.
İslam Toplumunda Vakıf Kültürünün Doğuşu
Prof.Dr. Beşir Gözübenli
Giriş
İslâm kültürüyle özdeşleşmiş bir kavram olan vakıf, yüce insani değerlerin ürünü olarak geliştirilip, geçmişten günümüze, orijinalliğinden hiçbir şey kaybetmeden hayatiyetini sürdüren müstesna kurumlardan biridir.
Bu kurum, insanlardaki, özellikle İslâm'ın onlara kazandırdığı, dünyevî hiçbir karşılık beklemeden iyilik yapma, yardımlaşma, her türlü hayır işleme istekleri ve her alandaki güzel davranma duygularının tecessüm etmiş şeklidir. Bir başka ifadeyle, çok yüce duygularla geliştirilmiş müstesna bir kurum olan vakıf, erdemli insanların ulvî, nezih duygu ve düşüncelerinin pratik hayata yansıyan bir ürünüdür.
Vakıf kurumunun hem teorik yönden gelişmesinde ve hem de toplumda benimsenip, revaç bularak yaygınlaşmasında, Müslümanların büyük katkıları sebebiyle, bu kurum, köken itibariyle İslâm kültürünün bir ürünü gibi değerlendirilmektedir. Diğer bir ifadeyle, vakıf kurumu, İslâm kültürüyle âdeta özdeşleşmiş bir kurumdur.
İslâm'dan önce de semavî dinlerin etkileriyle, çeşitli kültürlerde fazlaca yaygın olmasa da vakfı andıran kurumların bulunduğu bilinmektedir. Zira, İslâm'dan önceki semavî dinlerde de, insanlardaki yardımlaşma duyguları başta olmak üzere, tüm canlılara faydalı olma istek ve duygularının gelişmesine yönelik esaslar mevcuttu. Ancak bugünkü anlamdaki vakıf, (özellikle hukuki statüsü ve bu hukuki statünün sonucu olarak ulaşılan hizmet yelpazesinin zenginliği açısından), hemen hemen bütünüyle İslâm kültürünün ürünüdür. Vakıf kurumunun gelişmesine Müslüman bilim adamlarının yaptıkları emsalsiz katkıları, Batılı sosyal bilimciler de tereddütsüz kabul etmektedir.
İnsanların hayır ve güzelliklerde yarışma adına nasıl bir seviyeye ulaştıklarının veya ulaşabileceklerinin, ne ölçüde nezih ve ulvî duygularla bezenebileceklerinin net bir şekilde görülebilmesi için, vakıf kurumunun İslâm kültüründeki gelişme seyri orijinal bir örnektir. Özellikle, vakıfların 16. asır Osmanlı coğrafyasında icra ettiği fonksiyonlar dikkatlice incelendiğinde, Kur'ân referanslı yüce değerlerle bezenmiş insanların, günümüz sosyal siyasetçilerince hayranlıkla araştırılan son derece orijinal hizmet yöntemleri geliştirdikleri, toplumun farklı kesimlerinde çoğu kere hiç fark edilmemiş, ya da yeterince önemi kavranmamış nice hizmet alanları keşfettikleri görülecektir.
Esasen vakıf, Müslüman'ın hayat tarzının şekillenmesindeki temel değerler ile, bu değerlerin hayata geçirilmesi adına oluşan sosyal normların, dünya görüşünün pratiğe dökülmesi kapsamında, hem kamu sektöründen, hem de özel sektörden farklı bir anlayışla ve nevi şahsına münhasır bir statüde geliştirilmiş kurumdur.
Vakıf kurumunun gördüğü fonksiyonları, vakıf malların hukuki statüsünü, vakıfların yönetiminden sorumlu konumda bulunan kimselerin riâyet ve itina göstermek zorunda oldukları hukukî ve ahlâkî esasları ana hatlarıyla ele alacağımız araştırmamızın birinci bölümünü teşkil eden bu çalışmada, öncelikle vakfa hayat veren (sosyal) değerlerin kaynakları üzerinde durulacaktır. Ancak, vakıf kurumuna hayat veren bu değerlerin özellikle Kur'ânî boyutunun daha iyi ortaya konulabilmesi için, vahyin başlangıcındaki sosyal çevre (özellikle iktisadi ticari hayat) ile, yine bu çerçevede, Kur'ân'ın ilk muhataplarının o günkü sahip oldukları sosyal değerler hakkında bazı bilgiler verilmesi yararlı olacaktır.
İslâm'dan Önceki Yıllarda Hicaz Bölgesinde Sosyal Hayata Kısa Bir Bakış
Peygamberimiz'in (s.a.s.) doğup büyüdüğü Mekke şehri ve civarı, asırlardan beri yoğun ticarî faaliyetlere sahne olan, birçok mahallî ve uluslar arası ticaret fuarlarıyla şöhret bulmuş bir yerdi. Halkın temel geçim kaynağı ticaret idi. Arazi yapısının da ziraata pek elverişli olmaması sebebiyle, çiftçilik kültürü fazlaca gelişmemişti. Ayrıca Mekke şehri, Hz. İbrahim (a.s.) döneminden beri, (iktisadî açıdan) inanç turizmi diye nitelendirilebilecek, ticarî hayatı yakından ilgilendiren hareketliliklere de sahne olmaktaydı. Medine ve civarında ise, halkın temel geçim kaynağı ziraat olup, burada ticaret ikinci planda kalmıştı.
Modern kitle iletişim hizmetlerinin bulunmadığı, ulaşım ve haberleşmenin çöl şartlarında geleneksel ilkel usullerle yapıldığı bir dönemde, birbiri ardınca fuarların açıldığı Mekke ve çevresinde yerli yabancı (neredeyse) herkesin ana gündemini ticari faaliyetlerin oluşturması ve dünya hayatını âdeta ticariiktisadi faaliyet olarak görmesi garip karşılanmamalıdır.
Böyle bir sosyal çevrede pratikte ekonomik yönü bulunmayan davranış kalıpları ve değer yargılarının önemini kaybetmeye başlaması da beklenen bir durumdur. Toplum, semavî dinlerin mesajlarındaki insanî değerlerin tesirinden ve yönlendiriciliğinden uzaklaştıkça insanlardaki mal kazanma hırsının gemlenmesi ve sosyal hayatta acımasız davranışların engellenmesi, daha da zorlaşır. İnsanî değerlerle bezenmemiş fertlerin, tüm kabiliyetlerini dünyalık mal kazanmak için ticarî hayatta her şeye rağmen başarılı olmaya yönlendirmesi ve hayatlarının acımasızca mal kazanma yarışından ibaret hale gelmesi tabiî bir durumdur.
