|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
.
RABITA
*RABITA PEYGAMBERİMİZ ZAMANINDA RABITA VAR MIYDI
*PEYGAMBERİMİZ ZAMANINDA TASAVVUF VAR MIYDI
*RABITANIN VARLIĞI BİLİMSEL OLARAK İSPAT EDİLDİ
*RABITA ŞİRK Mİ?
Hani kendi söylediği yalana inanlardan bahsedilir ya, bu gün tasavvuf ve tarikat düşmanlarının kendi uydurdukları yalana inandıklarını ve bu yalan üzerinden saldırdıklarını görüyoruz.
Önüne Kur’an-ı Kerimi açmış, gayet ciddi bir eda ile kendince getireceği deliller ile rabıtayı çökertecek, tasavvufu yerle bir edecek…
Zavallı davetçi ilk cümleyi şöyle kuruyor:
“Rabıta madem dinimizde bu kadar önemli bir ibadet, neden Kur’an-ı Kerimde açıkça ifade edilmiyor?”
Yuh artık… Ne? Rabıta dinde çok önemli olan bir şey mi? Ne? Rabıta bir ibadet mi?
KURMUŞ, İNANMIŞ
Bu adam aklında olayı şöyle kurmuş olmalı: “Rabıtaya önem verdiklerine göre bu onlara göre dinde çok önemli yeri olan bir ibadet”
Kendince böyle bir yalan uydurmuş ve buna inanmış.
Biz hiçbir tasavvuf ehlinin kitabında “rabıta dinde çok mühim bir vecibedir”dediğini ve rabıtaya “ibadet” vasfı yüklediğini görmedik.
Bizim ve büyüklerin böyle bir iddiası, söylemi de yok.
Eee ibadet meselesi nereden çıktı?
ŞİRKLE SUÇLAMAK İÇİN ŞART
İşte can alıcı nokta burası. İçlerine vehhabi kaçmış İngiliz coşturması Necidlilerin suyundan içmiş bu şaklabanlar bir şeyi “şirk” olarak nitelemek, yapanları “müşrik” ilan edebilmek için önce o şeyi bir “ibadet” olarak kabul ediyorlar. Sonra da böyle bir ibadet dinde yok, bu bir bid’attir ve şirktir diye bas bas bağırıyorlar.
Güler misin ağlar mısın cinsinden bir adam aynen şöyle diyor: “Mezhep imamları herşeyi en ince ayrıntısına kadar açıkladı da rabıtayı neden açıklamadı”
Bunlar artık mizahlık oldular haberleri yok.
İyi de biz buna ibadet demedik ki, bunu “ibadet” konumuna çıkaran sensin. İbadet olmayan bir şeye sen nasıl olur da Kur’an-ı Kerimden açık delil istersin? Mezhep imamı ibadet olmayan bir şeyi neden tartışsın ki?
RABITA BİR EĞİTİM METODUDUR
Yazının sonunda söyleyeceğimiz şeyi burada da ifade etmek yerinde olur. Rabıta bir ibadet değildir ancak işari manalar ile delillendirilebilen, yasaklanmamış meşru bir eğitim metodudur.
Tasavvuf, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye eden bir yoldur. Temelini: “andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems 9) gibi ayetlerden almıştır. Bu yol sahabe arasında zaten yaşanmaktaydı. Sahabeler zühd ve takvada önder, nefs ve şeytan mücadelesinde en güzel örnektirler. Ancak Asr-ı Saaddetten sonra Nur-u Muhammedi’den uzaklaşan insanların dünya meşgalesine dalıp ahireti unutması sebebiyle yine Allah’ın bir rahmeti olarak Kur’an-ı kerimdebelirtildiği üzere “nefsi emmareden” kurtulup razı olunan “mutmain” olmuş nefse ulaşabilmek, Allah’ı çokça zikretmek, Resule itaat etmek ve İslami indiği şekliyle yaşamak için bu yol sistemleştirilmiştir.
Kur’an-ı Kerimde Rabbimiz buyuruyor ki: “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”(Rad 28)
İşin erbabı olan zatlar bir insanın kalbi günlük olarak ne kadar zikre ihtiyacı vardır, huzur bulması nasıl zikretmelidir gibi meselelere getirdikleri çözümü sistemleştirmişlerdir.
Buna göre mesela bir mürid ilk olarak günde 5 bin defa kalpten “Allah” der. Sonraki safhalarda zikir ve sayı değişecektir.
Adam işinde gücünde, dünya ile pazarlığında, madde peşinde koşmakta iken tasavvuf yoluna girerek kur’an-ı kerimde “kurtuluşun” anahtarı olarak gösterilen nefis tezkiyesi ve en büyük ibadet olan Zikrullahı yapabilmektedir.
Rabıta ise bu yolda bir eğitim metodudur.
Rabıta düşünmekten ibarettir. Düşünmenin bir şirk olduğunu ancak cahil ahmaklar iddia edebilir.
Peki rabıta neden vardır?
1. sebebi Allah’ın zatını düşünmenin yasak oluşudur.
Şimdi bir deneme yapalım. Elinize bir tesbih alın ve “Allah, Allah” diye zikretmeye başlayın. Gözlerinizi ne yapacaksınız? Şayet açık bırakırsanız sağla solla alakadar olacağından kalbinizde gözlerinize tabi olacak ve “Allah, Allah” zikrinden bir fayda hasıl olmayacak. O halde gözümüzü kapatmamız lazım.
Gözümüzü kapattık diyelim. Ne düşüneceğiz? “Allah, Allah” derken Allah’ı düşüneyim deseniz hadis-i şeriflerde buyrulduğu üzere Allah’ın zatını düşünmek yasaktır. Gözünüzün önüne gelen ışık ve karaltının Allah (Celle Celaluhu) ile alakası yoktur. Ve şeytan sizi gözünüzün önüne gelen bu ışık oyunları veya gün içinde aklınıza takılan olaylar ile meşgul edecektir.
Rabıta yapan kişi ise, kalbini (masivaullah) Allah’tan başka her şeyden temizlemiş, nefsini tezkiye etmiş, her an Allah’ın zikrinden gafil olmayan, ayette (“Ey mutmain olan nefis! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön! Kullarımın arasına gir, Cennetime gir.” (Fecr 27,28,29,30) geçtiği üzere “kalbi Allah’ın zikriyle mutmain olmuş” bir Allah dostunu düşünür. Allah dostlarına dünya ve ahirette müjdeler verilmiş, korkulardan da emin kılınmışlardır:
“Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.
Onlar iman etmiş ve Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlardır.
Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjde vardır. Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. İşte bu büyük başarıdır.” (Yunus suresi 62, 64)
Nasıl ki güneşe tutulmuş bir aynaya bakan kişi güneşi görebiliyorsa, rabıta yapan kişi de Allah’ın zikriyle kalbi itminan olmuş Allah dostuna yönelerek gafletini en asgariye, dikkatini de azamiye çıkarmayı hedefler.
İşte bu bir ibadet değil, metoddur. Meşrudur, ve yasaklanmamıştır. Namaz gibi ulvi bir ibadette, secde gibi bir rükunda bile düşünülen şey insanı şirke götürmüyorsa zikrederken, Allah’ı hatırlatan bir zatı düşünmek neden şirk olsun?
hadis-i şerifte buyrulduğu üzere: “Evliyaullah o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” (Nesai, es- Sünenü’l Kübrai Tefsir:180, No:11235, 6/362; Taberi, Cami’ul Beyan, No: 17723, 24, 25, 26, 6/575; Hakim-i Tirmizi, Nevadir’ul-usül, sh: 140; Haysemi, Mecma’uz-zevahid,10/78)
İnsana gaflet körükleyecek ağaç, taş ve benzeri şeyleri mi düşünmek yoksa görüldüğü zaman Allah’ı hatırlatan veliyi düşünmek mi daha iyidir?
Mutasavvıflar işte burada Kur’an-ı kerimde “evliyaullah” olarak bahsedilen zatların düşünülmesini uygun görmüşlerdir.
( -KUR’AN’DA ALLAH DOSTLARINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN)
2. Rabıta sevgiyi artırır
Düşünen kişiye düşündüğü kişi için 2 şey vardır. O kişiye ya düşmanlığı, ya da muhabbeti artacaktır.
Başka bir deyişle insan başka birini ya düşmanlığından dolayı, kini olduğu için çok düşünür. Ya da çok sevdiği için düşünür.
Sevilen şeyin çok düşünülmesi o şeye karşı muhabbetin ziyadeleşmesine ve irtibatın kuvvetlenmesine sebep olur.
Kişi bir Allah dostunu veya Peygamberimizi düşünmekle O’na olan muhabbeti artacağı gibi irtibatı da kuvvetlenecektir. Kuvvetlenen irtibat kişiyi ibadet, amel, zikir gibi hayra sevke der, günahlardan da uzaklaşmasını sağlar.
Yine Allah’ın sevdiği şeylerle kuvvetlenen irtibat, sevmediği şeylere karşı meyli azaltır. Meşru olmayan şeyleri düşünmekten ve onlara yönelmekten alıkoyar.
İşte böylece kişi Allah’a ve sevdiği şeylere yakınlaşır, Allah’ın sevmediği şeylerden uzaklaşır…
Bunun tam aksi olan Allah’tan başka şeyleri düşünmek ve muhabbet beslemek de Allah’tan (Celle Celaluhu) uzaklaştırır.
3. Rabıta bağdır
Her insan iç güdüsel olarak kendisine idol yani örnek alabileceği bir şahıs arar. Kişinin gönlü bir kişiye aktığı zaman en çok onu izler, onu dinler, onu takip eder. Bir zaman sonra sözleri, halleri, tavırlarıyla ona benzemeye başlar. Bunu gençlikte görmüyor muyuz?
Çok sevdiği bir şarkıcıyı dinliyor, taklit ediyor, onu izliyor, takip ediyor, resimlerini taşıyor ve hatta giyinişiyle onu taklit etmeye çalışıyor. Bu nedir? Kişi ile şarkıcı arasında kurulan bağın eseridir. Batıl bir bağdır ama kişiyi o şarkıcı gibi olmaya yöneltir.
İşte insan Allah dostuna rabıta yapmakla kurulan bu bağ sayesinde Peygamberimizin yaşayan örneğine benzemeye, onun gibi olmaya çalışır. O’nu örnek alır.
Önemli olan noktalardan birisi budur.
Çünkü o Allah dostunun yürümesi, oturması kalkması, yatması, konuşması, her anı Peygamberimiz gibidir ve Allah içindir. Boş konuşmaz, yalan söylemez, her zaman iyiliği emreder, kötülükten nehyeder, nefsi için kızmaz, affedicidir, kul hakkına ve haram lokmaya titizlikle dikkat eder… vs…
Rabıta ile kurulan bağın kişiyi o Allah dostuna yöneltmesi ve onu örnek almasını sağlaması kişinin kurtuluşuna vesile olacaktır.
Dolayısıyla rabıta ahlaki bir yapılanma için de gereklidir.
Hatta günümüzde insanların kendine naylon kahramanları karakter olarak seçtiğini ve kendisini ona benzetmeye çalıştığını görünce Allah dostlarına bağlanmanın ve onlar gibi olmanın lüzumu daha çok anlaşılmaktadır.
SONUÇ
İşte bütün bunlar rabıtayı “ruhsal eğitim”de bir metod kılmaktadır. Rabıta bir ibadet değil, bir vecibe değil eğitim metodudur. Rabıta ruhsal iletişimdir.
Dolayısıyla rabıtaya bid’at da denilemez. Çünkü bu gün bir çok İslami eğitim usulleri ve metodları vardır. Şayet rabıtaya bid’at diyecekseniz kendi okuduğunuz sistemi de bid’at olarak kabul etmelisiniz. Çünkü ne usul-u fıkıh, ne de tefsir usulü Peygamberimiz zamanında yoktu. Sonradan alimler tarafından sistematik bir şekilde geliştirildi ve Müslümanların ufkunu açtı.
Rabıta da aynı şekilde bir eğitim metodudur.
Kim rabıtaya “ibadet” vasfı yüklüyor ve “şirk” ile nitelendiriyorsa bilin ki o ya cahildir ya da Müslümanları şirkle suçlayarak bölmek için fitne çıkarmakla görevli bir adamdır. Müslümanların Allah dostlarına benzemesini istemeyen, Allah dostlarını Müslümanlar arasında itibarsızlaştırmaya çalışan Yahudi tohumlarına bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde hizmet ediyordur.
www.ihvanlar.net
.
ÖNCEKİ YAZI: VESİLE EDİNMEK HİMMET İSTEMEK
BUNA DA BAK: PEYGAMBERİMİZ ZAMANINDA RABITA VAR MIYDI?
DELİLLERİ İLE TASAVVUF İÇİN TIKLAYIN
Rabıta hakkında internet ortamında sağlıklı bir kaynak mevcut değildir. Bu nedenle meydan inkarcılara kalmaktaydı. İnkarcıların sesini kesmek, meraklılarına ulaştırılması için İsmailaga.info, Mahmud Efendi Hazretlerimizin emri ile Cübbeli Hocamızın rabıta hakkında yazdığı “Tarikatı Aliyye’de Rabıtayı Celiyye” adlı eserden konu ile alakalı bölümlerden alıntılar ve geniş bir araştırma ile sizler için hazırladı.
Şunu en başta söyleyelim ki rabıta bir ibadet değildir. Ancak aşağıdaki yazıdan anlaşılacağı üzere inkar edilemeyecek meşru bir hareket ve manevi yolların eğitim metodudur.
RABITANIN KURAN’DAN DELİLLERİ
*- Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah(-u Teala)dan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe Suresi 119)
Bu ayeti kerimede mü’minlere hitap edildiği açıktır. Bu da göstermektedir ki “Sıdk”sıfatı, imandan daha hususi (özel) bir manaya sahiptir. Çünkü iman edenlere“sadıklarla” beraber olunması emredilmiştir.
Yani sıdk mertebesinde bulunan herkes mü’mindir, ancak her mü’min sıdk mertebesinde değildir
Bu ayette emir buyrulan “beraberlik” iki şekilde olur:
1- CİSMANİ BERABERLİK: Bu türlü beraberlik, sadıkların meclisine bizzat devam ederek, onlardan ilim, fazilet ve feyz almakla olur.
Kişi sadıklarla beraber olmak için, onların meclislerine devam eder, söylediklerini dinler, hal ve tavırlarını örnek alır.
Bundan dolayıdır ki Ashab-ı kiram (Rıdvanullahi aleyhim ecmain) Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in etrafında pervane olur, sürekli onunla beraber bulunmaya gayret ederlerdi.
Uzak beldelerde bulunanlar da fırsat buldukça ve yol emniyetini temin ettikçe, her taraftan Alemlerin Efendisi’ni ziyarete gelirlerdi.
2- RUHANİ BERABERLİK
Eğer kişi, ayeti kerimede “Sadıklarla beraber olun” emri olduğu halde sadıklardan cismani olarak ayrı bulunuyorsa ne yapacaktır?
İşte bu durumda da onların gidişatlarına uyacak, yaptıklarını yapıp, yapmadıklarını terk edecek, onların hal, tavır, davranış ve sözlerini onların gıyabında hayalinde canlandıracak ve onların hali ile hâllenecektir.
Ehlulalh’ın meclisinde bizzat bulunmak, kişiye fayda sağladığı gibi, gıyaben şahıslarını ve hallerini düşünmek de fayda verir.
Çünkü bir kişi hayalinde, dimağında (beyninde) ve kalbinde neyi tasavvur ederse, fiillerinde de o tezahür eder (açığa çıkar) k,, rabıta da bundan ibarettir.
İsmail Hakkı Bursevi (Kuddise Sirrahu) “Sadıklarla beraber olunuz” ayetinin tfsirinde şöyle demiştir:
“Bu ayeti kerimede bahsi geçen sadıklardan murad; kamil mürşidlerdir. Bir salik onların kapılarında ciddiyetle hizmet eder, muhabbetiyle nazarlarına kabul olunursa, onların feyz ve bereketiyle masivayı terk etmeye, Allah’u Teala yolunda istikamet üzere bulunmaya rahatlıkla muvaffak olur ve huzur-u hakk’a kavuşur.”
Müfessir Alusi (Rahimehullah) ise, yukarıdaki ayetin tefsirinde: “Sadık ve Salihlere karışınız (onlarla iç içe olunuz) ki; onlar gibi olasınız. Çünkü herkes, yakın olduğu kimseye uyar” demiştir.
Bu ayet-i Kerime’yi Ubeydullah Ahrar Hazretleri de rabıtaya delil olarak zikretmiştir.
*- Diğer bir ayeti celilede de Mevla Teâlâ:
“Kullarımın içine gir, cennetime gir.” Buyuruyor. (Fecr Suresi 29-30)
Bu ayeti celilenin açık beyanından da anlaşılacağı üzere; dünyada, Allah’u Teâlâ’ya mahsus olan özel kulların arasına girmek, ahirette cennetlere girmeğe vesiledir.
Tabi ki, dünyada devamlı o dostlar arasında bedenen bulunmak mümkün değilse de, rabıtadan ibaret olan manevi beraberlik, ehli için müyesserdir.
Ali Haydar Efendi (Kuddise Sirrahu) “Ruhul beyan tefsirinden naklen şöyle yazmıştır: “Bu ayeti celile, Süleyman Aleyhisselam’ın: “Beni rahmetinle Salih kullarının içerisine girdir.” (neml Suresi 19’dan) duasını beyan eden ayet-i kerime gibidir.
Hususi kullar zümresine girmek, saadet-i ruhaniye (ruhun mutluluğu) onlarla beraber cennet ve derecelerine kavuşmak ise, cismani (bedenle alakalı) saadettir.
Nitekim Mevla Teâlâ: “Kullarımın arasına gir, Cennetime gir” buyuruyor.
Necmüddin-i Kübra (Kuddise Sirrahu) Hazretleri, “Te’vilat-ı Necmiyye” isimli eserinde, bu ayet-i kerimenin te’vilini yaparken:
“Benim (zatım)la ve sıfatlarımla baki olan (tarikattan sonra hakikate kavuşarak manevi diriliği bulmuş) kullarımın içine gir.
Zatını (kendini) ve enaniyetini (benliğini) yok ettiğin için, Zat’ımın cennetine gir”diye mana vermiştir.
DOSTLARININ YOLUNA UYMAK
*-Cenab-I hak şöyle buyuruyor:
“Bana yönelenin yoluna uy..” (Lokman Suresi 15)
Bazı müfessirler bu ayet-i kerime hakkında şunları söylemişlerdi: “Burada geçen ‘Enabe” kelimesinin anlamı “Meyletmek ve bir şeye rücu’ etmek” demektir.
“Bu iname (Allah’u Teala’ya yönelmek) peygamberlerin ve Salihlerin yoludur.” (İbni Atıyye, el-Muharraru’l veciz, 4/349; Kurtubi, El-Cami’u’li ahkami’l Kur’an, 14/45)
İsmail Hakkı Bursevi (Kuddise Sirrahu) bu ayet-i celilenin tefsirinde şöyle demiştir:
Bu ayette, kâfir ve fasıklarla sohbetten sakındırma ve Salihlerle (beraberliğe) teşvik vardır. Çünkü kişilerin bir araya gelmesi, birbirini etkilemeyi gerektirir. Tabiatlar cezp edici, hastalıklar geçici ve sirayet edicidir.
Bundan dolayı Semure ibn-i Cündeb (Radıyallahu Anh) den rivayet edilen bir hadislerinde, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Müşrikle bir çatı altında oturmayınız ve onlarla bir arada durmayınız. Kim onlarla oturur veya beraber bulunursa, o da onlar gibidir.” Buyurmuştur. (Tirmizi, Siyer:42, No:1605, 4/156)
Yani: “Müşriklerle bir yerde oturmayınız, aynı mecliste toplanmayınız ki, beraberlikten dolayı onların kötü ahlakı size sirayet etmesin ve çirkin halleri size bulaşmasın.”
Alusi (Rahimehullah) ise şöyle demiştir:
“Bu ayetle kamil (manen olgun) insanlara uyup, nakıslardan yüz çevirmeye ve kamil olanları, nakıs (eksik) olanları kemale erdirmesine işaret edilmiştir.
Bütün bu ifadeler, Allah’u Teala’ya inabe etmiş (yönelmiş) velilerin yolu olan: “zikir”, “rabıta” ve “Murakabe” gibi vazifelere tabi olmanın faziletlerini açıklamak, buna mukabil nefislerinin arzularına uyarak bu büyüklerin yollarını inkara kalkışanların, kendilerinden de, fikirlerinden de uzak durulmasının önemini beyan hususunda, ne kadar net ve tesirli manalar ihtiva etmektedir.
RİBAT EMRİ
*- “Ey iman edenler! Sabredin (düşmanlarınızla) sabır yarışı edin (onlara galip gelin, sınırlarda) nöbet bekleşin ve Allah(u Teala’ya muhalefete kalkışmak)tan sakının ki, felaha (kurtuluşa)a eresiniz.” (Al-i İmran suresi 200)
Bu ayeti celilede yer alan (Rabidu) emr-i celilinin masdarları olan “Ribat” ve“Murabata” tabirleri; “Sınırda düşmanı gözetlemek”, “Nöbet tutmak”, “Verilen emrin eksiksiz yerine getirilmesi” anlamlarını ifade eder.
Beden ile nefsin irtibatını sağlaması ve “Halk alemi” ile “Emir alemi”ni bünyesinde barındırması dolayısıyla kalbe de “Ribat” denmiştir.
Zira “Nazargahı ilahi” kabul edilen ve “Masiva” (Allah’u Teala’dan gayrısı)nın girmemesi için her şeyden önce gözetlenmesi gereken yer hiç şüphesiz ki kalptir.
Kur’an-ı Kerim’de (Rabidu) şeklinde geçen ve emir ifade eden “Ribat” ve “Murabata” tabirlerinin; yalnızca maddi ve dış düşmanlara karşı değil:” ve “kötülüğü emredici” karakteri ile tanımlanan nefs ve şeytan düşmanına karşı da vaziyet almayı, bunların aldatıcı hilelerine karşı kalbi gözetlemeyi” amir bulunduğu ve başından beri bu ayet-i kerimenin, iki manayı da aynı anda hedef aldığı, hemen hemen çoğu müfessirlerce söz konusu edilmiştir.
Unutulmamalıdır ki; hem fertlerin hem de toplumların hayatında sıcak savaşlar geçici, soğuk savaşlarsa sürekli ve daimidir.
Sıcak savaşlarda dış, soğuk savaşlarda ise iç düşmanın dikkatle gözetlenmesi gerektiği açık bir husustur.
Zamanın icap ve ihtiyaçlarına göre bunların tercih edilip değerlendirilebileceği söylenebilir. Bu sebeple ayeti kerimeyi:
“İslam düşmanlarına karşı hazır olmak, teyakkuzda bulunmak (uyanık davranmak)”manasında anlamak yanında, bizleri Allah’u Teala’nın dininden uzaklaştırmak için mücadele vermek manasında anlamalıyız.
Kaldı ki müfessirler bu terimlerin tasavvufi anlamlarını gösterirken İslami delillere istinad ettirmeyi de ihmal etmemişlerdir.
Mesela Rağıb el-İsfahani (Rahimehullah) “Ribat” ve “Murabata” nın ikili anlamına işaret ederken:
Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’dan rivayet edilen: “Zorluklara rağmen abdest almak, mescidlere çok adım atmak ve bir namazın ardından diğer namazı beklemek, işte ribat budur” (Müslim, taharet 14, no 251, 1/219; Tirmizi, Nesai, Muvatta, Ahmed-el müsned) hadisi şerifine dikkat çekmiştir.
Ardında Kur’an-ı Kerim’de, “Rabt” kökünden türetilmiş kelimeleri ihtiva eden ayetleri sıraladıktan sonra:
“O (Allah’u Teala) mü’minlerin kalplerine sekineti (iç huzuru, manevi kuvvet ve sabrı) indirendir” (Fetih Suresi 4’den) ayetinde hereketle, bu ayetlerdeki “Rabt”ın:
“kalp sekineti (kalbin huzur bulup yatışması ve sukunete ermesi)” manasına delalet ettiğini söylemiştir. (Rağıb el-İsfahani, Müfredat-ü elfazı’l-Kur’an, sh:338-339)
Dolayısıyla kelimenin gerek lügat anlamı gerekse İslam alimlerinin yukarıda işaret ettiğimiz fikirleri, “Ribat” ve “Murabata”nın sadece sufilerce değil, diğer alimlerce de tasavvufi bir muhtevaya sahip olduğunu gösteriyor.
Bu kelimelerden türetilerek vücud bulan müesseselerin, hem askeri ve idari, hem de dini ve tasavvufi sahalarda hizmet veren kuruluşlar olarak faaliyette bulunduğu tesbit edilmiştir. (Sühreverdi, Avarifü’l-mearif 103, 133)
Her halükarde ribat emrinin zahiri manası, düşmana karşı nübet tutma anlamında olduğuna göre, İbn-i Abbas, Ebu Zerr ve CVabir (Radıyallahu anhuma)’dan rivayet edilen:
“Senin en büyük düşmanın, iki yanının arasında olan nefsindir.” (Beyhaki, ez-zühd, No:345, sh:190; Deylemi, Müsnedül Firdevs No: 5248, 3/408)
Cihadın en üstünü, kişinin Allah’u Teala uğrunda nefsi ve arzusuyla cihat etmesidir.” (İbn-i Neccar, Deylemi, Ali el-Müttaki, kenz’ul- Ummal, No: 11262, 11265, 4/439-431)
İşte rabıtanın önemi burada çok daha iyi anlaşılmaktadır. Rabıta yapan bir insan devamlı Allah ‘u Teala’nın nurunu ve rızasını talep ettiğinden nefsine ve şeytana karşı nöbet yerini terketmemekte, teyakkuz halinde beklemektedir.
YARATIKLARI DÜŞÜNMEK
Mevla Teala bir ayeti kerimesinde:
“(O akıl sahipleri) öyle kimselerdir ki, ayakta otururken ve ynları üzere (yaslanmış) oldukları halde Allah (u Teala’y) ı zikrederler ve göklerle yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler.” (Al-i İmran 191 den)
Gökler, yerler ve içindekiler hakkında tefekkürde bulunmak övülen bir amel olduğuna göre yaratıklar içerisinde en kıymetli varlık olan inan-ı kamil hakkındaki rabıta ve tefekkür niçin zemmolsun.
Müfessirlerin İmamı Fahruddin-i Razi (Rahimehullah) bu ayet-i celilenin tefsirinde şöyle bir açıklamada bulunmuştur:
“Allah’u Teala kendini zikretmeye teşvik etti. Fakat iş tefekküre gelince, Zatı hakkında düşünmeye teşvik ve davet etmedi. Aksine yerlerin ve göklerin tefekkür edilmesini teşvik etti.
Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimizin:
“Mahlukatı (yaratıkları) tefekkür ediniz, Halik’ı (Yaratıcıyı) tefekkür etmeyiniz.” (Ali el-Muttaki, Kenzu’l Ummal, No:5706, 3/106) sözü de bu aynı manadadır.
Bunun sebebi şudur:
Biz, yaratılan varlıkları düşünerek, onun yaratıcısı hakkında bir bilgiye sahip olabiliriz. Varlıkları düşünmek ve onlardaki İlahi sanat ve tecelliyi görmek mümkündür, fakat Zat-ı Bari’yi düşünmek mümkün değildir.” (Fahruddin-i Razi, Mefatihu’l Ğayb, 9/111)
Bir ayeti celilede ise:
“(Habibim!) De ki, göklerde ve yerde neler olduğuna bakın!” (Yunus 101’den) buyrulmaktadır.
Görüldüğü üzere bu ayeti celilede, göklerde ve yerlerde bulunanlara bakılması emredilmiştir. Bu bakıştan maksat, varlıkların Allah’u Teala’nın varlığına, birliğine, kudretine delalet yönlerini düşünmek üzere bakmaktır.
Yerde bulunan yaratıklar içerisinde, Allah’u Teala’yı en iyi tanıtacak mahluk ise insandır. Çünkü insanda, Allah’u Teala’nın sıfatlarının suretleri bulunmaktadır. Fakat her insan, görüldüğünde ve hatırlandığında Allah’u Teala’yı hatırlatmaz.
“Evliyaullah o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” (Nesai, es- Sünenü’l Kübrai Tefsir:180, No:11235, 6/362; Taberi, Cami’ul Beyan, No: 17723, 24, 25, 26, 6/575; Hakim-i Tirmizi, Nevadir’ul-usül, sh: 140; Haysemi, Mecma’uz-zevahid,10/78)
Dolayısıyla görülmeleri Allah’u Teala’yı akla getiren velileri mümkün oldukça gözle görmek, bu mümkün olmadığında ise onları, Allah’u Teala’yı hatırlattıkları için hayal etmek ve onlara rabıta yapmak da bu ayeti celiledeki emrolunan nazara (yaratıklara bakmaya) dahildir.
RABITANIN SÜNNETTN DELİLLERİ
Sahabe-i Kiram rabıta yapmış mıydı? Diyenlere sadece ve sadece Ebubekir-i Sıddik (Radıyallahu anh)’ın şu hadisesini anlatmak bile kafidir.
Şöyle ki: O, ruhaniyet hasebiyle Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den hiç ayrılmadığından, hatta kaza-i hacet için bile Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den hali (boş) bir yer bulamadığından dolayı Peygamberimiz’den çok utanırdı.
Bu durumu Efendimiz’e şikayet ettiğinde, peygamber efendimiz O’na ruhsat vermişti. (Abedst bozarken dahi gayri ihtiyari bir şekilde Resulüllah’ı hatırlamasında bir sakınca olmadığını beyan etmiştir) (Risale-i Halidyye Tercümesi, Mütercim, Şerif Ahmed İbn-i Ali, sh: 11-12, Esad Sahıbzade, Nurul Hidayeti ve’l irfan, sh: 30; Yusuf Şevki, Hediyetü’zakirin, sh 23)
Bakınız, Hazreti Ebubekir Radıyallahu anh Hazretlerinin haline. Resulüllah Efendimiz’i düşünmekten bir an bile boş kalamıyor. Nerde olursa olursun onu düşünüyor. Neden? Çünkü Peygamber efendimiz, Allah’u Teala’nın nurunu ona ulaştıran bir vesile. Yoksa cennet ile müjdelenen ve peygamberler hariç bütün insanların imanı ile tartıldığı zaman imanı ağır gelen bir insan neden direk Allah’ı düşünmesin?
Ey cahiller! Bu büyük sahabeyi de şirk ile mi suçlayacaksınız?
SEVBAN (RADIYALLAHU ANH)
Resulüllah efendimizin azatlısı Sevban (Radıyallahu nah) Resulüllah’a karşı çok muhabbetli olup, O’nsuz hiç durmazdı. Bir gün rengi değişmiş ve yüzünde üzüntü eseri olduğu halde Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in huzuruna geldiğinde, Resulüllah (Sallallah Aleyhi ve Sellem) ona:
“Senin rengini ne değiştirdi” diye sordu. O da:
“Ya Resulallah! Bende hiçbir hastalık ve ağrı yok. Ancak seni görmediğim zaman, tekrar sana kavuşuncaya kadar çok sıkıntı çekiyorum.
Sonra ahireti düşündüğümde seni hiç göremeyeceğimden korkuyorum. Çünkü sen Peygamberlerin makamına yükseleceksin, ben ise cennete girsem de, senin makamından daha aşağı bir mertebede olacağım. Cennete giremezsem, o vakit seni ebediyen göremeyeceğim” diye cevap verince:
“Her kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, işte onlar, Allah’u Teâlâ’nın kendilerine in’am ettiği peygamberler, sıddiklar, şehitler ve Salihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar.” (Nisa suresi 69) ayet-i celilesi nazil oldu. (Begavi, Me’alimü’t-Tenzil: 1/450; Ebu ishak es-Sa’lebi, El-Keşfü ve’l beyan, 3/341; Kurtubi, el-Cami’u li ahkami’l Kur’an; 57175, Vahidi, esbabü’n-nüzul, No:334, sh: 168; Ebu Hayyan, el-bahru’l Muhit, 37286)
İşte sahabe-i Kiramın sevgisi ve rabıtası. Peygamberimizi göremedikleri zaman onu düşünmekten ve O’ndan ayrı düşmekten renkleri solan sahabe efendilerimiz.
Haydi, ey cahiller! Bu sahabeyi’de “Neden Allah’tan korkusuna sararmıyor da Peygamberi görmediği için sararıyor” diye şirk ile suçlayın!
SENİ HATIRLADIĞIM ZAMAN…
Said ibn-i Mansur ve ibn-i Münzir (Rahimehullah) Şa’bi (Radıyallahu anh)den şöyle rivayet etmişlerdir:
Ensar-ı Kiramdan bir zat, efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e gelerek:
“Ya Resulallah! Vallahi elbette sen bana canımdan, oğlumdan, ailemden ve malımdan daha sevgilisin.
