Vatanı Kurtardı, Halifeyi Kovdu, Daha Ne?
SEVAN NİŞANYAN / Türkiye Birinci Dünya Savaşı’nda saldırgan tarafta yer aldı. Tarihin en büyük askeri hezimetlerinden birine uğrayıp dağıldı. Savaştan sonra burada galiplerin işine gelen bir rejim kurulması gerekiyordu. O rejim 1923’te aynen istedikleri gibi kuruldu. Hepsi budur.
Türker Alkan emekli kahvelerinin vazgeçilmez klasiklerini bir kez daha özetlemiş:
“Atatürk’ü başımıza gelen ve gelecek olan her türlü belâdan sorumlu bir felâket tanrısı gibi görenlerin neye itiraz ettiklerini anlamakta da zorlanıyorum doğrusu. Neye itiraz ediyorlar? Kurtuluş Savaşı’na mı? Saltanatın ve halifeliğin kaldırılmasına mı? Cumhuriyetin kurulmasına mı? Kadınlara eşit haklar tanıyan Medeni Yasa’nın kabulüne mi? Şeriatın işlemez kılınmasına mı? Çağdaş bir eğitim sisteminin kurulmasına mı? Laikliğin benimsenmesine mi? Son bir soru: Bu reformlar olmadan demokrasi kurulabilir miydi?” (Radikal, 22 Mart Pazar)
“Bkz: Hitler otoban yaptı o yüzden sevmiyorlar,” veya “Bkz: Stalin zamanında hırsızlık yoktu,” deyip geçmek mümkün. Ama biz öyle yapmayalım, etraflıca cevap verelim. Belki itirazları anlamakta zorlananlara faydamız dokunur.
Soruları geldiği sırayla cevaplayalım isterseniz. Sonra da sözü edilmeyen bir-iki taneyi ekleriz.
● “Kurtuluş Savaşı” adıyla anlatılan yalanlar manzumesine, evet, itiraz ediyoruz.
Türkiye Birinci Dünya Savaşında saldırgan tarafta yer aldı. Tarihin en büyük askeri hezimetlerinden birine uğrayıp dağıldı. Savaştan sonra burada galiplerin işine gelen bir rejim kurulması gerekiyordu. O rejim 1923’te aynen istedikleri gibi kuruldu. Hepsi budur.
Daha erken kurulabilirdi. Daha kolay ve daha kansız olurdu, memleket o kadar harap olmazdı. Belki Tek Adam diktatörlüğüne de o kadar kolay teslim olmazdı. Ama 1918’de İngilizler bir hata yaptılar, barış şartı olarak İttihat ve Terakkikadrolarının tasfiyesini talep ettiler. Bunun üzerine birileri vatan millet diye haykırarak ayağa kalktı. Altı sene savaştan bitmiş bir ülkeyi gözünü kırpmadan tekrar kana ve ateşe sürdü.
İngilizler kızıp tehditler savurdular, asarız keseriz böleriz Sevr yaparız diye gözdağı verdiler, etkili olsun diye Yunanlıları sahaya saldılar. Üç sene daha manasız bir katliam oldu. Sonra gene İngilizlerin dediği oldu. Tek farkla: İttihatçı kadrodan ayıkladıkları yirmi otuz kişi hariç, gerisi vatan kurtaran kahraman kontenjanından memleketin tepesinde oturmaya devam etti.
Bundan dolayı kime neden minnet duyulacak, ben “anlamakta zorlanıyorum doğrusu”.
● Padişahlığın kaldırılıp bu cumhuriyetin kurulmasına itiraz ediyoruz.
Faraza İngiltere monarşisi kaldırılıp Fransa cumhuriyeti, yahut İsveç krallığı yerine Finlandiya cumhuriyeti kurulsaydı itiraz etmezdik belki. Ya da ederdik, kime ne? İngitere’nin Fransa’dan kötü bir yer olduğunu kim söylüyor? İsveç kralının Finlandiya cumhurbaşkanından daha yaramaz bir adam olduğu ne belli? Asya farklıdır Avrupaya benzemez diyorsanız buyurun, Tayland krallık, Kamboçya cumhuriyet: hangisi daha iyi?
Dünya Savaşı öncesi Türkiye’de aksırıp tıksırsa da işleyen bir Yasama Meclisivardı. Serbest veya serbestimsi seçimler yapılıyordu. Çatır çatır çatışan siyasi partiler ve her yıl bir yazar vurulsa da canlı kalan bir basın vardı. 1923’te bunun yerine tüm üyeleri şahsen Reisicumhur tarafından belirlenip seçilen ve Reisicumhurun canı istediğinde ıskat edilen bir hık deyiciler kurulu geldi, iyi mi oldu?
