|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
İmam-ı Muhammed Gazali
|
İslam âlimlerinin en büyüklerindendir. İsmi Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed’dir. Künyesi Ebu Hâmid, lakabı Huccet-ül-İslam ve Zeyneddin’dir. Gazali nisbesiyle meşhurdur. Müctehiddi. İctihadı, Şafii mezhebine uygun oldu.
İran’ın Tus şehrinin Gazal kasabasında 1058 (h.450) yılında doğdu. Babası fakir ve salih bir zattı. Âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmazdı. Elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik eder ve hizmetlerinde bulunurdu. Âlimlerin nasihatini dinleyince ağlar ve Allahü teâlâdan kendisine âlim olacak bir evlat vermesini yalvararak isterdi. Babası yün eğirip, Tus şehrinde bir dükkanda satardı. Vefatının yaklaştığını anlayınca, oğlu Muhammed Gazali’yi ve diğer oğlu Ahmed’i hayır sahibi ve zamanın salihlerinden bir arkadaşına, bir miktar mal vererek vasiyet etti ve ona dedi ki:
“Ben kendim, âlim bir kimse olamadım. Bu yolla kemale gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemal mertebelerinin, bu oğullarımda hasıl olması için yardım etmenizdir. Bıraktığım bütün para ve erzakı, onların tahsiline sarf edersin!”
Arkadaşı vasiyeti aynen yerine getirdi. Babasının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, onların yetişme ve olgunlaşmaları için çalıştı. Sonra onlara; “Babanızın, sizin için bıraktığı parayı tahsil ve terbiyenize harcadım. Ben fakirim param yoktur. Size yardım edemeyeceğim. Sizin için en iyi çareyi, diğer ilim talebeleri gibi medreseye devam etmenizde görüyorum” dedi. Bunun üzerine iki kardeş medreseye gittiler ve yüksek âlimlerden olmak saadetine kavuştular.
İmam-ı Gazali, çocukluğunda fıkıhtan bir miktarını kendi memleketinde okudu. Sonra Cürcan’a gitti. İmam Ebu Nasr İsmaili’den bir müddet ders aldı. Sonra Tus’a döndü. Cürcan’dan Tus’a dönerken başından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:
“Bir grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımda olan her şeyimi alıp gittiler. Arkalarından gidip kendilerine yalvardım. Ne olur işinize yaramayan ders notlarımı bana verin. Reisleri; “Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?” diye sorunca; “Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim, gurbetlere gittim. Filan yerdeki birkaç tomar kağıtlardır” dedim. Eşkıyaların reisi güldü; “Sen o şeyi bildiğini nasıl iddia ediyorsun, biz onları senden alınca ilimsiz kalıyorsun” dedi ve onları bana geri verdi. Sonra düşündüm, Allahü teâlâ, yol kesiciyi beni ikaz için o şekilde söyletti, dedim. Tus’a gelince üç yıl bütün gayretimle çalışarak, Cürcan’da tuttuğum notların hepsini ezberledim. O hâle gelmiştim ki, yol kesici önüme çıksa, hepsini alsa, bana zararı dokunmazdı.”
Memleketinde geçirdiği bu üç seneden sonra, tahsiline devam etmek için o zamanın büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nişabur’a gitti. Zamanın büyük âlimlerinden olan İmam-ül-Harameyn Ebu’l-Meâli el-Cüveyni’nin talebesi oldu. Üstün zekasını ve çalışkanlığını gören hocası ona yakın alaka gösterdi. Burada usul-i hadis, usul-i fıkıh, kelam, mantık, hukuk ve münazara ilimlerini öğrendi. Ebu Hâmid er-Rezekani, Ebu’l- Hüseyin el-Mervezi, Ebu Nasr el-İsmaili, Ebu Sehl el-Mervezi, Ebu Yusuf en-Nessâc gibi devrin büyük âlimleri belli başlı hocalarıdır.
Nişabur’da tahsilini tamamlayınca, büyük bir ilim ve edebiyat hâmisi olan Selçuklu veziri üstün devlet adamı Nizamülmülk’ün daveti üzerine Bağdat’a gitti. Nizamülmülk’ün topladığı ilim meclisinde bulunan zamanın âlimleri, imam-ı Gazali hazretlerinin ilminin derinliğine ve meseleleri izah etmekteki üstün kabiliyetine hayran kaldıklarını itiraf ettiler. O zaman ortaya çıkan sapık fırkaların mensupları, onun yüksek ilmi ve en zor, en ince mevzuları en açık bir şekilde anlatması, hitabet ve izah etme kabiliyetinin yüksekliği, zekasının parlaklığı karşısında perişan oluyorlar ve tutunamıyorlardı.
Bu sırada otuz dört yaşında bulunan imam-ı Gazali hazretlerinin İslamiyet’e yaptığı büyük hizmetleri gören Selçuklu veziri Nizamülmülk, şimdiki tabirle, onu Nizamiye Üniversitesi rektörlüğüne tayin etti. Bu üniversitenin başına geçen imam-ı Gazali hazretleri, üç yüz seçkin talebeye lüzumlu olan bütün ilimleri öğretti. Yetiştirdiği talebelerin had ve hesabı yoktu. Ebu Mansur Muhammed, Muhammed bin Esad et-Tusi, Ebu’l-Hasan el-Belensi, Ebu Abdullah Cümert el-Hüseyni talebelerinin meşhurlarındandır. Bir taraftan da kıymetli kitaplar yazan imam-ı Gazali hazretleri, ilim ehli, devlet adamları ve halk tarafından büyük bir muhabbet ve hürmet gördü. Şöhreti gün geçtikçe arttı. Nizamiye Üniversitesinde bulunduğu yıllarda, Kitabü’l-Basit fil-Füru, Kitab-ül-Vesit, El-Veciz, Meahiz-ül-Hilâf adlı kitaplarını yazdı.
Ayrıca İsmailiyye adındaki sapık fırkanın görüşlerini çürütmek için Kitabu Fedâihil-Bâtınıyye ve Fedâil-il-Müstehzariyye adlı eserini yazdı. Yine bu sırada Rumcayı öğrenerek felsefecilerin sapıklığını ortaya koymak için eski Yunan ve Latin filozoflarının kitaplarının aslı üstünde üç sene titizlikle incelemeler yaptı. Bu incelemeleri esnasında ve neticesinde felsefecilerin maksatlarını açıklayan Mekâsid-ül Felâsife kitabı ile felsefecilerin görüşlerini reddeden Tehâfüt-ül-Felâsife kitabını yazdı. Avrupalı filozoflar, o asırda dünyanın tepsi gibi düz olduğunu iddia ederek, ilimlerini ve felsefelerini böyle yanlış bilgiler üstüne kurarken, imam-ı Gazali hazretleri dünyanın yuvarlak olduğunu, karaciğerde kanın zehir ve mikroplardan temizlenip tazelendiğini, safra ve lenfle zararlı madde eriyiklerinin burada kandan ayrıldığını bu işte dalağın, böbreklerin ve safra kesesinin rollerini, kanın madde miktarlarındaki oranın değişmesi ile sıhhatin bozulacağını, bugünkü fizyoloji kitaplarında yazdığı gibi, delillerle ispat etti. Ayrıca diğer fen ilimlerinde de Avrupalıların bilmedikleri doğru bilgilere kitaplarında yazıp yer verdi.
İmam-ı Gazali hazretleri, felsefecilerle ilgili bu çalışmalarını El-Munkızu Aniddalâl kitabında şöyle anlatmaktadır:
“İşte şimdi filozofların ilimlerinin hikayesini dinle: Onları birkaç sınıf, ilimlerini de birkaç kısım hâlinde gördüm. Onlara, çokluklarına ve eskileri ile yenileri arasında doğruya yakınlık ve uzaklık farkına rağmen, küfür ve ilhâd damgasını vurmak lazımdır. Filozoflar fırkalarının çokluğuna ve çeşitliliğine rağmen, Dehriyyun, Tabiiyyun ve İlahiyyun olmak üzere üç kısma ayrılırlar. Dehriyyun sınıfı eski filozoflardan bir zümredir. Yaratıcının varlığını inkâr ederler, bunlar zındıktır. Tabiiyyun; bunlar da ahiretin mevcudiyetini kabul etmediler. Cenneti Cehennemi, kıyameti ve hesabı inkâr ettiler. Bunlar da zındıktır. Üçüncü sınıf olan İlahiyyun, daha sonra gelen filozoflardır. Bunlar ilk iki sınıfı red etmişlerse de kendilerini bid’at ve küfürden kurtaramamışlardır.” Üçüncü kısımdan olan bu filozoflar, kendilerinden önce gelenlerin yanlışlarını açık seçik göstermek ve bir yaratıcının olduğunu söylemekle beraber Peygamberlere inanmadıkları için küfürde kalmışlardır. Çünkü küfürden kurtulmak için Peygamberlere ve onların bildirdiklerine inanmak da şarttır.
İmam-ı Gazali hazretlerinin felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve itikadlarına, felsefe karıştıran sapık fırkalara cevap vermek için yaptığı bu çalışmasını işiten bir takım kimseler, onu felsefeci zannetmişlerdir. Bunun sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemek olabilir. Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla beraber, akla da rehber olarak Peygamberleri ve onların bildirdiği imanı almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için iman odur. Işık olmayınca göz göremediği gibi iman olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. İmam-ı Gazali hazretleri, filozof değil müctehiddir. Zaten İslamiyet’te felsefe ve filozof olmaz. İslam âlimi olur. İslam dininde felsefenin üstünde İslam ilimleri, filozofun üstünde de İslam âlimleri vardır.
İmam-ı Gazali hazretleri, bu çalışmalarından sonra, yerine kardeşi Ahmed Gazali’yi vekil bırakarak Nizamiye Üniversitesindeki görevine ara verdi ve Bağdat’tan ayrıldı. Çeşitli ilmi çalışmalar ve seyahatler yaptı. Şam’da kaldığı iki yıl içinde en kıymetli eseri İhyâu-Ulumiddin’i yazdı. Daha sonra Kudüs’e gitti. Burada Bâtıni denilen sapık fırkaya karşı Mufassıl’ul-Hilâf, Cevâb-ul-Mesâil ve Allahü teâlânın Esmâ-i Hüsnâ denilen isimlerini anlatan El- Maksad ül-Esmâ adlı eserini yazdı. Kudüs’te bir müddet kaldıktan sonra hacca gitti. Haccını müteakiben Bağdat’a döndü. Nizamiye Üniversitesinde, Şam’da yazdığı İhyâ’sını kalabalık bir talebe kitlesine ders olarak okuttu. Bu seferki tedris hayatı uzun sürmedi. Doğduğu yer olan Tus’a gitti. Burada yine Bâtınilere karşı Ed-Dercülmerkum kitabı ile El-Kıstâs-ul-Müstakim, Faysal-ut-Tefrika, Kimyâ-ı Seâdet, Nasihât ül-Müluk ve Et- Tibr-ul-Mesbuk adlı kıymetli eserlerini yazdı. On sene kadar süren bu hizmetlerinden sonra Selçuklu veziri Fahr-ül-Mülk’ün ricası üzerine bir müddet daha Nizamiye Üniversitesinde ders verdi. Tasavvufu anlatan Mişkât-ül-Envâr adlı eserini de bu sırada yazdı.