Eğer ben evimde iken seni hatırladığımda gelip seni görmezsem, o kadar darlanıyorum ki, ruhumun bedenimden çıkacağını zannediyorum.” Dedi ve ağlamaya başladı. (Said ibn-i Mansur, es-Sünen, No:661, 4/1 308; Taberani, ibn-i Merdüye, Ebu Nuaym, Ziya-i makdisi, Suyuti, ed-Dürrül Mensur 2/588)
Gördüğünüz gibi sahabe-i Kiram Resulüllah’ı düşünmeden bir an bile geçiremiyordu ve Peygamber Efendimizde onları kendisini düşünmekten men etmiyordu. Dolayısıyla rabıtanın bir bid’at olduğunu söylemek kadar art niyet olamaz.
O PEYGAMBERDİR FARKLIDIR!
Sahabe Efendilerimizin rabıtasının ne kadar şiddetli olduğunu görüyorsunuz. İnkârcılara sahabe-i Kiramdan da örnek verdiğimiz zaman inkâr yolları kapandığı için bu sefer: “Ama o Peygamberdir” diyerek yeni bir çıkış yolu aramaya kalkarlar. Onlara da şöyle cevap veririz:
Peygamber Efendimiz Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’den rivayetle şöyle buyuruyor:
“Beş şey ibadettendir; az yemek, camilerde oturmak, Ka’beye bakmak, Okumadan da olsa mushafa bakmak, Âlimin yüzüne bakmak” (Deylemi, Müsnedü’l Firdevs, 2/190 no:2969; Suyuti, nebhani, el-Fehu’l Kebir, No:6097, 1/566)
Yine başka bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Beş şey ibadettendir; Ka’beye bakmak, anne-babaya bakmak, Zemzeme bakmak ki o, günahları sildirir, bir de âlimin yüzüne bakmak” (Ali el- Muttaki, kenzu’l Ummal, No.43494, 15/880, Münavi, Feyzül Kadir, No:3971, 31613)
Yine Abdullah ibni Mes’ud (Radıyallahu anh)den gelen bir hadis-i şerifte Hazreti Ali (Radıyallahu Anh)ı işaret ederek:
“Ali’nin yüzüne bakmak ibadettir” buyurmuştur. (Hâkim, El-Müstedrek, No: 4683, 82,81, 3/153; Taberani, el-Mu’cemü’l Kebir, No:207, 18/109; Deylemi, el-Firdevs, 4/294; Bu Nuaym, Hılyetü’l-Evliya, 2/183, 5/58)
Efendimizin “Ali’nin yüzüne bakmak sevaptır” ve “Âlimin yüzüne bakmak sevaptır” hadis-i şerifleri bize gösteriyor ki, suretlere bakılması ve düşünülmesi peygamberlere has olan bir özellik olmayıp, ilmi ile amel eden âlimlerin yüzüne bakmak da sevaptır.
Ve Efendimizin beyanına göre âlimlerin yüzüne bakmak sevap ise onları Allah için sevmek ve düşünmekte de hiçbir mahzur yoktur.
İmam-ı Münavi bu âlimlerden maksadın Şeriat ilmini bilen ve bildiği ile amel eden âlimler olduğunu bildirmiştir.
Herallî (Rahimehullah şöyle demiştir) “Âlimin yüzüne bakan kimse, onu görmekle Allah’u Teâlâ’ya yaklaşmaya niyet etmelidir.” (Feyzu’l Kadir 3/613)
BAKMAK VE RABITA
Şimdi diyeceksiniz ki bakmak ve düşünmek ile Allah’u Teâlâ’ya yaklaşmakta nasıl bir bağlantı olur? Said İbni Cübeyr (Radıyalahu Anh)Den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resulüllah efendimiz şöyle buyuruyor:
“Evliyaullah o kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” (Nesai, es- Sünenü’l Kübrai Tefsir:180, No:11235, 6/362; Taberi, Cami’ul Beyan, No: 17723, 24, 25, 26, 6/575; Hakim-i Tirmizi, Nevadir’ul-usül, sh: 140; Haysemi, Mecma’uz-zevahid,10/78)
Bu hadis-i şerifte, görüldükleri zaman Allah’ı hatırlatan insanlardan bahsedilmektedir. Dolayısıyla Allah’ı hatırlamaya vesile, araç, sebep olmaktadırlar. Gördüğümüz zaman Allah’ı hatırlıyor isek düşündüğümüz zaman da hatırlamamız mümkün olacaktır.
Bakınız, inkârcılar “Allah yerine koydukları mürşidi düşünüyorlar” diyerek bizim şeyhe taptığımızı ve dolayısıyla şirke düştüğümüzü ileri sürüyorlar. Hâlbuki Peygamber Efendimiz onların görüldüğü zaman Allah’ı hatırlattığını buyurmuş ve Allah’ı hatırlamak için onların yüzüne bakılmasının önünü açmıştır.
Yani “neden Allah’ı hatırlamak için evliyayı aracı yapalım” diyenlere “Allah’ı hatırlamak için aracı koymak şirktir” diyenlere böylelikle peygamberimiz cevap vermiş oluyor. Tabi bu iddiaları ortaya atanlar cahilliklerini ortaya koymuş oluyorlar.
Ey cahiller! Peygamberi de mi şirk ile suçlayacaksınız!…
İbni Abbas (Radıyallahu Anhuma)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte de Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “En hayırlı meclis arkadaşlarımız kimlerdir” diye soranlara:
“Kimi görmek size Allah’ı hatırlatıyor, kimin konuşması sizin ilmini artırıyor, kimin de ameli size ahireti hatırlatıyorsa.” Buyurdu. (Askalani, Heysemi, Mecma’üz-zevaid, 10/226; Ebu Y’al, el-Müsned, no: 2437, 4/326; Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned, No:27670, 27672, 10/442, 443; hakim-i Tirmizi, Nevaridiru’l-usul, sh:140)
Zaten görülen Allah dostunun, Allah’ı hatırlatması onun beyaz sakalı sakalı veya sarığından değil, ruhaniyetinin kemalatındandır. Asıl mesele ruhaniyettir. Dolayısıyla görülünce Allah’ı hatarlatan bir şeyin, düşünüldüğünde hatırlatmaması imkansızdır.
Mesela şehevi şeyleri düşünmek insanın şehvet duygularını harekete geçirir. Hatta ilmihallerde şehvetin temas ile mi, düşünerek mi oluştuğu bile konu olmaktadır. Dolayısıyla düşünmek, hatırında canlandırmak kadar etkili bir hareket yoktur.
Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere onları bizzat gördüğümüzde Allah’u Teala’yı hatırlamamız ne kadar normal, meşru ve olması gereken bir davranış ise, onları bizzat göremediğimiz zamanlarda, onların suretlerini hayal edip düşünmemiz de neticede bize Allah’u Teala’yı hatırlatacağı için, rabıtayı kul ile Allah arasında perde değil de, tam tersine kulu Allah’u Teala’ya götüren bir vasıta olarak görmemiz icap eder.
DAHA İYİ ANLAMAK İÇİN MİSAL VERELİM
Mesela ben, Efendi Hazretleri’ni gördüğüm zaman bana Allah’u Teâlâ’yı hatırlatıyor. Aklıma Allah korkusu, akabinde günahlarım ve eksiklerim geliyor. Bu davranış yukardaki hadis-i şeriflerden anlaşılacağı üzere meşrudur. O halde ben, Allah’u Teala’yı hatırlamak için Efendi Hazretlerinin suretini gözümün önüne getirebilir miyim? Getirebilirim çünkü bakmak ve düşünmek arasında fark yoktur. Hatta düşünmek bazen bakmaktan daha tesirlidir.
RABITA KELİMESİ
Bütün bu delillerin arasına sıkışıp kalan inkarcılar çıkacak yol bulamayan bu sefer“rabıta” kelimesine takılırlar. Sahabelerin “rabıta” gibi ifadelerinin olmadığını ileri sürerler. Burada önemli olan isim değil manadır.
Yukarıda da gördüğünüz gibi sahabe-i kiram bizim rabıta dediğimiz olayı yaşamakta ve aşırı düşkünlüklerini beyan etmektedirler.
Ancak buradaki önemli husus sahabe-i Kiram, tabiin ve onların etba’ında bulunan kalbi ve hubbi rabıta, tekellüfe (hiçbir zorlamaya) muhtaç olmaksızın kendilerinde hâsıl oluyordu. Bu nedenle buna bir isim vermeleri de gerekmiyordu. Sonra zaman uzayıp kalpler bulanınca ve muhabbet azalınca, meşayıh, bu sevgi irtibatını açıkça müridlerine tenbih etme ve muayyen bir vakit koyma zaruretini hissetiler ki böylece onlar, mürşidlerinden feyiz alabilmeleri için kalplerini zorla da olsa toplamaya muvaffak olabilsinler. Daha sonra bu sevgiye “bağlayıcı” anlamına gelen “rabıta”adını verdiler.
Böylelikle sünnette hadis-i şerifler ile sabit olan bu fiil, tasavvuf erbabında eğitim metodu olarak rabıta ismi ile yer aldı.
Dolayısıyla “rabıta” kelimesinin sonradan verilmiş bir isim olması, “Allahı hatırlatan” bu yöntemin bid’at olduğu anlamına gelmez.
RUHLARIN BİRBİRİYLE BULUŞMASI
Aişe (Radıyallahu anha9 annemizden rivayete göre, Resulüllah (Sallallahu aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:
“Ruhlar toplu (halde gezen) ordulardır. Onlardan (ezelde, Allah’u Teâlâ yolunda) birbiriyle tanışanlar i’tilaf eder (anlaşır), Tanışmayalar ise ihtilaf ederler (dünyada zıtlaşırlar)” (Buhari, enbiya:3, No:3158, 3/1213; Müslim, Birr:49, No:2638, 4/2031; Ebu Davud, Edeb:19, No:4834, 2/65; Ahmed İbn-i Hanbel, El-Müsned, No: 7940, 3/151; Sehavi, el-mekasıdülhasene, No:95, sh:73)
Abdullah Bidn-i Amr ibn-i As (Radıyallahu anhuma)dan rivayet edilen bir hadis şerifte Resul-i Ekrem (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki müminlerin ruhları, daha sahip (ler)i (birbiri) ni görmeden, bir gün ve gecelik yol mesafesinde karşılaşırlar.” (Ahmed İbni Hanbel, El-Müsned No: 7068, 2/683; Buhari, El-Edebül müfred, No: 263, sh:89; Deylemi, El-Müsnedül Firdevs, No:912, 1/237; Hakim-i Tirmizi, nevadiru’l usul, sh: 164)
Hakim-i Tirmizi (Kuddise Sirrahu) bu hadis-i şerifi naklettikten sonra şöyle demiştir:
“Ruhların hali bir hayli acayiptir, çünkü ruh, semavi 8aslı gökten gelme) olduğu için hafiftir. Şehvetlerin karanlığıyla nefis ona karıştığı zaman ağırlaşır.
Fakat nefis bir takım riyazatlarla şehvetten uzaklaşır ruh ondan kurtulur ve bulanıklığı durulursa, işte o zaman eski hiffet ve tahareti (hafiflik ve temizliği) geri döner ve öyle bir hale sahip olur ki ona ancak kalbi Allah’u Teala’ya inanmış ve onunla mutmain olmuş olanlar inanır. (Hakim-i Tirmizi, Nevaridu’l Usul 164)
İmam-ı Münavi bu hadisi naklederek şöyle demektedir:
“Ruhlari nefsin bulanıklarından kurtulup, lezzet ve şehvet elbiselerini çıkararak, geldikleri manevi aleme döndüklerinde, ölüm sebebiyle bütün maddi kayıtlardan ayrıldıkları için, hürriyetlerie kavuşarak göğe yükselir ve sağken Allah’u Teala’ya yönelme hususundaki gayret ve çalışmaları nisbetinde, istedikleri yerlerde dolaşırlar….
Şimdi burada insanın aklına “bunlar ölü olduğu için serbesttir veya birbirine kavuşur. Bu ölülere has bir özelliktir” diye soru işareti gelebilir. Şimdi nakledeceğimiz hadis-i şerif bu sorulara da cevap vermektedir.
İmare İbni Huzeyme ibn-i Sabit (Radıyallahu anhum) şöyle anlatıyor:
Babam Huzeyme bir kere rüyasında sanki Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in alnı üzerine secde ettiğini görmüş, bunu Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)e anlatmıştı.
Bunun üzerine Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) “Ruh ruha kavuşur” buyurmak suretiyle mubarek başını eğerek ona rüyada gördüğü gibi yapmasını emretti. Babam da arka tarafından Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in alnı üzerine secde yaptı.” (Ebn-i Ebi şeybe, Musannef, İman: 18, 7/243; Ahmed ibni hanbel, El-Müsned, No:21963, 21937, 21941, 21943i 21944, 8/201; Nesai, es-Sünenül Kübra, Ta’bir:5, No: 7631, 4/384; ibn-i hıbban, el-İhsan, No:7149, 16/98)
İşte bu hadis-i şerif tereddüt ve şüpheye mahal bırakmayacak bir şekilde ruhların buluştuğu ve iltifat (yöneliş) mahallinin özellikle en şerefli uzuv olan yüze doğru olduğunu göstermektedir ki, bu da rabıtaya işaret etmektedir.
Şimdi günümüz inkarcıları “Resulüllah anlına secde yaptırmış” diyerek Yüce Peygamberi de (haşa) şirk ile itham edebilirler.
Cahiller bilmez ki, Allah’u Teala’da meleklerine Adem Aleyhisselama secde etmelerini emir buyurmuştur. Bu secdeler Adem Aleyhisselam’a veya peygamberimizin alnına değil, Allah’u Teala’ya yapılmıştır.
Bakın Ali Haydar Efendi bu hadis-i şerifi okuduktan sonra en buyurmuştur:
“Ayının postu bile tabaklanarak temiz olduktan sonra, seccade olabiliyorsa Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in mübarek alnından daha temiz seccade olur mu?”
İşte aynı şekilde rabıta yapılan kişinin yüzüne yönelmek demek ona tapmak manasına gelmemektedir. Bilakis o zat Mevla Teâlâ’nın tecellilerinin mazharı olarak düşünülmekte ve hakikatte Allah’u Teâlâ’dan istenmektedir.
Ayrıca yukarıda zikredilen hadis-i şeriflerden anlaşılıyor ki, kâmil bir mürşidin ruhaniyetinin, aralarında ne kadar mesafe bulunursa bulunsun, kendisine candan iştiyak ve muhabbetle bağlı olan ve ona rabıta yapan müridleriyle irtibat kurmasına ve ona yol gösterici olmasına bir mani yoktur.
Bütün bu hadisi şerifler bizlere ruhların birbirleriyle nasıl irtibat kurduğunu ispat ederken, teveccüh ve rabıta hakkında da büyük bir delildir.
Bu diller, rabıtanın meşruluğunu değil ne kadar lüzumlu olduğunu da gözler önüne sermektedir. Bunca delili inkar etmek, görmemezlikten gelmek veya yok saymak akıllı insanların sergileyeceği bir davranış değildir. Bir insan uygulamıyorsa bile inkar etmemelidir. Allah’a ve resulüne muhalefet etmemelidir..
İnkar bir bataklıktır, çırpındıkça batmak kaçınılmazdır. Allahu Teala bilerek vyea bilmeyerek inkar eden insanlara uyanış nasip eylesin. Bizlere yolumuzun önemini kavrayarak dört elle sarılma aşkı ihsan eylesin..
www.ihvanlar.net
Paylaş:
.
Rabıta hakkında bilgisi olmayanlar, rabıtanın dinde yeri olmadığını, sahabe zamanında da böyle bir şeyin mevcut olmadığını söylüyorlar. Bu yazımızda onlara cevap vereceğiz…
Öncelikle şunu söyleyelim ki Rabıta bir ibadet değildir. Rabıta tasavvuf yolunun bir eğitim metodudur ancak kaynağını dinden almıştır. Bid’at değildir.
Kalp deyince anlamamız gereken şey vücuttaki et parçası değildir. Ruhumuzdaki latifedir. Ruhumuzda 5 alemi emirden, 5 de alemi halktan olmak üzere 10 latife vardır. Bunlardan birisi de kalptir. Daha çok gönül alemi olarak biliriz. Yaşadığınız heyecanların, sevgilerin, muhabbetlerin veya tuttuğunuz kin ve hasedin yeri ruhtaki kalp latifesidir. Daralan, genişleyen, huzur bulan veya huzursuzlanan yer yine ruhumzdaki kalp latifesidir. Rabıta, ruhumuzdaki kalp latifesi ile alakalıdır..
Rabıta manevi bir bağ kurmak, ruhsal etkileşim yapmak ve düşündüğü kişi ile etkileşime geçmektir. Bir nevi telepati kurmaktır. Bu gün telepati denilen etkileşimi yani 5 duyu organını kullanmadan iletişime geçmenin mümkün olduğunu bütün dünya kabul etmektedir. Ki bunu bazen kişisel olarak siz de yaşarsınız. Başkasını düşündüğünüz bir vakitte o da sizi düşünüyordur ve bunu birbirinize açtığınızda aynı cevabı alırsınız. Hatta bu konuda çok kullandığımız bir sözümüz vardır: “Kalp kalbe karşıdır.”
Ama bizim amacımız bunun bilimsel açıklamasını değil, Müslümanların merak ettiği yönünü izah edeceğiz.
Bunu iddia edenlerin, Peygamber Efendimiz ve ashabı arasındaki muhabbet ve aşkı bilmiyor olsalar gerek…
Size bu konuda birkaç örnek vereceğiz ve siz rabıtanın Peygamberimiz zamanında olup olmadığını anlayacaksınız..
Peygamberimize en candan rabıta yapanların başında hazreti Ebubekir Radıyallahu anh gelmekteydi.
Şöyle ki: O, ruhaniyet hasebiyle Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den hiç ayrılmadığından, hatta kaza-i hacet için bile Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den hali (boş) bir yer bulamadığından dolayı Peygamberimiz’den çok utanırdı.
Bu durumu Efendimiz’e şikayet ettiğinde, Peygamber efendimiz O’na ruhsat vermişti.(Abedst bozarken dahi gayri ihtiyari bir şekilde Resulüllah’ı hatırlamasında bir sakınca olmadığını beyan etmiştir) (Risale-i Halidyye Tercümesi, Mütercim, Şerif Ahmed İbn-i Ali, sh: 11-12, Esad Sahıbzade, Nurul Hidayeti ve’l irfan, sh: 30; Yusuf Şevki, Hediyetü’zakirin, sh 23)
Resulüllah efendimizin azatlısı Sevban (Radıyallahu nah) Resulüllah’a karşı çok muhabbetli olup, O’nsuz hiç durmazdı. Bir gün rengi değişmiş ve yüzünde üzüntü eseri olduğu halde Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in huzuruna geldiğinde, Resulüllah (Sallallah Aleyhi ve Sellem) ona:
“Senin rengini ne değiştirdi” diye sordu. O da:
“Ya Resulallah! Bende hiçbir hastalık ve ağrı yok. Ancak seni görmediğim zaman, tekrar sana kavuşuncaya kadar çok sıkıntı çekiyorum. Sonra ahireti düşündüğümde seni hiç göremeyeceğimden korkuyorum. Çünkü sen Peygamberlerin makamına yükseleceksin, ben ise cennete girsem de, senin makamından daha aşağı bir mertebede olacağım. Cennete giremezsem, o vakit seni ebediyen göremeyeceğim”diye cevap verince:
“Her kim Allah’a ve Resulüne itaat ederse, işte onlar, Allah’u Teâlâ’nın kendilerine in’am ettiği peygamberler, sıddiklar, şehitler ve Salihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar.” (Nisa suresi 69) ayet-i celilesi nazil oldu. (Begavi, Me’alimü’t-Tenzil: 1/450; Ebu ishak es-Sa’lebi, El-Keşfü ve’l beyan, 3/341; Kurtubi, el-Cami’u li ahkami’l Kur’an; 57175, Vahidi, esbabü’n-nüzul, No:334, sh: 168; Ebu Hayyan, el-bahru’l Muhit, 37286)
İşte sahabe-i Kiramın sevgisi ve rabıtası. Peygamberimizi göremedikleri zaman onu düşünmekten ve O’ndan ayrı düşmekten renkleri solan sahabe efendilerimiz. Buradaki ince ayrıntı, sahabenin Peygamber Efendimizi düşünüyor olmasıdır…
Said ibn-i Mansur ve ibn-i Münzir (Rahimehullah) Şa’bi (Radıyallahu anh)den şöyle rivayet etmişlerdir:
Ensar-ı Kiramdan bir zat, efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’e gelerek: Eğer ben evimde iken seni hatırladığımda gelip seni görmezsem, o kadar darlanıyorum ki, ruhumun bedenimden çıkacağını zannediyorum.” Dedi ve ağlamaya başladı. (Said ibn-i Mansur, es-Sünen, No:661, 4/1 308; Taberani, ibn-i Merdüye, Ebu Nuaym, Ziya-i makdisi, Suyuti, ed-Dürrül Mensur 2/588)
O PEYGAMBERDİR FARKLIDIR!
Sahabe Efendilerimizin rabıtasının ne kadar şiddetli olduğunu görüyorsunuz. İnkârcılara sahabe-i Kiramdan da örnek verdiğimiz zaman inkâr yolları kapandığı için bu sefer: “Ama o Peygamberdir” diyerek yeni bir çıkış yolu aramaya kalkarlar. Onlara da şöyle cevap veririz:
Peygamber Efendimiz Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’den rivayetle şöyle buyuruyor:
“Beş şey ibadettendir; az yemek, camilerde oturmak, Ka’beye bakmak, Okumadan da olsa mushafa bakmak, Âlimin yüzüne bakmak” (Deylemi, Müsnedü’l Firdevs, 2/190 no:2969; Suyuti, nebhani, el-Fehu’l Kebir, No:6097, 1/566)
Yine başka bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Beş şey ibadettendir; Ka’beye bakmak, anne-babaya bakmak, Zemzeme bakmak ki o, günahları sildirir, bir de âlimin yüzüne bakmak” (Ali el- Muttaki, kenzu’l Ummal, No.43494, 15/880, Münavi, Feyzül Kadir, No:3971, 31613)
Yine Abdullah ibni Mes’ud (Radıyallahu anh)den gelen bir hadis-i şerifte Hazreti Ali (Radıyallahu Anh)ı işaret ederek:
“Ali’nin yüzüne bakmak ibadettir” buyurmuştur. (Hâkim, El-Müstedrek, No: 4683, 82,81, 3/153; Taberani, el-Mu’cemü’l Kebir, No:207, 18/109; Deylemi, el-Firdevs, 4/294; Bu Nuaym, Hılyetü’l-Evliya, 2/183, 5/58)
Efendimizin “Ali’nin yüzüne bakmak ibadettir” ve “Âlimin yüzüne bakmak sevaptır”hadis-i şerifleri bize gösteriyor ki, suretlere bakılması ve düşünülmesi peygamberlere has olan bir özellik olmayıp, ilmi ile amel eden âlimlerin yüzüne bakmak da sevaptır.
Ve Efendimizin beyanına göre âlimlerin yüzüne bakmak sevap ise onları Allah için sevmek ve düşünmekte de hiçbir mahzur yoktur.
İmam-ı Münavi bu âlimlerden maksadın Şeriat ilmini bilen ve bildiği ile amel eden âlimler olduğunu bildirmiştir.
Herallî (Rahimehullah şöyle demiştir) “Âlimin yüzüne bakan kimse, onu görmekle Allah’u Teâlâ’ya yaklaşmaya niyet etmelidir.” (Feyzu’l Kadir 3/613)
UVEYS EL-KARANİ (VEYSEL KARANİ) HAZRETLERİ
Sahabe-i Kiram Peygamberimizi gördükleri için yanıp tutuşur ve O’nu göremedikleri zaman düşünürlerdi denilirse biz de görmeden aşık olan Üveys-el Karani Hazretlerini gösteririz. Kendisi Peygamberimizi hiç göremediği halde O’nun aşkı ile yanmış, O’nu düşünmekten bir an bile gafil olmamıştır. Bu nedenle bir çok müjdelere nail olmuştur.
Peygamber efendimiz; “Üveys-i Karnî, ihsân ve iyilikte Tâbiînin hayırlısıdır.”buyurdu. Resûlullah efendimiz, zaman zaman mübârek yüzünü Yemen tarafına döndürür ve; “Yemen tarafından rahmet rüzgârı estiğini duyuyorum.” buyururdu.“Kıyâmette Allahü Teâlâ Üveys sûretinde yetmiş bin melek yaratır ve Üveys’i onların arasında Arasat’a götürürler. Cennet’e gider ve Allahü teâlânın dilediği (bildirdiği)nden başka mahlûk hangisinin Üveys olduğunu bilmez.” “Ümmetimden bir kimse vardır ki, Rebî’a ve
Mudar kabîlelerinin koyunları kıllarının adedince kişiye kıyâmette şefâat edecektir.”
buyurdu. Arabistan’da bu iki kabîlenin koyunları kadar kimsenin koyunu olmadığı
söylenmiştir. Eshâb-ı kirâm; “Yâ Resûlallah, bu kimdir?” dediler. Peygamber efendimiz;
“Allah’ın kullarından biri.” buyurdu. Biz hepimiz kullarız, ismi nedir? dediler. “Üveys.”
buyurdu. Nerelidir? dediler. “Karnlıdır.” buyurdu. O sizi gördü mü? dediler. “Baş gözü ile
görmedi.” buyurdu. Hayret, size bu kadar âşık olsun da, hizmet ve huzûrunuza koşup
gelmesin! dediler. “İki sebepten: Biri hallerine mağlubdur. İkincisi ise benim dînime
bağlılığından dolayıdır. İhtiyar bir annesi vardır. Îmân etmiştir. Gözleri görmez, el ve
ayakları hareket etmez. Üveys gündüzleri deve çobanlığı yapar, aldığı ücreti kendisinin
ve annesinin nafakasına harcar.” buyurdu. Biz onu görür müyüz dediler. Hazret-i Ebû
Bekr’e; “Sen onu kendi zamânında göremezsin.” Ama hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’ye;
“Siz onu görürsünüz. Sol böğründe ve avucunun içinde bir gümüş miktarı beyazlık
vardır. Bu baras hastalığı beyazlığı değildir. Ona varınca, benim selâmımı söyleyin ve
ümmetime duâ etmesini bildirin.” buyurdu.
RABITA İLE KALPTEN İSTİFADE ETMEK
Buraya kadar ashabı kiramın rabıtasının olduğunu ve Peygamberimizin onları men etmediğini, aksine alimlerin ve Allah’ı hatırlatacak kimselerin yüzüne bakmayı teşvik ettiğini dolayısıyla bu uygulamanın dinde yeri olduğunu anlıyoruz… En azından mübahtır ve bunun bir vebali yoktur…
Asıl mesele ise rabıta yapılan kişiden istifade edilme noktasıdır. Acaba rabıta ettiğimiz kişiden istifade edebiliyor muyuz? Ondan ne alıyoruz?
Bu konuda yine Peygamber Efendimiz yol gösteriyor:
Ebu Inebe el-Havlani (Radıyallahu nah)’dan rivayet edilen: bir hadisi şerifte şöyle buyruluyor:
“Şüphesiz Allah(u Tealan)ın, yer ehlinden bir takım kapları vardır. Rabbinizin kapları, Salih kullarının kalpleridir.
Kalplerin Allah’a en sevgilisi ise, en yumuşak ve en merhametli olanlarıdır.”(Teberani, Zebidi, İthafü-s Sade, 6/209, Ahmed İbni Hanbel, ez-Zühd, No:827, sh:223; Münavi, Feyzül Kadir, No: 2375, 2/629, Süyuti, Nebhani, El-Fethu’l Kebir, No:4103, 1/374)
İmam-ı Münavi (Kuddise Sirrahu) bu hadis-i şerifin şerhinde şöyle buyurmuştur:
“hadis-i şerifte geçen Salih kullardan maksat; hem Allah’u Teâlâ’nın hem de kullarının haklarından üzerlerine düşenleri hakkıyla yerine getirenlerdir.
İşte bu kulların kalplerine Allah’u Teâlâ’nın marifetinin nuru dolarak uzuvlarına taşar. Çünkü kalp yumuşayarak incelip parlayınca, parlak ayna gibi olur. Meleküt (manevi) âleminin nurları ona parlayınca bütün göğsü aydınlatır.
İşte o zaman gönül gözü, Allah’u Teâlâ’nın emirlerinin iç yüzünü görmeye başlar ve bu görüş onu Allah’u Teâlâ’nın nurunu mülahaza etmeye sevk eder (gözetmeye sürükler)
Böyle bir kalp Allah’u Teâlâ’nın kendisine verdiği safa (paklık) ile ziynet ve behayı (süs ve güzelliğini) kemale erdirdiğinden, mahlûkatı arasında Allah’u Teâlâ’nın nazarının mahalli olur.
Evet, Allahu Teala’nın yeryüüznde, nurunun tecelligahı olan kaplar vardır. Bu kaplara yönelenler o kaplardan istifade ederler.
Dolayısıyla kalbini her türlü masivadan temizleyerek yine bir başka kabtan istifade etmiş olan Allah dostlarının kalplerine yönelmek suretiyle onlar istifade edilir.
Kalbi Allahu Teala’nın kabı olmuş bir Allah dostunun kendisini düşüneni düşünmesi gerekmez. Peygamberimizin buyurduğu gibi onun kalbini bir kaba benzetirsek, istifade etmek isteyenin o kabın altına kendi kalp kabını koymasının gerektiğini söylemek yanlış olmaz.
Önemli olan husus itifade edilecek kişinin kalbini tamamen Allahu Teala’nın nuruna tecelli gah olacak şekilde temizlemiş olmasıdır. Bu sebeple tasavvuf ehli, kendisine icazet verilmeyen kişilere rabıta yapılmasını şiddetle men eder.
Hüccetü’l İslam İmam-ı Gazali (Kuddise Sirrahu) şöyle buyurmuştur:
Mevla Teâlâ Kerem-i Rahmani hükmünce nurlarını hiçbir kulundan esirgemez. Zira Mevla Teala cimrilik yüzünden vermemekten münezzehtir.
Nur-u İlahinin kalbe girmesine engel olan şey, sadece kulun kalbinin pisliği, bulanıklığı ve meşgul oluşudur. Çünkü hadis-i şerifte açıklandığı üzere; “Kalp, kap gibidir.”
Suyla dolu kalbe hava girmediği gibi, Allah’u Teala’dan başka şeylerle meşgul olan kalbe de Allah’u Teala’nın Celali’nin marifeti (büyüklüğünün bilgisi) dahil olamaz. (Münavi, Feyzül Kadir 2/629)
SONUÇ
Kalbi bir başka kalbe rabt etmek olan rabıta Peygamber Efendimiz zamanında da vardı ve sahabeler kalplerini O’nun kalbine çevirerek rabt etmişlerdi. Peygamber Efendimizin onları men etmemesi rabıtanın caiz olduğu anlamına gelmektedir. Okuduğumuz hadis-i şerifler ise bir Allah dostunun kalbinden istifade edilmesinde bir sakınca olmadığı aksine fayda olduğu yönündedir.
Yalnız şunu unutmamak gerekir; Peygamber Efendimiz zamanında yapılan bu rabıta zoraki değildi ve çok doğaldı. Daha sonraları insanlar dinden uzaklaşmasıyla bu doğallığı kaybettiği gibi kendisine farz olan Allah’ı zikretmekten aciz hale geldiler. Tasavvuf bunu sistematik bir hale sokmuş, insanlığın istifade etmesini sağlamıştır.
Allahu Teala, kalplerini Allah’ın kabına dönüştürmüş dostlarından istifade etmeyi nasip eylesin..
www.ihvanlar.net
VEYS-EL KARANİ İLE İLGİLİ GÜZEL BİR MENKIBE
Tâbi’în-i kirâmdan, âşıktı Peygambere,
Her hâli, bir ibret ve nasîhatti bizlere.
İhtiyar, gözü görmez, vardı ki bir annesi,
Yok idi ondan başka, dünyâda bir kimsesi.
Yemen’de deve güder, ne verilse alırdı,
Yarısını fakîre, sadaka dağıtırdı.
Yanıp tutuşuyordu, Resûl’ün aşkı ile,
Hâtırdan çıkarmazdı, Rabbini, bir an bile.
O yaşlı annesine, yaparak her gün hizmet,
Çok hayır duâsını, almıştı uzun müddet.
İzin istediyse de, Resûlü görmek için,
Kimsesi olmayınca, vermedi ona izin.
