|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Yılbaşı çılgınlığı: Paganizmin zaferi ve ruhunun çalındığını haykırmak!
Yusuf Kaplan
1/01/2021 Cuma
Ürpertici bir yılbaşı çılgınlığı yaşanıyor her yerde...
Bu yılbaşı çılgınlığı, aslında insanı insanaltı ruhsuz, mekanik bir varlığa dönüştüren, kitleleri kapitalist tüketim biçimlerinin köleleri hâline getiren, dil’i, konuşma’yı, anlam’ı bitiren hız, haz ve ayartıyı kutsayan, din-dışı kutsallıklar icat eden paganizmin zaferi!
Hem sefih kapitalist tüketim biçimleri hem de pagan hız, haz ve ayartı biçimleri, Hıristiyanlık’la ilgisi olmayan, Hıristiyanlığı da paganlaştıran yılbaşı çılgınlığının kitlelerin afyonuna dönüşmesine, kitleleri uyuşturmasına yol açıyor bir ay boyunca...
Çarşıda-pazarda, işyerlerinde, alış-veriş merkezlerinde, televizyon ekranlarında, a-sosyal medyada, velhâsıl, her yerde Noel Baba soytarıları cirit atabiliyor bu ülkede bile!
Sadece işyerlerinde, resmî veya gayr-ı resmî kurumlarda değil, sitelerde, büyük yerleşim merkezlerinde -hatta evlerde bile- devâsâ çam ağaçları dikildi; sokaklar, caddeler Noel Baba figürlerinden geçilmez oldu!
İnanılır gibi değil gerçekten?
Bu sütunda daha önce yayımlanan bir yazımı, gözden geçirerek, güncelleyerek yeniden paylaşma ihtiyacı hissettim sizlerle...
CELLADINA ÂŞIK OLMAK TAM DA BUDUR İŞTE!
İyi de, burası neresi?
Müslüman memleketi değil mi?
Bu soytarılık, bu özenti, bu aşağılık kompleksi bir toplumun zihnî, kültürel ve sosyal bakımlardan tefessüh edişinin, dekadansın eşiğine sürüklenişinin, dekandansla dans edişinin göstergesi değil mi?
Celladına âşık olmak tam da bu değil mi?
Bir toplumun savaş meydanlarında değil televizyon ekranlarında, sanal medyada, hatta sokaklarında, caddelerinde, alışveriş merkezlerinde zihnen teslim alınmasının, kültürel intiharın eşiğine sürüklenmesinin ürpertici habercisi değil midir bu?
İnsan, Bilge Adam Aliya İzzetbegoviç’in o ünlü sözünü hatırlamadan edemiyor: “Savaş, ölünce değil, düşmana benzeyince kaybedilir.”
KAYBEDENLER, KAZANANLARI NİÇİN ALKIŞLAR Kİ?
İyi de, nedir bu?
Kaybedenlerin kazananları alkışlamasıdır. Dedim ya, celladına âşık tasmalı çekirgelere dönüşmesidir, elbette ki.
Fiilen işgal edilmeyen, köleleştirilemeyen bir toplumun zihnen işgal edilmesi, köleleştirilmesidir -bir asırdır yaşadığımız bu traji-komedi.
Dışardan sömürgeleştirilemeyen bir toplumun içerden kendi-kendini sömürgeleştirme aymazlığı sergilemesidir.
Soru şu burada: Kaybedenler, kazananları niçin alkışlar ki?
Kültürel, zihnî, ontolojik intiharın eşiğine sürüklendiği, medeniyet iddialarını, değerlerini, ruhköklerini, kısacası, yönünü ve yörüngesini yitirdiğini bile göremeyecek kadar entelektüel melekeleri körleştiği, celladına âşık tasmalı çekirgelere dönüştüğü için...
İYİ DE “İSTİKLAL SAVAŞI”NI NİÇİN VERDİK Kİ BİZ?
Daha da vahimi, tarihten silinenlerin, tarihin önünde sürüklenenlerin, kendilerini tarihten silen, önlerine katıp sürükleyen “düşmanları” tarafından istiklal savaşı verilen bir ülkede istiklal savaşından sonraki süreçte savaşmadan, içerden, özellikle de içerdeki sömürge kafalı elitler tarafından teslim alınması ve dize getirilmesidir bu!
İnsan sormadan edemiyor: İyi de, mademki, sömürgeci Batılıların bütün değerlerini, yaşama biçimlerini, iyice içini boşaltarak tepe tepe tükettiğimiz kültürlerini benimseyecek idiysek biz o İstiklal Savaşı’nı niçin ve kime karşı verdik peki?
Bu soru, önemli; hem de çok önemli.
Bu sorunun cevabını vermeden önümüzü göremez, geleceğe emin adımlarla yürüyemeyiz hiçbir zaman. Bu, çok iyi bilinmeli.
KÜLTÜREL BAĞIMSIZLIK OLMADAN ASLÂ!
Asıl bağımsızlık mücadelesi, entelektüel ve kültürel bağımsızlık mücadelesidir.
Başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere, ülkeyi yöneten insanlar, bu gerçeği açıkça dillendiriyorlar özellikle de son bir kaç yıldan bu yana...
Bu ülkede, eğitimde, fikirde, kültürde, sanatta, medyada gerçek anlamda ve çok yönlü bir kültürel ve entelektüel bağımsızlık mücadelesi verilmediği sürece, maddî alanlarda dikkate değer ölçüde başarı elde ettiğimiz bağımsızlık mücadelesi bumerang etkisi yapar, geri teper ve bütün hayallerimiz suya düşer...
Sözün özü: Bir ay boyunca her yerde tanık olduğumuz kapitalist tüketim biçimleri, pagan yılbaşı ritüelleri, toplumu sefih bir dünyevîleşmenin eşiğine sürüklemeye, değerlerini delik deşik etmeye, toplumun ruhunun çalınmasına yarıyor sadece... Toplumun ruh köklerinin altını oyuyor, kültürel intiharın eşiğine sürüklüyor...
Toplum, bu sefih çözülme biçimleri karşısında “ruhunun çalındığını” haykırmazsa işimiz yaş demektir!
Kaldı ki, yılbaşı çılgınlığı, ruhu çalınmak istenen bir toplumun, başka bir düzlemde, ruhunun çalındığını haykırması değil midir, aslında?Ayasofya Camii’nin açılmasını felâket olarak görmek!
Yusuf Kaplan
3/01/2021 Pazar
Yeni yıla kötü girdik yine.
Hem de çok iğrenç bir haberle.
İsmi lâzım değil, provokatif bir gazetenin, kişileri yalan yanlış şekillerde hedef gösteren, karakter suikastları yapan haberler üretmekte mahir bir bulvar gazetesinin Ayasofya haberiyle uyandık yeni yılın ilk gününe...
Gazete, 2020 yılının felâket dolu haberleri arasında Ayasofya’nın yeniden cami olarak açılmasını da zikrediyordu!
HASTALIKLI BİR ZİHNİYET
İnsanın hayatını zehir eden, ağzının tadını bozan, nasıl da bozuk bir zihniyet bu, öyle değil mi?
Hastalıklı bir zihniyet!
Bedenen burada ama zihnen dışarıda yaşayan, şizofren, bu ülkenin tarihiyle, inançlarıyla, medeniyet birikimiyle kavgalı sömürgeci bir zihniyet!
Sürekli nefret pompalayan, toplumun hassasiyetlerini birer birer topa tutan, toplumun değerlerine, inançlarına zırnık kadar saygı duymayan celladına âşık köle ruhlu bir zihniyet bu!
Çağdaş değerler diyerek dillerine pelesenk ettikleri ama zırnık kadar anlamadıkları Batılı değerleri, Batı kültürünü, felsefesini, sanatını sadece yüceltmekten başka bir şey bilmeyen; kendi kültürüne, değerlerine, insanına düşmanca gözlerle bakan; jakoben, dayatmacı, “kendine özgür, kendine çağdaş, kendine demokrat”; bu ülkenin merdiven altlarında namaz kılan gariban öğrencilerini, masum Anadolu çocuklarını “Gericilik hortladı! Yobaz bunlar!” diyerek aşağılayan, ilkel, faşist, yobaz bir zihniyet!
Kendilerine ait hiçbir entelektüel kökleri, tarihleri olmayan, Batı kültürünün gölgesi olmayı marifet sanan, Batılıların ürettiklerini burada berbat bir şekilde tüketmekten başka bir şey yapamadıklarını göremeyecek kadar zihinleri körleşmiş, devşirilmiş epistemik köleler bunlar!
Bu ülke dışardan fiilen işgal edilmedi, içerden zihnen ele geçirildi, diyorum ya; işte bu tespitimin ete kemiğe bürünmüş en son örneği, Ayasofya’nın açılmasını felâket olarak görmek ve dünya tepki gösterdi, diye sunmak!
Bana ne dünyadan!
Dünya dediği ne?
Batı!
Sana ne Batı’nın tepkisinden!
Sen Batı’nın çocuğu musun, bu ülkenin çocuğu mu?
Kimsin sen, kimin sözcüsü, gözcüsüsün?
Kin ve nefret tohumları ekmekten başka bir işe yaramıyor bu tür yayınlar!
Oysa kaç zamandır yazıyorum: Bu gerilim ortamı, nefret ortamı bize sadece kan kaybettiriyor, enerji kaybettiriyor. Hele de Türkiye’nin etrafının ateş çemberiyle kuşatıldığı bir zaman diliminde! Hele de Doğu Akdeniz’deki suların bir türlü durulmak bilmediği, ilk büyük zaaf ânımızda emperyalistlerin Türkiye’yi vurmaktan çekinmeyecekleri hassas bir süreçte!
Bütün partilere, bütün kesimlere sesleniyorum: Toplumun nefret ve kin tohumlarına değil kenetlenmeye ihtiyacı var!
Bu toplumun en hassas olduğu konuların başında gelir Ayasofya meselesi.
İnsan sormadan edemiyor: Bu toplumun ortak değerlerine, ortak dertlerine ortak olmayan, onları yoksayan, aşağılayan bu milletin gazetesi, sesi olabilir mi?
AYASOFYA, BAĞIMSIZLIĞIMIZIN SEMBOLÜDÜR!
Ayasofya, sadece Ayasofya’dan ibaret değildir. Cami olarak da, müze olarak da, kilise olarak da bir geçmişe sahip, çok anlamlı, çok katmanlı bir semboldür Ayasofya.
Ayasofya bu ülkedeki fay hatlarının, kültür ve medeniyet kimliklerinin tezahür ettiği çok güçlü bir semboldür.
Ayasofya, bu ülkenin bağımsız olup olmadığının en önemli gösterenidir!
Fetihle birlikte Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, bu toprakların darülislam yapılmasının en güçlü ifadesidir. Ayasofya’nın camiye çevrilmesi ve bu toprakların darülislam yapılması, bu toprakların entelektüel, kültürel bağımsızlığının en hayatî işaretlerinden biridir.
Öte yandan, Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi, bu toprakların zihnî ve kültürel bağımsızlığının tehlikeye düştüğünün ve İslâmî birikiminin, ruhunun, dinamiklerinin tasfiye edilerek müzeye kaldırıldığının bir işaretidir.
O dönemde, Türkiye’nin nefes almasını sağlayacak ve dolayısıyla Batılıların bizi buradan uzaklaştıracak, bize topyekûn saldırma girişimlerini durduracak geçici bir önlem olarak mı Ayasofya Camii müzeye çevrildi diye iyi niyetle düşünmek istiyorum her şeye rağmen ama 86 yıl Ayasofya’nın kapısına kilit vurulmasının Türkiye’nin zihnine pranga vurulması olarak okunması gerektiğini görüyorum.
Milleti aptallaştırmanın âlemi yok: Cami olarak Ayasofya’ya kilit vurulması, Türkiye’nin Müslüman bir ülke olarak iddialarını terk etmesi, bağımsızlığını tehlikeye sokması olarak okundu bütün dünyada da.
Ayasofya’ya vurulan zincirlerin kırılması ise, zihnî prangaların kırılması ve Türkiye’nin tam bağımsızlığına kavuşma sürecinde bir kilometre taşı olarak görülmeli.
Ayasofya meselesi, bu milletin, bu Müslüman milletin yaşadığı istiklal ve istikbal mücadelesinin sembolüdür.
Sözün özü: Ayasofya Camii’nin yeniden açılmasını felâket olarak gören zihniyet, bu milletin başına gelmiş en büyük felâkettir..
.İnsanın kıyameti, kıyametin hikmeti
Yusuf Kaplan
4/01/2021 Pazartesi
2020 yılında, dünya, adetâ bir “kıyamet provası” yaşadı.
Tarihte nadiren yaşanan salgınlardan birine yakalandı. Hayat durdu. Normal ilişki ve iletişim biçimleri son buldu. İnsan, insandan kaçarak, hayattan kaçarak, evine kapanarak hayatını sürdürdü.
Hayattan kaçarak, hayatı sürdürmek!
İnsandan kaçarak, insan kalabilmek!
Ne büyük çelişki, değil mi!
SALGIN MI, SALDIRI MI?
İnsana dokunmayarak, hayata değmeyerek insan kalabilmek ve insanca bir hayat kurabilmek mümkün mü?
Elbette ki, hayır.
Geçici bir küresel salgın oldu. Sadece salgın mıydı yaşadığımız; yoksa biyolojik ve kimyasal bir saldırı mı?
Bu soru, anlamsız değil. Ama elimizdeki veriler (ki veriler gizleniyor, üstü örtülüyor olabilir!), bu konuda kesin hükme varmamızı zorlaştırıyor. Ama sahip olunan, Heidegger’in “vahşî canavar” olarak adlandırdığı teknolojinin düzeyi, yaşananın biyolojik saldırı olarak laboratuvarda üretilmesini mümkün kılabilecek bir ölçekte!
Salgın henüz kontrol altına alınmış değil ama aşılarla kontrol altına alınması bekleniyor salgının.
Bendeniz bu yazıda “kıyamet provası” olarak tanımladığım salgını yazmayacağım. Bizzat kıyamet olgusunun anlamını yazacağım felsefî bir dille.
İNSANIN “DÜŞÜŞ”Ü VE “FIRLATILMASI” MI?
İnsanın kıyameti bu dünyaya “düşmüş” olmasıdır. Heidegger, felsefenin sınırlı, sınırlı olduğu için de keskin aklının kılıcını kuşanarak, insanın “dünyaya fırlatılmışılığından” sözeder.
Çok küçük düşürücü bir ifadedir bu insanteki için.
“Düşüş”, daha derinlikli, daha anlam yüklü, daha toparlayıcı bir niteleme felsefenin yanardağ lavlarını andıran tarifine kıyasla.
Kitab-ı Mukaddes, “düşüş” kavramını kullanır o yüzden. Yine de insan aşağılanmaktan kurtulamaz burada da. Günahkâr yani “suçlu” doğar bütün insanlar bu akîdeye göre: Yasak meyve’yi yemesi, sınırı aşması, Yaratıcı’ya itaatsizlik yapması, kişinin “cennetten kovulması”na, dünyaya “düşük” yapan bir varlık olarak gönderilmesine yol açar.
Muharref ehl-i kitap akidesi, düz bakar yaratılış hâdisesine.
Felsefeyse, dümdüz!
Atar ama tutamaz! Tutturamaz!
Her iki durumda da insan aşağılanır. Yaratıcının varoluş sırrı da, Yaratıcı’nın emaneti yüklediği halife’si olarak yaratılmış insanın oluş sırrı da kavranamaz; o yüzden kaygan zeminlerde patinaj yapılır.
Her iki bakış da, aslında yaratılışın, dolayısıyla insanın bir yönüne bakar, gerçeklerin ve gerçekleşen hâdisenin görünen yüzüne, zâhirine, kabuğuna.
YARATILIŞ SIRRI VE İNSANIN İMTİHANI
Oysa yaratılış hâdisesi, insanın can’ını yani kendini bilmesi, Canan’ını bulması, hakikat olması yolculuğudur.
İslâm akîdesi, insanın “ağaç”la kurduğu ilişkiyi, tıpkı ağaçta olduğu gibi, tabiattaki bütün temel unsurlarla temasa geçmesi, havayı soluması, toprağa köksalması, suya susaması, suyla sulanması, bütün bu tabiî unsurların tutuşturduğu terkipten / aşktan ağacın meyveye durması süreçleri gibi biliş, buluş ve oluş süreçleri olarak resmeder bize bütün yaratılış sürecini.
İnsanın hakikati biliş, buluş ve hakikatin kendisi oluş imtihanıdır, macerasıdır, seyr-ü seferidir; belki de daha iyi bir tanımlamayla seyr-ü sülûkudur. Yol’unu bulmasıdır. Yol kişinin kendi’dir aslında. Beni değil kendi.
Yolculuk da veya bu seyr-ü sülûk da, kişinin kendini bilmesi, kendini bulması ve kendi olması seferidir. Seferi yani yorumu. Seferi yani yorulması. Seferi yani doğrulması sonunda.
Yaratılış sırrı’nın hakikat sırrını böylece ifşası...
İnsan dünyaya gönderildi yaratılış sırrını keşfetmesi için. Yaratıcı’yı ve Yaratıcı’nın yaratış sırrını. Ve en sonunda sır’rı aslında.
Sır ne peki? İnsanın cennetten dünyaya “düşmesi” veya gönderilmesi, önce dünyanın hakikatini öğrenmesi, sonra dünyayı hakikat yurdunun izdüşümüne dönüştürmesi ve en sonunda da insanın kendi hakikatinin sırrına ermesi ve bu dünyanın hakikat yurdu olamayacağını görmesi, cenneti, bir cennet tohumu olan arı duru kendi’ni özlemesi, Hakka yönelmesi bu dünyada bir “hakikat ağacı” gibi.
İNSAN, HAKİKAT AĞACIDIR
Gibisi fazla. İnsan “hakikat ağacı”dır aslında.
Yaşanan, hakikat ağacının fırtınalara direnmesi, dalgakıran vazifesi görmesi, sırasıyla dalga kırması, dalga kurması ve dalga olması. Kıyametini farkederek, kıyameti üzerinde derin tefekküre dalarak, kıymetli bir tecrübeye dönüştürmesi.
İnsanın cennetten dünyaya gönderilmesi “kıyamet”tir aslında. İnsanın ilk kıyameti.
Öyleyse insan, kıyameti olan bu dünyayı cennetten taşıdığı iz’in keşfiyle cennetin izdüşümüne çevirerek dünya imtihanını aşmalı, ukbaya ulaşacak diriltici bir yolculuk yapmalıdır.
Dünya kıyametidir insanın cennet yurduna nispetle.
Kıyamet, “kıyam” kelimesinden gelir. Kıyam hâli, kıyametin hem gelişi hem de önlenmesini ifade eder.
Bir durum olmuştur, insan savrulmuş, insanlık sarsılmıştır ki, dünya kıyama durmuş, kıyameti beklemeye koyulmuştur. Kıyameti, yani her şeyin bitmesini, yani ölümü.
Ölüm, yok oluş değildir; başka bir âleme hicrettir. Her hicret gibi ölüm de diriliş ve yenileniştir.
Kişi kıyameti görürse, kıyametini görebilirse, yaşananları derinlemesine idrak edebilirse, özellikle de kendi yapıp ettikleri üstüne düşünebilirse (sosyal teorideki ifadeyle, eyledikleri, yaşadıkları üstüne bir özne olarak “self-refleksiyon” yaparsa) kendi üstüne, kendi kendine tefekküre dalarsa, yaşananların sebeplerini ve hikmetlerini araştırırsa, kıyamet gibi görünen şeyi kontrol altına alır, aşar, kıymetli bir imkâna, öncelikle kendisi için yeni bir sığınak, yeni bir kendi, yeni bir “ev” inşasına; kısacası, aklı, kalbi ve ruhu olan, cennetten iz taşıyan taze bir dünya inşasına dönüştürebilir.Trump’çı darbe mi, Trump’a darbe mi?
Yusuf Kaplan
8/01/2021 Cuma
Kasım ayında yapılan seçimler, ABD’yi belirsiz bir sürece sürükledi. Trump, oyların çalındığını, seçimleri kendisinin kazandığını söyleyip duruyor o gün bugündür.
Görev teslimine iki hafta kala, Trump, taraftarlarını “Beyaz Saray’da toplanmaya” çağırdı.
Olaylar kontrolden çıktı.
Trump taraftarları Kongre’yi bastı, başkent fenâ hâlde karıştı. Polis, başkentte 12 saat sokağa çıkma yasağı ilan etti.
AMERİKA, YAHUDİ GÜCÜ İÇİN KOBAY SADECE!
Yahudilerin kontrolündeki medya örgütleri ve güçlü Yahudi lobilerinin desteğiyle ABD başkanlığına getirilen Biden, yaşanan kaos üzerine kameraların karşısına geçerek “ABD demokrasisi görülmemiş bir saldırı altında. Trump itidal çağrısı yapmalı, kameraların önüne çıkıp, kuşatmaya son vermeli, kaos bitmeli” dedi.
Biden’ın konuşmasından kısa bir süre sonra hukukî bakımdan düşeceği durumun farkına vardığı için olsa gerek Trump, kameraların karşısına geçti, halkı “sakin olmaya ve evlerine dönmeye” çağırdı.
Sonra ne mi oldu?
Trump taraftarları olduğu söylenen kalabalık dağıldı yavaş yavaş. Ardından Trump karşıtı göstericiler ellerinde “Trump is guilty / Trump suçludur” başlıklı pankartlarla sahne almaya başladılar.
Olağanüstü bir gün yaşandı Amerika’da. Üçüncü Dünya ülkelerinde görülen manzaralara benzer hâdiseler!
Televizyonlarda yorum yapan profesörlerin ne kadar sığ oldukları, gelişigüzel yorumlar yaptıkları gözlendi. Trump’a veryansın ettiler. Trump’ın popülizmini yerden yere vurdular! Çok acıklı durumda ülkede akademi, gerçekten! Bu kadar yüzeysel yorumlanabilir ancak Amerika’da yaşananlar!
Nasıl okumalı Washington’da yaşananları?
Her şeyden önce Amerika’yı ele geçiren, merkezinde Yahudi sermayesinin ve zekâsının bulunduğu küresel lordlar tarafından kontrol edilen “derin devlet” veya “müesses nizam”a başkaldırıdır bu!
Amerika, Yahudilerin dünya üzerindeki hegemonyalarını ürettikleri ve meşrûlaştırdıkları bir kobaydır Yahudi gücü için. Yahudiler, Amerika’yı kobay olarak kullanıyorlar yaklaşık bir asırdır: Amerikan halkı diye bir halk, Amerikan devleti diye bir devlet yok.
AMERİKA, PARÇALANACAK!
Amerikan halkı, dünyanın en fazla güdülen halklarından biri. Seçimlerde bunu gördük özellikle: Yahudilerin kontrolündeki Amerikan medyası, vargücüyle Trump’a saldırdı, yalan haberlerle Trump’ı maymuna çevirdi, kelimenin tam anlamıyla, fenâ hâlde şeytanlaştırdı. Burada Trump’ı filan desteklediğim sanılabilir! Kahrolsun mazlumlara kan kusturan bütün Amerikalı haydutlar!
Amerika’daki müesses nizam, postayla oy kullanma diye atadan kalma yöntemlerle gerçekleştiren bir oy kullanma mekanizması icat etti. Postayla kullanılan oylarda büyük hileler yapılmış olabileceğini düşünmemek için ahmak olmak gerekir. Trump, seçimlerde bundan şikayet edip durdu! Koskoca ABD Başkanı gözünün içine baka baka görevinden uzaklaştırıldı müesses nizamın sahibi Yahudi lordlar tarafından!
Amerika, Yahudi sermayesinin ve gücünün bütün dünyayı esir aldığı aygıtın adıdır. Yahudi sermayesi ve gücü Amerika’yı terk etmeye başladı ve Çin’e yerleşti. Amerika, parçalanma sürecine girebilir önümüzdeki birkaç yıl içinde. Birkaç bağımsız devlete bölünebilir Amerika!
TRUMP’IN VE TRUMPGİLLERİN KAFASINA KURŞUN SIKILDI!
Amerika’daki küresel Yahudi gücü, Trump’a giderayak bir darbe daha indirdi, önce Trump taraftarlarının Kongre’yi basmalarına göz yumarak sonra da Kongre önünde “Trump suçludur” pankartları taşıyan kitleleri toplayarak!
Biden’ın arkasındaki Yahudi gücü, medyası, yaşanan olayı “Trumpçı darbe girişimi” diye verdi.
Trump tuzağa düşürüldüğünü anlamış olmalı ki, Biden’ın açıklamasından hemen sonra, “sakin ve barışçıl bir şekilde evlerimize dönün” çağrısı yaptı.
Yaşananlar, Trump’ın sonraki seçim kampanyasının önünü kesmek ve daha önemlisi de medyanın yalan yanlış ve son derece abartılı, ayartıcı haberleriyle seçimleri kazanan Biden’ın seçimlerdeki haksızlıkların üstünü örtmek ve kendi başkanlığının meşrûiyetini ilan etmek için müthiş bir fırsat sundu Biden’a!
Yaşananların, Biden’ın şaibeli seçimini meşrûlaştırmak için tezgâhlanmış olabileceğini düşünüyorum. Amerikalılar bu tür haydutluklar konusunda çok tecrübeliler! Pearl Harbour baskını, daha sonra da açıkça ortaya çıktığı gibi, bizzat Amerikalılar tarafından tezgâhlanmıştı Amerikan askerlerinin öldürülmesi pahasına!
11 Eylül İkiz Kuleler saldırısı da, çatırdayan, kaosun eşiğine sürüklenen Amerika’yı bu çatırdamadan ve kaostan kurtarmak ve Amerika’nın kenetlenmesini sağlamak için tezgâhlamıştı. 11 Eylülden sonra Amerika’da yeni bir din icat edildi: Amerika dini!
Burada da Amerika’yı ele geçiren Yahudi gücünü kırarak Amerika’yı Yahudi gücünün boyunduruğundan kurtarmak isteyen Trump’a büyük darbe vurulmuş oldu açıkça.
Trumpçı darbe lafları sadece illüzyondan ya da hedef saptırmaktan ibaret!
Trump, Amerika’yı Yahudi gücünün işgalinden ve boyunduruğundan kurtarmak için savaştı. Yahudilere büyük tavizler vermesi, onları teskin etmek içindi. O kadar büyük tavizler verdi ki, Yahudiler, Trump’ın tavizlerini alıp ceplerine koydular ama Trump’ın kafasına da silah dayamaktan çekinmediler! Vesselâm.Köklü medeniyet tasavvuru ve yabancılaşmış üniversite tasallutu
Yusuf Kaplan
10/01/2021 Pazar
Konuşlandığınız yer, konuşmanızın içeriğini belirler: Konuşlandığınız yer, konuşmanızın dilini, yerini ve yönünü tayin eder. Bu tek cümle, bir medeniyet yolculuğunun yol haritasını ve medeniyet felsefesinin kışkırtıcı sütunlarını sunar bize.
MEDENİYET FİKRİ: DİL, YER VE YÖN VEYA 3Z FORMÜLÜ
Dil, aklın ve kalbin aynasıdır, demişti Doktor Râzî. (El-luğa mir’âtü’l-akli ve’l-kalbi).
Dil, zihninizin, kalbinizin ve ruhunuzun anlam gramerini verir. Ve medeniyetlerin mekke sürecine tekabül eder.
Yer, medeniyetlerin zihin ve anlam dünyasının hayata geçirilmesini sağlayan zemin’i, Bourdieu’nun habitus’unu ifade eder.
Yön de, zihin ve zemin’le inşa edilen yaratıcı ruhu ve kurucu iradeyi, zamanlar ve mekanlar ötesine taşıyacak kalıcı, köklü bir istikamet tayin eder: Medeniyet budur işte.
En mükemmel örneğini mekke ve medine süreçlerinin hâsılasında gördüğümüz Sünnet-i Seniyye’dir Medeniyet.
Medeniyet olarak Sünnet-i Seniyye, Müslümanların hem tarihsel, tarihin belli bir kesitinde hayata geçirilmiş; hem de evrensel, âlemşümûl, zamanı, mekânı aşan bilme, bulma ve olma ilkeleriyle yapılan hakikat yolculuğudur. Hakikat medeniyeti seyr-ü seferi. Geliş-gidişi. Akış-bakışı. Med-ceziri...
Burada kısaca özetlediğim medeniyet tasavvuru felsefesi, sadece Müslümanların değil; bütün insanlığın medeniyet yolculuklarını açıklama imkânı sunan kavramsal araçlar koyar önümüze.
Bir toplum, teorik açıdan köklü ve güçlü bir medeniyet tasavvuruna, bu medeniyet tasavvurunun inşa ettiği tarihe, hafızaya, entelektüel dinamizme, kültürel zenginliğe, felsefî derinliğe sahipse, bu toplum, esen rüzgârlara, fırtınalara karşı sağlam direnç noktaları geliştirir. Yoksa, esen rüzgârlar, fırtınalar tarafından oraya buraya sürüklenir ve silinir gider tarihten.
TOPLUMLARIN İNTİHARI VE DİRENÇ NOKTALARI
Sadece insanlar intihar etmez. Toplumlar da intihar eder. Toplumların intiharı, her şeyi alt üst eder, tarihin akışını değiştirir. Sadece söz konusu toplumun, ülkenin kaderini değil, o toplumun ait olduğu medeniyet havzasının kendisiyle ve o havzaya mensup toplumlarla beşerî irtibatlarını ve ilişkilerini tersyüz eder, beşerî-kültürel-tarihî konumlanışlarını tepetaklak eder.
Medeniyet tasavvuru, bir toplumun ait olduğu medeniyetin sunduğu bilme, bulma ve olma yolculuklarının ve bu yolculukları mümkün kılan teorik araçlara ve pratik imkânlara sahip olmasını sağlayan kaynağıdır. Yeniden toparlanma imkânlarını da, her tür saldırıya karşı dimdik ayakta durmasını sağlayan direnç noktalarını da işte bu köklü ve güçlü medeniyet tasavvuru sunar bir topluma.
Zihin, gök ekini kök’lerde köksalmıştır. Kendi dünya tasavvurunu her şeye adım adım nakşedecek bir zemine sahiptir. Ve zamana yön verecek bir umuda, ufka, tarih şuuruna, tarihötesi bakışa...
Çağrı’yı inşa edecek zihnini, çağrının çağını kurmasını sağlayacak zeminini ve çağrının Mekke’de hayat bulduğu, Medine’de hayat olduğu hakikat tasavvurunu Medeniyet sürecine taşıyarak bütün insanlığa hayat sunacak zaman idrakini diri tutan toplumlar, esen fırtınaların önünde sürüklenmezler; bilakis, bu fırtınaları aşma iradeleri ve imkânları geliştirirler ve bu saldırılardan güçlenerek çıkarlar.
Türkiye iki asırdır medeniyet temellerini sarsan, direnç noktalarını ağır hasara uğratan büyük saldırlarla boğuşuyor. Müslümanca düşünme (zihin), Müslümanca yaşama (zemin) ve Müslümanca duyma (zaman) melekelerini yitirdiğimiz için, bırakınız fırtınaları, esen rüzgârlar bile bu toplumun direnme, dirilme ve varolma temellerini sarsmaya yetiyor.
Tanzimat’la yönünü, Cumhuriyet’le yörüngesini yitiren ve Özal’lı liberalleşme politikalarından sonra da ruhunu yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bu toplumun zamanla tarihten silinmesi için dışardan işgal edilmesine gerek yok; içerden, zihnen kolayca işgal edilebilir ve ele geçirilebilir bir toplumdur bu toplum artık.
RUHSUZ ÜNİVERSİTE, ÜLKENİN ALTINI OYUYOR!
Üniversite deyince ilk akla isimlerden biridir Harvard. Harvard’ın dekanlarından Harry Lewis, Excellence without a Soul / Ruhsuz Bir Başarı başlıklı bir kitap yazmış, Batı uygarlığının en köklü ve güçlü üniversitelerini kıyasıya eleştirmişti.
Batı’da yaşanan bu. Bizde yaşanansa, Lewis’in kıyasıya eleştirdiği Batılı eğitim sistemini kutsayan, celladına âşık, bu ülkenin ruh kökleriyle, medeniyet dinamikleriyle kavgalı adamlara ve kurumlara dokunulmaz kutsal inek muamelesi yapıyor olmamız!
Boğaziçi Üniversitesi etrafında yaşanan tartışmalar, imajinatif, özgün ve köklü bir medeniyet fikrine sahip olmadığımız için, bu ülkede üniversitenin nasıl Batılıların gönüllü acentalığını yaptığını görmemizi engelliyor.
Üniversite, bir ülkenin önünü açacak öncü kuşaklarını yetiştirir. Bunun için, o topluma ruh kazandıracak köklü fikrî, estetik, ahlâkî yapıtaşlarını döşer. Toplumun medeniyet dinamikleri ekseninde yüzyıllardır ortaya koyduğu zorlu mücadele ile inşa ettiği ruhu, hem diri tutar hem de çağa sunar; çağın düşünce, sanat, bilim ufkuna açar...
Bizim böyle üniversitemiz yok, ne yazık ki. Bu ülkenin tersaneleri, limanları, toprakları işgal altında değildir. Bu ülkenin zihni, beyni işgal edilmiştir, ruhu bitkisel hayata mahkûm edilmiştir.
Bu ülke dışarıdan fiilen işgal edilmedi,içeriden ele geçirildi, zihnen işgal altında.
Köklü bir medeniyet tasavvuruna sahip olamayan aksine kendi medeniyet dinamiklerini dinamitlemekten, başka medeniyetlerin bakış açılarını sorgusuz sualsiz bizim genç kuşaklarımıza bir sömürgeci gibi zerketmekten başka bir şey yapamayan bir üniversite, ülkenin geleceğini yok ediyor, altını oyuyor demektir.
Bana Kant mı yetiştiriyorsun, Bach mı?
Heidegger mi yetiştiriyorsun, Picasso mu?
Kant’ın zihinde / felsefede yaptığı şeyi, Bach’ın ses’te / müzikte yaptığını anlayacak derinliğe, çapa sahip cins kafalar mı yetiştiriyorsun sanki!
Bu ülkeye, bu öncü kişileri hakkıyla anlayacak, tartışacak ve aşacak çapta yeni İbn Sina’lar, Gazâlî’ler, İbn Haldun’lar, İbn Arabî’ler, Sinan’lar, Itrîler yetiştiremeyen bir üniversite, epistemik köledir ve ülkenin temeline dinamit döşüyor demektir.
Türk eğitimi pozitivist, üniversitesi taklitçi Batılı zihin kalıplarının tasallutu altında can çekişiyor, Batı’ya epistemik köleler yetiştiriyor.
.Dijital emperyalizm çağı: Ağ’lardan icat kaoslar ve Mutlak Sahte’nin zaferi!
Yusuf Kaplan
11/01/2021 Pazartesi
Twitter, “dünyanın en güçlü adamı” ABD Başkanı Donald Trump’ın sosyal medya hesabını askıya aldı!
Şaka gibi ama gerçek!
Dijital emperyalizm, arkasındaki gizli el, dişini göstermeye başladı...
Önce şunu bilelim: Adına ayartıcı bir şekilde “sosyal medya” denen ama gerçekte tastamam “a-sosyal medya” olarak işlev gören Twitter, Facebook gibi mecralar, sosyal çatışmaları körüklemek, ekonomik ve siyasî kaos çıkarmak için icat edildi.
Batı’da geliştirilen bütün bilimsel ve teknolojik araçlar, sadece çatışmaları ve savaşları körükleyen araçlar.
Bunun tesadüfî olmadığını, Batı uygarlığının dayandığı felsefî temellerin bir sonucu olduğunu özellikle hatırlatmak ve beş yıl önce burada yayımlanan bir yazımı gözden geçirerek sizlerle paylaşmak istiyorum.
BATILILAR, ÜLKELERİ TWITTER’LA KAOSA SÜRÜKLÜYOR VE KONTROL EDİYOR
Şu an gerek dünya genelinde, gerekse özellikle de Türkiye özelinde kelimenin tam anlamıyla Twitter savaşları çağının ağlarında boğuşup duruyoruz birbirimizle, farklı toplum kesimleri olarak...
Dünyanın başka ülkelerinde gerçekleştirilen renkli devrimler, Twitter devrimleridir. Gürcistan, Ukrayna gibi ülkeler, Twitter başta olmak üzere “a-sosyal medya” üzerinden önce sosyal, ekonomik ve siyasî kaosa sürüklendi, sonra yönetimler devrildi.
Twitter üzerinden dünyanın allak bullak edilen ülkelerinin en dikkati çekenlerinin başında Brezilya Arjantin gibi Latin Amerika ülkeleri geliyor. Bu ülkeler, neredeyse periyodik olarak sosyal ve siyasî kargaşalarla çalkalanıyor.
Fazla değil, önümüzdeki on yıl içinde Twitter’ın kullanım alanı bütün dünya ölçeğine yayılacak ve Twitter, vekâlet savaşlarının yürütüldüğü yegâne mecra hâline gelecek bütün dünyada.
Türkiye’de de Gezi kalkışmasından itibaren, Twitter, toplumu kaosun eşiğine sürükleyen en etkili çatışma ve iç-savaş aracı olarak kullanılıyor.
Özetle şu an Twitter ve Facebook gibi araçlar, Batılıların dünya üzerindeki haksız ve zorba hegemonyalarını pekiştirmekte ve bütün dünya ölçeğinde Twitter devrimleri olarak adlandırılan kaosların fitilini ateşlemekte kelimenin tam anlamıyla bir savaş aracı olarak iş ve işlev görüyor.
BATI’DA TWITTER’DAN FOTOĞRAF PAYLAŞIMI BİLE YASAKLANIRKEN...
Batılı ülkeler, kendilerine boyun eğmeyen ülkeleri Twitter üzerinden istedikleri gibi karıştırıyorlar ama iş Batı ülkelerine gelince iş değişiyor!
Sözgelişi, Berlin’de yaşanan terör hâdisesiyle ilgili Twitter başta olmak üzere “a-sosyal medya”dan fotoğraf paylaşımına bile izin vermedi Alman hükümeti. Benzer engeller Fransa’da ve diğer Avrupa ülkelerinde de sık sık yaşanıyor.
Twitter, bir iletişim aracı olmaktan çok, sosyal çatışmaları ve kaosu kışkırtan, algı operasyonlarının yapıldığı bir savaş aracı artık.
TWITTER’I VAREDEN FELSEFÎ TEMEL: BATI UYGARLIĞININ ÇATIŞMAYA DAYANIYOR OLMASI
Şimdi sıkı durun: Twitter’ın kaos ve çatışma aracı olarak kullanılması sorunun, basit yönü ve sonucu.
Twitter’ın asıl tehlikeli yönü, felsefî boyutu, görünmüyor bile.
Batı uygarlığı, felsefî olarak çatışma üzerine kurulduğu için geliştirdiği bütün araçlar, özellikle de teknolojik araçlar da çatışmaları ve savaşları körüklüyor yalnızca.
Batı uygarlığının felsefî temeli, düalizme / “çatışma”ya dayanır: Tanrı ile insan, ruh ile beden, fizik ile fizik ötesi arasında bir çatışma vardır.
Oysa bizde, İslâm düşüncesinde çatışma değil uyum sözkonusudur. İslâm’ın temeli tevhiddir çünkü.
“POST-DÜŞÜNCE” VE “POST-HAKİKAT” Ç/AĞI
Batı uygarlığının geldiği noktada Twitter gibi fenomenlerle bizi getirdiği nokta; aklın, düşüncenin (episteme’in) buharlaşması, kanaatin, duygusal tepkilerin (doxa’nın) hükümfermâ olmasıdır.
140 (şimdi 280) karakterle sınırlı bir mecrada düşünce üretilemez zaten. O yüzden kitleler, sadece duygularıyla tepki veriyorlar Twitter’da.
Dolayısıyla düşüncenin bittiği; hakikatin bittiği; aklı, kalbi ruhu olan insanın bittiği; yalnızca aşırı-tepkilerin, saldırganlık biçimlerinin hâkim olduğu, çatışmaların cirit attığı çölleşmiş, ruhsuzlaşmış, bir dünyanın eşiğine fırlatıyor bizi Twitter.
Başka bir ifadeyle Twitter hem düşünceyi hem de düşünmeyi hem fizik gerçekliği hem de hakikati öldürüyor. “Post-düşünce”, “post-hakikat” ç/ağının ayartıcı, kışkırtıcı ve baştan çıkarıcı ağlarına hapsediyor insanlığı.
DEMOKRASİNİN BİTİŞİ, MUTLAK SAHTE’NİN HÜKÜMRAN OLDUĞU DROMOKRASİ’NİN ZAFERİ!
Bu dünyada “haklar rejimi” demokrasi buharlaşıyor, hazlar rejimi dromokrasi zaferini ilan ediyor.
Şunu açık ve net bir şekilde bilmemiz gerekiyor: Kim ki, demokrasiden sözediyor, bilin ki, o kişi, çağdışıdır, bu dünyada yaşamıyor demektir. Hız, haz ve ayartıcı rejimi dromokrasinin hâkim olduğu bir çağda demokrasiden sözedilemez artık.
Dahası dromokrasi rejiminde çağ’dan değil ancak kitleleri algı operasyonlarıyla ayartan ve kışkırtan bir ağ’dan, devâsâ bir ağdan sözedebiliriz ancak.
Sözün özü: Twitter, hem sosyal ve siyasî çatışma alanlarını alabildiğine çoğaltıyor hem de Batılıların dünyaya Twitter üzerinden yeni savaş ve çatışma alanları icat ederek çeki düzen vermelerini kolaylaştırıyor.
Dijital emperyalizm çağı bu ve bunun faturası sadece sosyal ve siyasî olarak değil felsefî ve kültürel olarak da pahalıya patlıyor insanlığa: İnsanın düşünme melekleri çöküyor, Mutlak Hakikat bir yana fizik gerçeklikten bile eser kalmıyor; sanal olarak icat edilen algılar, aşırı-duygular Mutlak Sahte’nin hayatımıza yön ve çeki düzen vermesine yol açıyor.
Mutlak Sahte’nin hükümran olduğu bir dünya fizik gerçekliğin bile buharlaştığı, çatışmaların normalleştiği, ontolojik bir felâketin eşiğine sürüklüyor insanlığı Twitter.
O yüzden hayatımızı, zihin ve duygu dünyamızı tepetaklak eden Twitter, Facebook gibi “a-sosyal medya”lar üzerinde kafa yormak zorundayız vesselâm.Dünyayı aptallaştırıyorlar!
Yusuf Kaplan
15/01/2021 Cuma
ABD tarihinde bir ilk yaşandı önceki gün: Bir Amerikan Başkanı, görevdeyken, ikinci kez “görevden azil” davası açıldı işbaşındaki Başkan’a!
Tamam, Trump’ın savunulacak bir tarafı yok.
Kaba saba bir adam!
Ama Trump’ın kaba sabalığı, Amerika’nın elden gitmiş olmasına duyduğu öfkeden kaynaklanıyor; Amerika’nın Yahudi gücü tarafından asıl Amerika’nın sahiplerinin elinden alınmış olmasından...
Amerika’nın WASP’ın elinden alınmış olmasının doğurduğu öfke bu!
Beyaz, Anglo-Sakson ve Protestan olarak adlandırılan Amerika’yı kuran beyazların (Başta İngilizler olmak üzere, İrlandalı, İskoç, Fransız, Hollandalı, Alman kökenli sömürgeci, emperyalist beyazların) Amerika’nın Yahudi gücü tarafından esir alınmasına, köleleştirilmesine duydukları öfkenin bir örneği Trump’ın çoğu zaman grotesk (gülünç, kaba, çirkin) popülist öfkesi!
Dünya ölçeğinde etkili bir Yahudi gazetesi, Amerika’yı Yahudi gücü kontrol ediyor, diye yazdığım için son yazımdan ötürü beni hedef göstermiş!
Faşist bunlar!
Hem dünyayı aptallaştırıyorlar!
Hem de yalanlarını deşifre eden insanları hedef tahtasına yatırıyorlar ve hayatlarını cehenneme çeviriyorlar!
Bunları iyi tanırım Londra’dan!
İngilizlerle Yahudiler küresel satranç oyununda iktidar savaşı veriyor olmalarına rağmen, İngiltere’de bile Yahudiler çok güçlüdür her alanda.
Kimsenin gıkı çıkmaz bu konuda! Hemen “antisemit” damgasını yer ve defteri dürülür böyle kişilerin!
Kimsenin gözünün yaşına bakmazlar bu haydutlar: Leviethan, ruhsuz canavar bunlar!
Yaptıkları insanlık dışı işlere, sahip oldukları medya gücünü kullanarak dünyayı medyatik kolonyalizm biçimlerinin epistemik köleleri hâline getirmelerine ses çıkaran, insan hakları, özgürlükler, fimar diyerek haykıran hiç kimseye nefes aldırmak bile istemiyorlar!
Kendi yalanlarına herkesin körkütük inanmasını, herkesin kendi önlerinde diz çökmesini istiyorlar!
Amerikan medyasına Yahudiler hâkim değil mi? Amerikan ekonomisine, finans sitemine, Hollywood’a, silikon vadisine, kültür endüstrisine, silah endüstrisine Yahudiler hâkim değil mi?
Yanlış mı bu?
En son WhatsApp’ın Türkiye’de yaptığı dijital faşizm biçimini gördünüz! Bütün verileri aldı, bir haydut şebekeye verdi! İnsan hakları, özel hayat, bunların umurunda değil! Aşağılık adamlar bunlar! Bir numaralı insanlık düşmanı!
Dahası, Twitter’ın koskoca Amerikan Başkanı’nın sosyal medya hesaplarını nasıl engellediğini, askıya aldığını gördünüz!
Bu nasıl bir güçtür böyle!
Amerikan başkanlık seçimlerinde ne kadar yalan haber üretti Yahudi gücünün kontrolündeki sözümona saygın Amerikan televizyonları, gazeteleri filan, değil mi!
Resmen bir şeytan icat ettiler Trump’tan! Algı imparatorluğu üzerinden bir canavar icat ettiler! Kitlelere servis ettiler! Kitlelerin beyinlerini yıkadılar!
Aynı şeyi Türkiye’de yapacaklar! Erdoğan’a karşı yapacaklar! Dünyanın başka yerlerinde de başvuracaklar bu tür şeytanî aşağılık yollara!
Sonra da Biden’ın yemin ettiği gün, Amerikan derin devletini elinde tutan güçler, Biden’ın seçilmesi üzerindeki şaibeleri giderecek, Biden’ın seçimini meşrulaştıracak, Trump’ı azil sürecine götürecek, azil sürecinde de mahkûm ederek bir daha aday olmasını önleyecek tam faşizan bir darbe gerçekleştiriliyor Amerika’da. Postmodern bir darbe: Medyatik darbe! Dijital faşizm!
Dört beş dev şirketle hükümetleri dize getirecek boyuta ulaştı Yahudi gücü!
Yanlış mı bunlar? Noam Chomsky’ye sorun, anlatsın bu dijital faşizmin ve emperyalizmin nasıl zıvanadan çıktığını, dünyayı köleleştirdiğini...
Sosyal medyada da, bütün diğer medya mecralarında da küresel Yahudi gücüne bağımlılıktan çıkmak, özgürleşmek zorundayız! Yoksa sürü gibi gütmeye devam edecekler dünyayı da, bizi de!Teopolitik stratejiler ve İran’ın öne çıkarılması!
Yusuf Kaplan
17/01/2021 Pazar
Arnold Toynbee, Batı sömürgeciliğinin İslâm dünyasındaki en önemli sonucunun, “Sünnî dünyanın parçalanması” olduğunu yazmıştı. İslâm dünyasını birleştiren “güç” yok edilmişti.
Toynbee, İslâm dünyasının coğrafî olarak parçalanması üzerinden yapmıştı bu gözlemini: Osmanlı’nın dağılması, Müslüman Hindistan’ın, Türk ve Arap dünyasının paramparça olması...
ÖNCE TEOLOJİK SAVRULMA SONRA TEOPOLİTİK DAĞILMA
Oysa asıl parçalanma, önce teolojik savrulma, sonra da teopolitik dağılma olarak gerçekleşti.
İlkin Vehhabiliğin icat edilmesi, ardından Osmanlı’nın tarihten silinmesini sağlayacak teopolitik gücün devreye girdirilmesi...
Aynı şekilde Hindistan’da da önce Kadiyanilik gibi modernist / İslâm’ı protestanlaştırıcı hareketlerin icat edilmesi, sonra da Müslüman Hindistan’ın parçalanmasına, tarih olmasına yol açacak teopolitik güçlerin harekete geçirilmesi...
Buraya kadar yaptığım gözlemlerden teorik bir ilkeye ulaşıyoruz: Küresel sistemin sahiplerinin asırlık temel stratejilerini ele veren temel teorik ilkeye: Araplarla Türkler aslâ müşterek hareket etmemeli! Ve İran’ın önü açılmalı, İslâm dünyasının tek temsilcisi olarak Şiiler öne çıkarılmalı.
En azından iki asırlık sömürgecilik ve oryantalizm tarihini bilmiyorsanız, bu söylediklerim size pek inandırıcı gelmeyebilir.
Fakat şunu aslâ unutmamak gerekiyor: Batılı emperyalistler, İslâm dünyasıyla ilgili stratejilerini jeopolitik üzerinden kurmuyorlar, teopolitik üzerinden kuruyorlar. Teopolitik stratejiler hedefine ulaştıktan sonra jeopolitik stratejilerden çok daha rahat sonuç alabiliyorlar.
İslâm dünyasının haritalarını cetvelle çizerken öncelikle teopolitik fay hatları oluşturacak şekilde çizdiler, sonra jeopolitik haritaları devreye girdirdiler.
YAPAY İSRAİL-İRAN GERİLİMİ VE İRAN’IN ÖNÜNÜN AÇILMASI...
Benim İran’a karşı bir alerjim yok özel olarak. İran’ın bana, Sünnî dünyaya bir husûmeti var! Hem akîdevî olarak hem de tarihî olarak geçerli bu husûmet.
Ayrıca İranlıların vahdet çağrılarının bir takiyye, bir aldatmaca olacağı da aslâ gözardı edilmemeli. Bir taraftan vahdet diyerek öbür taraftan Suriye’den Irak’a, Lübnan’dan Yemen’e kadar gerçekleştirdikleri vahşet aslâ küçümsenmemeli!
Emperyalistlerin kölesi Suud yönetiminin, Fars imparatorluğu hayalleri kuran, bunun için İslâm dünyasını kan gölüne çevirmekten çekinmeyen Fars elitlerden daha az alçak olduklarını söyleyecek değilim.
Dahası da var: İranlıların önünü her zaman açıyor Suudlar! Suudların, İran güçlerine saldırları, sadece İran’ın önünü açmaya yarıyor.
Aynı şekilde İsrail’in de sürekli olarak İran’ı hedef tahtasına yatırması, İran’ın gücüne güç katma amacı güdüyor.
Unutmayalım: İsrail, varlığını İran’a, İran husûmetine borçlu; İran da varlığını İsrail’e, ürettiği İsrail düşmanlığına borçlu.
İKİ ŞİÎ HİLÂLİ
İran’ın şeytanlaştırılması, hedef tahtasına yatırılması ama İran’a karşı hiç bir şey yapılmaması, aksine sürgit mağdur edilmesi, İslâm dünyasında on yıllardır İran’a karşı sempati duyulmasını sağladı ve İran’ın İslâm dünyasının temsilcisi olarak sunulmasına imkân tanıdı!
Şuraya yazıyorum: İslâm dünyasını o kadar perişan edecekler ki, bütün Müslümanları İran’ın temsil etmesi kendiliğinden gerçeğe dönüşecek ve meşrûlaşacak!
Ve İran’ın bilfiil (siyasī olarak) Arap dünyasına, bilkuvve (kültürel olaraksa) Türk dünyasına yerleşme süreci tamamlanacak...
Bu iki süreç, güneye ve kuzeye iki Şiî hilâli çekilerek gerçeğe dönüştürülmeye çalışılıyor...
DÜŞÜNCE VE SANATI ŞİÎLERE HAVALE ETMEK!
Bütün bu Şiî yayılmasının, Şiīlerin İslâm’ın omurgası katına yükseltilmesinin felsefî, fikrî ve sanat eksenli temelleri oryantalist çalışmalarla iki asır öncesinden atılmaya başlanmıştı zaten.
İslâm dünyasını İran’ın temsil ettiği gerçeği, düşünce ve sanat alanında tam anlamıyla gerçeğe dönüşmüş durumda.
Önce oryantalistler, mesela Henry Corbin, İslâm felsefesinin, düşüncesinin temsilcilerinin İranlılar olduğunu yazdı yaklaşık bir asır önce. Bunun propagandasını yaptı bütün Avrupa ve Amerika üniversitelerini dolaşarak...
Bu konuda inanılmaz bir akademik propaganda makinası oluşturuldu.
Sonra bu propaganda makinası öylesine güzel işletildi ki, gelinen noktada, Batı’daki bütün üniversitelerde, İslam felsefesinin, düşüncesinin kurucu babalarının da, yegâne temsilcilerinin de Farslar olduğu imajı oluşturdu ve bu imaj yazılan eserlerle, yapılan yığınla sempozyumla gerçeğe dönüştürüldü.
TÜRKİYE NE YAPMALI?
Türkiye, İran’la ilişkilerini aksatmadan sürdürmeli, İran’ı Batılıların kucağına itmemeli. O zaman tehlike çanları çalmaya başlar!
Ve şunu aslâ unutmamalı Türkiye: Türkiye’nin, dolayısıyla Sünnîliğin değil İran’ın / Şiîliğin önünü açıyor Batılılar ve açmaya da devam edecekler!
İran’da 40 sene önce yapılan devrimi çökertmediler! Ama Mısır’da İhvan’ın halkoyuyla seçilmiş iktidarına bir kaç yıl bile tahammül edemediler ve darbe yaptılar, Türkiye’de de darbe girişiminde bulundular ama cevaplarını aldılar!
Yarın, Türkiye-Mısır ilişkilerini yazacağım. O yazıya altlık oluştursun diye yazdım bu yazıyı.Sünnîler, tarihlerinin en ürpertici entelektüel sefaletini yaşıyorlar!
Yusuf Kaplan
18/01/2021 Pazartesi
Sünnîler hem kemiyet hem de keyfiyet bakımından İslâm dünyasının omurgasını oluşturuyor. Ana omurgasını.
İslâm tarihini Sünnîler yaptılar, esas itibariyle: Haçlılarla ve Moğollarla Sünnîler savaştılar. Sünnîler birinci medeniyet buhranı sırasında Haçlılarla ve Moğollarla ölüm kalım savaşı verirken, Şam’a ve Kahire’ye hâkim olan Şiîler, Bağdat’taki hilafete ve Selçuklulara kan kusturdular!
I. MEDENİYET BUHRANI VE GAZÂLÎ’NİN BAŞLATTIĞI MEDENİYET TASAVVURU YOLCULUĞU
Birinci medeniyet buhranı sırasında hem dışarıdan hem de içeriden büyük bir saldırıyla karşı karşıya kaldı İslâm dünyası. Dışarıdan Haçlı ve Moğol sürüleri, Kaşgar’dan Buhara’ya, Semerkant’tan Bağdat’a kadar İslâm dünyasının merkez coğrafyasını cehenneme çevirdiler. İslâm medeniyetinin bütün kurucu ve koruyucu şehirlerini yerle bir ettiler!
Buhara kaç kez yerler bir oldu! Taşkent, Herat, Hive, Nişabur kaç kez öldü öldü dirildi! Buldozerlerle kökleri kazınan bu şehirler en son Timur ve oğlu Şahruh ile torunu Uluğbey tarafından silbaştan inşa edildi. Timur, sahip kırandı; sahip kıran yani dünyaya hâkim olan dört büyük hükümdardan biri. İslâm dünyasını yeniden ayağa kaldıran en büyük atılımlardan birini o yapmış, bütün kökü kazınan İslâm şehirlerini o ve çocukları yeniden inşa etmişti.
Timurîlerden önce başlayan, Timur’un ve çocuklarının özgüvenlerini de inşa eden entelektüel hareket, büyük direniş ve dirilişin sağlam temellerini ekti: Gazâlî’nin kurucu tarihî rol üstlendiği, önce akidenin, sonra bütün ilimlerin ve siyasetin büyük bir fikrî bir atılımı mümkün kılacak Sünnî entelektüel ana omurga üzerinden inşası yolculuğuydu bu. Gazalî’nin Sünnî entelektüel ana omurgayı inşa etmek için başlattığı bu medeniyet tasavvuru inşası yolculuğu, sonraki yüzyıllarda hem çok güçlü bir entelektüel seviyeye ve performansa sahip Şiî düşünceye ve dünyaya meydan okudu, hem de Sünnî omurganın bütün alanlara, hayatın kılcal damarlarına kadar nüfûz etmesini sağlayacak temelleri atmayı başardı.
Gazâlî ile başlayan bu medeniyet tasavvuru yolculuğu, Râzî ile felsefede, ikinci bin yılın yenileyicisi İmam Rabbânî ile tasavvufta, Gazâlî ana damarından beslenen İbn Haldun’un tarihte, tarih felsefesinde, siyaset ve medeniyet tarihinde yaptığı atılımla yepyeni alanlara ve ufuklara taşındı: Böylelikle geliştirilen güçlü Sünnî akîde, derinlikli entelektüel birikim ve kuşatıcı siyasî atılım İslam dünyasının hem içerden ve dışarıdan yapılan bütün saldırıları püskürtmesini sağladı hem de sonraki bin yılı kurdu ve korudu.
Özetle, birinci büyük medeniyet buhranı sırasında dışarıdan Haçlılar ve Moğollar, içeridense Şiîler tarafından yapılan saldırıları, derinlikli, köklü, kuşatıcı muazzam bir Sünnî entelektüel atılım gerçekleştirerek aştık.
II. MEDENİYET BUHRANI: AKÎDE, FİKİR VE SİYASETTE SAVRULMA
Son iki asırdır iliklerimize kadar yaşadığımız ikinci büyük medeniyet buhranında da benzer sorunlarla boğuşuyoruz: Akîdenin sarsılması, entelektüel çöküntü, siyasî parçalanma ve savrulma. Başka bir ifadeyle, bir yandan, emperyalistlerin İslâm dünyasını sömürgeleştirmesi, kaynaklarına el koyması, kültürlerini tahrip etmesi, öte yandansa, içeride, bütün İslâm dünyası genelinde Sünnî inancın akīdevî ve fikrî saldırılara karşı Gazâlî’nin ve ondan sonra gelenlerin yaptığı atılıma benzer bir entelektüel atılım yapacak çapta düşünürlerden yoksun olması, kelimenin tam anlamıyla entelektüel bir sefalet sergilemesi!
Şunu iyi bilelim: İslâm dünyasının yaşadığı bu ikinci büyük medeniyet buhranını, akide, fikir ve siyasette öncelikli olarak Gazâlîvârî entellektüel atılım gerçekleştirebilirsek aşabiliriz.
Olan biteni bilme, elde edilmesi gerekeni bulma ve olunması gerekeni olma yolculuğuna çıkmamız şart. Medeniyet tasavvuru yolculuğudur bu: Hem hakikatin hem bütün çağların ve çağrılarının hem de içinde yaşanılan çağın ve çağrısının şahidi olmak.
Başkalarının kavramlarıyla kendi dünyamızı kuramayacağımız gerçeğinden yola çıkarak ümmîleşmek, çağın ağlarından ve bağlarından kurtularak çağrısı çağını kuracak kavramlarımıza ulaştıracak bir yolculuğa çıkmak...
Fakat önümüzdeki manzara ürpertici: Hem dünyada düşünce sadece Batıda üretiliyor hem de İslâm düşüncesi, -sanatsal düşünce birikimi de dahil- Şiîler tarafından temsil ediliyor.
Sünnî düşünce diye bir şey yok: Sünnî düşünce yerlerde sürünüyor! Sünnîler, ya selefî damara kaçıyorlar ya da seküler akademinin Batılı ezberlerini pazarlıyorlar!
Gazâlî’nin akīdede, kelâmda, fıkıh usûlünde, siyaset düşüncesinde yaptığı Sünnî entelektüel atılıma benzer bir inşa ve meydan okuma çabası ortaya koyacak uzun soluklu, köklü bir fikrî atılıma ihtiyacımız var.
Batılı oryantalistlerin ve sömürgecilerin bilinçli stratejik adımlarının sonucunda, gelinen noktada, iki asırdır, İslâm düşüncesini ve sanat teorisini Şiîler temsil ediyor ve üretiyor.
Sünnîler ya slogan atıyor ya da bütün Arap dünyasında olduğu gibi, Batılı postmodern düşünce kalıplarıyla İslâmî mirası yeniden okumaya ve inşa etmeye kalkışarak tarihte ortaya konan entelektüel birikimi tarumar ediyor, postmodern kalıplara göre tanımlayarak tanınamaz hâle getirecek kadar yerle bir ediyor: Arkoun’un, Laroui’nin, Cabirî’nin, Hanefî’nin, Ebu Zeyd’in yaptığı şey, hep söylenegeldiği gibi, “çağdaş İslâm düşüncesi” filan değil, aksine, seküler Arap düşüncesidir ve İslâm düşünce birikimini modernist ve postmodernist kalıplarla tarumâr etmektir!
Sünnī dünya, hem teorik / entelektüel olarak hem de pratik / siyasî olarak çok büyük bir yok oluş felâketinin ortasında debelenip duruyor.
Ama umudumuzu yitirmiş değiliz. Gazâlî’leri çıkaracak köklü bir medeniyet tasavvuru yolculuğuna çıkarsak, hem ülkenin, hem coğrafyanın hem de insanlığın önünü açacak öncü kuşakların tohumlarını ekmeye başlayabiliriz... Bunu başaracağız inşallah.
Bu yazıda ciddiye alınması gereken bir tarih felsefesi okuması yaptım, mezhebî bir okuma değil!
.Dün, devletler Leviathan’dı (canavardı), günümüzdeyse şirketler!
Yusuf Kaplan
22/01/2021 Cuma
Irak, 1990’ların başında işgal edilip de smart teknoloji ürünü gelişmiş silahlarla, bilgisayar oyunu oynar gibi, sivillerin üzerine bombalar atılınca, ardından da bu bombaları atan haydut Amerikan askerlerinin bilgisayar tuşlarına basarak sivillerin üzerine yağdırdıkları bombalardan sonra “sevinç naraları” atınca, çağı en iyi anlayan cins Fransız düşünür Jean Baudrillard,“Irak’ta savaş filan olmadı!” demişti. Ve bütün şimşeklerini üzerine çekmişti entelektüel dünyanın öndegelen isimlerinin!
Bendeniz de Amerika’da seçimler filan olmadı, diyorum.
Ne oldu, peki?
Medya darbesi oldu. Aristo, Marx ve Freud kullanılarak gerçekleştirilen bir dromokratik darbe!
Bu konuyu başka bir yazıda işleyeceğim. Burada bu medya darbesinin hem Amerika için hem de dünyanın geleceği açısından önemli şifreler barındırdığını düşündüğüm başka bir meseleye dikkat çekeceğim: Şirketlerin gelişi, devletlerin gidişi, eriyişi, işlevini yitirişi meselesine...
DEVLETLERİN YERİNİ ŞİRKETLER ALIRKEN...
Amerikan seçimleri, Amerika içindeki savaşın tohumlarını günyüzüne çıkarmakla, Amerika’nın yumuşak karnının veya sinir uçlarının neler olduğunu gözler önüne sermekle kalmadı yalnızca; aynı zamanda dünyanın nereye gittiğinin ipuçlarını da fâş etti.
İlk olarak, Amerika’nın tarihinde 150 yıldan bu yana ilk defa törensiz bir devir teslim işlemi gerçekleşti Beyaz Saray’da. Tören değil, işlem!
Dahası, gönderilen Başkan Trump, “tamamen gitmediğini, bir şekilde geri geleceğini” söyledi tam tamına!
Tamtamlar ya da trampetler kimler için çaldı; çanlar kimler için çalıyor, henüz çok net değil, ortalık boz-bulanık, göz gözü görmüyor toz-dumandan geçilmiyor...
Baudrillard, Irak’ta savaş olmadı derken, fiîlî bir savaştan ziyade medyalar üzerinden, imajlar yoluyla, simülatif bir savaş yaşandığından sözederek savaş filan olmadığını söylemişti.
Bu medyatik, simülatif savaş teknolojisi, kartellere, büyük şirketlere ait teknolojiler! Sanal savaşların gerçek savaşları sona erdirmesi, yenmesi, anlamına geliyor bu durum.
Dahası başka bir anlamı da var bu durumun: Bu sanal, dijital teknolojileri üreten şirketlerin, devletleri, ulus devlet biçimlerini sona erdirmesi, yenmesi demek bu.
MODERN DEVLETLERDEN POSTMODERN ŞİRKETLERE DEĞİŞEN “GİZLİ EL”LER!
Şöyle izah edeyim bu hızla kökleşmekte, köksalmakta olan yeni durumu: Adam Smith’in hâlâ kral, icat ettiği “gizli el”in de hâlâ kural olduğunu söyleyeceğim.
Devletler kral gibi gözüküyor günümüzde. Ama sadece gözüküyor! Şirketler kral artık. Gizli krallar şirketler ya da başka bir ifadeyle.
Kural gene Smith’in “gizli el”i. Kilise çağlarından itibaren kimi zaman İsa-Mesih’in (Hz. İsa’nın değil tanrılaştırılan İsa-Mesih’in) yerine getirdiği, kimi zaman da onun üzerinden kilisenin üstlendiği “gizli el” rolünü modern dönemde tanrı konumuna yükselen devletler, postmodern dönemde ise şirketler oynuyor.
Kapitalizm, devletler üzerinden köksaldı, şirketler üzerinden neşvü nema buldu, nemalandı, dünyayı avucunun içine aldı. Hem de sadece bir kaç şirket!
Şu an devletlerin “gizli el” işlevi gören şirketler tarafından ele geçirildiği veya hadım edildiği bir süreç yaşanıyor! Hem Amerika’da hem de dünya genelinde yaşanıyor bu süreç.
Şirketler hem de pornografik algılama biçimleri üzerinden kitleleri de yönlendirecek güce ulaşarak devletleri esir almış durumdalar!
Bunun en tipik örneği son Amerikan seçimleri oldu. İmaj endüstrileri seçimlerin kaderini belirledi. İmaj endüstrilerini kontrol eden bir kaç Leviathan’ı / canavarı andıran şirket sadece devletleri değil yeryüzündeki bütün kitleleri kontrol etme ve yönlendirme gücüne ulaşmış durumda! Felâket filmleri gerçek oluyor sanki!
Amerika’da devlet başkanının twitter hesabını engelleyen, kapatan bir şirket, Amerikan başkanından daha güçlüdür, demektir bu; Amerika’ya da, Amerikan başkanına da hatta giderek bütün dünyaya da bu Leviathan şirketler hükmediyor, çeki düzen veriyor anlamına gelir bu, kaçınılmaz olarak.
Dün, modern devleti Leviathan (canavar) olarak tanımlamıştı Thomas Hobbes. Bugün Leviathan, devletler değil şirketler artık!
Allah bu dünyayı, insanlığı bu canavar şirketlerin ve şer-şeytan kılıklı adamların şerrinden korusun.Ekol olacak bir okul nasıl kurulur, kitap nasıl okunur?
Yusuf Kaplan
24/01/2021 Pazar
Bir kötülükten, küresel bir kötülükten bir iyilik çıkardık, hamdolsun. Hem de küresel bir iyilik, bir güzellik: Koronavirüs salgınından birkaç ay önce Sabahattin Zaim Üniversitesi İpekyolu Medeniyet Araştırmaları Merkezi olarak Altunizade kampüsünde rektör hocamız Mehmet Bulut’un tam desteğiyle başlattığımız Medeniyet Tasavvuru Okulu’nu (MTO) koronavirüsten sonra online olarak bir anda 81 vilayetimize ve 62 ülkeye yaydık.
MEVCUT BATILI ZİHİN KALIPLARINI KIRMAK VE AŞMAK...
Türkiye’nin en parlak ilim ve fikir adamlarıyla üç yılda medeniyet fikrini bütün derslerde ilmek ilmek dokuyacak, Batı’dan kölecesine aktarılan, hiçbir sorgulamaya tabi tutulmadan çocuklarımızın zihnine boca edilen akademik disiplinleri ve metodolojilerini tartışacak, sorgulayacak ve zamanla aşacak; bize özgü ilim / bilme, irfan / bulma ve hikmet / olma tasavvurları ekseninde yeniden inşa edecek; böylelikle eşyanın, dünyanın, hâkim zihin kalıplarının, zemin ve zaman idrakinin tasallutundan kurtularak; dünyaya, eşyaya, mevcut zihin, zemin ve zaman kalıplarına tasarrufta bulunacak öncü kuşakları yetiştirecek, 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekecek uzun soluklu bir medeniyet tasavvuru yolculuğuna çıktık...
Kendi medeniyet ruhunu kaybetmiş, Batı’yı da derinlemesine kavrama melekelerini yitirmiş epistemik kölelere dönüşen celladına âşık tasmalı çekirgeleri andıran seküler entelijansiya ile uçuruma yuvarlanıyoruz sadece... Kendi medeniyet ruhunu ve dinamiklerini özümsemiş, özgüveni yüksek ama pergellerini bütün medeniyetlere açacak kadar da tevazu sahibi, hakikatin sesi ve nefesi olacak, önümüzü açacak öncü kuşakları yetiştiremezsek, yok olmaktan kurtulamayız, diye haykırıp durdum on yıllardır bu ülkede... Bütün Türkiye’yi, üniversiteleri dolaştım, yarın Allah Teâlâ, “Benim için, hakikat için ne yaptın?”, diye sorduğunda, “Anadolu’nun çocuklarına değdim gecemi gündüz yaparak, çığlığımı onlara ilettim memleketi karış karış dolaşarak” diye cevap verebilecek kadar çırpınıp durdum ve tabii yoruldum.
MTO RUHU VE UMUT KIVILCIMI...
Bu yorgunluklar sonrasında iki ağır hastalık geçirdim. Hamdolsun iyiyim şimdi. Hem de çok iyiyim. Çünkü çığlığımız karşılığını buldu, küre ölçeğinde yankılandı ve çığ gibi büyüdü...
MTO’nun 6 bin talebesi var. Şubat’ta 10 bini bulacak nasipse. Bu ayın sonuna kadar 6 bin makale yazmış olacaklar ve baharda Büyük MTO Talebe Kongresi düzenleyeceğiz; yazılan makaleleri sunacak ve tartışacak talebelerimiz.
Sayı arttıkça kalite düşer normalde. Ama MTO’da sayı arttıkça kalite de artıyor!
Neden peki? Şundan: Hazırladığım 100 Kitap Listesi’nden okunacak kitapları 4-5 ay öncesinden duyuruyoruz.
Bir okul düşünün...
“Diploma çöpe!” diyor.
Bütün dersler, elde defter kalem pür dikkat izleniyor.
Ders olmadığı zamanlar talebe nasıl üzülüyor!
Bir okul...
Talebenin bütün sorunlarıyla ilgileniyor.
Kardeşlik ruhu tesis ediyor.
Herkesi birbirine bağlıyor, tanıştırıyor, kardeş kılıyor, ruh üretiyor, dertlerine ortak ediyor, güzel bir yardımlaşma, dayanışma, paylaşma ve kardeşlik modeli geliştiriyor. Umut kıvılcımı oluyor. MTO ruhu diye bir şey icat ediliyor.
Evet, bir okul düşünün... Okula girme şartı, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Bediüzzaman, Cemil Meriç, İsmet Özel, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Tanpınar, Garaudy, Aliya, Mustafa Kutlu kitapları okumak!
Daha ne olsun!
Böyle olunca da, talebelerin dil zevki, Müslümanca düşünme melekeleri, hâdiselere medeniyet perspektifiyle bakma biçimleri kısa sürede hızla gelişiyor.
Biz önümüzü açacak öncü kuşağı yetiştirecek bir okul kurduk. Bunu ülkemizin en parlak hocalarıyla ekole dönüştürme hedefimiz var, Allah’ın lûtfuyla...
Okul nasıl kurulur sorusunun cevabı Kitap nasıl okunur sorusunda gizli biraz da. Mesele okumak değil. Mesele ilk inen âyetlerde de belirtildiği üzere, Kitab-ı Hakikat’i, Kitab-ı Kâinâtı ve kişinin Kendi’ni okuyabilmesi...
Okumak’tan maksat, bilmek değil, olmak’tır.
Kuru bilgi, zihni dondurur, kalbi durdurur, ruhu soldurur...
Bize zihni açacak ilim, kalbi arındıracak irfan, ruhu kanatlandıracak hikmet pınarları gerek...
Ve ekliyorum: Kitap okumak, bir “temizlik” operasyonudur. Çok kitap okumak mârifet değildir. Mârifet; az ve iyi kitabı çokça okumak, döne döne, dura dura, düşüne düşüne okumak, semâ edercesine, ibadet edercesine okumaktır. Bir kitabı etüt etmektir.
FUAT SEZGİN’DEN “KİTAP NASIL OKUNUR?” DERSİ!
Değerli dost Musa Serdar Çelebi’nin oğlu, samimiyetin, hakikat aşkının güzel timsali Mehmet Çelebi kardeşimin, ekol olmuş rahmetli Fuat Sezgin Hocamızla ilgili nefis bir hatırasını paylaşacağım burada sizlerle. Kitap nasıl okunur, sorusunun cevabı, bundan güzel verilemezdi herhalde:
“Bir gün enstitüye geç vakitte gelmiştim. 16.oo sularıydı. Kış günüydü. Koca enstitüde hocam ve iki araştırmacı vardı. Işıklar loş bir şekilde yanıyordu. Karanlık bir odada hocam bir kitaba dalmıştı. Nazikçe kapıyı tıkladım. Hocam bir tepki vermedi. Sessizce kendisine seslendim; yine tepki alamadım. Bir adım attım masasına doğru ve tekrar seslendim. Hocam kitabı iki avucu arasına almış, sanki harfleri teker teker seçercesine gözleriyle satırlar arasında hızlıca akıp duruyordu. Haddimi aşarak biraz daha sesli bir şekilde seslendim. Tepki yoktu. Bu sefer korkmaya başladım. En son yanına yaklaştım ve elimle omzuna dokundum hafifçe. Bir an ürktü ve ‘Mehmet!’ diye seslendi. Çok mahcup olmuştum. ‘Ne zamandan beri buradasın’ dedi sessizce. ‘Hocam 2-3 dakikadır, kusura bakmayın bir an endişelendim’ dedim. ‘Sen hiç kitap okudun mu?’ diye sordu. ‘Okudum hocam’ dedim, ‘Sen kitap okumadın hayatında Mehmet. Kitap okumak ibadet gibidir. Allah’ın rızasını kazanmak, ilim yapmak için okuduğun zaman okumuş olursun bir kitabı. Tıpkı namaza durduğun gibi kendini etrafında olan bitenlerden arındırır, kitabın ruhuna verirsin. Ve tıpkı namaz kılan insana seslenmediğin gibi kitap okuyan insana da seslenmezsin. Bir kenara geçer onun ibadeti bitene kadar beklersin’ dedi. Utancımdan ne yapacağımı şaşırdım. Hafif tebessüm etti, ayağa kalktı ve ensemi şefkatle kavradı. ‘Nasihat ediyorum. Üzülmüyorsun değil mi? Size kitap okumayı unutturdular. İnşallah sizin nesliniz yine Kitap okuyan nesil olacak Mehmet. Milletin ve İslam âleminin âkıbeti buna bağlı’ dedi.”Amerikan seçimlerinde “demokrasi oyunu”: Aristo, Marx ve Freud darbesi!
Yusuf Kaplan
25/01/2021 Pazartesi
Geçen haftaki yazılarımdan birinde 1990’ların başlarında Irak işgal edilip de dijital silahlarla siviller katledilince ve savaş naklen verilince Jean Baudrillard’ın “Irak’tan savaş olmadı” dediğini, bunun dünyada entellektüel çevrelerde bomba etkisi yaptığını hatırlatmıştım.
Bedeniz de Amerika da seçimler olmadığını, ayartıcı bir demokrasi oyunu ve Aristo, Marx, Freud darbesi olduğunu düşündüğümü yazmıştım. Bu konuyu Gerçek Hayat dergisinin geçtiğimiz haftaki sayısında ayrıntılı olarak ele aldım. Burada özet olarak sizlerle paylaşacağım.
AMERİKAN SEÇİMLERİ, MEDYANIN DİLİNİ VE SAHİPLERİNİ FÂŞ ETTİ!
Medyanın tarihine kara bir leke olarak geçti son Amerikan seçimleri. Amerikan seçimlerinde medyanın oynadığı kirli rol, sözümona en saygın medya kuruluşlarının saygınlığının, sözcüsü ve gözcüsü oldukları güç ve çıkar odaklarına boyun eğildiği ölçüde geçerli olduğunu gösterdi: Amerikan medyasının bağımsız olduğu iddiasının sadece bir imaj çalışması ve büyük bir yalandan ibaret olduğu anlaşıldı.
Amerikan medyasının iç yüzünü, hangi güç ve çıkar odakları tarafından nasıl kötücül amaçlarla kullanıldığını fâş eden kişi sabık ABD Başkanı Trump oldu! Bizim gibi celladına âşık ülkelerin aydınları tarafından Amerikan medyasının yazdığı her şeye “ilâhî söz”müş gibi bakan tasmalı çekirgelerin tavrında, kutsal ineğe tapmasında zırnık kadar bir değişiklik olamasa da, medyanın alenen bu kadar manipülatif şekillerde kullanılması insanlık adına düşündürücüdür!
Düşündürücüdür ama şaşırtıcı değildir.
Anaakım medyada objektiflik, bağımsızlık, tarafsızlık tam bşr mittir, masaldır. Habermas, bunu çok güzel ifade ermişti: “Medyanın işlevi”, demişti büyük düşünür, “güç ve çıkar odaklarının güçlerini ve çıkarlarını korumak, pekiştirmek ve meşrûlaştırmak.”
Daha ne desin Habermas?
Fakat dünyada bu hadise de anlaşılamadı, Amerika’da ise hiç görülemedi ama görenler de inanılmaz bir medya faşizmi uygulanarak susturuldu, marazî, hastalıklı kişiler olarak sunuldu.
AMERİKAN SEÇİMLERİNDE ARİSTO, MARX VE FREUD “DARBE”Sİ!
Amerika, seçimlere gitti ama seçim yapılmadı Amerika’da. Küresel sistemin ve şirketlerin sahipleri, lordları, seçimlerini daha önceden yapmışlardı. Algı operasyonlarıyla önceden seçtikleri adamı seçtirdiler, seçilmiş gibi yaptılar!
Ama bunu da son derece iğrenç bir yola başvurarak gerçekleştirdiler: Algı operasyonları çekerek, insanları pornografik yöntemlerle uyuşturdular, zihinlerini ele geçirdiler!
Hem Aristo’yu hem Marx’ı hem de Freud’ü devreye girdirerek gerçeğe dönüştürdüler bu zihin kontrolü operasyonunu.
Hegel, “gazete, modern insanın sabah ibadetidir” demişti!
Saint Simon da, Sanayi Devrimi’nin kurucuları mühendisleri, “sanayi çağının papazları” olarak tarif etmişti.
Medyalar, çağımızın büyücüleri! Haberciler, çağımızın papazları! Medya kuruluşları da çağımızın seküler kiliseleri!
AMERİKA’NIN SEÇİMİ Mİ, AMERİKA’YA DAYATILAN BİR “SEÇİM” Mİ?
Medyacılar, aynı anda Aristo’yu, Marx’ı ve Freud’ü harekete geçirerek kitleleri dolmuşa bindiriyor, ayartıyor, kitlelerin zihnine tecavüz ediyorlar!
Önce Aristocu dram geleneği ile iyiler ve kötüler icat ediyorlar! Ardından Marx’ı devreye girdirerek iyileri “seküler İsa”, kötüleri de Deccal’le özdeşleştiriyorlar ve “gelecek cenneti” vadediyorlar! Kötüleri şeytanlaştırarak, bir numaralı halk düşmanı yaparak cehennemden kaçış için zemini oluşturuyorlar.
Son hamleyi Freud’la yapıyorlar: İnsanları kitleye, sürüye dönüştürerek estetize edilmiş yöntemlerle ayartıyorlar!
Medyalar çağımızın afyonu!
Veriyorlar Aristo gerilimini!
Veriyorlar Marx husûmetini!
Veriyorlar Freud narkozunu!
Kitlelerin algıları şekillendiriliyor, zihinleri teslim alınıyor, böylelikle algı aklı çarmıha geriyor! Tercih, irade, seçim sırra kadem basıyor, kitleler kütle gibi üretilen imaja göre mührü basıyor istetilen yere! O yuvarlak dairenin içine!
Demokrasi, büyük bir yalanın adı! Ve büyük bir talan mekanizması!
Hırsızın hırsızlığını gizleyerek hırsızı deşifre edeni suçlu gösterme mekanizması, hırsızın aklanması ve dünyanın kralı olması!
Demokrasi, imaj imparatorluğunun insan aklı ve tercihleri üzerindeki zaferi!
Demokrasi, yolsuzlukları, haksızlıkları, zorbalıkları en iyi, en ayartıcı yollarla örtbas etme, pekiştirme ve meşrûlaştırma rejimi!
Demokrasi bir oyun!
Demokrasi oynanan bir oyun değil! Demokrasi oyunuyla oynanarak oyun kurulan bir oyun!
Kafanız mı karıştı?
Kafanız zaten karışık değil mi?Dijital uygarlığın insanlığı çarmıha gerişi: “Oynayan insan”ın insana oyunu!
Yusuf Kaplan
29/01/2021 Cuma
İnsanlık yeni bir çağa, yeni bir kültür evresine giriyor: Ağlar uygarlığı bu: Teknopagan dijital uygarlık. İmkânları kadar zaafları da var. Zaafları daha çok belki de. Çağdaş insanı, “oynayan insan” yaptı.
İNSANLIĞIN KÜLTÜRLER TARİHİ YENİDEN YAZILMALI
İnsanlık tarihini kültürlerin biçimsel özellikleri bakımından yapılan “sözlü kültür”, “yazılı kültür”, “görsel kültür”, “dijital kültür” ayırımlarının ve tanımlarının sadece bir kültürü tarif edecek şekilde kullanılması çok indirgemeci ve yanlış.
Tekleştirici, tektipleştici ve indirgemeci ayrımlar ve tanımlar yerine ikili, birleştirici, kaynaştırıcı tanımların daha anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Kadîm kültürler, sadece sözlü kültürler olarak tanımlanıyor. Ki, yanlış bu. Afrika kültürleri, Latin Amerika kültürleri, Asya kültürleri, sözlü kültürler ama aynı zamanda sembolik değeri yüksel görsel kültürler bunlar.
Kadîm Hint kültürü, sözlü olduğu kadar görsel ve yazılı kültür meselâ. Çin kültürü de öyle. Hint kültüründeki görsellik, bilinçli olarak oranları ve orantıları deforme edici görsel somut kültür egemenliğindeyken; Çin kültürü, -özellikle rafine Song Hanedanı döneminde gözlenen- daha soyut görsel kültürün, performans / “tiyatro-dans” kültürünün ve şiirsel kültürün egemenliğinde.
O yüzden kültürleri tekleştirmek yerine en azından ikili tanımlar şeklinde kavramak daha anlamlı ve doğru.
Kadîm kültürler sözlü-yazılı kültürler; modern kültür yazılı-görsel kültür, postmodern ve gelecekte şekillenen çağdaş kültür görsel-dijital kültür... şeklindeki ikili tasnifler ve tarifler gibi.
Şimdi görsel-dijital kültürün egemen olduğu bir çağdayız: Bu çağın en öne çıkan aktörleri, Z Kuşağı.
DİJİTAL ÇAĞIN ÇOCUKLARI: Z KUŞAĞI
Nasıl bir dünyada yaşadıklarını bilmiyoruz Z kuşağının. Ama bilmediğimiz dünyaları ve kendileri hakkında ahkâm kesmekten de geri durmuyoruz!
Z kuşağını suçlayanlara şu suçlamayı yapıyorum: Suçunuzu örtbas etmeye kalkışmayın. Kendinizi suçlayın! Topu taca atmayın. Bu çocuklar sizin eseriniz! Eserinizden değil kendinizden şikâyet edin!
Suçlamadan önce bu kuşağı tanımamız gerekiyor. Z kuşağı, hayatı dijital dünyada yaşıyor, bu dünyada değil.
Neden peki?
Bu dünyanın bir çekiciliği, albenisi olmadığı için olabilir mi?
Ya da dijital dünyanın, herkesin bizzat kendisinin yaşadığı ama milyonlarca insanın da aynı dünyayı paylaştığı bilinen bir dünya olması olabilir mi?
Dahası kimliklerin gizlenmesi, oyun’un, yegâne varoluş biçimine dönüşmesi yani “oynayan insan”ı (homo ludens) “gören insan”a (homo videns) baskın hale getirmesi yakıcı gerçeği olabilir mi bunun temel nedeni?
Kesin olan bir şey var: “Düşünen insan”(homo sapiens) sizlere ömür! “Düşündüğünü düşünen insan” (homo sapiens sapiens) pek varolmadı zaten!
Şu an dijital kültür çağında yaşıyoruz: Teknopagan dijital kültür, “oynayan insan”ın insana oynadığı ayartıcı bir oyun!
KÜLTÜRLERİN İNSANLIĞI, İNSANLIĞIN KÜLTÜRLERİ
Sözlü-Yazılı kültür, “düşünen insan’ın eseri. Kadîm dünyayı kurdu. Sözlü özelliklerini yitirerek yazılı özelliklerini öne çıkaran yazılı kültür, Klasik dünyanın mirasını moderniteye taşıdı; moderniteyle nihâî noktasına ulaştı.
Modernite, yazılı kültürü ilerlemeci, determinist ve totaliter bir mantıkla kullandı. İnsanı boğdu sınırlayıcı, katı, lineer modern yazılı kültür ve modernitenin doğasına ve vaatlerine daha uygun görsel kültüre evrildi.
Görsel kültürün özgürleştirici değil, sınırlayıcı özelliklerini öne çıkardı modern pagan kültür pagan olduğu, köle psikolojisi ile malul olduğu için.
“Köle psikolojisi”, Nietzsche’nin yaptığı bir tanımlama -moderniteden antikiteye kadar bütün bir Batı uygarlığı için. Bir eksiklik duygusu, bir suçluluk psikolojisi bu. Eksikliğin giderilmesi, suçluluğun örtbas edilmesi gerekiyordu: Sahip olma, mâlik olma, hâkim olma güdüleri modern insanı güttü yüzyıllarca. Bir “kendi” olsaydı, bu güdülerin kölesi olmak için can atmazdı. Bir “kendi” yoktu: Özünü, fıtratını kaybetmenin eşiğine sürüklenmişti.
O yüzden bilgiye, tabiata, insana sahip olma güdüsüyle hareket ederek emperyalistleşti; mâlik olma güdüsüyle hareket ederek melikleşti, meleksi melekelerini kaybetti; hâkim olma güdüsüyle hareket ederek, tanrılaşmaya kalkıştı.
Görsel kültür, Paganizmin pençesinde kıvranan modern insanı azmanlaştırdı.
Görsel kültür, “gören insan”ın eseri. Modernite ile postmoderniye arasında salındı durdu.
Paganlaştırıcı ve azmanlaştırıcı görsel kültür, yerini dijital kültüre terketmek zorunda kalacaktı. Hız, haz ve ayartının hâkim olduğu “oynayan insan”ın gelişi kaçınılmazdı!
DİJİTAL KÜLTÜRÜN OYUNU!
Dijital kültür, “oynayan insan”ın insana oyunu! İçinden geçtiğimiz gelecek çağların habercisi.
Tekno-pagan dijital uygarlığın: Ulusal sınırların ortadan kalktığı, dünya yurttaşlığı denen kaygan bir kavramın kavramlıktan çıkıp gerçeğe dönüştüğü bir dünyanın gelişinin görüldüğü, cinsiyetlerin dönüştürülebileceği, dinlerin pornografikleştirildiği (ayartıcı, narkoz işlevi görücü işlevler üstlenebildiği) ölçüde yaşayabildiği, varolabildiği, dinlerin yerini dinselleşen popüler kültürün alacağı ve sadece uyuşturucu işlevi görecek melez bir din-dışı din, din-dışı kutsallık biçiminin üretileceği ve bütün dünyaya popüler ikonlar, ikonalar, müzik kültürü, film kültürü, görsel kültür, dijital kültür starları (tanrılaştırılan yıldızları) üzerinden yayılan, hâkim kalınan bir dijital dünya uygarlığının üretildiği oynayan insanın insana oyunu bir uygarlık türü bu! İnsan türünü yok etme tehlikesi barındıran, -Hegel’in ifadeleriyle- “yaratıcı tahripkâr” bir uygarlık.
Nedir bu peki?
Özetle şu: Dijital uygarlığın insanlığı çarmıha gerişi: “Oynayan insan”ın oynadığı oyuncaklarla insana ve bütün insanlığa oynadığı oyun! “Oynayan insan”a insanın ve insanın eseri ama esiri olduğu araçların ayartıcı oyunu bu!Biz gelince onlar gidecekler: Batılılar, yüzyıllık hesaplarını Türkiye üzerinden yapıyorlar!
Yusuf Kaplan
31/01/2021 Pazar
ABD yönetimi ve kuklası BM, Türkiye'ye ve Rusya’ya “Libya’dan çıkın!” dedi! Yunanistan'la istikşafî görüşmeler başlayınca hem Almanya’dan hem ABD'den hem de BM'den “panik atak eseri” uyarılar geldi
Ne bu, peki?
Şu: Batılılar, yüzyıllık stratejilerini Türkiye'yi durdurmak için geliştiriyorlar. İki yüzyıllık tarihe dönüp bakın, göreceksiniz bu yakıcı gerçeği. Türkiye, bin yıldır, eksen ülkeydi; bundan sonra da öyle olacak inşallah.
Tek şartla: Yörüngemizi bulabilirsek...
Bunun için de geleceğimizi inşa edecek mütevazı (başka dünyalara açık, başkalarına saygılı) ve özgüveni yüksek (medeniyet fikriyle donanmış, dünyayı iyi tanıyan) önümüzü açacak öncü kuşaklar yetiştirebilirsek ve tabiî kendimizi eleştirmesini ve yenilemesini bilebilirsek...
BATI UYGARLIĞI’NIN KISACA KURULUŞ VE ÇÖKÜŞ HİKÂYESİ...
17. yüzyıldan itibaren dünya tarihinin akışını şekillendiren pagan modern Batı uygarlığı, kontrol ve kolonizasyon güdüsü tarafından güdüldü: Hem Tanrı fikrine, hakikat fikrine ve tabiata hem de başka medeniyetlere saldırıya dönüştü.
Sonuçta, Tanrı'nın yerine azmanlaşan insanı, kilisenin yerine de siyaseti (politika'yı) yerleştirdi.
İnsanın tanrılaşması aklın putlaştırılmasıyla sonuçlandı; siyasetin otorite, hegemonya ve meşrûiyet kaynaklarını tanımlayan bir konuma yerleştirilmesiyse, bir araç olarak siyasetin putlaştırılmasına yol açtı.
Modern pagan insan, sınırlı aklına sınırsız güçler atfetmekle ve araçları (güç üreten siyaseti, bilimi, teknolojiyi vesaire) amaçların önüne geçirmekle, bir yandan hem tabiat üzerinde hem de dünya üzerinde hegemonya kuracak göz kamaştırıcı bir atılım gerçekleştirdi ama öte yandan da, bu maddî atılımı mümkün kılan dinamikler, modern Batı uygarlığının altını oyan dinamitlere dönüştü.
Sınırlı akla sınırsız güçler yükleyince ve kurucu değil yol açıcı işlev görmesi gereken siyasete, dolayısıyla araçlara (ama güç üreten araçlara) taşıyamayacağı ontolojik işlevler verince, modern pagan uygarlık, bu yükün altında kaldı ve ezildi. Felsefî olarak, entelektüel olarak, kültürel olarak ve tabiî ahlâkî ve sosyolojik olarak bu azmanlaşmanın faturası çok ağır oldu.
POSTMODERN FELSEFE: ÇÖKÜŞ FELSEFESİ
Gelinen nokta yalnızca Batılılar için değil, bütün dünya için ürpertici bir ayırımıdır: Tanrı fikri yok edildi; önce Batı'da; sonra da zamanla küre ölçeğinde. Tabiat önce düşman ilan edildi; sonra da ele geçirildi ve delik deşik edildi. İnsanın varlığı tehlikeli bir sürece girdi.
Humanizm'le başlayan ve insanı her şeyin merkezine yerleştiren modern pagan yolculuk, gelinen noktada adına post-humanizm denilen (insansız bir dünyanın ve dünyasız bir insan tipinin insanı tefessüh ettirdiği, ruhunu yitiren ve gürûha dönüşen yığınlar tarafından özgürlük olarak algılanan hız, haz ve ayartının kölesi hâline gelerek hayatı çölleştirdiği) bir çıkmaz sokağın eşiğine fırlattı bütün insanlığı.
Nietzsche, modern pagan uygarlığı çarmıha gerdi: Modern pagan uygarlık felsefî olarak çöktü ama felsefe çökmedi; çöküş felsefesine dönüştü.
Nietzsche’nin haykırışına çöküş felsefesi olarak nitelediğim postmodern filozoflar ve sosyal teorisyenler güçlü ses verdiler:
Heidegger, varlığın, dolayısıyla hakikatin unutulduğunu söyledi. Weber, modernliğin, “demir kafes” ürettiğini; Foucault “hapishane”ye, Derrida bir şekilde “hayalet”e dönüştüğünü, Baudrillard simülasyondan ibaret olduğunu ve buharlaştığını söylediler. Çöküş filozofları, postmodernliği bir çıkış olarak sunmadılar.
Bu çıkmaz sokaktan tek çıkış yolunun, Hâkim paradigma'nın dışına çıkmak, hâkim paradigmadan kurtulmak olduğunu itiraf ettiler. Foucault, aynen böyle söylemişti; üstadı Nietzsche'nin izinden giderek. Ne demişti Nietzsche: “Artık söyleyebileceğimiz tek yeni şey, yeni bir şey söyleyemeyeceğimiz gerçeğidir.”
YENİ BİR “SÖZ”Ü KİM SÖYLECEK?
Yeni bir şeyi kim söyleyecek? Çinliler, Hintliler, Japonlar mı? Elbette ki, hayır. Hayır; çünkü hepsi de kapitalistleştirildiler; uyutuldular ve yutuldular. Söylenecek tek yeni şeyi Müslümanlar söyleyebilirler. Baudrillard, bu gerçeği, Batılıların İslâm'ı terörle özdeşleştirmeleri üzerine, “insanlığın önündeki tek seçeneği yok ediyoruz” diyerek telaffuz etmişti. Batı uygarlığı, söyleyeceği şey olmadığı için, o ürpertici gücüne sarıldı: Sadece işgal ediyor, yakıp yıkıyor her yeri: Söyleyeceği bir sözünün olmamasının en önemli göstergesi, Baudrillard'ın “yeni barbarların gelişi” diye tasvir ettiği bu saldırganlığı işte. Sonunda insanlığı getirip koronavirüs hapishanesine tıktı!
DALGA-KIRMA SÜRECİNDEYİZ... DALGA-KURMA SÜRECİNE İYİ HAZIRLANMALIYIZ...
Batı uygarlığı hem kendisi felsefî olarak çöktü hem de İslâm dışındaki diğer medeniyetleri fosilleştirdi ve kapitalistleştirerek bitirdi. Ama İslâm'ı fosilleştiremediği için çıldırıyor. O yüzden yüzyıllık stratejilerini, İslâm'ın gelişini önlemek için geliştiriyor: Şunu çok iyi biliyor Batılılar: İslâm dünyasını toparlayabilecek ve ayağa kaldırabilecek hem tarihî derinliğe hem köklü medeniyet tecrübesine sahip tek ülke Türkiye. Türkiye, bu yükü taşıyabilecek durumda mı?Şu hâliyle, hayır.
Ama bu yola girdi; Ak Parti, kendisini köklü bir özeleştiriye ve yenilenmeye tabi tutarsa, muhalefet partileri de, medeniyet fikri etrafında “önce Türkiye!” diyebilecek bir noktaya ulaşırsa ve önümüzdeki 10 yıllık süreçte eğitim, düşünce, sanat, kültür, şehircilik, medya ve gençlikte devrim niteliğinde adımlar atabilirsek, evet. Asıl yolculuk, o zaman başlayacak... Dalga-kurma süreci bu. Şimdilik, dalga-kırma süreciyle boğuşuyoruz... Oyunları bozmakla, püskürtmekle uğraşıyoruz... Mesafe de alıyoruz... Libya’da olmamız bunun göstergesi. Dalga-kurma süreci ondan sonra başlayacak inşallah.
.Eğitime neşter vuramaz ve zihnî işgali püskürtemezsek, iki kuşak içinde yok oluruz...
Yusuf Kaplan
1/02/2021 Pazartesi
Eğitim, sadece okullardan ibaret değil. İnsanın karakteri, dünyası ve zevkleri sadece eğitimin eseri değil artık: Medya ve kültür dünyası da eğitim kadar, bazen eğitimden daha fazla rol oynuyor insanın karakterinin, dünyasının ve zevklerinin inşası sürecinde.
ÖNCÜ KUŞAK VE ÇIKMAZ SOKAK
Eğitimden maksat, bilmek değil, olmak’tır.
Olmak yani yol gösterici bir dünya görüşüne, kanatlandırıcı bir ruha, insanlığa ve varlığa kol kanat gerici bir kalbe, vicdana, yüreğe sahip olmak.
Aklı, kalbi ve ruhu aynı anda harekete geçirebilmek yani: İlim, irfan ve hikmet süreçlerine denk gelen bilme, bulma ve olma yolculuklarına çıkmak...
Bu yolculukları yaptıracak öncü kuşak profilleri, âlim, ârif ve hakîm şahsiyetleri, bize yönü bilme, yörüngeyi bulma ve yön-yörünge olma yolculuklarının yol haritasını çıkaran, bu yolculukları bizzat yapan / yaptıran, çağrısı çağını kuracak öncü kuşaklar...
Günümüzde eğitim sistemleri kriz yaşıyor: Önce sinema, kitlesel medyalar, ardından çağdaş sosyal medyalar ve popüler kültür endüstrisi, hem çocuklarımızın öğretmeni hem de öğretmenlerinin öğretmeni artık.
BİR ÜLKE DÜŞÜNÜN... FİİLEN İŞGAL EDİLMEMİŞ AMA ZİHNEN İŞGAL ALTINDA!
Bir ülke düşünün...
Çocukları, hem de en parlak çocukları, masonik baronik çetelerin elinde yetişiyor! Bunlar çağdaş misyonerler oysa! Seküler misyonerler! Hıristiyan misyoner okulları açıktan misyonerlik eğitimi veriyordu, o yüzden ondan korunmamız mümkün olabilirdi.
Ama seküler misyoner okullara ne diyeceğiz? Bir eğitim sistemi ülkenin üstelik de en parlak çocuklarını o ülkenin ruh köklerine, kültürüne, anlam dünyasına yabancı hatta düşman yetiştirebilir mi?
Bu okulları suçlamıyorum. Hepsi yasal, meşrû okullar.
“Ne oluyoruz, çocuklarımızı, dolayısıyla gençlerimizi göz göre göre kaybediyoruz, kendi ellerimizle kültürel ve entelektüel intiharın eşiğine sürüklüyoruz” diyerek derdimizi ileteceğimiz hatta yakasına yapışacağımız insanlar, bu okulların ait olduğu ve benim medeniyet ruhumu, birikimimi, tarih bilincimi, kültür zenginliğimi çocuklara yol haritası olarak sunmayan, öğretmeyen eğitim sistemleri, bu eğitim sistemlerinin başındaki kişiler ve bu kişilere hükümet eden yöneticilerdir!
