ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Eski Yunanistan'ın büyük hatibi Demosten ülkeyi ilgilendiren önemli bir mesele hakkında Atinalılar'a hitap etmeye çalışıyor, fakat halk pek ilgilenmiyordu. Büyük hatip, bunun üzerine konusunu değiştirdi.
‘Bir adam, evindeki eşyasını bir diğer köye götürmesi için eşek kiraladı. Sahibi de, eşeği ile birlikte gideceğini söyledi; eşeğin işi bitince, hayvanı geri getirecekti. Öğle üzeri, yemek için mola verildi. Güneş, yakarcasına kızdırıyordu. Eşeği kiralayan, hayvanın gölgesine uzanarak dinlenmek istedi, ‘sen, sadece eşeği kiraladın, gölgesini değil. Eşeğin gölgesinde ben dinleneceğim.’
‘Eşeği kiralayan adam ise hayvanı, her şeyi ile kiraladığını söyleyerek, hayvanın gölgesinde dinlenme hakkının da kendisinin olduğunu iddia etti.’
Demosten, konuşmasının bu noktasında durdu ve kürsüden ayrılmak için davrandı. Fakat dinleyiciler, hep bir ağızdan, kürsüden ayrılmamasını, eşeğin gölgesinin kimin üzerinde kaldığım söylemesini istediler.
KUM VE KAYA ÜSTÜNE
Bir zamanlar iki arkadaş çölde yolculuk yapıyorlardı. Yolun bir yerinde aralarında tartışma çıktı ve arkadaşlardan birisi diğerinin yüzüne tokat attı. Tokat yiyen arkadaşın canı yanmış, kalbi kırılmıştı; ama hiçbir şey söylemedi. Sadece eğilip kuma şunları yazdı:
?'Bugün en iyi arkadaşım yüzüme tokat attı.''
Sonra yürümeye devam ettiler.gece olduğunda yaktıkları ateşin yanında yemeklerini paylaştılar ve sonra da uyudular. Ertesi sabah yollarına devam ettiler. Fakat suları bitmek üzereydi. Neyse ki sonunda bir vahaya ulaştılar. Doya doya su içtiler, mataralarını doldurdular. Sonra, suda yıkanmaya karar verdiler. Tokat yemiş olan arkadaş, suyun balçıklı kısmına takıldı, kendi başına kurtulamadığı gibi, gitgide batıyordu. Ama arkadaşı hemen atılıp onu kurtardı. Suda boğulmanın eşiğinden kurtulan arkadaş, biraz ötedeki bir kayanın yanına gitti ve kayanın üzerine şu yazıyı yazdı:
?'Bugün en iyi arkadaşım hayatımı kurtardı.''
Bir önceki gün en iyi arkadaşını arkadaşını tokatlamış, bu gün ise onun hayatını kurtarmış olan arkadaşı sordu:
?'Sena tokat attıktan sonra, kumun üstüne yazmıştın, şimdi ise bir kayanın üstüne yazıyorsun, neden?
Diğer arkadaşı ona şu cevabı verdi:
?'Birisi bizi incittiğinde, bunu kumun üstüne yazmalıyız, tâ ki affedicilik rüzgârları onu kolayca silebilsin. Fakat, birisi bize iyilik yaptığında onu kayanın üzerine nakşetmeliyiz ki, ne öfke, ne intikam rüzgarları onu oradan hiç silemesin.
Japonya"da bir çocuk 10 yaslarindayken bir trafik kazasi geçirmis ve sol
kolunu kaybetmis.
Oysa çocugun büyük bir ideali varmis .
Büyüyünce iyi bir
judo ustasi olmak istiyormus.
Sol kolunu kaybetmekle birlikte, bu hayali de
yikilan çocugunun büyük bir depresyona girdigini gören babasi, Japonya"nin
ünlü bir Judo ustasina gidip yapilacak bir seyin olup olmadigini sormus.
.
Hoca:
- Getir çocugu .
.
bir bakalim, demis.
Ertesi gün baba-ogul varmislar
hocanin yanina.
.
Hoca çocugu süzmüs ve -Tamam demis.
.
yarin esyalarini getir,
çalismalara basliyoruz.
Ertesi gün çocuk geldiginde hocasi ona bir hareket göstermis ve bu hareketi
çalis demis.
Çocuk bir hafta ayni hareketi çalismis.
.
Sonra hocasinin yanina gitmis.
"Bu
hareketi ögrendim baska hareket göstermeyecek misiniz?" diye sormus.
Hocanin
cevabi:
-Çalismaya devam et olmus...
2 ay,3 ay,6 ay derken çocuk okuldaki bir yilini doldurmus.
.
Çocuk bu bir yil
boyunca hep o ayni hareketi tekrarlamis.
.
Hocanin yanina tekrar gitmis:
Hocam bir yildir ayni hareketi yapiyorum bana baska hareket göstermeyecek
misiniz?
- Sen ayni hareketi çalis oglum .
Zamani gelince yeni harekete geçeriz.
.
2 yil ,3 yil, 5 yil derken çocuk judodaki 10.
yilini doldurmus.
Bir gün
hocasi yanina gelip.
.
"Hazir ol ! " demis.
.
"Seni büyük turnuvaya yazdirdim.
Yarin maça çikacaksin!".
.
Delikanli sok
olmus.
.
Hem sol kolu yok hem de judo da bildigi tek hareket var.
.
Ünlü
judocularin katildigi turnuvada hiçbir sansinin olmayacagi düsünmüs ; ama
hocasina saygisindan ses çikarmamis.
Turnuvanin ilk günü delikanli ilk
müsabakasina çikmis.
Rakibine bildigi tek hareketi yapmis ve kazanmis.
Derken.
.
ikinci ,üçüncü maç...
.
çeyrek, yari final ve final...
Finalde
delikanlinin karsisina ülkenin son on yilin yenilmeyen sampiyonu çikmis.
.
Tam bir üstat delikanli dayanamayip hocasini yanina kosmus.
.
-Hocam hasbelkader buraya kadar geldik ama rakibime bir bakin hele.
.
Bende
ise bir kol eksik ve bildigim tekbir hareket var.
.
bu kadar bana yeter.
.
bari
çikip ta rezil olmayayim izin verin turnuvadan çekileyim.
.
-Olmaz demis hocasi.
Kendine güven,çik dövüs.
Yenilirsen de namusunla yenil.
Çaresiz çikmis müsabakaya.
Maç baslamis.
Delikanli yine bildigi o tek
hareketi yapmis ve tak.
!Yenmis rakibini sampiyon olmus.
Kupayi aldiktan
sonra hocasinin yanina kosmus:
-Hocam nasil oldu bu is? Benim bir kolum yok ve bildigim tek bir hareket
var.
Nasil oldu da ben kazandim.
?
-Bak oglum 10 yildir o hareketi çalisiyordun.
O kadar çok çalistin ki ,
artik yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yok.
Bu bir,
ikincisi de o hareketin tek bir karsi hareketi vardir.
Onun için de
rakibinin senin sol kolundan tutmasi gerekir.
!
Bunu anlatan dostumuz bir de sunu ekledi:
Insanlarin eksiklikleri bazen ,
ayni zamanda en güçlü taraflari olabilir:
Ama yeter ki bu eksiklik
kafalarinda olmasin.
