|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Şeyh Edebâlî hazretlerinin, Osmân Bey'e nasîhati
Bugünkü makâlemize, "Şeyh Edebâlî" Hazretlerinin, talebesi ve dâmâdı "Osmân Gâzî"ye olan çok mühim bir nasîhatini konu edinmek istedik. Çünkü bu kısa, az-öz olan nasîhatte çok önemli bazı husûslar vurgulanmıştır: "Ey oğul, sen beysin, bundan sonra biz öfkelenirsek, senin uysal olman lâzım. Güceniklik bize; gönül almak sana. Suçlamak bize; katlanmak sana. Âcizlik, hatâ bize; hoş görmek sana. Geçimsizlik, uyumsuzluk, anlaşmazlıklar bize; adâlet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana. Bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik, tembellik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana. Ey oğul, sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz. Şunu da unutma, insanı yaşat ki, devlet yaşasın. Ey oğul, işin ağır ve çetin, Allah yardımcın olsun." HASAN-I BASRÎ'NİN NASÎHATİ Tâbiîn-i kirâmın en büyüklerinden müfessir, muhaddis, mütekellim ve mutasavvıf "Hasan-ı Basrî" hazretlerinin, halîfe "Ömer bin Abdülazîz"e yaptığı bir nasîhati de çok mânidârdır: "Ey mü'minlerin emîri, bil ki, Allahü teâlâ, halîfeyi, zâlimlere, haksızlıklara mâni olucu, zayıflara yardımcı, darda kalanlara destek olarak yaratmıştır. Kendi malını nasıl korur ve evlâdına nasıl şefkatli davranırsa, halka da öyle davranır. O, bedendeki kalb gibidir. Uzuvlar onun iyi olmasıyla iyi olur, bozulmasıyla bozulur. Halîfe, Allahü teâlâya itâat eder. Emrindeki halkı da Ona itâate sevk eder. Rabbimiz, kötülüklerden sakınılması için cezâlar emretti. Bunu uygulayacak olanların suç işlemesi yakışır mı? Ölümü, ölüm anında yakınlarının sana yapacakları yardımın azlığını ve ölümden sonrasını düşün. Ölüme ve ondan sonrasına hâzırlık yap. İyi bil ki, ölümü müteâkip bir yere gireceksin; orada uzun müddet kalacaksın. Dostların orada seni yalnız bırakacak, sen tek başına kalacaksın. Kişinin kardeşinden, ana-babasından, çoluk-çocuğundan kaçacağı günde, sana yardımcı ve dost olacak şeyi hâzırla. Herkesin diriltilip gizli olan şeylerin ortaya çıkarılacağı günü hâtırla. Artık o zaman bütün sırlar açılmış olacaktır. Ecel gelip çatmadan ve fırsat elde iken, Allahü teâlânın kullarına adâletle hükmet... Senin felâketine sebep olan şeylerden istifâde eden insanlar seni gaflete düşürmesin... Kendileri dünyâ menfaatlerine kavuşmak için, seni âhirette kavuşacağın ni'metlerden uzaklaştırırlar... Bugünkü gücüne kuvvetine bakma, âhirette hâlinin ne olacağını düşün, ona göre iş yap... Bir ağ gibi seni saran ölüm her an yaklaşmaktadır. Hesap vereceğini unutma!.." ÖLÜMÜ HATIRLAMANIN FAZÎLETİ Yukarıdaki nasîhatlere uyabilmek, ancak devâmlı ölümü düşünen ve ölüm sonrasını unutmayan kimselere nasîb olur. Sevgili Peygamberimiz, hadîs-i şerîflerinde buyuruyor ki: "Lezzetleri yok eden, ağız tadını bozan, ümitleri kıran ölümü çok anın! Ölümü darlıkta düşünen râhatlar. Bollukta düşünen, lüzûmsuz işten, isrâftan kaçar, kanâatkâr olur." [İbn-i Hibbân] "Allah'tan utanan, ölümü düşünmeden yatmaz, harâm lokma yemez, zinâdan kaçar, dilini, gözünü ve kulağını harâmlardan sakınır, öldükten sonra çürüyeceğini düşünür." [Taberânî] "En akıllınız, ölümü çok hâtırlayan, âhiret için azık toplamakta acele edendir. Ölümü çok hâtırlayan dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşur." [Taberânî] "Demir paslandığı gibi, kalbler de günâhla paslanır. Kalblerin cilâsı ölümü çok hâtırlamak ve Kur'ân-ı kerîm okumaktır." [Beyhekî] "Ölümü anmak, günâhlardan korur ve dünyâdan [Allahü teâlânın rızâsına mâni olan her şeyden] alıkoyar." [İbn-i Ebid-dünyâ] "Ölümü çok anmak, insanı dünyâdan çeker, günâhlardan sıyırır." [İbn-i Lâl] "Ölümü çok anıp günâhlardan kaçanın kabri, Cennet bahçesi olur. Ölümü unutup günâhlara dalan kimsenin kabri de Cehennem çukuru olur." (Süfyân-ı Sevrî) Bir zâtı çok övdüler. Orada bulunan Resûlullah Efendimiz, "O kimse ölümü hâtırlar mı?" buyurdu. "Ölümden söz ettiğini duymadık" dediler. "Ölümü anmayan değerli olmaz" buyurdu. (İbn-i Ebid-dünyâ) Peki ölüm nedir, ölümden korkmalı mıdır? Ölümü hâtırlamanın fazileti nedir? diye bir suâl sorulacak olursa, onun cevâbını da inşâallah yarınki makâlemizde ele alalım...