İmam-ı Gazali hazretlerinin tasavvufta mürşidi, Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Ebu Ali Farmedi hazretleridir. Onun huzurunda kemale geldi. Zahir ilimlerinde eşsiz âlim olduğu gibi, tasavvuf ilimlerinde (evliyalık ilimlerinde) de mürşid (yol gösterici) oldu. Her iki ilimde, Peygamberimizin vârisi oldu. Kısa bir müddet daha Nizamiye Üniversitesinde ders verdikten sonra doğduğu yer olan Tus’a döndü. Elli beş sene gibi kısa bir ömür süren imam-ı Gazali hazretleri, ömrünün son yıllarını Tus’ta geçirdi. Burada evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke yaptırdı. Günleri insanları irşâd etmekle geçti. Elli yaşını aştığı bu sıralarda El-Munkızu Aniddalâl, fıkhın kaynaklarına (Usul-i fıkha) dâir El-Mustesfâ ve selef-i salihine (Ehli Sünnet itikadına) tâbi olmayı anlatan İlcâmü’l-Avâm an İlm-il-Kelam adlı eserlerini yazdı.
İmam-ı Gazali hazretlerinin yaşadığı devirde İslam âleminde siyasi ve fikri bakımdan büyük bir kargaşalık hüküm sürüyordu. Bağdat’ta Abbasi halifelerinin hakimiyeti zayıflamaya yüz tutmuştu. Bunun yanında Büyük Selçuklu Devletinin sınırları genişliyor ve nüfuzu artıyordu. İmam-ı Gazali hazretleri, bu devletin büyük hükümdarları Tuğrul Beyin, Alparslan’ın ve Melik Şahın devirlerini yaşadı. Melik Şahın kıymetli veziri Nizamülmülk, hem savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, hem de o zamanın parlak ilim ocakları olan İslam üniversitelerini açıyordu. İmam-ı Gazali hazretleri 23 yaşındayken doğuda Hasan Sabbah ve adamları, sapık yollardan olan İsmailiyye fırkasını yaymaya çalışıyorlardı. Mısır’da Şii Fatımi Hanedanı çökmeye başlamış, Avrupa’da ise Endülüs İslam Devleti gerilemeye yüz tutmuştu. Mukaddes toprakları Müslümanlardan almak için ilk Haçlı seferleri de imam-ı Gazali hazretleri zamanında başlamıştı. Bunlardan birincisi olan Haçlı seferine katılan Haçlılar, Anadolu Selçuklu Hükümdarı Birinci Kılıç Arslan’ın üstün gayret ve kahramanlıklarına rağmen 600 binden 40-50 bine düşmek pahasına da olsa, Anadolu’yu geçmiş, Torosları aşmış, Antakya’yı ve bir yıl sonra da Kudüs’ü ele geçirmişlerdi (1096).
İslam âlemindeki bu siyasi karışıklıkların yanında bir de fikir ve düşünce ayrılıkları vardı. Bütün bunlar; Müslümanların birliğini doğrudan doğruya askeri kuvvetle ve ilim yoluyla yıkamayan iç ve dış düşmanların, halk arasında bozuk ve sapık fikirleri yayabilmeleri için çok uygun bir zemin teşkil ediyordu. Müslümanlar arasında itikad birliği sarsılmış, düşünce ve fikirlerde ayrılıklar meydana gelmişti. Bir taraftan eski Yunan felsefesini anlatan kitapları okuyarak yazılanları İslam inançlarına karıştıranlar, diğer taraftan Kur’an-ı kerimin âyetlerinin manasını değiştirerek ve kendi bozuk düşüncelerini katarak açıklamaya kalkışan Bâtıniler ve Mutezile ile diğer fırkalar İslam itikadını bozmaya çalışıyorlardı. Bunlara karşı Ehl-i sünnetin müdafaasını üstlenmiş olan İslam âlimlerinin başında akli ve nakli ilimlerde zamanın en büyük âlimi, müctehid ve asrın müceddidi olan imam-ı Gazali hazretleri geliyordu.
O, bir taraftan kıymetli talebeler yetiştirdi, bir taraftan da sapık fırkaların bozuk inançlarını çürütmek ve Müslümanların bunlara aldanmamaları için okuyacakları kıymetli kitaplar yazdı. Üç yüz binden fazla hadis-i şerifi ravileriyle ezbere bilen ve Hüccetül-İslam adıyla meşhur olan imam-ı Gazali hazretleri, İslamın yirmi temel ilmi ile bunların yardımcıları olan müsbet ilimlerde de söz sahibiydi. Hadis ve Usul-i Hadis ilimlerinde ilim deryası olan bu büyük âlimin kitaplarında mevdu hadis var diyerek, imam-ı Gazali hazretlerinde eksiklik aramak, ilmin hakikatini, İslam âliminin derecesini bilmemektir. Zamanında yaşayan ve sonra gelen âlimler onun kitaplarını senet kabul etmişler ve neticede imam-ı Gazali hazretlerinin kitaplarını ancak mezhepleri kabul etmeyenlerin, dinde reform yapmak için uğraşanların beğenmediklerini bildirmişlerdir.
İmam-ı Gazali hazretleri 1111 (h.505) yılının Cemâzilevvel ayının 14. Pazartesi günü büyük kısmını zikir ve tâat ve Kur’an-ı kerim okumakla geçirdiği gecenin sabah namazı vaktinde abdest tazeleyip namazını kıldı, sonra yanındakilerden kefen istedi. Kefeni öpüp yüzüne sürdü, başına koydu: “Ey benim Rabbim, Mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun” dedi. Odasına girdi. İçeride, her zamankinden çok kaldı. Dışarı çıkmadı. Bunun üzerine oradakilerden üç kişi içeri girince, imam-ı Gazali hazretlerinin kefenini giyip, yüzünü kıbleye dönüp, ruhunu teslim ettiğini gördüler. Başı ucunda şu beytler yazılıydı:
Beni ölü gören ve ağlayan dostlarıma,
Şöyle söyle, üzülen o din kardeşlerime:
“Sanmayınız ki, sakın ben ölmüşüm gerçekten,
Vallahi siz de kaçın buna ölüm demekten.”
.......
Ben bir serçeyim ve bu beden benim kafesim.
Ben uçtum o kafesten, rehin kaldı bedenim.
.......
Bana rahmet okuyun, rahmet olunasınız.
Biz gittik. Biliniz ki, sırada siz varsınız.
Son sözüm olsun, “Aleyküm selam” dostlar.
Allah selamet versin, diyecek başka ne var?
İmam-ı Gazali hazretleri, kendisini mezarın içine Şeyh Ebu Bekr en-Nessâc koysun, diye vasiyet etmişti. Şeyh bu vasiyeti yerine getirip mezardan çıktığında hâli değişmiş, yüzü kül gibi olmuş görüldü. Oradakiler “Size ne oldu?.. Niçin böyle sarardınız, soldunuz efendim?..” dediler. Cevap vermedi. Israr ettiler, gene cevap vermedi. Yemin vererek tekrar ısrarla sorulunca, mecbur kalarak şunları anlattı:
“İmamın nâşını mezara koyduğum zaman, Kıble tarafından nurlu bir sağ elin çıktığını gördüm. Hafiften bir ses bana şöyle seslendi. «Muhammed Gazali’nin elini, Seyyidü’l Mürselin Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellemin eline koy» Ben denileni yaptım. İşte mezardan çıktığımda benzimin sararmış, solmuş olmasının sebebi budur. Allah ona rahmet eylesin.”
İmam-ı Gazali hazretleri asrının müceddidi olup, din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydana çıkarmış, açıklamış ve herkese öğretmişti.
İmam-ı Gazali hazretleri, zamanındaki devlet adamlarının ikram ve iltifatlarına kavuşmuştu. Onlara zaman zaman nasihat ederek ve mektup yazarak hakkı tavsiye etmiş, Müslümanların huzur ve refahı için dua etmiştir.
Bunlardan Selçuklu Sultanı Sencer’e nasihat için aşağıdaki mektubu yazmıştır:
“Allahü teâlâ İslam beldesinde muvaffak eylesin, nasibdâr kılsın. Ahirette ona, yanında yeryüzü padişahlığının hiç kalacağı mülk-i azim ve ahiret sultanlığı ihsan etsin. Dünya padişahlığı, nihayet bütün dünyaya hakim olmaktan ibarettir. İnsanın ömrü ise, en çok yüz sene kadardır.
Cenab-ı Hakkın, ahirette bir insana ihsan edeceği şeylerin yanında, bütün yeryüzü, bir kerpiç gibi kalır. Yeryüzünün bütün beldeleri, vilayetleri, o kerpicin tozu toprağı gibidir. Kerpicin ve tozunun toprağının ne kıymeti olur? Ebedi sultanlık ve saadet yanında, yüz senelik ömrün ne kıymeti vardır ki, insan onunla sevinip mağrur olsun? Yükseklikleri ara, Allahü teâlânın vereceği padişahlıktan başkasına aldanma.
Bu ebedi padişahlığa (saadete) kavuşmak, herkes için güç bir şey ise de, senin için kolaydır. Çünkü Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Bir gün adalet ile hükmetmek, altmış senelik ibadetten efdaldir.” Madem ki Allahü teâlâ sana, başkalarının altmış senede kazanacağı şeyi bir günde kazanma sebebini ihsan etmiştir, bundan daha iyi fırsat olamaz! Zamanımızda ise iş o hâle gelmiştir ki, değil bir gün, bir saat adaletle iş yapmak, altmış yıl ibadetten efdal olacak dereceye varmıştır.
Dünyanın kıymetsizliği, açık ve ortadadır. Büyükler buyurdular ki: «Dünya kırılmaz altın bir testi, ahiret de kırılan toprak bir testi olsa, akıllı kimse, geçici olan ve yok olacak olan altın testiyi bırakır, ebedi olan toprak testiyi alır. Kaldı ki dünya, geçici ve kırılacak toprak bir testi gibidir.» Ahiret ise hiç kırılmayan ebediyyen bâki kalacak olan altın testi gibidir. Öyleyse, buna rağmen dünyaya sarılan kimseye nasıl akıllı denilebilir? Bu misali iyi düşününüz ve daima göz önünde tutunuz...”
İmam-ı Gazali hazretlerinin buyurduğu güzel sözlerden bazıları:
Allahü teâlânın verdiği nimeti, Onun sevdiği yerde harcamak şükür; sevmediği yerde kullanmak ise küfran-ı nimettir (nimeti inkâr etmektir).
Belaya şükretmek lazımdır. Çünkü küfür ve günahlardan başka bela yoktur ki, içinde senin bilmediğin bir iyilik olmasın! Allahü teâlâ, senin iyiliğini senden iyi bilir.
Bir sözü söyleyeceğin zaman düşün! Eğer o sözü söylemediğin zaman mesul olacaksan söyle. Yoksa sus!
Sabır insana mahsustur. Hayvanlarda sabır yoktur. Meleklerin ise sabra ihtiyacı yoktur.
Allahü teâlânın, her yaptığımızı her düşündüğümüzü bildiğini unutmamalıyız. İnsanlar birbirinin dışını görür. Allahü teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen bir kimsenin işleri ve düşünceleri edepli olur.