Ulu bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermiş. Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış. Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş bir hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacı ile aynı boya gelmiş. Bir gün kabak kavağa dayanamayıp: -“Ey kavak! Sen kaç ayda bu hale geldin?” diye sormuş. Kavak: -“On yılda” demiş. Kabak: -“On yılda mı?” diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış ve: -“Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!” demiş. Kavak: -“Doğru.” demiş. Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgârları başladığında kabak üşümeye sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağıya doğru inmeye başlamış. Kavağa endişe içinde sormuş: -Neler oluyor bana ağaç? Kavak: -“Ölüyorsun.” demiş. Kabak: -“Niçin?” diye sormuş. Kavak: -“Benim on yılda geldiğim yere, bir kaç ayda gelmeye çalıştığın için.” demiş.
Çalışmadan emek harcamadan gelinen nokta başarı sayılmaz.. Kolay kazanılan, kolay kaybedilir. Her işte alın teri ve emek şarttır
.
Savaşın en kanlı günlerinden biriydi. Asker, en iyi arkadaşının az ilerde kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Tam siperden dışarı doğru bir hamle yapacağı sırada, başka bir arkadaşı onu tutarak içeri çekti,
-Delirdin mi sen? Gitmeye değer mi? Baksana delik deşik olmuş. Artık onun için yapabileceğin bir şey yok. Boşuna kendi hayatını tehlikeye atma.
Fakat asker onu dinlemedi ve kendisini siperden dışarıya attı. Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa geri döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar.
Fakat cesur asker yaralı arkadaşını kurtaramamıştı. Siperdeki diğer arkadaşı;
-Sana değmez demiştim. Hayatını boşu boşuna tehlikeye attın.
-Değdi, dedi, gözleri dolarak, -değdi…
-Nasıl değdi? Bu adam ölmüş görmüyor musun?
-Yine de değdi. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim içim.
Ve hıçkırarak arkadaşının son sözlerini tekrarladı:
-Geleceğini biliyordum…
Japonya'da Yaşanmış Sevgi Hikayesi*
Evini yeniden dekore ettirmek isteyen Japon, bunun için bir duvarı yıkar. Japon evlerinde genellikle iki tahta duvar arasinda çukur bir boşluk bulunur. Duvarı yıkarken, orada dışarıdan gelen bir çivinin ayağına battığı için sıkışmış bir kertenkele görür. Adam bunu gördüğünde kendini kötü hisseder. Aynı zamanda meraklanır da; kertenkelenin ayağına çakılmış çiviyi görünce... Muhtemelen bu çivi on yıl önce, ev yapılırken çakılmıştı.
Nasıl olmuştu da kertenkele, bu pozisyonda hiç kıpırdamadan 10 yıl boyunca yaşamayı başarmıştı? Karanlık bir duvar boşluğunda, hiç kıpırdamadan 10 yıl boyunca yaşamak zor olmalıydı. Sonra bu kertenkelenin 10 yıldır hiç kıpırdamadan nasıl yaşadığını düşündü. Ayak çivilenmişti!
Böylece çalışmayı bırakır ve kertenkeleyi izlemeye başlar, ne yiyor acaba? Sonra nereden çıktığını fark edemediği başka bir kertenkele gelir ağzından taşıdığı yemekle... İnanılmaz!...Adamı sersemletir gördüğü manzara. Bu nasıl sevgi? Ayağı çivilenmiş kertenkele, 10 yıldır diğer kertenkele tarafından beslenmekteydi. Bu iki kertenkele arasındaki ilişki acaba ne olabilir: Eş, arkadaş, sevgili, abi kız kardeş... Aralarındaki ilişki ne olursa olsun, yaptıklarıyla bu iki canlı bize bir şeyler anlatmak istiyor.
“Sevdiklerinizi asla terk etmeyin, unutmayın onları.”
Zamanın birinde bir kral bir yol yaptırmaya karar verdi. Yapımı tamamlanan yol için halka açılmadan önce de bir yarışma düzenlendi; yarışmaya göre; yoldan en güzel geçen kişi seçilecek ve kazanan bir ödülün sahibi olacaktı.
Halk yarışmaya akın etti; bazıları en güzel arabalarla gelmiş, bazıları en güzel elbiselerini giymişti. Kadınlardan kimileri saçlarını süslemiş, kimi yanlarında harika yiyecekler getirmişti. Gençlerden bazıları spor kıyafetler içinde yol boyunca sportif gösteriler yapmaya hazırlanıyordu.
Nihayet, yoldan geçişler başladı fakat kralın yanına dönenlerin ortak bir şikayeti vardı; yolun bir yerinde büyükçe bir taş vardı ve bu taş yolculuğu engelliyordu. Kral hepsini dinledi ve yarışmanın bitişinin beklenmesi gerektiğini ilan ettirdi.
Günün sonunda yalnız bir yolcu bitiş çizgisine yorgun argın ulaşmıştı. Kralın huzuruna gelan bu adam elindeki altın kesesini uzatarak:
"Geçişim sırasında, yolu tıkayan taşı kaldırırken bu altın kesesini onun altında buldum; size ait olmalı." dedi.
Kral gülümseyerek cevap verdi: "O altınlar sana ait delikanlı." "Bu altınları sen kazandın ve yarışmanın galibi sensin, çünkü yoldan en güzel geçen kişi sensin. Zira yoldan en güzel geçen kişi, ardından gelenler için yoldaki engelleri kaldıran kişidir!”
Çağın bu büyük hatibi, o zaman bağırarak dedi ki: ‘Siz ne aptal insanlarsınız. Sizi çok yakından ilgilendiren hayati bir mesele üzerindeki konuşmayı dinlemek istemiyor, ama eşeğin gölgesiyle ilgileniyorsunuz. Saymayız
; clear: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;">Bir gün dervişin biri, bir köyün mezarIığı yanından geçerken bir şey dikkatiniçekmiş. Mezarlıktaki bütün mezarların üzerindeki taşIarda; Beş yıl yaşadı,Üç yıl yaşadı,SekizyıIyaşadıgibi yazılargörmüş.
Köye varmış. Köylüler dervişi köy odasında misafir etmiş.Yemek yenilip sohbet başIayınca derviş köyün ileri gelenlerine sormuş:
Merak ettim. Köye gelirken mezarlıktan geçtim. Mezarlikta bir şey dikkatimi çekti. Bütün mezar taşIarında Beş yıl yaşadı,Üç yıl yaşadı, Sekiz yıl yaşadı gibi
ifadeler yazıyor.Oysa bu mezarların çoğu yıllar boyu yaşamış, ihtiyarlamışve vefat etmiş insanlara ait. Niçin böyle yazılmış, bunun nedenini çok merak ettimdemiş.
Köyün ileri gelenleri cevap vermişler:
Biz ömrümüzü dostlarımızla,sevgiyle ve mutlulukla bir arada geçirdiğimiz zamanla değerlendiririz. Diğer zamanları ömürden saymayız!
