olacak yapılaşmanın ölçeğini, hatta ritmini belirleyen niteliğe bürünür. Süleymaniye Külliyesi, İstanbul silueti içinde tek bir yapı olarak değil, çok geniş bir çevreyle birlikte bir bütün olarak etki yapmak tadır. Ana kubbeden başlayarak, yakın yapılara atlayıp uzak çevreye kadar yayılan, sonra tekrar aynı uyum içinde başka bir anıtın ana kubbesine doğru yükselen bir dalgalanmanın parçası olmuştur. Sinan'ın, Süleymaniye sırtlarında başlatıp kendinden sonraki ustaların ve halkın Marmar a kıyılarına indirdikleri bu mimarî anlayış, XX. yüzyılın açık eser kavramının özgün bir örneğidir^'. 1573'te İstanbul'a gelen Du Fresne-Canoye'nin ifadesiyle bu külliyeler; Türklerin, tabiat, insan ve Tanrı arasındaki ilişkiler üzerinde yaptıkları yorumun vakıflar yoluyla tecessümünden başka bir şey değildir*". Hiç kuşkusuz bu, İslâm ve Türk dünyasını kuşatan bir medeniyet hareketidir. Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Ankara 1995, s. 379-548. " ihtiyaç sahiplerine sadaka vermek ve hayrât binaları inşa etnnek İslâmiyet'te, dünyevî, uhrevî mükafâtı ve büyük çapta sevap kazanmayı öngörmektedir. Bu fiiller hem ibadet hem de "muamelât-ı medeniyye" ile alakalı birçok bahisleri ihtiva etmektedir. Fakat esas itibariyle vakıf yapmak, mübah olan fiillere dahildir. Ancak bu mübahlık vâkıfa göredir; toplumda sosyal yardıma olan ihtiyacın artmasıyla bozan vakıf yapmak, mendup, müstehop ve hatta vacip derecesine yükselir (Elmolılı, M. Hamdi, Ahkâm-i Evkâf, Mekteb-i Mülkiye Ders Notları, İstanbul 1326, s. 7). " Yavuz, Yıldırım, "Semerkond-Registon Külliyesi ve Onarımı", X. Vakıf Haftası Kitabı, Ankara 1993, s.85-100. " Mehmet İbrahim, "Gazi Hüsrev Bey Külliyesi ve Bosna Hersek'teki Son Durum", X. Vakıf hlaftası Kitabı, Ankara 1993, s.181-206. ^' Yediyildız, Bohaeddin, "Osmanlılar Döneminde Türk Vakıfları Ya do Türk Hayrât Sistemi", Osmanlı, Ankara 1999, C.5, S.25. ^' Erkmon, Umur, "Sinan Yapılarında Yakın ve Uzak Çevre ilişkileri Üzerine Düşünceler", Mimarbaşı Koca Sinan Yaşadığı Çağ ve Eserleri, İstanbul 1988, C.l, s. 625-630. Yediyildız, Bahaeddin-Öztürk, Nazif, "Oturulabilir Şehir ve Türk Vakıf Sistemi", Habitat II istanbul Buluşmasında Sunulan Tebliğ, istanbul 1996. Vakıf sistemi, Osmanlı Devleti'nin keşfedip ortaya çıkardığı bir kurum değildir. Kendinden önceki toplulukların ve İslâm devletlerinin tatbikatında yer olan ve yaşanan tecrübelerle Osmanlı'ya intikal etmiştir. Fakat Osmanlı döneminde olduğu kadar, hiçbir dönemde vakıf sisteminden yararlanara k ülke zenginliklerinin paylaşılması, adil devlet yönetiminin tesisi ve erdemli şehirlerin kurulması konularında aynı başarı gösterilememiştir. Diğer bir ifade ile Osmanlı'ya kadar hiçbir devlet; dil, din, ırk ayrımı yapmada n bütün tebaanın huzur ve mutluluğunu sağlayacak adi l devlet adamı prototipini ortaya koymak; ülke kaynaklarının toplumun bütün kesimleri arasında makul ölçülerde paylaşılmasına imkân sağlayan bir sistemi kurarak, geleceğinden emin, birbirinin hukukuna saygılı erdemli bir millet tipini ortaya çıkarmak; meydana getirilen imaret siteleri ile medeniyet seviyesini yakalayan, bünyesinde muHu insanların yaşadığı faziletli şehirlerin kurulmasını sağlamak üzere vakıf sistemini geliştirememiş, yaygınloştıramomış ve onun insanı büyüleyen maddî-monevî kudretinden yararlanamamıştır". Vakıflar başlangıçta, ferdî ve içtimaî ihtiyaçların karşılanması amacıyla ortaya çıkmıştır. Doha sonra cemiyet hayatında meydan a gelen değişime ve gelişmelere uygun olarak , içinde bulunduğu toplumların sosyokültürel yapısı, ekonomik imkânları ve kabiliyetleri oranında değişmiş ve gelişmiştir. Özellikle Osmanlı döneminde, serbest ekonomi kurallarına ve yerinden yönetim esaslarına göre faaliyet gösteren, her biri ayrı hükmî şahsiyeti haiz; devletin yükselme ve duraklama hareketlerine paralel olarak hizmet alanları genişleyip daralan, toplum ve devlet hayatında sosyal, kültürel, ekonomik hatta sosyal siyaset açısından belirgin bir potansiyele sahip bir sektör haline gelmiştir'^ Değişik dönemlerde vakıflar üzerinde yapılan araştırmalar, Türk iktisadî hayatının ortalama %16'sına vakıfların hakim olduğunu göstermektedir, Ö . Lütfi Barkan'ın Anadolu Eyaleti'nin 1530-154 0 tarihleri arasındaki tahrirler üzerinde yaptığı araştırmalar, bu eyaletten sağlanan yıllık gelirin % 17'sinin vakıfların elinde olduğunu ortaya koymuştur'I Aynı dönemde, genel bütçenin Rum Vilâyeti'nde % 15,70'i, Halep ve Şam Eyaleti'nde % U'ü , Zülkadiriye'de % 5'i Rumeli'de % 5,4'nün vakıflara ayrıldığı bilinmektedir''. Son dönemlerde her biri birer asırlık zaman dilimini kapsayacak şekilde, ihtimali sondaj metoduyla seçilen belli başlı sayıdaki vakıflar üzerinde üç ayrı doktora çalışması yapıldı. Bu doktora tezlerinde elde edilen bulguların, genele uygulanması suretiyle varılan sonuçlara göre; Osmanlı ekonomisinin XVII. yüzyılda % 15,97'sinin", XVIII. yüzyılda % 26,80'inin ^ XIX. yüzyılda ise % 15,77'sinin' ' vakıfların elinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu konuda ulaşılan rakamlar dönemler itibariyle değişik olsa da ; vakıfların ziraî işletmecilikten, imalat sanayi, ticaret merkezleri, konut sektörü, istihdam ve para konularında ülke ekonomisinde belirli bir paya sahip olduğu açıktır^l Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde, ülke hizmetlerinde istihdam edilen personelin " Öztürk, Nazif, "Osmanlı Döneminde Vakıflar", Türkler, Ankara 2002, C.IO, s.433-434, " Öztürk, Nazif, Türk Yerlileşme Tarihi..., s.549. " Barkan, Ö. Lütti, "H.933-934/1527-1528 Mali Yılına Ait Bir Bütçe Örneği", İktisat Fakültesi Mecmuası (İFM], istanbul 1955, C.XV, S. 1-4, s.268; Barkan. Ö. Lütfi-Ayverdi E. Hakkı, İstanbul VakıRarı Tahrir Defteri 953(1546j Tarihleri, İstanbul 1972, s.xvii. " Barkan. Ö. Lütfi, "imaret Sitelerinin Kuruluş ve İşleyişi", İFM, İstanbul 1963, C.XXIII, S. 1-2, s. 241-242. Yüksel, Hasan, Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Hayatında Vakıflann RolüH 585-1683), Sivas 1998, s. 14. " Yediyildız, Bahaeddin, Institution Du Vaqf..., s. 151. Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi.,., s. 25. Vakıfların a'şar ve mukataa gelirleri; tarım işletmeciliği (çiftlikler, madenler, ormanlar, zeytinlikler); gayrimenkul kiraları ve bina işletmeciliği; malî(para vakıfları ve bankacılık) ve sinaî faaliyetler konusunda geniş bilgi için bkz. Öztürk, Nazif, Türk Yenileşme Tarihi.109-167. % 8,23'ü" , Cumhuriyet'in ilk yıllarında % 12,68'i^° vakıf sektöründe çalışıyordu. Daha sonraki rakamlar, vakıflar hakkında ülkemizde uygulanan tasfiye programları sebebiyle dünyadaki gelişmelerin tersine vakıfların hem ekonomideki, hem de istihdamdaki payının giderek azaldığını göstermektedir. Günümüzde üçüncü sektörün ABD'dek ı toplam malvarlığı 1 trilyon doları aşmıştır. Halen bu ülkede 8.000.000 civarında kişiye istihdam imkânı sağlanmaktadır. Bu rakam genel nüfusun % 3'ne tekabül etmektedir". Avrupa Birliği'nde "sosyal ekonomi", Amerika Birleşik Devletleri'nden ve Avrupa tarım sektöründen daha büyüktür. Üçüncü bin yıla adım attığımız bu günlerde, bu ülkelerde çalışan nüfusun % 5'i, sosyal ekonomide istihdam edilmektedir^^ Dünyada yaşanan bu gelişmelerin tersine ülkemizde, 2000 yıllarının sonlarında, tarihten bize intikal eden vakıfların istihdamdaki payı %1'lerin altına düşmüştür^^ Rakamlarla ortaya konulan bu bilgiler göstermektedir ki; bir zamanlar İslâm âlemi ve Türk dünyasının kültür hayatını canlandıran, insanı merkeze alan ve hiçbir canlıyı dışlamayan, imkânların paylaşılmasını öngören, güzel sanatların, beşeri münasebetlerin ve insanî hasletlerin temsilcisi, Şark Medeniyeti'nin müteharrik gücü vakıf sektörünü, ileriye götürmek şöyle dursun, mevcut haliyle bile muhafaza etmek mümkün olamamıştır. " II. Meşrutiyet sonrasında Osmanlı Devleti genelinde çalışan toplam memur sayısı 97.225'di (Devlet Personel Başkanlığı Raporu pPBRj, Ankara 1982, s. 51,Tablo-i). Bu personelin yaklaşık 8000'i Evkâf-ı Hümâyûn Nezâreti'nden maaş alıyordu (Hammadizâde H. Hamdi Paşa, Evkâf Hakkında Sadarete Takdim Edilen Lâyiha, Dersaadet 1327, s. 3). '° 1931 yılında Türkiye Cumhuriyeti'nde barem içi 42.209 memur çalışmasına karşılık (DPBR, 1982, s.52, Tablo II); 1925'te 1245'i merkez ve taşra teşkilâtında (Evkâf Umum Müdürlüğü (EUMj,1926 Bütçe Kanunu Tasarısı, 1926, s. 146-162), 4106'sı da camii ve mescitlerde olmak üzere (EUM, 1932 Bütçe Kanunu Tasarısı, 1932, s. 19-28) toplam 5.351 personel Evkâf Umum Müdürlüğü'nden aylık alıyordu. " Faherty, Paul, "İRS Tarafından Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluşlara Tanınan Vergi Muafiyeti", Ed. Zekâi Baloğlu, Türkiye'de Vakıflar ve Demekler, İstanbul 2000, s. 116-120 (ingilizce), 120-124 (Türkçe). " Richardson, Jonh, "EFC ve Sosyal Ekonomi", Ed. Zekâi Baloğlu, Türkiye'de Vakıflar ve Dernekler, İstanbul 2000, s. 148-152 (İngilizce), 153-157 (Türkçe). " Oztürk, Nazif, "Sosyal Siyaset Açısından Osmanlı Dönemi Vakıfları", Osmanlı, Ankara 1999, C.5, s.38.
.
İslam dininin yardımlaşmaya verdiği önem nedir?
Değerli kardeşimiz,
İslâmiyet bir yardımlaşma dinidir. İslâmiyet'ten önce de sonra da hiç bir din ve fikir sistemi onun kadar bu konuya eğilmemiş, yardım anlayışı ve bu anlayışın uygulanışını bu kadar geniş boyutlara ulaştıramamıştır.
Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurmuştur:
"Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar? Dünya hayatında insanların geçimlerini aralarında dağıtan biziz. Birini diğerine iş gördürmesi için kimini kiminden zengin kıldık. Rabbinin rahmeti onların topladıkları yığınlardan hayırlıdır." (Zuhruf, 43/32).
Kur'an-ı Kerîm'den öğrendiğimiz bu gerçeği, her birimiz günlük hayatımızda da görmekteyiz. İnsanlık tarihi boyunca olduğu gibi bugün de hiçbir toplumda, ortak bir hayat ve geleceği paylaşan insanlar aynı düzeyde değildir. Zayıfı, güçlüsü, fakiri, zengini, erkeği kadını... ile insan toplulukları hem bir tezat, hem bir âhenk meydana getirmektedirler. Tabiattaki bu başkalık, bu tezat bir hareketin kaynağını oluşturuyor ki, buna, "hayat" diyoruz. Yaratılıştan gelen bu farklılıkla hayatın içinde yoğrulan insanlar muhakkak birbirlerine ihtiyaç duymaktadırlar. Pek çok ve değişik konuda zengin fakire, güçlü zayıfa başvurmak zorunda kalmaktadır. Hiçbir zengin, "Benim kimseye ihtiyacım yoktur." diyemez. Çünkü servetini çalıştırdığı insanların gücü ile kazanır; "Benim param var, kimi istersem çalıştırırım." demesi bu gerçeği değiştirmez. Zira, kimi çalıştırıyorsa ona muhtaç oluyor demektir. Ne tarafa bakarsak bakalım bütün sosyal ilişkilerde böyle durumlarda karşılaşırız.
Bütün insanların ister istemez bir başkasının gücüne, parasına, fikrine muhtaç olduğunu görürüz. Onun için "Zen merde, civan pîre, kemân tîre muhtaç./ Ebnây-ı beşer, hasılı birbirine muhtaç." (Yani, kadın erkeğe, genç ihtiyara, yay oka muhtaç. Kısacası insanlar birbirine muhtaç) demişlerdir.
İnsanların böyle birbirine muhtaç olmaları, karşılıklı olarak yardımlaşmaları zorunluluğunu ortaya çıkarmaktadır. Yardımlaşma, toplum hâlinde yaşamanın doğal bir sonucudur. Hem başkaları ile yaşamak, hem yardıma ihtiyaç duymamak imkânsızdır. Bunun için İslâmiyet yardımlaşmayı, bütün maddî ve mânevî hayatımızı kapsayacak şekilde en geniş sınırları ile ele almış ve dinî-ahlâkî bir görev olarak ortaya koymuştur. Kur'an-ı Kerîm'in pek çok âyetinde bu konuya temas edilerek, Müslümanlar yardımlaşmaya teşvik edilmiştir. Hz. Peygamber (asm) de sayısız hadislerinde maddî ve mânevî yardımın insan hayatındaki önemini dile getirmiştir.