Ülkemizin kremasını, en parlak çocuklarını masonik-baronik çetelerin elinden kurtaramazsak, yok oluruz.
Önümüzü açacak öncü kuşakların, geleceğimizin Gazâlî’lerinin, İbn Haldun’larının, İbn Arabî’lerinin, Sinan’larının, Itrî’lerinin tohumlarını ekemezsek, yok oluruz.
Bunlar bir toplumun geçmişini değil geleceğini de inşa ve işaret eden yol fenerleridir: Her dâim ışık saçarlar... En olmadık zamanlarda tutar ayağa kaldırırlar toplumu, yüzlerce yıllık uykudan uyandırlar, kendimize getirerek önümüzü görmemizi sağlarlar... Önümüzü aydınlatırlar ve açarlar...
Her toplum anaokulundan doktora eğitimine kadar çocuklarını, genç kuşaklarını kendi medeniyet iddiaları, idealleri ve rüyaları ile yetiştirir ve bunları gerçekleştirmeyi mümkün kalacak köklü müfredat modelleri ve sistemleri geliştirir...
ÇIKIŞ YOLU BELLİ: DAHA FAZLA ZAMAN KAYBEDEMEYİZ!
Eğitimin en iyi formülünü Hz. Mevlânâ vermiş bize: Pergelin sâbit ayağını, İslâm’a, bizim medeniyetimize, bu toprakların ruhuna ve birikimine basacağız, pergelin hareketli ayağını bütün medeniyetlere ve dünyalara açacağız...
Yaklaşık 30 senedir pergel metaforunu anlata anlata dilimde tüy bitti. Nihayet geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanımız Erdoğan, millî eğitimde reformdan sözederken pergel metaforundan uzun uzadıya bahsetti.
Çocuklarımızı, genç kuşaklarımızı mevcut sömürgeci, mankurtlaştırıcı, kendi kültürüne yabancılaştırıcı yoz, sığ, ezberci seküler eğitim sisteminin zihnî işgalinden kurtaracağız, kurtarmak zorundayız... Bu konuda atılması gereken adımları atacağız, atmak zorundayız.
Zorundayız; çünkü bir ülke düşünün... Bağımsızlık savaşı vermiş, topraklarını işgal ettirmemiş ama “tarlaları sürülmüş”, yani ruhu yok edilmiş, ruhkökleri kurutulmuş, kökleri İslâm’dan sökülüp atılarak binlerce yıl öncesinin henüz bilemediğimiz, insanlığa ne verdiğini de bilmediğimiz belirsiz, muğlak, zayıf, çürük İslam dışı tartışmalı köklere zoraki aşı yapılmaya çalışılmış!
Tutmamış bu; tutamayacaktı tabii ki, eşyanın tabiatını zorlamak olurdu. Sonunda vazgeçilmiş ama iş işten geçmiş. Olan olmuş. Düşmanlar, emperyalistler bu toprakları işgal ettiklerinde hiç de kolayca yapamayacakları toplumun İslâm’la ilişkisini koparan, bizi epistemik kölelere dönüştüren kültür devrimleri bu topraklarda yerli sömürgecilerce çok kolayca yapılmış, yapılabilmiş. Adına da çağdaşlaşma, çağdaş uygarlıklar düzeyi filan denilmiş!
Ülke dışardan işgal edilmemiş ama içerden ele geçirilmiş. Peki, bu ülke içerden işgal edilecek idiyse, epistemik kölelere dönüştürülecek idiyse, kiminle ve ne için savaştı bu millet peki? Biri çıksın anlatsın bunu bana. Eğer sömürgecilerin işgal ettiklerinde yapacaklarından daha vahim yıkımlar içerden yapılacak idiyse, biz kiminle, niçin ve ne adına savaştık ki?
Gelinen nokta, sömürgeci bir eğitim sistemi, mankurtlaştırıcı bir medya rejimi, yabancılaştırıcı bir kültür dünyası!
Böyle bir toplum yoğun bakıma kaldırılmış bir toplumdur.
Bu toplum içerden kültürel tecavüz ve zihnî işgal altında! Ama başına ne geldiğini bilmiyor!
Niçin?
Celladına âşık edildiği için! Bir toplumun başına bundan büyük felâket gelebilir mi?
Böyle bir toplum, bağımsızlığını, daha da vahimi, varlığını sürdürebilir mi?Laik Aydınlanma despotizmi ve Üniversitenin krizi
Yusuf Kaplan
5/02/2021 Cuma
Boğaziçi Üniversitesi, rektör atamasına itiraz edildiği için karıştı: Laik Aydınlanma despotizmi, “kendilerinden olmayan” bir rektör atandığı için (ne kadar ilkel bir kafa bu!) ülkeyi kaosa sürüklemekten çekinmeyen çevrelerce karanlık bir ruh olarak çöktü ülkenin üzerine. Sadece Boğaziçi’ni değil ülkeyi kardeş kavgasının eşiğine sürükleme potansiyeli taşıyor!
Herkesin dikkatli ve rikkatli olması şart!
Konuyu daha önceki bir yazımın tozunu alarak en temelden tartışmak istiyorum.
AYDINLANMA ÜNİVERSİTESİ: NİCELİĞİN VE BATI-MERKEZCİLİĞİN HÜKÜMRANLIĞI
Türkiye’de üniversitenin köklü felsefî, varoluşsal sorunları var. Üniversite sayısını artırarak üniversitenin sorunlarını çözemeyiz; aksine, kangrene dönüştürürüz.
Üniversite krizi, sadece bizim yaşadığımız bir sorun değil. Küresel ölçekte, köklü bir üniversite krizi yaşıyor dünya.
Aydınlanma’nın tohumlarını eken bilimsel devrim’in kurucu babalarından Francis Bacon’ın ünlü “bilgi güçtür” aforizması, modernlerin, bilme çabasını, Descartes’ın “tabiatın efendileri ve hâkimleri olacağız” mottosuyla hareket ederek gücü ele geçirme kaygısına dönüştürmelerine yol açtı.
Çağdaş / modern üniversite, işte bu temel üzerine bina edildi. Buna da “hurafelerden kurtulma, aydınlanma çabası”, denildi.
Oysa yapılan şey, çağdaş / seküler hurafeler icat etmekten ibaretti: Akıl kutsandı, bilim putlaştırıldı, ilerleme putu bütün dünyayı esir aldı: Üniversite bile araçları amaçların önüne geçirdi; hem emperyalizmin niceliksel, güce, güç üreten araçlara / teknolojik silahlara dayalı hegemonyasını meşrulaştıracak hem de Batı-merkezci perspektifleri “bilim bu” diyerek dünyaya “satan”, bilimsel emperyalizmi bütün dünyaya dayatan bir kültür savaşı makinasına dönüştü.
AYDINLANMA’NIN BİLİMSEL HURAFELERİ
Aydınlanma, gerçekte, karartmayla sonuçlandı. İnsanın zihni çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüştürüldü.
Öyle ki, modern / aydınlanmacı üniversite, bütün bilimleri, fizik / doğal bilimlerin ilkeleri üzerinden inşa etti. Sosyal bilimler, insan bilimleri, teoloji, fizik bilimlerin sözümona nesnel (salt kabuk / fizik gerçekliğe dayalı) ilkeleri üzerinden şekillendi.
Tabii bu durum, farkedildi. Çağdaş üniversitenin köklü bir zihnî kriz yaşadığı, bu krizin nasıl aşılabileceği sorunu Husserl, Nietzsche, Heidegger, Weber gibi düşünürlerce kıyasıya tartışıldı.
Bu tartışmaların meyvelerini verebilmesi ancak ‘68 devrimi’yle birlikte mümkün olabildi.
‘68 ZİHNİYET DEVRİMİ: DİSİPLİNLERARASI ÜNİVERSİTE
‘68 “öğrenci devrimi”yle birlikte, postyapısalcılık, Batı’daki aydınlanmacı / “modern akademi” anlayışını yerle bir etti.
İyi ki de etti: Çünkü modern akademi, Aydınlanma çağının, aklı putlaştıran ve düşünme faaliyetini donduran “hurafeleriyle” üniversite fikrini iktisadî yararcılığın çıkmaz sokağına fırlatarak kapitalist sistemi aklamaya kapı aralamıştı.
Postyapısalcılık, üniversite’yi modernliğin bu Weber’yen “demir kafes”inden çıkardı: Disiplinlerarasılığın, geçişkenliğin, “alış-veriş”in, karşılıklı-beslenme’nin önünü açtı. İslâm ilim geleneğine yaklaştı.
Ama bu kez de, ethos’unu yitirdiği için, neo-liberalizm dalgasının estirdiği fırtınaya yakalandı ve paradoksal olarak, bir yandan, üniversiteyi, iktisadî yararcılığın üniversitenin üzerine heyûla gibi çöreklendiği, kapitalist sistemin çarklarını daha ayartıcı, daha “verimli” şekillerde döndüren tastamam ticarî bir işletmeye dönüştürdü; öte yandan da, üniversite, ufuk ve çığır açıcı bir düşünce atılımının, niteliksel bilgi birikiminin geliştirilmesine hiçbir katkıda bulun/a/mayan, marjinal, “siyasî doğruluk”çulukların kıskacında un ufak oldu; üniversite sistemindeki bu kaotik hercümerç, Michel Henry’nin yerinde saptamasıyla, “üniversitenin tahribi”yle sonuçlandı.
Modern akademi, Aydınlamacı tarihsel / sığ aklın ayartısına kapılan ve pozitivist donma’yla sonuçlanan bir ifrat girişimiydi.
Postmodern akademiyse, bu kez, akademi’yi, sonu nereye varacağı kestirilemeyen bir kaosun ortasına getirip bırakmakla bir tefrit’e / kayıtsızlık’a, banalliğe yol açtı.
Bu da kaçınılmazdı: Çünkü Nietzsche’nin “felsefemiz, ahlâkımız dekandasın formlarına dönüştü” haykırışı’nda en iyi ifadesini bulan çok yönlü bir dekadans’ın pençesinde kıvranmaya başlamıştı Batı uygarlığı: “İnsanlığı” “akıl tutulması”nın eşiğine fırlatan “araçsal akıl”ın aşırılıklarının kurbanı olduğu için Batı uygarlığının “bunalım/lar çağı” süreci çoktan başlamıştı.
Ezcümle… Batı’da üniversite “çöktü”; Batı uygarlığı bilfiil / bedenen yaşıyor; ama bilkuvve / ruhen bitti çünkü: Postmodern akademinin, olumlu ama marjinal kalan yanlarıyla birlikte, içine sürüklendiği, hakikat fikrini bitiren kaotik ontolojik çıkmaz, bunun en çarpıcı göstergesi.
ASLOLAN BİLMEK DEĞİL, OLMAK’TIR...
Sözün özü: Aslolan bilmek değil, olmak’tır: Hayatın anlamını kavrayabilmek, hakikatin izini sürebilmek, insanı ve hayatı zenginleştirecek ilim, irfan ve hikmet kulelerini dikebilmek....
Sığ Aydınlanma aklı ve düşüncesi üzerine kurulan çağdaş üniversite için, mesele bilmek’tir. Kuru bilgi’dir; parçalı bilgi: Bütün’ün yitirilmesi, farklı alanlar ve olgular arasındaki ilgi’nin bitirilmesi; buradan ruhsuz, sadece egemenlik kurmak aracıyla üretilen bir gücün inşa edilmesi.
Kuru bilgi’nin kör bilince dönüşmesi, insanı linç etmesi, hayatı güçlü olan’ın haklı olduğu bir güç arenasına dönüştürmesi.
Çağdaş üniversitenin krizi: Zihni felçleştirmesi, ruhu yok etmesi, hayatı çölleştirmesi...
Türkiye’deki üniversite, bu üç hayatî sorunu, Batı’dan daha sarsıcı bir şekilde yaşıyor. Ama yaşadığı krizin ne olduğunu göremeyecek ve bu krizi nasıl aşabileceğini bilemeyecek kadar da krizin boyutlarını kavramaktan uzak.Boğaziçi’nin beyaz mitolojileri ya da Boğaziçi’nden bir Gazâlî veya Kant, bir İbn Haldun veya Toynbee çıkar mı?
Yusuf Kaplan
7/02/2021 Pazar
Boğaziçi Üniversitesi etrafında yaşanan tartışmalar, Türkiye’nin “beyaz mitoloji”lerinin deşifre olmasına ve çökmesine imkân tanıyabilir mi?
Şu âna kadar yaşananlara bakılırsa, ham hayal benimkisi. Ama yine de var bir ihtimal!
Çağdaş düşüncenin en cins kafalarından Derrida, “beyaz mitoloji” kavramını, Grek felsefesinin akıl üzerinden ürettiği “hurafeleri” deşifre etmek için önerir.
Grek felsefesinin akılcılığının, metaforik düşünme ve tahayyül biçimlerinin üstünü çizerek beyaz bir felsefî emperyalizm tarzı ürettiğini söyler.
Grek akılcılığının moderniteyi kuran akılcılığa evrilmesiyle, akılcılığın bir yandan tastamam bir epistemik emperyalizm biçimine dönüşerek, hâkim kültürel yapıları, dili, söyleyiş biçimlerini aklamaya yaradığını, ama öte yandan diğer bütün idrak biçimlerini ve dolayısıyla kültürel ifade şekillerini, dilleri, söyleyiş tarzlarını hasıraltı ettiğini, silip süpürdüğünü anlatır.
Burada kullandığım ifadeler ve kavramlar, bendenize ait: Akılcılığın aklamacılığa dönüşmesi, beyaz felsefî emperyalizm biçimi vesaire gibi.
“Silip süpürme, hasıraltı” metaforu, Derrida’nın “sahneden temizleme” metaforundan mülhem, elbette ki.
TÜRKİYE’NİN BEYAZ MİTOLOJİSİ: LAİKLİK
Modernitenin (özellikle de Aydınlanma düşüncesi üzerinden) kendini aklamak için başvurduğu “temizlik operasyonları”na benzer bir aklamacılık, karartma veya temizlik operasyonunu, bizim Boğaziçi’nin ve Kemalist laik çevrelerimizin beyaz mitolojilerini (=ezberlerini, saplantılarını, kalıp yargılarını) deşifre etmekte verimli ve zihin açıcı bir şekilde kullanabiliriz burada.
Türk modernleşmesi’nin Cumhuriyet’le birlikte sımsıkı sarıldığı beyaz mitolojisi (hâkim kılınan, dayatılan ezberi) laiklik.
Laiklik, beyaz mitolojiyi geçti, “beyaz din” biçimine dönüştürüldü bu ülkede. Bunu Ernest Gellner söylemişti bize.
Batı’da hiçbir ülkede görülmediği kadar kutsandı Türk beyaz mitolojisi laiklik.
Bütün devrimler, laiklik üzerinden dayatıldı topluma. Devrimlere başkaldıranlar, gözlerinin yaşına bakılmadı, asıldı!
Bütün darbeler, laiklik adına yapıldı. Toplumun İslâmî anlam haritaları, devletin bütün kurumlarından temizlendi; Türkiye’nin laik beyaz mitolojisi dayatıldı topluma her alanda.
Laiklik beyaz mitolojisi, topluma giydirilen deli gömleği, pranga işlevi gördü, İslâmî anlam haritalarının, ruh köklerinin ve medeniyet dinamiklerinin toplumdan, toplumun hayatından ve hafızasından silinmesi sürecinde!
YERLİ EMPERYALİZM BİÇİMİ OLARAK LAİKLİK
Laiklik, bizde, Derrida’nın beyaz mitoloji’sinin ötesine geçti, emperyalizm biçimine dönüştü düpedüz.
Ataerkil, fallosantrik, zorba, kaba Jakoben dayatma / “emperyalizm” biçimleriyle hâkim kılındı; toplumun bin küsur yıllık İslâmî kökleri ve ruhu kurutuldu; anlam haritaları söküldü; köksüz, ruhsuz, anlamsız, temelsiz, dünyada benzeri olmayan bir laik emperyalizm biçimi dayatıldı gerek askerî gerekse sivil yollarla.
Fakat bu kez de, Foucault’nun çarpıcı ifadesiyle, “söylemsel şiddet”e (“irtica”, “gericilik” gibi beyaz, üstenci, aşağılayıcı, kibirli emperyalist bir dile ve metaforlara) başvuruldu.
Sık sık “uygarlık”, “çağdaşlık” gibi içi boş beyaz mitolojilere gönderme yapılsa da, yapılan şey, söylemsel şiddet ve barbarlık oldu aslında.
BOĞAZİÇİ’NİN BEYAZ MİTOLOJİLERİ: BÖYLE BUYURDU BOĞAZİÇİ’NİN ZERDÜŞT’Ü!
Boğaziçi, Türkiye’nin laik beyaz mitolojilerini daha rafine bir şekilde kazıdı mensuplarının (hocalarının ve öğrencilerinin) kimlik kartlarına ve anlam haritalarına.
Üniversitede beyaz bir derebeylik kuruldu çağdaşlık, liberal değerler adına: Öğrencileri bir şekilde Anadolu’dan geliyordu ama öğretim üyeleri paraşütle, baronik çetelerin lordlar kamarası’ndan atanıyordu!
Zenci bir cumhurbaşkanının başlarına bir rektör ataması, yenilir yutulur bir şey değildi, aslâ kabul edilemezdi! Boğaziçi’nin beyaz mitolojilerine, kökleşmiş laik âyinlerine tersti bu! Böyle buyuruyordu Boğaziçi’nin Zerdüşt’ü!
Sözün özü: Türkiye’nin dokunulmaz kutsal ineğiydi, laiklik. Beyaz emperyalizm biçimi, mitolojik esin ve besin kaynağı. Kutsal şarabı!
Boğaziçi ve benzeri üniversitelerin kurdukları beyaz mitolojik iktidar biçimleri, laik kutsanma ayinleriyle aklanıyordu. Âyinlere katılan içeri alınıyordu. Âyinleri reddeden, aşağılanıyor, laik tanrıların ve tanrıçaların lanetine uğruyordu!
Boğaziçi ve benzeri üniversiteler, güçlerini, meşruiyetlerini, Batılı seküler akademinin beyaz mitolojilerini, metodolojilerini, kutsal ineklerini ve ritüellerini sorgusuz sualsiz benimsemelerinden alıyordu.
Boğaziçi’li olmanın mitolojileri, ritüelleri vardı: Batılı akademya üretecek, sense onların ürettiklerinin gönüllü acentalığını yapacaksın! Celladına âşık olacaksın! Bu ülkenin medeniyet birikimini, ruhunu hasıraltı edecek, Batı’dan sahte laik kutsallar ithal edecek, onların ürettiklerini burada tepe tepe tüketecek, epistemik köleliği marifet belleyeceksin!
Epistemik kölelik biçiminin tek başarı kriteri olarak kabul edildiği bir akademiden bir Gazâlî, bir İbn Haldun, bir Sinan, Itrî yetişir mi? Bunları geçtik, bir Kant, bir Hegel, bir Mahler yetişir mi?
İyi de, ne yetişir, peki?
.Dinle, aptal muhalif!
Yusuf Kaplan
8/02/2021 Pazartesi
Bugün sütunumu bir misafire vereceğim: Ahmet Arıkan kardeşime. Arıkan, analiztarih.blogspot.com adresinde yakın tarihe ilişkin çok güzel analizler yayınlıyor. Bugün sizinle onun yakın tarihimize ilişkin bir okumasını paylaşıyorum.
Zihin açıcı okumalar...
DİNLE APTAL ADAM!
Evet, bildin, burada Wilhelm Reich’e bir gönderme var.
Onun ülkesinin içine faşistler etmişti, bizimkine yüzyıldır hatta iki yüzyıldır sen ediyorsun!
Yüz yıldır aptallığın ve aşağılık kompleksin/iz/le bu milletin çanına ot tıkadın/ız!
Yüz küsur yıl önceki aptal dedelerin “Saraydaki baykuş defolup gitmeli!” dedi. “O giderse medenî Avrupalılar gibi olacağız, bizi kimse tutamayacak” diyerek ham hayaller kurdu!
Saraydaki Baykuş (!) gidince de, devasa imparatorluk da gitti.
Arnavutluk’tan Batum’a kadar uzayan koca ülkeden elimizde bir avuç yer kaldı.
Bu millet, ölüm kalım savaşı verdi: Ama bu toprakları kurtarmak için uğruna savaş meydanlarına koşulan İslâm’ı, İslâmî değerleri milletin hayatından söküp atacak, tuhaf işlere soyundunuz, sömürgecilerin yapmaya bile cesaret edemeyeceği cinayetler işlediniz!
Zıkkımlandığınız zengin sofralarında fakir fukaraya yer yoktu ama bol bol Batı yalakalığı, israfın her çeşidi ve fabrikasyon üretilen yalanlar vardı!
MEMLEKETİ BATILILARA PEŞKEŞ ÇEKTİNİZ!
Sen günümüzün aptalısın; baban dünün, deden tarihin aptalıydı!
Çalışmaktan, helal rızkıyla karnını doyurmaktan, onurlu bir hayatla çocuklarını yetiştirip, Rabbine kulluk ederek hayatını tamamlamaktan başka derdi olmayan bu ülkenin onurlu insanlarını hep aşağıladınız!
Yüz yıldır bu milletin kanını emdiniz!
Biz Müslüman - Türk olarak doğduğumuza her gün, her an şükrederken, siz İsveçli, Fransız, Amerikalı doğmadığınız için her sabah küfrederek uyandınız!
İlk fırsatta Batı’ya defolup gittiniz, sonra geri döndünüz; ne kaliteniz, ne karakteriniz oralardakilerin seviyesine bile çıkamadı!
Onlar sizi buradan gittiğiniz için aşağıladıkça, yaltaklandınız: “Ama biz öyle Türklerden değiliz, sizin gibiyiz” (!)
Batılılara memleketi peşkeş çeken efendileriniz, size de bu ülkenin kalanını altın tepside sundu!
Yediniz, içtiniz, tepe tepe kullandınız; darağaçları kurdunuz, ülkenin başbakanlarını, bakanlarını astınız, memleketi çiftliğiniz yaptınız, Boğaz’daki aşiret oldunuz, ülkenin malına mülküne kondunuz!
MİLLETİN ADAMLARINI ÖLDÜRDÜNÜZ!
Gazete, basın yayın, sermaye her şey, elinizin altındaydı, hepsini tepe tepe kullandınız; yalan söyledikçe saltanatınıza devam ettiniz!
Bizim canımız kadar sevdiğimiz aziz vatanımıza burun kıvırdınız, tiksinerek baktınız!
Günün birinde biri çıkıp “Yeter söz milletindir” dedi asıp öldürdünüz, arkasından hakaretler ettiniz, sahte hikâyeler icat edip servis ettiniz!
Başka biri çıkıp “Milli görüş – adil düzen” dedi, canına okudunuz, bir öldürmediğiniz kaldı!
Satılmış kalemlerinizle, ipinizi, tasmanızı tutan efendilerinizin emirleriyle hem onuruyla hem haysiyetiyle oynadınız!
Biri de çıktı, “21. yüzyıl Türk asrı olacaktır dedi”; hem öldürdünüz hem de yetmiyormuş gibi arkasından alay ettiniz!
MİLLETE HESAP VERMEDİNİZ HÂLÂ!
Gün oldu, devran döndü, kolay lokma diyemeyeceğiniz biri ülkenin başına geçti.
İşte O’na gücünüz yetmedi artık!
Vurdunuz, ayağa kalktı, sendeledi düşmedi, attınız ıskaladı, tökezledi toparlandı.
Siz vurdukça o güçlendi, güçlendikçe atak üstüne atak yaptı, bütün işgal ettiğiniz mevzileri teker teker düşürdü, işgal ettiğiniz kalelerini bu ülkenin!
Şok geçirdiniz, kendinize gelemediniz hâlâ!
Siz vurdukça, o büyüdü!
Yüz yıldır sırtına bindiğiniz bu millet, önce sizi sırtından attı, sonra da sürekli cezalandırıyor her sandığa gittiğinde...
Efendilerinizi çağırdınız imdada; onlar da sopalarını yiyip, derslerini aldılar, defolup gittiler!
Bu milletin evlatları yüz yıllık bu parantezi artık kapatacak!
Dedelerimizin, babalarımızın hesabını genç kuşaklar soracak size!
15 Temmuz’da tankların önünde dimdik duran ülkenin asil çocukları, ülkenin peşkeş çekilmesine daha fazla göz yummayacak!
Bu millete, sömürgecilerin bile yapmaya cesaret edemeyeceği zulümlerinizin hesabını vereceksiniz!
Sen kimi kastettiğimi iyi biliyorsun, düşük adam, küçük adam, haysiyet yoksunu adam; kendini iyi biliyorsun çünkü...
Muhalif gibi görünürken aslında bu milletin yüzyıldır hatta iki yüzyıldır altını oyan sen, Batı’nın görevli elemanı, gönüllü acentasısın!
Deşifre oldun artık!
Kopardığın yaygaranın nedeni bu; bu son debelenmen; iyi biliyorsun ki, zulüm aslâ payidar olmaz!Çin’in katliamları insanı isyan ettirmeye, dünyayı ayağa kaldırmaya yetmeli artık!
Yusuf Kaplan
12/02/2021 Cuma
Çin’in İstanbul Konsolosluğu’nun önünde yürekleri paramparça eden bir hâdise yaşandı geçtiğimiz günlerde. 7-8 yaşlarında Doğu Türkistanlı bir çocuk kamplara götürülen ve izi yok edilen babasının hikâyesini haykırıyordu ruhsuz Çinli diplomatlara! Sadece Çinli diplomatlara değil, kameraların önünde, bütün insanlığa!
“Sizin babanız yok mu? Sizin çocuklarınız yok mu? Sizin vicdanınız yok mu? Böyle bir vicdansızlık sizin başınıza gelse, ne yapardınız, sessiz mi kalırdınız? Benim babamı nasıl aldınız elimizden, nereye götürdünüz, ne yaptınız benim babama? Ne istiyorsunuz benim babamdan? Neden korkuyorsunuz bizden?”
Küçücük çocuğun feryadı, İstanbul semalarında yankılandı, yeri göğü inletti!
Çin kadar ruhsuz bir devlet az bulunur şu dünyada! Mao Devrimi’nde milyonlarca insan, gözlerinin yaşına bakmadan katledildi pespaye bir ideoloji uğruna!
Çin’de yüzlerce cami yıkıldı; yüzbinlerce Müslüman işkence görüyor! Çin, Uygur Özerk Bölgesi’nde yaşayan Doğu Türkistanlı Müslüman Türklere soykırım uyguluyor!
Niçin? Sadece kimlikleri Müslüman olduğu için!
Alçaksın Çin!
Aşağılıksın!
Böyle giderse, Çin’de Müslüman kalmayacak, İslâm’ın izleri kazınacak -Allah muhafaza!
BİLGİ ALABİLMEK O KADAR ZOR Kİ!
Çin, Uygur camilerini yıkmakla kalmıyor, masum insanları kitleler hâlinde toplama kamplarına doldurarak endoktrinasyondan (beyin yıkama işlemlerinden) geçiriyor, ürpertici işkenceler yapıyor!
Yıkılan yerler arasında İslâm’ın ilk asırlarının meyvesi, Uygur kardeşlerimizin köklü İslâmî kimliklerinin canlı belgeleri İmam Asım ve Caferi Sadık türbeleri ile 1237’de inşa edilen Hotan şehrindeki Keriya Aitika Camisi ve Kaşgar şehrindeki 500 yıllık Kargılık Camisi de var.
Doğu Türkistan’da yaşananlar, uykularımızı kaçıracak cinsten!
Ama ne olup bittiğine dâir doyurucu bilgiler alabilmek o kadar zor ki!
Her ne sûretle olursa olsun Doğu Türkistanlı kardeşlerimizi ruhsuz Çinlilerin insafına terk edemeyiz. Bu meseleyi gündemimize almalı, kardeşlerimize yalnız olmadıklarını hissettirmeliyiz. En azından bunu yapmalıyız!
NOTRE DAME’DA DÜNYAYI AYAĞA KALDIRANLAR ÇİN’DE NEDEN SESSİZLER ACABA?
Paris’teki Notre Dame yangını için dünyayı ayağa kaldıranlar Çin’in, bin yıla yakın tarihî geçmişi olan camileri yıkmasına neden seslerini bile çıkarmazlar!
Bu nasıl bir aşağılık kompleksidir böyle!
Dünyayı geçtim artık; dünyadan söz etmiyorum. Ülkemizden, Notre Dame yakılırken -niçin yakıldığı da şaibeli olmasına rağmen- kızılca kıyameti koparanlar, Çin’de 100 cami üzerinde yapılan inceleme sonrasında 33’ünün yıkıldığı açıklandığı hâlde, niçin hiç bir şey olmamış gibi davrandılar?
Yaklaşık sekiz asırlık Notre Dame Katedralinin yanmasına elbette tepki vermek gerekiyordu; insanlık mirasıydı yanan, Fransa’nın ruhu!
Ama Irak işgalinden itibaren Bağdat, Musul, Halep, Yemen’de o güzelim San’a şehri yerle bir edildi; bin küsur yıllık yüzlerce insanlık mirası yerle bir edildi! Ama kimsenin gıkı çıkmadı, çıkmıyor da hâlâ! Alıştırıldık... Şehirlerimizin yok edilmesine alışarak yaşamak nasıl bir züldür, nasıl bir haysiyetsizleştirilme biçimidir, nasıl bir zillet halidir, bunu anlatmaya kelimeler kifayet etmez!
Hiç olmazsa, Notre Dame yangının hemen sonrasında Çin’deki İslâm medeniyetinin insanlığa armağan ettiği insanlık mirasına sahip çıkılmalı, Çin en sert şekilde mahkûm edilmeliydi halkı Müslüman olan ülkelerde de, dünya genelinde de!
YALNIZCA KINAMAK, SUÇ ORTAKLIĞI YAPMAK DEMEK!
Bunu da geçtim, hiç olmazsa, Çin’in mazlum milyonlarca müslümana uyguladığı zulüm, işkence, katliam, sistematik asimilasyon ve soykırım, Müslümanları da, dünyayı da harekete geçirmeli, zorba Çin rejimine “dur!” dedirtmeliydi!
İnsan hakları örgütleri, AB, BM, Çin’de yaşanan katliamları, bir milyon civarında insanın doldurulduğu düşünülen toplama kamplarını, burada işlenen zulümleri kınayan açıklamalar yayınlıyorlar!
O kadar!
Kınıyorlar!
Başınıza çalınsın sizin kınamalarınız!
Çok açık ve net söylüyorum: Böylesine ürpertici bir zulmü kınamakla yetinip fiilen harekete geçmemek, zulme ortak olmak, suç ortağı olmak demektir.
Çocukları ailelerinden koparıp kamplara doldurarak kamplarda yapılan işkenceler, babalarını hapislere doldurup babalarına hapishanelerde yapılan zulümler, işkenceler Çin’in barbarlığının nasıl acımasız olduğunu görebilmek için ipucu verebilir bize.
*
Çin’in yaptığı, düpedüz barbarlık! Bu barbarlık derhal durdurulmalı!
İstanbul Konsolosluğu önündeki Doğu Türkistanlı o çocuğun feryadı, bizi isyan ettiremediyse, başka ne isyan ettirecek peki?!!Hukuk “kılıf”ı: Demokles’in kılıcı
Yusuf Kaplan
15/02/2021 Pazartesi
Bu ülke bağımsız değil. Bu ülkede “ipler” bu ülkenin çocuklarının elinde değil hâlâ!
Ülkede son yarım asırdır yaşanan, zaman zaman şiddet boyutlarına ulaşan “kavga”nın nedeni burada gizli: Bu toplumun dışarıdan askerî darbelerle, içeridense hem Batı’dan aşırılan, tepeden dayatılan laik hukuk rejimiyle önünün kesilmesinde üstelik de sığ, kaba-saba pozitivist ve zihni dondurucu eğitim sistemiyle zihninin uyuşturulmasında ve körleştirilmesinde yani!
Yeni anayasa tartışmaları bağlamında zihin ve ufuk açıcı olacağını umduğum bir dizi yazı yazacağım. Beş yıl önceki bir yazımla, başlamak istiyorum bu tartışmaya.
TÜRKİYE’DEKİ HUKUK SİSTEMİ EMPERYALİSTTİR!
Felix Guattari, çağın cins adamlarından biri. Bizi, çağın ağlarına karşı teyakkuza çağıran, çağın zihinsel ağlarını, bilinçaltının labirentlerinde yolculuk yaparak kırma çabası gösteren bir cins adam.
Guattari, “bütün dilbilcimciler, emperyalisttir!” der ve bu aforizmasını şöyle izah eder: “Dilbilimciler, dilin her şeyi açıklayabileceğini söyleyerek, dili öldürürler.”
Guattari’nin dilbilimciler ve dil konusunda söylediklerini Türkiye’deki laik-pejmürde hukuk sistemine aynen uyarlayabiliriz.
Türkiye’deki laik hukuk sistemi “emperyalisttir”! Üstelik de Batılı emperyalistlerin kölesi katmerli bir emperyalizmdir bu!
“Emperyalisttir”; çünkü Türkiye’de her şey laik hukuk makinasının esareti altındadır ve hukuk sistemi, halkın iradesinin yansıdığı yegâne kurumlar olan yasama ve yürütme üzerinde de tek hükümrandır; demoklesin kılıcı gibi durmaktadır.
BU ÜLKEDE HUKUK “KRAL”DIR, HUKUK SİSTEMİ İSE “KRALLIK”!
Bu ülkede, görünüşte, kral da, krallık da yok! Ama gerçekte, bu ülkede hukuk, “kral”dır; hukuk sistemi ise “krallık”!
“Hukuk kralları”, bu milletin çocuklarına düşman muamelesi yapmışlardır! Türkiye’nin -paşa keyifleri nasıl istiyorsa öyle hareket eden- hukuk krallığının krallarının “astığı astık, kestiği kestik”tir!
O yüzden bu ülkenin ruh köklerinin yegâne temsilcileri âlimleri, öncü isimleri, hukuksuz hukuk krallığının kralları tarafından İstiklâl Mahkemeleri’nde yargısız infazla idam sehpasına gönderilmiştir!
O yüzden, bu ülkenin önünü açan, yarma harekâtları yapan, hayatlarını “maskeli balo”ları bitirmeye adayan, kendilerini milletin geleceği için “yakan” devlet adamları, hukuksuz “hukuk krallığı”nın “kralları” tarafından “yargısız” idam sehpasına gönderilmiştir.
MENDERES’İN İDAMA GİDERKEN SÖYLEDİĞİ TARİHÎ SÖZLER...
Bu ülkenin hukuksuz hukuk krallığının kralları tarafından “yargısız infaz”la idam edilen “Menderesler”i, bu hakikati iyi bildikleri için, kefenleriyle dolaştılar bu ülkede! Kefenleriyle ölesiye hizmet ettiler, hâlen de ediyorlar bu millete! Bu milletin makus talihini yenmek, önünü açmak, tarihî yürüyüşünü yeniden başlatmak için...
Millet, onca çile, onca yargısız infazdan sonra dostunu, düşmanını çok iyi biliyor artık.
O yüzden Menderes, idam sehpasına giderken, şu tarihî sözleri söyleyebilmiştir:
“Bir Menderes gider, bir Menderes gelir. Halkın vicdanını susturamazsınız. Bu millet kendisine hizmet edeni unutmaz. Ben sussam, millet susmaz, vicdan susmaz, hakikat susmaz.”
“Canımıza kastedenler, belki canımızı alabilirler ama bizi milletin kalbinden atamazlar.”
“Allah, bu memleketi zalimlerin hışmından korusun; fitneye, fesada fırsat vermesin. Bu bayrağı rüzgârsız bırakmasın. Gönül yolculuğuna çıkarken hakkınızı helal edin!”
AYM, “NE İŞE” YARAR VE NEDEN LÂYÜSEL’DİR?
Türkiye’de zihni körleştiren berbat bir akıl tutulması yaşanıyor: İnsanlar, ölüleri bile yarıştırıyor! Bu, bir toplumun vicdanının susması, donmasıdır!
Benzer bir akıl tutulması, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) konumu ve kararları konusunda da yaşanıyor: AYM’nin verdiği kararlar, ideolojik / siyasî kamplaşmalara göre yargılanıyor: Verilen karar, bir tarafın hoşuna gidiyorsa, alkışlanıyor; yoksa yuhalanıyor!
Daha da traji-komik olansa şu: Dün AYM’nin kendi taraftarları hakkında verdiği olumsuz kararı yuhalayanlar, bugün olumlu bir karar vermişse, alkışlıyorlar!
Akıl tutulması değil de, nedir bu?
Oysa asıl sorun, bizatihî mevcut hukuk rejiminin varlık nedeni ve işletiliş biçimi! Tartışılması, konuşulması gereken asıl yakıcı sorun bu ama kimse oralı bile değil!
Şunu görelim artık: Bu ülkede, Anayasa Mahkemesi, “lâyüseldir”: Aldığı kararlar, sorgulanamaz ve tartışılamazdır!
Nedir bu?
Hukuk diktası, hukuk rejiminin tanrılaştırılması: Milletin, laik hukuk örgütleri tarafından esir alınması, iradesine ipotek konulması, hiçe sayılması!
Millet iradesine karşı “sorumsuz”, “lâyüsel” bir kurum, kime ve hangi güce karşı sorumludur, “ne işe yarar” öyleyse, diye sormak boynumuzun borcudur!
Dahası, böyle bir kurumun, türlü güçler tarafından Türkiye’nin altını oyacak şekilde kullanılmamasının hiçbir garantisi de yoktur.
Öyle değil mi?
.Bu Müslüman toplum kendi anayasasını yapamayacak mı?
Yusuf Kaplan
19/02/2021 Cuma
Anayasasız toplum olabilir mi? Sözlü veya yazılı, bütün kesimlerin müşterek mutabakatla hazırladıkları bir anayasası vardır her toplumun. Özellikle de tarih yapmış, tarihin akışını değiştirmiş, büyük medeniyetler inşa etmiş bir toplumun kendi anayasasını yapamaması gibi bir sorun yaşanabilir mi?
Türkiye tam da böyle bir ülke. Kendi anayasasını yapamayan bir ülke.
Kendisine yabancı bir anayasa, yabancı bir tarih, yabancı bir kültür ve kimlik dayatılan veya kendi tarihini, kültürünü, kimliğini bizzat kendisi inkâr eden traji komik bir yer! Yersiz yurtsuz, yönsüz yörüngesiz, ruhsuz ufuksuz bir canlı cenaze! Esen rüzgârlar nereye sürüklüyorsa oraya sürüklenecek kadar kimliksiz, köksüz, ruhsuz bir yok-ülke!
Bu haftaki Gerçek Hayat dergisinde yayımlanan yazımın bir bölümünü sizlerle paylaşarak hukuk felsefesi ve anayasa meselesi yazılarına giriş yapmak istiyorum.
DARBELER, ANAYASAYA DAYANDIRILARAK YAPILIR!
Hem tarihsiz hem de talihsiz bir ülke Türkiye!
Hem ufuksuz hem de umutsuz bir vaka!
Dünya tarihini değiştiren büyük atılımlara imza atan bir memleketin çocukları, iki asırdır esen rüzgârların, zaman zaman sertleşen fırtınaların önünde sürükleniyor ama başına ne geldiğini bilmiyor bile!
Başına ne geldiğini, yokoluşun eşiğine nasıl sürüklendiğini bilmeyen ve celladına âşık edilen tek toplum bu toplum şu çivisi çıkmış dünyada!
Bu toplum, üç zincirleme yöntemle hizaya getirildi; dışardan işgal edilmedi, içerden zihnen işgal edildi.
Birincisi, anayasalar yoluyla.
İkincisi, medyalar yoluyla.
Üçüncüsü, askerî darbeler yoluyla.
Anayasalar, darbelerin hukukî olarak meşrûlaştırılmasını sağlayacak şekilde yapıldı bu ülkede. Rejimi kurtarmak adına millete, milletin iradesine darbe yapıldı!
Türkiye’nin anayasaları, darbecidir. Darbeciler, güçlerini anayasadan alırlar. Nitekim darbeci generaller, darbe yaptıklarında yaptıkları konuşmalarda, anayasanın kendilerine verdiği yetkiyi kullanarak, rejimin tehlikeye düşmemesi için darbe yaptıklarını söyleyebildiler sürgit. Nedir bu?
Milletin aptal yerine konulmasıdır.
Askerî darbeler, medyalar tarafından alkışlanmış ve meşrûlaştırılmıştır. O yüzden medyalar kapıkulu rolü oynamıştır!
ANAYASA İSLÂM’DAN NEDEN KORKAR?
Anayasa, toplumsal sözleşmedir. Bu toplum anayasa yapamadı. Bu topluma Fransa’dan, İsviçre’den, faşist İtalya’dan ve Almanya’dan ithal edilen yasalara dayanarak yapılan anayasalar dayatıldı.
Bu topluma anayasa yaptırmak istemiyorlar hâlâ! Kıran kırana boğuştuğumuz, kangrene dönüşen asırlık sorunların, iç ve dış kuşatmaların nedenlerinden biri de bu!
Türkiye’de anayasa ile İslâm arasında doğrusal / birbirini besleyen, birbirini çeken bir ilişki yoktur; aksine, birbirini iten ters bir ilişki / ilişkisizlik vardır.
Mesela “anayasa” ile “İslâm” kelimelerini birlikte kullanmak bile tedirgin ediyor bazı mankurtlaşmış, metamorfoz yemiş, bu ülkenin her şeyine yabancılaşmış acınası insanları!
Bu insanlar, Türkiye’deki temel sorunu, Türkiye’nin İslâm’ı ne yapacağı, İslâm’ı neden itip kaktığımız, aşağıladığımız, devletin hayatından da, milletin hayatından da uzaklaştırma kavgası verdiğimiz sorununu bir kez daha ertelemiş olduklarının ve bunun bu ülkeye neye malolacağının farkındalar mı acaba?
Oysa yeni bir anayasanın yapıldığı bir zaman diliminde, anayasa ile İslâm, Türkiye ile İslâm arasında kopan, niçin koptuğu açıklanmayan ilişkisizlik sorununu şimdi konuşmayacaksak ne zaman konuşacağız?
ANAYASAYI TOPLUM YAPAR...
Bu konuda kısmen başarılı olunmuştur ama toplumun İslâm’dan uzaklaştırılma çabaları geri tepmiştir.
Bu toplum, Müslümanlığını unutmamış, İslâm’ın bu ülkenin hayatının her alanından sömürgeci Batılıların yapamayacağı bir hızla ve aymazlıkla uzaklaştırıldığını görünce bu duruma “dur” demiştir. Ama bu müdahale ne kadar anlamlı ve etkili bir müdahaledir, bu tartışılabilir.
Fakat şurası kesin: Bu toplum, anayasalarla içerden teslim alınmış, anayasalar marifetiyle İslâm’la arası açılmaya çalışılmıştır: Başörtüsü yasağı, bunun en berbat, aşağılık, ilkel örneğiydi. Bir ülke, kendi çocuklarına bu kadar zulmedebildi yani!
Anlaşılır ve hazmedilir bir şey değil bu. Bir toplum, kendi anayasasını, kendi inançları, dünya ve hayat tasavvuru, anlam haritaları ve anlamlandırma pratikleri doğrultusunda kendisi yapar. Başka türlüsü millete zulümdür. Ülkenin önünün kesilmesi demektir.
Türkiye’nin anayasaları, önce İslâm’ı, İslâmî iddiaları anayasadan çıkardı; sonra da bu toplumu, İslâmî iddialardan vazgeçirerek tanınamaz, tuhaf, Batılıların karikatürü, bir toplum hâline getirmeye çalışıyorlar.
Bu durum böyle gidemez! Bu toplum, kendi anayasasını, kendi değerleri, ruhkökleri, anlam haritaları, öncelikleri doğrultusunda kendisi yapmak zorundadır. Bu konuda taviz verilmemelidir. Bu mesele, Türkiye’nin bağımsızlığıyla, istiklal ve istikbal mücadelesiyle ilgili hayatî bir meseledir. Bu toplum, İslâm’ı yitirirse, varlığını sürdürmesi de tehlikeye girer. İslâm, bu toplumun ruhudur: Tarihi, hafızası, derinliği, geçmişi ve geleceğidir.Türkiye’nin fırtınalı yakın tarihinin ayna imgesi: Emin Saraç Hoca
Yusuf Kaplan
21/02/2021 Pazar
Son devrin büyük âlimlerinden, YÖK Başkanı Yekta Saraç Hoca’nın babası, Muhammed Emin Saraç Hocamız, Hakk’a yürüdü. Cenazesi bugün öğle namazından sonra Fatih Camii’nden kaldırılacak.
Emin Saraç Hocamız’ın hayatı, yakın tarihimizin özeti gibiydi; yaşadıklarımıza ayna tutan fırtınalı bir hayat!
Milletin tarihi, bazen belli kişilerin hayatında özetlenir. Böyle kişiler, hem millete hem de tarihe malolmuş kişilerdir; milletin hafızası rolü oynarlar; milletin yaşadıklarını yansıtan bir ayna rolü, hatta “ayna imge” fonksiyonu görürler; ille de psikanalist Lacan’ın imajinatif metaforunu kullanmam gerekirse.
FIRTINALI YAKIN TARİHİMİZİN AYNA İMGESİ
Ayna imge metaforunu ödünç aldım burada; zira ayna imge metaforu işlevi görenler sadece geçmişi, yaşanmışlıkları yansıtmazlar; geleceğe, geleceğin nasıl geleceğine de işaret eder, ayna tutarlar.
Emin Saraç Hocamız Türkiye’nin ayna imgesi’ydi tam da anlatmaya çalıştığım şekilde.
Türkiye’nin modernleşme, sekülerleşme tercihiyle fırtınalı denizlerde yol alışını, geminin fırtınanın ortasında batma tehlikesiyle kıran kırana boğuşmasını, ontolojik olarak Türkiye’nin ruhköklerini inkâr ederek tıpkı okyanusunun ortasında ortaya buraya sürüklenişini, yok olma korkusunu iliklerine kadar yaşayışını temsil ediyor Emin Saraç Hoca’nın hayatı.
Tabii bu, madalyonun sadece bir yüzü, görünen yüzüne yansıyanlar bunlar.
Bir de madalyonun öteki yüzü var; orada da okyanusun ortasında yok oluş felâketine karşı dalgakıranlar gibi direnen, savaşan gizli kahramanlar var.
İşte o gizli kahramanlardan biri Emin Saraç Hocamız. Kur’ân’la, Sünnet’le, hadislerle, tasavvufla sarsılmaz, kale gibi duvarlar, yıkılamaz, yok edilemez muhkem direnç noktaları inşa ederek yok olmaya direndi, milletin ruhunu diri tuttu; bütün epistemolojik, kültürel, ontolojik yok olma biçimlerini püskürten, dirilişin güzergâhlarını belirleyerek temellerini atan uzun soluklu, çilekeş bir ilim geleneği geliştirerek medeniyet fikriyatının ve öncülerinin tohumlarını ekti ve yokoluşu dirilişe ve varoluşa dönüştüren gizli kahramanlardan biri olarak âhirete irtihal eyledi, tarihe geçti.
Emin Saraç Hocamızı’n şahsî biyografisine baktığımızda, onun çilekeş hayatıyla Türkiye’nin fırtınalı yakın tarihinin nasıl örtüştüğünü, Emin Saraç gibi öncü ilim ve fikir adamlarımızla Türkiye’nin geleceğinin, gelecek tarihinin İslâmî ruh köklerimiz üzerinden nasıl inşa edildiğini çok rahat bir şekilde görebileceğimizi düşünüyorum.
Bunun için onun hayatına yakından bakmak yeterli.
BABASI KUR’ÂN ÖĞRETTİĞİ İÇİN MAHKEMEYE ÇIKARILDI!
Tokat’ın Erbaa kazasında Tanoba köyünde, ilim tahsili yüksek bir ailede ve ortamda dünyaya geliyor. Dedesi Nakşibendiye’den Müderris Üzeyir Efendi Niksar’ın Keşfi Camii Medresesi’nde müderrislik yapmış, dönemin önde gelen uleması arasında gösterilen biri. Emin Saraç Hoca, dedesinin yanında 6 yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i hatmederek hafızlığa başlıyor.
Kendisi, erkek ve kız kardeşleri, Kur’ân-ı Kerim okumanın suç sayıldığı dönemlerde hâfız olarak yetiştiriliyorlar.
Kasıp kavurucu, yok edici, her şeyi silip süpürücü fırtınanın ortasında dalgakıran gibi yok olmaya direnmek buna denir işte!
Babası Hafız Mustafa Efendi o dönemde çocuklarına Kur’ân-ı Kerîm okuttuğu için mahkemeye çıkarılıyor!
Yanlış okumadınız ey millet!
Babası çocuklarına Kur’ân okutuyor diye yargılanıyor! Sadece bir örnek bu!
Binlercesi Anadolu kıtasının bağrında kayıtlı; nöbet tutan dağı taşı, kayıt tutan ve ağıt yakan ırmakları tanıktır buna!
Hâkim, “Sen çocuklara Arapça okutuyormuşsun. Bu, doğru mu?” diye soruyor!
Yunan çocuğu değil bu adamlar! Bu ülkenin devşirilmiş, celladına âşık edilmiş tasmalı çekirgeleri!
Ama cevabını alıyor bu epistemik köleler: “Ben çocuklara kimsenin canına, malına ve ırzına tasallut etmeleri için bir şey öğretmiyorum ki! Ben Kur’ân-ı Azîmüşşan’ı okutuyorum! Allah’ın kitabını!” diyor ve buna rağmen 6 ay hapis cezasına çarptırılıyor!
İLK HADİS İCAZETİNİ SÜLEYMAN EFENDİ’DEN ALDI
Emin Saraç Hocamızı ailesi, 1943’te tahsil için İstanbul’a Ali Haydar Efendi’nin tekkesine gönderiyor. O sıralarda Ali Haydar Efendi, tekkesi sürekli gözlem altında tutulduğu için M. Emin Saraç’ı Fatih Camii Baş İmamı Ömer Efendi’ye emanet ediyor!
Sonra Karagümrük’teki Üçbaş Medresesi’ne gidiyor. Burada ikamet eden ve 65 sene başkayyımlık yapan Süleyman Efendi’den Buhâri-i Şerif okuyor ve icazetnamesini alıyor.
MISIR’DA “OSMANLI’NIN ÇOCUĞU” OLARAK GÖRÜLÜYORLAR!
Üçbaş Medresesi’nde 1950’ye kadar kalıyor. Bu süreçte Gümülcineli Mustafa Efendi, Muhaddis İbrahim Efendi, Arnavut Hüsrev Efendi, Ali Haydar Efendi, Silistreli Süleyman Hilmi (Tunahan) Efendi gibi zatlardan da tefsir, hadis, fıkıh, usul dersleri okuyor.
Ezher diploması Türkiye’de geçersiz kılınmasına rağmen Mısır’da 9 yıl kalarak eğitimine devam ediyor. Bu dönemde Muhammed Zahidü’l Kevserî, Osmanlı’nın son şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi, Yozgatlı İhsan Efendi, Muhammed Abdulvehhab Buhayri, Ahmed Fehmi Ebu Sünne, Ali Yakup Efendi, Abdulfettah eş-Şa’şa’dan istifade ediyor.
Mısırlı hocalar kendilerini “Osmanlı devletinin çocukları” olarak görüyorlar. Tabii bu çok önemli bir iltifat onlar için!
Emin Saraç Hocamız ikibine yakın talebeye icazet verdi. Fırtınanın ortasında yılmadı, dalgakıran gibi savaştı ve geleceğin Müslüman Türkiye’sinin temellerini atan ilim, fikir ve devlet adamlarını yetiştirdi.
“Çocukluğumda bizim Kur’an okumamız yasaktı. Babam da dedem de bu yüzden hapse girmişti. O imtihanlardan geçtik. Şimdi ise Allah bizi aydınlığa çıkardı. Artık ülkemizde Kur’an-ı Kerim okuyan bir Cumhurbaşkanı var” demişti.
Allah rahmet eylesin.
Mekânı cennet, makamı âlî olsun.Küresel sistemin para, libido ve imaj şeytan üçgeni ve Türkiye’nin enerjisini tüketmesi!
Yusuf Kaplan
22/02/2021 Pazartesi
Avrupalıların modernite ile geliştirdikleri meydan okuma, dünyanın dengelerini yerle bir etti; sadece siyasî dengelerini değil elbette ki. Belki de daha önemlisi, insanın epistemolojik ve ontolojik imkânlarını ve konumlarını da.
BATILILAR, BÜTÜN EMPERYALİZM BİÇİMLERİNİ DENEDİLER!
Bütün dünyada Batılı zihin kalıpları ve yaşama biçimleri hızla hâkim oldu. Modernitenin geliştirdiği meydan okuma, bütün medeniyetlerin zihin ve zeminlerini buharlaştırdı; böylelikle bütün medeniyetler kendi duyma ve algılama, düşünme ve yaşama biçimlerini terkettiler -ürpertici bir aşağılık kompleksinin eşiğine sürüklenerek...
17., hatta 18. yüzyıla kadar bütün medeniyetler kendi dünyalarında, kendi anlam haritaları çerçevesinde yaşıyorlardı. Modernitenin meydan okuması, bütün medeniyetlerin coğrafyalarına tecavüz etti, dünyalarını harap etti, kültürlerini yok etti.
Şunu söylüyorum: Modernite, sadece bir meydan okuma biçimi değil, aynı zamanda başka dinlere, medeniyetlere, kültürlere, hatta tabiata ve bizatihî varlığın kendisine bir saldırı biçimidir. Sadece coğrafî bir emperyalizm biçiminden söz etmiyoruz. Aynı zamanda epistemik, ontolojik ve metafizik emperyalizm biçimlerinden de sözediyoruz.
Tarihte ilk defa, görünür-görünmez veya teorik-pratik bütün emperyalizm biçimleri, modernler, Avrupalılar ve Amerikalılar tarafından hem insan hem tabiat hem de hakikat üzerinde denendi. Her yerde hem de!
Batı uygarlığının geliştirdiği saldırganlık biçimleri, sadece başka medeniyetlerin kendileri olarak yaşama, kendileri kalarak varolma haklarını yok etmekle kalmadı, aynı zamanda kendi yok oluşunun temellerini de attı!
Moderniteden itibaren, insanın madde, dünya ve insan üzerindeki tahakkümüne tanıklık etti insanlık. Şu an, hakikat-sonrası / post-truth çağda, insanı eşyanın, araçların kölesi hâline getiren postmodern izafileşmenin ve nihilizmin pençesinde kıvranıyor.
Şöyle de söyleyebiliriz: Modernite, insanın -elbette ki Batılı insanın- dünya, toplumlar, kültürler, insanlar, tabiat üzerindeki tahakkümünün tarihi.
Postmodernite ise, insanın icat ettiği eşyanın, araçların, -Heidegger’in “vahşî canavar” olarak tarif ettiği- ruhsuz teknolojinin insan üzerindeki tahakkümünün tarihi.
ÜÇ TARZ-I ŞİDDET: EPİSTEMİK, ONTO-TEOLOJİK VE METAFİZİK
Gelmek istediğim nokta önemli: Modernitenin insanı tanrılaştıran dünya tasavvuru, Batılıların dünyayı karış karış işgal etmelerine ve cehenneme çevirmelerine yol açtı. Postmodernitenin bir yandan eşyayı, dünyayı, araçları tanrılaştıran; öte yandan hızı, hazzı, abartıyı kutsayan, din dışı kutsallıklar icat ederek postmodern afyonlarla ([para / güç], [libido / haz] ve [pornografi / algı, imaj ve ayartılarla]) hem insanın geleceğini hem hakikatin geleceğini hem de bütün bunların mucidi Batı’nın geleceğini geri dönüşü zor bir çıkmaz sokağın eşiğine getirip bıraktı.
Moderniteyle başlayan postmoderniteyle bütün dünyada köksalan Batı uygarlığının zihin, zemin ve zaman idraki, insanı zihinsiz (epistemik şiddet), zeminsiz / yersiz-yurtsuz (onto-teolojik şiddet) ve “zaman”sız (yani geçmiş ve gelecek zaman duygusunun iptal edilmesi, her şeyin bura’ya ve şimdi’ye hapsedilmesi anlamında metafizik şiddet) sarmalının tam ortasına fırlattı.
Postkorona sürecinde, bu epistemjik, ontolojik ve metafizik kaosun yol açacağı büyük çatışmalar, köklü sorunlar bekliyor olacak bütün insanlığı...
İNSANIN METAFİZİK KAOSUNDAN BİYOLOJİK / BİYO-GENETİK KAOSUNA...
Önce insanı tanrılaştırıp dünya üzerinde tahakküm kuran seküler modern insan, sonra eşyaların, araçların kölesine dönüştü; önümüzdeki süreçte, insanın metafizik kaosu, bizzat biyolojik / biyo-genetik kaosuna dönüşecek ve bizatihî insan türünün cinsiyeti ve varlığı bile tehlikeye girecek.
Kapitalist küresel sistem, para, libido ve imaj ağlarının kapanına kıstırdı insanlığı. Kapitalist küresel sistemin, insanın geleceği, dünyanın geleceği ya da hakikatin geleceği gibi bir sorunu ve sorusu yok. Tek sorunu var: İktidarını yitirmemek. Bunun yolu da para, libido ve imaj şeytan üçgeninden oluşan düzenini pekiştirmek, tahkim etmek.
Bunun mümkün olabilmesiyse, insanın, insanlığın geleceği, dünyanın geleceği ve hakikatin geleceği gibi sorular sorma imkânlarını yok etmekten geçiyor... İnsanlığın sürüleştirilmesi, hız ve haz, ayartı ve tüketimin kölesine dönüştürülmesinden yani...
Dünya bize gebe, biz hakikate...
Ama biz birbirimizin boğazına çökmekle, basit siyasî çıkarların peşinde/n sürüklenmekle, birbirimize enerji ve kan kaybettirerek Türkiye’yi tehlikeli sulara sürüklemekle meşgulüz!
Allah akıl, basiret ve feraset versin bize!Çağrı’sı çağ’ını kuracak bir Gençlik Manifestosu
Yusuf Kaplan
26/02/2021 Cuma
Çağrı’sı çağ’ını kuramayan bir çağrı’nın da, o çağrı’nın bağlı’larının da varlığından ve yaşadığından sözedilemez.
Çağrı, çağ’ını kurmak, insanlığa hakikat çağlayan’ının leziz suyundan kana kana içirmek için vardır.
Daha önce yayımlanan bu gençlik manifestosunu hafifçe tozunu alarak yeniden yayımlıyorum. Küçük bir kıvılcım çaktırabilir, belki, diye...
Ey Genç!
Mekke’de Müslüman zihni, idraki, şahsiyeti ve dili inşa edildi. Medine’de bu Müslüman zihni, idraki, şahsiyeti ve dili, Yer’ini, zeminini buldu, dünyasını kurdu.
Mekke’de Çağrı “kuruldu”, Medine’de bu İlâhî Çağrı, Nebevî Çağ’ı kurdu. İkisinin hâsılasından, zamanlara ruh üfleyen Hakikat Medeniyeti Çağlayanı doğdu.
Ey Genç!
Sen, rahmet peygamberinin ümmeti, insanlığın yükünü omuzlarında hisseden, bu büyük mesuliyetle insanlığın önünü açacak hakikat medeniyetinin öncü neferisin!
Unutma: Kur’ân, Hakikat’in Ses’i, Efendimiz (sav) Nefes’idir.
Hakikat’in ses verebilmesi, zaman-mekân’ın özü ve özeti, Sünnet-i Seniyye ile imkân dâhiline girebilir: Hakikat’in diriltici Ses’i, fıtratın tâ kendisi Sünnet-i Seniyye, kişide hem sûret hem de sîret hâline geldiği zaman nefes verebilir, nefes üfleyebilir, daha önemlisi de Nefes olabilir insanlığa!
BÜYÜK RÜYALARIN VE İDDİALARIN SAHİBİ BİR GENÇLİK!
Ey Genç!
İddian yoksa rüya göremezsin. Rüyasını göremediğin bir iddiayı hayata geçiremezsin.
Yalnızca büyük rüyaların ve iddiaların sahibi kişiler, bu rüyaları ve iddiaları hayata geçirme azmi ve cehdi ile yola koyulan öncü nesiller, geleceğe yürüyebilir, geleceğin yol haritasını hazırlayabilirler.
Yeter ki, niyetimiz salih ve sahici olsun!
Yeter ki, idrakimiz, nebevî olsun!
Yeter ki, ahlâkımız esinini ve besinini sarsılmaz ve savrulmaz, muhkem ve muazzez bir ilâhî hakikat aşkından ve ışığından alsın!
Yeter ki, hakikat tohumlarını toprağa düşürecek İlâhî şiarlara, Nebevî şuura, sonsuz hakikati beşerî şiire durduracak hakikat medeniyeti yolculuğuna çıkacak samimiyete, fedakârlığa, alçakgönüllülüğe, biliş, oluş ve varoluş erleri olma mükellefiyetlerine ve mesuliyetlerine sahip sahabe ruhuyla donanan “şafak yağmurları” olabilelim.
Yeter ki, biz, işaret parmağımızı ötelere ayarlayacak bir aşkla, şevkle ve coşkuyla donanabilelim ve tıpkı Mekke süreciyle dalga-kıracak, Medine süreciyle dalga-kuracak ve Medeniyet süreciyle dalga olacak uzun bir hakikat yolcuğuna çıkmaya hüküm giyebilelim...
Unutma: Yol sefasını sürenlerle değil, cefasını çekenlerle yürünür.
EY GENÇ! KALK VE NEBEVÎ HAKİKAT BAYRAĞINI DALGALANDIR!
Ey Genç!
Bütün insanlık, hakikat pınarından kana kana içmek için seni bekliyor!
Tıpkı Hz. Adem aleyhisselâm gibi ubûdiyet ve hilâfet mükellefiyetine sahip bir şuurla, taze bir başlangıç yapmalı, insanlığı Hakkın hakikatiyle buluşturacak bir fütûhât-ı medeniyye yolculuğuna hazırlanmalısın!
Tıpkı Hz. Nuh aleyhisselâm gibi, şirk sularında boğulan ve yolunu şaşıran insanlığı gemisine alabilecek bir Hakk aşkı ve hakikat coşkusuyla donanmalısın!
Tıpkı Hz. Eyüp aleyhisselâm gibi, sabır ateşinde yanmalı, pişmeli ve olgunlaşmalısın!
Tıpkı Hz. İbrahim aleyhisselâm gibi, Nemrut ateşini “sâkin ol, sükûn bul ey ateş!” diyerek söndürebilmeli; insanlığı ezelî hakikat ufkuna kavuşturarak ebedî sekînet yurduna ulaştıracak teslimiyeti gösterebilmeli; dünyayı köleleştiren, dünyamızı cehenneme çeviren, insanları içlerinden vuran ego putlarını, para putlarını, kariyer putlarını, bilumum azmanlık putlarını yere serebilecek muhkem bir Hakk dostu ve hakikat umudu olabilmelisin!
Tıpkı Hz. Musa aleyhisselâm gibi, olmazları oldurtacak, bağnazların kalbini hakikate açacak, ısındıracak HAKİKAT İLMİ’nin bilgisiyle donanarak Firavunları şaşkına çevirebilmeli, Firavunların kölelerinin büyülerini bozabilmeli, insanlığı ve bütün varlığı ötelerin şarkısına hazırlayabilmelisin!
Tıpkı Hz. İsa alayhisselâm gibi, hasta ruhlara ruh üfleyebilecek, körleşen zihinleri hakikatin hakikatine ulaştırabilecek, insanlığa, Hakkın yüce ilminden emdiğin İRFAN HAKİKATİ’ni armağan edebilmelisin.
Ve tıpkı âlemlere rahmet olarak gönderilen, bütün kelimelerin toplamı, hakikat ummanı, kâinâtın övüncü, kıvancı, öncülerin öncüsü rahmet elçisi Efendimiz (sav) gibi, ilk peygamberden itibaren, Rahman’ın rahmeti gereği gönderdiği bütün mesajları bir araya toplayan Kurân-ı Hakîm ile insanların hakkı batıldan, iyiyi kötüden, hayrı şerden, tevhid’i şirkten ayırt etmelerini sağlayacak Furkân-ı Hakîm’in zihinlere, kalplere ve ruhlara seslenebilecek HİKMET HAKİKATİ’nin sırlarını sunabilmelisin bütün insanlığa!
Ey Genç!
İnsanlık senin ilim, irfan ve hikmet menzillerinde gerçekleştireceğin, insanlığın susuzluğunu gidereceğin yolculuktan devşireceğin hakikat medeniyetinin derûnî ilim ve fikir, ulvî sanat ve hayat verimlerine susamış durumda!
İnsanlık, hakikatin özlü sözünün diriltici bir dille dile, düşünceye, hayata aktarılmasını bekleyen, bu dünyada yaşayacak ama bu dünyayı yaşamayacak, bu dünyayı aşacak bütün çağrılara ve çağlara ulaşacak, sözün özü, çağrısı çağını kuracak öncü diriliş ve varoluş erlerinin sesini ve nefesini bekliyor nefes nefese…
Görmüyor musun?
Kalk ayağa...
Ve ilim, irfan, hikmet burçlarında hakikat medeniyetinin sönmeyen nûruyla insanlığı, varlığı ve bütün dünyayı aydınlatacak, esenliğe çıkaracak, kardeşliğe, adalete ve hakkaniyete çağıracak hakikat çağının habercisi hakikat bayrağını dalgalandır!
Unutma: Dünya sana gebe, sen hakikate!
.28 Şubat’ın üç büyük ihaneti!
Yusuf Kaplan
28/02/2021 Pazar
Türkiye, iki asırdır çok büyük travmalar yaşıyor...
İki asırdır, bu ülkede “ipler”, bu ülkenin has çocuklarının elinde değil -hâlâ!
Türkiye, Fırat Kalkanı’yla birlikte bağımsızlığına kavuşma yolunda ilk tarihî adımı attı. Ama yolun başındayız henüz...
Tanzimat’tan 28 Şubat’a kadar bu toplum, dışardan dayatılan, içerde celladına âşık elitler tarafından uygulanan travmatik ameliyatlarla hizaya getirilmeye, “adam edilmeye”, ehlileştirilmeye, mankurtlaştırılmaya çalışılıyor...
200 yıllık modernleşme (münhasıran laikleşme) tarihimiz, esas itibariyle Türkiye’nin içerden teslim alınması tarihidir; dışardan fiilen sömürgeleştirilmeyen bu toplumun içerden zihnen sömürgeleştirilmesi, epistemik / zihnî köle yapılması serencamı.
ÜÇ BÜYÜK İHANET!
28 Şubat, yeniden mazlumlara, İslâm dünyasına öncülük edecek Müslüman Türkiye’nin gelişinin durdurulması girişiminin son ürpertici perdelerinden biridir.
28 Şubat, üç büyük ihanetin adıdır:
Birincisi, “irtica tehdidi” palavrasıyla, toplumun İslâmî kimliğinin yok edilmesi ihanetidir.
İkincisi, 28 Şubat, Türkiye’nin parçalanmasının zihnî, sosyo-kültürel temellerinin atıldığı bir ihanetin adıdır.
Üçüncüsü, İslâm’ın protestanlaştırılması ihanetinin dönüm noktasıdır.
İhanet kelimesini, öyle ulu orta kullananlardan hazzetmem. Ama yaşananları, ihanet’ten başka bir şeyle izah etmek zorlaşıyor, maalesef.
TÜRKİYE’NİN İSLÂMÎ KİMLİĞİNİN YOK EDİLMESİ İHANETİ
İki asırdır gökkubbemiz çöktü; bütün dünyayı kan gölüne çeviren emperyalist Batılılar, İslâm dünyasını da işgal ettiler, talan ettiler, paramparça ettiler ve fiilen / siyaseten köleleştirdiler!
Batılıların sömürgecilik ve emperyalizm tarihi sürecinde, İslâm dünyası üzerinde uygulamaya koydukları -Şark Meselesi çerçevesinde hayata geçirilen- iki büyük strateji vardı: Birincisi, tarih yapan bir aktör olarak İslâm’ı (yani İslâm medeniyetini) tarihten uzaklaştırmak. Bunu, Osmanlı’yı, Türk dünyasını, Hindistan’ı, Arap dünyasını paramparça ederek başardılar.
İkincisi, Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırmak... Kabaca yüzyıldır bu stratejiyi uyguluyorlar değişik şekillerde....
28 Şubat postmodern darbesi, Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırma projesinin son perdesidir.
Düşünün...
1990’da Soğuk Savaş bitirilmiş. Hem de alelacele!
Niçin?
Osmanlı’nın durdurulması, Hindistan’ın parçalanmasıyla tarihten uzaklaştırıldığı düşünülen İslâm Fas’tan Malezya’ya kadar, Müslümanların hem emperyalistlere karşı direniş mücadelelerinde hem de yeniden diriliş mücahedelerinde belirleyici yegâne güç, yegâne sarsılmaz kaynak konumuna yükselmiş...
Batılıları çıldırtan bir gelişme bu!
İslâm dünyasında uygulanan, nasyonalist ve sosyalist projelerin çökmesi, (Nasır’ın, 6 günde İsrail ordularının Mısır ordusunu yerle bir etmesiyle bitmesi), İslâmî söylemlerin çığ gibi büyümesiyle sonuçlanınca emperyalistler paniğe kapıldılar ve Soğuk Savaş’ı resmen bitirerek, “terörle savaş” maskesiyle -kendi icat ettikleri örgütleri- kullanarak “İslâm’la postmodern savaş” sürecini başlattılar.
Küresel sistem İslâm’la savaşırken, Türkiye’deki sivil ve askerî oligarşi, irtica dediği İslâm’ı Türkiye’nin bir numaralı güvenlik tehdidi olarak konumlandırmaktan çekinmedi.
Böylelikle küresel sistemin kölesi olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.
Oysa benimsenen proje, bu topraklara, bu toprakların çocuklarına ihanetti: Bu toplumun tarih yapmasını mümkün kılan ruhköklerini kurutmak amacıyla imam-hatipler kapatıldı, Kur’ân Kursları 15 yaş öncesi çocuklar için yasaklandı, başörtülü kızlara üniversitenin kapıları kapatıldı!
Bunu, sömürgeciler bile yapamazdı!
Oysa imparatorluk bakiyesi ve nüfusun % 98’inin resmen Müslüman olduğu bir ülkede, toplumun ortak kimliği, Müslüman kimliği pekiştirilmeliydi; fakat tam tersi yapılarak İslâmî kimlik aşağılandı, toplumu mankurtlaştıracak adımlar atıldı her alanda.
Toplumun İslâmî köklerini kurutmak, bu topluma yapılabilecek en büyük ihanetti.
Bunun faturasını bu toplum daha sonra çok ağır ödeyecekti...
TÜRKİYE’NİN PARÇALANMASI İHANETİ!
İşte ikinci büyük ihanet tam bu noktada devreye girdi: Toplumun İslâmî kimliğini aşağılayarak, laik kimliği her alanda dayatmaya kalkışmak, etnik kimliklerin kaşınmasıyla ve etnik kimliklerin İslâmî kimliğin önüne geçmesiyle sonuçlandı.
Bu, Türkiye’nin parçalanmasının tohumlarını eken büyük bir ihanetin başlangıç noktasıydı.
Oysa yapılması gereken şey, tam tersine, İslâmî duyarlıkları, kimliği, söylemleri pekiştirmekti: Bunun için de gerekli tarihî malzemeyi seferber etmek gerekiyordu. Meselâ, Türklerle Kürtler ne zaman ki, omuz omuza vermişler, işte o zaman hem emperyalistlerin oyunlarını püskürtmüşler hem de müşterek bir medeniyet dünyasını birlikte inşa etmişler. Kardeşliklerini tarihe nakşetmişler.
İslâmî kimliğin ve duyarlıkların bastırılması, laik kimliğin ve duyarlıkların dayatılması, kaçınılmaz olarak etnik kimliklerin, İslâmî kimliğin önüne geçmesine, bu da, Türkiye’nin parçalanma sürecinin tohumlarının ekilmesine yol açtı.
Özetle: Bu ülke, böyle bir ihanet görmedi!
Hem irtica diyerek İslâmî kimlik, duyarlıklar bastırıldı; hem etnik kimlikler kaşınarak ülke bölünmenin eşiğine fırlatıldı; hem de toplumun İslâmî ruhkökleri bastırılarak İslâm’ı protestanlaştıracak tehlikeli bir proje icat edildi.
İSLÂM’IN PROTESTANLAŞTIRILMASI
Kemalizm’in projesi, İslâm’ı hayattan uzaklaştırmak ve yeniden hayata yön verecek bir güce ulaşmasının önünü tıkamaktı. Bunun yolu İslâm’ı sekülerleştirmekten yani protestanlaştırmaktan geçiyordu.
FETÖ marifetiyle İslâm siyasetten ve hayatın her alanından uzaklaştırıldı; önce Erbakan’a darbe yapıldı ve FETÖ’nün önü 28 Şubatçı generaller tarafından açıldı; ardından İslâmî duyarlıkların aşındırılması süreci hızlandırıldı. FETÖ marifetiyle Erbakan Hoca’nın inşa ettiği Müslüman siyasî bilinci linç edildi!
İşte size 28 Şubat’ın üç büyük ihaneti!
Eğer bu üç büyük ihanet derinlemesine sorgulanmazsa, bu ülke, bu tür ihanetlerden hiç bir zaman kurtulamaz ve belini aslâ doğrultamaz!Bana diş geçirebilirsiniz artık!
Yusuf Kaplan
1/03/2021 Pazartesi
Bütün/lük fikrinin parçalanarak yitirildiği, parça’nın fetişleştirilerek kral tahtına yerleştirildiği “pornografik” / ayartıcı bir çağda yaşıyoruz.
Oysa bu, hayatı anlamsızlaştırmaktan ve anlama, kavrama, hikmet sahibi olma yetilerimizi kötürümleştirmekten başka bir işe yaramıyor. Böylelikle bir olguyu, bir durumu, bir bütün olarak algılayabilmemiz de, anlayabilmemiz de güçleşiyor.
Bütün/lük fikri, bir “şey”in, bütün yönleriyle kavranabilmesinin yegâne şartıdır. Bir şeyin özünü, kökünü, aslını idrak edebilmek, görebilmek, bütünlük fikrine sahip olabilmekle mümkün: Bir şeyin özü kavranmadan, hiçbir yüzü hakkıyla kavranamaz çünkü.
PARÇA-BÜTÜN İLİŞKİSİ
Parça-bütün ilişkisi, kesret-vahdet ilişkisidir aslında. Bütün varsa, parça da vardır zaten ve ancak bütünü’n varolduğu yerde, parça, rolünü “oynayabilir” hakikaten. Bütün yoksa, parça da ne yapacağını bilemez; hem yok olur, hem de yok eder: Artık orada anarşi ve kaos hükümsürer.
Bütün’ün hâkim olduğu yerde, parça da sükûn hâlindedir, bütün de.
Parça’nın hâkim olduğu yerde ise, ne bütün, sükûn yüzü görebilir; ne de parça, günyüzü.
Bütün’ün / vahdet’in hâkim olduğu yerde, her parça’nın kendine özgü bir yeri vardır. Parça’nın hâkim olduğu yerde ise, her parça, yerini ve rolünü şaşırır, her şeyi parçalar, paramparça eder, paçavraya çevirir ve yutar.
Tevhid’e ulaşıldığı zaman teşekkül eden vahdet, bütün kesretlere / parçalara hakkıyla hayat ve varolma hakkı tanır. Ancak bütün’ün hâkim olduğu yerde, zaman zaman, bütün’ün de parçaları yutması sözkonusu olabilir. Tıpkı her türlü totaliterizm biçiminde gözlendiği gibi.
BATI UYGARLIĞI: PARÇA’NIN HÜKÜMRANLIĞI
Bütün’ün parçaları yutma temayülü göstermesi, aslında parça psikozuyla hareket etmesinden kaynaklanır. Ve tabiî, parça’nın hükümranlığı, bütün’ün hükümranlığından daha zâlimâne ve daha dayanılmazdır.
Bugün Batı uygarlığının bütün dünyada hâkim olmasına rağmen, başka kültürlere, dinlere, medeniyetlere hayat hakkı tanımama güdüsüyle hareket etmesinin, kontrol ve kolonize edici bir davranış / saldırı biçimi geliştirmesinin başlıca nedeni, bütün fikrini yitirmiş olması, yani hayatı fizik gerçekliğe / tek boyuta indirgemesi, başka boyutları yoksayması, kısacası, parça psikozoyla hareket etmesidir.
İSLÂM’IN KUŞATICILIĞI VE BÜTÜNCÜL BAKIŞ’I: ADALETİN KAYNAĞI
İslâm’ın özü, tevhid’dir. Yalnızca tevhid’in bütün yönleriyle idrak ve tatbik edilebildiği bir ortamda “parça”lara, yani diğer dinlere, kültürlere, medeniyetlere hakkıyla hayat ve varoluş hakkı tanınabilir. Bu gerçeği, Marshall Hodgson, enfes bir şekilde ortaya koymuştu, The Venture of Islam başlıklı henüz aşılamayan üç ciltlik başyapıtında.
Şöyle demişti Hodgson: “İslâm, tarihte hiçbir medeniyetin başaramadığı şeyi başardı: Total / tevhidçi bir din olmasına rağmen totalleştirici eğilimler göstermedi; aksine, bütün farklılıkları, ötekileştirmeden ve farklılıklarını korumalarını mümkün kılabilecek bir zemin hazırlayarak yaşatmasını bildi.”
MODERN TIP: RUHSUZ AYARTICI MAKİNA!
Modernlik, parça’nın hükümranlığı olduğu için, ruh’la beden’i, fizik’le fizikötesi’ni, hayat’la ölüm’ü, bu dünya ile öte dünya’yı birbirinden ayırmıştır.
Bu nedenle, modern tıp, insanı, sadece bedenden ibaret bir “makina” olarak görür, bir nesne derekesine indirger: Ve şeyleştirir.
Dolayısıyla modern tıbbın tedavi anlayışı, parça’nın bütün’le; bir uzvun, organizma’nın bütünüyle; dahası, beden’in ruh’’la ilişkisine dayanmaz. O yüzden, modern doktora, -tıp bu kadar gelişmesine rağmen-, hasta dayanmaz!
Modern tıbbın kendisinin esaslı bir tedaviye ihtiyacı vardır, aslında.
Diş, insanın bir parçasıdır. En iyi diş tedavisi, diş’e, canlı bir varlığın ayrılmaz bir parçası olarak “bakmak”tır. Diş hastalarına böyle “bakan” diş doktorları var mı, hâlâ?
Var, elbette. Çamlıca Hospitadent Diş Hastanesi’nin başhekimi Dr. Tarcan ve ekibi gibi. Hikmetten nasibini almış hekimler!
ARTIK BANA DİŞ GEÇİREBİLİRSİNİZ!
Dişlerimle 15 küsur yıldır sorunluydum: Öndişlerim “göçmüştü”: Bu, bütün bedenimi, konuşmamı, işimi-gücümü, hatta iletişimimi olumsuz yönde etkiliyordu. Buna rağmen, “yaptırmamakta” direniyordum. Görüntü’ye direndiğim için.
Ama daha fazla direnemedim ve art arda yaşadığım iki riskli hastalıktan sonra yaklaşık sekiz ay süren zorlu bir maraton sürecinde, direncim kırıldı, dişlerim “yapıldı”. Bana diş geçirebilirsiniz artık!
Çamlıca Hospitadent’te üst dişlerimin hepsi alındı ve yeniden yapıldı. Toplam 10 dk. bile sürmedi dişlerin alınması. Acı, ağrı-sızı, tarih olmuş!
Bu 8 aylık maratonu özenle takip eden başta başhekim Dr. Tarcan Topçuoğlu olmak üzere, Dr. Gizem Gülgezen, Dr. Tolga Kayserili, Ayşe Aktaş ve hastanenin bütün diğer ekibine ilgi ve özenleri için teşekkür ederim.
Tarcan Bey, çok iyi bir orkestra şefi! Ekibi de orkestranın aksamaması, “güzel besteler” yapması için canla başla çalışıyor...
Hiç şüphesiz ki, en çok teşekkürü, bu süreçte her zaman yanımda olan eşim Gökçen Hanım hak ekiyor. O da bana diş geçiremedi şimdiye kadar! Ama şimdi o da diş geçirebilecek durumda artık!
Şaka bir yana, dişlerinizi ihmal etmeyin, insanın her şeyini olumsuz etkiliyor!
Üçüncü Gün
Yusuf Kaplan
5/03/2021 Cuma
Gözlerimi açtım bir kalabalığın içinde. Bir müddet bakındım etrafıma. Gözlerimdeki sevinci kim baksa görebilirdi. Fakat yavaş yavaş yok oldu o sevinç, ve bir gözyaşına dönüştü. Önce gözlerimden damlalar süzüldü, birkaç vakit sonra gözyaşlarım yetmedi hüznümü anlatmaya. Kalbim ağlamaya başlamıştı şimdi de. Ağlıyordu, kanıyordu... Kalbimin kanamasıyla daha da acı hissetmeye başlamıştım. Gözlerim kör olsaydı da görmeseydim. O zaman da kalbim görürdü etrafımda olanları. Fakat şimdi hem kalbim, hem gözlerim görünce iyiden iyiye mahvoldum. Yok olmak istedim oradan. Fakat kaskatı kesilmiştim olduğum yerde. Gidemiyordum...
Tam üç gün üç gece durdum orada. Kalbimin yası bitmişti sanki. Ben de alışmıştım mı ne? İlk günden daha rahat bakabiliyordum etrafa. İyi mi olmuştu şimdi? Neden üç gün önceden farklı düşünüyordum? Ne fark vardı üç gün evvelki ben ile bugünkü ben arasında?
İlk gün ağlamıştım, kalbimle ve gözlerimle. Bu şehrin haline ağlamıştım. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in müjdelediği bu şehrin yeniden bâtıla geçtiğini sandığım için ağlamıştım. O günün gecesinde anladım, anladım ki kimse şehri gelip bizden almamış... İkinci gün yine ağlamıştım, çünkü şehir hâlen bizimdi. Öyle sanıyordu herkes... Ağlamıştım çünkü bu şehrin insanlarında İslam’dan bir eser görememiştim. “Eğer Müslümanların hâli bu ise bâtıl memleketlerin hâli nicedir?” diye düşününce ağlamıştım. Dıştan bakınca bâtıl sandığım şehrin aslında bizim olmasına ağlamıştım. Üçüncü gün... Keşke hiç bunları yaşamasaydım dedirten gün. O gün ise alışmıştım. Artık ne kalbim ağlıyordu, ne de gözlerim. Alışmıştım, şimdi ağladığım o insanlar ile ne farkım vardı? İçimde bir korku ile kalktım yerimden. Kalkabilmiştim. Alışınca kalkabilmiştim... Yürüdüm ve insanların arasına karıştım. Artık üç gün önceki hüznümden eser yoktu kalbimde. Kalbim üç gün evvelki gibi hissetmiyor, gözlerim o vakitteki gibi görmüyordu...
Artık yürüyor, gülüyor ve eğleniyordum. Bu şehri ve böyle bir dünyayı hatırlamak dahi istemeyen ben, şimdi o düzende yaşıyordum. Bazı şeyleri görmezden geliyor, duymam gerekenleri duymuyordum. Ne için yaşadığımdan bîhaber geçiyordu ömrüm... Ve yaşamımın son demlerindeydim artık. Az önce geçmişe dönüp bir baktım da, dünyanın ve bu şehrin haline ağladığım o iki günü bir kefeye, diğer tüm yaşamımı ise diğer kefeye koydum. O gözyaşları ve kalbimin acısı ile geçirdiğim iki gün, tüm yaşamımdan daha ağır bastı. Daha bir anlamlı ve manalı çıktı.
Ben yapamadım, fakat biliyorum ki bir gün benim alıştığım yerde yine birileri uyanacak, belki birileri, belki yüzlerce kişi... Fakat uyanacak! Uyanacak ve benim yapamadığımı yapacak. Alışmayacak, alışılanı değiştirecek. Alışmayanların kabul edilmediği bu şehri alışmayanların şehri yapacak yeniden. Ve bunu İslâm ile yapacak! Ne mutlu alışmayanlara! Ne mutlu üçüncü günü yaşamayanlara!
***
Not: Bu yazı önümüzü açacak öncü kuşaklar yetiştirmek üzere açtığımız ve 81 ilimiz, 70 küsur ülkede Online eğitim veren Medeniyet Tasavvuru Okulu’nun (MTO) en genç ve en parlak talebelerinden Düzce’den 14 yaşındaki Ahmet Arif Kutlu kardeşime aittir. Noktasına, virgülüne dokunmadan aynen yayınlıyorum. Dua edelim Ahmet Arif’e nazar değmesin. Allah zihnini açsın.Türkiye-Mısır stratejik ittifakına doğru...
Yusuf Kaplan
7/03/2021 Pazar
Bir yandan karada ve denizde büyük bir kuşatmayla karşı karşıya Türkiye ama öte yandan da savunma sanayisinde göz doldurucu ve ön alıcı adımlara imza atıyor.
Savunma sanayisinde gerçekleştirdiğimiz atılımlar, kuşatmanın yarılması için gerekli ama yeterli değildir. Kuşatmanın yarılabilmesi, sahada değil masada atılacak stratejik adımlarla mümkün olabilir.
Bunun için Mısır’la ilişkilerimizin düzeltilmesi gerektiği konusunu yazıp duruyorum yıllardır. Beni bu konuda topa tutan beyinsizler ve yalaka tayfası, Türkiye’nin Mısır’la gerçekleştirdiği ve ilişkilerimizi hava yavaş rayına oturtacak diplomatik atak belli bir kıvama ulaşınca ne diyecekler, nasıl takla atacaklar acaba bu kez?
Bu yazıda Türkiye-Mısır ilişkilerinin düzelme eğilimi göstermesi üzerine önceden yazdıklarımı yeni ilavelerle paylaşmak istiyorum sizlerle.
Önce şunu altını çizerek vurgulamak zorundayım: Türkiye-Mısır stratejik ittifak kurarlarsa, ve bu ittifakın genişletilmesi konusunda ortak irade ortaya koyarlarsa, bölgenin kaderi orta ve uzun vadede değişebilir ve bölgeden emperyalistlerin kovulması süreci başlatılabilir.
TARİHÎ ADIMLAR, STRATEJİK ATILIMLAR...
Büyük devletler, stratejiler geliştirirler, stratejilerle ilerlerler...
Diğerleri ise ancak manevralar yapabilirler; imkânları da, psikolojileri de stratejik atılımlar gerçekleştirmek için kâfi değildir.
Türkiye, özellikle 15 Temmuz işgal ve darbe girişimini destansı bir direnişle püskürtmemizden sonra büyük stratejik adımlar atmaya başladı: Suriye’de ve Irak’ta art arda önemli askerî harekâtlar gerçekleştirdi, bölgede dengeleri Türkiye lehine değiştirdi.
Bu askerî harekâtlardan sonra en önemli stratejik adımlardan biri, Astana Süreci oldu; bir diğeri de Libya’da ülkenin BM tarafından tanınan seçilmiş Sarrac hükümeti ile Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması imzalayarak, Libya devletinin çağrısına karşılık vermesi.
Fırat Kalkanı Harekâtı, Türkiye’nin üzerindeki ölü toprağını atarak ayağa kalkması, “bölgenin geleceğini beni dışta bırakarak şekillendirmenize izin vermeyeceğim” diyerek emperyalistlere meydan okuması, milat oldu, dönüm noktası olarak tarihe geçti.
Türkiye, Fırat Kalkanı ile başlayan askerî harekâtlar silsilesiyle emperyalistlerin kuklası IŞİD’e büyük darbe vurdu; İran’ın yayılmacı politikalarını Suriye’de, Irak’ta, Katar’a yerleşerek Yemen’de püskürttü; Rusya’yla yaptığı işbirliği anlaşmalarıyla ABD ve Siyonistleri dengeleyecek stratejik adımlar attı.
Son büyük stratejik hamle, Libya devleti tarafından Libya’ya çağırılmamız oldu. İki asırlık inkiraz tarihimiz boyunca ilk defa bir devlet Türkiye’yi “kurtarıcı” olarak davet ediyordu. Çok büyük, tarihî bir adımdı Mavi Vatan fikri çerçevesinde Libya’da, Adalar Denizi’nde (Osmanlı, “Ege Denizi” demiyordu, “Adalar Denizi” diyordu!) ve Doğu Akdeniz’de art arda gerçekleştirdiğimiz stratejik atılımlar!
Almanlar, adaları silahlandırdılar; önce Yunanları, sonra Fransızları Türkiye’ye karşı kışkırttılar! Yunanistan’la ve Fransa’yla -küçük ölçekli de olsa- savaşın eşiğinden döndük! Diplomatik zekâmız devreye girmişti bu kez!
İki asırlık inkıraz tarihimizde hasret kaldığımız stratejik adımlar, açılımlar ve atılımlardı Fırat Kalkanı’ndan bu yana yaptıklarımız!
Gönendirici, umutlandırıcı, güven verici.
Türkiye, pek çok bakımdan güçleniyor... İki asırlık inkıraz tarihimizde görmediğimiz bir atılım gerçekleştiriyor. Bütün bu stratejik adımları özellikle savunma sanayiinde gerçekleştirdiğimiz atılımlara, münhasıran da Selçuk Bayraktar’ın ülkesine, kültürüne ve insanına âşık gayretlerine borçluyuz aslında.
MISIR’LA İLİŞKİLERİMİZ DÜZELİRSE, KUŞATMAYI DAHA KOLAY YARARIZ!
Mısır’la sorunlu olan ilişkilerimizin nasıl hâl yoluna konulabileceği sorununa gelmek istiyorum. Türkiye, doğudan batıdan, güneyden kuzeyden kuşatılıyor! Tam bu noktada Mısır’la ilişkilerimizi belli bir sürece yayarak iyileştirmek zorundayız. Başından beri, Mısır’la ilişkilerin kopmasının yanlış olduğunu söyledim: Elbette ki, darbelere de, darbecilere de karşı çıkacağız. Mısır’da Türkiye’nin duruşu takdir edilecek bir duruş. Ama sonuç, bizim de Mısırlı kardeşlerimizin de aleyhine!
Türkiye, Osmanlı mirasçısı bir devlet olarak Mısır’daki bütün kesimlerle ilişki kurmak zorunda. Mısır’ın selameti açısından da bizim açımızdan da hayırhah olan tavır bu aslında.
Unutmayalım: Mısır’ı kontrol eden hem bölgeyi, hem Afrika’yı hem de dünyayı kontrol eder. Dün böyleydi bu, bugün de böyle büyük ölçüde. İskender’den Sezar’a, Yavuz’dan Napolyon’a kadar Mısır’a hâkim olan dünyaya hâkim oldu.
Amacımız, Mısır’a hâkim olmak değil, olamaz, elbette. Mısır’ın stratejik-tarihî konumuna dikkat çekmek istedim sadece.
Mısır’la ilişkiniz koparsa, bölge ülkelerinin hepsiyle ilişkiniz sakatlanır. Mısır’la güçlü ilişkiler kurarsanız hem ülke içinde yapılacak yanlışlıklara bir kardeş ülke olarak müdahale etme imkânlarınız artar hem de bölgenin kaderini birlikte belirleme imkânlarınız çoğalır.
Dahası da var: Eğer Türkiye, Mısır’la değişik düzeylerde ilişki kurmaya başlarsa, orta ve uzun vadede Türkiye üzerindeki kuşatmanın yarılmasına da katkısı olur Mısır’la kurulacak ilişkilerin.
Türkiye, hiç olmadığı kadar güçlü maddî açıdan. Yüzyıl öncesine nazaran çok güçlüyüz; bu çok açık.
Çok büyük bir kuşatmayla karşı karşıya olduğumuzu unutmayalım. Mısır’la ilişkilerimizin rayına oturması, karada ve denizde karşı karşıya kaldığımız kuşatmaların yarılmasında sanıldığından daha fazla belirleyici bir rol oynayabilir.
.Hukuk diktası” sona erdirilemediği sürece...
Yusuf Kaplan
8/03/2021 Pazartesi
Yazının sonunda söyleyeceğim şeyi başında söyleyeyim: Bu ülke, tavan’dan hukuk üzerinden laik kurumlar yoluyla, sosyolojik olarak da taban’dan laik eğitim sistemi vasıtasıyla kendi kendini sömürgeleştirdi.
Böylelikle bütün medeniyet iddialarını terk etti.
Böylelikle Müslüman kimliği yok olma tehlikesiyle karşı karşıya geldi.
Böylelikle Batılıların Türkiye’yi fiilen işgal etmelerine gerek kalmadı: Batılıların işgal ettiklerinde yapacaklarını içimizdeki yerli sömürgeciler hukuk ve eğitim sistemi aracılığıyla yaptılar.
Hukukta reform ve yeni anayasa tartışmalarına ışık tutabileceği düşüncesiyle bu sütunda beş yıl önce yayımlanan bir yazımı tozunu alarak paylaşıyorum sizlerle.
MODERN HUKUK: HÜKMETME’NİN DAYANAĞI
Hukukun fazla geliştiği yerde de, hukukun hiç gelişmediği yerde de, insan da yoktur hukuk da aslında.
Hukukun gelişmediği yerde, yalnızca açık zulüm vardır; hukukun fazla geliştiği yerde ise örtük zulüm hükümfermâdır. Dolayısıyla her iki yerde de hukuksuzluk hükümrandır yalnızca.
Modern hukuk, aşırı gelişmiş bir hukuktur. Modern hukukun aşırı gelişmiş olması, hukuk düşüncesinin değil, siyaset düşüncesinin gelişmiş olmasının sonucudur.
Başka bir deyişle, modern Batı hukuku antroposantrik’tir / insan-merkezci’dir: İnsanı her şeyin merkezine alır. Tanrılaştırır. Hükümran kılar. Ama sonuçta, bütün hakları izafileştirir, çatışmaları keskinleştirir ve insanın, sistemin hükümranlığına kurban gitmesine yol açar.
O yüzden modern Batı hukuku, siyasetin ve siyaset düşüncesinin yedeğinde gelişmiştir: Siyasetin temel hedefi hükmetmektir; siyaset düşüncesinin temel meselesi ise, hükümranlık problemi.
İşte bu nedenle, modern Batı hukuku, kaçınılmaz olarak, insanı, “potansiyel suçlu” ve “potansiyel kötü” olarak görür. Modern siyaset felsefesinin, hukuk düşüncesinin ve liberal fikriyatın kurucu babalarından Thomas Hobbes’un “insan, insanın kurdudur” demesinin gerisinde yatan temel sâik burada gizlidir.
Hak ve hakikat fikrinden yoksun bir hukuk nosyonu, ne kadar insan-merkezci olursa olsun insanı ve hayatı eksene almaz; sistemi ve sistemin bekasını eksene alır. Ve insanı, sistemin önünde “takoz” olarak görür. Tanrı’ya, tabiata ve insanlara HÜKMETMEK, yegâne varlık ve varoluş nedenine dönüşür.
Özetle, modern Batı hukukunda, geliştirilen onca “hümanist” ve “liberal” söyleme rağmen, aslolan hikmet ve adalet, hakikat ve hakkaniyet değil, hükmetmek ve hâkimiyet kurmak, sistemin bekasını teminat altına almaktır.
Bu da kimi zaman açık, çoğu zaman da örtük zulümle sonuçlan/mışt/ır. 400 yıllık Batı hâkimiyeti tarihi, bu iki zulüm türünün geçit resmi gibidir o yüzden.
İSLÂM HUKUKU: HİKMET VE ADALETİN KAYNAĞI
Oysa İslâm hukuku, hükmetmeyi değil, hikmeti ve izzeti; hâkimiyet kurmayı değil, hakikati ve adaleti esas alır.
O yüzden İslâm’ın, insanı, insanın kurdu değil, yurdu, umudu ve ufku olarak gördüğünü söyleyebiliriz. Çünkü İslâm, “liteârefû” sırrı gereğince, tanıma’yı, tanışma’yı ve tanış olma’yı eksene alır her alanda ve her düzlemde.
Hikmeti yitirenler, izzetlerini ve iffetlerini yitirmekten; hakikati yitirenlerse, adaleti ve hakkaniyeti bitirmekten kurtulamazlar. Ve sonuçta, kendi bitişlerinin tohumlarını ekmiş olurlar.
Hikmet, her şeyin gâyesidir. Hakikatse, hikmetin yegâne kaynağı ve adaletin tek dayanağı.
Bir yerde hukuk, hikmete dayanır ve hakikate yaslanırsa, orada adalet ve hakkaniyet tecellî eder. Ama bir yerde hukuk, hükmetmeye dayanır ve hâkimiyet kurmaya yaslanırsa, orada adalet biter ve hakkaniyet de, merhamet de çekilir aradan ve sürgün yer, başka yere gider oradan.
TÜRKİYE’DEKİ HUKUKUN ÖZÜ DEĞİL, SÖZÜ GÜR SADECE!
Türkiye’de özgün ve özgür bir hukuk sistemi yok. Yok; çünkü, Türkiye’deki hukuk sisteminin özü gür değil. Sözü gür sadece. Toplumu silbaştan sekülerleştirmek için Batı’dan ithal edilen ve tepeden dayatılan, o yüzden de zorba nitelikler arzeden bir makina, toplumu adam etmek için sopa işlevi görür.
Modernleşme sürecinde, aslında biz hukukumuzu yitirdik, hakikati yitirdiğimiz için… Adaleti bitirdik, hakikati terk ettiğimiz için… Merhameti ve vicdanı kaybettik, Hakk’ın rahmet sesine kulaklarımızı tıkadığımız için…
Hak ve hukuk fikrini yitirdik, “el çabukluğu marifet” diyerek medeniyetimizin köklü hukukunu yok saydığımız için… Batı’dan hukuk devşirerek nevzuhûr hükümranlar icat ettiğimiz ve milletin hukukunu gasp ettiğimiz için… Ve nihayet milleti “karambole getirerek” Hakk’ın hakikat çağrısını, hukuk, hayat ve anlam haritasını “çarmıha gerdiğimiz” için…
“DİKTA”YA DÖNÜŞEN HUKUK!
Sonuçta, deyim yerindeyse, bir “hukuk diktası” kurduk, topluma tepeden laik bir kimlik dayattık. Hukukla toplumun önünü kestik: Bunun en somut iki göstergesi, 30 yıl hukuk yoluyla dayatılan başörtüsü yasağı ve Türkiye’nin kapatılan partiler mezarlığına dönüşmesidir.
Türkiye, Batılılar tarafından fiilen sömürgeleştirilemedi ama kurumları hukuk diktasıyla İslâm’dan temizleyerek, toplumu da eğitim sistemiyle İslâmî duyarlıklardan, ruhtan ve kimlikten uzaklaştırarak içeriden sömürgeleştirildi bu ülke!
Böylelikle bu ülkenin Batılılar tarafından işgal edilmesine gerek kalmadı; zihnimiz işgal edildi ve toplum bütün kurumlarıyla İslâm’dan arındırıldı!
Bu toplum, bundan büyük bir cinayet yaşamadı. Hukuk diktasının, dolayısıyla Batılıların içimizdeki “beyinsizleri” kullanarak elde ettikleri zafer bu!
Bu “hukuk diktası” tartışılmadığı ve aşılamadığı sürece hem yeni ve güçlü bir anayasa yapılamaz hem de bu toplum belini doğrulatamaz.Bir destansın “Sen”; Âkif gibi yaşayacak ve yaşatacak...