1839’dan 1913’e dek Osmanlı devletinde siyasi nedenlerle tek kişi idam edilmedi. 1923’ten sonra yüzlercesi pazar meydanlarına kurulan darağaçlarında asıldı. İstibdat mı dediniz?
İran’da 1978’de şahlık rejimini devirdiler, yerine cumhuriyet kurdular. Bundan dolayı sevinmeli miyiz? Ondan iki sene önce İspanya’da Franco rejimi eceliyle son bulunca yerine krallık kurdular. Bundan ötürü üzülmeli miyiz?
Hem 1920-1923’te bir dizi darbeyle iktidarı ele geçirip “cumhuriyet” kuranların yaptığı, ettiği, düşündüğü ve söylediğiyle, 2002-2008’de bir dizi darbeyle iktidarı ele geçiremeyenlerin yaptığı, ettiği, düşündüğü ve söylediği o kadar farklı mıdır acaba diye bir oturup düşünsek faydalı olur belki. Adamlar Atatürk’ün izindeyiz diyorlar. Belki de haklıdırlar?
● Kadınlara eşit haklar tanıyan Medeni Yasa’nın kabulüne itiraz etmiyoruz, hatta bunu dayatan Batılı “düşmanlarımıza” teşekkür ediyoruz.
Medeni Kanun’u adamlar Lozan’da dayattılar, çatır çatır kabul ettirdiler. Atatürk değil, Hacı Abdülgaffar olsa yapacağı bir şey yoktu, kabul etmeye mecburdu.
Lozan’dan daha yüz sene önce dayattıkları, berikilerin de pek itiraz etmeden kabul ettiği şuydu: Gayrımüslim tebaaya İslam hukukunu uygulayamazsın. Eğer İslam hukukunu sürdüreceksen gayrımüslimler için ayrı mahkemeler kurmak zorundasın. Bunların adil olacağına güvenmediğimiz için de gayrımüslim tebaan için kapitülasyon adı verilen ek güvenceleri kabul edeceksin.
Lozan’ın kilit müzakere konularından biri buydu. Eski hukukunu sürdüreceksen, azınlıklar için eskisinden de beter kapitülasyonları kabul edeceksin, çünkü bu saatten sonra sana artık hiç güvenmeyiz dediler. Ankara da bunun üzerine, ehveni şer deyip, müslim ve gayrımüslime eşit olarak teşmil edilecek “laik” bir medeni hukuku getirmeye razı oldu. Olay budur.
EĞİTİM SİSTEMİNİN TEMELLERİ
Kaldı ki İstanbul Darülfünunu’nun Hukuk Fakültesinde 1880’lerden beri Batı usulü medeni hukuk mecburi dersti. 1910’larda da memleketin en kalburüstü hukuk talebesinden 10-15 kadarı devlet bursuyla Lozan Üniversitesine gidip medeni hukuk tahsil etmişti. Yani memleket ortaçağ karanlığında kıvranıyordu da Atam geldi Medeni Kanun getirdi, yok öyle şey.
● Çağdaş bir eğitim sisteminin kurulmasına itiraz etmiyoruz, aferin SafvetPaşa diyoruz.
Ve konunun Atatürk’le alakasını anlamakta güçlük çekiyoruz. Türkiye’de “çağdaş” dedikleri bugünkü sistemin temelleri 1830’larda atıldı, Safvet Paşa’nın 1869 tarihli Maarif-i Umumiye Kanunuyla pekişti, Abdülhamit devrinde imparatorluğun taşrasına yayıldı. İlkokul-ortaokul-lise sistemi bu dönemin ürünüdür.Galatasaray gibi dünya çapında bir çağdaş lise 1868’de kuruldu. Maarif Vek’letinebağlı ilk kız liseleri 1882’de – yani Fransa ile aynı yıl – kuruldu. İstanbul Üniversitesi Abdülhamit’in fermanıyla 1900’de kuruldu.
Manastır’ın kör taşrasındaki askeri lise öğrencilerine 1890’larda Fransa’nın siyasi akımları ile çağdaş edebiyatı okutuluyordu, Fransızca olarak. Cumhuriyet’in “çağdaş” liselerinde sıkıysa dene, Şırnak’a sürerlerse gene şanslısın.
1921’de Ankara Meclisi’nin topladığı Maarif Kongresi’nin önde gelen kaygısı “şarktan ve garptan gelebilen bilcümle tesirlerden tamamen uzak, seciye-i milliye ve tarihiyemizle mütenasip bir kültür” oluşturmaktı. O günden beri de değişen bir şey yoktur.