Sosyal bir vakıa olarak, o dönemde tüm toplumlarda mevcut olan kölelik kurumu da, insani değerlerin yozlaşması, insanlık dışı davranışların normal görülmesi konusunda önemli ölçüde etkili oluyordu. Zira, kölelere karşı davranışları insani değerler çerçevesinde düzenleyen müeyyideler bulunmayınca, toplumda yaygın olarak insanlık dışı davranışlara maruz kalan kölelerin durumu, o toplumda, özellikle yeni yetişen neslin değer yargılarının, kölelere karşı sergilenen bu kötü (insanlık dışı) davranışların normal görülebileceği yönünde şekillenmesine etken oluyordu.
Kölelerin insanlık dışı diye nitelendirilebilecek hayat şartlarının, toplumda tabiî görülmesi, sırf maddi çıkar elde edebilmek için, hür insanların bile sıkıntıya girmelerine sebep olacak davranışların da normal görülmesine zemin hazırlıyordu. Böyle bir sosyal çevrede, bazıları aşırı derecede zengin olurken, bazılarının açlıktan ölecek seviyede sefaletle yüz yüze kalmaları, hatta sırf kazanç sağlamak için, sahipleri tarafından fuhşa zorlanan cariyelerin hali bile, kamu vicdanını fazlaca zorlamıyordu.
Bu olumsuz tablolar sadece Hicaz bölgesine has değildi. O günkü Roma, Sasani ve daha başkaları gibi, farklı kültürlere sahip toplumlar da, aynı, hattâ daha da kötü durumdaydı. Konuyla ilgili bir fikir vermesi açısından, Roma toplumunda kölelere reva görülen insanlık dışı davranışlar bir yana, borcunu ödeyemeyen hür insanların bile zincire vurulması ve alacaklıları tarafından nice insanlık dışı davranışlara maruz bırakılmaları, dahası, bütün bu muamelelerin hukuken meşru görülmesinin hatırlanması yeterli olacaktır.
Borçlulara yapılan muamele, onlara kötü davranmakla da kalmıyordu. Alacaklıların, vadesinde ödenemeyen borçlara tefecilik boyutunda faiz eklemeleri normal bir davranış olarak değerlendiriliyordu. Hattâ, eklenen faizlerden dolayı, borçlunun tüm mal varlığını kaybetmesi, zaman zaman yakınlarını bile rehin olarak alacaklılara bırakmak zorunda kalması, ya da eklenen faizlerden dolayı ödeyemediği borçlarının karşılığı olarak köle pazarlarında satılması, sık rastlanan vakalardandı. Bu şekilde, üzerine faiz binmiş borç yüzünden sıkıntıya düşen insanların büyük çoğunluğunun, bu borçları temel (zaruri) ihtiyaçlarını karşılamak için aldıkları ve bu tür olayların yaygınlığı nazara alındığında, toplumdaki değer yargılarının durumu hakkında daha net bir fikir sahibi olabiliriz.
Evet, sözünü ettiğimiz muamele ve davranışların, İslâm öncesi toplumlarda normal görülmesi, bundan da öte, o toplumlardaki değer yargılarının bunlara göre oluşması, meselenin asıl vahim tarafını teşkil ediyordu. Zira, bir toplumda kötülüğün vaki olmasından ziyade, kötülüğün kötülük olarak değerlendirilmemesi esas tehlikedir.
Kur'ân, ilk inen âyetlerinden itibaren, o günkü insanlarda ve toplumlarda artık hastalık halini almış bulunan kötülükleri giderme üzerinde yoğunlaşmış ve ferdlerin yüce insanî değerlerle bezenip, bütün değer yargılarının da bu yönde şekillenmesine öncelik vermiştir.
Vakıf Kurumunun Hayat Kaynağı Olan Değerlerin Benimsenme Süreci
Kur'ân, önce Allah ve Âhiret inancını kalblerde yerleştirme ve namazı mü'minlerin hayatlarının vazgeçilmez bir parçası haline getirme üzerinde durmuş, ayrıca, toplumdaki ahlâkî problemlere dikkat çekmiş ve bir yandan ferdleri ahlâkî zaaflardan arındırırken, bir yandan da onları en yüce insanî değerlerle bezeme ve böyle ferdlerden oluşan bir fazilet toplumu meydana getirme yoluna gitmiştir. Bunun ise, belli bir zamana vâbeste olduğu açıktır.
Bu zaman içinde, ilk inen âyetlerde sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya ters tutum ve davranışlar nazara verilir ve bunlar, zihinlerde ve kalblerde etki bırakacak şekilde kınanırken, hangi din ve milletten olursa olsun açların doyurulması, aç ve açıkta kalan herkese (yetimler, köleler, esirler vs.) yardım elinin uzatılması ise, örnek davranışlar olarak öne çıkarılıyordu. Bu hususlar, farklı âyetlerde farklı üsluplarla ve zaman zaman kıssalar eşliğinde vurgulanıyor, tabir yerindeyse, farklı frekanslardan uyarılar yapılarak, her bir karakter ve haleti ruhiyeye hitap ediliyordu. Meselâ, zor durumda olan kimselere yardım etmeme yollarını araştıran mal (bahçe) sahiplerinin karşılaştıkları felâketlere dair ibretli olaylar naklediliyor; âcilen yardıma muhtaç kimselere yardım eli uzatmama; açları ve fakirleri doyurmama, yetime ikramda bulunmama ve hastalık halini almış mal sevgisi yeriliyor, bu sıfatlara sahip olanlar farklı âyetlerde farklı ifadelerle kınanarak, söz konusu davranışlardan kurtulmaları gerektiği doğrudan veya dolaylı olarak hatırlatılıyordu.
