ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Sual: Allah’a iman ne demektir? CEVAP İmanın birinci şartı, Allah’a imandır. Amentü’deki, (billahi) ifadesi, Allahü teâlânın varlığına, birliğine inanmayı, iman etmeyi bildirmektedir.
Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Yerde ve göklerde bulunan bütün varlıkları, maddeleri, cisimleri, özellikleri, olayları, kuvvetleri, kanunları, bağlantıları yaratan, yalnız Odur. Ondan başka yaratıcı yoktur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Her şeyi yaratan Allah’tır.) [Zümer 62]
(Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.) [Saffat 96]
(Her şeyin yaratıcısı olan Rabbiniz Allah’tır.) [Mümin 62]
(Allah her şeyin yaratıcısıdır. O birdir.) [Rad 16]
(Her şeyi O yaratmıştır.) [Enam 101]
(Yaratmak Ona mahsustur.) [Araf 54] Allahü teâlâ birdir, Ondan başka ilah yoktur. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(İlahınız bir tek ilahtır. Ondan başka ilah yoktur.) [Bekara 163]
(Allah’tan başka ilah yoktur.) [Bekara 255, Al-i İmran 2, Nisa 87, Taha 8, Tegabün 13]
(Ondan başka ilah yoktur.) [Al-i İmran 6,18, Enam 102, Tevbe 31, Hud 14, Rad 30, Müminun 116, Kasas 88, Fatır 3, Zümer 6, Mümin 3,62,65, Müzzemmil 9]
(Tanrı üçtür demeyin! Allah, ancak bir tek ilahtır.) [Nisa 171]
(O ancak bir tek ilahtır.) [Enam 19]
(İlahınız tek bir ilahtır.) [Nahl 22]
(İlahınız birdir.) [Saffat 4]
(O Allah birdir.) [Zümer 4]
(O Allah tektir.) [İhlas 1]
(İki ilah edinmeyin, O ancak bir ilahtır. O halde yalnız benden korkun.) [Nahl 51]
(Sizin ilahınız, elbette kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır.)[Taha 98]
(Ey Resulüm, senden önceki her peygambere, "Benden başka ilah yoktur. Bana kulluk edin" diye vahyettik.) [Enbiya 25]
Allah’ı tanımak Sual: Allah’ı tanıyan kurtulur deniyor. Çoğu, Allah diyor, dua ediyor. Allah’ı tanımak ne demektir? CEVAP Allah demekle, dua etmekle, tanınmış olmaz. Mesela, ehl-i kitap da Allah diyor veya vehhabiler, hâşâ Allah göktedir diyorlar. Bazı kimseler de, tabiatı yaratıcı bilip, sıkışınca Allah diyorlar. Allahü teâlânın tek yaratıcı ve mutlak kudret sahibi olduğuna inanmıyorlar. Bunlar Allah’ı tanımış olmuyorlar.
Tanımak, Amentü’deki altı esasa dinimizin bildirdiği şekilde inanmakla olur. Tanımak, sevmek ve itaat etmektir. Onun emir ve yasaklarına meydan okuyan, inkâr eden, tanımış olmaz. Söz dinlemeyenin, mesela namaz kılmayanın Allah’ı tanıyorum demesi, yalancılık olur.
Allah'ın birliğini ispat
Sual: Allahü teâlâ bir olduğunu Kur'an-ı kerimde bildirmiş midir? CEVAP Defalarca bildirmiştir. Birkaçı şöyle: (İlahınız bir tek ilahtır. Ondan başka ilah yoktur.) [Bekara 163]
(Allah’tan başka ilah yoktur.) [Bekara 255, Al-i İmran 2, Nisa 87, Taha 8, Tegabün 13]
(Ondan başka ilah yoktur.) [A.İmran 6,18, Enam 102, Tevbe 31, Hud 14, Rad 30, Müminun 116, Kasas 88, Fatır 3, Zümer 6, Mümin 3,62,65, Müzzemmil 9]
(Tanrı üçtür demeyin! Allah, ancak bir tek ilahtır.) [Nisa 171]
(O ancak bir tek ilahtır.) [Enam 19]
(İlahınız tek bir ilahtır.) [Nahl 22]
(İki ilah edinmeyin, O ancak bir ilahtır. O halde yalnız benden korkun.) [Nahl 51]
(Allah’tan başka ilahlar olsaydı, bu ilahlar, Arşın sahibi Allah’a elbette bir yol ararlardı. İlahlıkta ortaklık olmaz. Onun için, Allah ile savaşıp Onu yok etmeye çalışırlardı.) [İsra 42]
(Allah’tan başka ilah olsaydı, her ilah, kendi yarattığını idare eder, bir gün elbette biri diğerlerine galip gelirdi. Allah, onların vasfettiklerinden münezzehtir.) [Müminun 91]
(Sizin ilahınız, elbette kendisinden başka ilah olmayan Allah’tır.)[Taha 98]
(Allah’tan başka, yerde-gökte ilahlar olsaydı, yerin-göğün nizamı bozulurdu. Arşın rabbi olan Allah, onların vasfettiklerinden münezzehtir, Allah’tan başka ilah yoktur.) [Enbiya 22]
(Ey Resulüm, senden önceki her peygambere, "Benden başka ilah yoktur. Bana kulluk edin" diye vahyettik.) [Enbiya 25]
(Allah her şeyin yaratıcısıdır. O birdir.) [Rad 16]
(Her şeyi O yaratmıştır.) [Enam 101]
(Yaratmak Ona mahsustur.) [Araf 54]
(İlahınız birdir.) [Saffat 4]
(O Allah birdir.) [Zümer 4]
(O Allah tektir.) [İhlas 1]
Birliğini ispat
Sual: Allahü teâlânın birliği nasıl ispat edilebilir? CEVAP Allahü teâlânın varlığı ve birliği, ilmî ve aklî yollar ile de ispat edilmiştir. Kelam âlimleri, aklî yollarla eseri görüp, müessirin [buna tesir eden, bunu yapanın] var olduğunu bildirmişlerdir. Hukema, yani fen bilgilerine de vakıf olan hikmet ehli âlimler ise, ilmî usule göre, müessirin kudretini görerek, her şeyi bunun yaptığını bildirmişlerdir. Allahü teâlânın var ve bir olduğunu gösteren delillerden bazıları şöyledir:
1- Bir âyet-i kerime meali: (Eğer yer ile gökte, Allah’tan başka ilahlar olsaydı, bunlardaki nizam bozulur, karma karışık olurdu.) [Enbiya 22]
Bu âyet-i kerimenin işareti kâinatın yaratıcısının iki olduğu farz edilse, bu iki yaratıcının işleri, birbirinden, ya farklı veya aynı olur. Birbirinden farklı olursa, âlem bozulur. Yani gökler ve yerin bu özel düzeninden çıkmasını ve yok olmasını veya birbirine zıt şeylerin aynı anda bir araya toplanmasını gerektirir. Mesela, iki ilahtan birisi, bir insanın hareketini, diğeri de o anda hareket etmeyip oturmasını dilese, ilah oldukları için kudretleri o insana tesir edince, iki zıttın birleşmesini gerektirir. Bu ise, mümkün değildir. Çünkü, iki zıt şeyin, aynı anda bir araya gelmesi, mümkün değildir. Yani, o insan, aynı anda hem hareketli, hem hareketsiz olamaz. Ya hareketlidir veya hareketsizdir.
İki ilahın bir konudaki işi farklı olursa, birisi bu iş şöyle olsun, öteki de hayır böyle olsun derse, o işte ikisinden birisinin istediği olursa ikisinden birisinin âcizliğini gösterir. Âcizlik ise, sonradan olma, yani yaratılma alametidir. Bu ise, ilahlığa yakışmaz. Sonradan yaratılan ilah olamaz.
2- Kâinatın yaratıcısının hâşâ iki olduğu farz olunsa, ikisinden biri, dilediğini yapmakta ya kâfi olur veya olmaz. Birisi, yaratıcı olarak, dilediğini yapmakta kâfi ise, ikinci ilahın gereksiz ve fazla olması gerekir. Bu ise, noksanlıktır. Noksan olan ise, ilah olamaz. Eğer ikinci ilah, dilediğini yapmakta kâfi gelirse, birinci ilahın yok olması veya atıl olması gerekir. Atıl olan, ilah olur mu hiç? Atıl, iş yapmaz, işe yaramaz demektir.
3- İki ilah olduğu farz edilse, ya birbirine muhtaçtır, ya değildir. Yahut biri diğerine muhtaç olup, diğeri ona muhtaç değildir. Eğer ikisi birbirine muhtaç ise, ikisinin de noksan olması gerekir. Noksan olan ise, ilah olamaz. İkisi birbirine muhtaç değilse, ikisi de ilah olamaz. Her biri, diğerine göre, fazla ve lüzumsuzdur. Bu da, ilahlık vasfına zıttır. Çünkü ilah, her şeyin kendisine, her an muhtaç olduğu ve her şeye kâfi olan bir varlık olup, buna ihtiyaç duyulmaması olamaz. Biri diğerine muhtaç ise, muhtaç olan ilah olamaz. Sadece muhtaç olmayanın ilah olması yani ilahın bir olması lazım gelir.
Bu âlemin mutlak bir yaratıcısı vardır. O, bu âlemi yaratmayı dilemiş ve yaratmıştır. Eğer o dilemeseydi, yaratmasaydı hiçbir şey var olamazdı. Hiçbir şey, kendi kendine var olamaz. Her şeyi mutlak bir yaratan vardır. Kalem, kendi kendine yazmaz. Yazması için, mutlaka bir sebep lazımdır. Bu sebep ise, herkesin bildiği gibi, katiptir. Katipsiz kalemin yazması nasıl mümkün değil ise, bir yaratıcı olmadan, âlemin var olması da, mümkün değildir.
4- Yaratıcının iki olduğu farz olunsa, onlardan biri, bir kimsenin kalkmasını dilediği anda, diğerinin de, onun oturmasını dilediğini farz edelim. O kimsenin hem kalkması, hem de oturması mümkündür. Fakat, iki ilahın iradeleri aynı anda hasıl olunca, o kimsenin aynı anda hem oturması, hem de kalkması gerekir. Bu ise, iki zıt şeyi birleştirmek olduğundan imkansızdır. Eğer, sadece birinin dilediği hasıl olursa, diğerinin âciz olması lazım gelir. İlahın âciz olması muhaldir. Çünkü âcizlik, mahluklarda bulunur. Mahluk olanın ise, ezelde var olması muhaldir. Ezeli âcizlik muhal olduğu gibi, ilahın âciz ve hadis olması da muhaldir. Eğer, diğer ilah için, o kimsenin oturmasını irade etmek mümkün olmaz ise, ikisinden biri, diğerinin iradesine mani olduğundan âciz olmuş olur. Âciz olan ise, ilah olamaz.
Âlemde mevcut olan varlıklar, kendi kendilerine var ve yok olamazlar. Onlara bir tesir eden, yani onları bir yaratan vardır. Madem ki, âlemler ve âlemlerde mahluklar vardır. Öyle ise, âlemleri ve âlemde olan mahlukları bir yaratan vardır. Mahlukların var olması, bu yaratıcının varlığına bir delildir ki, bu yaratıcı Allahü teâlâdır. Âlemdeki mahlukların sıfatları vardır. O halde onları yaratan Allahü teâlâda da bu sıfatlar vardır.
Kâinatta hiçbir şey yok idi. Hepsini Allahü teâlâ yarattı. Hepsi mahluktur. Yani, yok iken var olabilir ve var iken de yok olabilir ve yok iken var olmuştur. (Allahü teâlâ var idi. Hiçbir şey yok idi) hadis-i şerifi, bunu bildiriyor.
Âlemin hadis olduğunu gösteren diğer bir delil de, âlemin her zaman bozularak değişmesidir. Her şey değişmektedir. Kadim olan şey ise, hiç değişmez. Allahü teâlânın zatı ve sıfatları böyledir. Bunlar hiç değişmez. Halbuki âlemde, fizik olaylarında, maddelerin hâl değiştirmesi oluyor. Kimya reaksiyonlarında, maddelerin özü, yapısı değişiyor. Cisimlerin yok olarak, başka cisimlere döndüğünü görüyoruz. Bugün yeni bilinen atom değişmelerinde ve çekirdek reaksiyonlarında, madde, element de yok oluyor. Enerjiye dönüyor. Âlemlerin, maddelerin böyle değişmeleri, birbirlerinden hasıl olmaları, sonsuzdan gelemez. Bir başlangıcı olması, yoktan var edilmiş olan ilk maddelerden, elementlerden hasıl olmaları gerekir.
Âlemin mümkün olduğuna, yani yok iken var olabileceğine başka bir delil de, âlemin hadis olmasıdır. Yani her şeyin yok iken var olduklarını görüyoruz. Cisimler yok oluyor. Bunlardan, başka cisimler meydana geliyor. Ancak, son kimya bilgimize göre, yüz beş madde, kimya reaksiyonlarında, hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor. Radyoaktif olaylar, elementlerin, hatta atomların da yok olduklarını, maddenin enerjiye döndüğünü ispat etmiştir. Hatta Alman fizikçisi Einstein, bu değişmenin matematik formülünü ortaya koymuştur.
Cisimlerin durmadan değişmeleri, birbirlerinden hasıl olmaları, sonsuzdan gelerek değildir. Böyle gelmiş, böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır demektir. Hiçbir şey yok iken, hepsi sonradan yoktan yaratılmıştır demektir. İlk, birinci olarak maddeler yoktan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hasıl olmaları, sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu âlemin yok olması lazım olurdu. Çünkü, âlemin sonsuz öncelerde birbirlerinden var olabilmesi için, bunu meydana getiren maddelerin daha önce var olmaları, bunların da var olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lazım olacaktır. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var olmayacaktır. Sonsuz önce demek, bir başlangıcı yok demektir. Sonsuz öncelerde yoktan var olmak demek, ilk yani başlangıç olan bir varlık yok demektir. İlk, birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Her şeyin her zaman yok olması lazım gelir. Her birinin var olması için, bir öncekinin var olması lazım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. Hepsinin yok olmaları lazım olur.
Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak gelmediğini, yoktan var edilmiş bir ilk varlığın bulunduğunu göstermektedir. Âlemin yoktan var edilmiş olduğuna, o ilk yaratıktan hasıl ola ola, bugünkü âlemin var olduğuna inanmak gerekir.
Var olan şey ikidir: Biri, yok iken, sonradan var olan (yaratık), ikincisi hep var olan (Vacib)dir. Eğer var olan yalnız yaratık olsaydı ve vacib-ül-vücud bulunmasaydı, hiçbir şey var olamazdı. Çünkü, yok iken var olmak, bir değişikliktir, bir olaydır. Fizik bilgimize göre, her cisimde bir olay olması için, bu cisme dışardan bir kuvvetin tesir etmesi, bu kuvvet kaynağının, bu cisimden önce var olması lazımdır. Bunun için, mahluk olan, kendi kendine yoktan var olamaz ve varlıkta duramaz. Ona bir kuvvet tesir etmeseydi, hep yoklukta kalırdı. Var olamazdı. Kendini var edemeyen, başka mahlukları da elbette yaratamaz. Mahlukları yaratanın, vacib-ül-vücud olması lazımdır. Âlemin var olması, bunu yoktan var eden bir yaratıcının var olduğunu gösteriyor.
Görülüyor ki, sonradan olmayarak ve yaratık olmayarak, yani hep var olarak, bütün yaratıkların tek yaratıcısı, ancak vacib-ül-vücud olan Allahü teâlâdır.
Vacib-ül vücud, varlığı mutlak lazım olan demektir. Varlığı başkasından olmayıp, ancak kendindendir, yani kendi kendine hep vardır demektir. Başkası tarafından yaratılmadı. Eğer böyle olmazsa, yaratık olması, başkası tarafından yaratılması lazım olur. Yaratılan ise ilah olamaz. Farsça’da, (Huda) demek, kendi kendine hep var olucu, yani kadim demektir. (İmam-ı Razi, Kadı Beydavi)
Allahü teâlâ ilah değil mi?
Sual: Bir felsefeci, (İlah diye bir şey yoktur. La ilahe illallah, “İlah yoktur, Allah vardır” demektir) diyor. Böyle söylemek uygun mu? CEVAP Uygun değildir; çünkü Allahü teâlâ, ilahtır. İlah, her şeyi yoktan var eden ve her an varlıkta durduran demektir. (Ş. Nübüvve)
La ilahe illallah demek, ilah yok demek değil, Allah’tan başka ilah yoktur demektir.
La ilahe = ilah yoktur, illallah = ancak Allah vardır diye cümle bölünürse, yukarıdaki gibi yanlış anlaşılır. Kelime kelime değil, cümle olarak ele almak gerekir.
İlah elbette vardır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Yahudiler Allah’ı bırakıp hahamlarını, Hıristiyanlar da rahiplerini ve Meryem oğlu İsa’yı Rab edindiler. Hâlbuki onlara ancak, tek ilaha kulluk etmeleri emrolundu. Ondan başka ilahyoktur.)[Tevbe 31]
(Allah’la birlikte, bir ilah daha tanıma.) [İsra 22]
(De ki: Bana, ilahınızın sadece Allah olduğu vahyedildi.) [Enbiya 108]
Bu âyet-i kerimelerde de, Allahü teâlânın tek ilah olduğu bildirilmektedir.
Ayrıca, her namazda okuduğumuz Sübhaneke’nin sonunda (ve la ilahe gayrüke) deniyor. Buradaki gayrüke, “senden gayrı” demektir.(La ilahe gayrüke) ifadesiyse, (Senden başka ilah yoktur)demektir. Yani, ilah sadece sensin demektir. İlah yok demek, yaratıcı yoktur, Allah yoktur demek olur.
Allah’ı kim yarattı denemez
Sual: (Allah’ı kim yarattı) diyenler oluyor. Yaratıcı yaratık olur mu hiç? CEVAP Elbette yaratan yaratılmış olmaz; çünkü yaratıcı, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, var olmak ve varlıkta durmak için kimseye muhtaç olmayan, demektir. Onu kim yarattı diye sorulursa, bunun sonu gelmez, sonsuza kadar gider. Bu da mümkün olmaz. Hâşâ, Allah’ı birisi yarattı denirse, Allah yaratıcı değil, yaratık yani yaratılmış olur. Yaratık, yani yaratılmış olan ise, yaratıcı olmaz. Bunun için, varlığı kendiliğinden olan ve varlığının başlangıcı olmayan tek bir yaratıcı bulunması gerekir, o da Allahü teâlâdır. İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(Şeytan, "seni kim yarattı" diye vesvese verince, "Allah yarattı" denirse, "Onu kim yarattı" diye, vesvese verir. Kendisine, böyle vesvese gelen kimse, “Ben Allah ve Resulüne iman ettim” desin.) [Buhari]
(Allah’ın yarattığı şeyleri tefekkür edin, ama zâtını tefekkür etmeyin.) [Ebuşşeyh]
Allah’ın yaratma gücünü anlamak için
Sual: Allah’ın varlığına inanmayan bazı kimseler, (Allah her şeye gücü yetiyorsa, kendisi gibi bir ilah veya kaldıramayacağı bir taş yaratabilir mi?) gibi sorular soruyorlar. Cevap verir misiniz? CEVAP Bunlar gibi sorular sorarak güya Müslümanları zor duruma sokmaya çalışıyorlar. Aklı ve ilmi olan kimse için bu soruların cevapları çok basittir.
Kur'an-ı kerimde iki ilah olursa, yerin göğün nizamının bozulacağı bildirilmektedir. (Enbiya22)
Her şeyi yaratmaya gücü yetenin, ikinci bir ilaha ihtiyacı olmaz. İki veya daha çok ilah olunca arada anlaşmazlıklar çıkar. İki başlı idare yürümez. İki amir olmaz. İnsanlar bile tecrübeleriyle bunu tespit edip, veciz sözlerle itiraf etmişlerdir. Bu konudaki atasözlerinden bazıları şöyledir:
Bir küllükte bir horoz olur.
Bir gemide iki kaptan olmaz.
Bir gemiyi iki kaptan batırır.
Bir tahta iki padişah sığışmaz. İki karılı ev süpürülmeden kalır.
İki aslan bir posta sığmaz.
İki cambaz bir ipte oynamaz.
Dokuz derviş bir kilimde uyur da, iki padişah bir iklime sığmaz.
Allah’ın yaratma gücünü anlamak için Allahü teâlâyı ve bütün sıfatlarını iyi bilmek gerekir. Allahü teâlânın kıdem sıfatı da vardır. Yani evveli yoktur, yaratık, yani mahlûk değildir. Allah’ın yarattığı her şey mahlûk olur. (Allah, evveli olmayan, yani kıdem sıfatlı bir varlık, yani bir ilah yaratabilir mi?) demek tenakuz [çelişki] olur. Yaratılan şey yaratıktır, mahlûktur. (Bir şey yarat ki, mahlûk olmasın!) denmez. Çünkü yaratılan şey mahlûk olur. Mahlûk olan şey de yaratıcı olmaz. Onun için, (Allah kendisi gibi yaratıcı olan bir ilah yaratabilir mi?) sözü, mantıksız, çelişkili bir sözdür.
Her yaratık, bir yaratıcı tarafından yaratıldı gerçeği kabul edilmezse, inanmayan da bu işe cevap veremez. Mesela bir kimse, ben nereden geldim dese, bu sırası ile Hazret-i Âdem’e kadar gider. Ondan sonra, Onun topraktan yaratıldığı, toprağı da Allah’ın yarattığı anlaşılır. İnanmayanların dediği gibi, Allah’ı da başka bir ilah yarattı denirse, bu çok yanlış olur, çünkü bu sefer de onu kim yarattı denir. Onu da bir başkası yarattı denirse, bu sefer peki onu kim yarattı denir. Bu sonsuza kadar böyle sürüp gider, bir netice alınamaz. Her şeyin bir sebebi vardır. Bu sebepleri kendisinin sebebi ve başlangıcı olmayan biri yaratabilir o da Allah’tır.
Allah’ı cisim gibi, insan gibi düşünenler,(Allah kaldıramayacağı taş yaratabilir mi?) diye soruyorlar. Bütün kâinatı bir anda yok edebilir. Hepsini de bir anda yaratabilir. Kur’an-ı kerimde mealen, (Ol dememiz kâfidir) buyuruluyor. Bir taşa ağırlık veren, yer çekimi kuvvetini yaratan Odur. Yer çekimini yaratmasa idi, ağırlık da olmazdı. Yarattığı her şeye hâkimdir, gücünün yetmeyeceği bir şey olmaz. Yarattığı her şeye gücü yeter. Her şeye gücü yetenin gücü yetmediği şey olmaz. Gücü yetmediği bir şey, kaldıramadığı bir taş yaratabilir mi demek mantıksızlık olur.
Farkında olmadan Allah’a inanmak
Sual: Evrende gördüğümüz maddelerin ezeli olması mümkün müdür? CEVAP İslam âlimleri diyor ki: Ezeli olan şey değişmez. Sonradan olan değişir. (bu yüzden kuranı kerime MAHLUK denmez)....Maddenin [elementlerin] fizik ve kimya özellikleri değişmektedir. Demek ki maddeler ezeli değildir. Maddeler, ezelde değişmemiş olsalardı, şimdi de, hiç değişmezdi. Önceden değişmek yoktu, sonradan değişmeler oldu da denilemez. Çünkü, değişmek için, bir kuvvetin tesir etmesi gerekir. Değişmek sonradan başlayınca, kuvvetin de, sonradan var olduğu, ezeli olmadığı anlaşılır.
Görülüyor ki, maddenin ezeli olduğunu söylemek, tabiat kuvvetlerinin sonradan olduklarını, ezeli olmadıklarını ortaya koymaktadır.
Fen ve tabiat bilginleri, birçok bitki ve hayvan nesillerinin tükenip yok olduklarını, birçok türlerin de, sonradan meydana geldiklerini anlamışlardır. Canlı, cansız her şeyin bir ömrü vardır. Her şeyin ömrü, yani varlıkta kalma zamanı başkadır. Ömrü saniye ile ölçülen varlıklar olduğu gibi, asırlarca yaşayanlar da vardır. En uzun ömürlü varlıklar, element denilen basit cisimlerdir. Bunların ömürlerinin çok uzun olması, tabiatçıları şaşırttığı için, (Cisimler yok olur, maddenin fizik ve kimya özellikleri değişir; fakat madde yok olmaz) demişlerdir. Halbuki, maddenin, cisimlerin değişmelerinin sonsuz olarak, böyle gelip, böyle gideceğini söylemek, ister istemez, ezeli ve ebedi olan varlığa inandığını söylemek ve kabul etmektir. Bu da Allahü teâlânın varlığının, öncesiz olduğunu, maddecilerin ve tabiatçıların da inkâr edemeyeceklerini göstermektedir.
Ateistler, canlı cansız, her şeyin sonsuz olarak, birbirlerinden meydana geldiklerini, bu arada, elementlerin hiç yok olmadıklarını söylüyorlar. Halbuki, elementler de atomlardan meydana gelmiştir. Atom yığınlarıdır. Atomlar da yoktan var edilmiştir. Elementler sonsuz öncelerde var olup, her şey bunların çeşitli birleşmelerinden, öncesiz meydana gelseydi, bunları birleştirmek için, sonsuz öncelerde, muazzam enerjinin, sonsuz kudretin bulunması gerekirdi. Çünkü, enerji olmadan, atomlar birleşemez. Öncesiz olması gereken o kudret, her şeyi yoktan yaratanın kudretidir. Demek ki, ateist de kendi mantığına göre, ister istemez, Allah’ın varlığını kabul etmiş olmaktadır. Atomlar da, elementler de, sonsuz öncelerde yoktu, sonradan oldu. Öncesiz olan yalnız Allahü teâlâdır.
Diyorlar ki: Bir şeyin var olması için, o şeyi meydana getiren şeyin önceden var olması gerekir. Bunun da var olması için, bunu meydana getiren şeyin de var olması gerekir. Öncesiz demek, ucu, başlangıcı yok demektir. Başlangıçta bir şey olmazsa, ondan meydana gelecek şeyler de olmaz. Mevcut şeylerin hiçbirinin var olmaması gerekir. O halde, her maddenin, her cins varlığın, önceden yok iken sonradan var edilmiş, tek bir şeyden çoğaldığı anlaşılmaktadır.
Maddecilerin (sonsuz öncelerde var olmak = öncesiz var olmak) sözleri, maddeler, cisimler için, mümkün değildir. Ancak madde olmayan, bir yaratıcı için bu mümkün ve gereklidir. Varlıkların meydana gelmesinde çelişki olmaması, yani bir başlangıcın olması için bu şarttır.
Görülüyor ki, ezeli olan yani öncesiz, madde olmayan bir varlık vardır. Bu varlık inkâr edilirse, şu görülen bütün varlıklar inkâr edilmiş olur. Mevcut varlıkları inkâr etmek mümkün olmadığına göre, zaruri olarak bunları yoktan yaratan ve kudreti sonsuz olan bir varlığa inanmak mecburiyeti ortaya çıkmaktadır. Bu varlık elbette Allahü teâlâdır.
Allah’ın varlığı
Sual: Allah’ın varlığının kendinden olduğu, sonradan var olmadığı nasıl ispat edilir? CEVAP Ahmed Asım Efendi buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, hâşâ ezeli olmasaydı, sonradan var olsaydı, Onu yaratan bir yaratıcı bulunurdu. Bu yaratıcı ezeli ise, Allah odur. Sonradan var olduysa, onu da yaratan biri lazım olur. Böylece, ezeli olmayan yaratıcılar zinciri mevcut olur. Bu zincire teselsül denir. Teselsül ise imkânsızdır. Şöyle ki: Bir şeyin sonsuz yaratıcılarını, birinciden başlayarak, sonsuz olarak, yan yana dizelim. İkinci yaratıcıdan başlayarak, ikinci bir sıra daha düşünelim. Sonsuza giden ikinci sıra, birinci sıradan bir noksan olduğu için, kısadır. Kısa olana sonsuz denilemez. İkinci sıra, sonsuz olamadığı için, bundan bir fazla olan birinci sıra da, sonsuz olamaz. Yani, bir ucu sonsuza giden yarım doğru düşünülebilir; fakat böyle bir şey mevcut olamaz. Teselsül olamaz. Sonsuz sayıda yaratıcılar olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu tek yaratıcı, ezelidir, ebedidir, sonsuz olarak vardır. Varlığı kendindendir, başkasından değildir. (Emali kasidesi şerhi)
Mutezile, cebriyeci ve ateist
İmam-ı a’zam hazretlerine bir ateist, bir mutezile, bir de cebriyeci üç kimse gelir. Ateist sorar: (Allah varsa, var olan görülür. Varsa ispat et.)
Akılcı olan mutezile sorar: (Cehennemde ateş var. Şeytan ateşten yaratılmıştır. Şeytana ceza vermek mümkün mü?)
Cebriyeci de sorar: (Sen irade-i cüziyye var diyorsun. Her şeyin hâlıkı Allah iken insan ne yapabilir ki?)
İmam-ı a’zam hazretleri, yerden 3 avuç nemli toprağı top gibi yapıp, her topu birine atar.
Üçü de, durumu kadıya şikâyet eder. Kadı niye çamur topu attığını sorar.
İmam-ı a’zam hazretleri der ki:
Bunlar bana soru sordu ben de cevap verdim. Ateist, Allah varsa, var olan şeyin görünmesi gerekir demişti. Toprak başımı acıttı dedi, madem ağrı var, ağrıyı göstermesi lazımdır. Ağrıyı bile göremeyen Allah’ı nasıl görebilir ki? Ateist akılsızdır, aklı varsa göstermesi gerekir. Ruh da akıl gibi görünmez, ama yaptıklarından anlaşılır. Kâinatın var olması da onun bir yaratıcısının olması gerektiğini gösterir.
Mutezile olan ise, topraktan yaratılmış olduğu halde, çamur toptan etkilendi. Toprak topraktan etkilendiğine göre ateş de ateşten etkilenir. Demir testeresi demiri kestiği gibi, ateş de ateşi yakar.
Cebriyeci ise, (Allah her işi zorla yaptırır) diyordu. O zaman o toprağı Allah attı, bu beni niye şikayet ediyor? Kendi kendini yalanlamış oluyor.
Ustasız yapılan kayık Hazret-i İmamın böyle kısa cevaplar verdiği çoktur. Mesela bir ateistle saat onda buluşup münazara etmek üzere anlaşırlar. Hazret-i İmam kasten toplantıya bir saat kadar geç gelir. Gecikince, ateist, (Bakın imamınız korktu gelemiyor) der, gelince de niye geç kaldın diye sorarlar. O da, (Kayık yoktu. Irmaktan geçemedim, bir de baktım ki, ağaçtan kopan dallar kendiliğinden bir kayık oluverdi, ben de binip geldim, ondan geciktim) der. Ateist, gülmeye başlar, (Gördünüz mü nasıl yalan söylüyor, hiç kendiliğinden, bir ustası olmadan kayık yapılır mı?) der. Hazret-i İmam hemen taşı gediğine koyup, (Bre ateist, bir kayık bile ustasız kendiliğinden olamazsa, bu koca kâinat kendiliğinden nasıl var olur?) diyerek ateistle münazara bile etmeden galip gelir.
Sayıların sonu olmaz Yine bir ateist, (Allah var ise, başlangıcı olmadığı gibi, sonsuz da olamaz, yani Allah ezeli ve ebedi değildir) der. Hazret-i İmam, 1’den önce sayı var mı? der. O da yok der. (Sayıları sonuna kadar say bakalım) der. O da, epey saydıktan sonra, bırakır. Hazret-i İmam,(Devam et, sonuna kadar say) der. Ateist, (Milyon, milyar, trilyon, katrilyon… Bunun sonu olmaz) deyince, Hazret-i İmam, (Sayıların bile 1’den öncesi ve sonu olmadığına göre, kâinatı yoktan yaratan ezeli ve ebedi olmaz mı?) der.
Tefekkür ne demektir?
Sual: Tefekkürün dindeki yeri nedir? CEVAP Tefekkür, dinimizde önemli bir ibadettir. Tefekkür, günahlarını, mahlukları ve kendini düşünmek Allahü teâlânın yarattığı şeylerden ibret almaktır. Kur’an-ı kerimde iyiler övülürken buyuruluyor ki: (Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken hep Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını inceden inceye düşünürler. “Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen[boş, manasız şeyler yaratmaktan] münezzehsin. Bizi Cehennem azabından koru” derler.) [A. İmran 191]
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Allahü teâlânın azameti, Cennet ve Cehennem hakkında bir an tefekkür, bir geceyi ihya etmekten iyidir.) [Ebuşşeyh]
(Tefekkür, ibadetin yarısıdır.) [İ. Gazali]
(Tefekkür gibi kıymetli ibadet yoktur.) [İbni Hibban]
(Biraz tefekkür, bir sene [nafile] ibadetten kıymetlidir.) [K. Saadet]
(“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardından gelişinde [uzayıp kısalmasında] akıl sahipleri için elbette ibret verici deliller var” [A. İmran 190.] âyeti varken nasıl ağlamayım? Bu âyeti okuyup da tefekkür etmeyene yazıklar olsun!) [İ. Hibban]
(Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde düşünün, zatı hakkında düşünmeyin!) [Beyheki]
(Sükûtu tefekkür, bakışı ibret olup çok istiğfar eden kurtuldu.)[Deylemi]
Âlimler buyuruyor ki:
Tefekkür, insanı bilgili eder. Bilgili olan da amel eder. (Vehb bin Münebbih)
Tefekkür, iyilik ve kötülüğünü gösteren bir aynadır. (Fudayl bin Iyad)
Allahü teâlânın azametini düşünen insan, Ona isyan edemez. (Bişr-i Hafi)
Her fırsatta Allahü teâlânın yarattıklarını tefekkür etmelidir. Mesela eline bakmalı. Parmakları olmasaydı, bir şeyi tutup alması ne kadar zor olurdu. Yahut parmakları hiç kıvrılmasaydı, eller hiç olmasaydı, gözümüz olmasaydı, gözümüz başka yerde olsaydı, halimiz nasıl olurdu? Tırnağın devamlı büyüdüğü gibi, dişlerimiz de büyüseydi ne olurdu? Dişlerimiz kemikle beraber olsaydı, çürüyünce nasıl çekilecekti? Saç uzadığı halde, kaşın ve kirpiğin uzamadığını düşünmeli. İnsan kavak gibi büyüyüp gitseydi, ne olurdu? Bitkilerin, meyvelerin yaratılışını, yıldızların, gezegenlerin bir ahenk içinde oluşunu düşünmeli. Bunları ne kadar mükemmel yarattığı için Allahü teâlâya hamd etmeli! Böylece insanın imanı da kuvvetlenir. Fakat devamlı bunlarla uğraşıp da kendine gereken fıkıh bilgisini ihmal etmek ise çok tehlikelidir.
Tefekkür, dört türlü olur: 1- Allahü teâlânın mahlûklarındaki güzellik ve faydaları düşünmek, Ona inanıp Onu sevmeye sebep olur.
2- Onun vaat ettiği sevapları düşünmek, ibadet yapmaya sebep olur.
3- Onun bildirdiği azapları düşünmek, Ondan korkmaya, kötülük etmemeye, günahtan kaçmaya sebep olur.
4- Onun nimetlerine, ihsanlarına karşılık, nefsine uyarak günah işlediğini, gaflet içinde yaşadığını düşünmek, Allah’tan utanmaya sebep olur. Allahü teâlâ, yerlerde ve göklerde bulunan mahlûkları düşünerek ibret alanları sever.
Hazret-i Musa’nın ümmetinden biri, 30 sene ibadet eder, bir bulut kendisini gölgeler. Bir gün bulut gelmez, güneşte kalır. Annesi, (Bir günah işlemişsindir) der. Çocuk, (Hayır, günah işlemedim) der. Annesi, (Göklere, çiçeklere bakıp da Yaratanın azametini düşünmediysen, bundan büyük hata olur mu?) der.
Her şeyi intizamlı yaratmıştır
Sual: İman nasıl kuvvetlenir? CEVAP Aşağıdaki hususları öğrenen bir kimse, Ehl-i sünnet itikadını da biliyorsa, imanı kuvvetlenir. İmanı olmayan bir kimse ise, bunları incelerse, insafı ve nasibi de varsa, Allahü teâlânın varlığına ve kudretine inanır. Cenab-ı Hakkın varlığını, kudretini gösteren olaylardan birkaçı:
İnsanların, büyük bir süratle fezada tek başına dönmekte olan, içerisi ateş dolu yuvarlak bir gezegen üzerinde, sırf yer çekimi kuvveti ile kalarak yaşaması ne büyük bir olaydır. Dağlar, taşlar, denizler, canlı varlıklar, bitkiler nasıl bir büyük kudret sayesinde meydana gelebilmekte, gelişmekte ve türlü özellikler göstermektedir. Hayvanların bir kısmı toprak üstünde yürürken, bir kısmı havada uçar ve bir kısmı da su içinde yaşar.
Güneş, en yüksek ısıyı sağlar ve bitkilerin yetişmesini, bazılarının içinde ise, kimyevi değişiklikler yaparak, un, şeker ve daha başka maddelerin meydana gelmesini temin eder.
İnsan, kendi vücudunun ne muazzam bir fabrika ve laboratuvar olduğunun farkında değildir. Halbuki, yalnız nefes alıp vermek bile büyük bir kimya olayıdır. Havadan alınan oksijen, vücutta yakıldıktan sonra, karbondioksit halinde dışarı çıkarılır.
Sindirim sistemi ise sanki bir fabrikadır. Ağızla alınan gıda maddeleri ve içecekler, mide ve barsaklarda parçalanıp öğütüldükten sonra, vücuda faydalı kısmı, ince barsaklarda süzülerek kana karışmakta ve posası dışarı atılmaktadır. Bu olay, otomatik olarak ve büyük bir intizam ile yapılmakta, vücut bir fabrika gibi işlemektedir.
İnsanın vücudunda çok karışık formüllü maddeler imal eden, türlü türlü kimya reaksiyonları meydana getiren, analiz yapan, tasfiye eden ve zehirleri yok eden, yaraları tedavi eden, çeşitli maddeleri süzen, enerji veren tertibat olduğu gibi, mükemmel bir elektrik şebekesi, manivela tertibatı, elektronik bilgisayar, haber verme tesisatı, ışık, ses alma, basınç yapma ve ayarlama tertibatı, mikroplarla mücadele ve onları yok etme sistemi de mevcuttur.
Kalb ise, hiç durmadan işleyen muazzam bir pompadır. Bütün bu maddi mükemmellik yanında anlama, düşünme, ezberleme, hatırlama, hüküm ve karar verme gibi çok muazzam, manevi kudretler de bulunmaktadır. Bu kudretlerin kıymetini ölçmek, insanlar için imkansızdır. Demek ki, insanın bedeni yanında bir de ruhu mevcuttur.
Canlı-cansız varlıklardaki bu nizamı inceleyerek, bir yaratıcının bulunduğuna inanan, Peygamber efendimizin bildirdiklerinin hepsine inanmadıkça Müslüman olmaz. Vücut sarayı (Aşağıdaki yazı tıp otoritelerince hazırlanmıştır.)
Yaratıkların en mükemmeli olarak yaratılan insanın vücudu, incelenecek olursa, sayısız odadan meydana gelmiş muazzam bir saray olduğu görülür. Bu sarayda çeşitli fabrikalar var. Sarayın bütün cihazları noksansızdır. Muazzam bir gıda deposu, alarm tertibatı, ısıtma tesisleri, işitme cihazları, hazır kuvvet, askeri üsler, radarlar, odalar arasında muazzam yollar, modern taşıma vasıtaları, yemekhaneler, kanalizasyon şebekeleri, rasathaneler, mezarlık gibi gerekli her teşkilat mevcut. Bu sarayı gezen, sayısız harikalarla karşılaşır.
İnsan vücudunu tanıyan insanın bir yaratıcıya inanmaması nasıl mümkün olabilir? Elektron mikroskobunda ancak görülebilen hücrenin içinde, çok çeşitli fonksiyonlar gören organeller var.Her bir organel, ayrı bir vazife görmektedir. Bu kadar küçük bir yere, bu kadar iş görebilen organeller nasıl yerleştirilmiş, tesadüfen olabilir mi?
Organel, hücre içerisinde bulunan kendi içinde özelleşmiş organcıklardır. Vücut için organ ne ise hücre için de organelodur.
Bütün hücrelerde 46 kromozom varken, üreme hücrelerinde 23 kromozom vardır. Bunun tesadüf olması mümkün müdür?
Erkek ve dişi hücre birleşince, embriyo meydana geliyor. Bu tek hücreden daha sonra dokular, organlar, vücut meydana geliyor. Tesadüf ise niye hep kas, hep kemik, hep kıl, hep aynı organ olmuyor da, göz, kulak, beyin gibi mükemmel organlar meydana geliyor? Bir hücrenin içine, bu genetik kodun konmasına tesadüf denebilir mi? Aşağıdaki bilgiler bu gözle okunursa çok faydalı olacaktır.
Kan imali: Kan, sıvı ve organellerden [organcıklardan] meydana gelir, içinde eritrosit, lökosit, trombosit, elektrolit, antikorlar, pıhtılaşmayı sağlayan maddeler var. Kısaca insan için gerekli her şey var. Bunlar nasıl tesadüf olabilir?
Vücuttaki kanın vazifeleri çoktur. Mesela hücrelerde lüzumlu gıda maddelerini sağlamak, gıdaların enerji haline gelmesine yarayan oksijeni hücrelere sevk etmek, vücuda dışarıdan girmeye çalışan hastalık mikroplarına karşı vücudu korumak, hücrelerde biriken kirli artıkları çeşitli kanallarla dışarı atmak, vücut ısısını ayarlamak gibi çeşitli vazifeleri vardır. Kandaki bu işleri, ayrı görevleri bulunan hücreler yapmaktadır. Mesela alyuvarlar oksijen nakliyle görevlidir. Akyuvarlar ise, vücuda girmeyi başaran mikropları zararsız hale getirir.
Kanda bunlardan başka, kanın pıhtılaşmasını sağlayarak kanamaları önleyici trombositler de vardır. Tekniğin ileri olduğu asrımızda bile, kandaki bir hücre bile yapılamamıştır. Hücreye hayat sağlayan ruhun yapılması ise imkânsızdır. Bu harikalar nereden gelmiş, niçin gelmiş, kim yapmıştır? Aklı olanın bunları düşünmesi lazımdır.
Hareketler: Uzuvların hareketi kaslarla olmaktadır. Sinirler kasları, kaslar da uzuvları harekete geçirir. Dışarıdan gelen darbelere karşı koyan iskelet kaslarından başka isteğimiz dışında çalışan düz kaslar var. Kalb kası çizgili kas olmasına rağmen isteğimiz dışında çalışır. Eklem kasları gibi isteğimizle çalışsaydı ufak bir ihmal neticesinde kalb duruverirdi. Uyurken çalıştıracak bir şeye ihtiyaç olurdu. Kalb kasının çalışması elektriksel bir harekettir. Kalbimiz, bilmediğimiz bir elektrikle isteğimiz dışında çalışmaktadır. Bu harikalar nereden gelmiş, niçin gelmiş, kim yapmıştır? Aklı olanın bunları düşünmesi lazımdır.
Kaslar hareket sistemindendir. Kendi enerjisini kendi sağlar. İki kasılma arasında istirahat eder. Hep kasılsa kramp olur. Hep gevşek dursa insan düşer. Bu kadar mükemmel bir mekanizmaya nasıl tesadüf denebilir?
Muhabere işleri: Ayağa bir diken batsa vücuttaki sinir sistemi sayesinde haberdar oluruz. Bu sistem, beyin, omurilik ve sinirlerden meydana gelir. Omurilik soğanı, solunum, boşaltım, dolaşım gibi hayati faaliyetleri idare eder. Omurilik, refleks hareketleri, iç uzuvlarımızın ve salgı bezlerinin faaliyetlerini idare eder. Bir ikazın nöron denilen sinir hücreleri tarafından teşekkülü elektrik akımına benzer. Felç halinde sinir sisteminde bozukluk olduğu için, uzuvlar istekle hareket edemez. Felçlinin eli ayağı olduğu halde tutmaz. Sinir sistemine böyle bir kuvveti kim vermiştir?
Duyu organlarından alınan uyarılar, duyu sinirleriyle belirli merkezlere gider, orada yorumlanıp anında motor sinirleri vasıtasıyla organlara bilgi verilir, organlar da buna göre çalışır. Milyarlarca hücrenin hiç aksatmadan görevini yapmasına tesadüf denebilir mi hiç?
Vücudun direği kemikler:
İnsan vücudunda birbirinden farklı yüzlerce kemik var. Her biri yerine uygun şekilde, tam oturmuştur. Bu kadar mükemmel bir yerleşime aklı olan nasıl tesadüf diyebilir ki? Niçin kafatasında tesadüfen bir uzun kemik yok da, yuvarlak kemik olmuş? Yapıcısı mükemmel ki, işe de, yaratması da mükemmel oluyor.
Kemikler, vücuda dayanak ve kasların irtibatını sağlar. Omurga, vücudun ana direğidir. Omurga zedelenirse, felç meydana gelir. O, üç tabaka sağlam zarlar içinde muhafaza edilmiş, en dışı da kolayca tahrip olmayan omurgayla kapatılmıştır. İnsan yürüdükçe birbirine sürten omurlar aşınır. Bu aşınmaya mani olmak için parçalar arasında conta gibi bir şeyin olması gerekirdi. Kıkırdaklar omurlar arasındaki aşınmayı önler. Vücudu taşımak gibi mühim bir vazifesi bulunan kemikler, sağlam olduğu kadar elastikiyet sağlayacak şekilde yaratılmıştır. El, kol, bacak ve parmak gibi kemikler eklemler sayesinde oynar, hareket eder. Bu harikalar nereden gelmiş, niçin gelmiş, kim yapmıştır? Aklı olanın bunları düşünmesi lazımdır.
Trafik işleri: Vücuttaki taşımacılık işleri, dolaşım sistemi tarafından yapılır. Dolaşım sisteminin merkezi yürektir. Kalbin muntazam çalışmasıyla kan, damarlar vasıtasıyla vücut sarayının en ücra köşelerine kadar ulaşır. Kirlenen kan, akciğerlerde temizlenir. İstek dışında çalışan kalb, bir müddet dinlense, vücut sarayı yıkılır. Her uzuv, her makine gibi, yürek de dinlenmeye ihtiyaç gösterir. Yürek çalışırken dinlenecek şekilde yaratılmıştır. Her kasılıp gevşedikten sonra yarım saniye kadar istirahata geçer. Yüreğin pompaladığı kan, atardamarlarla vücuda dağılır, kılcal damarlarla dokulara kadar ulaşır. Kandaki besin ve oksijen lüzumu kadar dokulara verilmiş olur. Burada besin maddesi oksijen tarafından yakılır. Meydana gelen enerjiyle vücut makinesi çalışır. İrademiz dışında her şeyi intizamlı şekilde çalıştıran kimdir?
Alınan besinler ağızda tükürük ve dişler sayesinde parçalanır. Unlu gıdaların sindirimi ağızda başlar. Proteinler midede sindirilir, çok çeşitli enzimler sindirimde rol oynar. Mide asidi betona dökülse eritir; ama mideye niçin bir şey olmuyor? Çünkü koruyucu enzimler ve mukus var. Bu kadar ince bilgiler gerektiren bir şey, nasıl tesadüf olabilir? Mideden on iki parmak bağırsağına geçen gıdalar için gerekli enzimler pankreastan gelecek, bunu oraya kim bildirdi? Sonra yağları eritmek için safra lazım, buda karaciğerden safra kesesine depolanıp oradan on iki parmak bağırsağına akacaktır. Buna nasıl tesadüf denebilir? Sonra ince bağırsaklara geçen gıdalar emilip vücuda alınacaktır. Bunu yapan villustur. Villus, İnce bağırsak üzerinde bulunan, besinlerin emilimiyle kana karışmasını sağlayan yapıdır. Bunların hepsini tesadüfle açıklamak akıl işi mi?
Yemek ve enerji: İş yapabilmek için vücudun enerjiye ihtiyacı vardır. Besinleri parçalamak için Allahü teâlâ, kesici, öğütücü dişler yaratmıştır. Tükürük bezlerinin salgılarıyla hamur haline gelen lokmalar, kolayca yutulur. Yutulurken yanlış yola gitmeyip mideye gitmesi için nefes borusu küçük dille kapanır. Gıdalar mideye gider. Mide duvarını saran kasların kasılmasıyla gıdalar sindirime hazır vaziyete gelir. Etten yapılan bir torba içinde etler ve başka gıdalar parçalanmakta ve dinimizin emrine uyulduğu takdirde ömür boyu bu mide bozulmadan vücut sarayına hizmet etmektedir. Eğer dinimizin emrine uyularak mide tıka basa doldurulmazsa, alkol ve daha başka zararlı maddelerle mide tahrip edilmezse, hayatın sonuna kadar insana rahat hizmet eder.
Tırnaklar kesilmezse çok uzadıkları halde, neden kirpikler, kaşlar ve dişler uzamıyor? Dişler uzasaydı, uçlarından kesmek ne kadar zor olurdu? Kirpiklere, kaşlara ve dişlere, fazla uzatmayıp dur diyen kimdir? Aklı olanın düşünmesi ve bulması lazımdır.
Dişlerin yaratılışı da bir harika! Ön dişler kalın olsaydı gıdayı kesemezdi, azı dişler ince olsaydı gıdayı parçalayamazdı. Uçları canlı olsaydı yemek yerken acırdı. Köklerde sinir olmasaydı çürüdüğünü fark etmezdik. Bunların hangisi tesadüf olabilir?
Teneffüs sistemi: Vücuda alınan gıdalar, enerji haline gelebilmesi için yakılır. Gerekli oksijenin alınıp hücrelerdeki yanma olayından sonra karbondioksitin dışarı atılmasına teneffüs faaliyeti denir. Alınan gıdalar, hücrelerde oksijen vasıtasıyla yakılarak enerji haline döner. Yanmada meydana çıkan karbondioksit teneffüsle dışarı çıkar. Akciğerde kanın temizlenmesi için vazife gören hava, dışarı çıkarken nefes borusundaki telleri titreştirerek sesin teşekkülünü temin eder. Dışarı çıkan kirli hava, içeri giren temiz havayla karşılaştıkları halde onu kirletmez. Bunlar kendiliğinden mi oluyor? Neden böyle saat gibi çalışıyor? Bunları idare eden kimdir? Aklı olanın bunları düşünmesi gerekir.
Nefes almak ne kadar kolaydır. Astım hastasına sorarsan çok yorucu ve zor. Nefes için hem burun var hem ağız, tek delik olsaydı nasıl yemek yerdik. Nezle olan bir kimsenin burnu tıkanınca ağızdan nefes alıyor. Ya olmasaydı? Bu bile ne kadar bir merhamet ve bilgi işi. Bunlara tesadüf denebilir mi? Karın boşluğunda diafragma kası bulunmakta ve akciğerlere havanın girişini kolaylaştırmakta. Bu kas çalışmazsa nefes zor alınır. Bu kas oraya nasıl gelmiş? Akciğerlerde kan temizlenen alveoller üzüm salkımı şeklinde olup daha fazla havanın temizlenmesini sağlar. Bu şekilde olmasaydı temizlenen hava az olur, daha sık soluk alıp vermek zorunda kalırdık. Bu da bizi çok yorardı, iş yapamazdık. Bunlar nasıl tesadüf olabilir?
Boşaltma sistemi: Gıdaların posası bağırsak vasıtasıyla dışarı atılırken, kan ve hücrelerdeki gıda artıkları ve vücuda zararlı maddeler de böbrekler vasıtasıyla süzülerek dışarı atılır. Bu iki temizleme vasıtası olmasaydı vücut pislik içinde kalır, uzuvlar zehirlenir, üstelik yeni gıda alma imkânı da olmazdı. Üre, ürik asit, tuz gibi maddeler kanla böbreğe gelerek idrar havuzunda toplanır. Bu idrar torbası olmasaydı devamlı idrar akıp duracaktı. Her uzvumuzu intizamlı şekilde yaratan kimdir?
Bunlar kendiliğinden mi oluyor? Neden böyle saat gibi çalışıyor? Bunları idare eden kimdir? Aklı olanın bunları düşünmesi lazımdır.
Temizleme organı olan böbreklerden zararlı maddeler atılmakta, faydalı maddeler ise geri alınmakta, idrara verilmemektedir. Bütün kanımız böbreklerden geçerek arıtılmaktadır. Bir et parçası olan böbrek faydalıyı zararlıyı nasıl ayırmakta? Niye hep zararlı şeyleri atmakta? Böyle tesadüf olur mu?
Gıda deposu: Birçok vazifesi olan karaciğer, erzak deposu olan bir fabrikadır. İnce bağırsakta emilerek kana karışan gıdalar karaciğerde depo edilir. İhtiyaç halinde, kullanılmak üzere, şeker ve asitler, glikojen halinde kullanılmaya hazır vaziyette karaciğere depo edilir. Karaciğer, yağların sindirimine yardımcı olan safrayı çıkarır. Bu salgının, karaciğer hücreleri tarafından süzülen zehirli artıkları bağırsak vasıtasıyla dışarı atılır. Safra kesesi olmasa yağlı gıdaları sindirmek mümkün olmaz. Karaciğerin bir kısmı alınsa, kalan kısımdaki hücreler, çoğalarak eksik kısmı tamamlar. Yani kendini tamir eder.
Karaciğer vücudun deposu ve toksik maddeleri temizleme yeridir. Vücut için zararlı olan safra asitleri ve zehirli bir gaz olan amonyak burada temizlenir. Safra asitleri safra kesesinde depolanır. Amonyak ise üreye çevrilip böbreklerden atılır. Bunları hangi tesadüf açıklayabilir?
Bunlar kendiliğinden mi oluyor? Bunları idare eden kimdir? Aklı olanın bunları düşünmesi gerekir.
Konuşma uzvu: Dil, ağızdaki lokmaları çevirerek sindirime yardımcı olur, tat alır ve konuşur. Gıdaların tadı, acı, ekşi, tatlı, tuzlu olmak üzere dörde ayrılır. Dilde yaratılan özelliklerle bu gıdaların tatları bilinir, faydalı olan zararlıdan ayrılır. Gıdaların kokuları tat alma hassasiyetini artırır ve iştah meydana getirir. Böylece gıda alma işi bir külfet değil, bir lezzet olur. Konuşmada da dilin önemi büyüktür. Bu özellikler nereden gelmiş, niçin gelmiş, kim yapmıştır? Aklı olanın bunları düşünmesi gerekir.
Dış cephe: Vücudu örten deri, ırka göre değişir. Bir Japon, bir Zenci, bir Türk renginden bilinebilir. Deri, dokunma işini yapar, vücudu dış etkilerden, soğuk ve sıcaktan korur. Derinin dış tabakası ölü hücrelerden meydana gelmiştir. Derideki kıllar, saç, kaş, kirpik, aynı dokudan meydana geldiği halde, kaş ve kirpik belli bir uzunluktan fazla uzamaz. Kirpikler devamlı uzasaydı görmek zorlaşır, her zaman kirpikleri kısaltmak gerekirdi. Canlı hücrelerden cansız kıllar meydana getiren Rabbimiz sonsuz hikmet sahibidir. Eğer bu kıllar canlı olsaydı, tıraş olurken çok acı duyardık. Canlı hücrelerin besleyip büyüttüğü tırnaklar da cansızdır. Acı duymadan fazlasını kesip atarız. Canlı vücuttan, saç, tırnak gibi ölü şeyleri kim yaratmıştır? Tesadüfen mi olmuştur?
Vücudu örten deri olmasaydı insan ne kadar korkunç görünürdü! İnsana güzellik veriyor. Derinin en üst tabakasında sinir yoktur, damar yoktur, ölü hücrelerden meydana gelmiştir. Canlı olsaydı her dokunduğumuz şey canımızı acıtırdı. Bunlar tesadüfle nasıl açıklanabilir?
Dürbünler: Görme organı olan göz, üç tabakadan meydana gelmiştir. En dışta sert tabaka olup kalın liflerden meydana gelmiştir. Bu lifler ön tarafa gelince saydamlaşıyor ve korneayı meydana getiriyor. Bunu saydamlaştıran kim? İkinci tabaka damar tabakası, oda arka tarafta tamamen kapalı iken önde bir delik yani göz bebeği oluşmuş ve göze rengi veren iris meydana gelmiştir.
Her uzuv önemli ise de, gözlerin önemi daha büyüktür. Gözler çok hassastır. Kaşlar terlerin göze gitmesini engeller. Göz kapakları istek dışında çalışır. Kirpikler de dışarıdan gelecek toz ve zararlı maddelerin göze girmesine mani olur. Gözü meydana getiren hücrelerde görme kabiliyetini kim yaratmıştır? Diğer hücrelere bu vasfı niye vermemiştir? Göz olmasaydı, herkes kör olurdu. Kulaklar olmasaydı herkes sağır olurdu. El olmasaydı herkes çolak olurdu, ayaklar olmasa herkes kötürüm olurdu. Dil olmasa, herkes dilsiz olurdu. Her organ yerli yerine yerleştirilmiştir. Artık aklı olan bunlara nasıl tesadüf diyebilir ki?
İşitme cihazları: Kulaklar, işitme sinirleri sayesinde sesleri işitir. İşitme sinirleri gözde, görme sinirleri kulakta olsaydı, fonksiyonunu yapamazdı. Her hücreyi yerli yerinde en güzel şekilde kim yaratmıştır? Kulak zarının gergin durması ve ses dalgalarından zarar görmemesi için orta kulaktan nefes borusuna bir kanal açılmıştır. Ağzımız açık iken top patlasa kulak zarı patlamaz. Ağız kapalı da olsa burun deliklerinden giren sesle kulaktan giren ses birbirini dengeler. Kulak küçük ve büyük frekanslı sesleri işitebilecek vasıfta yaratılsaydı, maddelerin atomlarındaki sesler, birbirine karışır, hem konuşulanları duyamazdık, hem de gürültü içinde yaşama imkânı kalmazdı. Her şey hikmetle yaratılmıştır. Vücutta ve kâinatta tesadüfî ve maksatsız yaratılmış hiçbir şey yoktur.
Kemik içine yerleştirilen kulaklar da harika organlardır. Kulak kepçesi sesleri toplar, aynı zamanda estetik görünüm verir. Kulak yolunun bitiminde zar var. Sesin titreşimini artırıp içeri ilettiği gibi, kulağın içini de korur. Orta kulakta üç tane kemik var. Küçücük bir yerde küçücük üç tane şekilli harika kemik, sonra iç kulak, denge kanalları ve işitmeye yardımcı kanallar… Bunlar nasıl tesadüf olabilir?
Vücuttaki su: Vücudun üçte ikisi sudur. İç salgı bezlerinin sıvıları, kana karışarak hayati faaliyetlerde önemli rol oynar. Gıdaların sindirilmesi, kan dolaşımı, tuz ve şeker gibi maddelerin dengelerini ayarlama vazifeleri bezler sayesinde olur.
Hipofiz,kan kaybını önler. Vücuttaki su dengesini korur. Eğer düzenli çalışmaz, fazla hormon salgılarsa dev hastalığı, az salgılarsa cücelik meydana gelir. Bu özellikler nereden gelmiş, niçin gelmiş, kim yapmıştır? Aklı olanın bunları düşünmesi gerekir.
Pankreas bezi, salgıladığı enzimlerle gıdaların vücuda yararlı hale gelmesine vesile olur. Pankreas, insülin hormonu salgılayarak kandaki şekeri ayarlar. İnsülin salgısı azalırsa şeker hastalığı meydana gelir.
Tiroid bezi, iyot ihtiva eden tiroksin hormonu salgılar. Yeterince iyot alınmazsa guatr meydana gelir. Bu bezi kim niye yaratmış?
Canlı maddesi olan protoplazma, gayet küçük ve mükemmel tanzim olunmuş bir makine gibidir. Hücre, hayatın ilk müstakil parçasıdır. Canlılar hücreden yapılmıştır. İnsan hücresi, bir elektrik makinesine, bir radyoya benzer. İnsan vücudu otuz trilyon hücre motorundan yapılmış muazzam bir fabrikadır. Bu özellikler nereden gelmiş, niçin gelmiş, kim yapmıştır? Aklı olanın bunları düşünmesi gerekir.
Kan: Vücutta 5–6 litre kan bulunur. Plazma denilen kan suyunun içinde Alyuvarlar ve Akyuvarlar vardır. Bir milimetreküp kanda beş milyon alyuvar vardır. 30–40 gün çalıştıktan sonra yaşlanırlar. Dalak, bu yaşlı alyuvarları kandan alarak öldürür. Kan kaybında ve bazı hastalıklarda kandaki alyuvar sayısı azalır. Kan azalmadığı halde kandaki alyuvar azaldığından halsizlik ve kalb çarpıntısı görülür. Buna kansızlık denir.
Saray muhafızları:
Akyuvarlar kanın muhafızlarıdır. Bir milimetreküpte 6–8 bin kadardır. Vücuda mikrop girince sayıları artar. Mikrop savaşında akyuvarlar ölür. İrin, bu akyuvar ölülerinin yığınıdır.
Lenf sistemi, vücuda giren mikropları zararsız hale getirir. Lenf düğümleri akyuvar imal eder. Ayrıca ikinci bir bakteri hücumuna karşı koymasına yardımcı olan bazı proteinler imal eder. Eskiden bademciklerin vazifesi bilinmiyordu. Bugün bademciklerin de bakteri hücumuna karşı protein imal ettiği bilinmektedir. Zamanla başka vazifeleri de tespit edilebilir. Dalağın da aynı işi yaptığı bilinmektedir.
İlk hücumdan sonra tutularak muhafaza edilen bakteriler, yeni bir bakteri hücumuna karşı değiştirilip vücudun müdafaasında muhafız olarak kullanılır. Düşman askerleri olan bakteriler, lenf düğümlerinde düşmanlık vasfı kaldırılarak yeni bakterilere karşı savaş açar. Lenf sistemi aynı zamanda sindirilen yağları toplardamarlara ulaştırır. Lenf sistemi, akyuvar muhafızlarının müdafaa hattı olduğu gibi, gıdaların hücrelere ulaşmasını sağlar. Tesadüfî olmayan bu işlerin ne muazzam bir sistem olduğu meydandadır. Her şeyi intizamlı şekilde yaratan Allahü teâlânın şânı çok yücedir. Bu özellikleri yerli yerinde, intizamlı şekilde kim yapmıştır? Aklı olanın bunları düşünmesi lazımdır. Muntazamdır cümle işlerin senin,
Aklı ermez, hikmetine kimsenin.
Körü körüne inanmak mı?
Sual: (Allah varsa, ilimle ispat edilen bir delili olması gerekir. Bizim gibi modern insanlar, bir şeye körü körüne inanmaz. Biz her şeyin nedenini araştırırız) diyenlere ne cevap vermek gerekir? CEVAP İstisnalar hariç, bütün fen adamları, bu kâinatın kendiliğinden var olmadığını, bir yaratıcısının bulunduğunu ittifakla bildirmişlerdir. Fen, ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanların bir karıncayı, bir kuşu, bir balığı yaratması mümkün değildir. Akıllı ve bilgili bir kimse, kâinata bakınca, çok intizamlı yaratıldığını görür. Bunun kendiliğinden olmadığını anlar.
Etrafımızı beş duygu organımızla tanıyoruz. His organlarımız olmasaydı, hiçbir şeyden haberimiz olmayacaktı. Kendimizi bile bilemezdik. Yürüyemez, bir şey yapamaz, yaşayamazdık. Anamız, babamız olmaz, var olamazdık. Ruhumuza tatlı gelen şeyleri anlamaz, hoş sesleri duymaz, güzel olanları görmezdik. Allah’ımıza yalnız duygu organlarımız için, ne kadar şükür etsek, şükrünü ödemiş olamayız.
Duygu organlarımıza etki eden her şeye Varlık veya Mevcut diyoruz. Kum, su, güneş birer varlıktır, mevcuttur; çünkü bunları görüyoruz. Ses de bir varlıktır; çünkü işitiyoruz. Hava, bir varlıktır; çünkü elimizi açıp yelpaze gibi sallayınca, havanın elimize çarptığını duyuyoruz. Rüzgâr da yüzümüze çarpıyor. Bunun gibi, sıcaklık, soğukluk da birer mevcuttur; çünkü derimizle bunları duyuyoruz.
Elektrik, hararet, yani ısı ve mıknatıs gibi enerjilerin [kudretlerin] de mevcut olduklarına inanıyoruz; çünkü elektrik akımının hararet ve mıknatıs veya kimya reaksiyonları meydana getirdiğini, ısı gelince sıcaklık olduğunu, ısı azalınca soğukluk olduğunu ve mıknatısın demiri çektiğini hissediyoruz, anlıyoruz. (Ben havanın, ısının, elektriğin mevcut olduklarına inanmam; çünkü bunları görmüyorum) sözüne yanlıştır diyoruz; çünkü bunlar görülemezlerse de, kendilerini veya yaptıkları işleri, duygu organlarımızla anlıyoruz. Bunun için de, görülemeyen birçok varlıklara inanıyoruz. Göremediğimiz için, yok olmaları lazım gelmez diyoruz. Bunun gibi, (Ben Allah’a inanmam. Melek, cin gibi şeyler yoktur. Var olsalardı görürdüm) sözü de doğru değildir. Akla, fenne uygun olmayan bir sözdür.
Fen dersleri bildiriyor ki, ağırlığı ve hacmi olan varlıklara Madde denir. Buna göre, hava, su, taş, tahta maddedirler. Işık, elektrik akımı birer varlık iseler de, madde değildirler. Maddenin şekil almış parçalarına,Cisim denir. Çivi, kürek, maşa, iğne birer cisimdirler. Hepsi, aynı demir maddesinden yapılmışlardır. Duran bir cismi harekete getiren, harekette olan bir cismi durduran veya hareketini değiştiren sebebeKuvvet denir. Duran bir cisme kuvvet etki etmezse, hep durur. Hareket eden bir cisme, kuvvet etki etmezse, hareketi değişmez ve hiç durmaz.
Maddelerin, cisimlerin ve maddelerde bulunan enerjilerin hepsineÂlem veya Tabiat denir. Âlemde her cisim hareket etmekte, değişmektedir. Demek ki, her cisme, her an çeşitli kuvvetler tesir etmekte, değişiklik hâsıl olmaktadır. Cisimlerde meydana gelen değişikliğe Olay denir.
Bir otomobilin parçaları, tabiat kuvvetleriyle mi bir araya gelmiştir? Cisimlerin yok olduklarını, başka cisimlerin meydana geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, eski milletler yok olmuşlar, binalar, şehirler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydana gelecek. Fen bilgimize göre, bu muazzam değişiklikleri yapan kuvvetler vardır. Allah’a inanmayanlar, (Bunları tabiat yapıyor. Her şeyi tabiat kuvvetleri yaratıyor) diyorlar. Bunlara deriz ki, bir otomobilin parçaları, tabiat kuvvetleriyle mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların tesiriyle bir araya yığılan çöp kümesi gibi bir araya yığılmışlar mıdır? Otomobil tabiat kuvvetlerinin çarpmalarıyla mı hareket etmektedir? Bize gülerek, hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akılla, hesapla, planla, birçok kimselerin, titizlikle çalışarak yaptıkları bir sanat eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kaidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmektedir demez mi?
Tabiattaki her varlık da, böyle bir sanat eseridir. Bir yaprak parçası, muazzam bir fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlayabildiği ince sanatların birer meşheri, sergisidir. Bugün fennin buluşları, başarıları diye övündüklerimiz, bu tabiat sanatlarından birkaçını görebilmek ve taklit edebilmektir. İslam düşmanlarının, kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz doktoru Darwin bile, (Gözün yapısındaki sanat inceliğini düşündükçe, hayretimden tepem atacak gibi oluyor) demiştir. Bir otomobilin tabiat kuvvetleriyle, tesadüfen hâsıl olacağını kabul etmeyen kimse, baştanbaşa bir sanat eseri olan bu âlemi tabiat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, planlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına inanmaz mı? Tabiat yaratmıştır, tesadüfen var olmuştur demek, cahillik, ahmaklık olmaz mı?
O her şeyi en güzel, en faydalı olarak yarattı Allahü teâlâ her şeyi en güzel ve en faydalı olarak yarattı. Mesela, yer küresini güneşten yüz elli milyon kilometre uzakta yarattı. Daha uzakta yaratsaydı, hiç sıcak mevsim olmaz, çok soğuktan ölürdük. Daha yakın yaratsaydı, çok sıcak olur, hiçbir canlı yaşayamazdı.
Etrafımızı saran hava, hacmen % 21 oksijen, % 78 azot ve on binde 3 karbondioksit gazlarının karışımıdır. Oksijen hücrelerimize kadar girip, oraya gelmiş olan gıda maddelerini yakarak, bize kuvvet, kudret veriyor. Oksijenin havadaki miktarı daha çok olsaydı, hücrelerimizi de yakar, hepimiz kül olurduk. Miktarı 21 den az olsaydı, gıdalarımızı yakamazdı. Yine, hiçbir canlı yaşayamazdı.
Yağmurlu, şimşekli havalarda, oksijen azotla birleşerek, havada nitrat tuzları hâsıl olup, yağmurla toprağa iniyor. Bunlar, nebatatı [bitkileri] besliyor. Nebatlar da [Bitkiler de], hayvanlara, hayvanlar da insanlara gıda oluyor. Görülüyor ki, rızkımız semada hâsıl olmakta, göklerden yağmaktadır. Havadaki karbondioksit gazı, dimağçedeki [beyincikteki] kalb ve teneffüs merkezlerini tembih ediyor, çalıştırıyor. Havadaki karbondioksit miktarı azalırsa, kalbimiz durur ve nefes alamayız. Miktarı artarsa boğuluruz. Karbondioksit miktarının hiç değişmemesi lazımdır. Bunun için de, denizleri yarattı. Karbondioksit miktarı artınca, kısmi tazyiki de [basıncı da] artıp, fazlası denizlerde eriyerek, sudaki karbonatla birleşerek, onu bi-karbonat haline çeviriyor. Bu da, dibe çökerek deryaların [denizlerin] dibinde çamur tabakası hâsıl oluyor. Havada azalınca, çamurdan ayrılıp suya ve sudan havaya geçiyor. Bütün canlılar havasız yaşayamaz. Bunun için, havayı, her yerde, her canlıya çalışmadan, parasız veriyor ve ciğere kadar gönderiyor. Susuz da yaşayamayız. Suyu da her yerde yarattı; fakat susuzluğa daha fazla tahammül edildiği için, bunu arayıp bulacak, taşıyacak şekilde yarattı. İnsanlar, bunları yapmak şöyle dursun görebilenlere, anlayabilenlere ne mutlu!
On adet taş ve kâinattaki sayısız düzen Allahü teâlânın, sayamayacağımız kadar çok nizam ve ahenk içinde, halk ettiği [yarattığı] sayılamayacak kadar çok varlıklar tesadüfen olmuştur diyenlerin sözleri cahilcedir. Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya koyalım. Bunları elimizde torbadan birer birer çıkararak, sırayla, yani önce bir numaralı, sonra iki numaralı ve nihayet on numaralı olacak şekilde çıkarmaya çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış olan taşların hepsi hemen torbaya atılacak ve yeniden bir numaradan başlamak üzere çıkarmaya çalışılacaktır. Böylece, on taşı numaraları sırasıyla ard arda çıkarabilmek ihtimali on milyarda birdir. On adet taşın bir sıra dâhilinde dizilme ihtimali bu kadar az olursa, kâinattaki sayısız düzenin tesadüfen meydana gelmesine imkân ve ihtimal yoktur.
Gelişigüzel tuşlara basarak kitap yazılır mı? Klavye ile yazmasını bilmeyen bir kimse, bir klavyenin tuşlarına gelişigüzel mesela beş kere bassa, elde edilen beş harfli kelimenin Türkçe veya başka bir dilde bir mana ifade etmesi acaba ne derece mümkündür? Şayet gelişigüzel tuşlara basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, bir mana ifade eden bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı ki, bir sayfa yazı veya kitap teşkil edilse, sayfanın ve kitabın, tesadüfen belli bir konusu bulunacağını sanan kimseye akıllı denilebilir mi?
Maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır Cisimler yok oluyor. Bunlardan, başka cisimler meydana geliyor ise de, bu işte, yüz beş madde hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor denilirse, radyoaktif bozulmalar, elementlerin ve hatta atomların da yok olduklarını, maddenin enerjiye döndüğünü haber vermektedir; hatta Einstein adındaki Alman fizikçisi, bu dönüşmenin matematiksel formülünü ortaya koymuştur.
Cisimlerin, maddelerin durmadan değişmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz olarak gelmiş değildir. Yani, böyle gelmiş böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır demektir. Yani hiçbir şey yok iken, hepsi yoktan yaratılmıştır demektir. İlk, yani birinci olarak maddeler yoktan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu âlemin yok olması lazımdı; çünkü âlemin sonsuz öncelerde var olabilmesi için, bunu meydana getiren maddelerin daha önce var olmaları, bunların da var olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lazım olacaktır. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var olmayacaktır.
Sonsuz önce demek, bir başlangıç yok demektir. Sonsuz öncelerde var olmak demek, ilk, yani, başlangıç olan bir varlık yok demektir. İlk, yani birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Her şeyin her zaman yok olması lazım gelir. Yani, her birinin var olması için, bir öncekinin var olması lazım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. Hepsinin yok olmaları lazım olur.
Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak gelmediğini, yoktan var edilmiş bir ilk varlığın bulunduğunu göstermekte olduğu anlaşıldı. Âlemin yoktan var edilmiş olduğunu, o ilk âlemden hâsıl ola ola, bugünkü âlemin var olduğunu anladık.
Âlemi yoktan var eden bir yaratıcının bulunduğunu ve bu yaratıcının kadim olması, yani hep var olması, hiç değişmeden, sonsuz var olması lazım geldiğini, Şerh-i mevakıf kitabı, uzun ispat etmektedir. Kısacası şöyledir ki, değişmek, başka şey olmak demektir. Yaratıcı değişince, başka olur. Yaratıcılığı bozulur. Yaratıcının değişmemesi, hep aynı kalması lazımdır. Âlemin sonsuz olamayacağını anlattığımız gibi düşünürsek, değişmeyen yaratıcının kadim olması, sonsuz var olması lazımdır. Bunun için, hiç değişmeyen sonsuz var olan bir yaratıcı vardır. Bu hiç değişmeyen bir yaratıcının ismi Allah’tır.
Varlıklardaki düzeni düşünerek Tıp ve fen bilgilerini iyi bilen, mahlûklardaki sanat inceliklerini, aralarındaki mükemmel bağlantıları gören ve anlayabilen aklı başında bir kimsenin, Allahü teâlânın varlığına, birliğine, büyüklüğüne, ilmine, kudretine inanmaması mümkün değildir. İnanmayanın cahil olması yahut inatçı olması gerekir. Peygamber efendimiz, (Varlıklardaki düzeni düşünerek Allahü teâlâya iman edin!) buyurmaktadır. Astronomi okuyup da, yerküresinin, Ay’ın, Güneş’in ve bütün yıldızların boşlukta dönmelerinde ve birbirlerinden uzaklıklarında bulunan düzeni, hesapları anlayanın imanı kuvvetlenir.
Dağların, madenlerin, nehirlerin, denizlerin, hayvanların, bitkilerin, hatta mikropların yaratılmasında çeşitli faydalar vardır. Hiçbiri boş yere, lüzumsuz yaratılmamıştır.
Bulutlar, yağmurlar, şimşekler ve yıldırımlar, yeraltındaki sular ve enerji maddeleri ve hava, kısaca her varlık, belirli hizmetler yapmaktadır. İnsanlar, bu sayısız mahlûkların, sayılamayacak hizmetlerinden bugüne kadar pek azını anlayabilmiştir. Yaratıkları kavrayamayan insan aklı, bunların yaratanını nasıl kavrayabilir? Onun büyüklüğünü biraz anlayabilen İslam âlimleri, şaşkına dönüp, (Onu anlamak, anlaşılamayacağını anlamaktır) demişlerdir.
Dünyanın yaratılışı Fen adamları diyor ki:
(Milyarlarca yıl önce, bütün kâinat [evren] bir tek parçadan ibaret idi. Bu tek parçanın ortasında birdenbire büyük bir infilak oldu ve bu tek parça birçok parçalara ayrıldı. Parçaların her biri başka bir yöne doğru gidiyordu. Nihayet, bu parçaların bazıları birbirleriyle birleşerek muhtelif gezegenler ve ayrı ayrı galaksiler, güneşler ve uydular meydana getirdiler. Artık uzayda bir ilk patlamaya karşı bir mukavemet kalmadığı için, bu gezegenler, uydular ve bunların içinde bulundukları galaksiler uzayda kendi yörüngelerinde dönmeye ve yüzmeye devam ettiler. Dünya, içinde Güneşin de bulunduğu bir galaksidir. Kâinatta sayılamayacak kadar çok galaksi vardır. Kâinat, gittikçe genişleyen bir sistemdir. Galaksiler yavaş yavaş Dünyadan uzaklaşıyor. Bir kere, süratleri ışık hızına varırsa, artık öteki galaksileri görmeye imkân kalmayacaktır. Daha kuvvetli teleskoplar yapmaya mecburuz.)
Fen adamlarına, (Bu neticeye ne vakit ulaştınız?) denildiği zaman, (60 yıldan beri, bütün dünya fen adamları bu kanaatlerde birleşmiştir) diyorlar. 60 yıl, dünya hayatında çok kısa bir fasıladır. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (İnkârcılar, gökler ve yer küresi birbirlerine yapışıkken onları ayırdığımızı bilmezler mi?) [Enbiya 30]
Demek ki, dinimiz, fen adamlarının ancak 60 yıl kadar önce meydana çıkarabildikleri Dünyanın yaratılışını, bundan 1400 yıl önce insanlara bildirmiştir.
Biyologlar, hayatın başlangıcını şöyle anlatıyorlar:
(Hayatın nasıl meydana geldiği bugün için şöyle açıklanıyor: Dünyanın ilk havasında amonyak, oksijen ve karbonik asit vardır. Yıldırımların etkileriyle bunlardan amino-asitler meydana geldi. Milyarlarca yıl önce, ilk defa su içinde protoplazma husule geldi. Bunlardan ilk amipler meydana çıktı. Hayat suda başladı. Sudan karaya çıkan canlılar, havadan amino-asitleri alarak proteinli bünyeler meydana getirdiler. Bütün canlılar sudan gelmektedir ve ilk canlılar suda teşekkül etmiştir.)
Kısa bir zaman önce bulunan bu gerçek, Kur'an-ı kerimde şöyle bildiriliyor: (İnkâr edenler, bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mi?)[Enbiya 30]
(İnsanı sudan yaratarak erkek ve kadın akrabalar yapan Allah’tır.) [Furkan 54]
(Yerin yetiştirdiklerinden ve kendilerinden ve bilmedikleri birçok şeylerden çift çift yaratan Allahü teâlâ, her türlü ayıp ve noksandan münezzehtir.) [Yasin 36]
Burada, bitkileri ve hayvanları inceleyenlere ve bunların yanında(Bilmedikleri şeyleri) buyurarak, insanların ancak zamanla ve yavaş yavaş bulabildikleri, atom enerjisi gibi, yeni kaynakları inceleyen ilim adamlarına imalar vardır. Nitekim buyuruluyor ki:
(Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve lisanlarınızın ayrı olması, Onun varlığının âyetlerinden [işaretlerinden]dir. Burada âlemler için ibret vardır.) [Rum 22]
Ölüler nasıl dirilir? Kendilerine ateist denilen bazı kimseler, bütün kâinatın yoktan meydana geldiğini kabul ettikleri halde, yok olanların, ölülerin tekrar dirileceğini akılları almıyor. Ateistlere eskiden müşrik deniyordu. Bir müşrik, eline bir insan kemiği alır, Resulullah efendimizin yanına gelir, kemiği ufalayıp üfledikten sonra, meydan okurcasına (Ölülerin, dirilip mahşere geleceğini söylüyorsun. Bu çürümüş kemik, nasıl dirilir?) diye sorar. Resulullah efendimiz, (Elbette, kâinatı yaratan Allahü teâlâ, onu canlandırır ve seni de öldürüp, diriltir ve Cehenneme sokar)buyurur. Sonra şu âyetler nazil olur: (İnsan bilmez mi ki, biz onu bir damla nutfeden yarattık. O, apaçık düşman kesilip kendi yaratılışını düşünmeden bize karşı örnek getirmeye kalkışarak “şu çürümüş kemikleri kim diriltir” der. Ey Resulüm, de ki, o çürümüş kemikleri, hiç yokken var eden, onu diriltir.) [Yasin 77- 79]
Dirilişi bildiren üç âyet-i kerime meali: (Öldükten sonra bizi kim diriltir derler. De ki, sizi ilk defa yaratan Allah, can verip, diriltir. Bunun üzerine onlar sana alaylı bir tarzda başlarını sallayıp “Ne zaman” derler. De ki, yakındır.) [İsra 51]
(Allah, ölüleri diriltir ve her şeye hakkıyla kadirdir. Kıyamet vakti de gelir; bunda elbette şüphe yoktur. Allah kabirlerdekileri diriltip kaldırır.) [Hac 7]
(O gün yer yarılıp, halk kabirlerinden süratle çıkar. Bunları diriltip haşretmek bizim için kolaydır.) [Kaf 44]
Kâinatta tesadüflere yer yoktur
Sual: Evrende her şeyin kendiliğinden, tesadüfen olması mümkün müdür? CEVAP Bu bilgileri şu anda bilgisayarla yazıyoruz. Bu aletin kendiliğinden olduğunu, bir ustasının olmadığını söylemek kadar anlamsız söz olmaz. Kâinattaki diğer şeyler de böyledir. Bu muazzam kâinat, tesadüfen olabilir mi? Basit bir örnek verelim:
Bilgisayarın klavyesindeki tuşlara rastgele bassak, acaba anlamlı bir cümle meydana gelebilir mi? Peki bir sayfa yazacak kadar tuşlara rastgele vursak veya bir kitap olacak kadar tuşlara bassak, anlamlı, konusu olan bir kitap meydana gelebilir mi? Bunu biz yaparsak, anlamsız da olsa bir kitap dolusu yazı meydana gelir. Peki, klavye hiçbir etki olmadan kendi kendineçalışıp, anlamı ve konusu olan bir kitap yazabilir mi? Elbette mümkün değildir.
Bir kayık yapıp denize açılmak istesek, önce odun bulmamız, sonra bundan tahtalar çıkarmamız, bunları belli birer ölçüde keserek çivilerle çakmamız gerekir. Sonra küreklerle çekerek istediğimiz yere gidebiliriz. Acaba tahta, çivi, keser, usta gibi şeyler olmadan, kayık kendiliğinden meydana gelir mi? Kendiliğinden istenilen yere gider mi? Yani, bir ağaç kendiliğinden oldu, kendiliğinden kesildi, kalaslara bölündü. Bu kalaslar kendiliğinden çivilenip kayık oldu. Bu kayık, kendiliğinden bir deniz buldu. Kürekler kendi kendine çekiliyor, kayık kendi kendine yüzüyor, rotasını biliyor ve istenilen yere gidiyor. Bunun olması mümkün mü? Elbette mümkün değildir.
Bugün robotlar yapılıyor. Muazzam işler yapıyorlar. Bu kayık örneğini bir robot yapabilir; ama bu robotu da bir yapanın olması gerekiyor. Yani kendiliğinden robot meydana gelmiyor.
Kitabın, kayığın, bilgisayarın tesadüfen meydana geleceğini kabul etmeyen kimse, baştanbaşa bir sanat eseri olan bu muazzam âleme tesadüfen yaratıldı diyebilir mi? Yahut şuursuz, cansız tabiat yaratmıştır diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, planlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına şeksiz, şüphesiz inanmaya mecbur kalır.
Kâinata bakılınca, her şeyin bir düzen içinde olduğu, hiçbir şeyin başıboş olmadığı görülür. İnsanların uzayda saatte 1600 km. hızla dönmekte olan, içi ateş dolu bir gezegen olan Dünyanın üzerinde, yalnız yer çekimi kuvvetiyle kalarak yaşaması ne büyük bir harikadır. Bu harikayı tesadüfe bağlamak ne kadar yanlıştır.
İnsan kendine baktığı zaman, bir damla sudan, göz, baş, kan, sinir gibi vücudunun bütün organlarının, akıl ve ruhunun yaratılmış olduğunu görür. Bunu kendisinin yaratmadığını, bir yaratıcının bulunduğunu zaruri olarak bilir. Tesadüfen muazzam bir vücudun meydana geldiğini düşünmek akla da uygun olmaz. Vücuttaki organların yerli yerinde yaratılışını, hiçbir organda eksiklik ve fazlalığın bulunmayışını görür ve bunları yoktan yaratanın kudretini anlar. Eğer anlamaktan aciz ise, o kişinin çok ahmak olduğu anlaşılır.
Işık saçan Güneş, en uygun ısıyla bitkilerin yetişmesini, bazılarının içinde ise, kimyasal değişiklikler yaparak un, şeker ve daha nice gıda ve deva maddelerinin meydana gelmesini temin eder. Halbuki, dünya kâinat içinde ufacık bir varlıktır.
Güneş etrafında dönen gezegenlerden meydana gelen ve içinde dünyanın da bulunduğu güneş sistemi, kâinat içinde bulunan ve sayısı bilinmeyen pek çok sistemlerden sadece biridir. Güneşin ışınlarının, 150 milyon km uzağındaki dünyaya ancak milyarda biri gelmektedir. Sadece bu kadar bile arz-atmosfer makinesini çalıştırmaya yetmektedir. Yani bütün canlıların hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri mümkün olabilmektedir.
Güneşin sıcaklığı, yüzeyinde 5500, merkezinde ise 20 milyon dereceyi bulur. Bu ısının asırlar geçtiği halde, zamanla azalmamasını tesadüfe bağlamak mümkün müdür?
Dünyanın güneşe olan mesafesi, bizim ihtiyacımız olan sıcaklığı alacak kadar ayarlıdır. Eğer dünyanın güneşe olan uzaklığı daha fazla olsaydı, dünyaya daha az ışık gelir, soğuktan hiçbir canlı var olamazdı. Dünya, güneşe daha yakın olsaydı, bu sefer de sıcaklıktan hiçbir canlı var olamazdı. Buna tesadüf denebilir mi? Tesadüf diyebilmek için süper ahmak olmak gerekir.
Atmosferde bulunan su buharı, radyasyon kaybından ötürü geceleri yeryüzünün aşırı soğumasını, sebze ve meyvelerin donmasını da önler. Geceyle gündüz arasında çok aşırı sıcaklık farkı da görülmez. Toprak üstündeki su, ya buharlaşarak havaya geçer yahut toprak altına sızarak, yeraltı sularını meydana getirir. Suyun en önemli kaynağı okyanuslardır. Dünyanın dörtte üçü suyla kaplıdır. Su bu kadar geniş alana yayılmakla yeterli buharlaşmayı sağlar, yağış rejimini düzenler. Eğer, okyanusların dağılımı şimdiki gibi yaygın olmasaydı, yağmurda önemli ölçüde bir azalma görülür, sonuçta, şiddetli bir kuraklık hüküm sürerdi. Okyanuslardan buharlaşan su, sadece okyanuslar üzerine düşmez. Su buharı olarak havaya karışır ve üst atmosferdeki kuvvetli rüzgârlarla dünya üzerine dağılır, böylece ihtiyaç duyulan nem, değişik bölgelere kadar ulaşır. Her bölge, az veya çok suya, rahmete kavuşur. Bunlara tesadüf denebilir mi?
Her madde, ısınınca hacmi büyür, soğuyunca küçülür. Fakat su, +4°C den itibaren soğursa hacmi genişler. Suda bu özellik olmasaydı, deniz ve göllerde buz haline gelen su tabakası dibe çöker ve bu olay 0°C ve daha düşük sıcaklıkta tekrarlanarak neticede suların buz tabakaları yığını haline gelmesine sebep olur, böylece buradaki bütün canlılar ölürdü. Suyun böyle bir özelliğe sahip olmasına da tesadüf denemez. Suyun bu özelliğinin de bir gaye için olduğu görülür. Bir gayeye hizmet eden sebebe tesadüf demek ahmaklıktan başka şey değildir.
En büyük iplik fabrikalarının, modern makinelerle yaptığı ipek, küçük bir ipek böceğinin yaptığı ipek randımanının çok altındadır.İpekböceği gibi hangi modern fabrika, ağaç yaprağından sağlam kumaş imal edebilir? İpekböceğine dut yaprağı yemesini, ondan ipek imal etmesini kim öğretmiştir? Buna tesadüf denebilir mi? Başka böceklerin hiçbiri bunu niye yapamıyor? Dünya kurulalı asırlar olduğu halde, ipek yapan başka bir böceğe niye tesadüf edilmedi ki? Böcek değil, insan bile böyle ipek yapamıyor?
Bir karıncayı, hatta bir buğday tanesini meydana getirmekten aciz olan kimsenin, her şeyi yaratan Allahü teâlâyı inkâr etmesi şaşılacak bir şeydir. İnkârcının ne kadar ahmak olduğunu gösterir.
Aynı toprakta yetişen limon ekşi, portakal tatlı olur. Topraktan aynı gıda ve aynı suyu aldığı halde soğan acı, karpuz tatlı oluyor. Rengârenk çiçeklere, mesela menekşeye bakılınca, çeşitli renklerin bir yaprak üzerine işlendiği görülür. Böyle akıl almaz derecede mükemmel ve muazzam eserleri hikmetli bir şekilde ancak sonsuz bir kudret sahibi yaratabilir. O da elbette Allahü teâlâdır. Bunu ancak süper ahmak olanlar inkâr edebilir.
Hayvanların özellikleri Allahü teâlâ, sayısız hayvan yarattı. Bir kısmının zararından emin olmak, bir kısmının da insanlara itaat etmesi için, onlara akıl vermedi. Mesela bir çocuk, bir koyun sürüsünü güdebilir.
Et yiyen hayvanların kolay avlanabilmeleri için, onlara sıçrama kabiliyeti, parçalayıcı dişler ve pençe ihsan etti. Av veya polis köpeğini insanların menfaatine uygun kabiliyette yarattı. Bazı hayvanları binmeye ve yük taşımaya elverişli, bazılarının etinden, sütünden, derisinden, yününden, yumurtasından, kemiğinden, dişlerinden istifade edilecek özellikte yarattı. Nesillerini devam ettirebilmeleri için her hayvanın cinsine göre en uygun şekilde üreme organlarını da yarattı.
Fil, hortumu sayesinde yerden bir şey alıp ağzına götürür. Filin hortumu su içmeye mahsus bir kap, yiyeceklerini toplayıcı bir el, nefes alacak bir burun, sırtına yük yükleyecek bir kol, ağırlık kaldırıcı bir vinçtir. Allahü teâlâ, fili binicilerinin faydalanacağı bir vasıta olarak yaratmış, ayrıca özel anlayış kabiliyeti de vermiştir. Bu sayede ehlileştirilip yük taşır ve savaşta kullanılır.
Zürafa, yüksek yaylalarda, kayalık, ağaçlık yerlerde yaşar. Cenab-ı Hakkın kendisine ihsan ettiği uzun boynu sayesinde diğer hayvanların yetişemediği, çıkamadığı yüksek yerlerdeki otlardan, ağaçların tepesinden rızkını temin eder.
Balık suda yaşar. Allahü teâlâ, balıkların suda kolayca gidebilmeleri için yüzgeçler yarattı. Suda boğulup ölmemeleri için akciğer yaratmadı. Su içindeki oksijeni alabilecek solungaçlar yarattı. Balığın ayağı olmadığı halde suda çok süratli hareket edebiliyor. Deniz üzerinde uçan kanatlı balıklar da vardır. Mürekkep balığı tehlikeyi sezdiği zaman, derhal bir boya ifraz ederek, ortalığı karartır ve görünmez olur, nereye gittiği anlaşılamaz.
Bukalemun, hareket kabiliyeti az olduğu için düşmanlarından kaçamaz; fakat Allahü teâlâ buna renk değiştirme özelliği vermiştir. Çevreye kolaylıkla uyar. Kırmızı, yeşil veya sarı renge bürünebilir. Bulunduğu yerin rengine uyarak, kamufle olur, düşmanlarından korunabilir. Gözleri her tarafa dönebilecek şekilde yaratılmıştır. Bir gözüyle karşısına bakarken, öteki gözüyle de arkasını görebilir. Öyle ki, avını veya düşmanını başını çevirmeden görebilir. Vücudunun uzunluğu kadar dili vardır. Arkasındaki avına kolayca ulaşabilir, dilini bir ok gibi fırlatır. Dilinin ucu yapışkan olduğundan avını hemen yakalar. Dilin ucundaki yapışkan kısma isabet eden avın kurtulma ihtimali yoktur. Her hayvanın rızkını veren ve düşmanları için kendilerine uygun silahlar yaratan Allahü teâlânın kudreti sonsuzdur. Bunu ancak süper ahmak olanlar inkâr edebilir.
Karınca, topladığı tanelerin yerdeki nem sebebiyle yeşerip bitmemesi için taneleri parçalar. Islanan tanelerin çürüyüp bozulmaması için de dışarı çıkarıp kurutur. Sellerin zarar vermemesi için yuvasını yüksek yere yapar. Allahü teâlâ, topluluk halinde yaşamayı, yardımlaşmayı, kış için azık toplamayı karıncaya ilham etmiştir. Bu ilhamı veren cenab-ı Hakkın şanı çok yücedir.
Arı da topluluk halinde yaşar. Her grup kendisine bir başkan seçer. Eğer ikinci bir başkan çıkarsa onu öldürürler. Arı dışkılarını balın içine koymaz. Dışarıya bırakır. Uzak yerlere gidip dolaştıktan sonra şaşırmadan kovanını bulur. Balın imalini, yapısını, faydalarını, bal mumunu, peteklerin altıgen şeklinde yapılışını anlatmak için kitap yazmak gerekir. Akılları durdurucu duyguları arıya ilham eden Allahü teâlânın hikmetlerini anlamak ve anlatmak mümkün müdür?
Karasinek, altı ayaklı olarak yaratılmıştır. Dördüyle yürür, ikisi yedektir. Yürüdüğü ayakları çamurlanırsa yedek ayaklarıyla bunları silip kurular.
Örümcek, yuvasını yapmak ve avına tuzak kurmak için ağ deposuyla yaratılmıştır. Kurduğu ağ, sineklerin ve bazı böceklerin ayaklarına takılır. Örümcek, tuzağa yakalanan haşereyi, sıvı bir maddeyle etrafını sararak, her an taze yiyebilmek için onu konserve haline getirir. Acıkınca biraz yer, sonra yediği yeri mumyalar. Bütün bu işleri örümceğe ilham eden Allahü teâlânın kudreti sonsuzdur.
İpekböceği gibi hangi modern fabrika, ağaç yaprağından sağlam kumaş imal edebilir? İpekböceğine dut yaprağı yemesini, ondan ipek imal etmesini ilham eden Allahü teâlâ, insanların istifadeleri için neler yaratıyor. İpekböceği, zamanla kelebek olur. Eğer kurt [larva] halinde kalsalardı, üremeleri mümkün olmazdı. Bunlar tesadüf demek ahmaklıktan başka bir şey değildir.
Ayaksız yürüyen yılan, su içer, inek de su içer. Aynı su, birinde zehir, birinde süt olur.
Kaplumbağa tehlike görünce büzülüp taş haline gelir.
Kirpi keven dikeni gibi büzülür. Ateş böceği ışık saçar.
Tahtakurusu, kan emmek için duyargasının ısı ve koku alma yoluyla kan emeceği insanı tanır; çünkü böceğin duyargası hassas bir antendir. Bununla, hafif bir ısının yol açtığı hava dalgasını fark eder. Kanını sevdiği bir insanın etrafına birkaç sıra kanını sevmediği kişilerden barikat kurulsa, tahtakurusu hepsini geçip kanını sevdiği insana gelir. Kiminden kaçar kimine koşar. Küçücük böceği böyle bir hisle yaratan Allahü teâlânın kudreti sonsuzdur.
Yarasa, memeli hayvanlar içinde uçabilen tek hayvandır. Ses dalgalarına karşı muazzam hassastır. 200 bin frekanslı sesleri rahatlıkla duyar. Hâlbuki insan, azami 20 bin titreşimi ses olarak duyar. Karanlık gecede rahatlıkla bir yere çarpmadan uçar. Uçarken, kanat çırparken insanların duyamayacağı yüksek frekanslı sesler çıkarır. Bu sesler bir cisme çarpınca hemen yarasaya geri akseder. Yarasa bu cisimlerin hareketli veya sabit olduğunu anlar. Ona göre vaziyet alır. Bu sayede avını yakalar, düşmanından kaçar.
Yarasa, dinlenirken baş aşağı durur. Kanatlarıyla vücudunu öyle örter ki, yağan yağmurlar kanatları üzerinden aşağı akarak vücudu ıslatmaktan korur. Kapalı yerlerde de tavana yapışıp baş aşağı durur.
Yarasa, bazı hayvanlar gibi, kışlık yiyeceği koyacak yer bulamaz. Kışın aç kalmamak için Allahü teâlâ bu çeşit hayvanlara kış uykusu ihsan etmiştir. Yarasa, kış uykusu esnasında vücudundaki yağı azar azar tüketir. Yağ tabakası aynı zamanda hayvanın üşümemesini sağlar.
Yarasanın bir kısmı sivrisinek ve mahsule zarar veren böcekleri yer. Bir kısmının gübresinden istifade edilir. Gübresi ziraat dışında, barut yapmak için güherçile imalinde kullanılır. Her hayvanın yaşaması için çeşitli imkânlar yaratan ve hayvanlardan çeşitli şekilde istifade sağlayan hikmet sahibi Rabbimize hamd olsun!
Kendilerine mahsus silahları var Her hayvan, neslini devam ettirecek şekilde yaratılmıştır. Düşmandan korunacak, avını yakalayacak silahı vardır. Mesela bir cins çekirge, düşmanı saldırınca, çok kötü kokulu ve zehirli köpük fışkırtır. Düşmanı saldırmaktan vazgeçmek zorunda kalır. Bir cins hamamböceği de, düşmanına karşı çok sıcak bir sıvı fışkırtır.
Kuşlardaki ilginç özellikler Allahü teâlâ, her kuşun kolayca uçabilmesi, gıdasını toplayabilmesi, soğuktan, sıcaktan korunması, kendini savunması ve üremesi için muhtaç olduğu her şeyi en uygun şekilde yaratmıştır. Mesela, yerde yürüyebilmesi, uçuş için yerden yukarıya yükselmesine ve yere konmasına yardımcı olması için kuşları iki ayaklı yaratmıştır.
Fazla soğuk ve sıcaktan etkilenmemesi için kuşun vücudunu tüylerle kaplı olarak, ayak derilerini de kalın ve dayanıklı olarak yaratmıştır. Kuşların ayak derileri de tüylü olarak yaratılsaydı, çamura girince çamur tüylere yapışıp uçuşa mani olurlardı. Uçuş esnasında tüylerin kolay kopup kuşların çıplak kalmamaları için deriye çok sağlam raptetmiştir. Bunun gibi, yağmurdan etkilenmeyecek biçimde tüyleri kaygan bir özellikte yaratmıştır.
Kuşlardaki kanatların hikmetini düşünmeye çalışmalıdır! Kalın tüyleri tutan kemiğimsi çubuk olmasaydı, tüyleri bütün vücutta kıl gibi bitseydi, rüzgâra karşı mukabele edemezdi. Tüyleri tutan çubuk kalın olduğu halde içi boş olduğundan uçuşa mani değildir. İlikleri olmayıp içi boş olduğu için uçmaları kolaylaşır ve kırılmaları da zorlaşır.
Leylek gibi uzun ayaklı kuşların suda kolayca gıdalarını almalarını sağlamak için boyun ve gagalarını da uzun yaratmıştır. Ayaklar uzun olduğu halde boynu kısa olsaydı veya ayakları kısa olduğu halde boynu uzun olsaydı gıdalanmaları mümkün olmayacak kadar zor olurdu. Mesela gagası kısa olsaydı, su içinde boğulabilirdi.
Allahü teâlâ, her cins kuşa, beslenmelerine uygun şekilde gaga yaratmıştır. Gaga, keskin olduğu için bıçak vazifesini görür. Gagayla parçalanıp yenen şeyler, karındaki yüksek ısı sayesinde gayet ufak olarak öğütülür, böylece dişlere lüzum kalmaz.
Cenab-ı Hak, kuşların üremesini yumurtayla yarattı. Eğer yavrusunu karnında yaratmış olsaydı, bu hâl, kuşun uçmasına mani olurdu. Kuluçka müddeti boyunca yumurtaların üzerinde yatması kuşa ilham olunmuştur. Güvercinler, kuluçkadaki yumurtalar soğuyup bozulmasın diye biri çıktığı zaman diğeri ona vekâlet ederek kuluçka müddetince nöbetleşe yumurtalar üzerinde yatıyorlar. Sanki bu tedbir kalkınca yumurtaların bozulacağı kendilerine öğretilmiştir. Kuşlara bunları kim öğretmiştir? Bütün bunlar tesadüfî şeyler değildir. Cenab-ı Hakkın kudretinin tezahürüdür.
Leylekler, Anadolu’dan kalkıp Afrika’ya göç ediyorlar. Göç sadece leylekler arasında değil, başka kuşlar arasında da meydana gelmektedir. Turna ve kırlangıç gibi Amerika’da ötleğen denilen kuşları, Kanada’daki yazlık yuvasını terk ederek, dağ, orman ve nehirler aşarak 4–5 bin km.lik bir seyahatten sonra Güney Amerika’daki kışlıklarına ulaşırlar. Üç gün, geceli gündüzlü hiç durmadan kafile halinde uçarlar.
Göçmen kuşlar, uygun rüzgârlar bulabilmek için yerden 6 km yukarılara kadar çıkarlar. Yiyecek bulmak ve soğuktan korunmak için göç ederler. Seyahate çıkmadan önce vücutlarına yağ depo ederler. Yağın, aynı miktardaki protein ve karbonhidrata göre iki misli enerjiye sahip olması, kuşlar için en iyi bir yakıt olmasına sebeptir. Kuşlar, eski yuvalarını bulmak için gündüzleri Güneşi, geceleri ise yıldızları pusula olarak kullanırlar. Sisli ve bulutlu havalarda ise, pusula olarak yerin manyetik sahasını kullanırlar. İnsanlar frekansı 16000’den az olan sesleri işitemediği halde, kuşlar rahatça işitebildikleri için yollarını kolayca bulabiliyorlar.
İnsanlar, mevcut olan yerçekimi kanununu 17. asırda öğrenmişken, kuşların, asırlardan beri yerin manyetik alanıyla çekim gücü arasındaki açıyı ölçerek yönlerini tayin etmeleri bir tesadüf olamaz. Kâinatta tesadüflere yer yoktur. Her şey kudret sahibi Yüce Rabbimizin yaratmasıyla meydana gelmektedir.
Deve: Her hayvan ve her vasıta çöldeki kuma batmadan kolaylıkla gidemez. Çölde her zaman su bulmak güçtür. Kavurucu sıcaklar su kaybına, terlemeye sebep olur. Allahü teâlâ, çölün şartlarına uygun bir hayvan yaratmıştır. Bu acayip hayvan devedir. Ayaklarının tabanı yastık gibi yumuşak olduğundan, diğer hayvanların aksine kuma batmaz.
Deve, uzun müddet yiyip içmeden yaşayabilen bir hayvandır. Çölde aç kalan deve, vücudundaki yağları yakarak gerekli gıdasını temin eder. Hörgücü yağ deposudur. Uzun çöl yolculuğunda yedek gıda deposu olan hörgücünün yavaş yavaş azaldığı görülür. Böylece kendi kendini besleyebildiği için açlık deve için bir problem sayılmaz.
Devenin, ikinci önemli özelliği de, susuz yaşayabilmesidir. Kızgın kumlar üzerinde ağır yükün altında bir hafta su içmeden yol alabilir. Bu da şaşılacak bir özelliktir.
Devenin yağ deposu olan hörgücü aynı zamanda bir su kaynağıdır. Bilim adamlarının aklının alamadığı kimyevi hadiseler neticesinde, hörgüçteki yağ suya da dönmektedir. Yağ, hem gıda, hem de su ihtiyacını karşılamaktadır.
Nemli bir yere çöken deve, ihtiyacı olan suyu, yerin neminden alır. Tüyleri, güneşin sıcaklığını yansıtabildiğinden, sıcağın yakıcı tesirinden korunarak su ihtiyacı hissetmez. Devenin başka bir özelliği de, vücuttaki suyun kaybolmaması için hemen hemen hiç terlemeyecek şekilde, kum fırtınasında kumların burnuna kaçmaması için burnu hemen kapanacak şekilde yaratılmıştır.
Otlarken dilini çıkarmadığı için su kaybı daha az olur. Az idrar çıkarır. İdrardaki ürenin çoğu yeniden protein yapılarak hem gıda, hem de su kazanmak için karaciğerinden geçer. Bütün bunları yaratan Allahü teâlânın kudreti sonsuzdur.
Hayvanların yavru sevgisi Yırtıcı kuşlar ve bazı hayvanlar yavrularına hiçbir zarar vermeden uzak yerlere götürürler. Yarasalar emin yer bulana kadar 2–3 gün yavrularını sırtlarında taşırlar. Aksilokop hayvanı yumurtladıktan hemen sonra ölür, yavrusunu hiç görmez buna rağmen yumurtadan çıkacak yavrusuna gösterdiği ihtimam dikkate şayandır. Yavrusu bir yıl gıdasını temin etmeye muktedir değildir. Bundan dolayı anne, bir ağaç parçasında uzunca bir oyuk meydana getirir. Çiçek yapraklarını ve bazı yumuşak dalları buraya doldurmaya başlar ve oraya bir yumurta bırakır. Sonra ağaçtan çıkardığı tozları hamur haline getirip tavan yapar. Bundan sonra başka bir yuva yapmaya koyulur. Buraya bıraktığı yiyecekler, bu yavruya tam bir yıl yeter.
Eşek arısı toprakta kazdığı çukura yumurtasını bırakmadan önce avladığı hayvanları da yumurtanın yanına bırakır. Sonra üstünü örter.
Bir serçenin yeni çıkmış bir yavrusu için günde 1217 kere gıda aramak için sefere çıktığı tespit edilmiştir.
Yavrularını kaybeden hayvanların, üzüntülerinin insanlardan daha çok olduğu tespit edilmiştir.
At, yavrusu öldüğünde acı acı kişner, gözlerinden yaşlar akar, ölüsünün başına kimseyi yaklaştırmaz. Gömdükten sonra başında bekler. Yemeden içmeden kesilir. Bazılarında bu üzüntü, ölümle sonuçlanır.
Tavuk, kaz, köpek gibi hayvanların yavrularını vermemek için insanlara saldırdığı, kedilerin, yavrularını ağızlarına alarak, onları incitmeden götürdükleri görülmüştür.
Yaban domuzu avında, domuzların, yavrularını bırakıp kaçmadığı, bilakis, yavrularını burunlarıyla iterek kaçmalarını sağladığı çok görülmüştür.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, yüz rahmetinden birini mahlûkat arasında taksim etti. Bununla anne evladına şefkat eder, hayvanlar yavrularını sever ve bütün mahlûkat birbirine merhamet eder.) [Ebu Ya’la]
Nesillerini devam ettirebilmeleri için hayvanlara da bu sevgiyi veren Allahü teâlânın kudreti sonsuzdur.
Su, ateş ve hava’nın önemi
Su: Her canlıyı sudan yaratan Allahü teâlâ hayatın devamı için suyu insanların istifadesine vermekle en büyük nimetlerden birini ihsan etmiştir. Susuz kalmayan, suyun kıymetini kolay anlamaz. Ayrıca Allahü teâlâ, bol bol ihsan ettiği için kıymeti herkesçe bilinmemektedir. Her meyve, sebze ve diğer bitkilerle, her canlının varlığı suya bağlıdır. Yenilen gıdaları suyla sindirme zarureti vardır. Su olmasaydı, sindirim gerçekleşmez, yaşamak da mümkün olmazdı. Suyun temizleme özelliği bile ne büyük nimettir. Suyla yapılan ihtiyaç maddelerine bakmak, suyla pişirilen yemekleri düşünmek gerekir. Şiddetle muhtaç olduğumuz suyun kadrini biliyor muyuz? Su nimetindeki hikmetleri düşünebilen kimsenin, Yaratanın büyüklüğünü anlayıp teslim olmaması mümkün müdür?
Ateş: Allahü teâlâ, insanlar için en büyük nimetlerden biri olan ateşi bir lütuf ve ihsan olarak ihtiyaca yetecek kadar yarattı. Her canlıda ısı mevcuttur. Ateş nimetinin de faydaları sayılamayacak kadar çoktur. Ateş sayesinde madenler eritilerek çeşitli sanayilerde kullanılmakta, yemekler pişirilmektedir. Kışın soğuktan ateş sayesinde korunulur. Bütün aydınlatma cihazları yine ateş sayesinde mümkün olmaktadır. Ateşi istediğimiz gibi çeşitli işlerde kullanmamızı ihsan eden cenab-ı Hakka ne kadar şükretsek azdır.
Hava: Eğer bir müddet hava nimeti yok olsa, bütün canlılar helak olur. Uçsuz bucaksız boşluk havayla dolu olduğu için, bu büyük nimetten habersiz yaşanıyor. Birkaç dakika nefes alıp veremesek ölürüz. Hava olmasaydı, uçaklar uçamazdı. Gemiler ve diğer vasıtalar da havaya muhtaçtır. Yağmur bile hava sayesinde düzgün yağmaktadır; çünkü hava olmasaydı, yağmur kütle halinde düşer, ondan istifade zorlaşır, hatta felaket olurdu. Hava ve rüzgâr olmasaydı, yağmurlar hep belli yerlere düşer, birçok yerlere de yağmaz, böylece fayda yerine zararı olurdu. Bazı yerlerde kuraklık hüküm sürerken, bazı yerlerde devamlı seller meydana gelir, birçok şeyler harap olurdu. Hava olmasaydı kuraklık hüküm süren yerlerde bitkiler kurur, pınarlarda su kalmazdı. Böylece havada istenilen nem bulunmayacağı için ziraat yapılamaz, hastalıklar baş gösterir, kıtlık ve felaket meydana gelirdi.
Diğer maddeler: Allahü teâlâ, insanoğlu için bunlar gibi daha nice sayısız nimetler yaratmıştır. Bunları kullanabilmek için akıl ihsan etmiştir. Bu ihsanlara karşı kulluk vazifesini yapmak gerekmez mi?
Toprak: Yeryüzünde toprak olmayıp hep kaya ve taş gibi sert maddeler bulunsaydı, ziraat yapılamaz, toprak nimetinden istifade edilemezdi.
Yer çekimi kuvvetinin yaratılması ne büyük nimettir. Yer çekimi olmasaydı yeryüzünde yaşamak mümkün olmazdı. Hiçbir şey konduğu yerde durmaz, hafif bir etkiyle göklere yükselirdi.
Dünyanın oval olması, mevsimlerin meydana gelmesine sebep olmaktadır. Gece ve gündüz ise, yer kürenin kendi ekseni etrafında dönmesiyle meydana gelmektedir.
Denizdeki hayvanlar, karadaki hayvanlardan daha fazladır. Bütün bu hayvanların rızıklarını veren Allahü teâlâ, hayvanları su içinde nefes alacak şekilde yaratmıştır. Deniz içinde boyu 25 metreyi bulan Anber balıklarını yaratmış, istiridye cinsinin karnında yüksek değerli inciler ve kabuklarından düğme ve süs eşyası yapılan sedefler yaratmıştır. Cenab-ı Hak, suya belli kaldırma kuvveti vermeseydi, denize giren suyun dibine batar, bir daha çıkamaz, gemiler yüzemez, balıklar yaşayamazdı. Bunların her biri birer harikadır. Bunları göremeyen gözler kördür.
Doğal felaketler: Sel, deprem, kuraklık gibi felaketlerin ara sıra meydana gelmesi, Allahü teâlânın sonsuz nimetlerine, lütuf ve ihsanına karşı isyanda olanları ikaz mahiyetindedir. Hiçbir nimet ve felaket sebepsiz değildir. Düşünenler için sayısız hikmetleri vardır.
Kâinat ve düzenli hayat Canlı cansız bütün varlıklar bir düzen içindedir. Her maddenin yapısında, her olayda, her reaksiyonda, hiç değişmeyen bir düzen, bir matematik bağlantı vardır. Bunlara fizik, kimya, astronomi ve biyoloji kanunları diyoruz. Bu değişmez düzenden faydalanarak, insanlar fabrikalar kuruyor, ilaçlar imal ediyor, radyolar, televizyonlar, elektronik beyinler yapıyor. Mahlûklarda, bu düzen olmasaydı, her şey rastgele olsaydı, bunların hiçbiri yapılamazdı. Her şey bozulur, yok olurdu.
Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Gökleri yedi kat ve birbirine ahenkli şekilde yaratan Rahmanın yarattığı her şeyde bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü çevir de ibretle bak, bir aksaklık, bir eksiklik var mı? Bir aksaklık var mı, diye gözünü tekrar çevir de bak, ama umduğunu bulamayıp bitkin düşersin.) [Mülk 3–4]
Varlıkların düzenli, bağlantılı, kanunlu olmaları; bunların kendiliklerinden, rastgele var olmadıklarını; her şeyin bilgili, kudretli, gören, işiten, dilediğini yapan bir yaratıcı tarafından var edildiğini göstermektedir. O, dilediğini var veya yok eder. Bir şeyi var etmeye ve yok etmeye, başka şeyleri sebep yapmıştır. Bu sebepleri yaratmasaydı, varlıkların arasında bu düzen olmazdı. Her şey karmakarışık olurdu. Fen, medeniyet hâsıl olamazdı. Bir yaratıcının olduğu da bilinemezdi.
O, varlığını bu düzeniyle belli ettiği gibi, insanlara çok acıyarak, var olduğunu da ayrıca bildirmiştir.
Âdem aleyhisselamdan başlayarak, her asırda, dünyanın her yerindeki insanlar arasından en iyi, en üstün olarak yarattığı birisine melekle haber vererek, kendini bildirmiş ve insanların dünyada ve ahirette rahat etmeleri, iyi yaşamaları için, ne yapmaları ve nelerden sakınmaları gerektiğini açıklamıştır. Böyle üstün insanlaraPeygamber,bildirdiklerine de Din denir. İnsanlar eski şeyleri unuttukları için ve her zaman bulunan kötü kimseler, peygamberlerin kitaplarını ve sözlerini değiştirdiklerinden, eski dinler unutulmuş, bozulmuştur. Kötü insanlar, uydurma dinler de meydana getirmişlerdir.
Her şeyi yaratan yüce Allah, insanlara çok acıdığı için, kullarına son bir peygamber ve yeni bir din yani Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselamla İslam dinini göndermiştir. Bu dini, kıyamete kadar koruyacağını, kötü insanlar saldıracaklar, değiştirmeye, bozmaya kalkışacaklar ise de, kendisi bunu, bozulmamış olarak her yere yayacağını müjdelemiştir.
Yaratıcıyı inkâr
Sual: Çok kimse, Tanrıdan, Cennetten, Cehennemden bahsediyor. Bugün bilim bunların hurafe olduğunu, bir yaratıcı olmadığını, her şeyin tesadüfen meydana geldiğini, ölünce herkesin toprak olacağını, kimsenin artık dirilemeyeceğini bildiriyor. Zamanla herkes ateist olacak, Tanrıya inanan kalmayacak. Niçin boşuna uğraşılır ki? CEVAP Her şeyin tesadüfen meydana geldiğini bilim değil, ateist söylüyor. Bilim ise aksini söylüyor. Bir ateist, bırakın bir karınca yaratmayı, bir buğday tanesi, bir arpa tanesi yapamadığı halde, muazzam bir varlık olan insanın kendiliğinden tesadüfen yaratıldığını söylemesi mi hurafe, yoksa gerçek olan mı hurafe? Güneş, ay, yıldızlar, kâinattaki varlıklar kendiliğinden mi oldu?
Ebedi Cehennem azabına müstahak olmayı düşünmek, ne kadar ahmaklık olur. Hazret-i Ali, dirilmeye inanmayan bir ateiste diyor ki: (Biz inanıyoruz. Diyelim ki, senin dediğin gibi tekrar dirilmek olmasaydı, inanıp ibadet etmekle bizim hiç zararımız olmazdı. Bizim inancımız doğru olduğu için, sen sonsuz olarak ateşte yanacaksın.)
Ateist ölünce, kendi inancına göre, yok olacak. İslamiyet’e göre ise, o Cehennemde sonsuz azap görecektir. İnanan da, sonsuz nimetler içinde yaşayacaktır. Aklı, bilgisi olan bir insan, bu ikisinden elbette, ikincisini seçer. Sonsuz azapta kalmak, bir ihtimal bile olsa, bunu hangi akıl kabul eder? Hâlbuki ahiret hayatı, bir ihtimal değil, apaçık bir gerçektir. Hangi şey tesadüfen yaratılmıştır ki? Kendiliğinden meydana gelmiş bir eser var mıdır? O halde aklı, ilmi olanın, Allah’a ve ahirete inanması gerekir.
Heykelin büyük ustası
Sual: Ateist bir tanıdık, (Heykelin büyük ustası Rodin İstanbul’da aynen canlı gibi heykel yapıyor) diyerek Rodin’i övüp, ona olan hayranlığını belirtti. Bu ateiste ne denebilir? CEVAP Şöyle denebilir: (Canlı gibi heykel yapana hayranlık duyuyorsunuz da, bizzat canlı olarak yaratana niye hayranlık duymuyorsunuz?)
Bırakın taşı yontmayı, etten vücut bile yapılsa ona nasıl can verilebilir ki? Bu kadar aciz olan insan, her şeyi Yaratanı nasıl inkâr eder ki? Bir heykel bile tesadüfen yapılmıyor, ustası var da, kâinattaki diğer şeyler ustasız nasıl yapılır? Ateist, düşünmekten korkan ve inanmaktan mahrum kalan biridir.
Bir üniversiteliye cevap
Seyyid Abdülhakim efendinin, İstanbul'da, Sultan Selim Camii şerifi bahçesindeki, (Medrese-tül-mütehassısin)de tesavvuf müderrisi [ilahiyat fakültesinde, tasavvuf kürsüsü, ordinaryüs profesörü] iken, bir üniversitelinin sualine karşı, yazmış olduğu mektubu, kelimelerini sadeleştirerek, aşağıya yazıyoruz:
Bütün kuvvetinizle, Allahü teâlânın kudreti sahasından dışarı çıkabilirseniz, çıkınız! Fakat, çıkamazsınız. Bu sahanın dışı, âdem diyarıdır. O âdem [yani yokluk] diyarı da, Onun kudreti içindedir.
Bir sırası düşerek, İbrahim Edhemden, birisi nasihat istedi. Buyurdu ki, altı şeyi kabul edersen, hiçbir işin sana zarar vermez. O altı şey şudur:
1- Günah yapacağın zaman, Onun rızkını yeme! Rızkını yiyip de, Ona isyan etmek, doğru olur mu?
2- Ona asi olmak istersen, Onun mülkünden çık! Mülkünde olup da, Ona isyan etmek, layık olur mu?
3- Ona isyan etmek istersen, gördüğü yerde günah yapma! Görmediği bir yerde yap! Onun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günah yapmak, uygun değildir.
4- Can alıcı melek, ruhunu almaya geldiği zaman, tevbe edinceye kadar izin iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tevbe et! O da, bu saattir. Zira, Melek-ül-mevt, ani gelir.
5- Mezarda, Münker ve Nekir ismindeki iki melek, sual için geldikleri vakit, onları kov, seni imtihan etmesinler! Soran kimse dedi ki, (Buna imkan yoktur). Şeyh buyurdu ki, (Öyle ise, şimdiden onlara cevap hazırla!)
6- Kıyamet günü Allahü teâlâ (Günahı olanlar, Cehenneme gitsin!)diye emredince, ben gitmem de!
Soran kimse dedi ki, (Bu sözümü dinlemezler). Bunun üzerine, o kimse, tevbe etti ve ölünceye kadar, tevbesinden vazgeçmedi. Evliyanın sözünde, rabbani tesir vardır.
İbrahim-i Edhemden sordular ki, Allahü teâlâ, (Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabul ederim, veririm) buyuruyor. Halbuki, istiyoruz, vermiyor? Cevap buyurdu ki:
Allahü teâlâyı çağırırsınız, Ona itaat etmezsiniz. Peygamberini tanırsınız, Ona uymazsınız. Kur'an-ı kerimi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenab-ı Hakkın nimetlerinden faydalanırsınız, Ona şükür etmezsiniz. Cennetin, ibadet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennemi, asiler için yarattığını bilirsiniz, ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Aybınıza bakmayıp, başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına şükretsin! Daha ne isterler? Dualarının neticesi, yalnız bu olursa, yetmez mi?
[Allahü teâlâ, Mümin suresinin altmışıncı âyetinde, (Dua ediniz, kabul ederim),isteyiniz, veririm buyuruyor. Duanın kabul olması için, beş şart vardır: Dua edenin Müslüman olması, Ehl-i sünnet itikadında olması, haram işlemekten, bilhassa haram yemekten, içmekten sakınması, farzları yapması, bilhassa beş vakit namaz kılması, Ramazan oruçlarını tutması, zekât vermesi, Allahü teâlâdan istediği şeyin sebebini öğrenip, bunu araması lazımdır. Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Bir şey istenince, o şeyin sebebini gönderir ve bu sebebe tesir ihsan eder. İnsan bu sebebi kullanıp, o şeye kavuşur. Evliyasının hatırı için, âdetini bozarak, bunlar dua edince veya Evliyayı kiram vesile edilerek dua edilince, bunlara(Keramet) olarak, sebebe hacet kalmadan, doğruca istenileni verir.]
Siz, adem [yokluk] diyarından, bu varlık alemine, kendiliğinizden gelmediğiniz gibi, oraya, kendiniz gidemezsiniz. Gördüğünüz gözler, işittiğiniz kulaklar, duygu edindiğiniz organlar, düşündüğünüz zekâlar, kullandığınız eller ve ayaklar, geçeceğiniz bütün yollar, girip çıktığınız bütün mahaller, hulasa, ruh ve cesedinize bağlı bütün aletler, sistemler, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın mülk ve mahlûkudur. Siz Ondan hiçbir şey gasp edemez, mülk edinemezsiniz! O, hayy ve kayyumdur. Yani, görür, bilir, işitir ve her var olan şeyi, her an varlıkta durdurmaktadır. Hepsinin idaresinden, hallerinden bir an gafil olmaz. Mülkünü kimseye çaldırmaz. Emirlerine uymayanların cezasını vermekten de, aciz kalmaz. Mesela, Ayda, Merihde ve diğer yıldızlarda insan olmadığı gibi, bu Erd küresinde de bulunmasaydı, bir şey lazım gelmezdi. Bundan dolayı, büyüklüğünden bir şey eksilmezdi.
Hadis-i kudside buyuruyor ki: (Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en mütteki, itaatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, üluhiyetimden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganidir, Ona hiçbiriniz lazım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep Ona muhtaçsınız.) [Müslim]
Güneşten ziya ve hararet gönderiyor. Aydan ışık dalgaları aks ettiriyor. Siyah topraktan, tatlı renkli, hoş kokulu nice çiçekler, güzel yüzler yaratıyor. Rüzgârdan gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor. Birçok senelik uzaklıktaki yıldızlardan, şu çıktığınız, sonunda gömüleceğiniz topraklara nurlar yağdırıyor. Zerrelerinde nice nice titreşimlerle tesirler uyandırıyor. [Bir taraftan, beğenmediğiniz, iğrendiğiniz pislikleri, en küçük, en hakir mahlûkları [mikroplar] vasıtası ile, toprağa çevirip, çiğnediğiniz bu toprakları bitki fabrikasında, vücudunuz makinesinin yapı taşı olan, protein, yani yumurta akı maddesi haline döndürüyor. Bir taraftan da yine nebatat fabrikasında, toprağın suyunu, havanın boğucu gazı ile birleştirerek ve içerisine, semadan gönderdiği enerjiyi, kudreti depo ederek, nişastalı, şekerli maddeleri ve yağları, yani vücudunuz makinesini işletecek kudret kaynağını yaratıyor.] Böylece, tarlalarda, çöllerde, dağlarda, derelerde, bitirdiği nebatlarda ve yeryüzünde ve denizlerin dibinde gezdirdiği hayvanlarda, midelerinize gidecek, sizi besleyecek rızık, gıda hazırlıyor. Akciğerlerinizde kimyahaneler açarak, burada kanınızın zehirini ayırıp, yerine oksijen yakıcı maddesini sokuyor.
Dimağlarınızda, fizik laboratuarları açarak, burada his uzuvlarından, sinirlerden gelen haberler alınıp, demir taşına mıknatıs kuvvetini yerleştirdiği gibi, beyninize yerleştirdiği akıl ve yüreğinize yerleştirdiği kalb kuvvetleri tesiri ile, bir anda, çeşitli planlar hazırlanıp, emirler, hareketler meydana getiriyor.
Yüreğinizi çok karışık ve harika dediğiniz tesirlerle, geceli gündüzlü çalıştırıp, damarlarınızda kan nehirleri akıtıyor. Sinirlerinizde, akıllarınızı şaşırtan, nice nice yol şebekeleri dokuyor. Adalelerinizde sermayeler gizliyor. Daha ve daha birçok harikalarla, vücudunuzu techiz ediyor, tamamlıyor. Hepsine fizik kanunları, kimya reaksiyonları ve biyoloji olayları gibi isimler taktığınız, bir nizam ve ahenkle, tesis ediyor, montaj yapıyor. Kuvvet merkezlerini içinize yerleştiriyor. Gereken tedbirleri ruh ve şuurunuza tersim ediyor. Zihin denilen bir hazine, akıl namında bir miyar, fikir dedikleri bir alet, irade dediğiniz bir anahtar da, ihsan ediyor. Herbirini yerinde kullanabilmeniz için size tatlı, acı ihtarlar, işaretler, meyiller, şehvetler de veriyor. Daha büyük bir nimet olarak, sadık ve emin Resullerle açıkça, talimat gönderiyor.
Nihayet, vücudunuz makinesini işletip ve tecrübelerini gösterip, maksada göre kullanmanız ve istifade etmeniz için elinize teslim ediyor. Bütün bunları, size ve iradenize ve yardımınıza muhtaç olduğundan değil, mahlûkları arasında size ayrı bir mevki, bir salahiyet vererek, mesut ve bahtiyar olmanız için yapıyor. Ellerinizi, ayaklarınızı, kullanabildiğiniz her uzvunuzu, arzunuza bırakmayıp da, yüreğinizin atması, ciğerlerinizin şişmesi, kanlarınızın dolaşması gibi, sizden habersiz kullansaydı, her işinizde, zorla, refleks hareketleri ile, çolak el, kuru ayak ile yuvarlasaydı, her hareketiniz bir titreme, her kımıldamanız bir siğirme olsaydı, kendiliğinize ve emanetlere malik olduğunuzu iddia edebilir mi idiniz? Sizi, cansızlar gibi, sade dış kuvvetler tesiri ile veya hayvanlar gibi, yalnız dış ve iç kuvvetler ile akılsız, şuursuz hareket ettirse idi ve evlerinize taşıdığınız nimetlerden, yük hayvanı gibi, ağzınıza bir lokma verseydi, onu alıp yiyebilecek mi idiniz?
Doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki halinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize deva, korkulara, sıcağa, soğuğa, açlığa, susuzluğa, yırtıcı ve zehirli hayvanların ve düşmanların hücumlarına karşı koyacak vasıtaları bulduğunuz şu yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havası, kudret kimyahanesinde inbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz?
Bugün, bizim dediğiniz karaların, denizlerden süzülüp ayrıldığı, dağların, derelerin, ovaların, tepelerin döşenildiği zaman, acaba nerede idiniz? Denizlerin acı suları, Hakkın kudreti ile buharlaştırılarak, gökte bulutlar yapılırken, o bulutlardan yağan yağmurlar, [çakan şimşeklerin ve güneşten gelen kudret, enerji dalgalarının hazırladığı gıda maddelerini] yanmış, kurumuş toprakların zerrelerine işletip, o maddeler, [ziya ve hararet şuaları tesiri ile] oynayıp titreşerek hayatın hücrelerini yetiştirirken, nerede idiniz ve nasıldınız?
Bugün kendinize maymun tohumu derler, inanırsınız. Allah yaratır, yaşatır, öldürür, her şeyi O yapar derler inanmak istemezsiniz.
Ey insan! Acaba sen nesin? Babanın damarlarında neydin? Bunak, örümcek kafalı, gerici diye hakaret ettiğin babana, vaktiyle damarları içinde sıkıntı verirdin. O zaman, seni oynatan kimdi ve sen onu, niçin rahatsız ediyordun? O, istese idi, seni bir çöplüğe atabilirdi, fakat atmadı. Seni, bir emanet gibi sakladı. Bol bol besleneceğin bir gülşen seray-ı ismete tevdi etti ve nice zaman himayene uğraştı ise, sen niçin sıkıntılarından babanı mesul tutarak tahkir ediyorsun da, nimetlerinden ona ve yaratanına bir şükür payı ayırmıyorsun? Sonra sen, emanetini niçin herkesin kirlettiği çöplüklere döküyorsun?
Etrafın, arzu ve emellerine uyduğu zaman, her şeyi, aklınla, ilminle, fenninle, gücünle, kuvvetinle yaratarak yaptığına, bütün başarıları icat ettiğine inanıyorsun. Hakkın sana verdiği vazifeyi unutuyor ve o yüksek memurluktan istifa ediyor ve emanete sahip çıkmaya kalkıyorsun. Kendini malik ve hakim tanımak ve tanıttırmak istiyorsun. Öte taraftan, etrafın, arzularına uymaz, dış kuvvetler seni mağlup etmeye başlarsa, o zaman da, kendinde hasret ve hüsrandan, acz ve yeisten başka bir şey görmüyorsun. Hiçbir irade ve ihtiyara sahip olmadığını, her şeyin cebr elinde esir olduğunu ve varlığının, otomatik ve fakat zembereği kırık bir makine gibi olduğunu iddia ediyorsun. Kaderi bir (ilm-i mütekaddim) değil, bir (cebr-i mütehakkim)manasında anlıyorsun. Bunu söylerken, ağzının, gramofon gibi olmadığını da, sezmez değilsin.
Sofrana, sevdiğin yemekler gelmediği zaman eline geçirebileceğin kuru ekmeği yemekle, yemeyip açlıktan ölmek arasında hür ve serbest bulunduğun ve kuru lokmalar, ağzına zorla tıkılmadığı halde, elini, dilini uzatır, onları yersin. Hem yersin, hem de bir şey yapmadığına hüküm edersin. Düşünmezsin ki, elin ve ağzın, yine arzunla oynamış ve bu oynayış bir sıtma, bir titreme olmamıştır. Fakat, böyle mecbur olduğun zamanlarında bile, iradene malik olduğun halde, seni aciz bırakan, harici kuvvetler karşısında kendini mecbur, esir, hâsılı bir hiç bilirsin.
Yahu! İşin yolunda, muvaffakiyet ve muzafferiyet yanında olunca(Hep), işlerin aksi, ters olduğu zamanında ise, kaderin cebri altında oyuncak bir (Hiç) diye iddia ettiğin o sen, bunlardan hangisisin? Hep misin, hiç misin?