Gönderen;">Hayata DairHAYATIN YANKISI
ANTKACI Genç Adam, antika merakı nedeniyle Anadolu’nun en ıssız köşelerini dolaşıyor ve gözüne kestirdiği antikaları yok pahasına satın alarak geçimini sağlıyordu. Kış kıyamet demeden sürdürdüğü yolculuklar sırasında başına gelemeyen kalmamış gibiydi. Fakat bu seferdeki hepsinden farklı görünüyordu. Yolları kapatan kar yüzünden arabasını terk etmiş ve yoğun tipi altında donmak üzereyken, yaşlı bir adam tarafından bulunup yaşlı adamın kulübesine davet edilmişti. Yaşlı Adam, antikacının yürümesine yardım ederken "Günlerdir hastaydım, odun kesmek için ilk kez dışarıya çıktım” dedi. “Meğer seni bulmak için iyileşmişim.”
Diz boyu karla boğuşup kulübeye geldiklerinde, antikacının beyaz göre göre donuklaşan gözleri fal taşı gibi açıldı. Odanın orta yerindeki kuzinenin çevresini sarar iskemleler, onun şimdiye dek gördüğü en güzel antikalardı. Saatlerdir kar içinde kalan vücudu bir anda ısınmış, buzları bir türlü çözülmeyen patlıcan moru suratını ateşler kaplamıştı.
Yaşlı Adam, konuğunu yatırmak için acele ediyordu. Ona birkaç lokma bir şeyler ikram edip, sedirdeki yatağını hazırlarken “Bugün soba yakamadım evladım” dedi. “Ama bu yorganlar seni ısıtır.” Ev sahibi, yıllar önce ölen eşiyle paylaştıkları odaya geçerken, antikacı da tiftikten örüle battaniyeleri arasına gömüldü. Ancak tüm yorgunluğuna karşın uyuyamıyordu. Ertesi gün gitmeden önce ne yapıp edip o iskemleleri almalı, bunun için de iyi bir senaryo uydurmalıydı.
Örneğin, yaşamını kurtarmasına karşılık yaşlı adama birkaç koltuk satın alabilir ve eskimiş olduğunu bahanesiyle dışarıya çıkarttığı iskemleleri, çaktırmadan minibüsün arkasına atabilirdi. Hatta onları kaptığı gibi kaçmak bile olanaklıydı. Yürümeye bile hali olmayan yaşlı Adam onun peşinden koşacak mıydı, sanki?
Genç Adam, kafasındaki fikirleri olgunlaştırmaya çalışırken dalıp dalıp gidiyor ve rüzgarın sesiyle uyandığı zamanlar, kaldığı yerden devam ediyordu. Bu arada yaşlı adamın sabah namazına kalktığını fark etmiş, hatta hayal meyal olsa bile odun parçaladığını duymuştu. Gözlerini açtığında, onun kuzine üzerinde çorba pişirdiğini gördü. Yattığı yerden başına gelenleri düşünürken, iskemleleri anımsadı. Hafifçe doğrulup çevresine baktı.
Aman Tanrım! İskemlelerin hiçbiri ortada yoktu. Yaşlı Adam, akşamki planını hissetmiş ve belki de uykudaki konuşmasını duyarak onları emin bir yere kaldırmıştı. Sakin görünmeye çalışarak “İliğim kemiğim ısındı” dedi. “Çorbanız da ne güzel koktu doğrusu. Ama akşamki iskemleleri göremiyorum.”
Yaşlı Adam, odanın köşesine yığdığı iskemle parçalarından birini daha sobaya atarken:
“İskemle dediğin dünya malı be evladım” dedi. “Biz konuğumuzu üşütür müyüz? '.
GERÇEK YOKSULLUK GERÇEK ZENGİNLİK Günlerden bir gün zengin bir baba oğlunu köye götürdü. Bu yolculuğun tek amacı vardı; insanların ne kadar fakir olabileceklerini oğluna göstermek. Çok fakir bir ailenin evinde iki gün geçirdiler. Köyden oturdukları kente gelirken baba oğluna sordu; “İnsanların ne kadar fakir olabildiklerini gördün mü?”
“Evet!”
“Ne öğrendin peki?”
“Şunu öğrendim:
Bizim evde bir köpeğimiz var,
… onlarınsa üç.
Bizim bahçede çok büyük bir havuzumuz var,
… onlarınsa sonu olmayan bir dereleri.
Bizim birkaç halımız var,
… onların yemyeşil, göz alabildiğince uzanan çimenleri.
Bizim görüş alanımız karşı apartmana kadar,
… onlarsa bütün bir ufku görüyorlar.
Oğlu sözünü bitirdiğinde babası söyleyecek bir şey bulamadı.
Oğlu ekledi;
“Teşekkürler, baba. Ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!”
Hayata biraz da çocukça bakabilmek dileğiyle…
Hayatın Yankısı
Bir zamanlar bir baba ile oğul dağlık bir bölgede yürüyüşe çıkmışlardı; bir ara nasıl olduysa çocuğun ayağı kaydı ve incindi; çocuk acıyla bağırdı :
-Aaahhh!...
Karşı dağlarda yankı yapan sesi geri döndü :
-Aaahhh!...
Daha önce böyle bir durumla karşılaşmamış çocuk bu kez : “Sen kimsin ?” diye sordu?
Cevap gelmekte gecikmedi: “Sen kimsin ?”
Sinirlenen çocuk : “ Sen bir korkaksın!” diye bağırdı.
Dağdan “Sen bir korkaksın!” yanıtını aldı.
Bu olanlara bir anlam veremeyen çocuk babasına neler olduğunu sordu. Onun gülümsediğini gördü.
Babası,”şimdi dikkatlice beni izle oğlum” dedi ve yüksek sesle bağırdı:” Hayatı çok seviyorum!”
Karşı dağlardan aynı ses geldi: ” Hayatı çok seviyorum!”
Baba : “sana hayranım!”
Yankı: “sana hayranım!”
Baba : “sen harikasın!”
Yankı: “sen harikasın!”
Çocuğun şaşkınlığının daha da arttığını gören baba, ona durumu şöyle açıkladı:
” Bu , yankı adı verilen bir tabiat olayıdır. Ama hayatı da çok iyi anlatır. Yani yaşamdan ne istiyorsan önce onu sen vermelisin. Verdiklerin aldıkların olacaktır.
Tatlı sözler tatlı yankılar oluşturur. Sevilmek istiyorsan önce sen sevmelisin.
Saygı istiyorsan önce sen saygı duymalısın.
Anlayış bekliyorsan bunu önce sen göstermelisin.
YANİ YAŞAMDA NEYLE KARŞILAŞMAK İSTİYORSAN, YANKISINI OLUŞTURABİLMEK İÇİN BUNU ÖNCE SEN YAPMALISIN.
Bu minik öykü aslında pek çok şeyi çok güzel özetlemektedir: Hayata kattığınız anlam aynı şekilde geri döner. Hep başkalarından beklediğimiz iyi ve güzel şeyleri önce bizim yapmamız gerektiği söyleyen bu öykü gibidir hayatlarımız.
Dikkat ederseniz tarihte tüm düşünürler iyiye ve doğruya doğru bir değişimden ama önce kişinin kendisinin değişmesi gerektiğinden söz ederler.