08.03.2013
Osman Bey'in, oğlu Orhan Bey'e nasîhati
Dünkü makâlemizde, Şeyh Edebâlî hazretlerinin, dâmâdı Osmân Bey'e yaptığı bir nasîhatten bahsetmiştik. Bugün de Osmân Bey'in, oğlu Orhân Bey'e yaptığı nasîhati mevzû-i bahs edeceğiz. Buyuruyor ki: "Her şeyden önce, dîn işlerini ele al, yürütmekte de aslâ gevşeklik gösterme! Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, dîn ve devletin kuvvetlenmesine sebep olur. Dîn gayreti olmayan, eğlenceye düşkün ve tecrübe edilmemiş kimselere iş verme! Çünkü Yaradan'dan korkmayan, yarattıklarından da çekinmez. Zulümden, İslâmiyet'e aykırı şeylerden son derece uzak dur! Seni zulüm ve bid'ate teşvîk edip sürükleyenleri, devletinden uzaklaştır ki, bunlar seni yıkılışa sürüklemesinler. Devlet hizmetinde ihlâsla ömrünü tüketen sâdık devlet adamlarını dâimâ gözet. Böyle kıymetli kimselerin vefâtından sonra, âile efrâdını koru, ihtiyâcı olanların da ihtiyâçlarını karşıla, tebaandan hiç kimsenin mâlına-mülküne dokunma! "ÂLİMLER VE ÂRİFLER ÇOĞALSIN" Hak sâhiplerine haklarını ver, lâyık olanlara ihsân ve ikrâmlarda bulun ve âilelerini de gözet! Devletin bedeninde kuvvet mesâbesinde olan hakîkî âlimleri ve fazîlet sâhiplerini, edîp ve yazarları, san'at erbâbını gözetip koru. Onlara hürmet, ikrâm ve ihsânda bulun. Bir ülkede, olgun bir âlimin, bir ârifin, bir velînin bulunduğunu duyarsan, onlara her türlü imkânı tanıyarak ülkene yerleştir ki, hükümetin süresince âlim ve ârifler memleketinde çoğalsın. Dîn ve devlet işleri nizâma oturup ilerlesin. Sakın, orduna ve zenginliğine mağrûr olma. Benim hâlimden ibret al ki, zayıf, güçsüz bir karınca misâli, hiç lâyık olmadığım hâlde buraya geldim ve Allahü teâlânın nice ihsânlarına kavuştum. Sen de benim uyguladığımı yap! Bu yüce dînin mensûplarını ve itâat eden diğer tebaanı himâye eyle! Allahü teâlânın hakkını ve kullarının hakkını gözet. Devletin zarûrî ihtiyâçları dışında sarfiyâtta bulunmaktan son derece sakın! Senden sonra geleceklere de aynı şeyi tenbîh eyle. Dâimâ adâlet ve insâf üzerine bulun. Zulme meydân verme. Herhangi bir işe başlayacağın zaman, Allahü teâlânın yardımına sığın! Tebaanı, düşmânların ve zâlimlerin saldırılarından koru. Haksız olarak hiç kimseye muâmelede bulunma. Dâimâ halkını hoşnut edecek şeyleri arayıp, yapılmasını sağla. Onların gönlünü kazanmayı, bunun devâmını büyük ni'met bil! Halkın sana olan güveninin sarsılmamasına son derece dikkat eyle!.." Görüldüğü gibi, burada son derece önemli bazı husûslar dile getirilmiştir. Her Müslümân, Cennet ve Cehenneme inanır. Cehennemden kurtulmak, Cennete girmek isteyen akıllı kimsenin ölüme hâzır beklemesi gerekir. Çünkü Peygamber Efendimiz, "Akıllı kimse, kendisini hesâba çekip ölüm için hâzırlanan kimsedir" buyuruyor. Bir şey için hâzırlanmak, onu sık sık hâtırlamakla olur. Hâtırlamak ise, hâtırlatıcı şeylere bakmakla, onları yapmakla mümkündür. Genel olarak bütün insanlar ölümden gâfildirler. Bir âyet-i kerîmede, "Hesâp görme zamanı yaklaşmasına rağmen, insanlar gaflet içinde, bundan yüz çeviriyorlar" buyuruluyor. (Enbiyâ, 1) "BENİ RABBİME KAVUŞTUR" Dünyânın faydasız zevklerine aldanan, ölümden habersiz yaşar. Yanında ölümden bahsedilince, nefret eder. Peygamber Efendimiz, "Kim ölümden nefret ederse, Allah da ondan nefret eder" buyuruyor. Allahü teâlâ da, "Kendisinden kaçtığınız ölüme mutlakâ yakalanacaksınız" buyuruyor. (Cuma, Günâhlardan kaçıp ibâdetlerini yapan kimse, ölümü istemese de, ölümden nefret etmiş sayılmaz. Çünkü o, kusûrlarını telâfî peşindedir. Bir kimseye, sevgilisi hemen gel dese, o kimse de, yıkansa, tıraş olsa, yeni elbiseler giymekle, sevgilisine hediyeler almakla meşgûl olsa, geciktiği için sevgilisine kavuşmaktan nefret etmiş sayılmaz. Yanî ölümden hoşlanmamasında mazûrdur. Çünkü ölüm için hâzırlık yapmaktadır. Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Azrâîl aleyhisselâma, "Tez gel, haydi cânımı çabuk al, beni Rabbime hemen kavuştur" demiştir. Öyle ya, seven sevgilisi ile buluşacağı günü hiç hâtırından çıkarır mı, o günün bir ân gelmesini şiddetli şekilde arzû etmez mi? Hattâ ölümün gecikmesine canı sıkılır. Bir ân önce ona kavuşmaya cân atar...
09.03.2013
"Osmanlı Medeniyeti" cömert bir medeniyettir
Osmanlı Medeniyeti, öyle cömert bir medeniyettir ki, bugün Müslümânların elinde olmayan şehirlerde bile, gayr-i müslimlerin yaptıkları olanca tahrîbâta rağmen, hâlâ ayaktadır.
Dünkü makâlemizde, bir münâsebetle, birazcık Osmanlı Devleti'nden bahsetmeye çalışmıştık. Osmanlı Medeniyeti, öyle yüksek ve nimetlerini her yere bol bol saçan öyle cömert bir medeniyet olmuştur ki, bugün Müslümânların elinde olmayan şehirlerde bile, gayr-i müslimlerin yaptıkları olanca tahrîbâta rağmen, hâlâ haşmetle ayakta durmaktadır.
Ayrıca bir hakîkati daha ifâde edelim ki, biraz daha gerilere gidecek olursak, Müslümanların matematik, astronomi, kimya, tıb, botanik, coğrafya... gibi ilim dallarında gösterdikleri mahâret ve buluşları, Avrupa rönesansının ve bugünkü dünya ilim ve tekniğinin temeli olmuştur.