Toplumda muhtaç durumda olanlara yardım duygularının filizlenip gelişebilmesi için, bazı âyetlerde ise, Cennet'i kazandıracak örnek davranış şekilleri anlatılıp, insanlar Cennet'e heveslendiriliyordu. Bu çerçevede Cennet ehliyle ilgili anlatımlarda, onların Kur'ânî değerlerle bezenmiş hasletlerine özellikle dikkat çekiliyordu. Nitekim, onların sosyal yardımlaşma noktasında yetim, miskin ve esiri (hiçbir ayrım gözetmeksizin) doyurma şeklindeki davranışlarından bahsederken, kendilerinin ileri seviyedeki ihtiyaçlarına rağmen, bunu, hem de sadece Allah rızası için yaptıkları, doyurdukları kimselerden de bir karşılık, hattâ bir teşekkür bile beklemedikleri nakledilerek, bu kabil davranışlar örnek gösterilip, insanlar böyle davranışlara özendiriliyordu. (İnsan, 76/89)
Söz konusu âyetlerde özellikle iki husus ayrıca bir öneme sahiptir. Birincisi, bu insanların yetim, miskin ve esiri doyururken, kendilerinin şiddetle ihtiyacı olduğu gıda maddelerinden ikram edip, mevcut az bir gıdayı paylaşmak; ikincisi ise, esirlere karşı sergilenen insani davranışın boyutu. İnsanlık, kişinin kendisinin şiddetle ihtiyacı olduğu az bir gıda maddesini elindeki esirle paylaşması anlayışına ne zaman ulaşabilecek, Kur'ân'da Müslümanların hayat tarzlarını belirleyen değerler arasında sayılan bu değerin, insan haklarının uluslararası boyutunu ilgilendiren gaye değerler arasına gireceği zamanı görecek midir?
Bu konudaki âyetlerin pratik hayata aksettirilmesi sadedinde, Peygamberimizin (s.a.s.), Müslüman'ın sorumluluğu altındaki (işçi, köle, esir gibi) kimseleri, kişinin kendi kardeşi gibi nitelendirip, bu anlayışın gereği olarak, onlara, kendi hayat standartları seviyesinde (yediğinden yedirmesi, giydiğinden giydirmesi...gibi davranışlarla) imkânlar sağlamasının Müslüman'ın hayat felsefesi olduğuna dair hadisleri (Buharî, Itk, 15) ile, bu konulardaki bizzat örnek davranışları da, batıda sanayi devriminden çok sonra büyük mücadeleler sonucunda oluşan sosyal devlet anlayışının gereği olarak, çalışma barışını (işçinin korunmasını) sağlamak üzere geliştirilen iş hukuku açısından, önemle vurgulanması gereken hususlar arasındadır. Özellikle, konuyla ilgili âyetler paralelinde, Peygamberimizin (s.a.s.) bu konudaki örnek davranış ve uygulamaları, günümüzde insanın sosyal ve ekonomik hakları açısından ütopya gibi değerlendirilebilecek yüce insani değerlerin, tarihin belli bir kesitinde pratik hayata aktarılıp, pozitif hukukta yer aldığı ve uygulandığını göstermesi açısından son derece önemlidir.
Burada sadece bir kısmını zikrettiğimiz, sosyal hayatın tanzimini sağlayacak değerlerin kaynağını teşkil eden âyetler ile, Peygamberimizin (s.a.s.) ortaya koyduğu örnek davranışlar, din ve ırk ayrımı gözetilmeksizin, toplumda kimsenin açlık ve sefaletle yüz yüze kalmaması anlayışının, İslâm toplumunun karakteristik özelliklerinden birisi olduğunu açıkça göstermektedir. Ayrıca konuyla ilgili âyetlerde, toplumdaki yardıma muhtaç kimselere yapılması gereken yardımların, varlıklı kimselerin bu insanlara bir lütfu olarak değil, bunların hakkı olarak tanımlanması da, bu alanlarla ilgilenen sosyal bilimcilerce önemle dikkate alınması gereken bir husustur. (İsra, 17/26; Zariyat, 51/19; Mearic, 70/2425)
Kur'ânı Kerim'de, sıklıkla tekrarlanan rızkı verenin ve dağıtanın Allah olduğu vurgusu (Bakara, 2/212; En'am, 6/151; Nur, 24/38, vs.); dünya hayatının geçici oluşu ve insanın öbür dünya için hazırlık yapması gerektiği, bunun için de kişinin gerek ferdî, gerekse sosyal hayatında dosdoğru ve tertemiz yaşamasının temel şart olduğu; kesinlikle helâl ve temiz kazanca yönelmek gerektiği (Bakara, 2/168; Nisa, 4/29; Maide, 5/88); öbür dünyadaki hesap esnasında durumu iç açıcı olmayan kimselerin, karşılaşacakları sıkıntılardan kurtulabilmeleri için, dünya dolusu her şeyi bir kat fazlasıyla feda etseler de bir işe yaramayacağı (Âli İmran, 3/91; Maide, 5/36; Yunus, 10/54) vb. konulardaki bir kısmı doğrudan, bir kısmı dolaylı olarak hüküm bildiren âyetler ile, Peygamberimizin (s.a.s.) her konudaki örnek davranışları, müminlerin Allah'ın mesajındaki sosyal değerleri benimseyip hazmetmeleri ve hayatlarına temel ilke yapmaları sürecinde, önemli etkiler uyandırıyordu. Ayrıca, gerek şahsî ve gerekse sosyal hayatın düzenlenmesinde esas olan dinî değerler kapsamında, mü'minlerin dürüst, samimi ve güvenilir olmaları, ahde ve akde vefaya hassasiyet göstermeleri (Maide, 5/1; İsra, 17/34), konuşurken gereksiz yere yemin ederek Allah'ın adını dünyalık işlere âlet etmemeleri, dolayısıyla bu kapsamda, dinî değerlerin ticarî hayatta çıkar vesilesi olarak kullanılması gibi samimiyetsiz davranışlardan kaçınmalarına dair âyetler (Nahl, 16/91; Bakara, 2/224) ile, bu ve benzeri konulardaki Peygamberimizin (s.a.s.) örnek davranışları, mü'minleri, yüce insanî değerlerle bezeyerek, onları önceki hâlleriyle kıyaslanamayacak duruma getirmişti.
Burada önemle vurgulanması gereken bir husus da, İslâm Dini'nin hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili getirdiği değerlerin, sistematik bir bütünlük arz etmesidir. Bu değerler ile, bunlara dayandırılan esaslar, kendi aralarında bir âhenk ve bütünlük içerisinde, birbirini destekleyici fonksiyonlar icra etmektedir. Meselâ, helâl ve temiz kazanca yönelme, ticarî hayatta ölçü ve tartıya riâyet, kul hakkından kaçınılması gibi evrensel ölçüdeki değerlerin toplumda yerleşebilmesi için, Kur'ânı Kerim, bunlarla ilgili doğrudan emirler vermenin yanında, önceki kavimlere dair kıssaları naklederken, bu hususlara riâyet etmeyenlerin karşılaştıkları veya karşılaşacakları acıklı durumları dikkatlere sunmakta ve mü'minleri hassasiyetle uyarmaktadır (En'am, 6/152; A'raf, 7/85; Hud, 11/8485; İsra, 17/35, vs.). Ayrıca, kul hakkının af kapsamında bulunmadığı hususunun, Peygamberimiz (s.a.s.) tarafından çeşitli vesilelerle dile getirilmesi (Tirmizi, Cenaiz,1078, 1079; İbn Mace, 2413) yanında, Peygamberimizin (s.a.s.) imkânı olduğu hâlde borcunu ödemeyenlerin (Buharî, Havale, 3; Müslim, Feraiz, 1619) ve devlet malından bir şeyler aşıranların (Muvatta, Cihad, 13; Ebu Davud, Cihad, 133) cenaze namazlarını kılmaması, müminler arasında derin etkiler uyandırıyordu.1 Bu ve benzeri uygulamalar, hukuk normlarının yanında dinî ve ahlâkî normların, sosyal kontrol mekanizması olarak o toplumda ne ölçüde etkili olduğu konusunda bir fikir vermektedir. Kur'ân'ın ve Peygamberimizin sünnetinin, hayatın her alanında 20 yılı aşkın bir süre toplumu mükemmele yönlendirdiği düşünüldüğünde, neticede o toplumun geldiği merhâle, daha isabetli olarak tahmin edilebilir.
