 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Ortadoğu'da savaş rüzgârları
M.Necati Özfatura
necati.ozfatura@tg.com.tr
Ariel Şaron'un büyük farkla seçimi kazanması üzerine Ortadoğu'da adeta savaş bulutları toplanmış ve savaş rüzgarları esmeye başlamıştır. Zaten sertlik yanlısı olduğu bilinen ve Şaron eşittir savaş olarak tanınan, Lübnan kasabı, katil, buldozer gibi adları ile meşhur olan Şaron'un gelişi, Arap ülkelerinde endişe meydana getirmiştir. Filistinliler intifadaya devam çağrısı yaparken, Suriye ve Lübnan orduları muhtemelen bir savaşa hazırlık yapmakta; Irak ise gönüllülerden bir tugay kurmuş ve bu tugaya "Kudüs El Kudüs Eşşerif Ordusu" ismini vermiştir. Filistin-İsrail arasındaki savaşın Suriye, Lübnan ve Irak'a sıçramasından endişe edilmektedir. Şaron'un seçilmesi İsrailli gençler ve sertlik yanlısı İsrailliler arasında bayram havası yaşanmasına sebep olmuştur. 1982 yılında Şaron bir tankın üzerinde olduğu halde, İsrail ordusu Lübnan'a girdi ve önemli kısmını işgal ederek 30 bin sivilin ölümüne sebep oldu. Sabra ve Şatilla kamplarında silahsız sivillerin katledilmesi dünya kamuoyunda tepkilere sebep oldu. Ve bunun sonucunda İsrail Askeri Mahkemesi Şaron'u suçlu bulunca Şaron, Savunma Bakanlığı'ndan istifa etti (ettirildi). Şu anda elektriksiz ve susuz bu kamplarda yaşayan Filistinli İbrahim: "Herkes gelebilirdi ama o değil. O kana susamış bir katildir. İşgalin liderliğini yaptı. Evimi yaktı. 3 çocuğumu ve hamile eşimi öldürdü." Şu anda 4 milyona yakın (3 milyon 700 bin) Filistinli, Filistin dışında yaşamak zorunda bırakılmıştır. Şaron kazandı fakat dünya kamuoyundaki menfi imajını silmek için Barak'a ortaklık teklif etmektedir. Barış zor zamana, şartlara, ince dengelere bağlıdır. Bunun için sabır ister. Savaş ise kolay yoldur. İsrail Şaron'u seçerek savaşı tercih etti. İsrailliler güvenlik endişesiyle Şaron'u seçti. ABD ve Batı'nın Şaron'u desteklemesi zor olacaktır. Şaron tipik bir fundamentalisttir. Aşırı sağcı ve aşırı siyonist bir politikacıdır. Avusturya'da aşırı milliyetçi Haider iktidar olunca, AB, Avusturya ile münasebetlerini askıya aldı. İslâm ülkelerinde milli ve manevi değerlere saygılı partilerin oy nisbeti % 20'yi aşınca onu iktidardan indirmek için her türlü tedbiri almak ABD ve AB'nin değişmeyen siyasetidir. ABD ve AB'nin müştereken aldığı protokole göre ise Avrupa'da Müslümanların sayısı % 10'u aşarsa soykırım dahil her çareye başvurulur. Bosna ve Kosova'da soykırım bu maksatla yapıldı. Ama İsrail'de aşırı milliyetçi ve aşırı siyonist Şaron'un Likud partisi % 62.5 oy alınca "tedbir" yerine "tebrik" almıştır. Ortadoğu'da barış, Şaron ile hayalden öteye geçemez. İNŞALLAH yanılan ben olurum. ABD, Beyaz Saray, Bush ve Pentagon, Şaron'un yanında yer alacaktır. 1993 Oslo Antlaşması ile "Toprağa Karşı Barış" planı ikinci intifada ile sona ermiştir. Şaron, Kuzey Irak yani Türkiye sınırına kadar savaş yoluyla İsrail'in genişlemesinin düğmesine basılmıştır. Şaron ABD ve AB desteğiyle Ortadoğu'yu ısındıracaktır. Ama bu sefer çıkan ateş İsrail'i yakacaktır. 16 Eylül 1982'de başlayıp 36 saat süren Sabra ve Şatilla katliamını Araplar unutmuş değildir. Mayıs 2001'de Manavgat Çayı suyunun İsrail'e satışını konu alan (nihai protokol) imzalanırsa Türkiye, Arap Dünyası nazarında büyük itibar kaybına uğrar. Şaron'un siyasi danışmanı Zalman Şoval, Barak ile Arafat arasındaki Taba'da yapılan görüşmelerin, bundan sonraki barış görüşmeleri için temel olmayacağını söyledi. Yalnız anlaşmaları tanıdığını 1993 Oslo, 1998 Wye plantation ve 1999 Şarm el- Şeyh anlaşmalarının yürürlükte olduğunu bildirdi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 242 ve 338 sayılı kararları, İsrail'in 1967'de işgal ettiği yerlerden barış karşılığı çekilmesini ön görmektedir. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsünün yaptığı açıklama, Bill Clinton tarafından sunulan Ortadoğu Barış Plânı ABD'nin teklifleri değildir şeklindedir. ABD'nin yeni planı belirsizdir. İsrail'de 2 görüş vardır. Bunlar; "Şaron İsrail'in kendi güvenini kazanmasını sağlayacak adam" diğerine göre de: "Yahudilerle Arapları yeniden bir ateşin ortasına atarak kutuplaşmayı sağlayacak adamdır." Bakalım önümüzdeki günler neyi gösterecek?
17.02.2001
.
ABD'nin Bağdat'a saldırısı
M.Necati Özfatura
necati.ozfatura@tg.com.tr
Facebook
ABD ve çömezi İngiltere'nin savaş uçaklarıyla Bağdat'a bombardımanı dünya kamuoyunda sert tepkilere sebep olmuştur. 1998 sonundan bu yana yapılan, bombardımanın haklı ve makul hiçbir gerekçesi yoktur. Hatta bir nevi korsanca bir saldırıdır. Bu bombardıman askeri olmaktan ziyade siyasidir. Saldırı yani bombardıman ile Bağdat'ın şahsında başta Ankara, Moskova, Paris, Kahire, Şam ve daha nice başkentlerin posta kutusuna mesajlar verilmiştir. Türkiye'ye verilen ise Arafat ile görüşme ve Filistinlilere ilgi gösterme şeklindedir. ABD, bu gayrihukuki davranışına devam ederse giderek yalnızlaşır ve sonuçta kaybeden ABD olur. İkinci Bush iktidarı Saddam'a karşı intikam savaşı yapmaktadır. Şu anki kadro 1990-1991 Körfez Savaşındaki kadrodur. Sadece görevler değişmiştir. Körfez Savaşında Genelkurmay Başkanı olan Colin Powel şimdi Dışişleri Bakanıdır. ABD tedirgindir. NATO üyesi ve İncirlik Hava Üssünün sahibi 10 yıl sonra Bağdat'a büyükelçi tayin etmiştir. Rusya ve Fransa, Irak'a uygulanan ambargoyu delik deşik ederek "Kalbura" çevirmiştir. TBMM üyesi 12 milletvekili (her parti mensubu) Bağdat'ı ziyaret etmiştir. Geçmişte Irak'ın uzun yıllar savaştığı İran'ın Dışişleri Bakanı Kemal Harrazi, Bağdat'ı ziyaret etmiştir. 1990-1991 yılında Irak'a karşı savaşta ABD'nin yanında yer alan Arap ülkeleri, Irak'ı yavaş yavaş içlerine sindirmeye başladılar. Arap Dünyasının lideri Mısır ile Irak arasında "serbest ticaret anlaşması" imzalanmıştır. Bazı ülkeler Clinton'ın son devresinde ABD dış politikasının izolasyonist bir istikamete gittiği kanaatine vardı. Ariel Şaron'un seçilmesiyle ABD'nin bir nevi uydusu olan bazı Arap ülkeleri kendilerini eli kolu serbest zannına kapıldılar. Türkiye'ye tehdit IMF'dir. Çünkü IMF Beyaz Saray'ın emrindedir. ABD, bu bombardıman ile Arap ülkelerine 1990-1991 Körfez Savaşındaki koalisyon ve ittifak devam etmelidir şeklinde kulaklarını çekmiştir. Sıradan ve saftan ayrılan yeniden sıraya girsin mesajı verilmiştir. Araplara gerilimi yani "ikinci intifada"yı değil "Barış Süreci"ni desteklemesini ihtar etmiştir. ABD, Madrid 1991 Arap- İsrail görüşmesinden bu yana Barış sürecinin mimarı ve takipçisidir. Türkiye ne zaman Filistinlilere ilgi gösterse yani Arafat Ankara'ya gelse; akabinde sözde Ermeni soykırım tasarısı ABD Senatosu ya da Temsilciler Meclisinde gündeme gelir. Önümüzdeki aylarda aynı senaryo sahnelenirse şaşırmayalım. Filistinlilere karşı İsrail bir nevi katliam yapmaktadır. Bağdat'ın bombalanmasıyla bir nevi bu katliam unutturulmak istenmiştir. ABD'nin yeni başkanı George W. Bush'un, Bülent Ecevit'e yolladığı mesajda "gelecekte iki ülke arasında doğacak ihtilâfların müttefiklik bağı içinde ele alınması gerektiği" ifadesi düşündürücüdür. Irak'a uygulanan ambargo Irak'tan çok Türkiye'ye zarar vermiştir. Türkiye'nin zararı 100 milyar doları aşmıştır. Son bombardıman ile ABD Saddam'ın iktidarını güçlendirmiştir. Saddam'ı Irak Devlet Başkanlığı Sarayında kansız bir darbe ile Irak Devlet Başkan Yardımcılığına getiren CIA olduğu Mısır'da Arapça basılmış olan Irak'ın eski savunma bakanı ve Genelkurmay Başkanı General Tekriti'nin hatıratında yazılıdır. Bu bombardıman büyük bir çatışmanın başlangıcı değildir. Irak'ın ihlâllerine cevap ise inandırıcı değildir. Saddam ABD'nin emrindeki BM kararlarını yılllardır zaten ihlâl ediyordu. Rutin bir harekât sözü de inandırıcı değildir. 2.5 saat süren bombardımana 24 ABD ve İngiliz uçağı Basra Körfezinden katıldı. Babasının yolunda yürüyen Bush devri ile örtülü Soğuk Savaşın düğmesine basılmıştır. Bush'un Ulusal Füze Savunma Projesi (NMD) (Uzay Savaşı)nı gerçekleştirmek ve Rusya'nın son günlerde nükleer füzeli büyük tatbikatı ile yeniden bir Soğuk Savaş başlamıştır. Bu saldırı ile ABD BM'yi karşısına almıştır. Bomba Bağdat'a ama mesaj bazı ülkeleredir. Bizim görüşümüze göre Bush, Bağdat'ın şahsında bu bölgede ve Ortadoğu'da ABD politikasına karşı çıkan merkezlere Ankara, Moskova, Paris, Kahire ve bazılarına ihtar atışı yapmıştır. Lider ve dünyanın jandarması benim mesajını vermiştir. ........ Not: Değerli arkadaşımız Necati Yazıcı'yı kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyoruz. Yakınlarına başsağlığı dilerken, kendisine Allahü teâlâ'dan rahmet ve Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimizden şefaat için duacıyım.
20.02.2001
.
Tekel'in özelleştirilmesi tarihî hatadır!..
M.Necati Özfatura
necati.ozfatura@tg.com.tr
Facebook
Türk milleti, münhasıran Türk gençliği ve gelecek nesillerle beraber; yaşayanların sağlığı ile ilgili her mesele "dış politika" ile ilgilidir. Ben bu yazım ile asla "Tekel"i savunmuyorum. Ülkenin hayati meselesini savunmaya çalışıyorum. Neticede IMF'nin istediği olacaktır. Şurası gerçek ki, Tekel, Türk Hava Yolları, Telekom, bor madeni gibi varlıkların özelleştirilmesi tarihi hatanın ötesinde ülkenin felâketine sebep olacak gaflet ve yanlışlıklardır. IMF'nin Türkiye'nin hayrına çalıştığını sananlar gaflet içerisindedirler. IMF, küreselleşme, Batı emperyalizminin tuzak oltalarıdır. Elbette ülkeye yük olan ve zararda olan kamu iktisadi kuruluşlarının özelleştirilmesi ülkenin yararınadır. Ama bazı kuruluşlar vardır ki varsayalım zarar da etse ülkenin güvenliği bakımından özelleştirilemez. Kaldı ki özelleştirilme maskesi altında bazılarına peşkeş çekildiği basında zaman zaman yer almıştır. Gerçek değerinin çok altında satılanlar vardır. Sizlere bu meseleyi çeşitli açılardan arz ediyorum: Tekel'den günde 9 trilyonluk kaynak... Tek Gıda-İş Sendikası Genel Başkanı ve Türk-İş Sendikası Genel Sekreteri Hüseyin Karakoç, Tekel'in devlete günde 9 trilyon lira kaynak aktardığını söyledi. Tekel'in özelleştirilmesinin tartışıldığı panelde konuşan Hüseyin Karakoç, "Tekel, bir dev, öylesine bir dev ki, tek başına 2 katrilyon liraya yakın kamuya kaynak aktarıyor. Günde 9 trilyon lira kasasına giriyor. Böyle muhteşem bir gelir doğrudan devletin elindedir. Bu para makinesinden vazgeçmek için insanın ya deli ya da kör olması gerekir. Devlet bir yandan gelirim yok diye kıvranıyor, borç üstüne borç yapıyor. Sonra da bir günde 9 trilyon lira kazandığı işletmesini elinden çıkarmaya bakıyor" dedi. Özelleştirme adı altında taşeron firmalarla GAP'ın İsrail'in, Akdeniz limanlarını Ermenilerin, Ege limanlarının Yunanistan'ın hakimiyetine geçmesi için yıllardır faaliyet vardır. Türkiye Avrupa Birliği'ne tam üye olmadığı gibi 2010 yılına kadar aday da değildir. Ama Gümrük Birliği Antlaşması bir sömürge anlaşması gibi işlemektedir. Yeşilay'ın ilgili makamlara yolladığı yazıya verilen cevaplardan biri şöyledir: TC DEVLET BAKANLIĞI (Sn. Rüştü Kazım Yücelen) ANKARA Sayı: B.02.0.009/229 22 OCAK 2001 TÜRKİYE YEŞİLAY CEMİYETİ GENEL BAŞKANLIĞI'NA İLGİ: 21.11.2000 tarih ve 2000/4782 sayılı yazınız. İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı Kanunu'nda Değişiklik Yapılması Hakkında 11.01.2001 tarih ve 4619 sayılı Kanun, 20.01.2001 tarih ve 24293 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Kanun esas itibariyle, Türkiye ile Avrupa Topluluğu arasında imzalanan 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi Kararı uyarınca ticari nitelikli devlet tekellerinin kaldırılmasına yönelik düzenlemeleri içermekte, alkol ve alkollü içkilerin satışı, ithali, dağıtımı ve fiyatlandırılması da AB mevzuatına uyum çerçevesinde yeni esaslara bağlanmaktadır. Kanun ayrıca, 4250 sayılı yasada çeşitli nedenlerle günümüz koşullarında işlevlerini yitirmiş bulunan bazı maddeleri de yürürlükten kaldırmaktadır. Bilgilerinizi rica ederim. Rüştü Kazım Yücelen Dağıtım Başbakanlığa Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanlığına
22.02.2001
.
Tekel'in özelleştirilmesi tarihî hatadır! (2)
M.Necati Özfatura
necati.ozfatura@tg.com.tr
Facebook
Yeşilay Cemiyeti yıllardır çok sayıda rapor ve yazı ile TEKEL'in özelleştirilmesinin ülke menfaatlerine aykırı olduğunu arz etmişse de IMF ve AB'nin baskısı ile TEKEL özelleştirilmek üzeredir. Yeşilay'ın son bülteni şöyledir: TÜRKİYE YEŞİLAY CEMİYETİ GENEL BAŞKANLIĞI İSTANBUL Cağaloğlu, Nuruosmaniye Cad. No:17/1 Tel:(0212) 527 16 83 Faks:(0212) 522 84 63 Tarih: 16 Şubat 2001 Sayı:2001/ 4808 Basın Bülteni SAYIN YETKİLİLERİMİZE VE KAMUOYUNA TEKEL'in özelleştirilmesi konusunda târihi ve önemli bir gerçeği sayın yetkililerimizin ve muhterem kamuoyunun dikkatlerine sunuyoruz: Bilindiği gibi, AB üyesi olan ülkeler, Türkiye'nin AB'ye alınabilmesi için birtakım şartlar ileri sürüyorlar. Bu şartlar arasında milli güvenliğimizi tehdit edenler de bulunuyor. AB'yi, siyâsi ve ekonomik bütünleşme olarak kuran ülkelerin bize niçin düşmanca davrandıklarını anlamak için tarihimizi hatırlamamız gerekir. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Sevr Anlaşması ile yurdumuzu işgal ederek, limanlarımıza gemileriyle bol miktarda alkol ve uyuşturucu getirmeye başlayan düşmanlar, topla tüfekle yenemediği milletimizi, uyuşturarak içten çökertmek istemişti. Bu fâciayı gören vatansever aydınlarımız bir araya gelerek, halkımızı ve gençliği uyarmak ve bu yolda mücâdele etmek için 5 Mart 1920 tarihinde "Türkiye Yeşilay Cemiyeti"ni kurmuştu. Yeşilay'ın kuruluş nedeni bugün de aynı şekilde devam etmektedir. Dün savaş yoluyla ülkemizi paylaşmak isteyenlerin emelleri İstiklâl Savaşı ile kursaklarında kalmış, ancak 2000 yılına kadar ülkemizi sarsan anarşi ve terörü aynı maksatla hortlatıp desteklemişlerdi. Bugün ise AB üyeliği fırsat sayılarak, ülkemiz üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için ne mümkünse yapmaktadırlar. Ülkemizin başına sardıkları silahlı terörün etkisiz hâle getirilmeye başlanmasından itibaren uyuşturucu maafyasına da başvurarak, alkol ve uyuşturucu kullanımının korkunç boyutlara çıkartılmasının yanısıra, müstehcen yayınlar ile şiddet ihtivâ eden yayınlardaki patlama bir tesâdüf değildir. Bunun nedeni, etkisiz kılınan terörün yerine başka tehditlerin kullanılarak, Türkiye'ye göz açtırmadan hedeflerine ulaşmak için milletimizin temeli olan aile varlığımızı yıkmak istemeleridir. Türkiye'nin AB'ye uyum sürecinden itibaren 4619 Sayılı Kanun'a dayanılarak Tekel ürünlerinin (sigara ve alkollü içkiler) aynı maksat için kullanılmaya devam edileceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır. Tekel ürünleriyle diğer mâmuller bir tutulamaz. Çünkü, bunların tüketimi, gerçek bir savaştan daha fazla ölümlere sebep olmaktadır. Yalnız sigara yüzünden her yıl en az 200 bin insanımız ölmektedir. Buna alkol ve uyuşturucu sebebiyle ölenler eklenince bu sayı 350 bini bulmaktadır. Terördeki kaybımız ise toplam 35 bin kişi olmuştur. Hiçbir devlet, halkının maddi ve mânevi tahribatı üzerinden kazanç elde etmek istemez. Bunun için alkol ve sigaranın bağımlılara yetecek kadar üretilmesi gerekir. 12 Şubat 2001 tarihinde basında çıkan haberde: Tek Gıda-İş Sendikası Başkanı Hüseyin Karakoç'un, Tekel'in günde devlete 9 trilyon TL. gelir getirdiğini ifade ettiğini bildirmiştir. Tekel'in özelleştirilmesiyle devlet günde 9 trilyon liralık kaynaktan mahrum kalmış olacaktır. Devletin mali sıkıntı içinde bulunmasına karşılık, söz konusu kaynaktan vazgeçmesinin hiçbir haklı gerekçesi yoktur. Ayrıca alkol ve sigaranın devletin tekelinden (kontrolünden) çıkarılarak özelleştirilmesi felâket, üretim ve ticaretinin yabancı şirketlere verilmesi ise daha büyük bir felâkettir. Çünkü, yabancı kaynaklı alkollü içki ve tütün mamullerinde ayrıca ve özel olarak bağımlılık yapan maddeler (uyuşturucu kökenli) bulunmakta ve bu durum toplumumuzda ve bilhassa gençlerimizde beyaz bağımlılığına geçişi sağlamaktadır. Böylece dış güçler, Türkiye başta olmak üzere, hedef ülkelere savaş ilân etmeden onları içeriden tahrip etmektedirler. Devlet ve millet olarak geleceğimize güvenle bakabilmek için tarihten ders almamız gerekir. Tarihten ders almadığımız ve bizi çifte standartlarla aldatmaya çalışanlara inanmaya devam ettiğimiz takdirde, düşmanlarımız bize hayat hakkı tanımayacak ve en azından bizi zararlı alışkanlıklar bataklığında imhâ edecektir. En içten saygılarımızla... Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Selâhaddin Kaptanağası
23.02.2001
.
Tekel'in özelleştirilmesi tarihî hatadır!.. (3)
M.Necati Özfatura
necati.ozfatura@tg.com.tr
Facebook
Türkiye Gazetesinin 17.1.2001 tarihli haberi Tekel'in özelleştirilmesinde IMF'nin baskısını ifade etmektedir. IMF'nin rol aldığı her ülke ekonomik felâketi yaşamıştır. Türkiye'yi bugün ekonomik krize sokan IMF kararlarıdır. IMF: Tekel'i özelleştirin Ankara- IMF Türkiye Masası Şefi Carlo Cottarelli başkanlığındaki heyet, Türk ekonomi bürokratları ile görüşmelerine start verdi. Cottarelli'nin, 5. gözden geçirme ziyareti çerçevesinde bürokratlarla ekonomik gelişmeleri değerlendirdiği ve IMF heyetinin Ankara'daki temaslarında ağırlıklı olarak bankacılık ve özelleştirme üzerinde durduğu bildirildi. Edinilen bilgiye göre 12 Ocak Cuma akşamı Ankara'ya gelen Cottarelli ve beraberindeki 10 kişilik heyet, hafta sonu da ekonomi bürokratları ile bir dizi görüşmeler yaptı. IMF heyeti, hafta sonu başlayan görüşmelerinde, TEAŞ ve TEKEL ile ilgili temaslarda bulundu. TEAŞ'ın harcamaları ve yatırımları konusunu ela alan heyetin, bu kurumun yeniden yapılandırılmasına yönelik düzenlemelerin hızlandırılmasını istediği öğrenildi. TEKEL kurumunu da ele alan heyetin, ısrarla, bu kurumun özelleştirme stratejisi üzerinde durduğu belirtiliyor. Heyet, dün Hazine Müsteşarlığı ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu'na giderek görüşmelere devam etti. Görüşmeler sonrasında SRF'nin ikinci dilimi olan 1.1 milyar dolar 20 Ocak'ta serbest bırakılacak. Akşam saatlerinde ise Hazine Müsteşarı Selçuk Demiralp, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan'a IMF ile yürütülen görüşmeler hakkında bilgi verdi. Demiralp, "IMF'ye verdiğimiz niyet mektubunda taahhütlerimiz var. Görüşmeler devam ediyor" dedi. Hürriyet Gazetesinin 18 Şubat 2001 tarihli sayısının 15. sayfasında Mümtaz Soysal'ın "Açı" sütununda "Sevr'den de beter" yazısının bir bölümü şöyledir: "Öyle bir gidiş var ki, her şeyin hafif, eğlendirici, keyiflendirici olması gereken bir tatil gününde bile insanın aklından çıkmıyor ve ister istemez o gidişten söz etmek gereğini duyuyorsunuz. Gidiş, gerçekten kötü. Özellikle, son "Kasım krizi"nin hemen ardından yaşananlar açısından: Kurtarıcı rezerv kredileri bahane edilerek IMF'ce istenenler ve daha da önemlisi, bu istekler karşısında hükümet ve resmi makamlarca ortaya konan teslimiyetçi tavır, insanlarımızın büyük çoğunluğunu "Acaba bağımsız devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin sonu mu geldi?" diye sorma noktasına getirdi. Şimdiye kadar bu çeşit gözlemlere ve karamsar değerlendirmelere "Sevr sendromu" adı verilir, uluslararası kuruluşların ve Batılı büyük devletlerin Türkiye üzerindeki oyunlarından, bölünme ve içten çökertilme tehlikelerinden söz etmek aşırı vehim, hatta bir çeşit ruh hastalığı sayılarak alaya alınırdı." 4 Kasım 2000 tarihli Gözcü Gazetesinin birinci sayfada manşetten verdiği haber şöyledir:"EN BÜYÜK SOYGUN! Türkiye'de 1985'ten bu yana 162 KİT'i satıp, savdılar. Devletin eline 7 milyar 300 milyar dolar geçti ancak; batık bankalardan hortumlanan para miktarı 11 milyar 500 milyon doları buldu. Uzmanlar, Türkiye'nin, milli gelirine oranla dünyanın en büyük soygununu yaşadığını söylediler ve "Devlet ne kadar güçlüymüş ki, bu kadar büyük soyguna rağmen hâlâ ayakta durmayı başarıyor" dediler. (Vergiler uçup gitti) özelleştirmeden devletin kasasına giren paranın daha fazlasının hazinenin kasasından çıktığını söyleyen ekonomistler, (kasası boşaltılan bankaların zararlarını karşılayan devlet, özelleştirmeden elde ettiği paranın üstüne halktan topladığı vergileri de koyup, bu bankaların zararını kapatıyor) diye konuştular."
27.02.2001
.
Tekel'in özelleştirilmesi tarihî hatadır!.. (4)
M.Necati Özfatura
necati.ozfatura@tg.com.tr
Facebook
Cumhuriyet Gazetesi'nin 27 Eylül 2000 tarihli sayısı 13. sayfadaki yazısının bir kısmı şöyledir: "Çiftçi Dostu" Sadullah Usumi TEKEL'in Başına Oynanan Oyunlar "Türkiye'de son yıllarda şeytanın bile aklına gelmeyecek olaylar yaşanıyor. 12 Eylül'den sonra çeşitli devlet kuruluşları; kamuoyuna yalan bilgiler verilerek önce gözden düşürülmek istendi. Sonra da "Özelleştirme" adı altında satıldı. Ama, yerli ve yabancı şirketlerin gözü TEKEL'de idi. Çünkü, TEKEL büyük bir kazanç kapısıydı. Hele, özel sektörün eline geçtikten sonra darphaneye dönebilirdi. Bugüne kadar TEKEL'in parçalanarak satılması için tüm girişimler ya yasa engeline takıldı ya da kamuoyunda oluşan tepkileri aşamadı. Bu arada, 2 yurttaşımızın yerli sigaralardan sağlıklarını kaybettikleri gerekçesi ile TEKEL aleyhine tazminat davası açması, TEKEL'e göz koyanları yeniden harekete geçirdi. Milyonlarca üreticiyi ve tüketiciyi koruyan bu dev devlet kuruluşunu gözden düşürmek için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Sigaradan zarar gören yurttaşlarımızın TEKEL aleyhine tazminat davası açmalarını kimse kınayamaz. Eğer, bu insanlarımız gerçekten zarar görmüşlerse onlara yardımcı olmak hepimizin görevidir. Nitekim, biz de "Çiftçi Dostu" köşemizde ülkemizde her yıl sigaradan 100 bin kişinin öldüğü ve 2 milyon kişinin de hastalandığı halde, neden dava açan olmadığını kaç kez sormuştuk... Ama ilk tazminat davalarının TEKEL aleyhine açılacağını aklımızın kenarından bile geçirmemiştik. Çünkü, Amerikan mahkemelerinin insan sağlığına zarar verdiği gerekçesi ile tazminata mahkum ettiği sigaralar ülkemizde 14 yıldan beri resmen, 30 yıldan beri de kaçak olarak satılırken ilk tazminat davaları neden TEKEL sigaraları aleyhine açılır, anlamak mümkün değildir... Haydi öyle denk geldi diyelim... Peki... Neden TEKEL aleyhine olan gelişmeler yeri göğü titretecek kadar büyütülür? Hele, sigara ile savaştığını ilan edenler, neden yabancı sigaraları savunmak ve onları temize çıkarmak için gayret içine girerler? Evren Gazetesinin 13 Şubat 2001 tarihli sayısındaki haber şöyledir: "Uluslararası sigara şirketlerinin, sigara karşıtı yasalar çıkarmamaları için Körfez ülkelerine baskı yaptığı açıklandı. Katar Kamu Sağlığı Bakanı Hacar Ahmed Hacar, söz konusu şirketlerin ayrıca, sigarayı yasaklayan fetva yayınlamamaları için dini liderlere de baskı yaptıklarını anlattı. Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) Kalp Hastalıkları Komitesi'nin toplantısında açıklama yapan Katarlı bakan Hacar Ahmed Hacar, Körfez ülkelerinin sigara yüzünden her yıl 2.1 milyar dolar kaybettiklerini söyledi. Hacar, gazetelerde sigara reklamını yasaklayan bir yasa çıkarmayı planladıklarını da belirtti. Hedef gelişmekte olan ülkeler Öte yandan Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Özesmi, Kayseri Sağlık Müdürlüğü'nce Şehir Tiyatrosu'nda düzenlenen Sigara Paneli'nde, Amerika'da 1950'den günümüze dek yürütülen sigara karşıtı kampanyalar nedeniyle tüketimin %41'den %25'e düştüğünü söyledi. Özesmi, sigara tekellerinin artık kurbanlarını Türkiye gibi genç nüfusa sahip ve gelişmekte olan ülkelerden seçtiklerine dikkat çekti. Tekel'in satılmasına karşı çıkmalı Türkiye'de hızlı nüfus artışına rağmen kişi başına sigara tüketiminin %13.4 arttığına dikkat çeken Prof. Dr. Özesmi, "1986'da sigarada tekeli kaldırdı. 1991'de bazı saygın Türk firmalarıyla ortak olan bu şirketler, Türkiye'de üretime başladılar. Yakın zamanda IMF baskısıyla Türk Tekel'i de bunlara satılacaktır. O zaman kontrol tamamen elimizden çıkacak. Herkes buna karşı çıkmalıdır" dedi. NETİCE: TEKEL'İ ÖZELLEŞTİRMEK BATI'NIN TUZAĞIDIR VE TÜRKİYE'NİN SEBEB-İ FELAKETİ OLACAKTIR!..
28.02.2001
.