Orta Çağ'da Avrupa, maalesef ilim ve medeniyet bakımından tamâmen karanlık bir devir yaşamıştır. O zamanda insanların, her sahadaki ilim ile uğraşabilmesi, Hıristiyân papazların tekelindeydi; onlar bu hususta kimseye izin vermiyorlardı. Avrupalılar, dünya tepsi gibi düz, etrâfı duvar çevrili zannederlerken; Müslümanlar, yerküresinin yuvarlak olup döndüğünü bulmuşlardır. Galileo (1564-1642), İslâm âlimlerinin kitaplarından okuyarak öğrendiği, "Dünyanın yuvarlaklığı ve batıdan doğuya doğru döndüğü" hakikatini söyleyince, papazlar tarafından aforoz edilmiş, hapsedilerek öldürülmesine karar verilmişti. Ondan önce Kopernik (1473-1543) ve ondan sonra da Newton'un (1642-1727) başına gelenler de bundan az değildir.
Ama aynı çağda Müslümânlar, her türlü ilimde, fen ve sanatta en yüksek medeniyet eserleri meydana getirmişlerdir. Ayrıca Emevîler İslâm dînini, İspanya'dan, Avrupa'ya sokmuşlardır. Fas, Kurtuba ve Gırnata üniversitelerini kurup, Batı'ya ilim ve fen ışıkları saçmışlardır. Hıristiyânlık âlemini uyandırıp, bugünkü ilim ve teknikteki ilerlemenin temelini atmışlardır...
Târih boyunca, Müslüman âlimlerin, göz ameliyatından çiçek aşısına, matematik kâidelerinden astronomi hesaplarına, kan deverânından eczâcılığa kadar her sahada ulaştıkları yüksek seviye, İslâm medeniyetini süsleyen kıymetli mücevherler gibidir.
Şu bir gerçektir ki, bugüne kadar insanların elde ettikleri hiçbir fen bilgisi, hiçbir ilmî keşif/buluş, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfte bildirilenlerin dışında olmamış ve aksini söylememiştir.
İslâm memleketlerinin çeşitli şehirlerinde kurulan medreselere (üniversitelere), Avrupa ülkelerinden talebeler gelip ilim öğrenmişlerdir.
Batılı, insâflı bazı bilim adamları Müslümân ilim adamlarının eserlerini tedkîk ederek hayranlıklarını belirtmekte, ilmin öncülerinin onlar olduklarını teslîm etmektedirler...
27.03.2015
Osmanlı Devletine sövenlere birkaç kelime...
Geçenlerde bir televizyon programında "Osmanlı Devleti" tartışılıyordu. Bir profesör, şerefli ecdâdımıza o kadar galiz bir dil uzattı ki, onun nâmına çok üzüldüm!..
18 Mart'ta "Çanakkale Zaferi"nin 100. yılını idrâk etmiş olmamız münâsebetiyle, şanlı "Osmanlı Devleti"ni bir kerre daha hatırladık. [Orada, benim bir dedem ile iki amcam şehîd olmuş, bir amcam da gâzî olmuştur. Orada pekçok insanın ecdâdı şehîd olmuştur. Çünkü Çanakkale'de 253.000 şehîd verdik.]
Bunun yanında, Fakülteden bir profesör arkadaşım bana bir link göndermiş, o linkte, bir televizyon programı vardı, orada da "Osmanlı Devleti"nin nasıl bir devlet olduğu tartışılıyordu. Programda bir profesör, şerefli ecdâdımıza o kadar galiz bir dil uzattı ki, onun nâmına çok üzüldüm. Çünkü Anadolu'da bir söz vardır; "Aslını inkâr eden/ecdâdına söven harâmzâdedir" derler. Gerçi o programda hukukçu ve tarihçi bir zât, gerektiği şekilde onun ağzının payını verdi ama, ben de bu konuda birkaç kelime yazacağım...
Mahut profesör, "Osmanlı Devleti gelmiş geçmiş en kanlı, en vahşi, en kötü... devlettir" gibi, tarihî gerçekleri tamamen ters yüz eden bazı hezeyânlarda, iftirâlarda bulundu. [Haçlı seferlerinde yüz milyonlarca Müslümânın hıristiyânlar tarafından şehîd edildiğinden, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nde 1917-1947 yılları arasında (30 senede) 63 milyon 301.000 kişinin öldürüldüğünden, Saraybosna'da 250.000 kişinin şehâdetinden, Irak'ta, Suriye'de, Filistin'de yüz milyonlarca insanın şehîd edilmesinden hiç bahsetmedi. Bir de o sahtekâr, bilim adamı rollerine soyundu.]
Biz, bazı insâflı Batılı bilim adamlarının, târihçilerin, seyyâhların sözleriyle o kişiye cevap vermek istiyoruz. Ama evvelâ şunu söyleyelim ki, İslâm âlimlerinin buyurduklarına göre, "Osmanlı Devleti, Eshâb-ı kirâmdan sonra, dîn-i İslâma en büyük hizmeti yapan çok şerefli bir devlettir."
İslâmiyetin doğuşundan itibâren onsekizinci yüzyıla gelinceye kadar, çeşitli İslâm memleketlerinde yetişen âlimlerin bir ibâdet vecdi içinde geceli-gündüzlü yaptıkları çalışmalar, dünyayı her bakımdan aydınlatmış, yeni yeni ilmî keşifler ve teknik buluşlar insanlığa hediye edilmiştir.
Asırlar boyunca, şehirler imâr edilmiş, yollar açılmış; câmiler, medreseler, hastahâneler, çeşmeler, üniversiteler, hânlar, hamâmlar, çeşitli vakıf eserleriyle beldeler imâr edilmiş, güzelleştirilmiştir. Böylece insanların hayât seviyeleri yükseltilmiştir.
Kubbelerin hâkim olduğu bir mimârî tarzıyla yapılmış câmiler, medreseler, sarâylar, sosyal tesisler ile süslenen şehirler, yetiştirdikleri ilim ve fen adamlarıyla da insanlığa ışık saçmışlardır. [Konumuza, inşâallah yarın da devam edelim.]
28.03.2015
Osmanlı Devleti, dünyanın en medeni devleti idi...
Osmanlıyı gayr-i müslim de medhetmiştir. Fransız tarihçi Grengur der ki: "Bu yeni İmparatorluğun teessüsü, beşer târihinin en büyük ve en hayrete değer vakalarından biridir."