Aklı olan kimse nefsine demelidir ki: Benim sermayem, yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Bu sermaye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes hiçbir şeyle tekrar ele geçmez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. O halde bu günü elden kaçırmamak bunu saadete kavuşmak için kullanmamaktan daha büyük ziyan olur mu? Yarın ölecekmiş gibi bütün âzâlarını haramdan koru.
Ey nefsim, sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım, diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tevbe etmeyi bugün tevbe etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun.
Eserleri:
İmam-ı Gazali hazretleri, ömrü boyunca gece gündüz devamlı yazmış büyük bir İslam âlimidir. O kadar çok kitap yazdı ki, ömrüne bölününce, bir güne on sekiz sayfa düşmektedir. Eserlerinin sayısının 1000’e ulaştığı, Mevduât-ul-Ulum kitabında bildirilmektedir. Bunlardan 400’ünün isimleri Şeyh Ebu İshak Şirâzi’nin Hazâin kitabında yazılıdır.
Eserleri üstünde Avrupalılar geniş ve uzun süren incelemeler yapmışlardır. Bunlardan P. Bouyges adlı müsteşrik Essaie de Chronologie des Oeuvres de al-Ghazâli adlı eserinde İmam-ı Gazali’nin 404 kitabının ismini vermiştir. Meşhur müsteşrik Brockelmann da Geschichte Der Arabischen Litteratur adlı eserinde, eserlerinden 75 tanesinin listesini vermiştir. 1959’da dört Alman ordinaryüs profesörü, imam-ı Gazali hazretlerinin kitaplarını okuyarak, İslam dinine aşık olmuşlar ve hazret-i İmam’ın kitaplarını Almancaya çevirerek sonunda Müslüman olmuşlardır.
İmam-ı Gazali hazretlerinin vefatından sonra İslam dünyasının maruz kaldığı Moğol felaketi esnasında yakıp yıkılan binlerce kütüphane içinde Gazali hazretlerinin sayısız eseri de yok edilmiştir. Bu sebepten bugüne kadar eserlerinin tam bir listesi ve tasnifi yapılamamış, ilim dünyası bu husustaki eksikliğini tamamlayamamıştır.
Eserlerinden bazıları şunlardır:
İhyâu-Ulumiddin,
Kimyâ-ı Seâdet,
Cevahir-ül-Kur’ân,
Kavâid-ül-Akâid,
Kitab-ül-İktisâd fil İtikad,
İlcâm-ül-Avâm an İlm il-Kelam,
Mizân-ül-Amel,
Dürret-ül-Fahire,
Eyyüh-el-Veled,
Kıstâs ül-Müstekim,
Tehâfet-ül-Felâsife,
Mekâsıd-ül-Felâsife,
El-Munkızu Aniddalâl,
El-Fetâvâ, Hülâsât-üt-Tasnif fit-Tesavvuf.
(İlcâm-ül-Avâm, Eyyüh-el-Veled, El-Munkızu Aniddalâl, Durret-ül-Fahire ve Kimyâ-ı Seâdet kitapları Hakikat Kitabevi tarafından bastırılmıştır.)
İmam-ı Gazali hazretlerinin en kıymetli eseri İhyâ’sıdır. Osmanlı âlimlerinden Saffet Efendi Tasavvufun Zaferi isimli eserinde, İmam-ı Gazali’nin İhyâu Ulumiddin kitabı öyle kıymetli bir eserdir ki, Kur’an-ı kerimin ve Peygamber efendimizin hadislerinin manalarını Müslümanlara anlatmak ve Allahü teâlânın kullarına, doğru yolu göstermek, huzur ve saadete kavuşturan İslam ahlakını öğretmek için, din âlimleri olarak elimizde bundan başka hiçbir kitap bulunmasaydı, yalnız bu kitap kifayet ederdi.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri de, “İmam-ı Gazali’nin İhyâ kitabı, bütün âlimlerce doğru ve yüksektir. Bir gayrı müslim, severek yapraklarını çevirirse, müslüman olmakla şereflenir” buyuruyor.
Hazret-i Musa ile konuşması
Peygamber efendimiz Miracda iken Musa aleyhisselam ile görüşür. Hazret-i Musa, "Ümmetimin âlimleri İsrail oğullarına gelen peygamberler gibidir" buyuruyorsunuz. Bir âlim nasıl olur da peygamber gibi olur diyor. Peygamber efendimiz, bir âlim çağırır.
Hazret-i Musa gelen âlime sorar:
- Senin adın ne?
- Muhammed bin Muhammed bin Muhammed Gazali
Hazret-i Musa sorar:
- Ben sana adın ne dedim, sen tâ dedelerinin adını bile söyledin? Böyle söylemek uygun mu? Sadece sorulana cevap vermek gerekmez miydi?
- Efendim Allahü teâlâ, (Ya Musa elindeki ne) diye sorduğunda siz, Asa demekle kalmadınız. (Bu elimdekini yere vurunca su çıkar, bununla düşmanların oyunlarını bozarım, gerektiğinde bu ejderha olur, sihirbazların sihirlerini yok ederim, yürürken dayanırım. Bu Asanın bana çok faydaları vardır) demiştiniz. Öyle değil mi?
- Evet öyle demiştim.
- Maksadınız Allahü teâlâ ile daha fazla konuşmak değil miydi?
- Evet.
- Ben de sizin gibi ulülazm büyük bir peygamberi bulmuşken konuşmayı uzatmak için dedelerimin de ismini söyledim.
Hazret-i Musa, Peygamber efendimiz aleyhisselama der ki:
- Şimdi anlaşıldı, gerçekten de senin ümmetinin âlimleri Beni İsrailin peygamberleri gibi imiş. (Ruhulbeyan c.2, s. 568)
.
|
İmâm-ı Gazâlî’nin büyük hizmetleri
2019-04-24 02:00:00
İmam-ı Muhammed Gazâlî hazretleri, Büyük Selçuklu Devleti'nin hükümdarları Tuğrul Bey'in, Alparslan’ın ve Melikşah'ın devirlerini yaşadı...
İslâmın vartalı dönemleri -3-
Hicrî beşinci asırda, İslâmın büyük vartalı bir dönemi başlamıştı. İslam âleminde siyasi ve fikrî bakımdan büyük bir kargaşalık hüküm sürüyordu.
Bağdat’ta Abbasi halifelerinin hâkimiyeti zayıflamaya yüz tutmuştu. Bunun yanında Büyük Selçuklu Devleti'nin sınırları genişliyor ve nüfuzu artıyordu. İmam-ı Gazâlî hazretleri, bu devletin büyük hükümdarları Tuğrul Bey'in, Alparslan’ın ve Melikşah'ın devirlerini yaşadı.
Melikşah'ın kıymetli veziri Nizamülmülk, hem savaş meydanlarında zaferler kazanıyor, hem de o zamanın parlak ilim ocakları olan İslam üniversitelerini açıyordu. İmam-ı Gazâlî hazretleri 23 yaşındayken doğuda Hasan Sabbah ve adamları, sapık yollardan biri olan İsmailiyye fırkasını yaymaya çalışıyorlardı. Mısır’da Şîi Fâtımî Hanedanı çökmeye başlamış, Avrupa’da ise Endülüs İslam Devleti gerilemeye yüz tutmuştu. Mukaddes toprakları Müslümanlardan almak için ilk Haçlı Seferleri de İmam-ı Gazâlî hazretleri zamanında başlamıştı. Bunlardan birincisi olan Haçlı seferine katılan Haçlılar, Anadolu Selçuklu Hükümdarı Birinci Kılıç Arslan’ın üstün gayret ve kahramanlıklarına rağmen 600 binden 40-50 bine düşmek pahasına da olsa, Anadolu’yu geçmiş, Torosları aşmış, Antakya’yı ve bir yıl sonra da Kudüs’ü ele geçirmişlerdi. (m. 1096)
İslam âlemindeki bu siyasi karışıklıkların yanında bir de fikir ve düşünce ayrılıkları vardı. Bütün bunlar; Müslümanların birliğini doğrudan doğruya askerî kuvvetle ve ilim yoluyla yıkamayan iç ve dış düşmanların, halk arasında bozuk ve sapık fikirleri yayabilmeleri için çok uygun bir zemin teşkil ediyordu.
İmâm-ı Gazâlî hazretleri Rumca öğrenerek eski Yunan felsefesini incelemiş, doğru bulmadığı yerlerini reddetmiştir. İmâm-ı Muhammed Gazâlî hazretleri yetmişiki fırkadan ilk zuhur eden Şîi fırkasının Dâî'leri ile mücadele etti. Dâî'ler, Kur'ân-ı kerimin bir içyüzü, bâtını, bir de dış yüzü zâhiri olduğunu iddia ettiler. Bunlara Bâtınî fırkası ismi verilmiştir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri bunların felsefelerini kolayca yıktı. Bâtınîler bu mağlubiyetten sonra, İslâmiyetten daha çok ayrıldılar. Manaları açık olmayan âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere yanlış manalar vererek mülhid, dinsiz oldular. Siyasi maksatları sebebi ile işi azıtarak, hak yoldaki Ehl-i sünnet Müslümanların başına bela oldular.
İslamiyet’te ilk itikad ayrılıkları, Hazret-i Osman'ın şehit edilmesi hâdisesinden sonra, Abdullah ibni Sebe adındaki münafık olan bir Yahudinin ortaya çıkması ile başlamıştır. Müslümanların saf ve berrak imanlarını bozmak gayesiyle itikaddaki birlik ve beraberliklerini parçalamak için çıkarılan ilk fitne hareketi budur.
.Felsefe bataklığını kurutan büyük âlim: İmam-ı Gazâlî
2019-05-01 02:00:00
Zamanın âlimleri, İmam-ı Gazâlî hazretlerinin ilminin derinliğine ve meseleleri izah etmekteki üstün kabiliyetine hayran kaldıklarını itiraf ettiler.
İslâmın vartalı dönemleri -4-
İmam-ı Gazâlî, büyük bir İslâm âlimidir. İran’ın Tus şehrinin Gazal kasabasında 1058 (h. 450) yılında doğdu. Asrının müceddidi olup, din bilgilerinden unutulmuş olanlarını meydana çıkarmış, açıklamış ve herkese öğretmişti...
Selçuklu veziri üstün devlet adamı Nizamülmülk’ün daveti üzerine Bağdat’a gitti. Nizamülmülk’ün topladığı ilim meclisinde bulunan zamanın âlimleri, İmam-ı Gazâlî hazretlerinin ilminin derinliğine ve meseleleri izah etmekteki üstün kabiliyetine hayran kaldıklarını itiraf ettiler. O zaman ortaya çıkan sapık fırkaların mensupları, onun yüksek ilmi ve en zor, en ince mevzuları en açık bir şekilde anlatması, hitabet ve izah etme kabiliyetinin yüksekliği, zekâsının parlaklığı karşısında perişan oluyorlar ve tutunamıyorlardı. Onun İslamiyet’e yaptığı büyük hizmetleri gören Selçuklu veziri Nizamülmülk, şimdiki tabirle, onu Nizamiye Üniversitesi rektörlüğüne tayin etti...