Konfüçyus, ‘Karanlıktan şikayet edeceğine bir mum yak’ demiştir. Önce sen değiş, önce sen iyi ol, sonra hayat senin ona verdiğini kat kat fazlasıyla verecektir der gibi.
Çocuğundan şikayet eden, onu sürekli eleştirip azarlayan bir anne geriye ne alacağını bilmek zorundadır. Eşine her fırsatta söylenen, yaşadığı hayatından mutlu olmayan bir kadın aslında kendisi olamamanın hıncını, öfkesini kat kat fazlasıyla yaşayacağını bilmelidir.
Başkalarının mutsuzluklarından mutlu olmaya çalışan hiç kimse bu amacına ulaşamamıştır. Hayatında hep başa çıkmak zorunda kaldığı olumsuzluklar vardır ve buna rağmen neden bu kadar sorun yaşadığını sorgulamaz.
Oysa kural basittir: Hayat ona verdiğinizi size katlayarak geri vermektedir sadece.
‘Herkes dünyayı değiştirmek ister ama kimse kendini değiştirmeyi düşünmez’ diyen Tolstoy da muhtemelen bunu anlatmak istemişti.
Değişim önce sizden başlamalıdır. Bütün eylemlerimiz tıpkı bir Bumerang gibi iş görür.
Bumerang, eskiden bazı ülkelerde silah olarak kullanılan yassı ve eğik bir sopadır. Attığınızda size geri gelir. Ne yaparsanız hayat da size aynı şekilde karşılık verir. Yukarıdaki öyküde anlatıldığı gibidir her şey. Siz insanlar ve doğa için ne yapıyorsanız aynı şekilde karşılık alırsınız.
Sevgi doluysanız sevilirsiniz, paylaşımcıysanız insanlar sizinle bir şeyler paylaşmaktan mutlu olurlar.
Ama hep başkalarından bir şeyler bekliyorsanız, ömrünüz beklemekle geçer ve boşa geçmiş bir hayatın ardından derin pişmanlıklarla baş başa kalabilirsiniz.
Yarından tezi yok, hayata ne kattığınızı sorgulayın.
Yapabileceğinizin en iyisini yapın, sonra bırakın hayat da sizin için elinden geleni yapsın…
Sevdiğiniz ve sevildiğiniz güzel günler diliyorum.
Adamın biri her zaman yaptığı gibi saç ve sakal traşı olmak için berbere gitti. Onunla ilgilenen berberle güzel bir sohbete başladılar. Değişik konular üzerinde konuştular. Birden Allah ile ilgili konu açıldı…
Berber: ” Bak adamım, ben senin söylediğin gibi Allah’ın varlığına inanmıyorum.
“Adam: ” Peki neden böyle düşünüyorsun?
“Berber: ” Bunu açıklamak çok kolay. Bunu görmek için dışarıyaçıkmalısın.
Lütfen bana söyler misin, eğer Allah var olsaydı,bu kadar çok hasta insan olur muydu, terkedilmiş çocuklar olur muydu? Allah olsaydı, kimse acı çekmezdi. Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum…
“Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber işinibitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gördü. Adam bu kadar dağınık göründüğüne göre belli ki traş olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berber dükkanına geri döndü.
Adam: ” Biliyor musun ne var, bence berber diye birşey yok”
Berber: ” Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim
Adam: ” Hayır, yok. Çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzunsaçlı ve sakallı adamlar olmazdı.”
Berber: ” Hımmm… Berber diye birşey var ama o insanlar banagelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?”
Adam: ” Kesinlikle doğru! Püf noktası bu! Allah var, ve insanlar ona gitmiyorsa, o ne yapabilir ki?
İşte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni!”
Hikaye Arabistan çöllerinde geçmekteymiş. İki iyi arkadaş çölde yürüyorlarmış. Yolda, bilinmeyen bir sebepten dolayı aralarında tartışmaya başlamışlar.
Gittikçe büyüyen tartışma esnasında bu iki kişiden birisi diğerini tokatlamış. Bir anlık bir şaşkınlık sonrasında adam yere otumuş ve kumların üzerine;
"Bugün en iyi arkadaşım bana tokat attı" yazmış.
Yürümeye devam etmişler ve birkaç saat sonra bir vahaya varmışlar. Vahadaki gölette yüzmeye giren iki arkadaştan tokatlanmış olanı birden suyun içinde
çırpınmaya başlamış. Arkadaşı bunu görüp onu kurtarmış ve kıyıya çıkarmış. Adam kendine gelir gelmez belindeki hançeri çıkarıp büyük bir taşın üstüne;
"Bugün en iyi arkadaşım hayatımı kurtardı" yazmış.
Arkadaşı merak ile sormuş: "Seni kırdığımda ve tokatladığımda kuma yazdın, şimdi neden taşa yazıyorsun?"
Diğeri ona gülümseyerek cevap vermiş:
"En iyi dostlarımız bizi kıracak birşey yaptıklarında bunu kuma yazmalıyız, unutmanın ve affetmenin rüzgarı yazdıklarımızı silsin diye. Diğer taraftan da yaşanan
güzellikleri taşların kalbine yontmalıyız, rüzgarların hiçbiri onları silemesin diye..."
Her gün özel bir gündür
Şifoniyerin çekmecelerinden bir tanesini açıp içinden ambalajı açılmamış bir paket çıkardı. Kağıdı yırttığında paketin içinden ipekli bir eşarp akarcasına düştü kucağına. Onu kaldırıp kumaşı koklamak istercesine yüzüne yaklaştırdı. Gözleri doldu; " Dokuz-on yıl önce İtalya seyahatinde almıştım. Onu hiç kullanmadı, çok özel bir gün için sakladığını söylemişti. Düşünüyorum da, o özel gün bugündür..."
Bana döndü ve: "Hayatındaki her gün özeldir, bunu unutma ve hiçbir şeyi erteleme, saklama..." dedi.
En yakın dostum bugün eşini kaybetmişti. Ben söylediklerini hiç unutmadım. Onlar hayatımı değiştirdi diyebilirim.
Bugün daha çok okuyup daha az ev işi ile uğraşıyorum.
Terasa çıkıp bahçedeki çalılıklara aldırmayarak baharın tadına varıyorum. Ailem ve arkadaşlarımla işte olduğumdan daha fazla vakit geçiriyorum.
Anladım ki hayat değerlendirilmesi gereken bir birikimdir. Kristal kadehleri sadece bayramlarda değil, hergün kullanıyorum.
Yeni ceketimi giyip markete gidiyorum. Canım istediğinde hoşuma gittiği için en sevdiğim parfümü sıkıyorum. "Bir gün..." veya "Belki bir gün..." ifadelerini
sözlüğümden çıkardım. Herşeyi şimdi görmek, duymak ve yapmak istiyorum.
Eğer dostumun eşi yarın hayatta olmayacağını bilseydi ne yapmak isteyeceğinden emin olamam. Düşünüyorum da, ailesini ve dostlarını aramak isterdi.
Belki de ben de telefon ederdim eski dostlarıma, dargınlıkları bitirmek için, kalplerini bir şekilde kırdıysam özür dilemek için.
Belki de arkadaşımın eşi bir kez daha Boğaz'da yemeye gitmek isterdi(en sevdiği manzara).