1920-1938 döneminde Türkiye’de her düzeyde eğitimin nasıl yerinde saydığını, hatta gerilediğini, Yanlış Cumhuriyet’in 184-203 sayfalarında sayılarla izah ettim. Burada tekrarlamaya gerek yok. İnsan eski ezberleri tekrarlamadan önce merak eder bir okur demekle yetineyim.
Maamafih buraya kadar saydıklarımın hepsi detaydır, teferruattır. Farzedin ki bunların hepsinde onlar haklı biz haksızız: Vatanı da Atatürk kurtardı, liseleri de O kurdu, kadınları da azat etti, cumhuriyet de illa ki çok iyi bir şeydir. Gene itiraz ederiz. Hem bunların hepsinden daha önemli bir zeminde itiraz ederiz. Çünkü,
● Devlet reisinin görüş ve emirlerini reddeden herkesi alçak, soysuz, vatansız ve gizli emel sahibi hain ilan eden zorbalık diline itiraz ediyoruz.
Bu dil, bir toplumu kuşaklar boyu düzelmemecesine hasta eder ve çürütür. Düşüncenin ve yaratıcılığın kaynaklarını kurutur, korkuyu ve ikiyüzlülüğü bir hayat tarzı haline getirir, en cahil ve zorba olanın her zaman zeytinyağı gibi üste çıkmasını meşrulaştırır.
Bu ülkeyi doksan yıldan beri kafası çalışan ve kahvehane muhabbeti dışında söyleyecek bir sözü olan herkese zindan eden bu dildir. Çağdaş dünyadan kopuk bir gariban gettoya mahkum eden de bu dildir.
Cumhuriyet bu dili kurucusundan öğrendi. Ulu Önder’in 1920-21’den sonraki her demecine, her söylevine, her cümlesine bakın: baştan aşağıtehditnamedir. Büyük Nutk’un her sayfasını, Önder’le öyle ya da böyle görüş ayrılığına düşen kişilere yönelik kan dondurucu küfürler süsler.Herhangi bir konuda Reisicumhur’dan farklı düşünen HERKES satılmıştır, HEPSİ düşman ajanıdır, imha edilmesi gereken zararlı unsurdur; hiç değilse aptal ve zevzektir. Hem dürüst, vatansever ve az çok zevk‚ sahibi olacak, hem O’na kayıtsız şartsız itaat etmeyecek? Bu ihtimal, Nutuk sahibinin ve onun kurduğu Cumhuriyetin hayal sınırlarını zorlar.
De ki reisicumhurun her dediği doğruydu (ki değildi), sadece dili bozuktu. O dil gene büyük bir felakettir: kendi kendini çoğaltır, reisicumhur kadar parlak olmayan kişilerin elinde ölümcül bir silah olur. Bu zehirli gübre ile beslenen topraklarda Kılıç Ali’ler, Reşit Galip’ler, Recep Peker’ler yetişir. Çevik Bir’ler,Eruygur’lar, Tolon’lar, Büyükanıt’lar, ve henüz emekli olmamış olan niceleri yetişmeye devam eder.
Bir toplumun başına bundan daha büyük ne felaket gelebilir, bilmiyorum. Bu felaketi tüm anıları ve tüm sonuçlarıyla beraber memleket sathından silmeden hangidemokrasi nasıl kurulabilir, onu da bilmiyorum.
Nihayet en önemlisi,
● “Vatan mevzubahis ise gerisi teferruattır” diyen ahlaksızlık ideolojisine itiraz ediyoruz.
Ama sayfacı arkadaşlar “yazıyı çok uzatma okumazlar” dediği için onu da bir başka yazıya erteliyoruz.
* Gazeteci-Yazar / sevan@nisanyan.com
http://www.taraf.com.tr/haber/30731.htm
Sevan Nişanyan: “Kişi putlaştırması yıkım getirdi”
“Atatürk, mutlak iktidarı terk edebilirdi, ama etmedi. Memlekette her meydana heykelini diktirme işiyle şahsen ilgilendi. Bu putlaştırma hâlâ süren bir ‘kültürel-siyasi’ yıkım getirdi.”
* * *
“Cumhuriyet, ‘gerçek laikliği’ getirmedi. Bizde laiklik tasfiye hareketiydi.Dinin, devletin mutlak gücünü kısıtlama potansiyeli ‘laiklikle’ yok edilmek istendi. Çünkü amaç laiklik değil, mutlak iktidardı.”
* * *
“Emperyalizme karşı savaştığımız yönünde hayret verici görüşü, 1960’larda Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli icat etti. Aslında Kurtuluş Savaşı, Türkiye-Yunanistan savaşıdır. İki ülke arasında büyük bir savaş yaşandı.”