Ey Âdemoğlu! Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz! Her halde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz, icat etmekten, her şeye hâkim ve galip olmaktan, şüphesiz uzaksınız. Fakat, inkâr olunamayan bir hürriyet ve ihtiyarınız, sizi hâkim kılan, bir arzu ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı bulunmayan bir hâkim ve mutlak, başlı başına bir malik olan, Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve müşterek vazifeler alan, birer memursunuz! Onun koyduğu ahkam ve nizam ile, Onun tayin ettiği mevkileriniz ve halk edip emanet olarak verdiği salahiyet ve vasıtalarınız nispetinde vazife yaparsınız. Amir ancak O, hâkim yalnız O, malik yine Odur. Ondan başka amir, Ona benzer hâkim, Ona ortak malik yoktur. Sizin o kadar benimseyerek, hevesle atıldığınız maksatlar, gayeler, giriştiğiniz mücadeleler, sarf ettiğiniz gayretler, duyduğunuz iftiharlar, kazandığınız başarılar, Onun için olmadıkça, hep yalan, hep boştur. O halde kalblerinizde, niçin yalana yer veriyorsunuz da, şirklere sapıyorsunuz? Niçin, eşsiz hâkim olan, Hak teâlânın emirlerine uymuyor, Onu mabud tanımıyorsunuz da, binlerce, hayal olan, mabudlar arkasında koşuyor, hepiniz sıkıntılar içinde boğuluyorsunuz? Her neye koşuyorsanız, sizi sürükleyen bir emel, bir ihtiyar, bir iman değil midir? Niçin o emeli Haktan başkasında arıyorsunuz? Niçin, o imanı Hakka tahsis etmiyor, o ihtiyarı bu imana ve imanın neticesi olan amellere sarf etmiyorsunuz?
Hak teâlânın hâkimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden, Allah’ın merhameti, neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakka imanın hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhameti ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de, hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır. Bu da, hukuku kendiniz kurmaya kalkışmanın, Hak teâlâ ile yarış edebilecek şeriklere tâbi olmanın, hâsılı, halis tevhid ile, yalnız Hak teâlâya iman etmemenin neticesidir.
Hulasa, insanlığı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakka karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen, ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı, hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Haktan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur. Görmez misiniz, camiye gidenler sevişir, meyhaneye gidenler dövüşür.
Hak teâlâdan başka her neye gönül verseniz, her neye tapınsanız, hepsinin zıddı, mukabili vardır. Bunların hepsi de, Hakkın kudreti ve iradesi altındadır. Şeriki, naziri, misli, zıddı, mukabili olmayan, yegane hakim, ancak Hak teâlâdır ve ancak Onun mukabili bâtıldır, yanlıştır ve varlığı mümkün olmayan bir yokluktur.
Hak teâlâdan başka, her neye tâbi olur, her neye tapınır, Onun yerine, her neyi sever ve hakiki hâkim tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle beraber yanacaktır. (Seadet-i Ebediyye)
.
Allah'ın zatını düşünmek
Sual: (Acaba Allah nasıl bir şey, varlığının ezelî olması ne demek?) gibi sorulara cevap bulamıyorum. Ne yapmalıyım? CEVAP Böyle şeyler hatıra gelince, bu düşünceleri hemen bırakmalı. Bir hadis-i şerif şöyledir: (Allah'ın yarattıklarını tefekkür edin, fakat zatını düşünmeyin! Çünkü anlamaya güç yetiremezsiniz. Yoksa [bir şeye benzeterek]helâk olursunuz.) [Ebu-ş-Şeyh, İbni Ebi-d-Dünya]
Niye (Helâk olursunuz) deniyor? Çünkü Allah'ı bir yaratık gibi düşünmek küfürdür. Selefî denilen kimseler, hâşâ (Allah, Arş’a oturdu) derler. Müteşabih âyetlerden kendi anladıklarına uymaya çalışırlar. Hiçbir şeye benzemeyen Allahü teâlâ için, (Arşa oturdu)demek, Onu insan veya başka bir yaratık gibi düşünmek olur, küfür olur. Onun için Allah'ın zatını düşünmemelidir. (Hiçbir şeye benzemeden oturur, kalkar, yürür) gibi düşünceler, yine mahluklara benzetildiği için küfür olur.
(Allah nasıl ezelîdir?) diye düşünmemeli. Çünkü böyle düşünmek, hâşâ (Allah nasıl meydana geldi? Onu kim yarattı?) gibi yanlış, küfür olan düşüncelere sürükler. Bir hadis-i şerif de şöyledir: (Şeytan, insana, (Şunu kim yarattı, bunu kim yarattı, yeri kim yarattı, göğü kim yarattı?)diye vesvese verir. Kişi (Hepsini Allah yarattı)diye cevap verince, bu defa ise, (Allah'ı kim yarattı?)diye vesvese verir. O zaman, (Ben Allah’a ve Resulü’ne iman ettim) diyerek Allah’a sığınsın!) [Taberanî]
Demek ki böyle düşünceler gelince, bırakmaya çalışmalı, (Yâ Rabbî, beni böyle düşüncelerden koru!) diye dua etmelidir.
Allahü teâlâ zâtı ile vardır. Varlığı kendi kendiyledir. Şimdi var olduğu gibi, hep var idi ve hep var olacaktır. Varlığının önünde ve sonunda yokluk olamaz. Çünkü, Onun varlığı lâzımdır. Yani, “Vâcib-ül vücûd”dur. O makâmda, yokluk olamaz. Allahü teâlâ birdir. Yani ortağı, benzeri yoktur. Ortağı olmak için, Allahü teâlânın kâfî olmaması, müstakil olmaması lâzımdır. Bunlar ise kusurdur, noksanlıktır. O halde şerîke, ortağa lüzûm yoktur. Ortağın lüzûmlu olması ise, bir kusurdur ve vücûba ve ulûhiyyete yakışmaz. Görülüyor ki, ortağı olduğunu düşünmek, ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor. Yani ortak bulunmasını düşünmek, ortak bulunamıyacağını meydana çıkarıyor. Demek ki, Allahü teâlânın ortağı yoktur. Yani birdir.
Allahü teâlânın kâmil, noksan olmıyan sıfatları vardır. Bunlar, hayat; diri olmak, ilim; bilmek, sem’; işitmek, basar; görmek, kudret; gücü yetmek, irâde; istemek, kelâm; söylemek ve tekvîn; yaratmaktır. Bu sekiz sıfata, “Sıfât-ı sübûtiyye” denir.
Bu sıfatları da kadîmdir. Yani, sonradan olma değildir. Kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. Ehl-i sünnet âlimleri böyle bildirmektedir. Ehl-i sünnetten başka, yetmişiki fırkadan hiçbiri, Allahü teâlânın ayrıca sıfatları olduğunu bilememiştir.
Allahü teâlânın, bunlardan başka sıfatları da vardır. Bunlar, kıdem; varlığının evvelinde yokluk olmamak, beka; varlığının başlangıcı olmamak, vücûb; yokluğu mümkin olmıyan, kıyâm bi-nefsihi; kimseye muhtaç olmamak, muhâlefetün lil-havâdis; kimseye benzememek, vahdâniyyet, tektir ortağı, benzeri yoktur. Bunlara, “Sıfât-ı zâtiyye” denir.
Allahü teâlâ cisim değildir. Cisimden değildir. Madde değildir. A’raz, yani hâl değildir. Mekânı yoktur. Zamanlı değildir. Bir şeye girmiş, bir yere yerleşmiş değildir. Hudûdlu, bir şeyle çevrilmiş değildir. Bir tarafta, bir cihette değildir. Bir şeye mensûb değildir. Bir şeye benzemez. Misli, ortağı ve zıddı yoktur. Anası, babası, zevcesi, çocukları yoktur. “Allah baba” diyen kâfir olur. Bunların hepsi mahlûkta, sonradan yaratılanlarda olan şeylerdir. Hepsi noksanlık ve kusur alâmetleridir. Bütün kemâl sıfatlar, Allahü teâlâda vardır. Bütün noksan sıfatlar, yoktur.
Allahü teâlâ küllîleri, cüz’îleri, büyükleri, zerreleri; âlimdir, bilir. Her gizliyi bilir. Yerlerde ve göklerde en küçük zerreleri bilir. Her şeyi yaratan, Odur. Yarattıklarını elbette bilir. Yaratmak için, bilmek lâzımdır. Bazı zavallılar, zerreleri bilmez diyor. Zerreleri bilmemeği, kemâl, büyüklük sanıyor. Bunun gibi, Allahü teâlâ ister istemez, akl-ı fe’âl dedikleri birşeyi yaratmıştır diyerek bunu da, kemâl sanıyorlar...
Allahü teâlâ, ezelden ebede, yani öndeki sonsuzdan, sonraki sonsuza kadar, bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emirleri, o bir sözdendir. Bütün yasakları, yine o bir sözdendir. Bunun gibi, bütün haberleri, suâlleri, hep o bir sözden çıkmaktadır.
Tevrât ve İncîl kitapları o bir sözü gösteriyor. Zebûr ve Kur’ân-ı kerîm de, o söze işâret ediyor. Bunun gibi, diğer Peygamberlere nâzil olan kitaplar ve sahîfeler, hep o bir sözün açılmasıdır. Ezel ve ebed, o sonsuzlukları ile berâber, o makâmda bir ân olunca, hatta ân demek bile sığmaz ise de, başka kelime olmadığından ân deniliyor, o ânda bulunan söz de, elbette bir kelime, hatta harf, belki de bir noktadır.
Nokta demek de, ân demek gibi, başka kelime bulunmadığı içindir. Yoksa nokta demek de, yerinde olmaz. Allahü teâlânın kendindeki ve sıfatlarındaki genişlik ve darlık, bizim bildiğimiz ve alıştığımız gibi değildir. O, mahlûkların sıfatı olan genişlik ve darlıktan münezzehtir, uzaktır.
Allahü teâlâyı müminler Cennette görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmiyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmiyeni, anlaşılmıyanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmıyan bir görmek olur. Belki, gören de, nasıl olduğu bilinmiyen bir hâl alır ve öyle görür.
Bu, bir muammâ, bir bilmecedir ki, bu dünyada, Evliyânın büyüklerinden seçilmişlere bildirilmiştir. Bu derin, güç mesele herkese gizli iken, bunlara hakîkat olmuştur. Bunu, Ehl-i sünnetten başka, ne müminlerin fırkaları, ne de kâfirlerin bir ferdi anlıyamamıştır.
Bu büyüklerden başkası, Allahü teâlâ görülemez, demiştir. Bunlar, bilmedikleri şeyleri, gördükleri şeylere benzeterek düşündükleri için, yanılmıştır. Böyle benzetmelerin, ölçmelerin, bozuk netîce vereceği meydandadır.
Bugün birçok kimse de, bu yanlış ölçü ve benzetmekten dolayı imanlarını kaybedip, ebedî felâkete sürükleniyor. Bu gibi derin meselelerde iman şerefine kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselâmın sünnetine, yoluna uymak ışığı ile nasîb olur. Allahü teâlâyı Cennette görmeğe inanmak şerefinden mahrûm olanlar, bu saadete kavuşmakla nasıl şereflenebilir ki, “inkâr eden, mahrûm kalır” sözü meşhûrdur.
Cennette olup da görmemek de uygun değildir. Çünkü, İslamiyet, Cennette olanların hepsi görecektir diyor. Bir kısmı görecek, bir kısmı görmiyecek demiyor.
Bu âlem, Cenab-ı Hakkı görmek nimetine kavuşmağa elverişli değildir. Dünyada görülür diyen, yalancıdır, iftirâcıdır. Doğruyu anlıyamamıştır. Bu dünyada, bu nimet nasîb olsaydı, herkesden önce, Mûsâ “aleyhisselâm” görürdü. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” Mi’râcda, bu devletle şereflendi ise de, bu dünyada değildi. Cennete girdi. Oradan gördü. Yani, âhırette görmüş oldu. Dünyada görmedi. Dünyada iken, dünyadan çıktı, âhırete karıştı ve gördü.
Cennet de, herşey gibi, Allahü teâlânın mahlûkudur. Allahü teâlâ, mahlûklarının hiçbirisine girmez, birinde bulunmaz. Fakat mahlûklarının bazısında Onun nûrları zuhûr eder. Bazısında ise, o kâbiliyyet yoktur. Aynada, karşısındaki cisimlerin görünüşleri, zuhûr ediyor. Taşta, toprakta ise etmiyor. Allahü teâlâ, her mahlûkuna aynı nisbette ise de, mahlûklar, birbirlerinin aynı değildir. Allahü teâlâ, dünyada görülemez.
Allahü teâlâ, yerlerin, göklerin yaratıcısıdır. Dağları, denizleri, ağaçları, meyveleri, madenleri, mikropları, hayvanları, atomları, elektronları, molekülleri yaratan Odur. Birinci semayı yıldızlarla süslediği gibi, yeryüzünü, insanları yaratmakla süslemiştir. Basît cisimleri, elemanları, O yaratmıştır. Bileşik cisimler, Onun yaratması ile hâsıl olmuştur. Herşeyi yoktan var eden Odur. Ondan başka herşey yok idi. Hiçbiri kadîm değildir. Bütün doğru dinler, Allahtan başka, herşeyin yok iken, sonradan var olduğunu, Ondan başka kadîm bulunmadığını bildirmektedir. Başkasını kadîm bilenlere kâfir demişlerdir.
Gökleri, yıldızları ve başka şeyleri kadîm bilenlerin, yalan söylediklerini Kur’ân-ı kerîm bildirmektedir. Yerlerin yoktan var edildiğini gösteren âyet-i kerîmeler çoktur. Her zaman yanılan akla uyarak, Kur’ân-ı kerîme inanmıyan kimse, ne kadar sefîhdir. “Allahü teâlâ, bir kimseye nûr vermezse, o münevver olamaz” buyurulmuştur.
Yaratılmak damgası, kudretin az olduğuna alâmettir ve ilmin noksan olduğuna işârettir. Bilgisi, kuvveti az olan, yaratamaz. Îcâd edemez. İnsanın işinde, kendine düşen pay, kendi kesbidir. Yani o iş, kendi kudreti ve irâdesi ile olmuştur. O işi, yaratan, yapan, Allahü teâlâdır. Kesb eden, kuldur. Görülüyor ki, insanların ihtiyârî işleri, istiyerek yaptıkları şeyler, insanın kesbi ile Allahü teâlânın yaratmasından meydana gelmektedir. İnsanın yaptığı işte, kendi kesbi, ihtiyârı yani beğenmesi olmasa, o iş, titreme şeklini alır; midenin, kalbin hareketi gibi olur.
Allahü teâlâ, madde değildir. Benzeri yoktur. Nasıldır denilemez. Allahü teâlâ, Âdem’in ruhunu bilinemez, nasıldır denilemez olarak yarattı. Allahü teâlâ mekânsız olduğu gibi, ruh da mekânsızdır. Ruh da madde değildir. Ruhun bedene bağlılığı, Allahü teâlânın âlem ile olması gibidir.
Ruh insanın ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişiktir, ne ayrıdır. Yalnız onu varlıkta durdurmaktadır. Bedenin her zerresini diri tutan ruhtur. Bunun gibi, âlemi varlıkta durduran, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, bedeni ruh vâsıtası ile diri tutmaktadır. İnsana gelen her feyz, önce ruha gelir. Ruhdan bedene yayılır.
Ruh nasıl olduğu anlaşılmaz olarak yaratılmış olduğu için, hiç anlaşılamıyacak olan Allahü teâlâ onda yerleşmektedir. Hadîs-i kudsîde, “Yere ve göğe sığmam. Fakat mümin kulumun kalbine sığarım” buyurdu. Çünkü, yer ve gök çok geniş olmakla berâber maddedirler. Mekânlıdırlar. Bir şeye benzetilebilirler. Nasıl oldukları anlaşılır. Mekânsız olan, nasıl olduğu bilinmiyen mukaddes varlık, bunlarda yerleşemez. Mekânsız olan, mekânda yerleşmez. Benzeri olmıyan, benzeri olanla bir arada bulunmaz. Mümin kulun kalbi ise, mekânsızdır. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Bunun için, burada yerleşir.
Müminin kalbi denildi. Çünkü kâmil, olgun müminlerden başkasının kalbi mekânsızlık derecesinden aşağı düşmüştür. Mekânlı ve maddeli şeylere karışmıştır. Onlar gibi olmuştur. Böyle düşmekle ve maddeli varlıklar gibi olmakla, onlardan sayılmıştır. Anlaşılacak hâle gelmiştir. Anlaşılamıyanı yerleştirmek gücü kalmamıştır. A’râf sûresinin yüzyetmişsekizinci âyetinde meâlen, “Onlar, hayvan gibidir. Hatta hayvandan daha aşağıdırlar” buyuruldu. Tasavvuf büyükleri arasında kalbinin geniş olduğunu söyleyenler, kalbinin mekânsız olduğunu anlatmışlardır.
Çünkü, mekânlı ne kadar geniş olsa da, yine dardır. Arş, madde âleminin en büyüğü, en genişidir. Fakat, mekânlı olduğundan, mekânsız olan ruha göre, hardal dânesi gibi kalır. Belki daha da küçüktür. Müminin kalbi, sonsuz olan nûrların tecellî yeridir. Arş, içindekilerle birlikte, bu kalbin içinde, yok gibi kalırlar. Eserleri, izleri bile kalmaz. Bu, ruh için dikilmiş bir elbisedir. Melekler de, buna kavuşamaz. Melekler de maddedir. Mekânlıdır. Nasıl olduğu anlaşılabilir. Bu bilgilerden insanın nasıl (Halîfe-i Rahmân) olduğu anlaşılır. Birşeyin sûreti, onun halîfesidir, vekîlidir. Birşey onun sûretinde yaratılmazsa, onun halîfesi olamaz. Halîfe olmağa yakışmıyan, emanet yükünü taşıyamaz.
Allahü teâlâ kaza ve kaderin ince bilgilerini, kullarından seçilmiş olanlara bildirdi, doğru yoldan sapmamaları için, cahillerden sakladı. Çünkü kaza ve kaderin esrârını, din cahilleri anlıyamayıp, doğru yoldan kayar. İnsanları işlerinde mecbûr, esîr veya hâkim, yaratıcı sanmak tehlikesine düşerler.
Allahü teâlâ, Peygamberlerinin en üstünü ile, kullarına doğru yolu, doğru bilgiyi gösterdi. Yanlış düşünen cahillerin ve âsîlerin özür, bahâne etmelerine meydan bırakmadı.
Kaza ve kader bilgisini, çok kimseler anlayamamış, doğru yoldan ayrılmıştır. Bu bilgi üzerinde akıl yürütenler, vehm ve hayallerine kapılmıştır.
Bunlardan bir kısmı, insanların isteyerek yaptığı işlerinin cebir, zor ile olduğunu sanmış, çokları da, insanların her işi -hâşâ- yaratarak yaptığını, isteyerek yapılan işlere, Allahü teâlânın karışmadığını söylemiştir.
Üçüncü anlayış şekli de, doğru yolda gidenlerin, İslâmiyeti iyi anlayanların sözüdür ki, bunlar, (Fırka-i nâciyye) ismi ile müjdelenmiş olan (Ehl-i sünnet vel-cemaat)tir. Allahü teâlâ, o yüksek âlimlerden ve onların yolunda gidenlerden râzı olsun! Bunlar, birinci ve ikinci kısımda olanlar gibi taşkınlık yapmamış, orta yolu seçmişlerdir. Ehl-i sünnetin reîsi olan İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’tan “radıyallahü anh” sordu:
- Allahü teâlâ, insanların istekli işlerini, onların arzûsuna bırakmış mıdır?
- Allahü teâlâ, yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü âciz kullarına bırakmaz, buyurdu.
- Kullarına, işleri zor ile mi yaptırıyor?
- Allahü teâlâ âdildir. Kullarına zor ile günâh işletip, sonra Cehenneme sokmak, Onun adâletine yakışmaz, buyurdu.
- O hâlde, insanların, istekli hareketi, kimin arzûsu ile oluyor, kim yapıyor?
- İşleri insanların arzûsuna bırakmamış ve kimseyi cebr etmemiştir. İkisi arası olagelmektedir. Yaratmayı kullarına bırakmadığı gibi, zor ile de yaptırmaz.
İşte, Ehl-i sünnet âlimleri diyor ki, kulların ihtiyârî, istekli hareketlerini, işlerini Allahü teâlâ yaratmaktadır. Onun kudreti ile var oluyorlar. Fakat, insanın kudreti de karışmaktadır. İstekli hareketlerimiz, Allahü teâlânın kudreti ile (Yaratılır) ve bizim kudretimiz ile (Kesb edilmiş) olur.
Kaza ve kaderde, insan kudretinin, işinde tesîri yok ise de, Allahü teâlâ, işi yaratması için, onun kudretini sebep kılmıştır. Allahü teâlânın âdeti şöyledir ki; insan kudretini ve ihtiyârını bir iş için kullanınca, Allahü teâlâ, o işi yaratıyor. İnsanın kudreti, böylece, işin yapılmasına sebep oluyor. İşlerin yapılmasına tesîr etmiş oluyor. Çünkü, kulun kudreti olmadıkça, âdet-i ilâhî o işi yaratmamaktadır. Bu âdete göre, işi yapan, insandır demek, hakîkatte doğru oluyor.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi aleyhim”, kadere inanmış, kaderin hayırlısı, şerlisi, iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allahü teâlâdandır demiştir. Çünkü (Kader), var etmek, yaratmak demektir ve herşeyi yapan, yaratan, ancak Allahü teâlâdır.
(Mutezile), yani kaderiyye fırkası kaza ve kadere inanmadı. İşlerin, yalnız kulun kudreti ile hâsıl olduğunu zan etti. Şerler, kötülükler, Allahü teâlânın kazası ile olsaydı, bunlar için azâb yapmazdı. Bunlara azâb yapması zulm olur, dedi. Böyle sözleri söylemek zulmdür. Cahilce sözdür. Çünkü, kaza ve kadere inanmakla, kulun ihtiyârı ve kudreti gitmez.
(Kaza) demek, bir insanın bir işi kendi ihtiyârı ile yapıp yapmayacağını, Allahü teâlânın, önceden bilmesi demektir ki, insanda ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir. Kazaya inanmak irâdenin, ihtiyârın yok olmasına sebep olsaydı, Allahü teâlâ da, yaratmağa mecbûr veya memnû’ olurdu. Çünkü, ezelde, her şeyin var olacağını bildi ise, onu yaratmağa mecbûr olurdu. Yokluğunu bildi ise, yaratması memnû’ olurdu. Kazaya inanmak, kulda ihtiyârın bulunmasına inanmağa mâni olsaydı, Allahü teâlâda irâde ve ihtiyârın bulunmasına inanmağa da mâni olurdu.
Allahü teâlânın yaratacağı şeyleri ezelde bilmesi, irâde sıfatını yok etmediği gibi, kullarının yapacağı şeyleri de ezelde bilmesi, kulların irâde ve ihtiyâr sâhibi olmalarına mâni değildir. Evet, insanların kudreti azdır. İşi yalnız insan kudreti yapar demek, pek akılsızlık olur ve düşüncesizliğin son derecesidir. Mutezile, burada da, doğru yoldan ayrılmıştır.
(Cebriyye mezhebi), insan aslâ bir iş yapmaz, cânsızlar gibi hareket eder. İnsanın kudreti, kasdı, ihtiyârı yoktur, diyor. İnsanlar iyi iş yapınca sevâb kazanmaz, kötü işlerine azâb yapılmaz sanıyor. Kâfirler, günâh işleyenler mazûrdur, mesul olmazlar. Çünkü, insanın her işini, yalnız Allah yapıyor. İnsan istese de, istemese de, Allah günâh yaratıyor. İnsan günâh yapmağa mecbûrdur, diyorlar. Bu sözleri küfürdür.
Allahü teâlânın sıfatları, Onun zâtı gibi anlaşılamaz. Hiç değişmezler. Meselâ, ilim sıfatı, hiç değişmez. Önceki sonsuzdan, sonraki sonsuza kadar bilinenler ilim sıfatının bir yayılması ile bilinmektedirler. Kudret sıfatı da, olgun, geniştir. Herşey bu sıfatla var olmaktadır. Kelâm sıfatı da yayılmıştır, hiç değişmez. Ezelden ebede kadar, bu bir kelâmla söyleyicidir.
Sekiz sıfatın hepsi böyledir. İlim sıfatının bilinen şeylere, kudret sıfatının yaratılmış ve yaratılacak şeylere bağlantıları çok ise de, bu sıfatlarda çokluk ve değişiklik yoktur. Hak teâlâ, herşeyi bilir ve herşeye gücü yeter. Fakat ilim ve kudret sıfatlarının hiçbir şeye, hiçbir ilişiği yoktur. Akıl, bunu düşünemez ve anlıyamaz.
Yalnız akla uyanlar, felsefeciler, böyle şey olamaz derler. Hak teâlâ herşeyi bilsin. Fakat, Onun ilmi hiçbirşeye bağlanmasın. Bunun gibi, herşeye gücü yetsin. Fakat, kudretin hiçbir şeye ilişiği olmasın. Böyle şey olamaz derler.
Bunlar bilmiyorlar mı ki, ezel ve ebed o mertebede, bir aradadır. An denecek zamanın bile orada yeri yoktur. O mâkama en yakîn ve en uygun ân kelimesinden başka birşey olmadığı için ân denilir. Ezeldeki ve ebeddeki varlıkların hepsi, o bir ânda vardır. Yok olanlar da, o bir ânda yoktur. O bir ânda bir kimseyi hem yok olarak, hem var olarak, hem dünyaya gelmeden önceki hâlini, hem çocukluğunu, hem gençliğini, hem ihtiyârlığını, hem diriliğini, hem ölülüğünü, hem kabirde, hem haşrda, hem Cennetlerde olarak bilir. O ânın bu varlıklarla hiçbir ilgisi yoktur.
Eğer bir ilgisi olursa, ânlıktan çıkar. Uzun zaman olur. Geçmiş zaman ve gelecek zaman ayrılır. Bu varlıklar, o bir ânda, hem vardırlar, hem yokturlar.
Bilinen şeylerin hepsi, ilim sıfatının bir yayılması ile bilinmektedir. Bu, şaşılacak bir şey değildir. Çünkü zıt olan, ters olan şeyler, bu makâmda ve bir zamanda, bir arada bulunmaktadırlar. O makâmda zaman yoktur. Zamanda da değişiklik yoktur ki, zaman denilsin.
Bir kimse bir kelimeyi bir ânda hem isim olarak, hem fiil olarak, hem geçmiş zaman, hem gelecek zaman olarak düşünebilir. Bunları bir ânda bir arada görüyorum der. Kelimenin çeşitli ve ters hâllerini bir arada gördüğüm gibi, kelimenin bunların hiçbiri ile ilgisi yoktur derse, akla uyanlar, felsefeciler buna karşı birşey diyemezler.
Allahü teâlânın sıfatları, Onun zâtı gibi anlaşılamaz, olduğundan bildirildiği gibi inanmaktan başka çare yoktur. Bunların anlaşılamaz olduğunu bilmek, bunları anlamak demektir.
İmâm-ı Begavî buyuruyor ki: Kur’ân-ı azîm-üş-şân ve bu îmân ni’meti, bütün Müslümanlar ve cümle mü’minler hakkında umûmîdir. Lâkin, hulefâ-i râşidîn, mürşid-i emîr-ül mü’minîn Ebû Bekr-i Sıddîk ve emîr-ül mü’minîn Ömer-ül Fârûk ve emîr-ül mü’minîn Osmân-ı zinnûreyn ve emîr-ül mü’minîn Aliyyül Mürtedâ hazretlerinin haklarında husûsîdir.
Bunun delîlini Kur’ân-ı azîm-üş-şândan getireyim. “Gayba îmân eden kimseler” meâlindeki âyet-i kerîme, bütün mü’minler için umûmî, Ebû Bekr-i Sıddîk hakkında husûsîdir. “Namazlarını kılarlar” meâlindeki âyet-i kerîme, bütün mü’minler için umûmî, Hazreti Ömer-ül Fârûk hakkında husûsîdir. “Onlara verdiğimiz rızıklardan dağıtırlar” meâlindeki âyet-i kerîme, bütün mü’minler hakkında umûmîdir. Hazreti Osmân bin Affân hakkında husûsîdir. “Sana indirilen kitâba ve senden önce indirilenlere inananlar...” meâlindeki [Bekara sûresi 4] âyet-i kerîme, bütün mü’minler için umûmîdir. Hazreti Ali ibni Ebî Tâlib hakkında husûsîdir.
Ebû Bekr-i Sıddîk’ın sehâveti [cömertliği], Allahü teâlânın muhabbetinde olduğu için, kabûl edip, âgâh olmak için; meâl-i şerîfi; “... Fakat, iyilik şu kimselerin iyiliğidir ki, Allahü teâlâya, Âhıret gününe, Meleklere, Kitâba, Peygamberlere inanır, sevdiği malını yakınlarına, yetîmlere, fakîrlere yolculara verir ve rikâbda sarf eder” olan Bekara sûresinin 177’nci âyet-i kerîmesinde buyurulmuştur. Bu âyet-i kerîmede bildirilen güzel vasıflar, Ebû Bekr-i Sıddîk’ta mevcut idi.
Abdullah bin Mes’ûd buyurdu ki: Eğer ister isen sen de o dereceye nâil olmak, çok sevdiğin o malını, sıhhatin kemâlde iken, cimrilik yapmayıp, hâlisâne olarak; Allahü teâlâ için sadaka ver. Fakîr olmaktan korkma. Şükret, fakat öğünme. Hazreti Sıddîk-ı ekber bütün malını, mülkünü dîn-i İslam uğruna sarf etmiştir. Bu husûs birçok menkıbelerinde beyan olundu. Niçin mal yığarsın. Cânın hulkûma [rûhun gargaraya] geldiği ânda falana bu kadar verin; demenin kıymeti yoktur. Yukarıdaki âyet-i kerîme Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk hakkındadır. “Namazı kılar” meâli şerîfindeki âyet-i kerîme bütün namaz kılan mü’minler için umûmîdir. Hazreti Ömer hakkında husûsîdir. “Zekâtını verir” meâl-i şerîfindeki âyet-i kerîme, zekât veren bütün mü’minler için umûmîdir. Hazreti Osmân hakkında husûsîdir. “İnsana bilmediğini bildirdi” meâl-i şerîfindeki âyet-i kerîme; ahdinde vefâ gösteren bütün mü’minler için umûmîdir. Hazreti Ali hakkında husûsîdir.
Ömer bin Abdülaziz hazretleri buyurdu ki: “Şüphesiz Cenab-ı Hak, bazı vakitlerde gaflete düşmeleri sebebiyle kullarına merhamet buyurmaktadır. Yoksa bu kadarcık gaflet olmasaydı, halk Allah korkusundan helâk olurdu.” Her gaflet, kalbe gelen her düşünce suç kabul edilmemiştir.
Muhammed Hadimi hazretleri buyurdu ki: “Kalbe gelen düşünce beş derecedir:
Birincisi, kalbde durmaz, def edilir.
İkincisi kalbde bir zaman kalır.
Üçüncüsü, yapmak ile yapmamak arasında tereddüd olunur.
Dördüncü derece, yapması tercih edilir.
Beşinci derecede bu tercih kuvvetlenip, karar verir.
Kalbe gelen, ilk üç düşünce, elde olmadığı için günah olmaz, melekler yazmaz. Dördüncü derece, hasene ise yazılır. Seyyie yani kötü düşünce ise, terk edilirse, sevap yazılır. Dördüncüde, bir günah yazılır. İşlemezse, bu da af olur.”
Ebû Süleyman Dârânî hazretleri buyurdu ki: “Kulun ümidi korkusuna gâlip geldiği zaman kalb fesâda uğrar. Ahmaklar böyledir.”
Emîr’ül-Mü’minin Hz. Ömer buyurdu ki: “Beni cennetle cehennem arasında durdurup da bir kül olmakla nereye gideceğimi bilinceye kadar orada beklemek arasında muhayyer kılsalar, şüphesiz ben derhal bir kül olmayı tercih ederdim!”
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Vücudu Allah korkusu ile ürperen kimsenin günahları, ağaçtan yaprakların dökülmesi gibi dökülür.”
“Allah için gözlerinden yaş akan müminin vücudunun, Cehennem ateşinde yanması haramdır. Bir damla gözyaşı ile yanağı ıslanan kimsenin yüzü, hiçbir zaman darlığa düşmez. Kıyamette her şey ölçülür, tartılır. Bunlardan Allah korkusu ile akan gözyaşı, ateş deryasını söndürecek güçtedir.”
“Kıyamette herkes ağlayıp gözyaşı dökecektir. Ancak dünyada Allah korkusu ile, bir damlacık gözyaşı dökenler ağlamayacaktır.”
Allahü tealadan korkan, O’nun emirlerine uyar. Korkmanın en büyük alâmeti budur.
İshak bin Half hazretleri buyurdu ki: “Allah’tan korkan, günahları terk etmediği halde ağlayıp gözyaşını silen kimse değildir. Gerçekten Allah’tan korkan o kimsedir ki, o; Cenab-ı Haktan korkarak günahları terk etmiştir.”
Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Hubeyk hazretleri korku ve ümid hakkında şöyle buyurdu: “Korkunun en faydalısı günah işlemene engel olan, elden kaçırdığın fırsatlar için uzun uzun üzülmene sebep olan ve geriye kalan ömür içinde seni devamlı olarak düşündüren korkudur. Ümidin en faydalısı ise amel etmeni kolaylaştırandır.
Ümid üçe ayrılır:
1) İyi amel yapıp kabul edilmesini umanın ümidi.
2) Kötü iş yapıp ve tövbe ederek affedilmesini umanın ümidi.
3) Devamlı günah işleyip de kendisini Allahü teâlânın affedeceğini umanın ümidi. Bu ümid makbûl değildir.”
Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları saadet ve huzura kavuşturan iki kanat gibidir. Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
“Allah’tan korkandan her şey korkar. Allah’tan korkmayan ise her şeyden korkar.”
“En akıllınız, Allah’tan en çok korkan, emre ve yasaklara en iyi riayet edendir.”
“Aklın çokluğu, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur.”
Allahü teâlânın emrine riayet eden mümin Rabbini çok sever. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
“İman edenlerin Allah sevgisi çok sağlamdır.” (Bekara 165)
“Mümin öyledir ki, Allah’ın ismi söylenince kalbine korku düşer.” (Enfal 2, Hac 35)
Hadîs âlimlerinden İbni Hibbân hazretleri buyurdu ki:
“Şu dört hasleti kendisinde bulundurmayan kimseye akıllı ve ilim sâhibi denmez. Birincisi; Allah korkusu. Bütün hayır ve fazîletlerin başı budur. İkincisi; güzel bir hayâ, utanma duygusu. Asâlet bununla anlaşılır. Üçüncüsü; yumuşaklık. Dördüncüsü; emri altında bulunanlara cömertlik yapmak.”
Ebû Süleyman Dârâni hazretleri buyurdu ki: “Ali bin el-Fudayl; kıyametin kopmasının, kıyametin dehşetinin, sonra amellerin tartılmasının anlatıldığı el-Kâria sûresi’nin okunduğu esnada dinlemeye dayanamazdı. Onun bu hâli ölünceye kadar devam etti. Bir gün farkına varmadan onu dinlemeye başlamıştı. Büyük sarsıntı geçirip üç gün, üç gece kendine gelemedi.
Sırrı-i Sekatî buyurdu ki: “Gerçekten Allahtan korkan Kur’ân okunurken kalbinde bir incelme başlayan değil; hâlinin ne olacağını ve nereye varacağını bilinceye kadar yemesini ve içmesini terk eden ve uykuyu bırakan kimsedir.”
Abdullah bin Mübarek hazretleri, çoğu zaman şâirin şu mısralarını okurdu: “Gece karanlık basınca tâata koyulurlar/Ortalık ağardığında rükû’da bulunurlar/Korku uykularını kaçırmış da kâim olmuşlar/Korkusuz olanlarsa yatıp uykuya dalmışlar...”
Gerçek manada Allahtan korkan, sabaha kadar rahat uyuyamaz, gece teheccüt namazına kalkıp gözyaşı döker. Çünkü Allah korkusu ile ağlamanın fazileti büyüktür.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Allah’ı anarken, Allah korkusu ile gözünden yaş akana, kıyamette azap olmaz.”
“Allah korkusu ile ağlayan göze, Cehennem ateşinin dokunması haramdır.”
“Allah korkusu ile, gözünden yaş akan mümini, Hak teâlâ ateşten koruduğu gibi, ateşi de onun nurundan korur.”
“Allah için gözlerinden yaş akan müminin vücudunun, Cehennem ateşinde yanması haramdır. Bir damla gözyaşı ile yanağı ıslanan kimsenin yüzü, hiçbir zaman darlığa düşmez. Kıyamette her şey ölçülür, tartılır. Bunlardan Allah korkusu ile akan gözyaşı, ateş deryasını söndürecek güçtedir.”
“Vücudu Allah korkusu ile ürperen kimsenin günahları, ağaçtan yaprakların dökülmesi gibi dökülür.”
“Ağlayın, ağlayamazsanız, kendinizi zorlayın, hüzünlenin! Kıyametteki azabın dehşetini bilseniz, ayakta duramayacak hale gelinceye kadar namaz kılar, sesiniz kısılıncaya kadar ağlarsınız.”
Hazreti Mevlana buyurdu ki: Allah rızâsı için ağlayan göz ile, O’nun için yanan gönül ne güzeldir. Su bulunan yerde yeşillik olur. Gözyaşı, Allahü teâlânın rahmetine vesîle olur. Gözyaşı dök ki, ağlayanlara şefkatin olsun. Rahmet dilersen, zayıflara merhamet et.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Kıyamette herkes ağlayıp gözyaşı dökecektir. Ancak dünyada Allah korkusu ile, bir damlacık gözyaşı dökenler ağlamayacaktır.”
“Allahü teâlâ, Hz. Musa’ya buyurdu ki: Benden korkup ağlayarak yapılan ibadet, diğer ibadetlerden üstündür.”
“Cenab-ı Hak, yemin ile buyuruyor ki: Dünyada benden korkarak ağlayanı, Cennette ebedi güldürürüm.”
“Sağılan süt, tekrar memeye girmediği gibi, Allah korkusundan ağlayan da ateşe girmez.”
“Allahü teâlânın, himayesinden başka hiçbir himayenin bulunmadığı kıyamette, himayesine aldığı yedi kimseden biri de, yalnız iken Allah’ı anıp gözünden yaş akan kimsedir.”
“Allah korkusu ile gözden akan bir damla gözyaşından veya Allah yolunda akıtılan bir damla kan damlasından daha kıymetli, Allah indinde bir damla yoktur.”
“Her mümin dağlar kadar günah ile mescidimizde bulunsa, ağlayan şu kişinin hürmetine oradakilerin hepsinin günahları affolur. Çünkü melekler ‘Ya Rabbi, ağlayanları, ağlamayanlara şefaatçi kıl!’ derler.”
“Diline sahip olan ve kusûrlarına gözyaşı döken kimseye ne mutlu!” .
Behlül Dânâ ve Halife Harun Reşid, bir hac ibadeti sırasında yüksekçe bir yere oturup oradan ibadet ve dua eden ve bu arada ağlayıp gözyaşı döken insan selini seyrediyorlardı.
Behlül Dânâ halifeye dedi ki: “Ey Müslümanların halifesi, bütün bu ağlayıp sızlayan insanlar kendi nefslerinin günahlarının hesabını verip veremeyeceklerini bilmedikleri için ağlaşıyorlar. Halbuki sen kendi nefsinin hesabı yanında bütün bu insanların da hesabını vereceksin. Senin hâlin n’olacak?”
Hazreti Ali buyurdu ki: “Allah korkusundan dolayı gözyaşı dökmek, kalbi nûrlandırır. Tekrar günâh işlemekten insanı korur.”
Mahşer yerinde, harâm işlemeye gücü yettiği, imkânı bulunduğu hâlde, nefslerine hâkim olup harâm işlemeyenler çağrılacaktır. Bunlara türlü türlü Cennet elbisesi giydirildikten sonra, Yûsüf aleyhisselâmın yeşil bayrağı altında toplanırlar, bütün murâdlarına kavuşturulduktan sonra Arş’ın sağ tarafına gönderilir. Bunlarla ilgili olarak, Kur’ân-ı kerîmde şöyle buyurulmuştur: “Cennet, Allahtan korkup harâmlardan sakınanların yurdudur.” (Nahl,30)
Sonra yine bir nidâ işitilir: “Nerede o benim, rızâm için birbirlerine muhabbet edip kardeş olanlar, birbirlerini sevenler?” Bu nidâ üzerine, dünyada yalnızca Allah rızâsı için birbirlerini sevenler, bu sevgiyi her şeyin üzerinde tutanlar bir yerde toplanır. Diğerleri gibi cenâb-ı Hakkın cemâliyle müşerref olduktan sonra, İdris aleyhisselâmın kırmızı yâkuttan sancağı altında öncekiler gibi bunlar da Arş’ın sağ tarafına geçerler.
Daha sonra, da şöyle bir nidâ işitilir: “Nerede o, dünyada ıssız yerlerde, Allah için ağlayanlar, benim rızâm için gözyaşı dökenler?” Bu nidâ üzerine, âlimler ve şehîdler “Bizim mürekkebimiz, kanımız bunlarınkinden ağır gelir” derler. Allahü teâlâ bunların gözyaşları ile şehîdlerin kanını ve âlimlerin mürekkebini tarttırır. Allah için ağlayanların gözyaşları ağır gelir.
Bunlar da, Nûh aleyhisselâmın alaca sancağı altında toplanırlar. Her çeşit Cennet ni’metlerine gark olmuş bir hâlde, meleklerin ta’zimleri ile Arş’ın sağ tarafına geçerler.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Allahü teâlâ, Hz. Musa’ya buyurdu ki: Benden korkup ağlayarak yapılan ibadet, diğer ibadetlerden üstündür.”
“Sağılan süt, tekrar memeye girmediği gibi, Allah korkusundan ağlayan da ateşe girmez.”
“Allahü teâlânın, himayesinden başka hiçbir himayenin bulunmadığı kıyamette, himayesine aldığı yedi kimseden biri de, yalnız iken Allah’ı anıp gözünden yaş akan kimsedir.”
Kalbinde Allah korkusu olmayan, ibadetlerden uzaklaşır, ibadetlerden uzaklaşanın da kalbi kararır, dinden soğuma alametleri baş gösterir.
Zünnun-i Mısri hazretleri buyurdu ki: Kalbin kararmasının dört alameti vardır:
1- İbadetin tadını duymaz.
2- Allah korkusu hatırına gelmez.
3- Gördüklerinden ibret almaz.
4- Okuduklarını, öğrendiklerini anlayıp kavrayamaz.
Muhammed bin Fadl Belhi hazretleri de buyurdu ki: Kalbin kararmasına dört şey sebep olur: 1- Öğrendiği ile amel etmemek. 2- Bilmeyerek yapmak. 3- Bilmediklerini öğrenmemek. 4- Başkasının öğrenmesine mani olmak.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlânın emirlerini yapmamak kalbin bozuk olmasındandır. Kalbin bozuk olması, dine tam inanmamaktır. İmanın alameti, dinin emirlerini seve seve yapmaktır. Kalb, sevgi yeridir. Sevgi bulunmayan kalb ölmüş demektir. Kalbde, ya dünya sevgisi veya Allah sevgisi bulunur. Allah’ı anarak, ibadet yaparak, kalbden dünya sevgisi çıkarılınca, kalb temiz olur. Bu temiz kalbe, Allah sevgisi, kendiliğinden dolar. Günah işleyince, kalb kararır, hastalanır, dünya sevgisi yerleşir ve Allah sevgisi gider. Kalbin bu hâli, bir şişeye benzer. Su doldurunca, havası çıkar. Suyu boşaltınca, hava kendiliğinden dolar. Namaz kılmayıp günah işleyenin, (Benim kalbim temiz, sen kalbe bak) demesinin çok yanlış olduğu buradan da anlaşılır.
Biri, haram işlemeye niyet edip, Allah’tan korktuğu için vazgeçerse, niyetinden dolayı günaha girmez. Nefse ve şeytana uymadığı, Allahü teâlâya itaat ettiği için büyük sevaba da kavuşur. Eğer o haramı işlemeyişi Allah korkusundan değil de, insanlardan utandığı için ise, sevaba kavuşamaz.
Bazı âlimler, “Haram işlemeyi hatırından geçirse, fakat azmetmese günahkâr olmaz” buyurdu. Azmederse günahkâr olur, ama o işi yapma günahı kadar değildir.
Bazı âlimler de, “Yalnız kalbe gelen şeyler günah olmaz” buyurdu. Bir hadis-i şerifte, “Kötü düşünce, söylenmedikçe ve buna uygun hareket edilmedikçe affolur” buyuruldu.
Kalbi temiz olan, Allahtan korkar; ibadetini tam yapar, kötülüklerden uzak durur. Kimse bundan zarar görmez. Bir kimsenin kalbinin temiz olmasının onun dünya ve ahiret hayatında önemli bir yeri vardır. Bunun için kalbi temiz tutmalı, buna mani olan engellerden uzak durmalıdır. Kalbi temizlerken dört engel çıkar. Bu engelleri aşabilen kalbini temizler:
1- Mal sevgisi: Kalbi temizlemek, ahireti kazanmak için malın önemi büyüktür. Fakat mal sevgisi engeldir. Mal sevgisini kalbden çıkarmalıdır!
2- Makam sevgisi: Ahiret nimetlerini elde etmek için makam ve mevki elbette iyidir. Mal gibi makamın da kendisi değil sevgisi engeldir. Hizmet için bir makama talip olmak başka şey, nefsin arzularını tatmin için makam sahibi olmak ayrı şeydir.
3- Yabancı sevgi: Allah sevgisinden başka her sevgiyi kalbden çıkarmalıdır!
4- Günah: Her günah kalbi karartır, hemen tevbe etmelidir! Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Kim günah işlerse, kalbinde siyah bir nokta hasıl olur. Tevbe ederse silinir. Günahlara devam ederse, o leke büyüyüp kalbin tamamını kaplar.”
Bu dört engeli aşmak için dört şey gerekir:
1- Çok yememek, helalinden yemek. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Çok yiyip içmekle kalbinizi öldürmeyin!”, “Haram karıştırmadan, kırk gün helal yiyenin kalbi nurla dolar. Kalbine nehir gibi hikmet akar. Dünya sevgisi kalbinden çıkar.”
2- Çok uyumamak. Çok yiyen çok su içip çok uyur. Çok uyuyan da Kıyamette pişman olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, çok yiyip içeni ve çok uyuyanı sevmez”
3- Çok konuşmamak. Hadis-i şerifte, “Çok konuşan çok hata eder, çok günah işler. Çok günah işleyen de, Cehenneme gider” buyuruldu.
4- Kötülerden uzak durmak. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Kişinin dini, arkadaşının dini gibidir, kiminle arkadaşlık ettiğinize dikkat edin.”
İmam-ı Rabbani hazretleri de buyuruyor ki: “Evliyanın her sözü, her hareketi dine uygun olur; yanında bulunanların kalblerinde Allah korkusu ve sevgisi hasıl olur, başka şeylerden kalbleri soğur.”
İbni Ömer hazretleri buyurdu ki: “Allah korkusu ile bir damla gözyaşı akıtmak, binlerce altın sadaka vermekten daha kıymetlidir.”
İsâ aleyhisselâm, zayıf kimselerin yanından geçiyordu. Sordu:
- Size ne oldu?
- Biz Allah korkusundan böyle zayıfladık.
- Elbette Allahü teâlâ sizi Cehennem azâbından emin eder.
Başka bir kavme uğradı. Bunlar daha zayıf idi. Onlara sordu:
- Size böyle ne oldu?
- Cennete kavuşmak arzusu bizi bu hâle getirdi.
- Allahü teâlâ, elbette sizi arzunuza kavuşturur, buyurdu.
İsâ aleyhisselâm başka bir kavme rastladı. Onlar daha zayıf ve kuru idi. Yüzleri ise nûr gibi parlıyordu. Onlara, “Size ne oldu?” diye sordu.
- Allah sevgisi bizi böyle eritti, dediler.
- Siz Allahü teâlânın sevgili kullarısınız! buyurdu.
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: Sevgi, gönlün zevk aldığı şeye meyletmesi demektir. Bu meylin kuvvetlisine aşk denir. Sevgi, hiçbir karşılık beklemeden Allahü teâlâya tâbi olmak, Ona itaat etmek, Onun her işini güzel, her eziyetini, her iyilikten daha tatlı görmek ve Onun dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilmek, kısacası Onun rızası için yaşamaktır.
Sırrî-i Sekâti hazretleri buyurdu ki: “Kıyâmette herkesi peygamberi ile çağırırlar. Meselâ, ey Mûsâ’nın ümmeti, ey İsâ’nın ümmeti gibi. Fakat Allahü teâlâyı sevenler için ‘Ey Allahın sevgili kulları’ diye hitap edilir. Allahü teâlâ buyurur ki: Ey kullarım, beni sevdiğiniz için ben de sizleri seviyorum.”
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri buyurdu ki: “Yûnüs aleyhisselâm gözleri görmeyinceye kadar ağladı. Beli bükülünceye kadar kıyâm etti. Kuvvetsiz kalıncaya kadar namaza devam etti. Sonra; ‘Yâ Rabbî, eğer seninle aramızda ateşten deniz olsa da onu aşar ve sana gelmeğe çalışırım’ dedi. Sevgi böyle olur.”
Hasan-ı Basrî hazretleri buyurdu ki: “Allahü teâlâyı tanıyan, O’nu sever. Dünyayı tanıyan onu sevemez. Mü’min dünyanın faydasız işlerini unutmayınca neş’eli olamaz.”
Sevgi, imanın esaslarındandır. Hadis-i şerifte, “Bir kimse, Allah ve Resulünü her şeyden daha çok sevmedikçe, iman etmiş sayılmaz” buyuruldu.
Abdullah bin Muhammed hazretleri anlatır:
Gözlerinden yaşlar akarak ağlayan birinin, “İlâhî, hayattan usandım. Eğer ölümü satsalar, sana ulaşmak için, ölümü hemen satın alırdım” dediğini duydum. Bunun üzerine bu kimseye sordum:
- Ameline güvenerek mi, böyle konuşuyorsun?
- Hayır, amelime değil, Allahü teâlâya olan sevgime ve hüsn-i zannıma güveniyorum. Ben O’nu sevdiğim hâlde acaba O, bana azâb eder mi, dersin?
- Allahü teâlâyı, hüsn-i zannın gibi bulursun, dedim.”
Allahü teâlâyı sevmek, makâmların en yükseğidir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde buyurdu ki:
“Onlara de ki, eğer Allahı seviyorsanız, bana uyunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever ve günâhlarınızı affeder.”
“Allah mü’minleri sever, mü’minler de Allahı sever.”
Hadîs-i şerîflerde de buyuruldu ki:
“Allahü teâlâyı ve Resûlünü her şeyden çok sevmeyenin îmânı sağlam değildir.”
“Kul, Allahü teâlâyı ve Resûlünü çoluk çocuğundan, malından ve bütün mahlûkattan çok sevmedikçe, kâmil mü’min olamaz.”
Bir kimse, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme “Seni seviyorum” deyince, “Fakirliğe sabırlı ol” buyurdu. “Allahü teâlâyı seviyorum” deyince, “Belâlara sabırlı ol” buyurdu.
Bir köylü gelip, “Yâ Resûlallah, kıyâmet ne zaman kopar” diye sordu. “O gün için ne hazırladın?” buyurdu. “Namaz ve oruçlarımı edâ ediyorum. Fakat fazla yapamıyorum. Ama Allahü teâlâyı ve Resûlünü çok seviyorum” deyince, “Kıyâmette herkes sevdiği ile beraber olur” buyurdu.
Resulullah efendimiz, “Yâ Rabbî, bana kendi sevgini, sevdiklerinin sevgisini ihsân eyle ve kendi sevgini, bana hararetten, susuzluktan yananların, soğuk suya kavuşmasını istemelerinden daha sevgili kıl!” diye dua ederdi.
49 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 57. ci MEKTÛB
Bu mektûb, mevlânâ Hamîd Ahmedî için yazılmışdır. Âlemin yokdan var edilmiş olduğunu bildirmekde ve Yunan felsefecilerinin akl-ı fe’âl dedikleri şeyi red etmekdedir:
Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun ve Peygamberlerin en üstününe salât ve selâm olsun. Allahü teâlâ kendiliğinden vardır. Allahü teâlânın varlığı kendisindendir. Şimdi var olduğu gibi, geçmişde de hep vardı. İleride de hep vardır. Varlığından önce ve varlığının sonunda yok olması mümkin değildir. Hep var olması lâzımdır. Yokluk, Ona yaklaşamaz. Allahü teâlâdan başka herşeye (Âlem) denir. Âlemin hepsi, maddenin fizik hâlleri, [ya’nî, katı, sıvı ve gaz cismler ve atomlar, moleküller, enerjiler], gökler, akllar, nefsler, [hücreler, bütün canlılar], elementler ve bileşik cismler, Onun yaratması ile var olmuşlardır. Yok iken, sonradan vücûde gelmişlerdir. Sonsuz var olan yalnız Odur. Ondan başka herşey, yok idiler. Sonradan var oldular. Sonra, yine yok olacaklardır. Yer küresini iki günde yaratdı. Sonra, gökleri ve yıldızları da iki günde yaratdı. Ya’nî yokdan var eyledi. (Ha-mîm Secde) sûresinin dokuzuncu âyetinde meâlen, (Yeri iki günde yaratdı) ve onikinci âyetinde meâlen, (Sonra, yedi gökü de iki günde var eyledi)buyuruldu. Bir kimse ortaya çıkıp, Kur’ân-ı kerîmin bu âyetlerini inkâr ederek, mahlûklardan bir kısmına ve göklere, yıldızlara ve elementlere, akllara, rûhlara kadîm derse, bunun ahmak olduğu anlaşılır. Bütün dinler, Allahdan başka herşeyin hâdis olduklarını, ya’nî yok iken, sonradan var edilmiş olduklarını bildirmişlerdir. Bütün dinlerin bu sözbirliğini, Huccet-ül-islâm imâm-ı Muhammed Gazâlî, (El-münkızü aniddalâl) kitâbında bildirmekdedir. Âlemde bulunan şeylerden birkaçına kadîm diyenin kâfir olacağını yazmışdır. Görülüyor ki, mümkin, ya’nî mahlûk olan şeylerden birinin kadîm olduğunu söylemek, dinden çıkmak ve felsefeci olmak demekdir. Allahü teâlâdan başka herşey yok idi ve hepsi yine yok olacaklardır. Kıyâmet kopacağı zemân, yıldızlar yerlerinden ayrılıp dağılacak, gökler parçalanacak, yeryüzü ve dağlar da parça parça olacak, hepsi yok olacaklardır. Böyle olacaklarını Kur’ân-ı kerîm açıkca bildirmekdedir. Müslimânların bütün fırkaları, bunu sözbirliği ile haber vermişdir. (El-hâkka) sûresinde, bir âyet-i kerîmede meâlen, (Sûra bir kerre üfürülünce, yeryüzü ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp silkilecekdir. O gün kıyâmet kopacak, gök yarılacak ve dağılacakdır) ve (Tekvîr) sûresinde, bir âyet-i kerîmede meâlen,(Güneşin karardığı, yıldızların yerlerinden ayrılıp döküldükleri ve dağların dağılıp saçıldıkları zemâna...) ve (İnfitâr) sûresinde, bir âyet-i kerîmede meâlen, (Gökün yarıldığı ve yıldızların dağılıp yok oldukları zemân...) ve (Kasas) sûresinin son âyetinde meâlen,(Herşey yok olacakdır. Yalnız O kalacakdır!) buyurulmuşdur.
Kur’ân-ı kerîmde, bunlar gibi, dahâ nice âyetler vardır. Bunların yok olacaklarına inanmamak, câhillik olur. Yâhud, Kur’ân-ı kerîme inanmıyan felsefecilerin, yaldızlı yalanlarına aldanmakdır. Görülüyor ki, mahlûkların yok olacaklarına inanmak, yokdan var edildiklerine inanmak gibi, îmânın şartıdır. İnanmak elbet lâzımdır. Âlimlerden birkaçı, yedi şey, ya’nî Arş, Kürsî, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem ve Rûh denilen mahlûklar yok olmıyacak, sonsuz var olacaklardır dediler. Bu sözleri, bunlar yok olamaz demek değildir. Allahü teâlâ, var etmiş olduğu şeylerden, dilediklerini tekrâr yok edecek, dilediklerini de, yalnız kendi bileceği fâide ve sebeblerden dolayı, hiç yok etmiyecek, bunlar ebedî, ya’nî sonsuz var olacaklardır demekdir. Allahü teâlâ, dilediğini yapar ve istediğini emr eder. Bütün bu yazılanlardan anlaşılıyor ki, âlem ya’nî herşey, Allahü teâlânın dilemesi ve kudreti ile vardır. Var olmaları için ve varlıkda kalmaları için Allahü teâlâya muhtâcdırlar. Çünki, bâkî olmak demek, varlığın her an devâm etmesi demekdir. Başka birşey olmak demek değildir. Hem var olmak, hem de varlıkda kalabilmek, Allahü teâlânın irâdesi, dilemesi ile olur. Eski felsefecilerin (Akl-ı fe’âl)dedikleri [ve şimdiki din düşmanlarının (Tabî’at kuvvetleri) dedikleri] şey ne oluyor ki, mahlûkların varlığı ve yokluğu, onun emrinde olsun? Bunun varlığında bile çeşidli lâflar ediyorlar. Çünki, bu ismi koydukları şey, kısa aklları ile ortaya atılmışdır. İslâmın doğru bilgilerine göre, bunlar, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olan şeylerdir. Bu sebebleri de, Allahü teâlâ yaratmışdır ve yaratmakdadır. Mahlûkların varlıklarının, Allahü teâlâdan olduklarına inanmayıp, böyle hayâlî, uydurma ismlere bağlamak, büyük ahmaklıkdır. Hattâ varlıklar, Allahın mahlûkları olmayıp da, akllarının esîri olan kısa görüşlülerin uydurdukları birşeyin kulları, köleleri olmağı aşağılık bilir, utanırlar. Böyle kul olmakdansa, yok olmağı isterler. Herşeye gücü yeten, dilediğini yapabilen bir yaratıcının mahlûku olmayıp da, uydurma birşeyin kulu olarak var olmak istemezler. Böyle ahmaklara, ancak Kehf sûresindeki âyet-i kerîmede bildirildiği gibi,(Ağızlarından çıkan söz, çok kötüdür. Hep yalan söylüyorlar)denilir.
Îmânın tohumu beş vakt nemâzdır,
müslimânım diyen, kılsa gerekdir.
İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i elf-i sânî “kaddesallahü teâlâ esrârehül’azîz”, bu mektûbu molla Ârif Hutenî Bedahşîye yazmışdır. (Lâ ilâhe illallah) kelimesinin üstünlüklerini ve tenzîh makâmını ve (îmân-ı gayb)ı bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! Mevlânâ Muhammed Ârif Hutenî! Önce, bâtıl, bozuk ilâhları yok etmek, sonra hak olan ma’bûdü bilmek lâzımdır. Nasıl olduğu bilinen ve ölçülebilen herşey yok edilmeli, nasıl olduğu bilinmiyen bir Allaha îmân etmelidir. Bu yok bilmeği ve îmân etmeği en iyi anlatan kelime, (Lâ ilâhe illallah) güzel kelimesidir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Zikrin en kıymetlisi, Lâ ilâhe illallah demekdir) buyurdu. Bir hadîs-i şerîfde, Rabbinden şöyle nakl etdi: (Yedi kat göklerin ve bunlarda bulunanların ve yedi kat yerin hepsi, Lâ ilâhe illallah kelimesi ile ölçülse, bu kelimenin sevâbı dahâ çok olur) buyuruldu. Nasıl dahâ çok olmaz ki, bu kelimenin bir kısmı, Allahü teâlâdan başka herşeyi, yerleri gökleri, Arşı, Kürsîyi, Levh ve Kalemi, bütün Âlemi ve âdemi hep yok etmekde, diğer kısmı da, yerlerin, göklerin, tek yaratıcısı, hak olan ma’bûdün var olduğunu bildirmekdedir. Allahü teâlâdan başka herşey, ister âfâkda [insanın dışında], ister enfüsde [insanın içinde] olsunlar, hepsi anlaşılabilen, ölçülebilen şeylerdir. Âfâk ve enfüs aynalarında görülen herşey de böyledir. Hepsinin yok bilinmesi lâzımdır. Bildiğimiz, öğrendiğimiz, hâtırımıza, hayâlimize gelen, duygu organlarımıza etki eden herşey de böyledir. Hepsi hâdis, mahlûkdurlar. Çünki, insanın bildiği, his etdiği herşey, kendi eseri, yapdığı şeydir. Bizim, Allahü teâlâyı tenzîh etmemiz, birşeye benzemez dememiz, benzetmek olur. Bizim anladığımız büyüklük, küçüklükdür. Tesavvufculara “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” olan keşfler, tecellîler, müşâhedeler, hep Allahdan başka şeylerdir. Allahü teâlâ(Verâ-ül-verâ)dır. Ya’nî, ötelerin ötesidir. Bunların hiçbirine benzemez. İbrâhîm aleyhisselâm, kâfirlere, (Niçin kendi yapdığınız putlara tapıyorsunuz? Sizleri ve yapdığınız işleri Allahü teâlâ yaratdı!)dedi. Bunu Kur’ân-ı kerîm haber veriyor. İster elimizle yapmış olalım, ister aklımız ve hayâlimizle meydâna getirelim, yapdığımız şeylerin hepsi, Allahü teâlânın mahlûklarıdır. Hiçbirinin tapınmak için değerleri yokdur. Tapınılmağa hakkı olan, yalnız Allahü teâlâdır. O, bildiğimiz, düşünerek bulduğumuz şeylerin hiçbirine benzemez ve nasıl olduğu anlaşılamaz. Akl ve vehm Ona yaklaşamaz. Keşf ve şühûd, Onun büyüklüğü önünde yıkılıp kalır. Böyle bî-çûn ve bîçigûne olan [ya’nî hiçbirşeye benzemiyen ve akl ile anlaşılamıyan] yüce yaratıcıya, gayb yolu ile inanmakdan başka çâre yokdur. Çünki, görerek, düşünerek anlamağa kalkışarak inanmak, Ona inanmak olmaz. Kendi yapdığımız şeye îmân etmek olur. Bu şey de, Onun mahlûkudur. Bunu, Ona şerîk, ortak yapmış oluruz. Belki de, Ondan başkasına îmân etmiş oluruz. Böyle felâkete düşmekden Allahü teâlâya sığınırız. Gayba îmân edebilmek için, vehmin, hayâlin yetişemediği bir yaratana inanmak lâzımdır. Ondan hiçbirşeyin hayâlde yeri olmamalıdır. Bu ma’nâ vehm ve hayâlin dışında olan yakınlık mertebesinde ele geçer. Çünki, uzaklaşdıkca, vehm ile anlaşılması kolaylaşır ve hayâlde yer bulabilir. Bu ni’met, ancak Peygamberlere mahsûsdur. Gayb yolu ile îmân etmek, ancak bu büyüklere nasîb olmuşdur “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”. Bunlara uyup, izlerinde gidenlerden de, dilediklerine ihsân ederler. Bütün mü’minlerin gayb yolu ile olan îmânları, vehmin karışmasından kurtulamaz. Çünki câhillere göre, (verâ-ül-verâ), uzaklık demekdir. Böyle anlayışda, vehm de işe karışır. O büyüklere göre ise “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, (verâ-ül-verâ) yakınlıkdadır. Böyle anlayışda, vehm işe karışamaz. Dünyâ durdukca ve dünyâ hayâtı ile yaşadıkca, gayba inanmakdan başka çâre yokdur. Çünki, burada görerek hâsıl olan îmân, bozukdur. Âhıret hayâtı başlayıp, vehm ve hayâlin kuvveti kalmayınca, görerek hâsıl olan (Îmân-ı şühûdî) kıymetli olur. Vehm ve hayâl tarafından bu îmâna bozuk şeyler karışdırılamaz. Sanırım ki, Resûlullah Muhammed aleyhisselâm, dünyâda Allahü teâlâyı görmekle şereflendiği için, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” îmânı, şühûdîdir demek güzel olur. Vehmden ve hayâlden hâsıl olan bozuk şeyler, o îmâna karışamamışdır. Çünki, başka mü’minlere Cennetde ihsân edilecek olan ni’met, o yüce Peygambere “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” bu dünyâda nasîb oldu. Bu, Allahü teâlânın çok büyük bir ni’metidir. Allahü teâlâ, ni’metlerini dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ, pek çok ni’met ihsân edicidir.
Şunu iyi anlamalıdır ki, halîlullah İbrâhîm aleyhisselâm, Allahdan başka şeylere tapınmanın yanlış olduğunu pek güzel bildirdi. Müşrikliğe yol açacak kapılardan hepsini iyice kapadı. Bunun için, Peygamberlerin imâmı oldu. Hepsinden ileride oldu “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vettehıyyât”. Çünki, dünyâ hayâtında olan ilerlemenin en yüksek noktası, Allahdan başka tapınılacak hiçbirşey bulunmadığını iyi anlamakdır. Çünki, (Lâ ilâhe illallah) güzel kelimesinin ikinci parçasının bildirdiği, (İbâdet olunmağa hakkı olan, yalnız Allahü teâlâdır) sözünün tam ma’nâsı, ancak âhıretde anlaşılacakdır. Böyle olmakla berâber, Peygamberlerin sonuncusu “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, bu dünyâda, Allahü teâlâyı görmekle şereflendiği için, bu sözün tam ma’nâsından çok şeylere de, bu dünyâda kavuşmuşdur. Denilebilir ki, bu ma’nâdan, bu dünyâda mümkin olanı, o yüce Peygamberin gelmesi ile bildirilmişdir. Yine, diyebiliriz ki, zât-ı ilâhînin tecellîsi, bu dünyâda, ancak o yüce Peygambere nasîb oldu. Başkalarına, âhıretde nasîb olacağı bildirildi. Doğru yolda bulunanlara ve Muhammed Mustafânın izinde olanlara selâm olsun “aleyhi ve alâ Âlihî minessalevâti efdalühâ ve minetteslîmâti ekmelühâ”!
ÎMÂN
Efendim! Yüksek mektûbunuzun baş tarafında (kâmil olan îmân) demişsiniz. Îmân, hâsıl olunca, zâten kâmildir. Çünki, îmânda azlık, çokluk olmaz. Îmânın kendisi, az veyâ çok olmaz. Azlık, çokluk, îmânın parlaklığında, belli olmasındadır. Îmânın, aslı, kendisi:
Server-i âlem olan Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecribeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdîk ve i’tikâd etmekdir, inanmakdır. Akla uygun olduğu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Resûlü tasdîk etmiş olmaz. Veyâhud, Resûlü ve aklı birlikde tasdîk etmiş olur ki, o zemân Peygambere i’timâd tam olmaz. İ’timâd tam olmayınca, îmân olmaz. Çünki, îmân parçalanamaz. Akl, Resûlün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirdiklerini uygun bulursa, bu aklın kâmil, selîm olduğu anlaşılır.
İnanılması lâzım şey için, tecribî ilmlere danışıp, tecribeye uygun ise, inanır, tecribe ile isbât edemeyince, inanmaz veyâ şübheye düşerse, o zemân, tecribesine inanmış olup, Resûle inanmamış olur ki, böyle îmân, kâmil değil, zâten îmân olmaz. Çünki, îmân parçalanamaz. Az ve çok olmaz.
Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeğe kalkışılırsa, bu sefer felesofa inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz. [Evet, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakda, aklın, felsefî ve tecribî ilmlerin yardımı büyükdür. Fekat, bunların yardımı ile Peygambere “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” inanıldıkdan sonra, Onun bildirdiği şeylerin herbiri için akla, felsefeye ve tecribî ilmlere danışmak doğru olmaz. Çünki, akl ile, tecribe ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zemânla değişmekde, yenileri bulununca, eskilerinin atılmakda olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az değildir.] O hâlde:
Îmân, Resûl-i Ekrem efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emrlerin hepsine i’timâd ve i’tikâd etmekdir. Bu emrlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak veyâ şübhe etmek küfrdür. Çünki, Resûle inanmamak veyâ i’timâd etmemek, Resûle yalancı demek olur. Yalancılık kusûrdur. Kusûru olan kimse, Peygamber olamaz.
[Îmân demek, (Nass)larda, ya’nî, Kur’ân-ı kerîmde ve icmâ’ ile ve zarûrî olarak bilinen hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen şeylerin hepsine, inanmak demekdir. Burada (İcmâ’) demek, Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözbirliği demekdir. Birşeyi, Eshâb-ı kirâm, sözbirliği ile bildirmedi ise, Tâbi’înin sözbirliği bu şey için icmâ’ olur. Tâbi’în de bu şeyi sözbirliği ile bildirmedi ise, Tebe-i tâbi’înin sözbirliği ile bildirmeleri, bu şey için icmâ’ olur. Çünki, bu üç asrın âlimleri, ya’nî müctehidleri, hadîs-i şerîf ile övülmüşdür. Bunlara (Selef-i sâlihîn) denir. Sahâbe ve Tâbi’îne (Selef-i sâlihîn) denildiği, İbni Âbidînde (Kâdîlık) bahsinde yazılıdır. (Buhârî) ve (Müslîm) ve (Kütüb-i sitte)den olan diğer dört kitâbda yazılı binlerce hadîs-i şerîfin sahîh oldukları, bunlardan sonraki âlimlerin sözbirliği ile bildirilmişdir. Zarûrî olarak bilinmek demek, her asrda, müslimânların çoğunun işitdikleri, yayılmış bilgi demekdir. Bunları bilmemek özr olmaz.
(Hadîka)nın yüzonbirinci sahîfesinde diyor ki, (İcmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmiş olan inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde ictihâd yapmak câiz değildir. Çünki, bunlara inanmıyan kâfir olur. Bunlara inananlara (Mü’min) ve (Müslimân) denir. Bunlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olur. Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden ba’zıları i’tikâdda ictihâd yaparak yetmişüç fırkaya ayrıldı. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilmemiş olan ve açık olanların da ma’nâları icmâ’ ile ve zarûrî olarak anlaşılmamış olan yapılacak işlerde ictihâd etmek câizdir. İnanılacak olan bilgilerde ictihâd hiç câiz değildir. Böyle bilgilerde ictihâd ederken yanılmak, küfr olmaz ise de, büyük günâh olur. Müslimânların yetmişüç fırkasından yetmişiki fırkası böyle yanılmış, doğru yoldan ayrılmış, (Bid’at sâhibi) olmuşlardır. Bunlar sapık inançlarının cezâsı olarak Cehenneme gireceklerdir. Fekat, müslimân oldukları için, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, azâb gördükden sonra, çıkarılacaklardır. Şübheli bilgilerde Eshâb-ı kirâmın yolundan ayrılmayan fırkaya (Ehl-i sünnet) denir. İcmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmemiş olan işlerin halâl veyâ harâm olmalarını anlamakda ictihâd yaparken yanılmak suç olmaz. Sevâb olur. Ehl-i sünnet fırkasının içinde bulunan, inanışları birbirlerine uygun, doğru dört mezhebin iş bakımından birbirlerinden ayrılmaları bu sûretle olmuşdur.
[Bir hükm üzerinde, dört mezhebin ictihâdları arasında icmâ’ hâsıl olursa, bu icmâ’a inanmak da lâzım olduğu, inanmıyanın kâfir olacağı,(Mektûbât)ın ikinci cildinin otuzaltıncı mektûbunda yazılıdır.
Selef-i sâlihînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolunda bulunan müslimânlara (Ehl-i sünnet) denir. Ehl-i sünnet olmayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Nass)larda açık bildirilmemiş olan ahkâmdaki ictihâdlarını beğenmeyen ve bu şübheli nassları yanlış te’vîl ederek, anladıklarını Selef-i sâlihînin yolu olarak savunan sapıklara (Silfiyye) veyâ(Selefiyye) denir. Silfiyye bid’atini ortaya çıkaranların en meşhûru İbni Teymiyye ve vehhâbîlerdir. Bunlar kendilerinin Eshâb-ı kirâm yolunda olduğunu savunuyor, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden yanlış ve bozuk ma’nâlar çıkararak, Ehl-i sünnet olan hakîkî müslimânları kötülüyorlar.]
Hadîs-i şerîfde, (Lâ ilâhe illallah ehline kâfir demeyiniz! Bunlara kâfir diyenin kendisi kâfir olur) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf, (Lâ ilâhe illallah ehli) ya’nî (Ehl-i kıble) olan kimse, icmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmemiş inanılacak şeylerde şübheli nassları yanlış te’vîl ederek, Ehl-i sünnetin doğru yolundan ayrılınca veyâ başka bir büyük günâh işleyince kâfir olmaz demekdir. Fekat, Ehl-i sünnetden ayrılan kimse, tevâtür ile zarûrî olarak öğrenilen din bilgilerinden birine inanmazsa, buna (Lâ ilâhe illallah ehli) denmez. Böyle kimse kâfir olur.) İbnî Âbidînin üçyüzyetmişyedinci sahîfesinde de böyle yazılıdır. (Hadîka)da, ikinci kısmın sonunda buyuruyor ki, (Hazret-i Alîyi üç halîfeden üstün tutana (Şî’î) denir. Eshâb-ı kirâma söğene (Mülhid) denir.) Şî’î, Ehl-i kıbledir. (Mülhid) ise, kâfir olmakdadır. (Mülhid)lere bugün Kızılbaş da denilmekdedir. Şî’îler bugün kendilerine (Ca’ferî) diyorlar.
Görülüyor ki, (Lâ ilâhe illallah ehli) ya’nî (Ehl-i kıble) demek, tevâtür ile ve zarûrî olarak bilinen din bilgilerinin hepsine inanan, ya’nî müslimân olan kimse demekdir. Böyle kimse, sapık inanışı ile kâfir olmaz.
(Hadîka)da yüzellidördüncü sahîfede diyor ki, (Bir kişinin bildirdiği hadîs-i şerîfe inanmak lâzım değil ise de, ma’nâsı tevâtür ile bildirildi ise, bu icmâ’a inanmak lâzım olur).
(Milel-nihâl) kitâbı tercemesinin altmışdokuzuncu sahîfesinde diyor ki, (İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ve imâm-ı Şâfi’î, Ehl-i kıble olana kâfir denilmez buyurdular. Bu sözün ma’nâsı, Ehl-i kıble olan, günâh işlemekle kâfir olmaz demekdir. Yetmişiki fırka âlimleri ve bunların yollarında olanlar, Ehl-i kıbledirler. İctihâd yapılması câiz olan şübheli delîllerin te’vîllerinde yanıldıkları için, bunlara kâfir denilmez. Fekat, zarûrî olan ve tevâtür ile bildirilmiş olan din bilgilerinde ictihâd câiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmıyan, sözbirliği ile kâfir olur. Çünki, bunlara inanmıyan, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” inanmamış olur.(Îmân) demek, Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Allahü teâlâ tarafından getirdiği, zarûrî olarak bilinen bilgilere inanmak demekdir. Bu bilgilerden birine bile inanmamak küfr olur. İnanmamağı gösteren her söz ve her iş, ister şaka olarak, isterse gönülden olmıyarak olsun, küfr olur. Zorlanarak veyâ yanılarak olursa, küfr olmaz).
İbni Âbidîn, birinci kısmın önsözünde buyuruyor ki: (Felsefe) yunanca bir kelimedir. Eski ma’nâsı, beğendiği düşüncelerini, hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı, heyecân verici lâflarla inandırmağa çalışmak demek idi. Görünüşde doğru, çoğu bozuk olan sözler idi. Tecribeye, hesâba dayanmıyan şahsî düşüncelere (Felsefe) denirdi. Varlıklar yokdan yaratılmamış, böyle gelmiş böyle gider demek, îmân edilecek şeylere, halâl, harâm olanlara inanmağa gericilik demek böyledir. (İhyâ-ül’ ulûm)da diyor ki, (Eski yunan felsefesi, başlı başına bir ilm değildir. Matematikçiler, geometri okuyanlar, mantık öğrenenler, tabî’iyyeciler ve tabîbler arasında bu felsefeye kayanlar çok oldu. (İlâhiyyât) üzerinde, ya’nî Allahü teâlâ ve onun sıfatları, emrleri, yasakları üzerinde, kendi aklları, görüşleri ile konuşdular. Hâlbuki hesâb, hendese, mantık, tabî’at bilgisi, fizik, kimyâ, tıb bilgisi öğrenmek mubâhdır. Bunlarda mütehassıs olmak fâidelidir. Îmânı kuvvetlendirmek ve millî kalkınma, râhat, huzûr için ve cihâd için, islâmiyyeti yaymak için bunlar lâzımdır. Bunların hepsi islâm bilgileridir. Medeniyyet de, bu demekdir. Fekat bunları islâmiyyete karşı bozuk düşüncelerine âlet etmek, gençleri aldatmak için kullanmak felsefe olur). Görülüyor ki, fen bilgilerini, insanlara hizmet için öğrenmek fâidelidir, sevâbdır. İnsanların râhatını, huzûrunu kaçırmak, insan haklarını yok etmek, insanları sömürmek, îmânlarını, ahlâklarını bozmak için öğrenmek, felsefe olur. Harâm olur. Öğrenilmesi lâzım olan ve yasak olan ilmler, (Hadîka)da uzun yazılıdır. Bunlar, İstanbulda neşr edilen arabî (Hulâsat-üt-tahkîk fî hükm-it-taklîd vet-telfîk) kitâbının sonunda basdırılmışdır.
(Fetâvâ-i Hindiyye)de, beşinci cild, 377. ci sahîfede diyor ki: Îmân edilecek ve yapılacak, kaçınılacak şeyleri ve geçinecek san’at bilgilerini öğrenmek herkese farzdır. Bundan fazlasını öğrenmek farz değil ise de, sevâbdır. Öğrenmezse günâh olmaz. Farz olan bilgilere yardımcı olanları, meselâ astronomi öğrenmek de sevâbdır. Fıkh öğrenmeyip, yalnız hadîs öğrenen, iflâs eder. Kelâm ilmini, ya’nî îmân bilgilerini, ihtiyâcdan fazla öğrenmek câiz değildir. Bid’atlerin, fitnelerin yayılmasına sebeb olur. Sadr-ül-islâm Ebül-Yüsr buyuruyor ki, (Kelâm, tevhîd kitâblarının birkaçında felsefî bilgiler gördüm. İbni İshak Kindî Bağdâdînin ve İstikrârînin kitâbları böyledir. Bunlar, islâmın bildirdiği doğru yoldan ayrılmış sapık kimselerdir. [Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeden önce] böyle sapık kitâbları okumak câiz değildir. Abdül-Cebbâr Râzî ve Ebû Alî Cübbâî ve Kâ’bî ve Nazzâm İbrâhîm bin Yesâr Basrî ve talebelerinden Amr Câhız (Mu’tezilî) sapıklarının kitâbları da, eski yunan felsefecilerinin bozuk fikrleri ile doludur. Böyle kitâbları okumak gençlere zararlıdır. Muhammed bin Hîsûm gibi(Mücessime)fırkasındakilerin kitâbları da böyledir. Bunlar bid’at fırkalarının en kötüsüdür. Ebül-Hasen-i Eş’arî de, önceleri Mu’tezile inancını yaymak için çok kitâb yazdı. Allahü teâlâ, kendisine hidâyet verdikden sonra, eski fikrlerini kötüleyici kitâblarını yaydı. Yanlışlarını görebilenlerin, bu kitâbları okuması zararlı olmaz. Şâfi’î âlimleri, îmân bilgilerini Ebül-Hasen-i Eş’ârînin kitâblarından aldılar. Ebû Muhammed Abdüllah bin Sa’îdin bu kitâbları açıklıyan eserleri temâmen zararsız hâldedir. Sözün kısası, eski felsefecilerin yazdığı din kitâblarını gençlere okutmamalıdır. Ehl-i sünnet bilgilerini öğrendikden sonra okumaları câiz olur). Hindiyyeden terceme temâm oldu. 1368 [m. 1949] da öldürülen (İhvân-ül-müslimîn) cemâ’atinin müessisi Mısrlı mezhebsiz, Hasen el-Bennâ’ın ihtilâlci yazıları ve Seyyid Kutbun (Fi-zılâl-il-Kur’ân) ismindeki bozuk tefsîri ve başka kitâbları ve Hindistândaki vehhâbîlerden Muhammed Sıddîk hânın ba’zı kitâbları ve Mevdûdî ve Hamîdullah ve 1359 [m. 1940] da ölmüş olan Cezâyirli İbni Bâdis gibi dinde reformcuların kitâbları da böyledir. Dînini öğrenmek istiyenler, bunların bozuk kitâblarını okumamalıdır.]
Dînimizin bildirdiği birşeyde şübheye düşen kimse, Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi, bu şey ile neyi bildirmek istemiş ise, öylece îmân etdim, inandım demelidir. Hemen, şübhesini giderecek bir din âlimi aramalıdır. İlmine ve dîne bağlılığına güvenilir, zekî, ârif, harâmlardan kaçınan, din bilgilerinin inceliklerini bilen, müşkilleri çözebilen bir zâtı arar, bulur. Bundan aldığı cevâb, şübhesini giderince, artık öylece îmân eder. Böyle bir zâtı aramak farzdır. Tesâdüfe bırakmayıp, hemen aramalıdır. Bulamazsa veyâ bulup da, şübheden kurtulamazsa, Allahü teâlânın ve Resûlünün dilediği gibi inandım demeli ve şübhesinin giderilmesi için, Allahü teâlâya düâ etmeli, yalvarmalıdır. İşte, bunun için, her şehrde, müşkilleri çözebilen bir zâtın bulundurulması farz-ı kifâyedir. Felsefecilerin iftirâlarını, fen ve felsefe bilgileri ile karşılıyabilen, fen adamı geçinenlerin i’tirâzlarını, fennî metodlara dayanarak çözebilen, kitâblı kâfirlerin yanlış sözlerini, dinlerindeki bozuk yerleri isbât ederek, red edebilen, doğru yoldan ayrılmış olanların, fitne ve fesâd ateşlerini söndürebilen, dünyâ târîhini iyi anlamış, matematik bilgisi kuvvetli ve islâm bilgilerinin derinliklerine ermiş bir din âlimi bulundurmak lâzımdır. İslâm devletleri böyle âlim yetişdiriyordu. Böyle bir din âlimi bulunmazsa, islâmiyyet, din câhillerinin elinde oyuncak olur. İstedikleri gibi din kitâbları yazar, gençlerin dinsiz yetişmesine sebeb olurlar. Bir memleketde, islâmiyyetin yerleşmesi için, herşeyden önce, hakîkî din âlimi yetişdirmek lâzımdır. Din âlimi bulunmazsa, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını yaymağa çalışmalıdır. Bu kitâblar bulunmazsa, din câhilleri, din adamı şekline girip, kitâb ve mecmû’a yazarak, konferanslar, va’z ve dersler vererek milletin dînini, îmânını çalarlar. İslâmiyyeti yıkarlar da, kimsenin haberi olmaz. [Şerefül insan bil ilmi vel-edeb, lâ bil mâl-ı vel haseb.]Ya’nî insanın şerefi, kıymeti, ilmi ve edebi ile ölçülür. Malı ve baba ve dedeleri ile değil!
(Bezzâziyye)de, kerâhiyyet kısmında diyor ki, (İbâdetleri yapan kimse, îmânının bozulmasında şübhe eder ve günâhım çokdur, ibâdetlerim beni kurtarmaz diye düşünürse, îmânının kuvvetli olduğu anlaşılır. Îmânının devâm edeceğinden şübhe eden kâfir olur. Şübhe etmeği beğenmezse, mü’min olduğu anlaşılır).
[İbni Âbidîn, Mürted bâbında diyor ki, (Beş sınıf kâfir vardır: Dehriyye, Seneviyye, Felâsife, Veseniyye ve Ehl-i kitâb. İlk dördü kitâbsız kâfirdir. Ya’nî semâvî kitâbları yokdur. Bugün Hindistânda yayılmış olan Berehmen ve bunun, mîlâddan 542 sene evvel ölmüş olan Budda Gautama tarafından değişdirilmesi ile hâsıl olan Buda dinlerinde olanlar, Vesenîdir, ya’nî putlara [heykellere] taparlar. Bu dinlerde, oradaki eski Peygamberlerin kitâblarından, sözlerinden alınmış kıymetli bilgilerin bulunduğu görülmekdedir. Berehmen ve Buda dinleri, hıristiyanlık dîni gibi, eski Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” bildirdiği, doğru dinlerin bozulmuş, değişdirilmiş bir hâlidir. Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”, ondördüncü mektûbunda diyor ki, (Allahü teâlâ, insanları yaratdığı zemân, Birmîhâ [veyâ Brahma] ismindeki bir melek vâsıtası ile, Hindistâna da, Bîd ve Vidâ isminde bir kitâb gönderdi. Dört cüz’ idi. Âlimleri bu kitâbdan altı mezheb çıkardılar. İnsanları dörde ayırdılar. Her sınıfına cûk dediler. Hepsi Allahın bir olduğuna, insanları Onun yaratdığına, kıyâmet gününe, Cennete, Cehenneme ve tesavvufa inanırlar. Uzun zemân sonra, başka Peygamberler gönderirdi. Bunlar hakkında, kitâblarımızda, hiçbir bilgi yokdur. Sonradan bozuldular. Peygamberlerin ve Evliyânın rûhlarını ve melekleri hâtırlatmak için heykeller yapdılar. Şefâ’atlerine, yardımlarına kavuşmak için, bu heykellere secde etdiler [ise de, (müşrik) değildirler. Ehl-i kitâb, ya’nî kitâblı kâfirdirler.] Arabistândaki putperestler [ve hıristiyanlar], böyle değildir. Bunlar, putlarının hâlık, yaratıcı olduklarına inanıyor. Herşeyi yalnız putlardan istiyorlar. Putlarına ilâh diyerek secde ediyorlar. [Bunun için, (müşrik) oluyorlar.] Berehmenler ise, hurmet, şefâ’at etmeleri için yalvarıyorlar. Bunun için, Muhammed aleyhisselâmdan önceki Berehmenlerin bozulmuş olanları için de, kâfir diyemeyiz. Fekat şimdi, dünyânın her yerindeki, her insanın Muhammed aleyhisselâma îmân etmesi, ya’nî müslimân olması lâzımdır. Şimdi müslimân olmayana kâfirdir deriz.) [Hindistânda bulunan (Sîh)ler, Baba Nanek isminde bir Hindûnun mezhebinde olan kâfirlerdir. İslâmiyyeti ve Berehmen dinlerini karışdıran bu adam, 946 [m. 1539]da öldü.] Seyyid Şerîf-i Cürcânî “rahmetullahi aleyh”, (Şerh-i mevâkıf) sonunda, üçüncü maksadda buyuruyor ki: (Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna inanmıyan kâfir olur. Bunlardan yehûdî ve nasârâ [hıristiyan], Berehmen ve Budistler, başka Peygamberlere “salevâtullahi teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim ecma’în” inanıyor. Bunların getirdikleri ve sonradan bozulmuş olan kitâbları okuyorlar. Bunlara tapınmıyorlar. Bunun için bu kâfirlere(Ehl-i kitâb) denir. Dehriyye ise, Allahü teâlâya da inanmıyor. Herşey tabî’at kanûnları ile var oluyor. Bir yaratıcı yokdur. Dehr, ya’nî zemân ilerledikce, herşey değişmekdedir diyor). Mecûsîler, Senevîdir. Allahü teâlânın iki olduğuna, putperestler ise, çok olduğuna inanıyor. Hepsi, müşrik, ya’nî kitâbsız kâfirdirler. Çünki, bir Peygambere inanmıyor. Bir semâvî kitâb okumuyorlar. Komünistler, masonlar, tanrısız kâfir olup, Dehriyye kısmındandır. Berehmen, Budist, Yehûdî ve Hıristiyanlar, Ehl-i kitâb iken, zemânla, (müşrik) oluyorlar. Şimdi, yeryüzünde, değişdirilmemiş bulunan hak din, yalnız Muhammed aleyhisselâmın getirdiği islâm dînidir. Bu dînin, kıyâmete kadar bozulmıyacağını, doğru olarak kalacağını Allahü teâlâ söz vermişdir.
İnsan resmine, heykeline hurmet, ta’zîm etmek, kıymet vermek, onu yükseğe koyup, karşısında dikilmek, eğilmek, secde etmek, medh edici şeyler söylemek, yalvarmakdır. Bu da iki sebeble olur:
1 — Hocasının, babasının, âmirinin, bir Peygamberin, Velînin, dîne ve millete hizmet edenin resmi olduğuna inanarak hurmet eder. O kimsede ülûhiyyet sıfatlarından, ya’nî Allahü teâlâya mahsûs olan sıfatlardan birinin bulunduğuna inanmaz. Onu mahlûk bilir. Onu sevdiğini bildirmek, onu sevindirmek için, başkalarına uyarak hurmet eder. Böyle hurmet eden kâfir olmaz. Harâm işlemiş olur. Harâm olduğuna inanmıyan kâfir olur. Kâfirlerin resmine böyle ta’zîm küfr olur.
2 — Resmin, heykelin sâhibinde ve salîbde [haçda] veyâ yıldız, güneş, inek gibi herhangi bir şeyde, ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanarak, meselâ, istediğini yaratır, her istediğini yapar, hastaya şifâ verir diyerek ta’zîm etmek, küfr olur. Şirk olur. Bu kimse müşrik olur. Ta’zîm etmesi ibâdet, tapınmak olur. Bu resmler, heykeller ve şeyler sanem, put olur. Hıristiyanlar, Îsâ Allahın oğludur, melekler kızlarıdır diyerek, erkek ve kız resmlerine ve heykellere hurmet etdikleri için, müşrikdirler. Barnabas ve Aryüs mezhebinde olanları, böyle sapık inanmadıkları için, müşrik değil, Ehl-i kitâbdırlar. Fekat, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için, kâfirdirler.]
70 — İKİNCİ CİLD, 59. cu MEKTÛB
Bu mektûb, hocasının oğlu hâce Muhammed Abdüllah için yazılmışdır “sellemehullahü teâlâ”. Akla, hayâle gelen ve keşf ile ve şühûd ile anlaşılan herşey, mahlûkdur. Bunlara (Mâ-sivâ) denildiği bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! Gözümün nûrunun göndermiş olduğu kıymetli mektûb geldi. Tesavvuf yolunun oyuncakları gibi yolcuları avutan şeylerin hepsi, Allahü teâlânın yardımı ile yok oldular. Hiçbirşey devâmlı olmuyor. Aklıma, hayâlime gelen herşey, (Lâ) derken yok oluyorlar diyorsunuz. Bunlar gibi dahâ birşeyler yazıyorsunuz. Bunların yok olması için uğraşdığınızı, ileride kendiliklerinden yok olacaklarını ümmîd etdiğinizi bildiriyorsunuz. Kıymetli yavrum! Akla, hayâle gelen herşey, hattâ keşf ve şühûd ile anlaşılan bilgiler, ister (Âfâkî) olsunlar, ya’nî insanın dışında bulunsunlar, ister (Enfüsî) olsunlar, ya’nî insanın içinde bulunsunlar, hepsi (Mâ-sivâ)dır. [Ya’nî Allahü teâlânın mahlûklarıdır.] Bunlara gönül bağlamak, oyun ve oyuncak gibi şeylerle boş yere vakt geçirmekdir. Fâidesiz şeylerle oynamakdır. Bunların yok olması, eğer uğraşmakla ise, bu iş,(İlm-ül yakîn)dir. Yok olmaları, uğraşmadan kendiliğinden ise, çalışmak yolundan kurtulmuş ve ilm sokağından çıkmış olur. (Fenâ) ile şereflenmiş olur. Bunları söylemek kolay ise de, kavuşmak çok güçdür. Ancak, Allahü teâlânın nasîb etdiği kimseler kavuşur. (Hakîkat)mertebesindeki işler dahâ sonra hâsıl olur. Fenâdan sonra, (İsbât)makâmına kavuşulur. İlmden sonra (Ayn) hâsıl olur. Hakîkatin yanında çalışmanın hiç değeri yokdur. İsbât etmenin [maksada, hakîkî varlığa kavuşmanın] yanında, (Nefy) etmenin [mahlûkların bilgisini, düşüncesini kalbden çıkarmanın] hiç i’tibârı yokdur. Çünki, nefy ederken, mahlûklarla uğraşılmakdadır. İsbât ederken ise, Allahü teâlâdan başka hiçbirşey yokdur. [(Âlem-i misâl)de] isbât yanında nefy, sonsuz deniz yanındaki bir damla gibi görünüyor. Nefy ve isbât hâsıl olunca, (Vilâyet-i hâssa)ya kavuşulur. Vilâyet-i hâssadan sonra, yâ (Urûc) eder, dahâ yükselir, yâhud (Nüzûl) edip geri döner, alçalır. Urûc ederse, sonra yine nüzûl etmesi lâzımdır. Yâ Rabbî! Bize ihsân etdiğin nûru artdır! Günâhlarımızı mağfiret et! Sen herşeyi yapabilirsin. Size ve doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın “aleyhissalâtü vesselâm” izinde olanlara selâm olsun!
Bir mumin bir mumini sevmedikçe tam olarak iman etmiş sayılmaz." ne demektir? Ahlaksız insanları nasıl seveceğiz?
Kullanıcı:
Sorularlaislamiyet.com
| Tarih:
Sa, 05/04/2011 - 23:00
Değerli kardeşimiz;
Cevap 1:
Soruda geçen hadisin tamamı şöyledir:
"Canım kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!" (Müslim, Îmân 93-94; Tirmizî, Et'ime 45; İbni Mâce, Mukaddime 9)
Peygamberimiz aleyhissalatü vesselam, İslâm'a göre her işin başı ve âhiretin yegâne geçer akçesi olan iman ile sevgi arasındaki bağı en çarpıcı biçimde bu hadisinde dile getirmiş bulunmaktadır. Konunun ehemmiyetine binâen yemin ederek söze başlamış ve önce kesin bir gerçeği, "imansız cennete girilemeyeceğini"haber vermiştir. Sonra da cennete girebilmenin vazgeçilmez şartı olan imanı elde edebilmek için müminlerin birbirlerini sevmeleri gerektiğini, aynı kesinlikle ve aynı açıklıkla bildirmiştir: "Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız!"
Bundan şu sonuç çıkmaktadır: İman, nasıl cennete girebilmenin, vazgeçilmez şartı ise, müminleri sevmek de tam ve kâmil bir imana sâhip olabilmenin biricik şartıdır. Mümin, kendisiyle aynı imanı paylaşan herkesi, ırkına, rengine, yurduna ve diline bakmaksızın sevecek, onlara karşı muhabbet ve sorumluluk duyacaktır. Çünkü imana sınır, yine imanın kendisiyle çizilebilir.
Müslümanları, tasa ve kıvançlarını paylaşma, dertlerini dert edinme seviyesinde sevgi ve ilgiye lâyık bulmanın tabiî sonucu onlarla selamlaşamaz hale gelmemektir. Selâm, Müslümanlar arasında oluşacak sıcak ilgi ve alâkanın mukaddimesidir. Müslümanlar selâm ile tanışır, bilişir ve sevişirler. Onları aynı inanç çizgisinde birleştiren, bir anda kalbî duygularla birbirlerine bağlı olduklarını hissettiren sihirli kelime selâmdır.
Peygamber Efendimiz (asv), sadece tesbit ve teşhis ile kalmaz, mutlaka tedavî yollarını da Müslümanlara gösterir. Bu hadîs-i şerîfte de onun böyle bir uygulamasını görmekteyiz. Müslümanlar arası ilişkilerin sevgi düzeyine çıkarılabilmesi için nereden başlanması gerektiğini, "Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi, aranızda selâmı yayınız!" sözleriyle ortaya koymuş bulunmaktadır. Artık sonuç belli, vâsıta belli, o vâsıtayı elde edebilmek için gereken sermâye (sevgi) belli, o sermâyeye ulaşmak için atılacak ilk adım da bellidir. Ötesi Müslümanlara kalmıştır.
Cennet-iman-sevgi-selâm irtibâtı, konumuz olan sevginin önem ve yerini göstermesi bakımından başkaca hiçbir söze ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır.
Buna göre, imansız cennete girilmez. Birbirlerini sevmeyenler gerçek mânâda iman etmiş sayılmazlar. Çünkü iman sevgiden doğar, sevgi ile kemâl bulur. Selâmlaşmak müminler arasındaki sevgi bağlarının kuvvetlenmesine vesîledir. Müminlerin birbirlerini sevmemeleri, iman zayıflığının işaretidir.
Cevap 2:
İman sahibi bir insanın, yani bir müminin hoş karşılanmayan hareket ve davranışları olabilir. Bu durum hasta olan bir kimseye benzetilebilir. Hiçbir kimse hastaya düşman olmaz; ancak hastalıklarını tedavi etmeye çalışır. Bunun gibi manen hasta olan müminleri de imanlarından dolayı sevmemiz gerekir. Ancak manevi hastalıkları sayılan günahlardan kurtulmaları için hem dua etmek hem de elimizden gelen bir şey varsa yardımcı olmak gerekir.
Buna göre, müminleri sevmek, onun günahlarını, hatalarını, suçlarını ve verdiği zararları da sevmek anlamına gelmez. Kendini zehirlemiş bir hastanın zehrini sevmeyiz, ancak hastayı sevmeye devam ederiz. O zehirden kurtulması için de elimizden ne gelirse onu yapmaya çalışırız. Necasete bulaşmış bir elmasın, bulaşan pisliğini sevmezsek de, elması sevmeye devam ederiz. Bunun gibi, günah kirlerine bulaşmış bir mümini, günahlarını sevmezsek de elmas gibi olan imanını sevmeye devam ederiz.
Diğer taraftan, nurani varlıklar ile onun zıddı olan kesif varlıkların yansımasında ve temessülünde durumları farklılık arz eder, hükümleri başka başkadır; biri hakiki yansır diğeri sadece görüntü olarak yansır.
Nurani bir varlık yansıdığı yere kendi aslındaki vasıfları da götürür, bir nevi yansıyan ile yansımaya mahal olan şey aynı gibi olur. Mesela, aynada yansıyan güneş kendine özgü vasıflarını aynaya da aksettirir, bir nevi küçük bir güneş o aynada oluşur. Aynı güneş gibi o da güneşten aldığı kadarıyla ısı ve ışık verir. Nuranin temessülü temessül ettiği yeri, yani yansıdığı yeri kendi gibi yapar.
Kesif şeylerde yani madde ve cismin hükmettiği şeylerde ise yansıma, temessül sadece görüntü olarak vardır, vasıflar oraya aksetmez. Onun için yansıyan şey ile yansımaya mahal olan şey farklıdır, aralarındaki tek ilişki görüntü naklidir. Mesela, maddi ve kesif olan bir taş aynada yansısa, sadece görüntüsü oraya gider taşın kendine ait özellikler oraya geçmez.
İşte insanın mahiyeti ve kalbi de bir ayinedir, bu aynaya nurani şeyler de yansıyor kesif şeyler de yansıyor.
Kalp aynasına nurani ve hayırlı bir şey yansıdığı vakit kendine ait vasıfları da oraya taşıdığı için, kalbe nuraniyet ve hayır getiriyor. Adeta o kalbi hayır ve nura çeviriyor,onun içindir ki hayırlı ve nurani şeyler ile meşgul olmak gerekiyor.
Bu örnekten hareketle, bir kişiye imanından ve iyiliklerinden dolayı muhabbet etsek, o muhabbet nurani olduğu için iyilik eden şahsın dostlarına da aynı ile temessül edip yansır. Madem imanı var, o yönüyle onu sevmek gerekir.
Ayrıca, bir kalpte muhabbet hakiki anlamda yerleşmiş ise, onun zıddı olan düşmanlık yol bulup içine giremez. Zira bir yerde iki zıddın aynı anda bulunması mümkün değildir. Birisi var ve yerleşmiş ise, zıddını def eder. Nasıl ışık ile karanlık bir odada aynı anda bulunamıyor ise, bir kalpte de muhabbet ile düşmanlık beraber bulunamazlar. Muhabbet kalpte hakiki bir şekilde yerleşmiş ise, düşmanlık olamayacağı için, düşmanlık hissi acımak ve şefkat manasına dönüşür. Yani kişiye düşmanlık yerine acımak hükmeder.
Durum tersinde de aynıdır. Şayet bir kalpte düşmanlık hakikati ile yerleşmiş ise, bu kez de muhabbet riyaya dönüşür. Yani suni ve yapmacık bir şekilde seviyormuş gibi görünür. Böyle yapmasının sebebi de ya menfaati içindir ya da zarardan korunmak içindir. İnsan aynı anda bir kişiye hem düşmanlık edip, hem de muhabbet besleyemez.
Buna göre, bir mümin diğer müminlerin hatalarına acımalı, onun o yolda gitmesine razı olmamalıdır. Keşke hakta ve doğruda gitse de bu fenalığı yapmasa, diye hayıflanmalıdır.
Bununla beraber, küfür ve zulümden lezzet alan ya da ikaz ve uyarılara rağmen severek yanlışa gidenlere de acınmaz. Evet dalalet ve sefahat yolunda gidenlere acıyıp, onun o halden kurtulması için dua etmemizde bir sakınca yok. Yalnız tavır alıp ikaz ettiğin halde "Dalalette gitmek bana daha zevkli geliyor." gibi müstehzi bir şekilde olanlara acınmaz. Yoksa dalaletin ve sefahatin içine düşmüş, çıkmak istediği halde çıkamayan çok insanlar vardır ki onların elinden tutmak ve onlara acımak gerekir.
Konunun diğer bir boyutu yapılan kötülüklere iyiliklerle karşılık vermektir. Bu açıdan, bizden nefret edenlere sevgiyle karşılık vermek gerekir. Düşmanlık yapanlara karşı fenalık ve kötülük ile karşılık verip, onları düşmanlıkta daha da zarar verici bir hale getirmek yerine, iyilik ve güzellik yapıp, hem onun şerrinden kurtulmak hem de onun pişman olup samimi bir dost olacağını ümit etmek en kolay, en selametli ve en karlı bir yoldur.
Özetle, meallerini vereceğimiz ayetlere uygun bir yaşam, imanımızın derecesini gösterecektir:
“Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.” (Hucurat, 49/10)
“Kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kimse candan bir dost oluvermiştir.” (Fussılet, 41/34)
“Öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlere gelince, Allah iyilik yapanları ve iyi kullukta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 3/134)
Allah’u Tealaya Iman Nasil Olur
Allah’ a İman
Kâinatin ve kâinatta bulunan tüm varliklarin yaraticisi, koruyucusu olan tek varlik, ibâdet edilmeye lâyik tek Rab, Mevlâ, Huda’ya ait özel isim. En yüce varlik olarak inanilan, bütün kemâl sifatlari sahsinda bulunduran ve her türlü noksan sifatlardan uzak olan gerçek Ma’bud. Varligi zorunlu olan tek yaraticiya ait yüce bir isim. Bu isimle çagrilan bir baska varlik olmamistir, olmayacaktir da.
Isim, ifade ettigi ilâhî manasiyla yalniz Allah’a aittir ve hiçbir kelime bu ismin manasini ve muhtevasini ifade gücüne sahip degildir. Bu isim baskasi için de kullanilamaz (Meryem Suresi, 19/65).
Ismin, ait oldugu yaratici bir oldugundan, ikili ve çogulu da yoktur. Ancak cinsleri olan varliklarin isimleri çogul yapilabilir. Cinsleri olmayanin ismi de çogul yapilamaz. Lisanimizda “sehirler” denilir ancak yine bir sehir olan fakat bir ikincisi olmayan Istanbul için “Istanbullar” denilerek çogul yapilamaz. Ancak muhtelif lisanlarda Allah’u Teâlâ’nin ayri ayri isimleri olabilir. Türkçe’de Tanri, Farsça’da Hudâ, Ingilizce’de God, Fransizca’da Dieu gibi. Ne var ki bu isimler “Allah!’ gibi özel isim degildir. ilâh, rab, ma’bud gibi cins isimdirler. Arapça’da ilâhin çoguluna “âlihe”, rabbin çoguluna “erbâb” denildigi gibi Farsça’da Hudâ’nin çogulu da “hudâyân” ve lisanimizda da “tanrilar”, rablar, ilâhlar, ma’budlar denilir. Çünkü bu isimler gerçek ma’bud -Allah- için kullanildigi gibi, Allah’in disinda gerçek olmayan bir nice ma’bud kabul edilen seyler için de kullanila gelmistir. Eski Türklerde gök tanrisi, yer tanrisi; Yunanlilar’da güzellik tanriçasi, bereket tanrisi, vs oldugu gibi. Halbuki “Allahlar” denilmemis ve denilemez. Manasindaki birlik ve özel isim olmasi nedeniyle Allah ne tanri kelimesiyle ne de bir baska kelimeyle tercüme edilebilir.
Islâm’in temel ilkesi olan “Lâ Ilâhe Illâllah” tevhid kelimesi, meselâ Fransizca’ya tercüme edildigi zaman “Diyöden baska diyö yok” Türkçe’ye aktarilmasinda “Ilâhtan baska ilâh yoktur.” denir. O zaman da Allah kelimesi “ilâh” kelimesiyle tercüme edilmis olur. Bu da yanlis bir tercümedir. Çünkü ilâh cins isimdir, Allah ise özel isimdir. Kelime-i Tevhid “tanri” kelimesiyle Türkçe’ye çevrildiginde ayni çarpiklik ve yanlislik ortaya çikar. “Allah” kelimesinin kökenini arastiran dil bilimcileri bu konuda birçok beyanlarda bulunmuslarsa da en kuvvetli görüs; bu kelimenin Arapça olup herhangi bir kelimeden türetilmeden aynen kullanildigi ve has bir isim oldugudur.
Allah; kendi iradesiyle evreni yoktan var eden, ona belli bir düzen veren, gökleri ve yerleri ve bunlarda en küçügünden en büyügüne kadar canlilari yaratan, onlara hayat ve rizik veren, öldüren-dirilten, diledigini diledigi sekilde idare ve tasarrufu altinda bulunduran, varligi bir baska etkenle degil, kendinden olan, her seyi bilen, gören, isiten, yarattiklarinda en ufak bir çarpiklik ve dengesizlik bulunmayan, herseye gücü yeten, bütün mülkün gerçek sahibi, emir ve hüküm koymaya tek yetkili; övülmeye, itaat edilmeye, sükredilmeye gerçek lâyik, bir benzeri daha bulunmayan, bütün varliklarin, günesin, ayin, gök ve yer cisimlerinin itirazsiz itaat ettigi, boyun egdigi, ismini ululadigi, ibadet edilmeye lâyik Hak mabud. Allah, mabud oldugu için Allah degil, Allah oldugu için mabudtur. Onun Ilâh olusu, ibadete lâyik olusu, bir baska sebepten degil; kendi ‘zat’inin yüceligindendir. insanlar zaman zaman putlara, atese, günese, yildizlara, millî kahramanlara veya hakkinda korku ve ümit besledikleri herhangi bir seye tapinmislar; bu hâlleriyle de onlari ilâh ve mabud edinmisler, bilâhare bunlardan cayarak, onlari tanimaz ve tapinmaz olmuslardir. O zaman da daha evvel mabudlastirdiklari varliklarin mabudluk vasiflari yok olur. Hülâsa Allah’in disindakiler ancak insanlarin mabudlastirmalariyla mabud telâkki edilebildikleri hâlde Allah, bütün beser ona inansa da, inanmasa da; ibadet etse de etmese de o, zatiyla Allah oldugu için ibadete lâyiktir. Beserin inkâri onu Allah olmaktan uzaklastiramaz.
Insanlik tarihi incelendigi zaman görülür ki, ilk devirlerden beri her asirda yasayan insanlarda Allah fikri ve tapinma meyli; dolayisiyla bir dîni inanca egilim vardir. Batili dinler tarihi yazarlarinin bir çoguna göre bu duygunun var olusu çesitli arizî sebeplere baglanmis ise de, müslüman âlimlerin genel kanaatlarina göre tamamen fitrî ve dogustandir. Ilk insan olan Hz. Âdem’in yaratilisindan önce Allah ile melekler arasinda cereyan eden konusmayi (el-Bakara, 2/30) ve bu konusmada Âdem’in-insanin- Allah’in halifesi olarak yaratilmasi hususunu düsündügümüzde de anlariz ki; insan yaratilmadan evvel, onun mayasina Allah’a halife olacak özellikler verilmistir. Bu da bize Allah’a bagliligin ve din duygusunun fitrî oldugunu bildirir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) “Her dogan insan, Islâm fitrati üzere dogar, onu Mecusi, Hristiyan veya Yahudi yapan ana ve babasidir” (Müslim, Kader, 25; Buhârî, Cenâiz:, 92; Ebû Dâvud Sünnet, 17) hadisi ve “Sizi karada ve denizde yürüten odur. Gemide oldugunuz zaman (i düsünün): Gemiler içinde bulunanlari hos bir rüzgârla alip götürdügü ve (onlar) bununla sevindikleri sirada, birden gemiye, siddetli bir kasirga gelip de, her yerden gelen dalgalar onlari sardigi ve artik kendilerinin tamamen kusatildiklarini, (bir daha kurtulamayacaklarini) sandiklari zaman, dini yalniz Allah’a halis kilarak Ona yalvarmaga baslarlar. And olsun eger bizi bu (felâket) den kurtarirsan, sükredenlerden olacagiz. (derler). (Yûnus, 10/23)” ayeti de keza Allah inancinin -her ne suretle ortaya çikarsa çiksin- insan ruhunun derinliklerinde var oldugunu ispat etmektedir.
Nereye gidilmisse orada basit ve batil da olsa bir dîne, bir tanri fikrine rastlanmistir. Geçmis devirlerde çesitli sekillerdeki putlara tapanlar, atesi, günesi, yildizlari kutsal sayanlar dahi bütün bunlarin üstünde büyük bir kudretin bulunduguna, herseyi yaratan, terbiye eden, esirgeyen bir varligin mevcudiyetine inanmislar, dis âlemde taptiklari seyleri Ona yaklasmak için birer vesîle edinmislerdir.” “Biz, bunlara, sirf bizi Allah’a yaklastirsinlar diye tapiyoruz.” (ez-Zümer, 39/3) Cinsleri, devirleri ve ülkeleri ayri, birbirlerini tanimayan toplumlarda inanç konusundaki birlik, dîn fikrinin umumî, Allah inancinin da fitrî oldugunu ispat etmektedir.
Bunun içindir ki, her seyi bilen ve yaratmaya Kadir olan bir Allah’a inanmak, ergenlik çagina gelen akilli her insana farzdir. Ilâhî dinlerin kesintiye ugradigi dönemlerde yasayan insanlar bile, akillari ile Allah’in varligini idrâk edebilecek durumda oldugundan, Allah’a îmanla mükelleftirler.
Akil ile Allah’in bilinebilecegine, birçok ayet delîl olarak gösterilebilir. Bunlardan en dikkat çekici olani, Hz. Ibrahim’in daha çocukluk dönemlerinde iken parlakliklarina bakarak yildizi, ayi, günesi Rab olarak kabul etmesi ancak daha sonra bütün bunlarin batmalari, ile zamanla yok olan seylerin Rabb olmayacaklarini idrâk etmesi ve neticede gerçegi görerek “…ben, yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yoktan varedene çevirdim ve artik ben Ona ortak kosanlardan degilim. ” (el-En’âm, 6/79) ayetidir. Maturîdiyye mezhebine göre Allah’a iman, insan fitratinin icabidir. Zira her insan evrendeki bu muazzam varliklara bakarak bunlarin büyük bir yaraticisi olduguna aklen hükmedebilir. “Akil ve nazar ‘marifetullah’da kâfidir.” derler. “Göklerin ve yerin yaraticisi olan Allah’in varliginda süphe mi vardir? ” (Ibrahim, 14/10) ayetini delil gösterirler. Es’ariye imamlari ise “akil ve nazar ‘marifetullah’da kâfi degildir.” derler ve “Biz bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azap etmeyiz. ” (el-Isrâ, 17/15) ayetini delîl gösterirler. Netice olarak, semavât ve arzin yaratilisinda, gece ile gündüzün birbiri ardinca gelmesinde ve kâinatta meydana gelen insan gücünün disindaki binlerce tabiat hadisesinin belli bir düzen içerisinde cereyan etmesinde her akillinin kabul edebilecegi gibi, Allah’in varligini ispat eden delîller vardir. (el-Bakara, 2/164).
Allah’in zati üzerinde düsünmek haramdir. Onun zatini idrak etmek aklen mümkün degildir. (Çünkü Allah’in hiçbir benzeri yoktur. Hiçbir sey O’na denk degildir. (Ihlâs, 112/1-5). Gözler Onu idrak edemez, (el-En’âm, 6/103). Çünkü aklin ulasabildigi ve kavrayabildigi seyler ancak madde cinsinden olan seylerdir. Allah ise madde degildir. Duyu organlarimizla tespitini yaptigimiz ve hâlen yapamadigimiz esyanin tümü noksanliklardan uzak olan bir yaratici tarafindan yaratilmistir. Yaratilan ise yaraticisinin ne parçasi, ne de benzeridir. Allah’in varligina inanmak, her müslümanin ilk önce kabul etmesi gereken bir husustur. Islâm istilâhina göre inanmak ise Allah’in varligina, birligine, yani, Allah’tan baska ilâh olmadigina ve inanilmasi gereken diger hususlara (Allah’a, Allah’in meleklerine, kitaplarina, peygamberlerine, kaza ve kadere, öldükten sonra diriltmeye) tereddütsüz iman etmek ve bunu kalp ile tasdik etmektir. Inanan insana mümin, inanmayana ise kâfir denir. Akil sahibi olan her insanin, Allah’in varligina inanmasi gerekir. Allah’in varligina inanmak, insan fitratinin icabidir. Allah’in varolusu vaciptir, zarûrîdir. Varliklar vücud bakimindan üç türlüdür:
a) Vâcibu’l-Vücûd: Varligi mutlak gerekli olan, olmamasi mümkün olmayan varlik. Bu da sadece Allah Teâlâ’dir.
b) Mümkinu’l-Vücûd: Varligi mümkün olan, yani, varolmasi da, olmamasi da mümkün olan varliklardir ki Allah’in disinda tüm yaratiklar böyledir .
c) Mümteniu’l-Vücûd: Varligi mümkün olmayan. Allah’in esi ve benzerinin olmasi gibi. Allah’in esi ve benzerinin olmasi mümkün degildir.
Allah, bizatihi (kendi kendine) ve bizatihi (kendiliginden) Allah’tir. Kur’an’da Allah hakkinda varid olan birçok vasiflar onun bir cisim oldugunun delili degil, ancak ona ait mecazi vasiflamalardir. (Bk: 5/69; 38/75; 39/67; 54/14; 2/109, 274; 6/52; 18/27 ayetler) Bu sifatlarla Allah’i cisimlendirme veya bir baska varliga benzetme sözkonusu degildir.
Bütün yaratiklarin ilâhi bir tek ilâhtir. Ondan baska ilâh yoktur. O rahman ve rahîmdir. (2/163). Üçyüzaltmis putu kendilerine ilâh kabul eden Mekkeli müsrikler, bu muazzam âlemin bir tek ilâhi oldugu gerçegini duyunca hayret etmisler, “Ey Muhammed! bu kadar insanlara bir ilâh nasil yetisir.” demislerdi. Müsriklerin maddeci görüslerini reddedip Allah’in tek yaratici olduguna, varliginin isbatina delil olacak birçok âyetlerden biri de sudur: “Süphesiz göklerin ve yerin yaratilisinda, gece ve gündüzün degismesinde, insanlarin faydasina olan seyleri denizde ta, siyip giden gemilerde, Allah’in gökten su indirip onunla ölmüs olan yeri dirilterek üzerine her çesit canliyi yaymasinda, rüzgârlari ve yer ile gök arasinda emre hazir bekleyen bulutlari evirip çevirmesinde elbette düsünen bir topluluk için (Allah’in varligina ve birligine) delîller vardir. ” (el-Bakara, 2/164)”
Her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varliklara bakarak, bunlarin büyük bir yaraticisi olduguna aklen hükmedebilir. Bir bilginin kesinlik kazanmasi için o konuda ispat edici deliller aranir. Allah’in varligi hakkinda da bilgimizin kesinlik kazanmasi için birçok deliller vardir. Bu deliller, aklî ve naklî deliller olmak üzere iki grupta toplanabilir.
Bu âlem, yok iken sonradan var olmustur. O halde, baslangici olmayan bir var ediciye muhtaçtir. Varligi ve yoklugu kendinden olmayan bu âlemin, varligini yokluguna tercih eden bir mucide ihtiyaci vardir. O mucidin de varliginin kendinden olmasi; Vâcibu’l-vücud olmasi gerekir. Bir baska yaraticiya muhtaç olmadan varligi kendinden olan tek varlik ise Allah Teâlâ’dir. bu halde bu âlem vâcibu’l vücud olan bir yaraticiya muhtaçtir. Bu delîli de iki maddede inceleyebiliriz:
a) Cisimlerin sonradan yaratilmasi esasina dayanan delil. Kelâm âlimleri bu delîli söyle açiklarlar: Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hâdistir (sonradan varolmustur). Her hâdis (sonradan varolan) mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtir. O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtir. O da yüce Allah’tir. Bu âlemin sonradan yaratildigi gözlem ve aklî delillerle ispat edilmistir. Söyle ki: Âlem; (Evren) cevher ve arazlardan meydana gelmistir. Ârâz, cisimlere âriz olan hareket, sükûn, ictima (birlesme), iftirâk (ayrilma) hâlleridir. Bu hâllere “ekvân-i erbaa (dört olus) denir. Ekvân-i erbaa, cisimlere degisik hâl ve sekiller veren sifatlardir. Bu sifatlarin hepsi sonradan varolmustur. Sükûndan sonra hareket, karanliktan sonra aydinlik, beyazliktan sonra siyahlik hâllerinin olustugu gibi. Bu ârâzlar yok olduktan sonra görülmezler. Görülmemeleri hâdis olduklarinin, yani sonradan yaratildiklarinin delilidir. Hâdis olmasaydilar, vacip (varligi kendinden) olmalari gerekirdi. Vacip olsaydilar bu defa da, zidlarinin gelmesiyle yok olmamalari gerekirdi. Halbuki zidlari gelince yok oluyorlar. O halde vacip degil, hâdistirler. Hâdis olduklari sabit olan ârâzlar, kendileriyle birlestikleri cevherlerin de hâdis olduklarinin delilidir. Çünkü hâdis, ancak kendisi gibi hâdis olan cisimle birlikte olur. Cevherler (cisimler) de mutlaka bu dört durumdan birisiyle birliktedirler. O halde cevher ve ârâzlardan ibaret olan bu evren hâdistir sonradan yaratilmistir. Her hadisin de bir muhdise ihtiyaci vardir. O muhdis ise; bu âlem cinsinden olmayan varligi zatinin icabi, yani Vâcibu’l-Vücud olan mutlak kemâl sahibi Allah Tebârek ve Teâlâ’dir.
Bu âlemi yaratan varlik; Vâcibu’l Vücud degilse Mümkiniu’l-Vücud’tur. Yani vücudu sonradan yaratilmistir. O hâlde o da, varliginda baska bir yaraticiya muhtaçtir. Sayet o yaratici da bu mucit gibi baska bir yaraticiya muhtaç ise; yaraticilar zincirinin böylece sonsuzluga dogru silsile hâlinde devam edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise batildir, mümkün degildir. Varligi farzedilen bu yaraticilar silsilesinin bir noktada durmasi ve baskasina muhtaç olmayan, her bakimdan mükemmel, varligi zâtinin geregi olan bir yaraticiya dayanmasi sarttir. Bu varlik, âlemin yaraticisi olan Allah’tir.
b) Ihtirâ (Icat Etme) delîli. Gökler ve yer, bitki ve hayvanlar yoktan var edilmistir. Her yoktan var olunana da bir var edici gerekir. Bu âlemin de bir var edicisi vardir. O da Allah’tir. Âlemde gördügümüz herhangi bir bitki veya hayvan sonradan varolmustur. Her birinin varliginin bir baslangici vardir. Cisimlerde zamanla hayat idrak, akil gibi hâller icat olunuyor. Illiyet kanununa göre her icat olunan seye bir icat eden gerekir. Çünkü hayat, idrawek ve akil gibi durumlar kendiliginden var olmazlar. Mutlaka bir yaraticiya muhtaçtirlar. O da, varliginin baslangici ve sonu olmayan, herseyi bilen ve herseye güç yetiren Allah ‘tir
c) Terkip delili. Bu âlem mürekkep (parçalari bir araya getirilmis olan) bir varliktir. Terkip olunan her varlik, kendinden önce varolan bir terkip ediciye muhtaçtir. Terkip olunan varlik, parçalardan meydana gelir. Parçalar, bütününden önce vardir ve ondan ayri seylerdir. O halde, terkip bulunan varlik yok iken, daha sonra parçalarinin birlestirilmesiyle sonradan yaratilmistir. Her sonradan yaratilan gibi o da bir yaraticiya muhtaçtir. Bu yaratici, terkip edilen ve kendinden baskasina muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz. Aksi halde yaraticilarin teselsülü gerekir. Teselsül ise batildir. O hâlde bu yaratici, varliginda baskasina muhtaç olmayan ezelî bir varliktir. O da, Vâcibu’l-Vücud olan Allah’tir.
2-Imkân Delîli
a) Bu âlem, varligi da, yoklugu da mümkün olan bir varliktir. Her mümkün, varligini yokluguna tercih eden bir kuvvete muhtaçtir. Bu âlem de, var olabilmek için böyle bir müessir kuvvete muhtaçtir. O kuvvet de bu âlemin disinda, vücudu zatindan olan bir varliktir. O da Allah’tir.
b) Hakîkatta bir mevcut vardir. Bu mevcut, ya varligi zatindandir ya da varligi ve yoklugu mümkün olandir. Varligi zatindan ise; bu özellige sahip olan yalniz Allah’tir. Bu mevcut, varligi mümkün olan ise; mümkün olan varligin mevcûdiyeti zatinin icabi olmadigindan, var olabilmesi için, varligini yokluguna tercih eden bir müreccihe-yaraticiya ihtiyaç vardir. O yaratici-müreccih ise Allah’tir.
c) Âlemde görülen madde daima hareket hâlindedir. Maddenin hareket hâlinde olmasi ilmen ispat edilmistir. Madde ve maddedeki hareketin mucidi kimdir? Maddeciler, madde ve ondaki hareketin ezelî oldugunu söylerler. Oysa maddedeki bu hareket, bir evvelki hareketin neticesidir. O da bir evvelkinin… Bu hareketler silsilesi sonsuzluga dogru devam edip gidemez. Bu hareket silsilesinin bir noktada durmasi ve ilk hareketin, vücûdu vâcip olan bir illete, bir hareket ettiriciye dayanmasi zarûrîdir. O da herseyin yaraticisi olan Allah’tir.
3- Ibdâ’ ve Illet-i Gâiyye Delîli. içinde bulundugumuz âleme dikkatle bakacak olursak, onun çok güzel ve çok mükemmel olarak ve daha önce bir benzeri olmadan vücuda getirildigini görürüz. Gökyüzü, günes, ay, hülâsa canli-cansiz her varlik bir amaç için yaratilmistir. Âlemde varolan hiçbir esya faydasiz, maksatsiz ve bos yere yaratilmamistir. Bu âlem bir güzellik, gaye ve vesîleler toplumudur. Âlemde en degerli varlik olan insan, rastgele vücuda gelmis, sebepsiz ve gayesiz bir varlik degildir. Her azasiyla güzel, mükemmel, faydali ve maksatlidir. Insanin yaratilisi güzel ve mükemmel oldugu gibi, yaratilis gayesi de Allah’i bilmek, tanimak ve O’na ibadet etmektir. Insanin oldugu gibi, canli-cansiz her mevcudun da varliginin bir gayesi, hikmet ve faydasi vardir. Iste âlemde görülen canli ve cansiz varliklardaki ibdâ ve gayeler manzumesi; bütün bunlari icat edip yaratan bir yaraticinin varligini, ayni zamanda o varligin ilim ve kudret sahibi bir ilâh oldugunu isbat eder. Her seyi bir maksada göre yaratan bu varlik, Vâcibu’l-Vücud olan Yüce Allah’tir. Kur’an-i Kerîm’de bu delîli dile getiren bir çok ayet vardir. (Bakara, 2/22, Nebe’, 78/6-16, ….)
Netice olarak diyebiliriz ki; inat ve garazdan uzak her sâlim akil sahibi, Allah’in kendisine lûtfettigi akli kullanarak esere bakip müessiri, binaya bakip bânîsini, yaratilmislara bakip yaraticisini kesfedebilir. Bunun için Allah, Kur’an’in bir çok yerinde, zatinin varligina delil olabilecek eserlere bakmalarini, onun üzerinde düsünmelerini, akletmelerini istemektedir. Akli delillere ilâveten Allah’in varligini isbat eden naklî delillere de kisaca göz atalim.
B) Naklî Deliller:
Naklî delillerden kastimiz, Allah’in varligini dile getiren ve üzerinde düsünmemizi isteyen Kur’an ayetleridir. Sayica bir hayli kabarik olan bu ayetlerden sadece birkaç tanesini zikredecegiz:
1- “Biz yeryüzünü bir besik, daglan da onun için birer kazik kilmadik mi? Sizi çift çift yarattik, uykunuzu dinlenme vakti kildik, geceyi bir örtü yaptik, gündüzü geçimi saglama vakti kildik, üstünüze yedi kat saglam gök bina ettik, parlak isik veren günesi varettik, taneler, bitkiler ve agaçlari sarmas-dolas bahçeler yetistirmek için yogunlasmis bulutlardan bol yagmur indirdik.” (Nebe’, 78/6-16).
2- “Göklerin ve yerin yaratilmasinda, gece ile gündüzün birbiri ardinca gelmesinde, insanlara yararli seylerle denizde süzülen gemilerde, Allah’in gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttigi suda, her türlü canliyi orada yaymasinda, rüzgârlari ve yerle gök arasinda emre amade duran bulutlan döndürmesinde, düsünen kimseler için deliller vardir.” (el-Bakara, 2/164).
3- “Allah’in gögü yedi kat üzerine nasil yarattigini görmez misiniz? Aralarinda Ay’a aydinlik vermis ve günesin isik saçmasini saglamistir. Allah sizi yerden bir bitki olarak bitirdi. Sonra yine oraya geri çevirecek ve tekrar çikaracaktir. ” (Nûh, 71/15-18).
4- “Simdi gördünüz mü attiginiz meniyi? ”
“Siz mi onu yaratiyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz? Aranizda ölümü takdir eden biziz. Ve bizim önümüze geçilmis degildir. (Size böyle ölümü takdir ettik) ki sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediginiz bir biçimde yaratalim. Andolsun, ilk yaratmayi bildiniz, (bunu) düsünüp ibret almaniz gerekmez mi? Ektiginizi gördünüz mü? Siz mi onu bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? Dileseydik, onu kuru bir çöp yapardik, hayret ederdiniz. ‘biz borçlandik, dogrusu biz yoksun birakildik! (derdiniz). Içtiginiz suya baktiniz mi? Siz mi onu buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dileseydik onu tuzlu yapardik. , Sükretmeniz gerekmez mi? Çaktiginiz atesi gördünüz mü? Onun agacini siz mi yarattiniz, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlere bir fayda yaptik. Öyleyse Ulu Rabb’inin adini yücelt. ” (el-Vâkia, 56/58-74).
5- “Yer ve gökleri yaratan Allah’u Teâlâ’nin varliginda süphe edilir mi?” (Ibrahim, 14/10).
6- “Andolsun onlara: “Gökleri ve yeri kim yaratti?” diye sorsan, mutlaka “Allah” derler, “Hamd Allah’a lâyiktir” de. Hayir, onlarin çogu bilmiyorlar. ” (Lokman, 31/25).
7- “Sen yüzünü, Allah’i birleyici olarak dogruca dîne çevir: Allah’in yaratma kanununa (uygun olan dîne dön) ki, insanlari ona göre yaratmistir. Allah’in yaratmasi degistirilemez. iste dogru dîn odur. Fakat insanlarin çogu bilmezler.” (Rûm, 30/30).
Allah’in sifatlari: Islâm’da iman esaslarinin ilk ve en mühim sarti Allah’a imandir. Allah’a iman ise; yalniz Allah’in mücerret zat-i ilâhisine inanmakla olmayip, ayni zamanda o yüce varligin zati hakkinda vacip olan “Kemâl sifatlariyla”, yüce zatina vasfedilmesi mümkün olmayan “noksan sifatlara” ve zat-i ilâhisi hakkinda inanilmasi caiz olan sifatlara toptan ve tafsilatli olarak inanmakla olur. Zatî ve sübûtî sifatlar olarak iki bölümde ele alinan bu sifatlar sirasiyla sunlardir:
Zatî sifatlar
1-Vücut. Bu sifat, Allah’in var oldugunu ifade eder. Allah vardir ve en büyük varlik O’dur. O’nun varligi, herseyin varligindan daha belirgindir. Allah olmasaydi hiç bir sey var olmazdi. Kâinatin varligi O’nun varligina en büyük sahittir. Âlemde hiçbir sey kendi kendine var olmus degildir. Hiçbir sey ne kendi kendine var olabilir, ne de yok olabilir. Halbuki çevremizde sayilamayacak kadar varlik vücuda gelmekte ve yok olmaktadir. En ufak çarpiklik olmaksizin, en ince hesaplarla var olan ve varligini çarpici özellikleriyle devam ettiren bu âlemin tesadüflerle ortaya çikmasi ve varligini devam ettirmesi mümkün degildir. Bütün bunlar, bu âlemi var eden, yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi bir yaraticinin varliginin süphe götürmez delilleridir .
Allah’in varligi, baska bir varlik vasitasiyla olmayip; ilâhî vücudu, zatinin geregidir. Vücudu zatinin icabi oldugu içindir ki; Allah’a “Vâcibu’l Vücud” denmistir. Allah’in zatinin ve sifatlarinin hakikatini anlamak; sifatlarinin zatinin ayni mi, yoksa ondan ayri, ona zit bir sey mi oldugu hususunu kavrayabilmek aklen mümkün degildir. Allah’in ilâhî vücudu ister zatinin ayni, ister gayri olsun, her mükellefe vacip olan husus; Allah’in var olduguna inanmaktir. O’nun varligina inanmamizi gerektiren akli ve naklî delilleri yukarida izah ettik.
Vücudun ziddi olan yokluk, Allah için mümkün degildir. Yokluk, Allah için muhâl olan noksan sifatlarin birincisidir. Allah’in yoklugu ne geçmiste, ne de gelecekte mümkündür.
2-Kidem. Allah’u Teâlâ, varligi, zatinin icabi oldugu için kadîmdir ezelîdir. Geçmise dogru ne kadar gidilirse gidilsin, Allah’in var olmadigi bir zaman düsünülemez. Eger Allah kadîm-ezeli olmasaydi, hâdis- (sonradan var olmus) olurdu. Sonradan var olan her sey, kendisini icat eden bir (muhdise)- yaraticiya muhtaçtir. Aksi takdirde yok olan bir seyin varligini yokluguna tercih eden bir yaratici olmadan meydana gelmesi gerekirdi ki; bu durum bütün düsünürlere göre batildir. Allah kadîm olmasaydi, var olmak için kendinden baska bir yaraticiya muhtaç olurdu. Halbuki Allah’in vücudu, zatinin icabidir. Yani varligi kendindendir. Bir seyin bir anda hem var, hem de yok olmasi ise mümkün degildir. Öyleyse Allah hâdis degil, kadîmdir.
Kidem sifatinin ziddi “Hudûs-sonradan var olma” sifatidir. Allah kadîm oldugu için O’nun hâdis olmasi aklen mümkün degildir.
3-Bekâ. Allah ebedîdir, varliginin sonu yoktur. O daima vardir. Varligi kendinden oldugu için O, hem kadîm ve eze!î; hem de bakî ve ebedîdir. “O, evvel ve ahirdir.” (el-Hadîd, 57/3), “Kâinattaki her seytani -yok olucudur. Celâl ve Ikram sahibi olan Rabb’im -zati bakî’dir- ebedî’dir-. ” (er-Rahman, 55/27) Bu ayet-i kerimeler, Allah’in bakî oldugunun delilleridir. Allah’in vücudunu harici bir kuvvet yok edemez. Çünkü kadîm olan Allah’in disindaki tüm kuvvetler hâdistir (sonradan yaratilmistir.) Hâdis olan bir kuvvet ise, kadîm olan zatin vücudunu yok edemez. Zira vacibü’i-vücud olan Allah, kudret sahibi olup; bütün eksik sifatlardan uzaktir. Varligini devam ettirememe acizliktir. Acizlik ise noksanliktir. Allah noksanliktan münezzehtir. O’nu yok edecek bir kuvvet tasavvur edilemez, öyleyse Allah bakîdir, varliginin sonu yoktur.
Bekâ’nin ziddi “fena -(bir sonu olmak)”dir. Allah’in fânî olmasi ise aklen muhaldir.