Peygamber Efendimiz, o mübârek yüzünü,
Yemen’e çevirerek, buyurdu ki bir günü:
“Rahmet yeli esiyor, şu Yemen tarafından,
Orada, Üveys diye, vardır ki bir müslüman,
Kıyâmette o kişi, Allah’ın izni ile,
Şefâat edecektir, milyonlarca kişiye.”
Harem bin Hayyân der ki, merak ettim Üveys’i,
Bir gün onu gördüm ki, çok zâifti bünyesi.
Sordu bana: “Ey Harem, niçin geldin buraya?”
Dedim ki: “Zâtınızı, görüp de tanımaya.”
Buyurdu ki: “Bir mümin, tanıyınca Rabbini,
Lüzum yok tanımaya, O’ndan gayri birini.”
“Yine söyle!” deyince, buyurdu: “Yattığında,
Bil ki ölüm bekliyor, yastığının altında.
Günahın küçüğü de, çok büyüktür muhakkak,
Zîrâ o günahı da, nehyetti Cenâb-ı Hak.”
“Az daha söyle” dedim, buyurdu ki: “Vallahî,
Baban ve deden gibi, öleceksin sen dahî.”
Rebî’ der ki, ben Onu, gittiğimde görmeye,
Sabahı kılıyordu, başladım beklemeye.
Tesbîhini bitirip, kuşluğa kalktı hemen,
Sonra kıldı öğleyi, hiç aralık vermeden.
Bir namazı bitirip, kalkardı diğerine,
Görüşmek ümîdiyle, bekliyordum ben yine.
Böyle, üç gün üç gece, uyumadı, yemedi,
Sonunda el kaldırıp, şöyle duâ eyledi:
“Sana sığınıyorum, yâ Rabbî, şu şeylerden;
Çok yiyen karın ile, çok uyuyan gözlerden.”
Ben bunu işitince, dedim: “Yeter bu bana.
Bundan ibret almazsam, lüzum yok gayrısına.”
Bir dostu kendisini, ziyârete gelmişti,
“Nasılsınız?” deyince, şöyle cevap vermişti:
“Bir insan ki, yârına, bilmez çıkacağını,
Tahmin et, sen o kulun, nasıl olacağını.”
Dedi: “Nasîhatınla, tenvîr et biraz beni.”
Buyurdu ki: “Ey kişi, bilir misin Rabbini?”
“Biliyorum” deyince, buyurdu: “Öyle ise,
Bilme başka birini, O kâfi gelir size.”
“Bir nasîhat daha et”, deyince de Üveys’e,
Sordu ki: “Rabbin seni, biliyor mu ey kimse?”
“Elbet bilir” deyince, buyurdu ki bu sefer:
“Öyleyse başkaları, seni hiç bilmesinler.
Bir kulu ki, Allah’ı, bilirse onu şâyet,
O’ndan gayri birinin, bilmesine yok hâcet.”
Buyurdu ki: “Yükseklik, istiyorsa bir insan,
Tevâzû etmelidir, her kişiye, her zaman.
Şerefli olmak için, takvâ ehli olunuz,
Râhatlık ararsanız, tevekkülde bulunuz.”
www.ihvanlar.net
Paylaş:
.
Peygamberimizin sahabesinin, Allah’ın en sevgili kulu, habibi olan ve bizim de herşeyimizden çok sevmemiz emredilen O yüce Peygamberden ayrı kaldıklarında, yanındayken aldıkları feyz ve muhabbeti devam ettirmek için kullandıkları rabıta yolunu bu gün bilim dünyası TELEPATİ adı ile kabul ediyor.
(RABITANIN ŞER’İ DELİLLERİ İÇİN TIKLAYIN)
Evet, dini imanı bilimle açıklamaya kalkan ve “bu bilime uymuyor onun için yoktur, şu bilime uymuyor onun için yoktur” diyen akılcılar ve Rabıtanın hiçbir tesiri yoktur diyerek inanları şirkle suçlayan vehhabi=selefi zihniyetindeki insanlar!
İşte bilim, işte tıp… Buna ne diyeceksiniz…
TELEPATİ NEDİR?
Bakınız küçücük bir araştırma ile telepati hakkında nasıl bilgilere ulaştık. Wikipedia sitesinde şu gerçekler yazıyor:
Telepati ya da uzaduyum bireyler arasında bilinen beş duyunun yardımı olmaksızın gerçekleştiği ileri sürülen bilgi aktarımıdır. Bir başka deyişle, telepati parapsikolojide incelenen paranormal bir yetenek olup, bireyler arasında duyular-dışı algılama yoluyla düşünce, fikir, duyum veya imajların aktarılmasını sağladığı ileri sürülen tesir irtibatıdır.
ALICI VE VERİCİ
Telepatide, alıcı ve verici olmak üzere en az iki kişi vardır. Tesiri gönderen ya da düşüncesini yayan, gönderen kimseye verici (agent), gönderileni almaya çalışan kişiye alıcı denir.
ZİHİN OKUMA YETENEĞİ OLUŞUR!
Telepati yeteneğine sahip bazı” alıcı” telepatların diğer insanların zihinlerini okuma yeteneği oldukları söylenir. Telepati psikokinezi ile birlikte parapsikolojik araştırmanın iki temel araştırma alanını oluşturur. Bu alanda telepatiyi tam anlamıyla keşfetmek ve anlamak üzere sürdürülen birçok araştırma vardır.
Parapsikoloji alanında telepati kısa adı ESP (extra-sensory perception) olan duyular dışı algılamanın bir türü olarak kabul edilir. Duyular dışı algılamanın diğer tanınmış türlerinden bazıları prekognisyon ve durugörü olarak bilinir. Telepati yeteneğini test etmek üzere başvurulan çeşitli deney yöntemleri bulunmaktadır.
Telepati deneylerinin yapılabilmesi için laboratuvar koşulları zorunlu değildir; halk arasında ya da aile içinde yapılan telepati deneyleri arasında en bilinen yöntem şöyle açıklanır: Dış uyaranların az olduğu (sessiz, pek ışık almayan, soğuk olmayan vs.) bir odada birkaç kişi gevşer ve zihinsel olarak konsantre olur (odaklanır). Bu kişilerden biri “verici”, diğerleri “alıcı”dır. Deneyde herhangi bir aldatmaca olmaması için verici kişi deneyden önce diğerlerine aktarmak istediği şey (görüntü, örneğin bir elma) neyse onu bir kağıda diğerlerinden gizli olarak yazmış olmalıdır. Beş veya on dakika süren odaklanma süresince verici kişi başka hiçbir şey düşünmeden aktaracağı görüntüye odaklanmalı, yani sürekli onu düşünmeli ve onu bilincinde net ve duru bir biçimde canlandırmalıdır. Alıcılar ise, vericiden gelen etkili yayının bilinçlerinde yer edebilmesi için hiçbir şey düşünmemeye, bilinçlerini bütünüyle boş tutmaya en üst düzeyde özen göstermelidirler. Başarı, vericinin odaklanma (konsantrasyon) derecesine bağlı olduğu kadar, alıcıların her türlü kaygı ve kişisel düşüncelerden uzak bir biçimde bilinçlerini boş tutabilmelerine de bağlıdır. Odaklanma bitiminde tüm alıcılar kendi önlerinde bulunan kağıda bilinçlerin hangi görüntünün belirdiğini yazarlar ve sonuçlar karşılaştırılır. Gözlemler her beş kişiden birinin iyi bir alıcı olduğunu ortaya koymuştur.
ZAMANLA KÖRELİR!
İnsanlarda, zamanla körelmiş olduğu belirtilen bu yeteneğin aslında herkeste değişik derecelerde mevcut bulunduğu ve çeşitli deneme egzersizleriyle geliştirilebileceği ileri sürülür. Araştırmacılar Avusturalya’daki bazı orman kabilelerinin beş duyu dışında bir iletişim yöntemi kullandıklarını bildirmektedir. Bu araştırmacılardan biri olan Alexander Markey, Yeni Zelanda’lı Maori’lerin günümüzde hala telepati kullanarak iletişim sağlayabildiklerini yazmış olduğu bir kitabında dile getirmektedir. Benzer yöntemler Afrika kabilelerinde de, örneğin Tabu yerlilerinde kullanılmaktadır.
Roger Luckhurst’a göre, Batı kültüründe telepati kavramı esas olarak 19. yy. sonlarında ortaya çıkmıştır. Bu dönemden önce bilim fiziksel olgulara yoğunlaşmıştı ve “zihin”le pek ilgilenmiyordu. Paranormal fenomeni anlama çalışmaları esas olarak canlısal manyetizma çalışmaları ile başlamıştır. Telepati daha sora metapsişik araştırmacılarca ele alınmış ve SPR gibi derneklerin kurulmasından bir süre sonra laboratuvar koşullarında yöntemli ve sistemli bir şekilde incelenmeye başlandı. Bu alanda ilk başarılı sonuçlar, parapsikolojinin babası sayılan, Duke Üniversitesi’nden profesör J.B. Rhine tarfından elde edildi.
Örneğin Duke Üniversitesi’nde yapılan bir dizi ESP deneyinde, 1850 deneyden 558’inde başarılı sonuç alınmıştı. Bu sonuçların rastlantıya dayalı olasılık hesaplarına göre gerçekleşme olasılığı ancak 22 milyarda birdi. Rhine’ın ESP ve telepati deneyleri üzerine yazdığı “Altmış Yıldan Sonra Duyular-dışı Algılama” (Extra-Sensory Perception After Sixty Years) adlı kitabı Harvard Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nce öğrenciler için akademik bir test kitabı olarak kabul edildi. Rhine gibi psişik araştırmacıların başarılı sonuçlar almasından sonra telepati laboratuvar koşulları içine çekildi ve parapsikolojik araştırma kapsamında ele alınmaya başlandı. (Wikipedia yazısından alıntılar burada son buldu)
TASAVVUFUN EĞİTİM METODU
Gördüğünüz gibi tasavvufun olmazsa olmazı “rabıta” bilimsel olarak “telepati” adı ile ispat edilmiş durumda. Yazıda da belirtildiği gibi uzaktan duygu aktarımı bu sayede yapılabilmektedir.
Yıllar önce Mustafa İsmet Garibullah (Büyük Şeyh) Efendi’nin yazdığı Risale-i Kudsiyye’de ne güzel açıklanmış değil mi:
Gönülden gönüle yol vardır halilâ
Minel kalbi ilel kalbi sebilâ
Mahmud Efendi Hazretlerimizin bu konudaki sözleri de aynı paralellik içinde. Her müridin şeyhin kalbinde bir yeri olduğu gibi sözlerini defalarca işitmiştik sultanımızdan…
Bilim din için delil değildir ama bazı inkarcılara bu şekilde de cevap verilebilir…Bilimin bile tasdik ettiği, onayladığı ve dini açıdan da meşruluğu ispat edilen bir hususu “yok” diyerek inkar etmek akıl kârı değildir.
Peki, biz Rabıta ile ne yapıyoruz?
Rabıta ile Şeyhimizin kalbine ve ruhaniyetine yöneliyoruz. Burada inkarcıların yanıldığı nokta burası. Evet, yüzünü düşünmek önemli ama biz bedenine değil ruhaniyetine ve kalbine yöneliyoruz. Ruhaniyetine yönelindiği için “kadının yönelmesi ve düşünmesi de” şer’i açıdan bir sorun teşkil etmiyor.
Neden yöneliyoruz?
Nefsini tezkiye etmiş ve kalbini masivadan temizlemiş olması, Allahu Teala’nın nurunun onun kalbine parlaması sebebiyle yöneliyoruz. O nurdan istifade edebilmek için yöneliyoruz.
Bu konuyu da daha önce yazmıştık. Yeri gelmişken yine yazalım ve hatırlayalım:
Ebu Inebe el-Havlani (Radıyallahu nah)’dan rivayet edilen: bir hadisi şerifte şöyle buyruluyor:
“Şüphesiz Allah(u Tealan)ın, yer ehlinden bir takım kapları vardır. Rabbinizin kapları, Salih kullarının kalpleridir.
Kalplerin Allah’a en sevgilisi ise, en yumuşak ve en merhametli olanlarıdır.”(Teberani, Zebidi, İthafü-s Sade, 6/209, Ahmed İbni Hanbel, ez-Zühd, No:827, sh:223; Münavi, Feyzül Kadir, No: 2375, 2/629, Süyuti, Nebhani, El-Fethu’l Kebir, No:4103, 1/374)
İmam-ı Münavi (Kuddise Sirrahu) bu hadis-i şerifin şerhinde şöyle buyurmuştur:
“hadis-i şerifte geçen Salih kullardan maksat; hem Allah’u Teâlâ’nın hem de kullarının haklarından üzerlerine düşenleri hakkıyla yerine getirenlerdir.
İşte bu kulların kalplerine Allah’u Teâlâ’nın marifetinin nuru dolarak uzuvlarına taşar. Çünkü kalp yumuşayarak incelip parlayınca, parlak ayna gibi olur. Meleküt (manevi) âleminin nurları ona parlayınca bütün göğsü aydınlatır.
İşte o zaman gönül gözü, Allah’u Teâlâ’nın emirlerinin iç yüzünü görmeye başlar ve bu görüş onu Allah’u Teâlâ’nın nurunu mülahaza etmeye sevk eder (gözetmeye sürükler)
Böyle bir kalp Allah’u Teâlâ’nın kendisine verdiği safa (paklık) ile ziynet ve behayı (süs ve güzelliğini) kemale erdirdiğinden, mahlûkatı arasında Allah’u Teâlâ’nın nazarının mahalli olur.
İNKARCIYA SON CEVAP!
Eğer bir inkarcı “bunun faydası yok” derse vereceğimiz cevap şudur: “Biz delilleri ile ispat ettiğimiz bu hususta şer’i olarak bir engel bulunmadığını anlıyoruz. Yani bu, dinimizce yasaklanmayan meşru bir harekettir. Dolayısıyla yapılmasında bir engel yoktur. Yapanlar çokça faydasını görmektedir.
Faraza faydası yoksa bile yaptığımız rabıtanın bize bir zararı da yoktur. Çünkü rabıta yapılan, düşünülen kişi, her anında Allah yolunda olduğuna, Allah’ın şeriatından kıl kadar şaşmayan biri olduğuna, peygambere 6 cihetten ittiba eden biri olduğuna, Kuşluk kılmamayı ölmeye tercih eden biri olduğuna şahitlik ettiğimiz biridir, Allah’ın salih bir kuludur. Dünyanın iğrençliklerini düşüneceğimize bir Allah dostunu düşünmemiz bizim zararımıza olamaz…
Dolayısıyla rabıta yapmamızdan fayda görsek veya görmesek de bir kaybımız yoktur…
SONUÇ!
Rabbimize şükürler olsun ki, yine sitemiz ihvanlar.net ten güzel bir çalışmayı daha sizlere sunduk… İnkarcıların tutunacak hiçbir dalı yok. En azından biz yolumuzun hak, davamızın sabit, fiillerimizin meşru olduğunu bilelim bize yeter…
www.ihvanlar.net
.
İngilizler, Müslümanların elinden Kur’an-ı Kerimi almaya yani onları Kur’andan uzaklaştırmaya yemin etmişlerdi. Müslümanları Kur’andan uzaklaştırmak için atılacak ilk adım da Müslümanları Peygamberinden uzaklaştırmaktı. Bunu yapabilmek için de Peygambere götüren bağları kopartmak gerekiyordu.
Kur’an ile Sünnetin arasını ayırma çalışmaları zaten bu amacın açık bir göstergesidir.
Bu bağlardan bir tanesi de Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in vekili olup O’nun yaşadığı gibi yaşamaya çalışan “canlı örnek” mesabesindeki Allah dostlarıydı.
Allah dostlarını işgal ettikleri her yerde (Türkiyede şapka kanunu, inkılap gibi dünyada ise farklı farklı) çeşitli bahanelerle astılar, kestiler.
Ancak baktılar ki, asılmakla kesilmekle bitmiyorlar. “bunları astık kestik bitiremedik” bile diyorlardı.
Ne yapalım diye çok düşünmediler. Çünkü başlarında dünyayı Deccal’e hazırlayan Şeytan var. Allah’a isyan eden şeytan “ancak ihlaslıları” saptıramayacağını bildiği için öncelikle ihlasın ortadan kaldırılması gerektiğini de biliyordu.
Ordusuna “Allah dostlarını karalama ve gözden düşürme” çalışmasının yapılması talimatını verdi.
İngilizler, Araplar arasında Vehhabiliğin tohumlarını Ümmeti tefrikaya sürüklemenin yanında bu amaçla da atmış oldular.
Silah zoru ile insanlar arasında yayılan Vehhabiliğin ilk hedefinin “tevhid” örtüsü altında tarikat, tasavvuf ve Allah dostlarına saldırmak olduğunu görüyoruz.
Bunu yaparken de “İslami” esaslara yani Kur’an ve hadisi istismar ediyorlar.. Ayetleri ve hadisleri kendi kafalarına göre tevil edip, amaçlarına uygun yorumluyorlar. Öyle ki, Putperest Ebu Cehiller hakkında inen ayetleri bile hiç utanmadan sıkılmadan Müslümanlar için yorumlayabiliyorlar.
Tasavvufa ait şeyleri dinde yeri olmayan, bidat ve hatta şirkle itham ediyorlar.
Asıp bitiremedikleri Allah dostlarını bu şekilde Müslümanların nazarında itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar.
RABITA EKSENİNDE TARTIŞMALAR
Dikkat ederseniz tartışmayı da hep rabıta ekseninde yapıyorlar. Yukarıda da dediğimiz gibi ayetleri kendi isteklerine göre yorumlayıp alakasız tevillerle sözü şirke bağlıyorlar.
Ve rabıtanın şirk olduğunu söylüyorlar.
Böylelikle rabıta yapanları da “müşrik” olarak damgalıyorlar.
RABITA ŞİRK Mİ?
Rabıta şirk değildir;
-Çünkü rabıta bir ibadet olarak kabul edilmemektedir. Yani rabıta bir ibadet olarak görülmediği gibi bir ibadet olarak ta yapılmamaktadır.
-Çünkü rabıta düşünmekten ibarettir ve “düşünmek” şirk değildir.
-Çünkü rabıta gönül bağıdır “gönül bağı” şirk değildir.
-Çünkü rabıta sevmektir “mümini sevmek” şirk olmadığı gibi emredilen bir şeydir.
-Çünkü rabıta takip etmektir, “alim ve evliyayı” takip edip “sadıklarla beraber olmak” emredilen bir şeydir.
-Çünkü rabıta bir metoddur ve eğitim metodları “bid’at” olarak kabul edilmediği gibi şirk de sayılamaz.
-Çünkü rabıta ayetlerden ve hadislerden işari manaları bulunan bir metoddur, sahabe döneminde de örnekleri mevcuttur.
Dolayısıyla rabıta şirk değildir, şirk olduğunu iddia edenler büyük bir iftira ve sapkınlığın içerisindedirler. Müslümanlara “müşrik” diyenler yani bir Müslümanı küfürle itham edenler kendileri küfre düşmüşlerdir.
Rabıta ve tasavvuf aleyhine çalışanlar İngilizlerin kurduğu tefrika oyununun bir parçası haline gelmişlerdir.
www.ihvanlar.net
–RABITA HAKKINDAKİ YAZILAR İÇİN TIKLAYIN
–DELİLLERİ İLE TASAVVUF İÇİN TIKLAYIN
Paylaş:
.
Tefsir, kelam gibi zahiri ilimlerle uğraşanların tasavvufa düşman oldukları veya aralında bir ihtilaf olduğu zannedilir. Ve sanki tarihte hep böyle bir mücadele varmış gibi zannedilir. Hâlbuki zahiri âlimlerden ilimde derinleşenlerin birçoğu aynı zamanda derin bir mutasavvıftır. Tarikat ehlidir. İşte onların en meşhurlarından seçmeler:
1- “Tabi’un’dan olan (Sahabeyi görme şerefine eren) Hasan-ı Basri (Radıyallahu anh) bir zühd ve tasavvuf büyüğü olmasının yanında, aynı zamanda bir mezhep imamıdır. Yani hadis ve fıkıh ilimleri sahasında mutlak müctehid seviyesindedir. Kendisi aynı zamanda tefsir ilminin de büyük imamlarındandır.
2- Daha sonraki nesilden Süfyan-ı Sevri’nin durumu da aynıdır.
3- Tasavvuf büyüklerinden Fudayl bin Iyaz ve Davud-u Tai, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin talebelerindendir.
Bir mecliste adamın birisi “Ebu hanife hata etmiş” deyince, orada bulunan ünlü muhaddis Veki bini Cerrah şöyle demiştir: “Kıyastaki mahareti ile Ebu Yusuf ve Züfer, hadis ezber kabiliyetleriyle Yahya ibni Ebi Zaide, Hafs ibni Gıyas, Hibban ve Mendel, lügat ve Arapçadaki ilmiyle kasım ibni Ma’n, zühd ve veralarıyla Davud et-Tai ve Fudayl ibni ıyaz onun yanında bulunuyorken Ebu Hanife hata yapmaya nasıl muktedir olabilir?” (Hatib-i Bağdadi, Tarihu Bağdad: 14/247)
Bu nakil açıkça göstermektedir ki, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin meclisinde sadece kuru ve farazi bir fıkıh tedris edilmemektedir. Aksine bu mecliste fıkıh, hadis, zühd, vera’ ve takva ehli kimseler iç içe bulunmaktadır ve ilim, bütün bu veçheelriyle tam ve kamil manada öğrenilip öğretilmektedir.
4- Yine zühd ve takva ehlinin büyüklerinden Abdullah ibni Mubarek (Radıyallahu anh) da İmam-ı Azam ebu Hanife’nin talebelerindendir.
5- Ünlü hadis imamı Süfyan ibni Uyeyne (Radıyallahu anh) de tasavvuf ehlinin ileri gelenlerindendir. (Bkz.Kelabazi, et-T’arruf, 23)
6- Özellikle hadis, Fıkıh ve Tefsir sahalarında, sadece bilgi sahibi olmakla kalmamış, aynı zamanda eser de yazmış olan hicri 3. Ve 4. Asır tasavvuf büyükleri arasında şu isimleri sayabiliriz:
Ebu Muhammed Abdullah ibni Muhammed, Ebu Abdillah Ahmed ibni Asım er-Razi, Ebu Bekir Muhammed ibni Ömer ibni Fadl el-Verrak et-Tirmizi, Ebu Osman Said ibni İsmail er-Razi, Ebu Abdillah Muhammed ibni Ali et-Tirmizi, Ebu Abdillah Muhammed ibni Fadl el-Belhi, Ebu Ali el-Cürcani, Ebu’l Kasım ibni İshak ibni Muhammed Hakim es-Semerkandi (Radıyallahu anhum) (Kelabazi a.g.e. 29-31)
7- İhya-i Ulumiddin adlı eseriyle İslam dünyasında haklı şöhret kazamış bulunan İmam-ı Gazali, aynı zamanda büyük bir Fıkıh ve Usul-i Fıkıh alimi olan İmam-ı Gazali tasavvuf büyüklerindendir.
8- Ünlü hadis ve fıkıh alimlerinden hanefi mezhebine mensup Cemaleddin Ez-Zeylai (İmam-ı Merğinnani’nin el-Hidayesi ile Zemahşeri’nin Keşşaf’ındaki hadislerin tahririne dair yazdığı Nasbu’r-Raye ve Tahricu’l Ahadis ve’lAsar isimli eserleriyle meşhurdur.)
Şafii mezhebine mensup Muasır ve arkadaşı el-Iraki (İmam-ı Gazali’nin İhya’sının hadislerini tahriç etmiştir) ve Takiyüddin İbni Daki-ki’l-İyd de Mutasavvıftırlar.
9- Hadis ilminde kaynak olan Nevadiru’l Usul adlı eserin sahibi hakim-i Tirmizi de mutasavvıflardandır.
10- Yine hanefi mezhebine mensup ünlü fıkıh ve hadis alimi Kemaleddin bni Humam da ehli tasavvufturç
11- Hadis hafızlarının son halkası diye anılan ve ilim denildiğinde akla gelen bütün sahalarda verdiği eserlerin miktarını yüzlerce cildi bulan Celaleddin es-Suyuti ve talebesi el-Mizanu’l-Kübra isimli fıkıh eserinin sahibi İmam-ı şarani de Ehli tasavvuftur.
12- Zahiri ve Batıni ilimleri birleştiren İmam-ı Rabbani, Molla Cami, Seyalükuti de ilim ve tasavvuf kanatlarıyla ilerleyen mutasavvıftırlar.
13- Osmanlı’nın son dönemine denk gelen 4 mezhebin müftüsü Ali Haydar el-Ehıshevi de tasavvuf yolunun büyüklerindendir.
Burada sadece misal olması için zikrettiğimiz bu isimler, tarih boyunca Şer’i ilimler ile tasavvuf arasında herhangi bir çelişki olmadığının en sadık şahididirler.
Akla gelen her türlü şer’i limde derinleşen bu gibi âlimlerin, ilimlerinin manevi yükselişte yeterli olmadığını anlayarak tasavvufa yönelmesi ve bir Allah dostunun elinden tutması, kendini müctehid zanneden reformistlere ve bu reformistlerin inkar çukuruna sürüklediği insanlara birer ibret olmalıdır.
Paylaş:
.
Bazı hoca geçinen zerzavatçıların tesbihe bid’at dediğini duymuşsunuzdur. Halbuki bunun delilleri Peygamberimizin şer’i hüküm çıkan hareketi ve sahabe-i Kiramın uygulamaları ile sabittir. Şöyleki;
Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hurma çekirdekleri ve çakıl taşları ile zikir yapanları (Allahın adını ananları) görmüş ve men etmemiştir. O halde bunun aslı isbatlanmış olur. Artık ipe dizilip dizilmemesinde bir fark yoktur. Bundan dolayı günümüze kadar gelen bütün alimler ve mürşidler tesbih kullanmışlardır.
Mevlana AbdulHayy (Rahmetullahi Aleyh) “Nüzhetül Fikr” adlı küçük bir kitap yazmıştır. Molla Aliyyül Kari Hazretleri buyurmuştur ki: “Bu hadis, herkesçe bilinen tesbihin caiz olduğunua sahih bir delildir. Çünkü Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hurma çekirdekleri veya çakıl taşları ile tesbihin sayıldığını gördüğü halde men etmemiştir. Bu ise şer’i bir dleildir. Tanelerin ipe dizilmiş veya dizilmemiş olmaları fark etmez. İşte bu bakımdan tesbihe bid’at diyenlerin sözleri itimata layık değildir.” Yine buyurdu ki: “Tasavvuf ehlinin deyiminde ona şeytan için kamçı denilmektedir”
Cüneydi Bağdadi (Rahmetullahi Aleyh) kemal derecesinin zirvesine ulaştığı sıralarda biri onun elindeki tesbihi görünce: “Siz hala tesbih kullanıyor musunuz?”diye sordu. Cüneydi Bağdadi (Rahmetullahi Aleyh) “Kendisi ile Allah’a ulaştığımız şeyi nasıl bırakabiliriz.” Dedi.
Pek çok sahabe-i Kiram (Radıyallahu anhum)’un yanında hurma çekirdekleri veya küçük taşlar bulunduğu ve onlarla sayarak tesbih çektikleri nakledilmektedir. Nitekim bir sahabi olan Ebu Safiyye (Radıyallahu anh)ın küçük taşlarla, Hazreti Sad B. Ebi Vakkas (Radıyallahu Anh)hem hurma çekirdekleri hem de küçük taşlarla tesbih çektiği rivayet edilmiştir.
“Mirkat” adlı kitapta yazıldığına göre hazreti Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)ın yanında düğümler atılmış bir ip vardı. Onlarla tesbih çekerdi.
Ebu Davud’da yazıldığına göre hazreti Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)ın yanında hurma çekirdekleri veya çakıl taşları ile dolu bir küçük torba vardı. Onlarla tesbih çekerdi. Torba boşaldığı zaman hizmetçisi onları tekrar doldurur, yanına koyardı. Torbanın boşalmasından maksat hazreti Ebu Hureyre tesbih ederken taşları birer birer dışarı çıkarır, hizmetçisi de sonradan hepsini toplayıp o torbaya doldururdu.
Hazreti Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)ın torunları diyor ki: “Dedemizin yanında üzerine 2 bin düğüm atılmış bir ip vardı. Onunla tesbih çeker ve bitirmedikçe uyumazdı.”
Görüldüğü gibi bütün sahih kaynaklarda tesbihin bid’at olacağına dair bir delil yoktur. Tam aksine sahabe-i Kiram efendilerimizi, tabiinin ve günümüze kadar gelen şayhül İslam, ulema, evliyanın uygulamasında vardır.
Dolayısıyla İngiliz kuruluşu Vehhabilerin akımına kapılmış reformcuların milletin akılını karıştırmaya çalışması boşunadır.
Camiye namaz için gelen bir genç boş boş sağa sola bakınacağına eline tesbihi alıp Allah’ı zikrediyorsa bundan kim rahatsız olabilir şeytandan başka? Rahatsız olanların muhakkak şeytan ile bir bağlantısı vardır…
Sahabe-i Kiram’dan başka tarihimizde derin izler bırakan, İslam aleminde hayatı örnek alınan Allah dostları tesbihi elinden bırakmamıştır.
Hasan-ı Basri (Rahmetullahi Aleyh)’e Ömer Mekki (Rahmetullahi Aleyh) tarafından:“Siz bu yüksek şanınıza ve yüce makamınıza rağmen yine de elinizde tesbih mi bulunduruyorsunuz?” diye sorulunca:
“Biz bu yolun başında iken bunu kullandık ve onun sebebiyle yükseldik. Şimdi işin sonuna gelince onu bırakmaya tahammülümüz yoktur. Ben istiyorum ki, kalbimle, dilimle, elimle her şekilde Allah’ı zikredeyim”
www.ihvanlar.net
.
Hatm: Kur’an-ı Kerimin tamamını okuyup bitirmek demektir. Ayrıca bir arada muayyen duaları, sureleri okuyup bitirmeye de denir.
Hace: Farsça hoca, alim, bilgin demektir.
Hatm-i Hacegan: Nakşibendi tarıkatı mensuplarının fikri ve nazarı masivadan beri etmeye çalışarak topluca muayyen dua ve zikirleri okuması demektir.
Yani hatme, cemaatle toplu halde yapılan bir halka zikridir.
Allah’ı zikretmek her Müslüman üzerine farzdır:
“Ey inananlar! Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu sabah-akşam tesbih edin.” (Ahzab / 41-42.)
Peki, bu zikir üslubunun (toplu olarak) dinde yeri var mıdır?
Bu konu Kur’an-ı Kerimde teşvik edilen hususlardandır.
“Resulüm! Sabah akşam rablerine, onun rızasını isteyerek dua, (ibadet ve zikir) edenlerle birlikte bulunmaya candan sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme.”(Kehf 28)
Ayet-i Kerime nazil olduğu zaman, Peygamberimiz bu kimseleri araştırmak amacıyla mescide çıktı. Mescidde zikreden bir topluluk gördü. Bunlar eski, fakir ve garip müslümanlardı. Onları görünce hemen yanlarına oturdu ve: “Ümmetim içinde, benim kendileriyle birlikte olmamı emrettiği kimseleri yaratan Allah’a hamdolsun” buyurdu. (Taberi, Camiul Beyan, İbni Kesir, Tefsirul Kur’anil Azim, V 153, Suyuti, Ed-Dürrül Mensur, V 381, Ebu Nuaym Marifetüssahabe, III No: 4634)
Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edilen bir hdisi şerifte Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
“Allah Teâlâ’nın yollarda dolaşıp zikredenleri tesbit eden melekleri vardır. Bunlar Cenâb-ı Hakk’ı zikreden bir topluluğa rastladıkları zaman birbirlerine “Gelin! Aradıklarınız burada!” diye seslenirler ve o zikredenleri dünya semâsına varıncaya kadar kanatlarıyla çevirip kuşatırlar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, meleklerden daha iyi bildiği halde yine de onlara:
– “Kullarım ne diyor?” diye sorar.
Melekler:
– Sübhânallah diyerek seni ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan tenzih ediyorlar, Allâhü ekber diye tekbir getiriyorlar, sana hamdediyorlar ve senin yüceliğini dile getiriyorlar, derler. Konuşma şöyle devam eder:
– “Peki onlar beni gördüler mi ki?”
– Hayır, vallahi seni görmediler.
– “Beni görselerdi ne yaparlardı?”
– Şayet seni görselerdi sana daha çok ibadet ederler, şânını daha fazla yüceltirler, ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni daha çok tenzih ederlerdi.
– “Kullarım benden ne istiyorlar?”
– Cennet istiyorlar.
– “Cenneti görmüşler mi?”
– Hayır, yâ Rabbi! Vallahi onlar cenneti görmediler.
– “Ya cenneti görseler ne yaparlardı?”
– Şayet cenneti görselerdi onu büyük bir iştiyakla isterlerdi, onu elde etmek için büyük gayret sarfederlerdi.