* * *
“Cumhuriyet diktatörlüğün kod adıdır. Cumhuriyete demokrasi için değil,şahıs diktatörlüğü için geçildi.”
* * *
“Atatürk milliyetçiliği 1920’ler faşizmidir. Kurtuluş Savaşı’nda ise İslami cihat üzerinden hareket etti bu milliyetçilik.”
* * *
“Kurtuluş Savaşı, Sevr’e tepki değildir. Sevr, Kurtuluş Savaşı’na bir tepkidir. Sevr, Meclis açıldıktan sonra yapıldı.”
NEDEN? SEVAN NİŞANYAN
Türkiye hiç bitmeyen çalkantılarının en ağırlarından birini yaşıyor gene. Bütün bu sarsıntıların, çektiği sancıların köklerinin yakın tarihe uzandığını görüyoruz. Seksen yıllık Cumhuriyet’e rağmen, Türkiye sanki hâlâ 1900’lerin başının İttihatçı Osmanlı’sında yaşıyor. Cumhuriyet’in, İttihatçılık geleneğini değiştirememesi, yeni bir devlet, siyaset ve ahlak getirememesi, toplumu geçmişinin içine hapsetti. Peki, Osmanlı’nın son yüzyılında ve İttihatçılar zamanında neler yaşanıyordu? Cumhuriyet bu İttihatçılardan neleri miras aldı? Batılılaşma neydi? İttihatçılık, Cumhuriyet’in zihniyetini nasıl etkiledi? Atatürk’ün İttihatçılarla ilişkisi nasıl sürdü? Türkiye Cumhuriyeti’nin niteliği neydi? Atatürk’ün liderliği nasıldı? Neden demokrasi ve hukuk cumhuriyetin bir parçası olamadı? Tek Parti döneminde nasıl yönetildik?
Bütün bunları araştırmacı-yazar Sevan Nişanyan’la konuştuk. Amerika’da Yale Üniversitesi’nde felsefe okuyan, Columbia’da siyaset bilimi masterı yapanSevan Nişanyan’ın son olarak Yanlış Cumhuriyet isimli kitabı yayımlandı.
* * *
NEŞE DÜZEL: Yeni bir kitabınız çıktı. Yakın tarihle ilgili bildiklerimizin neredeyse tümünü sarsan iddialarınız var. Siz Osmanlı’nın son yüzyılının bir gerileme ve çöküş dönemi olduğunu kabul etmiyorsunuz. Sizce Osmanlı’nın son yüzyılını nasıl tarif etmek gerekir?
SEVAN NİŞANYAN: Türkiye’de bugün hâlâ yaşayan reformların yüzde 80-90’ı Osmanlı’nın 1830’lardan sonraki döneminde yapıldı. Batı’nın sadece kurumları değil, kültürel davranışları da benimsendi bu dönemde. Tiyatro ve resim hayata girdi. Kadın haklarında radikal reformlar oldu. Şaşırtıcı bir gerçektir ki, Türkiye’de kız lisesi Fransa’daki ilk kız lisesiyle aynı tarihte açıldı. Bu ülkede, 1920-1950 arasında Batılılaşma durakladı.
Atatürk döneminde mi durakladı?
Evet. Batılılaşma, 1923-50 arasındaki Tek Parti Dönemi’nde durakladı. Toplumun Batı’ya yaklaşımında, Batı’yla ve oradaki fikir akımlarıyla ilişkisinde ise radikal bir gerileme oldu. Gerçi Medeni Kanun’un kabulü Batı’yla bütünleşmede adımdır ama, Türk hukukunun Batı’dan tercümelerle reforme edilmesi Tazimat’la başladı.
…
Siz, cumhuriyetin ilk 20, 30 yılının da taşraya çöküş getirdiğini söylüyorsunuz. Nasıl bir çöküşten söz ediyorsunuz?
19. yüzyılın ikinci yarısında Şemdinli’den Edirne’ye bu memlekette çok zevkli bir sivil mimari doğmuştu. Güzel evler, banka binaları, saat kuleleri, camiler, kiliseler yapıldı. 1920-1950 arasında ise taşrada sadece eciş bücüş sefil bürokrat evleri yapıldı. Bu toplum sanki cilalı taş devrinden çıkıyormuş gibi bina yapmayı ve şehir yaşamını 1950’lerden sonra sıfırdan öğrendi.
Bunda Türkiye’nin Türkleştirilmesinin ve Müslümanlaştırılmasının payı yok mu?