Artık mü'minler, insandaki teşebbüs kabiliyetlerini ve insani değerleri dumura uğratıp öldüren ve yaygın olarak bulunması hâlinde, öncelikle bu işlere bulaşanlar başta olmak üzere, tüm toplumun insanî değerler açısından ölümü demek olan durumlarla karşılaşmasına sebebiyet veren kumar, rüşvet, faiz gibi gayrı meşru kazançlar ile, her türlü haksız kazanç yollarını kesinlikle terk etmeleri gerektiğini, sadece karşılıklı rızaya dayanan meşru ticaret yollarıyla kazanç sağlamaya yönelebileceklerini, konuyla ilgili açık hüküm bildiren âyetlerden (Bakara, 2/188, 275280; Nisa, 4/29; Maide, 5/9091) ve Peygamberimizin sözlerinden öğrenmişlerdi.
Kumar, rüşvet ve riba (faiz) gibi gayrı meşru kazanç yollarına bulaşanlar hakkındaki bazı âyet ve hadislerde yer alan ağır ve tehdit edici ifadeler (şeytan çarpmış gibi haşrolma vb.), o günkü toplumun bu tür kazançları tiksintiyle karşılayabilecek bir seviyeye geldiğinin göstergesi olsa gerektir. Ayrıca, bu âyet ve hadisler, dünya ve ahiret dengesini iyi kurabilen, yüce insani değerlerle bezenmiş kâmil bir mümin olabilmek için kişinin, kumar, rüşvet ve riba (faiz) gibi gayrı meşru kazanç yollarına tevessül etmek bir tarafa, bu tür kazançlardan tiksinti duyup, iğrenecek bir ruhi olgunluğa ulaşmasının gerektiğini de göstermektedir.
Allah'ın mesajındaki sosyal değerlerin müminlerce benimsenip hayata hayat yapılması sürecinde sağlanan başarıyı göstermesi açısından, faiz (riba) yasağı somut bir örnektir.
Konuyla ilgili âyet ve hadisler dikkatlice incelendiğinde, insanın sırf dünyalık kazanç hırsıyla, ihtiyaç içinde kıvranan kimselere verdiği kredileri nemalandırma isteğinin, zecri tedbirlerle kaldırılması yerine, toplumun belli bir süreç içerisinde Allah'ın mesajındaki yüce insani değerlerle bezenmesi sonucu bu ve benzeri davranışların kamu vicdanında tiksinti uyandıracak şekilde karşılanıp, dolayısıyla da, o toplumda tutunamayacağı için, kendiliğinden kalkmasının hedeflendiği anlaşılıyor. Bunun gerçekleşmesi için de, toplumun, İslâm'ın getirdiği değerleri gereği gibi benimsemesi gerekiyordu. İşte faiz yasağıyla ilgili âyetlerin, bu terbiye sürecinin en sonlarında gelmesi, faizciliğin o günkü toplumda çok boyutlu ve de yaygın bir sosyal problem olmasıyla da doğrudan irtibatlı olsa gerektir.
Bu sürecin ilk adımını ya da genel anlamdaki alt yapısını, zorda kalan veya ihtiyacı olanlara dünyevi bir karşılık beklemeksizin, sırf Allah rızası için yardım etmenin Müslüman'ın hayat felsefesi olduğuna dair, yukarıda bir kısmını zikrettiğimiz âyetler ve Peygamberimizin (s) örnek davranışları oluşturmaktadır. Doğrudan faiz (riba) konusuyla ilgili ise, Kur'ân'da Mekke döneminde nazil olan Rum sûresindeki (39) bir âyettir. Bu âyette, malını artırmak için yapılan faizli işlemler sonucu sağlanan artışın Allah katında artmayacağı, sırf Allah rızasını gözeterek zekat verenlerin ise, sevabının katlanarak artacağı ifade edilmektedir. Görülüyor ki, henüz Mekke döneminde, faizciliğin kötü bir şey olduğu, bundan uzak kalınıp, zaruri ihtiyaçları için borç isteyenlere zekat vermek gerektiği konusunda müminler yönlendirilmektedir.
Nisa sûresindeki (161) âyette ise, Yahudilerin faiz yemeleri ve benzeri gayrı meşru işlemlere başvurmaları gibi zulüm sayılan davranışlar sebebiyle cezalandırıldıkları ifade edilerek, Müslümanların faizi terk etmeleri dolaylı olarak öğütlenmektedir.
Ali İmran sûresi (130) ve Bakara sûresinde (275 280) ise, maliticari hayatla ilgili esaslar açıklanırken, faizin yasaklandığı ve borçlanmalarda hangi şeylerin faiz (riba) kapsamına girdiği, eskiden verilmiş faizler ve devam eden borçların durumuna açıklık getirilmektedir. Ancak Bakara sûresinde, faiz yasağı konusunda son derece önemli bir terbiye safhası dikkat çekmektedir. Bu çerçevede faiz yasağının kapsamı ve gayrı meşru olduğuna dair âyetlerde konuyla ilgili nihai esaslar açıklanırken (eski ve yeni borçlar vs.), toplumun artık faiz yasağını içine sindirebilecek bir seviyeye getirildiği anlaşılıyor. Zira sırf dünyalık mal kazanmak uğruna, ihtiyaç içinde kıvranan insanların karşılaşabilecekleri sıkıntılı durumları hiç dikkate almayan, hattâ birileri sıkıntıya düşse de, daha yüksek oranda faizli borç versem diye beklenti içine giren tüccarların bulunduğu bir toplumda faizin bir daha tutunamayacağı bir sosyal zemin oluşması beklenerek, epeyce uzun sayılabilecek bir terbiye ve eğitim sürecinden sonra bu âyetler gelmiştir.