Gerçek soykırım Çeçenistan'da yapılıyor
M.Necati Özfatura
necati.ozfatura@tg.com.tr
Facebook
Asr-ı Saadet'ten bu yana Müslümanların ve münhasıran İslâm Devletlerinin bir millet ya da etnik topluluklara "soykırım" yaptığı asla görülmemiştir. Ama Hıristiyan ülkelerin tarihi, soykırımlarla doludur. Fransa ve diğer Batı ülkeleri, tarihî gerçekleri tersine çevirerek (sözde) Ermeni soykırımı yalanına sarılmalarının temelinde yatan önemli bir gerçek de: Hıristiyan ülkeler aşağılık ve suçluluk kompleksinden kurtulmak için Müslümanlar (Osmanlı) da Ermenilere soykırım yaptı yalanı ile kendini temize çıkarmak istemektedir. Ve Türkiye'yi suçlamanın temelinde Vatikan (Papa) ve Hıristiyan Kiliseler Birliği vardır. Osmanlının soykırım yaptığına dair belge parmakla sayılacak kadar az ve tamamı sahtedir. Ama Ermenilerin soykırım yaptığına dair Osmanlı Arşivinde ve Batılı tarihçilerin eser ve hatıralarında yüzbinlerce belge vardır. Maalesef böyle bir imkanı kullanamıyoruz. Erzurumlu Ermeni komitacı Dikram Papazyan'ın Erzincan'daki soykırımla ilgili hatıratında: "Üç beş gün daha geçmiş olsaydı, bütün Müslümanları öldürecektik." denmektedir. Rus generali Odi Şelidze'nin sözleri: "Her türlü savunmadan mahrum 800'den fazla insan öldürüldü. Zavallı Türkler, açılan çukurların başında hayvan boğazlanır gibi boğazlanıp bu çukurlara dolduruldu. Bir Ermeni müteahhit eğlenmek için bir eve doldurduğu 80 kadar Türk'ü kapıdan çıkarlarken birer birer kafalarını parçalayıp öldürmüştür. Ilıca kasabasında 800 metrekare bir cami avlusunda öldürülerek üst üste konan cesetlerin yüksekliği 1.5 metre idi..." Alman general Bronsant: "Osmanlı ordusu Ruslarla mücadele ederken Ermeniler geride kalan silahsız halkı silip süpürdü ve katlettiler." İngiliz Albay Wooley: "Ermeni çeteleri Van ve Bitlis'te 300-400 bin arasında Müslümanı vahşice katlettiler..." demektedirlir. Dün yapılan Müslüman katliamını şu anda Ruslar Çeçenistan'da yapmaktadırlar. Türkiye dışından gelen "mail" faks ve mektuplara göre Çeçenistan'daki soykırım finansının (para yardımının) çoğunu Almanya ve bir kısmını Fransa temin etmektedir. Cevher Dudayev zamanında 2 milyona varan nüfus, bugün aşırı ölçüde azalmıştır. Çeçenistan Devlet Başkanı Yardımcısı Ahmed Lakayev, "Silahı bırakırsak kökümüzü kazırlar" demiştir. Çeçenistan'da direniş devam etmektedir... Almanya başta olmak üzere Avrupa Birliğinin desteğiyle Rusya Çeçenistan'da soykırım yapmaktadır. Maalesef sözde Ermeni soykırımı ile Türkiye'ye karşı psikolojik, ekonomik, siyasi bir savaş açanlar; Çeçenistan'daki soykırımı görmüyorlar. Gözleri kör ve kulakları sağır kalpleri mühürlüdürler. Çeçenistan eski devlet başkanı Selimhan Yandarbiyev, Rusların Çeçenistan'da son 2 yılda 7 bin askerini kaybettiğini ve "Müslüman halkları bütün dünyanın gözleri önünde katledilirken, seyirci kalınıyor." demiştir. Rusların Çeçenistan'da Yahudilerin Filistin'de, Hinduların Keşmir'de Çinlilerin Doğu Türkistan'da ve bunlar gibi nice yerlerde yaptıkları soykırım değil mi? Ruslar, son 18 ayda 50 bin Müslüman Çeçeni şehid etti. Ama dünya sözde Ermeni iddialarıyla oyalanıyor. Ruslar 'Mücahidleri' değil sivil halkı katlediyorlar. Birkaç gün önce Caharkale'de 60 numaralı okulu basan korkak Rus askerleri 3 öğrenciyi kurşuna dizdiler. Çeçenistan'daki Rus güçleri komutanı Nikolay Patruşev: "Çeçen Mücahidler en az 5 bin silahlı güce sahip. Bu büyük bir güç" demiştir. Putin Batı'yı aldatarak çektiği birliklerin yerine yenisini yollamaktadır. Çeçenistan'da 80 bin İnguşetya'da (Çeçen sınırında) 20 bin Rus askeri vardır. Putin 30 bin askeri çekip 40 bin asker göndermiştir.
01.03.2001
.
Gerçek soykırım Çeçenistan'da yapılıyor (2)
M.Necati Özfatura
necati.ozfatura@tg.com.tr
Facebook
Çeçenler maalesef Türkiye ve halkına kırgındırlar ve bu kırgınlıklarında haklıdırlar. Çünkü onları unuttuk. Unutmanın ötesinde "Mavi Akım"ın önünde sele terk ettik. Avrupa Parlamentosu, Rusya'nın dondurulan oy hakkını geri vererek Çeçenistan'daki soykırıma açıkça vize vermiştir. Sefalet içinde kıvranan Rus halkı, giderek alkolizm bataklığına gömülmektedir. ABD'nin yeni iktidarı (Bush), Putin'den, Çeçen Mücahidlerle masaya oturulmasını istemektedir. Almanya ve Fransa, Rusya ile ittifak içinde olup, ABD'ye karşı cephe açmıştır. Kafkasya'da, Rusya, Almanya ve Fransa tarafından, Türkiye ve dünyadan gizlenen bir savaş olmaktadır. Rusların sivillere yönelik saldırılarının had safhaya ulaştığını ifade eden Yandarbiyev, klasik cehpe savaşının sona erdiğini, Mücahidlerin gerilla taktiğine başvurduğunu kaydetti. Yandarbiyev şöyle konuştu: "Biz Allah'a iman etmiş bir milletiz. Allah'a güveniyoruz. O da bizlere yardım ediyor. Kaç yıldır sayıca çok az olan bir halk olarak, düzenli bir orduya, hem de ter türlü teknik donanıma sahip bir orduya karşı savaş veriyoruz. Allah'ın yardımı olmasaydı bugünlere gelemezdik. Ruslar, Çeçenistan'ın bütün şehir ve köylerinin abluka altında olduğunu ileri sürüyorlar. Böyle olmasına rağmen her gün büyük kayıplar veriyorlar. Günde 15-20 Rus askeri, Çeçen Mücahidler tarafından öldürülüyor Ama bu gerçekler saklanıyor. Ruslar ölen askerlerin cenazelerini bile ailelerine vermiyorlar. Çeçen Mücahidler gerilla savaşı veriyorlar. Ruslar her gün ağır kayıplar veriyorlar. Gerilla savaşı veren Çeçen Mücahidlerin dağlara çekilmesini fırsat bilen Ruslar ise halka karşı zulüm yapmaya başlıyorlar. Çok vahşiyane bir stratejileri var. Gündüzleri şehir merkezlerindeki evleri basarak; çoluk çocuk, yaşlı ve kadın ayrımı yapmadan, sivil halkı katlediyorlar. Dünyanın hakimi olduğunu öne süren devletler ise bu katliamlara sessiz kalıyorlar." Çeçenistan meselesine dar açıdan bakan siyasiler yanılmaya mahkumdurlar. Çeçenistan Türkiye'nin Kuzey Kafkasya'daki ileri karakoludur. Çeçenlerin bağımsızlık savaşı sona ererse sıra Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan'a gelecektir. Rusya, Çarlık İmparatorluğu peşindedir ve bu hedefe ulaşmak için başta Almanya olmak üzere Fransa ve AB'nin desteğine sahiptir. Rusya gibi Almanya da imparatorluk ve Hitler'in hayalleri peşindedir. Fransa da Napolyon ve De Gaulle'ün Atlantik'ten Urallara Fransa imparatorluğunun peşindedir. Netice olarak Almanya ve Fransa, hedeflerine AB ve Rusya'yı kullanarak; Rusya da Almanya'nın desteği ile büyük oyunlarla emperyalist bir atılım içindedir. Bu üç devletin 2 hedefi vardır. Avrasya'dan, Kafkasya'dan ABD'yi dışlamak, Türkiye'yi tecrit etmek, kendi iç meseleleriyle meşgul etmek. Türkiye'yi Kürt ve Alevi olarak bölerek parçalamaktır. 1980'li yıllarda Almanya'nın Yugoslavya Federasyonu'nu dağıtmak için yaptığını şimdi Türkiye'ye icra etmektedir. Kürt meselesi ve Almanya'da Alevi asıllı Türklere, Aleviler İslamın dışında ayrı bir dindir şeklinde eğitim vermesi elbette art niyetinin ifadesidir. Almanya, Fransa, Yunanistan ve AB'nin birçok ülkesi Birinci Dünya Savaşı öncesi politikalarına dönmüşlerdir. Esasen "Yeni Dünya Düzeni"nin bir hedefi de Osmanlısız Birinci Dünya Savaşı öncesine dönüştür. Elbette bu dönüş rejimlere dönüş değildir. Bu ülkelerin hedef ve hayallerine dönüştür. Bu ülkeler Birinci Dünya Savaşı öncesi Rumu ve Ermeniyi kullandıkları gibi şimdi de kullanmaktadırlar. Ve bütün bu şer güçlerin arkasında siyonizmin olduğu unutulmamalıdır. Türkiye ilân edilmemiş bir savaşın (soğuk savaş) içindedir. Türkiye üzerinde haince oyunlar oynanmaktadır. Meselelere basit ve dar açıdan bakmak felâketimiz olur. Türkiye kuşatılmaktadır. Türkiye milli hedeflerini, milli stratejisini ve milli dış politikasını (uzun-orta-kısa) vadeli olarak yeniden tespit etmelidir. Devlet kendini seven milletle bütünleşmelidir. Milletin mmilli ve manevi değerlerine saygı gösterilmelidir. İslam Dünyası, Türk Dünyası Ortak Pazarı, Azerbaycan ve KKTC ile her konuda bütünleşme planları yapılarak AB dizginlenmelidir. Dış borç yükünden kurtularak AB ve ABD'nin baskıları ortadan kaldırılmalıdır. İNŞALLAH bunlar olur!.. Not: Kurbanlık yardımlarını ulaştırmak isteyenler için: Kafkas-Çeçen Dayanışma Komitesi Fatih Sok. No: 12/2 Fatih-İstanbul Tel: (0212) 635 76 09 Faks: (0212) 635 76 10
02.03.2001
.
Çeçenistan'da korkunç şeyler oluyor!
15 Mart 2001 01:00
Rusya'nın Çeçenistan'da yaptığı soykırım politikası bütün hızıyla hatta korkunç boyutlara ulaşarak devam etmektedir. Batı Dünyası gibi maalesef Türkiye de baş sırada olmak üzere İslâm Dünyası, Rusya'nın bu zulmü karşısında seyirci olmanın ötesinde zımnen, bazıları ise fiilen Rusya'ya destek vererek bu soykırımda ortaktırlar. Çeçenistan'da zulüm yapan Rus askerlerinin, mali finansını büyük ölçüde Almanya ve Fransa karşılamaktadır. Devlet olarak Çeçenistan'a insani yardım adı altında bile olsa yardım eden tek bir ülke yoktur. Çeçenistan'ı Rus işgalinden kurtarmak için adeta destanlar yazarcasına savaşan "Çeçen Mücahit"lerinin komutanları İslâmiyetle şereflenmiş İngiliz asıllı Yusuf İslâm'a mektup yazmışlardır. Bu mektupta ifade edilenler tek kelime ile korkunçtur. Mektupta yer alan tüyler ürpertici iddiaların bazıları şöyledir: "20 yaşın altında 20 bin Çeçen genci hapistedir. Bunlara hapishanelerde inanılmaz usullerle işkence ediyorlar. Ve binlerce Çeçen çocuk kayıptır. Rus general ve subaylarının başında olduğu (organ mafyası) bu çocukların % 70'ini İsrail ve % 30'unu Batılı ülkelerin hastanelerine para karşılığı vermekte, bu çocuklar canlı canlı öldürülerek organları satılmaktadır. Hapisteki yüzlerce genç erkeğin ilerde Mücahid olarak Ruslara karşı savaşır diye parmakları kesilmiştir. Ruslar Çeçenlere topyekun soykırım icra ediyorlar. Çeçenlerin anavatanları olan Çeçenistan'dan ayrılmaları için ağır baskı ve zulüm yapıyorlar. Ayrılmayanlara da Rus kültürü vererek asimile ediyorlar. Çeçenistan dışındaki kamplarda yaşayanlar sefalet sebebiyle bir nevi yok oluyorlar. Fransız gazetesi Le Monde'de yayınlandığı gibi, siviller 2 metre derinliğindeki çukurlarda işkence edilerek ölüme terk ediliyorlar." Mektubun son cümleleri ise şöyledir: "Burada anlatamayacağımız kadar kötü hadiseler oluyor. Bu ise bütün Müslümanlar için sorumluluktur. Allahü teâlâ'nın rızası için yardım edin. Müslümanların önemli kısmı maalesef Allahü teâlâ'dan korkmuyorlar. Rusya'dan korkarak bu soykırıma seyirci kalıyorlar. Zulme rızanın zulüm olduğunu ve zalime yardım edenin ise bu zalimin zulmüne maruz kalmadan ölümü tatmaz olduğunu bilmiyorlar mı? Bu gerçekleri kardeşlerimiz unutuyorlar." Ben bu yazılanlara ilâve edecek bir şey bulamıyorum. Çeçenler haklı, kusurlu ve de haksız olan bizleriz. Elbette bunun bedelini dünya ve ahirette ödemeye mahkumuz. Basında yer alan haberlerin çoğu Rusya tarafından yapılan haberlerdir. Çeçenistan'daki hadiseler "Ajans Kafkas"ta yer almaktadır. Çeçenistan'daki içler acısı hadiseleri ciltlere sığdırmak bile zordur. 28 Şubat 2001 Çarşamba günü 3 Çeçen genç kendilerine ait bir araç ile Argon'da gezerken Rus askerleri bu gençlerin paralarını gaspederek kurşuna dizdiler. (Yargısız infaz) Bu duruma itiraz eden bir genç Çeçeni ise doğalgaz boru hattına götürüp astılar. Çeçenistan'da Ruslar dünya tarihinin en korkunç soykırımını yaparken; Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Alverso Hill Robles yalan söyleyerek "Ben ilk defa bu bölgede (Çeçenistan'da) Rusya'nın kanunsuzluğa son vermeye kararlı olduğunu gördüm" demiştir. Çeçenlere zulüm yapan Uganovsk Valisi Şamanov mükafatlandırılmıştır. Mücahidler Caharkale askeri valilik konağına saldırarak 10 Rus askerini öldürmüştür. Ruslar sivilleri, Mücahidler de katliam yapan Rus askerlerini öldürmeye devam ediyorlar. AGİT'in Çeçenistan-Gürcistan sınırındaki görev süresi 8 ay uzatılmıştır. Bazı gafil Müslümanlardan çok daha insaflı "Memorial" isimli Rus İnsan Hakları Derneği, Grozni'de 200 kişilik toplu mezar bulduklarını açıklamıştır. Çeçen Cumhuriyeti Özel Temsilcisi Seyyid Hasan Ebu Müslüm "Çeçenistan'da tarifi çok zor bir soykırım yaşandığını ve dünya kamuoyunun ancak % 20'sinden haberdar olduğunu; Rusların yolda yakaladığı Çeçenlerin boğazlarına zorla yılan yutturmak gibi zulümler yapacak kadar ileri gittiklerini... Her ilin giriş ve çıkışlarında askeri garnizonlar vardır. Bu garnizonlarda başkasının ya da bir alet olmadan çıkamayacakları derin çukurlar kazılıdır. 10-12 yaşını geçmiş Çeçenler kolu ve ayağı kırılarak bu çukurlara atılıyor. Bunları para karşılığı yakınlarına satıyorlar. Fidyesi ödenmeyen Çeçen gençler öldürülmektedir. İslam Dünyası (istisnalar hariç) bu zulme ortaktır. Neden seslerini çıkarmıyorlar.
.
D-8 Kahire Zirvesi
3 Mart 2001 01:00
D-8 gelişmekte olan 8 ülke (Developing-8) topluluğudur. 1997'de M-8 (Müslüman 8 ülke) olarak ortaya çıktı. Sonra süper güçlerin şerrinden endişe edilerek D-8 oldu. Nasıl ki, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne, Türkiye Cumhuriyetleri projesi ve Büyük -Güçlü- Lider Türkiye hayalleri rahmetli Turgut Özal'ın sonu olduysa, Necmettin Erbakan'ın da D-8 hayali onun siyasi hayatının sonu oldu. Yeni Dünya Düzeninde Türkiye'nin güçlü büyük münhasıran lider ülke olmasına yer yoktur. Yeni Dünya Düzeninde ve bunun uzantısı olan küreselleşme (Globalleşme)de Türkiye'ye ABD ve AB'ye pazar olmak ve Türk Dünyası, Balkanlar, Orta Doğu, Orta Asya, Kafkasya yani Avrasya'da, ABD, İsrail ve AB'ye taşeronluk yapmak ve atlama taşı rolü yapmak bile çok görülmektedir. Asırlardır dünyayı sömürge sistemi ile sömürerek zenginleşen Batı, bu refahını devam ettirmek için İslâm ülkelerinin hangi maksatla olursa olsun bir araya gelmesini devamlı önlemiştir. D-8 ölü doğmuş bir topluluk olmasına rağmen 8 İslâm ülkesinin zaman zaman zirve adı altında bir araya gelmesi bile bir başlangıçtır. D-8, 15 Haziran 1997'de kuruldu. Ve kurulduğunda Mısır'ın Dışişleri Bakanı Amr Musa'nın teşhisi şöyledir: "D-8 İNŞALLAH devam eder. D-8'i bir Erbakan hakeketi olarak değil, Türkiye'nin öncülüğünü yaptığı hayırlı bir teşebbüs olarak görüyoruz" demiştir. Ama Türkiye bu öncülük görevini terk etti. D-8'i teşkil eden 8 ülkenin (Türkiye hariç) nüfusu 750 milyona yakındır. Yüzölçümü de 7.5 milyon kilometrekaredir. Türkiye'nin bu 7 ülke pazarında aldığı pay 1997'de %1 bile değil. Ancak %0.58'dir. Neden bu oran %10'a çıkmasın. Türkiye'nin payı artarsa bu pastadan ABD ve AB'nin payı azalır. Son 19 Şubat ekonomik krizi D-8 öncesi IMF kullanılarak süper güçlerce çıkarılmış bir krizdir. Elbette bu güçlerin içerde de güçlü lobileri vardır. D-8'in 3. zirvesi Kahire'de yapıldı. TUSAŞ'ın 8 milyon dolar harcayarak meydana getirdiği denemesi yapılan ilaçlama uçağına (ZİU) İran hariç diğerleri talip olmamıştır. Bu uçak D-8'in değil bizim milli uçağımız oldu. Son zirvede Uluslararası Ticaret Merkezi kurulmasıyla ilgili teklif de netice vermedi. 15 Haziran 1997'de İstanbul'da Çırağan Sarayı'nda yapılan ilk zirvede büyük hayaller vardı. Ancak bu zamana kadar Türkiye, Bangladeş, Endonezya, İran, Malezya, Mısır, Nijerya ve Pakistan'da çok büyük değişiklikler oldu. Liderlerin çoğu şu anda yerlerinde değildir. D-8 asla AB'nin ve G-7'nin alternatifi değildir. Ama bunlar arasında köprü olabilirdi. Ve hatta İslâm Konferansı Teşkilâtı'nın Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesini daha aktif hale getirebilirdi. Ama Hıristiyan Batı, Siyonizm, Rusya, Çin ve diğer emperyalist güçler İslâm ülkelerini bir arada görmek istemezler ve Batı'nın hedefi İslâm ülkelerini birbiriyle boğuşturmaktır. D-8 kurulduğunda tam 55 proje var idi. Ancak şimdi bu projeler tozlu raflara kaldırıldı. İlk önce The Muslim Eight bilahare, The Developing Eight ismini alan bu kuruluş, İslâm Konferansı Teşkilatı ve ECO gibi pasifize edildi. 28 Şubat 1997 tarihli "Neden D-8" başlıklı yazımın son pragrafı şöyledir: "D-8'i yeni bir dünya kuruluyor diye görmek şimdilik hayaldir. Ben mânâda son derece ve aşırı bir hayalperestim ama maddi hayatta son derece gerçekçiyim. Ve bu sebeple iç âlemim devamlı fırtınalarla doludur. D-8'i belki de en fazla destekleyen biriyim ama asla D-8 için yüksek hayaller beslemeyin. Ama en azından G-7, D-8'i köle olarak görmekten vazgeçer, eşit şartlarla masaya belki otururuz. Ama D-8'lerin köle olmadığı gösterilmiş olur. D-8 Kolonizme başkaldırıdır. Sömürüden kurtuluştur. D-8 varsayalım başarılı olmasa bile Müslümanlar artık uyanmıştır. Tabii uyanan tabandır tavanın çoğunluğu zombi, mankurt ve Truva atı rolünde ısrarlıdırlar. İslam dünyası Batı'nın esaretinden kurtulacaktı
.
Tunus
6 Mart 2001 01:00
Şu anda Tunus, her haliyle Fransa'nın bir uzantısıdır. Osmanlı Devleti 307 yıl Tunus'a hakim olmuşşa da, Fransa'nın 87 yıllık Tunus işgali ile Osmanlıdan şöyle dursun, İslâmiyetten bile birkaç zerre kalmamıştır. Fransa Tunus'ta yalnız Osmanlı'yı ve Türk izlerini değil, İslâmi yaşayışı da silip süpürmüştür. % 90'nı Arap asıllı olan Tunus'ta resmi dairelerde yazışmalarla birlikte ana okulundan en yüksek okullara kadar eğitim ve öğretim Fransızca yapılmaktadır. Çoğu Osmanlıdan kalan camiler ise sadece namaz vakitleri açılır ve namaz biter bitmez derhal kapılar kilitlenir. Cemaatin çoğu yaşlılardır. Gerçi genç nesillerden de az da olsa namaz kılan varsa da camiye gitmek risklerle doludur. İslâm düşmanı Zeynel Abidin Ben Ali (İsmi güzel ama) İslamın amansız düşmanı bu diktatörün uşakları tarafından camiye giden gençler rejim düşmanı olarak sorgulanır ve çoğu hapishanede çürür ya da yargısız infaz ile zulme ve işkenceye maruz kalırlar. Nitekim İslâmiyete inandıkları ve sadece Allahü teâlâ'nın rızası için ibadet edenlerden binlercesi yargısız infaz ile öldürülmüştür. 8 milyon nüfuslu Tunus'ta 150 bin polis (60 milyon nüfuslu Fransa'daki polisin 2 misline yakın) 1 milyon gizli polis ve ajan ve 2 milyon parti üyesi ile Tunus açıkhava hapishanesidir. Tunus'ta gösteri yapılamaz. Devletin gizli müşavirleri İsrailli olduğu için İsrail'i hiç tenkit edemezsiniz. Dernek kuramazsınız. Kanuni olarak siyasi faaliyetlerde bulunamazsınız. İnsan hak ve hürriyetlerinden bahseden konferanslara katılamazsınız. Biraz önce dediğim gibi dernek hiç kuramazsınız. 3 kişi bir araya gelip konuşamazsınız. Seyahat hiç edemezsiniz. Hatta evinize misafir bile kabul edemezsiniz... Bunları ben söylemiyorum. Tunuslu gazeteci Tevfik Bin Birik'in, Fransa'da çıkan "Liberation" gazetesinde "Bin Ali'nin artık şakası yok" başlıklı yazısında yer almaktadır. Bu yazar insan haklarını savunduğu için Tunus'ta hapiste idi. 2000 yaz aylarında yemek yememeye başladı. Fransa'daki insan hakları kuruluşları bu gazeteciyi kurtardılar. Tevfik Bin Birik, Tunus diktatörü hakkında korkunç ithamlarına yazımda yer vermedim. Tunus başta Fransa olmak üzere İtalya ve İsrail'in sömürgesi durumundadır. Ve Tunus'un ekonomisi Zeynelabidin Bin Ali'nin ikinci eşi Leyla'nın kardeşleriyle 12 ailenin elindedir. Yazar'a göre Devlet Başkanı, Batı'nın bilhassa Fransa'nın kuklasıdır. Zeynel Abidin de Batı'nın kendisini desteklemeye mahkum olduğunu, her ne pahasına olursa olsun yürüttüğü diktatörlüğü savunacağını düşünerek ve ne kadar çok insana işkence ve zulüm edilirse, iktidar koltuğunun, o kadar sağlamlaşacağına inanmaktadır. Geçmişte sadece Müslümanlara düşman idi. Şimdi ise laik, demokrat, liberal, komünist yani ne olursa olsun insanlık düşmanıdır. Tunuslu yazara göre: "İnsan hürriyetine karşı baskıları ve haksız yere hapsetmeleri sürdüren Tunus Devlet Başkanı, hiçbir yerden hiçbir baskı ve ceza görmeyeceğinden emin bir şekilde gaddarlığını habire katlıyarak artırıyor. Batı bu kanlı diktatöre karşı aslında sesini hiç çıkarmıyor. Tunus'ta meşhur SS adı verilen özel kuvetler, İçişleri Bakanlığına ait bodrumlarında işkence yapıyorlar." Zeynel Abidin Ben Ali muhalefet partilerine ait gazetelerin masraflarının % 50'sinin devletçe karşılanmasını yasal güvenceye bağlamıştır. Ama Tunus'ta muhalif gazeteler bile Zeynel Abidin Ben Ali'nin yalakasıdırlar. Kanuna göre gözaltı süresi 3 gün olup, suçu ispatlanamayanlara devletin tazminat ödemesi gerekiyor. Ama bu gösteriştir. Dindarlar ve insan haklarını savunan laik, liberal, komünist ve çeşitli düşünceye sahip onbinlerce kişi yargısız infaz ile hapishanede yatmaktadırlar." Zulüm payidar olmaz, "Zalimin hasmı Allahü teâlâdır" Bu dünya hiçbir zalime kalmadı. "Allahü teâlâ, ihmal etmez imhal eder." Not: Okuyucularımın mübarek Kurban Bayramını tebrik ederim. Dünya ve ahiretleri için duacıyım.
.