Hiç şüphesiz. Enkaz edebiyatı yapılmamalı. Almanya 1950’de tekrar Avrupa’nın en zengini oldu ama bizimkiler başaramadı. Gayrimüslim esnaf ve zanaatkârın nüfustan eksiltilmesi, Türkiye’nin bugün dahi altından kalkamadığı bir yıkıntı bıraktı. Bakın… 1915’te Van’ın yarısı Kürt değil Türkmüş. Eğer yapı ustasını, gazete yayıncısını, bankacısını, manifaturacısını yok ederseniz, medeni şehir yaşamının alt yapısını kaldırırsanız, orta ve üst sınıf Türklerin de yaşama koşulları ortadan kalkar. Nitekim bunlar Ankara’ya göçtüler ve geride bir enkaz kaldı. Anadolu’nun çöküşü budur işte!
Sizin Atatürk ile ilgili de sarsıcı iddialarınız var. Atatürk’ün liderliğini nasıl tanımlarsınız?
Olağanüstü cesur, yaratıcı, zeki bir şahsiyet. Fakat ne yazık ki bu deha ve güçlü kişilik ardında çok olumlu bir performans bırakmadı. Atatürk mutlak iktidarı terk edebilirdi, etmedi. Orta ve üst kadroların büyük bölümünü şahsi ağırlığı altında ezdi, yok etti. Ülke, siyasi kadro azlığıyla karşılaştı. Ayrıca şahıs putlaştırılmasına dayanan kült, Türkiye’ye bugün bile altından kalkamadığı bir manevi, kültürel ve siyasal yıkım getirdi. Mustafa Kemal, 1926’dan itibaren memleketin her meydanına kendi heykelini diktirme işiyle şahsen ilgilendi. Şehir meydanlarına kendi heykelini diktiren ilk cumhuriyet lideri olmak gibi ilginç bir özelliğe sahip oldu dünya tarihinde.
1920-30 arasında kurulan birçok otoriter rejim yıkılırken Atatürk’ün hâlâ saygınlığını ve etkisini korumasını nasıl açıklıyorsunuz peki?
1946-50 arasında yapılmış bir mutabakatla açıklıyorum. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı ertesinde demokrasiye bir mutabakat yaparak geçti. Demokrat Parti ile CHP arasındaki uzlaşmaya göre, Tek Parti Dönemi’nin uygulamaları sorgulanmayacak, devri sabık yaratılmayacak ve belirli şeyler yüceltilecek, kutsallaştırılacaktı. O tarihte, Türkiye’de demokrasiye geçişin esas yönlendiricisi ABD’ydi ve dönüşümün gemiyi fazla sallamadan yapılması kanaatindeydi. Türkiye 1920’ler, 1930’lar totalitarizmini gömmek için 1940’larda ve 50’lerde birhesaplaşma yapamadı. Portekiz, İspanya, Yunanistan 1970’lerde geçmişleriyle hesaplaştılar, Türkiye hala hesaplaşmadı.
Din konusunda Kemalist devrimin Sovyetler’e yakın radikallikte olduğunu söylüyorsunuz. Niye böyle düşünüyorsunuz?
1920’lerin ve 30’ların dünyasında, ‘diktatörlük rejimi’ pek çok ülkeye hâkim oldu. Bunların din kurumuna yaklaşımları farklılık gösterdi. İtalya’daki faşist model Katolik kilisesini bir müttefik olarak gördü. Alman Nazizmi, din kurumunu siyasetin kenarına itti. Sovyet modeli ise dini yok etmek istedi. Türkiye dini tamamen yok etmedi ama dinin kurumsal alt yapısını (tarikatlar, medreseler, vakıflar) çökertmeyi denedi. Dini devlet baskısı altında dar bir alana hapsetmeye, Arapça eğitimini ve eski yazıyı kaldırarak, Kuran’ın referanslarını toplumdan silmeye çalıştı. Böylece toplum devletin onayladığı tercümelerle yetinecekti.
Atatürk’ün kurduğu CHP’nin ilkeleri arasında demokrasi yok. Sizce demokrasi Atatürk’ün daha sonraki hedeflerinden biri miydi?
Hayır. Öyle olsaydı, bunun bir izi olurdu. Fazla güçlenmiş olan İnönü’ye karşı, İnönü’yü sevmeyen kişilerden oluşan göstermelik bir muhalefet partisi olan Serbest Fırka kurduruldu 1930’da. Ama üç ayda halk öyle ilgi gösterdi ki bu partiye, iş, bütün rejimi çökertecek bir alt üst oluşa dönüştü ve parti kapatıldı. Atatürk iktidar olduktan ve diktatörlüğünü kurduktan sonra, tüm söylev ve demeçleri külliyesinde, ki binlerce sayfalık metinlerin hepsini okudum, demokrasi kelimesi sadece altı yerde geçer. İkisi, yabancı basına verdiği demeçtedir. Diğer dördü de ‘demokrasi iyi ama’ türü cümlelerdir. Türkiye’de demokrasi 1923’te başlamadı, aksine kesintiye uğradı.