Ve işte o yapmadığım için üzüleceğim şeyler, eğer günlerim sayılı olduğunu bilseydim;
Üzülürdüm, eğer ararım deyip aramayı ertelediğim dostlarımı aramazsam...
Üzülürüm, eğer yazmam gereken mektupları yazmayı erteleyip yazmazsam...
Üzülürüm, eğer sevdiklerime onları sevdiğimi daha çok söyleyemezsem.
Bugünden sonra hayatımdaki hiçbir şeyi kaçırmayacağım! Sevinçlerimi ve gülümsememi ertelemeyeceğim! Tekrar ediyorum; her gün Özeldir.
Bugün başla
Bugün dün için endişelenmeyi bırak, dün geçmişte kaldı ve hiçbir zaman değişmeyecek. Sadece sen değişebilirsin, eğer istersen.
Yarın için endişelenme, yarın hep geleceğinde ve senden beklentisi kendinden en iyiyi verebilmen, yani bugünün hakkını..
Aynaya bak ve kendini gör; hayranlık ve ilgi hakeden kişiliği gör, saygılı, saygıya laik, dostluğuna güvenebileceğin, dostluğundan haz alacağın kişiliği gör.
Hayatındaki her an'ın ne kadar değerli olduğunu, bu dünyada aldıklarını başkalarıyla paylaşmanın hafifliğini yaşa.
Bir an için bile olsa başkalarının çiğinediği yoldan uzaklaşıp keşiflerinin tadına var.
Kışkırtmalara cesaret ve kararlılıkla karşılık ver, yoluna çıkan engelleri aş.
Cesaretini yitirmek, sevgini, benliğini yitirmek anlama gelmediğini unutma.
Başına gelenlere rağmen insandaki İyi'ye yine yeniden inan. Bu bir fırsattır sana sunulan, daha iyi bir gelecek için...
Kalbini ve mantığının kapılarını ardına kadar aç; yaşadıklarını kabul et, yeni insanlarla tanış. Mükemmel olmayı ne kendinden ne de başkalarından bekleme.
Çünkü mükemmellik yoktur bu mükemmel olmayan dünyada...
Kabul et ki kendi mutluluğundan sen sorumlusun, bu yüzden seni mutlu eden şeyleri yap.
Bugün başla...
Kibir'in Masalı
Kibir aynanın önünde durup kendine bakmak istemiş. Bakmış ama hiçbir şey görememiş.
-Ayna, ne olur beni bana göster!-demiş.
-Buradasın, iyi bak!-diye cevap vermiş ayna.
-Ben birşey göremiyorum. Lütfen gerçeğimi gösterirmisin?
-Bak, iyice bak!-diye tekrarlamış ayna.
-Ama burada birşey yok, insanlar beni güzellik, ün, büyüklük olarak görüyorlar. Bütün bunlar nerede?
-Sen yüzünü görmek istemedin ki, gerçeğini görmek istedin. Kibirin gerçeği yok, o bir görüntü, ardında da boşluk var...
Alışkanlıklar
Bir bilgenin öğrencileri bir gün sormuşlar:
-İnsanlar neden kötü alışkanlıkları daha kolay ve iyi alışanlıkları daha zor edinirler? Neden iyi alışkanlıklarını uzun süre muhafaza edemiyorlar?
Yaşlı bilge:
-Peki ben size şöyle bir soru sorayım: eğer iyi tohumu güneşte bırakırsak ve kötü, çürümüş tohumu toprağa gömersek ne olur sizce?-demiş.
-İyi tohum kuruyacak güneşte, kötü tohum ise hastalıklı filizler verecek ve sağlıklı bir meyve oluşmayacak- diye cevaplamış öğrenciler.
Bilge devam etmiş:
-İnsanlar da bu şekilde davranır: iyilikleri ruhlarında saklayıp filizlerini büyütmektense açığa çıkarıp kayıp ediyorlar. Diğer yandan da günahlarını ve kötü
taraflarını başkalarından saklamak için içlerinde gizliyorlar. Onlar orada büyüyüp insanı kalbinden yok ediyorlar...
Ancak siz, bilge olun...
Mutluluk...?
Yaşlı bir kedi yattığı yerden küçük bir kedi yavrusunu izlemekteymiş. Kedicik döne döne kuyruğunu kovalayıp yakalamaya çalışıyormuş. Düşe kalka kuyruğunu
yakalamaya çalışan kedi yavrusunu bir müddet daha izledikten sonra sormuş:
-Neden kuyruğunu kovalıyorsun kedicik?
-Bana dediler ki, kuyruğum benim mutluluğummuş, bu yüzden onu yakalamaya çalışıyorum-diye cevap vermiş kedicik.
Yaşlı kedi gülümsemiş-yaşlı ve bilge kediler nasıl gülümseyebilirse-ve konuşmuş:
-Bir zamanlar küçük bir kedi yavrusuyken bana da aynı şeyi söylemişlerdi. Çok günler kuyruğumun peşinde koştum, gücsüz kalsam da vazgeçmeden tekrar
gücümü toplayıp yakalamaya çalışırdım. Bir an geldi, umutsuzluğa kapılıp vazgeçtim ve yoluma devam ettim. Sadece gözümün gördüğü yere doğru yürüdüm. Ve
biliyor musun ne fark etmiştim?
-Ne?-diye merak ve hayranlıkla sordu kedicik.
-Fark ettim ki, nereye gidersem gideyim, kuyruğum hep benimle birlikte...
Eşek ve köylü
Bir köylünün eşeği büyük ve derin kuyuya düşmüş. Sahibi ne yapacağını düşünedursun zavallı eşek korku ile anırmaktaymış kuyunun içinden.
Sonunda sahibi karar vermiş; düşünmüş ki eşek çok yaşlı ve bu büyük derin kuyunun kapatılması gerektiğini. Sonuçta yaşlı eşeği çıkarmak için uğraşmaya
değmez diye karar vermiş. Diğer köylüleri çağırmış ve hep birlikte kuyuyu toprak ile doldldurmaya başlamışlar.
Eşek işin nereye varacağını anlamış ve daha yüksek ses ile anırmaya başlamış. Sonra sesi birden kesilivermiş. Birkaç kürek toprak attıktan sonra köylü merak
edip kuyuya bakmak istemiş. Gördüklerine şaşırmış; eşek sırtına düşen toprağı silkeleyip üstüne basıyormuş. Köylüler toprak attıkça hayvan aynı şeyi yapmaya
devam etmiş. Bir müddet sonra eşeğin kulakları görünmüş ve köylüler şaşkınlıkla geriye çekilmişler. Eşek bütün gücüyle atlamış ve hızla uzaklaşmış oradan.
Hayatta her türlü çirkinlikler ile karşılaşabilir insan ve bu sonu olmayan bir tekerrürdür. Üstüne düşen her çamur parçasını silkeleyip devam et, ancak böyle kurtulursun kuyulardan.
Sorun diye adlandırdığımız her neyse kaya gibidir, dereyi onun üstüne basıp geçebiliriz.
İnsan çıkmaza girdiği zaman umudunu kaybetmemeli, mutlaka feraha çıkacaktır!..
Dünya nimetlerine önem vermeyen yaşayış ve felsefesiyle ünlü filozof Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karşılaşır.
İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir… Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa:
“Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem.” der. Diyojen, kenara çekilerek gayet sakin şu karşılığı verir: “Ben çekilirim!”
Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağına şöyle dedi:
“Git biraz tuz al gel.” Hayatındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndüğünde ekledi:
Usta: “Şimdi bir avuç tuz al ve bir bardak suya atıp iç.”
Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.
Usta “Tadı nasıl?“ diye sordu. Çırak, “Acı” dedi. Usta gülerek çırağını kolundan tuttu ve dışarıya çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de şöyle dedi:
“Şimdi de göle bir avuç tuz at ve gölden su iç bakalım.” Söyleneni yapan çırak ağzının kenarından akan suyu koluyla silerken usta aynı soruyu sordu. “Tadı nasıl?”
Çırak “Ferahlatıcı” dedi. Daralmış kalbini bir göl gibi genişlet. Bir bardak kadar olan kalbini büyüt ve çevrendeki her şeyden şikayet etmeyi bırak.
Çin düşünürü Lao Tzu bu öyküyü çok sever, sık sık anlatırmış.
Bir köyde bir yaşlı bir adam varmış… Çok fakir… Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış ki kral bile onu kıskanırmış. Kral at için ihtiyara neredeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya yanaşmamış.
“Bu at, bir at değil benim için… Bir dost. İnsan dostunu satar mı?”
Bir sabah kalkmışlar ki at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış. Köylü “Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün onuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var ne de atın” demiş.
“Karar vermek için acele etmeyin. Sadece at kayıp deyin. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç.
Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez. ”Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan onbeş gün geçmeden at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de vadideki on iki vahşi atı peşine takıp getirmiş. Köylüler, ihtiyar adamın etrafına toplanıp özür dilemişler. Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var demişler.
“Karar vermek için yine acele ediyorsunuz. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?”
Köylüler bu defa ihtiyarla açık açık dalga geçmemişler ama içlerinden sahiden akılsız diye geçirmişler. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler yine gelmişler ihtiyara;
“Bir kez daha haklı çıktın. Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın.”
Yaşlı adam “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz. O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı, gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez.” demiş.
Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köyü matem sarmış çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş. Giden gençlerin ya öleceği ya da esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş. Köylüler yine ihtiyara gelmişler.
“Yine haklı olduğun kanıtlandı. Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer.” Yaşlı adam “Siz erken karar vermeye devam edin. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olacağını sadece Allah biliyor.” Lao Tzu, öyküsünü şu nasihatle tamamlarmış, etrafına anlattığında:
“Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz. Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının. Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi dolayısıyla gelişmeyi durdurur. Buna rağmen akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir, insanı huzursuz yapar. Oysa gezi asla sona ermez. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken yenisi açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz.”
Dağlarda gezen bir bilge kadın, nehirde değerli bir taş bulmuş.
Ertesi gün kendisi gibi bir seyyahla karşılaşmış. Ama seyyahın karnı açmış.
Bilge kadın torbasını çıkarmış ve yemeğini onunla paylaşmış. Aç seyyah, bilge kadının torbasındaki değerli taşı görmüş ve taşı çok beğendiğini söyleyip onu kendisine vermesini istemiş. Bilge kadın hiç tereddüt etmeden taşı ona vermiş.
Seyyah karşısına çıkan bu şansa çok sevinip, bilge kadının yanından ayrılmış. Taşın, yaşamının geri kalan kısmını güvence altına alacak kadar değerli bir taş olduğunu biliyormuş.
Fakat bundan uzun yıllar sonra seyyah, uzun uğraşların sonunda bulduğu bilge kadının karşısına yeniden çıkmış.
Seyyah, bilge kadına, “Senden bu taşı değil, bundan daha değerli bir şeyi istiyorum. Bana onu verebilir misin?” demiş.
Bilge kadın, seyyahın kendisinden ne istediğini sorunca, seyyah yanıtlamış : “Bu taşı bana vermeni sağlayan şeyi.”
60’lik ünlü ressam, bir lokantaya girer. Gerçi cebinde parası yoktur ama aldırmaz. Lokantacıya yapacağı portresine karşılık yemek yemek istediğini söyler. Güzelce karnını doyurur. Sonra bir çırpıda lokantacının portresini çizerek masaya bırakır. Kalkarken adam gelir, resme bakar, beğenir.
“Güzel ama” der lokantacı “Bir dakikada yaptınız bunu, oysa bir saattir yiyorsunuz”.
Ressam:
“Bir dakika değil, 60 yıl ve bir dakika” diye karşılık verir.
3. Dilenci ve Turgenyev
Büyük Rus yazarı Turgenyev, soğuk bir akşamüstü evine doğru yola çıkmış. Yolda bir dilenci kendisinden para istemiş. Bütün ceplerini kurcalayan Turgenyev, ne yazık ki hiç para bulamamış. Bunun üzerine kendisine uzatılan soğuk elleri kendi elleriyle ısıtarak:
"Kusura bakma kardeşim sana verecek bir şeyim yok" demiş.
Dilenci; "Verdiniz ya efendim" demiş. "Bana kardeşim dediniz."
4. Thales'ten Bir Öğüt
Biri Thales’e sorar;
"Sana göre dünyada biricik devamlı olan şey nedir?"
"Ümit" diye cevap verir düşünür. "Zira bizi en son bırakan budur."
"Peki, öyleyse en kolay olan şey nedir?" diye sorulunca,
"Başkasına nasihat vermek" diye karşılık verir.
5. Deniz Yıldızı
Bir adam okyanus sahilinde yürüyüş yaparken, denize telaşla bir şeyler atan birine rastlar. Biraz daha yaklaşınca bu kişinin, sahile vurmuş deniz yıldızlarını denize attığını fark eder ve;
"Niçin bu deniz yıldızlarını denize atıyorsun?" diye sorar.
Topladıklarını hızla denize atmaya devam eden kişi; "Yaşamaları için" yanıtını verince, adama şaşkınlıkla:
"İyi ama burada binlerce deniz yıldızı var. Hepsini atmanıza imkan yok. Sizin bunları denize atmanız neyi değiştirecek ki ?" der.
Yerden bir deniz yıldızı daha alıp denize atan kişi,
"Bak onun için çok şey değişti," karşılığını verir...
6. Büyük İskender'in Aristo'ya Mektubu
Büyük İskender, büyük filozof Aristo’ya bir mektup yazıp sorar:
"Zaptettiğim topraklardaki insanları tahakkümüm altında tutabilmek için neler yapmalıyım?"
1- Ülkenin ileri gelen insanlarını sürgüne mi göndereyim?
2- Ülkenin ileri gelenlerini hapse mi atayım?
3- Ülkenin ileri gelenlerini kılıçtan mı geçireyim?
Aristo’dan cevap gelir:
1- Sürgünde toplanıp sana karşı başkaldırırlar.
2- Hapishaneler militan yuvası olur, kontrolden çıkar.
3- Onlardan sonraki kuşak intikam hırsıyla büyür, tahtını sallar.