2008 Olimpiyatı...
7 Mart 2001 01:00
İstanbul, 2000 ve 2004 Olimpiyatı için aday ülkeler içinde yer aldı. Pekin 1 oy farkla 2000 Olimpiyatı'nı Sydney'e kaptırdı. 2004 Olimpiyatı ise Atina'ya verildi. Şu anda Türkiye'de İstanbul, Fransa'da Paris, Kanada'da Toranto, Japonya'da Osaka ve Çin'de de Pekin olmak üzere bu 5 şehir 2008 olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yapmak için yarışıyorlar. Bu yarış oldukça amansız ve çekişmeli geçmektedir. Yarışı kimin kazanacağına "Olimpiyat Komitesi"nin 127 üyesi Moskova'da 13 Temmuz 2001 tarihindeki toplantısında karar verecektir. Olimpiyat Komitesinin 17 uzmanı 20-25 Mart 2001 tarihleri arası İstanbul'da incelemelerde bulunacaktır. Hazırlayacakları rapor elbette önemlidir. Olimpiyat yarışı için 20 milyon dolar ayrıldı. İstenirse İstanbul'da olimpiyat olabilir. İstanbul'un imkânları geçmişte olimpiyat oyunları yapılan "Meksiko City"den daha müsaittir. Ama 1894'ten bu yana hiçbir İSLAM ÜLKESİ'nde olimpiyat oyunları yapılmamıştır. "Bu sadece bir rastlantıdır" görüşüne katılmıyorum. Meselenin arkasında bazı art niyetlerin olması kuvvetle muhtemeldir. Olimpiyat hazırlığı içinde belediyelerin inisiyatifi yoktur. Belediyeler sadece temsilcidir. Başka ülkelerde olimpiyat yapılan şehirlerde belediyelerin inisiyatif yetkileri en geniş ölçüde oldukları görülmüştür. Kıt'alar ve ülkelerin merkezi durumunda olan ve tarihi özelliklere sahip olan İstanbul'a 2008 Olimpiyatları yakışır. Ama karar verecek olan üyelerin arkasında siyasi, mali ve "mafya" güçleri vardır. Olimpiyat Komitesi üyeleri sadece meselenin görünen yüzüdür. Suyun dibindeki güçler ise gizlidir. 11 ilde 2530 kişi üzerinde yapılan kamuoyu araştırmasında %94'ü 2008 Olimpiyatlarının İstanbul'da yapılmasını istemiştir. 2008 Olimpiyatları İstanbul'da olursa Türkiye ve bilhassa İstanbul dünya kamuoyunca tanınacaktır. 1984 Los Angeles Olimpiyatları bu bölgeye Kaliforniya'ya 3.2 milyar dolar kâr getirdi. 1988 Seul Olimpiyatları sonrası Güney Kore'nin ihracatı %28.3 arttı. Milli geliri de kişi başına 2 yılda 2 bin 321 dolardan 3 bin 700 dolara tırmandı. Turist sayısı da %23 arttı. Güney Kore olimpiyat sayesinde imajını değiştirdi. 1992 olimpiyatlarının yapıldığı Barcelona, Avrupa'nın en pis kenti idi. Olimpiyatlardan sonra Paris'ten sonra Avrupa'nın en cazibeli şehri haline geldi. 1996 Atlanta Olimpiyatları bu şehre 5 milyar dolar kazandırdı. Peki 2008 İstanbul'a neler kazandıracak? Dünyanın en güzel metropollerinden biri olan ama korkunç sorunlarla boğuşan İstanbul, ancak 25-30 yılda çözüm getirebileceği dertleri yedi yılda aşabilecek; bir dünya kenti haline gelecek. Dünyanın belli başlı metropollerinde kişi başına düşen yeşil alan 3 metrekareyken, bu rakam İstanbul'da yalnızca 0.15 metrekare. Nüfusu 15 milyona yaklaşan kentte açık ve kapalı spor alanlarının sayısı gayet yetersiz. Oysa Olimpiyatlarla bu sayıların dünya standartlarına erişmesi sağlanacak. Olimpiyat hazırlığı aşamasında yedi yılda İstanbul'a 1.5 milyar dolarlık yatırım yapılacak. Yılda 180 bin kişiye iş imkânı sağlanacak. Organizasyon, gayri safi milli hasılamıza 8 milyar dolar ek bir katkı yapacak ve olimpiyat oyunları süresinde İstanbul'u 2.5 milyon turist ziyaret edecek. Netice olarak Olimpiyat yapılan şehir ve ülke kazançlı çıkıyor. Taksiciler bile yabancı dil öğrenmek zorunda kalıyor. Bugüne kadar adliyesinden, spor tesislerine; üniversitesinden hastanesine kadar bütün yatırımlar İstanbul'un Avrupa yakasına yapıldığı gibi; Olimpiyat ile ilgili bütün tesisler Avrupa yakasında yapılacak olduğundan, bu konuda Anadolu yakası öksüz muamelesi gördü. Bu adaletsizlik düzeltilmelidir. 2008 Olimpiyat oyunlarının İstanbul'da olması temennimizdir. Ama "Haçlı zihniyeti" ile 107 yıldır olimpiyatlar İslam ülkesine verilmemiştir. Bu sefer de vermezler. İnşallah yanılan ben olurum!..1
Tunus'tan görüntüler
9 Mart 2001 01:00
6-7 Kasım 1987 tarihinde Habib Burgiba'yı kansız bir darbe ile deviren General Zeynel Abidin Bin Ali, ilk günlerde hak ve hürriyetten yana bir görüntü verdi. Bu görüntüsüne herkesi inandırdı ve yerini sağlamlaştırıp, şu anda dünyanın en zalim dikta rejimini kurdu. 150 bin polis, 1 milyon gizli polis ve 2 milyon parti üyesi ile Tunus halkına kan kusturmaktadır. Tunus'un ekonomik ve siyasi imkânları Devlet Başkanı'nın eşi Leyla'nın kardeşlerinin elindedir. Tunus'taki dikta rejime Fransa ve Avrupa bilerek göz yummaktadır. 26 Haziran 1998 tarihli L'Express dergisi Tunus için "Sus ve Tüket" başlıklı yorumunda üniversite öğretim üyeleri profesörlerin hanımlarının seyyar satıcılık yaptığını belirtip Tunus için şunları yazmıştır: "General Bin Ali, vatandaşlarına yiyin, için, tüketin, canınız istediğini istediğiniz kadar yapın, fakat asla siyaset yapmayın, insan haklarından bahsetmeyin diyor" şeklinde değerlendirmiştir. 307 yıl Osmanlı eyaleti olan Tunus'un durumu bugün içler acısıdır. Fransız yazarlardan Nicolas Beau ve Jean Pierre Tuquoi'nin "Notre Ami Ben Ali" (Dostumuz Bin Ali) kitabı Tunus'un feci durumunu anlatmaktadır. Tunus 79 yıl önce Fransa tarafından işgal edildi. Bir Fransız bilim adamına göre Fransa, Tunus'u işgal ettiğinde kütüphane sayısı Fransa'dan fazla ve özürlüler hariç kadın ve erkek, genç ve yaşlı yüzde yüz medrese tahsili görmüş idiler. Fransa'da hukuk tahsili gören Habib Burgiba, 1930 yılında bağımsızlık mücadelesini başlattı. 1930-1942 arasında 12 yıl Fransa zindanlarında kaldı. 1942'de Almanlar kendisini zindandan çıkardılar. Bu dönemde Almanya'yı destekledi. 1956 yılında Tunus'a (Tunus Beyi) bağımsızlık verildi. 1957'de Tunus Beyliği'ni kaldırdı ve ilk devlet başkanı oldu. Kendi doğum gününü ( 3 Ağustos) milli bayram ilân etti. 31 yıl Tunus'u idare etti. Ama bu arada Tunus'u İslamiyetten uzaklaştırdı. 1975'te ömür boyu devlet başkanı ilân edildi. Şimdiki Devlet Başkanı Bin Ali başbakan iken 7 doktordan meydana gelen bir heyetle "Bunama ve hastalık" sebebiyle tıbbi bir darbe neticesi Burgiba'yı devlet başkanlığından uzaklaştırdı ve 13 yıl evinde hapis bıraktı. 6 Nisan 2000 tarihinde vefat edince halk Bin Ali'ye olan nefretini cenazede "Habib Burgiba seni arıyoruz" diye sloganlar atarak gösterdi ve yapılan gösteriler Tunus televizyonunda yayınlanmadı. Habib Burgiba devlet başkanı iken kendisi için yaptırdığı mermer ve üzeri altın yapraklarla süslü kabrine konuldu. Bin Ali 1989-1994-1999 devlet başkanlığı seçimlerinde oyların % 99'unu aldı. Aslında bu sonuçlar masa başında tespit edilen neticelerdir. Fransız 2 yazarın yazdığı kitabın arka kapağında şu ifadeler yer almaktadır: "Zeynelabidin Bin Ali, klinik bir vakadır. 1987'den beri iktidarda olan Tunus'un bu devlet başkanı, sulh ve sükun yeri olan Tunus'u kocaman bir hapishaneye çevirdi. İslamiyetle mücadele ediyoruz bahanesiyle bütün halk akıllara durgunluk veren bir polisiye ağla çepeçevre kuşatıldı. En ılımlı muhaliflere bile sistemli olarak ağır baskı yapılıyor. Sindiriliyor ve uyduruk davalarla yargılanmadan önce işkence yapılıyor. Kendisine uçakla 2 saatlik bir uzaklıktaki böyle bir rejime Fransa nasıl müsamaha gösterir? Böylesi otoriter bir rejime diplomatlar, medyanın büyük ekseriyeti ve iş çevreleri nasıl destek verir?" şeklinde tepkilerini dile getiriyorlar. Fransız yazarlar Tunus için kitap yazarken müsaade edin de biz de bir makale yazarak vicdani görevimizi yapalım!..
.
.
Ortadoğu'da muhtemel gelişmeler
8 Mart 2001 01:00
George Bush liderliğindeki yeni ABD iktidarının, Clinton devrindeki politikada ciddi değişiklik yapması muhtemeldir. Nitekim yeni kabine ve danışmanların teşkilinde Ortadoğu, Rusya ve enerji konusunda uzmanları tercih etmiştir. Muhtemel gelişmeler şöyle olabilir: Filistin-İsrail arasında devam etmesi ısrarla istenen "Barış süreci"ne ABD'nin yeni iktidarı aşırı ısrarda bulunmayacak ama ikinci intifadanın acilen sona ermesinden yana tavır koyacaktır. Bu arada Irak'ın Saddam rejimine karşı ABD'nin politikası giderek sertleşecektir. Bu ise Arap dünyasında ABD'ye karşı tepkiyi artıracak ve Saddam'a karşı da giderek yakınlaşacaktır. Clinton iktidarı, Yeltsin ve Putin Rusya'sına kayıtsız şartsız yardım ediyordu. Adeta Rusya'yı krediye boğuyordu. Bush, Rusya'ya kayıtsız şartsız mali desteği rafa kaldırabilir. ABD ile Rusya arasında "Uzay Savaşı" ulusal füze savunması sebebiyle rekabet ve soğuk savaş yeniden başlayacaktır. Hatta başlamıştır bile. Bu arada Hazar (Bakü) petrolü ile Orta Asya'nın doğalgazı için mücadele hızlanacaktır. Bakü-Ceyhan boru hattı tehlikeye düşebilir. ABD Ermeni lobisinin baskısı ile bu hattın İran ve Ermenistan'dan geçirilmesi ihtimali vardır. ABD'nin yeni iktidarı İran ile sıcak diplomatik temaslara geçecektir. ABD, İran'ı yeniden safına katmak istemektedir. Gerçi Şah devrinde olduğu gibi İran ABD'nin uydusu olmayacaktır. Ama en azından ABD-İran arasındaki psikolojik savaş sona erebilir. İran'a ambargo kalkacak ve Asya, Ortadoğu ve Kafkasya'da işbirliği aranacaktır. Bu ise Bakü-Ceyhan boru hattını tehlikeye düşürebilir. Bu arada ABD ile Fransa ve Almanya arasında mücadele daha sertleşecektir. Fransa'nın Irak ambargosunun kaldırılması faaliyeti (liderliği) devam edecektir. ABD ile Çin arasında da sertleşme muhtemeldir. Netice olarak Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya'da soğuk rüzgarlar artacaktır. Rusya'nın Çeçenistan'daki soykırımını Avrupa Birliği, başta Almanya ve Fransa desteklemektedir. ABD'nin Çeçenistan'a karşı ilgi göstermesi beklenebilir. Türkiye'nin Irak ile giderek işbirliğini geliştirmesi ABD, Pentagon ve Beyaz Saray'ı tedirgin etmektedir. Türkiye'nin İncirlik Üssünden keşif maksadıyla kalkan ABD savaş uçaklarına Irak radarlarının kilitlenmesi üzerine ABD uçakları Irak radarlarını yeniden bombalamıştır. ABD Düşünce Enstitüsü "The Brookings Institute" Başkanı Phil Gordon, Irak ile ilgili bir panelde yaptığı konuşmada ABD'nin Irak politikasında Türkiye'yi küstürecek bir davranıştan kaçınmalıyız demiştir. Rusya'nın Uluslararası İşbirliği Dairesi Başkanı General Leonid Ivaçov, ABD'nin Irak'ı bombalamasını "dünya kamuoyuna yeni bir meydan okuma" olarak ifade etmiştir. ABD'nin saldırı gerekçesi şöyledir: "Irak, uçuşa yasak bölgede radar tesisleri kurmuştur. Bölgede çok güçlenmiş ve tehdit meydana getirmeye başlamıştı. Irak Hava Kuvvetlerinin komuta kontrol sistemlerini çökertmekle, savunma yapılmış ve tehdit ortadan kaldırılarak, meşru müdafaa hakkı kullanılmıştır. Bu harekât bölge barışının korunması adına yapılmıştır." Ama Almanya ve Fransa, AB adına bu harekâta karşı çıkmıştır. Ciddi bir gerekçe olmadan ABD'nin Bağdat'ı ve Irak'a ait 20 hedeften 12'sinin (8 hedefi vuramamıştır. Bilgisayar hatası yüzünden) tahribatı ile, Irak'ın Kuveyt'i işgali arasında ne fark vardır
.
Ortadoğu'dan görüntüler
13 Mart 2001 01:00
Şu anda Ortadoğu'nun en sıcak ve çatışma bölgesi durumundaki Filistin ile Filistin'i gasp ve işgali üzerine kurulan İsrail'dir. İsrail 1948'de kuruldu. Bu tarihten 2001 yılına kadar 12 (iktidar) gelip geçti. Son olarak aşırı sağcı parti (Likud) Birleşik Parti Genel Başkanı ve (katil) lakabı ile anılan Ariel Şaron başkanlığında, 7 partili bir koolisyon kurulmuştur. Bu iktidar 21'e karşı 72 oyla güvenoyu almıştır. 1948'den bu yana kurulan hükümetler şunlardır: 1- 1948- 1954 David Ben- Gurion, 2- 1954- 1955 Moşe Şaret, 3- 1955- 1963 David Ben- Gurion, 4- 1963- 1969 Levi Eşkol, 5- 1969- 1974 Golda Meir, 6- 1974- 1977 Yitzhak Rabin, 7- 1977- 1983 Menahem Begin, 8- 1983- 1984 Yitzhak Şamir, 9- 1992- 1995 Yitzhak Rabin, 10- 1995- 1996 Şimon Peres, 11- 1996- 1999 Benjamin Netanyahu, 12- 1999- 2001 Ehud Barak, 13- 2001- ... Ariel Sharon başkanlığındaki hükümeti teşkil eden 7 parti (Likud- İşçi- Şas- İsrael B'Aliga- Beiteniu- Ulusal Birlik) partileridir. Bir nevi mili birlik koolisyonu kurulmuştur. Ama Şaron'un fitillediği "ikinci intifada" sona ermek şöyle dursun giderek çığ gibi büyümektedir. "Barış Süreci" çok ağır yara almış olup, yeniden eskiye dönüş çok zordur. Filistinlilerin çoğu kendi vatanlarının dışında yaşamaktadırlar. En az 4 milyon Filistinlinin iskân durumu şöyledir: Ürdün 1 milyon 288 bin 197 kişi. Bu insanların 238 bin 188'i kamplarda, 1 milyon 50 bin 9 kişi kamplar dışında. Lübnan'da 346 bin 164 olup, bunun 175 bin 747'si kamplarda ve 170 bin 417'si kamplar dışındadır. Suriye 337 bin 308 kişinin 83 bin 311 kamplarda, 253 bin 997'si kamplar dışındadır. Batı Şeria'da 517 bin 412 Filistinlinin 131 bin 705'i kamplardadır. Gazze'de 683 bin 560 kişinin 362 bin 629'u kamplardadır. Toplam olarak kamplarda 991 bin 557 kişi yaşamakta (Ürdün- Batı Şeria- Gazze- Lübnan- Suriye)de, kamplar dışında ise 2 milyon 181 bin 064 Filistinli vardır. Ve (Ürdün- Lübnan- Suriye- Batı Şeria ve Gazze)deki Filistinli sayısı 3 milyon 172 bin 641 kişidir. Bunların dışında dünyanın her ülkesinde 1 milyonu aşan Filistinli vardır. Ve bütün bu Filistinliler vatan hasreti ile yanıp tutuşmakta olup, Filistin'e dönüşleri İsrail hükümetince yasaklanmıştır. Geçmişte Mescid-i Aksa'da 400 bin Müslüman "Bayram Namazı" kılıyordu. Bu bayram ise ancak 70 binin altında cemaat toplanabilmiştir. Ramazan-ı Şeriften bu yana El- Halil ve Batı Şeria ve diğer illerde Filistinliler "sokağa çıkma yasağı" ile evlerinden çıkamamışlardır. Yalnız Arap Dünyası değil başta Türkiye olmak üzere bütün İslâm Dünyası "Filistin Faciası" karşısında seyircidir. Batı Dünyası fiilen, İslâm Dünyası ise zimnen ve dolaylı olarak İsrail'in yanındadır. İlgisizlik ise İsrail zulmüne rıza anlamındadır. İşsiz ve aç, sefil durumda olan Filistinliler, bütün âlemlerin sahibi ve yaratıcısı, sonsuz kudret sahibi Rabbimize sığınmışlardır. Kudüs Müftüsü Şeyh İkrime Sabri, Bayram Namazındaki hutbesinde, "Filistinliler Allah'tan (celle calâlühu) başka kimseye güvenmez" demiştir. Bu söz şayet gerçek ise Filistinlilerin çok yakında kurtulacağının alametidir. Vatanlarından kovulmuş olup Filistin dışında yaşayan 4 milyon Filistinlinin genç nesillerin kalbinde son derece güçlü bir vatan hasreti vardır. Ve bu vatan ateşi içinde idealize edilen ve vatanım "Mevtini" şarkısını söylerken gözyaşı döken bu gençler için Filistin, hayatlarının gayesidir. Ve bana göre İsrail artık kaybetmiştir. Yani mağlubiyete giden kapı açılmıştır. Korku sırası şimdi Yahudilere gelmiştir. Tel Aviv'in kuzeyinde Netenya kenti merkezinde 4 kişinin ölümü ve 66 kişinin yaralanması İsrail'i ürkütmüştür. Filistin lideri Arafat'ın 14 Şubat'ta Ankara'ya sürpriz ziyareti İsrail ve ABD'yi tedirgin etmiştir. 19 Şubat krizi Türkiye'ye dış güçlerin bir ihtarıdır. Ankara'ya, Ortadoğu'ya karışma mesajıdır. ABD Dışişleri Bakanı Powell'in Ortadoğu gezisi ikinci Bush iktidarında şok tesiri meydana getirmiştir. ABD'nin sömürgesi durumundaki bazı Arap ülkeleri Powell'i soğuk karşılamıştır. New York Times Gazetesinde yazar William Safire, Bush'u tenkit ederek "Powell, Türkiye'ye gitmemekle ayıp ettin. Fırsatı kaçırdın" demiştir
.
Balkanlar'da neler oluyor?
14 Mart 2001 01:00
Şurası bir gerçek ki, Balkanlar 1389 Kosova Savaşından 19. Asrın ortalarına kadar, en az 500 yıl huzur, adalet, bolluk, güvenlik içinde olup, her etnik grup başta din hürriyeti olmak üzere her türlü insan haklarını doyasıya yudumlayarak "Altın Çağı"nı yaşamıştır. Hatta Yıldırım Beyazıt ile Timur arasındaki Ankara Savaşı'ndan sonra özbeöz Türk olan bir yığın Türk Beyliklerinin Osmanlıdan ayrılması ile, Osmanlı bir nevi dağılma sürecine girdiğinde Balkanlardaki Müslüman olmayan milletler sadık kalmışlar ve Osmanlı öncesi baskı ve zulüm devrine geri dönmemek için Osmanlının himayesini tercih ederek, yeniden güçlenmesini beklemiş ve Osmanlıdan ayrılmamışlardır. İngiltere başta olmak üzere, Fransa, Rusya, Avusturya-Macaristan ve diğerleri Viyana Kongresinde "Mukaddes ittifak" adı altında Osmanlıyı Orta Avrupa'dan, Balkanlardan, Ege ve Akdeniz'den ve nihai hedef olarak Anadolu'dan atmak hususunda birleşmişlerdir. Batı ülkeleri zaman zaman birbiriyle savaşmışlarsa da, Mukaddes İttifak aralarında devam etmiştir. Bu ittifakın üç hedefi gerçekleşmiş olup sıra Anadolu ve KKTC'ye gelmiştir. KKTC fiilen ve hukuken sona ererse Türkiye, Ege'de olduğu gibi Akdeniz'den de atılmış olacak ve denizlerdeki kuşatılma tamamlanmış olacaktır. AB'nin kapısında yarım asra yakındır beklediğimiz halde, Türkiye alınmamış olmakla beraber Türkiye'yi bölmedikçe de almaları mümkün değildir. Asırlardır Balkan milletlerini Osmanlıya düşman ettiler. Misyoner okulları, Osmanlının en sadık milletleri olan Ermeni ve Bulgarları Osmanlıya düşman etmişlerdir. Son günlerde Makedonya'daki karışıklıkların temeli çok öncelere dayanıyor. Bugün "Balkan" kelimesine bile tahammül edemeyen Batı ülkeleri, siyasi terminolojide Balkanlar tabirini "Güneydoğu Avrupa" olarak değiştirmiştir. Aslında Balkanlardaki bütün fitne tohumları 1878 Berlin Konferansında atılmıştır. Bulgaristan'a bağımsızlık tanındığında Bulgaristan sınırındaki nüfusun % 60'ı Müslüman idi. Berlin Konferansında Müslümanlar azınlık statüsünde tanındı. Hıristiyanlara bağımsızlık tanındı ama Müslüman çoğunluğa Boşnaklar dahil devletini kurma hakkı tanınmadı. Ve bu konferansta Arnavutların çoğu Müslüman olduğu için Arnavutlar beş parçaya bölündü. Ve bundan da küçük bir Arnavutluk tanıdılar. Kosova, Makedonya, Karadağ, Yunanistan, Sırbistan'daki Arnavutlar azınlık oldular. Miloseviç'in Büyük Sırbistan hayali ile Yugoslavya'yı teşkil eden milletleri Sırbistan'a dahil etme plânı geri tepti. Almanya'nın Doğu'ya yayılma Büyük Almanya ve Fransa'nın Atlantik'ten Urallar'a, Büyük Fransa hayalleri uğruna Yugoslavya parçalandı. Kosova ve Voyvadin hariç Sırp olmayanlar bağımsızlığını ilân ettiler. Slovenya ile başlayan savaş Hırvatistan ve Bosna- Hersek'te devam etti. Sırplarla savaşmadan bağımsız olan tek federe devlet Makedonya oldu. Sloven ve Hırvatlar Katolik, Boşnaklar Müslümandır. Makedonlar ise Sırplar gibi Ortodokstur. Her ne kadar Avrupa'nın göbeğinde bir İslâm ülkesi olmasın diye ABD'nin baskısı ile Dayton Anlaşması ile Bosna-Hersek'te Müslüman Boşnak, Katolik Hırvat ve Ortodoks Sırplar arasında bir garip idare kurulduysa da; Müslümanlar açısından gayri adil olan bu sistem ölü doğmuş bir sistem olup, dağılmaya mahkumdur. Bosna'nın pamuk ipliğine bağlı iç barışı yine bir tehditle karşı karşıyadır. Aşırı sağcı "Hırvatistan Demokratik Birliği", üç buçuk yıllık iç savaşı bitiren Dayton Barış Anlaşması ile oluşturulan Boşnak Hırvat Federasyonu ile yollarını ayırarak, geçici özerk yönetim kuracağını ilan etti. Bosna, Dayton Anlaşması gereği, her ikisi de kendi içinde özerk Bosna Sırp Cumhuriyeti ve Boşnak Hırvat Federasyonuyla üç etnik grubun da temsil edildiği Üçlü Başkanlık Konseyi tarafından yönetiliyor. Makedonya'daki karışıklıkları geçmişteki hadiseleri bilmeden anlamak mümkün değildir.
.
Makedonya'da neler oluyor?
16 Mart 2001 01:00
Son günlerde Makedonya'da Arnavutlarla Makedonlar arasında çatışmalar meydana gelmiş, bunun neticesi olarak az da olsa ölen ve yaralananlar olmuştur. Makedonya, Yugoslavya Federasyonundan savaşmadan bağımsızlığını ilân eden bir ülkedir. (Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, Kosova, Sırbistan) arasındadır. Nüfusu 2 milyon 41 bin 467'dir. Resmi istatistiklere göre nüfusun %66'sı Makedon ve %33'ü Arnavut ve Türktür. Arnavutlar ise gerçekte Arnavutların sayısının %40'ların üstünde olduğu iddiasındadır. Ülkenin %66'sı Ortodoks ve %35'i Müslümandır. Fakat gerek hükümet, gerekse mahalli idarelerin tamamına yakını Makedonların elindedir. Kosova Ulusal Kurtuluş Ordusu, Makedonya sınırındaki bir Makedon köyünü işgal etmesiyle ve 3 Makedon askerin ölümü neticesi Balkanlar'da yeni bir gerginlik ortaya çıktı. Bazılarında ise iç savaşı ateşlemesi korkusu meydana geldi. Makedonya Kosova sınırını kapattı. Yedek askerlerin bir kısmı çağrıldı. Polis teşkilatında seferberlik ve orduda kısmi seferberlik ilân edildi. Makedonya'nın Kosova sınırındaki bazı köyler Kosova'ya dahil olmak istemektedir. Makedonya Devlet Başkanı Boris Trajkovski ve askeri danışmanları NATO ülkeleri elçileriyle acilen toplantı yaptı. Annesi Türk olan Makedon Dışişleri Bakanı Sircan Kerim, NATO Genel Sekreteri Lord Robertson ile görüşerek (KFOR) ile ortak operasyon kararı almıştır. Makedon ordusu 2 bini profesyonel olmak üzere 12 bin kişidir. Tanusevçi köyünü işgal eden Kosova Ulusal Kurtuluş Ordusu mensubu 200 kişidir. Ve Kosova'ya geri çekilmişlerdir. Etnik milliyetçilik ateşi Makedonya'ya da sıçramıştır. Tanusevçi köyündeki kıvılcım Malina köyü ile Kodra Pura Dağlarına da atlamıştır. Bulgaristan ve Yunanistan Makedonya'ya askeri yardım teklif etmişlerdir. Türkiye ise Makedonya'ya güvence vermiştir. Kosova Ulusal Kurtuluş Ordusunun, Preşova Vadisi'nde üslendikleri ifade edilmektedir. Balkanlar'da ABD süngüsü ve NATO hava saldırılarıyla sağlanan barış hızla çözülmektedir. Batı, Sırbistan'a karşı Kosova Kurtuluş Ordusunu destekledi. Şimdi karşısındadır. Çünkü NATO'nun Kosova'yı kurtarma savaşı bir senaryo idi. Çünkü NATO'nun Kosova'ya yerleşmesi ve Kosova'nın bağımsızlığını önleme hedefini taşıyordu. Ama Kosova'da Sırplar Arnavut ve Türklere soykırımı bu senaryo gereği yaptılar ve NATO Kosova'ya kurtarıcı olarak girip yerleşti. Batılı emperyalist ülkeler Arnavutların milli haklarını unuttular. Kosova'ya yerleşinceye kadar onları destekleyen Batı, şimdi Kosova Ulusal Kurtuluş Ordusunu "bölgeyi istikrarsızlaştırmayı hedefleyen gruplar" olarak görmektedir ve AGİT de aynı görüştedir. Makedonya Kosova sınırı "Barut Fıçısı"dır. Her an patlayabilir. Preşova Vadisi ikinci bir Kosova olabilir. Buyanovça ve Medvece'yi içine alan bu vadide nüfusun çoğunluğu Arnavuttur. Ve Kosova ile birleşmek istemektedirler. Kosova'da birkaç Sırp köyü dışında Sırpların rolü gayet azalmıştır. Balkanlar'daki son karışıklığın arkasında CIA vardır. İtalya NATO'nun (ABD'nin) Avino Üssü'nü kapatmak istemektedir. ABD ilk defa Makedonya yolu ile Balkanlara yerleşmiştir. Kosova'nın Gilan şehrinde çok büyük bir askeri üs kurmuştur. Bu karışıklıklarla ABD Makedonya'ya iyice yerleşecektir. CIA Başkanı George Tenet'in bu hadiselerden az önce "Preşova Vadisi, Balkanlar'da barış ve huzuru tehdit eden bir yerdir. Balkanların kendi başına ayakta durması imkansızdır" sözleri bunu teyid etmektedir. 4 Mart 2001 günü Makedon köyünün işgali ile Balkanlar yeniden ısınmıştır. Kosova'da yaşanan dramın bir benzerinin Makedonya'da yaşanmasından korkan ve paniğe kapılanlar evlerini terk ederek güvenli bölgelere kaçmışlardır. CIA, Balkanları karıştırarak ABD bu bölgeye iyice yerleşiyor. Osmanlıya ihanet edenler hiçbir zaman huzurlu bir ortama kavuşamayacaklardır.
.
Ermeni soykırımı yalanı ve gerçekler
17 Mart 2001 01:00
Hıristiyan Batı emperyalizmi geçmişte (Birinci Dünya Savaşı öncesi) Osmanlı Devleti'ni yıkmak ve parçalamak için Ermenileri bir piyon olarak kullandıkları gibi; son yıllarda başta Fransa olmak üzere, Rusya, Yunanistan ve diğerleri aynı senaryoyu sahneye koymuştur. Son ekonomik kriz ile cüretleri artmış ve bundan cesaret alan Ermenistan şimdilik Kars ve Ardahan'ı isteyecek kadar pervasız hale getirilmiştir. Ermenistan ile ilgili çok sayıda yazımda Hıristiyan Batı'nın ve Ermenistan'ın "4 T projesi"nden bahsettim. Mâlum olduğu üzere 4T=Terör, Tanıma, Tazminat ve Toprak talebidir. (Sözde) Ermeni soykırımı yasasının Fransa'da kabul edilmesinin ardından Türkiye'den toprak istemek için ortamın yeterince olgunlaştığını düşünen Ermenistan, sonunda harekete geçti. Ermenistan Devlet Başkanlığı bünyesinde faaliyet gösteren İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Parvir Hayrikyan, 1921 Kars Antlaşmasının komünist Rusya ile Türkiye arasında imzalandığını belirtip, bunun iptalini istemiş; "Ermeni toprakları dönemin iki militarist devleti tarafından paylaşılmıştır. Günümüzde Türkiye toprağı olan Kars ve Ardahan, Ermenistan'a iade edilmeli. Bunun yanı sıra yine aynı anlaşma ile Azerbaycan toprağı haline gelen Nahçıvan da tekrar Ermenistan toprağı olmalı" demiştir. Ermenistan'ın başkenti Erivan Türkçe bir isimdir. Ermenistan toprakları asırlar değil, binlerce yıllık "Türk Yurdu" idi. Ciltlere sığmayan bu gerçeği elbette bir makaleye sığdırmak mümkün değilse de, birkaç cümle ile tarihi gerçekleri nakledelim. Erivan Hanlığı, 1827'de Çarlık Rusyası'nın işgaline geçti. 1828 Mart ayında Rus Çarının özel fermanıyla Erivan Hanlığı ile Nahçıvan'ı "Ermeni Eyaleti" olarak ilân etti. Periyodik fasılalarla Rusya'daki Ermeniler bu eyalette toplanırken, Erivan Hanlığı ve Nahçıvan'daki Türklere baskı, soykırım uygulanarak Ermenilerin çoğunluk olması için her çareye başvuruldu. 1827'den 1897 yılına kadar bütün baskı, soykırım ve Türkleri sürgüne göndermeye rağmen yüzde yüz Türk vatanı olan Erivan'da 127 bin 072 nüfus içinde Ermeniler, nüfusun % 37'si idiler. Çoğunluk Türklerdi. 1829 Eylül'ünde Ruslar Erivan'ı geçici olarak kurulan Rus askeri yönetiminin merkezi yaptılar. Çarlık Rusyası 1850 yılında merkezi Erivan olmak üzere Erivan, Nahçıvan, Gümrü, Yeni Bayezid ve Ordubad kazalarından Yeni Erivan vilâyeti kuruldu. Askeri vali başına getirildi. 1868'de Erivan Vilâyeti, Erivan, Gümrü, Nahçıvan, Yeni Bayezid, Sürmeli Eçmiyadzin ve Daralyez olarak yedi kazaya ayrıldı. Erivan vilayetinin yüzölçümü 27 bin 366 kilometrekare idi. Nüfus 667 bin olup, çoğunluk (% 70'ten fazla) Müslüman idi. Erivan kazasında ise 29 bin nüfusun % 52'si Türk idi. 1905 yılından sonra devamlı soykırım ile nüfus Türkler aleyhine Ermeniler lehine olmak üzere denge değişti. 1918 yılında Mondros Mütarekesiyle Türk Ordusu Kafkasya'dan ayrılınca İngilizler Erivan ve civarına Ermenileri doldurdular. İstiklâl Harbinde Kâzım Karabekir Paşa emrindeki Türk Ordusu Kars ve Gümrü'yü ele geçirdi. Ermeniler yenildiler. 2 Aralık 1920 Gümrü Antlaşması imzalandı. Ermeniler bu antlaşmanın 10. maddesine göre Sevr Antlaşmasında Ermenilere verilen yerlerden vazgeçtiler. Bu antlaşmadan 1 gün sonra kızılordu Ermenistan'ı işgal etti. 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması ile Türkiye ile Ermenistan arasındaki bugünkü sınır tespit edildi. Sürmeli Türkiye'ye, Nahçıvan ile Ordubad bütünüyle Şarur ve Daralyez kısmen Azerbaycan'a verildi. Erivan Ermenistan'ın başkenti oldu. Bu arada Gümrü Antlaşmasıyla Erivan'daki Türkler Türkiye'ye geldiler. 13 Ekim 1921 Kars Antlaşmasıyla Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan ile yapılan antlaşmada eski antlaşmalar onaylandı. Geçmişte bin yıllık Türk Yurdu olan Erivan ve bugünkü Ermenistan'da Türk varlığı eridi. 1932'de bu sayı toplam nüfusun % 6'sı idi. Bin yıllık Türk Yurdu olan Erivan ve bugünkü Ermenistan toprakları üzerinde neden hak iddia etmiyoruz? Ermenistan, Rusya ve İngilizlerin kurduğu yapay (sonradan olma) devlettir. Ve Anadolu ile Kafkasya ve Ortaasya arasında bir baraj maksadıyla kurulmuştur!..