Hemen sözlerimizin başında, şunu net bir şekilde ifâde edelim ki, dünya târihinde, Sevgili Peygamberimizin "Asr-ı Saâdet"i ve Peygamber Efendimizin vazîfelerini tam olarak yaptıklarından dolayı, kendilerine "Hulefâ-i Râşidîn=Râşid Halîfeler" denilen "Dört Halîfe Devri" (632-661/H. 11-40), bütün târih boyunca, İslâmî fazîletlerin yaşandığı "Altın Çağ" olarak kabul edilir.
Bundan sonra, hak ve adâlete riâyette en üstün seviyeye yükselen Müslümân-Türk Devleti olan "Osmanlı Devleti", XIV. [ondördüncü] asrın başından XX. [yirminci] asrın ilk çeyreğine kadar hüküm süren, en uzun ömürlü ve şerefli bir hânedânın kurduğu devlettir. Bu devleti sâdece Türkler, Müslümânlar değil, pekçok gayr-i müslim dahî medhetmektedir.
Malum olduğu üzere, bütün İslâm devletleri, mensûbu oldukları İslâm dînine ve onun güzel ahlâkına, iyilik, çalışkanlık, adâlet... gibi emirlerine sarıldıkları müddetçe, çağlarının zirvelerine çıkmış ve diğer milletlere örnek ve onlardan daha üstün olmuşlardır.
Burada, Osmanlı Devletinin kuruluşu, büyümesi ve Halîfeliğin [yani devlet başkanlığının], belli bir târihte [1517'de] Osmânlı sultânlarına geçmesiyle ilgili olarak, Batılı bir ilim adamının [Fransız tarihçi Grengur'un] bir sözünü hatırlamakta fayda görüyoruz: O, "Bu yeni İmparatorluğun teessüsü, beşer târihinin en büyük ve en hayrete değer vakalarından biridir" demektedir.
Malum olduğu üzere, bir aşîretten, beylik, hânlık/hâkânlık, devlet, cihân imparatorluğu, hattâ hilâfet merkezi meydâna getirilmiştir. Osmanlılar, takrîben yirmi üç milyon kilometrekarelik bir coğrafyayı vatan yaptı, medeniyetlerin en güzel ve en üstününü kurdu ve bu kemâl noktasından yavaş yavaş zevâl çizgisine doğru yürüyüp takrîben bir asır evvel de târih sahnesinden çekilip gittiler.
Bilindiği üzere, Osmanlı Türkleri, asırlar boyunca, özellikle 15, 16 ve 17. asırlarda, siyâsî sahada olduğu gibi, medeniyet seviyesi, ictimâî, yani, sosyal nizâmı ve ahlâkî üstünlüğü ile de, ayrıca bilim ve teknolojisi ile de dünyada en ileri seviyede bulunuyordu.
Dünyanın en mühim ülkeleri ve denizleri, en önemli ticâret yolları ve şehirler, Osmânlı Devleti'nin hâkimiyeti altındaydı. Karşılarında rakip olabilecek herhangi bir kuvvet yoktu. Ama buna rağmen, hiçbir kimseye zulmetmemiş, haksızlık yapmamış, insanların can, mal ve ırz emniyetlerine halel getirmemişlerdir. [Cenâb-ı Hak, İslâmiyeti ve bu güzel vatanı, bizlere mîrâs bırakan o şerefli ecdâdımıza ganî ganî rahmet eylesin.]
03.04.2015
Osmanlı Devletini insaflı olan herkes övmektedir
Osmanlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuûr ve uyanış yanında, asıl kaynağını İslâm dîni ve onun cihâd rûhundan alıyordu...
Bugünkü makâlemizde sizlere, târihçilerin, Osman Gâzi ve kurduğu devlet hakkındaki ortak fikirlerini (özet olarak) takdîm etmek istiyoruz:
"Türk ve İslâm târihinin en muhteşem devri Osmânlıların eseridir. Onlar, millî ve İslâmî mefkûrelerinin dâhiyâne terkîbi, siyâsî istikrâr ve sosyal adâletleri sâyesinde üç kıt'anın ortasında ve Akdeniz havzasında, beşer târihinde nizâm-ı âlem davasının en kudretli temsilcileri olmuşlardır.
Osmanlı hânedânı, dünyâda hiçbir âileye nasîb olmayan büyük ve dâhi pâdişâhları bir biri ardından yetiştirmekle, bu devlete yalnız en büyük hayâtiyeti bahşetmedi; aynı zamanda onu millî, İslâmî ve insânî idealler çerçevesinde milletin kalbini kazanarak cihân hâkimiyeti düşüncesinin de en sağlam teşkîlâtı hâline getirdi.
İslâm dîninin, beşeriyeti saâdete, adâlete ve insanlığa eriştirmek için ilân ettiği yüksek esâslar ve dünya nizâmı mefkûresi, Eshâb-ı kirâmdan sonra en ileri derecesine Osmanlı devrinde ulaşmıştır.
Osmânlı sultânları ilmi ve ilim adamlarını memleketlere sâhip olmaktan daha üstün tuttular. Kemâl sâhibi ilim erbâbını dâimâ takdîr edip onlara rağbet gösterdiler. Pâdişâhlar, savaşta ve barışta, kânûnların düzenlenmesinde, dînin bildirdiği hükümlere sâdık kalmakla yükselip kuvvetlendiler. İşlerinde âlimlerle istişâre eylediler. Devlet nizâmlarının hazırlanıp, düzenlenmesini ve teftîşini onlara havâle edip idârî mesuliyetlere onları da dâhil ettiler. Bunun için Osmânlı Devletinde ulemâ sınıfı, hürmetli bir mevkideydi...
Osmanlı Devleti, kavimler, dînler ve mezhepler arasında sağlam bir âhenk, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezâda müsâade etmemekle, dünyâ târihinde milletlerarası en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık teşkil etti.
Osmanlı Devleti ve sultânlarının davaları da, kendi tabirleriyle "Nizâm-ı âlem" davası üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, bu millî, İslâmî ve insânî esâslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Bu düşünce, gerçekten Türk-İslâm târihinde en yüksek derecesini bulmuş ve müstesnâ bir kudret kazanmıştı...
Osmanlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuûr ve uyanış yanında, asıl kaynağını İslâm dîni ve onun cihâd rûhundan alıyordu. Ulemâ, şeyhler ve evliyânın himmetleriyle yükselen gazâ rûhu, küçük Söğüt kasabasından Bursa'ya ve bu medeniyet merkezinden de Rumeli'ne yayılıyordu..."