Aristo, çözüm olarak şu tavsiyede bulunur:
İnsanların arasına nifak tohumları ekeceksin. Birbirleriyle savaşınca, hakem olarak kendini kabul ettireceksin. Ama anlaşmaya giden bütün yolları tıkayacaksın!
7. Alışkanlıklar
Bir bilgenin öğrencileri bir gün sormuşlar:
"İnsanlar neden kötü alışkanlıkları daha kolay ve iyi alışanlıkları daha zor edinirler? Neden iyi alışkanlıklarını uzun süre muhafaza "edemiyorlar?
Yaşlı bilge:
"Peki ben size şöyle bir soru sorayım: Eğer iyi tohumu güneşte bırakırsak ve kötü, çürümüş tohumu toprağa gömersek ne olur sizce?" demiş.
"İyi tohum kuruyacak güneşte, kötü tohum ise hastalıklı filizler verecek
ve sağlıklı bir meyve oluşmayacak" diye cevaplamış öğrenciler.
Bilge devam etmiş:
"İnsanlar da bu şekilde davranır: İyilikleri ruhlarında saklayıp filizlerini
büyütmektense açığa çıkarıp kayıp ediyorlar. Diğer yandan da günahlarını ve kötü taraflarını başkalarından saklamak için içlerinde gizliyorlar. Onlar orada büyüyüp insanı kalbinden yok ediyorlar... Ancak siz, bilge olun..."
8. Mutluluğun Sırrı
Bir genç bir zamanlar mutluluğun sırlarını öğrenmek istemiş. Bir
bilge aramış. Sormuş, soruşturmuş falanca kişidir demişler. Ayrıca kırk günlük mesafedeki bir köşkte yaşadığını da öğrenmiş. Üşenmemiş, yola çıkmış ve bilgeyi bulmuş. Bilge, onu bir güzel ziyafetle ağırlamış, isteğini sormuş:
"Mutluluğun sırrı” demiş delikanlı ” bana bunu öğret.”
Bilge bu sırrı vermeyi kabul etmiş.
Delikanlının eline bir kaşık vermiş, iki damla sıvı yağı da kaşığın içine koymuş.
“Köşkümü bir güzel gezeceksin ancak bu yağı dökmeyeceksin” demiş.
Delikanlı sarayı geziyormuş ama gözü devamlı kaşıktaymış. Dönmüş gelmiş. Bilge sormuş.
“Salondaki Acem halılarını gördün mü, kütüphanedeki şömineyi fark ettin mi, bahçedeki gülleri gördün mü?” şeklinde bir yığın ayrıntı sormuş. Utanan delikanlı, hiçbir şey görmediğini itiraf etmiş. Çünkü sadece yağa bakıyormuş.
Bilge şöyle demiş;
“Öyleyse git şimdi daha dikkatli olarak köşkümün harikalarını gör. Oturduğu evi tanımadan o insana güvenemezsin”.
İçi rahatlayan delikanlı, kaşık elinde gördüğü her şeyi hafızasına adeta kazırcasına dikkat etmiş, gördüklerini bir güzel anlatmış.
Bilge;
“Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede? diye sormuş.
Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş.
Bilgeler bilgesi demiş ki;
“Mutluluğun sırrı, dünyanın bütün harikalarını görmektir ama iki damla yağı unutmadan”.
9. Kuyu
Günlerden bir gün, köylerden birinde bir çiftçinin eşeği kör kuyuya düşer. Eşek saatlerce acı içinde kıvranır ve bağırır. Sesini duyan sahibi gelip baktığında zavallı eşeği kuyunun dibinde görür.
Çaresiz çiftçi köylüleri yardıma çağırır. Köylüler kör kuyudaki eşeği kurtarmak için ne yapacaklarını düşünürler ama sonuçta onu kurtarmanın imkânsız olduğuna ve bunun için çalışmaya değmeyeceğine karar verirler.
Tek çare, kuyuyu toprakla örtmektir. Herkes ellerine aldığı küreklerle etraftan kuyunun içine toprak atar. Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her seferinde silkerek dibe döker. Bir süre sonra ise ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde her an biraz daha yükselir ve sonunda yukarıya kadar çıkar. Köylüler kuyudan dışarı çıkan eşeğe çok şaşırır.
İşte hayat da bazen bizim üzerimize yüklenir ve üzerimiz toz toprakla örtülüyormuş gibi olur. Bunlarla baş etmenin tek yolu, yakınıp sızlanmak değil, düşünüp silkinmek ve kurtulmak, aydınlığa adım atmaktır. Kör kuyuda olsak bile…
10. Mertlik
Geçmişin büyük bilginlerinden biri, yorgun bitkin bir halde uzun bir yolculuktan dönmüş, ter ve kir ağırlığı da buna eklenmişti. Yurduna yuvasına kavuşan bilginin ilk işi hamama gidip kendisine en fazla rahatsızlık vermiş olan kir ve terden kurtulmak oldu. Hamamda kendisini yıkayan tellak görgüsü kıt biriydi. Yıkanma kesesine dolan avuç avuç kirleri suya tutacağına "Ne kadar kirlisin" der gibi bilgin zatın önüne yığıyordu. Keseleme işi devam ederken, tellak keselediği şahsın ilim sahibi biri olduğunu öğrenince,
"Efendim madem siz derin bir bilginsiniz 'mertlik nedir?' bana açık seçik anlatır mısınız?" dedi. Yıkanmakta olan büyük bilgin tellağa bir incelik dersi vermenin fırsatını yakalamıştı Şöyle dedi:
"Mertlik, kimsenin ayıp ve kusurlarını yüzüne vurmamak, kirlerini kendisine göstermemektir"
11. Sevgi
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine:
"Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?" Bakın göstereyim demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.
"Ermiş bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. "Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan. Bunun üzerine "şimdi" demiş ermiş, "sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe." Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyurun" deyince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan "işte" demiş ermiş, "kim ki gerçek sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz ve şunu da unutmayın, gerçek pazarında alan değil, veren kazançtadır daima."
12. Elma
Konfüçyus, bazı insanlara bir şey öğretmenin en iyi yolunun bunu örneklerle göstermek olduğunu biliyordu. Bu yüzden sınıfın tam karşısına geçti. Eline bir vazo aldı, tüm öğrencilerin görebileceği şekilde vazoyu havada tuttu. Diğer elinde bir elma vardı. Öğrencilerin meraklı bakışları arasında, elmayı vazonun içinde bıraktıktan sonra, vazoyu yere koydu ve şöyle dedi: "Elmayı vazodan çıkarmayı başaran öğrenci, elmayı yiyebilir." Çocuklardan biri açıkmıştı, ilk o davrandı ve elini vazonun dar ağzından içeri soktu. Elmayı yakaladı, çıkarmaya çalışıyor, ama başaramıyordu.
"Elimi çıkaramıyorum!"
Konfüçyus,
"Elmayı sıkı sıkı tutmaktan vazgeçmediğin sürece, elini çıkarman mümkün olmayacaktır," dedi. Çocuk elmayı elinden bırakmak istemiyordu; ama sonunda zorunlu olarak bıraktı. Elini vazodan çıkardığında, yüzünde şaşkınlık okunuyordu. Elmanın vazodan nasıl çıkarılabileceği konusunda sizin bir fikriniz var mı? Konfüçyus, vazoyu yerden alıp ters çevirdi. Elma vazonun içinden yuvarlanıp avucunun içine düştü. Çocukların hepsi gülmeye başladı. Aslında o kadar basit bir şeydi ki bu!