Esas soykırımı Ermeniler yaptı
22 Mart 2001 01:00
Sözde Ermeni soykırımının bir yalan üzerine inşa edildiğini, gerek Batı ülkeleri gerekse Türk'e düşman olanlar gayet iyi bilmektedirler. Ama bu yalan işlerine gelmektedir. Emperyalist Batı ülkeleri Osmanlıyı yıkmak için geçmişte bu sanal (yapay) meseleyi kullandıkları gibi; bugün de Türk Devletini yıkmak, Türk Milletini bölmek ve milletlerarası siyasi platformda suçlu duruma düşürmek ve bazı tavizler koparmak için aynı şekilde kullanmaktadırlar. Ayrıca bu iddiayla birlikte, son derece maddi sıkıntı içinde kıvranan Ermenistan halkının sosyal patlamasını önlemek ve Büyük Ermenistan hayali ile oyalamaktadırlar. Ermenistan dışında (Türkiye hariç) Ermeni genç nesiller bulundukları ülkenin kültür potasında eriyerek Ermeni kimliğini kaybetmek üzeredir. Bunların Ermeni kimliğini korumak için bir düşmanlık, kin ve nefrete ihtiyaç vardır. (Sözde) Ermeni soykırımı ile Türklere düşmanlık ile Ermeniler arasında birlik sağlanmasına çalışılmaktadır. Birinci Dünya Savaşında soykırıma uğrayan Ermeni sayısı Ermeniler ve Batı ülkelerince 1915'te 300 bin gösterilirken; 1930'dan bu yana bu miktar katlanarak artırılmış ve 2 milyona çıkarılmıştır. Kaldı ki gerek Osmanlı gerekse kendi arşivlerine göre 1915 yılında Osmanlı topraklarındaki Ermeni sayısı 1 milyon 300 bindir. 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı) Osmanlının çöküşünü hızlandırmıştır. Bu savaşın sonunda 1878 Berlin Antlaşmasıyla Osmanlı aleyhine kararlar alınmıştır. Balkanlar ve Kafkaslarda fitne tohumları ekilmiştir. 1878 öncesi Osmanlının en sadık tebaası (uyruğu) Ermeni ve Bulgarlar olduğu halde, bu tarihten sonra, misyoner okullarında Osmanlı ve Türk düşmanı olarak yetiştirilmiştir. Hatta 1878'de Bulgaristan'da Müslümanların sayısı %60'ı bulduğu halde Bulgar prensliği adı altında bir devlet ortaya çıkarılmıştır. 1878 Berlin Muahedesiyle Osmanlı ile Ermeniler arasında karşılıklı güven kaybolarak çatışmalar başlamıştır. Ermeniler, Sultan Abdülhamid Han'a suikast teşebbüsünde bulunmuş ve İstanbul başta olmak üzere, çok sayıda Osmanlı kentlerinde isyan ederek katliamlar yapmışlardır. Çok sayıda köyü yerle bir ederek, yakıp yıkmışlardır. Sultan Abdülhamid Han Ermenilere karşı bir intikam hareketini devamlı önlemiştir. Birinci Dünya Savaşında ise Ermenilerin Türk köylerini basarak soykırım yaptıkları belgelerle sabittir. Müslümanların çoğu camilerde toplanmış ve burada yakılarak öldürülmüştür. Akla ve hayale gelmeyen işkenceler yapılmıştır. Biz Türkler, soykırıma maruz kaldığımız halde, Ermeniler, binlerce yalana dayalı yazılı eserlerle soykırım yapan kendilerini, dünya kamuoyuna soykırıma maruz kalan etnik topluluk olarak göstermişlerdir. Ermeni çetelerinin "tehcir"den önce 1 milyon Müslümanı katlettiğini, İngiliz generali Harbord Harington ile De Robeck hazırladıkları raporda ifade etmektedirler. 1932'den bu yana 3006 yabancı tarihçi ve uzman, Osmanlı Arşivini incelemişler ve soykırım ile ilgili hiçbir belge bulamamışlardır. Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı tarafından hazırlanan ve neşredilen "Arşiv Belgelerine Göre Kafkaslar'da ve Anadolu'da Ermeni Mezalimi" isimli 4 ciltlik eserde 1914-1921 yılları arasında Ermenilerin katlettiği 517 bin 955 kişiye ait belgeler, yeri, tarihi ve cinayetin nasıl işlendiği resmi kayıtlarla sabittir. Buna Anadolu'nun diğer yerlerindeki katliamlar katılırsa İngiliz generallerinin 1 milyon Türk'ün katli raporu doğrulanmaktadır. Birinci Dünya Savaşında Erzurum, Rusya tarafından işgal edilmiş idi. Bolşevik ihtilali ile Rus ordusunda panik, disiplinsizlik ve dağılma olunca Ermeniler bunu fırsat bilip Türk halka işkence ve katliama başladılar. O tarihte Erzurum ve Dereboyu komutan vekili ve 2. Erzurum Kale Topçu Alay Komutanı Rus Yarbay Toverdokleyof'un anıları da Ermenilerin katliamının korkunç boyutlarını gösteren binlerce belgeden sadece biridir. Şimdi bu hatırattan bir bölümünü sizlere aynen naklediyorum: "26-27 Şubat 1918 gecesi Ermeniler, Rus subaylarını aldatarak katliam yapıp, Türk askerlerinin korkusundan kaçtılar. Soykırımın genelge ile hazırlanan bir metodla yapıldığı anlaşıldı. Ahali evvelce yakalanarak bir yere doldurulduktan sonra birer birer öldürülmüşler ki, bu gece öldürülenlerin toplamı üç bine yükselmişti. Bunları yine kendileri övünerek söylediler. Ermeniler, o kadar az ve korkak idi ki, iki topla, bin beş yüz toplamındaki bir Türk kuvvetine karşı, bir gece bile dayanamayıp, kaçtılar. Ermenilerin ileri gelenleri soykırımın önüne geçebilirdi." Yarbay uzun ve ayrıntılarla dolu anılarını şöyle bitirir: "İnsanların vicdanı, en değerli elmas parçası gibi lekesiz yaratılmıştır. Lekesiz kalmalıdır. Meydana gelen olayları, hiç kimse olmamış hale koyamaz. Ermeniler rüzgar ektiler, fakat rüzgar ekenin fırtına biçeceğini unuttular." (Askeri Tarih Belgeleri Dergisi Aralık 1982, Sayı: 81)
.
Ermenilerin 24 Nisan yalanı!
23 Mart 2001 01:00
Her yıl olduğu gibi bu yıl da 24 Nisan günü Batı ülkelerinde (Sözde) Ermeni soykırımı gündeme gelerek; "Ermeni Diasporası"nın soykırım yalanlarıyla Osmanlının şahsında Türkiye'yi suçlamaya devam edeceklerdir. Maalesef "Batı ne der" endişesi ile yıllardır, Ermenilerin bu yalan propaganda ve faaliyetlerine seyirci kalınmıştır. Kaldı ki sadece Osmanlı Arşivi ve insaf ehli Batılı tarihçilerin eserleriyle, soykırımın Ermenilerce Türklere yapıldığını ispat ve inandırmak mümkün idi. Fransa hükümeti "Fransa halkını karşımıza alamayız" gerekçesiyle sözde Ermeni soykırımını resmen tanıdı. Ancak Fransa'nın bu tavrına 57. Koalisyon hükümetinin tepkisi çok cılız oldu. Yakında Clinton'ın önlediği sözde Ermeni soykırımı tasarısı Ermeni, Rum hatta Yahudi lobisinin teşebbüsü ile yeniden ABD Senatosunda gündeme gelir ve kabul edilirse asla şaşırmayın! Kaldı ki son mali krizde, Türkiye üzerinde son derece sömürgeci bir tavır sergileyen ABD'ye karşı tepkimiz Fransa'ya yapılandan daha cılız ve sözde kalır. Türk milleti, en az 2500 yılı belli ve ondan öncesiyle 5 bin yıllık şerefli ve büyük bir millettir. Ermeni Diasporası, Ermenileri emperyalist emelleri için kullanan devletler ve bu hadiseler karşısında seyirci kalanlar, kendi sonlarını hazırladıklarının ve de Türk milletinin gücünün farkında değildirler. Ermeni Diasporası ateşle oynuyorlar. Ermenistan'da yaşayan Ermenilerin açlık sınırındaki sıkıntıları onları ilgilendirmiyor. Büyük Ermenistan hayali peşinde koşarken Ermenistan'dan her gün binlerce kişi yurt dışına göç ediyor. Ermenistan adeta boşalıyor. Kağıt üzerinde 4 milyon ise de aslında bu sayı yarısına yaklaşıyor. 24 Nisan günü Ermeniler için neyi ifade ediyor? İngiltere, Fransa ve Rusya'nın para silah ve siyasi desteği ile İstanbul'da bir Ermeni isyanı hazırlandı. Bunun haberini alan Osmanlı Hükümeti, isyanın elebaşıları olan 2345 kişiyi 24 Nisan 1915 tarihinde tutukladı. Ve isyan kansız önlendi. İstanbul'da onbinlerce Müslüman kanı dökemeyen Ermeni komitacıları bu yüzden 24 Nisan'ı her yıl anmaktadırlar. Tehcir hadisesi ise 14 Mayıs 1915 tarihinde karar alınıp 7 Eylül 1915 tarihinde uygulanmaya başladı. Tehcir bir göçtür. Asla sürgün değildir. Sadece Doğu Anadolu ile Mersin-İskenderun bölgesindeki ve Osmanlı Dahiliye Bakanlığı belgelerine göre 703 bin Ermeni Osmanlıya ait Irak, Suriye ve Lübnan topraklarına gönderilmiştir. İkinci Dünya Savaşında ABD Japon asıllı Amerikalıları toplama kamplarında tecrit ettiğini unutmuş değiliz. 1878 Berlin Kongresinden sonra Ermeni isyanları, köy ve kentlerde ise katliamları çığ gibi artıyordu. Birinci Dünya Savaşında Ermenilerin isyan ve katliamları zirveye ulaştı. Sadece Erzurum'daki Ermenilerin %75'i Rusların safına geçti. 1915'te Kanal, Çanakkale ve Kafkasya cephelerinde tarihinin en zor günlerini yaşayan Osmanlı, Doğu Anadolu'daki ordusunun arkasından Ermenilerce hançerleniyordu. Ülkenin bütünlüğü ve ordunun güvenliği için Ermenilere tehcir (göç) yaptırmaya mecbur hatta mahkum idi. Göç esnasında Ermenilerin emniyeti için her tedbiri aldı. Görevini ihmal eden 1397 kişiyi cezalandırdı ve bazılarını idam etti. Göç sadece Doğu Anadolu, Mersin-İskenderun bölgesi için idi. İstanbul ve Anadolu'daki diğer Ermenilere dokunulmadı. Şayet soykırım yapılmış olsaydı, hepsine uygulanırdı. Batılı tarihçilere göre tehcir esnasında hastalık, açlık, salgın hastalıklar, aşiret kavgaları, kıtlık, hava şartları ile 300 bin Ermeni ölmüştür. Ama soykırım yapılmamıştır. 2 milyon insan ise asla değildir. Hatta 300 bin rakamı bile abartılıdır. Tarihçi Stanford Shaw'a göre ölenlerin sayısı 200 bindir. İngiliz gizli servisi mensubu tarihçi Toynbee'ye göre 600 bindir. Tarihçilere göre tehcir dahil, Birinci Dünya Savaşında ölen bütün Ermenilerin sayısı 300 bindir. Dışişleri Bakanlığının eski müsteşarlarından Kamuran Gürün'ün 1982'de neşrettiği "Ermeni Dosyası" kitabında ölen Ermenilerin sayısının 300 bine yakın olduğunu ifade etmektedir. 3 İngiliz generalinin hazırladığı raporda ise Ermenilerin 1 milyon Türk'ü katlettiği yer alır. Çarlık Rusyasının dışişleri bakanı Sazanof'un, Çar vekili Nikolayeviç'e 27 Haziran 1916'da yolladığı telgrafta: "Ermenilerin Doğu Anadolu'da hiçbir zaman çoğunlukta olmadıklarını, çoğunluğun her zaman Türklerde bulunduğu; bu şartlar altında bir Ermenistan muhtariyetinin kurulması, azınlığın çoğunluğu idare etmesi, bir haksızlık olacaktır" demektedir.
.
Ermeniler kendilerine yazık ediyorlar!
28 Mart 2001 01:00
Bir kısım Ermeninin yaptıkları yüzünden, bütün Ermenileri suçlamak elbette haksızlık olur. 1853-1923 tarihleri arasında olduğu gibi, 1923'ten bu yana sağduyu sahibi Ermeniler çoğunluktadır. Fakat dün olduğu gibi bugün de emperyalist Batı ülkelerinin emperyalizmine hizmet eden ve Büyük Ermenistan hayali ile kandırılan komitacı Ermeni azınlık, Ermeni çoğunluğu olduğu gibi, Ermeni olmayan aydınları da ölüm dahil çeşitli yollarla sindirmişlerdir. Bütün bunlara rağmen gerçekleri söyleyen insaf ehli Batılı tarihçi ve aydınlar olmuştur. 636 yıllık Osmanlı Devletinde olduğu gibi, ondan önceki Selçuklu Türk Devletinde de Ermeniler, tarihlerinin "Altın Çağı"nı yaşamışlardır. Gerek Selçuklu gerekse Osmanlı devrindeki Ermeni tarihçiler ve belgeler hakikati açıkça ortaya koyar. Osmanlının en sadık etnik grubu olan Ermenilerdir. Kırım Savaşından sonra emperyalist devletlerince kullanılmaya başlanmış ve 1878 Berlin Kongresinden sonra Ermenileri tahrik çığ gibi artmış ve Birinci Dünya Savaşında zirveye çıkmıştır. Lozan'da İngiltere, Fransa ve Rusya Ermenileri yüzüstü bırakmıştır. Aşağı yukarı 50 yıllık bir durgunluk devresinden sonra 1974 Kıbrıs Barış Harekatından sonra Ermenilerin bir piyon gibi kullanılması yeniden gündeme gelmiş ve şu anda zirvededir. Osmanlının 600 küsur senelik devrinde Ermeniler, 32 milletvekili ve senatör, en az 20 bin üst düzey memuru ile Osmanlı yönetiminde Hıristiyanlar içinde en yüksek paya sahiptir. Ermenilerin mimar, usta ve sanatkâr olarak Osmanlının sanatsal eserlerinde büyük katkıları vardır. Birinci Dünya Savaşında İstanbul Ticaret Odasına kayıtlı Ermeni işadamı sayısı Türk işadamlarının çok üstündedir. Ermeniler çeşitli sanatkârlıklar ile kasabalarda "eşraf" şehirlerde işadamı, tüccar ve banker, "Tanzimat"tan sonra ise köylerde "ağa" olarak görünmüşlerdir. Türk köylüsünün korkulu rüyası olan "Mültezimler"in çoğu Ermenidir. "Aşar Vergisi"nin yarısı hazineye giderken yarısı da Ermeni mültezimlerin cebine girmiştir. Müslüman erkekler Yemen, Balkanlar, Balkan Savaşları, Libya, Kafkasya, Mısır ve Hicaz'da savaşırken, gayrimüslimler maddi mal ve para varlığını birkaç misli katlamışlardır. Adeta Ermeni, Yahudi ve Rumlar Osmanlının "mutlu azınlığı"dır. Bunlar içinde Ermeniler ise işyerleri, çiftlikleri, köşk ve yalıları, ticarethaneleri ile Osmanlının birinci sınıf yurttaşlarıdır. Şayet (Fransa, İngiltere, Rusya ve ABD) başta olmak üzere Batı devletlerin oyununa gelip Osmanlıya isyan ve ihanet etmeselerdi, bugün Türkiye sınırları içinde en az 5 milyon Ermeni ve 7 milyon Rum, Türkiye'nin en zengin toplulukları olacaktı. Şurası bir gerçek ki, cumhuriyet devrinde Türkiye'de yaşayan Ermeni asıllı Türk vatandaşlarının ülke aleyhine hiçbir faaliyeti olmamıştır. Ve Batı ülkelerindeki sözde Ermeni soykırım tasarısı faaliyetlerinden rahatsız ve tedirgindirler. Dün olduğu gibi bundan sonra da Türkiye dışındaki Ermenilerin emperyalist ülkelerin piyonu olarak Türkiye aleyhine faaliyetleri Ermenistan'daki Ermenilerin aleyhine tecelli edeceği muhtemeldir. Ankara Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyelerinden Dinler Tarihçisi Prof. Dr. Abdurrahman Küçük tarafından hazırlanan eser, Ermenilerle ilgili konularda bir boşluğu dolduracak özelliktedir. "Ermeni Kilisesi ile Ermeni milleti o derece iç içedir ki, birisi olmadan diğerini düşünmek mümkün değildir... Çünkü büyük ülküleri olan milletler, kabul ettikleri dinlere kendi mühürlerini vurdukça, öz kimliklerini koruyabilmişlerdir. Bu özellikle Hıristiyan millet veya devletlerde açıkça görülmektedir. Meselâ; Rus Ortodoks, Yunan Ortodoks, Lâtin Katolik, Romen Ortodoks gibi adlandırmalar (millilik) anlamlarını bizlere sunmaktadır... Ancak başlangıçta böyle bir inançla işe başlayan Ermeniler coğrafya, nüfus, asker ve benzeri unsurların zayıflığı nedeniyle cihan devleti olamamışlar (hatta devlet bile olamamışlar), ama yine de sahip oldukları özellikleri, az bir nüfusla da olsa Ermeni kilisesi sayesinde günümüze kadar kimliklerini koruyabilmişlerdir." Ermenistan'ı ise şöyle ifade etmektedir: "Çoğunlukla Hıristiyanlaşmış Türk boylarından biri ile Hayk, Pers, Yunan, Gürcü gibi etnik unsurların Hıristiyanlık şemsiyesi ve coğrafi bölgeyi ifade eden Süryanice (dağlık memleket) anlamına gelen (Ermenistan) adı altında birleşen topluluktur.
.
Balkanlar yine karışıyor
20 Mart 2001 01:00
Kosova Ulusal Kurtuluş Ordusuna mensup 300 kişinin Makedonya sınırı içinde kalan fakat Arnavutlar'ın yaşadığı Tanusevci köyünü işgali neticesi 4 Makedon askerin ölümü ile Balkanlar yeniden ısınmıştır. İki yıl önce Sırplar Kosova'da soykırım yapmışlardı. Daha sonra NATO uçakları 78 gün boyunca Sırbistan'ı bombalaması sonucu Sırpların soykırımı sona erdi ve Kosova'ya NATO birlikleri yerleşti. İki yıl önce ABD başta olmak üzere NATO'yu kurtarıcı olarak bağrına basan Kosovalılar'dan beni ziyarete gelenlere ve yazılarımda ABD'ye kurtarıcı rolünde Kosova'ya üs kurmak, Kosova'nın bağımsızlığını önlemek ve Kosova Kurtuluş Ordusunu lağv etmek gibi üç ana hedefi elde etmek için bu senaryo hazırlandığını belirtmiştim. Ve bu senaryoda Sırplar sadece piyon idiler. Kosovalılar geç de olsa gerçeği gördüler. Kurtarıcı sandıkları ABD ve NATO'yu bağımsızlıklarının önünde en önemli engel olarak görmeye başladılar. Preşevo Vadisinde ve tampon bölgede NATO'nun kararı ile Sırp askerleri yerleşince durum çok daha vahim olacaktır. Bu bölgeler Kosova Kurtuluş Ordusunca "Kurtarılmış Bölge"dir. Nitekim Arnavut bir komutan "Bizi asla mevzilerimizden çıkaramazlar, biz savaşmasını biliyoruz" demiştir. Balkanlar'da şartlar Arnavutlar'ın aleyhine dönmüştür. Bütün Arnavutlar'ın tek devlette birleşme idealine "Panalbanizm" ABD, AB ve Balkan ülkeleri karşıdırlar. Hatta Makedonya üzerinde gözü olan Yunanistan ve Bulgaristan bile Makedonya'ya silah ve asker göndermeyi teklif etmişlerdir. Türkiye geçmişte Kosova meselesinde (soykırım zamanı hariç) Sırpların yanında yer almıştı. 1991'de bağımsız olan Makedonya'yı ilk tanıyan ve destek veren ülke Türkiye'dir. Balkanlar'da denge (sınırlar) çok hassas hesaplar üzerindedir. Elbette adil değildir. Ama pamuk ipliğine bağlıdır. En ufak bir değişiklik Balkanlar'da bir savaşın kıvılcımı olabilir. Macaristan, Macarların çoğunluk olduğu Sırbistan'ın Voyvadin ile Doğu Romanya (Transilvanya) ile bütünleşmekten Bulgaristan ve Yunanistan ise Makedonya üzerindeki haklarını, Romanya ise Moldavya ile birleşmeyi şimdilik askıya aldı. Kosova'da Sırplarla meskun birkaç kent ve köy hariç Kosova'da Sırp hakimiyeti yoktur. Ama Sırbistan Kosova'dan vazgeçmeye hiç niyetli değildir. Makedonya 1389-1912 arasında Osmanlı toprağı idi. Balkanlar'da yaşayan 7 milyon Arnavutun 3.5 milyonu Arnavutluk'tadır. Kosova'da 2 milyon Makedonya'da en az 700 bin bazılarına göre 1 milyonu aşan Arnavut vardır. Diğerleri Karadağ, Sırbistan, Yunanistan ve Bosna-Hersek'te yaşamaktadır. Son Makedonya hadisesi ile "Kosova Krizi" başladığı noktaya gelmiştir. Kosova krizi 1980'in ilk yıllarında başlamıştır. 1989 yılında Miloşeviç Kosova'nın özerkliğini kaldırıp Sırbistan'ın bir parçası yapınca Kosova'da bağımsızlık ateşi giderek arttı. Miloşeviç Kosova'da katliam yaptı. NATO birlikleri 1999 Haziran'ında Kosova'ya girdiler ve Kosova'da koloni yönetimi kuruldu. Sırp ordusu ve Sırp yönetiminin Kosova'nın büyük kısmından gitmesi ile Arnavutlar rahatladılar. NATO ve bilhassa Fransa birliklerinin yardımı ile Arnavutlar Kosova'nın kuzeyindeki Mitrovitsa ve Leposaviç bölgelerinden atıldılar. Sırbistan sınırları içinde olan Preşova Vadisinde Arnavutlar %75 nüfusa sahiptirler. Miloşeviç'in iktidarı kaybetmesinden sonra, Koştunitsa'nın iktidarıyla Batı, Sırbistan'a yaklaştı ve bu sefer Kosova Kurtuluş Ordusuna sırt çevirdi. NATO ile Kosova Kurtuluş Ordusu çatışmanın eşiğine geldi. Makedonya bütün sınırlarının NATO kontrolüne girmesini istedi. Bu ise Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin onayına bağlıdır. İngiliz gazeteci Paul Biever'e göre Makedonya sınırındaki Arnavut militanlarına CIA eğitim, silah ve para vermektedir. Kosova'nın %90'ı Arnavuttur. Kendi siyasi görüşleri ile Selfdeterminasyon yani kendi siyasi geleceklerini belirleme ve bağımsızlığı siyasi ve tarihi bir hak olarak görmektedirler. Sırp zulmü ve baskılar bu görüşü kuvvetlendirmiştir. Sırplar ise üniter devlet ve toprak bütünlüğü olarak meseleye bakmaktadırlar. Kosova'ya 1974'te verilip 1989'da kaldırılan özerkliğe geçmişte 1980'li yıllarda razı olan Kosovalılar şu anda bağımsız Kosova istemektedirler. Yunanistan, dışişleri bakanını acele Üsküp'e yollarken; Türkiye telefonla destek sözü vermiştir. 1389-1912 arası 523 yıl Makedonya toprağımız idi. Balkanlar'daki fitne tohumları 1878 Berlin Konferansı ile atıldı. Müslüman olan milletler azınlık sayıldı ve Hıristiyan olanlara bağımsızlık tanındı. Arnavutlar ise 7 parçaya bölündü. Birleşmeleri çok zordur. İNŞALLAH birleşirler.
.
Makedonya'da iç savaş rüzgârı
21 Mart 2001 01:00
Kosova Milli Kurtuluş Ordusu mensubu askerlerin 3 hafta önce Kosova sınırını aşarak Makedon köyünü (Tanuşevçi) işgal etmesi ve bunun üzerine Arnavut millitanlarla Makedonya askerleri arasındaki çatışma; ülkenin ikinci büyük kenti Kalkandelen'e (Tetova) sıçramıştır. 200 bin nüfuslu Kalkandelen'in büyük çoğunluğu Arnavuttur. Şar Dağındaki Kosova Kurtuluş Ordusu mensupları Makedonya polis ve askerlerine ateş açmaktadır. Ağır silahların da kullanıldığı şiddetli çatışmalar devam etmektedir. Kalkandelen televizyon tesislerinin bulunduğu ormanlık saha yanmıştır. Dumanlar kentin üzerine yayılmıştır. Kalkandelen merkezindeki meydana birkaç top mermesi düşmüş, buranın boş olması sebebiyle ölen olmamıştır. Çatışmalarda 1 kişi ölmüş 15'i polis 20 kişi yaralanmıştır. Makedonya Devlet Radyosuna göre Kalkandelen'deki çatışmalar gerçek savaştan farksızdır. Başkent Üsküp'ün 120 km. güneybatısındaki Kiçevo kenti ile Arnavut sınırındaki Zajas köyünde de çatışmalar çıktığı haberleri yaygındır. Türk asıllı Makedon Dışişleri Bakanı Kerim, acilen Ankara'ya gelmiştir. Basında yer alan haberlere göre PKK'ya karşı 1983'ten bu yana başarılı ve tecrübe sahibi olan Türk Ordusu tarafından Makedon askerlerinin özel harp komando eğitimi görmesi muhtemeldir. Makedonya İçişleri Bakanlığı Sözcüsü Stevo Perdarovsky'un ifadesine göre 2 bin kişi (Türk-Arnavut-Makedon) Bulgaristan üzerinden Türkiye'ye göç etmektedir. Makedonya güçleri Laç köyünü top ateşine tutarak 1 kişiyi öldürmüştür. Tetova'da Kosova Barış Gücü (KFOR) bünyesindeki Alman lojistik askeri birliğinin kışlasına 1 top mermisi düşmüş ve 400 Alman askeri 10 km. uzunluktaki Cerebino kampına geçici olarak nakledilmiştir. Kışlanın güvenliği için bölgeye Leopar tankları sevkedilmiştir. Almanya Savunma Bakanı Rudolf Scharping "Kimsenin bizimle oyun oynamasına izin vermeyiz" demiştir. Çatışmaların yeni bir "Balkan Savaşı"na sebep olması endişesi giderek artmaktadır. NATO Genel Sekreteri George Robertson, Atina'ya giderek Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ile görüşmüştür. Yunanistan, Makedonya'ya asker göndermeye hazırdır. Bulgaristan'da meclisten asker gönderme kararı çıkarmıştır. Halen Kosova Barış Gücü 45 bin kişidir. NATO Genel Sekreteri "Kosova'nın şiddet eylemleri için atlama tahtası olarak kullanılmasına izin vermeyeceğiz. Bir avuç ayrılıkçı, Makedonya'nın istikrarını bozamaz" demiştir. Priştine'de (AFP)yi arayan Kosova Kurtuluş Ordusu komutanlarından biri: "Makedonya'da hükümetin başındakiler inatçı, ancak bizim durmaya niyetimiz yok. Üsküp yönetimi Arnavutların isteklerini anlamayı reddettiği müddetçe çatışmalar devam edecek. Bütün Makedonya'yı yakarız. Kalkandelen'de Makedon Hükümetini uyarmak istedik. Bütün cephelerde mücadele etmeye devam edeceğiz. Ve Makedonlar bir yerde saldırı başlatırsa bu başka yerlere yayılır" demiştir. Kalkandelen'de halk panik içinde ve Makedonya ise çaresiz. Türkiye'de eğitim gören Kosovalı öğrenciler Türkiye'ye dönememiştir. Kosova Kurtuluş Ordusu, Kalkandelen'e hakim Koltuk Tepesinde mevzilenmiştir. NATO güçlerinin kontrolündeki Kosova halkı yakında bağımsız olacaklarına inanıyorlar. Hedefleri ise Büyük Arnavutluk yerine Büyük Kosova'dır. Sırbistan ve Makedonya'da yaşayan Arnavutların Kosova'yı ilhakını istiyorlar. NATO'nun Kosova'ya yerleşmesinden sonra Kosova Kurtuluş Ordusu fesh edilmiş idi. Sırbistan'ın güneyindeki 3 kasabada Arnavutlar çoğunluktadır. Presevo, Medvedya ve Bujanovac kasabalarının kurtuluş ordusu oldukça güçlü. Makedonya'nın kuzeybatısında kurulan Milli Kurtuluş Ordusu bir kaç ay önce kuruldu. Köşeye sıkışan Makedon hükümeti NATO'yu suçlamıştır. Batı basınına göre ABD, Bosna-Hersek'teki 4300 askerinden 800'ünün silahlarını geri çekerek boşluk meydana getirerek; yeni katliam ve savaşlar için zemin hazırlamaktadır. Kosova, Makedonya ve Bosna-Hersek her an karışabilir
.