Yusuf Kaplan
12/03/2021 Cuma
İstiklal Marşı’mızın yazılışının 100. yıldönümü bu hafta. Âkif’le, Türkiye’nin istiklâl mücadelesiyle ilgili 12 sene önce yazdığım bir yazımı paylaşıyorum sizlerle... Özene bezene yazılmış ve TEK BİR CÜMLEden oluşan bir yazı bu. Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın. Buyurunuz efendim...
ŞUURUYLA ŞİİRİNİ, ŞİİRİYLE ŞUURUNU ÖREN BİR ŞÂİR
Ürpertici bir ayaz…ölümcül, öldürücü bir tipi…
bir türlü gelmek bilmeyen, aslâ gelmeyeceğine hükmedilen, ayazları, tipileri dindirici bembeyaz kar taneleri ve ruhları diriltici bahar sahnelerinin bir gün mutlaka geleceğinden ümidini kesmeyen,şuuruyla şiirini, şiiriyle şuurunu ören bir şâir...
BÜYÜK RÜYALARIN SAHİBİ BİR DAVA ADAMI
yokoluş zamanlarının bütün umutları karabasana dönüştürdüğü bir anda bile, diriliş, oluş ve varoluş zamanlarının hayallerini, rüyalarını gören bir dava adamı...
GÜRÜL GÜRÜL AKAN, HAYAT SUNAN BİR AHLÂK ANITI...
‘Kim var?’ denilince, arkasına bile bakmadan, ‘ben varım!’, ‘biz varız!’ diyerek yerinden fırlayan, yollara düşen, yol yol, dağ dağ, ırmak ırmak yorulmak, yılmak nedir demeden durmamacasına gürül gürül akan, hayat sunan bir ahlâk anıtı...
YOKOLUŞ SERÜVENİNİ VAROLUŞ TÜRKÜSÜNE DÖNÜŞTÜREN BİR DESTAN ADAM...
ev ev, meydan meydan, kahve kahve, cami cami, kürsü kürsü nefes nefese gelecek diriliş günleri için yol alan, koşan, konuşan, konuştukça coşan, coştukça dağları, tepeleri, ovaları şimşek hızıyla bir yağız at gibi aşan, bir küheylân gibi kükreyerek ve yürekleri titreterek coşturan, bülbül gibi şakıyan, bir milletin yokoluş, yok ediliş serüvenini benzersiz bir diriliş destanına, eşsiz bir varoluş türküsüne dönüştüren bir destan adam…
DESTANSI BİR KAHRAMAN...
sayha sayha geri çekilen, çekilirken bile çekilen onca çileden, onca acıdan, onca ölüm-kalım mücadelesinden sonra İstanbul’un fethedildiği bahar mevsiminde açan çiçeklerden devşireceği hayat iksiriyle ruh üfleyen, hayat bahşeden, merhamet kanatlarını bütün bir insanlık coğrafyasına geren Allah yolunun yolcusu fatihlerin, dervişlerin, pîrlerin, öncülerin ezel-ebed hattında gerçekleşen rüyalarıyla nefes alıp vermekten bir an olsun geri durmayan,
kalbi gümbür gümbür ‘Ya Hak!’ diye atan,
beyni ‘Ey Hakikat!’ diye zonk zonk zonklayan,
yüreği ‘Aşk’ ateşiyle yanan, yandıkça çağlayana dönüşen,
‘işte insan, işte kahraman’ dedirtecek kadar hakikat güneşinin sönmemesi için,
hakikat çiçeğinin solmaması için,
hakikat çocuklarının taptaze, kanatlandırıcı yolculuklara çıkabilmeleri için,
dünyanın bütün nimetlerini, lezzetlerini elinin tersiyle iterek yarının yine burada olması için,
bura’nın yeniden gül bahçesine dönebilmesi için
burada estirilen ‘fırtına’nın bütün dikenlerine katlanan,
milletinin, İslâm milletinin yeniden hakkı tutup kaldırabilmesi için,
milletinin yaşadığı büzülmeyi, çözülmeyi, varoluş çilesini iliklerine kadar yaşayan,
ürpertici bir ayaz mevsiminde, ölümcül, öldürücü tipi’nin tam ortasında bile
gelecek beyaz günlerin, aydınlık, nurlu ve hakikat güneşine gebe günlerin rüyasını görerek diriliş, oluş ve varoluş çilesini dolduran destansı bir kahraman, başlıbaşına bir destan…
HÜZNÜNÜ ÇOĞALTTIKÇA ÇOĞALAN...
Haçlı sürülerinin haydut çocuklarının dört bir taraftan çepeçevre kuşattıkları, ölümcül darbeyi vurmalarına ramak kaldıkları bir yokoluş zamanında, tam bir boğulma anında, hüznünü çoğalttıkça çoğalan, gözyaşını akıttıkça rahmet suyuyla yıkanan,
Boğaz Harbi’nin insanın boğaz liflerini bile boğacak kadar kıyamet sahnelerine tanık olduğu bir mahşer anında, en ön safta, cephenin en ön sırasında yer almak için can atan şanlı bir asker, yılmaz bir akıncı gibi milletin diriliş ve varoluş destanını yazan bir destan adam…
TARİHE SIĞMAYACAK KADAR BÜYÜK, DESTANSI BİR ANIT...
tarihin, onur defterine onurla, gururla kaydedeceği destansı bir ağıt…
ve tarihe sığmayacak kadar büyük, destansı bir anıt…
mayası İslâm’ın ak mayasıyla; hamuru tertemiz, arı-duru, dupduru, arındırıcı, kanatlandırıcı hamuruyla karılan bu milletin, tam da tarihten sürüleceğinin, silineceğinin, çekileceğinin beklendiği bir zaman diliminde, aslâ teslim bayrağı çekmeyeceğini, ölüme, zamansız ölüme, hakikatin ölümüne aslâ rıza göstermeyeceğini, hakikatin özsuyundan kana kana içtiği sürece her hâl ve şartta varolma, varlığını sürdürme iradesi geliştirebileceğini gösteren bir destan...
SENİN DESTAN-ŞİİR’İN BU YAZDIĞIM
Akif için, Akif’in şahsında yazdığım bu destan-şiir, görünüşte, Akif’in, her dâim yaşayacak ve yaşatacak destansı şiiri…
ama gerçekte, hakikat ülkesinin ve hakikat aşığı çocuklarının destanı: Senin destanın, yazdığım; Senin Varoluş Destanın…
peki, böylesi bir ‘hakikat ülkesi’ misin, Sen, şu ân; böylesi bir hakikat ülküsü müsün, diye sor, kendine...
DÜNYA SANA GEBE, SEN’SE HAKİKATE...
ama aslâ unutma ki, Hakikati yaşayacak ve yaşatacak bir aşk ve diriliş destanını yine sen yazacaksın; fetih ve varoluş türküsünü sen besteleyeceksin, dün olduğu gibi, yarın da, Sen...
hani, Asım’ın nesli diyordu ya, Akif; işte o’sun Sen:
Hakikatin çocuğu, hakikatli çocuğu:
Akif’te varolan, ete kemiğe bürünen, Asım diye dikilen anıtı,
Akif diye görünen, hayat sunan ruhu, hakikat ruhunu bulduğun ve yitirmediğin, yaşadığın ve yaşattığın sürece,
dünya Sana gebe,
sen’se Hakikate…Mısır’la bahar, bütün kapıları açar...
Yusuf Kaplan
14/03/2021 Pazar
Mısır’la ilişkilerimizin kopması, olacak iş değildi. Mısır’la ilişkilerin kopmasına başından bu yana karşı çıktım, bunun faturasının hem bize hem Mısır’a hem de bölgemize ağır olacağını yazdım sürgit. Başından bu yana Türkiye’nin Mısır’da darbeye karşı takındığı tavrın doğru ama buna rağmen Mısır’la ilişkilerimizi askıya almamızın yanlış olduğunu söyledim. Bunu bilenler bilir, bilmeyenler de bilsin artık.
HAYSİYET CELLATLARINA İNAT!
Hükümet politika değiştirdiği için ben de fikrimi değiştirmiş filan değilim. Hükümete göre değil hakikate göre hareket ettim hep. O yüzden Mısır’la ilişkilerimizin askıya alınmasının yanlış olduğunu açık açık yazdım ve dillendirdim televizyonlarda başından bu yana.
Ne oldu peki? İnanılmaz hakaretlere, linçlere maruz kaldım!
Bana onca hakareti yapan, linç emrini veren tipler, köşe sahibi, köşe olmuş tipler! Nasıl “dans edecekler” acaba şimdi?
Benden özür dileyecekler mi?
Haysiyet cellatlarından özür dilemelerini beklemek olacak iş değil elbette.
Bu satırları tarihe not düşmek için yazmak zorundaydım. En zor zamanlarda bile hakikatin izini sürme mücadelemizin aslâ bitmeyeceğini söylemem bile gereksiz.
Her hâl ve şartta hakikatin izini sürdürdüğümüz sürece, düşe kalka da olsa, yaşadığımız iki asırlık yok oluş felâketini, çileyle, fikir ve oluş çilesiyle varoluş imkânına dönüştürebileceğimizden hiç şüphe etmedim.
SİYASÎ HADİSELER, KALICI İLİŞKİLERİ BOZMAMALI!
Gelelim Türkiye-Mısır ilişkilerinin rayına oturmaya başlamasının ne anlam ifade edeceği meselesine...
Her şeyden önce, Türkiye ile Mısır, bölgenin iki önemli tarihî aktörü. Mısır tarihinde, İslâm’ın tarih sahnesine çıkışından itibaren bizim oynadığımız belirleyici rolden söz etmeyeceğim. Mesele bu kadar basit değil.
Mısır, Arap dünyasının tarihî, siyasî, kültürel ve entelektüel lideri. Arap dünyasının kaderi biraz da Mısır’da yaşanan gelişmelere bağlı olarak şekil alır. Geçici siyasî hâdiselerden ziyade kalıcı, kök salıcı kültürel, entelektüel gelişmelerin kesintiye uğramadan ve sürgit güçlenerek sürmesi gerektiğinden söz ediyorum burada.
Siyasî gelişmeler, elbette, ilişkileri zedeleyebilir zaman zaman ama aslâ engellememeli, buna izin verilmemeli, bunun için de güçlü kültürel ve entelektüel kanallar, yollar, imkânlar inşa edilmeli.
Siyasî hâdiseler gelip geçicidir ama kültürel ilişkiler, adımlar, atılımlar, alış-verişler kalıcı, kök salıcı, önaçıcı. Kültürel ilişkiler güçlü olursa, siyasî değişikliklerden ya da depremlerden yıkıcı şekillerde etkilenmez ülkeler arasındaki ilişkiler.
Önümüzdeki süreçte, bütün Arap dünyası ile, Afrika ile ve tabiî Türk dünyası ile kalıcı kültürel, entelektüel ilişkilerin temellerini atmaya yoğunlaşmalıyız. Müşterek bir medeniyet tasavvurunu, mefkûresini her alana adım adım nakşetme mücadelesi ve gayreti içinde olmalıyız.
Şam’ın, Kahire’nin, Buhara’nın, Taşkent’in, Semerkand’ın, Kaşgar’ın, Delhi’nin, Cakarta’nın, Saraybosna’nın, Üsküp’ün, medeniyetimizin kurucu şehirlerinin İstanbul’un Konya’nın, Erzurum’un, Bursa’nın, Edirne’nin kardeş şehirleri olduğunu unutmamalıyız.
Şehirler, medeniyetlerin damarları gibidir. Kan dolaşımı sürüyorsa, hayat da sürüyor ve umut var demektir.
BİZ GELİNCE, EMPERYALİSTLER GİDECEK...
Mısır’la ilişkiler aslâ kopmaz, koparılamaz! Çünkü Türkiye ile Mısır birbirlerine omuz verdikleri zaman bölgeden emperyalistlerin kovulması kolaylaşır. Bölge, hem Batılı emperyalistlerin hem de emperyalistlerin kuklası Fars emperyalizminin işgali altındadır!
Şunu bileceksiniz: Emperyalistler, İslâm dünyasını parçalamak için her yolu deneyeceklerdir. Bu süreçte İslâm dünyasını tam ortadan ikiye yarmak için her zaman Farsların önünü açacaklardır! Batılılarla İran arasında yaşanan “hır gür” danışıklı dövüştür, birbirlerinin önünü açmayı hedefleyen bir maskeleme operasyonudur.
O yüzden bu oyuna gelmemek için sadece Mısır’la değil İran’la da ilişkilerimizi güçlü tutmamız, İran’ın Batılılar tarafından kullanılma girişimlerinin önüne şu ya da bu şekilde de olsa set çekecektir.
Mısır’la ilişkilerimizin bahar havasına girmesi, orta ve uzun vadede kapalı kapıların açılmasına ve bölgenin kaderinin emperyalistler tarafından değil bölgenin kurucu aktörleri tarafından şekillendirilmesine imkân tanıyacaktır...
Mısır’ın ve diğer Arap ülkelerinin, emperyalistlerin güdümünden adım adım kurtulma süreci başlamıştır artık...
İnşallah İslâm dünyasının gerçek bağımsızlığına kavuşmasının başlangıç noktası olur Türkiye-Mısır ilişkilerinin rayına oturmaya başlaması...
Biz, biz olarak gelebilirsek, emperyalistler kendiliğinden gitmek zorunda kalırlar...Küresel şeytan üçgeni ve üç Türkiye kuşatması
Yusuf Kaplan
15/03/2021 Pazartesi
Papa, tarihte ilk defa Irak’a ziyarette bulundu. Bu hâdise bile başlı başına tarihî bir olay.
Papa’nın Irak’ta özellikle Şiilerle yaptığı esrarengiz görüşmeler, yayınladığı Türkiye haritası, Türkiye’nin tedirgin olması için yeterli. Ankara’nın bu konuda teyakkuz hâlinde olduğunu, Papa’nın ziyaretini dikkatle takip ettiğini söyleyeyim.
Vatikan’ın Irak ayağına, Türkiye’yi Irak’taki Şiiler üzerinden kuşatma manevrasına karşı Türkiye hem İran’la hem Suudi Arabistan’la hem de Mısır’la ilişkilerini yeni bir boyuta taşıdı.
Burada üç büyük kuşatmayla karşı karşıyayız:
İlk kuşatma, Osmanlı’nın durdurulmasıyla başarıya ulaştı.
İkinci kuşatma, İsrail’in kurdurulması ve Büyük İsrail hedefine doğru adım adım yol alınması...
Üçüncü kuşatma da PKK-PYD devleti kurdurularak gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Papa’nın Irak ziyareti bu kuşatmanın son safhasını planlama ve tamamlama amacı güdüyor...
Gerçek Hayat’ın bugün çıkacak sayısında yer alan yazımdan bir bölümü buraya alıyorum. Tam metni oradan okuyabilirsiniz.
İNGİLİZLERİN VEHHABÎ TEO-POLİTİĞİ VE OSMANLI’NIN DURDURULMASI
Önce İngilizler vardı. Önce Londra geldi bölgeye yerleşti, bölgenin teo-politik dengeleriyle oynayarak coğrafî dengelerini allak bullak etti: Bölgenin kaderini Türkiye’yi kuşatma altına alarak bölge dışı emperyalist aktörlerin belirleme sürecinin ilk tohumlarını ekti.
Vehhâbîliği icat etti. Vehhâbîlere sadece bağımsız bir devlet değil, hilafeti de vadederek Arapların bir kısmını Osmanlı hilâfetine karşı kışkırttı.
Böylelikle İslâm dünyasını tam kalbinden, en kutsal birleştirici noktadan vurarak toparlanıp bir araya gelmelerini zorlaştıracak kadar parçalanmanın eşiğine sürükledi ve İslâm dünyasını yeniden toparlayacak yegâne güç olan Türkiye’nin bir daha bu güce ulaşmaya kalkışmasının önüne nihâî olarak büyük bir takoz yerleştirdi: Vehhabiliği icat ederek özelde Osmanlı’yı, genelde İslâm dünyasını, teo-politik olarak parçalanmanın eşiğine fırlattı, coğrafî parçalanmaya hazır hâle getirdi.
Sonunda İngilizlerin Osmanlı’yı parçalama planları hedefine ulaştı. Teopolitik olarak Vehhâbilik üzerinden parçalanan Osmanlı devleti, coğrafî olarak fiilen parçalanmaktan kurtulamadı.
Araplara vadedilen hilafet verilmediği gibi, Büyük Arap Devleti de kurdurulmadı. Şerif Hüseyin, nasıl büyük bir İngiliz ihanetine kurban gittiklerini hayatının son demlerinde anlamıştı ama iş işten çoktan geçmişti.
İSRAİL’İN KURDURULMASI VE NEO-SELEFÎ-Şİİ GERİLİMİ TEO-POLİTİĞİ
Osmanlı’nın parçalanmasından ve tarihten uzaklaştırılmasından sonra Türkiye’nin güneyi, Dicle ile Fırat arası, adım adım Büyük İsrail için hazırlanmaya başlandı bu kez...
Önce İsrail devletinin kurulması, ardından bu devletin Filistin’in lokma lokma yutması, hem siyasî olarak hem de coğrafî olarak varlığını garanti altına alması, ardından 1992 Oslo süreciyle birlikte İsrail devletinin bölgeye ekonomik ve askerî güç olarak da nihâî olarak hâkim olması...
Bütün bunlar, tam anlamıyla büyük bir çıbanbaşı işlevi gören İsrail üzerinden İslâm dünyasının kalbinden vurulması sürecini hızlandıran ürpertici tarihî adımlar.
Dışardan bir gücün bölgenin içine zorla yerleştirilmesi ve bölgenin bütün ülkelerini tehdit edecek kadar hatta kendisine esir edecek kadar bölgeye her bakımdan hâkim konuma getirilmesi Doğu Türkistan’dan bütün Akdeniz havzasına kadar uzanan dünyanın bütün medeniyetlerinin ve dinlerinin beşiği karmaşık bir teo-politik coğrafyayı bin yıl kontrol eden, yöneten yegâne güç olan Türkiye’nin kuşatılması ve yeniden tarih-kurucu bir konuma yükselmesinin önünün kesilmesi projesinin ikinci adımını oluşturuyor.
İSRAİL, İNGİLTERE VE VATİKAN GÜDÜMÜNDE KÜRT DEVLETİNİN KURDURULMASI VE PANZEHİRİ
Papa’nın ziyareti Türkiye’nin kuşatılmasının son safhasının planlandığı bir ziyaret olarak tarihe geçecek. Bu ziyaretten sonra bölgenin dengelerinin daha da karışacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Papa, bölgeye “barış ve huzur getirmek için bu ziyareti yaptığını” söyledi! Başka türlüsünü söylemesi beklenemezdi, elbette ki!
Türkiye’nin güvenliğini hatta varlığını bile tehdit edecek tehlikeli bir sürecin temellerini atıyorlar. Türkiye sadece terör örgütüyle askerî olarak mücadele ederek bu tehlikeli süreci önleyemez. Daha köklü sosyo-kültürel ve teo-politik stratejiler geliştirmesi gerekiyor Türkiye’nin.
Öncelikli olarak İslâm birleştirici paydasının her hâl ve şartta derinlerde kök salmasını sağlayacak teo-politik stratejilere ihtiyacımız var: Gönülleri fethedecek, herkesi kucaklayacak köklü bir İslâm anlayışını yaymamız şart.
Bölge teo-politik stratejiler üzerinden kuşatıldı.
Osmanlı, Vehhabililik gibi bir fitneyi bölgeye çıbanbaşı olarak yerleştiren İngilizlerin gerçekleştirdikleri teo-politik stratejiler üzerinden parçalandı ve tarihten silindi. Türkiye’nin kuşatılmasının üçüncü adımı İsrail’in güdümündeki ve bütün bölge ülkelerini istedikleri zaman karıştırmakta kullanacakları PKK-PYD terör devletinin kurulmasının önüne de bu İslâmî koruyucu kalkanı öne çıkaran teo-politik bir stratejiyle geçebilir.
Eğer bu konuda köklü ve güçlü teo-politik adımlar atamazsak, bölgenin geleceği de, Türkiye’nin geleceği de geri dönüşü zor bir çıkmaz sokağın eşiğine sürüklenir ve Türkiye’nin parçalanma süreci başlatılmış olur -Allah muhafaza!
Bizi kendimize getirecek, dünyayı yeniden inşa edecek Çanakkale ruhu gerek bize!
Yusuf Kaplan
19/03/2021 Cuma
Çanakkale Savaşı, küfrün imanı tarihe gömme savaşıydı.
Son Haçlı savaşıydı.
Bütün düvel-i muazzama güç birliği yaparak Çanakkale’ye üşüşmüştü!
Şairin “kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ!” diye tarif ettiği insan sürülerinin hakikati tarihe gömmek için giriştikleri savaşta Boğaz’ın fırtınalı sularına gömüldükleri bir kıyamet savaşıydı!
Maddî bakımdan en zayıf olduğumuz bir zaman diliminde imanın gücünü hiçbir silah gücünün yenemeyeceğini dünya âleme gösterdiğimiz yeni bir Bedir savaşıydı!
Allah’ın yardımını göklerde ve yerlerde, karada ve denizin tam orta yerinde apaşikâr gösterdiği bir kutlu varoluş savaşı, direniş destanıydı!
ÇANAKKALE, SADECE BİZİM İÇİN DEĞİL BÜTÜN MÜSLÜMANLAR İÇİN ÖLÜM KALIM SAVAŞIYDI!
Bir Boğaz harbi verildi Çanakkale’de boğaz boğaza yedi düvelle!
Ölüm kalım savaşımızdı Çanakkale! Sadece bizim için değil; bütün Müslümanlar için ölüm kalım savaşıydı: Çanakkale geçilirse, İstanbul düşebilir, İslâm’ın geleceği tehlikeye düşebilirdi!
Bu, İslâm’ın karşılaşabileceği en büyük felâket ve insanlığın kıyameti demekti.
İslâm’ın bayrağı dalgalandığı sürece, yeryüzünde adalet ve hakkaniyet, hukuk ve barış umudu her dâim diri olabilirdi. İstanbul düşerse, hilâfet biter, İslâm dünyası izzetini kaybeder, köleleşir, zillete çukuruna düşerdi!
O yüzden Çanakkale geçilmemeli, İstanbul düşmemeliydi!
İstanbul düşmesin, hakikat bayrağı çiğnenmesin, Müslümanların birliğinin, dirliğinin, kalbinin simgesi, kalesi Osmanlı hilâfetine halel gelmesin diye, mazlum İslâm dünyasının dört bir tarafından yüzbinlerle insan Boğaz’da Boğaz harbinde aldı soluğu!
Göğüs göğüse, burun buruna boğuştu küffarla!
Göğüs göğüse, omuz omuza durdu namaza, durdu kıyama, haykırdı Müslümanların tek yürek tek bilek olduğunu her renkten, her bölgeden, her ırktan yüzbinlerce Müslüman Çanakkale’de!
Çanakkale ruhu, olmazları olduktan bir ruhtu!
Çanakkale ruhu, son Haçlıların, emperyalistlerin bütün oyunlarını bozan, Boğaz’ın sularına gömen bir ruhtu!
Çanakkale ruhu, dünyanın dört bir tarafından Çanakkale’ye koşup gelen, yürekleri aynı anda atan; kalpleri ya Hakk diyerek hakikat için çarpan; renkleri, dilleri, bölgeleri farklı ama hayalleri, rüyaları aynı yürek ülkesinin çocuklarının imanı korumak için küfre karşı dimdik durdukları, teker teker şehadete koştukları bir ruhtu!
Çanakkale ruhu, mazlumların emperyalistlere karşı destansı direnişinin adıydı!
Çanakkale ruhu, emperyalistlerin Osmanlı’yı tarihe gömseler bile, ruhunu yok edemeyeceklerini dünya aleme gösteren muazzez ve muazzam bir diriliş destanının adıydı!
Tarihe sığmayacak kahramanlıkların gösterildiği bir direniş şarkısıydı!
İSLÂM DÜNYASINI BİRLEŞTİRECEK VE AYAĞA KALDIRACAK AZİZ BİR RUH!
Çanakkale’yi destan yapan işte bu direniş ruhuydu! Hakikat bayrağını yere düşürmemek için serden geçen, anadan, yardan geçen hakikatin hakikatli çocuklarının Hakk ve hakikat aşklarının yazdırdığı eşsiz tarihin, benzersiz destanın, yılmaz direnişin ete kemiğe büründüğü aziz bir ruhtu!
Çanakkale şehitlerini tarihe altın harflerle yazdıran “her ne pahasına olursa olsun Çanakkale geçilmemeli ve İstanbul düşmemeli!” diyerek son Haçlılara unutamayacakları bir ders vermek için canhıraş düşmanın silahlarına karşı göğsünü siper ede ede bütün siperleri delip geçen, bütün siperleri kanla inşa eden işte bu aziz teslimiyet ruhuydu!
O ruh yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bugün!
Müslümanları bedenen ve ruhen birleştiren, aynı hedefe yönelten hilafetin adını ve haysiyetini korumak için kanlarını ve canlarını feda eden Yemen’den Bosna’ya, Halep’ten Beyrut’a, Üsküp’ten Kahire’ye kadar kalpleri aynı anda Hakk ve hakikat için atan yürek ülkesinin çocuklarının bize armağan ettikleri aslâ eskimez, pörsümez, her dem diriltici, her dem yenileyici bu muazzez İslâm kardeşliği ruhu bütünüyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bugün!
Oysa İslâm dünyasını yeniden birleştirecek ruh, işte bu Çanakkale ruhudur!
Ve bu ülkeyi kültürel işgalden, zihnî işgalden koruyacak ruh, insanlığa adalet, hakkaniyet, kardeşlik ve selâmet armağan edecek hakikat medeniyetini yeniden inşa edecek ruh, işte bütün Müslümanları Çanakkale’de toplayan, kanlarından ve canlarından siperler inşa ederek şehadete koşturan ruh, işte bu Çanakkale ruhudur!
Bu ruhu diri tutabilirsek, yaşayabilirsek, hayatımızın her alanına nakşedebilirsek, işte o zaman bize kimse diz çöktüremez ve Çanakkaleler aslâ geçilemez!Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’ni çöpe gönderdi, nihayet!
Yusuf Kaplan
21/03/2021 Pazar
Cumhurbaşkanımız Erdoğan, İstanbul Sözleşmesi’nin feshedildiğini açıkladı.
Böylelikle Türkiye, kadın cinayetleri maskesi altında eşcinsel, sapkın evlilikleri yasayla dayatan ve ailenin temeline dinamit koyan lanet olası Sözleşme’den çıkmış oldu,çok şükür.
Bu sözleşmenin kadın cinayetlerini korumakla bir alakasının olmadığını, aileyi çökertmeyi amaçladığını anlattık durduk yıllarca Ankara’da, hükümette, ülkenin her yerinde ve platformunda... Sonunda Cumhurbaşkanımız, kadın cinayetlerini azaltmak şöyle dursun artıran bu sözleşmeyi iptal ederek milletin feryadına kulak vermiş oldu.
Burada tarihe kayıt düşmek adına, nasıl mücadele verdiğimizi gösteren “Türkiye, İstanbul Sözleşmesi’nden derhal çıkmalıdır!” başlıklı yazımı bir kez daha paylaşıyorum sizlerle...
“KADIN CİNAYETİ”, “KADINA ŞİDDET” İŞİN MASKESİ, KILIFI!
Kadın cinayeti gibi kangrene dönüşen bir sorunun o ürpertici Pınar Gültekincinayetinden sonra sosyal medyada gündeme oturması kaçınılmazdı elbette.
Konu, kadın tecavüzü, cinayeti ve şiddeti’ydi.
Nasıl tartışıldı peki bu konu?
Şöyle: “Eğer İstanbul Sözleşmesi iptal edilirse, bu cinayetler kontrolden çıkar, dolayısıyla Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkması cinayettir!” denildi!
Konu, Pınar Gültekin cinayeti’ydi. Ama konuşulan, İstanbul Sözleşmesi’nin kadın cinayetinin önlenmesinde bir kurtarıcı olduğu iddiası!
Birincisi, İstanbul Sözleşmesi’nde kadın cinayetine, kadın şiddetine ilişkin çok şey var. Fakat bu yasa uygulamaya konulduğu zamandan bu yana kadına yönelik cinayet ve şiddet olaylarında azalma değil, artma hatta katlanma olmuş!
Demek ki, neymiş? İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik cinayet ve şiddet olaylarını azaltmamış aksine artırmış, üstelik de katlayarak artırmış!
Bütün rakamlar, veriler, kadına yönelik şiddet, tecavüz ve cinayet olaylarında İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanmaya başlanmasından bu yana patlama olduğunu göstermesine rağmen birileri neden ısrarla İstanbul Sözleşmesi’ni ölümüne savunma ihtiyacı duyuyor peki?
İkinci dikkat çekeceğim nokta tam bu soruyla ilgili: İstanbul Sözleşmesi’nde kadına yönelik şiddet, cinayet, tecavüz sorunlarının hepsi maske, kılıf. Asıl dert “toplumsal cinsiyet eşitliği” ve “cinsel yönelim tercihi” (madde 3) gibi kavramlarla sapkın eşcinsel ilişki biçimlerini yasayla meşrulaştırmak ve yasa yoluyla topluma dayatmak!
Zokayı yutmayalım lütfen!
İstanbul Sözleşmesi’nde şiddetle, nefretle karşı çıktığımız yer burası işte: Birileri kadına cinayeti önleme kılıfı altında, bütün dünyada eşcinsel ilişki biçimlerini meşrulaştırma, dayatma ve yaygınlaştırma, dolayısıyla aile kurumunu çökertme amacı güdüyor!
Buna aslâ göz yumulamaz ve izin verilemez!
Kadına şiddetle, cinayetle ilgili başka yasa yapamayacak kadar aptal mı bu ülkenin hukukçuları?
Hasta mısınız siz?
Kimi aldatıyorsunuz?
Eğer bütün bunları bilerek yapıyorsanız bu toplumun altını sinsice oyacak, aileyi sinsice ortadan kaldıracak tehlikeli bir oyun oynuyorsunuz demektir ve bu tezgâhınız er geç deşifre edilip suratınıza çarpılır!
POLONYA KADAR OLAMAYACAK MIYIZ?
Tıpkı Polonya’da olduğu gibi...
Polonya, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıyor.
Gerekçesi sarsıcı!
Polonya Adalet Bakanı Zbigniew Ziobro, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış gerekçesini açık, net ama son derece sarsıcı bir şekilde şöyle açıkladı:
“İstanbul Sözleşmesi, kabullenemeyeceğimiz sakıncalı ideolojik dayatmalar içeriyor. Meselâ bunlardan biri, ‘toplumsal cinsiyet’ düşüncesi. Buna göre cinsiyet doğuştan değil, herkesin sosyo-kültürel kararına göre belirleniyor. Bu ideolojik varsayıma dayanan sözleşmeye göre, sözleşmeyi imzalayan devletler genç nesillere, bu ‘değer ve düşünceleri’ öğretmek için eğitim sistemini değiştirmek zorunda. Önemli olanın sosyo-kültürel tercihlerimize göre belirlediğimiz cinsiyet olduğunu söylüyor. Bunu yanlış buluyoruz ve reddediyoruz.”
Yanarım yanarım da, şu Müslüman ülkede Polonya Adalet Bakanı kadar İstanbul Sözleşmesi’ni açıkça ve son derece tutarlı, güçlü bir şekilde reddeden bir devlet adamı çıkmadı, ona yanarım! (Çığlığımız karşılığını buldu ve çıktı nihayet!)
Kadın cinayetini kimse savunamaz! Bu sözleşmenin asıl meselesi de kadına yönelik şiddet, cinayet değil. Milleti aptal yerine koymayın!
Kadın cinayeti maskedir, işin kılıfıdır!
Kaldı ki, biraz önce de dikkat çektiğim gibi, kadın cinayetini önleyecek yasa yapmaktan âciz mi Türkiye?
Oysa burada asıl amaç, eşcinsel ilişkilerin ve evliliklerin yasal hâle getirilmesi, yasayla dayatılması ve ailenin çökertilmesidir!
Böyle bir sözleşmenin adının “İstanbul Sözleşmesi” olarak adlandırılması ise yüzkarası!
Polonya Adalet Bakanı’nı dinlerken, İstanbul adının geçmesinden yüzüm kızardı, bu ülkenin her bir insanının da, yöneticisinin de bu videoyu izlediklerinde yüzlerinin kızaracağından, İstanbul’un adının insanı soysuzlaştıracak bir sözleşmenin adı olmasından çılgına döneceklerinden eminim.
Türkiye, böylesine iğrenç bir amaçla hazırlanan, cinsiyetsiz bir dünya inşasının kilometre taşlarını döşeyen yüzkarası bir anlaşmadan derhal çıkmalıdır!
Yoksa yasayla kendi ellerimizle kendi toplumunun altını oyma cinayetine imza atmış insanlar olarak tarihe geçeceğiz -Allah muhafaza!İnsanı ontolojik olarak aşağılayan bir Sözleşme’yi dayatmak veya hukuk emperyalizmi!
Yusuf Kaplan
22/03/2021 Pazartesi
“Sözleşmeden çıkmak, insan haklarından vazgeçiyorum, demek,” diyor Rıza Türmen, AİHM eski yargıcı! İnanılır gibi değil!
Bu zât-ı muhterem, gerçekten Türkiye’yi mi temsil etti AİHM’de?!
SÖZLEŞME ÜZERİNDEN DEĞERLER ÇATIŞMASI YAŞANIYOR!
Sözleşmeyi savunan çevreler, sözleşmeye abartılı bir anlam yüklememek gerekir diyorlar ama Sözleşme’yi ölesiye savunuyorlar!
Müthiş bir algı operasyonu yapıyorlar, milleti aldatıyorlar!
İstanbul Sözleşmesi’nin amacı, iddia edildiği gibi, kadına şiddeti, cinayeti önlemek değildir!
İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan insanları da kadına şiddeti, cinayeti savunuyor gibi lanse etmek, en hafif ifadeyle, aşağılık bir davranıştır!
Çünkü kadına, çocuğa, erkeğe veya hayvana şiddeti, cinayeti kimse savunamaz! Bu sözleşmenin asıl meselesi de kadına şiddeti, cinayeti önlemek filan değil.
Milleti aptal yerine koymayın!
Değerler çatışması yaşanıyor ülkede, bir sözleşme üzerinden!
Devşirmeler, Batılı değerlerin sözcüsü, gözcüsü, lejyoneri olmuş, celladına âşık tasmalı çekirgeler, Batılı pagan sapkın hukuk normları üzerinden ülkeyi devşirmeye çalışıyorlar!
Ama bu toplum, kendi değerlerinin ayaklar altına alınmasına izin vermeyecek!
Bu sözleşme turnusol kâğıdı işlevi görecek!
Kim bu ülkenin çocuğu, kim Batılıların lejyoneri, ortaya çıkacak!
HUKUK EMPERYALİZMİ VE İNSANIN ONTOLOJİK OLARAK AŞAĞILANMASI
Bu sözleşmenin kadına yönelik şiddeti, cinayeti önlediği iddiası, büyük bir aldatmacadır, maskedir, işin kılıfıdır!
İstanbul Sözleşmesi’nin asıl amacı, evlilik dışı cinsel ilişkileri, sapkın eşcinsel ilişki biçimlerini, eşcinsel evlilikleri, nikâhsız yaşamayı meşrûlaştırmak, hatta bütün bunları topluma yasayla dayatmaktır!
Meselâ çocuk, cinsiyet değiştirdiğinde ailesi buna karışamaz bu sözleşmeye göre; karışırsa suçlu olur, şikâyet üzerine hapsi boylar aile!
Aile düşmanı bir sözleşme bu!
Aile fertlerini potansiyel olarak birbirine düşman olarak konumlandıran dolayısıyla aileyi çökertmeyi amaçlayan bir sözleşme!
Sapkın eşcinsel ilişki biçimlerini yasayla meşrulaştırarak ve topluma dayatmaya kalkışarak, aile kavramını ve kurumunu yerle bir etmek için icat edilmiş sinsi, aşağılık, insanı sadece hazlarının peşinde koşturan, yiyen, içen, çiftleşen bir varlık derekesine indirgeyerek ontolojik olarak aşağılayan bir sözleşme bu!
Bendeniz, küçük yaşta evliliklere karşıyım; hem de şiddetle! Fakat çeşitli meşrû sebeplerle, sözgelişi, 17 yaşında evlenen biri, bu sözleşmeye göre, yasal olarak suçlu kabul edilip içeri atılırken, 14, 15 yaşındaki çocukların evlerde, şurda burda cinsel veya eşcinsel ilişkide bulunmaları özgürlük olarak kabul ediliyor!
Böyle buyuruyor Sözleşme!
Nedir bu?
Hukuk emperyalizmidir bu!
Uluslararası sözleşme denilerek emperyalistlerin ruhsuz, aşağılık, ontolojik olarak insanı aşağılayan değerlerini başka toplumlara, dünyaya dayatma girişimidir!
Avrupa Birliği’nden yapılan açıklamada, Türkiye şiddetle eleştirilmiş o yüzden!
Aşağılık adamlar! Terörist-seviciler!
Bana hak hukuk öğretmeye, dayatmaya kalkışmadan önce, sen o teröristleri nasıl besliyorsun, hangi AB ülkesi o terör örgütlerini nasıl kullanıyor, onu araştırsana, ortaya çıkarsana, o ülkeleri ve o örgütleri kınasana önce!
İstanbul Sözleşmesi, Avrupa’nın bana hukuk dayatmaya kalkışmasıdır!
Hukuk emperyalizmidir bu! Ve aslâ kabul edilemez! Boyun eğilemez! Buna boyun eğenler ya da sözcülüğünü yapanlar, İstanbul Sözleşmesi feshedildi diye ortalığı velveleye verenler, “bedelini ağır ödeyeceksiniz,” diyerek kendi ülkesini tehdit edenler, Avrupa’dan fonlanan bilumum feminist, eşcinsel dernekler, onların lejyonerleri, “paralı askerleri”!
Hiçbir medeniyet, başka bir medeniyete; hiçbir toplum başka bir topluma kendi değerlerini dayatamaz! Hele de bunu hukûkî yollarla yapamaz; yaparsa hukuku çıkarlarına âlet etmiş ve ayaklar altına almış olur!
Orada hukuk değil, güç konuşmuş olur!
Hukuk emperyalizmidir bunun adı!
Hiçbir toplum, kendi ailesinin yapısını başka toplumların değerleri üzerinden inşa etmez, edemez!
Saçma bir şey bu!
İstanbul Sözleşmesi örneğinde de görüldüğü üzere, Uluslararası Sözleşmeler, emperyalisttir! Emperyalisttir; çünkü bu sözleşmeler, hukukî metinler, hâkim güçlerin eseridir; hâkim güçlerin değerlerini eksene alır, çıkarlarını korur; kültürel, ekonomik ve siyasî hegemonya biçimlerini meşrûlaştırır, tahkim eder; o yüzden emperyalisttir!
Onto
Başka toplumlara hak dayatmak, haddini aşmaktır, emperyalistlik yapmaktır!
Batı’dan kadın hakları, aile düzeni konusunda öğreneceğim hiçbir şey yok benim! Gölge etmesinler başka ihsan istemiyoruz. Batı’da en çok aşağılanan; reklamların, kapitalizmin kölesi hâline getirilen; cinselliği, bedeni en çok sömürülen, endüstriye dönüştürülen insandır kadın -elbette ki çocukla birlikte!
Kadına şiddetin, cinayetin nedeni, bu toplumun değerleri değildir! Saçmalamayın!
Kadına şiddetin, cinayetin nedeni, kadın ile erkeği birbirine rakip gören ve düşman eden modern, seküler, kapitalist Batı uygarlığının yozlaşmış, insanı da yozlaştıran iğrenç, yoz, ruhsuz değerleridir!
Adamlar hem suçlu hem de güçlü!
Bizimkiler de, onların kulu kölesi, lejyonerleri!
Hem bir sözleşmeyle bir şey düzelmez deyip, hem de İstanbul Sözleşmesi’ni ölesiye savunmak, dahası Türkiye’yi uluslararası emperyalist sözleşmelerle tehdit etmeye kalkışmak nasıl bir psikolojik hastalıktır acaba?
Siz bu ülkenin çocukları değil misiniz?Üç bilimsel devrim, üç büyük anlam krizi ve insanlığın geleceği (1)
Yusuf Kaplan
26/03/2021 Cuma
Modern dünya üstüne kurulacak en kışkırtıcı cümlelerden biri şu olabilir belki de: Bilimin dünyası, dünyanın bilimi.
Yıllar önce, Yeni Şafak’ın fikir gazetesi olarak çıkmaya başladığı ilk yıllarda, -sanırım 1995 yılıydı- bu başlığı taşıyan teorik vaatleri yüksek bir yazı yazmıştım. O yazı kayıp şimdi.
MODERN BİLİM: HAKİKATİ ARAMA ÇABASI MI, HÂKİMİYET KURMA KAYGISI MI?
Modern bilim, hakikatin izini süren bir çaba değildir. Hakikat fikri, sorunludur modern bilimin. Modern bilimin kaygısı, hâkimiyet kurma çabasıdır. Modern bilimin sorunu, hakikat değil hâkimiyet sorunudur.
Modern bilim, hakikati, bir şeyin, olgunun hakikatini araştırmaz. Bir şeye, olguya, duruma, dünyaya, insana ve hatta Tanrı’ya nasıl hâkim olunabileceği sorusunun izini sürer.
Niçin peki?
Modern bilimi geliştiren insan, ontolojik güvensizlik sorunu yaşadığı için. Ontolojik güvensizlik sorunu yaşayan insan, kendine güveni olmayan insandır. Boşlukta olan bir nesne gibidir. O yüzden kendine güveni tesis edebilmesi için sahip olma, hâkim olma biçimleri geliştirmelidir. Eşyaya, bilgiye ve dünyaya önce sahip olma, sonra da hâkim olma ve tahakküm kurma biçimleri.
Sahip olma ve hâkim olma kaygısı, Tanrı fikrini yitiren ya da Tanrı’yı bir kenara iterek hayatını idame ettirme çabası gösteren modern insanın kendine olan güvenini geçici olarak ve de ayartıcı bir şekilde tesis edebilir yalnızca.
O yüzden Francis Bacon’ın “bilgi güçtür” mottosu, Descartes’ın “dünyanın efendileri ve sâhipleri olacağız” Kartezyen “buyruğu”yla birleşince, modern dünyanın, dünyanın bilimi üzerine inşa edilen, bilme çabasını sekülerleştiren seküler bilimin dünyası olduğu yakıcı gerçeğini görmek kolaylaşıyor.
Ontolojik güvensizlik sorunu’nu aşmanın yolu, öncelikle bilgi’den geçiyor ama bilgi’yi hakikatin izini sürme yolculuğunun bir imkânı değil, dünyaya hâkim olma çabasının bir aracı olarak konumlandırmak demek olan epistemolojik güvenlik alanları inşa etmekten yani.
YENİ BİR ANLAM KRİZİNE DOĞRU VE ÇIKIŞ YOLU...
Başka bir ifadeyle, bilgi, daha önceleri de defalarca yazdığım üzere, insanın varlıkla, tabiatla, hakikatle ilgi’sini ve ilişki’sini kopardığı ruhsuz bir nesneye, tahakküm aracına dönüşüyor.
O yüzden seküler modern bilimin ruhu yoktur; seküler bilim, ruhun varlığını kabul etmez zaten. O yüzden modern bilim, ruhsuz bir makina gibidir: İnsanı ruhsuzlaştırır, hayatı makinalaştırır ve güçlü olanın haklı ve hâkim olduğu evrimci, darwinci bir hayat-dünya, sosyal-darwinci bir dünya tasavvuru sunar bize.
Bilimin dünyası, dünyanın bilimidir; ruhuzlaştırılmış, örneğin Weber’in çok iyi gördüğü ve analiz ettiği üzere, büyüleyici özelliklerinden arındırılmış, kaskatı, taş gibi dünyanın, kaskatı, ruhsuz, taş gibi bir bilme yolculuğudur.
Modern bilimin dünyası, dünyayı ruhsuzlaştırmış, insanı makinalaştırmış, hayatı çölleştirmiştir. Kaçınılmazdı bu.
Bilim, objektif bir araştırma çabası değildir. Değişik medeniyetlerin aynı bilim dallarına bakışları ve aynı bilim dallarında ortaya koydukları çok farklıdır. Bilim, kültürel ve entelektüel çevreden hatta Kuhn’un sarsıcı bir şekilde gösterdiği gibi, belli bir epistemik cemaat’ten bağımsız gelişmez.
Kültürel çevre veya epistemik cemaat değişince aynı bilim dalı bambaşka özellikler kazanır. Modern dünyayı kuran en temel bilim dalı olan fizik biliminin kısa modern tarihi bile söylediklerimizin doğruluğunu ispat etmeye yeter.
Newton fiziği, modernliğin kapalı dünyasının, dünyaya hâkim olma güdüsünün eseri olan bir fizik bilimiydi. Einstein’ın fiziği, modernliğin, katı, kapalı fizik bilimini yerle bir etti; fiziğin izafiyet ilkelerine göre işlediğini gösterdi.
Modern / seküler bilim, Tanrı’ya, tabiata, insana hâkim olma güdüsünün eseri ve esiridir. İslâm bilimi (ve Çin, Hint, Latin Amerika gibi diğer medeniyetlerin bilim fikri ve pratiği) Yaratıcı’ya, tabiata ve insana hâdim olma kaygısıyla hareket eder; o yüzden özgürleştiricidir.
Şimdi ben bunları niçin yazdım? Şunun için: Modern Batı uygarlığı tarihindeki üçüncü büyük bilimsel devrimin eşliğinden geçiyoruz ve bunun sonuçları çok derin, sarsıcı olacak: Önce dinlerin varlık nedenleri sorgulanacak, deizm ve ateizm biçimlerinde küre ölçeğinde bir patlama yaşanacak (ki, bu süreç çoktan başladı); sonra, insanlık, dinlerin sahte ve sahici formlarda yeniden ve daha bir güçlenerek gelişine tanık olacak, dinlerde patlama yaşanacak...
Ama bu süreç çok zorlu olacak, çok büyük felsefî yıkımlara yol açacak...
O yüzden ülkenin ve dünyanın sorunlarının kökünden, en temelinden kavranabilmesi ve hâl yoluna konulabilmesi için içinden geçtiğimiz modern tarihteki üçüncü büyük bilimsel devrimi, imkânlarını ve yıkımlarını çok iyi görmemiz şart.
Sonraki yazıda modern tarihte yaşanan ve bizi gelinen noktada ontolojik bir çıkmaz sokağa,anlam krizinin eşiğine fırlatan üç bilimsel devrimi ve felsefî sonuçlarını tartışacağım.
Üç büyük bilimsel devrim, üç büyük anlam krizi ve insanlığın geleceği (2)
Yusuf Kaplan
28/03/2021 Pazar
Modernite sanıldığı gibi felsefe üzerine değil bilim üzerine ve bilim üzerinden inşa edilmiştir.
Modern bilim, dünyanın bilimidir; insanın ya da hakikatin bilimi değil. Modern bilimin kaygısı, insanı, dünyayı ya da hakikati araştırma değildir; dünya üzerinde hâkimiyet kurma, insana ve tabiata hâkim olma çabasıdır.
Bu çaba, zamanla insanın tanrılaşmasına, insanı tanrının yerine yerleştirmesine ve tanrıyı hayatından uzaklaştırmasına kadar uzanacaktır.
Nedir bu? Şiddettir; ontolojik şiddet: Yaratıcı, insan ve kâinâttan oluşan büyük varlık zincirinin saldırıya uğraması ve parçalanması.
O yüzden modernite şiddettir; büyük varlık zincirini parçalayarak varlığın dünyasında kaosa ve hercümerce yol açan ontolojik bir şiddet.
MODERNİTENİN SALDIRISI VE MODERN BİLİMİN ŞİDDETİ
Modernite saldırıdır: Yaratıcı fikrine, hakikat fikrine, tabiata, insana, bütün varlığa, varlığın düzenine saldırı.
Çatışma, varoluş şartıdır modernitenin; eylemsel ve söylemsel şiddetse, varolma biçimi.
Daha vâzıh bir şekilde ifade etmek gerekirse, eylemsel / doğrudan / açık şiddet, modernitenin hem varolma hem de tahakküm kurma biçimidir. Söylemsel / dolaylı / örtük şiddet ise postmodernitenin varolma, varlığını haklı kılma ve hükümranlığını dayatma biçimi.
O yüzden gerek modern gerekse postmodern süreçte, Batı uygarlığı şiddete dayalı ilişki biçimleri geliştiriyor ve varlığını da, dünya üzerindeki hâkimiyetini de şiddet üzerinden, şiddete dayalı ilişki biçimleri üzerinden sürdürebiliyor.
Modern Batı uygarlığı bilim üzerinden kuruldu. İnsan araştırması değil dünya üzerinde hâkimiyet kurma çabası üzerinden.
Modern veya postmodern bilim, sonuçta insan ve hakikat araştırmasının devre dışı kaldığı önce dünya sonra insan üzerinde hâkimiyet kurma biçimine dönüşen ama insanın ürettiği teknolojik eserlerin esiri olmasına yol açan seküler bir bilimdir.
Seküler bir bilimdir; çünkü fizik dünya ile metafizik dünyayı kaskatı bir şekilde birbirinden ayırmış, gerçeği (hakikat konumuna yükseltilen gerçeği) fizik gerçekliğe indirgemiş, fizikötesi gerçekliği ve tabiî insanı hem fizik gerçeklik üzerinden tanımlamaya kalkışmış hem de fizik gerçekliği reddettiği için aslında kendisini, metafizikleştirmekten, tek ve her şeyi açıklama biçimi konumuna yükseltmekten de geri durmamıştır.
İşte şiddet budur: Varlık türlerini ve alanlarını, fizik’e indirgemek ve fizik’e de fizikötesi konum biçmek büyük şiddettir, varlığın düzenini ve varoluş biçimlerini alt üst eden ontolojik şiddet.
İnsanı da fizik bilimler (kabuk) üzerinden tanımlamaya kalkışmış, kurulan sosyoloji bilimini bile “sosyal fizik” (Herbert Spencer) olarak adlandırmıştı.
ÜÇ BÜYÜK BİLİMSEL DEVRİM VE YIKICI SONUÇLARI...
Bu teorik / felsefî okumadan sonra üç büyük bilimsel devrimin dünyasına ve anlamına daha iyi nüfûz edebiliriz.
Üç büyük bilimsel devrim derken kastettiğim şey, moderniteyle birlikte başlayan ve günümüze kadar gelen süreçte gerçekleştirilen bilimsel devrimlerdir.
Birinci büyük bilimsel devrimi, “Kopernik Devrimi” olarak adlandırabiliriz. Bacon, Descartes, Galileo, Bruno gibi kişilerin öncülük ettiği Newton’la nihâî noktasına ulaşan uzun ve yorucu bir süreç.
Birinci büyük bilimsel devrimde, insan ile tabiat arasındaki ilişki koptu, insanın tabiata hâkim olma, tabiat üzerinde hükümranlık kurma süreci başladı.
Bu süreç, insanın sahip olma ve hâkim olma güdülerini kamçıladı. Bu güdüler, insanın kendini bilme ve kendi olma kaygısını iptal etti. İnsan sahip oldukça sahip olduğu şey insana sahip oldu sonunda. İnsan hâkim oldukça, hâkim olduğu şeye mahkûm oldu.
Çünkü dünyanın bilimini yapma çabası, insanın sahip olma güdüsünü kışkırttıkça insan amaçlarını yitirdi ve araçlara sahip olma kaygısını amaç hâline getirdi. Sonunda, sahip olduğu araçlar insana sahip oldu. “Araçsal akıl”, insanın akılcılık yolculuğunda “akıl tutulması”nın, büyük bir anlam krizinin eşiğine sürüklenmesiyle sonuçlandı.
Modernite, Weber’in tanımıyla, insanı “demir kafes”e tıktı, insan özgürlüğünü ve hayat anlamını yitirdi.
Birinci büyük bilimsel devrimin de etkisiyle, modernite, aynı zamanda, kilisenin, otorite, hegemonya ve meşrûiyet kaynağı olma konumunu bitirdi.
Kaçınılmaz olarak ikinci büyük bilimsel devrim geldi: Einstein’ın izafiyet devrimi.
“Modernite hapishanesi”nden çıkış, Einstein fiziğiyle mümkün olabilecek miydi, peki?
Modernitenin bilimsel devrim üzerinden insanı tanrılaştıran, ruhusuzlaştıran, büyük varlık zincirini yok ederek dünyayı çölleştiren fütursuz yolculuğu, izafiyet teorisi ve kuantum fiziğiyle paldır küldür çöktü.
İkinci bilimsel devrim, Tanrı fikrini de, hakikat fikrini de izafileştirdi, insanı anlamsızlık okyanusunun ortasına fırlattı.
Şu an üçüncü bilimsel devrimi yaşıyoruz: Yapay zeka, genetik mühendisliği ve moleküler biyoloji üzerinden gerçekleşen dijital bir devrim bu.
Bilimin, insanı, Mars’a ulaştırdığı ama kendine ulaştıramadığı bir çıkmaz sokağın ortasındayız. Yarı-insan, yarı-makina bir türe (cyborg) dönüşüyor insan.
Bilimsel devrimlerin insanlığı getirdiği nokta çok net: Kaskatı, ruhsuz bir dünya inşa edildi. Dünya bir düğmeye basarak bütün dünyayı ve insanlığı yok edecek yüksek teknolojik silahların geliştirildiği insanın kendi kendini yok etme tehlikesi taşıyan bir cehennemin eşiğine sürüklendi.
İnsanlığın önünde iki seçenek var: Ya hayata anlam ve değer katacak, dünyayı yaşanabilir bir yere dönüştürecek, adaletin, merhametin ve kardeşliğin hâkim olabileceği hakikat medeniyetinin ihyasıyla yeni bir dünya inşa etmek ya da kendi eliyle her bakımdan intihara sürüklenmek.Sömürgeciler bile yapamazdı bunu bize!
Yusuf Kaplan
29/03/2021 Pazartesi
İki asır önce, önce yönümüzü, ardından yörüngemizi yitirmeye başlamamızla birlikte yaşanan ontolojik ve epistemolojik yok oluş sürecinin sonunda bu ülke bizim elimizden “alındı” devşirmeler tarafından: Her yeri, her kurumu işgal altında ülkenin!
Kimse bana Türkiye’nin bağımsız olduğundan filan söz etmesin! Ekonomide bağımsız değil. Kültürde bağımsız değil. Eğitimde bağımsız değil. Hariciyede bağımsız değil. Bir avuç baronik masonik seküler cemaat, bir avuç devşirme çete, ülkenin kaderine hükmediyor!
Türkiye fiilen sömürgeleştirilmedi ama zihnen, kültürel olarak sömürgeleştirildi.
İslâm medeniyetinin kurucu, koruyucu kaynaklarından biri olan dilimiz, Müslümanca idrak ve düşünme biçimlerimizin kaynağı Müslüman Türkçemiz yok edildi.
Adaletin, hakkaniyetin ve kardeşliğin zirvesi medeniyetimiz aşağılandı; çocuklarımızın tarih bilinci linç edildi.
Kültürümüz aşağılandı; bu toplumun ruhunu oluşturan kültürel değerlerimiz, anlam haritalarımız ve dinamiklerimiz hunharca, acımasızca dinamitlendi.
Sanatımız, sanat geleneğimiz ve duyarlıklarımız yok edildi. Öyle ki, cami bile yapamıyoruz artık: Berbat arabesk camiler yapıyor Sinan gibi bir dehayı yetiştirmiş bir medeniyetin zavallı çocukları!
Müziğimiz aşağılandı, yok olmanın eşiğine sürüklendi.
Daha vahimi, insanların bu durumu idrakten aciz olacak kadar zihnimizin yok edilmesi, ülkenin entelijansıyasının zihinsizliğe, zihinsizleştirilmiş bir zihne mahkûm edilerek, celladına âşık tasmalı çekirgelere dönüştürülmesi!
Bunların kaçınılmaz ve ürpertici neticesi şu: Ülkenin eğitimine, kültürüne, entelektüel hayatına, sanat dünyasına celladına âşık epistemik köleler hâkim iki asırdır artan bir hızla ve oranda.
Şimdi medeniyetimizin, sanatımızın, değerlerimizin, direnç noktalarımızın, ruhumuzun yegâne kaynağı dinimize, İslâm’a karşı inanılmaz bir saldırı var. Yıkılmadık kale kalmadı!
Saldırı çift yönlü: Hem laik, Kemalist, Batıcı çevrelerden geliyor hem de İslâmî kesimlerin İslâm’ı çok kötü temsil etmelerinden kaynaklanıyor.
Böyle bir yıkımı hiçbir sömürgeci, emperyalist ülke yapamazdı bu ülkede!
İşte insanı çıldırtan şey bu!
Çok kritik bir eşikteyiz.
Eğitimde, medyada ve kültürde büyük bir kuşatma ile karşı karşıyayız. Üçünde de işgal altında ülke. Yani beynimizi koruyamıyoruz, zihin inşa edemiyoruz.
Türkiye’nin ortak kültürü yok. Bir toplumun ortak kültürü, bütün saldırılara karşı güçlü ve köklü direnme biçimleri sunan, zorluklara göğüs germesini sağlayan, o toplumu yaşatan, dimdik ayakta tutan ruhudur.
Ruhu, bir toplumun hafızasıdır, tarihidir; ortaklaşa ve çileyle inşa ettiği değerleri, anlam haritaları; topluma tarih yaptıran, yüzyılların çilesi, mücadelesi, dayanışması, kardeşliği ile inşa edilen, sadece o topluma ait yaşanmışlıklar toplamı, birikimi ve tecrübesidir. Bir toplumun dinamizminin, diriliğinin, direnişinin ve dirilişinin yegâne kaynağı birlikte yaşanan, çileyle, kanla, gözyaşıyla dokunan bu müşterek yaşanmışlıklar dünyasıdır.
Toplumun ruhu budur işte.
Yaşadığı direniş ve varoluş, yaşayış ve yaşatış tecrübesi ve derinliği.
Bir topluma yapılabilecek en büyük kötülük müşterek çilesinin, direniş ve varoluş tecrübesinin eseri ruhunun yok edilmesidir.
Bir toplumu yok etmek mi istiyorsunuz?
Yüzlerce, belki binlerce yılın çileli ve müşterek tecrübesi üzerine inşa edilen ruhunu yok edin.
Bir toplumun ruhunu yok ederseniz, o toplumu diri tutan, ayakta tutan, bir arada tutan, yaşayan ortak değerleri, sanatları, edebiyatı, söyleme ve eyleme biçimlerini kolayca yok edersiniz.
Bir toplumun değerlerinin, anlam dünyasının, yol haritasının kaynağı o toplumun ortak ruhu, ortak kültürüdür.
Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket, ruhunu, kültürünü, duyarlıklarını, değerlerini ve anlam haritalarını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmasıdır!
Tek seçeceğimiz var: Ülkenin kremasını yok olmaktan kurtarmak.
Nasıl olacak bu, peki?
Piramidin en tepesini yetiştirerek...
Adam yetiştirecek adamları yetiştirerek...
İnanmış ve adanmış bir öncü kuşak yetiştirerek...
Dirençli, donanımlı, hem dünyayı hem de kendi dünyasını iyi tanıyan, özgüveni yüksek, ruh sahibi, önümüzü açacak, yıkılmayacak güçlü şahsiyetler yetiştirerek... Vesselâm.
.Düşmanlarımız nerede, biz orada! Böyle bir ülke görülmedi dünyada!
Yusuf Kaplan
2/04/2021 Cuma
Önce bütün bildiklerimizi unutturacak, ezberlerimizi bozacak, hepimizi ters köşe yapacak bir aforizmayla giriş yapayım yazıya.
GAYRIMÜSLİMLERİN SÜRÜLMESİ BİZE YÜZ YIL KAYBETTİRDİ!
Şu: Türkiye’den gayrimüslimlerin sürülmesi, bizim en az yüzyılımıza mal oldu, bize en az yüz yıl kaybettirdi.
Şöyle açıklamaya çalışayım...
Biz, farklı dinlerle, kültürlerle birlikte yaşama ama farklılıklarımızı koruyarak var olma tecrübesi üretemeyen bir toplum değiliz ki!
Dünya tarihinin en sofistike insan, toplum, adalet, hukuk ve fazilet tasavvuruna sahip medeniyet tecrübelerinden biri, Mekke’den ve Medine’den süt emen Osmanlı medeniyet tecrübesiydi.
Osmanlı farklılıklarla birlikte yaşama, farklılıklarını koruyarak var olma tecrübesinin medeniyet bazındaki en çarpıcı zirvesiydi insanlık tarihinde.
Biz, Osmanlı medeniyetinin çocukları olarak farklılıklarla, farklı ırklarla, farklı dinlerle, kültürlerle bir arada yaşamanın en mükemmel örneklerinden birini ortaya koymuş bir medeniyet tecrübesi geliştirmemize rağmen neden bu ülkeden gayrimüslümleri uzaklaştırmaya kalkıştık peki?
Çok kritik bir soru bu!
Bugün yaşadığımız ve bizi yok oluşun eşiğine sürükleyen çıkmaz sokağa nasıl sürüklendiğimizin cevabını bu soruda bulabiliriz.
AİDİYET, FARKLILIK VE FARKINDALIK BİLİNCİ
Kimliği inşa eden benzerliklerdir; koruyan şeyse, fark’tır, farklılıktır. Kişi farklı olan karşısında kendi farkını fark edebilir.
İkincisi, kişi farklı olanı fark etme melekelerini koruyabildiği ölçüde fark olabilir.
Üçüncüsü, kişi, kendi aynı’lığının ayna’lığını karşısındakinin farkını farkettiği zaman görebilir. Farkındalık, kendi ile farklı veya öteki arasındaki diyalektik ilişkinin eseridir. Farkı farkedemeyecek kadar farklılığın yok edildiği bir ortamda insan her şeyin esiridir, her şeyin! Kendi yoktur; bir kendi olmadığı için de farkı fark etmenin başlangıç noktasını oluşturacak bir ben-idraki (aidiyet bilinci)’nden yoksundur; farkı ayırt etme, farkın değerini teslim etme, kendi farkını fark etme, inşa etme imkânları da yok olur.
Aidiyet bilinçlerini yitirenler kendilerini yitirirler. Farklılık bilinci geliştiremeyenler ise kendilerini, kendi kimliklerini ve farklılıklarını inşa edemezler.
Bu teorik okumaları bizim ülkemize uyarladığımızda ürpertici bir manzara çıkıyor karşımıza... Farklılıklar yok edildiği için, insanların aidiyet bilinçleri oluşmuyor, kök salmıyor; burada büyük bir boşluk oluştuğu için de dışarıdan gelen her şey, her kültür, her akım, en marjinal oluşumlar bile bir anda en merkeze yerleşebiliyor ve anında popülerleşebiliyor!
Aidiyet bilinci ile farklılık bilinci arasındaki diyalektik ilişki farkındalık bilinci inşa ediyordu. Bizde aidiyet bilincimizi geliştirecek ortak kültürel değerlerimiz yerle bir edildiği ve farklı dinlere, kültürlere mensup insanlar da bu ülkeden gönderildiği için esen rüzgârların, fırtınaların önünde çer çöp gibi sürüklenmekten ve yok olmaktan kurtulamıyoruz,
Özellikle de kimlikleri henüz oluşan genç kuşaklar, aidiyet bilincinin yok edildiği, farklılık bilincinin inşa edilmediği bir ortamda içerde ve dışarda üretilen her tür yapay saldırıya ve istilaya açık hâle geliyor.
Daha da vahimi, böyle bir ülke, öteki’si olmadığı için kendi insanını öteki olarak konumlandırıyor.
Eğer bu ülkeden gayrimüslimler sürülmemiş olsaydı, seküler Batı kültürünü onlar temsil edecekti ve bu ülkenin çocukları da Batılılara, Batı kültürüne özenmeye kalkıştığında, “gâvurlaşma be adam!” diyebilecektik ve bu ülkede hiçbir ithal, Batılılaştırıcı devrim, aslâ kök salamayacak, ânında reddedilecekti.
Ama karşımızda sosyolojik olarak iki taraf için de anlamlı ve sıhhatli bir “gerçek öteki” olmadığı için, bu ülkede “sahte ötekiler” icat edildi ve böylelikle “irtica”, “komünist”, “bölücü” gibi adlandırmalarla ülke yapay düşmanlıklar üzerinden geliştirilen düşmanını içeriden üreten laik-dindar geriliminin zaman zaman harlandığı, kışkırtıldığı sosyolojik / siyasî / kültürel çatışmaların eşiğine sürüklenebildi.
DÜŞMAN FİKRİ’Nİ YİTİREN BİR TOPLUM, SAVAŞI KAZANSA DA KAYBEDER!
Oysa “düşman fikri”ne ihtiyacı var Türkiye’nin; içerde icat edilen sahte düşmana değil, tarih boyunca bizi kendine düşman belleyen gerçek düşman fikrinin işlenmesine ve geliştirilmesine.
Düşmanını bilemeyen bir millet, millet olamaz, ayakta duramaz.
Gerçek düşmanımız, Batı bizim. Tarih boyunca hep böyle oldu bu.
Böyle söylemekle Batı’yla ilişkileri kesip atalım, diyeceğimi düşünmüyorsunuzdur, umarım.
Elebbette ki Batı’nın çok yönlü, enlemesine ve boylamasına (dışarıdan ve içeriden) kuşatması karşısında yok olmamak için dolaylı, zekice direniş ve varoluş biçimleri geliştirmemiz gerekiyor.
“Bizim düşmanımız, Batı” algısının üretilmesi lazım. Fransızlar gibi, Hollandalılar gibi kaba, barbar yöntemlerle yapamayız elbette.
Düşman fikri, içeriyi diri tutar; kenetler, birbirine bağlar.
Düşman fikri, zaman zaman içerideki sorunların örtülmesine de yol açar; ki, böyle bir şeyi ben savunamam, elbette!
Ama düşman fikrini yitiren bir toplum, “savaşı” kazansa da kaybeder.
Kaldı ki, Batılıların yaptığı gibi hayalî düşmanlar icat etmekten sözetmiyorum. Yeteri kadar düşmanlık yapan bir Batı var bize karşı. Öylesine bilinçli ve büyük bir İslâm düşmanlığı ve Türk düşmanlığı icat ettiler ki, Batı ülkelerinde kamuoyu Türkiye’nin vurulmasına alıştırılıyor psikolojik olarak. Gelinen noktada, Batılı ülkelerin kamuoylarında Türkiye aleyhinde oluşturulan hava, Türkiye işgal edilse, Batılıların bayram yapmalarına yol açacak kadar Türkiye düşmanlığı üzerine bina edilen bir hava.
Onlar gibi olalım demiyorum ama biz gerçek düşmanımızı biliyor muyuz hakikaten?Felsefî ve akîdevî krizi aşmak için Nebevî dikkat, rikkat ve şefkatle zihinleri, kalpleri ve ruhları fethetmek şart...
Yusuf Kaplan
4/04/2021 Pazar
1680-1715 yılları arası dönem, Aydınlanma Çağı olarak adlandırılır. Aydınlanma Çağı’nı kuran düşünürlerin önde gelen isimleri bu 35 yıllık zaman dilimi içinde eserlerini verdikleri için bu süre/ç, Aydınlanma Çağı’nın kurulduğu dönem olarak görülür.
HIRİSTİYAN KİLİSESİ’NDEN BİLİM KİLİSESİ’NE...
Aydınlanma Çağı, felsefî olarak kilise ile ilişkilerin koptuğu, kişinin özgür iradesini keşfetme coşkusunun peşinden koştuğu bir zaman dilimidir. Bir gündönümüdür. Bir çağ dönüşümü ân’ındır.
Hıristiyan Kilisesi’nin hükümran olduğu bir çağın kapanışı, Bilim Kilisesi’nin hükümranlığını ilan ettiği bir çağın başlangıcı.
Teolojik bir dönüşümden ziyade, siyasî bir adım: Kilise dininin yerini akıl dininin almaya başlaması.
Soru şu: Peki, buna niçin ihtiyaç duyuldu Batı’da?
Aydınlanma Çağı’yla birlikte din yok edilmedi, seküler bir din ihdas edildi: Akıl dini.
Akıl dini, kendi kilisesini icat etmekte gecikmeyecekti: Bilim Kilisesi. Bilim adamları, seküler papazları olarak işlev görecekti bu yeni, seküler dinin.
Amaç, insanın, ipleri kilisenin elinden almasını ve hayata artık insanın (aklı üzerinden) çeki düzen vermesini sağlamaktı.
İnsanın tanrısallaşmasıydı bu.
Yeni bir paganizm çağının ayak sesleri... İnsanlığa pahalıya patlayacak felsefî şiddet ve coğrafî işgal yürüyüşünün ilk adımları...
Kilise dininin, İslâm’ın geliştirdiği hem siyasî-coğrafî hem de felsefî-teolojik meydan okumaya cevap üretemeyeceği görüldüğü için Aydınlanma Çağı başlatıldı: Kilise Dini durduruldu, Akıl Dini kuruldu. Hıristiyan Kilisesi’nin yerine Bilim Kilisesi kondu!
MODERNİTE’NİN AYDINLANMA PROJESİ, FELSEFÎ VEYA TEOLOJİK BİR STRATEJİ DEĞİL SİYASÎ BİR PROJEYDİ
Bilim Kilisesi, Avrupalıların hem moderniteyi kurmalarına hem İslâm medeniyetinin meydan okumasını durdurmalarına imkân tanıdı.
Bilim Kilisesi ve Akıl Dini diyorum.
Bilim, tam anlamıyla bir kiliseye dönüştürülmüş, epistemik cemaatini oluşturmuş, bu seküler kiliseye kabul veya red şartlarını belirlemişti.
Akıl, tanrısal konuma yerleştirilmişti. Bilim Kilisesi, modernitenin siyasî, kültürel ve dinsel otorite, hegemonya ve meşrûiyet kaynağı olmuştu. Otorite, hegemonya ve meşruiyet ilkeleri, tanrısal konuma yerleşen Akıl tarafından belirleniyordu. Bilim Kilisesi, aklı, hükümranlığını aklamak için kullanıyordu.
Özetle: Modernitenin Aydınlanma projesi, felsefî bir atılım değil, siyasî bir toparlanma ve İslâm medeniyetinin geliştirdiği meydan okumayı durdurma stratejisiydi. Siyasî bir strateji yani.
Gazâlî’nin Tehafüt projesinin felsefî olmaktan ziyade siyasî bir proje olması gibi: İslâm medeniyeti ancak bundan sonra toparlanmış ve bin yıllık dünya tarihini şekillendirecek güçlü bir meydan okuma geliştirmişti.
ÜÇÜNCÜ BÜYÜK BİLİMSEL DEVRİMLE GELEN FELSEFÎ VE AKÎDEVÎ KRİZ...
Dünya üçüncü büyük bilimsel devrimin eşiğinden geçiyor.
Bu devrim, sınırlar ortadan kalktığı için Türkiye dâhil her yerde hissediliyor küresel ölçekte.
Aydınlanma Çağı’nda, önce deizm, sonra da ateizmde patlama yaşandı Avrupa’da. Avrupa, Bilim Kilisesi’nin geliştirdiği rasyonalist meydan okumayla hem İslâm medeniyetinin meydan okumasını püskürttü hem de dünyaya hükmetti. Yok ederek, yıkarak, tecavüz ederek gerçekleştirilen bir dünya hâkimiyetiydi bu. Bunu uygarlığın barbarlığa karşı zaferi olarak sundu Bilim Kilisenin haksız hegemonyasını aklamaktan başka bir şey yapmayan bütün aklamacı / rasyonalist papazları!
Gerçekte, “uygarlık” diye sunulan şey, tarihte eşi görülmemiş bir barbarlık’tı. Akıl dini, Kilise’nin Tanrı fikrini, hakikat fikrini yok etmişti ama insanın inanma ihtiyacını, dolayısıyla Yaratıcı fikrini ve hakikat fikrini yok edememiş, kendi seküler Tanrı fikrini (insanın tanrılaşması) ve seküler hakikat fikrini (bilimin kutsanması sapma’sını) icat etmekte gecikmemişti.
Önceden Avrupa’da yaşanan din-dışı kutsallıklar, din-dışı kiliseler icat etme serüveni, şimdi küresel ölçekte cereyan ediyor artık.
Bunun sarsıcı örneklerini Türkiye’de de yaşıyoruz. Yaşanan şey, toplum sekülerleştikçe, dinin hayattaki anlamında ve yerinde önce bir azalma, sonra da sorgulama sürecinin gözlenmesi...
Bazı kişiler deist veya ateist ya da agnostik olduklarına dair açıklamalar yapıyorlar. İHL ve ilahiyatlarda gözlenen deizm salgınının genele sirayet etmeyeceğini, dar bir çevrede kökleşeceğini, donup kalacağını düşünüyorum.
Yaşanan bu küresel süreç, üçüncü bilimsel devrim, modernliğin haklar rejimi demokrasi çağını sona erdirecek ve postmodernliğin hız, haz ve ayartı rejimi dromokrasi çağının zaferini ilan edecek...
KRİZLE YÜZLEŞMEK, HESAPLAŞMAK VE KRİZİ AŞMAK: ZİHİNLERİN, KALPLERİN VE RUHLARIN FETHİ...
İşte bu yeni deizm, ateizm, agnostisizm dalgasından çıkış yolu, medyatik ve dijital evrene sığınmak, orada narkoz yemek!
Mevcut kodlar ve ortam içinde başka çıkış yolu yok.
Mevcut kodların dışında tek küresel çıkış yolu var: İslâm’ın hakikatine kapıları açmak: İslam’ın zihinleri, kalpleri ve ruhları fetheden, sarıp sarmalayan hakikatine kulaç açmak...
Bunun için de entelektüel, kültürel, sanatsal, ahlâkî ve bilimsel bütün alanlarda çağı, bütün çağları iyi tanıyan, çağrı’sı çağını kuracak, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, bu dünyayı aşacak özgüveni yüksek ama başkalarına, başkalarının inançlarına, düşüncelerine saygı duyacak öncü kuşaklar yetiştirmek.
Bu gelen felsefî, akîdevî, kültürel yıkımı böyle göğüsleyebilir ve böyle püskürtebiliriz. Felsefî olarak yüzleşecek ve hesaplaşacak donanıma ulaşarak...
İnsanları yargılayarak değil. Çağla, çağın sorunlarıyla dürüstçe yüzleşerek, felsefî olarak güçlü öneriler, sarıp sarmalayıcı teorik çerçeveler sunarak...
İnsanları, yaşadıkları inanç buhranından ötürü yargılamak bize yakışmaz. Bize yakışan dua etmektir. Bize yakışan, ülkedeki felsefî ve akīdevī krizle yüzleşmek, Nebevî dikkat, rikkat ve şefkatle zihinleri, kalpleri ve ruhları fethetmektir.NATO’nun kuruluş yıldönümünde millet iradesini hiçe sayan bir geceyarısı bildirisi yayınlayanlar bu ülkenin askeri olabilir mi?
Yusuf Kaplan
5/04/2021 Pazartesi
Türkiye, güneyden, Doğu Akdeniz’den, Ege’den ve Kafkaslar’dan kuşatılıyor...
Bu ülkenin emekli askerleri, millet iradesine darbe iması olarak görülebilecek bir geceyarısı bildirisi yayınlıyorlar!
NATO’NUN KURULUŞ YILDÖNÜMÜNDE GECEYARISI BİLDİRİSİ YAYINLAYANLAR KİMİN ASKERİDİR?
Hem de 4 Nisan’da yani bu ülkedeki darbelerin arkasındaki yegâne alçak güç, NATO’nun kuruluş gününde!
Bu nasıl bir alçaklıktır böyle!
15 Temmuz’da milletin tankların üstüne nasıl yürüdüğünü unuttunuz galiba!
Bu geceyarısı bildirisini yayınlayanlara ve bilumum darbe-sevicilelere şunu hatırlatıyorum sadece:
15 Temmuz’u bir prova olarak düşünün!
Bir prova!
Bir peşrev!
Eğer bu millete bir daha darbe yapılmaya kalkışılırsa, milletin çocuklarının milletin adamlarının arkasından nasıl sel gibi akacağını, darbecilere nasıl unutamayacakları bir darbe vuracaklarını aslâ unutmayın!
Bu millet, darbeye heveslenene bu dünyayı dar eder, bundan böyle!
Bu çok iyi biline!
MİLLETİ, MİLLET İRADESİNİ TEHDİT ETMEK ALÇAKLIKTIR!
Birileri milletle iyi kafa buluyor besbelli ki! Geceyarısı bildirisinin sadece tarihi değil, bildiriyi yayınlayan askerlerin sayısı ile
15 Temmuz darbe ve işgal girişiminin tarihinin aynı olması!
Birileri çok esaslı bir hesap içinde olabilir!
Bildiriyi, meseleyi Kanal İstanbul projesine, oradan Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni ve nihayet Lozan’a bağlayarak temellendirmeye çalışmak da, bildirinin tarihi ve bildiricinin 15 Temmuz hıyanetini ima eden sayıları kadar anlamlı, düşündürücü!
Ardından bolca Atatürkçülük tehdidi savuruluyor. Ülkenin Atatürkçülük rotasından çıkarıldığı “uyarı”sında bulunuluyor ve millet, millet iradesi çok iğrenç bir şekilde şöyle tehdit ediliyor:
“Aksi halde” deniliyor, “Türkiye Cumhuriyeti, tarihte örnekleri olan, bunalımlı ve bekası için en tehlikeli olayları yaşama risk ve tehdidi ile karşılaşabilecektir.”
Bunlar bu milletin askeri olabilir mi? Bu milletin askeri, Mehmetçik, bu ülkenin gözbebeğidir. Böylesine iğrenç tehditleri savuranlar milletin değil emperyalistlerin, emir aldıkları NATO’nun görevli askerleri olabilir ancak!
“Türkiye Cumhuriyeti, ... bekası için... en tehlikeli olayları yaşama riski...” ile karşı kaşıya kalabilir, demek, ne demektir! Bu nasıl bir cürettir! Siz kimsiniz?
Milletin askeri misiniz, NATO’nun görevli askeri mi?
Dikkat edin, bildiride millet denmiyor özellikle; milletle devlet özenle düşmanmış gibi konumlandırılıyor ve millet tehdit ediliyor “En tehlikeli olaylar yaşama riski” ile!
Bu nedir şimdi?
Yargı buna sessiz kalamaz elbette! Derhal müdahale etmeli yargı bu küstahlığa!
BÖYLE ALÇAKLIK GÖRÜLMEDİ!
15 Temmuz darbe ve işgal girişiminin yıldönümüne 103 gün kala millet iradesini aynı sayıda kişiyle hiçe sayan bir bildiri yayınlamak! Şeytan bile böyle bir şeyi düşünemezdi!
Şunu unutmasınlar bu tür türedi tipler: Millet iradesine ayar vermeye kalkışanlara, bu millet öyle bir ayar verir ki, kaçacak delik ararlar ama onu da bulamazlar!
Millet iradesine bir geceyarısı bildirisiyle ayar vermeye kalkışan bu 103 generale AmirallerimizOnurumuzdur diye destek etiketi açmak alçaklıktır!
Burada herkesi uyarmayı bir vatandaşlık görevi biliyorum: Darbe için düğmeye basılmış olabilir!
Devlet, teyakkuzda olmalı!
Milet panik yapmamalı, kenetlenmeli!
Millet şimdi kenetlenmeyecekse ne zaman kenetlenecek?
Bu 103 general hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı.
Millete parmak sallamak neymiş gösterilmeli!
Özetle: Sosyal medyada, AmirallerimizOnurumuzdur başlıklı bir etiket açılması çok tehlikelidir!
Ne kadar pervasız ve alçaklar var bu ülkede!
Şu bilinmeli ki, emekli askerlerin darbe imasını küçümseyenler operasyonun bir parçasıdır.
Asıl tehlikeli olan, muhalefetin sessizliğidir.
Muhalefet, milletin iradesine sahip çıkmalıdır.
Yoksa bedelini sandıkta çok ağır ödeyeceğini aslâ unutmamalıdır! Vesselâm.Önümüzü açacak Öncü Kuşak: Sıradışı ama sınırdışı değil!
Yusuf Kaplan
9/04/2021 Cuma
Dünya ölçeğinde bir yok oluş süreci yaşanıyor: İnsanlık komada, her bakımdan yoğun bakımda.
SINIRLAR KALKTI AMA UFUK DARALDI!
Bütün dünyada sınırlar ortadan kalktı ama insanın dünyası, ufku daraldı!
Sınırların ekonomik olarak, kültürel olarak, entelektüel olarak ortadan kalkması, insanın ufkunu genişletmedi, daralttı.
Şaşırtıcı değil mi, bu?
İlk bakışta, “evet”; ama birazcık yakından, daha derinden bakınca, “hayır”!
Sınırların ortadan kalkması, niteliksel olarak değil niceliksel olarak gerçekleştiği için, insanın eylem ve hareket alanı genişledi, bütün yerküreye yayıldı ama dünyası daraldı.
Sınırları ortadan kaldıran sıçrama, dikey değil sadece yatay düzlemde gerçekleştiği için böyle paradoksal gibi görünen bir durum çıktıyı ortaya. Paradoksal değil “paradoksal gibi görünen” bir durum bu.
Sınırların kalkması, niceliksel bir atılımın gerçekleşmesi, insanın tek bir düzleme, yatay düzleme hapsolmasına yol açtı. Dikey düzlem yok oldu; ya da devre dışı bırakıldı.
Oysa insan bunca tarihî tecrübeye dayanarak bilmeliydi ki, yatay düzlemde yaşanacak genişleme, dikey düzlemde insanın dünyasının daralmasına, manevî bir sıkışma, boğulma yaşamasına yol açacaktı, kaçınılmaz olarak.
İNSAN/LIK, YATAY DÜZLEME HAPSEDİLDİ VE KÖLELEŞTİRİLDİ!
Hayata anlam katan şey, dikey düzlemle yatay düzlem arasındaki diyalektik ilişkidir. Dikey düzlem, insanın metafizik dünyadan fizik dünyaya kapı açmasına imkân tanır. Başka bir ifadeyle, insan melekûtî âlemle / dikey düzlemle irtibatını sağlam kurabildiği sürece ve koruyabildiği ölçüde, mülk âleminde meleksi melekeleri gelişir.
Eğer insan melekûtî âlemden süt ememezse, mülk âleminde / yatay düzlemde her şeye mâlik olma, her şeyi ve herkesi mülkü gibi görme, her şeye ve herkese meliklik taslama güdüleri tarafından güdülür. Bu da, insanı insanlığından uzaklaştırır, azman bir yaratığa dönüştürür.
Dikey düzlem, insanüstü, ilâhî olan’a açılan melekûtî âlemin kapısıdır.
Yatay düzlemse, bu dünya’dır, insanın mülk âlemine kapanması, hapsolması.
Dikey düzlem, insana sâbiteleri, ezelî ve ebedî ilkeleri, değişmez, güvenilir yol haritasının şifrelerini sunar. Rahmân’ın rahmeti böyle tezahür ve tecellî eder bu dünyada.
Yatay düzlem, değişkenlerin, sûretlerin, gölgelerin dünyasıdır: Adı üstünde, böyle bir dünya geçicidir, gelip gidici...
İnsan, dikey düzlem’le irtibatını koruyabildiği ölçüde, yatay düzlemde ufku ve dünyası genişler. Ufuk genişliği, fizîkî bir hâdise değildir. Hayal dünyasında gerçekleşen, insanın ruhunun canlanmasıyla, harekete geçmesiyle bu dünyanın fizik sınırlarını ve sınırlamalarını aşmasını sağlayan manevî bir pencerenin açılmasıdır insanın önünde...
İnsan, haddini bildiği zaman, kendini bilir.
İnsanın, haddini bilmesi; sınırlı bir varlık olduğunu idrak etmesi, sınırlarını fehmetmesi demektir; bu da, insanın kendini bilmesi, elbette ki.
Kendini bilemeyen bir insan, hiç bir şey söyleyemez insanlığa.
Kendini bilmenin yolu, haddini yani sınırlarını ve sınırlılığını bilmekten geçer.
Haddini / sınırlarını bilmeyen bir insan, hiçbir sınır tanımayacaktır ama bu ufuk açmayacak aksine bütün mümkün ufukları karartmakla sonuçlanacaktır.
Haddini bilmeyen insan, azmanlaşmaktan kurtulamayacaktır çünkü. Azmanlaşmaktan, ilahlaşmaya kalkışmaktan, insanlığa yük olmaktan...
TARİH, TEVAZU’NUN KANATLARINDA YÜKSELİR...
Haddini bilen insan, tevazu sahibidir. Haddini bilmesi, sınırlarını bilmesi hem insanın önünde uçsuz bucaksız keşfedilmemiş kıtalar olduğunu tahayyül etmesinin kapılarını açar insana; hem de o keşfedilmemiş kıtaları keşfe çıkma yolculuğuna ancak kendisinin çıkması durumunda, dünyanın cehenneme çevrilmesinin önüne set çekilmesinin mümkün olabileceğini idrak etmesini sağlar...
Tevazu sahibi kişi, mevzi’sini de, mevzu’sunu da iyi bilen, kendini aşmış kişidir. Tevazu sahibi kişi, mevzi’sinin Yaratıcı’ya kul olma konumu, yeri ve zemini; mevzu’sunun da Yaratıcı’ya kul olma kaygısıyla nefes alıp verme meselesi olduğunu idrak etmiş kişidir.
Sıkı durun şimdi... “Tevazu”, “mevzi”, “mevzu” kelimeleri aynı kökten türer; “v-d-a” kökünden. taptaze, yepyeni bir şey ortaya koyan anlamlarına gelen büyük V ile yazıldığında Yaratıcı’ya nisbet edilen, küçük v ile yazıldığında ise Yaratıcı’ya nisbetle insana atfedilen “Vazı’”yani “vaz’ eden” kelimeleri de aynı kökten gelir ve aynı mânâ âlemine gönderir bizi.
Bu, şu demektir: Tarih tevazunun kanatlarında yükselir. Sadece mevzi’sini (Yaratıcı karşısındaki yaratılmış / kulluk konumunu) bilen; haddini, sınırlarını ve sınırlılığını idrak eden ve mevzu’sunun bilincinde olan sıradışı ama sınırdışı olmayan insanlar bize sınırsız bir ufuk sunabilir. Bu dünyayı dâr / yurt edindikleri için insana bu dünyayı dar etmekten kaçınamayan haddini bilmez beşerler değil! Ancak tevazu sahibi, mevzi’sini, mevzu’nu iyi bilen insanlar, Melekûtî âlemden süt emdikleri için mülk âleminde insanın meleksi meleklerini geliştirerek bu dünyada bu dünyayı aşacak, masivadan maveraya yolculuk yapacak / yaptıracak öte merkezli, yaşanabilir, herkesin kendince nefes alabildiği, herkesin kendince insanlığa katkıda bulunabildiği; adaletin, hakkaniyetin, sulhün ve selâmetin hükümran olduğu bir dünya kurabilir ve sunabilirler bütün insanlığa ve varlığa...
İşte önümüzü açacak bu öncü kuşakların tohumları ekiliyor, gelişi bekleniyor inşallah...
Bütün dinlerin kökünü kazıyan, medeniyetleri yok eden, tabiatı delik deşik eden, insanlığı, yok olmanın eşiğine sürükleyen bu yok oluş felâketinden sâhil-i selâmete çıkaracak, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, çağrısı çağını kuracak “şafak yağmurları” olacak çilekeş öncü kuşakların gelişi... Allah’ın lûtfu ve keremiyle...
.Laiklik dogma'sı ve “sopa”sı...
Yusuf Kaplan
11/04/2021 Pazar
Bu toplumun tuhaf bir sorunu var: Laiklik.
Hiçbir şekilde tartışılamayan, kritik zamanlarda, sopa olarak kullanılan bir pranga bu. Toplumu germek ve tehdit etmek için kullanılan bir “maşa”!
Amiraller yani deniz paşalardan sonra bir kez daha hortlatıldı laiklik ve “laiklik elden gidiyor!” sloganları her yanı kaplamaya başladı!
“Vurun abalıya!” ilkelliği tek geçer akçe hâlâ!
“Yeter!” diyorum. Daha önceki bir yazımı tozunu alarak paylaşıyorum sizlerle. Yarınki yazıya giriş olsun diye.
TARİH BİLİNCİ OLMAZSA, YAPAY SORUNLAR TOPLUMU GERER VE HAKİKATİ LİNÇ EDER
Çağımızın en parlak düşünürü Heidegger, “Tarih, olmuş bitmiş bir hâdiseler yığını değildir. Bitmez” der.
Tarih bitmiştir, diyenler, aslında farkında olmadan, kendilerinin bittiğini itiraf ederler. Tarih dinamiktir, statik değildir; durmaz, durmadan akar…
İnsan da irade sahibi bir varlıktır; hem tarihi yapar hem tarihe bakar hem de tarihle akar… Tarih, insanlığın canlı hafızasıdır. Hafızasını yitiren insan, nasıl eşyayı, insanları ve dünyayı tanımakta ve tanımlamakta zorlanırsa, tarih bilincini yitiren toplumlar da, yaşadıkları sorunları anlamakta, anlamlandırmakta ve aşmakta zorlanırlar. Sürgit yalpalarlar… Ve sürgit dünyaya bir çocuk gibi bakarlar, her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalırlar. Türkiye, böyle bir ülke.
Tarih bilinci linç edildiği için, en temel varoluşsal sorunlarını bile anlamakta ve anlamlandırmakta çok zorlanıyor. O yüzden önce yapay olarak icat edilen, sonra çeşitli şekillerde dayatılan, sonra da zamanla kaçınılmaz olarak gerçeğe dönüştürülen sahte sorunlarla boğuşup duruyor yüzyıldır…
O yüzden yerinde sayıyor: Yüzyıl önceki sorunları tekrar tekrar yaşayıp duruyor. Bunun en son ama traji-komik örneği müftülere nikâh kıyma yetkisi verilmesi sorunu etrafında yaşanan tuhaf tartışmalar. Tartışmaların odak noktası, tam yüzyıl önce başladığımız yer: Laikliğin altı oyuluyor, diye feryat-figan ediliyor…
Sekülerlik ve laiklik kavramları, elbette ki, farklılıkları olan kavramlar. Dağıtmamak için, konuyu, laiklik kavramı üzerinden sürdürmek istiyorum.
BATI’DA LAİKLİĞİN UZUN VE KANLI BİR TARİHİ VAR…
Batı’da laikliğin uzun, uzun olduğu kadar da kanlı bir tarihi var. Batı toplumlarının, modernliğe geçiş sürecinde sekülerleşmeye / laikliğe ihtiyaçları vardı. Kilise Hıristiyanlığı, insan iradesini yok sayıyor, insanın özgürlüğünü ipotek altına alıyordu.
İslâm medeniyetinin, dört bir taraftan Avrupa’nın içlerine kadar yayılan meydan okumasına, Kilise Hıristiyanlığı’nın, insanı, aklını, özgürlüğünü hiçe sayan donmuş dünyasından yola çıkarak hem ayakta durması hem de bu meydan okumaya cevap üretmesi mümkün değildi. O yüzden insan aklını, özgür iradesini keşfedebilmesi, Batılıların, İslâm medeniyetiyle girdikleri temas neticesinde mümkün olabilmişti: İslâm medeniyeti, modernleri doğurmuş, Batı’yı tarihe kışkırtmıştı.
Modernler, ancak Kilise’den kurtuldukları zaman, İslâm’ın geliştirdiği meydan okuma karşısında yok olmaktan kurtulabileceklerini farketmişlerdi.
O yüzden Batılılar, modernliğe geçiş sürecinde, Grek düşüncesini, Müslümanlardan öğrendiler -Arapça eserlerden. Batılılar, Grek düşüncesiyle daha önce de ilişkiye geçmişlerdi İskenderiye’de. Sonuç, tam anlamıyla fiyasko oldu: Grek düşüncesi, Hıristiyanlığı yuttu. Paganlaştırdı. Ama Müslümanlar, Grek düşüncesiyle, Batılılardan / Hıristiyanlardan altı asır sonra irtibata geçtiler ama Hıristiyanlık gibi Grek düşüncesi tarafından yutulmadılar! Grek düşüncesiyle, yani kendi felsefî kökleriyle, ancak Müslümanların yardımıyla irtibata geçebildi Batılılar!
TÜRKİYE’DE LAİKLİĞİN ABSÜRD GEREKÇESİ VE OLMAYAN TARİHİ
Altını çizerek söylüyorum: Türkiye’de laikliğin tabiî bir tarihi olmadı, olamazdı: Laikliği zorunlu kılacak Kilise çağlarında yaşanan sorunlar yaşanmadı bu toplumda. Özgür irade sorunu, insanın aklını kullanamaması, bir yerlere ipotek etmesi sorunu yaşanmadı hiç bir zaman. Dahası, en uç akımlar bile İslâm düşüncesi içinde yer aldı tarih boyunca…
Laiklik, dışardan ve tepeden dayatıldı bu topluma. Laiklik, zihnimize giydirilmiş bir deli gömleğiydi. Hayatımıza vurulmuş bir pranga. Bu topraklarda, laik bir toplum icat etmek ve İslâm, toplumun hayatından uzaklaştırılmak istendi. Laikliğin gerekçesi, şuydu: “Bu toplum geri kaldı. İslâm, bizi geri bıraktırdı. Dolayısıyla Türkiye çağdaşlaşmalıydı. Çağdaşlaşmanın tek yolu, laikleşmekti.” (!) Bu gerekçe, bizim zihnimizle de, tarihî gerçeklerle de alay eden sığ ve ürpertici bir gerekçeydi. Oysa bir toplum, kendini inkâr ederek yeni bir atılım gerçekleştiremezdi. Kendini inkârın kaçınılmaz neticesi, intihar olabilirdi ancak. Nitekim öyle de oldu, ne yazık ki.
BU ENTELEKTÜEL SIĞLIKLA BİR YERE GİDEMEYİZ…
Kimsenin laikliği tartışmaya ne mecali ne de entelektüel birikimi var. Sığlık diz boyu hem laik kesimlerde hem de İslâmî kesimlerde. Temel sorunumuz sığlık bu ülkede.
Laiklik tartışılamaz bir dogma. Oysa bu, tastamam zihnin donması.
Laikliğin dogma hâline getirilmesi, zekâmızla alay edilmesi anlamına geliyor. Düşünsenize, laiklik, “değiştirilmesi bile teklif edilemez” bir madde olarak yer alıyor bu ülkenin anayasasında. Sadece bu ülkenin anayasasında şu koskoca dünyada! İyi de, neden peki? Laikliğin anavatanı, dünyanın en laik ülkelerinde bile laikliğin tartışılmaz olması, dogma katına yükseltilmesi, laikliği tartışanların aforoz edilmesi gibi absürdlükler düşünülemez bile.
Ama burası Türkiye! Celladına âşık tasmalı çekirgeler, gulyabanîler ülkesi! Birileri laiklik üzerinden topluma sopa sallamaktan geri durmuyor…
Yeter ama!
Şunu aslâ unutmayacaksınız: Bu toplum, tam altı asır, 72 millete, dine, ırka mensup insanı bir arada yaşama tecrübesi üretebilmiş tek toplumdur. Bunu da laiklik üzerinden değil, İslâm üzerinden başarabilmiştir.
Laiklik bizi bozar! Bozuyor da nitekim…Batı uygarlığının da Batı tehlikesi’nden kurtarılması gerekiyor!
Yusuf Kaplan
12/04/2021 Pazartesi
Avrupa ülkelerinde art arda İslâm ve Türkiye düşmanlığının hortlatılması dikkat çekiyor. Dikkat: Hortlaması değil, hortlatılması!
Batılıların postkorona sürecinde patlak verecek büyük ölçekli krizlerle baş edebilmeleri için sahte düşman icat etmeye ihtiyaçları var!
“Başkalarının sırtından geçiniyorlar” başından itibaren!
Sahte bir “kötü”, ürpertici bir öteki icat edilecek, içeri tahkim edilecek, gerginlikler dindirilecek böylece!
BARBARLIĞIN ADI OLDU UYGARLIK!
Fransa’da İslâm’ın rahmet peygamberine açıkça, barbarca, üstelik de ülkenin devlet başkanı Sarkozy’nin açık desteğiyle saldırıldı! Amaç, Fransa’da yaşayan Cezayir kökenli Müslümanları yıldırmak, mümkünse ülkeden uzaklaşmalarını sağlamak ve İslâm’ı aşağılayarak, İslâm ve Cezayirliler üzerinden vahşî öteki icat ederek, Fransız toplumunu tahkim etmek ve Fransız kimliğini pekiştirmek.
Ve tabii küresel korona krizi ortamında Fransa’nın buna ihtiyacı var. Post-korona süreci, her yerde olduğu gibi Avrupa’yı da, Fransa’yı da vuracak!
Onun için önlem alıyor Fransızlar!
İğrenç bir yöntemle!
Uygarlıkmış!
Barbarlığın dibi bu!
İslâm düşmanlığı yetmedi, Türkiye düşmanlığı da hortlatıldı hatta tavan yaptı Fransa’da da, diğer belli başlı Avrupa ülkelerinde de.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı “diktatör” olarak resmeden yayınlarda ve hatta resmî ağızlardan yapılan açıklamalarda patlama yaşanıyor...
Hollanda, Almanya derken, en son İtalya Başbakanı, Erdoğan’a “diktatör” dedi!
İnanılır gibi değil!
Batılılar, sıkıştıkları zaman nasıl barbarlaşıyorlar, görüyorsunuz!
BATI’NIN İKİ KORKUSU: İSLAMOFOBİ VE TÜRKOFOBİ
Batı’da iki korku geliştirildi. Bütün stratejilerini bu iki korku üzerine inşa ediyorlar.
Birincisi, artık apaçık düşmanlığa dönüşen bir İslamofobi.
İkincisi, birincisini de bastıracak boyutlar kazanacak kadar son bir kaç yılda bütün Avrupa ülkelerinde alenen, resmen kışkırtılan, telaffuz edilen Türkofobi.
Batı uygarlığı, insanlığa kendince bir takım köklü, benimsenebilir değerler veren bir uygarlık olma özelliğini yitirdi çoktan. Sadece yeryüzünde kurduğu hâkimiyetinin çatırdayabileceği korkusuyla hareket eden, dünyaya da bu psikopatolojiyle çeki düzen veren barbar kapitalist bir küresel sisteme dönüştü. Sonunun yaklaştığını hisseden ihtiyar bir canavara!
BATI TEHLİKESİ, ÖNCE BATI’YI TEHDİT EDİYOR!
Sadece kendi varlığı tehlikede değil Batı uygarlığının. Aynı zamanda bizatihî kendisi, kendi varlığı, bu hâliyle insanlık için tehlikeli.
Batı uygarlığı tehlikesiyle, bu tehlikenin dünyayı cehenneme çeviren, yaşanılamaz bir yere dönüştüren, sadece hâkimiyetini uzatmayı düşünen, o yüzden geliştirdiği yüksek ve smart teknolojik silahlara güvenerek dünyaya nizam vermeye çalışan barbar bir hegemonyaya dönüşen bir tehlikeyi kastediyorum.
Tanrı fikrini yok eden, hakikat fikrini yok eden, tabiatı delik deşik eden, ozon tabasını delen, bütün medeniyetlerin kökünü kazıyan, bütün dinleri fosilleştiren tarihte eşi benzeri görülmemiş bir tehlike bu. Moğol tehlikesine ya da Avrupa’nın tarihindeki barbar kavimler göçüyle yaşanan yıkımları gerçekleştiren Gotlar, Vizigotlar gibi barbar kavimlerin oluşturduğu tehlikeye benzetebiliriz bunu, bir anlamda.