4-Muhalefetü’n li’l-Havâdis. (Sonradan vücut bulan varliklara benzememe). Allah zat ve sifati ile sonradan yaratilmis olan hiçbir seye benzemez. Bu sifatin ziddi olan benzerlik, Allah hakkinda akla aykiridir, mümkün degildir. Sinirli olan aklimizla Allah’i nasil düsünürsek düsünelim, hayâlimizde nasil canlandirirsak canlandiralim, O, bizim düsündüklerimizden hayal ve tasavvurumuzdan geçirdiklerimizin hepsinden baska ve hiçbirine benzemeyen ilâhî bir varliktir. Hayalimizden geçirdigimiz bütün varliklar, yok iken sonradan var olan, varligi, bir baskasinin varligina muhtaç olan ve sonunda yok olmaya mahkûm, noksan varliklardir. Allah ise her türlü noksanliklardan uzak mükemmel ve mukaddes bir varliktir. Böyle yüce bir varlik, önce yok iken var olan sonra yine yok olacak hiçbir varliga benzemez. Allah kendi zatini “O ‘nun benzeri yoktur. O, herseyi isitici ve görücüdür. ” (es-Sûrâ, 42/11)” ayetiyle vasiflandirmistir. Peygamberimiz de (s.a.s.), “Allah aklina gelen her seyden basKadir. ” buyurmustur. Allah, sonradan olanlara benzeseydi, bu takdirde hâdis yani baskasina muhtaç bir varlik olurdu. Kadim ve bakî olan bir varlik ise hâdis olamaz. Baskasina benzemeye muhtaç olan bir varlik, benzedigi varligin ve diger varliklarin yaraticisi olamaz. Allah, tek yaratici olduguna göre, yarattiklarina benzemez ve muhalefetü’n li’l-havâdis sifatiyla muttasifdir. Bu sifat ayni zamanda, Allah’in, diger varliklarda bulunan cisimlik, cevherlik, arazlik, parçalardan bir araya gelmek, yemek, içmek, oturmak, uyumak, kederli ve sevinçli olmak gibi sifatlardan da uzak oldugunu ifade eder.” (Fetih, 48/10; er-Rahman, 55/27; Tâhâ, 20/5). ayetlerinde geçen “Allah’in eli”, “Allah’in yüzü”, ”Allah’in arsi istiva-istilâ etmesi” gibi maddî varliklara ait sifatlarin Allah hakkinda kullanilmis olmasi, Allah’in baska varliklara benzediginin delili degildir. Bu kelimelerin hepsi mecazî anlamindadir. Allah’in eli: Allah’in kudreti; Allah’in yüzü: Allah’in zati manasinda kullanilmistir.
5-Kiyâm Binefsihi. Her sey, kendi disinda bir varligin yaratmasina muhtaç oldugu halde, Allah, baska bir zata ve mekana muhtaç olmadan kendi kendine vardir. Bu sifatin ziddi olan “mutlak ihtiyaç” Allah hakkinda muhal olan noksan bir sifattir. Âlemde bulunan her varlik, yar olmasinda ve varliginin devaminda bir yaraticiya muhtaçtir. Hiç bir sey kendi kendine var olmamistir, varligi sonradan vücûda gelmistir. Buna mukabil Allah’in varligi kendi zati’nin geregidir, var olmasinda, kendinin disinda bir baska varliga muhtaç degildir. Zati düsünüldügü zaman, vücudu da zatiyla beraber düsünülür. Ne zati vücudundan, ne de vücudu zâtindan ayri tasavvur edilemez. Kâinatin var olmasi, kendinden evvel var olan, ezeli ve ebedî bir yaratici sayesindedir, O’da Allah’tir. Allah yaraticidir, diger varliklar ise yaratilandir. Yaratici, yaratilana muhtaç olamaz.
“Ey insanlar! Siz, Allah’a muhtaçsiniz. Allah ise -her seyden- müstagnîdir (muhtaç degil), ögünmeye lâyik olandir.” (Fâtir, 35/15)
“Süphe yok ki Allah, bütün âlemlerden müstagnîdir.” (el-Ankebut, 29/8).
6-Vahdâniyet. Allah’in her yönden bir oldugunu bildiren vahdaniyet, bir kemal sifati oldugu için, bu sifatin ziddi olan “birden fazla olmak, bir ortagi bulunmak”, Allah hakkinda mümkün olmayan bir sifattir. Allah birdir, ortagi ve benzeri yoktur. Bütün semayi dinlerdeki inanç esaslarinin temelini “Allah’in birligi” sifati olusturur. Bu inanca “Tevhîd Akîdesi” denir. Tevhid akidesine dayanmayan hiç bir inanç, güzel is, Allah katinda makbûl degildir. En son ve en mükemmel din olan Islâmiyet de bu inanci temel kabul etmis ve bütün insanlari öncelikle bu temel inanca çagirmistir. Çünkü Allah, bütün âlemlerin, bütün varliklarin ve bütün insanlarin Rabb’idir. Her seyi yaratan, rizkini vererek besleyen, büyüterek kemâle erdiren yalniz O’dur. O’nun ortagi, oglu veya kizi yoktur. Dogurmamistir, dogurulmamistir. Hiç bir sey O’nun esi ve benzeri olamamistir. Bu inanç ile Islâmiyet insanlari Allah’in disindaki varliklara kul köle olmak zilletinden kurtarmis, onlara mutlak istiklâllerini iade etmis. Allah’in birligi fikrini zedeleyen her türlü kölelik zihniyetini yasaklamis, tabiat kuvvetlerine ibadeti, insanin insana köle ve esir olma despotlugunu ortadan kaldirmis, Allah’tan baskalarini rab edinmeyi en büyük günah ve sirk kabul etmistir. Böylece Islâmiyet, dünyaya akil, ruh ve ahlâk sahalarinda oldugu kadar, fizikî sahada da tam bir özgürlük müjdelemis; tevhîd akidesiyle bütün insanlarin tek bir mabûdu oldugunu, dolayisiyla beseriyetin de bir ana ve babadan meydana geldigini ifade ederek “beser irkinda birlik” fikrini telkin etmistir. Her müslüman Allah’in bir oldugunu söylemeli ve bu inancini Allah’tan baskasina ibâdet etmemekle, ibadetine dolayli olarak da olsa hiçbir seyi veya kimseyi ortak kosmamakla ispat etmelidir. Bu noktada, sözü ile ibadetindeki birlik ruhu ayni olmalidir. Allah’in birligine delil olan ayetlerden bir kismini söyle siralayabiliriz:
a) “De ki: O Allah birdir. Allah Sameddir. (Her sey varligini ve varliginin devamini O’na borçludur. Her sey O’na muhtaçtir. O, hiç bir , seye muhtaç degildir. Her seyin basvuracagi, yardim dileyecegi tek varlik O’dur). Kendisi dogurmamistir ve (baskasi tarafindan)dogurulmamistir. Hiçbirsey O’nun dengi olmamistir.” (Ihlâs, 112/1-4) .
b) “De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptiklariniza tapmam. Siz de benim taptigima tapicilar degilsiniz. Ben asla sizin taptiklariniza tapacak degilim. Siz de benim taptigima tapacak degilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadir.” (Kâfirûn, 109/1-6).
c) “Allah’tan baska bir yaratici var midir?” (Fâtir, 35/3).
d) “O’nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur. (Eger olsaydi) muhakkak ki her tanri kendi yarattigini kabullenir (ve korur) ve mutlaka kimisi de digerine galebe ederdi.” (Mü’minun, 23/91)
e) “Eger her ikisinde (yer ve gökte) Allah’tan baska ilâhlar olsaydi, her ikisi de harap olurdu.” (el-Enbiyâ, 21/22).
Allah, zatinda, ilâhliginda, mabud ve yaratici olusunda birdir. Ondan baska yaratici yoktur. Kâinati bizzat yaratmaya, yasatmaya, yok etmeye gücü yetmeyen bir zat Allah olamaz. Bunun içindir ki ikinci bir Allah’in varligina imkân yoktur. Çünkü iki Allah oldugu farzedilse, bu iki Allah’tan biri kâinati yalniz basina yaratmaya muktedir ise, digeri zâid-fazla olmus olurdu. Bunun aksine, yalniz basina kâinati yaratmaya muktedir degilse, bu durumda da aciz-güçsüz olurdu. Aciz ve zâit olan bir zat ise Allah olamaz. Bu nedenle Allah vardir ve birdir.
Sübûtî sifatlar
7-Hayat. ” Allah hayat sahibidir. ” (Âli Imrân, 3/2). Bu sifat, Allah’in zatina vacip olan sifatlardandir. Fakat Allah hakkinda vacip olan bu sifat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile birlesmesinden dogan geçici ve maddi bir hayat olmayip ezelî ve ebedîdir. Allah hakkindaki vücut sifatinin kamil olmasi, O’nun diri olmasiyla mümkündür. Hayatin ziddi ölümdür. Ezelî olan Allah hakkinda ölümü düsünmek, akla aykiridir. Bir varlik hem ezelî, hem de ölümlü olamaz. Ilim, irade, kudret ve diger kemâl sifatlarini zatinda bulunduran Allah’in diri olmasi zaruridir. Çünkü ölünün âlim, her seye güç yetiren, isitici, görücü olmasi düsünülemez. Ölüm, bir noksanlik sifatidir. Allah ise noksanliklardan uzaktir. O hâlde Allah’in hayat sahibi oldugu bir gerçektir. Bu sifat, ancak Allah’ta ezelî ve ebedîdir.
“Ölmek sanindan olmayan, daima hayat sahibi (olan Allah)’a dayanan. ” (el-Furkan, 25/58).ayeti ve benzeri ayetler Allah’in, hayat sahibi oldugunu ifade eder.
Allah’u Tealaya IMAN
Îmanin alti sartindan birincisi, Allâhü Teâlâ’ya imân etmektir.
Söyle ki; Allâhü Teâlâ vardir. Onun zâti, bütün kemâl sifatlari ile muttasif (Yani, bütün güzelliklere eksiksiz olarak sahip), bütün noksan sifatlardan münezzeh ve uzaktir.
Hz. Allâh’in sifatlari, sifât-i zâtiyye ve sifât-i sübûtiyye olmak üzere iki kisimdir.
Sifât-i Zâtiyye
Hz. Allâh’in Sifât-i Zâtiyyesi 6′dir:
Vücud: Var olmak. Kidem: Evveli olmamak; ezelî olmak. Bekâ: Sonu olmamak; ebedî olmak. Vahdâniyet: Birlik. Zâtinda ve sifatlarinda tek olup, ortagi yoktur Muhâlefetün lilhavâdis: Sonradan olanlara hiç benzememek. Kiyam binefsihi: Var olmasinda baska bir seye muhtaç olmamak.
Sifât-i Sübûtiyesi
Allâhü Teâlâ’nin Sifât-i Sübûtiyesi sekizdir:
Hayat: Diri olmak. (Allâhü Teâlâ diridir ve dirilticidir.) Ilim: Bilmesi olmak. (Allâhü Teâlâ her seyi, hattâ kalblerde gizlenen niyetleri dahi bilir.) Semi: Isitmesi olmak. (Allâhü Teâlâ her seyi isitir.) Basar: Görmesi olmak. (Allâhü Teâlâ; karanlik gecede, kara tasin üstünde, kara karincanin yürüdügünü görür ve ayaginin sesini isitir.) Irâdet: Dilemesi olmak. (Yani irâde sahibidir ki, diler ve ne dilerse onu diledigi gibi yapar.) Kudret: Gücü her seye yeter olmak. (Allâhü Teâlâ her seye kaadirdir.) Kelâm: Konusmasi olmak. (Allâhü Teâlâ’nin harf ve sese muhtaç olmadan söylemesi demektir.) Tekvîn: Yoktan var etmek, meydana getirmek, yaratmak.
SOHBET: Allahüteâlâyitanimak
Hemen herkes Allahüteâlâyitaniyor ve Allah vardirdiyor. Ama Allahitanimaknasil olur? Iyi bir seyitaniyan onun iyiliklerinden istifade etmeye çalisir. Kötüyü taniyan kötülüklerden uzak durmaya çalisir. Bunlara riayet etmeyenin tanimasiyanlis demektir.Yilaninsokacagini bilen yilanla oynamaz. Aslaninparçalayacagini bilen onun yuvasina giremez.Bombaninpatlayacagini bilen onu elinde patlatmaz.Allahüteâlâyitaniyan onu sever. Onu seven de dinin emirlerini yapar. Haramlardan kaçinir. Bunlara yani emir ve yasaklarina riayet etmeden ben Allahitaniyorum, onu seviyorum demek yanlisolur. Sevmenin bir tarifi de itaat etmek demektir. Sevginin derecesi, itaatteki sürat ile ölçülür.
SeyyidAbdülhakim Efendi hazretleri buyuruyor ki:
"Siz, adem [yokluk] diyarindan, bu varlik âlemine,kendiliginizdengelmediginiz gibi, oraya, kendiniz gidemezsiniz. Gördügünüz gözler, isittiginizkulaklar, duygu edindiginiz organlar,düsündügünüz zekalar, kullandiginiz eller ve ayaklar, geçeceginiz bütün yollar, girip çiktiginizbütün mahaller, hülasa, rûh ve cesedinize baglibütün aletler, sistemler, hepsi Allahüteâlânin mülk ve mahlûkudur. Siz Ondan hiçbir sey gasp edemez, mülk edinemezsiniz! O, hayy vekayyûmdur. Yani, görür, bilir, isitir ve her var olanseyi, her an varliktadurdurmaktadir. Hepsinin idaresinden, hallerinden bir an gafil olmaz. Mülkünü kimseye çaldirmaz. Emirlerineuymayanlarincezasini vermekten de, aciz kalmaz. Mesela, Ay’da, Merih’te ve digeryildizlarda insanolmadigi gibi, bu Arz küresinde de bulunmasaydi, bir seylazim gelmezdi. Bundan dolayi,büyüklügünden bir sey eksilmezdi. Allahüteâlâhadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçügünüz, büyügünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlariniz, cinleriniz; en müttekî, itaatli kulum gibi olsaniz,büyüklügüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karsi duran, Peygamberlerimi asagigören, düsmanim gibi olsaniz,ülûhiyyetimden bir sey eksilmez. Allahüteâlâ, sizden ganîdir, Ona hiçbiriniz lazimdegildir. Siz ise, var olmaniz için ve varliktakalabilmeniz için ve her seyinizle, hep Onamuhtaçsiniz.)" [Bir üniversiteliye cevap]
Tarihi inceleyecek olursak, insanlarin, önlerindeAllahüteâlâningönderdigi bir rehber olmadan kendi baslarina gittiklerinde, hep yanlis yollarasaptiklarini görürüz. Insan, kendisini yaratan büyük kudret sahibinin var oldugunu, akli sayesinde anladi. Fakat ona giden yolu bulamadi.
Peygamberleri isitmeyenler, Haliki, yani yaraticiyiönce etraflarindaaradi. Kendilerine en büyükfaydasi olan günesi, yaraticisandilar ve ona tapmaya basladilar. Sonra, büyük tabiat güçlerini,firtinayi, atesi, kabaran denizi, yanardaglari ve benzerlerini gördükçe bunlariyaraticininyardimcilari zannettiler. Her biri için bir suret, alamet yapmaya kalktilar. Bundan da putlar dogdu. Böylece, çesitli putlar zuhur etti. Bunlaringazabindan korktular ve onlara kurbanlar kestiler. Hatta, insanlari bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni hadise karsisinda, putlarinmiktari da artti.Islâmiyet zuhur ettigi zaman Kâbe-i muazzamada360 put vardi. Kisacasi insan, bir, ezelî ve ebedi olan Allahüteâlâyi kendi basina bir türlütaniyamadi. Bugün bile günese ve atese tapanlarvardir. Bunlara sasmamali! Çünkü, rehbersiz,karanliktadogru yol bulunamaz. Kur’an-i kerimdebuyuruluyor ki: (Biz, Peygamber göndererek bildirmeden önce azap yapicidegiliz.) [Isra15]
HİKMETLER: Kimler dost edinilir?
Bazi çevreler, Hiristiyanlari, Yahudileri kendilerine dost edinmektedirler. “Tasavvuf, herkesle iyi geçinmektir, herkese karsihosgörülüolmaktir” diyorlar. Halbuki, Allahüteâlâ, Tevbe sûresinin 74’üncü âyetinde Resulüne meâlen, “Ey Peygamberim! Kâfirlerle, münâfiklarlacihâd et! Onlara düsmanlik yap!” buyurdu.
Resûlullahin “sallallahü aleyhi ve sellem” yolu, kâfirlere düsmanlik, onlarla cihâd idi. Kafirlerle dost olanlar, Resûlullahin yolundan ayrilmislar, baskayol tutmuslar. Tuttuklari yol, dalâlet yoludur.Dogru yoldan çikmaktir. Kur’ân-i kerîm ve hadîs-iserîfler, Allahüteâlânin kâfirlere düsmanoldugunu,açikça bildiriyor. Onun düsmanlarini seven, Onusevmis olur mu?
Kâfirler, Allahüteâlânindüsmaniolmasalardi, “Bugd-i fillah” farz olmazdi. InsaniAllahüteâlâninrizâsinakavusturacaklarin en üstünü olmaz veîmânin kemâline sebep olmazdi. Hadîs-i serîfte, “Bir kimse, Allahüteâlânindüsmanlarinidüsmanbilmezse, hakîkî îmân etmis olmaz. Mü’minleri Allah için sever ve kâfirleri düsman bilirse, Allahüteâlânin sevgisine kavusur” buyuruldu.
Hadîs-i serîflerde, “Bir kimse, Allahindostlarinisever, düsmanlarinidüsman bilirse ve Allah için verir ve Allah için vermezse, îmâni kâmil olur”,”Isyân edenlere düsmanlik ederek, Allahayaklasiniz!”, “Allahüteâlâ, bir Peygambere vahyettiki, falan âbide söyle: Dünyada zühd ederek, nefsini râhata kavusturdun ve kendini kiymetlendirdin. Benim için ne yapdin? Âbid sordu: Yâ Rabbî! Senin için ne yapilir? Allahüteâlâ buyurdu ki:Düsmanima, benim için düsmanlik ettin mi vesevdigimi benim için sevdin mi?”
Sevenin, sevgilinin sevdiklerini sevmesi ve sevmediklerini sevmemesi lâzimdir. Bu sevgi vedüsmanlik, insanin elinde degildir. Sevgininîcâbidir. Dostun dostlari, insana sevimli görünür.Düsmanlari, çok çirkin görünür. Bir kimse, birisini seviyorum derse, onun düsmanlarindanuzaklasmadikça, sözüne inanilmaz.
Allahüteâlâmeâlen buyuruyor ki: “Kâfirleri sevmek, Allahüteâlâyi sevmemektir. Ikizitsey, birlikte sevilemez.” Ikidüsman, birlikte sevilemez. Bir kimse, seviyorum dese, fakat onundüsmanlarindanuzaklasmazsa, bu sözüneinanilmaz. Âl-i Imrân sûresinin 28’inci âyetindemeâlen, “Kâfirleri sevenleri, Allahüteâlâ, azâbi ile korkutuyor” buyurdu. Bu büyük tehdît, kafirleri sevmenin çirkinliginin çok büyük oldugunugösteriyor.
ALLAHÜ TEÂLÂYI BİLİR MİSİN?
Bir gün yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve; "Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allahüteâlânın ibâdet ve mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahüteâlâyıtanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:
-Evlâdım, Allahüteâlâyı bilir misin? buyurdu.
Çocuk:
-Kul nasıl sâhibini bilmez?" dedi.
-Allahüteâlâ'yı ne ile biliyorsun?
-Bu koyunlarımla.
-Bu koyunlarla, O'nu nasıl bilirsin?
-Bu birkaç koyun çobansız işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit mahlûkatı korumaya kâdir olan,Allahüteâlâdan başkası değildir. İşte bu koyunlarlaAllahüteâlâyı, böylece bildim
-Allahüteâlâyı nasıl bilirsin?
-Hiç bir şeye benzetmeden bilirim.
-Böyle olduğunu nasıl bildin?
-Yine bu koyunlardan.
-Nasıl?
-Ben çobanım. Onların koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir çoban koyunlarına benzemezse, Allahüteâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini anladım. Abdullah bin Mübârek:
-İyi söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi? buyurdu.
Çocuk:
-Ben bu sahrâlarda, nasıl ilim tahsîl edebilirim, dedi.
-Peki başka ne öğrenmişsin?
-Üç ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.
-Bunlar nelerdir, ben bunları bilmiyorum.
-Gönül ilmi şudur ki, bana kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb ile O'nu bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim ve böylelerindenuzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları dile getirmeği, O'ndanbahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise bedenimden uzaklaştırırım.
Abdullah bin Mübârek, bunun üzerine:
-Ey çocuğum! Evvelki ve sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana nasîhat ver, buyurdu.
-Ey efendi! Âlim olduğun yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın, dedi.
MAKSUDUM SENSİN DAYANAĞIM SEN
“İyyâke na’budü ve iyyâke neste’în.”
“Sadece sana ibadet eder, sadece sana dayanır, senden yardım dileriz.”
Bu cümleyi her namazın her rekâtında okuyoruz. Camide, evde, kırda-bayırda, her nerede bulunuyorsak Kâbe’ye yöneliyor ve konuşmaya başlıyoruz. Sahi biz kendi kendimize mi konuşuyoruz, yoksa karşımızda biri mi var?
Soru tuhaf gelebilir. Ama kendi ibadetlerime, kıldığım namazlara, zikirlerime, dualarıma bakıyorum da, bu soruları sormadan edemiyorum:
Zikir ile meşgul olurken kimin ismini anıyorsun?
Dua yaparken kime yalvarıyorsun?
Namaz kılarken kime “sadece sana ibadet eder, sadece sana dayanır, senden yardım dileriz” diyorsun?
Düşünüyor ve soruyor, soruyor ve düşünüyorum:
Şeksiz şüphesiz var olan O, tek ilâh, herkesin Rabbi... Evet O’nun karşısındasın, O’nunla konuşuyorsun. O’nun önünde secdelere yüz sürüyorsun. O, Allah... Mevlâmız, Rabbimiz... Her şeyin sahibi, her şeye her an hükmeden, yaratan...
Canlıları sudan yaratan O...
Her varlığa, insana her an şekil veren O...
Toprağın sinesinde saklı tohumu bitiren O...
İçtiğimiz suyu damla damla gökten indiren O...
Dalından kopan tek bir yaprağın bile bilgisi dışında kopmadığı O...
O Rabbimiz, Mevlâmız, kalplerimizin sahibi, sahibimiz...
Zikrini çekerken seslendiğin O’dur.
Namaza durduğunda karşında duran O’dur.
Senin varlığın, gördüğün bildiğin herşeyin varlığı, O’nun varlığı karşısında sadece gölge. Gerçek varlık O’na ait...
Ey var olan! Ey hakiki varlık! Var olan sensin sen... Sen ey Rabbim! Yarattıklarının varlığını, kendi varlığımı seni anlamama engel kılma.
Beni var eden sensin. Varlığımı devam ettiren sensin. Her bir zerremi tutan sensin. Sen bana benden yakınsın.
Hakiki var bir tek sensin. Sen ey Rabbim!..
Sana şah damarından daha yakın olan Allah işte karşında.
Şimdi huzura çıkma zamanıdır.
Haydi O’nu an. O, her zaman ve her yerde seninle beraberdir...
Ve “O, zuhurunun şiddetinden gaibtir...” (Seyyid Abdülhakim Arvasî)
Allah, kendi yarattigi sistemin kanunlarina tabi olmaz.
Bilgisayar icindeki bir entegre diger entegreye soruyor: “Ben 3 voltla calisiyorum. Sen kac voltlacalisiyorsun?” Diger entegre: “Benim voltajim 2,8” diyor. Ikisi beraber merak ediyorlar: “Acaba bizi dizayn eden muhendiskac voltla calisiyor?” diye.
Halbuki bilgisayar denilen sistemi yapanin, o sistemin disindaolmasi gerekir. Dizayn ettigisistemin kurallariyla kendisinin bagliolmamasilazimdir. Kendisinin tamamen o sistemin disindabulunmasi ve o sisteme hukmedebilmesi gerekir. Entegrelerin aralarindakonusup, dizayn edicilerini de kendi tabi olduklari “bir elektrik akimiylacalismakanunu”na tabi kilmalarimantikli ve mumkundegildir. Sistemi dizayn eden, sisteme koydugukanuna, kendisi mahkum degildir.
Ilaveten sistemin icinde, o sistemin kanunlarinatabi olarak yasayanlar, egerbaska sistemlerletanismamislarsa, baskakanunlari anlamaktazorlanirlar. Hatta daha dogrusu anlayamazlar. Mesela entegre devreler sadece elektrik akimiylacalismayi anlayabilirler. Kimyasal enerji, nukleerenerji gibi sahalarinkanunlarini belki hicanlayamazlar. Onlarinanladiklari sinir, dizayn edicimuhendisincizdigi sinirdir.
Iste “yaratilmis olmak” da bizim icindeyasadigimizbu alemin bir kanunudur. Tabi oldugumuzkanunlarindan biridir. Bu alem icinde her kimyasiyorsa “yaratilmis”tir. Simdi bu aleminkanunlarina tabi olarak, icinde yasayan birisi olarak, bizim kalkipYaraticimizi bu aleminkanunlarina tabi kilmak gibi “acaba bizi Yaratanikim yaratti?” diye sormamizyukaridakientegrelerin kendi aralarindakonusma misaline benzer.
Yine buna benzer anlamsiz sorular ortaliktacokdolasir. Bu tip sorular, sistemin yapicisini sisteminicine sokma, sistemin kurallarina tabi kilmaugrasisidir. Mesela “Allah kaldiramayacagi kadarbuyuk bir tas yaratabilir mi?” (hasa) yine boyleanlamsiz bir sorudur. Bu anlamsiz soru, sisteminkanunlarindan birisi olan cekim kanununa, o kanunu yaratan Allah’i tabi kilmayaugrasir. Yaniyercekimi kanununu Yaratani, yine bu kanunun mahkumu gibi gormekyanlisinadusulur.
Icindeyasadigimiz sistemin/alemin tamamen bizicindeyasayanlaribagladigini, Allah’in ise, bu kanunlara tabi olmadigini bilmek lazim. Bunu bilmekle kalmayip, icindeyasadigimiz sistemi dizayn eden Allah’in mahiyetinin ne oldugunu tam olarak anlayamayacagimizi da bilmemiz lazim. Gayret gosterelim ama anlama sinirimizin, ancak alemin dizayneri olan Allah’in, bizim icincizdigi sinir kadar oldugununfarkinavaralim.
Berk Uncu
31.10.2002
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
ALLAH
"O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Gaybı da, müşahede edilebileni de bilendir. Rahman, Rahim olan O'dur. O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. Melik'tir; Kuddûs'tur; Selam'dır; Mü'min'dir; Müheymin'dir; Aziz'dir; Cebbar'dır; Mütekebbir'dir. Allah, (müşriklerin) şirk koştuklarından çok yücedir.O Allah ki, yaratandır, kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret' verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir."
Haşr Suresi, 22-24
O’NDAN BAŞKA İLAH YOKTUR
Sizin ilahınız tek bir ilahtır; O’ndan başka ilah yoktur; O, Rahman’dır, Rahim’dir (bağışlayan ve esirgeyendir). (Bakara Suresi, 163)
Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O’ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan O’ndan başka ilah yoktur. (Al-i İmran Suresi, 18)
Allah dedi ki: “İki ilah edinmeyin: O, ancak tek bir ilahtır. Öyleyse benden, yalnızca benden korkun.” (Nahl Suresi, 51)
De ki: "O Allah, birdir". (İhlas Suresi, 1)
O, Allah’tır, kendisinden başka ilah yoktur. İlkte de, sonda da hamd O’nundur. Hüküm O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz. (Kasas Suresi, 70)
KALPLER O’NUN KONTROLÜNDEDİR
Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır. Ve büyük azab onlaradır. (Bakara Suresi, 7)
Onların kendi sözlerini bozmaları, Allah’ın ayetlerine karşı inkâra sapmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz örtülüdür” demeleri nedeniyle (onları lanetledik.) Hayır; Allah, inkârları dolayısıyla ona (kalplerine) damga vurmuştur. Onların azı dışında, inanmazlar. (Nisa Suresi, 155)
Onlar, Allah’ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar onların ta kendileridir. (Nahl Suresi, 108)
Ve onların kalbleri üzerine, onu kavrayıp anlamalarını engelleyen kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen Kur’an’da sadece Rabbini “bir ve tek” (ilah olarak) andığın zaman, ‘nefretle kaçar vaziyette’ gerisin geriye giderler. (İsra Suresi, 46)
Yoksa onlar: "Allah'a karşı yalan düzüp-uydurdu"mu diyorlar? Oysa eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler. Allah, batılı yok edip-ortadan kaldırır ve kendi kelimeleriyle hakkı hak olarak pekiştirir (gerçekleştirir). Çünkü O, sinelerin özünde olanı bilendir. (Şura Suresi, 24)
Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (İnsan Suresi, 30)
Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz? (Casiye Suresi, 23)
HERŞEYİ EVİRİP ÇEVİRENDİR
Allah O’dur ki, gökleri dayanak olmaksızın yükseltti; onları görmektesiniz. Sonra arşa istiva etti ve güneş ile aya boyun eğdirdi, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedirler. Her işi evirip düzenler, ayetleri birer birer açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza kesin bilgiyle inanırsınız. (Ra’d Suresi, 2)
Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir. (Secde Suresi, 5)
HERŞEYİ YARATANDIR
Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O'nun nasıl bir çocuğu olabilir? O'nun bir eşi (zevcesi) yoktur. O, her şeyi yaratmıştır. O, her şeyi bilendir.(En-am Suresi, 101)
Andolsun, biz sizi yarattık, sonra size suret (biçim-şekil) verdik, sonra meleklere: “Adem’e secde edin” dedik. Onlar da İblis’in dışında secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı. (A’raf Suresi, 11)
Göklerin ve yerin mülkü O’nundur; çocuk edinmemiştir. O’na mülkünde ortak yoktur, her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan Suresi, 2)
Görmüyorlar mı; gökleri ve yeri yaratan Allah, onların benzerini yaratmaya gücü yeter ve onlar için kendisinde şüphe olmayan bir süre (ecel) kılmıştır. Zulmedenler ise ancak inkarda ayak direttiler. (İsra Suresi, 99)
“Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” (Saffat Suresi, 96)
Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. O, yarattığını bilmez mi? O, Latif’tir; Habir’dir. (Mülk Suresi, 13-14)
O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30)
O’NDAN BAŞKA KUVVET YOKTUR
Çünkü gerçekten onlar, Resulleri kendilerine apaçık belgeler getirirdi; fakat onlar inkar ederlerdi. Bu yüzden Allah, onları (azabla) yakalayıverdi. Şüphesiz O, kuvvetli olandır, cezalandırması şiddetlidir.(Mümin Suresi, 22)
Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar kuvvet bakımından kendilerinden daha güçlüydüler. Göklerde ve yerde Allah'ı aciz bırakacak hiçbir şey yoktur. Şüphesiz O, bilendir, güç yetirendir. (Fatır Suresi, 44)
Ad (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler ki: "Kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?" Onlar, gerçekten kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden daha üstündür. Oysa onlar, bizim ayetlerimizi (bilerek) inkar ediyorlardı. (Fussilet Suresi, 15)
Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisine çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sahibidir, üstün olandır. (Hadid Suresi, 25)
Allah, yazmıştır: “Andolsun, ben galip geleceğim ve elçilerim de.” Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır. (Mücadele Suresi, 21)
İnsanlar içinde, Allah’tan başkasını ‘eş ve ortak’ tutanlar vardır ki, onlar (bunları), Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha güçlüdür. O zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir bilselerdi. (Bakara Suresi, 165)
Onların sözleri seni üzmesin. Şüphesiz ‘izzet ve gücün’ tümü Allah’ındır. O, işitendir, bilendir. (Yunus Suresi, 65)
TÜM VARLIKLAR O’NA BOYUN EĞMİŞTİR
Peki onlar, Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde her ne varsa -istese de, istemese de- O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülmektedirler. (Al-i İmran Suresi, 83)
"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a tevekkül ettim. O’nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiç bir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)” (Hud Suresi, 56)
Doğrusu biz dağlara boyun eğdirdik, akşam ve sabah kendisiyle birlikte (Allah’ı) tesbih ederlerdi. (Sad Suresi, 18)
Rablerine icabet edenlere daha güzeli vardır. O’na icabet etmeyenler ise, yeryüzündekilerin tümü ve bununla birlikte bir katı daha onların olsa mutlaka (kurtulmak için) bunu fidye olarak verirlerdi. Sorgulamanın en kötüsü onlar içindir. Onların barınma yerleri cehennemdir, ne kötü bir yaratıktır o!.. (Ra’d Suresi, 18)
Onların sırtlarına binip-doğrulmanız, sonra doğrulduğunuz zaman, Rabbinizin nimetini zikretmeniz ve: “Bunlara bizim için boyun eğdiren (Allah) ne yücedir, yoksa biz bunu (kendi hizmetimize) yanaştıramazdık” demeniz için. (Zuhruf Suresi, 13)
Allah; kendi emriyle gemiler akıp gitsin ve O’nun fazlından ararsınız diye, sizin için denize boyun eğdirdi. Umulur ki şükredersiniz. (Casiye Suresi, 12)
HERŞEYİ SARIP KUŞATANDIR
Doğu da Allah’ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir. (Bakara Suresi, 115)
Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah’ındır. Allah, her şeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126)
Onlar, insanlardan gizlerler de Allah’tan gizlemezler. Oysa O, kendileri, sözden (plan olarak) hoşnut olmayacağı şeyi ‘geceleri düzenleyip kurarlarken,’ onlarla beraberdir. Allah, yaptıklarını kuşatandır. (Nisa Suresi, 108)
Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, her şeyi sarıp-kuşatandır. (Fussilet Suresi, 54)
“Sizin ilahınız yalnızca Allah’tır ki, O’nun dışında ilah yoktur. O, ilim bakımından her şeyi kuşatmıştır.” (Taha Suresi, 98)
Dedi ki: “Ey kavmim, sizce benim yakın-çevrem, Allah’tan daha mı üstündür ki, O’nu arkanızda-unutuluvermiş (önemsiz) bir şey edindiniz. Şüphesiz benim Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp-kuşatandır.” (Hud Suresi, 92)
İşte böyle, onun yanında “özü kapsayan bilgi olduğunu” (veya yanında olup-biten her şeyi) biz (ilmimizle) büsbütün kuşatmıştık. (Kehf Suresi, 91)
Hani biz sana: “Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır” demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı insanları denemek için yaptık, Kur’an’da lanetlenmiş ağacı da. Biz onları korkutuyoruz. Fakat (bu) onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şey arttırmıyor. (İsra Suresi, 60)
Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)
KADERİ BELİRLEYENDİR
Hiç şüphesiz, biz her şeyi kader ile yarattık. (Kamer Suresi, 49)
Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır. (Hadid Suresi, 22)
BÜTÜN İŞLER SONUNDA O’NA VARIR
Onlar, bulut gölgeleri içinde Allah’ın (azabının) meleklerle onlara gelmesini ve (azap) emrinin gerçekleşmesini mi gözlüyorlar? Oysa bütün işler Allah’a döner. (Bakara Suresi, 210)
Sonra gerçek mevlaları olan Allah’a döndürülürler. Haberiniz olsun; hüküm yalnızca O’nundur. Ve O, hesap görenlerin en süratli olanıdır. (En’am Suresi, 62)
Kim ihsanda bulunan (biri) olarak yüzünü (kendini) Allah’a teslim ederse, artık gerçekten o kopmayan bir kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu Allah’a varır. (Lokman Suresi, 22)
Göklerde ve yerde olanlar Allah’ındır ve (bütün) işler Allah’a döndürülür. (Al-i İmran Suresi, 109)
O gün, ‘sonunda varılıp karar kılınacak yer (müstakar)’ yalnızca Rabbi’nin katıdır. (Kıyamet Suresi, 12)
Göklerin ve yerin gaybı Allah’ındır, bütün işler O’na döndürülür; öyleyse O’na kulluk edin ve O’na tevekkül edin. Senin Rabbin yaptıklarınızdan habersiz değildir. (Hud Suresi, 123)
DİLEDİĞİNİ YAPANDIR
Onlar, Rabbinin dilemesi dışında gökler ve yer sürüp gittikçe, orada süresiz kalacaklardır. Çünkü Rabbin, gerçekten dilediğini yapandır. (Hud Suresi, 107)
Şüphesiz Allah, iman edip salih amellerde bulunanları, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Gerçekten Allah, her istediğini yapar. (Hac Suresi, 14)
Sizi en iyi Rabbiniz bilir; dilerse size merhamet eder, dilerse sizi azablandırır. Biz seni onların üzerine bir vekil olarak göndermedik. (İsra Suresi, 54)
Göklerin ve yerin mülkünün Allah’a ait olduğunu bilmiyor musun? O, kimi dilerse azablandırır, kimi dilerse bağışlar. Allah, her şeye güç yetirendir. (Maide Suresi, 40)
Bizim ayetlerimizi yalan sayanlar karanlıklar içinde sağırdırlar, dilsizdirler. Allah, kimi dilerse onu şaşırtıp-saptırır, kimi dilerse de onu dosdoğru yol üzerinde kılar. (En’am Suresi, 39)
“Eğer Allah sizi azdırmayı dilemişse, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdümün size yararı olmaz. O sizin Rabbinizdir ve O’na döndürüleceksiniz.” (Hud Suresi, 34)
Artık kim dilerse, öğüt alıp-düşünür. Allah dilemedikçe onlar öğüt almazlar; takvanın sahibi (onu kabul etmeye ehil olan) O’dur, mağfiretin sahibi (bağışlamaya ehil olan da) O’dur. (Müddessir Suresi, 55-56)
HERŞEYE GÜCÜ YETENDİR
İki misline uğrattığınız bir musibet size isabet edince mi: "Bu nereden" dediniz? De ki: "O, sizin kendinizdendir." Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Al-i İmran Suresi, 165)
Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. (Kıyamet) Saatin(in) emri de yalnızca (süratli) göz açıp kapama gibidir veya daha yakındır. Şüphesiz, Allah her şeye güç yetirendir. (Nahl Suresi, 77)
Çakan şimşek neredeyse gözlerini kapıverecek; önlerini her aydınlattığında (biraz) yürürler, üzerlerine karanlık basıverince de kalakalırlar. Allah dileseydi, işitmelerini de görmelerini de gideriverirdi. Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Bakara Suresi, 20)
Herkesin (her toplumun) yüzünü çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya getirecektir. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir. (Bakara Suresi, 148)
Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. İçinizdekini açığa vursanız da, gizleseniz de, Allah sizi onunla sorguya çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini azablandırır. Allah, her şeye güç yetirendir. (Bakara Suresi, 284)
Allah... O’ndan başka ilah yoktur. Diridir, kâimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiç birşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Lokman Suresi, 27)
Göklerin ve yerin yaratılması ile onlarda her canlıdan türetip-yayması O'nun ayetlerindendir. Ve O, dileyeceği zaman onların hepsini toplamaya güç yetirendir. (Şura Suresi, 29)
İMTİHAN İÇİN DÜNYA HAYATINI YARATANDIR
Şüphesiz biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör. (İnsan Suresi, 2-3)
Şüphesiz biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye. (Kehf Suresi, 7)
İnsanlar, (sadece) “İman ettik” diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar? Andolsun, onlardan öncekileri sınadık; Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir. (Ankebut Suresi, 2-3)
Andolsun, biz sizden mücahid olanlarla sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya) kadar, deneyeceğiz ve haberlerinizi sınayacağız (açıklayacağız). (Muhammed Suresi, 31)
HAYRI DA, ŞERRİ DE YARATANDIR
Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O’ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O’nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isabet ettirir. O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yunus Suresi, 107)
Allah'ın izni olmaksızın hiç bir musibet (hiç kimseye) isabet etmez. Kim Allah'a iman ederse, onun kalbini hidayete yöneltir. Allah, her şeyi bilendir. (Teğabün Suresi, 11)
Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi, 35)
HERŞEYE ŞAHİT OLANDIR
Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur’an’dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)
O inkâr edenler şöyle derler: “Sen gönderilmiş (Allah’ın bir elçisi) değilsin.” De ki: “Benimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter ve yanlarında kitabın ilmi bulunanlar da (bu gerçeği bilir).” (Ra’d Suresi, 43)
De ki: “Benimle aranızda şahid olarak Allah yeter; kuşkusuz O, kullarından gerçeğiyle haberdardır, görendir.” (İsra Suresi, 96)
Biz ayetlerimizi hem afakta, hem kendi nefislerinde onlara göstereceğiz; öyle ki, şüphesiz onun hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun. Her şeyin üzerinde Rabbinin şahid olması yetmez mi? (Fussilet Suresi, 53)
HERŞEYİ İŞİTEN VE GÖRENDİR
Dedi ki: “Benim Rabbim, gökte ve yerde söylenen-sözü bilir; O, işitendir, bilendir.” (Enbiya Suresi, 4)
Allah yolunda savaşın ve bilin ki, şüphesiz Allah işitendir, bilendir. (Bakara Suresi, 244)
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine) teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah, işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)
De ki: “Size yarara da, zarara da güç yetirmeyen Allah’tan başka şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir.” (Maide Suresi, 76)
"...Göklerin ve yerin gaybı O’nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O’nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” (Kehf Suresi, 26)
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir. Gözler O’nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır. (En’am Suresi, 102-103)
HERŞEYİN ÜZERİNDE GÖZETİCİ VE KORUYUCUDUR
Kim, güzel bir aracılıkla aracılıkta (şefaatte) bulunursa, ondan kendisine bir hisse vardır; kim kötü bir aracılıkla aracılıkta bulunursa, ondan da kendisine bir pay vardır. Allah her şeyin üzerinde koruyucudur. (Nisa Suresi, 85)
Dedi ki: “Daha önce kardeşi konusunda size güvendiğimden başka (bir şekilde) onun hakkında size güvenir miyim? Allah en hayırlı koruyucudur ve O, esirgeyenlerin esirgeyicisidir.” (Yusuf Suresi, 64)
(Oğlu) Dedi ki: "Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur." Dedi ki: "Bugün Allah'ın emrinden, esirgeyen olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur." Ve ikisinin arasına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu. (Hud Suresi, 43)
Oysa onun, kendilerine karşı hiç bir zorlayıcı-gücü yoktu; ancak biz ahirete iman edeni, ondan kuşku içinde olandan ayırdetmek için (ona bu imkanı verdik). Senin Rabbin, her şeyin üzerinde gözetici-koruyucudur. (Sebe Suresi, 21)
Göklerde ve yerde olanların tümünü bilir; sizin saklı tuttuklarınızı da, açığa vurduklarınızı da bilir. Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Teğabun Suresi, 4)
Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur’an’dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)
Elçiye tebliğden başka (yükümlülük) yoktur. Allah açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da bilir. (Maide Suresi, 99)
“Rabbimiz, şüphesiz Sen, bizim saklı tuttuklarımızı da, açığa vurduklarımızı da bilirsin. Yerde ve gökte hiç bir şey Allah’a gizli kalmaz.” (İbrahim Suresi, 38)
Sözü açığa vursan da, (gizlesen de birdir). Çünkü şüphesiz O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilmektedir. (Taha Suresi, 7)
Allah’ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O’dur; beşin altıncısı da mutlaka O’dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir. (Mücadele Suresi, 7)
Haberiniz olsun; gerçekten onlar, ondan gizlenmek için göğüslerini büker (Hak’tan kaçınıp yan çizer)ler. (Yine) Haberiniz olsun; onlar, örtülerine büründükleri zaman, O, gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Hud Suresi, 5)
“Şüphesiz O, sözün açıkta söylenenini de bilmekte, saklamakta olduklarınızı da bilmektedir.” (Enbiya Suresi, 110)
Elif, Lam, Ra. (Bu,) Ayetleri muhkem kılınmış, sonra hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan (Allah) tarafından birer birer (bölüm bölüm) açıklanmış bir Kitap’tır (ki:) (Hud Suresi, 1)
HERŞEYİ ÖRNEKSİZ YARATANDIR
Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O’nun nasıl bir çocuğu olabilir? O’nun bir eşi (zevcesi) yoktur. O, her şeyi yaratmıştır. O, her şeyi bilendir. (En’am Suresi, 101)
GAYBI BİLENDİR
Gaybın anahtarları O’nun katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitaptadır. (En’am Suresi, 59)
De ki: “Göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimse bilmez. Onlar ne zaman dirileceklerinin şuuruna varmıyorlar.” (Neml Suresi, 65)
Saatin (kıyametin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar. De ki: “Onun ilmi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun süresini O’ndan başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde ağırlaştı. O, size apansız bir gelişten başkası değildir.” Sanki sen, ondan tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar. De ki: “Onun ilmi yalnızca Allah’ın katındadır. Ancak insanların çoğu bilmezler.” (A’raf Suresi, 187)
Kıyamet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah’ın katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphesiz Allah bilendir, haberdârdır. (Lokman Suresi, 34)
Allah: “Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve anneni Allah’ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?” dediğinde: “Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen’de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen’sin Sen.” (Maide Suresi, 116)
YOKTAN VAREDENDİR
Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “OL” der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Onu istediğimizde herhangi bir şey için sözümüz, ona yalnızca “Ol” demekten ibarettir; o da hemen oluverir. (Nahl Suresi, 40)
(Allah buyurdu:) “Ey Zekeriya, şüphesiz biz seni, adı Yahya olan bir çocukla müjdelemekteyiz; biz bundan önce ona hiç bir adaş kılmamışız.” Dedi ki: “Rabbim, karım kısır (bir kadın) iken, benim nasıl oğlum olabilir? Ben de yaşlılığın son basamağındayım.” (Ona gelen melek:) “İşte böyle” dedi. “Rabbin dedi ki: - Bu benim için kolaydır, daha önce sen hiç bir şey değil iken, seni yaratmıştım.” (Meryem Suresi, 7-9)
O, gökleri ve yeri hak olarak yaratandır. O’nun “ol” dediği gün (her şey) oluverir, O’nun sözü haktır. Sur’a üfürüldüğü gün, mülk O’nundur. O, gaybı ve müşahede edilebileni bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, haberdar olandır. (En’am Suresi, 73)
HİÇ BİR ŞEYE İHTİYACI OLMAYANDIR
Ey insanlar, siz Allah’a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ğaniy (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. (Fatır Suresi, 15)
Musa demişti ki: “Eğer siz ve yeryüzündekilerin tümü inkâr edecek olsanız bile şüphesiz Allah hiç bir şeye muhtaç değildir, övülmüştür.” (İbrahim Suresi,
Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır, yumuşak davranandır. (Bakara Suresi, 263)
İşte sizler böylesiniz; Allah yolunda infak etmeye çağrılıyorsunuz; buna rağmen bazılarınız cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak kendi nefsine cimrilik eder. Allah ise, Ğaniy (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan)dır; fakir olan sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden başka bir kavmi getirip-değiştirir. Sonra onlar, sizin benzeriniz de olmazlar. (Muhammed Suresi, 38)
Kim cihad ederse, yalnızca kendi nefsi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, alemlerden müstağnidir. (Ankebut Suresi, 6)
Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: “Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim.” Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: “Bu Rabbimin fazlındandır, O’na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiç bir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır. (Neml Suresi, 40)
HER VARLIĞIN MUHTAÇ OLDUĞUDUR
Allah, Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, daimdir, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır). (İhlas Suresi, 2)
Ey insanlar, siz Allah’a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise, Ğaniy (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. (Fatır Suresi, 15)
BÜTÜN EKSİKLİKLERDEN UZAKTIR
Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar kuvvet bakımından kendilerinden daha güçlüydüler. Göklerde ve yerde Allah’ı aciz bırakacak hiçbir şey yoktur. Şüphesiz O, bilendir, güç yetirendir. (Fatır Suresi, 44)
Ve de ki: “Övgü (hamd), çocuk edinmeyen, mülkte ortağı olmayan ve düşkünlükten dolayı yardımcıya da (ihtiyacı) bulunmayan Allah’adır.” Ve O’nu tekbir edebildikçe tekbir et. (İsra Suresi, 111)
Allah; sizi yarattı, sonra size rızık verdi, sonra sizi öldürmekte, daha sonra sizi diriltmektedir. Ortaklarınızdan bunlardan herhangi birini yapacak var mı? O, şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir. (Rum Suresi, 40)
Onlar görmüyorlar mı ki, gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan (Allah), ölüleri de diriltmeye güç yetirir. Hayır; gerçekten O, her şeye güç yetirendir. (Ahkaf Suresi, 33)
Andolsun, Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık; Bize hiç bir yorgunluk dokunmadı. (Kaf Suresi, 38)
DOĞURMAMIŞ VE DOĞURULMAMIŞTIR
O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. (İhlas Suresi, 3)
“Allah çocuk edindi” dediler. O, (bundan) yücedir; O, hiç bir şeye ihtiyacı olmayandır. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Kendinizde buna ilişkin bir delil de yoktur. Allah’a karşı bilmeyeceğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz? (Yunus Suresi, 68)
Allah’ın çocuk edinmesi olacak şey değil. O yücedir. Bir işin olmasına karar verirse, ancak ona: “Ol” der, o da hemen oluverir. (Meryem Suresi, 35)
MÜLKÜN TEK SAHİBİDİR
(Yine) Bilmez misin ki, gerçekten göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Sizin Allah’tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur. (Bakara Suresi, 107)
Göklerin, yerin ve içlerinde olanların tümünün mülkü Allah’ındır. O, her şeye güç yetirendir. (Maide Suresi, 120)
O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Şiddetli azab dolayısıyla vay inkâr edenlere. (İbrahim Suresi, 2)
Göklerde, yerde, bu ikisinin arasında ve nemli toprağın altında olanların tümü O’nundur.
(Taha Suresi, 6)
Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda olmasın; ancak onu belirlenmiş bir miktar olarak indiririz. (Hicr Suresi, 21)
Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur. O, dilediğine rızkı genişletip-yayar ve kısar da. Çünkü O, her şeyi bilendir. (Şura Suresi, 12)
HERŞEYİN VARİSİDİR
Şüphesiz biz, gerçekten biz yaşatır ve öldürürüz ve varis olanlar biziz. (Hicr Suresi, 23)
Elbette, yeryüzünde ve onun üzerindekilere biz varis olacağız ve onlar bize döndürülecekler. (Meryem Suresi, 40)
Biz, yaşama biçimleriyle ‘refah içinde şımarıp azmış’ nice şehri yıkıma uğrattık. İşte meskenleri; çok az (bir zaman) dışında (onlarda) kendilerinden sonra oturulabilmiş değildir. (Onlara) Varis olanlar biziz. (Kasas Suresi, 58)
GÖKLERİN, YERİN VE İKİSİ ARASINDAKİLERİN SAHİBİDİR
Haberiniz olsun; şüphesiz göklerde kim var, yerde kim var tümü Allah’ındır. Allah’tan başkasına tapanlar bile, şirk koştukları varlıklara ve güçlere (gerçekte) uymazlar. Onlar yalnızca bir zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminde bulunarak yalan söylemektedirler.’ (Yunus Suresi, 66)
Göklerin, yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbidir; şu halde O’na ibadet et ve O’na ibadette kararlı
ol. Hiç O’nun adaşı olan birini biliyor musun? (Meryem Suresi, 65)
Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi’dir, doğuların da Rabbi’dir. (Saffat Suresi, 5)
HERŞEYİ ÖLÇÜYLE YARATANDIR
Allah, her dişinin neyi yüklendiğini (neye hamile kaldığını) ve döl yataklarının neyi eksiltip neyi eklediğini bilir. O’nun katında her şey bir miktar (ölçü) iledir. (Ra’d Suresi,
Andolsun, onların tümünü kuşatmış ve onları sayı olarak saymış bulunmaktadır. (Meryem Suresi, 94)
Oysa biz, her şeyi yazıp saymışızdır. (Nebe Suresi, 29)
Ki Allah, hak olmak üzere Kitabı ve mizanı indirdi. Ne bilirsin; belki kıyamet-saati pek yakındır. (Şura Suresi, 17)
Öyle ki onların, Rablerinden gelen risaleti (insanlara gönderilenleri) tebliğ ettiklerini bilsin. (Allah,) onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış ve her şeyi sayı olarak da sayıp-tesbit etmiştir. (Cin Suresi, 28)
Gökyüzü, Onu da yükseltti ve mizanı koydu. (Rahman Suresi, 7)
Ve onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter. Elbette Allah, kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir. Allah, her şey için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 3)
Eğer Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş tutup-yaysaydı, gerçekten yeryüzünde azarlardı. Ancak O, dilediği miktar ile indirir. Çünkü O, kullarından haberi olandır, görendir. (Şura Suresi, 27)
ULU YÜCE VE BÜYÜK OLANDIR
O’nun katında izin verdiğinin dışında (hiç kimsenin) şefaati yarar sağlamaz. En sonunda kalplerinden korku giderilince (birbirlerine:) “Rabbiniz ne buyurdu?” derler, “Hak olanı” derler. O, çok yücedir, çok büyüktür. (Sebe Suresi, 23)
Göklerde ve yerde olanlar O’nundur. O, yücedir, büyüktür. Gökler, neredeyse üstlerinden çatlayıp-parçalanacaklar; melekler de Rablerini hamd ile tesbih ederler ve yerde olanlara mağfiret dilerler. Haberiniz olsun; gerçekten Allah, bağışlayan ve esirgeyen O’dur. (Şura Suresi, 4-5)
DAİMA DİRİ OLANDIR
Sen, asla ölmeyen ve daima diri olan (Allah)a tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O’nun haberdar olması yeter. (Furkan Suresi, 58)
Allah... O’ndan başka ilah yoktur. Diridir, kâimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiç birşeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
O, Hayy (diri) olandır. O’ndan başka ilah yoktur; öyleyse dini yalnızca kendisine halis kılanlar olarak O’na dua edin. Alemlerin Rabbine hamdolsun. (Mümin Suresi, 65)
ŞAŞIRMAYAN VE UNUTMAYANDIR
Biz (elçiler) ancak Rabbiniz emriyle ineriz. Önümüzde, ardımızda ve bunlar arasında olan her şey O’nundur. Senin Rabbin kesinlikle unutkan değildir. (Meryem Suresi, 64)
Dedi ki: “Bunun bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Benim Rabbim şaşırmaz ve unutmaz.” (Taha Suresi, 52)
Onların işlemiş oldukları her şey kitaplarda (yazılı)dır. Küçük, büyük her şey satır satır (yazılı)dır. (Kamer Suresi, 52-53)
SECDE EDİLENDİR
Allah’ın herhangi bir şeyden yarattığına bakmıyorlar mı? Onun gölgeleri küçülerek sağdan ve soldan Allah’a secde eder vaziyette döner. Göklerde ve yerde olan ne varsa, canlılar ve melekler Allah’a secde ederler ve onlar büyüklük taslamazlar. (Nahl Suresi, 48-49)
Gecenin bir bölümünde O’na secde et ve geceleyin uzun uzadıya O’nu tesbih et. (İnsan Suresi, 26)
Görmedin mi ki, gerçekten, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan birçoğu Allah’a secde etmektedirler. Birçoğu üzerine azab hak olmuştur. Allah kimi aşağılık kılarsa, artık onun için bir yüceltici yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar. (Hac Suresi, 18)
TESBİH EDİLENDİR
Gök gürültüsü O’nu hamd ile, melekler de O’na olan korkularından tesbih ederler.. O, yıldırımları gönderip bununla dilediğine çarpar; onlar ise Allah hakkında çekişip-tartışırlar. O, gücü (ve cezası) pek çetin olandır. (Ra’d Suresi, 13)
Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O’nu tesbih eder; O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz. Şüphesiz O, halim olandır, bağışlayandır. (İsra Suresi, 44)
Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ı tesbih etmiştir. O, üstün ve güçlü (aziz) olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Hadid Suresi, 1)
Göklerde ve yerde kim varsa O’nundur. O’nun yanında olanlar, O’na ibadet etmekte büyüklüğe kapılmazlar ve yorgunluk duymazlar. Gece ve gündüz, hiç durmaksızın tesbih ederler. (Enbiya Suresi, 19-20)
Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar ve dizi dizi uçan kuşlar, gerçekten Allah’ı tesbih etmektedir. Her biri, kendi duasını ve tesbihini şüphesiz bilmiştir. Allah, onların işlediklerini bilendir. (Nur Suresi, 41)
Doğrusu biz dağlara boyun eğdirdik, akşam ve sabah kendisiyle birlikte (Allah’ı) tesbih ederlerdi. Ve toplanıp gelen kuşları da. Hepsi onunla (Allah’ı tesbih etmede uyum içinde) yönelip-dönmekte olanlar idi. (Sad Suresi, 18-19)
HAMD EDİLENDİR
Hamd, göklerde ve yerde olanların tümü kendisine ait olan Allah’ındır; ahirette de hamd O’nundur. O, hüküm ve hikmet sahibidir, haber alandır. (Sebe Suresi, 1)
Melekleri de arşın etrafını çevirmişler olarak Rablerini hamd ile tesbih ettiklerini görürsün. Aralarında hak ile hüküm verilmiştir ve: “Alemlerin Rabbine hamdolsun” denilmiştir. (Zümer Suresi, 75)
Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı (nuru) kılan Allah’adır. (Bundan) Sonra bile, inkâr edenler, Rablerine (bir takım varlıkları ve güçleri) denk tutuyorlar. (En’am Suresi, 1)
ÖVÜLMEYE LAYIK OLANDIR
Göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Şüphesiz Allah, hiç bir şeye ihtiyacı olmayan (Gani)dır, övülmeye layık olandır. (Hac Suresi, 64)
Kendilerine ilim verilenler ise, Rabbinden sana indirilenin hakkın ta kendisi olduğunu ve üstün, güçlü, övülmeye layık olan (Allah)ın yoluna yöneltip- ilettiğini görüyorlar. (Sebe Suresi, 6)
İZZET VE ŞEREFİN SAHİBİDİR
Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, salih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli biz azab vardır. Onların tasarladıkları ‘boşa çıkıp bozulur’. (Fatır Suresi, 10)
Derler ki, “Andolsun, Medine’ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp-çıkaracaktır.” Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah’ın, O’nun Resûlü’nün ve mü’minlerindir. Ancak münafıklar bilmiyorlar. (Münafikun Suresi,
Onlar, mü’minleri bırakıp kafirleri dostlar (veliler) edinirler. ‘Kuvvet ve onuru (izzeti)’ onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, ‘bütün kuvvet ve onur,’ Allah’ındır. (Nisa Suresi, 139)
BAKİ OLANDIR
(Yer) Üzerindeki her şey yok olucudur; Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır. (Rahman Suresi, 26-27)
DAİMA ÜSTÜN VE GALİP OLANDIR
Allah, inkâr edenleri kin ve öfkeleriyle geri çevirdi, onlar hiç bir hayra varamadılar. Savaşta Allah (yardımcı ve zafer nasib edici olarak) mü’minlere yetti. Allah çok güçlüdür, üstün ve galib olandır. (Ahzab Suresi, 25)
Allah, yazmıştır: “Andolsun, ben galip geleceğim ve elçilerim de.” Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır. (Mücadele Suresi, 21)
EN GÜZEL İSİMLERİN SAHİBİDİR
İsimlerin en güzeli Allah’ındır. Öyleyse O’na bunlarla dua edin. O’nun isimlerinde ‘aykırılığa (ve inkâra) sapanları’ bırakın. Yapmakta oldukları dolayısıyla yakında cezalandırılacaklardır. (A’raf Suresi, 180)
De ki: “Allah, diye çağırın, ‘Rahman’ diye çağırın, ne ile çağırırsanız; sonunda en güzel isimler O’nundur.” Namazında sesini çok yükseltme, çok da kısma, bu ikisi arasında (orta) bir yol benimse. (İsra Suresi, 110)
Allah; O’ndan başka ilah yoktur. En güzel isimler O’nundur. (Taha Suresi,
O Allah ki, yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, ‘şekil ve suret’ verendir. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O’nu tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)
EN GÜZEL VEKİLDİR
“Benim kullarım; senin onlar üzerinde hiç bir zorlayıcı gücün (hakimiyetin) yoktur.” Vekil olarak Rabbin yeter. (İsra Suresi, 65)
Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şey üzerinde vekildir. (Zümer Suresi, 62)
GERÇEK DOST VE YARDIMCIDIR
Allah, sizin düşmanlarınızı daha iyi bilendir; bir veli (en güvenilir bir dost) olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah yeter. (Nisa Suresi, 45)
Siz yerde ve gökte (Allah’ı) aciz bırakamazsınız. Sizin Allah’ın dışında veliniz yoktur, yardım edeniniz de yoktur. (Ankebut Suresi, 22)
Gerçek şu ki, göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır; diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka veliniz ve yardımcınız yoktur. (Tevbe Suresi, 116)
Allah; gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra arşa istiva etti. Sizin O’nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçiniz yoktur. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz? (Secde Suresi, 4)
Çünkü onlar, Allah’tan (gelecek) hiç bir şeyi senden savamazlar. Şüphesiz zalimler, birbirlerinin velisidirler. Allah ise, muttakilerin velisidir. (Casiye Suresi, 19)
BÜTÜN ALEMLERİN SAHİBİDİR
De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah’ındır.” (En’am Suresi, 162)
“Eğer beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, alemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.” (Maide Suresi, 28)
Melekleri de arşın etrafını çevirmişler olarak Rablerini hamd ile tesbih ettiklerini görürsün. Aralarında hak ile hüküm verilmiştir ve: “Alemlerin Rabbine hamdolsun” denilmiştir. (Zümer Suresi, 75)
ÇOK ADALETLİ OLANDIR
Sizin tümünüzün dönüşü O’nadır. Allah’ın va’di bir gerçektir. İman edip salih amellerde bulunanlara, adaletle karşılık vermek için yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan O’dur. İnkâr edenler ise, küfürleri dolayısıyla, onlar için kaynar sudan bir içki ve acı bir azab vardır. (Yunus Suresi, 4)
Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allah’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allah’ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infak ederseniz, size ‘eksiksiz olarak ödenir’ ve siz haksızlığa uğratılmazsınız. (Enfal Suresi, 60)
Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir ‘çekirdeğin sırtındaki tomurcuk kadar’ bile haksızlığa uğramayacaklardır. (Nisa Suresi, 124)
Şüphesiz kendi emeği (veya çabası) görülecektir. Sonra ona en eksiksiz karşılık verilecektir. (Necm Suresi, 40-41)
Her insan-grubunu imamlarıyla çağıracağımız gün, artık kimin kitabı sağ eline verilirse, onlar kitaplarını okuyacaklar ve onlar, bir ‘hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar’ bile haksızlığa uğratılmazlar. (İsra Suresi, 71)
Artık onları, kendisinde şüphe olmayan bir gün topladığımızda ve her bir nefse -haksızlığa uğratılmaksızın- kazandığı tam olarak ödendiğinde nasıl olacak? (Al-i İmran Suresi, 25)
Şüphesiz Rabbin, onlardan tümüne yapıp ettiklerini(n karşılığını) onlara tastamam ödeyecektir. Çünkü O, yapıp-ettiklerinden haberdar olandır. (Hud Suresi, 111)
“Ey oğlum, (yaptığın iş) gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya parçasından ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir (açığa çıkarır). Şüphesiz Allah, latif olandır, (her şeyden) haberdardır.” (Lokman Suresi, 16)
ÇOK BAĞIŞLAYICI OLANDIR
İnsanlardan öylesi vardır ki, Allah’ın rızasını ara(yıp kazan)mak amacıyla nefsini satın alır. Allah, kullarına karşı şefkatli olandır. (Bakara Suresi, 207)
Kim kötülük işler veya nefsine zulmedip sonra Allah’tan bağışlanma dilerse Allah’ı bağışlayıcı ve merhamet edici olarak bulur. (Nisa Suresi, 110)
Onlar, iyilikten önce kötülüğü çabuklaştırmak istiyorlar; oysa onlardan önce nice örnekler gelip-geçmiştir. Ve şüphesiz, senin Rabbin, zulümlerine karşılık insanlar için bağışlama sahibidir ve şüphesiz senin Rabbin, cezası çok şiddetli olandır. (Ra’d Suresi, 6)
Sen ancak, zikre (Kur’an’a) uyan ve gayb ile Rahman olan (Allah’)a (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele. (Yasin Suresi, 11)
“Ancak zulmeden başka; sonra kötülüğün ardından iyiliğe çevirirse, artık şüphesiz Ben, bağışlayanım, esirgeyenim.” (Neml Suresi, 11)
Rabbiniz, sizin içinizdekini daha iyi bilir. Eğer siz salih olursanız, şüphesiz O da, (kendisine) yönelip dönenleri bağışlayıcıdır. (İsra Suresi, 25)
Çünkü (Allah,) ecirlerini noksansız olarak öder ve kendi fazlından onlara arttırır. Şüphesiz O, bağışlayandır, şükrü kabul edendir. (Fatır Suresi, 30)
Musa, belirlediğimiz buluşma zamanı için kavminden yetmiş adam seçip-ayırdı. Bunları da ‘dayanılmaz bir sarsıntı’ tutuverince, dedi ki: “Rabbim, eğer dileseydin, onları ve beni daha önceden helak ederdin. (Şimdi) İçimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helak edecek misin? O da Senin denemenden başkası değildir. Onunla sen dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirirsin. Bizim velimiz Sensin. Öyleyse bizi bağışla, bizi esirge; Sen bağışlayanların en hayırlısısın.” (A’raf Suresi, 155)
MERHAMETLİLERİN EN MERHAMETLİSİDİR
Dedi ki: “Bugün size karşı sorgulama, kınama yoktur. Sizi Allah bağışlasın. O, merhametlilerin (en) merhametlisidir.” (Yusuf Suresi, 92)
Eyüp de; hani o Rabbine çağrıda bulunmuştu: “Şüphesiz bu dert (ve hastalık) beni sarıverdi. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın.” (Enbiya Suresi, 83)
HÜKÜM VE HİKMET SAHİBİDİR
“Rabbimiz, içlerinden onlara bir elçi gönder, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin ve onları arındırsın. Şüphesiz, Sen güçlü ve üstün olansın, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Bakara Suresi, 129)
Size, apaçık belgeler (ayetler) geldikten sonra yine ayağınız kayarsa, bilin ki Allah, gerçekten üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Bakara Suresi, 209)
Şüphesiz bu, gerçek bir olayın haberidir. Allah’tan başka ilah yoktur. Ve şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Al-i İmran Suresi, 62)
Kim bir günah kazanırsa, o ancak kendi nefsi aleyhinde onu kazanmıştır. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nisa Suresi, 111)
Allah bunu (yardımı) size ancak bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla tatmin bulsun diye yaptı. ‘Yardım ve zafer’ (nusret) ancak üstün ve güçlü, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah’ın katındandır. (Al-i İmran Suresi, 126)
O, kulları üzerinde kahredici olandır. O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, haberdar olandır. (En’am Suresi, 18)
Onlar görmüyorlar mı ki, gerçekten biz arza geliyor ve onu çevresinden eksiltiyoruz. Allah hüküm verir. Onun hükmünün peşine düşecek yoktur. Ve O, hesabı pek çabuk görendir. (Ra’d Suresi, 41)
HÜKMÜN TEK SAHİBİDİR
Allah’tan başka bir hakem mi arıyayım? Oysa O, size Kitabı açıklanmış olarak indirmiştir. Kendilerine Kitap verdiklerimiz, bunun gerçekten Rabbinden hak olarak indirilmiş olduğunu bilmektedirler. Şu halde, sakın kuşkuya kapılanlardan olma. (En’am Suresi, 114)
Nuh, Rabbine seslendi. Dedi ki: “Rabbim, şüphesiz benim oğlum ailemdendir ve senin va’din de doğrusu haktır. Sen hakimlerin hakimisin.” (Hud Suresi, 45)
Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir? (Maide Suresi, 50)
Ey iman edenler, akitleri yerine getirin. İhramlı iken avlanmayı helal saymaksızın ve size okunacaklar dışta tutulmak üzere, hayvanlar size helal kılındı. Şüphesiz Allah, dilediği hükmü verir. (Maide Suresi, 1)
De ki: “Ben, gerçekten Rabbimden kesin bir belge üzerindeyim, siz ise onu yalanladınız. Sizin kendisine acele ettiğiniz (azab) yanımda değildir. Hüküm yalnızca Allah’ındır. O, doğru haberi verir ve O, ayırd edenlerin en hayırlısıdır.” (En’am Suresi, 57)
Hak olan, biricik hükümdar olan Allah yücedir. Onun vahyi sana gelip-tamamlanmadan evvel, Kur’an’ı (okumada) acele etme ve de ki: “Rabbim, ilmimi arttır.” (Taha Suresi, 114)
LÜTUF SAHİBİ OLANDIR
Resulleri onlara dediler ki: “Doğrusu biz, sizin gibi yalnızca bir beşeriz, ancak Allah kullarından dilediğine lütufta bulunur. Allah’ın izni olmaksızın size bir delil getirmemiz bizim için olacak şey değil. Mü’minler, ancak Allah’a tevekkül etmelidirler.” (İbrahim Suresi, 11)
Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 34)
Allah, kullarına karşı lütuf sahibidir; dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, azizdir. (Şura Suresi, 19)
TEVBELERİ KABUL EDENDİR
Sonra gerçekten Rabbin, cehalet sonucu kötülük işleyen, sonra bunun ardından tevbe eden ve ıslah olanlar(la beraberdir). Şüphesiz Rabbin bundan sonra bağışlayandır, esirgeyendir. (Nahl Suresi, 119)
“Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (müslümanlar) kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş (müslüman) bir ümmet (ver). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz, Sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin.” (Bakara Suresi, 128)
Kötülük işleyip bunun ardından tevbe edenler ve iman edenler; hiç şüphesiz Rabbin, bundan (tevbeden) sonra elbette bağışlayandır, esirgeyendir. (A’raf Suresi, 153)
Onlar bilmiyorlar mı ki, gerçekten Allah kullarından tevbeleri kabul edecek ve sadakaları alacak olan O’dur. Şüphesiz, tevbeleri kabul eden, esirgeyen O’dur. (Tevbe Suresi, 104)
Gerçekten ben, tevbe eden, inanan, salih amellerde bulunup da sonra doğru yola erişen kimseyi şüphesiz bağışlayıcıyım. (Taha Suresi, 82)
Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. Kim tevbe eder ve salih amellerde bulunursa, gerçekten o, tevbesi (ve kendisi) kabul edilmiş olarak Allah’a döner. (Furkan Suresi, 70-71)
Çünkü Allah, (sözüne bağlı kalıp doğru olan) sâdıkları sadakatlerinden dolayı mükafaatlandıracak, münafıkları da dilerse azablandıracak veya tevbe (nasib edip tevbe)lerini kabul edecektir. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (Ahzab Suresi, 24)
SAMİMİ DUAYA KARŞILIK VERENDİR
Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)
“Hamd, Allah’a aittir ki, O, bana ihtiyarlığa rağmen İsmail’i ve İshak’ı armağan etti. Şüphesiz Rabbim, gerçekten duayı işitendir.” (İbrahim Suresi, 39)
Rabbiniz dedi ki: “Bana dua edin, size icabet edeyim. Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mümin Suresi, 60)
Ya da sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, kendisine dua ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açıp gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile beraber başka bir ilah mı? Ne az öğüt-alıp düşünüyorsunuz. (Neml Suresi, 62)
Andolsun, Nuh bize (dua edip) seslenmişti de, ne güzel icabet etmiştik. (Saffat Suresi, 75)
İYİLİĞİN KARŞILIĞINI FAZLASIYLA VERENDİR
Gerçek şu ki, Allah zerre ağırlığı kadar haksızlık yapmaz. (Bu ağırlıkta) Bir iyilik olursa, onu kat kat kılar ve kendi yanından pek büyük bir ecir verir. (Nisa Suresi, 40)
Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır. Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte onlar cennetin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır. (Yunus Suresi, 26)
İşte Allah, iman edip salih amellerde bulunan kullarına böyle müjde vermektedir. De ki: “Ben buna karşı yakınlıkta sevgi dışında sizden hiç bir ücret istemiyorum.” Kim bir iyilik kazanırsa, biz ondaki iyiliği arttırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir. (Şura Suresi, 23)
Allah’a güzel bir borç verecek olan kimdir? Artık Allah, bunu onun için kat kat arttırır. Onun için ‘kerim (üstün ve onurlu) bir ecir vardır. (Hadid Suresi, 11)
Çünkü Allah, yaptıklarının en güzeliyle karşılık verecek ve onlara kendi fazlından arttıracaktır. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır. (Nur Suresi, 38)
Sizin yanınızda olan tükenir, Allah’ın katında olan ise kalıcıdır. Sabredenlerin karşılığını yaptıklarının en güzeliyle biz muhakkak vereceğiz. Erkek olsun, kadın olsun, bir mü’min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 96-97)
ŞÜKRÜN KARŞILIĞINI VERENDİR
Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah azabınızla ne yapsın? Allah şükrün karşılığını verendir, bilendir. (Nisa Suresi, 147)
“Rabbiniz şöyle buyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim Suresi, 7)
Eğer inkâr edecek olursanız, artık şüphesiz Allah size karşı hiç bir ihtiyacı olmayandır ve O, kulları için inkâra rıza göstermez. Ve eğer şükrederseniz, sizin (yararınız) için ondan razı olur. Hiç bir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz, böylece yaptıklarınızı size haber verecektir. Şüphesiz O, sinelerin özünde saklı olanı bilendir. (Zümer Suresi, 7)
İNSANA HERŞEYİ ÖĞRETENDİR
Ve Adem’e isimlerin hepsini öğretti. Sonra onları meleklere yöneltip: “Eğer doğru sözlüyseniz, bunları bana isimleriyle haber verin” dedi. Dediler ki: “Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın.” (Bakara Suresi, 31-32)
Eğer Allah’ın fazlı ve rahmeti senin üzerinde olmasaydı, onlardan bir grup, seni de saptırmak için tasarı kurmuştu. Oysa onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar ve sana hiç bir şeyle zarar veremezler. Allah, sana Kitabı ve hikmeti indirdi ve sana bilmediklerini öğretti. Allah’ın üzerinizdeki fazlı çok büyüktür. (Nisa Suresi, 113)
Eğer korkarsanız, yaya veya binekte iken kılın. Güvenliğe girdiğinizde ise, yine Allah’ı, bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi zikredin. (Bakara Suresi, 239)
ŞİFA VERENDİR
Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, sinelerde olana bir şifa ve mü’minler için bir hidayet ve rahmet geldi. (Yunus Suresi, 57)
“Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur.” (Şuara Suresi, 80)
Kur'an'dan mü'minler için şifa ve rahmet olan şeyleri indiriyoruz. Oysa o, zalimlere kayıplardan başkasını arttırmaz. (İsra Suresi, 82)
RIZIK VERENDİR
“Bana yediren ve içiren O’dur.” (Şuara Suresi, 79)
Yeryüzünde hiç bir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Hud Suresi, 6)
Çünkü Allah, yaptıklarının en güzeliyle karşılık verecek ve onlara kendi fazlından arttıracaktır. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır. (Nur Suresi, 38)
Eğer Allah, kulları için rızkı (sınırsızca) geniş tutup-yaysaydı, gerçekten yeryüzünde azarlardı. Ancak O, dilediği miktar ile indirir. Çünkü O, kullarından haberi olandır, görendir. (Şura Suresi, 27)
Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da. Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir meta’dan başkası değildir. (Ra’d Suresi, 26)
GÜLDÜREN VE AĞLATANDIR
Doğrusu, güldüren ve ağlatan O’dur. (Necm Suresi, 43)
CAN VEREN VE ALANDIR
Nasıl oluyor da Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi O diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve sonra O’na döndürüleceksiniz. (Bakara Suresi, 28)
Sizi geceleyin öldüren (uyutan) ve gündüzün ‘güç yetirip etkilemekte (yapıp kazanmakta) olduklarınızı’ bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda sizi dirilten (uyandıran) O’dur. Sonra ‘en son dönüşünüz’ O’nadır. Sonra yapmakta olduklarınızı size O haber verecektir. (En’am Suresi, 60)
Bunun için de: “Ona (cesede, kestiğiniz ineğin) bir parçasıyla vurun” demiştik. Böylece, Allah ölüleri diritir ve size ayetlerini gösterir; ki akıllanasınız. (Bakara Suresi, 73)
ÖLÜLERİ DİRİLTENDİR
Gerçek şu ki, kıyamet-saati yaklaşarak gelmektedir, onda şüphe yoktur. Gerçekten Allah kabirlerde olanları diriltecektir. (Hac Suresi, 7)
Gözleri ‘zillet ve dehşetten düşmüş olarak’, sanki ‘yayılan’ çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar. Boyunlarını çağırana doğru uzatmış olarak koşarlarken, kafirler derler ki: “Bu, zorlu bir gün.” (Kamer Suresi, 7-8)
Sur’a üfürülmüştür; böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rablerine doğru (dalgalar halinde) süzülüp-giderler. (Yasin Suresi, 51)
İnsan, ‘kendi başına ve sorumsuz’ bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi? Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir ‘düzen içinde biçim verdi.’ Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı. (Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir? (Kıyamet Suresi, 36-40)
HESAP GÜNÜNÜ YARATANDIR
“Kıyamet günü ne zamanmış” diye sorar. Ama göz ‘kamaşıp da kaydığı,’ Ay karardığı, Güneş ve ay birleştirildiği zaman; İnsan o gün: “Kaçış nereye?” der. Hayır, sığınacak herhangi bir yer yok. O gün, ‘sonunda varılıp karar kılınacak yer (müstakar)’ yalnızca Rabbi’nin katıdır. İnsana o gün, önceden takdim ettikleri ve erteledikleri şeylerle haber verilir. (Kıyamet Suresi, 6-13)
Vakıa (kesin bir gerçek olan kıyamet) vuku bulduğu zaman, Onun vukuuna (gerçekleşmesine artık) yalan diyecek yoktur. (Vakıa Suresi, 1-2)
HESABI ÇABUK GÖRENDİR
Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki “kıskançlık ve hakka başkaldırma” (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın ayetlerini inkâr ederse, (bilsin ki) gerçekten Allah, hesabı pek çabuk görendir. (Al-i İmran Suresi, 19)
Sonra gerçek mevlaları olan Allah’a döndürülürler. Haberiniz olsun; hüküm yalnızca O’nundur. Ve O, hesap görenlerin en süratli olanıdır. (En’am Suresi, 62)
Onlar görmüyorlar mı ki, gerçekten biz arza geliyor ve onu çevresinden eksiltiyoruz. Allah hüküm verir. Onun hükmünün peşine düşecek yoktur. Ve O, hesabı pek çabuk görendir. (Ra’d Suresi, 41)
İnkâr edenler ise; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah’ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir. (Nur Suresi, 39)
VAADİ HAK OLANDIR
Orada ebedi olarak kalıcıdırlar. Allah’ın va’di haktır. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Lokman Suresi, 9)
Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaaddir. Allah’tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur. (Tevbe Suresi, 111)
Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur’an olsaydı (yine bu Kur’an olurdu). Hayır, emrin tümü Allah’ındır. İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı, insanların tümünü hidayete erdirmiş olurdu. İnkâr edenler, Allah’ın va’di gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir bela çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez. (Veya miadını şaşırmaz.) (Ra’d Suresi, 31)
Adn cennetleri (onlarındır) ki, Rahman (olan Allah, onu) kendi kullarına gaybtan vadetmiştir. Şüphesiz O’nun va’di yerine gelecektir. (Meryem Suresi, 61)
Onlar senden, azabın çarçabuk getirilmesini istiyorlar; Allah, va'dine kesin olarak muhalefet etmez. Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir. (Hac Suresi, 47)
UYARIP KORKUTANDIR
Apaçık Kitaba andolsun; Gerçekten Biz onu mübarek bir gecede indirdik, gerçekten biz uyaranlarız. (Duhan Suresi, 2-3)
İşte bu (Kur’an) uyarılıp korkutulsunlar, gerçekten O’nun yalnızca bir tek ilah olduğunu bilsinler ve temiz akıl sahipleri iyice öğüt alıp düşünsünler diye bir bildirip-duyurma (bir belağ)dır.
(İbrahim Suresi, 52)
Dosdoğru (bir Kitaptır) ki, kendi katından şiddetli bir azabla uyarıp-korkutmak ve salih amellerde bulunan mü’minlere müjde vermek için (onu indirdi); şüphesiz onlara güzel bir ecir vardır. (Kehf Suresi, 2)
Böylece biz onu, Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda korkulacak şeyleri türlü şekillerde açıkladık; umulur ki korkup-sakınırlar ya da onlar için düşünme (yeteneğini) oluşturur. (Taha Suresi, 113)
HİDAYETTE OLANI VE DOĞRU YOLDAN SAPANI EN İYİ BİLENDİR
İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur. Şüphesiz, senin Rabbin; kendi yolundan sapanı en iyi bilen O’dur ve hidayet bulanı da en iyi bilen O’dur. (Necm Suresi, 30)
De ki: “Herkes kendi yaratılışına (fıtrat tarzına) göre davranır. Şu halde kimin daha doğru yolda olduğunu Rabbin daha iyi bilir.” (İsra Suresi, 84)
Allah muhakkak iman edenleri de bilmekte ve muhakkak münafıkları da bilmektedir. (Ankebut Suresi, 11)
İNKARCILARA TUZAK KURANDIR
İnsanlara, şiddetli bir sıkıntı dokunduktan sonra, bir rahmet dokundurduğumuz zaman, ayetlerimiz konusunda hileli bir düzen kurmak (bir entrika çevirmek) onlar için (bir alışkanlık ve kötü bir edinim)dir. De ki: “Düzen kurmada (karşılık vermede) Allah daha hızlıdır. Şüphesiz, bizim elçilerimiz, sizin ‘geliştirmekte olduğunuz düzenleri’ yazmaktadırlar.” (Yunus Suresi, 21)
Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. (Neml Suresi, 50)
Gerçek şu ki, onlar hileli-düzenler kurdular. Oysa onların düzenleri, dağları yerlerinden oynatacak da olsa, Allah katında onlara hazırlanmış düzen (kötü bir karşılık) vardır. (İbrahim Suresi, 46)
Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır. (Al-i İmran Suresi, 54)
Hani o inkâr edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır. (Enfal Suresi, 30)
Onlardan öncekiler, hileli-düzenler kurmuşlardı da, Allah(ın azab emri) onların kurdukları yapıların temellerine geldi, böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü; azab onlara şuurunda olmadıkları yerden gelmişti. (Nahl Suresi, 26)
Böylece, o, katımızdan kendilerine bir hak ile geldiği zaman, dediler ki: “Onunla birlikte iman edenlerin erkek çocuklarını öldürün; kadınlarını ise sağ bırakın.” Ancak kafirlerin hileli-düzeni boşa çıkmakta olandan başkası değildir. (Mümin Suresi, 25)
Onlardan öncekiler de hileli-düzenler kurmuşlardı; fakat düzen kuruculuğun (tedbirlerin, karşılık vermelerin) tümü Allah’a aittir. Her bir nefsin ne kazandığını O bilir. Bu yurdun sonu kimindir, inkâr edenler pek yakında bileceklerdir. (Ra’d Suresi, 42)
İNKARCILARA GÜNAHLARININ ARTMASI İÇİN SÜRE TANIYANDIR
(Ey Muhammed,) Allah’ı sakın zulmedenlerin yapmakta olduklarından habersiz sanma, onları yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir. (İbrahim Suresi, 42)
Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiç bir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. (Nahl Suresi, 61)
Nice ülkeler vardır ki, (halkı) zulmediyorken Ben ona bir süre tanıdım, sonra yakalayıverdim; dönüş yalnızca banadır. (Hac Suresi, 48)
O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar, biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azab vardır. (Al-i İmran Suresi, 178)
(Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde şaşkınca dolaşmalarına (belli bir) süre tanır. (Bakara Suresi, 15)
De ki: “Kim sapıklık içindeyse, Rahman (olan Allah), ona süre tanıdıkça tanır; kendilerine va’dedileni -ya azabı veya kıyamet saatini- gördükleri zaman artık kimin yeri (makam, mevki) daha kötü, kimin askeri- gücü daha zayıfmış, öğreneceklerdir. (Meryem Suresi, 75)
Onlara bir süre tanıyorum. Hiç şüphesiz benim düzenim (cezalandırmam) sapasağlamdır. (A’raf Suresi, 183)
İNKARCILARA ZORLUK VE SIKINTI VERENDİR
Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam’a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir. (En’am Suresi, 125)
İNKARCILARI SAPTIRANDIR
Kötü olarak işledikleri kendisine çekici-süslü kılınıp da onu güzel gören mi (Allah katında kabul görecek)? Artık şüphesiz Allah, dilediğini saptırır, dilediğini hidayete eriştirir. Öyleyse, onlara karşı nefsin hasretlere kapılıp gitmesin. Gerçekten Allah, yaptıklarını bilendir. (Fatır Suresi,
Onların Allah’ın dışında kendilerine yardım edecek velileri yoktur. Allah kimi saptırırsa, artık onun için hiç bir (çıkış) yolu yoktur. (Şura Suresi, 46)
İNKARCILARI KAHREDİCİ OLANDIR
Artık sen Allah yolunda savaş, kendinden başkasıyla yükümlü tutulmayacaksın. Mü’minleri hazırlayıp-teşvik et. Umulur ki Allah, küfredenlerin ağır-baskılarını geri püskürtür. Allah, ‘kahredici baskısıyla’ daha zorlu, acı sonuçlandırmasıyla da daha zorludur. (Nisa Suresi, 84)
İNKARCILARDAN İNTİKAM ALANDIR
Ve ayetlerimizi yalanlayan kavimden ‘ona yardım edip-öcünü aldık’. Şüphesiz onlar, kötü bir kavimdi, biz de onların tümünü suya batırıp boğduk. (Enbiya Suresi, 77)
Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra, yüz çevirenden daha zalim kimdir? Gerçekten biz, suçlu-günahkarlardan intikam alıcılarız. (Secde Suresi, 22)
Böylece onlardan intikam aldık. Öyleyse, bir bak; yalan sayanların sonu nasıl oldu? (Zuhruf Suresi, 25)
İNKARCILARI AZAPLANDIRANDIR
“Gerçekten bize vahyolundu ki: Doğrusu azab, yalanlayan ve yüz çevirenlerin üstünedir.” (Taha Suresi, 48)
İnkâr edip de Allah’ın yolundan alıkoyanlar; biz, işledikleri bozgunculuğa karşılık, onlara azab üstüne azab ilave ettik. (Nahl Suresi, 88)
Kim imanından sonra Allah’a (karşı) inkâra sapıp da, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- inkâra göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah’tan bir gazab vardır ve büyük azab onlarındır. (Nahl Suresi, 106)
Allah’ın ayetlerine inanmayanları Allah hidayete ulaştırmaz ve onlar için acı bir azab vardır. (Nahl Suresi, 104)
İNKARCILAR İÇİN CEHENNEMİ YARATANDIR
Kim kendisine ‘dosdoğru yol’ apaçık belli olduktan sonra, elçiye muhalefet ederse ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!.. (Nisa Suresi, 115)
MÜNAFIKLARIN KALPLERİNDEKİ HASTALIĞI ORTAYA ÇIKARANDIR
İki topluluğun karşı karşıya geldiği gün, size isabet eden ancak Allah’ın izniyle idi. (Bu, Allah’ın) mü’minleri ayırdetmesi; Münafıklık yapanları da belirtmesi içindi. Onlara: “Gelin, Allah’ın yolunda savaşın ya da savunma yapın” denildiğinde, “Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik” dediler. O gün onlar, imandan çok küfre daha yakındılar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah, onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir. (Al-i İmran Suresi, 166-167)
MÜNAFIKLARI HOR VE AŞAĞILIK KILANDIR
Onlarla çarpışınız. Allah, onları sizin ellerinizle azablandırsın, hor ve aşağılık kılsın ve onlara karşı size zafer versin, mü’minler topluluğunun göğsünü şifaya kavuştursun. (Tevbe Suresi, 14)
MÜNAFIKLARI AZAPLANDIRANDIR
Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da ve (bütün) kâfirlere, içinde ebedi kalmak üzere cehennem ateşini vadetti. Bu, onlara yeter. Allah onları lanetlemiştir ve onlar için sürekli bir azab vardır. (Tevbe Suresi, 68)
MÜMİNLERİ DOĞRU YOLA İLETENDİR
Yolu doğrultmak Allah’a aittir, kimi (yollar) ise eğridir. Eğer o dileseydi, sizin tümünüzü elbette hidayete erdirirdi. (Nahl Suresi, 9)
Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 16)
Bu, Allah’ın hidayetidir; kullarından dilediğini bununla hidayete erdirir. Onlar da şirk koşsalardı, elbette bütün yapıp-ettikleri ‘onlar adına’ boşa çıkmış olurdu. (En’am Suresi, 88)
Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için iman etme (imkanı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar. (Yunus Suresi, 100)
Dedi ki: “Bizim Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra doğru yolunu gösterendir.” (Taha Suresi, 50)
Eğer kendisiyle dağların yürütüldüğü, yerin parçalandığı veya ölülerin konuşturulduğu bir Kur’an olsaydı (yine bu Kur’an olurdu). Hayır, emrin tümü Allah’ındır. İman edenler hâlâ anlamadılar mı ki, eğer Allah dilemiş olsaydı, insanların tümünü hidayete erdirmiş olurdu. İnkâr edenler, Allah’ın va’di gelinceye kadar, yaptıkları dolayısıyla ya başlarına çetin bir bela çatacak veya yurtlarının yakınına inecek. Şüphesiz Allah, verdiği sözden dönmez. (Veya miadını şaşırmaz.) (Ra’d Suresi, 31)
Dedik ki: “Oradan tümünüz inin. Bundan sonra size benden bir hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa, onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.” (Bakara Suresi, 38)
İnkâr edenler: “Ona Rabbinden bir ayet (mucize) indirilseydi ya!” derler. De ki: “Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, kendisine katıksızca yöneleni de dosdoğru yola yöneltip-iletir.” (Ra’d Suresi, 27)
Ve seni yol bilmez iken, ‘doğru yola yöneltip iletmedi mi? (Duha Suresi, 7)
Hidayeti bulmuş olanlara gelince; (Allah,) hidayetlerini arttırmış ve takvalarını vermiştir. (Muhammed Suresi, 17)
Böylece sana emrimizden bir ruh vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nur kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidayete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun. (Şura Suresi, 52)
MÜMİNLERİ BİR ARAYA GETİRENDİR
Herkesin (her toplumun) yüzünü çevirdiği bir yön vardır. Öyleyse hayırlarda yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya getirecektir. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir. (Bakara Suresi, 148)
MÜMİNLERİN KALPLERİNİ UZLAŞTIRANDIR
Ve onların kalblerini uzlaştırdı. Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalblerini uzlaştıramazdın. Ama Allah, aralarını bulup onları uzlaştırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Enfal Suresi, 63)
Allah’ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar. (Al-i İmran Suresi, 103)
Onlar, seni aldatmak isterlerse, şüphesiz Allah sana yeter. O, seni yardımıyla ve mü’minlerle destekledi. Ve onların kalblerini uzlaştırdı. Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalblerini uzlaştıramazdın. Ama Allah, aralarını bulup onları uzlaştırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Ey Peygamber, sana ve seni izleyen mü’minlere Allah yeter. (Enfal Suresi, 62-64)
Ve bilin ki Allah’ın Resûlü içinizdedir. Eğer o, size birçok işlerde uysaydı, elbette sıkıntıya düşerdiniz. Ancak Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkârı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşad) olanlardır. (Hucurat Suresi, 7)
MÜMİNLERİN İŞLERİNİ KOLAYLAŞTIRANDIR
Biz, senin göğsünü yarıp-genişletmedik mi? Ve yükünü indirip-atmadık mı? Ki o, senin belini bükmüştü; Senin zikrini (şanını) yüceltmedik mi? Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır. (İnşirah Suresi, 1-6)
Biz bunu (Kur’an’ı) senin dilinle kolaylaştırdık, takva sahiplerine müjde vermen ve direnen bir kavmi uyarıp-korkutman için. (Meryem Suresi, 97)
Kadınlarınızdan artık adetten kesilmiş olanlarla henüz adet görmemiş bulunanların iddet (bekleme süre)leri, -eğer şüpheye düşecek olursanız (bilin ki)- üç aydır. Hamile kadınların bekleme-süresi ise, yüklerini bırakmaları (ile biter). Kim Allah’tan korkup-sakınırsa (Allah) ona işinde bir kolaylık gösterir. (Talak Suresi, 4)
Ve seni kolay olan için başarılı kılacağız. (A’la Suresi,
Fakat kim verir ve korkup-sakınırsa, Ve en güzel olanı doğrularsa, Biz de onu kolay olan için başarılı kılacağız. (Leyl Suresi, 5-7)
Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister: (Çünkü) insan zayıf olarak yaratılmıştır. (Nisa Suresi, 28)
İman edenler ve salih amellerde bulunanlar -ki biz hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz- onlar da cennetin ashabı (halkı)dırlar. Onda sonsuz olarak kalacaklardır. (A’raf Suresi, 42)
Ramazan ayı... İnsanlar için hidayet olan ve doğru yolu ve (hak ile batılı birbirinden) ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kur’an onda indirilmiştir. Öyleyse sizden kim bu aya şahid olursa artık onu tutsun. Kim hasta ya da yolculukta olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde (tutsun). Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez. (Bu kolaylık) sayıyı tamamlamanız ve sizi doğru yola (hidayete) ulaştırmasına karşılık Allah’ı büyük tanımanız içindir. Umulur ki şükredersiniz. (Bakara Suresi, 185)
Hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemeyiz; elimizde hakkı söylemekte olan bir kitap vardır ve onlar hiç bir haksızlığa uğratılmazlar. (Mü’minun Suresi, 62)
MÜMİNLERİ SEVENDİR
Sen bunun (böyle bir mescidin) içinde hiç bir zaman durma. Daha ilk gününden takva temeli üzerine kurulan mescid, senin bunda (namaza ve diğer işlere) durmana daha uygundur. Onda, arınmayı içten-arzulayan adamlar vardır. Allah arınanları sever. (Tevbe Suresi, 108)
Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisine sevdiği mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu,’ Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Maide Suresi, 54)
MÜMİNLERE GÜVEN DUYGUSU VE HUZUR VERENDİR
Mü’minlerin kalplerine, imanlarına iman katıp-arttırsınlar diye, ‘güven duygusu ve huzur’ indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır: Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (Fetih Suresi, 4)
Andolsun, Allah, sana o ağacın altında biat ederlerken mü’minlerden razı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılık) olarak vermiştir. (Fetih Suresi, 18)
Hani kendisinden bir güvenlik olarak sizi bir uyuklama bürüyordu. Sizi kendisiyle tertemiz kılmak, sizden şeytanın pisliklerini gidermek, kalblerinizin üstünde (güven ve kararlılık duygusunu) pekiştirmek ve bununla ayaklarınızı (arz üzerinde) sağlamlaştırmak için size gökten su indiriyordu. (Enfal Suresi, 11)
Siz O’na (peygambere) yardım etmezseniz, Allah O’na yardım etmiştir. Hani kâfirler ikiden biri olarak O’nu (Mekke’den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: “Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir.” Böylece Allah O’na ‘huzur ve güvenlik duygusunu’ indirmişti, O’nu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkâra edenlerin de kelimesini (inkâr çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah’ın kelimesi, yüce olandır. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 40)
(Bundan) Sonra Allah, elçisi ile mü’minlerin üzerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirdi, sizin görmediğiniz orduları indirdi ve inkâr edenleri azablandırdı. Bu, inkârcıların cezasıdır. (Tevbe Suresi, 26)
MÜMİNLERİN KÖTÜLÜKLERİNİ ÖRTENDİR
İman edip salih amellerde bulunanlar ise; biz şüphesiz onların kötülüklerini örteceğiz ve şüphesiz yaptıklarının en güzeliyle karşılık vereceğiz. (Ankebut Suresi, 7)
Çünkü Allah, onların (dünyada) yaptıklarının en kötüsünü temizleyip-giderecek ve yaptıklarının en güzeliyle ecirlerini verecektir. (Zümer Suresi, 35)
Sizi toplanma günü için bir arada toplayacağı gün; işte bu aldanma (teğabün) günüdür. Kim Allah’a iman edip salih bir amelde bulunursa (Allah) onun kötülüklerini örter ve içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük ‘mutluluk ve kurtuluş (fevz)’ budur. (Teğabun Suresi, 9)
Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)
MÜMİNLER İÇİN CENNETİ YARATANDIR
Artık Allah, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir. Ve sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir. (İnsan Suresi, 11-12)
Şüphesiz, bu, sizin için bir mükafaattır. Sizin çaba-harcamanız şükre değer (meşkur:makbul) görülmüştür. (İnsan Suresi, 22)
İşte ahiret yurdu; biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 83)
(Ancak) Gerçekten iman edip salih amellerde bulunanlar ise; onlar için nimetlerle-donatılmış cennetler vardır. (Lokman Suresi,
İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır. Rableri onlara katından bir rahmeti, bir hoşnutluğu ve onlar için, kendisine sürekli bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. (Tevbe Suresi, 20-21)
DİNİNE YARDIM EDENLERE DÜNYADA VE AHİRETTE YARDIM EDENDİR
Onlar, yalnızca; "Rabbimiz Allah'tır" demelerinden dolayı, haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer Allah'ın, insanların kimini kimiyle defetmesi (yenilgiye uğratması) olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır. (Hac Suresi, 40)
Şüphesiz biz elçilerimize ve iman edenlere, dünya hayatında ve şahidlerin (şahidlik için) duracakları gün elbette yardım edeceğiz. (Mü’min Suresi, 51)
Ey iman edenler, eğer siz Allah'a (Allah adına İslama ve müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır. (Muhammed Suresi, 7)
"Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her şeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Bakara Suresi, 32)
HAKŞAİRİ.COM
Bir Amerikalının Müslümanlık Hakkındaki 23 Sualine CEVAPLAR www.mescere.net
İnsanı hayalen bir şehir kadar büyütseniz herhâlde damarları bir yol kadar geniş olurdu. Şimdi sizi bu vücuda soksalar ve kulağa ya da herhangi bir organa gitmenizi isteseler acaba yolunuzu bulabilir miydiniz?
Girdiği büyük bir binadan çıkmak için çıkış kapısını bulamayan ve kendi semtindeki bir adresi bulmak için bile onlarca insana adres soran biz herhâlde asla kulağa ulaşamazdık.
Hâlbuki vücudumuza ilk defa giren maddeler -akılsız, iradesiz, şuursuz, kudretsiz, hayatsız olmalarına rağmen- yollarını hem de kimseye sormadan buluyorlar. Göze gereken elementler göze, kalbe gerekenler kalbe gidiyor. Hiçbiri yolunu şaşırmıyor. İyi ama nasıl?
Bizim bu kadar zekâmızla yapamadığımız bu seyahati bu zerreler nasıl yapıyor? Bu sorunun iki cevabı olabilir:
1-Bu elementler çok akıllı olduklarından dolayı yollarını kimseye sormadan bulabiliyorlar.
2-Onları Allah-u Teâlâ idare ve sevk ediyor. Hepsi Allah’ın bir memurudur ve O’nun sevkiyle hareket ediyorlar.
Cevabını sen seç. Ve bil ki, vereceğin cevaba göre bir makama oturacaksın. Eğer Allah’ı tanırsan O’na cennet bahçelerinde misafir olacaksın. Yok, “İnat ederim tanımam.” dersen bu sefer de zebanilere misafir olacaksın. Hiçbir akıllı, zebanileri cennet bahçelerine tercih etmez!
Şimdi de sevk-i İlahî delilinin başka numunelerine bakalım:
Göç mevsimi geldiğinde kuşların başka memleketlere göçtüklerini görürüz. Vızvız, bıldırcın, sığırcık gibi kuşlar 7.000 km’lik bir göç yaparlar. Orta Avrupa leyleği ise 10.000 km’lik bir göç yapar ve günde 150 km yol alır. Göç şampiyonu ise deniz kırlangıcı denilen bir kuştur ki, 25.000 km’lik bir seyahat yapar. Evet, yanlış okumadınız! Tam 25.000 km’lik bir seyahat!
Şimdi şunu düşünün: Arabanızla bir seyahate çıktınız. Size 25.000 km uzaklıkta neredeyse dünyanın diğer bir ucunda bir adres verildi ve siz oraya gideceksiniz. Haritanız yok, pusulanız yok, yol levhaları yok ve kimseye yolu sormak da yok. Ve siz en kısa yolu bulup gitmelisiniz. Hadi boş verin kısa yolu, en uzun yol da kabulümüz. Acaba bu kadar aklınızla, bilginizle, sözün özü insan olmanızla beraber bu seyahati tamamlamanız ve size verilen adresi bulmanız mümkün müdür? Nereden mümkün olacak! Girdiği büyük bir binadan çıkış kapısını bulamayan insan 25.000 km’lik bir seyahati nasıl tamamlayabilir?
Peki insanın yapamadığı bu seyahati bir kuş olan deniz kırlangıcı nasıl yapmaktadır? İki tane seçenek var:
1-Ya bu kuş insandan daha akıllı, daha zeki ve daha becerikli.
2-Ya da bu kuş bu seyahati kendi başına yapmıyor ve ona ilham ediliyor. İlham dediğimiz bu sevk-i İlahî sayesinde yolunu buluyor.
Hangi seçenek doğru olabilir? Eğer bu göçü kuşun kendi başına yaptığını kabul edersek o zaman bu kuşu insandan daha akıllı kabul etmemiz gerekecektir. Zira insanın yapamadığı bir işi yapan elbette insandan daha akıllı olmalıdır.
Bir mağaradan bir yarasa alınmış ve ışık geçirmez bir kafese konularak 300 km uzaktan bırakılmış. Daha sonra bu yarasanın mağarasına döndüğü tespit edilmiş. Burada da sorumuz aynı:
Eğer bu sevk-i İlahî değilse nedir? Yarasa kendi başına 300 km uzaklıktaki mağarasını nasıl bulabilir? Sizlerin gözünü bağlasalar ve evinize 300 km uzakta sizleri bıraksalar, kimseye yol sormadan ve yol levhalarına da bakmadan evinizin yolunu bulabilir miydiniz?
Yine hiç göç yapmamış bir leylek kafes içerisinde İtalya’ya götürülmüş ve göç mevsimi serbest bırakılmış. Görülmüş ki bu leylek en kısa yolu takip ederek 125 gün sonra neslinin göç ettiği memlekete varmış.
Şimdi kuşları bir kenara bırakalım da kendimize bakalım: Elimize bir adres verilse bile çoğu zaman gideceğimiz yeri bulamayız, kayboluruz. Hatta bir hastaneye girsek çıkış kapısını bulmakta zorlanırız. Bir de yollardaki işaret levhalarını kaldırsalar ve bizden İstanbul’dan Kars’a gitmemizi isteseler herhâlde ömrümüzün sonuna kadar oraya ulaşamazdık.
Acaba kuşlar bizden daha mı akıllı? Yoksa onlara ilham eden birimi var? Demek Allah’ı inkâr etmek kuştan daha ahmak olduğunu kabul etmek ile mümkündür.
Sevk-i İlahî delilinin misalleri saymakla bitmez. Bizler son olarak çok ilginç olduğuna inandığımız ve sizi de hayrete düşürecek bir hadiseyi nakledip bu delili tamamlayacağız.
Yılan balıklarının nasıl ürediğini araştıran bilim adamları son derece ilginç bir şey keşfetmişlerdir.
Yumurtlama zamanı geldiğinde anne yılan balıkları Kuzey Atlantik Okyanusu’nda Bermuda’nın güneyinde bulunan Sargasso Denizi’ne doğru bir göç yapıyorlar ve oraya ulaştıklarında yumurtlayarak orada ölüyorlar.
Yılan balıklarının göçü en açıklanamaz ve en hayret verici göçlerden biridir. Yılan balıkları Atlas Okyanusu’ndaki Sargasso Denizi’nde doğsalar da yetişkin hiçbir yılan balığı orada yakalanmamıştır. Çünkü balıklar doğduktan bir süre sonra hızla burayı terk edip Avrupa ve Amerika’da ebeveynlerinin yaşadıkları nehirlere doğru yüzerler.
Yaklaşık 6000 kilometrelik yolculuklarında onlara yol gösterecek kimse yoktur, yeni doğmuş olmalarına rağmen yine de yollarını şaşırmazlar. Sonunda yaşamlarını sürdürecekleri nehirlere ulaşırlar. Burada yaşayıp erişkinliğe ulaştıklarında hepsi aynı anda sözleşmişcesine nehirlerden okyanusa doğru yüzmeye, doğdukları ve yumurtlayacakları yer olan Sargasso’ya doğru yolculuğa çıkarlar. Bu döngü bu şekilde devam eder.
Burada ilginç olan şu: Anne yılan balığı hangi denizden gelmiş ise yavrusu o denize dönüyor ve asla başka bir denize gitmiyor.
Eğer bu seyahatin Allah’ın ilhamı ile gerçekleştiğini kabul etmezsek şu sorulara makul cevaplar bulmamız gerekecektir:
1-Anne yılan balıkları bu kadar yorucu, uzun ve kendilerinin ölümü ile sonuçlanacak bir seyahate niçin katlanıyorlar?
2-Doğmuş oldukları Sargasso Denizi’ne niçin gidiyorlar ve yollarını nasıl buluyorlar yoksa ellerinde pusulaları mı var?
3-Yavru yılan balığı, annesinin geldiği denizi ve yolunu nereden biliyor?
4-Hadi annesinin geldiği denizi biliyor ve yolunu da buluyor diyelim. Ama niçin daha yakın bir denize gidip gününü gün etmiyor da o meşakkatli yola katlanıyor. Annesinin geldiği denize dönmek onun için niçin bu kadar önemli? Bu derece baskın bir sılaya hasret duygusunu nereden almış?
Bizler şimdiye kadar cami avlusuna bırakılan bir çocuğun büyüdüğünde ana evine döndüğünü hiç duymadık. Mahlûkatın en zekisi ve akıllısı olan insanın yapamadığını yavru yılan balıkları nasıl yapıyor olabilir?
Ey kâfirler, artık hadi gelin ve “Allah” deyin! Yok, hâlâ “Allah” demiyor ve bu sevkin bir sevk-i İlahî olduğunu kabul etmiyorsanız o zaman yukarıdaki mezkûr sorularımızı cevaplayın da dinleyelim!
.
Delilin kıymeti
Asrımızın mühim bir hastalığı imani hakikatlere karşı lakaytlık ve iman hakikatlerini ispat eden delillerden yüz çevirmektir. Maalesef bu hastalık sadece ehl-i gafleti değil, manevi âlemde yol almak ve terakki etmek için ciddi çalışan Müslümanları dahi kuşatmıştır. Hatta bir kısım Müslümanlar daha da ileriye giderek imani konularda delil aramayı malayani kabul etmekte ve: “Şüphemiz yok ki delile ihtiyacımız olsun.” demektedirler. Yani onlara göre iman hakikatlerini ispat eden delillerle uğraşmak kalbî hastalıkların emaresidir ve şüphesi olmayanlar için gereksiz bir iştir. Bu görüş ve itikat tamamen İslamî bilgi eksikliğinden ve cehalettendir. Bu sözü ancak İslam’ın delile verdiği kıymeti bilmeyenler ve imanın mahiyetinden habersiz olanlar söyleyebilir.
İmam-ı Âzam, Ahmed İbni Hanbel, İmam-ı Şafi, Süfyan-ı Sevri ve diğer bütün âlimlere göre, kişinin imanı delili olmasa da sahihtir. Ancak delil aramayı terk ettiği için günahkârdır ve asidir. Bu âlimlere göre, iman hakikatlerinin delillerini bilmek vaciptir. Terki ise haramdır.
İmam Eşari ise biraz daha ileriye gider ve der ki: “İmanın sıhhatinin şartı imanın temel meselelerinden her bir meseleyi akli deliller ile bilmektir.”
Buna göre, imanın delillerini bilmeyen kimse İmam Eşari’nin katında mutlak olarak mümin değildir. Bu kişi her ne kadar mutlak olarak mümin olmasa da küfre zıt olan şeyin kendisinde bulunmasından dolayı kâfir de değildir. Bu kişi araştırma ve delil talep etmeyi terk ettiği için asidir. İmam Eşari şöyle devam eder: “Bu kimse diğer asiler gibidir. Yani içki içen, kumar oynayan ve diğer haramları işleyen asiler gibidir. Onun durumu Allah’a kalmıştır. Allah isterse onu affedip cennetine koyar, dilerse günahı kadar ona azap çektirir ve daha sonra cennetine sokar.”
Demek üç mezhep imamı olan İmam-ı Âzam, İmam Şafi ve Ahmed İbni Hanbel’e göre delil talep etmek ve imani meseleleri delilleriyle bilmek vaciptir. Bilmeyen mümindir, ama delil aramayı terk ettiği için asi ve günahkârdır. Cumhurun görüşü de budur. İmam Eşari ise delili imanın sıhhat şartı kabul etmiş ve iman hakikatlerini delilleriyle bilmeyenin mutlak mümin olmadığını söylemiştir.
O hâlde bir Müslüman’ın ilk işi öğrenilmesi vacip olan iman hakikatlerinin delillerini öğrenmek ve delilleri öğrenmeyi terk etmekten dolayı kazanılan asi ve günahkâr sıfatından kurtulmaktır. Bu, namaz kılmak, oruç tutmak ve kurban kesmek gibi kişiye gerekli olan bir ibadettir. Farz-ı kifaye değil, kendisine farz-ı ayn olan bir ilimdir.
İmanın mahiyeti, kaça ayrıldığı, delil talep etmenin önemi, imanda artmanın ve eksilmenin olup olmadığı, Kuran’ın delil talebine verdiği önemi ve imanla ilgili diğer meseleleri “İmanın Dereceleri” isimli eserimize havale ederek burada bu kapıyı açmıyoruz. Dileyenler www.ilmedavet.com sitemizden bu eserin metnine ulaşabilir veya dilerse aynı sitenin “Video İzle” bölümüne girerek bu eserin videosunu seyredebilirler.
Feyyaz Bilişim Hizmetleri olarak bu eseri hazırlamaktaki amacımız, Allah’ın varlığının delillerini beyan etmek ve Allah’ın varlığı hakkında şüphesi olanları bu şüphelerden kurtarmaktır. Bu eserde anlatılan deliller son derece kuvvetli olup çürütülmesi asla mümkün değildir.
İman hakikatlerinin izahı ve ispatı konusunda Risale-i Nur külliyatı çok müstesna bir yere sahiptir. Zaten bu eser hazırlanırken de Risale-i Nur Külliyatı kaynak eser olarak kullanılmıştır. Yaptığımız bu çalışma Risale-i Nurlarda geçen hakikatlerin şerhleri ve izahlarıdır.
Dolayısıyla bu eserin asıl muhatabı Risale-i Nurlarla tanışmayan okuyuculardır. Bu okuyucular hakkındaki ümidimiz şudur ki: Bu eser Risale-i Nurlar ile onların arasında bir köprü vazifesi yapar ve bu eserin madeni ve kaynağı olan Risale-i Nurlara kavuşmalarına bir vesile olur.
O hâlde diyebiliriz ki: Bu eserden faydalanacak olanlar iki gruptur:
1-Risale-i Nurları okumamış olanlar. İnşallah bu eserdeki kuvvet onların Risale-i Nurları merak etmesine sebep olacak ve Risale-i Nur ile onların buluşmasına bir vesile olacaktır.
2-Risale-i Nurları okuyanlar. Bu grup için de bu eser Risalelerde geçen hakikatlerin izahları olup onların tefekkür penceresinin gelişimine bir sebep ve o hakikatlerin anlaşılmasına bir basamak olacaktır.
Bu eserde Allah’ın varlığı iki kere iki dört eder derecesinde kati bir şekilde ispat edilmektedir. Bizler Feyyaz Bilişim Hizmetleri olarak diğer iman hakikatlerinin ispatı hususunda da farklı eserler hazırlayıp sizlerin istifadesine sunduk.
İmanların takviyesine, taklitten tahkike çıkmasına ve Risale-i Nurlara ulaşmaya bir vesile olabilirsek ne mutlu bizlere!
İnşa: Maddelerin ve elementlerin bir araya gelerek bir yapıyı oluşturmasıdır. Birçok madde ve element bir araya gelerek bir mevcudu oluştururlar ve bir vücutta toplanırlar. Buna terkip de denilir. İnşadaki denge, Cenab-ı Hakk’ın varlığına büyük bir delildir. Şöyle ki:
Bir eczanede, muhtelif maddelerle dolu yüzlerce kavanoz şişenin bulunduğunu farz ediyoruz. Bizlerden, bu kavanozlardaki maddeleri kullanarak bir macun ve bir ilaç yapmamız istendi. Bizler eczaneye geldik, gördük ki: O macun ve ilacın yüzlerce ferdi yapılmış ve tezgâha konulmuş. O macun ve ilaçları tetkik ettik, gördük ki: O kavanoz şişelerin her birinden, mahsus bir ölçüyle bir-iki miligram bundan, üç-dört miligram ondan, altı-yedi miligram başkasından ve bunlar gibi, her birinden muhtelif miktarda maddeler alınmış ve o macun ve ilaçlar oluşturulmuş. Eğer birinden bir miligram eksik ya da fazla alınsa o macun ve ilaç tesirini gösteremez; ilaç iken zehir olurlar.
Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mıdır ki o şişelerden alınan muhtelif miktarlar; şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpması sonucu devrilmesiyle her birinden alınan miktar kadar, yalnız o miktar şişeden aksın, diğer şişelerden akanlar ile beraber gitsin ve toplanıp o macunu ve ilacı teşkil etsinler? Acaba bütün dünya toplansa bir macunun ve ilacın tesadüfen oluştuğuna bizi ikna edebilirler mi? Hele bu ilaç ve macunun milyonlarca ferdi bulunsa, tamamının tesadüf eseri olduğuna bizi inandırabilirler mi? Acaba bu fikirden daha hurafe ve daha batıl bir şey var mıdır?
İşte bu misal gibi, her bir hayat sahibi bir macundur. Her bir bitki ise bir ilaçtır ki çok çeşitli maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan elementlerden terkip edilmiştir. Mesela sadece insana bakalım:
Vücudumuzda altmışa yakın element bulunmaktadır. Bu elementlerin hepsi bir ölçüye ve dengeye göre vücudumuzda bulunmaktadır. Vücudumuzda belli ölçülerde demir, magnezyum, krom gibi elementler vardır. Bunların azlık veya çokluğu hastalıklara sebep olur. Mesela bakır kan yapıcı özelliğe sahiptir. Eksikliğinde sinir hastalıkları baş gösterir. Mangan, beyin fonksiyonlarını işlettirir. Eksikliği davranış bozukluklarına sebep olur. Kadmiyumun görevi ise tansiyonu ayarlayıp düzgün çalışmasını sağlamaktır. Eksiklik veya fazlalığında tansiyon rahatsızlıkları baş gösterir. Vücudun herhangi bir yerine elementlerin yığılması ise hormonal bozuklukları meydana getirir.
İnsanın vücudunda böyle son derece hassas bir denge hâkim olduğu gibi, diğer hayat sahipleri olan hayvanların ve bitkilerin vücudunda da aynı denge hâkimdir. Bizler, bu dengenin misalleriyle sözü uzatmıyor ve bu dengeyi öğrenmek isteyenleri ilgili fen kitaplarına havale ederek soruyoruz:
Acaba en basit bir ilaç dahi tesadüfen oluşamazken, bu derece dengeli olan insan vücudunun ve diğer varlıkların tesadüfen oluşması hiç mümkün müdür?
Bütün dünya toplansa bir aspirinin, cam kavanozdaki ilaçların tesadüfen dökülmesi sonucunda oluştuğuna bizi ikna edemez iken; nasıl olurda, bu haptan milyonlar derece daha hassas bir yapıya sahip olan insanın, tesadüf sonucu ortaya çıktığına bizi ikna edebilir? Acaba böyle batıl bir fikre inanana akıllı denilebilir mi? Değil akıllı denilmek, evvela ona insan denilebilir mi?
Ayrıca vücudumuz, bir ilaç gibi bir defa yapılan ve sonra öylece bırakılan bir şey değil, daima yenilenen bir terkiptir. Bir sene boyunca bağırsaklarımızda ölen toplam hücre ağırlığı 90 kg’dır. Ölen deri hücrelerimizin ağırlığı ise 45 kg’dır. Her gün vücudumuzda 200 milyar alyuvar ölür ve saniyede 10.000 alyuvar yaratılır. Vücudumuz altı ayda bir tamamen yenilenen harika bir terkiptir.
Bu terkibin tesadüfen olması nasıl mümkün olur? Hem de bu terkipten şu anda yeryüzünde yaklaşık yedi milyar insan varken. Hepsinin tesadüfen oluştuğuna nasıl inanılır?
İnşadaki terkip delilimizi, iman dersini alan bir öğrencinin hatırası ile tamamlayalım: Zeki öğrenci, sene başından beri tesadüfü anlatan ve her şeyin kendi kendine oluştuğunu iddia eden biyoloji öğretmenine güzel bir sürpriz hazırlamış. Hocasının derse gireceği teneffüste tahtaya kocaman bir eşek resmi çizmiş ve üstüne de hocasının adını yazmış. Derse giren öğretmen, tahtada çizilmiş eşeğin üzerinde kendi ismini görünce kızarak sormuş: “Çabuk bana söyleyin bakayım, bunu yapan edepsiz kim?” Sınıftan hiç ses çıkmamış. Kızgın hoca aynı soruyu üç defa tekrar etmiş ve yine sınıftan hiçbir cevap alamamış. Bunun üzerine zeki öğrencisi elini kaldırarak söz almış ve: “Hocam, ben yapanı gördüm.” demiş. Hocası heyecanla: “Söyle bakayım evladım kim yaptı?” demiş. Öğrencisi şöyle anlatmış: “Hocam, teneffüste arkadaşlar pencereyi açtı ve içeriye doğru bir rüzgâr esti. İçeriye esen rüzgârın etkisiyle tahtanın altındaki tebeşir tozları havalandı ve tahtada bir eşek resmi meydana geldi. Sonra bir rüzgâr daha esti ve bu rüzgârla da bir tebeşir havalanarak eşeğin üstüne sizin isminizi yazdı. İşte olay böyle oldu.”
Bunu işiten hocası daha da sinirlenerek: “Oğlum, delirdin mi sen! Böyle saçma şey olur mu hiç!” deyince, bizim öğrenci de taşı gediğine oturtmuş: “Hocam niye olmasın ki, siz sene başından beri bize bundan farklı bir şey mi anlattınız? Bu basit resimden milyon defa daha harika olan eşeğin kendisi tesadüfen olabiliyor da, basit bir resim olan şu eşek resmi mi tesadüfen olamıyor? Yani şu kâinat, şu dünya, içindeki insanlar, hayvanlar, bitkiler, dağlar, denizler ve saymakla bitiremeyeceğiz her şey tesadüfen olabiliyor da şu basit resim mi tesadüfen olamıyor ve illaki bir fail istiyor, öyle mi?”
Biz de Allah’ı inkâr edenlere soruyoruz: Öyle mi?
.
İmkân delili
Şimdi sizlerle birlikte, muhtemelen şimdiye kadar hiç duymadığınız bir hayvanın resmini çizeceğiz. Çizeceğimiz hayvanın ismi: “Armadillo” Bilmediğimiz bir hayvanı çizmeye çalışmamız sayesinde imkân delilini daha iyi anlayacağız.
Şimdi Armodillo için bir vücut çizeceğiz. Sorumuz şu: Armodillo için çizilebilecek kaç farklı vücut vardır? Ya da şöyle sorsak: Şu anda yeryüzünde yaşayan yedi milyar insanın eline bir kalem versek ve Armodillo için bir vücut çizmelerini istesek. Armodillo’yu hiç görmeyen bu insanların her biri, farklı bir vücudu çizmez mi? Elbette çizer ve kimsenin çizdiği de diğerine benzemez. Mesela birisi onu 5 metre boyunda çizerken, diğeri 5 cm. boyunda çizer. Birisi enini 1 metre yaparken, diğeri enini 5 cm. yapar. Birine göre bu hayvanın dört ayağı varken, diğerine göre iki ayağı vardır. Birine göre kırmızıdır, diğerine göre yeşil… Vücut için saymak ile bitmeyecek kadar çok ihtimal olduğundan, yedi milyar insan Armodillo için birbirinden farklı tam yedi milyar vücut çizebilir. Eğer her birinden iki farklı vücut çizmesini isteseydik, bu sefer Armodillo için on dört milyar farklı vücut ihtimali olurdu.
Şimdi de Armodillo için bir yüz çizeceğiz. Sorumuz yine aynı: Acaba Armodillo için kaç farklı yüz çizilebilir? Cevabımız da aynı: Hadsiz sayıda yüz çizilebilir. Zira yine yedi milyar insandan Armodillo için bir yüz çizmesini istesek. Her biri farklı bir yüzü çizecektir. Birisi burnunu uzun yapar, diğeri kısa; birisi kulaklarını yanda yapar, diğeri yukarıda; birisinin çizdiği ağızda beş diş vardır, diğerininkinde on diş… Hiç görmedikleri hayvan için çizilebilecek hadsiz yüz ve saymakla bitmeyecek kadar çok ihtimal vardır.
Şimdi de Armodillo için aza ve cihazlar çizeceğiz. Yani eli nasıl olsun, ayağı nasıl olsun, parmakları nasıl olsun ve bunlar gibi diğer cihazları nasıl olsun? Yine aynı soruyu soruyoruz: Acaba Armodillo için kaç farklı cihaz ve aza çizilebilir? Cevap burada da aynıdır: Hadsiz azalar… Zira biri kanat çizer, diğeri çizmez. Birisi ayağını 1 metre uzunlukta çizer, diğerine göre ayağı yoktur; bu bir sürüngendir. Birisi parmaklarını üç tane yapar, diğeri beş tane… Bunlar gibi hadsiz ihtimaller içinde herkes Armodillo’ya farklı aza ve cihazlar çizebilir. Yedi milyar insanın her birinde kalem olduğu farz edildiğinde, yedi milyar farklı aza ve cihaz tasarımları oluşur.
Şimdi de Armodillo’nın sıfatlarını belirleyelim. Yani cesur mu olacak, korkak mı? Eğer cesur olacaksa, cesaretinin mertebesi ne olacak? Yine acaba yavaş mı hareket edecek, yoksa hızlı mı? Eğer hızlı hareket edecekse, hızının limiti ne olacak? Yine acaba tembel mi olacak yoksa çalışkan mı? Eğer tembel olacaksa, tembelliğinin derecesi ne kadar olacak? Bunlar gibi bütün sıfatlar için teker teker bir seçim yapacağız ve seçtiğimiz her sıfatın da derecesini belirleyeceğiz. Demek önümüzde Armodillo için seçilecek yüzlerce sıfat ve her sıfatın yüzlerce derecesinden seçilecek bir derece var. Şimdi sorumuz şu: Şu anda dünyada yaşayan yedi milyar insanın önüne Armodillo için seçilecek yüzlerce sıfatı koysak ve bu hayvanın sıfatlarını ve bu sıfatların derecelerini belirlemelerini istesek. Yedi milyar farklı sonuç ortaya çıkmaz mı? Elbette çıkar. Demek seçilecek sıfatlar için de hadsiz imkânlar vardır.
Bizler Armodillo’yu çizmeye kalktığımızda, onun için çizilebilecek milyarlarca farklı vücut, yine milyarlarca farklı yüz ve milyarlarca farklı cihaz ortaya çıktı. Ayrıca onun için seçilebilecek hadsiz sıfatlar var.
Bu hadsiz imkânlar içinde, şimdi bir baktık ki karşımızda bir Armodillo duruyor. Hem de resmi değil kendisi. Onun için en mükemmel vücut seçilmiş, ona en güzel yüz verilmiş, ona en hikmetli ve faydalı cihazlar takılmış ve hayatının idamesi için gerekli olan sıfatlar ile donatılmış.
Acaba bu durumda hiç mümkün müdür ki, bu sınırsız imkânlar içinde, en güzel ve hikmetli ihtimalin seçimi, bir tercih edicinin, bir tayin edicinin ve bir tahsis edicinin fiili olmasın ve bu iş tesadüfün işi olsun. Buna imkân var mıdır?
İşte bu, imkân delilidir: Hadsiz imkânlar içinde en mükemmel ihtimalin tercih edilmesi…
Şimdi şu âleme bakıyoruz ve görüyoruz ki: Her varlık, kendine mahsus bir vücut, güzel bir suret, hikmetli ve faydalı cihazlar ve hayatının devamı için kendisine gerekli olan sıfatlar ile bu dünyaya gönderiliyor. Hâlbuki o varlığa, hadsiz imkânlar içinde o vücudu vermek, o nakışlı ve münasip sureti giydirmek, o hikmetli ve faydalı cihazları takmak ve vücuduna uygun sıfatları yerleştirmek; elbette bir tercih edici, tahsis edici ve tayin edicinin, yani Allah’ın işi olabilir. Tesadüfün işi asla olamaz.
Dilerseniz şimdi deveye bakarak en uygun tercihlerin nasıl yapıldığını görelim:
Devenin hörgücü depo gibidir. Günlerce bu depodaki rızık ile idare edebilir. Üç hafta su içmeden yaşayabilir.
Ayakları geniştir. Kumda batmadan koşabilir.
Göz kapaklarındaki kirpikler ağ gibidir. En şiddetli kum fırtınalarında bile gözleri kum ile dolmaz.
Burnu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki en korkunç fırtınalarda bile rahatça nefes alabilir.
Üst dudağı yarıktır. Bu da dikenli çöl bitkilerini kolayca yemesini sağlar.
Uzun boynu yerden üç metre yükseklikteki yaprakları bile yemesine imkân tanır.
Dizler, bir boynuz kadar sert ve kalın bir zardan oluşan nasırla kaplıdır. Bu nasırlar hayvan kumlara yattığında onu aşırı sıcak olan zeminden ve yaralanmalardan korur.
Kalın kürkü sayesinde yazın (+) 50 dereceye varan sıcağa, kışın ise (-) 50 dereceye kadar ulaşan soğuğa dayanabilir. Ve daha bunlar gibi birçok özellik…
Mesela, devenin diğer bütün özellikleri olmakla birlikte sadece ayakları atın ayakları gibi olsaydı çölde bir km bile gidemezdi. Ya da gözü ağlı olmasaydı fırtınalarda tek bir adım bile atamazdı. Veya dudakları yarık olmasaydı beslenemezdi… O zaman diğer özelliklerinin bir önemi kalır mıydı?
İşte devenin vücudunda hadsiz şekiller ve imkânlar düşünülebilirken, hayatının devamı için en mükemmel vücut ve suret ona verilmiş, en hikmetli cihazlarla teçhiz edilmiş ve ona en gerekli sıfatlarla donatılmış. Elbette bu iş, bir tercih ediciyi ve bir tahsis ediciyi ispat eder ve o zatın ilmini ve iradesini kör gözlere bile gösterir.
Şimdi filleri, balıkları, kuşları, böcekleri, bitkileri ve diğer mahlukatı deveye kıyas edin. Onların vücutları, suretleri, cihazları ve sıfatları için var olan imkânları düşünün ve daha sonra en mükemmel ihtimalin tercihini gözünüz ile görün. Bundan sonra da bu tercihin tesadüfün işi olup olamayacağını kendinize sorun. Ya da eğer bütün mahlukata bakamıyorsanız, bir sineğin kanadına bakın. Sonra düşünün. Sineğe takılabilecek binlerce kanat şekli varken, onun vücuduna en uygunu tercih edilmiş. Ve bu bir sinekte değil, yaratılan bütün sineklerde aynı tarzda yapılmış. Acaba binlerce kanat ihtimali varken en mükemmelinin seçilmesi ve bunun bütün sineklerde gözükmesi hiç tesadüfün eseri olabilir mi?
Şimdi bu misallerin ışığında imkân delilini şöylece özetleyelim:
Şu âlemdeki her bir varlığın kendine mahsus bir vücudu vardır. O vücut için hadsiz imkânlar varken en güzel imkânın seçilmesi; bir tercih edenin vücudunu ispat eder. Bu tercih edici de Allah-u Teâlâ’dır.
Yine şu âlemdeki her bir varlığın kendine mahsus bir sureti ve şekli vardır. O suret ve şekil için de hadsiz imkânlar varken en güzel suretin seçilmesi; bir irade sahibinin vücudunu ispat eder. Bu irade sahibi de Allah-u Teâlâ’dır.
Yine şu âlemdeki her bir mahlukun kendine mahsus bir şahsiyeti vardır. O şahsiyet için hadsiz imkânlar varken en güzel şahsiyetin seçilmesi; bir tahsis edicinin vücudunu ispat eder. Bu tahsis edici de Allah-u Teâlâ’dır.
Yine şu âlemdeki her bir mahlukun kendine has sıfatları ve hikmetli cihazları vardır. O sıfatlar ve cihazlar için hadsiz imkânlar varken en güzel imkânın seçilmesi; bir tercih edicinin, bir tahsis edicinin ve bir tayin edicinin vücudunu ispat eder. Bu da ancak Allah-u Teâlâ’dır.
Sözün özü: Değil âlemin vücudu, bir sineğin kanadı bile tesadüf ile izah edilemez.
.
Hudus delili
Bir odaya bir kalem ile kâğıt koysak ve ikisini tam bin sene baş başa bıraksak. Acaba tek bir ‘A’ harfinin kâğıtta vücut bulması mümkün müdür?
Ya da bir odaya bir parça tahta, biraz çivi ve bir de çekiç koysak ve bu eşyaları yine tam bin sene baş başa bıraksak. Acaba bu bin senede bir masanın kendi kendine oluşması mümkün müdür?
Ya da yine bir odaya biraz boya ile bir de tuval koysak ve yine onları bin sene hatta on bin sene baş başa bıraksak. Bir resmin kendi kendine oluşması mümkün müdür?
Ya da şöyle sorsak: Bir tek ‘A’ harfinin ya da bir masanın veya bir resmin tesadüfen oluştuğuna sizi inandırabilirler mi?
Yani deseler ki: Bu ‘A’ harfi, kalemin kendi kendine tesadüfen hareket etmesiyle oluştu.
Ve bu sanatlı masa, tahtaların üst üste gelmesi ve çekicin bu tahtalara tek başına çivi çakmasıyla oluştu.
Ve bu harika resim de, rüzgâr esti ve boyalar tuvalin üzerine dökülerek oluştu.
Bu fikre sizi ikna edebilirler mi? Elbette Hayır! Zira tesadüf, bir esere sanatkâr olamaz ve bir eserin ustası olarak asla gösterilemez.
Çünkü sanatla yapılmış bir eser, kendisini sanatla yapan ve varlığını yokluğuna tercih eden bir sanatkârı gerektirir. Sanatkâr olmaksızın bir eserin meydana çıkması mümkün değildir. Evet, bir harf kâtipsiz, bir masa ustasız ve bir resim de ressamsız olamaz.
İşte bu hakikate “Hudus Delili” denilir. Hudus: Sonradan yaratılma, demektir. Sonradan yaratılana “Hâdis” ve sonradan yaratana da “Muhdis” denilir. Her hâdisin bir muhdisi, yani her sonradan yaratılanın bir yaratıcıyı gerektirmesine de “Hudus Delili” denilir.
Bu delili şu misalle daha iyi kavrayabiliriz: Elimize bir kalem alıp bir kâğıda ‘A’ harfi yazdığımızı farz edelim. Yazdığımız bu ‘A’ harfi hâdisdir, yani sonradan olmuştur. Birkaç dakika önce yoktu, şimdi ise var. Madem ‘A’ harfi birkaç dakika önce yoktu ve şimdi var oldu. O hâlde onu yazan bir muhdis (sonradan yaratan) olmalıdır. Kâtip olmaksızın ‘A’ harfinin vücut bulması mümkün değildir. Çünkü kaidemiz şuydu: “Sonradan yaratılan her sanatlı eser, kendisini yapan ve varlığını yokluğuna tercih eden bir sanatkârın varlığını ispat eder.”