Cenab-ı Hak;
"İyilikte ve kötülükten sakınmakta birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın." (Maide, 5/2),
buyuruyor. Zekât vermekten, tatlı söz ve güler yüzle davranmaya kadar her şeyin iyilik kapsamına alındığını düşünürsek, dinimizin yardımlaşma sınırını ne kadar geniş tuttuğunu daha iyi kavrarız.
Yardım anlayışının özünde fedâkârlık vardır. Maldan sevgiye kadar her şeyin bir başkasına verilmesi söz konusudur. Bu verme işi bazan, zekât ve fitrede olduğu gibi mecbûri olsa da, çoğu zaman tamamen isteğe bağlıdır. Yine zekât belli bir miktarda alındığı halde sadakanın sınırı yoktur; dileyen dilediği kadar verir. Böylece Müslümanlar arasında en geniş mânâda yardımlaşma yapılır. Bu maddî yardımın dışında, Müslümanlar başkalarına söz ve davranışları ile de iyilik yapmak, onlara sevgi ile bağlanmak zorundadırlar. Bu da onların görevidir.
Hiçbir iyilikte bulunamayan bir Müslüman, eli ve dili ile başkalarına zarar vermemesi bile iyilik (sadaka) sayılmıştır.
Aşağıda, genişçe anlatılacak şekilde bir yardım anlayışının yaygınlaştırılması fert ve toplum hayatında önemli değişikliklere sebep olacaktır; yardımlaşmanın faydaları hemen hissedilecektir. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1. Yardım yapmakla yoksullar korunmuş olur. Onların maddi ihtiyaçlarının giderilmesi ile fenalık yapmaları önlenir. Çünkü fakirlik ve açlık, zayıf karakterli insanları çoğu zaman kötülüğe sürükler; hırsızlık yaptırır; haksızlığa iter.
2. Yardım yapanla yapılan arasında sevgi ve ülfet doğar. Yardım yapılarak topluma kazandırılan kişiler kin, hased, düşmanlık gibi kötü duygulardan kurtulur; zenginlerin mallarında gözü olmaz. Çünkü onların, fakirin hakkını verdiklerini, dinin emirlerine uyarak en geniş ölçüde yardım ellerini çevrelerindeki insanlara uzattıklarını bilirler.
3. Peygamber Efendimiz (asm); "Veren el alan elden üstündür." buyurmuştur. Böylece Müslümanlara, yardım edilen değil yardım eden kişi olmalarının daha iyi olduğunu bildirmiştir. Sıkıntı ve darlık zamanlarında Müslüman kardeşlerinden yardım, anlayış ve sevgi görenler, sıkıntılarını atlatınca çalışıp kazanmaya, alan değil veren kişiler olmaya bakacaklar. Böylece toplumda bir fazilet yarışı başlayacaktır.
4. Zekât, sadaka ve diğer maddî yardımlar, Müslümanların güçlü olmalarında, birlik ve beraberlik içinde bulunmalarında en büyük etken olacaktır. Bir aç ile bir tokun aynı safta sevgi ve kardeşlik duyguları ile yanyana bulunabileceklerini düşünmek biraz zordur. Yardımlaşma, zenginlerle fakirler arasındaki uçurumu kapatacağı gibi, aralarında bir sevgi ve saygı bağının kurulmasına da sebep olur.
5. Yardımlaşmanın yaygın olduğu toplumlarda dostluk duyguları güçlü olur; zenginlik ve refah artar, fakirlik azalır, dinimizin hoş görmediği dilencilik ortadan kalkar; hırsızlık ve dolandırıcılık gibi harâmların işlenmesi en alt düzeye iner.
Yardımlaşma Çeşitleri
Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Bilmez misiniz ki, göklerin ve yerin saltanatı Allah'ındır ve sizin için Allah'tan başka bir dost ve yardımcı yoktur." (Bakara, 2/107);
"Göklerin ve yerin mülkü (bütün hazineleri) Allah'ındır. Allah, her şeye hakkiyle kâdirdir." (Âl-i İmrân, 3/189);
"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır." (Bakara, 2/116, 255).
Bu ve benzeri pek çok âyetten de anlaşılacağı gibi evrende gördüğümüz her şeyin gerçek sahibi Allah Teâlâ'dır. Fakat, Cenab-ı Hak, yerde ve gökte bulunan bütün varlıkların, yüce katından bir lütuf ve bağışlama olarak, insanların hizmetine verildiğini başka âyet-i kerimelerde beyan buyurmuştur:
"Bir de göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini (Allah) kendi katından sizin hizmetinize bağışladı. Şüphesiz ki bunda, düşünecek bir kavim için ibretler vardır." (Câsiye, 45/13).
Varlığın gerçek sahibi olan Allah Teâlâ, bunu, kullarından dilediğine verip dilediğinden alacağını da şöyle açıklamıştır:
"Râsûlüm, şöyle de: Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın; dilediğini aziz edersin, dilediğini de zelil edersin. Hayır, senin elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kâdirsin." (Âl-i İmrân, 3/26).
Ayrıca, Allah Teâlâ, kendilerine mal ve mülk verdiği insanları başıboş bırakmamış, onlara malları ile ilgili bazı sorumluluklar yüklemiş ve görevler vermiştir.
"Onların mallarında dilencinin ve (iffetinden dolayı durumunu açıklamayan) yoksulun bir hakkı vardır." (Zariyât, 51/19);
"O kimseler ki, gayba inanırlar, namazı gereği gibi kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak ederler (başkalarına verir ve yedirirler)... İşte böyle kimseler, Rablerinden olan doğru yol ve hidâyet üzeredirler ve bunlar azabdan kurtulup sevâba erenlerdir." (Bakara, 2/35),
âyetlerinde bu sorumluluk ve görevlerin; Allah'tan (c.c) bir emânet olarak verilen mallardan bir kısmının başkalarına verilmesi olduğunu anlıyoruz. Bunun kime, nasıl ve ne ölçüde verileceği ise Kur'an-ı Kerîm'de iki yüze yakın âyet-i kerimede açıklanmıştır.
Dikkat edilerse, yukarıdaki âyet-i kerimede iman ve namazdan hemen sonra Cenab-ı Hakk "infak etmeyi" emretmiştir. "İnfak "Allah'ın (cc) verdiği malın meşrû bir şekilde elden çıkarılması, başkalarına verilmesi" demektir. İnfakın farz, vâcip ve mendup gibi kısımları vardır. Farz olan infak zekât, vacip olan infak fitredir ki, bunlar hakkında yukarıda geniş bilgi verilmiştir.
Kur'an'ın pek çok yerinde: "Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin..." (Bakara, 2/43, 83,110; Nisâ, 4/77) emri vardır. İslâmiyet'te en mühim ibadet namazdır. Müslümanlara namazdan hemen sonra zekât vermelerinin emredilmiş olması, zekâtın, bir ibadet olarak dinimizde ne büyük bir yeri olduğunu gösterir. Dinin iman ile temeli atılıp namaz ile direği dikildikten sonra, geçilecek mühim bir geçidi vardır ki, zekât, o geçidi geçirecek bir köprü olarak yapılacaktır.
Hz. Peygamber (asm) şöyle buyuruyor:
"Üç şey ölünün arkasından mezara kadar gider: Âilesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, birisi kalır. Dönenler âilesi ile malı, kalan da amelidir." (Riyazü's-Salihîn, I, 139).
Dünyada kalacak olan malımızın, Allah'ın emrine göre kullanılması ve harcanması önemli bir iştir. Çünkü bu harcama ile âhirete uzanan geçide sağlam bir köprü kurma imkânı elde edilecektir.
Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerîm'de: "Hayır ve iyilik yapmak hususunda birbirinizle yarışınız." (Bakara, 2/148) buyuruyor. Hayır ve iyilik mal, el ve dil ile yapılır. Yapılacak bütün bu iyiliklerin adı "sadaka"dır, ve Peygamberimiz (asm); "Her iyi iş sadakadır." (Riyâzü's-Salihîn, I,167) buyurmuştur.
Mal ile yapılacak iyilik ve yardımın başında zekât gelir.
"Namazı gereği gibi kılın, zekatı verin ve hayır işlerinden nefisleriniz için önden her ne gönderirseniz, Allah katında onun sevabını bulursunuz. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızı görücü ve kararlığını vericidir." (Bakara, 2/110).
Zekât, mal ile yapılacak mecbûri bir yardım şeklidir. Fakat mal ile yapılacak yardım zekâttan ibaret değildir. Müslümanlara, ihtiyaçlarından fazla olan mallarından başkalarına vermeleri emir ve tavsiye edilmiştir. Aşağıdaki âyet ve hadisler, zekâtın dışında, sadaka olarak başkalarına yardım etmemiz gerektiğini ve bunun önemini anlatmaktadır.
Allah Teâlâ buyuruyor ki:
"Takvâ, yüzlerinizi doğuya ya da batıya doğru çevirme değildir. Lâkin takvâ Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman eden, sevdiği malını Allah’ı hoşnud etmek için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalan gariplere, isteyenlere ve boyunduruk altında bulunup hürriyetine kavuşmak isteyen köle ve esirlere veren, namazı hakkıyla ifa edip zekâtı veren, sözleştiği zaman sözlerinde duran, hele hele sıkıntı ve hastalık hallerinde, savaşın şiddetleri esnasında sabreden kimselerin davranışlarıdır. İşte onlardır imanlarında samimi olanlar ve işte onlardır her türlü fenalıktan korunan takvâlılar!" (Bakara, 2/177);
"Ey Rasûlüm, onlar neyi nafaka olarak vereceklerini sana soruyorlar. De ki: Maldan vereceğiniz şey, ana-babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yolcunundur. Hayır olarak daha her ne yaparsanız Allah Teâlâ onu bilir ve mükâfatını verir." (Bakara, 2/215).
Hz. Peygamber (asm) de şöyle buyurmuştur:
"Bir hurmanın yarısı ile bunu da bulamazsanız güzel sözle ateşten korununuz." (Müslim, Zekât, 95);
"Herhangi bir Müslümanın diktiği ağaçtan yenen, çalınan ve eksilen şey, o ağacı diken için sadakadır." (Riyazü's-Salihîn, I, 168).
Ferdi, sosyal faaliyetlerin merkezi sayarsak, onu, iç içe bazı çemberlerin çevrelediğini görürüz. Kendisine en yakın çemberi çocukları ve anne-babası oluşturur. Daha sonra, yakın akraba, yakın ve uzak komşular ve içinde yaşadığı toplumun diğer bireyleri gelir. Âyet ve hadislerden, insanın, bu yakınlık derecesine göre başkalarına yardım elini uzatması gerektiğini öğreniyoruz.
Uzre oğullarından, hayır yapmak isteyen birisi, Peygamberimiz (asm)'in yanına gelmişti. Adamın tek bir kölesi vardı. Rasûlüllah köleyi ondan aldı, sattı ve parasını kendisine verdi. Sonra ona şunları söyledi:
"Bu parayı önce kendi ihtiyaçların için harca. Artarsa âilen için sarfet. Âilenden de bir şey artarsa sana yakınlığı ve hısımlığı olana harca; bunlardan da bir şey artarsa -yanındaki yoksulları göstererek- şöyle, şöyle sadaka yap." (Müslim, Zekât, 41).
Yine Peygamberimiz (asm), bahçesini sadaka olarak vermek isteyen Ebû Talha'ya onu akrabalarına tasadduk etmesini tavsiye etmiş, Ebû Talha bahçeyi akrabaları ve amca oğulları arasında taksim etmişti. (Müslim, Zekât, 42, 43).
Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
"Verenin eli yüksektir. Hem nafakasını verdiğin kimselerden başla! Anneni, babanı, kız kardeşini, erkek kardeşini sonra sana en yakın ve ondan sonra en yakın olanlarını gör, gözet." (Nesâî, Zekât, 51).
Şu halde, bir Müslüman başkalarına malı ile yardım etmeyi düşünürse, önce yakınlarından başlamalı ve derece derece yardım halkasını genişletmelidir. Tabii bu arada dikkat edeceği en önemli şey, yardım edeceği kişilerin gerçekten yoksul olup olmadıklarıdır.
Peygamber Efendimiz (asm):
"Gerçek zenginlik malın çokluğu değildir. Aksine gerçek zenginlik gönül zenginliğidir."
buyurmuştur. Fakat insan hiç bitmeyecek olan gönül zenginliği yerine daha çok mal zenginliğini ister, gözünü hırs bürür, kazandıkça kazanmak arzusu içini kaplar. İnsanların bu ruh hâlini sevgili Peygamberimiz;
"Âdemoğlunun iki vâdi dolusu malı olsa, üçüncü vâdiyi de ister. Âdemoğlunun iç boşluğunu (ihtiraslı gönlünü) topraktan başka bir şey dolduramaz. Şu kadar ki, bu ihtirasından tövbe eden kişinin tövbesini Allah kabul eder." (Müslim, Zekât, 116)
sözleri ile açıklamıştır.
Başka bir hadis-i şerifte de;
"Yaşlı kimsenin kalbi iki şeyi sevmekte dâimi gençtir: Uzun hayat isteği ve mal sevgisi." (Müslim, Zekât, III)
buyurularak, mala olan bağlılığın bir ömür boyu devam edeceği haber verilmiştir.
Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"Şeytan sizi, fakir olacaksınız diye korkutur, size cimrilik ve sadaka vermemekle emreder. Allah ise lütfundan bir mağrifet ve fazla üstünlük vaad ediyor." (Bakara, 2/167).
"Âllah'ın fazlından kendilerine verdiği şeye cimrilik edenler, hiçbir zaman onu kendilerine faydalı sanmasınlar. Aksine bu, kendileri için bir şerdir. Onların cimrilik ettikleri şey, kıyâmet günü boyunlarına dolanacaktrr. Göklerin ve yerin mîrası Allah'ındır. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkıyla haberdârdır." (Âl-i İmrân, 3/180).
Bir Müslümanın, hadis-i şeriflerde belirtilen mal hırsını yenerek, âyetlerde belirtilen şeytanın aldatması ve cimrilik duygularını alt ederek, Allah'ın kendisine bir ihsan, bir lütuf, bir nimet olarak verdiği malından hayır yolunda, Allah ve Rasûlü'nün emrettiği şekilde harcaması, şüphesiz çok asîl bir davranıştır. Böylece nimetin kadri bilinmiş, şükür edâ edilmiş ve Hakk'ın rızasına ulaşılmış olur. Lâkin, Cenab-ı Hakk'ın gerçek anlamda bir yardımda bazı özellikler aradığını görüyoruz. Âl-i İmrân sûresinin 92. âyetinde Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz, cennete eremezsiniz. Allah yolunda her ne harcarsanız muhakkak Allah onu bilir." (Âl-i İmrân, 3/92).