Kısa bir sürede Rumcayı öğrenerek felsefecilerin sapıklığını ortaya koymak için eski Yunan ve Latin filozoflarının kitaplarının aslı üstünde üç sene titizlikle incelemeler yaptı. Bu incelemeleri esnasında ve neticesinde felsefecilerin maksatlarını açıklayan (Mekâsid-ül Felâsife) kitabı ile felsefecilerin görüşlerini reddeden (Tehâfüt-ül-Felâsife) kitabını yazdı.
Avrupalı filozoflar, o asırda dünyanın tepsi gibi düz olduğunu iddia ederek, ilimlerini ve felsefelerini böyle yanlış bilgiler üstüne kurarken, İmam-ı Gazâlî hazretleri dünyanın yuvarlak olduğunu ispat etti...
İmam-ı Gazâlî hazretleri, felsefecilerle ilgili bu çalışmalarını (El-Munkızu Aniddalâl) kitabında şöyle anlatmaktadır:
“İşte şimdi filozofların ilimlerinin hikâyesini dinle: Onları birkaç sınıf, ilimlerini de birkaç kısım hâlinde gördüm. Onlara, çokluklarına ve eskileri ile yenileri arasında doğruya yakınlık ve uzaklık farkına rağmen, küfür ve ilhâd damgasını vurmak lazımdır. Filozoflar fırkalarının çokluğuna ve çeşitliliğine rağmen, Dehriyyun, Tabiiyyun ve İlahiyyun olmak üzere üç kısma ayrılırlar. Dehriyyun sınıfı, eski filozoflardan bir zümredir. Yaratıcının varlığını inkâr ederler, bunlar zındıktır. Tabiiyyun, bunlar da ahiretin mevcudiyetini kabul etmediler. Cenneti Cehennemi, kıyameti ve hesabı inkâr ettiler. Bunlar da zındıktır. Üçüncü sınıf olan İlahiyyun, daha sonra gelen filozoflardır. Bunlar ilk iki sınıfı reddetmişlerse de kendilerini bid’at ve küfürden kurtaramamışlardır.”
Üçüncü kısımdan olan bu filozoflar, kendilerinden önce gelenlerin yanlışlarını açık seçik göstermek ve bir yaratıcının olduğunu söylemekle beraber Peygamberlere inanmadıkları için küfürde kalmışlardır. Çünkü küfürden kurtulmak için Peygamberlere ve onların bildirdiklerine inanmak da şarttır...
.XXX
.İmâm-ı Gazâlî kimdir?
2013-02-22 01:00:00
Gazâlî nisbesiyle meşhûr, "Huccetü'l-İslâm" ve "Zeyneddîn" lakablarıyla anılan, künyesi de "Ebû Hâmid" olan Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed, İslâm âlimlerinin en büyüklerindendir. İctihâdı, Şâfiî mezhebine uygun olan bir "müctehid"di. Hicrî-kamerî 450 (m. 1058) senesinde Îrân'ın Tûs şehrinin "Gazâl" kasabasında doğmuştur. Babası, âlimlerin sohbetlerinden hiç ayrılmayan, elinden geldiği kadar, onlara yardım ve iyilik eden ve hizmetlerinde bulunan sâlih ve fakîr bir zâttı. Âlimlerin nasîhatlarını dinleyince ağlar ve Allahü teâlâdan, kendisine âlim olacak bir evlâd vermesini yalvara-yakara isterdi. Yün eğirip, Tûs şehrinde bir dükkânda satan, böylece evinin geçimini temîn eden babası, vefâtının yaklaştığını anlayınca, hem oğlu Muhammed Gazâlî'yi, hem de diğer oğlu Ahmed'i, hayır sâhibi ve zamânın sâlihlerinden olan bir arkadaşına, bir miktar mal da vererek şöyle vasiyette bulundu: "Ben kendim, âlim bir kimse olamadım; bu yolla kemâle gelemedim. Maksadım, benim kaçırdığım kemâl mertebelerinin, bu oğullarımda hâsıl olması için yardım etmenizdir. Bıraktığım bütün para ve erzâkı, onların tahsîline sarf edersin." VASİYETİ YERİNE GETİRDİ O arkadaşı vasiyeti aynen yerine getirdi. Babalarının bıraktığı para ve mal bitinceye kadar, onların yetişme ve olgunlaşmaları için çalıştı. Sonra iki kardeşi medreseye verdi ve bu sâyede her ikisi de büyük âlimlerden olma saâdetine kavuştular... İmâm-ı Gazâlî, çocukluğunda, kendi memleketinde, fıkıhtan bir miktâr okudu. Sonra Cürcân'a gitti. İmâm Ebû Nasr İsmâîlî'den bir müddet ders aldı. Sonra Tûs'a döndü. Cürcân'dan Tûs'a dönerken başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır: "Bir grup yol kesici karşımıza çıktı. Yanımda olan her şeyimi alıp gittiler. Arkalarından gidip kendilerine yalvardım: 'Ne olur, işinize yaramayan ders notlarımı bana geri verin' dedim. Reîsleri: 'Onlar nedir? Nasıl şeylerdir?' diye sorunca: 'Onları öğrenmek için memleketimi terk ettim, gurbetlere gittim. Filân yerdeki birkaç tomar kâğıttır' dedim. Eşkıyânın reîsi güldü; 'Sen o şeyi bildiğini nasıl iddiâ ediyorsun, biz onları senden alınca, ilimsiz kalıyorsun' dedi, ama onları bana geri verdi. Sonra düşündüm, 'Allahü teâlâ, belki de beni îkâz için, yol kesiciyi o şekilde konuşturdu' dedim. Tûs'a gelince üç yıl boyunca, bütün gayretimle çalışarak, Cürcân'da tuttuğum notların hepsini ezberledim." Memleketinde geçirdiği bu üç seneden sonra, tahsîline devâm etmek için, o zamânın büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nîşâbûr'a gitti. İmâmü'l-Haremeyn Ebü'l-Meâlî el-Cüveynî'nin talebesi oldu. Hocası, kendisine yakın alâka gösterdi. Burada kelâm [akâid], usûl-i fıkıh, fıkıh [İslâm hukûku], usûl-i hadîs, mantık ve münâzara ilimlerini öğrendi. Ebû Hâmid er-Rezekânî, Ebü'l-Hüseyin el-Mervezî, Ebû Nasr el-İsmâîlî, Ebû Sehl el-Mervezî, Ebû Yûsuf en-Nessâc gibi devrin büyük âlimleri de onun belli başlı hocalarındandır. Nîşâbûr'da tahsîlini tamâmlayınca, büyük bir ilim-irfân ve edebiyât hâmîsi olan Selçûklu vezîri, büyük devlet adamı Nizâmül-mülk'ün daveti üzerine Bağdâd'a gitti. Nizâmül-mülk'ün topladığı ilim meclisinde bulunan zamânın âlimleri, İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin ilminin derinliğine ve mes'eleleri îzâh etmekteki üstün kâbiliyetine hayrân kaldıklarını i'tirâf ettiler. O zaman ortaya çıkan sapık fırkaların mensupları, onun yüksek ilmi ve en zor, en ince mevzûları en açık bir şekilde anlatması, hitâbet ve îzâh etme kâbiliyetinin yüksekliği, zekâsının parlaklığı karşısında perişân oluyorlar ve tutunamıyorlardı. BAŞMÜDERRİS OLDU Bu sırada otuz dört yaşında bulunan İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin, İslâmiyete yaptığı büyük hizmetleri gören Selçûklu vezîri Nizâmül-mülk, onu Nizâmiye Medresesi başmüderrisliğine [şimdiki ta'birle Nizâmiye Üniversitesi Rektörlüğü'ne] tâyin etti. Bu Üniversite'nin başına geçen İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin yetiştirdiği talebelerin had ve hesâbı yoktu. Ebû Mansûr Muhammed, Muhammed bin Es'ad et-Tûsî, Ebü'l-Hasan el-Belensî, Ebû Abdillah Cümert el-Hüseynî talebelerinin meşhûrlarındandır. Bir taraftan da kıymetli kitaplar yazan İmâm-ı Gazâlî, hem ilim ehli, hem devlet adamları, hem de halk tarafından büyük bir muhabbet ve hürmet gördü. Şöhreti gün geçtikçe arttı. Nizâmiye Üniversitesinde bulunduğu yıllarda, "Kitâbü'l-Basît fil-Fürû'", "Kitâbü'l-Vesît", "El-Vecîz", "Meâhizü'l-Hilâf" adlı kitaplarını yazdı. [İnşâallah yarın da aynı konuya devâm edelim.]