Aynen bunun gibi, gözümüz önünde yaratılan varlıklar da bir ‘A’ harfi hükmündedir. Bir kuştan tutun bir çiçeğe; bir kelebekten tutun bir ağaca; bir balıktan tutun bir arıya kadar ne kadar varlık varsa her biri ‘A’ harfi hükmündedir. Hatta ‘A’ harfi değil, belki bir kitap hükmündedir. Bir tek ‘A’ harfi bile varlık âlemine çıkabilmek için bir yaratıcıya ihtiyaç duyuyor ve o olmadan var olamıyorsa, elbette şu âlemde yaratılan hadsiz eşyanın da kendi kendine var olması mümkün değildir. Hem nasıl ki bir tek ‘A’ harfi, varlığı ile kâtibinin varlığını ispat ediyor ve varlığı ile onun varlığını haykırıyorsa; aynen bunun gibi, kitap hükmünde olan hadsiz varlıklar da kâtipleri olan Allah’ın varlığını ispat ederler ve hâl lisanı ile Allah’ın varlığına şehadet ederler.
Şimdi, bir harfin kâtipsiz, bir resmin ressamsız ve bir fiilin failsiz var olamayacağını kabul eden insan, nasıl olur da şu kâinat kitabının kâtipsiz ve içindeki hayatdar manzaraların sahipsiz ve kâinatta cereyan eden bunca fiilin failsiz olacağına hükmeder? Ve bu hükmü verene nasıl insan denilebilir?
Hudus delilini, kâinatın yokken var edildiğini göstererek de kullanabiliriz. Zira misalimizdeki ‘A’ harfi gibi, kâinatta bir zamanlar yoktu ve sonradan yaratıldı. Madem sonradan yaratılan her şey, bir yaratıcıya muhtaçtır. O hâlde şu kâinatın da bir yaratıcısı olmalıdır. O yaratıcıdır ki, kâinatın varlığını yokluğuna tercih etmiş ve bu âlemi yokluk karanlıklarından varlık âlemine çıkarmıştır.
.
Suret verme delili
Sizlere yirmi bin kelimelik bir lügat verilse ve bu lügata, lügatta olmayan bir kelimeyi eklemeniz istense, bu yeni kelimeyi ekleyebilmek için ilk önce ne yapmalısınız?
İlk yapmanız gereken, lügatta geçen bütün kelimeleri ezberlemektir. Zira lügatta geçen kelimeleri bilmeden yeni bir kelime eklemek mümkün değildir.
Peki, sizlere yirmi bin kelimelik değil de, yedi milyar kelimelik bir lügat verilse ve bu lügata her gün üç yüz elli bin yeni kelime eklemeniz istense, bunu yapabilir misiniz? Elbette hayır!
Peki, bunu yapabilmek için -bilgisayar gibi bir cihaz kullanmaksızın- kaç kişinin çalışması gerekiyor?
Bir de aynı zamanda bu kişilere, bir milyon farklı lügat daha verilecek ve bu lügatlara da her gün yeni kelimeler ekleyecekler. Bu lügatlardan bir kısmına her gün yüz bin kelime, diğer bir kısmına beş yüz bin kelime ve bazılarına da her gün milyon değil, milyarlarca kelime eklenecek. Eklenen her bir kelime de o lügattaki hiçbir kelimeye benzemeyecek. Acaba bunu yapmak mümkün müdür?
Peki, bu işin mükemmel bir şekilde yapıldığını ve bir milyon farklı lügatın her birisine, her gün yüz binlerce ve milyonlarca yeni kelimelerin eklendiğini görseniz, bu hadiseyi tesadüfe havale edebilir misiniz? Elbette hayır!
Bu misaller gibi, insan nevi de bir lügattır. Her bir insanı bir kelimeye benzettiğimizde, şu anda bu lügatın yedi milyar kelimesi vardır. İnsan lügatının kelimesi olan her bir insan, bir diğerine benzememektedir. Ve her gün bu lügata üç yüz elli bin yeni kelime eklenmektedir. Evet, her gün üç yüz elli bin insan doğmakta ve bu üç yüz elli bin ferdin hiçbirinin yüzü daha önce yaratılmış bir yüze benzememektedir. Acaba, bu lügatın tesadüfen vücut bulması ve bu lügata her gün yeni kelimelerin tesadüfen eklenmesi hiç mümkün müdür?
Bilim adamları, yeryüzünde 1.000.000 farklı tür keşfetmişlerdir. Kuşlardan balıklara, çiçeklerden ağaçlara ve böceklerden hayvanlara; sayarak bitiremeyeceğimiz tam 1.000.000 tür!
Her bir türü bir lügata benzetirsek, demek ki şu anda yeryüzünde birbirinden farklı tam 1.000.000 lügat var. Bu lügatlardan sadece sinek lügatına bakalım: Bir baharda yaratılan sineklerin sayısı, Hz. Âdem(a.s.)’den kıyamete kadar yaratılacak olan bütün insanlardan daha çoktur. Şimdi, sinek nevi lügatındaki kelimelerin çokluğunu hayal edebiliyor musunuz? Ve bu lügattaki hiç bir kelime başka bir kelimeye benzemiyor; yani hiç bir sinek, diğer bir sineğin aynısı değildir. Acaba hiç mümkün müdür ki, trilyonlarla dahi ifade edilemeyecek kadar çok sinek kendi kendine vücut bulsun ve her biri farklı bir şekle sahip olsun? Bu hiç mümkün müdür?
Kar taneleri de bir lügattır. Bu lügatın kelimeleri olan kar tanelerinin sayısını herhâlde rakamlarla ifade edemeyiz. Bu lügatın da hiçbir kelimesi diğerine benzememektedir. Evet, her bir kar tanesi diğerinden farklıdır. Hiçbiri diğerinin aynısı değildir. Tırnak büyüklüğündeki kar tanelerinde, birbirinden farklı nihayetsiz şekiller yaratmak, Allah’tan başka kimin işi olabilir?
Dilerseniz şimdilik diğer lügatları bir kenara bırakarak, sadece insan lügatına bakalım ve bu lügattaki bir kelime olan bir insanın yüzünü bir parça inceleyelim:
İnsanın yüzünde kullanılan malzeme son derece basit ve sadedir. Tek bir deri, bir çift göz ve biraz da kıl. Buna rağmen o yüzde muhteşem bir güzellik vardır. Acaba iki aylık bir bebeğin yüzünde, o sadelik ve o basitlik içinde böyle güzel bir yüzün yaratılabileceğini, eğer görmeseydiniz ihtimal verebilir miydiniz?
Bir insan için bir yüz çizdikten sonra, ikincisi için başka bir yüz çizmek en azından ilki kadar imkânsızdır. Hepsinde aynı unsurları kullanıp her birine ayrı bir sima çizmenin zorluğunu meşhur Fransız ressam Hanry Metisse şöyle anlatıyor: “Bir ressam için gül resmi çizmek kadar zor bir iş yoktur. Çünkü daha evvel çizilmiş bütün gül resimlerini bir yana bırakıp öylece çizmesi gerekir.”
Hem insanın yüzü basit bir portreden ibaret de değildir. Oraya yerleştirilen her bir azanın sınırsız bir sanat kadar, sınırsız bir bilgiye ihtiyaç gösteren fonksiyonları da vardır. Bütün bu fonksiyonları bir kenara bıraksak bile; bu yüzde tebessüm, endişe, sevinç, korku, kahkaha gibi yüzlerce manayı dile getirmek, yüzü yaratmak kadar imkânsız değil midir? Okyanusu bir bardağa doldurmak ne kadar zor ise, insanın ruhunu simada temsil etmek de o kadar zordur. Müminin siması ruhu gibi aydınlık, kâfirin siması ise ruhu gibi karanlıktır.
Bir heykeltıraşın basit bir heykele o simetriği verebilmesi için bazen yıllarca çalışması gerekiyor. Buna mukabil saniyede dört insan ve her gün üç yüz elli bin insan son derece kolaylıkla yaratılıyor. Her birine farklı bir yüz veriliyor.
Şimdi soruyoruz: Birbirinden farklı bu yüzlerin yaratıcısı kim?
En basit maddelerden bir sanat harikası yapıp sanatında akılları hayrete düşüren bu sanatkâr kim?
Kim o yüzde sayısız manayı ifade eden?
Kim her ferde farklı bir yüz veren?
Kim o yüzdeki cihazlara mükemmel işler yaptıran?
Göze görmeyi, burna koklamayı, dile tatmayı ve kulağı işitmeyi öğreten kim?
Bütün bu kimlerin tek bir cevabı vardır: Musavvir olan Allah!
Evet, insan yüzü gibi, yağmur damlasından kar tanesine, papatyalardan karanfillere, parmak izinden göz bebeğine, karıncalardan semanın yıldızlarına ve zerrelerden galaksilere kadar her bir mevcut, kendine mahsus bir suret ve şekil ile yaratılmaktadır.
İşte her mahluka farklı bir suretin verilmesi ve o mahlukun, kendi cinsinin hiçbir ferdine benzememesi ispat eder ki: Cenab-ı Hak vardır ve birdir. İlmi nihayetsiz, kudreti sonsuz ve iradesi kayıtsızdır.
.
İsimler sahipsiz olamaz
Güneş’in, yedi rengi ile evimizin camını aydınlattığını ve ısıttığını düşünüyoruz. Şimdi, eğer camımızı aydınlatan Güneş’i inkâr edersek, acaba neyi kabul etmek zorunda kalırız?
Bir Güneş’in, vücudu ve hakikati ile birlikte camın içinde bulunduğunu kabul etmek zorunda kalırız…
Zira ortada bir ışık ve sıcaklık vardır. O hâlde bu ışığa ve sıcaklığa sahip olacak bir Güneş gerekmektedir. Eğer Güneş yok farz edilir ve camda görünen ışığın ve hararetin kaynağı olarak Güneş kabul edilmezse; o zaman bu ışık ve hararetin camın kendi malı olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü ortada bir ışık ve sıcaklık vardır. Bunların muhakkak bir sahibi ve maliki olmalıdır.
Ayrıca, böyle bir ışık ve hararet ancak Güneş büyüklüğündeki bir kaynaktan sudur edebilir. O hâlde gökteki Güneş’i inkâr ettiğimizde, camın içinde hakiki bir Güneş’in varlığını kabul etmek ve “Bu ışık ve hararetin sahibi camın kendisidir.” demek zorunda kalırız.
Güneş’in hadsiz eşyayı ışığı ile aydınlattığı ve harareti ile ısıttığı düşünüldüğünde, gökteki bir tek Güneş’i inkâr etmenin neticesi, hadsiz eşyanın içinde hakiki Güneşlerin varlığını kabul etmek ile neticelenir. Demek, gökteki tek bir Güneş’i kabul edemeyen, Güneş’in ışık ve hararetini kendinde gösteren eşyalar adedince Güneşleri kabul etmek zorunda kalır. Zira ifade ettiğimiz gibi, ortada bir ışık ve hararet vardır, bu da ancak bir Güneş’ten sudur edebilir.
Aynen bu misal gibi, Şems-i ezel ve ebed olan Allah-u Teâlâ da esma-ül hüsnası ile şu âlemi ve âlemdeki her bir eşyayı aydınlatmıştır. Misalimizdeki ışığın ve hararetin kaynaksız olamayacağı gibi, şu âlemde gözüken isimler ve sıfatlar da sahipsiz olamaz. Zira isim müsemmasız, sıfat ise mevsufsuz olamaz. Yani ortada bir isim varsa, muhakkak o isim ile isimlenmiş bir zat olacaktır. Ve yine ortada bir sıfat varsa, muhakkak o sıfatın bir sahibi olmalıdır.
Mesela, yine kalem ile bir kâğıda bir harf çizdiğimizi düşünelim. Bu fiilde ve sayfadaki ‘A’ harfinde şunlar gözükür:
1-Sayfadaki ‘A’ harfinin varlığı yokluğuna tercih edilmiştir. Zira biraz önce o sayfada ‘A’ harfi yokken, şimdi bir ‘A’ harfi vardır. Bir şeyin yokluktan varlığa çıkabilmesi, yani varlığının yokluğuna tercih edilebilmesi için ise kâtibinin ve failinin irade sahibi olması gerekir. İrade sahibi olmalıdır ki, varlığını yokluğuna tercih edebilsin. İradesi ve ihtiyarı olmayan bir failin, sayfadaki ‘A’ harfine kâtip olması ve kâtiplik iddiasında bulunması mümkün değildir. O hâlde ‘A’ harfinin yoktan icadı, irade sahibi bir kâtibi gerektirir.
2-Sayfadaki ‘A’ harfi, alelade bir çizgi değildir. Manası olan sanatlı bir çizgidir. O hâlde sanatkârı ve kâtibi olan zatın ilim sıfatının olması, yani “Âlim” olması gerekir. İlmi olmayanın ve okuma yazma bilmeyenin, mana ifade eden bu ‘A’ harfini yazması mümkün değildir. O hâlde ‘A’ harfinin yoktan icadı, ilim sahibi bir kâtibi gerektirir.
3-Ayrıca bu kâtibin kudret sahibi olması da gerekir. İradesi ve ilmi olsa; ama kudreti ve kuvveti olmasa, mesela felçli olsa ve elini hareket ettiremese, yine bu ‘A’ harfini yazamazdı. İşte ‘A’ harfi, mevcudiyeti ile kâtibinin kudret sahibi bir “Kadir” olduğuna da işaret eder.
4-Yine kâtibinin hayat sahibi olması gerekir. Zira hayatı olmayanın; ilmi, iradesi ve kudreti olamaz. Hayat sahibi olmayan bir taşın yanına bir kalem ve kâğıt koysak ve bir milyon sene onları baş başa bıraksak, sayfada bir ‘A’ harfini göremezsiniz. Demek “A” harfi, varlığı ile kâtibinin “Hayy” (hayat sahibi) olduğuna işaret eder.
Bu misalleri ve ‘A’ harfinin kâtibine yaptığı delaletleri çoğaltabilirsiniz.
Şimdi ‘A’ harfine bir kâtip arayacağız. Eğer biz kâtip olarak, onu çizen insanı inkâr eder ve “Bu ‘A’ harfini bu kalem yaptı.” dersek, o zaman kâtipte bulunması gereken irade, ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları kaleme vermek ve “Bu kalem âlimdir, irade sahibidir, kudret sahibidir, hayatı vardır…” gibi bir hezeyanı kabul etmek zorunda kalırız. Çünkü ortada gözüken isim ve sıfatlar vardır. İsim müsemmasız, sıfat ise mevsufsuz olamaz. İşte bu yüzden, harfin kâtibi olarak kim kabul edilirse, kâtipte olması gereken ilim, irade, kudret ve hayat gibi sıfatların da o zatta varlığını kabul etmemiz gerekecektir.
Aynen bunun gibi, kâinat da bir harf ve bir kitaptır. Kâtibi olarak Allah-u Teâlâ kabul edilmezse, bu kitapta gözüken bütün isim ve sıfatları atomlara, sebeplere, tesadüfe, tabiata vermek âdeta onları uluhiyet makamına çıkarmak demektir. Bir Allah’ı aklına sığıştıramadığı için kabul etmeyen adam, zerreler ve atomlar adedince ilahları kabul etmek zorunda kalacaktır.
Dilerseniz bu meseleyi bir misal ile izah ederek anlamaya çalışalım:
Her vakit gözümüz önünde bulutlardan yağan yağmurları temaşa ederiz. Acaba hiç düşündük mü, yağmurun oluşabilmesi için failinde hangi sıfatların bulunması gerekmektedir?
Şimdi bu hadisede gözüken isim ve sıfatlara bakalım:
1- Yağmurun varlığı yokluğuna tercih edilmiştir. Yani yağmur damlaları bir vakit önce yoktu, şimdi ise var. Bir şeyin varlığını yokluğuna tercih edebilmek ancak irade sıfatına sahip olabilmek ile mümkündür. O hâlde yağmuru yapan zatın iradesi olmalıdır. İradesi olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.
2- Yağmurun yapısında iki hidrojen ve bir oksijen vardır. İki hidrojen ve bir oksijeni bir araya getirerek yağmur tanelerini oluşturmak ise ancak nihayetsiz bir ilmin sahibi olmak ile mümkündür. O hâlde yağmuru yapan zatın ilmi de olmalıdır. İlmi olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.
3- Yağmuru yapabilmek için ayrıca nihayetsiz bir kudrete sahip olmak lazımdır. Zira yakıcı ve yanıcı iki maddeyi birleştirip yangın yerine su icat etmek ancak sonsuz bir kudret ile olabilir. O hâlde yağmuru yapan zatın kudreti de olmalıdır. Kudreti ve kuvveti olmayanın tek bir damlaya sahip olması mümkün değildir.
4- Yağmur tanelerini birbirine çarptırmadan yağdırabilmek ve yağmura saymakla bitmeyecek kadar çok menfaatler takabilmek için hikmet sahibi olmak gerekir. Hikmeti olmayanın tek bir damlayı icat edebilmesi ve yağmura bunca faydaları takabilmesi mümkün değildir. O hâlde yağmuru yapan zatın hikmeti de olmalıdır. Hikmeti olmayanın tek bir damlayı icat etmesi mümkün değildir.
5- Yağmur yaratılırken tek başına ele alınmamış, bütün eşya ile alakaları gözetilmiştir. Mesela, o yağmuru insan ve hayvanlar içer, toprak onunla canlanır ve bitkiler ve ağaçlar onunla hayat bulur. Yani yağmur yaratılırken, tek başına planlanmamış ve bütün eşya ile alakaları düşünülerek onlara fayda sağlayacak bir şekilde yaratılmıştır. Yani yağmuru yaratan zat, hem insanı, hem hayvanatı ve hem de bitkileri bilmelidir ki, onların vücutlarına faydalı bir şekilde yağmuru yaratabilsin. Bu ise bütün eşyayı ihata ile olur. Bütün eşyayı ayna anda ihata edemeyen ve onları göremeyen, yağmuru onlara faydalı kılamaz. O hâlde yağmuru yapan zatın ihatası ve görmesi de olmalıdır. Muhit (ihata edici) ve Basîr (gören) olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.
6- Yağmuru yeryüzü ahalisine göndermek, sonsuz bir rahmetin eseridir. Yeryüzü ahalisine acımayanın ve rahmeti olmayanın yağmuru yaratması mümkün değildir. O hâlde yağmuru yapan zatın rahmeti olmalıdır. Rahmeti olmayan, tek bir damlaya sahiplik iddiasında bulunamaz.
7- Saydığımız sıfatlara sahip olabilmek için ise ilk önce hayat sahibi olunması gerekir. Zira hayatı olmayanın ne iradesi, ne ilmi, ne kudreti ve ne de diğer sıfatları olamaz.
Yağmurda gözüken daha onlarca isim ve sıfat vardır. “Arife tarif yeter.” sırrınca meseleyi daha uzatmayarak kısa kesiyoruz.
Şimdi bizler, yağmuru yaratabilecek bir fail arayacağız:
Gördük ki, yağmuru yaratan zatın iradesi, ilmi, kudreti, hikmeti, rahmeti, ihatası, görmesi, hayatı gibi daha birçok isim ve sıfatlarının bulunması gerekir. Bu sıfatlara sahip olamayanın, tek bir damlaya sahip olması mümkün değildir. Zira ortada hikmetle yaratılmış yağmur taneleri ve onda gözüken isim ve sıfatlar vardır.
Acaba bu isimler ve sıfatlar kimindir? Biz “Allah’ındır.” diyor ve yağmuru yaratma fiilinin, Allah’ın bir fiili olduğunu ve Allah’tan başka kimsenin bu hikmetli fiile fail olamayacağını kabul ediyoruz.
Eğer biri çıkar ve tersini söyleyerek Allah’ı inkâr ederse, o hâlde “yağmuru yaratmak” fiiline bir fail göstermelidir. Zira ortada bir fiil vardır ve fiiller failsiz olamaz. Ve gösterdiği failde, mezkûr isim ve sıfatların varlığını da kabul etmek zorundadır. Zira bu isim ve sıfatlara sahip olamayanın, yağmuru yağdırma fiilini gerçekleştirmesi ve tek bir damlayı icat etmesi mümkün değildir.
O hâlde yol ikidir: Ya Allah kabul edilerek “yağmuru yaratma” fiili ona isnat edilecek ve bu hadisede gözüken isim ve sıfatların müsemması ve mevsufu olarak Allah kabul edilecek. Ya da fail olarak bulutun kendisi kabul edilerek, yağmurda gözüken mezkûr isim ve sıfatlara, bulutun bizzat kendisinin sahip olduğu iddia edilecektir. Yani mevhum fail olan bulut, Allah’ın sıfatlarına sahip olarak uluhiyet makamına çıkartılacak, âdeta ona ilahlık makamı verilecektir.
Sözün özü: Yağmurda gözüken isim ve sıfatlar vardır. Bu isim ve sıfatların sahipsiz olması mümkün değildir. Allah’ı inkâr eden birisi ilk önce, hayatsız ve kendinden bile haberi olmayan buluta; Allah’ın ilmi kadar bir ilmi, Allah’ın kudreti kadar bir kudreti, Allah’ın hikmeti kadar bir hikmeti, Allah’ın rahmeti kadar bir rahmeti ve Allah’ın sahip olduğu diğer isim ve sıfatları verecek ve daha sonra küfrüne itikat edebilecektir. Bu itikat ile de âdeta bulutu kendisine bir ilah yapacaktır. Zira ilah demek, saydığımız isim ve sıfatlara sahip olan zat demektir. Bu isim ve sıfatları kime verirseniz, ilah olarak da onu kabul etmişsiniz demektir. Nasıl ki misalimizde, Güneş’i inkâr eden kişinin, camın içinde hakiki bir Güneş’in varlığını kabul etmesi gerekiyordu; çünkü bu ışığa sahip olana Güneş denilir. Aynen bunun gibi, cam hükmündeki eşyada tecelli eden isim ve sıfatların sahibi olarak da kimi kabul ediyorsak, bizim ilahımız odur. Çünkü ilah, bu isim ve sıfatların sahibine denir.
Biz sadece yağmura ve onda tecelli eden isim ve sıfatlardan bazılarına baktık. Bir de kâinata bakın ve onda tecelli eden isim ve sıfatları görün! Sonra o isim ve sıfatlara sahip olabilecek bir fail ve sanatkâr bulmaya çalışın! Semalara çıkın, denizlerin dibine dalın, sahralarda gezin, âlemde bakmadığınız hiçbir taşın altı kalmasın! Acaba kâinatta gözüken bu kadar isim ve sıfatlara sahip olabilecek Allah’tan başkasını bulabilecek misiniz?
.
Hayat verme delili
Olması mümkün değildir; ama faraza eğer olsaydı: Bir kimsenin, ölmüş bir kuşu gözümüzün önünde dirilttiğini görsek. Ne kadar şaşırır hatta gözümüzü yalanlardık. Bu olayı da ölünceye kadar unutmazdık. Zira hayat verme hakikati, bu kadar etkileyici ve şaşırtıcı bir hakikattir.
Hâlbuki bizi şaşırtan, gözümüzü yalanlamamıza sebep olan ve ölünceye kadar da aklımızdan çıkmayan şey, ölmüş bir kuşun gözümüz önünde diriltilmesinden başka bir şey değildir.
Acaba ölen bir kuşu diriltmek mi daha hayret vericidir? Yoksa ölü yumurtalardan hayat sahibi kuşları çıkartmak mı?
Ya da ölü bir kuşu diriltmek mi daha şaşırtıcıdır? Yoksa nutfe denilen su damlacıklarından hayat sahibi mahlukları yaratmak mı?
Ya da ölü bir kuşu diriltmek mi daha acayiptir? Yoksa çekirdek ve tohumlardan, hayat sahibi olan bitki ve ağaçları yaratmak mı?
Acaba bu şaşkınlığı ve hayreti niçin Allah-u Teâlâ hakkında yapmıyoruz. Hâlbuki Allah-u Teâlâ çok daha hayret verici diriltmeleri her vakit gözümüz önünde yapmaktadır. Şöyle ki:
Gözümüz önünde görüyoruz ki, hayata son derece muhalif olan maddelerden hayat fışkırmakta ve yeryüzü hayat sahipleriyle dolup taşmaktadır. Hayatı olmayan tohumlardan, çekirdeklerden, yumurtalardan ve nutfe denilen su damlacıklarından yaratılan mahluklar; hayat sahibi olmakta ve bir kısmının da ruhu bulunmaktadır. Hayatı olmayan bu maddelerin, kendilerinde olmayan hayatı başkasına vermesi elbette düşünülemez. O hâlde gözümüz önündeki bu hayat, ancak ve ancak Hayy-u Kayyum olan Allah’ın yaratmasıyla olabilir. Demek Allah’ın varlığına en büyük delillerden biri de hayat verme hakikatidir.
Şimdi, Allah’ı inkâra yeltenen kişiye soruyoruz: Yumurta, çekirdek, tohum ve su damlacıkları gibi en basit maddelerden hayat sahibi varlıkları yaratan ve bu maddelerden hayatı fışkırtan kimdir? Bu hikmetli tasarrufa Allah’tan başka kim fail olabilir?
Acaba her şeyiyle güzel ve sevimli olan bu hayatın devamı için neler gerekli olduğunu hiç düşündük mü? Şüphesiz bunun için binlerce sebebin bir araya gelmesi gerekli. Bunlardan birinin azlığı veya çokluğu hayatı felç edebilir.
Mesela, sıcaklık ve soğukluk dengesindeki ufacık bir aksaklık her şeyi yok edebilir. Isı öyle ayarlanmalıdır ki canlılar hayatlarını devam ettirebilsinler. Sıcaklığın altmış dereceyi geçmesi canlılar için ölüm çanının çalması demektir.
Hayatın başka bir önemli şartı da atmosferin hayata elverişli tarzda hazırlanmasıdır. Gazların bugünkü hâlleriyle bir arada bulunmaları ihtimali, aslından hesap rakamlarına girmeyecek kadar küçüktür. Gazların belirli bir kaçış hızı vardır. Kafesteki kuş misali… Bu hızda azalma veya çoğalma olsa denge bozulur. Fakat onları kaçmaya zorlayan hızla, atmosferde tutan yerçekimi öylesine dengelenmiştir ki kaçıp dağılmaları söz konusu değildir.
Hayat için su da şarttır. Suyun kaynağı ise okyanus ve denizlerdir. Dünyamızda saniyede 16 milyon ton, senede 505 milyon kere milyon ton su buharlaşır ve rüzgârlarla dört bir yere dağılır. İhtiyaç olan bölgelere bırakılır. Sonra tekrar buharlaşıp yeryüzünden gökyüzüne çıkar. Ta ki hayat devam edebilsin. Bunca suyu buharlaştırmak için 300 bin milyar kere milyar kaloriye ihtiyaç vardır. Bunu kömürle karşılamaya kalksak 4.1016 ton kömüre ve Türkiye bütçesinin yüz milyarca misli paraya ihtiyaç vardır.
İşte hayatın varlığı için bütün diğer şartları bir kenara bıraksak bile, acaba bütün sebepler ihtiyar ve iktidar sahibi olsa; sadece sıcaklık, atmosfer ayarı ve su teminine güçleri yeter miydi?
.
Ruh verme delili
Hayat verme gibi, ruhlandırma hakikati de Allah’ın varlığını ispat etmektedir. Zira ruhun varlığı, Allah’tan başka hiç bir sebep ile izah edilemez. Ruhun varlığı kabul edildikten sonra Allah’ı inkâr etmek mümkün değildir. Zira “Bu ruh nasıl vücuda geldi?” sorusuna verilebilecek hiç bir maddi cevap yoktur. Ruhun varlığı, Allah’ın yaratmasından başka hiçbir şey ile izah edilemediğinden dolayıdır ki, ateistler ruhun varlığını inkâra yeltenmişlerdir. Çünkü ruhun varlığı kabul edilirse, onu yaratan Allah da kabul edilmek mecburiyetindedir. Bizler bu makamda ruhun varlığına ait delilleri beyan etmeyi uygun görüyoruz. Zira “Bu ruhu kim yarattı?” sorusunu kâfire sorabilmek için ilk önce ruhun varlığını ispat etmemiz gerekmektedir. O hâlde ilk önce ruhun varlığını ispat edelim ve daha sonra da sorumuzu soralım.
1- Hukuk, kardeşlik ve aile gibi kavramlar ancak ruhun varlığını kabul ile kaimdir. İsterseniz biraz daha açalım: Bilindiği gibi insan altı ayda bir bedenindeki bütün hücreleri değiştirmekte, âdeta yeni bir insan olmaktadır. Şimdi bir katilin mahkemede hâkimin karşısına çıktığını düşünelim. Hâkim ona ceza olarak yirmi sene hapis vermiş olsun. Bu katil hâkime dönerek şöyle dese: “Siz bana ceza veremezsiniz. Çünkü cinayeti işleyen ben değilim. Hücrelerimin değişmesi ile ben yeni birisi oldum. Şu andaki cismim masumdur.” Bu sözlere karşı hâkim ne diyebilir ki? Hiçbir şey! Çünkü o da eski hâkim değildir. Bir de kardeşlik ve aile mefhumunu düşünün. Beni dünyaya getiren annemin defalarca maddi bedeni değişikliğe uğradı. Beni dünyaya getirdiği andaki vücudundan geriye hiç bir şey kalmadı, tamamen değişti. Benim annem maddi cihetiyle, beni doğurduktan altı ay sonra öldü. Eğer ruhun varlığı kabul edilmezse bu çıkmazdan nasıl çıkılır?
2- İnsan bir boşlukta dünyaya gelse ve göz, kulak, el gibi azaları olmasa; uzunluk, yakınlık, büyüklük, küçüklük gibi mefhumları anlayamamakla birlikte, kendi varlığından asla şüphe etmez. Zira göz, kulak ve el gibi azalar insanın dış âlemi tanıyabilmesi için gereklidir. Kişi, o azalar olmadan dış dünyayı tanıyamaz; ama kendi varlığından da şüphe etmez. İşte bu durumda kendini bilen varlık ruhtur.
3- İnsan bir iş yaptığında “Ben yaptım.” der. Bu “Ben yaptım.” sözüyle, fiillerini azalarına isnat etmez. Yani “Ben yaptım.” derken, “Elim yazdı, ayağım koştu, kulağım işitti…” gibi manaları kastetmez. O hâlde insanın “Ben yaptım.” sözüyle kastettiği “ben” nedir? İnsan “ben” demekle nefs-i natıkasını, yani ruhunu kasteder. “Benim kalemim.” dediğinde, o “ben” ruhtur.
4- Maddenin tabiatında irade ve seçebilme yeteneği yoktur. Hâlbuki insanda nihayetsiz iradi hareketler vardır. Eğer insan sadece maddi bir varlık olsaydı, insanda iradenin olmaması gerekirdi. Çünkü maddede irade yoktur. O hâlde bu iradi hareketlerin sahibi madde olamayacağına göre ruh olmalıdır. Demek insandaki irade, ruhun varlığına açık bir delildir.
5- Maddenin tabiatında irade olmadığı gibi; işitmek, görmek, tatmak, hissetmek gibi diğer sıfatlar da yoktur. Eğer insan, ruhu olmayan maddi bir varlık olsaydı. O hâlde mezkûr sıfatların insanda bulunmaması gerekmekteydi. Madem vardır; o hâlde insan sadece maddeden yapılmış bir varlık değildir. Onun bir ruhu vardır ve bu sıfatlar da ruhun sıfatlarıdır.
6- Beyin açılarak, parmağı oynatmakla görevli sinire tembih yapılsa, parmak hareket eder. Fakat asla bir düğmeyi ilikleyemez. Çünkü düğmeyi iliklemek kompleks bir harekettir ve hiçbir siniri tahrik etmekle bu fiil gerçekleşmez. O hâlde sorumuz şu: Parmağa, düğmeyi iliklettiren beyin değilse, nedir? Elbette ruhtur!
7- Maddenin hareket edebilmesi için ona maddi bir temas gerekmektedir. Maddi bir temas olmaksızın maddenin hareketi mümkün değildir. Hâlbuki televizyon seyreden bir insan; güler, ağlar, korkar, heyecanlanır ve hakeza… Acaba gülen veya ağlayan madde midir? Elbette hayır, çünkü maddi bir temas gerçekleşmedi. Öyleyse bu fiiller kime aittir? Elbette ruha!
8- Bir insanı ölmeden tarttık 70 kg geldi. Öldükten sonra tarttık yine 70 kg . Acaba bu insandan ne çıktı ki; güler, koşar ve konuşur bir hâlde iken birden cansız bir hale geldi? Elbette ruh. Çünkü maddi bir kayıp olmadığı tartı işlemi ile ispat edildi.
9- Herkesin beyni aynı şekilde çalışır; ama buna rağmen fikir farklılıkları vardır. Acaba bu fikir farklılıklarının sebebi nedir? Elbette farklı ruhlarının bulunmasıdır. Eğer fikir sadece beynin bir fonksiyonu olsaydı, herkesin aynı düşünmesi gerekirdi. Zira maddenin sıfatları sabittir ve değişmez. Demek fikirlerin farklılığı, ruhun varlığına bir delildir.
10- Maddi bilimin dahi kabul ettiği telepati, ruhun varlığından başka hiçbir şey ile izah edilemez. Birbirlerinden kilometrelerce uzak olan iki insanın vasıtasız muharebe etmesi, madde ile nasıl izah edilebilir? Demek telepati de ruhun varlığına bir delildir.
11- Telekinezi denilen; maddeye temas etmeden, düşünce ile maddeyi hareket ettirmek ancak ruhun varlığı ile izah edilebilir. Dikkat ve konsantrasyon sonucunda kaşıkları eğenleri, önlerindeki eşyaları harekete geçirenleri görmüşüz veya okumuşuzdur. Acaba bu hadiseyi madde ile izah etmek mümkün müdür? Elbette değildir! O hâlde telekinezi de ruhun varlığına bir delildir.
12- Rüyalar da ruhun varlığına bir delildir. Birçok zaman rüyamızda gördüklerimizin o gün veya daha sonra vukua geldiğini görürüz. Bu, ruhun gayb âlemlerine yakınlaşması sonucunda elde ettiği bir bilgidir. Ruhu inkâr edersek bu hadiseyi ne ile izah edebiliriz? Demek rüyalar ve bilhassa sadık rüyalar ruhun varlığını ispat etmektedir.
13- Şimdi hayalinizi kullanarak vücudunuzdaki bütün etleri bir yerde toplayınız. Şimdi de kemikleri ve sırasıyla kılları, gözleri, tırnakları ve diğer maddi azaları da aynı yerde toplayınız. Şimdi soruyoruz: Duygularınız nerede? Şefkat, muhabbet, aşk, hırs, kin gibi yüzlerce his nerede? Eğer bunlar maddi bedenin malı olsaydı, onları da hayalen bir tarafa ayırmamız ve vücutlarını görmemiz gerekirdi. Demek bu duygular cismin değil, ruhun malıdır. O hâlde insanda bulunan her bir duygu ruhun varlığına bir delildir.
14- İnsanlarda lütuf, cömertlik, cesaret, ilim gibi sıfatlar farklı farklıdır. Birisinde deniz iken, diğerinde damladır. Eğer bunlar maddenin özellikleri olsaydı bütün insanlarda aynı derecede olması gerekirdi. Çünkü maddenin sıfatları sabittir ve değişmez. O hâlde bunlar maddenin sıfatı olmaz; ancak ruhun sıfatlarıdır. Demek insanlarda farklı derecelerde bulunan bütün sıfatlar ruhun varlığını ispat etmektedir.
15- Neşe ve elem iki kaynaktan gelir. Birisi cismanî elemler ve lezzetlerdir. Diğeri ise ruhanî elemler ve lezzetlerdir. Mesela dostuna kavuşan bir kimse lezzet duyar. Bu maddî değil, ruhanî bir lezzettir. Yine denilmiştir ki: “Kılıç yarası iyileşir; ama dil yarası iyileşmez.” Acaba dilin yaraladığı şey, ruhtan başka bir şey midir? Demek insanın aldığı bütün ruhanî lezzetler ve elemler, ruhun varlığını ispat etmektedir.
Ruhun varlığını, mezkûr on beş delil ile ispat ettikten sonra, şimdi kâfire soruyoruz:
Kimdir ruhu yaratan ve onu hayat sahiplerine üfleyen? Allah’tan başka kim vardır, bu hikmetli icada fail olabilsin?
.
İntizam delili
Allah’ın varlığına en büyük delillerden biri de intizam hakikatidir. Zira şu kâinatta, sinek kanadından tutun semavatın kandillerine, bir atomdan tutun denizlerin diplerine kadar öyle bir intizam vardır ki intizamı yaratan zatın varlığını güneş gibi gösteriyor.
Evet, intizam ancak bir elden sudur edebilir. Eğer birçok eller bir işe karışırsa, karıştırır. Bir memlekette iki padişah, bir ilde iki vali ve bir köyde iki muhtar olamaz. Eğer olursa karışıklık olur. Madem bu âlemde karışıklık yoktur ve intizam vardır. O hâlde bu intizamın kurucusu olan Allah da vardır ve birdir. Göz önündeki şu hassas intizam, Allah’ın varlığından başka hiçbir şey ile izah edilemez.
Kuran-ı Kerim, bu hakikate şu ayetiyle dikkat çekmiştir: “O Allah ki yedi kat gökleri yaratmıştır. Rahman’ın yaratmasında bir düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir de bak, bir çatlak görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir ve bak! Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin bir hâlde sana dönecektir.” (Mülk/3-4)
Şu kâinattaki intizamı anlatmak için ciltler dolusu kitap yazılabilir ve yazılmıştır da. Hatta değil kâinat, bir sineğin vücudundaki intizam için bile bir kitap yazılabilir. Bizler, âlemdeki ve içinde bulunan eşyadaki intizamı ilgili fenlerin kitaplarına havale ederek, sadece eşyanın en küçük yapı taşı olan atomdaki intizamı inceleyeceğiz.
Hava, su, dağlar, hayvanlar, bitkiler, vücudumuz, oturduğumuz koltuk; kısacası en küçüğünden en büyüğüne kadar gördüğünüz, dokunduğunuz, hissettiğiniz her şey atomlardan meydana gelmiştir. Atomlar öyle küçük parçacıklardır ki en güçlü mikroskoplarla dahi görmek mümkün değildir.
Atomun küçüklüğünü bir örnekle açıklamaya çalışalım: Elinizde bir anahtar olduğunu düşünün. Kuşkusuz bu anahtarın içindeki atomları görebilmeniz mümkün değildir. Görebilmek için elinizdeki anahtarı dünyanın boyutlarına getirdiğinizi farz edelim. Elinizdeki anahtar dünya boyutunda büyürse işte ancak o zaman anahtarın içindeki her bir atom bir kiraz büyüklüğüne ulaşır ve siz de onları görebilirsiniz.
Her atom, bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki yörüngelerde dönüp dolaşan elektronlardan oluşmuştur. Çekirdeğin yarıçapı ise, atomun yarıçapının on binde biri kadardır. Biraz önce bahsettiğimiz gibi, elinizdeki anahtarı dünya boyutlarına getirdiğinizde ortaya çıkan kiraz büyüklüğündeki atomların içinde çekirdeği arayalım. Ama bu arayış boşunadır; çünkü böyle bir ölçekte bile çok daha küçük olan çekirdeği gözlemleme olanağımız kesinlikle yoktur. Çekirdeği görebilmemiz için atomumuzu temsil eden kiraz yeniden büyüyüp iki yüz metre yüksekliğinde kocaman bir top olmalıdır. Bu akıl almaz boyuta karşın atomumuzun çekirdeği yine de çok küçük bir toz tanesinden daha iri bir duruma gelmeyecektir.
Şimdi, dilerseniz bu küçük yapıdaki intizamı görelim:
Atomda bulunan elektronlar, sahip oldukları elektrik yükü nedeniyle çekirdeğin etrafında sürekli olarak dönerler. Bütün elektronlar eksi (-) elektrik yükü ile yüklüdürler, bütün protonlar ise artı (+) yüküyle. Atomun çekirdeğindeki artı yük, elektronları kendisine doğru çeker. Bu nedenle elektronlar çekirdeğin etrafından ayrılamazlar.
Atomun merkezinde ne kadar proton varsa, dışında da o kadar elektron olur. Bu sayede atomların elektriksel yükü dengelenir. Ancak protonun hacmi de, kütlesi de, elektrondan çok daha fazladır. Eğer bir karşılaştırma yapmak gerekirse, aralarındaki fark, bir insanla bir fındık arasındaki fark gibidir. Ama yine de elektrik yükleri birbirinin aynıdır. Peki, acaba proton ve elektronun elektriksel yükleri eşit olmasaydı ne olurdu?
Bu durumda evrendeki tüm atomlar, protondaki fazla artı elektrik nedeniyle, artı elektrik yüküne sahip olacaklardı. Bunun sonucunda da evrendeki her atom birbirini itecekti. Acaba evrendeki atomların her biri birbirini itse neler yaşanır?
Yaşanacak olan şeyler çok olağandışıdır. Atomlardaki bu değişiklik oluştuğu anda, şu anda bu kitabı tutan elleriniz ve kollarınız bir anda paramparça olurlar. Sadece elleriniz ve kollarınız değil; gövdeniz, bacaklarınız, başınız, gözleriniz, dişleriniz, kısaca vücudunuzun her parçası bir anda havaya uçar. İçinde oturduğunuz oda, pencereden gözüken dış dünya da bir anda havaya dağılır. Yeryüzündeki tüm denizler, dağlar, Güneş Sistemi’ndeki tüm gezegenler ve evrendeki bütün gök cisimleri aynı anda sonsuz parçaya ayrılıp yok olurlar. Ve bir daha da evrende gözle görülür hiçbir cisim var olmaz.
Üstelik canlılar için böyle bir olayın yaşanması, elektron ve protonların elektrik yükleri arasındaki dengenin sadece ve sadece 100 milyarda bir oranında değişmesiyle gerçekleşebilir. Evrenin yok olması ise, bu dengedeki milyar kere milyarda bir oynama ile meydana gelir. Yani evrenin ve canlıların varlığı, böyle hassas bir intizam ile mümkündür.
Buraya kadar anlattıklarımız tek bir atomun içindeki kusursuz intizamın sadece birkaç küçük detayıydı. Aslında atom, üzerine ciltlerce kitap yazılabilecek kadar kapsamlı bir yapıya ve intizama sahiptir.
Şimdi, yıldızların intizamlı hareketlerinden varlıkların intizamlı vücutlarına, azaların intizamlı yaratılışından dişlerin intizamlı dizilişine kadar, kâinatta ve içindeki eşyadaki intizamı düşünün. Daha sonra şu sorunun cevabını verin: Düz yoldaki bir arabanın intizamlı hareketi gibi basit bir intizamı dahi, şoförün varlığına bağlamak zorunda olan insan, nasıl olur da şu kâinattaki intizamı tesadüfe ve sebeplere havale edebilir?
.
Kalıp delili
Bir pinpon topu yapmak isteseniz, ilk önce ne yapmanız gerekir?
İlk yapmanız gereken, pinpon topu için bir kalıp hazırlamaktır. Kalıp olmaksızın onu imal edemezsiniz. Kalıba duyulan ihtiyaç, imal edilen her eşya için geçerlidir.
Mesela yapay bir çiçek yapmak istiyorsunuz. Yine ilk yapmanız gereken, o çiçek için bir kalıp hazırlamaktır. O çiçeği ancak bu şekilde imal edebilirsiniz.
Şimdi de toprağı düşünelim:
Aynı toprak beş yüz bin çeşit farklı bitkiyi kendinde bitirebiliyor. Hangi tohumu veya çekirdeği o toprağa atsanız, ondan farklı bir bitki ve ağaç çıkıyor. Bu olayın iki farklı izahı olabilir:
1- Bu bitkileri, çiçekleri ve ağaçları yaratan Allah-u Teâlâ’dır. O’nun ilminde her bir bitki ve çiçek için, ilmî ve manevi kalıplar vardır. Nihayetsiz ilmi ile her bir bitki için, farklı kaderî kalıpları tayin etmiştir. Nihayetsiz olan kudreti ile atomları ve elementleri bu manevi kalıplara sevk eder ve o mahluku yaratır. Bütün bunlar, O’nun irade etmesi ile bir anda vuku bulur.
2- Eğer Allah-u Teâlâ’nın varlığı -hâşâ- kabul edilmezse, şu iki şıktan birisi kabul edilmek zorundadır:
A-) O toprağın içinde bitkiler adedince maddi kalıplar olmalıdır. Toprak, bu maddi kalıpları kullanarak nebatatı icat etmektedir. Zira ortada bir eser vardır ve bu eserin meydana gelebilmesi için de kalıba ihtiyaç vardır. Kalıp olmaksızın böyle intizamlı bitkilerin yaratılması mümkün değildir. Yapay bir çiçek için bile maddi bir kalıba ihtiyaç varsa, bu hadsiz çiçek ve bitkilerin kalıpsız yaratılması elbette mümkün değildir. O hâlde toprakta, beş yüz bin farklı tür için, beş yüz bin farklı kalıp vardır.
Bu şıkkı, yani bir saksı toprağın içinde beş yüz bin farklı kalıbın bulunduğunu kabul etmek ‘akıl sahipleri için’ mümkün değildir. Hem iş sadece beş yüz bin farklı kalıp ile de bitmemektedir. Bu türlerin her bir ferdinin farklı bir şekli vardır. Hatta yaprak ve çiçekleri dahi kendi cinslerinden farklıdır. O hâlde bu toprakta, değil beş yüz bin maddi kalıbın bulunduğunu kabul etmek, yaratılan bitkiler adedince maddi kalıpların varlığını kabul etmek gerekiyor. Zira hiçbir bitki diğerine birebir benzemez ve her biri kendine mahsus bir kalıp ister.
B-)Eğer toprağın içinde böyle hadsiz maddi kalıpların varlığını kabul edemezsek -ki edemeyiz- o zaman toprakta manevi ve ilmî kalıpların varlığını kabul etmemiz gerekecektir. Çünkü muntazam bir eser, kalıp olmaksızın icat edilemez. Eğer kalıp maddi olmazsa, ilmî ve manevi olmak zorundadır. Yani o bir avuç toprak, bütün bitkilerin vücut yapılarını, şekillerini, yaratılış kurallarını, üzerindeki yaprakları, çiçekleri, meyveleri vs. bilmeli ve kudretiyle de atomları bu ilmî kalıplara sevk etmelidir. Bu da ancak bir avuç toprağın, Allah’ın ilmi kadar bir ilme ve Allah’ın kudreti kadar bir kudrete sahip olması ile mümkündür.
Bir daha özetlersek: Topraktan çıkan bitkiler, çiçekler ve ağaçlar bir kalıptan çıkmışçasına mükemmel bir şekilde yaratılıyor. Göz önündeki bu harikulade yaratılışı gördükten sonra ya demeliyiz ki: “Bu nebatatı yaratan Allah-u Teâlâ’dır. Allah’ın nihayetsiz ilminde her bir bitki için manevi ve ilmî kalıplar vardır. Atomlar, kudretin sevkiyle bu kalıplara girerler ve bu şekilde nebatat halk edilir.”
Eğer -hâşâ- Allah’ın varlığı inkâr edilirse, o hâlde gözümüz önündeki bu faaliyeti izah edebilmek için şu iki sözden birisi kabul edilmek zorunda kalınır:
1- Ya toprağın içinde her bir nebat için maddi kalıplar vardır. Toprak, o maddi kalıpları kullanarak bitkileri yaratır. Bu halde, bir saksı toprağın içinde bitkiler adedince maddi kalıpların varlığı kabul edilecektir.
2- Eğer toprağın maddi kalıbı yoksa ilmî ve manevi kalıpları olmalıdır. Yaratılan her bitkinin vücut yapısını ilmi ile bilmeli ve kudreti ile de zerreleri o manevi kalıplara sevk etmelidir.
Allah’ın nihayetsiz ilmini ve kudretini kabul edemeyip O’nu inkâr edenler, bir avuç toprağa Allah’ın ilmi kadar bir ilmi ve O’nun kudreti kadar bir kudreti verirken acaba utanmıyorlar mı?
Ya da gerçekten, her çeşit bitki için maddi bir kalıbının o toprakta bulunduğunu mu kabul ediyorlar?
Ya da saydığımız seçeneklerden başka bir seçenek mi var ki onunla bu eşyanın icadını izah ediyorlar?
Ya da her şeye gözlerini kapatarak “tesadüf” deyip mi geçiyorlar?
İşte Ey kâfir! Allah’ı inkâr ettiğinde neyi kabul etmek zorunda olduğuna bak ve eğer insaniyetini hâlâ kaybetmemişsen bundan utan!
.
Yardımlaşma delili
Şu âleme dikkat ile baktığımızda, varlıkların birbirinin yardımına koştuklarını görürüz. Atomlar hücrenin, hücreler organların, organlar bedenin, bulutlar bitki ve hayvanların, hayvanlar insanların… her şey birbirinin yardımına koşar ve birbirinin işini tamamlar.
Hâlbuki başkasına yardım edebilmek için, ilk önce yardım edenin iradesi olmalı ve yardım etmeyi, yardım etmemeye tercih edebilmelidir. İradenin yanında kudreti de olmalıdır. Kudreti olmazsa yardım edemez. Bunun yanında yardıma muhtaç olanı tanıyabilecek bir ilmi, onun çağrısını duyabilecek bir işitmesi, onu görebilecek bir gözü, ihtiyacını hissedebilecek bir şuuru ve daha bunlar gibi onlarca sıfatı olmalıdır.
Hâlbuki birbirlerinin yardımına koşan mahluklarda irade, kudret, işitme ve görme gibi sıfatlar yoktur. Hatta bir kısmının hayatları bile yoktur. O hâlde bu varlıkların bu yardımlaşmayı kendi başlarına ve kendi kendilerine yapmaları mümkün değildir. Demek onları yardıma koşturan, perde arkasında bir zat vardır ve olmalıdır.
Kâinattaki bütün hayat sahiplerini bir tarafa ayırsak, bu takdirde ortada hayatsız, şuursuz, iradesiz ve kudretsiz bir topluluk kalır. Bu durumda zenginin fakire, kuvvetlinin zayıfa yardım etmesi misali, hayat sahibi olanların da hayatsız olanlara yardım etmeleri gerekir.
Hâlbuki hakikat bunun tam tersidir. Cansızlar, canlılara yardım ederler. Hayatsız ve iradesiz bir şeyin kendi hesabına yardım etmesi mümkün olmadığına göre, demek hepsi birer memurdur ve Allah’ın emriyle hareket ederler.
Mesela, bulutlar yağmurları ile yeryüzü ahalisinin yardımına koşarlar ve onları sularlar. Bu hadisede üç kaziyeden birisini kabul etmemiz gerekir:
1- Bulutlar; insanları, hayvanları ve bitkileri tanırlar ve merhamet göstererek onlara yağmur yağdırırlar. Tabi bunu yapabilmek için hayat, irade, kudret ve ilim gibi sıfatlara sahip olmaları gerekir.
2- Buluta yağmuru yağdırtan insanın kudretidir. İnsan buluta yağmur yağdırmasını emreder ve bulut da yağmuru yağdırır.
Bu iki şık da kabul edilebilir değildir. Aklını kaybetmeyen hiç kimse, bu iki şıktan birini kabul edemez. O hâlde geriye sadece 3. şıkkı kabul etmek kalır.
3- Bulut Allah’ın bir memurudur. O’nun emri ile yeryüzü ahalisini sular. Yağmuru yapan da, yeryüzü ahalisine merhamet gösteren de Allah’tır.
İşte bulutların yeryüzünün yardımına koşmaları gibi, bütün eşya da birbirinin yardımına koşarlar. Şuursuz, hayatsız, iradesiz, ilimsiz, kudretsiz… mahlukların kendi kendilerine bu şefkatli yardımı yapabilmeleri mümkün değildir. İşte onların bu yardımlaşmayı yapmaktaki âcziyetleri ispat eder ki, perde arkasında bir zat vardır ve onları birbirlerinin yardımına koşturan O zattır.
Âlemde gözüken yardımlaşma hakikatinin misalleri saymakla bitmez. Biz sadece numune olması için bir misal verip Allah’ı inkâra yeltenen kişiye bazı sorular soracağız:
Kökün iki tane vazifesi vardır. Birisi, ağacı ayakta tutmaktır. Diğeri ise, ağaca lazım olan maddeleri topraktan almaktır. Lakin iğne yapraklı ağaçların (ardıç, çam gibi) yetiştiği topraklar asit karakterli olduğundan, kök lazım olan maddeleri topraktan alamaz. İşte ağaç bu sıkıntı içinde kıvranırken, birden bir mantar gider ve ağacın köküne yerleşir. Ağaca lazım olan maddeleri onun için hazırlar ve ağaca takdim eder. Ağaç da bu iyiliğe karşı ürettiği şekerin bir kısmını ona verir.
Şimdi ey Kâfir! Anlatılan bu yardımlaşma hakikatinin faili olan Allah’ı kabul etmezsen, şu sorularımıza cevap ver de görelim!
1- Mantar, ağacın bu sıkıntısını nereden biliyor? Elbette bunu bilmesi mümkün değildir. Zira bilmek, ilim sıfatına sahip olmak ile mümkündür. Mantarın ise ilmi yoktur. Yoksa sen, kendinden dahi haberi olmayan mantarın, İbni Sina kadar ilmi olduğunu mu iddia ediyorsun? Gerçi bunu o bile yapamazdı.
2- Hadi ilmi var ve ağacın sıkıntısını biliyor diyelim. Lakin ağaca yardım etmek merhametin eseridir. Merhameti olmayan yardım etmez. Hâlbuki mantarın merhameti yoktur. Yoksa sen, mantarda hadsiz bir merhametin varlığını da mı kabul ediyorsun?
3- Haydi ilim ile beraber merhameti de var diyelim. Acaba kökün yapamadığı işi, o nasıl yapıyor ve ağaca lazım olan maddeleri nasıl üretiyor? Yoksa mantarın sonsuz bir kudreti mi var, bunu da mı kabul ettin?
4- Evvela, acaba mantar, ağaca lazım olan maddeleri nereden biliyor? Hangi mektepte botanik okumuş? Mesela sen ağaca hangi maddelerin lazım olduğunu biliyor musun? Eğer bilmiyorsan şu soruyu sorabiliriz: Acaba mantar senden daha mı akıllı?
5- Acaba ağacın, bu iyiliğin altında kalmayıp ürettiği şekerin bir kısmını mantara sunması onun minnettarlığının bir eseri midir? Yani bu ağaç, iyiliğin altında kalmayacak kadar izzetli bir ağaç mıdır?
Daha bunlar gibi onlarca soru sorabiliriz. Herhâlde artık anlaşılmıştır ki, Allah’ı inkâr eden, işte bu kadar hezeyanları kabul etmek zorunda kalır.
.
ALLAH(C.C.)’YE İMAN VE ÖNEMİ
Şüphesiz ki bu dünyaya gelen her insan için ilk olarak elde etmesi gereken en önemli şey, imandır. Dünya ve ahiret saadetini kazanmanın tek yolu; ancak bu imanla yaşayıp bu imanla ölmeye bağlıdır.
Allah (c.c) kendisine şirk koşulmasını asla affetmeyeceğini; ancak şirkin dışındaki günahları da dilerse, affedeceğini Kur’an’da çok sarih bir şekilde beyan buyurmaktadır: “Doğrusu Allah (c.c) kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez; ondan berisini, dilediğine mağfiret buyurur. Kim de Allah’a şirk koşarsa, pek büyük bir günah ve yalan iftira etmiş olduğunda, şüphe yoktur.” Bu ayetten de anlaşılacağı üzere bu dünyadan imansız bir şekilde göçen bir kimsenin cennet yüzü görmeyip cehennemden de çıkmayacağı kesindir. O takdirde ebedî kurtuluş isteyen herkesin her şeyden evvel iman konusu üzerinde durarak, Allah(c.c) indinde yüzünü ak edecek sağlam bir inanca sahip olması gerekmektedir. Ancak şöyle bir mevzu da var ki her “inandım” diyen kişinin imanının Allah katında itibar görmeyeceğini, Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz hadislerinde ifade etmektedir. Avf bin Malik (r.a)’tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah(s.a.s.) Efendimiz söyle buyurmaktadır: “Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Bunlardan biri cennette ve yetmişi ateştedir. Hıristiyanlar da yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Onlardan yetmiş bir fırka ateşte ve biri cennettedir. Muhammed’in canı kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki benim ümmetim de muhakkak yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka cennette ve diğer yetmiş iki fırka ateştedir.Ya Resulallah! Cennette olan fırka kimlerdir? diye soruldu. Rasûlullah (s.a.s.) de: ‘Sünnetime uyan ve sahabelerimin yolunda olan cemaattir.’ diye cevap verdi.”
Bu hadisten de anlaşılacağı üzere bu fırkalardan maksat Ehl-i Sünnet mezhebine ters düşen itikat da yanlışa düşmüş batıl mezheplerdir. Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî gibi amel ve fıkıh konularına ait mezhepler yani helâl ve haram konularında, fıkhî meselelerde ihtilafa düşen değişik görüşler beyan eden mezhepleri kast edilmemiştir. Rasûlullah (s.a.s.)’in önemle vurgulamak istediği fırkalar, tevhid akidesinin temel meselelerinde, hayır ve şerrin takdiri, yani kader konusunda nebilik ve resullük şartlarında ve buna benzer konularda hak ehline yani Ehl-i Sünnet Ve’l- Cemaate muhalefet eden mezheplere mensup gruplardır.
O halde hak yolu arayan bir kimse itikat yani bir diğer ifadeyle iman ve onun esasları konusunda Rasûlullah (s.a.s.) Efendimizin kurtuluşa erecek fırka diye tanımladığı Ehl-i Sünnet Ve’l- Cemaate mensup olması en önemli şarttır. Peki, bu Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat denilen fırkanın özellikleri nelerdir, bunun hakkında da bir kaç şey söylemek istiyorum:
Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat, Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine, ashabın ve onların yollarını izleyenlerin sünnetine itikat, söz ve amel hususlarında sımsıkı sarılanlar ve bununla beraber bidatlerden uzak duran kimselerdir. Bunlar kıyamet gününe kadar ilahî yardıma mahzar olarak kalacaklar ve varlıklarını sürdüreceklerdir. Bunlara uymak hidayet üzere olmaktır.Muhalefet etmek ise sapıklıktır.
Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’in iman esasları ile ilgili inançları, Peygamber(s.a.s.)’in Cibril hadisinde haber verdiği şekilde altı esasa iman etmek ve onları tasdik etmek diye özetlenebilir. Peygamber(s.a.s.) bu hususta kendisine soru sormak üzere gelen Cebrail(a.s)’ın imanın mahiyeti ile ilgili sorusuna şöyle cevap vermiştir: “İman: Allah’a, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe inanman, hayrı ve şerri ile kadere iman etmendir.” O halde iman, bu altı temel esas üzerinde yükselir. Bu esaslardan biri yıkılacak olursa, elbette ki o insan mümin olamaz. Çünkü o kimse imanın esaslarından birini yitirmiş olur. Nasıl ki bir yapı ancak temelleri üzerinde yükselebiliyorsa, iman da ancak bu esaslar üzerinde yükselir.
Hz.Adem (a.s)’dan itibaren bütün peygamberler, insanları Allah’a kulluğa davet etmişlerdir. “Ben cinleri ve insanları sırf bana kulluk yapsınlar diye yarattım.” hükmü, beyanı çok acıktır. Buradan da anlaşılıyor ki sadece iman ettik demekle sorumluluk kalkmıyor, aksine kâmil bir imanın tezahürü olan salih amellerle de bu imanı izhar etmek gerekiyor.Yani ehliyet sahibi bir mümin yukarıda anlattığımız gibi itikadını, Ehl-i Sünnet Ve’l- Cemaat anlayışına göre düzelttikten sonra, Rabbimizin bütün emirlerini her türlü sıkıntıya rağmen yerine getirmekle memurdur. İşkence ve zulüm olsa dahi istikamet üzere ilerlemek mecburiyetindedir.Hz. Bilal-i Habeşî ve Yasir ailesi bunun en güzel örneklerindedir. Zerre kadar hayır ve şerrin karşılığının bir gün verileceğini unutmamalıdır. Şayet, sadece iman edilmesiyle Allah’ın rızası kazanılıp cennete gidilecek olsaydı bunu Hz.Peygamber (s.a.s.) Efendimiz gösterirdi. Ancak O bile gece gündüz demeden Rabbimize kulluktan, O’na itaatten bir an bile geri kalmamıştır. Bu yüzden bizlere düşen görev Allah’a güzel bir imandan sonra, O’na ibadete kendimizi alıştırmamız gereklidir. İnsanoğlunun karşısında öldükten sonra dirilmek, bu yaşanılan dünya hayatının bir hesabı ve bunun sonucunda da cennet veya cehenneme gitmek gibi bir durum vardır.Bunun gibi ciddi bir imtihanla yüz yüze olduğumuz halde neden şu geçici dünya hayatı insanoğluna daha sevimli ve sevgili olabilir ki ?!.. Bundan dolayı Allah’a kulluk, bizlere şu teneffüs ettiğimiz havadan, kazanmak için her gün peşinde koşulan dünyalıktan daha önemli ve elzemdir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: İman ile amel arasında sıkı bir ilişki vardır. Amel imanın muhafazasını sağlar ve onu kuvvetlendirir. İman gönüle dikilen bir ağaç ise ibadet de onun suyu ve gıdasıdır. İman ağacının büyüyüp gelişmesi için onu ibadet ve itaat suyu ile beslemek gereklidir.
Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri yoktan var eden kâinatın hâlıkı Allâh Teâlâ’yı kâmil mânâda idrâke insanın aklı kâfî gelmez ve âciz kalır. Bu itibarla Cenâb-ı Hakk’ı zâtı itibarıyla düşünüp tefekkür etmeye kalkışmak, birtakım hayaller ve evhamlardan öte bir şey kazandırmaz ve sâlim inancı zedeler. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de bundan menetmişlerdir:
“Allâh’ın nîmetlerini (yarattıklarını, kudret ve azametini) düşünün! (Ancak) Allâh hakkında (yâni O’nu zâtı itibarıyla) düşünmeye kalkmayın! (Zîrâ hiçbir varlık buna muktedir değildir.)”(Kitâbü’l-Erbaîn, c. I, s. 90)
Onun için tasavvuf büyükleri bu hususta öz olarak:
“Yâ Rab, sen kendi indinde nasılsan öylesin, bizim bütün mâlumâtımızdan hattâ tenzihimizden dahî münezzehsin!” demişlerdir.
Gerçekten de insanın Cenâb-ı Hakk’ın zâtı hakkında bir bilgiye ulaşması mümkün değildir. Zîrâ onu idrâke beşer takat ve istidâdı yetmez. Bu bakımdan zât-ı ilâhîyi kavramak, mümkün olmaz. Bu yol bize kapalıdır. Ancak sıfattan mevsûfa, eserden müessire, san’attan san’atkâra ve sebepten müsebbibe doğru giden idrâk yolları açıktır. Eğer idrâk, selîm bir irâde ve temiz bir tefekkürle Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları ile fiillerine (eserlerine) nazar edecek olsa, onun münkir olması aslâ düşünülemez. Zîrâ inkâr, zihnî ve fikrî faaliyet ile kalbî tahassüsün bozulduğu yerde başlar. Yâni eğer zihin ve kalb selîm fıtratını muhâfaza ederse, bir şahsın küfre sürüklenmesi mümkün değildir. Eğer küfür âleminde gözünü açmış bir kimse ise, küfürden kurtulma ihtimâli çok yüksek olur. Buna örnek olarak Hazret-i İbrâhîm’in müşrik bir çevrede doğup büyümesine rağmen sırf zihnî ve kalbî melekeleriyle Allâh Teâlâ’nın varlık ve birliğini hissederek O’nu tevhîd etmesi, Kur’ân-ı Kerîm’de sarâhatle beyân buyurulur.
Bu itibarla mutlak münkir olmak, düşünen bir beyin için mümkün değildir. Zîrâ bir şeye yok demekle işin içinden çıkılmaz. İknâ edici, doğru delil ve isbatlar gerekir. Hayât, kâinât ve ölüm ötesi muammâyı çözememiş olanlar, sadece yok demekle neyin delil ve isbatındadırlar? Bu durum, midesi aç olup da vücud sıhhati bozulduğu için bunun farkında olmayan kimselerin durumuna benzer ki, onların aç oldukları hâlde aç değilim demeleri, ancak hastalıklarının isbat ve delili olur. Eğer bir kimse, bütün his ve duygu sistemi felç olmuş veya narkoze edilmiş bir şahsın vücuduna batan çivinin, uzuvlarını bir kumaş gibi kesip biçen bıçağın farkında olmaması gibi yüce hakîkatlere karşı rûhunu hasta etmiş de bunun farkında değilse, onun ve onun gibiler için Cenâb-ı Hakk, âyet-i kerîmede:
“Körler, sağırlar…” tabirlerini kullanır.
Zîrâ Allâh Teâlâ, her insanın fıtratına, inanma ve hakîkati arama ihtiyacını rekzetmiş olduğundan îmân ve hakîkatten habersizlik veya kopukluk, ancak rûhî bir körlük ve sağırlık dolayısıyladır. Yoksa inanmayan kimsenin rûhu da Allâh’ı idrâke hazırdır veya idrâk hâlindedir, ama bu husûsiyeti mânevî körlük ve sağırlığı sebebiyle şuûr üstüne çıkaramamaktadır. Tıpkı görülüp de hatırlanmayan rü’yâlar gibi…
Dolayısıyla mes’uliyet ve iktidarımız kadar bizleri yoktan var eden Allâh’ı bilmek ve mârifetullâh ile irfâna ererek vâsıl-ı ilâllâh olmak için O’nun sıfat ve fiillerine doğru bir şekilde vukûfiyet elzemdir.
Dikkat edilirse beşerî ve semâvî dînlerin hepsinde “Allâh inancı” vardır. Ancak bu inanç, muhtevâda çeşitli yanlışlıklar arzetmektedir. Bu yanlışlıklar sebebiyle İslâm nazarında geçerli kabul edilmezler. Zîrâ onların inancı, kâinatın yegâne yaratıcısının noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf bir müteâl, yâni hayâl ötesi mükemmel oluşuyla bağdaşmamaktadır. Dolayısıyla İslâm, Allâh hakkında doğru bir inanç muhtevâsı için O’nun ve peygamberinin beyânına bağlı olarak birtakım sıfatlar ortaya koyar ve bu sıfatlardan herhangi birinin noksanlığını veya bunlara uygun olmayan bir başkasının ilâvesini kabul etmez. Bu sıfatlar umûmî ve meşhur tasnîfe göre iki kısma ayrılır:
a. Zâtî sıfatlar
b. Subûtî sıfatlar
Sıfat-ı selbî de denilen zâtî sıfatlar şunlardır:
VÜCÛD: Allâh vardır. Ve varlığı hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu itibarla vâcibu’l-vücûd denir. Yâni O’nun, var olmamak ihtimâli yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın dışında bütün varlıklar ise, O’nun yarattığı mahlukattır ve mümkinü’l-vücûddur. Yâni olsalar da olur, olmasalar da. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Allâh ki, O’ndan başka ilâh yoktur; O, diridir, kayyûmdur. Kendisine ne uyku gelir ne de uyuklama. Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur…” (el-Bakara, 255)
Şu uçsuz bucaksız kâinatta akılları hayret ve acze düşüren bir nizam ve âhenk olduğu âşikâr bir gerçektir. Bu nizâm ve âhenk, son derece mükemmel, ince ve hassas hesapların ebedî dengesi içerisinde hiç şaşmadan kâinât yaratıldığından beri devam edip gitmektedir. Bu cümleden olarak malumdur ki, şâyet dünyânın ekseninde 23,5 derecelik bir eğim olmasaydı, mevsimler meydana gelmezdi. Bu durumda yaz olan yer ebedî yaz, kış olan yer ebedî kış olurdu. Yahut güneşle dünyamız arasındaki mesafe biraz daha fazla olsaydı, her yer kutuplara dönerdi. Ya da mevcut olandan biraz daha yakın olsaydı, her şey yanar kavrulurdu. Bu ve benzeri keyfiyetler, bütün semâvî cisimlerin hayatı mümkün kılacak bir şekilde programlanmış olduğu gerçeğini ortaya koyar.
Böylesine mükemmel, girift (içiçe), çok ince bir hesap mekanizmasının varlığı, yaratıcısının şânına lâyık olduğu cihetle âdetâ O’nun varlık ve birliğine, kudret ve azametine ulvî bir nişânedir. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“O, gökleri yükseltmiş ve bir ölçü (denge) koymuştur.” (er-Rahmân, 7)
“Gökleri yedi kat üzerine yaratan O’dur. Rahman’ın bu yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin?”
“Bir aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar çevir bak; ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer…” (el-Mülk, 3-4)
Bir meyve bahçesinin sahibi, bir sabah kalktığında fidanların bazılarının düzensiz bir şekilde devrilmiş bulunduğunu görse, bunu bir fırtınanın veya tabiî bir âfetin neticesi olarak kabullenebilir. Ancak ağaçların devrilişinde bir hesap ve düzen olsa, meselâ her üç veya beş ağaçtan biri sırayla devrilmiş bulunsa, bunun tabiî bir âfetle meydana geldiğini kabul edemez. Anlar ki, bu hasara, hesaba muktedir bir varlık sebep olmuştur. Bu bir düşmanı olabilir. O hâlde düşünmelidir ki, beş-on ağacın devrilmesinden ibaret bir hâdisenin, şuûru olmayan sebep veya sebeplere bağlanmasını kabul edemeyen idrâkler, kâinattaki bunca hesâbî inceliğe rağmen onun sırf bir tesâdüf eseri ve kendi kendine var olduğunu iddiâ etmesi ne abes bir gaflettir! Şâir Necip Fazıl, böyle bir gaflete sürüklenenlere şöyle seslenir:
Yön yön sarılmışım ne yana baksam,
Sarılan olur da saran olmaz mı?
Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam;
Geçip de aynaya soran olmaz mı?
Hazret-i Mevlânâ da bu hususta tefekkür ve hikmet kapılarını aralayarak gözleri ve gönülleri intibâha dâvet buyurur:
“Mâdem ki değirmen taşının hareketini görüyorsun. Daha dikkatli bak da onu harekete getiren derenin suyunu da gör!”
“Toprağı, tozu havada gördün. Onları havaya kaldıran rüzgâra da bak!”
“Fikir çömleğini kaynar görmedesin. Onu kaynatan ateşe de basîretle nazar eyle!”
“Şu köşkleri, sarayları ve nice hâneleri bir yapanın olması mı mâkuldur, yoksa olmaması mı, ey akılsız!”
“Şu gördüğün yazıyı yazan bir kâtibin olması mı mâkuldür, yoksa duvarları süsleyen ve sayfaları satır satır dolduran yazılar kâtipsiz midir ey oğul!”
“Ey kişi! Bu âlemden kendi kendine meydana gelen bir şey gösterebilir misin? Kendi kendine çimlenip büyüyen bir bitkiyi toprağından ayır da gör bakalım kendi kendine mi bitmiş!..”
Şâir ne güzel söyler:
Olduysa yok iken bu mekân kendi kendine,
Ey usta, yükselirdi şu han kendi kendine!..
Damlarda diktiğin bacalar söylüyor sana,
Nâr olmadan tüter mi duman kendi kendine?
Devrânı döndüren yüce bir kudret olmasa,
Hiç şaşmadan döner mi cihân kendi kendine?
Bir kez bıraksa hâline ya bâğı bahçıvan,
Buğdaydan ayrılır mı saman kendi kendine?
Toprak susarsa, gökte bulut anlatır göze,
Irmaklar içre var mı akan kendi kendine?..
Kim görmedim diyorsa bugün arka perdeyi,
Yârın yılan olur o yalan kendi kendine!
İblîse kalsa, nûra da katran dökerdi de;
Vicdâna derdi; yalnız inan kendi kendine!..
Gözden ırak mı hastalığın zâhir illeti?
Kim der tabîb; çıkar bu çıban kendi kendine!..
Dil, Mehmedî’ye kadrini bil gönlünün dedi;
Dönmez o olmadan bu lisân kendi kendine!
Fıtratı bozulmamış her bir sâlim irâde ve gönül, kâinâttaki sebepler zincirini şuûrlu bir şekilde farkeder ve hepsinin de bir müsebbibü’l-esbâba, yâni Cenâb-ı Hakk’a vardığını idrâk ile îmân eyler. Ancak bu hususta şeytan, beşer tefekkürünü yanıltmak için her köşe başında insanoğluna binbir hîle ve tuzak kurmuştur. Nice gâfillerin düştüğü bu tuzaklara yakalanmamak bakımından Hazret-i Mevlânâ, iblîsin desisesini hatırlatarak gönülleri şöyle îkâz buyurur:
“Sen bu îmân husûsunda şeytanın oyununa gelme. O öyle bir hırsızdır ki, karanlık geceleri kollar ve fırsatını bulunca kapına gelir, tıklatır. Sen de kapıya çıkar elindeki kandili tutuşturarak gelenin kim olduğunu görmek istersin. Fakat çakmağı her çakışında o hırsız kavı tutup söndürür. Sen de karanlık dolayısıyla bunu görmeyip hakîkatin dışına çıkar ve «kav nem kapmış» dersin. Böylece kavı söndüren hırsız, sana gizli ve meçhul kalır da sen ondan gâfil olursun. Şeytan, senin îmân kandiline gaflet karanlığında işte böyle müdâhale etmektedir. Dolayısıyla seni asıl müessirden bîgâne bırakıp gönül hânenden bütün fazîletleri çalmakta ve neticede seni âhıret müflisi hâline getirmektedir. Böyle giderse gözün ve gönlün ne eserden haberdar olur, ne müessirden!..”
Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Allâh’tan hakkıyle ancak âlim kulları korkar.” (Fâtır, 28)
buyurulduğu cihetle Allâh’ın azamet ve kudretini lâyıkıyla kavramak, her şeyden önce bir ilim işidir. Bu gerçek dolayısıyladır ki makro ve mikro âlemlerin incelikleri üzerinde çalışan âlimlerden hiçbiri inançsız değildir. Bilakis onlar, meşgul oldukları sahada müşâhede ettikleri dehşet verici nizâm ve o nizâmı meydana getiren gerçekler sebebiyle yaratıcının varlığını ve kudretini herkesten daha mükemmel bir şekilde kavrarlar. Einstein’ın şu ifadeleri de bu gerçeğin bir tezâhürüdür:
“Kâinatın yaratıcısı zar oynamaz. Yarattığı hiçbir şey rastgele ve hesapsız değildir. Biz bu dünyânın denge ve âhengine hayrânız; tabî kavrayabildiğimiz kadarıyla… Diyebilirim ki tabiati araştıran herkes, bir çeşit dînî saygı sahibidir. Zîrâ o, âdetâ Allâh’ın kudretini keşfeden bir kâşiftir. Bu itibarla derin bir îmâna sahip olmayan gerçek bir bilim adamı düşünemiyorum. Bu durum şöyle ifade edilebilir:
Dinsiz bir bilime inanmak imkânsızdır. İlimsiz din kör, dinsiz ilim topaldır.”
Nitekim müsbet ilimlerle meşgul olan gayr-i müslim nice ilim erbabı müslüman olmuş ve niceleri de îmân etmese bile kendilerini hakkı teslîm etmek zorunda hissetmişlerdir. Bu hâl, Kur’ân-ı Kerîm’in bir mûcizesidir. Allâh Teâlâ buyurur:
“(Habîbim!) Gerçek ilim erbâbı, Rabbinden sana indirilen ilâhî vahyin tamâmen hakîkatten ibaret olduğunu ve Hamîd olan Allâh’ın yoluna ilettiğini elbette göreceklerdir.” (es-Sebe’, 6)
“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun(Kur’ân’ın) gerçek olduğu kendilerine iyice belli olsun! Rabbinin her şeye şâhid olması yetmez mi?..” (Fussilet, 53)
Kâinâta ibret nazarıyla bakan her göz, onda bu âyet-i kerîmelerin sayısız tezâhür sahnelerini seyreder:
Dünyâda sadece insanlar ve hayvanlar mevcud olsaydı, tabiatteki bütün oksijeni kullanıp karbondioksite çevirirler ve bir müddet sonra oksijenin azalmasına mukabil gittikçe artan karbondioksit ile zehirlenip yok olurlardı. Ancak bu âlemi var eden kudret bir de bitkileri yaratmış ve onlara da karbondioksiti kullanıp onu oksijene dönüştürme kâbiliyeti vererek âlemde bir denge ve devam edip giden bir akış meydana getirmiştir.
Diğer taraftan var edici, dünyânın dörtte üçünü su ile doldurmuştur. Dörtte birinin büyük kısmını da bitki yetiştirme kâbiliyeti olmayan kayalıklar veya çöller olarak yaratmıştır. Geride kalan çok az bir kısmı topraktır. Ancak o ne yüce bir kudrettir ki, bu toprağı, ebedî bir değişim ve hâlden hâle geçiş ile bütün canlıları doyuracak gıdâların kaynağı kılmıştır. Şöyle ki:
Bir hayvan türünü ele alalım. Bu türden ne kadar canlı gelmiş ve gelecek ise hepsi dünyâya bir anda gönderilmiş olsa idi, dünyâ mekân olarak sadece o türe kâfî gelmeyeceği gibi gıdâlar da onlara yetmezdi. Ancak Allâh Teâlâ, onları zaman sırrı ile mekândakinden daha geniş bir şekilde yayıp bir teselsül kanunu ile yaratmaktadır. Bütün canlılar için aynı nükte geçerlidir. Dolayısıyla dünyâ zaman ve mekân sırrı ile normal kapasitesinin trilyonlarca katı fazlasına sahne olabilmektedir. Yâni varlıkların âlemimizde yer alışları da bir denge ile tahdîde tâbîdir. Meselâ bir çınar ağacının her yıl milyonlarca tohum ürettiği ve bunların etrafa dağılması için tüyden âdetâ birer paraşütleri bulunduğu ve rüzgâr ile bu tohumların uzak yerlere kadar sürüklendiği bilinen bir gerçektir. Eğer bir tek çınar ağacından sâdır olan tohumlardan her biri yeni bir çınar olma imkânına sahip bulunsaydı, kısa bir zaman sonra dünyânın bitkilerin yetişmesi için müsait olan her yeri çınarların istilâsına uğrardı. Yâni koca dünyâ bir tek ağaca dar gelirdi. Diğer bütün varlıklar için de bu misâli şümullendirmek mümkündür. Bu da kâinatta kolay kolay akıl sır erdirilemeyecek bir âhenk ve dengenin mevcudiyetini gösterir.
Ayrıca Cenâb-ı Hakk, bütün bu canlılara öyle husûsiyetler vermiştir ki, benzer gıdâlarla beslenenler dahî farklı mahsuller meydana getirmekte ve bunlar da hayatı bütünüyle mümkün kılacak bir şekilde birbirlerini tamamlamaktadırlar. Meselâ yeşil bir dut yaprağını sığır veya koyun yese, ondan et, süt ve yün hâsıl ettiği hâlde, küçücük bir kurtçuk olan ipekböceği aynı yapraktan ipek istihsâl etmektedir. Aynı şeyi bir cins geyik yese, ondan misk yapar. Arının çiçek tozlarından bal yapabilmesi, kâinatta en mükemmel bir varlık olan insanın iktidarı hâricindedir. Basit birer ot olan çeşitli çiçeklerin topraktan bulup çıkardıkları renkler, kokular ve hayat kudretini hâiz yapraklar, hiçbir kimyagerin muktedir olamayacağı hârika keyfiyetlerdir. Hayvan, otu et ve süt yaparken, bir kimya labaratuvarında tonlarca ottan bir gram et veya süt îmâl etmeye insanoğlu muktedir değildir.
Akl-ı selîm sahibi bir insan bu kâinâtta nereye yönelse, Allâh’ın varlık ve azametini seyreder. Peygamber göndermek, onların diliyle, ilmiyle, ahlâkıyla beşeriyyeti kemâle erdirmek gibi tecellîler hep ilâhî lutfun eseridir. Diğer taraftan insana binbir istifadeler takdîm ederek hizmet eden bütün ilimlerin neticesi de, nihayet Allâh’ın varlık ve azametini gösterip beşere aczini tattırmak ve bulunduğu kulluk makamını idrâke yardımcı olmaktır. İnsan kendisine ve kâinâta alıcı ve idrâk edici gözlerle bakınca derhal anlar ki, zâhir olan kudret ve saltanat karşısında îmân etmemek ne kadar gülünç ve tuhaf olur. Şâir ne güzel söyler:
Süzülür nice mânâ sonsuzlarca sistemden,
Tecellî eksik olmaz âyîne-i âdemden!..
Ne müteâl hakîkat; yerler gökler direksiz,
Bir zerre yok koskoca kâinatta ölçeksiz!..
Üstünde sonsuz fezâ, altında kara toprak;
Ey kul, sana yakışan; seccâdeye kapanmak!..
Elbette ki şu sonsuz kâinât, Allâh’ın varlık ve azametinden bir nişânedir. İnsanoğluna yüce bir îmân ışığıdır.
Gökyüzünde siyah ve beyaz delikler mevcûddur. Cenâb-ı Hakk, müsbet ilmin yeni keşfettiği bu boşluklara Kur’ân-ı Kerîm’de yemîn etmektedir. “Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilirseniz bu, gerçekten büyük bir yemindir.” (el-Vâkıa, 75-76) Bugünkü ilmin henüz tespit edebildiği şu hakîkat ne kadar müthiş bir ihtişamla karşı karşıya bulunduğumuzu ifâde eder. Yıldızların doğduğu yere beyaz delik; öldüğü yere de siyah delik adı verilir. Beyaz deliklerden küçük bir cisim çıkmakta ve ânî bir genişlemeyle gövdesinin trilyonlarca katı büyüyerek dev bir yıldız kütlesini meydana getirmektedir. Ve dünyâmızdan kat kat daha büyük nice dev kütleli yıldızlar da, vakti gelince kara deliklerin içine girerek ölmektedir. Bu itibarla bizim semâmızı aydınlatan güneş de bir gün:
O gün onun ömrü de sona erecektir. O gün elbette ki kıyâmet günü olacaktır. Oradan ötesi!.. Secdeye kapanıp Allâh’a sığınmaktan başka çâre yok.
Elhâsıl gören gözler idrâk eder ki, ilâhî saltanat karşısında bu dünya, fezâda yüzen milyarlarca, trilyonlarca tozdan sadece bir tanesidir. Dağlar, ovalar, okyanuslar ve insan da bu tozun içerisindedir. İşte bu acziyetiyle insan, kulluğu dışında sadece bir hiçten ibârettir!..
Okyanuslardan bir damla kabîlinden verdiğimiz bu misâller; Hâkim, Kâdir, Kayyûm, Rezzâk ilâ-âhir bir varlığın mevcûdiyetini kabullenişin mantıkî bir zarûret olduğunu ifade eder. Fakat bu hakîkati görmek için basardan ziyâde basîretin, yâni gönül gözlerinin açık olması lâzımdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalbleri, işitecek kulakları olsun. Ama yalnız gözler kör olmaz, fakat sadırlarda olan kalbler de körleşir.” (el-Hac, 46)
İbrahim Hakkı Erzurumî Hazretleri ne güzel demiş:
Görenedir görene!
Köre nedir köre ne?
Hazret-i Yûnus da şöyle der:
Yol oldur ki doğru vara,
Göz oldur ki Hakk’ı göre…
Cümle yerde Hakk nâzır,
Göz gerektir göresi…
Zîrâ gören gözler için âlemlerin Rabbi olan Allâh Teâlâ’nın yerlerde ve göklerde O’na olan şehâdet tezâhürlerinin ne kadar ayân ve âşikâr olduğu îzâhtan vârestedir. Ehlullâh bu hakîkati kalblerinin bütün istidadlarıyla yaşarlar. Çünkü onların gönülleri mecazlardan, fânîlerden vazgeçtikleri için hakîkate ve esrâr-ı ilâhiyyeye vâkıf olmuşlardır. «Ölmeden evvel ölünüz!»hadîs-i şerîfinin muktezâsınca nefsin sultasına râm olmaktan kurtulanlar, hakîkat bahârında dirilir. Sûretlerden sıyrılırlar, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetinde hayat bulurlar. Onlarda yüce hak ve hakîkate dâir şüphe ve vesvesenin kırıntısı dahî bulunmaz. Şu misâl, bu hakîkatin pek bâriz bir tezâhürüdür:
Evliyâullâhın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdadî Hazretleri, bulunduğu mahalde birtakım insanların telaş ve merak içerisinde bir yere doğru koşuşturduğunu görünce onlara:
“–Böyle telaş ve heyecan ile nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.
Onlar:
“–Falan yerden bir âlim gelmiş! Allâh Teâlâ’nın varlık ve birliğini binbir delîlle îzâh ediyormuş! Onun bu delîl ve îzâhlarından istifâdeye gidiyoruz. İstersen sen de buyur!” dediler.
Bunun üzerine Cüneyd Hazretleri, buruk bir tebessümle onlara bakarak şöyle dedi:
“–Gören gözler, işiten kulaklar ve hisseden kalbler için kâinâtta sayısız ilâhî şehâdet terennümleri ve deliller var. Bizzât Cenâb-ı Hakk’ın kendisi hakkında nice şehâdeti var. Ey ahâlî! Bütün bunlara rağmen şüphesi olan varsa, buyursun gitsin! Bizim gönlümüzde gümânın (şüphenin) kırıntısı dahî yoktur.”
Nitekim bu mânâyı, mârifet erbâbı şöyle açıklar:
“Cenâb-ı Allâh, aslâ gâib değildir. Ancak bizim beşerî istidad ve idrâkimiz açısından«Zuhûrunun şiddetinden gâibdir.» denilebilir.”
Yâni bir odada beş bin voltluk bir ışık yansa, insanın gözündeki istidâd, bu ışığın altında hiçbir şey göremez. Tıpkı bunun gibi Cenâb-ı Hakk’ın zuhûru da, o derecede şiddetlidir ki, insan istidâdı için bir gâibdir. Yâni insanın istidadı Cenâb-ı Hakk’ı görmeye tâkat getiremeyeceği için O, bir gâibmiş gibi nazarlara tezâhürden müberrâ olmuştur. Allâh Teâlâ’nın Mûsâ -aleyhisselâm-’a:
KIDEM: Varlıkların sebep-netice münâsebetlerine bağlı olarak onların bir ilk sebepten başlaması da mantıkî bir zarûrettir. Öyle bir sebep ki, var edilmeye muhtaç olmaktan münezzeh ve bizzat var etmeye muktedir olmalıdır. İşte bu sebep Allâh’tır. İnsanların Allâh lafzıyla ifâde ettikleri varlıktır. Dolayısıyla O’nun yüce varlığının başlangıcı yoktur. Her şeyin başlangıcı O’dur. O, kadîm ve ezelîdir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“O evvel, âhir, zâhir ve bâtındır…” (el-Hadid, 3)
Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:
“Bidâyette Allâh vardı, O’ndan önce başka birşey yoktu…” (Buhârî)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- duâlarında da sık sık:
“Evvel sensin, senden önce bir şey yoktu Allâh’ım…” (Müslim, 61) ifadesi ile Cenâb-ı Hakk’a ilticâ eyler ve ümmetine de böyle tavsıye buyururdu.
BEKÂ: Varlığının sonu yoktur, ebedîdir. Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulur:
“Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâkî kalacak.” (er-Rahman, 26-27)
Bekâ sıfatının bu âlemde tecellîsi yoktur. Bunun için dünyâdaki her şey âdetâ bir devre-mülk gibidir. Zîrâ Cenâb-ı Hakk, bu sıfatını, yâni Bekâ’yı yalnız kendisine tahsîs buyurmuş ve mahlûkatını fânîlikle mâlûl kılmıştır.
Kabristanlarda mezar taşlarına yazılan «Hüve’l-Bâkî» (yalnız O Bâkî’dir) yazıları da bu hakîkatin bir ifâdesidir. Yûnus Emre Hazretleri, O’ndan başka her şeyin fânî olduğunu şöyle hatırlatır:
Bir imâret göster bana,
Kim sonu vîrân olmaya..
Kazan şol malı kim senden
Dökülüp geri kalmaya…
Bu bakımdan ehlullâh hazarâtı, şu gel-geç âlemden sıyrılarak fenâ-fillâh ve bekâ-billâh mertebelerine nâil olmayı en büyük devlet bilirler. O ârif kullar, dünyânın fânî lezzet ve alâkalarına aldanmazlar ve «ölmeden evvel ölünüz» sırrı ile sonsuzluk iklîmine kanat açarlar. Evvelâ:
“Ölür ise ten ölür; canlar ölesi değil!” diyerek ten esaretinden kurtulur, gönül yolculuğuna devam ederler. Nihâyet vâsıl-ı ilâllâh olarak:
“Canlar cânını buldum
Bu cânım yağma olsun” derler.
VAHDÂNİYET: Kâinatın yaratıldığı andan itibaren akıp giden âhenkli seyri, hiç aksamayan nizâmı ve içiçe sonsuz hikmet ü esrârı, her şeyin sadece tek bir kudretin eseri olduğunu ifâde ve îzâh için kâfîdir. Şâyet bu kudret, tek olmayıp birden fazla bulunsaydı, irâdeler arasındaki farklılık sebebiyle kâinâttaki eşsiz ve sonsuz âhenk, nizâm ve hikmetler birbirine karışır, içinden çıkılmaz bir anarşi doğar ve neticede hayatı imkânsız kılardı. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Allâh buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin! O ancak bir tek ilâhtır. O hâlde yalnız benden korkun!” (en-Nahl, 51)
“(Ey Rasûlüm!) De ki: Eğer söyledikleri gibi Allâh ile birlikte başka ilâhlar da bulunsaydı, o takdirde bu ilâhlar, Arş’ın sahibi olan Allâh’a ulaşmak için çareler arayacaklardı.” (el-İsra, 42)
“Eğer yerde ve gökte Allâh’tan başka ilâhlar bulunsaydı, yer ve gök, (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabbi olan Allâh, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” (el-Enbiya, 22)
“… O’nunla beraber hiçbir ilâh yoktur. Aksi takdirde her ilâh kendi yarattığını sevk ve idare eder ve mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalardı. Allâh, onların(müşriklerin) yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir.” (el-Mü’minûn, 91)
Kur’ân-ı Kerîm baştan başa dikkatli bir nazarla gözden geçirildiğinde görülür ki, Allâh’ın, kullarını mükellef kıldığı husûsiyetlerin en mühimi zâtı hakkındaki inançtır. Bu inancın en hassas noktası da vahdâniyettir. Öyle ki Allâh’a şirk koşma, ilâhî gazabı dâvet etme yönünden İslâm nazarında birinci sırayı teşkîl eder. Kur’ân-ı Kerîm, bu fikrî sefâlete sürüklenmekten korunmayı sağlayacak tehdîd, îkâz ve irşâdlara bilhassa yer vermiştir:
“… Kim Allâh’a ortak koşarsa muhakkak Allâh ona cenneti harâm eder, varacağı yer ateştir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” (el-Mâide, 72)
“(Ey Rasûlüm!) Andolsun ki sana da, senden önceki peygamberlere de vahyolunmuştur: «Andolsun, eğer Allâh’a ortak koşarsan işlerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun.»” (ez-Zümer, 65)
“Allâh, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını, (günahları)dilediği kimse için bağışlar. Allâh’a ortak koşan kimse büyük bir günah (ile) iftira etmiş olur.” (en-Nisâ, 48)
Vahdâniyet inancına bağlı olduğunu söyleyen başka dînler de vardır. Meselâ mûsevîlik ve masonların inancı olan deizm gibi. Ancak bunlar, Allâh’ın sıfatlarında yanılmış olduklarından, yâni antropomorfik (Allâh’ı şekillendirici) bir yol tuttuklarından dolayı doğru bir vahdâniyet görüşüne sahip değildirler.
İslâm’ın dışındaki diğer semâvî dînler, ilk gönderildikleri şekilleriyle aynı oldukları hâlde sonradan yapılan tahrîflerle aslî husûsiyetlerinden çok farklı bir muhtevâya sokulmuşlardır. Bunlardan hıristiyanlıktaki tahrifat, câlib-i dikkattir. Bu dînde başlangıçta bir olan Allâh inancı, miladî beşinci asrın nihâyetlerinde korkunç bir tahrifata uğramış ve tevhîdin yerine ekânim-i selâse veya “teslîs” denilen üçlü tanrı inancı ikâme edilmiştir. Fakat bugün müterakkî insan bu mantıksızlığı kabûl etmemekte ve kiliseden uzaklaşmakta bulunduğundan papalık makâmı hıristiyanlığı yeniden vahdâniyet inancına döndürebilmek için ilmî çalışmalar başlatmış bulunmaktadır.
Allâh “ehad”dır. Bu, ikinciye ihtimâli olmayan “bir” mânâsınadır. Şâir bu tekliği şöyle anlatır:
Tekten de tek, tek başına tek: Bir O var!..
Dolayısıyla Allâh’ın zâtına âid vahdâniyete, yâni bir ve tek oluşuna îmân, bir ikinci varlığa ihtimal bile bırakmayacak muhtevâda olmalıdır. İslâm, bunu ister ve bunu emreder. Bu, İslâm’a dâhil oluşta birinci adımdır. Bu adımı lâyıkıyla atanlara Cenâb-ı Hakk’ın nice rahmet, bereket, lutuf ve ihsân kapıları açılır. Nitekim Bilâl-i Habeşî -radıyallâhü anh-’ın onca ağır ve tahammül-fersâ işkencelere sabredip müşriklerin:
“–Putperestliğe dön!” şeklindeki taleplerine karşı büyük bir îmân vecdi ile sadece:
“–Ehad, ehad, ehad (Allâh bir, Allâh bir, Allâh bir)!..” diye mukabele etmesinin dünyevî karşılığı Âlemlerin Efendisi Muhammed Mustafâ -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in baş müezzinliği makâmı olmuştur.
Vahdâniyet husûsunda îmânlardaki en küçük bir eksiklik, fazîlet ifâde eden sayısız amelle telâfî olunamaz. Tıpkı bir insana onun ten rahatlığını sağlayacak sonsuz iyiliklerin, şerefine yapılan bir taşkınlığı mazur göstermeyeceği gibi. Küfür, bu açıdan bakıldığında Allâh’ı -hâşâ- inkâr ve dolayısıyla O’nun izzet-i ilâhiyyesine tecâvüzdür. Yâni inkâr, Cenâb-ı Hakk’ın zâtına karşı işlenmiş bir cürümdür. Afvedilmemesinin sebebi de bundaki mânevî ağırlıktır. Bu itibarla kullardan Cenâb-ı Hakk’ın istediği ilk husus îmân, sonra amel-i sâlihtir.
Uhud muhârebesinin en şiddetli ânında Amr bin Sâbit adında bir yiğit Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in yanına îmân için gelmişti. Muhârebenin seyrini görünce:
“–Yâ Rasûllallâh! Önce îmân mı edeyim, yoksa muhârebeye mi katılayım!” diye sordu.
Âlemlerin Efendisi -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:
“–Önce îmân et; sonra muhârebe!” buyurdular.
O kimse de îmânla müşerref olarak muhârebeye iştirâk etti. Harp sonrası onu da şehîdlerin arasında gören Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-:
“Az çalıştı, çok kazandı!..” buyurdular. (Ramazanoğlu Mahmud Sâmî, Uhud Gazvesi, 35)
Vahdâniyet, Cenâb-ı Hakk’ı tevhîddir. İkilikten kurtulmaktır. İnsana ahsen-i takvîm tahtını ikrâm eden îmân sarayıdır. Bu ikrâma nâiliyyet için Yûnus şöyle seslenir:
Bize birlik sarayın,
Doğru beşâret ayın,
Geç ikilik fikrinden
Kogıl benliği yâ kul!..
Vahdâniyet, Cenâb-ı Hakk’ın yüce zâtına âid bir sıfat olduğundan O’na ilticâda bu sıfatı vesîle kılmak, duânın müstecâb olmasında mühim bir müessirdir. Zîrâ Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, duâların müstecâb olması için ashâbına başta “vahdâniyet” olmak üzere Cenâb-ı Hakk’ın yüce sıfatlarıyla ilticâ edilmesini talim buyurmuşlardır.
Ubâdetu’bnu’s-Sâmit -radıyallâhü anh- anlatıyor:
Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
“Geceleyin kim uyanırsa şunu söylesin: Allâh’tan başka ilâh yoktur, O birdir ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd de O’na aittir, O her şeye kâdirdir. Hamd Allâh’a âittir. Allâh münezzehtir, Allâh büyüktür, bütün amel ve ibâdetler için gereken güç ve kuvvet Allâh’tandır.”
Sonra aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm buyurdular:
“Rabbim! Beni afveyle! der veya duâ ederse duâsına cevap verilir. Eğer abdest alır ve namaz kılarsa namazı kabul edilir.” (Buhârî, Teheccüd, 21)
Yine buyurdular ki:
“Kimin Allâh’a veya herhangi bir insana ihtiyacı hâsıl olursa önce abdest alsın, abdesti de güzel yapsın. Sonra iki rek’at namaz kılsın. Allâh Teâlâ Hazretleri’ne senâda bulunsun. Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e salât okusun. Sonra da şöyle duâ etsin:
«Halîm, Kerîm olan Allâh’tan başka ilâh yoktur. Arş-ı A’zam’ın Rabbi noksan sıfatlardan münezzehtir. Hamd âlemlerin Rabbine aiddir. (Allâh’ım!) Rahmetine vesile olacak amelleri, mağfiretini celbedecek sebepleri (hakkımda yaratmanı) taleb ediyor, her çeşit günahtan koruman için yalvarıyor, her çeşit iyilikten zenginlik, her çeşit günahtan selâmet diliyorum. Rabbim! Afvetmediğin hiçbir günahımı, kaldırmadığın hiçbir sıkıntımı bırakma! Hangi amelden râzı isen onu ver, ey Rahîm olan, bana en ziyade rahmet gösteren Rabbim!»” (Tirmizî, Vitr, 17)
MUHÂLEFETÜN Lİ’L-HAVÂDİS: Eşi ve benzeri yoktur, yâni yaratılmışların hiçbirine benzemez. Dolayısıyla O, her türlü antropomorfik (beşerî) sıfatlarla tavsiften münezzehtir.
Bugün muharref ilâhî dînlerin tahrif edilen inanç sistemlerinden biri de bu hususla alâkalıdır. Onlar, Cenâb-ı Hakk’ın müteâl, hayâl ve idrâk ötesi olma ve her türlü beşerî sıfatlardan münezzeh olması şeklindeki ulvî ve doğru inançtan sapmışlar ve hayal güçlerine göre derledikleri kitaplarında Allâh Teâlâ hakkında nice beşerî yakıştırmalarda bulunmuşlardır. Hattâ unutkanlık, yorgunluk, pişmanlık, gözden kaçırma, fark edememe gibi birtakım beşerî acziyetleri dahî -hâşâ- Cenâb-ı Hakk’a isnâd etmişlerdir. Meselâ onlara göre tûfânla ilgili olarak tanrı bir emir verir. Daha sonra bunu unutur. Derken bir de bakar ki yer-gök su içinde kalmış! Ancak o zaman verdiği emri hatırlar ve bütün mahlukat gemiye girdikten sonra onun kapısını telaşla bizzat kendi eliyle kapatır. Yine onların kitaplarına göre Hazret-i Ya‘kûb, -hâşâ- Allâh ile güreşmiş ve yenmiştir. Bu akıl ve mantık dışı ifadelere ilaveten yahûdîlerin Üzeyr -aleyhisselâm-’a, hıristiyanların da Îsâ -aleyhisselâm-’a -hâşâ- Allâh’ın oğlu diyecek kadar ileri gittikleri mâlûmdur. İşte insanoğlunun kendi hayâl iklîminde üretip sonra da inanmaya kalktığı bütün bu dalâlet tezâhürlerine ilâhî bir cevap olarak Allâh Teâlâ şöyle buyurur:
“Onlar (müşrikler ve münkirler) Allâh’ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O’nun tasarrufundadır. Gökler O’nun kudret eliyle dürülmüş olacaktır. O, müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.” (ez-Zümer, 67)
“… O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O işitendir, görendir.” (eş-Şûrâ, 11)
“(Ey Rasûlüm!) De ki: O Allâh birdir. Allâh sameddir. O, doğurmamış ve doğmamıştır. Onun hiçbir dengi yoktur.” (el-İhlâs, 4)
Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- bir kimsenin (ihlâsla):
“Ey Allâh’ım, bir ve samed olan, doğurmayan ve doğurulmayan, eşi ve benzeri de olmayan Allâh adıyla Sen’den istiyorum. Günahlarımı mağfiret et, sen Ğafûrsun, Rahîmsin!” dediğini işitti ve şöyle buyurdu:
“O mağfiret edildi. O mağfiret edildi. O mağfiret edildi!”
(Ebû Dâvud, Salât, 179)
Bu müjdeyi bilen Yûnus Emre Hazretleri de şöyle ilticâ eyler:
Hak Çalab’ım Hak Çalab’ım,
Sencileyin yok Çalab’ım!
Günâhlarımız yarlığa,
Ey rahmeti çok Çalab’ım!..
KIYÂM Bİ-NEFSİHÎ: Allâh Teâlâ, bizâtihî vardır. Kayyûm’dur. Esmâ-yı ilâhiyyeden olanKayyûm, ezelden ebede kendi zâtıyla kâim, dâim ve var olan, varlığında da hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayan demektir. Bilâkis var olmak husûsunda her şey O’na muhtaçtır. Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Ey insanlar! Hepiniz Allâh’a muhtaçsınız! Allâh ise, (her şeyden) müstağnîdir(hiçbir şeye muhtaç değil ve) övülmeye lâyık olandır.” (Fâtır, 15)
“Hiç şüphesiz Allâh, bütün âlemlerden müstağnîdir.” (el-Ankebût, 6) buyurulmaktadır.
Bu ilâhî beyânların bir diğer mânâsı, Cenâb-ı Hakk’ın kendi varlığı için hiçbir başka müessire ihtiyacı olmadığını ifâdedir. Bunun içindir ki özlü bir şekilde «Allâh zâtı ile kâimdir» denilir.
Eğer kul, Cenâb-ı Hakk’ın zâtının muktezâsı olan bu sıfat-ı ilâhiyyesini müdrik ve ona kâmil mânâda îmân hâlinde olmazsa, Allâh hakkındaki inancı eksik ve geçersiz olur. Çünkü bu, her şeyin aslı ve yaratıcısı olan Allâh Teâlâ’ya -mâsivâya âid olan- hâdis (sonradan olma) gibi bir sıfatın yakıştırılması mânâsını taşır.
Oysa Cenâb-ı Hakk, mâsivâya âid her türlü sıfattan berî ve münezzehtir. Ancak bu hususta kâmil bir îmâna eren gönüller de, «Kayyûm» ism-i şerîfini dillerinden düşürmezler ve bunun bereketiyle Allâh’tan başkasından kalbî râbıtalarını kesip Allâh’ta fânî ve bâkî olurlar. Yâni kulun bu ism-i şerîften hazzı, Allâh’tan başkasından müstağnî olduğu nisbettedir.
Ashâbdan bir kimse:
“Ey Allâhım! Hamdlerim Sanadır, nimetleri veren Sen’sin, Sen’den başka ilâh yoktur, Sen semâvât ve arzın celâl ve ikrâm sahibi yaratıcısısın. Hayy ve Kayyûm’sun. Yâ Rabb! Senin bu yüce isimlerini kendime şefaatçi yaparak Sen’den istiyorum!..” diyerek duâ etmişti.
Bunu Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- işitti ve yanındakilere:
“Bu kişinin neyi vesile kılarak duâ ettiğini biliyor musunuz?” diye sordu.
“Allâh ve Rasûlü daha iyi bilir?” dediler.
Âlemlerin Efendisi şöyle buyurdu:
“Nefsimi kudret elinde tutan Zât’a yemin ederim ki o, Allâh’a ism-i A’zam ile duâ etti. O ism-i A’zam ki, onunla duâ edilirse Allâh icabet eder, onunla istenirse verir.” (Tirmizî, Deavât, 63)
Subûtî sıfatlar da şunlardır:
HAYAT: Allâh hayat sahibidir ve bu husûsiyeti kendi zâtıyla kâimdir. Esmâ-i Hüsnâ’daki meşhûr tabiriyle «Hayy»dir. Yâni diri, devamlı ve mutlak hayât sahibidir.
Bütün hayatlar, O’nun bu yüce sıfatının bir tecellîsi olarak vardır ve izâfîdir. Dolayısıyla mahlukâtın hayatı, bir beden ile rûhun birlikteliğinden doğan geçiçi, maddî bir hayattır. Hakîkî hayat değildir. Onun için günü geldiğinde her fânîden geri alınır. Allâh’ın Hayy sıfatı ise, zât-ı bârîsinden aslâ ayrılmayan bir kemâl sıfatıdır. Zîrâ onun vücûd, yâni varlığının kemâli; diri, devamlı ve mutlak hayât sahibi olması iledir. Hulâsa Allâh’a âid olan hayât, zıddı ölüm olan bir hayat değil, bilakis yalnız ona mahsûs bir hayattır. Bu husûs Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tavsîf edilir:
الْحَيِّ الَّذِي لَا يَمُوتُ
“Şânında ölmek olmayan dâimâ hayât sâhibi…” (el-Furkân, 58)
Ebû Mûsâ -radıyallâhü anh- anlatıyor:
“Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- aramızda ayağa kalkıp şu beş cümleyi söyledi:
«Allâh Teâlâ Hazretleri (dâim diridir) uyumaz, zaten O’na uyku da yakışmaz. Kistı (tartıyı, rızkı) indirir ve kaldırır. Geceleyin yapılan amel, gündüzleyin yapılandan önce; gündüzleyin yapılan amel de geceleyin yapılan amelden önce Allâh’a yükseltilir. O’nun hicâbı nûrdur. Eğer o perdeyi açacak olsa, vechinin sübuhâtı, basarının ihâta ettiği bütün mahlukatını yakardı.»”(Müslim, Îmân, 293)
Bir başka hadîs-i şerîfte şöyle buyurulur:
“Her kim yatağına yatmadan önce üç defâ, kendisinden başka ilâh olmayan Hayy ve Kayyûm olan Allâh’tan mağfiret dilerim derse, mağfiret olunur.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 10)
“O dâimâ diridir; O’ndan başka ilâh yoktur. O hâlde O’na, dinde ihlaslı kimseler olarak (ve) âlemlerin Rabbi olan Allâh’a hamd olsun (diyerek) duâ edin.”1 (el-Mü’min, 65)
Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’i bir şey üzecek olsa şu duayı okurdu:
“Ey diri olan, ey Kayyûm olan Rabbim, rahmetin adına yardımını talep ediyorum.” (Tirmizî, Deavât, 91)
Hazret-i Ali -radıyallâhü anh- anlatıyor:
“Bedir savaşı başlayınca bir miktar savaştım. Sonra Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in yanına geldim. Ne yaptığına bakmak istiyordum. Secde hâlinde şöyle diyor buldum:
«Ey hayy olan, ey kayyûm olan Allâhım! Rahmetinle sana sığınıyor, yardımını taleb ediyorum!»
Oradan ayrılıp tekrar bir miktar daha savaştım, tekrar geldim o hâlâ secde hâlinde idi ve:
«Ey hayy olan, kayyûm olan Allâhım! Rahmetinle sana sığınıyor, yardımını taleb ediyorum!»diyordu.
Ben tekrar döndüm savaşmaya gittim. Bir müddet sonra yine geldim. Hâlâ aynı hâlde devam ediyordu. Allâh zafer verinceye kadar bu hâlde devam etti.”
İbnu Abbas -radıyallâhü anh-:
«Yeryüzünü, öldükten sonra Allâh’ın tekrar dirilttiğini bilin, akledersiniz diye size delillerimizi açıkladık.» (el-Hadid, 17) meâlindeki ayetle alâkalı olarak şöyle buyurdu:
“Arzın yağmurla diriltilmesi, gözle görülen bir durum olarak ibrete vesîledir. Ancak âyet-i kerîmede şu mânâya da işâret edilmiştir: Allâh, kalbleri kasvet ve katılıktan sonra yumuşatır, (tevhid husûsunda) mutmain ve (Rabbine) yönelmiş kılar. Ölmüş kalpleri ilimle, hikmetle diriltir.”
İLİM: Allâh ilim sâhibidir ve O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. O’nun ilmi dışında kalan hiçbir şey yoktur. O, olmuş olacak her şeyi hakkıyla bilir. Onun ilmi için gizli veya sır da mevcut değildir. Herşey O’na ayân ve âşikârdır. İnsanoğluna verilen bütün ilimlerse, bu sıfattan sadece bir kırıntıdır. Belki bir kırıntıdan daha küçüktür. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Şüphesiz ki ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allâh’a gizli kalmaz.” (Âl-i İmrân, 5)
“De ki: İçinizdekileri gizleseniz de açığa vursanız da Allâh onu bilir. Göklerde ve yerde olanları da bilir. Allâh her şeye kâdirdir.” (Âl-i İmrân, 29)
“O, göklerde ve yerde tek Allâh’tır. Gizlinizi, açığınızı bilir. (Hayır ve şerden) ne kazanacağınızı da bilir.” (el-En’âm, 3)
“… O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. (O’na hiçbir şey gizli kalmaz.)O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler…” (el-Bakara, 255)
Bu itibarladır ki birçok gaybî hakîkatlerde: “Allâhu a‘lem” yâni “En iyi bilen, Allâh’tır.” denilir.
Zîrâ insanın bilgisi, muazzam ve engin kâinatta belki okyanustan bir topluiğne ucu kadar bile değildir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Size ilimden ancak az bir nasîb verildi.” (el-İsrâ, 85)
Dolayısıyla insanoğluna ilimde nice hârikulâde kapılar açık tutulmakla birlikte birçok meselede de önüne beşer ilminin aşamayacağı sır duvarları konulmuştur. Bunun hikmeti, kulun acziyetini bilmesi ve Allâh’a muhtaçlığını idrâk ederek O’nun ilmine teslîm olmasıdır. Âyette buyurulur:
“(Nice) hoşlanmadığınız şey (vardır ki) sizin iyiliğinizedir ve (nice) sevdiğiniz şey(vardır ki) sizin kötülüğünüzedir. Siz bilmezsiniz, Allâh bilir.” (el-Bakara, 216)
Gerçekten de insanoğlu, hikmetini bilemediği nice kahır sûretindeki tecellîlere başlangıçta pek üzülür. Onda saklı olan rahmeti göremez. Bazen de lutuf sûretindeki tecellîlere kendini kaptırır ve onların içinde gizli olan kahrın farkında olmaz.
Rivâyet edilir ki, içlerinde sâlih bir zâtın bulunduğu bir Arap kabîlesi vardı. Bu kabîle, o zâtın sohbet, irşâd ve nasîhatlerini dinler ve gönüllerini buna göre istikâmetlendirirlerdi. Bir sabah kalktıklarında bütün köpekleri ölmüş buldular. Doğruca o sâlih zâta gidip durumu anlattılar. O da kısa bir murâkabeden sonra tevekkülle:
“–Onların ölümü, umulur ki sizin için bir kurtuluştur!” dedi.
Ertesi gece bütün horozlar öldü. Yine bu zâta geldiler. Aldıkları cevap aynı oldu:
“–Onların ölümü, umulur ki sizin için bir kurtuluştur!”
Bunun üzerine içlerinden biri sordu:
“–Efendim, köpekler bekçilerimiz, horozlar da müezzinlerimiz idi. Bunların ölümünde bizim için nasıl bir fayda olabilir ki?”
O sâlih zât da:
“–Bütün sır ve gizlilikleri bilen Allâh Teâlâ’dır. Elbette ki O, bu hâdisenin içine bizim aklımızın ermeyeceği büyük bir hakîkat gizlemiştir.” dedi.
Bundan bir sonraki gece de kabîlede kimsenin ateşi yanmadı. Herkes, «Acaba nasıl bir belâ geldi?» şeklinde düşüncelere kapıldı.
Fakat sabahleyin kalkınca yaşadıkları muammâlı hâdiselerin hakîkati anlaşıldı. Meğer son gece o havâlîyi düşman basmış ve şehirleri yağmalamıştı. Bu kabilenin civarına da gelmişler, fakat herhangi bir köpek sesi, horoz ötüşü duyamadıkları ve en küçük bir ateş ışığı da göremedikleri için oradakilerin farkına varamadan geçip gitmişlerdi. Böylece halk, büyük bir yağma ve katliâmdan kurtulmuştu. (Silkü’s-Sülûk)
İşte insanın ilminin acziyyeti ve işte kahır gibi görünen bir lutuf! İbrâhîm Hakkı Erzurumî Hazretleri ne güzel söyler:
Deme şu niçin şöyle,
Yerincedir ol öyle.
Bak sonunu seyreyle;
Mevlâ’m görelim neyler,
Neylerse güzel eyler!..
Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:
“Kul hastalandığı zaman Allâh Teâlâ ona iki melek gönderir ve onlara: «–Gidin bakın, kulum yardımcılarına ne diyor bir dinleyin!» diye emreder.
Eğer o kul, melekler geldiği zaman Allâh’a hamdediyor ve senâlarda bulunuyor ise, onlar bunu, her şeyi en iyi bilmekte olan Allâh’a yükseltirler. (Meleklerini sırf kulunun ameline şâhid olsunlar diye gönderen) Allâh Teâlâ:
«–Kulumun ruhunu kabzedersem, onu cennete koymam kulumun benim üzerimdeki hakkı olmuştur. Şayet şifâ verirsem, onun etini daha hayırlı bir etle, kanını daha hayırlı bir kanla değiştirmem ve günâhlarını da afvetmem, üzerimde hakkı olmuştur.» buyurur.” (Muvatta, Ayn, 5)
Bu hadîs-i şerîf de, bizler için zâhiren elem verici görünen nice hâdiselerin sadece ilâhî bir imtihân olarak takdîr edildiğini ve o kederin arkasında büyük mükâfâtların gizli olduğunu bildirmektedir.
Tarihte böyle nice zâhiren kahır sûretinde olup bâtınen lutuf ile neticelenen hâdiseler olduğu gibi bazen bunun aksi de vukû bulmuş, lutuf zannedilen nice işler kahırla neticelenmiştir. Meselâ Hûd -aleyhisselâm-’a îmân etmeyen Âd kavmi, üzerlerine gelmekte olan azâb bulutlarını görünce onları rahmet bulutu zannederek sevinmişlerdi. Ancak başlarına o bulutlardan yağmur değil de ateş yağmaya başlayınca hakîkati idrâk ettiler. Ama ne fayda!..
Bunun içindir ki kula düşen «Biz bilemeyiz, ancak Allâh bilir.» şuûruyla ilm-i ilâhîye teslîm olarak yaşamaktır. Bu teslîmiyet de, hiç şüphesiz mârifetullâh, yâni Allâh’ı yakînen bilmekle olur. Zîrâ hiçbir ilim bu husustaki cehâletin getireceği kötü neticeleri bertaraf etmeye yetmez. Lâkin bu husustaki ilim, diğerlerinin eksikliğini bertaraf edebilir. Nitekim nice ümmî kimseler vardır ki, mârifetullâh bereketiyle Allâh tarafından husûsî ve pek mümtaz lutuflara mazhar olmuşlardır.
Bunun için Yûnus Emre Hazretleri, aslolan ilmin mârifetullâh olduğuna işâreten şöyle seslenir:
Yigirmi dokuz hece,
Okursun uçtan uca,
Sen elif dersin hoca,
Mânâsı ne demektir?
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır?
Cenâb-ı Hakk, kendi ilmi karşısında beşerin bu hâlini şu âyet-i kerîmeler ile ne güzel sergiler:
“Hiçbir nefis yarın ne kazanacağını bilemez.” (Lokman, 34)
“(Ey Rasûlüm!) De ki: Hiç şüphesiz ilim ancak Allâh’ın katındadır…” (el-Mülk, 26)
İlim, Allâh katındadır. Yâni mutlak mânâda ilim, Allâh’a âiddir. Onun ilmi her şeyi kuşatmıştır. İlm-i ilâhî, bu bakımdan bir aynaya benzer. Ona aksedenler ne kadar değişseler de ayna hepsini ihâta eder ve herhangi bir değişikliğe uğramaz.
İlm-i ilâhî, düşünce ve fikir mahsûlü olmaktan münezzehtir. Şu kâinâtta görülen hiçbir akıl ve irâdenin erişemeyeceği derecede ince ve hassas nizâm u âhenk, Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar sonsuz bir ilim sahibi olduğunun en sâdık delîlidir. Öyle ki bu kâinâtta insanoğlu, küçücük bir buluşa bile sayısız kişi ve asırlarca zamanın birbirine ilâvesinin yardımıyla nice ilim ve kaideler neticesinde ulaşabilmektedir. Meselâ bugün pek yaygınlaşan cep telefonlarıyla irtibat husûsiyeti, insanın yaratılışından ne kadar sonra ve nice tecrübelerin üstüste birikmesi ile ancak gerçekleşebilmiştir. Diğer terakkîler de böyledir. Hâlbuki bu keşf, îcâd ve henüz çözülememiş sonsuz sırlar, Cenâb-ı Hakk’ın, kâinâtın nizâmına bir anda ilm-i ilâhîsi ile yerleştirdiği husûsiyetlerdir. Bu gerçeği hatırlatmak üzere Cenâb-ı Hakk insanoğluna şöyle buyurur:
“(Ey insanlar!) Yaratan (Allâh) hiç bilmez mi? Hiç şüphesiz Allâh, her şeyi hakkıyla bilendir.” (el-Mülk, 14)
SEMÎ’: Allâh her şeyi işiticidir. O’nun işitmesi bizim işitmemizden münezzehtir. O’na gizli kalan hiçbir ses yoktur. Hattâ meşhur tarifiyle bir kaya üzerinde sessizce yürüyen bir karıncanın ayak seslerini dahî işitir. İşitme sıfatını hâiz bütün varlıklar Cenâb-ı Hakk’ın bu sıfatının tecellîsi ile işitirler. Bunlar, bu tecellî kendilerinden alındığı an hiçbir şey duyamazlar. Bunun misâlleri çoktur.
Cenâb-ı Hakk es-Semî’ sıfatını Besar (el-Basîr) sıfatıyla birlikte Kur’ân-ı Kerîm’de defalarca zikretmekte ve insanoğluna ilâhî müşâhedesini hatırlatmakta, böylece beşerin sırât-ı müstakîmden ayrılmamasını fermân buyurmaktadır.
BESAR: Cenâb-ı Hakk’ın görmesi de diğer sıfatları gibi zât-ı ilâhîsinin muktezâsındandır. O her şeyi hakkıyla görür. el-Basîr’dir. O’nun nazarına gizli kalan hiçbir şey yoktur. Yine meşhur tabirle O, siyah bir gecede siyah bir taşın üzerinde duran simsiyah bir karıncayı dahî görür.
İlim, semî’ ve besar sıfatlarının beşere tâlim edilmesindeki hikmeti Hazret-i Mevlânâ şöyle ifade eder:
“Cenâb-ı Hakk, korkasın da fesat çıkarmayasın ve bozgunculuğa kalkışmayasın diye kendisinin alîm, yâni «her şeyi çok iyi bilen» olduğunu bildirdi.”
“Çirkin ve kötü sözlere dudaklarını kapatasın diye kendisinin semî’, yâni «her şeyi çok iyi işiten» olduğunu bildirdi.”
“Gizli saklı kötülüklere bulaşmaman için kendisinin basîr, yâni «her şeyi çok iyi gören» olduğunu bildirdi.”
Nitekim Allâh Teâlâ kullarının bu husustaki mes’ûliyetini şöyle bildirir:
“Bilmediğin şeyin (dünyâ ve bilhassa âhıretteki zararını idrâk ve hissedemediğin hatâların)ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu olur(hesâba çekilir).” (el-İsrâ, 36)
Bu mes’ûliyyet dolayısıyla Niyâzî Mısrî Hazretleri şöyle der:
Bir göz ki, onun olmaya ibret nazarında
Ol düşmenidir sâhibinin baş üzerinde
Kulak ki öğüt almaya her dinlediğinden
Akıt ona sen kurşunu hemen deliğinden
Bir dil ki Hakk’ın zikri ile olmaya mûtâd
Urma sen ol et pâresine dil diyü hiç ad
Kıyâmet gününde gâfil kullara şöyle bir hitap gelir:
“Ey kul! Sen bizi dünyâda tanıdın mı, tanımadın mı? Eğer tanımadıysan niçin tanıma dâvâsı güttün? Eğer tanıdıysan, bir kimse tanıdıktan sonra senin yaptığını mı yapar?”
Bu ifadeyi aktaran Nahşebî Hazretleri şöyle der:
“Ey korkusuz kimse! Tenhâ köşelerde yaptığını eğer mertsen çarşının ortasında da aynı şekilde yap da halktan mı korkuyorsun, yoksa Hâlık’tan mı belli olsun! Şâyet Hâlık’tan korkarsan, her yerde korkarsın!..”
Gerçek sâlikler, gizli-âşikâr her zaman ve mekânda bu ilâhî sıfatlara vukûfiyet hâlinde olur ve kendilerinin dâim ilâhî murâkabe altında olduklarından gâfil olmazlar:
Bir gece vaktiydi. Hazret-i Ömer -radıyallâhü anh-, mûtâdı olduğu üzere Medîne sokaklarını gezmekteydi ki, ansızın durakladı. Önünden geçmekte olduğu evden dışarıya kadar taşan bir ana ile kızının tartışması dikkatini çekmişti. Ana, kızına:
“–Kızım, yarın satacağımız süte biraz su karıştır!” demekteydi.
Kız ise:
“–Anacığım, halîfe süte su karıştırılmasını yasak etmedi mi?” dedi.
Ana, kızının sözlerine sert çıkarak:
“–Kızım, gecenin bu saatinde halîfenin süte su kattığımızdan nereden haberi olacak?!.” dedi.
Ancak gönlü Allâh korkusu ile diri olan kız, anasının süte su katma hîlesini yine kabullenmedi:
“–Anacığım! Halîfe görmüyor diyelim, Allâh da mı görmüyor? Bu hîleyi insanlardan gizlemek kolay, ama her şeyi görüp bilen Allâh’tan gizlemek mümkün mü?..” dedi.
Rabbânî hakîkatlerle dolu bir kalbe sahip olan bu nezihe kızın, derûnî bir Allâh korkusu içinde annesine verdiği cevab, Hazret-i Ömer -radıyallâhü anh-’ı son derece duygulandırdı. Emîru’l-mü’minîn, onu, sıradan bir sütçü kadının kızı değil, gönlündeki takvâsı ile müstesnâ bir nasîb bildi ve oğluna gelin olarak aldı. Beşinci halîfe olarak zikredilen meşhûr Ömer bin Abdülazîz, işte bu temiz silsileden doğdu.
Bu itibarla bütün mesele, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî murâkabesi altında olduğumuzu bilerek yaşayabilmektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Gözler O’nu idrâk edemez, O ise gözleri idrâk eder. O, latîf ve habîrdir.” (el-En’am, 103)
a
İRÂDE: Allâh Teâlâ dilediğini murad eyler ve dilediğince işler. Onun olmasını murad ettiği şeye emri sadece “ol” demekten ibarettir; o şey hemen oluverir. Onun hikmetinden suâl olunmaz:
“(O), göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece «Ol!» der, o da hemen oluverir.” (el-Bakara, 117)
“O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyden haberdardır.” (el-En’âm, 18)
“(Rasûlüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allâh’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i İmrân, 26)
Bu âyet-i kerîmeler de gösteriyor ki, Cenâb-ı Hakk yegâne fâil-i muhtârdır. Her oluş ve fiil, onun irâdesine bağlıdır. Kısaca:
“Allâh’ın dilediği olur, dilemediği olmaz!”
Bu itibarla Cenâb-ı Hakk’ın rızâsının olduğu fiiller O’nun murâdı ile tahakkuk ederken rızâsının olmadığı fiillerin gerçekleşmesi de imtihân iktizâsı olarak yine O’nun izn-i ilâhîsi iledir.
Dolayısıyla her şeyde âyet-i kerîmedeki tabiriyle bir «in-şâe», yâni «O dilerse veya müsâade ederse» şartı vardır. Bu şart, bütün varlıkları, ins ü cinni, hattâ peygamberleri dahî şâmildir. Bunun bir tezâhürü bizzât Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in hayatında ümmete örnek olması bakımından tecellî ettirilmiştir. Şöyle ki:
Bir grup bedevî, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e gelerek birtakım bilgiler sordular. O da, sorulanlarla alâkalı daha evvel bir vahiy almamış olması münâsebetiyle akşamleyin mevzûyla ilgili vahyin geleceğini düşünerek onlara:
“–Yarın gelin; cevabınızı alırsınız!” buyurdu.
Ancak bu sözü söylerken «İnşâallâh», yâni Allâh dilerse demediğinden vahy-i ilâhî tam on beş gün kesintiye uğradı. Bu uzun bekleyişten sonra gelen ilk âyet-i kerîme şu oldu:
“Herhangi bir şey için, Allâh’ın dilemesi dışında: «Onu yarın yapacağım.» deme!(İnşâallâh demeyi) unuttuğun zaman da Rabbini zikret ve şöyle de: «Umulur ki, Rabbim beni doğruya daha yakın olana eriştirir.»” (el-Kehf, 23)
Bu âyet-i kerîme de gösteriyor ki, insanın istediği şeyler çok defa tahakkuk etmez. Zîrâ beşer, irâde ve kudreti noksan olduğundan her istediğini yapma kâbiliyet ve imkânına sahip değildir. Dolayısıyla kul, kendi imkân ve kâbiliyetinin hududunu bilip Cenâb-ı Hakk’ın irâdesine taalluk eden mes’elelerde haddini aşmamalıdır. Öyle ki Cenâb-ı Hakk, inkâr, şirk ve kul hakkı hâriç kullarının günâh ve cürümleri husûsunda azâb takdîrini dahî meçhul kılmış ve dilediği şekilde muâmele edeceğini bildirmiştir. Yâni dilediği kuluna mağfiret eyleyecek, dilemezse etmeyecektir. Bu hakîkati şöyle beyân buyurur:
“Göklerde ve yerde ne varsa Allâh’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder. Allâh çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.” (Âl-i İmrân, 129)
Allâh dostları, Hakk Teâlâ’nın bu sıfatını lâyıkıyla idrâk edip kendi irâdelerini O’nun irâdesine râm ederler. Yâni her hususta olduğu gibi bilhassa bu hususta da Hakk’ta fânî olurlar. Onun her irâde ettiğinin yerli yerince olduğunu bilirler ve etraflarını bu yolda istikâmetlendirirler.
Sünbül Sinan Hazretleri birgün mürîdlerine sordu:
“–Evlâdlarım! Faraza Cenâb-ı Hakk şu kâinatın sevk u idâresini size verse neylersiniz?”
Her mürîd bir şey söyledi. Kimi:
“–Bütün kâfirleri yok ederim!”
Kimi:
“–Bütün içki içenleri ortadan kaldırırım!”
Kimi de:
“–Bir tane sigara içen bırakmam!” şeklinde uzayıp giden cevaplar verdiler. Mürîdlerin arasında bulunan ulemâdan Muslihiddin Efendi ise hiçbir cevap vermeden susmaktaydı. Şeyh Hazretleri, bu defa ona dönerek:
“–Evlâdım! Ya siz ne yapardınız?”
Muslihiddîn Efendi pür-edeb şöyle cevap verdi:
“–Efendim! Hâşâ Cenâb-ı Hakk’ın irâde ve idâresinde bir noksanlık mı var ki gayri bir şey düşünüp dileyeyim? Cevabım, sadece her şeyi aynen devam ettirirdim demekten ibarettir.”
Bu cevaba pek memnun olan Sünbül Sinan Hazretleri:
“–İşte şimdi iş merkezini buldu!” buyurdular.
O günden sonra Muslihiddin Efendi, “Merkez Efendi” olarak anıldı ve üstâdı Sünbül Sinan Hazretleri’nden sonra mânevî emanet ona verildi.
İbrâhîm Hakkı Erzurumî Hazretleri de âdetâ bu hâli hulâsa edercesine Hakk’a tefvîzini şöyle dile getirir:
Hep işleri fâyıktır,
Birbirine lâyıktır,
Neylerse muvâfıktır;
Mevlâ’m görelim neyler,
Neylerse güzel eyler!
Vallâhi güzel etmiş,
Billâhi güzel etmiş,
Tallâhi güzel etmiş;
Allâh görelim n’etmiş,
N’etmişse güzel etmiş!..
KUDRET: O, sonsuz kudret sahibidir. Onun için hiçbir güçlük yoktur. Bu sıfatını Cenâb-ı Hakk, âyet-i kerîmede:
“Hiç şüphesiz ki Allâh, her şeye kâdirdir!” şeklinde bir hulâsa ile ifâde eder.
“O’nun (Allâh’ın) emri, bir şeyi dilediği zaman, ona sadece «Ol!» demesidir. O da hemen oluverir.” (Yâsîn, 82)
Cenâb-ı Hakk’ın «Ol!» emri tahakkuk ettiğinde olmasını arzu ettiği şeyin olmaması aslâ mümkün ve O’nun kudreti nazarında câiz değildir. Dolayısıyla kudret-i ilâhiyyeyi kendi acziyetimizle mütâlaa ederek bu hususta hatâya düşmemeliyiz. Zîrâ bizdeki güç ve kudret hem sınırlıdır, hem de onların zıddı olan acziyyet ile mâlûldür. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudreti hem mahdûd değil, hem de acziyyet gibi her türlü menfî vasıftan münezzehtir, berîdir. Dolayısıyla O’nun sonsuz kudreti karşısında âciz olmayan hiçbir varlık yoktur. Bizim kudretimiz de, ancak O’nun verdiği kadardır.
O kudrete baş kaldıran nice gâfillerin hazîn âkıbetleri insanlık tarihinin felâket dolu hüsrân sayfaları olmuştur. Nemrud, Firavun, Kârun, Ebû Cehil ve daha niceleri bir hiç hâlinde bu dünyâdan göçüp gitmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın, azâb için ebedî âleme alırken onlara takdîr ettiği ölüm de, âdetâ bir istihzâ mâhiyetinde olmuştur. Bilhassa ilâhlık dâvâsı güden koca Nemrûd’un cılız ve topal bir sivrisineğe mağlûb edilmesi, kudret-i ilâhiye husûsunda câlib-i dikkat bir mesaj taşımaktadır. Yine ordusundaki fil sürülerine güvenerek Kâbetullâh’a saldırmaya cür’et eden Ebrehe ve askerlerinin, sıkletsiz ebâbîl kuşları tarafından helâk edilmeleri de ayrı bir ibrettir.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Her ne kadar bu dünyâ, senin nazarına çok büyük ve nihayetsiz görünse de bilesin ki, ilâhî kudret karşısında o bir zerre bile değildir. Gözünü aç da bir bak; bir zelzele, bir kasırga, bir sel felâketi dünyâyı ve içindekileri ne hâle getiriyor!”
Gerçekten de kudretullâh, alıştığımız ilâhî programın dışında da nice tezâhürlerle tahakkuk etmektedir. Meselâ ateş, su, rüzgâr ve diğer tabiî unsurların yapıcı vasfı, bazen kudret-i ilâhiyye ile ikinci plana itilerek tahrip edici bir kuvvet hâline gelmektedir. Bu bakımdan tabiatta meydana gelen hâdiselerin temelindeki murâd-ı ilâhîyi veya çoğu kere de izn-i ilâhîyi görmemek, kısır ve bazen de kör bir perspektife takılıp kalmak demektir. Bu gaflete düşenleri îkâz sadedinde Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Unutma ki bu dünyâ, ilâhî kudret önünde âdetâ bir saman çöpüne benzer. İlâhî irâde, bazen onu yükseltir, bazen alçaltır. Bazen sağlam, bazen kırık dökük bir hâlde bulundurur. Onu bazen sağa, bazen sola götürür. Bazen gül bahçesi hâline kor, bazen de diken hâline…”
Allâh Teâlâ, âyet-i kerîmelerde bu gerçeği sık sık dile getirir. Bunlardan biri şöyledir:
“Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı yalnızca Allâh’ındır? Sizin için Allâh’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (el-Bakara, 107)
Ârifler ve âşıklar sultânı Yûnus, kudretullâh karşısındaki acziyeti ne güzel dile getirir:
Sensiz yola girer isem,
Çârem yok adım atmağa!
Gövdemde kuvvetim sensin,
Başım götürüp gitmeğe!..