Tunus'tan bilgiler
24 Mart 2001 01:00
Batı basınında Arap Dünyasının "en modern ülkesi" olarak tanınan Tunus, bir nevi medeniyetler mozaiği idi. Bu mozaiğin şekillenmesinde, Fenikeli, Kartacalı, Arap, Osmanlı ve Fransa'nın tesiri büyüktür. Fakat 1957'de Tunus'un ilk devlet başkanı Habib Burgiba'nın ilk işi Tunus Beyliğine son vermek oldu. Tek partili otokratik ve kişisel bir rejim kurarak muhaliflerini tasfiye etti ve kendi doğum gününü (3 Ağustos) "Milli Bayram" ilân etti. 1975'te ömür boyu devlet başkanı ilân edildi. "Modern" Tunus adına İslami değerleri kaldırdı. Akrabası olan ve o tarihte başbakanlık görevini yürüten Zeynel Abidin Bin Ali, 7 hekimin raporu ile Habib Burgiba'yı "Bunama ve hastalık" gerekçesiyle kansız bir darbe ile 6 Kasım 1987'de devirdi. Evinde "göz hapsi" ile 13 yıl geçiren Habib Burgiba, 6 Nisan 2000 tarihinde öldü. Cenazesinde Tunus halkı 'seni arıyoruz' şeklinde ilgi gösterdi. 1987'den bu yana 14 yıl içinde Tunus, hapishane ülke durumuna geldi. Tunus'ta ilk önce Müslümanlar ve bilahare komünist, laik, liberal, ateist kısaca herkes susturuldu. Tunus halkı gerek Devlet Başkanının eşinin kardeşleri gerekse mafya ve başta Fransa olmak üzere dış güçler tarafından sömürülmektedir. 14 yıl Tunus halkına kan kusturan Zeynel Abidin Bin Ali'nin zulmü ile halk sinmiş durumdadır. Bazı medyanın örnek olarak gösterdiği, açık hapishane=Tunus işte budur. 1989, 1994 ve 1999 seçimlerinde % 99 oy alan diktatörünün idare ettiği Tunus için; Tunuslu şair Velid Ahmed, ülkeyi şöyle tarif etmektedir: "Tunus, içinde barınanların bakıcıları tarafından yedirilip, yatırıldığı bir hayvanat bahçesidir." Fransa'da Nicolas Beau (Nikola Bo) ve Jean Pierre Tuquoi (Jan Piyer Tukua) "Notre Ami Ben Ali" (Dostumuz Bin Ali) eseriyle Tunus'taki faciayı anlatmaktadır. Kitabın arka kapağında şu ifadeler yer almaktadır: "Zeynelabidin Bin Ali, klinik bir vakadır. 1987'den beri iktidarda olan Tunus'un bu devlet başkanı, sulh ve sükûn yeri olan Tunus'u koskocaman bir hapishaneye çevirdi. Müslümanlarla mücadele ediyoruz bahanesiyle bütün halk, akıllara durgunluk veren bir polisiye ağla çepeçevre kuşatıldı. En ılımlı muhaliflere bile sistemli olarak ağır baskı yapılıyor, sindiriliyor ve uyduruk davalarla yargılamadan önce, işkenceden geçiriliyorlar. Kendisine uçakla iki saatlik uzaklıktaki böyle bir rejime Fransa nasıl müsamaha gösterir? Böylesi otoriter bir rejime diplomatlar, medyanın büyük ekseriyeti ve iş çevreleri nasıl destek verir?" Dış haberlerdeki bilgilere göre: "Tunuslu Müslümanların ileri gelenleri ezildi. İşkence altında ölmeyip de sağ kalanların binlercesi şimdi zindanlarda çürüyor. Birçoğu da ülkeden kaçıp canını zor kurtardı. Ama rejimin uşakları onların peşini bırakmıyor. Ünlü kimselerin sözde ve montaj porno kasetlerini yayınlayıp, onları halkın gözünde güya küçültmeye çalışıyorlar... Önce Müslümanların ileri gelenleri ezildi... Müslümanların işi bitince, insan haklarını savunan ve düşünce özgürlüğünü isteyen kişilerin üzerine yürüdü. Tıpkı Müslümanlar gibi onlara da kan kusturmaya başladı ve hâlâ da kusturuyor." Fransa'nın meşhur gazetecilerinden Jean Daniel ve ismini vermeyen bir Fransız istihbaratçısı şu itirafta bulundular. "Tunus'ta Müslümanlara karşı başlatılan baskının ilk yılıydı. Bazı Müslümanlar kaçıp Fransa'ya sığınmışlardı. Tunus gizli istihbarat elemanları bize gelip (Müslümanlara deyin ki, Tunus'a geri dönün! Biz anlaştık size pasaportlarınızı verecekler! Hele bir dönsünler. Gerisini bize bırakın.) Geri dönenlerin çoğu öldürüldü ya da hapiste öldüler." Fransa'nın eski İçişleri Bakanı Charles Pasqua zamanında Tunus ile Fransa, Müslüman avını beraber yaptılar. Tunus medyasına göre Müslümanların çoğu AIDS'lidir. Rejim muhalifleri, ya AIDS'li ya da seks manyağı, dolandırıcı, sahtekâr, terörist veya eroinmandır. Tunus medyasının (TV, gazete, dergi ve diğerlerinin) haberlerinin % 40'ı diktatör Bin Ali'den bahseder. Tunus'ta Le Monde ve Liberation gibi gazeteler sık sık yasaklanır. L'express'in 26 Haziran 1998 tarihli sayısında "Sus ve Tüket" başlıklı yazıda, Tunuslu bir profesörün ifadesi şöyledir: "Profesörlerin eşleri sokaklarda seyyar satıcılık yapıyor. General Bin Ali, vatandaşlarına yiyin, için, tüketin, canınızın istediğini istediğiniz kadar yapın, fakat asla siyaset yapmayın diyor." Tunuslu Mervan Bin Zeynep bilgisayar dahisi idi. ABD'de tahsil yaptı. Bir gün devlet başkanlığı sarayındaki bilgisayar sistemine girdi. Fransa ve İsrail MOSSAD ajanlarının Tunus'ta vazifeli olduğunu gördü. Bu durumu bir arkadaşına anlatınca trafik kazası süsü verilen bir kaza ile öldü. İnsan Hakları Birlikleri Milletlerarası Federasyonu'nun raporunda: "Tunus'ta çok vahim ve çok sistemli bir işkence yapılmaktadır. 1990-1998 arasında onbinlerce kişi işkence sonucu hayatını kaybetmiştir..." denmektedir. Bazı medyanın örnek gösterdiği modern Tunus budur!..
.
Makedonya'daki çatışmalar ve gerçekler
27 Mart 2001 01:00
Makedonya'da şiddetli çatışmalar olduğu bir gerçektir. Bu gerçeğin altında kamuoyunun çok azının bildiği bazı gerçekler de vardır. Makedonya Hükümeti hadiseyi olduğundan fazla abartmakta olup, Makedonya'daki 1 milyona yakın, en azından 700 bin Arnavut'a baskılarını artırmak için bu çatışmaları fırsat bilmektedir. 2 milyon nüfuslu Makedonya'nın sadece 1 milyon 50 bini Makedon asıllıdır. Ama nüfusun Arnavut, Türk ve Çingeneden oluşan diğer yarısı azınlık muamelesi görmenin ötesinde; dağılan Yugoslavya Federasyonu'nda mevcut olan haklara sahip değildirler. Makedonya'da Makedon ırkçılığı sebebiyle diğer unsurlara son derece büyük bir baskı rejimi vardır. Makedonya üzerinde hak iddia eden Yunanistan ve Bulgaristan, Makedonya'ya tam destek vermektedir. Kosova'nın bağımsızlığına son derece karşı olan Yunanistan, dünya kamuoyunu ve Avrupa Birliğine ait kuruluşları Arnavutlar "Büyük Arnavutluk" peşinde propagandası ile Kosova'nın Sırbistan'dan ayrılarak bağımsızlığını önlemektedir. Kaldı ki bu çatışmalar Büyük Arnavutluk için yapılmamaktadır. Makedonya'nın Kosova sınırında Arnavut nüfusun çoğunluk olduğu bazı köylerin statüsü belli değildi. Yeni Yugoslavya bu köyleri Makedonya'ya kısa bir müddet önce bırakmıştır. Kosovalı Arnavutlar buna karşıdırlar. Makedonya ordusu ile çarpışan Arnavutlar ise Makedonyalı değildirler. Ama Makedonya'nın Arnavutlara ve diğer unsurlara baskısı bu şekilde devam ederse; Makedonya'da iç savaş kaçınılmaz olur. Türkiye Makedonya Meselesinde dengeli bir politika takip etmelidir. Makedonya'ya destek verirken, Kosova'nın bağımsızlığına karşı çıkmamalıdır. Kosova da Makedonya gibi 1389-1912 arası, asırlar boyunca Osmanlı toprağıdır. Ama Türkiye'nin şu anda Balkan politikası yoktur. Ülkelerin sınırlarının muhafazası ve üniter yapısı gibi klasik kalıplar içinde günü birlik politika icra etmektedir. Maalesef Türk dostu Berişa'nın banker kriziyle iktidardan düşürülmesinden sonra Arnavutluk ve Balkanlar'ı bir nevi Yunanistan'a devrettik. Rahmetli Turgut Özal devrinde Adriyatik'ten Çin Seddi'ne sloganı kaybolmuş, bunun yerine Ege ile Hazar Denizi arasına sıkışan bir şekle büründük. Makedonya çatışmaları ile "Balkanlar'ın haritası (sınırları) yeniden çizilmeli" tartışmaları tekrar alevlendi. İngiltere'nin eski Dışişleri Bakanı ve 1990'lı yılların ilk yarısında Avrupa Birliği'nin Bosna Özel Temsilcisi olan Lord Owen da, bu hafta içinde yaptığı açıklamada, "Bağımsız Kosova dahil, Balkan ülkelerinin haritasının yeniden çizilmesinin daha dayanıklı, yaşayabilir devletlerin kurulmasına imkân sağlayacağını" belirtti. Batılıların Balkan tabularının hepsini yıkarak çekinmeden konuşan Owen, Wall Street Journal gazetesine yaptığı açıklamasında, "Bütün Balkanlar'ı ihtiva eden 1878 Berlin Kongresi'ndekilere denk ön anlaşmalar ve büyük güçlerin de onayıyla çözüme gidilmelidir" dedi. NATO'nun Kosova'daki barış gücü görevini bile yapamaz duruma geldiğini iddia eden Owen, Kosova'nın Arnavut kökenli halk çoğunluğunun (% 90) iradesine rağmen NATO'nun (uzun vadede Sırbistan lehine) varlığını ne kadar sürdürebileceğinin sorgulanması gerektiğini belirtti. Reuters bazı Batılı uzmanların "tam bağımsızlıkları önündeki son engelin Batı olarak algılanması durumunda Avnavutların eninde sonunda silahlarını NATO kuvvetlerine çevireceklerini" iddia etti. Batılı bazı uzmanlar ise Makedonya'nın Güney Sırbistan ve Kosova'yla sınırlarının korunması ve terörizmle mücadelede Üsküp hükümetine yardım etmenin yegane yol olduğunu ifade etmektedirler. Yine bir kısım Batılı diplomatlara göre: "Eski Yugoslavya topraklarında yeni sınır lafları etmek, pandoranın kutusunu açacaktır." Karadağ ve Kosova tam bağımsızlık istemektedir. Nisan'da Karadağ'da bağımsızlık referandumu olabilir. Bosna Sırp Cumhuriyeti'nin de Bosna-Hersek federasyonundan ayrılması kaçınılmazdır. ....... Not: Çok sevdiğim, Cağaloğlu'nda yıllardır aynı odayı paylaştığım, sayısız güzel hasletlere sahip; rahmetli Ahmet Işık'ı kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyoruz. Yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı ve sabırlar dilerim. Allahü teâlâ rahmet eylesin. Kabri Cennet bahçesi olsun. (Amin)
.
Balkanlar'da savaş tehlikesi
29 Mart 2001 01:00
Dış Haberler Servisi ve basında yer alan haber ve yorumlara göre "Balkanlar"da savaş çıkabilir. Nitekim Bosna'da savaşı sona erdiren 1995 Dayton Barış Antlaşması'nın mimarı ABD'li diplomat Richard Halbrooke'un Yunan, To Vima gazetesine verdiği beyanatta: "Durum çok tehlikeli. Bütün Balkanlar'ı içine alacak genel bir savaş çıkmasından endişeliyim. Şiddet zoruyla sınırların değiştirilmesi yoluna gidilmesi, çok tehlikeli sonuçlar doğuracaktır... Krizi sona erdirmek için NATO ve ABD'nin, taraflar arasındaki dengeyi sürdürerek sınırlarda istikrarın bozulmasına izin vermeyeceğini, Arnavutlara açıkça belirtmeleri gerekir. Üsküp'ün de Arnavut azınlığıyla münasebetlerini yumuşatması gerekir." demiştir. Alman Weltam Sanntaf gazetesine göre, Alman ordusu kaynakları da, acil çözüm bulunmaması durumunda, Makedonya'da iç savaş tehlikesinin büyüyeceğini ifade ettiler. Almanya, ikmal birliklerinin üslendiği Kalkandelen'e paraşütçü birlikleri göndereceğini açıklamıştır. Bulgaristan, Makedonya'ya silah yardımı yaparken; Yunanistan ve Ukrayna Makedonya'ya 4 askeri savaş helikopteri hediye etmiştir. ABD ve AB ülkeleri Makedonya'daki çatışmaları "Büyük Arnavutluk" hayaline bağlamaktadırlar. Arnavutların gönlünde "Büyük Arnavutluk" hayali vardır. Ama son çatışmaların temelinde başka sebepler yatmaktadır. Makedonya meselesini anlamak için biraz geriye gitmek gerekir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Yugoslavya'yı kuran Tito, Yugoslavya ve Balkanlar'da lider idi. ABD ve Rusya blokunun dışında kalan ülkelerin Üçüncü Dünya Blokunun kurucusu ve liderlerindendir. Yugoslavya, Tito tarafından 6 federel cumhuriyet (Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Bosna Hersek, Karadağ), Kosova'dan ve Voyvadin'den oluşan özerk (fedaratif) cumhuriyetleriyle federasyon kurdu. Tito'nun ölümü ile Yugoslavya güçlü lider bulamadı. Soğuk savaşın sona ermesi ve Sovyetler Birliği'nin dağılması üzerine Yugoslavya'da iç savaş başladı. Bu iç savaş Almanya'nın "Doğuya Yayılma" ve Fransa'nın "Atlantik'ten Urallar'a" hayalleri sonucu teşvik edildi. Daha sonra 6 federal cumhuriyetten 4'ü ayrıldı. (Sadece Karadağ kaldı.) Tito'nun 1974 yılında Kosova'ya verdiği özerk cumhuriyet statüsünü Miloşeviç, 1989'da iktidar olunca kaldırdı. Kosova'yı Sırbistan'ın bir parçası yaptı. Bu ise Kosova'nın % 90 nüfusuna sahip Arnavutların "bağımsızlık" arzularını kamçıladı. Baskılar arttıkça bağımsızlık kıvılcımı yangına dönüştü. Miloşeviç, Kosova'da soykırım icra etti. Bağımsızlık için ilk hareketi başlatan Kosova, bağımsız olamadı. Kaldı ki, 1974 Kosova ve Yugoslavya'nın anayasasına göre, diğer milletler (cumhuriyetler) gibi Kosova'nın da bağımsız olması anayasal hakkıdır. Kosova'da soykırımı durdurmak için Yugoslavya bombalandı. "Dünya tarihinde ilk defa, iç ihtilafların çözülmesi için, dışardan müdahale gören ve bombalanan ülke oldu" NATO birlikleri Kosova'yı 5 bölgeye ayırıp bir nevi işgal ettiler. Her şeyin düzeleceğini sananlar yanıldılar. Kosova'da devlet yok, düzen yok, bunun yerine uyuşturucu ve alkolizm arttı. Fuhuş ise son derece arttı. Soygunlar, işsizlik korkunç boyutlardadır. Türklerin durumu içler acısıdır. Eski Yugoslavya'da en çok Türk, Makedonya'da yaşamaktadır. Makedonya'nın nüfusu 2 milyondur. 600 bine yakın Arnavut, 150 bin Türk ve geri kalanı Çingene, Sırp ve diğer azınlıklardır. Tito'nun 1974 anayasasında Makedonya şöyle tarif edilmektedir: "Makedonya, Makedonların, Türklerin, Arnavutların ve diğerlerinin yaşadığı cumhuriyettir." Makedonya, Yugoslavya'dan ayrılınca diğer grupları dışlamıştır. Bugünkü Makedonya anayasasında: "Makedonya, Makedonların yaşadığı bir devlettir" ibaresi yer alır. Bu ise haksızlıktır. Arnavutlar, Türkler ve diğerleri "azınlık" statüsüne indirilmiştir. "Kurucu Millet" hakları alınmıştır. Osmanlıdan bu yana Üsküp'te ayakta duran saat kulesindeki "Hilâl" çıkarılmış yerine "haç" takılmıştır. Arnavut ve Türk okulları bağımsızlıktan bu yana kendi dilleri ile eğitimden mahrumdur. Şayet Makedonlar diğerlerine baskıyı devam ettirirse, iç savaş kaçınılmaz olur. NATO, AB, Bulgaristan, Yunanistan Makedonya'yı koruyamaz. Diğer milletlere Türkler, Arnavutlar, Çingene ve başkalarına hakları verilmelidir.
Yunanistan'ın Makedonya politikası
31 Mart 2001 01:00
Bazı Arnavut milislerin birkaç Makedon köyünü işgali ve Kalkandelen'e hakim Şar Dağında Arnavut-Makedon çatışmalarına kadar Makedonya, Yunanistan'ın düşmanı idi. Ancak Arnavutların Makedonya'da söz sahibi olmalarını yani Makedon-Arnavut devletinin kuruluşunu önlemek; Kosova'nın bağımsızlığına mani olmak ve bilhassa Büyük Arnavutluk hayalinin gerçekleşmesine set çekmek isteyen Yunanistan; ambargo uyguladığı ve düşman ilân ettiği Makedonya'ya yaklaşmıştır. Hatta asker gönderme teklifinde bulunmuştur. Yunanistan Balkanlar'a coğrafi yakınlığı, tarih ve dini bağları sebebiyle yakınlık göstermiştir. Yunanistan'ın siyasi hedefi Balkanlar'ın liderliğidir. Yunanistan'ın Balkan politikası çifte standartlıdır. Slav ve Ortodoks olanlarla yakınlaşma ve uzlaşmacı siyaset takip ederken; diğerlerine ise uzlaşmacı olmayan bir siyaset sergiler. Avrupa Birliği de Yunanistan'ı kullanarak Balkanlar'da hakimiyet kurmak peşindedir. Atina ise Avrupa Birliği'nden aldığı kredilerle Balkanlar üzerinde ekonomik hakimiyet kurmaktadır. "AB'nin gücünü kullanarak Balkan ülkeleri üzerinde tahakküm kurmaya çalışan Yunanistan, Arnavutluk'un tabii zenginliklerini, Bulgaristan'ın telekomünikasyon kurumunu, Makedonya'nın adını ve bayrağını ele geçirmeye çalışmaktadır." Yunanistan'ın dış politika alanındaki, Yunan merkezli ırkçı ideolojisinin en belirgin örneklerinden biri Makedonya ile münasebetleridir. Türkiye, Yunanistan'ın Karedeniz'de kıyısı olmamasına rağmen Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatında yer almasını kabul ederken, Yunanistan, Türkiye'ye karşı bir "Ortodoks Balkan ülkeleri" cephesi (ekseni) için olağanüstü gayret sarf etmektedir. Bu eksenin kuzey ucunda Sırbistan yer alırken, diğer taraftan Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan'ı bu ittifaka dahil etmeye çalışmaktadır. Ancak Makedonlar Ortodoks olmasına rağmen Yunanistan, Makedonya'yı buradaki son çatışmalara kadar dışarda bırakmıştır. Sırplar, Bosna'da soykırım yaparken Sırplara her türlü yardımı Yunanistan yapmış ve hatta Bosna'ya gönüllüler yollayarak Sırplarla yan yana Müslüman katliamı yapmışlardır. Avrupa Birliğinin Sırbistan'a ambargo koymasını devamlı Yunanistan önlemiştir. Son çatışmalara kadar Yunanistan Makedonya'yı ve Makedonları inkâr etmiştir. 1991 Eylül'ünde Makedonya, Yugoslavya'dan ayrıldı. Yunanistan bir bildiri neşrederek Makedonya'nın bu isim altında tanınmasını istemiştir. Bu bildiriye göre Makedonya, Yunanistan'ın güvenliğini ve toprak bütünlüğünü tehdit etmektedir. Yunanistan'ın kastettiği, Makedonya Cumhuriyeti Anayasası'nın 49. maddesi "Makedonya Cumhuriyeti, komşu ülkelerde yaşayan, Makedon halkına mensup kişilerin ve eski Makedonyalıların durum ve haklarını kollar ve onların kültürel gelişmelerine yardımcı olur ve onlarla olan bağlarını ileriye götürür..." ibaresidir. Atina, Yunanistan'da "hiç Makedonyalı topluluk" olmadığı gerekçesiyle, Makedonya'dan Anayasasını değiştirmesini istemektedir. Ama bunun bir yalan olduğu, dünyaca ünlü bağımsız Helsinki İnsan Hakları Grubu "Human Rights Watch"un, 1994'te Ege Makedonya'sını ziyaretiyle bir kez daha ortaya çıkmıştır. Yunanistan ile ilgili 80 sayfalık insan hakları ihlalleri raporu, "Etnik Kimliğin İnkarı Yunanistan'daki Makedonyalılar" başlığıyla Mayıs 1994 tarihinde yayımlanmıştır. Human Rights Watch, Helsinki'nin raporunun sonuç bölümünde şunlara yer verilmektedir: "Yunanistan'daki etnik Makedonyalılar, kendi dil ve kültürleri ile büyük bir azınlığı oluşturmalarına karşın, uluslararası alanda tanınmış olan insan hakları ve hatta varlıkları açık ve net bir şekilde inkar edilmektedir. Serbest ifade özgürlüğü Yunan hükümetince kısıtlanmaktadır. Bazı Makedonyalıların görüşlerini barışçı bir şekilde ifade ettikleri nedeniyle cezalandırılıp hüküm giydirildiler: Tüm bunlara ek olarak, Hükümetin Makedon dilinin öğretimine izin vermemesi nedeniyle, etnik Makedonyalılar ayırımcılığa tabi tutuldular. Ayrıca etnik Makedonyalılar, özellikle de insan hakları savunucuları, güvenlik güçlerinin tacizine uğradılar. Tüm eylemler, belirgin bir korku oluşturdu. Böylesi bir ortamda, çok sayıda etnik Makedonyalı, Makedon kimliklerini vurgulamakta ve görüşlerini açıkça ifade etmekte isteksizdirler. Sonuçta şu söylenebilir: Hükümet, Yunanistan'daki Makedonyalıların etnik kimliğini inkar etmek için her yola başvurmaktadır
.
Yunanistan'ın Makedonya politikası -2-
3 Nisan 2001 01:00
Gerçekten de Makedonyalılar, büyük bir azınlık olarak Yunanistan'da varolduklarına göre, Makedonya Cumhuriyeti'nin, Anayasası'nda herhangi bir mahzurlu nokta olmadığı "Helsinki Watch" tarafından, yakın bir geçmişte kanıtlanmıştır. "Helsinki Watch", Yunan Hükümetini, Makedon azınlığa baskı yapmaktan suçlu bulmuş ve layık oldukları temel insan haklarının onlara verilmesini talep etmiştir. Bir başka insan hakları kuruluşu olan Uluslararası Af Örgütü, etnik Makedonyalıların insan haklarına saygı göstermesi için, Yunanistan'a çağrıda bulunmuştur. Avrupa Birliği de, Makedoncayı, AB sınırları içerisinde konuşulan dillerden biri olarak tanımıştır. Makedonya Cumhuriyeti AB üyesi olmamakla beraber, Ege Makedonyası da dahil, Yunanistan'ın sınırları içerisinde yer almaktadır. Yunanistan'ın iddiasına göre; Makedonyalılar, "Makedonyalı" olarak tanınmalıdır, çünkü Makedonyalılar, M.Ö. 2000 yılından bu yana Yunan kökenlidir. Dilleri Slav diller ailesine ait olan Makedonlar, 4000 yıldır Yunanca konuşmaktadırlar. Makedonya'nın kendini bu isimle tanımlamaya hiçbir hakkı yoktur, çünkü "Makedonya" kelimesi milli bir kimliği değil coğrafi bir bölgeyi tanımlamaktadır. Makedon halkı ise şunları vurgulamaktadır. Eski Makedonlar, milliyetlerinin, geleneklerinin, dillerinin ve adlarının bilinç ve gururunda olan ayrı bir Avrupa halkıdır. Aynı şey bugünkü Makedonyalılar için de geçerlidir. Eski Makedonyalılar, eski Yunanlıları, soydaşları olarak değil, komşuları olarak görmüşlerdir. Makedonya Cumhuriyetinin kurulduğu yıllarda Yunanistan, Makedonya'ya ekonomik baskı uygulamaya başlamış, Makedon sanayiini çökertmek ve sanayi ürünlerinin fiyatlarını arttırmak amacıyla Makedonya sınırını ablukaya almış, uluslararası ticaretini Selanik üzerinden yürütebilen ufak ve yeni kurulmuş bir ülkenin tüm yollarını tıkamış, böylelikle yeni Makedonya Cumhuriyeti'nde üretimin gerilemesini, nakliye ücretlerinde ve işsiz sayısında kayda değer bir artışa, kısaca devletin ekonomik bir iflasa sürüklenmesine yol açmıştır. Makedon ekonomisini çökertme faaliyetlerinde başarılı olmayan Yunanistan şimdi yeni bir taktik uygulamaya başlayarak, Makedonya ile iyi ekonomik ilişkiler kurmaya çalışmakta ve AB'den Makedonya'ya verilmek üzere aldıkları kredileri aktarma karşılığında "Makedonya" adını kullanmamaları yolundaki taleplerini artırmaktadırlar. Mart 2000'de Yunan Basın Ataşeliği'ne yönelik gerçekleştirilen bir saldırıda Yunan bayrağı gönderinden indirilerek parçalanırken, kısa süre önce gene benzeri bir saldırıda Yunan elçiliğinin bayrağı yakılmış, camları kırılmıştır. Makedon halkını Yunanistan'a düşman eden, Atina'nın Makedonya adını ve bayrağının sembolü olan "GÜNEŞ"i yağmalamak istemesinden kaynaklanmaktadır. Yunanistan, Makedonya Cumhuriyeti'ne isim ve bayrak konusunda, Avrupa Birliği, Avrupa Parlamentosu ve Birleşmiş Milletler içindeki lobisini kullanarak şantaj yapmaktadır. Atina ve dostları Makedonya'dan "Eski Yugoslavya Cumhuriyeti" adını kullanarak bahsetmektedirler. Balkanlar'da bir asırdır devam eden "otorite boşluğu" ile bölge sahipsiz kaldı. Osmanlı'nın gidişi ile boşalan otoriteyi hiçbir güç doldurmadı. Ve Osmanlının 500 yıllık güçlü iktidarlığı döneminde barış ve huzur yurdu olan Balkanlar, bundan sonra bitmeyen etnik savaşlarla hep zarar gördü. Ama en çok zararı görenler Müslümanlar oldu. (Türk, Arnavut, Boşnak, Çingene ve diğer Müslümanlar) Yunanlı tarihçi Veremis, eserinde Balkanlarda huzur için "Türkiye'nin Balkanlar'da etki sahibi olmasında Türk Milliyetçiliği ile İslâmi kimliğin uyum içinde birleştirilmesinin büyük önemi olduğunu" ısrarla ifade ederken; bilhassa İsmet İnönü iktidarından sonra Balkanları Yunanistan'a devrettik. Ege'yi devrettiğimiz gibi... Son çatışmalarda Yunanistan Makedonya'ya asker gönderip, bir daha çıkmamak üzere Makedonya'yı ilhak etmenin hayalleri peşindedir. Osmanlı'ya ihanet eden ve kan kusturan Makedonlar ancak Osmanlı sayesinde kimliklerini, dil ve dinlerini koruyabilmişlerdir. Ama son hadiselerle birlikte Yunanistan'ın pençesine düşmek üzeredirler. Avrupa'nın "Şark Meselesi" (La Question D'orient) devam etmektedir. Şark meselesi ise Viyana Konferansında "Mukaddes İttifak" olarak çizilmiştir. Türkleri Avrupa'dan Balkanlar'dan, Ege ve Akdeniz'den ve nihai hedef olarak Anadolu'dan Orta Asya steplerine atmaktır. Bu 3 hedef gerçekleşti. Sıra Anadolu'ya geldi. M.Necati Özfatura
.
Örtülü soykırım
4 Nisan 2001 01:00
Üzerinde yaşadığımız yeryüzünde, doymak bilmeyen şirketler, mafyalar ve şahıslar; başkalarının hayatı, sağlığı, namusu ve huzuru üzerinde servetlerine servet katmaktadırlar. AIDS, alkol, uyuşturucu, sigara, fuhuş ve kumar bunlardan önde gelenlerdir. Geçen günki yazımda, Batı Avrupa'da ölen gençlerin her 4 kişiden birinin, Doğu Avrupa'da ise 3 kişiden birinin alkol ve alkole dayalı bir hastalık sebebiyle öldüğünü yazmıştım. Bu yazımda ise sizlere, sigara hakkında bilgi vereceğim; 2000 yılında 4 milyon genç (8 saniyede 1 kişi) sigaranın yol açtığı hastalık sebebiyle hayatlarının baharında öldüler. 1951-1991 yılları arasında (40 yıl) yapılan araştırmada 35-45 yaşları arasında kalp krizi geçirenlerin oranı, hiç sigara içmeyenlerde 100 binde 7'dir. Günde 1-14 tane arası sigara içenlerde 6.5 kat artarak 100 binde 46'dır. Her gün 1 paket içenlerde 100 binde 61'dir. Her gün 1 paketten fazla sigara içenlerde bu risk ise 100 binde 104'tür. Türkiye Yeşilay Cemiyeti'nin, TEKEL ve DİE verilerine göre 2000 yılında, 1 katrilyon 633 trilyon 817 milyar TL tutarında 129 milyon 128 bin kilo sigara içilmiştir. 663 trilyon 618 milyar 980 milyon TL tutarında 916 milyon 430 bin litre alkollü içki tüketilmiştir. (Özel sektörün imalatı, gümrükten geçenler, gümrük mağazaları, korsan imalât, karaborsa ve sınır mağazaları) bunlara dahil değildir. 1930 yılında Türkiye'de alkol tüketimi 1 litre iken bugün 20 litre olup, dünya ülkeleri sıralamasında 3'üncüsüdür. Sigara ise 1930 yılında 10 paket iken bugün 100 pakettir. Bunun sebebi 1960'lardan sonra bira ve şarap üretiminde özel sektöre müsaade edilmiş olmasıdır. "Alkol ve sigaranın devletin kontrolünden çıkarılarak özelleştirilmesi felâket, üretim ve ticaretin yabancı şirketlere verilmesi ise daha büyük felâkettir. Bu, tüketimi körükleyecektir. Hiçbir devlet, halkının maddi ve manevi tahribatın üzerinden kazanç elde edemez" Sigara ve alkol uyuşturucuya giden köprüdür. Türkiye alkol tüketiminde dünya 3'üncüsüdür. Sigarada ise dünya 4'üncüsüyüz. İsrafta 1'inci ve kumarda 2'nciyiz. Türkiye'deki manevi erozyon ile ne hale gelmişiz? Suçlu içen mi, yoksa gerekli tedbirleri almayan mı? TEKEL özelleştirilirse durum çok daha vahim olacaktır. (IMF) kredi için TEKEL'in özelleştirilmesinde ısrarlıdır? Bu ise gayet manidardır... İngiliz Kalkınma Araştırmaları Enstitüsü'nün araştırmasına ve uzmanlara göre gelecek 20 yılda ölüme yol açan sebepler arasında ilk sırayı "sigara" alacaktır. 2000 yılında sigara sebebiyle 4 milyona yakın genç ölmüştür. 2020 yılında bu sayı 8.5 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir. Halen 1 milyar kişi sigara tiryakisidir. Küreselleşme sürecinin ticareti kamçılaması, gümrüklerin düşmesi ve büyük reklâm kampanyaları, sigara tüketimini artırmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) sigaranın yaygınlaşmasını önlemek amacıyla bir protokol taslağı hazırlamaktadır. Teksas Kalp Enstitüsü Kardiyologlarından Prof. Dr. Paulo Angelini'ye göre: "Günde 3 sigaradan fazla içen kişi geleceğiyle oynuyor. Kalp hastalığı, kadınlarda erkeklere göre 10 yıl sonra ortaya çıkar. Ancak tiryaki kadın bu 10 yıllık avantajı kaybediyor. Damarlarının dar olması tıkanmayı kolaylaştırıyor. Bu durum, kadınlara by-pass ve anjiyo uygulanmasını zorlaştırıyor." demektedir. Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Aile Hekimliği Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Fisun Yarış'a göre, Türkiye'de 20 milyon alkol içicisi, 25 milyon sigara tiryakisi ve 5 milyon alkolik vardır. Türkiye'de her yıl 200 bin kişi sigara sebebiyle ölmektedir. Bunların 160 bini sigara tiryakisi, 40 bini ise pasif içici (içmeden, sigara dumanından zarar görenlerdir) ve sigara içme alışkanlığı çoğunlukla çocukluk çağında başlamaktadır. Türkiye'de bu yaş 11 yaşına inmiştir. Özenti alışkanlık yapmaktadır. En iyi tedavi ise hiç başlamamaktır. Boya sökücü aseton, akü yapımında kullanılan kadmiyum, roket yakıtı metanol, çakmak gazı buton, temizlik maddesi amonyak, fare zehiri arsenik, öldürücü zehir hidrojen siyanür, naftalin ve bunun gibi 4 bin tane zehirli madde sigaranın yapısında yer almaktadır.