.İmâm-ı Gazâlî'nin büyüklüğü
2013-02-23 01:00:00
Dünkü makâlemizde, bir nebze, İmâm-ı Gazâlî'nin kimliğinden, âilesinden, ilim tahsîlinden, bazı hocaları ve talebesinden, yazdığı kitaplarının bir kısmından bahsetmeye çalıştık. Bugünkü makâlemizde de, yine onun büyüklüğünden, üstünlüğünden bahsetmek istiyoruz... "İsmâîliyye" adındaki bid'at fırkasının görüşlerini çürütmek için "Kitâbu Fedâihi'l-Bâtınıyye ve Fedâili'l-Müstehzariyye" adlı eserini yazdı. Yine bu sırada, Rumcayı öğrenerek, eski Yunan ve Lâtin felsefecilerinin sapıklığını ortaya koymak için, o filozofların kitaplarının asılları üzerinde, üç sene titizlikle inceleme ve araştırmalar yaptı. Bu incelemeleri netîcesinde, felsefecilerin maksatlarını açıklayan "Mekâsıdü'l-Felâsife" kitâbı ile felsefecilerin görüşlerini reddeden "Tehâfütü'l-Felâsife" kitâbını yazdı. Avrupalı filozoflar, o asırda, dünyânın tepsi gibi düz olduğunu iddiâ ederek, ilimlerini ve felsefelerini böyle yanlış bilgiler üstüne kurarken, İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh), dünyânın yuvarlak olduğunu, karaciğerde kanın zehir ve mikroplardan temizlenip tâzelendiğini delîllerle isbât etti... ONU FELSEFECİ ZANNETTİLER!.. İmâm-ı Gazâlî [rahimehullah], felsefecilerle ilgili çalışmalarını "El-Munkızu Ani'd-dalâl" kitâbında anlatmaktadır. Filozofların, fırkalarının çeşitliliğine ve çokluğuna rağmen, "Dehriyyûn", "Tabîıyyûn" ve "İlâhiyyûn" olmak üzere üç kısma ayrıldığını, bunların hepsinin de kendilerini bid'at ve küfürden kurtaramadıklarını ifâde etmiştir. İmâm-ı Gazâlî'nin, felsefecilerin görüşlerini çürütmek ve i'tikâdlarına, felsefe karıştıran sapık fırkalara cevap vermek için yaptığı bu çalışmasını işiten birtakım kimseler, onu felsefeci zannetmişlerdir. Bunun sebebi, felsefe ile tefekkür arasındaki mühim farkı bilmemek olabilir. Felsefeciler aklı rehber edinmişlerdir. Mütefekkirler ise aklı kullanmakla berâber, akla da rehber olarak Peygamberleri ve onların bildirdikleri îmânı almışlardır. Göz için ışık ne ise, akıl için îmân odur. Işık olmayınca göz göremediği gibi, îmân olmayınca akıl da doğru yolda yürüyemez. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, filozof değil, müctehiddir. Zâten İslâmiyette felsefe ve filozof olmaz; İslâm âlimi olur. İslâm dîninde felsefenin üstünde İslâm ilimleri, filozofun üstünde de İslâm âlimleri vardır... İmâm-ı Gazâlî [rahmetullahi aleyh], bu çalışmalarından sonra, yerine kardeşi Ahmed Gazâlî'yi vekîl bırakarak, Nizâmiye Üniversitesi'ndeki görevine biraz ara verdi ve Bağdat'tan ayrıldı. Çeşitli ilmî çalışmalar ve seyâhatler yaptı. Şâm'da kaldığı iki yıl içinde, en kıymetli eseri "İhyâu Ulûmi'd-dîn"i yazdı. Daha sonra Kudüs'e gitti. Burada Bâtınî denilen sapık fırkaya karşı "Mufassılu'l-Hilâf", "Cevâbu'l-Mesâil" ve Allahü teâlânın "Esmâ-i Hüsnâ" denilen isimlerini anlatan "El-Maksadü'l-Esnâ fî Esmâillahi'l-hüsnâ" adlı eserini yazdı. Kudüs'te bir müddet kaldıktan sonra hacca gitti. Haccını müteâkıben Bağdâd'a döndü. Nizâmiye Üniversitesinde, Şâm'da yazdığı İhyâ'sını kalabalık bir talebe kitlesine ders olarak okuttu. Bu seferki tedrîs hayâtı fazla uzun sürmedi. Doğduğu yer olan Tûs'a gitti. Burada yine Bâtınîlere karşı "Ed-Dercü'l-merkûm" kitabı ile "El-Kıstâsu'l-Müstakîm", "Faysalu't-Tefrika", "Kimyâ-ı Seâdet", "Nasîhatü'l-Mülûk" ve "Et-Tibru'l-Mesbûk" adlı kıymetli eserlerini yazdı. On sene kadar süren bu hizmetlerinden sonra, Selçûklu vezîri Fahru'l-Mülk'ün ricâsı üzerine, bir müddet daha Nizâmiye Üniversitesinde ders verdi. Tasavvufu anlatan "Mişkâtü'l-Envâr" adlı eserini de bu sırada yazdı. İNSANLARI İRŞÂD ETTİ... İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin tasavvufta mürşidi, "Silsile-i zeheb"in büyüklerinden olan "Ebû Ali Fârmedî" hazretleridir. Onun huzûrunda kemâle geldi. Zâhir ilimlerinde eşsiz âlim olduğu gibi, tasavvuf ilimlerinde (evliyâlık ilimlerinde) de mürşid (yol gösterici) oldu. Her iki ilimde de, Peygamberimizin vârisi oldu. Kısa bir müddet daha Nizâmiye Üniversitesinde ders verdikten sonra, doğduğu yer olan Tûs'a döndü. Burada evinin yakınına bir medrese ve bir de tekke yaptırdı. Günleri insanları irşâd etmekle geçti... [Tabîî ki, koca bir deryayı, iki kısa makâle çerçevesine sığdırmak mümkün değildir. İnşâallah, öbür hafta da İmâm-ı Gazâlî'den bahsetmek istiyoruz. Cenâb-ı Hak, onu, diğer İslâm âlimlerini ve evliyâullah'ı bizlere şefâatçi eylesin.]
.
İMAM GAZÂLÎ ve İHYA'DAKİ HADÎSLER
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî der ki, “Bir gayrimüslim, muhabbetle İhyâ’nın yapraklarını çevirse, hidâyet şerefine erişir.”
11 Haziran 2018 Pazartesi
11.06.2018
Geçenlerde mevzu (uydurma) hadîs hakkındaki yazımız, bazılarını rahatsız etmiş. Gazâlî’nin hadîs ilminde otorite sayılmadığı, sadece fakih ve mutasavvıf olduğu, başka âlimlerin de bu kanaatte bulunduğu itirazında bulunmuşlar. Bu çığırı da açan, vaktiyle modernistlerden İzmirli İsmail Hakkı olmuştu.
Öteden beri Gazâlî’ye amansız muhalif Şiî ve Vehhâbîlerle müsteşriklere bile parmak ısırtacak şekilde, kendilerine Ehl-i sünnet diyen bazılarının Gazâlî’nin kıymetini bilmemesi anlaşılır gibi değildir. Bu, neredeyse tüm mesailerini hadîs ilmine hasretmenin neticesi olsa gerektir.
İmam Gazâlî'nin Tus şehrindeki kabri
İctihad menzilesi
İmam Gazâlî, mutlak müctehid idi. Ancak ictihâdı Şâfiî mezhebine yakın olduğu için bazılarınca Şâfiî mezhebinde müctehid addedilmiştir. Fakih, muhaddisden önce gelir. Hadîsten anlamayan; fakih, hele müctehid hiç olamaz. Nitekim Şeyh Bedreddin, Letâifü’l-İşârât adlı kitabında müctehidi, “fıkıh bilen muhaddis veya hadîs bilen fakih” olarak tarif eder. Şer’î ilimlerde ihtisaslaşmayı müdafaa etmek, zamanımızın hastalığı olmuştur. Ancak İslâm âlimi, şer’î ilimlerin hepsinde âlimdir. Ama muayyen bir ilim üzerinde daha fazla çalışmış, eser vermiş ve bununla tanınmış olabilir.
İhyâ’yı yazmadan evvel ve sonra, Mervezî, Zevzenî, Ravvâsî, Hakim gibi zatlardan hadîs tahsil eden Gazâlî’nin, hadîs ilmi ile pek uğraşmaması, bu sahada ehliyetinin olmadığını göstermez. İslâm âlimleri insanlara faydalı olmak için, taksim-i a’mâl (işbölümü) yapmışlardır. “Hadîs ilminde sermayem azdır” sözü, eğer rivayet doğru ise, tevazu ve ilimde meşakkatle tevil edilir. Mustasfâ gibi usulde, Vecîz gibi füruda yazdığı eserler, onun ilminin büyüklüğünü göstermeye kâfidir. Fıkıhta müctehidlik menzilesi, az mıdır? Bir hadîs hakkında, muhaddisin değil; fakihin ne dediği mühimdir. Zira buna hüküm bağlayacak odur.
Aslı yok mu?
Gazâlî’nin İslâm ahlâkını anlatan dünyadaki en meşhur ve kıymetli eserlerden biri olan İhyâ kitabındaki hadîslerin sıhhati üzerine, Sübkî, Zehebî, Irakî, İbn Hacer, İbn Kutluboğa, Zebîdî gibi âlimler sırasıyla tedkikat yapmışlardır. İlk zamanlar, İhyâ’daki 5000 kadar hadîs-i şerifin altıda birinin ya mevzu ya da aslı bulunmayan rivayetler olduğu söylenmiştir. Zamanla, bu ismi sayılan âlimler, bu rivayetleri tahkik ederek isnad cihetiyle kaynağını bulmuş, böylece İhyâ’da zayıf veya mevzu olarak vasıflandırılan pek az rivayet kalmıştır. İhyâ’da mevzu hadîs olduğuna dair bir icmâdan bahsetmek ise asla doğru değildir. İcmâ, fıkhî meselede olur.
Ancak bu onların şahsî temayülünü gösterir. Hâfız Zebîdî, Gazâlî’nin rivâyet ettiği hadîslerin bâtıl olduğuna inanmadığını söyler (İthâf, I/49). Belki zayıf, hatta mevzu ama, asla bâtıl değil. Bu da gösteriyor ki, hadîsin zayıf veya mevzu olması değil; delâletinin fakihin tesbit ettiği şer’î kâideyle mutabakatı mühimdir. Bu sebeple hadîsin metni, en az senedi kadar mühimdir. Sened problemli olsa bile, metin şeriata uygun ise, fakih bu rivâyeti asla ihmal etmez. Çünki fakih, dini muhafazada, en az muhaddis kadar hassastır.
Fakih, meseleyi şer’î usul kaideleri çerçevesinde halletmiştir. Bir de nakil aramaktadır. Zayıf da olsa bir nakil bulunca, zikreder. Binaenaleyh İhyâ’daki hadîslerin zayıf veya mevzu olmasının hükmü yoktur. Hadîs inkârcılarına karşı bir duruş göstermek iyi de, yolu bu değildir. Fıkıh yıkılınca, sıranın hadîslere, sonra âyetlere geleceğine şüphe yoktur. Vehhâbîler de kendi yollarını terviç için hadîsler üzerinde çalışıyor ve tahkik ediyorlar. Mevzu hadîs üzerinde çok hassaslar. Buna rağmen hidayet yoluna girememişlerdir.
Ah Moğollar!
İbnü’l-Hümâm Feth’de (bâbü’n-nevâfilde) der ki: “Râvîler hakkındaki hüküm, âlimlerin onlar hakkındaki ictihadın mahsulüdür. Öyle ki birinin şart saydığını, diğeri saymaz. Bir hadîse verilen hasen, sahih ve zayıf vasıfları, ancak senede dayalı zandan ibarettir. Fakat aslında sahihin yanlış olması, zayıfın sahih olması mümkündür. Sahih senedle rivayet edilmiş bir hadîs, onun zayıflığına delâlet eden karineler neticesi zayıf hâle gelemez mi? Hasen hadîs de, başka karinelerle sahih mertebesine yükselemez mi?” Dehlevî de Eşîa mukaddimesinde, uydurma hadîs meselesi zannîdir, diyor. İbnü’l-Cevzî veya Aliyyü’l-Kârî’nin mevzu dediği nice hadîs vardır ki, başka hadîs âlimleri bunları mevzu kabul etmez. Benzeri tenkitler, Müslim, hatta muhaddislerin baş tacı Buhârî için de câridir.
Bir âlim, bütün hadîsleri bilebilir mi? Gazâlî’nin bilip de, senedi sonrakilere ulaşmayan hadisler olamaz mı? İmam Şa’rânî el-Uhûdü’l-Kübra adlı eserinde hocası Şeyhülislam Zekeriya el-Ensârî’den naklen şöyle der: “Moğollar Bağdad’ı alınca, altını üstüne getirmiş; Bağdad’daki bütün kütübhânelerin kitaplarını, müctehidlerin, muhaddislerin eserlerini Dicle nehrine atmışlar; öyle ki nehir bu kitaplarla dolmuş, atlar dahi bu kitaplara basarak karşıya geçebilmişlerdir. İşte bu gün elimize geçmeyen ve bilmediğimiz nice hadîsler yok olup gitmiştir”.