04.04.2015
Osmanlı Padişahının davet edildiği bir iftar
"Muhteşem konağın üst salonunda, 4 adet 'Sultânî İftâr Sinisi' hazırlanmıştı. Davet sâhibi 'İlmiyye sınıfı'ndan olduğu için, Pâdişâh da onların yanına oturdu..."
Bâb-ı Âlîde Sabâh ve Türkiye gazetelerinde senelerce yazılar yazan, bazı kitapları da bulunan merhûm Süleymân İrfân Atagün bey, E. Top. Alb. Fahreddîn Tacar ağabeye, bir belge vermiş, "ben, bunu gerektiği gibi değerlendirme fırsatı bulamadım; siz uygun yerlerde değerlendirebilir misiniz?" demiş... Bugün ve yarınki makâlelerimde bu konuyu ele almamız gerektiği kanâatine vardım...
İstanbul'da, 1807 yılında, Ramazân-ı şerîf ayının ilk Cum'a gecesinde, sonbaharın en güzel günlerinden birinde, duâlı Üsküdar'ın, meyve ağaçlarına gömülmüş Tûnus Bağı semtindeyiz. Pâdişâh bu gece, Dürrî-zâde Abdullah Efendi'nin konağını şereflendirdi.
Eyyûb Sultân Türbesinde kendisine kılıç kuşatan "Nakîbül-eşrâf"ın davetine icâbet edip geldi. Rumeli Hisârı'nda atılan iftâr topları, bütün İstanbul semâlarında gürlüyordu... İlk önce Pâdişâh sağ eliyle sofraya uzandı. "Bismillâhir-rahmânir-rahîm" diyen Pâdişâh IV. Mustafâ Hân, orucunu biraz tuzla açtı. Sonra üç yudum su içti. Sonra da, bir Medîne-i münevvere hurması yedi. Sofradakiler de "Bismillâhir-rahmânir-rahîm" diyerek, oruçlarını açtılar... Muhteşem konağın üst salonunda, 4 adet "Sultânî İftâr Sinisi" hazırlanmıştı. Davet sâhibi "İlmiyye sınıfı"ndan olduğu için, Pâdişâh da onların yanına oturdu... Şeyhul-islâm Mehmet Atâullah Efendi, Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri, İstanbul Kâdîsı, İmâm-ı Şehriyârî Ahmed Kâmilî Efendi de birlikte idiler.
İkinci Sini'de: Sadrâzam Çelebi Mustafâ Paşa, Reîsül-küttâb (Dışişleri Bakanı); Sadâret Kethüdâsı (İçişleri Bakanı); Başdefterdâr ve diğerleri vardı.
Üçüncü Askeriyye Sinisinde: Yeniçeri Ağası, Kaptân-ı Deryâ, Bostancıbaşı (Emniyyet Genel Müdürü) ve diğer paşalar bulunuyordu.
Dördüncüde ise: Öbür dâvetliler yer aldılar.
40'ar çeşit iftâriyye hazırlanmışdı: 4 Çeşit Tuz: Konya Tuz Gölü, Eğridir, Basra ve İnebahtı tuzları... 4 Çeşit Hurma: Mekke-i mükerreme, Medîne-i münevvere, Trablusşâm ve Kâhire hurmaları... 4 Çeşit İncir: Anadolu Kavağı, Cezâyir, Aydın ve Bardacık incirleri... 4 Çeşit Bal: Anzer, Muş, Bolu ve Kerkük balları... 4 Çeşit Üzüm: Çavuş, Müşküle, Çekirdeksiz İzmir ve Kara üzümler... 4 Çeşit Peynir: Edirne Beyaz, Silifke Tulum, Kıbrıs Hellim ve Mihaliç peynirleri... 4 Çeşit Sucuk ve Pastırma: Tokat ve Kars sucukları, Kırım ve Kayseri pastırmaları... 4 Çeşit Kuruyemiş: Beykoz Cevizi, Antep Fıstığı, Yozgat Bâdemi ve Rize Fındığı... Ayrıca yeşillikler göz alıyordu...
Harem kısmında, dâvetlilerin hanımları için, ayrı sofralar kurulmuştu... Alt katta ise, Bostancılar, Pâdişâh Muhâfızları ve konağın emektârları, oruç açıyorlardı. Herkes kâfî mikdârda iftârlık yediği zamân; Pâdişâh, hâne sâhibine tebessüm etti. [İnşâallah, konumuza yarın devam edelim.]
03.07.2015
Osmanlı Padişahının davet edildiği bir iftar -2-
"Mescid olarak kullanılan Muâyede (Bayramlaşma) Sofasında, Kâmilî Efendi İmâmlığa geçti ve akşam namâzını edâ ettiler... Sonra tekrâr sofralara dönüldü..."
Ev sâhibi Dürrî-zâde edeble kalkıp: "Yeryüzü Müslümânlarının Halîfesi, acabâ bizlere, akşam namâzımızı kıldırmazlar mı?" deyince, IV. Mustafâ Hân da, "Hak, hâne sâhibinindir; siz buyurun" dedi. Ev sâhibi de, "İzn-i Şâhâneniz olursa, İstanbul Kâdîsi Ahmed Kâmilî Efendi kıldırsınlar" diyerek kendilerinden izin istedi. Pâdişâh memnûn olarak gülümsedi. Mescid olarak kullanılan Muâyede (Bayramlaşma) Sofasında, Kâmilî Efendi İmâmlığa geçti ve akşam namâzını edâ ettiler... Sonra tekrâr sofralara dönüldü. Pâdişâh gene, Dürrî-zâde'nin yanına oturdu. Tertemiz kalaylı kâselere, nefis çorbalar konulmuştu. Tarhana çorbası, kuzu-kulağı çorbası, sütlü irmik çorbası ve ezme bakla çorbası. Mis gibi tereyağı kokusu, iştâhları kamçılıyordu...
Böyle dâvetlerde Pâdişâhdan önce, Bostancıbaşı'nın (Emniyet Genel Müdürünün) veyâ dâvet sâhibinin, yemeğe önce başlaması âdetti. Fakat IV. Mustafâ Hân bu gece, bu âdete uymak lüzûmunu hissetmiyordu. Kendisini o kadar emniyyette görüyordu ki, tekrâr "Besmele" çekerek kaşığını tarhanaya uzattı. Dürrî-zâde ve Şeyhulislâm birbirlerine bakarak gülümsediler. Memnûn oldukları, her hâllerinden belliydi...