– Bunlar Allah’a neden sığınıyorlar?”
– Cehennemden sığınıyorlar.
– “Peki cehennemi gördüler mi?”
– Hayır, vallahi onlar cehennemi görmediler.
– “Ya görseler ne yaparlardı?”
– Şayet cehennemi görselerdi ondan daha çok kaçarlar, ondan pek fazla korkarlardı.
Bunun üzerine Allah Teâlâ meleklerine:
– “Sizi şahit tutarak söylüyorum ki, ben bu zikreden kullarımı bağışladım” buyurur.
Meleklerden biri:
– Onların arasında bulunan falan kimse esasen onlardan değildir. O buraya bir iş için gelip oturmuştu, deyince Allah Teâlâ şöyle buyurur:
– “Orada oturanlar öyle iyi kimselerdir ki, onların arasında bulunan kötü olmaz.”(Buhârî, Daavât 66. Ayrıca bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 251-252, 358-359)
Yine Ebû Hüreyre ile Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anhümâ’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse melekler onların etrafını sarar; Allah’ın rahmeti onları kaplar; üzerlerine sekînet iner ve Allah Teâlâ onları yanında bulunanlara över. ” (Müslim, Zikr 39, 38. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 14; Tirmizî, Daavât 7; İbni Mâce, Mukaddime 17)
Görüldüğü üzere toplu olarak Allah’ı zikredenlere büyük müjdeler vardır. Allah’u Teala o müjdelere bizi nail eylesin.
İşte Hatme Hace bu faziletleri toplayan, belirli zikir ve surelerin, salvatların toplu olarak okunmasıdır. Bu zikir halkasında boş konuşulmaz, maleyani olmaz.
Hatme Hacede bazı edepleri gözetmek gerekiyor. Zikir toplu yapıldığından ortamın feyzini dağıtıcı hareketlerden kaçınmak gerekiyor Misal abdestli olmak, gözlerini kapatarak başka şeylerle ile meşgul olmamak, mümkünse yastık vb. şeylere yaslanmamak yani kısaca Allah’ın rahmetinin orayı kuşattığının ve yapılan amelin öneminin farkında olarak edebini muhafaza etmek gerek.
www.ismailaga.info
.
Gavs ifadesi bu gün bazı hak tarikatlarda şeyhe verdikleri ön isim olarak kullanılmaktadır. Bu nedenle her gavs ismini duyduğunuz zaman durup düşünmenize gerek yoktur.
Gavs: Allah’u Teala’nın yeryüzünde tasarruf hakkı verdiği manevi orduya başkanlık yapan kişi… Bu kişilerin varlığı hadisi şerifler ile sabittir.
Her dönemde ümmetimin en hayırlısı beş yüz (kişi) dir. Bunlardan
kırkı abdallar (yani kırklar) dır. Ne beş yüzlerin, ne de kırkların sayısı
hiç noksanlaşmaz. Çünkü beş yüzlerden biri ölünce, onun yerine
başka biri ve kırklardan biri ölünce, onun yerine de başka biri alınır.
Bunlar kendilerine zulüm edeni af eder, kötülük yapana iyilik yapar ve
Allah’ın kendilerine verdiği (maddî, mânevî) nimetlerden herkesi eşit
şekilde yararlandırırlar. (Ebû Nuaym)
Utbe bin Gazvan (Radıyallahu anh)’dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Sizin biriniz bir şey kaybederse yahut yanında arkadaşı bulunmadığı bir yerde yardım dilerse:
‘Ey Allah’ın kulları bana yardım edin! Ey Allah’ın kulları bana imdad edin!’ Desin. Çünkü Allah’ın bizim göremediğimiz kulları vardır.” (Taberani, el-Mu’cemu’l Kebir, No:290, 17/117; Haysemi, Mecme’u’zevaid, No: 17103, 10/188)
İbni Abbas (Radıyallahu Anh)dan rivayet edilen bir Hadis-i Şerifte Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz ki Allah’u Teâlâ’nın hafaza meleklerinin dışında yeryüzünde melekleri vardır ki, ağaç yapraklarından düşenleri yazarlar.
Sizin birinize çöl arazisinde bir aksaklık isabet ederse: ‘Ey Allah’ın kulları! (Bana) yardım edin’ diye seslensin.” (İbn-i Hacer El-Askalani, Muhtasar-u Zevaidi’l-Bezzar, No:2128, 2/420)
Abdullah ibn-i Mes’ud (Radıyallahu anh)den rivayet edilen diğer bir hadisi şerifte, Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Sizin birinizin sahrada hayvanı kaçarsa: ‘Ey Allah’ın kulları hapsedin! Ey Alalh’ın kulları durdurun’ diye seslensin. Çünkü Allah’ın yeryüzünde hazır bulunan kulları vardır ki, kısa bir zaman içinde onu tutarlar.” (Ebu Ya’la, El-Müsned, No:5269, 9/177, İbni Hacer, el-Metaibu’l Aliye, No:3375, Taberani, El-Mu’cemu’l Kebir, No: 10518, 10/217, Deylemi, Müsnedü’l Firdevs, No: 1311, 1/330”
İşte farklı rivayetlerle gelen ve aynı manayı işaret eden bu hadisi şerifler ismini dahi bilemeyeceğiniz insanların, Allah’u Teâlâ tarafından kullarının yardımına koşulması için görevlendirilmiştir.
Başka bir hadis-i şerifte
“Allah, onlar sebebiyle yer halkından belaları kaldırır.” (Ali el-Müttaki, Kenzu’l Ummal, No:34612, 12/190; Ahmed İbni Hanbel, El-Müsned, No:896, 1/238) hadis-i şerifi de bazı insanlar sebebiyle belaların def edildiğini bildiriyor.
Peki, Peygamberin hayatta olduğu zaman bile “hürmetine rızık verilen, sebebi ile belalar kaldırılan” bu insanlar kimdir?
Bakınız Suyuti bu konuda ne buyuruyor:
“Hadisi şerifteki zayıflardan murat; Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) zamanındaki fakir muhacirlerdir. Kutup ve gavs onlardandır. “Allah’ın kulları, Rahmanın kulları” denirdi ki Kur’an-ı Kerimde de (İnsan suresi 6, Furkan suresi 63) bu tabirler mevcuttur.
Zamanımızda bu zatlara “kutup”, “Ğavs” “Evtad”, Nüceba” ve “Ebdal” (birler, dörtler, yediler, kırklar, üçyüzler” şeklinde isimler verilmektedir. (Suyuti el-Havi 2/455)
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah’u Teâlâ’nın yağmura, rızıklara vesile kıldığı, insanların yardımına gönderdiği bazı kulları vardır. Bu gerçek yukarıdaki hadisi şerifler ile sabittir. İnkâr edenler kâfir olmamakla birlikte, büyük bir hakikati perdelemek amacı taşımaktadırlar.
DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN HUSUS!
Bu inkâr edilemeyen gerçekte bir şeye dikkat etmemiz gerekiyor. Biz yukarıdaki hadisi şeriflerde de bildirildiği gibi zamanın gavsının veya kutbunun kim olduğunu bilemeyiz. Ancak hüsnü zan ederiz. Hüsnü zan ettiğimiz kişinin gavs olması veya olmaması hadisi şeriflerde bildirilen gerçeği değiştirmez. Yani herkes kendi hocasına, Allah dostu diyebilir. Kişi onların demesi ile gavs olmayacağı gibi, onların inkârı ile de gavslıktan çıkmaz. Bu tamamen manevi bir iştir.
Diğer husus ise “gavs” ismidir. Peygamberimiz hadisi şerifte bu insanları vasfederken “görmediğimiz” “hazır kullar” buyuruyor. Bu kişilerin varlığı inkâr edilemeyeceğinden, bunları “gavs” “kırklar” gibi isimlendirmekte bir mahzur yoktur. İsmin “gavs” veya “üçler” veya “kırklar” olması da bu gerçeği değiştirmez.
BİZE DÜŞEN…
Hadis-i şerifler bu insanların varlığını haber verdiği gibi onlardan yardım istemenin meşru olduğunu da beyan etmektedir. Onların Allah’ın izniyle yardım edeceklerini bildikten ve böyle inandıktan sonra bize düşen şey hadis-i şeriflerin bildirdiği hakikati inkâr etmemek, Allah’ın hazır ordusundan istifade etmektir. İnkar etmek dinen bir mesuliyet gerektirmez ancak yarın Resulüllah’ın huzuruna varıldığında O’nun bildirdiği gerçekleri inkar etmenin mahcubiyetini kaldırmak zordur.
www.ihvanlar.net
.
Velilerin kerametleri ehlisünnet âlimlerine göre caiz, olması mümkündür.
Mutezile buna muhaliftir.
NAKLİ DELİLİMİZ
Nakli delilimiz, Süleyman Aleyhisselam’ın vezirine dair gelen ilahi haberdir. Şöyle ki o, (Seba melikesi) Belkıs’ın tahtını uzak mesafeden kısa bir zaman içerisinde getirmiştir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur:
”Ben, gözünü yumup açmadan önce onu sana getiririm, dedi. Bir de Süleyman (Aleyhisselam) o nu yanında hazır görünce:’Bu Rabbimin lutfundan doğan bir şeydir”… dedi”(Neml 40)
Ayette geçen hadise Süleyman (Aleyhisselam) ın, Belkıs’ın tahtını kimin daha çabuk getireceği sorusu ile başlamıştır. Kuranda geçen anlatımıyla bir cin ”Ben makamınızdan kalkmadan getiririm” dedi. Süleyman (Aleyhisselam) ise sabah oturduğu makamından devlet işlerini halledip öğlene dopru kalkardı. Bunun geç olacağını düşünerek kabul etmedi.
Yine Kuran’da buyrulduğu üzere ‘onlardan ilim sahibi Ben, gözünü yumup açmadan önce onu sana getiririm.” dedi. Kuran’da geçen bu ilim sahibi ise Süleyman (Aleyhisselam)’ın kâtibi idi.
Peygamber, cin, melek olmayan ancak Allah’ın salih bir kulu olan bir insandan meydana gelen bu hal bir keramettir.
HAZRETİ MERYEM
“Zekeriyya (Aleyhisselam) Meryem’in yanında yazın kış, kışın ise yaz meyveleri görürdü. (A.İmran 37)
Meryem annemiz bir Peygamber değildi. Yaşadıkları mucize olamayacağına göre bir kerametti…
NASIL DUYMUŞTU?
Yine Nihavend’de bulunan, Hazreti Ömer’in hicretin 23. yılında ordu kumandanı tayin ederek İran’a gönderdiği Sariye Medinede ki halife Ömer (Radıyallahu anh)’ın”Ey Sariye, dağa dikkat et, dağa!” tarzındaki sözünü işitmiştir. Halbuki ikisi arasında beş yüz fersahtan fazla mesafe bulunuyordu.
Bu hadisede ise, sahabeler Hazreti Ömer’in hutbe esnasında neden böyle bir şey söylediğine bir mana verememişlerdir. Savaştan dönen Sariye (Radıyallahu anh)’a sorduklarında işin hakikati anlaşılmıştır. Savaş esnasında düşman bir dağın arkasında pusuya yatmıştır. Sahabelerin ise haberi yoktur. Sariye (Radıyallahu anh) Hazreti Ömer’in ”Dağa dikkat et!” sözünü işittiğini ve arkadan düşmana darbe vurarak savaşı kazandıklarını anlatmıştır.
Yine Hazreti Ömer’in mektubunun atılması suretiyle Nil nehri’nin taşması. Hazreti Halid’in zehir içmesi ve bundan zarar görememsi gibi hadiseler bize bu konuda delil teşkil etmektedir.
Kerametin mucize ile karıştırılmaması gerekmektedir. Çünkü mucize, nübüvvet iddiasıyla beraber bulunur, halbuki veli bunu iddia edecek olsa anında kafir olur ve keramete layık olma vasfından sıyrılır.Bilakis veli, peygamber aleyhisellama bağlı olduğunu ikrar eder.
Aslında velinin gösterdiği her keramet, bağlı olduğu peygamberin bir mucizesi sayılır. Çünkü veli, peygamberine bağlılığından bu hasleti elde etmiştir.
Bu yazılanlar kerametin vuku bulmasında bir engelin olmadığını anlamamız içindir.
Allah, düşmanı olan şeytana bile bin türlü harikuladelik veriyor ise dostuna neden vermesin? Sırlarını neden açmasın? Sıkıştığı zaman neden yardım etmesin?
Şunu da söyleyelim ki istidraç dediğimiz bir hadise vardır. Bu tasavvuf ehlinin başını yakan bir beladır. Kul yaşadığı olağan üstü olayları Allah’tan değil de kendinden bilir, bu ise büyüklenmesine, amelleri ile kibirlenmesine sebep olur. Kibirlenmesi ise o kişinin helakına sebep olur. Sonuç itibarıyla gösterdiği keramet, helakinin sebebi olur.
Kerametin vukuu mümkündür. Ancak kerametin sahibi, kendini kurtardığını iddia edemez. Dolayısıyla kerametin, sevap veya mükafat gibi bir getirisi yoktur.
Vefatından sonra rüyada görülen Süfyan-ı Sevri Hazretleri ”Ne keşifler ne kerametler, geceleyin kıldığım rekatcıklar imdad oldu bana” buyurmuşlardır.
www.ihvanlar.net
Tarihte tasavvuf erbabı ile zahiri ilimlerle meşgul olanların ihtilafına hep şahit olmuşuz, okumuşuzdur. Bu alanda ilmi tartışmalar hep olmuştr. Ancak bu günün inkarcıları bu tartışmaları gerçeği bulmak amacıyla değil, hakikatleri gizlemek amacıyla yapmaktadırlar. Ve bu uğurda ayeti kerimelerin manasını değiştirmekten, yanlış tevil etmekten kaçınmamaktadırlar. Kur’an-ı kerimdeki puta tapan müşriklere hitap eden ayetleri bir iki kelimenin yerini ve manasını değiştirerek mutasavvıflar için kullanıp onları şirk ile suçlamaktadırlar. Müslümanlarda maalesef tefsir ve meal ilmine sahip olmadığından, bilmediğinden ve araştırmadığından böyle kişiler sebebiyle Müslüman kardeşini şirk ile suçlayabilmekte, büyük bir günaha düşebilmektedir. Bu yazımızda, kendilerince delil aldıkları bazı ayet-i kerimeleri sizlerle birlikte inceleyeceğiz.
ZÜMER SURESİ 3. AYETİ KERİMESİ
Ayet-i Kerimenin ilgili kısmının kelime kelime manası şöyle:
وَالَّذِينَ Öyle kimseler ki
اتَّخَذُوا Edindiler
مِنْ دُونِهِ O’ndan (Allah’tan) başka
أَوْلِيَاءَ Yardımcılar, dostlar
مَانَعْبُدُهُمْ (Derler ki) Biz ibadet etmiyoruz
إِلَّا Ancak (şunun için ibadet ediyoruz)
لِيُقَرِّبُونَا Bizi yakınlaştırsın için
إِلَى اللَّهِ Allah’a
زُلْفَى Tam bir yakınlıkla
Toplu manası şöyle: “Allah’tan başka yardımcı (dost) edinenler (Derler ki) biz bunlara ancak bizi Allah’a tam bir yakınlıkla yaklaştırsınlar için ibadet ediyoruz”
İnkarcılar ise şöyle meal vermektedirler: “Biz onlara tapmıyoruz, bizi Allah’a yakınlaştıracağına inanıyoruz”
İnkarcıların verdiği manaya göre müşrikler puta tapmıyor, Allah’a yaklaştıracağına inanıyor. Bu nedenle bir mutasavvıf “biz mürşide tapmıyoruz, vesile Ediniyoruz”dediği zaman yanlış mana verdiği bu ayeti sözde delil olarak getiriyor: “İşte müşriklerde tapmıyor ama yaklaştıracağına inanıyorlar” diyorlar.
Dediğimiz gibi eğer siz bir iki kelime ile oynarsanız bilmeyen insanlara dolma gibi yutturursunuz.
Değerli kardeşlerimiz ayeti kerimedeki “İlla” istisna edatıdır. Olumsuzlukla başlayan bir fiilden sonra geldiği zaman olumluya çevirir ve tekid eder, manayı kuvvetlendirir.
Yani “biz ancak ve ancak yaklaştırsınlar için ibadet ediyoruz” demektir.
Bu ayeti kerimeye aynı manayı ifade etmesi bakımından başka örnekler verilebilir.
“Ve ma erselna ke İlla mübeşşiran ve nezira” Biz seni ancak müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik. (İsra 105)
Bu ayette de önce “biz seni göndermedik” buyurduktan sonra manayı kuvvetlendirmek için “illa” gelmiş ve mana: “Biz seni ancak müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik” olmuştur. İnkarcıların yukarıdaki ayete verdiği manadan yola çıkarak mana verirsek: “Biz seni göndermedik, müjdeleyici ve korkutucusun” gibi ilmi olmayan saçma bir mana çıkar ortaya.
Başka bir ayette de: “Ve ma erselna ke İLLA rahmetnen lil alemin” Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik (Enbiya 107)
Zümer Suresinin 3. Ayeti bütün meallerde de olması gereken şekliyle geçmektedir. Birkaç misal verecek olursak:
Diyanet meali: O’nu bırakıp da putlardan dostlar edinenler: “Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz” derler.
Elmalılı Hamdi Yazır: “O’ndan başka birtakım dostlar tutanlar da şöyle demektedirler: “Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.”
Hasan Basri Çantay: “Onu bırakıb da kendilerine bir takım dostlar edinenler (derler ki:) «Biz, bunlara ancak bizi Allaha daha fazla yaklaşdırsınlar diye tapıyoruz»
Bütün bunlar gösteriyor ki Zümer Suresi 3. Ayetin manası şöyledir: “Biz ancak (o yardımcılara) bizi Allah’a yakınlaştırsın diye tapıyoruz.”
Yani bu ayeti kerime, taptığı şeyi, kendisini Allah’a yakınlaştırsın diye kullananları beyan etmektedir. Dolayısıyla bu ayeti şeyh ve mürit ilişkisine delil olarak getirmek akıl ve mantık dışıdır. Çünkü tarikatta şeyhe tapmak, taparak vesile edinmek söz konusu değildir.
MERYEM SURESİ 81. AYETİ KERİME
“Onlar kendilerine kuvvet ve şeref kazandırsın diye, Allah’ı bırakarak tanrılar edindiler.” Bu ayeti kerime de aynı şekilde Allah’ı bırakıp başka başka tanrılara tapanlar hakkındadır. Yukarıda dediğimiz gibi tasavvufta tapmak söz konusu olmadığı gibi, Allah’ı bırakmak değil ona ulaşmak vardır.
Tevbe 3, Yunus 18, Yasin 23, Yasin 74. Gibi ayeti kerimeler hep aynı şeye işaret etmektedir. Allah’ı bırakıp, başka ilahlar edinenleri, Allah’tan başka tanrı olarak gördükleri şeye tapanları hedef almaktadır.
Tasavvufta ise şeyhe tapınmak diye bir şey söz konusu değildir. Bunu en az bizim kadar inkarcılar da biliyorlar.
TASAVVUFU İNKÂR ETMEK İÇİN
Bütün bunlardan şunu anlıyoruz: Tasavvuf inkârcıları sırf tasavvufu inkâr etmek için Kur’an-ı Kerimde puta ve başka başka tanrılara tapanlar hakkında inen ayeti kerimeleri tasavvuf için kullanıyorlar.
O halde bu insanların ruh halini beyan eden iki seçenek var. Birincisi ya çok cahiller, bilmiyorlar ve öyle zannediyorlar. İkincisi ise hakikati bildikleri halde gizliyorlar.
Her iki halde de Müslümanları “şirk” ile itham ederek “müşrik” ilan etmek bunu yapanın kendi aleyhine döner. Çünkü tekfir edilen kişi kâfir değilse tekfir edenin imanı tehlikeye girer. Ve iftira etmiş olduğundan ayrı bir vebali yüklenmiş olur.
ŞEYHLERİ KARALAYIP KENDİ OTORİTELERİNİ KURUYORLAR
Tasavvufu inkâr edip, tarikat ehlini şirk ile suçlayanlar nedense kendilerinin çok aydın olduğunu ileri sürerler. Bu kişiler geçmiş müctehidleri de beğenmeyip kendilerini zamanın müctehidi ilan ederler.
Amaçları, İslamın özünün bu güne kadar muhafaza edilmesini sağlayan, Resulüllah’ın sünnetini ihya eden mürşitleri etkisiz hale getirmektir. Bunu yaptıkları zaman aldatma sahasının genişleyeceğini bildikleri için 10 cümlelerinden birisi tasavvuf inkârına dayanır. Kitaplarında sözü dolandırır, evirip çevirir tarikata getirir ve nihayetinde tasavvuf ehlini şirk ile suçlarlar.
Bu gün Türkiye’de, Arabistan’ın Vehhabi vakıflarının maddi desteği ile işini yürüten bazı vakıflar bu işi ele almış durumdadırlar. Bu vakıfların kuruluş amacı Türkiye’de tasavvuf düşmanlığını, vehhabinin inanç felsefesini (belli etmeden) yaymak, insanların zihinlerine Osmanlı ve Osmanlı’da yaşamış önemli şahsiyetler hakkında düşmanlık tohumu ekmektir. Bundan başka Abdulvehhab’ın yapamadığı Dinde Reformu yapmalarını sağlamak, “dini yeniden yorumlama” adı altında hadis-i şerifleri ve ayeti kerimeleri hiçbir sebebe dayanmaksızın kendi kafalarına göre yorumlamaktır.
Allah’u Tela Ümmeti Muhammedi şerlerinden muhafaza eylesin…
www.ismailaga.info
Arkadaşlar bizim yolumuz Nakşibendî yoludur ve bu yol “Üveysi” dir. Veysel Karani Hazretleri bir kere bile görmediği Resulüllah’ın aşkıyla pişmiş ve olgunlaşmış, tarikat mertebelerini bu muhabbet sayesinde aşmıştır.
Uveys el-Karani Hazretleri Resulüllah Efendimize o kadar tutkundu ki, onu düşünmeden bir an geçiremiyordu. Hâlbuki el-Karani hazretleri, Peygamberimizi hiç mi hiç görmemişti.
Demek ki aşık olmak için, istifade etmek için, nasiplenmek için görmek gerekmiyor.
Bazı Hak tarikatlarda ve bazı kere ihvanımızdan haberler alıyoruz ki, özellikle kadın mürideler rabıta yapmadan önce çıkarıp şeyhinin resmine bakmaktaymış. Hatta (bizim ihvanlarda yok ama) bazı tarikatlarda şeyhinin resmini önüne koyar öyle rabıta yaparmış.
Arkadaşlar bunların hepsi batıldır, bu işler resim ile olmaz.
Yani rabıta yaparken Şeyhimizin yüzünün zihnimizde canlanması daha makbul olsa bile eğer canlanmıyorsa da bu bizim feyz almamıza bir engel teşkil etmez.
Rabıtadan maksat kalbimizi şeyhimizin kalp aynasına çevirmek, o aynaya yanıysan Mevla’nın nurundan istifade etmektir.
Dolayısıyla rabıta yapmak için, feyiz almak için şeyhimizin yüzünü görmesek de, hatırlamasak da olur.
Nakşibendi Hazretlerinin yüzünü gördük mü veya kainatın efendisini gördük mü? Hayır. Hiç görmediğimiz halde rabıtamızı yapıyoruz ve feyiz alıyoruz Elhamdülillah.
Bu sebeple önüne resim almak, resme bakarak hafızada canlandırma yapmak vs.. bizim yolumuza yakışmayan meselelerdir.
Hak olan tarikat yolumuza batıl işleri bulaştırmayalım inşallah. İyi bir şey yaptığımızı zannederken şeytana kapı aralamayalım.
Paylaş:
.
Malum olduğu üzere; rabıta-ı şerife, velilik gücüyle tasarruf yetkisine sahip olan kamil bir insana yapıldığı takdirde muteber olur ki, bunda üç şart vardır.
1- Mürşidin, vaki hasebiyle (gerçekte) bu mertebede olması,
2- İtikad hasebince (müridin inancında) da mürşidin böyle olmasıdır.
Bunlardan sadece birinin bulunması kafi değildir. Zira birincisi yeterli olacak olsaydı (mürşidin mertebesi olup müridin itikadı olmasaydı) Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve velilerin varlıkları yeterli olurdu.
Halbuki Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in durumu, bunun böyle olmadığına şahittir. Ebul Hasen el-Harkani (Kuddise Sirrahu) “Ebu Cehil, Resulüllah’ı görmedi, o ancak Abdullah oğlu Muhammed’i gördü.”(Sallallahu aleyhi ve Sellem) Eğer Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)i görecek olsaydı, elbete şekavetten kurtulup, saadete ererdi.” Buyurdu. Ve buna delil olarak: “Ve onların sana baktıklarını görürsün, oysa onlar görmezler.”(A’raf suresi 198’den) mealindeki ayeti celileyi okudu.
Kafa gözü ile görmek, bu saadeti kazandırmaz. Bilakis kalp gözüyle ve tam bir ittiba ile görmek bu saadeti kazandırır. (İsmail Hakkı Bursevi Ruhul Beyan 2/24)
İkinci durum yani kişinin inancı yeterli olsaydı, puta tapanların, yaptıklarını bir şey sanmalarından dolayı istifade etmeleri gerekirdi. Çünkü tapanın her ne kadar inancı sağlam olsa da tapılan boş olduğundan bir fayda sağlaması beklemez. Dolayısıyla bu iki unsuz birbirini destekler ve biri olmadan diğeri bir işe yaramaz.
3- Malum ola ki; rabıtanın müride faydası ancak muhabbete mukarin (şeyhine karşı olan sevgisiyle birlikte) olması halinde tahakkuk eder. Zira sevgisiz olan rabıta fayda vermez, aksine zarar verir.
Muhabbet ise mevhibe-i Haktır (sevgi, Allah’u Teala vergisidir). İktisabi değildir (çalışmakla kazanılmaz)
Bu yüzden sevgide tekellüf (zoraki ve yapmacık bir tavra sahip olmak) zındıklık olup, bu’d iras eder (manevi uzaklaşmaya sebebiyet verir)
Et rabıta şeyhe müdam
Ol taatında subh-u şam
Şeyhe hemen kıl iktida
Şeyhi tasavvur eyle dur
Daim anınla kıl huzur
Hubbinde şeyhin fani ol
İlm-i Ledünnin Kani ol
Hubbine eyle i’tisam
İhsanına ol müstehak
Ol vasıl-ı dergah-ı Hakkalbinde ani etme dur
Sırrından al şeyhin sebak
Aşkında sergerdanı ol
Dersin oku ondan verak
Yani: “Ey mürid! Şeyhine devamlı rabıta yap ve onun sevgisine sarıl. Sabah akşam ona itaat et ki, lütfuna mazhar olasın.
Şeyhine hakkıyla uy, sözünü tutup verdiği vazifelere devam et ki Allah’u Teala yolunda yükselerek Hakk’ın dergahına eresin.
Şeyhinin suretini devamlı düşün, onu kalbinden uzatma ki onunla huzura kavuşarak iç âleminden istifade edesin.
Şeyhin sevgisinde eriyip git, onun aşkına başını koy ki manevi ilmin madeni olasın ve ledün ilminin dersini yaprak, yaprak ondan okuyasın.”(Ali Kadri, Risale-i Behaiyye sh:35-36)
www.ismailaga.info
.
Hüseyin Avni Hoca efendi tarafından kaleme alınmıştır…
Bundan Sonra…
Şüphesiz ki Râbıta’nın taraftarları olduğu gibi, inkârcıları da vardır. Biz İnşâallah bu makalemizde, taraftarların müminler ve âlimleri, muârızların ise cühelâ sürüsü olduğunu göstereceğiz. Meselemizi bi iznillâh üç Fasıl ve bir Netîce ile açıklığa kavuşturmaya çalışacağız: …Birinci Fasıl Râbıta Taraftârı Olan Âlimlerden Bir Kısmı ve Söylediklerinden Bir Nebze, İkinci Fasıl Râbıta’yı Reddeden Âlim Var mıdır?, Üçüncü Fasıl Râbıta Hakkında İleri Sürülen Bazı Şeytânî Şübheler ve Vesveseler, Netîce de bu husustaki sözümüzün hulâsası hakkında olacaktır. Tevfîk sadece Allah celle celâlühû’dandır.
——————————————-
Birinci Fasıl
Râbıta Taraftârı Olan Âlimlerden Bir Kısmı ve Söylediklerinden Bir Nebze
——————————————-
Râbıta taraftârı olan âlim zâtlar ve râbıta’nın faydası ve lüzûmu hakkında söyledikleri sözler çoktur; lâkin biz burada sadece bir kısmını zikredeceğiz:
Bir: Abdülkadir-i Geylânî kuddise sirruhû. O, şöyle diyor: Dervişin, velîlerle kalbi bir râbıtası vardır. O râbıta sebebiyle bâtınen (kalbiyle) onlardan istifâde eder…[1]
“Abdülkadir-i Geylânî zâten tasavvuf adamıdır. Şer’î hükümlerde ve töhmet edildiği Tasavvuf husûsunda O’nun sözünü kabûl etmeyiz” diyecek olanlara onun Şer’îat meşâyıhından olduğunu hatırlatmaya bilmem lüzûm var mıdır? İbnü’l-İmâd’ın İbn-i Sem’ânî’den, İbn-i Receb’den ve diğerlerinden naklettiğine göre, O, Hanbelîlerin ileri gelen âlimlerindendi. İbn-i Sem’ânî’nin de dediği gibi, asrında Hanbelîlerin imâmı ve şeyhi, sâlih bir fakîh, dindâr, hayırlı, zikri çok, fikri sürekli ve ağlaması süratli olan biriydi. O’ndan (hadîs) yazdım.[2] İbn-i Kayyım el-Kasidetü’n-Nûniyye’sinde ondan nakiller yapar.[3] O’nun sözlerini akîdede kendine mesned eder.[4]
İki: İmâm Sühreverdî. O, Şöyle diyor: (Namaz kılan, teşehhüd’de) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e selâm verir ve O’nu kalbinin gözleri önünde şekillendirir.
İmâm Sühreverdî kuddise sirruhû, Şâfiî ulemâsının ileri gelenlerindendir. Hâfız ’İrâkî’nin ifâdesiyle zamanının âlimlerinin biriciği, vaktindeki Şâfiîlerin imâmı olan İsnevî (Ö:772), O’nun hakkında şu ifâdeleri kullanıyor: Tarîkat şeyhi ve hakîkat ma’deni, Lisân, hâl, ilim ve amel bakımından vaktinin imâmı idi.[5]
Üç: İmâm Ğazâlî kuddise sirruhû. O, şöyle diyor: Kalbinde Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i ve kerîm şahsını hazır et ve esselâmu aleyke eyyuhennebiyu… de, bu selâmın ona ulaşacağı ve ondan daha tamâmını sana geri iâde edeceğine (ve aleykumüsselâm diyeceğine dâir) emelin doğru olsun.[6]
Bunun namazda olması Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e hâstır. Ğazâli’nin aynı zamanda bir müctehid olduğunu ilim adamları bilir…
Dört: İbn-i Hacer el-Heytemî rahimehullah. Şöyle diyor: (Teşehhüdde) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e hitâb edilir. Sanki, ondan perdenin kaldırıldığına ve Ümmet’inden namaz kılanların ona gösterildiğine ve onlar için en fazîletli amellerinde şâhidlik yapması için onlarla hazır olduğuna işâret vardır.[7]
İbnu Hacer, Şerh-i Şemâil’de şöyle der: İbn-i Abbas radıyallâhu anhümâ’nın, rü’yâda Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i gördüğü ve mü’minlerin analarından birinin yanına girdiği, O’nun da, O’na Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in aynasını çıkardığı, o aynada Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’ın sûretini gördüğü kendisini görmediği anlatılmıştır. Bu, Sûfîlerin ıstılahında Râbıta’da yok olmak demenin kendisidir.[8]
“İnşâd (başkasına âid bir şiiri okumak) ve sözlerin sana meylettireceği güzelliklerden kulağını doldur” beytinin şerhinde şöyle diyor: Zîrâ, onlar (güzellikler) dinleyende, bir kendinden geçme râyiha ve coşkunluğu meydana getirir. Nefsi, sevgilisine doğru harekete geçirir. Bu hareket ve şevkle sevgilinin tahayyülü, zihinde hazır edilmesi ve sûretinin kalbe yaklaşması ve o sûretin fikri düşünceyi istilâ etmesi hâsıl olur…[9]
İbn-i Hacer’in Şafiîlerin fetvâ merci’i büyük bir muhaddis ve fakîh olduğu erbâbınca bilinen bir şeydir. O kadar ki onun kırkta bir ilmi zamâne cahillerinde dört mezheb İmâmının önüne geçer mutlak müçtehidliğinizi ilan ederdiniz… Gerçi şimdi de öyle düşünüyor olabilirsiniz, bilmiyorum…
Beş: Allâme, Müfessir Süleyman Cemel rahimehullah. O, Metn-i Hemziyye’ye yazdığı el-Futühâtü’l-Ahmed İbn-i Hanbelîyye isimli şerhinde aynı ifâdeleri kullanıyor.[10]
Altı: Muhammed Müftî el-Hadimî rahimehullah. Şöyle diyor: (Zikir esnasında tefrika veya vesvese gelirse) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in veya şeyhinin sûretini hayal eder…[11]
Yedi: İmâm Müfessir Âlûsi. Şöyle diyor: Kalbe gelen vesveselerin defedilmesi için çok sebebler vardır. Birisi de Râbıta diye isimlendirdikleri, şeyhinin sûretini hazır etmektir…[12]
Büyük müfessiri tanıtmaya ihtiyac var mıdır?