İkaz eden rüya
İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtar’da (yevm-i şekte oruç bahsinde) der ki: “Hadîs âlimlerinin aslı yoktur demesi, bu hadîsin merfu olmasının aslı yoktur demek olup, ilk râvînin bildirilmediği mevkuf hadîs olduğunu ifade eder.” Üstelik zayıf hadîs, helâl ve haramda değil, tergîb ve terhîbde, nâfile ibâdetlerde delildir. Bazı ulemâya göre, başka delil yoksa, delildir. Hele ümmet üzerinde ittifak etmişse, (câriyenin iddeti hadîsindeki gibi), zayıf hadîs, delil olur. İhtiyat bildirirse, zayıf hadisle ahkâmda dahi amel edilebileceğini Süyûtî söylüyor. İbn Hacer, Erbaîn şerhinde der ki: “Hadîs sahihse, amel eden hakkını vermiş olur. Değilse, günah yazılmaz.” Reddü’l-Muhtar mukaddimesinde geçen bir hadîs-i şerifte buyuruldu ki: “Bir kimseye benden bir amelin sevablı olduğu bildirilir de o ameli işlerse, sevab kazanır. Velev ki ben onu söylememiş olayım.” (Ibn Adiyy, Ebû Ya'lâ, Taberânî)
Demek ki Gazâlî bu hadîsleri mevzu görmemiştir. Onun zamanında bu itirazda bulunsalardı, elbette hepsini ilzam edip sustururdu. Nitekim başta onu bu cihetle tenkit eden Kadı Iyaz, gördüğü bir rüya üzerine pişman olup bundan vazgeçmiştir. Mantığı usul-i fıkha soktuğu için Gazâlî’yi tenkit eden İbnu’s-Salâh bir yana; İbni Teymiyye ve İbn Kayyım gibi müfrid âlimler, tenkitte en ileri gidenlerdendir. İbnü’l-Hümâm der ki, “İbnü’s-Salâh’ın sahih hadîslere getirdiği yedili tasnif, hakikati aksettirmeyen bir tahakkümdür; kabul edilemez!”
İhyâ’daki bir hadîs, Irakî’ye göre mevzudur; İbn Hacer’e göre zayıftır, denebilir. Ama hiçbir âlimin ismini söylemeden İhyâ’daki hadîsler mevzudur, demek bir ilmî kıymet taşımaz. O halde sözümüz, bu büyük âlimlere değil; Gazâlî’nin pabucu bile olamayacak rastgele kimselerin hezeyanlarına karşıdır. Bir kitapta zayıf ve uydurma hadîs bulunması kitabın kıymetine tesir etmez. Bir mevzuda hiç rivayet yoksa, âlim bunu ihmal etmez.
Evet, Gazâlî, hadîs kritiği ve rivâyetiyle uğraşmamış; çoğu hadîsleri senedsiz ve lafzen değil, mana olarak rivâyet etmiştir. Onun derdi, İhyâ’nın mukaddimesinde ifade ettikleri üzere hadîs kitabı değil, fevkalâde buhranlı bir zamanda, insanlara faydalı olacak bir irşâd/istikâmet kitabı yazmaktır.
İhyâ’da geçen hadîs-i şeriflerin son devirde çok tahricleri yapılmıştır. Daha evvel de Zebîdî tahric etmiştir. İsnâdı zayıf bazı mev’ize kabilinden rivayetlerin bulunması ne İhyâ’ya ne de İmam Gazzâlî’ye nakise getirir. Mamafih bunun aynısı el-Mustasfâ için söylenemez.
İhyâ’nın saltanatı
Gazâlî, bu ümmetin medar-ı iftiharıdır. Onun dine hizmeti, tarihte pek az âlime nasib olmuştur. İslamiyetin şeref listesinde birkaç isim olsa, biri mutlaka odur. Gazâlî’nin sözü, dinde hüccettir. Bütün din kitapları yok olsa, Gazâlî bunların hepsini tekrar yazabilecek mertebededir.
Kardâvî bile der ki, “Gazâlî, fıkıh ile tasavvufu mezceden bir allâmedir”. Ehl-i irfandan hemen herkes, Gazâlî’nin büyüklüğünü ve İhyâ’nın kıymetini ikrar etmiştir. İmam Şâzilî der ki “İhyâ, insana ilim ve hikmet kazandırır”. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî der ki, “Bir gayrimüslim, muhabbet tarîkiyle İhyâ’nın yapraklarını çevirip sayarsa, şeref-i hidâyetle müşerref olur”.
Böyleyken hiç kimse Gazâlî’nin kıymetini sarsamaz; İhyâ’nın kıymetini düşüremez; müslümanlara faydasını inkâr edemez.
İmam Gazâlî'nin kabri başında
Yalnızca Çorba
İmam Muhammed Gazâlî (1058-1111), bugün Meşhed yakınlarında Tus şehrinde doğup burada vefat etmiş bir âlimdir. Yün iğirip satan fakir bir babanın oğludur. Bütün fakir ve zeki çocuklar gibi, kardeşi Ahmed ile beraber kendisini tahsile verdi.
Medrese okuduğu Cürcan’dan memleketine dönerken, başlarına gelen bir hâdise, hayatını değiştirdi. Eşkıyalar önlerini kesip, her şeylerini aldılar. Muhammed, “Bari ders notlarımı geri verin; öğrendiğim herşey orada yazılı” diye yalvarınca, eşkıya reisi gülerek, “Bu nasıl ilim ki, notlarını alınca, ilimsiz kalıyorsun” dedi. Üç yıl boyunca okuduğu ilimlerin hepsini ezberledi.
Nişâbur’da çok âlimlerden tahsilini tamamladı. Zamanın bir tanesi oldu. 34 yaşında Selçukluların kurduğu Nizamiye Medreseleri’nin Bağdad’daki şubesine başmüderris (rektör) tayin edildi. Ulema yanında, devlet adamları ve halkın büyük teveccüh ve hürmetini kazandı. Çeşitli seyahatlerde bulundu.
Nihayet kendisini tamamen tasavvufa vererek memleketine döndü. Nakşibendiye yolunun büyüklerinden Ebu Ali Fârmedî’de yetişti. Nişâbur’da İhyâ okuttu. O kadar teveccüh gördü ki, sıkılıp Tus’da inzivaya çekildi. Burada 54 yaşında vefat etti.
Rumca öğrenerek filozofların kitapları üzerinde üç sene çalıştı. Onların bâtıl iddialarına reddiyeler yazdı. Bu vesileyle bütün dünyada tanınmış; eserleri, çok kişinin Müslümanlığa girişine vesile olmuştur. Filozofların ve Bâtınîlerin bozuk fikirlerini çürütmek üzere eserler kaleme aldı. Munkiz kitabı emsalsizdir.
Fıkıh, kelâm ve tasavvuf üzerine çok kıymetli eserleri vardır. Bazıları kırk cild tutan yüzlerce eserinden ancak 70 kadarı bugüne intikal etmiş; Moğol istilası sırasında çoğu kaybolmuştur. Ömrünü yazdığı eserlere bölmüşler; gününe 18 sahife düşmüştür. Rivayet edilir ki, vakit kaybedip ilimden geri kalmamak için, sadece çiğneme zahmeti olmayan çorba ile iktifa edermiş.
UYDURMA HADÎS NASIL ANLAŞILIR?
“Ey fıkıh âlimleri! Sizler, tabib; biz hadîs âlimleri ise eczacı gibiyiz” diyordu A’meş.
4 Haziran 2018 Pazartesi
4.06.2018
“Ey fıkıh âlimleri! Sizler, tabib, biz hadîs âlimleri ise eczacı gibiyiz” diyordu A’meş.
Bazı meclislerde, işittiği bir hadîs-i şerif için “Sahih mi ki?” diye dudak bükenlere, kütüb-i sitteyi saymasını rica ediyorum. Bunlar ne gibisinden bön bön yüzüme bakıyorlar. Hadîs kitaplarının isimlerini sayamayanların, utanmayıp hadîs-i şeriflerin sıhhatini sorgulamaları ne trajikomik!
Bin Yusuf Medresesi - Fas
Çok emek
Sünnet-i nebevîyi bildiren hadîs-i şeriflerin bir sened ve bir de metin kısmı vardır. Sened, sünneti rivayet edenlerin isimlerini ihtiva eder. Hükmü teşkil eden metinde ise Hazret-i Peygamber’in kavli veya fiili anlatılır. Senedde hicrî 3. asra kadar olan râvilerin (rivayet edenlerin) isimleri bulunur. Bu tarihten sonra hadîsler zaten kitaplara geçirilmiştir.
Müslümanlar, hadîsleri sonraki nesillere nakledebilmek için çok emek sarfettiler; seyahatler yaptılar; işittiklerini yazdılar. Kur’an-ı kerîmin sıhhatine inanan, hadîs-i şeriflerden de şüphe edemez. Çünki ikisini de Sahâbe ve talebeleri olan âlimler naklettiler.
Hadîs âlimlerine muhaddis denir. 300 binden fazla hadîsi ezbere bilen âlime, hadîs imamı denilmesi âdettir. Metni aynı olsa bile senedi değişik hadîsler, ayrı birer hadîs sayılır. Onun için Resûlullah aleyhisselâma nisbet edilen hadîslerin çok fazla oluşunu yadırgamamalıdır. Kitaplarda yazanı da, hadîs-i şeriflerin hepsi zannetmemelidir. Kim bilir daha nicesi, günümüze intikal etmemiştir.
Kulluk ne ile?
Muhaddis olmak için hadîsleri işittiği gibi ezberlemek lazım olup, mana, murad ve te’villerini bilmek ve fıkhî hükümlerin delillerini anlamak şart değildir. Bu sebeple bir hadîsin sıhhatinde muhaddis ile fakihin sözleri karşı karşıya gelse, fakihin sözü kabul edilir.
Meşhur muhaddis A‘meş, İmam Ebu Hanife’ye bir fıkıh meselesi sordu. O da cevap verdi. Delilini sordu. Bir hadîs-i şerîf söyledi ve bunu kendisinden işittiğini arzetti. Hayran kalan A‘meş, “Ey fıkıh âlimleri! Sizler mütehassıs tabib, biz hadîs âlimleri ise eczacı gibiyiz. Hadîsleri ve bunları rivayet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin manalarını da siz anlarsınız” dedi.
Tefsir ve hadîs ilmi, asırlar evvel tekemmülünü tamamlamış; aklın rolünün fazla bulunmadığı yüksek ve kıymetli ilimlerdir. Kelâm, fıkıh ve tasavvuf ise böyle değildir. Bugün için müminlere faydalı olan bu ilimlerdir; tefsir ve hadîs, fıkha yardımcı olduğu kadar lüzumludur.
Ancak fıkıh, fazla mesai ister; yorucudur. Eskilerin tabiriyle bahr-i bilâ-sâhil (sonu bulunmayan bir deniz) gibidir. Bu sebeple gözleri korkutmakta; tahsili ve nakli daha kolay olan tefsir ve hadîs ilmiyle iştigal tercih edilmektedir. Ağzı laf yapanlar da, âyet-hadîs deyip, fıkıhtan uzak durmakta veya yalan yanlış şeyler söylemektedir. Halbuki Kur’an-ı kerimde “Allah, cin ve insanları kendisine kulluk etmeleri için yarattı” buyuruldu. Kulluk ise, ancak emir ve yasakları bilmekle, yani fıkıh ile mümkün olur.
Sahih hadîs
Âdil, hadîs ilmini bilen, işittiklerini eksiksiz ezberlemiş âdil râvilerden kesiksiz bir senedle bildirilen hadîslere, sahih hadîs denir. Her âlimin buna ilave kıstasları olabilir. Meselâ Buhârî’ye göre ise her râvînin, bu hadîsi kendi hocasından işittiğinin mutlaka bilinmesi lâzımdır.