Şu halde biz, mal sevgisi ile Allah rızasını kazanmak arasında bir tercih yapmak zorundayız. Bir imtihandan geçiriliyoruz. Mallarımızdan sevdiklerimizi, sırf Allah rızasını umarak, yoksullara verirsek bu imtihanı kazanmış olacağız. Bu konuda Peygamberimiz (asm)'in yakın dostlarının davranışları bize örnek olmalıdır.
Enes b. Mâlik şöyle anlatıyor:
"Ensar'dan Ebû Talha, Medine zenginlerinden idi. Kendisinin en çok sevdiği malı da, Mescid-i Nebevî'nin karşısındaki Beyraha denilen bahçesi idi. Rasûlüllah oraya gider ve içindeki güzel sudan içerdi. "Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz, Cennete eremezsiniz." âyeti nâzil olunca Ebû Talha kalkıp Rasûlüllah'ın yanına geldi, ve:
" Allah, Kitabın'da; 'Sevdiğiniz şeylerden sadaka vermedikçe, siz, cennete eremezsiniz.' buyuruyor. Mallarımın bana en sevimlisi Beyraha'dır. O, Allah için bir sadakadır. Bu sadakanın hayrını ve Allah katında onun tükenmez bir âhiret azığı olmasını umarım. Yâ Rasûlüllah! Bu bahçemi istediğin yere sarf et, dedi..." (Müslim, Zekât, 42).
Mal ile yapılacak bir yardım şekli de "karz-ı hasen" dir. "Karz" fâiz ve benzeri herhangi bir menfaat beklemeden ödünç para vermek demektir. Bu da Allah'ın övdüğü bir malî yardım şeklidir. Kur'an-ı Kerîm'de bu fedâkârlık o kadar yüceltilmiştir ki, ödünç veren kişi sanki insanlara değil Allah'a vermiş gibi telâkkî edilir:
"Sadaka vererek iyilik eden erkekler ve kadınlar, bir de Allah'a gönül hoşluğu ile ödünç verenler yok mu, Allah onların mükafatını kat kat verecektir. Onlar için çok şerefli bir karşılık vardır." (Hadid, 57/18)
âyetinde, Allah rızası için ödünç para verenler işte böyle öğülmüştür. Böylece Allah Teâlâ, dünyada sıkışan ve darda kalan kullarına, herhangi bir çıkar düşüncesinden uzak, dinimizin yardım ve iyilik anlayışı içinde borç verenlere, ahirette kat kat manevî mükâfat vaad etmiş bulunuyor.
Herkesin yararlanabileceği çeşme, köprü, cami, okul, yol, hastahâne, dispanser gibi hayır kurumları yaptırmak da mal ile yapılan yardımlardandır. Bu tür hayır eserlerine sadaka-i câriye (devamlı sadaka) denilir ki, sevabı çok fazladır. Sadaka-i câriye anlayışı, vakıfların ortaya çıkmasında çok büyük etki yapmış ve İslâm dünyasının her tarafı halka hizmet götüren vakıf kuruluşları ile dolup taşmıştır.
Sosyal ve ekonomik hayatımız açısından malla yapılacak en önemli yardımlardan biri de servet sahiplerinin mallarını yatırıma aktarmaları ve çalışmak isteyenlere iş ve geçim imkânı hazırlamalarıdır. Hayatını çalışarak kazanmak isteyen, helâl kazanç peşinde koşan bir kişiye yardım eli uzatmanın en iyi şekli budur. Çünkü bu davranışımızla hem bir Müslümana geçim imkânı vermiş, hem de onun şeref ve şahsiyetini korumuş oluruz.
Mânevî yardım: Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor:
"İçinizden, insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir; Siz insanlık için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, fenalıktan alıkoyarsınız ve Allah'a imanınızda devam edersiniz." (Âl-i İmrân, 3/104, 110);
"İyiliği emretmek ve fenâlıktan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlaşın, günâh işlemek ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmayın. Allah'tan korkun, çünkü Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Mâide, 5/2).
"Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar birbirlerinin yardımcılarıdır; iyiliği emreder, fenâlıktan alıkorlar, namazı gereği üzere kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler." (Tevbe, 9/71).
"Bir kimse iyi bir iş işlerse faydası kendisinedir." (Câsiye, 45/15).
Ebû Musa (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (asm):
"Her Müslümana sadaka vermek vâciptir." buyurdu. Oradakiler:
"Yâ Rasûlüllah! Eğer sadaka olarak verecek bir şey bulamazsa ne yapar, söyler misiniz?" dediler.
"Çalışır, elinin emeği ile kazandığını hem kendisi harcar hem de sadaka olarak verir." buyurdu.
"Çalışmaya gücü yetmezse ne yapar, ne dersiniz?" denildi.
"Sıkıntıya düşmüş bir muhtaca yardım eder." buyurdu.
"Böyle bir yardıma gücü yetmezse?" denildi.
"İyilik ile yahuut hayır ile emreder." buyurdu.
"Bunu yapmaya da kudreti yetmezse?" denildi.
"Kötülükten kendisini sakındırır, bu da onun için bir sadakadır." buyurdu. (Müslim, Zekât, 55).
Yine, Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur:
"Ümmetimin iyi ve kötü bütün amelleri bana gösterildi. İyi amellerin içinde, eziyet verecek şeyin yoldan kaldırılması da vardı. Mescidin kirletilmesi ve o hâliyle bırakılmasını da kötü ve çirkin ameller arasında gördüm." (Riyazü's-Salihîn, I, 157).
"Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibaret bile olsa hiç bir iyiliği hor görme." (Riyazü's-Sâlihîn, I, 159);
"En küçük iyilik, insan olsun, hayvan olsun gelip geçene eziyet veren şeyi ortadan kaldırmakla başlayan hazır ve yardımdır." (Keşfu'l-Hafâ, I, 198).
Daha pekçok âyet ve hadiste insanlara iyilik yapmaları emredilmiş ve bunun yolları gösterilmiştir.
Bir insanın bizzat kendisine ve âile bireylerine karşı görevlerini yerine getirmesi bir iyiliktir. Komşusu ile olan ilişkilerinde kırıcı olmaması, ona her konuda yardım elini uzatması bir iyiliktir. Bir yoksulun, bir yetimin yedirilip-giydirilmesi ve barındırılması nasıl maddî iyilikse, güler yüz ve tatlı sözle gönüllerinin alınması, sevgi ile başlarının okşanması da bir iyiliktir.
Üzgün ve dertli birini teselli etmek, bildiklerini bir başkasına öğretmek, çevredekilere doğru yolu göstermek, hasta, yaşlı ve kimsesizleri ziyâret etmek bir iyiliktir. Her konuda çevremizdeki insanların yardımına koşmak; hasta, yaşlı ve sakat bir kardeşimize taşıtlarda yer vermek, elinden tutup yolda karşıdan karşıya geçmesine yardım etmek, bir yolcuya, bir misâfire gideceği veya aradığı yeri göstermek iyiliktir.
Sokakta, caddede, mahallede, çarşıda, pazarda taşı, çamuru, pisliği, dikeni kısaca insanlara eziyet ve tiksinti veren bir şeyi ortadan kaldırmak iyiliktir. İnsan olsun, hayvan olsun susayan birine su vermek iyiliktir.
Kısaca, Allah ve Rasûlü'nün (asm) bizden yapılmasını istediği, akıl ve vicdanın hoş gördüğü bir şeyi yapmak iyiliktir. Hatta kötülükten sakınmak ve bir başkasına kötülük yapmamaya çalışmak da iyiliktir. Bütün bu iyilikler de sadakadır.
Sayılmakla bitirilemeyecek kadar çok olan iyiliklerin bir yarış havası içinde yapılması her Müslümanın görevidir. Herkesin yapabileceği bir iyilik de mutlaka vardır. Hatta, Müslüman yalnız bu iyilikleri yapmakla kalmamalı, başkalarının da bunları yapmasına yardımcı olmalı, onları iyilik ve yardım konusunda teşvik etmelidir. Çünkü Allah Teâlâ, iyilikte ve kötülükten sakınmakta yardımlaşmamızı emretmiştir. Allah için iyilik yapan, Allah için maddî ve mânevî yardımda bulunan kimsenin mükâfatını da şüphesiz Yüce Mevlâmız verecektir.
İyilikte yardımlaşmak kadar kötülükten alıkoymaya çalışmak da Müslümanların dinî-ahlâkî görevleri arasındadır. Yukarıda da geçtiği gibi Allah Teâlâ; "Günâh ve düşmanlıkta yardımlaşmayın." diye emretmiştir. Kur'an-ı Kerim'de, "iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak", faziletli insanların özelliği olarak zikredilir. Bütün peygamberler bu emri yerine getirmiş ve kendilerine gönderildikleri toplulukları fenâlıktan alıkoymaya çalışmışlardır. Peygamberlerinin öğütlerini dinlemeyen isyankâr İsrâiloğulları hakkında Cenab-ı Hak;
"Onlar, birbirlerini, yaptıkları kötülükten alıkoymazlardı. Gerçekten ne kötü iş yapıyorlardı." (Mâide, 5/79) buyurmuştur.
Hz. Peygamber (asm) bir hadis-i şerifinde; "Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yelmezse diliyle, ona da gücü yetmeyen kalbiyle. Bu, imanın en zayıf olanıdır." (Müslim, İman, 78) buyurmuştur.
Şu hâlde, iyiliğin emredilmesinde olduğu gibi kötülükten alıkoyma da söz ve davranışlarla olacaktır. Mü'min kişi gördüğü kötülükleri, ister büyük ister küçük olsun, eliyle düzeltmeye, o fenâlığa engel olmaya çalışmalıdır. Bunu yapamayanların kötülük yapanlara nasihat etmeleri, yaptıklarının çirkinliğini anlatmaları, sözle onları kötülükten vazgeçirmeye çalışmaları ahlâkî görevleridir. Eğer bu görev yapılırsa kötüler ve kötülükler azalır, iyilik yaygınlaşır, toplum huzur bulur. Aksine davranış kötülüklerin bir salgın gibi her tarafa yayılmasına, toplumu içten çökertmesine sebep olur. Bunun içindir ki, dinimiz, iyiliği emir ve kötülükten alıkoymayı (emr bi'lma'rûf, nehy ani'l-münker) Müslümanların yapmaları gereken önemli görevler arasına almıştır.
Yardım Yapılırken Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar:
Eğer yardımdan, yardımlaşmadan söz ediliyorsa, mutlaka orada bir yardım edenle bir de yardım edilen, yahut alanla veren vardır. Kısaca yardım, iki veya daha çok kişi arasında olur. Yardımın istenilen şekilde olabilmesi, yerini bulması için bazı hususlara dikkat edilmesi gerekir. Hak sahibi aranmadan, dikkatsizce yapılan yardımların çoğu zaman arzu edilen sonucu vermediği unutulmamalıdır. Bunun için yardım yapılırken aşağıdaki hususlara dikkat etmekte yarar vardır.
1. Yardım Allah rızası için yapılır. Allah (c.c) rızası gözetilmeden yapılan iyilikte riyâ ve gösteriş, yahut çıkar düşüncesi vardır. Cenab-ı Hakk, yardımlarında kendi rızasını gözetenleri şöyle öğüyor:
"Malınızdan hayır adına her ne harcarsanız kendi menfaatiniz içindir. Zira siz, ancak Allah rızasını gözeterek verirsiniz. Böylece hayra dâir her ne verirseniz onun sevabı tam olarak size ödenir. Hakkınız yenmez ve size zulüm edilmez." (Bakara, 2/272).
2. Yardım yapılacağı zaman gerçekten yoksul olan kimseler aranmalıdır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Sadakalarınızı o fakirlere verin ki, onlar, Allah yolunda çalışmaya koyulmuşlardır; öteye beriye koşup kazanamazlar. Dilenmekten çekindikleri için, tanımayanlar, onları zengin zannederler. Ey Rasûlüm! Sen onları yüzlerinden tanırsın. Onlar iffetlerinden ötürü insanları rahatsız edip bir şey istemezler. Siz malınızdan bunlara ne harcarsanız, muhakkak Allah onu hakkıyle bilicidir." (Bakara, 2/273).
Fazilet ve hayâ sahibi insanlar, yoksulluklarını açığa vurmaz, başkalarından kolay kolay bir şey istemezler. Yardım yapacak zenginlerin, çevrelerinde böylelerini arayıp bulmaları ve haysiyetlerini zedelemeden onlara yardım etmeleri gerekir. Hiç ihtiyaçları olmadığı halde istemeyi ve dilenmeyi alışkanlık hâline getirenler çoktur. Peygamberimiz (asm)'in kötülediği bu kişilerden uzak durmalı ve kendileri yoksul olarak değerlendirilmemelidir.
3. Âdi, işe yaramaz şeyler yardım diye başkalarına verilmemelidir. Düşük ve bayağı şeyleri vermek mürüvvet ve cömertliğe sığmaz. Cenab-ı Hakk'ın şu buyruğu unutulmamalıdır:
"Ey iman edenler! Kazandıklarınız ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerden en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın. Kendinizin, ancak, göz yumarak alabileceği düşük ve bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın. Biliniz ki, Allah verdiğiniz sadakalardan müstağnidir, her hâlde hamde lâyıktır." (Bakara, 2/267).
4. Yapılan yardım hiç bir şekilde başa kakılmamalıdır. Başa kakılarak yapılan yardımın sevabı yok olur. İyilik yerine kötülük yapmamak gerekir. Hiç şüphe yok ki, başa kakmanın vereceği üzüntü, maddî yardımın sevincinden çok fazla olur. Allah Teâlâ, başa kakılarak yapılan yardımı mü'min olmayan kimselerin işleri olarak nitelemiştir:
"Ey iman edenler! Sadakalarınızı; insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek suretiyle boşa çıkarmayın. Çünkü onun bu gösterişinin hâli, üzerinde az bir toprak bulunan bir kayanın hâline benzer ki, ona şiddetli bir yağmur isabet edince, üzerindeki toprağı temizleyip kendisini katı bir taş hâlinde bırakır. Onlar, yaptıkları şeylerden hiç bir sevap kazanamazlar. Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez." (Bakara, 2/264).
5. Yoksulun hâlinden anlamalı ve ona iyi davranmalıdır. Yardım yapacak kimseler uyanık olmalıdır. Nice yoksullar vardır ki, utandıkları için açıktan bir şey isteyemez, durumlarını üstü kapalı anlatmayı tercih ederler. Aslında ihtiyaç sâhibinin hâli kendisini gösterir. Yardımseverler bu duruma dikkat etmeli ve onları küçük düşürmeden yardım elini uzatmalıdırlar. Bir ümitle gelen ve yardım isteyen kimselere iyi davranmak gerekir. Güler yüz ve tatlı söz, yardım yapılmasa bile, isteyeni memnun eder. Bunun için bazıları: "İhtiyaç sahiplerin tebessümle karşıla, verirsen teşekkür eder, vermezsen mazur görürler." demişlerdir.