.
Stratejik bir madde olan bor'u özelleştirmek hatadır
5 Nisan 2001 01:00
Bazı ülkelerin tabii zenginliklerinden; petrol, doğalgaz ve altın onlar için ne kadar önemli ise dünyanın en kaliteli ve aynı zamanda dünya rezervlerinin yüzde 70'ine sahip Türkiye için (bor) madeni, en az petrol ve doğalgaz kadar önemlidir. Türkiye'yi bugünkü ekonomik krize sürükleyen (IMF) ile Türkiye'ye bazı kanunların çıkarılmasından sonra kredi vereceğini söyleyen ABD; ısrarla borun özelleştirilmesini istemektedir. Çünkü ABD, Türkiye'nin bor madenini ele geçirmek için elinden geleni yapmaktadır. Birkaç milyar dolar karşılığında, 750 milyar dolarlık bor rezervleri ABD'ye özelleştirme maskesi altında satılırsa, sakın şok geçirmeyin. Ben dış politika uzmanıyım, ama yakında kardeşime ekonomi ve finans konusunda rakip olursam şaşmayın! Neyse, meselenin "mizah" yönünü bırakalım. Bu konuda uzmanlar ne diyorlar onlara bakalım: Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün, Başbakan Bülent Ecevit'e çağrıda bulunarak, bor madenlerinin özelleştirilmemesini istedi ve "Sayın Başbakan, geleceğimizin teminatı Eti Bor'a sahip çıkın" dedi. Aygün yaptığı yazılı açıklamada, Başbakan Ecevit'in, kamu yararı ve ulusal çıkarları korumak adına, 1978 yılında bor madenlerini kamulaştırdığını hatırlatarak, aynı gerekçelerin şu anda da geçerli olduğunu kaydetti. ATO'nun ilk kez bir özelleştirmeye karşı çıktığının altını çizen Aygün; Başbakan Ecevit'in Türkiye'nin geleceğine ipotek koyacak bir özelleştirmeye "evet" dememesi gerektiğini savundu. Aygün, Uluslararası Para Fonu'na (IMF) verilen niyet mektubunda bor madenlerinin özelleştirilmesine yer verilmesini "akıl almaz bir hata" olarak değerlendirdiklerini ifade ederken, şöyle devam etti: "Bazı konular vardır ki, üzerinde tartışma dahi yapılmaz. Bor, Türkiye'nin coğrafi konumu kadar büyük bir öneme sahip, stratejik bir kaynaktır. Arap ülkelerinin petrolü, Rusya'nın doğalgazı onlar için ne ifade ediyorsa, bor da Türkiye için aynı anlama gelmektedir. Eğer Eti Bor özelleştirilirse, Türkiye öz sermayesini kaybeder, kredi bağımlılığı artar. Diğer yandan, gerekli yatırımlar yapılırsa, dünya bor rezervinin % 70'ine sahip Türkiye, 750 milyar dolarlık bu kaynağı ile borçsuz bir ülke konumuna gelir." "Eğer bor, doğru değerlendirilseydi IMF ile masaya oturmaya gerek bile kalmayacaktı" diyen Aygün, geç kalmanın bedelinin başka bir hata ile ödenmemesi gerektiğini savundu. Her şeyi paraya tahvil etmeye alışkın olan IMF'nin borların özelleştirilmesini istemesinin normal olduğunu, ancak ekonomi bürokratlarının niyet mektubunda yer alıyor diye özelleştirmede ısrarlı olmamaları gerektiğini kaydeden Aygün, şöyle devam etti: "Türkiye'yi eli mahkum gösterecek görüntü verilmemesine özen gösterilmeli. IMF, Türk halkının istemediği bir konuda dayatmacı bir tavır sergilemeyez. IMF'ye açık bir biçimde (halk istemiyor) denmeli, gerekirse referanduma bile gidilmeli. Yapılamayan ve geciken özelleştirmelerin acısı bordan çıkarılırsa, ulusal çıkarlarımız yara alır." 2.5 milyar ton ile dünyadaki en büyük bor rezervi Türkiye'de bulunduğu halde; ne hazindir ki, böylesine muazzam bir servet yeterince değerlendirilmiyor. ABD dünya bor rezervinin % 11'ine sahip olduğu halde, 1999 yılında bor ihracatı ile 800 milyon dolar kazanmıştır. Türkiye ise dünyanın % 70 rezervine rağmen ancak 220 milyon dolarlık ihracat yapabilmiştir. Üzülerek belirtmek isterim ki, bu rakamlar gayet hazin bir tablodur. Bir bakana göre, bor madeni devletin kontrolünde verimli bir şekilde kullanılmış olsa, Türkiye'de kişi başına 3 bin dolar olan milli gelir, 33 bin dolara yükselir. Dünyanın 400 yıl ihtiyacını tek başına karşılayacak olan bu muazzam serveti birkaç milyar dolar uğruna özelleştirme maskesi adı altında satmak ülkeye indirilecek en ağır ekonomik darbedir. Gelecekte elektrik santrallerinin ham maddesi olacak olan ve roket yakıtından deterjana kadar, aküden, cam ve seramik sanayiine kadar 250 değişik alanda kullanılan bor, Türkiye'nin istisna bir hazinesidir. Bor madeni ham madde olarak ihracı yanında işlenmiş bir şekilde ihracını yapmak daha kârlı olup, ihracatımızın zirveye çıkacağı bir gerçektir
.
Miloşeviç hapishanede
6 Nisan 2001 01:00
Devamlılık (ezelden ebede) sadece Allahü teâlâ'ya mahsustur. Şu anda Belgrad Hapishanesi'nde depresyon geçiren Slobodan Miloşeviç, çok değil 6 ay öncesine kadar Sırbistan'ın hakimiydi. Tabiri caizse "dediği dedik, astığı astık idi" Sarayda yaşıyordu. Şimdi ise tehlikeli suçluların bulunduğu Belgrad Merkez Hapishanesi'nde tek kişilik hücresinde yatmaktadır. Aslında ABD ve AB, Balkanlar'a yerleşmek için; Almanya doğuya yayılma ve Fransa ise Atlantik'ten Urallar'a Büyük Fransa hayalleri için Miloşeviç'i soykırım ile kullandılar. Şimdi ise ABD'nin verdiği 50 milyon ve vadettiği 100 milyon dolar için Miloşeviç tutuklandı. Miloşeviç eski Yugoslavya'yı "Büyük Sırbistan" yapma hayali ile kan gölüne çevirdi. Yıllardır ve halen milyonlarca insan maddi ve manevi bunalım içindedir. Miloşeviç, büyük çoğunluğu Bosnalı ve Kosovalı Müslümanlar olmak üzere soykırım neticesi katledilen en azından 500 bine yakın insanın katilidir. Bu denli zalim olan Miloşeviç'in tutuklanması, basında yanlış yorumlanmaktadır. Miloşeviç insanlığa karşı soykırım suçu işlediği için tutuklanmadı. Çekilen acılar, dünya kamuoyunun sızlayan vicdanı için hapishanede değildir. Tutuklanma sebebi, görevi suiistimal ve yolsuzluktur. 1989'dan bu yana 13 yıl Yugoslavya'nın diktatörü ve aynı zamanda dokunulmaz idi. Emperyalist güçler, kullandıkları Miloşeviç'in yavaş yavaş sonunu hazırladılar. Önce tahtından indirdiler ve şimdi de derdest ettiler. Miloşeviç'in asıl yeri "Lahey Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi"dir. Miloşeviç'i devirip Yugoslavya Devlet Başkanı olan Koştunitsa, Miloşeviç'in tutuklanmasını aylardır savsakladı. Başbakan Cinciş ise daha liberal olup, Batı'dan kredi almak için Miloşeviç'i kendi emrindeki emniyet teşkilatı ile teslim aldı. Koştunitsa emrindeki ordu devre dışı bırakıldı. Miloşeviç tutuklandı ama O'nun soykırım emrini yerine getiren Mladiç, Karaciş ve Markoviç dışardadır. Balkanlara 13 yıl kâbus yaşatan Miloşeviç'in arkadaşları serbest dolaşmaktadır. Bir Sırplı gazeteciye göre "Belgrad'daki hükümetin yarısını Lahey'e göndermek gerekir." Suçlu yalnız Miloşeviç değildir. 13 yıllık rejimdir. Bu rejim Sırp halkını tuzağa düşürdü. Miloşeviç ve ekibi Lahey'e gönderilsin diyen Sırpların sayısı % 60'tır. Gaye Miloşeviç olmamalı, ona destek veren ekibi de yargılanmalıdır. Ancak o zaman Sırbistan'da hukukun üstünlüğü ve demokrasi gelişir. Miloşeviç tutuklanmadan önce Rumen Curentel gazetesine verdiği beyanatta: "Bu mahkeme, uluslararası savaş suçluları mahkemesi hukuki değil, siyasi bir kurum. Yugoslavya'yı öldürmeye azmetmiş olanların hizmetinde. İstediklerini öne sürebilirler ama neden Arnavut teröristler ve halkımıza onca acı çektirenler hakkında kovuşturma açmıyorlar?" Miloşeviç kendini haklı sanmaktadır. Bosna ve Hırvatistan'daki Sırp ordusuna mali desteği sağladığının 3 sayfalık imzalı açıklamasını avukatı Toma Fila yapmıştır. Yolsuzluk iddialarını reddeden Miloşeviç, açıklamasında "Bu yargı sürecinin uzun yıllardır yaptıklarımı lekelemek için yeni iktidarın emriyle başlatıldığını düşünüyorum. Bu, özellikle devletin ve halkın çıkarlarını düşünerek, dünya güçlerine karşı çıkışını lekelemek için yapılmıştır." Uluslararası Savaş Suçluları Mahkemesi Başsavcısı Carla Del Ponte, İtalya'da çıkan "La Republica" gazetesine verdiği beyanatta: Miloşeviç hakkında ikinci tutuklama emri hazırladığını belirtip; "Miloşeviç'in bu yıl sonuna kadar Lahey'de olacağını düşünüyorum" demiştir. Kendisi hakkında ilk tutuklama emri 1999'da çıkarılmıştı. Miloşeviç, tutuklama öncesi direnmiş ve çıkan olayda 1'i ağır 4 polis yaralanmıştır. Miloşeviç'in evinde 30 tüfek, 20 tabanca, 2 kutu bomba ile binlerce mermi ele geçirilmiştir. Uzun yıllar Miloşeviç'i destekleyen gazeteci Slavko Curuvija ve arkadaşı Aleksandr Tijaniç, yazdığı mektupta: "... Siz, Sırp kurumlarının liyakat ve değerlerini sistematik bir biçimde yok ettiniz. Siz, üniversite ve mahalli çiftçi derneğini aynı seviyeye getirdiniz. Sanatlar ve Bilimler Akademisi'ni bir yaşlılar bakımevi ile eş tuttunuz. Siz, kiliseyi, yasama erkini, medyayı, parlamentoyu ve hükümeti alçalttınız, rezil ettiniz... Ekselansları, ülkeniz, halkınız, dostlarınız 10 yıldır korku, psikoz içinde yaşıyorlar; etraflarında da ölüm, sefalet, terör ve ümitsizlikten başka bir şey yok; başka bir şey kalmadı." Bu gazeteci Miloşeviç'in sırlarını bildiği için evinin önünde, eşinin yanında 11 Nisan 1999 günü 17 kurşun ile öldürüldü.
.
Yunanistan'ın Arnavutluk politikası
7 Nisan 2001 01:00
Sırpların Kosova'da Arnavutlara yaptığı soykırım, baskı, katliam hareketinde Yunanistan tümüyle Sırpların yanında yer almış ve her konuda yardım etmiştir. Şu anda zulüm ve baskıda Sırptan farksız olan Makedonlara en büyük yardımı Yunanistan yapmaktadır. Bu yardımın şuur altında gizlenen asıl niyeti Makedonya'nın hukuki ve fiilii varlığını sona erdirerek Makedonya'yı Yunanistan'a ilhakıdır. Arnavutluk'un güneyini (Epir bölgesini) işgal ve Arnavutluk'u Yunanistan'ın uydusu haline getirmektir. Ve bu işin gerçekleştirilmesinde Yunan asıllı Fatos Nano ile oldukça mesafeler almıştır. Öncelikle konuyu daha iyi anlayabilmek için gerideki hadiselere bir göz atalım; Arnavutluk bağımsız olduğu tarihten bu yana, sınır ihtilâfları sebebiyle Yunanistan ile siyasi münasebetleri iyi olmamıştır. 1913 Londra Konferansı'nda Arnavutluk'un toprağı olan ve o anda 200 binin üzerinde Arnavut'un yaşadığı Güney Epir, Yunanistan'a verildi. Yunanistan, Londra Konferansında verdiği sözü (taahhütleri) çiğneyerek, Arnavutları göçe mecbur etmek için yağma, yıkma ve toplu katliamlara girişti. Ve göç etmeyenleri kültürlerinden kopararak onları Helenleştirmek için her çareye başvurdu. Birinci Dünya Savaşı sonunda 1918 Paris Barış Kongresinde, Kuzey Epir'i de istedi. Bu isteği kabul edilmedi. İkinci Dünya Savaşı sonunda Almanya ve İtalya yenilince Yunanistan, Arnavutluk'un Kuzey Epir bölgesini işgal etti. Yunanistan'da iç savaş çıkınca Arnavutlar kendi topraklarını geri aldılar. Fakat Yunanistan Güney Arnavutluk (Kuzey Epir) üzerindeki emellerinden asla vazgeçmedi. Kuzey Epir, Megalo İdea'nın bir parçasıdır. Güney Arnavutluk'ta yaşayan Ortodoks Arnavutların Yunanlı olduğunu iddia etmektedir. Şu anda Kuzey Epir için yoğun fakat temkinli bir politika takip etmektedir. Yunanistan, Güney Arnavutluk'u ilhak için Yunanistan'da 19, ABD'de 50 ve Arnavutluk'ta "OMONIA" başta olmak üzere çok sayıda "Pan Epirotic" Epir'i ilhak dernekleri kurmuştur. Ve bu dernekler Yunanlı papazların kontrolündedir. Türk dostu Müslüman Berişa iktidarına isyan eden ve deviren Ortodoks Arnavutları tahrik ve idare eden Yunanlı papazlar olmuştur. 1990-1993 arasında Yunanistan'a iltica eden Arnavut göçmenlere, AB'nin yolladığı yardım paralarını; Yunanistan ülkesindeki PKK kamplarında harcamıştır. Türk dostu Müslüman Berişa iktidarını devirmek için AB liderliğinde Yunanistan ve İtalya "Banker krizi" ile Arnavutluk isyanını Mart 1997'de başlattılar. Berişa, büyük çoğunlukla seçilmiş olmasına rağmen Arnavutluk'un huzuru ve bölünmesini önlemek için erken seçime razı oldu. Ve hileli seçimle Ortodoks ve Yunan asıllı Fatos Nano iktidar oldu. Yunanistan Arnavutluk'tan Türkiye'yi dışladı. AB'nin kredileriyle Arnavutluk'tan çok sayıda tavizler aldı. Güney Arnavutluk'taki Ortodokslar için Yunanistan sosyal, ekonomik ve kültürel birçok tavizler kopardı. Bu tavizler Ortodoks Arnavutların Yunan asıllı olduğu görüşünü güçlendirecek tavizlerdir. Oysa Arnavutluk nüfusunun %80'ine yakını Müslüman, geri kalanı Katolik ve Ortodoks'tur. Yunanistan, turist maskesi altında çoğu kadın yüzlerce misyoneri Arnavut köy ve kentlerine göndermekte, bu misyonerler ev ev dolaşarak buradaki insanları Ortodoks olmaya davet etmektedir. Bu misyoner grubundan, 15-20 gün sonra başka misyoner kafilesi görevi devir almaktadır. Yapılan faaliyet daha çok Müslüman ve münhasıran "Türk kökenli Arnavut" adını verdikleri (Türkoalvanos) Müslüman Arnavutlara yöneliktir. İsmini ve dinini değiştiren Müslüman iken Ortodoks olan Arnavutlara iş, tahsil, para, değerli hediyeler verilmektedir. Arnavutluk'taki aşırı ekonomik kriz, yokluk, açlık ve bilhassa işsizlikten istifade etmektedirler. Yunanistan'a gelen Arnavut göçmenlere verilen "Yeşil kart"ın üzerinde "Voryas İpiros Simeni Ellada" yazılıdır. Bunun manası (Kuzey Epir Yunanistan demektir) Yunanistan'da açtığı poliklinikler, okullar ile radyo, televizyon ve gazetelerle Ortodoksluk ve Helenizm propagandası yapılmaktadır. Tiran yüzde yüz Müslüman olduğu halde, Yunanistan Draskı, Fay, Fraveok, Elbasan'ın Fikas, Peohresm ve Karakulak köylerinde Ortodoks kiliseleri inşa edilmiştir. Yunanistan Arnavutluk'a otoban yaparak faaliyetini artırmıştır. Yunan Ortodoks Kilisesi'ne başkaldıran Arnavut Ortodoks Saint Marie Kilisesi Nikola Marku, maddi imkansızlık içinde mücadelede zayıf kalmaktadır. Maalesef Arnavutluk'u Yunanistan'a bıraktık. Balkanlar'ı da Yunanistan'a devrettik.
.
ABD-Çin krizi!
10 Nisan 2001 01:00
ABD ile Çin arasında casus uçak krizi 10 günden beri devam etmektedir. Bugüne kadar bu gibi krizlerde ABD'nin istediği oluyordu. Yani ABD isteklerini dikte ettiriyordu. Fakat son ABD-Çin casus uçak krizinde ABD, çetin ceviz Çin karşısında, yüzkızartıcı ve utanılacak duruma düştü. Dünyanın teknoloji harikası ABD'nin "Ep-3" uçağı Güney Çin Denizi'nde casus uçuş yaparken; Çin'in F-8 tipi savaş uçağı ile çarpışarak, Çin'in teknoloji üssü (Airan) "Haynan Adası"na mecburi iniş yapmıştır. Çin, ABD'den özür dilemesini istemiş ve bu uçağın içine girerek sırlarını çalmıştır. Çin casusları geçen yıllarda ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon)un bilgisayarlarına girerek, ABD'nin çok sayıda teknolojik sırlarını çalmış idi. Bu hadise ile Çinliler, ABD'nin çok gizli bilgileri ve bilgisayar sistemini öğrenmek imkânını elde etmiştir. (Ep-3) uçağında dünyanın en gelişmiş alıcı ve vericileri, anten ve radarları bulunuyor. Görevliler, bu teknoloji sayesinde düşmanın "e-maillerini" kontrol ediyor, konuşmalarını dinliyor. Faks sistemini çözüyor. Bilgisayar, gerektiğinde toplanan bilgileri değerlendirme ve tehlikelere karşı taktik verme sistemine sahip. Çalışma odasındaki görevliler, topladıkları bilgileri, orta bölümdeki ana bilgisayara gönderiyor. Ana bilgisayarda bilgileri doğrudan Savunma Bakanlığına (Pentagon)a gönderiyor. ABD'nin elinde 12 adet bulunan bu uçaklar, ABD ve İspanya üslerindedir. Pentagon şok olay karşısında gayet üzgün olup, keşki uçağı düşürseydik demektedir. Nitekim Okinavva'daki ABD deniz üssü komutanı, pilota paraşütle atla ve uçak denize düşsün emrini verdi. Pilot emri dinlemedi ve Çin adasına indi. Bu uçağa ABD'nin senatör ve millitverilleri bile giremez. Mürettebat bilgisayardaki bilgileri imha etmiş olsa bile, Çinliler, elindeki "Manyetik mikroskop" ile bantlar üzerinde silinmiş bilgileri okuyabiliyorlar. Bu kriz ABD için çok önemlidir. 1960 yılında ABD'nin (U-2) casus uçağını Rusya ele geçirip, sırlarını öğrenmişti. Bundan başka FBI ajanının Ruslara 15 yıl gizli sırları satması gibi, iki hadiseden daha önemlidir. ABD'yi korkutan 3 ihtimal vardır. Bunlar; 1- Çinlilerin bu uçağın bir kopyasını yapmaları 2- Bu uçaktaki sırları nükleer silah yapımında kullanması 3- Bu sırları Rusya ve diğer ülkelere satmasıdır. ABD casus uçağı son günlerde hizmete giren 2 Çin denizaltısı hakkında bilgi topluyordu. Casus uçağının pilotu, Çin'in uydu iletişim merkezi olan adaya inmesi ve uçağı denize düşür emrine uymamasıyla ABD'ye büyük zarar vermiştir. ABD'nin korktuğu başına gelmiştir. BBC'de konuşan uzmanlara göre: ABD'nin 10 yıllık teknolojik çalışmalarını heba etmiştir. Sırların ele geçmesi Amerikan istihbarat faaliyetlerine vurulmuş en büyük darbe olmuştur. Çinliler uçağın bilgisayar ve aletlerini söküp laboratuvara götürerek; ABD'nin bölge hakkında topladığı çok gizli bilgiler ve bilgisayar teknolojisi hakkında çok şey öğrenmişlerdir. Uçakta 21 erkek, 3 kadın toplam 24 mürettebat bulunuyordu. Çin bunlara 10- 20 yıl arası çalışma kampı cezası vermeyi düşünüyor. Mürettebat 20 dakika içinde ne kadar bilgiyi imha ettiler bilinmiyor. ABD'nin Çin Büyükelçisi emekli Amiral Joseph Prueher "Bildiğimiz kadarıyla Çinliler 60 saattir uçağı inceliyor" demiştir. Pentagon kaynakları, Pekin'in dünyanın en sofistike elektronik izleme sistemini ele geçirerek büyük bir imkana kavuştuklarını belirtmişlerdir. Pentagon Sözcüsü Amiral Craig Quıgley, "Çok endişeliyiz" diye görüş bildirmiştir. ABD Başkanı George W. Bush da "Sabrımız taşıyor. Hadisenin uluslararası bir mesele haline gelmesini istemiyoruz. Bir an önce uçağı ve mürettebatı geri verin" çağrısında bulunmuştur. Bir Rus pilotu 1976'da MİG- 25'i Japonya'ya kaçırdığında ABD'li uzmanlar 9 hafta uçağı didik didik incelemişti. Yine bir Rus pilot 1989'da MİG-29 ile Türkiye'ye iltica ettiğinde, Ankara ABD'nin uçağı inceleme teklifini red etti
.
Makedonya'da son durum
11 Nisan 2001 01:00
Makedonya'daki çatışmalar şu anda durmuşsa da, her an başlamakla beraber daha da genişlemesi muhtemeldir. Makedonya'da faaliyet gösteren 2 Arnavut partisiyle birlikte Kosova'daki en büyük parti Demokratik Kosova'nın lideri İbrahim Rugova, ayrıca Haşim Thaçi ve Ramuş Haradinay yaptıkları çağrılarda Arnavut gerillaların silahlarını bırakıp evlerine dönmelerini istediler. Çünkü bu liderler Makedonya dağlarından Makedon güçleriyle savaşın kendi davalarına zarar vereceğine inanmaktadırlar. Çünkü bu çatışmalar Kosova'nın bağımsızlık ve devletleşme hızını keser. Makedonya'ya Yunan, Bulgar ve Sırp desteği ile AB ve ABD'nin siyasi desteği, Makedonların ülke nüfusunun en az yüzde 40 olan Müslümanlara yaptığı baskıyı devam ettirmesine yardım edemez. Batı, Makedonların ülkesindeki Müslümanlara ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapmasını önlemelidir. Ayrıca Batı yakın münasebetler kurduğu Koştunitsa hükümetine Kosova'yı geri verirse çok yanlış yapar. Savaş Kosova ve Makedonya'da çok şiddetli olur. Batı daima kolay çözümler ve kendi menfaatleri peşindedir. UÇK'nın siyasi sözcüsü Ali Ahmedi, güç kullanımının devam etmesi halinde çatışmaların daha büyük bir alana yayılacağını söyledi ve diyalog istedi. Ahmedi, "Kosova'daki Arnavutlar Makedonya'daki Arnavutlara destek veriyor. Makedonya'nın politikası bir virajın önünde bulunuyor, aradığımız hakları silemezler. Şimdiye kadar kendimizi korumak için çalıştık. Herşeye hazırlıklıydık ve çok kan akmamasını istediğimizi daha önce duyurmuştuk. Geleceğimiz ve huzurumuz iki ayrı devlette olmak değil, birlikte yaşamaktır. Makedonya ve Balkanlar istikrarlı olmazsa, UÇK'nın talep ettiği haklar verilmezse ve Makedon güçleri böyle devam ederse, çatışmalar yayılacaktır, ancak istediğimiz bu değildir. Diyalog için anlaşma, gelecek için yol açılsın" dedi. Osmanlının çekildiği günden bu yana Balkanlar'da huzur bozuldu. Ortadoğu'da olduğu gibi Balkanlar'da da Osmanlının boşluğu doldurulamadı. Makedonya'daki Arnavut Demokratik Partisi'nin lideri Arben Caferi, 80 yıldır kötü muamele gördüklerini ve bu baskıdan bıkmış olduklarını belirtip, Makedon vatandaşlarıyla eşit anayasal hakları talep etti. Makedonya'daki Arnavut gerillaların Makedon ordusunun operasyonlarıyla değil, uluslararası toplumun ve Arnavut liderlerin baskısı ve isteği üzerine çekildiler. "The Washington Post"un 27 Mart 2001 tarihli başyazısında şu yorum yapılmıştır: "Makedon Arnavutları; istihdam, eğitim ve hatta anayasal alanda ayrımcılık noktasında meşru şikayetlere sahip... Ordunun, birçoğu Kosova savaşının gazileri olan Arnavut militanları kalıcı olarak temizlemesi mümkün görünmüyor. Ama çatışmalar sürerse, Bosna ve Kosova'da olduğu gibi sivil halka yayılabilir. Makedonya krizine gerçek bir çözüm, hükümetle ılımlı Arnavut liderliği arasında; azınlık haklarını dair görüşmelerle başlamalı. Traykovski zaman zaman bu gerçeği görüyor ama masaya oturmadan önce "teröristlerle" savaşmaya kararlı. Bu yanlış kararın sonucu bellidir: Makedonyalı Slavlar ile Arnavutlar arasındaki görüşmeler daha zorlu geçecek, hatta uluslararası bir arabulucu gerektirebilecektir. Görüşmeler iyi gitse bile, Balkanlar'da yeni savaşları önlemek için Kosova, Makedonya ve Sırbistan'daki Arnavut nüfus için tatmin edici siyasi çözümler bulunması gerekecektir. Ve bu, Arnavutların koruyucu ve aracı olarak gördükleri ABD'nin aktif müdahalesi olmadan olmaz." AB Dönem Başkanı olan İsveç'in Başbakanı Goran Person, "Tarihin bu kritik alanında Makedonya'nın yanında yer alacağız. Radikalliğin 21. yüzyıl Avrupa'sında yeri olmadığını açıkça belli etmek gerekir" diyerek destek vermiştir. Birleşmiş Milletler verilerine göre Kalkandelen'den 22 bin kişi göç etti. 14 Mart'tan bu yana 1800 kişi Arnavut, 1400 kişi Sırbistan ve Karadağ, 1500 kişi Kosova, Bosna ve Hırvatistan'a göç gitmiş, 18 bin kişi ise Türkiye'ye göç etmiştir. Makedonya'daki ölenlerin cenaze namazının camilerde kılınması yasaklanmıştır. Makedon ordusunun giremediği ama uçak ve topçu atışlarıyla yerle bir edilen Selce köyü harabe halindedir. Makedonya'da fırtına öncesi sessizlik vardır. Üsküp'e göre operasyon hedefine ulaşmıştır. Balkanlar'daki Arnavutlar Osmanlıdan sonra devamlı aldatılmış, baskı görmüştür. Netice: Makedonya'nın savaşı kazanmasının, orta vadede gerekli reformlar yapılmadığı takdirde bir manası olmayacağı ve çatışmaların ilk fırsatta yeniden başlayacağı sürpriz olmayacaktır... İlk gülen Makedonlardır. Ama yakında çok korkunç savaş olabilir!