Sekiz: Şâh Veliyullâh ed-Dihlevî rahimehullah. Şöyle diyor: Üçüncüsü de, şeyhine Râbıta’dır. Râbıta’nın şartı, şeyhin, teveccühü kuvvetli, dâimî Allah’la beraber olan birisi olması lâzım. Mürîd onunla beraber olunca nefsini onunla beraber olmanın dışında her şeyden boşaltır, ondan gelecek olanı bekler, gözlerini kapatır ve onları (gözlerini manen hayalen) açarak şeyhinin iki gözü arasına bakar. Bir şey akarsa (gelirse) bütün kalbiyle ona tâbi’ olsun ve onu muhâfaza etsin. Şeyh, ondan uzakta olduğunda da sevgi ve hürmet vasfıyla onun sûreti onun sohbetinin/beraberliğinin verdiği faydayı verir…[13]
Şâh Veliyullah ed-Dihlevî’nin ne denli büyük bir muhaddis, ne büyük bir fakîh olduğunu anlatmaya ihtiyaç var mı? Hattâ, müctehid olduğunu söyleyenler de var.
Dokuz: Şâh Abdülazîz ed-Dihlevî rahimehullah. Büyük muhaddis ve müfessir. Veliyullah Dihlevî’nin oğlu Hindistân muhaddislerinin üstâdı…
Diyor ki: Hakîkat o ki, bu (Nakşibendiyye) Tarîkat(ı), mürîdi (Allah’a) en çok yaklaştıran bir tarîkattır. Mürîd ilim ve anlayış sâhibi değilse o zaman şeyhi mürîdin ona olan üstün sevgisi ve onunla olan Râbıtası sebebiyle onda tasarruf eder. Zîrâ hakîkat meşayıhı, Allah’la beraber ol, olmadıysan Allah’la beraber olanla beraber ol; Allah celle celâlühû kelam-ı mecîdinde sâdıklarla beraber olunuz, buyurdu dediler. Şeyhi (Mevlâ’nın) zâtî müşâhedesine ulaşmış kâmil biri ise, bunda (âyette), şeyhine Râbıta etmeye işâret vardır.[14]
On: Muhaddis ve Fakîh Abdülhakk ed-Dihlevî rahimehullah. O, şöyle diyor: (Âdâbın) Dördüncüsü, zikre başladığı zaman, kalbiyle şeyhinin himmetiyle istimdâd etmesi. İstiânede, diliyle şeyhi çağırsa câizdir.[15]
Abdulhakk ed-Dihlevî, hicrî dokuz yüz ve bininci yıllarda yaşamış Hindistan’ın önde gelen muhaddislerindendir. Mişkâtü’l-Mesâbih üzerine yazdığı Lemeâtü’t-Tenkîh Şerhu Mişkati’l-Mesâbîh isimli şerhi, kendinden sonraki ulemânın eserlerinde, Kütüb-i Sitte haşiyelerinin, Mişkâtü’l-Mesâbih şerh ve haşiyelerinin ilim ve feyz kaynağı olmuştur. Hindistanda hadîs ve fıkıh ilimlerini ihyâ eden, icâzetname silsilelerinin büyük üstâdı emsalsiz bir İmâm idi.[16] Önceleri İmâm Rabbani’ye karşı ise de sonradan onun kerâmet ve üstünlüklerini görünce tevbe edenlerden olmuştu.[17]
On Bir: Allâme Tâcüddîn el-Hindî rahimehullah. Şöyle dedi: (Mürîd) ilk oturduğunda şeyhinin sûretini (zihninde) hazır eder.[18]
On İki: Abdulğenî en-Nablûsî rahimehullah Tâciyye Şerhi’nde bu ifâdeleri aynen kabulleniyor.[19]
Abdulğanî en-Nablûsî büyük hadîs âlimi muhaddis büyük fakîh. Zehâiru’l-Mevâris isimli hadîs kitâbının sâhibi el-Hadîkatü’n-Nediyye Şerhu’t-Tarîkati’l-Muhammediyye isimli, değerli fıkıh ve mev’iza kitâbının ve Hediyyetü’l-‘İbâd Şerhu-Tuhfetı’l-Murâd isimli fıkıh kitâbının ve nice eserlerin müellifi, büyük muhaddis koca fakîh…[20]
O, Tâciyye Şerhi’nde şöyle diyor: (Mürîd), şeyhinin sûretini, O’ndan kendine meded hâsıl olması için en kâmil bir hâl üzere zihninde hazır eder…. Zîrâ, şeyhi onun Allah’a (açılan) kapısı O’na ulaştıran vesîlesidir. Nitekim Allah Teâlâ, ey îmân edenler Allah’tan ittika ediniz ve sadıklarla beraber olunuz buyurdu. Allah Teâlâ, O’na varmaya vesîle arayın buyurdu. Sâlikin (Allah yolunun yolcusunun), yolculuğunun başında Rabbini tanımaya kudreti olmaz ki Allah’la kendi arasındaki vâsıtayı düşürsün. Rabbini tanımayınca da, kalbiyle ancak, sonradan olma bir mahlûku görme imkânı olur. Eğer o, kalbiyle gördüğünü Rabbi diye görürse o kâfirlerdendir. (Bundan) Allah Teâlâ’ya sığınırız. O hâlde ona vâcib olan, şeyhini görmesi, sûretini tasavvur etmesi, ta ki Allah Teâlâ’dan mededi alan şeyhinin sûretine olan hürmeti sebebiyle Allah’tan yardım alabilsin. İlâhî fethi elde edene kadar bu hâl üzere kalsın. Biz, müridin vâsıtayı aradan kaldırıp Rabbini (zihninde ve gönlünde) hazır etmesinin en kâmil (en üstün bir mertebe) olduğunu inkâr etmiyoruz. Lâkin ilim ve üzerinde bulunduğumuz hâl îcâbı olan vicdanı zevkle (manen bulup tatmakta) kesin olarak biliyoruz ki, bu, sülûkun başında mürîd için zarûrî olarak ebediyyen imkânsızdır. Zîrâ, bütün havâtır (vesvese) ve makâsıd (maksad ve hedefler) ancak ârifin bileceği ve câhilin bilemeyeceği sonradan olma bir mahlûk üzerine gerçekleşir. Bu sonradan olma mahlûk, câhilin katında, onu tanımadığından, onun (haşa) Rabbidir. Küfürde de hiçbir mazeret olmaz. O bakımdan, (mürîdin) vesîle edinmesi lâzım olan ve idrâk edilebilen mahlûk ile idrâkinden aciz kalınan kadîm’ın (Allahın) arasını, hayali bir şekilde değil de müşâhade ve tatmaya dayanan bir ayırma ile ayırabilmesi için Râbıta gerekir… Bundan sonra da Râbıta’yı aradan kaldırır…[21]
On Üç: İmâm Şa’rânî rahimehullah. O, zikrin edeblerini sayarken şöyle dedi: Yedincisi, şeyhinin şahsını gözleri önünde hayâl etmesi… Bu, onlara göre edeblerin en kuvvetlilerindendir.
Bilenlerin bildiği şu büyük muhaddis ve fakîh İmâm Şa’rânî… Ahkâmla alâkalı hadîslerin toplandığı Keşf-ul-Ğumme’nin, Sünnet çerçevesinde hakîkî mü’minin vasıfları şeklinde tanıtabileceğimiz Levâkıhu’l-Envâri’l-Kudsiyye nâmındaki kitâbın, dört mezheb üzerine yazılan fıkıh kitâbı el-Mizanü’l-Kübrâ’nın, gerçek şeyh ve mürîd ile sahtelerini ayıran mükemmel bir mihenk olan Tenbîhu’l-Muğterrîn’in, câhiller ve hâinlerce durmadan hırlanan Tasavvuf büyüklerinin akîdelerinin Ehl-i Sünnet akâidine nasıl tıpa tıp uyduğunu apaçık bir şekilde ortaya koyan El-Yevâkıt ve’l-Cevâhir’in ve daha nice kıymetli eserlerin sâhibi… Zamânının ilim ve irfân kutbu İmâm Şa’rânî…
On Dört: İmâm Şâh-ı Nakşibend Muhammed Buhârî kuddise sirruhû .
On Beş: Ubeydullah el-Ahrâr kuddise sirruhû .
On Altı: Muhammed Pârîsa kuddise sirruhû .
Bu büyük zâtlar, aynı zamanda Buhârâ’nın ileri gelen hadîs âlimlerindendi.
On Yedi: İmâm Rabbânî kuddise sirruhû.
On Sekiz: İmâm Ma’sûm kuddise sirruhû.
On Dokuz: Mevlânâ Hâlid kuddise sirruhû.
Zamanının ileri gelen akâid âlimlerinden. Mevlâna Hâlid aynı zamanda büyük bir hadîs âlimi idi. Meşhûr Cem’u’l-Fevâid isimli hadîs kitâbı üzerine haşiyesi var. Akâide dâir benim bildiğim iki eseri mevcuddur.
Diğer eserleri için de el-Mecdü’t-Tâlid isimli esere bakılabilir.
İmâm Rabbânî ve İmâm Ma’sûm’un akîdeye dâir yazdıkları her biri müstakil bir risâle olabilecek onca mektupları var. Hattâ İmâm Rebbânî’nin, akîde mevzû’unda, İsbât-ı Nübüvvet isimli müstakil bir eseri de mevcuddur. Bu eserlerinde Ehl-i Sünnet’in birer keskin Hind Kılıcı olmuşlardır. Bunların yanında, ayrıca Kelâm ilminin ölümsüz âbidelerinden Şerh-i Mevâkıf’ı da talebelerine defalarca okutan kimselerdir.
Bu zâtlar ve bunlar gibi buraya almadığımız, ilminin zekatı, müctehidleri koyup geçen zamâne müctehidleri gibileri ictihâd mertebesine çıkarabilecek onlarca büyük İmâm, Râbıtayı eserlerinde açıkça benimsemişler.
———————————————-
Kimi Âlimlerin İfâdeleri de Râbıta’yı Gerektirecek Husûsiyyet Arzetmektedir
Yimi: İmâm Sübkî es-Şafiî.[22]
Yirmi Bir: İmâm Süyûtî es-Şâfiî[23]
Yirmi İki: İmâm Halîl el- Malikî.[24]
Yirmi Üç: Ebûl Abbas el-Müresî.[25]
Yirmi Dört: İbn-i Atâullah.[26]
Yirmi Beş: Allâme Ekmelüddîn[27]
Yirmi Altı: El-Eşbâh Şârihi El-Hamevî,[28]
Bunlar ve başka büyük âlim zâtlar, velîlerin rûhaniyetlerinin değişik sûretlere bürünebileceğini, bunun bir kerâmet olduğunu söylemektedirler.
Yirmi Yedi: Seyyid Şerîf Cürcânî. Şerh-i Mevâkıf’ın sonlarında Şerh-i Metali’ın başlarında,[29] “velîlerin sûretleri öldükten sonra da müridlere zuhûr eder onlar da o sûretlerden feyizler alırlar” demektedir.[30]
Yirmi Sekiz: Muhaddis Halîl Ahmed İbn-i Hanbel es-Sihârenfûrî. Ebû Dâvud şerhi Bezlü’l-Mechûd’de (yukarıda geçen bir hadîsin) Râbıta’ya işâret ettiğini söylüyor.[31]
Yirmi Dokuz: İbnü’l-Kayyim. Rûh bedene bitişik olduğu hâlde refik-i a’lâ da olur. Öyle ki, sâhibine selâm verildiğinde mekânında olduğu hâlde selâmı alır[32] diyor.
Otuz: Allâme el-Halebî eş-Şâfiî. Şerh-i Buhârî’de, şöyle diyor: Sonra ona yalnızlık sevdirildi sözünün şerhinde şeytan nasıl ki Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in sûretine giremezse kâmil velî sûretine de giremez.
Otuz Bir: İbrâhim ed-Düsûkî.
Otuz İki: Azîz Mahmûd el-Üsküdârî el-Hüdâî.
Otuz Üç: Ârif Mustafâ el-Bekrî.
Otuz Dört: Allâme Ahmed Saîd Sâhibzâde. Şöyle diyor: Tasvîr yasak, tasavvur da (müstehcen ve nâmahrem olmamak şartıyla) övülen bir şeydir. Tasavvurun yasaklığını hiçbir kitâbta görmedik, aksine ilimlerin hepsinin husûlü tasavvura bağlıdır. Nitekim bu zekilere gizli değildir. Zikir hâlinde şeyhin sûretini muhafazada, tezkir (zikrettirme) hikmetinin ta kendisi vardır. Zîrâ zikrettiren yanında duruyor. Onu Allah’tan ğâfil bir hâlde bırakmıyor.[33]
Otuz Beş: İmâm Tâcüddin es-Şazeli.
Otuz Altı: İbn-i Atâullah el-İskenderî.
Otuz Yedi: Nûru’l-Hidâye müellifi Allâme Muhammed Es’ad Sâhibzâde.
Otuz Sekiz: Seyyid Muhammed Efendi.[34]
Otuz Dokuz: Seyyid Muhammed Alâuddîn.[35]
Kırk: Şeyh Yûsuf Muhammed el-Cezmâvî el-Hanefî.[36]
Kırk Bir: Şeyh Muhammed Necdî el-Ezherî es-Şâfiî.
Kırk İki: Allâme Şeyh Ahmed İbn-i Hanbel er-Rifâî el-Mâlikî el-Ezherî.[37]
Kırk Üç: Şeyh Muhammed el-Mâlikî.
Kırk Dört: İmâm Allâme Devserî.
Şu son altı büyük âlim, Nûru’l-Hidaye ve’l-İrfan müellifinin asrında yaşayıp bu esere takriz yazan, yani Râbıta risâlesini tasvibkar ifâdelerle öven büyük ulemâdandırlar.
Ve daha niceleri… İlimde dağlar misâli bu büyük zevatın tırnakları, evet, kesip attıkları tırnakları mesabesinde bile olmayan ilmi kimlikleriyle kimler kim oluyorlar ki onlara karşı kem küm etme cesareti gösterebiliyorlar?
——————————————-
İkinci Fasıl
Râbıta’yı Reddeden Âlim Var mıdır?
——————————————-
Diğer İslâmî ilimlerde îcâd edilen ve kullanılmakta olan fıkıh, tefsîr, akâid, hadîs ilimlerinde bulunan ıstılâhlarda/terimlerde olduğu gibi, Râbıta Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim, Tabiîn, Tebe-i tabiîn ve sonraki devirlerde ma’nâ olarak bilinip amel edilen bir amel olmakla beraber ıstılah olarak sonrada ortaya çıkmıştır. Hicri dördüncü ve müteakip asırlarda ıstılah olarak da kullanılmıştır. Müçtehidlerin, müfessirlerin, muhaddislerin bol olduğu zamanlarda meşhur olmasına rağmen, hiçbir müçtehid ve hiçbir âlim ona karşı çıkmamıştır. İleride de ayrıca zikredileceği üzere, bir çok âlim tarafından tasvib edilmiştir. Hattâ, üzerinde gayrı meşrû’ olmadığı husûsunda Sükûtî İcmâ’ vaki olmuştur. Meşrû’luğunu bir çok âlim te’yîd etmiştir. Aleyhinde hiçbir âlimden hiçbir söz nakledilemez.
Yalnız bundan yüz on küsur yıl önce ölmüş Sıddîk Hasan Han, et-Tâcü’l-Mükellel isimli tarihinde, Râbıta’nın kötü bir bid’at olduğunu, bunun dince yasaklanmış olduğunun, Şâh Veliyullah Dihlevî tarafından el-Kavlü’l-Cemîl isimli eserinde açıkça ifâde edildiğini, Allâme Muhammed İsmail ed-Dihlevî’nin es-Sıratu’l-Müstekîm isimli eserinde Râbıta’nın şirkten gizli olmayacak bir noktada olduğunu, ifâde ettiğini söylüyor.[38]
Sıddîk Hasan Han, zamanının hadîs âlimlerinden olmasına, İmâm Rebbânî ve velîler hakkında son derece hüsn-i zannı ve medihleri bulunmasına rağmen, bir çok şaz ve sapık düşünceleri de olan, Hindistân’ı işğâl eden İngilizlere karşı cihad edilmesinin harâm olduğuna dâir fetvâ verecek kadar ilim, ihlâs ve Allah korkusu sâhibi(!) biriydi.[39] Muâsırı olan büyük muhaddis ve fakîh Allâme Abdü’l-Hayy el-Leknevî Tezkiretü’r-Râşid isimli eseriyle O ve O’nun gibilerin sapıklıklarını sergilemiş, ağızlarına taş tıkamıştı. O’nun ve allâme dediği, ama büyük ölçüde O’nun gibi biri olan Muhammed İsmail ed-Dihlevî’nin şu husûsda sarfettikleri sözler, bunca büyük ulemânın hükümleri yanında çöpe fırlatılma kıymetinde bile değildir.
Şâh Veliyullah ed-Dıhlevî’den yaptığı nakle gelince…. O, Râbıta’yı savunanlardandır; ismi geçen el-Kavlü’l-Cemîl isimli eserinde bunu açıkça belirtir.[40] Bu gibi iftirâlar câhillere çok değildir de, kendini ilme nisbet eden, değirmen sıçanı misâli unu olmasa da uçuşan un zerrecikleriyle sırtı kısmen unlanmış ve beyazlaşmış kimselerin biraz olsun temkinli olmalarını gene de gönül istiyor, işte… Zamâne câhillerinin zırvaları ise, -bağışlayınız- kendileriyle taharet alınmaya bile lâyık değildirler; temizlenecek yerleri daha da batırırlar.
Dünden günümüze kadar sayılamayacak kadar âlim, fâzıl ve sâlih zâtların beyân ve amelleri varken, şu câhiller ve sapıklar gürûhunun şeytânî vesveselerine aldananlara veyl olsun…
——————————————–
Üçüncü Fasıl
Râbıta Hakkında İleri Sürülen Bazı Şeytânî Şübheler ve Vesveseler
——————————————–
Râbıta inkârcılarının i’tirâz ve inkârlarına dayanak ve delîl zannettikleri şübhe ve vesveseler haddi zâtında sayılamayacak kadar fazla ise de, içlerinde kayda değer bir tane i’tirâz yok, dense yeridir. Hiçbirinde ilmî bir ağırlık olmadığı gibi fikrî bir tutarlılık ve insicâm da yoktur. Birçok bâtılın kendi içindeki kısmî tutarlılığından bile mahrûmdurlar. İlmî zâbıta ve disiplin diyârına çok çok uzak olan şu lâubâlîlik ve keşmekeşlik galerisinden sâdece birkaç vesvese ve şübhe maddesini göstermeyi kâfî görüyoruz.
——————————————-
Birinci
Şübhe ve Vesvese
——————————————
İddiâ: Râbıta’da, şirki gerektirecek hürmet ve saygı ifâde eden ibâdet duruşu vardır.
Cevâb: Bunu iddiâ eden ahmak câhillere birkaç âyet ve hadîs ile hadîs âlimlerinin üstadlarına gösterdikleri hürmetleri hatırlatalım…
——————————————-
Her Hürmet Şirk midir?
——————————————-
Sâhi, hürmete lâyık olanlara hürmet etmek, onlara ibâdet etmek demek midir?
Çoğu câhiller, edeb ve hürmeti ibâdetle karıştırırlar. Kimileri, hürmet bekleyeyim derken ilâhlık, ederler. Kimileri, hürmet edeyim derken ibâdet ederler; kimileri de, meşrû’, hattâ mesnûn olan/sünnet kılınan hürmeti, ibâdet kabûl ederek edebli ve terbiyeli kimseleri müşrik ilan eder, sapla samanı karıştırırlar. Bu, bilhassa, aklını, Kur’ân ve Sünnet yerine koyarak veya ilimden uzak bir şekilde kıt akıllarıyla Kur’ân ve Sünnet’i tahrîf ederek akıllarını putlaştıran câhil edebsiz ve terbiyesizler ile şeytanın maskarası olmuş yobazlarda çok görülür. Halbuki Kurân ve Sünnet onları yalanlıyor ve utanmaz suratlarına okkalı tokatlar vuruyor:
——————————————-
Hürmet ve Saygıya Dâir İnen Birkaç Âyet
——————————————-
Bir: Hani biz meleklere Âdem aleyhisselâm’a secde edin dediğimizde… İblis hâric hepsi secde ettiler[41]
İki: Meleklerin hepsi secde ettiler, İblis hâriç.[42]
Bu secde kendine has bir hürmet ifâdesiydi ve her ne kadar bizim Şerîatımızda yasaksa da, o zamanki Şerîatta yasak değildi. Öyle idi ama, edepsiz ve terbiyesiz İblis, buna karşı geldi ve edebsizler ile terbiyesizlerin pîri oldu.
Üç: Ve (Yûsuf aleyhisselâm) anasını babasını tahtın üzerine çıkardı ve secde edenler olarak ona eğildiler, yere kapaklandılar…[43]
Bu bir hürmet ifâdesiydi ve Yûsuf aleyhisselâm’ın Şerîatında meşrû’ idiyse de Hz. Peygamber aleyhisselâm’ın Şerîatında meşrû’ değildir. Burası, ayrı bir nokta…
Dört: Allah celle celâlühû’nun ve O’nun Resûlü’nün önüne geçmeyiniz. Ey îmân edenler! Seslerinizi Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in sesi üzerine çıkarmayınız.[44]
Hangi ma’nâda olursa olsun bu âyetlerde Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e hürmet emredilmektedir.
Beş: Aranızda Resûlü çağırmayı, birinizin birinizi çağırışı gibi yapmayınız.[45]
Bu saygılı davranma emri değil midir?
—————————————–
Hürmet ve Saygıya Dâir Gelen Bir Kaç Hadîs
——————————————-
Bir: Abdullah b. Amr b. Âs radı-yallâhu anhumâ anlatıyor: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’den daha çok sevdiğim, gözümde ondan daha büyük hiçbir kimse yoktu. Onu anlatmam vasfetmem istense gücüm yetmez. Çünkü ona doyasıya bakmamıştım.[46]
İki: Enes radıyallâhu anhu Anlatıyor: Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem Muhacir’den ve En-sâr’dan oturmakta olan arkadaşlarının yanına çıkardı. İçlerinde Ebû Bekir ve Ömer’de vardı. Ebû Bekir ve Ömer dışında hiçbir kimse gözünü kaldırıp ona bakamazdı…[47]
Üç: Resûlüllah sallâllahu aleyhi ve sellem konuştuğunda beraber oturduğu kimseler başları üzerinde kuş varmışçasına başlarını eğerlerdi.[48]
Dört: Urve İbn-i Mes’ûd -Hudeybiyye Musâlahası senesinde- Kureyş O’nu Resûlüllah sallâllahu aleyhi ve sellem’e gönderdiğinde, Ashâbının ona olan ta’zîmini, abdest aldığında kalan abdest suyuna koşuşturmalarını, az kalsın o su üzerine vuruşacaklarını… Tükürdüğü her hangi bir tükrüğü veya attığı balgamı avuçlarıyla alıp onunla yüzlerini ve cesedlerini ovaladıklarını… Bir kılı düştüğünde hemen ona koşmalarını… Onlara bir emir verdiğinde emrine koşuşturmalarını… Konuştuğunda, yanında seslerini kısmalarını ve O’na bir hürmet olarak keskin bakışlarla bakmadıklarını gördü. Bütün bunları görünce, Kureyş’e döndü ve şöyle dedi: Ey Kureyş!… Ben kral iken Kisrâ’nın yanında bulundum, yine kral iken Necâşî’nin yanında bulundum, ve -vallahi- ben, hiçbir kavimdeki hiçbir kralı, Ashâbının arasındaki Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem gibi asla görmedim.
Başka bir rivâyette, “Ashâb’ının Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’e hürmet ettiği gibi, hiçbir krala arkadaşlarının hürmet ettiklerini görmedim…”[49]
Beş: Üsâme radıyallâhu anhu anlatıyor: Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanında oturuyorduk, başlarımızın üzerinde sanki kuş vardı. Bizden hiçbir kimse konuşmuyordu…[50]
Altı: Talha radıyallâhu anhu anlatıyor: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbı radıyallâhu anhum câhil bir bedevî’ye, adağını yerine getireni O’na (Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e) sor dediler. Ona hürmet ve saygı gösteriyorlardı.[51]
Yedi: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i berber tıraş ederken gördüm. Ashâb’ı (düşen kıllarından almak için etrafında dolaşıyorlardı). Hiçbir kılın yere düşmesini istemiyorlardı. Ancak bir adamın elinde olmasını istiyorlardı.[52]
Sekiz: Bera b. Âzib radiyellâhu anhu diyor ki; Bir şey hakkında Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e sormak isterdim de, heybetinden dolayı, onu iki sene (soramaz) geciktirirdim.[53]
Dokuz: Vâzi’den -ki O Abdü’l-Kays kafilesindeydi- şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Medîne’ye geldiğimizde bineklerimizden koşup, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in ellerini ayaklarını öpüyorduk[54].
On: Abdullah b. Ömer radıyal-lâhu anhuma anlatıyor; Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in seriyyelerinden birinde idik. Ona varıp elini öptük.[55]
On Bir: Ömer, kalkıp Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in ayağını öptü.[56]
Şu hâlde Kur’ân ve Sünnet ölçülerindeki bir saygı ve hürmeti putlara gösterilen saygıyla karıştıran şapşalların işine şaşırmamak lâzım. Bu tür haltları (karıştırmaları) onlar her zaman yaparlar. Sapla samanı her zaman karıştırırlar. Benzeri rivâyetler, Ashâb’dan ve Tabiinden de bol bol gelmiştir. Yani Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e karşı takınılan edeb, varislerine de takınılmış. Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîne aynen gösterilmiştir… Bu âlimlere gösterilen edeb ve hürmete dâir günümüz edebsizlerini şaşırtacak rivâyetler, Hatib-i Bağdâdî’nin el-Câmi,[57] ve Hâfız İbn-i Abdi’l-Berr’in Câmi’u Beyâni’l-İlmi ve Fazlihî[58] isimli eserlerinde de çokça vardır.
——————————————-
İkinci
Şübhe ve Vesvese
——————————————-
İddiâ: Râbıta tevessülü/aracılığı, Zümer sûresinin üçüncü âyetinde de ifâde edildiği gibi, puta tapanların putlarını Allah celle celâlühû’ya aracı yapmalarına benzer. Müslim’in rivâyetindeki “…Senin hiçbir ortağın yoktur. Ancak, sana âid olan, kendisi ve mâlik olduğu da senin olan bir ortak müstesnâ”[59] müşrik telbiyelerindeki putları vâsıta edinmeye benzemektedir.
Cevâb
Bir: Müşriklerin Putlara ibâdet etmeyi Allah’a yaklaşmaya vesîle ettiklerini ileri sürerek, Allaha ve Resûlüne göre Allah’a yaklaştırıcı her vesîleyi şirk saymak Allah celle celâlühû’yü yalanlamak ve ona iftirâ etmektir; “Hiç şübhen olmasın ki sen (ey Resûlüm sallallâhu aleyhi ve sellem), elbette (Allah celle celâlühû’nün kullarını) dosdoğru yola sevkedersin”. [60] Yani, Allaha yaklaşmalarına sebeb olursun.
Allah’a yaklaştırıcı her vesîle ve vâsıtanın şirk sebebi olmayıp, bazılarının Allah’ın emri olduğunu yukarıdaki âyetlerle Allah söylüyor. Demek her vesîle yasak değil. Yasak olanlardan en mühimi Puta ibâdet etme vesîlesi… Şirk vâsıtasıdır…
İki: Müşrikler “Ancak, senin bir ortağın vardır ki, o da, mâlik oldukları da sana âiddir.”sözleriyle putlarını “Allah’ın ortağı” olarak kabûl ettiklerini açıkça söylüyorlar. Hâlbuki Râbıta yapanlar bunu ne açık ne de üstü örtülü söylemiyorlar. Onlar, bir yanda “sizi de yaptıklarınızı da yaratan (başkası değil) Allah’dır” âyetine îmân ederek “Allah’dan başka hiçbir (yaratıcı) fâil yoktur,” derler; öte yanda da sebebler âleminde olduklarını unutmazlar; Allah’ın yaptıklarından şu müşâhade ettiğimiz ve etmediğimiz şeylerden birçoklarını, yarattığı bazı varlıklar vâsıtasıyla yaptığını söylerler. O yüzden Râbıta tevessülünü bu hadîsde geçen müşrik sözüne kıyaslamak için noksansız olarak aptal ve serseri bir geri gerizekâlı câhil olmak lâzımdır. Zîrâ böyle bir kıyâs için ortada menât olabilecek hiçbir şey olmadığı gibi “fârık”/ayrı kılan vasıf dahî vardır. Çünki, putların vesîle edilmesi âyetler, hadîsler ve akl-i selîm ile yasaklanmıştır. Hâlbuki, Râbıta tevessülüne dâir böyle bir yasaklama olmadığı gibi nassların manâlarının umûmu ve akl-i selîmin delâleti ile buna teşvîk vardır. Öyleyse yapılacak kıyâs, fârık’a rağmen bir kıyâs olacaktır ki bu bâtıldır. Böyle bir kıyâs müşriklerin sırf kâr getirme illetiyle/temel sebebiyle fâizi alışverişe kıyâs etmeleri gibi bir akılsızlık ve şaşırmışlık olur.
Üç: Bir yanda biz putlara sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye İbâdet ediyoruz[61] diyenler… Diğer yanda ise şu şu âyet, şu şu hadîs ile beraber şu tecrübeye de dayanarak şu vesîleyi, “Allah’a varmaya vesîle arayınız” âyeti şumûlünde görüyoruz diyenler… İkisi birbirine benziyor öyle mi? Domuzun başı, gözü ve ayağı var. /Râbıtayı inkâr edenlerin de başı, gözü ve ayağı var. /O hâlde Râbıtayı inkâr edenler domuzdur, şeklinde bir kıyâs olmaz; değil mi?.. Olmaz tabiî… Çünki kıyâsın da bir ölçüsü vardır. Sizin kıyâsınızdaki menât,[62] “vesîle olmak” ise, “vesîle”nin Farz, Vâcib, Sünnet, Mustehab, Mendûb, Mubâh, Mekrûh ve Harâm olanları da vardı. O zaman, ard niyetli veya câhil değilseniz, Râbıtanın hangi vesîleye girdiğini delîllerle araştırırsınız. Eğer Menâtınız puta ibâdet ise, böyle bir şeyi söyleyen ve eden yok. Hâlbuki müşrikler hem ibâdet ediyorlar hem de ettiklerini söylüyorlar. Bu puta ibâdet etmek şu batıl kıyâs sâhibince menât değil, netîce olabilir. Yok, eğer, kıyâsa bile dayanmayan ictihâdınızla(!) muhâtabınızın fiilini puta tapma fiiline dâhil ettiyseniz, lütfen bu hokkabazlığı, cıvıklığı, sululuğu bırakın… Sirklerde ve karnavallarda gösteri yapmakla ilim mes’elelerinin müzâkere ve münâkaşası ayrı ayrı şeylerdir… Üstelik, değil bâtıl kıyâsla, doğru yapılan kıyâsla bile, mü’minim diyene kâfir demek için sersem bir câhil olmak bile yetmez… Zîra, kıyâsla sâbit bir hüküm, âlimlerin söz birliği ile zann bildirir. Zann ile de, akıllı ve biraz bilgili mü’minlere göre bir mü’min asla tekfîr edilemez. Eğer, tamam, her vesîle ve vâsıta şirk değil, kabûl ettim, ama ‘vesîle arayınız’ âyetindeki vesîle şudur diyorsanız, âyet veya hadîsin ma’kûl ve kesin delâleti bulunmadan tahsîs ve sınırlama yetkisini nereden aldınız? Yoksa kendinizi o âyeti gönderenin ortağı olarak mı görüyorsunuz?!.. Bir an tenezzül edip/seviyenize inip Râbıtanın, farz vâcib ve mendûb vesîlelerden olmadığını, delîlleri tam bir istikrânızla[63] tesbit ettiğinizi kabûl edelim. Ya, mübâhlar?!… Râbıta’yı onlara da mı, sığdıramadınız? Sübhânellâh!… Câhillerle ilmî münâkaşa ğâliba cehennem azabı gibi bir şey… Bu câhilliğe bir de gerizekâlılığı eklerseniz vay geldi başınıza; azâb içinde azâb…
Dört: Râbıta’yı, vesîle olması yönüyle Zümer sûresinin üçüncü âyetine ve Müslim hadîsi hükmüne sokamazsınız. Çünkü o âyetteki ve hadîsdeki vesîle, vesîlelerden belli bir vesîle olan şirk vesîlesidir. Şu hâlde bu âyet sizin, mü’minleri küfürle suçlamak gibi süflî karalamanızda delîliniz değil, haşa oyuncağınızdır… Siz Allâh’a ve Resûlüne demediklerini yakıştırmakla yalan iftira etmekten korkmayan zâlimlerin tâ kendilerisiniz. Allah’tan korkunuz, insaflı olunuz…
Beş: Bazıları dahî vardır ki, onların hükümlerini de siz verin. Maşallah, siz çok kolay hüküm veriyorsunuz. Mesela… Birisi var, İslâmî bir gaye için, Allah’ı razı etmek maksadıyla küfür otoritelerine uşak olmayı, onların akademik kariyerlerini elde etmek için Lât’ın veya Menât’ın ilkelerine bağlı kalmaya söz veriyor ve her türlü harâmı leblebi yer gibi işliyor ve de, biz bu işte Allah rızâsı için varız, bu işimiz bir araçtır. Amaç Allah’a yaklaşmaktır diyor. Bunun bu vâsıtasının, vesîlesinin hükmü nedir?.. Gerçi açıklık yoksa da, Kıyâs-ı Fukahâ, yani âli ve erişilmez ictihâdınızla bunun, Zümer sûresinin üçüncü âyetine girip girmediğini söyleyiniz.