Anlamadım…
1923’te kurulan rejim demokrasi değildir. Bakın… 1876’da Birinci Meşrutiyet’le Meclis açıldı. Serbest tartışmalar ve mebus seçimleri yapıldı. 1908’den itibaren de siyasi partiler kuruldu, 1908,1912 ve 1913’te seçimler yapıldı.Cumhuriyet ise demokrasiyi kesintiye uğrattı. 1923’teki İkinci Meclis seçimlerinde milletvekili listelerini Cumhurbaşkanı iki kişinin yardımıyla şahsen hazırladı ve seçime sadece bir liste girdi. 1946’ya kadar ki dört seçimde de aynı şey yaşandı. Bırakın demokrasiyi… Bir toplumda demokrasiden daha derin bazı siyasi değerler vardır. Mesela… Kul kültürü, yani biat kültürü toplumda azalıyor mu, artıyor mu? Toplumsal yapı, devletin tecavüzlerine karşı bir bel kemiğine kavuşuyor mu? Toplumun adalet anlayışı gelişiyor mu? Tek parti dönemi bu açılardan bir felaket oldu.
Atatürk’ün Padişah Vahdettin’le ilişkisi hep sorgulanır. Sizin görüşünüz ne bu konuda?
Aralarındaki büyük yakınlaşma, Vahdettin veliahtken gerçekleşti. Mustafa Kemal’in beklentiler içinde bulunduğu ve Enver’le arasının bozuk olduğu biliniyordu. Mustafa Kemal, kasım 1918- mayıs 1919 arasında İstanbul’da çok yönlü temaslarda bulundu ve Vahdettin tarafından, Anadolu’da askerî diktatörlük kurma anlamına gelen, Osmanlı tarihinde görüşmemiş yetkilerle donatılarak genel müfettiş sıfatıyla Anadolu’ya gönderildi. Bandırma vapuruyla İngilizlerden kaçtı falan, bunlar yalandır.
Atatürk’ün Enver paşayla ilişkisi nasıldı?
Aralarında derin bir rekabet ve çekememezlik vardı. Enver Paşa’yla yaşıttı ve aynı çevrelerden geliyordu. Enver Paşa genç yaşta fiilen diktatör olmuştu. Belki de 1916-1917 yıllarında kurulması tasarlanan bir cumhuriyetin lideri olmuştu.
Enver, cumhuriyet kurmayı düşündü mü?
Evet. O döneme ait bilgilerde var bu. Enver’in cumhuriyet kurmayı tasarladığı, meşrutiyete son verip kendi şahsi diktatörlüğünü ilan etmek istediği ama Talat Paşa’nın buna engel olduğu anlatılır. Unutmayın ki 1910’ların dünyasında cumhuriyet kelimesi diktatörlüğün kod adıdır.
Bu durumda bizde cumhuriyet, padişahlıktan diktatörlüğe geçiş miydi?
Evet. Sadece Türkiye’de değil. Macaristan, Rusya, İspanya’da böyledir. Kurulu bir düzenin ve kurumsal dengelerin temsilcisi olan ‘meşruti monark’ı devirip, onun yerine hiç kimseye karşı sorumlu olmayan tek bir sivil şahsın geçmesi ve tüm yetkileri elinde toplamasıydı cumhuriyet. 1910’lar dünyasında cumhuriyet, demokrasiye doğru atılmış bir adım değildi. Şahıs diktatörlüğüne atılmış bir adımdı. Zaten en demokratik ülkelerin çoğu cumhuriyet değildir.
Siz Falih Rıfkı’ya dayanarak, Atatürk’ün Enver Paşa’yı devirmeye hazırlanan Cemal Paşa’ya katıldığını söylüyorsunuz. Atatürk, Enver’i devirmek mi istiyordu?
Çoğu yazar bunu yazdı. 1916 ve 1917’de bir dizi darbe teşebbüsünün yapıldığına dair ipuçları var. Mesela Yakup Cemil darbesi… Yakup Cemil yakalanıp idam edildi, fakat evraklarında, darbeden sonra oluşturulacak hükümetin önderliğine M. Kemal’in getirileceğine dair belgeler bulundu. Ayrıca M. Kemal de anılarında söz ediyor. Suriye’de bulunan Cemal Paşa’nın hükümeti devirmeye ve Alman ittifakını bitirmeye dönük girişimlerinin olduğunu, fakat sonra korktuğu için vazgeçtiğini anlatıyor.