Batı uygarlığı tehlikesi insanlığın geleceğini tehlikeye sokacak boyutlar kazandı artık.
Batı uygarlığı, başka kültürlerin, medeniyetlerin, dinlerin varlığını ve geleceğini tehdit etmekle kalmıyor, kendi geleceğini de tehdit eden bir tehlike arz ediyor.
Batı uygarlığının da Batı tehlikesinden kurtarılması gerekiyor.
Batı uygarlığının saldırısına sadece İslâm direniyor. İslâm’ın direnişini de Batı uygarlığının ürettiği küresel tehdidin mimarlarına, lordlarına, bütün dünyanın gözü önünde “one minute!” çeken, “Dünya beşten büyüktür” diyen Türkiye temsil ediyor.
O yüzden genelde İslâm’ı, özelde ise Türkiye’yi dize getirmek için geliştiriyorlar bütün stratejilerini Batılı barbarlar!
Oysa Türkiye’siz bir dünya kurulamaz. Türkiye’siz bir dünya kurulamayacağını Batılılar bizden daha iyi biliyorlar.
Bunu, bir de “içimizdeki İrlandalılar”a anlatabilsek!Kıbrıs’ın bugünü, Türkiye’nin yarını olmasın istiyorsak...
Yusuf Kaplan
18/04/2021 Pazar
Önce şu ürpertici habere bakalım:
“Hizmet Sendikası (HİZMET-SEN) Kur’ân Kursları’nın kapatılması için dava açtı. Kuzey Kıbrıs Anayasa Mahkemesi, laiklik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle Kur’ân Kursları’nın kapatılmasına karar verdi. Din İşleri Komisyonu’nun Kur’ân Kursu düzenleme yetkisi elinden alındı. Kur’an kurslarının faaliyetleri ülkede resmen durduruldu.”
İnanılır gibi değil! Yunan böyle bir şey yapamazdı! Aslâ! Dünyanın hiçbir ülkesinde böylesine dogmatik, saplantılı bir laiklik anlayışı yok! Yapılan şey din düşmanlığı! Hasta bunlar! Emperyalistlerin uşakları!
KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, bu duruma isyan ediyor:
“Bizler 1573’ten beri bu topraklarda Müslüman olarak, imanımızın bir parçası olarak mücadele ettik. Kur’ân kurslarının kapanması gibi bir durum asla olamaz.”
Kıbrıslı kardeşlerimize, Kıbrıs’a sahip çıkmalarını, bunun için Müslüman kimliklerini korumaları gerektiğini, İslâmî kimliklerini kaybettikleri takdirde, kolaylıkla yok olacaklarını, tam 19 yıl önce yayımlanan bir yazımda hatırlatmıştım. O yazımın tozunu alarak yeniden paylaşmak istiyorum.
KIBRIS’A LAİKLİK GÖTÜRMEK İNTİHARDI!
1974’te gerçekleştirdiğimiz askerî harekât’tan bu yana Kıbrıs’ta biz kültürel olarak bir taraf olamadık. Otoriter ve absürd laikliğimizi, laik kültürü, Kıbrıs’a da ihraç ettik. Ve Kıbrıs’ta kültürel olarak kendimizi çoktan bertaraf ettik, hem de kendi ellerimizle!
Oysa Kıbrıs’taki Türk toplumunun Müslümanlıkla ilişkisini pekiştirerek varlıklarını korumalarını sağlayabilirdik ancak. Müslüman kimliği onlara bir âidiyet, bir güven ve özgüven duygusu verebilirdi.
Zaten İslâmî hafızasından, derinliğinden, duyarlığından handiyse hiçbir iz ve eser kalmayan Kıbrıs Türk toplumunu laikleştirerek asimile ettiğimizi (erittiğimizi), onların âidiyet duygularını kendi ellerimizle yok ettiğimizi, böylelikle Rumlar’ın kucağına attığımızı fark edebilmiş değiliz hâlâ! Kıbrıs Türklerini, laikleştirmekle onları Rumlara benzettiğimizi nasıl göremiyoruz, anlayamıyorum doğrusu.
Ben Kıbrıslı Türkleri Londra’dan iyi tanırım. Neredeyse hiçbir Rum ve Yunan, Türkçe bilmez; ama Kıbrıslı Türklerin istisnasız hemen hepsi Rumca / Yunanca bilir! Hem de Türkçeden daha iyi bilirler Rumca’yı!
Ancak bu tablo şaşırtıcı değil. Kıbrıslı Türkler, Osmanlılar döneminde Kıbrıs’ı kaybettiğimiz zamandan 1974 yılına kadar Rumlarla iç içe yaşadılar. Böyle bir ortamda Kıbrıslı Türklerin İslâmî kimliklerini koruyabilmeleri zordu.
Ama argümanımın en güçlü tarafı da burada gizli zaten: Türkiye’nin tam da yapması gereken şey, Kıbrıslı Türklerin İslâmî kimliklerini güçlendirecek bir tavır içinde olmaktı. Fakat tam tersi yapıldı. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi orada da laiklik (laiklik demek Batı kültürü demek) hâkim kılınmaya çalışıldı ve İslâmî kimlik tümüyle bastırıldı, yok edildi!
Şimdi Kıbrıslı Türklerin Rumlarla beraber AB’ye girmek için Türkiye’yi ve Kıbrıs Türk yönetimini şiddetle, hiddetle ve öfkeyle nasıl topa tuttuklarını, protesto ettiklerini ibretle seyrediyoruz.
Kıbrıs’ı kültürel olarak “kaybettik” çoktan! Kıbrıs’ı fiilen kaybetmemizi sağlayacak yapı taşlarını böylelikle biz kendi ellerimizle döşedik!
İSLÂMÎ KİMLİK GÜÇLENDİRiLMELİ!
Eğer Türkiye, Kıbrıs’ta İslâmî kimliği güçlendirecek zekice bir strateji geliştirmiş, İslâmî cemaatlerin önünü açmış olsaydı, KKTC, AB’ye girse bile, kimliğini İslâm’ın belirlediği bir Kıbrıs Türk toplumu, bizim için her zaman büyük bir koz olacaktı.
Kıbrıs’ın bugününün, Türkiye’nin yarını olmasını istemiyorsak, Türkiye’nin İslâmî kimliğini bastırmak yerine güçlendirmek ve pekiştirmek zorundayız! Aksi takdirde İslâmî kimliği yok edilmiş, laikleştirilmiş bir Türk toplumunun varlığı ile yokluğu arasında bir fark kalmayacak ve yarın Türkiye’de de -tıpkı KKTC’de olduğu gibi- bu vatanın bir yerlere ilhak edilmesi için yapılacak kitlesel gösterilerin, taleplerin önünü almak imkânsızlaşacaktır!
Bu toplumun ayakta durmasını, zorluklara göğüs germesini sağlayan, bölünmesini önleyen yegâne ortak kimlik, yegane ortak ruh, yegâne tutkal, yegâne dinamik, yegâne hayat ve hayatiyet kaynağı laiklik değil, İslâmî kimliktir. Laiklik, laik kültür, tıpkı Kıbrıslı Türkler gibi bu toplumun da kimliksizleştirilmesinden, eritilmesinden, topsuz tüfeksiz Batılılar tarafından teslim alınmasından başka hiçbir işe yaramayacaktır. Onun için dayatılıyor laiklik zaten!
Bugünlerde laik Türk modelinin İslâm dünyasına örnek model olarak sunulmasının temel nedeni burada gizlidir: Almanya Başbakanı Schröder’in “Türkiye’de laik güçlerin desteklenmesi”, ABD eski Başkanı Clinton’ın ve Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz’in “Batı -medeniyeti- yörüngesinde olan laik Türkiye’nin medeniyet değiştirmemesi ve -yeni-Osmanlıcılık gibi- başka arayışlar içine girmemesi için AB üyeliğinin ve laikliğin desteklenmesi” gerektiğini söylemelerinin temel nedeninin de burada gizli olduğunu görelim artık!
***
Kıbrıslı Türkler, Türkiye tarafından laikleştirildi, intiharın eşiğine sürüklendi, Türkiye’yle manevî bağları yok edildi! Laik Türkiye’nin eseri! Kıbrıs’ın bugünü, Türkiye’nin yarını mı acaba diye sormak her vatan evladının boynunun borcudur!
Unutmayalım: İslâm’ı toplumun hayatından çekip aldığınızda ortada hiçbir şey kalmayacaktır!
.Milletin çocuklarını darağacıyla korkutmanın bedeli ağır olur!
Yusuf Kaplan
23/04/2021 Cuma
CHP’li bir yönetici, ülkenin seçilmiş Cumhurbaşkanını “umarım Erdoğan’ın sonu Menderes’e benzemesin” diye tehdit etti önce.
Sonra da gelen tepkiler üzerine özür dilemeye çalıştı. Ama eline yüzüne bulaştırdı.
Aslında söz konusu kişi sakin ve makul bir siyasetçidir. Bu tür bir imayı bile en son yapacak CHP’lilerden biridir.
Ama bu hâdise bize, en makul CHP’linin bile bilinçaltında, en zor zamanlarda darağacından, darbeden medet umma inancının kök saldığını göstermeye yetiyor olsa gerek.
BU ÜLKENİN SAHİBİ CHP DEĞİL, MİLLETTİR!
Ülkenin seçilmiş Cumhurbaşkanını darağacına gönderilmiş bir başbakanın idamı imasıyla “senin de sonun öyle olur!” diyerek tehdit etmek, ülkenin sahibinin kim olduğu sorusunu akla getiriyor kaçınılmaz olarak, bir kez daha.
Bu ülkenin sahibi CHP mi?
Ne münasebet!
Ama onlar kendilerini “rejimin sahibi biziz, ülkenin sahibi de biziz” havalarına girmekten alıkoyamıyorlar!
Öncelikle şunu bileceksiniz: Bu ülkeyi CHP kurmamıştır. Millî Mücadele CHP’ye ait bir mücadele değildir. Bu ülkeyi millet kurmuştur, millî mücadeleyi de “hilafet düşmesin, bu vatan elimizden gitmesin” diye millet vermiştir. Bunu bizzat Mustafa Kemal, kendi kurduğu Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde kendi adıyla yazdığı yazılarda açıkça böyle ifade eder. Hatta sadece “millî mücadele” demez, “millî mücahede” ifadesini kullanır çoğu kez.
CHP, şunu kafasına kazıyacak: Bu ülkenin sahibi CHP değildir, bu ülkenin sahibi millettir.
GARPLILARIN DEVŞİRMELERİ VE MİLLETİN DİRENEN ADAMLARI...
Mesele şudur: Türkiye, Tanzimat’tan bu yana celladına âşık tasmalı devşirmeler tarafından adım adım içerden ele geçirildi. Garpçı Jakobenler Türkiye’yi İslâmî yörüngesinden çıkarıp Batı uygarlığının uydusu hâline getirme mücadelesi verdiler.
Bu konuda millet sükûnetini korumasını bildi ve yapılan şeyin Türkiye’nin İslâmî kimliğini ve medeniyet köklerini yitirmesi anlamına geldiğini, bunun, tarihten sürülmesine yol açacağını o muazzam basiretiyle ve ferasetiyle gördü; bu milletin bin yıl dünya tarihini yapmasını mümkün kılan, toplumu dimdik ayakta tutan İslâmî ruh köklerini, medeniyet dinamiklerini ve kültürel anlam haritalarını ve değerlerini diri tutacak, yok olmaktan kurtaracak yarma harekâtları gerçekleştirdi.
Toplum, Batılılar tarafından zihnen devşirilen kişilerin toplumun İslâmî ruh köklerini kurutacak büyük tarihî yanlışlıklar yaptığını, bunun toplumu parçalayacağını, ülkeyi yok olmanın eşiğine sürükleyeceğini gördü ve Jakobenler gibi aslâ şiddete, darbeye, sopa göstermeye kalkışmadan yapılan büyük tarihî yanlışlıkları, seçilmiş çocukları eliyle hatırlatmaya ve düzeltmeye çalıştı. Ama her seferinde çocuklarından birini kurban verdi.
Menderes, idam edildi!
Özal, öldürüldü!
Muhsin Yazıcıoğlu, gözümüzün içine baka baka katledildi!
Erbakan, önce darbe yedi, sonra siyaseten ademe mahkûm edildi!
Erdoğan, küresel sistemin lordları tarafından “diktatör” ilan edilerek ipi çekilmeye çalışılıyor! Küresel sistemin içerdeki uyduları ve uzantıları da aynı şeyi yaparak, “Erdoğan’dan bir Saddam çıkarma” alçaklığına su taşıyor!
TÜRKİYE’NİN İSTİKLÂL VE İSTİKBAL MÜCADELESİ SÜRECEK...
Nedir bunlar peki?
Bunlar, ülkenin bu ülkenin has çocuklarının elinden alındığının somut göstergeleridir.
Ama bu millet teslim bayrağı çekmedi, çekmeyecek.
Bu millet, bu milletin bin yıl dünya tarihini yapmasını ve en zor şartlarda dimdik ayakta kalmasını mümkün kılan İslâm’ın sunduğu ruh köklerinin küllerinden yeniden doğacak bir yolculuğu sürdürüyor alttan alta...
Düşe kalka ama yılmadan, kırıp dökmeden, herkese hakikatin rahmet ve merhamet kanatlarını gerecek, tarihin önünde sürüklenmek yerine yeniden tarihi önüne katıp sürükleyecek bir medeniyet fikrini yeniden hayata ve harekete geçirecek öncü kuşaklarını yetiştirecek yolculuklara soyunmaktan aslâ geri durmuyor, durmayacak.
Bu toprakları İslâm vatan yaptı bize!
İslâm’ı kaybettiğimiz zaman bu vatanı da kaybederiz -Allah muhafaza!
Bu topraklarda farklı dinlere, kültürlere, etnisitelere mensup toplulukları barış ve huzur içinde laiklik değil İslâm bir arada tuttu ve herkese hayat hakkı tanıyan hukuk, kardeşlik ve adalet düzenini laiklik değil İslâm kurdu.
Bu ülkenin yeniden tarih yapmasının yolunun İslâmî kimliğini, medeniyet ruhunu terketmekten, dolayısıyla Batılıların uydusu, devşirmesi olmaktan geçmediğini yaşadığımız yakın tarih tecrübesi bize göstermeye yetmeli, değil mi?
Hiçbir ülke başkasını taklit ederek, başka bir uygarlığın uydusu hâline gelerek tarih yapamaz.
Taklitçiler de, uydular da sadece tarih yapanların soytarıları olurlar; bakın tarihe göreceksiniz bu yakıcı gerçeği.
Kim ki, bu ülkenin ruh kökleriyle, İslâm medeniyetinin dinamikleriyle kavgalı, bilinsin ki, o kişi veya kişiler, bu ülkenin önünde takoz vazifesi görmekten ve ülkeyi sosyo-kültürel ve zihnî olarak parçalanmanın eşiğine sürüklemekten başka bir işe yaramaz!
Bu milletin çocuklarının darağacı imasıyla korkutacaklarını sananlar, nasıl yanıldıklarını milletin önüne gittiklerinde anlayacaklar bir kez daha.
Sözün özü: Bu millet, hiçbir aşağılık tehdide boyun eğmedi, eğmeyecek. Bu ülkeyi, Batılıların devşirmeleri üzerinden kontrol etmelerine son verinceye kadar bu ülkenin istiklal ve istikbal mücadelesi sürecek.
Biline...
“İnsanlığın kökünü kazıma konusunda kimse Batı’yla yarışamaz!”
Yusuf Kaplan
26/04/2021 Pazartesi
Yıl 2015. Aylardan, Nisan: En zalimi ayların! Papa, “soykırım” açıklaması yaptı. Sonra Avrupa Parlamentosu (AP), “soykırım”ı onadı.
Ardından sıraya girdi Avrupa parlamentoları “Ermeni soykırımı” yalanını onaylamak için.
Son olarak zorla, medya operasyonuyla, Amerikan derin devleti tarafından ABD’nin başına getirilen küresel lordların “adamı” Joe Biden, Amerikan yönetiminin “Ermeni soykırımı” yalanını kabul ettiğini ilan etti.
Yetmedi, aşağılık bir hakarette de bulunmaktan geri durmadı Türkiye’ye: İstanbul’un adını Costantinopolis olarak zikretti.
Üçüncü sınıf ayak oyunları bunlar!
Düşmanlıklarının ne kadar kontrolden çıkabileceğini gösteren, dünya gücü bir ülkeye yakışmayacak ilkel, çocuksu tavırlar!
Peki, nedir bütün bu olup bitenler?
Türkiye’ye karşı adı konulmamış bir savaş ilanıdır!
TARİH YENİDEN YAPILACAK VE TÜRKİYE KİLİT ROL OYNAYACAK...
Tarihin yeniden yapıldığı tarihî bir süreçten geçiyoruz: Batılılar, Türkiye’nin 50 yıl içinde toparlanıp yeniden bölgenin tarihini şekillendirecek yegâne aktör konumuna geleceğini çok iyi görüyorlar. Türkiye’nin Suriye ve Irak’ın kuzeyinde PKK’ya ve IŞİD’e yaptığı operasyonlar ve Karabağ’da oynadığı, kesin sonuç alıcı büyük rol, Batılıları, özellikle de Amerikan yönetimini ürkütmeye yetti!
O yüzden Türkiye’yi, daha henüz yolun başındayken “boğmak” istiyorlar.
Türkiye durdurulamazsa, Batılıların dünya üzerindeki hegemonyalarının tehlikeye girmesi kaçınılmazlaşacak.
Zira Batılılar, dünya üzerinde kurdukları hegemonyayı, İslâm dünyası üzerinde kurdukları hegemonyaya borçlular. İslâm dünyasından defolup gittiklerinde, tarihten çekilme sürecine girecekler.
Türkiye gelecek, Batılılar defolup gidecek... Az kaldı... İHA’lar ve SİHA’lar Türkiye’nin gelişinin işaret fişekleridir. Bunu Batılılar bizden çok daha iyi kavramış durumdalar.
O yüzden güneyden kuzeyden, içerden dışardan dört bir taraftan Türkiye’yi kuşatmış durumdalar!
TÜRKİYE’NİN KUŞATILMASI
İşte tam bu noktada, Batılıların asırlık temel stratejileri, 1000 yıldır olduğu gibi önümüzdeki süreçte de İslâm dünyasını yeniden toparlayacak bir Türkiye’nin gelişinin önlenmesi.
Bu nedenle, 100 yıl önce Osmanlı durdurulmuştu; şimdi de İslâm dünyasını yeniden toparlama emareleri gösterdiği görülen Türkiye kuşatılmaya çalışılıyor son çeyrek asırdır.
Papa’nın “soykırım” açıklaması ve hemen ardından Avrupa Parlamentosu’nun (AP), “soykırım”ı onaması, altı yıl sonra da Amerikan yönetiminin bu koroya dâhil olması, Batılıların Türkiye’ye karşı adı konulmamış bir savaş ilanında bulunmasıdır. Türkiye’yi kuşatmayı ve durdurmayı amaçlayan, geçiştirilemeyecek büyük bir tehdittir.
Türkiye kimsenin şamar oğlanı değildir! Türkiye’yi aşağılık yöntemlerle tehdit edenlere karşı okkalı bir Osmanlı tokası aşkedilmelidir!
Hamaset değil, haysiyet meselesi bu!
YAZIKLAR OLSUN HDP SANA!
Yedi düvelin topyekûn üzerimize üzerimize geldiği sırada parlamentomuzdaki bir partinin, HDP’nin, yaptığı, “Türkiye Ermeni soykırımıyla da yüzleşecek, Kürt katliamıyla da”, şeklindeki açıklama tam anlamıyla skandaldır!
Müslüman Kürt kardeşlerimize hakarettir bu!
Siz o insanların temsilcisi değilsiniz, olmazsınız; emperyalistlerin borusunu öttürdünüz şimdiye kadar; bunu söyleyince saldırganlaştınız her zaman.
Ama şimdi foyanız ortaya çıktı: Bu ülkenin en zor zamanında Türkiye’yi arkadan veya içerden hançerlemekten zırnık kadar tereddüt etmeyeceğinizi ispatlamış oldunuz!
Yazıklar olsun size!
SOYKIRIMCILIKTA KİMSE BATI’YLA YARIŞAMAZ!
Ey Papa, Ey Avrupa, Ey Biden, Ey Amerika!
Asıl kandökücü, asıl soykırımcımı sizsiniz!
Önce Haçlı Savaşları, din savaşları, engizisyonlar, cadı kazanları ve kanlı sömürgecilik tarihinin hesabını vermelisiniz!
Siz Endülüs’ün izini bile bırakmazken, Balkanlar’da adalet dağıtan Osmanlı’yı kan emici, soykırımcı ilan edemezsiniz!
Osmanlı eğer soykırımcı olsaydı, Ermenilere soykırım yapacak olsaydı, en güçlü olduğu zamanlarda yapardı! Kendi aşağılık tarihlerinin üstüne kalın bir şal örtmek ve daha önemlisi de Türkiye’nin gelişini engellemek ve Türkiye’ye muhtemel bir işgal veya savaş girişiminin psikolojik zeminini oluşturmak için Türkiye’yi, Türkleri, dolayısıyla Müslümanları da soykırımcı ilan etmeye kalkışıyor Batılılar!
Bunlar için hedeflerine ulaşmak için her yol mübahtır!
Makyavel’in çocukları bunlar, ne de olsa!
Ruhsuz adamlar!
Bütün kıtaları işgal eden, bütün medeniyetlerin kökünü kazıyan, zenginliklerini yağmalayan, nerdeyse bütün insanlığa tecavüz eden, kanını emen haydutlar!
Ne demişti Thomas Paine: İnsanlığın kökünü kazıma konusunda kimse Batı’yla yarışamaz!Yaşadığımız, adı konulmamış bir dünya savaşıdır!
Yusuf Kaplan
3/05/2021 Pazartesi
Birileri dünyayla dalga geçiyor olabilir mi? Yaşadığımız adı konulmamış, bambaşka yöntemlerle ve aktörlerle sürdürülen bir dünya savaşı mı acaba?
Dünya, dünya tarihi boyunca tanık olunmayan bir kaosun eşiğinden geçiyor! Bir virüs, dünyaya hükmediyor, yön veriyor, dünyayı dize getiriyor! Tarihte çok ender yaşanan bir felâketle boğuşuyor İnsanlık!
Dünya, adı konulmamış bir dünya savaşının tam ortasında şu ân: Bu savaşın ajanları, küresel ölçekte güdümlü medya organları, aşı savaşları üzerinden büyük vurgun yapan sözümona tıp profesörleri ve bütün bu olağanüstü, kaotik hâdiselerden yeni bir dünya düzeni çıkarmak için kolları sıvayan, ulus devletleri tarihe gömen işlere imza atan kapitalist-yahudi karteller ve ağababaları.
MEDYA, KORONAYA YAKALANDI! YOĞUN BAKIMDA!
İnsanı tedirgin eden şey şu: Bu yaşadığımız şey, normal mi? Değil.
Neler oluyor, kim bu felâketi dünyanın başına bela etti, diye sorması ve araştırması gereken medya organları bir anda küresel kapitalist çıkar çevrelerinin borazanlığına soyunmaya başladılar ve ne olup bittiğini soran insanları aşağılamaktan, şeytanlaştırmaktan başka bir iş yapmıyorlar!
Dahası, siyasî olarak dünyayı hallaç pamuğu savuracaklar, altını üstüne getirecekler, mahvedecekler!
Amerika’da Joe Biden, başkanlığını koronaya borçlu! Kitleleri korkutarak teslim alan korona medyasına!
Korona ortamında, medya iğrenç bir propaganda makinasına dönüştü Amerika’da ve inanılmaz bir şekilde şeytanlaştırılan Trump tahttan indirildi medyanın hastalıklı tezgahları, insanın zekasını hiçe sayan ürpertici sözümona “haberleri” marifetiyle!
Medya koronaya yakalandı! Yoğun bakımda! Bu hâli ile bizi bilgilendiremez elbette. Kendisi haber konusu olacak ve tedavi uygulanacak kadar hasta şu ânda!
AŞI SAVAŞLARI VE ÖRGÜT GİBİ ÇALIŞAN TIP ORGANLARI!
Adı konulmamış bu dünya savaşı şu an aşı savaşları üzerinden yaşanıyor zaten bütün hızıyla ve iğrençliğiyle...
Aşı meselesi bütün dünyada korkunç boyutlar kazanmaya başladı!
Bir yandan, aşı kartelleri arasında bütün dünya ölçeğinde iğrenç bir savaş yaşanıyor!
Öte yandan, kapitalist-yahudi küresel sistemin ağababaları, dünyaya keyiflerince çeki düzen vermek için ürpertici projeler geliştiriyor ve bunları bütün dünyaya dayatıyorlar!
Bu savaşın ajanları anlı şanlı tıp profesörleri! Faşizmin dibini gördük bu noktada!
Tabip odaları, her konuda -çoğu zaman militanca denebilecek türden- açıklama yapıyor ama aşı endüstrisinde yaşanan iğrençlikle ilgili, bu iğrençliğe bulaşan, bütün televizyonlarda gece gündüz demeden dolaşan saygın tıp mesleğine gölge düşüren bu kişiler hakkında işlem yapmalıdır.
Örgüt gibi çalışan, küresel sistemin borazancısı gibi mesajlar yayınlayan tabip örgütlerine seslenmiyorum: Olur olmaz her konuda açıklama yapmak, hükümet kurmak veya hükümet yıkmak gibi sizi ilgilendirmeye işlere soyunmak yerine, önce bu korona denen şeyin nasıl bir tezgâh olduğunu deşifre etmeye bakın.
Küresel kapitalist sisteme su taşıyan yüzkarası sosyalist örgüt rolü oynamak nasıl bir duygu acaba? Dahası, aşı kartellerine çalışan, tv tv dolaşıp şirketlerinin kârlarını katlayacak yorumlar yapan, saygın tıp mesleğini ayaklar altına alan yüzkarası prof kılıklı doktorları meslekten men edin önce!
ULUS DEVLETLERİN SONU: BİR AVUÇ KARTELİN DÜNYA İMPARATORLUĞU!
Dünyayı üç beş çapulcu kapitalist-Yahudi şer gücün kölesine dönüştürdüler! Ulus devletler hadım edildi, çoktan tarih oldu, işlevsizleşti.
Tam bir uygar barbarlık çağının ortasına fırlatılmış gibiyiz...
Bütün insanlık çaresiz!
Her kafadan bir ses geliyor...
Dünya Sağlık Örgütü, sözkonusu kartellerin sözcüsü ve gözcüsü gibi çalışıyor.
Düşünsenize... Bill Gates isimli şahıs, 40 küsur devlet başkanının suratlarına baka baka, tabiatın dengesini altüst edecek ürpertici projelerini dayatıyor hepsine talimat verircesine!
İçlerinden biri de kalkıp da “Ne oluyor yahu? Sen kimsin? Hangi yetkinle dünyanın alacağı şekli belirleyecek kararlar alabilirsin; bu yetmezmiş gibi burada bize dayatmaya kalkışabilirsin?” demiyor!
Dünyayı korona hapishanesine dönüştürdüler!
İnsanlığı evlere tıktılar, koyun gibi güdüyorlar!
Bu korona işinin biyolojik bir savaş olduğu, virüsün laboratuvarda üretilmiş olabileceği büyük bir ihtimal ama elimizde delil yok.
Ya da bütün delilleri yok ediyorlar.
Bilmiyoruz!
O kadar yoğun medya bombardımanına maruzuz, her tarafımız o kadar medyalaştı ki, koronanın kimler tarafından patlatıldığı, ne yapılmak istendiği konusunda en ufak bir bilgiye sahip değiliz!
Bütün bu yaşadıklarımız yeni bir dünya kurmak, dünyaya silbaştan çeki düzen vermek için üretilmiş bir savaş olabilir. Bu, adı konulmamış bir dünya savaşı olabilir. Yeni bir dünya savaşı olsa herhalde böyle olurdu ancak!Dünya barışı, Kudüs’e bağlı
Yusuf Kaplan
9/05/2021 Pazar
İsrail’in ruhsuz askerleri, önce Mescid-i Aksa’da Ramazanın son cumasında namaz kılan Filistinlilere saldırdı. Sonra, Müslümanlar Kudüs’e akın etti. Mescid-i Aksa’daki İsrail virüsünü etkisiz hâle getirdi bu akın!
Direniş meyvesini sahura doğru verdi: İsrail askerleri, Aksa’dan çekildi, sonunda.
Müslümanları korkutan şey, Mescid-i Aksa’nın yıkılması tehlikesi: İsrail yıllardır, arkeolojik kazı bahanesiyle, Aksa’nın altını oyuyor çünkü!
Temel hedefleri, Mescidi-i Aksa’yı yakıp, yerine Süleyman Tapınağı yapmak!
Bunun bütün altyapılarını hazırladı işgalci İsrail! İslâm dünyasının hâli perperişan. Bir şey yapılacaksa Türkiye tarafından yapılacak yine,
KUDÜS: UMUT, UFUK VE YURT
Kudüs nedir, ne değildir; dünden bugüne ve yarına ne’yi temsil eder, bugün neden acı çeker?
Kudüs hem umut hem ufuk hem de yurt demektir: Mekke’nin umudu, Medine’nin ufku, Kudüs’te medeniyetin yurdu oldu.
Kudüs’ü Kudüs yapan, peygamberleridir…
Kudüs, hakikatin hayat olduğu, hayat bulduğu, hayat sunduğu medeniyet-kurucu bir şehirdir.
MÜSLÜMANLARIN KUDÜS’Ü KUCAKLAYICIDIR VE BARIŞ YURDUDUR
Kudüs, Filistinlilerin, Arapların ya da yalnızca Müslümanların meselesi değildir. İnsanlığın meselesidir.
Kudüs, üç din için de kutsaldır.
Kudüs, Yahudilik demektir: Yahûdîliğin bütün peygamberleri Kudüs’le özdeştir.
Kudüs, Hıristiyanlık demektir: Hz. İsa, Kudüs’ün çocuğudur… Kudüs’ün ruhudur.
Kudüs, İslâm demektir: Ezelden ebede kadar her bakımdan, her düzlemde İslâm.
Kudüs’ün İslâm açısından önemi, sadece İslâm’ın ilk mabed yeri olmasıyla ilgili değildir.
Çok daha ötesidir: Kudüs, yalnızca İslâm’ın insanlığı hakikatle buluşturduğu, adaleti ve hakkaniyeti, sulhü ve selâmeti cihanşümûl ölçekte tesis ettiği, bütün insanlığı hakikatte, adalette ve sulhte birleştirdiği müstesnâ bir yerdir.
YAHUDÎLERİN VE HIRİSTİYANLARIN KUDÜS’Ü DIŞLAYICIDIR VE KÂBUS DOLUDUR
Yahûdîler, Kudüs’ün yalnızca kendilerine ait olduğunu iddia ederler.
Hıristiyanlar da, Yahûdîler kadar olmasa da, Kudüs’ü, Hıristiyan ütopyasının gerçekleşebileceği muhayyel yurtları olarak kabul ederler.
Yalnızca Müslümanlar, Kudüs’ü, insanlığın birleştirildiği, insanlığın hakikatle buluşturulduğu nihâî imkân ve mekân olarak görürler.
Yahûdîlerin ve Hıristiyanların Kudüs’e bakışları, hem temel akîdevî sınırlarını çizer; hem tarihî yolculuklarını özetler; hem de başkalarına ne denli sınırlayıcı ve dışlayıcı bir gözle baktıklarının ipuçlarını gizler.
Yahûdîler ve Hıristiyanlar, Kudüs’ün yalnızca kendilerinin olması mücadelesi verirler. Müslümanlar ise Yahûdîlerin ve Hıristiyanların kendi olmaları mücadelesi.
Bunun nedeni çok açıktır: Yahûdîlik de, Hıristiyanlık da dışlayıcıdır. İslâm ise kucaklayıcı.
Tam da bu nedenledir ki, Yahûdîler de, Hıristiyanlar da başkalarıyla sulh içinde nasıl yaşanabileceğinin formülünü geliştiremediler.
Başka dinlerle, kültürlerle, medeniyetlerle sulh ve selamet, hukuk, hakkaniyet ve adalet nizamı içinde nasıl birlikte yaşanabileceğinin en gelişmiş, en kâmil formülünü Müslümanlar geliştirdiler sadece. Ve bunun nihâî örneğini de Kudüs’te hayata geçirdiler.
O yüzden tarihî ve güncel gerçek, şunu ispat eder: Kudüs, Müslümanların elinden çıktığı ândan itibaren birleştirici özelliğini yitirir.
Kaynayan kazana döner…
Kanar…
Kan ağlar…
ZAFERE ODAKLANIRSANIZ HAYATI CEHENNEME ÇEVİRMENİZ KAÇINILMAZDIR
Yahûdîlerin ve Batılıların gücü, gücü kutsamalarında gizli.
İslâm’ın gücü ise, güce değil hakikate dayanıyor olmasında.
O yüzden, Yahûdîler ve Batılılar için aslolan zaferdir; Müslümanlar içinse sefer…
Zafer’in öncelenmesi, öncelikle hakikatin ikinci plana itilmesiyle ve yitirilmesiyle sonuçlanır. Kaçınılmazdır bu.
Yahûdîler de Batılılar da tarih boyunca büyük ölçüde hep hükümranlık kurma güdüsüyle hareket ettiler; o yüzden zafer peşinde koşturdular ama sonunda gücün güdümüne girdiler, gücün kölesine dönüştüler ve dünyayı köleleştirmekten çekinmediler.
İslâm, bu dünyayı geçici bir yer olarak görür ve Müslümanlardan dünyada hükümranlık peşinde koşturmalarını değil, hakikatin izini sürmelerini, bunun için de her dâim seferde olmalarını talep eder. Zafer, Allah’ın takdiridir.
Zafere odaklandığınız zaman, hakikatle ilişkiniz sakatlanır, zamanla kopar, yok olur.
Sefere odaklandığınız zamansa, her hâl ve şartta hakikatin izini sürmeniz tek vazgeçilemez kuraldır.
Yahûdîler ve Hıristiyanlar, hakikati kaybettiler.
Gücü, güç üreten araçları hakikatin yerine yerleştirdiler.
Güç, hakikati yedi-bitirdi; insanın zihnini, insanî melekelerini körleştirdi; hayatı çölleştirdi; insanı nankörleştirdi ve ruhsuzluğa mahkûm etti…
Bu da insanı hakikatten sürgün etti, gücün acımasız dişlilerinde yok etti, hayatı cehenneme çevirdi…
Oysa Kudüs yalnızca Müslümanların idaresinde günyüzü gördü; farklı dinlerin nasıl sulh ve selamet düzeni içinde birlikte yaşayabileceğini dünya âleme gösterdi. Hıristiyanların idaresi altında da, Yahudîlerin idaresi altında da her zaman zulüm yerine dönüştü.
O yüzden, Kudüs, siyonist esaretinden kurtulmadıkça, dünya barış yüzü göremeyecek…
Dünya barışı Kudüs’e bağlı.
.Dünyanın bir “Yahudi sorunu” var: Siyonist azgınlığı bu!
Yusuf Kaplan
14/05/2021 Cuma
Netanyahu, Müslümanların bayramlarını kana buladı yine. Kudüs’e, Mescid-i Aksa’ya saldırdı. Kadın yaşlı demeden kurşun sıktı Aksa’yı korumak için Aksa’nın içinde adeta etten duvar ören masum insanların üzerine!
Ardından Gazze’ye saldırdı, katliam yapıyor, ülkesini kontrollü kaosun eşiğine sürüklüyor seçimleri kazanabilmek için!
İNSANLIĞIN BİTTİĞİ ÂN: MESCİD-İ AKSA’DA ÇOCUKLARIN KATLEDİLMESİ!
Her zaman Müslümanların bayramlarını cehenneme çeviriyor ve ne kadar aşağılık mahluklar olduklarını dünya âleme ispat ediyorlar!
Düşünsenize... Aksa Camii’ni ateşe veriyorlar, çocukları öldürüyorlar ve kudurmuşçasına dans ediyorlar!
Nedir bu?
İnsanlığın bittiği ândır!
Azgın Yahudiler, bu barbarlıklarından, insanlıktan çıkan aşağılık davranışlarından ötürü tarih boyunca her türlü cezalandırılmayı, her türlü sürgünü hak ettiler!
Şimdi de hak ediyorlar!
Ama öylesine esir almış durumdalar ki dünyayı, dünya ülkelerini, liderlerini, elitlerini, medyalarını, her şeyi ve herkesi kölecesine kullanıyorlar kendi çıkarlarına hizmet etmek; kendi vahşiliklerini örtbas etmek; kendi işgallerini, tecavüzlerini, zorla insanları evlerinden, yurtlarından atma, bunun için her tür barbar yola başvurma saldırganlıklarını normal göstermek için!
İNSANIN NUTKUNUN KESİLDİĞİ ÂN: ÇOCUK KATİLLERİNİN DESTEKLENMESİ!
Dünyayı, dünya ülkelerini, yöneticilerini esir almışlar, kölecesine kullanıyorlar, dedim.
ABD Devlet Başkanı Joe Biden, Mescid-i Aksa önünde çocukların, bebeklerin, kadınların, gencecik insanların hunharca katledilmelerine isyan edeceğine, işlediği katliamlarla terör devleti olduğunu ispat eden İsrail’i, İsrail’in gözü dönmüş yöneticilerini kınayacağına ve sivillerin katledilmesine son verilmesi çağrısı yapacağına, ne kadar ruhsuz olduğunu ispat edercesine, “İsrail’in kendini savunma hakkının yanındayız” diye iğrenç ve ürpertici bir açıklama yapabiliyor!
Diğer Batı ülkeleri de aynı şekilde!
Nedir bu?
Batı uygarlığının, ahlâken tefessüh ettiğini, güçlü olanın zayıf olana karşı her tür aşağılık ve barbar davranışını normal görerek aslında insanlık suçu işlediğinin göstergesidir bu.
Seküler-Kapitalist Batı uygarlığı, insanlık düşmanıdır.
İnsanlığın insanca bir dünya kurabilmesinin önündeki en büyük takoz Siyonistlerin işlediği insanlık suçlarını hem meşrulaştıran hem de üstünü örten tutumlarıyla kapitalist Batı uygarlığıdır. İnsanlığa karşı işlenen suçları meşrulaştırdığı ve üstünü örttüğü için de suç ortağıdır ve insanlık suçu işlemektedir.
MARX’IN YAHUDİ’Sİ: EN SON VE EN SOFİSTİKE KAPİTALİST’İ!
Marx, “Yahudi Sorunu” kitabında, “dünyanın en son ve en sofistike kapitalisti, Yahudi’dir” derken, ne kadar haklıydı, şimdi daha iyi anlıyoruz artık.
En sofistike kapitalist, yani azgın Yahudi, bütün kutsalları hiçe sayarak paraya, güce ve dünyaya tapan; gücü ele geçirmek için her tür gücün önünde önce boyun eğen, sonra da gücü ele geçirince kendi gücü önünde herkese boyun eğdiren ve nihayet hedefe varmak için her yol mübahtır, diyen ruhsuz, Makyavelist kişi.
Bu kapitalist Yahudi tipi dünyaya hükmediyor, dünyanın kanını emiyor ve İslâm dünyasına kan kusturuyor!
İslâm dünyasına kan kusturuyor; çünkü bu ruhsuz tür’ün haksızlıklarına, zulümlerine sadece Müslümanlar direniyor; kapitalizme karşı en güçlü teorik ve pratik meydan okuma hem Müslümanların kitabı Kur’ân’dan ve bunun Hz. Peygamber’le (sav) temelleri atılan tarihte uygulaması olan İslâm medeniyetinden hem de Yahudi kapitalist kişisi’nin zulümlerine direnen günümüzdeki Müslümanlardan geliyor.
İslâm, Yahudilerin, Yahudi kartellerin kontrolündeki vahşî kapitalizmin en büyük düşmanı. O yüzden İslâm’ın nuru söndürülmeden ve Müslümanlar Yahudi kapitalist’in azgın ve sapkın sömürü düzeni önünde diz çökmeden Yahudi kapitalistine huzur yok!
TARİH, SİYONİST AZGINLARDAN HESAP SORACAK BİR KEZ DAHA!
Siyonist Yahudiler, kendi azgınlıkları yüzünden tarihin önünde diz çökecekler bir kez daha!
Çocuk katillerinden tarih hesap soracak çünkü!
Masum kadınlara, gencecik delikanlılara yapılan zulüm, tecavüz ve katliamdan tarih hesap soracak çünkü!
Elindeki ürpertici nükleer silahlarla, dünyanın bütün kurumlarını kendi çıkarları için kullanabildiği azman gücüyle, dünyanın bütün devletlerine önünde diz çöktürdüğü küresel kapitalist sistemin ağababalarıyla işlediği insanlık suçlarından, köleleştirmelerden, işgallerden tarih hesap soracak çünkü.
Dünyanın, “azgın Yahudi sorunu” var.
Dünya ölçeğinde kontrol ettiği para, libido ve kültür endüstrisini, dünyayı aptallaştırmak, uyuşturmak ve sürüleştirmekte kullandığı için tarih hesap soracak çünkü “en son ve en sofistike kapitalist Yahudi”den!
Hangi tarih?
Bizim yapacağımız tarih, elbette ki!
Biz yani!
Burada aslâ Yahudi düşmanlığı yapmıyorum. Her tür gücü ele geçiren Siyonist gücün, insanlığı köleleştirdiğine, dünyanın yüzleşmesi gereken bir “azgın Yahudi sorunu” olduğuna dikkat çekiyorum. Masum Yahudiler masumdur; o kadar. Kaldı ki, Yahudilerden de bu azgın Siyonistlere isyan eden gruplar var.
*
Zorlu bir bayram geçiriyoruz. Doğu Türkistan’dan Kudüs’e kadar yüreğimiz yangın yeri!
Ama bayramı diriliş ve kardeşlik vesilesi yapmaktan geri durmayacağız. Bütün okuyucularımın Ramazan Bayramı’nı en kalbî duygularımla tebrik ediyorum.
Kudüs ölmeyecek, aslan düştüğü yerden kalkacak...
Yusuf Kaplan
16/05/2021 Pazar
Yahudilerin hedefi, Arz-ı Mev’ûd yani Vadedilmiş Topraklar. Fırat ve Dicle arası ve ötesi...
Bunun gerçekleşmesi, Türkiye’nin güneyi dâhil yarı kıta görünümündeki Arabistan Yarımadası’nın kuzeyinin fiilen Yahudi egemenliğine girmesi demektir. Buna Mekke ve Medine’nin kalbini oluşturduğu Hicaz yöresi de dâhildir!
KUDÜS, BİTKİSEL HAYATTA AMA ÖLMEYECEK!
Ne demek bu, peki?
İslâm dünyasının intiharı demektir, tarihten silinmesi yani! İki asır önce tarihten çekilmişti İslâm dünyası, şimdiyse tarihten silinme tehlikesiyle karşı karşıya...
Ama tarihten silinmeyecek!
Burası, Latin Amerika’nın ve Asya’nın sadece içe dönük yoğunlaşma ve derinleşme yaşayan bir kanadı kırık medeniyetlerinin kolay teslim alınabilir, kırılgan, korunaksız dünyası değil.
Burası, önce olabildiği ölçüde içe, öze, sonra da göklere açılan hem iç’in hem dış’ın titreşim alanlarında aynı anda nefes alıp veren, gidip gelen, fokur fokur kaynayan, her dem diri her dem diriltici çok katmanlı, dirençli ve delişmen dünyası yeryüzü coğrafyasının.
İçini imar ederek dışını inşa eden, ardından insanlığı ve varlığı ihya ederek kendine getiren bütün medeniyetlerin kavşak noktası, mülk âleminden melekût âlemine kanat çırpan aşkın / metafizik zirvesi.
Kudüs, işte bu kavşak noktasının nümûne-i imtisâli, en kâmil misâli(ydi) dârü’l-İslâm’ın atan kalbi iken...
Şimdi kalbi, bitkisel hayatta; durmaya ramak kalmış durumda İslâm âleminin. Kudüs, esir çünkü. Kudüs öksüz çünkü. Kudüs yaralı, bir kanadı kırık çünkü.
Ama kimsesiz değil Kudüs.
Bitkisel hayatta ama ölmemek için direniyor.
Kudüs ölürse, İslâm âlemi ölür, tarihten silinir.
İslâm âleminin ölmemesi için, Kudüs’ün kalbi dirilmeli ve insanlığı diriltip kendine getirecek uzun soluklu bir yola çıkmaya hüküm giymeli Kudüs...
KUDÜS’Ü İSTANBUL KENDİNE GETİRECEK YENİDEN!
Kudüs’ü, İstanbul kendine getirebilir. Kudüs’e İstanbul kol kanat gerebilir.
İstanbul kendine gelir de ayağa kalkabilirse yeniden...
Hiç şüpheniz olmasın ki, kendine gelecek İstanbul, dün olduğu gibi yarın da hem İslâm âlemini kendine getirecek ve ayağa kaldıracak hem de insanlığa adalet, hakkaniyet ve medeniyet dağıtacak...
Aslan düştüğü yerden kalkacak.
İstanbul’u bekle ey Kudüs! İstanbul’un toparlanmasını ve seni, beni, hepimizi toparlayacak fikir, zikir ve oluş çilesini tamamlamasını...
İslâm âlemi tarihten çekildi; yaşıyor mu sanki, demeyin!
Tarihten çekildi ama tarihten silinmedi, ölmedi.
Ölmeyecek...
Küllerinden doğacak yeniden.
Bu kez bütün insanlığı diriltici hakikat medeniyeti yolculuğunu gerçekleştirmeye koyulacak...
Şu hâliyle bile Yahudi zulmüne ve emperyalizme direnen tek coğrafya, merkezinde Filistin’in, daha geniş düzlemde ise stratejik olarak merkezinde Türkiye’nin bulunduğu İslâm coğrafyası sadece.
Filistin direnişi, sadece Filistinlilerin değil insanlığın haysiyetini koruyan bir direniştir.
İnsanlık, insan olma ve insan kalma haysiyetini ve husûsiyetini Filistinlilere borçludur! Filistin’lere yani çilekeş Müslümanlara!
Filistin’de çocukları katlediyor İsrail’in ruhsuz kâtilleri.
Kundaktaki masum bebekleri, sokaktaki günahsız çocukları!
Yer gök inliyor masumların âhlarıyla, yüreği yangın yerine dönen anaların çığlıklarıyla...
Zulmün zifiri karanlığı bu!
Şafağın atacağı ân’a az kaldı...
ASLAN, DÜŞTÜĞÜ YERDEN KALKACAK, HAKİKAT BAYRAĞINI DALGALANDIRACAK...
Şafak atacak...
Aslan, düştüğü yerden kalkacak: İstanbul ayağa kalkacak.
Filistin, direnişin kalesi.
İstanbul, dirilişin kulesi.
Türkiye, kimsesizlerin kimsesi, mazlumların sesi, zorbaların kartal pençesi.
Ses geçirmeyen duvarı.
Dirilişin ön açıcı, yılmaz, yıkılmaz neferi.
Özetle... Türkiye, bin yıl tarihte oynadığı, kurucu, konumlandırıcı ve koruyucu rollerini yeniden oynayabilecek sosyal ve rûhî / psiko-kültürel dinamizme kavuştuğu için Siyonistlerin güdümündeki küresel Yahudi kapitalist gücünün önündeki gerçek tarihî ve kültürel direnç duvarıdır.
Ruhunu İslâm’ın yoğurduğu Türkiye aşılmadan Siyonistler bu toprakları nihâî olarak işgal edemeyecek, buradaki halkları köleleştiremeyecekler!
İsrail katliamına en güçlü, en sahici tepki Türkiye’den geldi: Bu ülkenin Müslüman halkı, salgın-malgın demedi, gece gündüz demedi İsrail Konsolosluğu’nun önünde demirledi!
Bu ülkenin müslüman halkının yangın yerine dönen yüreği, hem manevî olarak mazlum Filistin halkının yanında olduğunu gösterdi hem de Türkiye’nin adım adım gelişini besledi...
Türkiye’yi devre dışı bırakmak, one minute’le başlayan liderlik rolünü bitirmek için İran kurtarıcı olarak hazırlanıyor...
Fakat artık çok geç...
Türkiye, maddî bakımdan, savunma sanayii bakımından bağımsızlığını ilan etmek üzere...
Sırada manevî (eğitimde, düşüncede, kültürde, sanatta, medyada) tam bağımsızlığına giden uzun soluklu medeniyet tasavvuru yolculuğu var...
Üstad Necip Fazıl’la çıkılan yolculuk, alttan alta derinleşerek, gelişerek ve kökleşerek sürüyor...
Bu yolculuk kıvamını bulacak, öncülerini ve eserlerini çıkaracak, önümüzü açacak inşallah...
Biz, geleceğiz... Biz gelince, emperyalistler defolup gidecek!
Biz, “bekleneniz”. Filistin’deki genç şehidin tabutuna sarılan Türk bayrağı, bizim “beklenen” olarak görüldüğümüzün çarpıcı semiyolojik göstergesidir.
Bütün azmanlıkları, azgınlıkları ortadan kaldıracak, insanlığa yeniden insanca, hakça bir dünya kuracak hakikat medeniyeti yolculuğunu biz armağan edeceğiz.Filistin katliamını durduracak ve oyunları bozacak dörtlü bir stratejik ittifak önerisi
Yusuf Kaplan
17/05/2021 Pazartesi
Seküler-kapitalist dünya sistemi, iki aktörün eseri: İngilizler ve Yahudiler.
Bütün dünya da bu iki aktörün esiri.
İngilizlerin gücü, yüzyıl öncesine nazaran çok zayıflamışsa da, çağdaş dünyanın stratejik ve tarihî derinliğini İngilizler oluşturuyor.
KÜRESEL SİSTEMİN SAHİBİ YAHUDİLER, KARAKUTUSU İNGİLİZLER
Kapitalist sistemi İngilizler kurdu ama sisteme daha sonra Yahudiler el koydu İkinci Dünya Savaşı’ından ve Yahudi soykırımından sonra.
Küresel sistemin sahibi Yahudiler ama hafızası, karakutusu İngilizler.
İsrail, varlığını İngilizlere borçlu. Filistin’de Yahudi devletini kurduranlar İngilizler. İngilizler, niçin Yahudi devleti kurdurdular ve bunu niçin Filistin’de yaptılar, peki?
Kapitalist sanayi devrimlerinin (özellikle fabrika, demir-çelik devriminden oluşan) ilk ikisinin babası İngilizler. Elektronik devrimle başlayan, bilgisayar devrimi ile dijital devrime evrilen son ikisinin babası ise Amerika’daki Yahudiler!
İNGİLİZLER, İSRAİL’İ NİÇİN KURDURDULAR?
İsrail devletini İngilizler kurdurdular; bir kaç gerekçeyle...
Birincisi, gelişen kapitalist sistem, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Amerika’daki Yahudilerin kontrolüne geçiyordu: İngilizlerin dünya üzerindeki hegemonyalarının sonunun başlangıcı demekti bu.
Bunun ilk göstergesi, İngilizlerin (İngiliz sermayesinin) Amerika’dan sürülmesi oldu.
İngilizler, kapitalist sisteme derinden nüfûz edebilmek için Yahudileri Filistin’de kurdurulan İsrail devletiyle meşgul etmek istediler. Kapitalist sistemin stratejik kalelerini birer birer düşürdüler.
İkinci olarak, kapitalist küresel sistemi ele geçirmeye çalışan Yahudilerle iyi geçinerek sisteme derinlemesine sızdılar!
Üçüncü olarak, küresel kapitalist sistemin önündeki en büyük takozu, Osmanlı’yı Yahudilerle birlikte tarihten uzaklaştırdılar.
Gelinen noktada, Yahudi gücü Amerika’ya kesinkes yerleşti.
İngilizlerin küresel sistem üzerindeki hâkimiyeti büyük darbe yedi.
İngilizleri Amerika’ndan kovan Yahudiler, 1948 yılında İsrail devletinin kurulmasından bu yana, 70 yıl içinde, önce askerî olarak, sonra siyasî olarak, son olarak da ekonomik olarak İngilizlerin Arap dünyası üzerindeki sarsılmaz hegemonyasına büyük darbe vurdular ve hatta İngilizleri Amerika’dan sonra Arap dünyasından da kovdular.
İRAN’IN ÖNÜNÜN AÇILMASI VE TÜRKİYE’NİN DEVRE DIŞI BIRAKILMASI
Bununla birlikte, İngilizler, bölgenin kritik ülkelerine pek çok bakımdan hâkim: İran’a kısmen ama Suudi Arabistan ve Mısır’a ise kesinkes.
İran, asıl İsrail’in ve Amerika’daki Yahudi gücünün müttefiki. Siz, İran aleyhindeki söylemlerin sadece İran’ın önünü açmak için geliştirildiğini göremiyorsanız, bölgede yaşanan sorunların hiçbirini doğru okuyamazsınız.
İsrail de, Amerika’daki Yahudi gücü de, Avrupa da, Batı uygarlığının korkulu düşmanı Ehl-i Sünnet omurganın en güçlü tarihî temsilcisi Türkiye’nin devre bırakılması, “one minute” ile elde ettiği liderlik konumunun yıkılması ve İran’ın İslâm dünyasını temsil eden tek aktör konuma yükseltilmesi için çalışıyorlar!
Humeyni rejimini yıkmadılar ama Mısır’da İhvan iktidarına tahammül bile edemediler!
Filistin’de hep bu yapıldı: İran hep “kurtarıcı” yapıldı ve böyle böyle İran’ın önü açıldı.
Şimdi de aynı senaryo sahnelenecek. Hamas lideri, sadece ve özellikle İran’a teşekkür etti bayram mesajında!
Bu mezhebî bir analiz değil. Stratejik bir analiz. İslam dünyasının bu kadar perişan olduğu bir zaman diliminde mezhebî analiz yapamam. Ayrıca ben Türkiye’nin şu an olduğu gibi İran’la ilişkilerinin güçlü olmasını ve İran’ın Batılıların kucağına itilmemesi gerektiğini söyleyip duruyorum yıllardır.
Hedef, İran’ın öne çıkarılması, bölgeye hâkim kalınması ve İslâm dünyasının ana omurgası olan Ehl-i Sünnet dünyanın esir alınması, elinin kolunun bağlanması.
Bu arada Vehhâbī Suudlar, Ehl-i Sünnet’i temsil edemezler. O yüzden İran’ı mağdur duruma düşürmek için hep Suudlar kullanıldı, Suud kökenli terör örgütleri İran’ın üzerine salındı, böylelikle İran’ın önü açıldı.
TÜRKİYE, PAKİSTAN, MISIR VE KATAR STRATEJİK İTTİFAKI
Filistin’de büyük bir katliam yaşanıyor. İsrail, terör devleti olduğunu bir kez daha ispatladı. Katledilenlerin üçte biri çocuk!
Bu katliamın derhal durdurulması gerekiyor!
Burada Türkiye, Pakistan, Mısır ve Katar müşterek bir girişimde bulunmaya çalışıyorlar.
Ama bu girişim, özellikle Türkiye ile Mısır’ın buzları eritmesi, birlikte hareket etmesi, başta İsrail olmak üzere küresel sistemin ağababalarını çılgına çevirmeye yetti.
Mısır’la ilişkilerimiz kopmamalı; başından beri bunu yazıyorum. Koparsa, bölge müşterek stratejiler geliştiremez ve emperyalistleri defedecek büyük askerî, siyasî, ekonomik ve kültürel ittifaklar kuramaz.
Onun için İsrail ve Batılı ülkeler Mısır’a baskı yapıyorlar, Türkiye ile ilişki kurmaya çalıştığı için.
Asıl oyun o zaman bozulacak çünkü.
İsrail’in bölgedeki zorba hegemonyasına darbe ancak o zaman vurulacak. Ve İsrail’in güdümlü kanton devletçileri kurmasının önüne geçilmiş olacak.
Ve Filistin o zaman nefes almaya başlayacak...
Bu dörtlü işbirliği girişimi, stratejik bir ittifaka dönüştürülmeli ve bu stratejik ittifak, her alanda işbirliği imkânlarını geliştirecek köklü adımlar atmalı.
Şimdilik Filistin katliamını durdurmanın ve İsrail’in gücünü kırmanın en kalıcı ve makul çıkış yolu bu.
.Çok yönlü bir kuşatma var! O yüzden mevzi vatandır, gerisi teferruattır!
Yusuf Kaplan
23/05/2021 Pazar
Türkiye, kuşatılıyor...
Güneyden, kuzeyden, doğudan, Ege’den...
Ve içeriden...
Türkiye’nin içeriden de kuşatılması çok tehlikelidir.
Dışarıdan gelen her tür saldırıdan daha tehlikelidir bu.
MUHALEFET, BU KADAR BASİRETSİZ OLMADI BU ÜLKEDE!
Bir muhalefet liderinin, İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in, ülkenin Cumhurbaşkanına Netanyahu benzetmesi yapması, aslâ kabul edilemez çok büyük bir aymazlık ve basiretsizlik örneğidir. Duyunca şok oldum, doğrusu! Hatasını telafi eder diye bekledim ama olmadı. Akşener’e yakışmadı bu. Özür dilemeli Akşener! Yoksa bunun bedelini sandıkta ağır öder!
Ana muhalefet partisi lideri Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı Erdoğan›ı, meşrû, halkın seçtiği bir Cumhurbaşkanı olarak görmemesinin, daha da vahimi, sürekli “diktatör, diktatör” diye yaftalamasının da ne kadar ürpertici bir aymazlık ve basiretsizlik örneği olduğunu önceki yazımda tartışmıştım.
Bu iki örnek, Türkiye’nin sadece dışarıdan değil aynı zamanda içeriden de kuşatıldığını gösteriyor...
HDP’nin, küresel sistemin şamar oğlanı olarak Türkiye’yi içerden destabilize etmekte ve parçalanmanın eşiğine sürüklemekte tepe tepe kullandığı PKK terör örgütünü kınamak ve bu toplumu aşağılayıcı “Ermeni soykırımı” iftirasını şiddetle eleştirmek yerine, iğrenç açıklamalar yapması da Türkiye’nin içeriden kuşatılmasının bir başka ürpertici örneğidir.
Merak ettiğim soru şu: Bu muhalefet partileri, geliştirdikleri sadece Erdoğan’ı göndermek odaklı bu talihsiz dille ve yaklaşımla, ülkeyi dışarıdan kuşatan ve önlerinde yeniden diz çöktürmek isteyen emperyalist güçlerin ekmeklerine yağ sürdüklerini görmüyorlar mı acaba?
Eğer görmüyorlarsa, ülkede ve bölgede oynanan oyunları, Türkiye’nin medeniyet coğrafyasında her bakımdan öncü bir rol üstlenerek toparlanma girişimlerini önlemek için Türkiye’yi dışarıdan dört bir taraftan kuşattıklarını göremiyorlarsa, neyi görüyorlar acaba, diye sormak istiyorum.
Eğer görüyorlarsa, daha vahim bir durumla karşı karşıyayız demektir! Bu durumda buna göre dışarıdan yapılan kuşatmaya paralel içeriden kuşatmayla destek verdikleri anlamına gelir bu. Ki bunun ne anlama geldiğini söylemeye bile dilim varmıyor.
Bu ülkeye yazık ediyorlar!
Muhalefet, elbette ki, hükümeti, uygulamalarını eleştirecek. İktidarın gücü, güçlü bir muhalefete sahip olabilmesiyle doğru orantılıdır.
Üç örnek de muhalefetin ülkeyi cehenneme sürükleyecek bir basiretsizlik örneği sergileyebileceğini gösteriyor. Ki bu, muhalefet için kara bir leke olarak tarihe geçecektir ve ülkemizin geleceği adına da ürperticidir.
MUHALEFET, EMPERYALİSTLERİN EKMEĞİNE YAĞ SÜRERSE...
Düşünün...
Ülkenin ana muhalefeti, cumhurbaşkanını meşrû olarak görmüyor! Bu yetmiyormuş gibi, cumhurbaşkanını “diktatör” olarak yaftalıyor, küresel sistemin Türkiye üzerinde uyguladığı Saddamlaştırma projesine su taşıyor!
İnanılır gibi değil!
Saddamlaştırma projesi, Türkiye’nin bir diktatör tarafından yönetildiği, müdahale edilmeye müsait bir ülke olduğunun ilan edilmesidir bütün dünyaya!
Böyle bir projeyi Kılıçdaroğlu görmüyor olabilir mi, etrafındaki CHP elitokrasisi görmüyor olabilir mi!
Ülkenin içerden kuşatılmasının çok tehlikeli bir örneğidir bu!
Tarih, böyle bir tezgâhı aslâ affetmez! Sadece tarih değil, millet de, elbette!
Mazlumların umut olarak baktığı ülkenin cumhurbaşkanı Erdoğan’ın terör devleti İsrail’in eli kanlı başbakanıyla özdeşleştirilmesi, Türkiye’nin dışarıdan hedef hâline getirilmesi için meşrûlaştırma aracına dönüştürülebilir!
Ve üçüncü olarak kendisi terörle yüzleşmesi gereken HDP’nin emperyalistlerin ağzıyla konuşarak “Türkiye’nin Ermeni soykırımı ile yüzleşmesi gerekir” şeklinde bir açıklama yapabilmesi, ürperticidir ve ülkenin içerden kuşatılmasına katkı sunmaktan başka bir anlam ifade ermez!
Muhalefet güçlü olmalı. Ülkenin içeriden kuşatılması için basiretsizce ve ürpertici açıklamalar yapmak muhalefeti güçlü kılmaz, aksine, gülünç ve acıklı kılar!
Sözün özü: Muhalefet, ülkeyi dört bir taraftan kuşatan emperyalistlerin işlerini kolaylaştırmak anlamına gelecek bir içeriden kuşatma operasyonuna hem malzeme olmamalı hem de malzeme sunmamalıdır!
Aksine dört bir taraftan gerçekleştirilen bu kuşatmaya karşı yekvücut olmalı, dimdik durmalı, emperyalistlerin iştahlarını kursaklarında bırakmalı, ülkeyi kuşa kurda yem etmeyecek kadar Türkiye’den yana olduğunu açıkça ilan etmelidir!
KÜRESEL OPERASYONA KARŞI TEK YÜREK TEK BİLEK OLACAĞIZ!
Türkiye, iğrenç bir küresel operasyonla karşı karşıya!
Dört bir taraftan kuşatılmış durumda. Dış kuşatmaya karşı bir de içeriden kuşatma operasyonu yiyoruz!
Ülke art arda patlatılan skandallarla kaosa sürüklenmeye ve yönetilemez algısı oluşturularak müdahaleye hazır hâle getirilmeye çalışılıyor!
Buna sessiz kalınamaz!
İdeolojik / siyasî farklılıklarımızı unutacağız!
Türkiye’yi hallaç pamuğu gibi savuracak küresel saldırıyı tek yürek tek bilek olarak püskürteceğiz!
Mevzi, vatandır.
Gerisi, teferruattır.Sosyal medya, kitlelerin afyonudur!
Yusuf Kaplan
24/05/2021 Pazartesi
Kültür, kabaca, insanın ürettiği şeydir. Popüler kültür, insanı üreten, şekillendiren, bir kalıba sokan, yüzeye hapseden, bir çöp gibi önüne katıp sürükleyen, tek tip robotlaşmış tipler üreten bir “şey”. İnsanı, hakikati, hayatı şeyleştiren, anlamsızlaştıran, ruhsuzlaştıran, estetize edici bir dille, ayartarak yok eden bir “şey”.
Kültür, insanın eseridir.
İnsansa, popüler kültürün esiri.
GENÇ KUŞAKLARI, SOSYAL MEDYA ÇÖPLÜĞÜNE GÖMMEK!
Popüler kültür, küfürdür, demiştim.
Küfürdür; kendini dayatır, insanı ayartır, tüketir, dünyadan, dünyanın sorunlarından uzaklaştırır, hakikatin üstünü örter, hakikat benim der, kendini “yegâne gerçek benim” diye satar.
Sorun, sosyal medyada İslâmî içerik üretmekle çözülecek bir sorun değildir; sorun, formun, normunu dayatması, insanın zihin setlerini, davranış biçimlerini dönüştürmesidir. Önce felsefî olarak bunu anlamamız gerekiyor. Bunu anlamadan İslâmî içerik üretiyorum, diyerek, gömersek genç kuşakları sosyal medya çöplüğüne, zokayı yutarız, popüler kültürün köleleri hâline getirmekten başka bir şey yapmış olmayız!
Popüler kültürle uğraşıp da popüler kültürü dönüştürmek mümkün değildir, form çok güçlü, çok ayartıcı, çok kamplaştırıcı, çok pornografik, çok adrenalini tırmandırıcı... o yüzden popüler kültür seni beni hepimizi dönüştürür. Bunu, bileceğiz öncelikle.
Ne yapacağız, peki?
Uzak durmayacağız popüler kültürden, popüler kültürün mecrası sosyal medyalardan.
Uzağında duracağız.
Zararlarını öğrenip, gösterip zararlarından uzaklaştıracağız çocuklarımızı.
Ve şunu asla unutmayacağız: Bütün sosyal medya formları, 4-5 senelik bir ömre sahiptir, bilemediniz 8-10 senelik bir ömre...
Hepsi değişecek ve bizi de değiştirip dönüştürecek...
BİZ GEÇİCİ OLANA DEĞİL KALICI OLANA TALİBİZ!
Biz, Müslümanlar olarak geçici olana değil kalıcı olana yoğunlaşacağız; hakikatin izini süren bir topluluk olacağız, hakikatin izini sürebilmek için de ilme, irfana, hikmete odaklanacağız; çağı iyi tanıyacak ve bizim çağrımızın çağını kurmasını sağlayacak zihnî donanımı inşa edecek kapsamlı bir medeniyet fikriyatı inşası yolculuğuna soyunacağız...
En iyi yapacağımız şey, dijital dünyanın şifrelerini çözmek, olabilir sadece; insanları sosyal medyanın çöplüğüne gömmek değil!
Bunu yapamayız.
Bu bizim intiharımız olur.
Kendi ayağımıza kurşun sıkmamız.
Özellikle ailelerin bilinçlenmesini sağlamalıyız nasıl bir çöplüğe yuvarlandıkları konusunda çocuklarının.
Dijital okuryazarlık derslerine ihtiyaç var millî eğitimde.
POPÜLER KÜLTÜR NEDEN KİTLELERİN AFYONUDUR?
Sosyal medyanın popüler kültür çöplüğüne dönüşmesi normal.
Bu, küresel, siyasî bir projedir: Kitleleri sosyal medya çöplüğüne gömerek, dünyadan, dünyanın sorunlarından uzaklaştırmak, popüler kültürü üreten ve yayan bu mecraları narkoz etkisi yapacak şekilde kullanmak!
Böylelikle kitleleri, özellikle de genç kuşakları hem hız, haz ve ayartının kölesi hâline getirerek kültürsüzleştirmek, dolayısıyla barbarlaştırmak hem de dünyadan ve hayattan uzaklaştırarak dünyayı daha kolay sömürmek.
O yüzden popüler kültür, kitlelerin afyonudur. Kitleleri, özellikle de hayatın akışında en etkin, dinamik ve belirleyici roller oynayacak gençleri uyuşturarak, haksızlıklara, zulümlere, yıkımlara isyan etme enerjilerini yok ederek dünyayı daha rahat sömürmek.
Kitleleri, özellikle de genç kuşakları sosyal medyaya, dijital dünyaya gömerek, haksız, zorba, ruhsuz tekno-pagan küresel kapitalist düzenin yağ gibi işlemesini sağlamak..
BU ONTOLOJİK YIKIMA VE YOK OLUŞA BİZ “DUR!” DİYEBİLİRİZ SADECE!
Kitleleri, genç kuşakları popüler kültür mecralarıyla uyuşturan bu barbar hegemonyaya “dur!” diyecek bizleriz sadece; her hâl ve şartta hakikatin izini sürerek insanlığın insanca yaşayacağı bir medeniyet fikrini insanlığa armağan edecek öncü kuşaklar yetiştirmek için çırpınan Müslümanlar.
Çağı iyi tanıyacak, sonra da çağı tanımadığını ilan edecek ümmîleşmiş / çağrısı çağını kuracak fikir, oluş ve varoluş çilesi çeken, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan çağımızın “şafak yağmurları” öncü kuşaklar.
Özetle: Ben zihnî, kültürel, ahlâkî bakımdan dekadansın (tefessühün, çürümenin) cirit attığı sosyal medya çöplüğüne gömülerek yeni Gazâlî, yeni Sinan, yeni Itrî, yeni İbn Arabî karakteri yetiştiremem!
Olacak iş değil bu!
Oysa biz, yeni Gazâlî, İbn Sina, el Cezerî, Sinan, Itrî karakterleri yetiştirebildiğimiz zaman hem umut olabiliriz hem de umut sunabiliriz insanlığa....
Dijital dünyanın dilini, doğasını ve felsefesini kavrayamayanlar ne kadar farklı içerikler üretirlerse üretsinler dijital dünyanın kölesi olmaktan kurtulamazlar. Form, normunu dayatır çünkü.
Meselenin püf noktası burasıdır. Form normunu dayatır: Popüler kültürle, sosyal medya mecralarıyla bir medeniyet inşa edilemez!
Popüler kültürle, sosyal medya mecralarında işim yok benim, benim kütüphaneden çıkmamam lazım.
Dünyayı değiştirenler insanlar, kütüphaneden çıkmayan, kütüphaneyi yurt belleyen, insanlığın umudu olan, o yüzden de binlerce yıl yaşayan, derin nefes alan insanlardır.
Diğerleri kapitalist vahşî canavarın zavallı avlarıdır, narkoz yiyen, zihinleri uyuşturulmuş köleleri.Sahibini arayan ülke...
Yusuf Kaplan
28/05/2021 Cuma
Türkiye, sözümona “modernleşme” tarihimizin başlangıcından bu yana uzun bir geçiş süreci yaşıyor. Geçiş sürecini bu kadar uzun yaşayan başka bir ülke yok yeryüzünde. Dün, kolonyalistler tarafından her bir şeyleri tarumâr edilen ülkeler bile, bugün şu ya da bu şekilde de olsa, mecralarını bularak, kendi kaderlerini kendileri belirleme sürecine çoktan girmiş durumdalar.
Ancak Türkiye, geçiş süreci olarak adlandırılan şeyin bile henüz ne olduğuna karar verebilmiş, bu konuda toplum tarafından meşrû kabul edilen, toplumun iradesinin ülkenin sorunlarını belirleyebildiği bir normalleşme sürecine girmeyi başarabilmiş değil.
SORUNLARIMIZLA YÜZLEŞEMEZSEK KANGRENE DÖNÜŞEBİLİR
Türkiye’de geçiş (veya modernleşme) sürecini başlatan elitler, bu süreci topluma rağmen, toplumun iradesini, dinamiklerini ve yüzyılların mücadelesiyle ortaya koyduğu zengin medeniyet birikimi ve deneyimini hiçe sayarak, tepeden, jakoben yöntemlerle başlattıkları için 150 yıl önce yaşadığımız sorunları bugün aynen yaşamayı sürdürüyoruz.
Tabii bu durum, ülkenin son derece yapay ve zoraki olarak icat edilen sorunlarla boğuşmasına, bir türlü rahat bir nefes alamamasına yol açıyor; dolayısıyla toplum olarak kendi ayaklarımız üzerinde doğrularak geleceğe daha bir güvenle bakmamızı önlüyor.
Oysa Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı sorunları, takiyye yöntemlerine filan başvurmadan açık yüreklilikle konuşmamız ve tartışmamız gerekiyor. Kendimizle, temel sorunlarımızla yüzleşmeden dün yaşadığımız sorunların bugün ve yarın da aynen, belki de daha da büyüyerek tekerrür etmesini ve kangrene dönüşmesini önleyebilmemiz son derece zordur.
Her şeyden önce, hiç bir toplumun kendi temel medeniyet dinamiklerini, anlam haritalarını, deneyimlerini yoksayarak, karşılaşılan yeni sorunları kalıcı, köklü ve rasyonel bir şekilde çözümleyebileceği ham hayalini artık terketmemiz gerekiyor.
Elbette ki Türkiye’nin değişen dünya şartlarını gözönünde bulundurarak yenileşmesi, pergelin sabit ayağını bizim medeniyet dinamiklerimize basarak çağla ve kendimizle yüzleşmesi ve taze bir hamle, diriltici bir atılım yapması gerekiyor.
Ancak Türkiye’nin, yüzyılların mücadelesi ile oluşan kendi zengin medeniyet dinamiklerini, muhkem tarihî deneyimlerini hiçe sayarak köklü ve toplumda karşılığı olan ve dolayısıyla her bakımdan işlevsel ve meşru olabilecek bir yenileşme projesi geliştirebilmesi tam anlamıyla kuru bir hayaldir; sonu hüsranla sonuçlanacak bir maceradır. Bunun için hem Batı kültürüyle, hem de kendi kültürümüzle rasyonel ve imaginatif şekillerde hesaplaşmamız; sorunlarımızın nerelerden kaynaklandığını ve bu sorunların nasıl çözüme kavuşturulabileceğini enine boyuna tartışmamız gerekiyor.
Yoksa başka toplumların kendi ihtiyaçları doğrultusunda geliştirdikleri modelleri bizim toplumumuza uyup uymayacağına bakmaksızın, üstüne üstlük de bizim temel dinamiklerimizi ve değerlerimizi yoksayarak köklü, uzun soluklu ve topluma nefes aldıracak, bölgemizi ayağa kaldıracak köklü bir medeniyet atılımı geliştiremeyeceğimizi artık bilmek zorundayız.
Aksi takdirde bugüne kadar yaşadığımız sorunların yarın daha da azmanlaşmasını önleyebilmemiz son derece zor olacaktır.
TOPLUMA KARŞI ELİTOKRATİK TERÖR
Türkiye’’de bir avuç elitin uygulamaya çalıştığı modernleşme / sekülerleşme projesi, toplumu, kültürü, tarihi ve medeniyet tecrübemizi ve ruh köklerimizi hiçe saydığı için, bugün tam bir meşruiyet ve hegemonya krizi yaşıyor. Hemen her ciddi konuda toplumla elitlerin taleplerinin karşı karşıya gelmesi önlenemiyor. Bu son derece tehlikeli bir durumdur.
Merkez’deki iktidar aygıtlarına yön veren belli bir azınlığın öncelikleri toplumun öncelikleriyle çelişegeldiği için, çok partili siyasî hayata geçtiğimiz tarihten bu yana toplumun oluşturduğu «çevre››deki güçler’in siyasî, ekonomik ve kültürel talepleri, elitler tarafından hep tepkiyle ve kuşkuyla karşılandı.
Ve jakoben elitler her fırsatta toplumun, ülkenin yönetici bürokratik elitlerinin çıkarlarını ve önceliklerini “aşan” taleplerine karşı kimi zaman darbeler yoluyla, kimi zaman siyasi manevralarla, kimi zaman da medyayı kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak sert tepkiler verdiler, toplumun iradesini bastırmaya çalıştılar.
Toplumun bu tür taleplerini bastırma çabaları, sürgit bir panik psikolojisiyle hayata geçirilmeye çalışıldığı için toplum bu bastırma girişimlerini kendine özgü yöntemlerle devre dışı bırakmayı başardı.
Son olarak 1990’lardan itibaren özellikle RP aracılığıyla toplumun “merkez”e doğru yürümesine karşı askerî ve hukûkî darbeler yoluyla absürt ve primitif önlemler alındı. Medya yoluyla toplumun kimliğine, kültürel dinamiklerine karşı son derece primitif bir psikolojik savaş başlatıldı.
Toplumu, toplumun ruhköklerini, medeniyet dinamiklerini hiçe sayan, toplumun kültürel genlerine ve anlam haritalarına karşı sürdürülen bu çok yönlü savaş sona erdirilmezse, ülkenin çıkmaz sokağa, uçuruma, parçalanmanın eşiğine sürüklenmesi önlenemeyebilir.
***
Tam 22 yıl önce bu sütunda yayınlanan bir yazımı, hafifçe tozunu alarak yeniden paylaşıyorum sizlerle.
Bu toprakları Endülüs’ün kaderine terk etmek istemiyorsak...
Yusuf Kaplan
30/05/2021 Pazar
Modern tarih, seküler / kapitalist Avrupa’nın kurulması ve İslâm’ın / İslâm medeniyetinin durdurulması tarihidir.
Avrupa, İslâm medeniyetinin dünyaya yön veren küresel kuşatmasını yarmadan tarihe giremeyeceğini öğrendi asırlar süren acı tecrübelerden sonra.
Hıristiyan Avrupa, İslâm medeniyetini durduracak entelektüel / felsefī derinlikten yoksundu. Modern Avrupa hem Hristiyan Avrupa’yı tasfiye ederek hem de İslâm medeniyetine karşı güçlü bir meydan okuma geliştirerek kurulabilirdi.
Bunun için ne yapmalıydı Avrupa?
Köklere gitmeliydi, her anlamda.
İyi de güçlü kökler yoktu Avrupa tarihinde: Avrupa tarihi, barbar kavimlerin tarihiydi.
MODERN AVRUPA, NE İLE, NE’YE KARŞI VE NASIL KURULDU?
Çıkış yolu, İslâm medeniyetinden öğrenildi: Greklere ve mahallî köklerine gidebilirlerdi.
Avrupalılar, İslâm medeniyetinin geliştirdiği meydan okumaya Latin köklerine dönerek cevap vermeye çalıştılar önce; ama bu yeterli olmadı. Edebiyat yapıldı kelimenin iki anlamıyla da. Hem “laf ebeliği” hem de “dil icadı” söz konusu oldu.
Sonuçta bu iki çaba da, Avrupalıların; kendilerine güven duymalarını, tabiatı / tabiatın özgür tabiatını ve insanı / insanın özgür iradesini, sui generis / nev-i şahsına mahsus bir varlık olduğu gerçeğini keşfetmelerine imkân tanıdı.
Avrupalılar, Endülüs üzerinden, Sicilya üzerinden, skolastik dönemdeki Paris, Marburg, İtalyan üniversiteleri üzerinden İslâm medeniyetini tanıdıkça, kiliseden uzaklaştılar, Grekleri ve tarihî köklerini keşfettiler.
Hegel’in felsefî kökler icadı, Herder’in tarihî kökler arayışı, Fichte’nin mitolojik destan bulma coşkusu, hem pagan bir modern Avrupa kimliğinin inşasında hem de Müslümanların tarihten uzaklaştırılması sürecinde küçümsenmeyecek roller oynadı.
ENDÜLÜS, NASIL TARİHTEN SİLİNDİ?
Modern pagan Avrupa kimliği inşa edilince Batı hem Hıristiyanlıkla arasına mesafe koydu hem de Müslümanları durduracak ve tarihten uzaklaştıracak yolları bulmuş oldu.
Endülüs, tarihten silindi. Endülüs’ün tarihten silinmesi, sadece Avrupa saldırısının sonucu olarak gerçekleşmedi; Endülüs’ün içerde prenslikler arasında iktidar savaşları ve bunları çözecek teorik bir çıkış yolu bulunamaması da belirleyici rol oynadı. Hem siyasî hem entelektüel parçalanma ve bu parçalanmayı önleyecek teorik çıkış yollarının bulunamaması.
En zayıf ânında Endülüs’e indirilen darbe, Endülüs’ün çökmesiyle değil, tarihten silinmesiyle sonuçlandı.
OSMANLI ÇÖKTÜ, ÇOCUKLARI TARİHTEN SİLİNMEDİ AMA ZİHNEN SÖMÜRGELEŞTİRİLDİ!
Benzer bir sorunu biz de yaşadık. Osmanlı çöktü ama Osmanlı’nın çocukları tarihten silinmedi. Osmanlı coğrafyasında çok daha farklı bir tecrübe yaşandı; çift yönlü bir “operasyondu” bu.
Birincisi, Osmanlı modernleşmesi ile zihnî bir ameliyat yapıldı: Osmanlı, tepeden, kurumsal olarak kendinden uzaklaştırıldı, içten ve içerdeki aktörler eliyle çökertildi. Dışarıdan sadece bir “tekme” vurulması gerekiyordu parçalanması ve tarihten çekilmesi için.
İkinci ameliyat ise Cumhuriyet›le birlikte yapıldı: Zihnî sömürgeleştirme, radikalleştirildi; ülkenin, bu toprakları bize vatan yapan İslâmî kimliği ve ruhkökleri devletten, devletin bütün kurumlarından tasfiye edildi. Böylelikle Batılılar tarafından dışarıdan fiilen sömürgeleştirilmeyen Türkiye içeriden zihnen kendi kendini sömürgeleştirdi.
Modern tarihte, savaştığı düşmanlarını yenmesine rağmen yendiği uygarlığın kültürünü ve kurumlarını benimseyerek kendi kendini tasfiye eden, kendi kendini sömürgeleştiren tek örnek bizim modernleşme / sekülerleşme / İslâm’dan uzaklaşma modelimizdir! Ne model ama!
Bizim yaşadığımız ama celladımıza âşık edilerek epistemik kölelere dönüştürüldüğümüz için göremediğimiz trajik gerçek bu!
Ülke, Batılılaşma sürecine girdirildi, Batılı kurumlara monte edildi, Batı›nın ileri karakolu hâline getirildi.
Türkiye, bu çifte cendereden çıkma mücadelesi veriyor Menderes’ten itibaren geliştirilen yarma harekâtlarıyla... Millet, çocuklarını kurban veriyor art arda... Özal›dan Muhsin Yazıcıoğlu›na kadar. Siyaseten kurban edilen, yaşarken ademe mahkûm edilen Erbakan’a kadar.
Şimdi de Erdoğan›ın 14 Haziran›da ABD Başkanı Joe Biden’la yapacağı görüşme öncesi, Erdoğan’a ve Türkiye’ye karşı mafya üzerinden dizayn operasyonu çekiliyor.
TÜRKİYE’NİN İKİNCİ ENDÜLÜS OLMAMASI İÇİN...
Türkiye’nin varlığını sürdürebilmesi, İslâmî kimliğini ve ruh köklerini koruyabilmesine bağlı.
Biz bu toprakları İslâmî ideallerimiz uğruna kan dökerek vatan yaptık. Bu toprakların elimizden gitmemesi, İslâmî ruh köklerimizi, dünyanın ruhu, mazlumların umudu, zorbaların kâbusu olmamızı sağlayan İslâmî ruhumuzu diri ve canlı tutabilmemize bağlı.
Bizim tarih yapmamızı mümkün kılan ruh da, bütün zorluklara göğüs germemizi mümkün kılan ruh da, bu toprakları vatan yapmamızı mümkün kukan ruh da bu İslâmî direniş, diriliş ve varoluş ruhudur.
Bu ruhu yitirdiğimiz zaman, bu topraklardaki varlık sebebimizi de, bu topraklardaki varlığımızı da ve bu toprakları da yitirmemiz mukadderdir.
O halde bu ruha sahip çıkmak, bunun için de bu İslâmî direniş, diriliş ve varoluş ruhunu eğitim, kültür, sanat hayatımıza adım adım nakşetmek ve bu zorlu medeniyet yolculuğunu gerçekleştirecek öncü kuşakları yetiştirmek zorundayız.
Yoksa bu ülkenin ikinci Endülüs olması tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktan kurtulamayız -Allah muhafaza!Taksim Camii, bağımsızlığımızın sembolüdür!
Yusuf Kaplan
31/05/2021 Pazartesi
Cami deyip geçmeyeceksiniz...
Cami, seküler bir mekân değildir. Ama kilise, seküler bir mekândır: Sadece dinsel âyin yapılır kilisede. Bir şeyin dünyadan ve hayattan koparılması, dinsel alana hapsedilmesi de seküler bir eylemdir.
CAMİ, İSLÂM’IN RUHUNU VE UFKUNU TEMSİL EDER...
Cami, dünyevî ve uhrevî olanın birleştiği, tevhid’in her düzlemde gerçekleştiği çok katmanlı ve çok anlamlı bir zihin, zemin ve zaman dünyasının hayat bulduğu, hayat olduğu ve hayat sunduğu hakikat yurdu ve ufkudur.
Evet, cami, âyin yapılan bir mekân değildir, ibadet edilen bir yerdir.
İbadet, bir âyin yapma eylemi değildir; kulluk bilincinin yeşertilmesidir özene bezene, kulluk bilincinin her şeye nakşedilmesidir sema edercesine, kulluk bilincinin bütün putları yere sermesidir her yerde: Nefs putunu, makam-mevki putunu, para-pul putunu vesaire...
Cami, İslâm’ın ruhunu temsil eder ve İslâm’ın ruhunu kulluk bilincini yeşerterek hayata geçirir.
Kul, köle demek değildir. Kulluk en yüce makamdır. Peygamberimiz önce kul, sonra elçidir. En yüce kul, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz’dir (sav).
Kişi, Rabbine kul olduğu andan itibaren özgürleşir. Tıpkı Lacan’ın her zaman alıntıladığım sarsıcı tespiti gibi, Yaratıcı inancını yitiren bir insan, artık her şeyi tanrılaştırmaya, her şeyin kulu, kölesi olmaya başlar.
CAMİ: AKÎDEVÎ, FELSEFÎ VE SOSYOLOJİK OLARAK TEVHİD’İN GERÇEKLEŞMESİ...
Cami, İslâm’ın ruhunu, kişinin kulluk bilincini gerçekleştirdiği en iyi mekân olarak temsil eder. Cami, bütün Müslümanları birleştirir: Tevhid’in sosyolojik düzlemde etme kemiğe büründüğü yerdir.
Cami, bütün Müslümanları yalnıza Allah’a boyun eğdirir, yalnızca ona yönlendirir: Tevhid’in hem felsefî, hem akîdevî olarak gerçekleştiği yerdir.
Batılılar, oryantalistler bile bu gerçeği epistemik kölelere dönüşen celladına âşık tasmalı çekirgeleri andıran bizim metamorfoz yemiş entelijansiyamızdan daha iyi bilirler. Bizim yabancılaşmış, ülkesine, kültürüne, inançlarına Fransız entelijansiyamız için cami, âyin yapılan bir tapınak’tır sadece.
Cami, tapınak değildir. Cami, hayatın merkezidir. Müslüman hayatının, siyasasının, sanatının, hukukunun, ahlâkının kalbidir.
Cami, kilise gibi bir kurum olmadığı için, bu açıdan manevî olarak Kilise’den daha güçlüdür. Kilise, kurum olarak yani maddî bakımdan varlığını sürdürebilir ama ruhunun yok olması pahasına.
Oysa bütün bir yeryüzü mü’minler için mescid kılınmıştır; mescid, cami ile birlikte, göstergebilimsel açıdan bakıldığında hem akîdevî hem felsefî hem de sosyolojik olarak tevhid’in temsil edildiği bir büyük sembole, güçlü bir anlam haritasına ve anlamlandırma pratiği mekanına dönüşmüştür.
.Sahabe ruhlu “şafak yağmurları” öncü kuşaklar olmadan aslâ!
Yusuf Kaplan
7/06/2021 Pazartesi
Şu an Batı uygarlığının dışında yaşayan başka bir medeniyet yok. Neden yok? Diğer medeniyetler, Batı uygarlığından daha düşük, daha sığ, daha kötü, daha kabiliyetsiz oldukları için mi?
Hayır!
Aksine, Batı uygarlığı hem felsefî olarak hem de ahlâkî olarak İslâm medeniyetinden de, Çin medeniyetinden de, Hint medeniyetinden de daha üstün, faziletli ve değerli değil kesinlikle.
Sadece daha saldırgan, daha yıkıcı, daha barbar!
Bu o kadar âşikâr olmasına rağmen gören gözler kör edildiği için gören, görebilen hiç yok bunu nerdeyse!
ÇİFTE BATI SALDIRISI: FİİLÎ İŞGALDEN ZİHNÎ İŞGALE…
Düşünsenize…
Tanrı fikrini yok etmişsiniz. Hakikat fikrini yok etmişsiniz. Tabiatı tarumar etmişsiniz. Ozon tabakasını delmişsiniz. Bütün medeniyetleri tarihten silmişsiniz. Dünyayı celladına âşık tasmalı çekirgelere, gönüllü, epistemik kölelere dönüştürmüşsünüz!
Daha âdil ve hakkaniyetli bir dünya kurmak yerine daha öldürücü silahlar üretmişsiniz.
Bir düğmeye basarak bütün dünyayı, insanlığı, canlı hayatını yok edecek “smart” teknolojik silahlar geliştirmişsiniz, böylelikle bütün dünyayı gönüllü köleleriniz hâline getirmişsiniz.
Tarihte eşi benzeri görülmemiş bir saldırıyla karşı karşıya insanlık son üç asırdan bu yana: Batı saldırısı bu! Şimdiye kadar fiilî saldırıydı; emperyalist, sömürgeci, işgalci ve tecavzücü bir saldırı.
Şimdiyse, yaklaşık yarım asırdan bu yana, zihnî / kültürel bir saldırıya dönüştü. Celladına âşık eden ayartıcı, baştan çıkarıcı medyatik ve epistemik bir saldırıya.
Batı uygarlığının bu çifte saldırısının önünde İslâm’dan başka dimdik durabilecek, direniş, diriliş ve varoluş yolculukları geliştirebilecek, insanlığa uzun soluklu bir medeniyet fikri armağan edebilecek başka bir kaynak yok, kalmadı.
Batı uygarlığı; ülkeleri silahlarıyla, kitleleri uyutucu ve uyuşturucu popüler kültürüyle kendisine boyun eğdiriyor.
Her ne sûretle okursa olsun, öncelikle, Batı uygarlığının kültürel / zihnî saldırısını püskürtemezsek, insanlığın yok oluşun eşliğine sürüklenmesi önlenemeyecek.
Bu çürütücü, celladına âşık edici kültürel saldırının ve yıkımın önünde biz durabiliriz sadece, biz Müslümanlar, münhasıran da bu ülkenin inanmış, çilekeş çocukları. Durduğumuz yeri terketmediğimiz sürece. Durduğumuz yeri iyi muhkemleştirebildiğimiz takdirde.
Kitleleri, özellikle de genç kuşakları hızla kaybediyoruz… Hız, haz ve ayartıyı kutsayan, dekandansla danseden (çürümenin ortasında hazla ve hızla debelenip duran) teknopagan dromokratik kültür, en büyük küfür artık: Hem kitlelerin, kendi inançlarıyla, ülkeleriyle aidiyet biçimlerini ve bilinçlerini yok ediyor hem de celladına, dromokratik teknopagan kültüre âşık ederek yaşarken öldürüyor!
Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünyası gerçek oluyor, maalesef!
TEK SEÇENEĞİMİZ VAR: ÖNÜMÜZÜ AÇACAK ÖNCÜ KUŞAKLARI HAZIRLAMAK…
Tek seçeceğimiz var: Ülkenin kremasını yok olmaktan kurtarmak.
Biz burada üzerimize düşeni yaparsak, insanlığın yükünü omuzlarımızda taşıma yükümlülüğüyle yaşarsak, bizim burada ekeceğimiz tohumlar, yüzyıl sonra, iki yüzyıl sonra başka topraklarda ve kıtalarda meyveye duracaktır…
Ülkenin kremasını yok olmaktan nasıl kurtaracağız peki?
Piramidin en tepesini baronik masonik çetelerin elinden kurtarıp adam gibi yetiştirerek... Adam yetiştirecek adamları yetiştirerek...
İnanmış ve adanmış bir öncü kuşak yeşerterek... Dirençli, donanımlı, özgüveni yüksek, ruh sahibi, önümüzü açacak, yılıp yıkılmayacak güçlü şahsiyetler yetiştirerek...
Medeniyetimizi, birikimimizi yeniden keşfedecek, yeniden fethedecek, yeni bir dille, taze bir nefesle yeniden formüle edecek güçlü bir fikriyat ve zamanla da köklü bir külliyat ortaya koyacak; dünyanın birikimini kucaklayacak, yutacak; bize yeni bir dünya sunacak donanımda, inançta, kıvamda, aşkta bir öncü kuşak yetiştirerek...
Türkiye’nin olmazsa olmazlarından biri bu. Belki de birincisi.
Bir medeniyet fikri sunmamız lazım dünyaya...
Şikayet edip durmak yerine derin nefes alarak derin ve taptaze nefes üfleyecek bir hikâye inşa etmemiz gerek…
Umut vadeden, sarıp sarmalayıcı, kuşatıcı, vicdanın, merhametin, hakikatin sesi, adaletin nefesi kanatlandırıcı cihanşümûl bir hikâye.
Dünyanın umudu olacak bir öncü kuşak yapacak bunu. Susayan insanlığın hakikat pınarından kana kana içmesini sağlayacak bir öncü kuşak.
O öncü kuşak önümüzü açacak fikriyatı geliştirecek, külliyatı geliştirecek aşkla, şevkle ve çileyle...
Yeni fikir, oluş ve varoluş akıncıları yetiştireceğiz...
Her şeyi yeniden fethedip, yeniden inşa edecek, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, bu dünyayı aşacak, çağrısı çağını kuracak sahabe kokulu, sahabe ruhlu “şafak yağmurları”... İnşallah…Türkiye’nin gerçek istiklâl ve istikbal savaşı asıl şimdi başlıyor…
Yusuf Kaplan
11/06/2021 Cuma
Osmanlı, kucak açmıştı bütün gayr-ı müslimlere. Hem Müslüman olmaya zorlamamış hem de Müslüman olanlarına devletin en kritik kurumlarını ve pozisyonlarını açmakta, emanet etmekte sakınca görmemişti. Devlet-i Âliye idi, ne de olsa! Koca devletti. Büyük devlet. Devlet ebed müddet.
Ama ilk zaaf anından itibaren emanete ihanet ettiler: Bütün gayr-ı müslimler, özellikle de devşirme türünden olanlar, Batılılarla birlikte hareket ederek Osmanlı’nın ipini çekmekte tereddüt etmediler.
ÇOK ACIMASIZ OLACAKLARINI BİLEBİLMELİYDİK!
Şunu iyi bileceksiniz: Osmanlı, dışarıdan saldırılardan ziyade içeride çevrilen entrikalarla çökertildi, paramparça edildi.
Osmanlı’yı içerden çökertenler, devşirme şebekelerdi: Her dönemde iktidar olan devşirmeler!
Çok acımasız olacaklarını bilebilmeliydik: Osmanlı’nın yıkılmasında kilit rol oynadılar.
Osmanlı’nın bütün kurumlarını ele geçirdiler öncelikle. İngilizlerin ve Yahudilerin hem güçlü ve açık destekleriyle hem de görünmeyen, devletin hücrelerine kadar nüfûz eden gizli entrikalarıyla.
Devşirmeler, bu ülkeyi düşünmediler hiçbir zaman. Kendi çıkarlarını ve iktidarlarını düşündüler! Türkiye’nin ekonomisine hâkimler! 350 aile, koskoca ülkenin kaderine hükmediyor!
Bu kadar küçük ama küresel ölçekte derinlemesine örgütlü baronik masonik devşirme şebeke, ülkeyi esir almış durumda iki asırdır!
Abdülhamidcilik mi geçer akçe?
En iyi Abdülhamidçi onlar!
İttihatçılık mı geçer akçe?
En iyi ittihatçı onlar!
Atatürkçülük mü geçer akçe?
En iyi Atatürkçü onlar!
KÜRESEL SİSTEMİN VE ÇIKARLARININ BEKÇİLERİ!
Ülkenin ekonomisine hâkim bu baronik masonik şebekeler; ülkenin çıkarlarını korumuyorlar; küresel sistemin ve lordlarının çıkarlarının bekçiliğini yapıyorlar bu ülkede!
Ekonomiye de, bürokrasiye de yön veriyorlar!
Ekonomiye hâkim oldukları için kültür de, sanat da kontrollerinde.
Bürokrasiye hâkim oldukları için de eğitim onların ellerinde.
Tek dertleri var: Her alanda ele geçirdikleri iktidar aygıtlarına daha fazla hâkim olmak. Bunun için de önlerindeki takozu temizlemek, yani Türkiye’nin İslâm’la bağlarını koparmak!
Eğitimi, İslâm medeniyetinin ruhundan, birikiminden, izlerinden temizlemek. Kültürün, sanatın da İslâmî ruh köklerini kurutmak. Köksüz, ruhsuz, Batı kültürünün karikatürü gölge bir kültüre, sanata dönüştürerek toplumun İslâmî dinamiklerini dinamitlemek, ekonomide, kültürde, sanatta, eğitimde iki asırdır kontrollerinde olan iktidarlarını tartışmasız hâle getirmek.
Oysa bu toplum, İslâm’ı yitirdiği zaman, istiklalini ve istikbalini de yitirecektir.
Toplum, İslâm’ı yitirmedi, direndi şimdiye kadar. Toplumun İslâm’la ilişkisini koparmaya dönük tepeden inmeci, devşirmeci laik dayatmalar tutmadı, geri tepti uzunca bir süre.
Şimdi sekülerleşme süreci, küreselleşmeyle birlikte yeni bir dünyanın eşiğine bırakıyor bizi, hepimizi, bütün yerküreyi: Tek tip yoz ve yozlaştırıcı sefih popüler Batı kültürü ve hayat tarzı bütün dünyada hâkim olmaya başladı ve bütün toplumların kültürel aidiyet biçimlerini ve bilinçlerini yok ediyor hızla…
Bu duruma “dur!” diyemezsek, yok olmaktan kurtulamayız.
Özellikle biz.
Biz, diyorum; çünkü modern tarihte ruhköklerini, kültürel zihin setlerini, değerlerini, aidiyet biçimlerini, eğitimden, kültür ve sanat hayatından önce sürgün eden, sonra da inkâr ederek yok eden tek toplum biziz.
Kendi kendini sömürgeleştiren tek toplum bu toplum şu çivisi çıkmış dünyada.
Bu toplum dışarıdan / Batılılar tarafından ele geçiril-e-medi; içeriden devşirildi, devşiriliyor celladına âşık edilen sözümona “yerli” işbirlikçiler / Batıcılar tarafından…
KAOS İKİ ASIR ÖNCE BAŞLADI…
Bu ülke, bizim elimizden alındı iki asır önce. Süreç, iki asır önce başladı. Bu devşirmelerden, Batılıların gönüllü acentaları ve epistemik kölelerden ülkeyi alabilmenin tek yolu var: Ruhköklerimize sahip çıkmak ve çağrımızın çağını kurabilmesi için içinde yaşadığımız çağı iyi tanımak, dolayısıyla kendi kavramlarımızla yeniden tanımlamak.
Velhâsılı kelâm: Eğitimde, kültürde, sanatta, gençlikte, şehircilikte, medyada kazanılamayan istiklal ve istikbal mücadelesi kaybedilmeye mahkûmdur.
Türkiye kaosa yeni sürüklenmiyor. Türkiye eğitimde, fikirde, kültürde, sanatta medeniyet dinamiklerini yitirdiği iki asır öncesinden felsefî, zihnî kaosa sürüklendi. Son yarım asırdır yaşanan, son 7-8 yılda da tırmanan siyasî kaos, sonuçtur sadece.
Nietzsche, büyük adamdı: Büyük kaosları sonuçlara bakarak bırakınız çözebilmeyi, anlayamazsınız bile.
Benzer gözlemleri Wittgenstein da yapmıştı: Köklü sorunları ancak köklü çözümlerle halledebilirsiniz. Yoksa kangrene dönüşmesini önleyemezsiniz.