Makedonya'da fırtına öncesi sessizlik
13 Nisan 2001 01:00
Makedonya'da silahlı çatışmalar bitmiştir. Savaşın sona ermesi Makedonya ordusunun zaferi değildir. Kosova Kurtuluş Ordusu ve diğer Arnavut militanların savaşa son vermeleri ile bitmiştir. Çünkü etkili ve güçlü Yunan propagandası neticesinde, gerek dünya kamuoyunda gerekse AB ve ABD nezdinde Kosovalı Arnavutlar aleyhine bir hava estirildi. Ve Yunanistan Kosova'nın bağımsızlığını önlemek yani, müttefiki Sırbistan'dan ayrılmasına mani olmak için Arnavutlar aleyhine kampanya açmıştır. (Kosova, Arnavutluk ve Makedonya'daki) Arnavut liderlerin, Arnavut militanlara "Çatışmaları durdurun çünkü, Kosova'nın bağımsızlık yolunu tıkıyorsunuz" ikazını militanlar dinlediler. Makedonya'daki Arnavut, Türk, Çingene ve diğer azınlıkların aslında nüfusça toplamları, Makedonlardan omuz farkıyla da olsa fazladır. Yunanistan'da Helen ırkçılığı gibi Makedonya'da da Makedon ırkçılığı vardır. Makedonya'daki Arnavut, Türk, Çingene ve diğerleri yani Makedon olmayanlar, dağılan Yugoslavya Federasyonu'nda çok daha fazla anayasal ve insan haklarına sahip idiler. Makedonya'da Makedon olmayanlar bir nevi esir, köle, parya durumundadırlar. Çeşitli hukuk hileleri sonucunda temsil edilme hakları bile yoktur. Kendi dilleriyle eğitim imkânları ellerinden alınmıştır. Yugoslavya dağılmadan önce Makedonya Federal Anayasasında; "Makedonya Makedon, Arnavut, Türk ve diğerlerinden" ibaresi, şu andaki anayasada "Makedonya Makedonlardan ibaret" ibaresi ile Makedon olmayanlar dışlanmıştır. Bu böyle devam etmez. Makedonların bu ırkçı ve eritme politikası devam ederse Makedonya karışır ve iç savaş kaçınılmaz olur. Mayıs'ta nüfus sayımı yapılacaktır. Ama Makedonlar geçmişte olduğu gibi hilelere başvurarak Arnavutların bazılarını sayıma dahil etmeyecekleri için, Arnavutlar nüfus sayımının iptalini istemişlerdir. AGİT'e göre Makedonya nüfusunun yüzde 35'i Arnavuttur. Makedonya ise bu sayının yüzde 22.9 olduğunu söylemektedir. Makedonya idarecileri arasında Arnavutların oranı yüzde 2.7'dir. (27 değil iki onda yedidir.) NATO Genel Sekreteri George Robertson, ittifak üyesi 19 ülkenin temsilcileriyle Üsküp'e gitti. NATO heyeti Makedon yönetiminden, Arnavutlara eşit haklar veren anayasal değişiklikleri yapmasını istedi. Merkezi Almanya'nın Essen kentinde bulunan Türkiye Araştırmalar Merkezi'nin "Makedonya'daki potansiyel çatışmalar" araştırmasına göre, Makedonya'da yaşayan Arnavutların yüzde 87'si kendilerine baskı, zulüm, haksızlık, ayrımcılık ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapıldığına inanmaktadır. Son günlerde Kapıkule sınır kapısından Türkiye'ye gelen (Türk-Arnavut) Makedonyalıların sayısı azalırken, Türkiye'ye gelip, geriye dönenlerin sayısı artmıştır. Makedon yetkililerin (Üsküp) operasyon hedefe ulaştı sözü gerçekleri aksettirmiyor. Balkanlar'daki fitnelerin tohumu 1878 Berlin Konferansı'nda atılmıştır. Müslümanlar azınlık statüsüne sokuldu. Arnavutlar 5 parçaya bölündü. 1878'de Bulgaristan'da Müslüman sayısı en az yüzde 60 idi. Bulgaristan'da Hıristiyan bir prens emrinde Hıristiyan Bulgaristan kuruldu. İkinci Dünya Savaşı'nda Arnavutlara, "Almanlara karşı savaşın, Kosova 7. federal cumhuriyet olacak" dediler ama sözlerinde durmadılar. Yugoslavya dağılınca Arnavutlar yine zararlı çıktılar. Arnavutların çoğunluğu Müslüman olduğu için Avrupa Birliği ve ABD en az Sırplar kadar hatta onlardan daha sinsi Arnavut düşmanıdırlar. Gerekli reformlar yapılmazsa Makedonya'da iç savaş çok şiddetli olur. Ve bu savaş Makedonya'nın dışına, bütün Balkanlar'a yayılır. Şark Meselesinin bir maddesi de Türkleri Balkanlar'dan atmak idi. Şu anda bu madde; Müslümanları (kim olursa olsun) Balkanlar'dan atma hedefine yönelmiştir. Makedonya'da Arnavut ve Türkler birbirlerine kız verip alıyorlar. Ama nedense siyasi hayatta ve politikada işbirliği yapmıyorlar. 1923'ten bu yana resmi kayıtlara göre Balkanlar'dan Türkiye'ye 1 milyona yakın (gerçekte 1.5 milyona yakın kişi) göç etmiştir. Göç, meselenin çözümü değildir. Aslında Anadolu'dan Balkanlar'a göç etmelidir.
Miloşeviç'e Lahey baskısı
14 Nisan 2001 01:00
Tutuklanan ve halen Belgrad'da hapishanede bulunan Miloşeviç yüzbinlerle ifade edilen (aslında 500 bin) insanın katilidir. Ama tutuklanma sebebi bu değildir. Görevini kötüye kullanma ve yolsuzluk suçu ile tutuklanmıştır. En fazla 15 yıl hapse mahkum edilebilir. Fakat ABD ve Avrupa Birliği, Miloşeviç'in Milletlerarası Savaş Suçları Mahkemesi'nde (Lahey'de) yargılanmasını istemektedir. Şu anda Yugoslavya Devlet Başkanı Vojislav Koştunitsa böyle bir isteğe karşıdır. Yugoslavya Genelkurmay Başkanı General Paukoviç ise Miloşeviç'in tutuklanmasını özel birlikle bir müddet önledi. Miloşeviç'e isnad edilen suçlar şunlardır: Altın, dolar ve uyuşturucu kaçakçılığı. 2000 yılının Eylül ve Kasım ayları arasında İsviçre'ye 173 kilo altın kaçırdı. Satılan altından elde edilen dolar Yunanistan ve bilhassa Kıbrıs Rum bankalarına yatırıldı. Bunlara ilâveten 1995-1999 arasında torbalar dolusu nakit para (dolar) Yugoslavya hava yolları uçaklarıyla Güney Kıbrıs'a getirildi. Rum bölgesindeki "Alithia" gazetesine göre Larnaka Havaalanı'nda görev yapan polis ve gümrük memurları: "Haftada 2-3 defa Belgrad'dan Larnaka'ya gelen Yugoslav uçaklarıyla torbalar dolusu para getirildiğini, bu paraların Yugoslavya yetkilileri ve Rum Halk Bankası yüksek memurlarınca gümrükte sayıldıktan sonra teslim alındığını" söylemişlerdir. Adını açıklamayan bir Rum gümrük memuru Rum bölgesindeki off-shore ve banka yetkilisi, Yugoslavlar'ın da havaalanına gittiğini belirtirken, bir polis memuru da 2-3 defa silahlı olarak para taşınmasına refakat ettiğini açıkladı. Bu hadise gazetede "Sırp dolarları Rum polisi refakatinde taşındı" başlığı ile verilmiştir. Diğer bir iddia ise Miloşeviç'in 390 milyon markı Sırp maliyesinden alıp bunu kayda geçirmemiş olmasıdır. Sarf ettiği yeri bütçede göstermemiş. Bilinmeyen bir yerde kullanmış ya da zimmetine geçirmiştir. Miloşeviç yanlış mal beyanında bulunarak kendini orta halli göstermiştir. Villasının etrafındaki 8 kilometrekarelik alanı devletten değerinin çok altında 4 bin dolara alarak tapusunu üzerine geçirmiştir. Bu arazi ise seçkinlerin oturduğu lüks bir semt olup, Dedinge'deki villasının etrafıdır ve savcılara göre bu hareketiyle görevini kötüye kullanmıştır. Ayrıca İvan Stamboliç'i kaçırma suçu. Birçok siyasi suikasta emir vermesidir. Eski polis şefi Rade Markoviç, Şubat 2001'de tutuklanmıştır. Muhalif lider Vuk Draskoviç ve gazete patronu Slavko Curuvija'nın öldürülmesidir. Ve seçim usulsüzlüğüdür. Eylül 1999 seçimlerinde şu andaki devlet başkanının % 50'nin altında oy aldığını söyleyerek yalan beyanda bulunmuştu. Seçim komisyonunun 4 üyesi halen yargılanmaktadır. Miloşeviç hazineden aldığı parayı, Bosna Hersek ve Hırvatistan'daki Sırplara silah ve cephane temininde harcadığını itiraf etmekte ise de, böylelikle Milletlerarası Savaş Suçları Mahkemesi'nde yargılanması için kendi aleyhine delil vermiştir. Bu mahkeme Bosna-Hersek ve Kosova'daki soykırım ile doğrudan ilgili olarak tutuklama kararı çıkarmıştır. Bunlara ilaveten eşi ve kızının ruhsatsız silah bulundurması ve polise ateş açması ile villada çok sayıda silah ve cephane bulunmasından yargılanacaktır. Miloşeviç'in 13 yıllık iktidarında aşırı ölçüde servet sahibi olan 200 aile incelemeye alınmıştır. Miloşeviç'in yıllardır yanında bulunan ve onun bankeri durumunda olan Bayan Borca Vociş'in adına Beogradoka Bankası'nın Rum bölgesinde 1991-1995 yılları arasında 1 milyar doların üzerinde bir paranın işlem gördüğü kesin delillerle tespit edilmiştir. İngiltere, Yugoslavya'nın AB üyeliği için Miloşeviç'in Lahey'de yargılanmasını, ABD ise IMF'den istediği 100 milyon dolar için Miloşeviç'in teslimini şart koşmaktadır. 27 saatlik bir müzakere sonunda teslim olan Miloşeviç'in tutuklanmasına herkes sevinmiştir. Miloşeviç'in Milletlerarası Savaş Suçları Mahkemesi'ne teslimi çok sayıda Sırp politikacı ve bürokratı zor duruma sokacağından ve hatta bu suçlama Koştunitsa'ya kadar uzayacağından teslimi şüphelidir. Belgrad'da belirsizlik vardır. Ve olumlu sinyal vermekten kaçmaktadırlar. Miloşeviç'in tutuklanması Yugoslavya ordusunu böldü. 1941 doğumlu Miloşeviç, 1989'da Sırbistan Devlet Başkanı oldu. 3 dönem bu makamda kaldı. En son Yugoslavya Devlet Başkanlığı'na geldi. 13 yıl içinde çok kan döktü
.
.
Bor madeni ve gerçekler
12 Nisan 2001 01:00
Bazen bir şeyi özelleştirmemek (satmamak) milli menfaatlerimiz gereğidir. Bor, THY, TEKEL, TELEKOM bunlardan birkaçıdır. Kaldı ki, "Bor"da zarar söz konusu değildir. Devletin para musluğu olan bor ve TEKEL'i özelleştirmek akla ve mantığa olduğu gibi; ekonominin kanunlarına da ters düşer. Ayrıca "Bor"un özelleştirilmesi Anayasa'nın 168'inci maddesine ve 2840 Sayılı Kanun'a aykırıdır. Bor madeninin tamamının özelleştirilmesini ABD'li tekeller (firmalar) ısrarla istemektedirler. Kaldı ki ABD'de bor madeni özel şirketlerin değil, devletindir. Maden devletin, işletme özelleştirilsin formülü de işlemez. Başta ABD olmak üzere, dünyanın göz diktiği bor madenleri devletin kasasında kalsın. Başka ülke ya da taşeron kişilerin cebine girerek, peşkeş çekilmesin. Halka arzı ve yüzde 40'ının özel şirketlere devri sadece oyundur. Neticede bu zengin kaynak zayi olur. Borun özelleştirilmesini isteyenlerin arkasında ABD'nin U.S. Borax, Citycorp ve Sanbeerg şirketleri vardır. Bazı bürokratlar adeta bunların adına çalışıyormuş gibi görüntü veriyorlar. Eti Holding'in elinde bor, uranyum, taryum ve alüminyum madeni ve tesisleri var. Bir oldu-bittiyle Eskişehir gümüş madenleri, Antalya elektro-metalurji ve krom, Elazığ bakır ve krom madenleri Eti Holding bünyesinden çıkartılarak, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı'na devredildi. ABD, bor madeninin yüzde 11'ine sahip olduğu halde U.S. Borax tek başına dünya bor ihracatının yüzde 55'ini yapıyor. İstanbul Üniversitesi Ticaret ve Banka Hukuk Öğretim üyesi Prof. Dr. Erdoğan Moroğlu, bor madenlerinin özelleştirilmesinden vazgeçilmesinin en akıllı hareket olacağını ifade ederek şöyle dedi: "Bakanın söylediklerinin gerçekleştirilmesi, büyük bir yatırım sermayesine ihtiyaç gösterir. Bu yatırım sermayesi de öyle az buz bir sermaye değildir. Türkiye bugün içinde bulunduğu ekonomik şartlar nedeniyle bu sermayeyi dışarıdan temin etmek durumunda kalacaktır. Dışarıdan gelenler de bu stratejik madenin üstüne oturmaya kalkışacaklardır. Bugün için bunların özelleştirilmesinden vazgeçilmesi en akıllı harekettir." DYP Şanlıurfa Milletvekili Mehmet Yalçınkaya, bor madenlerini özelleştirmenin, Türkiye'nin geleceğini ipotek altına almakla eşanlamlı olduğunu savunarak, "Bor madenlerinin özelleştirilmesi kararından vazgeçilmezse, Meclis çatısı altında ölüm orucuna başlayacağım" dedi. DYP'li Yalçınkaya, DYP Balıkesir Milletvekili İlyas Yılmazyıldız ve DYP Eskişehir Milletvekili Sadri Yıldırım ile birlikte Parlamento'da düzenlediği basın toplantısında, stratejik bir madde olan bor madenlerinin endüstriyel bir hammadde niteliği taşıdığını ve 250 alanda kullanıldığını anlattı. DYP'nin özelleştirmenin yanında olduğunu, ancak bugüne kadar yapılan bütün özelleştirmelerin "yağma, kayırma ve suiistimallerle malul" bulunduğunu savunan Yalçınkaya, şöyle konuştu: "Bor madenlerinin stratejik değeri olması nedeniyle özelleştirilmesi halinde çok ciddi sorunlar yaşayacağımız için özelleştirilmesine şiddetle karşıyız. Eti Holding A. Ş.'nin elinde bor havzalarının 2840 Sayılı Kanun kapsamında ve devlet eliyle işletilmesi zorunludur. Bu kanun değişmedikçe özelleştirme yapılamaz. Ayrıca daha önce kamulaştırılan sahalarla ilgili olarak eski sahiplerinin sahaları tekrar geri alma hakları mevcuttur. Bor madenlerinin hukuki durumu özelleştirmeye uygun değildir." "Hükümet bu konudaki niyetini kamuoyuna açıklamalıdır. Özelleştirme İdaresi'ne, bor madenlerinin özelleştirilmesi işleminin iptal edildiğine dair yazı yazmalıdır. IMF'ye teslim olmuş Hükümetin kararını şiddetle kınıyoruz. Bor madenlerinin özelleştirilmesi kararından vazgeçilmezse Meclis çatısı altında ölüm orucuna başlayacağım" diye konuştu. Bor'la ilgili olarak geçen hafta yazdığım yazıdan sonra Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün'den bir faks aldım. Sizlere bu faksı aynen aktarmak istiyorum: "Sayın Özfatura, Değerli şahsınızı ilgi ile takip eden birisi olarak, bor madenlerimiz konusunu, gözlemlerimi de içeren şekilde irdeleyen, 5 Nisan 2001 tarihli "Stratejik bir madde olan 'bor'u özelleştirmek hatadır" başlıklı yazınız için teşekkür ederim. Bor madenlerimiz Türkiye'nin içinde bulunduğu korkunç durumdan çıkabilmesi için Allah'ın bizlere vermiş olduğu son şanstır. Her türlü uyarıya rağmen bu madenlerin bir oldu bitti ile peşkeş edilmesi tehlikesi bugün bile birçok menfaat çevresinin gizli gündemini teşkil etmektedir. Böyle bir durum ile karşılaşmamak için bu önemli konunun hep beraber takipçisi olmaya sonuna kadar devam edelim. Çanakkale Savaşı'nda düşmana karşı harp etmiş atalarımız ile bugün bor madenlerinin peşkeş çekilmesini engellemeye yönelik mücadele aslında aynı olguların farklı tecelli şeklidir. Ülkemiz menfaatlerini her şeyin üstünde tutacak ve bizleri millet olarak hayırlı bir gidişe sevk edecek adımları en kısa zamanda görmeyi temenni eder, değerli yazınız için teşekkür ederim. Saygılarımla... Sinan Aygün Ankara Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı"
.
.
Bor madeninin önemi
17 Nisan 2001 01:00
Hürriyet gazetesinde İsmet Solak bu konuda şunları yazmaktadır: "... İddia ediyorum. Bor madenleri ile boru hatları yakında ABD'ye verilir. Bitmedi: ABD Büyükelçisinin Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan'a yazdığı iki sayfalık mektup var. Ön sayfada -para vermeyiz- diyor. Arkada -Irak ile yaptığınız son ekonomik anlaşmalar ambargoyu deldi- uyarısı yapılıyor." DYP Balıkesir Milletvekili İlyas Yılmaz Yıldız: "Bor, Balıkesir ve Türkiye açısından çok önemli bir madendir. Fakat bu madeni peşkeş çekme gayretleri var. Gücümüz yettiğince peşkeşe karşı durmaya çalışıyoruz..." Cumhuriyet Gazetesinin 15 Şubat 2001 tarihli sayısının 2. sayfasında Mehmet Tabanlıoğlu (eski Petrol Ofisi İşletmesi Müdürü)'nun "Bor ve Borç Üzerine..." başlıklı yazısında şu bilgiler yer almaktadır: "Ben Emet ilçesinde doğdum. Yani, bor madeninin bol olduğu yerde... Bor, Etibank tarafından Emet'te çıkarılır, Bandırma'da işlenir, buradan da dışarı gönderilir. Sanayinin çeşitli alanlarında çok önemli bir maddedir bor. Petrole yakın bir değer taşıyor. Bor, Kütahya'nın Emet'inden başka (eskiden Emet'in köyü iken maden çıktıktan sonra gelişerek ilçe olan) Hisarcık'ta, Balıkesir'in Bigadiç'inde, Eskişehir'in Kırka'sında, Bursa'nın Mustafakemalpaşa ilçesi Kestel beldesinde bulunmaktadır. İngiliz ve Amerikan petrol şirketleri, vaktiyle Anadolu'da arama izni alıp sondajlar yapmışlardı. Rezervi az bahanesi ile fışkıran petrol kuyularına beton döküldüğü, Arabistan petrol yataklarının tükenmesinden sonra derinlerdeki yakıta el atılacağı basında çalkalandı durdu. Özelleştirmede tek engel olan Maden Yasası'nın "Madenlerin aranması ve işletilmesi devlet eliyle yapılır" maddesi değiştirildiği anda Amerika'daki Rio Tinta Zinc firması ne yapıp edip borlarımıza el koyacak. Petrolde olduğu gibi Emet'teki çıkartımı yavaşlatıp ya da durdurarak öteki bor yatakları bittikten sonra işletmeye ivme kazandıracak." Washington'a kaynak (12 milyar dolar) bulmak için giden Devlet Bakanı Kemal Derviş'e ABD ve IMF "önce yasa sonra para" dediler. Evet bu yasalar içinde TEKEL ve muhtemelen BOR madeni de var... Peki ama "BOR nedir?" BOR madeni ilk bakışta beyaz bir kayayı andırıyor. Çok sert ve ısıya dayanıklı. Doğada serbest bir element olarak değil, tuz şeklinde bulunuyor. Ülkemizde bulunan 'bor'un kalitesi de diğerlerine oranla daha yüksek. Toprağın 40 metre altında bulunan borun işlenmesi de, diğer elementlerle az karıştığı için kolay. Roket yakıtından, diş macununa kadar her alanda kullanılan bor, sanayinin tuzu olarak adlandırılabilir. İşte 400'den fazla üründe "olmazsa olmaz" denilen borun hayatımızdaki yeri: Borcamlarda kulanılan bor, motor yağlarında ve çelik jantlarda da kullanılıyor. Ayrıca araba boyalarının içine katılan bor, parlaklığı ve kolay çizilmemeyi sağlıyor. Lastiklerin içindeki çelik teller de borla güçlendiriliyor. Bilgisayarlar, cep telefonları, walkmenler bugün bu kadar küçükse, bunu 'bor'a borçlu. Çünkü bilginin akışını sağlayan ince optik lifler, bor almadan sağlam olamıyor. Tarım ilaçlarında da bor var. Yalnız, çok kullanılırsa öldürüyor, dozunda olursa verimi artıran gübre oluşuyor. Bisküvi, pasta gibi gıda ürünlerinin yapıldığı kalıplarda da bor kullanılıyor. Eğer bor olmasaydı, kalıplar yüksek ısıya dayanmayacaktı. Ahşap ürünler, uzun ömürlü ve bozulmadan kalabilmeleri için, bor bulunan bir madde ile işleme tabi tutuluyor. Seramik sanayiinde; fayansların parlaklığı ve sertliği bor sayesinde oluyor. Porselen tabaklar da bor sayesinde var. Çamaşırları beyaz yapan aslında bor. Ateşe dayanıklı olduğu için yanmaz kumaş üretiminde de kullanılıyor. Tıp ve ilaç sanayiinde; diş macunlarında, yanık ve yara kremlerinde de bor var. Losyonlarda ve kremlerde de bor olduğunu unutmayın. Yakıt sanayii; borun en değerli olduğu sektör bu. Çünkü borlu yakıtlar itme güçlerinin fazlalığından dolayı, roket, füze ve savaş uçaklarında kullanılıyor. Çok yakın bir gelecekte borlu yakıtların, diğer motorlarda da kullanılacağı söyleniyor. Bu durumda borun önemi bir kat daha artıyor. Amerikalılar'ın havada infilak eden uzay mekiği Challenger'in sağlam kalan tek parçası, Türk borundan yapılan baş kısmı. Bu bile, Türkiye'nin elindeki gücün kanıtı. Bor o kadar değerli ki, yakın gelecekte zenginliğin simgesi olacağı söyleniyor. Türkiye'nin elindeki bor rezervi, tüm dünyanın bor ihtiyacını tek başına 400 yıl karşılayacak düzeyde... Ama biz Türkler'in bundan haberi yok!.. Bu zengin maden, adeta ders kitaplarında saklanmış kalmış... Bor üzerinde çalışan uzmanların çoğunluğu, madenlerin özelleştirilmesine karşı. Çünkü bu denli zengin yatakların başka devletlerin kontrolüne geçmesini istemiyorlar... Bazı uzmanların dediğine göre, Amerikalılar, ülkelerindeki bor madenlerini kapatıp, Türkiye'den alım yapmaya başlamış. Çünkü Türk boru, hem keliteli hem çok daha ucuz... Not: "Bor nedir"den itibaren Kadir Kaymakçı'nın Star gazetesindeki yazısından alınmıştır
.
Filistin'de katliam provası
18 Nisan 2001 01:00
Lübnan'ın Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında, Lübnanlı Hıristiyanlarla birlikte; bir gecede yüzlerce Filistinlinin katlinin emrini veren Ariel Şaron şu anda İsrail Başbakanıdır. Ancak bizzat bu katliamdan İsrail Yüce Divan'ı Şaron'u suçlu bulduğu için, o dönemde Savunma Bakanlığından istifa etmiştir. Aynı şahsın emri ile geçen haftalar İsrail helikopterleri, tankları ve buldozerleri, 11 Nisan 2001 sabahı, Gazze Şeridinin güneyindeki "Han Yunus Mülteci Kampı"na girerek 15 ev yerle bir edilmiş, 15 ev ağır hasar (kullanılamaz halde) görmüş, 2 kişi şehit edilmiş, 40 kişi yaralanmıştır. Kamptaki camiden "cihad" çağrısı yapılmak suretiyle, Filistinliler silaha sarılmış ve kampı savunmuşlardır. Çatışmalar 24 saat aralıksız devam etmiştir. İsrail daha önce kampın su ve elektriğini kesmiştir. Filistin yeni bir Bosna ve Kosova'ya dönüşmek üzeredir. İsrail'in baskısı ve katliamları karşısında ABD'nin peyki olan Arap hükümetlerinin susmasıyla (birkaçı hariç) bu ülkelerin hükümet ile halkı arasında uçurum giderek derinleşmektedir. Arap ülke şeyh, sultan ve diktatörlerinin altındaki halı giderek kaymaktadır. Devrilecekleri günler yakındır. Filistinliler ile İsrail'deki Yahudiler arasında kin, nefret, güvensizlik duvarı giderek kalınlaşmaktadır. Bu ise İsrail devletinin tehlikede olduğunun işaretidir. Filistin dışında, vatanlarından kovulmuş 4 milyon Filistinli vardır. Ve bunların Filistin'e girişi yasaktır. İsrail'in suyuna İsrail firmaları hakimdir. Filistinliler susuzluktan kıvranmaktadır. Ayrıca işsizlik son derece büyüktür. Filistinliler İsrail içinde ikinci derece vatandaşlık şöyle dursun, köle, esir ve parya statüsündedir. Dünya Yahudilerinin İsrail'i kurtarmaya güçleri yetmez. Doğuşundan sonra kin, öfke ve vatan hasreti ile yetişen Filistinli çocukları, İsrail unutmasın. Yahudi kana doymuyor. Ama dökülen her damla kan ilerde binlerce damla kanın tohumudur. İsrail ilk önce gözdağı verip, sonra anlaşma yapma peşindedir. İsrail'in Filistinlilere yönelik saldırılarının artması ABD'nin bile (ABD İsrail'in en yakın dostudur) sabrını taşırmış ve İsrail'in kanlı saldırılarını derhal durdurmasını istemiştir. Ortadoğu'da bir patlama kaçınılmazdır. Nitekim İsrail'de çıkan Yediot Aharonot gazetesinde köşe yazarı Aleks Fishman, bu çatışmalarla ilgili yorumunda: "Bu yalnızca başlangıç. Bu topraklarda hüküm süren şiddet dalgası, bizimle Filistinlilerin arasında çıkacak, çok büyük bir kasırganın habercisi." Batı Şeria'da, Cochau Yair'in 5 km doğusunda Cemmal köyünde yaşayan 84 yaşındaki Mustafa Davud elindeki tapuyu göstererek, 1948'den beri Filistin dışına sürdüler, 24 hektar arazime el koydular. Eski başbakan Barak'ın evi benim arazim üzerinde, demiştir. Toprağına el konulan (gaspedilen) nasıl İsrail'e güven duyabilir? 1960'lı yılların başında İstanbul Tıp Fakültesinde okuyan bir Filistinli öğrenci vardı. "Çalınan Vatan Filistin" diye küçük ebatlı bir kitabını Bedir Yayınevi neşretmişti. Derhal öğrenciliğine son verilip sınırdışı edildi. Basında yer alan haberlere göre İsrail'in Mescid-i Aksa'nın altında yürüttüğü kazılar hızla devam ediyor. Her gece "Mescid"in altından patlama sesleri geliyor. Bölgedeki İslâm eserleri tahrip ediliyor. Kazılar durdurulmazsa Mescid-i Aksa yakın zamanda çökecek. 21 Ağustos 1969'da Denis Ruhan isimli bir Yahudi, Mescid-i Aksa'yı ateşe vererek büyük tahribata sebep olmuştur. 1979'da 40 Yahudi Mescid-i Aksa'yı işgal ettiler ve sonra serbest bırakıldılar. 3 Nisan 1980'de meşhur fanatik Yahudi Meir Kahane, Mescid-i Aksa'nın her köşesine bol miktarda infilak maddesi yerleştirdi. Teşebbüsü önlendi. 14 Ocak 1984'te İsrail Meclisi (Knesset) üyelerinden bazıları Mescid-i Aksa'ya girmek istedi. Müslümanlar mani oldular. 8 Ekim 1990'da bir grub Yahudi, Mescid-i Aksa'ya girerek secdede olan 30 Müslümanı şehit ettiler. 800 Müslümanı yaraladılar. ABD merkezli İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün 82 sayfalık raporunda, İsrail askerlerinin El-Halil'de yaşayan Filistinlileri kendi ülkelerinde "esir" haline getirdiğini ifade etmektedir. Eylül 2000'den bu yana ikinci intifadada 500 Filistinli katledilmiştir. Yaralıların sayısı binlercedir. Şaron'un niyeti savaştır. Ve anlaşmalar askıya alınmıştır.
Yunanistan'ın tavrına aldanmayalım
19 Nisan 2001 01:00
Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da, Yunanistan Dışişleri Bakanı Papandreu'nun Türkiye'yi ziyareti öncesi ve sonrası bazı medyanın Yunanistan ve Papandreu lehinde yaptığı propaganda, Türkiye'nin değil bazı iş adamlarının menfaati içindir. Yunan halkı ile Yunanistan devletini birbirine karıştırmak yanlış olur. 1830 yılında Osmanlıdan koparılan Yunanistan, üç temel üzerine kurulmuştur. (Türk düşmanlığı-Megalo idea-Ortodoksluk) Hiçbir hükümet, parti ya da siyasi bu temelleri (tabuyu) yıkamaz. Yunanistan'ın iyi niyetinden bahsederken ya tarih bilmiyorlar ya da çok gafiller. Türkiye aleyhine olan her faaliyetin arkasında Yunanistan vardır. Kaldı ki Hıristiyan emperyalizmi, kilisenin haçlı zihniyeti ve savaşında Yunanistan sadece satranç tahtasında her an feda edilecek "asker"dir. Ne kale, ne vezirdir. Şah ise asla değildir. ABD ve AB'nin menfaatleri Türk-Yunan ihtilafları, düşmanlığı temeline dayanır. Aslında Yunan halkının önemli kısmı Anadolu'dan Lozan sonrası Yunanistan'a gidenlerdir ve bunlar Yunanistan'da ikinci sınıf vatandaştırlar. Papandreu'nun da ifade ettiği gibi Yunan halkının % 70'i Türkiye ile iyi komşuluk münasebetlerinden yanadır. Varsayalım Türkiye-Yunanistan arasında iyi münasebetler oldu. Ege Denizi'ndeki binlerce ada Anadolu'ya daha yakındır. İhtiyaçlarını daha ucuza Anadolu'dan temin ederler. Bu ise Yunanlı iş adamlarının işine gelmez. İki ülke arasındaki ticari münasebetler ise iki ülke halkının sosyal, kültürel ve hatta siyasal yakınlaşmasını temin eder. Buna Yunanistan rıza göstermez. ABD ve AB ise asla müsaade etmez. Yunan halkına Türk düşmanlığını aşılayan, fitne tohumlarını eken Batı'dır. Esasen İngiltere, Fransa ve Rusya Yunanistan'ı Osmanlıyı bölmek, Balkanlar, Ege ve Akdeniz'den atmak maksadıyla kurdular. Batılı tarihçilerin eserlerinde bu açıkça itiraf edilmektedir. Bugünkü Yunanlıların damarlarında zerre kadar eski Yunan kanı olmadığını Ortodoks Türk, Arnavut, Ulah, Makedon, Sırp, Hırvatlara, Fener Patrikhanesi ve Fransa medyasının Yunanlılık şuuru aşılayarak sanal ve yapay bir millet olduğunu Batılı tarihçiler vesikalarla ifade etmektedirler. Şu anda Türk-Yunan münasebetlerinde "inisiyatif" Yunanistan'ın elindedir. Atina'nın "ince hesapları" vardır. Türkiye'yi sertleştirerek değil uysallaştırarak hedefine ulaşmak istiyor. Yunanistan "Türkiye" dahil düşmanı olmayan ülkedir ama muazzam ölçüde silahlanmaktadır. Yunan Başbakanı Kostas Simitis askeri harcamada kısıntı yaparken muhaliflerine "Türk ordusu bizim için silahlanmıyor" demiştir. Türkiye'nin kara ve deniz olmak üzere 13 komşusu vardır. Yunanistan neden savunmada kısıntı yapmıştır? 2004 Olimpiyatları Atina'da olacaktır ve henüz hiçbir hazırlık yoktur. Kaldı ki Eylül 2000 tarihinde, Yunanistan Savunma Bakanı Akis Gohacopulos, gelecek on yıl içindeki Yunan savunma stratejisini tespit etme toplantısı akabinde yaptığı açıklamada: "Yunanistan için esas tehdit ve tehlikenin Türkiye olduğunu" ifade etmiştir. Aynı tarihte ise 15 adet Mirage 2000-5 savaş uçağı, 200 adet havadan havaya Mica füzesi ve 56 adet Cruise füzesi almak ve mevcut Mirage uçaklarını Fransa'da modernize etmek için anlaşmalar yapmıştı ve bu anlaşmalar yürürlüktedir. Almanya'nın Türkiye'ye sattığı Leopar-2 tanklarından 500 adet almak için anlaşmıştır. Papandreu'nun "Türkiye artık bizim düşmanımız değil" sözüne elbette inanmak isteriz. Ama yine de bu sözü ihtiyatla karşılamalıdır. Yorgo Papandreu bu sözünde ne derece samimidir? Zaman bunu gösterecektir. Yunanistan'da neşredilen "To Vima" gazetesi "Atina'nın silahlanma harcamalarında kısıtlama yoluna gitme kararını, Türkiye'nin uluslararası para fonu (IMF) ile olan anlaşmasında yer alan bazı maddeleri önceden öğrenmesi sebebiyle aldığını" iddia etti. Hükümet yanlısı gazete, haberinde "IMF'nin Türkiye'ye ekonomik destek için öne sürdüğü şartlarla ilgili çok gizli bilgilerin" Başbakan Kostas Simitis ile Milli Ekonomi Bakanı Yannos Papandoniu'ya ulaşması sonucunda, Atina'nın bilgileri dikkatle ve gizlice değerlendirerek, silahlanma konusunda kısıtlama yoluna gidilmesi ve bazı programların da ertelenmesi kararını aldığını yazdı. Papandreu'nun sözlerini değerlendirmek gerekirse "Zarf Yorgos Papandreu ama mazruf Andreas Papandreu"dur. Andreas Papandreu 1923'ten bu yana en aşırı Türk düşmanıdır. Aslında bugünkü Mora Yarımadası ile Ege Adalarının ilk sakinleri Türk kavimleridir. Kültürlerini koruyamadılar ve Ortodoks olup sonra Yunanlı oldular. Ekim 2000'de bir Yunan yazarı (Kronyatikis) Akropoliste'ki yazısında "Bugün Türklerin elinde bulunan toprakların hepsi bizimdir. Bu toprakları elimizden aldılar" demektedir. Bu temelsiz ve yanlış görüşe sahip Yunanlı'da samimiyet aranamaz...