Faiz âyetlerinin zaman olarak en son gelen âyetlerden olması bir tarafa, Bakara sûresindeki bu âyetlerin yerlerinin belirlenmesi de, bu sürecin bir sonucu olsa gerektir. Zira, diğer sûrelerdeki sırf Allah rızası için yapılan (zekat, infak, sadaka, Allah'a karzı hasen verme vb.) harcamalarla ilgili âyetlere ek olarak, Bakara sûresinde de, başından itibaren bu konularda çok sayıda âyet bulunmakla birlikte, faiz yasağı konusundaki âyetlerden önce, yine aynı konularla ilgili peşi peşine 14 âyetin (yaklaşık üç sayfa) yer alması (Bakara, 2/261274), bu değerlerin tam olarak benimsenip hazmedilmesi adına çok önemli bir zihni hazırlık süreci olarak dikkat çekmektedir
Bu âyetlerde öncelikle, Allah yolunda mallarını infak edenlerin sevaplarının, verilen malın yüzlerce katı kadar olacağı belirtiliyor. Sonra ise, Allah yolunda mal harcayanların dikkat etmeleri gereken davranışlarla ilgili (nezaket ve nezahet konularında), Müslümanlar eğitiliyor. Burada malını sadaka olarak veren kimselerin, Allah rızası dışında başka beklentilerinin olmaması gerektiği, aksi taktirde sadakanın sevabı olmayıp boşa gideceği, farklı açılardan, farklı kültür ve seciyelere sahip insanların dikkatini çekebilecek şekilde, bazı inceliklere de yer verilerek, uzun uzun anlatılıyor. Bu çerçevede, hiçbir şekilde sadakayı başa kakmamak gerektiği, gösterişten kesinlikle uzak kalınmasına dikkat edilmesi, gerçek ihtiyaç sahiplerinin tespit edilerek, yapılan harcamanın yerine ulaşmasına özen gösterilmesi, sadakaların açıktan verilebileceği gibi gizlice de verilebileceği, ancak gizli verilmesinin daha hayırlı olduğu net ifadelerle açıklanıyor. Bütün bunlardan sonra, mallarını gece veya gündüz, açıktan veya gizlice verenlerin Allah katında karşılıklarını görecekleri tekrar vurgulanıyor.
Konuyla ilgili âyetlerde, sadaka verirken insanların hiçbir şeklide rencide edilmemesi, yardım edilenleri küçük düşürücü her türlü söz ve davranıştan kesinlikle ve hassasiyetle uzak kalınması hususunda, müminler sıkça uyarılıyor. Özellikle bu husustaki nezaket ve nezahet esaslarının dayandığı değerler ve bu değerlere göre şekillenmesi gereken davranış standartları, böyle bir süreçten geçilmeden, o günkü toplumlarda hayat bulamazdı. Toplumun bu değerleri hazmetmeleri için zaruri olan bu süreç başarıyla tamamlanmıştı. Yani bu safhada mü'minler, faiz gibi bir illetten insanlığı kurtarabilmek için, kesin ve nihai hükümleri hakkıyla hazmedebilecek durumda idiler. Zira artık, değil ki muhtaç kimselere verilen kredilerden faiz almak, onlara karşılıksız yardım yapabilecek ruh zenginliği kazanmışlardı. İşte, bu safhada konuyla ilgili gelen âyetlerde, faizin öbür dünyada ağır ve aşağılayıcı bir cezası olduğu ifade edilip, derhâl ve kesinlikle terk edilmesi emredilerek, müminler dünyevi kazanç için, tek alternatif olarak helal kazanca, öbür dünyayı ilgilendiren kazanç yönüyle ise, sadakaya yönlendiriliyorlardı.
Esasen Kur'ân'da, Mekke döneminden itibaren müminler faizin alternatifi olarak, zaten devamlı şekilde sadakaya (zekât dahil) yönlendiriliyorlardı. Konuyla ilgili Medine'de inen âyetlerde ise (Bakara, 2/275280; Âli İmran, 3/130), faizin yasak olduğu, faiz eklenerek geri almak üzere önceden verilen borçlar geri alınırken faizinin bırakılıp, sadece anaparanın alınacağı net bir şekilde belirtildikten sonra, şayet borçlu mali darlık içinde bulunuyorsa (ilk etapta ana parayı da ödeyemeyecekse), anaparayı ödeyebilmesi için, ona kolay gelebilecek bir ödeme planı tanınması öngörülmektedir. Âyetin devamında ise, ihtiyaç içinde olduğu için faizli kredi alan ve içinde bulunduğu mali kriz sebebiyle anaparayı bile ödemekte güçlük çeken bu insanlara, anaparanın bile bağışlanmasının (tasadduk) daha hayırlı olacağı bildirilip, insanların yaptıkları iyiliklerin karşılıksız kalmayacağı tekrar vurgulanmaktadır. (Bakara, 2/280)
Bu âyetler geldiğinde, daha önceden riba almak üzere kredi verenlerin tamamı ribayı bırakmışlar, bir kısmı sadece anaparayı belli bir ödeme planı çerçevesinde geri alırken, bir kısmı anaparayı da borçluya bağışlamıştır.
Görülüyor ki bu insanlar, borç verirken, borçlunun kanını emercesine bir tavırla riba alacağı beklentisinde iken, Kur'ân'ın terbiyesi sonrası, değil riba almak, anaparayı bile sadaka olarak darda kalan borçluya bağışlayabilecek seviyede insani değerlere sahip olmuşlar ve bu değerleri gereği gibi benimseyip hazmetmişlerdi.
Bu insanların İslâm'dan önceki hâlleriyle, Müslüman olduktan sonraki hâllerinin kıyaslanamayacak ölçüde farklılık arz ettiğini görüyoruz. Bu dönem, insana sırf insan olduğu için değer verme anlayışının tarihin hiçbir döneminde ulaşılamayacak ölçüde özümsenip, hazmedildiği bir zaman dilimi idi. Mekke döneminde nazil olup, aç ve açıkta kalanlara yardıma çağıran âyetler, muhataplar tarafından tam anlamıyla idrak edilip, hayat tarzları bu yönde şekillenmişti.