KELÂM: O, kelâm sahibidir. Bunun için sese, harflere ve bu harflerden meydana gelen kelime ve cümleleri tertiplemeye muhtaç değildir. Yâni O’nun konuşması, harften de sesten de münezzehtir; insanların söz ve konuşmasına aslâ benzemez. Zîrâ insanların konuşması, O’nun kelâmından nasîb alarak gerçekleşir. Yûnus ne güzel söyler:
Ey sözlerin aslın bilen
Gel, di bu söz kanden gelir?
Söz aslını anlamayan,
Sanır bu söz benden gelir!
Cenâb-ı Hakk, kelâm sıfatı ile emir, nehiy ve diğer murâdını meleklerine, peygamberlerine ve insanoğluna, hattâ diğer bütün mahlûkâta bildirir. Esasen O’nun bir varlığı yaratışı da «Ol!» emriyle gerçekleştiğinden bir mânâda zâtındaki kelâm sıfatının vâsıtası ile tahakkuk etmiş olur. Kelâmdaki bu kudretin bir kırıntısı, insanoğluna nasîb kılınan kelâmda da vardır. Bunu bir şiirinde Yûnus Hazretleri şöyle ifade eder:
Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı,
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz!
Bütün ilâhî kitaplar, kelâm sıfatının taallukuyla zuhûr etmiştir. Bu kitapların peygamberlere gönderilişindeki vahiyler melek vasıtasıyla olduğu gibi bazen sayısız hicâb arkasından doğrudan doğruya da olmuştur. Bu, âdetâ Allâh ile bir konuşmadır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Allâh bir insanla ancak vahiy yoluyla veya hicâb arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir.” (eş-Şûrâ, 51)
“… Allâh hitap ederek Mûsâ’ya konuştu.” (en-Nisâ, 164)
Cenâb-ı Hakk, Mûsâ -aleyhisselâm- ile dil veya ses gibi maddî bir vâsıtayla değil, ezeldeki kelâm sıfatı ile konuştu. Hazret-i Mûsâ’nın yanında şâhid olarak getirilen yetmiş kişi ve Cebrâîl -aleyhisselâm-, bu ilâhî konuşmayı duymadılar ve hissetmediler. Mûsâ -aleyhisselâm-, bu ilâhî tecellînin karşısında kendisinden geçti. Dünyâda mı, âhırette mi olduğunu unutarak zaman ve mekânın dışına çıktı. Kendisinde, büyük bir aşk, vecd ve istiğrâk içinde Cenâb-ı Hakk’ın zâtını görmeye şiddetli bir arzu uyandı. Mukâbilinde Cenâb-ı Hakk’tan:
لَن تَرَانِي = Beni aslâ göremezsin!» fermân-ı ilâhîsi tecellî etti.
Mûsâ -aleyhisselâm-, gayr-i irâdî olarak ısrarına devâm edince, Cenâb-ı Hakk, dağa nazar etmesini, şâyet onu yerinde görebilirse, kendisini de müşâhede edebileceğini bildirdi. Rivâyetlere göre sayısız hicâbların arkasından Cenâb-ı Hakk’tan bir nûr, sızıntı hâlinde dağa aksetti. Dağ infilâk etti. Bu dehşetten Mûsâ -aleyhisselâm- bayıldı. Ayıldığında haddi aştığı için Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh ederek istiğfâr etti. Mûsâ -aleyhisselâm- eğer bayılmasaydı, dağ ile birlikte o da infilâk ederdi.
Diğer taraftan Cebrâil -aleyhisselâm- gibi büyük bir melek de mi’râc gecesi sidretü’l-müntehâda Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e:
“–Yâ Rasûlallâh! Benim hudûdum buraya kadar. Buradan öteye tek başına gideceksin. Eğer bir adım ileri geçersem, yanar kül olurum!” demiştir ki, aynı hakîkate mebnîdir.
Bu hususta şu fânî âlemde en geniş vüs’at, Âlemlerin Efendisi olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e verilmiş ve O, mi’râc ile şereflenmiştir. Âlemlerin Efendisi Peygamberimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, o gece husûsî bir vuslat ve mükâlemeye mazhar olmuştur. Yâni Mûsâ
-aleyhisselâm-’daki «لَن تَرَانِي; Beni aslâ göremezsin!» sırrı, O’nda «birleştirilmiş iki yay arası veya daha az» mesâfe olarak bildirilen keyfiyetiyle kullarca telâkkîsi muhâl ve mahrem olan bir vuslat ve musâhabet olarak tecellî etmiştir.
Allâh Teâlâ’nın kelâm sıfatı hiçbir kelâma benzemediği için mânâ bakımından da her türlü kelâmın mahdûdiyetinden de münezzehtir. O’nun kelâmından bizim dünyâmıza akseden ve zâhirde bize birkaç mânâsı fâş olan ilâhî beyânı, gerçekte sonsuz bir mânâ deryâsını muhtevîdir. Bunu bizzât Cenâb-ı Hakk, şöyle ifâde eder:
“De ki: Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahî, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir.” (el-Kehf, 109)
“Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak(mürekkep olsa) yine Allâh’ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allâh mutlak gâlip ve hikmet sahibidir.” (Lokman, 27)
Var olan bütün kelâmlar Cenâb-ı Hakk’ın kelâm sıfatının birer tecellîsidir. Böylece Allâh Teâlâ, kelâm sıfatındaki sonsuz kudreti tezâhür ettirmekte, ayrıca kendi yüce ism-i şerîfini sayısız lisân ile zikrettirmektedir. O, cansız zannedilenler de dâhil her mahlûka kelâm sıfatından ayrı bir lisân bahşetmiştir. Lisân-ı hâl denilen mânâ budur. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan her şey O’nu tesbih eder; O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız…” (el-İsrâ, 44)
Bu âyet-i kerîmenin sırrını müdrik olarak Yûnus Emre Hazretleri, şu terennümde bulunur:
Şol cennetin ırmakları
Akar Allâh deyu deyu
Çıkmış İslâm bülbülleri
Öter Allâh deyu deyu
Salınır Tûbâ dalları
Kur’ân okur hem dilleri
Cennet bağının gülleri
Kokar Allâh deyu deyu
TEKVÎN: Cenâb-ı Hakk’ın yaratma sıfatıdır. Bu, yoktan var etme demektir; yalnız O’na mahsustur. Sayısız âlemler onun eseridir. Diğer fiilî sıfatlar da tekvîn sıfatı içindedir; Mümît(öldüren), Muhyî (dirilten), Rezzâk (rızık veren) ve diğerleri.
Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“O (Allâh) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.” (es-Secde, 7)
“O, yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra (kendine has bir şekilde) semâya yöneldi, onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi (tanzim etti). O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 29)
“Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz.”(Yâsîn, 80)
“Allâh’ın yarattığı şeylerin gölgelerinin sağa sola vurarak boyun eğip Allâh’a secde1 ettiklerini görmüyorlar
mı?” (en-Nahl, 48)
Tekvîn sıfatı, diğer sıfatlardan farklıdır. Cenâb-ı Hakk’ta ilim sıfatıyla mâlumat, mütemâyiz ve münkeşif olur. Kudret sıfatıyla varlığın var veya yok edilmeleri sahîh olur. İrâde sıfatıyla var veya yok etmeden biri diğerine tercih olunur. İşte bu tercihten sonra tercih olunanı yaratmakta bi’l-fiil müessir olan sıfat, tekvîn sıfatıdır.
Kâinâtın sır ve esrârı tekvîn sıfatında gizlidir. Bu itibarla yaratılan her zerre Cenâb-ı Hakk’ı şehâdet hâlindedir.
Hâsılı Cenâb-ı Hakk’ın kulları tarafından bilinmesi, başlıca bu sıfatlarla mümkündür. Bahsettiğimiz bu sıfatlar ve diğer sonsuz sıfât-ı ilâhiyye, ayrı ayrı zaman ve mekân şartlarına göre değil her an Cenâb-ı Hakk’ın varlığında mevcuddur.
Bütün bu sıfatlar hakkında umûmî mânâda şunları da ifade etmek gerekir:
Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir sıfatının kendi zâtında bir zıddı yoktur. Yâni O, hayat sahibidir. Ancak hayatı, mahlukat için zıddı olan ölümden münezzehtir. Vardır; varlığı, bunun zıddı olan yokluktan münezzehtir. İlim sahibidir; bunun zıddı olan cehilden münezzehtir. İhtiyaçları giderir; muhtaçlıktan münezzehtir, ilâ-âhir her sıfat-ı ilâhî böyledir.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hakk, bütün sıfatlarında uzuv gibi vâsıtalardan da münezzehtir ve ilâhî sıfatların, Allâh’ta olduğu şekliyle insanlarda ve diğer mahlûkatta en ufak bir zerresi dahî yoktur. Sadece onların kırıntı kabîlinden tecellîleri vardır. Yâni bizim konuşmamız bize âid bir kelâm sıfatı ile değil, O’nun kelâm sıfatının kırıntı kabîlinden bir tecellîsi iledir. Dolayısıyla Allâh’ın hayât sahibi, yâni Hayy olmasıyla bizim hayatımız aslâ birbirine benzemez. O’nun görmesi bizim görmemiz gibi değildir. Kudreti de hâkezâ.
Kısaca O’nun yüce zâtına âid bütün sıfatların muhtevâları tariflere sığmayacak bir genişlik ve sonsuzluk arzeder. Onların hepsi ezelî ve ebedîdir. Hepsi O’nda mutlaktır ve sonsuz bir husûsiyetle muttasıftır. Yâni hiçbir sıfatının hudud ve sâhili yoktur. Bu itibarla O’nun ilmi, kelâmı, kudreti, tekvîni ve diğer bütün evsâfı bu mâhiyetleriyle her türlü teşbîh ve îzâhtan da münezzehtir. Bizim ve dünyâmızın husûsiyetleri ise hem mahdûd, hem de fânîdir. Bu hâliyle daha kendisini kâmil mânâda tanıyamayan insanoğlunun, elbette ki Cenâb-ı Hakk’a âid, O’na mahsûs, yâni husûsî mâhiyette olan sıfatları lâyıkı vechile idrâki mümkün değildir. Yâni nasıl ki Allâh Teâlâ’nın zâtının hakîkat ve mâhiyetini idrâk edemiyorsak, sıfatlarının da hakîkat ve mâhiyetini kâmil mânâda idrâk edemeyiz.
Diğer taraftan üst derecedeki bir varlık veya vasıf, normal şartlarda alt derecedekine benzetilmez. Benzetilirse, bu ancak onu küçültmek için yapılır. Meselâ bir kedi arslana benzetilirse, bu teşbih, onun hemcinslerine karşı kuvvet ve kudret üstünlüğünü ifade ederken, bir arslanın kediye benzetilmesi hâlinde temas edilen hakîkat, korkaklık ve acziyettir. Bu bakımdan Allâh’ı mahlukatla teşbîh ve temsîl büyük bir gaflet ve cürümdür. Bundan da öte, Cenâb-ı Hakk’ın şân-ı ulûhiyyetine yakışmayan çirkin bir iftirâ hükmündedir. Onun için bu cürme şirk, fâillerine de müşrik denir. Ez-cümle müşriklerin yanıldığı husus, meselâ Allâh’ın sonsuz derecede geniş olan işitme vasfını kendi işitme husûsiyetlerine benzetmeye kalkışmaları, O’nun görmesini kendi görüş çerçevelerine sığdırmaya cür’et etmeleri ve neticede Allâh husûsundaki inançlarını, ellerinde şekillenen âciz taş parçalarına kadar daraltmalarıdır ki, gaflet ve dalâletin bundan büyüğü olamaz. Lâkin hakîkati idrâk edip kendindeki görme, duyma, anlama, konuşma vs. bütün sıfatları Allâh Teâlâ’nın sıfatlarının kırıntı kabîlinden bir tecellîsi olduğunu kavrayanlar, hiçlik iklîminde mârifet feyizleriyle yaşar ve gerçek îmânın derin hazzı içinde fânîleşerek:
“Allâh’tan başka varlık yoktur.” derler.
Gönül ve dimağları irfânın zirvesinde:
“Yâ Rabb! Sen nasılsan öylesin!” hikmetiyle yoğrulur.
Böylece onlar, her türlü vehim ve vesveseden âzâde bir kalb-i selîm ile Rabblerine vâsıl olur, velîler defterine yazılırlar.
Bir derviş Bâyezîd-i Bistâmî’ye sordu:
“–Efendim, Allâh’ın en büyük isimleri hangileridir?”
Bâyezîd cevap verdi:
“–Evlâdım, Allâh Teâlâ’nın hangi ismi küçüktür ki?!. Gâfil olma; Allâh’ın bütün isimleri büyüktür. Sen ondan talebinin kabûl edilmesini istiyorsan kalbini mâsivâ işgâlinden korumaya bak! Onun esmâsı gâfil kalplerde tecellî etmez. Lâkin onun nûruyla mâmûr kalbe Allâh Teâlâ her an nice esmâsıyla nazar eyler!”
Kulların yaptığı iyi ve güzel olan fiillere Allah'ın rızan vardır. Fena olan fiillere ise, rızası yoktur.
“Allah kullarının küfrüne razı olmaz.”
Zümer 7
Allahü teala, kullarının iman, küfür, isyan ve ibadet (taat) olan bütün fiillerinin yaratıcısıdır.
Mutezile'nin ve rasyonalistlerin (fiilleri kullar yaratır)dediği gibi, kul; fiillerinin, hareketlerinin yaratıcısı değildir.
Bu iddia sapıklıktır, zira, insan, fiillerinin neticelerini tafsilatıyla bilemez. Bilemediğine göre, fiillerin yaratıcısı olamaz.
Bu sapık guruba, inançlarında her batıl bozuk mezhepten bir parça bulunan Vehhabi ve Selefiler’de dahildir, onlarda dirilerin kendi fiillerini yapmaya muktedir, vefat etmişlerin ise aciz ve hiçbir şeye güçlerinin yetmeyeceğini söylemişlerdir, bu iddia dirilere bağımsız bir güç vermek yani dirileri birer ilah haline getirmektir asıl şirk budur, oysaki Nebiler hayattayken fiillerini-mucizelerini , Velilerde hayattayken fiillerini-kerametlerini yaratan Allah’tır. Bu Zatlar ve şehitler vefat ettikten sonrada onlardan yardım isteyene yardım etme gücünü veren yine Allah’tır
Ayrıca, bu konuda nakli deliller şunlardır:
“Allah, her şeyi yaratandır...”
Zümer 62
“Sizi de, (elinizle) yapageldiğiniz şeyleri de Allah yaratmıştır.”
Soru: Allah’ın ilmi var ama bizimki gibi değil, işitmesi, görmesi var ama bizim görmemiz ve işitmemiz gibi değil, hayat sahibi olması, kadir olması bizim gibi değil demek caiz oluyor da Allah’ın oturması bizim gibi değildir demek niçin caiz olmuyor?O sıfatlar da kuranı kerimde geçiyor, istiva da geçiyor. Öncekiler için caiz olan, istiva için niçin caiz olmuyor? Cevap: Ayetler hakiki manalarında kullanılabilir ve kullanılamaz olmaları açısından iki kısımdır. 1) Muhkem ayetler; yani onların mukabilinde hakiki manalarını kısıtlayan, engelleyen başka ayet veya kati delil yoktur. Mesela Allah'ın semi' basir yani işiten, gören olması gibi. 2) Müteşabih ayetler; birden çok manası olup o manalardan istediğini almak başka ayet ve kati delillere ters düşüyordur. Yani müteşabih ayete hakikat manasını vermeye engel ondan daha muhkem ve daha fazla kati deliller vardır. Birden çok kati delil ve ayetin muktezasını terkedip bir ayetin kesin olmayan bir manasını almak İslam’ın hangi kuralına uygundur? tabiki değildir. Bu yüzden ayetleri cımbızla seçip manalandırmak selefin âdeti değildir. Belki kur'anın umumatının dillendirdiği bir takım kesin ifadeler vardır ki, onlar ancak kur'an bir bütün olarak, hadis-i şerif ve sahabe kavilleriyle birlikte incelendiğinde anlaşılmış ve kesinleştirilmişlerdir.
Mesela لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ“Allah’ın misli yoktur” ayeti celilesi ve bu manayı teyid eden diğer ayet, hadis, sahabe kavilleri ve icmaı şu umum kuralı muhkem yapmıştır; Allah cc asla mahlûkatından bir şeye benzemez. Allah samed’dir. Yani hiçbir şeye ihtiyaç duymaz. Oysa oturmak fiilini Allah’a isnat etmek; bu umumatı iptal etmek demektir. Ve Allah’ın oturacak bir şeye ihtiyaç duyacağını ve oturma şekliyle muttasıf olabileceğini iddia etmektir. Bunca kati delil mukabilinde bu kadar tutarsız ve zanni bir iddia ne kadar geçerli olur.
Tutarsız dedik; zira istivanın “kuşatmak”, “emri/sultası altına almak” gibi birden çok manası var. Tutup bunlardan birisini tercih ederken en azından diğer muhkem ayetlerle örtüşecek olanı seçip ayeti tevil etmek bir yere kadar makuldür. Sonraki âlimler gibi mecburiyet kesbetmesine binaen yapılabilirse de selef bundan bile kaçınmış müteşabih ayetlerin manalandırılması doğru bulmamıştır.
Şimdi tutup muhkem ayetlerle örtüşmeyecek, onlara ters düşecek bir manayı, istiva kelimesinde bir lügat anlamı olarak bu da vardır diyerek ısrarla geçerli kılmaya çalışmak sizce ne kadar tutarlı olabilir ki!
Selametle
Emin Ali YÜKSEL
Allah’ın Varlığı
1. Olanak Belgesi: Evren/Varlık, olabilirler türündendir. Açıkçası varlık ve yokluğu eşittir. Varolduğu gibi, olmayabilirdi de. Varolurken de, sonsuz oluş biçimlerinden herhangi birinin olması olasıdır. En az varolan kadar olmayan da varolma şansına sahiptir. Her olabilir ise kendi dışında bir sebebe bağlıdır. Öyleyse önce varolmayı, sonra da varolma biçimini olmamaya ve olması olası diğer biçimlere yeğleyen birisi vardır. O da Allah'tır "cc".
2. Değişim Belgesi: Evren değişkendir, durmadan değişiyor. Değişen herşey sonradan olmuştur. Bu bakımdan madde ezeli/başlangıçsız olamaz. Evet, maddenin termodinamik yasasına göre sürekli yokluğa doğru kayması, evrenin, uzayın durmadan genişlemesi, güneşin hızla tükenişe doğru yol alması gibi olaylar, varlığın bir başlangıcı olduğunu gösteriyor. Sonradan olan her varlığın bir yaratıcısı vardır; nedensiz sonuç ve sanatkarsız sanat olamaz. Nedenler ise zincirleme sürerek sonsuza kadar gidemez. Öyleyse durmadan değişen, ezeli olmayıp sonradan oluşan ve bir ilk nedene gereksinim duyan şu evrenin de bir değiştiricisi vardır. O da Allah'tır.
3. Düzen Belgesi: Her varlık kendi parçalarıyla bir uyum ve bütünlük içinde olduğu gibi, bütün evren de kendisini oluşturan varlık parçalarıyla bir uyum ve bütünlük içindedir. Bu ise bir düzen ve düzenliliğin varlığını gösteren yanıltmaz bir kanıttır, ve bir Düzenleyici'ye tanıklık eder ki, O da ancak Allah'tır.
4. Sanat Belgesi: Atomdan insana, hücreden yıldızlar topluluğuna kadar bütün evrende ince ve baş döndürücü bir sanat göze çarpmaktadır. Evet, bir baştan bir başa evrendeki her eser: çok büyük sanat değerine sahiptir; çok değerlidir; çok kısa zamanda ve çok kolay yapılmaktadır; çok sayıda olmaktadır; karışık ve çeşit çeşittir; süreklidir... Oysa, görünüşe göre, kısa zamanda, çok sayıda, kolay ve karışık yapılan işlerde sanat ve değer olmaması gerekir. Ancak yapan Allah olursa, o zaman herşey değişir ve zıtlar biraraya gelir...
5. Hikmet/İncelik ve Amaç Belgesi: Her varlıkta kendine özgü bir amaç izlendiği göze çarpmakta ve bir zerrede bile boş, amaçsızlık, anlamsızlık ve savurganlık sayılacak herhangi bir durum gözlenmemektedir. Oysa, ne madde aleminde, ne bitki ve hayvanat dünyasında, ne de eşya ve olaylarda bilinç ve kavrayış var değildir ki, bu amaçlar zinciri izlenebilsin. Öyle ise, evrendeki bu bilinçli işleyişi, bu hikmet ve amaçları ancak Allah'a dayandırmakla akla yatkın, doğru bir yol tutmuş olabiliriz.
6. Yardımlaşma Belgesi: Birbirine en yakın olandan en uzak olana kadar, bütün yaratıklar birbirlerinin yardımına koşuyor. Aralarında hiç ilişki bulunmayan iki ayrı varlık türü, böyle bir yardımlaşmada aynı bütünün parçaları gibi birbirini destekleyip tamamlayabiliyor. Düşünmeli ki, bakteriler, solucanlar ve toprak elbirliği içinde ve aynı amaç çevresinde toplanıp bitkilerin yardımına koşuyor ve bu durum yinelenip duruyor. Akıl ve bilinçten yoksun bu varlıkların, aklı ve bilinci şaşkınlık içinde bırakan bu işleri, perde arkasında Varlığı Gerekli bir Zat'ın hikmet dolu bir işini gözler önüne sermektedir. Açıkçası bütün evren, bu yardımlaşma diliyle "Allah" demektedir.
7. Temizlik Belgesi: İnsandan toprağa, yerden göğün derinliklerine kadar bütün evrendeki temizlik, başlı başına bir kanıt olarak, bize Kuddüs/Temiz adıyla adlanmış bir Zat(cc)'ı anlatmaktadır. Evet, toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar.. rüzgar, yağmur ve kar.. denizlerdeki buzdağları ve balıklar.. üstümüzde gökyüzü, uzayda kara delikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran manevi esintiler hep Kuddüs isminden haber vermekte ve o Kutsal Varlığı göstermektedir.
8. Yüzler Belgesi: Gerçekte bütün yaratıklara genelleştirilmesi olası iken, konuyu somutlaştırmak açısından işin, yalnızca insanı ve her insan ferdini diğerlerinden farklı kılan onun en belirgin ayırıcı niteliği durumundaki insan simasını ele alarak konuya yaklaşmış olalım; Herhangi bir insanın yüzü, en ince ayrıntısına kadar kendisinden önce geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine kesinlikle benzememektedir. Bu kural kendisinden sonra gelecekler için de olduğu gibi geçerlidir... Bir yönde birbirinin aynı, diğer yönde birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması olası milyarlarca resimden ayırmak ve o herşeyi sonsuz olasılık yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenab-ı Hakk'ı en sağır kulaklara bile duyuracak güçte bir duyurudur. Evet, simada yer alan uzuvları/organları başka simalardaki uzuvlardan ayrı yaratmak ve her gözü mutlak biçimde diğer gözlerden ayırıcı bir özellikle donatmak, gözünde perde olmasa bile, sinesinde gönül bulunan her vicdan sahibine, bütün bunları yaratıp sonsuz hikmetlerle donatan Zat(cc)'ı gösterir ve tanıttırır...
9. Tanrısal Yönlendirme, İçgüdü {Sevk-i İlahi} Belgesi: Yavru ördek, yumurtadan çıktığı anda yüzmesini becerebiliyor. Kozadan çıkan karıncalar, hemen dehliz kazmaya başlıyor. Arı, çok kısa zamanda sanat harikası olan peteği, örümcek ise, gergef inceliğindeki ağını örebiliyor. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, bunlar ve bunlar gibi olanlar başka bir alemde öğretilen bilgiyle ve yaratılıştan gelen bir yetenekle iş görüyorlar. Oysa insan, her şeyi bu dünyada öğrenmek zorundadır; hem de varlıklar arasında yeteneklilik bakımından en kusursuz yaratık olduğu halde. Demek oluyor ki, diğerlerine bu özellikleri veren doğrudan kendileri değil, her yaptığını hikmetle yapan bir Zat'tır ki, onlara böyle bağışta bulunmuştur. Kilometrelerce ötede yumurtalarını bırakıp dönen yılan balıklarının yavruları, yumurtadan çıkar çıkmaz yola koyulur ve annelerini sanki elleriyle koymuş gibi bulurlar. Bunu İlahi bir sevkten başka ne ile açıklayabiliriz? Hayvanlarda gördüğümüz bu olağanüstülük, ancak ve ancak Allah'ın bir vergisi olarak açıklanırsa, işte o zaman buna akli ve mantıki bir açıklama gözüyle bakılabilir. Yoksa, başka her yorum, yalnızca bir safsatadan ileriye gidemez...
10. Yaratılış ve Tarih Belgesi: Her insanda iyi ve güzele karşı bir sevgi, buna karşılık kötü ve çirkine karşı da bir nefret duygusunun varlığı, tersi hiç kimsenin düşüncesinden bile geçmeyecek açıklıkta bir gerçektir. Demek oluyor ki, bu duygular, ahlaklı davranma ve iyi işler yapma yönündeki yönelişleri, ahlaksızlıktan ve çirkin davranışlardan da nefret verip kaçınmayı sağlayan yapıları bakımından tanıklık etmektedir. Ki, insana iyiyi, güzeli emreden, onu kötülük ve çirkin davranışlardan da yasaklayan düzenin sahibi kim ise, kendisine bu duyguları veren de, O Zat'tır. Bu Zat da, hiç kuşkusuz Allah'tır. Dinler tarihi tanıktır ki, beşeriyet/insanlık hiçbir devrini dinsiz geçirmemiştir. Batıl, hatta gülünç bile olsa hemen her devirde bir dine inanmış ve bir manevi sistemi takip etmiştir. Ayrıca, inanmak bir zorunluluk ve gereksinimdir; o yaratılışta vardır. İnsan yaratılışına bu gereksinimi yerleştiren Zat'la, bize inanmayı emreden Zat, aynı Zat'tır. Ve o da Allah'tır.
11. Duygular Belgesi: İnsan, binlerce duyguyla donatılmıştır. Her duygu, madde dışı bir ortamdan çağrı niteliği taşır. Ancak insanda bir duygu daha vardır ki, o doğrudan doğruya Yaradan'ı tanıtır. Bu duygu, insanda varolan sonsuzluk duygusudur. Bu duygu nedeniyle insan sürekli sonsuzluk için didinir ve çırpınır. Sonlu olan hiçbir şey, onu gerçek manada doyuramaz. Ve bu duygu, insana başka bir sonlunun etkisiyle verilmiş olamaz. Sonlu olan sebeplerin hiçbiri, bu sonsuzluğu sunamaz. Oysa, bunun varlığı ortadadır, yalanlanması da olası değildir. Öyleyse bu duygu bize, bizi bu duygu ile yaratan Zat tarafından verilmiştir.. Ve, sonsuz yaşamı da yine O verecektir.
12. Birlik Belgesi: On yalancı, arka arkaya gelip bize evimizin yandığını söylese, bu adamların hayatta bir kez bile doğru söylediklerini duymamış olmamıza karşın, "ihtimal/belki" der onlara inanırız; ortada birlik durumu vardır. Oysa, sözünü ettiğimiz ittifak/birlik, binlerce Elçi, yüzbinlerce ermiş ve milyonlarca da inanan insan arasında meydana gelmiş bir ittifaktır. Çeşitli zamanlarda ve ayrı ayrı bölgelerde yaşamış bu insanların ittifak ettiği en birinci nokta, "Allah vardır" gerçeğidir. On yalancının bir yalan üzerindeki ittifakına değer verildiği halde, milyonlarca, hem de hayatlarında bir kere bile yalan söyledikleri duyulmamış Nebiler/Elçiler ve velilerin bu çaptaki ittifakına inanmayan insan nasıl insan olabilir? Ve ona nasıl akıllı denir?
13. Kur'an Belgesi: Kur'an-ı Kerim'in Kelamullah (Allah Kelamı/Sözü) olduğunu kanıtlayan bütün deliller, aynı zamanda Allah'ın varlığının da belgeleri durumundadır. Kur'an'ın Allah kelamı olduğuna ilişkin yüzlerce delil vardır ve bunlar, konuyla ilgili İslam kaynaklarında en ince ayrıntısına kadar açıklanmıştır. Biz konunun kanıt yönünü o çalışmalara aktarmakla yetiniyoruz. Evet, bütün bu deliller, kendilerine özgü dilleriyle "Allah vardır" derler.
14. Elçiler Belgesi: Elçilerin ve özellikle Elçiler Önderinin {Hz.Muhammed'in} "sav" elçiliğini kanıtlayan bütün deliller de, yine Allah'ı anlatan belgelere eklenmelidir. Zira Elçilerin varlıklarının amacı, Tevhid, açıkçası Allah'ın varlık ve birliğini duyurmaktır. Öyleyse, her elçinin kendi elçiliğini kanıtlayan bütün delilleri, aynı zamanda bütünüyle Allah'ın varlığına da delil olmaktadır. Ne var ki, onların elçiliğini kanıtlayan deliller şu andaki konumuz dışında kaldığından, teker teker üzerinde durmayacağız. Şimdilik yalnızca şunu belirtelim ki, bir elçinin hak nebi olduğunu gösteren bütün deliller, aynı kuvvetle, hatta ondan da öte bir kuvvetle "Allah vardır ve birdir" demektedir.
15. Hayat-Ruh ve Vicdan {Yaşam-Benlik ve Duyunç} Belgesi: Yaşam görünür bir bilinmez!.. Evet, o görünür nedenlerle açıklanamayacak kadar düşündürücü ve Yaratıcı Güc'e tanıklık etmesi bakımından da açıktır. Evet o, doğrudan doğruya Yaratıcısını gösterir ve duyurur. O, bilinmez oluşuyla bilim adamlarını, açıklığıyla da halktan insanları büyüleyen sihirli bir olaydır. Ve yaşam adeta hal diliyle: "Beni var edip yaratan ancak Allah'tır" der.. İçeriğini bilmemekle birlikte, varlığından kimsenin kuşku duymadığı ruhumuzun ve onun işlevlerinin bedenimizi yönetiş biçimi de, yine Allah'ı bildiren delillerdendir. Dünyada Emir Alemi'ni temsil eden cevher/öz ruhtur ve ruh, bu aleme ancak ilerlemek ve gelişmek, olgunlaşmak için gelmiştir. Hikmetin sonuca etkisi konumuzun dışında olduğu için, biz burada yalnızca onun tanıklık ettiği noktaya değinmekle yetiniyoruz.
Evet, madde alemiyle içeriği noktasında hiçbir ilişkisi olmayan ruhun kendine özgü bir alemden buraya gönderilişi, olgunlaştırılmaya bağlı tutuluşu ve bunun da belli bir yazgıyla yürütülüşü, kuşkusuz Allah'ı gösteren önemli delillerden biridir. Diğer taraftan, insandaki iç sezişler ve görünür bir neden yokken Rabbe dönüşler ve O'na yönelişler ve bu olayların milyonlara ulaşan sayıda yinelenişi açık bir delildir ki, insanda yaratılıştan var olan ve Hakk'ı bulmanın en önemli araçlarından biri durumunda bulunan vicdan, kendi Yaratıcısı'na tutkundur ve bütün varlığıyla O'nunla bağlantı halindedir. Ruhlara sorulan "Yaradanınız Ben değil miyim?" sorusunun yanıltmaz tanıklarından biri de, vicdan değil midir? İşte vicdan, bu tanıklığın hakkına uyma zorunluluğunun yönlendirmesi ile "Allah" demektedir...
16. Isı Yasası: Termodinamiğin ikinci kanunu olan ısı kanunu kainatta ısının tedricen azaldığını yani ısı kaynağı olan varlıkların ısısını yitirerek mutlak sıfır derecesine gitmekte olduklarını açıklar. O zaman enerji tükenecek ve hayat sona erecektir. Yanmakta olan güneş, parlayan yıldızlar ve canlıların vatanı olan yeryüzü... Bunların hepsi belirli bir zamanda yaratılmış olan varlıklardır. Çünkü bunların tümünde mevcut olan enerji tükenmeye doğru gitmektedir. Bu olgu da onların belli bir zamanda başlamış yani yaratılmış olduklarını gösterir. Eğer kainat yaratılmışsa, bir yaratıksa, ezeli bir yaratıcıya muhtaç demektir. Çünkü arada bir yaratıcı kabul etsek, o zaman da onun da yaratıcısı olması gerekir ki bu da saçmadır. Kabul etmek zorunda olduğumuz bu yaratıcının, herşeyi kapsayan bilgi sahibi, hiçbir şeyle sınırlanmayan bir kudret sahibi ve ezeli olması gerekir. Açıkladığımız kanuna göre kainatta mevcut olan ısının varlığı, kainatın ezeli olması ihtimalini imkansız kılmaktadır.Kainatta ısı varsa, ona ısı verici düşünmek zaruridir. Zira soğumuş haldeki maddede ısı, kendiliğinden oluşmaz. Kainat ezeli olsaydı, sıcak halde değil, soğuk halde bulunurdu.
17. Güneş Enerjisi: Eğer yıldızlar ezeli olsalardı tükenmekte olan bugünkü durumlarında olurlar mıydı? Ömürlerini tüketip sönmüş olmazlar mıydı? Bununla birlikte güneşin, enerjiye dönüşüm sebebiyle kütlesinden bir miktar kaybettiğini biliyoruz. Fakat kütledeki bu azalma o kadar küçüktür ki uzay boşluğuna kıyasla yıldızların küçüklüğü gibidir. Burada anlatmak istediğimiz şudur: Yıldızlar bütünüyle ışık ve ısı yayımı az da olsa kütlelerinden madem ki bir miktar kaybetmektedirler ve bu kesindir, bu halde onlar ezeli ve ebedi olsalardı şimdiye dek çoktan yok olup gitmeleri, yani bütünüyle enerjiye dönüşüp kitlelerini yitirmeleri gerekmez miydi?
18. Yaşam: İnkarcılar şöyle derler: Hayatın oluşumu basit olayların tesadüfi birleşimi sonucudur. Sonra bu basit bileşimler birbirleriyle birleşerek, evrimleşerek şu anda mevcut bulunan hayatı oluşturmuştur. Fakat buna dair ellerinde delil var mıdır? Bu konuda ortaya koymaları gereken en büyük delil de şu olmalıdır: Hayatı oluşturan tüm elementler, geçmişte olduğu gibi bugün de vardır ve onlar bunu kullanabilirler. Geçmişte tesadüflerin yaptığını söyledikleri şeyi bugün kendileri bilinçli olarak yapsınlar! Hayatı hangi elementlerin oluşturduğu biliniyor... Bunların birleşim oranları biliniyor... Hayatın oluşması için ne gibi ortamın gerektiği de biliniyor... O halde ilk oluştuğu gibi hayatı laboratuvarda yaratmaları gerekmez mi? Bunları bir araya getirseler bile hayatın insan iradesiyle doğduğunu iddia edebilirler mi?
DNA: {İnsanın genetik şifresini taşıyan} bir DNA herbiri 24 cilt tutan 2500 ansiklopedinin kapsadığı bilgiyi kapsar... En ilkel elektronik beyinlerin dahi bir yapıcı olmadan oluşamayacağını kabul eden insan, nasıl bu kadar muazzam bir sistemin tesadüfen oluştuğunu söyleyebilir? Bütün bunları, iradeden, düşünceden, akıldan yoksun, kör, sağır ve dahası canlı olmayan maddenin yarattığını, oluşturduğunu iddia etmek hangi akla, hangi mantığa, hangi ilmi düşünceye sığar? Maddenin, kendi kendine göz, kulak ve kalp gibi oluşumlar göstermesi, aklın alacağı, izah edilebilecek bir durum değildir. Herbiri belirli bir işlevi yüklenmiş olan bu organlar belli bir amaç için yaratılmışlardır. Bunları kullandığımız aletlere benzetebiliriz. Kullandığımız basit aletlerin bir usta, bir yapıcı olmadan yapılamayacağını görürüz ve kabul ederiz de, bunlardan çok daha karmaşık yapı ve işlevler yüklenen organların tesadüfen oluştuğunu söyleriz? Onların şu ısı ve hareket kanunlarına göre faaliyet gördüklerini tespit etmemiz yetmez. Acaba bunları yapan ve belli kanunlara göre hareketlerini takdir ve tayin eden mühendis kimdir?
Hayatın kökenini tesadüfe bağlayan kişi ile Allah'a bağlayan kişi aklen eşit olabilir mi? Kainat, yaratıcı değildir, ancak yaratılmıştır. Kim kainata ve doğaya yaratıcı sıfatı verirse cahilce ve alçakça Allah'a ortak koşmuş olur. İnsanın iradesi (dileme yeteneği), kudreti (gücü) ve ilmi (bilme yeteneği) onu maddeden ayırıcı özelliklerdir. Maddenin insana bilme, anlama yeteneği vermesi, onu güçlü kılması ve dileme yeteneği ile donatması mümkün değildir. Bütün bunları insana verebilecek tek merci Allah'tır. "Kesin olarak inananlara, yeryüzünde ve kendi içinde Allah'ın varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?" {Zariyat 20-21} İnsanın benliğinde de Allah'ın yaratıcı olduğuna dair birçok deliller mevcuttur. Benliğin (ve ruhun) varlığı bir delildir. İyilik ve kötülük etme yeteneğinin hepsi delildir. Yine evrende mevcut olan benliğimizle ilgili acayip ve madde ile ilgisi olmayan birçok olay da delildir. Gerçekten insan maddeötesi birçok garip şeyler yapmaktadır. Hipnotizma, ruh çağırma, telepati gibi olaylarda kişi vücudundaki maddi göz olmadan bazı şeyleri görebilmektedir...
Bütün bunlar, bizde maddi olmayan birşeyin var olduğuna, varlığın sınırlarını aştığını, duyumların ve duyumlarla yapılan ölçümlerin onu ihata edemeyeceğini, bunların hepsinin insanın derinliklerine inmekle anlaşılabileceğini ve madde ya da hesaba sığdırılamayacağını gösterir. Organlarının çalışması duran ve ölen insanın sadece maddi varlığını kaybetmediğini, ölen insanda bunun ötesinde maddi olmayan bir parçanın da ayrıldığını, insanın maddi varlığı dışında başka birşeye de sahip olduğunu gösterir. Bu şey nedir? Elbette insanın nefsi ve ruhudur. Topraktan yaratılan ise yine toprağa döner...
Sonuç olarak: Hayatın başlangıcı, oluşumu Allah'ın varlığına delildir. Hayatın çoğalması da yine Allah'a delildir. Hayatın türlere ayrılması, yayılması Allah'a delildir. Kainatın merkezi olan insan ve ondaki yüce sıfatlar, Allah'ın varlığına delildir. İnsan ruhu, benliği -yaratılışı ve harikulade oluşu- Allah'ın varlığına delildir. Yalnız bu bile Allah'ı bilmek için yeterlidir.
19. Duanın Kabulü: Sıkıntıya düşenlerden dilediğini kurtarması, Allah'ın süregelen bir kanunudur. Kafir de olsa, sıkıntıya düştüğünde kalbinden Allah'a yönelerek dua eden kişiye Allah yardım edebilir. Başından bu tür olaylar geçmiş kişilerin anlattıkları anılar, bu yardımı açıklar. Başından bu tür olaylar geçmemiş tek kişi göstermek zordur. Ben, sen, o... Her gün olagelen yüzlerce olaydan size birkaç tanesini örnek olarak anlatalım: Bunlar, kişinin yalnız olmadığını, korunmaya layık olduğunu ve sıkıntıda Allah'ın onu koruduğunu gösterir. Elemli bir kalple Allah'a yönelenin ve O'ndan yardım isteyenin duasının kabul edildiğini gösterir. Allah'ın kişiyi yalnız bırakmasından daha büyük felaket olabilir mi? Bu tür olaylarda insan, Allah'ın kudretinin eserlerini ve duasını kabul edişini müşahede eder. Bu tür olayların hepsi Allah'ın varlığına delildir... Bu konu ile ilgili birkaç olay anlatalım:
a) 1 Ekim 1944 tarihli R.Digest adlı bağımsız dergide şu başlık vardır: "İbadet ve duaya inanmıyor musunuz?" "Duanın etkisine ve inkar edilmez gücüne bugün artık inanıyoruz. Sıkıntı ve dehşet karşısında insanların kendileri dışında yüce bir güce yönelmeleri garipsenemez. Asıl garipsenecek şey, böyle bir durumun yadırganmasıdır. Korkunç bir anı gördüğümüzde biz de aynısını yaparız..." Major Allan Landberg -New Jersey doğumlu- Avustralya civarında denizde dokuz arkadaşıyla birlikte uçarken düştüklerini ve başlarına gelenleri şöyle anlatıyor: İki kauçuk sala binme ve kurtulma ümidi arama ihtimalimiz vardı ama yapmadık. Çünkü yanımızda ne ekmek ne de su kalmamıştı. Bütün havacılar endişe içindeydiler. Uçağın geri savunmacısı çavuş "Albert Herhander" dua ediyor ve biz de ona iştirak ediyorduk. Yakıcı güneş altında başımıza gelecekleri bekliyorduk. Dudaklarımız çatladı, dilimiz şişti. Duasına devam eden "Albert" ile duaya bile mecalimiz kalmadı. Üç gün sonra akşam üzeri bir karaltı gördük. Sonra yaklaşınca gözlerimize inanamadık. Bunlar, çırılçıplak Avustralya yerlileriydi. Siyah derili, kıvırcık saçlı bu adamlar, mercan avlamak için geldiklerini, yollarının burası olmadığını, kendilerini bu yöne meçhul bir etkenin sevkettiğini, buna da hayret ettiklerini söylediler. Böylece kurtulmuştuk.
b) Şam Radyosu, 10.1.1965 yılında öğleden sonra saat 2.45'te, İngiltere'de yayınlanan bir tıp dergisine dayanan bir yayın yapıyordu. Sözkonusu dergi, olayı bizzat yaşayan doktorun imzasıyla hadiseyi yayınlamıştı. Müzmin bir hastalıktan dolayı hastanede tam 13 yıl yatan genç adam bu süre içinde yapılan tüm tedaviler sonuçsuz kaldığı için doktorlar usanmışlardı. Olayı nakleden doktor, hastayı son defa muayene etmiş, ümit olmadığını görmüştü. Çaresizlik içinde hasta doktora: - Ümit yok değil mi doktor? diye sordu. Doktor: - Ümit artık yalnızca göktedir. Duayı dene. Dua etmeyi biliyor musun? Hastalığı on üç yıl devam eden genç, ilk olarak dua ediyordu. Bir hafta sonra hastasını ziyaret eden doktor, onu rahat ve iyileşmiş olarak buldu. Doktorların bir türlü altedemedikleri hastalığın geçmiş olduğunu hayretler içinde gördü.
c) 1951-1954 yılı Süveyş Kanalı gerilla saldırılarına katılan bir Mısır'lı genç anlatıyor. Üç gerilla olarak stratejik bir alandan geçen bir demiryolunu havaya uçurmak için yola çıkmışlardı. Gece aydınlıktı. Gökyüzü berraktı ve çok uzaktan farkedilebilirlerdi. Düşman bunları görüp ateş açabilirdi. Arkadaşlarından biri ellerini açıp "Allah'ım bize bulut gönder" deyince, biraz sonra nereden geldiği belli olmayan bir bulut gelip etrafı karanlığa boğdu ve ayın önünü kapattı. Planladıkları harekatı başarıp, sağ-salim geri döndüler. Üç düşman devletin Mısır'a hücumu sırasında olanları her birimiz işitmişizdir. Portsaid kenti alevler içinde yanarken halk içten dua etmiş, bunun üzerine yağmur yağarak bütün yangınları söndürmüştü. Bütün bunlar halkın konuştuğu günlük meselelerdir.
Bu konuda başından bir olay geçmemiş tek müslüman yoktur. Bütün imkanlar ortadan kalkınca, çaresiz olarak Allah'a sığınır. O zaman da dua kabul olunur ve sıkıntı giderilir. Bunun en belirgin örneği, kuraklık anında çıkılan yağmur duasıdır. Tabiidir ki bunun tevbe, namaz ve dua gibi yapılması gerekli rükünleri de vardır. Resulullah(sav)'den günümüze kadar insanlar bu hususta birçok olay nakletmiştir ve birçok kişi de kabul edilen dualarını anlatmaktadırlar. Tarihçi eleştirmenlere rağmen bu tür olayların varlığı ve devam etmekte oluşu sürekli olarak anlatılagelmektedir. Duanın kabulü belgesi, şartları vuku buldukça sürekli bir biçimde olagelmektedir, ve olacaktır. Bunların hepsi, dua edenlerin dualarını işiten ve kabul eden yüce bir varlığın bulunduğuna işaret eder. Bu varlık, müslüman ya da kafir, kim olursa olsun, dua edenin duasını kabul eder. İhtiyaç halindeki bir müslümanın duası her türlü ahvalde kabul edilir. Ve tabii duanın kabulü onun hayrına idiyse...
20. Elektron Hareketi: Hareket halindeki herşey belli bir zamanda ve mekanda başlayan hareketle bu eylemine başlamıştır. Bütün elektron ve kütleler dairevi bir hareket halindedirler. Her elektron ve kütlenin de bu hareketinin belirli bir zamanda ve mekanda başlaması gerekmektedir. O halde bu başlangıç noktası bize varlıkların başlangıç anını yani yaratılma zamanını verecektir. Bu düşünceden hareketle kainatın bir yaratıcı tarafından belli bir zamanda yaratılmış olduğu sonucuna ulaşırız. Bu ise yoktan yaratmadır. Yoksa hiçbir şey kendiliğinden yoktan var olmaz.
Kaynak: İnancın Gölgesinde-Nil ve İslam'da Allah'a İnanmak-Yenda (sadeleştirerek)
Allahü teâlâyı mü'minler Cennette görecektir. Fakat, nasıl olduğu bilinmeyen bir görmekle göreceklerdir. Nasıl olduğu bilinmeyeni, anlaşılmıyanı görmek de, nasıl olduğu anlaşılmayan bir görmek olur.
Allah'ı göz ile görmek, aklen caiz naklen de sabittir. Mekan, cihet, karşılaşma, bitişme, mesafe tayini, ışık, benzetme, keyfiyyet, ve ihata olmaksızın Allah görülür. Allah Teala'nın kulları tarafından görülmesi ve tecelli etmesi bize göre birdir. Dünyada, tur-i sina'da Hz.Musa'ya gözüktüğü gibi Ahirette'de muminlere görünecektir. Çünkü Cenab-ı Hak mevcuttur. Mevcudun görülmeside muhal değildir. (1)
İnanan kimse, Cennettekilerin, zatının künh ü mahiyetini kavramaksızın ve herhangi bir şeye bemzetmeksizin Allah Teâla'yı görecektir. Müminler Rablarını, Cennette ayan-beyan görecekler. Ay, ondördüncü gecesinde zorluk çekilmeden müşahede olunduğu gibi, inananlarda Rablerine zahmetsizce bakacaklar. Allah' baş gözüyle değil, kalp gözüyle görülür diyenler sapık ve bidatçıdır. (7)
Bu mevzudaki ayet-i celile şöyledir:
"Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır (O'nu göreceklerdir)." (Kıyamet Suresi:22-23)
Elmalı Tefsirinde bu ayet-i celiler şu şekilde açıklanmıştır.
"Nice yüzler o gün parlaktır. Başarılı olma neşesiyle sevinç içinde ışıl ışıl parıldar. Zira Rabbine bakıcıdır. Onun cemâline bakmaktadır. Ehl-i Sünnet bu bakışı "görme" mânâsında anlayarak ahirette müminlerin Allah'ın cemalini göreceğini isbat etmişlerdir. "Beni asla göremezsin."(A'râf:143) âyetine sarılan Mutezile de bu bakışı "bekleme" mânâsına yorumlamışlardır. Oysa gayesine ulaşmayan beklemenin neticesi neşe değil, hayal kırıklığı ile üzüntü olacağından burada sadece bekleme mânâsının doğru olamayacağını anlatır."
".... Beni asla göremezsin" (Araf 143) mealindeki ayet-i kerime, Allah'ın ahirette değil, dünyada görülmeyeceğini anlatmktadır. Dünyada Allah'ı görmeye engel hususlar ahirette kalkacaktır. Ahiretin bu alemle kıyaslanması doğru değildir.
Resulullah buyuruyor:
Şu ayı ondördüncü gecesinde itişi kalkışmaksızın nasıl görüyorsanız, Rabbinizi de üst üste yığılmaya lüzum kalmadan rahatça görebileceksiniz. (8)
Cennette Allah nezdinde en şerefliniz, sabah akşam O'nun yüzüne bakanınızdır. (9)
Allah'ın Zati Sıfatları
1) Vücüd (Var olmak) Bu alemde görülen her şey, daha önce yok iken vücüuda getirilmiş ve her biri bir gaye için yaratılmıştır. Bu kainat, maddesiyle şekliyle sonradan var olmuştur. O halde, her yoktan varolan gibi, alemimizde bir yaratıcıya muhtaçtır. O yaratıcı ise, bu alem cinsinden olmayan, onun dışında, varlığı zâtının icabı (Vacibü-l-vücud) olan, mutlak kemal sahibi Allahu Teala'dır.
2) Kıdem (Varlığının başlangıcı olmamak)
3) Beka (Varlığının sonu olmamak),
4) Vahdaniyet (Bir olmak),
5) Muhalefetün-lil Havadis (Sonradan yaratılmışlara hiç benzememek),
6) Kıyam binefsihi (Varlığında hiçbir şeye muhtaç olmamak)
Allah'ın Sübüti Sıfatları
1) Hayat (Diri olmak),
2) İlim (Bilmek-Allah her şeyi bilir),
3) Semi (İşitmek-Allah her şeyi işitir),
4) Basar (Görmek, Allah her şeyi görür),
5) İrade (Dilemek-Kainatta her şey Allah'ın dilemesiyle olur),
6) Kudret (Her şeye gücü yetmek),
7) Kelam (Konuşmak. Cenab-ı Hak konuşur, fakat onun konuşması ses, dil ve harf yardımıyla değildir. Nasıl konuştuğunu ancak kendisi bilir. 104 kitabı bu sıfatla indirmişitr. Peygamberlerle de bu sıfatla konuşmuştur),
Tekvin (Yaratmak-Allah her şeyi yoktan var eder. Ondan başkası bir zerreyi dahi yaratamaz.)
"Allah Baba" Denilir mi?
SAKIN ALLAH'A BABA DEMEYİN
İslam dininde en büyük günah Allah'a baba demektir. Baba deyince birde ananın olması gerekir. Baba, karısı olup çocuğu doğurtan kimseye ve hayvana denir. Bu anlamda Allah'a baba demek en büyük günah ve küfürdür. Ülkemizde insanın babası olmayanlara da baba demesi alışkanlığı bulunmaktadır. Onlarda babadır, ama başkalarının babasıdır. Onların da karıları ve çocukları vardır. İnsanlar bir saygı ifadesi olarak onlara mecazi anlamda baba demektedir.
Hristiyanlar, Hz.İsa'ya Allah'ın oğlu der. Hz.İsa oğul olunca, Allah'a da baba demeye başladılar. Oğul, bulununca bir baba ve baba olunca bir oğul olması birbirini gerektirir. Meryem'e İsa'nın anası derler. Öyleyse İsa'nın anası Allah'ın karısı mıdır? Buna cevap vermeleri gerekir?
Bizim basın ve yayın organlarında, bazı insanların zaman zaman kullandığı "Allah baba" ifadesi tamamen Hristiyan kültüründen geçmedir.
Kur'an-ı Kerim, Allah'a baba demenin ne kadar büyük bir günah olduğunu anlatır.
"Pek merhametli olan Allah'ın oğlu olduğu kötü sözü söylemelerinden dolayı az kaldı gökler paramparça olacak, yeryüzü yarılacak ve dağlar çökecekti. Oysa Allah'ın oğlu olmaz, göklerde ve yer yüzünde her şey onun mülkü ve herkes Onun kuludur."(Meryem Suresi 88 - 93)
"Allah, çocuk edinmemiş ve hükümranlığında ortağı yoktur." (İsra Suresi :77)
"Şüphesiz Allah tektir çocuğu olmaktan münezzeh ve yücedir" (Nisa Suresi : 171)
"Gökleri ve yeri yaratan Allah'tır. Karısı olmadığı halde çocuğu nasıl olabilir? Her şeyi O yaratmıştır"(Enam Suresi :101)
"Rabbimizin yüceliği her yücelikten üstündür. O, karı da, çocuk da edinmemiştir." (Cin Suresi . 3)
"Allah bir tektir, doğurmadı ve doğmadı. Hiç bir şey O'na denk değildir." (İhlas Suresi: 1-4)
;">
"Allah Göklerdedir" Demek Caiz mi?
Cenab-ı Allah mekan ve yönden münezzehtir. Mekan ve yön olmadan O vardı. Allah'a yön ve mekan tayin eden kimsenin kâfir olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır. Onun için bu ifadenin kullanılmamasını önemle tavsiye ederiz.
Allah'ın İpi Ne Demektir?
Allahın ipi, Kur'ân-ı Kerîm ise de, İslâm âlimleri Allahın ipinden maksat, fukahanın yolu olduğunu bildirmişlerdir. Allahın ipine sarılmak dernek, hak mezheblerden birisine tâbi olmak demektir.
"Haberiniz olsun! Ben size iki ağırlık bırakıyorum. Bunlardan biri Allah Teâla'nın Kitabı'dır. O, Allah'ın ipi olup, kim ona tutunursa hidayet üzere olur, kim de onu terkederse delâlete düşer."
Allah Razı Olsun Ne Demektir?
Allah razı olsun demek, bu halinden Allah razı olsun demek değildir. Allahü teâlâ, seni razı olacağı hale getirsin demektir.
Allah Her Yerde Demek Doğru mu?
Allah her yerdedir demek, Allaha mekan ittihaz etmek demektir ki asla câiz değildir. Allah mekandan münezzehtir, her yerde hazır ve nazırdır demelidir. Allah dünyayı nur gibi, ışık gibi kaplamıştır demekte yine mekan tayin etmek demektir ki asla caiz değildir.
Allahü teâlâ, kâinatla ne bitişiktir, ne içindedir, ne dışındadır. Ya nasıldır?
İnsan bir .hayâl kursa, hayâlinde çeşitli işler yapsa, insan kurduğu hayalin içindedir, dışındadır, bitişiktir, ayrıdır gibi bir şey söylenemez. Hayâl gerçekte yok ki böyle söylenebilsin.
Yine insan rüyâ görür. Rüya gören insan, rüyâ ne sağındadır, ne solundadır. Ne de bitişiktir. Rüyâ Allahü teâlânın kudreti ile devam etse, insan rüyâyı gerçek zannedebilir. Yer, içer, hatta rüyâsında rüya bile görür.
Bir ipin ucuna küçük bir demir parçası bağlayıp, öteki ucundan tutarak çeviririrsek, dönen demir karşıdan daire şeklinde görünür. Görünen demire nokta-i cevvale, görünen daireye de, daire-i mevhume denir. Dairenin bu nokta ile hiç ilgisi yoktur. Noktanın hiç bir cihetinde değildir. Daire hâsıl olunca bu nokta sınırlanmamıştır. Nokta, dairenin sağında, solunda, önünde, arkasında denilemez. Daire için böyle şeyler ancak onun gibi vehim mertebesinde bulunan varlıklar için söylenebilir. Görünen bu daire mecazdır. Fakat hakikat kaybolmuş, mecaz görünmüş, tanınmıştır.
Bir misâl daha verelim. Hindistanda meşhur bir hikâye vardır. Hokkabazlar padışâhın karşısında, oyun yaparken, göz boyamakla, aynada bahçe ve ağaçlar gosterirler. Hakikatte bulunmayan bu ağaçları, büyüyerek meyve verdiklerini gösterirler. Meyveleri koparıp sultana ve seyircilere verirler. Eğer oyun yaparken hokkabazlar öldürülürse, görünen oyunlar, Allahü teâlânın kudreti kudreti ile, o halde kalır, yok olmazlarmış. Sultan da bu hokkabazları, oyun esnasında öldürtüyor. Bu ağaçların uzun müddet kaldığı, meyvelerini herkesin yediği söylenmektedir. Bu hikaye, doğru veya yanlış olması bir yana, misâlimizi aydınlatması bakımından caziptir.
Işte dünya, yıldızlar, gezegenler, Cennet ve Cehennem ve her varlık, hayâl, vehim mertebesinde yaratılmıştır. Allahü teâlânın kudreti ile devam etmektedir; Allah ile kainatın yakınlığı, uzaklığı, insanın hayâl ve rüyâya olan alakasına benzemektedir. İnsan hayalin şurasında, rüyanm burasındadır, denemez. İşte Allahü teâlâya da böyle mekan tâyin edilemez. (2)
Allah'ın Rahmeti
İnsan, âmeline güvenerek afvolacağını ümit etmemelidir. Ancak, Allahü teâlâ'nın rahmetini, ihsanını düşünerek afvedilebileceğini ümit etmelidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, şirkten başka günahları dilerse afvedeceğini, rahmetinden ümit kesilmemesini, bağışlama ve merhametinin çok olduğunu bildirmektedir. Allahü teâlâ, yüz rahmetten ancak bir tanesini, insanlara, cinlere ve hayvanlara indirdiğini, bu bir rahmet ile canlıların birbirlerine şefkat gösterdiklerini, rahmetinin doksandokuzu ile de kıyamet günü kullarına rahmet edeceğini, Peygamberimiz bildirmektedir.
Arşın altında (Ben rahmet edicilerin en merhametlisiyim, rahmetim gazabımı aştı) yazılı olduğu ve Cennet ehlinin iki misli kadar insanı Cehennemden çıkarıp afvedeceği bildirilmiştir.
Allahü teâlânın afv ve mağfiretini ümit eden mü'minleri ve kendisinden korkanları Cehennemden çıkaracağı, bir annenin çocuğuna olan şefkatinden çok daha merhametli olduğu hadîs-i şeriflerde bildirilmiştir.
Peygamberimizin şefaati, günahı sevabından çok olan mü' minler içindir. Kıyamet günü Arşın altında bir mü'nâdinin şöyle bağırdığı duyulur:
(Allahü teâlâ kendi hakkını bağışlamıştır. Ancak kul hakları kalmıştır. Siz de birbirinize haklarınızı bağışlayıp Allahın rahmetiyle Cennete girin!)
Kim Allahdan başka ilâh olmadığına, Muhammed aleyhisselâmın Allahın Resulü olduğuna imân ederse. Cehenneme girmeyeceği, falcılık, üfürükçülük yapmayan ve Allahü teâlâya tevekkül eden yetmiş bin kişinin hesapsız Cennete gireceği hadîs-i şerifle bildirilmektedir.
Her ne kadar günah işlemek insanı imansız etmezse de, günahlar zamanla kalbi karartarak maazallah imansız gitmeğe sebep olur. Bu bakımdan Allahü teâlânın emirlerini yapıp, haramlardan kaçarak rahmetini ümit etmelidir.
Önce itikadı düzeltmelidir. İtikâd düzgün olmayınca iyi zannedilen âmellerin kıymeti olmaz. Hem itikadı bozuk hem de kötü şeyler yapan kimsenin (Benim kalbim temizdir, Allah beni afveder) demesi asla doğru değildir. Çünkü hadîs-i şerifte buyuruldu ki:
(Ahmak o kimseye denir ki, her istediğini yapar ve rahmete kavuşmasını ümit eder.)
Demek ki, önce itikadı düzeltip haramlardan kaçarak Allahü teâlânın emirlerini yapmağa çalıştıktan sonra neticeyi beklemek ümit olur.
Allahü teâlânın gazabından emin olmak öldürücü zehir olduğu gibi, rahmetinden ümitsiz olmak da öldürücü zehirdir. Mü'min daima korku ile ümit arasında yaşamalıdır. Korkunun fazla olması daha iyidir. Böylece kötülüklerden kaçıp iyilik etmeğe koşar. Ölürken ise ümidi korkusundan fazla olmalıdır.
Yâ Rabbi! Bizleri azabından korkan ve rahmetinden ümit eden kullarından eyle! (2)
Allah'tan Korkmak
Allah'tan korkmak, büyük makamlardandır. Çünkü Allahü teâlâ buyuruyor ki:
Allah'tan ancak âlim olanlar korkar.
Hadis-i şeriflerde ise şöyle buyuruldu:
Hikmet ve ilmin başı Allah korkusudur
Sizin en akıllınız, Allah'tan en çok korkanınızdır.
Allah korkusundan ürperip tüyleri kalkanın ağaçtan yaprak dökülür gibi günahları dökülür.
Cenâb-ı Hak katında, Allah korkusundan akan gözyaşından ve Allah yolunda akan kandan sevgili damla yoktur.
Arşın gölgesinde gölgelenecek yedi sınıf kimseden birisi de, yalnız iken Allahü teâlâyı hatırlayıp gözyaşı dökenlerdir.
Allahü teâlâ'dan korkandan her şey korkar. Allah'tan korkmayanı her şeyle korkuturlar.
Allahü teâlâ buyuruyor ki, "izzetim hakkı için, bir kulda iki korku, iki emniyet bulundurmam. Dünyada benden korkarsa, Ahirette onu emin ederim. Ahıret hususunda emin ise, korkuturum.
İnsan sevdiği şeylerin elden çıkmasından korkar. Sevdiği kimselerin sevgisini kaybetmekten korkar. Bunun için Allah'ı en çok sevenler, Allah'tan en çok korkanlardır. Keza Allahü teâlâ'yı en iyi tanıyanlar da O'ndan en çok korkanlardır. Çünkü hadis-i şerifte buyuruldu ki:
En arifiniz benim, en çok korkanınız da benim.
Allah'tan korkup günahtan sakınan kimselere "müttaki' denir. Müttakîler hakkında çok müjdeler vardır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
Müttakîlerin hepsi hesapsız Cennete girerler.
Alimlerimiz buyuruyorlar ki:
İnsan Allah'tan korkarsa, kalbi hikmetle dolar
İnsanlar, fakirlikten korktukları gibi Cehennem'den korksalardı Cennet'e girerlerdi.
Dünya'da korkan, âhırette emin olur.
Kalbinde Allah korkusu bulunmayan kalbler harap olmuştur.
Allah'tan korkan kul, kendini hasta görüp ölüm korkusuyle bütün isteklerinden kaçınan kimsedir.
Allah korkusunun sebebi, ilim ve marifettir. İlim ve marifet sahipleri, kendi ayıplarını, günahlarını ve ibâdetteki kusurlarını görerek, bunun yanında Allahü teâlâ'nın kendisine verdiği sayısız ni'metleri düşününce, yaptıklarından utanıp, kalbinde korku başlar. Bu kimsenin hâli şuna benzer: Bir padişah bir kimseye iltifat ederek sayısız yardım ve ihsanlarda bulunsa, üstelik sadrazamlık rütbesi verse, bu kimsede, padişahın bu iyiliklerine karşılık nankörlük ve hıyanet etse, bunu da padişahın gördüğünü anlasa, o kimsenin kalbine bir korku ateşi düşer.
Korkunun dereceleri vardır. İnsanın kendisini arzulardan men etmesine İFFET, haramlardan men etmesine VERA, şüphelilerden men etmesine TAKVA denir. Allah'a yaklaşmağa mâni olan her şeyden men etmesine ise SlDK denir. Böyle kimselere de SIDDÎK denir.
Bir kimse Cehennemden korkar, tevbesiz öleceğinden korkar, gaflete düşüp kalbinin kararacağından korkar, nimetlerin çokluğu sebebiyle zevke dalıp âhıreti unutacağından korkar, bütün kusur ve kabahatlerinin ortaya dökülüp rezil ve rüsvâ olacağından korkar. En büyük korku da ezele ait olup imansız gitme korkusudur. Basiret sahipleri akıbetlerinin ne olacağından korkarlar. En büyük korku budur. Çünkü Allahü teâlâ'dan celâl sıfatı sebebiyle korkmak, günahı sebebiyle korkmakdan daha üstündür. Çünkü bu korku hiç gitmez. Günâhı sebebi ile korkan kimse, günah işlemeyi bırakınca (Niçin Allah'tan korkayım) diye düşünür.
Bu bakımdan Allahü teâlâ'dan Celâl sıfatı sebebiyle korkmak daha üstündür. Cenâb-ı Hak, Dâvûd aleyhisselâma (Benden kükremiş arslan gibi kork!) buyurdu. Çünkü arslan, senden korkmaz, öldürmek isteyince de seni bir kabahatinden dolayı öldürmez. Allahü teâlâ'yı da böyle düşünenin korkmaması mümkün değildir.
Korkanların çoğu, akıbetinin kötü olmasından korkmuşlardır. Ebu Derda hazretleri buyurdu ki (Hiç kimse, ölüm zamanında imanının geri alınmıyacağından emin olmaz.) Sıddıklar kötü akıbetten çok korkarlar. Süfyan-ı Sevrî'yi ağlarken gördüler. (Allah'ın afvı, senin günahından büyük olduğunu bilmez misin?) dediler. (İmanla öleceğimi bilsem, dağlar kadar günahım olsa yine korkmam.) buyurdu. Mürid, günah işlemekten, arif ise küfre düşmekten korkar.
İşte bu ilimlerden ve marifetten korku hâsıl olur. Korkudan ise zühd, sabır, tevbe, sıdk, ihlâs ve nihayet bunlardan da muhabbet hâsıl olur. Muhabbet makamı ise bütün makamların sonuncusudur. Marifet, kendini ve Rabbini bilmek demektir. Marifetten âciz olanlar ise, Allah'tan korkan marifet sahipleri ile sohbet etmeli, gafillerden uzak olmalıdır.
Hazreti Ebu Bekir, o büyüklüğüyle, (Keşke bir kuş olsaydım) diye ağlardı. Hazret-i Aişe validemiz (Adım ve sanım olmasaydı) diye döğünürdü. Ata Sülemi Hazretleri, kırk sene Allah korkusundan gülmedi. Bütün Enbiya'lar ve Evliya'lar korktukları halde biz neden eminiz? Ya onların çok günahı vardı da bizim yok, yahuttâ onların marifeti çoktu da bizim marifetten haberimiz yok... Gerçekte ise günahların gafletinden dolayı eminmişiz gibi hareket ediyoruz. Büyükler ise marifetleri sebebiyle çok ibâdet ettikleri gibi, çok da korkarlardı. Allahü teâlâ'nın mekrinden emin olmak, öldürücü zehir olduğu gibi, O'nun rahmetinden ümitsiz olmak da öldürücü zehirdir. Mü'min, daima ümit ile korku arasında bulunmalı dır. Nitekim Hazret-i Ömer buyurdu ki:
Eğer dense ki, Cennete yalnız bir kişi girecek, o kişinin kendim olduğunu ümit ederim. Yine dense ki, Cehenneme yalnız bir kişi girecek, o kimsenin kendim olacağından korkarım.
Allahü teâlâ'nın rahmetini ümit etmek, kulu Cennet'e çeken yular gibidir. Havf, ya'ni Allah'tan korkmak ise, Cehennem'e düşmemek ve Cennete gitmesi için vurulan kamçı gibidir. Ümitten muhabbet doğar. Muhabbet makamından yüksek makam yoktur. Hadîs-i şeriflerde buyuruldu ki:
Ölürken herkes, Allahü teâlâyı hüsn-i zan etmelidir. (Allahü teâlâ buyuruyor ki: Kulum beni zannettiği gibi bulur.
Allahü teâlânın rahmetinden ümit eden ve kendi günahlarından korkan kimseyi Cenâb-ı Hak, korktuğundan emin eder ve ümit ettiğine kavuşturur.
Günahlarının çokluğu sebebiyle ümitsiz olan birisine Hazreti Ali buyurdu ki: (Ümitsiz olma, Allahü teâlânın rahmeti senin günahlarından büyüktür. Rahmeti gazabını aşmıştır.)
Büyüklerden birisi vefat edince rü'yâda gördüler.
-Allahü teâlâ sana nasıl muamele etti?diye sordular.
Şöyle cevap verdi:
- Yaptığım işlerden sorguya çekildim. Bunu niçin yaptın, şunu niye böyle yaptın gibi sualler sordular. Korktum. Dedim ki, Ya Rabbi, seni bana böyle tanıtmadılar. (Nasıl tanıttılar) buyurdu. (Kulum Beni zannettiği gibi bulur.) Hadis-i kudsîyi söyledim.
Sonra dedim ki,
- Ya Rabbi, ben rahmet bekliyordum. Bunun üzerine (Sana rahmet ettim) buyurdu. Cennete götürdüler. Eşi benzeri bulunmayan ni'metlere kavuştum.
Bir kimse, en iyi tohumu bulup, mümbit toprağa eker, yabani otlardan temizler, gübreler ve gerekli ilaçlamalarım da yapar. Allahü teâlâ da bu mahsûlü çeşitli âfetlerden korursa, bu beklemeğe ümit denir. İyi tohum atmaz, kültürel ve ilâçlı mücadelesini yapmazsa, üstelik toprak da mümbit değilse, bu tarla dan iyi mahsûl almak için beklerse, bu bekleyişe ümit denmez. Çünkü sebeplerin hepsine yapışmamıştır. Ama yine imkânsız olmadığı için buna temenni denir. Bunun gibi, doğru iman tohumunu kalbine yerleştirip, burasını fena ahlâk dikenlerinden temizlerse, ibâdet suyu ile iman ağacını sularsa, ölünceye kadar her türlü âfetlerden koruması için Allahü teâlâya sığınırsa, ya'ni gerekenleri geciktirmeden vazifesini zamanında yaparsa, buna ümit denir.
İman tohumu doğru olduğu halde, kötü ahlâktan temizlenmez ve ibâdet suyu ile sulanmazsa, rahmet beklemek ahmaklık olur. Buna ümit denmez. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
Ahmak o kimseye denir ki, her istediğini yapar ve rahmete kavuşmasını ümit eder.
Demek ki bütün sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi beklemek ümit olur. Sebepleri ne atar, ne araya koyarsa temenni olur. Sebeplere yapışmazsa ahmaklık olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
Din işleri temenni ile doğru olmaz.
O hâlde ihlâsla tevbe eden, kabul edildiğini ümit etmelidir. Tevbe etmediği hâlde günahına üzülürse, üzülmesi tevbeye sebep olur. Çünkü, Cehennem tohumu ekip, Cennet beklemekten büyük ahmaklık yoktur. Salih amel işlemeden, büyüklerin kavuştukları dereceyi ümit eden kimseden akılsızı yoktur.
Ümitli olmak için Allahü teâlânın ni'met ve ihsanlarını düşünüp ibret almalıdır. (Her bir kimse benim rahmetimden ümitsiz olmasın!) âyet-i kerimesini düşünmelidir.
Hadis-i şerifte, bu ümmete merhamet olunduğu, onların azabı dünyada çektikleri, hastalık, belâ, fitne, zelzele v.s. olduğu bildirilmiştir. Hadis-i şerif de buyuruldu ki:
Kul günah işleyip istiğfar ederse, Allahü teâlâ, ey meleklerim, bakın bu kul, bir günah işledi ve bir sahibi olduğunu anlayarak günahı için istiğfar edip afv diledi. Siz şahit olun ki onu afvettim.
Altı saate kadar melek, kulun günahını yazmaz. Eğer istiğfar ederse hiç yazmaz. Tevbe ve taat etmezse, sağ taraftaki melek, diğerine der ki, defterinden bir günah düş, ben de ona karşılık bir sevap düşeyim. On günaha bir sevap rastlar. Dokuzu kendine kalır.
Kul istiğfar ettiği müddetçe, yani istiğfar etmekten bıkmadıkça, Allahü teâlâ da afvetmekten bıkmaz, iyilik yapmağa niyyet edince, o işi daha yapmadan melek sevap yazar. Yaparsa on sevap yazar. Hattâ yedi yüz misline kadar yazar. Günah işlemeğe niyyet edince yazmaz. İşleyince bir günah yazar.
Bir kimse Peygamberimize gelip, namaz ve oruçtan başka ibâdet edemediğini, parası olmadığı için zekât veremediğini ve hacca gidemediğini, hâlinin, ne olacağını arz etti. Resûlullah buyurdu ki:
-Eğer kalbini riya ve hasetten, dilini gıybetten ve yalandan, gözünü nâmahremden ve Allahü teâlânın kullarına hakaretle bakmaktan korursan Cennette benimle olursun.
Bir Arap, Peygamberimize sual etti:
-Kıyamet günü hesabı kim yapacak?
-Allahü teâlâ yapar.
-Kendi kendine mi yapacak?
-Evet...
-Arap güldü. Peygamber aleyhisselâm sordu:
-Niçin güldün?
-Kerîm olan galip olunca afveder, hesap sorarsa kolaylık gösterir.
-Doğru söyledin. Allahü teâlâdan kerîm kimse yoktur. Sen akıllısın. Allahü teâlânın sevgili kullarından birini aşağı görmek, Kâbeyi yıkmaktan daha kötüdür.
Allahü teâlâ, kıyamet günü, o kadar çok rahmet verir ki, hiç kimsenin kalbinden o kadarı geçmiş değildir. Hattâ şeytan bile merhamet olunacağını düşünerek başını kaldırır.
Bildirildi ki, Cehennemden iki kişiyi çıkarırlar. Allahü teâlâ, (Yaptıklarınızın karşılığını gördünüz. Çünkü ben zulmetmem.) buyurduktan sonra Cehenneme götürürler. Birisi çok hızlı yürür, diğeri ise yürümez. Her ikisine bunun sebebini sorarlar. Hızlı yürüyen (Emir, dinlememenin neye mal olduğunu anladım, onun için hızlı yürüyorum.) der. Diğeri ise (Rabbime hüsn-i zan ettim. Cehennemden çıkarınca, bir daha sokmaz diye ümit ettim.) der. Her ikisini de Cenâb-ı Hakkın ihsanı ile Cennete götürürler.
Kaynaklar 1) Ehl-i Sünnet İtikadı, Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, Bedir Yayınevi, 1996, S.67
2) Bir Bilene Soralım -1,3 Türkiye Gazetesi
3) Mürşid 4, İlmihal, Fetvalar, Turan Yazılım
4) Büyük Kadın İlmihali, Rauf PEHLİVAN
5) Elmalı Tefsiri
6) Kütüb-i Sitte 7) Sevâd-ı Azam, Hakim Semerkandi, Bedir Yayınevi, 8) Buhari 9) Tirmizi İbn Ömer r.a. rivayet etmiştir.
Nisa / 136. Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman (da sebat) ediniz. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyamet gününü inkâr ederse tam manasıyle sapıtmıştır.
Bakara / 137. Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.
Bakara / 177. İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır!
Bakara / 256. Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.
Bakara / 62. Şüphesiz iman edenler; yani Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah'a ve ahiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.
Bakara / 138. Allah'ın (verdiği) rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz ancak O'na kulluk ederiz (deyin).
HADİS...
* Hz. Süheyb radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Sizden öncekiler arasında bir kral vardı. Onun bir de sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca Kral'a: "Ben artık yaşlandım. Bana bir oğlan çocuğu gönder de sihir yapmayı öğreteyim!" dedi. Kral da öğretmesi için ona bir oğlan gönderdi. Oğlanın geçtiği yolda bir râhip yaşıyordu. (Bir gün giderken) rahibe uğrayıp onu dinledi, konuşması hoşuna gitti.
Artık sihirbaza gittikçe, râhibe uğruyor, yanında (bir müddet) oturup onu dinliyordu. (Bir gün) delikanlıyo sihirbaz, yanına gelince dövdü. Oğlan da durumu râhibe şikayet etti. Rahip ona: "Eğer sihirbazdan (dövecek diye) korkarsan: "Ailem beni oyaladı!" de; ailenden korkacak olursan, "beni sihirbaz oyaladı" de!" diye tenbihte bulundu. O bu halde (devam eder) iken, insanlara mani olmuş bulunan büyük bir canavara rastladı. (Kendi kendine:) "Bugün bileceğim; sihirbaz mı efdal, rahip mi efdal!" diye mırıldandı. Bir taş aldı ve:
"Allahım! Eğer râhibin işi, sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu hayvanı öldür de insanlar geçsinler!" deyip, taşı fırlattı ve hayvanı öldürdü. İnsanlar yollarına devam ettiler. Delikanlı râhibe gelip durumu anlattı. Rahib ona: "Evet! Bugün sen benden efdalsin (üstünsün)! Görüyorum ki, yüce bir mertdebedesin. Sen imtihan geçireceksin. İmtihana maruz kalınca sakın benden haber verme!" dedi. Oğlan anadan doğma körleri ve alaca hastalığına yakalananları tedavi eder, insanları başkaca hastalıklardan da kurtarırdı. Onu kralın gözlyeri kör olan arkadaşı işitti. Birçok hediyeler alarak yanına geldi ve: "Eğer beni tedavi edersen, şunların hepsi senindir" dedi. O da: "Ben kimseyi tedavi etmem, tedavi eden Allah'tır. Eğer Allah'a iman edersen, sana şifa vermesi için dua edeceğim. O da şifa verecek!" dedi. Adam derhal iman etti, Allah da ona şifa verdi.
Adam bundan sonra kralın yanına geldi. Eskiden olduğu gibi yine yanına oturdu. Kral: "Gözünü sana kim iade etti?" diye sordu. "Rabbim!" dedi. Kral: "Senin benden başka bir Rabbin mi var?" dedi. Adam: "Benim de senin de Rabbimiz Allah'tır!" cevabını verdi. Kral onu yakalatıp işkence ettirdi. O kadar ki, (gözünü tedavi eden ve Allah'a iman etmesini sağlayan) oğlanın yerini de gösterdi. Oğlan da oraya getirildi. Kral ona: "Ey oğul! Senin sihrin körlerin gözünü açacak, alaca hastalığını tedavi edecek bir dereceye ulaşmış, neler neler yapıyormuşsun!" dedi. Oğlan:
"Ben kimseyi tedavi etmiyorum, şifayı veren Allah'tır!" dedi. Kral onu da tevkif ettirip işkence etmeye başladı. O kadar ki, o da râhibin yerini haber verdi. Bunun üzerine râhip getirildi. Ona: "Dininden dön!" denildi. O bunda direndi. Hemen bir testere getirildi. Başının ortasına konuldu. Ortadan ikiye bölündü ve iki parçası yere düştü. Sonra oğlan getirildi. Ona da: "Dininden dön!" denildi. O da imtina etti. Kral onu da adamlarından bazılarına teslim etti. "Onu falan dağa götürün, tepesine kadar çıkarın. Zirveye ulaştığınız zaman (tekrar dininden dönmesini talep edin); dönerse ne âla, aksi takdirde dağdan aşağı atın!" dedi. Gittiler onu dağa çıkardılar. Oğlan:
"Allah’ım, bunlara karşı, dilediğin şekilde bana kifayet et!" dedi. Bunun üzerine dağ onları salladı ve hepsi de düştüler. Oğlan yürüyerek kralın yanına geldi. Kral: "Arkadaşlarıma ne oldu?" dedi. "Allah, onlara karşı bana kifayet etti" cevabını verdi. Kral onu adamlarından bazılarına teslim etti ve: "Bunu bir gemiye götürün. denizin ortasına kadar gidin. Dininden dönerse ne âla, değilse onu denize atın!" dedi. Söylendiği şekilde adamları onu götürdü. Oğlan orada: "Allah’ım, dilediğin şekilde bunlara karşı bana kifayet et!" diye dua etti. Derhal gemileri alabora olarak boğuldular. Çocuk yine yürüyerek hükümdara geldi. Kral: "Arkadaşlarıma ne oldu?" diye sordu. Oğlan. "Allah onlara karşı bana kifayet etti" dedi. Sonra Kral'a:
"benim emrettiğimi yapmadıkça sen beni öldüremeyeceksin!" dedi. Kral: "O nedir?" diye sordu. Oğlan: "İnsanları geniş bir düzlükte toplarsın, beni bir kütüğe asarsın, sadağımdan bir ok alırsın. Sonra oku, yayın ortasına yerleştir ve: "Oğlanın Rabbinin adıyla" dersin. Sonra oku bana atarsın. İşte eğer bunu yaparsan beni öldürürsün!" dedi. Hükümdar, hemen halkı bir düzlükte topladı. Oğlanı bir kütüğe astı. Sadağından bir ok aldı. Oku yayının ortasına yerleştirdi. Sonra: "Oğlanın Rabbinin adıyla!" dedi ve oku fırlattı. Ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini şakağına okun isabet ettiği yere koydu ve Allah'ın rahmetine kavuşup öldü. Halk:
"Oğlanın Rabbine iman ettik!" dediler. Halk bu sözü üç kere tekrar etti. Sonra krala gelindi ve: "Ne emredersiniz? Vallahi korktuğunuz başınıza geldi. Halk oğlannın Rabbine iman etti!" denildi. Kral hemen yolların başlarına hendekler kazılmasını emretti. Derhal hendekler kazıldı. İçlerinde ateşler yakıldı. Kral:
"Kim dininden dönmezse onu bunlara atın!" diye emir verdi. Yahut hükümdara "sen at!" diye emir verildi. İstenen derhal yerine getirildi. Bir ara, beraberinde çocuğu olan bir kadın getirildi. Kadın oraya düşmekten çekinmişti, çocuğu:
"Anneciğim sabret. zira sen hak üzeresin!" dedi."
* Ebu Zerr (Cündeb İbnu Cünâde el-Gıfârî) (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Bana Cebrâil aleyhisselam gelerek "Ümmetinden kim Allah'a herhangi bir şeyi ortak kılmadan (şirk koşmadan) ölürse cennete girer" müjdesini verdi" dedi. Ben (hayretle) "zina ve hırsızlık yapsa da mı?" diye sordum. "Hırsızlık da etse, zina da yapsa" cevabını verdi. Ben tekrar: "Yani hırsızlık ve zina yapsa da ha!" dedim. "Evet, dedi, hırsızlık da etse, zina da yapsa!" Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) dördüncü keresinde ilâve etti: "Ebu Zerr patlasa da cennete girecektir".
* Câbir İbnu Abdillah el-Ensârî (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "İki şey vardır gerekli kılıcıdır" Bir zat: -Ey Allah'ın Rasûlü! gerekli kılan bu iki şeyden maksad nedir? diye sordu: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Kim Allah'a herhangi bir şeyi ortak kılmış olarak ölürse bu kimse ateşe girecektir. Kim de Allah'a hiçbir şeyi ortak kılmadan ölürse o da cennete girecektir" cevabını verdi."
* Abdullah İbnu Abbas'ın rivayetine göre, bir kadın, kendisine küpte yapılan şıra (nebîz) hakkında sordu. Kadına şu cevabı verdi: "Abdulkays kabilesinin heyeti Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e geldiği vakit: "Bu gelenler kimdir?" diye sordu. "Rebîalılar" diye kendilerini tanıttılar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Merhaba, hoş geldiniz. İnşaallah bu ziyaretten memnun kalır, pişman olmazsınız" buyurdu. Misafirler: "Biz uzak bir yerden geliyoruz. Sizinle bizim aramızda şu kâfir Mudarlılar var. Bu sebeple, size ancak haram ayında uğrayabiliyoruz. Öyle ise, bize kesin, açık bir amel emret, onu geride bıraktıklarımıza da öğretelim. Ve bizi cennete götürsün" dediler. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de onlara dört emir ve dört yasakta bulundu: Önce tek olan Allah Teâla'ya imanı emretti ve sordu: "İman nedir biliyor musunuz?" "Allah ve Resûlü daha iyi bilir!" dediler. Açıkladı: Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan orucu tutmak, harpte elde edilen ganimetten beşte birini ödemenizdir." Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara şu kapları (şıra yapmada) kullanmalarını yasakladı: Hantem (topraktan mâmul küp), dübbâ (su kabağından yapılmış testiler), nakîr hurma kökünden ayrılan çanak, müzeffet -veya mukayyer- (içi ziftle -katranla- cilalanmış kap).
* Abbâs İbnu Abdilmuttalib (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle söylediğini işittim: "İmanın tadını, Rabb olarak Allah'ı, din olarak İslâm'ı, peygamber olarak Muhammed'i seçip râzı olanlar duyar."
* İbn-i Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Ben insanlar Allah'tan başka ilâhın olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye, namaz kılıncaya, zekât verinceye kadar onlarla savaş etmekle emrolundum. Bunları yaptılar mı, kanlarını, mallarını bana karşı korumuş (emniyet altına almış) olurlar. İslâm'ın hakkı hâriç. Artık (samimi olup olmadıklarına dair) durumları Allah'a kalmıştır".
* Alkame hazretlerinin İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'dan naklettiğine göre, İbnu Mes'ud, "...Kim Allah'a iman ederse (Allah) onun kalbini doğruya götürür.." (Teğâbün,11) meâlindeki âyetle ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır: "Bunlar kişinin mâruz kaldığı musibetlerdir. İnanan kişi, (Allah'ın lütfu ve keremi ile) bu musibetlerin Allah'tan olduğunu bilir, Allah'ın takdirine teslimiyet gösterip, razı olur (ve Sabreder)."
Bakara / 62. Şüphesiz iman edenler; yani Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve sâbiîlerden Allah'a ve ahiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.
İslâmiyet'e zahirde iman etmiş olanlar, yani, Muhammed dinini dilleriyle ikrar ettiklerinden dolayı insanlar arasında müslüman sayılanlar, Musa dinine mensup olan yahudiler, İsa dinine mensup hıristiyanlar, bu üç dinin dışındaki dinlerden olanlar yani onlardan her kim, Allah'a ve ahiret gününe, bu sûrenin başında beyan buyurulduğu üzere, gerçekten dış görünüşleriyle ve içyüzleriyle iman eder ve bu imana yaraşır şekilde iyi bir iş yaparsa şüphesiz bunların Rableri katında ecir ve mükafatları vardır. bunlara korku yoktur ve bunlar mahzun da olacak değillerdir, yani, yapılan inzarlar, uyarı ve tehditler bunlar hakkında değildir.
İnsanlar Âdem'in sülbünden yeryüzüne indikleri zaman Cenab-ı Allah kendilerine "Eğer Ben'den size bir hidayet gelir de kim benim hidayetime uyarsa, işte onlara herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyecekler." (Bakara, 2/38) diye herhangi bir zamanda gelen hidayetine uymaları şartıyla bunu vaad etmemiş miydi? İşte Âdem'in tevbesinin semeresi olan o ilahî va'd, ebediyete kadar sürüp gidecek bir genel kanundur. Ve bu âyet ilahî kanunun bir inkişafıdır. Şu halde yahudiler gibi zillet ve meskenete düşenler ve Allah'ın gazabına uğramış olanlar bile her ne zaman tevbe eder, Allah'a ve ahiret gününe cidden iman ederek, Allah'ın son zamanda gönderdiği hidayete uyar ve ona göre salih amel işlerlerse o gazaptan kurtulurlar. Ve Allah katında ecir ve mükafat bulurlar. Sonuçta sırrına mazhar olarak, korku ve hüzünden kurtulurlar. Lakin bundan yararlanmak için görünüşte, yani insanlar arasında mü'min ve müslüman sayılmak yetmez, hatta belli bir süre salih kişi olarak yaşamış olmak da kâfi gelmez. O imanda sebat edip, güzel bir sonla gitmek, yani son nefeste iman ve güzel amel ile Allah'a kavuşmak lazımdır.
Bu sûrenin baş tarafında "İşte onlar Rabblerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve gerçekten kurtuluşa erenler de ancak onlardır." (Bakara, 2/5) müjdesinin kimlere mahsus olduğu bilinmektedir ve bunda "Sana indirilene ve senden önce indirilene inananlar." (Bakara, 2/4) şartı da bulunmaktadır. Bunun için ahirete iman ve gerçek anlamda yakîn de bütün peygamberlerle birlikte Hz. Muhammed'e (s.a.v.) ve ona indirilen kitaba iman etmiş olanlara mahsus bulunduğu tebliğ edilmişti. Şu halde cümlesiyle beyan buyurulan gerçek imanın Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesinden sonrakiler diye tefsir edilmesi lazım geldiğinde hiç şüphe yoktur. Zaten bu âyetin bilhassa bu noktadan İsrailoğulları'na hitap şeklinde bir icmal olup, bütün bu açıklamaların İslâm dinine davet sadedinde ve "Sizin yanınızda bulunan kitabı doğrulayan bu kitaba (Kur'ân'a) iman edin ve onu ilk inkâr eden olmayın!" (Bakara, 2/41) ilâhî emrini desteklemek için gelmiş olduğunda şüpheye yer yoktur. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve iyi amel işleyenler bile Tevrat ve İncil hükmünce geleceğin büyük peygamberine iman ile mükellef idiler, buna işaret olmak üzere "Ahdimi yerine getirin." (Bakara, 2/40) buyurulmuştu. Böyle iken Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra onu inkâr edenler arasında gerçek iman ehli bulunduğu varsayımına imkan kalır mı?
Allah'a ve hesap gününe imanı bulunan ve bu iman ile mütenasip salih amel işleyecek olan kimselerin Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr etmelerine imkan tasavvur olunabilir mi? Tarih sayfalarının şahitliğinde Hz. Muhammed'in peygamberliğinden daha açık, daha belirgin hangi peygamberlik vardır? Şu halde gökyüzündeki yıldızlardan bazılarını kabul edip de güneşi inkâr edenlerin Allah'a karşı imanlarında ciddiyet ve samimiyet tasavvur etmek gerçekle bağdaşmayan bir çelişki teşkil eder. Dikkat çekici olan şey şu ki, bu âyette iman, biri insanlara nazaran zahirî, diğeri Allah katında geçerli, hakikî iman olmak üzere iki defa zikredilmiş ve her şeyden önce "iman edenler" sözü, yahudilere, hıristiyanlara ve sâbiilere mukabil tutulmuştur. Demek ki, bu üçü, Kur'ân'ın sözkonusu ettiği imanın mutlak olarak dışındadırlar. Bununla beraber zahirî iman sahipleri bunlarla eşit tutulmuş ve hepsinin kurtuluşu kâmil iman ve salih amel şartına bağlı gösterilmiştir. Demek ki, gerek zahirî mü'min olan müslümanlar, gerek müslümanların dışında kalan yahudi, hıristiyan, sâbiî vs. Kur'ân'da yer aldığı şekilde Allah'a ve ahiret gününe dış görünüşte ve içyüzüyle cidden iman eder ve salih ameller yaparlar ve bunda sebat gösterirlerse o zaman "Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar." ifadesinin sırrına mazhar olacaklardır ki, bunda da İslâm dininin davetiyle ve hidayetiyle bütün insanlara açık ve cihanşümûl bir din olduğu aşikar olur. Bu âyetten nihayet şu sonuca geliriz ki, İslâm dininin hakim olduğu müslüman toplumun teşekkülü için İman-ı Hakikî (gerçek iman) şart değildir. Onun zahirî bir ikrar ile dahi gerçekleşmesi sözkonusu olduğu gibi, bunun içinde dünyaya ait nokta-i nazarlarla bir siyasî anlaşma ile öbür dinlere mensup insanlar dahi din hürriyeti ile hayat haklarına mazhar olurlar. Fakat bütün bunlar arasında ferdî veya ictimaî (sosyal) anlamda gerçek selamet (kurtuluş) ancak kâmil iman ve salih amel sahiplerine vaad olunmuştur. Çünkü toplumun temel direği ve nizamın esas dayanağı bunlardır. İşte İslâmiyet'in gerek dünya, gerek ahiret için vaad ettiği selamet ve saadetin sırrı da bu gerçeğin içinde gizlidir. Şu halde kâmil iman ve salih amel erbabının bilgi ve amel feyizlerinden mahrum olan, sadece dış görünüşüyle müslüman bulunan bir İslâm toplumunun "Onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." ilâhî va'dine mazhar olması sözkonusu değildir. Allah'a imanı olmayanlar, hakkı yerine getiremezler, ahirete imanı olmayanlar da ebediyete hizmet edemezler. Herkesin yalnızca kendi nefsi için çalıştığı bir toplumun manzarası "Kimsenin kimseye faydası dokunmayacağı günden korkun!"(Bakara, 2/48) âyeti ile tasvir edilen kıyamet gününün bir benzeridir.
Yahudi: Arapça'da (hâde-yahûdü-hevden) esasen tevbe etmek mânâsına olduğu gibi, Yahudi olmak mânâsına da gelir. Deniliyor ki, Araplar arasında bunlara Yahudi denilmesi, ya daha önce geçtiği gibi, buzağıya tapmaktan vazgeçip tevbe etmeleri dolayısıyladır, yahut da "Yahûza" isminin Arapça söylenişi sebebi iledir. Yahûza ise Hz. Ya'kub'un on iki evladının en büyüğünün ismidir. Buna göre; Yahudî, İsrailoğulları'nın on iki boyundan birincisinin adı olması gerekirken, öneminden dolayı zamanla bütününe birden isim olmuştur. Bu demektir ki, "Yahûd" cins ismi olarak kavmin veya boyun adıdır. Tekil olarak kullanıldığında "Yahudî" denilir ki, o kavme mensup olan kişi demektir.
Nasârâ: "Nasrânî" kelimesinin cem'îdir (çoğuludur). Keşşâf'ın beyanına göre; tekil (müfred)i "nasran"dır ve sonuna mensubiyet "ya"sı geldiği zaman Ahmedî gibi mübalağa anlamı ifade eder. Hıristiyanlar kendilerine bu ismi vermişlerdir ki, bu da üç ayrı sebebe bağlı olarak beyan ediliyor:
1- Hz. İsa'nın nâzil olduğu (indiği), "Nasıra" köyüne nisbettir. İbnü Abbas, Katade, İbnü Cüreyc bu görüştedirler.
2- Aralarında tenâsur (yardımlaşma) bulunması, yani birbirlerine yardımcı olmaları yüzünden bu adı almışlardır.
3- Hz. İsa, havarîlerine "Allah'a giden yolda bana yardım edecek kimdir?" (Âl-i İmrân, 3/52) buyurmuş, onlar da "Allah'ın yardımcıları biziz." (Âl-i İmrân, 3/52) diye cevap verdikleri için bu isimle anılmışlardır.
"Nasrânî" Grekçe'ye "hıristiyan" diye tercüme edilmiştir ki, "Hristos"a nisbettir. Frenkler "Kırist" diye telaffuz ediyorlar. Hıristos, halaskâr, fidye-i necat (can kurtarma akçesi) ödeyerek kurtaran "müncî" diye açıklandığına göre "Nasrânî" bunun Arapça'sıdır. Şu halde "nasranî" hıristiyan, "nasârâ" da hıristiyanlar demek olur.
Sâbiîn: Yahut "sâbîe" hakkında da çeşitli görüşler vardır. Evvelâ lügat bakımından denilir ki, "filan adam dininden çıktı, filan dine girdi." demektir. Bu anlamdan dolayı Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e {*} diyorlardı. Çünkü eski dinlerine aykırı yeni bir din ortaya koyuyordu. Ayrıca yıldızlar doğuş yerlerinden çıkıp yükseldikleri zaman denilir. Binaenaleyh gerçek lügat anlamı itibariyle ve karşılık karinesiyle "Sâbiîn" izafî bir anlam taşıdığından, İslâm, Yahudi ve Hıristiyanların dışında kalan diğer dinlerin mensuplarına şâmil olur. Bununla beraber geleneksel bir deyim olarak daha özel ve dar anlamlarda da kullanılmıştır.
1- Katade'nin açıkladığı şekilde bunlar, meleklere tapan bir taifedir.
2- Yıldızlara tapan bir taife oldukları da tefsirlere geçmiştir. Fahruddîn Râzî, akla yakın olan budur, der. Ve bunların başlıca iki görüşleri vardır: Birincisi; derler ki, "Âlemin yaratıcısı Allah Teâlâ'dır. Lakin Allah, yıldızlara saygıyı ve bunların ibadet için kıble yapılmasını emretmiştir." İkinci iddiaları ise şudur: "Allah Teâlâ, burçları ve yıldızları yaratmıştır. Fakat bu âlemdeki hayır ve şerri, sağlığı ve hastalığı meydana getiren, canlıları yöneten ve yönlendiren yıldızlardır. Şu halde bu dünyanın, bir anlamda Rabbi onlardır ve insanların onlara saygı ve ta'zim göstermeleri vaciptir. Çünkü onlar da Allah Teâlâ'ya ibadet ederler ve insanlara aracı olurlar." derler. Bu mezhep, Gildânîlere mensup olanların görüşüdür ki, Hz. İbrahim bunları red ve iptal için peygamber olarak gönderilmiştir . Bunların Hz. Nuh'a ve bazı rivayetlerde Hz. İdris'e nisbet iddiasında bulundukları da söylenir. Günümüzde yıldız falına inanma ve yıldızların gücüne sığınma bunlardan kalmadır. Maide sûresinde bununla ilgili açıklama gelecektir. (Bkz: Maide, 5/69).[1]
PIRLANTA SERİSİ...
ALLAH'IN VARLIĞINA İCMÂLÎ BİRKAÇ DELÎL
Varın isbatı yokun isbatından her zaman daha kolaydır. Bir elma cinsinin yeryüzünde bulunduğunu, bir tek elmayı göstermekle isbât edebiliriz. Halbuki yokluğunu iddiâ eden kimse bütün yeryüzünü, hattâ kâinatı dolaşıp, ancak ondan sonra onun yokluğunu isbat edebilir. Bu ise, imkânsızlık çapında bir zorluk demektir. Öyleyse diyebiliriz ki, yok hiçbir zaman isbat edilemez...
İki isbat edici, binlerce nefy ve inkâr ediciye tercih edilir. İki kişi aynı hakikatta ittifak etmişse, binlerce insanın kendi dar pencerelerinden şahsî bakışlarıyla onu inkârları hiçbir değer ifâde etmez.
Bir sarayın kapılarından 999'u açık, biri kapalı olsa, kimse o saraya girilemeyeceğini iddia edemez. İşte inkârcı, devamlı sûrette kapalı olan o bir tek kapıyı nazara verip onu göstermek ister. Aslında o kapı da, onun ve onun gibi olanların gözlerine çekilmiş perde sebebiyle onların ruh dünyâlarına kapalıdır. Mü’min için kapalı kapı yoktur. Yeter ki gözlerini yummasın!... Zaten 999’u herkese açıktır. Hem de ardına kadar... İşte o kapı ve o delîllerden bir kaçı:
1- İmkân Delîli
Âlem, mümkinât nev’indendir. Yani varlık ve yokluğu müsâvidir. Varolduğu gibi, olmayabilir de. Varolurken de, hadsiz oluş keyfiyetlerinden herhangi birinin olması imkân dahilindedir. Yani en az varolan kadar olmayan da varolma şansına sahiptir. Her mümkin ise, kendi dışındaki bir sebebe bağlıdır. Öyleyse önce varolmayı, sonra da varolma şekil ve keyfiyetini, olmamaya ve olması mümkün diğer şekil ve keyfiyetlere tercih eden birisi vardır. O da Allah (cc)'dır.
2- Hudûs Delîli
Âlem mütegayyirdir, durmadan değişiyor. Değişen herşey sonradan olmuştur. Bu bakımdan madde ezelî olamaz. Evet, maddenin termodinamik kanununa göre sürekli yokluğa doğru kayması, kâinatın durmadan genişlemesi, güneşin süratle tükenişe doğru yol alması gibi vak'alar, varlığın bir başlangıcı olduğunu gösteriyor. Sonradan olan her varlığın bir yaratıcısı vardır; illetsiz ma’lûl, sebepsiz netice ve san'atkârsız san'at mümkün değildir. Sebebler ise zincirleme devam edip sonsuza kadar gidemez. Öyleyse durmadan değişen, ezelî olmayıp sonradan meydana gelen ve bir ilk sebebe muhtaç olan şu madde âleminin de bir muhdisi vardır. O da Allah (cc)'dır.
3- Hayat Delîli
Hayat şeffaf bir muammâ!.. Evet o, zâhirî sebeplerle izah edilemeyecek kadar düşündürücü ve Yaratıcı Güc’e delalet etmesi bakımından da şeffaftır. Evet o, doğrudan doğruya Yaratıcısını gösterir ve ilân eder. O, muammâ oluşuyla ilim adamlarını, şeffafiyetiyle de avamdan insanları büyüleyen sihirli bir vak’adır. Ve hayat âdeta hâl diliyle: “Beni var edip yaratan ancak Allah (cc)'dır” der..
4- İntizâm Delili
Her varlık kendi parçalarıyla bir âhenk ve bütünlük içinde olduğu gibi, bütün kâinat da kendisini meydana getiren varlık parçalarıyla bir âhenk ve bütünlük içindedir. Bu ise bir nizam ve intizamın varlığını haber veren yanıltmaz bir delildir ve bir Nâzım’a delalet eder ki, O da ancak Allah (cc)'dır.
5- San’at Delîli
Atomdan insana, hücreden galaksilere kadar bütün kâinatta ince ve baş döndürücü bir san’at göze çarpmaktadır. Evet, bir baştan bir başa kâinattaki her eser:
Çok büyük san'at değerine sahiptir;
Çok kıymetlidir;
Çok kısa zamanda ve çok kolay yapılmaktadır;
Çok sayıda olmaktadır;
Karışık ve çeşit çeşittir;
Devamlıdır.
Halbuki, zâhire göre kısa zamanda, çok sayıda, kolay ve karışık yapılan işlerde san'at ve kıymet olmaması gerekir. Ancak yapan Allah (cc) olursa, o zaman herşey değişir ve zıtlar biraraya gelir!.
6- Hikmet Ve Gâye Delîli
Her varlıkta kendine mahsus bir gâye, bir maksad, bir fayda ve bir netice ta’kip edildiği göze çarpmakta ve bir zerrede dahi abes, gâyesizlik, ma'nâsızlık ve israf sayılacak herhangi bir durum müşâhede edilmemektedir. Halbuki, ne madde aleminde, ne bitki ve hayvanât dünyasında, ne de eşya ve hâdiselerde şuur ve idrâk mevcut değildir ki, bu gayeler silsilesi ta’kip edilebilsin.. öyle ise, Kâinattaki bu şuurlu işleyişi ve bu hikmet ve gâyeleri ancak Allah (cc)'a isnad etmekle ma’kul bir yol tutmuş olabiliriz.
7- Şefkat-Merhamet Ve Rızık Delîli
Bütün yaratıkların ve bilhassa insanın ihtiyacı sonsuz, ihtiyarı ise bir hiç hükmündedir. Öyleyken, bütün ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçları hiç ümit edilmeyen yerden ve hiç ümit edilmeyen bir tarzda, kimin neye ne kadar ihtiyacı varsa, o keyfiyet ve miktarda karşılanmaktadır. Yardım gönderilmesi, gönderilen bu yardımın ihtiyaca tam cevap vermesi açıkca isbât ediyor ki, bütün bu ihtiyaçlara, herşeye kendisinden daha yakın bir şefkat eli cevap vermektedir. Kâinat çapında işleyen ve sonsuza kadar da işleyecek olan bu sistemli şefkat, merhamet ve rızıklandırma, bütün bu işleri yapabilme sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan da münezzeh bir Zât-ı Akdes’i anlatmakta ve isbât etmektedir.
8- Yardımlaşma Delîli
Biribirine en yakın olandan en uzak olana kadar, bütün mahlûkat birbirlerinin yardımına koşuyor. Aralarında hiç münasebet bulunmayan iki ayrı varlık cins ve nev’i, böyle bir yardımlaşmada âdetâ aynı bütünün parçaları haline gelip birbirini tekmil edip tamamlıyor. Düşünmeli ki, bakteriler, solucanlar ve toprak elbirliği içinde ve aynı gâye etrafında toplanıp bitkilerin imdâdına koşuyor ve bu imdâda koşuş tekerrür edip duruyor. Akıl ve şuurdan mahrum bu varlıkların, aklı hayret ve şuuru hayranlık içinde bırakan bu faaliyetleri, perde arkasında Vâcib-ül Vücud bir Zât'ın hikmet dolu faaliyetini gözler önüne sermektedir. Yani bütün kâinat, bu yardımlaşma diliyle “Allah” demektedir...
9- Temizlik Delili
İnsandan arza, arzdan semânın derinliklerine kadar bütün kâinattaki nezafet ve temizlik, başlı başına bir delîl olarak, bize Kuddûs ismiyle müsemma bir Zât (cc)'ı anlatmaktadır.
Evet, toprağı temizleyen bakteriler, böcekler, karıncalar ve nice yırtıcı kuşlar.. rüzgâr, yağmur ve kar.. denizlerde aysbergler ve balıklar; fezamızda atmosfer, semada kara delikler; bünyemizde kanımızı temizleyen oksijen ve ruhumuzu sıkıntılardan kurtaran mânevî esintiler, hep Kuddûs isminden haber vermekte ve o ismin verasındaki Zât-ı Mukaddes’i göstermektedir.
10- Sîmâlar Delîli
Esasen bütün mâhlûkata teşmili mümkün iken, mes'eleyi müşahhaslaştırmak açısından, sadece insanı ve her insan ferdini diğerlerinden farklı kılan onun en bariz ayırıcı vasfı durumundaki sîmâsını ele alarak mevzûya yaklaşmış olalım:
Herhangi bir insanın sîması, en ince teferruatına kadar kendisinden evvel geçmiş milyarlarca insandan hiçbirisine kat'iyen benzememektedir. Bu kâide, kendisinden sonra gelecekler için de aynen geçerlidir. Bir cihette birbirinin aynı, diğer cihette birbirinden ayrı milyarlarca resmi küçücük bir alanda çizip, sonra da kendileri gibi olması mümkün milyarlarca resimden ayırmak ve herşeyi sonsuz ihtimal yolları içinde bir yola ve bir şekle sokmak, elbette ve elbette yarattığı her varlığı, hem de hiç kapalı bir yanı kalmamak üzere bilen ve o varlığa istediği şekli vermeye gücü ve ilmi yeten Cenâb-ı Hakk'ı en sağır kulaklara dahi duyuracak kuvvette bir ilândır. Evet, sîmâda yer alan uzuvları başka sîmâlardaki uzuvlardan ayrı yaratmak ve her gözü, mutlak surette diğer gözlerden tefrik ettirici bir özellikle techiz etmek, gözünde fer olmasa bile, sînesinde kalb bulunan her vicdân sahibine, bütün bunları yaratıp sonsuz hikmetlerle donatan Zât (cc)'ı gösterir ve tanıttırır.
11- Sevk-i İlâhî Delîli
Yavru ördek, yumurtadan çıktığı anda yüzmesini becerebiliyor. Kozadan çıkan karıncalar, hemen dehliz kazmaya başlıyorlar. Arı, çok kısa zamanda san'at hârikası olan peteği; örümcek ise, gergef inceliğindeki ağını örebiliyor. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, bunlar ve bunlar gibi olanlar başka bir âlemde kendilerine öğretilen mâlumatla ve yaratılıştan gelen bir kâbiliyetle iş görüyorlar. Halbuki insan, her şeyi bu dünyada öğrenmek mecburiyetindedir; hem de varlıklar arasında istidatça en mükemmel yaratık olduğu halde. Demek oluyor ki, diğerlerine bu husûsiyetleri veren bizzat kendileri değil, her yaptığını hikmetle yapan bir Zât'tır ki, onlara böyle ihsanda bulunmuş...
Kilometrelerce ötede yumurtalarını bırakıp dönen yılan balıklarının yavruları, yumurtadan çıkar çıkmaz yola koyulur ve annelerini sanki elleriyle koymuş gibi bulurlar. Bunu İlâhî bir sevkten başka ne ile izah edebiliriz? Hayvanlarda gördüğümüz bu hârikulâdelik, ancak ve ancak Allah (cc)'ın bir vergisi olarak açıklanırsa, işte o zaman buna aklî ve mantikî bir açıklama nazarıyla bakılabilir. Yoksa, başka her yorum, sadece bir safsatadan ibaret kalır.
12- Rûh Ve Vicdân Delîli
Mahiyetini bilmemekle beraber, varlığından kimsenin şüphe etmediği rûhumuzun ve ona ait fonksiyonların cesedimize hükmediş keyfiyeti de, yine Cenâb-ı Hakk'ı bildiren delîllerdendir. Dünyada Emir Âlemi’ni temsil eden cevher rûhtur ve rûh, bu âleme ancak terakkî ve tekâmül için gelmiştir. Hikmetin neticeye tesiri mevzûmuzun haricinde olduğu için, biz burada yalnızca onun delâlet ettiği noktaya temasla iktifa ediyoruz. Evet, madde âlemiyle mâhiyeti noktasında hiçbir münâsebeti olmayan rûhun kendine mahsûs bir âlemden buraya gönderilişi, olgunlaştırılmaya tâbi tutuluşu ve bunun da belli bir programla yürütülüşü, şüphesiz Cenâb-ı Hakk'ı ilân eden en mühim delillerden biridir.
Diğer taraftan, insandaki iç sezişler ve zâhirî hiçbir sebep yokken Rab'be dönüşler ve O’na yönelişler ve bu hâdiselerin milyonlara ulaşan adette tekrar edilişi açık bir delildir ki, insanda yaratılıştan var olan ve Hakk'ı bulmanın en mühim vesilelerinden biri durumunda bulunan vicdân, kendi Yaratıcısı’na, O’na perestiş etme derecesinde meftundur ve bütün varlığıyla O'nunla irtibat halindedir. Zaten “Elest Bezmi” nin yanıltmaz şahitlerinden biri de, vicdân değil midir? İşte vicdân, bu şahitliğin hakkına riâyet zarûret ve mecbûriyetinin sevkiyle “Allah” demektedir...
13- Fıtrat Ve Tarih Delîli
Her insanda iyi ve güzele karşı bir sevgi, buna mukabil kötü ve çirkine karşı da bir nefret hissinin varlığı, aksi hiç kimsenin hatırından bile geçmeyecek vuzûh ve açıklıkta bir realitedir. Demek oluyor ki, bu duygular, ahlâklı davranma ve iyi işler yapma yönündeki meyilleri ve ahlâksızlıktan ve çirkin davranışlardan da nefret verip kaçınmayı te’min eden yapıları itibâriyle delalet etmektedir ki, insana iyiyi, güzeli emreden ve onu kötülük ve çirkin davranışlardan men'eden sistemin sahibi kim ise, kendisine bu duyguları veren de, O Zât'tır. Bu Zat da, hiç şüphesiz Allah (cc)'dır.
Dinler tarihi şahittir ki, beşeriyet hiçbir devrini dinsiz geçirmemiştir. Bâtıl, hattâ gülünç dahi olsa hemen her devirde bir dine inanmış ve bir ma’nevî sistemi takip etmiştir. Ayrıca, inanmak bir zarûrettir; zira o fıtratta vardır. İnsan fıtratına bu ihtiyacı yerleştiren Zât'la, bize inanmayı emreden Zât, aynı Zât'tır. Ve O da Allah (cc)'dır.
14- Duygular Delîli
İnsan, binlerce duyguyla techiz edilip donatılmıştır. Her duygu, madde dışı bir âlemden mesaj mahiyeti taşır. Ancak insanda bir duygu daha vardır ki o, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ı tanıtır. Bu duygu, insanda varolan ebed ve sonsuzluk duygusudur. Bu duygu sebebiyle insan, dâima ebed için didinir ve ebed için çırpınır. Sonlu olan hiçbir şey, onu hakiki ma'nâda tatmin edemez. Ve bu duygu, insana başka bir sonlunun tesiriyle tevdî edilmiş olamaz. Sonlu olan sebeplerin hiç biri, bu sonsuzluk bâdesini sunamaz. Halbuki, bunun varlığı bir vâkıa'dır, inkârı da kâbil değildir. Öyleyse bu duygu bize, bizi bu duygu ile yaratan Zât tarafından verilmiştir.. Ve, ebedî hayatı da yine O verecektir.
15- İttifak Delîli
On tane yalancı, arka arkaya gelip bize evimizin yandığını söylese, bu adamların hayatta bir defa dahi doğru söylediklerini duymamış olmamıza rağmen, “ihtimal” der onlara inanırız. Zirâ ortada bir ittifak hâdisesi var. Halbuki, bahsini ettiğimiz ittifak, binlerce Peygamber, yüzbinlerce evliya ve milyonlarca da inanan insan arasında meydana gelmiş bir ittifaktır. Muhtelif zamanlarda ve ayrı ayrı mekânlarda yaşamış bu insanların ittifak ettiği en birinci nokta, “Allah vardır” hakikatıdır. On yalancının bir yalan üzerindeki ittifakına ehemmiyet verildiği halde, milyonlarca, hem de hayatlarında bir kere dahi yalan söyledikleri duyulmamış Nebîler ve velilerin bu çaptaki ittifakına inanmayan insan nasıl insan olabilir? Ve ona nasıl akıllı denebilir..?
16- Kur’ân Delîli
Kur'ân-ı Kerim'in Kelâmullah olduğunu isbat eden bütün deliller, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın varlığının da bürhanları durumundadır. Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğuna dâir yüzlerce delil vardır ve bunlar, o mevzû ile alâkalı İslâm kaynaklarında en ince teferruatına kadar tafsil edilmiştir. Biz, mes'elenin isbât yönünü o eserlere havale ile iktifa ediyoruz. Evet, bütün bu deliller, kendilerine mahsûs dilleriyle “Allah vardır” derler.
17- Peygamberler Delîli
Peygamberlerin ve bilhassa Peygamberler Efendisi İki Cihân Serveri (sav)'nin peygamberliğini isbât eden bütün deliller de, yine Cenâb-ı Hakk'ı anlatan bürhanlara dahil edilmelidir. Zirâ Peygamberlerin varlıklarının gayesi, Tevhid, yani Allah'ın varlık ve birliğini ilân etmektir. Öyleyse, her peygamberin kendi peygamberliğini isbât eden bütün delilleri, aynı zamanda bütünüyle Cenâb-ı Hakk'ın varlığına da delil olmaktadır. Ne var ki, onların peygamberliğini isbât eden delillerin serdi, şu andaki mevzûmuz dışında kaldığından, teker teker üzerlerinde durmayacağız. Şimdilik sadece şunu arzedelim ki, bir peygamberin hak nebî olduğunu ifâde eden bütün deliller, aynı kuvvetle, hattâ daha da öte bir kuvvetle “Allah vardır ve birdir” demektedir.[2]
RİSALE...
ALLAH'TAN BAHSETMEK
Mükemmel bir eczahanenin her kavanozunda, harika ve hassas ölçülerle hazırlanmış ilaçlar vardır. O eczahanedeki ilaçlar, maharetli, kimyager, maksatlı bir eczacının varlığına ve özelliklerine şahittir.
Bitkileri, hayvanları, havası, suyu, gıdası ile bu dünya ecza-hanesi, çarşıdaki eczaneden ne kadar büyük ve mükemmel ise, o derecede kendi eczacısı olan Hakîm-i Zülcelâl'e şahittir. Onu tanıtır ve tarif eder.
Binlerce çeşit kumaşı basit bir fabrikadan dokuyan makine nasıl maharetli makinistini ve fabrikatörünü tanıtırsa, yüz bin başlı, her başında binlerce mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbani de, ustasını ve sahibini bildirir, tarif eder.
Gayet mükemmel bir erzak deposunun, sahibini; onun güç ve kuvvetini tanıtması gibi, bir senede yirmidört bin senelik mesafede seyahat eden ve yüz binlerce çeşit ayrı ayrı erzak isteyen misafirlerinin ihtiyaçlanna cevap veren, bahan büyük bir vagon gibi binlerce çeşit ayrı ayrı yiyeceklerle doldurarak kışta erzakı biten biçarelere getiren bu Rahmani iaşe amban da, Sahibini, Mutasarrıfını, Müdebbirini bildirir, tanıttırır.
İçerisinde yüz bin çeşit milletten; silahlan, elbiseleri, talimleri, terhisleri ayrı yüz binlerce askerin hiçbirisinin hiç bir ihtiyacım şaşırmadan ve karıştırmadan yerine getiren bir ordu, onun muhteşem kumandanına şahittir ve o kumandam taktirlerle sevdirir.
Öyle de, bu zemin yüzü ordugahında bitkilerden ve hayvanlardan müteşekkil milletlerin, yüz binlerce ayrı nevinin, hiç birisinin elbise, erzak, silah, talim ve terhisinin hiç karıştırılmadan, şaşınlmadan yapılması ve her baharda yeniden silah altına alınan milyonlarca askerden hiç birinde, hiçbir karışıklık çıkmaması, küre-i arzın Kumandan-ı Azam'ım hayretler ve takdislerle bildirir, hamdler ve teşbihlerle sevdirir.
Muhteşem elektrik lambalarının elektrikçiyi göstermesi gibi, dünyadan milyon defa daha büyük ve süratli, yanmak maddeleri tükenmeyen lambalar da Sanii'ni tanıtır ve hayran bırakır. Bir satınnda, bin kitap kadar bilgi bulunan, ince kalemlerle yazılan bir kitabın yazarına şehâdeti gibi, her biri bir harf, bir kelime, bir sayfa, bir kitap olan mahlukat da Katibine, Nakkaşına şahittir.
Fenler ve ilimler Allah'dan bahseder, onlara kulak veren sahibim bulur.[3]
ECZAHANE
Bir eczahanedeki ilaçlar, o ilaçlan meydana getiren maddelerin her birisinden çok ince bir hesapla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden alınarak yapılır. Eğer, birinden bir iki dirhem fazla veya noksan alınsa o ilaç hususiyetini kaybeder, belki zehir olur.
Hiç mümkün müdür ki, o ilaçlan meydana getiren maddeler, garip bir tesadüfle, içinde bulundukları şişelerin devrilmesi ile oluşsun. Her birinden belli bir miktar aksın. Zerre kadar idraki olan bir insan 'Bu fikri kabul etmem/ diyecektir.
işte o ilaçlar ve eczahane, maksatlı, bilgili, serveti olan bir eczacıya şahitlik ettiği gibi, bu dünya eczahanesi de, o eczahane-den ne kadar büyük ve mükemmelse, o kadar kendi eczacısını tanıttırır, sevdirir, hayran bırakır. "Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan unsurlann, tabiatın ve sebeplerin işidir." diyen adam, "O ilaçlar ve ambalajlar şişelerin devrilmesi ile olmuş." diyen adamdan daha ahmaktır.[4]
0 SARAYI YAPAN
En mükemmel cevherler kullanılarak muhteşem bir saray yapılır. 0 cevherlerden bir kısmı sadece Çin'de, diğer kısmı Endülüs'te, bir kısmı Yemen'de, bir kısmı Sibirya'da ve hakeza dünyanın değişik yerlerinde bulunur. Bina yapılırken, aynı gün içerisinde dünyanın şarkından, garbından, şimalinden, cenubundan o cevherler ve kıymetli taşlar kolayca getirilse, katiyen anlaşılır ki o sarayın sahibi bütün dünyaya sözü geçen mucizekâr bir hakimdir.
işte, her bir hayvan, öyle İlâhî bir saraydır. Özellikle insan, o saraylann en güzeli ve o kasırlann en hayranlık uyandıranıdır. Ve bu insan denilen sarayın cevherlerinin bir kısmı ruhlar âleminden, bir kısmı misal âleminden ve Levhî Mahfuzdan, bir kısmı hava âleminden, nur âleminden, unsurlar âleminden geldiği gibi, ihtiyaçlan ebede kadar uzanmış, emelleri göklerin ve yerin her menzil ve tabakasına yayılmış, ilgi ve irtibatı dünya ve ahirete dağılmıştır.
Madem insanın mahiyeti böyledir, onu yapan ancak, dünya ve ahirete birer menzil, yere ve göğe birer sayfa, ezel ve ebede dün ve yarın gibi hükmeden bir Zat olabilir. Öyleyse insanın mabudu, kurtancısı yere ve göğe hükmeden, dünya ve ahiretin dizginlerini elinde tutan 0 Zat olabilir. (17.Lem'a 14.Nota l.Remiz)
OLMAYAN VEREMEZ
Birisi, bir başkasına para veriyorsa, kendisinde para olması lazımdır, olmasa veremez. Işık verenin, ışıklı olması, nurlandıranın nurlu olması gerekir. İhsan gınadan, lütuf latiften gelir. Aynen öyle de, var olmayan varlığı, görmeyen gözü, işitmeyen
kulağı, güzel olmayan güzelliği veremez. O, Basildir ki, biz görüyoruz, O, Semi'dir ki, biz duyuyoruz.
Suyun üzerinde parıldayan ışıklar gibi, gelip geçici güzellikler, Şems-i Sermediye, Ezelî olan Allah'a şahittir. (32.Söz 3. Maksat 3. Remiz 4.Hüccet)
FABRİKA KAPICISI
Bir fabrikanın girişindeki küçük kulübesinde oturan kapıcıya, küçük bir taş, kemik ve pamuk gibi birer madde verilir. Daha sonra onlan veren adam aynı kulübeciğe gelir ve mahsulâtı almak ister. Kapıcı ona, tonlarca şeker, top top kumaş, binlerce mücevher, mükemmel dikilmiş elbiseler, leziz yiyecekler verir. 0 adam ve ahmak olmayan herkes anlar ki, o kadar az şeyden, bu kadar çok ve güzel şeyi, o kapıcı yapamaz ve yapmamıştır. Hem o küçük kulübe de buna müsait değildir. Orası sadece bir kapıdır. Onun ötesinde, görünmeyen muhteşem tezgahlarda, o şeyler dokunmuş ve hazırlanmıştır.
Aynen misaldeki gibi, toprağın zerreleri, küçücük bir çekirdekten, o kadar çok şey dokuma işini kendisi yapmaz. Belki o, sadece rahmet hazinelerinin bir kapıcısıdır.
Havanın zerreleri de, bu kadar önemli ve çeşitli icraatı kendileri yapamaz.
O zerreler, Sani-i Zülcelâl'in, emrini, iznini, tercihini ve kuvvetini ilan eder.(.Söz 2.Maksat l.Nokta l.Mebhas)
DEĞİŞENLER DEĞİŞMEYENDEN
Yerdeki aynaların değişmesi, gökteki güneşin değiştiğini değil, aksine, cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, daimi, her açıdan mutlak kemalde ve Zatında kendine yeten, başkasına benzemeyen ve dayanmayan, maddeden mücerred, mekandan, kayıttan, imkândan münezzeh, beri ve yüce olan Zat-ı Akdesin değişmesi ve yenilenmesi muhaldir. Bütün bu gelip geçen, yıkılıp bozulan şeyler, yıkılmayan! gösterir. Akıp giden bir nehirde parlayan ve karanlığa girince kaybolan, yeni gelenlerde parıltısını devam ettiren ışıkçıklar, gökteki güneşin devamına şahittir. O gelip gidenler, gelip gitmeyeni, daimiyi gösterir.
Değişmek ve yenilenmek ihtiyaçtan, başkasına dayanmaktandır. Allah, Vacibül Vücud, yani Vücudu Zatındandır. Kendine yeten değişmez ve başkasına dayanmaya, yenilenmeye muhtaç değildir. (Lem'a 6.Nükte 4. Şua)
PERDELER
Hz. Azrail (a.s), insanların canım alması hususunda Cenab-ı Hakka demiş ki: "Senin kulların benden küsecekler." Cevaben ona denilmiş: "Senin vazifen ile vefat edenlerin ortasında hastalıklar ve musibetler perdesini bırakacağım. Vefat edenler sana değil, belki itiraz ve şekva oklarını o perdelere atacaklar."
"Evet, izzet, azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Fakat vahdet ve celal ister ki, esbab ellerim çeksinler tesir-i hakikîden." (Lem'a 5.Nükte 2.Remiz)
BİZ UZAK O YAKIN
Allah (c.c), mahlukatma şah damarından daha yakındır.
Onun, Nur isminin tecellisine mazhar olan güneş, iliklerimize kadar ısısı ve ışığıyla yakın, biz ona uzağız. Güneş girdiği her yerde hazır ve nazırdır. Azametinin gereği olarak, büyük küçük hiçbir şey onun ihatası dışına çıkamaz. Her zerre kabiliyeti nispetinde güneşin akislerini gösterir. Güneşin tecellileri, hem geniş, hem çabuk ve hem de onun için kolaydır. Zerre ile seyyare emrine karşı eşittir. Denizin yüzüne yaydığı ışıklarım zerreye de aynı nizam ve ahenk ile yayar.
O'nun bir mahluku olan güneş, O'nun Nur ismi yanında çok kesif, karanlık ve cansız iken, O'nun Nur ismine ayinedârlığı ile bu kadar yakın ise; O'nun yakınlığı, ihatası, hakimiyeti pihayet-sizdir. O'na ait olan mahlukata, 0, o mahlukatm bizzat kendisinden bile daha yakın ve hakimdir. (14.Söz Dördüncüsü)
HÜVE NÜKTESİ
'Hüve', bir işaret zamiridir ve "o" demektir. 'Hüve', mutlak ve müphem bir işarettir. Yani, V- derken ne kastediliyorsa, 'o', onun urbasını giyer. Ve bu lafız, bizzat bir şeyikastetmediğinden manası gizlidir.
'Hüve' lafzının ihtar ettiği zarif nükte hava ve toprak sayfasının mütalaası ile çok açık bir şekilde görünür.
Havada gaz atomları vardır. Atomlar maddenin en küçük yapı taşıdır. Bu atomların her birinin vücudu birbirinden ayrıdır. Bir odada bulunan iki ayrı televizyon gibi...
Beyaz ışık yedi renk ışıktan meydana gelir. Beyaz ışığın hızı, saniyede dört yüz bin kilometredir. Beyaz ışığı meydana getiren yedi renk ışığın da, her birinin ayn ayrı ışık hızlan vardır. Belki yüz bin de, belki milyonda birdir bu fark veya daha azdır.
Işığın sürati 'dalga boyu* ile ölçülür.
Bilim adamlan, insanlığın asırlar boyu birbirine naklettiği bilgileri üst üste koyarak, ciddi bir bilgi birikiminden sonra ancak görüntü nakline, televizyon yapmaya muvaffak oldular. Ancak, değişik ilmi yetersizliklerinden ötürü televizyonu ilk yapıldığında insanlığa renkli olarak hediye edemediler. Farklı renkteki ışıklan aynı anda televizyon ekranında buluşturmaya bilgisayarlar icat edildikten sonra muvaffak oldular.
Televizyon, almaç vermeç görevi yapıyordu ve bu bir ilmin mahsulü idi. Televizyonu gören, arkasındaki binlerce yıllık ilmi görebilmeli idi. Biz dünyaya geldiğimiz andan itibaren, en net haliyle, âlemi renkli seyrediyoruz. 0 televizyon nasıl bir bilginin eseri ise, gözler onun çok ötesinde bir ilmin eseridir.
Ayrıca, bir şey küçüldükçe onun sanatı artar. Çünkü artık, yapılan her şey daha ince hesaplarla yapılmalı, o bir yazı kabul edilirse daha ince kalemle yazılmalıdır. Mesela, mübarek bir kuş gibi havada uçan, her yere konan, temizlik görevi yapan kara sineklerin üzerindeki sanat, helikopterdeki sanatın çok ötesindedir.
Havada gaz atomlan vardır. Bunlann vücutlan birbirinden ayrıdır. Bu atomlar görüntüleri, sesleri taşır. Yani televizyon vazifesi yapar. Biri alır, diğerine verir. Adeta, bir nefeslik havada trilyonlarca televizyon uçuşur, televizyonlar havada gezer.
Bir beyaz kağıda, birkaç tane nokta konulsa, birbirine kanşır. Bir adam, birkaç işi bir anda yapsa şaşınr. Bir kulak, birkaç şeye birden kulak veremediği gibi, bir ağızda birkaç şeyi bir anda söyleyemez.
Halbuki, hava zerreleri bir çok işi bir arada gördüğü halde şa-şırmıyorlar, karıştırmıyorlar. Aynı anda, bir ince ağız ve kulak gibi on adamın ayn ayn kelimelerini işitiyor ve söylüyorlar. Hiç zaaf göstermeden alıyor ve taşıyorlar. Gök gürültüleri ve dalgalar, intizamlannı bozmuyor. Vazifelerini ihmal etmiyorlar, kesintiye uğramıyorlar. Sanki herkesin sesini, tonuna ve gücüne kadar tanıyorlar. Sanki her dili biliyorlar. İngiliz'le İngilizce, Türk'le, Türkçe konuşuyorlar. Her yüzü ve her görüntüyü anında, renkli ve net bir şekilde naklediyorlar. Bununla beraber daha pek çok önemli vazifeyi aynı anda yapıyorlar. Elektriği, ışığı naklediyorlar. Çekme ve itme kuvveti onların omzunda taşınıyor. Bitki ve hayvanların nefesini muhteşem bir nizamla yetiştiriyorlar. Bitkilerin tohumlanmasında görev yapıyorlar.
işte bütün bunlan yaparken, adeta gürül gürül, 'Görmez, duymaz, akılsız ve cansız bizler bu kadar işi kendimiz yapmıyoruz. Biz O'nu gösteren aynalar ve O'nu haykıran dilleriz. 0 var! Yapan, yaratan O' dur! Bizim her birimizde bir ilah kadar ilim ve kudret yoktur. Biz, O'nun ilminin şahidiyiz' diyorlar. 'Hû ve' nük-tesiyle O'nu anlatıyorlar.
Yoksa, bir kase toprağın, bütün bitkilerin şeklini, yaprağını, meyvesini lezzetini bilmesi ve onlan dokuması mümkün değildir. Bir avuç toprağın içinde binlerce fabrika yoktur. Sadece, zerrelerin O'nun kudretiyle iş görmesi ve O'nu haykırması vardır.
Evet, hava ve toprak, emir ve irade-i İlahinin bir arşıdır. EMİR VE İRADE ARŞI
Emir ve iradenin arşı havadır. Hava Nakkaş-ı Ezelînin çok garip mucizelerine mazhardır.
Ağzımızdaki hava ile harfleri ve kelimeleri ekeriz, birden sümbüllenir. Adeta, havada zamansız bir anda, bir kelime, bir tohum gibi sümbüllenip, hadsiz kelimeleri bir anda yeşertir. Ağızdan çıkmadan bir kelime binlerce, milyonlarca olur. Sanki her bir hava zerresi, itaatkar bir askerin kumandanının ve ordunun emrini beklemesi gibi emir bekler, 'emr-i kün feyekun'dan cilvelenen iradeye itaat eder. Bir harf, bir anda binlerce olur.
Mesela, bir ahize ve radyo, bir insanın konuşmasını, aynı anda o kadar yerde işittirir ve hava zerrelerinin 'kün feyekun' emrine itaatim öylesine gösterir ki, hava zerreleri ile, çok geniş bir dairede o emre harici bir vücut giydirilir. Maddi bir hususiyete inkılap ettirilir.
işte, havanın yeryüzünde çevik ve çalak bir hizmetkar olması ve Rahman-ı Rahim'in misafirlerine hizmet etmesi gibi, Onun emirlerini tebliğ için bütün hava zerreleri telefon ahizesi gibi vazifelerine koşar, hatta o kutsî emirleri bitki ve hayvanlara bile tebliğ ederler. Canlılara hayat kaynağı olduktan sonra kanı temizler, bünyedeki ateşi alır, çıkarken ağızda harflerin teşekkülüne vesile olur.
Ve özellikle Kıntan'ın harfleri, merkez düğmeleri hususîyeti-ne sahip olduğundan, okunması ile maddî hastalıklara ilaç ve şifa olma hususiyetine de sahiptir. (28.Lem'a)
DELİLLER SİLSİLESİ
Mükemmel, süslü, nakışlı bir saray, mükemmel dülgerliğe delildir. Mükemmel fiil olan o dülgerlik, mükemmel bir faile, bir ustaya "nakkaş" gibi bir unvan ve isimle delildir. 0 mükemmel isim, mükemmel sıfata delildir. 0 mükemmel sanat ve sıfat, ustanın kabiliyetine delildir. O mükemmel kabiliyet, ustanın zatına ve zatmdaki yüceliğe delildir. Aynen öyle de, bu kâinat sarayı, mükemmel efale delildir. Kemal-i Ef al, bir Fail-i Mükemmele, o Failin kemal-i esmasına, yani, Musavvir, Müzeyyen, Hakim, Rahim gibi isimlerin kemaline delildir, isimler, o Failin kemal-i sıfatına delildir. O evsafın kemali, şuunat-ı zatiyenin kemaline, o da, Zat-ı Zişuunun kemaline delildir.