——————————————-
Üçüncü
Şübhe ve Vesvese
——————————————-
İddiâ: Bir zavallı da bakınız ne diyor: “Hâlid-Bağdâdî’den, şu nakil yapılmıştır: Zemahşerî, i’tizaline (haktan ayrılmışlığına) rağmen, Keşşâf isimli tefsîrinde (levlâ…) âyetindeki Bürhân’ın, Ya’kûb aleyhisselâm’ın oğlu Yûsuf aleyhisselâm’a temessül etmesi (rûhunun veya rûhâniyyetinin yani, rûhunun aksinin/yansımasının kendinden uzaklarda kendi bedeni şekline girip görünmesi) olduğu şeklinde de tefsîr edildiğini söyledi.
Siz, herhâlde Keşşâf Tefsîri’ni hiç okumadınız. Yoksa bunu asla söyleyemezdiniz… Keşşâf’ta bu görüş sâhibleri için aynen şu ifâdeler yer alıyor: Bu ve bunun gibi şeyler hurâfeci zorbaların tutundukları şeylerdir. Allah Teâlâ’ya ve paygamberlerine iftirâ bunların dîni olmuştur…”[64]
Cevâb: Mevlâna Hâlid kuddise sirrûhû’nun ifâdelerinin aslı aşağıdadır:
وَقَدْ صَرَّحَ بِالتَّصَرُّفِ وَاْلاِمْدَادِ الرُّحَانِيَيْنِ جَمَاهِرُ الْمُفَسِّرِّينَ فيِّ قَوْلِهِ تَعَالىٰ ”لَوْلاَ اَنْ رَاٰ بُرْهَانَ رَبِّهِ“ وَمِنْهُمْ صَاحِبُ الْكَشَّافِ مَعَ انْحِرَافِهِ عَنِ اْلاِعْتِدَالِ وَاتِّصَافِهِ بِاْلاِنْكَارِ وَاْلاِعْتِزَالِ. وَلَفْظُهُ ”وَفُسِّر الْبُرْهَانُ“
“Müfessirlerden bir çoğu şâyet Rabbinin bürhânını görmeyeydi… âyetinin tefsîrinde, rûhânî olan tasarruf ve imdâdı (yardıma koşmayı) açıkça ifâde ettiler. Onlardan biri de i’tidâlden inhirâf etmesi ve de, -inkâr ve i’tizâl sıfatlarını üzerinde bulundurması ile berâber- Keşşâf Tefsîri sâhibi(Zemahşerî)dir. O’nun (Keşşaf’daki) ifâdesi şudur: Bürhân, Yûsuf aleyhisselâm’ın ondan uzak ol şeklinde bir ses duyduğu ama ona aldırmadığı, ikinci defa da o sesi işittiği ama îcâbını yapmadığı, üçüncü kez duyunca ona sırt döndüğü ve (bu îkâzın) O’na tesîr etmediği, nihâyet Ya’kûb aleyhisselâm’ın ona parmak uçlarını ısırarak temessül ettiği (bir şekle bürünerek göründüğü)… şeklinde de tefsîr edilmiştir…”[65]
Demek, “Bu ve bunun gibi şeyler hurâfeci zorbaların tutundukları şeylerdir!.. Allah Teâlâ’ya ve peygamberlerine iftirâ bunların dîni olmuştur!…” Öyle mi?!.. Mevlâna Hâlid kuddise sirruhû ve tâbi’lerine karşı sarfedilen böyle bir edebsizce söz, ancak zır câhil ve mükemmel bir geri zekâlıdan duyulabilir, müctehidleri gerilerde bırakabilecek ilim deryâsından(!) değil. Çünki,
Bir: Bu rivâyet, Adullah İbn-i Abbâs radıyallâhu anhumâ’dan Sahîh ve Hasen yollarla da rivâyet edilmiştir. Nitekim bu, Râbıta’nın Sünnet delîllerinden on dokuz numaralı rivâyette geçmişti. Öyleyse, Zemahşerî’nin, muhtemelen uydurma olan isnâdlar için söylediği sözler veya sahası dışında sarfettiği hatâlı ifâdeler Sahîh bir rivâyet husûsunda ilim sâhiblerini bağlamaz.
İki: Mevlânâ Hâlid’in şu î’câz ve belâğatın neredeyse zirvesinde olan sözünü anlayacak akıl idrâk ve ilim lâzım. Bu lâzım olan maddelerden biri bulunmazsa şu söz anlaşılmaz. Ya hiç biri yoksa?… O zaman iş hepten berbat…
Üç: Mevlânâ Hâlid, Zemahşerî, “Burhân”ın böyle de tefsîr edildiğini, söyledi,” dedi. Bu husûstaki bâtıl ve aslı astarı olmayan her bir kıssayı kabûl ettiğini söylemedi.
Dört:مَعَ انْحِرَافِهِ عَنِ اْلاِعْتِدَالِ وَاتِّصَافِهِ بِاْلاِنْكَارِ وَاْلاِعْتِزَالِ. Yani, i’tidâlden[66] inhirâf[67] ile (hakkı veya bu doğru tefsîri) inkâr ve (haktan veya Eh-i Sünnetten) i’tizâl[68] sıfatlarını üzerinde bulundurmasıyla beraber, demekle de O’nun böyle bir isâbetli tefsîrden i’tizâl ettiğini/ayrıldığını ve bunu kabûl etmediğini dahî ifâde etti.
Şu cidden vecîz, i’câzkâr ve özlü ifâdesindeki inhirâf, inkâr ve i’tizâl kelimelerini, ilim çerçevesinde üç şekilde anlaşılabilir ve ma’nâlandırılabilir:
Birincisi: Kinâye[69] yoluyla;
Kinâyede, lâfzın, karşılığında îcâd edildiği ma’nâda ve melzûm’unda (lâzım getirdiği ma’nâda) aynı anda kullanılması, bahis mevzû’u ise de, her ikisi esas maksûd değildir (hedeflenmemiştir). Aksine birincisi ikincisi için basamak ve hazırlıktır..[70]
Buna göre bu inhirâf, inkâr ve i’tizâl kelimelerinden, kinâye olarak Mu’tezile’den olmanın Ehl-i Sünnet’ten ayrılmayı lâzım getirdiği ma’nâsı kasd edilmiş olabileceği gibi, -mâni’ bir karîne bulunmadığından- lüğatte konuldukları ma’nâları olan uzaklaşmak, kabûl etmemek ve bir şeyden ayrılmak da murâd edilmiş olabilir.
İkincisi: Umûm-i Mecâz[71] yoluyla;
İnhirâf (bir şeyden veya yerden kaymak, uzalklaşmak ve sapmak), inkâr (hakîkati ortmek ve kabûllenmemek) İ’tizâl/bir şeyden ayrılmak lâfızları/sözleri, haktan uzaklaşmak sapmak, onu örtmek ve kabûl etmemek, ondan ayrılıb onu kabûl etmemek ve yanlışa saplanmak, ma’nâsında mecâz kabûl edilirse, şu hak tefsîrden ayrılıp uzaklaşmak ve onu kabûl etmemek de, Mu’tezile mezhebinden olmakla hak yol olan Ehl-i Sünnet’ten ayrılmak da bu mecâzî ma’nâlar şumûlündeki (kapsamında) fedlerden olan hakîkî ma’nâ olur. Ya’ni, Mevlâna Hâlid kuddise sirruhû efendimiz, Zemahşerî’nin, hem, şu doğru tefsîri inkâr edib kabûl etmemekle, hem de Mu’tezile mezhebinden olmakla haktan ayrıldığını aynı anda anlatmış oluyor. Böyle bir anlama ve ma’nâ çıkarma tarzı hiçbir akıl ve ilim sâhibince ve mezhebçe i’tiraz edilmeyecek bir husûstur.
Üçüncüsü: Hakîkat ile Mecâz’ın cem’i[72] yoluyla:
İnhirâf, inkâr ve İ’tizâl kelimeleri, ister, Hakîkat-i Lüğeviyye[73] olarak kabûl edilip, Ehl-i Sünnet’ten sapmak, Ehl-i Sünnet’i inkâr etmek ve Mu’tezile’den olmak ma’nâlarında mecâz, şu doğru tefsîri kabûlden ayrılıp uzaklaşmak, Onu inkâr ve ondan ayrılmak ma’nâlarında ise hakîkat olsun, isterse, Hakîkat-ı Örfiye[74] olarak, Ehl-i Sünnet’ten sapmak, Ehl-i Sünnet’i inkâr etmek ve Mu’tezile’den olmak ma’nâsında hakîkat olsun, şu doğru tefsîri kabûlden ayrılıp uzaklaşmak, Onu inkâr ve ondan ayrılmak ma’nâlarında ise mecâz olsun, her iki ma’nâyı da bir anda aynı seviyede kasdetti.
Bu, Hanefîlerin ve Cumhûrun usûlü’ne uymasa da, bazı sınırlamalarla beraber Şâfiî usûlü’ne uyar.[75] Mevlânâ Hâlid de zâten Şâfi’î âlimlerindendir. Öyleyse bu husûsta ona i’tiraz edilmez. Dolayısıyla, Mevlâna Hâlid ve ondan şu sözü aktaranlara saldıran zavallılar kendi câhillikleri ve geri zekâlılıklarına yansınlar. Dağları süsmeye kalkışmasınlar. Başlarına ve başlarındaki nesnelere yazık olur.
——————————————-
Dördüncü
Şübhe ve Vesvese
——————————————-
İddiâ: “Râbıta ya ibâdettir veya değildir. Değilse, ondan ecir beklemek en azından boşuna olur. İbâdet ise, neden Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem ve Ashâbı zamanında yok idi de sonradan îcâd edildi. Öyleyse, dînde olmayan bir ibâdeti uydurmak, teşrî’ olmakla küfür veya haram olmaz mı”?
Cevâb: Böyle bir süâl ya câhillikten veya anlayış kıtlığından yahud da hâinlikten doğar. Zîrâ,
Bir: Râbıtanın bizzât maksûd olan bir ibâdet olduğunu, yolunu bilen hiçbir sûfî iddiâ etmemiştir. Câhil ve sapıkların söz veya fiilleri hakk üzere olanların hakk olan davranışlarını ibtâl etseydi, yetmiş iki sapık fırkanın i’tikâdî yanlışlıkları yetmiş üçüncü hakk fırkanın hakk üzere olan inanç ve amellerini ibtâl ederdi. Akıl ve ilim sâhiblerince öyle olmadığına göre, bu husûsta da yanlış yoldakilerin bâtıl iddiâları doğru yoldakilerin hakk da’vâlarını ibtâl edemez. Hâsılı ilim üzere olan muhakkik sûfîlere göre Râbıta, ibâdete vesîle olması yanıyla ibâdettir. Yukarıdaki hadîslerden ve âlimlerimizin onlar istikâmetindeki îzâhlarından da anlaşıldığı gibi aslında ibâdet olmayan mübâhlar iyi maksad ve niyetlerle ibâdet olur. Nitekim önceki makâlemizde de geçtiği gibi İmâm Birgivî, Hamevî ve Akkirmânî öyle dediler.[76] Hâfız Aynî, şeyhi Hâfız Irâkî’den, maksadlara göre bazı mübâhların güzel olacağını kabûllenerek nakletmiştir.[77]
İki: Şöyle bir iddiâ sâhibi ibâdetin ne demek olduğunu da bilmiyor demektir. Çünki, Allah celle celâlühû’nün emri ve rızâsı istıkametinde yapılacak her iş tarlada çalışmak, hanımıyla cinsî ilişkide bulunmak[78] bile olsa geniş ma’nâda ibâdettir. İbâdetlerin namaz, ve oruç gibi bir kısmı vardır ki, ma’nâsı ve muhtevâsı yanında zamânı ve şekli de ta’yin ve tesbît edilmiştir. Çalışmak, bir kısım zikirler ve insanlara hüsn-i muâmele gibi bazılarının şekli, zamanı ve teferruatı her yönüyle gösterilmemiştir. Bir kısım ibâdetler de vardır ki, bunların zamanı, şekli ve sûreti kısmen belli edildiği gibi kısmen de belli edilmemiştir düâ etmek, yalvarıp yakarmak gibi. Zamânı, şekli ve sûreti kesin bildirilen ibâdetlerde eksiltme artırma ve değiştirme biçiminde hiçbir tasarrufta bulunulamaz. Vakti, sayısı, şekli ve teferruatı tamamen veya kısmen bildirilmeyen ibâdetlerde nassların umûmu ve mübâhlar dâiresinde tasarruflarda bulunulabilir. Çalışma şekli ve vâsıtaları gibi… Düşmana karşı, ok yerine diğer geliştirilmiş silahlarla harbetmek gibi…
Allah’ın yemîn ettiği muharebe atları ile develer yerine tank, tayyare ve daha da geliştirilecek diğer vâsıtalarla harbetmek gibi… Kaldı ki, Râbıta’da tam ma’nâsıyla böyle bir tasarruf da yoktur.
Üç: Kadı İyâd’ın Şifâ’sında[79] Abede bint-i Hâlid b. Me’dân(veya Safvân)dan yaptığı bir rivâyet var: Hâlid her yatağa yatmağa gittiğinde Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem ile Muhâcir ve Ensâr’dan olan Ashâb’ına olan şiddetli sevgisi sebebiyle isimlerini zikreder/anar ve şöyle derdi; ‘Onlar benim köküm ve dalımdırlar. Gönlüm başkalarına değil onlara meyleder (çarpar). Şevkim onlara uzandı. Bu yüzden, ey Allahım!.. canımı acele al.’ (Böyle diye diye) nihâyet uyurdu.
Burada anlatılan, Râbıta etmekten ve silsile okumaktan başka bir şeyi göstermiyor.
——————————————-
Beşinci
Şübhe ve Vesvese
——————————————-
İddiâ: Sizin getirdiğiniz delîller bir zâtın sûretini göz önüne getirip hayal etmenin -diyelim ki, size göre- meşrû’luğunun delîlidir. Biz bunu kabûl etmiyoruz ya, farzedin ki kabûl ettik, ya onun rûhaniyetinden bir şey (düâ) istemek? O nereden çıktı? Onun delîli nedir? Bu amel şirk değil midir?
Cevâb: Bir münâsebetle önceki makâlemizde geçen bir takım ifâdelerimizi burada tekrâr etmek istiyoruz:
Bu da bir şefâat yardımı talebi ma’nâsında olan istiğâse demektir. Nitekim hadîs ulemâsının söz birliğiyle sahîh olan Osman İbn-i Huneyf’in rivâyet ettiği a’mâ hadîsinde geçen ey Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem! seninle Rabbime yöneliyorum. Allahım! O’nu, hâcetim husûsunda hakkımda şefâatçı yap nebevî sözu bunu açıkça ortaya koymaktadır. Hâsılı gönülden O’ndan istenen şefâattir. Bu Osman İbn-i Huneyf’in rivâyet ettiği a’mâ hadîsi aslında Râbıtanın en büyük ve açık delîllerindendir. Bu Râbıtayı Osman İbn-i Huneyf’in ve Selef’in yaptıklarının inkâr edilmez vesîkasıdır.
Büyük İmâm Müctehid Sübkî, Şifâu’s-Sikâm isimli eserinde[80] İmâm Zâhidü’l-Kevserî de Mahku’t-Tekavvul isimli uzun ve kıymetli makâlesinde[81] istiğâsenin tevessül vâdisinde/mânasında bir şey olduğunu söylemektedirler. Buna göre bu taleb, Allahım!.. şu sâlih kulun hatırına bana şunu ver, demek olur. Veya, bir kimsenin şeyhin rûhâniyyetinden bir şey istemesi, hakîkatte ondan kendisi için düâ etmesini istemekten başka bir şey değildir. Bunun da bürhânı, onlarca tevessül delîli olan âyet, hadîs ve ulemâ sözüdür.
Ğâibde olandan sebeb yapılma yoluyla yardım istenebileceğinin delîli çoktur. Birkaçını getireceğiz:
Bir: Mâlikü’d-Dâr Hadîsi: Hz. Ömer’in radıyallâhu anh’ın halîfeliği zamanında insanlara kıtlık isabet etti de bir adam Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldi ve dedi ki, Ya Resûlullah!.. sallallâhu aleyhi ve sellem! Ümmet’in için (Allah celle celâlühû’dan) yağmur iste, zîrâ onlar (neredeyse) helak oldular. Sonra, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem o adama rü’yâsında göründü ve Ömer’e git selâm söyle, onlara yağmur yağdırılacağını de… buyurdu.
İbn-i Hacer, Rüyâyı gören, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den biri olan Bilâl İbn-i Hâris el- Müzenî’dir. Nitekim Seyf, El-Futûh’da böyle rivâyet etti, dedi.
Bu rivâyet, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in, ölümünden sonra Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem ile istiskâ etmekteki amelleri husûsunda bir nassdır. İçlerinden hiç biri haber kendilerine ulaşmasına rağmen bunu inkâr etmedi. Mü’minlerin Emîrine götürülen haber yayılır… [82]
Burada ğâib ve kabirde olan bir zâttan yardım istemek vardır.
İki: Yemâme Günü Şiâr’ı/Sloganı. Yemâme gününde mü’minlerin, ya’ni Ashâb’ın şiâr’ı, “Yâ Muhammedâhü!/Ey Muhammed Yetiş!…” idi. Hâlid İbnü Velîd düşmanını mübârezeye/düellöya davet ederek bu şiarı kullanırdı.[83]
Burada mühim olan husûslardan biri de Ashâb arasında ve Selef’de böyle bir tatbîkâtın var olduğunun İbn-i Kesîr gibi bir Muhaddis ve Müfessirce kabûl edilebilmesi ve i’tirâzsız kitâbına konulmasıdır.
Üç: İmâm Ebû Bekr İbnü Mukri’ rahimehullâhu teâlâ şöyle dedi: Ben, Taberânî ve Ebû’ş-Şeyh Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Haremindeydik. Açlık bizde te’sir ettiği bir hâldeydik. O gün visâl yapmıştık, önceki günün orucundan iftar etmeden oruç tutuyorduk. Akşam vakti olunca, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldim. Yâ Resûlellah sallâhu aleyhi ve sellem! açız dedim ve döndüm. Bunun üzerine Ebû’l-Kâsim (Taberânî) bana, otur, ya rızık gelecek veya ölüm, dedi. Ebû Bekr, ben ve Ebû’ş-Şeyh uyuduk, Taberânî oturuyor ve bir şeye bakıyordu, dedi. Vakit geçmeden bir alevî geldi ve kapıyı çaldı ve kapıyı ona açtık. Bir de ne görelim ki, onunla beraber iki hizmetçi çocuk, her birinin elinde de, içinde bir çok şey bulunan birer zenbîl var. Oturduk ve yedik. Kalanı da hizmetçi çocuğun alacağını zannettik. Döndü gitti ve kalanları da bize bıraktı. Yemeği bitirince, Alevî, “ey topluluk!.. Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e mi şikâyet ettiniz? Zîrâ ben Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i rüyâmda gördüm, size bir şey taşımamı bana emretti,” dedi. [84]
Dört: Utbî Kıssası: İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnü Mûsâ İbni Nü’mân el- Mezâlî (683) şöyle diyor: Bize rivâyet edildiğine göre Hâfız Ebû Sa’d es-Sem’ânî Ali radıyallahu anhu ve kerremellâhu vechehû’nun şöyle dediğini anlattı: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i defnettikten üç gün sonra yanımıza bir bedevî geldi, kendini Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabri üstüne attı, toprağından başına saçtı ve şöyle dedi: Dedin ve sözünü işittik. Senden anladığımızı sen Allahtan anladın. Sana indirilen âyetler arasında, şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelselerdi ve derhâl Allahtan af isteseler, onlar için Resûl de af isteseydi elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı âyeti de vardı. Nefsime zulmettim ve benim için af dilemen maksadıyla geldim. Bunun üzerine kabirden hemen, bağışlandın diye ses geldi.[85]
İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnü Mûsâ İbni Nu’mân el-Mezâlî el Merrâküşî, yine kendi isnâdıyla, Muhammed İbnü Nu’mân İbni Şibl el-Bâhilî’den şöyle dediğini rivâyet etti: Medîneye girdim ve Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrine vardım. Bir de gördüm ki, bir bedevî devesini hızlıca sürüyor. Hemen devesini çöktürdü ve bağladı. Sonra kabr-i şerîfe girdi ve güzelce bir selâm verip hoş bir düâ yaptı. Sonra da şöyle dedi: Anam babam hakkı içün yâ Resûlelleh sallallâhu naleyhi ve sellem! Kesinlikle Allah celle celâlühû seni vahyine hâs kıldı ve sana içinde evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini topladığı bir kitâb indirdi ve kitâbında, şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler ve derhâl Allah’tan af isteselerdi, onlar için Resûl de af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı buyurdu. Dediği de haktır. Ben sana günahları i’tirâf ederek, seni Rabbine şefaatçı yaparak geldim. O da (şu âyetinde) va’dettiğidir. Sonra kabre döndü ve şöyle dedi:
Ey düzlükte kemikleri gömülenlerin en hayırlısı!/ Ve güzel koktuğu onların güzel kokusundan düzlüğün ve yüksek tepelerin./Sensin şefâati umulan Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem/Sıratta, kaydığında ayaklar./Canımdır fedâ, senin sâkini olduğun kabre/ Ondadır afâf, ondadır cömertlik, ondadır kerem.
Sonra da bineğine binip gitti. Ancak mağfiretle gittiğinde hiç şübhe etmiyorum İnşâellah.
Muhammed İbni Abdillâh el-Utbî de bu haberi anlattı ve sonuna şu ilâveyi yaptı: Derken, uyuya kaldım ve hemen Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i rüyâda gördüm, bana şöyle dedi: Ey Utbî! Bedevî’ye yetiş ve ona Allah celle celâlühû’nün O’nu bağışladığını müjdele.[86]
Merhûm Seyyîd Muhamme Alevî Mâlikî Şöyle diyor: Bu haberi, İmâm Nevevi,[87] Ebû’l-Vefâ İbnü’l-Ukayl,[88] İbn-i Kesîr,[89] Ebû Muhammed İbnu Kudâme,[90] Ebû’l-Ferec İbnü Kudâme,[91] Mensûr İbnü Yûnus,[92] İmâm Kurtubî[93] gibi büyük müfessirler ve muhaddisler de nakletmiştir. Hattâ büyük fakîh koca muhaddis İmâm Nevevi, Utbi’nin bedevîden naklettiği bu beytleri, Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret esnasında söylemenin müstehab olduğunu söylemiştir.[94] (Mâlikî’den nakil son buldu.)
Mısbâh Muhakkiki Hüseyin Muhammed Ali Şükrî bu rivâyetin İbnü Beşküvâl’in “el-Kurbe ilâ Rabbi’l-Âlemîne bi’s-Salâti alâ Muhammedin Seyyidi’l-Murselîn” isimli eserinin 16/Â varağında olduğunu söylemektedir.
Bu rivâyetler muhtemelen iki ayrı hâdiseden haber vermektedir. Zîra Sem’ânî, Utbî nisbetinin, Utbe ibn-i Ebî Süfyân’ın çocukları için kullanıldığını söyledikten sonra, Utbî nesebiyle anılan üç beş kişiyı tanıtıyor. Bunların içinde Sahâbî veya tabiî olan görülmemektedir. Bu yüzden, olabilir ki, biri diğerinden mülhem olarak gerçekleşmiştir. Bununla beraber, hâdiselerin aynı olma ihtimâli de vardır. Şu iki rivâyet, aynı hâdise ise Utbî Hz. Ali zamanında yaşamıştır. Bu takdîrde Utbî’nin sözünü ettiği bedevî şahıs da aynı sahâbîdir. Çünki, olabilir ki, Hz. Ali radıyallahu anh’ın gördüğü bu hâdiseye Sem’ânînin tanımadığı ve bilmediği bir Utbî de şâhid olmuştur.
Nevevî ve diğer büyük İmâmların hâdiseden müstehablık hükmünü çıkarmaları dahî bu ihtimâli kuvvetlendirmektedir. İlim Sem’ânî’nin bildiği ve söylediğiyle de sınırlı değildir. O’nun da zâten böyle bir iddiâsı yoktur. Hâdise bir ise bile, rivâyetler arasında çelişki yoktur. İki şekli de mümkindir.
———————————————-
Mes’elenin -Bizce- En Mühim Olan Noktası
———————————————-
Bunca büyük muhaddisler ve müfessirlerce kabûl görmesi ve Kur’ân’ın açık âyetlerine ters bulunmaması ve şirk kabûl edilmeyip, güzel bulunarak kitâblarına alınmasıdır. Yani, ulemânın onu, senedi bile aratmayacak telakkî bi’l-kabûlüdur. Hattâ, mustehab kabûl edilmesidir. Kitablara intikâl edişinden beri, bin seneye yakındır, hiçbir müctehid, muhaddis, müfessir ve fakîh tarafından şirk olarak görülmemesi, kimsenin Nevevî’ye müşrik damgası vurmaması… İbn-i Kesîr’in meşhûr dediği bu hikâyeye hiçbir âlim tarafından karşı çıkılmaması… Bâtıl olmadığında âdetâ sükûtî bir icmâın tahakkuk etmesi gibi yanlarıdır. Bu rivâyetin sıhhat derecesi ise daha sonra gelecek olan başka bir husûstur… Bilenler bilir ki, ulemânın bir haberi telakkî bi’l-kabûlü[95] bir çok yerde isnâddan daha değerlidir.[96] Hâsılı, Utbî’nin haber verdiği bedevi’nin bu işi bir tevessül ve İstiğâse’den ibarettir. Hakîkî fail Allah celle celâlühû’dur. Râbıta yapılacak şahsın kerâmet ehli bir velî olduğuna inanıldıktan sonra bir mes’ele kalmaz, Ondan tevessül yoluyla bir şey istenilebilir.
Ve siz ey câhil yobazlar!… Hangi İslâm, hangi ilim, hangi irfan ve hangi haya ile bu ameli şirk, ve onu kabûl eden ve bununla amel eden bunca büyükleri müşrik ve kula ibâdet eden kimseler olarak kabûl edebiliyorsunuz?!..
——————————————-
Altıncı
Şübhe ve Vesvese
——————————————-
İddiâ: Râbıta için “Sünnettir” diyenleri de duyduk; bu, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e iftirâ etmek olmaz mı?
Cevâb: Bu aslâ, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’e yalan iftirâ olmaz. Çünki, Râbıta delîlleri dikkatlice okunur, inâd da bir kenara bırakılırsa, görülecektir ki, Râbıta, bir bakışa göre vâsıtalı, başka bir bakışla da vâsıtasız olarak hakîkaten sünnettir. Bunun böyle olduğu inkâr götürmez bir hakîkattir. Zîrâ,
Bir: Daha önceki makâlelerimizden birinde de bir münâsetle yazdığımız gibi, Emrin ve Nehyin/yasağın zıdlarının hükmü var mıdır, varsa nedir? süâli Usûl-i Fıkıh’da değişik şekillerde cevâblanır. Kısaca şöyle denir: Bu husûsta âlimlerce ihtilâf edilmiştir; sahîh olan, (emrin zıddını yapmak) emir ile kasdedileni ortadan kaldırıyorsa harâm, yasaklananın zıddı yasağı ortadan kaldırıyorsa, vâcibdir/farzdır. Kaldırmıyorsa, emrin zıddı mekrûh, yasağın zıddı sünnet-i Müekkededir.[97] Bu kelâmın hâsılı, bir şeyin vücûbu (farz ve vâcib oluşu) terkinin harâm olduğunu, bir şeyin harâm oluşu da onu terk etmenin vâcib olduğunu gösterir. Bu, tartışma düşünülemeyecek bir şeydir.[98]Bir görüşe göre bir şeyi emretmek zıddını yasaklamayı, bir şeyi yasaklamak da zıddını emretmeyi gerektirir. Bize göre de, bir şeyi emretmek zıddının mekrûh olmasını, bir şeyi yasaklamak da zıddının vâcib bir sünnet olmasını gerektirir. Bu “bir şeyi emretmek zıddının mekrûh olmasını gerektirir” şeklindeki temel kaidenin faydası vardır. Çünki emrolunanın zıddında sâbit olan harâmlık emirle hedeflenmeyince ancak emri ortadan kaldırması bakımından muteber olur. Yani emredilenin zıddıyla oyalanılıp da emredilen yok edilirse yok edilmesi harâmdır. Ama emredilen şeyin bu zıddı o emredileni ortadan kaldırmıyorsa, o zıddı işlemek mekrûh olur… İşte yasaklama zıddının sünnet olmasını gerektirdiğinden dolayı, ihrâmlı kimse dikili elbise giymekten yasaklanınca izâr ve ridâ giymek sünnet oldu dedik. [99]
Şu usûl kaidelerinden kalkılarak denilebilir ki, Allah celle celâlühû’nun zikri emredilmiştir. Bu zikir, (tasavvur ma’nasındaki) Râbıta vâsıtasıyla da olur. Ancak, başka şekillerle de olacağından Râbıta’yla olmaması zikri ortadan kaldırmaz. Bu yüzden (şu ma’nâdaki) Râbıta’yı terk etmek mekrûhdur. Ama her ferdi terk edilse harâm olurdu. Aynı şekilde, Allah celle celâlühû’nun unutulması ve kalbin vesveselerle meşğûl olması yasaklanmıştır/harâmdır. Bunun zıddı Allah celle celâlühû’nun zikredilmesi ve vesveselerin defedilmesidir ki, bu def’etmenin bir yolu olan Râbıta, vâcib derecesinde sünnettir. Tek bu yol olsaydı vâcib/farz olacaktı. Şu Usûl-i Fıkıh kâidelerini kabûl edenler için tasavvur ma’nâsındaki Râbıtayı inkâr etmek imkânsızdır. Aksi halde ya kâide kavranmamış, veya ortada Mükâbere/bile bile inkâr vardır.
İki: Maksadların vesîlelerinin hükmü o maksadların hükmüdür. Yani varılmak istenen hedefe varmanın hükmü farz ise, o hedefe götüren tek vâsıta farzdır, hedef sünnetse vâsıtası da sünnettir…ilh.[100] Îmân etmek farzdır. Onun vesîlesi olan kelime-i Şehâdet zikri de farzdır. Farz olmayan, fakat tatavvu’ olan zikir ise sünnettir. Tatavvu’ olan zikrin vesîlesi de tatavvu’dur. Öyleyse onun vesîlelerinden bir vesîle olan Râbıta da sünnettir.
Üç: Bütün bunları, çeşitli delâlet mertebeleriyle Râbıta’ya delâlet eden bir nice delîli hesaba katmadan söylüyoruz. Yoksa onun vesîle olacağı netîce i’tibâriyle de sünnet oluşu, bütün bu dediklerimizden daha önce, bir çok nassdan anlaşılmaktadır.