Hangi din ve milletten olursa olsun, hiç bir ayrım yapılmaksızın, kölelere gayri insani davranışlar sona ermiş, önceden sıkıntı içinde yaşayan kölelerin tamamına yakını, sırf kazanılan bu sosyal değerlerin motive ettiği insanların mali destekleriyle azad edilmişti. Mevcut statüsü devam eden kölelerle ilgili olarak da, "köleleriniz sizin kardeşlerinizdir..." (Buharî, Itk, 15) anlayışı, temel bir düstur olarak toplum tarafından benimsenmişti. Neticede, kölelik kurumu tümüyle kaldırılmamakla birlikte, çok kısa bir süre içerisinde kendiliğinden kalkacak hukuki ve ahlâki esaslar getirilmişti. Ancak, sonraki dönemlerde kölelik milletlerarası seviyede devam ettiği ve İslâm'ın bu konuda getirdiği düsturlar âlemşümul çapta hayata geçirilemediği için, kölelik kurumu kalkmamakla birlikte, İslâm toplumlarında kölelere insanlık dışı davranışlar büyük ölçüde son bulmuştur.
Hangi dinden olursa olsun, toplumdaki miskin, fakir, yolda kalanlar başta olmak üzere, sosyal güvenliğe muhtaç herkese, sırf insan olmaları hasebiyle, ekonomik ve sosyal haklar verilmesi anlayışı, Müslümanların dünya hayatını düzenleyen temel sosyal düsturlar arasına girmiştir.
Burada önemle vurgulanacak bir husus da şudur: Batı kültüründe insanlara tanınan sosyal ve ekonomik haklar, menşei ve özü itibariyle, insana sırf insan olması hasebiyle değer vermekten kaynaklanmış değildir. Sosyal güvenlik hakları başta olmak üzere, Batı'da işçi sınıfına tanınan ekonomik hakların saiki ve menşei, açlık ve sefaletle yüz yüze olan insanların taşkınlık ve tahriplerini önlemekti. Yani, işin özünü yine zenginlerin ekonomik üstünlük ve çıkarlarının korunması teşkil ediyordu. Bu bakımdan, insan haklarıyla ilgili teorilerdeki, "insanın sırf insan olması hasebiyle sahip olduğu hak ve hürriyetler" kaydının, ne kadar gerçekçi olduğunun bir daha düşünülmesinin gereği ortadadır.
Zekâtın Dışındaki Sadaka ve Harcamalar
Zekâtın farzıyeti kesinlik kazanıp, mü'minler mallarının çeşidine göre, belirli oranlarda zekâtı gönül rahatlığıyla verebilecek seviyeye getirildiklerinde, zekâtla birlikte diğer sadaka, infak ve Allah'a karzı hasen vermek gibi emir ve tavsiyeleri ihtiva eden âyetler de nâzil olmaya devam etmiştir. Bu âyetler, bir bütünlük içerisinde değerlendirildiğinde, farz olan zekâtın, şartları uygun Müslümanların asgari ödemek zorunda oldukları mükellefiyet olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim, Medine döneminde nazil olan âyetlerin bazılarında (Bakara, 2/77; Müzzemmil, 73/20), (tek âyet içinde) hem zekât mükellefiyeti ve hem de diğer sadakaları vermek, kâmil mü'minlerin vasıfları arasında zikredilmektedir.
Esasen, Kur'ânı Kerim'deki sadaka, zekât, infak, Allah'a karzı hasen vermek vb. sırf Allah'ın rızasını sağlamak için yapılan harcamalara dair teşvikler yanında, ideal seviyede mü'minlerin vasıflarına ulaşabilmek için, sıradan malları değil, insanın hoşuna giden değerli malları Allah yolunda harcayabilecek duruma gelmeyi ifade eden âyetler de, konumuzla ilgili olarak dikkate alınması gereken âyetlerdir. (Bakara, 2/245; Âli İmran, 3/92; Maide, 5/12, vs.) Bu âyetler Kur'ân'ın bütünlüğü içerisinde kendi aralarında sınıflandırılarak dikkatlice incelendiğinde, İslâm'ın değerler sisteminde, farz olan zekatın dışında, farklı kategorilerde ve derecelerde, farklı fonksiyonlar icra eden ve dolayısıyla da farklı dini hükümlere sahip sadaka (ve infak) çeşitlerinin bulunduğu anlaşılmaktadır.
Konuyla ilgili mezkûr âyetler ile, Peygamberimizin (s.a.s.) uygulamaları ve tavsiyelerindeki temel değerleri iyi kavrayıp, hayat felsefesi hâline getiren mü'minler, bu değerleri pratik hayata aksettirme konusunda, önceki hâlleriyle kıyaslanamayacak konumlara geldiler. Nitekim, Ceyşu'lUsre'nin (Tebük Savaşı) techizi konusunda, neredeyse tüm sahabinin, özellikle de Hz. Osman'ın (r.a.) tavrı, akıllara durgunluk verebilecek boyuttadır. Zira, Ceyşu'lUsre teçhiz edilirken, karşılığını Allah'ın Cennet'te kat kat katlayarak vereceği açıklandığında, sahabiler arasında, adeta bir yarış başlamıştı. Çünkü sahabiler, Allah yolunda mal vermeyi, Allah'ın öbür dünyada karşılığını kat kat katlayarak vermeyi taahhüt ettiği, "Allah'a karzı hasen vermek" olarak görüyorlardı. (İbn Arabî, 1:230231) Bu, aynı zamanda, "hayırda yarışmak" (Bakara, 2/148; Âli İmran, 3/114) âyetinin bir pratiği idi.
Aynı şekilde, Mescidi Nebevi'nin genişletilmesi ihtiyacını Peygamberimiz (s.a.s.) dile getirdiğinde, sahabilerin tavrı yine aynı paraleldedir. Nitekim, Mescidi Nebevi, Müslümanlara dar gelmeye başladığında, Hz. Peygamber (s.a.s.), "Kim filan oğullarına ait (bitişikte bulunan) arsayı, Cennet'teki karşılığı mukabilinde alıp, Mescid'i genişletir?" buyurduğunda, Hz. Osman bu araziyi yüklü bir bedelle satın alıp, Mescid'in genişletilmesine tahsis etmiştir. (Buharî, Vesâyâ, 33; Tirmizî, 3704)
Medine'deki Rume kuyusunun satın alınmasıyla ilgili örnek de, yine aynı anlayışı teyit etmektedir. Kaynaklarda bu konuda yer alan bilgilere göre, Peygamberimiz (s.a.s.) Medine'ye hicret ettiğinde, bu şehirde üstün vasıflı içme suyu kaynağı olarak sadece Rume kuyusu bulunmaktaydı. Bir rivâyete göre, bu su kaynağı, Gifar oğullarından bir Yahudi'ye ait bir pınar olup, sahipleri bu suyu kaplarla para mukabili kırbası bir dirhem fiyatla satıyorlardı. Kuyunun suyu ise çok fazla değildi. Hz. Peygamber (s.a.s.), üstün vasıflı bir su olan bu kaynağın sahibinden satın alınıp, suyunun çoğalması için yeniden kazdırılıp, ücretsiz olarak içilmesinin sağlanmasını istiyordu. Bunun üzerine, "Kim Rume kuyusunu satın alıp yeniden ıslah ederek insanların hizmetine sunarsa, onun için bu işin karşılığında Cennet vardır." buyurmuştu. (Aynî, 14/72; Miras, 8/237241) Bunun üzerine, Hz. Osman (r.a.), 35.000 dinar (bir rivâyette ise 25.000 dirhem) vererek, bu su kaynağını sahibinden alıp, tüm insanların yararına sunmuştu. (a.y.)