Bildirenler doğru ve emin olup, hâfızası, anlayışı, ötekiler kadar kuvvetli olmayanların bildirdiği hadîslere hasen hadîsler denir. Bildirenlerden birinin hafızası, adaleti gevşek olan veya itikadından şüphe edilen hadîslere zayıf hadîs denir. Zayıf hadîs ile farz ve haram sâbit olmaz; ama nafile ibadetlere delil olur.
Âlimler, hadîs râvîlerinin şahsî ve ilmî karakterlerine dair cildler dolusu kitap yazmışlardır. Bazıları hadîs ilminden o kadar habersizdir ki, “bu rivâyetin aslı yok” denen hadîsleri, mevzu zanneder. Halbuki bu, ilk râvinin isminin bildirilmediği mürsel hadîsleri ifâde eder.
Uydurma hadîs
Bir âlimin, hadîslerin sıhhati için aradığı şartları taşımayan, nitekim herhangi bir hadîsi haber verirken kasten yalan söylediği bilinen bir kimsenin haber verdiği hadîslerin hepsine mevzu (uydurma) hadîs denir. Hadîs uydurmak, iyi niyetle olursa haram; müslümanları aldatmak içinse küfrdür. Resûlullah, “Uydurduğu bir sözü, hadîs olarak söyleyen, Cehennemdeki yerini hazırlasın” buyurdu.
Tarihte bilhassa bid‘at fırkalarına mensup kimseler, yollarını desteklemek; zındıklar da, insanları dinden ayırmak için hadîs uydurmuşlardır. Buna uyan bazı gafiller, insanları ibadete teşvik için hadîs uydurdular. Irk ve belde taassubu; kıssa anlatma merakı da bunu kamçıladı. Daha Resûlullah’ın sağlığında münafıklar yapardı. Dört halifenin son zamanlarında, Şiî ve Hâricîler bu işte ileri gitti. “Muaviye’yi minberimde görünce, öldürün” sözü böyledir.
Usul-i hadîs ilminde, bir müctehid, bir hadisin mevzu olduğunu isbat edince, başka âlimlerin de mevzu demesi lâzım gelmez. Mevzu diyen müçtehid, bir hadîsin sahih olması için lüzum gördüğü şartları taşımayan bir hadîs için, benim mezhebimin usul kâidelerine göre mevzudur, der. Server-i âlemin sözü değildir, demek istemez. Bu sözün hadîs olması, bence anlaşılmamıştır, demektir. Bu âlime göre hadîs olmaması, hakikatte hadîs olmadığını göstermez. Hadîs ilminin başka bir müctehidi de, doğru olması için aradığı şartları bu sözde bulunca, hadîstir, diyebilir.
Nitekim bir hadîsin sahih olduğu, ancak zann-ı galib ile anlaşılır; kat’i olarak bilinemez. Mesela İbnu’l-Cevzî’nin mevzu dediği hadîslerin çoğunun böyle olmadığını, Zehebî isbatlamaktadır.
Gazâlî’de uydurma hadîs mi?
Gazâlî, Beydâvî gibi âlimlerin kitaplarında mevzu hadîs olduğunu söylemek, büyük bir cür’ettir. Dinde derin bir uçurum açmaktır. Acaba bu büyük âlimler, mevzu hadîsi sahihinden ayıramaz mı idi? Yoksa, hadis uyduracak kadar din kuvveti ve Allah korkusundan mahrum muydu? Olsa olsa zayıf hadîs bulunur ki, bu da nafile ibadetlere delildir.
Şia, Ehl-i beytten geldiğine inanmadıkları hadîs-i şerifleri kabul etmezler. Buna mukabil, 12 imamdan birinin sözünü veya işini, Peygamber’e atfetmeyi de caiz görürler. Ehl-i Sünnet’e göre, sahâbenin hepsi âdildir. Günah bile işleseler, adalet sıfatlarını kaybetmezler. Sahâbiliği sâbit bir zâtın rivayetleri, artık şahıs kritiği (cerh ve ta‘dil) yapılmaksızın kabul edilir.
Bir hadîsin mevzu olduğunu da kati anlamak için ya haber verenlerden birinin bunu uydurduğunu itiraf etmesi, ya da kendisine haber verdiğini iddia ettiği kimsenin bu doğmadan evvel ölmüş olması, yahud da hadîs denilen sözün İslâmiyete ve akla, hesaba ve tecrübeye uymaması ve te’vil kabul etmemesi lâzımdır.
Hadîs denilen bu gibi sözler ilk devirde var ise de, ellerinde sıkı bir kontrol usulü (cerh ve ta‘dil) bulunan hadîs âlimleri hicrî 3. asırdan itibaren bunları ayıklamış olduğundan, bugün için muteber kitaplarda mevzu hadîs bulunduğu söylenemez.
BU KUR'AN'DA VAR MI?
Sünnet, lügatta yol, çığır, kanun ve âdet gibi manalara gelir. “Men senne sünneten haseneten felehu ecrüha ve ecrü men amile bihâ”, yani “Kim iyi bir çığır açarsa, o çığırda gidenlerin sevabı ona da verilir” mealindeki hadîs-i şerifte böyledir.
21 Mayıs 2018 Pazartesi
21.05.2018
Sünnet, lügatta yol, çığır, kanun ve âdet gibi manalara gelir. “Men senne sünneten haseneten felehu ecrüha ve ecrü men amile bihâ”, yani “Kim iyi bir çığır açarsa, o çığırda gidenlerin sevabı ona da verilir” mealindeki hadîs-i şerifte böyledir.
Tabir olarak sünnet, Resûl aleyhisselâmın yapılmasını emredip övdüğü yahud yaptığı veya yapılırken görüp de mâni olmadığı işlere denir. ‘Kitap ve sünnet’ beraber söylenince, kitap, Kur’an-ı kerim, sünnet de hadîs-i şerîfler demektir. ‘Farz ve sünnet’ denince, farz, yapılması lâzım gelip yapmayana azap vaad edilen; sünnet ise yapılması tavsiye edilip, yapmayana azap olmayan işlerdir.
Şefaat
Sünnet kelimesi yalnız olarak kullanılınca İslâmiyetin bütün hükümleri demektir. Mesela, “sünneti en iyi bilen imam olur” sözü bunun misalidir. “Sünnetimi terkedene, şefaatim haram oldu” hadîs-i şerifindeki sünnet de budur. Yoksa şer’î hükmü sünnet olan bir amel terkeden, mesela beş vaktin sünnetlerini özürsüz kılmayan, peygamberin umumî şefaatinden mahrum kalmaz; belki bu sünnete mahsus şefaatten mahrum kalır. “Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenleredir” hadîs-i şerifi bunu göstermektedir.
Erkek çocukların ‘hitân’ denilen çocukluk mürüvvetine bizde sünnet adı verilmesi, bunun peygamber sünneti olduğundandır.
Kur’an’da var mı?
Cenâb-ı Peygamber’in sünneti, İslâm dininin, Kur’an-ı kerimden sonra ikinci aslî delilidir, kaynağıdır. Kur’an-ı kerimdeki nice âyet-i kerime, sünnete uymayı emreder:
“Ey Resûlüm, de ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. De ki: Allah’a ve peygambere itaat edin! Yüz çevirirlerse bilsinler ki, Allah inkâr edenleri sevmez” (Alü İmrân: 31-32);
“Ey iman edenler! Allaha ve Peygamberine ve sizden olan ulu’l-emre itaat ediniz!” (Nisa: 59);
“Sizin için Resûlullah’ta en güzel bir numune vardır” (Ahzâb: 21)
“Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkek ve kadına o işte artık seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur” (Ahzâb: 36);
“Peygamber size neyi verdiyse alın; neyi yasakladıysa kaçının!” (Haşr: 7)
Şu halde sünnet ile sâbit bir meselede, “Bu Kur’anda var mı?” sualine rahatça ‘Evet’ cevabı verilebilir. Çünki sünnet meşruluğunu Kur’an-ı kerimden alır.
Kureviyyîn Medresesi - Fes
Hikmet
Resûlullah aleyhisselâm, “Bana Kur’an verildi. Onunla beraber onun misli de verildi” buyurdu (Ebû Dâvud). Burada Kur’an-ı kerimin misli (benzeri), sünnettir. Nitekim aşağıda meâlleri verilen altı âyet-i kerimede, hemen Kur’an-ı kerimin yanında zikredilen hikmet kelimesinin de sünnete delâlet ettiğini müfessirler bildiriyor:
“Kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden temizleyen, size kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik” (Bakara: 151);
“Allah’ın, üzerinizdeki nimetini, size nasihat vermek üzere indirdiği kitabı ve hikmeti hatırlayın!” (Bakara: 231);
“Kendilerine kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur” (Alü İmrân: 164);
“Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, bilmediğin şeyleri öğretmiştir” (Nisâ: 113);
“Allah’ın evlerinizde okunan âyetlerini ve hikmeti anın!” (Ahzâb: 34);
“Onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur” (Cum‘a: 2).
Demek ki Resûl aleyhisselâma gelen vahy, sadece Kur’an-ı kerime münhasır değildir. Kur’an-ı kerim hâricinde de ilahî vahye muhatabdır. Buna istinaden Kur’an-ı kerimde bulunmayan hükümler koymaya salahiyetlidir. Âyet-i kerîmelerde buyuruldu ki: “O (peygamber) ki, kendilerine iyiliği emreder; onları kötülükten men eder onlara temiz ve tayyib (hoş) şeyleri helâl; pis ve çirkin şeyleri haram eder” (A’râf: 157); “Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe inanmayan ve Allah ve Resûlünün haram ettiklerine haram demeyen ve hak olan İslâm dinini kabul etmeyen kâfirlerle, cizyeyi kabul ettiklerini veya Müslüman olduklarını bildirinceye kadar muharebe ediniz” (Tevbe: 29). Nitekim vahy sona erdikten sonra Cenâb-ı Peygamber 3 ay kadar yaşamış; bazı şeyleri emretmiş; bazı şeylerden yasaklamıştır. Eğer ahkâm, Kur’an-ı kerim âyetlerine münhasır olsaydı, emir ve yasak koymaz; hatta “Benden sonra sünnetime ve Hulefâ-i Râşidînimin sünnetine sıkı sarılınız” buyurmazdı (Tirmizî, İbn Mâce, Ebû Davud, Dârimî, Müsnedü Ahmed).
Şerefli vazife
Resûlullah aleyhisselâmın kavl, fiil ve takrirlerini bildiren sözlere hadîs-i şerîf denir. Bunlar, Peygamber’in şerefli arkadaşları sahâbe-i kiram vâsıtasıyla günümüze kadar gelmiştir. Sahâbe-i kiram olmasaydı, din ayakta kalamazdı. Hak Teâlâ onların hepsine büyük mükâfatlar versin ki, Kur’an-ı kerimi toplayıp bu zamana kadar intikaline hizmet ettikleri gibi, sünnet-i nebevîyi öğrenmemize de onlar vesile olmuştur. Sahâbenin talebesi olan âlimler de, bu hadîsleri zamanımıza kadar doğru olarak nakletmeyi şerefli bir vazife addetmiştir.