Türkiye’nin geri dönüşü zor bir kaosa sürüklenmesini önlemenin yolu, siyasî düzenlemeler yapmaktan ziyade (siyasî sorunlar, sonuçtur) hem kendimizi / İslâm’ı hem de çağı derinlemesine tanımaktan, özlü bir ifadeyle, köklere inerek göklere yükselmekten geçiyor…
Türkiye’nin savunma sanayisinde yaptığı devrimi, eğitimde, fikirde, kültürde, sanatta ve gençlikte de yapabilirsek ülkeyi devşirmelerden geri alma konusunda büyük adım atmış oluruz.
Asıl büyük savaş, ülkenin gerçek istiklal ve istikbal savaşı şimdi başlıyor…
İnsan özgürlüğünü yitirdi; hız, haz ve araçların kölesi şimdi!
Yusuf Kaplan
13/06/2021 Pazar
Özgür bir dünyada yaşadığımızı söyleyebilir miyiz?
Görünüşe bakılırsa özgürlüklerin tavan yaptığı bir çağda yaşıyoruz; peki, gerçekte de öyle mi?
Özgürlük kavramı kadar iğdiş edilen, çarpıtılan, “sömürülen” başka bir kavram olmasa gerek şu çivisi çıkmış, feleğini şaşırmış dünyada.
Çağımızda hem köleleşmenin, hem de her türlü köleleştirme biçiminin adı oldu “özgürlük”.
İnsanlık, özgürlük kavramının tutsağı.
İnsanın, kendi beninin, bedeninin, bencilliğinin, fetişlerinin köleleştirici, ayartıcı, çarpık özgürlük anlayışından kurtulması, özgürleşmesi gerekiyor gerçekten özgürlüğüne kavuşabilmesi için.
Bütün cinayetler, bütün işgaller, bütün köleleştirme biçimleri, bütün hâkimiyet kurma eylemleri, özgürlük adına, özgürlük için gerçekleştiriliyor çağımızda!
Sözgelişi, Amerika, işgal ettiği her yeri “özgürlük götürmek, demokrasi götürmek” için işgal ediyor!
Ama bu çağa özgürlük çağı deniyor!
Daha önce burada yayımlanan bir yazımı bir pazar yazısı olsun için tozunu alarak yeniden paylaşıyorum.
KULLUK BİLİNCİYLE ÖZGÜRLEŞİR İNSAN...
Türkiye’de hem özgürlük kavramı hem de kulluk kavramı son derece çarpık anlaşılıyor. Özellikle de metamorfoz yiyen entelijansiya tarafından.
İnsan, yaratılmıştır, kuldur. İnsanı beşerlikten insanlık makamına yükselten kul olma bilincidir. İnsan kul olduğunu bildiği, kulluk bilincine erdiği zaman insan olur ve insanlaşma, olgunlaşma, inkişaf etme, kendini, eşyayı ve Rabbini keşfetme yolunda mesafe kateder oysa.
Kulluk, en yüce makamdır. Kulluk, asaletin, nezaketin, nefasetin, merhametin, muhabbetin, adaletin, hakkaniyetin, selametin anahtarıdır.
Peygamberimizin (sav) kulluğu, elçiliğinden önce gelir. O yüzden en yüce kul, en yüce insan Kâinâtın Övüncü, Kıvancı Efendimiz’dir (sav). Efendimiz’dir; çünkü âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.
Evet, kulluk, en yüce makamdır. İnsan, sadece Allah’a kul olduğu zaman, özü gürleşir, (fıtratını korur, insanlığını farkederek) özgürleşir, kendine gelir, rahmet kanatlarını gerer bütün varlığa...
Rabbine kul olamayan insan, ya kula kul olur, ya da paraya-pul’a…
Ne demişti büyük sanatçı Dostoyevski: “Tanrı yoksa, her şey mübahtır.”
Bu yakıcı gerçeği bütün büyük düşünürler dile getirmiştir. Sözgelişi, psikanalist Lacan -her zaman hatırlattığım üzere-, “insan, Tanrı inancını yitirdiği andan itibaren her şeyi tanrılaştırmaya başlar” demiştir.
Goethe de şöyle der: “En iyi köleler, kendilerini özgür zanneden kişilerdir”.
Özetle, Rabbini bulamayan insan, kendini de bulamaz, yolunu da.
Rabbine kul olamayan insan, başka her şeyin kölesi olur ve kendini de bitirir, hayatı da.
YALNIZCA İMAN EDEN MÜ’MİN YERYÜZÜNDE EMNİYETİ TEMİNAT ALTINA ALABİLİR
İman, kişinin mevzisini bilmesidir; mevzisini ve mevzusunu; niçin yaratıldığını, dünyanın kendisinden ibaret olmadığını, diğer varlıkların değerini, diğer varlıklar arasındaki yerini, diğer varlıklarla nasıl iletişime, irtibata geçeceğini... bilmesi.
Mevzisini ve mevzusunu bilen insan tevazu sahibi insandır; başkalarını tanıyan, başkalarına saygı duyan kişi odur.
Mü’min, iman eden kişidir. Mü’min kişi, Allah’ın kendisine ruhundan üflediği, emaneti verdiği, bu emanetle, yeryüzünde emniyeti teminat alma yükümlülüğüyle mükellef kılındığı şuuruna varabilen kişidir.
O yüzden iman, insanı (ama bütün insanları) Yaratan’dan ötürü sevmenin, bütün insanlarla, bütün varlıklarla, dağla taşla uçan kuşla irtibata geçebilmenin, konuşabilmenin, “komşu olabilmenin”, komşuluğunun hakkını yerine getirebilmenin sigortasıdır.
Yeryüzünde adaletin, selametin, sulhün teminatıdır iman.
Bunun muhteşem örneklerini tarih boyunca insanlığa sunduk biz.
Kudüs’te sadece dört asır hükmettik ama kimseye zulmetmedik; deyim yerindeyse, kimsenin burnu kanamadı. Oysa Kudüs, Müslümanlardan önce de cehenneme çevrilmişti; Müslümanlardan sonra da cehenneme çevrildi, insanların özgürlüğü yok edildi.
Özetle, kulluğunun bilincinde olan insan, özgürdür ve kulluğunun bilincinde olan insan, insanlığa özgürlük sunabilir ancak.
Tarih, bunun tanığıdır. Medine’de muazzam ilk örneği ortaya konuldu bunun Rahmet Peygamberi (sav) tarafından. Sonra da tarih boyunca Medine’den süt emen Bağdat’ta, Şam’da, Timbuktu’da, Delhi’de, Buhara’da, Taşkent’te, İstanbul’da, Kurtuba’da, Kahire’de, Balkanlar’da güzel örnekleri sunuldu bütün insanlığa.
İNSAN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ YİTİRDİ: İNSAN ARAÇLARI KULLANACAĞINA ARAÇLAR İNSANI KULLANIYOR!
Çağımızda insan, araçları kullanacağına, araçlar tarafından kullanılıyor; sözümona özgürleşme adına, araçların, her tür aracın kulu-kölesi olabiliyor: İnsanlığını kaybediyor, özgürlüğünü yitiriyor, araçların kölesine dönüşüyor...
Oysa yalnızca Allah’a (cc) kul olan, Allah’a kul olduğunun bilincinde olan, ona göre hayatını yaşayan insan, araçların, arzuların, başka insanların kulu-kölesi olmaktan kurtulur.
Kulluğunun bilincinde olan insan, yeryüzünde tanrılık taslamaya, azmanlaşmaya, dünyayı kutsamaya ve dolayısıyla dünyanın tutsağı olmaya ve insanlığa kan kusturmaya kalkışmaz, aksine, emniyeti teminat altına alma kaygısıyla yaşar ve hayatı yaşanılır kılarTürkiye’nin Batı’dan bağımsızlaşma süreci ve Erdoğan-Biden görüşmesi
Yusuf Kaplan
14/06/2021 Pazartesi
Cumhurbaşkanımız Erdoğan ile ABD Başkanı Joe Biden görüşmesi merakla bekleniyor.
Görüşmenin merakla beklenmesi normal: Türk-Amerikan ilişkilerinde büyük kırılmalar yaşanıyor.
TÜRK-AMERİKAN İLİŞKİLERİNİN ŞİZOFRENİK DİLİ VE SEMİYOLOJİSİ
Önce, Türk-Amerikan ilişkilerinin dilinin semiyolojisini yapmamız gerekiyor: Türk akademyasında ve medyasında aynı ürperticilikte gözlenen bu köleleştirici, kompleksli dile dikkat çekmek farz oldu artık!
Özelde Erdoğan-Biden görüşmesiyle ilgili, genelde Türk-Amerikan ilişkilerine dâir yapılan yorumların dili ürpertici, tastamam celladına âşık tasmalı çekirgelerin zihnen sömürgeleştirilmiş epistemik kölelerin dili!
Herkes, “ABD, Türkiye’den vazgeçemez!” diyor!
Pardon, Türkiye, ABD’nin sömürgesi veya eyaleti oldu da bizim haberimiz mi yok!
Bu nasıl köleleştirilmiş, müstemleke aydını dilidir bu, böyle!
Ülkenin akademisyenlerinden, profesörlerinden söz ediyorum. Bunlar her bakımdan bağlanmışlar Amerika’ya çoktan. Zihnen oradalar, bedenen burada!
Yarın, “şizofreni, en çok Amerikan veya Batı muhibbi Türk elitlerinde görülen hastalıktır”,diye yazarsa tıp kitapları, hiç şaşırmayın artık!
Bu köleleştirici, şizofrenik dili terk etmediğimiz sürece, Türk-Amerikan ilişkilerini tam olarak anlayabilmemiz de, Türkiye’nin çıkarlarını belirleyebilmemiz ve koruyabilmemiz de mümkün değildir!
Özce zihnen özgürleşmemiz, bu şizofrenik zihni görmemiz ve terk etmemiz gerekiyor.
TÜRKİYE’NİN BATI’DAN BAĞIMSIZLAŞMA SÜRECİ…
Ancak o zaman, Türkiye ile ABD arasında yaşanan soğuk savaş’ın nedenlerini görebilmemiz imkân dâhiline girebilir.
Türkiye, son on yıldan itibaren, özellikle de “one minute” meydan okumasından itibaren Batı dünyasından bağımsızlaşma konusunda önemli adımlar attı.
Bizzat ABD’nin tezgâhladığını kendilerinin de itiraf etmekten çekinmedikleri (bu kadar yüzsünler yani!) 15 Temmuz darbesine geçit vermedi!
Bu, şaka değil; basit bir hâdise de değil. Türkiye’deki bütün darbeler, ABD tarafından tezgâhlanmıştır ve hepsine teslim bayrağı çekmiştir Türkiye’ye hükmeden devşirme oligarşik sivil ve askerî bürokrasi! Devşirmelerin derin derin devleti yani!
Ama ilk defa bir darbeye, 15 Temmuz darbesine “dur!” denilmiştir ve burada Erdoğan’ın tarihî rolü göz ardı edilemez!
Ardından ABD-İsrail’in uydusu olacak, bölgeyi karıştırmak için çıbanbaşı olarak kullanılacak PKK-YPG terör devleti kurma girişimlerine hem Türkiye içinde hem de sınırlarımızın ötesinde büyük darbe vurulmuştur!
Fırat-Kalkanı Harekâtı ile birlikte, o zamana kadar bölgeye üşüşen bütün emperyalist ve uydusu devletlere meydan okuyan bir süreç başlatılmıştır. Milat olarak tarihe geçecek kadar önemli bir meydan okumadır bu.
Sonrasında, Türkiye’nin Rusya başta olmak üzere Asya ülkeleriyle geliştirdiği stratejik ilişkiler, Türkiye’nin Batı ittifakının kölesi olmadığını, bölgenin kaderinin şekillenmesinde yeniden tarihî roller üstlenmeye başladığını dünya âleme ilan etmiştir.
Libya’ya müdahale etmemiz, ardından Karabağ’da birinci derecede aktif rol almamız ABD-İsrail’i de, İngiltere’yi de, İran’ı da ürkütmeye yetmiştir!
Erdoğan, Biden’la görüşmeye (şimdilik Batı ittifakının üyesi olsa bile) bölgenin kaderinin şekillenmesinde yeniden kilit rol oynamaya başlayan bir bölgesel gücün devlet başkanı olarak gidecek!
Ülkede yaşanan ve zoraki olarak icat edilmeye çalışılan kaosun gerisinde de kendilerinin olduğunu suratına çarpacak Erdoğan, Biden’ın ve Amerikan müesses nizamının adamlarının!
BÜYÜK KIRILMA-ANLARI, YENİDEN KURULMA-ZAMANLARI’DIR!
Evet, büyük kırılma-ânları, yeniden kurulma-zamanları’dır.
Kırılma, Türkiye’nin Batı ittifakının “ileri karakolu” rolüne bir şekilde son verecek önemli adımlar atması. Türkiye’nin şizofren Batıcı laik akademyası ve medyası, bu kırılma anının, Türkiye’nin bağımsızlaşma yolculuğunda yeni bir kilometre taşı olduğunu göremiyor!
Göremiyor mu gerçekten? Yoksa tarihte tatil yapmak daha mı zevkli ve keyifli? İyi de tarihte tatilin sonsuza dek sürmeyeceğini bilmiyor olabilirler mi? Bu kadar mı celladına âşık tasmalı çekirgelere dönüştüler bizim şizofrenler?
Soruyu soralım o hâlde: ABD ile “soğuk savaş” ne zaman biter?
Ne zaman ABD’nin önünde diz çökersek!
Peki, ne demek bu?
Türkiye’nin bitmesi demek, elbette ki.
Ama Türkiye bitmeyecek: ABD’ye de, bütün emperyalistlere de rest çekecek ve kendi geleceğini kendisi belirleyecek…
Elbette ki, büyük sorunlarımız var. Ekonomide, eğitimde, kültürde, adalet sisteminde halledilmesi gereken büyük sorunlarla karşı karşıyayız. Ama savunma sanayisinde gerçekleştirdiğimiz atılımı, bu alanlarda da gerçekleştirecek uzun soluklu bir yolculuğa çıkabilirsek, bizim önümüzde kimse duramaz.
Erdoğan-Biden görüşmesi öncesinde, Erdoğan’ın İslâm medeniyetinin kurucu şehirlerinden birine, Karabağ’ın Şuşa şehrine gitmesi, dahası, güçlü ve kalabalık bir Türk heyetinin Libya’ya giderek Libya yönetimiyle güçlü fotoğraflar vermesi, kırılma-anları’nın yeniden kurulma-zamanları olduğunun sadece iki göstergesi olarak okunabilir.
Türkiye, Batı’dan bağımsızlaşma ve bölgesel (zamanla küresel) güç olma yolculuğunun durdurulmayacağını hatırlatacak Biden’a ve onun Türkiye’deki mandacı uzantılarına!
Bu şartlarda sürebilir ABD ile de, Batı ittifakının diğer ülkeleri ve kurumlarıyla da ilişkilerimiz, diyecek Erdoğan muhataplarına.Bu gerçek, oryantalistler tarafından bile çok iyi bilindiği için, oryantalistlerin hazırladığı MEB’in muazzam bir gayret göstererek genişletip yayımladığı İslâm Ansiklopedisi›nde eğitim maddesi yoktur, “mescid” maddesi vardır; İslâm maarif sistemi, felsefesi ve tarihi mescid maddesinde işlenmiştir ve tam 120 sayfadır mescid maddesi.
Yani?
Cami, tapınak değildir: İlim (bilme), irfan (bulma) ve hikmet (olma) yurdu, tevhid ufku, Müslüman olma şuurudur.
Cami, Müslüman bir toplumun bağımsızlığını, özgürlüğünü, birliğini, bütünlüğünü, kardeşliğini simgeler ve temsil eder.
TAKSİM CAMİİ VE BU TOPLUMUN İSLÂMÎ KİMLİĞİNİ KORUMA MÜCADELESİ
Taksim Camii, bu ülkenin iki asırlık istiklal ve istikbal mücadelesinin sembollerinden biridir.
Taksim / Beyoğlu, Osmanlı döneminde Pera olarak adlandırılırdı ve gayr-i Müslimlerin yoğun olarak yaşadığı bir yerdi.
18. yüzyılda Rusların baskısıyla bir Ortodoks kilisesi yapılmıştı semtin en güzel ve stratejik noktasına.
Cami yapılması teşebbüsleri, Batılı devletlerin baskıları nedeniyle sürekli olarak inkıtaa uğramış, bir türlü hayata geçirilememişti.
Abdülhamid, Pera’ya cami yapılmasını ilk kez ciddi ciddi düşünen sultandır ama ona nasip olmamıştır. 1952’de Menderes, 1970’lerde bizzat Erbakan’ın yoğun baskı yaptığı MC hükümetlerinin başbakanı Demirel, 1980’lerde Özal, Taksim’e cami yapılması için adım atmışlar ama her seferinde de Batılıların baskısı sonucu geri adım atmak zorunda kalmışlar!
Şimdi 1994’te yeşertilen hayal 2017’de verilen talimatla Gezi kalkışmasının yıldönümü gününde, Cuma namazıyla birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından gerçeğe dönüştürüldü.
Taksim, Müslüman İstanbul’un en önemli semtlerinden biri olacak.
İstanbul, Müslüman olduğu zaman, Müslüman olmayanlar da nefes alabilmiştir burada.
Taksim Camii, İstanbul’a Müslüman kimliğini iade eden tarihî bir adımdır: İstanbul’un yeniden fethinin adıdır, bir anlamda.
Taksim Camii, tıpkı Ayasofya Camii gibi, bu ülkenin bağımsızlık ve özgürleşme yolculuğunun güçlü sembollerinden biridir.
Dünkü yazımda da söylemiştim: Bu ülkenin bağımsızlığını ve birliğini koruyabilmesi, İslâmî kimliğini ve ruh köklerini koruyabilmesine bağlıdır.
Bizim bin yıl tarih yapmamızı mümkün kılan ruh da, bütün zorluklara göğüs germemizi mümkün kılan ruh da, bu toprakları vatan yapmamızı mümkün kılan ruh da bu İslâmî direniş, diriliş ve varoluş ruhudur.
Bu ruhu yitirdiğimiz zaman, bu topraklardaki varlık sebebimizi de, bu topraklardaki varlığımızı da ve bu toprakları da yitirmemiz mukadderdir -Allah korusun!
.
Gücün Türkiye’si ve Türkiye’nin gücü
Yusuf Kaplan
18/06/2021 Cuma
“Türkiye, laik bir ülke olduğu için Batı’da ciddiye alınıyor” diyenler, bu ülkenin gücünün gerçekten nereden geldiğini ya bilmiyorlar ya da bizimle “kafa buluyorlar”.
TÜRKİYE’NİN GÜCÜ LAİK OLMASINDA MI GİZLİ?
Türkiye’nin derin iktidarı, laik entelijansiyadır. Ülkenin ekonomisine, sivil-asker bürokrasisine, eğitim, kültür, sanat dünyasına onlar hâkimler. Güçlerini, derin iktidarlarını kaybetmemek için Türkiye’nin gücünün laiklikte gizli olduğunu söylüyorlar!
Sizin kendinizi nasıl gördüğünüzün zırnık kadar bir değeri yok Batılıların gözünde!
Batılılar şunu çok iyi biliyorlar: Türkiye’nin gücü, laiklikte gizli değildir. Aksine laiklik, Türkiye’nin önündeki en büyük takozdur ve zihnimizi körleştiren, bizi Batı’ya bağımlı kılan bir prangadır.
Türkiye laikleştikçe, değerleri aşınıyor, çıkarperest, fırsatperest, duyarsızlaşan, hız, haz ve ayartının kölesi olan, güdülmeye müsait bir yığın hâline geliyor.
Laiklik dinamiği, hem bizi ruhsuzlaştıran hem de ülkeyi uydulaştırarak gücümüzü yok eden bir dinamite dönüşüyor.
BATILILARIN GÖZÜNDE TÜRKİYE DÜŞMANDIR!
Batılılar bu ülkeyi Müslüman olarak görüyorlar; bizi de tarihî ve ezelî düşmanları ve rakipleri.
Türkiye’nin laikleşme / Batılılaşma çabalarını da ciddiye almıyorlar. Bizim “numara yaptığımızı” düşünüyorlar!
Zira tarihin nasıl yapıldığını bizim romantik laiklerimizden çok daha iyi biliyorlar ve tarih yapmış bir toplumun bir çırpıda medeniyet köklerini inkâr edemeyeceğini de, bunun intihar anlamına geleceğini de bizden iyi biliyorlar ve bizimle ona göre ilişki kuruyorlar.
Siz istediğiniz kadar “biz laikiz, Batılıyız”, diye çırpınıp durun. Sizi “Doğulu”, “Müslüman”, “Düşman” olarak görüyorlar ama siz bunu göremiyorsunuz!
Oysa siz “biz laikiz, Batılıyız” demekle hem iddialarınızı terketmiş hem de Batılılara sorun çıkarmayacak kadar zihnen Batılılaştığınızı söyleyerek uydu’luk rolünü kabul etmiş oluyorsunuz.
İki durumda da, bir değeriniz yok, olmaz Batılıların gözünde.
İddialarınızı terkettiğiniz için size gülerler, iyi gözle bakmazlar.
Zihnen Batılılaştığınız için de sizi ciddiye almazlar, sizin epistemik kölelere dönüştüğünüzü düşünürler ve size “köle” yani “ikinci sınıf adam” muamelesi yaparlar her zaman.
Şunu görün artık: Batılılar sizi Müslüman olarak, uyuyan dev olarak görüyorlar ve sizin bir gün kendinize gelip ayağa kalktığınızda Batılıların bütün oyunlarını bozacağınızı, düzenlerini yıkacağınızı düşünüyorlar!
Batılılar, Türkiye, dibine kadar laikleştiğini söylese de, Türkiye’yi İslâm medeniyetinin kurucu ve koruyucu bir aktörü olarak görüyorlar.
O yüzden onların gözünde “Türkiye, Batılıların düşmanıdır, en büyük düşmanıdır” hatta.
Şöyle bakıyorlar Batılılar bize: Türkiye durdurulduğu sürece, Batılılar dünya üzerindeki haksız, zorba hegemonyalarını sürdürebilirler. Eğer Türkiye durdurulamaz, yeniden tarihî rolünü oynamaya kalkışırsa, Türkiye’nin önünde kimse duramaz.
TÜRKİYE’NİN GÜCÜ, MEDENİYET KÖKLERİNDE GİZLİ
Türkiye’nin gücü, medeniyet iddialarını yeniden kuşanmasında ve imajinatif şekillerde hayata ve harekete geçirebilmesinde gizli.
Türkiye’nin Batılılaşma / laikleşme süreci, Batı uygarlığının kuyruğuna takılmayı kabul etmesinden başka bir anlam ifade etmez.
Etmez; çünkü bu toplum,Müslümandır. Müslümanlığı terketmiş değildir, terketmeye de niyeti yoktur. Bu toplumun çocukları, çağla ve kendi tarihleriyle yüzleşecek, hesaplaşacak, insanlığın önünü açacak taze bir medeniyet yolculuğuna yeniden soyunacaklar. İnsanlığa zulmün değil adaletin, zorbalığın değil hakkaniyetin, husumetin değil kardeşliğin hâkim olacağı hakikat medeniyetini yeniden sunacaklar.
Türkiye’nin İslâm’ı da, Batı’yı da iyi tanıyan çift kanatlı, donanımlı, ufku sınır tanımayan Müslüman öncü kuşakları taze bir nefesle ve diriltici bir sesle gelecekler.
Türkiye’nin gücü, bu toplumun ruhunu oluşturan, tarih yapmasını mümkün kılan ve her tür zorluğa göğüs germesine imkân tanıyan İslâmî ruh köklerini yeniden keşfedip hayata ve harekete geçirme iradesinde ve dinamizminde gizli.
Türkiye, bu ruhu, ruhköklerini keşfettikçe dirilecek, zorbalıklara direnecek, insanlığa adaleti, hakkı, hukuku, sulhü, selameti ve kardeşliği armağan edecek hakikat medeniyeti yolculuğuna çıkabildiği ölçüde, Batılıların düşmanlığını celbedecek ama insanlığın saygısını da kazanacak bir medeniyet atılımı armağan edecek dünyaya bir kez daha.
Dün çadır devletlerinden dünya imparatorlukları çıkaran bu toplumun çocukları, şimdi, eğer dostlarını düşmanlarını iyi ayırt edebilirlerse ve fikirde, eğitimde, kültürde, sanatta ruh köklerine derinlemesine sahip çıkabilirlerse, tarihin akışını tersine çevirerek insanlığın önünü açacak asil bir yolculuğa öncülük edebilirler önümüzdeki bir asır içinde.
Bunun için iyi hazırlanmak durumundayız. Dostumuzu düşmanımızı iyi tanımak zorundayız. Yaşadığımız laikleşme tecrübesinden de olumlu olumsuz dersler çıkarabilecek özgüveni sergileyerek insanca ve hakça bir dünya inşa edecek öncülüğü biz yapabiliriz bir kez daha.
Türkiye artık hiçbir gücün uydusu olmadığını, olamayacağını o zaman anlayacak, gerçek gücünün nerede gizli olduğunu keşfederek insanlığı yeniden sahil-i selâmete çıkaracak bir yolculuğa soyunacak inşallah…
Hayat boşluktan nefret eder! Eğer öncü bir kuşak yetiştiremezsek, “boşluk” mezarımıza döner!
Yusuf Kaplan
20/06/2021 Pazar
Değerleri, o değerleri yaşatan “kültür”leri sağlam olan toplumlar kolay kolay yıkılmaz.
Tersi de doğru: Değerleri, o değerleri vareden kültürleri çürüyen, çözülen toplumlar da kolay kolay ayakta duramaz: Esen sert rüzgârların önünde sürüklenir durur ve toz olur...
Türkiye’de toplumun ortak kültürü, değerleri, aidiyet biçimleri ve ruh kökleri hızla yok oluyor! Bugün ruh köklerini yitiren bir toplum, yarın bu topraklardaki varlığını da yitirmekten kurtulamaz.
Bütün bu yaşananlardan en çok ve en sarsıcı şekilde genç kuşaklar etkileniyor, kaçınılmaz olarak.
Gençlik, üzerinde en çok kafa patlatmamız gereken meselemiz olmalı. Gençlerini ihmal edenler, geleceklerini imha ederler, diyorum o yüzden.
Bugün konuyu ele aldığım bir yazımı, tozunu alarak sizlerle paylaşmak istiyorum. Lütfen dikkatle okuyalım. Hem ülkeyi yönetenler hem de ebeveynler olarak.
NORMAL DEĞİL!
Dışarıdan gelen herhangi bir marjinal akım, burada anında kitleselleşebiliyor. Müzikte de böyle bu, felsefede veya sanatta da.
Sanatı, felsefeyi, müziği filan geçtim, hayatın her alanındaki en “fringe”, en “kopuk”, en “kaçık” akımlar, hızla yayılabiliyor!
Felsefede, sanatta, hayatta en uçuk-kaçık, en sapkın akımlar (mesela feminizm hatta eşcinsellik gibi yönelimler) kolayca merkeze oturabiliyor.
Peki, normal midir bu?
Elbette ki, değildir.
Neden böyle oluyor öyleyse?
Bunun en temel nedeni, Türkiye’nin, laikleşme projesini âmentü hâline getirmesi; buna mukabil ruh köklerini, medeniyet iddialarını önce yoksayması, sonra yok etmeye kalkışması, eğitim, kültür, sanat hayatını, hayatın her alanını değerlerimizin yegâne kaynağı İslâm’dan arındırmasıdır.
Tam anlamıyla intihardır bu! O yüzden böyle bir toplumda büyük bir anlam boşluğu, ürpertici bir ontolojik vakum oluşur.
Tabiat boşluk kabul etmez. Ama hayat boşluktan nefret eder ve ilk fırsatta o boşluğun yerine yenisini ikame eder. Toplumda anormalliklerin hızla yaygınlaşması kolaylaşır.
BİR TOPLUMUN BAŞINA GELEBİLECEK EN BÜYÜK FELÂKET, BAŞINA NE GELDİĞİNİ BİLEMEMESİDİR!
Ürpertici bir akıl tutulması yaşanır orada.
Sosyal darwinizm, geçer akçe hâline gelir.
Herkes, her grup, gücü, iktidar aygıtlarını kutsar; ekonomik, kültürel, siyasî her tür iktidar biçimini...
İktidar aygıtlarının kutsanması, gücün, dolayısıyla güç üreten araçların kutsanması sonucunu doğurur.
Böylece ikinci bir çıkmaz sokağın eşiğine daha fırlatılmış olur değerlerini, ruhköklerini yitiren, ortak paydalarını, müştereklerini, müşterek kıymet hükümlerini kaybeden bir toplum.
Önceleri yabancı kültürel değerlerin, akımların, yönelimlerin istilasına uğrayan toplum, bu kez, aracı kutsadığı için, araçların amaçların önüne geçmesi kaçınılmazlaşır ve araçların kölesine dönüşen toplumun olup bitenleri anlama melekeleri aşınır... İşte orada ürpertici bir zihnî felçleşme yaşanır!
Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket işte budur. Türkiye şu an tam da böylesi bir felâket yaşıyor: Başına ne geldiğini bilemeyen, daha da vahimi celladına âşık hâle gelen ama bunu bile idrak edemeyecek bir akıl tutulması yaşayan anormal bir varlığı andırıyor!
Ürpertici ama gerçek bu!
Bu toplum, değerlerinin, anlam haritalarının zamanlara ve mekânlara meydan okuyan, keşfedilmeyi bekleyen, yeniden insanlığa ruh üfleyecek bir medeniyet fikrini hayata geçirmemizi mümkün kılacak en köklü, en güçlü kaynağı İslâm’ı hızla kaybediyor...
Gerçekleri görmek, gerçeklerle yüzleşmek zorundayız.
Gerçeklerden kaçarak bir yere varamayız bizi perperişan edecek çıkmaz sokaklara sürüklenmekten başka!
Genç kuşağın bu toplumun değerlerinin, varlık nedenininin en güçlü kaynağı, toplumun en zor zamanlarda ayakta durmasını, düşmanları püskürtmesin sağlayan yegâne tutamağı İslâm’la ilişkisi kopma noktasına geldi...
Bu, gelecek yarım asrı kaybettiğimiz anlamına gelir!
UMUTSUZLUK BİZİM İŞİMİZ DEĞİL!
Peki, İslâm’la ilişkisi kopan, sıfırlanma noktasına gelen bu genç kuşakları kazanabilir, ülkemizin gelecek 50 yılını kurtarabilir miyiz peki?
Elbette ki.
Ama bunun için çok esaslı, üzerinde derinlemesine kafa patlatılmış uzun soluklu, eğitim, kültür, sanat, bilim stratejileri geliştirmemiz gerekiyor.
Bir örnek vereyim sadece: Eğer yetenekli çocukları, ceddim Osmanlı gibi, alıp birinci sınıf bilim, ahlâk, beden ve ruh eğitiminden geçirirsek, geleceğimizi inşa edecek, on yılda yüzyılın tohumlarını ekmemizi mümkün kılabilecek büyük bir atılımın tohumlarını ekmeye başlarız yeniden...
Söylenmek istenen anlaşıldı: Pergelin sabit ayağını İslâm’a, İslâm medeniyetinin ezel-ebed hattında seyreden ufkuna basan, pergelin hareketli ayağıyla bütün dünyalara, bütün ufuklara kanat çırpan toplumun önünü açacak inanmış, kendisini hakikate adayan, insanlığın yükünü omuzlarında taşıdığı bilinciyle yaşayan bir öncü kuşak yetiştirmek zorundayız.
Bu öncü kuşağı kim yetiştirecek?
Biz.
Bu ülkenin vefakâr, cefakâr, çilekeş çocukları yani.
Yazıyı şöyle bitireyim: Hayat boşluktan nefret eder, boşluğu aslâ affetmez, oluşan anlam boşluğunu, değerler boşluğunu dışardan ithal edilen en uç, en kaçık, en sapkın akımlarla dolduracak şekilde ikame eder.
Eğer öncü bir kuşak yetiştiremezsek “boşluk” mezarımıza döner!İnsana ruhunu hatırlatacak bir kutlu yolculuk…
Yusuf Kaplan
21/06/2021 Pazartesi
Türkiye’de işlenen en büyük cinayetlerden biri, bu ülkeden gayrimüslimlerin sürülmesi oldu. Biz başkalarıyla yaşamasını bilmeyen bir toplum değiliz ki!
Öyleyse, neden sürüldü gayrimüslimler bu topraklardan?
Bu soru önemli.
TÜRKİYE’NİN RUHU: İSLÂM
Bu topraklardan gayrimüslimlerin sürülmesi, toplumun kendi içinden ötekiler icat edilmesini kolaylaştırdı. Toplumu parçalayacak, birbirine düşürecek, düşman edecek yapıtaşlarını döşedi bu.
Bir dönem solcular, sosyalistler ötekileştirildi. Bir dönem İslâmcılar. Bir dönem ülkücüler. Bir dönem Kürtler.
Bütün Cumhuriyet tarihi boyunca ise “irtica” yaftasıyla İslâm ötekileştirildi, şeytanlaştırıldı. İslâm, bütün kurumlardan, dolayısıyla devletten tasfiye edildi. Bu ülkede bütün eylemlerimizin ve kurumlarımızın entelektüel, kültürel ve siyasî temelini, yegâne otorite, hegomonya ve meşrûiyet kaynağını oluşturan İslâm, laik jakobenler tarafından bu tanımlayıcı, belirleyici ve yönlendirici konumundan uzaklaştırıldı. Bu toplum, böyle bir cinayet görmedi tarihi boyunca!
İslâm, benim hikâyemin, bu toprakların çocuklarının hikâyesinin, bizim istiklal ve istikbal hikâyemizin oluşturucu ve vazgeçilmez asil ve asıl kaynağı. Türkiye’nin ruhu. Bu toprakları vatan yapan da, bu topraklarda varlığımızı meşrûlaştıran da, bizim toplum olarak bütün zorluklara göğüs germemizi mümkün kılan da işte bu yok edilemez, kökü kurutulamaz ruhtur.
İslâm, bu toprakların hikâyesinin yegâne kaynağıdır, onsuz tarihten silineceği vazgeçilmez ruhudur!
KENDİ HİKÂYEMİZİ DEĞİL BAŞKALARININ HİKÂYESİNİ YAŞIYORUZ!
Modernleşme tarihimizden itibaren biz bizim hikâyemizi değil Batılıların hikâyesini yaşıyoruz. Bizim bir hikâyemiz yok. Bizi biz kılan, bize tarih yaptıran, bizim ruhumuzu oluşturan, modernliğin hikâyesinin de entelektüel kaynaklarını sunan İslâmî ruhumuzu yitirme tehlikesiyle karşı karşıyayız.
Biz kendi hikâyemizi değil Batılıların hikâyesini yaşıyoruz, farkında mısınız bunun?
Kendi kültürümüzü değil Batı kültürünü yaşıyoruz.
Kendi zamanımızı değil Batılıların zamanını.
Yapan, biz değiliz. Yapanlar, tarihi sürükleyenler Batılılar.
Özne, onlar. Biz, nesneyiz.
Konuşan onlar. Biz, konuşan değiliz; konuşulanı konuşanız.
Biz konuşamayız. Konuşamayız çünkü “varlığımızın evi” dilimiz, “aklımızın ve kalbimizin aynası” lisanımız, zihnimiz, düşünme melekelerimiz yok edildi. Mabedlerimizin ve mekteplerimizin yerinde ayrık otları yetiştirildi! Bu ülkenin ruh köklerini, hikâyesini yok eden, başkalarının hikâyesini bize dayatan zihnî / kültürel işgal kurumları işgal ediyor her yeri!
Nietzsche’den esinle söyleyeyim: Biz, yapan değiliz; yıkanız. Kendi hikâyesini yok eden katiller! Çocuklarını katleden / geleceğini yok eden câniler! Kendi hikâyesini inşa etmek, zenginleştirmek yerine kendi hikâyesini terkeden, başkasının hikâyesinde figüran olmak için can atan epistemik köleler! Celladına âşık tasmalı çekirgeler! Başkalarının hayatını, başkalarının dünyasını, başkalarının hikâyesini yaşadığını bile göremeyecek kadar ruhunu, ruh köklerini kaybetmiş gölge varlıklar, gulyabaniler!
Bu ülke Batılılar tarafından fiilen, dışarıdan ele geçirilmedi; Batılıların hikâyesini bize zorla dayatmaya çalışan jakobenler tarafından zihnen, içerden ele geçirildi.
Jakoben devlet, varlığını ötekiler icat etmesine, toplumu birbirine düşürmesine borçlu bu ülkede. Yakın tarihimiz, modernleşme / sekülerleşme / Batılılaşma tarihimiz, düşmanını içerden icat ederek jakoben devletin kendi otoritesini konsolide etme tarihi.
MEDYATİK VE HEDONİSTİK NARKOZUN KÖLELERİ!
Öte yandan postmodern popüler kültür, kürelleşme araçları üzerinden bütün toplumların anlam haritalarını, değer sistemlerini ve dünya tasavvurlarını dümdüz ediyor; kitleleri, özellikle de genç kuşakları hız, haz ve ayartının kölesi hâline getirerek sürüleştiriyor, köleleştiriyor.
Kendi hikâyelerini yerle bir ediyor insanteklerinin!
Birey, biyolojik bir varlık sadece: Hayatı, yeme içme, yatak ve tuvalet arasında dönüyor. İnsanın ölümüdür bu. Kendini aşacak kabiliyette yaratılan insanın yüce ve yücelme melekelerinin, ruhunun iptal edilmesi; hız, haz ve ayartının kölesine dönüşmesi.
Buna özgürleşme deniyor, iyi mi!
Ne büyük gaflet!
Kendi hikâyesini yitiren; hız, haz ve ayartının kölesine dönüşen; ruhunu kaybeden insan, bırakınız bir hikâye inşa edebilmeyi, varlığını bile sürdüremez!
Tam da insana ruhunu hatırlatacak güçlü bir hikâye inşa edebileceği kaynak olan İslâm’ın insanı yücelten ama bütün varlıklara karşı sorumluluk bilinci yükleyen emaneti üstelenen ruhuna şiddetle ihtiyaç duyduğu bir zaman diliminin ortasındayız…
Hakikat düşmanları hükmediyor dünyaya sığlaştırıcı, yozlaştırıcı popüler kültür araçları üzerinden...
Dünyaya ve insana hükmetmek, hâkimiyetlerini pekiştirmek için insanlığı uyuşturuyor, aşırı dozda medyatik ve hedonistik narkoz veriyorlar!
Buna biz “dur!” diyeceğiz.. herkese kendi hikâyesini, enfüs yolculuğu ile iç dünyasını keşfetme, âfâk yolculuğu ile dışa yansıtma imkânları sunacak.. kuşatıcı ve kucaklayıcı, herkesin kendi hikâyesini inşa edeceği kanatlandırıcı bir ruh armağan edecek hakikat medeniyeti yolculuğuna çıkaracak.. çok katmanlı ve kuşatıcı, nefis ve leziz, ruh dolu bir eğitim sistemi.. bilme / ilim, bulma / irfan ve olma / hikmet seyrüseferi sunarak…Arkeolojik emperyalizm, bu topraklardan İslâm’ın izlerini siliyor ama biz uyuyoruz yine!
Yusuf Kaplan
25/06/2021 Cuma
Arkeoloji; sona ermiş, bitmiş bir tarihin korunması bilimi olarak kabul edilir. Tam anlamıyla hurafedir bu! Üstelik de en masumane gözüken çağdaş hurafelerden biri!
Arkeoloji, savaşmadan tarih yapmanın en kestirme yoludur. Tarihi çarpıtmanın ve yeniden yazmanın... Başkalarına tarih dayatmanın... Dahası, senin atalarının yaşamadığı bu imal edilmiş tarihi, dünyaya satmalarının...
O yüzden kim arkeolojiye hâkim olursa, dünyaya da o hâkim olur: Tarihi o yazar; yazdığı tarihi “gerçek bu” diye satar bütün dünyaya.
EN İDEOLOJİK BİLİM DALI, ARKEOLOJİDİR!
En ideolojik bilim dalı, arkeolojidir. Arkeoloji, bilimle ve bilim üzerinden savaşmanın adıdır. Silahtır. En ürpertici silahtır, en öldürücü silah hem de: Tarihinizin silinmesi, yok edilmesi ve size sahte bir tarih icat edilmesi! Bu da sizin, tarihte ikinci kez ölümünüz demektir.
Birinci ölümünüz, tarih olmuş, tarihte kalmış, olmuş bitmiş geçmişinizdir.
İkinci ölümünüzse, geçmişinizin silbaştan Batı-merkezci, oryantalist gözlüklerle, bakış açılarıyla yeniden yazılması, size, sizin atalarınızın yaşamadığı ama kurmaca, icat edilmiş bir tarihin sizin tarihiniz diye yutturulmasıdır.
Tam budur yaşanan -yaşanmamış sahte, icat edilmiş bir geçmişi “gerçek tarih bu” diyerek sana, bana sunulan.
Yaşarken ölmek, diye buna derim ben.
Bir toplumun geleceğinin karartılması. Üstelik de bugün yaşanan sorunlarla, açmazlarla değil geçmişte yaşananları yok sayarak, geçmişten devşirilecek varoluş iradesini ve geleceği inşa edecek ruhköklerini yok ederek bir toplumun geleceğinin yok edilmesi tam da böylesi bir bilimsel cinayetin eseridir. Toplum da bu “bilimsel” cinayetin esiri!
Bilim kılıfıyla çevrilen “filim”in kölesi, hatta gönüllü köleleri!
BU TOPRAKLARDAKİ TAPU SENEDİMİZİ ELİMİZDEN ALMALARINA SESSİZ KALAMAYIZ!
Memleket medya-mafya-siyaset skandallarıyla çalkalanıyor, sen nelerle uğraşıyorsun Yusuf Kaplan, demiyorsunuzdur umarım.
Bu yaşanan skandallar, yaşadıklarımızı yok saymanın, geçmişimizi inkâr etmenin, tarih bilincimizi linç etmenin kaçınılmaz olarak sürüklediği zihnî, kültürel ve siyasî savrulmalardır.
Bir ülke düşünün… Bin yıl dünya tarihini yapmış... Dünyaya adalet, hakkaniyet ve sulh armağan eden aşılamamış, anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış çağ açan, çığır açan, keşfedilmeyi bekleyen insan-yüzlü, hakikat-yüklü medeniyetler kurmuş, insanlığın gebe olduğu, su kadar ekmek kadar ihtiyaç duyduğu diriltici ve özgürleştirici medeniyetler… Ruhu, evrensel ilkeleri, bizi de silkeleyip kendimize getirecek, biz keşfedemezsek, başkalarının er geç keşfedeceği aziz ve leziz medeniyetler…
İşte bu medeniyetin birikimini, ruhunu, ruh köklerini bir kez daha tarihe gömen, ikinci kez yok eden bir cinayet işleniyor memlekette. Bu topraklardaki tapu senedimizi elimizden alacak, bizi bu topraklardan sürecek yapıları adım adım inşa ediyor birileri arkeolojik kazı numaralarıyla…
Türkiye’nin dört bir tarafı, başta İstanbul olmak üzere, Anadolu’nun her tarafı, İslâmî köklerinden koparılarak, bu toprakların bizden önceki Rum, Ermeni, Hıristiyan geçmişi, pagan Yunan ve antik Ege ve Akdeniz uygarlıkları geçmişi kazınarak günyüzüne çıkarılmaya çalışılıyor harıl harıl…
Zihnen Bizans’ın çocukları olduklarını ispat edercesine Müslüman Anadolu kıtasının altını oyuyorlar, her tarafı arkeolojik kazı çöplüğüne dönüştürmüş, gece gündüz demeden, Avrupa Briliği fonlarından fonlanarak, başka şer şebekelerden beslenerek bu toprakların İslâmî tarihini, geçmişini kazıyacak, bu topraklarda bizim işgalci olduğumuzu göstermeye kalkışacak hummalı bir kazı çalışması yürütülüyor ülkenin dört bir tarafında. 600 küsur kazı yürütülüyor el’an ekiplerle Anadolu çapında!
BU ARKEOLOJİK EMPERYALİZME İZİN VERİLEMEZ!
Bu arkeolojik çalışmaların neredeyse hepsi antik, İslâm öncesi, ölü, bize bir şey söylemeyecek antik uygarlıklarla ilgili kazalar. Önemli olan çapı değil, miktarı. Şunu diyecekler yarın: “Bu topraklar, Hıristiyanlığın suladığı topraklar, siz işgalcisiniz!”
Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir arkeolojik emperyalizme aslâ izin verilmez!
Adamlar, İspanya’da, Sicilya’da, Malta’da, Girit’te, Balkanlar’da İslam’dan iz bile bırakmadılar. Bütün eserleri yıktılar! Yerle bir ettiler!
Onlar orda İslâm’ın izini silerken, biz burada, kendi ülkemizde, ölmüş, bana bir şey söylemeyecek ama yarın bu ülkeden bizi sürmeye kalkışacakları yeni bir tarih icat etmeye çalışıyorlar. Ölü tarihi diriltiyorlar ve bizi ikinci kez öldürüyorlar!
Bu arkeolojik emperyalizme izin verilemez.
İsrail'in Mescid-i Aksa'nın altını oyarak yaptığı arkeolojik katliamdan farksız bir arkeolojik katliam yapılıyor bu topraklarda!
İslâm'ın izini silmek için toprağın üstünde az cinayet işlenmedi bu ülkede: Emperyalistler tarafından fiilen dışarıdan sömürgeleştirilemeyen bu ülke, içerideki uyduları tarafından zihnen sömürgeleştirildi zaten!
Bu yetmiyormuş gibi şimdi de toprağımızın ve tarihimizin altı oyuluyor!
Bu topraklardan İslâm'ın izlerinin silinmesine göz yumarsak, bu topraklardan bizi sürmelerinin önünü açmış oluruz.
Boşuna demiyorlar değil mi “zulüm 1453'te başladı” diye! Yarın “zulüm 1071'de başladı” derlerse hiç şaşırmayın!
Benden uyarması!
Fetih ruhu ve rüyası
Yusuf Kaplan
28/06/2021 Pazartesi
Fetih ruhu’nun bu ülkede bir karşılığı var mı, insanları kanatlandırmaya yarar mı, bilmiyorum.
Ama Türkiye’nin özellikle seküler aydınlarının fetihle işgali karıştırdıklarını biliyorum. Fetihle işgali karıştıran Müslüman bir toplumun aydınının zihni işgal altındadır, iğdiş edilmiştir, diyorum.
Bilim, düşünce, sanat, siyaset ve ahlâkta büyük açılımlar, insanlığın önünü açan çığır açıcı atılımlar nasıl gerçekleştirilir?
Fetih ruhuyla...
Eşyanın hakikatini keşfetme çabasıyla...
Eşyanın hakikatini keşfetme çabasını diri tutan kanatlandırıcı bir ruhla ve bu ruhu canlı kılan büyük rüyalarla...
Unutmayalım: İddianız yoksa rüya göremezsiniz. Rüyasını göremediğiniz bir iddiayı hayata geçiremezsiniz.
Fetih ruhunu ve rüyasını işlediğim bir yazımı, tozunu alarak paylaşıyorum.
ÜÇ TARZ-I FETİH
Üç tarz-ı fetih’ten ya da fethin üç boyutundan sözedilebilir:
Manevî fetih, fikrî fetih ve maddî fetih.
Manevî fetih, kalple gerçekleşir.
Fikrî fetih, zihnin eseridir.
Maddî fetih, kılıcın meyvesidir.
Bir kez daha hatırlatmak istiyorum: Bu ülke Batılı emperyalistler tarafından fiilen işgal edil-e-medi ama zihnen işgal edildi. Bu ülkenin sözümona aydınları celladına âşık edildi.
O yüzden bu ülkenin hâs aydınları, ön açacak, ön alacak çilekeş öncü kuşakları, tarihî derinliğinin ve kültürel zenginliğinin eseri kolektif iradesinin temsilcisi yerli entejijansiyası yok.
Öncü kuşakları olmayan toplumlar, bugün yaşıyor olabilirler ama yarın bir ânda yok olmaktan kurtulamazlar. Bir Gazâlî’niz, Alparslan’ınız, İbn Arabî’niz, Fatih Sultan Mehmed’iniz, Sinan’ınız, Itrî’niz, Yunus’unuz, Yavuz’unuz ya da bir Eflatun’unuz, Kant’ınız, Bach’ınız, Rafael’iniz, Bruegel’iniz, Beethoven’iniz, Nietzsche’niz, Dostoyevski’niz, Tarkovski’niz varsa, varolduğu için, varolabildiği için varsınız.
ZİHİN, KALP VE RUH FÂTİHLERİ: İLİM, İRFAN VE HİKMET FETİHLERİ…
Bu öncüler, fikirleriyle, eserleriyle, şahsiyetleriyle yaşıyorsa, sizi de yaşatabiliyorsa, sizin varolduğunuzdan ve yaşadığınızdan sözedebiliriz.
Bunlar, bir toplumun medeniyet ruhunu diri ve canlı tutan, yaşayan ve yaşatan öncü kuşakları değil sadece, kurucu ve konumlandırıcı öncü kuşakları: Yönünü ve yörüngesini belirleyen, ruhunu harekete geçiren, geleceğini şekillendiren yol fenerleri.
Her medeniyet, öncü kuşakları vasıtasıyla geçmişten nefes alır, geleceğe nefes verir.
Bütün diğer medeniyetlerin öncü kuşakları gibi bizim medeniyetimizin öncü kuşakları da birer fâtihtir; fetih ruhuyla nefes alıp veren, medeniyeti yeşerten ve gölgesinde herkesin serinlediği birer çınar.
Maddî fetih, kılıçla gerçekleşir ama önce zihinde ve zihinle şekillenir, sonra kalpte ve kalple olgunlaşır, en sonundaysa ruhta ve ruhla gerçeğe dönüşür.
Fetih, işgal değildir; kapıların açılmasıdır. Zihin, gönül ve ruh kapılarının canlanması, hayata kavuşması.
Aynı şekilde, maddî fetih de toprakların işgali değildir. Toprağa, hakikatin hayat bahşeden elinin değmesi, toprağı sulayacak ötelerden yankılanan bir sesle diriltici bir nefes vermesidir maddî fetih.
Toplumları fatihleri ayakta tutar, fatihleri taze hayat sunar, fatihleri yol açar.
Zihin, kalp ve ruh fatihleri: İlim, irfan ve hikmet fetihleri.
Fetih ruhunu yitiren, yeni fatihler yetiştiremeyen toplum, dengesini yitirir, işgal edilir zamanla.
YUNUS VE SİNAN, FATİH VE ALP ARSLAN MASAL MI?
Masal mı bütün bunlar?
Yunus masal mıydı?
Elbette ki, değildi: İnsanı, hayatı, Yaratıcı’yı, dünyayı sade bir dille ama derinlemesine kavradı; hâlâ taze, hâlâ diri, hâlâ hayat bahşedici tohumlar ekti bu topraklara; keşfedildikçe insanı çağlar ötesine taşıyan, tadıldıkça lezzetine doyum olmayan.
Sinan, masal mıydı?
Sinan, bu topraklardan çıktı ve hakikat medeniyetinin diriltici ruhunu üç kıtada taşa nakşetti. Sinan’ın mimaride gerçeğe dönüştürdüğü fetih ruhu, fetih rüyasının hayatın her alanında yankılanmasını, hayatın her alanını aydınlatmasını, beslemesini mümkün kılacak çapta, kıratta bir fetih ruhuydu.
Fatih, masal mıydı?
Fatih, daha çocuk denecek yaşlardayken, fetih ruhuyla nefes alıp veriyor, Kostantinopol’ü fethetme rüyaları görüyordu -neredeyse Allah’ın her günü...
Elinde kalem, defter; önünde yerküre; zihninde İstanbul’un fetih haritasıyla yatıp kalkıyordu...
Uykuları kaçıyordu!
Rüyaları sınır tanımıyordu!
Hop oturup hop kalkıyordu! Yerinde duramıyordu!
Çocukken!
Çocuk denecek yaştayken!
Fetih ruhuyla yetiştiriliyor, fetih ruhuyla nefes alıp veriyor, fetih rüyaları görüyordu her dem Fatih.
Bir yerde fetih ruhu çocuk denecek yaşta sizi yakalamışsa, rüyalarınız olup çıkardı, rüyalarınız fetihlerle dolup taşar, fetihlerle renklenir, canlanırdı.
Fatih’in fetih ruhu, nizam-ı âlem rüyasının Osmanlı gökkubbesi altında herkesin kendi hayatını yaşamasını, rüyasını gerçekleştirmesini mümkün kılan tek evrensel ve aşılamamış, benzersiz bir fetih ruhuydu.
Yunus’taki, Sinan’daki, Fatih’teki fetih ruhu ve rüyası, Alp Arslan’ı Alp Arslan yapan, Anadolu’yu, Balkanlar’ı, Afrika’nın içlerine kadar üç kıtayı İslâm’a açan tevazunun kanatlarında yükselen Müslüman olma coşkusu’ydu.
Alp Arslan’a “Biz, temiz Müslümanlarız. Bid’at nedir bilmeyiz. Bu sebepledir ki, Allah hâlis Türkleri aziz kıldı” dedirten bu diriltici ruhtu.
İşte dünya bu ruha gebe.
Biz de hakikate.Arkeolojik emperyalizm ve millî arkeoloji stratejisi ihtiyacı
Yusuf Kaplan
4/07/2021 Pazar
Arkeolojik emperyalizm kavramlaştırması çerçevesinde yazdığım yazım pek çok tartışmaya yol açtı. Ama yazı anlaşılmadı; ben de aforozu yedim laik yobazlardan! Türkiye’nin kaderi bu!
Ben şunu söylüyorum: İspanya’dan sadece Müslümanlar sürülmedi, İslâm’ın izleri de silindi.
İspanyolların İslâm’ın izlerini arkeolojik kazılarla gün yüzüne çıkarmak için canhıraş çalışmalarını bekleyebilir misiniz?
Ya da İtalyanların Sicilya’da benzer bir şeyi yapmalarını?
Ama Türkiye’de böyle bir cinayet işlenebiliyor: Eyüp, İstanbul’un Müslüman kimliğinin ve ruhunun sembolüdür. Ama bu ülkenin İslâmî ruh kökleriyle kavgalı bir şebeke, Eyüp’ün Müslüman kimliğini ve ruhunu yok edecek ürpertici arkeolojik kazılar yapma planları yapıyor. AB fonları vs kullanılarak İstanbul’un Müslüman ruhunu yok edecek böyle bir cinayete izin verilebilir mi?
MİLLÎ ARKEOLOJİ STRATEJİSİ ŞART
Bu yazdıklarımdan arkeoloji bilimine düşman olduğum, ülkemizdeki İslâm’ın dışındaki bütün diğer dinlere, kültürlere, medeniyetlere ait kalıntılara karşı olduğum sonucu çıkarılabilir mi?
Ne münasebet!
Kilisesi, havrası ve camisi olmayan yer İslâm medeniyeti değildir.
Farklı dinler, felsefeler, kültürler sadece İslâm medeniyetinin gökkubbesi altında rahat nefes alabilmiştir.
İnsanlığa katkıda bulunan her eser, değerlidir ve korunmayı hak eder. Ama ben kendi eserlerimin ve izlerimin yok edilmesine izin veremem. Kimse vermez. Benim yazdıklarımdan arkeolojik eserlere saldırı çağrısı yaptığım sonucu çıkarmak sadece paranoya göstergesidir.
Oysa insan ve eseri bütün kültürler, okunması, yorumlanması ve ders alınması gereken âyetlerdir bir Müslüman için.
Bunları söylemek bile absürt.
Ama bunları söylemek zorunda kalıyor insan. Zira Türkiye’de arkeoloji bilimine adına arkeolojik emperyalizm dediğim saldırgan bir tavır hâkim ve bu arkeolojik emperyalizm, bu ülkede gayrimüslim kültürleri öne çıkaran, İslâm kültürünün izlerini adım adım silen bir strateji izliyor.
Burada dünyanın hiç bir ülkesinde yaşanmayan büyük bir felâkete dikkat çekmeye çalışıyorum.
Ülkede İslâm kültürüne ait eserlerimizi gün ışığına çıkaran arkeologlarımızı yürekten tebrik ediyorum. Diğer kültürlere ait önemli eserlerin gün ışığına çıkarılması da önemli kesinlikle. Burada her şeye rağmen arkeolojik emperyalizm zihniyeti gibi dışlayıcı değil kuşatıcı ve kucaklayıcı bir millî arkeoloji kavramına ve stratejine ihtiyacımız var.
Bu ülkenin arkeolojik zenginliklerinin yağmalanmasını önleyecek, yurtdışına kaçırılan eserlerimizin ülkemize iadesini sağlayacak bir millî arkeoloji anlayışı bu, öncelikle.
Bu konuda önemli adımlar atıldığını görüyoruz ama belli bir sistematik ve kültürel strateji dâhilinde değil bu adımlar.
İkinci olarak, millî bir arkeoloji stratejisi geliştirilmesi gerekiyor. Bu konu hayatî.
“GEÇMİŞİ KONTROL EDEN GELECEĞİ KONTOL EDER”
George Orwell ne kadar haklı, “Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder”, derken, değil mi? Arkeoloji bilimi bu ülkede onyıllarca emperyalistlerce ve yerli emperyalist zihniyetlilerce yapıldı. Bu durum değişiyor, çok şükür. Bizim kültürümüze ait eserlerimiz daha fazla gün ışığına çıkarılmaya başlandı. Bunu önemsiyorum.
Fakat arkeolojik emperyalizm zihniyetinin hâlâ çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Dünyanın hiç bir yerinde, örneğin İspanya’da İtalya’da, Yunanistan’da Türkiye’deki çarpık arkeolojik zihniyetin hâkim olmasını hayal etmek bile imkânsızdır.
İspanya’da, İtalya’nın başta Sicilya adası olmak Akdeniz’de dün Müslümanların insanlık çapında evrensel medeniyet eserleri yeşerttikleri adalarda, Müslümanların sürüldüğü, katledildiği veya azınlıkta olduğu Balkan ülkelerinde siz İslâm kültürünün, eserlerinin kazısının yapılmasına, gün ışığına çıkarılmasına tanık oldunuz mu, olabilir misiniz?
Aksine İslâm kültürünün kökünü kazıdı bütün bu ülkeler, bütün Avrupalılar!
İspanyada neredeyse hiç iz kalmadı Müslüman İspanya’dan!
Ürpertici değil mi bu?
Bizde sanki burası sömürge ülkesiymiş, işgal altındaymış gibi tam tersi bir uygulama ve zihniyet var: Son yıllarda değişmeye başlasa da, büyük ölçüde İslâm kültürünün dışındaki kültürleri gün ışığına çıkarma mücadelesi, hatta savaşı veriliyor!
Haklı olarak soruyorum: Ne adına ve niçin?
Biraz önce de dediğim gibi, Selçuklu’ya, Osmanlı’ya, beylikler dönemine ait İslâm eserlerinin gün ışığına çıkarılması gayretleri son 30-40 yıldan bu yana büyük ivme kazandı. Ama bu ülkenin meselâ Müslüman ruhunun damgasını taşıyan Eyüp’ü Bizans ve öncesi pagan kültürü öne çıkarmak için arkeolojik çöplüğe çevirmek, kazılarla Eyüp’ün Müslüman ruhunu ve kimliğini yok etmek için çalışan zihniyet arkeolojik emperyalizm zihniyeti değil midir? Bu zihniyeti makul görmemiz ve kabul etmemiz beklenmemeli bizden! Böyle bir şey olabilir mi?
Bu ülkenin İslâmî kimliğine karşı geçmişini kontrol ederek geleceğini İslâm kültüründen arındırılmış, İslâm’ın marjinalleştirildiği bir ülkeye dönüştürmek isteyenlere dikkat çekmek bu ülkenin çocuğu bir fikir adamı ve yazar olarak yerine getirmem gereken bir yükümlülük.
Bu yazdıklarımdan arkeolojik eserlere saldırı sonucu çıkarmak maksatlı, yapılan yanlışlıkları örtbas etmeye dönük kışkırtıcı bir yaklaşımdır.
Bu ülkenin çocukları, başka kültürlere her zaman saygı duymuştur. Tek istediğimiz şey, bizim tarih yapmamızı, her tür zorluğa karşı dimdik ayakta durmamızı ve birlikte hareket ederek göğüs germemizi sağlayan İslâm’ın, yani bu ülkenin ruhunun adım adım yok edilmesine dikkat çekmemize saygı duyulmasını beklemek.
Bu da bizim en tabiî hakkımız.İki tarz-ı nihilizm ve Endülüsleşme süreci
Yusuf Kaplan
5/07/2021 Pazartesi
Sermayeden yiyoruz…
Kültürel sermayeden…
Sermaye dediğim Osmanlı medeniyetinin, ruhunun ve kültürünün mirası, bakiyesi.
Osmanlı tarihten çekildikten sonra hiçbir değer katamadık hayatımıza. Batı’da üretilen hayat tarzını, ideolojileri burada tepe tepe tüketmeyi bir marifet sanıyoruz -hâlâ!
ZİHNÎ ENDÜLÜSLEŞME SÜRECİ
Osmanlı’nın dayandığı, Osmanlı’yı dünya devleti yapan, bizi de toplum olarak ayakta tutan bu toplumun ruhunu oluşturan İslâm’ın diriltici, muhkem evrensel değerleri, anlam haritaları bizi bugünlere kadar getirdi, yaşattı.
Ama artık Osmanlı’dan kalan kültürel göstergebilimsel düzen, insan ilişkilerini düzenleyen değerler sistemi ve anlam haritası, yavaş yavaş çözülmeye, hayatımızdaki etkisini yitirmeye başladı.
İslâmî zihin setlerinin, cihanşümûl sâbitelerinin yerini çoktan dünyevîleşmeyi kutsayan seküler ilişki biçimleri, zihin setleri ve davranış kalıpları alıyor…
Hayatımızda, zihin dünyamızda, ilişki biçimlerimizde İslâm’ın, İslâmî anlam haritalarının ve anlamlandırma pratiklerinin izleri siliniyor…
Evet, hızla çekiliyor İslâmî değerler hayatımızdan… Hem aile hayatımızdan hem toplum hayatımızdan hem de siyaset, iktisat, kültür, sanat ve düşünce hayatımızdan…
Yaşanan şey bir tür Endülüsleşme’dir. Fiîlî değil Zihnî Endülüsleşme, yani zihnî yok olma süreci.
Bu toplum fiilî bir Endülüsleşme yaşamadı belki ama zihnî bir Endülüsleşme tecrübesi yaşıyor! İşin kötüsü de yaşadığı şeyin bir Endülüsleşme, bir yok oluş felâketi olduğunu bilmiyor. Bunu hissediyor belki, hatta korkuyor da içten içe, fakat güle oynaya yok oluşa sürükleniyor…
Zihnî Endülüsleşme süreci şöyle bir şey: Bir toplumun bütün değerlerini yitirişi, zamanla tarihten silinmesine yol açacak kadar varlık nedenini kaybedişi, yerine de toplumu ayakta tutacak, güçlü, köklü, sağlam değerler sistemi yerleştiremeyişi, toplumun entelektüel ve kültürel anarşinin, zamanla da sosyal ve siyasî kaosun ve yok oluşun eşiğine sürüklemesi…
Bizim yaşadığımız ve benim zihnî Endülüsleşme olarak tanımladığım entelektüel / zihnî ve kültürel Endülüsleşme / yok oluş süreci, 17. yüzyılın sonlarında başlayan 18. yüzyılın sonlarında Aydınlanma Düşüncesi devrimleriyle sonuçlanan Avrupa’da -Peter Gay tarafından- “yeni paganlaşma biçimi” olarak adlandırılan sekülerleşme, yani dinin zihinden, dünyadan ve hayattan uzaklaştırılması, deizm ve ateizm dalgasının hızla toplumun bütün katmanlarına sirayet etme sürecini çok andırıyor…
Bu süreç iki asır sürdü. Dinin hayattan, hayatın her alanından uzaklaştırılması süreci olarak yaşanan birinci sekülerleşme çağı, 20. yüzyılın ortalarına kadar devam etti, çok katmanlı nihilizm biçimleri üretti.
KÜRESEL NİHİLİZM: KÜRESEL ENDÜLÜSLEŞME SÜRECİ
Nihilizm, önce devletler arasında, sonra da toplumların içinde hücrelerine kadar sızarak hem uluslararası ilişkilere hem de -elbette ki, Batılı ülkelerde- sosyo-kültürel yapılara damgasını vurdu. Sonra da üçüncü olarak da 20. yüzyılın sonu ile 21. yüzyılın başında bütün dünyayı kasıp kavuran bir çağ dönüşümünün, bir zihinsel devrimin, yıkımın adı oldu bütün dünyada.
Modern dünyanın yıkılışı, postmodern dünyanın önce 1980›lerde Amerika’da, ardından 1990›larda Avrupa›da, 2000›li yıllarda da bütün dünyada hayatın akışını belirleyecek konuma yükselişi…
Modern çağda, dinin hayattan / dünyadan uzaklaşması olarak karşımıza çıkan sekülerleşme süreci, postmodern süreçte dünyevî olanın dinselleştirilmesi olarak adlandırdığım ikinci sekülerleşme çağı›nı üretti, yeni bir paganizm biçimine, tekno-paganizm’e dönüştü.
Buradan bütün dünyanın, bütün kültürlerin Endülüsleşme süreci yaşadığı sonucu çıkarabiliriz: Tekno-paganizm bütün dünyayı dijital uygarlık olarak adlandırdığım yeni bir dünyanın eşiğine sürüklüyor. Batı’da başlayan ama bu kez neredeyse aynı anda bütün dünyaya sirayet eden bir zihniyet devrimi, bir uygarlık değişimi süreci ile karşı karşıyayız.
Soru şu: Doğmakta olan uygarlık, insanlığın önünü mü açacak, sonunu mu getirecek?
Görünüşte önünü açacak; bilimde, teknolojide inanılmaz devrimler yapılacak; ama gerçekte, pratikte insanlığı zihnî, kültürel ve sosyal bir kaosun eşiğine sürükleyecek.
Bütün dünya bu kaosla yaşama sürecine girdirilecek… Hatta bu süreç çoktan başladı. Korona hâdisesi, insanlığı, yaşayan ölülere dönüştüren sessiz ölüm sürecinin ortasına fırlattığını ve bu sürecin başka şekiller alarak süreceğini gösteriyor…
Sonuç: Postmodern nihilizmin zaferi, insanlığın yok oluş felaketinin eşiğine sürüklenmesi…
TÜRK NİHİLİZMİ VE ZİHNÎ ENDÜLÜSLEŞME SÜRECİ
Türkiye’nin Endülüsleşme süreci, küresel nihilizm sürecinden de nasibini alan ama kendine özgü özellikleri olan bir yok oluş süreci.
Gözlenen bazı yıkıcı belirtileri şunlar:
Aydınlarının İslâmî duyarlıklarını ve perspektiflerini yitirmeleri, büsbütün seküler / Batılı kalıplarla sorunlara bakmaları.
Kentleşme sürecinin sosyolojik olarak sekülerleşme sürecini tetiklemesi, kitlelerin İslâmî değerleri terk etmeye, İslâmî kesimlerin ise muhafazakâr sekülerizm biçimleri üretmeye başlamaları; ailenin parçalanması; babanın ölümü; annenin yalnızlaşması; çocukların zihnen ve psikolojik olarak savrulması, deizmin, ateizmin eşiğine sürüklenmesi…
Türkiye’nin tarihte ilk defa İslâmî ruh köklerini, değerlerini, zihin setlerini ve davranış biçimlerini yitirmesi, büyük bir kültürel çözülme ve sosyal kaos yaşamaya başlaması, toplumun oraya buraya sürüklenen ruhsuz bir cenazeye dönüşmesi…
Ne yapmalı, peki?
Bendeniz genç kuşağın elinden tutmaya çalışıyorum, önümüzü açacak bir öncü kuşak yetiştirmek için çırpınıp duruyorum. Bu yok oluş sürecini tersine çevirmeye, bir direniş, diriliş ve varoluş iradesine dönüştürmeye cehdediyorum. O yüzden sadece şikâyet etmeyi bırakıp bir hikâye inşa etmeye bakmalıyız, diyorum.Vahyî din, özgürlüğün kaynağıdır; beşerî dinler / ideolojiler, köleleşmenin…
Yusuf Kaplan
11/07/2021 Pazar
Seküler ideolojiler, dini kendilerine benzetirler ve dünyevî bir kategoriye indirgerler. Din ayrı, kültür, sanat, siyaset, düşünce ayrıdır sekülerleşmiş beşerî dinlerde.
Oysa İslâm, bir din olarak bütün kategorilerin üstündedir: Hem düşüncenin, hem sanatın hem mimarinin hem de ahlâkın ve siyasetin kaynağı.
O yüzdendir ki bütün sekülerleşmiş dinler, seküler ideolojilere boyun eğer.
Oysa İslâm hiçbir seküler ideolojiye boyun eğmez; hem direniş, hem diriliş hem de varoluş kaynağıdır.
DİN, HAYAT VE HAKİKAT
Din, hayattır. Dinin hayatı, hakikattir. Hayat, hakikatle kâimdir. Hakikat yoksa, din de, hayat da yok olmaya mahkûmdur.
Din, hayat ve hakikat ilişkisini en iyi kavrayan düşünürlerin başında Nietzsche gelir. O yüzden Nietzsche, Batı’da ve başka medeniyet coğrafyalarında din ve hayat ilişkisinin kazısını yapmış, yalnızca İslâm’ın hayatı öldürmediğine, diri tuttuğuna dikkat çekmiştir.
Hayat, hakikatin şifrelendiği yerdir. Hayatı şifreleyen kaynak da, hayatın şifrelerini çözen kaynak da dindir.
Burada “din” derken -seküler veya kutsal- herhangi bir inanç biçiminden söz etmiyorum. Bizzat Kur’ân’da zikredilen “ed-din”den söz ediyorum.
“Ed-din”in kaynağı, ilâhîdir: Âlemlere yüce bir makamdan gönderilen bir “kaynak”tır “ed-din”. Âlemlerde şifrelenen alametlerin ilmini hem tarif eden, hem de talim ettiren bir beşerüstü kaynak: Yegâne hayat menbaı, arı-duru, su katılmamış hakikat pınarı.
FARK
Kur”ân, “ed-din”in İslâm olduğunu vaz’eder. Vahyî din’in dışındaki dinlerin hepsi -şu ya da bu şekilde- beşer hayalinin mahsûlüdür.
Vahyî din’le diğer dinler arasındaki farklılık, derece farklılığı değil, mahiyet farklılığıdır. Beşer hayalinin mahsûlü dinlerle beşer zihninin mahsûlü düşünce sistemleri arasındaki farklılık ise mahiyet farklılığı değil, derece farklılığıdır. Beşer hayalinin mahsûlü dinler de, beşer zihninin mahsûlü düşünce sistemleri de, beşerîdir nihayetinde.
BEŞERÎ DİN, KENDİSİNE NEDEN KUDSİYET ATFEDER?
Beşerî dinler de, beşerî düşünce sistemleri de, aslında kendilerine kudsiyet atfederler. Beşerî dinler, bu kudsiyeti açıkça, beşerî düşünce sistemleri ise örtük olarak atfederler kendilerine. Her şeyi açıklama gücüne sahip olduklarını iddia etmeleri kendilerine kudsiyet atfetme çabasının bir neticesidir.
Burada sorun şu: Kudsî bir kaynaktan gelmedikleri hâlde beşer ürününün kudsîleştirilmekten kaçınılmamasının bir nedeni olmalı. Peki nedir bunun nedeni?
Elbette ki, insanın kudsî bir varlık olmasıdır. İstese de istemese de, kabul etse de, etmese de, insanın böyle bir temayülü var. Neden var? İnsanın, kudsî bir kaynak”tan gelmiş olmasından, başka bir deyişle, Yaratıcı”nın insana kendi ruhundan üflemesinden ötürü elbette ki.
VAHYÎ DİN, NEDEN BEŞERÎ; BEŞERÎ DİN, NEDEN BEŞERÜSTÜ GÖRÜNÜR
Vahyî din’le, beşer mahsûlü din ve beşerî sistem arasındaki ilişkilerde ilginç paradokslar var. Vahyî din, aslında “beşerî”dir; yani doğrudan beşerî / yaratılmış olana hitap eder ama ilâhî / beşerötesi bir dille ve kaynakla. O yüzden hayat sunar, hayata ruh üfler: Kendine güveni tam olduğu için de, rahattır.
Beşer mahsûlü dinler ve düşünce sistemleri ise, sanki beşerüstüymüş gibi hareket ederler. Beşer’i, beşerin ürettiği, kendilerini kutsayan bir dille ezerler. Ve bundan kaçınmak da pek mümkün değildir. Çünkü hayatı ve hakikati açıklama iddiasından vazgeçemezler. Kendileri, söylemleri ve eylemleri açıklanmaya muhtaçken, hayatı ve hakikati açıklama iddiasına sahip olmak, insanı ezecek, hayatı ve hakikati yok edecek bütün yapı taşlarını döşemekle sonuçlanır.
AÇIKLAMA VE BEYAN
Oysa vahyî din, beşere hitap eder ve beşere hitap eden elçilerin hepsi de beşerdir, beşerüstü / ilâhî niteliklerle donatıldıklarını iddia etmezler hiçbir zaman. Peygamberler, eşyanın, hayatın ve hakikatin ne olduğunu açıklayan kişiler değil, beyan eden, tebliğ eden, bildiren kişilerdir.
Açıklama ile beyan arasındaki fark ontolojik bir farktır. Açıklayan, yalnızca açıklananı da varedendir. Peygamber / elçi ise, açıklananı açan, açımlayandır. Yani âyette Efendimiz’e hitaben buyurulduğu üzere, “senin görevin sadece sana söyleneni anlatmaktır.”
O yüzden, Peygamberimiz, “rahmet”tir. “Bütün âlemlere ancak ve ancak rahmet olarak gönderilmiştir.”
İNSAN VE DİNİ
Dikkatli okuyucunun dikkatini çekeceği üzere, burada Yaratıcı ile insan arasındaki ilişkiler bahsinde, Kant’ın antinomi / “çelişki” ilkesine benzer bir paradoksla karşı karşıyayız.
Şöyle ki: Vahyî din’le, dolayısıyla vahyî din’in sahibi Yaratıcı’yla insanın ilişkisi, ilk bakışta pasif / edilgen bir ilişkiymiş gibi görünüyor. Beşerî dinler ve düşünce sistemlerinin insanla ilişkisi, insana biçtiği rol ise yine ilk bakışta aktif / etken bir ilişkiymiş gibi.
Ama biraz yakından bakıldığında sonuç itibariyle tam tersi bir durumun geçerli olduğunu görmekte zorlanmayız ve bir anda gözlerimizin faltaşı gibi açıldığını görürüz.
İnsan, vahyî din’in sahibi Yaratıcı’ya kendisi bir yaratılan olarak yaklaştığında, irtibata geçtiğinde, Yaratıcı’nın bütün isimleri ve sıfatları insana “geçer”, insanda tecellî eder. İnsan, teslim olduğu zaman hayata kavuşur, hakikate erer, kendine gelir ve başka hiçbir beşerî çabayı, söylemi, eylemi, kişiyi, nesneyi putlaştırmayacak yani onlara boyun eğmeyecek bir noktaya ulaşarak tam anlamıyla özgürleşir. Asalet, vakar ve hakikatle donanır.
Öte yandan, beşerî dinlerin ve düşünce sistemlerinin insanla ilişkisi, esas itibariyle insanı tanrılaştıran, ama bu tanrılaştırma işlemiyle -sonuç itibariyle- köleleştiren bir ilişkidir. İnsanı her şeyin kölesi yapan bir ilişki: Nefsinin, eşyanın, paranın, gücün vesaire.
Vahyî din, özgürleştirir insanı. Beşerî din / bütün seküler ideolojiler ise köleleştirir. Aradaki fark bu kadar nettir.
.Geliyorum diyen felâket geldi, kapıya dayandı: Çocuklarımızı kaybediyoruz! Ey devlet, uyuma!
Yusuf Kaplan
12/07/2021 Pazartesi
Asıl felâket henüz geliyor! Yıllardır, bangır bangır bağırıp duruyorum gerek bu sütunda gerek sosyal medyada gerekse televizyonlarda!
İnsanlar beni felâket tellalı olmakla suçluyorlar gelen tehlikelere dikkat çeken yazılar yazdığımda ya da televizyonlarda bu konuları dillendirdiğim zaman.
Felâket başlarına gelmeyince, kapılarını çalmayınca, evlerine girmeyince görmüyor, görmek istemiyor insanlar, maalesef!
İNSAN TÜRÜNÜ YOK EDECEK ÜRPERTİCİ BİR FELÂKET BU!
Ürpertici gerçek şu: Umursamıyorlar insanlar başlarına gelmeyince!
Ama o felâket artık bize kâbuslar gördürecek kadar yakınımızda, en yakınımızda.
Onunla yüzleşmek, hesaplaşmak ve püskürtmek için gerekli hazırlıkları yapmaktan başka seçeceğimiz yok.
Geliyorum diyen felâket şu: Çocuklarımız, gençlerimiz, özellikle de muhafazakâr ailelerin eşcinsel sapkın ilişki biçimlerine yakalarını paçalarını kaptıran genç çocukları yüzünden aileler perişan durumda, şok yaşıyorlar! Bir psikiyatrist dostumuz söyledi bunu geçtiğimiz günlerde ürpererek! Neler anlattı, neler! Şok oldum!
Sürükleniyoruz…
Postmodernizm ilk defa bütün dünya ölçeğinde toplumları paramparça edecek, kültürel aidiyet biçimlerini, değerlerini yok edecek kadar kök salmaya başladı.
Dün teorisini yapıyorduk, bugün kendisiyle, yıkıcı gerçekleriyle boğuşuyoruz postmodern küresel popüler kültürün.
Sapkın eşcinsel ilişki biçimleri sosyal medya üzerinden acayip reklam ediliyor. Film sektörü, dizi sektörü, özellikle de Netflix, sadece bu pespayeliği yaymak için acayip kaynaklar kullanıyor…
İnsan türünün geleceği tehlikede!
Organize çeteler var bu konuda harıl harıl çalışan.
Okullarda, sosyal medyada, film, reklam ve televizyon sektöründe inanılmaz organizeler! Ve çeşitli STK’lara tonla fon ayırıyor Avrupa Birliği dışarıdan!
Devlet aslâ sessiz kalamaz bunlara!
Sorun sadece eşcinsel sapkınlık biçimlerine meyledenler değil, ateizm belasına yakalananlar aynı zamanda! İnanın seküler aileler de, muhafazakâr aileler de aynı ölçüde yıkılıyor bu tür durumlarda!
Çok açık söylüyorum!
Sapkın eşcinsel şebekeler de, ateizm şebekeleri de “vazifelerini” yapıyorlar! Toplum, toplumun bütünü, özellikle de toplumun muhafazakâr aileleri vazifelerini bu sapkın şebekeler kadar yapmıyorlar!
Çocuklarının zihnî, ruhî, ahlâkî gelişimleriyle neredeyse hiç ilgilenmiyorlar!
Çocuklarını bu tür şebekelere kaptırdıkları zaman da dünyaları yıkılıyor!
Ateş düştüğü yeri yakıyor, elbette!
AİLELER ŞOKTA! DEVLET UYUMA!
Bu konuda bir öğretmen okuyucumdan gelen ürpertici bir mesajı paylaşıyorum bugün sizlerle. İsmi bende mahfuz öğretmenimiz şunları yazmış:
“Yusuf Hocam,
Açıkçası konuyu nasıl izah edebileceğimi bilemeyerek yazıyorum bu mesajı. Hocam, lise öğrencilerim var. Onlara sadece öğretmenlik değil ağabeylik de yapmaya çalışıyorum. O yüzden yaşadıkları sorunları daha iyi gözleme imkânına sahip oluyorum. Bir tanesinin ailesi perişan! Delikanlıyı zorlayarak bana getirdiler. Hocam, delikanlıyı görünce, nutkum tutuldu. Aslında erkek çocuğu ama kıyafetleri kız kıyafeti. Biz o delikanlıyı bir anlık gafletle bir başka çocuğumuzla konuşturduk belki ona faydası olur diye. Ama tam tersi oldu! Faydası olur diye düşündüğümüz delikanlıyı da, kandırdı, yolundan saptırdı. O da ailesinin baskısından bunalmış biriymiş o yüzden o genci de ayarttı kolayca! Neye uğradığımızı şaşırdık! Şok geçirdik! Hidayet Allah’tan ama ben çok üzüldüm. Lise ikiye geçmiş ve erkek ama görünüşü kız gibi. Biliyorum ki böyle gençlerle daha çok karşılaşacağım. Örnek aldığı şahıslar çok korkunç! Asyalı sapkın gruplar! Size yazma sebebimse kendimi çok çaresiz hissetmem. Hocam nasıl bir yol izlemeliyim? Nasıl bu gençleri kazanmalıyım? Bu genç delikanlının ailesi perişan. Her gün ağlıyorlar, çıldırmak üzereler! Bu genç çocuk, yarın kiliseye gidecekmiş. Onlarla konuşacakmış. Dini sorguluyor. Ne yapmalıyım hocam? Lütfen yol gösterin.”
***
İnanılır gibi değil!
İnsanın nutku kesiliyor, gerçekten!
Bu konuya en ciddi şekilde Doğu Perinçek dikkat çekti sadece. Başta hükümet partisi olmak üzere, bütün partilerimizin, sivil toplum kuruluşlarımızın, okullarımızın ve ailelerimizin bu konuda çocuklarımıza sahip çıkmaları şart!
İnsan türünü yok etme tehlikesi taşıyan bu sapkın yönelimlerin karşısında İslâm dimdik durabilir sadece. İnsanlığın geleceği beden ve ruh sağlığı bakımından İslâm’ın insanı yücelten, haysiyetini koruyan, adaleti sağlayan ilkelerinin hayata geçirilmesinde gizli bir kez daha15 Temmuz darbesinin asıl hedefi, “paralel din” icat etmekti!
Yusuf Kaplan
16/07/2021 Cuma
15 Temmuz işgal ve darbe girişimi, sadece “paralel devlet” teşebbüsü olarak algılandı ve sunuldu şimdiye dek. Oysa devlet, bu ülkenin çocuklarının elinden çoktan alınmıştı devşirme şebekeler tarafından iki asırlık süreçte.
O yüzden bu ülke zaten işgal altında: Ekonomisi, kültürü, bürokrasisi, eğitimi, sanatı bu ülkenin has çocuklarının değil, Batılıların uydusu devşirmelerin kontrolü altında ve milletin çocuklarını devşirmekte ve celladına âşık etmekte kullanılıyor.
15 Temmuz saldırısıyla yaşanan şey, Türkiye’yi ele geçirip İslâm’ı Protestanlaştırma (tıpkı diğer dinler gibi sekülerleştirerek hayattan uzaklaştırma) emperyalizme / küresel sisteme itiraz etmeyecek, kolaylıkla güdülecek paralel bir din icat etme, İslâm’ın direniş ve diriliş ruhunu yok etme projesiydi.
Bu “paralel din” projesinin iki asırlık uzun ve netameli bir geçmişi var.
İKİ ASIRLIK DARBELER TARİHİ
Tanzimat’la başlayan, Cumhuriyet’le birlikte “kültürel inkâr”a dönüşen modernleşme tarihimiz her tür darbenin yaşandığı ürpertici bir darbeler tarihidir.
Sultan Abdülaziz, bilekleri kesilerek bir saray darbesine kurban gitti.
Sultan II. Abdülhamid, küresel Yahudi-İngiliz şebekelerinin darbesiyle tahttan indirildi.
Cumhuriyet tarihindeki darbeleri saymaya gerek yok burada.
28 Şubat ve 15 Temmuz darbe girişimleri, doğrudan bu ülkenin Müslüman varlığını hedef alan, İslâmî varlık nedenini yok etmeyi amaçlayan darbe girişimleri olması bakımından diğer klasik darbelerden ayrılıyor. Bu darbeler, bu toplumun ruhunu, İslâmî ruh köklerini, genetik kültürel kodlarını imha etmeyi ve paralel bir din icat etmeyi hedefleyen darbelerdi.
İNGİLİZLERİN ŞARK MESELESİ VE “PARALEL DİN” PROJESİ
Bu iki darbeyle İngilizlerin iki asırlık Şark Meselesi projelerinin ikinci ayağının da hayata geçirilme sürecinde çok kritik bir aşamaya girildiğini görüyoruz.
Şark Meselesi’nin birinci ayağı, İslâm’ı, dolayısıyla tarih yapan bir aktör olarak İslâm medeniyetini tarihten uzaklaştırma projesiydi.
Osmanlı’nın durdurulması, müslüman Hindistan’ın parçalanması, Arap dünyasının paramparça edilmesiyle bu hedeflerine ulaştı İngilizler.
28 ŞUBAT DARBESİ VE “HORMONLU MÜSLÜMANLAR” PROJESİ
Şark Meselesi’nin ikinci ayağı ise, Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırma projesi...
Bu da son iki asırdan bu yana iki teo-politik ve teo-kültürel stratejiyle hayata geçirilmeye çalışılıyor: Öncelikli olarak, İkinci Dünya Savaş’ndan sonra emperyalistler tarafından sözümona bağımsızlıkları verilen müslümanların yaşadığı ülkelerde devletlerin İslâm’dan arındırılması. Bunun en katı uygulaması, Türkiye’de hayata geçirildi.
İkinci aşamada da toplumun İslâm›dan uzaklaştırılması süreçleri devreye girdirildi adım adım. İşte toplumun İslâm’dan uzaklaştırılması projesi son iki darbe girişimiyle gerçeğe dönüştürülmeye çalışıldı.
28 Şubat, İslâmî kesimlerin İslâmî duyarlıklarını yitirmelerine yol açtı; sekülerize olmuş, hayattan kopartılmış, sadece bireysel bir inanç meselesine indirgenen bir İslâm anlayışının tohumlarını ekti: Bu da, toplumda “hormonlu müslümanlar” icat etti.
Batı tarihinde Hıristiyanlığa yapılan, Hıristiyanlığı toplumdan ve hayattan uzaklaştıran dinin sekülerleştirilmesi demek olan protestanlaşma projesini bu kez İslâm’a uygulamak istiyor emperyalistler ve uyduları!
15 TEMMUZ DİRENİŞİ VE “PARALEL DİN” TEHLİKESİNİN PÜSKÜRTÜLMESİ
15 Temmuz darbe girişimini gerçekleştiren FETÖ, İslâm’ı Protestanlaştırma projesi olarak adlandırdığım bu projeyi bütün küre ölçeğine yaymaya çalışıyor, bunu paralel bir din icat etme görevi olarak düşünüyordu. Eğer 15 Temmuz darbe ve işgal girişimi başarıya ulaşmış olsaydı, İslâm’ı Protestanlaştıran paralel bir dinin merkez üssü Türkiye olacaktı.
Böylesine ürpertici bir sürecin bütün İslâm dünyasına da yayılması ve anaakım İslâm’ı devre dışı bıraktıracak bir paralel dinin, ruhu çalınmış, hayatın bütün alanlarından kovulmuş, anlamsızlaşmış, hayatta hiç bir karşılığı olmayan, emperyalistlere itiraz etmeyen, güdümlü bir paralel dinin İslâm dünyasına hâkim kılınması kolaylaşacaktı.
İşte 15 Temmuz darbe ve işgal girişimine göğsünü siper ederek karşı durmakla bu toplum, paralel devlet girişimini önlemekle kalmadı; bundan daha da önemlisi, paralel din girişimini de önledi.
Bu tarihî meydan okuma, ne yazık ki gözardı ediliyor Türkiye’de.
15 Temmuz’da bu toplum, İslâm’ın tarihinde çok önemli bir yıkım hareketine “dur!” diyerek çok büyük bir felâketi önlemiş oldu.
İslâm’ın Protestanlaştırılması projesi, hilafetin tarihten çekilmesinden bu yana yaklaşık bir asırdır özellikle Hindistan’da Kadıyânîlik hareketiyle İngilizler marifetiyle bütün Asya toplumlarına yayılmaya çalışılıyordu. Ayrıca, Türkiye’deki laikleşme projesi de, bir başka açıdan İslâm’ı protestanlaştırma (hayattan uzaklaştırma) projesidir.
Üçüncü olarak da postmodern kültürün hakikat fikrini inkâr etmesi, hakikati izafileştirmesi, deizm, ateizm biçimlerinin küre ölçeğinde hızla yayılmasına katkıda bulundu; hakikatin izafileştirilmesi, dinin de izafileştirilmesine zemin hazırladı.
Hem Türkiye’de FETÖ’nün zuhuru ve küre ölçeğinde örgütlenmesi hem de postmodern küresel kültürün küre ölçeğinde hızla yaygınlaşması, İslâm›ın protestanlaştırılması girişimi için son derece uygun zeminler oluşturuyordu. İşte bu toplumun Türkiye’de 15 Temmuz darbe ve işgal girişimini püskürtmekle bu “paralel din” projesine nasıl büyük bir darbe vurduğu ilerde daha iyi anlaşılacak.Fiîlî işgale izin vermedik ama zihnî işgal millî güvenlik meselesine dönüşmek üzere!
Yusuf Kaplan
18/07/2021 Pazar
Yazıya sarsıcı bir aforizmayla giriş yapayım: Bu ülke fiilen işgal edilmedi ama zihnen işgal edildi. Bu işgal, bütün hızıyla, bütün yıkıcılığıyla sürüyor hâlâ! 15 Temmuz fiilî bir işgal girişimiydi; millet bu saldırıyı püskürttü ama zihnî işgal’in pençesinde kıvranıyor ürpertici bir şekilde.
Toplumun bütün müşterekleri, ortak değerleri hızla yok oluyor... Toplum, toplumun geleceği demek olan genç kuşaklarımız, bu toplumu bin yıl ayakta tutan ve bu toprakları bize vatan yapan ruhunu yani İslâmî iddialarını ve rüyalarını yitiriyor. Ve kimliksiz, kişiliksiz, ruhsuz, ülkesiz, idealsiz bir kuşakla tam bir çıkmaz sokağa doğru sürükleniyor…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, eğitimde istenilen başarılı adımların atılamadığını, AK Parti’nin fikrî bakımdan iktidar olamadığını söylemişti.
Geç kalındı ama bundan sonra köklü, kucaklayıcı adımlar atılırsa, geleceğimizi kurtaracak ve kuracak bir yola girmiş oluruz yine de. Bu toprakların kurucu ve koruyucu ruhunu inşa eden öncüler, yeni Gazâlî’ler, Yunus’lar, Sinan’lar, Itrî’ler yetiştirecek, yok edici değil diriltici, dışlayıcı değil kucaklayıcı medeniyet dinamiklerimizden beslenecek köklü bir eğitim, kültür ve medya sistemi fikri, bu zihnî işgali püskürtecek bir meydan okuma geliştirmemize imkân tanıyabilir.
RUH VERECEK BİR EĞİTİM VE KÜLTÜR...
Tek kanatlı kuş uçamaz...
Kanadı kırık bir kuşun uçmasını beklemek de hayaldir.
Türkiye hem tek kanatlı kuş hem de kanadı kırık kuş gibi.
Dünyanın sömürgeleştirilemeyen tek ülkesiyiz ama üzerimizden yüzlerce yıllık bir sömürge silindiri geçmiş, her şeyimizi tarumar etmiş bir müstemleke ülkesini andırıyoruz!
Eğitim sistemimiz, bizim medeniyet iddialarımız, ruhumuz ve dinamiklerimiz ekseninde işlemiyor.
Kültür dünyamız, müstemlekeci kafaların, metamorfoz yemiş, celladına âşık tasmalı çekirgelerin işgali altında!
Fikir hayatımız, yok bile.
Bir ülkenin eğitim sistemi, çocuklarına, sadece kuru bilgi vermez.
Bir ülkenin eğitim sistemi, çocuklarına ruh vermekle, ideal, kişilik ve ahlâk kazandırmakla yükümlüdür.
Unutmayalım: Başkalarının kavramlarıyla, bakış açılarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız!
Kültür, sanat ve fikir hayatı, yalnızca Batı’da üretilenleri buraya aktarmakla ya da burada tepe tepe tüketmekle, bu ülkenin önünü açamaz; bu ülkenin çocuklarının ufkunu genişletemez; aksine, bu ülkenin çocuklarını hem zihnen felçleştirir hem de fiilen köleleştirir.
ÇOCUKLARIMIZI KAYBEDİYORUZ...
Bu ülkede hâkim olan sığ pozitivist / seküler eğitim sistemi, çocuklarımızın zihnini, ruhunu ve aklını körleştiriyor, yok ediyor!
Sanıldığı gibi Batılı bir eğitim sistemi filan yok bu ülkede: Sömürgeci bir eğitim sistemi hükümferma her bakımdan.
Eğitim sistemi de, kültür-sanat hayatı da, medya rejimi de çocuklarımızı mankurtlaştırıyor; kendi değerlerimize yabancılaşmış, metamorfoz yemiş kimliksiz, ruhsuz, entelektüel melekeleri donmuş, Batı’ya aşağılık kompleksiyle bakan, zihni felçleşmiş, ruhunu yitirmiş, kaygan zeminlerde patinaj yapan, dekadansla dans eden şizofren kuşaklar yetiştiriyor sadece.
Posası çıkmış Batılı değerlerin misyonerliğini yapıyor, bizim değerlerimizin altını oymaktan başka bir şey yapmıyor sömürgeci eğitim sistemi de, yoz ve yozlaştırıcı kültür, sanat ve medya rejimi de!
İnsanlığın ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiği, aşılamamış ve anlaşılmamış, aksine sürgit aşınan, aşındırılan evrensel değerlerimizi yok sayıyor, su gibi harcıyor!
Çocuklarımızı kaybediyoruz...
Genç kuşaklar, gözümüzün içine baka baka yok oluyor... Elimizden kayıp gidiyor...
Genç kuşaklarımızın da, ailelerinin de, yöneticilerimizin de şu soruları sormaları gerekiyor kendilerine:
Hangi kültürü yaşıyoruz?
Hangi rüyaları görüyoruz?
Hangi idealleri taşıyoruz?
Hangi iddiaları hayata geçirme mücadelesi veriyoruz?
Bu sorular üzerinde düşününce, kendi kültürümüzü, kendi zamanımızı, kendi dünyamızı yaşamadığımız gerçeğini görünce uykularınız kaçmıyorsa, bu ülke bitmiştir, diye hükmedebiliriz!
RUHUNU KORUYAMAYAN BİR ÜLKENİN VARLIĞINI KORUYABİLMESİ HAYALDİR!
Her zaman söylediğim gibi, gençlerini ihmal edenler, geleceklerini imha ederler.
Hayalleri olmayanlar başkalarının hayalleriyle yaşarlar!
Bu toplum, eğitim sistemini, kültür, sanat ve medya hayatını, insanlığın şiddetle ihtiyaç hissettiği bizim evrensel medeniyet değerlerimiz, ruhköklerimiz ekseninde silbaştan yeniden inşa edemezse, bırakınız insanlığa bir şeyler sunabilmeyi, varlığımızı sürdürebilmemiz bile tehlikeye girer. (Bu cümleyi her yazıda tekrarlayasım var!)
Bu ülkenin en temel sorunu, medeniyet sorunu, dolayısıyla hâdiselere kendi medeniyet perspektiflerimizle bakabilme, yorumlayabilme meselesidir; özlü bir ifadeyle, zihinsel işgaldir, zihinlerimizin işgal edilerek bizim celladımıza âşık edilmemizdir.
Medeniyet fikrimizi, perspektifimizi, ruhumuzu, dinamiklerimizi, zihin setlerimizi, eğitim, düşünce, kültür, sanat, medya hayatımıza nakşetmenin, gergef gibi işlemenin yollarını bulamazsak, yok olmaktan kurtulamayız.
Ruhunu koruyamayan bir ülkenin, varlığını korumasını beklemek olmayacak duaya âmin demektir.
Ruh, köklerde gizlidir, göklere yönlendirir. Köklere inemezseniz, göklere yükselemezsiniz.
Eğitimde, kültürde kazanılamayan bir istiklal ve istikbal mücadelesi, kaybedilmeye mahkûmdur.
O yüzden, bu ülkenin eğitim, kültür, gençlik sorunu, terörden de, ekonomik krizlerden de önemlidir ve millî güvenlik meselesi hâline gelmiştir!Kurban’ı “cinayet” olarak görmek!
Yusuf Kaplan
23/07/2021 Cuma
ABD Başkanı Joe Biden, ilginç bir Kurban Bayramı mesajı yayınladı. Kurban’ın “dünyaya barış, kardeşlik ve huzur getirdiğini” söyledi. “Böylesine güzel bir bayramları olduğu için” Müslümanları tebrik etti.
Ama Türkiye’deki İslamofobiklerde böyle nezaket de yok. Onlar kurban bayramının anlamını ve önemini Biden kadar olsun kavramaktan uzaklar!
Yazık gerçekten!
Her yıl Kurban Bayram’ında aynı ilkellikle karşı karşıya kalıyoruz.
Bayramda bile, bayramı zehir etmek sadece bizim ülkemize özgü bir “ilkellik” örneği! Ne yazık ki, böyle.
Bizden başka hiçbir toplumda o toplumun inanç sistemi, ibadetleri böylesine aşağılanmaz!
Dünyada gitmediğim ülke kalmadı neredeyse ama böyle bir şey görmedim hiçbir yerde!
Daha bayramın ilk gününde, hatta arife gününden itibaren sosyal medyada, şurda-burda kurbanın, “katliam” olduğunu, “cinayet” olduğunu söyleyerek bayramı bu yıl da zehir ettiler bir kez daha!
Kurbanın ölümsüzlük fikrini öğreten derin felsefî anlamını, sosyolojik olarak oluşturduğu kardeşlik ortamını idrak edebilseler, yaptıkları bunca hakaretten utanırlar, herhalde, diye düşünüyor insan.
Ama ne gezer!
Bayramı sefil bir tatile dönüştüren, topluma da, toplumun ruh köklerine de uzak ve yabancılaşmış “türedi türler” bunlar! Özür dilerim ama bu kadar aziz bir bayrama bile aşağılayarak bakanlar, olsa olsa “asalak” olabilirler yalnızca!
KURBAN MI “CİNAYET”, SİZ Mİ CELLADINA ÂŞIK “KURBAN”LARSINIZ?
Kurbanı “cinayet” olarak nitelendirenler, kurban fikrinden yoksun -âşık oldukları- Batılıların sadece 20. yüzyılda 100 milyona yakın insanı nasıl kurban ettiklerini, katlettiklerini düşünsünler, önce.
İnsana varoluşu ve hakikati, hayatı ve ölüm hakikatini öğreten kurban “barbar” (!) yalnızca bir asırda 100 milyon insanı katleden Batı “uygar”, öyle mi?
Bu nedir, aslında?
Dibine kadar aşağılık kompleksidir.
Hatta düpedüz İslâm nefretidir.
Bu İslâm nefreti neden sadece bu ülkede var? Ve bu kadar nefreti ne zaman, niçin ve nasıl biriktirdiniz, arkadaşlar?
İslâm ne yaptı size ki, bu denli nefret ve husûmet besliyorsunuz?
Evet, Batılılar, yeryüzünde hegemonya kurmak için 100 milyon insan katleder, “medenî” olur! Müslümanlar, eti filan için değil yalnızca Allah rızası için kurban kesince “vahşî”?
Celladına âşık olmak değil de nedir, bu, peki?
Daha da vahimi şu: Bütün dünya gibi ülkemizin de ürpertici bir virüs felâketinin eşiğinden geçtiği zorlu bir zaman diliminde, toplumu birleştiren, bütünleştiren, kardeşliği pekiştiren yegâne kaynağa, muazzez bir bayrama vesile olan kurban’a bu kadar hakaret etmek neye yarar, ne işe yarar, kimin işine yarar, bu toplumda nasıl derin yaralar açar, hiç düşünmez misiniz siz, ey bu toplumda yaşayan ama bu toplumu aşağılamayı marifet sanan tuhaf, acınası mahlûkâtlar?