6. Peygamber Efendimiz (asm): "Kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibâret de olsa hiçbir iyiliği hor görme." (Riyazü's-Sâlihîn, I, 159) buyurmuştur. Öyleyse hiçbir yardım küçük görülmemelidir.
7. İyilik ve yardımda bulunacak kişinin bunu zamanında yapması, fırsatı kaçırmaması gerekir. Zamanı geçirilerek yapılan yardım ihtiyacı karşılamaktan uzaktır. "Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz." dedirtmemelidir.
8. Yardım yapılırken mümkün olduğu kadar gizliliğe dikkat edilmelidir. Zekât gibi farz olan ibadetlerde açıklık esastır. Fakat sadakalarda aksine davranış insanı riyâdan kurtarır. Cenab-ı Hakk;
"Eğer sadakaları gizler de onları öylece fakirlere verirseniz, bu, sizin için daha hayırlıdır ve günâhlarınızdan bir kısmını örter." (Bakara, 2/271)
buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (asm) de, sağ elinin verdiğini sol eli duymayacak şekilde gizli sadaka verenlerin, âhirette arşın gölgesinde gölgeleneceklerini haber vermiştir (Tecrid, II, 620). Hz. Abbas şöyle demiştir:
"İyilik üç şeyle tamamlanır; acele etmek, küçük göstermek, gizli tutmak. Acele etmekle sevindirmiş, küçük tutmakla büyütmüş, gizli tutmakla tamamlanır olursun. "
Başkalarından yardım bekleyen kişilerin de dikkat etmesi gereken hususlar vardır. Bunlara dikkat edilmemesi yardım yapanların şevkini kırar, ellerini yardımdan çekmelerine sebep olur.
1. İhtiyaçtan fazlası istenmemelidir.
2. Yapılan yardımın sızlanmadan, azımsamadan kabûl edilmesi gerekir.
3. Yardım, kerîm olandan istenmelidir. İyilik yapmayı sevmeyenden iyilik beklemek insanı perişanlığa sürükler. Yardım imkânı olmayandan istemek onu güç durumda bırakır. Hz. Ali (r.a): "Yoku, 'Yok!..' denilinceye kadar anlamayan ahmaktır." demiştir.
4. İyilik ve yardım yapana nankörlükle değil, teşekkür ve duâ ile karşılık verilmelidir. Peygamber Efendimiz (asm):
"İnsanlara teşekkür etmesini bilmeyen Allah'a şükretmesini bilmez ve nimetin kesilmesine müstahak olur." (Ahmed b. Hanbel, Müsned TV, 278)
buyurmuştur. Şu halde nankör olmamak, iyilik ve yardımları teşekkürle, karşılamak ahlâkî bir görevdir. Bu görev duâ ile tamamlanmalıdır.
İşte bu anlayışla yapılacak yardımlar, Müslümanları Hakk'ın rızasına ulaştıracak olan yardımlardır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.Vakıf Sistemi: Osmanlı ve Batı Karşılaştırması1 Nihal Cihan Temizer* Received: 12.03.2021 Accepted: 18.05.2021 DOI: 10.25272/ijisef.895830 Type: Research Article Öz Vakıf kurumu, Osmanlı’nın hatta İslam dünyasının temel kurumlarındandır. Çalışmada vakıf sistemi, vakıf çeşitleri, kuruluş şartları detaylı şekilde incelenmiştir. Vakıf kurumu ile zengin-fakir arasındaki uçurum azalmış, istihdam sağlanmış, zenginden fakire olmak üzere kaynaklar yeniden tahsis edilmiştir. Vakıflarla kamu hizmeti verilmiş, böylece bu konuda devlete destek olunmuştur. Osmanlı’da vakıf kuran kadınların sayısı da ciddi miktardadır. Ayrıca gayrimüslimler de belirli şartlara tabii olmak şartıyla vakıf kurmuşlardır. Batı’da Trustlar, korporasyonlar ve foundation kurumları da vakıflara benzerlik göstermektedir. Batı’da ve Osmanlı’da vakıf kurumları incelenip kıyaslanmıştır. Literatürde; vakıflar ve armağan ekonomisi arasında benzerlik de kurulmuştur. Ayrıca vakıfların iktisadi boyutu incelenmiştir. Anahtar Kelimeler: Vakıf, Foundation, Trust, Korporasyon, Ekonomi Jel Kodları: N00, N01, B30 Waqf System: Comparative of in the Ottoman and in The West Abstract The waqf institution is one of the basic institutions of the Ottoman, even the Islamic world. In the study, the foundation system, types of waqfs, establishment conditions were examined in detail. The gap between the waqf institution and the rich and the poor has decreased, employment has been provided, and resources from rich to poor have been reallocated. Public service has been provided through foundations, thus the state has been supported in this regard. The number of women who established waqf in the Ottoman Empire is also significant. In addition, non-Muslims have also established foundations, subject to certain conditions. In the West, trusts, corporations and foundation institutions are similar to waqfs. Foundation institutions have been examined and compared in the West and the Ottoman Empire. In the literature; Similarities have also been established between waqfs and the gift economy. In addition, the economic dimension of the waqfs have been examined. Keywords: Waqf, Foundation, Trust, Corporation, Economy Jel Codes: N00, N01, B30 1 Bu çalışma Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Bölümü'nde Prof. Dr. Sait Öztürk danışmanlığında, Nihal Cihan Temizer tarafından savunulan "Osmanlı İmparatorluğu'nda Vakıf Tarım İşletmelerinin Yapısı ve İşleyişi: Örnek Ege Bölgesi (19. Yüzyıl)" isimli doktora tezinden türetilmiştir. * Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi, nihalcihantemizer@gmail.com, ORCID: 0000-0003-0151-8568. Vakıf Sistemi: Osmanlı ve Batı Karşılaştırması 142 International Journal of Islamic Economics and Finance Studies, 2021/2 Giriş Vakıf kurumunun devlete yük veya destek olup olmadığı tartışılan bir konu olmuştur. Vakıflar, kamu hizmeti vererek devlete destek olmuştur. Vakıflar hakkında bir diğer eleştiri de insanları tembelliğe alıştırmasıdır. Ancak gerçekten yoksul kimseleri tespit edilerek hayır yapılmış ve böylece zengin ve fakir arasında gelir transferi sağlanmıştır. Böylece toplumun huzuruna da katkı sağlamıştır. 20. yüzyılın son çeyreğinde refah devleti politikalarının yerini liberal görüşler almış ve devletin sorumlulukları tartışılmaya başlanmıştır. Ancak vakıf kurumu yüzyıllardır devlete destek olmuştur. Vakıf sistemi uzun yıllardır uygulanmaktadır. Tüm dinler hayır işlerini özendirmiştir. Müslümanlıkta da hayır işleri ciddi oranda vakıflarla yapılmıştır. Osmanlı’nın da temel kurumlarındandır. Vakıf kuranlarda belirli şartlar aranmıştır. Ayrıca vakıfların da çeşitleri vardır. Osmanlı’da kadınlar da erkekler gibi vakıf kurmuşlardır. Vakıf kuran kadınların sayısı ciddi miktardadır. Kadınların kurdukları vakıflar ekonomik güçlerine göre değişkenlik göstermiştir. Ayrıca Osmanlı’da Müslümanlar gibi gayrimüslimler de belirli şartlara tabi olarak vakıf kurabilmişlerdir. Osmanlı’da para vakıfları ise iktisadi olarak kredi sağlama amacından ziyade vakıfların temeli olan sosyo-kültürel hizmetlerin devamı için kurulmuştur. İngiliz ve Amerikan hukukunda “trust ve foundation” kurumları vakfa benzerlik gösterir. Ancak farklı özellikleri de vardır, tam olarak birbirini karşılamaz. Müslümanlar sosyal hizmetleri vakıflarla yaparken, Batı Avrupa ise korporasyonlarla yapmıştır. Korporasyonlar ile vakıfların benzer ve farklı yönleri vardır Batı’da vakıfların yeni bir kimlik kazanmasında Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşu önemli olmuştur. ABD’de vakıfların sayısı çoktur bunun en önemli sebebi vakıf kuran şirketlere ciddi oranda vergi indirimi sağlanmasıdır. Çalışmada, vakıf kavramını Batı’da ve Osmanlı’da derinlemesine kıyaslamıştır. Ayrıca vakıf kurumunu kuranların düşünce yapısını da ayrıntılı analiz etmiştir. Bu bağlamda literatüre katkı sağlanması amaçlanmıştır. 1. Vakıf Sistemi Bir şahsın özvarlığının tamamını veya bir kısmını belli ihtiyaçlara sahip olan kişilere tahsis etmesi uzun yıllar devam eden bir durumdur. Günümüz hukuk sistemlerindeki vakıf ve yardım kurumları da bunun örneğidir. Eski ve yeni bazı hukuk sistemlerinde, vakfa benzeyen kurumlar vardır. Ancak, Batı’da vakıflar yardım amacından ziyade, mukaddes yerlere yapılmışlardır. Babil hukukunda; “intifâ hakkı” olarak da zikredilen vakıf benzeri bir tasarruf tespit edilmiştir. Kral arazisinin intifâ hakkını birtakım kamu görevlilerine bağışlasa da intifâ sahibinin arazinin mülkiyeti üzerinde hakkı yoktur. Fakat Hammurabi Kanununa göre, intifâ hakkı mirasçılara intikal edebilir ve bazı durumlarda da kayıtlara geçebilir. Bu durum, tahsisat kabilinden vakfa benzemektedir. Eski Mısır hukukunda ise vakıf fikri olarak; ilahlara yaklaşmak ve hayır işlemek amacıyla, ilahlara, ma’bedlere ve kabirlere bazı tahsisler yapıldığı tespit edilmiştir. Eski Yunan hukukunda ise, korporasyonlara bağış ve vasiyetler vakfa benzemektedir. Roma hukukunda ise ilk dönemler Yunan hukukundaki gibi vasiyet ve bağış görülmüştür. Ancak sonrasında Hristiyanlığın yayılması ve Roma’nın resmi dini olması ile Nihal Cihan Temizer Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırmaları Dergisi, 2021/2 143 vakıf hukuku gelişme göstermiştir. Vakıfların gelişmiş hali ise; kiliselere, manastırlara ve ihtiyaç sahiplerinin korunması amacıyla hayır müesseselerine yapılan tahsisler olarak görülmüştür. Ayrıca, tahsis edilen mallar üzerinde mülkiyet ve aynî hak te’sisine müsade etmemişlerdir. Bu tarz tahsisler, İslâm hukukundaki tahsîsât kabilinden vakıflara benzerlik göstermektedir. Cermen hukukunda ise; vakfa benzerlik gösteren tasarruf şekilleri vardır. Mâlik, malını bir aileye kısıtlı zaman veya ailenin yok olmasına kadar tahsis etmiştir ve de bu mal satılamaz, bağışlanamaz ve mirasla intikal olmaz. Bu vakıflar da, evlatlık vakıflara benzemektedir. Eski Türkler de vakfa benzeyen tasarruflarda bulunmuşladır. Eski Türklerde de vakıf kurumu vardır ancak tam manasıyla mükemmel vakıflar değildir. Bu çerçevede Uygurların bir vakfiyesi tespit edilmiştir (Akgündüz, 2013, s. 58-60). Diğer bütün büyük dinler gibi İslam da hayır işlerini özendirmiştir. İslam hukukçuları vakfın başlangıcını, Hz. Ömer’in Sımağ’daki büyük bir hurmalığı sadaka etmek istemesi ile Hz. Muhammed ona “Aslını elinde tut, ürününü hayır yoluna dağıt” demesi üzerine başladığını savunmuşlardır. Hz. Muhammed ve halifelerin vakıf kurmaları ile vakıf kurmaya gücü yeten müslümanlar da onları takip etmişlerdir. İslam vakıfları belli bir seviyeye geldikten sonra Hrıstiyanlar, İslam vakıflarına özenerek Mısır’da kiliseleri için vakıflar yapmışlardır. Emeviler dönemi vakıf kurumu ciddi manada gelişmiştir. En önemli vakfiyelerden biri 706 senesinde Emevi halifesi Abdülmelik oğlu Velid tarafından, Başkent Şam’da olan “Ümeyye camii” için yapılmıştır. Vakıf kurumu Türkler arasında da gelişmiştir. Türkler çok çeşitli vakıflar kurmuşlardır. Bu vakıflar; mabet, tekke, zaviye, kalanderhane, türbe, kabristan, namazgâh, medrese, okul, darüttalim, darülhadis, darülkura, darülhuffaz, imaret, kervansaray, tabhane, konukevi, dulevi, hastahane, dispanser, hamam, çeşme, sebil, kuyu, su yolu, köprü vb. şeklinde olmuştur. Vakıfların amacı da çok çeşitlidir. Bunlar; dini konuların öğretilmesi, göz ağrısı için ilaç yapılması, aşure ve helva pişirilmesi, kurban kesilmesi, yoksullara, yetimlere, acizlere, mahbuslara odun, kömür için para verilmesi, borçtan dolayı hapse girenlerin borçlarının ödenmesi, ölülerin yıkanması ve gömülmesi için para verilmesi, ekmek ve meyve dağıtılması, su ve şerbet dağıtılması, kuşlara dane ve köpeklere ekmek verilmesi, su soğutmak için kar tahsisi, yoksullara ve yoksul çocuklara elbise ve yiyecek dağıtımı, yoksul kızlara çehiz yapılması, çocuklara gezi masrafı, kitap parası, bayram topu, yetimlere aylık, askere silah, giysi, donanmaya yardım gibi şeyler olmuştur (Çağatay, 1994, s. 9-11; Kazıcı, 1985, s. 54). Ebû Hanîfe’ye göre vakıf, “Bir mülkün aynî sahibinin mülkü hükmünde kalmak üzere menfaatinin bir cihete tasadduk edilmesidir.” Yani Ebû Hanîfe’ye göre vakıf bir ariyettir, ödünç gibidir. Fakat Ebû Hanîfe’nin talebesi olan Muhammed Şeybânî’ye göre ise vakıf tanımı “bir malı kullanım hakkı şahıslara, mülkiyeti Allah’a ait olmak üzere başkasının mülkiyetine vermek (temlik) veya mülkiyetini almak (temellük) alıkoymak” olarak açıklanmıştır. Osmanlı’daki uygulama da Ebû Hanîfe değil, İmam Muhammed Şeybânî görüşü üzerinedir. Vakıf yapan kişiye vakıf, kendisinden faydalanmak için vakfedilen bina ve kurumlara hayrat, bu kurumların faaliyetini ve topluma hizmeti devam ettirebilmesi için vakfedilen gelir kaynaklarına akarat adı verilmektedir. Vakıfların kuruluş belgelerine ise vakfiye denilmektedir (Yediyıldız, 1988, s. 404; Aydın, 2019, s. 241). Vakıf Sistemi: Osmanlı ve Batı Karşılaştırması 144 International Journal of Islamic Economics and Finance Studies, 2021/2 Vakfı erkekler de kadınlar da kurabilmiştir. Bir müslüman ülkede hristiyanlar, müslüman veya gayr-i müslim halk için vakıf kurulabilir. Osmanlı’da gayrimüslimler, devletin çizdiği sınırlar içerisinde ehlî ve hayrî vakıf kurabilmişlerdir. Gayrimüslimlerin vakıf kurmaları tartışmalı bir konu olmuş, ancak Ebussuud Efendi’nin bu konudaki fetvalarıyla II. Selim döneminde çözüme kavuşturulmuştur. Osmanlı’da ehlî vakıflar kurmak her din mensubunun hakkı olmuştur. Ancak gayrimüslimlerin hayrî vakıf kurarken belirli kurallara dikkat etmeleri gerekmiştir. Gayrimüslimler kilise ve manastır için vakıf kuramazlardı. Nitekim Ebussuud fetvasında “manastıra vakfetmeyip, gelen giden fukarâya vakfedicek aslâ dahl olunmaz” olarak geçen ibare ile kiliseye değil, kiliseye gelen fukaraya şart edilmesi ile kurabilmişlerdir (Çağatay, 1994, s. 11). Vakfın temel amacı infâk, sonrasında ise varolan vakıfların muhafaza ve imarını sağlamak, bu müesseseden Allah (c.c.)’