Çorbadan sonra, ızgaralar takdîm edildi. Siyâhî görevliler ciddî, fakat bembeyaz dişlerini göstererek kusûrsuz çalışıyorlardı. Hâlife-Sultân'a hizmet ettikleri için kendilerini, dünyânın en bahtiyâr insanları arasında gördükleri muhakkaktı.
4 çeşit ızgara et, 4 çeşit salata, 4 çeşit ekmek getirildi: Piliç Izgarası, Bıldırcın Izgarası, Pirzola ve Ciğer Izgarası.
Arpa Ekmeği, Has Francala, Yufka Ekmeği ve Mısır Ekmekleri.
Pâdişâh bir parça, arpa ekmeği kopardı ve "Ne kadar gayret etsek, Allahın ni'metlerinin şükrünü, edâ edemeyiz" dedi.
Öbür sinide olmasına rağmen bu sözleri duyan Sadrâzam: "Belî Sultânım. Fakat Allahü teâlânın en büyük ni'metlerinden biri de, adâletli bir devlet içinde yaşamamız değil midir? Eğer öyle olmasa, orucumuzu bile huzûr içinde açamayız" dedi.
O sırada Hünkârın gözü, Muhib Efendiye takıldı. O'nu Fransa'ya, özel elçi olarak yollamıştı. Birden hâtırladı. "Şu kadîm eski dostumuz Françeska Kralı, bizdeki elçisine bir mektûb göndermiş derler. Münderecâtı ve muhtevâsı hakkında malûmâtınız mevcûd mudur?" dedi.
Muhib Efendi saygılı bir şekilde, lokmasını bıraktı:
"Sultânım, Efendim! O kibirli Napolyon'u bilirsiniz. Dostluğuna güvenilmez. Düşmânlığı dahî öyledir" deyince, Pâdişâh, "Hele hele! Anlat bakalım" dedi. "Pâdişâhım! Napolyon, Mısır'da yaptıklarını unutur da; kendisine itimâd etmenizi istermiş" dedi. Pâdişâh da; "Nasıl olacakmış?" diye sordu... [Konuşmanın devâmını ve davette olan diğer şeyleri, öbür Cuma ve Cumartesi makâlelerinde ele alalım inşâallah...]
04.07.2015
Mutfak kültürü, yüksek medeniyete delalet eder
İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: "Osmânlı Devleti, Eshâb-ı kirâmdan sonra, dîn-i İslâma en büyük hizmeti yapan çok şerefli bir devlettir."
İslâmiyetin doğuşundan i'tibâren onsekizinci yüzyıla gelinceye kadar, çeşitli İslâm memleketlerinde yetişen âlimlerin bir ibâdet vecdi içinde geceli-gündüzlü yaptıkları çalışmalar, dünyayı her bakımdan aydınlatmış, yeni yeni ilmî keşifler ve teknik buluşlar insanlığa hediye edilmiştir.
Asya, Afrika ve Avrupa'da 22-23 milyon km2, yaklaşık 25-30 Türkiye büyüklüğündeki arâzî üzerinde, 6 asır hükümrân olmuş ve bugün üzerinde 60-65 ülkenin yaşadığı bir cihân devleti olan Osmânlı İmparatorluğunun, medeniyyet olarak, bütün ölçüleri büyüktü.
Bu iftâr sofrası, zengin yemek çeşitleri, konuşmalar, bu büyük medeniyyetin yalnız bir yönüne ışık tutmaktadır...
Dünkü makâlemizde belirttiğimiz gibi, soğuk kâseden komposto [hoşaf] içen Pâdişâh merâklandı: "Efendi hazretleri! Bu mübâreği, nasıl bu kadar soğutabildiniz?" dedi.
Dürrî-zâde sâkin bir sesle: "Kâsesi tamâmen buzdur Sultânım!" cevâbını verdi. O zamân herkes, hoşaf kâselerinin hakîkaten buzdan yapıldığını fark ettiler!
Artık tatlılara sıra geldi. Sütlü, hamurlu ve meyveli tatlılar getiriliyordu.
Cihân Sultânı IV. Mustafâ Hân, şükreder gibi: "Duâ buyurun hocam" dedi.
Kâmilî Efendi duâya başladı:
"Âmîn. Cenâb-ı Hak, birliğimizi, dirliğimizi, hamdimizi, şükrümüzü, arttırsın. Niyyetlerimizi, hizmetlerimizi, ni'metlerimizi, temiz ve hâlis eylesin. Nefsimizi, âilemizi, milletimizi ve bütün Müslümânları, her türlü kötülükten, belâdan, muhâfaza eylesin. Saâdetle, hürriyetle, adâletle yaşamamızı nasîb eylesin.
Mübârek Ramazân-ı şerîf hürmetine, Kadir gecesi inen Kur'ân-ı azîmüş-şân hürmetine, Ramazân-ı şerîfte kazanılan Bedir Zaferi mücâhidlerindeki îmân hürmetine, Allah yolunda, İlâ-yi kelimetullah için, Kur'ân-ı kerîm ve îmânla zaferden zafere koşan Osmânlılar hürmetine... Şu gâzi Müslümân-Türk devletlerinin, ebed-müddet devâmını nasîb eylesin. Âmîn! Vel-hamdü lillahi Rabbil-âlemîn. El-fâtiha. Meas-salevât..."
Cihân Pâdişâhı ayrılır ayrılmaz, Dürrî-zâde Konağı'nın etrâfına derhâl, 40 görevli dağıldılar. O gecenin şükrânesi olarak 40 ev sağdaki, 40 ev soldaki, 40 ev öndeki, 40 ev de arkadaki hânelere, birer aylık ramazân erzâkı dağıttılar.
[Cihâna hükmeden, bize eşsiz, pahâ biçilmez zaferler, câmiler, vakıflar, kütüphâneler, sonsuz bir îmân, eşsiz bir ahlâk, vatan ve medeniyyet mîrâs bırakan o büyüklerimizden Allahü teâlâ râzı olsun. Hak teâlâ hepimize, o büyükleri, manen ve maddeten tâm olarak tanımak, onlar gibi yaşamak, yollarında ilerlemek, insanlığın huzûru ve saâdeti için onlar gibi çalışmak ve iki cihân saâdetine kavuşmak nasîb ve müyesser eylesin. Âmîn!]