NE’Yİ KURBAN ETTİĞİNİ HATIRLA!
Kurban ne, nasıl bir şey, ne anlam ifade ediyor?
Kurban, mü’minin, şeksiz-şüphesiz bir İbrahimî iman ve sadakatle, İsmâilî tam teslimiyet ve refakatle -başta en büyük put nefsini ve- bütün beşerî putları yerle bir etmesi...
Kurban, kişinin en değerli “şey’’inden tereddütsüz vazgeçebilmesi...
İşte o zaman, beşer insanlaşır, emaneti üstlenecek bir mertebeye ulaşır ve önünde sonsuz sonsuzluk koridorları açılır.
En değerli şeylerinden vazgeçemeyenler, kurbanın değerini hiçbir zaman idrak edemezler çünkü.
Vazgeç ki, kendine gelerek kendinden geçebilecek bir düzleme geçebilmen mümkün olabilsin…
DUYARSIZLIĞIN VE SAYGISIZLIĞIN BU KADARINA DA “PES!”
Şunu söylüyorum sadece: Birazcık kafanız basıyorsa, Kurbanın derin anlam dünyasını, hayatı yaşanılır kılan hayat-dünyasını, hiç olmazsa, Batılı düşünürlerden okuyun. Sözgelişi, parlak ve cins beyin, Kierkegaard’ın zihin açıcı metinlerine bakın...
...Diyorum ama havaya konuştuğumu çok iyi biliyorum: Bu “türedi türlerde”, ne Kierkegaard’ı anlayacak çap var; ne de en azından ekmeğini yediği, suyunu içtiği toprakların insanına ve inançlarına saygı!
Kaygı’sız insanlar bunlar!
Ceplerine, keyiflerine, hazlarına düşkün, toplumu değil yalnızca kendilerini ve çıkarlarını düşünen kayıtsız ve duyarsız varlıklar! Acınası varlıklar! Özür dilerim ama böyle!
Oysa Mü’minin, Rabbine yaklaşarak bütün insanlara, yoksullara, tabiata ve hakikate yaklaşmasını...
Meleklerin seferber olmasını...
Yerle göğün buluşmasını...
Bütün varlıkların kozmik bir semâya durmasını...
Farklılıkların ortadan kalkmasını...
Herkesin kendi farkının farkına varmasını, Hakkın katına ulaşmasını...
Bütün insanların bir şekilde bütünleşmesini ve ümmîleşmesini, kardeş olmasını ve bir olmasını, saf’laşmasını ve arınmasını, kula ve para’ya-pula kulluğu reddederek hür olmasını...
Velhasılı kelâm, toplumun kenetlenmesini, kardeş olmasını, dargınlıkları ortadan kaldırmasını... mümkün kılan muazzam ve muazzez bir ibadete ve bayrama “barbarlık bu!” diyen insanların insanlığından şüphe ederim.
Vesselâm.
Çin geliyor ama yok olmaya geliyor…
Yusuf Kaplan
30/07/2021 Cuma
Zihnimiz çağdaş hurafeler çöplüğü…
Hâdiselere bırakın derinlemesine bakabilmeyi, enlemesine ve boylamasına uzun soluklu, kalıcı, köklü okumalara yapabilmeyi, doğru bakmayı, eli ayağı tutar okumalar yapabilmeyi bile beceremiyoruz.
MEDENİYET PERSPEKTİFİ OLMADAN ASLÂ!
Gazetecileri geçtim, ülkenin entelektüelleri ve akademisyenleri bile küresel hâdiseleri derinlikli bir perspektifle okuma becerilerinden yoksunlar!
Niçin?
Köklü, muhkem bir medeniyet perspektifleri olmadığı ve dünyaya güçlü bir tarih felsefesiyle bakamadıkları için.
Sözgelişi, ülkenin nerdeyse bütün dış politika uzmanları, akademisyenleri Çin’i, “Çin’in gelişi”ni yanlış okuyorlar!
Çin’in Amerikan hegemonyasını kıracağını düşünüyor, en iyi okumalar!
Amerikan hegemonyasının spesifik olarak kapitalist, genelde ise Batılı kodlar, zihin setleri, hegemonya kurma biçimleri üzerinden kırıldığını söylemek, sığlıktır, entelektüel / akademik sefalettir oysa!
En iyimser hâliyle, böyle manzara, maalesef!
FONLANAN TİPLER: ENTELEKTÜEL FAHİŞELER!
Bir de Amerikan borazanı, Amerika ve Avrupa tarafından fonlanan derneklerin, kurumların Türkiye şubesi gibi çalışan asalak tipler var: Entelektüel fahişeler!
Bu ülkenin çocuğu bunlar ama örtük veya açık şekilde Amerika’ya çalışıyorlar, Amerika’nın, küresel Yahudi vakıflarının, kartellerinin çıkarlarını korumak için koşturup duruyorlar! Kim kimi laf olsun diye fonlar ki!
Beyinlerini parayla başka ülkelere ve şebekelere satmış bu insanların özgür ve tarafsız yorumlar yapmalarını bekleyebilir misiniz?
Fikrin fahişesi, küresel güçlerin paralı maşaları bunlar! Açık veya gizli ajandaları var; “sahibinin sesi” olarak onları adım adım hayata geçiriyorlar…
İşin daha vahim tarafı da, özgür medya, özgür akademyayı bunların temsil ettikleri masalının yutturulması ve buna ses çıkarılmadığı gibi, ses çıkaranların suçlanması ve susturulması derhal!
İnanılır gibi değil! Tam bir akıl tutulması hâli bu!
İSLÂM’A DİZ ÇÖKTÜREMEDİLER, ÇÖKTÜREMEYECEKLER!
Soğuk Savaş sonrasının dünyasının stratejik haritaları merkezinde bizim olduğumuz İslâm coğrafyası üzerinden şekillendiriliyor!
Başvurulan yöntem, teo-politik. Asıl hedef, İslâm’ın İslâm dünyasının geleceğinin şekillendirilmesinde bile belirleyici konumda olmamasını sağlamak.
İslâm’a diz çöktürmek, yani!
Bunun için de hormonlu Müslümanlar icat etmek, İslâm’ın kurucu kaynakları ile Müslümanlar arasındaki kopmaz irtibatı önce sakatlamak, bozmak, sonra da yıkmak, yok etmek.
“Peygambersiz İslâm” projesinin de, “İslâm’sız İslâm” projesinin de, hadislere, sünnete, mezheplere saldırılmasının temel nedeni de bu: Müslümanların akîdelerini yıkmak! Tıpkı Hinduizm, Budizm, Taoizm, Şintoizm ve Zen gibi ruhu çalınan, hayattan uzaklaştırılan, sekülerleşmiş, Protestanlaşmış, güdülen, her şekle giren, çağı kendine uyduracağına, kendini çağa uydurarak paçavraya dönüşen ruhsuz bireysel bir inanç meselesine indirgenen bir din icat etmek!
Akîde, her şeyin kökü, temeli, esasıdır oysa. Temel çöktüğü zaman, bina da paldır küldür çökecektir!
Bütün diğer Doğu dinlerinin müntesiplerinin dinleriyle ilişkilerini yerle bir ettiler, bu dinleri, inanç sistemlerini ve medeniyet kaynaklarını kurutarak fosilleştirdiler, antropolojik ölü malzemelere dönüştürdüler!
Bunların hiçbirini İslâm’a yapamadılar! İslâm direniş, diriliş ve varoluş ruhunu yitirmedi, yitirmeyecek de inşallah.
O yüzden çıldırıyorlar!
ÇİN, GELİYOR MU GERÇEKTEN?
Gelecek yüzyılın, iki yüzyılın, yani dünyanın geleceğinin nasıl bir şekil alabileceğini kestirebilmek, iyi okuyabilmek için sorulması ve izi sürülmesi gereken en önemli sorulardan biri şu: Çin geliyor mu gerçekten?
İslâm’a diz çöktüremediler ama koskoca beş bin yıllık Çin medeniyeti kapitalizm önünde diz çöktü: Bütün iddialarını terk ederek toparlanacağını, kapitalist dünyayı (kapitalizmi değil kapitalist Batı dünyasını) dize getireceğini düşünüyor Çin!
Ne büyük gaflet bu!
Kendini inkâr eden bir toplumun kaderi intihar etmek olmuştur!
Kendi ol-a-mayanlar, ayakta bile duramazlar. Bir süre biyolojik varlıklar olarak varlıklarını sürdürürler ama bir kaç kuşak içinde tarihten çekilirler…
Bu kaçınılmazdır!
“Kendi”, kişinin ve toplumun fıtratı ve özüdür. Fıtratını ve özünü yitiren kişi de, toplum da hem ruhunu hem de özgürlüğünü yitirmekten ve zihnen ve zamanla fiilen başkalarının güdümüne girmekten, kölesi olmaktan kurtulamaz.
Şu an Çin, kültürel inkâr yaşıyor, beş bin yıllık Çin ruhunu kapitalizme kurban ediyor!
Evet, Çin geliyor ama yok olmaya geliyor!
Çin, insanlığa güçlü ve köklü bir medeniyet fikri sunarak gelmiyor; aksine beş bin yıllık güçlü ve köklü medeniyet birikimini inkâr ederek geliyor; o yüzden de intihara sürükleniyor!
Benzer bir hikâyeyi, yarım asır önce Japonya yaşadı: “Japonya, geleneklerini koruyarak modernleşti”, diye bir masal anlattılar bize. Biz de bütün dünyalılar olarak bu masalı yuttuk! “Batı-dışı modernlik tecrübesinin mükemmel örneği”, diye yutturdular bu masalı.
Oysa şu an Japonya diye bir yer yok! Japon kültürü, kimliği, ruhu, seküler-kapitalizmin önünde tuzla buz oldu.
Japonya dize getirildikten sonradır ki, kapitalizm üzerinden Çin’in dize getirilmesiyle Batı uygarlığının ömrünü uzatma, ölümünü geciktirme projesi uygulanmaya başlandı!
Çin uyutuluyor ve zamanla -tıpkı Japonya gibi- yutulacak!
Vesselâm.
Ülkeleri dize getirmenin postmodern yöntemi: Asimetrik savaş ve asimetrik darbe
Yusuf Kaplan
1/08/2021 Pazar
Aynı anda ülkenin dört bir tarafında onlarca, hatta yüzlerce yangın patlatılıyor!
Yetmiyor, yeniden yangınlar dur durak demeden zuhur ediyor! Memleketin ciğerleri sökülüyor üç dört boyunca!
Ama televizyonlar, gazeteler, yorumcular hatta bazı siyasîler, bu yangınların sabotaj olmadığını söylüyorlar!
Aklımızla oynuyorlar yani!
FONLANAN SOSYAL MEDYALARA HÜKÜMETİ DEVİRECEK MUHALEFET ROLÜ MÜ VERİLDİ?
Tamam, yangın mevsimi bu mevsim.
Tamam, dünyanın her yerinde yangınlar oluyor bu mevsimde.
Ama sanki bir anda düğmeye basılmışçasına koordineli bir şekilde ülkenin yangın çıkmayan orman bölgesi kalmıyor neredeyse!
Ve birileri bunun sabotaj olmadığını söylüyorlar!
Sabotaj değilse, ihmal vardır diyesi geliyor insanın ama bu kadar ihmal olur mu?
İhmal neden sadece bir günde ve ülkenin her yerinde yangın patlak vermesine yol açsın ki! Pazartesi hiç yangın yok, Salı yok, Çarşamba yok ama Perşembe her yer yanıyor! Cuma günü de yangınlar bütün hızıyla devam ediyor…
Hiç ara vermeden sürüyor günlerce…
Yangının terör örgütleri ya da düşman ülkeler tarafından -örgütler kullanılarak- gerçekleştirildiği o kadar aşikâr ki!
Terör örgütü elebaşlarının yangını bir savaş taktiği ve silahı olarak kullandıklarına dair hem açıklamaları hem de talimatları var!
Ama hâlâ yangının sabotaj olmadığını, terörle ilgisinin bulunmadığını söyleyip duruyorlar bazı dışarıdan fonlanan etkili sosyal medya mecraları.
Yabacı ülkeler ve “görevli” vakıfları tarafından fonlanan bazı güçlü sosyal medya mecraları hem yangını hem de başka meseleleri ülkede kaos oluşturacak şekilde sunuyorlar topluma!
Ülkede muhalefeti bu dışarından fonlanan sosyal medya organları üstleniyor gibi! Bunun için fonlanıyor olmasınlar sakın!
Toplumda infial oluşturacak provokatif hâdiseleri patlatıyorlar!
Meselâ Kürt-Türk çatışması çıkarmak!
Mesela, Alevî-Sünnî çatışması hortlatmak!
Meselâ hiç eskimeyen gerilim hattımız, laik-antilaik gerilimini alabildiğine tırmandırmak!
Bunların hepsini de ancak provokatif, masa başında üretilen sahte haberlere dayanarak gerçekleştirebilirsiniz elbette.
Tam da böyle oluyor!
Seçimlere kadar ülkede huzur filan bırakmak istemiyor uzaktan kumanda edilen örgütler ve fonlanan sosyal medyalar!
Ülkeyi cehenneme çevirerek, iktidarın ülkeyi yönetemediği havası oluşturmak, sonra da hükümete çekip gitsin diye sosyal medyada provokatif kampanyalar yürütmek…
Bunun adı asimetrik savaştır!
ASİMETRİK SAVAŞ’TAN ASİMETRİK DARBE’YE…
Ürpertici orman yangınları Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye sokmayı amaçlayan Türkiye’ye karşı yürütülen asimetrik bir savaştır.
Bu asimetrik savaşın arkasında emperyalistleri aramak hiç de yanlış olmasa gerek! Dedeağaç’a inanılmaz bir askerî yığınak yapan Amerika, bu asimetrik savaşı 20 yıldır Türkiye’nin güneyinde, güvenliğimizi tehdit eden faaliyetlerle veriyor Türkiye’ye karşı zaten. YPG, DEAŞ gibi örgütlerle sürdürülen asimetrik savaşa karşı mücadele ediyoruz yaklaşık 20 yıldır…
Şimdi bu asimetrik savaşın Türkiye’nin içine sıçratıldığı, ülkenin içerden karıştırılarak istikrarsızlaştırılmak ve kaosa sürüklenmek istendiği anlaşılıyor!
Asimetrik savaşın ülkenin içine taşınması, tastamam asimetrik darbe’dir: Fiilen, askerî olarak, tanklarla, silahlarla başarılmayan askerî darbenin, içeriden, ülke içini karıştırarak, ülkeyi yaşanılamaz hâle getirerek asimetrik bir darbe’ye dönüştüğü çok net görülüyor artık!
Orman yangınları Türkiye’ye karşı maşa örgütlerle yürütülen asimetrik bir savaş ve asimetrik darbe’dir.
Devlet, terörle savaş stratejisinde de, ekonomik ve sosyal barışı teminat altına alma stratejisinde de paradigma değişimine gitmek zorunda.
Millet de, artık savaşın ve darbenin klasik yöntemlerle, doğrudan askerî saldırılarla değil, ikiyüzlü (cynical) postmodern yöntemlerle yani sağ gösterip sol vurarak veya ölümü gösterip sıtmaya razı ederek algı operasyonları yoluyla gerçekleştirildiğini görmek durumunda.
Sosyal medya devrimleri veya darbeleri dönemine girdik yaklaşık on yıldır bütün dünyalılar olarak…
Gürcistan, Ukrayna, Ermenistan, Mısır, Arjantin bu tür asimetrik, postmodern darbe girişimlerine tanık oldu: Önce sosyal, iktisadî kaos çıkartılıyor sonra bu, siyasî kaosa dönüşüyor. Böyle böyle ülkeler yönetilemez hâle getiriliyor, hükümetler bu şekilde düşürülüyor!
Toplumun da devletin de sosyal medya okur-yazarı olmaları zorunlu artık! Yoksa nasıl bir gayya kuyusuna yuvarlandığımızı anladığımızda vakit çok geç olabilir.
Vesselâm.Modern siyasî muhalefetin çöküşü, postmodern sosyal medyanın meta-jeofizik muhalefetinin yükselişi…
Yusuf Kaplan
2/08/2021 Pazartesi
Eski kavramlarla, eskimiş, bayatlamış bakış açılarıyla, değişen dünyanın yeni sorunlarını ne anlayabiliriz ne de açıklayabiliriz.
DEMOKRASİ KRİZİ
Bütün dünyada köklü bir demokrasi krizi yaşanıyor. Demokrasi krizinin en yoğun olarak yaşandığı dünya, Batı dünyası. Özellikle Batı dünyasındaki ulus-devlet demokrasileri.
Ulus devlet demokrasileri, modernitenin çocuğu: Modernitenin iflah olmaz çocuğu hem de. Ömürleri, modernite ile sınırlı.
Soğuk Savaş sonrası süreç, modernitenin bütün kavram ve kurumlarıyla işlevsizleştiği, anlamını ve değerini yitirdiği, yeni, belirsiz ve kaotik bir dünyanın eşine fırlattı insanlığı: Postmodernitenin sınır tanımayan, bütün sınırları anlamsızlaştıran, bütün değerleri değersizleştiren, kaostan düzen çıkarmaya çalışan, hayatı, insanı ve hakikati izafileştiren, modernitenin tanrılaştırdığı insanı araçların kölesi haline getiren bir çıkmaz sokak bu.
Bu belirsiz postmodern süreçte modern ulus-devlet imparatorluklarının yerini aklı çarmıha geren meta-jeofizik medya imparatorlukları aldı.
MEDYANIN İKTİDARI, HUKUKUN İNTİHARI
Medyanın hükümranlığı, insanın hükümranlığını tahtından etti. Medya, insanı nesneleştirdi, kendisini de özne konumuna yerleştirdi.
İşte demokrasinin anlam ve temsil krizi bundan sonraki süreçte devreye girdi.
Çağımızda kitleler demokratik seçimlerde özgür iradelerini kullanarak geleceklerini kendilerinin belirlediklerini düşünedursunlar, atı alan Üsküdar’ı geçti. Medyatik tercihlerle gerçekleştirilen operasyonların algı imparatorlukları, insanın özgür iradesini ipotek altına aldı; demokrasileri işlevsizleştirdi ve algı operasyonları tarafından çarmıha gerildi.
Özetle, modern imparatorlukların ulus-devletlerini tarih dışına itti. Bütün insanlığı insansız bir dünyanın eşiğine sürükledi: İradesiz, tercihsiz ve çaresiz bıraktı insanı…
Günümüzde sosyal medya, iradesiz kitleler adına yapılan algı operasyonlarıyla hem suçlu hem de güçlü bir yer işgal ediyor hayatımızda. Sosyal medyanın hayatımıza hâkim olduğu bir dünyada hukuk işlevsizleşti; sosyal medya hem sanık hem tanık hem de savcı artık. Hukuk da sosyal medyaya bakarak hüküm vermeye başladı: Hukukun intiharı bu!
Hukukun olmadığı yerde hak da olmaz, hakikat de.
Medya’nın insanın iradesini yok etmesi, hukuku çarmıha germesi, demokrasilerin büyük bir kriz yaşamasına yol açıyor.
Medyatik imparatorlukların algı üzerinden aklı çarmıha germelerine, hayatın her alanına sirayet eden, postmodern popüler kültürün hem yüzeyi hem de yüzü ve “yüzsüzlüğü” (imajlarla sürekli kimlik değiştirme eylemlerini) kutsayan, insanı hız, haz ve ayartı ile hedonizmin uyuşturucu dromokratik düzeninin kucağına atan bir dünyada sosyal medya, tek yaşama, otorite ve meşrûiyet alanına dönüşüyor.
Akıl duruyor, demokrasi donuyor, insan sosyal medyanın hedonistik dünyasına kaçmak için can atıyor ve sosyal medya labirentinde oraya buraya savruluyor…
Meta-jeofizik muhalefetin ayak sesleri bu…
META-JEOFİZİK MUHALEFETİN GELİŞİ…
Modernitenin aklının (rasyonalite’nin), insanı ve hayatı makinalaştıran aşırılıklarına kurban etmesi, dünyayı, postmodern dünyaya hükmeden akıldışının (irrasyonalite’nin) aşırılıklarına ve araçların tahakkümünün insafına terketti.
Akıldışının aşırılıklarının zirve noktası, insanın düşünme melekelerini iptal eden bilimin de sınır-bilim’e veya tekno-bilim’e dönüşmesi, insanın hayatı ve insanı yok edecek sibernetik ve genetik aşırılıklara sapması, bunun kaçınılmaz sonucu olarak da araçların (hem narkoz etkisi yapan medyanın hem de hedonizmin -hazcılığın-) kölesi hâline gelmesidir.
Sosyal medya, bütün bu sapmaların, aşırılıkların arenası gibi sanki.
Sosyal medyanın son yıllarda başka bir aşırılığa çanak tuttuğunu görüyoruz: Emperyalist ülkelerin, müdahale etmek ve iktidarı dönüştürmek istedikleri ülkelerdeki sosyal medyalara fonlarla çeki düzen vermeye kalkışmaları. Bunun en son ve bizi de ilgilendiren ürpertici örneği, Tunus'ta BAE tarafından fonlanan güdümlü bir siyasî oluşumun ülkenin meşrû hükümetine askerî darbe yapmasına yol açan içerden çökertilen süreci adım adım inşa etmesi!
Meta-jeofizik bu: Demokrasiyi çarmıha geren, coğrafyayı bitiren, insanı küre yüzeyinde yaşamasına rağmen yersizleştiren postmodern sosyal medya algılar dünyasının hükümranlığı yani.
Aşırılık bu: Çünkü başka bir kıtadan ülkelerin siyasî ve kültürel yapılarını dönüştürmeye dönük bir operasyon söz konusu burada.
Fonlarla beslenen ve büyütülen siyasî, sosyal ve entelektüel meta-jeofizik muhalefet, ülkelerdeki siyasî muhalefetlerin yerine geçiyor ve iktidarları değiştirecek bir rol üstleniyor.
Artık modern ulus devletlerdeki parlamenter rejimler de, siyasî muhalefet de buharlaştı. Muhalefeti, partiler değil sosyal medyada örgütlenen meta-jeofizik sosyal hareketler, STK’lar, her tür cemaatler, dışarıdan fonlanan etkili kişi, grup ve çeteler üstleniyor…Bir sosyal medya felsefesi
Yusuf Kaplan
6/08/2021 Cuma
Sosyal medya, özgürlük alanlarımızı genişleten bir mecra olarak da görülebilir, bir ülkenin bağımsızlığını tehdit eden bir aparat olarak da.
Başka bir ifadeyle, sosyal medya hem özgürlük imkânı hem de özgürlükleri yok eden bir silah, savaş mahalli.
Hangisi peki?
İkisi de.
Evet, ikisi de, doğru.
Soru şu: Hangisi daha doğru? Hangisi sosyal medyanın dilini ve doğasını daha iyi tanımlar acaba?
Sosyal medya, zihin setlerimizi, zihnimizin işleyiş biçimlerini ve davranış kalıplarımızı değiştiriyor. Sosyal medyanın epistemolojisini, fenomenolojisini ve ontolojisini konuşmalıyız o yüzden. Enlemesine ve boylamasına, bütün boyutlarıyla, görünür görünmez bütün yanlarıyla, bütün yüzleriyle, derinlemesine konuşmalıyız sosyal medyayı.
Bir sosyal medya felsefesi yapmalıyız yani.
SOSYAL MEDYANIN EPİSTEMOLOJİSİ: DÜŞÜNEN İNSAN’DAN TEPKİ VEREN İNSAN’A…
Geriden, koltuğunuza yaslanmış, yazdıklarımı okurken, pencereden dışarı bakıp acı acı gülüyorsunuz belki de. Sosyal medyanın felsefesini yapmak? Hmmm!
Hayatımız o kadar sığlaşti ki, sosyal medyanın kafesine o kadar hapsoldu ki, sosyal medyanın baştançıkarıcı söylemsel şiddetinin pornografisinin ayartısına kendisini öylesine kaptırdı, öylesine esir etti ki bizi, düşünme melekelerimiz buharlaştı, ne olup bittiğini anlayamaz olduk; dahası ne olup bittiğini anlamak gibi bir derdimiz, sorunumuz da kalmadı. Otomatlara, ruhsuz robotlara dönüştük adeta!
Tek derdimiz var: Sosyal medyanın gönüllü savaşçıları olarak önümüze gelene saldırmak. “Bizim etiket”e destek vermek, karşı tarafın etiketine girip hakaret etmek -önüne gelene hem de.
Yani sosyal medyanın epistemolojisi, insanın idrak, anlama ve kavrama meleklerini iptal etmesi, düşünme yetilerini öldürmesi, sadece biyolojik bir varlık olarak tepki verme güdülerini beslemesi, kışkırtması. Düşünen insan’ın yerini körkütük, bilinçsizce, saplantılı bir şekilde tepki veren insanın alması: Episteme’in yerine “doxa”nın yerleşmesi. Episteme, Grekçe’de anlama, bilme, idrak etme, dolayısıyla düşünme demek. Doxa ise kanaat, tepki.
Özetle, epistemolojik olarak sosyal medya, düşünme meleklerimizi iptal ediyor, bizi beyni buharlaşan tepki veren yaratıklar derekesine indirgiyor.
SOSYAL MEDYANIN FENOMENOLOJİSİ: ÖZGÜRLÜK TUTSAKLIĞI
Fenomenolojik olaraksa, sosyal medya, herkesin olduğu, konuşabildiği yerdir; hem de dünyaya. Herkes ses verebiliyor, sesini yükseltebiliyor hem de her konuda ve de küre çapında. Coğrafya bitti artık: Sanal coğrafya’nın zamanı da, mekânı da sınırsız ve kontrol edilemez.
İlk bakışta, bireyler için özgürleştirici bir durummuş gibi gözükebilir bu ama değil. Özgürlük tutsaklığı bu aslında.
Bunu daha iyi görebilmek için sosyal medyanın ontolojisine bakmamız gerekiyor…
SOSYAL MEDYANIN ONTOLOJİSİ: ÖZGÜRLÜĞÜN KARİKATÜRLEŞMESİ
Sonuçta hiç bir işe yaramayan, karşılığı olmayan, ama insanın egosunu da acayip şişirten, ismini gizleyerek ona buna saldırmasına imkân tanıyan, sıradan insanları sahte küçük tanrıcıklar konumuna yükselterek ayartan ve özgürlüğü karikatürleştiren bir mecra sosyal medya.
Ontolojik olarak sosyal medya, gerçeğin değil şüphenin, kırılganın, imajın, algının, sahtenin, geçici olanın hükümran olduğu sanal bir dünya sunuyor bize.
Paul Virilio’nun “meta-jeofizik” olarak adlandırdığı, zamanı da, mekânı da izafileştiren, kendine özgü bir zaman ve mekân gerçekliği üreten, akışkan’ın, melez’in, ayartının ve algının kural, sosyal medyanın kral olduğu bir dünya.
Sahte ama gerçekten daha gerçek katına yükselen ayartıcı bir dünya!
Deleuze haklı kesinlikle: Sadece yatay bir dünya var. Yatay dünyaya, yani yüzeye, kabuğa, bedene hapsolmuş, ruhunu yitirmiş, kontrolü makinalara, tuşlara kaptırmış, sadece ayartılarak yaşayan bir insan var.
Deleuze’ün yanıldığı noktaysa, dikey dünyanın, hiyerarşilerin yok olduğunu söyleyebilmiş olması!
Bir avuç şirket, bu yatay dünyayı, bu yatay dünyaya hapsolan, ayartılarak yaşayan, ayartılmayı özgürlük sanan insan-kukla-robotlar’ı nasıl da parmağında oynatıyor!
Sosyal medya tam da bu noktada hem felsefî olarak bir özgürlük sorunu hem de siyasī olarak millî güvenlik meselesi hâline geliyor.
Yangınlar, yüreğimizi yaktı, canevimizden vurdu, perperişan etti bizi. THK’nın sorumsuz sorumluluğunu ve varlığını sorgulamamıza yol açtı aynı zamanda.
Ama asıl büyük sorun, sosyal medyanın hükümeti devirme aracı olarak kullanılması ve yalan haberlerle, görüntülerle, Şahan Gökbakar’ın bağıra bağıra anlattığı gibi provokatörlerle ülkemize kastetme aracına dönüşmesi oldu.
Sosyal medyanın neden ve nasıl bir millî güvenlik meselesine dönüştüğünü sonraki yazıda göstermeye çalışacağım.
.Uzun soluklu, kalıcı bir göçmen stratejisi geliştirilmezse Türkiye felâkete sürüklenir…
Yusuf Kaplan
13/08/2021 Cuma
Batılılar, bütün kıtaları işgal ettiler, bütün kültürleri yağmaladılar ve bütün kıtalardan milyonlarca insanı köle olarak getirdiler kendi ülkelerine.
Gettolara hapsettiler köle olarak getirdiklerini.
Sonra postkolonyal süreçte, işçi-köleler akın etmeye başladı Batılı kentlere…
BATILILARIN “CEHENNEM KENTLERİ” DERS OLMALI BİZE!
Batılı başkentler, ikiye bölündü: Yerliler ve göçmenler olarak iki ayrı nüfus kendi dünyalarında yaşamaya başladılar. Birbirlerine öfke ve nefretle dolarak ve bakarak…
Göçmenler, kentlerde de bir göç yaşadılar… Varoşlara kaçtılar, kentin çeperlerine; gettolar inşa ettiler varoşlarda!
Kentler ikiye bölünmüştü: İç savaş için her şey hazırdı. Hükümetlerin çözümleri yoktu, umurlarında da değildi doğrusu. Irkçı politikaları bizzat hükümetlerin kendileri geliştiriyor, uygulayamadıklarını da ya istihbarat örgütlerini harekete geçirip provokatif olaylar patlatarak ya da faşist hakaretleri el altından kışkırtarak uyguluyorlardı. Bu kadar iğrençti bu Batılılar! Uygar barbarlar!
Batılı modern metropolis, mezarlıkları andırıyordu, kentin içi, varoşları, dışı ve zamanla her yeri ise, savaş alanını.
Batılı emperyalistler sömürgecilik dönemlerinden kalan zenginliklerini borçlu oldukları göçmenlere insanlık dışı ve vahşice muameleler yapmaktan geri durmadılar. Göçmenlere uygulanan vandalizm biçimleri, göçmenlerin de vandalizm biçimleri geliştirmelerine yol açtı.
Batılı kentler cehenneme döndü, hayalet kentlere dönüştü, zaman zaman alev alev yanan…
TÜRKİYE’NİN ŞEHİRLERİ CEHENNEM ŞEHİRLERE DÖNMESİN!
Biz sömürgeci olmadık. Bizim göçmenlerimiz, azınlıklarımız baş tacı edildi her zaman. Biz merhamet medeniyetinin çocuklarıydık çünkü. Kalbimiz vardı bizim. Hakikatin kalbi, kalbin hakikatini yaşar ve yaşatırdı her daim herkese bizde.
O yüzden devletin en kilit mevkilerini azınlıklara, göçmenlere vermekte tereddüt etmedik bile.
Bu kadar temiz, dünyaya örnek ve model olarak sunacağımız enfes bir tarihimiz olmasına rağmen Türkiye’nin büyük şehirlerinin Batılı cehennem kentlerine dönüştürülmek istenmesi kabul edilemez.
Bizde de bir göçmen sorunu oluşmaya başladı. Eğer güçlü, köklü ve kalıcı önlemler alamazsak, bizim şehirlerimiz de cehenneme dönebilir -Allah muhafaza!
Ankara Altındağ’da yaşananlar halledilemeyen, ertelenen göçmen sorununun ülkeyi nasıl bir iç savaş ortamına sürükleyeceğinin habercisidir.
İşte bu, ürperticidir.
Korkutucu.
Tedirgin edici.
Suriye kökenli biriyle bir pazar kavgası sırasında genç bir Türk kardeşimiz öldürülüyor. Suriyelilerle Altındağ’da yaşayan gençler arasındaki bu kavga büyüyor. Olay, akşama doğru kontrolden çıkıyor. Suriyelilere, evlerine, işyerlerine, arabalarına, çocuklarına saldırıya dönüşüyor! Böyle bir davranış, Batılı aşağılık faşistlere özgü bir davranıştır.
Merhametin ve adaletin zirvesi Osmanlı’nın çocukları bu kadar düşemezler!
Türkiye’yi, Türk-Kürt geriliminden sonra Mülteci-Yerli çatışmasına sürüklüyorlar!
Suç, şahsîdir.
Kimse kendini devlet yerine koymaya kalkışamaz!
Bu, ülkeyi felâkete sürükler -Allah korusun.
Altındağ’da yaşanan, iç savaş provası gibi…
Gladio operasyonu mu bu Altındağ’da yaşananlar?
Devlet, bu olayı bütün yönleriyle mercek altına almalı!
Bütün bunların üstüne bir de Afganistan’dan gelen kontrolsüz bir sığınmacı akını var!
Burada bir stratejik akıl eksikliği sözkonusu.
Sığınmacıların ülkeye kolayca girebilmeleri büyük sorun!
İran mı girdiriyor?
Konu kangrene dönüşmeden makul, âcil çözümler üretilmeli.
MERHAMET, ADALET VE ASALET
Biz Osmanlı’nın, Selçuklu’nun çocuklarıyız.
Farklılıklarla, farklı kültürlerle, inançlarla yaşayamayan bir toplum değiliz.
Farklı kültürlere, inançlara mensup toplumlarla barış içinde, sulh ve selâmet düzeni içinde, adalet ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde nasıl yaşanabileceğini bütün dünyaya gösterebilmiş tek medeniyetin çocuklarıyız.
Şu an Türkiye, bizim tarihimizde yaşamadığımız bir sorunla karşı karşıya: Mülteci sorunu. Göçmen, mülteci, sığınmacı kavramları arasındaki farklılık bu bağlamda tâlî bir mesele.
Şu an mülteci sorunu, kartopu gibi büyüyen, kontrolden çıkma istidadı gösteren tehlikeli bir boyut kazanmaya başladı.
İran sınırına Afgan sığınmacılar hücum etti, ediyor hâlâ…
Duvar örülüyor sınırımıza! Tuhaf geldi bana bu!
Biz, mazlumlara duvar ören değil, kucak açan bir medeniyetin çocuklarıyız. O yüzden çöküş asrında bile Ahmet Cevdet Paşa, Osmanlı’yı “Osmanlı, insanlığın son adasıdır” diye görüyordu.
Aynı şekilde, bendeniz de, bizim ülkemizi öyle görüyorum ve Anadolu Nuh’un gemisi, insanlığın son sığınağıdır, diyorum.
Tarih boyunca böylesine güzel bir ahlâkî tavrımız olmuş bize sığınanlara karşı. Dünyanın dört bir kıtasında bizden yardım isteyen eli aslâ geri çevirmemişiz.
Bu çok önemli bir tarihî hakikat.
Şu an başka bir yakıcı hakikat var karşımızda: Sürgit büyüyen, nereye varacağı belli olmayan göçmen, sığınmacı sorunu.
Göçmen sorunu, kontrolümüzden çıkma istidadı gösteriyor! Eğer önlem alınmazsa, çok büyüyebilir ve hepimizi, göçmenlerin kendilerini de, derinden sarsacak boyutlar kazanabilir.
Benim anlayamadığım şey şu: Yığınla Afganlı nasıl olup da sınırı bu kadar rahat geçebiliyor? Buna gelmeden, çıkmadan “dur,” diyecek insanlar neden yok denecek kadar az.
Türkiye’nin güçlü ve kapsamlı bir göçmen stratejisine ve politikasına ihtiyacı var. Görünen o ki, bu mesele ziyadesiyle büyüyecek ve başımızı çok ağrıtacak.
O yüzden merhamet, adalet ve asalet, vazgeçilmez ilkelerimiz olmalı burada.
Yedinci zaman
Yusuf Kaplan
15/08/2021 Pazar
Tarihi, yenenler yapmaz, sanıldığı gibi. Onlar yıkar sadece.
Tarihi, yenme, yenilme ilkelliği olarak görenler tarihi yapamazlar hiçbir zaman. Sadece yıkarlar, yıkım üstüne yıkımın eşiğine fırlatırlar insanlığı.
Yenilenler de yapmaz tarihi, elbette ki.
TARİH, YENİLGİ PSİKOLOJİSİNİ KALDIRMAZ
Yenilgi psikolojisiyle hareket edenlerse, zaten sürüngenlerdir: Tarihi yapanların ya da yıkanların önünde sürüklenenler; hatta sürünenler... tarihten sürülenler... tarihten sürgün edilenler...
Tarih, yenilgi psikolojisini kaldırmaz.
Yenilgi psikolojisine sahip kişinin bir beni, bir kendisi, bir özü, söyleyecek bir sözü yoktur çünkü. Kendi olamayan, kendine bir yer inşa edemeyen, kendi yeri olmayan, başkasına nasıl dünya inşa etsin, nasıl zamana ruh üflesin ve tarih yapsın ki!
Tarih yapabilmek için tarihin içine girebilmek, tarihi yapan zamanlarda gezinebiliyor, soluk alabiliyor, yaşıyor olabilmek ve gezilen, solunan, yaşanan zamanları aşabilecek bir iradeye sahip olmak gerekir.
Tarihi, niçin yenilgi psikolojisinin eşiğine sürüklendiklerini görenler, idrak eden beyinler, yüreği yangın yerine dönen yürek ülkesinin çocukları yapar.
TARİHİ, HAYATA HÜKMEDENLER DEĞİL, HAKİKATE NÜFÛZ EDENLER YAPAR…
Tarihi, hayatı yaşayanlar yapar.
Soluyanlar.
Hayatları olanlar.
Hayat sunanlar.
Tarihi, yenilenler değil, nasıl olup da yenilgi psikolojisinin eşiğine sürüklendiklerini görebilenler yapar.
Yenenler tarihi yapmaz aslında. Yenenler yaşar tarihi.
Yenmek, engelleri görmek ve engelleri aşabilecek bir irade geliştirmek demektir.
Zamana iradesinin hükmünü giydirmek.
Zamana girmek ve çıkmak, zamanı önüne katıp sürüklemek. Zamana hâkim olma kaygısı, bu kaygıyı taşıyan toplumları zamana mahkûm eder. Zamana hâkim olmak, zamanın mahkûmu kılar sonunda.
Ama zamana tasarrufta bulunma imkânı, hakikate nüfûz edildiğinde yakalanır ve toplumları zamanın tasallutundan kurtarır: Hâkimiyet kurma kaygısı, mahkûmiyetle sonuçlanır; hakikati bulma kaygısı ise, başkalarına hayat sunacak dünyalar kurmakla.
Tarihi, başkalarının zamanını, başkalarının da yaşayabileceği zamanları inşa edebilenler yapar o yüzden.
“Sıradan” insanlar, zamanı duyamazlar, zamanı göremezler, zamanı inşa edemezler; zamana karşı kör, sağır ve dilsizdirler; zamana söyleyecek sözleri, zamana söyletecek özleri yoktur; iradesizdirler.
Zamana mahkûm olanların iradeleri kendilerinin değil, zamanın elindedir.
Zamana tasarrufta bulunanlar, zamana hükmederler: Bunlar, zamanın kendi iradelerinin ellerinde olduğunun bilincindedirler.
Zaman “bendedir,” zaman bana emanettir; çünkü zaman benim, benim özüm. “Sen”se, zamanın kölesi, kabuğu.
DÖRT ZAMAN
Dördüncü zaman, zamanı senin yapmandır; zamanı çağ’ın ruhunu oluşturacak ölçekte senin inşa etmen.
Bir de beşinci zamanın varlığından söz edeceğim. Beşinci zaman, senin inşa ettiğin zamanda başkalarının yaşadığını görmendir. Senin inşa ettiğin zamanın başkalarının da zamanı olması, başkalarına da ruh üfleyecek kıvama ulaşmasıdır.
Dördüncü zaman hayatı bizim üretiyor olmamız... Beşinci zaman, bizim ürettiğimiz hayatın üflediği ruhla başkalarının hayatına hayat katıyor olmamız, bunu da duyuyor, görüyor ve yaşıyor olmamız. Kısaca söylemek gerekirse, dördüncü zaman hayatı bizim üretiyor olmamız; beşinci zamansa, başkalarına hayat sunuyor olmamız.
Birinci zaman, geçmiş zaman elbette. Geçmiş zaman, hayatımız’dı, diyebildiğimiz ân. Şimdiki zaman, ikinci zaman, hayat bizim, diyebildiğimiz zaman.
Üçüncü zaman, gelecek zaman, bizim hayatımız olduğunu, olacağını bildiğimiz, bundan emin olacak kadar gelmekte olan’ın bizim geleceğimiz olduğunun bilincine erdiğimiz zaman.
Dördüncü zaman, bu üç zamanı yaşayarak aşma iradesi ortaya koyduğumuz, zamanı bizzat bizim çağımıza dönüştürecek yaratıcı ruhu ve kurucu iradeyi hayata geçirebildiğimiz zamandır.
BEŞİNCİ ZAMAN
Beşinci zamansa, bizim inşa ettiğimiz zamanda başkalarının yaşadıklarını da görebildiğimiz zaman. Dördüncü zaman kilittir burada.
Dördüncü zaman, benim zamanım; benim inşa ettiğim, soluduğum, iliklerime kadar hissederek yaşadığım zaman.
Beşinci zamansa, başkalarının yaşadıklarını gördüğüm zaman. Başkalarının da soluduklarını, iliklerine kadar hissederek yaşadıklarını, duyduklarını gördüğüm ân.
ALTINCI ZAMAN
Bir başka zamandan, altıncı zamandan da söz edilebilir mi?
Elbette.
Onu da görüyor, hatta hissediyor gibiyim: Altıncı zaman, benim inşa ettiğim zamanın başkalarını da yaşattığı ândır; başkalarının kendilerini buldukları, herkesi aynı noktada buluşturan ân.
YEDİNCİ ZAMAN
Ya yedinci zaman peki?
Yedinci zaman, benim zamanımın benden çıkarak başkasına sunduğu ruhun bütün insanlık tarafından yaşandığı, herkesin iştirak ettiği müşterek zaman, insanlığın ortak zamanı.
Bu zamanı yaşamadı insanlık.
Benim zamanımın (bir medeniyetin çocukları olarak inşa ettiğimiz zamanın) başkalarına hayat sunduğu ânın insana insanlığını hatırlatacak ölçekte insanlık tarafından yaşanması henüz sözkonusu olmadı, tecrübe edilmedi.
Zaman zaman üstüne, insan insan üstüne, zulüm zulüm üstüne üst üste istiflenerek dayatılan zorlu bir hayat bizimkisi.
O yüzden hayat değil; o yüzden bayat bu hayat. O yüzden hiç bir şekilde tadı da yok, rengi, kokusu, lezzeti de.
Ruhu da yok bu hayatın. Ruh kökleri kuruduğu için bütün bunlar, bütün bu yaşadıklarımız, yok’larımız, yokluklarımız, yoksunluklarımız.
Çıkış yolu, dünyanın oyuncağı olmak yerine, dünyayla bir oyuncak gibi oynamamızdan, dünyanın dünyayı dâr (yurt) edinenlere dünyayı dar edeceğini biliyor olma derecesine yükselmemizden geçer.Acımasız yeni bir çağ başlıyor: Hepimizi bilimle köleleştirecekler!
Yusuf Kaplan
16/08/2021 Pazartesi
Dünyanın lordları, kapitalist ruhsuz ağababaları, dünyayı ele geçirdiler. Devletleri ele geçirerek dünyayı her bakımdan kontrolleri altına alma sürecine girdirdiler dünyayı. Yapay zekâ, genetik mühendisliği ve moleküler biyoloji, şirketlerin kontrolünde, devletlerin değil.
Bilimi kontrol eden devletler değil şirketler! Şunu unutmayalım aslâ: Bilimi kontrol eden dünyayı kontrol eder!
Neden?
Çünkü bilim, çağımızın ayartıcı sahte yeni dini! Bilim deyince akan sular duruyor çünkü.
“Bilim düşünemez” demişti büyük düşünür Heidegger. Bilim nesneler arasındaki ilişkiler konusunda açıklama yapabilir sadece. Nesneler arasındaki ilişkileri anlamlandırmaz bilim. Anlama ve anlamlandırma işi, düşüncenin ve felsefenin işi.
Cins ve anarşist bilim felsefecisi Paul Feyerabend’in kışkırtıcı tanımlamasıyla “kutsal bir ineğe dönüştürülen bilim”, hem dünya üzerinde hâkimiyet kurmanın, kapitalizmi palazlandırdıkça palazlandırmanın, azmanlaştırdıkça azmanlaştırmanın, kitleleri ise ayarttıkça ayartmanın yegâne elverişli aracı ya da Nietzsche’nin deyişiyle “laik kilise”si çağdaş dünyanın.
Bilimi tepe tepe kullanıyorlar.
Bir zamanlar, bilimi, insanı özgürleştirmek için kullanmışlardı; şimdi ise köleleştirmek için kullanıyorlar.
Kilisenin tasallutundan her şeyden önce bilim kurtarmıştı modern toplumları. Şimdi ise azman, acımasız, ruhsuz kapitalist şirketler, bilimi insanlığı köleleştirmek için kullanmakta hiçbir tereddüt göstermiyorlar!
Kapitalist şirketler, bilimi acımasız bir şekilde kullanarak insanlığın kaderini şekillendirecek ürpertici senaryolar geliştirmekle meşguller harıl harıl.
Dünyayı parmaklarında oynatıyorlar! Bir kaç şebeke sadece! Evet, birkaç büyük şirket, bazı devletlerden çok daha güçlü ve bu bir kaç büyük şirket, devletlere de hükmediyor.
Devletleri esir aldılar adeta. İstedikleri zaman kriz çıkarıyorlar ve şantajlar yaparak krizleri güya kendi güdümlerindeki küresel örgütler üzerinden halleşiyorlar veya erteliyorlar. Evet, ülkeleri ekonomik krize sürüklüyorlar, kendi kontrollerindeki Dünya Bankası veya IMF gibi ekonomik terör örgütleri ile ülkelerin ekonomilerine çöküyorlar ve krizi çözüyoruz diye devletleri her bakımdan kendilerine bağımlı hâle getiriyor, köle yapıyorlar.
Böylece ülkelere ölümü göstererek sıtmaya razı ediyorlar, krizi ölümcül olmaktan kurtarıyorlar ama bütün ipleri kendi ellerine alıyorlar. Bu iplerle istedikleri gibi oynayarak ülkeleri kendi önlerinde diz çökmeye zorluyorlar her zaman. Çoğu zaman da başarılı oluyorlar. Başarılı olamadıkları ülke, son yirmi yılın Erdoğan Türkiye’si.
Türkiye’nin IMF’ye direnmesinin sırrı burada gizli işte ve bu önemli.
Şimdi koronavirüsü icat ettiler laboratuvarda. Koronavirüsün laboratuvarda geliştirildiği Cambridge Üniversitesi bilim adamları tarafından ispat edildi ama ne olduysa oldu, bu haber çabucak hasıraltı edildi.
Cumhurbaşkanımız Erdoğan, aşının gönüllü olduğunu, kimseye baskı yapılmayacağını söylemişti. Şimdi küresel lobiler, bütün dünyada hükümetlere aşı konusunda baskı yapıyorlar!
Türkiye’deki vaka sayısındaki ve ölüm oranlarındaki artış elbette düşündürücü. Dünyada da benzer bir artış yaşanıyor. Sadece Türkiye’de değil, Amerika, Rusya, Çin başta olmak üzere bütün dünyada da gözleniyor bu artış.
Ben sormak zorundayım: Birileri, bu belanın bitmesini istemiyorlar mı acaba? Virüs, bu bir avuç şirketin Frankenstein’ı andıran, doymak bilmez canavarları mı asıl?
Dünya, koronavirüs faşizmi dönemine mi giriyor?
Bütün dünyada inanılmaz aşı savaşları yaşanıyor! Şirketler, kârlarına kâr katmak için devletlere zorlayıcı ve bağlayıcı tedbirler alınması konusunda baskı yapıyorlar! Bireysel, sosyal ve kültürel hürriyetleri ve değerleri bastırıcı, baskı altına alıcı ve zamanla belki de yok edici bir yeni bir faşizm dönemine doğru mu gidiyor dünya acaba?
Önümüzdeki süreçte izi sürülmesi gereken soru şu burada: İnsanı özgürleştirmek üzere geliştirilen bilim, nasıl oldu da, insanlığı köleleştirecek vahşî bir canavara dönüştü?Afganistan’a Taliban yerleşti, Türkiye’de şeriat hortladı!
Yusuf Kaplan
20/08/2021 Cuma
Türkiye’de, “şeriat” denilince tüyleri diken diken olan tuhaf insanlar var! Sadece Türkiye’de var bu tür tuhaf insanlar. Şeriat’ın ne olduğu,
ne demek olduğu sadece Türkiye’de bilinmiyor!
EZBERLERİNİ DİN HÂLİNE GETİREN HİLKAT GARİBELERİ ÜLKESİ
Türkiye’deki şeriat algısı, İslam’la savaş stratejisinin bir ürünü olarak geliştirilen İslamofobi gibi en ürpertici küresel nefret söyleminin Türkiye’de de aynen karşılık bulmasının bir sonucu aynı zamanda.
İslamofobi, dünyanın hiçbir yerinde Türkiye’de olduğu kadar iğrenç ve ilkel nitelikler ve boyutlar kazanabilmiş değil.
Türkiye’nin yaşadığı kaba, anakronik, sığ laiklik anlayışı, İslâm’ı hayatın her alanından uzaklaştırmakla kalmadı; dünyada eşi benzeri olmayan sığ, ilkel bir İslamofobi biçiminin de tohumlarını ekti.
Sonuçta, İslâm’la ilişkileri sadece ezberlere dayalı, ezberlerini din haline getiren, şeriattan da, İslâm’dan da zırnık kadar anlamadığı hâlde nefret eden acınası bir entelijansiya zuhûr etti.
Oysa İslam hukuku anlamında şeriat, hayatın ve hakikatin, tabiatın ve insanın korunmasının yegâne sigortasıdır gerçek anlamda Müslüman bir toplumda. Türkiye’deki jakoben, tepeden, zorla montelenen laikçilik uygulamasının, henüz tam anlamıyla kök salmadığı 1970’li yıllarda, Uğur Dündar’ın yaptığı bir program bütün Türkiye’yi hayretler içinde bırakmaya yetmişti: Van’ın bir ilçesinde hiç hırsızlık vakası yaşanmadığını ağzı açık bir dille anlatmıştı Uğur Dündar.
Gerçek anlamda Müslüman toplumda hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet olmaz: Eğer oluyorsa orada İslâm’ın, bizzat özde değil sözde Müslümanlar eliyle öldürüldüğüne hükmedilir.
Türkiye’de ezberlerini, saplantılarını din haline getiren, icat ettikleri bu hayalî dinin gerçek olduğuna inanan ve bütün bir toplumu, İslâm’ı ve şeriatı bu sahte dinle yargılamaktan çekinmeyen bir hilkat garibesi tipi var. Dünyada bir benzeri var mıdır bu tipin, bilmiyorum.
ŞERİAT NEDİR, İNSAN ŞERİATIN NERESİNDEDİR?
İyi de, şeriat, bütün bu söylediklerimizin neresinde gizli, peki?
Biraz derin nefes alırsak, şeriatın izini, gizini ve söylediklerimizin neresinde gizli olduğunu görebiliriz…
İslâm medeniyetinin şiarı, İbn Sina’nın, İbn Arabî’nin kendilerine özgü şekillerde dile getirdikleri şu kurucu ve herkesi kendi olarak yaşatıcı ve varedici ilkedir: “İyilik varlıktadır, kötülük yokluktadır.”
Bu öylesine varedici bir İslâmî hassasiyettir ki, hiç kimse inancından, derisinden, ırkından, dilinden ötürü kınanamaz ve ötekileştirilemez. Bütün farklı inançlar, farklı deriler, farklı ırklar, farklı diller, yalnızca Allah’ın âyetleridir.
İslâmî hassasiyetleri oluşturan zihnî / entelektüel temeller, amelî eylemler, irfanî “genler” ve bu genlerin hayata ruh üfleyen örfî tezahürleri, Avrupa’da olduğu gibi farklı olanı dışlamayı değil, neyse o olarak görmeyi; yok etmeyi değil, neyse o olarak varetmeyi; her şeyi ve herkesi ne ise o olarak benimsemeyi eksene alan şaşmaz ilâhî adalet ve hakikat ilkeleridir.
ENGİZİSYONLARIN OLMAMASINI İSLÂM HUKUKU’NA BORÇLUYUZ
Şeriatı, pejoratif bir dille ve kaygıyla, yalan yanlış bir şekilde, «el kesmek, kadın taşlamak» olarak sunarak şeytanlaştırmaya kalkışan insanlar, şeriatın ilâhî adalet ve hakikatin yeryüzünde gerçekleştirilmesini mümkün kılan muhkem bir kaynak olduğunu bilmiyorlar.
Şeriatın İslâm insanın ve dünyasının varolduğu, varlığından haberdar olduğu İslâm antropolojisinin kurucu kaynağı olduğundan bîhaberler.
“İnsanların, birbirlerini tanımaları, bilmeleri ve sevmeleri için farklı ırklar, renkler, deriler ve mizaçlarda yaratıldığı” ilkesine dayanan İslâm antropolojisinin, herkesi neyse o olarak kabul eden en köklü, en sarsılmaz ama herkesi, her şeyi ve bütün varlıkları kuşatıcı ve kucaklayıcı, her türlü yeni durumu değerlendirebilecek, her türlü yeni durumu içselleştirebilecek, her türlü yeni duruma fıtratın, yaratılışın özünün özsuyunu armağan edebilecek eskimez, pörsümez yeni, ezel ve ebed spektrumunda yol alan ezelî ve ebedî niteliklere sahip, kadîm, asil ve aslî bir kaynak olduğunu bilemeyen, İslâm’la ilgisi ve bilgisi, esas itibariyle Batı medyasının İslamofobik medyatik düzeneğinin çemberine takılıp kalarak, İslamofobik yayınlarının marazî, ötekileştirici, nefret tohumları ekici, nefret dilini ayartıcı yollarla pekiştirici söylemlerinden öteye geçemeyen medyatik sömürgeciliğin kurbanları acınası insanlardır.
El kesmek ve recmetmek cezaları, hayatı korumak için emredilmiştir. O yüzden nadiren uygulanmıştır. Osmanlı’da 6 asırda iki el kesme vakası yalanmıştır! Ve bu cezalardan ötürü, sözgelişi, Engizisyonlarda olduğu gibi milyonlarca insanın kanına girilmemiş; aksine, Engizisyonvârî milyonlarca insanın kanına girecek barbarca girişimlerin ve kurumların kurum kurum kurumlanarak zuhurunun önü kesilmiştir.
Taliban Afganistan’a yerleşti, Türkiye’de şeriat hortladı, İslâm Düşmanlığı tavan yaptı. Oysa kadın taşlama uygulamaları emperyalistlerin vekalet savaşları için icat ettikleri DEAŞ, Boko Haram gibi örgütlere kameralar önünde yaptıkları bir kara propaganda savaşının bir uzantısıdır.
Bu örgütlerin İslâm’la ilgileri yoktur, emperyalistlerin vekalet savaşları içim kullandıkları kuklalardır. İslâm’a karşı İslâm savaşı projesinde kullanışlı operasyonel aygıtlardır bunlar. Bunu göremeyen ya salaktır ya da asalaktırGıda savaşlarını kaybeden bir toplum, canlı cenazeye döner!
Yusuf Kaplan
22/08/2021 Pazar
Gıda politikası stratejisi, bir ülkenin insanını koruyabilmesi için savunma sanayii kadar hatta belki de ondan da hayatî bir meseledir.
Gıda terörü, dünyanın karşı karşıya kaldığı en sinsi ve en yok edici terör biçimi. Bir toplumun genleriyle mi oynamak istiyorsunuz, gıda terörü uygulayın kâfî.
Bir ülkenin güvenliği, savunma sanayiinden geçer, geleceği de “midesinden”, diyorum o yüzden.
Bir toplumun midesini kontrol eden, o toplumu kontrol eder.
Sadece zihnin sömürgeleştirilmesi değil, midenin sömürgeleştirilmesi, tecavüze uğraması da bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felâketlerden biri artık çağımızda.
Can boğazdan gelir, diye boşuna dememiş bu toprakların mayasını karan cetlerimiz.
Bugün sütunumu, gıda sorununa ayırıyorum. Keyifle ama aynı ölçüde tedirgin olarak okuyacağınız gözlemlerin yer aldığı bir pazar yazısı olacak bu yazı.
İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi, Zihinsel ve Bedensel Engelliler Ruh ve Sinir Hastalıkları Uzmanlığı bölümünde psikiyatr, uzman doktor olarak görev yapan Ömer Türkmen Hoca’nın, gıda terörünün, gıda savaşlarının boyutlarına ve millî gıda stratejisinin neden bir ülkenin güvenliği ve geleceğiyle ilgili olmazsa olmaz hayatî bir strateji olduğuna dair çarpıcı gözlemlerini sizlerle paylaşacağım. Aşağıda okuyacağınız çarpıcı ve sarsıcı fikirler, Türkmen Hoca’nın Facebook sayfasında yer alıyordu.
Gerek yöneticilerimizin gerekse halkımızın gıda meselesi konusunda doğru ve sağlam bilgiye ihtiyacı var. O yüzden Hoca’nın gözlemlerine kulak kabartmakta fayda var.
Keyifli okumalar…
***
Neden Japonya’daki çocuklara kahvaltıda çok yumurta yediriyorlar?
Osmanlı Devleti’nin son 200 yılı dâhil olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti’nin gıda politikasını emperyalistler dizayn ettiğinden beri zihinsel olarak sağlam bir gençlik maalesef yetişmiyor. Asıl sorunun kaynağına hiç inmedik, tartışmadık. Japonya’da çocuklara 7 yaşından itibaren kahvaltı saati en az 2 yumurta yediriyorlar. Ekmek genellikle yok; varsa da çok az. Her akşam ise kesinlikle sofrada deniz ürünü yani balık kesin oluyor. Japonya ve Güney Kore’de ceviz ithalatı son 50 yılda yüzde 140 artmış. Çocuklara durmadan ceviz yediriyorlar. Günde en fazla iki öğün yemek yiyorlar. Tamamen protein odaklı bir beslenme var...
ABD’de teknolojik üretimin merkezi “Silikon Vadisi’nin” nasıl beslendiklerini anlattılar, şok oldum.
1950’lerdeki Alman Devleti’nin gıda politikasını araştırın. Güney Kore de Japonya’yı örnek almaya başladı.
Bu ülkeler resmen çocuklara nasıl beslenmesi gerektiğini öğretiyor, dayatıyor.. Şeker, ekmek (tam buğday, kepek fark etmez) odaklı beslenme beyin hücrelerini öldürüyor, beyin gelişimini mahvediyor. Marketlerdeki karbonhidratlı paketli ürünler tamamen operasyon aracı olmuş.
ABD halkı da geri zekâlı, obez olmuş. Çünkü aynı beslenmenin esiri olmuşlar. Sadece Beyin Göçü ile farkı kapatıyor ya da özel olarak seçtikleri bireylerin beslenmesine önem veriyorlar.
Buradan net olarak söylüyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nde millî bir gıda politikası olmadan kalkınma imkânsızdır.
Türkiye’de protein bazlı ürünler pahalı iken karbonhidratlı ürünler neden daha ucuz?
En büyük protein bazlı ürün olan kuzu etini Türkiye’de kaç kişi yiyebiliyor?
Hayvancılık neden bitirildi?
Asıl millî mesele budur. Beka sorunu budur.
Matematik zekâsı olmayan, kod yazmasını bilmeyen gençliğin olduğu ülke yazılımda ilerleyemez. Yapay zeka maalesef geliştiremez..
Anne, babalara sesleniyorum: Çocuklarınızdan şekerli ürünleri, ekmeği uzak tutun. Bu ülkeye yazık etmeyin.
Şahsen denedim. 1 aydır ekmek, şeker yemiyorum, acıkmamaya başladım. 6 kg verdim. Geçen gün test ettim. Bir kitapta bir sayfayı 32 saniyede okuyup anlarken şimdi 21 saniye de okuyup anlamaya başladım. Bu tesadüf olamaz!
.Afganistan’da İngilizlerin rolü: Taliban’ın gelişi, Türkiye’nin kuşatılması ve İran’ın önünün açılması…
Yusuf Kaplan
23/08/2021 Pazartesi
Afganistan’da Taliban, ülkenin yönetimini ele geçirdi. Ülkenin her yerine yerleşti.
Amerikan yönetimi, askerlerini, ajanlarını, adamlarını, kuklalarını geri çekti güç belâ! Bütün dünyaya rezil oldu Amerika! Yaşananlar, dünyaya nizam veren süper güç Amerika’nın çöküşünün de göstergeleri aynı zamanda.
Hem çekilme biçimine hem de Taliban yönetimine ülkeyi terk etme biçimine dikkatle bakıldığında bu gerçeği görebilmek zor olmasa gerek.
AMERİKA, UYGAR BARBARLIĞIN TEMSİLCİSİ!
11 Eylül mührünün herkesin gözüne sokulduğu Amerikan uçağına binmek için uçak havalanmaya başladığında bile uçakla birlikte koşturan ve uçağın kanatlarına yapışan insanların uçak havalandıktan sonra patır patır düşüşlerini haz almak için tişörtlere taşıyan uygar barbar bir süper güç var karşımızda.
Gerek Amerikan uçağının sadece Amerikalıları, önde gelen kuklalarını alması ama kullandığı ve Amerika’dan medet uman uşaklarını yerde, yüzüstü bırakması, gerekse uçak havalandıktan sonra uçağın kanatlarından düşen insanların bu “zavallı” hallerinin haz almak için kutlayan tişörtler üretilmesi, Amerikan imparatorluğunun ne kadar ilkel ve iğrenç bir “kullan at” mantığıyla hareket eden emperyalist bir güç olduğunu göstermesi bakımından ürperticidir.
Bunlar, Amerika’nın insanlığın önünü açacak kuşatıcı bir medeniyetin değil, insanlığı felâkete ve cehennemin eşiğine sürükleyen bir uygar barbarlığın ruhsuz bir örneği olduğunu gözler önüne seriyor.
Öyleyse şunu zihnimize iyi kazıyacağız artık: Amerika’nın dünyaya vereceği hiçbir şey yok. Amerika’nın, “özgürlük getireceğiz” diyerek girdiği her yeri cehenneme çevirdiğini, köleleştirdiğini ve hadım ettiğini görüyoruz.
AMERİKA, YENİLMEZ DEĞİLDİR!
Peki, Afganistan’da olan ne, neler oluyor ülkede?
Bu sorunun cevabını bir kalemde vermek kolay değil. Neler yaşandığını çok iyi bilmek, uzun vadede dünyayı, bölgeyi ve Afganistan’ı nasıl bir geleceğin beklediğini okuyabilecek köklü, güçlü bir tarih felsefesi yapabilmek gerekiyor. Ancak yaşananları derinlemesine okuyup tahlil edebilecek yetkin insan bulmak çok zor.
Bendeniz hasbelkader bir okuma yapmaya çalışacağım burada.
Öncelikle televizyonlarda cirit atan stratejisyen diye geçinen profesörlerin “apoletlerini” sökmek gerekiyor! Apolet, dedim, çünkü sadece küresel sistemin lordlarının borusunu çalmaktan başka bir şey yaptıkları yok!
Amerika, yenilmez değildir! Önce bunu kafanıza kazıyacaksınız! Vietnam’da rezil oldu ve sosyal yapısı on yıllarca süren bir travma yaşadı. Ve siyasî kurumları büyük yara aldı.
Sovyetler yenilmedi mi Afganistan’da? Yenildi, perişan edildi mücahitler tarafından. Elbette başta Amerika olmak üzere başka ülkelerin de desteğiyle.
Şimdiyse Amerika büyük darbe yemedi mi Afganistan’da? Hem de nasıl bir darbe yedi! Karizmayı çizdirdi fena halde!
Ama günün sonunda Taliban’a Afganistan’ı teslim etti, giderken de bağlayıcı anlaşmalar yaptı.
İNGİLİZLERİN RÖLÜ
Bizim göremediğimiz yakıcı gerçeklerden biri şu:
Afganistan’da yaşananların gerisinde İngilizler var. Taliban yönetiminin İngilizlerle anlaştığını düşünüyorum. Bunun en önemli göstergeleri, Suudların, BAE’nin (Birleşik Arap Emirlikleri) ve tabii Pakistan’ın Taliban’la doğrudan ilişkileri olduğunu ve Taliban yönetimini hemen destekleyeceklerini açıkladıklarını bir kenara not edin.
Çünkü bu ülkelerin hiçbiri İngiltere›den habersiz hareket etmezler, edemezler! İngiltere’yle derin ilişkileri var hepsinin de.
Taliban’ın Afganistan’a yerleştirilmesinin gerisindeki derin aklın, bölgeyi iki asırdır şekillendiren görünmeyen, derinden, sessiz giden İngiliz aklı olduğunu düşünüyorum.
İngiliz derin aklının hedefinde, bin yıldır Ehl-i Sünnet omurganın ve irfanî derinliğin en büyük kurucusu, koruyucusu Türkiye’nin özelde bölgenin, genelde ise İslâm dünyasının geleceğini şekillendiren yegâne güç olma konumunun iptal edilmesi stratejisi var
TÜRKİYE’NİN KUŞATILMASI VE İRAN’IN ÖNÜNÜN AÇILMASI…
Onun için İngilizler bizim temsil ettiğimiz Sünnî ve tasavvufî birikime ve ruha büyük darbe vurdular iki asır önce Vehhabiliği icat ederek. Vehhabiliğin icat edilmesi, Hâricî mantığının hortlatılması ve adım adım İslâm dünyasına yerleştirilmesi çabasıdır ve Osmanlı’nın çökertilmesinden önce Osmanlı’nın çökmesini kolaylaştıracak temel ruh (Sünnî ve tasavvufî ana omurga) çökertildi Vehhabilik’le birlikte.
Afganistan’da Taliban, Sünnî (Hanefî-Maturidî) damarın Vehhabî / Selefî Hâricî mantığına eklemlenmesi ve içerden çökertilmesi için öne sürülmüş olabilir.
Ayrıca Taliban’ın İranî bir çizgide gidecek teo-politik bir strateji benimsemesi de, Türkiye’nin önünün kesilmesi ve İran’ın önünün alabildiğine açılması anlamına geliyor olabilir. Olabilir’i fazla bile. Öyle.
Emperyalistler büyük düşünüyor ve büyük oyun kuruyorlar.
Bizse, ülkenin akademyası ve entelijansiyası olarak oynanan satranç oyununu kavrayacak derinlikten yoksunuz. Ama bu oyunu da görecek ve püskürtecek şaşırtıcı adımlar atacak bir yönetim, kadrosu ve tecrübesi var, yine de.
O yüzden Türkiye’nin bu kez Afganistan üzerinden bir kez daha kuşatılmasının önüne set çekmek için rolümüz ne kadar düşük gibi gözükse de, Türkiye’nin Afganistan’da aktif olarak bulunması, konumunu ve rolünü derinleştirmesi, ülkemizin ve bölgemizin geleceği ve güvenliği açısından hayatî önem taşıyor.
Şunu bilelim: Türkiye’nin güvenlik sınırlarının başladığı yer Afganistan’dır artık. Libya’da yaptığımızı Afganistan’da da yapabilirsek bu zorlu oyunu bozarız biiznillah.
Vesselâm.Malazgirt ruhu: Selçuklu’nun insanlık ufku
Yusuf Kaplan
27/08/2021 Cuma
Malazgirt Zaferi, bir ruhun adıdır; direniş ve diriliş ruhunun.
Mekke’den süt emen, Medine’den beslenen, Kudüs’te meyve veren hakikat medeniyetinin insanlık çapında bir yürüyüşe soyunmasının başlangıç noktası.
Malazgirt, hem İslâm tarihinde hem de insanlık tarihinde tarihin akışının, yönünün, yörüngesinin belirlendiği bir büyük dönüşümün miladıdır.
Selçuklu’nun ufku, insanlığın umududur Malazgirt ruhu.
İki asırdır ikinci büyük medeniyet krizini yaşıyoruz iliklerimize kadar. Birinci büyük medeniyet krizi,
Selçuklular’ın tarihe girmesiyle aşıldı. Malazgirt, bunun miladı olmuştu.
Malazgirt Zaferi’nin 950. yıldönümünde, ikinci krizi anlamımızı ve aşmamızı sağalacak bir Malazgirt ruhuna ihtiyacımız var. Bu ruhu yazmıştım, yeniden paylaşıyorum sizlerle.
ALPARSLAN: SAMİMÎ BİR MÜSLÜMAN, ASALET VE MERHAMET TİMSALİ BİR SULTAN
Sultan Alparslan, 1030 yılında doğdu, 43 yaşında ömrünü doldurdu. Bu kısacık ömrüne hem bu toprakların insanlarının, hem bütün Müslümanların hem de insanlığın kaderinin nihâî yönünü belirleyecek bir dünya tarihi haritası sığdırdı.
Sadece dokuz yıl hükümran oldu, dokuz yılda yaptıklarıyla dünya tarihinin alacağı şeklin yörüngesini belirledi.
Anadolu’dan Balkanlar’a, Kuzey Afrika’dan Yemen’e kadar dalga dalga, sayha sayha yayılacak Hakikat Medeniyeti Çınarı, Sultan Alparslan’ın diktiği işte bu dev çınardı.
Böylesi bir çınarı herkes dikemezdi; bu şeref herkese lûtfedilmezdi.
Sultan Alparslan, her şeyden önce, samimî, ihlaslı, donanımlı bir Müslümandı.
Asalet timsali bir sultandı. Adalet, ahlâk ve merhamet anıtı bir insandı.
Sadece Müslüman kaynaklar değil, Süryani, Ermeni, Rum kaynaklar da, Sultan Alparslan’ı böyle tasvir ediyorlardı.
Alparslan, bu hakikati kendisi de açıkça dile getirmiştir: “Biz, tertemiz, bid’atten uzak Müslümanlarız. Allah rızasını kazanmak için kefenimizle yola çıkmış insanlarız. Bu sebepledir ki, Allah Teâlâ bize yardımını esirgememiştir.”
ASKERÎ ORDULAR YETMEZ; FİKİR VE MEFKÛRE ORDULARI ŞART!
Sultan Alparslan, İslâm dünyasının yaşadığı fitne-fesadı, darmadağınıklığı, kaosu, yıkımı iliklerine kadar yaşayan, yüreği yangın yerine dönen bir Müslüman, hedefe kilitlenen bir sultandı.
İslâm dünyasının yaşadığı iç buhranları ve dış sorunları hal yoluna koymayı kafasına koymuştu.
Devâsâ sorunlarla boğuşuyordu İslâm dünyası: Rafızîlik, Batınîlik, Hâricîlik, Mutezililik, Şiîlik, Haşhaşîlik gibi akımların yol açtığı köklü, sarsıcı akîdevî, fikrî ve siyasî sorunlar, İslâm dünyasının belini büküyor, toparlanıp ayağa kalkabilmesini önlüyordu.
Selçuklu Devleti, İslâm dünyasının imdadına adeta Hızır gibi yetişti.
Tuğrul Bey, Alparslan ve Melikşah, İslâm dünyasının makus talihini yenecek, tarihin akışını değiştirecek muazzam ve muazzez bir yolculuk gerçekleştirdiler.
Bu yolculuk, özellikle Alp Arslan’ın bütün kapıları açan Malazgirt Zaferi’nden sonra, sonraki Müslüman emirlikleri, beylikleri, sultanlıkları, aynı çifte hedefe kilitleyecekti: Dışardan gelecek saldırıların püskürtülmesi ama bunun için öncelikle içerdeki akîdevî, fikrî, siyasî köklü sorunların çözümlenebilmesi.
Alparslan, güçlü ordular kurdu. Ama güçlü ordular bu çifte savaşla başa çıkmak için yeterli değildi, bunu çok iyi biliyordu.
Askerî ordulardan çok daha güçlü, insanlığın umudu olacak köklü bir fikir ve mefkûrenin davasını güdecek, dışardan gelen küffâr saldırılarını püskürtecek, içerdeki buhranlara son verecek akîde, fikir ve siyaset sütunları üzerinden yükselecek ilim, irfan ve hikmet orduları kurulması gerektiğinin farkındaydı büyük sultan.
OMURGA KURULDU, DÜNYA TARİHİN YÖRÜNGESİ OLUŞTURULDU
1067 yılında bir devrim yaptı: Nizamiye Medreseleri’nin temelini attı.
Nureddin Zengi’nin eğitimde başlattığı, Salahaddin Eyyûbî’nin siyasette bambaşka ufuklara taşıdığı yolculuk da böyle bir ruhla gerçekleştirilmişti.
Gerek Selçuklu’nun gerekse Eyyûbîlerin kalkış noktası, İslâm dünyasının makus talihini yenebilmesi için Ehl-i Sünnet Omurga’nın sarsılmaz bir şekilde tesis edilmesiydi.
İşte Malazgirt ruhu, akîde, fikir ve siyaset sütunları üzerinden yükseltilen, ilim ve irfan kanatlarıyla hikmet ufuklarına ulaşılan bu Ehl-i Sünnet Omurga’nın gelecek bin yılın hem İslâm tarihini hem de dünya tarihini şekillendirecek kapıları Anadolu’dan açan bir direniş ve diriliş ruhunun adı ve miladıdır.
Malazgirt savaşı, askerî ordularla kazanılan bir savaş olduğu için değil, ilim, irfan ve hikmet ordularıyla kazanılan, bin yıllık Ehl-i Sünnet Omurga’yı muhkem bir şekilde dikmeyi başaran bir hakikat savaşı olduğu için bir ruh’tur, diriltici ve kanatlandırıcı bir ruh.
GÖKKUBBENİ GÖZÜN GİBİ KORU!
Osmanlı’nın, bu ruhu tarihten silmek için çökertildiğini, Türkiye’nin de, bu ruha sahip çıkmaya başladığını gösterdiği için kuşatıldığını unutmayalım aslâ!
Malazgirt ruhu, İslâm dünyasını toparlayan ve tarihin akışını değiştiren Ehl-i Sünnet Omurga çökerse, İslâm dünyasındaki hiçbir farklı akım, mezhep, meşrebin yaşayamaz olduğu gerçeğinin de anlaşılmasını sağlayan kucaklayıcı bir ruhtur.
Bu mezhebî bir analiz değil; İslâm dünyasının perperişan olduğu bu zorlu zamanlarda mezhebî analiz yapamam.
Şunu söylüyorum: Ehl-i Sünnet, gökkubbemizdir. Gökkubbe çökerse, hepimiz altında kalırız.
Malazgirt ruhu, işte bize bu muazzam gökkubbeyi inşa etti.
Bu aziz gökkubeyi ne kadar diri ve dimdik ayakta tutabilirsek, o kadar kendimizden emin bir şekilde bütün farklılıkları zenginlik olarak görebilir, yeniden gelebilir ve tarihin akışını değiştirecek yolculuklara imza atabiliriz yeninden Allah’ın lûtfuyla.Kâmil insan ve kâmil nizam’ın kaynaklarının kurutulmasına göz yumamayız!
Yusuf Kaplan
29/08/2021 Pazar
Bir zamanlar Afganistan, medeniyetin beşiği ve çekim merkeziydi. Herat, yerkürede her yeri aydınlatan bir güneş gibi parlıyordu Maveraünnehir havzasından. Maveraünnehir havzasının kalbiydi Herat. Timur ve çocukları, Herat’ı âlimlerin buluşma noktası, ufuk hattı yapmışlardı. Dünyanın dört bir tarafından gelen âlimler, Herat’ta, Semerkand’da nefes alıyor, Herat’ta, Belh’te Buhara’da nefes oluyordu bütün insanlığa.
GÜNEŞ, MAVERAÜNNEHİR HAVZASINDAN DOĞUYORDU HER SABAH…
Matematikten metafiziğe, fıkıhtan astronomiye, tıptan tasavvufa kadar bütün ilimlerin kalbi Herat’ta ve Belh’te, Semerkand’da ve Buhara’da atıyordu.
Dünyanın dört bir tarafından gelen âlimler, dedim. Dünya, İslâm dünyası demekti. İlim, irfan ve hikmet sütunları, sadece İslâm dünyasının eseriydi. Düşünce, sanat ve bütün bilimlerde, yalnızca İslâm medeniyetinin çocuğu.
Maveraünnehir havzasından doğuyordu her sabah güneş ve bütün dünyayı oradan aydınlatıyordu; hakikat güneşi, adalet güneşi, sulh ve selâmet güneşi. Dünyayı imar eden, adaleti her yerde tesis eden, hak ve hukuk nizamını her yere diken bir hakikat medeniyeti güneşi değildi sadece bu. Dış dünyayı ışıtmakla kalmıyor, insanın iç dünyasını da ısıtıyordu bu güneş aynı zamanda.
İnsanlığa, kâmil insanı da, kâmil nizamı da aralarında Afganistan’ın da yer aldığı Maveraünnehir havzası armağan etmişti.
Kaşgar’dan Buhara’ya, Semerkant’tan İsfahan’a, Hive’den Belh’e ve Herat’a kadar her yerde insanlığın üzerine düşen güneş, Maveraünnehir havzasının güneşiydi.
Maveraünnehir’de yeşeren kâmil insan, insanın iç dünyasının hazinelerini keşifte harikulâde mesafeler katedilmesine imkan tanıyan tasavvufun eseriydi. İslâm dünyasındaki akîdevî, fikrî, siyasî kargaşaya, hercümerce, kaosa son veren büyük atılımın gerçekleştirilmesini mümkün kılan kâmil nizam ise Ehl-i Sünnet omurga’nın onca çileden ve çabadan sonra tesis edilmesinin meyvesi.
İnsanın iç dünyasında muazzam bir huzur ve düzen vardı. Maveraünnehir havzasının bütün topraklarında da akîdevî, fikrî ve siyasî huzur ve düzen hükümrandı.
Hem kâmil insanın yeşertilmesinde hem de kâmil küresel nizam’ın tesis edilmesinde Afganistan ve çevresi çok büyük rol oynamıştı.
GÜNEŞİN YERİNİ KARABULUTLAR ALDI…
Afganistan o izzetli, haşmetli ve lezzetli günlerini yitireli üç dört asır oldu. Son yarım asırda da belki de tarihinin en talihsiz dönemini yaşıyor.
Güneş bir türlü doğmak bilmiyor Afganistan’ın üzerinde. Afganistan’ın üzerinde kara bulutlar kol geziyor sadece…
Tam yarım asırdır şimşekler çakıyor Afganistan semalarında, dağlarında. Her tarafı kasıp kavuran şimşekler!
Afganistan’da yaşananlar, Afganistan’la sınırlı değil. Afganistan, Afganistan’dan ibaret değil. Afganistan hem İslam dünyasının nereden nereye sürüklendiğini gösteren ve buradan nereye sürüklenebileceğini haber veren çok önemli bir laboratuvar hem de dünyanın geleceğini belirleyecek aktörler arasındaki gerilimlerin kaynağını oluşturan güçler dengesinin merkez üslerinden biri.
KÜRESEL SİSTEMİN HEDEFİ: EHL-İ SÜNNET OMURGA’NIN VE İRFANÎ RUHUN ÇÖKERTİLMESİ
Özelde Afganistan’da, genelde Maveraünnehir havzasında geliştirilen kâmil insan tipi ile kâmil nizam modelini sunan kaynak kurutulmaya çalışılıyor birkaç asırdır. Kâmil insan’ın pınarı kurutuldu İngilizlerin Afganistan, Pakistan ve Hindistan’da geliştirdikleri hâricî mantığının bütün kıtaya yayılmasından sonra. Şimdi Maveraünnehir havzasında kâmil insan’ın kaynağı tasavvuftan eser bile yok artık. Kâmil nizamın kaynağı Ehl-i Sünnet omurganın yansımaları ve uzantıları örtük de olsa canlı ve diri hâlâ!
İngilizlerin Vehhabiliği icat etmelerinden sonra Arap dünyasında hâricî mantığı bütün bölge toplumlarına hâkim oldu. Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Hindistan ve Türk cumhuriyetleri de dâhil Orta Asya veya Maveraünnehir coğrafyasında ve doğusunda hâricî mantığından eser bile yoktu tarih boyunca. Hem kâmil nizamın kaynağı Ehl-i Sünnet’in hem de kâmil insanın kaynağı tasavvufun merkez üssü bu coğrafyada da hâricî mantığı dominant konuma yükseltildi birkaç asırda.
Emperyalistler iki asırdır kâmil insanın kaynağı tasavvufun ve kâmil nizamın kaynağı Ehl-i sünnetin köklerini kurutmak için savaşıyorlar!
Niçin?
Bin yıl önce İslâm medeniyetini küresel medeniyet hâline getirerek insanlığın tarihini değiştiren kâmil nizam’ın kaynağı Ehl-i Sünnet omurga ile kâimil insan’ın kaynağı irfanî ruhun, İslâm dünyasını da insanlığı da yeniden hayata döndürebilecek yegâne iki kurucu be kurtarıcı kaynak olduğunu çok iyi biliyor emperyalistler!
Doğmadan boğmak, büsbütün kurutmak ve yök etmek istiyorlar o yüzden bu iki direnişle diriliş kaynağını.
Özetle… Bizse nasıl asırlık tehlikelerle kuşatıldığımızı görebilmiş bile değiliz henüz. Osmanlı’nın çökertilmesi ve Hindistan›ın parçalanmasıyla hem Ehl-i Sünnet hem de tasavvuf tarihlerinin en büyük darbesini yediler. Afganistan’da yaşanan hâdiselerle hem İslâm dünyasını yeniden toparlayacak hem de insanlığın orta ve uzun vadede huzur ve sükuna kavuşmasına imkan tanıyacak medeniyet atılımının iki temel kaynağı Ehl-i Sünnet omurga’ya ve tasavvufa ölümcül bir darbe vuracaklar.
Kâmil insanın ve kâmil nizamın kaynaklarının kurutulmasına seyirci kalamayız.
Ne yapacağız peki?
Kâmil insanlar, önümüzü açacak öncü kulaklar yetiştirerek kâmil nizamı yeniden inşa edecek köklü ve uzun soluklu bir medeniyet yolculuğuna çıkacağız. Başka çıkış yolu yok bu karabasandan ve tıkanmadan kurtulmanın.
Vesselâm.Emperyalistlerin icat ettikleri terör örgütlerinin üzerinden İslâm nefreti üretmek!
Yusuf Kaplan
30/08/2021 Pazartesi
Bir yıl önce, Amerikalılarla yönetimin Taliban’a devri konusunda görüşmeler yapıldığı, imzalar atıldığı ortaya çıkıyor. Sonra Taliban, Afganistan’da yönetime geçiyor, daha doğrusu, yönetimi devralıyor.
Buna, olsa olsa “yönetimi devralıyor” denir, değil mi?
Fakat ABD’de kaç ABD varsa artık, ABD’nin Afganistan’dan çekilme kararının ve Taliban’ın yönetimi devralmasının üstünden birkaç gün geçmeden, ülkede art arda büyük patlamalar yaşanıyor. Bu patlamalarda toplam 180 civarında insan hayatını kaybediyor. Afganistan, bir anda cehenneme dönüyor!
ABD, TALİBAN VE ÖRGÜTLER ARASINDAKİ İLİŞKİLERE DAİR SORU İŞARETLERİ…
Afganistan’da bilinmeyenler bilinenlerden çok fazla. Taliban yönetiminin ABD‘yle nasıl anlaştığı ve ne tür bir anlaşma yaptığı bilinmiyor mesela. Kafalarda soru işareti oluşturan sorunlardan biri aslında ABD yönetimlerinin başından itibaren Taliban liderleriyle gizli veya açık ilişki içinde olup olmadıkları sorunu.
Taliban yönetiminin Afganistan’da hiç beklenmedik bir anda yönetimi kolayca devralması kafalarda oluşan bu tür soru işaretlerinin ne kadar anlamlı olduğunu göstermeye yetiyor olsa gerek.
ABD derin devleti ile Taliban derin yönetiminin gizli veya açık ilişki içinde olduklarının en önemli işaretlerinden biri, Taliban yönetiminin Hanefī-Mâturidî çizgide olacaklarını açıkça söylemesine rağmen teo-politik stratejisinin İran’a çok yakın olması!
Dahası… Kabil’deki patlamalardan yaklaşık bir hafta önce patlamayı üstlenen DAEŞ yöneticilerinden birinin CNN International televizyonunda kendisiyle yapılan bir röportajda Afganistan’da patlamaların an meselesi olduğunu söyleyebilmiş olması!
Kabil’deki patlamalara ABD’nin bir misilleme yaparak hemen karşılık vermesi Amerikan derin devletinin ya da ABD’deki bazı güç odaklarının Afganistan’dan çekilmemesi gerektiğini dayatan ilginç bir gösterge.
ABD ile Taliban yönetim arasındaki esrarengiz ilişkilere ilişkin kafamızda oluşan soru işaretlerine cevap olabilecek bu birkaç hâdise, Amerikan yönetiminin dünya üzerinde gerçekleştireceği gizli veya açık askerî operasyonlarda Afganistan’daki karmaşık durumları bahane ederek Afganistan’ı artık sık sık kullanacağını gösteriyor.
TERÖR ÖRGÜTLERİ: İSLÂM’LA POSTMODERN SAVAŞ STRATEJİSİNİN APARATLARI
Buradan gelmek istediğim nokta, soğuk savaş sonrasında devreye sokulan “vekâlet savaşları” olarak adlandırılan bizzat emperyalist ülkelerce icat edilen ve pervasızca kullanılan terör örgütlerinin esas itibarıyla İslâm’la bir ilişkilerinin olmadığı gerçeğini göstermeye çalışmak.
DAEŞ emperyalistler tarafından icat edilmiştir ve bölgemizde başta Türkiye olmak üzere Müslüman ülkelerin hem istikrarını bozmakta hem de İslâm’ın nasıl “kan emici”, “barbar” bir din olduğu imajını özelde Müslüman toplumlara genelde ise bütün dünyaya ilan ve ispat etmekte kullanılıyor!
DAEŞ’in saldırmadığı iki ülke var: İsrail ve İran. DAEŞ, bu iki ülkenin dışında Türkiye dahil bölgenin bütün ülkelerini kan gölüne çevirmekte tepe tepe kullanıldı, kullanıyor da hâlâ!
Bu örgütlerin elemanlarının kahir ekseriyetinin Avrupa’dan devşirilmesi de bu örgütlerin emperyalistlerin icadı ve kuklası örgütler olduğunu göstermeye yetiyor olsa gerek.
Bir de Boko Haram diye evlere şenlik bir örgüt var Afrika’da! Hilafeti getirmiş-miş bu örgüt! DAEŞ de hilafet için mücadele ediyormuş-muş!
Bir kere, o yüce hilâfet kelimesini ağzınıza alıp da kirletmeyin siz!
Hilafet, şeriat diye ortaya çıkan bu örgütlerin hilâfetle, şeriatla, İslâm’la bir ilişkilerinin olmadığını, içinden geçtiğimiz postmodern süreçte, emperyalistlerin kendileri savaşmak yerine önce ve öncelikle bu örgütleri kullandıklarını bilmeyen kaldı mı hâlâ?
Maddeler hâlinde özetleyeyim meseleyi:
1-Bu örgütler, İslâm’ı terörle özdeşleştirmek için emperyalistler tarafından icat edilmiştir.
2-Artık postmodern dünyada savaşlar terör örgütleri kullanılarak gerçekleştirilen vekâlet savaşlarıdır. Bu terör örgütleri bu amaçla icat edilmiştir.
3-Bu terör örgütleri, İslam’a değil emperyalistlere, emperyalistlerin çıkarlarına hizmet ediyor; bunu göremiyorsanız neyi görüyorsunuz ki siz!
4-Bütün bu gerçekler artık açıkça bütün dünyada çok iyi bilinmesine rağmen Türkiye’deki bazı seküler çevrelerin, bu terör örgütlerini bahane ederek İslâm’a ve mazlum Müslümanlara saldırmalarını şiddetle kınıyorum.
5-Bu terör örgütlerinin hem emperyalistler tarafından kuruldukları hem de tepe tepe kullanıldıkları artık bütün dünyada ortaya çıkmış bir gerçek olmasına rağmen Türkiye’deki bazı seküler çevreler, bu gerçekleri göremiyorlarsa, bu, onların ne kadar sığ, entelektüel bakımdan ne kadar acınacak durumda olduklarını gösterir. Yok eğer bu gerçekleri bilerek İslam’a ve Müslümanlara saldırıyorlarsa bu durumsa, onların İslâm’dan ne kadar nefret ettiklerini göstermeye ve ispat etmeye yeter!
Sözün özü: Emperyalistlerin postmodern süreçte İslâm’la savaşmak, İslâm’ın yeniden tarih sahnesine çıkışını önlemek amacıyla icat ettikleri terör örgütlerini bahane ederek İslâm›dan ve mazlum Müslümanlardan nefret edilmesini sağlayacak söylemler ve eylemler geliştirmek iğrençtir ve asla kabul edilemez.
İnsansız, kalpsiz ve ruhsuz bir dünyaya “hayır!” diyecek sadece biziz ama biz yokuz…
Yusuf Kaplan
3/09/2021 Cuma
Aşı dayatmasının toplumda sosyal ve siyasî travmalara yol açacağını, aşının Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da söylediği gibi gönüllü olması gerektiğini daha önce yazmış ve tartışmıştım. Bu konuda ülkemizin yöneticilerinin toplumda dalga dalga büyüyen aşı dayatması rahatsızlığının ülkeyi kaosa sürükleme istidadı taşıdığını bir kez daha hatırlatarak bendeniz bu yazıda da yaşadığımız felâketi daha uzun soluklu, daha köklü ve felsefî temellerine inerek okumaya çalışacağım…
BAŞKALARINI CEHENNEM OLARAK GÖRMEK!
“Başkaları cehennemdir,” demişti Sartre. Bu tespitiyle, Batı uygarlığının başkalarını cehennem olarak gördüğüne dikkat çekmek istemişti Fransız üstad.
Bir uygarlık düşünün… Kendisini başkası üzerinden tanımlıyor. Ne olduğunu değil de, ne olmadığını öncelikle vurgulayan bir uygarlık, aslında ne olduğunu bilmeyen bir “şey” demektir.
Evet, “şey”dir sadece ve her şeyi şeyleştirmekten çekinmeyecektir.
Bu yazıda işte bu şeyleştirme hikâyesinin bir tablosunu çizeceğim…
Kendisini başkası üzerinden tanımlayan bir uygarlık, kalpsiz demektir; ruhu öldürecek, hâkim olduğu her yeri ruhsuzlaştıracak demektir.
UYGARLIKLARIN ŞİŞKİN EGOLARI VARDIR, MEDENİYETLERİN İSE KALPLERİ VE RUHLARI…
Uygarlıkların şişkin, şımarık, kibirli egoları vardır ama kalpleri yoktur. Oysa medeniyetlerin kalpleri vardır her şeyden önce. Kalpleri ve ruhları.
Uygarlık ile medeniyet bu kadar ayrı kavramlar ve hatta ayrı dünyalar mıdır?
Elbette.
Uygarlık, araçları kutsar, amaçları yok sayar. Sonuçta amaçlarını yitirir ve araçların kölesi hâline gelir. Her şeye hâkim olma güdüsü, insanı güder. Hâkim olduğu şeyin mahkûmu yapar insanı.
Araçların kutsandığı yerde, insanın kalbi yoktur, taşlaşmıştır. Ruhunu yitirmiş, canavarlaşmıştır.
O yüzden Batı uygarlığında insan yoktur, nizam vardır.
İslâm medeniyetinde ise önce insan vardır, sonra nizam varkılınır.
İnsanın olmadığı, varolamadığı yerde, kalp durur, vicdan yok olur, ruh çekilir oradan ve sırra kadem basar…
Başka türlüsü tuhaf olurdu zaten: Başkalarını barbar olarak, düşman olarak, en kötü, kötülerin kötüsü, canavar birer öteki olarak gören bir uygarlık, elbette ki, bütün sınırlarına duvar örecekti. Bütün sınırlarını dünyaya kapatacaktı böylelikle.
ETİK İLE AHLÂK ARASINDA DAĞLAR KADAR FARK VARDIR
Bütün bunları başarabilmek için de, güçlü, ruhsuz, mekanik bir nizam kuracaktı, her şeyden önce.
Önce insan değil, önce nizam, diyecekti. Etik, bunu gerektirirdi çünkü.
Yani?
Yani’si şu: Etik ile ahlâk arasında dağlar kadar fark vardır. Etiğin hâkim olduğu bir yerde, ruhsuzluğun, ruhsuz kuralların hükümfermâ olduğunu söyleyebiliriz. Ahlâk’ın hâkim olduğu bir yerde ise, insan vardır; aklıyla, kalbiyle ve ruhuyla insan.
Etiğin kaynağı, ilâhî bir kaynak değildir. Etik, seküler âhlaktır, sekülerleştirilmiş ahlâk: Sadece ruhsuz kurallar yığınıdır, o yüzden yığınları hizaya sokmaya yarar.
Ahlâk’ın kaynağı, Hâlık’ın (Yaratıcı’nın) bizatihî kendisi olduğu için, Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanmak, dolayısıyla önce insanın, önce vicdanın, önce kalbin ve ruhun sözkonusu edilmesi esastır.
CEHENNEMDE BİR MEVSİME HOŞ GELDİNİZ…
Kendisini canavar üzerinden, kötü üzerinden tanımlayan, başkasını canavar, barbar olarak gören bir uygarlığın insana / başkasına vereceği şey nedir?
Cehennem.
Üç veya dört asırlık Batı hâkimiyetinin insanlığa yaşattığı şey tam da budur: Cehennem.
Batı uygarlığının kilisesi, bilimi kutsayan teknoloji; rahipleri, bilim adamları; tanrısı da, şiddettir.
Şiddetin tanrılaştırıldığı bir uygarlık, dünyayı cehenneme çevirmeyecekti de, ne yapacaktı ki!
Cennet’i ancak rüyasında görebilirdi, ancak hayal edebilirdi…
Ama hayalleri hayaletlere dönüşürdü her zaman; dönüşmüştü de nitekim, yerküre üzerinde hâkim olduğu son dört asırlık hükümranlığı zarfında…
Bunları niçin yazıyorum peki?
Yaşadıklarımızı anlamaya, anlamlandırmaya çalışmak için.
Dünya, Fransız şairin cehennemde bir mevsim olarak tarif ettiği, Sanayi Devrimi’nin her şeyi alt üst ettiği, bütün değerleri değersizleştirdiği, insanı sömürdüğü, köleleştirdiği, makinelerin kölesi hâline getirdiği, bir dilim ekmek için insan haysiyetini yerlere serdiği 19. yüzyıl Paris’ini veya Londra’sını yaşıyor…
Daha da vahimini hatta!
İNSANSIZ, KALPSİZ VE RUHSUZ BİR DÜNYAYA DOĞRU…
Sanayi devrimlerinin yol açtığı sosyolojik sorunları, sınıf çatışmalarını, ekonomik özgürlük ve eşitlik sorunlarını nasıl halledeceğini az çok biliyor, bunun yollarını buluyordu.
Oysa şimdi yaşadığımız bütün insanlığın korona hapishanesine tıkılmasına yol açan cehennemden çıkışın yolunu da, yöntemini de bilemiyor dünya.
Cevap bekleyen ve gittikçe çetinlerden, çetrefilleşen sorular, sorunlar var…
İnsanlığın genleriyle mi oynanıyor?
İnsan türünü dönüştürecek, insandan daha zeki ve üretken ama insan ürünü mekanik varlıkların insanın tahtına yerleşmesinin normal karşılanacağı, insanın makinanın kölesine dönüşeceği insansız, insansız olduğu için de kalpsiz, ruhsuz bir dünyanın eşiğine mi sürükleniyoruz acaba?
İnsansız, kalpsiz ve ruhsuz bir dünyaya hayır diyecek sadece biziz ama biz yokuz ama iyi hazırlanırsak, öncü kuşakları hazırlayabilirsek, biz gelebiliriz yeniden… tutar kaldırırız insanlığı düştüğü yerden biiznillah…
.Dünya nerede, biz nereye koşuyoruz?
Yusuf Kaplan
5/09/2021 Pazar
Çağımızın cins düşünürlerinden Deleuze, hocası Foucault için “Foucault, bize hiçbir şey öğretmemiş olsaydı bile, öğrettiği tek şey, onun büyük bir düşünür olarak saygıyla anılması için yeterdi: Başkaları adına konuşma haysiyetsizliğinden kaçınmak.”
Hocalar, böyle talebe isterler. Böyle talebeleri görünce bütün dünyalar onların olur, bütün dertlerini, sıkıntılarını unuturlar.
Foucault, iyi konuşuyor, hoş konuşuyor ama boş konuşuyor: Söylediği şeyin hiçbir karşılığı yok Batı’da zira. Batılılar bırakınız başkaları adına konuşmayı, başkalarına, açıkçası kendileri dışındaki hiçbir medeniyete hayat hakkı bile tanımadılar. İnsanlığın birikimi olan medeniyetleri durdurdular, kahir ekseriyetinin ise kökünü kazıdılar.
Şimdiyse, kendi kuyularını kazmakla meşguller. “Şimdiyse” dediğime bakmayın; kendi kuyularını kazma süreci yeni başlamış filan değil; başından itibaren her alanda alttan alta işleyen yıkıcı, yok edici bir süreç bu. Modern Batı uygarlığını kuran dinamikler, Batı uygarlığını yıkan dinamitlere dönüşüyor hızla. Bilim, ekonomi, siyaset, teknoloji, akıl gibi kurucu dinamikler zamanla yıkıcı birer dinamite dönüştü bile…
Bütün dünyada manzara-i umumiye şöyle. Batıda başlayan felsefî yok oluş süreci, Batı uygarlığı bütün dünyayı kendisine benzettiği için, bütün dünyaya da hızla sirayet etti, sirayet etmediği yerlere, yörelere ise sirayet etmeye de devam ediyor…
Bize gelince…
Bizde durum nedir, nasıldır peki?
Toplumun üst tabakası, metamorfoz yedi, başkalaştı, dünyasını kaybetti, kendini de yitirdi ve her şeyi bitirdi.
Alt tabakası ise, hızla ruhunu yitirmenin eşiğine sürükleniyor…
Kitle gitti.
Toplum çürüdü, bitti.
O bizi diri tutan, her dâim bizi tutup ayağa kaldıran, bize güç kuvvet veren Anadolu irfanı maalesef tarih oldu, tuzla buz oldu: Anadolu da bozuldu. Anadolu irfanı, bütün toplum kesimlerinde görülen mayasıydı bu toplumun. Şimdi sadece İslâmî kesimlerinde kaldı bazı izleri sadece.
Yine de önümüzü açacak bir şey var: Batı uygarlığının felsefî olarak çökmüş olması. Burada Batı uygarlığının çöküyor olmasından medet umuyor değilim. Başkalarının çöküşünden medet umanlardan bir şey beklenemez. Nietzsche’nin bir buçuk asır önce söylediği şeyi hatırlatıyorum: İnsanlığa söyleyeceği yeni bir şey yok Batı uygarlığının: “İnsanlığa söyleyebileceğimiz tek yeni şey, yeni bir şey söyleyemeyeceğimiz gerçeğidir.”