——————————————-
Yedinci
Şübhe ve Vesvese
——————————————-
İddiâ: Râbıta, Hindlilerin Yogasından alınmadır. Zîrâ, aralarında çok büyük benzerlikler vardır…
Cevâb: Budistler ve diğer bâtıl dinlerdeki duâ ve secde büyük ölçüde İslâmdakine benziyor diye bunların da onlardan alınma olduğunu mu iddiâ edeceksiniz behey ahmak câhiller?!… Namaz, Oruc, Ka’beyi Tavâf, Allah celle celâlühû rızâsı için su dağıtmak, sünnet olmak, Nikâh olmak, -kısmî farklılıklar ve istisnâlar bulunsa da- Yehûdîlerde, Hıristiyanlarda, hattâ müşriklerde dahî vardır, diye, bunlar onlardan alınmadır mı diyeceksiniz behey dîvâneler?!… Bu nasıl bir aptallık, bu nasıl bir sapıklık?!… Hattâ asrımızın müşrikleri putlaştırdıklarının heykelleri etrafında tavâf ediyorlar diye Ka’beyi tavâf mı etmeyelim. Allah’a, Meleklere, Kitâblara, Peyğamberlere Âhiret gününe îmân etmek bir takım yanlışlıkları bulundursalar da yine Yehûdîlerde ve Hıristiyanlarda dahî vardır, diye, İslâmiyyet bunları onlardan aldı mı diyeceksiniz, behey serserîler?!…[101]
——————————————-
Sekizinci
Şübhe ve Vesvese
——————————————-
İddiâ: Allah celle celâlühû ile kul arasına vâsıta koymak şirktir. Râbıta da araya bir vâsıta koymaktır. Öyleyse Râbıta da bir şirktir.
Cevâb: Vesîle ve vâsıtaların hepsinin şirk vesîlesi olmadığını değil âlimler, orta akıllı çocuklar da bilir. Namaz İmâmları, İslâmî ma’nâda siyâsî imâmlar ve idâreciler, üstâdlar, Ka’be, birilerine düâ edenler, düâ istenenler, mü’minlerin cenâzelerini kılanlar, şefâat edecek olanlar ve hattâ mü’minlerin kendi amelleri Allah celle celâlühû ile kullar arasına yine Allah celle celâlühû ve Resûlüllâh sallâhu aleyhi ve sellem tarafından konulan vesîlelerdir. Bunlara hangi dinsiz karşı çıkacaksa, varsın Râbıta vesîlesine de karşı çıksın. Ne yapalım, cehenneme de odun lâzım…
——————————————-
Dokuzuncu
Şübhe ve Vesvese
——————————————-
İddiâ: Şeyh Devserî, “i’tirâzcılardan birinden bana şöyle bir soru geldi” diyor ve o i’tirâzcının şu şübhesini aktarıyor:[102] Sizin mürîde emrettiğiniz Râbıta’daki hüküm, onu emretmek karinesi ile (emir, alamet ve emaresiyle) ya vâciblik yahut mendûbluktur. Bu ikisi de iki Şer’î iştir. O yüzden, bunların delîllerinin olması lâzımdır. Delîller de, Kitâb, Sünnet, İcmâ’ ve Kıyâstır. Diğer delîller (İstıshab, İstihsan vs…), hep bunlara döner (bunların altındadır). O hâlde Râbıtanın mendûbluğuna, yahut vâcibliğine dâir delîl nedir?
Şeyh Devserî, ona aşağıdaki cevâbı veriyor:
Cevâb: Bu soruya verilecek cevâb birçok yönlerdendir:
Bir: İbnu Hacer’in Fetâvâ-i Suğra’da[103] tarîkatları hakkında, O, şübhesiz ki, Sûfîlerin câhillerinin bulanıklıklarından sâlim bir Tarîkattır, dediği Nakşibendîliğin büyüklerinin emriyle, mürîdlere emrettiğimiz Râbıta mendûbdur. Çünkü o, hatâratın/vesveselerin savulmasını gerektiren ve ğafleti yok eden vesîlelerdendir. Vesîleler maksadların hükmünü alır.[104] Şerîat’ın yasaklamadığı şeyi yapmak, -bu şey mübâha götürüyorsa- ya mübâh olarak câizdir, yahud da -bir mendûbu gerektiriyorsa- mendûb olarak câizdir. Şeraît’in yasaklamadığı bir şey, eğer bir vâcibi hâsıl ediyorsa ve o vâcib kendisinden başkasıyla hâsıl olmuyorsa, o şey vâcib olarak lâzımdır…. Biz tecrübe ile bildik ve anladık ki, -ki biz, tevatür sayısından çoğuz- Râbıta’yı tasavvur ettiğimizde (gönlümüzden Allah celle celâlühû’dan) başkaları(nın düşüncesi) tamamen yok oluyor. Bir tek bu (râbıta ettiğimiz) başkası kalıyor. Sonra ona da sırt çeviriyoruz. Bu şuna benzer; bir insan vardır, düşmanları vardır. Onlardan birisine sevgi gösterir ve onu diğerlerine musallat eder. O, onları yok edip kendini onlardan kurtarınca tek bir kişi kalır. O da bir kişiyi yok etmeye kadir olur ve onu yok eder. Bu, insaflı kişinin iyi düşünmesi gerekli bir (îzâh) şekl(i)dir. Zîrâ güzelliği açık olana uygundur. Zîrâ Râbıta, başlı başına murâd edilen değil, başka bir şey için aranan bir şeydir.
İki: Onu emretme karinesiyle hükmü ya vâciblik yahut mendûbluktur sözünüze gelince… Diyorum ki; Şâri’den başkası bir emir verdiğinde (bu emrin) hükmünün ya vâciblik yahut mendûbluk olacağını kabûl etmiyoruz.[105] Zîrâ, insan, bazen bir başkasına ya kendi maksadlarından bir maksad, yahut o başkasının maksadlarından her hangi bir maksadla mübâh bir işi emredebilir…
Üç: Bu vâciblik ve mendûbluk iki Şer’î hükümdürler, delîllerinin olması lâzım sözünüz (için de), Diyorum ki; Râbıta, bu Râbıta mendûb bir işe götürür, mendûba götüren de mendûbdur. O hâlde delîl mevcuddur sözümüze dayanır. Yoksa, sizin emredilen şeyin hükmü ya vâciblik ya da mendûbluktur sözünüze değil. Çünki, anlatmıştık ki, Şâri’den başkasının emri vâciblik ve mendûbluk hükmünden boştur ve her hangi bir maksadla olur.
Dört: Delîller de, Kitâb’tır… sözünüze gelince… Diyorum ki; Kitâb delîli soruyorsunuz. Ben de diyorum ki, Kitâb’dan hiçbir şey uzak olur mu? Hâlbuki O, yaş kuru ne varsa hepsini topladı… (Her şey içinde var.) Allah celle celâlühû, Ey îmân edenler!.. Allah’tan sakınınız ona (varmaya) vesîleyi arayınız[106] buyurdu.
Vesîle, sâlih amelle olur. Ameller de ancak ihlâsla sâlih olur. Amel ise, ancak şaibelerden boş olduğunda hâlis olur. Biz, tecrübe ile öğrendik ki, Râbıtayla meşgul olduğumuzda amellerimiz gaflet şaibelerinden arınmaktadır. Gaflet içinde olan amel de mu’teber değildir. Zîrâ kula, namazın aklettiği kısmı yazılır. O hâlde o (Râbıta) gafletin gitmesini gerektiren vesîlelerdendir. Gafletin gitmesi aranan bir şeydir. (Meşrû’ olmadığına dâir Şer’î delîl bulunmayan ve) maksuda (aranan, varılmak istenen şeye) ulaştıracak şey de maksuddur. Gafletin yok olmasını lâzım getirdiği şeylerden biri de huzûrdur. (Mevlâ ile beraber olmakdır.) O da vesîlelerin en şereflilerindendir. O hâlde, huzuru îcâb ettirecek olan gafletin yok olmasını gerektiren Râbıta vesîlelerin en şereflilerindendir.[107]
Beş: ..Ve Sünnet sözünüz(e cevâb olarak)… Diyorum ki; Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’ın sözünden ne uzaktır ki?… Sözlerinin her birinin altında ma’nâ okyanuslarından, kendisiyle hayra ulaşılacak şeyler vardır. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, Ameller ancak niyetledir, herkes için de niyet ettiği vardır buyurdu. Ameller bedenle ve kalble alâkalıdır. O hâlde mübâh hareketler ve tasavvurlar ile insan taatı ve taat için kuvvetlenmeyi kasdetse onun için murâdına ulaşamasa da niyet ettiği(nin sevabı) vardır. Ya murâd hâsıl olsa ne olur? Şurası gizli değildir ki, mesela aç birisi yok birisine sen açsın dese bu tokun aç olmasını gerektirmez. İtirazcının, Sizin görüşünüzün doğru olduğu görüşünde değiliz sözü de bizim kanaatimizin doğru olmadığını gerektirmez. O hâlde onun yapması gereken, Sizin iddiâ ettiğiniz haktır, işinize bakın demektir. Nefsine nasîhat ettiyse bundan başkası ona câiz değildir.
Altı: … ve İcmâ’ sözünüze cevâben… Derim ki, Tasavvuf fenninin ehli, Râbıta üzerinde İcmâ’ ettiler. İçlerinden büyük bir topluluk bunu takrir eyledi. Bu, onlara göre meşhur bir yoldur. Mezheplerinde bir amel üzerinde İcmâ’ etmeleri, onların mezhebini benimseyenler için hüccettir… Başkalarının ilimlerinin kuşatamadığı bir şeyle, onlara i’tirâz etmesi câiz olmaz. [108]
Yedi: Kıyâs sözünüze cevâb olarak… Diyorum ki, Fakîhler dediler ki, namaz kılanın gözünün, işaretini aşmaması sünnettir, zîrâ, düşünceyi toparlayan (düşüncedeki) dağınıklığı en çok defeden budur. Râbıta da böyledir; Ağyarın defi huzurun celbi için kullanılır.
Sekiz: Râbıtanın mendûb oluşunun delîli nedir? sözünüze karşı olarak da… Diyorum ki; Delîl müçtehidden istenir. Mukallidden sadece naklînin doğruluğunu isbât etmesi istenir. O sebeble (Tasavvuf) fenn(inin) sâhiblerinin sözlerinden delîli istediyseniz gelecek. Üstelik, (burada) Nakşibendilerden başkasının sözünü getirmek de gerekmez. Nitekim bizden fıkıhtaki bir mes’ele için bir nass (ibâre) istense Şâfiîlerden başkasının sözünü getirmek de lâzım gelmez.[109]
———————————-
Onuncu
Şübhe ve Vesvese
——————————————-
İddiâ: Bir de şu var. Şübhesiz ki, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in şeyhi idi. Çünkü Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim zikirleri ve diğerlerini ondan aldılar. Oysa O’nun Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’e, insana ait sûretlerin en mükemmeli olan sûretini tasavvur etmelerini emrettiği bize ulaşmadı. Eğer onlara (bunu) emretmiş olaydı, elbet nakledilirdi. Bilhassa bu vâcib olduğunda. Zîra vâcib, naklîni gerektiren sebeblerin çok olduğu şeylerdendir.
Cevâb: Bize ulaşmadı sözünüz için de diyorum ki; bunun size ulaşmamasından, sâbit olmaması, sizin onu bilmemenizden de başkalarının dahî bilmemesi gerekmez. Belki de size ulaştı da siz onu bilemediniz, size uğradı da siz onu tanımadınız. Sahâbî oluşun, Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in sûretinin, O’nu mü’min olarak gören kişinin kalb aynasında basılıp nakşolması, yahut mü’min şahsın sûretinin Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in zihninde nakşolmasından başka bir ma’nâsı mı var? Böyle olmasaydı Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in gördüğü kimse Sahâbî içinde sayılmazdı. Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in sûretinin nakşını gerektirecek görmeyi icap ettiren O’nunla biatlaşmaya çağırmasından daha açık bir iş mi vardır? Sûret zihne nakşolup kazınınca, o sûreti görene, her ne zaman görüneni hatırlasa hayalinde gözükür (canlanır) istese de istemese de. Düşman bile olsa. O hâlde Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’in sûretini zihninde hazır etmeyi ve hayal etmeyi -ki onun sayesinde yahut ona olan iştiyaktan olayı tasavvur edileceğini söylememizle murâdımız budur- ancak pis ahmak yasaklayabilir. Şu hâlde başka bir şeyi gerektiren bir şeyi gerektireni emretmek o başka bir şeyi emretmektir.
Bilhassa vâcibse sözünüz için de diyorum ki; Râbıta’nın vâcib olduğunu söyleyen yok… Sonra, kabûl edelim ki bu husûsta delîlimiz yok. Bizden önce de kimse bunu yapmadı. Bunu, onda fayda gördüğümüzden dolayı sadece biz yaptık. Sevdiğinin sûretini tasavvur eden, onun ellerini ayaklarını öptüğünü veya onu başının üzerine koyduğunu veya onu kUcakladığını veya onu kalbine sokmakta olduğunu hayal eden hakkında Kitâbtan, Sünnet’ten, İcmâ’’dan veya Kıyâs’tan bir yasak gelmiş midir? Yok… O hâlde?… [110]
——————————————-
On Birinci
Şübhe ve Vesvese
——————————————-
İddiâ: (Kimi câhil zavallılar da şöyle diyorlar:) Ben râbıtamı kula değil de Allah’a yapıyorum…
Cevâb: Bu sözde bir takım iç içe girmiş câhillik, yalan ve yanlışlar vardır: Sözü edilen Allah celle celâlühû’ya yapılan râbıta, ya Sûfîlerin ta’rîf ettikleri hayâlen göz önüne getirmek ve zihinde canlandırmak ma’nâsındadır veya başka bir ma’nâdadır.
Bir: Eğer başka ma’nâda ise, akıllılarca şu sözle tarîkat sâhiblerine i’tirâz edilmez; edlirse gevezelik yapılmış olur. Zîrâ, ayrı şeylerden bahsediliyor. Istılâhlarda tartışma olmaz. Öyleyse, ortada hem câhillik, hem de onun üzerine kurulan yanlışlıklar var.
İki: Tasavvuf yolunun yolcularının anladığı ma’nâda yani tasavvur ma’nâsında ise, bu Allah celle celâlühû için düşünülemez. Çünki, “Allah celle celâlühû’nün nimetlerinde düşünün, Allah celle celâlühû’nün zâtında düşünmeyiniz”[111] buyrulmaktadır.
Üç: Aksi takdîrde, şu sözün sâhibi ya doğru söylüyor veya doğru söylemiyor. Doğru söylüyorsa, O, Allah celle celâlühû’yü cisim olarak kabûl ediyor, demektir. Çünki cisim olmayan şeyler tasavvur edilemez. Buna rağmen tasavvur ediyorsa, o takdîrde bu inanca ya âyetlerin ve hadîslerin zâhirinden hareketle, yani bir nev-i şübheyle veya sırf aklıyla saplanmıştır. Her iki takdîrde de önümüzde bir câhillik vardır. Birinci Takdîrde, yani nasslardan kalkarak Allah celle celâlühû’yü cisim olarak biliyorsa, Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğuna göre kâfir olmuştur. İkinci Takdîrde de, yani nasslardan kalkarak değil de aklıyla Mevlâ Teâlâ’nın cisim olduğuna inanıyorsa, Ehl-i Sünnet âlimlerinin hepsine göre kâfir olur. Doğru söylemiyorsa, önümüzde iki ihtimâl var; ya yanlış söylüyor veya yalan söylüyor. Birinci ihtimâl: Yanlış söylüyor ise, kötü. Yazık, ahmağın tekidir. Ne dediğinin farkında değildir. Ortada affedilmez bir yanlış var. İkinci İhtimâl: Yalan söylüyor ise, daha da kötü. Sahtekârın biri… Önünüzde çirkin bir yalan duruyor…
Hâsılı, Allah celle celâlühû’ya, Sûfilerin söylediği ma’nâda Râbıta yapılamaz. Çünki, O cisim değildir. O’na çeşitli şekillerde murâkabe yapılır. Râbıta işte bu murâkabenin hazırlayıcısı olup netîcede ona götürür. Ancak bu da O’nu tasavvur etmek değil, isimlerinden fiillerinden, sıfatlarından ve yine perde arkasından olarak zâtından gelecek feyzi, rahmeti ve nûrları dikkatle gözetlemektir. Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurdular: “Ey çocuk! Allah celle celâlühû’yu muhâfaza et ki, O da seni muhâfaza etsin. Allah celle celâlühû’yu muhâfaza et ki, O’nu önünde bulasın.”[112] Allâme Fakîh Muhaddis Zafer Ahmed el-‘Usmânî et-Tânevî bu hadîsi açıklama sadedinde şöyle diyor: Bu hadîs Allah celle celâlühû’nun yüceliğini murâkabe etmelerinde ve kalbleriyle Allah celle celâlühû’yu korumalarında (gönüllerinde saklamalarında), Kavm’i (Tasavvuf ve Tarîkat yolcularını) te’yîd etmektedir.[113] Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem yine şöyle buyurmaktadır: İhsân, Allah celle celâlühû’ya, O’nu görüyormuşçasına ibâdet etmendir.[114]
İşte bütün bu Râbıta ve Murâkabe’ler, mü’mini netîcede ihsân mertebesine yani Allah celle celâlühû’ya, -O’nu görüyormuşçasına- ibâdet etme mertebesine ulaştıracak amellerdir…
——————————————-
Netîce
——————————————-
İlâhî vahye rakîblik iddiâsını, -önünde teşekkül ve tekâmül eden/oluşan ve gelişen şartlara göre- bazen gizliden gizliye içinde saklayan, bazen de açıkça i’lân edip haykıran ve hakîkatte akılsızlığın tâ kendisi olan bir akılcılık var. Bu akılcılık, sonraları, bazi zayıf akıllılarca sanki akılsızlığ’a bir alternatif gibi doğmuş zannedilmiştir. Oysa hakîkatte o, insanlık târihi kadar eski bir putperestliktir.
O, zaman zaman değişik makyajlamalarla farklı ve câzibeli hâle getirilmiş gibi gösterilse de, mâhiyyet olarak hep aynı kalmıştır. Bazen, şahsiyetsizce vaz’iyet takınan bir münâfıklık olmuş. Kimi zaman harbi hâlis bir kâfir tavrıyla arz-ı endâm eden kâfirlik sergilemiştir. Bazi kere de mozayık ve rengârenk bir tablo çizen baba bir şirk ve müşriklik vasfıyla tezâhür etmiştir. Lâkin çoğu zaman, kendi vasfını ve yaftasını, nifâk, küfür ve şirk’e garb ile şark arası kadar uzak olan başkalarının boynuna asmaya pek heveskâr davranmıştır.
Bunlardan nâ mütenâhî haz duyanın yavuz hırsızlığı ile karşı karşıya olduğumuzu hiçbir zaman unutmamak zorundayız.… İstisnâsız hep aklı kıt olanlara bulaşan şu uyuz mikrobu, bilhassa asrımız Müslümanlarının başının belâsı olmuştur… Öyle ya, akılları noksân olmasaydı, ona kaldıramayacakları yükü yükler miydiler? Şu makalelerde serdettiğimiz bürhanlardan sonra açıkça görülmektedir ki, Râbıta’yı yapan ve yapılmasını isteyen büyüklerimiz bunu kat’iyyetle Şer’î delîllere dayanarak yaptılar.
Bunu inkâr etmek, aslında hayırlı Selefimizin geniş câddesini, yani mü’minlerin dosdoğru yolunu terk etmek, geçmiş âlimlerimizi İslâm dışına çıkmakla suçlamak, eserlerine i’tımâdı yok etmek, mü’minlerden başkalarının yolundan gitmek, cüce aklını putlaştırmak, dolayısıyla da hakkdan ve hakîkatten inhirâf etmek demektir. Artık, Râbıta aleyhinde konuşanlar ve konuşacak olanlar, ya câhil, ya geri zekâlı, ya edebsiz ve terbiyesiz, ya ilmiyle sapıtmış hidâyet mahrûmu, veyahud da kasıdlı hâin kimselerdir. Çünki, Haktan öte sapıklıktan başka ne vardır ki?..
وَصَلَّى الله عَلٰى سيدنا محمد وَ عَلٰى اٰلِه وصحبه كلما ذكره الذاكرون وغفل عن ذكره الغافلون وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمٖين
[1] [Sühreverdî, Avârifu’l-Meârif, mürîd-şeyh âdâbı bahsi] Nûru’l-Hidâye: 55
[2] İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-Zeheb: 6/231-236
[3] [İbn-i Kayyim, Kasîdeti’n-Nûniyye], Sübkî, es-Seyfu’s-Sakîl (Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim Hâşiyesi ile): 100
[4] Anlamadan O’nu bâtılına âlet etmesi işin başka bir ciheti…
[5] İsnevî, Tabakâtü’ş-Şâfiiyye: 1/342
[6] [Ğazâlî, Ihyâ-i Ulûmiddîn]: 1/175, Nûru’l-Hidâye: 54
[7] [İbn-i Hacer, Şerhu’l-İbâb], Nûru’l-Hidâye: 54.
[8] Nûru’l-Hidâye: 54
[9] Nûru’l-Hidâye: 48
[10] Nûru’l-Hidâye: 48
[11] [El-Risâletü’l-Aliyye’den] Nûru’l-Hidâye: 4
[12] [El-feyzü’l-Vârid], Nûru’l-Hidâye: 48
[13] [El-Kavlü’l-Cemil], Nûru’l-Hidâye: 49
[14] Onu görmüş değil. Bu başka bir kalbî haldir.
[15] [Dihlevî’nin risâlesi], Nûru’l-Hidâye: 42
[16] [Kannûcî, el-Hıtta:7],Mubârekfûrî, Tuhfetü’l-Ahvezî, Mukaddime: 1/41
[17] [Dihlevî’nin risâlesi], Nûru’l-Hidâye: 42
[18] [Tâciyye Risâlesi], Nûru’l-Hidâye: 40
[19] Aynı yer.
[20] Tarbu’l-Emâsil Bi Terâcimi’l-Efâdıl, (El-Fevâidü’l-Behiyye zeylinde): 510-511
[21] Nûru’l-Hidaye: 41
[22] [Süyûtî, El-Müncelî (el-Hâvî içinde:340)], Mevlânâ Hâlid: Risâletü’r-Râbıta:
[23] [Muhtasar sâhibi. El-Müncelî (el-Hâvî içinde:340)], Mevlânâ Hâlid:Risâletü’r-Râbıta:
[24] [Muhtasar sâhibi. El-Müncelî (el-Hâvî içinde:340)], Mevlânâ Hâlid:Risâletü’r-Râbıta:
[25] [El-Müncelî (el-Hâvî içinde, C, 1: 340)], Mevlânâ Hâlid:Risâletü’r-Râbıta:
[26] [El-Müncelî(el-Hâvî içinde, C, 1:340)], Mevlânâ Hâlid: Risâletü’r-Râbıta.
[27] [Şerhu’l-Meşârık, Tenvîru’l-Halek, (el- Hâvî içinde; Cil: 2: 442)], Mevlânâ Hâlid: Risâletü’r-Râbıta: 221-232
Esâsen Nûru’l-Hidâye ve’l-İrfân’da geçenler çok azı müstesnâ hepsi Risâlet’r-Râbıta’da da zikredilmiştir.
[28] [Nefehâtü’l-Kurb], M. Hâlid, Nûru’l-Hidâye:53
[29] [Mevlânâ Hâlid] Nûru’l-Hidâye: 55, Şerh-i Metâli’’: 5
[30] Nûru’l-Hidâye: 55
[31] Bezlü’l-Mechûd: 17/115
[32] [İbn-i Kayyim, Er-Rûh], Mevlânâ Hâlid, Risâletü’r-Râbıta (Reşâhât Kenarı): 229
[33] [Fevâidu’z-Zâbıta], Nûrül-Hidâye: 4
[34] Sâhibzâde zamanında Şâm Müftîsi idi.
[35] İbn-i Abidîn’in oğlu, Reddü’l-Muhtâr Tekmilesi’nin müellifi.
[36] Ezher ulemâsından bir zât.
[37] Meşhur büyük velî Ahmed er-Rufâî kuddise sirruhû değil.
[38] Nûru’l-Hidâye: 3
[39] [Tercümânü’l-Vehhâbiyye: 7], Nûrullah el-A’zamî, M. Ebû Bekr el-Ğâzî Fûrî’nin Vakfe Mea’l-Lâ Mezhebiyye isimli eserinin mukaddimesi:13
[40] Sayfa 3, 10. satır.
[41] Bakara:34
[42] A’râf: 11 ve diğerleri
[43] Yûsuf aleyhisselâm sûresi: 100
[44] Hucürât: 1-2
[45] Nûr: 63
[46] [Müslim: Îmân/112,], Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ: 188-189
[47] [Tirmizî, Menâkıb, 5/275, Hâkim], Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ: 188-189
[48] [Tirmizî, Şemail, Hind b. Ebî Hâle], Aliyyu’l-Kârî, Şerh-i Şifâ: 2/67
[49] [Buhârî, Şurût, 3/171], Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ: 188-189
[50] [Taberânî, İbn-i Hıbbân, Sahîh’inde et-Terğîb ve’t-Terhîb: 4/187.Münzirî, bunu Taberânî, Sahîh’te kendileriyle hüccet getirilen râvîlerle rivâyet etti, dedi.], Mefâhîm:93
[51] [Tirmizî, Menâkıb: 5/308-309], Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ:189
[52] [Müslim, Enes radıyallâhu anh’dan, Fezâil: 4/1812], Süyûtî, Menâhilü’s-Safâ: 188-189
[53] [Ebû Ya’la, Berâ’dan rivâyet etti ve bu rivâyetin sahîh olduğunu söyledi.], Mâlikî, Mefahim; 91-94, Şerh-i Şifa 2/66-70
[54] [Ahmed İbn-i Hanbel, Buhârî (Edeb), Ebû Dâvud… Hâfız İbn-i Abdi’l-Berr bu rivâyetin hasen olduğunu söyledi. Hâfız da (İbn-i Hacer de)
bunun ceyyid (güzel bir rivâyet olduğunu söyledi. Bunu, Ebû Ya’lâ, Taberânî ve Beyhekî de ceyyid bir isnâd ile rivâyet etmiştir. Nitekim, Zürkânî Şerh-i Mevâhib’de böyle demiştir.], İ’lâmu’n-Nebîl bi cevâzi’t-Takbîl:10
[55] [Ahmed İbn-i Hanbel, Buhârî (el-Edebu’l-Müfred), Ebû Dâvud, Tirmizî, İbn-i Mâce ve diğerleri. Tirmizî, hadîs hasendir, dedi. Bunu, Saîd b.
Mensûr, İbn-i Sa’d, İbn- Ebî Şeybe…. rivâyet ettiler.], Abdullah Muhammed es-Sıddîk el-Ğumârî, İ’lâmu’n-Nebîl bi cevâzi’t-Takbîl: 9-10
[56] [İbn-i Cerîr ve ibn-i Ebî Hâtim, Süddî’den.], İ’lâmu’n-Nebîl bi cevâzi’t-Takbîl: 9
[57] Hatib-i Bağdadi el-Cami 2/181-193
[58] İbnü Abdi’l-Berr, Câmi’u Beyâni’l-İlmi ve Fazlihî: 455-459
[59] Müslim (H:1185), Hacc:22 (1/843)
[60] Şûrâ: 52
[61] Zümer: 3
[62] Hükmün bağlandığı illet/temel sebeb. Kıyâs olunanın hükmünün benzerinin Kıyâs edilende de var olduğuna hükmetmemizi îcab ettirecek, ortak illet, hüküm için en mühim var olma sebebi, husûsiyet.
[63] Köşede bucakta hiç bir şey bırakmayacak şekilde iyice arayıp taramanızla
[64] Abdülaziz Bayındır, Kur’ân Işığında Tarîkatçılığa Bakış: 113-114
[65] Risâletü’r-Râbita, Reşâhât Kenarı: 223-224
[66] Mu’tedil olmaktan, hak üzere bulunmaktan
[67] Ayrılıp uzaklaşmak
[68] Ayrılmak
[69] Kendisiyle, ma’nâsının lâzımı kasdedilen, bununla beraber de asıl ma’nâsı kasdedilmiş olması câiz olan bir lafızdır. Kılıcının ipi uzun adam demekle, boyu uzun adam demek istemek gibi. Kılıcının ipinin uzun olması, boyunun uzun olmasını lâzım getiriyor, o kasdediliyor. Bununla beraber, ipinin uzunluğu da kasdedilmiş olabilir. (Muhtasaru’l-Meânî:376) Her hangi bir maksadla, ister lafız olsun, ister ma’nâ olsun, bir şeyi, onu açıkça göstermeyen bir lafızla anlatmak demektir. Falancı, külü bol biridir diyerek misâfiri çoktur demek istemek gibi. (Seyyid Şerîf, Ta’rîfât, kinâye maddesi)
[70] Şeyh Muhibbullâh İbn-i Abdişşekûr, Müslemü’s-Sübût, (Fevâtihu’r-Rehamût Şerhiyle): 1/216
[71] Umûm-i Mecâz, Lafzın mecâzî bir ma’nâda kullanılıp da o lafzın ferdlerinden birinin hakîkat olması. Falancanın evine ayak basmamak sözünden hem ayakkabıyla basmamak mecâz ma’nâsını, hem de çiplak ayakla basmak hakîkat ma’nâsını beraber kasdetmiş olmak gibi. Yine başkasının evi ile hem mülki olan evini kasdetmek hem de kiralamış olduğu evini beraber kasdetmek gibi.
[72] Hakîkat ve mecâz ma’nânın aynı anda, bir lafızla aynı seviyede murad edilmiş ve anlatılmış olması.
[73] Bir lafzın, lügatta îcâd edildiği ma’nâda kullanılması. Dildeki Salâtın dindeki belli bir ibâdet olan namaz ma’nâsına değil de düa ma’nâsında kullanılması gibi.
[74] Bir lafzın, Şerîat’ta veya herhangi bir fende ıstılâh/terim olarak kullanılıp kısmen veyâ tamâmen lügattaki ma’nâsında artık kullanılmaması. Salât kelimesinin, din kitablarında lügatta ki/dildeki asıl ma’nâsı olan düa ma’nâsında değil de belli bir ibâdet demek olan namaz ma’nâsında kullanılması gibi.
[75] “”Şeyh Muhibbullâh İbn-i Abdişşekûr, Müslemü’s-Sübût, (Fevâtihu’r-Rehamût Şerhiyle): 1/216
[76] Geride geçti: Sh:92
[77] Geride Umde(9/241)den geçti: Aynı yer.
[78] Müslim, zekât: 52, Ebû Dâvud, Tetavvu’.12, Edeb:160, Ahmed İbn-i Hanbel: 5/167,168
[79] Aliyyü’l-Kârî, Şerh-i Şifâ: 2/38-39
[80] İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikâm: 146-149
[81] İmâm Kevserî, Mahku’t-Tekavvül (Makâlât’ı içinde): 395
[82][Beyhekî, Beyhekî tarikiyle es-Sübkî, Buhârî, Târihinde Ebû Sâlih Zekvân’dan kısaltılmış olarak, İbnü Ebî Hayseme, bu vecihden uzun olarak. Bu zât, Hâfız, Hüccet ve sika biridir. İbnü Ebî Şeybe, el Musannef (6/356-357, H: 32002). İbn-i Hacer, el-Feth’de (2/338) bu rivâyetin isnâdının sahîh olduğunu söyledi.], Kevserî(nin, Mahku’t-Tekavvul başlıklı makâlesinden kısaltarak), Makâlât: 388-389
[83] [İbn-i Kesîr, el-Bidâye, 6: 324], Mâlikî,
Mefâhîm: 152
[84] Mısbâhu’z-Zalâm Muhakkıkı, bu rivâyeti İmâm Zehebînin, Siyeru A’lâmi’n-Nü belâda (16/400), Tâcüddîn es- Sübkînin de, Tabakâtü’ş-Şâfiiyyeti’l-Kübrâda (2/251) zikrettiğini söylemiştir. (Mısbâhu’z-Zalâm: 61)
[85] Mısbâhu’z-Zalâm:21
[Bu rivâyeti, benzeri bir lâfızla şu İmâmlar da rivâyet etti: İmâm Beyhakî, Şuabu’l-Îmân’da :3/495,(4187), İmâm İbn- Kesîr, Tefsîrinde: 2/306, İmâm Kurtubî, Tefsîrinde: 5/265, İmâm Nesefî, Tefsîrinde: 1/234, İmâm İbn-i Kudâme, el-Muğnî’de: 3/557, İmâm İzz İbn-i Cemâa, Hidâyetü’s-Sâlik’de: 3/1383, İmâm İbnü’l-Cevzî, Müsîrul-Ğarâmi’s-Sâkin’de: 2/301, İmâm Sâlihî Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd’da: 12/380, İmâm Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ’da: 4/1361, İmâm Ebû’l-Yümn İbnü Asâkir, İthâfu’z-Zâir: 68-69, İmâm İbnü’n-Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîne: 224, İmâm İbn-i Hacer el-Heytemî, Tühfetü’z-Züvvâr: 55], Mısbâhu’z-Zalâm’ı tahkık edip neşreden kişi: Aynı sahîfe.