11.07.2015
Tarihteki bir iftar sofrasının hatırlattıkları
Pâdişâh billur gibi pırıldayan, üzüm hoşafı kâsesinden, bir yudum içti. Pek hoşlandı. Bir yudum daha alınca dayanamadı: "Kardan ak idi. Hem soğuk idi!" diye fısıldadı...
Geçen haftaki iki makâlemizde, Osmânlı Sultânının iştirâk ettiği bir iftâr sofrasını mevzû-i bahis etmiştik. Cumartesi günkü makâlemizin sonunda da, Fransa'ya özel elçi olarak gönderilen ve oradan yeni dönmüş bulunan Muhib Efendiyle Pâdişâhın, o sofradaki konuşmasına bir nebze temâs etmiştik... Muhib Efendi konuşmasının devâmında; "Savaşta ve barışta kendisiyle birlikte olursak, Eflâk ve Boğdan için, Ruslara emredeceğini söylermiş! Adam büyüklük hastası. Hâlbuki, kibriyâ/büyüklük sadece Allaha mahsûstur" dedi.
Artık siyâhî görevlilerin bir kısmı sinileri temizliyor; öbür kısmı pilav ve kebâb getiriyordu: Sade Pirinç Pilâvı, Bulgur Pilâvı, Türkistan Pilâvı, İç Pilâvı... Buğu Kebâbı, Konya Kebâbı, Çöp Kebâbı ve Hünkâr Beğendi...
IV. Mustafâ Hân önce, bulgur pilâvından bir kaşık aldı, sonra hünkâr-beğendi'den tattı. Gülerek, "Beğendim" dedi...
Dürrî-zâde çok memnûndu. Sonra Yahni ve güveçler ikrâm edildi... Soğanlı piliç yahnisi, yufkalı ciğer yahnisi, domalanlı tavşan yahnisi ve çulluk yahnileri... Kuzu etli fırın güveci, sebzeli piliç güveci, avcı bıldırcın güveci, kuskuslu böbrek güveci.
Daha sonra, Haşlamalar ve Kızartmalar getirildi: Sâde koyun haşlaması, kuzu kapaması, gerdân göğsü ve soğuk hindi budu...
Yoğurtlu patlıcan kızartması, patates tava, terbiyeli karnıbahar kızartması, yumurtalı ıspanak tavası. Pâdişâh latîfe etti: "Bize haşlayacak ve kızartacak şey bırakmamışsınız!" dedi.
Sadrâzam gene, fırsatı kaçırmadı: "Devlet-i Aliyye dışında haşlanacak çok zâlim var Hünkârım!"dedi.
Gülüştüler, o sırada sebzeler ve turşular dolduruverdi sinileri: Etli tâze fasulye, patlıcan karnıyarık, kabak musakka ve etli türlü...
Zeytinyağlı pırasa, enginar, pirinçli ebegümeci ve yağlı tuzlu böğrülce... Pancar turşusu, dolma turşusu, hâlis biber turşusu ve koruk suyu.
Pâdişâh pırasaya uzanırken; "Bilirsiniz ya. Bu ni'metin adı: Pür-Hâssa'dır. Sâfî şifâdır!" dedi. Şeyhul-islâm ilâve etti: "Haklısınız Sultânım. Yalnız mübârek Peygamber ta'âmı olduğu da mâlumlarıdır" dedi.
IV. Mustafâ Hân başıyla tasdîk etti...
Sonra hamur işleri ve börekler getirildi: Ramazân mantısı, tatar böreği, puf böreği ve kıymalı, peynirli, ıspanaklı tepsi börekleri ve hoşaflar...
Çekirdeksiz üzüm hoşafı, Malatya kayısı hoşafı, vişne hoşafı, ayva hoşafı...
Pâdişâh billur gibi pırıldayan, üzüm hoşafı kâsesinden, bir yudum içti. Pek hoşlandı. Bir yudum daha alınca dayanamadı: "Kardan ak idi. Hem soğuk idi!" diye fısıldadı. Kâmilî Efendi de tamâmladı:"Lezzeti dahî, cihânda yok idi!" dedi.
Gerçekten Süleymân Çelebî'nin Mevlid'indeki bir cam dolusu şerbet gibi soğuk ve lezzetli idi... [Konumuzu yarın tamamlayalım inşâallah.]
10.07.2015
Kânûnî Sultân Süleymân Hân hakkında...
Babası Yavuz Sultân Selîm Hân, annesi Âişe Hafsa Sultân olan ve 27 Nisan 1495'te Trabzon'da doğan Sultân Birinci Süleymân Hân, Osmânlı Devletinin 10. Sultânıdır...
Birkaç gün önce bir kişi, Kânûnî Sultân Süleymân Hân ve Osmânlının en büyük âlimlerinden Şeyhul-islâm Ebussuûd Efendi hakkında, uygun olmayan bazı sözler söyledi. Böylece Osmânlının en ihtişâmlı pâdişâhı ve en büyük âlimlerinden biri hakkında yapılan menfî propagandaların hangi boyutlara ulaşmış olduğunu gördüm ve anladım.
Büyük şahsiyetler hakkındaki bilgilerimizi, makbûl ve mu'teber kaynaklardan almamızın ne kadar zarûrî olduğu, böylece bir kerre daha açık-seçik bir tarzda ortaya çıkmıştır. Bu vesîleyle, ben de sizlere, bu iki önemli şahsiyet hakkında, mu'teber kaynaklarda geçen bazı bilgileri, deryâdan damla misâli takdîm etmek istedim...
Babası Yavuz Sultân Selîm Hân, annesi Âişe Hafsa Sultân olan ve 27 Nisan 1495'te Trabzon'da doğan Sultân Birinci Süleymân Hân, Osmânlı Devletinin 10. Sultânı ve İslâm halîfelerinin de 75.sidir. "Kânûnî" sıfatıyla meşhûr olan bu zâta, Avrupalılar, "Büyük Türk" ve "Muhteşem Süleymân" lâkaplarını vermişlerdir.