ın kullarının faydalanmasına imkân vermek, vakfın kuruluş temellerini düzenlemek, toplumsal eksikliklerin giderilmesi esaslarını gelecek kuşaklara öğretmek şartıyla topluluğun mutluluğuna vesile olmaktır (Öztürk, 1995, s. 47). Vakıf yapanda aranan şartlar: 1- Akil, baliğ, reşid ve hür bulunmalı 2- Sefahat ve borcundan dolayı kısıtlı olmamalı 3- Vakfa rızası olmalı 4- Vakfettiği şeyi itikadına göre hayır ve sevap kazanmak amacıyla vakfetmiş olmalıdır. Vakfedilen malda aranan şartlar: 1- Vakfedilen mal, vakıf anında vakfın mülkü bulunmalı 2- Vakfedilen mal ayn olup deyn veya menfaat durumunda bulunmamalı2 3- Vakfedilen mal akarın (ev, dükkân, tarla gibi gelir getiren mülk) olmalı 4- Vakıfta muhayyerlik şartı bulunmamalı3 5-Vakfedilecek bina ve ağaçlar; yıkılmaya ve sökülmeye mahkûm, neticede sökülecek türden bulunmamalı. 2 Ayn ve deyn, “Ayn belirli mal anlamında bir fıkıh terimi. Deyn: Kişinin zimmetinde sabit olan borç anlamında fıkıh terimi” olarak tanımlanmaktadır. (Mehmet Akif, “Deyn” TDV İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/deyn [01.11.2020]) Ayn, “Deyn mukabili olan şey. Fıkıhta deyn de bir maldır; ancak hakiki değil hükmî maldır. Hakiki malın belirleyici özelliği, ihtiyaç halinde faydalanılmak üzere biriktirilmesi, yani fiilen muhafaza altına alınmasıdır” olarak tanımlanmaktadır. (Hayrettin Karaman, “Ayn”, Tdv İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/ayn--fikih [01.11.2020]) 3 Muhayyerlik, “Özellikle satım sözleşmesinde taraflardan birinin veya her ikisinin akdi onama yahut feshetme hakkına sahip olması, dolayısıyla ilgili taraf açısından akdin bağlayıcı olmaktan çıkması anlamında fıkıh terimi” olarak tanımlanmaktadır. (H. Yunus Apaydın, “Muhayyerlik”, TDV İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/muhayyerlik [01.11.2020]) Nihal Cihan Temizer Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırmaları Dergisi, 2021/2 145 6- Vakfolunan mal kesin olarak belli olmalı. 7- Vakıftan istifade edecekler kesinlikle belli bulunmalı. 8- Vakıf müneccez olmalı.4 Vakfın kuruluş şekilleri; a- Tescil suretiyle: Vakıf, hakime müracaatla vakıf kurmak istediğini iletir. Bunun üzerine hâkim, şartlar uygunsa vakfı şarta bağlayıp tescil eder. b- Vasiyet yolu ile: Vakfı yapan kişinin ölmeden evvel vasiyet etmesi şartı vardır. c- Fiil ve hareketle: Mesela bir kimse, mülkü olan bir arsa üzerine cami inşa yaptırıp, ezan okutturup, cemaatin camide namaz kılmalarına izin verse ve kendisi de bu camide cemaatle birlikte namaz kılsa bu cami, vakf-ı lazım şeklinde vakıf olmaktadır. (Kazıcı, 1985, s.35,38.) “Vakfın çeşitleri; 1. Gayelerine Göre A- Hayri Vakıflar B- Aile Vakıfları (Zürri-Ehli Vakıflar) 2. Gerçek Anlamda Olup Olmamasına Göre A. Sahih Vakıflar B. Gayrisahih Vakıflar-İrsadi Vakıflar-Tahsis Kabilinden Vakıflar5 3. Kiraya Göre A. Tek Kiralı (İcâre-i Vâhideli) Vakıflar B. Çift Kiralı (İcareteynli) Vakıflar C. Mukataalı Vakıflar 4. İdaresine Göre A. Mazbut Vakıflar 4 Vakfı müneccez, “Herhangi bir koşula, vadeye veya zamana bağlı olmayan vakıf”olarak tanımlanmaktadır. (http://www.hukukmedeniyeti.org/vakfi-muneccez/nedir/ [01.11.2020]) 5 “Vakıflar mülkiyetleri açısından; sahih vakıflar ve sahih olmayan vakıflar olarak ikiye ayrılır. Sahih vakıflar: Bu tür vakıflarda vakfedilen menkul ve gayrimenkuller vakfın malvarlığını oluşturur. Bunlar vakfiyede belirtilen şekilde mütevelliler tarafından idare olunur. Rakabesi (kuru mülkiyeti) ve bütün tasarruf hakkı vakfın tüzel kişiliğine aittir. Sahih olmayan vakıflar: Devlet Başkanı veya onun izniyle, Devlet arazisi üzerinde meydana getirilen vakıflardır. Miri (Devlete ait) araziden olan bir yerin aşar veya rüsumu gibi yararlanma hakkı vakfedilirse, buna da sahih olmayan vakıf (Gayri Sahih Vakıf) ismi verilir. Burada arazinin rakabesi (kuru mülkiyeti) Devlete aittir. Buna vakıf denmesinin nedeni devamlı bir tahsis olmasından ileri gelmektedir. Bunlara "Tahsisat Kabilinden Vakıf" veya "İrsadi Vakıf" ismi de verilmektedir.”( https://www.vgm.gov.tr/vakiflarimiz/vakiflarimiz/genel-bilgi [01.12.2020]) Vakıf Sistemi: Osmanlı ve Batı Karşılaştırması 146 International Journal of Islamic Economics and Finance Studies, 2021/2 B. Mülhak Vakıflar” (Aydın, 2019, s. 251-258) “Vakfedilen malda aranan şartlar: 1- Mülkiyet şartı: Vakfedilen malın kişinin kendi mülkü bulunması zorunludur. 2- Malumiyet şartı: Vakfa konu olan malın yer, miktar, sınır ve adet gibi özellikleri hakkında tam bilgili olma zorunludur. 3- Mütevakkim şartı: Vakfedilecek malın kişinin mülkiyetinde bulunması, şeran (devretme) bir engel bulunmamalıdır. Kurulacak vakıfta yerine getirilmesi gereken şartlar: 1- Lüzum şartı: Kelime olarak sebat etme, devamlılık anlamına gelmektedir. Taraflardan biri tarafından feshedilmeme, dönülmeme demektir. 2- Sıhhat şartı: Vakfın hukuken şartları geçerli olabilmesi için, vakfı kurabilecek şekilde akil baliğ ve hür olma, mahcur olmama şartlarının olmasıdır” (Özdemir, 2005, s. 7-8). Vakıflar; âmme hizmeti gören, hastahane, revir, öksüz yurtlan, köprüler, çeşmeler ve kütüphaneler, han (bugünkü mânasiyle otel) ve hamam gibi kurumlardır (Berki, 1962, s. 19). Vakıf gelirlerinin kullanış şekilleri: Ehli vakıflar; hayatta olduğu süre zarfında kendisi ve çocuklarının, öldükten sonra ise çocukları ve vakfiyesinde söylediği yakınlarının gelirden pay aldıkları vakıflardır. Bu vakıflar; evlatlık veya zürriyet vakfı olarak da geçmektedir. Hayri vakıflar ise; geliri halkın hizmetine ayrılan vakıflar olmuştur. Ehli vakıflar da soydan gelen kimse kalmadı ise; hayri vakfa evrilmiştir. Gelir hem sosyal ve dini kurumlarla hem de aile ile paylaşılırsa yarı aile vakfı denilmektedir (Kütükoğlu, 2018, s. 65). Hukuk tarihçisi ve Mecelle şarihi Ali Haydar Efendi’nin oğlu Prof. Dr. Celal Esad Arsebük bu konuda, “Osmanlı İmparatorluğunda pek büyük inkişâfa mazhar olan vakıflar sayesinde bir adam, vakıf evde doğar, vakıf beşikte uyur, vakıf mallarından yer içer, vakıf kitaplarından okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıflar idaresinden ücretini alır, öldüğünde vakıf tabuta konur ve vakıf bir mezara gömülürdü. Bu suretle beşer hayatın bütün icaplarını ve ihtiyaçlarını vakıf mallarından temine pek ala imkânı vardı” demiştir. Böylece vakıflar topluma önemli hizmetlerde bulunmuşlardır (Güler, 2002, s. 14-18). 1.1. Osmanlı’da Vakıf Kuran Kadınlar Osmanlı’da kadınlar devletin kuruluş yıllarından itibaren vakıflar kurmuşlardır. Öyle ki bilinen ilk vakfiye, 723/1323 senesinde Orhan Gazi’nin eşi Asporça Hatun’un vakfiyesidir. Vakıfların boyutu kurucularının malvarlığına göre değişmektedir. Vakıf kuran kadınlar sadece hükümdar ailesinden değildir. Osmanlı’da her kesimden kadın hayır işleri için çaba sarf etmiştir. Vakıfların en az %15’inin kurucusu kadınlardır. Bu oran şehirlere göre %10 ila %50 arasında değişkenlik göstermektedir. (Maydaer, ,2019, s. 143-145). Kadınların bir kısmına özellikle soyu saraydan olan hanımlara da ulufe verilmiştir. Osmanlı’da kadınlar elde ettikleri bu gelir ve mülkleri vakfederek hayır işlerinde Nihal Cihan Temizer Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırmaları Dergisi, 2021/2 147 kullanılmalarını sağlamışlardır. Özellikle Bezmiâlem Vâlide Sultan malvarlığını hastaneler, mektepler, camiiler, çeşmeler ve sebiller gibi çok sayıda hayır işleri için kullanmıştır. Valideler ve hanım sultanlar “paşmaklık” gelirleri ile de büyük ölçekli vakıf kurabilmişlerdir. Sonuç olarak kadınlar malvarlıklarını vakıf için harcama konusunda Allah rızasını kazanmak çerçevesinde gayretli bir şekilde çalışmışlardır. (Maydaer, Ed. Başar, 2019, s. 146-154). 1.2. Batı’da ve ABD’de Vakıflar İngiliz ve Amerikan hukukunda “trust ve foundation” kurumları vakfa benzerlik gösterir. Trustlar; “bir malın emin veya vasi denilen bir şahsın zilyetliğine, hak sahibi olan bir başka şahsın yararlanması için verilmesi” demektir. İki türü bulunur; 1-Trust, Thrift veya Spread: Dul ve yetimler faydalanır 2-Charitable Trust: Kamuya yönelik hayır yapılır. Foundation ise; “bir malın kamuya yönelik bir amaca tahsisi” olarak ifade edilir. Foundation, Trust’a göre vakıf kurumuna daha çok benzerlik gösterir. Charitable foundations; tamamen hayır amaçlı olarak kurulanlardır. Özel, kamu nitelikli, şirket olarak, topluluk ve aile foundations’lar bulunmaktadır (Akgündüz, 2013, s. 60-61). İngiltere’de Trust’ın tarihsel kökeni hakkındaki görüşlerde tam bir fikir birliğinden söz etmek mümkün değildir. Genel görüş “Kullanım hakkı olarak bilinen bir Orta Çağ İngiliz uygulamasından geliştirildiği” üzerine olmuştur. 1535’e Kullanım Hakkı Yasası yürürlüğe girene kadar Trustler genel olarak mülkiyet üzerindeki kullanım hakkı olarak olarak anılmıştır. Söz konusu uygulamanın genellikle 13. yüzyıl İngiltere’sinde Fransisken Rahiplerince başlatıldığı bilinmektedir. Yasalara göre rahipler mülk sahibi olamamış ancak mülkiyet üzerindeki kullanım hakkının yararlanıcıları olmuşlardır. Daha sonra arazi mülkiyetinin tüm faydalarını ve yükümlülüğünü yararlanıcı için sağlamaması nedeniyle düzenleme genişletilmiştir. Trust’ın ortaya çıkışı, Avrupa ve Müslüman dünya arasında artan temas dönemlerine denk düşmektedir. İngiltere’de kullanımı başlatan Fransisken Rahipler, Ortadoğu’da da aktiftirler. Aziz Francis, 1219 ve 1220 yıllarının bir kısmını İslam topraklarında geçirmiştir. 1095 ile 1291 seneleri arasında süren Haçlı Seferleri on binlerce Avrupalının Ortadoğu’ya gidişine yol açmıştır. Tapınak Şövalyeleri 1120 civarında Kudüs’te kurulmuş, 13. yüzyılın sonuna kadar da orada kalmıştır. 1128 senesinde ise, Londra’da ana Tarikat Evi’ni kurmuşlardır. Trustların yapısı, aile servetinin korunmasını sağlamak için zaman içinde hayır amaçlarının ötesine genişletilmiştir. Vakıf ile erken dönem trustlar arasında benzerlikler söz konusudur. Her iki kavrama göre, mülkiyet saklıdır ve kullanım hakkı, belirli bireylerin yararı için veya genel bir hayır amacıyla tahsis edilmiştir ve bu hak devredilemezdir. Ancak sonradan gelen yararlanıcılar lehine ömür boyu mülk oluşturulabilir. Ayrıca miras hukukuna veya mirasçıların hakkına bakılmaksızın, mütevelli atanmasıyla süreklilik sağlanır. Her iki kurumda da benzer aktörler mevcuttur. Trustlarin süresi sınırlandırılsa bile, gelirlerinin uygulanmasına ilişkin süreklilik özelliğini korumasına izin verilir. Vakıf ile İngiliz Trustları arasındaki tek önemli fark, özel amaç ortadan kalktığında, vakfın mülkiyetinde olan Vakıf Sistemi: Osmanlı ve Batı Karşılaştırması 148 International Journal of Islamic Economics and Finance Studies, 2021/2 varlıkların açık veya zımni olarak hayır işlerine kullanılabilmesi, yani dönüşüm sağlanabilmesidir (Gaudiosi, 1987, s. 1240-1246). Merton Koleji’nin kurucusu Walter de Merton, 13. yüzyıl İngiltere’sinde din adamı ve memurdur. Öldüğü zaman, Rochester Piskoposluğu yapmaktadır. De Merton ticari işlerini yürütmek ve servetini muhafaza etmek için Yeni Tapınak’ı kullanmıştır. Yeni Tapınak, Tapınak Şövalyeleri’nin İngiltere karargâhıdır. Yeni Tapınak; kraliyet, diplomatik, yasal ve mali faaliyetlerin merkezi ve değerli eşyalar, belgeler ve büyük miktarlarda paradan oluşan bir hazine evi" olarak kullanılmıştır. 