Sünnet-i nebevî, dinin müstakil bir kaynağıdır. Kur’an-ı kerimin bütün hükümleri, emr-i vücûbî (farz ve haramı) bildirmediği gibi; Sünnet-i nebevî de, farz ve haramı bildirebilir. Mesela akidleri yazmak, talâkta 2 şâhid tutmak, kıraate başlarken eûzü çekmek âyet-i kerime ile sâbittir; ama hükmü sünnettir.
Cenâb-ı Peygamber, tayyip şeyleri, helâl veya habis şeyleri, haram kılar. Ümmete ma‘rufu emreder; münkeri yasaklar. Hayızlı kadına namaz ve orucu men etmiş; deniz mahsullerinin yenmesini yasaklamıştır. Âyet-i kerimede kendiliğinden ölen hayvan ve kan yemek haram kılındığı halde; Resûl-i Zîşan, balık eti ile karaciğer ve dalağı helâl kılmıştır. Şeriat ahkâmının büyük ekseriyeti, sünnet-i nebevî ile sabit olmuştur.
İster âyet-i kerime, ister hadîs-i şerif ile olsun; açıkça yapılması emredilen işlere farz; yapılmaması emredilen işlere haram denir. Bunun dışında, âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflerde yapılması tavsiye edilen şeylere sünnet veya müstehab denir. Bir şeyin farz veya haram; sünnet ya da mekruh olduğu, Resûlullah’ın tatbikatı ile anlaşılır. O, dinin bütün hükümlerini bizzat şahsında tatbik ederek, insanlara en güzel bir numûne, Kur’an-ı kerimin tabiriyle “üsve-i hasene” teşkil etmiştir.
.
KUR’AN’A AYKIRI HADÎS Mİ?
“Size bir hadîs söylendiğinde, sakın ona Allah’ın kitabıyla karşı çıkmayın. Allah’ın Resûlü, Allah’ın Kitabı’nı sizden iyi bilirdi.” (İmam Şâfi‛î)
28 Mayıs 2018 Pazartesi
28.05.2018
“Size bir hadîs söylendiğinde, sakın ona Allah’ın kitabıyla karşı çıkmayın. Allah’ın Resûlü, Allah’ın Kitabı’nı sizden iyi bilirdi.” (İmam Şâfi‛î)
İbni Abbas’ın talebesi ve tefsir ilminin kurucusu İmam Mücâhid bir gün, “Âlemde hiçbir şey yoktur ki, Allah’ın kitabında bulunmasın” buyurdu. “Peki, hanlar (dükkânlar) Kur’an’da nerede anılıyor?” diye sordular. “Allahü teâlânın, ‘Oturulmayan ve içinde eşyanız bulunan evlere (izinsiz) girmenizden dolayı size bir günah yoktur’ âyetinde (Nur: 29) anılıyor. Burada mevzubahis olan hanlardır” buyurdu (Kettânî).
Sünnet-i nebevînin, Kur’an-ı kerim’e aykırı olması düşünülemez. O, “Şüphesiz sen yüksek bir ahlâk üzeresin” hitabına nâil olmuş bir peygamberdir. “Peygamberimizin ahlâkı nasıldı?” diye soranlara, Hazret-i Âişe “Kur’an-ı kerim ahlâkı ile ahlâklanmıştı” diye cevap verdi. Şu halde bazı modernistlerin, “Kur’an-ı kerime uyan hadîsleri alırız; uymayanları reddederiz” sözü, şaşırtıcı ve pek cür’etkârdır.
Sakın ha!
Resûlullah aleyhisselâm, “İçinizden birinin, koltuğuna yaslanıp da, benim sözüm kendilerine ulaştığında, bize Allah’ın kitabı yeter dediğini görmeyeyim. Bilin ki, Resûlullah’ın haram kıldıkları da, tıpkı Allah’ın haram ettikleri gibidir” buyurdu (Ebû Dâvud, Tirmizî, İbni Mâce)
İmran bin Husayn, “Bize Kur’an’dan söyle!” diyene, “Ahmak! Namazı, zekâtı, orucu, Allah’ın kitabında tafsilatlı bulabilir misin? Bunları sünnet tafsil etmiştir” buyurdu (Nesaî).
Said bin Cübeyr, bir hadîs-i şerîf rivayet ettiğinde, “Allah’ın kitabında buna muhalif âyet var” diyenlere, “Size Resûlullah’dan bir hadîs söylendiğinde, sakın ona Allah’ın kitabıyla muaraza etmeyin, karşı çıkmayın. Allah’ın resûlü, Allah’ın kitabını sizden iyi bilirdi” cevabını verdi (Dârimî).
Şâfiî’nin şahidliği
İmam Şâfi‘î buyurdu ki, “Ümmetin âlimlerinin söylediklerinin hepsi, Sünnet’in izahı; Sünnet’in dile getirdiklerinin hepsi de Kur’an’ın izahından ibarettir. Allah Resûlü’nün hükmettiği herşey, onun Kur’an’dan anladığıdır.”
İmam Süyûtî bu sözü naklederek der ki, “Allah Resûlü’nün: ‘Ben Allah’ın kitabında helâl kıldığından başkasını helâl; haram kıldığından başkasını da haram kılmam’ sözü de bunu teyid eder.”
İmam Şâfi‘î şöyle buyurdu: “Bir kimsenin başına gelecek hiçbir hâdise yok ki, Allah’ın Kitabı’nda o mevzuda yol gösterecek bir delil bulunmasın. Doğrudan Sünnetle sâbit olmuş hükümler de, aslında Allah’ın Kitabı’ndan alınmış sayılır. Çünki Allah’ın Kitabı, Resul’e itaati ve onun sözüne göre hareket etmeyi bize farz kılmıştır.”
İmam Şâfi‘î bir defasında Mekke’de iken, “Bana dilediğinizi sorun, size onun hakkında Allah’ın Kitabı’ndan haber vereyim” demişti de, kendisine ihramlıyken eşek arısını öldürmenin hükmü soruldu. Şöyle dedi: “Bismillahirrahmanirrahim. ‘Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının!’ (Haşr: 7). Huzeyfe bin Yemân’dan, Resûlullah’ın şöyle buyurduğu rivayet edildi: ‘Benden sonra gelecek olan iki kişiye, Ebû Bekr ve Ömer’e uyun!’ Ömer ise ihramlı kimsenin eşek arısını öldürebileceğini söyledi.”
İki kapak arası
İbni Mes‘ud’un, “Allah dövme yapana ve yaptırana, dişlerinin arasını açana, Allah’ın yaratışını değiştirene la‘net etsin!” buyurdu. Bunu işiten Beni Esed’den bir kadın: “Senin şu şu kadınlara la‘net ettiğini işittim” dedi. İbni Mes‘ud, “Allah Resûlü’nün la‘net ettiğine ben de la‘net ederim. Üstelik bu husus Allah’ın Kitabı’nda vardır” buyurdu. Kadın, “İki kapak arasındakini [mushafın tamamını] okudum; onda senin söylediğini bulamadım” dedi. İbni Mes‘ud buyurdu ki: “Peygamber size ne verdiyse alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının (Haşr: 7) âyetini okumadın mı? Allah Resûlü böyle yapmayı yasakladı” (Kettânî).
Resûlullah’ın her sözünün, mutlaka Kur’an-ı kerimde bir mesnedi vardır. Nitekim “Yaş ve kuru ne varsa, hepsi bu hikmetli kitaptadır” (En’âm: 59). Ebû Mûsâ el-Eş’arî, “Yahudi ve Hristiyanlardan her biri beni işitir de, sonra benimle gönderilene (Kur’an-ı kerîme) iman etmezse, Cehenneme girer” hadîsinin Kur’an-ı kerimde mesnedini aradı. “Ehl-i kitap veya diğerlerinden herhangi bir güruh, Kur’an-ı kerimi tanımazsa, ateş, onun gideceği yerdir” mealindeki âyet-i kerimeyi (Hud: 17) buldu (Hâfız Heysemî).
Âyetlerin şerhi
Muhaddisler, her hadîsi yazarken, alâkalı ve irtibatlı buldukları âyet-i kerimeleri de başına yazmışlardır. Tefsirlerde de, her âyet-i kerime izah edilirken, irtibatlı hadîs-i şerifler zikredilmiştir. İmam Şâfi‘î, “İmamların (âlimlerin) sözü, hadîslerin; hadîsler de âyetlerin şerhidir” buyurdu.
Âyetlerle hadîsler arasında görünürde bir tezad varsa, te’vil ve te’lif edilir. Cenâb-ı Peygamber, “Biz peygamberler miras bırakmayız, bıraktığımız sadakadır” buyurdu. Halbuki Kur’an-ı kerimde, “Süleyman, [babası] Dâvud’a vâris oldu” buyuruluyor (Neml: 16). Âyet-i kerimedeki vârislik, mala vârislik değil; nübüvvet ve hükümdarlık cihetinden vârislik olarak te’vil edilmiştir.
Şimdi dillerde moda olan, “Benden size gelen sözleri, Kitâbullaha arz ediniz” sözünün, hadîs-i şerif olmayıp, zındıklarca uydurulduğunu, İmam Mâlik, Şâfiî, Ahmed, Beyhakî, Fîrûzâbâdî, Hattâbî, Yahya bin Ma’în, Süyûtî, Kurtubî, Cevzî gibi nice âlim söylemiştir. “Bana Kur’an ve bir misli daha verildi” hadîsi (Ebû Dâvud), Peygamberin sözlerinin Kur’an-ı kerime arz edilmeye muhtaç olmadığını gösteriyor.
Bu bâtıl iddiayı ilk çıkaran Hâricîler oldu. Amelî esaslarda, Kur’an âyetlerinin zâhirî mânâsını her şeyin önünde tuttular. Bunlara muhalif zannettikleri sünneti kabul etmediler. Bu sebeple, sünnetle sâbit olan recm cezasına karşı çıktılar. Hâricîlerin bu tavırları, Şiîler tarafından da sürdürülünce, ulemâ sünnetin dindeki ehemmiyetini daha çok vurguladılar.
Yusuf Suresinde Ara!
Âriflerden biri, “Mü’minin ruhu cesedinden, hamurdan kıl çeker gibi çıkar” hadîs-i şerifini kuvvetlendiren bir âyet-i kerîme bulamadı. Rüyâsında Resûlullah'ı gördü. “Yâ Resûlâllah! Kur’ân-ı kerîmde: ‘Kuru ve yaş ne varsa Kitâb-ı mübîndedir’ buyuruluyor. Şu hadîs-i şerîfin mânasında bir âyet-i kerîme bulamadım” dedi. Aleyhissalâtü vesselâm: “Yûsuf sûresinde ara!” buyurdu. Uyanınca aradı: “O kadınlar Yusuf'u görünce güzelliğinden hayrete düşüp ellerini kestiler” âyetini buldu. Nasıl ki kadınlar Yusuf aleyhisselâmı görüp güzelliği ile meşgul olurken ellerini kesip acısını duymadılar; mü’minler de, ruhu alınırken rahmet meleklerini ve Cennetteki makamını görüp, kalbi oradaki nimetler, hûrîler ve köşkler ile meşgul iken ölüm acısını -tıpkı narkoz gibi- duymayacaklardır.
.
|
Bugün 708 ziyaretçi (969 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|