Özet olarak bildirecek olursak, tahta cülûsu: 30 Eylül 1520, Saltanatı: 46 yıl, Vefâtı: 7 Eylül 1566, Kabri: İstanbul'da Süleymâniye Câmii Bahçesi'ndedir.
On beş yaşına kadar Trabzon'da kalarak, babası Yavuz Sultân Selîm'in vazîfelendirdiği devrin büyük âlimlerinden çok ciddî dersler almıştır.
Yavuz Sultân Selîm Hân'ın vefâtında, Manisa'da bulunan Şehzâde Süleymân, Vezîr-i A'zam Pîrî Mehmed Paşa vâsıtasıyla İstanbul'a davet edilip 30 Eylül 1520'de tahta çıkmıştır.
Sultân Süleymân Hân devrinde, "Türk Asrı" denilen on altıncı yüzyılın ortalarında, Osmânlı Devletinin kara ve deniz orduları dünyâda birinciydi. Kültür ve San'at faaliyetleri de zirvede, doruk noktasındaydı... İlim, kültür ve san'at müesseselerinde Kânûnî'nin himâyesinde, kıymetli şahsiyetler yetişip her biri eşsiz eserler vermişlerdir. Devrinde yetişen tefsîr, hadîs, fıkıh ve diğer İslâmî ilimlerde; Ahmed İbn-i Kemâl Paşa-zâde, Ebüssuûd Efendi, Zenbilli Alî Cemâlî Efendi, Taşköprülü-zâde, Kınalı-zâde Alî Efendi, Coğrafya'da Pîrî Reîs ve Seydî Alî Reîs ile nice edîb ve şâirler, minyatürde ve târih yazıcılığında Matrakçı Nasûh meşhûrdu. Bu devirde yetişen Mî'mâr Koca Sinân, Türk-İslâm san'atının şâheserleri olan eserler yaptı.
Kânûnî Sultan Süleymân Hân, çok eser yaptırdı. İstanbul'da Süleymâniye Câmii ve külliyesi, Sultân Selîm, Şehzâdebaşı, Cihangîr câmileri; Rodos'ta kendi adıyla anılan bir câmi; yine Anadolu, Rumeli ve Adalar'da muhteşem câmiler; medreseler, hastahâneler, yollar ve köprüler, Büyük Sultân'dan günümüze kalan bazı yâdigârlardır.
09.01.2015
Kânûnî'nin gayesi İslâmiyeti yaymaktı
Sultân Süleymân Hân, iyi bir komutan, teşkilâtçı bir devlet adamıdır. Kırk altı yıl süren saltanatı müddetince, İslâmiyeti yaymaktan başka bir şey düşünmedi.
Dünkü makâlemizde, kısaca kendisinden bahsettiğimiz Kânûnî Sultân Süleymân Hân, iyi bir komutan, teşkilâtçı bir devlet adamı, halîfe ve edîbtir. ["Muhibbî" mahlasıyla şiirlerinin toplandığı Dîvân'ı vardır.] Hayâtı seferden sefere koşmakla ve muhârebe meydânlarında geçen Kânûnî devrinde, Osmânlı Devleti çok zenginleşti. Kırk altı yıl süren saltanatı müddetince, İslâmiyeti yaymaktan başka bir şey düşünmedi. [Bu düşüncesini hala-zâdesi, Gâzî Bâlî Beye yazdığı mektup çok güzel ifâde etmektedir.]
İleri görüşlü olup, anlayışı kuvvetliydi. Milletin ve askerin psikolojisini iyi bildiğinden çok sevilirdi. Adam seçmesini ve yetiştirmesini gâyet iyi bildiğinden, devlet kadrolarında kıymetli şahsiyetleri vazîfelendirdi.
Vakûr, azim ve irâde sâhibiydi. Müsâmaha sâhibi olmasına rağmen, dîn ve devlet aleyhine olan hareketleri affetmezdi.
O, memleketin iç işlerini düzeltip bütün Osmânlı ülkesinde huzûr ve sükûnu temîn ettikten sonra, Yavuz Sultân Selîm Hân devrinde (1512-1520) emniyete alınan doğu hudûdundan da emîn olarak, ilk seferlerini Avrupa üzerine yaptı.
Avrupa Seferleri: "Belgrad", "Mohaç", "Avusturya", "Alman", "Boğdan", "Budin", "Estergon (Avusturya)", "Zigetvar"... seferleri gibi çok büyük ve son derece mühim seferlerdir. Bu seferler, İslâmiyeti ve Müslümânları, Hıristiyân âlemine karşı müdâfaa için, yine kendisine sığınan ve yardım isteyen Hıristiyânların cân, mâl ve ırzlarını korumak için yapılmış seferlerdir.
Târih kitaplarında yazıldığı üzere, Kânûnî, batıda Hıristiyân Avrupa devletleri ile mücâdele ederken, İrân'daki Şîî Safevî Devleti de, Osmânlılara karşı Mukaddes Roma-Cermen Devletiyle ittifâk kurup Doğu Anadolu'da hudûdu tecâvüz ettikleri gibi, Sünnî ahâlîye de zulmediyorlardı. Şâh Tahmasb'ın bu düşmânca davranışları karşısında, Sultân Süleymân Hân harekete geçmiş, 27 Eylül 1434'de Tebrîz'e girmiştir. Safevîlerin zulmünden bunalan şehir halkı, Kânûnî'yi ve Osmânlı ordusunu sevinçle ve bir kurtarıcı olarak karşılamışlardır... Bölgedeki Şîî Safevî hâkimiyeti sona erdirilip Bağdâd dâhil Basra ve diğer bazı yerler Osmânlı ülkesine katılmıştır.
30 Kasım 1534'te Bağdâd'a giren Kânûnî Sultân Süleymân Hân, A'zamiyye'deki İmâm-ı A'zam hazretlerinin kabrini ziyâret edip üzerine büyük bir türbe yapılmasını emretmiştir.
1534-1535 kışını Bağdâd'da geçiren Sultân, Bağdâd ve civârındaki mübârek yerleri, Kerbelâ'da Hazret-i Alî ve Hazret-i Hüseyin'in makâmlarını ziyâret etmiştir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin kabrine türbe ve yanına imâret yaptırmıştır. 8 Ocak 1536'da İstanbul'a dönmüştür.
10.01.2015
|
Bugün 357 ziyaretçi (452 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|