O yüzden sadece hâkimiyetini pekiştirme ve sürdürme savaşı veriyor. Bunu da çok kaba, ilkel, barbar yöntemlerle yapıyor: Hem istediği yeri, ülkeyi işgal ediyor, istediği lideri yerinden ediyor hem de “ürpertici”, “kan emici” kötüler icat ediyor hâkim olduğu ve tepe tepe kullandığı konvansiyonel ve yeni medyalar üzerinden.
Başkalarının enkazı üzerinden yükseltilecek bir dünya, kanatlandırıcı bir dünya olamaz. Başkalarının kötülükleri üzerinden ve başkalarını kötüleyerek kendini var etmeye, meşrûlaştırmaya çalışan bir dünya görüşünün haysiyeti ve vakarı yoktur. Kendi ayakları üzerinde doğrulmalı insan.
Kendi dinamikleri ile ayağa kalkan bir medeniyet insanlığa taze bir âb-ı hayat iksiri sunabilecek asalete ve özgüvene sahip bir medeniyettir.
Başkaları üzerinden var olmadı İslâm medeniyeti. Başkaları adına konuşma haysiyetsizliği göstermedi. Batılıların yaptığı gibi başkalarını, kendi dışındaki bütün kültürleri, medeniyetleri ötekileştirerek, şeytanlaştırarak var olma, hükümranlık kurma karaktersizliği sergilemedi.
O yüzden başkalarının haysiyetleriyle oynamadı; aksine, haysiyetleriyle oynanan medeniyetlere, halklara sessiz kalmadı. Zâlime karşı mazlumun yanında oldu her dâim.
Bir medeniyet fikri sunmamız lazım dünyaya...
Umut vadeden, sarıp sarmalayıcı, kuşatıcı: vicdanın, merhametin, hakikatin nefesi adaletin sesi olacak asil ve köklü bir medeniyet fikri.
İyi de nasıl olacak bu, kim yapacak bunu? Dünyanın umudu olacak bir öncü kuşak yapacak bunu. Susayan insanlığın hakikat pınarından kana kana içmesini sağlayacak bir öncü kuşak.
Ben ona öncü kuşak diyorum.
O öncü kuşak önümüzü açacak fikriyatı geliştirecek.
Yeni fikir ve oluş akıncıları yetiştireceğiz...
Her şeyi yeniden fethedip, yeniden inşa edecek çilekeş öncülerençliğini ihmal eden geleceğini imha eder!
Yusuf Kaplan
6/09/2021 Pazartesi
Bugün okullar açılıyor.
Gençlerimiz, çocuklarımız belirsiz bir sürecin eşiğine sürükleniyorlar yine.
Türkiye’nin en büyük kaynağı, genç nüfusu.
Türkiye’nin en büyük zaafı, bu genç nüfusu su gibi harcaması; ülkesine, insanına ve inançlarına yabancılaştırıcı hatta düşman edici iç ve dış yıkıcı popüler kültür akımlarının, gençlik hareketlerinin kölesi hâline gelmesini sadece seyretmesi; hiçbir köklü, kalıcı, uzun soluklu bir çıkış yolu geliştirememesi!
Ülkesine, inançlarına, değerlerine yabancılaşan bir gençlik, her tür iç ve dış yıkıcı saldırının kolay lokması ve kurbanı olmaya adaydır.
GENÇLİĞİNİN GELECEĞİ KARARAN BİR ÜLKENİN GELECEĞİ AYDINLIK OLABİLİR Mİ?
Oysa bir ülkenin gençliği, geleceği, demek.
Gençliğinin geleceği kararan bir ülkenin geleceği aydınlık olabilir mi?
Türkiye, en büyük gücünü, en büyük enerjisini kaybediyor hızla…
Su gibi harcıyor…
Türkiye’deki gençliğin üç temel özelliği var: Hedonist, kariyerist ve nihilist.
Başka bir ifadeyle, hız, haz ve ayartının peşinde koşturan, felsefî, zihnî soruları cevapsız kaldığı için de yok oluşa sürüklenen, iddiasız, idealsiz, inancını yitirmiş “genç canlı cenazeler”.
Ülkeye, kültürüne, inancına, medeniyetine aidiyet bağlarını ve bilincini yitirmiş, bedenen burada, zihnen Batı’da yaşayan, Batı’nın posası çıkan kültür ürünlerini tepe tepe tüketerek tükenmekten başka bir şey yapamayan şizofren bir gençlik.
Ülkeyi terk etme ve Batı’ya yerleşme hayalleri kuran ve şimdiden bunun hesaplarını yapan kaybedilmiş bir gençlik.
Ürpertici ama gerçek bu.
“KEMALİZM’DE PATLAMA” MI?
Gençleri suçlamıyorum. Ne münasebet! Aksine gençleri bu hâle getiren aileleri ve yönetimleri suçluyorum. Bir ülkenin en güçlü kaynağı demek olan gençliği, gençlik ruhu bir asırda kurutuldu, yok edildi.
Biyolojik olarak yaşayan ama zihnen ve kültürel olarak ülkesine ve inançlarına yabancılaşan bir gençlik, sadece kendisini yok etmiş olmaz, ülkesini de terk eder ve yok oluşa sürükler…
Ülkelerini terk edenler, ülkelerini emperyalistlere peşkeş çekmekten çekinmezler.
İlkelerini terk edenler, genç kuşaklara güven veremezler. İlkesiz, ülkü de olmaz, ülke de kurulamaz.
Batılılaşma çıkmazı, ülkeyi inanılmaz bir çıkmaz sokağın eşiğine getirip bıraktı: Türkiye’de Türk tipi laikleşme biçimleri üretti, laikliği dinselleştirdi, seküler bir dine, ayartma biçimlerine dönüştürdü.
Buna bir de dışarıdan gelen postmodern popüler kültür saldırısı eklendi: Postmodern popüler kültür ve davranış kalıpları bütün dünyada hızla yaygınlaşıyor, entelektüel ve kültürel sınırların ortadan kalkmasıyla birlikte, bütün yerli ve yerel kültür ve davranış biçimlerinin pabucunu dama atıyor…
Türkiye’de yaşanan, sefih sekülerleşme biçimleri, Kemalizm filan değil.
Kemalizm’in iyi, doğru ve güzel fikri yok, demişti Şerif Mardin. Bu şu demek: Kemalizm’in özgün bir felsefesi, (felsefecileri, Kant’ı meselâ), kendine özgü güçlü ve köklü bir ahlak tasavvuru ve sarsıcı bir estetik görüşü yok.
Patlama yaşanan şey, popüler kültür: Hız, haz ve ayartı ile kitleleri tüketen kölelere dönüştüren bir yıkım aracı.
İKİ TÜR NİHİLİZM BİÇİMİ VE GENÇLERİN CEVAPSIZ KALAN SORULARI!
Gençliğin hem savrulmasına hem de ülkesine, inançlarına yabancılaşmasına yol açan bir başka sosyokültürel olgu da, İslâm adına konuşan kişilerin genç kuşakların çağla ilgili, çağın felsefî sorunlarıyla ilgili sordukları esaslı sorulara cevap ver(e)memesi.
Aileler de, İslâmî çevreler de, çocukların haklı olarak sordukları, varoluşsal sorulara cevap veremeyince, genç kuşaklar, nihilizmin iki veçhesini temsilci eden iki zıt kutba savruluyorlar: Birincisi, medyatik ve hedonistik narkoz. Hayata karşı duyarsızlaşma yani. İkincisi de felsefî, varoluşsal sorgulamalar.
Burada gençleri suçlamak ucuzculuktur. Topu taca atmaktır.
Suçlu, başka aileler, sonra eğitim sistemi ve son olarak da küresel emperyalist medyatik ve hedonistik postmodern popüler kültürel düzendir.
Gençlerin, onları suçlamak yerine onlara “yol gösterecek” “yol fenerleri”ne ihtiyacı var.
TÜRKİYE’DE İSLÂM HAKKINDAKİ HUSÛMET DE ENTELEKTÜEL CEHALET DE ÜRPERTİCİ!
Gençliğin karşı karşıya kaldığı bu iki tür nihilizm açmazından kurtulmalarını sağlayacak en önemli kaynak İslâm’dır ama İslâmî kesimler bile İslâm’ın zamanlarüstü ve çağlarötesi kucaklayıcılığının ve kuşatıcılığının farkında değiller, ne yazık ki.
Türkiye’deki İslâm hakkındaki entelektüel cehâlet, dünyanın hiçbir ülkesinde yok.
Bu entelektüel cehalet yeteri kadar onur kırıcı değilmiş gibi, bir de İslâm’a karşı inanılmaz bir önyargı ve saldırı dalgası yayılıyor her yerde, her mecrada bütün hızıyla!
İslâm’a, Kur’ân’a ve Hz. Peygamber’e her Allah’ın günü her yerde inanılmaz küfürler ve hakaretler ediliyor, kimsenin kılı kıpırdamıyor; bu nasıl bir çirkefliktir, diye isyan eden insanlar iğrenç bir şekilde taşlanıyor, aforoz ediliyor.
Ama Kemalizm’e veya laikliğe ilişkin yapılan en küçük ve güçlü entelektüel eleştirilere aslâ tahammül edilmediği gibi, ürpertici saldırılara, hakaretlere, linç girişimlerine yol açabiliyor.
Özetle: Bir ülkenin gençliği ideal sahibi, ahlâkî meziyetleri güçlü, ruhu olan, sıradışı ama sınırdışı olmayan, çağı da, kendi değerlerini ve dünyasını da iyi tanıyan komplekssiz bir gençlik olursa, ülke, işte o zaman geleceğe emin adımlarla yürüyebilir. Yoksa, çıkmaz sokaklara sürüklenmekten kurtulamaz Allah muhafaza!
Bir çağ dönüşümü ân’ı: Aşı savaşları mı, insanın insana karşı savaşı mı?
Yusuf Kaplan
10/09/2021 Cuma
Dünyada tam anlamıyla küresel bir savaş yaşanıyor: Aşı savaşları!
Konvansiyonel silahlar değil, biyolojik ve kimyasal silahlar kullanılarak gerçekleştirilen bir savaş bu.
KÜRESEL BİR SAVAŞ YAŞANIYOR…
Peki, ne demek bu?
Bilimin tepe tepe kullanılarak insanın tepelenmesi, deyim yerindeyse, “çöp” muamelesi, “böcek” muamelesi görmesi, ahlâkın hiçe sayılması, bütün insânî değerlerin rafa kaldırılması, vicdanın sırra kadem basması demek!
Kapitalizmden bahsediyoruz…
Bilimi, modern bilimi, insanı köleleştirmekte, tabiatı, dünyayı sömürerek, yerle bir ederek semirmekte, palazlanmakta kullanan kapitalist çetelerden yani.
Daha önce de söylemiştim: Dünyayı bilimle kontrol ediyorlar! Seküler dünyanın dini, bu ruhsuz bilim artık!
Kim kontrol ediyor bilimi?
Güçlü devletler mi?
Elbette ki, hayır!
Dev şirketler!
Canavarlaşan, ruhsuzlaşan, insanlıktan nasibini alamamış küresel kapitalist ağababalar!
Pardon, küresel kapitalist akbabalar!
Duygusuz, ruhsuz, robotlaşmış terminatör gibi çalışan mekanik varlıklar!
Yaşanan bir dünya savaşı, küresel bir savaş, bunu bilelim.
İNSANIN İNSANA KARŞI SAVAŞI!
Ama bu kez, bu savaş, insanlığa karşı bir savaşa benziyor.
İnsanlığın hem biyolojik varlığını yok etmeye hem de bütün insânî değerleri buharlaştırmaya, tuzla buz etmeye dönük bir dünya savaşı.
Seküler, ruhsuz bilim, Frankenstein’larını bütün insanlık üzerine salarak, insanlığın biyolojik, fizik ve metafizik varlığını yok edecek bir dünyanın eşiğine fırlatma savaşı veriyor: Zeki makinaların hükümran olacağı, insanı tahtından edeceği, homorobotics (robot-insan) olarak adlandırılabilecek, sadece bilimin değil, bilim üreten bilimi üreten teknolojinin putlaştırılacağı tekno-pagan bir dünyanın eşiğine fırlatma savaşı bu.
Posthuman (insan-sonrası), transhuman (insan-ötesi), görünüşte hibrit (melez) ama gerçekte bütün farklı dinlerin, farklı kültürlerin buharlaşacağı, bütün farklılıkların yok edileceği insanın hız, haz ve ayartının kölelerine dönüşeceği adına tekno-paganizm dediğim yeni bir uygarlığın, dijital uygarlığın gelişi.
İnsanın, cinsiyetsiz, ruhsuz, duygusuz, robotlaşmış, yarı mekanik varlıklara dönüştüğü, kanımızı donduran, insanlığın cehennemi olacak bir dünya bu.
Bu dünyada varlıklı, zengin, paralı üst sınıflar hiçbir şey olmamış gibi lüks bir hayat yaşayacaklar. Alt sınıflarsa, sürüler gibi, koyunlar gibi güdülerek bu dünyada sadece karın tokluğuna yaşamak için çalışmaya mahkûm olacaklar…
ÇAĞ DÖNÜŞÜMÜNÜ SADECE İSLÂM KANSIZ GERÇEKLEŞİTRDİ!
Çağ dönümü zamanlarının eşiğindeyiz. Bildiğimiz dünya, temellerinden çatırdamaya başladı, çöküyor…
Yeni dünyalar, kanlı kuruluyor… Genelde böyle bu, tarih boyunca. Tarihi değiştiren dönüşüm anları, hep kanlı gerçekleşmiş. Greklerden Romalılara geçiş böyle olmuş, mesela. Romalılardan Hıristiyan Avrupa’ya geçiş de, Hıristiyan Avrupa’dan seküler Avrupa’ya geçiş de çok kanlı gerçekleşmiş.
Örnekler çoğaltılabilir… Ama bu kadarı kâfî, sanırım.
Fakat bunun tek istisnası, İslâm’ın tarih sahnesine çıkışı.
Elbette ki, İslâm’ın doğuşuna direnç gösterilmiş, savaşlar yaşanmış, ama Hz. Peygamber’in (sav) sahabesi, önce Medine’ye hicret etmiş, Medine’de hakikat medeniyetinin tohumlarını ekmiş, sonra Rahmet Elçisi Efendimiz (sav) Mekke’ye kan dökmeden girmiştir!
Sadece İslâm’ın tarihe çıkışı kansız gerçekleşti. Dediğim gibi, elbette ki, savaşlar yaşandı ama İslâm Batılılar gibi şiddeti tanrılaştırmadı, insanlığa insanlığı katleden saldırganlık’la, işgal’le değil, insanlığa insanlığını, insanötesi hakikati ve dünyayı hatırlatan “fetih”le, gönülleri cezbederek, yani önce kalpleri İslâm’ın insanı sarıp sarmayalan hakikatlerine ısındırarak, açarak, bunu tıpkı Medine’de olduğu gibi hayatlaştırarak tarih sahnesine çıktı.
Kansız gerçekleşen tarihî dönüşüm, tarihin akışını değiştiren küresel devrim, sadece İslâm’ın tarih sahnesine çıkış hâdisesidir.
KORONA’DAN AŞI’YA: TEKNO-PAGAN DİJİTAL UYGARLIĞIN AYAK SESLERİ…
Şimdi Müslümanlar tarihlerinin en zor dönemlerini yaşıyorlar; yok olmamak için savaşıyorlar.
Ama küresel kapitalist sistemin çeteleri, koronavirüs üzerinden, aşı kartellerinin kışkırttığı aşı savaşları üzerinden insanlığa karşı bir savaş veriyor, insanlığın ruhunu yok ederek kökünü kurutacak, insanı ruhsuzlaştıracak yeni bir çağ dönüşümünün ürpertici adımlarını atıyorlar.
Batı uygarlığı, azman, ruhsuz kapitalist şirketlerin kontrolünde gerçekleştirilen koronavirüs ve aşı savaşlarıyla aslında intihar ediyor!
İnsanlığı, yarı-insan yarı-makina siborg olarak adlandırılan bir robota dönüştürerek, hem fizikî olarak insanı yok ediyor hem de ruhsuz, duygusuz, acısız ölümlerin kitleselleştiği bir dünyanın eşiğine fırlatıyor!
Batılı insanın modernliğin başlarında tanrıya karşı açtığı savaşta insanı tanrılaştırması ve Kilise’yi tahtından etmesiyle kurduğu modern (seküler, kapitalist, pagan) dünya, şimdi kendi kuyusunu kazmaya başladı, insanı tanrılaştıran yolculuğu Batılı insanı, insan türünü robotlaştıran ruhsuz bir dünyanın tam orta yerine getirip bıraktı, korona hapishanesine tıktı!
İnsanın tanrıya karşı savaşını güya kazanan Batılı seküler insan, insanın insana karşı savaşını kaybetmek üzere…İstiklâlimizin sembolü çarşafa saldıran zihin, prangalı, köle ruhlu, ilkel bir zihindir!
Yusuf Kaplan
12/09/2021 Pazar
Yeter artık!
100 sene geçti hâlâ aynı köle ruhlu zihniyet!
Hâlâ toplumun inançlarına, değerlerine saygı duymayan, faşistçe, aşağılık bir şekilde saldıran bir zihniyet!
BUNAMIŞ, FOSİLLEŞMİŞ BİR ZİHNİYET!
Burnumdan soluyarak yazıyorum bu yazıyı Edremit’te yaşananlardan ötürü.
CHP’nin Edremit Belediyesi’nde yaptığı şey tam anlamıyla, rezalet! Toplumda nifak tohumları ekmek!
Edremit’in Yunan işgalinden kurtuluşunu zincirlere vurulan çarşaflı bir kadının temsil ettiği “şeyden” / zihniyetten kurtuluşu olarak kutlamak tam anlamıyla tersi dönmüş ahmaklık örneğidir!
İnanılır gibi değil gerçekten!
Ülkenin dört bir köşesinde, güneyinde kuzeyinde, doğusunda batısında emperyalistlere ve uşaklarına karşı verilen istiklal savaşında, çarşaf, Nene Hatunlar, Şerife Bacılar örneklerinde olduğu gibi, bu ülkenin işgalcilerden kurtuluşunun sembolüdür. Köleliğin değil özgürlüğün, özgürlük mücadelesinin bayrağıdır çarşaf!
Sıyırmışsınız siz!
Bunamışsınız resmen!
Ya da celladına âşık tasmalı çekirgesiniz!
Ölmüşsünüz ama ağlayanınız yok sizin!
ÇARŞAF, NAMUSUMUZUN, İSTİKLÂL SAVAŞIMIZIN, ÖZGÜRLÜĞÜMÜZÜN SEMBOLÜDÜR!
Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır ki, çarşafı, zincirlere vurulmuş çarşaflı bir kadını, Edremit'in kendisinden kurtarıldığı bir düşman olarak görebiliyor!
Edremit’in kendisinden kurtarıldığı düşman çarşaf mı gerçekten?
Sapık mısınız siz?
Çarşaf veya başörtüsü, İslâm'ın örtüsüdür. Bir bez parçası değildir, İslâm’ın sembolüdür!
İslâm'ın örtüsüne saldıran, İslâm'a saldırıyor demektir!
Dahası, çarşaf, ülkenin bağımsızlığının, namusunun sembolüdür aynı zamanda!
O yüzden çarşafa saldıran, ülkenin işgalcileriyle aynı safta yer aldığını, ülke işgal edildiğinde ülkenin namusuna, örtüsüne el uzatacağını göremeyecek kadar ahmak olamaz!
Bu düpedüz İslâm düşmanlığıdır, toplumda inanan insanlara karşı kin ve nefret tohumları ekmektir. O yüzden son aylarda başörtülü insanlara saldırılar, başörtüsüne saldırılar kamuoyunda artmaya başladı!
Burası neresi diye sormadan edemiyor insan?
Burasını gavur işgal etti de haberimiz mi yok diye sormaktan kendini alıkoyamıyor insan?
Tam tımarhanelik yobaz, aşağılık, tiksindirici bir kafa bu!
Edremit, çarşaflılar tarafından mı işgal edildi?
Hastasınız siz; ruhsuz, vicdansız ve mide bulandırıcı!
Edremit, Yunan’lardan kurtarıldı! Bunu bütün dünya âlem biliyor ama bizim köle ruhlu CHP zihniyeti bilmiyor, demek ki!
Gerçekler bu kadar aptalca bir şekilde çarpıtılabilir, değil mi!
İnanılır gibi değil gerçekten!
İnsanın nutku kesiliyor!
Sizin yaptığınızı Yunan yapamazdı, gavur yapamazdı.
Edremit, Ege bölgemizdeki illerimiz, çarşaf işgalinden, çarşaflıların işgalinden değil, Yunan işgalinden kurtarıldı.
Çarşaf, Fransız işgaline direnişte, kahraman Maraş’ta özgürlüğümüzün ve namusumuzun sembolü oldu. Vatan'la özdeşleşti. Namusla özdeşleşti.
Vatana / namusa uzanan el kırıldı ve Fransız kovuldu sonunda.
Çarşafa uzanan el de kırıldı.
Çarşaf ,namustu.
Çarşaf, özgürlüğümüzün sembolü vatan’dı.
Vatan namustu, namus da vatan!
ÇARŞAF, ÇELİKTEN KALE, YIKILMAZ DUVARDIR!
Edremit’teki provokatif, insanları halkın bir kesimine karşı kin ve nefrete kışkırtıcı eylemden sonra öğreniyoruz ki, bütün Ege bölgemizde, yakın zamanlara kadar şehirlerimizin Yunan işgalinden kurtuluşu, çarşaftan dolayısıyla İslâm’dan kurtuluş olarak kutlanmış!
İnsanın çıldırası geliyor gerçekten!
İşte buna isyan ederim ben, arkadaş!
Alçaklık bu!
Bu alçaklığı, nefretle ve lanetle kınıyorum.
Böyle şey olabilir mi?
Ege’deki şehirlerimizi, köylerimizi çarşaf üzerinden hakaret edilen İslâm değil Yunan işgal etmişti, Yunan!
Beyinsizler!
Çarşaf, köleleşme biçimi değil, kişinin bedenini, edebini, kişiliğini koruması için kullandığı bir kalkandır. Çarşafı köleleşme biçimi olarak gören zihniyet, zihni prangalı, köle ruhlu bir zihniyettir.
Çarşaf, çelikten kaledir, duvardır.
Çarşafa saldıran, kişinin kişiliğine, bedenine, inançlarına saldırıyor demektir.
Hiç bir toplum, inançlarının ayaklar altına alınmasına izin vermez, veremez!
Herkes inancında, giyiminde kuşamında hürdür. Sizden başkasının bedenine, kişiliğine, inançlarına saldıran mahlûkât, aşağılık bir mahlûkâttır!
Yıllardır teorik olarak söylediklerimin pratikte her geçen gün gerçek oluyor olması, tedirgin ediyor beni: Bu ülke fiilen işgal edilmedi, zihnen işgal edildi ve celladına âşık edildi, diye söyleyip duruyorum.
Edremit’te yaşananlar da, İzmir’de çarşafı aynı şekilde köleleşme biçimi olarak görüp yapılan aşağılamalar da Türkiye’nin fiilen değil zihnen işgal edildiğinin çarpıcı göstergeleri.
Şunu iyi bilelim: Fiīlî işgali bir şekilde durdurursunuz ama zihnī işgali aslâ! Aslâ diyorum çünkü zihnī işgal sizi durdurur, bedeninizin bütün fonksiyonlarını metamorfoza uğratır, içerden ele geçirir sizi, zihnen ve ruhen öldürür.Çarşaf ve Patrikhane: “Çelikten bir kale” olarak çarşafın anlamı ve önemi
Yusuf Kaplan
13/09/2021 Pazartesi
Önce İzmir’de, sonra Edremit’te yaşanan çarşafın aşağılanması hâdisesi, öyle kolayca geçiştirilecek bir hadise değildir.
Çarşaf, bu toplum için Nene Hatun’ar, Şerife Bacı’lar demektir. Nene Hatun’lar, Şerife Bacı’lar ise, o kavurucu kış mevsiminde, şehit kanlarıyla sulanan bu aziz vatanın leş kargalarına yem olmaması için her tür zorluğa göğüs geren, dağları, tepeleri aşarak bu ülkenin, düşmanların kirli çizmeleri tarafından çiğnenmemesi için çilekeş anaların verdiği istiklal ve istikbal mücadelesi demektir.
EMPERYALİSTLERİN YAPACAKLARINI BİZ YAPACAK İDİYSEK, EMPERYALİSTLERE KARŞI NİÇİN SAVAŞTIK PEKİ?
Biz bu toprakları kefere-i fecereye karşı niçin savunduk kanımızın son damlasına kadar?
Emperyalistlerin topraklarımızı işgal etmesine aslâ izin vermemek için, değil mi?
Emperyalistler bu toprakları işgal ettiklerinde ne yapacaklardı? Bu ülkenin değerlerini, kültürünü, tarihini, müziğini, dilini, ruhunu ve namusunu yok edip kendilerininkini dayatacaklardı, değil mi?
Maraş’ta bunu yapmışlardı. Ama cevaplarını feci şekilde almışlar ve Sütçü İmam’ların önderliğinde Maraş’tan sürülmüşler, Maraş Fransızlara mezar edilmişti.
Şimdi ise tersi dönmüş ahmaklar, bugün çarşafı aşağılıyorlar, yarın çarşaflıyı aşağılayacaklar ve bu ülkeyi çarşaflı veya başörtülü insanlara cehennem edecekler, dedim ama ettiler zaten.
Soru şu: Dün benim namusuma / örtüme, değerlerime el uzatan Avrupalı emperyalistlerin yapamadıklarını bu ülkede biz kendimiz kendi ellerimizle yapacak idiysek, bu ülkenin ruhunu oluşturan İslâmî ruhunu, İslâmî değerlerini ve sembollerini ayaklar atına alacak kadar aşağılanacak idiysek biz bu ülkede istiklal savaşını kime karşı ve niçin verdik ki biz?
Tersi dönmüş ahmaklık böyle bir şey işte!
Türkiye dünyada dışarıdan fiilen sömürgeleştirilmeyen tek ülkedir ama içerden zihnen kendi kendini sömürgeleştiren tek ülkedir yine, derken tam da bu tersi dönmüş ahmaklık hâline dikkat çekiyorum yıllardır…
KRALLAR VE PAPAĞANLARI
Avrupalıların 17. yüzyılda yaşamaya başladıkları ontolojik felsefî sorunları biz şimdi yaşıyoruz…
Bu durum, bizim Avrupalıları geriden takip ettiğimiz anlamına gelir mi?
Gelir tabii.
Manzara şu: Batılıların bir şey yapıyor olmaları, ortaya bir şey koyuyor olmaları, buna mukabil, bizim ise sadece onların yaptıklarını papağan gibi taklit ediyor olmamız!
Bir toplum için bundan daha aşağılayıcı bir şey olabilir mi? Bir toplum kendisini papağan yerine koyarak maskaralaşabilir mi?
Aliya İzzetbegoviç, boşuna, “savaş, düşmana benzediğinde kaybedilir” dememişti, değil mi! Aliya’ya bu cümleyi kurdurtan tecrübenin ne kadar ürpertici bir ölüm kalım mücadelesi tecrübesi olduğunu iliklerime kadar hissediyorum.
Savaşlarla yok edilemeyen bir toplumun düşmana benzeyerek, celladına âşık edilerek yok olmanın eşiğine sürüklenmesi: Asil, vakur ve şahsiyetli bir toplum için, insanlığın insanca bir hayat sürmesini sağlayan, bu bağlamda tarihe benzersiz bir damga vurarak tarihin akışını özgün bir şekilde değiştiren büyük atılımlara öncülük eden bir medeniyetin çocukları için bundan daha ürpertici yok oluş biçimi olmasa gerek!
DÜNÜN VE BUGÜNÜN FATİHLERİ: ÜLKENİN İSTİKLALİNİN VE İSTİKBALİNİN TEMİNATI
Patrikhane, Eyüp ile Fatih’in tam ortasında yer alır.
Eyüp ve Fatih, Müslüman kimliğini yitirirse, Patrikhane, Müslüman İstanbul’un kalbine saplanan bir hançer olur. Dolayısıyla sadece İstanbul’un değil Türkiye’nin Müslüman kimliği yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
Çarşaf, özelde patrikhanenin, genelde seküler veya değil Batı kültürünün ülkeyi istila ve işgal etmesinin önündeki -MTO talebesi Lütfiye Zeren kardeşimin deyişiyle- “çelikten kale ve duvar”dır.
Patrikhane’nin Müslüman İstanbul’un kalbi demek olan Eyüp ile Fatih’in tam orta yerine konulması Osmanlı’nın dünyaya meydan okumasıdır. Avrupa’da farklı mezheplerin bağlılarının birbirlerinin kökünü kazıdıkları, Avrupa’da katliam üstüne katliamlar yaptıkları, Avrupa’yı cehenneme çevirdikleri bir zaman diliminde yüzyıllarca İslâm’la savaşan bir dinin sembolünü Müslüman İstanbul’un kalbine yerleştiren adam, kalbiyle dünyaya meydan okuyan adamdır. İşte fetih budur!
Fetih, kalplerin kişiyi bütün dünyevi işgallerin tasallutundan kurtarması ve bütün zulümlere haksızlıklara adaletsizliklere “hayır!” denilmesini mümkün kılabilecek kadar dünyaya tasarrufta bulunmasını sağlamasıdır kişinin. Fatih, hakikati zorbaların tasallutundan kurtarıp Osmanlı’nın adalet medeniyetinin tasarrufuna sunan adamdır.
Mahmud Efendi Hz.’nin ne kadar büyük, ileri görüşlü bir insan olduğunu gösteren en önemli işaret, Patrikhane’yi sarık ve çarşafın sembolize ettiği İslâmî anlam haritasıyla çepeçevre kuşatmasıdır. Bu 28 Şubat generalleri tarafından da iyi anlaşılmış olmalı ki, ülkede başörtüsünü yasakladılar ama İsmailağa’da sarık ve çarşafa dokunmadılar!
Tek tük de olsa böyle örnekler var olsa da, şunu hatırlatmak istiyorum: Bizim Batı’ya karşı aşağılık kompleksinin dibini bulan celladına âşık bazı laiklerimiz, bu ülkenin ruhunun sembolü olan anlam haritalarına aşağılık bir şekilde saldıracaklarına, bir ülkenin kimliğinin, karakterinin, asaletinin yüzyıllar sonrası için bile nasıl teminat altına alındığını, nasıl korunduğunu öğrenmek istiyorlarsa, Mahmud Efendi’den ders alsınlar, diyorum.Kültürel tecavüze aslâ izin verilemez!
Yusuf Kaplan
17/09/2021 Cuma
Önce çarşafı zincire vurdular; İstiklal Savaşı›nın kahramanları, sembolü vefakâr analarımızı, ninelerimizi, aşağıladılar; Türkiye’nin çarşaf›tan, (yani çarşafın sembolize ettiği, onyıllarca irtica olarak yaftalanan, aşağılanan İslâm’dan) kurtarıldığı için kurtulduğunu söylemeye çalıştılar!
Kimseyi aptal yerine koymayın!
23 Nisan 1920’de aslında Meclis değil, devlet kuruldu. Bakanlar kurulu oluşturuldu, devlet bütün organlarıyla hayata geçirildi derhal. O Meclis savaşa karar verdi ve savaşı yönetti.
Devlet, İslâm devleti olarak kuruldu, sonra İslâm tasfiye edildi devletten, devletin bütün kurumlarından daha sonra.
İyi de neden?
Cevabı verilmesi gereken ama verilmemiş en büyük sorulardan biri bu.
O yüzden bu ülke fiilen değil zihnen sömürgeleştirildiği için bağımsızlığımızın en güçlü sembollerinden biri olan çarşaf, “köleleşme biçimi” olarak sunulabiliyor bugün!
Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir ruhsuzluk örneği yoktur!
Çarşaf, hem İslâmın sembolüdür hem de istiklalimizin.
Ama köle ruhlu adamlar, çarşafı köleleşme biçimi olarak sunuyorlar!
Çarşaf, namus demek. Çarşaf, bütün Müslüman hanımların giysisi o zaman. Bu vatanın namusunu koruyan sarsılmaz bir kalkan. İstiklâl Savaşı›na mermi yapan, silah taşıyan, yük taşıyan kadınlarımızın, analarımızın en güçlü sembolü.
Bunları bilmiyor olamazsınız!
Eğer bunları bilmiyorsanız siz bu ülkenin çocuğu olamazsanız?
Nasıl büyük bir aymazlık örneğidir bu!
Nasıl büyük bir epistemik kölelektir!
Ve nasıl ürpertici bir nankörlük, kadirbilmezlik ve hatta hıyanettir!
ÇIPLAK SEMAZEN: KÜLTÜREL TECAVÜZ!
Şimdi de sema!
Bir dansçıyı çıkarıp Grek kolonlarının önünde ve Yunan mitolojisi ile harmanlayarak yarı çıplak sema ettirdiler! Tersi dönmüş ahmaklık diye buna denir!
Neden Yunan kolonları, neden Yunan mitolojisi, neden tenin pornografisi?
Evet pornografiye dönüştü gösteri.
Ayartıcı ten sömürüsü, cinsellik sömürüsü yapılan, sapkın eşcinsellik çağrışımı yaptıran, ayinle filan alakası olmayan, kısacası, ayini paçavraya çeviren pornografik bir gösteriye dönüştürüldü sahnedeki performans!
İnanılır gibi değil!
Ne var bunda, diyemeyiz!
Bu, kültürel intiharıdır bir toplumun.
Daha da vahimi, kültürel tecavüzdür bu!
Böyle bir tecavüzü, ancak emperyalistler tahayyül edebilirdi ama yine de o gâvur bile böyle bir tecavüze cesaret edemezdi.
Edemezdi; çünkü toplum, cezasını verirdi o gâvurun!
Maraş’ı kahraman yapan buydu, toplumun namusunu ve namusu ile eş anlama gelen vatanını gâvura karşı kanının son damlasına kadar koruma savaşı vermesini sağlayan ruh, hürriyet ve istiklâl ruhu işte bu ruhtu!
Urfa’yı şanlı yapan da aynı ruhtu yine.
Antep’i gazi yapan ruh da, toplumun namusuna yani varlığına ve vatan toprağına kastedilmeseydi.
Ege’de efeler, analarımızı çarşaflı zincirlere vurmak için değil, zincire vurulmalarını ve tecavüze uğramalarını önlemek için dağlara çıkmışlardı. Ege’de efeler, analarının çarşafları Yunan askerleri tarafından yırtıldığı için mi halay çekti, dağa çekildi, Yunan’a karşı ölüm-kalım savaşı verdi?
Bir toplum kendisine tecavüz ettirir mi?
Böyle bir şeyi düşünmek bile abesle iştigaldir.
Gâvurun, düşmanın tecavüz edemediği bir topluma o toplumun içinden birileri nasıl “tecavüz” edebilir?
İster dindar ister laik herkesin, özellikle de bütün kesimlerin aydınlarının buna isyan etmeleri gerekmez mi?
Bir toplumun kültürüne tecavüz edilmesine göz yumulamaz.
Ama bir toplumun kendi içindeki birileri tarafından kültürel tecavüze, kültürel soykırıma maruz kalmasına ise aslâ sessiz kalınamaz!
TOPLUMDAN ÖZÜR DİLENMELİ!
Mevlânâ, ben Kur’ân’ın kölesi, Peygamberimizin ayağının tozuyum, diyen bir alim ve âriftir. Bu toplumun kökü İslâm’ın en güçlü tefekkür anlayışına dayanan tasavvûfî, irfanî tecrübesinin en zirve isimlerinden biridir. Onunla ve geliştirdiği Mevlevî âyin›le özdeşleşen zikre tecavüz ermeye, o âyini çağdaşlık bilmem ne rezillikler adına paçavraya çevirmeye aslâ izin verilemez!
Bu çağdaşlık değildir!
Bu bir toplumun kültürel intiharıdır. Bir toplumun değerlerinin değersizleştirilmesi, ayaklar altına alınması ve hiçleştirilmesidir.
Bu, bir toplumun kültürel tecavüze maruz kalması, kültürünün çöpe dönüştürülmesidir.
“Çıplak semazen” oynatılması nedeniyle sosyal medyadan gösterilen tepkilere karşı yapılan açıklamalar, topluma, kültüre ve inançlarımıza saygısızlığın ne kadar fütursuz boyutlar kazanabileceğini göstermesi açısından düşündürücüdür.
HİÇBİR TOPLUM KÜLTÜREL TECAVÜZE İZİN VERMEZ!
Hangi parti, hangi belediye böyle bir şeye cüret ederse etsin, milletin önünde hesap vermek zorundadır. Milletten özür dilemek zorundadır.
Kültür, bir toplumun ruhudur çünkü. Bir toplumun ruhu yani hem geçmişi, hem şimdi›si hem de geleceği’dir. Hiçbir toplum, kültürüne tecavüz edilmesine, geçmişinin, şimdi›sinin ve geleceğinin yok edilmesine, gözyummaz, yumamaz!
Hiçbir toplum kendi ruhunu kendi elleriyle yok etmez!
Bunun örneği yok tarihte -bizden başka!
Bütün kesimler, bütün partiler bu toplumun kültürünün, dolayısıyla ruhunun korunması ve güçlendirilmesi konusunda azamî dikkati, rikkati, özeni ve gayreti göstermek zorundadır.
Yoksa dünyaya söyleyecek bir sözümüz olmaz.
Yoksa insanlığa verecek bir şeyimiz olmaz.
Yoksa kültürünü yitiren bir toplum, köleleşmekten ve yok olmaktan kurtulamaz.
Entelektüel cehâlet
Yusuf Kaplan
19/09/2021 Pazar
Türkiye’nin yaşadığı sorun ne? Yaşadığı sorunun ne olduğunu bilememesi elbette.
Başına ne geldiğini bilemeyen belki de tek toplum biziz dünyada.
Ben toplum diyorum da, asıl sorun toplumla ilgili değil, asıl sorun aydınlarla ilgili.
Aydınlar da bu ülkenin başına ne geldiğinden habersiz ahkâm kesip duruyor. Toplumu da, toplumun tarihini, hayallerini ve iddialarını da bilmeyen; daha da vahimi, topluma kimlik ve kültür dayatmaya çalışan jakoben bir aydın’dan başka türlüsünü beklemek ateşle iştigâl etmek olurdu zaten.
TÜRKİYE’NİN ÖNÜNDEKİ TAKOZ: ENTELEKTÜEL CEHÂLET
Türkiye’nin en temel sorununun, yaşadığı varoluşsal sorunun ne olduğunu bilmemesi, yaşadığı sorunun ne olduğunu bize gösterecek, köklü ve kalıcı çıkış yolları önerecek “aydın”larının olmamasının neden olduğu yakıcı bir sorun.
Bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket, başına ne geldiğini bilememesidir, demiştim.
Bir toplumun başına gelebilecek belki de bundan da büyük felâket başına geldiğini anlayabilecek, millete anlatabilecek kalibrede, seviyede çaplı insanlarının, öncülerinin, düşünürlerinin olmaması.
Türkiye’nin bütün temel, varoluşsal, köklü, büyük sorunlarının gerisinde yatan en büyük sorunu, entelektüel cehâlet sorunu.
Ne olup bittiğini anlayacak konumda olması gereken entelektüellerin, akademisyenlerin hem bu ülkenin ruh kökleriyle irtibatlarının kopması, hem de aslında tam da bu nedenle toplumu ve köklü sorunlarını anlayabilecek derûnî ilgi ve köklü, derinlikli bilgiden yoksun olmaları, ülkemizin sonu nereye varacağı belli olmayan (daha doğrusu, bizi açıkça uçuruma sürükleyen) bir çıkmaz sokağın eşiğine fırlatılması…
TÜRKİYE’NİN ENTELEKTÜELLERİ OLMADI, KAPIKULLARI OLDU
Ülkemizin dünya çapındaki en büyük sosyal teorisyenlerinden Şerif Mardin, “Türkiye’de entelektüel yok, literati var,” demişti.
Entelektüel; hâdiselere, eşyaya, dünyaya eleştirel bakabilen, eleştirel düşünebilen kişi demek, kabaca.
Literati ise, okumuş yazmış demek sadece. Entelektüel düşünme melekeleri gelişmemiş, malumatfüruşluğu öne çıkan, derinlikli okumalar yapamayan, güçlü felsefî önerilerde bulunamayan, en fazla olsa olsa, bilgiçlik taslayan kişi.
Entelektüel, eleştirel melekleri gelişmiş olsa da, güçlü, derinlikli önerilerde bulunabilecek bir kişi midir? Hayır. Entelektüelin bir şeyi bir bütün olarak, bütün boyutlarıyla kavraması beklenemez. Bir konuya eleştirel bakması, başka bakış biçimlerinin olabileceğini de hatırlatması beklenebilir en fazla.
Bu da az şey değil elbette.
Düşünür, bu derinliğe, bu vukûfiyete sahip kişidir işte. Bu anlamda Şerif Mardin, en güçlü, en fazla dikkate değer derinlikli okumalar yapan sosyal düşünürümüzdür.
Şerif Mardin’in “Türkiye’de entelektüel yok, literati var” tespiti, Türkiye’de neden düşünür yoktur, Türkiye’de neden düşünür çıkması zordur, sorularının cevabını veya bu cevabı bulmamızı kolaylaştıracak ipuçlarını verir bize.
Türkiye’nin aydınları olmadı. Kapıkulları oldu bu ülkenin.
(Burada entelektüel ile aydın kavramlarını eş anlamlı kullanıyorum; entelektüel, bağımsız; aydın, bağımlı bir kişilik).
Osmanlı’nın çöküşüne ve çöküş sürecine damgasını vuran figür, kapıkulu figürüdür. Özellikle Osmanlı’nın kendine güvenini yitirmeye ve kısmî modernleşme sürecine girmeye başladığı süreçte ortaya çıkan bu nevzuhûr tip, ülkenin kaderine hükmetti. Ve ülkenin çıkmaz sokağa sürüklenmesinin yapı taşlarını döşedi.
Ülkenin yöneticilerine her fırsatta yalakalık yapan, temennâ çeken, yanlışlıkları hasıraltı eden, sadece kendi bencil çıkarlarını düşünen karakter yoksunu bir tip bu.
Ulema’nın kokuşması, bozulması, kökünü kurutması zamanla.
Osmanlı’nın kendini toparlama iradesi ve direnç noktaları geliştirmesinin önünün böylelikle tıkanmış olması, devletin fiilen laçkalaşmaya ve çatırdamaya başlaması.
Pasif Osmanlı modernleşmesi sürecinde, Osmanlı’nın sektelemeye başladığı o bulanık, sisli havada ortaya çıkan bu tip, Cumhuriyet’le birlikte bütün gücüyle güce abandı, yamandı, ülkenin önünü açacak insanların kökü böyle böyle kazındı.
ÖNCÜ KUŞAKLARI OLMAYAN TOPLUMLARIN GELECEKLERİ DE YOKTUR
Öncü kuşaklarınız yoksa, geleceğiniz de yoktur.
Bir kendi’si, bir öz›ü, bir tarih’i, bir ben idraki olmayan bir toplumun, geleceği de yoktur.
Cehâlet, prim yapıyor bu ülkede. Hem de çok fazla prim yapıyor! En büyük prim yapan cehâlet türü, entelektüel cehâlet. Entelektüel cehaletin prim yaptığı bir ülkede gerçeklerle yalanlar çok rahat yer değiştirebilir, yalanlar gerçek, gerçekler de yalan katına yükseltilebilir kolaylıkla.
Entelektüel cehâlet: Bu ülkenin önündeki en büyük takoz.
Hem bilmediğini bilmemek hem de haddini bilmemek ve önüne gelen her konuda ukala ukala konuşmak, ahkâm kesmek, bilgiçlik taslamak.
Hem ülkesinde hem dünyada olup bitenleri anlayamayan hem de dünyaya söylemek sözü olmayan sağ, ezberci, en fazla ideolog olarak görülebilecek bir tip çıkıyor ortaya. Böylesi bir entelektüel cehâletin hâkim olduğu bir ülkenin geleceği elbette ki karanlıktır.
İşte bunu yıkacak şahsiyet, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, insanlığın yükünü omuzlarında taşıyan öncü kuşak profilidirTürkiye’nin epistemik köleleşme tarihi
Yusuf Kaplan
20/09/2021 Pazartesi
Türkiye’nin bağımsız olduğunu düşünen aklı evveller var mı hâlâ?
Ruhunu yitirmiş bir ülke nasıl bağımsız olabilir ki?
Ruhunu, yani varoluş sebebini ve iradesini, her tür zorluğa direnme kudretini ve melekelerini kaybetmiş bir ülke, böyle bir ülkenin çocukları nasıl bağımsız olabilir ve bağımsız kalabilir ki?
TÜRKİYE’NİN HAZİN İRADESİZLEŞTİRİLME HİKÂYESİ…
Türkiye’nin iradesi yok edildi. İradesi yok edilen bir ülkenin bir kendi de yok demektir. Kendi’ni kaybeden başkasına ne verebilir, ne söyleyebilir ki?
Kendini yitiren, başkasına kendini nasıl bulması gerektiğini nasıl söylesin, nasıl söyleyebilsin ki?
Soru şu: Türkiye’nin iradesi niçin yok, peki?
Ruhu olmadığı için.
Ruhu yok edildiği için.
Ruhu, ruh kökleri ve ruh köklerinden beslenen, her susadığında bu ülkenin, yürek ülkesinin, hakikat yurdunun hakikatli çocuklarının doya doya, kana kana içtiği, beslendiği aziz kaynakları, leziz pınarları kurutulduğu için.
Ruhu olmayan bir ülkenin ve çocuklarının iradesi olabilir mi?
Ruhunu ve iradesini yitiren bir ülkenin ve çocuklarının bağımsız olduklarından, hür ve özgür olduklarından, bağımsız hareket edebildiklerinden söz edilebilir mi?
Kimse kendini kandırmasın, bu ülkenin kaderine biz hükmetmiyoruz, bugününe biz çeki düzen vermiyoruz, geleceğini biz şekillendirmiyoruz.
İki asır öncesinden başlayan bir iradesizleştirilme sürecinin köleleriyiz.
İki asırdır adına epistemik köleleşme dediğim bir iradesizleştirilme tarihi yaşıyoruz.
İradesizleştirilmenin birkaç değişik türü veya tezahürü var.
Mankurtlaştırıcı medya dünyası, bir türü iradesizleştirilmenin.
Yabacılaştırıcı kültür rejimi, bir başka türü.
Ama köklü iradesizleştirme işlemini metamorfoza uğratıcı, aşağılık kompleksine sürükleyici ve celladına âşık edici sarsak eğitim sistemi gerçekleştiriyor.
TÜRKİYE, KADERİNE SAHİP ÇIKACAK İRADEYİ YEŞERTEBİLECEK Mİ?
Sevgili Celal Fedai kardeşimin nefis tespitiyle Türkiye’nin kaderi, dünyanın kaderi.
Abartılı bir gözlem gibi gelebilir bu, ilk bakışta.
Ama tarihe, tarihî derinlik perspektifi ile bakarsanız, bunun hiç de abartılı bir gözlem olmadığını görmekte zorlanmazsınız.
Dünyanın kaderini bizim kaderimiz şekillendirdi bin yıl. Dünya bizdik: Biz dünya demektik: Bilimin, düşüncenin, sanatın, ahlâkın dünyası bizdik, bizden ibaretti her şey: Bütün insanlık hikâyelerini biz yazıyor, insanlık şarkılarını biz besteliyorduk.
Hem insanlığın düşünce, bilim, sanat birikimine biz sahip çıkmış, biz tevarüs etmiştik hem de tevarüs ettiğimiz insanlığın birikimini önce temellük ederek / vahyin filtresinden geçirerek kendimize malederek sonra da taptaze bir ruhla ve İslâmî bir duyarlıkla temessül ederek / örnekleyerek hayat haline getirip insanlığa biz sunmuştuk yeniden.
Bu anlattığım, masal değildi.
Türkiye’nin ruhunu inşa eden muazzez yükü, kanatlandırıcı yükümlülüğü ve kaderiydi.
Türkiye kaderine, yüküne ve yükümlülüğüne sahip çıktığında dünya kendine gelecek yeniden. O yüzden dünya bize gebe, biz hakikate, diyorum her dem yeniden taptaze bir ruhla ve coşkuyla kuşanarak...
Bu ülkenin, Türkiye’nin kaderini idrak edecek bir iradesi kalmadı, iradesi yok edildi, iradesizleştirildi Türkiye.
Hem öylesine ürpertici bir iradesizleştirilme ameliyesine tabi tutuldu ki bu ülke, bu ülkenin çocukları, başına ne geldiğini bile hatırlayamıyor, nasıl bir yok oluş felâketinin cenderesinden geçirildiğini bile bilemiyor!
Bir tarafa dünyanın bizi bekleyen Türkiye’nin kaderi / yükümlülüğü diğer tarafta ise, Türkiye’nin dünyanın kendisini bekleyen o kurtarıcı, kurucu ve korucuyu kaderinin ne olduğunu bile bilememesi!
Türkiye’nin komediye dönüşen trajedisi bu işte!
Ne var ki, Türkiye kaderine sahip çıkabildiği zaman, tarihî yükünü, yükümlülüğünü idrak edebildiği ve harekete geçirebildiği zaman tarihin akışı değişecek, dünya tarihinin kaderi bambaşka bir veçheye ve ruha bürünecek: Dağlar zirve olacak, yüce bir ufuk olacak; ırmaklar, dereler, ağaçlar benzersiz bir umut olacak, leziz ve nefis meyveler sunacak insanlığa ve bütün varlığa.
ŞİKÂYET ETMEYİ BIRAK, BİR HİKÂYE İNŞA ETMEYE BAK…
İslâm medeniyetinin en güçlü temsilcisi Osmanlı durduruldu, dünya tarihi durdu; Balkanlar, Kafkaslar kıyıya vurdu; Türk dünyası, Arap dünyası paramparça oldu.
Batılılar, tarih yapmıyor, Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın tarihini yıkıyorlar, yok ediyorlar sadece, yok ettiler de zaten.
Tarihin yeniden yapılması, Türkiye’nin tarih yapacak ruhuyla donanması, insanlığın yükünü omuzlarında taşıma yükümlülüğüyle yola çıkmasıyla, Türkiye’nin hakikatle kuşanarak yeniden ve daha güçlü bir şekilde hakikat medeniyeti yolculuğuna soyunabilmesiyle mümkün…
Çin, kapitalistleşiyor, uyutuluyor ve yutulacak, tıpkı Japonya gibi.
Latin Amerika tarih oldu.
Afrika yok oldu.
Asya yoruldu.
Dünyaya yeniden ruh verecek, Asya’yı da, Afrika’yı da, Latin Amerika’yı da harekete geçirecek uzun soluklu medeniyet yolculuğunu biz sunabiliriz yeniden.
Bilkuvve bu imkâna, tarihî derinliğe, hayat memat çilesine, kültürel özgüvene biz sahibiz. Ama bilkuvve yani ruhen sadece.
Ama bilfiil hazır değiliz şu ân.
Hazırlanmalıyız ama.
Şikayet etmek yerine, muazzez, leziz hikâyeler inşa ederek…
Eğitimde, kültürde, sanatta, fikir hayatında derin nefes alıp “uzun yola çıkmaya hüküm giyerek”…
Kur’ân’ın kuşatıcılığını, aklın sınırlayıcılığına hapsetmek!
Yusuf Kaplan
24/09/2021 Cuma
Batılıların, modern meydan okuma sonrasında bütün dünya üzerinde hegemonya kurmaları, bütün insanlığın hem kendi sorunlarına Batılı seküler zihin kalıplarıyla bakmasına hem de Batı’nın geldiği noktanın ulaşılabilecek en zirve nokta olduğu yanılsamasına kapılmasına yol açtı...
Fiīlî sömürgecilik, zihnî / gönüllü sömürgeciliğe dönüştü.
Her şeyi Batılı gözlüklerle gören, zihnî felçleşme ve aşağılık kompleksi yaşayan gönüllü acentalar cirit atıyor her yerde.
Tehlikeli bir süreç bu.
KUR’ÂN’IN HAKİKATİ VE AKLIN SEFALETİ
Kur’ân hem Hakikat kitabıdır hem de Hakikat’in nasıl hayat bulacağını, hayat olacağını ve herkese hayat sunacağını gösteren zamanlar ve mekânlar üstü, çağlar ötesi İlâhî Hitap.
Kur’ân, bütün’ü verir bize. Aslî olan’ı.
Akıl, zaman’la ve mekân’la kayıtlıdır, bağlıdır.
Akıl, bütünü değil parça’yı, aslî olan’ı değil arızî olan’ı idrak edebilir sadece.
Sadece akıl’la bütün kavranamaz.
Kavranamaz; çünkü akıl, tanımlar ve sınırlar.
Akıl, tek başına Hakikat’i kavrayamaz. Hakikat’in görünümlerini görebilir yalnızca, Hakikat’in kendisini değil.
Eğer akıl, tek başına Hakikat’i kavramaya muktedir olsaydı, Kitaplar da, Peygamberler de gönderilmezdi.
Ayrıca Kur’ân, sadece okunup anlaşılacak salt bir bilgi kitabı değildir; hayata hem mânâ hem de ruh kazandıracak bir Hakikat ve Hayat Kitabı’dır.
Hakikat’e kuru bilgiyle ulaşılmaz. Mesele bilmek değil olmak’tır.
O yüzden Hakikat’e ulaşmak için hem Yol’a çıkmak hem sürgit Yol’da Olmak hem de Yol olmak gerekir.
Yola çıkma aşamasında akıl belirleyici bir rol oynar. Yol’da olmak kalbin, Yol olmak ise ruh’un eseridir.
DİN’İN AKLI, AKL’IN DİN’İ
Din, tanımların ve sınırların ötesine uzandığı için hayatımıza hem mânâ hem de ruh katar.
Akıl’sa, hesap yapar; ölçer-biçer, kesip atar, indirger...
Din, hiç bir hesaba gelmez.
Akıl hesabîdir; din hasbî.
Din’in akla indirgenmesi, akılla sınırlı bir olguya indirgenmesi, dini ruhsuzlaştırır ve hayattan uzaklaştırır sonunda.
Batı’da Protestanlıkla / Modernlikle birlikte yaşanan felâket budur işte.
Kişinin, din’i, kafasına göre, işine nasıl geliyorsa öyle yorumlaması ve sonuçta dine uyacağına, dini kendisine uydurması kaçınılmaz sondur...
O yüzden önüne gelen İncil yazıyor Batı’da.
Feministler, eşcinseller, hatta “ateist papazlar” kafalarına göre incil yazıyorlar...
Bizde de böyle giderse olacağı budur -Allah göstermesin.
DİN’İ HURAFELERDEN KURTARMAK MI, ÇAĞDAŞ HURAFELER ÇÖPLÜĞÜNDE DEBELENMEK Mİ?
Dini hurafelerden temizleyeceğiz diye yola çıkan insanlar, en büyük hurafeye dönüşen akılcılığa, bilime göre dini silbaştan kodlama savaşı veriyorlar.
O yüzden önce hadislere, mezheplere saldırıyorlar, sonra herkes Kur’ân’ı anlayabilir diyerek Hz. Peygamber’i devre dışı bırakacaklar.
Hz. Peygamber’in devre-dışı bırakıldığı bir din, kısa devre yapacaktır.
Sıra sonunda Kur’ân’a gelecek... Âyetler tartışılmaya başlanacak...
Başladı da nitekim. Bazı profesörler, “filan âyet kafama yatmadı benim” diyebiliyorlar!
Sen kafanı değiştir önce, diyorum ben de bu sığ, çapsız kişilere.
Kur’ân’ı sadece akıl’la, bilimle anlamaya çalışmak, aklı da, bilimi de vahyin önüne geçirmektir.
Daha da vahimi, Kur’ân’ı, Müslüman zihnin buharlaştığı, Batılı / seküler modern veya postmodern zihin kalıplarına göre işlediği bir zaman diliminde aklı, bilimi eksene alarak yorumlamak dini din olmaktan çıkarır, hayattan uzaklaştırır.
Her iki durum da İslâm’ın tahrif ve tahrip edilmesiyle sonuçlanır.
KANT’IN TEOLOJİ VE AKIL’LA MÜCADELESİ
Zihinlerinin çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüştüğünü ve aklın, yalnızca mevcut çağın algılama ve düşünme biçimlerini aklamaktan başka bir işe yaramadığını göremeyecek kadar sığ, yüzeysel ve çapsız kişilere damarlarında Gazalî’nin dolaştığı gözlenen Kant gibi çaplı düşünürler esaslı cevapları verirler.
Ne demişti Kant şaheseri Saf Aklın Kritiği’nde: “Din’i kurtarmak için, teolojiden kurtulmak gerektiğini anladım.”
Ve ilâve etmişti: “Din’in önünü açmak için aklı(n alanını) sınırlandırdım.”
Kant’ın modern düşüncenin kurucu babası olduğunu hatırlatmaya gerek yok burada.
Felâketin büyüklüğünü gördü ama önüne geçemedi Kant.
Bizim entelijansiyamız, neyin ne olduğunu görebilecek durumda bile değil hâlâ!
RUHSUZ DİN VE ÇÖLE DÖNEN İNSAN
Akıl’la ribat gerçekleşir. Kalple irtibat. Ruh’la rabıta.
Mesele, köken / mebde meselesidir.
İnsanın ne olduğunu, nereden gelip nereye doğru ve nasıl yol alması gerektiğini köken tasavvuruna sahipseniz idrak edebilirsiniz. Köken şuuruna sahip değilseniz, yola çıkamazsınız; yola çıksanız bile yoldan çıkmanız muhtemeldir.
2500 yıllık Batı uygarlığının seyrüseferi, akılla yapılan yolculuğun, insanın hakikatle buluşmasını mümkün kılmaya yetmediğini çok iyi gösteriyor bize.
Akılla çıkılan yolculuk, akıldışılıkların hükmünü icra ettiği bir felâketin eşiğine sürükledi Batılıları.
Akıl, hesap-kitap yaptı; Heidegger’in “başıboş canavar” diye tarif ettiği, dünyayı bir düğmeye basarak yok edecek, insanı kölesi hâline getirecek, hayatı mekanikleştirecek ruhsuz teknolojilerin, teknolojik silahların üretilmesine yaradı.
Ruhsuz bir dünya icat etti.
Sadece Batılıları değil, Batılıların bütün diğer medeniyetlerin kökünü kazımaları ve Batılı hayat tasavvurunu bütün dünyaya dayatmaları gibi bir saldırganlığı akladı / meşrûlaştırdı; bu nedenle hızla sekülerleşen dünya, insanlığı, tabiatı ontolojik yokoluş felâketinin eşiğine getirip bıraktıÖncü Kuşak ve medeniyet tasavvuru yolculuğu
Yusuf Kaplan
26/09/2021 Pazar
Tarihi Peygamberlik fikri ve Peygamberler tarihi üzerinden idrak ve inşa edemezsek, tarihte yani bu dünya zamanında ve mekanında adaleti, hak, hukuk, hakkaniyet ve merhameti tesis edemeyiz insanlar veya insanlık olarak.
PEYGAMBERLER KALP MEDENİYETİNİN TOHUMLARINI EKERLER YERYÜZÜNE
Peygamberlerden yoksun bir dünyada adalet, hakkaniyet ve selâmet tesis edilemez. Örneği yok bunun.
Çünkü Peygamberler, Yaratıcı ile yaratılan arasındaki irtibatı sağlayan canlı varlıklardır. Yaratıcı ile irtibatını yitiren insan, insânî fıtrî özünü, özelliklerini ve özgürlüğünü yitirir, Yaratıcı’ya bağlılığını yitiren insan yaratılan her şeye bağlanmaktan, kul köle olmaktan ve özgürlüğünü yitirmekten kurtulamaz.
Peygamberler yeryüzünde hem adaletin, hem hakkaniyetin hem de merhametin anahtarlarını sunarlar insanlara.
Peygamber fikri’nin olmadığı bir dünyada insan azmanlaşır, ruhsuzlaşır ve dünyayı cehenneme çevirir.
Peygamberler, kalp adamıdır, kalpleri vardır peygamberlerin, akleden kalpleri.
Sadece akıl’la yaşanabilir bir dünya kurulamayacağını Cuma günkü yazıda göstermeye çalıştım. Kalpsiz bir dünya kurulamaz. Kalpsiz dünyada yaşanmaz.
Peygamberlerin bizatihî ontolojik varlıkları, hayatları ve inşa ettikleri bütün zamanlara timsal olan hayat-dünyaları, onların kalp medeniyetinin, akleden kalp medeniyetinin inşacıları ve temsilcileri olduklarını gösterir.
Peygambersiz dünya, rahmetin yeryüzünden çekildiği, kalpsiz, ruhsuz, cehenneme teşne bir dünyadır.
İnsan'ın bilgi’si ilgi üzerine, yani varlıkların, nesnelerin birbirleriyle ilgi’si ve ilişkisi ile ortaya çıkar, gelişir. Varlığa, diğer insanlara, dünyalara ilgi’siz bir bilgi, kör bilinç üretir; kör bilinç hakikat bilgisini linç eder, ruhu çölleştirir, hayatı cehenneme çeviren kalpsiz, ruhsuz bir bilgi, kupkuru bir veri üretir.
PEYGAMBERLER HEM VASITA HEM DE VASAT’TIR
Peygamberler, Rahmân’ın rahmet elçileridir: Peygamberlerin ontolojik varlıkları, Allah’ın (cc) bütün mahlûkât’a rahmet nazarıyla baktığının, insanın yeryüzüne fırlatılmadığının, yeryüzüne yeryüzünde emniyeti teminat altına alma emanetiyle gönderilen insanın yalnız bırakılmadığının en önemli delilleridir.
Yaratıcı ile yaratılan arasındaki irtibat peygamberlerle sağlanır.
Rahmân, Peygamberleri vasıtasıyla rahmet kanatları gerer bütün insanlığa ve varlığa.
Peygamberler sadece hakikat bilgisinin vasıtası değildir; aynı zamanda hakikat dünyasının, Mekke’de hayat bulan, Medine’de hayat olan dinin, medeniyetle kemâle ulaşarak bütün insanlığa ve varlığa hayat sunmasının vasat’ıdır.
Mekke ve Medine’inin diyalektik ilişkisinden Medeniyet hâsıl olur. Din’in Mekke ve Medine süreçlerinin de tahsilinin, bütün boyutlarıyla idrak edilerek hayata geçirilme tecrübesinin ürünü / hasılası Medeniyet’tir.
Peygamberlerin gayretlerinin zirvesi, kemâli, Mekke ile Medine’nin hasılası olarak gerçekleşen Medeniyet’tir.
Mekke, Allah’ın Celâl sıfatlarının yani azametinin, Medine, Cemâl sıfatlarının yani rahmetinin mazhargâhıdır; Mekke ve Medine’nin mahsulü olan Medeniyet ise Kemal sıfatlarının yani merhametinin tecellî ve tezahür ettiği vasat’tır, imkân’dır.
PEYGAMBERLER VE ÖNCÜ KUŞAKLAR
“Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir” diye buyurmuştu Rahmet Elçisi Efendimiz.
Yeryüzünde insanca, hakça, adilâne bir hayatın inşa ve idamesi, rahmet elçilerinin mirasını tevarüs eden, onların izinden giden, onların ahlâkıyla donanan, onların ruhlarını taşıyan âlimlerle mümkündür.
Âlim, sadece zihnî fazilet yapan kişi değildir. Yaratıcı’nın bütün isimlerinin ve sıfatlarının mazhargâhı olan insanın, Kâmil insan’ın yeşermesi için insanın hem iç âlem’ine hem de dış âlemine rahmet tohumları eken öncü kişidir.
O rahmet tohumlarının yeşermesi, öğrenirken bilginin hayat hâline gelmesi ve herkese hayat sunabilecek bir kıvama ulaşmasıyla imkân dâhiline girebilir.
Eşyanın hakikatine nüfuz etme ilim yolculuğu, eşyanın / hakikatlerinin bizi inşa etmesi irfan yolculuğu, bizim dışımızdaki varlığa ve herkese hayat sunması ise hikmet yolculuğudur.
Âlim hem âriften hem de hakīmden izler taşır. Ârif hem âlimdir hem de hakīm’in tohumlarını barındırır. Hakîm ise hem âlim hem de ârif'in bütün özelliklerini taşıyan kâmil insandır.
İslâm medeniyeti iki asırdır, bu önderlik profilinden, öncü kuşaklarından yoksun olduğu için büyük bir kriz yaşıyor, her alanda yok oluş felâketinin eşiğine sürükleniyor.
Hem zihin haritalarını yitiriyor hem zeminini kaybediyor hem de zamanın her şeyine hükmetmesine engel olamıyor.
İslâm dünyasının yaşadığı bu ontolojik felâketi aşması bu dünyada yaşayacak ama bu dünyayı yaşamayacak, bu dünyayı aşacak çapta Müslüman zihnine (ilim birikimine), Müslümanca yaşama zeminine (irfan hayatına) ve Müslüman Zamanı’ına (hikmet dünyasına) kavuşacak bir hakikat medeniyeti yolculuğuna çıkacak şafak yağmurları olarak tarif edilen sahabenin ruhunu, aşkını, zevkini yaşayacak ve insanlığa taşıyacak öncü kuşakların yetiştirilmesine bağlı.
Biz MTO (Medeniyet Tasavvuru Okulu) olarak böylesi bir yolculuğun tohumlarını ekmeye başladık. Bu tohumların ülkemizde nasıl yeşerdiğini görmek üzere Anadolu turlarına çıkıyoruz. İlk turumuza Sivas’tan başladık, Elazığ, Malatya, Kayseri ve Ankara ile devam edeceğiz. 9 Ekim’den itibaren Gaziantep’le ikinci turumuz başlayacak…
Emek veren, nefes tüketen bütün kardeşlerimize, yürek ülkesinin çocuklarına yürekten teşekkür ediyorum.
Vesselâm.
MTO Öncü Kuşak Anadolu seferlerine Sivas’tan ‘Besmele’yle başladık…
Yusuf Kaplan
27/09/2021 Pazartesi
Medeniyetler, ruhlarını hayata geçiren omurgaları güçlü olduğu zaman insanlığa umut vadedebilir ve ufuk sunabilirler. Bir medeniyetin omurgası, mensuplarına kazandırdığı ruhun yaşayan ve yaşatan canlı meyvesidir. Ruhsuz beden ölüdür, cansızdır.
OMURGA GENÇLİK VE FİKİR HAREKETİ OLMADAN ASLÂ!
Güçlü omurgası olan bir medeniyetin (ve o medeniyete mensup toplumların) müntesiplerine de dünyaya da adalet, hakikat, fazilet armağan edecek güçlü omurgaya sahip olmaları, diriltici bir ruha sahip olmalarının sonucudur. Ruhlarını koruyan medeniyetler ve o medeniyetlere mensup toplumların omurgaları canlıdır, muhkemdir, insanlığın umut ve ufuk kaynağıdır.
Medeniyetler, varlıklarını, onları diri tutan ruhlarını hayata ve harekete geçirecek omurga fikir ve sanat, omurga ahlâk ve ilim hareketleri geliştirebilmelerine borçludur. İlimde, düşüncede, sanatta, ahlâkta, siyasette ve iktisatta insanlığa umut kaynağı ve ufuk ışığı olabilecek omurga hareketleri canlı ve diri olan ve bu omurga hareketleri aşkla, şevkle, coşkuyla ve çileyle hayata geçiren genç ruhlar, ön alacak, ön açacak, insanlığın önünü açacak öncü kuşaklar varolduğu sürece medeniyetler, tarih yapar, tarihi önüne katıp sürüklerler, tarihin önünde Çek çöp gibi sürüklenme zilletine düşmezler.
Bir ülkenin hem bugününü hayatı inşa ederek yaşanmasını mümkün kılacak hem de geleceğinin teminatı olacak omurga bir gençlik ve fikir hareketi olmazsa, o ülke geleceğe yürüyemez, geleceğini belirleyecek -Nietzsche’nin deyişiyle- “kudret iradesi”ni yeşertemez, diri tutamaz, insanlığın önünü açacak bir ışık olamaz ve insanca, hakça ve sulh düzeni içinde yaşanabilir bir dünya sunamaz insanlığa.
İki yıl önce yüzyüze başladığımız, yaklaşık bir yıl önce de online olarak 81 vilâyetimizde ve 40 küsur ülkede başlattığımız ve hem kalitede, hem de ilgi bakımından çığ gibi büyüyen ve gelişen Medeniyet Tasavvuru Okulu’nu önümüzü açacak öncü kuşakları yetiştirecek bir omurga gençlik ve fikir hareketi olarak kurduk.
İstikamet, Samimiyet ve Ehliyet ilkeleri üzerinden çıktığımız yolculuğumuzu ülkemizin en parlak ilim ve fikir insanlarının özgün ve öncü dersleriyle, medeniyet perspektifini eğitim müfredatına nasıl giydireceğimizi gösteren bizim medeniyetimizde köklenen ve imajşnatif bir yenilikle uygulanan eğitim felsefemizle ülkemizin önünü açacak öncü kuşakların tohumlarını ekecek pırlanta gibi gençler, insan yeşerten insanlar, insan yetiştirecek insanlar yetiştirerek sürdürüyoruz.
MANEVÎ MİMARLARIMIZIN İZİNDE…
MTO ruhu olarak adlandırdığımız bir ruh, bir ideal, bir hakikat aşkı inşa etmeyi başardık bu kadar koşa bir zaman dilimi içinde hamdolsun. Bu ruhu daha bir kökleştirmek ve tatmak üzere Anadolu seferlerine çıkmaya başladık bu hafta.
Yolculuğumuzun başlangıç noktası Sivas oldu. MTO Sivas talebeleri buluşmasını başlattığımız yer de çok anlamlı bir yer oldu: Bu ülkenin çocuklarına ruh köklerini hatırlatma mücadelesi verdiği için milletin gözünün içine baka hunharca şehit edilen Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu adına açılan kültür merkezinde başlattık buluşmamızı ve öncü kuşak konferanslarımızı.
Yola koyulduğumuz 24 Eylül tarihinin de Rahmet Elçisi Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye hicretini gerçekleştirdiği çok anlamlı bir tarihî yıldönümü olduğunu öğrenmem yolculuğumuza muazzam bir manevî hava kattı.
Anadolu seferlerimizin ilk turuna Cuma günü Bismillah dedik, düştük yollara MTO’da benim elim kolum, her şeyim olan güzel kardeşim Burak Saygılı’yla…
Sivas yolculuğumuzu, Bolu’da makamı bulunan, Osmanlı ruhunun mimarlarından Hayreddin-i Tokadî Hazretleri’nin, bizim önümüzü açacak üstad Necip Fazıl’ın manevî mimarı Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri’nin ve Sivas’a geldiğimizde de Şemseddin Sivasî Hazretleri’nin Meydan Camii’ndeki makamlarını ziyaret ederek, onlara şükran borcumuzu ödeyerek başlattık.
ARİFAN’DA İCAZET ALAN ÇOCUKLARIN HEYECANI
Sivas’ta entellektüel çapını gösteren kısa ama sarsıcı bir konuşma yapan Mahir Ünal bakanımızın ve ilim, irfan erbabının katılımıyla gerçekleşen Arifan Külliyesi’nde güzel bir icazet merasimi gerçekleştirdik. Arifan Külliyesi, Siyer-i Nebi Külliyesi ile Sivas’ımızın ve ülkemizin manevî hayatına damga vuracak büyük bir projeye öncülük ediyor Ömer Faruk Akkaya Hocamız’ın yılmaz gayretleriyle.
Arifan talebelerinin sevinci muhteşemdi. Dışarı çıktığımızda etrafımızı çepeçevre sardılar, bizimle fotoğraf çektirmek için inanılmaz bir yarışa girdiler.
Aynı fotoğraf çektirme işinin MTO talebelerimizle de gerçekleşmesi kaçınılmaz! En zorlandığım şey, poz vermek. Ama “hocam hatıra” deyince talebeler, buzlarım eriyor, tamam diyorum.
MANİDAR BİR GÜN, SULTAN ŞEHİR, ANLAMLI BİR MEKÂN
Bugün Rahmet Elçisi Efendimiz’in (sav) Mekke’den Medine’ye Hicret Yolculuğu’nu tamamladığı gün. Bizim bir hakikat medeniyeti yolculuğuna çıkmak için başlayabileceğimiz bundan güzel bir tarih olamazdı herhalde.
Nasıl güzel bir tevafuktur bu!
Güzel bir gün.
Güzel bir şehir.
Güzel bir mekân.
Hamdolsun bu güzel günü ve her şeyi denk getiren Rabbim’e.
Hamdolsun Rabbim’e ki, bu ülkenin ve coğrafyamızın makus talihini yenecek, önümüzü açacak şafak yağmurlarını yeşertecek, insanlığı hakikat medeniyetiyle buluşturacak, çağrısı çağını kuracak öncü kuşakları yetiştirecek tohumları ekme yolculuğumuzun miladı olacak güzel bir sefere çıkmayı bugün nasip etti.
Sivas’ta unutulmaz bir gün yaşadık. Sivas Valimiz Salih Ayhan ve Sivas Belediye Başkanımız Hilmi Bilgin Beyler konferansı sonuna kadar pür dikkat dinlediler. Kalbî teşekkürler.
Pazar günü Elazığ’a ve Malatya’ya geçeceğiz. İzlenimlerimi sizlerle paylaşacağım. En büyük zafer, seferdir, yolda olmaktır, yol açmak ve yol olabilmektir. Vesselâm.Bir öncü kuşak, medeniyet yolculuğu ve kardeşlik seferberliği…
Yusuf Kaplan
1/10/2021 Cuma
Dijital bir çağın tam orta yerinde debelenip duruyoruz. Çağ değil bu; devâsâ bir ağ: Bütün duyarlıklarımızı, inançlarımızı, sâbitelerimizi yerle bir etmekle tehdit eden bir yok oluş mevsimi. Güle oynaya yok olanların iklimi. Hız, haz ve ayartının kölesi olanların trajikomik hâlleri.
Türkiye, maddî olarak (özellikle savunma sanayisinde) büyük atılımlara imza atıyor. Altyapıda da keza aynı şekilde. Ama manevî olarak yok oluşun eşiğine sürükleniyor…
Manevî olarak yok oluş’tan kastettiğim değerlerimizin yerle bir olması, entelektüel melekelerimizin buharlaşması, şehirlerimizin kimliksiz, ruhsuz, kişiliksiz ve geleceksiz, hiç bir umut vadetmeyen beton yığınlarına dönüşmesi; fikir, sanat, kültür, medya ve eğitim hayatımızın tam anlamıyla metamorfoz geçirmesi, mankurtlaştırıcı yıkımlar yapması, ülkemizin fiîlî olmasa bile zihnî Endülüs’ünü yaşamaya sürüklenmesi…
Köklerimizin kurumaya yüz tutması…
MTO: UMUDUN ADI
Bütün bunlara rağmen Türkiye, umudun ülkesi ve adı yine de.
Bu yaşadıklarımız, çok ürpertici olsa da, bu yaşadıklarımızı gören, tersine çevirme mücadelesi veren, ülkemizin yeniden medeniyet dinamikleriyle ve ruhuyla buluşması için gecesini gündüz eden, hayatını sadece önümüzü açacak insanları, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, bu dünyayı iyi tanıyarak bu dünyayı aşacak şafak yağmurları öncü kuşakları yetiştirmeye adayan insanlar var bu ülkede tek tük de olsa.
Biz de bu yürek yangınına dönüşen yok oluş serüvenine dur demek için çıktık yola.
Önce iki yıl önce MTO (Medeniyet Tasavvuru Okulu) adıyla 20 yıl önce başlattığımız çalışmayı yeniden canlandırma kararı aldık.
İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde Medeniyet Araştırmaları Merkezi bünyesinde rektör hocamız Mehmet Bulut’un destekleriyle ülkemizin en güçlü akademik kadrosunu bünyemizde topladık.
Yapılanma bakımından Darulerkam’a dayanan, yaşa değil baş’a, inancın, adanmanın, emanet bilincinin kalitesine dayanan bir model geliştirdik. Akademik bakımdan ise Ashab-ı Suffe modelini eksene alarak ilim/bilme/zihin, irfan/bulma/zemin ve hikmet/olma/zaman modellerine dayanan bir eğitim felsefesini hayata geçirdik.
Yüz yüze eğitimde iki yaşını tamamladık.
Uzaktan / Online eğitimde ise bir yaşını.
16 bin talebemiz var. Şu an yeni alım sürecindeyiz. Zehir gibi yetişiyor talebelerimiz.
Daha önce de yazmıştım: Bir okul düşünün… Okula alınma şartı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl, Beidüzzaman, Cemil Meriç, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Aliya İzzetbeoviç ve Roger Garaudy kitapları okumak…
Okula alınan talebenin zihnen nasıl bir sıçrama yaşadığını siz tahayyül edin artık!
I. ANADOLU SEFERİ’MİZİ SİVAS’TAN BAŞLATTIK…
Hem ülkemizin önünü açacak bir eğitim modeli hem de ülkemizi geleceğe taşıyacak omurga bir fikir ve gençlik hareketi inşa etmek, MTO ile yapmak istediğimiz.
Hem verdiğimiz eğitimin nasıl bir sonuç verdiğini görmek hem de talebelerimizle bizzat yüz yüze tanışmak ve başlattığımız fikir ve gençlik hareketinin nasıl bir ruha, kaliteye, çapa büründüğünü bizzat müşahede ermek için Anadolu Seferleri başlatmaya karar verdik.
MTO’da benim elim, ayağım, her şeyim güzel kardeşim Burak Saygılı kardeşimle İstanbul’dan çıktık yola…
Yol boyunca ülkemizin manevī mimarları Hayreddin-i Tokadî, Abdülhakim Arvasī, Şemseddin Sivasî Hazretleri’nin kabirlerini ziyaret ettik.
İlk durağımız, I. Anadolu Seferi’ni başlattığımız ilk kalkış noktamız, Anadolu’nun kalbi Sivas oldu. Sivas MTO ekibinin güzel organizasyonu ile önce Muhsin Yazıcıoğlu Kültür Merkezi’nde unutulmaz, muazzam bir tanışma, halleşme, kardeşlik buluşması gerçekleştirdik. Ruhları kanatlandıran, pek çok bakımdan anlamlı bir başlangıç oldu.
Yola, yolculuğa çıktığımız gün, Alemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz’in (sav) Mekke’den Medine’ye hicretini gerçekleştirdiği günmüş. Ben de yola çıktığımızda öğrendim, ne kadar sevindim bilemezsiniz. Böyle bir şeyi bilinçli olarak yapmaktan haya ederdim ama tevafukun güzelliği işte!
Ayrıca ilk toplantımızı ve sonra da konferansımızı gerçekleştirdiğimiz yerin bu ülkenin çocuklarını kurtarmak için koşturan ve hunharca şehit edilen Muhsin Yazıcıoğlu adına yapılan bir kültür merkezi olması çok manidar oldu. Bunu bilinçli yaptık. Bu konuda bize katkı veren kültür müdürü Teoman Bey kardeşime ve Ömer Faruk Akkaya Hoca’mıza teşekkür ederim.
Sivas’taki konferansımızı baştan sona dinleyen Sivas’ımızın aydınlık yüzlü valisi Salih Ayhan ile Sivas’ımızın ruhunu yansıtan az ama öz, güzel bir konuşma yapan belediye başkanımız Hilmi Bilgin Beylere yürekten teşekkür ediyorum.
En büyük teşekkürü, elbette ki, Sivas MTO ekibimiz hak ediyor. İl temsilcimiz Cihan Tavşanoğlu ve birlikte çalıştıkları Ömer Faruk Özcan kardeşimle, Gençlik / Bulma Temsilcimiz Sümeyye Bülbül ve değerli eşi Halil Bülbül kardeşime, birlikte çalıştıkları Fadime Şener kardeşimize ve Eğitim / Olma Temsilcimiz Ceyda Toker ve değerli eşi Murat Toker kardeşime, Muhammed İbicek, Selçuk Geçgel, Halim Bülbül, Neyzen Mahmud Güven Nayi Hafız, MTO asistanlarımızdan Semira Yavuz kardeşime ve katkı veren, emek veren Esra Çağıran, Züleyha Bülbül, Talha Yıldız, Mahi Nisa ve Şeyda Yıldırım kardeşlerime kalbî teşekkürler ediyorum.
Bugün ancak Sivas’ı yazabildim.
Pazar günü Birinci Anadolu Seferi’mizin Elazığ, Malatya, Kayseri ve Ankara ayaklarını yazacağım inşallah. İnanılmaz anılar ve kardeşlikler biriktirdik.
MTO, hem eğitimimize ruh, kalite ve çap kazandıracak, hem de partilerüstü, cemaalerüstü grublarüstü kuşatıcı, kucaklayıcı ama samimiyeti, istikameti ve ehliyeti esas alan duruşuyla ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiğimiz 100 yılımızı inşa edecek köklü kardeşlik seferberliğinin ve medeniyet yolculuğumuzun kalıcı tohumlarını ekecek inşallah.Bir öncü kuşak, medeniyet tasavvuru ve kardeşlik seferberliği
Yusuf Kaplan
3/10/2021 Pazar
Öncü kuşak ve medeniyet tasavvuru yolculuğumuzun I. Anadolu Seferinin Sivastan sonra ikinci ayağını oluşturan Elazığa sabah namazından hemen sonra çıktık.
Selçuklu mayasının ruha dönüştürüldüğü Konya, Kayseri, Erzurum gibi medeniyet kurucu şehirlerimizden sabah ayrılmak için otelden çıkışımızı yaptırmak için danışmaya gittiğimizde karşımızda Sivas Gençlik / Bulma Temsilcimiz Sümeyye Bülbül ile eşi Halil Bülbül kardeşimizi görünce bir an çok şaşırdık. Kahvaltılık bile getirmişler! “Hocam sizi Sivas’ın çıkışına kadar uğurlayacağız” dediler.
Çok verimli geçen bir ilk buluşmanın manevî havasını onlar da biz de iliklerimize kadar yaşıyorduk, üzerimizden atmakta zorlanıyorduk bu havayı.
ELAZIĞ’DA TADIMLIK AMA GÜZEL BİR MTO RUHU VARDI…
MTO ruhu, bir kardeşlik kıvılcımı çaktı Türkiye’nin 81 vilayetinde ve 40 küsur ülkede. Okuldan fazla bir şey MTO çünkü.
Omurga bir gençlik ve fikir hareketi: Geleceğimizi inşa yolculuğu. Geleceğimizin elimizden kayıp gitmesi sorunu, Kangal’da yanımıza aldığımız Erdi Topuz kardeşimizle Ömer Atalar Hoca’nın evine kahvaltıya gittiğimizde sohbetimizin ana konusu oldu Elazığ’da.
Ömer Hoca, veteriner profesörü. Ama yüreği yangın yerine dönen bir gönül insanı. Elazığ’da ne yapar eder de öncü bir nesil yetiştiririm diye çırpınıp duruyor, o konferans senin, bu sohbet benim diye koşturup duruyor.
MTO Elazığ ekibimizle Ömer Hoca’nın evinde kahvaltı yaptık ve hemen MTO Talebe Buluşması için Kültür Merkezi’ne koştuk. Kardeşlerimiz bizi bekliyorlardı salonda heyecanla. Yetkililere katkıları için çok teşekkür ediyorum.
Unutulmaz bir gün yaşadık Elazığ’da. Herkesi birbiriyle muahat yaparak kardeş ilan ettik ikişer ikişer kurayla.
Kendisinden çok şey beklediğim Elazığ Temsilcimiz Beyhan Bilici Eyyüpkoca, birlikte çalıştığı Hatice Aktaş, Elazığ buluşmasının muazzam, kusursuz gerçekleşmesinde büyük katkısı olan Gençlik sorumlumuz Mehmet Erdi Çiçek ve Ayşe Nur Eroğlu, Eğitim sorumlumuz Güllü Bektaş ve Gülcan Sancak Çelebi kardeşlerimize çok teşekkür ediyorum.
Elazığ’ın en güzel sürprizlerinden biri en parlak edebiyat dergilerimizden Kertenkele dergisi editörü ve MTO’lu öğretmen kardeşlerimizden Şermin Hüküm’le Elazığ’da karşılaşmam oldu. Kendisinden çok şey bekliyoruz. Bir diğer güzel sürpriz de, henüz MTO talebesi olmadan asistan yaptığımız, kabına sığmayan biri olan ve MTO’yu yürekten benimseyen Esra Gülşah kardeşimle tanışmak oldu.
MALATYA’DA MUAZZAM VE LEZİZ BİR MTO BULUŞMASI
Bir kardeşimizin bile kalbi kırılmasın, herkesle tanışalım diye hareket ettiğimiz için toplantımız bir saat uzadı. Daha fazla uzamasın, Malatya sizi bekliyor diye Elazığ’a gelmesin mi Malatya Temsilcimiz Büşra Uçur Hanım kardeşim!
Biraz hızlandırdık tanışmamızı ve hemen yola koyulduk Malatya’ya.
Malatya’da bir talebe buluşmamız, bir konferansımız ve ertesi gün de resmî ziyaretlerimiz ve müze gezilerimiz var.
Talebe buluşmamız ve tanışmamız her yerde olduğu gibi çok güzel bir manevî atmosferde geçti. Battalgazi Kültür Merkezi’nde çok iyi bir konferans tertip edildi.
Ertesi gün sabah Yeşilyurt Belediye Başkanı Mehmet Çınar Bey ve belediyenin diğer yönetici ekibiyle çok verimli bir kahvaltılı toplantı gerçekleştirdik. Mehmet Çınar Bey’i de, ekibini de çok tuttum. Hepsi de dertli, idealist insanlar. Çok verimli bir sohbet gerçekleşmiş oldu.
Kahvaltıdan sonra önce önceden hapishane olan şimdi müzeye, Çoban Müzesi’ne ve kütüphaneye dönüştürülen mekânları gezdirdi bize Mehmet Çınar Başkan.
Ardından bizi Lezzet Sokağı’na götürdü. Lezzet Sokağı, damak tadı esprisi üzerinden verilen bir isim ama burada sadece gastronomik ürünler yok.
Lezzet Sokağı’nda yer alan Ahmet Çalık Dokuma Müzesi’ne götürdü bizi. Başkan burada her şeyi teker teker bizzat kendisi anlattı. Çok takdir ettim doğrusu.
Muazzam, son derece profesyonelce ve parmak ısırtacak güzellikte bir organizasyon yapmıştı Büşra Hanım kardeşim ve ekibi.
Talha Değer kardeşim çok emek verdi.
Eğitim sorumlumuz Sinem Arslan kardeşim Büşra Hanım kardeşimle örnek, muazzam bir ikili oluşturdular.
Malatya buluşmamıza katkı veren gençlik sorumlumuz Hülya Sekendiz ve Büşra Karaduman kardeşlerime de yürekten teşekkür ediyorum.
Malatya MTO buluşmasına lojistik ve çok özel destek veren Battalgazi Belediye Başkanımız Osman Güder ve yardımcısı Mehmet Bey’e teşekkür ediyorum.
Yeşilyurt Belediye Başkanı Mehmet Çınar ve ekibiyle belediyede güzel bir toplantı kaptık.
Mehmet Bey, çok dertli, güzel bir insan her şeyden önce. Şehrin kimliğini öne çıkarmak için büyük düşünüyor, büyük projeler üzerinde kafa yoruyor.
Mehmet Başkan’ın özel kalemi ve MTO Malatya buluşmamıza çok güzel katkı ve destek veren Mehmet Kayhan, başkanımızın yardımcıları Cavit Aslan, Mehmet Nogay, Mehmet Kayhan beylerle derin bir kahvaltılı sohbete daldık, bir şey yiyemeden kalktım sofradan tahmin edilebileceği üzere. Üzüldüler ama biz böyleyiz işte. Dert olunca, boğaz kapanır.
Mehmet Bey’in muazzam, donanımlı, kaliteli bir ekip kurduğunu gördüm, çok sevindim. Entelektüel dertlerini, kaygılarını, ilgilerini sevdim. Umutlandım böyle kaliteli, ufuk dolu, geleceği inşaya dönük kalıcı bir kültürel belediyecelik yaptığı için Yeşilyurt Belediye Başkanımız.
Malatya’dan Kayseri’ye giderken, Büşra Hanım kardeşim, Bahar Seleme Deveci kardeşimizin köyünden geçiyoruz, deyince, Burak kardeşime, “direksiyonu oraya çevirelim” dedim ve çok özel sorunları olan kardeşimizin gözünün yaşını silmek üzere Bahar kardeşimizin köyüne sürpriz bir ziyaret yaptık.
Darende, Kayseri ve Ankara yolculuklarımızı yarınki yazıda yazacağımÖncü kuşak, medeniyet tasavvuru ve kardeşlik seferberliğinin yeşerttiği umut
Yusuf Kaplan
4/10/2021 Pazartesi
Öncü kuşak ve medeniyet tasavvuru yolculuğumuzun I. Anadolu Seferi'ni Selçuklu medeniyetimizin kurucu şehirlerinden Sivas'tan başlatmış, oradan Elazığ ve Malatya’ya uzanmıştık.
ANADOLU RUHU VE NECİP FAZIL’IN PALTOSU
Anadolu ruhu, bir kıtanın, gönül coğrafyasının adıdır. Bu ruh, iki asırdır can çekişiyor, toparlanıp kendine gelmeyi bekliyor. Anadolu ruhunu, Anadolu kıtası olarak adlandırıp hayata döndüren, şahlandıran ilk kişi, ilk öncü Necip Fazıl Kısakürek üstadımız olmuştu.
Onun yaktığı Büyük Doğu meş’alesi büyük doğum’un kıvılcımlarını çaktı. Anadolu Seferleri sırasında verdiğim konferanslarda da söylediğim gibi, bu toprakların ruh köklerine diriltici aşıyı Necip Fazıl yaptı ilkin. Ruh köklerine sahip çıkan ilk kuşakları o yetiştirdi.
Oradan Sezai Karakoç’un Diriliş yolculuğu doğdu.
Oradan Yedi Güzel Adam’ın toparlanış yolculuğu hayat buldu.
Oradan Nurettin Topçu’nun Anadolu ruhunun mayasını başta eğitim olmak üzere her alanda karan “hareket”i gerçeğe dönüştü.
Oradan nefes almasalar da aynı diriltici kaynaktan kana kana içen Cemil Meriç ile İsmet Özel ülkenin makûs talihini yenecek entelektüel temizlik harekâtını geri dönüşü zor zirvelere taşıdılar.
O yüzden hepimiz Necip Fazıl’ın paltosundan çıktık diyorum.
RUH KÖKLERİMİZİN KURUMASI VE ÖNCÜ KUŞAKLARIN GELİŞİ…
Anadolu’nun ruhu son çeyrek asırda kurumaya yüz tutar gibi oldu. Hem eğitim, kültür, sanat ve medyadaki epistemik köleleşme hem de her şeyi çözücü, tektipleştirici, ruhsuzlaştırıcı küresel postmodern popüler kültürün dünyayı istilasının ülkemizdeki yıkıcı yansımaları, bu toplumun ruh kimyasını yok olma tehdidinin eşiğine getirip bıraktı: Anadolu’da her yer tıpkı İstanbul gibi Los Angeles’ın teknopagan eşcinsel dizi, film, müzik ve dijital kültürünün uydusu olup çıktı.
Popüler kültür, inanılmaz bir mankurtlaşma, robotlaşma, ruhsuzlaşma ve çölleşmeye yol açıyor…
Türkiye’nin Kur’ân’ın sesi, Efendimiz’in nefesiyle kuşanan, insanlığın medeniyet birikimini vahyin ışığında yeniden tanımlayarak tevarüs eden, ülkemize, coğrafyamıza ve dünyaya taze bir medeniyet tasavvuru ve bunu her alanda hayata geçirecek tevazu sahibi, çağrısı çağını kuracak bir öncü kuşak lâzım şart!
Yoksa yok olmaktan kurtulamayacak bu ülke ve bizim medeniyet coğrafyamızın un ufak olan, birbirine düşürülen, işgallerle evleri, ülkeleri ateşe verilen mazlum çocukları…
Şikâyet etme, bir hikâye inşa et, diyerek çıktık Anadolu Seferi’mize ve dünya bize gebe ve biz hakikate diyerek Anadolu’ya tarihî yükünü, yükümlülüğünü hatırlatıyor, tarihin bizi beklediğini anlatıyoruz medeniyet kurucu beş şehirde çıktığımız yolculukta.
KAYSERİ’NİN HAKİKATE SUSAYAN DİNAMİZMİ
Sivas, Elazığ ve Malatya’dan sonra Kayseri’de soluklandık.
Kadı Burhanettin Kültür Merkezi’ne iki saat gecikmemize rağmen üst ve alt salonlar tıka basa doluydu.
Geç kalma nedenimizi aktarınca Kayseri’de bizi bekleyen kardeşlerimiz, “Hocam siz lütfen dikkatli sürün arabayı. Biz buradayız, sabaha kadar burada bekleriz” deyince nasıl rahatladık bilemezsiniz. Neydi bu? Anadolu ruhunu diriltecek öncü kuşakların ayak sesleriydi; ülkemizin önünü açacak ışık görünmüştü: İslâm’ın yaşayan ölüleri diriltici hakikat ışığı.
Kültür Merkezi, sanırım böylesine ruh dolu, diriltici bir manevî havaya ilk defa tanıklık ediyordu. Herkes çıkılan öncü kuşak ve medeniyet tasavvuru yolculuğunun hem ülkemizin önünü entelektüel olarak nasıl aşacağını, toplumdaki bütün zihnî, kültürel, sosyal yıkımları ve yaraları nasıl tamir edeceğini, herkesi kucaklayacak muazzez ve leziz bir kardeşlik seferberliğini nasıl başlatacağını biliyor gibiydi.
MTO talebeleri kardeş oldu kurayla. Kardeşler birbirlerini İstanbul’da bulmuşlar hemen. Bu kadar yani!
Sonra iki asırdır yaşanan çilelere tanıklık eden Erciyes’ten baktık dünyamıza. Oradan bir ışık görülüyordu, umut vardı şehre indiğimizde.
Kayseri’de Adem Karabey kardeşim, Oğuzhan Erdinç kardeşim ve ekibi ile Burcu Ördek kardeşim muhteşem bir organizasyon yapmışlar. Kayseri Gençlik Merkezi Müdürü Fatih Yıldız, Muhammed Daş, Dr. Necla Ceren hanım ve ekibi inanılmazdı. Hikmet İrem ve değerli annesi Selma Hanım, “atom karınca” Zeynepnur ve “beşli çetesi”, Viyana’dan Yüsranur kardeşlerimiz ve İHL’den dönem arkadaşlarım manevî atmosferi bir hayli yükselttiler.
Entelektüel ilgileri yoğun, derdini seven Talas Belediye Başkanımız Mustafa Yalçın Bey’e ve eski Baro başkanımız Fevzi Konaç kardeşime yürekten destekleri için yürek dolusu teşekkürler.
ANKARA’DA MANEVİYATI GÜÇLÜ BİR BAYRAM HAVASI
Kalpler birbirine açılmış, engeller aşılmıştı artık.
Biz de Ankara’ya, son durağımıza doğru yola koyulduk Burak Saygılı kardeşimle.
Ankara’ya vaktinde yetiştik biraz hızlanınca. Ankara muhteşemdi. Melike Hatun Camii’nin konferans salonunda öğle vaktinde 400 küsur gencecik MTO talebesi bizi bekliyordu heyecanla.
Orada da çok leziz bir manevî atmosfer oluştu. İnanılmaz bir gün yaşadık o salonda. Tanışma toplantımızdan sonra 20.00’de konferansa geçtik. 800 kişilik salon tıka basa doluydu. Diyanet Vakfı II. Başkanı İhsan Açık hocamız sürpriz yapmış, damlamıştı salona. “Seni yalnız bırakmam hocam” dedi bana. Kırşehir Milletvekilimiz dertli ve yürek insanı Abdullah Çalışkan da oradaydı, MTO’nun ne kadar tarihî bir rol oynadığını anlattı veciz bir şekilde.
Ankara temsilcimiz Mustafa Demir kardeşimle, Eğitim sorumlusu Gülhan Düzcan hanım kardeşimiz muhteşem bir organizasyon yapmışlar, İrem Bayar ve Fadime Şahin kardeşlerimizin katkılarıyla.
Salonda gizli kahramanlar vardı: Kadir Bal, Sefa Odabaşı ve asistan kardeşlerimizden Selim Arslan o devasa salonda oradan oraya koşturup durdular.
Gelecek hafta, II. Anadolu Seferi’nde buluşmak üzere
.Tarım ve gıda, bir millî güvenlik meselesidir artık!
Yusuf Kaplan
8/10/2021 Cuma
Modernite, insanı tanrılaştırdı, Descartes’ın “buyruğu”na uyarak “tabiatın efendileri ve sahipleri” olma azmanlığı sergiledi ve tabiatı delik deşik etti.
Modernite, insanın tanrılaşmasının adıdır; postmodernite ise ruhsuzlaşmasının ve yok olmasının.
Batı uygarlığı, modernite ile girdiği yolculukta, postmodernite ile geldiği noktada insanın önce Tanrı’yla ilişkisini, sonra tabiatla ilişkisini ve son olarak da hakikatle ilişkisini bozdu.
Batılılar her şeye hâkim oldular ama kendilerine, kendi hırslarına, açgözlülüklerine, azmanlaşmalarına hâkim olamadılar.
Rönesans, yeniden doğuşun adı değildi, ontolojik olarak yok oluşun başlangıcının adıydı.
İnsanın bu dünyada evsizleşmesinin, yalnızlaşmasının ve azmanlaşmasının bidayeti.
İnsan Rönesansla birlikte başlayan süreçte zemine, zamana, tabiata, her şeye hâkim oldu ama nihayetinde hâkim olduğu her şeyin mahkûmu olmaktan kurtulamadı.
Tarihte ilk defa insan ürettiği eserlerin esiri oluyordu. Oysa dün, tarih boyunca, insan, ürettiği eserlerle bütünleşiyor, kendini de çevresini de zenginleştiriyordu manen.
Batı uygarlığı, insanın hakikat arayışını hâkimiyet arayışına dönüştürdüğü andan itibaren dünyaya hâkim olmaya başladı ama sonuç tam anlamıyla felâket oldu: İnsan yerini, hayat anlamını yitirmiş, dünya geri dönüşü olmayan bir yok oluşun eşiğine sürüklenecek kadar cehenneme dönüşüvermişti.
Her şey iki asırda olup bitti: İnsan, bir anda güçlendi ama aynı zamanda bir anda güçten düştü!
Tanrı’yı yitiren insanın her şeyi tanrılaştırması kaçınılmazdı. Dostoyevski’den Lacan’a kadar çaplı insanlar bu gerçeği görmüştü.
Hakikati yitiren insanın sahte’yi kutsaması, sahtenin, en ayartıcı olanın kulu kölesi olması kaçınılmazdı.
Tabiatı bitiren insanın kendi tabiatını, fıtratını yitirmesi, azmanlaşması, kendi kuyusunu kazması, intiharın eşiğine sürüklenmesi mukadderdi.
Fıtrat, tabiattan önce gelir. İnsan fıtratını yitirmeye başladığı andan itibaren tabiatını da yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktan kurtulamaz.
İnsanın insanı tanrılaştırması, hakikati buharlaştırması, mutlak sahte’yi hakikat katına çıkarması, hep fıtratını yitirmesinin kaçınılmaz ürpertici sonuçları.
Fıtratını yitiren insanın tabiatını korumasını beklemek, kabul olmayacak duaya âmin demek!
Batı uygarlığı, tanrıya, hakikate, tabiata ve insana saldırının adıdır. Ontolojik şiddet, Batı uygarlığını varoluşunu, hükümran oluşunu sağlayan karakteridir ama aynı zamanda yok oluşunun tohumlarını da eken kaynağıdır.