12. ve 13. yüzyıl boyunca, Tapınakçıların Ortadoğu ve özellikle Kudüs ile önemli temasları olmuştur. 1274’ten önce Merton Koleji tüzel kişiliğe sahip olmayan bir hayır kurumu olarak kalmıştır. Sonrasında, 1274’teki yeni tüzükle birlikte modern üniversite sistemi kurulmuş, bu tüzükle akademik topluluğun kendi kendini yönetmesine izin verilmiştir. 1264 itibariyle Merton Koleji’nin yapısı, vakıf geleneğine uyum sağlamaktadır ancak 1274’ten sonra vakıf geleneğinin dışına çıkmıştır. 1274 tüzüğü ile akademik topluluk kendi kendini yönetebilmiş ve Merton anonim bir kolej halini alarak bu türdeki ilk örnek olmuştur. 1264’te ise, kutsal ve yalnızca üçlü birliğin onuruna bir çağrı ile başlamakta ve Merton Din Adamları Evi olarak adlandırılmaktadır. Bu ev Oxford Üniversitesi veya başka yerlerdeki öğrencilerin ebedi desteği için bir dizi din adamı ile kurulmuştur. Bu tüzüğün açılış cümlelerinde de Merton, hayırsever bir amaç ortaya koymuş ve bunu desteklemek için mülkler tahsis etmiştir. Bunlar, İslami vakıfla benzerdir. Bir vakıf, hayır amaçlı olmaksızın geçersizdir ve mülkün daimi devri gereklidir. Vakfın diğer şartları da yerine getirilmiştir. Burada da tahsis edilen mülk maddi ve hareketsizdir ve gelir sağlamaktadır. De Merton trustın ilk şartını otaya koymuş ve şöyle bir beyanda bulunmuştur. “Öğrenciler dürüst ve yetenekli oldukları ve bu tür çalışmalarda ilerlemeye istekli oldukları sürece bizim akrabamız olsun”. Kurucu ailenin “hayatta kalmak için gerekenden yoksun” herhangi bir üyesi, uygun hizmet karşılığında vakıf tarafından desteklenecektir. Bu hüküm de İslami uygulama ile uyumludur. İslam vakfı; hayri ve aile vakıfları (zürri-ehli) olarak tanımlamıştı (Gaudosi, 1987, s. 1248-1251). De Merton’un trustı; aile desteğine dair hüküm olsa bile hayri vakıf geleneğine en iyi şekilde uyum göstermektedir. Aile vakıfları, tipik olarak trust gelirini aile üyelerine yönlendirir ve hayırseverlik amacı yalnızca belirli sayıda neslin geçmesi gibi tetikleyici bir olay üzerine devreye girer. De Merton’un trustının odak noktası üniversite olduğu düşünüldüğünde hayri vakıf olarak sınıflandırılmış olduğu görülebilir. Bununla beraber, belirli aile üyelerinin yararlanıcı olarak belirlenmesi, kurucunun takdirine bağlı olarak İslami anlayışla benzer bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada nihai amaç yoksul akademisyenlere destektir. Herhangi birinin yararlanıcı olarak belirlenebilmesi için niteliklerin açıklanması İslam hukukunda da önemlidir. Çünkü bir kurucu mütevelliye, takdirine bağlı olarak değil, yalnızca açık kriterlere göre başvuruları kabul etme veya reddetme yetkisi verebilir. Yararlanıcıya verilecek meblağ da “her sene kırk şilin veya vakıf yeterli bir meblağ verirse dört kısımda elli” olarak belirlenmiştir. Bu dil mütevelliye esneklik sağlamıştır. Müslüman hukukçular da “mütevellilerin meblağları vakıf geliri dalgalanması nedeniyle belirsiz tutmasını” tavsiye Nihal Cihan Temizer Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırmaları Dergisi, 2021/2 149 etmişlerdir. De Merton ayrıca, “iyi ve dürüst davrandığı sürece” her öğrencinin gelir payının tamamını almasını sağlamıştır. Kurucular vakıf belgesinde sık sık "lehdarlarının diğer vakıflardan yararlanmamasını" şart koşmuşlardır. Benzer şekilde de Merton da bir yararlanıcının gerekirse işten çıkarılabileceğini veya değiştirilebileceğini şart koşmuş, House'un müdürünün öğrencilerin, eşyaların kullanımına ilişkin olarak iyi, dürüst ve ihtiyatlı bir şekilde davranıp davranmadığını ne şekilde olursa olsun özenle araştırmalarını istemiştir. Tersi bir durumda ise bunu düzeltme sorumluluğu olan kişiye bildirilmesi gerekmektedir ve uygun olmayan kayyum görevinden alınacaktır. Bu hüküm de vakıf belgesinde adı geçen, yararlanıcıların mütevelli hesaplarını incelemesine izin veren İslam hukuku hükmüyle benzerlik göstermektedir. Yararlanıcılar ayrıca mütevellinin gerekli onarımları yapmasını talep edebilir. Böylelikle vakıfta olduğu gibi, Merton okulu hükümleri de yararlanıcıların kendi kararlarını uygulamak için bağımsız hareket edememelerine rağmen, güvenin hüküm ve koşullarını araştırmaya teşvik etmiştir. İslam hukukunda olduğu gibi, bu güç bir denetçiye verilmiştir (Gaudosi, 1987, s. 1251). Batı’da vakıfların yeni bir kimlik kazanmasında Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşu önemli olmuştur. ABD’de bulunan ilk önemli vakıflar, Benjamin Franklin’in vasiyeti üzerine, 1791 yılında Boston ve Philadelphia’da açılmıştır. Franklin bu hayır kurumlarına “iyi huylu genç evliler”e yardım şartını eklemiştir. Bazı araştırıcılar, ABD’de ilk vakfın daha da eski bir tarihte, 1739’da görüldüğünü savunurlar. Pensilvanya’da William Carter’ın kişisel varlığının bir bölümünü yoksullara yakıt sağlamak amacıyla ayırması, bazılarınca hayır işleri yönündeki ilk adım olarak görülmektedir (Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Araştırma Merkezi, 1985, s. 72). Modern anlamda vakıflar Birleşik Amerika’da 19. Yüzyılda görülmüştür. Washington’daki Smithsonian Enstitüsü; İngiliz bilim adamı James Smithson’un “insanlar arasında bilginin artması ve yayılması” amacıyla yaptığı bir bağışla kurulmuştur. ABD kongresi, 1846’da çıkardığı bir yasayla bu seçkin kurumun hayata geçirilmesine vesile olmuştur. Çağdaş vakıfların doğumunda, Sanayi Devrimiyle birlikte sahneye çıkan modern sivil toplum yapısı belirleyici konumdadır. Avrupa ve Kuzey Amerika’da hızlı kentleşme ve nüfus patlamasıyla yan yana gerçekleşen sanayileşme; kentlerde eğitim, sağlık ve kültür hizmetleri başta olmak üzere çeşitli alanlarda bunalım meydana getirmiştir. Hükümetlerin ya da belediye ve yerel yönetimlerin kendi imkânlarıyla çözümler getirmekte yetersiz kaldıkları bu tür sosyal hizmetlerin gerçekleştirilmesi, sanayi devrimiyle önemli varlıklara kavuşan sanayi ve iş adamlarının önüne yepyeni bir yol olarak görülmüştür. 20. yüzyılda ABD’de vakıfların sayısı ciddi oranda artmıştır. ABD’de 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde sayıları birden çoğalan modern vakıflar, 1929 ekonomik bunalımından sonra sarsıntılı bir dönemden geçmişlerdir. New Deal ile vakıflar da yeniden toplanmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası bu kez ulusal ve uluslararası amaçlar yüklenen yeni ve etkin vakıfların kurulması olağanüstü seviyeye ulaşmıştır. Vakıfların Birleşik Amerika’da toplumsal hizmetlerin gerçekleşmesinde yaptıkları katkılar, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa ülkelerinde yeni ve güçlü vakıfların hayata geçirilmesinde etkili olmuştur. İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya başta olmak üzere; Avrupa Ekonomik Topluluğu ülkelerinde eğitim, bilimsel araştırma, sanat ve kültür Vakıf Sistemi: Osmanlı ve Batı Karşılaştırması 150 International Journal of Islamic Economics and Finance Studies, 2021/2 alanlarında bir dizi büyük vakıf kurulmuştur. Ayrıca, Avrupa Ekonomik Topluluğu çapında çalışmak üzere Avrupa Kültür Vakfı gibi uluslararası nitelikte vakıflar da hayata geçirilmiştir. Batı sistemlerindeki vakıf girişimleri Japonya gibi Pasifik ülkelerinde de görülmüştür. 20. yüzyılın son çeyreğinde; gelişme sürecinin en alt aşamalarındaki Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde bile ilginç vakıflar kurulabilmekte ve bunlar toplumlarına önemli katkılar sağlamaktadır. ABD’de bağış ve vakıf kurumunun diğer Batı toplumlarında rastlanmayan boyutlara ulaşmasında çok önemli bir etken de ABD vergi yasalarında sosyal amaçlı bağışlara tanınan geniş vergi avantajları etkili olmuştur. Yeni çağlar, yeni insanı ilişkileri, yepyeni dayanışma ve yardımlaşma mekanizmalarını istemektedir. Kamusal nitelikteki hizmetlerin gerçekleşmesinde özellikle vakıfların yarını, yeni işlevlerini üstlenme ve uygulama doğrultusunda gösterecekleri başarılarla ortaya çıkacaktır. (Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Araştırma Merkezi, 1985, s. 72-74). 1.3. Batı’daki Korporasyonlar ve İslam Dünyası’ndaki Vakıfların Kıyası İlk Müslümanlar sürekli olan sosyal hizmetlerin çok fazla miktarda ön yatırım gerektirmesi sebebiyle süresiz yaşayabilen bir örgütlenme kurmak istediler ve bunu vakıf sistemi ile uygulama imkânı buldular. Batı Avrupa ise bu konuda çözümü korporasyon ile bulmuştur. Timur Kuran’a göre Müslümanlar da alternatif olarak, büyük ön yatırım gerektiren çeşitli hizmetleri, tüzel kişiliği olmayan vakıflar ile sağlamaya çalışmıştır. Ancak vakıf kavramı da yöneticisinden tamamen bağımsız ve ayrı bir kişiliğe sahip olduğu için tüzel kişiliğe yaklaşmıştır. Orta Çağ’da vakıflar Batı kentlerinden çok daha fazla hizmetin finansmanını sağlamıştır. Vakıflar ile korporasyonlar arasında benzerlikler ve farklılıklar gözlemlenmiştir. Ortak yanı; ikisi de çalışanlarından ve hak sahiplerinden daha uzun süre hayatta kalabilmekteydiler. Farklı yönleri ise; bir topluluk, üyelerinin kolektif iradesiyle bir korporasyona evrilirken, vakıf kurucusu zorunlu olarak genelde bir kişi olmuştur. Timur Kuran’a göre; ikinci farklı yönü ise korporasyonun denetimi değişen üyelerce olurken, vakıf sonsuza kadar kurucusunca, mülkünü bağışlarken hazırladığı vakfiye şartnamelerindeki maddelerce denetlenmiştir. Üçüncü fark ise; korporasyon ihtiyaca göre işleyişini yeniden düzenleyebilirken, vakıfların işleyişi değişmezdir. Ancak vakıflar kadılar tarafından düzenli olarak denetlenmiş, ayrıca vakıfların işleyişi de değişkenlikler göstermiştir (Kuran, 2012, s. 143-145; Alkan, 2006, s. 13-15; Assi, 2008, s. 380-385). Mütevellinin talebi, kadının ve sultanın onayı ile işleyiş değişebilmektedir. Sözlükte “değiştirmek, yerine başka bir şey almak” anlamına gelen istibdâl, vakıf hukukunda bir vakıf malının mülk olan diğer bir mal ile değiştirilmesini ifade eder. İstibdâl sebebiyle vakıf malı mülk, mülk mal ise vakıf haline gelir. Benzer bir terim olan ibdâl ise “yerine başka bir vakıf malı, satın alabilmek için bir vakıf malı satmak” demektir (Akgündüz, “İstibdal”, TDV İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/istibdal [07.10.2020]). 