O Zat'ın, kemalinin ziyası, şuun, sıfat, esma, efal ve asar perdelerinden geçtiği halde bu kadar güzel ve mükemmeldir. (32.Söz S.Maksat S.Remiz l.Hüccet)
ZIDDIN MÜDAHALESİ
Bir şeyin kemali, kıymeti zıddı ile bilinir. "Mesela, sıcaklığın nispî lezzeti ve fazileti soğuğun tesiriyledir. Yemeğin nispî lezzeti, açlık eleminin tesiriyledir."
Fakat, böyle bir kemal hakikî kemal değil, nisbî, kıyaslanabilir kemaldir. Zira, bu meziyet ve faziletlerde, zıddı ortadan kaybolursa, onlar da kaybolur, sukut eder.
Halbuki, hakikî fazilet ve kemal zıddın müdahalesine bina edilmez. Zatında bulunur. Mutlaktır. Kusurdan ve nakıstan münezzehtir. Kararsız değildir.
Allah'a ait esma ve evsaf-ı îlahî; mesela vücut, ilim, kudret, cemal, rahmet, şefkat, gayr olsun olmasın değişmez. Kemalatı hakikîdir, zatidir. (32. Söz S.Maksat 1. Remiz)
İKİ ZIT
İki zıt şey bir arada bulunmaz. Mutlak Kudret, Allah'ın zatına ait bir hususiyettir. Kudretin zıddı olan acz, O Zatta yoktur.
Zati ve Hakikî Kudret'de mertebe olmaz. Acz o kudretin içine giremez, onu derecelendir emez. Fakat, mahlukatta kudret zatî olmadığı için, zıtlar birbirine girebilir. Ve o şeylerin derecesi, zıddı ile bilinir. Mesela, sıcaklığın bilinmesi, soğuğun onu derecelendirmesi, ona tesiri iledir. Ezelî Kudret'te mertebe olmadığı için, en küçük ile en büyük, o kudrete göre birdir.
insandaki bütün vasıflar, asılları itiban ile kendisine ait olmadığı için nispidir. Allah'a (c.c), ait bütün vasıflar ise hakikîdir. (29.Söz 2.Maksat S.Esas l.Mesele)
CİLVE VE SANAT
Harika ve emsalsiz bir tavus kuşu farz edelim. 0 kuş, gayet büyük, ziynetli, şarktan garba bir anda uçabilen, şimalden cenuba kadar geniş kanatlı, her bir tüyü dâhiyane nakışlı ve sanatlıdır, iki adam, akıl ve kalp kanatlan ile o kuşun yüksek mertebelerine uçmak isterler.
Birisi, tavus kuşunun haline, harikulade nakışlı tüylerine bakar. Çok sever. İnce tefekkürü kısmen bırakıp, aşka ve şevke tutunur. Fakat görür ki, o sevdiği nakışlar her gün değişip, kaybolur. O adam, kendini teselli etmek için, 'Bir nakkaşın nakşı ve sanatıdır/ demesi gerekirken, "Bu tavus kuşunun ruhu o kadar yüksektir ki, onun sanatkarı onun içindedir. Bu görünen o ruhun icadı değil, zahiri vücudu ve cilvesidir. 0 vücudun yüksekliğinden her dakikada başka bir güzellik görünür" der. Diğer adam: "Bu mizanlı nakışlar bir iradenin ve kastın eseridir, iradesiz cilve, tercihsiz görünme olmaz. Evet, tavusun mahiyeti güzeldir, fakat faili ile kesinlikle aynı değildir. Bu yaldızlı kanatlan yazan katip, onun içinde olamaz. 0 nakışlar, onun kaleminin ucu ile yazılmıştır." der.
Evet, kâinat denilen misali tavusun ziynetleri, o tavusu yaratanın yaldızlı birer mektubudur. (9.Lem'a Zeyl l.Nükte)
MUKADDES MEMNUNİYET
Gayet merhametli, zengin ve cömert tir zat, fıtratmdaki yüksek karakterlerin gereği olarak, çok fakir ve muhtaç insanlan mükemmel ziyafetlerle donattığı büyük bir gemiye bindirip, de- nizlerde dünya turana çıkarır. Kendisi de, onlara yüksek bir pencereden bakar. Muhtaçların minnettarlıklarından, karınlarını doyurmalarından, lezzet almalarından memnun olur, sevinir. Bir insan, asıl sahibi kendisi olmadığı, ancak Rahmet hazinelerinden gelen nimetleri dağıtan bir kepçe vazifesi gördüğü halde bu kadar memnun ve mesrur olursa, bütün hayvanları, insanları, melekleri, cinleri ve ruhları sefme-i Rahmani olan dünya gemisine bindirerek, zeminin yüzünde hadsiz sofra-i Rabbaniyi açan, kâinatın değişik tabakalannda seyahat ettiren ve dar-ı bekada Cennetlerinden her birini bir daimi sofra şeklinde yaratan Zat-ı Hayy-ı Kayyuma ait "memnuniyet-i mukaddese," "iftihar-ı kudsî" ve "lezzet-i mukaddese" gibi isimlerle işaret edilen saltanatın hakikati, daimi faaliyeti ve mütemadi yaratıcılığı gerektirir.(Lem'a 6.Nükte 4.Şua)
VARLIĞIN DERİNLİĞİ
Varlığın mahiyeti ve dereceleri farklıdır. Âlemleri ayrıdır. Onun içindir ki, kendi içinde derinliği olan bir zerre, başka bir tabakadaki bir dağ kadar olabilir, o kadar yükü taşıyabilir. Mesela, maddî âlemde, beyinde bir hardal tanesi kadar yer işgal eden hafıza kuvveti, manevî âlşmde bir kütüphane kadar vücudu içine alabilir. Ve maddî âlemdeki tırnak gibi bir aynaya, misal elemindeki koca bir şehir sığabilir. Bir göz aynasına koca semanın yıldızlan ile sığması gibi... Eğer o aynanın ve o hafızanın şuura ve icat kuvveti olsaydı, o bir zerrecik kuvvetleri ile mana âleminde çok geniş tasarruflar yapabilirlerdi. Demek ki, vücut derinlik kazandıkça kuvveti artar. Ve eğer vücut, tam bir derinlik kazanarak maddî urbasından sıyrılırsa, kayıt altına girmezse, o zaman küçük bir cilvesiyle koca âlemleri çevirebilir. İşte, bu temsillerin çok ötesinde, şu kâinatın Sani-i Zülcelâli, Vacib-ül Vücuddur. Onun vücudu zatîdir, zevali muhaldir ve vücut tabakalarının en rasihi, hakimi, en esaslısı, en kuvvetlisi, en mükemmelidir. O derece Vücud-u Vacib, varlığı o derece ötenin ötesinde, o derece hakikatlidir ki, sair varlıklar Ona nispeten son derece hafif ve zayıf, gölgenin gölgesinde kaldıklarından, Müh- yiddin-i Arabi gibi bir hakikat eri, varlığın vücudunu hayal derecesine indirmiştir. Yani, "Vacib-ül Vücuda nispetle, başka şeylere vücudu var denilmemeli, onlar vücud unvanına layık değiller." diye hükmetmiştir.
(20.Mektup 2.Makam 10.Kelime Üçüncüsü 1. Sır)
NÜKTELER...
Bir Doçent Hanımla bu konuda sohbet ediyorduk. Bir ara dedi ki:
"- Biliyor musunuz, ben de lise yıllarımda ateist idim. Paris'te okuyordum ve dinimiz hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Müthiş bir ateist olan felsefe hocamız, bütün sınıfımızı etkilemiş, hepimizi inançsızlaştırmıştı.
Bilhassa son sınıftayken ben, ateizm hakkında ateşli nutuklar atardım. Fakat, çok ilginçtir, her konuşmamdan sonra, içimi müthiş bir pişmanlık kaplar ve ister istemez içimden "beni affet, beni affet" diye geçirirdim.
Ama kim affedecekti, onu bir türlü söyleyemiyordum. Yani "Allah'ım, beni affet" diyemiyordum. Bunu söylesem bizim ateistlik iddiamız çürümüş olacaktı. Onun için sadece "beni affet!..." diyebiliyordum.
Zor zamanlarda, bilhassa imtihanlarda arkadaşların çoğu kiliseye gidip mum yakarlardı. Zaten hemen hemen hepsi temelde hıristiyandı. Güya ben müslüman asıllı idim ama söylediğim gibi İslâmiyet hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Onun için ben de onlar gibi zaman zaman kiliseye gidip mum yakardım.
Lise bitirme imtihanlarında çok zorlanmıştım. O günlerde hıristiyan arkadaşlar gibi ben de kiliseye gidip mum yakıyordum ve başarılı olmam için dua ediyordum.
Güya inançsızdım ama, kiliseye gidip mum yakmaktan da kendimi alamıyordum. Bu sebeble de diğer arkadaşlarıma karşı bir mahcubiyet duyuyordum, utanıyordum. Çünkü onlar inançsızlıklarında daha samimi görünüyorlardı. İnançsızların en samimi görünenlerinden başı çeken sınıf arkadaşım olan Macar Büyükelçisinin kızıydı. Bir gün beni kilisenin önünde görünce, çok utandım, ama dürüst davrandım. Çünkü, orada ne aradığımı sorunca, kiliseye mum yakmak için geldiğimi söyledim. O da bana şöyle dedi:
"- Rica etsem, iki mum da benim için yakar mısın?"
Hayret içinde kaldım, çok şaşırdım. Ama isteği gayet ciddi idi. Arzusunu yerine getirdim. Fakat o andan itibaren de ateistlerin hiçbir zaman samimi olmadıklarını, içlerinde daima gizli ve örtülü bir inancı taşıdıklarını anladım.
- Peki, inançsızlıktan nasıl kurtuldunuz? Allah'ı nasıl buldunuz?"
- Söylediğim gibi, ne zaman Allah'ı inkâr eden konuşmalar yapsam, içimde müthiş bir korku duyuyordum. Bu o kadar ağır bir korku idi ki, sonunda dayanamayarak, "beni affet" demekten kendimi alamıyordum. Büyük bir pişmanlıkla, "beni affet, beni affet" dedikçe içimde nisbeten bir rahatlama duyuyordum.
Daha sonraları ise, şöyle düşündüm: Eğer Allah yoksa içimdeki bu müthiş ve dayanılmaz korku nedir, nereden ve kimden geliyor? Ben niçin korkuyorum. Hiç olmayan bir şeyden korkulur mu? Yoktan korkulmayacağına göre, demek ki vardır, dedim. Evet, bir süre sonra vardır dedim ve kurtuldum. Şimdi içim rahat, çok şükür, eksiğimi tamamladım, içim bütünlendi."[5]
HER HARF BAŞINA SİLİNEN GÜNAHLAR
Hazreti Musa (a.s.) bir gün yolda giderken, iki büklüm olmuş, belinde zünnar bağlı ve ateşe tapan bir ihtiyar görür. İhtiyara yaklaşarak:
Ey pir! Ne kadar zamandan beri bu ateşe taparsın?
470 yıldan beri bu ateşe taparım.
Hiç vakit bulmadın mı ki, bu ateşten ibadetten yüz çevirip tevbe ederek, Melik-i Cebbar olan Hal Tealaya ibadet etmezsin.
Ya Musa! Eğer ateşe tapmaktan vaz geçsem, Hak Tealanın beni kulluğa kabul edeceğini bilir misin?
Niçin kabul etmesin? O Hak Teala hazertleri “ekramül ekremin”dir.
Ya Musa! Eğer hak tealaya benim gibib kendisinden kaçanları kabul ederse, bana İslamı arz eyle , dedi. Bunu üzerine Hz. Musa (a.s.) da İslamı arz etti. Fakat o zat, imanın kendisine verdiği ferahlık ve sevinçten dolayı feryad ederek kendindn geçti. Hz. Musa onun elini ve ayağını ovmaya başladı ise de ihtiyar bir müddet sona ruhunu teslim etti.
Hz. Musa (a.s.) ihitiyarın techiznini yaparak defnetti. Sonra da kabrinin başında, Hak Teala hazretlerine şöyle tazarru ve niyazda bulundu:
Ya Rabbi! Bu ihtiyar kuluna bir defa kelime-i tevhid söylediği için neler ihsan eyledin? Demesi üzerine Hz. Cebrail (a.s.) gelerek buyurdu ki:
Ya Musa! Rabbinin sana selamı var. Şöyle buyurdu:
Bir kimse Kelime-i tevhidi bir defa ihlas ile söylerse bizi onu kapımıza yakın edip izzet ve keramet hil’atımızı giydirerek, rahmet deryamıza gark ederiz.
Hz. Musa bu kıssayı ümmetine haber vererek buyurdu ki:
La ilahe illallah Musa Resulullah kelimesinin harf adedi 24 tür. Hz. Allah her harf başına o ihtiyarın 27 yılılk günahını afveylemiştir.
FREN PATLAMASI
Henüz yirmi yaşında bile değildim. Haruniye'nin meşhur kaplıcasına gidiyordum. O zamanlar, her şoför, bu dağlık arazinin kıvrım kıvrım yollarına girmeye cesaret edemiyordu. Biz bir kamyonet bulduk ve birkaç aile yataklarımızı ve diğer eşyalarımızı yerleştirip üzerlerine kurulduk. Bir süre sonra yeşilin her tonunun muhteşem bir güzellikle sergilendiği dağ yollarındaydık. Ağustos böceklerinin monoton nağmelerini dinleyerek pırıl pırıl, capcanlı çamların arasında arkamızda bir toz bulutu bırakarak ağır ağır tırmanıyorduk. Allah'tan ki karşımızdan başka araba gelmiyordu. Çünkü yolun bazı yerleri iki arabanın sığamayacağı kadar dardı. Hattâ bazı virajlarda, kamyonet tekerinden fırlayan taşlar, atlaya zıplaya derenin dibini buluyordu. Nihayet zorlana zorlana uzun yokuşu bitirmiş olan arabamız, düze çıkmıştı. Biraz sonra da iniş başlayacaktı. Ben çok sevdiğim bu manzaranın ve dolayısıyla da yolculuğumuzun hiç bitmemesini istiyor, temiz dağ serinliğini doyasıya ciğerlerime çekiyordum. Bu arada gözüme enteresan bir şey ilişti. Hayret içindeydim, bir daha baktım, bir daha, bir daha ve şöyle haykırmaktan kendimi alamadım:
- Aman Allahım, çama bakınız! Sipsivri bir kayanın tepesinde kök salmış, bir avuç toprak bile yok."
Ben böyle sesli düşünürken, karşımda oturan yaşlıca adam, biraz da benim hayretime kızgın olarak sordu:
- Ne var bunda? Çoktur buralarda böyle ağaçlar..."
- Ne var olur mu? Şu Allah'ın kudretine bakınız! Koskocaman bir kayanın zirvesinde pırıl pırıl ve bakımlı bir güzelim çam ağacını yaratmış..."
-Hadi canım sende! Bunun Allah'la ve O'nun kudretiyle ne ilişkisi var?"
- Peki ama, nasıl olur başka türlü? Kim o çamı o en olmayacak yerde bitirmiş olabilir?"
- Hiç kimse evlât... Niçin illâ da biri yaratmış olsun yani? Bunlar hep geri ve ilkel düşüncelerdir."
- Ama Allah o çamı orada yaratıp yetiştirmediyse, kim yaptı bu işi?"
-Meselâ şöyle düşün: Bir kuş, ağzında bir çam tohumu ile uçarken, tam bu kayanın üzerine gelince, ağzından düşürmüştür. Düşen tohum da kayanın bir kırık tarafına takılıp kalır ve oradaki toprağa kök salar. Sonra da kayanın altına giren kökleriyle böyle gelişip serpilir."
- Olay sizin dediğiniz gibiyse bile, bütün bunları yapıp yaratan yok mu?"
- Yok tabiî... Yaratıcı diye bir şeye inanmak, bu devirde çok ayıptır.
- Yaşınız başınızla bunu nasıl söylersiniz? Ben size bu konuda birçok misal söyleyebilirim."
Bu şekilde devam eden konuşmamız hemen münakaşaya döndü ve tabiî seslerimiz de yükseldi. Adam bağırdıkça ben de sesimi yükseltiyordum. Bizi sessiz dinleyen diğer yolcular da zaman zaman münakaşaya katılıyorlardı. Fakat halinden okumuş bir kimse olduğu sezilen bu yaşlıca adamdan başka hiç kimse, Allah'ı inkâr etmiyordu. Ama bir an önce de münakaşayı bitirmemizi ve susmamızı istiyorlardı.
Bu sırada araba yavaş yavaş hızlanmaya başladı. Derken belki yüz metre aşağılarda ip gibi uzayıp giden Ceyhan nehrine kadar tekerleklerden fırlayıp giden taşlar, bizi şaşkına çevirdi. Bir an sessizlikle herkes birbirine bakışırken, şoför başını uzatıp, "Fren patladı!" dedi. Sağ yanımız yokuş aşağı çamlarla kaplı bir bayırdı. Bu yokuşun sonunda Ceyhan nehrinin kayalara çarptıkça köpüklenen suları görünüyordu. Sol taraf ise, yalçın kayalıklarla kaplı bir yamaçtı. Birkaç saniyelik şaşkınlık geçer geçmez, herkes çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Kimisi şehâdet getiriyor, kimisi besmele çekiyor, kimisi de "Allah" diye bağırıyor, kendince dualar edip yalvarıyordu. Allah'a inanmadığını söyleyen yaşlı zat da, adetâ kendinden geçmiş, "Allahım!..." deyip duruyordu.
Ama bu durum, fazla sürmedi. Çünkü, bizim bütün şaşkınlığımız ve hayretimiz arasında araba yavaşlamaya başladı ve biraz sonra kenara yanaşıp durdu. Durur durmaz da her kafadan bir ses yükselmeye başladı:
- Yahu bu ne biçim iş?"
- Hani fren patlamıştı?"
- Ödümüz patladı!"
- Şaka mıydı yoksa?.."
Şoför yerinden çıkıp yanımıza yaklaştı ve benim biraz önce münakaşa ettiğim yaşlıca adama dönerek dedi ki:
-Sen utanmıyor musun, Allah yoktur demeye? Biraz önce yoktur dedin, sonra da fren patladı sanınca, herkesten fazla Allah diye bağırdın. Yoksa, niçin O'nu yardımına çağırıyorsun?"
Sonra da bize dönerek: - Kusura bakmayın, fren miren patlamadı. Ben münakaşanızı duyunca, şu adama bir ders vermek istedim," diyerek tekrar direksiyona geçti.
Araba yürüdüğünde sadece Ağustos böceklerinin sesleri vardı. Herkes susmuş; yaşlıca adam ise, yüzü kıpkırmızı, düşüncelere dalmıştı... Kaplıcaya gelip de eşyalarımızı indirdiğimiz zaman bana yaklaşarak:
- Oğlum, senden özür dilerim; bunca yıldır inanmadığımı sandığım Allah'a meğer ben inanıyormuşum da haberim yokmuş... Bunu öğrenmeme sebeb oldun. Şoför efendi, sana da çok teşekkür ederim, bana inancımın farkına varacak imkânı sağladın," dedi.[6]
[5] Vehbi Vakkasoğlu, (Öğretmenin Not Defteri - 4'ten)
[6] Vehbi Vakkasoğlu, (Öğretmenin Not Defteri - 4'ten)
.
'Allah'a imanı'' açıklar mısınız?
Soran : Anonim
Tarih: 30.04.2020 - 16:26 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
İman;inanmaktır. Hakkı kabul, tasdik ve izan etmektir. İslâmiyet’i kabul edip amel etmektir. İman,dine ait bütün hakikatleri kabul edip gereğini yerine getirmektir.
İman, Resûlü Ekrem’in (sav) tebliğ ettiği zaruriyeti diniyeyi tafsilen ve zaruriyetin gayrısını icmalen tasdik etmekten hâsıl olan bir nurdur.
İman, peygamberimizin (sav) Allah tarafından haber verdiği kesin olarak bilinen şeylerin doğru olduğuna içten ve yürekten inanmak demektir.
İmanın temeli ve esası altı rükündür. Bunlar;
Allah’a iman,
Meleklere iman,
Kitaplara iman,
Peygamberlere iman,
Ahiret gününe ve öldükten sonra dirilmeye iman,
Kader, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna iman.
İmanın bu altı esası bir bütündür. Bir kimsenin iman etmiş olması için bu altı esasın hepsine birden, şüphe etmeden inanması gerekir. Birini kabul etmemesi veya onda şüphe etmesi halinde, iman etmiş olmaz. Güneş ışığı, yedi rengin birleşmesinden meydana geldiği gibi, iman da bu altı esasın tamamına inanmaktan meydana gelmektedir.
İman, Sa'd-ı Taftazanî'nin tefsirine göre; "Cenab-ı Hakk'ın, istediği kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği (kalbine doğdurduğu) bir nurdur." denilmiştir.
Demek ki, iman insanın cüz’i iradesine bakıyor. İnsan isteyecek ve gereğini yerine getirecek, Allah da ona imanı ihsan edecektir.
İman taklidi ve tahkiki iman olarak ikiye ayrılır.
İmanı Tahkiki Yapmak Çok Önemlidir
“Şimdi en mühim iş, taklidî imânı tahkikî imâna çevirerek imânı kuvvetlendirmektir, imânı takviye etmektir; imânı kurtarmaktır. Her şeyden ziyade imânın esasatıyla meşgul olmak kat'î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir…"
"Evet, temelleri yıptarılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal ve yapraklarını ilâçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda verebilir mi?"
"İnsan, saray gibi bir binadır, temelleri erkân-ı imâniyedir. İnsan, bir şeceredir, kökü esâsât-ı imâniyedir. İmânın rükünlerinden en mühimmi, imân-ı billâhdır, Allah'a imândır. Sonra nübüvvet ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim, imân ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şâhı ve padişahı, imân ilmidir."
"İmân, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmânın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir imân, hususan bu zamandaki dalâlet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî imân ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imânı elde eden bir kimsenin, imân ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da mâruz kalsa, o kasırgalar bu imân kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imânı kazanan bir kimseyi, en dinsiz filozoflar dahi bir vesvese veya şüpheye düşürtemez.” (bk. Nursi, B.S. Sözler, Konferans, s. 925.).
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
İmanın esaslarını kısaca anlatır mısınız?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 08.04.2006 - 00:00 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
İmanın altı rüknü vardır: Bunlar Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere, kadere iman etmektir. Bir insanın mümin olabilmesi için bu altı esasın tamamına inanması gerekir. Bir tek iman rüknüne inanmayan insan, mümin olamaz. Zira, iman esasları birbiriyle alakalıdır.
İman; Cenab-ı Allah`ın, vahiy meleğin aracılığı ile, Hazret-i Muhammed (sav)`e gönderdiği semavi hükümlere kesin olarak inanıp tasdik etmektir.
Bir kimse Kur`an-ı Kerim ve mütevatir sünnet ile sabit olan bir hükmü inkar ederse mü`min değildir. Mü`minlere terettüp eden ahkam da kendisine terettüp etmez. Mesela oruç, namaz ve benzeri farzları inkar eden veya içki ve faiz gibi yasakları kısmen de olsa mübah gören kimse, İslamın hududu dışında kalıp müslümanlarla olan manevi bağı koparmış olur. Bu sebeple müslümanlara varis olamaz, cenaze namazı kılınmaz, müslüman mezarlıklarında defnedilmez ve onlarla evlenemez.
İslama inanmadığı halde kendine, müslüman görüntüsü veren Abdullah bin Ubey, ölüm döşeğinde iken Peygamberimiz ile görüşmek istedi. Bunun için yanına giden Peygamber (sav)`denkendisinin cenaze namazını kıldırmasını istedi. Peygamber (sav) de bu teklifi kabul etti. Öldüğünde Peygamber (sav), cenaze namazını kıldırmak için ayağa kalktı. Fakat İslama karşı samimi olmadığı için Cenab-ı Hak, Peygambere, onun cenaze namazını kıldırmasını yasaklayarak şu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu: "Asla onlardan -münafıklardan- ölen kimse üzerine cenaze namazını kılma." (Berae).
.
TAFSİLÎ İMAN
Ehl-i Sünnet imamları ve Tevhid ilmi âlimleri, "İslâm`da imanın hakikati nedir, aslî imanın rükünleri nelerdir, iman ile salih amel arasındaki münasebet nedir?" sorularının cevabını incelerken, kısacası, "İman" bahsini işlerken, "İcmalî ve Tafsilî" iman konusuna da temas etmişlerdir. Biz burada, ansiklopedi maddeleri arasında yer alan "Tafsilî İman" konusunda muteber ana kaynaklarda geçen bilgileri özetleyeceğiz.
Mutlak iman`ın rükünleri ve temel esasları olduğu gibi, "Tafsilî İman"ın da rükünleri, temel esasları ve dereceleri vardır. Bunların her biri hakkındaki bilgiye ve tasdikin niteliğine göre, Ehl-i Sünnet âlimleri, "Tafsilî İman"ın üç derecesi olduğunu söylemişler, herbirinin temel esaslarını ve özelliğini beyan etmişlerdir.
Tafsilî imanın birinci derecesi: Şu üç büyük temel esasa inanmaktır:
1- Allahu Teâlâ`nın varlığına, birliğine, eşi ve ortağı bulunmadığına, yegâne yaratıcı ve ibadete lâyık tek mabud olduğuna, bütün kemal sıfatlarla muttasıf, her türlü noksanlıklardan uzak ve münezzeh olduğuna,
2- Hz. Muhammed (s.a.v.)`in Allah`ın kulu ve son peygamberi (Hâtemu`l-Enbiya) olduğuna, bütün milletlere ve tüm insanlara ve cinlere hak peygamber olarak gönderildiğine,
3- Ölümden sonra dirilmenin (Ba`su ba`de`l-mevt),Ahiretin, yani "İkinci Hayat"ın, "Ahiret Ahvâli" denilen Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve âhiretteki diğer ilâhi hakikatlerın hak ve gerçek olduğuna kesin olarak (yakînen) inanmaktır.
Tafsilî imanın ikinci ve daha yüksek derecesi: "Âmentü" de ifadesini bulan ve her müslümanın şeksiz şüphesiz inanması gereken altı iman esasına inanmaktır. Bunlar; Allah`a, Meleklerine, Kitâplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe ve Kaza ve Kadere (hayır ve şerrin Allah`dan, O`nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır. Bu esaslar; Kur`ân-ı Kerîm`de bir çok âyetlerde bazen birkaçı, bazen hepsi bir arada beyan edilmiştir. Ey iman edenler! Allah`a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitap`a ve daha önce indirdiği kitap`a iman edin. Kim; Allah`ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz ki o, derin bir sapıklığa düşmüştür" (en-Nisâ, 4/136). Ayrıca bk. el-Bakara, 2/177, 185. Kaza ve kadere iman ise, Allah`a ve mukaddes sıfatlarına (özellikle ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına) imanın tabi bir neticesidir. (Bk. el-Kamer 54/49, el-Furkan 25/2, Fussilet 41/12, el-Hadid 57/22, et-Tevbe 9/51). Hz. Ömer (r.a)`ın Peygamberimiz (s.a.s.)`den naklettiği meşhur "İman, İslâm ve İhsan " hakkındaki Cibril hadisinde, kaza ve kadere iman ayrıca zikredilmişti. Bu meşhur hadise göre "İman nedir?" sorusuna cevaben peygamberimiz iman esaslarını; "Allah`a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayrın da, şerrin de Allah`dan olduğuna inanmaktır" diye açıklamıştır. Bu hadis, Sünen-i Ebi Davud hariç Kütübü Sitte`de (Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce) mevcut olup, hadis ilminde tevâtür derecesine ulaşmıştır. Bu bakımdan İslâm âlimlerince kaza ve kadere iman, iman esaslarından kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitaplarında yer almıştır (Bk. Kaza ve Kadere İman maddesi).
Kur`an`a, Sünnete ve İslâm âlimlerinin icmâına göre İslâm`da iman esaslarının birincisi, Allahu Teâlâ`ya imandır. Çünkü diğer esaslara iman, önce bu ana esasa inanmaya bağlıdır. Ancak, Allah`a iman etmek; yalnız Hak Teâlâ`nın yüce Zâtına inanmaktan ibaret olmayıp, aynı zamanda o ilâhî varlığın Zâtı hakkında vâcip (zarûrî) olan Kemal Sıfatları ile, yüce Zâtının vasfedilmesi imkânsız olan noksan sıfâtları ve Zât-ı İlâhisi hakkında inanılması câiz olan sıfatları icmalî veya tafsilî olarak bilmek ve onlara inanmakla olur. "Allahu Teâlâ`ya İman" sözünden maksat işte budur. (Bkz. Allah`a İman maddesi).
İslâm`da iman esaslarından ikincisi; Allahu Teâlâ`nın melekleri olduğuna inanmaktır. Melekler, Hak Teâlâ`nın kelâmı olan vahy-i ilâhiyi, Allah`ın peygamberlerine, semavî âlemden, insanlık âlemine nakleden Allah Elçileri, bu âlemin nizamını sağlayan ilâhî vasıtalar, nuranî varlıklardır. O halde, vahy-i ilâhiye ve peygamberlere inanmak, ancak meleklere inanmakla olur. Diğer bir tabirle; peygamberlere inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren meleğin varlığına inanmak gerekir. Bu bakımdan, meleğin varlığına iman, peygamberliğe de iman demektir. Meleği inkâr ise, peygamberliği de inkâr manasına gelir. İşte bu sebepledir ki, meleklere iman, iman esasları esasında Allah`a imandan sonra yer almış, daha sonra da, kitaplara ve peygamberlere iman etmek zikredilmiştir. "Peygamber, Rabbi tarafından indirilene (Kur`an`a) inandı, mü`minler de inandılar. Her biri, Allah`a, melek/erine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar" (el-Bakara, 2/285).
Kur`an-ı Kerim`in bir çok ayetlerinde meleklerin, diğer varlıklar gibi, müstakil olarak yaratılan, fakat canlı varlıklara mahsus olan yemek içmek, uyumak, evlenmek gibi hallerden uzak, erkeklik ve dişilikle vasıflanmayan nuranî ve lâtif varlıklar olduğu, kendilerine verilen büyük işleri yapmaya, en kısa zamanda, en uzak mesafeleri katetmeye, diledikleri şekil ve surette görünmeye muktedir, Hak Teâlâ`nın mükerrem kıldığı şerefli yaratıkları oldukları beyan olmuştur. Bu bakımdan melekler, itibarî birer varlık olmayıp, Hak Teâlâ`ya asla isyan etmeyen, O`nun emirlerini usanmadan ve noksansız yerine getiren, nûranî, masum (günahsız) ve mükerrem kullardır: "...Onlar, Allah`ın emirlerine isyan edip karşı gelmezler ve emrolundukları şeyleri (aynen) yaparlar" (et-Tahrim, 66/6, el-Enbiyâ, 21/26). (Bk. Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları (Tevhid ve İlm-i Kelâm), I, 402-403-7. baskı İst. 1984; Bk. Meleklere İman maddesi).
Semavî kitapların hepsine iman, iman esaslarındandır: Hak Teâlâ`nın insanlar arasından seçtiği "Nebî ve Resul" adı verilen, dilimizde "Peygamber" diye anılan mümtaz ve seçkin şahsiyetlere, yalnız kendi milletlerine veya bütün insanlara tebliğ etmek üzere Allah Teâlâ "İIâhî Kitaplar" indirmiştir. Bu kitaplar, lâfız ve mana bakımından Allah Kelâmı olup, her şeyden önce insanları her türlü dalâlet ve sapıklıktan, kötü ve karanlık yollardan çıkararak, onları doğru ve güzel yollara sevketmek suretiyle hak ve ilâh hidayet nuruna kavuşturmak için indirilmiştir. O halde "Mukaddes Kitapları" beşeriyete tebliğ etmek ve ilâhî hükümleri onlara bildirmek için peygamberlere, peygamberlik iddiasında olan bir zâtı Allah`ın elçisi olarak kabul edebilmek için de, kendine vahyedilen bir kitap veya suhufa ihtiyaç vardır. Bu sebepledir ki; mü`min bir müslüman olabilmek için, Allah`a ve meleklerine imandan sonra, ilâhî kitaplara ve peygamberlere iman etmek şarttır. Her peygambere niçin bir kitap veya suhuf verildiği şu ayeti kerimede beyan edilmektedir: "...İnsanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında hükmetmek için peygamberlerle beraber hak (ve gerçek) kitaplar da indirildi" (el-Bakara, 2/213). Kendisine müstakil bir kitap veya suhuf verilmeyen peygamberler ise, daha önce indirilen ilâhî kitap veya suhufa tabi olmuşlar, kendi milletlerine onun hükmünü talim ve telkin etmekle emredilmişlerdir. Bu sebeple İslâm dini, yalnız Kur`anı Kerime değil, daha önce dünya milletlerine indirilen Mukaddes Kitaplar"ın hepsine iman etmeyi emretmekte, bütün ilâhi kitap ve suhufa inanmayı, iman esaslarından saymaktadır. Ancak bu kitap ve suhufun tamamının isimleri ayrı ayrı zikredilmediğinden, bunlardan, Kur`an`da isimleri zikredilen mukaddes kitaplara ayrı ayrı inanmak, her birinin Allah kelâmı olduğunu kalp ile tasdik etmek lâzımdır. Bu kitaplar; Musa (a.s.)`a indirilen Tevrat, Dâvud (a.s.)`a indirilen Zebur, İsâ (a.s.)`a verilen İncil ile, Hz. Muhammed (s.a.s.)`e indirilen en son ve en mükemmel ilâhi kitap Kur`an-ı Kerim`dir. Ayrıca yüz Suhuf", sahifeler halinde indirilmiştir. Sahih hadislere göre bunlardan (10) adedi Hz. Âdem`e, (10) adedi Hz. İbrahim`e, (50) adedi Hz. Şit`e ve (30) adedi de Hz. İdris (aleyhisselâm)`a verilmiştir. Bu sebeple, tafsilî olarak, bütün peygamberlere indirilen "İlâhi kitaplar``ın ve "Suhuf"un tamamına inanmak her müslümana farzdır. (a.g.e., I, s. 419-422) (Bkz. Kitaplara iman maddesi) .
Bütün peygamberlere iman, iman esaslarındandır:
Kur`an-ı Kerim`de geçen birçok ayetlere ve peygamberimizin hadislerine göre, İslâm`da İman esaslarından biri de; Allahu Teâlâ tarafından insanları irşad ederek onlara doğru yolu göstermek için gönderilen peygamberlere iman etmektir. Hz. Âdem`den, Hz. Muhammed (s.a.s)`e kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere inanmak, iman esasları arasında mühim bir rükündür. Çünkü, İlâhî kitapları insanlara tebliğ etmekle mükellef olan peygamberlere iman edilmeden, mukaddes kitaplara iman etmek mümkün değildir. Bu bakımdan Kur`an-ı Kerim`de, peygamberlere iman, onlara vahyolunan kitaplara imanla birlikte zikredilir. (Bkz. el-Bakara 2/177, 285, en-Nisâ 4/136) Gerçek şudur ki, peygamberlik müessesesine inanılmadan din, yani ilâhî emir ve yasaklar söz konusu olamaz. Çünkü peygamberler Hak Teâlâ`nın, insanları irşad için gönderdiği birer elçi olarak, ilâhî hükümleri yalnız tebliğ etmekle kalmazlar, aynı zamanda bu hükümleri bizzat tatbik eder ve günlük hayatımızda nasıl uygulanacağını gösterirler. Peygamberler, özünde ve sözünde doğru ve sadık her zaman, dürüst, emin, iyi ve güzel birer örnek oldukları için, insanlara tesir eder, onlara iman aşılar, peşlerinden sürükleyerek hayatlarında esaslı değişiklik yaparlar. Bu bakımdan manevî bir hediye ve ilahî bir mevhibe olan peygamberlikten hiçbir millet mahrum bırakılmamıştır. Nitekim Kur`an-ı Kerîm`de: "...Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah azabıyla) korkutan biri (yani bir peygamber) gelip geçmiş olmasın" (Fâtır, 35/24). "Her milletin bir peygamberi vardır" (Yunus, 10/47) buyurulmuştur. Kur`an-ı Kerîm müslümanlara, yalnız İslâm peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)`e değil, dünya milletlerine gönderilen bütün peygamberlere de iman etmeyi emretmiştir (Bk. el-Bakara, 2/136).
Bu esasa göre müslümanların, Kur`an-ı Kerîm`de adları zikredilen peygamberlerin her birine ayrı ayrı inanmaları, ayrıca adları bildirilmeyen diğer peygamberlere de toplu olarak iman etmeleri gerekir. Nitekim Hak Teâlâ: "Peygamberlerin bir kısmını bundan önce sana haber verdik, bir kısmını ise haber vermedik" (en-Nisâ, 4/164, el-Mü`min, 40/78) buyuruyor. Kur`an-ı Kerîm`de yalnız 25 peygamberin adı geçmektedir ki her birine iman gereklidir, Bunlar, Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Musa, Hârun, Dâvut, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yunus, İlyas, İlyesa, Zekeryya, Yahya, İsâ ve Hz. Muhammed (Salavatallahu aleyhim ecmaîn)`dir.
İslâm`a göre insanlara gönderilen ilk peygamber Âdem (a.s.), bütün insanlık âlemine gönderilen peygamber ise, Hz. Muhammed (s.a.s)`dir. "Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve (Allah azabıyla) korkutucu olarak gönderdik" (Sebe, 34/28). 0 "Hatemü`l Enbiyâ"dır, peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusudur. Peygamberlik onunla son bulmuştur. Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir. Ehl-i Sünnete göre peygamberlerin adedi şu kadardır diye sınırlamamak daha doğrudur. Aksi halde, peygamberlerin adedini artırmak veya eksiltmek gibi bir hataya düşmek ihtimali vardır. Bu ise asla doğru olmaz (Bk. Seyyid Ali el-Cürcânî, Şerhu`l-Mevâkıf, III,182-190; Sadeddin et-Taftazanî, Şerhu`l-Makâsıd, II, 128-129) (Bk. Peygamberlere İman maddesi).
Ahiret`e, İkinci Hayata, Ba`su ba`de`l-mevte ve Ahiret ahvaline yakînen iman, İslâm`da iman esasları arasında çok önemli bir rükündür. Ahiret; ölümden sonra başlayacak olan yeni ve sonsuz (ebedî) bir hayattır. Bu hayat, berzah hayatı" denilen kabır hayatı ile başlar. Yani kabır, Ahiretin ilk merhalesi ve ilk durağıdır. Sonra zamanı gelince, Hak Teâlâ`nın emir ve iradesiyle bu dünyadaki canlı ve cansız bütün varlıklar yok edilecek, "Kıyâmet" kopacak, yeni ve sonsuz bir âlem kurulacaktır. Bütün ölüler o gün ruh ve cesetleriyle birlikte diriltilecek ve "Mahser"de toplanarak Allah`a hesap vereceklerdir. Ameli iyi (salih) olanlar, "Sırat"ı geçerek "Cennet"e, kötü olanlar ise geçemeyerek Cehennem"e gireceklerdir. Bütün bunlar ve din günündeki diğer hadiseler, Ahiret hayatını teşkil eder. Ahiretin bu safhası, ölümsüz ve sonsuz (ebed) bir hayattır. Dinî ıstılahta "Ahiret Günü" denince; "İsrâfil (a.s.)`ın Allah Teâlâ`nın emriyle kıyâmeti ilan eden "Sûr"a üflediği "Birinci nefha"dan, ölülerin dirilmesini (Ba`su ba`del mevti) sağlayan "İkinci nefha"ya ve "Mahşer"de Hesap ve Kitap"dan sonra, cennet ehlinin Cennete, cehennem ehlinin Cehenneme girmesine kadar geçecek olan zaman, diğer bir görüşe göre, İkinci nefha"dan başlayıp, sonsuz olarak devamedip giden zaman (ebedî hayat)" anlaşılır. O halde "Kıyâmet", İsrafil (a.s.)`ın "Sûr`a üfürmesi", bütün insanların yeniden (ruh ve cesetle) dirilmesi (Ba`sû ba`de`l-mevt), "Mahşerde toplanması", herkese "kitap"ının (yani dünyada yaptıkları iyi ve kötü işlere ait "amel defteri"nin) verilmesi, amellerinin ilâhî "Mizan"da tartılması, herkesin dünyada yaptıgı işlerden "Hesab"a çekilmesi, "Şefaat", Sırat", "Cennet" ve "Cehennem"... Bunların hepsi, Ahiret gününün hadiseleridir. Bunlara; Ahiret ve Ahiret Ahvali" denir. İslâm akâidine göre, "Ahiret Günü"ne, yani dünya hayatının kıyametle son bulmasıyla kurulacak olan yeni "Ebed Âlem"e ve oradaki "İkinci Hayat"a kesin olarak (yakînen) inanmak, İslâm`da iman esasları esasında çok önemli bir rükündür. Nitekim Kur`an-ı Kerîm`de; "... Allah`a ve Ahiret gününe iman edip, salih (iyi ve güzel) amel işleyen kimselerin Rableri yanında büyük ecirleri vardır. Onlar için korku yoktur. Ondan mahzun da olmazlar" (el-Bakara, 2/62) buyrulmakta; takva sahibi müminler, "Ahiret`e yakînen iman etmek (el-Bakara, 2/8) ile, yani şek ve şüpheden uzak, kesin bir iman ile inanmakla övülmektedirler. Gerçekte; yalniz nakl delillerle, yani Kur`an ayetleri ve sahih hadislerle bilinen ve gözümüzle görülmeyen yeni bir âlemin (gâib âleminin), yani Ahiret hayati"nin hak ve vâki olduguna inanmak, büyük bir teslimiyet, kâmil bir iman ister. Bu bakimdan, Ahirete, yani ikinci hayata, onun ilâhî oluşumundan sayilan, Berzah hayati"na, ölümden sonra dirilmeye Haşir ve Neşir"e, "Mahşer"e, "Sual ve Hesab"a, "Mizan ve Sirat"a, "Cennet ve Cehennem"e iman, fert ve cemiyet hayatindaki yapici tesirleri yönünden Islâm`da Iman Esaslari" arasinda çok önemli bir yer işgal eder. Bu sebeple Ahiret inanci olmayan hiçbir semav din yoktur. Çünkü bu inanç olmadan ona "Din" demek, mümkün degildir. (Bk. hiret`e Iman maddesi)
Tafsil Iman`in Üçüncü ve en yüksek derecesi:
Hâtemul Enbiya ve Seyyidil mürselin Hz. Muhammed ts.a.s.)`in, Hak Teâlâ tarafindan Kitabullah" (Kur`ân-ı Kerim) ve Peygamberimizin sünneti (sahih hadisler) ile beşeriyete tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin (emir ve yasakların) tamamına ve her birine ayrı ayrı (murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir. Daha açık bir tabirle; Allah Kelâmı olduğu kesin olarak bilinen Kur`an Ayetlerinde ve Peygamber (a.s.)`ın sahih hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam öldürmek, anababaya isyan etmek yalan söylemek, alkollü içki içmek, zina etmek ve kumar oynamak gibi haramları, hülâsa her türlü İlâhî emir ve yasakları, iman, islâm ve ahlâk esaslarını ve her biri ile ilgili din hükümleri ve delillerini gücü yettiğince öğrenerek bunların farz, vâcib, haram veya helâl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı ayrı iman etmek; İslâm`da tafsilî iman derecelerinin en yükseğidir. Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, çok geniş ve etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî) ve fer`î (Fıkhî-amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, her birine irade ve ihtiyar ile yakînen inanmayı gerektirir. Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan âlimlere, din bilginlerine nasip olur. O halde tafsilî imanın dereceleri, her müslümanın imkân, bilgi, meslek ve ilmî ehliyet ve yeteneklerine göre değişir. Gerçekte her müslüman, sahip olduğu ilim ve kabıliyet ile orantılı olarak mükellef ve Allah indinde mes`uldur. Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılınan iman, imanın ilk derecesi sayılan "İcmalî İman"dır. Çünkü, İslâm binasına ancak bu ana kapıdan girilir. Ancak, bununla yetinilmeyerek, İslâm akâidinin temel unsurları olan iman esaslarının tamamını bütün gücü ile öğrenmeye gayret etmek, onlara tereddütsüz ve kesin olarak inanarak iman derecelerinde yükselmek, onu kemale erdirmek, her müslümanın aslı görevidir. Bu şuur ve gayret içinde olan müslümanlar takva yollarında ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş, onu olgunlaştırarak kemale erdirmiş olurlar (Bk. Şerhu`l-Mevâkıf, III, 182- 190; Şerhu`l-Makâsıd, II, 128- 135; Şerhu`l-Akâidi`n-Nesefiyye, 457; Salih Musa Şeref, Müzekkerat fi`t-Tevhid, IV, 167-178, 185-196, Kahire 1952; İmâm-ı Âzam Ebû Hanife, Fıkh-ı Ekber ve Aliyyul-Kar Şerhi, 76-80; İmamu`-Harameyn el-Cüveyn, Kitabu`l-irsad, 396-398; İslam İnanışları (İlm-i Kelâm), İstanbul 1984, 1, 148-157).
.
Doğru imana sahip olmanın şartları nelerdir?
Soran : Anonim
Tarih: 11.08.2019 - 20:00 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Sualinizin kısaca cevabı şudur:
Doğru imana sahip olmanın şartları; Allah’ın, kayıtsız şartsız, şeksiz şüphesiz iman etmemizi istediği hususlara, gene O’nun istediği şekilde iman etmemizdir; kendi nefsimiz veya aklımız veya çevremize göre değil!
Bunlar özet olarak;
Allah’a iman: Allah’ın varlığına, birliğine ve bütün isim ve sıfatlarına iman etmek.
Ahiret gününe iman: Biz insanların (ve cinlerin) Allah’ın mutlaka geleceğini inzar ettiği kıyamet sonrası, kainatın bildiğimiz şeklinden farklılaşacağına, ahiret nizamının kurulacağına, burada da herkesin hesap verip;
- Mümin ve salih amelleri günahlarından çok olanların, direk ebedi cennete,
- Mümin ve günahları çok olanların, şayet Allah’ın özel affına mazhar olmazlar ise, önce cezalarını çekmek için cehenneme sonra da ebedi cennete,
- Günümüz için İslam’dan haberdar olup, Allah’ın emrettiği şekilde iman etmeyenlerin, tereddüt edenlerin de amellerine bakılmaksızın ebedi cehenneme gideceğine iman etmek.
Peygamberlere iman: Hazret-i Âdem’den itibaren son Peygamber Hazret-i Muhammed (asm)’e kadar, bildiğimiz ve bilmediğimiz, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin varlığına ve onların Allah’ın elçileri ve özel kulları olduklarına iman etmek.
Kitaplara iman: Allah’ın insanlara, iman hakikatlerini ve şeriatını bildirmek için değişik zaman ve toplumlara farklı farklı Kitaplar inzal ettiğine, son olarak da bütün kitapları nesh eden ve şeriatı kıyamete kadar geçerli olan Kur'an-ı Kerim’e ve onun lafzının Allah tarafından korunduğuna iman etmek.
Meleklere iman: Allah’ın büyük-küçük hiçbir işte ortağa, yardımcıya ihtiyacı olmamasına rağmen, kendisini tesbih, tekbir, tahmid etsinler ve hikmetine binaen O’nun emriyle, O’nun kainattaki sonsuz işlerini takip etsinler diye var ettiği, nurdan yaratılmış, bizden farklı boyutta olan meleklere iman etmek.
Kadere iman: Kaderin Allah’ın bir zorlaması değil, bir ilmi olduğuna, Allah’ın zamansız ve mekansız olması sebebiyle O’nun olmuş, olan ve olacak her şeyi bilip kaydettiğine, O izin vermeden veya bilgisi dışında ağaçtan bir yaprak dahi düşmeyeceğine iman etmektir.
Cenab-ı Hak belki başlangıçta bu altı adet erkân-ı imaniyeye, iman esasına olduğu gibi iman etmemizi istemektedir, ancak kesinlikle bu imanımızı da nefes alıp verdiğimiz her an arttırmamızı beklemektedir. Çünkü iman akıntıya karşı yüzmek gibidir; şayet “Biraz durayım” desek bizi alır gerisin geri götürür.
Onun için bize düşen;
Her gün, ama her gün, mutlaka Kur'an okumak, tefsirlerle manasının derinliklerine girmek, imanımızı arttırıcı alimlerin eserlerini izlemek, iman arttırıcı sohbetlere katılmak, internetteki sohbetleri takip etmek, ibadetlerimizi aksatmadan yapmak, Allah’ın koyduğu helal-haram dengesini gözetmek ve tabi ki Allah’a bolca tövbe istiğfar edip ondan yardım istemek.
Boş iş ve insanlardan uzak durup, bunları yapan bir insan, kısa zamanda Allah’ın da yardımıyla tahkiki imanın basamaklarını hızla çıkmaya başlayacaktır; tereddüdünüz olmasın, çünkü vaad Allah’ındır, O da vaadinden asla dönmez!..
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
MEKTUBAT (İmam Rabbani)
Mütercim: Kasım Yayla
Merve Basın Yayın, İstanbul, 1999.
Mütercim: Abdulkadir Akçiçek
Erhan Yayın Dağıtım, İstanbul.
Fena Mertebesi ve ALLAH’ı Bilmek:
ALLAH’tan başka her şeyi unutmak olan Fena’nın belirtisi ise ALLAH’a duyulan sevgidir.
(…)
Gönülden tamamıyla ilimlerin silinip, mutlak bilgisizlik hali meydana gelmeden hakiki Fena’ya ulaşılmamış olur. Bu bilgisizlik hali devamlıdır. Kalkması mümkün değildir. Bazen gelip bazen gitmesi gibi bir şey olamaz.
(…)
Hace Nakşbendi buyurdular ki:
ALLAH dostları, Fena ve Beka’dan sonra ne görüyorlarsa, kendi özlerinde görürler. Ne bilirlerse kendi özlerinde bilirler. Hayretleri de kendi benliklerindedir. Burada anlaşılan şu ki:
Müşahede, marifet ve hayret (ALLAH’ın tecellilerini görme, bilme ve bunlar karşısında hayranlık ifade eden bir hayret duygusuna kapılma) sadece özde olur. Bunlardan hiç birisi dışarda olmaz. Biri dışarda kaldığı sürece Fena’dan nasip alınmaz. Onlardan bir bölümü dışarda kalırsa, Fena nasıl olur? Fena ve Beka makamlarının sonu budur. Bu, mutlak Fena’dır. (6. Mektup)
ALLAH’ın Güç ve Kudreti’nden Ne Anlamalı?:
(ALLAH’ın) Güç ve kudreti(ni), bir işin kesin olarak yapılması veya terk edilmesi olarak düşünüyorum. İsterse yapar, isterse yapmaz anlamında değildir. (8. Mektup)
ALLAH’a kullukta, O’na yakınlıkta lezzetlenmekse, ALLAH’ın sevdiği kullarına aittir. ALLAH’ı sevenlerin ünsiyeti ve yakınlığı, sevdikleri ALLAH’ı seyrederken (mecazi anlamda, gönül gözüyle) olur. Sevilen kulların O’na yakınlaşması, yine O’na kulluk yapmalarıyladır. Bu insanlar, ALLAH’a yaklaşarak, O’nunla bir yakınlık kurarak, bu manevi devletle ve nimetle şereflenmişlerdir. (9. Mektup)
Efendimiz’e Uymadan ALLAH’a Yaklaşılamaz:
Eğer bir insan, ilahi ihsan olarak bu manevi devlete ulaşmak isterse, Efendimiz’e (O’na Binler Selam) tam manasıyla uyması lazımdır. Peygamberimize uyması, onun izinden gitmesi, onu en yüksek zirvelere ulaştırır. (9. Mektup)
ALLAH’ı Bilmek İçin Nefiste Alınması Gereken Önlemler:
Bir kul, nefsani duygulardan arınmadıkça, onları yere vurmadıkça, işi bu dereceye ulaştırmadıkça, şanı yüce ALLAH’ın kemalâtına, güzelliklerine ulaşamaz.
Hele bir insan kendini Mevla’nın aynı, sıfatlarını da O’nun Sıfatları gibi olduğuna inanıyor ise, bu inanç, sahibini ALLAH’ın sıfatları ve isimleri hakkında dinsizliğe ve inkâra götürür. (9. Mektup)
Berkî Tecelli:
Hiçbir isme, sıfata ve işe itibarın olmadığı Zati tecelli -ALLAH’ın Öz Zatından gelip, şimşek gibi çakıp sönen tecelli- yalnız ve yalnız Rasulullah Efendimiz’in (O’na Binler Selam) velayetine, o makamın veliliğine aittir.
Var olan ve varlığı düşünülen bütün perdelerin, ilmen olsun, aynen olsun yok olması, kalkması, ancak yine bu makamda olur.
Çıplak olarak ulaşma, yakınlaşma, zan değil hakiki vecd haline gark olma bu makamdadır.
Peygamberimize uyan kamil insanlar için, bu yüce makamdan tam bir nasip ve faydalı pay vardır.
Bu yüksek velilik makamını elde etmek, bu yüce dereceleri tamamlamak istiyorsanız, Peygamber’e (O’na Binler Selam) uymak zorundasınız.
Bu zati tecelli, birçok şeyhlere göre -ALLAH onlara rahmet etsin- Berkî’dir. Yani Şanı Yüce ALLAH’tan perdelerin yırtılıp kalkması, şimşek gibi çok kısa süre içerisinde oluyor. Sonra, isimlerin ve sıfatların perdeleri araya girer ve Zat-ı İlahi nurlarının parlaklığı perde gibi örter. Zat-ı İlahi’nin huzuru, şimşek gibi bir anda olur. (21. Mektup)
Fena Mertebesi:
Ehlullah tarafından bildirildiği kadarıyla, ölmeden evvel ölme demek olan Fena gerçekleşmedikçe, o mukaddes Zat’a ulaşma nasip olmaz. Tam aksi, afaki, yani insanın dışında bulunan uydurma putlardan ve insanın içinde bulunan nefsin arzularına tapınmaktan kurtulamaz. İslam’ın hakikatine ulaşamaz. İman olgunluğu gerçekleşemez. Kaldı ki kulluk derecesine ulaşmış kullar içerisine nasıl girebilsin. Halbuki bu Fena makamı, velilik derecesinin ilk adımıdır ve daha başlangıçta ele geçen yüksek bir makamdır. (21. Mektup)
En Üstün Makam… Kulun ALLAH’ı Bilmenin ve Sevmenin Son Sınırına Ulaşması İçin Kendi Nefsinden Vaz Geçmesi Gerekir:
“Kişi, sevdiği ile beraberdir.”
Kalbinde ALLAH (Şanı Yüce) sevgisinden başka bir sevgi bırakmayanlara ne mutlu! Ve ancak O’nun rızasını isteyenlere müjdeler olsun!
Görünüşte insanlarla beraber ve onlarla alış-verişte ise de, hakikatte ALLAH ile beraber. Kain ve bain sofinin hali budur. Yani, bu sofi kaindir, ALLAH ile beraberdir. Baindir, insanlardan uzaktır.
Ya da kainden maksat, yaratılmışlar ile görünüşte beraberdir. Ama gerçekte baindir, ALLAH ile beraberdir.
Kalp, birden fazla şeyi sevemez. Bir şeyle kurduğu sevgi bağı kalkmadıkça, bir başkası ile sevgi bağı kuramaz.
Kalbin, mal, evlat, mevki, övülme, insanlara karşı üstün olma gibi çeşitli arzu ve bağlantıları, ancak bir sevgili içindir. O da kendidir. Sayılan bu şeylerin sevgisi, kendi sevgisinin bir bölümüdür. Çünkü sayılan bu şeyleri, onlar için değil de kendisi için istemektedir ve sevmektedir.
Nefsin kendine olan sevgisi kalmazsa, tabi olarak onlara karşı olan sevgisi de kalmaz. Bunun için denilmiştir ki;
Kul ile Rabbi arasındaki perde kulun kendisidir. Alem-dünya değil. Çünkü alemin kendisi kul tarafından istenmiyor ki perde olsun. Kulun ancak ve ancak düşündüğü, kendisidir, kendi nefsidir. Onun için perde kuldur, başkası değil.
Kul, tamamıyla kendi isteğinden, düşüncelerinden sıyrılmadığı sürece, onun isteği Rabbi olmaz. Kalbine de ALLAH sevgisi yerleşmez.
Bu büyük devlet de ancak zati tecelliye bağlı mutlak Fena gerçekleştikten sonra olur. Çünkü karanlığın kalkması, ancak apaçık bir şekilde güneşin doğmasıyla olur.
Zati muhabbet diye bahsedilen bu sevgi oluştuğu zaman da, seven kişinin nazarında sevilenin (ALLAH) eziyetiyle ikramı bir olur. İşte o anda da ihlas gerçekleşir. O zaman Rabbine ancak O’nun için ibadet eder. Kendi nefsi için değil. Nimetler istemek için ibadet etmez. Belaların kalkması için yalvarıp yakarmaz. Çünkü bela da, nimet de onun için bir olur.
İşte bu derece, mukarreblerin (ALLAH’a yaklaştırılanların) derecesidir. (24. Mektup)
Bir Süre Sonra İbadetlerden Eski Zevki Alamaz Hale Gelmenin Derin Sebebi:
Hz. Ebu Bekir Sıddık’tan şöyle bir olay nakledilir:
O, bir gün Kur’an okuyan birinin okurken ağladığını gördü. Ve dedi ki:
“Biz de daha önceleri böyle ağlıyorduk ama daha sonra kalplerimiz katılaştı.”
Bu, eleştiriye benzeyen bir övgüdür.
Şeyhimden şöyle işittim:
“Yolun sonuna ermiş, ulaşmış insan, çoğu kere başlangıçta sahip olduğu şevk ve isteği, arzuyu özleyebilir.”
Şevk ve arzunun kalkması, makamın daha yüksek ve tamam olduğuna işaret eder ki, bu makam, ümitsizlik ve anlayamama, idrak edememe makamıdır. Çünkü şevk ve arzu, kavuşulabilecek şey için düşünülebilir. Kavuşma ümidi olmayan şeyde, şevk ve arzu olmaz. (26. Mektup)
Berki Tecelliye Dair:
Zatî tecelli, Hz. Zat’ın (ALLAH’ın) açığa çıkması, görünmesi anlamındadır. Fakat Yüce Zat’ın bu huzuru, ortaya çıkışı, isimlerden, sıfatlardan bir takım iş-oluş ve itibarlardan arınarak olur. İşte bu tecelliye Berki tecelli denir. Yani, perdelerin kalkıp Zat’ın görünmesi, şimşek çakar gibi kısa bir an sürer. Hemen sonra perdeler araya girerek, Hz. Zat’ı örterler.
(…)
Yüce ALLAH’ın ortaya çıkması, görünmesi de, görenlerin, şahit olanların gördüklerini anlatamayacak bir biçimdedir. (27. Mektup)
İnsanın ALLAH’ı Hakkıyla Anlayabilmesi ve Anlatabilmesi İmkansızdır ya da Kendini Bilen Rabbini de Bilir:
Ne yazacağımı bilemiyorum. Aziz ve mukaddes Mevla’mız hakkında söz söylersem, yalan söylemiş ve iftira etmiş olurum. Çünkü O, o kadar büyük ki, benim gibi birinin O’nun hakkında konuşmasından çok daha yücedir.
Cismi varlığı olan, duyu organlarıyla hareket eden, onların esiri olan; maddesiz, cisimsiz olan ve duyu organlarıyla anlaşılamayan hakkında ne söyleyebilir, ne konuşabilir?
Yoktan var edilen, yaratılan bir insan hiç yok olmayandan ne anlayabilir? Madde ve mekanı olan, maddesiz ve mekânsız olana nasıl yol bulabilir? Zavallı, ne kendi dışında olanlardan haberi var, ne de etrafında olup bitenlerden!
Anlatılan bu mana, işin sonunda ele geçen seyr-i enfüsi makamında olur. Hâce Bahaüddin Nakşibendi şöyle anlattı:
“Ehlullah (ALLAH erleri), fena ve beka makamına kavuştuktan sonra, her gördüklerini kendilerinde görürler. Her tanıdıklarını kendilerinde tanırlar. Bu insanların hayretleri de kendi varlıklarında olur.”
Bu manada şu ayet vardır: “Yeryüzünde de kesin olarak iman etmek isteyenler için birçok deliller vardır. Kendi nefislerinizde de… Görmüyor musunuz?” (51/Zariyat: 20-21) (30. Mektup)
Asıl Amaç Aşk ve Sevgi Değil, Tam Bir Kulluktur:
İnsanların yaratılmasındaki maksat, kulluk görevlerini yerine getirmeleridir. (ALLAH’ı tanımaya ve O’nun rızasını kazanmaya giden) Yolun başında kime aşk ve sevgi verilirse, ondan beklenen, mukaddes Zat’tan başka her şeyle alakasını kesmesidir.
Aşk ve sevgi esas gaye değildir. Tam aksi, aşk ve sevgiden amaç, kulluk makamına ulaşmaktır. Bu yola giren salikin ALLAH’a kul olabilmesi için O’nun dışındaki şeylere esir olmaktan kurtulması gerekir. Kulluğun tamamı da buna bağlıdır.
Aşk ve sevgi, ALLAH’ın dışındaki bu bağları kesmekten başka bir işe yaramaz. Bundan dolayı velilik mertebesinin sonunda kulluk makamına erilir. Velilik derecelerinin içerisinde, kulluk makamından daha üstte bir makam yoktur. Bu makamda salik, kendisiyle Mevla’sı arasında, kendisinin O’na olan ihtiyacından başka bir ilişki bulamaz. (30. Mektup)
Başka Şeylerle Yakın ve Beraber Olan, Kaplayan ALLAH’ın Kendisi Değil İlmidir:
Yüce ALLAH hiçbir şeyle birleşmiş değildir. O, O’dur. (…) Yüce ALLAH, biçimden, nitelikten münezzehtir. Alem ise, algılanan, biçimli, anlaşılabilen şeylerdir. Baştan ayağa kadar…
Biçimden münezzeh olan, biçimde biçimlenenin aynısıdır denemez. Vacip, yani varlığı zorunlu olan, mümkinin yani var olup olmaması eşit derecede muhtemel olanın aynısıdır denemez. Evveli olmayan, sonradan olanın aynısıdır denemez. Yokluğu imkansız olan, yokluğu caiz olanın aynısıdır denemez. Çünkü gerçeklerin kendi zıtlarına dönüşmeleri, aklen de şeriata göre de imkânsızdır. Biri için söylenen şey, diğeri için söylenemez, onu bağlamaz.
Ne gariptir ki Şeyh Muhyiddin (İbn-i Arabi) ve ona bağlı olanlar; Zat-ı İlahi hiçbir şekilde anlaşılamaz, meçhuldür dedikleri halde, Zat-ı İlahi her şeyi kuşatmış, kaplamış, her şeye yakın ve her şeyle beraberdir, diyorlar. Zat-ı İlahi ile ilgili bu hüküm ne?
Bunun doğrusu ehl-i Sünnet alimlerin dedikleridir ki, o da, yakın ve beraber olan, kaplayan ALLAH’ın Kendisi değil, ilmidir. (31. Mektup)
ALLAH Her Şeyden Başkadır:
Hace Bahaeddin Nakşibendi buyuruyor ki:
“Görünen, işitilen ve bilinen hiçbir şey, O (Şanı Yüce) değildir. Bunların hepsini gerçekte bir kelimeyle yok etmelidir. O kelime de ‘La’ (yok) kelimesidir.” (31. Mektup)
Hz. Muhammed (O’na Binler Selam) Olmaksızın ALLAH Bilinemez:
Felsefeciler, Şeriatın Sahibi’ne (O’na Binler Selam) uyup, onu gözlerine sürme gibi çekmediklerinden, gözlerini ona tabi olma sürmesiyle parlatmadıklarından, “Emir Alemi” gerçekliğini göremediler, ondan haberleri olmadı. Ki, nerede kaldı Yüce ALLAH’ın Zatı’nın ve sıfatlarının farkına varmaları. O makamlara erişebilmeleri… Onların dar görüşleri, ancak “Yaratılış Alemi”ne yetişebilir. Onu bile tam olarak göremiyorlar. (34. Mektup)
ALLAH’ın Bilinmesi ve Tam Olarak Bulunması İmkânsızdır:
Hiçbir ilim, hiçbir müşahede ve hiçbir marifet, ALLAH’ı (Şanı En Yüce) bulamaz. Gözlerin gördüğü, kulakların işittiği ya da hatıra gelen ne varsa, ALLAH’ın gayrısıdır. O, değildir. O’nunla alaka kurmak, başkasıyla alaka kurmaktır. (38. Mektup)
“Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Sana layıkıyla ibadet edemedik. Fakat Seni layıkıyla tanıdık.”
ALLAH’a hakkıyla ibadet edemeyişin manası açık. Ama ALLAH’ın tanınması ve bilinmesi, İlahi Zat’ı tanımanın, bilmenin son çizgisi O’nu şu ünvanla tanımaktır:
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (42/Şura: 11) (38. Mektup)
ALLAH’ı Bilmekte İlim ve Marifet Farkı:
Anlayışı kıt olanlar sanmasınlar ki, bu marifet basamaklarında özel ile genel, yeni başlayanla işin sonuna ulaşan birdir. Onlar, ilim ile marifetin arasını ayıramadıkları için böyle zannediyorlar. Halbuki ilim, yeni başlayanlar için; marifet ise işin sonuna ulaşanlar için söz konusudur. Marifete Fena’sız ulaşılmaz. Fani olmayanlara bu devlet verilmez.
Marifet, ilmin ötesindedir. Bilinmelidir ki, ilmin ve algılanabilenlerin ötesinde bir şey daha vardır ki, işte ona “Marifet” derler.
Fena makamının mertebeleri, basamakları farklı olduğuna göre, sona ulaşanların elde ettiği marifetin basamakları da şüphesiz farklıdır. Kimin fenası tam ise, daha yüksekse, marifeti de o derece tamdır. Kimin fenasında bir düşüklük varsa, onun marifeti de düşük olur. Buna göre kıyasla. (38. Mektup)
ALLAH’ı Bilmek, Ancak Hz. Muhammed’e (O’na Binler Selam) Uymakla Mümkündür:
İnsanoğlu çeşit çeşit pisliklere, paslara bulaşmaya devam ettiği sürece, ilahi gerçeklerden mahrum kalır. Ayrı kalır. Kalp aynasını, ALLAH’tan başkasını sevme pasından mutlaka kurtarıp, cilalamak lazımdır. Bu pas sökücülerin en iyisi, Hz. Muhammed Mustafa’nın (O’na Binler Selam) yoluna tabi olma, ona uymadır. Dualar, selam ve saygılar onun üzerine olsun.
Bunun için de atılacak adım, nefsin adetlerini, kalbi karartan isteklerini atmaktır, yok etmektir. Bu büyük nimetle şereflenenlere ne mutlu! (42. Mektup)
Nakşibendi Anlayışına Göre ALLAH’ı Bilmek ve O’nun Rızasına Ermekte Son Nokta: Yad-ı Daşt:
(İnsanın ulaşabileceği manevi) kemal ve olgunluk mertebesinin en son noktası olan Yad-ı Daşt (ALLAH’ı hiç unutmamak, sürekli hatırda tutmak) hakkında Hazret-i Hace Abdülhalik (ALLAH Sırrını Takdis Buyursun) buyurdular ki:
“Yad-ı Daşt’tan ötede, vehim ve zanlardan başka bir şey yoktur. Yani ondan daha ilerde bir mertebe yoktur.” (60. Mektup)
İnsanı ALLAH’a Yaklaştıran ve O’ndan Uzaklaştıran Yapısal Nedenler:
Bilmiş ol ki, insanın hemen hemen her şeyi kendinde, özünde toplaması, onun ALLAH’a yakınlığına, değerli ve üstün olmasına neden olduğu gibi, aynı zamanda O’ndan uzaklaşmasına, cahilliğine ve sapıtmasına da neden olur.
ALLAH’a yaklaşması, aynasının tam oluşu, bütün sıfatların ve isimlerin ortaya çıkmasına hatta zati tecellilere bile yetenekli oluşu anlamındadır.
“Göklere ve yere sığmam ama, Mü’min kulumun kalbine sığarım” kudsi hadisi buna işarettir.
ALLAH’tan uzaklaşmasına gelince bu durum, kişinin, bu alemdeki parçalardan her birine muhtaç olmasındandır.
“O ki yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı.” (2/Bakara: 29)
Bu ihtiyaç nedeniyle onun her şeyle bir irtibatı vardır. Bu irtibat nedeniyle de ALLAH’tan uzaklaşır ve sapıtır. (70. Mektup)
ALLAH’a Yaklaşma Yolunda “Fena” Mertebesi:
Bize ve size düşen şey, Yüce ALLAH’tan başkasına kalbi kapamamız, selamete çıkarmamızdır. Kalbi bu tür şeylerden selamete çıkarmak ise, kalbe ALLAH’tan başka herhangi bir şeyin girmemesine veya hatırdan geçmemesine bağlı… Yüce ALLAH’ın dışında kalanların kalbe girmesini önlemek ise, onları unutmakla olur ki, büyük insanların katında bu hale, “Fena” denir.
ALLAH’ın Zatı dışındakileri unutma, o dereceye varmalı ki, farz-ı muhal o tür şeyleri kalbe getirmek için kendini zorlasa bile ebediyyen hatırına gelmemeli, gönülden geçmemelidir. ALLAH’tan başkasını hatırdan geçirmeme, bu dereceye varmadan, kalbin selamete kavuşması mümkün değil. (82. Mektup)
ALLAH’ı Zikirde Metod:
Beş vakit namazı cemaatle kılıp, devamlı kılınan sünnetleri de kıldıktan sonra, zamanı ALLAH’ı zikretmekle geçirmek gerekir. İster yerken, ister içerken, ister gezerken olsun, ALLAH’tan başka bir şeyle uğraşmamak gerekir.
Sizlere zikretmenin adabını öğretmiştim. Bilinen bu yol üzere zikirle meşgul olmak gerekir. Zikir yapmakta bir gevşeklik gelirse, önce kalbinizin niçin dağıldığını araştırıp bulun. O sebebi tanıyın. İkinci olarak da; kusurları telafi edecek yollara başvurun. Yüce ALLAH’a boyun bükerek, ağlayarak yönelmelisiniz. O’na, kusurların ve kalpteki karartıların gitmesi için dua edin. (93. Mektup)
“Ben, yere ve göğe sığmadım. Fakat Mü’min Kulumun Kalbi Beni Aldı” Hadisinin Açıklaması:
Bundan ne kastedildiğini en iyi bilen ALLAH’dır. Ama herhalde şu anlama geliyor: Burada Mü’minin kalbine ALLAH’ın sığışı, hakiki değil mecazidir. Daha önce de anlatıldığı gibi, ALLAH’ın bir mekâna girmesi imkânsızdır. Öyleyse anlaşılması gereken şudur, kalbin mekânsız olanları içine alması ve kapsaması, hakiki değil mecazidir. Mekânsız şeyler karşısında Arş ve Arş’ta bulunanlar, zerre kadar bile sayılmaz. Bu hüküm, mekana sığmayanların hakikatiyle ilgilidir, suretiyle değil. (95. Mektup)
“ALLAH’ın Ahlakı ile Ahlaklanın” Ne Demektir?:
Hâce Muhammed Parsa (ALLAH Sırrını Takdis Buyursun) “Tahkikat” adlı kitabında, “ALLAH’ın ahlakı ile ahlaklanınız” emrini anlatırken buyuruyor ki:
Yüce ALLAH’ın bir ismi de “Melik”dir. Melik’in manası, her şeyde tasarrufu olan, hükmü geçen demektir. Talebe-salik ilerlerken, kendi nefsine hakim ve galib olur, başkalarının kalbine etki etmeye başlarsa, bu sıfat ile ahlaklanmış olur.
ALLAH’ın bir diğer sıfatı da “Semi”dir. Yani işiticidir. Bu yoldaki salik, hak sözü duyar ve kimden duyarsa duysun kabul ederse, gizli sırları ve hakikatleri can kulağı ile duyarsa, bu sıfatla huylanmış olur.
ALLAH’ın bir diğer sıfatı da “Basir”dir. Yani görücü olmasıdır. Salikin, basiret, yani kalp gözü açılır da kendi ayıplarını ve başkalarının iyi huylarını feraset nuruyla görür. Başkalarını kendinden daha üstün görür. Yüce ALLAH’ın her an her şeyi gördüğünü, göz önünde bulundurarak hep Yüce ALLAH’ın beğendiği şeyleri yaparsa… bu sıfatla huylanmış olur.
ALLAH’ın diğer bir sıfatı da “Muhyi”dir. Yani, Yüce ALLAH, diridir ve dirilticidir. Eğer bu yoldaki salik, terkedilen sünnetleri diriltmeye çalışırsa, bu sıfatla sıfatlanmış olur.
Yüce ALLAH, “Mümit”dir. Yani, öldüren anlamındadır. Eğer salik, sünnetin yerine konmaya çalışılan bidatlere engel olmaya çalışırsa, o da bu sıfatla sıfatlanmış olur. Diğer sıfatları da bunlara göre anlamak gerekir.
Sıradan, cahil insanlar ALLAH’ın ahlakı ile ahlaklanmaktan, başka şey anlamaktalar. Bundan dolayı da sapıklık çukuruna yuvarlanıyorlar. Evliya olan bir zatın mutlaka ölüleri diriltmesi ya da onda olağanüstü şeylerin meydana gelmesi gerektiğine inanıyorlar. Ve daha buna benzer başka şeyler… Görüldüğü gibi bunlar, bozuk itikatlardır. Yüce ALLAH şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.” (49/Hucurat: 12) (107. Mektup)
ALLAH’ın İsimlerinin Aynası Olarak Alem (Tüm Yaratılmışlar) ve Vahdet-i Vücud’u Doğru Anlamak:
Alem, büyüğüyle küçüğüyle beraber hepsi, Yüce ALLAH’ın isimlerinin ve sıfatlarının aynasıdır. O’nun fiillerinin ve Zat’ındaki mükemmelliğin görüldüğü yerdir.
Yüce ALLAH, gizli bir hazine ve kapalı bir sır idi. Kendisi, gizli olan mükemmelliğini açığa çıkarmak, toplu manadan ayrıntılara geçmek istedi. Bundan dolayı Yüce Mevla’nın Zat’ına ve sıfatlarına işaret eder bir şekilde mahlukları yarattı.
Alemin, onu yapan Zat’la hiçbir özdeşlik ilişkisi yoktur. ALLAH’ın yarattıkları ancak O’nun fiillerine ve isimlerine işaret ederler.
Alemin Yüce ALLAH ile birleşmiş olduğunu, O’nun aynı ya da benzeri olduğunu, alemi kaplamış, onun içine girmiş, her zerreye yayılmış olduğunu düşünmek, tasavvuftaki manevi sarhoşluğun ve halin galip geldiğini gösterir. Fakat halleri istikamet üzere olan, uyanık bulunan büyükler ise, alemin, Yaratan’ına asla benzemediğini, sadece O’nun yaratığı olduğunu söylerler. ALLAH’ın (Şanı En Yüce) alemi kapladığı, onun içine girdiği ve ilminin alemle bir olduğu söz konusu edildiğinde, sadece hak ehli alimlerin görüşleri doğrultusunda konuşurlar. ALLAH, onların çalışmalarını kabul buyursun.
Şaşılacak bir durum da, bazı sofilerin Yüce ALLAH’ın Zatı-Kendi, bu alemi toplamıştır, bu alemle beraberdir gibi şeyler söylemeleridir. Halbuki onlar, İlahi Zat’ın hiçbir şeye benzemediğini, hatta Zat’ında sıfat bile bulunmadığını itiraf etmektedirler. Bu, bir çelişki değil midir? (…)
Yukarıdaki konunun iyi anlaşılması için bir örnek verelim: Büyük bir sanatkâr, araştırmacı, gizli olan değerli bilgilerini-sanatını açığa çıkarıp göstermek için harfleri ve sesleri kullanır. Ta ki bu harflerden ve seslerden oluşmuş ekranda sanatını ve ilmini açıkça ortaya koyabilsin. Şimdi bu harfler ve sesler, o gizli olan sanatın aynıdır denebilir mi?
Bu harfler ve sesler, gizli olan o sanatın ve ilmin ortaya çıktığı yerler ve saklı kalmış olan bir ustalığın göründüğü aynalardır. Dolayısıyla bu harfler ve sesler, o gizli sanatların ve ilimlerin kendisidir-aynısıdır demek yanlış olacaktır.
İşte İlahi Zat’ın (ALLAH) alemi kuşatması ve onunla beraberliği de böyledir. (…)
Yaratılmışların ALLAH’ın isimlerine ayna gibi olduğunu ispat etmek için, ‘Yüce ALLAH, bu alemle birleşmiştir, beraberdir, onun aynıdır ve alemi kaplamıştır’ gibi şeyler söylemek tasavvuf sarhoşluğundandır. Yüce Hakk’ın Zat’ı, gerçekte bu türlü ilişkilerden ve oluşumlardan uzaktır ve arınmıştır.
Toprak nerede, Rablerin Rabbi nerede?… (125. Mektup)
Namazın Cennet’teki Yansıması ALLAH’ı Görmek Olacaktır:
Bil ki, namaz kılanın rütbesi, ahirette Cenab-ı Hakk’ı görme rütbesi gibidir. Dünyada, ALLAH’a yakınlığın en sonu, namazdadır. Ahirette ise, yakınlığın en sonu Cenab-ı Hakk’ı görmektedir. (137. Mektup)
İmam Rabbani’ye Göre Vahdet-i Vücud:
Bilmiş ol ki tarikat şeyhleri üç kısımdır:
Birinci kısım demektedir ki:
Alem, Hakk’ın yaratmasıyla dışsal olarak (hariç) mevcuttur. Alemde bulunan tüm kemal ve noksanlıkları ALLAH (Şanı En Yüce) yaratmıştır. (Bu birinci kısım şeyhler) Kendilerini sadece bir kalıp olarak bilirler. Ve bunu da yine Cenab-ı Hakk’ın yarattığına inanırlar. Yokluk denizinde öyle boğulup kaybolmuşlardır ki, ne kendilerinden ne de alemden bir haberleri yoktur.
Bunlar, başkasının elbisesini giymiş kimselere benzerler. Emanet olarak bir başkasının elbisesini giymişlerdir. Bu elbisenin, kendilerinin olmayıp bir başkasının olduğunu bilirler. Böyle bilmeleri kendilerine o kadar ağır basar ki, elbiseyi asıl sahibinde görürler. Kendilerini de çıplak sanırlar.
İşte yukarıda hali anlatılan bir şahıs, hissizlik ve sarhoşluk halinden kurtulup, ayık ve şuurlu bir hale kavuştuğunda, yani ‘Fena’dan sonra ‘Beka’ ile müşerref olduğunda, elbiseyi kendi üzerinde görse bile, onun başkasına ait olduğunu fark eder. Çünkü önceki ‘Fena’ hali, şu an bilgi ile iç içedir. Artık elbiseyle hiçbir bağı ve irtibatı kalmamıştır. Kendindeki üstünlükleri ve bazı vasıfları, tıpkı bir elbise gibi soyunup çıkartan insanların hali de böyledir. Tek bir fark; o elbiseyi bir kuruntu ve hayal olarak görmeleri, dışsal olarak (hariçte) asla böyle bir elbise olmadığının farkında bulunmalarıdır. Bu görüşleri öyle yoğunluk kazanır ki, kuruntu ve hayalden ibaret olan elbiseyi de çıkartırlar ve kendilerini çıplak olarak görmeye başlarlar. Uyanıp kendilerine geldiklerinde ise, o elbiseyi kendi yanlarında bulurlar.
Fakat bu birinci kısımdaki kişilerin ‘Fena’ halleri tastamam, buna bağlı olarak gelişen ‘Beka’sı da daha olgundur. inşaALLAH yakında bu meseleye tekrar geleceğiz.
Bu büyük insanlar, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat alimlerinin, Kitap’tan, Sünnet’ten ve icmadan çıkardıkları ve söz birliği ile bildirdikleri iman bilgilerinin hepsine öylece inanırlar. Bu alimlerle kelam alimleri arasında hiçbir fark yoktur. Sadece, kelam alimleri bu bilgilere ilimle ve delillerle ulaşırken, bu büyük insanlar hallerle, zevklerle ve keşiflerle ulaşmaktadırlar.
Yine bu büyük insanlar, kesinlikle alemde bulunan herhangi bir şeyi Cenab-ı ALLAH’a dayandırmazlar, O’nunla o şeyler arasında bir bağ kurmaya kalkışmazlar. Böyle bir ilişkiyi şiddetle reddederler. Ki, nerede kalır, o şeylerin ALLAH’ın Kendisidir ya da bir parçasıdır demiş olmaları.
Olsa olsa, Rablık, ibadete müstehak olması, Yaratıcı olması ve yaratılmışların O’nun sanatının eserleri olmaları ALLAH’a dayandırılabilir. Hatta kendilerine halleri ağır bastığında bu dayanışı bile unuturlar, kaybederler. İşte o anda gerçek ‘Fena’ haliyle şereflenirler. Zati tecellilere kavuşurlar, sonsuz tecellilere ulaşırlar.
İkinci kısmı oluşturan insanlar derler ki:
Alem, Cenab-ı Hakk’ın gölgesidir. Fakat dıştaki varlığı asalet yoluyla değil de gölge yoluyla olmaktadır. Alemin mevcudiyeti, Cenab-ı Hakk’ın varlığına bağlıdır, O’nunla ayakta durmaktadır. Çünkü gölgenin varlığı, aslın varlığına bağlıdır.
Örneğin; bir şahsın gölgesi kendisiyle beraber uzasa ve o şahıs bütün özelliklerini, üstünlüklerini o gölgeye yansıtsa, -ilim, kudret, dileme gibi, ya da diğer elem duyma, lezzet alma gibi özellikler buna dâhildir- daha sonra o gölge güneşe atılsa, acı duysa, aklı olan ve mantık kuralları içinde düşünen bir insan: ‘Gölgenin sahibi acı duydu’ demez.
Üçüncü kısmın alimlerinin ise aynen böyle iddia ettiklerini aşağıda göreceğiz.
Yaratılmışların gerçekleştirdikleri bütün kötü fiiller için, Cenab-ı Hakk’ın fiilleridir denemez. Nasıl ki gölge, kendi arzusuyla hareket ettiğinde, o şahıs hareket etti denemeyeceği gibi… Evet, bununla beraber, o şahsın gücü ve iradesiyle hareket ediyor, denilebilir.
Bu noktada önemli olan şudur; kötülüğü yaratmak kötü değildir. Gerçekte kötülük, çalışıp onu fiil haline getirmektir.
Üçüncü kısım:
Bu büyükler (alemin temel gerçekliğinin) Vahdet-i Vücud olduğunu söylerler. Yani dışsal varlıkların tümü, tek bir varlıktır, o da Cenab-ı Hakk’ın Kendisidir.
‘Dışta (fiili olarak) herhangi bir alem yok, ancak ilmen vardır’ derler.
Yine, ‘A’yan’, (dışsal varlıklar) hiçbir zaman varlık kokusunu almamıştır da demektedirler. Bu alimler her ne kadar: ‘Alem, Cenab-ı Hakk’ın gölgesidir’ demişlerse de, şunu da söylemekten geri durmazlar: ‘Onun gölge olma niteliği ancak hiç mertebesindedir. Ama işin aslında ve dışsal anlamda yokluktur.’
Yine bu insanlar: Noksan sıfatlardan münezzeh olan ALLAH, vücub ve imkân (Kendi varlığı zorunlu, diğer varlıklar ise O’nun dilemesine bağlı) sıfatıyla sıfatlandığını ve bu sıfatların yukarıdan aşağıya doğru inen mertebelerini tespit ettiklerini söylerler. Her mertebede ‘O Bir Olan Zat’ın o mertebeye uygun özellikler ile birlikte olduğunu; acıyı-tatlıyı duyanın, ‘O Bir Olan Zat’ olduğunu söylerler. Fakat bunlar, perdenin gerisinde hissedilen ve hayal edilen şeylerdir, doğrudan Kendisi değildir, demektedirler.
Onlar bu sözleriyle, birçok bakımdan aklen ve dinen sakıncalı sayılan duruma giriyorlar. Bu durumlarına yöneltilen eleştirilere cevap verebilmek için de, birçok hile yollarına sapmış ve akıldan uzak teklifler yapmışlardır. Bu insanlar her ne kadar kemal ve visalin (manevi olgunluk ve ALLAH’ın rızasına, bilgisine ulaşma) çeşitli derecelerine göre ileri noktalara gelmiş kişiler olsalar da, onların bu tür sözleri halkı sapıklığa ve inkâra götürmektedir.
Onlar, insanları, Vahdet-i Vücud konulu söylemleriyle zındıklığa sürüklemektedirler. Birinci kısmı oluşturan alimler, bu konuda daha olgun ve doğru yoldadır. Kitaba ve Sünnet’e uygunlukları ve hiçbir sakat düşüncelerinin olmadığı açıktır. Ama manevi olgunluklarına ve tamamlanma dereceleri bazı özel anlamlara dayalıdır. Şöyle ki, insan varlığının, bazı mertebelerinde, ilk oluşum (mebde) haline bir benzerlik söz konusudur. Çok ince ve maddi niteliklerden uzak bulunan ‘Hafi’ ve ‘Ahfa’ latifelerinde olduğu gibi… Onun için birçokları, sırrın fenasına kavuştukları halde, başlangıçta bu mertebeleri birbirinden ayıramamışlar ve onları ‘Lâ’ (yok) kelimesiyle yok saymışlardır. Hatta bunları başlangıç ile karıştırıp, birleştirmişlerdir. O zaman da kendilerini Hakk olarak zannederler, Yüce Hakk’ın aynı olduklarını zannederler. Ve derler ki: ‘Dışta yalnız Yüce ALLAH var. Bizim varlığımız diye bir şey kesinlikle yok.’
Fakat dışsal olarak da bir takım eserler ortaya çıktığında, bunları ilmen var olarak kabul etmek zorunda kalırlar. Ve bu durum hakkında da derler ki: ‘A’yan, yani eşya, varlıkla yokluk arasında bir berzah, bir geçittir.’
Çünkü onlar, işin başında yaratılmışlara ait bazı varlıkların mertebelerini birbirinden ayırt edemedikleri için, varlığın bulunuşunu düşünemez ve onların berzah olduğunu, varlıkla yokluk arasında geçit olduğunu söylerler. Böylece mümkün olan varlıklara (yaratılmışlara) vaciplik (sadece ALLAH’a has olan, varlığı zorunlu olma hali) bulaştırmış olurlar. İleri sürdükleri şeyin, görünürde ve ismen de olsa, gerçekte vacibe benzeyen yaratılmışlar olduğunun farkına varamamışlardır. Eğer bunun farkına varıp da yaratılmış olanı, vacip olandan ayırabilselerdi, alemin ALLAH’da birleştiğini ve O’nun aynı olduğunu söylemezlerdi. Alemi, Cenab-ı Hakk’tan ayrı görüp Vahdet-i Vücud’dan söz etmezlerdi.
Bir şahıs kendini var olarak kabul ettiği sürece, kendini Cenab-ı Hakk olarak göremez. Eğer kendinden bir eser kalmadığını zannediyorsa, bu da aynı şekilde yanlış görüşünden dolayıdır.
(…)
Birinci kısım alimler, Peygamberlerin Sonuncusu’na tam bir bağlılık içinde bulunmaları ve onunla sürekli bir irtibat halinde olmalarından dolayı, yaratılmışların bütün mertebelerini vacipten ayırmışlardır. Hepsini daha işin başında ‘Lâ’ kelimesi ile yok etmişlerdir. Yaratılmışlarla Vacip Olan (ALLAH) arasında hiçbir oran, karşılık ve benzerlik görmemişlerdir. Kendilerini aciz bir yaratılmıştan başka bir şey olarak bilmemişlerdir. Cenab-ı Hakk’ı, yaratıcıları ve sahipleri olarak tanımışlardır.
Bir kişinin kendisini Mevlası’nın aynısı veya gölgesi olarak görmesi, bu büyük insanlara çok ağır gelmektedir.
Toprak nere, Rablerin Rabbi nere?…
Bu büyük insanlar varlığı Cenab-ı Hakk’ın yaratığı olduğu için severler. Onların gözünde varlığın değeri, bu sebepten ve bu özelliğinden ileri gelmektedir. Yani, yaratılmışlar ve kendi fiilleri, Cenab-ı Hakk’ın sanatı, O’nun fillerinin, iradesinin ve kudretinin eseri oldukları için yaratılmışlara tam olarak boyun eğip, teslim olurlar. Şeriata ters düşen şeyler dışında onların fiillerini inkâra kalkışmazlar. İşte bu boyun eğiş, beğenip teslim oluş, tevhid ehli insanlara ait bir özelliktir. Bunun nedeni de, yaratılmışları, Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının görünümü olarak bilmeleridir. (…)
Çünkü seven sevgilisini, onu sevmeyi gerektiren en ufak bir şeyle bile sevebilir. Ama sevgilinin yarattıkları, eserleri ve kulları için aynı şiddette bir aşk duymak mümkün değildir. Onların da sevilebilmesi için, sevgilinin çok sevilmiş olması, aradaki aşkın çok büyük olması gerekir. İşte bunu için bu yüksek insanlar, velilik makamlarının sonu olan kulluk makamlarında çok büyük hazlara ve zevklere gark olurlar.
Bu seçkin insanların doğru bir hal üzere olduklarına, keşiflerinin Kitap, Sünnet ve şeriatın zahirine tamamıyla uygun olduğuna, bundan daha sağlam bir delil olabilir mi? Öyle ki o insanlar, şeriatın zahirine kıl kadar aykırı hareket etmemişlerdir.” (160. Mektup)
ALLAH Sadece Kendinden İbarettir:
Yüce Hakk’ın hakikati sadece Kendi varlığıdır. Dışardan asla hiçbir şey O’na katılmamıştır. Yüce Hakk’ın hakikati olan ve sadece Kendinden ibaret bulunan bu varlık, bütün hayırların ve olgunlukların kaynağıdır. Bütün güzelliklerin ve iyiliklerin başlangıcıdır. (234. Mektup)
Onu Gösteren Deliller ve ALLAH:
Azimetleri -delilleri- aşarak Rabbimi tanıdım. Hayır, belki de azimetlerin -delillerin- aşılmasını, Rabbimle tanıdım. Çünkü noksan sıfatlardan münezzeh olan ALLAH, Kendinden başkasına delildir. Aksi olmaz. Çünkü delil, delil olunandan daha açıktır.
Hangi şey Cenab-ı Hakk’tan daha açık ve net olabilir ki? Çünkü bütün eşyalar ancak O’nunla meydandadır. Ve her şeyin varlığı O’ndandır. Cenab-ı ALLAH, hem Kendi Zat’ına ve hem de Zat’ından başkalarına delildir, işaret etmektedir.
Hiç şüphesiz Rabbimi, Rabbimle bildiğim gibi, eşyaları da yine Rabbimle bildim. Buradaki mevzunun böyle olduğunu, limmi -akla ve görüşe dayanan- yani müessirden esere doğru olan delille buluruz. Fakat bir çoklarının görüşü, inni delil ile anlaşılandır. Yani eserden müessire -eseri yapana- giden yol iledir.
Buradaki farklılık, görüşlerin değişik oluşundandır. Hatta orada delillere ve işaretlere gerek yoktur. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın ortaya çıkışında da -zuhur- hiçbir şüphe yoktur. O, açık ve berrak olanların en yücesidir. Cenab-ı Hakk, ancak kalbinde hastalık, gözünde perde olanlar için gizlidir. (247. Mektup)
Peygamberlik Nuru Olmadan ALLAH Bilinemez:
Peygamberlerin davet nurları günden güne etrafa yayıldığı zaman, bu nurların bereketi sayesinde sonradan gelen felsefeciler, öncekilerin görüşlerini ve mezheplerini reddettiler. Yüce ALLAH’ın var ve bir olduğunu söyleyerek ispat ettiler.
Bizim aklımızın, peygamberlik nurunun desteği olmadan Cenab-ı Hakk’ı anlaması mümkün değildir. Bizim anlayışlarımız, peygamberlerin varlığı vasıta olmadan, bu muamelelere, işlere ulaşmaktan uzaktır. (259. Mektup)
ALLAH’a Ulaşılamaz… O, Ötelerin de Ötesindedir:
Yüce Hakk ise, ötelerin de ötesinde, ötelerin de ötesindedir.
Ötelerde, daha ötelerde demekle, perdeler var sanılmasın. Çünkü perdeler tamamen ortadan kalkmıştır. Tam aksi, daha ötelerde oluşu, büyüklük ve yüceliğindendir. Ki bunlar, Cenab-ı Hakk’ı bulmaya ve idrak etmeye engeldir. Halbuki Yüce Hakk, yarattıklarına çok yakındır. Ama O’nu bulmak çok uzaktır. (260. Mektup)
ALLAH, Zıddı Olmayan Bir Varlıktır:
Tersi yokluk olan bir varlık, Zat-ı İlahiyeye layık olamaz.
Başka bir kelime bulunamadığı için bu mertebeye varlık -vücud- diyorsak bununla tersi, yani karşıtlığı yokluk olmayan vücudu -varlığı- kast etmekteyiz. (260. Mektup)
ALLAH’a Yaklaşmada Nafile ve Farz İbadetler:
Nafile ibadetleri yerine getirme, ALLAH’a yakınlık gölgelerinden bir gölgenin elde edilmesini sağlar. Farz ibadetleri yerine getirmekle ise, asla herhangi bir gölge şaibesi bulunmayan asıl yakınlık ihsan edilir.
Ancak nafile ibadetler, farzları tamamlamak için yapılıyorsa, o zaman bu da, asıl yakınlığın elde edilmesine yardımcı ve destek olur, farzların içine katılır. (260. Mektup)
ALLAH, Her Şeyden Münezzehtir:
Yüce ALLAH hiçbir şeyin içinde değildir. Hiçbir şey de O’nun içinde değildir. Fakat ALLAH (Şanı En Yüce) bütün eşyayı kuşatmıştır. Her şeye yakındır, her şeyle beraberdir. Fakat bu, bizim eksik aklımızla anlamaya çalıştığımız kuşatma, beraberlik ve yakınlık gibi değildir. Çünkü bu tür şeyler Cenab-ı Hakk’a layık değildir. Keşiflerle, müşahede ile anlaşılan her ne şey varsa, Cenab-ı Hakk, onlardan münezzehtir, o değildir. Çünkü yaratılmışların hiçbiri Cenab-ı Hakk’ın Zat’ının, sıfatının ve fillerinin gerçekliğini anlayamaz, bilemez. Sadece hayret eder, şaşırır, kalır.
Gaybe iman etmek, keşfedilen ve görünen her şeyi, ‘La’ (hayır) diyerek reddetmeyi gerektirir. (266. Mektup)
ALLAH’a Özdeş Olan Başka Bir Şey Var mıdır?
“Alem, Cenab-ı Hakk’ın aynı da değil, gayrı da değil…”
Böyle bir söz doğruluktan uzaktır. Çünkü, “bu iki kavram birbirinin tersidir”, sözü, kabul edilen bir mantık hükmüdür. Bu iki kavram arasındaki tersliği-farklılığı inkâr eden ise aklın kesin gerçekleriyle çatışmış olur.
Bu konuda söylenebilecek en önemli tespit şudur: Kelam alimleri, ALLAH’ın sıfatlarıyla ilgili olarak derler ki:
“ALLAH’ın sıfatları O’nun aynısı da değildir, gayrısı da değildir.”
(…) Çünkü ALLAH’ın sıfatları Kendinden ayrı değildir. Cenab-ı Hakk’ın Kendisiyle, sıfatları arasında bir ayrılık olduğunu kabul etmek düşünülemez. Dolayısıyla, “ne aynıdır ne de gayrıdır” sözü, sıfatlarıyla ilgili olduğunda geçerlidir, orada doğrudur.
Ama alem böyle değildir. Çünkü böyle bir ilişki, alem için burada mevcut değildir. Şu hadis-i şerif: ‘ALLAH vardı, O’nunla beraber hiçbir şey yoktu’, aynısı olmayı da gayrısı olmayı da birlikte reddeden, hem lügat bakımından, hem de kullanılış bakımından böyle bir şeyin doğru olabilmesini uzak gören bir hadistir.
Bu cemaat bu alemin, ALLAH’ın sıfatları gibi olduğunu düşünüp, sıfatlara ait olan hükümlerin (sonsuz geçmiş boyunca var olmak gibi) alem için de geçerli olduğunu ispata kalkıştılar. Bu da kusurlarından ve ulaşamamış olmaktan kaynaklanıyor. Şöyle ki:
Bu cemaat, alemin Cenab-ı Hakk’ın aynı olduğunu reddettiklerine göre onlara düşen, aynı şekilde alemin Cenab-ı Hakk’ın gayrısı olduğunu söylemeleriydi. Böylelikle, Vahdet-i Vücud’u savunanların sıfatından çıkarak varlığın birden fazla oluşuna karar vermiş olabilsinler. (272. Mektup)
İnsan, Bu Dünyada ALLAH ile Konuşabilir mi?:
Noksan sıfatlardan münezzeh olan ALLAH (Şanı En Yüce) zalimlerin söylediklerinden çok yüksektir, çok yücedir.
Yine onlar, Cenab-ı Hakk ile konuştuklarını ispata kalkışırlar. Derler ki: ‘Yüce ALLAH, bize şunları şunları emretti.’
Bazı kereler Cenab-ı Hakk’tan düşmanlarıyla ilgili tehditler, bazı kereler de sevdikleriyle ilgili müjdeler naklederler. Onlardan bazıları derler ki: ‘Gecenin üçte birinden veya dörtte birinden itibaren sabaha kadar Cenab-ı Hakk ile konuştum, her ne sorduysam O’ndan cevabını aldım.’
Cenab-ı Hakk bu cemaatle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: ‘Celalime yemin olsun ki, onlar kendilerini çok büyük gördüler, büyük azgınlık ettiler.’ (25/Furkan: 21)
Onlar, görmüş oldukları bu nurun, Cenab-ı Hakk’ın aynı, Zat’ının aynı olduğuna inanmaktadırlar. Onlar demiyorlar ki: ‘Bu nurlar, Cenab-ı Hakk’ın zuhuratından biridir. O’nun gölgelerinden bir gölgedir.’
Şüphesiz bu nurların, Cenab-ı Hakk’ın Zat’ı olduğuna inanmak tam bir iftiradır. Sırf inkârdır. Halis zındıklıktır. Bu iftiracıların cezalarını bir an önce vermemesi, her türlü azapla bir an önce azaplandırmaması Cenab-ı Hakk’ın tahammülünün sonsuz oluşundandır.
Bunları bildiğin halde ey müsamahalı davranan ALLAH’ım! Noksan sıfatlardan münezzehsin. (272. Mektup)
Marifet Hayret’le Orantılıdır:
Onlardan (ALLAH’ı Bilenlerden) bazıları dediler ki: ‘Onların ALLAH’ı en iyi bileni, tanıyanı, O’na en fazla hayret edenidir.’ (277. Mektup)
ALLAH’ı Bilmek’te Son Mertebe ya da ALLAH, En İyi Ancak ALLAH İle Bilenebilir:
ALLAH’ı, ALLAH olmaksızın görmek (bilmek) mümkün değildir. Bu, ‘Hakka’l-Yakin’ mertebesidir. Ki burada görmenin (bilmenin) hakikati tahakkuk eder. (277. Mektup)
ALLAH ile Yarattıkları Arasındaki İlişkinin Temel Niteliği ya da Evren’in Yaratılış Hikmeti:
Alem (ALLAH tarafından yaratılmışların tümü) , büyüğüyle küçüğüyle ilahi sıfatların ve isimlerin görüntüleridir. Zati üstünlüklerin ve işlerin aynalarıdır. Cenab-ı Hakk, gizli bir hazine ve saklı bir sır idi. Kendini kapalılıktan açığa çıkarmak istedi. (…) Dolayısıyla alemi yarattı ki, Kendi aslına işaret etsin ve Kendi gerçekliğine bir belirti olsun.
Alemle, onu Yaratan arasında, alemi yaratmış olmaktan başka hiçbir ilişki yoktur. Bu, ALLAH’ın gizli üstünlüklerine de delildir. Bundan öte bütün hükümler (ALLAH ile alemin bir olması, aynı olması, birinin diğerini kuşatmış bulunması ve beraber olmaları gibi) sarhoşluktan ve halin ağır basmasındandır.
Halleri dosdoğru olan büyükler ise, uyanıklık ve kavuşma kadehinden içmişlerdir. Onlar, bu tür ilimlerden uzaklaşırlar ve böyle hallerden dolayı tevbe ederler. Onlardan bazılarına ‘sulûk’ (ALLAH’ı bilme yolculuğu) sırasında böyle şeyler gelirse, o şeyleri bırakıp başkalarına geçerler. Şeriat ilimlerine uygun olan ezeli ilimlerle nimetlenirler.
Bu konuyu bir örnekle açıklayalım:
Sanatkar bir alim, gizli üstünlüklerini ortaya koymak, açığa çıkartmak, saklı/kapalı sanatını topluma göstermek istediğinde, (örneğin bu bir bestekar ise) harfler ve sesler icat eder. Böylelikle saklı sanatını ve gizli üstünlüklerini bu harflerin ve seslerin perdesinde ortaya çıkarmış olur. Fakat bunu yaptığında o harfler ve seslerle, gizli/saklı manalar arasında hiçbir ilişki yoktur. Hatta o sanatkâr alimle, onlar arasında da asla bir bağlantı olmaz. Olsa olsa ancak o sanatkâr alim o harfler ve sesleri icat etmiştir. Ve onlar da o sanatkâr alimin saklı/gizli üstünlüklerine işaret etmişlerdir.
O zaman şöyle bir söz söylemenin bir manası kalmaz:
Bu harfler ve sesler, o mucit alimin aynısıdır. Veya o manaların aynısıdır.
Kuşatmış olma ve beraberlik hükmü de böyledir. (…)
Bu harfler ve sesler dışsal olarak (hariçte) mevcutturlar. Yoksa sadece o alimin ve ona ait manaların mevcut olduğu, ama harflerin ve seslerin bir hayal ve kuruntudan ibaret bulunduğu düşünülemez.
Yüce ALLAH’ın dışında kalan alem (masiva) de böyledir. Varlığı, gölge bir varlık olarak ve tabii bir oluşum ile mevcuttur. Yoksa o bir hayal ve kuruntudan ibaret değildir. (287. Mektup)
Sadece ALLAH’a Ait Olmak:
Bu zamanın sultanından şöyle bir olay aktarılır:
Sultanın veziri onun yanında ayakta durmaktaymış. O anda vezir, bütün dikkatini elbiseye verip, eliyle onu düzeltmekteymiş. Sultan ise vezirin kendisinden başka bir şeyle meşgul olduğunu görünce, onu azarlayarak şöyle demiş:
Ben böyle bir şeyi hazmedemem. Benim vezirim olduğun halde, huzurumda benden başka bir şeyle ilgilenip, elbiseni düzeltmekle meşgul olmanı çekemem.
Öyleyse düşünmek gerek, alçak dünya için en ince edeplere bile riayet etmek gerekiyorsa, ALLAH’a ulaştıran vasıtalarda en mükemmel şekliyle edeplere riayet etmek gerekmektedir. (292. Mektup)
ALLAH Her Şeyin Ötesindedir:
Vücub (ALLAH’ın varlığının zorunlu oluşu) ve vücud (ALLAH’ın varlığı), her ne kadar Sübhan Hakk’ın kemalinden iki sıfat ise de:
O Yüce Zat, bütün isimlerin, sıfatların ötesindedir.
Şuunların ve itibarların ötesindedir.
Zahirlerin ve batınların ötesindedir.
Açıkların ve saklı olanların ötesindedir.
Tecellilerin ve zuhur edenlerin ötesindedir.
Müşahedelerin ve mükaşefelerin ötesindedir.
Akla gelenlerin ve hissedilenlerin ötesindedir.
Vehme gelenlerin ve hayal edilenlerin ötesindedir.
Ve o Sübhan Zat, ötelerin de ötesinde… sonra ötelerin de ötesinde… sonra ötelerin de ötesindedir. (314. Mektup)
Allah Nerede Aranmalı? :
Ey dost,
Kul nerede, istemek nerede? Zira kulun istedikleri, mutlaka anlayabildiği miktarla sınırlı olacaktır. Hiç kaybolmayan güzelin müşahedesini, zerrelerin aynalarında görmeye çalışmak, eksik –dar- görüşünden kaynaklanmaktadır. Zira zerrelerin, o cemale –güzele- ayna olmaya ne mecali olabilir ki? Zerreler aynasında görünenler, sonsuz olan o cemalin –güzelliğin- gölgelerinden bir gölgedir.