Tanrı’yla, hakikatle, insanla ve tabiatla irtibatını koparan bir uygarlığın insanlığı ve dünyayı cehenneme çevirmesi kaçınılmazdı.
Tarım ve gıda tehdit altında! Kıtlık tehlikesi kapıda!
Meseleyi Paris İklim Sözleşmesi’ne getirerek yazıyı noktalayacağım…
Paris İklim Sözleşmesi, önce Meclis Çevre Komisyonu’nda kabul edildi, bir gün sonra da TBMM’de onaylanarak yasalaşmış oldu.
Kötü bir haber bu!
İstanbul Sözleşmesi faciası gibi bir facia daha yaşayabiliriz!
Benden uyarması.
İyice araştırıldıktan sonra karar verilmeliydi.
Tarım zor durumda zaten.
Şunu bilelim: Gıda, madenler ve tarım konusu bir millî güvenlik meselesidir artık!
Medyanın üç şiddeti ve hayata ayartıcı orman kanunlarının hükmetmesi
Yusuf Kaplan
10/10/2021 Pazar
Çağımız, medya çağı: Yani araçların hükümranlığı, insanlığı ağlarına alması, ağlarında ayartarak boğması. İnsanın hakikate yabancılaşması, kendinden uzaklaşması, başkasını unutması, başkasını kendini tanıyacak, kendini tanımasına imkan sunacak kendine ve hayata ayna tutacak bir özne olma imkanlarını kaybetmesi.
Medyanın hükümran olduğu yerde hakikate yer yoktur, hakikatin yeri yoktur; medyanın hükümran olduğu yerde hakikat palyaçoların esiri olur. Medya, hakikatin düşmanıdır çünkü. Varlığını hakikati hayattan kovmasına borçludur medya.
MEDYANIN ÜÇ ŞİDDETİ
Medyanın ontolojik şiddeti: Bir araç olarak medyanın bütün amaçların önüne geçmesi, hakikati yok etmesi.
Medyanın epistemolojik şiddeti: Medyanın sunduğu malumatın (bilginin değil malumatın) sığ, yüzeysel, sathî olması. Bunun da insanı en fazla malumatfüruş yapması, bir şeyin hakikatine ulaşma imkânını buharlaştırması.
Medyanın pornografik şiddeti: Medyanın olayları, olguları sunuş biçiminin ayartıcı olması. Ayartıcı, olduğundan başka türlü sunarak cazibeyi artırıcı, en basit tarifiyle bir şeyin gerçeği demek olan hakikatten, bir şeyin gerçek yüzünü, hakikatini kavramaktan uzaklaştırması.
MEDYA: YÜZEYİN DÜZEYİ, DÜZEYİN YÜZEYSELLEŞMESİ
Medyalar, insanı yüzeye hapsediyor.
Yüzey adı üstünde yüzeyselleştiriyor her şeyi. Kişinin hiçbir şeyi bütün boyutlarıyla kavramasına imkân tanımıyor.
Egosunu şişiriyor kişinin.
Şişen ego kişiliği cüceleştiriyor.
Kişinin ruhu bodurlaşıyor.
Kişinin ruhu buharlaşıyor, sonunda.
Ayartıcı medyaların hâkim olduğu bir çağda, insanın düşünme melekeleri aşınıyor, zamanla yok oluyor.
İş sosyal medyaya gelince, düşünen değil dövüşen ve sövüşen makinalar, robotlar cirit atıyor havada…
Medya düşünmeyi öldürdü. Gerçeği yüzeye hapseden medyanın bir şeyin gerçek yüzünü görebilmeyi imkânsızlaştırması, hakikati sahteye kurban etmesi mukadderdi.
Medya, hayatı pornografik şiddete mahkûm etti, ruhu çölleştirdi.
MEDYALARLA BİR DÜNYA KURULAMAZ!
Medyalarla bir dünya kurulamaz. Medyalar, aklı çarmıha gererler ve algı imparatorluğu ilan ederek dünya üzerinde hüküm sürerler.
Medyalar, yıkım araçlarıdır.
Medyaların ruhu yoktur.
Medyaların hâkim olduğu hayatın ruhu da yok olur.
Medyalar, hakikatin ve hayatın ölüm makinalarıdır.
Sosyal medya, mikro ölçekte bir özgürlük veriyor ama makro ölçekte seni özgürlük tutsağı hâline getiriyor.
Sen kendini özgür zannediyorsun!
Hâlbuki hızın, hazzın ve algıların tutsağına, kölelerine dönüşmüşsün ama farkında bile değilsin bunun.
O yüzden gönüllü kölesin, arzularının, algıların, hızın, hazzın kölesisin ama özgürüm diye dolaşıyorsun ortalıkta!
Allah kurtarsın!
MTO yok oluşa “dur!” diyecek, geleceğimizi inşa edecek tohumları ekecek…
Yusuf Kaplan
11/10/2021 Pazartesi
MTO (Medeniyet Tasavvuru Okulu) yeni döneme güvenle ve çığ gibi büyüyerek başlıyor. Son alımlarımızla birlikte 25 bin talebemiz oldu çok şükür.
Rakamın artmasıyla kalitenin artması ters orantılı değil MTO’da. Rakam artıyor ama kalite de hızla artıyor. Okula alınma şartı 100 Kitap Listesi’nin ilk aşama 20 kitabını okumak olduğu için, MTO’ya talebe olmak isteyenler, bunu çok iyi biliyorlar ve harıl harıl okuyorlar MTO’ya başvurmadan önce.
AVRUPA’DAKİ YOK OLUŞU MTO DURDURACAK!
MTO’nun en hızlı geliştiği, kökleştiği yerlerden biri Avrupa ülkeleri, özellikle de Almanya. Avrupa’da bin civarında MTO talebesi var. Ve MTO’ya en fazla bağlı olanlar, MTO’nun yapmak istediği şeyin ne kadar hayatî olduğunu en iyi görenler onlar.
MTO’nun ruhunu en iyi kavrayanlar, en iyi duyanlar ve en iyi yaşayanlar da yine Avrupa’daki kardeşlerimiz.
Bizim yaptığımız iş, hem dillerini birincisi sınıf bir kalitede öğrenmelerini sağlamayı, hem seviyeli, Alman toplumuna açılacak, zamanla yön verecek, şekillendirecek çapta, kalitede insan yetiştirmeyi hedefliyor.
Kafaları sadece bina yapmaya, cami cemaati yetiştirmeye çalışanların bırakınız öncü kuşakları yetiştirebilmeyi, Avrupa’daki müslüman varlığını koruyabilmeleri bile çok zordur.
Avrupa’da uygulanan radikal asimilasyon ve İslam düşmanlığı ve Türkofobi politikaları nedeniyle Avrupa’daki kardeşlerimiz yok olmak üzereler.
Biz durduracağız bunu inşallah.
Hem İslâm’ı iyi öğrenen, hem dünyayı yerinde ve çok iyi tanıyan hem de Türkçeyi en az Türkiye’dekiler kadar entelektüel düzeyde kullanan öncü kuşaklar yetiştirerek biz MTO olarak yok oluşu durduracağız, taze bir inşa ve ihya süreci başlatacağız Allah’ın izni ve yardımıyla.
TARİH, MADDÎ ATILIMLARIN DEĞİL MANEVÎ AÇILIMLARIN ESERİDİR
Tarih maddî atılımların değil manevî açılımların eseridir. Manevî açlıkları zirve yapan, sadece maddî güce odaklanan güçlerin / toplumların maddî güçleri o güçleri / toplumları yok etmekten, yok olmanın eşiğine sürüklenmekten başka bir işe yaramaz.
Türkiye üzerinde titremeliyiz.
Büyük Türkiye rüyasını büyütmeliyiz içimizde. Coğrafî olarak büyümeden değil, rûhî olarak zenginleşmeden, manevî olarak derinleşmeden söz ediyorum büyük Türkiye rüyasından söz ederken.
Toprakları / bedenimizi / maddî bünyemizi genişletmekten değil, ruhumuzu, manevî dünyamızı geliştirmekten yani.
Bu toplumun mayası diğer Müslüman toplumların hepsinden sağlam. Sömürgecilik tecrübesi yaşamadığı için böyle bu. Sömürgecilik tecrübesi yaşayanlar, bir tür tecavüze uğramış oluyorlar. Tecavüze uğrayan insanın gözünden ışık yansımaz.
Sömürgecilik fiilen katlediyor karakteri, duyarlıkları yok ediyor, köleleştiriyor.
Biz bizi toparlayacak ülkenin kremasını yetiştirirsek, en iyi düşünürler, sanatçılar, her alanda en çaplı isimleri biz yetiştirirsek, onlar bu toplumu hem kurar yeniden hem de korur her tür tehlikeden.
Bu okuma önemli.
Bu okumayı yapan ve uygulamak için harekete geçen olmadı MTO’dan başka.
Hem çap hem ruh.
Aynı anda ikisi de olmazsa bu ülke medeniyet ruhkökleri doğrultusunda inşa edilemez, bir sistem kurulamaz, bunları yapacak öncü kuşaklar yetiştirilemez.
“ÖNCÜLÜK EN ÇOK SİZE YAKIŞIR!”
Avustralya’dan MTO talebesi olan Hüseyin Coşgun kardeşimiz anlatmıştı bir canlı ders yayınında. Farklı ülkelerden Müslümanların yer aldığı bir ortamda vakit namazı kılınacaktır. Namaza kimin imamlık yapacağı konusunda bütün diğer Müslümanların hiç tereddütsüz Hüseyin kardeşimizi “sen imam olmalısın” diyerek imamlığa geçiriş hikâyeleri insanın kalbini titreten, ciğerini delen sarsıcı, bizi silkeleyip kendimize geliştirici bir hikâye. Hüseyin Coşgun kardeşimizin kendi ağzından dinleyelim yaşanan hâdiseyi:
“Onca Hafız dururken cemaattekiler, beni imâmlığa geçirdiler.
Dediler ki:
“Sen hilafetin şehrindensin!
Sen ümmetin umudu olan Payitaht’tan geldin!
İmamet, en çok size yakışır!”Öncü kuşak ve medeniyet tasavvuru yolculuğumuz’un II. Anadolu Seferi (1)
Yusuf Kaplan
15/10/2021 Cuma
Öncü Kuşak ve Medeniyet Tasavvuru Yolculuğu yürüyüşümüze Anadolu Seferi dedim. Bizden istenen şey zafer peşinde koşturmak değil her dâim sefer'de olmak olduğu için.
En büyük zafer, seferdir, seferde olmaktır. Başka bir ifadeyle, yola çıkmak, yolda olmak ve -nasip edilirse- yol olmaktır.
Öncü kuşağın gerçekleştirmesi gereken medeniyet tasavvuru inşası yolculuğunun üç aşamasıdır bunlar: Mekke sürecinde yola çıkılır, Medine sürecinde yolda olunur, Sünnet-i Seniyye ile özdeşleştirdiğim ve Mekke + Medine süreçlerinin hâsılası olan Medeniyet Süreci'nde ise Yol olunur. Bu yolculuk âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz tarafından gerçekleştirilmiş ve ortaya hakikat medeniyetinin hem anlam haritası hem de yol haritası çıkmıştır.
Bize düşen sûretin sîrete dönüşmesi ile inşa edilen bu hakikat medeniyeti yolculuğunu her dâim diri tutmak, her dem hayata ve harekete geçirmek için gayret göstermektir.
O yüzden seferîleriz biz. Zafer peşinde koşan, güya zafere ulaşmak için her yolu meşrû gören makyavelistlerden dünya kadar uzağız.
KIRŞEHİR VE ANADOLU RUHU
İkinci yolculuğumuz Kırşehir'de başladı. Kırşehir'de Neşet Ertaş Kültür Merkezi'nde önce MTO Talebe Buluşması yaptık, sonra da konferansa geçtik.
Çok nefis ve leziz bir talebe MTO Talebe Buluşması oldu. Yedi dil bilen kardeşlerimiz vardı, meselâ. Hem ruh hem de çap çok etkiledi bizi de salondaki kardeşlerimizi de.
Kırşehir buluşmamızın en güzel yanlarından biri de başka şehirlerden de kardeşlerimizin gelmiş olmasıydı konferansa. Nevşehir'den özel ve güzel bir ekip gelmişti. Ankara'dan Elif Topuz kardeşim ve değerli babası gelmiş, Kırşehir'deki MTO ruhunun ve coşkusunun oluşmasına güzel bir katkı vermişlerdi diğer şehirlerden gelen kardeşlerimizle birlikte.
Bir başka dikkat çekici ve sevindirici gelişme de üniversitenin dekanlarının ve hocalarının programımıza yoğun ilgi göstermeleri oldu.
Kırşehir programımızı Nurullah Talha Erbaşı kardeşimiz, Ruveyda İç kardeşlerimiz şehrin önde gelen STK temsilcileriyle organize etmişti. Ayrıca Tügva il başkanı Sergen Özdemir ve İlim Yayma başkanı Ali Demir kardeşlerimize katkıları için teşekkür ediyorum.
Kırşehir'deki programımız akşam tamamlandı ve biz Gaziantep için yola revan olduk Burak Savgılı ve Ahmet Arif Kutlu kardeşlerimle birlikte.
Benzin almak için durduğumuz bir benzinlikte çalışan orta yaşlı bir kişide gördüğü Anadolu insanının sıcaklığı, insanlarla kurduğu ilişki, Ahmet Arif'in dikkatini çekti; ve bana dönerek “hocam, Anadolu ruhu, bu, değil mi?” dedi. “Evet, tam da bu” diye karşılık verdim. Ve aldığımız kurabiyeden “şunu ikram eder misin!” dedim Ahmet Arif'e.
Adamcağız, almak istemedi ama Ahmet Arif ısrar edince aldı be biz ayrılırken sanki kırk yıllık bir tanıdığını uğurluyormuş gibi uğurladı. Kim demiş Anadolu ruhu ölmüş diye! Anadolu, ruhun kendisidir, diye mırıldandım.
MUHTEŞEM GAZİANTEP!
6 saat süren bir yolculuktan sonra otelimize yerleştik. Gaziantep’i dolaştık gece kimsesiz, sessiz ve güvenli sokaklarında…
Şahinbey Belediyesi'nin organize ettiği Şahinbey Kitap Fuarındayız. Muhteşem bir kültür merkezi ve Adem Bey kardeşimin en ince detayı çok güzel düşünerek gerçekleştirdiği nefis bir kitap fuarı bu.
MTO Talebe Buluşmamız çok lezizdi. Ruh ekti, kardeşlik ruhunun ne kadar güzel bir şey olduğunu hissettirdi salondaki herkese.
Akşam konferansa geçtik. Unutulmaz bir konferans oldu. 1600 kişilik salon pandemi şartlarına göre dopdoluydu. Konferans pür dikkat dinlendi. Gaziantep Valimiz Davut Gül ve Şahinbey Belediye Başkanımız Mehmet Tahmazoğlu konferansı sürekli notlar alarak sonuna kadar takip ettiler. Sayın valimize ve başkanımıza gösterdikleri ilgi ve destekten ötürü yürekten teşekkür ediyorum.
Tahmazoğlu Başkanımızla fuarı gezdik konferanstan sonra. Fuar mekânı da muhteşemdi, organizasyonu da. Gözlerim ışıdı. Bu kadar nefis bir organizasyonu belediyenin bütçesinin 20 kat artıran, şehrin kültürel ve tarihî kimliği üzerinde güzel çalışmalar yapan bir başkan gerçekleştirebilirdi.
Davut Gül valimiz de kültüre çok önem veren ayrıksı ve örnek bir vali. Okullarda kitap okuma seferberlikleri başlatan ve çok özel programlar düzenleyen bir vali. Örnek olur diğer valilerimiz için de inşallah.
Gaziantep programımızı bu kadar güzel geçmesinin Gökçe Bilge Törer kardeşimiz ve ekibinin gayretlerinin ürünü. O yüzden çok teşekkür ediyorum emeği geçen bütün kardeşlerimize.
ŞANLIURFA'NIN TEVAZUSU VE RUHU
Gece Antep'e indik ama sabah ilk programımızı yapmak üzere Şanlı Urfa'ya yola koyulduk. Doğu, en azından ulaşım açısından mahrumiyet bölgesi değil artık ve hatta İç Anadolu'dan daha şanslı. Doğu, güneydoğu bölgelerimizin yolları muhteşem.
Hem MTO talebe buluşması hem de konferansı tamamlayıp yeniden Gaziantep'e döndük.
Urfa programımız Engelliler Konferans salonunda düzenlenmiş. Engelliler deyip geçmeyin, çok muazzam bir çalışma var burada: Türkiye’nin en büyük engelli eğitim merkezinin burası olduğunu söyledi merkezin müdürü Habip Bey kardeşim.
Sıcak bir ortamda leziz bir tanışma ve konferans oldu. Urfalı kardeşlerimizin her halinde mutluluk ve sevinç vardı. Urfa programımız hem çok sade hem de çok sahici ve samimi havada geçti. Çok güzeldi.
Urfa programımızı organize eden hekim kardeşim Ömer Faruk Karabulut kardeşime ve Vildan Nur Kardeşlerime yürekten teşekkürler.
DİYARBAKIR'IN DİNAMİZMİ VE COŞKUSU
Urfa ve Antep programlarımızdan sonra Diyarbakır'a geçtik. Geceyi Diyarbakır'da geçirdik. Zeynep Altıntaş ve ekibi yoğun, dinamik, coşkulu ve güzel bir Diyarbakır programı hazırlamışlar.
Önce Sezai Karakoç Kültür Merkezi'nde MTO talebe buluşması gerçekleştirdik, ardından konferansa geçtik.
Diyarbakır şubemizi gezdik. Bunun için Diyarbakır Valimiz Münir Karaloğlu ve vali yardımcısı Ömer Coşkun Beylere yürekten teşekkür ediyorum.
Diyarbakır'da da Batman gibi civar şehirlerden gelen kardeşlerimiz çoktu. Elazığ'dan Mehmet Erdi Çiçek ve Sivas temsilciliklerimizden (Sümeyye ve Halim Bülbül ile Fadime Şener kardeşlerimiz Kayseri'den sonra zahmet edip Diyarbakır'a da geldiler Zeynep kardeşimize destek vermek için. Çok başka bir anlam ve ruh katıyor böylesi dokunuşlar.
Mardin, Tokat ve Samsun yolculuklarımızı pazar günü yazacağımÖncü kuşak ve medeniyet tasavvuru yolculuğumuz’un II. Anadolu Seferi (2)
Yusuf Kaplan
17/10/2021 Pazar
Öncü Kuşak ve Medeniyet Tasavvuru Yolculuğu yürüyüşümüze II. Anadolu Seferi ile devam ediyoruz… Önce Kırşehir, ardından Gaziantep, Urfa ve Diyarbakır›da MTO talebeleriyle, sonra da halkımızla buluştuk verdiğim konferanslarla.
MTO talebe buluşmaları, leziz ve ruh dolu bir atmosferde geçiyor. Halkımızın konferanslara ilgisi ise -tek kelimeyle- muhteşem!
Bu yazıda II. Anadolu Seferi’nde uğradığımız üç şehrimizle ilgili izlenimlerimi yazacağım: Mardin, Tokat ve Samsun.
MTO (Medeniyet Tasavvuru Okulu) ülkemizin ve coğrafyamızın önünü açacak öncü kuşakları yetiştirecek bir okul. Ama kuru akademizmden kaçan, ruhu olan ve ruh yeşerten bir ekol olacak inşallah eğer samimiyet, istikamet ve ehliyet ilkelerimizden taviz vermeden yolumuza, yolculuğumuza devam edersek…
MTO’nun okuldan ekole dönüşmesinin yolu omurga bir fikir ve gençlik hareketi olmasına bağlı: Toplumda köksalmasına, toplumla, toplumumuzun desteği ve duasıyla yol almasına…
Toplumda köksalmayan bir oluşum, ülkenin önünü açamaz, ülkemizin eğitim, kültür, fikir ve sanat hayatını hakikat medeniyeti mefkûresi ışığında silbaştan yeniden inşa edecek uzun soluklu, dünyaya her alanda yeni diller, söylemler ve yol haritaları sunacak bir gökkubbe armağan edemez.
Bırakınız dünyaya altında herkesin kendince nefes alıp verebildiği bir gökkubbe armağan edilmesini, toplumun ruh köklerinden beslenmeyen hiç bir oluşum o toplumun varlığını bile koruyamaz, dolayısıyla böylesi bir toplum tarihten çekilmekten kurtulamaz.
Türkiye, ruh köklerini yitirdi. Eğitim, fikir, kültür, sanat ve medya dünyamız bizim ruh köklerimizden beslenmek şöyle dursun, bizim ruh köklerimizi kurutmakla meşgul: Epistemik köleleşme bu!
İşte bu epistemik köleleşmeye dur demek için kuruldu MTO. Bunun toplumda köksalması için yollara koyulduk. Gördüğümüz ilgi, gözkamaştırıcı. İnsanlar, büyük bir karamsarlığın tam ortasında kaybolmak üzereyken, MTO bir ışık oldu, umut kıvılcımı çaktı hamdolsun. Toplumumuz da her bakımdan sahiplendi çok şükür.
MARDİN’İN SAMİMİYETİ VE ASALETİ
Bunu gittiğimiz her yerde gördük. Mardin, MTO’yu bağrına basan şehirlerimizden biri. Mardin’in üniversitesi Artuklu Üniversitesi rektörü İbrahim Özcoşar Hocamız o sahiciliği ve samimiyeti ile bizimle güzel ilgilendi, kardeşine bir tavır sergiledi. Kendisine ve ekibine yürekten teşekkür ediyorum. Mardin programımızı organize eden Kasım Elkatmış kardeşime yılmaz ve yorulmaz gayretleri için yürek dolusu teşekkür ediyorum.
MTO talebe buluşmasına da, konferansımıza da ilgi çok güzeldi. MTO ruhu ve kardeşliği, leziz bir manevî hava oluşmasına imkân tanıdı. Yine çevre illerden ve ilçelerden koşup gelen kardeşlerimiz vardı, heyecanları, sevinçleri hepimizi çok mutlu etti.
TOKAT’IN MANEVÎ HAVASININ LEZZETİ
Sırada Tokat vardı. Tokat’a Diyarbakır programımızdan sonra çıktık yola. Dünkü yazımda Diyarbakır izlenimlerimi yazmıştım. Ama birkaç kardeşimin ismini zikretmeyi unutmuşum. Diyarbakır ekibimizden Enes Kocakaya, Büşra Aslan kardeşlerimize, Tügva başkanı Ömer Buğday kardeşimize gayretleri ve destekleri için çok teşekkür ederim.
Diyarbakır’dan Tokat’a yol alırken Malatya’da Dilek Köyü’nde mola verdik tansiyonum düşünce. Biraz dinlendik. Diyarbakır Pidecisinde hafif bir şeyler atıştırdık. Dükkanın sahibi Arif Bey tanıdı ve “Hocam seferiniz için dua ediyoruz size” dedi. Ve bizimle yakından ilgilendi. Kendisine de teşekkür ediyorum bu güzel ilgisi için.
Tokat’a iki saat geç gittik mecburen. Ama Tokat dimdik ayaktaydı, salon biz gelmeden yarım saat önce tıka basa dolmuştu. Serdar Tuncer kardeşimin My Mecra kanalındaki MTO bölümünü anlattığım videoyu izletmiş gelen Tokatlı kardeşlerimize. Tokat programımızın organizasyonunda yılmadan yorulmadan çalışan Rümeysa Elibol, Ahu Demirkan kardeşimize ve ekibine, MTO’da benim her şeyim Burak Saygılı kardeşimin babası İshak Saygılı kardeşime de yürekten teşekkür ediyorum.
Tokat MTO talebe buluşması, manevî tadı, lezzeti unutulmayacak bir havada geçti. Erbaa’dan gelen idealist öğretmen kardeşlerimizin söyledikleri, kaliteleri ve dertleri hepimizi yüreklendirdi.
Sonra konferansa geçtik. Konferans da çok yorgun olmama rağmen güzel ve verimli geçti.
Konferanstan sonra Tokat’ın tarihî mekânında yöresel Tokat lezzeti tattık biraz…
Tokat’ta Burak kardeşimizin evinde bir çay içtik, annesinin yaptığı leziz yaprak dolması eşliğinde. Burak’ın çok değerli annesine de yürekten teşekkür ediyorum.
MUHTEŞEM SAMSUN!
Gece 01.00’de Samsun için yola koyulduk. İl temsilcileri arasında gayreti ve samimiyeti ile takdir toplayan Samsun MTO Temsilcimiz Muharrem Kartancı kardeşim gece yarısına kadar bizi bekledi bütün itirazlarımıza rağmen ve Samsun’a girişte karşıladı, otele yerleştirinceye kadar peşimizi bırakmadı.
1 saatlik uykudan sonra bizi Selçuklu eseri sevgili Adem Özköse kardeşimin amcasının halihazırda imamlığını yaptığı 7 asırlık Çivisiz Camii’ne götürdü Muharrem Bey sabah namazında. Oraya özel bir okuma grubu için gittim. 40-45 dakika konuştuk genç kardeşlerime.
Sonra tekrar otele döndük.
2 saat dinlenmeden sonra proje Emine Ahmet Yeni AİHL’de öğrencilere bir konferans verdim. Pürdikkat dinlendi.
Ardından Samsun MTO talebe buluşmasına geçtik Kültür Merkezi’nde. Nefis bir talebe buluşması oldu. Mest olduk hepimiz manevî atmosferden. Kardeşlik başka bir şey. Bir okul ruh verebiliyorsa, kardeşlik de kendiliğinden tesis ediliyor. Aziz ve leziz bir kardeşlik.
Sonra konferansa geçtik. Devâsâ salon tıka basa doldu. İki saate yakın süren konferans pürdikkat dinlendi, kimse konferansı terketmedi!
Samsun muhteşemdi. Muharrem Bey, Fatih Bey, Samsun MTO’nun diğer ekibine muhteşem organizasyondan ötürü yürek dolusu teşekkürlerimi sunuyorum.
III. Anadolu Seferi’miz cumartesi Bursa’ya ve pazar günü de Konya’ya olacak…
İHL’ler bu ülkeye 100 sene daha kazandırabilecek mi?
Yusuf Kaplan
18/10/2021 Pazartesi
Eğri oturup doğru konuşalım: İHL’ler, bu ülkede “din adamı” yetiştirmek için açılmamıştır. Vatandaş, bu ülkenin doktorlarının, mühendislerinin, valilerinin, kısacası yönetici elitlerinin dininden, kültüründen, tarihinden, ahlâkî değerlerinden habersiz olmasını istemediği, bundan endişe ettiği için İHL’leri kendi imkânlarıyla ve gayretleriyle açmıştır.
Şimdi burada “İHL’lerin dışındaki liseler “dinsiz” insanlar mı yetiştiriyor?” gibi abuk sabuk sorular sormanın âlemi yok.
Soru şu burada: Düz liseler, bu ülkenin çocuklarına tarih şuuru, medeniyet ideali ve dolayısıyla özgüven duygusu kazandırabiliyor mu acaba?
Bu soruya rahatlıkla “evet” diyemeyeceğimizi hepimiz biliyoruz. Oysa bir ülkenin temel eğitim kurumlarında, o ülkenin çocuklarına -elbette ki eleştirel, karşılaştırmalı bir yaklaşımla- köklü bir tarih şuuru, güçlü bir medeniyet ideali, ruhu ve fikri kazandırmak, temel eğitimin birincil şartıdır. İngiltere’de Shakespeare’in sanki hâlâ bugün yaşıyormuş gibi bütün eserlerinin, tiplemelerinin, anaokulundan üniversite öğrenimine kadar bütün kuşaklara derinlemesine öğretiliyor olmasının nedeni, gerekçesi budur.
Örnekleri uzatmaya gerek yok. Fransızlar, bütün eğitim kurumlarında kendi çocuklarına Fransız kültürünü, düşüncesini, sanatını, tarihini bütün boyutlarıyla öğretirler. Aynı şey İtalyanlar için de geçerlidir, Almanlar için de, Japonlar için de.
Ama bizim için aslâ geçerli değildir. Türkiye’deki eğitim sistemi, çocuklarımıza, Yunus’u, Mevlânâ’yı, Itrî’yi, Sinan’ı bile -özgüven ve ruh kazandıracak şekillerde- öğretmez. Bizim çocuklarımız, bu öncü şahsiyetlerin ne söylediğini, neden çağları aşan bir ses’e sahip olduklarını öğrenemezler kendi ülkelerinin eğitim kurumlarında. Medeniyetimizin yapıtaşlarını döşeyen bu şahsiyetlerden yola çıkarak bizim çocuklarımıza köklü bir medeniyet ve tarih şuuru, ideali ve ruhu kazandırmaz bizim eğitim kurumlarımız.
Böyle bir “millî” eğitim sistemi dünyanın hiçbir yerinde yoktur!
Hâl böyle olunca, köklü bir medeniyet şuuruna, idealine, fikrine ve ruhuna sahip olamayan kuşakların özgüvenlerinin gelişmesini, başka kültürlerle, medeniyetlerle ve dünyalarla yaratıcı ilişkiler kurabilmelerini beklemek elbette ki ham hayalden ibaret olacaktır. Ama bu durum, bu milletin kendi çocuklarının intiharını hazırlaması değil de, nedir Allah aşkına!
Oysa Batı’daki bütün ortaöğretim kurumları, birer İHL gibidir: Aristo’yu da, Kant’ı da, Bach’ları da, Mahler, Mozart, Beethoven’ları da, İncil’i de, Das Kapital’i de özetle özümsetir kendi çocuklarına Batılı öğretim kurumları.
Peki ya bizde? Bizdeki eğitim sistemi, öncelikli olarak tarih şuurunu ve medeniyet ufkunu yıkarak, yok ederek işe başlar: Kendi çocuklarımıza körkütük bir Batı uygarlığı hayranlığı ve dolayısıyla aşağılık kompleksi aşılar.
Nerede görülmüş böyle bir “millî” eğitim sistemi? Kendi çocuklarına köklü bir ruh ve ideal kazandıracağına, özgüvenlerini yok eden, çocuklarını manen, entelektüel olarak intiharın eşiğine sürükleyen, sömürgeci, inkârcı ve yabancılaştırıcı bir eğitim sistemine “millî” bir eğitim sistemi denebilir mi?
İşte İHL’ler tam da bu anlamda Türkiye’nin gerçek “millî” olan yegâne eğitim kurumlarıdır: Bu toplumun medeniyet kurucu dinamiklerini, iddialarını, ideallerini çocuklarına verebilen tek eğitim kurumudur: Yani bu toplumun kurtarıcı ruhu, nefes borusu, özgürlüğünün ve özgünlüğünün tek kaynağıdır. Çünkü İHL’ler -bütün eksikliklerine rağmen- Mevlânâ’nın pergel metaforunun en iyi uygulandığı yani bir yandan kendi kültürel dinamiklerimizin öğretildiği, öte yandan diğer kültürlere açılmanın mümkün olabildiği, sinerji oluşturabilecek, algı kapıları potansiyel olarak bütün dünyalara açık yegâne eğitim kurumları.
Bu nedenledir ki, toplumun ruhunun kurtarılması, ufkunun ve önünün açılması anlamında, İHL’ler bu topluma 100 yıl kazandırmıştır.
İHL’lerde bundan böyle hem kalite üzerinde yoğunlaşılmalı hem de İHL’lerin müfredatı Ehl-i Sünnet temeller üzerinde yeniden yapılandırılmalı. Bizim dünyaya söyleyeceğimiz şeyin Ehl-i Sünnet temeller üzerinden gerçekleşeceği aslâ unutulmamalı!Bursa ve Konya’da umutlarımız yeşerdi, ülkemizin makus talihini nasıl yenebileceğimiz anlaşıldı!
Yusuf Kaplan
22/10/2021 Cuma
Türkiye skandallarla ve kaos tehdidiyle bir belirsizliğe sürükleniyor olsa da ülkemizin önü açık.
Türkiye’yi güncelin, siyasal’ın ayartıcılığından kurtarabilirsek ve daha köklü, kalıcı sorunlara odaklanırsak, günü kurtarma ucuzculuğundan kurtulup geleceği kurma, inşa etme zorlu ve verimli yolculuğuna çıkabiliriz.
Dünyada yönünü ve yörüngesini yitiren ama neyi yitirdiğini bilemeyen tek toplum biziz. Dünya tarihinin yapılmasında kilit rol oynamış bir toplumun çocukları için züldür bu!
Her ne sûretle olursa olsun, bu toplumun yılmaz çocukları, ülkenin uçuruma sürüklenmesinin önüne set çekecekler, ülkemizin ve coğrafyamızın önünü açacak asil ve uzun soluklu bir yolculuğa çıkmaktan çekinmeyecekler!
Biz MTO (Medeniyet Tasavvuru Okulu) olarak uzun soluklu, yorucu, çileli ama sonuçta ruh sunan, önümüzü açan, umutlarımızı diri tutmamıza imkân tanıyan bir yolculuğa çıktık.
Anadolu’yu dolaşıyoruz, Anadolu’nun ruhunu diri tutmaya çalışıyoruz. Üç haftadır yaptığımız yolculukların üçüncü seferinde iki medeniyet kurucu şehrimizde, Bursa ve Konya’da durduk, derin nefes aldık. Bursa da, Konya da bağrına bastı MTO’yu.
BURSA’NIN KURUCU RUHU
Bursa’ya İstanbul’dan bir ekiple geldik. 13.00’te 2500 kişilik Merinos Kültür Merkezi’nde önce bir MTO Talebe Buluşması toplantısı yaptık. Ardından 19.00’da muazzam bir konferans gerçekleştirdik. Üç katlı dev salonun her katı tıka basa dolmuştu!
Bursa’da 13.00’te başladığımız bu toplantıyı gece saat 12.00’ye doğru bitirdik.
Bursa, tam 11 saat süren tarih bir güne, tarihi yapacak tohumların ekildiği leziz bir zamana tanıklık etti. Bir başlangıcın, geleceğimizi inşa etmeye aday kutlu bir medeniyet tasavvuru yolculuğunun tohumlarının ekildiği tarihî bir gün yaşadı. Bursa, kurucu bir şehir ve Osmanlı’nın ruhu. O yüzden şehrin bu iki özelliğine de dokunulmamalı: Bursa’yı korursak, geleceğimizi Bursa’ya bakarak kurabiliriz yeniden.
Bursa bir kâmil insan gibi, hem enfüs’ün hem de âfâk’ın izlerinin şehrin her yerine sirayet ettiği kutlu bir şehir. Bursa’nın mimari ekolojisi, tabiî ve kültürel dokusu, bu çifte mimari yapıyı çok güzel ele verir bize. Belki de Bursa, yakın tarihinde ilk defa enfüs’e bakıldığında âfâk’ının görüldüğü, âfâk’ına bakıldığında enfüs’ünün (iç dünyasının, ruhunun) duyulduğu, yaşandığı bir şehir olup çıktı bir kez daha bu muazzam MTO çıkarmasıyla! Bursa’nın ruhuna kavuşmasının işaret fişekleri bunlar, manevî şahlanışının göstergeleri.
Buradaki bu şahlanışın mimarları kardeşlerimi tebrik ediyorum. Başta Bursa MTO Temsilcimiz Nuri Gür olmak üzere, Bursa ekibimiz Demet Demirel Hocam, Dr. Ferhan Zengin Hanım, Erdi Kaçak, Abdülkadir Acarca, Ayşenur Taştan, Rabia Çiçek ve Gül Yeter Kölük Hanım kardeşlerime yürek dolusu teşekkürler. Bize her tür desteği veren ve bunu “Hocam, bu çok güzel bir çalışma, çocuklarımızı, geleceğimizi inşa çalışması. Biz her fırsatta yanınızdayız.” diyen Bursa BB Başkanımız Alinur Aktaş ve Gençlik Müdürümüz Nurullah Yıldız Bey ile Enes Hampa Bey kardeşlerime ve Kültür Müdürümüz Hüseyin Buran Beye kalbî teşekkürlerimi iletiyorum.
Bitmesini istemediğimiz Bursa çıkarmamız Bursa’nın manevî merkezi Muradiye Züber Köşkü›nde gece 03.00’te ancak bitti!
KONYA’NIN DİRİLTİCİ COŞKUSU
Sabah erkenden Konya’ya yola koyulduk Burak Saygılı kardeşimle.
Bursa-Konya arasındaki yolların çok berbat olduğunu görünce çok şaşırdık. Batı Anadolu’da da, Doğu Anadolu’da da, Karadeniz bölgesinde yollar muhteşem! Ama İç Anadolu Ankara-Sivas, Sivas-Kayseri, Konya-Ankara hatları hâriç çok kötü!
Yorucu bir yolculuktan sonra, adeta arabayı ittire-kaktıra sürerek Konya’ya vaktinde varmayı başardık.
Namazdan sonra soluk soluğa konferansa geçtim. Salon tıka basa doluydu, üstelik son bir saat içinde ayarlanmasına rağmen. Bir de salona giremeyip de dışarıda kalanlar vardı!
Yaklaşık bir saat ve pürdikkat dinlenen güzel bir konferans oldu.
Kitap Fuarı tıka basa doluydu. İlgi çok fazlaydı fuara. Konya’nın kültürel ve entelektüel hayatına çok önemli bir katkı sunuyor fuar. Alan yetmiyor fuar için. Bunu söyledim Konya BB Başkanımız İbrahim Uğur Altay Bey’e.
Fuardaki ruh dolu konferanstan sonra yok olmaya terkedilen tarihî bir binada, avlusu ve camisiyle dipdiri, capcanlı bir Müslüman hayat alanına çeviren Tantavi Kültür Merkezi’nde MTO Konya Talebe Buluşması›nı gerçekleştirdik. Tıpkı Bursa gibi bu buluşmamız da akşam 11’de ancak bitti. Belediye başkan yardımcısı Ercan Uslu Bey bu buluşmamıza katıldı, saatlerce dikkatle dinledi, kendi notlarını aldı ve tespit ettiği kardeşlerimizle derhal oracıkta ilgilendiğini söyledi 11’den sonra İstanbul’a yola çakmadan önce çay içtiğimiz pastanede!
Konya ekibimiz de muhteşemdi Bursa gibi. Konya MTO Temsilcimiz Ramazan Köroğlu’na, değerli eşine, Rumeysa Bağcı, Ayşe Betül Ceylan, Ayşenur Elhan, Hale Özcan, Azime Sena kardeşlerime, günlerdir bu güne hazırlanan ve 5 saat süren toplantı boyunca bir an bile oturmayan Alperen Yılmaz kardeşime kalbî teşekkürlerimi sunuyorum.
Üçüncü Anadolu Seferi’miz dolu dolu, ruh dolu geçti, ülkemizin geleceğine dair umutlarımızı yeşertti, insanımızın kendisi için gece gündüz çalışan vefakâr ve cefakâr insanlara nasıl sahip çıktığını gösterdi.
Ülkemizi iki asırdır içinde bulunduğu bu cendereden çıkaracak, yeniden medeniyet iddialarımızı kuşanan bir medeniyet yolculuğuna hazırlayacağız Allah’ın izni ve yardımıyla.
.İşte bir maarif inkılabı taslağı..
Yusuf Kaplan
24/10/2021 Pazar
Önce zihin açıcı iki aforizma:
Birinci aforizma: Okumak’tan maksat, bilmek değil, olmak’tır. Bilmek, İlim yolculuğunun, olmak’sa Hikmet yolculuğunun meyvesidir.
İkinci aforizma: Kuru bilgi, zihni dondurur, kalbi durdurur, ruhu soldurur...
Bize zihni açacak ilim, kalbi arındıracak irfan, ruhu kanatlandıracak hikmet pınarları gerek...
MTO’yu (Medeniyet Tasavvuru Okulu’nu) kurmadan 5-6 ay önce burada yayımladığım bu yazıda, bir hadis-i şerif üzerinden nasıl bir “maarif” sistemi inşa edebileceğimizin özlü bir şekilde yol haritasını vereceğim, sütunlarını dikmeye çalışacağım...
İLİM, İRFAN, HİKMET SÜTUNLARI: MAARİF İNKILABININ YOL HARİTASI
Gazâlî’nin Cevâhirü’l-Kur’ân başlıklı son dönemine, olgunluk devrine ait kitabında okumuştum:
“Âlim” diyordu Gazâlî, “aslında avam’dır”.
Bir anda irkildiğimi hatırlıyorum bu kısacık ama kitaplar dolusu mânâ yüklü hikmetli cümleyi okuduğumda.
Nasıl yani, diye soracak oldum kendi kendime; ama hemen model insan karakterlerini hatırlayınca, zihnimde şimşekler çaktı, yerimden fırladım, “eyvallah üstad!” diyerek...
Tasavvuf fikriyatımızın ve hayatımızın üç mertebeden oluşan model insan tasnifi ve tarifi vardır.
İlk sırada, “avam” yer alır.
İkinci sırada “havass”.
Üçüncü sırada ise “havassü’l-havass”. Model insan tipolojimizin zirvesidir bu.
Bunlar, sırasıyla ilim, irfan ve hikmet yolculuklarına denk gelir.
Gazâlî, en temel düzemde ilimle uğraşan kişiyi “avam”, irfan’la hemhâl olan kişiyi, havass; hikmet mertebesine ulaşan kişiyi ise “havassü’l-havass” olarak tarif ediyordu.
İLMİYLE AMEL EDENE HİKMET LÛTFEDİLİR...
Burada hem zihnimizi hem de önümüzü ve ufkumuzu açacak, insanlığın insanca bir hayat sürdürmesini mümkün kılacak yegâne yol haritasının sütunlarıyla karşı karşıyayız.
Bizim geleneğimizde, tefekkür tarihimizde, kişi, irfan mertebesine vasıl olmak için önce ilim talim eder.
İrfan mertebesi, ilmin amele dönüştürülmesi, hayata aktarılması, kişinin kendisinin ve muhitinin hayatında karşılık bulması için gayret sarfedilmesi sürecidir.
Kişi, ilmini, irfan’la amele dönüştürdüğü zaman, bilgi, kuru bilgi olmaktan kurtulur, kurucu, koruyucu ve hatta kurtarıcı bilgiye dönüşmeye başlar.
Önce kişinin kendisi için geçerlidir bilgi’nin kuru bilgiden kurtarılıp, kurucu, koruyucu ve kurtarıcı kuşatıcı bir bilgiye dönüşmesi, dolayısıyla hayat hâline gelmesi.
Hikmet mertebesi, Rahmet Peygamberi Efendimiz’in (sav), “kişi, ilmiyle amel ederse, Allah (cc), o kişiye bilmediklerini de öğretir / lûtfeder” diye buyurduğu, bu son aşamaya tekabül eder.
Eğer AK Parti hükümetleri, bize, bu ilkeler ışığında, sadece bizim değil insanlığın önünü açacak yeniden Gazâlî, Râzî gibi ilim adamları; İbn Arabî, İmam Rabbânî gibi irfan adamları; Yunus, Mevlânâ, Fuzûlî, Sinan, Itrî ve Şeyh Galip gibi hikmet adamları yetiştirmemizi, bunun için de pergelin sâbit ayağını İslâm’a basacak, pergelin hareketli ayağıyla bütün dünyalara, bütün medeniyetlere, bütün düşünce, sanat ve bilgelik birikimlerine açılmamızı sağlayacak köklü, güçlü ve özgüveni yüksek bir “maarif sistemi”nin her düzeyde tohumlarını ekecek esaslı bir işe imza atmış olsaydı, hem kendi geleceğimizi kurtarırdık hem de insanlığa umut ışığı olurduk.
Biz, hakikate teslim olmuş insanlar, vâkî olanda hayır vardır, diye inanırız.
O yüzden şikâyet etmek yerine, bir hikâye, bir gelecek inşa edecek zorlu ama umut dolu yolculuğun yapıtaşlarının neler olduğunu göstermekle ve elimizden geldiğince bu yapıtaşlarını hayata geçirecek kısa, orta ve uzun vadeli adımlar atmakla mükellefiz karınca kaderince...
KURU BİLGİ, BİLİNCİ LİNÇ EDER...
Batı’da bilim tavan yaptı: Genetik mühendisliği ve yapay zekâ transhumanizm olarak tanımlanan robotların, makinaların hayatımıza çeki düzen vereceği ruhsuz bir dünyanın eşiğine doğru sürükleniyor insanlık...
Bilgi’yi, kişinin kendini, dünyayı, doğayı, eşyayı, hakikati bilme, idrak etme yolculuğu olarak değil, doğaya ve insana hâkim olma saldırısı olarak gören Batı uygarlığı, gelinen noktada, araçların amaçların önüne geçtiği, hayatın anlamını yitirdiği, orman kanunlarının güç üreten teknolojik silahların tehdidiyle dünyayı cehenneme çevirdiği bir çıkmaz sokağın eşiğine getirip bıraktı hepimizi.
Bilim, düşünemez, demişti büyük düşünür Heidegger.
Bilim araçtır çünkü.
Aracı, amacın önüne geçirirseniz, insan düşer, düştüğü yerden de kalkamaz kolay kolay.
BİZ BESMELE’Yİ ÇEKELİM, RAHMET TECELLÎ EDECEKTİR...
İşte tam da Gazâlî’nin “âlim”i “avam” olarak gördüğü, irfandan, hikmet’ten nasibini almayan kuru bilginin, kör bilinç ürettiği, kör bilincin bilincine insanı linç ettiği, dünyayı çölleştirdiği bir cehennemin ortasında, bizim inşa edeceğimiz ve insanlığa hediye edeceğimiz muhkem ilim, irfan ve hikmet sütunları üzerinden geliştireceğimiz hakikat medeniyeti tasavvuruna insanlığın ekmek kadar su kadar ihtiyaç duyduğu bir zaman diliminde, daha fazla geç olmadan bu üç sütun üzerinden kendi kuşatıcı ve kucaklayıcı, hayata anlam ve ruh katıcı, insanlığın zihnini ve ufkunu açıcı o muazzez ve leziz maarif modelimizi adım adım hayata geçirmek boynunuzun borcudur.
İnsanı insanın kurdu yapan seküler-kapitalist saldırının inşa ettiği Darwinyen orman kanunlarının bütün insanlığı eşiğine sürüklediği cehennemden çıkaracak, insanı insanın kurdu değil, insanı insanın yurdu, umudu ve ufku olarak gören hakikat medeniyetinin maarif sisteminin tohumlarını model okullarla hayata geçirmek için kollarımızı sıvamak zorundayız...
Biz niyetlenelim, besmeleyi çekelim, rahmet tecellî edecek, tohum toprağa düşecek ve meyve verecektir Allah’ın lütfu ve keremiyle.
O yüzden her zaman söylediğim şu cümleyle bitireyim yazıyı: Eğer 10 yılda, gelecek 100 yılın tohumlarını ekemezsek, yok olmaktan kurtulamayız.
Vesselâm.Üç Türkiye kuşatması
Yusuf Kaplan
25/10/2021 Pazartesi
Osmanlı coğrafyasında belki de Osmanlı’nın yakılmasından sonra, Türkiye’nin kurtlarla dansı belki de asıl şimdi başlıyor...
Türkiye’nin iki asırlık kurtlarla dansının gerisinde üç büyük kuşatma girişiminin yattığını söyleyebiliriz.
İlk kuşatma, Osmanlı’nın durdurulmasıyla başarıya ulaştı.
İkinci kuşatma İsrail’in kurdurulması ve Büyük İsrail hedefine doğru adım adım bölgeye yerleştirilmesiyle hedefine ulaşmak üzere...
Üçüncü kuşatma da PKK-PYD devleti kurdurularak gerçekleştirilmeye çalışılıyor.
İNGİLİZLERİN VEHHABÎ TEO-POLİTİĞİ VE OSMANLI’NIN DURDURULMASI
Önce İngilizler vardı. Önce Londra geldi bölgeye yerleşti, bölgenin teo-politik dengeleriyle oynayarak coğrafî dengelerini allak bullak etti: Bölgenin kaderini Türkiye’yi kuşatma altına alarak bölge dışı emperyalist aktörlerin belirleme sürecinin ilk tohumlarını ekmiş oldu.
Vehhâbîliği icat etti. Vehhâbîlere sadece bağımsız bir devlet değil, hilafeti de vadederek Arapların bir kısmını Osmanlı hilâfetine karşı kışkırttı. Bunun için de Osmanlı’nın hilâfete ihanet ettiği gerekçesini ileri sürerek, hilâfeti aslında aslî hüviyetine Vehhâbî - Hâricî mantığına sahip Arapların layık olduklarını ve onların el koymaları gerektiği propagandasını Arapların zihnine zerketti. Bu, İslâm dünyasını tam kalbinden, en kutsal birleştirici noktadan vurarak bir daha aslâ toparlanıp bir araya gelmemelerini sağalacak kadar parçalanmanın eşiğine sürükledi ve İslâm dünyasını yeniden toparlayacak yegâne güç olan Türkiye’nin bir daha bu güce ulaşmaya kalkışmasının önüne nihâî olarak büyük bir takoz yerleştirdi: Vehhabiliği icat ederek özelde Osmanlı’yı, genelde İslâm dünyasını önce teo-politik olarak parçalanmanın eşiğine fırlatarak coğrafî parçalanmaya hazır hâle getirdi.
Bu arada ulus-devlet fikri üzerinden de Arap milliyetçiliği, Türk milliyetçiliği, Kürt milliyetçiliği, Ermeni milliyetçiliği ve Fars milliyetçiliği gibi bölgeyi kangrene çevirerek kendiliğinden paramparça olmanın eşiğine getirip bırakacak bütün teo-politik, etnik, stratejik fitne tohumlarını ekti.
Sonunda İngilizlerin Osmanlı’yı parçalama planları hedefine ulaştı. Teopoltik olarak Vehhâbilik üzerinden parçalanan Osmanlı devleti coğrafî olarak fiilen parçalandı.
Araplara vadedilen hilafet verilmediği gibi, Büyük Arap Devleti de kurdurulmadı. Şerif Hüseyin, nasıl büyük bir İngiliz ihanetine kurban gittiklerini hayatının son demlerinde anlamıştı ama iş işten geçmişti çoktan. Sadece Osmanlı parçalanmanın eşiğine sürüklenmemiş, pek çok bakımdan yeknesak bir görünüm arz eden Arap coğrafyası da paramparça edilmiş, kabile devletçiklerle hem sözümona hürriyetlerine (!) kavuşturulmuş hem de kontrol altına alınmıştı.
İSRAİL’İN KURDURULMASI VE NEO-SELEFÎ-Şİİ GERİLİMİ TEO-POLİTİĞİ
Osmanlı’nın parçalanmasından ve tarihten uzaklaştırılmasından sonra Türkiye’nin güneyi, tam adlıyla Dicle ile Fırat arası, adım adım Büyük İsrail için hazırlanmaya başlandı bu kez...
Önce İsrail devletinin kurulması, bu devletin Filistin’i lokma lokma yutması, hem siyasî olarak hem de coğrafî olarak varlığını garanti altına alması, ardından 1992 Oslo süreciyle birlikte İsrail devletinin bölgeye ekonomik ve askerî güç olarak da nihâî olarak hâkim olması...
Bütün bunlar, tam anlamıyla büyük bir çıbanbaşı işlevi gören İsrail üzerinden İslâm dünyasının kalbinden vurulması sürecini hızlandıran ürpertici tarihî adımlar.
Dışardan bir gücün bölgenin içine zorla yerleştirilmesi ve bölgenin bütün ülkelerini tehdit edecek kadar hatta kendisine esir edecek kadar bölgeye her bakımdan hâkim konuma getirilmesi Doğu Türkistan’dan bütün Akdeniz havzasına kadar uzanan dünyanın bütün medeniyetlerinin ve dinlerinin beşiği karmaşık bir teo-politik coğrafyayı bin yıl kontrol eden, yöneten yegâne güç olan Türkiye’nin kuşatılması ve yeniden tarih-kurucu bir konuma yükselmesinin önünün kesilmesi projesinin ikinci adımını oluşturuyor.
İSRAİL, İNGİLTERE VE VATİKAN GÜDÜMÜNDE KÜRT DEVLETİNİN KURDURULMASI VE PANZEHİRİ
Türkiye’nin güvenliğini hatta varlığını bile tehdit edecek tehlikeli bir sürecin temelleri atılıyor Irak ve Suriye’nin işgal edilip parçalanmasıyla. Türkiye sadece terör örgütüyle askerî olarak mücadele ederek bu tehlikeli süreci önleyemez. Daha köklü sosyo-kültürel ve teo-politik stratejiler geliştirmesi gerekiyor Türkiye’nin.
Öncelikli olarak İslâm birleştirici paydasının her hâl ve şartta derinlerde kök salacak teo-politik stratejilere ihtiyacımız var: İngilizlerin önünü açtığı Hâricî mantığına karşı gönülleri fethedecek irfanî bir açılım şart. Kürtlerin de, Şam hattına kadar olan bölge Araplarının da, Türklerin de emperyalistlerin teo-politik stratejilerini püskürtecek en güçlü atağımız, gönülleri birleştirmek, bunun için de irfanî damarı, kaynağı ve hareketleri harekete geçirmek olabilir.
Bölge teo-politik stratejiler üzerinden kuşatıldı; Osmanlı, Vehhabililik gibi bir fitneyi bölgeye çıbanbaşı olarak yerleştiren İngilizlerin gerçekleştirdikleri teo-politik stratejiler üzerinden parçalandı ve tarihten silindi. Türkiye’nin kuşatılmasının üçüncü adımı İsrail’in güdümündeki ve bütün bölge ülkelerini istedikleri zaman karıştırmakta kullanacakları PKK-PYD terör devletinin kurulmasının önüne de herkesi kucaklayan, herkese kültürel haklarını sonuna kadar tanıyan gönülleri fetheden bir temele oturan teo-politik bir stratejiyle geçebilir.
Eğer bu konuda köklü ve güçlü bir teo-politik strateji geliştiremezsek, bölgenin geleceği de, Türkiye’nin geleceği de geri dönüşü zor bir çıkmaz sokağın eşiğine sürüklenir ve Türkiye’nin parçalanma süreci gerçek anlamda başlatılmış olur -Allah muhafaza!Üç tür tabiat
Yusuf Kaplan
29/10/2021 Cuma
İnsanlık nereye koşuyor?
Uçuruma, yok oluşa doğru koşuyor…
TANRI’YA, İNSAN’A VE TABİAT’A SALDIRI…
Önce Tanrı fikrine saldırıldı hümanizmle inşa edilen modernlikle birlikte. Yaratıcı, Alem ve İnsan’dan oluşan büyük varlık zincirinin hiyerarşik yapısı yerle bir edildi, insan “tanrı” konumuna yerleştirildi.
Ardından hakikat fikrine saldırıldı. Hakikat, fizik gerçekliğe indirgendi. Kabuğa. Bilimsel devrim, hakikati görünen’le sınırladı. Görünmeyen, yok sayıldı!
Sonuç: İnsanın dünyaya hâkim olması, azmanlaşması ve hatta kendi sonunu hazırlayacak kadar ipin ucunu kaçırması oldu. İnsanın kendini tanrılaştırması demek olan hümanizmle çıktığı yolculuk, insanın da tahtından edilmesini doğuran bir ontolojik felâkete dönüştü: İnsanın yeri ve tabiatı değiştirilme tehlikesi ile karşı karşıya kaldı: Transhümanizm (insan-ötesi) ve posthümanizm (insan-sonrası) çağının gelişi…
Sonra Tabiat’a saldırdırıldı: Tabiat kontrol ve kolonize edildi, ozon tabası delindi, iklim düzeni bozuldu, tabiatın varlığı, hayatı tehlikeye düştü.
Tabiat delik deşik edildi. Evet, tahrip edildi tabiat. Tabiatın tabiatı ve düzeni bozuldu.
Yetmedi, İnsanın tabiatı da bozuldu. İnsan fıtratını yitirdi, yaratılıştan gelen tabiatı aşındı, yeni tabiatlar inşa ve imal etti.
İNSANIN ÜÇ TABİATI
Üç tür tabiattan söz edilebileceğini düşünüyorum.
Birincisi yaratılıştan veya varoluştan gelen tabiattır. Buna “birinci tabiat” diyoruz.
İkinci tabiat, kültür’le gelen, insanın hayata ve tabiata müdahalesinin eseri bir tabiattır. İnsanın eseri bir tabiat bu ikinci tabiat olarak tarif ettiğim kültür.
Üçüncü tabiat ise, insanı da, hakikati de yok edecek, hayatı çölleştirecek, insanı güdülecek ruhsuz bir makinaya dönüştürecek popüler kültürün ürünü bir tabiat.
İlk tabiat, varoluştan itibaren getirdiğimiz tabiat.
İkinci ve üçüncü tabiatlar ise bizim varoluşa müdahale ederek, bizzat bizim ürettiğimiz yapay tabiatlar. İkinci tabiat özellikle modernlerin eseridir ve inşa edilen bir tabiattır.
Üçüncü tabiat ise postmodern dünyanın hem ürünü hem de yeniden üreticisi işlevi gören popüler kültürün eseridir ve imal edilen, plastik olarak icat edilen ve sürgit algılar, imajlar oluşturacak şekilde değiş(tiril)en melez bir tabiattır.
İNSANA NEYİ YİTİRDİĞİNİ HATIRLATACAK UZUN SOLUKLU BİR YOLCULUK…
Dünyanın önündeki en büyük tehdit, popüler kültürdür. Postmodern popüler kültür melez kimlikler, izafileşen ve sürgit her ân değiştirebilen sahte hakikatler üretiyor. İnsanın birinci tabiatını metamorfoza / başkalaşıma uğratıyor; kültürle ürettiği ikinci tabiatını da yerle bir ediyor, kaldırıp atıyor…
Melez kimlikler, melez kültürler bir çeşitlenme, bir zenginlik değil izafileşmenin, gelip geçici olan’ın, sahte’nin, hatta mutlak sahte’nin hükümran olmasıdır. Hız, haz ve ayartı rejimi dromokrasinin zaferi!
Popüler kültür, hakikati yüzeye hapseder.
Ve ayartıcıdır popüler kültür; estetize yöntemlerle baştançıkarıcı.
O yüzden sürgit değişen ve değiştirilen, icat edilmiş kimlikler, konumla(nmala)r imal eder.
İnsanı yüzeye, sığlığa mahkûm eder, alıklaştırır.
Bu dünya böyle gider mi?
Gitmez!
Peki ne yapmak gerekir?
İnsana neyi yitirdiğini hatırlatacak uzun soluklu bir fikir, oluş ve “varoluş” yolculuğuna, hakikat yolculuğuna çıkmak…Türkiye’nin, Batı’yla ve kendi ruhuyla imtihanı
Yusuf Kaplan
31/10/2021 Pazar
Türkiye, Tanzimat’la yönünü, Meşrutiyet’le ve Cumhuriyet’le yörüngesini yitirdi. Özal’lı yıllardan itibarense ruhunu yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Türkiye’nin ruhunu yitirme tehlikesinin arka planını, boyutlarını ve sonuçlarını tartışacağım bu yazıda.
Türkiye’nin iki asırlık Batılılaşma tecrübesini bir de başka bir açıdan okumayı denemek isterim. Bu iki okuma biçimi görünüşte zıt gibi görünse de gerçekte bakılan yere göre değişen manzara hikâyesi bu.
Buna göre, Osmanlı modernleşmesi, Tanzimat süreci, reaksiyoner de olsa, bir anlamda, modernliğin meydan okumasına karşı bir tür direniş biçimi olarak da görülebilir. Meşrûtiyetlere gelinceye kadarki süreçte, hem Batı’yı yakından tanıma imkânı bulduk hem de kendi yolumuzu bulma, çıkış yolumuzu vuzuha kavuşturma imkânlarımızı yakalamaya başladık: 19. yüzyıldan 20. yüzyıla sarkan dönemde, çok büyük bir fikrî birikim inşa etmeyi başardık. O dönemde ulaşılan entelektüel birikime, canlılığa ve düzeye Cumhuriyet tarihimiz boyunca hiç bir zaman ulaşamadık.
Ulaşmazdık; çünkü Cumhuriyet’le birlikte benimsediğimiz radikal modernleşme / sekülerleşme projesi, bizim medeniyet iddialarımızı inkâr etmemizi, Batılı bir yörüngeye girmemizi emrediyordu.
Oysa medeniyet iddialarını inkâr ederek çağdaş uygarlıklar düzeyine ulaşılabileceğini düşünmek, olmayacak duaya âmin demekti; eşyanın tabiatına tersti bu.
Her şeye rağmen Cumhuriyet bize zaman kazandırdı. Yüzyıl kazandırdı. İnönü, Lozan’dan çıkarken bunu, “artık yüzyıl daha rahat nefes alabileceğiz” diyerek telâffuz etmişti.
Cumhuriyet’in radikal modernleşme / sekülerleşme projesinin mimarları, Batılıların bizi Anadolu’dan sürmek istediklerini düşünerek zaman kazanmak, dolayısıyla Batılıların bize saldırma gerekçelerini ortadan kaldırmak için katı Batılılaşma projesini başlatmış olabilirler, muhtemelen.
KÜLTÜREL İNKÂR’DAN KÜLTÜREL İNTİHAR’A...
Türkiye’nin Batı’ya yürüyüşü modernleşme sürecinin Cumhuriyet evresinde medeniyet değiştirme serüvenine dönüştü. Ahmet Hamdi Tanpınar, yaşanan serüveni “kültürel inkâr” olarak adlandırmıştı. Bendeniz bu serüvenin, gelinen noktada tam bir çıkmaz sokağa saplandığını ve bizi kültürel intiharın, epistemik körleşmenin ve köleleşmenin eşiğine fırlattığını düşünüyorum.
Bu toplumun İslâmî birikimi bu ülkede bir asırdır itildi, kakıldı, inkâr edildi, yok sayıldı; kendi çocukları milletin adamları asıldı, katledildi, darbe üstüne darbe yedi, darbelerle, silah zoruyla susturulmaya çalışıldı. İslâm, bu toplumun bütün kurumlarından temizlendi, devletin bütün kurumları İslâmsızlaştırıldı, laikleştirildi; laiklik laikçiliğe evrildi, Kemalizmle karıştırılarak Türk usûlü bir paganizm biçimine dönüştürüldü!
Bu ülke şeyhler, müritler ülkesi olamaz diyenler, Anıtkabir’i bir şikâyet makamına, bir “ağlama duvarı”na çevirdi.
Tam bir akıl tutulması bu.
Hâsılı kelâm, bu toplumun varlık sebebi, bin yıl dünya tarihini yapmamızın yegâne kaynağı, bu toplumu bütün zorluklara karşı dimdik ayakta tutan yegâne dayanak ve tutamak notası İslâm, devletin ve toplumun hayatından uzaklaştırıldı; bu toplumun İslâmî medeniyet birikimi tasfiye edildi, medeniyet ruhu, dinamikleri inkâr edildi.
DEVŞİRMELER VE DEVŞİRİLMİŞLER ELİYLE TÜRKİYE’NİN KENDİ KENDİNİ SÖMÜRGELEŞTİRMESİ
Bütün bunlar sömürgeciler, emperyalistler tarafından yapılmadı bu ülkede. Bütün bunlar yerli sömürgeciler, devşirmeler ve devşirmelerin devşirilmişleri tarafından yapıldı. Ülke, bu ülkenin hâs çocuklarının elinden alındı. Bütün kurucu kurumları devşirmeler ve devşirilmişler tarafından işgal edildi, ülkenin çocukları devletin bütün kurumlarından temizlendi: Oligarşik bürokrasi böyle tesis edildi. Oligarşik bürokrasiye meydan okuyan, bu toplumun İslâmî kimliğini, ruh köklerini, tarihî derinliğini hatırlatmaya kalkışan rahmetli Erbakan Hoca’nın kurduğu partilerin hepsi teker teker kapatıldı -kimi askerî darbelerle kimi siyasî darbeler ve hukuk cinayetleriyle-. Menderes’in seçimle iktidara gelişinin resmî tarih tarafından (aslında devşirmeler ve devşirilmişlerce) “karşı devrim” olarak nitelendirilmesi, yaşanan tasfiyenin ne kadar fütursuzca yapıldığını yine fütursuzca bir dille ifade etme çabası aslında.
Bendeniz kavga istemiyorum bu ülkede.
Kamplaşmalar, ülkede farklı kesimler arasındaki son kalan sosyal bağları, manevî bağları da tuzla buz ediyor.
Yaptığım şey, kamplaşma ve kamplaştırma değil yüzleşme ve yüzleştirme çağrısı. Yakın tarihin sır perdelerini aralama, yaşananları açık yüreklilikle, çaplı, kaliteli, seviyeli bir entelektüel dille gözler önüne serme çabası.
Umarım, söylediklerim anlaşılır.Beklenen, beklenen’i öncü kuşaklarla gerçeğe dönüştürebilir…
Yusuf Kaplan
1/11/2021 Pazartesi
Bu ülkede devlet ele geçirildi devletin omurgasını oluşturan milletin ruhunun düşmanları tarafından.
Azgın bir azınlık, makul çoğunluğa hükmediyor her alanda iki asırdır.
Türkiye, gücünü Tanzimat’la birlikte kaybetmeye başladı; Meşrûtiyetlerle birlikte güçten kuvvetten düştü; yönünü kaybetti. Cumhuriyet’le birlikte İslâmî yönünü ve yörüngesini terketti; “at”tan düştü, tarihten sürüldü, yolunu şaşırdı, yörüngesini kaybetti, tarih yapan bir aktörden tarihte tatil yapan bir figürana, Batı tarihinin bir soytarısına dönüştü.
TÜRKİYE’NİN “BEKLENEN” OLDUĞUNU UNUTMA!
Önce kendi’niz olacaksınız; esaslı, köklü, dayanıklı ve asil bir özgüvenle yola koyulacaksınız; ki, ondan sonra “başka sular”a emin adımlarla açılabilmeniz, o “başka sular”da boğulmadan yüzebilmeniz ve yepyeni sinerjiler oluşturabilmeniz imkân dâhiline girebilsin.
Onun için sabırla çilemizi dolduracağız… Sabırla, fikir, oluş ve varoluş çilesi ile diktiğimiz ve dikmeye devam edeceğimiz hakikat ağacının meyveye durmasını, leziz ürünler vermesini ve insanlığı hakikat medeniyetiyle buluşturmasını gerçeğe dönüştürme cehdi ile nefes alıp vereceğiz ve takdir-i ilâhînin sonucunu beklemeye koyulacağız…
İnsanlığın önünü açacak hakikat medeniyeti yolculuğunun bayraktarlığını bir kez daha biz yapacağız.
Türkiye’nin her bakımdan bağlandığı Batı’ya bağımlılıktan bir şekilde kurtulmaya başlaması, Washington’a, Londra’ya, Brüksel’e meydan okuması, istiklal mücadelemizde önemli kilometre taşlarıdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ısrarla Afrika Açılımı üzerinde durması, bunu kalıcı, köklü bir stratejiye dönüştürme çabası, bu açıdan önemlidir. Türkiye’nin kabına sığmayan tarihî yükünü ve yükümlülüğünü yerine getirme sorumluluğunun bir göstergesidir bu. Türkiye’nin Türkiye’den ibaret olmadığının, Türkiye’nin -ama tarihî medeniyet iddialarını kuşanan bir Türkiye’nin- “beklenen” olduğunun işaretidir. Emperyalistlere meydan okunmasıdır aynı zamanda.
SABIRLA FİKİR VE OLUŞ ÇİLESİNİ BÜYÜTMEK…
Elbette daha işin başında bile değiliz. Elbette sadece siyasete endeksleyerek böyle bir yolculuk gerçekleştirilemez aslâ! Önce fikir, eğitim, kültür, sanatta hakikat medeniyetini yeşertecek sahih, arı duru, tertemiz, diriltici hakikat tohumları ekeceğiz, bu tohumları ekecek öncü kuşakları yetiştireceğiz… Sonrası bizim elimizde değil. Sonrası Rabbimizin takdirine bağlı. Biz vazifemizi yapacağız, takdiri Rabbimize bırakacağız.
Hem vazifemizi yapmıyoruz hem de zafere odaklanıyoruz iki asırdır. Zafere odaklanmakla zafere ulaşılmaz, uçuruma yuvarlanılır: Zafere odaklanırsanız, bir süre sonra zafere giden her yol mübahtır Makyavelizm ruhsuzluğuna yenik düşmeniz kaçınılmazlaşır.
Aslolan zafere değil sabra, yola, yolun çilesine odaklanmak ve Haktan, bizi yoldan çıkarmaması için duaya durmaktır.
Allah (cc), sabredenlerle beraberdir.
Sabrın sonu, zaferdir.
Zafer nedir, peki?
Zamana direnmek, Mabed’i beklemek, kaleyi aslâ terketmemek ve hakikat kulesi’ni dikmektir, bekleneni beklemekten aslâ vazgeçmemektir...
Sabır zaferdir. Sabredenler, sabırla fikir ve oluş çilesi çekenler, ekilen tohumların kökleşmesini, meyve vermesini görürler, Allah’ın vaadi gerçekleşir, sabır meyvesini verir, beklenen ufukta görünür...
Beklenen’in meyve vermesi çilesini çeken ve bedelini ödeyen öncü kuşakların muhkem duruşlarımın yılmaz gayretlerinin eseridir.
ANCAK KÖKLERİN İZİNİ SÜREBİLEN ÖNCÜ KUŞAKLAR BİZİ GÖKLERE ULAŞTIRABİLİRLER…
Öncü kuşaklar, hakikatin izini sürmeye odaklanırlar. Arı, duru, saf, su katılmamış hâline, hakikatin öz hâline, özsuyuna ulaşmaya odaklanırlar iz sürme yolculuklarında. Işık kök’ten fışkırır. Bir yol feneri işlevi görür Ve iz’in izini sürmeyi kolaylaştırır.
Öncü kuşakları olmayan toplumların geleceği karanlıktır; emin adımlarla yürüyecekleri herkese güven verebilecek bir gelecekleri, gelecek tasavvurları yoktur.
Eğer bir toplum geleceğinden az çok emin değilse, geleceğe emin adımlarla yürümekten mahrumsa, o toplumun ya geçmişi, ben idraki veya kendilik tasavvuru yoktur ya da kökleri, ruhu kurutulmuş, hafızasızlaştırılmış, böylelikle celladına âşık edilmiştir.
10 senemiz 100 seneye bedel olacak. 100 senede yapılamayanı 10 senede yapacağız. 50-60 senede yapılamayanı 5-6 senede yapacağız ki, geleceğimizi kurma özgüveni ve iradesi geliştirebilelim.
Camiler Protestanize edilemeyecek!
Yusuf Kaplan
5/11/2021 Cuma
MTO (Medeniyet Tasavvuru Okulu) kurulalı iki yıl oldu henüz! Ama zehir gibi yetişiyor talebelerimiz, özellikle de liseliler! Türkiye’nin en parlak liselileri ve en üretken üniversitelileri MTO’da çok şükür ve MTO’dan yetişecek.
Türkiye’nin önünü açacak bir öncü kuşak, sinemada, müzikte, sanatın, edebiyatın bütün türlerinde, akademinin bütün alanlarında en parlak, en üretken, en idealist ve ruh dolu kuşakları MTO’dan yetişecek inşallah. 10 yılda, yüzyılın, ikiyüzyılın tohumlarını ekeceğiz Allah’ın izni ve yardımıyla…
Hem dünyayı ve çağı hem de bizim dünyamızı ve medeniyet dinamiklerimizi iyi tanıyan, özgüveni yüksek ama tevazu sahibi öncüler MTO’nun armağanı olacak ülkemize.
Bugün sütunumu genç bir talebe kardeşime devredeceğim. Kütahya’dan MTO talebesi Hayrunnisa Karaman kardeşime.
Konu, camiler, camilerin hayatımızdaki yeri, önemi ve anlam dünyamızdaki karşılığı.
Metnin yazarı, MTO’nun en genç ve parlak talebelerinden biri. Harıl harıl okuyan, okuduklarını bir dil zevki ile güçlü imajlar ve metaforlar geliştirerek yazıya döken çiçeği burnunda, gelecek vadeden yetenekli bir kardeşimiz.
Sizi Hayrunnisa Karaman kardeşimizin hacmi küçük ama imaj dünyası büyük ve metaforik dili güçlü kısa, özlü ve güzel metniyle baş başa bırakıyorum:
“CAMİLER PROTESTANİZE EDİLEMEYECEK!
Yolda karanlığın çöktüğü anda, yalnızca ışıklar belli olur.
Cami ışığı tâ uzaktan haber eder varlığını...
En çok da bu ışığa âşinadır cami âşığı...
Çünkü varlığın hakikatinin taşta ve taşla etme kemiğe bürünmesidir cami, Hakikat’in varlığının...
Hakikatin ışığının: Işığın hakikatinin.
Yalnızca hakikatin ışığının sadâsı saçılır etrafa caminin minarelerinden ve her yerinden...
Cami ışıklarını gördüğünüzde orada bir hayat olduğunu anlarsınız. Çünkü yaşamanın adıdır cami. Camiyi yaşamaktır “yaşamak”.
İnsan, varlığın “öz”üdür. Cami, bu özün özgürlüğüne kavuştuğunu hissettiği yegâne mekânıdır bu dünyada.
Cami “öz”ünden koparılamayacak! Camilerin içi boşaltılamayacak! Camiler Protestanize edilemeyecek!
“Biz” burada olduğumuz sürece... Biz buradayız, buradaydık ve burada kalacağız...
Kişi, caminin ruhunu yaşayınca özü de, sözü de hakikati haykırır.
Bâtılın karşısında minare gibi dimdik olur. Ferşten arşa; köklerden göklere yükselir...
Hakk’ın karşısında hilâl edasıyla belini bükerek aczini bilir...
“Camisiz” bir toplum düşünülemez. Camisiz’seniz “cem”siz’siniz demektir. “Cem” olmadan toplum olunmaz!
Yoğrulmadan doğrulunur mu?
Doğrulamadan doğrultulur mu?
Hilâl olup yoğrulacak, minare olup doğrulacak, minber olup doğrultacak!
Hilâl gibi beli bükük ama özünden, derinden ve kendi “nehir”inden...
Bu duruş, kurtuluş olacaktır!
Bu duruş, susuzluğa su sunuş olacaktır!
Ve bu duruşla gerçek olacaktır, “ol”uş ve doğruluş...
İnşallah...”
Gün’ü kurtarmak mı, geleceği “kurmak” mı? Ya da zamanları aşan bir zaman idraki…
Yusuf Kaplan
7/11/2021 Pazar
En az iki asırdır, vaziyeti idare etmekle meşgulüz, idare’ye vaziyet etmekten uzağız. Hem de çok uzağız. Gün’ü kurtarmak için çırpınıp duruyoruz yalnızca. Bilmiyoruz ki, biz gün’ü kurtarmak için çırpınıp durdukça, geleceği kaybediyoruz, batıyoruz, yok olmanın eşiğine sürükleniyoruz…
Çok mu “sert” oldu bu giriş yazıya?
İyi de, vaziyet çok sert, çok tedirgin edici, öyle değil mi: Gün’ü kurtaralım derken, geleceği kaçırıyoruz. Gün’ü kurtarma savaşı verdikçe, geleceği kaybediyoruz, kendi ellerimizle yok ediyoruz geleceği/mizi.
GELECEĞİ GETİRECEK ÇOK YÖNLÜ BİR GELECEK TASAVVURU…
Gelecek tasavvuru geliştiremezseniz, geçmişinizi de koruyamazsınız, bugününüzü de kaybedersiniz. Dün’ün yaşaması, geleceğe uzanacak bir ufuk sunmasına bağlı. Bugün’ün sadece bugünden ibaret olmaması ise, geçmişle gelecek arasında uzanmasına, uzanabilmesine.
Geçmiş’siz bugün, geçmiştir, yaşanmamış demektir. Geleceksiz dün, ölüdür.
Geleceği yitirirseniz, dün de, bugün de yersiz-yurtsuzlaşır, anlamını yitirir. Anlamsız hayat, insanı bitirir.
Gelecek gelecekse, ontolojik olarak bugün geleceğe uzanıyorsa, geleceği soluyabiliyorsa, geçmiş’i yitirmediği içindir, geçmiş fikri’ni diri tuttuğu için gelecektir gelecek; geçmiş’i bitirmediği, geçmiş’ten geleceğe köprü olacak muhkem ve sarsılmaz bir yerde durduğu içindir; sâbitelerini özene bezene koruduğu içindir; değişkenlerin gün’ü kurtarmaya çağıran ayartılarına yenik düşmediği için.
Geleceğe uzanan, geleceği kucaklayan kapsamlı ve uzun soluklu bir zaman idraki, bizi gün’ü kurtarma gafletine düşmekten kurtarabilir. Başka bir ifadeyle, ne kadar derin nefes alabilirsek, o kadar derin nefes üfleyebiliriz. Ne kadar derin nefes alabilirsek, bugün’den geleceğe o kadar muhkem köprü kurabilir, geleceğe o kadar emin adımlarla yol alabiliriz.
ZAMANLARI AŞAN BİR ZAMAN İDRAKİ…
Zamanları aşan bir zaman idrakine ihtiyacımız var. Beşerî zamanları ve mekânları aşarak ve Melekûtî âlemden süt emerek inşa edilen ilâhî şiarlarla donanmış, kuşanmış kabına sığmayan Müslüman Zihin’in (Mekke süreci’nde) yeşerttiği, ete kemiğe büründürdüğü Zemin’leri (Medine süreci’nde) döşeye döşeye varolan, varoluşa gelen, fikir ve oluş çilesini bütün zamanlara ve mekânlara yayabilen, yer’le gök, kök’le gök arasında sarsılmaz irtibatlar, leziz bağlar kurabilen derûnî bir zaman tasavvuruna ihtiyacımız var yani.
Geldiğim noktada duralım, derim: İki asırdır gün’ü kurtarmakla meşgulüz, geleceği “kurmak” diye bir derdimiz de, kaygımız da, geleceği kuracak ufkumuz da, derûnî nefesimiz de yok. Yok; çünkü güçlü bir tarih tasavvuru veya zaman-mekân felsefesi olmadan gün’ü kurtarma ayartısından kurtulmamız pek mümkün görünmüyor.
Geleceği kurmak, geleceği kendi ellerimize alabilecek epistemolojik ve ontolojik bir yerde durabilmekle mümkün. Zaman oku’nu en uzak noktaya ulaşacak kadar geçmiş ve gelecek zamanları ihata edecek kadar gerebilmekle.
“Kurmak” eylemi, her ne kadar kurmaca bir duruma işaret ediyor ve pek de sevimli olmayan bir eylemi ifade ediyor olsa da, geleceğe bugünden yol alınabilmesinden söz ediyorum burada.
Geleceğe bugünden yol almak, gün’ü kurtarma eyleminin ayartısından kurtulmakla mümkün.
Siyaset, gün’ü kurtaran, gün’ü kurtarmaya yarayan ziyadesiyle ayartıcı, “pornografik” (yani insanın düşünme ve duyma melekelerini iptal eden, baştançıkarıcı) bir araç.
ARAÇLARLA AMAÇLARI KARIŞTIRMAMAK!
Araç’lar amaçların önüne geçtiği zaman, zaman idraki ve ufku daralır ve çöker insanın. Araçların amaçların önüne geçtiği –dolayısıyla amaçlarını yitiren– insanlar veya toplumlar için, bügün, tek zaman; burası, yegâne mekândır. Dolayısıyla tam anlamıyla bir ağ’dır bugün ve burası onlar için. Yalnızca amaçlarını yitirmeyen insanlar veya toplumlar, bugün’ü geçmiş’le gelecek arasında bir ağ değil, bir bağ olarak görebilirler. Ontolojileri zamanları ve mekânları aşar, gelecekten de ötelere, ötelerin ötesine taşar.
Siyaset, –hele de günümüzde– sadece gün’ü kurtarma aracı. Ama böyle olduğu için de insanı, hayatı ve hakikati yitirme ve bitirme aygıtı!
Geleceği kurmak, bizi buraya hapseden, bugüne mahkûm eden siyaset’ten, günü kurtarma kaygısından kurtulmakla imkân dâhiline girebilir.
Geleceği siyasetle kuramayız. Siyaset, siyasetin dar ontolojisi, bizim bir dünya kurmamıza izin vermez; siyasetle yapabileceğimiz en iyi, en güzel şey, kurulmuş bir dünyayı korumak olabilir ancak. Çünkü siyaset kurucu bir kaynak değil, koruyucu bir barınaktır.
Bu, siyaseti küçümsememiz anlamına gelmez, gelmemeli. Geleceği, siyasetle değil fikir’le, eğitim’le, kültür’le, sanat’la kurabiliriz. Bizi köklere götürecek, oradan göklere ulaştıracak ufku, fikir, eğitim, kültür, sanat sunabilir bize.
İki asırdır, araçları amaçların önüne geçirdiğimizi, bize amaçları verecek fikir’i, eğitim’i, kültür’ü ve sanat’ı ihmal ettiğimizi görebilir de, köklere inmeden göklere yükselemeyeceğimizi idrak edebilirsek, ancak o zaman, geleceğimizi kendi ellerimize alacak, gün’ü kurtarma ayartısından kurtularak geleceği kurma yolculuğuna çıkacak, derin nefes alacak öncü kuşakları yetiştirmekten başka çıkış yolu’nun olmadığını kavrayabiliriz.
Vesselâm.Yunanistan’a yapılan askerî yığınağa ve ABD-Rus kıskacına dikkat!
Yusuf Kaplan
8/11/2021 Pazartesi
Birleşmiş Milletler’e (BM) yöneltilen eleştirilere Rusya Devlet Başkanı Putin’in verdiği cevap ilginçti; İkinci Paylaşım Savaşı’nın galiplerinin kurduğu bir düzen’in ve kurumlarının hâlen cârî olduğunu söyledi Putin ve müesses küresel sistemin ve müesseselerinin eleştirilmesinin tehlikeli olduğuna dikkat çekti.
Putin’den beklenmeyecek bir tepki miydi bu?
Uluslararası ilişkileri Kissenger, Brzezinski etkisiyle düzmantık
okuyanlar için evet; ama derinlemesine okuyabilenler için, elbette ki, hayır!
TÜRKİYE’YE KARŞI KÜRESEL SİSTEMİN LORDLARI!
Yaklaşık bir asırdır küre üzerinde cârî ve hâkim bir küresel sistem var.
Birinci Paylaşım Savaşı’nda dışarıdan / Batı dışından gelen Osmanlı gibi büyük bir tehlikeyi, ardından İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra ise Almanya gibi Avrupa uygarlığı içinden gelen tehdidi ortadan kaldıran gâliplerin kurduğu bir düzen ve düzenek dünyaya çeki düzen veriyor...
İki Paylaşım Savaşı›nın galipleri kimlerdi?
İngilizler, Amerikalılar, Ruslar, Çinliler ve Fransızlar mı? Görünüşte evet ama gerçekte hayır.
Birinci Paylaşım Savaşı’nın tek gerçek galibi İngilizlerdi. İkinci Paylaşım Savaşı’nın tek gerçek galibi ise “Amerikalılar”! Siz burada benim “Amerikalılar” diye yazdığıma bakmayın, onu, “Yahudiler” diye okuyun.
Birinci Paylaşım Savaşı’nda İngilizler önaldılar ama İkinci Paylaşım Savaşı’nda Yahudiler, bunun intikamını fena aldılar İngilizlerden ve Almanya, Çin ve Rusya’ya derinlemesine yerleştiler! Bu ülkelerin ekonomileri, Yahudi gücünün kontrolünde! İstihbaratları da, kesmen de olsa devlet aygıtları da hâkezâ!
Çin’in gelişi, bu güçlerin -ulusal- güçlerini dengeleyebilir muhtemelen ama Çin’de hem Yahudi gücü hem de İngilizler kıyasıya bir hâkimiyet savaşı veriyor birbirleriyle alttan alta!
Çin, küresel sisteme yerleştikçe, Çin’e nüfûz eden Yahudi gücünü bertaraf etmeye çalışacaktır ama ne kadar başarılı olabilir bu konuda, çok kuşkuluyum.
Çin, çok acımasız gelecek olsa da, Çin’in gelişi hem Yahudi gücü hem de İngilizlerin denetiminde kontrollü bir geliş olabilir. En azından belli bir süre. Meselâ yarım asır kadar. Ama yarım asır içinde ortada Çin kalır mı, Çin’in beşbin yıllık kültüründen eser kalır mı, çok emin değilim doğrusu.
Buradan geleceğim nokta Türkiye açısından hayatî önemi hâiz bir nokta: Rusya ile ilişkilerimiz elbette çok önemli bir stratejik dengeleme ilkesi üzerinden kuruldu ve iyi de gidiyor her şeye rağmen.
Fakat bendeniz Rusya’ya karşı her zaman temkinli, ihtiyatlı olmamız gerektiğini düşünüyorum. Ruslarla Amerikalıların gizli ittifak yapmış olma ihtimalleri çok fazla!
Şu an yani İkinci Paylaşım Savaşı’ndan bu yana küresel sistemin sahibi, Yahudi gücüdür! Özellikle beyni, parası, medya ve silah endüstrisine hâkim olmasıyla Amerika’daki Yahudi gücü!
Yahudi gücü, Amerika’ya yerleşti kesinkes bir asırdır; dahası Çin, Rusya ve Almanya’daki derin devletleri de kontrol ediyor!
Türkiye’nin derin devletini konuşan yok artık! Ne oldu bu ülkedeki derin devlete? Buharlaştı mı? Hayır! Geri çekildi gibi, daha güçlü geri gelebilmek için belki de! Türkiye’deki cirmi küçük ama etkisi çok büyük “devşirme şebeke”, Türkiye’nin eğitimden kültüre, sanattan hâriciyeye kadar bütün kritik kurumlarına hâkim!
TÜRKİYE, TEYAKKUZDA OLMALI!
Yazıyı, ABD ve Fransa’nın Yunanistan’ı inanılmaz şekilde silahlandırmaları gibi tehlikeli bir yönelime odaklamak istiyorum: İki önemli NATO ülkesinin Türkiye’nin 45 km ötesinde Dedeağaç’a büyük askerî yığınak yapmaları, aslâ gözardı edilecek, geçiştirilecek bir durum değildir!
ABD’den yapılan açıklamada Rus tehdidine karşı böyle bir tahkimat yapıldığı söylendi! Külliyen yalan ve hedef saptıran bir açıklama bu!
Hedef, Rusya filan değil, Türkiye’dir!
Ve daha ürpertici beklenmedik gelişme de şu olabilir: Eğer Türkiye -ekonomik veya siyasî olarak- zor duruma düşerse, Ruslar, Türkiye’yi “arkadan vuracak” adımlardan çekinmeyebilir! Zor gibi gözüküyor ama ben öyle düşünmüyorum: ABD derin devletine de, Rus derin devletine de hâkim olan, yön veren gizil güç, Türkiye ile görünüşte dost gibi görünüyorsa da, gerçekte ilk büyük zaaf anında Türkiye’yi arkadan vurmaktan çekinmeyecektir!
Ruslar ve Amerikalıların bu derin gizil gücün direktifleri doğrultusunda Türkiye’ye karşı gizli ittifak yapma ihtimallerinin çok yüksek olduğu yakıcı gerçeğini aslâ unutmamamız gerektiğini hatırlatmak istiyorum.
Osmanlı’nın böylesi bir tuzakla savaşa girdirilip tarihten silinme sürecinin başlatıldığını anımsatarak her tür gizli ittifaka veya kıskaca alınma tuzağına karşı dikkatli, teyakkuzda olmamız gerekiyor. Vesselâm.
İslâm antropolojisinin kaynağı olarak din ve şeriat ya da pınar, ırmak ve umman
Yusuf Kaplan
12/11/2021 Cuma
Önce şu: Türkiye’de, “şeriat” denilince tüyleri diken diken olan tuhaf insanlar var! Sadece Türkiye’de var bu tür tuhaf insanlar. Şeriat denilince, el kesmeyi, kafa koparmayı anlıyor bu tuhaf insanlar medyatik algının kurbanları oldukları için.
Şeriat’ın ne olduğu, ne demek olduğu sadece Türkiye’de bilinmiyor!
Şeriat, hayatın, hakkın, hukukun, insanca ve hakça yaşamanın ve yaşatmanın ve yol haritası oysa. Osmanlı bunun en çarpıcı örneği: 6 asırda iki kişinin eli kesiliyor sadece!
Bu kadar yeter aslında ama yetmiyor.
Biraz entelektüel ufuk çizmemiz gerekiyor bu konuda kafası karışıklar için!
EZBERLERİNİ DİN HÂLİNE GETİREN HİLKAT GARİBELERİ ÜLKESİ
Türkiye’deki şeriat algısı, İslâm’la savaş stratejisi bir ürünü olarak geliştirilen İslamofobi gibi en ürpertici küresel nefret söyleminin Türkiye’de de aynen karşılık bulmasının bir ürünü aynı zamanda.
Ama şu daha doğru galiba: İslamofobi, dünyanın hiçbir yerinde Türkiye’de olduğu kadar iğrenç ve ilkel nitelikler ve boyutlar kazanabilmiş değil. Şeriat’ın şeytanlaştırılması Türkiye’deki İslamofobinin gayr-ı meşrû çocuğudur.
Türkiye’nin yaşadığı kaba, anakronik, sığ laiklik anlayışı, İslâm’ı hayatın her alanından uzaklaştırmakla kalmadı; dünyada eşi benzeri olmayan sığ, ilkel bir İslamofobi biçiminin de tohumlarını ekti.
Sonuçta, İslâm’la ilişkileri sadece ezberlere dayalı, ezberlerini din haline getiren, şeriattan da, İslâm’dan da zırnık kadar anlamadığı hâlde nefret eden acınası bir entelijansiya zuhûr etti.
Oysa şeriat, hayatın ve hakikatin, tabiatın ve insanın korunmasının yegane sigortasıdır gerçek anlamda Müslüman bir toplumda. Türkiye’deki jakoben, tepeden, zorla montelenen laikçilik uygulamasının, henüz tam anlamıyla kök salmadığı 1970’li yıllarda, Uğur Dündar”ın yaptığı bir program bütün Türkiye’yi hayretler içinde bırakmaya yetmişti: Doğu’da bir ilçemizde Vanda’da hiç hırsızlık vakasına yaşanmadığını ağzı açık bir dille anlatmıştı Uğur Dündar.
Gerçek anlamda Müslüman toplumda hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet olmaz: Eğer oluyorsa orada İslâm’ın, bizzat özde değil sözde Müslümanlar eliyle öldürüldüğüne hükmedilir.
Şu kadarını söylemekle yetineyim bu giriş faslında: Türkiye’de ezberlerini, saplantılarını din haline getiren, icat ettikleri bu hayalî dinin gerçek olduğuna inanan ve bütün bir toplumu, İslâm’ı ve şeriatı bu sahte dinle yargılamaktan çekinmeyen bir hilkat garibesi tipi var. Dünyada bir benzeri var mıdır bu tipin, bilmiyorum.
PINAR, IRMAK VE UMMAN
Din, hakikatin kaynağıdır; şeriat ise hayatın. Hakikatin hayat olmasının; hakikatin izinin sürülmesinin menbaı.
Şeriat’ın sözlük anlamı, «su içmek veya su getirmek için girilen açık ve düzgün yol”dur. Şeriat’ın terminolojik / ıstılâhî anlamı ise, “insanın susuzluğunu gidermek, saadete erişmek için günlük hayatının her safhasında tutması gereken yol”dur.
O hâlde şöyle bir cümle kurabiliriz: Din, pınardır; şeriat ise pınardan akan ırmak. Irmak ne kadar gürül gürül akarsa, din de o kadar muhkem bir şekilde hayat bulur, hayat olur ve hayat sunar insanlığa ve bütün varlığa.
Aslolan umman’a ulaşabilmektir: Umman, hakikatin hazinelerinin gizli olduğu yer’dir çünkü: Hakikatin hayatlaşan, olgunlaşan leziz meyvelerinin tadıldığı hakikat ufku. Hakikatin sırlarının anlaşıldığı, hayatın sınırlarının aşıldığı, hakikatin hayatına ve hayatın hakikatine ulaşıldığı sonsuzluk yurdu.
Allah’ın (cc) Hayy ism-i şerîfi, hayatta, -kâinâtın ve insanın hayatında- şeriatla tecellî eder: Hayat’ın kaynağı Hayy’dır çünkü.
Hayat keşfedilmemiş kıtalar yurdudur: Hakikatin şifrelerinin şifrelendiği keşfedilmeyi bekleyen uçsuz bucaksız bir kıtalar hazinesi.
İşte hakikatin şifrelerini deşifre edecek, açacak, birer birer önümüze serecek anahtardır şeriat.
Şeriat, hakikatin hayatlaşmasıdır. Hayatlaşamayan hakikat, bayatlamaktan ve yok olmaktan kurtulamaz.
Hakikatin hayatlaşması, üç aşamalı bir süreçtir: Hakikatin hayat bulması (Mekke süreci), hayat olması (medine süreci) ve hayat sunması (medeniyet süreci).
Özetle: Din’siz şeriat ruhsuzdur. Şeriat’sız din ise hayatsızdır, bayat’tır; kurumaya ve çoraklaşmaya, kokuşmaya ve yozlaşmaya, yolunu şaşırmaya ve azmanlaşmaya; sonuçta, ruhsuzlaşmaya, çölleşmeye ve ölmeye mahkûmdur.Türkiye kuşatılıyor ama zekice meydan okumalarını sürdürmeli!
Yusuf Kaplan
14/11/2021 Pazar
ABD, Yunanistan’a askerî yığınak yapıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu durumu “ABD Yunanistan’ı neredeyse üs hâline getiriyor!” diyerek, ne yapılmak istendiğini bildiklerini deşifre eden ironik bir dille özetliyor.
YAHUDİ GÜCÜNÜN GÜCÜ
ABD’nin bu patavatsızlığı yetmiyormuş gibi, Fransa, Yunanistan’a muazzam ölçüde nükleer silah satıyor!
Fransa, burada gerçek aktör değil, figürandır! Almanya’nın palyaçosu!
Avrupa’nın sahibi Fransa değil, Almanya çünkü!
Almanya’nın herhangi bir yere büyük ölçekli silahlar satması ve askerî yığınak yapması “resmen yasak”! Küresel sisteme hâkim olan güç, Almanya’nın elini kolunu bağlamış durumda bu konuda! Almanya’nın bu anlamda bağımsız olmadığını söyleyeceğim: Hem ekonomisi hem de istihbaratı Yahudi gücünün kontrolünde Almanya’nın!
Yunanistan üzerinden Türkiye’yi kuşatan, köşeye sıkıştırmaya çalışan aslında Fransa değil, Almanya’dır! Almanya’nın kendisi doğrudan büyük bir askerî adım atamayacağı için Almanya’nın yerine Fransa’nın harekete geçirildiğini düşünüyorum.
ABD’nin de, Fransa üzerinden Almanya’nın da, dolayısıyla Avrupa’nın da Yunanistan’ı silah deposuna dönüştürerek askerî üs hâline getirmesini sağlayan “görünmeyen güç” Yahudi gücüdür! Münhasıran İsrail’in adım adım bölgeye yerleşmesini sağlayan Yahudi gücü.
Önce askerî olarak, sonra ekonomik olarak şimdi de siyasî ve stratejik olarak özelde İsrail, genelde Yahudi gücü, Türkiye’yi bu kez Ege’den kuşatmaya çalışıyor!
Türkiye’nin en büyük düşmanı Yahudi gücüdür! “Yahudi gücü” ifadesiyle sadece İsrail’i değil, küresel sisteme hâkim olan, Yahudilerin güdümündeki güçleri kastediyorum.
TÜRKİYE’NİN İÇERİDEN KUŞATILMASI
Başka türlü ifade etmek gerekirse… Küresel sistemin lordları, Türkiye’yi önce içerden kuşattı bir asır öncesinde.
Türkiye’nin içerden kuşatılması süreci bir asırdır başarıyla devam ediyor: Türkiye’nin boynuna laiklik prangası geçirilerek İslâmî ruhkökleri zayıflatılmaya hatta kurutulmaya çalışılıyor, direnç noktaları birer birer kırılıyor, direnme iradesi yok ediliyor!
Türkiye’nin içeriden kuşatılmasına müdahale etmesinin en etkili yollarından biri, dışarıdan yarma harekâtları gerçekleştirmesi, dış politikada büyük adımlar atması!
Türkiye dışarıdan dolanarak içeriden kuşatılmaya müdahale edebilir ancak! Kale içeriden ele geçirildiği için, içeriden işgalin, Türkiye’nin zihnen işgal edilmesinin, kısacası, celladına âşık edilmesinin önüne ancak dışarıdan geliştirilecek başarılı yarma harekâtlarıyla geçebiliriz.
Türkiye’nin kendine özgü böyle bir sorunu, trajikomik bir açmazı var, ne yazık ki!
İçeriden gerçekleştirilecek bütün İslâmî ruh köklerimizi diriltmeye dönük girişimler, ülke kaosa sürükleme tehlikesinin eşiğine itilerek sabote ediliyor!
TÜRKİYE’NİN DIŞARIDAN KUŞATILMASI VE YARMA HAREKÂTLARI
Yüzyıllık bu içeriden kuşatmanın dışında son çeyrek asırda Türkiye’nin dışarıdan ilkin Irak, ardından Suriye ve sonra da Doğu Akdeniz ve Adalar üzerinden kuşatılması söz konusu oldu.
Türkiye bu çeyrek asırlık kuşatmaları “Mavi Vatan” konseptiyle, denizcilikteki atılımlarıyla, İHA›lar SİHA’la denediği uçak sanayisindeki çığır açıcı, düşmana korku salıcı meydan okumalarıyla yarmaya çalışıyor…
Dahası Türkiye, Libya’da inisiyatifi eline alıyor…
Afrika açılımını aksatmadan sürdürüyor…
Ve son olarak da Türk cumhuriyetleriyle bir şekilde birlikte hareket edilecek bir çatı kuruluşu inşa edilerek Türk Devletleri Teşkilatı başlıklı tarihî bir oluşuma gidiliyor…
Nerede?
Yassıada’da!
YASSIADA’DAN MEYDAN OKUMAK!
Evet, neden Yassıada seçildi bu büyük meydan okumanın mekânı olarak, peki?
Türkiye’nin küresel sisteme karşı bağımsızlaşma hamlelerinden birini, hatta ilkini gerçekleştiren rahmetli Menderes’in yargılandığı, idam sehpasına gönderildiği ve bugün Özgürlük Adası olarak adlandırılan Yassıada’da gerçekleştirmesi Türkiye’yi kuşatan bütün emperyalistlere verilen tokat gibi bir cevap ve meydan okumadır!
Bu yazıyı Yassıada’dan yazıyorum. Gençlik ve Spor Bakanlığı müdürlerinden Durmuş Can Bey kardeşimle 200 kadar genç kardeşimizle ziyarete geldiğimiz Özgürlük Adası’ndan!
Küresel sistem, ister ABD üzerinden olsun, ister Fransa üzerinden olsun, Türkiye’yi bu kez Ege’den de kuşatarak dört bir taraftan kıskaca aldığını düşünüyor ama bizim elimiz de nal toplamıyor tabii ki!
Türkiye, her şeye rağmen bu kuşatmalara karşı daima teyakkuz halinde olmalı.
Ama küresel sistemin lordlarına karşı meydan okuyacak, oyunlarını zekice püskürtecek büyük hamleler geliştirmekten de aslâ geri durmamalı!
ABD’nin de, Fransa’nın da, kukla Yunanistan’ın da, en büyük kuklacı Yahudi gücünün de hayal kırıklığına uğratılmasının yolu, derin nefes alarak, derinlemesine düşünerek geliştireceğimiz uzun soluklu, büyük meydan okumalardan geçiyor zira.
Vesselâm.…
|
Bugün 73 ziyaretçi (132 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|