2. Vakıfların İktisadi Boyutu İslam hukukunda şirketler vakıflardan da eski kurumlardır. Hatta Hz. Muhammed’in 570’te Mekke’de doğuşundan evvel de toplumlar uluslararası ticari faaliyetlerde bulunmaktaydılar. Nihal Cihan Temizer Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırmaları Dergisi, 2021/2 151 Mekke tüccarlarının yönettikleri firmalar, risk sermayesi (venture capital) şirketlerine benzer bir yapıda olmuştur (Köhler, 2016, s. 12). “Şirket; lügatta karıştırmak demektir. Istılahta ise iki ortağın sermaye ve kazanç hususunda aralarında yaptıkları bir akitten ibarettir. Şirket, Hanefilere göre, başlıca iki kısma ayrılır: a) Şirket-i Milk b) Şirket-i Ukûd. Şirket-i Milk, iki veya daha çok kimsenin aralarında herhangi bir şirket akit yapmadan bir mala sahip olmalarıdır (Miras ve hibe gibi). Şirketi- ukud ise iki veya daha çok kimse arasında, mal ve kazançta ortak olmak için yapılan akitten ibarettir” (İmam Malik, 1994, s. 266). Vakıflar; özel sektör ve kamudan ayrı olarak üçüncü bir sektör oluşturmuştur. Kâr güdüsü veya otorite kısıtlaması olmadan uygulanırsa çok daha başarılı olunur. Tüzel kişilik olan şirket, bağımsız bir finansal statüye sahiptir. Şirketler; başkalarını temsil edebilirler, dava açabilirler ve temsil edilebilirler. Vakıf kurumu da tüzel kişiliğe yakındır. Üçüncü sektör konumunda olan vakıflar ile istihdam imkânları da sunulmuştur. Toplumun yardım faaliyetleri, eğitim hizmetleri, çevre düzenlemesi gibi organizasyonları vakıflar ve devlet vasıtasıyla sağlanmıştır (Assi, 2008, s.380-385). Vakıf kurumu beş alanın korunmasında çok önemli olmuştur. Bunlar; din ve dini faaliyetler, eğitim hizmetleri ile insan aklının korunması, yetim ve dulların korunması, ekonomik ve finansal faaliyetler ile servetin korunması sağlamış ve gelirin zenginden fakire doğru yeniden tahsisinde vesile olmuştur. İslam’da adil dağılımın önemli araçlarından olan vakıf, önemli bir sosyoekonomik role sahiptir. Vakıflar; serveti teşvik etmiş, istihdam fırsatı sunmuş, altyapı gelişimine katkı sağlamış, beşeri sermayeyi geliştirmiş, gelir eşitsizliğini azaltmış ve yoksulluğa karşı politikalar uygulamıştır (Aliyu, S.U.R. 2018, s. 9-10). Vakıflar, insanların toplu olarak yaşadıkları köy, kasaba ve şehirlerin teşkilatlı hale gelmesinde kritik öneme sahiptir. Bu müesseseler toplumların oluşmasına da katkı sağlamışlardır (Şeker, 1987, s. 110). Tabakoğlu’na göre; vakıf sisteminde finanse eden ve edilen olmak üzere iki yapı bulunmuştur. Finanse eden gelir kaynakları; han, dükkân, çarşı, hamam, zirai topraklar gibi taşınmazlar ile vakıf sandıklardan yapılan kredi faaliyetleri olmuştur. Bu kaynaklardan elde edilen gelirle hayır kurumları denen cami, medrese, zaviye, hastahane, kervansaray gibi müesseseler vasıtasıyla eğitim, din, bayındırlık, sağlık ve sosyal yardım hizmetleri ile sosyal güvenlik sistemi finanse edilmiştir (Tabakoğlu, 2003, s. 25). Osmanlı’da para vakıfları da iktisadi amaçtan ziyade vakıfların temeli olan sosyo-kültürel hizmetlerin devamı için kurulmuştur. Para vakfı taşınabilir malların vakfedildiği menkul vakıf grubundadır. Hizmetlerin birbirleri ile uyumluluğu ve devamlılığı üzerinden temel kuralları belirlendikten sonra vakfedilen malın cinsine göre vakıflar; gayrimenkul ve menkul olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Gayrimenkul vakıflarda taşınmazlar, menkul vakıflarda ise taşınabilir mallar vakfedilmiştir. Para vakfı, taşınabilir malların vakfedildiği menkul vakıf statüsündedir. Para vakıflarındaki işletme kuralları Osmanlı’daki kredi piyasalarındaki şeri usullerdir. Vakıf nema oranları yüzde 10 ila 15 arasındadır. Kredi piyasalarındaki kâr oranları da yüzde 10 ila 20 arasındadır. Vakıf gayrimenkulün kiralari ile vakıf paralarının işletiminden kazanılan gelir toplu olarak aynı yerlere gitmiştir. Bu örnekteki gibi Gayrimenkul vakıfların içinde de para vakfı işletme usûlü var olmuştur (Yağcı vd. 2019, s. 51-53). Vakıf Sistemi: Osmanlı ve Batı Karşılaştırması 152 International Journal of Islamic Economics and Finance Studies, 2021/2 Vakıflar sivil toplum kuruluşları ile kıyaslanmıştır. “Devletten özerk, yasal düzenlemelere tabi, gönüllülük esasına dayanan bir sosyal yapı olmak, sivil toplumun ayırt edici özellikleridir denilebilir”. Osmanlı’da yönetenler ve yönetilenler olarak iki gurup var olmuştur. Devlet vergi toplamaya önem vermiştir. Diğer sosyal ve bayındırlık hizmetlerini genel olarak vakıflar üstlenmiştir. Osmanlı’da vakıfları özel kişiler kurunca STK, yönetici kesim kurduğunda ise toplumsal hizmetlerin sunulmasında kullanılan kamu politikası olarak kabul edilmiştir. (Buluş, 2009, s. 22-24). Vakıflara yönelik eleştiriler de olmuştur. Tembelliği teşvik etmesi, ekonomiyi gerilettiği ve malların serbest dolaşımına engel olduğu, devlet arazilerini mülkleşmeye yöneltmesi ve müsadereye6 engel olmak için vakıfların kurulması bu eleştirilerdendir. Ancak tüm bu olumsuzlukları vakıflara bağlamak objektif bir değerlendirme olmayacaktır. Tembelliği teşvik etmesinden ziyade yoksullara yardım ederek gelir dağılımındaki adaletsizliğin önüne geçmiştir. Vakıflar müsadereye engel olarak kurulmamıştır ancak kişiler evlatlık vakıf kurarak servetlerini nesilden nesile aktarabilmişlerdir. Fakat vakıflarda temel amaç nesilden nesile mal aktarmak olmamıştır. Eğer öyle olsa idi vakıflar devamlı gelir getiren faaliyetlere yönelmiş olurlardı. Osmanlı’da vakıf sistemi 19. yüzyıla kadar oldukça etkili yürütülmüştür. Tanzimattan sonra ise vakıf sisteminin özünün bozulması ile etkisi azalmıştır. Vakıf faaliyetleri serbest ekonomiye ve yerinden yönetime göre yürütülmüş, diğer yandan da devletin faaliyetlerine göre hizmet alanı genişleyip daralmıştır. Bunlara göre vakıflar özel ve kamu sektörü dışında “üçüncü sektör” olarak görülebilmektedir. STK; örgütlülük, özerklik ve özel alanlar ile devlet arasında köprü demek ise vakıfların da sosyal amaç taşıyan kâr amacı olmayan özerk ve örgütlü bir kurum olduğu çıkarımı yapılabilmektedir (Buluş, 2009, s. 22-24). 20. yüzyılın son çeyreğinde refah devleti politikalarının yerini liberal görüşler almış ve devletin sorumlulukları tartışılmaya başlanmıştır. Oysaki vakıf kurumu yüzyıllardır devlete destek olmuştur (Öztürk, 2019, s. 136). Vakıf ile kamu harcamaları ve buna bağlı olarak bütçe açıklarının yanı sıra özel sektör yatırımlarını ve büyümeyi engelleyen faiz hadlerinin yükselmesine sebep olan borçlanma ihtiyacı da azalır. Vakıflarda gönüllü olarak yapılan bağışlarla toplumsal hizmetler finanse edilmektedir. Kamu harcamaları kısılır, faizler düşer büyüme artar ve bunun yanında gelir dağılımı da daha adaletli bir hale gelir. Vakıfların bir diğer katkısı da vergi yükü düşeceği için üretici ve tüketicilerin harcanabilir gelirlerinin yükselmesidir. Sonuç olarak üretim hacmi artmakta, maliyetler düşmekte ve enflasyonsuz büyümenin önü açılmaktadır. Vakıf sistemi kamu hizmetlerinin arzındaki yetersizlik problemine de çözüm getirmektedir. Vakıf sisteminde sunulan tüm hizmetler kamu 6 Müsadere, “Sözlükte “ısrarla istemek” anlamındaki sudûr kökünden türeyen ve “çekip almak” mânasına gelen müsâdere, devlet tarafından hazineye irat kaydetmek veya bir süre koruma altına almak üzere ceza veya tedbir olarak bir mala el konulması tasarrufudur. Özellikle kamu görevlilerinin haksız yollarla elde ettikleri gelir veya emlâkin tamamına ya da bir kısmına devletin el koymasını ifade eder. Uygulamada, hazine açıklarını kapatmak amacıyla kamu görevlilerinin veya sivil kişilerin mallarına el konulması da bu şekilde adlandırılmıştır.” (Cengiz Tomar, “Müsadere”, TDV İslam Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/musadere#2-osmanlilarda [24.09.2019]). Nihal Cihan Temizer Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırmaları Dergisi, 2021/2 153 hizmetidir ve herkese açıktır. Vakıf sistemi istihdam sorununa da çözüm getirmektedir (Çizakça, 2017, s. 11-13). Osmanlı Devleti'nin son dönemlerinde kamu hizmetlerinde istihdam edilen personelin %8,23'ü, Cumhuriyetin ilk yıllarında ise %12,68'i vakıflarda çalışıyordu. Vakıflar iktisadi ve sosyal alanlarda gösterdikleri faaliyetler sonucu istihdamın artmasına destek olmuştur. Yeni istihdam alanları açmış, eski istihdam alanlarının genişletilmesine yardımcı olmuştur. Vakıflar tarafından tesis edilen külliyelerde istihdam edilen kişi sayısına bakıldığında bu durum apaçık görülür. Mesela Bayezid külliyesinde 167 kişi çalışıyordu. Fatih Külliyesi’nde kurulduğu yıllarda 354 olan personel sayısı zamanla artarak 16. Yüzyılın sonlarında 530’lara, 17. Yüzyılda ise 560’lara yükselmiştir; bunlara ödenen maaş vakfiyede günlük 1640 akçe iken 1768 yılında 5517 akçe, 1900’lerde ise 600 kuruş olmuştur. (Öztürk, 1995, s. 27; Koyunoğlu, 2002, s. 168-169). 1490 yılında Ayasofya Camii vakfındaki hizmetlilerin adedi 457'yi bulmuştu. Ayasofya Camii Vakfı‘nın 1594 yılında bu sırada 1149 vazife sahibinden ancak 787'si vezaif-i mukarrere, yani asıl vezaif sahibi idi. Diğerleri zevaidhoran denilen vakfın fazla gelirlerinden yararlanan kimselerdi. Vakıf gelirlerinden ikinci olarak yüksek fayda sağlayan kurumlar eğitim kurumları olmuştur. İslam’ın ilk yıllarından beri eğitim faaliyetleri gönüllü toplanan paralarla yürütülmüştür. Hükümetler de okul yaparak ve bazı mülkleri de okulların vakfı yaparak eğitimi desteklemişlerdir. El Ezher üniversitesi de 972 yılında Mısır’da ve her medrese gibi vakıf bağışları ile kurulmuş, 1812 senesine kadar bu şekilde vakıf desteğiyle ayakta kalmıştır. Vakıf kurumu bu yanıyla; eğitim özgürlüğü tanımış, yönetici ve zengin kesimden ayrı öğrenim gören bir kesim kurmaya destek vermiştir (Barkan, 1962, s. 348-361; Akgündüz vd. 2005, s. 337-380; BOA. mad. d. 5835; Khan, 2015, s. 989). 3. Vakıf Kurucularının Düşünce Yapısı Homo economicus, klasik ve neo-klasik iktisadın temel varsayımı olmuştur. Bütçe imkânları içerisinde refahını maksimize eden, tüketici olarak fayda maksimizasyonu, üretici olarak da kâr maksimizasyonu peşinde koşan rasyonel bireydir (Akyıldız, 2008, s. 30). İslam’a göre, insan iktisadi yaşamında homo-economicus gibi değil, İslamı merkeze alan homo-islamicus gibi davranmalıdır. Homo-islamicus iktisadi hayatta, nefsin tatmin ve menfaatlerini maksimize etme duygularını, Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde düzenler Homo-islamicus terimini; Batı paradigması ile İslami olguları ele almanın doğru bulunmaması nedeniyle tercih etmeyenler de vardır. Örneğin, Ahmet Tabakoğlu homo-islamicus yerine sadece Müslüman demeyi tercih etmiştir. Tabakoğlu’na göre Müslüman insanın âdil kâr/fayda ve kanaat anlayışı vardır (Zaim, 2013, s. 61; Yenice, 2020, s.151). Homo moralis ise günümüzde daha çok kabul görmektedir ve Homo-İslamicus’a daha yakındır. Homo moralis özellikleri, daha yüksek ahlaki standartları korumaya yardımcı olur ve yüksek akışkan zekâ, orantısız bir şekilde koruyucu bir etkiye sahiptir ve insanların genel ahlakı aşındıran bir kurumda olağanüstü yüksek ahlaki standartları korumalarına yardımcı olur (Deckers vd. 2016, s. 2). Vakıf Sistemi: Osmanlı ve Batı Karşılaştırması 154 International Journal of Islamic Economics and Finance Studies, 2021/2 Vakıfları kuran varlıklı tabakadan, vakıflardan hizmet alan alt tabakalara doğru büyük bir servet-gelir akışı vardır. Servet transferı değil fakat üst tabakanın servetinin onların mülkiyetinden çıkarak ihtiyaç sahibi insanların kullanımna verilmesi ve elde edilen nemaların da alt tabakalara gelir ve hizmet şeklinde yayılması durumu söz konusudur. Vakıflar yaygınlık kazandıkça; vakıflarda istihdam edilenlerin sayısı da gittikçe yükselmiştir. Bunlar; mütevelli, nazır, kâtip, cabi, meremmati, imam, muallim, halife-i mektep, kayyım, müezzin, ferraş-ı muallimhane muarrif, muallim, halife, kandilci, mahyacı, muvakkit, vaiz, mücellit, müzehhip, katip, hattat vs. olmuştur. Vakıf kurumu insan psikolojisi ile dini inançlarla iktisadi ve sosyal hayatın birleştiği noktada bulunmaktadır. Amaç temelde Allah rızasını kazanmaktır. Vakıf sistemi; insanların hayatlarında ve ölümlerinden sonra hayırla yâd edilme, iyi bir kişi olarak bilinme gibi isteklerini gerçekleştirme konusunda da önemli olmuştur. Veblen, Amerikan toplumunda zenginlerin gösteriş tüketimine dönük harcamalarını ve yaşama biçimlerini alaycı ve iğneleyici bir tarzda sergilerken, aslında insan fıtratındaki bir zaafı da belirtmektedir. Bu beşeri zaafla vakıf kurumu arasında bazı yönlerden ilgi kurulabilir. Kişiler; vakıflarla servetlerini gösterebilmiş ve hayırsever olarak halkın da sevgisini kazanmışlardır. İslam’da tüketim harcamaları gelirin bir fonksiyonu değildir. Her ne kadar İslam’ın tüketimi sınırlayan ve insanları sade, ölçülü bir hayat yaşamaya teşvik eden hükümlerinin, zenginliğin ve refahın arttığı dönemlerde servet sahiplerini, yönetici-zengin zümreleri, lüks, israf ve ihtişamdan alıkoyduğunu söyleyemesek bile yine de etkisi olmuştur. Söz konusu prensiplerin etkin olduğu durumlarda, özel tüketim harcamalarını gelir ve servetleriyle orantılı olarak artıramayan zenginler için vakıflar tesis etmek adeta zorunlu olmuştur. Vakıflar gayelerine en yakın kamu kuruluşları ile birlikte koordineli olarak hizmet vermeleri ve onlara destekte bulunmalıdırlar. Vakıflarda yapılmak istenilenler ile toplumsal amaçlar arasında uyum meydana gelmelidir. Vakıf müessesesinin azgelişmişlikten kurtulma çabasında yapabileceği katkılar: Kazanç arzusunu zayıflatmadan, gelir-servet dağılımını dengeleme, gelir-servet dağılımı politikasına destek ve yardımcı olma, sınıf çatışmasını azaltmadır. (Kozak, 1985, s. 54-60; Öztürk,1995, s. 27; Koyunoğlu, 2002, s. 140-141). 