Cumhuriyetin dünyayla ilişkisine de farklı bakıyorsunuz. Batılıların o dönemde Türkiye’yi bölme amacının olmadığı kanaatinde misiniz?
Evet. Osmanlı İmparatorluğu’na son vermekte kararlıydılar, ama Türk nüfusun çoğunluk olduğu her yerde bir Türk egemenliğinin kurulmasını istiyorlardı. İmparatorluğun Türk nüfusa sahip olmayan yerlerini, tüm Arabistan’ı ve belki de Kuzeydoğu’da ve Güneydoğu’da bazı toprakları ayırmayı düşündüler. Yani Ermenistan sınırını, Kürtleri ve Batı’daki Rumları ne yapacaklarını bilemediler. Bugünkü bakış açısından bakarsanız bu bölmektir ama o gün için bölmek değildir. Türk nüfusun çoğunlukta olduğu yerlerde bütünlüklü bir devlet oluşturma niyetindeydiler. ABD ve İngiltere, Türkiye’de demir leblebi gibi bir rejimin bulunmasının dünya dengeleri açısından doğru olacağı kanaatindeydiler. Osmanlı gibi istikrarsız bir yapı istemiyorlardı.
…
Sizce harf devrimin sonuçları kötü mü oldu?
Microsoft çağında Latin alfabesi kullanmak büyük nimet ama… Bunun Türkiye’de okuryazarlığı artırdığı doğru değil. İbrani yazısını kullanan İsrail’de okuryazarlık Türkiye’den daha yüksek. Harf devriminde amaç, Batılılaşmak değil, eski yazıyı yasaklayarak Türkiye’nin geçmişiyle bağlarını koparmaktır. Bu ülkenin dokuz yüz yıllık kültürel geçmişiyle bağları, halka on beş gün süre verilerek tek bir hamlede koparıldı ve sıfırdan başlayan bir toplum haline getirildi. Elli sene boyunca üniversite dahil hiçbir yerde insanlara eski yazı öğretilmedi. Bir toplumun kendi geçmişi hakkında tam ve mutlak bir cehalete indirgenmesidir bu.
Türkiye diğer İslam ülkelerine kıyasla birçok açıdan çok gelişmiş. Bunda Atatürk’ün ve Kemalizm’in hiç rolü yok mu?
Sanmıyorum. Türkiye 14. yüzyıldan itibaren İslam dünyasının en gelişmiş, en güçlü ve Batı’ya en yakın ülkesi oldu.
Siz laikliğin aslında bir tasfiye hareketi olduğunu da iddia ediyorsunuz. Niye?
Cumhuriyet’in laiklik politikası gerçek bir laikliği gerçekleştirmedi.Dinin, devlete karşı nispi özerkliğini ve devletin mutlak gücünü kısıtlayabilme potansiyelini yok etmekten ibaret oldu. Çünkü amaç laiklik değildi. Amaç mutlak iktidardı. Yani iktidarı kimseyle paylaşmamaktı. Amaç, cumhuriyeti kuran şahısların iktidarıydı.
Biz Batı uygarlığının değerlerine bir türlü ulaşamadık. Sizce bunun sebebi ne?
Esas hata 1946-50’de yapılan Kemalizmi yüceltme mutabakatıydı. 1920’lerde dünyada rüzgârlar totaliterlik ve diktatörlük yönünde esiyordu. Ama 1945-46’da bu ülkenin önünde bir fırsat kapısı açıldı. Çünkü dünyada demokrasirüzgârları esmeye başladı. Ama Türkiye ‘Benim totaliter geçmişim yücedir, tartışılamaz’ dedi. Oysa diktatörlüğü reddetmeden demokrasiye geçmek mümkün değildir. Nitekim Tek Parti Dönemi’nin ruhu darbelerle hep geri geldi. İttihatçı totaliter ruhtan kurtulamıyoruz.
Atatürk milliyetçiliğini nasıl tarif edersiniz?