[86] Mısbâhu’z-Zalâm: 22-23
[87] [El-Îzâh: 498, el-Mecmû’: 8/ 276], Mefâhîm: 157
[88] [El-Muğnî:3/556], Mefâhîm: 157
[89] [Tefsîr-u Kuran-ıl-Azım, Şâyet onlar kendilerine zülmettiklerinde…. âyeti tefsîrinde], Mefâhîm: Aynı yer
[90] [El-Muğni, 3: 556], Mefâhîm: Aynı yer
[91] [Şerh-i Kebîr, 3: 495], Mefâhîm: Aynı yer
[92] [Keşşaf-ul-Kınâ’, 5: 30], Mefâhîm: Aynı yer
[93] [Benzerini Hz. Ali’den (El-Câmi, 5: 265)], Mefâhîm: Aynı yer
[94] [El-Mecmû’, 8: 274], Mefâhîm: Aynı yer
[95] Bir rivâyeti âlimlerin çoğunun kabûl edip alması.
[96] Zafer Ahmed el-‘Usmânî, Kavâid fî Ulûmi’l-Hadîs (İ’lâ Mukaddimesi): 39
[97] Mahbûbî, Tenkîh (Tevzîh ve Telvîh ile): 1/422
[98] Teftâzânî, et-Telvîh: 2/423
[99] Nesefî, el-Menâr (Şerh-i İbn-i Melek ile): 192-193, Hüssâmî, El-Müntehab: 54, El-Matba’u’l-Müctebâî-Delhi.
[100] Kavâid-i Külliyye ve Ekseriyye, Menâfiu’d-Dekâik Şerhu Mecâmii’l-Hakâik: 327
[101] Beşikteyken şeyh olup hâla beşikten kalkamayan ve hâliyle hakîki şeyhlik ile beşik şeyhliğini karıştırdığı için hakîkî şeyhliği inkâr eden bir zavallı bakınız öz olarak ne diyor: Nakşîlikte, Hatm-i Hâcegân’da (belli sayıyı korumak maksadıyla) taşlar kullanılmaktadır. Hasan Sabbâh’ın, devleti yıkmak için örgütlediği eşkıyâ çetesi de, devlet güçlerinin baskını ânında halka olup taşlarla zikir yapıyor gibi oluyorlardı. Öyleyse Hatm-i Hâcegân Hasan Sabbah ve eşkıyâ çetesinden alınmadır. (Son)
Şuradaki kimin rızâsı içün(!) yapıldığı besbelli olan muzzam ispiyon ve jürnâlcılığı görebilmek için zeki olmaya ihtiyâç yoktur; biraz akıllı olmak yeterlidir. Böyle bir geri zekâlıya sekiz yaşındaki bir çocuk bile şu suâlleri sorabilir:
Bir: Şu husûsta târihî, değil herhangi bir delîl, basit ve zayıf bir ipucu ve karîne var mıdır, varsa nedir? Biz diyoruz ki, yoktur; çünki böyle bir delîle çok muhtâc olmasına rağmen bunu kendisi de getirememiştir. Öyleyse delîlden doğmayan mücerred bir imkân ve ihtimâl akıllılarca mu’teber olamayacağından, şu iddia bir deli saçması veya sarhoş hezeyânından başka bir şey değildir.
Eğer şunlara göre mücerred imkân ve ihtimâl delîl olmak için yeterli olabiliyor ise, kendileri, muhtemelen İslâm düşmanlarından biridir veya onların bir ajânıdır, Yâhud, livata mübtelâsı it uğursuz takımındandır. Çünki bunlar da birer imkân ve ihtimâldir. Ama biz böyle demiyoruz. Çünki biz hislerini, ihtimallerini ve aklını İslâmî delîllere kurbân etme anlayışında olan mü’minleriz.
Kaldı ki, şu usûlün Hasan Sabbah’dan değil de Selef’ten alınma olduğu hadîs kitablarına âşina olanlarca bilinen bir şeydir. Nitekim İmâm Dârimî, Sünen’inde yaptığı bir rivâyette, Ebû Mûsâ’l-Eş’arî, Mescidde ellerinde küçük taşlar bulunan insanlardan meydana gelen bir zikir halkası görmüştü. (Birisi), yüz defâ tekbîr getirin, diyor, yüz defa tekbir getiriyorlardı. Sonra yüz defa lâ ilâhe illellâh deyin diyor, onlar da yüz defâ lâ ilâhe illellâh, diyorlardı. Yüz kerre sübhânellah deyin diyor, onlar da yüz defa sübhânellâh diyorlardı. Ebû Mûsâ el- Eş’arî bunu hayırlı bir iş, İbn-i Mes’ûd da bid’at olarak gördüklerini söylüyorlardı. (Sünen:1/79, H:204’den kısaltarak ve öz olarak)
Yine Sahâbe radiyellâhu anhum’dan bir çokları Kurân’ı toplayıp Mushaflaştırmayı da Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından yapılmadığını ileri sürerek bid’at kabûl ediyorlardı. Nitekim İmâm Buhârî rahimehullah, Sahîh’inde, Zeyd b. Sâbit radiyellâhu anhu’dan şöyle rivâyet etti: (Müseylemetü’l-Kezzâb’ın öldürüldüğü Benî Hanîfe kabîlesiyle harb edildiği, Yemende bir ter olan) Yemâme ahâlisiyle muhârebe edildiği senede Ebû Bekr bana haber gönderdi (ve beni yanına çağırdı.) Gittiğim zaman bir de ne göreyim! Ömer b. Hattâb radiyellâhu anhu O’nun yanında duruyor.
Ebû Bekr şöyle dedi: Ömer bana geldi ve dedi ki, Yemâme gününde Kur’ân okuyucular(hâfızlar)da ölüm şiddetli ve çok oldu. Ve ben gerçekten değişik yerlerde Kur’ân okuyanların öldürülmelerinin çoğalmasından ve böylece Ku’ân’dan büyük bir kısmın zâyi’ olmasından endîşe ediyor ve korkuyorum; Kur’ân’ın toplanmasını emretmeni (münâsib ve lüzûmlu) görüyorum. Ömer’e Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in yapmadığını nasıl yapacaksın? dedim. Ömer, bu -vallâhi- hayırdır, dedi. Ömer bana sürekli mürâcaat etti ve nihâyet Allah celle celâlühû bu hususta gönlümü genişletti; ve ben de bu husûsta Ömer’in kanâatine sâhib oldum.
Zeyd, Ebû Bekr bana, sen ithâm etmeyeceğimiz akıllı bir delikanlısın; Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e vahiy yazıyordun. Kur’ânı araştırıp topla, dedi …. (Zeyd), Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’in yapmadığını nasıl yapacaksınız? dedim, dedi… (Ebû Bekir) o -vallâhi- hayırdır dedi ve devâmlı bana mürâccat etti. Nihâyet Allah celle celâlühû kalbimi Ebû Bekr ve Ömerin kalbini genişlettiğine (Kur’ânı toplamanın hayırlı bir iş olduğuna) genişletti…. (Buhârî, Sahîh, Kur’ân’ın toplanması bâbı, 2/745, Pakistân baskısı)
Görüldüğü gibi, sonunda Kur’ân toplandı ve bu toplama işi bid’at olarak görülmedi. İyi de yapıldı.
Taşlarla toplu zikretmeyi bir Sahâbî güzel ve hayır diğeri de bid’at ve şer görmüştür.
İki: Kimi âlimlerden Sahâbî kavlini hüccet görmediği rivâyet edilse de İslâm âlimlerinin Cumhûru onu delîl görüp bağlayıcı kabûl ederler. Hanefîler de onlardandır. Hatta bazı rivâyetlerde, bunu, İslâm âlimlerinin sadece Cumhûru değil, hepsi kabûl eder. Yalnız, bir Sahâbî kavline ters başka bir Sahâbî kavli varsa, tercîhe gidilir; birisi alınır. (Geniş bilgi için Menâr ve şerhlerine ((meselâ, Fethu’l-Ğeffâr’a: 347-348 ve İ’lâ mukaddimesi Kavâid Fî Ulûmi’l-Hadîs [85-86-87]’e)) bakılsın.)
Üç: Sûfiyye de burada Sahâbe’den bir çoklarının fiilini ve Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem efendimizin takrîrlerini esâs alarak, başka birisinin sözünü almamıştır. Başka bir çok delîlden istifâdeyle Abdullah İbn-i Mes’ûd’un değil de, Ebû Musâ radıyallâhu anhu’nun kanâatini seçmişlerdir. Evet, Abdullah İbn-i Mes’ûd’un Sünnet’i muhâfazadaki hassâsiyeti her türlü takdîrin üstündeydi; lâkin öte yanda Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in takrîrleri ve Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den taşlarla tesbîh edenler de vardı. Nitekim bu taşlarla zikir husûsunda İmâm Celâleddîn es-Süyûtî müstakil bir risâle de yazmıştı. Ondan istifâdeyle aşağıya birkaç rivâyetleri alıyoruz:
Birinci Rivâyet: Timizî, Hâkim ve Taberânî Safiyye radıyallâhu anhâ’dan rivâyet ettiler:
Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem yanıma girdi; önümde tesbîh etmekte olduğum dört bin hurma çekirdeği vardı. Nedir bunlar ey Huyey’in kızı? dedi. Onlarla tesbîh ediyorum, dedim. Başında dikildiğimden beri bunlardan daha çok tesbîh ettim buyurdu. (Onu) bana (da) öğret, ey Allah celle celâlühû’nun Resûlü dedim. Sübhâne adede mâ min şey’in/Allahı, yarattığı şeyler adedince tesbîh ederim, buyurdu. Bu hadîs de sahîhdir. (Süyûtî).
Burada taşlarla tesbîh yasaklanmadığına göre, onlarla tesbîh edilebileceğine dâir bir Takrîrî Sünnet vardır.
İkinci Rivâyet: Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Mâce, İbn-i Hibbân ve Hâkim Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs radıyallâhu anhu’dan rivâyet etmişler, bu rivâyetin Tirmizî Hasen, Hâkim de Sahîh olduğunu söylemişlerdir: Sa’d ve Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem bir kadının yanına girmişler, kadının önünde de hurma çekirdekleri veya küçük taşlar vardı; tesbîh ediyordu. Bunun üzerine Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, bundan dahâ kolay veya (râvînin tereddüdü) daha efdal olanı sana haber vereyim mi? buyurdu….
Burada da inkâr bulunmayıp takrîr vardır.
Üçüncü Rivâyet: Ahmed İbn-i Hanbel, ez-Zühd’de Yûnus İbn-i Ubeyd’in anasından şöyle dediğini rivâyet etti: Ebû Safiyye’yi -ki O Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashâbındandı ve komşumuz idi- küçük taşlarla tesbîh eder(ken gördüm i)di.
Bu rivâyet benzer bir lafızla, Hilâl el-Haffâr’ın Cüz’ünde, Beğavî’nin el-Mu’cemu’s-Sahâbe’sinde ve İbn-i Asâkir’in Târîh’inde dahî mevcûddur.
Dördüncü Rivâyet: İbn-i Sa’d ve İbn-i Ebî Şeybe el-Musannef’de, Sa’d İbn-i Ebî Vakkâs’dan, taşlarla tesbîh ettiğini rivayet etmiştir.
Beşinci Rivâyet: Ahmed İbn-i Hanbel de ez-Zühd’de, Ebû’d-Derdâ’nın hurma çekirdekleriyle tesbîh ettiğini rivâyet etmiştir. (İmâm Celâleddîn es-Süyûtî, el-Minha fî’s-Sibha, -el-Hâvî li’l-Fetâvâ içinde-:2/37-38)
Rivâyetleri daha da çoğaltmak mümkin ise de, bizce bu, şurada lüzûmsuzdur. Bütün bunlar Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in tatbîkâtıdır. Bu rivâyetler göz önünde bulundurularak, Sûfiyye’ce, topluca ve tek başına taşlarla zikretmenin bid’at olduğu tarafı değil de, hayır olduğu tarafı tercîh edilmiştir. Şu halde taşlarla zikir Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in takrîrleri ve Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in amelinden alınma bir Sünnettir; müfterî kezzâbların dediği gibi, Hasan Sabbâh’dan alınma değildir. Biz, da’vâmıza dâir delîl getirdik, şu iddia sâhiblerinde eğer zerre kadar şeref ve haysiyet varsa, onlar da kendi da’vâları için delîl getirsinler. Ama delîl olsun… Küflü akılları onların olsun. Bekliyoruz…
Dört: Hatm-i Hâcegân’ın halka şeklinde olması ise, Sünnet’te yer alan ilim ve zikir halkalarıyla alâkalı nice hadîsden alınmıştır. Meselâ: (Bir): Ebû Vâkıd el-Leysî şöyle dedi: Biz Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraberken bir de ne görelim ki, üç kişi uğradı. Onlardan biri, halkada bir aralık buldu ve oturdu. [Muvatta (Selâm: 4), Ahmed (5/219), Buhârî, (İlim: 8, Salât: 84), Ebû Dâvûd (Edeb:14), Tirmizî (Edeb: 12, İstîzân:29], Mu’cem:1/503 (İki):Cennet bahçelerine uğrarsanız, (orada) otlanın. Cennet bahçeleri de nedir? dediler. (Cennet bahçeleri) “zikir halkalarıdır” dedi. (Ahmed: 3/150), Mu’cem:1/5 (Üç): Halkanın ortasına oturanlara lâ’net olsun. [(Ebû Dâvûd, Edeb, Halkanın Ortasına Oturmak Bâbı:17), Münzirî, bu hadîsi Tirmizî de rivâyet etmiş ve Hasen-Sahîh olduğunu söylemiştir. (Avnu’l-Ma’bûd:13/172, )]
Beş: Hem, canları istemediğinde ve hevâlarına uymayan bir çok yerde, hadîsleri, hatta âyetleri bir tarafa fırlatacak kadar alçalabilenler ne zamandan beri Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in aralarında ihtilâflı olan bir kavlini delîl görüyor, hatta, onunla mü’münlere müşriklik sıfatını yakıştırabiliyorlar?!… Câhilliğin ve terbiyesizliğin âlemi yok…
Altı: Şu mübtezel iddiâlarındaki delîl veya karîne mücerred/salt kısmî benzerlikler ise, İbn-i Sebe, Kuzmân ve Abdullah İbn-i Ubeyy İbn-i Selûl ve benzeri gizli kâfirler olan münâfıkların kendilerini mü’minlerden gizlemek için namaz kılmaları oruç tutmaları zekât vermeleri ve bazen cihâd etmeleri, İslâm’a ve Müslümâmlara göre birer farz olan şu ibâdetlere gölge düşürür mü? Elbette düşürmez, değil mi? Öyleyse, mü’minlerin yaptığı güzel bir işi kâfirlerin kötü maksadlarla yapması, güzel olmaktan çıkarmaz. El verir ki yapılan şey dîne uysun veya ters düşmesin. Şu halde, böylesi bir delîl getirme usûlü -afv buyurunuz- yellenip karın şişini indirmek haysiyetinde bile değildir. Çünki, yellenmede tabiî ve fıtrî de olsa bir fayda varsa da şu ölçüsüz sözlerde hiç de iyi bir netîcesi olmayan karın şişkinliğinden başka bir şey yoktur.
Yedi: Böylesi bir karakucak veya karakuşi bir delîl getirme “yöntem”i hangi “bilimsel” esaslara dayanmaktadır? Hiçbir ölçü denilebilecek ölçüye dayanmamaktadır. Böylesi bir delîllendirme yöntemi, ilmîlikte bulunmadığı gibi bilimsellikte bile yoktur. Varsa gösterilsin. Heyhât…
[102] Biz de ufak değiştirmelerle bu süâl ve cevâbı buraya aldık.
[103] Allahu a’lem, el-Fetâve’l-Hadîsiyye’de.
[104] Maksadın hükmü ne ise o maksada ulaştıracak olan ve gayri meşrû’luğunun delîli bulunmayan vesîlenin de hükmü odur.
[105] Hattâ, Şâri’in bazı emirleri de mübâhtır; Emr-i İbâhî
[106] Mâide:35
[107] Er-Rahmetü’l-Hâbıta, Mektûbât Kenarı:1/223
[108] Hattâ müctehidler asrında ve arasında Râbıta mevcûd iken onların buna karşı çıkmamaları, onun meşrû’luğuna dair bir nev-i sükûtî icmâ’dır.
[109] İmâm Devserî Şâfiî idi.
[110] Devserî, er-Rahmetü’l-Hâbıta’dan biraz değiştirerek, Mektûbat kenarı, 1/220-226’dan kısaltılarak
[111] [Ebû’ş-Şeyh, Tabarânî, El-Evsât, İbnü Adiyy, Beyhakî, Şu’abu’l-Îman, İbnü Ömer radıyallâhu anhumâ’dan], El-Fethu’l-Kebîr:1/507 H:5440
[112] [Ahmed İbn-i Hanbel: 1/293, 303, 307, Tirmizî: Kıyâme, 59], el-Mu’cemu’l-Mü fehres.
[113] Tânevî, İ’lâu’s-Sünen:18/440
[114] [Ahmed İbn-i Hanbel: 1/27, 51, 53, 319, 2/107, 426, 4/129, 164, Buhârî: 37. sû re tefsîri,31, Îmân, 37, Müslim: Îmân, 57, Ebû Dâvud: Sünnet, 16, Tirmizî: Îmân, 4, İbn-i Mâce: Mukaddime, 9], el-Mu’cemu’l-Müfehres.
Yazar / Kaynak : İDDEF
.
“Râbıta” Kelimesinin Sözlük ve terim anlamı:
Râbıta: Arapça “rabt” kökünden türetilmiş bir kelimedir. Sözlükte birleştirmek, bitiştirmek, iliştirmek ve bağlamak anlamına gelmektedir.
Arap ülkelerinde, (Rabita’tül-Üdebâ=Edebiyatçılar birliği) ve (Rabita’tül-Qurrâ’ =Kur’ân Hafızları Cemiyeti) gibi adlar altında çeşitli dernek ve kuruluşlar vardır ki bu isimler, aynı mesleğe mensup kimselerin belli bir amaçla bu kuruluşların çatısı altında bir araya gelmiş olduklarını ifade etmektedir. Yani bu bileşik adlar içindeki “râbıta”kelimesi, söz konusu birliği anlatmak için kullanılmaktadır.
İşte bütün bu ayrıntılar, “râbıta” sözcüğünün lügatteki genel anlamı hakkında bize yeterli bir bilgi vermektedir.
Kelimenin, ifade ettiği özel anlama gelince, bir tasavvuf terimi olarak (daha doğrusu Nakşibendî Tarîkatı’nın kurallarından biri olarak) râbıta: Mürîdin, kendini mürşidi ile yüz yüze gelmiş varsayıp ondan feyiz aldığını (ondan metafizik anlamda güç aldığını ya da nurlandığını) zihninde canlandırması demektir.
Râbıtanın ne ifade ettiğini ve ne yüce fazîletlerden, ne büyük erdemlerden olduğunu, çeşitli manevî ve lâhûtî hallerin râbıta ile nasıl yaşandığını ve bu yüzden ne yüksek mertebelere erişildiğini anlatan yazılar; râbıtayı Kurân-ı Kerîm’e ve Rasulullah (Aleyhisselam)’ın sünnetine dayandırmaya çalışan açıklamalar; hatta sırf bu konuda yazılmış kitapçıklar bile vardır. Ancak bu yazılar, üslûp ve anlatım bakımından çok rasgele ve dağınıktır.
Râbıtanın Değişik Tanımları:
Râbıta, Nakşibendî Tarîkatı’nın kurallarından biridir. Ancak zaman içinde kurumlaştırılmış olan râbıtanın, bütün tarîkat öncüleri tarafından onaylanmış, ya da üzerinde görüş birliğine varılmış çok net bir tanımı yoktur. Bununla birlikte gerek manzum, gerekse düz ifade olarak yalnızca birkaç kişi tarafından yaklaşık bir dille, râbıtanın ne olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Fakat başta Halid Bağdâdî olmak üzere meşruluğunun da ötesinde onun kaçınılmaz gerekliliğini, hatta râbıtanın, kaynağını Kurân-ı Kerîm’den ve Rasulullah (Aleyhisselam)’ın sünnetinden aldığını kanıtlamışlardır.
Râbıtaya bazı izahlarla belli bir boyut kazandıranlar, yakın tarihte yaşamış olan Nakşibendî şeyhleridir. Bunlardan, Halid Bağdâdî’ şöyle demektedir:
“Tarîkatta râbıta: Mürîdin, Allah’da fânî olmuş bulunan şeyhinin şeklini hayâlinde sürekli canlandırmasıyla onun rûhâniyetinden yardım istemesi demektir. Bu da mürîdin edeplenmesi (saygılı olmaya alışması) ve tıpkı şeyhinin yanında bulunuyormuş gibi gıyabında da ondan feyiz alabilmesi için lüzumludur. Çünkü mürîd, şeyhinin şeklini hayâlinde canlandırmakla ancak huzur bulur, nurlanır ve bu sayede çirkin davranışlarda bulunmaktan sakınır.”
Iraklı Muhammed Emîn el-Kurdî el-Erbilî de Tenwîr’ul-Qulûb adlı eserinin “Tasavvuf”bölümünde ve «Nakşibendî Sâdâtına Göre Zikrin Keyfiyeti» başlığı altında saydığı on bir şarttan dokuzuncusu olan râbıtayı şöyle anlatıyor:
“Zikrin dokuzuncu keyfiyeti, mürşidi râbıta etmektir. Bu da mürîdin, kalbini şeyhin kalbine karşı bulundurması; gıyabında bile olsa onun şeklini hayalinde canlandırması; kalbine, şeyhin nur okyanusundan feyizlerin aktığını içinden tasavvur etmesi ve ondan bereket dilemesiyle olur. Çünkü mürîdin Allah’a ulaşabilmesi için vasıtası odur.” (Yani şeyhdir.)
Bu kitabın en bariz özelliği, onun çok sade ve anlaşılır bir Arapça ile yazılmış olmasıdır. Dolayısıyla yazar, râbıtadan ne anlıyor, ya da onu nasıl anlatmak istiyorsa, her hangi bir yoruma mahal bırakmayacak şekilde amacını gâyet açık bir dille ortaya koymaktadır. El-Kurdî’nin, meseleyi bu kadar berrak bir tablo içinde sunduğu Tenwîr’ul-Qulûb adlı eseri ise konumuz açısından çok önemli bir belge oluşturmaktadır.
Ömer Zıyâüdîn Dağıstânî’nin de kendine göre râbıtayı tanımlaması şöyledir:
“(…) bu da mürîdin, kalbini Allah’ın peygamberlerinden birine, veya O’nun velî kullarından bir velîye, veya hepsinden birine, ya da silsilesi Hazreti Peygamber’e ulaşan kâmil bir mürşide veya şeyhine, ya da hakkında güzel duygular beslediği ve üstüğünlüğünü takdir ettiği birine bütün sevgi ve samimiyetiyle bağlanmasından ibarettir.”
Mustafa Fevzi ise râbıta konusunda manzum olarak kaleme aldığı İsbât’ul-Mesâlik adlı kitapçıkta Hâdimî’den naklen, râbıtayı şöyle tarif etmektedir:
“Ya tahayyül eylesün Peygamber’i,
Ya mübârek mürşid-i kâmilleri.”
Râbıtanın, bir süredir önem kazanmasında büyük rol oynamış bulunan yakın tarihin etkili Nakşibendî şeyhlerinden Abdulhakîm Arvâsî’ye gelince, 1923 yılında kaleme aldığı “Râbıta-i Şerîfe” adlı risâlesinde bu tarîkat kuralını şöyle tarif etmektedir:
“Râbıta, Sıfat-ı İlâhiyye-i Zâtiye ile mütehakkık, makâm-ı müşâhedeye vâsıl bir kâmil–i mükemmel ile rapt-ı kalb eyleyüp huzur ve gıyabında o zatın sûretini hızâne-i hayâlinde hıfzetmekten ibarettir.”
Ağdalı bir ifade olduğu için günümüzün okuyucusu tarafından anlaşılamaya bileceği endişesiyle yukarıdaki tarifin, Necip Fazıl Kısakürek tarafından yapılan sadeleştirilmiş şeklini aşağıya alıyoruz.
“Râbıta, İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş ve müşahede makamına varmış bir kamil ve mükemmele kalp bağlayıp, huzur ve gıyabında o zatın suretini hayâl hazinesinde muhafaza etmekten ibarettir.”
Yukarıdakilerden başka:
1. Hüseyn ed-Dewserî’nin H. 1237’de yazdığı «Er-Rahme’tul-Hâbıta…» ;
2. Ahmed el-Biqâî’nin H.1249’da kaleme aldığı «Risâle’tun Fi Âdâb’it-Tarîqa’tin-Naqshabandiyya» ;
3. Süleyman Zühdi’ye ait 1297 tarihli «Tabsıra’tul-Fâsıliyn …» adlı kitapların her birinde ayrıca râbıtanın yakın tarifleri yer almaktadır. Adları geçen bu dokuz râbıtacının da aynı zamanda mürşidi sayılan Halid Bağdâdî’ye ait Risâle-i Hâlidiyye’deki râbıtanın tanımıyla, yukarıdaki tanımlar arasında ortak noktalar vardır.
Paylaş:
.
1-Mürid, şeyhin ruhaniyetinin tasarruflarının, gerçekte Cenab-ı Hakkın tasarrufları olduğunu bilmelidir.
2-Mürid, şeyhin kemalatının, şeyhin ruhaniyetinden ayrı olmadığına inanmalıdır.
3-Mürid, şeyhinin ruhaniyetinin herhangi bir mekânla mukayyet (bir yere bağlı) olmadığına inanmalı ve nerede olursa olsun, şeyhin ruhaniyetini, tasavvur ettiği yerde hazır bulacağını bilmelidir.
4-Şeyhine muhabbete berdevam olmalıdır. Zira sevgide bir inkıta (kopukluk) ve noksan (eksilme) olduğu takdirde rabıta bozulur.
5-Her halükarda şeyhine nisbete (bağlanmaya ve onunla irtibat kurmaya) riayet etmelidir.
6-Cezbe hali kendisine hâsıl olana kadar rabıtaya devam etmelidir. Bu arada kendisine bazı ahval gelse bile rabıtayı terk etmemelidir. Çünkü rabıtayı terk edecek olursa o hal ondan gider.
7-Bütün vakitlerde rabıtaya devam etmeli ve rabıtayı asla terk etmemelidir.
8-Rabıtada rükn-i azam (en büyük temel) teveccüh kıblesini tevhiddir ki bu, tek bir zata rabıta yapmaktan ibarettir.
Bir müridin içinde şeyhinden başkasına karşı rabıta ve beklenti varsa onun batını (iç âlemi) Mevla’nın huzuruna açılmaz. Meşayıhın beyanına göre iki şeyhe nisbeti olan Mürid asla felah bulmaz.
9-Rabıtanın edeplerinden biride; rabıta yapılan zatın diri olmasıdır.
10-Şeyhinin şeyhi hayatta olan kişinin rabıtası ona olmalıdır.
11-Mürid, silsiledeki bütün şeyhlere onları görmeden de rabıta yapabilir. Fakat dersi kimden aldıysa rabıtayı ona tahsis etmesi hususunda bütün evliyanın ittifakı vardır.
Bütün piran (şeyhlerden) feyiz ve nurlar istenilebilirsede, özellikle Resulullah’a yalvar ki, sana feyiz in’ıkas etsin (yansıma yoluyla ulaşsın).
www.ismailaga.info
(Cübbeli Ahmet Hocamızın Tarikat-ı Aliyye’de Rabıta-ı Celiyye adlı eserinden alınmıştır.)
.
Gençlerin ve toplumumuzun şiirlerine, eserlerine ve yaşantısına önem verdiği Kısakürek’in Nakşibendi tarikatına bağlı olduğu pek bilinmiyor. Tam bir mutasavvıf olan Necip Fazıl Kısakürek tasavvuf şeyhlerinden Seyyid Abdülhakim Arvasine bağlanmıştı. Bu yolun tadını ve lezzetini alanlardandı. İşte Üstad, ”O ve Ben” adlı eserinde tarikatın esaslarından olan rabıtayı ve yaşadıklarını anlatıyor:
Rabıtanın daha evvel ‘sırası gelecek’ dediğim gayesi, insanda bir kendinden geçme hali. Bu hal doğuncaya kadar, bilhassa zikirde, rabıtaya devam edilecek. Bu halin doğması huzuru işareti. Büyük huzur, tüyleri ürpertici huzur. Huzur meydana gelince de rabıta bırakılacak ve o hal üzerinde kalınacak. Yoksa gaye dururken vasıtaya bağlı kalmak gibi bir tehlike doğuyor ki, huzurun kaybolmasına yol açıyor.
Uçakla Kafdağının tepesindeki billur saraya konduktan sonra tayyarede kalınmaz; köşke girilir.
Gördünüz mü inceliği? Neredeymiş o ‘Allahla kul arasında vasıta olmaz’ diyenler? İşte vasıtanın yeri bu noktaya kadar. Olur, ama bu noktaya kadar olur. Ve bu noktaya kadar vasıtasız hiçbir şey olmaz.
İrşad edicinin, heceler ve kelimeler üstünde, radyo mevceleri halinde nurunu emme ve o yoldan erme işi olan rabıta, öyle bir hayat iksiri ki, gözünüzü kapayıp da kalbinizi mürşidinize açtığınız an sizi aç bir kuzunun anne memesine yapışması gibi bir halet sarıyor. O zaman kafanızda bütün lambaları söndürüyor ve ne ilim, ne fikir hiçbir şey bırakmıyorsunuz. Tam cehle, yüzde yüz bilgisizliğe çıkıyorsunuz. Marifet burada işte!…
Ve her şeyin oradan geldiğini, o nur memesinden ağzınıza ve yüzünüze döküldüğünü görüyorsunuz. O memeye kurutacak kadar asılmayı bilirseniz ne mutlu size! O meme kurumaz; bütün insanlığı Ağustos sıcağında büyük sahrada toplasanız da hepsini birden tek mürşide rabıta ettirseniz yine kurumaz.
Benimse rabıtam sadece şekilde, cesette kalan bir taklit, özenti olmasına rağmen birdenbire yakıcı bir tecelliye kavuştum. Binbir günah, rezalet ve gaflet içinde yuvarlanarak kıldığım namazların kaadelerinde, yani ikişer rekât sonlarındaki oturma yerlerinde ‘Et tahiyyatü’ okurken içime anlatılmaz, ifadeye sığmaz bir baygınlık, tutulma, cezp edilme hissi çökmeğe başladı. Hayır, başka yerlerde değil, yalnız orada ‘Et tahiyyatü’ de… Ve müthişlerin müthişi: Dizlerimiz üstündeki parmaklarımı, kaba ve şekilsiz parmaklarımı, Efendimin ince ve uzun vezinli ve soylu parmakları şeklinde görür gibi olmaya başladım. Parmaklarımın rengini bile değiştiriyor, esmerleşiyordu.
BANKADAN AYRILIŞ
Necip Fazıl Kısakürek aynı eserinde yıllarını vererek çalıştığı bankadan nasıl ayrıldığını da anlatıyor:
O devirde beş yüz liradan fazla aylık aldığım bankadan bir yıldır istifa etmiş bulunuyorum.
1938 yılında bir gün, bankanın Ankara’daki Umumi müdürlük binasındaki odamda aşağı yukarı dolaşırken şöyle demiştim kendime:
– Ne olacak senin halin böyle? Dolap beygiri gibi, yok müfettiş, yok müdür diye dolanıp duracak mısın? Efendi Hazretleri gibi bir kurtarıcıya kavuşturdu seni Allah… Çık bu hesap makinesinin, seksek oyununun içinden; içtimai meşruiyetin neyse ona atıl ve ne olacaksan olmaya bak! Batında olmazken hiç olmazsa zahirde bir şey olmaya çalış! Davanın, cemiyet planına bağlı sözcüsü, fikircisi, aksiyoncusu.
Ve bir hamlede on yıllık emeğim bulunan bankadan istifa etmiş. İstanbul’da bir akşam gazetesinin birinci sayfasında bir fıkra yeri almış, birde yüksek tahsil kademesinde bir hocalık bulmuştum. İki yerden aylığım, bankadakinin ancak yarısını buluyordu ama ne çıkar? Asıllarda başlayan içtimai memuriyetimin eşiğine ayak basmıştım ya…
www.ihvanlar.net
|
Bugün 450 ziyaretçi (586 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|