Kısaca, mü'minlerin tavırlarından, infak, sadaka, Allah'a karzı hasen verme vb. konular başta olmak üzere, özellikle çeşitli sıkıntıları aşmak için Allah yolunda harcama yapmaya teşvik eden âyet ve hadisler karşısında da, karşılığını öbür dünyada almak üzere Allah'a borç vermenin tadını tatmış olmanın hazzı içerisinde bir yarış havası yaşadıkları anlaşılıyor.
Gerek burada zikredilen örnekler, gerekse bunların dışındaki, Peygamberimizin (s.a.s.) pek çok hadisleri ve örnek davranışları ile, bu yöndeki sahabi uygulamaları, konumuzla ilgili yeterli bir fikir vermektedir.
Vakıf Kavramının Doğuşu
Zekâtın nasıl, hangi mallarda, ne ölçüde verileceği belli olduğu için, mü'minler zekâtlarını verirken, bunu en iyi nasıl değerlendireceklerine dair Peygamberimize (s.a.s.) fazlaca bir şey sormuyorlardı. Ancak, zekâtın dışındaki sadaka ve infakların en iyi nasıl değerlendirileceği konusunda, Peygamberimizden (s.a.s.) örnek modeller, tabir caizse, mali olarak öbür dünyaya yapılacak yatırımların en kârlısının hangisi olduğunu ve nasıl yapılacağını öğrenmek istiyorlardı. İktisadi faaliyetlerde en garantili ve yüksek kazanç sağlayacak alternatiflerin araştırılmasında olduğu gibi, sahabiler de, âhirete yapılacak yatırımlar konusunda, en verimli yolları araştırmaya başlamışlardı. Meselâ, Hz. Ömer (r.a.), Hayber arazisinden kendisine düşen ganimet malını görünce, o zamana kadar o ölçüde değerli bir mala sahip olmadığını ifade ile, Kur'ân'ın sevdiğimiz malları infak etmedikçe ideal bir mümin olunamayacağı ifadesini dikkate alarak, bu malını Allah yolunda infak etmek ister ve bunun için en verimli infak şeklini Hz. Peygamberden (s.a.s.) sorar. Peygamberimiz (s.a.s.), gönül rahatlığı içinde tasadduk etmek gerektiğinin ötesinde, bir de tasadduk modeli tavsiye buyurur. Hz. Ömer'e (r.a.) yapılan bu tavsiye, İslâm vakıf hukukuna temel teşkil eden hukuki esasları havidir.
Peygamberimizin tavsiyesi, bahçenin (malın) aslı ile meyvesinin (menfaatlerinin) farklı kategoriye konularak tasadduk edilmesi noktasında idi. Yani, malın aslının (aynının) özel mülkiyete konu olamayacak bir hukuki konumda tutulması, meyvesinin (menfaatlerinin) ise tasadduk edilmesi tavsiye ediliyordu (Habbisi'lasla ve sebbili'ssemerete) (Şafiî, 4/54). Hâdiseyle ilgili diğer rivayetlerde, malın aslı ile ilgili hukuki statü izah edilmekte, onun aslının alınmaz, satılmaz, hibe edilmez ve miras bırakılmaz bir şekilde tasadduk edilmesi tavsiye buyurulmaktadır. (Buharî, Vesâyâ, 28; Hamidullah, 9698)
Bu tasadduk şekliyle, gayrı menkul bir mal sadaka olarak verilirken, malın devamlı şekilde menfaat verecek bir hukuki statüye kavuşturulması hedeflenmektedir. Örneğimizde, söz konusu bahçe dünya durdukça bahçe olarak kalacak, dolayısıyla meyvesi de, sadaka olarak insanların hizmetine sunulmaya devam edecek, tabir yerinde ise, suyu kesilmeyen hayır çeşmesi konumuna getirilecektir.
Peygamberimizin (s.a.s.) hadislerinde bu anlamda kullanılan "habs" kelimesi, zamanla yerini yine aynı anlamı ifade eden "vakf" terimine bırakmıştır. İlk dönemlerde, her iki kavram da kullanılmakla birlikte, zamanla vakıf kelimesi şöhret buldu ve yaygınlaştı. Müslümanların zihninde vakıf anlayışının (kaynağı kurumayan hayır çeşmesi) netleşmesinde ve Müslümanları bu konuda motive etmesinde, Peygamberimizin (s.a.s.), "İnsanoğlu öldüğünde, üç durum hariç ameli (sevap kaynağı) kesilir: sadakai cariye, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden salih evlat" hadisi (Müslim, 1631; Tirmizî, 1367) özel bir fonksiyon icra etmiştir.
Peygamberimizin (s.a.s.) vakıf kurma konusundaki teşvikleri ve örnek davranışı, sahabiler üzerinde çok büyük etkiler uyandırmıştı. Hattâ kaynaklarda yer alan bilgilere göre, sahabinin mali durumu müsait olanlarının hemen hemen tamamı, kendisinden sonra geride vakıf bırakmaya özel gayret göstermişlerdi. Sonraki dönemlerde de vakfa karşı bu ilgi artarak devam etmiştir.
Sonraki dönemlerde, vakfın Müslüman toplumlarda revaç bulup yaygınlaşmasının pek çok sebepleri arasından iki temel sebep özellikle dikkat çekmektedir.
Birincisi, vakfın, Kur'ânı Kerim'deki hayır ve iyilik yapmakla ilgili âyetlerin ruhuna uygun bir müessese oluşudur. Zira Kur'ânı Kerim'de, pek çok âyetteki tavsiye edilen yardımlaşma esasları incelendiğinde, yardım alanların rencide edilmemeleri gerektiğinin önemle vurgulandığı görülmektedir. Kur'ânı Kerim'de yardım edenlerden sâdır olabilecek tavır ve davranışlarla, yardım edilen kimselerin onurlarının incinmemesine özen gösterilmesi öğütlenmekte ve bunun nasıl gerçekleştirileceği konusunda bazı davranış modelleri de ortaya konmaktadır.