Öyleyse Yüce ALLAH’ı, ötelerin de ötesinde aramak gerekiyor. Hakk Sübhan’ı, afaki ve enfüsi –maddi ve manevi- dairelerin haricinde aramak lazım. (338. Mektup)
.ÖNSÖZ Bütün yaratılmışlar, değerlerini, kendilerinde yansımış bulunan ALLAH’ın (Şanı En Yüce) Güzel İsimleri’nden alırlar. Herhangi bir varlıkta yansımış bulunan İsimlerin sayısı ve niteliği, o varlığı, yaratılmışların genel hiyerarşisi içerisinde belli bir yere yerleştirir. Bu açıdan bakıldığında, yaratılmışların, genel görünümü şöyledir: En altta cansız varlıklar yer alır. Çünkü bunlarda diğer türlere göre daha az sayıda isim tecelli etmiştir. Cansızların üzerinde ise bitkiler vardır. Bitkileri, alttan ikinci yapan canlı oluşlarıdır. Yani cansız eşyada yansımış bulunan İsimlere ek olarak “Hayy” (Canlılığı kendinden olup, sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe devam eden ve istediği varlıklara da canlılık özelliği veren) İsmi de yansımıştır. Bitkilerin üzerinde de hayvanlar vardır. Onları da alttan üçüncü yapan, canlılığa ek olarak “ruh” sahibi oluşlarıdır. Dolayısıyla daha fazla sayıda İsim yansımıştır. Ve bitkilerden de daha değerlidirler. Yaradılmışlar hiyerarşisinin en üstünde ise insanlar bulunur. Çünkü canlılık ve ruha ek olarak, bir de bilinç sahibidirler. İnsanları en değerli kılan ikinci özellik ise, birinciye bağlı olarak, sahip kılındıkları bilinç sayesinde ALLAH’a (Şanı En Yüce) muhatap bulunuşlarıdır. En fazla sayıda İsmin, en derin biçimde kendisinde yansımasıyla ortaya çıkan insan, o İsimlerin sahibi olan varlığın yani ALLAH’ın özel muhatabıdır. Bu bağlamda insanın değerine derinlik kazandıran üçüncü özellik ise şudur: Evren’in bütününde cansız, bitki ve canlı (hayvan) kategorilerinde parça parça yansıyarak, insan dışındaki Evren’i oluşturan ALLAH’ın Güzel İsimleri, toplu olarak insanda bir araya gelmiştir. Yani İnsan, Evren’in bir tür özetidir. Ve bütün bir Evren’i anlayabilme donanımına da sahiptir. Ve bu özelliğiyle de tektir. Peki, insanın Evren’in bütününü anlayabilecek bir varlık olması ve aynı zamanda ALLAH’a (Şanı En Yüce) muhatap olarak seçilmiş bulunması ne anlama gelir? İnsana nasıl bir sorumluluk yükler? Özeti olarak yaratıldığı Evren’e bakarak ALLAH’ı tanıma sorumluluğu... -5- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz İnsana ait olan ve insanı yaradılmışların en şereflisi, Evren sarayında ALLAH’ın nazlı bir misafiri konumuna yükselten bir sorumluluk... Aslında konuyu mükemmel boyutlarda ele alırsak, insanın yaradılış gayesini ve değer ölçüsünü oluşturan ALLAH’ı tanıma sorumluluğunu yerine getirmesini sağlayacak tek unsur Evren değildir. Rabbimizi bize öğreten üç büyük öğretmen vardır. 1- Evren 2- Kur’an’ı Kerim 3- Hz. Muhammed (O’na Binler Selam) Ama biz bu çalışmamızda, sözü geçen üç büyük öğretmenden sadece birini ele aldık; Evren’i... Evren, bir büyük öğretmen olarak, insana Rabbini tanıtma işini nasıl yerine getirmektedir? Burası sıkıntılı bir noktadır aslında... Çünkü pek çoğumuzun da zaman zaman şahit olduğu üzere, aynı unsurdan yani Evren’den yola çıkan bazı insanlar, bizim vardığımız sonucun tam aksine de ulaşabilmektedirler... Ya da bir İslam düşünürünü ziyaret eden bir grup lise öğrencisinin dile getirdikleri şekilde; “bazı öğretmenler ALLAH’tan (Şanı En Yüce) söz etmemektedirler...” Yani aynı konu üzerinde üç ayrı ve zıt tavır kendini göstermektedir. 1- Evren’i ALLAH’ı tanıtan bir kitap / öğretmen olarak okuma, 2- Evren’i hiçliğin, tesadüfün ve tanrı tanımazlığın bir delili olarak görme 3- Veya bu konuda sessiz / tarafsız kalma. Liseli öğrencilerin kendine yakındıkları düşünürün cevabı ise ilginçtir: “Öyleyse siz de öğretmenlerin anlattıkları bilimleri dinleyin. Çünkü her bilim kendine özgü bir biçimde ALLAH’ı anlatır, O’ndan söz eder...” İşte bu tespit ve bu bakış açısı önerisi bu kitabın çıkış noktası oldu. İçinde yaşadığımız Evren’i bize anlatan bilimler, ALLAH’ın varlığı konusunda ne diyorlar? Tesadüf mü? Yoksa bilinçli bir Yaradılış mı? Bu sorular karşısında tarafsız olduğumuzu ileri sürmüyoruz... Ama dürüstlüğümüz konusunda iddialıyız... Hiçbir bilimsel veri, bilgi ve değerlendirmeyi ön yargı ile eğip - bükmedik. Bir şey neyse öyle göstermeye çalıştık… -6- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Fakat önsözü bitirmeden önce mutlaka değinilmesi gereken bazı önemli noktalar var ki, bunların eksik bırakılması, Evren’in Rabbimizi öğreten üç büyük öğretmenden biri olma niteliğinin ve Evren - ALLAH (Şanı En Yüce) ilişkisinin kısmen eksik, bundan da öte, ister istemez yanlış anlaşılmasına neden olacaktır. Bu önemli noktalar şunlardır: 1- Öncelikle ALLAH (Şanı En Yüce) hangi şey aracılığıyla olursa olsun ispat edilmekten münezzehtir. ALLAH’ın Evren veya herhangi bir şey aracılığıyla ispat edilmesi ve insan zihni tarafından tam olarak anlaşılabilmesi, ALLAH’ın Evren’in ve insan zihninin kapsama alanında bir alt küme ve onlar tarafından içkin olduğu anlamına gelir ki, böyle bir sonuç ALLAH - Evren ilişkisinde piramidi sivri ucu üzerine oturtmak demektir. Oysa Kur’an’dan ve Hz. Muhammed’den (O’na Binler Selam) öğrendiğimiz şekliyle Rabbimiz “Müteal” yani ”Aşkın”dır. Hiçbir şey tarafından kapsanamaz, çerçevelenemez ve tam olarak anlaşılamaz. Fakat bu, hiçbir şekilde anlaşılamaz demek değildir. Sadece tam olarak anlaşılamaz... Diğer bir deyimle, bu kitabın kapağında okuduğunuz gibi “Parmaklarım Ay’ı gösterirken, bazıları parmaklarıma bakar…” Parmaklarım yani bana Evren’i öğreten bilim ve kişisel/ruhi/vicdani tecrübelerim, hissedişlerim “Ay’ı gösterir” ama “Ay’ı ispat etmez.” Kısacası ALLAH (Şanı En Yüce) iki kere iki dört eder yalınlığıyla ispat edilemez. O, böyle bir durumdan münezzehtir. 2- Bir Batılı bilim adamının deyimiyle “Bilimin cevaplandıramadığı sorulardan önce soramadığı sorular vardır.” Bilim Evren’in nasıl yaratıldığını ve ne şekilde yaşatılmakta olduğunu cevaplar. Ama niçin yaratıldığı konusunda söyleyecek bir şeyi yoktur. Dolayısıyla “ALLAH’ın varlığı / yokluğu” konusu sadece pozitif bilim sınırları içinde ele alınamaz. Çünkü bilimin alanı da sınırlıdır. ALLAH (Şanı En Yüce) ise varlığının zorunlu bir gereği olarak aşkın ve sınırsız… 3- Ama bilimin “ispat edemese” bile “gösterme” düzeyinde söyleyeceği çok şey vardır ki, bu sözler sonuca ulaşmak adına çok önemlidir. Kur’an’da zaten tam bu noktaya parmak basar ve “Aklını kullananlar için göklerin ve yeryüzünün yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardından gelişinde, insanlara faydalı şeyleri taşıyarak nehir ve denizlerde dolaşan gemilerde, ALLAH’ın gökten indirip onunla ölümünden sonra yeri dirilttiği suda, (bu vesileyle) her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârlarda ve -7- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz yerle gök arasında emrine amade bulutlarda sayısız işaretler vardır.” (2/ Bakara:164) “İşaretler vardır” ve işaretler ispat edemez sadece gösterir. Ve sonra karar, tek tek bütün insanların vicdan ve akıl terazilerine kalır. 4- İsterseniz soruyu şöyle de sorabiliriz: “ALLAH ispat edilemez oluşunun yanında aynı zamanda niçin ispat “edilmez”dir. İsteseydi O, sonsuz gücü ve iradesi ile, bir şekilde, ispat edilmesini sağlayamaz mıydı? Tahrik edici bir sorudur bu... Çünkü o zaman hepimiz için her şey çok daha kolay olacaktı. Evet, ALLAH (Şanı En Yüce) sonsuz iradesiyle, “ispat edilebilirliğini” engellemiştir. Çünkü o durumda insan iradesinin yani “insanın iyi ile kötü arasında seçim yapabilmesinin” bir anlamı kalmayacaktı. Dünyanın bir sınav salonu olmasının bir anlamı kalmayacaktı. Herkes ister istemez O’na inanacak ve bu yüzden de Hz. Ebubekir (ALLAH O’ndan Razı Olsun) gibi elmaslarla, Ebu Cehil gibi kömürler birbirlerinden ayırdedilemez olacaklardı. İşte o yüzden akla kapı açılır “görmesi” sağlanır, fakat insanın iradesi elinden alınmaz yani “ispat edilmez” Bir de şu yüzden... İnsanı yaradılmışlar içerisinde en değerli kılan, O’nun isimlerine en fazla ölçüde ayna olması tabir caizse, yarattıkları içerisinde O’na en fazla benzeyen varlık olmasıdır. En fazla benzeyen olması ise insanın iradesi sayesinde gerçekleşmektedir. İyi ile kötü, doğru ile yanlış, iman ile inkâr arasında seçim yapabilme yeteneği insanın iradesidir. ALLAH (Şanı En Yüce) insanı en değerli ve en üstün kılan bu yeteneği onun elinden almamış, temel tercihlerinde onu mecbur bırakmamıştır. Aksi takdirde başeserini, yine Kendisi o şerefli yerden indirmiş olacaktı. 5- ALLAH’ın varlığı konusunda Evren karşısında insanın durumu, bir “inanmaya zorlama” ve “ispat etme” değil, sadece tatmin etme, kalbinin oturaklaşmasını sağlamadır. Söz yine Kur’an’ın: “İbrahim şöyle demişti: “Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.” Buyurdu: “Yoksa inanmıyor musun?” “İnanıyorum ama kalbim iyice mutmain olsun.” dedi... (2/Bakara:260) Evet, başta ALLAH’ın varlığı olmak üzere imanın altı temel prensibi karşısında insanın durumu budur. “Gösterme”, “akla yol açma”, “tatmin edip, şüpheleri ortadan kaldırma.” Fakat bu noktada kritik bir yere gelmiş oluruz... Öyleyse inanç nasıl elde edilecek, iman nasıl sağlanacaktır? -8- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz 6- İman, sadece akıl ve onun muhatabı olan bilime ait bir konu değildir. İman, insan varlığının bütününe ait bir iştir. İşte o zaman da devreye aklın yanı sıra insanı oluşturan diğer unsurlar girer... Ruh, vicdan, sezgi, kişisel deneyim, hissediş, geri kalanlardan en önemlileridir. Hepsi bir arada insan bütününü oluşturur ve insan da bu bütünlüğüyle konuyu değerlendirir. Kur’an’ın deyimiyle “bakar, ölçer, tartar, düşünür...” ve karar verir... İnanır ya da reddeder... Akıl - bilim çifti her şey değildir yani... Ama en önemli şeydir... İnsan bütününü oluşturan diğer parçalara, karar verme sürecinde en önemli veriler akıl - bilim tarafından sağlanır. Genellikle, imana veya redde giden karar süreci akıl tarafından başlatılır ve genellikle yine onun tarafından sürdürülür... 7- İşte bu arada insan aklının bilimi ve onun verilerini nasıl ele alması ve nasıl bir değerlendirmeye tabi tutması gerektiği gündeme gelir. Diğer bir deyimle doğru “bilim felsefesi” hangisidir. İman bilincine dayalı olan mı? Yoksa tanrı tanımazlığa dayalı olan mı? Önce ikincisini ele alalım. Materyalist bilim adamları, bir kazığa bağlanmış on tane at ile karşılaşsalar, hemen atları ve kazığı incelemeye ve iplerle ilgilenmeye başlarlar, bu atları bu kazığa kimin ve niçin bağladığı ise hiç hatırlarından geçmez. Oysa güneş bir kazık, gezegenler birer at, çekim kanunu ise bir ip gibidir. Materyalist bilim adamlarının durumu, başının üzerinde bir lamba taşıyan kör bir adamın haline benzer. Aydınlatır, fakat kendi mahrumdur. Konuyu sebep - sonuç ilişkileri acısından ele aldığımız zaman ise durum şudur: “Bilimciler sonuçları sebeplerin yaptığını hiçbir zaman, hiçbir surette ispat edememişlerdir, edemezler de. Kendileri de bunun farkındalar. Bu yüzden, “Sebeplerin sonuçları yaptığı ispat edilemez, yapmadığı prensipte ispat edilebilse de, bugüne kadar kimse bunu ispat etmediği için sebebin sonucu yaptığı tezinin doğruluğu kabul edilir.” diyorlar. Örneğimizden yararlanırsak, materyalist bilimciler güneş ışığı, su, hava vs. gibi sebeplerin besinin oluşunda etken faktörler olduklarını söylerler. Bunu ‘ispat’ etmek için de, bir bitkiye, mesela su veya güneş ışığı verme -9- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz yerek bitkinin sararıp solduğunu yani fotosentez yapılmadığını; dolayısıyla besin üretilmediğini gösterirler. İşte, derler, su veya güneş ışığı olmazsa besin üretilmiyor. Bu ‘olmazsa’dan hareketle, “Su veya güneş ışığı besin üretir.” sonucuna ulaşırlar. Böylece tezlerini ispat etmiş olduklarını zannederler. Dikkat edilirse, bu yaklaşım olumsuzdur. Bu, bir ispat değildir. Bir televizyon cihazının düğmesine basıldığında, ekranda bir görüntü belirir. Ne zaman düğmeye bassak, karşımıza görüntü çıkar. Düğmeye basılmadığında ise, ekranda hiç bir görüntü belirmez. Materyalist bilimcilerin olumsuz yaklaşım mantığına göre, ‘ekrandaki görüntüyü düğme yapar.’ Bunun ‘ispat’ı ise, düğmeye basılmazsa ekranda görüntü çıkmamasıdır. Düşünmezler ki, yayın dışarıdan yapılmaktadır, görüntüyü neşreden düğme değildir. Düğme yalnızca televizyon cihazındaki düzenin bir parçasıdır. Televizyonu yapan, ekranda görüntünün belirmesi için düğmeyi kasti olarak cihaza yerleştirmiştir. Birisi size, düğmenin görüntüyü sağladığını kabul etmiyorsan, düğmeye basmadan görüntüyü çıkart da görelim derse, bu ne kadar mantıklıdır? Televizyon cihazının düzeni, onu düğmesiz çalıştırmayı imkânsız kılmaktadır. Çünkü o şekilde yapılmamıştır. Siz düğmeyi kullanmadan televizyonu çalıştıramayınca, o kişi size “Gördünüz mü görüntüyü sağlayan düğmedir” dese, bu kişiye yalnızca gülünür.” Yamina b. Mermer, (Bilimin Marifetullah Boyutları, sh: 171) Ve şimdi de birincisine bakalım: “İnsan - Evren, Evren - ALLAH (Şanı En Yüce) ilişkisinin, Evren’i ALLAH’ı anlatan bir kitap olarak okumanın ve bu bağlamda pozitif bilimin taşıması gereken işlevin anlamları doğru yerlerine oturtulduğunda ise görünüm aşağıdaki örnekteki gibi olacaktır: “Göklerin ve yerin yaratılışında ve gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için ALLAH’ın varlık ve birliğini kudret ve rahmetini işaret eden pek çok deliller vardır.” (3/Al-İmran:190) Bu ayette Rabbimiz, söz konusu ‘okuma’yı gerçekleştirmek için anahtar hükmünde olan bir hususu öğretir: Yaratılış biçimine bakmak. Şimdi, bir örnekle, yaratılış biçimine bakarak okumayı tahlil edelim. Gerçi okullarda bize bitkilerin fotosentez adı altında kendi besinlerini kendilerinin ürettiklerini söylediler. Gelin, zihnimize aşılanan bu ‘kendi kendine’ ön-kabulünü bir kenara bırakalım ve beraberce besinin nasıl üretildiğine, yani besinin ‘yaratılış biçimi’ne dikkat edelim. -10- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Elinize aldığınız herhangi bir yeşil yaprağı parmaklarınız arasında ezdiğinizde, parmaklarınız yeşile boyanır. İşte bu yeşilliğe konu olan maddeye klorofil adı verilir. Karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve magnezyum atomlarından yapılmış olduğunu gördüğümüz bu klorofil, bir gıda fabrikası gibi çalışmaktadır. Güneşten ışığı yakalayıp, bitkinin kökünden suyu çekerek hidrojen, oksijen ve ATP denilen enerji deposunun üretilmesini sağlar. Canlılar için çok önemli olan oksijen havaya verilir. Buraya kadar olanlar fotosentezin birinci işlemler basamağıdır. İkinci basamakta, enerji deposu ile hidrojen, bizim için zehir olan karbondioksidi havadan alır ve şeker üretilir. Bu şekerin bir kısmı bitkinin kendi hayatını devam ettirmesi için harcanır. Bir kısmı da nişasta, karbonhidrat ve protein üretilmesinde kullanılır. Böylece, hem hava zehirden temizlenmiş, hem de insanlar ve hayvanlar için gıda üretilmiş olur. Sanırım, bu anlattıklarıma bakarak, fotosentez olayının çok karmaşık olduğunu düşündünüz. Gerçekte, fotosentez, benim anlattıklarımdan belki de bin defa daha karmaşık bir işlemler zinciridir. Asırlardan beri kâinatın sırrını çözme iddiasında olan bilim adamlarından Calvin isimli bir kişiye, yalnızca ikinci basamakta vuku bulan, kimyevi reaksiyonların düzenini bulup formüllerle ifade edebildiği için, Nobel Kimya Ödülü verildi. Fotosentez olayının bir bölümünü formüle edebilene Nobel ödülü verilirse, gözle görülemeyecek kadar küçük bu fabrikayı çalıştırana acaba ne ödülü vermek gerekiyor? Fotosentez ile sağlanan faydaları özetleyelim: Bütün canlılar için hayati önem taşıyan hava, karbondioksit alınıp oksijen verilerek temizleniyor. Canlıların hayatlarını devam ettirmeleri için zaruri olan besin üretiliyor. Üstelik bunlar en kısa yoldan, en ucuz maliyetle, hiçbir zarara neden olmadan, birbirinden sanatlı, güzel, rengârenk, lezzetli... şekilde yapılıyor. Bu kadar önemli neticeler, mükemmel faydalar ancak bir iradenin, bir kasdın sonucu olabilir. Öyleyse, bu neticeler önceden kasden planlanmış olmalıdır. Bu planlamayı yapabilmek için de bütün hayvanları, insanları tanımak, onların ihtiyaçlarını bilmek ve onlara acıyıp merhamet etmek gerekir. Hatta insanların tüm duygularına hitap edecek şekilde sanatlı, hoş kokulu, lezzetli gıdaları hazırlamak için onlara şefkat etmek gerekir. Bütün bu amaçlan gerçekleştirebilmek için: 1- Fotosentezde kullanılan tüm maddelerin özelliklerini en ince detaylarına varıncaya kadar bilmek; güneşi, havayı, suyu... tanımak; 2- İçinde çalıştığı, ayrı ayrı özelliklere sahip ve dolayısıyla ayrı ayrı düzeni olan bitkilerin hepsini tam olarak bilmek ve onlarla âhenk içinde çalışmak; -11- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz 3- Hazırlanan besini kullanan canlıların vücut yapılarını, çalışma sistemlerini de mükemmel bir şekilde bilmek; o vücutlarda da kusursuz bir şekilde işlemek; 4- Bu işlerin hepsini kontrol altında bulundurabilecek, emri altına alıp çalıştırabilecek eksiksiz bir kudrete sahip olmak. Öyle bir kudrete ki, sudan, havadan, topraktaki minerallerden, insan ve hayvanlardan güneşe kadar uzanan bir kudrete sahip olmak gerekir. İşte, ancak bütün bu özellikleri olan, fotosentez yapıp bize gıda hazırlayabilir. Yani, sonsuz ilme ve kudrete malik olandan başka kimse ise bu işleri yapamaz. Demek ki, fotosentez olayıyla ilişkili görülen tüm maddeler, sebepler ya sonsuz bir kudret Sahibinin emir ve iradesiyle işliyorlar veya her birinin bizatihi sonsuz ilim ve kudretinin var olması gerekir ki, böyle mükemmel işleri hatasız, şaşırmadan, tam zamanında, tam yerinde yapabilsin. Düşünen herkes bilir: Karbonun, hidrojenin, oksijenin, suyun, güneş ışığının sonsuz değil, bir zerrecik olsun ilmi, iradesi, kudreti, merhameti yoktur. Bunlar şuursuz, iradesiz, acizdirler. Kur’an’da ifade edildiği gibi; Onların ayakları mı var, yürüsünler? Elleri mi var, tutsunlar? Gözleri mi var, görsünler? Kulakları mı var, işitsinler?” Yamina b. Mermer, (Bilimin Marifetullah Boyutları, sh: 167) Ama yine de “Önsöz”ün son sözü şudur: Evren ve onu okumanın aracı olan, doğru bir bakış açısına sahip olan bilimin, insanın ALLAH’a (Şanı En Yüce) imanına katkısı bir noktaya kadar olacaktır. Çok önemli bir noktaya kadar belki, ama bir noktaya kadar işte. Ve o noktanın ötesi, insanın ruh derinliğinin başladığı yerdir ki, işte asıl keşif oradadır. Teknik anlamda zayıf bir hadis olsa bile: “Yerler ve gökler Beni (ALLAH) almadı, onlara sığamadım. Fakat Mü’min kulumun kalbi beni aldı.” derken kastedildiği gibi! Ünlü hanım Veli Rabia’ya (ALLAH O’ndan Razı Olsun), ortalığın yeşile ve çiçeğe boğulduğu bir bahar günü, evin eşiğinden hayran hayran dışarıyı seyreden arkadaşı “Rabia” der, “çık dışarı da şu sanatı seyret!” Rabia sultan derin ve anlamlı bir tebessümle cevap verir: “Gir içeri de Sanatkâr’ı seyret!...” Evet, konu aslında bu kadar yalındır. Evren, Sanatkâr’ını gösteren çok değerli bir sanat eseridir. Ama Sanatkâr’ın yeri sanat eserinin içi değil, eseri seyredenin içidir. -12- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz ATOM O Kadar Küçük ki... Bir atomun çapı bir milimetrenin milyonda biri kadardır... Başka bir deyişle yüz milyon atomu yan yana koyarsanız bir cm. olur. Şu an elinizde tuttuğunuz kitap sayfasının kalınlığı ise bir milyon atomdur. Farzedin ki elinizde bir anahtar var ve siz onu oluşturan atomları görmek istiyorsunuz. Eğer anahtarın boyutları dünya büyüklüğüne ulaşırsa o zaman atomlarını görebilirsiniz. Birer kiraz tanesi kadar. Tek bir tuz tanesini oluşturan atomları sayıyorsunuz... Hızınız ise saniyede bir milyar atom. Evet, yanlış okumadınız! Saniyede bir milyar olarak tek bir tuz tanesini oluşturan atomları sayıyorsunuz. Ve yine bir baskı ya da okuma hatası olmadığından emin olun, işiniz beş yüz yıldan daha da uzun sürecekti. İçi hava ile dolu bir terzi yüksüğündeki atomların sayısı yirmi beş milyar kere milyondur. Bu atomları yan yana dizebilseydik, dünyanın etrafını altmış defa sarabileceklerdi. “O, görülmeyeni de, görüleni de bilendir. O, büyüktür, yücedir.” (13/ Ra’d:9) Atomun İçine Girersek... Çekirdeğin yarıçapı, atomun yarıçapının on binde biri kadardır.Çekirdeğin hacmi ise atomun hacminin on milyarda biridir. Yukarıda sözünü ettiğimiz Dünya büyüklüğüne ulaşmış anahtarın, kiraz büyüklüğündeki atomları içinde bile çekirdeği görebilmek olanaksızdır. Bu -13- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz iş için, her bir atomu temsil eden kirazlar büyüyüp iki yüz metre çapında birer daire haline gelmelidir. Ancak o zaman her bir çekirdek çok küçük bir toz tanesi haline gelmiş olabilecektir. 1 cm3’lük bir boşluğu sırf çekirdek (proton ve nötron) ile doldurabilseydik, ağırlığı yüz milyon ton gelirdi. Ve bu ağırlık ancak yüz bin tren tarafından taşınabilirdi. Elektronların çekirdeğin çevresindeki dönüş hızları, saniyede bin km.dir. Kimi atomlarda çekirdek çevresindeki yedi yörüngeye dağılmış olarak yüzden fazla elektron dönmektedir. Ve hiçbir çarpışma da olmamaktadır. “Hareket eden bir âlem ve bu âlemi hareket ettiren, fakat Kendisi hareket etmeyen bir varlık vardır ki, O, ALLAH’tır. ” Aristo Maddeden Yapılmamış Bir Madde… Atomun tamamına yakını “boş”tur. Bir atom çekirdeğinin bir pirinç tanesi ile aynı boyutta olacak şekilde büyütüldüğünü düşünün. Bu durumda atomun büyüklüğü bir futbol stadyumu ile eşit olacak ve elektronlar da tribünlerin etrafında uçuşan minik toz zerreleri halini alacaktı. Arthur Eddington bu durumun ortaya koyduğu gerçeği çarpıcı bir dille anlatmaktadır: Bir masada oturuyorum ve bu yazıyı yazıyorum. Ancak bu “gerçek” masayı tarif ettiğimde, bilim dilinde benim anladığım, bunun bir “hayalet” olduğudur. Bu masa aslında, büyük bir kısmı boşluktan oluşan atomlardan meydana gelmiştir.” Peter Russell aynı gerçeğe şöyle işaret etmektedir: Kuantum teorisinin gelişmesiyle fizikçiler atom altı parçacıkların dahi katı madde olmaktan uzak olduklarını keşfettiler. Aslında madde bile sayılamazlar, en azından bildiğimiz madde değiller. Tam olarak ayrıştırılamazlar ve ölçülemezler. Genellikle parçacıktan daha çok radyo dalgalarını andırırlar. Kesin bir yere sahip olmayan, ama var olma potansiyeli olan belirsiz bulutlar gibidirler. Madde dediğimiz şey her ne ise, eğer varsa da çok az bir maddeye sahiptir. Max Planck Fizik Enstitüsünün başkanı Hans Peter Dürr’ün ifadesi ise çok daha kısa ve nettir: “Madde, maddeden yapılmamıştır.” Artık fizik, ilahiyatın rehberlik edeceği bir sahanın kenarına gelmiştir.” James Jcans “...ALLAH, âlemlere karşı büyük lütuf sahibidir.’’ (2/Bakara:251) -14- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz “Bir tren bileti büyük bir treni dünyanın etrafında bir-kaç defa döndürecek kadar enerji içerir.” Albert Einstein Bütün Bunlar Ne İfade Eder? Bütün bunlar materyalistlere göre şu anlama gelmektedir: “Atomların, çeşitli biçimlerde bir araya gelmesiyle oluşan bir insan Dünyaya geliyor, atomlarla besleniyor, büyüyor. Sonra atomlardan oluşan bir binada, atomlardan oluşan kitaplar okuyor. Sonra eline atomlardan oluşan ve üzerinde “Atom Mühendisi” yazılı bir diploma veriyorlar. Ama sonra o çıkıp, “bu atomlar şuursuzdur ve içlerindeki olağanüstü sistem de tesadüfen oluşmuştur,” gibi konuşmalar yapabiliyor. Eğer böyleyse, kendisi bu konuşmayı yapacak şuuru, iradeyi ve zekâyı nereden alıyor? Bu da Çok Çarpıcı... “Atom çekirdeği, bütün atom kütlesinin yüzde 99,97’si kadardır. Güneşin kütlesi de, Güneş ve gezegenler sistemindeki bütün kütlenin yüzde 99,97’sini oluşturmaktadır. Daha önemli olan bir benzerlik te şudur: Atom çekirdeği ile elektronlar arasında çekim kuvveti vardır. Güneş ile gezegenler arasında da çekim kuvveti vardır. Bu iki çekim kuvveti aynı matematik kanununa uymaktadır. Bu kuvvetler, mesafenin karesiyle ters orantılıdır. Buradan da, gezegenlerin güneş etrafındaki dönüşleriyle, elektronların atom çekirdeği etrafındaki dönmelerinin aynı olduğu sonucu ortaya çıkar. Bu dönmeler devamlı olarak elips veya çember çizmektedir. Demek ki en küçükten en büyüğe kadar hareketi veren aynı kudrettir ve hepsi bir sanatkârın elinden çıkmıştır.” Bir tutam atomun niye düşünce yeteneği olsun ki? Niye ben, şu yazıyı yazarken bile, ne yaptığım üzerinde düşünebiliyorum; ya da niye siz, yazdıklarımı okurken, ileri sürdüğüm fikirler hakkında, benimle aynı fikirleri paylaşarak ya da onları reddederek, hoşnutlukla veya canınız sıkılarak, bana karşı çıkmaya hazırlanarak veya fikirlerimin buna bile değmeyeceğini düşünerek kafa yorabilesiniz ki? Kimsenin, hele bir Darwinist’in, bu sorulara bir cevabı yoktur... Mesele şu ki, bu sorulara bilimsel bir cevap verilemez Darwinist filozof Michael Ruse -15- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz DÜNYAMIZA DAİR Yağmur Nasıl Rahmet Olur? Rüzgârlar denizlerden ve diğer su kaynaklarından küçük su zerreciklerini havalandırır, göğe yükseltir. Burada su zerrecikleri yine rüzgârların havalandırdığı küçük toz zerrecikleriyle karışır. Adeta aşılanır. Sonra bu aşılı toz-su zerrecikleri Otroposfer denilen atmosfer tabakasının içinde su buharı ile karşılaşırlar. Su buharı ile aşılı toz-su zerrecikleri birleşir ve bildiğiniz yağmur damlası olarak yere düşmeye başlar. Yağmur damlası yerçekimi kanununa karşı koyarak yere iner. Tersini düşünün. Üç bin metre yükseklikten yere düşmeye başlayan o damla, ne kadar küçük olursa olsun düştüğü yere mermi gibi inecek ve orayı darmadağın edecekti. Fakat, yağmur damlası buluttan ayrıldıktan sonra hızını hiç arttırmadan ve süzülerek yere iner, böylece gerçekten “rahmet” olur. Her saniye on yedi milyon ton su buhar olarak dünyadan atmosfere yükselmekte ve her saniye on yedi milyon ton yağmur gökten yere inmektedir. “Gökten suyu indiren O’dur. İşte Biz, her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. Ondan da yeşillik meydana getirdik. Yeşillikten ise, birbiri üzerine yığılmış taneler çıkarırız. Hurmanın tomurcuğundan, sarkıp yere yaklaşan salkımlar çıkarırız. Ayrıca o su ile birbirine benzeyen ve benzemeyen üzüm bağları, zeytin ve nar bahçeleri meydana getiririz. Her birinin meyve verdiği zaman meyvesine ve onun olgunlaşmasına bakın. Şüphesiz ki, bunlarda iman eden bir toplum için birçok deliller vardır.” (6/En’am:99) Yer Kabuğunun Dengesi... Dünyanın yarıçapı altı bin üç yüz yetmiş beş km.dir. Yerkabuğu ise elli km. kalınlığıyla yarıçapın, ancak yüz yirmi yedide biri kadardır. -16- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Yani alabildiğine ince ve narin. Fakat başta petrol olmak üzere bütün değerli madenler de bu incecik kabukta saklanmıştır. Yerkabuğunun dengesi (izostatik denge) ise bu ince kabuğun sağlam olabilmesi için özel bir tasarıma sahiptir. Okyanusların altı, suyun az yoğunluklu olan özelliğini dengelemek için, yoğunlukları 3-3,4 olan ağır maddelerle kaplıdır. Yüksek dağ silsileleri ve geniş kara bloklarının altları ise denge için, yoğunlukları 2-2,4 seviyelerinde bulunan az yoğunluklu taşlarla kaplıdır. Ve bu sayede insanoğlu yer kabuğunun üzerinde ani batma ve kaymalardan güvende, rahat bir hayat yaşamaktadır. “Sizi sarsmaması için, yeryüzüne sabit dağlan koydu.” (16/Nahl:15) Dağların Kazık Olma İşlevi... Dağlara çıplak gözle bakan biri, onları yerkabuğunun sadece üzerindeki yükseltiler olarak görür. Oysa son 40-50 yıl içerisinde dağların bazen boylarının on - on beş katına ulaşacak biçimde dünyaya saplanmış oldukları tespit edilmiştir. Örneğin Everest Dağı dokuz km.ye yakın yüksekliğine karşın, yüz yirmi beş km.lik bir de köke sahiptir. Bu durum dağları bir çivi veya çadır kazığına benzer bir biçimde yerkabuğunun sabit kalmasını sağlayan bir araç haline getirir. Ve başka türlü, dünyada canlı yaşamı çok zor belki de imkânsız olurdu. İlginç olan ise bir Kur’an ayetidir: “Biz yeryüzünü bir beşik, dağlarıda birer kazık yapmadık mı?” (78/ Nebe’:6-7) “Ne zaman şimşek çakıp, gök gürlese, semadan yağmur yerine nitrik asit yağacak diye soluğum kesilir, rengim kaçar, sığınacak bir yer ararım. Çünkü havada nitrik asit oluşması için bütün şartlar hazırdır.” Arthur Macomb Şimşek Ve Yıldırım... Dünyaya her saniye iki bin yıldırım düşmektedir. Ve bir tek yıldırımın elektrik gücü üç milyar yedi yüz elli milyon kw.tır. Bir şimşekteki akım gücü ise elli milyon volttur. -17- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Denizlerin Rızkı... Balıklar başta olmak üzere deniz canlılarının büyük bölümü, okyanusların yüzeye yakın olan birkaç yüz metrelik bölümünde yaşar. Ve başlıca beslenme kaynakları “alg” adı verilen küçük bitkilerdir. Ne var ki yüzeye yakın yaşayan deniz canlılarının bir-kaç yüz metrelik yaşam alanlarında bulunan algleri çok kısa bir sürede bitirmeleri ve sonra da açlıktan ölmeleri gerekirdi. Okyanusların binlerce metrelik daha derin bölümlerindeki algler ise kendi kendilerine yukarıya çıkamazlar. Deniz canlıları ise su basıncı t nedeniyle daha derine inemezler. Fakat sorun bir şekilde çözülmüştür. Bütün dünyada sürekli yaşanan küçüklü-büyüklü depremler ve sismik hareketler, devamlı olarak okyanusları çalkalamakta ve derin denizlerdeki başıboş algleri yüzeye doğru yükselterek rızkın sürekliliğini sağlamaktadır. Acaba bu işlem depremlerin balıklara şefkat duymasından mı kaynaklanıyor? “ALLAH (Şanı En Yüce), gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltti. Şüphesiz bunda, dinleyen bir toplum için bir ibret vardır.” (16/Nahl:65) “Paraşütüne güvenip uçaktan atlayan insan uzay boşluğunda atılı duran dünyada kime güvenmelidir?’’ Sinan Bengisu Dünyanın Hızları... Dünyanın Güneş etrafındaki dönüş hızı saatte yüz sekiz bin km., kendi ekseni etrafındaki dönüş hızı ise saatte bin altı yüz altmış altı km.dir.Herhangi bir uğultu, titreme ya da savrulma hissediyor musunuz? -18- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz “Göklerin ve yerin hükümranlığı ALLAH (Şanı En Yüce)’ındır. ALLAH (Şanı En Yüce)’ın gücü her şeye yeter.” (3/Al-i İmran:189) Hafif Görünen Ağır Bulutlar... Gökyüzüne bakınca bulutları “pamuk gibi hafif” olarak düşünürüz. Oysa öyle değildirler. Örneğin, kümülonimbüs” türü bir fırtına bulutunun ortalama ağırlığı üç yüz bin ton civarındadır. Ve öylece gökte asılı durmaktadır. Daha da ilginci Kur’an’da bir ayetin bulutların ağırlığından söz etmiş olmasıdır: “Size, korku ve ümit vererek şimşeği gösteren ve ağır bulutları oluşturan O dur.” (13/Ra’d:12) Ve on dört asır öncesinin Arabistan çöllerinde hiç kimsenin tahmin ve gözlem yoluyla bulutların ağır olduğunu tespit etmesi mümkün değildir. “Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O’dur. Sonunda onlar ağır bulutları yüklenince, onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada su indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. ” (7/A’raf:57) GÜNEŞ Gökteki Rızık Kapımız... Güneşin Ölçüleri... Güneşin hacmi, dünyadan bir milyon üç yüz bin kat daha büyüktür. Güneşin çapı Dünyanın yüz sekiz katıdır. Alanı, dünyanın on bir bin sekiz yüz seksen katıdır. Ağırlığı ise, üç yüz otuz iki bin katıdır... Yerçekimi, Dünyadan yirmi yedi kat daha fazladır. Saatte yüz km. hızla giden bir tren Güneşin çevresini ancak beş yılda dolaşabilir. Çekimgücü farkı nedeniyle, Dünyada normal bir ağırlığa sahip olan yetişkin bir insan, Güneşte tam iki ton gelir. “Bilge bir adama, “Tanrının olduğunu nereden biliyorsun?” diye sordular. O da, “Güneşi görmek için meşaleye ihtiyaç mı var? ” diye cevapladı.” Doğu Bilgeliği -19- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Güneşin Enerjisi... Dünya, Güneş’ten gelen enerjinin sadece iki milyarda birini alır. Bu iki milyarda birlik payı da 15 dk. kadar depolayabilme imkanımız olsaydı bütün Dünyanın bir yıllık her çeşit enerji ihtiyacı karşılanmış olurdu. Güneşin bir saniye içerisinde uzaya yaydığı enerjiyi üretebilmek için Dünyadaki bütün enerji santrallerinin tam bir milyon yıl boyunca aralıksız çalışmaları gerekirdi. Bu muazzam enerjinin ortaya çıkabilmesi için her saniye 564 milyon ton hidrojen, 560 milyon ton helyuma dönüşmekte ve bu arada dört milyon ton Güneş maddesi ısı ve ışık enerjisi şeklinde uzaya yayılmaktadır. “Güneşi bir ışık, ayı da nur kılan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için aya menziller takdir eden Odur... ” (10/Yunus:5) “Tanrı ateistleri ikna etmek için asla mucize yaratmadı, çünkü O’nun düzenli işleri de onları ikna eder.” Francis Bacon Saniyede dört milyon ton madde kaybeden Güneşin daha en az beş milyar yıl aynı enerji üretkenliğini koruyarak yaşayacağı tahmin edilmektedir. Ve bu beş milyar yılın sonunda da toplam kütlesinin ancak yüzde onunu kaybetmiş olacaktır. Güneşin bir saniyede dört milyon ton hesabı üzerinden bir günlük kütle kaybı, yaklaşık iki yüz yirmi yedi trilyon tondur. Ve Güneş daha beş milyar yıl boyunca hiçbir değişikliğe uğramadan “yanmaya” devam edecektir. -20- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Güneşin bir gün boyunca Dünya’ya gönderdiği enerji, Dünyanın bir günlük toplam enerji ihtiyacının, yaklaşık on bin katıdır. Güneşte zaman zaman yaşanan dev enerji patlamaları sırasında yüzeyinden uzaya fışkıran alevler dört yüz bin km.ye kadar uzanabilmektedir. Güneşin çekirdeğindeki ısı yaklaşık yirmi milyon derecedir. Yüzey ısısı ise altı bin derece civarındadır. Ve bütün bunlara rağmen Güneşin ısı verimliliği insan bedeninin ısı verimliliğinin ancak beşte biri kadardır. Evet, bir kg. Güneş kütlesi ancak bir kalori sıcaklık üretirken, bu oran insan vücudunda ise kg. başına beş kaloridir. “Güneş de yörüngesinde akıp gitmektedir. İşte bu, Aziz ve Alim olan ALLAH (Şanı En Yüce)’ın takdiridir.” (36/Yasin:38) “Akıl göz ise, Kur’an Güneş’tir.” İmam Gazali (ALLAH O’ndan Razı Olsun) SAMANYOLU Bizim Galaksimiz... * Evrendeki yaklaşık iki yüz milyar galaksiden biri... Orta boy bir galaksi... Bizim galaksimiz, adı, Samanyolu... * Boyu yüz bin ışık yılı... Eni ise otuz bin. * Kendi etrafındaki bir turunu yaklaşık iki yüz elli milyon yılda tamamlıyor. * İki yüz milyar yıldızı var. * Işık hızında yol alan hayali bir roketle dünyadan ayrıldığınızı varsayın bir sn. sonra Ay’dasınız. Sekiz dk. sonra Güneş’e vardınız. Beş buçuk saat sonra Güneş Sistemi’nin dışına çıktınız. Güneş’e en yakın yıldız olan Proxima Centauri’ye ulaşmanız ise dört yıl üç ayımızı alır. Ve unutmayın lütfen, hızınız sn.de üç yüz bin km. idi... İşte bunlar ALLAH (Şanı En Yüce)’ın ayetleridir.” (2/Bakara:252) Galaksinin tam merkezinde beş milyon Güneş’in kütlesine eşit dev bir Kara Delik olduğu tahmin edilmektedir. Güneş dünyanın kütlesinden üç yüz otuz iki bin kez daha ağır idi... Samanyolu, benzeri dokuz yüz galaksi ile birlikte “Büyük Çekim Merkezi” isimli bir Kara Deliğe doğru “akış” halindedir. Hızı sn.de altı yüz km.dir -21- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Samanyolunu kendine doğru çekmekte olan bu bölgenin bize uzaklığı yüz elli milyon ışık yılıdır. Çapı ise iki yüz elli milyon ışık yılıdır. İçinde otuz milyon kere milyar yıldız bulunmaktadır. “Evreni, onun sırlarını, düzenini, inceliklerini, büyüklüğünü, parlaklığını düşündüğümüz zaman, elbette yaratıcı bir ilahı da düşünmemiz gerekir. Berrak bir yaz. gecesinde göğe bakıp uzaktan parıldayan sonsuz yıldızları gördükten sonra, bütün bu Evren’in kör bir tesadüfün eseri olduğunu kim iddia edebilir.?” A. C. Cronin -22- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz ŞU MÜTHİŞ UZAY Evrenin Genişliği... Evrenin çapı, yaklaşık olarak on beş milyar ışık yılıdır... Yani saniyede üç yüz bin km. hızla hareket eden ışığın on beş milyar senede alacağı bir mesafe... Ve bu Evrende ortalama olarak her biri iki yüz milyar yıldız barındıran, iki yüz milyar galaksi olduğu düşünülmektedir. Bu yıldızlara birer telefon numarası vererek hepsini bir telefon rehberine yazsaydık, her bir kitaba iki milyon yıldız kaydetmek şartıyla sırf bizim galaksimiz (Samanyolu) için üç yüz bin ciltlik bir rehber takımı oluşacaktı. Bütün Evren için ise tam altı yüz trilyon cilt telefon rehberine ihtiyaç olacaktı... Nötron Yıldızı... Bu yıldızlarda atom yapısı değişir. Proton ve elektron birleşerek nötrino adını alır. Atom çekirdeğinin dışındaki boşluk ortadan kalkar. Madde sıkışır... Dev bir yıldız on km. çapında bir top haline dönmüştür.. Ama ağırlığı aynı kalmıştır. Ufacık hacim ve muazzam ağırlığına rağmen nötron-yıldızı kendi etrafında fıldır fıldır dönmektedir. En yavaş olanlar saniyede bir tur, hızlılar ise bir saniyede bin tur yaparlar. Nötron yıldızında madde o denli sıkışır ki, bir çay kaşığı toprak milyarlarca ton gelir. Eğer Güneşimiz bir nötron yıldızı haline gelseydi şu an bir milyon dört yüz bin km. olan çapı on dört km.ye inecek ve kütlesinin bir cm3’ü yirmi beş milyar ton gelecekti. Sıcaklık da aynı inanılmaz ölçülerde artar. NASA’nın 2002’de keşfettiği bir nötron yıldızının yüzey sıcaklığı yedi yüz bin derece olarak ölçülmüştür. (Bu sıcaklık Güneşte sadece altı bin derecedir.) “Hikmetle yazılmış bir kitabın yazarını veya sanatlı bir eserin sanatkârını aradığımızda, bize aradığımız, yazar veya sanatkârın kör bir kimse olduğu söylense inanmayız. Hem kör, hem de sağır olduğu söylense, bunu kesinlikle reddederiz. Hem kör, hem sağır hem de şuursuz, olduğu söylense bu -23- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz iddiaya ancak güleriz. Hem kör, hem sağır, hem akılsız ve hem de cansız olduğu söylense, buna söyleyecek söz bulamayız. İşte tabiat, bu son iddiada belirtilen uydurma sanatkârdan başka bir şey değildir. O, olsa olsa bir resim olabilir, ressam olamaz. Kanun olabilir ama, o kanunu koyan ve uygulayan kudret o değildir.” Mehmet Kırkıncı (ALLAH O’ndan Razı Olsun) Süper Nova... Yıldızın dramatik sonu. Ömrünü tamamlayan ağır kütleli yıldızlar infilak ederler. Patlama sırasında Güneş’ten iki milyar kat daha fazla ışık saçarlar. Bu tür patlamaların ışımasının bir hafta sürdüğü bile olur 1987’de gerçekleşen Büyük Macellan Nebulası’ndaki Süper Nova gibi. Süper Nova olarak infilak edip ölen yıldız, parçalarını uzay boşluğuna savurur ve bu parçalar kullanılarak yeni yıldızlar inşa edilir. “Bütün yıldızları elinde tutamayan bir tek zerreye Rab olamaz.” Bediüzzaman (ALLAH O’ndan Razı Olsun) Kırmızı Dev... Doğal ömrünü tamamlayan büyük yıldızlar genişlemeye başlar. Eski boyutunun tam yüz katı oluncaya kadar şişer. Bunlara “Kırmızı Dev” denir. Bazıları, Plüton’a kadar tüm Güneş sistemini içine alacak boyutlara ulaşırlar. Bunların arasında çapı iki milyar iki yüz milyon km.ye ulaşmış olanlar bile tespit edilmiştir. “Andolsun Biz gökte birtakım burçlar yarattık ve seyredenler için onu süsledik” (15/Hicr:16) “... Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ALLAH’ındır. Hepsi Ona boyun eğmektedir.” (2/Bakara:116) -24- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz KARA DELİKLER Göğün Kapıları... Eğer bir yıldızın kütlesi bizim Güneşimizden en az iki kat büyük ise, o yıldız yakıtını tükettikten sonra bir “Kara Delik” halini alır. Kendi içine çöken ve çekim gücü sonsuz boyutlara ulaşan “Kara Delik” gözle görülemez. Ancak çevresinde yol açtığı etkiler sayesinde tespit edilebilir. Sonsuza ulaşan çekim gücüyle, “Kara Delik” çevresindeki her şeyi kendine çekip, yutmaya başlar. Madde, enerji, ışık, kısaca uzay-zaman adına her şeyi yutar. Yuttukça daha da güçlenir. Işığı bile yuttuğu için göze görünmez bu yüzden de adına Kara Delik denmiştir. Kara Delikler boy boydur. 25 Mart 1998’de Hubble teleskopu bir milyar yıldızlık bir galaksiyi yutmakta olan bir Kara Delik tespit etti. -25- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz M-87 galaksisinin merkezinde yer alan bir Kara Delik ise, bizim Güneşimiz büyüklüğünde uç milyar yıldızı birden yutacak bir güce sahiptir ki bizim Güneşimiz, bir milyon üç yüz bin Dünya büyüklüğündedir. 1987’de iki yüz milyar yıldıza sahip olan Samanyolu galaksisinin saniyede altı yüz km.lik bir hızla, yüz elli milyon ışık yılı uzaklıkta bir yere doğru çekilmekte olduğu tespit edildi. Çekim merkezine (Great Attractor = Büyük Çekici) dendi. 1989’da Büyük Çekici’nin kütlesi hesaplandı, bizim Güneşimizden on bin trilyon kere daha büyüktü. Büyük Çekici, Samanyolu’ndan başka daha dokuz yüz galaksiyi de kendine çekmekteydi. Büyük Çekici bir Kara Delikti. “Şüphesiz ALLAH, göklerin ve yerin görünmeyen sırlarını bilir” (49/Hucurat:18) “Tarihte hiçbir zaman bu kadar çok bilimsel kanıtın ALLAH’ın (Şanı En Yüce) varlığını gösterdiği bir dönem olmamıştı.” William L. Craig Stephen Hawking’e göre sadece Samanyolu’nda iki yüz milyardan daha fazla Kara Delik vardır. Kara Delikler radyasyon yayarlar. Bu yüzden de sonsuza kadar büyüyemez ve yaşayamazlar. Zamanla buharlaşırlar. Kara Delikler. Evrenin kendi içine kapanarak ölmesi olarak tanımlanan Kıyamet senaryosunu destekleyen unsurlardır Çünkü onların çekim gücü Evren’in sonsuza kadar yayılmasına engel olmaktadır. Kara Delikler’in isim babası John Wheeler onlar hakkında: Fizikçilerin karşılaştıkları gelmiş geçmiş en büyük bunalım” demektedir. Materyalistler için de öyle... Çünkü yok olamaz zannettikleri madde ve enerji Kara Deliğin çekim alanına girdikten sonra, önlenemez bir biçimde yok olmaktadır. Wheeler bu duruma da: ‘Maddenin bu denli kısa ömürlü olabileceğini hiç düşünmemiştik” demektedir. Kur’an, Kara deliğe Vakıa suresinin yetmiş beşinci ayetinde yer verir: Yemin ederim yıldızların yerlerine. Bu, bilirseniz, gerçekten büyük bir yemindir.” Ayet, ‘yıldız’dan değil de ‘yıldızın yeri”nden söz eder... Yani sönmüş ve Kara Deliğe dönüşmüş olan bir yıldız yerinden... -26- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Ayrıca, Nebe Suresi’nin on dokuzuncu ayeti de Kara Delikler ile kıyamet arasındaki bağlantıya dikkat çekmektedir: “O gün gökyüzü açılır ve orada pek çok kapı oluşur.” Hz. Muhammed’in (O’na Binler Selam) hadislerinde de göğün kapılarından “mecerra” kelimesi ile söz edilmiştir. Ve İlginç olan, Hz. Ali (ALLAH O’ndan Razı Olsun), kıyametin kopuşunu anlatan İnşikâk Suresi’nin ilk ayetlerini tefsir ederken “Gök, mecerradan çatlamaya, yarılmaya başlayacaktır.” der. Daha da ilginç olan, ise “mecerra” kelimesinin anlamı, “çekme noktası”dır. Aynen daha dokuz yüz galaksi ile birlikte Samanyolunu da saniyede altı yüz km. hızla kendisine doğru çekmekte olan M-87 kara deliği gibi... EVRENİN DOĞUŞU: BIG BANG Evrenden Öncesi... “Zaman yoktu, uzay yoktu... Madde ve enerji de yoktu... Hiçbir şey yoktu... En küçük bir nokta, boşluk bile yoktu. Bu yokluktan küçücük, olağanüstü küçücük bir kıpırtı belirdi... Ufacık bir titreme... Hafif bir dalgalanma, belli belirsiz bir girdap... Bu kozmik kutunun kapağı açıldı ve altından yaratılış mucizesinin filizleri belirdi...” (Deep Time, David Darling) “Güneşin etrafında dönen gezegenler daha yokken, gökyüzünde henüz yıldızlar mevcut değilken, uzayın sonsuz derinliklerinde galaksiler yerlerini almamışken, Evren’de hiçbir şey ama hiçbir şey yoktu.” (Newsweek, 13 Haziran 1988) İlk Anlar Sonra yokluktan ve hiçlikten bir Yaradılış başladı. Zamanın en kısa birimi olan saniyenin 10-43 ’te biri içerisinde madde şekilleniyordu. Bu anda, yaratılmakta olan Evren’in sıcaklığı 1032 dereceydi. (Onun yanına otuz iki sıfır konduğunda ortaya çıkan rakam) Yaradılışın ilk saniyesinin 10-9’da (yani birinci saniyenin milyarda birinde) sıcaklık 1015 derece oldu.(yani bin trilyon derece) 10-2’sn.de (yani saniyenin yüzde birinde) sıcaklık yüz milyar derecedir. Madde ile radyasyon birbiriyle karışık adeta bir “çorba” gibidir. -27- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Bu anda henüz atom çekirdeği, proton ve nötrondan oluşmamıştır. Bir litre hacmindeki kütle 3,8 milyar kg. gelmektedir. Örneğin Everest tepesi bu yoğunluğa sahip olsa, kazanacağı çekim kuvvetiyle bütün dünyayı yutabilir. “O, gökleri ve yeri eşsiz bir şekilde yoktan var edendir. (6/En’am:101) Birinci dönemde (saniyenin yüzde birinde) Evren’in boyutları, sıfırdan dört ışık yılı büyüklüğüne ulaşmıştır, (yani otuz sekiz katrilyon km.ye) Evet, saniyenin yüzde birinde, sıfırdan otuz sekiz katrilyon km.lik bir Evren’e... Günümüzde ise Evren’in büyüklüğü otuz milyar ışık yılıdır. İkinci dönem, ilk saniyenin onda biridir. Sıcaklık otuz milyar dereceye düşmüştür. Proton ve nötronlar yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır. Üçüncü dönem, sıcaklık on milyar derecedir, Maddenin yoğunluğu sudan üç yüz seksen bin kez daha fazladır. Atomun oluşumu için yeterli soğukluk henüz sağlanamamıştır. Dördüncü dönem, Evren on dört saniye yaşındadır. Sıcaklık üç milyar dereceye inmiştir. Helyum çekirdekleri gibi kararlı atomlar artık oluşmaktadır. -28- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Beşinci dönem, sıcaklık bir milyar derecedir. Yani Güneş’in çekirdek sıcaklığının elli-altmış katı... Evren’in yaşı ise üç dakika iki saniyedir. Ve altıncı dönem, Evren otuz dört dakika kırk saniyeliktir. Sıcaklık üç yüz milyon dereceye düşmüştür. Yaradılış tamamlanmıştır. Atomlar oluşmuştur. Bu aşamadan sonra galaksiler belirmeye başlamıştır. Evren sıcaklığı uzun bir süre dört bin derece civarlarında kalacaktır. Yani bugünkü gibi karanlık değil, ışıl ışıl parlayan bir Evren vardır. “Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa gökyüzünü yaratmak mı, onu ALLAH bina etti, onu yükseltip düzene koydu. Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı. Ondan sonra da Yerküreyi döşedi.” (79/Nâziât:27 - 30) “Üç dakika içerisinde o anda mevcut ve ileride olacak maddenin yüzde doksan sekizi ortaya çıkmıştı. Bu Evrendi. Burası en muhteşem ve hayret edilecek imkânların ve güzelliklerin beşiğiydi ve her şey sadece bir sandviç hazırlama süresi içerisinde olup bitmişti.” (Bill Btyson A Short History of Nearly Everything) Bütün bunlardan sonra Ku’an’da sözü edilen yoktan yaratılış (Örn: “O, gökleri ve yeri herhangi bir örnek olmadan yaratandır. Bir şeyin olmasını dilediğinde, ona sadece “ol” der. O da oluverir.” (2Bakara:117)) ve altı günde yaratılış (Örn: “Şüphesiz ki, gökleri ve yeri altı günde yaratan...” (7/Araf:54)) birer mucize söylem olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü bu iki gerçek de ancak 20.yy. ortalarından itibaren anlaşılmaya başlanmıştır. Daha önceleri ise hiç kimse tarafından bilinmemekte, tahmin edilememektedir. Hele hele on dört asır önce Arap Yarımadasında yaşayanlar tarafından... Evren’in kendisinden yaratıldığı en küçük boyut 10-33cm.dir. Yani, bir santimetrenin milyon kere milyon kere milyon kere milyon kere milyon kere bin kerede biri kadardır. İşte bu noktada akla Hz. Muhammed’in (O’na Binler Selam) bir hadisi gelmektedir: ALLAH, ilk önce benim nurumu yarattı.” Belki de kozmolojinin Evren maddesinin en küçük boyutlu (10-33cm) hali dediği o “ilk şey”, Peygamberimiz’in (O’na Binler Selam) nuruydu... -29- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz “Ya yıldızların her biri mühendistir. Veya onları yapan bir MÜHENDİS vardır.” Voltaire Genişleyen Evren... On beş milyar yıllık dönemde Evren tam olarak bugünkü durumuna gelir... Fakat bu geliş hikâyesi de ayrı bir heyecandır... Ve bambaşka bir Kur’an mucizesine işaret etmektedir: “Göğü gücümüzle Biz kurduk, şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz.” (51/Zariyat:47) Bu hikâye, aynı zamanda Evren’in yaradılmış olduğunun keşfinin de hikâyesidir. 1920’lere kadar Evren ve dolayısıyla madde yaradılmamış, sonsuz geçmişten beri varolagelen “şeyler” olarak kabul edilmektedir. Ve bu kabul kesin bir biçimde bütün bilim çevreleri tarafından benimsenmiştir. Tartışılmamaktadır bile... Ve paradigmadaki ilk çatlak 1929’da Edwin Hubble’ın yaptığı bir keşifle oluşur. Yıldızlar birbirlerinden uzaklaşmaktadır. Yani Evren genişlemektedir... Öyleyse zamanda yeterli bir süre geri gidildiğinde bütün maddenin tek noktada toplanacağı bir ilk ana ulaşılacaktır ki bu da “yaradılış” demektir. Böylelikle maddenin ve Evren’in sonsuz geçmişten beri var olmayıp belli bir tarihte ve yoktan yaratılmış oldukları gerçeği ilk olarak bilim tarafından da itiraf edilmiş olur. Sonra bilim çevrelerinde şiddetli bir tartışma başlar… Big Bang’ı kabul edenler ye karşı çıkanlar.!. Ta ki 1965’e kadar... Bu tarihte iki Kanadalı radyo mühendisinin farkında olmaksızın “Kozmik Fon Radyasyon’unu keşfetmeleri Big Bang Teorisini ispatlar. 1980’lere gelindiğinde ise Big Bang gerçeği en fanatik itirazcılar tarafından bile kabul edilmiştir. “Gökleri ve yeri, yerli yerince yaratan O dur. Bir şeye “ol” dediği gün hemen oluverir...” (6/En’am:73) Evren, on beş milyar yıl önce yoktan yaratılan tek bir noktanın patlamasıyla oluşmuştur. Ve on beş milyar yıldır sürati gitgide azalan bir şekilde genişliyordur. Tıpkı sönük bir balonun üzerine çizilmiş işaretlerin o balonun şişmeye başlamasıyla, birbirinden uzaklaşmaları gibi. 1929’da tespit edilebilen, 1965’te ispatlanan ve 1980’lerden buyana herkesçe kesin olarak benimsenmeye başlanmış olan bir gerçek 600‘lü yıllardan beridir, tam -30- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz on dört asırdır, Kur’an’da çok net bir biçimde yer almaktaydı: “Göğü gücümüzle Biz kurduk, şüphesiz Biz (onu) genişleticiyiz” (51/Zariyat:47) Ve başlangıcından bu güne Evren’in yaşamış olduğu, o giderek sakinleşen bir fırtınaya benzeyen tarihi, hiçbir Evrenbilimcinin başaramadığı bir sadelik ve kısalık içinde Efendimiz (O’na Binler Selam) tarafından özetlenmiştir. On beş milyar yıllık Evren tarihinin mükemmel bir özetidir bu: “Evren, dalgaları kararlı hale gelmiş bir denizdir.” “...Göklerde ve yerde ne varsa hepsi ALLAH’ındır. Hepsi O’na boyun eğmektedir. (2/Bakara:116) Big Bang’in Dini ve Felsefi Anlamı... Bir resim ressamsız, bir nakış nakkaşsız hatta bir iğne bile ustasız olmaz... Ve Evren, geçmişte belli bir tarihte yoktan var edildiğine göre zorunlu olarak bir yaradıcısı var demektir. Evreni yoktan ve bir anda var edebildiğine göre Evren yani madde cinsinden değil demektir. (Gözümle görmediğime inanmam deyip ALLAH’ın yokluğuna dayanak bulduklarını zanneden ateistlerin kulakları çınlasın) Ve Evren kılı kırk yararcasına hazırlanmış hassas bir planla yaratılıp bu güne getirildiğine göre (ki bu konuyu Big Bang’tan sonra ayrıca ele alacağız) Yaratıcı, sonsuz bir ilim, hikmet, irade ve güç sahibi demektir. “Klasik olarak, Big Bang Teorisi, Evren’in tüm parçalarının aniden genişlemeye başladığını kabul eder. Ama Evren ‘in tüm parçaları genişlemeye nasıl aynı anda başlayabilmişlerdir. Emri veren kimdir?” Andrei Linde, Kozmoloji Profesörü “Bu ALLAH (Şanı En Yüce) için asla zor değildir.” (14/İbrahim:20) Evet, Big Bang’ın dini/ felsefi anlamı özetle yukarıda sayılanlardır. Şimdi biz bu perspektifi biraz daha ayrıntılı olarak, yıllarca dinin yalanlayıcısı ve ateizmin; desteğiymiş gibi sunulmaya çalışılan bilimin dünyaca ünlü bazı isimlerinin ağızlarından görelim. Kozmoloji, Fizik, Astro-Fizik ve Astronomi uzmanı bilim adamlarının ifadeleriyle Big Bang’ın dini / felsefi anlamı... “Mount Wilson ve Palomar gözlem evinden yaptığı incelemeler sonucu yıldızların bazı sırlarını çözen, kuasarların gizemli derinliklerine inen, Evren’in derinliklerindeki galaksilerin aralarındaki uzaklıkları saptayan, -31- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Evren’in genişleme hızını bulan, Dünyanın -yaşayan- en önemli kozmoloğu Allan Rex Sandage, Dallas’ta bir konferansa katılmaya hazırlanıyordu. Çok az bilim adamına, meşhur astronom Edwin Hubble kadar itibar nasip olur. Sandage de bu azlardan biri: Astronomi dalında Nobel ödülüne layık görüldü; American Astronomical Society, Swiss Physical Society, Royal Astronomical Society ve Swedish Academy of Sciences tarafından onurlandırıldı. New York Times gazetesi ise onu “Kozmolojinin Büyük Babası” olarak adlandırdı. 1985 yılında düzenlenen bilim ve din konulu konferans yaklaşırken, Sandage’ın, kürsüye çıkmadan önce, hangi safta olacağı konusunda ufak bir kaos yaşandı. Tartışma, “Evren’in Başlangıcı” hakkındaydı, konuşmacılar Tanrı ya inanan ve inanmayan bilim adamları olarak iki gruba ayrılacaktı, her iki grup ta salonda yerlerini almışlardı. Katılımcıların çoğu, ailesi Yahudi olan Sandage’ın aslında çocukluğundan beri ateist olduğunu biliyordu. Birçokları da, onun gibi bir bilim adamının elbette Tanrı’ya inanmayacağını düşünüyordu. Newsweek’te bir zamanlar yazdığı gibi “Bilim adamları, Evren’in sırlarının derinliklerine ne kadar inerlerse. Tanrı onların kalplerinden ve akıllarından o kadar siliniyor.” Dolayısıyla Sandage’a inkârcılar safında bir koltuk hazırlanmıştı. Fakat beklenmedik bir şey oldu. Sandage salonda hızla ilerleyip, inananların arasında bir koltuğa oturuverdi. Hatta insanları daha da şaşkına çevirerek, Big Bang ve onun felsefi etkileriyle alakalı bir konuşmada, elli yaşında iman etmeye karar verdiğini halka açıkladı. Soluğu kesilen dinleyicilere, Big Bang’ın bildiğimiz gibi, fizik kanunlarıyla açıklanamayacak kadar tabiatüstü bir olay olduğunu anlattı. Bilim bizi, “İlk Olay”a götürdü, fakat daha da ötesine gidip “İlk Sebep’ e ulaştıramadı. Madde, zaman, mekân ve enerjinin aniden ortaya çıkışı, bunların ardında ve bunlardan bağımsız bir şeye işaret ediyor. “Benim bilimden öğrendiğim şudur; dünya bilimle açıklanamayacak kadar karmaşık.” Sandage daha sonra bir ropörtajında şunları söyleyecekti: “Varlık sırrını, ancak tabiatüstü bir şeylerle anlayabiliyorum.” Lee Strobel, Akıllı Tasarım “Göklerde ve yerde ne varsa, ister istemez O’na teslim olmuştur” (3/Al-i İmran:83) “Big Bang hakkında elde ettiğimiz en iyi veri, tam da tahmin ettiğim gibi, Kutsal Kitaplardan başka dayanacak bir şeyimizin olmadığıdır.” Arno Penzias, Nobel Ödülü Sahibi -32- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz “Yaratılışa dair astronominin ve Kutsal Kitapların açıklamaları özünde birdir; insanın ortaya çıkışına yol açan olaylar zinciri, zaman içerisinde, kesin olarak belli bir dönemde anlık bir ışık ve enerji patlamasıyla bir anda ve belirgin bir biçimde değişmiştir.” Robert Jastrow, Astronom, NASA Direktörü “Bilim Tanrı’nın Evren’ini araştırma yolculuğudur.” Denis Alexander “Uzay ve zamanın nedeni; nedensiz, zamansız, başlangıçsız, mekânsız, elle tutulur olmayan ve kendi iradesi ve sınırsız gücü olan bir varlık olmak zorundadır ki bu Tanrı kavramının özüdür.” William L. Craig “Evren’in yaratılışından “önceki” yokluk, hayal edebileceğimiz en eksiksiz boşluktur - ne uzay, ne zaman, ne de madde var. Burası, mekânın, zamanın, sonsuzluğun ve sayıların olmadığı bir yer matematikçiler buraya “boş küme” diyorlar. Ancak bu tasavvur edilemez boşluk kendisini varlığın dolgunluğuna dönüştürüyor fizik kanunlarının gerekli bir sonucu. Peki -33- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz ama, bu boşluğa yazılan kanunlar nerededir? Bu boşluğa kendisinin olası bir Evren’e gebe kaldığını kim söylüyor? Gözüken o ki, bir kanuna tabidir. Bu kanun öyle bir mantıktır ki, uzay ve zamandan önce vardır.” Heinz PAGELS, Perfect Symmerty “Artık Evren’in başlangıcını tam bir yokluğa, tam bir hiçliğe komşu edebiliyoruz. Herhangi bir bilimsel problem, her şeyin bu hiçlikten nasıl meydana geldiği sorusu kadar temel olabilir mi? Bu, Evren’den münezzeh (yaratık olmayan) Biri olmaksızın gerçekleşebilir mi? Çağımızın en önemli keşfi, yaşadığımız Evren’in sonsuz geçmişten beri var olmadığı gerçeğidir. Dolayısıyla, bilim, “Evren nasıl var oldu? Niye böyle, bu haliyle yaratıldı?” gibi, bu zamana kadar karşılaşmadığı dev sorularla yüzyüze geldi. Asırlarca insanlık, yokluktan hiçbir şey meydana gelemez sanmıştı. Ama bugün her şeyin bir hiçlikten meydana geldiğini biliyoruz. Big Bang, yalnızca ilahi bir veri, sebep-sonuç zincirinin işlemediği bir olay olarak anlaşılabilir.” Paul Davies, Nobel Ödülü Sahibi “Bazı inkârcı astronom, fizikçi, kozmolog, kimyacı v.s. ler garip bir şekilde Big Bang’a karşı çıktılar. Kızdılar, anlamsız ifadelerle üstüne sünger çektiler, ama bilim, Big Bang, teorisiyle, Dünyanın, sonsuz geçmişten beri var olması gereken bir gücün eseri olarak meydana geldiğini ispatladı.” Robert Jastrow, Astronom, NASA Direktörü “Bütün yaptığımız, ALLAH’ın daha önce çizmiş olduğu çizgileri, O’nu takip ederek çizmekten ibarettir.” Albert EINSTEIN “Yaratılışta her şey var; fakat hata yoktur” A. Nihat Tarlan “Evren’in bünyesinde barındırdığı sayısız bilinmezlik onun yaratıcısına olan inancımızı bir kat daha arttırmaktadır. Bir bilim adamının Evren’in varoluşunun ardında yatan mükemmel zekâyı inkâr etmesi en az bir teologun bilimsel gelişmelere sırtını çevirmesi kadar mantıksızdır.” Werner von Braun, “Ay’a Gidiş” projesinin direktörü “Modern bilimin gelişmesinin dinin aleyhine olacağı ve imanı geçersiz sayacağı bazı kesimlerce ısrarla ileri sürüldü. Ancak sayısı gittikçe artan bilim adamları için yeni buluşlar bu iddianın aksine maneviyatı destekler niteliktedir ve ALLAH’ın varlığını vurgulamaktadır.” Newsweek, 27 Temmuz 1998 “Ne gariptir ki, evrendeki olağan üstü mükemmel düzeni açıklayan kanunların birbiri ardınca keşfedilmesi, bu kanunların Yaratıcısına karşı hayranlığın artmasına yol açacakken bazılarında tamamen ters bir tepki yapmak -34- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz tadır. Muhteşem bir saz eserindeki güzellik ve ahengi kâğıt üzerine çizili notalarda arayan mecnunlar misali, böyleleri de Evrendeki düzeni bazı kanunlarla izah etmekle her şeyi hallettiklerini sanırlar. “Elektron neden çekirdek etrafında dönüyor?’’ ‘‘Elektromanyetik kuvvet yüzünden.” “Çekirdekçikler nasıl bir arada duruyor?” “Nükleer kuvvet yüzünden.” Ne kadar basit, kanunu keşfettik, göz kamaştırıcı bir olay birden sıradanlaşıverdi. Öyle mi? Muhteşem bir kanunu keşfeden, o kanunu koyanı nasıl görmezlikten gelebilir?” Ümit Şimşek “Big Bang teorisi dini inançların gösterdiği, dünyanın ve gökyüzünün yaratılmış okluğu gerçeği ile uygunluk göstermektedir. Bu, astronominin dinle beraber olduğunun suprizili bir sonucudur.” Gerrit L. Vershuur, Colorado Üniversitesi “ALLAH’a inanmayan astronom delidir.” Edward Young ALLAH-EVREN İLİŞKİSİ Adına Panteizm denilen felsefi ekolü benimseyenler, ALLAH (Şanı En Yüce) ile Evren arasında bir özdeşleştirme yaparlar. Onlara göre Evren ve ALLAH (Şanı En Yüce), ya tamamen aynı şeydir ya da aynı şey olmaya çok yakın iki farklı şeydir. Bu yaklaşım, Evrenin de, ALLAH (Şanı En Yüce)’ın da hiç anlaşılmadığının ifadesidir. Bu insanlar, Selimiye camii ile Mimar Sinan’ı aynı varlık zannetmek gibi bir garabetin esiridirler. Evren, isim ve sıfatları vasıtasıyla ALLAH (Şanı En Yüce)’ın gücünün, ilminin, iradesinin ve rahmetinin kendisini yansıttığı bir aynadır ve çok muhteşem bir sanat eseridir. Ve Yaradıcısıyla olan bütün ilgisi de bundan ibarettir. “Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü ALLAH (Şanı En Yüce)’ındır? Sizin için ALLAH’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır. ” (2/Bakara:107) “Gördüklerim, görmediğim Yaratıcının varlığına inanmaya beni mecbur ediyor.” Emerson “Ben göklere bakıp, varlıkların yüceliğini görüp, sonra ALLAH’a (Şanı En Yüce) inanmayanlara hayret ediyorum.” Abraham Lincoln -35- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz ALLAH’A İMAN En Büyük Erensel Gerçek... Bütün bir insanlık tarihi boyunca ve bütün insanların en büyük paydayla üzerinde birleştikleri ortak düşünce, ALLAH’ın (Şanı En Yüce) varlığına duyulan inançtır. Bu inancın detaylarında, zamana, zemine, kültür, eğitim ve bilinç düzeylerine dayalı farklılıklar yaşansa bile bir nokta sabittir. Hz. Adem’den (ALLAH’ın Selamı Üzerine) bugüne yaşamış bütün insanların hemen hemen tamamında, bütün Evren’le birlikte kendilerini de yaratan, yaşatmakta olan, elle tutulmaz, gözle görülmez, aşkın bir varlığa (ki bu sayılan nitelikler Tanrı kavramının özünü oluşturur) duyulan bir inanç vardır. Zamanın geçmesi, şartların değişmesi, bilim ve teknolojinin ilerlemesi insanların inanma oranında ciddi bir değişmeye yol açmamıştır. İşte bu yüzden ”ALLAH (Şanı En Yüce)’a İman” en yaygın evrensel değerdir. O kadar ki ateist olduklarını iddia edenler bile, ister istemez yaratılışlarında taşıdıkları bu gerçeği itiraf’ etmek durumunda kalabilmektedirler. İki örnek: ABD’de bir şirket personel alımlarında her adayı yalan makinesi testine tabi tutmaktadır. Test sırasında herkese sorulan standart sorulardan biri “ALLAH’a inanıyor musunuz?” sorusudur. Ateist olup da, soruya “Hayır!” cevabı verenlerin tamamında, yalan makinesi gözbebeği büyümesi tespit ederek, “Yalan konuşuyor!” sinyali vermiştir. “ALLAH inancı, doğuştan sahip olduğumuz, sanatçının eserine koyduğu imza gibi, doğduğumuz andan itibaren içimizde var olan bir şeydir.” Rene DESCARTES “Tanrı yoktur diyen bir aptalın zihninde bile kendisinden daha yetkini düşünülmeyen bir Tanrı fikri vardır.” Anselm Evet, kişi farkında olamasa bile her ruh kendi Yaratıcısı’nın varlığına duyduğu inancı bir şekilde itiraf etmektedir. “International Herald Tribüne”, 8 Haziran 1991 tarihli baskısında ABD’de Chicago Üniversitesinde yapılan bir ankette 1500 kişiye: -36- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz “Dua eder misiniz?” diye sorulduğunu, %78’inin “en az haftada bir kere”, %21’inin “her gün, dua ettiklerini” sadece %1’lik kesimin “hiç dua etmediklerini” ifade ettiklerinden bahseder. Araştırmayı yönetenler; ABD’de yapılan diğer araştırmaların, Amerikalıların %8’inin herhangi bir dine bağlı olmadıklarını ortaya çıkardığını belirttikten sonra, bu son araştırmanın, ateistlerin ve agnostiklerin bile dua ettiklerini “gösterdiğini” söylerler. Araştırmacılar, merakla sorarlar: “Acaba ettikleri dualar Kime gidebilir ki?” ALLAH NEREDE? “Ruhumun varlığı bana ALLAH (Şanı En Yüce)’ın nasıl her yerde olabileceğini anlamada yeni bir yol gösteriyor. Ruhum, bedenimi herhangi bir parçasında bulunmadan nasıl kaplıyor. Bedenimde hiçbir yer yok ki, “Aa, bak buradayım”, diyebileyim. Ruhum, beynimin sol yarısında, burnumda, ya da akciğerlerimde değil. Ruhum bedenimin her yerinde tamamıyla hazır. Bu yüzden bedenimin bir bölümünü kaybettiğimde, ruhumun bir parçasını kaybetmiyorum. Benzer şekilde, ALLAH (Şanı En Yüce) her zaman, her yerde mevcut. O, diyelim Mars gezegeninin dış tarafında bir yerde değil. ALLAH, uzayı, bir anlamda, ruhun bedeni kapladığı gibi kaplıyor. Uzay, bir şekilde ikiye bolünse, ALLAH (Şanı En Yüce) varlığının yarısını kaybetmez.” (Akıllı Tasarım, 151) ÖLÜMEŞİĞİ TECRÜBELERİ Öldü sanılan insanlar hayata tekrar dönebilmişlerse ilginç şeyler anlatırlar. Çevrelerinde bulunan insanlarca öldü zannedildikleri sürede olup bitenleri doğru ve ayrıntılı bir şekilde anlatabilmektedirler. Oysa bedenleri o sırada bilinçsiz ve hareketsiz, “ölü gibi” yatmaktaydı. Konuyla ilgili, geniş çaplı bir bilimsel araştırmanın sahibi olan Michael Sabom, 1982’de yayınlanan ünlü kitabında şu ilginç örneklere yer vermektedir: Florida’dan elli iki yaşlarında bir gece bekçisi yaşadığı açık kalp ameliyatını bütün detaylarıyla hatırlıyor ve bekçinin anlattıkları ameliyatı yapan doktorun yazdığı rapora da harfiyen uyuyordu... -37- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Kalp krizi teşhisiyle hastanenin yoğun bakım ünitesine kaldırılan bir emekli hava pilotu da kendisine yapılan müdahaleyi bütün teknik ayrıntılarıyla anlatabiliyor: Araştırmacı: “Odada olan diğer ayrıntılardan başka bir şey hatırlıyor musun?” Denek: “Odadakiler tekerlekli bir masada kolları olan bir defibrillatörü itiyorlardı. Onların voltaj yükseltmek istediklerini hatırlıyorum. Daha sonra da bana şok uyguladılar.” Araştırmacı: Makinenin kendisi veya üzerinde durduğu tekerlekli masa hakkında bir şeyler hatırlıyor musun?” Denek: “Evet hatırlıyorum. Makinenin üzerinde voltaj, akım ve diğer işlemlerle ilgili programı gösteren bir gösterge vardı.” Araştırmacı: “Göstergenin nasıl olduğunu tarif edebilir misin?” Denek: “Gösterge kare şeklindeydi, üzerinde biri sabit, diğeri hareket eden iki düğme vardı.” -38- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Araştırmacı: “O nasıl çalıştı?” Denek: “Gerçekten çok yavaş çalışıyordu. Bir ampermetre, voltmetre ya da kayıt aleti gibi birden çalışmaya başlamadı.” Araştırmacı: “Gösterge hangi seyirde devam ediyordu?” Denek: “İlk önce 1 - 3 arasında gitti geldi. Daha sonra tekrar uyguladılar. Gösterge 1,5’un üzerine çıktı. Üçüncü kez uyguladıklarında 3,5’u gösterdi.” Araştırmacı: “Sabit düğme ile hareket eden düğme arasındaki ilişki neydi?” Denek: “Sanırım birinci düğme hareket ettiğinde ona biri müdahale ediyordu. Onlar sabit olanı hareket ettiriyorlardı ve o duruncaya kadar diğeri hareket ediyordu.” (Adam defibrillatörün hareketini gözlemlerken kalbi durmuş haldeydi. Bu gösterge üç defa değişti ve üç şok uygulandı.) Araştırmacı: “Daha önce resusitasyon’a (yeniden canlanma süreci) şahit oldun mu?” Denek: “Hayır. Hayır.” Araştırmacı: “Televizyonda izledin mi?” Denek: “Televizyonda gördüğümü hiç hatırlamıyorum.” Araştırmacı: “Daha önce defibrillatörün çalışmasını gördün mü?” Denek: “Asla.” “Size apaçık deliller geldikten sonra doğru yoldan saparsanız bilin ki ALLAH, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (2/Bakara:209) Adamın anlattıklarında daha birçok ayrıntı vardı ama en açıklayıcı olan defibrillatörün göstergesi ile ilgili olan kısmıydı. Sabom bütün bunları şöyle açıklamıştır: ‘‘Defibrillatörün üzerindeki sabit ve hareketli düğmelerin durumunu tasvir etmesine hayret ettim. Çünkü bu iki düğmenin hareketi ancak makine çalışırken görülebilirdi. Bu iki düğme de ayrı ayrı fonksiyonlara sahiptir. Birincisi hastaya uygulanacak elektrik miktarını belirler. İkincisi ise, belirlenen miktarın şarj edilmekte olduğunu belirtir. Bu şarj olma süreci, şoklamadan hemen önce yapılır. -39- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Çünkü bu makineler şarjedildiğinde o şarj boşaltılmazsa ciddi bir tehlike arz eder. Fakat adamın tanımladığı göstergeler, 1973’te yaygın olmasına rağmen son defibrillatör modellerinde bulunmuyor.” Kalp krizi yaşayan ve elektrikle şok uygulanmış ve bilinci yerinde olmayan birinin etrafında olup bitenleri algılayabileceği kabul edilse bile rakamları gösteren düğmelerin hareketini görmesi fiziksel pozisyonu açısından mümkün değildir. Omurilik ameliyatı olan bir kadın, yüzükoyun yattığı halde operasyonun tüm safhalarını tıbbi aşamalara uygun olarak anlattı. Olayda birçok ayrıntı olmasına rağmen bu ayrıntılardan birisi, kadının operasyona bizzat katılan hekim değil de beyin cerrahisindeki başhekimin (kadın onu daha önce hiç görmemiştir.) ameliyat sürecini belirlediğini söylemesidir. Sabom tıbbi kayıtları karşılaştırdı ve gerçekten de operasyona katılan hekimin elindeki çizelge başhekim tarafından doldurulmuştu. “İnsan kendi varlığında silinmez bir marka gibi ALLAH’ın işaretini taşıyan bir varlıktır.” Erol GÜNGÖR Başka bir örnekte ise bir adam, bedeninden uzaklaşarak gezdiğini; eşini, büyük oğlunu ve kalp krizi esnasında hastaneye ulaşan ve sürpriz bir ziyaret yapan kızını gördüğünü anlattı. Sabom, adamın eşiyle ayrıca konuştu. Gerçekten de o olaydan sonraki gün kocasının kalp krizi esnasında onun varlığından haberdar olduğunu öğrenince çok şaşırdığını söyledi. Ayrıca adamın, eşinin hastaneye her defasında farklı bir aile ferdiyle geldiğini bilmesi de kadını oldukça şaşırtmıştı. (Kanıt, 111) Daha binlerce çarpıcı örneğe sahip olan “Ölümeşiği Tecrübeleri’nin ifade ettiği temel anlam şudur: İnsan, aynen dinin tanımladığı şekilde ve aşkın nitelikli bir ruha sahiptir. Ve bu haliyle insan ruhu, ALLAH (Şanı En Yüce)’ın en kesin varlık delillerinden biridir. “ALLAH bir, kapısı bindir.” Sezai KARAKOÇ (ALLAH O’ndan Razı Olsun) -40- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz TESADÜF İNSANİ İLKE, İNCE AYAR “Evrenin Doğuşu: Big Bang” başlıklı bölümde gördüğümüz gibi Evren sonsuz bir geçmişe sahip değildi. Yaratılmıştı. Fakat pek çok ateist bu ispatlanmış gerçeği kabul etmek istemedi. Yoksa bütün düşünce sistemleri yerle bir olacaktı. Big Bang bütün bilim dünyasının kesin bir gerçek olarak kabul etmesine karşın günümüzde birtakım ateist çevreler tarafından hala ve ısrarla reddedilebilmektedir. Bir kaç örnek: “Çağımızın yepyeni, elektronik araçlarıyla yapılan incelemeler; Evrenin bilinenden daha yaşlı olduğunu gösterdi. Kimi gökbilimcilerin ileri sürdüğü gibi, Evren bir anlık olayların sonucu değil! Gerçekte Big Bang diye ün salan Büyük Patlama’nın yeniden gözden geçirilmesi gerek! Patlamanın her yerde, özdeş anda bir kez oluşması usa değil yalnız, Evrensel oluşa da aykırı. (A. Rıza Ergüven, Evrenbilim ve Tanrı Kavramı, sh: 13) “Evrenin varoluşu konusunda öteden beri düşünüyor, Big Bang kuramını bir türlü kabul edemiyordum. Bir patlamaya bağlanamazdı Evrenin varoluşu, yalnız”. (A. Rıza Ergüven, Evrenbilim ve Tanrı Kavramı, sh: 13) “Yoktan hiçbir şey varolamayacağına göre, Evreni başlangıç ve sonu olmayan süreçler bütünü olarak onaylamak gerekiyor.” (A. Rıza Ergüven, Evrenbilim ve Tanrı Kavramı, sh: 29) “İlk ve temel gerçek maddedir.” (R. Maublanc, M. Cachin, Felsefe Bilim ve Din, sh: 46) “Maddeyi hiçbir Tanrı yaratmamıştır. Madde ve enerji öncesiz ve sonrasız olarak vardırlar...” (R. Maublanc, M. Cachin, Felsefe Bilim ve Din, sh: 931) “Hem, Evrenin yaratılmış olduğunu ne için kabul edelim? Evrenin ille de bir başlangıcı olması zorunlu değil ki! (Bilim, madde ile enerjinin durmadan biçim değiştirdiğini, asla yok olmadığını gösteriyor.)” (R. Maublanc, M. Cachin, Felsefe Bilim ve Din, sh: 102) “Ne zaman ve mekân, ne de madde yaratılmıştır, çünkü bunlar yoktan var edilmiş olamaz.” (Tanrısızlığın İlmihali, Önsöz, sh:34) “Evren Tanrı tarafından mı yaratılmıştır, yoksa ezelden beri var mıdır? -41- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Bilimsel olmayan açıklamaya uygun olarak, evrenin Tanrı tarafından yaratıldığını kabul edenler...” (Georges Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, sh:24) “Materyalistler bilimlerin vargılarıyla donanmış olarak, maddenin belirli bir zamanda ve belirli bir mekânda var olduğunu ileri sürerler. Demek ki Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde, Evrenin tanrı tarafından belirti bir anda yaratılmış olması ve Evrenin yoktan var edilmiş olması gerekirdi. Yaradılışı kabul edebilmek için, her şeyden önce Evrenin var olmadığı bir anın varlığını kabul etmek gerekir. Buysa bilimin kabul edemeyeceği bir şeydir.” (Georges Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, sh: 64) “Evrenin Tanrı tarafından yaratılmış olduğu efsanesi...” (Georges Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri, sh: 129) Evet, ateizm saplantısı adına, akıl almaz bir pişkinlikle Big Bang reddedildi. Ama sorun bu kadarla da kalmadı. Ateistlerin, en temel bilimsel gerçekleri reddediyor olsalar bile gene de Evren’in, dünyanın, canlılığın ve akla gelen her şeyin varlığına bir açıklama getirmeleri gerekiyordu. Ya da havluyu atıp, teslim olmaları. (Nitekim azımsanmayacak bir bölümü de bu yolu seçmiştir.) İşte bu noktada sarıldıkları temel argüman “Tesadüf” oldu. Oysa bilim aynı süreç içerisinde giderek yükselen bir tonda iki ayrı kavramı dile getiriyordu: “Fine Tuning” (İnce Ayar) ve ‘Anthropic Principle” (İnsani İlke). “ince Ayar” kavramı, Evren’in var olabilmesi ve varlığını bugüne kadar devam ettirebilmesi için, çok hassas bir biçimde planlanmış olması gereğini ifade ediyordu. Evrendeki bütün değerler akıl almaz bir incelikle dengelenmiş olmalıydı. Ve çok doğal olarak bu durum, bir “planlamacı”yı çağrıştıracaktı. “İnsani İlke” ise, Evrendeki bütün o hassas denge ve değerlerin çok özel bir amaca, insan yaşamının ortaya çıkmasına göre ayarlanmış/planlanmış olduğu gerçeğini anlatmaktaydı. “Tesadüf” ise açıklamayı gerektirmeyecek kadar yalın bir kavramdır. Öylesine, başıboş, amaçsız, serseri, her çeşit plandan ve incelikten uzak... -42- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Şimdi, inceleyebiliriz... Bilimsel bir gözle, galaksilerden, amino asitlere varıncaya kadar, Evren’in bize sunmakta olduğu olgusal kanıtlar acaba hangi yaklaşıma destek veriyor? Evrende geçerli olan acaba hangi kural? “Tesadüf”mü, yoksa “İnce Ayar” ve “İnsani İlke”mi?.. Big Bang’tan Bugüne: Evren Ne Anlatıyor? Tesadüf mü Yoksa İnce Ayar ve İnsani İlke mi? İlk alıntımız ateizmin ve “Tesadüf” argümanının yaşayan en ünlü ismi Richard Dawkins’in başyapıtı “Kör Saatçi”den... Bakın ne diyor “Kör Saatçi”... “Bir uçak, çizim masalarında, insanlar tarafından tasarlanır. Daha sonra da, başka insanlar çizimlere bakarak parçaları yapar; daha başka bir sürü insan (insanlar tarafından tasarlanmış başka makinelerin yardımıyla) bu parçaları bir araya getirerek, her birini yerli yerine perçinler, vidalar, yapıştırır ya da kaynak yapar. Bir uçağın yapılma süreci bizim için temel bir gizem taşımaz, çünkü insanlarca yapılmıştır. Parçaların amaçlı bir tasarım doğrultusunda, sistemli bir biçimde birleştirilmesi, bildiğimiz ve anladığımız bir şeydir, çünkü bu süreci biz de yaşamışızdır en azından çocukluğumuzda modeller ya da legolar yaparak. Peki, ya vücutlarımız? Her birimiz aynen uçak gibi bir makineyiz; yalnızca çok daha karmaşığız. Yoksa biz de mi bir çizim masasında tasarlandık? Bizim parçalarımız da becerikli bir mühendis tarafından mı birleştirildi? Şaşırtıcı ama yanıt, hayırdır.” (Richard Dawkins, Kör Saatçi, sh: 4) “Tanrı” şıkkına verilen yanıt “Hayır”dır. Peki, ama varoluşumuz nasıl gerçekleşti? İşte bu da, o sorunun cevabi: “Sonsuz zaman, sonsuz fırsat verildiğinde, her şey mümkündür” (Richard Dawkins, Kör Saatçi, sh: 177) “Açıklamalarımızda bir miktar rastlantıya yer verebiliriz.” (Richard Dawkins, Kör Saatçi, sh: 178) Yani ALLAH (Şanı En Yüce) yaratmadı, tesadüfen var olduk. Bakalım bilim bu iddiayı nasıl değerlendiriyor. Tekrar Big Bang’a dönüp, ondan başlayabiliriz. -43- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Big Bang’de Hâkim Olan Neydi? Tesadüf mü? İnce Ayar mı? Big Bang bir patlama olduğuna göre, beklenmesi gereken, bu çatlamanın ardından maddenin uzay boşluğunda “rastgele” dağılması olacaktır. Bu rastgele dağılan maddenin Evren’in belirli noktalarında birikip galaksiler, yıldızlar ve yıldız sistemleri oluşturması ise, bir buğday ambarına atılan el bombasının, buğdayları toplayıp, düzenli balyalara sarıp üst üste istiflemesi kadar “anormal” bir durumdur. Big Bang teorisine uzun yıllar karşı çıkmış olan Sir Fred Hoyle, bu durum karşısında duyduğu şaşkınlığı şöyle ifade eder: Big Bang teorisi Evrenin tek ve büyük bir patlama ile başladığını kabul eder. Ama bildiğimiz gibi patlamalar maddeyi dağıtır ve düzensizleştirir. Oysa Big Bang çok gizemli bir biçimde bunun tam aksi bir etki meydana getirmiştir: Maddeyi birbiriyle birleşecek ve galaksileri oluşturacak hale getirmiştir. “Doğanın temel değişmezleri ve yaşamın ortaya çıkmasına neden olan ilk koşullar, şaşırtıcı bir kesinlikle ayarlanmıştır. Evren’in ne denli akıl almaz bir incelikle ayarlanmış gibi göründüğü hakkında bir fikir vermek için Dünya’dan Mars gezegeni üstündeki bir çukura topunu göndermeyi başarabilen bir golf oyuncusunun becerisini düşünmek yeter!” (Jean Guitton, Fransız Bilimler Akademisi) “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için gerçekten örnekler vardır.” (3/Al-i İmran:190) Avustralya’daki Adelaide Üniversitesi’nden matematiksel fizik profesörü Paul Davies’e göre Big Bang’in ardından gerçekleşen genişleme hızı milyar kere milyarda bir oranda 10‘18 bile farklı olsaydı, Evren ortaya çıkmazdı. Davies bu sonucu şöyle anlatıyor: Hesaplamalar, Evrenin genişleme hızının çok kritik bir noktada seyrettiğini göstermektedir. Eğer Evren biraz bile daha yavaş genişlese çekim gücü nedeniyle içine çökecek, biraz daha hızlı genişlese kozmik materyal tamamen dağılıp gidecekti. Bu iki felaket arasındaki dengenin ne kadar “iyi hesaplanmış” olduğu sorusunun cevabı çok ilginçtir. Eğer patlama hızının belirli bir hale geldiği zamanda, bu hız gerçek hızından sadece 10-18 kadar bile farklılaşsaydı, bu gerekli dengeyi yok etmeye yetecekti. Dolayısıyla Evrenin patlama hızı inanılmayacak kadar hassas bir kesinlikle belirlenmiştir. Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur. -44- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Paul Davies’e göre yaratılışın en kısa zaman birimi olan Planck zamanında (Saniyenin 10-43’te biri) patlayıcı kuvvet ile yer çekimi kuvveti arasında öyle bir hassasiyet vardır ki bu denge 1060’ta bir oranında bozulmuş olsaydı, içinde canlılığa imkan tanıyacak bir Evren oluşamazdı. (Dikkat! Evrendeki atomların sayısı ancak 1080’dir). Davies bu ihtimalin ne anlama geldiğini şöyle anlatır: “Evrenin öteki ucuna, yani onbeş milyar ışık yılı uzakta bulunan üç cm.lik bir hedefe silahınızla ateş ediyorsunuz. Hedefi vurma ihtimaliniz 1060’ta birdir” “Doğa kanunlarının gördüğümüz Evren’i yaratmak için ne denli olağanüstü bir şekilde ayarlandığını fark ettiğinizde, Evren’in öylesine oluşmadığını, arkasında bir amacın olması gerektiğini görüyorsunuz.” John Polkinghorne, Fizikçi “ALLAH’ın gökleri ve yeri, yerli yerince yarattığını görmez misin?...” (14/ İbrahim:19) Yaratılışın otuz beşinci dakikasında (sıcaklığın dokuz yüz milyon derece olduğu sırada) proton ve elektronlar sabitlenmiştir. Ve milyarda bir oranında elektronlar, antielektronlardan; protonlar da, antiprotonlardan daha fazla çıkmıştır. Evren işte bu fazlalıktan oluşmuştur. Milyarda birlik bir fazlalıktan... Fakat protonlar ile elektronlar tam bir denge konumundadır. Bu sayede Evrenin elektrik yükü sıfır olmuştur. Eğer proton sayısında azıcık bir fazlalık olsa Evrende pozitif elektrik yükü fazlası olacak, elektron sayısında hafif bir fazlalık olsa bu kez de negatif elektrik yükü fazlası oluşacak ve her iki durumda da Evren bugünkü şeklinde olamayacaktı. Roger Penrose’a göre Termodinamiğin İkinci Kanunu ile uyumlu bir Evren’in (yani içinde yaşadığımız Evren) tesadüfen oluşma ihtimali 1010(123)’tür. Şöyle devam eder Penrose: “Bu sayı olağanüstüdür. Hatta kimse bu sayıyı bildiğimiz onluk sistemle bize yazamaz; çünkü 1‘in yanma 10123 tane 0 koymamız gerekir. Bütün Evrendeki her bir protona ve her bir nötronun üstüne “0” yazacak olsak bile gereken sayıyı yazmaya gücümüz yetmeyecektir.” “Evren’in şu an ki yapısının tümüyle bir tesadüf eseri olabileceği düşüncesi, tümüyle delice bir düşüncedir. Delilik kavramını argovari bir hakaret niyetiyle değil, tamamen psikolojideki teknik anlamıyla kullanıyorum. Gerçekte bu tür bir düşünce ile şizofrenik düşünce tarzı arasında büyük benzerlikler vardır.” Karl Stern, Psikiyatrist, Montreal Üniversitesi -45- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz 1010(123) sayısına bir müddet odaklanın. Birisi çıkıp ta bu gezegendeki her atom parçacığının (sadece bir atomun değil, atomun içindeki her atom parçacığının) üstüne önce 1 yazıp, ardından sıfırlar sıralasa, bu sayıyı yazmaya gücü yetmez. Bu sıfırlar, Güneş Sistemindeki her atom parçacığına yazılsa, yine hiç kimse bu sayıyı yazamaz. Bu sıfırları Samanyolu Galaksisindeki bütün atom parçacıklarına yazmaya kalksak yine başaramayız. Evrendeki her atom parçacığının üzerine bu sıfırları yazacak olsak, yine de kimse, bu sayıyı yazmak için gerekli maddeyi bulamaz.” (Dean L. Overman, Düzen, sh: 173) Ve dikkat edin lütfen!.. “Çoğu matematikçi 1050’den düşük bir ihtimali matematiksel olasılık olarak görmez.” (Dean L. Overman, Düzen, sh: 17) Big Bang sırasında Evren’in yoğunluğu trilyonda bir kadar daha büyük olsaydı, Evren, on yıl sonra kendi üzerine çökmüş olurdu. Eğer yoğunluk, trilyonda bir kadar daha az olsaydı Evren hala yaratılmamış, Big Bang hala yaşanmamış olurdu. (Saadettin Merdin, Tanrıya Koşan Fizik sh: 418) -46- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz “Evren’in genişleme hızı o kadar kritik bir orandadır ki, Big Bang’tan sonraki birinci saniyede bu oran eğer, yüz bin milyon kere, milyonda bir (10- 17) daha küçük olsaydı, Evren şimdiki durumuna gelmeden kendi içine kapanarak çökerdi.” (Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi) “Hep isabet edene hiç tesadüf denir mi?” M. Selahaddin Şimşek Big Bang’tan Bugüne... Tesadüf mü? İnce Ayar Ve İnsani İlke mi? Bazıları der ki: “Akla en yatkın olan şey, bizim yokluktan, nedensiz ve amaçsız olarak var olduğumuzdur.” Quentin Smith (Ateist düşünür) “Batıl (dini) fikirlerden arınmış bir fizikçi, doğa olaylarını doğanın gücünden, sürekli ve çeşitli yasalardan, karmaşık birleşmelerin zorunlu sonucundan başka bir şey olarak görmez.” (Jean Meslier, Tanrısızlığın İlmihali) “Kendi üstünlüğünün tutkunu olan insan sanıyor ki, ALLAH, Evreni yaratırken konu ve amaç olarak insan türünü almıştır. Bu kadar yanıltıcı bir görüş ne üzerine oturtuluyor?” (Jean Meslier, Tanrısızlığın İlmihali) “Evren hiç bir zaman düşünceli insan yaratılmasını amaç edinmemiştir.” (A. Rıza Ergüven, Evrenbilim ve Tanrı Kavramı) “Vaktiyle insanlar Evrenin kendileri için yaratıldığına inanırlardı. Elbette, o gün için çocukça bir düştü bu...” (R. Maublanc, M. Cachin, Felsefe. Bilim ve Din) Bir de bilimsel verilere bakalım. Evren’in “ince bir ayarla insana göre programlanmış olduğu düşüncesi” çocukça bir düş müdür? Yoksa bilimsel bir gerçek mi? “Evet, fizikteki yeni gelişmeler insan şuur ve idrakini evrenin merkezine yerleştirir. Kuantum fiziği, içinde Evreni seyreden bir seyirci olmaksızın anlamsızdır. İnsan şuuru Evrende tek başına bağımsız olarak var olan herhangi bir düzen değil, bütün varlık olarak düzenin gerçekleştiği, yansıdığı bir aynadır. Yani Evrenin amacı, yaşam aracılığıyla insan zihnine düşünce konusu olmaktır.” Paul Davies -47- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz “Göklerin ve yerlerin hepsi ALLAH’ındır...” (2/Bakara:284) Sultan Arkadan Gelir! “15 milyar yıl Evren hep o nazlı - nazenin misafirini beklemiş durmuş. Evrenin ömrünü 24 saat olarak kabul edersek 1 günde; 86.400 saniye var. 15 milyarı buna bölersek, 1 saniye; 173,611 yıl yapar. İnsanın yeryüzündeki tarihini; 173,611 yıl kabul etsek, Evren, 23 saat, 59 dakika, 59 saniye insansız yaşamıştır. Son saniyede insan Evren’e şeref vermiştir.” (Saadettin Merdin, Tanrı’ya Koşan Fizik) Güçlü nükleer kuvvetteki yüzde birlik bir değişim, yıldızlardaki karbon ve oksijen üretimini otuz ila bin kat kadar değiştirebilir. Gezegenlerdeki yaşam için ihtiyaç duyulan karbon ve oksijen yıldızlarda üretildiği için, eğer bu denge bozulursa, Evren hayatın oluşabilmesi için çok daha az uygun bir yer olacaktı. Evren’in enerji yoğunluğu demek olan kozmolojik sabit ile yerçekimi kuvvetinin sahip oldukları karşılıklı ince ayarın hassasiyetinin aritmetik ifadesi. Yüz milyon kere trilyon kere trilyon kere trilyon kere trilyon kere trilyon kere trilyonda bir. Ya da tüm Evren’e oranla sadece bir atom. Nötronun kütlesi proton karşısında yedi yüzde bir oranında arttırıldığı takdirde yıldızlardaki nükleer füzyon durur ve Evrende hiçbir enerji kaynağı kalmaz. “Bizler, astronomik standartlara göre, şımartılmış, aşırı ilgi gösterilen, değer verilen yaratılmışlar grubuyuz. Kendi kendimize var olduğumuz şeklindeki Darwinci iddiası bir bebeğin kendi ayakları üzerinde durmaya yönelik cesur çabaları ve annesinin elini reddetmesi kadar gülünç ve sevimlidir. Eğer Evren en hassas şekilde yaratılmamış olsaydı, bizler asla var olamazdık. Benim görüşüme göre bu şartlar. Evren ‘in insanın içinde yaşaması için yaratıldığını göstermektedir.” John A. O’Keefe. Astronom, NASA “Evren’in şu anki halde bulunabilmesi için hidrojenin helyuma çok hassas bir şekilde dönüşmüş olması gerekiyor, daha özel olarak, öyle bir şekilde ki, kütlesinin tam tamına % 0.7 ‘si enerjiye dönüşmeli. Bu değeri azıcık düşürdüğümüzde, diyelim ki 0.007’den, 0.006’ya, hiçbir dönüşüm olmayacak: Evren yalnızca hidrojenden oluşacak ve başka hiçbir şey var olmayacaktır. Bu değeri azıcık artırırsanız - 0.008’e bağlar o kadar verimli olacak ki tüm hidrojen tükenecektir. Her iki durumda da, sayılardaki en ufak bir değişiklik Evren’in oluşmamasını netice verecektir.” (Martin Rees, Astronomi Profesörü, Cambridge) -48- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz “Eğer biraz daha farklı sayısal değerler seçilmiş olsaydı, Evren çok daha farklı bir yer olacaktı. Ve büyük olasılıkla onu görmek için biz burada olamayacaktık... İnsan kozmolojiyi araştırdıkça, inanılmazlık giderek daha belirgin hale gelir. Evren’in başlangıcı hakkındaki bu bulgular, Evren’in, hayranlık uyandırıcı bir hassasiyetle düzenlenmiş olduğunu ortaya koymaktadır.’’ Paul Davies Evrendeki Mükemmel Denge Dünya gezegeni, bildiğimiz gibi Güneş Sistemi’nin bir parçasıdır. Bu sistem, Evren’in içindeki diğer yıldızlara göre orta - küçük bir yıldız olan Güneş’in etrafında dönmekte olan dokuz gezegenden ve onların altmış üç uydusundan oluşur. Dünya, sistemde Güneş’e en yakın üçüncü gezegendir. Önce bu sistemin büyüklüğünü kavramaya çalışalım. Güneş’in çapı, Dünya’nın çapının 103 katı kadardır. Bunu bir benzetmeyle açıklayalım; eğer çapı 12.200 km olan Dünya’yı bir misket büyüklüğüne getirirsek, Güneş de bildiğimiz futbol toplarının iki katı kadar büyüklükte yuvarlak bir küre haline gelir. Ama asıl ilginç olan, aradaki mesafedir. Gerçeklere uygun bir model kurmamız için, misket büyüklüğündeki Dünya ile top büyüklüğündeki Güneş’in arasını yaklaşık 280 metre yapmamız gerekir. Güneş Sistemi’nin en dışında bulunan gezegenleri ise kilometrelerce öteye taşımamız gerekecektir. Ancak bu kadar dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi, içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisi’ne oranla oldukça mütevazıdır. Çünkü Samanyolu Galaksisi’nin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak üzere yaklaşık 200 milyar yıldız vardır. Bu yıldızların içinde Güneş’e en yakın olan Alpha Centauri’dir. Eğer Alpha Centauri’yi az önce yaptığımız ölçeğe, yani Dünya’nın misket büyüklüğünde olduğu ve Güneş ile Dünya’nın arasının 280 metre tuttuğu ölçeğe yerleştirirsek onu Güneş’in 78 bin kilometre uzağına koymamız gerekir! Modeli biraz daha küçültelim. Dünyayı gözle zor görülen bir toz zerresi kadar yapalım. O zaman Güneş ceviz büyüklüğünde olacak. Ve Dünyaya üç metre mesafede yer alacaktır. Bu ölçek içinde Alpha Centauri’yi ise Güneş’ten 640 kilometre uzağa koymamız gerekir. Samanyolu Galaksisi, işte aralarında bu denli inanılmaz mesafeler bulunan 200 milyar yıldız barındırır. Spiral şeklindeki bu galaksinin kollarının birisinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır. -49- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Ancak ilginç olan, Samanyolu Galaksisi’nin de uzayın geneli düşünüldüğünde çok “küçük” bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka galaksilerde vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 200 milyar kadar!... Bu galaksilerin arasındaki boşluklar ise, Güneş ile Alpha Centauri arasındaki boşluğun milyonlarca katı kadardır. “Olasılıklardan konuştuğumuz sürece teorik olarak - ne kadar küçük de olsa - tüm bunların şans eseri oluşma ihtimali yok denemez. Ama eğer bir bozuk paranın üst üste elli kere yazı geleceğine dair sizinle bahse girsem ve kazansam, bunu kabul etmezsiniz. Çünkü bilirsiniz ki bu çok olasılık dışıdır, - bir milyon milyarda yaklaşık bir kere - Ve bu inanılmaz küçük olasılığa rağmen bunu başarırsam, bu, oyunun önceden ayarlandığına (hile karıştırıldığına), büyük bir delil olur. Aynısı bu örnekle kıyas bile kabul edilmeyecek bir kesinlikle Evrendeki ince ayar için de geçerli; yani bu ayara şans demez, tüm bunları Evren’in bir tasarımcısının olduğuna delil olarak kabul edersin.” Robin Collins, Fizikçi George Greestein, bu akıl almaz büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında şöyle yazar: “Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar, astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök cisimlerinde süre giden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi. Uzak bir noktadan bakıldığında, galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu: Bu manzarayı seyredecek olan “ben” olmazdım... Uzaydaki bu devasa boşluk bizim varlığımızın bir ön şartıdır.” Greestein, bunun nedenini de açıklar; uzaydaki büyük boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına uygun biçimde şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya’nın, uzay boşluğunda gezinen dev gök cisimleriyle çarpışmasını engelleyen etken de, Evrendeki gök cisimlerinin arasının bu denli büyük boşluklarla dolu oluşudur. Kısacası Evrendeki gök cisimlerinin dağılımı, insanın yaşamı için tam olması gereken yapıdadır. Dev boşluklar, amaçsız yere ortaya çıkmamışlardır; amaçlı bir yaratılışın sonucudurlar. “Israrla her şeyde kasıt aramaya meyilli olan insanın, amaçsız bir Evren tarafından rastgele yaratılmış olması kulağa fazlaca garip gelmiyor mu?” Sir John Templeton -50- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz “Evren, bir şekilde bizim geliyor olduğumuzu bilmiş olmalı.” Freeman Dyson Süpernovalar Ve Hassas Denge Süpernova deyimi, astronomlar tarafından bir yıldızın patlayarak dağılmasını isimlendirmek için kullanılır. Dev bir yıldız, korkunç bir patlama ile kendisini yok eder ve içindeki madde de yine korkunç bir hızla dört bir yana dağılır. Bu patlama sırasında yayılan ışık, yıldızın normal ışımasından binlerce kat daha kuvvetlidir. Astronomlar süpernovaların Evrenin oluşumunda çok önemli bir rol oynadığını düşünürler. Bu patlamalar, astronomların tahminine göre, maddenin Evrende bir noktadan başka noktalara taşınması işine yarar. Patlama sonucunda dağılan yıldız artıklarının, Evrenin başka köşelerinde birikerek yeniden yıldızlar ya da yıldız sistemleri oluşturduğu var sayılmaktadır. Bu varsayıma göre, Güneş, Güneş Sistemi içindeki gezegenler ve bu arada elbette bizim Dünyamız da, çok eski zamanlarda gerçekleşmiş bir süpernova patlamasının sonucunda ortaya çıkmıştır. -51- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Ancak işin ilginç yanı ilk bakışta basit birer patlama gibi durabilecek olan süpernovaların, gerçekte çok hassas bazı dengeler üzerine kurulmuş olmalarıdır. Michael Denton, Nature’s Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında şöyle yazar: “Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı, gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer biraz daha fazla olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hale gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla oluşamayacaktı. Eğer Evren yaşam için uygun bir mekân olacaksa, süpernova patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu an zaten var olan uzaklıktır.” “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da O’nun emrine bağlıdır. Şüphesiz bunda, aklını kullanan bir toplum için işaretler vardır.” (16/Nahl:12) Güneş Sistemi’ndeki Çekim Dengesi Güneş Sistemi’nin yapısını incelediğimizde, büyük bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki dış uzaya savrulmaktan koruyan etki, Güneş’in “çekim gücü” ile gezegenin “merkez-kaç kuvveti” arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama eğer gezegenlerin dönüş hızları biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş’e doğru çekilirler ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı. Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı dönseler, bu sefer de Güneş’in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bir denge kurulmuştur ve sistem bu dengeyi koruduğu için devam etmektedir. Bu arada söz konusu dengenin her gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü gezegenlerin Güneş’e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır ki, Güneş’e yapışmaktan ya da Güneş’ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan kurtulsunlar. “Doğadaki hassas dengelere ait uzmanlarca çok iyi bilinen birdeyim vardır, size onu aktarmak isterim. Diyorlar ki. “Eğer Amerika ’da bir kelebek -52- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz kanat çırpsa, on gün sonra Avrupa kıtasında fırtına kopar. ‘’ İlk bakışta belki abartılmış gibi görünen bu benzetme, aslında doğadaki hassas dengelerin önemini anlatmak için verilen güzel bir örnektir.” Taşkın Tuna, Fizikçi Dünya’nın Durumu... Tesadüf Karşısında İnce Ayar ve İnsani İlke Şimdi perspektifi biraz daha daraltıp, aynı soruyu Dünya için de sorabiliriz: Dünya’nın varoluşu, geçmişi ve bugünkü dengeleri, değerleri, özellikleri hangi açıdan bakınca daha anlamlı ve mantıklı görünmektedir? Tesadüf mü? İnce Ayar ve İnsani İlke mi? Yine, söze girerken “Tesadüf” diyenlerden bir-kaç alıntı yapalım: “Dünya hep varolmuştur; varlığı zorunlu ve gerekli bir varlıktır. Etkeni kendisindedir. Kendi kendisinin yaratıcısıdır.” (Jean Meslier, Tanrısızlığın İlmihali) “Doğa’nın amacı düşünceli yaratıklar da değil! Doğa’nın böyle bir tasası yok! Düşünceli yaratık belki de yanlış bir gelişimle ortaya çıktı!” Dokuz gezegen içinde yerküresinin güneşten 150 milyon km. uzaklıkta yaşam koşullarının gerçekleşebileceği bir bölgede, uzayda yaşam kuşağında bir yörüngede bulunması ne de olsa bir rastlantıdır: Doğal bir rastlantı! (A. Rıza Ergüven, Evrenbilim ve Tanrı Kavramı) Evet, gene standart açıklama: Rastlantı! Bakalım Dünya ile ilgili bilimsel veriler ne diyor? “Evren olasılık dışı, imkânsız bir şey. Hem de şok edecek derecede olasılık dışı” Discover (Amerikan Bilim Dergisi) “Onlar; ayakta iken, otururken ve yanları üzerine yatarken ALLAH’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler ve şöyle derler: “Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tenzih ederiz. Bizi cehennem azabından koru” (3/Al-i İmran:191) -53- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Dünya - Güneş Dengesi “Güneş ile Dünyanın kütlelerinde pozitif veya negatif elektrik yükü bakımından herhangi biri diğerine; 10-36 kadar fazlalık olsaydı bu kadar az kuvvet Güneş ile Dünya arasındaki çekim kuvvetini mağlup etmeye ve ikisini birbirinden ebediyyen ayırmaya yeterdi.” Michael H. Hart isminde bir bilgisayar analizcisi, bilgisayarına, yeryüzündeki canlıların yaşama şartlarını tek tek yükledikten sonra, bir soru sorar. Bu şartlarda, bir canlının Dünyada yaşayabilmesi için Dünya - Güneş mesafesinin ne olması gerekir? Cevap: Yüz elli milyon km. Yani mevcut mesafe... Bu mesafe yüzde beş oranında fazla ya da eksik olsa, Dünyada canlılığın oluşması imkânsız olurdu. -54- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Güneş - Dünya mesafesi daha fazla olsaydı, Dünya çok soğur, su döngüsü olumsuz etkilenir, gezegenimiz yeniden bir buzul çağına girerdi. Bu mesafe, daha yakın olsaydı, Dünya kavrulur, su döngüsü olumsuz etkilenir, sıcaklık yüzünden yaşam imkânsızlaşırdı. “Bir şeyin gerçekleşmesindeki olasılık istatistiki olarak azaldıkça onun tesadüf eseri olamayacağına dair inancımız o kadar artar: Bu durumda eğer şans yoksa, buna tek alternatif Akıllı bir Tasarımcı’nın varlığıdır.’’ Richard Dawkins, Biolog, Evrim yanlısı ünlü bilim adamı “Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey ALLAH’a gizli kalmaz “ (3/Al-i İmran:5) Güneşin kütlesi biraz daha büyük olsaydı yüzey ısısı da buna paralel olarak daha yüksek olacaktı. Ve o zaman da Güneş ışınlarının enerji düzeyleri artacak, öldürücü bir etkiye sahip olan Morötesi ışınları ise çok daha fazla üretilecekti. Bu durumda ise Dünyada yaşam imkânsızlaşacaktı. Ayrıca bu gerçek bize, Uzay-zamanın herhangi bir yerinde hayatı destekleyecek ışınları yayabilecek yıldızların, mutlaka, bizim Güneşimizin kütlesine çok yakın bir kütleye sahip olmaları gerektiğini de göstermektedir. Hem ışık hem de ısı, elektromanyetik ışınım olarak bilinen enerjinin farklı şekilleridir. Elektromanyetik ışınımın tüm farklı şekilleri, uzayda enerji dalgaları şeklinde hareket ederler. Bu, bir gölün üzerine atılan taşların oluşturduğu dalgalara benzetilebilir. Ve nasıl göldeki dalgaların farklı boyları olabiliyorsa, elektromanyetik ışınımın da farklı dalga boyları olur. Ancak elektromanyetik ışınımın dalga boyları arasında çok büyük farklar vardır. Bazı dalga boyları kilometrelerce genişlikte olabilir. Başka dalga boyları ise, bir santimetrenin trilyonda birinden daha ufaktır. Bilim adamları, bu farklı dalga boylarını sınıflara ayırırlar. Örneğin santimetrenin trilyonda birinden daha küçük dalga boylarına sahip olan ışınlar, gama ışınları olarak bilinir. Bunlar çok yüksek enerji taşırlar. Dalga boyları kilometrelerce genişlikte olan ışınlara ise “ radyo dalgaları” adını veririz ve bunlar çok zayıf bir enerjiye sahiptir. Bu nedenle gama ışınları bizim için öldürücü iken, radyo dalgalarının bize hiçbir etkisi olmaz. “Bu muazzam ve harikulade Evren’i, çok geriye ve çok ileriye bakabilme kabiliyeti bulunan insan da dâhil olmak üzere, kör tesadüf veya zaruretin eseri olarak görmek çok güç, hatta imkânsızdır.” Charles Darwin “Eğer gökte ve yerde ALLAH’tan başka bir takım tanrılar olsaydı ikisinin de düzeni bozulurdu. (21/Enbiya:22) -55- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Burada dikkat edilmesi gereken nokta, dalga boylarının olağanüstü derecede geniş bir yelpazede dağıtılmış olmalarıdır. En kısa dalga boyu, en uzun dalga boyundan tam 1025 kat daha küçüktür. 1025, 1 rakamının yanına 25 tane sıfır eklenmesiyle oluşan bir sayıdır. 10.000 ,000.000,000,000,000,000,000 şeklinde yazabileceğimiz bu sayının büyüklüğünü daha iyi kavramak için bazı karşılaştırmalar yapmak yerinde olur. Örneğin Dünya’nın dört milyar yıllık ömrü boyunca geçen saniyelerin toplam sayısı, sadece 1017’dir. Eğer 1025 sayısını saymak istersek, gece gündüz hiç durmadan saymamız ve bu işi Dünya’nın yaşından 100 milyon kez daha uzun bir zaman boyunca sürdürmemiz gerekir! Eğer 1025 tane iskambil kağıdını üst üste dizmeye kalksak, Samanyolu galaksisinin çok dışına çıkmamız ve gözlemlenebilir Evrenin yaklaşık yarısı kadar bir mesafe gitmemiz icap eder. Evrendeki farklı dalga boyları, işte bu kadar geniş bir yelpaze içine dağılmıştır. Ama ne ilginçtir ki, bizim Güneşimiz, bu geniş yelpazenin çok dar bir aralığına sıkıştırılmıştır. Güneş’ten yayılan farklı dalga boylarının %70’i, 0.3 mikronla 1.50 mikron arasındaki daracık bir sınırın içindedir. Bu aralıkta üç tür ışık vardır: Görülebilir ışık, yakın kızılötesi ışınlar ve biraz da yakın morötesi ışınlar. Bu üç tür ışık sayıca çok gibi durabilir. Ama gerçekte üçünün toplamı, elektromanyetik yelpazenin içinde tek bir birim yer kaplamaktadır! Bir başka deyişle, Güneş’in ışığının tümü, üst üste dizdiğimiz 1025 tane iskambil kâğıdının tek bir tanesine karşılık gelmektedir. “İster inansın ister inkâr etsin her insanın bu Evren’in tesadüfen nasıl meydana gelmiş olabileceğini bize açıklaması gerekir.” Chadaulsen Peki, acaba neden Güneş’in ışınları bu daracık aralığa sıkıştırılmıştır? Cevap son derece önemlidir: Güneş ışığı bu daracık aralığa sıkıştırılmıştır, çünkü Dünya üzerindeki yaşamı destekleyecek olan ışınlar, sadece bu ışınlardır. İngiliz fizikçi lan Campbell, Energy and the Atmosphere (Enerji ve Atmosfer] adlı kitabında bu konuya değinmekte ve “Güneş’ten yayılan ışınların, Dünya üzerindeki yaşamı desteklemek için gereken çok dar aralığa sıkıştırılmış olması gerçekten çok olağanüstü bir durumdur” demektedir. Campbell’e göre bu durum, “inanılmaz derecede şaşırtıcıdır”. “Şuursuz varlıklar başka varlıkların ihtiyaçlarına göre hareket edemezler.” Hekimoğlu İsmail (ALLAH O’ndan Razı Olsun) -56- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Dünya, Güneş çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki, her 18 milde doğru bir çizgiden ancak 2,8 mm ayrılır. Dünya’nın çizdiği bu yörünge kıl payı şaşmaz; çünkü yörüngeden 3 mm.lik bir sapma bile büyük felaketler doğururdu: Sapma 2,8 yerine 2,5 mm olsaydı yörünge çok geniş olurdu ve hepimiz donardık; sapma 3,1 mm. olsaydı, hepimiz kavrularak ölürdük. “Uzaya çıkıp o muhteşem manevra meydanını gördükten sonra tesadüf kelimesini ağzıma almaktan utanıyorum.” John Gleen, Astronot “Biz, göğü, yeri ve ikisi arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.” (21/ Enbiya:16) Dik Durabilmek İçin Çekim kütlesi ile cismin kütlesi doğru orantılı olduğundan, yapılan hesaplara göre, insanın dik durup yürüyebilmesi için, Dünyanın kütlesinin 4.10 28 gr. ile 4.10 25 gr. arasında olması gerekir. Ve gerçek değerlere baktığımızda Dünya dışında hiçbir gezegen bu fiziki değerlere sahip değildir. “Göklerde ve yerde nice belgeler var ki, onlar bu belgelerin yanından yüzlerini çevirip geçerler.” (12/Yûsuf:105) Mevsimlerin Varlığı Merkezkaç kuvvetin zorlaması nedeniyle dünyanın ekseni ile dönme yörüngesi arasındaki açı 90° ve 0° olmalıdır. Oysa gerçekleşen durum, gerçekleşme ihtimali en az olanlardan biridir. Dünya, ekseni ile Güneş etrafındaki dönme yörüngesi 23° lik bir açı oluşturacak biçimde, “eğik” durmaktadır. Bu sayede dört mevsim gerçekleşmiş ve yeryüzünün büyük kısmı yaşanabilir olmuştur. Güneşin Yaşam Süresi Güneş gibi büyük yıldızlar çok uzun yaşayamaz. Güneşten biraz daha büyük yıldızlar ancak birkaç milyar yıl yaşarlar. Güneşin yaşam süresinin ise hidrojeni istikrarlı yakması sayesinde, toplam on milyar yıl olması beklenmektedir. Ve bu süresinin daha ancak yarısını tüketmiş bulunmaktadır. “Tesadüf, inançsızların kadere taktığı isimdir.” Andre Suarez -57- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Güneşin Yörüngesi Güneş, Samanyolu Galaksisinde bulunan kendi yaşındaki diğer yıldızlara göre çok daha dairesel bir yörüngeye sahiptir. Bu sayede Dünya, tehlikeli spiral kollarından korunmuş olmaktadır. Eğer Güneş’in yörüngesi daha eliptik olsaydı Dünya’nın süpernova patlamaları gibi galaktik tehlikelerle karşılaşma ihtimali çok daha yüksek olacaktı. “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Bunlardan her biri bir yörüngede yüzmektedirler.” (21/Enbiya:33) Dünyanın Isısı Tüm Evren düşünüldüğünde, hayat için gerekli olan ısı aralığının, gerçekte elde edilmesi çok zor bir aralık olduğunu görürüz. Çünkü Evrenin içindeki ısılar, en sıcak yıldızların içindeki milyarca derecelik korkunç sıcaklıklardan, “mutlak sıfır” noktası olan -273.15°C’ye kadar değişebilmektedir. Bu dev ısı yelpazesi içinde karbon-temelli bir hayata izin veren ısı aralığı, çok dar bir aralıktır. Ama Dünya, tam bu ısı aralığına sahiptir. Amerikalı jeologlar Frank Press ve Raymond Siever de, Dünya yüzeyinin ısısına dikkat çekerler. Belirttiklerine göre “yaşam sadece çok sınırlı bir ısı aralığında mümkündür... ve bu ısı aralığı Güneş’in ısısı ile mutlak sıfır arasındaki muhtemel ısıların yaklaşık %1’lik bir bölümünü oluşturmaktadır. -58- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Dünya’nın ısısı, tam bu dar aralıktadır.” “Eli görmeyen kişi yazıyı kalem yazdı sanır.’’ Mevlana (ALLAH O’ndan Razı Olsun) “Biz, gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık.” (44/Duhân:38) Dünyanın Yeri Güneş Sistemi, Samanyolu Galaksisi’nin merkezinde değil, dev kollarından birinin kıyısında yer almaktadır. Acaba bu bizim için nasıl bir avantajdır? Michael Denton, Nature’s Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında bu konuda şöyle yazar: Son derece çarpıcı olan bir başka gerçek, Evrenin sadece bizim varlığımıza ve biyolojik ihtiyaçlarımıza olağanüstü derecede uygun olması değil, aynı zamanda bizim onu anlamamıza da son derece uygun olmasıdır... Güneş Sistemimizin bir galaktik kolun kıyısında bulunması, bizim geceleri gökyüzünü inceleyerek uzak galaksileri görebilmemizi ve Evrenin genel yapısı hakkında bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır. Eğer bir galaksinin merkezinde yer alsaydık, hiçbir zaman bir spiral galaksinin yapısını gözlemleyemez ya da Evrenin yapısı hakkında bir fikir sahibi olamazdık. Bir başka deyişe, Evrenin fiziksel yasaları gibi Dünya’nın uzaydaki konumu da, bu Evrenin insan yaşamı için tasarlanmış olduğunu gösteren kanıtlar içermektedir. “Eğer Tanrı, yaratmış oldukları için bu kadar hassas, dikkatli, sevgi dolu ve hayret verici bir ortam inşa etmişse, o zaman O’nun, insanların, bu Evren’i keşfetmesini, araştırmasını, takdir etmesini, ondan ilham almasını ve nihayetinde (en önemli iş olarak) Kendisini Evren yoluyla bulmasını istemesi gayet doğaldır.” Lee Strobel Dünyanın Özel Tasarlanmış Yeri Son astronomik bulgular, sistemdeki diğer gezegenlerin varlığının, Dünya’nın güvenliği ve yörüngesi için büyük önem taşıdığını göstermiştir. Jüpiter’in konumu buna bir örnektir. Güneş Sistemi’nin en büyük gezegeni olan Jüpiter, varlığıyla aslında Dünya’nın dengesini sağlamaktadır. Astrofizik hesaplamalar, Jüpiter’in bulunduğu yörüngedeki varlığının, sistemdeki Dünya gibi diğer gezegenlerin yörüngelerinin istikrarlı olmasını sağladığını -59- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz ortaya çıkarmıştır. Jüpiter’in Dünya’yı koruyucu ikinci bir işlevini ise, gezegen bilimci George VVetherill “Jüpiter Ne Kadar Özel” adlı bir makalede şöyle açıklar: Jüpiter’in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen var olmasaydı, Dünya gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve kuyrukluyıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu... Eğer Jüpiter olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi’nin kökenini araştırmak için var olamazdık.” Kısacası Güneş Sistemi’nin yapısı, insan için özel bir tasarıma sahiptir. Dünyanın Koruyucuları Dünya’yı kuyrukluyıldız ve asteroit tehlikesinden koruyan tek muhafız Jüpiter değildir. Satürn ve Üranüs’te bu konuda aktiftir. Asteroit çarpmalarına karşı ilk savunma hattımız Mars’tır. Asteroit kuşağının ucunda yer alır. Dünya’ya yönelik çarpmaların büyük bir kısmını engeller. Venüs de aynısını yapar. Eğer Dünya’ya bir gökcisminin çarpması halinde ne olacağına dair bir fikir edinmek istiyorsanız Ay’ın yüzeyine bakın!... “Eğer evren mükemmel bir işçiliğin ürünü olarak ortaya çıkmış olmasaydı bizler asla var olamazdık. Kanaatimce tüm bu koşullar Evrenin insanın hayat bulması için yaratıldığını göstermektedir.” John A. O’Keefe, Astronom, NASA “Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur...” (42/Şûrâ:12) Ay’ın Katkısı 1993 yılında Ay’ın Dünya ekseninin eğimini istikrarlı bir halde tuttuğu belirlendi. Mevsimlerin oluşumu açısından bu istikrar çok önemlidir. Ay olmasaydı Dünya’nın eğimi geniş bir spektrum içinde çok büyük değişiklikler gösterir bu da büyük ısı değişimlerine neden olurdu. Deniz ve okyanus dalgalarının yüzde altmışını Ay’a, yüzde kırkını ise Güneş’e borçluyuz. Dalgalar kıtalardan okyanuslara besin boşaltarak önemli bir iş görürler. Bu da okyanusların besin bakımından zengin olmasının önünü açar. Bilim adamları yalnızca bir-kaç yıl önce, Ay’dan kaynaklanan dalgaların ayrıca, geniş ölçekli okyanus sirkülasyonunun sürmesini sağladığını ortaya çıkardılar. Bu önemlidir. Çünkü okyanuslar yüksek rakımlardaki ısının yumuşak halde tutulması için gerekli ısıyı taşırlar. -60- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Ay eğer aynı yerde ve daha büyük bir kütleye sahip olsaydı, okyanus dalgaları aşırı derecede güçlü olacağı için ciddi güçlüklere neden olacaklardı. Bilindiği gibi Ay, Dünyanın dönüşünü yavaşlatmaktadır. Eğer Ay daha büyük bir kütleye sahip olsaydı, Dünya’yı daha fazla yavaşlatacaktı. Ayrıca, gece ile gündüz arasındaki ısı farklılıkları da çok fazla olacaktı. Günümüzde genellikle Ay’ın, Dünya’nın oluşumunun geç aşamalarında Mars boyutunda bir gök cismi ile çarpışması sonucunda oluştuğuna inanılmaktadır. Bu gibi Ay oluşturan çarpışmalar ne kadar nadirse, yaşanabilir gezegenler de o kadar nadirdir. “Gerçekler sağduyuya uygun bir şekilde izah edilirse, üstün akıllı birinin fizikle, kimyayla ve biyolojiyle oynadığı ve doğada sözünü etmeye değecek hiç bir kör gücün olmadığı anlaşılır.” Fred Hoyle “Onlar, ille de buluttan gölgeler içinde, ALLAH’ın ve meleklerinin kendilerine gelmesini mi beklerler?” (2/Bakara:210) Dünyanın Boyutları Dünya’nın kendi içinden gelen ısıyı çabucak kaybetmesini önlemek için belirli bir boyuta sahip olması gerekir. Radyoaktif elementlerin parçalanmasından gelen ısı, yerkürenin içinde hayati öneme sahip konveksiyon akımı döngüsünü harekete geçirir. Eğer Dünya, tıpkı Mars gibi, daha küçük olsaydı, bu döngü oluşamayacak ve hemen soğuyacaktı. Mars soğudu ve ölü hale geldi. Dünya şimdiki halinden biraz daha büyük bir kütleye sahip olsaydı, daha yüksek bir yüzeysel çekim ve okyanus tabanıyla dağlar arasında daha az yüzey gevşekliğine neden olunacaktı. Dağ tabanlarındaki kayalar kırılmadan önce çok daha fazla ağırlığa dayanabilecekti. Bir gezegenin yüzeysel çekiminin daha fazla olması, dağların üzerindeki çekim gücünün daha fazla olması ve daha düz bir yüzey oluşturmaya yönelik bir eğilim demektir. Gezegenimizin yüzeyi düz olsaydı, Dünya’nın üstü suyla dolu olacaktı. Şu anda bir su dünyasında olmamamızın tek nedeni suyun üzerine çıkan kıtalara ve dağlara sahip olmamızdır. Eğer bütün karalar düz olsaydı, suyun derinliği iki km.yi bulacaktı. -61- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Tektonik Tabakalar Tektonik tabakalar bir gezegendeki yaşamın ana şartı olabilir. İlginç olanı ise, Güneş sistemimizdeki bütün gezegenler ve uydular içinde tektonik tabakalar yalnızca Dünya’da bulunmaktadır. Çünkü herhangi bir gök cisminin tektonik tabakalara sahip olabilmesi, bu tabakaların kayabilmesi ve hareketinin kolaylaştırılabilmesi için okyanuslar dolusu suya ihtiyacı vardır. Tektonik tabakaların hayati yan ürünlerinden birisi sıra dağların oluşmasıdır. Bunlar, genellikle, tabakaların çarpışması ve kamburlaşmasıyla uzun süreler boyunca oluştular. Tektonik tabakalar aynı zamanda Dünya’nın karbondioksitini de (kaya döngüsü) harekete geçirir. Sera etkisini dengeleme ve gezegenin ısısını yaşanabilir bir düzeyde tutmada hayati bir rol oynar. “Yaşasın hayat veren!” Goethe -62- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Dünyanın Kileri: Madenler Maden cevherlerinin oluşumu ve yere yakın düzeye yerleştirilmeleri basit bir jeolojik rastlantı olmaktan çok daha önemli bir sonuçtur. Ancak belli bir fiziksel ve kimyasal olaylar serisinin, doğru ortamda ve doğru sıra ile meydana gelmesi ve onları, belli iklim şartlarının izlemesi, medeniyet ve teknolojinin gelişimi için hayati önem taşıyan bu bileşiklerden yüksek yoğunlukta doğmasını sonuç verir. Ve bu enerji kaynakları ince bir hesapla yeryüzüne yerleştirilmiştir. Baştan itibaren insanlığın nüfus artışına ve teknolojik gelişimine bağlı planlama kendini göstermektedir. Şöyle ki: İnsanlık iki yüz milyon oluncaya kadar, orman fazlası odun enerji kaynağı olarak yetiyordu. Dünya nüfusu milyara yaklaşır ve sanayi devrimi başlarken kömür keşfedildi. Yoksa Dünyanın bütün ormanları kısa sürede tükenecekti. Sonra nüfus hızla milyarlık seviyelere koşar ve sanayi tüketimi ise çok daha büyük oranlarda adeta geometrik katlamalarla büyürken petrol devreye girdi, aksi halde kömür de çok yetersiz kalacaktı. Nüfusun yedi milyara yaklaştığı günümüzde ise nükleer enerji nöbeti devralıyor... Bütün bunlar art arda gelen tesadüflerin mi ürünüdür? “Kâğıda yazdığımız “elma ” kelimesinin kendi kendine yazılmış olduğunu söyleseniz, hiç kimseyi inandıramazsınız. Ama sıra gerçek elmaya, Rabbani elmaya gelince bunun kendi kendine olduğunu, tesadüfen yazıldığını iddia eden insanlar çıkabiliyor.” Alaaddin Başar (ALLAH O’ndan Razı Olsun) “Hiç şüphesiz, gece ve gündüzün değişmesinde. ALLAH’ın göklerde ve yerde yarattığı varlıklarda, sakınan bir toplum için nice deliller vardır.” (10/Yunus:6) Güneş Tutulmasının Derin Anlamı Ya da Her Şey İnsana Göre Ayarlandı Dünyadaki insanların mükemmel Güneş tutulmaları izlemesini sağlayacak nadir özellikler şaşırtıcı biçimde bir araya gelmiştir. Ve bunu gerekli kılacak hiçbir fizik kuralı da bulunmamaktadır. Aslında Güneş sistemimizdeki dokuz gezegen ve onların altmış üç uydusu içinde, gözlemcilerin tam Güneş tutulmasını gözlemleyebileceği en iyi yer Dünya yüzeyidir. Gerçekten şaşırtıcı olan; tam Güneş tutulmalarının Güneşimizin Ay’dan dört yüz defa büyük olması, aynı zamanda da dört yüz kez uzakta -63- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz olması sayesinde meydana gelmesidir. Bu inanılmaz rastlantı mükemmel bir uyumu gösterir. Bu konfigürasyon ve Dünya’nın bir uyduya sahip en iç gezegen olması sayesinde, Dünya’daki gözlemciler Güneş’in kromosferindeki ve halelerindeki ince ayrıntıları diğer gezegenlerin hepsinden daha iyi görmektedirler. Bu da tutulmaları bilimsel bakımdan zengin kılmaktadır. Yani, Evrenimizdeki mükemmel Güneş tutulmalarının meydana geldiği yer ve zaman, onu gözlemleyebilecek varlıkların bulunduğu yer ve zamanla aynıdır. Ve en önemli olan taraf ise mükemmel Güneş tutulmalarının gözlenebilmesinin çok değerli bazı bilimsel keşiflerin de kapısını açmış olmasıdır. Bunlara üç örnek: 1- Mükemmel Güneş tutulmaları, bizim yıldızların yapılarını öğrenmemize yardım etmiştir. Astronomlar, tutulma sırasında spektroskop kullanarak Güneş’in renk spektrumunun nasıl üretildiğini öğrendiler ve bu data onların sonradan uzak yıldızların spektrumlarını yorumlamalarını kolaylaştırdı. 