4. Vakıf ve Armağan Ekonomisi Literatürde; vakıflar ve armağan ekonomisi arasında benzerlik de kurulmuştur. Armağan; “gönüllü olarak bir kişiden veya gruptan bir başkasına verilen mal ya da hizmettir. Marcell Mauss ve Bronislaw Malinowski arkaik toplumlarda sık görülen armağan vermeyi; “ekonomik ve politik avantajların onaylanması, sosyal statünün onaylanması, ritüellerin ve dini inançların onaylanması” bağlamında ifade etmişlerdir. Armağanın üç aşaması; verme zorunluluğu, alma zorunluluğu ve geri verme zorunluluğu olmuştur. Ayrıca, malların nasıl verileceği, alan- veren arasındaki ilişkiler ve sorumluluklar, bireylerin yorumlamaları sonucunda şekillenir. Vakıfları da, değiş-tokuş etme bağlamında düşünebiliriz. Salt harcama dışında, değiş-tokuş etme yollarının bulunması iyi olmuştur. Hem başkaları hem de kendileri için, dürüst bir şekilde yaptıkları çalışma karşılığı olarak tüm hayatlarında ücretlerini dürüst olarak alacaklarından emin olanlar en iyi biçimde çalışacaklardır. Değiş-tokuş yapan üretici üründen ya da çalışma süresinden fazlasını değiş-tokuş eder; zamanını, hayatını, kendinden Nihal Cihan Temizer Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırmaları Dergisi, 2021/2 155 bir şeyleri verir. Doğal olarak bunların telafisini ister. Hz. Muhammed’e Mekke’de nazil olan Tegâbün Suresi’nde; “15. Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır; Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır. 16. O halde, gücünüz yettiği kadar Allah’a karşı gelmekten sakının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğiniz için harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. 17. Eğer siz Allah’a güzel bir borç verirseniz Allah onu size, kat kat öder ve sizi bağışlar. Allah şükrün karşılığını verendir. Halimdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir). 18. O gaybı da, görünen âlemi de bilendir, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” Allah adını toplum veya meslek gurubu isminin yerine koyduğumuzda veya üçünü topladığımızda; sadakayı da işbirliği veya bir başkasını düşünerek yerine getirilmiş bir yükümlülükle değiştirirsek; zahmetli bir oluşum sürecindeki iktisat sanatı ile alakalı bilgi sahibi olunur (Mauss, 2018, s. 158-256; Kar, 2005, s. 2-4). Osmanlı’da vakıf, zenginliğin fayda sağlaması için sabit hale getirilerek; yeni yasal ilişki, kutsallık ve şehirlerdeki dağıtım şekline evrilmesidir. Batı’da hediye verme; bireyselleştirilmiş, pazarlanmış ve metalaştırılmış iken buna karşın Doğu’da kollektifleştirilmiş, ritüelleştirilmiş, hizmetkâr olarak tezat şekilde uygulanmıştır. Mauss için temel soru “Hediye vermek ve almak nasıl yükümlülük doğurur?” idi. Bu soruyu vermek ve alma olarak analiz eder. Hediye vermek; bir grup ve kollektivite kurmaktan dolayı yükümlülüğe sebep olur. Örnek olarak bir kabileyi veya klanı ziyafete davet etmek, bir grup olarak varlığınızı ve hizmet verebildiğinizi ilan etmektir. Mauss, hediye verme eylemlerinin hesaplayıcı ve gönüllülük olarak yorumlanmasına odaklanır. Vakıf hukukunun temelini de hediye verme uygulamalarının oluşturduğu düşünülse de İslam dünyasında vakıfların temelini infak oluşturur ve amaç da hiçbir zaman zenginliği göstermek olmamıştır. Ayrıca vakıf kurarak hediye ekonomisindeki gibi dünyada bir karşılık beklenmemiştir (Isın, 2005, s. 5-23). Ancak Gazali’nin de dediği gibi; “Hediyedeki veresiye olan gaye: Ahirette sevap ve mükâfatı almak maksadıyla malını infak etmektir” (İmam Gazali, 2019, s. 425). Vakıf kurarak, yöneticileri ve mütevellileri yönetim için atayarak ve sürekliliğini sağlayarak, devlet otoriteleri tarafından bir kentsel sivil yönetimin kurulduğu söylenebilir. Devlet; kendisinin (özel vakıfların yanında) sivil mekanı entegre etmiştir ve Osmanlı şehirlerini organize etmiştir. Vakıflar Osmanlı İmparatorluğu'nun hastanelerin, mutfakların, medreselerin, camilerin, hamamların, dükkânların ve diğer birçok küçük ve büyük işlevin sağlanmasını gerçekleştiren temel kurumlar olmuştur. Hediye verme uygulamaları olarak vakıflar, yalnızca bağışçı değil, aynı zamanda önemli yasal öznellikler ortaya çıkarmıştır (Engin vd. 2005, s. 5-23). Vakıf Sistemi: Osmanlı ve Batı Karşılaştırması 156 International Journal of Islamic Economics and Finance Studies, 2021/2 Sonuç Vakıfların kurucuları, homo-islamıcus olarak, yani kişisinin davranışlarını İslam’ı merkeze alarak davranmışlardır. Vakıf kurmadaki amaç, Allah rızası için muhtaç kişilere faydalı olmaktır. Vakıflar sayesinde, zengin-fakir arasındaki uçurum azalmış, istihdam sağlanmış, servet zenginlerden fakirlere aktarılmıştır. Vakıflarla kamu hizmeti verilmiş böylece bu konuda devlete destek verilmiştir Ayrıca Mauss’un armağan ekonomisi bağlamında vakıflar değerlendirildiğinde; hediyenin karşılıklı olarak ve güç gösteri için verildiği ancak vakıflardaki amacın infak olduğu tespit edilmiştir. 19. yüzyılda vakıflarda bazı suiistimaller görünse de yine de Osmanlı’nın en önemli kurumlarından biri olmaya devam etmiştir. Vakıfların tembelliğe teşviki ve suiistimali gibi konular da gündeme gelse de yine de insanlık için önemli bir kurum olmuştur. Vakıf kurarak, yöneticileri ve mütevellileri yönetim için atayarak ve sürekliliğini sağlayarak, devlet otoriteleri tarafından bir kentsel sivil yönetimin kurulduğu söylenebilir. Osmanlı’da kadın, erkek, Müslüman, gayrimüslim her kesimin belirli kurallar dahilinde vakıf kurma hakkı olmuştur. Batı’da trustlar, foundationlar, korporasyonlar vakıflarla benzerlikler gösterse de vakıf kavramının tam karşılığı değildir. Günümüzde de dünyanın birçok yerinde çeşitli amaçlarla kurulan vakıflar vardır. Nihal Cihan Temizer Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırmaları Dergisi, 2021/2 157 Kaynakça Akif, M. (2020). Deyn. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 3.Basım. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Akgündüz, A. (2014). İslam Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesi. İstanbul: OSAV Yayınları. Akgündüz, A., Öztürk, S., Baş, Y. (2005). Üç Devirde Bir Mabed Ayasofya, İstanbul: OSAV Yayınları. Akgündüz, A. (2020). İstibdal. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 3.Basım. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Akyıldız, H. (2008). Tartışılan Boyutlarıyla: Homo Economıcus. Suleyman Demirel University Journal of Faculty of Economics & Administrative Sciences 13(2), 29-40. Alkan, M. (2006). Tanzimattan Sonra Vakıfların İdaresinde Yeniden Yapılanmaya Dair Bir Örnek: Adana Evkaf Müdürlüğü, Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, 13-31. Aliyu, S.U.R. (2018). A treatise on socioeconomic roles of waqf. Bayero University Kano, Munich Personal RePEc Archive. Apaydın, Y. H. (2020). Muhayyerlik. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 3.Basım. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Assi, E. (2008). Islamic waqf and management of cultural heritage in Palestine. International Journal of Heritage Studies, 14(4), 380-384. Aydın, M. A. (2019). Türk Hukuk Tarihi, İstanbul: Beta Yayınevi. Barkan, Ö. L. (1962). Ayasofya Cami'i ve Eyüb Türbesinin 1489-1491 Yıllarına Ait Muhasebe Bilançoları. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası 23(1-2), 342-379. Berki, Ş. (1962). Vakfın Lüzumu, Faydaları ve Vakıfları Teşvik. Vakıflar Dergisi, (5):19-21. Buluş, A. (2009). Sivil Toplum Kuruluşlarına Tarihsel Bir Örnek: Osmanlı Vakıfları. Sosyal Ekonomik Araştırmalar Dergisi, 8(16), 20-36. Çağatay, N. (1994), Güncel Konular Üzerine Makaleler. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. Çizakça, M. (2017) İslam Dünyasında Vakıflar, Konya: Karatay Üniversitesi Yayınları. Deckers, T., Falk, A., & Kosse, F., Szech, N. (2016). Homo moralis: Personal characteristics, institutions, and moral decision-making. CESifo Working Paper No. 5800, 2., https://www.econstor.eu/bitstream/10419/128641/1/848620968.pdf [01.08.2020]. El-Gazzâlî, E. H. M. (2019). İhyâu Ulûmi’d-Din. İstanbul: Bedir Yayınevi. Güler, M. (2002). Osmanlı Devleti’nde Haremeyn Vakıfları (16-17.yüzyıllar). İstanbul: Çamlıca Basım Yayın. Vakıf Sistemi: Osmanlı ve Batı Karşılaştırması 158 International Journal of Islamic Economics and Finance Studies, 2021/2 Gaudiosi, M. (1987). Influence of the Islamic Law of Waqf on the Development of the Trust in England: the Case of Merton College. U. Pa. L. Rev. 136 (1231), 1240-1246. Isin, E. F., Alexandre L. (2005). The gift of law: Greek euergetism and Ottoman waqf." European Journal of Social Theory 8(1), 5-23. Kar, A. (2005). Arkaik Topluluklardan Günümüze Armağanın Toplumsal İlişkiler İçindeki Yeri ve İşlevleri. Türk Kültüründe Hediye Uluslararası Sempozyumu, Marmara Üniversitesi TÜRKİYAT Araştırma ve Uygulama Merkezi. Karaman, H. (2020). Ayn. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 3.Basım. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Kazıcı, Z. (1985). İslami ve Sosyal Açıdan Vakıflar. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi. Khan, M. T. (2015). Historical role of Islamic waqf in poverty reduction in Muslim society. The Pakistan Development Review, 979-996. Köhler, B. (2016). Erken İslam ve Kapitalizmin Doğuşu. Ankara: Liberte Yayınları. Kuran, T. (2012). Yollar Ayrılırken- Ortadoğu’nun Geri Kalma Sürecinde İslam Hukuku’nun Rolü, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Koyunoğlu, H. (2002). Sosyal Politika Açısından Vakıflar: 17. Yüzyıl İstanbul Örneği, (Yayınlanmamış Doktora Tezi). İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. Kozak, E. (1985). Bir Sosyal Siyaset Müessesesi Olarak Vakıf, İstanbul: Akabe Yayınları. Kütükoğlu, M. S. (2018) Osmanlı’nın Sosyo-Kültürel ve İktisâdi Yapısı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Mâlik b. Enes (1994). Muvatta 3. Cilt, İstanbul: Beyan Yayınları. Maydaer, S. (2019). Osmanlı Toplumunda Vakıf Kuran Kadınlar ve Mal Varlıklarının Kaynakları Vakıf Kuran Kadınlar. Ed. Fahameddin Başar, Ankara: Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları. Mauss, M. (2018) Armağan Üzerine Deneme, İstanbul: Alfa Yayıncılık. Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Araştırma Merkezi, (1985). “Batı Dünyası ve Özellikle ABD’de Vakıfların Gelişimi: Sanayi Toplumu ve Gelecek Açısından Vakıflar ve Sorunları”, Vakıflar, 3.Vakıflar Haftası Armağanı, İstanbul Vakıflar Müdürlüğü. Özdemir, R. (2005). Osmanlı Vakıfların Kurulması ve Yaşatılmasında Devlet Kurumlarının İşleyişi, Ankara: Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayın No:6. Öztürk, N. (1995), Elmalılı M. Hamdi Yazır Gözüyle Vakıflar, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Öztürk, N. (1995). Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Nihal Cihan Temizer Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırmaları Dergisi, 2021/2 159 Öztürk, S. (2019). Osmanlı Su Yapılarında Vakıfların Rolü: Tesis, Onarım ve Hizmet Giderlerinin Finansmanı. Vakıflar Dergisi, (80.yıl özel sayısı).135-157. Şeker, M. (1987). İslam’da Sosyal Dayanışma Müesseseleri, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Tabakoğlu, A. (2003). Klâsik Dönem Osmanlı Vakıf Sistemi. Ed. Mehmet Narince, Cumhuriyetin 80. Yılında Uluslararası Vakıf Sempozyumu, Ankara: Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları. Tomar, C. (2019). Müsadere. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. 3.Basım. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Yağcı, M., Gürsoy, Ç. (2019). Osmanlı Devleti’nde İktisadi Zihniyet, Kurumlar ve Para Vakıfları, Adam Akademi Sosyal Bilimler Dergisi, 9(1), 37-67. Yediyıldız, B. (1988). Türk Kültür Sistemi İçinde Vakfın Yeri. Vakıflar Dergisi, (20) 403-408. Yenice, Ali Can. (2020). Homoeconomicus’ tan Homoislamicus’a: Karşılaştırmalı Bir Araştırma, Uluslararası İslam Ekonomisi ve Finansı Araştırmaları Dergisi 6.2: 138-155. Yıldız, K. (2019). Aykırı Vakıflar: Osmanlıda Fukarâ-yı Müslimîni de Gözeten Gayrimüslim Vakıfları. Osmanlı Araştırmaları 54.54: 141-198. Zaim, S. (2013). İslam Eko
.