İşte vakıf müessesesi, yardımların, bizzat yardım eden insanın elinden değil, bir tüzel kişilik aracılığıyla muhtaç kimselere ulaştırıldığı bir kurum olması dolayısıyla, insan haysiyetine ve de Kur'ân'daki yardımlaşma ruhuna uygun görülmüş ve bundan dolayı Müslüman toplumlarda benimsenmiştir.
Vakfın Müslüman toplumlarca benimsenmesinin ikinci önemli sebebi ise, vakıf malın mülkiyetinin Allah'a ait olduğu anlayışıdır.
Peygamberimizin (s.a.s.) vakfa esas teşkil eden tavsiyelerinde, malın özel mülkiyete konu olamayacak şekilde tasadduk edilmesi belirtilmektedir. Müslüman âlimler, hadislerdeki bu ve benzeri tavsiyeleri dikkate alarak, vakfın dokunulmazlığını ve aynı zamanda da devamlılığını sağlamak üzere, vakfedilen malın mülkiyetinin Allah'a ait olduğu anlayışını formüle etmişlerdir. Müslüman âlimlerce geliştirilen bu anlayış sonucu, vakıf mallar özel bir statü kazanmıştır. Vakıf malın bu özel statüsü, vakıf mallardan sorumlu olan yetkililere ve bu mallardan faydalanacak kimselere, bazı ek sorumluluklar yüklemiştir. Bu sorumluluklardan başlıcaları, vakfiye şartına uygun davranmak; vakfın gayesine uygun olarak hizmetlerin devam etmesi için gerekenleri yapmak; her ne sûretle olursa olsun, vakfın zararına olabilecek işlemlerden ve davranışlardan uzak durmak şeklindedir.
Vakıf malının bu özel statüsü gereği, toplum, vakıf malına ayrı bir değer vermiş ve hassasiyet göstermiştir. Hatta bu hassasiyet, vakıf malın özel mallardan daha öncelikli olarak korunup kollanması anlayışının yerleşmesini sağlamıştır.
Vakıf, toplumda kendine has manevi bir ağırlığa sahip olduğu ve özel mülkiyete konu olamaması sebebiyle, istismar endişesinden de uzak olduğu için, herkes tarafından güvenle bakılan bir müessesedir. Bu yönüyle de, insanlar üzerinde, vakfın özelliklerini taşımayan diğer kurumların sahip olamadığı ve de
olamayacağı etkilere sahiptir.
Esasen vakıf kültürümüzde oluşan anlayışa göre, kişi vakıf malını kendi özel malından daha iyi korumak zorundadır. Bu anlayışa göre, vakıf malı, vakfın yetkililerinin (mütevelli nazır) elinde emanettir veya emanet hükmündedir. Yetim malı ve devlet malında olduğu gibi, vakfın idarecileri, hiçbir şekilde vakıf malının zararına olabilecek bir işlem yapamazlar. Aksi takdirde, emanete hıyanet etmiş sayılırlar ve vakıf malında sebebiyet verdikleri zararları da tazmin etmeleri gerekir. (Akgündüz, 224 vd.)
Bu anlayışa paralel olarak, Türk toplum yapısında, vakıf malını, yetim malını ve devlet malını haksız yere yiyen kimselerin, dünyada da âhirette de iflah olamayacağı anlayışı yerleşmiştir. Devlet malı başta olmak üzere, yetim malı ve vakıf malı konusundaki bu anlayış, Türk toplumunda yüzyılların birikimiyle oluşan en güçlü ve etkili oto kontrol mekanizmalarından birisidir.
Esasen, vakıf hakkında bu yüce anlayışın yerleşmesinde, vakıf mallarında toplumun her kesiminin hakkı olduğu telakkisinin yanı sıra, vakıf kültürümüzdeki vakfiyelerde, (vakfın kuruluş şartlarına riayet etmeyenlere karşı) yer alan bedduaların da özel psikolojik etkisi göz ardı edilemez. Bu vakfiyelerin bir kısmı, aynı zamanda son derece orijinal edebi eserler olarak, edebiyat kültürümüzde de önemli bir yere sahiptir. Toplumsal değerlerimizin özümsenip yerleşmesinde ve gelecek nesillere sağlıklı şekilde aktarılmasında, atalarımızın bizlere miras bıraktığı tarihi eserlerimiz üzerindeki bazı motif ve kitabelerin de, önemli paya sahip olduğunun gözden uzak tutulmaması gerektiği kanaatindeyiz.
Toplumun bu konudaki değer yargılarına göre, haiz olduğu manevi ağırlığı yanında, müsadere ve yağmalamaya karşı da bir nevi dokunulmazlığa sahip olduğu için, her devirde insanların vakfa duydukları güven artarak devam edegelmektedir.
Vakıf kurumu, bu ve benzeri sebeplerle Müslüman toplumlarda revaç bulup yaygınlaşmış ve İslâm tarihinde ilk dönemlerden itibaren, vakıf kurma konusunda Müslümanlar arsında âdeta bir yarış başlamıştı.
Sonraki dönemlerde, insanlar, kendilerinden asırlarca önce kurulan vakıfların kuruluş gayesi doğrultusunda dimdik ayakta durarak hizmet verdiğini görüp, sahip olduğu manevi ağırlığıyla, her türlü istismar endişesinden uzak, hiçbir şekilde özel mülkiyete konu olması düşünülemeyen bir masuniyet edası içinde, ebedi olarak da hizmet vereceğini düşünerek, bu kuruma daha da fazla güven duymuşlardır. Bu güven duygusu da, onlarda ulvî dinîmillî gayelerle hizmet etme yarışındaki duygu ve arzularını güçlendirerek mevcut vakıflara, birçokları öncekilerden farklı sahada olmak üzere yenilerinin eklenmesi sonucunu doğurmuştur.
Hadis Kaynakları Dışındaki Kaynaklar
1) Akgündüz, Ahmet, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara 1988. 2) Aynî, Bedreddin, Umdetü'l-Kârî, Beyrut- (ts). 3)Hamidullah, Muhammad, el-Vesaiku's-Siyasiyye, Beyrut 1985. 4) İbn Arabi, Ahkâmü'l-Kur'ân, Beyrut 1987. 5) Miras, Kâmil, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1974. 6) Şafiî, İmam Muhammed ibn İdris, el-Ümm.
|