2- 1919 yılındaki tam Güneş tutulması sayesinde iki ayrı astronom ekibi yerçekiminin ışığı eğdiği gerçeğini teyit edebildi. Böylelikle Einstein’in ‘İzafiyet Teorisi” ispat edilmiş oldu. 3- Mükemmel Güneş tutulmaları astronomların geçen bir-kaç bin yıl boyunca Dünya’nın rotasyonundaki değişmeleri hesaplamalarına imkân sağlayan tarihsel bir kayıt oluşturdu. Bu sayede antik takvimler, modern takvim sistemiyle uyumlu hale getirilebildi. Bütün bu gerçeklerin anlattığı en büyük gizem, bize yaşanabilir bir gezegen kazandıran şartların aynı zamanda Evren’deki yerimizi bilimsel ölçüm ve keşifler yapabilmemiz için en mükemmel yer haline getirmiş olmasıdır. Bu gerçeğe dayanarak “yaşanabilirlik” ile “ölçülebilirlik” arasında çok hassas bir paralellik olduğunu söyleyebiliriz. Bizim var olmamızı mümkün kılan nadir özellikler aynı zamanda etrafımızdaki Evren hakkında keşifler yapmak için de en iyi genel ortamı sağlamıştır. Aslında Dünya’da her konuda bilimsel keşifler yapma şartları o kadar hassas ayarlanmıştır ki; bunları tamamen şansa bağlamak aklımızı ve vicdanımızı çok fazla zorlamak olacaktır. “ALLAH, görmekte olduğunuz gökleri bir direk olmadan yükselten, sonra Arş’a istiva eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdirendir. Hepsi belli bir süreye kadar akıp, gitmektedir. O. işi düzenler, ayetleri açıklar. Umulur ki, Rabbinize kavuşacağınıza tam olarak inanırsınız.” (13/Ra’d:2) -64- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Yaşanabilirlik ve Ölçülebilirlik... Diğer Deliller Yalnızca Samanyolu’nda yaşam için en uygun bir yerde bulunmakla kalmıyoruz, aynı zamanda bulunduğumuz yer astronomi ve kozmoloji uzmanları için çok çeşitli keşifler yapmaya en uygun genel platformu da sağlamaktadır. Bizim yerimiz galaksinin merkezinden uzaktadır ve Dünya’nın düz yüzeyi bize yakın ve uzak yıldızları gözlemlemek için özellikle ayrıcalıklı ve avantajlı bir konum sunmaktadır. Ayrıca bizim Evren’imizin Big Bang ile başladığını anlamamıza yardım ettiği için hayati önem taşıyan Kozmik Fon Radyasyonu”nu saptayacak mükemmel bir konumdayız. “Kozmik Fon Radyasyonu” Evren’in üç yüz bin yaşındaki halinin özellikleri hakkında çok değerli bilgiler içermektedir. Bu bilgileri edinmenin başka bir yolu yoktur. Ve eğer galaksimizde başka bir yerde bulunsaydık, bunu saptama yeteneğimiz büyük ölçüde engellenmiş olacaktı. Ay, Dünya’nın eğimini stabilize eder bu da bize yaşanabilir bir iklim kazandırır. Ay, aynı zamanda kutup bölgelerindeki derin buz depolarını da korumaktadır. Bu depolar bilim adamları için muazzam derecede önemli bilgi kayıt kaynaklarıdır. Buzun merkezinden örnekler alarak, araştırmacılar, yüzbinlerce yıl öncesine kadar giden bilgiler elde edebilirler. Buz özleri bize, kar yağışı, ısı, kutup bölgeleri civarındaki rüzgar, volkanik kül, metan ve atmosferdeki karbondioksit konusunda çok şey söyler. Hatta Dünya’nın manyetik alanının kırk bin yıl önce geçici olarak zayıfladığını bile kaydetmişlerdir. Yaşanabilirlik ile ölçülebilirlik arasındaki bir başka ilginç paralellik örneği de atmosferimizin şeffaflığıdır. Yüksek organizma metabolizmaları atmosferde yüzde on ila yirmi oranında oksijene ihtiyaç duyarlar. Bu miktar aynı zamanda ateşin yanması için gereklidir ve böylelikle teknolojinin gelişmesine de katkıda bulunmaktadır. Ayrıca görülmüştür ki; atmosferimizin kompozisyonu aynı zamanda atmosfere şeffaflığını da vermektedir. Eğer metan gibi karbon içeren atomlar açısından zengin olmasaydı, atmosferin bu şeffaflığı mümkün olmayacaktı. Ve şeffaf bir atmosfer, astronomi ve kozmoloji bilimlerinin doğmasına ve gelişmesine imkân sağlamıştır. Yaşanabilirlik ile ölçülebilirlik arasındaki bir başka ilginç bağlantı da tektonik tabakalarla ilişkilidir. Daha önce açıklandığı gibi, tektonik tabakalar -65- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz yaşanabilir bir gezegene sahip olmak açısından hayati önem taşımaktadır. Bu yerkabuğu tabakalarının hareketinin yan ürünlerinden birisi, depremlerdir ve depremler de aksi halde elde edilmesi mümkün olmayacak araştırma bilgileri sağlamaktadır. Gezegenin her yerindeki binlerce sismograf yıllar boyu depremleri ölçmektedir ve geçen yirmi otuz yıl boyunca bilim adamları elde edilen datayı Dünya’nın içyapısının üç boyutlu bir haritasını çıkarmak için kullanmayı başarmışlardır. Yaşam barındıran gezegenlerin gelişebilmesini sağlayacak ağır elementleri biriktirmek için süpernovalara (Yıldız patlaması) ihtiyaç vardır. Ve inanılmaz derecede yararlı olan özgün bir süpernova tipi “standart mum” olarak adlandırılmaktadır. “1a” tipi süpernovalar “ölçülebilir aydınlığa” sahiptirler ve bilim bunları uzaklıkları ölçmek ve Evren’in genişleme tarihini kestirmek için kullanmaktadır. Bir zamanlar Darwin polenin (çiçek tohumu) tasarlanmış olamayacağını, bir tesadüf ürünü olduğunu ileri sürdü. Çünkü çok az ihtiyaca karşın milyarca üretiliyordu ve neredeyse tamamına yakını anlamsız bir biçimde israf oluyordu. Ancak Darwin, polenin, geçmişin bilimsel keşfinde kullanabileceğimiz en yararlı araçlardan birisi olduğunu fark etmemişti. Zira polenin yaşı “Karbon 14” metoduyla belirlenebilmektedir. Göl tabanları ve buz özlerinde polen bulunduğunda bu katmanlı rezervlerin kaç yaşında olduğunu ve antik iklimin nasıl olduğunu anlamak için kullanılıyor. Darwin, poleni yalnızca biyolojik bakış açısıyla ele almıştı. Resme daha geniş baktığımızda ise, polenin, Darwin’in hiçbir zaman tahmin edemeyeceği başka bir kullanım alanının olduğunu anlıyoruz. Belki de aynı şey, Evren’in çeşitli yerlerindeki birçok diğer örnek için de geçerlidir. Şimşek Gübre Üretiminde Şimşek denince akla yakıp, yıkan bir güç gelir. Yararlı yanları da olabileceği ise pek düşünülmez. Hâlbuki şimşeğin çakması havada azot oksitlerinin oluşumuna neden olur. Bu azot ta yağmur ve kar aracılığıyla toprağa iner. Bitkiler, kökleri vasıtasıyla azotu doğal bir gübre olarak alırlar. Bu yolla üretilen azot miktarı dört bin iki yüz m2’ye sekiz kg.dır. Bu miktar ise yaklaşık iki yüz on kg. sodyum nitrata denk gelir ki bu da tam olarak bitkilerin gelişebilmeleri için ihtiyaç duydukları değer demektir. Bu işe tesadüf demek akılcı bir yorum mudur? -66- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Altın ve Gümüş Niçin Azdır? Ünlü Kur’an müfessiri Fahrüddin-i Razi’den (ALLAH O’ndan Razı Olsun) takip ediyoruz: “Bir düşün, insanlar nasıl ince sanatlar ve değerli ürünler meydana getiriyorlar? Sonra denizin derinliklerinden balıkları nasıl çıkarıyor, göz alıcı yüksekliklerden kuşları nasıl yakalıyorlar, buna rağmen altın ve gümüşü meydana getirmekten nasıl aciz oluyorlar? (Sadece bu satırların yazıldığı Ortaçağ’da değil 21.yy.da bile...) Bir. bak! Bu aciz kalışın sebebi şudur: Altın ve gümüşün yaratılmalarının hikmeti bir değer (para) olmalarıdır. Bu hikmet ise ancak, onlar az miktarda olurlarsa mümkün olur. O halde, insanlar bu ikisini meydana getirebildikleri takdirde, bunların yaratılışındaki hikmet boşa çıkmış olur. İşte bundan dolayı Cenab-ı Hakk, bu hikmeti ortaya koymak ve bu nimetin devamını sağlamak için, bunların insanlar tarafından üretilebilmelerinin önüne bir engel koymuştur. Bu sebepten ötürü, yaratılmışlara zararı olmayan şeyleri elde etmede, insanlara güç vermiş, böylece onlar, bakırdan sarı madeni, kumdan, camı elde edebilmişlerdir: Bu incelikler ve akıllara hayret verici örnekleri insan düşündüğünde, bütün bu işlerin Hakîm, Kadîr ve Alîm bir yaratıcıya muhtaç olduğuna inanmaya mecbur kalır.” (Tefsir-i Kebir, II, 119) “Her önemli buluştan sonra fizikçilerin ortak tepkisi; tabiattaki zerafet ve incelik karşısında duyulan bir zevk ve şaşkınlık karışımıdır: “Bunu, bu şekilde yapmayı hayatta düşünmezdim. ” Eğer doğa, bizi dahiliği ile hayrette bırakan mekanizmaları yürütebilecek kadar “zeki” ise, bu fiziksel evrenin ardında zeki (bilinçli) bir tasarımın varlığı için ikna edici bir kanıt değil mi? Eğer Dünya’nın en dahi insanları bile doğadaki derin işleyiş ve mekanizmaları ancak güçlükle çözebiliyorlarsa, bütün bu işlerin, kör tesadüfün bir ürünü, sersem bir kazanın sonucu olduğunu farz etmek nasıl mümkün olabilir? Fizik kanunlarını ortaya çıkarmak çeşitli açılardan bir bulmacayı doldurmaya benzer. Bulmacada, kelimelerin kazara birbirleri ile uyumlu bir şekilde bir araya geldiklerini asla düşünmeyiz.” Paul Davies “Güneş ve ay bir hesaba göre hareket ederler.” (55/Rahman:5) -67- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Ay, Dünyanın Hizmetinde Eğer Ay olmasaydı, Dünya atmosferi yüzlerce kez daha yoğun bir yapıya sahip olacaktı. Bu durumda Güneş ışığı Dünya’ya ulaşamayacaktı, fotosentez gerçekleşemeyecek ve doğal olarak yaşam da oluşamayacaktı. Eğer Ay olmasaydı, Dünya kendi ekseni etrafındaki dönüşünü on saatte tamamlardı. (Beş saati gece, beş saati gündüz olan bir gün düşünün! Atmosferde dev fırtınalar yaşanacaktı. Yaşam yine imkânsız olurdu. Eğer Ay olmasaydı, Ay’a çarpmış olan göktaşlarının (bazıları Ay yüzeyinde iki yüz elli km.ye ulaşan kraterlere neden olmuştur) büyük kısmı Dünya’ya çarpacaktı. Bu durumda da yaşamdan söz etmek anlamsız olurdu. Ve bazılarına göre Ay tamamen tesadüflerin ürünüdür! Tabii eğer inanırsanız! “ALLAH, geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katar; güneşle ayı ise buyruğu altına almıştır. Her biri belirtilmiş bir süreye kadar akıp gider. İşte Rabbiniz ALLAH’tır. Mülk O’nundur. O’nu bırakıp taptıklarınız ise bir çekirdek zarına bile sahip değillerdir.” (35/Fâtır:13) -68- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Denizlerin Hikmeti Çok büyük ısı değişikliklerinin meydana gelmemesi için Dünya’nın kendi etrafında yüksek bir hızla dönmesi gerekir. Fakat o zaman da oluşacak olan merkezkaç kuvvetler Dünya gezegeninin kararlılığını azaltıp, dengesiz hale gelmesine yol açacaktır. Soğutma için başka bir yola, adeta doğal bir termostata ihtiyaç vardır. Termostat görevi görecek olan bu eleman, örneğin kaya gibi katı bir cisim olursa, ısı iletkenliği büyük olacağından ısı, hızla Dünya’nın derinliklerine kaçıp kaybolacaktır. Termostat elemanının sıvı bir madde olması gereklidir. Bu madde, gündüz ısıyı depolayıp, gece muhafaza edebilecek ve gezegenin büyük kısmını kaplamış olacaktır. Aksi halde bir ise yaramaz. Evet bu harika termostat sudur. Ve Dünya yüzeyinin dörtte üçü onunla kaplıdır. Tam da gereken özelliklere sahiptir ve tam da gereken miktardadır. Sizce de bu bir tesadüf müdür? Bazıları öyle olduğunu iddia ediyorlar da... Ama bu kadar da değil! Su, başka yollardan da Dünya sıcaklığının sabit kalmasını sağlar. Eğer Güneş’ten gelen ısı, herhangi bir anda çok şiddetli olur ve Dünya çok ısınırsa, bu durum aşırı buharlaşmaya neden olur. Buharlaşan su atmosferde yükselip soğuyarak bulutları oluşturur. Bulutlar da Güneş ışıklarını geri yansıtarak Dünya’nın daha fazla ısınmasını engeller. Sıcaklık çok düşerse yağış olarak tekrar yeryüzüne inerek ortadan kalkarlar ve Güneş ışınlarının Dünyaya ulaşmasının yolunu açarak, sıcaklığı yeniden artırırlar. Bütün bu yapılanlar mükemmel bir termostat hizmetidir. Bilinçli bir hizmet! Acaba kim için ve Kim tarafından?... Su ile sağlanan yaşam mucizesi yukarıda anlatılanlarla da sınırlı değildir. Bakın daha neler var!... Yeryüzü sıvı, katı ve gaz halinde çok büyük bir su kütlesine sahiptir. Ne var ki toplam suların yüzde doksan yedisi tuzludur. Dünya’nın tatlı suyunun yüzde yetmiş beşi ise kutuplarda ve katı (buz) halindedir. Geriye kalan suyun içilebilir durumda olanı ise yüzde birdir. Ama bunun da büyük kısmı ulaşılamayacak derinliklerdeki yer altı sularıdır. Canlıların ihtiyacı için kalan su ise göllerde ve nehirlerdeki suların binde beşidir. Ve bu miktardaki su yeryüzünde bulunan bütün canlılara yetmektedir. -69- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Dünyanın Kara-Su Oranı Dünya sularının yüzde doksan yedi oranında okyanuslardaki tuzlu sulardan oluşmuş olması ince bir hesabın ürünüdür. Çünkü tatlı suyun insanlara taşınması, okyanus ve denizlerden buharlaşan suların bulutlarda birikip yağmurlarla tekrar Dünyaya dönmesi şeklinde gerçekleşir. Dünya yüzeyinin yüzde yetmişten fazlasını kaplayan okyanus ve denizler, geriye kalan karaları sulayarak buharlaşmayı en ideal değerlerde sağlamaktadır. Karalar, Dünya üzerinde daha geniş bir yer kaplıyor olsaydı, denizler yetersiz kalır ve Dünya karalarının büyük kısmı çöle dönerdi. Karalar eğer daha az olsaydı, bu kez de, insanlar için yaşam ve tarım alanları çok daralır ve bu dar alanlar da aşırı yağmur nedeniyle verimsiz olurdu. Dolayısıyla dünya üzerindeki su-kara oranı, insan için en ideal değerlerdedir. Bu durum John Ray isminde bir 18.yy. İngiliz doğa bilimcisi tarafından şöyle ifade edilmektedir: “Eğer Dünya üzerinde şimdi olduğunun yarısı kadar deniz olsaydı, o zaman su buharı miktarı da şimdikinin yarısı kadar olacaktı, dolayısıyla biz de kuru toprakları beslemek için şu an sahip olduğumuz nehirlerimizin ancak yarısına sahip olacaktık, çünkü su buharının miktarı, üzerinden yükseldiği yüzeyin genişliğiyle bağlantılıdır. Dolayısıyla ilim Sahibi Yaratıcı, bunu öyle bir şekilde düzenlemiştir ki, denizler, karalar için gereken su buharını temin etmeye yetecek bir genişliğe sahiptir.” Ve bu durum ilginç Kur’an mucizelerinden birinin de konusudur. “Kara” kelimesi Kur’an’da on üç kere geçerken, “deniz” kelimesi otuz iki kere geçmektedir. Bu rakamların toplamı bize kırk beş sayısını verir. Eğer karaların Kur’an’da bahsediliş sayısı olan 13’ü 45’e bölersek %28,8889 sayısını buluruz. Denizlerin Kur’an’da bahsediliş sayısı olan 32’yi 45’e böldüğümüz zaman ise %71,1111 sayısını buluruz. Bu oranlar ise, gezegenimizdeki su ve kara parçalarının gerçek oranıdır Kara 13 kere, 13/45 = 28,8889 Deniz 32 kere, 32/45 = 71,1111 Toplam 45 kere = % 100 Yeryüzünün Su Çevrimi Şu anda yeryüzünde suyun oluşumuna olanak sağlayacak kadar yüksek ısı yoktur. Dünyada var olan su, dünyanın oluşumu sırasındaki yüksek sıcaklık sonucunda oluşan su miktarıdır. Bu miktarda hiçbir zaman bir değişme olmaz. İçtiğimiz, kullandığımız, besinlerle aldığımız su, bize her an düzenli olarak -70- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz arıtılmış şekli ile geri gelir. Çünkü su, sıcaklıktan etkilenerek 3 farklı halde bulunabilir. Katı hale gelen su, adeta rezerve edilmiş gibi kutuplarda dev buzullar şeklinde saklanmaktadır. Yeryüzünde kullanılan su ise, gaz haline dönüşebildiği için buharlaşarak havaya yükselir ve burada yeniden insanların kullanımına sunulacak şekilde sıvı hale dönüşüp yağmur olarak yeryüzüne düşer. Kısacası bizler, suya özel olarak verilmiş bu nitelikler sayesinde defalarca aynı suyu içer, defalarca aynı suyu kullanırız. Su, ALLAH’ın dilemesi ile bizlere “arıtılmış” hali ile sürekli olarak ikram edilir. Suyun Olağanüstü Termal Özellikleri Bilinen tüm maddeler ısıları düştükçe büzüşürler. Bilinen tüm sıvılar da yine ısıları düştükçe büzüşür, hacim kaybederler. Hacim azalınca yoğunluk artar ve böylece soğuk olan kısımlar daha ağır hale gelir. Bu yüzden sıvı maddelerin katı halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Ama su, bilinen tüm sıvıların aksine, belirli bir ısıya (+4°C’ye) düşene kadar büzüşür, ama sonra birdenbire genleşmeye başlar. Donduğunda ise daha da genleşir. Bu nedenle suyun katı hali, sıvı halinden daha az yoğundur. Yani buz, aslında “normal” fizik kurallarına göre suyun dibine batması gerekirken, su üstünde yüzer. -71- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Suyun bu özelliği, Dünya üzerindeki denizler açısından çok önemlidir. Eğer bu özellik olmasa, yani buz suyun üzerinde yüzmese, Dünya üzerindeki suyun çok büyük bir bölümü tamamen donacak, göllerde ve denizlerde hiçbir yaşam kalmayacaktı. Bu gerçeği biraz detaylı olarak inceleyelim. Dünya’nın pek çok yerinde soğuk kış günlerinde ısı, 0°C’nin altına düşer. Bu soğuk elbette denizleri ve gölleri de etkiler. Bu su kütleleri giderek soğurlar. Soğuyan tabakalar dibe doğru çöker. Ancak bu denge sıcaklık 4°C’ye gelince birden değişir, bu kez ısının her düşüşünde, su genleşmeye ve hafiflemeye başlar. Böylece 4°C’lik su en altta kalır. Daha yukarıda 3°C, onun üstünde 2°C, böylece devam eder. Suyun yüzeyi ise 0°C’ye vararak donar. Ama sadece yüzey donmuştur. Yüzeyin altında kalan 4°C’lik bir su tabakası, balıkların ve diğer su canlılarının yaşamlarını sürdürmeleri için yeterlidir. Eğer böyle olmasa ne olurdu? Su “normal” davransaydı, tüm diğer sıvılar gibi onun da ısı kaybına paralel olarak yoğunluğu artsaydı, yani buz suyun dibine batsaydı ne olurdu? Bu durumda okyanuslar, denizler ve göllerde, donma alttan başlayacaktı. Alttan başlayan donma, yüzeyde soğuğu kesecek bir buz tabakası olmadığı için, yukarı doğru devam edecekti. Böylece Dünya’daki göllerin, denizlerin ve okyanusların çok büyük bölümü dev birer buz kütlesi haline gelecekti. Denizlerin yüzeyinde sadece birkaç metrelik bir su tabakası kalacak ve hava sıcaklığı artsa bile, dipteki buz asla çözülmeyecekti. Böyle bir Dünya’nın denizlerinde hiçbir canlı yaşayamazdı. Denizlerin ölü olduğu bir ekolojik sistemde kara canlılarının varlığı da mümkün olamazdı. Kısacası Dünya, eğer su “normal” davransaydı, ölü bir gezegen olacaktı. Suyun neden “normal” davranmadığı, yani 4°C’ye kadar büzüştükten sonra neden birdenbire genleşmeye başladığı ise, hiç kimsenin cevaplayamadığı bir sorudur. Suyun İdeal Akışkanlık Değeri Kılcal damarların amacı, vücudun dört bir yanındaki hücrelerin her birine gerekli oksijen, enerji, besin, hormon gibi maddeleri taşıyabilmektir. Bir hücrenin bir kılcal damardan yararlanabilmesi için de, ondan en fazla 50 mikronluk bir mesafe kadar uzak olması gerekir. (Bir mikron, milimetrenin binde biridir.)Daha uzakta kalan hücreler, beslenemeyerek öleceklerdir. -72- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz İşte bu nedenle insan vücudu öyle bir şekilde yaratılmıştır ki, kılcal damarlar vücudun her bir parçasını ağ gibi sarar. Vücudumuzdaki ortalama 5 milyar kılcal damarın toplam uzunluğu 950 km.yi bulur. Bazı memelilerde, tek bir santimetrekarelik bir kas alanı içinde, 3000 tane açık kılcal damar yer alır. Eğer insan vücudunun en küçük kılcal damarlarının 10 bin tanesini yan yana getirirsek, toplam kalınlıkları ancak bir kurşun kalemin kurşun kısmı kadar olur. Bu kılcal damarların çapı, 3-5 mikron arasında değişir. Bu, milimetrenin binde üçü ya da beşi demektir. Ancak elbette kanın bu kadar daracık damarlar arasında tıkanmadan ve ağırlaşmadan hareket edebilmesi, suyun yüksek akışkanlığı sayesinde mümkün olmaktadır. Michael Denton, bu akışkanlığın birazcık bile daha düşük olması durumunda hiçbir kan dolaşımı sisteminin işe yaramayacağını şöyle anlatır: Bir kılcal damar sistemi, ancak kanalların içine pompalanan sıvının yüksek bir akışkanlığa sahip olması durumunda çalışır. Yüksek akışkanlık çok önemlidir, çünkü sıvının damar içindeki hareketi, sıvının akışkanlığına doğru orantı ile bağlıdır... Buradan açıklıkla görmek mümkündür ki, eğer suyun akışkanlığı sadece birkaç kat daha fazla olsa, kılcal damarlardaki kan akışı için çok büyük bir pompalama basıncı gerekecek ve herhangi bir kılcal damar sistemi işlemez hale gelecektir. Eğer suyun akışkanlık değeri biraz az olmuş olsa ve en küçük kılcal damarın çapı 3 mikron yerine 10 mikron olmak zorunda kalsa, bu kılcal damarlar, yeterli oksijen ve glikoz oranını ulaştırabilmek için (beslemeleri gereken) kas dokusunun neredeyse tamamını kaplayacaklardır. Açıktır ki, (bu durumda) geniş yaşam formlarının dizaynı imkânsız hale gelecek ya da olağanüstü derecede sınırlanacaktır. Dolayısıyla, suyun hayata uygun bir temel olabilmesi için, akışkanlığının şu anda sahip olduğu değere çok çok yakın olması, zorunludur.” Bir başka deyişle, suyun tüm diğer özellikleri gibi akışkanlığı da, yaşam için olabilecek en ideal değerdedir. Sıvıların akışkanlıkları arasında milyarlarca kat farklılıklar vardır. Ama su, milyarlarca farklı akışkanlık değeri içinde tam olması gereken değerle yaratılmıştır. “Hamd, alemlerin Rabbi ALLAH’a mahsustur.” (1/Fatiha:2) -73- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Eğer… Eğer Albedo Etkisi (Yeryüzünden yansıyan Güneş ışığının, Yeryüzüne Ulaşan Güneş ışığına oranı) daha fazla olsaydı, Dünya hızla buzul çağına girerdi. Eğer daha az olsaydı, Sera etkisi aşırı ısınmaya yol açar ve Dünya önce buzdağlarının erimesi yüzünden sular altında kalır sonra da kavrulurdu. Eğer yerkabuğu daha kalın olsaydı, atmosferden yerkabuğuna çok daha fazla miktarda oksijen aktarılırdı. Eğer yerkabuğu daha ince olsaydı, volkanik hareketlerin fazlalığı yüzünden Dünya’da yaşam imkânsız olurdu. Eğer sismik hareketler (depremler) daha fazla olsaydı, sürekli bir yıkım ve imkânsız bir yaşam olurdu. Eğer sismik hareketler daha az olsaydı, Okyanusların derinliklerindeki besinler üst katmanlara çıkamaz, yaşam önce okyanuslarda biterdi, sonra bütün Dünyada. Eğer yerçekimi daha güçlü olsaydı, Dünya atmosferinde çok fazla amonyak ve metan birikir ve yaşam çok zorlaşırdı. Eğer yerçekimi daha zayıf olsaydı, atmosfer çok fazla su kaybeder, yaşam imkânsızlaşırdı. Eğer Dünya’nın büyüklüğü daha fazla olsaydı, yerçekimi çok artar, amonyak ve metan birikimi nedeniyle atmosfer zehirlenirdi. Eğer Dünya’nın büyüklüğü daha az olsaydı, yerçekimi çok azalır, atmosferi Dünya’nın etrafında tutamaz, uzaya dağılmasına neden olurdu. Eğer Dünya’nın manyetik alanı daha güçlü olsaydı, çok sert elektromanyetik fırtınalar yüzünden yaşam devam edemezdi. Eğer Dünya’nın manyetik alanı daha zayıf olsaydı, “Güneş Rüzgârı” adı verilen ve Güneş’ten fırlatılan zararlı partiküllere karşı Dünya’nın hiçbir koruması kalmazdı. Bu durum yaşamın sonu olurdu. Yerkürenin Kütlesi Manyetik Alan Dünya’nın kütlesinin yanı sıra, içyapısı da yaşam için özel bir tasarıma sahiptir. Bu içyapıdaki tabakalar sayesinde, Dünya bir manyetik alana sahiptir ve bu manyetik alan yaşamın korunması için çok önemlidir. Press ve Siever bu konuyu şöyle açıklar: -74- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz “Dünya’nın çekirdeği ise çok büyük bir hassasiyetle dengelenmiş ve radyoaktivite tarafından beslenen bir ısı motorudur... Eğer bu motor daha yavaş çalışsaydı, kıtalar şu anki yapılarına ulaşamazlardı... Demir hiçbir zaman erimez ve merkezdeki sıvı çekirdeğe inmezdi ve böylece Dünya’nın manyetik alanı hiçbir zaman oluşmazdı... Eğer Dünya’nın daha fazla radyoaktif yakıtı olsaydı ve dolayısıyla daha hızlı bir ısı motoru bulunsaydı, volkanik bulutlar Güneş’i kapatacak kadar kalın olur, atmosfer aşırı derecede yoğun hale gelir ve Dünya yüzeyi de hemen her gün volkanik patlamalar ve depremlerle sarsılırdı.” Press ve Siever’in sözünü ettikleri manyetik alan, yaşamımız için büyük öneme sahiptir. Bu manyetik alan, yukarıda belirtildiği gibi, yerkürenin çekirdeğinin yapısından kaynaklanır. Çekirdek, demir ve nikel gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. İç çekirdek katı, dış çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu iki katmanı birbiri etrafında hareket eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak bir manyetik alan oluşturur. Atmosferin çok daha dışına kadar uzanan bu alan sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur. Güneş dışındaki yıldızlardan kaynaklanan öldürücü kozmik ışınlar, Dünya’nın etrafındaki bu koruyucu kalkanı geçemezler. Özellikle de Dünya’nın on binlerce kilometre uzağında halkalar çizen Van Allen Kuşakları, Dünya’yı bu öldürücü enerjiden korur. Söz konusu plazma bulutlarının, kimi zaman Hiroşima’ya atılan gibi 100 milyar atom bombasına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Aynı şekilde kozmik ışınlar da çok şiddetli olabilirler. Ama Dünya’nın manyetik alanı, tüm bu öldürücü ışınların sadece %0.1’ini geçirmekte ve bu binde birlik ışınlar da atmosfer tarafından emilmektedir. Bu manyetik alanı, üretmek için kullanılan elektrik enerjisi bir milyar amperlik bir akımdır ki, insanlığın tüm tarihi boyunca ürettiği elektrik enerjisinin toplamına yakındır. Eğer Dünya’nın bu manyetik kalkanı olmasa, yeryüzündeki yaşam sık sık öldürücü ışınlarla tahrip edilecek, belki de hiç var olmayacaktı. Ama Press ve Siever’in belirttiği gibi, yerkürenin çekirdeği tam olması gerektiği gibi olduğu için, Dünya bu şekilde korunur. Bir başka deyişle, gökyüzünde, Kur’an’daki “Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık. Onlarsa hala gökyüzünün ayetlerinden yüz çevirmekteler” ayetiyle (Enbiya Suresi, 32) dikkat çekildiği gibi, bizler için kurulmuş özel bir koruyucu kalkan vardır. “Elbette göklerin ve yerin yaratılması, insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmezler” (40/Mü’min:57) -75- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Dünyadaki Isı Dengesi Yeryüzünün şekilleri ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya’nın ekvatoru ile kutupları arasında yaklaşık 100°C’lik bir ısı farkı vardır. Eğer böyle bir ısı farkı fazla engebesi olmayan bir yüzeyde gerçekleşmiş olsaydı, hızı saatte 1000 km. ye varan fırtınalar Dünya’yı allak bullak ederdi. Oysa ki yeryüzü, ısı farkından dolayı ortaya çıkması muhtemel kuvvetli hava akımlarını bloke edecek engebelerle donatılmıştır. Bu engebeler, yani sıradağlar, Çin’de Himayalalarla başlar, Anadolu’da Toroslarla devam eder ve Avrupa’da Alpler’e kadar sıradağlar halinde uzanarak batıda Atlas okyanusu, doğuda Büyük Okyanus’la birleşir. Okyanuslarda ise ekvatorda oluşan fazla ısı, sıvıların ısı farkını dereceli bir şekilde dengelemesi sayesinde kuzeye ve güneye doğru aktarılır. Bu sırada Dünya’nın atmosferinde ısıyı sürekli dengeleyen birtakım otomatik sistemler de vardır. Örneğin bir bölge çok fazla ısındığında su buharlaşması artar ve bulutlar çoğalır. Bu bulutlar ise Güneş’ten gelen ışınların bir kısmını geri yansıtarak aşağıdaki havanın ve yüzeyin daha fazla ısınmasını engeller. -76- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Dünyanın Dönüş Hızının Isı Dengesindeki Rolü Dünya’nın kendi etrafındaki yüksek dönüş hızı ısının dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya sadece 24saatlik bir süre içinde kendi etrafını dolaşır ve bu sayede geceler ve gündüzler kısa sürer. Kısa sürdükleri için de gece ile gündüz arasındaki ısı farkı çok azdır. Bu dengenin önemi, bir günü bir yılından daha uzun süren ve bu yüzden gece-gündüz arasındaki ısı farkı 1000°C’yi bulan Merkür ile karşılaştırıldığında görülebilir. Ve Muhteşem Bir Sanat Eseri: Atmosfer Oksijen atmosferde olması gereken ideal orandadır: %21. Daha fazla olsaydı ne olurdu. Michael Denton’dan izleyelim: “Atmosferimiz daha fazla oksijen içerebilir ve buna rağmen hayatı destekleyebilir miydi? Hayır! Oksijen çok reaktif bir elementtir.Şu anda atmosferde bulunan oksijeninin oranı, yani yüzde 21, yaşamın güvenliği için aşılmaması gereken sınırların tam ideal noktasındadır. Yüzde 21’in üzerine artan her yüzde birlik oksijen oranı, bir yıldırımın orman yangını başlatma olasılığını %70 artıracaktır. ” “İngiliz biyokimyacı James Lovelock ise aynı konu hakkında şöyle yazar: “Yüzde 25’lik bir oksijen oranının daha yukarısında, şu anda kullandığımız bitkisel besinlerin çok azı, tüm tropik ormanları ve arktik tundraları yok edecek olan dev yangınlardan korunabilirdi... Atmosferin şu anki oksijen oranı, tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamdadır.” Atmosferdeki oksijen oranının dengede kalması da, mükemmel bir “geri dönüşüm” sistemi sayesinde gerçekleşir. Hayvanlar devamlı olarak oksijen tüketirler ve kendileri için zehirli olan karbondioksiti üretirler. Bitkiler ise bu işlemin tam tersini gerçekleştirir, karbondioksiti hayat verici oksijene çevirerek canlıların devamlılığını sağlarlar. Her gün bitkiler tarafından milyarlarca ton oksijen bu şekilde üretilerek atmosfere salınır. Bu iki canlı grubu, yani bitkiler ve hayvanlar, eğer aynı reaksiyonu gerçekleştirselerdi Dünya çok kısa sürede yaşanılmaz bir gezegene dönüşürdü. Örneğin hem hayvanlar hem de bitkiler oksijen üretselerdi, atmosfer kısa sürede “yanıcı” bir özellik kazanır ve en ufak bir kıvılcım dev yangınlar çıkarırdı. Sonunda da Dünya dev bir “tüp patlaması”yla yanarak kavrulurdu. Öte yandan eğer hem bitkiler hem de hayvanlar karbondioksit üretselerdi, bu kez atmosferdeki oksijen hızla tükenir ve bir süre sonra canlılar nefes almalarına rağmen “boğularak” toplu halde ölmeye başlarlardı. -77- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Işık Atmosfer Uyumu Atmosfer yaşam için gerekli olan görülebilir ve yakın kızılötesi ışınlarını geçirmekte, yaşam için öldürücü olan diğer ışınların geçişini ise kesin biçimde engellemektedir. Bu ise, Güneş dışı kaynaklardan Dünya’ya ulaşan kozmik ışınlara karşı çok önemli bir “süzgeç” oluşturmaktadır. Denton bu konuyu şöyle açıklar: “Atmosfer gazları, görülebilir ışığın ve yakın kızılötesinin hemen dışında kalan tüm diğer ışınları ise çok güçlü bir biçimde yutarlar. Dikkat edilirse, atmosferin elektromanyetik yelpazenin çok geniş alternatifleri içinde, geçişine izin verdiği yegâne ışınlar görülebilir, ışık ve yakın kızılötesini kapsayan daracık alandır. Nerede ise hiç gama, mor ötesi ve mikrodalga ışını Dünya yüzeyine ulaşmaz.” Buradaki tasarımın inceliğini görmemek mümkün değildir. Güneş 1025‘te 1 ihtimalin arasından sadece bize yararlı olan ışınları yollamakta, atmosfer de zaten sadece bu ışınları geçirmektedir. (Güneş’in yolladığı çok az orandaki yakın morötesi ışınların büyük bölümü de, ozon tabakasına takılmaktadır.) Konuyu daha da ilginç hale getiren bir başka nokta ise, suyun da aynı atmosfer gibi son derece seçici bir geçirgenlik özelliğine sahip olmasıdır. Su içinde yayılabilen ışınlar, sadece görülebilir ışıktır. Atmosferden geçebilen (ve ısı sağlayan) yakın kızılötesi ışınlar bile, suyun içinde sadece birkaç milimetre ilerleyebilirler. Dolayısıyla Dünya üzerindeki denizlerde, sadece yüzeydeki birkaç milimetrelik tabaka Güneş’ten gelen ışınlarla ısınır. Bu ısı daha aşağı doğru kademeli bir biçimde iletilir. Böylece belirli bir derinliğin altında, Dünya’daki tüm denizlerin ısısı birbirine çok yakındır. Bu ise deniz yaşamı için çok uygun bir ortam meydana getirmektedir. Suyla ilgili daha da ilginç bir başka nokta ise, görülebilir ışığın farklı renklerinin de suyun içinde farklı mesafelere kadar gidebilmesidir. Örneğin 18 metrenin altında kırmızı ışık sona erer. Sarı ışık 100 metre kadar bir derinliğe ilerleyebilir. Yeşil ve mavi ışık ise, 240 metreye kadar iner. Bu ise son derece önemli bir tasarımdır. Çünkü fotosentez için gerekli olan ışık, öncelikle mavi ve yeşil ışıktır. Suyun bu ışık rengini diğerlerinden çok daha fazla geçirmesi sayesinde, fotosentez yapan bitkiler denizlerin 240 metre derinliklerine kadar yaşayabilir. Tüm bunlar çok önemli gerçeklerdir. Işıkla ilgili hangi fiziksel kanunu incelesek, her şeyin tam yaşam için olması gerektiği gibi olduğu ortaya çıkmaktadır. -78- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Encyclopaedia Britannica’da yer alan bir yorum, bunun ne kadar olağanüstü bir durum olduğunu şöyle kabul etmektedir. “Dünya’daki yaşamın farklı yönleri için görülebilir ışığın ne kadar önem taşıdığını düşündüğümüzde, atmosfer ve suyun ışık geçirgenliğinin bu denli dar bir alana sıkıştırılmış olduğu gerçeği karşısında, insan kendisini şaşkınlığa düşmekten alı koyamamaktadır.” “O göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendi katından size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (45/Casiye:13) “Üstlerindeki gökyüzüne bakmadılar mı? Onu nasıl bina ettik? Nasıl süsledik? Onun hiçbir gediği yok.” (50/Kaf:6) Atmosfer Basıncı Eğer atmosfer basıncı şu an ki değerinden beşte bir kadar azalsa, denizdeki buharlaşma oranı çok fazla yükselecek ve atmosferde çok yüksek oranlara varacak olan su buharı tüm Dünya üzerinde bir “sera etkisi” oluşturarak gezegenin ısısını aşırı derecede yükseltecektir. Eğer atmosfer basıncı su an ki değerinden bir kat daha fazla olsa, bu kez de atmosferdeki su buharı oranı büyük ölçüde azalacak ve Dünya üzerinde karaların tamamına yakını çölleşecektir. Eğer atmosfer olmasaydı, sıcaklık gündüzleri 110 °C, geceleri de -184 °C olurdu. Eğer atmosfer olmasaydı, gökyüzü simsiyah görünecekti. Uzaydan bakıldığında da Dünya, mavi bir gezegen olarak değil de siyah görünecekti. Ozon tabakası Güneş’ten gelen öldürücü morötesi ışınları absorbe ederek Dünya’da yaşamın devamına imkân sağlar. Ozon’un % 90’ını 50 km yukarıda yoğunlaştırıp bununla tüm yeryüzünü kaplasaydık toplam kalınlığı sadece 3,5 mm. olurdu. “Astronomi bizi benzersiz bir olaya, yoktan yaratılan bir Evrene ve altında yatan bir plana (“doğaüstü” denebilecek bir plana) sahip bir Evrene götürüyor.” Nobel ödüllü Arno Penzias -79- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Yağmurun Oluşumu Ölçümlere göre, yeryüzünden bir saniyede 16 milyon ton su buharlaşmaktadır. Bir yılda bu miktar 505 trilyon tona ulaşır. Bu, aynı zamanda bir yılda Dünya’ya yağan yağmur miktarıdır. Yani su, sürekli bir denge içinde, “bir ölçüye göre” dönüp durmaktadır. Yeryüzündeki hayatın devamı da, bu su döngüsü sayesinde sağlanır. İnsan sahip olduğu tüm teknolojik imkânları kullansa dahi bu döngüyü asla yapay olarak gerçekleştiremez. Eğer bu miktarda çok küçük bir değişiklik olsa bile, kısa bir zaman sonra büyük bir ekolojik dengesizlik ortaya çıkacak ve bu da hayatın sonunu getirecektir. Fakat hiçbir zaman böyle olmaz; yağmur, Kur’an’da bildirildiği gibi, yeryüzüne her sene aynı miktarda inmeye devam eder. Yağmurdaki ölçü sadece miktarında değil, aynı zamanda yağmurun damlalarının düşüş hızında da söz konusudur. Yağmur damlası ne kadar büyük olursa olsun yeryüzüne düşme hızı belli bir limitin üzerine çıkamaz. Nobel ödüllü Alman fizikçi Philipp Lenard, çalışmaları sonucunda yağmur damlarının çapları genişledikçe, düşme hızlarının arttığını tespit etmiştir. Ancak düşme hızındaki bu artış, yağmur damlasının çapı 4.5 mm olana kadar devam etmektedir. Daha büyük yağmur damlalarında ise, düşme hızları saniyede 8 m.yi geçmemektedir. Bunun sebebi damlaların düşerken aldıkları şekildir. Yağmur damlarının bu özel şekli, atmosferin sürtünme etkisini arttırır ve damlaların belli bir hız limitini aşmalarını önler. Yağmur bulutlarının oluşabilmesi için üzerine su buharının yoğunlaşabileceği bir çekirdeğe ihtiyaç vardır. Bu çekirdek bazen kozmik ışınlar veya radyoaktif maddelerden oraya buraya saçılmış elektrik yükleridir. Bunlardan daha sık olarak meteor tozlarıdır. Evet, uzaydan atmosfere girerken yanan meteorların toz haline gelmiş kalıntıları israf edilmez, yağmur çekirdeği olarak kullanılır. Ya da volkanlardan göğe yükselen toz ve küller... Etraflarında yağmur damlaları oluşturularak tekrar Dünya’ya yollanır. Ama yağmur bulutlarının oluşumunda çekirdek olarak en yoğun kullanılan malzeme deniz tuzudur. Rüzgârlarla havaya kaldırılan tuz zerrecikleri rahmet olarak bir yağmur damlasını yüklenirler ve Dünya’ya geri dönerler. -80- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Denizlerde Tuz Dengesi Dünya’da yaşamın oluşabilmesinin bir nedeni de okyanusların Güneş’le aydınlanan, enerji zengini bir yüzeye sahip olmalarıdır. Bu yüzey besleyici minerallerle doludur. Dalgalar ve yağmurlar kıtalardan besinleri okyanuslara taşır. Bu besinler oradaki organizmaları besler. Su dünyasında, bu yaşam için büyük önem taşıyan minerallerin birçoğu dibe çökecektir. Bu temel bir sorundur. Ve bunun yanı sıra, bir su dünyasındaki tuz konsantrasyonu yaşamı imkânsız kılacak kadar yüksek olacaktır. Yaşam ancak belli düzeylerde tuzluluğu tolere edebilir. Bu durumda da akla şu soru gelir: “Okyanuslar ve denizler tuzlu... Öyleyse Dünya bunu düzenlemeyi nasıl başarıyor?” Kıyı boyunca geniş, bataklık bölgelere sahibiz. Bu bölgeler sığ olduğu için, okyanuslardan bu bölgelere gelen su çabucak buharlaşarak tuzu ardında bırakır. Böylece kıtalarda dev tuz rezervleri elde edilir. Ve okyanusun içeriği de kontrolden çıkmaz. -81- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Sonsuz Tasarım Seçeneği: Kar Kristali Birbirleriyle gevşek bir şekilde bağlanarak kar tanesini meydana getiren kristaller birbirlerinden o kadar farklı şekillerde oluşurlar ki, hiçbir kar tanesi bir diğerine benzemez. Karlı bir günde sadece bir büyüteçle bile kar tanelerinin birbirlerinden tamamen farklı şekillere sahip olduğunu açıkça görebilirsiniz. Yeryüzüne birbirinin aynısı olan bir çift kar tanesinin düşme ihtimali oldukça zayıftır. Şimdi sadece bulunduğunuz yere yılda ne kadar kar tanesinin düştüğünü bir düşünün. Bol kar yağan dağları ve her zaman sıfırın altındaki sıcaklığı ile kutupları bir düşünün. Bütün bunları bir kenara bırakıp bir genelleme yapın ve her yıl dünyaya düşen kar miktarını bir düşünün. Şaşırtıcı olan şudur: Elinizde bir imkânınız olsa ve bütün bu kar tanelerini bir araya getirip inceleyebilseniz hepsinin birbirlerinden tamamen farklı olduklarını görürsünüz. Bunun nedeni, kar tanelerini meydana getiren su moleküllerinin moleküler özelliği ve kar kristallerinin buna bağlı olarak farklı geometrik yapılarda oluşmalarıdır. “... asıl anlamamız gereken yüzyıl öncesine göre konumların ne denli dramatik bir biçimde değiştiğidir. İnananlar eskiden, aksi tüm görüşlere rağmen Evren’in sonsuz olmadığı ve belli bir zaman önce yoktan var edildiğini kabul etmek zorundaydılar. Ama günümüzde durum tümüyle farklıdır. Oysa şimdi ateistler, aksi tüm görüşlere rağmen Evren’in bir başlangıcı olmadığına onun açıklanamayacak bir şekilde sonsuz olduğuna dair imanlarını korumaya uğraşıyorlar. İnananlar ise öğretilerinin genel astrofizik ve kozmolojik görüşlerle çelişmediğini bilerek rahatlıkla yollarına devam edebilirler. Günümüzde rahatsız olan ve azınlıkta kalanlar onlar değil ateistlerdir.” William L. Craig Tüm su moleküllerinin yapısı temelde aynı olmasına rağmen bu moleküller bazen birbirinden farklılaşabilirler. Oluşan her 5000 su molekülünden birinde hidrojen atomu yerine bir döteryum atomu bulunabilir. Ve her 500 molekülün birinde 16 kütle numaralı oksijen yerine 18 kütle numaralı oksijen bulunabilmektedir. Bu farklılık, bir araya gelerek kristalleşen buzlar arasında bir kombinasyonun meydana gelmesine neden olur. Çünkü tek bir kar tanesinde 10l8su molekülü bulunmaktadır. Su moleküllerinin yukarıda anlattığımız farklılaşmaları nedeni ile tek bir kar tanesini meydana getiren moleküllerin 1015 tanesi diğerlerinden farklı olacaktır. Bu hesaba -82- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz göre, iki kar tanesinin tamamen aynı düzenlemeye ve şekle sahip olması 1024’de bir ihtimaldir. Ve böyle bir ihtimalin, Evrenin başlangıcından bu yana gerçekleşmiş olma olasılığı sıfırdır. “Göklerde ve yerde olanların tümü, mülkün sahibi, noksanlıklardan münezzeh, emrinde galib, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibi olan ALLAH’ı tesbih ederler.” (62/Cum’a: 1) Varoluş nasıl açıklanabilir? “Tesadüf” mü yoksa “İnce Ayar” mı? Şimdi bu soruyu canlılara soruyoruz. Acaba canlılar dünyası ne diyor? Yine ilk olarak “Tesadüf” taraftarlarının açıklamalarından birkaç örneğe yer verelim. “Ne yeryüzüne gelişimizin başlangıcını, ne de gidişimizi kesinlikle bilemiyoruz. Bir kör gelişle, bir kör gidiş varlığımızın iki ucu! Ne sorumlu biri, ne de bilinçli bir güç var bize bunu açıklayacak olan! Bütün canlılar gibi insan da yalnız yeryüzünde... kurtlar, kuşlar, böcekler, karıncalar gibi tıpkı!” A. Rıza Ergüven, Tanrılar Neyi Yarattı?, sh:74 “... bugün bütün Dünya, yarasaların, daha doğrusu yarasalar üzerinde çalışan doğal seçilimin, bu sistemi milyonlarca yıl önce mükemmel hale getirdiğini ve yarasa “radarının” bir mühendisi hayranlıktan serseme döndürecek bir başarıya eriştiğini biliyor...” Richard Dawkins, Kör Saatçi, sh:2 “Bir yarasa, bir makinedir... teknoloji deneyimlerimiz, bizi, girift bir makinenin oluşumunda bilinçli ve amaçlı bir tasarımcının aklını görmeye de hazırlıyor. İşte, canlı makineler söz konusu olduğunda yanlış çıkan bu ikinci sezgimiz. Canlı makineler söz konusu olduğunda, “tasarımcı” bilinçsiz doğal seçilimdir: Kör saatçi” Richard Dawkins, Kor Saatçi, sh:46 “Canlılar, basit başlangıçların, rastlantı eseri hayat kazanabilecek kadar basit ilksel varlıkların, kerte kerte, adım adım dönüşümüyle ortaya çıktı. Bu yavaş evrim sürecindeki her değişim, kendinden bir öncekine kıyasla, rastlantı eseri oluşabilecek kadar yalındı.” Richard Dawkins, Kör Saatçi, sh:55 “Açıklamalarımızda bir miktar rastlantıya yer verebiliriz.” Richard Dawkins, KörSaatçi, sh: 178 Kuramlarımızda kullanabileceğimiz ve kullandıktan sonra hala yaşamın doyurucu bir açıklamasını yaptığımızı öne sürebileceğimiz, salt rastlantıdan, salt katışıksız mucizevi şanstan oluşan en büyük tek olay nedir? Bir maymunun şans eseri “Bence bir gelinciğe benziyor” yazabilmesi için çok -83- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz fazla rastlantıya gereksinimi var, ama bu şansın miktarı yine de ölçülebilir. Bunun 10 milyar kere milyon kere milyon kere milyon kere milyon kere milyonda (1040) bir olduğunu hesapladık. Kimse böylesine büyük bir sayıyı (Evrendeki atomların yarısı kadar) tam olarak anladığını veya düşünebildiğini söyleyemez.” Richard Dawkins, Kör Saatçi, sh: 181 “Şans tek başına, her yeniliğin, biyosferdeki bütün oluşumların kaynağıdır. Saf şans, tamamıyla özgür; ama kör, muazzam evrim fikrinin tam da kökenindedir. Biyolojinin temel görüşü... günümüzde makul tek hipotez olup, gözlenen ve denenen gerçeklerle uyuşan tek hipotezdir. Hayatın her türlüsü şans eseri meydana gelmiştir.” Jacques Monod, Chance and Necessity, “Biz insanlar ve tüm canlılar durgun suda meydana gelmiş garip bir kaza eseriyiz.” Bertrand Russell, Religion and Science, sh:22 İşte böyle... Bazı insanlar, Evrendeki atomların yarısı sayısında bir ihtimali kabul edebiliyor ama bir olan ALLAH’a (Şanı En Yüce) inanmaya sırt dönüyor. Bakalım bu konuda “Canlılar” dünyasına ait bilimsel olgular ne diyor? Canlılığın Temel Yapıtaşları Ve Tesadüf İhtimali Aminoasit, protein, enzim ve hücre... Canlıyı oluşturan temel yapı taşları. Şimdi bunlardan başlayarak canlılarda ve canlılığın oluşumunda etkin olan temel seçiciyi görmeye çalışalım. “Tesadüf” mü, yoksa “İnce Ayar” ve “İnsani İlke mi?”... “Hayatın oluşumu için, elektronların sayısı protonların sayısıyla 1037’de bir kadar doğruluk derecesinde hassas bir şekilde dengelenmelidir. Bu denge, olmadan yıldızların oluşumunda çok önemli olan yerçekimi kuvveti ve gezegenler, elektromanyetik kuvvete gark olacaktı. Hugh Ross, 1037’nin kavranılmasının zor olduğunu ifade eder ve değerin kesinliğini göstermek için aşağıdaki görsel benzerliği verir: “Bütün Kuzey Amerika kıtasını Ay’a kadar 10 cent parayla kaplayın (yaklaşık 384.551 km. yükseklik). Sonra, buradan Ay’a kadar uzayıp giden 10 centleri Kuzey Amerika büyüklüğünde bir milyar kıtanın üzerine yığın. Bir 10’luğu kırmızıya boyayın ve milyarlarca 10’luğun içine atıp karıştırın. Bu kadar 10’luk arasında kırmızıyı seçme oranı 1037’de biridir. Ve bu, hayatın oluşmasına imkân tanıyan bu kadar hassas derecedeki parametrelerden sadece biridir. ” Dean L. Overman (Düzen, sh: 169) -84- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz “Aminoasitler cansızdır. Bunların birbirleriyle planlı bir şekilde bağlanmalarıyla protein molekülleri meydana gelir. Proteinler artık canlılık özellikleri göstermeye başlar. Alfabemizde 29 harf vardır. Hiçbir harf tek başına bir anlam ifade etmez. Ama birbirleriyle münasip şekilde birleşirlerse, milyonlarca kelime, milyonlarca anlamlı cümle oluşturabilirler. Aminoasitler de, planlı, kasıtlı bir şekilde birleşirlerse protein molekülleri olarak bir anlam ifade eder. Aminoasitler, cansız bir ortamda oluşamazlar. 1951 yılında Stanley - Miller’ın Dünya’nın milyonlarca yıl önceki ilkel şartlarında aminoasitlerin tesadüfen oluşabileceğini kanıtlamak için yaptığı meşhur deney, evrimcilerin Kâbe gibi 30 yıl büyük kanıt diye kutsadıkları Piltdown Fosili kadar fos çıkmıştır. Miller’ın deneyi dürüstçe tekrarlandığında toplama kabında bir tek aminoasit bulunamamıştır. Üstelik Miller, deney koşullarını Dünyanın o yıllardaki atmosfer şartlarına da benzetememiştir. Cansızlar dünyasında sağ elli (D), sol elli,(L) asitler eşit orandayken, canlılar dünyasında hiçbir protein molekülünde sağ elli (Dexro) aminoasitlerden oluşmuş protein molekülüne rastlanmamıştır. 20 aminoasidin tesadüfen dizilip, işe yarar bir tek protein molekülü oluşturma ihtimali; 10236’da 1’dir. Dünya var olalıdan beri Dünya’daki tüm atomların aminoasit oluşturmaya müsait elementler olduğunu varsaysak, tüm elementlerin akıl almaz bir hızla birleşip oluşturabilecekleri aminoasit zinciri; 1075 ‘tir. 10236’yı buna bölersek; 10161 kalır. (Trilyon kelimesini 13 defa tekrarlayın) 20 aminoasitin bir tane işe yarar protein oluşturma i h t i m a l i; 1 ‘den sonra 160 adet sıfır koyacaksınız (bunu okuyabilirseniz bravo size) bunda 1 ihtimal. Dikkat edin, daha bir canlı ortaya çıkmadı. Protein molekülünden söz ediyoruz. Bu arada, Evren’deki tüm atomların sayısının 1079 olduğunu, Evren’in yaşının 1017 saniye olduğunu göz önünde bulundurmakta yarar var.” Saadettin Merdin (Tanrı’ya Koşan Fizik, sh:399) “Aslında tüm biyolojik dünyada gördüğümüz düzen için tek alternatif açıklama özel yaratılıştır.” Niles Eldredge, Paleontolog, Evrimci “Proteinlerin sahip olması gereken üçüncül yapı olarak adlandırılan belli bir sarma seviyesi vardır. Bu, proteinin bir işlevi yerine getirmesi için gereklidir. En azından 75 veya daha fazla asidiniz yoksa bu proteindeki üçüncül yapıyı elde edemezsiniz. Şimdi bir proteinin tesadüfen meydana gelmesi için neye gereksinim duyacağınızı ele alalım. -85- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz İlk olarak aminoasitler arasındaki doğru bağlara ihtiyacınız vardır. İkinci olarak amino - asitlerin sağ ve sol versiyonları gelir ve sizin yalnızca solak olanlarına sahip olmanız gerekecektir. Üçüncü olarak, aminoasitlerin bir cümledeki gibi, belirli bir dizide bağlanması gerekir. Tüm bunların, kendi başlarına doğru bir şekilde bir araya gelip, tesadüfen, oldukça küçük ve fonksiyonel bir proteini yapma olasılıkları, yüz bin trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyon çarpı trilyonda bir ihtimaldir. Bu, on sayısının ardına 125 tane sıfır koyarsak elde edeceğimiz bir rakamdır. Ve bu yalnızca, bir protein molekülü olacaktı. Minimal düzeyde kompleks bir hücre, tamamının yalnızca, 100 milyon yılda tamamlanmış olmasını da hesaba katmak gerekir. Bu zaman dilimi, yeryüzünün soğumasıyla, keşfettiğimiz ilk mikro fosillerin arasındaki tahmini zaman dilimidir. Şu ihtimallerin karşısına şansı bir açıklama olarak ileri sürmek, gerçekten naturalistik bir mucize beklemek demektir. Bu, cehaletin itirafıdır. ‘‘Bilmiyoruz” demenin diğer bir yoludur.” Stephen C. Meyer (Akıllı Tasarım, sh: 126) -86- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Türkiye’nin tanınmış bilim adamlarından evrimci Prof. Dr. Nevzat Baban, protein oluşumunda matematiksel olarak tesadüfün imkânsızlığını şu şekilde belirtmektedir: “Molekül ağırlığı 34.000 olan, bileşiminde 288 aminoasit bulunan ve 12 farklı aminoasitten yapılmış teorik bir protein molekülünün 10300 farklı yapısı bulunabileceği hesaplanmıştır. Bu farklı şekillerden birer molekülün bir araya gelmesiyle meydana gelecek kitlenin ağırlığı 10280 gramdır. Hâlbuki dünyamızın tüm kütlesinin sadece 1027 gram olduğu düşünülecek olursa... Ortalama bir protein molekülü 400 aminoasitten meydana gelir. Bunun bir diğer anlamı da şudur: Evrendeki bütün atomlar her işi bırakıp yalnızca bu proteini oluşturmak için durmadan rastgele birleşseler, Evrenin var oluşundan bu yana geçen milyarca sene ve Evrendeki tüm atomların sayısı bir protein molekülünün “tesadüfen” oluşabilme ihtimali için yetersizdir. Kısacası, 400 aminoasitten oluşan ortalama bir protein molekülünün tesadüfen meydana gelmesi, tek kelimeyle, imkânsızdır. Dahası, canlılığın gelişiminde bir basamak daha ilerlediğimizde, bu “imkânsız” kelimesinin bile yetersiz kaldığını görürüz. Çünkü tek bir protein hiçbir şey ifade etmemektedir. Şimdiye kadar bilinen en küçük bakteriden bir olan Mycoplasma Hominis H 39’un bile 600 çeşit proteine sahip olduğu görülmüştür. Bu durumda, tek protein için yaptığımız üstteki ihtimal hesaplarını 600 çeşit protein üzerinden yapmamız gerekir. Bu durumda karşılaşacağımız rakamlar, insan aklının alamayacağı boyutlara ulaşır. Bir tanesinin bile tesadüfen oluşması imkânsız olan bu proteinlerden ortalama bir milyon tanesinin tesadüfen uygun bir şekilde bir araya gelip eksiksiz bir insan hücresini meydana getirmesi ise, milyarlarca kez daha imkânsızdır. Kaldı ki hücrenin yapısında proteinlerden başka karbonhidrat, lipit, su, elektrolitler (anyon ve katyon) ve vitaminler bulunmakta ve hepsi birçok farklı organelin içinde yapı taşı ve yardımcı moleküller olarak kullanılmaktadır. Bu hücrelerden 100 trilyonun tesadüfen oluşup, insanın iç ve dış organlarını kusursuz olarak meydana getirecek bir biçimde ve düzende birleşmesinin nedenli imkânsız bir şey olduğunu anlatmak için, ne yazık ki uygun bir kelime bulmak mümkün değil.” Hemoglobin proteinini meydana getiren aminoasit dizilimi, sahip olduğu özel dizilimi yitirdiği anda işe yaramaz bir aminoasit yığınından başka bir şey olmayacaktır. Bu molekülün kendisi için belirlenmiş özel aminoasit -87- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz dizilimine tesadüfen sahip olabilmesi ancak 10950’de 1 ihtimaldir. Yani imkânsızdır. Hoyle ve Wickramsinghe canlı bir bakterinin kendiliğinden meydana gelme ihtimalinin 10 40.000 ‘de 1 olduğunu hesaplamışlardır... Shapiro daha gerçekçi şartlara dayanarak hesaplamalar yapan Morowitz’den bahsetmektedir: ‘Harold Morowitz tarafından daha gerçekçi bir hesap yapılmıştır... Morowitz tarafından hesaplanan karşılık, Hoyle’un ihtimallerini tamamen anlamsız hale getirir: 10100.000.000.000’de 1 ihtimal... Bu matematik hesabını daha yakından incelemek gerekmektedir. Önce 10 sayısının yanına yüz milyar sıfır getirmemiz ve bu inanılmaz sayı içinden tek bir ihtimali kabul etmemiz gerekir. Oysa matematikte 1050 de 1’den küçük ihtimaller “sıfır ihtimal” olarak kabul edilirler. Kısacası öyle bir olasılığın gerçekleşmesi imkânsızdır. Ülkemizin evrim teorisi savunucularından Prof. Dr. Cemal Yıldırım, aşağıdaki sözleriyle bir enzim molekülünün hücre dışında, rastlantılarla oluşma olasılığından yola çıkarak yaşamın rastgele meydana gelmesinin imkânsızlığını aslında açıkça belirtmiş olur: Tipik bir enzim 100 aminoasitten oluşur. 20 tane aminoasit bulunduğuna göre, 20100 kombinasyon söz konusudur. Bu kadar kombinasyon içinde bir seferde şans eseri belli bir enzimin oluşma olasılığı 10130 ‘da birdir. Evrimci moleküler biyolog Prof. Dr. Ali Demirsoy ise enzimin oluşma olasılıklarını belirtirken şaşkınlığını gizlememiştir: “Bir enzim ortalama 100 aminoasitten meydana gelmiştir. 100 aminoasitten gelmiş bir enzimin 20 aminoasitle verdiği kombinasyon 20100 ‘dür. Tüm Evrendeki atom sayısının 1080, Evrenin oluşumundan bugüne kadar geçen saniyelerin sayısının 1016 olduğu düşünülürse, belirli bir dizilime sahip bir enzimin ortaya çıkma şansının ne kadar düşük olduğu anlaşılabilir. Bu durumda enzimler nasıl ortaya çıkmıştır? Bir evrimcinin (Fred Hoyle) tahminlerine göre ise canlı bir organizmada 2000 farklı kompleks enzim tipi bulunmaktadır. Bunların bir tanesinin, rastgele, karmaşık işlemlerle 20 milyar yılda bile meydana gelmesi mümkün değildir. Bu olasılık hesapları karşısında dilerseniz tekrar bir durup düşünelim. Hatırlanacak olursa tek bir noktanın içinde galaksimizdeki yıldız sayısından daha fazla atom bulunmaktadır. Evrendeki atom sayısı ise 1080‘dir. 10 sayısının yanında 80 sıfır insanın kavrama sınırlarının çok ötesinde bir -88- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz sayıdır. Bu durumda 100 aminoasitlik bir enzimin tesadüflerle oluşumunu ifade eden 10130’da 1 ihtimal, pratik matematiksel karşılığı sıfır olan yani meydana gelmesi imkânsız olan bir ihtimaldir. Bu açık gerçek karşısında, vücuttaki milyonlarca özel molekül arasından seçilmiş olan tek bir enzimin bile tesadüfen meydana gelemeyeceği matematiksel olarak da kanıtlanmaktadır.” “Yale Üniversitesi’nden Harold J. Morowitz, en basit canlının (bir virüs) yaşayabilmesi için en az 239 çeşit değişik proteine ihtiyacı olduğunu hesaplamıştır. Asgari 239 çeşit proteine ihtiyaç duyan canlının her bir proteini asgari 40 aminoasit birimi ihtiva etmektedir. Bu kadar basit bir canlının peş peşe istediği 239 çeşit proteinin aminoasitlerle bağlanıp, bir canlı hücre meydana getirebilme şansı 119. 776 sıfırlı bir sayının yanında sadece 1 ihtimaldir. Yani, bir evrimci size en basit bir canlının oluşabilme ihtimalinin 10-119776 olduğunu söylemek zorunda kalacaktır. Bu rakamı yazmak için 50 m. uzunluğunda özel bir kâğıt siparişi vermelisiniz. En basitinden bir tek canlının, tesadüfen oluşma şansı bu kadar imkânsızdır. Siz bir de yeryüzünde var olan 5 milyon bitki ve hayvan türünün tesadüfen oluşmasının imkânsızlığını hesaba katın. Yine her bir türün, binlere, milyonlara, bazen trilyonlara varan bireylerini hesaba katın. Bir cm’de bulunan, sayıları 100 milyonlara erişen bakterileri hesaba katın. Yalnız bu basit mikrop, virüs henüz kendi kendini çoğaltamaz. RNA’ya, enzimlere ihtiyacı vardır. DNA ile enzimler arasında çok sıkı bir ilişki vardır. DNA, yalnız birtakım enzimlerin yardımı ile eşlenebilirken, bu enzimlerin sentezi de ancak DNA’daki bilgilerle gerçekleşir. Bu yüzden eşleşmenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda mevcut olması gerekir. Mesela, basit insülin molekülünün oluşması için toplam 51 aminoasitin özel olarak dizilip bağlanması gerekir. 20 çeşit amino-asit’in tesadüfen bir insülin molekülü oluşturma ihtimali, 2x1050 de 1 olur İnsülini sentezleyen proinsülin adındaki diğer bir protein molekülü; 84 amino-asitli bir proteindir. Bunun tesadüfen oluşması 10109’dur. Evren’in bütün atomları amino-asit olsa bile tesadüfen bu molekülü oluşturma şansı hala, 1030’da 1’dir. -89- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz İnsülin en basit proteinlerdendir. Hemoglobin ise, 547 aminoasidin belli bir sırayla dizilmesiyle oluşmuş dev bir moleküldür. Ayrıca insan hemoglobinlerinin 100 çeşidi vardır. Bir alyuvar hücresinde 280 milyon hemoglobin olup, yetişkin bir insanın kanındaki alyuvarlarında 5,6x1018 hemoglobin molekülü bulunur. Vücudumuzun her saniye 10.000 alyuvar ürettiğini hesaba katarsak, her saniye 3 milyon kere milyon hemoglobin üretilmektedir. Hücrelerdeki kimyasal reaksiyonlara aracılık eden proteinlere enzim denir. Bir karaciğer hücresinde 1000 tane değişik enzim bulunduğunu göz önüne getirin. Her bir enzim değişik bir kimyasal olayı kolaylaştırmakla görevlidir. Hücrelerimizdeki ribozomlar, enzim üretilen kimya fabrikalarıdır. Bu enzimlerden her biri, saniyede 100 bin ile 1 milyar molekül üretebilecek, dizebilecek kapasiteye sahiptir. DNA’sız en ufak bir canlı yoktur. DNA’lar 200 bin protein molekülünün sarmal şeklinde çiftler halinde bir merdiven gibi birleşmesiyle oluşmuştur. DNA gibi kompleks sistemlerin şans eseri meydana gelebilmesine ne Evren’in tüm atomları ve ne de Evren’in ömrü yeterli gelmez. 20 milyarı x60x60x60 ile çarpmanız gerekir. Hâlbuki Dünya’nın yaşı 4,6 milyardır. Tabii biz bu hayalperestlere çok avans veriyoruz.Dünyadaki atomlar değil, tüm Evren’deki atomlar DNA yapmak için uğraşsa yine de bir tane olsun DNA tesadüfen ortaya çıkmaz. Kaldı ki, tüm Evren’in %99’u hidrojen ve helyum’dan meydana gelir. DNA yapmak için bunlar hiçbir işe yaramaz.Vücudumuzun her bir hücresinde DNA sarmallarında, vücudumuza ait tüm bilgiler, özel şifreler (2 milyon sayfa tutan bilgiler) mevcuttur. Bir saç kılında sizi ele veren tüm bilgiler-parmak izi gibi- mevcuttur. -90- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Bütün hücrelerin çekirdekçiği içinde 1 mm.nin milyonda biri kadar kısmında sarmal iplikçiler şeklinde DNA molekülleri vardır. Mesela insanın bir hücresindeki DNA ipekçilerini toplayıp, uç uca ekleseniz, 1,5 m. uzunluğa erişebilir. Hücre ile ilgili bütün faaliyetleri DNA idare eder. DNA’nın içinde her biri 5 bin sahife olan 4 bin cilt kitaba sığdırılabilecek bilgi kodlanmıştır. DNA’yı dev bir bilgisayara benzetebiliriz. Tipik bir DNA kromozom molekülü 5 milyar çift nükleotid dizisinden meydana gelir.” Saadettin Merdin (Tanrı’ya Koşan Fizik, sh; 399-400) “Şansa veya tesadüfe yönelik durum zorlayıcıdır. En basit seviyedeki canlı madde son derece karmaşıktır. Moleküler biyolojideki keşifler, afallatıcı karmaşıklıkta bir dünya ortaya çıkarmaktadır. Tek hücreli bir bakteri bile 10 milyon x10 milyon sayıda atomdan ve muazzam miktarda komut veya bilgi içeriğinden ibarettir. Michael Denton, hayatın oluşumunun tesadüfi veya rastgele süreçlerden olduğu hususunda şüpheci davranan birçok matematikçi ve biyologun bakış açısını özetler: “1966 yılında “Darwin’in Evrim yorumuna matematiksel itirazlar” adıyla yapılan ve akademik kariyeri tartışılmayacak kadar mükemmel matematikçileri ve biyologları bir araya getiren Wistar Enstitüsü Sempozyumu’nda Sir Peter Medawar açılış konuşmasında, şansın rolüne dair yaygın bir haldeki şüphecilik hissinin varlığına dikkat çekti. Biyolojik adaptasyonların aşırı karmaşıklığı ve becerikliliği tarafından ileri sürülen zorluklar, modern biyolojinin hiçbir alanında belki de hücrenin büyüleyici yeni moleküler dünyasında olduğu kadar belirgin değildir. Hayatın gerçekliliğini moleküler biyolojinin ortaya çıkardığı şekilde kavrayabilmek için hücreyi, çapı 20 km. olana. Londra veya New York gibi büyük bir şehri kaplayacak büyüklükte dev bir hava gemisine benzeyene kadar bir milyar kere büyütmemiz gerekir. Böyle yapınca göreceğimiz sey, benzersiz bir karmaşıklıkta ve uyarlanabilir tasarımda bir nesne olacaktır. Hücrenin yüzeyinde büyük bir uzay gemisinin içeri giren ve dışarı çıkan hiç durmayan madde akışını sağlamak için açılıp kapanan giriş yerleri gibi milyonlarca kapı göreceğiz. Bu kapıların birinden girecek olsaydık, kendimizi üstün bir teknolojiye ve hayret verici bir karmaşıklığa sahip bir dünyada bulacaktık. İşte bu nereye baksak, hangi derinliğe insek, şans düşüncesini yok eden kesinlikle üstün bir kalitenin zerafetini ve maharetini bulacağımız bir gerçeğin, mükemmelliğin katıksız evrenselliğidir. Rasgele süreçlerin, en küçük parçasının (bir protein veya gen) kendi yaratıcı kapasitemizin ötesinde bir karmaşıklıkta olduğu, şansın antitezi haline geldiği ve insan aklı tarafından meydana getirilen her şeyden her manada üstün olan bir gerçeklik yapmış olabileceği inanılır bir şey midir?” Tesadüf taraftarlarını yıldıran bir başka engel de, karmaşıklığın insan beyninde inanılmaz şekilde fazlalaşmasının açıklamasıdır. Tek bir hücrenin büyük karmaşıklığı, her biri beyin hücrelerini birbirine bağlayan 10 bin ila -91- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz 100 bin arasında lif barındıran 10 milyardan fazla sinir hücresine (beyin hücreleri arasındaki toplam bağlantı 1015 tir.) sahip insan beyni karşısında solup gitmektedir. Özellikle her beyin lifinin, beynin iletişim sisteminde özel bir işlev sağladığı düşünülürse bu sayı son derece büyüktür. Bu sayıyı bir perspektife yerleştirecek olursak, bu bağlantılar, Dünya üzerindeki toplam haberleşme ağındaki bağlantı sayısının 100 katından fazlasını temsil eder! Böyle bir sistemin akıllı insanlar tarafından yapılma ihtimali bile son derece düşüktür. Böyle bir yapılışın tesadüfen oluşması iddiası, en hafif bir ifadeyle (saflık) olarak adlandırılabilir. “Non ex quovisligno Mercurius fit” (Her kütükten Merkür yapılmaz) yine Michael Denton’dan alıntı yapacak olursak; Beyne uzaktan benzeyen bir nesneyi yapmak için benzersiz uyarlanabilen bağlantıların çok fazla sayıda olması yüzünden, böyle bir yapılış en karmaşık mühendislik tekniklerini uygularken bile sonsuzluk gerektirecektir. Şüphesiz benzersiz bileşimlerin katıksız sayıları açısından biyolojik sistemlerin karmaşıklığı çok etkileyecidir ve şu belirgin soruyu ortaya çıkarır: Herhangi bir saf rastgele süreç türü, eldeki mevcut zamanda bu tür sistemleri yapabilir mi?” Dean L. Overman (Düzen, sh: 90) “Bugünkü mevcut bilgilerin ışığında dürüst bir adam ancak şunu söyleyebilir: Bir anlamda hayat mucizevi bir şekilde ortaya çıkmıştır. Bunun gerçekleşmesi için çok fazla bir koşul bir araya getirilmelidir.” Francis Crick, Biyokimyacı, DNA’yı keşfeden... Tuzun Yapısı Sodyumla klorun yaptığı ortaklık sonucunda günlük hayatta kullandığımız tuz ortaya çıkar. Bildiğiniz sofra tuzu, aslında bu iki atomun elektron alışverişinden başka bir şey değildir. Burada belirtilmesi gerekeni önemli bir nokta, tuzu oluşturan sodyumun aslında patlayıcı, klorun ise zehirli olmasıdır. Kusursuz, planlı ve bilinçli tasarımın sonucunda patlayıcı ve zehirli atomların karışımdan ihtiyacımızı karşılayan bir madde çıkmaktadır. Işık Klorofil Uyumu Amerikalı astronom George Greenstein, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında fotosentez konusunda şunları yazmaktadır: Fotosentezi gerçekleştiren molekül, klorofildir. Fotosentez mekanizması, bir klorofil molekülünün Güneş ışığını absorbe etmesiyle başlar. Ama bunun gerçekleşebilmesi için, ışığın doğru renkte olması gerekir. Yanlış renkteki ışık, işe yaramayacaktır. Bu konuda örnek olarak televizyonu verebiliriz. Bir televizyonun, bir kanalın yayınını yakalayabilmesi için, doğru frekansa ayarlanmış olması -92- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz gerekir. Kanalı başka bir frekansa ayarlayın, görüntü elde edemezsiniz. Aynı fotosentez için de geçerlidir. Güneş’i televizyon yayını yapan istasyon olarak kabul ederseniz, klorofil molekülünü de televizyona benzetebilirsiniz. Eğer bu molekül ve Güneş birbirlerine uyumlu olarak ayarlanmış olmasalar, fotosentez oluşmaz. Ve Güneş’e baktığımızda, ışınlarının renginin tam olması gerektiği gibi olduğunu görürüz. Yapraklar Ve Altın Oran Çevremizdeki bitkilere, ağaçlara baktığımızda dalların birçok yaprakla kaplı olduğunu görürüz. Uzaktan baktığımızda, dalların ve yaprakların gelişigüzel, dağınık bir şekilde dizilmiş olduklarını düşünebiliriz. Oysa, her ağaçta, hangi dalın nereden çıkacağı ve yaprakların dal çevresinde dizilişleri, hatta çiçeklerin simetrik şekilleri dahi belirli sabit kurallar ve mucizevi ölçülerle belirlenmiştir. Bitkiler ilk yaratıldıkları günden beri bu matematik kurallarına harfi harfine uyarlar. Yani hiçbir yaprak veya hiçbir çiçek tesadüfen ortaya çıkmaz. Bir ağaçta kaç dal olacağı, dalların nereden çıkacağı, bir dal üzerinde kaç yaprak olacağı ve bu yaprakların hangi düzenlemeye yerleşeceği önceden bellidir. Ayrıca her bitkinin kendine özgü dallanma ve yaprak diziliş kuralları vardır. Bilim adamları bitkileri sadece bu dizilişlerine göre tanımlayıp sınıflandırabilmektedirler. Olağanüstü olan ise, örneğin Çin’deki bir kavak ağacı ile İngiltere’deki bir kavak ağacının aynı ölçü ve kurallardan haberdar olmaları, aynı oranları uygulamalarıdır. Her bitkiyi kendine özgü matematiksel hesaplarla en estetik şekilde yaratan, tesadüfler olamaz elbette. Bitki türüne göre değişen bu diziliş şekilleri dairesel veya sarmal yapı şeklindedir. Bu özel dizilişin en önemli sonuçlarından biri yaprakların bir diğerini gölgelemeyecek şekilde yerleşmiş olmalarıdır. Botanikte “yaprak diverjansı” olarak tanımlanan bu oranlara göre bitkilerde yaprakların gövde etrafına dizilişlerindeki düzen belirli sayılarla belirlenmiştir. Bu diziliş son derece kompleks bir hesaba dayanır. Bir yapraktan başlayıp, gövde etrafında dönerek aynı hizadaki diğer yaprağa rastlayıncaya kadar yapmamız gereken tur sayısı (N) ile, bu turlar arasında karşılaştığımız yaprak sayılarını (P), sırasıyla N ve P ile gösterirsek, P/N oranı, bitkilerde “yaprak diverjansı” olarak adlandırılır. Bu oranlar çayır bitkilerinde (otlarda) 1/2, bataklık bitkilerinde 1/3, meyve ağaçlarında (elma) 2/5, muz türlerinde 3/8, soğangillerde 5/13’tür. Aynı türe ait her ağacın bu orandan haberdar olup, kendi cinsi için belirlenmiş orana uyması büyük bir mucizedir. Örneğin bir muz ağacı bu oranı nereden bilir ve bu orana nasıl uyabilir? Bu hesaba göre, her muz ağacının çevresinde bir yapraktan başlayıp 8 kere tur attığınızda, aynı hizadaki diğer yaprağa rastlayacaksınız. Ve bu turlar arasında 3 yaprakla karşılaşacaksınız. Güney Afrika’dan Latin Amerika’ya kadar nereye giderseniz -93- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz gidin, bu oran şaşmayacaktır. Sadece böyle bir yaprak diziliş oranının olması dahi canlıların tesadüfen oluşmadıklarını, kusursuz ve son dere ce kompleks bir oran, hesap, plan ve tasarımla yaratıldıklarını gösteren önemli bir delildir. Canlıların genetik yapılarına böyle bir oranı kodlayan, onları bu bilgi ve özellikle yaratan üstün bir ilim sahibi olan ALLAH’tır. Ağaç formları içinde en çok rastlanan modellerden biri, gövdenin birbirine tam zıt yönünden çıkan yaprak ve dal çiftleridir. Tohum açıldıktan sonra iki tane yaprak açar, bu yapraklar 180 derecelik bir açıyla karşılıklı olarak dizilmişlerdir. İlk iki yapraktan sonra gelişen diğer iki yaprak ise maksimum dağılımı sağlamak İçin zıt tarafta, birinci çifte sağdan açı yaparak gelişir. Böyle bir durumda bir dalın etrafında 90 derecelik açılara sahip dört adet yaprak dizilmiş olur. Yani bu dala tepeden bakacak olursak, yaprakların tam bir kare oluşturacak şekilde 90 derecelik açılarla dizildiklerini ve üstteki yaprakların bu sayede alttaki yaprakları örtmediğini görürüz. Bu görmeye alışık olduğumuz bir şekildir. Ancak, insanların çoğu tohumların neden özellikle bu şekilde açtığını düşünmezler. Oysa bu, bir planın ve tasarımın sonucudur. Ve amaç, yaprakların üst üste çıkarak birbirlerini örtmelerini engellemek ve hepsinin güneş ışığından faydalanabilmelerini sağlamaktır. “Varsayalım ki siz, az önce Evren’in kontrol odasına girmiş kozmik bir kâşifsiniz. Orada her birinin pek çok muhtemel düzeneğe sahip olduğu sıralarca kadranlara sahip teferruatlı bir “Evren yaratma makinesi”ne rastladınız. Makineyi incelerken her bir kadranın, hayatın var olabileceği bir Evren ‘in yaratılması için belli değerle ayarlanan bir parametreyi temsil ettiğini öğreniyorsunuz. Bir kadran güçlü nükleer kuvvet için muhtemel düzenekleri temsil ediyor, diğeri kütle çekimi sabiti için, bir başkası Planck sabiti için, yine bir diğeri nötronun kütlesinin protonun kütlesine oranı için, başkası -94- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz güçlü elektromanyetik çekim için v.b. Siz kozmik kaşif olarak, kadranları incelerken, onların kolaylıkla farklı düzeneklere uyum sağlayabildiğini tespit ediyorsunuz. Dahası, dikkatli bir ölçümle bu kadran düzeneklerinden herhangi birinde en ufak bir değişimin hayatı sona erdirdiğini saptıyorsunuz. Yine her nedense her bir kadran Evren ‘in yaşamını sürdürmesi için gerekli tam değere göre ayarlanmış. Bu tastamam uyumlu kadran düzeneklerinin kökeni hakkında nasıl bir tahminde bulunurdunuz?” Stephen C. Meyer “Evrenin en ufak sayısal değişikliklere karşı bile oldukça hassas olan mevcut yapısının, bilinçli bir tasarım neticesi olduğu izlenimine kapılmamak son derece güç... Bu sayısal değerlerin görünüşteki mucizevi uyumluluğu hala kozmik tasarım (Kâinatın ALLAH tarafından yaratıldığı) görüşünün en kuvvetli delili olmaya devam ediyor.” Paul Davies Fibonacci Dizisi “Önceden tespit edilmiş bir sonuca varmak için denklemleri ayarlamak, sayılar teorisinin bazı özellikleri gözönüne alındığında daha mümkün gözükmektedir, (mesela, 1770 - 1840 yılları arasında yaşamış İtalyan matematikçi Leonardo de Fibonacci’nin adını alan (Fibonacci sayıları) Fibonacci dizisi şöyle başlar: 1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21... Dikkat ettiyseniz ilk iki sayıdan sonraki her sayt, önceki iki sayının toplamına eşittir, mesela 5 + 8= 13 Fibonacci dizisi, fizik dünyasının büyük kısmına yayılmıştır. Bu dizi, çiçeklerin, çam kozalaklarının, enginarların, palmiye ağaçlarındaki yaprak köklerinin, brokolinin, çiçeklerin, ayçiçegindeki tohumların ve bir arının hayat ağacının dallarındaki spiral ve karşı spiralleri belirler. Dizi, doğaya akıl sahibi biri tarafından konulmuş matemetiksel bir koda benzer. Bu kod bazı yönleriyle, Dünya’da akıl sahibi varlıkların yaşadığını ifade etmek içinde “pi” sayısının olduğu matematikle birlikte Evren’e gönderdiğimiz sinyallere benzer. Bu sinyalleri gönderirken, öteki dünyalardaki akıllı varlıkların, varsa eğer, matematiği tanıyacağı ve Dünya’da akıl sahibi varlıkların hayat sürdüğünü anlayacakları ümidini taşıyoruz. Bu anlamda Fibonacci dizisi, fiziksel dünyadaki bu doğal yapıların sebebi gösterilen tesadüfe karşı, onların ALLAH (Şanı En Yüce) tarafından yaradılmış oldukları gerçeğinin bir kanıtıdır.” Dean L. Overman (Düzen, sh:34) “Elinize on tane marka alın. Her birini birden ona kadar numaralayın ye hepsini cebinize koyup karıştırın. Sonra bu markaları, birden ona kadar numara sırası ile cebinizden teker teker çıkarmaya çalışın; netice şu olacaktır: -95- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz 1 numaralı markayı çekebilme şansı onda bir; 1 ve 2 numaralı markayı ardarda çekebilme şansı yüzde bir; 1, 2, 3 ve 4 numaralı markaları ard arda çekebilme şansı ise on bin de birdir. Böylece markaları ard arda çekebilme şansının on milyarda bir olacağı görülecektir. Bu basit misali göstermemizdeki gaye, tesadüf kaidesine karşı rakamların korkunç bir şekilde nasıl çoğaldığını göstermektir. Yeryüzündeki canlılık şüphesiz ki birçok temel şartlara bağlıdır. Bu şartların herhangi bir yerde, herhangi bir zaman süresi içinde ve sadece bir tesadüf neticesi olarak birbirine önemli bağlarla bağlı bulunmaları, matematiksel olarak imkânsızdır. Öyle ise, doğada, her şeye yön veren gerçek bir yönetici vardır. O, ALLAH’tır (Şanı En Yüce).” A. Cressy Morrison, Elmanın Anlattığı Bir elmada yer alan C vitamini ve demir minerali miktarı tam olarak bir insanın bir günlük C vitamini ve demir minerali ihtiyacı kadardır. Elmaya, içindeki C vitaminin bozulmaması için meyve asidi de konmuştur. Fakat normalde meyve asidi insan midesini etkiler, ekşimeye neden olur. Bu sakıncanın ortadan kalkması için de önlem alınmış ve elmanın içeriğine karbonat iyodu da katılmıştır. Böylece elma insan için ve insanın özellikleri -96- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz göz önünde bulundurularak tam ve mükemmel bir rızık olarak yaratılmıştır. “Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir?” (36/Yasin:81) Sonuç Galaksilerden elmaya varıncaya bütün bir varlık alemi bütün parçalarıyla tesadüfen değil, tam aksine, ince bir ayarla ve insan varlığı için yaratıldığını anlatmaktadır. Evet, varoluşta tesadüfe yer yoktur. Bu gerçeği astronom Chandra Wickramasinghle çok çarpıcı bir biçimde dile getirir: “Hayatın tesadüfen meydana gelme ihtimali, kasırganın bir hurdalıkta eserek bir Boeing 747 yapma ihtimali kadar düşüktür.” “... O Rahman’ın yaratmasında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir (de bak), bir çatlak görecek misin? Sonra gözünü iki kere daha çevir. O göz sana âciz ve bitkin hâlde dönecektir. ” (67/Mülk:3, 4) Eğer bir insan “tesadüfen oluşuma inanıyorum ” diye ortaya çıkabiliyorsa, bu durumda şu sorulara cevap verebilmelidir: Tesadüfler atomu nasıl meydana getirmiş bunun parçalarını son derece özel bir denge ve hızda sabit tutmayı nasıl başarmıştır? Eğer dört temel kuvvet tesadüfen belirlenmişse, o zaman nasıl olmuştur da atomu oluşturabilecek en ideal değerleri bulmuşlardır? Neden atomlar “yörüngeler” edinmişler, bu yörüngelerin 2,8, 16 diye devam eden elektron sayılarına sahip olması zorunluluğu ortaya çıkmıştır? Neden bu sayılar yaşam için gerekli moleküler bağlara imkân verecek elementlerin (örneğin karbonun) ortaya çıkışı için en idealdir? Neden atomlar, yörüngelerindeki atomlara belirli sayıları “tamamlatma” ihtiyacı duymakta ve böylece “kimya”yı mümkün kılmaktadırlar? Tesadüflerin “karar verme ” gibi bir yetenekleri olabilir mi? Tesadüfler elektronları nasıl olup da atomun etrafındaki farklı yörüngelerde tutmayı başarabilmiş, neden her atom 8 elektron edinmek istemiştir? Tesadüfler birkaç parçacığın birleşmesi ile nasıl Evren’i, yıldızları, havayı, maddeyi ve bizleri meydana getirebilmişlerdir? Biri patlayıcı biri zehirli olan iki madde (sodyum ve klor) hangi tesadüfle bir araya gelip son derece lezzetli ve gerekli bir besin (tuz) haline gelmiştir? Bu sayılan fiziksel ve kimyasal sabitlerin ötesinde, bu gibi “doğa kanunları ” ile açıklanamayan büyük mucizeye yani yaşamın kökenine evrimciler ne gibi bir açıklama getirmektedirler? Kimyasal ve fiziksel reaksiyonlar canlı organizmalar oluşturamadıklarına göre, bu organizmalar hangi tesadüflerin devreye girmesiyle oluşmuş olabilirler? -97- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Bu tesadüflerin gerçekleşme ihtimalinin tek bir protein için bile pratikte sıfır olduğu gerçeği karşında evrimcilerin yanıtı nedir? DNA’nın kökeni nedir? Hangi tesadüf hücrenin canlı, sandalyenin cansız olmasına karar vermiştir? Hangi tesadüf hücre içinde bir molekül inşa edip ona “bilgi” verebilmiştir? Hangi tesadüf, en gerekli olan yerlerde esnek bağların en gerekli olan yerlerde de sağlam bağların meydana gelmesi ne karar vermiş ve hangi tesadüf tek bir istisnada bile yanılmamıştır? Bu nasıl bir tesadüf olaydır ki, hücre içindeki moleküllerin her birine ayrı ayrı kusursuz bir dizilim verebilmiştir? Bu tesadüfler nasıl olup ta insandan bilim adamlarından, profesörlerden daha akıllı olurlar? Nasıl her türlü detayı düşünür, hiç hata yapmaz ve estetiği, sanatı, ihtiyacı ve ihtişamı bir arada meydana getirebilirler? Her atomun protonu, nötronu, elektronu aynı olmasına rağmen nasıl hidrojeni farklı, demiri farklı bir madde haline getirebilir, karbonun canlılığın temeli olmasını sağlayabilirler? Bir molekülün zehirli, birinin yenilebilir, diğerinin içilebilir olmasına karar veren hangi tesadüftür? Tesadüfler bilinçli ve akıllı olabilirler mi? Önceden plan yapıp geleceği tasarlayıp, karar verebilir; ince hesaplar yapabilirler mi? New York Üniversitesi kimya profesörü, DNA uzmanı ve Darwinst bir evrimci olan Robert Shapiro, sadece basit bir bakteride bulunan 2000 çeşit proteinin rastlantısal olarak meydana gelme ihtimalini hesaplamıştır. (İnsan vücudunda ise yaklaşık 200.000 çeşit protein vardır.)Elde edilen rakam , 1040.000’de 1 ihtimaldir. (Bu sayı, rakamının yanına 40 bin tane sıfır gelmesiyle oluşan ve evrende karşılığı bulunmayan bir sayıdır.) Elbette bu rakamın ne anlama geldiği açıktır: Canlılığı rastlantılarla açıklamaya çalışan materyalizm ve onun doğa bilimlerindeki karşılığı olan Darwinizm, geçersizdir. Cardiff Üniversitesi’nden, Uygulamalı Matematik ve Astronomi Profesörü Chandra Wickramasinghe, Shapiro’nun hesapları üzerine şöyle demiştir: “Bu rakam (1040.000) Darwin’i ve tüm evrim teorisini gömmeye yeterlidir. Bu gezegenin ya da bir başkasının üzerinde hiçbir zaman (hayatın doğabileceği) bir ilkel çorba olmamıştır ve yaşamın başlangıcı rastlantısal olarak gerçekleşemeyeceğine göre amaçlı bir aklın ürünü olmalıdır.” Ünlü astronom Sir Fred Hoyle ise, aynı konuda şu yorumu yapmıştır: “Aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın olarak kabul edilme -98- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz diğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmemesinin) nedeni, bilimsel değil psikolojiktir.” Hem Hoyle hem de Wickramasinghe, materyalizmi benimseyerek bilim yapmış insanlardır. Ama karşılarına çıkan gerçek, hayatın yaratılmış olduğudur. Ve onlar da bunu onaylamışlardır. Bugün bilim dünyasındaki daha pek çok biyolog ya da biyokimyacı, yaşamın rastlantılarla doğduğu hikâyesini terk etmiş durumdadır. ÖYLEYSE ALLAH’I KİM YARATTI? Yakın zamana kadar Evren’in ve maddenin sonsuz geçmişten beri var olageldiğini dolayısıyla yaratılmamış olduğunu ileri süren materyalist / ateist düşünce, Big Bang ve Kuvantum fiziği ile başlayan sarsıcı bilimsel gelişmelerden sonra, artık, yaratılışı, ister istemez kabul etmekte fakat şimdi de yeni bir soruyu gündeme getirmektedir: “Öyleyse ALLAH’ı (Şanı En Yüce) kim yarattı?” Önce bu söyleme dair, materyalistlerden birkaç örnek verelim: “... doğaüstü bir Tasarımcıya (ALLAH) başvurarak açıklamak, hiçbir şey açıklamamaktır, çünkü Tasarımcı’nın başlangıcı açıklanmaksızın ortada kalmaktadır. “Tanrı hep vardı” gibi bir şeyler söylemeniz gerek ve eğer böyle tembelce bir yol seçerseniz, aynı kolaylıkla, DNA hep vardı” ya da “Yaşam hep vardı” diyebiliriz.” Richard Dawkins, (Kör Saatçi, sh: 180) “Doğrusu aranırsa, Evreni Tanrının yarattığını kabul etmekle sorun çözülmüş olmaz! Öyle ya, Tanrı nereden geldi, O’nu kim yarattı?” R. Maublanc, M. Cachin, (Felsefe, Bilim ve Din, sh: 102) “Her şeyin bir nedeni olması gerekiyorsa, Tanrının da bir nedeni olması gerekir.” Bertrand Russell, (Neden Hristiyan Değilim, sh: 5) Ve Cevap Cevabın bilimsel detaylarına girmeden önce olabildiğince yalın ve açık bir özetini yapalım: ALLAH (Şanı En Yüce) yaratılmış olamaz. Çünkü o yaratılmış olsaydı ALLAH (Şanı En Yüce) olamazdı. O’nun ALLAH olması sonsuz geçmişten beri var olagelmesine ve dolayısıyla hiçbir başka güç tarafından yaratılmamış olmasına bağlıdır. O nedenle böyle bir soru saçmadır... -99- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz İkinci olarak; bir tren katarı düşünün. En sondaki vagonu hangisi çekmektedir? Bir önceki... Ya onu? Onu da bir önceki... Peki onu? Onu da bir önceki... Böyle böyle ta lokomotife kadar gidersiniz. Ve aynı soruyu lokomotif için sorun? Lokomotifi kim çekmektedir? Bir önceki mi? Tabi ki hayır... O’nun çekeni yoktur. O, kendi kendine gitmektedir. Ve lokomotifliği de o sayede olmaktadır. İşte aynı mantık zinciri Evren ve ALLAH için de geçerlidir. Bu zinciri bir yerde kesmek gerekir. Öyle ise en uygun yer neresidir. Evren mi? O zaman Evren’in ALLAH’ın (Şanı En Yüce) yerine ezeli, yani sonsuz geçmişten beri var olageliyor olması gerekir. Ki böyle olmadığı Big Bang’la ispatlanmış ve artık materyalist bilim adamlarının bile aksini iddia edemedikleri çok kesin bir gerçektir. Ya da Evren var olmadan önce de vardı ve kendi kendini var etmeye karar verdi ve sonra da kendi kendini yarattı gibi bir saçmalığı kabul etmek gerekecektir. Ya da öncesi olmayan son nokta ve ezeli varlık olarak ALLAH’ı kabul ederiz ve Evren’in yokluktan hem de bir anda yaratılışını da O’na havale ederiz. Sizce hangisi daha makul ve mantıklı?... Ve aşağıda da ayrıntılı bir şekilde tartışılacağı üzere, başlangıcı olan her şeyin bir nedeni vardır. Ama bir şeyin başlangıcı yoksa bir nedeni olmak zorunda da değildir.” Bu çok basit ve net bir mantık kuralıdır. Şimdi bakalım: Evren’in bir başlangıcı var mıdır? Kesin olarak evet ki ona Big Bang diyoruz... Öyleyse bir nedeni de olmak zorundadır... Ki işte O, ALLAH’tır... Peki ALLAH’ın (Şanı En Yüce) bir başlangıcı var mı? Hayır, olamaz. O, ezelidir, yani sonsuz geçmişten beri vardır. Aksi takdirde O, ALLAH (Şanı En Yüce) olamaz. Öyle ise ALLAH’a bir neden, yani yaratıcı aramak saçmadır... Simdi de bu konunun daha detaylı bilimsel ve mantıksal analizini yapan alıntılara geçebiliriz: “1- Buradaki düşünme hatalıdır; çünkü daireseldir. Sonuç, öncülde farz edilmektedir. Farz edilen çelişkiler çoğunlukla iddialardaki gizli öncüllerdir. Mesela, Evren’i bir tasarımcı tasarladıysa, tasarımcıyı kim tasarlamıştır?” sorusu, tasarımcının tasarlandığını öne sürerek bir çelişki farz eder. Böyle bir iddia, soruda farz edilen gizli bir çelişkidir. Bu tıpkı, “Üçgenleri kim ya da ne dairesel yapar?” sorusunu sormaya benzer. -100- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz “Her şeyin bir sebebi varsa, tasarımcının da bir nedeni olduğu iddia edilebilir. Yan cümledeki varsayıma bakıldığında sonuç mantıksal olarak bunu takip eder. Ancak varsayımı, “Başlangıcı olan her şeyin bir nedeni vardır” şeklinde değiştirirsek o zaman, tasarımcı başlangıcı olmayan bir şey olarak tanımlandığında, sonuç az önceki gibi çıkmaz. Bu değişikliği Evrene uyguladığımızı düşünürsek, iddiamızı şöyle ifade edebiliriz: Başlangıcı olan her şeyin bir nedeni vardır. Evrenin bir başlangıcı vardır. Evrenin bir nedeni olmalıdır.” Dean L. Overman, (Düzen, sh: 37) “İnsan vücudunda madde, mananın hizmetinde bulunuyor. Yani madde, maneviyata göre adım atıyor. Şöyle ki; İnsan hangi yöne bakmak isterse, göz o tarafa bakıyor. İnsan nereye gitmeye karar veriyorsa, aylaklar oraya yöneliyor. Ve insan neyi yemek istiyorsa, el onu ağıza götürüyor ve mide de onu hazmediyor. İnsan bedeninde madde, mananın emrinde olduğu gibi. Evrendeki maddeler de bir manaya göre adım atıyorlar. Gökler ve yerdeki bütün hareketler sonuçta insana yöneliyor ve onun ihtiyacını görüyorlar. Bu hareketlerin yöneticisi insan olmadığına göre, bu Evren ’i insana hizmet ettiren, kesinlikle Evren cinsinden olmayan bir varlıktır. Yani ALLAH (Şanı En Yüce)’tır.” Mehmed Kırkıncı (ALLAH O’ndan Razı Olsun) 2- “Bir dakika” diye araya girdim. “Pek çok ateist burada büyük bir çelişki görecektir. Nasıl olup da yaratıcının bir nedeni olmadığını söylediğinizi onlar asla kabul etmeyecektir. Örneğin ateist George Smith “eğer her şeyin bir nedeni varsa Tanrıyı neden bundan ayrı tutuyoruz?” demektedir. “Neccesity of Atheism” adlı kitabında David Brooks “eğer her şeyin bir nedeni varsa o zaman ilk nedenin de muhakkak bir nedeni olmalıdır. Peki, öyleyse Tanrı’yı kim yarattı? Eğer o hep vardı derseniz o zaman zaten bu teori kendiliğinden çökmüş olur.” diye yazmıştı. Tüm bu söylenenlere cevabınız nedir?” Craig yüksek sesle; “onlar sadece asıl meseleyi gözden kaçırıyorlar” diye cevap verdi. “Onlar İslam kelamının ortaya koyduğu görüşün ilk bölümüne dikkat etmiyorlar. Her şeyin bir nedeni vardır denmiyor. Başlangıcı olan her şeyin bir nedeni vardır deniyor. Aklı başında hiçbir filozofun her şeyin bir nedeni olduğunu söyleyeceğini sanmıyorum. Dolayısıyla sorun onların İslam kelamının ortaya koyduğu görüşü hakkıyla anlamamalarından ileri gelmektedir.” “Tanrı söz konusu olduğunda bu pek de rastlanmayan bir durum değildir. Nihayetinde ateistler uzun yıllar Evrenin bir nedene ihtiyacı olmadığını savundular çünkü güya o sonsuzdu. Tanrı zamansız ve nedensiz olamaz derken nasıl olur da Evrenin sonsuz ve nedensiz olduğunu söyleyebildiler?’’ Lee Strobel, (Akıllı Tasarım, sh: 59) -101- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz “3- Peki bu evreni ALLAH yaratmış “ise”, ALLAH’ı kim yaratmış olabilir? Önce böyle bir tuzak sorunun mantık, fizik, sibernetik, kozmolojik ve İslami açıdan sorulamayacağını belirtmeliyim: 1- Bu sorunuz salt mantık açısından saçmadır, çünkü eğer ALLAH’ı yaratan bir “diğer” üst ve yüce bir varlık olsaydı, bu kez ona ALLAH der ve aynı soruyu bu yeni varlık için sorardık. ALLAH’ı yaratan bir başka ilah, onu yaratan bir diğer yaratıcı, sonsuz sayıda tanrı ailesinin fertlerini oluşturacaktı. Böylece zamanımızdan 2500 yıl önceki eski Yunan tanrılarının mitolojik efsaneleriyle karşı karşıya kalacaktık. Aslında bu sorunun altında yatan maskeli niyet. ALLAH’ı kimin yarattığını sormaktan çok; bu soruya nasıl olsa uygun bir cevap verilemeyeceği düşüncesiyle inançlı kişileri köşeye sıkıştırmak için ve “Gördünüz mü. demek ki ALLAH yokmuş’ inkarcılığını güya benimle paylaşmak istemenize yönelik görünüyor. Ama yağma yok! Yok, eğer sorunuz yukarıdaki amacı gütmeyip, safça ve samimiyetle bir öğrenme arzusuna yönelik ise, size söyleyeceğim net ve açık ifadeler şunlar olacaktır: Sorunuzda geçen “evreni ALLAH yaratmış ise” cümlesi her şeyden önce şartlı bir önermedir, Bilim ve mantıkta “ise” kelimesi; “eğer öyle ise”; “eğer bu bir gerçek ise” diye başlayan sözler, bu ön koşula göre şartlanmış zihnimizi ikinci bir önerme ile karıştırmaktır. Oysa evrenin yaratılışı; “ise”, “öyle ise” veya “böyle düşünüldüğüne göre” gibi önyargılı şartlı bir mantık ifadesini asla kabul edemeyecek ölçüde gerçekleşmiş, ispatlanmış sağlam ve değişmez delillerle bir evren yasasıdır! Evrenin yaratılışı, karşı bir tezle çürütülemeyecek kadar açık ve net bulgulara dayalı olarak tüm bilimciler tarafından onaylanmış bir fiziksel gerçektir. Yaratılmış bu evren modelinde, tüm fizik yasaları en ufak bir ahenksizliğe izin vermeden son derece de duyarlı matematiksel denklemlerin eşliğinde işlerlik kazanmış; böylece harikulade bir eser ortaya çıkmıştır. Hem de harikalar harikası bir eser! Her eseri yapan bir yapıcının varlığı basit bir mantık kuralıdır. Binadan önce mimar, şiirden önce şair, resimden önce ressam, besteden önce bestekarın mevcut olması gereği nasıl bir mantıksal zorunluluk ise kâinattan önce de kâinatı kuran, yapan, işleten bir üstün yaratıcının varlığı, sade bir yargıdır. -102- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz 2- “ALLAH’ı kim yarattı sözü”, mantıkta olduğu gibi fiziksel gerçeklere ve bilimsel veri ve bulgulara da aykırıdır. Çevremizde gördüğümüz en küçük bir hücredeki atomdan; evrende mevcut olduğu bilinen 200 milyar galaksinin içindeki milyarlar ve milyarlarla ifade edilen güneşler, yıldızlar ve dünyalara kadar tüm sistem, mükemmel ölçüde ve ölçekte sağlam fiziksel prensip ve kanunlarına, matematik denklemlere, astronomik yasalara, kozmolojik kurumlara bağlı olarak hiç şaşmadan şaşırmadan ahenkle ve düzenle işlemektedir. Bilimin asırlar boyunca uğraş verip ortaya çıkardığı bu mükemmel yasaları, kanun, prensip ve kurumları kim koymuştur? Zamanımızdan 400 yıl önce yaşamış Newton’un üstün zekâsıyla bulduğu yerçekimi yasasından önce de bu yasa aynen geçerli değil miydi? Kepler ve Kopernik’in gezegenlerin hareketlerini düzenleyen kanunları, nefis denklemlerle ifade edilmeden önce; tüm gök cisimleri bu kanunlara uygun olarak belirli hız, zaman ve periyodlarla yörüngelerinde hareket etmiyorlar mıydı? Galille’den önce de dünya yuvarlak değil miydi? Kendi ekseni etrafında ve güneş etrafında dönmüyor muydu? 20. yüzyılın başlarında Einstein, özel ve genel relativite teorilerini açıkladığı zamandan önce de bu teoriler mevcut değil miydi? Yine 20. yüzyılın ilk çeyreğinde evrenin genişlediğini bulan Dr. Hubble’dan önce de evren genişlemiyor muydu? Atomlar, moleküller belli kimyasal düzenlenme ve şaşırtıcı simetrilerle birbirlerine ancak belirli prensiplerle bağlantı kurmuyorlar mıydı? Bu kimyasal formüller daha kimya bilimi ortaya çıkmadan önce de var mıydı? Yok muydu? Eğer yoktu derseniz, Edison’dan önce elektrik yoktu gibi bir laf ebesinin hazırladığı çürümüş bir salatayı tercih ediyorsunuz demektir. Yok, eğer “vardı” derseniz iki ihtimal var: a-) Ya bu yasalar tesadüfen var olmuşlar; rastgele, şans, talih ve kumar gibi rastlantılarla ortaya çıkmışlardır! b-) Ya da bu yasalar, yüce bir Güç olan ve ismine ALLAH denilen ve O’nun esma-i hüsna’sı (güzel isimler) olarak bilinen “ÂLÎM” isminin tecellisi olarak tüm evrene yayılmış, dağılmış, nüfuz etmiş ve tüm kâinatı kucaklamıştır. -103- Tüm görsel ve içerikler telife tabii olup, izinsiz kullanılamaz Birinci şıkka güvenirseniz bilimde tesadüflerin ve kör talihlerin yeri olmadığını hâlâ öğrenmemişsiniz demektir. O zaman Kur’an’ın ilk ayeti olan “OKU”mayı öneririm size! Geriye hangi şık kaldı? Şimdi “ALLAH’ı kim yarattı” sorunuzun kozmolojik akımdan nasıl geçersiz bir soru olduğuna geliyorum: Kozmoloji, evrenin yaratılmasıyla ilgili konuları inceleyen olağanüstü bir bilimdir. Bu bilimde uzmanlaşmış araştırmacılar, bize efsaneler kadar heyecanlı, destanlar kadar sürükleyici gerçekleri bir bir anlatırlar. Evrenin yaşının 15 milyar yıl olması demek, daha önce belirttiğimiz gibi evrenin bir “doğum” olayından geçtiğini gösterir. Madem ki bir doğum; yani yaratılma vardır, o halde doğumdan “önceki” bir dönemin varlığı söz konusu olabilir mi? Fizik açısından olamaz! Olamaz, çünkü maddenin yaşı belli olduğuna göre, bir başlangıç anı da vardır dernektir. Bu başlangıç yalnız madde ve enerjinin yaratılması değil, aynı anda madde ve enerjiyle birlikte “ zamanın” da yaratılması anlamını taşır. Başka bir açıklama ile tüm madde ve zaman aynı yaratılma olayı ile başlamıştır. Zamanın da yaratılmış olması demek, zamanın bir planlamaya sahip olması demektir. Fizik buna zaman planlaması demiş, siz isterseniz “kader” deyin! Bu gerçeğe göre, zamanın yaratılması; yaratılmadan “önce” bir zamanın mevcut olmadığı anlamına gelir. O halde evrenin başlangıcından önce, yani Big Bang’tan önce zaman yoktu! Zamanın olmadığı bir yerde de yaratılma olamaz! Çünkü yaratılma olayında zaman gereklidir! O halde kozmolojik açıdan zamansızlık âleminde, ALLAH’ı yaratan bir üstün varlığın bir başka ALLAH’ı yaratması bilimsel gerçeklere terstir! Aslı esası olmayan işlerle uğraşmayı, büyüklerimizin, “abesle iştigal” olarak nitelediğini herhalde duymuş olmalısınız. Oldu mu?” Taşkın Tuna, (Son Basamak, sh: 90, 96)
.
BIG BANG’A GİRİŞ
BIG BANG BASİT ANLATIMIYLA NEDİR?
Big Bang, yani “Büyük Patlama”… Sonuçta biz de dahil bu Evren’i oluşturan ve yaratılmış her şeyi ortaya çıkaran olay… İnsan aklının alamayacağı ölçek ve nitelikte bir patlama…
“Büyük Patlama, uzayın bir noktasında meydana gelen bir patlama değil, uzayın bir bütün olarak kendisinin patlamasıdır. Patlama, aynı anda uzayın her konumunda meydana gelmiştir. (Einstein denklemlerine göre uzayı enerji belirler).” (Cengiz Yalçın, Evren ve Yaratılış, 144)
“Büyük Patlama’nın nerede gerçekleştiğini bulmak için çok uzaklara gitmenize gerek yoktur çünkü bu olay başka yerlerde olduğu kadar şimdi bulunduğunuz yerde de gerçekleşti. Başlangıçta, bugün birbirinden ayrı gördüğünüz bütün yerler, aynı yerdi.” (BrianGreene, Evrenin Zerafeti, 419)
“Bir patlama, başlangıçta bir patlayıcının varlığını gerektirir. Örneğin belli bir hacimde ve bir yayılma alanı olan bir bomba. Patlama anında yüksek sıcaklıktaki patlayıcı maddeler, içinde bulundukları hacimden uzaklaşıp, belli bir şiddetle çevredeki boşluğa yayılır ki, bu boşlukta öncesinde hiçbir şey yoktur.
Ama bombanın tersine Evren’in belli bir yayılma alanı yoktur, o her yerdedir yani biri patlayıcı dolu, öteki boş olan iki alandan söz edilemez. Tek bir alan vardır ve onda da kozmik madde tek biçimli olarak her yerde aynı anda yayılmaktadır. Patlama benzetmesini ancak Büyük Patlama anında uzayın her noktasının patlamaya girdiğini düşünürsek kabul edebiliriz.” (Hubert Reeves, Atomlara ve Galaksilere İlişkin Yazılar, 25)
“Büyük Patlama, parçalarının uzaya saçıldığı bir bomba infilakına benzer bir patlamayla karıştırılmamalıdır. Büyük Patlama, uzayın kendisinin patlamasıdır.” (Dean L. Overman, Düzen, 135)
BU OLAYI İLK OLARAK KİM TESPİT ETTİ? BIG BANG ADI NASIL KONDU?
“1929’da Amerikalı astronom Edwin Hubble’ın uzayın genişlemekte olduğu keşfinden yaklaşık on yıl önce Einstein’in hesaplamaları genişleyen bir Evren’den söz ediyordu. Denklemlerinden şüphelendiği ve genişleme kavramından gözü korktuğu için Einstein, kendi kozmolojik keyfi unsurunu ilave etti. Yoksa genişleyen Evren buluşu, Einstein’ın hayranlık uyandıran başarı listesine eklenmiş olacaktı. Onun yerine buluştan ötürü gelen övgülerin çoğunu Edwin Hubble aldı. Einstein’ın yanı sıra diğer bir takım fizikçiler de genişleyen Evren fikrini kabullenmekte zorlandılar çünkü bu teori, Evren’in belirli bir zamanda, muazzam derecede sıkışık bir halden sonra başladığı imasını içermektedir. Fred Hoyle, buna “Büyük Patlama” diyerek teoriyle alay etti. Teoriye hem karşı çıkanlar hem de onu savunanlar bu adı sevdiler ve bu adın kullanımı o zamandan beri genişleyen bir Evren başlangıcı kavramına egemen oldu.” (Dean L. Overman, Düzen, 135)
EVREN’İN YOKTAN YARATILDIĞI OLGUSAL OLARAK TA DOĞRULANDI MI?
“Astrofizikçiler, yaptıkları hesaplamalarla, kainatın toplam enerjisinin yaklaşık olarak sıfır olduğunu gösterirler.
Gerçekten de kütle ve hareket enerjilerinden meydana gelen pozitif enerji, çekim gücünün oluşturduğu negatif enerji ile hemen hemen aynı büyüklüğü gösterir. Bu ilginç keşif, muazzam genişlikteki kainatın ‘yoktan’ var edildiğini gözler önüne serer.” (Osman Çakmak, Kainat Kitap Atomlar Harf, 130)
“Büyük Patlama’, teorisinin özü yaratılıştır.” (Joseph Silk, Evren’in Kısa Tarihi, 100)
BIG BANG NE ZAMAN OLDU YA DA EVREN KAÇ YAŞINDA?
“Gökbilim gözlemlerinin son yorumlarına göre Evren’imiz 13.75 milyar yaşındadır.” (Çağlar Sunay, Elli Soruda Evren, 13)
BIG BANG ZAMANIN İÇİNDE Mİ DIŞINDA MI?
“Büyük Patlama sık sık uzay-zamanda bir tekillik (singularity) olarak düşünülür. Bu da onun uzay-zamanın bir noktası olmadığı gerçeğini gözden kaçırmaya neden olur fakat Büyük Patlama uzay-zamanın bütün noktaları için gönderme yapılabilecek, dışarda ve sabit bir noktadır.
20. yy. Evrenbilimi, Evren’in biçimini belirlemeye çalışırken genellikle uzayın, Büyük Patlama’dan başlayarak zaman içinde evrilmesi fikrine dayalı, dört boyutlu uzay-zamanlar şeklinde Evren modelleri kurmaya ağırlık verdi. Bu modellerde ‘zaman’ iyi tanımlanmıştır: Büyük Patlama’dan başlayan zaman. Burada yine Büyük Patlama, uzay-zamanın bir noktası değil, sadece zaman bir sıfır (başlangıç) noktası sağlayan dışarda bir noktadır.” (Robert Osserman, Evren’in Şiiri, 233)
EVREN ÖNCE ENERJİYDİ SONRA MADDEYE DÖNÜŞTÜ
“Hızlandırıcı deneyleri Big Bang’ın ısısına yakın ısılarda sadece enerjinin var olabileceğini akla getirmektedir. O enerji soğumaya başlayınca içinden parçacıklar ve anti-parçacıklar çıkmaktadır. Bu maddenin ve anti-maddenin yaratılışının basit reçetesidir. Dahası, bu Big Bang’ın varlığının bilinen bütün kanıtlarıyla tümüyle uyumlu bir reçetedir.” (David Filkin, Stephen Hawking’in Evreni, 151)
“Evren’in ilk dönemleri de enerji yoğun, maddesel olmayan bir süreçtir. Evren, genişledikçe soğumuş, enerji maddesel formlara dönüşerek Evren’i oluşturmuştur.” (Cengiz Yalçın, Evren ve Yaratılış, 141)
“Büyük Patlama’yı takip eden akıl almaz süper genleşmenin hemen ardından, Evren maddesel oluşum sürecine girmiştir. Bu süreçlerin her biri için ikna edici açıklamalar yapılmıştır. Ancak zamanda geriye gidildikçe bilinmeyenler çoğalır. Bir yanardağ püskürür kızgın küller ve lavlar zamanla soğuyup katılaşarak granite, taşa dönüşür. Büyük Patlama’nın ardından ortaya çıkan enerji de zamanla soğuyup katılaşarak yani cisim haline gelerek kozmik granitleri, yani galaksileri ve kozmik taşları, yani yıldızları meydana getirmiştir. Problem, yanardağdan fışkıran lav ve küllerin karşılığı olan kozmik magmanın nasıl bir şey olduğudur. Jeofizikçiler, yanardağlardan fışkıran ve zamanla kristalleşen nesneleri fiziksel, kimyasal yöntemler ile inceleyerek magmanın nasıl bir şey olduğunu bulurlar. Kozmolojistler ise uzayın derinliklerinde patlamadan arta kalan dumanları inceleyerek kozmik magmanın nasıl bir şey olduğunu bulmaya çalışırlar.” (Cengiz Yalçın, Evren ve Yaratılış, 131)
BIG BANG’IN ESRARENGİZ BOYUTLARI
BIG BANG’IN İLK BİR SANİYESİNDE BİLDİĞİMİZ FİZİK KURALLARI GEÇERLİ DEĞİLDİ
“İlk patlama belli bir noktada değil, aksine her yerde gerçekleşmiştir fakat ilk patlamanın hemen ardından, yaklaşık bir saniye sonra bilindik fizik kuralları geçerli olmuş ve Evren’in diğer davranışları sabit bir standart modelle tanımlanabilmiştir.” (Gerhard Börner, Kozmoloji, 12)
BİLİM BIG BANG’IN NASIL BAŞLADIĞINI AÇIKLAYAMAMAKTADIR
“Neticede Büyük Patlama kuramı evrim kuramıyla aynı soruna sahiptir. İkisi de Evren’in (ya da hayatın) ortaya çıktıktan sonra nasıl değiştiğini açıklarken mükemmele yakın bir iş çıkarır, ama ikisi de işin gerçekten nasıl başladığını açıklayamaz.” (DaveGoldberg-JeffBloMquist, Evren Kullanma Klavuzu, 245)
STEPHEN HAWKING’E GÖRE BIG BANG’IN BİLİNMEYENLERİ
“Çok sıcak başlayan ve genişledikçe soğuyan bu Evren tablosu bugün elimizdeki gözlemsel yanıtlara uyuyor. Yine de bir takım önemli sorular yanıtsız kalıyor.
1. Evren başlangıcında niçin öylesine sıcaktı.
2. Evren büyük ölçekte niye o kadar düzgün? Uzaydaki her noktadan ve her yönde niye aynı görünüyor? Özellikle değişik yönlere baktığımızda, zemindeki mikro dalga ışımasının sıcaklığı niçin yaklaşık aynı? Bu bir sınıftaki öğrencilerin sınav kağıtlarını değerlendirmeye benziyor. Hepsinin yanıtı tıpatıp aynı ise birbirlerinden kopya çektiklerinden emin olabilirsiniz rahatça ama yukarda betimlenen modelde Büyük Patlama’dan sonra ışığın bir yerden ötekine ulaşması için yeterince zaman olmayacaktır, Evren’in ilk evrelerinde bölgeler birbirlerinden çok uzakta değilse de. Görelilik kuramına göre bir bölgeden diğerine ışık gidemiyorsa başka hiçbir bilgi gidemez. Bundan dolayı Evren’in ilk evrelerinde başka başka bölgelerin aynı sıcaklıkta olmalarının, belirsiz herhangi bir nedenle aynı sıcaklıkta başlamaları dışında başka herhangi bir yolu olamaz.
3. Evren, niçin çöken modellerle sonsuza dek genişleyen modelleri ayıran kritik hıza çok yakın bir hızla genişlemeye başladı? Öyle ki, şimdi on milyar yıl sonra bile, hala kritik hıza yakın bir hızla genişlemekte? Büyük Patlama’dan bir saniye sonraki genişleme hızı, yalnızca yüz bin milyarda bir oranında az olsaydı bile, Evren daha bugünkü büyüklüğüne erişmeden çökmüş olurdu.
4. Evren’in büyük ölçekte çok düzgün ve tekdüze olduğu gerçeğine karşın, yıldızlar ve yıldız kümeleri gibi yerel düzensizlikler var. Bunların ilk zamanlarda bir bölgeden ötekine yoğunluğun biraz farklı oluşundan kaynaklandığı düşünülüyor. Peki, yoğunluğun bu düzensiz değişiminin kaynağı neydi?” (Stephen Hawkıng, Zamanın Kısa Tarihi, 158)
EN ÜNLÜ KOZMOLOG BİLE “BÜYÜ” DİYOR
“En ünlü astronomi uzmanlarından birisi olan Allan Sandage’a göre Büyük Patlama sırasında ve sonrasında yaşananlar öylesine büyüleyicidir ki, olup biten ancak ‘büyü’ şeklinde değerlendirildiğinde anlaşılabilir.” (Russell Stannard, Yeni Bin Yılda Tanrı, 41)
YARATILIŞ HER DAİM DEVAM ETMEKTEDİR
“Küçücük bir ışık kaynağını karanlık bir odada hızla çevirsek ışıktan bir çember oluştururuz. Bu ışık kaynağına İkincisini, üçüncüsünü hatta bir dördüncüsünü ilave edip, bunları ışıktan küreler oluşturacak şekilde hareket ettirsek uzaktan bakan birisi karanlık içinde ışıktan bir çember değil, bir küre görecektir. Bu kürelerin sayısını artıracak olduğumuzda üç boyutlu bir madde modeli oluşturmuş oluruz, işte kuantum fiziğine göre yaşadığımız kâinattaki madde, kabaca bu örnekteki gibidir. Kısaca madde, bilardo topları gibi katı taneciklerin bir araya gelmesinden oluşmamakta- dır. Bizim temel yapı taşımızın televizyondaki bir insan imajından pek farkı yoktur aslında ve denebilir ki elektrikler kesilince nasıl bir televizyon yayını yok oluveriyorsa, bize çok sağlam görünen bu evrenin de bir anda yok oluvermesi gayet mümkündür.
Bu televizyon benzetmesi şu soruyu da akla getirir: Televizyon yayını ve evrenin temel yapı taşları aynı olduğuna ve televizyon âlemi her an yeni yayınla tazelendiğine göre, acaba evren de daimi olarak her an yenileniyor mu? Evet, ışık hızındaki fotonlardan örülen tanecik yavaşlar; onlardan örülen atom daha da yavaşlar. Böylece örgü, elementlere, kayalara, kıtalara, yıldız ve gezegenlere, galaksilere ulaşır. Yerinde duruyor gibi görünen her madde, bedeninin derinlerinde baş döndürücü titreşimleri, kaynama ve köpürmeden, dalgalanmaları gizler.
Gözlerimizin gördüğü her şey, ağaçlar, kuşlar, bulutlar, çiçekler, başka insanlar; varlıklarını, maddenin -bizim muhatap olduğumuz- katı gerçekliğinden almadığına göre, onları “yok”tan var edenin ve her an hareket halinde tutan Yaratıcı’nın kudretinden ve isimlerinden alır. Görünenler, varlıkların kendileri değil, Kudret ve İlâhi isimlerin somutlaşmış şeklidir. Görünen her şey O değildir; O’ndandır ve her an yaratılmakta ve yenilenmektedir; görünen aslında varlıkların kendileri değil, Yaratan’ın Kayyumiyetidir. Tıpkı yüksek watt ve voltajlı bir ampulü olan lamba gözümüze tutulduğunda, lambayı değil, sadece ışığı görmemiz gibi.
Kısaca varlık, yoktan var edilmiş olmakla birlikte, her an var edilmeye devam etmektedir. Kâinatta, her an devam ede gelen mucizevî bir yaratılış söz konusudur.”(Osman Çakmak, Kâinat, Kitap, Atomlar Harf, 64)
BIG BANG’IN KANITLARI
KANITLARA TOPLU BAKIŞ
“Teorinin Kanıtları
Günümüz astrofiziğinin ve fiziksel kozmolojisinin evren anlayışı, büyük ölçüde Friedmann-Lemaitre modeli diye bilinen genişleyen evren modeline dayanmaktadır. Stephen Hawking, “Evrenin genişlemekte olduğunun ortaya çıkarılışı yirminci yüzyılın en büyük düşünsel devrimlerinden biridir” der fakat büyük patlama teorisini anlamak için Einstein’a ve onun meşhur Genel Görelilik teorisine kadar geri gitmek gerekir. Bu teoriyle ilgili ikinci bölümde daha ayrıntılı açıklamalar yaptığım için burada büyük patlamayla olan ilgisine kısaca değineceğim.
1. Kanıt: Genel Görelilik
Genel görelilik, büyük patlamanın teorik dayanaklarının başında yer alır. Einstein, evrenin yapısını, büyüklüğünü ve şeklini belirleyen şeyin kütle çekimi olduğunu ilk fark eden kişi olmuştur. Onun genel görelilik teorisi, kütle çekim kuvvetinin nasıl iş gördüğünü açıklar.
Bununla birlikte Einstein, genel göreliliği evrenin genişlemeyip sabit olduğu varsayımı üzerine inşa etmişti fakat genel göreliliğinin evrenin genişlemiyor olması fikriyle beraber kabulü, beraberinde ciddi bir sorun getiriyordu eğer evren durağan bir yapıdaysa içindeki tüm madde, en büyük gök cisminin uzayda oluşturduğu çukura düşerek zamanla çukurun dibinde üst üste yığılmalıydı. Einstein’ın teoriyi ileri sürdüğü 1910’lu ve 20’li yıllardaki evrenin başlangıçsız olduğu fikri eklendiğinde söz konusu çökmenin, sonsuzdan beri var olan evrende şimdiye kadar çoktan gerçekleşmesi gerekiyordu. Einstein, bu sorunun farkındaydı fakat evrenin durağan olduğundan o kadar emindi ki sorunu çözmek için ‘karşı çekim kuvveti’ diye adlandırdığı diğer kuvvetlere benzemeyen, belli bir kaynağı olmayan, yapay bir kuvvet ortaya attı. Bu kuvvet, tüm maddenin birbiri üzerine çökmesini engelleyen karşı itici bir etki yaparak evreni sabit bir dengede tutuyordu. Einstein, bunu denklemlerinde, sonradan “hayatımın en büyük hatası” diye niteleyeceği, ‘kozmolojik sabit’ olarak adlandırdığı bir sayıyla gösterdi.
1922’de genel göreliliği daha ayrıntılı değerlendiren Rus bilim insanı, Alexander Friedmann, teorinin evrenin genişlediğini öngördüğünü ortaya çıkardı. Daha sonra Einstein da bunu kabul etti ve büyük patlama modelini benimsedi.
Gerçekten de genel göreliliğin söz konusu sorunları, ancak evrenin durağan olmayıp sürekli genişlediği kabul edilirse çözümlenebilmektedir. Genişleyen evren resmi, genel göreliliğin durağan evren modelinde yol açtığı çökme sorununu kökten çözer. Evrenin genişlemesine sebep olan itici kuvvet, kütle-çekim kuvvetinin çekim etkisine galip gelerek evrenin çökmesini engellemekle kalmamış onun günümüze dek sürekli genişlemesine de yol açmıştır. Bu genişleme bugün de devam etmektedir. Bu, her yeni günün sabahında bir önceki güne göre daha geniş bir evrene gözümüzü açtığımız anlamına geliyor. Fakat genişleme etkisi günlere bölündüğünde galaksiler arası boyutlardan bizim günlük yaşantımız ölçeğine indirgendiğinde, çıplak algılarımız tarafından hissedilmesi veya fark edilmesi imkânsız olacak kadar azdır. İronik biçimde evrenin genişlemesine yol açan bu itici güç, günümüz astronomisinde de kozmolojik sabit olarak anılmaya devam etmektedir. Einstein’ın Kozmolojik sabit hakkında “hayatımın en büyük hatası” nitelemesi neticede hayatının en büyük hatası oluştur.
2.Kanıt: Evrenin Genişlemesinin Gözlemi
Friedmann’dan birkaç yıl sonra bir gökbilimci olan Edwin Hubble, evrenin genişlediğini gözlemledi. Hubble, Doppler etkisi olarak adlandırılan yöntemden yararlanarak hangi yöne bakarsak bakalım tüm yıldızların bizden uzaklaştıklarını fark etti. Bu ise bir tek şeyle açıklanabilirdi: Evrenin genişliyor olması.
Evrenin genişlemesi, bir başlangıcı olduğunun açık bir delili olarak görüldü çünkü evren sonsuzdan beri genişliyor olsaydı, tamamen soğuyacağından ve madde yoğunluğu iyice seyrelerek maddesi uzaya yayılacağından şimdi gözlemlediğimizden tamamen farklı bir görünümde olurdu. Sonsuzdan beri genişleyen bir evren, içinde galaksilerin, yıldız ve gezegenlerin bulunmadığı, ısısı mutlak sıfıra ulaşmış (-273° C), hayata elverişsiz bir evren olurdu. Bunun nedenlerini entropi ile ilgili aşağıdaki kanıtta daha ayrıntılı açıklayacağız.
3. Kanıt: Entropideki Artış
Termodinamiğin ikinci yasası, entropi ilkesi evrenin ezelî olamayacağının, muhakkak geçmişte bir noktadan başlaması gerektiğinin dolaylı bir kanıtıdır. Entropi ilkesi şu şekilde ortaya konabilir: Evrendeki tüm sistemlerde düzenli durumdan daha az düzenli duruma doğru bir geçiş eğilimi vardır.” Entropi, evrenin ısı ve düzen açısından termodinamik bir dengeye doğru gittiğini ifade eder. Evren içinde yer yer bulunan sınırlı sayıdaki düzenli yapılar, tüm evrende homojen bir durum oluşturmaya doğru, diğer bir deyişle düzensizliğe doğru tersinemez bir biçimde bozulmaktadır. Bundan iki sonuç çıkar: Birincisi; evren, en sonunda ağır ağır yuvarlanarak kendi entropisi içinde ölecektir. Bu ölüm, fizikçiler arasında ısı ölümü diye bilinir. İkincisi, evrenin entropik dengeye ulaşması sınırlı bir zamanı gerektirdiğinden, evrenin sınırlı bir zaman önce başlamış olması gerekir. Başka bir ifadeyle evrenimiz, daima var olmuş olamaz.”
4. Kanıt: Kararlı Durum Modelinin Çökmesi
Yukarıdaki kanıtlarına rağmen genişleyen evren modeli (büyük patlama teorisi), 1940’larda önemli bir takım sorulara henüz cevap verebilmiş değildi. Bunların başında büyük patlama teorisinin evrenin yaşıyla ilgili öngörüleri gelmekteydi. Doppler etkisine dayalı, sonradan yanlış olduğu anlaşılacak olan hesaplamalar, evrenin yaşının içindeki yıldızların yaşından daha genç olduğunu ifade ediyordu. Bir başka sorun, büyük patlama modelinin hidrojen ve helyum dışında kalan ağır elementlerin ve ayrıca galaksilerin nasıl oluştuğunu açıklayamamasıydı. En önemlisi de henüz büyük patlamayı destekleyecek doğrudan bir kanıt bulunamamıştı. O zamana kadar elde edilen ve yukarıda saydığımız kanıtlar, dolaylı ve bu sebeple farklı yorumlamalara açık gözüküyordu.
Bu sebeple 1940’larda pek çok kozmolog büyük patlama teorisine kuşkuyla bakıyorlar ve evrenin yapısını açıklamak için, o güne kadar astrofizikçiler arasında kabul görmüş olan sonsuzdan beri var olan evren anlayışı çerçevesinde evrenin genişlemesini ele almaya çalışıyorlardı. Bunların başında İngiliz astrofizikçileri Fred Hoyle, HermannBondi ve Thomas Gold’un geldiğini görmekteyiz. Bu üç bilim insanı, ‘kararlı durum modeli’ (steadystate model) adını verdikleri, genişleyen evren modeliyle uyumlu olan fakat evrenin başlangıcı olduğunu kabul etmeyen bir teori ileri sürdüler. Amaçları, büyük patlama modelinin sorunlarını aşmaktı.
Hoyle ve arkadaşlarının teorisi, evrenin sonsuzdan beri genişlediği halde nasıl olup da şimdi göründüğü gibi -yani yıldız ve galaksilerin karşılıklı konumlarının, sonsuz bir genişlemeye kıyasla, oldukça birbirine yakın olması- olduğunu açıklayabilmek için yıldızlarda sürekli olarak madde yaratılışını öngörüyordu. Böylece evrenin genişlemesinin yol açtığı madde seyrelmesi, yıldızlarda yaratılan aynı miktarda maddeyle dengelenmekte ve evren sürekli olarak kararlı bir durumda kalmaktaydı fakat 1960’lardan itibaren geliştirilen radyo teleskoplar aracılığıyla uzak galaksiler ve yıldızlar üzerine yapılan incelemelerde böyle bir madde artışı gözlenmemiştir. Durağan durum modelinin söz konusu en temel öngörüsünün yanlışlanması, teoriyi bilim çevrelerinde tamamen gözden düşürmüştür.
Yeni gelişmeler ışığında yine 1960’larda yapılan daha hassas hesaplamalar, evrenin yaşının yıldızların yaşından daha genç olmadığını ortaya koyarak bu konudaki büyük patlama teorisi ile ilgili sorunu da çözmüştür. Ayrıca büyük patlama teorisinin zayıflığının göstergesi olarak kabul edilen teorinin açıklayamadığı galaksilerin oluşumu ve ağır elementlerin sentezlenmesi gibi hususlar da teori çerçevesinde gözlem ve deneylerin öngörüleriyle uyumlu bir şekilde açıklanabilmiştir.
Fakat en önemlisi, kozmik mikrodalga arka alan ışınımının keşfidir. Bu ışınım, büyük patlamanın fosili olarak görüldüğü için durağan durum modelini savunanlar da dâhil herkes için büyük patlamanın doğrudan bir kanıtı sayılmıştır.
5. Kanıt: Kozmik Mikrodalga Arka Alan Işınımı
On yedinci yüzyılda ışığın sonlu bir hızla hareket ettiğinin keşfi astronominin en önemli keşiflerinden biridir. Işığın sonlu bir hızla hareket etmesi demek, biz uzak bir galaksiyi teleskop aracılığıyla şu anda ‘gördüğümüzde’, aslında onu ışığın terk etmiş olduğu andaki haliyle görüyoruz demektir; şu anki haliyle değil. Bu sebeple uzayda daha uzağı görmek, daha eskiyi görmek anlamına gelir. Gelişen radyo teleskoplar aracılığıyla günümüzde evrenin çok uzak noktalarını görebilmekteyiz. Görebildiğimiz en uzak galaksiler, bize milyarlarca ışık yılı mesafededir. Diğer bir ifadeyle biz onların (ya da evrenin) milyarlarca yıl önceki halini görüyoruz. Söz konusu olguya dayanarak John Barrow, “Bazı kişiler evrenin milyarlarca yıl önce neye benzediğini nasıl bilebildiğimiz konusunda kuşku duyarlar. Aslında gerçek sorun, onun şimdi nasıl olduğunu bilmektir.” der.
İşte kozmik mikrodalga arka alan ışınımının keşfi, ışığın sonlu hızla hareket etmesi olgusuyla ilgilidir. Eğer başlangıçta büyük bir patlama olduysa, o esnada evrene yayılan ışınım o kadar güçlü olmalıdır ki günümüzde evren soğumuş olmasına rağmen o ışınımın izlerini uzayın her tarafında gözlemleyebilmemiz gereklidir. Bu ışınıma, uzayın her tarafında bulunduğu için arka alan ışınımı,günümüze ulaşıncaya kadar geçen süre içinde çok zayıfladığı (dalga boyu büyüdüğü) için de mikrodalga ışınımı denmiştir.
1948 yılında Amerikalı astrofizikçi George Gamow ve öğrencileri Ralph Alpher ve Robert Herman, yüksek sıcaklık fiziğine göre yaptıkları hesaplamalarla söz konusu ışınımın büyük patlamadan sonraki ilk anlarda evrende düzgün olarak üretilmiş olması gerektiğini teorik olarak öngördüler. Yine aynı öngörü çerçevesinde bu ışınımın, evren üç yüz bin yıl yaşına ulaşıp da atom çekirdekleri bir araya gelerek atomları oluşturuncaya kadar atom altı parçacıklar tarafından saçılmaya devam etmiş olması gerektiğini ileri sürdüler.
Bu noktadan sonra söz konusu ışınım, maddeyle hiç etkileşime girmeden evrende yayılmasını sürdürmüş olmalıdır. Gamow ve öğrencileri, evren genişledikçe ışınımın dalga boyunun büyüyerek günümüzde radyo dalgalarına karşılık gelen bir değere ulaşmış olması gerektiğini ve sıcaklığının da mutlak sıfırın üstünde yaklaşık 3 Kelvine (-270° C’a) kadar düşmüş olması gerektiğini öngördüler.
Evrenin genişlemesine bağlı olan ışınımla ilgili bu değerler, aynı zamanda astronomide Olbers paradoksu olarak bilinen bir soruna da çözüm getirmektedir. 1826’da Alman astronom Wilhelm Olbers, eğer evren sonsuzdan beri varsa yıldızların yaydıkları ışınımların evreni tamamen aydınlık hale getirmesi gerektiğini ileri sürerek, o zaman geceleri bile gökyüzünün aydınlık olması gerektiğini iddia etmiştir. Uzayın neden karanlık ve soğuk olduğu ancak evrenin sonlu ve genişlemekte olduğunun ortaya çıkmasıyla açıklanabilmiştir. Bir başlangıç noktasından itibaren genişleyen evren, uzaya yayılan ışınımların dalga boylarını büyüteceğinden, belli zaman sonra evren, karanlık ve soğuk olacaktır. Aynı zamanda bu ışınımın dalga boyunun ve ısısının ölçümü bize evrenin yaşını verecektir.
1965 yılında bir Amerikan kuruluşu olan Bell Telefon’a ait bir laboratuvarda çalışan iki mühendis, Arno Penzias ve Robert Wilson, radyo dalgaları ölçümleri yaparken tesadüfen sözü edilen özelliklerdeki radyo dalgasını keşfettiler. Bu keşif, kendilerine Nobel ödülü kazandırdı. Daha yakınlarda 1992’de COBE uydusu, sağladığı verileri aracılığıyla kozmik mikrodalga arka alan ışınımı son derece hassas bir şekilde ölçülmüş ve sonuçlar büyük patlama teorisinin öngörülerini doğrulamıştır.
Dolayısıyla kozmik mikrodalga arka alan ışınımı büyük patlamanın varlığının en kesin ve doğrudan kanıtı olarak kabul edilir. Bununla birlikte kozmik mikrodalga arka alan ışınımı bize evrenin ancak 300 bin yıllık yaşıyla ilgili bilgi verir. Bundan daha öncesinde evren, ışık (fotonlar) için geçirgen değildi. Diğer bir ifadeyle ışığın, evrenin bundan önceki dönemlerinden bize ulaşabilmesi mümkün değildi. Dolayısıyla evrenin daha öncesini bu yolla doğrudan gözlemlemek mümkün görülmüyor fakat hidrojenin helyuma oranı, bize evrenin ilk saniyesi hakkında bilgi vermektedir.
6. Kanıt: Hidrojen ve Helyumun Oranları
Evrendeki hidrojen ve helyumun mevcut oranları, fizikçiler tarafından evrenin bir başlangıcı olduğunun, sonsuz olmadığının önemli bir kanıtı olarak kabul edilir. Yapılan ölçümler, yıldızların ve gezegenlerin yapısının büyük ölçüde (% 75 oranında) hidrojenden oluştuğunu göstermektedir. Yıldızların yakıtının (ısı ve ışığının) hidrojen elementlerin sentezlenerek helyuma dönüşmesiyle sağlandığı göz önüne alınırsa, eğer evren sonsuzdan beri var olagelseydi hidrojenin tamamen bitmiş olması gerekirdi. Yıldızlarda, bu kadar baskın oranlarda hidrojenin var olması, evrenin sonlu ve başlangıçlı olduğunu göstermektedir. Ayrıca hidrojenin helyuma oranından, evrenin yaşı da hesaplanabilmektedir.
Öte yandan bilim insanlarına göre hidrojenin helyuma oranı, yukarıda ifade ettiğimiz gibi, evrenin patlamadan bir saniye sonrasında nasıl olduğunu güvenilir bir biçimde bilmemize imkân verir. Evrendeki en hafif ve bu sebeple de en erken var olduklarına inanılan elementler hidrojen ve onun izotopları deteryum, helyum ve lityumdur. Büyük patlama teorisi, bu hafif elementlerin evren oluştuktan çok sonra yıldızlarda sentezlenmesinin mümkün olamayacağını, bunların oluşumu için gerekli yüksek sıcaklığın ancak evrenin ilk anlarında var olduğunu ileri sürmektedir. Teoriye göre bu hafif elementler, evrenin ilk saniyesinde başlayan ve o, üç dakika yaşındayken sona eren nükleer reaksiyonlar sonucu oluşmuş olmalıdır. Bu konuda yapılan çok sayıda kimyasal hesaplamalar, evrenin ilk anlarında her üç hidrojen izotopuna karşılık bir helyumun sentezlendiğini öngörmektedir. Büyük patlamanın bu öngörüsünün doğrulanmasını bilim insanları, teorinin başarısı için çok önemli ve kritik bir eşik olarak görüyorlardı. Gerçekten de yapılan gözlemler, günümüzde evrenin içindeki madde yoğunluğunun % 75 hidrojen ve % 25 helyumdan oluştuğunu ve geriye kalan diğer ağır elementlerin çok az bir yüzdeye sahip olduklarını doğrulamıştır.
Bu kanıtlar ışığında günümüzde hemen hemen tüm kozmolog ve fizikçiler, büyük patlamayı kabul eder hale gelmiştir.Büyük patlama teorisi, günümüzde evrenin meydana gelişi ve gelişimi ile ilgili fiziğin standart modeli olarak görülmektedir ve evrenin tarihini, ilk saniyeden itibaren, doğru biçimde bize resmetmektedir.”(Ferit Uslu,Tanrı ve Fizik, 24)
COBE UYDUSU KOZMİK FON RADYASYONU
“Beklenen atılım John Mather tarafından 1989 yılının Kasım ayında fırlatılan Kozmik Fon Kâşifi (COBE) uydusuna bir araç yerleştirilerek gerçekleşti. Mather’in geliştirdiği araç, kozmik fon radyasyonunun sıcaklığını daha önce ulaşılmamış bir duyarlılıkla ölçmeyi başardı. Sıcaklığın kesin değeri yalnızca 0.005 Kelvin belirsizlikte 2.726 Kelvin olarak bulundu.
COBE, uzayda üç yıl kalmıştı ve 1992’de elde ettiği veriler, kozmik fon radyasyonunun varlığını ve uzayın her yönünden geldiğini tespit etmekten de fazlaydı. Beklenen çok küçük dalgalanmalar da tespit edilmişti. COBE’nin gönderdiği verilerden bilgisayarın çizdiği resim, eski evrenin haritasındaki çok küçük dalgalanmaları da gösteriyordu. Resmin daha sıcak ve daha soğuk kısımlarını ayırt edebilmek için bilgisayardaki modele pembe ve mavi renkler katıldı. COBE’nin evrende keşfettiği dalgacıklar yeniden incelenip titizlikle kontrol edildi, gerekli veri elde edilmişti. Big Bang sürecinden çıkan kozmik fon radyasyonunda, çok küçük sıcaklık dalgalanmaları vardı ve bunlar da galaksilerin oluşup bugün gördüğümüz hale gelmeleri için yeterliydi. Big Bang bir kez daha büyük bir zafer kazanmıştı.
George Smoot, bilgisayarının evrendeki dalgacıkları göstermek için çizdiği pembe ve mavi resmi yayınladığında, dünyanın bütün gazetelerinin manşetlerine geçmişti. Kozmolojik bir gözlemin medyada bu kadar ön plana çıkması o güne kadar hiç görülmemişti. Stephan Hawking’in bu bulgu hakkındaki görüşü de meşhur resim ile aynı sayfalarda geçiyordu: “Bu, yüzyılın, hatta belki de tüm zamanların en büyük buluşudur.” COBE uydusunun proje lideri ve California Üniversitesi’nin astronomu George Smoot’un açıklaması ise çok ilginçtir: “Bu buluşumuz evrenin bir başlangıcı olduğunun bir delilidir.” Ve şöyle ekledi: ‘Bu, Tanrıya bakmak gibi bir şey.’ ”(Big Bang ve Tanrı,Caner Taslaman,51)
“Daha evvel de söylediğimiz gibi Big Bang’in öğrettiği en önemli bilgilerden biri evrenin çok sıcak ve çok yoğun ortamda başladığı, sürekli genişlemeyle bu yoğunluğun ve sıcaklığın düştüğüdür. Kozmik fon radyasyonunun sıcaklığı da sürekli düşmektedir ve şu anda 2.7 Kelvin’e eşittir. Uzaktaki galaksilerden gelen ışığa baktığımızda, aslında geçmişe baktığımızı unutmamalıyız. Uzak galaksilerden gelen ışık milyarlarca ışık yılı kadar uzaktan gelmektedir. Belki de şu anda bizim baktığımız o yönde, o galaksi yoktur, fakat biz o galaksinin milyarlarca yıl önce yola çıkmış ışığını seyretmekteyiz. Kısacası, geçmişe bakmaktayız.
Big Bang teorisine göre milyarlarca yıl önce evren daha yoğun ve daha sıcaktır, eğer milyarlarca yıl önceki halini gördüğümüz galaksideki kozmik fon radyasyonunun sıcaklığını ölçe-bilirsek, sıcaklığın günümüzdekinden daha yüksek olduğunu bulmamız gerekir. 1994 ilkbaharında, araştırmacılar, bunu gerçekleştirmeyi başardılar. Uzak galaksilerdeki kozmik fon radyasyonunun sıcaklığı 7.4 Kelvin’di ve bu değer şu andaki 2.7 Kelvin’den daha yüksekti.
Bu gözlem Keck teleskobuyla gerçekleşti, bu teleskop, zamanının en büyük optik cihazıydı. 1996 yılında aynı astronom grubu daha da uzaktaki bir galaksinin sıcaklığını ölçtüler, bu sefer 8 Kelvin’in çok az üzerinde bir değer buldular. Daha sonra farklı bir astronom grubunun daha da uzaktaki bölgeleri taramalarıyla 10 Kelvin sıcaklık derecesi saptandı. Tüm bu veriler Big Bang’in doğruluğunu onaylıyordu; ne kadar uzak geçmişimize bakarsak, o kadar yüksek bir sıcaklıkla karşılaşıyorduk. Böylece kozmik fon radyasyonunun geçmişini incelememiz de Big Bang’i destekleyen ilave bir delil oluşturdu.”(Big Bang ve Tanrı, Caner Taslaman,53)
“Büyük Patlama teorisinin doğrulanması, kozmik arka fon ışımasına dair deliller tarafından sağlanmıştır. Büyük Patlama sırasında evren son derece yüksek bir yoğunluğa ve sıcaklığa sahipti. Bütün madde ışımayla termal dengedeydi. Evren genişleyip 3.000°K sıcaklığa kadar soğuyunca madde ve ışıma ayrıldı ve ayrı bir şekilde genişledi. O zamandan bu yana olan ışıma şimdi bize, milyarlarca ışık yılı gibi muazzam bir uzaklıkla ilgisi olan çok büyük bir ‘kırmızıya kayış’la gelir. Bu ışımanın deneysel olarak doğrulanması 1964’te gerçekleşti. Arno Penzias ve Robert Wilson Bell Laboratuarları’nda ultra duyarlı bir radyo teleskopuyla çalışırken, dalga boylarının bir metreden az olduğu radyo tayfının mikrodalga bölgesinde 7 cm.lik uzunlukta arka fon ışıması tespit ettiler. Bu kozmik mikrodalga ışıması, evrendeki en uzak yerlerden daima aynı tarzda geliyor gözüküyordu. Bu ışıma, Büyük Patlama’nın muazzam sıcaklığının 3.000°K’e düştüğünde meydana gelmiş maddenin ayrılması ve ışımasından kalma eski bir kalıntıydı. Evren genişledikçe, bu ışıma bütün yönlere yayıldı ve şu anki sıcaklığı olan 3°K’e kadar soğumaya devam etti. 1949’da, genişleyen evren teorisi üzerine yaptıkları çalışmada George Gamow, Ralph Alpher ve Robert Herman evrenin ilk ateş topu halinin, yaklaşık 5°K sıcaklıkta bir siyah cisim ışıması meydana getireceğini tahmin ettiler. (Siyah cisim ışıması, sadece sıcaklığa dayanan ışımanın özelliklerini taşıyan tamamıyla siyah bir nesneden yayılan varsayımsal ışımadır).
Teorinin doğrulanması, Kozmik Arka Fon Araştırıcısı (COBE) uydusunun Ocak 1990’da yaptığı ölçümlerle çarpıcı bir şekilde yapılmıştır. COBE’ye bağlı bir alet, arka fon ışımasını, siyah cisim eğrisi boyunca mükemmel bir şekilde beliren 2.726°K olarak ölçmüştür. Ölçümler, mükemmel bir siyah cisim ısı yayıcısından, evrendeki bütün noktaların % 1’inden daha az bir şekilde saparak Joseph Silk’in şu yorumda bulunmasına neden olmuştur: “Hiç kimse, siyah bir cismi gökyüzünde belirlendiğinden daha kesin bir şekilde laboratuarda ölçemez.” (Düzen, Dean L. Overman, 135)
EVREN’İN GENİŞLEMESİ
“Gökadalar birbirlerinden kendilerini uzağa iten gizemli bir kuvvet nedeniyle uzaklaşmıyorlar, tıpkı benzetmemizdeki yükselen taşın Dünya tarafından itilmediği gibi. Tersine, gökadalar birbirlerinden uzaklaşıyorlar çünkü geçmişte bir tür patlama onları dağıtmıştı.”(İlk Üç Dakika, Steven Weinberg, 35)
“İlk olarak Hubble’ın keşfettiği üzere, bugün bu patlamanın “kalıntılarının” milyarlarca galaksi olarak hala dışa doğru akmakta olduğunu görebiliyoruz. Evren genişlemektedir.” (Evrenin Zarafeti, BrianGreene, 281)
BIG BANG’I GÖZLEMLEYEMEYİZ. O, ANCAK KURAMSAL OLARAK KANITLANABİLİR
“Çok soğuk derecelerde neleri fark edebileceğimizin bir sınırı –mutlak sıfır- varsa, çok yüksek ısı derecelerinde fark edebileceklerimizin de bir sınırı vardır. Kuram bize aşırı sıcak derecelerde her şeyin mat yani ışık geçirmez olduğunu söylemektedir yani biçim ve yapıyı seçemeyeceğiz. Her şey yoğun bir sis perdesi ardında gibidir. Böylece uzayda kuvazarların da ötesini görecek daha güçlü teleskoplar yapmanın yolunu bulsak da Big Bang zamanını göremeyeceğimizi artık biliyoruz. Uzayda ne kadar uzağa bakarsak gözlemlediğimiz nesnenin ışığının bize ulaşmasının daha uzun süreceğini biliyoruz. Uzak nesnelere olan mesafeden ışık yılı olarak söz ederiz, yani ışığın onlardan bize gelmesi için geçmesi gereken süre. Bu da ışığının bize gelmesi için 15 milyar yıl geçmiş olan bir şeyi görürsek Big Bang anını göreceğiz demektir. Ancak teleskoplarımız ne kadar güçlü olsa da, bunun imkansız olduğunu biliyoruz. Zaman içinde geri giderken Big Bang’e gelmeden 300.000 yıl kadar önce bu yoğun sıcak sisine gireceğiz.
Evrenin ilk anlarını gözlemleme açısından yapabileceğimiz en iyi şey Big Bang’den hemen sonraki koşulların ne olacağını kuramsal olarak görmektir. Şimdiki teknolojimiz sınırları içinde kalarak bu koşulları yeniden yaratabiliriz ama sadece parçacık hızlandırıcıları içinde ve birkaç salise. En hızlı çarpışma anında kısa bir süre için oluşan basınçlar ve ısıların Big Bang’in ilk saniyesindekilere eşit olduğu düşünülmektedir ancak fizikçiler tarafından kimi zaman ‘küçük patlamalar’ olarak tanımlanan bu anlar bize olanlar hakkında pek az ipucu verecek kadar kısadır. Bunlar Big Bang’in oluşunun ilk saliselerinde oluşan koşulları tekrarlıyorsa da, o birkaç saniye öncesindeki çok önemli anda neler olmuş olacağı hakkında fazla bir bilgi vermemektedir. Bize sadece o koşulları değil, onları devam ettiren ve evren kadar muazzam bir şeyin gelişmesine imkan verenin ne olduğu hakkında hiçbir fikir vermemektedir.
Parçacık hızlandırıcılarındaki bu anlar bu aşırı ısı derecelerinde ve basınçlarında sadece saf enerjinin var olabileceğini doğrulamaktadır. Parçacık izleri çarpışma anında başlamazlar bunlar dedektörlerin çarpışma noktasında sezdikleri saliselik saf enerjiden doğarlar. Ancak bu bize bir salise önce ne olmuş olabileceği hakkında hiçbir şey anlatmaz. Big Bang nasıl başlamıştır? Genişlemeyi ve evrenin 15 milyar yıl sonra hâlâ büyümesini sağlayan zincir reaksiyonlarına ne neden olmuştur? ‘Küçük patlamalar’ dan hemen önce var olmuş olması gereken daha aşırı koşullan yaratabilecek parçacık hızlandırıcıları yapabilsek evrenbilim için çok büyük bir başarı olurdu. Belki de o zaman gözlemleyebileceklerimizin de bir sınırı vardır.
Sadece bir metre boyunda olan ilk parçacık hızlandırıcıları, parçacıkları bu kısa mesafeyi bile kat ettikten sonra atomları parçalayacak hıza eriştirebiliyordu. Parçacıkları daha hızlı hareket ettirmek için hızdaki en küçük bir artıştan yararlanmak üzere çok daha uzun mesafeler boyunca göndermeniz gerekir. CERN’deki hızlandırıcıda parçacıkların ‘küçük patlama’ yaratacak kadar hızlı hareket etmeleri için 27 mil yol almaları gerekmektedir. Bir salise öncesinde Big Bang’in başladığı an var olan koşulları taklit etmek için gerekli hızlandırıcı boyu çok büyük farklılıklar göstermektedir. Bazı fizikçiler güneş sistemi boyunda bir makinenin bunu yapacağını iddia etmektedirler. Diğerleri ise evren boyunda bir taneye gerek olduğunu savunmaktadırlar! Kimin haklı olduğu hiç önemli değildir. Her ikisi de imkânsızdır. Böylece yine gözlemin sınırlarına gelmiş olduğumuz anlaşılmaktadır. Bu nedenle evrenin en büyük sırrı ancak sadece kuramla çözülecek gibi görünmektedir.” (Stephen Hawking’in Evreni, David Filkin, 220)
BÜTÜN BİLİM DÜNYASI KABUL EDİYOR
“Bu ilke ışığında ‘büyük patlama’yla ilgili açıklamaları değerlendirirsek, onun çok sayıda veri ile desteklendiği için bilimsel bir hipotez değil bir teori (teorem) olarak değerlendirilmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Her ne kadar ayrıntılarda bilim insanları arasında anlaşmazlıklar bulunsa da, teori henüz çözümlenememiş bazı boşluklar içerse de günümüzde bilim dünyasında büyük bir patlamayla başlatılan erken evrenle ilgili açıklamalar, ‘standart model’ adıyla anılmakta ve yaygın olarak kabul görmektedir.
Evrenin başlangıcı, doğrudan gözlemlenmemesine rağmen bu konudaki açıklamalar, doğrudan gözlemlenmeyen atomlardaki elektronlar, atom çekirdeğindeki kuarklar, eski dönemlerinde yaşamış dinozorlar hakkındaki bilimsel açıklamalar gibidir. Bu konularda olduğu gibi standart modelle ilgili olarak gözlem ve deney yapılamasa da bunlar bilimsel olgular olarak kabul edilir çünkü: (1) gözlemlenen başka olgu ve süreçlerle desteklenmişlerdir, (2) gelecekteki doğal olguların ve laboratuvar deneylerinin sonuçlarını hesaplanabilir bir biçimde öngörmeyi sağlarlar ve (3) yanlışlanabilir açıklamalar üzerine kurulmuşlardır.” (Tanrı ve Fizik, Ferit Uslu, 20)