Atatürk milliyetçiliği Kurtuluş Savaşı yıllarında İslami cihat anlayışı üzerinden hareket etti. 1924’te ise İslam unsurunu çıkardılar ve yerine ‘vatan millet Sakarya’ diye bir siyasi amentü kurdular. Bu amentü, ‘Kurtuluş Savaşı, Atatürk, 29 Ekim, halifenin kovulması, düşmanın denize dökülmesi’ gibi bir dizi semboldür. Bu amentüyü kutsayana vatandaş, kutsamayana vatan hainidediler. Atatürk milliyetçiliği denen ve çok modern, çağdaş ve sol zannedilen şeyin özü, en klasik anlamıyla 1920’ler faşizmidir. İtalya’da 1920’deki rejim bu ideoloji üzerine kuruldu. Vatandaşlık haklarını bir siyasi amentüye bağlama düşüncesi çok tehlikelidir. Çünkü bu siyasi amentüye boyun eğmeyeceğine dair en ufak kuşku duyulan kişi vatan hainidir, Gayrimüslimlerin kovulmasının, mülklerine el konulmasının temelinde Atatürk milliyetçiliği yatar. 1930’larda bu Atatürk milliyetçiliğinin üstüne bir de Türk ırkçılığı eklendi.
Kemalizm’in, Orta Asya’dan yayılan Türk ırkının üstünlüğüne inandığını mı düşünüyorsunuz?
İtalyan rüzgârının estiği 1920’lerde Ankara’nın söyleminde Orta Asya’nın adı geçmez. 1930’larda Alman rüzgârı eser ve Atatürk kendini olağanüstü bir şevkle, Orta Asya’dan tüm dünyaya egemen olmuş atalarımız efsanesine adadı. Tüm dünya dillerinin Türklerden türediği, dünyaya medeniyeti [Müslüman olmayan] Türklerin götürdüğü söylendi.
Türklerin Orta Asya’dan geldiği görüşünü paylaşmıyorsunuz. Türkler kim sizce?
Eskiden Anadolu ve Rumeli’de oturan Türkçe konuşan ve Müslüman olan insanlar Türk sayılırdı. Hâlâ halk arasında geçerli olan tanım budur. Cumhuriyet döneminde Türk kavramıyla radikal olarak oynandı. Dinî içerik çıkarılıp yeri siyasi bir içerikle dolduruldu. Ama bu tutmadı. Orta Asya diye bir şey buna yamanmaya çalışıldı. Tarihle ilgilenen herkes bilir ki, Türkiye’nin bugünkü etnik kompozisyonunda Orta Asya unsurunun payı yüzde 10-15’tir. Anadolu’da yerli bir halk vardı.
Peki… Kurtuluş Savaşı’nda dünyanın en güçlü ülkeleriyle savaştığımız görüşüne katılmıyor musunuz?
Emperyalizme karşı savaştığımız yönünde hayret verici görüşü, 1960’larda Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli icat etti. Kurtuluş Savaşı, Türkiye Yunanistan savaşıdır. İkisi arasında büyük bir savaş yaşandı.
Kurtuluş savaşı olmasaydı bağımsızlığımızı kaybetmez miydik sizce?
Bir süre için kaybederdik ama 1918’de Amerika, İngiltere ve Fransa Türkiye’de sağlam bir devletin oluşmasını talep ediyorlar. Türkiye o tarihte yıkılmış ve ekonomik olarak tükenmiş olduğu için, bazı reformlar gerçekleşinceye dek bir vesayet altında tutulmasını da savunuyorlar. Bakın… 1945’ten sonra uygulanan modelin ta kendisidir bu. 1946’da Marshall Planı ve NATO’yla Türkiye Amerikan mandasına girdi. 1918’de konuşulan da farklı değil. Bir reform hükümeti kurulacak ve ülke belki 20 yıl Amerikan mandası altında bulundurulacak ve sağlam modern bir devletin oluşması sağlanacak. ‘Türkiye’nin maliye iradesine, ordusunu sağlamlaştırmaya, kara ve deniz yoluna ihtiyacı var’ diyorlar. 1918 ve 1919’da bu gündemdedir. Sevr gündemde değildir. Sevr de Türkiye’yi bölmez ya…
Nasıl bölmez?
Sevr’in maddelerinin büyük kısmı, Türkiye’nin üçlü bir uluslararası idare altına sokulmasıyla ilgilidir. Sevr, hükümranlığı Türklerden alır. Bir şeye dikkat etmek lazım. Kurtuluş Savaşı, Sevr’e bir tepki değildir. Sevr, Kurtuluş Savaşı’na bir tepkidir. Ankara’da Millet Meclisi açıldıktan bir ay sonra Sevr Anlaşması gündeme geldi.
Siz hepimizin bildiklerinin tersini söylüyorsunuz. Bu iddialarınız için hangi kaynaklara bakmanız gerekti? O kitaplar bugün yasak mı?
Değil. Sadece Atatürk’ün kendi yazdıklarını bir Japon turistin bakış açısıyla, onu ne yücelterek, ne de küçülterek okursanız her şey ortadadır zaten…
PAZARTESİ KONUŞMALARI
Taraf/Neşe Düzel