Konfüçyus, "Fakat bu, göründüğü kadar basit değil," dedi. Elmayı havada tutuyordu konuşurken. "Bazen bir şeyi gerektiğinde bırakabilmek, zor bir iştir. Onu bırakabilmek de bir beceridir. Eğer bir şeyi zorla tuttuğunuzda, ulaşmak istediğiniz şeyi engellediğini görüyorsanız, o zaman onu özgür bırakmalısınız. Eğer yanlış bir şey yapıyorsanız, o zaman buna son vermelisiniz. Eğer kendinize ve başkalarına karşı dürüst davranmıyorsanız, bu hilekarlığı hemen durdurmalısınız. İşte, ancak o zaman hedefinize ulaşabilirsiniz.
13. İnsanı Düzeltmek
Adam, bir haftanın yorgunluğundan sonra, pazar sabahı kalktığında keyifle eline gazetesini aldı ve bütün gün keyif yapıp evde oturacağını hayal ediyordu. Tam bunları düşünürken oğlu koşarak geldi ve parka ne zaman gideceklerini sordu. Baba, oğluna söz vermişti; bu hafta sonu parka götürecekti onu, ama hiç dışarıya çıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişti. Önce dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve oğluna uzattı:
- "Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni parka götüreceğim!" dedi.
- Sonra düşündü:
"Oh be, kurtuldum! En iyi Coğrafya profesörünü bile getirsen bu haritayı akşama kadar düzeltemez!"
Aradan on dakika geçtikten sonra oğlu babasının yanına koşarak geldi:
- "Babacığım, haritayı düzelttim. Artık parka gidebiliriz!" dedi.
Adam önce inanamadı ve görmek istedi. Gördüğünde de hayretler içindeydi ve oğluna bunu nasıl yaptığını sordu. Çocuk şu ibretlik açıklamayı yaptı:
- "Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttiğim zaman dünya kendiliğinden düzelmişti!"
14. Kader
Nobugara adlı bir general kendi güçlerinin düşmandan kat kat zayıf
olmasına karşın saldırı kararı almıştı. Kendisi zaferden emin olduğu halde askerleri şüphe içindeydi.
Yol üzerindeki bir Shinto tapınağının önünde durdular. General: “Bir
süre tapınağa çekilip Karnilerden yardım dileyeceğim. Sonra da yazı tura atacağım. Yazı gelirse kazanırız, ancak tura gelirse kaybedeceğiz
demektir. Artık kaderin elleri arasındayız.” deyip tapınağa girdi. Bir
süre dua eden Nobunaga dışarı çıktı ve eline madeni bir para alıp havaya attı. Yazı gelmişti. Askerlerin morali düzeldi.
Savaşçılar kazanacaklarını bilerek tüm güçleriyle zafere koştular ve şaşılacak bir süre içinde düşmanı yendiler.
Zaferden sonra yaveri generalin yanına gelip heyecanla: “Demek ki kimse kaderi değiştiremezmiş. İşte bunu ispatladınız.”
General elinde tuttuğu hileli parayı göstererek sadece: “Kim bilir?”
demekle yetindi.
15. Gölge Etme Başka İhsan İstemem
Diyojen, İskender’e ayağa kalkmadı. Hiç istifini bozmadı. Binlerce insan, İskender geliyor diye kırılıp geçiyorken o, yerinden kımıldamadı bile.
“Sen ne yapıyorsun, gelenin kim olduğunu bilmiyor musun?” tartakladılar.
İskender: “Durun, dokunmayın!…
"Görmüyor musun? İskender geliyor diye insanlar yerlere yatıp kalkıyorlar. Sen yoksa İskender’i tanımıyor musun?” dedi.
Diyojen: “Tanıyorum, iyi tanıyorum ve sizi de iyi biliyorum” diye cevap verdi.
İskender sarsıldı. Yerinde duramadı ve atından indi. “Ne demek bu?” dedi.
Diyojen: “Sen, toprak için insan öldürüyorsun. Dünya benim esirim, kölem. Sen de benim köleme köle olmuşsun. Kim kime ayağa kalkacak?” dedi.
İskender bunu kabullendi. Diyojen’in büyük bir filozof olduğunu anladı ve dedi ki: “Dile benden ne dilersen!”
Diyojen: “Gölge etme başka ihsan istemem.”
16. İyi ve Kötü
Yaşlı kızıldereli reisi kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki kurt köpeğini izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve 12 yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı. Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri kurt köpeğiydi bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için bir köpeğin yeterli olduğunu düşünüyor, dedesinin ikinci köpeğe neden ihtiyacı olduğunu ve renklerinin neden illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla, sordu dedesine: Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı.
– “Onlar” dedi, “benim için iki simgedir evlat.”
– “Neyin simgesi” diye sordu çocuk.
– “İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları. Çocuk, sözün burasında; ‘mücadele varsa, kazananı da olmalı’ diye düşündü ve her çocuğa has, bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
– “Peki” dedi. “Sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?”
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa.
– “Hangisi mi evlat? Ben, hangisini daha iyi beslersem!”
Genç bir adam kendi yöresinde çok tanınan bir bilgenin yanına gitti. Derdi biraz farklıydı. Genç yaşında hep başarı kazanmıştı. Babasından devraldığı küçük işi hızla büyütmüş, zengin olmuştu. Çevresindeki herkes ona saygı gösteriyordu.
Düşmanı yoktu. Evlilikleri başarılı olmuş, çok genç yaşlarda başlayarak birkaç kez baba olmuştu. Ve genç adamın derdi de buradan sonra başlıyordu. Bu kadar erken başarı, çok başarı, çok sayılmak yüzünden bütün çevresindeki insanları "küçük" görmeye başlamıştı.
Artık faal konumda olmayan bir savaşçı söyle dedi: "Hayatımız boyunca çeşitli düzeyde becerilere sahip oluyoruz. Başlangıçta, henüz yolun başında olduğumuz ve pek bir şey bilmediğimiz için etrafımızdaki insanlar da kendimiz de beceriksiz olduğumuzu düşünürüz. Bu aşamada hiçbir işe yarayamayız, sadece öğrenmeye devam ederiz.
Arjantinli ünlü golfcü Robert de Vincenzo, yine bir turnuvayı kazanmış, ödülünü alıp, kameralara poz vermiş ve kulüp binasına gidip oradan ayrılmak üzere hazırlanmıştı.
Bir süre sonra binadan çıkıp otoparktaki arabasına yürürken yanına bir kadın yaklaştı. Kadın, başarısını kutladıktan sonra ona çocuğunun çok hasta ve ölmek üzere olduğunu anlattı. Zavallı kadının hastane mas¬raflarını ödemesi imkânsızdı.
Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg (Zümrüd-ü Anka ya da batıda bilinen adıyla Phoenix) , Bilgi Ağacı'nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş.Bu kuşun özelliği gözyaşlarının şifalı olması ve yanarak kül olmak suretiyle ölmesi, sonra kendi küllerinden yeniden dirilmesidir.....