.
ABD-Çin krizi
20 Nisan 2001 01:00
ABD'nin Ep-3 casus uçağı, Güney Çin Denizi'nde keşif uçuşu yaptığı sırada, bir Çin savaş uçağının EP-3'ün kanadına aşırı yaklaşmasıyla çarpışma olmuştu. Çin uçağının pilotu halen kayıptır ve Çin bu pilotu milli kahraman ilân etmiştir. ABD uçağı Haynan Adasına mecburi iniş yapmıştır. 24 kişilik mürettebatı Çin 11 gün teslim etmemiştir. ABD Başkanının mektubundaki "derin üzüntülerini" bildirmesini özür sayan Çin, 24 kişiyi serbest bırakmış ve bu ABD'li personel, Hawai'ye gelmişlerdir. Pekin Üniversitesi öğrencileri ABD Başkanının mektubundaki; "derin üzüntülerini" (tam özür) anlamına gelmediğini dile getirmiş ve Pekin'i Washington'a karşı yumuşak davranmakla suçlamışlardır. Siyasi uzmanlara göre bu hadiseden Çin kazançlı çıktı. Krizi Çin, ABD'ye karşı 2-1 kazandı ve Bush puan kaybetti görüşündedirler. Kriz sebebiyle Devlet Başkanı Jiang Zemin ön plana çıkarken; reformcu Başbakan Zhu Rongji, Çin ordusunun gözünden düştü. Kriz boyunca Çin görüşünde direndi, ABD ise devamlı görüş değiştirdi. Çin ekonomisinin büyümesinde en büyük rolü ABD sermayesi ve tekelleri oynamaktadır. Çin'in yumuşamasında ABD sermayesi gibi 2008 olimpiyatlarına Pekin'in talip olması ve Çin'in Dünya Ticaret Teşkilatı'na üye olmak istekleri tesir etti. Çin'in en büyük kazancı ise kendi imkanlarıyla en az 25 yıl elde edemeyeceği elektronik bilgileri, ABD uçağı sayesinde elde etmesidir. Bu ise ABD için kayıptır. Çin'den özür dileyen ve en gizli teknolojiyi Çin'e kaptıran ABD ve Bush kırık not almıştır. Bush'un sert çıkışı işe yaramadı. Çin henüz uçağı teslim etmedi. Harıl harıl en ince noktasına kadar incelemektedir. Kriz bitmeden yeni bir kriz eşiktedir. ABD (Pentagon) aynı bilgiye sahip yeni bir casus uçağı göndereceğini açaklamıştır. Clinton iktidarında birinci tehdit Rusya idi ve Çin ticari ortak idi. Bush iktidarına göre ABD için birinci derecede tehdit Çin'dir. ABD'nin bu cusus uçağı, 10 saat yakıt ikmali yapmadan uçabiliyor. Çin ABD uçağını teslim etmek için ABD'nin Tayvan'a yüksek teknoloji ürünü savaş gemileri ve silah satmamasını istiyor. Devletler hukukuna göre Çin haksızdır. Çünkü bu çarpışma açık denizde yani karasularının dışında cereyan etmiştir. Ama Çin ABD'nin burnunu sürtmüştür diyenler vardır. Çin "apologize" kelimesi ile özür dilemesini istiyordu. Bush "regret" ve ABD Dışişleri Bakanı "verg sorry" kelimeleri ile özür dilediler. Ama yine de Çinlilere göre süper güç ABD, boyun eğdi ve Çin'in isteğini kabul etti. Çin'in zaten 24 personeli rehin tutması ve cezalandırması söz konusu olamaz. Çin dünya devleti olma peşindedir. Menfaatlerine ters düşer. Bilek güreşini Çin kazandı. ABD bu casus uçaklarını ayda 70 defa uçuruyor. Kahraman ilân edilen Çinli pilot Wang Wei, 95 savaş gemisi ve 107 savaş uçağı ile aranmaktadır. Çin "daoçien" kelimesini beklerken "baoçien" kelimesine razı oldu. Çin Dışişleri Bakanına göre: "Hadise bitmedi. Çin hükümeti ve halkı Amerika tarafından bir cevap istiyor. İkincisi ABD uçaklarının Çin sahilleri yakınında keşif uçuşları yapması durdurulmalıdır. Üçüncü olarak da Amerika tarafı somut ve etkili önlemlerle benzer olayların tekrarlanmasını önlemelidir." Çin'de bayram havası esmektedir. 18 Nisan'da ABD-Çin heyetleri görüşmüşlerdir. Çin uçağı düşerken diğer bir Çin uçağı ABD casus uçağını düşürmek için izin istedi. Çin yetkilileri kabul etmedi. Bu çarpışma Çin sahillerinden 70 mil uzakta oldu. Çin hukuka göre haksızdır. ABD casus uçağı Çin'in nükleer denemelerini izliyordu. Çin nükleer denemelerini Doğu Türkistan'da yaparak soykırıma sebep olmaktadı
.
Makedonya'da Müslüman nüfus yok ediliyor!
21 Nisan 2001 01:00
1990'dan bu yana "Soğuk savaş" sona erdikten sonra; "Yeni Dünya Düzeni adı altında Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu'daki hadiselere doğru teşhis koymak gerekir. Aslında Osmanlının mirası kan ile tasfiye edilmektedir. Makedonya'daki çatışmalar bu kanlı tasfiye senaryosunun bir parçasıdır: Fazilet Partisi İstanbul Milletvekili ve Dışişleri Komisyonu üyesi Hüseyin Kansu, TBMM Genel Kurulu'nda "Makedonya krizi ve Balkan'lardaki son gelişmeler" üzerine gündem dışı yaptığı konuşmanın özetini, önemine binaen sizlere aktarmak istiyorum: "Balkanlar'da yaşanan her gelişme, Türkiye'yi çok yakından ilgilendirmekte ve doğrudan etkilemektedir. En basitinden, Balkanlar'da yaşanan her dramatik olay, burada yaşayan Türk ve Müslüman akraba toplulukları Türkiye'yi göçe zorlamakta, bu da bölgedeki siyasi ve demokratik dengeleri altüst etmektedir. 1878 Berlin Kongresi'nden bu yana yaşanan Balkan Savaşları, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, soğuk savaş ve sonrasındaki Bosna-Hersek savaşı, Kosova'daki ve son olarak Makedonya'daki çatışmalar, daima bölgedeki Müslüman halkın aleyhine işlemiş, bu insanların da yüzü daima Anadolu'ya dönük olagelmiştir. Bütün bunları, Balkanlar'daki Osmanlı bakiyesini tasfiyeye yönelik olaylar olarak değerlendirmek gerekir. 1912-1913 Balkan Savaşları sırasında kayıtları tutulmayan yüzbinlerce Müslüman Türk ve akraba topluluklar, Sancak, Kosova, Doğu Makedonya ve Batı Trakya'dan Türkiye'ye göç etmiştir. Bugün, Makedonya'da yaşanan silahlı çatışmaların ardında, o günlerde Doğu Makedonya'da olduğu gibi Batı Makedonya'daki sorunun en hassas noktasını nüfus dengeleri oluşturmaktadır. Makedonya'da on yıldır uluslararası gözlemcilerin izleyebileceği bir düzeyde nüfus sayımı yapılamamıştır. 1991 ve 1994'te yapılan nüfus sayımlarını, Arnavutlar protesto etmiştir. Müslümanlar arasındaki doğum oranının yüksekliği de yönetimi tedirgin etmektedir. Nisan ayı içerisinde AGİT gözetiminde yapılması planlanan Makedonya'daki nüfus sayımı öncesinde bu çatışmalar düşündürücüdür. Makedonya'daki Arnavutlar, ayrıca, kurucu millet olma, adil bir seçim sistemi ve ana dillerinde yüksek öğretim hakkı, askeri ve sivil bürokraside nüfusları oranında görev alabilmeleri gibi çeşitli demokratik haklarının verilmesini talep etmektedirler. Avrupa Birliği gibi çeşitli uluslararası kuruluşların da telkinleriyle, Makedon yönetiminin diyalog yoluyla çözüme yanaşma meyli, bölgenin huzur ve istikrarı açısından sevindirici bir gelişmedir. Cumhuriyetimizin ilanından bu yana Balkanlar'dan Anadolu'ya yaşanan göçlerde ise, resmi rakamlara göre toplam 504 bin 434 göçmen Türkiye'ye gelmiştir. Bu rakama, Mayıs ve Ağustos 1989 arası yaklaşık 400 bin Türk'ün Bulgaristan'dan Türkiye'ye göçmesi -ki bu göç İkinci Dünya Savaşı'ndan bu tarihe kadar Avrupa'da yaşanan en büyük göç hareketidir- dahil değildir. Bu rakamlar açıkça göstermektedir ki, Türkiye Balkanlar'da yaşanan en ufak bir gelişmeye kulaklarını tıkayamaz, gözlerini kapayamaz. Türkiye'nin menfaatleri ve savunma öncelikleri de böyle bir ilgisizliğe asla müsaade etmez. Soğuk savaş sonrası dönemde, Balkanlar'daki ülkemiz çıkarlarının tehdidine yönelik en önemli gelişme, bölgede her olayda kendini hissettiren, Yunan-Sırp eksenidir. Bu eksen, Makedonya ve Bulgaristan üzerinden Türkiye'yi çevrelemeye yönelik girişimleri her geçen gün artırmaktadır. Şu sıralar, Makedonya'da patlak veren silahlı çatışmalar da dahil, Balkanlar'daki birçok meselenin ardında, Kosova'nın resmi siyasi statüsünün henüz belirlenmemiş olmasının payı da büyüktür. Kosova halkının büyük bir ekseriyetini teşkil eden Arnavutlar, Kosova'nın tam bağımsızlığını talep ederken, Batı, bu bağımsızlığa taraftar gözükmemekte, Kosova'nın gevşek bir şekilde Sırbistan'a bağlı kalmasını arzu etmektedir. Bu statünün ne şekilde belirleneceği, Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Karadağ, Yunanistan ve Sırbistan sınırları içerisinde yaşayan 7 milyonluk Arnavut nüfusu çok yakından ilgilendirmektedir. Bölgede dağınık bir şekilde yaşayan bu nüfus da, sonuçta Balkan denklemini etkilemektedir. Ülkemizin hiç arzu etmediği şeyin, bu denklemin bozulması, Balkanlar'da yeni karışıklıkların çıkması olsa gerekir. Türkiye, bölgede çıkması muhtemel bu tip karışıklıkları önlemek için uluslararası platformlarda her türlü girişimlerde bulunmaktadır. Balkan zirvesi ve Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı, bu planda en önemli platformdur."
.
İsrail'in Gazze Şeridi'ni İşgali
24 Nisan 2001 01:00
İsrail'e karşı olduğu gibi, Arafat'a muhalif olan Hamas Teşkilâtı'nın İsrail'e ait Sderot kasabasına havan mermisiyle saldırısı üzerine; İsrail ordusu, Başbakan Ariel Şaron'un emriyle, 16 Nisan gecesi Gazze Şeridine saldırdı. 1 milyon 200 bin Filistinlinin yaşadığı ve bu şeridin yüzde 70'inden fazlasının tamamen Filistin yönetiminin denetiminde bulunduğu halde Gazze Şeridini geçici olarak işgal etti. Bu bölgeyi 6 saat devamlı bombaladı. Harekata tanklar, helikopterler, füzeler, gemiler ve buldozerler katıldı. Yapılan saldırıda 6 kişi ölmüş ve 30 kişi yaralanmıştır. Bu saldırı yalnız Filistinlilerde değil, bütün Arap ve İslâm Dünyasında tepkilere sebep olmuştur. Filistin Devlet Başkanı Asfor: "İsrail, Filistin topraklarını yeniden işgal ederek yeni ve tehlikeli adım attı." demiştir. İsrail ordusu geri çekilmiştir ama saldırılar ve Filistinlilerin katliamı devam etmektedir. İsrail, hastaneleri bile bombalamakta ve çocukları öldürmektedir. İsrail'in Lübnan'da bulunan Suriye radar mevziini bombalaması ve Suriyeli 3 askerin ölümüne ve 6 askerin yaralanmasına sebep olması bölgedeki tansiyonu yükseltmiştir. Batı'nın bir nevi uydusu olan Cezayir ve S. Arabistan yetkilileri bile saldırıya sert tepki göstermişlerdir. Şaron 1989 yılında yazdığı kitapta Gazze Şeridi'nin işgalini anlatıyordu. Gazze, İsrail'in güneybatısında Mısır sınırında yüzölçümü 362 kilometrekare, uzunluğu 45 km, genişliği 6-10 km'dir. Bölgede 1 milyon 200 bin Filistinlinin, 6 bin 500 İsrailli göçmenin yaşadığı; kilometrekare başına 2350 kişinin bulunduğu özerk Filistin Yönetimindeki Filistin'in çok küçük bir parçasıdır. Filistin'e ait bu bölge 1948-1949 Arap-İsrail Savaşında Mısır'ın eline geçti. 1956 savaşında büyük çaplı çatışmalara sahne oldu. 1967 Arap-İsrail Savaşında İsrail tarafından işgal edildi. Bu saldırılar üzerine Hizbullah: "Düşmana ne zaman, nerede ve nasıl darbe indireceğimizi gayet iyi biliyoruz. İsrail Başbakanı Ariel Şaron'un halkımızı yıldırma uğraşını karabasana çevireceğiz" açaklamasını yapmıştır. Lübnan iç savaşı (1975-1990) devam ederken 35 bin Suriye askeri Lübnan'a yerleşti. Güney Lübnan'da İsrail askerleri bulunuyordu. Devamlı saldırılar karşısında İsrail askerlerinin çığ gibi artan intiharları üzerine İsrail ordusu geri çekildi. İsrail'in Lübnan'da bulunan Suriye radar mevziine saldırısında Şaron'un asıl niyeti Suriye'yi sıcak savaşa zorlamaktır. Tel-Aviv'in aşırı sağcı ve Likud Partisi mensubu Belediye Başkanı Ehud Olmert, Kudüs'te Yahudi varlığını artırmak ve Filistinlileri kademeli olarak belediye sınırları dışına çıkarmak için Filistinilere ait yüze yakın evin yıkım emrini çıkarmak üzeredir. Bunların yerine Yahudi yerleşimciler iskân edilerek Kudüs'ün demografik yapısını tamamen Yahudiler lehine değiştirmeyi hedeflemektedir. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'in İsrail ordusunu girdiği bölgeden (Gazze Şeridinden) çekilmeye çağırmasından sonra, Ariel Şaron'un emri ile İsrail askerleri geri çekilmiştir. Powel işgali "ölçüsüz ve daha büyük bir anlaşmazlığa yol açabileceği" ikazında bulundu. Şaron geçmişte tamamı kadın ve çocuk olan 991 Filistinliyi Lübnanlı Hıristiyanlarla birlikte Sabra ve Şatilla kamplarında toplu soykırım ile katleden kişidir. İsrail Dışişleri Bakanına göre bu bölgede 1948, 1967 ve 1973 Arap-İsrail Savaşları gibi bütün bölgeyi içine alan bir savaş çıkmaz. İsrail'in 6 milyon 200 bin nüfusunun 4 milyon 300 bini Yahudidir. Şaron önümüzdeki 10-12 yıl içinde 1 milyon Yahudiyi İsrail'e getirmek için planlar yapmaktadır. İsrail son işgal ve saldırıyla bütün dünyayı karşısına almıştır. İsrail'in tavrı topyekun bir savaşın kıvılcımı olabilir!
.
Filistin-İsrail savaşının tahlili
25 Nisan 2001 01:00
Eylül 2000 tarihinden bu yana İsrail ile Filistinliler arasında ilân edilmemiş bir savaş yaşanmaktadır. Çatışmalar azalmak ya da durmak şöyle dursun; giderek şiddetlenmektedir. İsrail'in saldırgan tavrını ABD'nin muhalefetine rağmen, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kınama kararı almıştır. Türkiye IMF yoluyla ekonomik ve siyasi bir kriz anaforunun içine itilerek, kendi iç sıkıntılarıyla uğraşmaktan Türkiye dışını göremez hale gelmiştir. Zaten yıllardır Balkanları Yunanistan'a Kafkasya'yı Rusya ve İran'a ve Ortadoğu'yu İsrail'e havale ettik. Havale etmenin ötesinde başta İsrail olmak üzere bu ülkelerin güdümünde, onlar adına ve onların menfaatine pasif ve yanlış bir dış politika takip ediyoruz. Bugün Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya'da Osmanlı'nın kalan varlığı kanlı bir şekilde tasfiye edilmektedir. Balkanlarda ve Ortadoğu'da buna ilâveten Osmanlının mirası ve dünyaya mal olmuş tarihi eserler (Mekke dahil) hayâsızca yerle bir ediliyor. 1990 başında Soğuk Savaş sona erdiğinde ve ABD liderliğinde "Yeni Dünya Düzeni" ile ilgili yazılarımda ve açık oturum, konferans ve sempozyumlarda şu görüşü ısrarla ifade etmiştim: Yeni Dünya Düzeni, Osmanlısız Birinci Dünya Savaşı öncesine dönüştür. Osmanlının kalan mirasının tasfiyesidir. İslâm ve Türk Dünyasında değişen dengeler ve değişen şartlara göre küreselleşme adı altında yeni sömürge, manda sistemini kurmadır. Ve bu çerçevede İslam Dünyası iki kategoriye ayrılmıştır. Müslümanların silineceği bölgeler (Balkanlar, Kafkasya) ile Müslümanların sindirileceği bölgeler (Ortadoğu ile Orta Asya) ve Yeni Dünya Düzeninde Müslümanlara tanınan hak sadece gözyaşı ve kandır. Bunları yazdığımdan, beni sevenler bile bunamış olmakla itham ettiler. O tarihte henüz Bosna, Kosova, Çeçenistan, Filistin ve diğer soykırımlar olmamıştı. Keşke ben yanılmış olsaydım. Filistin'deki çatışmalara ilgisiz kalamayız. Giderek şiddetlenen bu savaş, bütün bölgeyi içine alan topyekun bir savaşa dönüşebilir. Geçmiş yıllarda 1990 Körfez Krizi öncesi defalarca yazdım. Yine de tekrar etmekte fayda görüyorum. 1897 yılında İsviçre'nin Basel şehrinde Birinci Siyonist Kongresi nihai bildirisindeki kararlar arasında 6 maddelik şu karar yer alıyordu: 1-Yahudi devleti kurulacak 2-Bunun temini için Filistin'den Türk ve Arapların kovulması gereklidir. (Filistin dışında 6 milyona yakın Filistinli var.) 3-Sultan Abdülhamid Han tahttan indirilecek ve bu kararı bir Yahudi tebliğ edecektir. 4-Araplara dost görünüp Türkler aleyhine isyana teşvik edilecek. 5-Osmanlı Devletini yıkmak için bir cihan harbi çıkarılacak. Şayet gerekli şartlar sağlanamazsa İkinci Dünya Savaşı çıkarılacak, Yahudi devleti kurulacak. (1948'de kuruldu) 6-1897'den 100 yıl sonra 1997'de Nil'den Fırat'a Büyük İsrail kurulacaktır. Bu yolda oldukça mesafe alınmıştır. Manavgat Çayı ve etrafı yakında ve GAP'ın tamamı en az 10 yıl sonra, taşeron şirketlerle İsrail'in olursa sakın şaşırmayın. Türkiye'de tarım IMF vasıtasıyla giderek çökmektedir. Hayvancılık zaten çöktü. 25 yıl sonra GAP ve Anadolu çiftlikleri, İsrail ve Batı'nın çiftliklerine ve Türk köylüsü ise bu çiftliklerin köle işçisi olacaktır. Ve Türkiye Zimbabwe'ye dönüşebilir. Bu ülkede (Zimbabwe'de) verimli toprakların yüzde 70'i birkaç yüz Avrupalının (çoğunluk İngiliz) tapulu arazisi ve çiflikleridir. Avrupa Birliği ve ABD, çiftçilerini son derece muazzam yardımlarla desteklerken; son yıllarda Türk çiftçileri çok ağır darbeler yemiştir. AB ve ABD'nin hedefi Türkiye'de ağır sanayii ve tarımı çökertmektir. Türkiye'yi sadece turizm ve eğlence ülkesi haline getirerek, tarım, hayvancılık ve sanayide kendine muhtaç hale getirmektir. Şeker kanunu ABD ve AB'nin şeker stoklarını eritmeye yarayacaktır. İşsizler ordusuna yüzbinlerce pancar çiftçisi ve onbinlerce şeker sanayiinde çalışan işçiler katılacaktır. Tekelin özelleştirilmesi ile sigara üretiminin yüzde 70'ini elinde bulunduran TEKEL'in yerini ABD tütün ve sigara fabrikaları alacaktır. Kim ne derse desin ben, IMF'nin Türkiye'yi uçuruma sürükleyip, ikinci Somali haline getirerek, Haçlı zihniyeti ile hareket ettiğine inanıyorum. (Bu benim şahsi görüşümdür) Sözün kısası, Türkiye Siyonizm ve Hıristiyan Batı emperyalizminin sömürgesi olma tehlikesindedir!..
.
GAP, Manavgat Çayı ve özelleştirme
26 Nisan 2001 01:00
Türkiye Gazetesi'nin 18 Nisan 2001 tarihli sayısında, birinci sayfada manşetten verilen ve 13. sayfada geniş olarak yer alan "Komplo Uyarısı" başlıklı haber üzerinde titizlikle durulması ve düşünülmesi gerekir. Muhalefet partileri de, iktidarı ve sistemi tenkit eden medya da bu ülkenin evlatlarıdır. Onların da görüşlerine değer vermeli ve hatta bu görüşlerden ülkenin geleceği ile ilgili olanlar Milli Güvenlik Kurulunun gündeminde yer almalıdır; 1- Türkiye'ye gelmesi tahmin edilen 15 milyar dolar Türkiye'nin bugünkü çöken ekonomisini asla dar boğazdan çıkaramaz. Borç almak yerine ihracat ve üretim artırılmalıdır. Kaldı ki yeni programında başta tarım ve ağır sanayi başta olmak üzere üretimin azalması öngörülmektedir. 15 milyar dolara karşı istenen 15 yasa ile ABD ve AB'ye IMF yoluyla bağlı olmamız artacaktır. 2- Avrupa Birliği ve ABD kendi çiftçilerine son derece destek olurken; devlet bankalarının ve devlet bütçesine zarar veriyor diye çiftçiye ucuz kredi ve sübvansiyon ve diğer desteği çekmek, tarımın iflası olur. Devlet aldığı verginin tamamını iç borç faizi ödüyor. Neden bu faizi kesmiyor? 3- Şeker kanunu ile pancar üretimi ile uğraşan yüzbinlerce çiftçi (ev halkı ile milyonlar) zarar görecektir. Bazı şeker fabrikaları kapanarak işçiler kapının önüne konacaktır. Ve asıl hedef ABD ve AB ülkelerinin depolarında stok olan şeker tepelerini eritmektir. Bu şeker ise dolarla alınacaktır. 4- Tütün Kanunu ile Türkiye'nin sigara tüketiminin % 70'ini temin eden TEKEL devre dışı kalarak sigara piyasası ABD'nin eline geçecektir. Milyonlarca tütün çiftçisi perişan olacaktır. ABD'nin tütün çiftçileri bayram edeceklerdir. 5- BOR MADENİ ise petrolün alternatifidir. Çok yakında motorlu araçlarda petrol yerine Bor kullanılacaktır. Zaten uzay araçları ile füzelerde (bor) yakıt olarak kullanılmaktadır. Şu anda 'bor'dan 250 değişik alanda üretim yapılmaktadır. Dünya bor rezervinin % 70'i Türkiye'nin Marmara bölgesindedir. IMF ısrarla 'bor'un özelleştirilmesini yani ABD'nin tekeline geçmesini istemektedir. Kaldı ki ABD'de bor devletin malıdır. Özel şirketlere verilmemiştir. Bir bakanın da dediği gibi bor sayesinde milli gelir (kişi başına) 3 bin dolardan 33 bine çıkabilir. 'Bor'u birkaç milyar dolar uğruna ABD'ye peşkeş çekenleri gelecek nesiller çok ağır şekilde suçlayacaklardır. 6- GAP yakında İsrail'in olursa asla şaşırmayın. Taşeron şirketler vasıtasıyla İsrail çok pahalı fiyatlarla GAP'ın en verimsiz yerlerini bile satın almakta ve GAP, 1948 öncesi Filistinlilerde olduğu gibi İsrail'in olmaktadır. Unutmayın İsrail Meclisinin kapısında şu slogan yazılıdır: "İsrail'in sınırları Nil'den Fırat'a kadardır." İsrail'in eski başbakanlarından Begin vardı. Ona bu sloganı soran gazeteciye, size göre hayal ama bizim için gayedir demişti. 7- Türkiye su potansiyeli bakımından zengin bir ülke değildir. Barajlar kurumuştur. Ülkenin birçok yeri susuzluktan kıvranırken; MANAVGAT ÇAYI'nın suyunu ve etrafındaki kilometrelerce araziyi kira maskesi altında İsrail'e satılması asla doğru değildir. IMF ve dış güçler ve bunların içerdeki uzantıları ile son ekonomik (aslında siyasi) kriz yukarıdaki 7 hedefi elde etmek için ve artı Kıbrıs'ta taviz vermemiz için çıkarılmıştır. Kredi (12 milyar dolar) ancak bu şartla verilecektir.
.
Manavgat Suyu ve İsrail
27 Nisan 2001 01:00
Ankara'ya resmi bir ziyaret yapan İsrail Dışişleri Bakanı Şimon Peres'in; Türk Dışişleri Bakanı İsmail Cem ve devletin en üst yetkilileriyle görüşmelerinde, gündemin birinci maddesini, Manavgat Suyu'ndan İsrail'e içme suyu naklinin oluşturduğu ve bu konuda özel sektör kuruluşları ile işbirliği görüşmelerinin ele alındığı açıklanmıştır. Çok sayıda siyasetçi ve bürokratla yapılan görüşmelerde Peres, şunları söylemiştir: "Bize su, size para lâzım. Verin suyu alın parayı. Manavgat Çayı ve etrafını 40 yıllığına kiraya verin, ABD'deki Yahudi lobisi size tam destek olsun." İsrail yıllardır Türkiye'deki hayallerini (Manavgat ve GAP) başta olmak üzere gerçekleştirme peşinde olduğu gerçektir. Son ekonomik krizin yıllarca önce İsrail kontrolünde iç ve dış güçlerce kanalize edildiği iddiası acaba ne derece doğrudur. Yakında İsrail yetkilileri gelerek, Manavgat suyu bir oldu-bitti ile krizden istifade edilerek İsrail'in malı olması muhtemeldir. Türkiye su potansiyeli bakımından zengin değildir. Ayrıca çoğu köyler olmak üzere binlerce kentte susuzluktan kırılmaktadır. Siverek'in Veremli köyünde beşiktekinden en yaşlısına kadar bütün insanlar hastadır. Çünkü köyün insanları ve hayvanları yağmur sularının topladığı küçük bir su birikintisinden istifade etmektedir. İsrail'in su ihtiyacından önce Anadolu'daki susuzluk giderilmelidir. Manavgat Çayı denize değil, evlerin çeşmelerine akmalıdır. Hatta Türkiye'nin turizm merkezi olan Antalya bile susuzdur. Türkiye metreküpüne 23 sent isterken İsrail 10 sent vermektedir. İsrail'de çıkan "Ha'aretz" gazetesi Manavgat suyunun satışının hız kazandığını ve çok yakında nihai anlaşmanın olacağını yazmaktadır. Amiram Cuher imzalı haber yorumda konu hakkında geniş bilgi vermektedir. Adıyaman Milletvekili Mahmud Göksu, bu konuyu meclise getirerek yazılı cevap istemiştir. Manavgat Çayı'nın 80 km uzunluğu ve etrafındaki 2 km genişlik, İsrail'in kontrolünde olacaktır. Bu ise iki şeyi akla getirmektedir. İsrail'in Türkiye'de hükümran olduğu bir bölge olacaktır. Böyle bir durumda ise İsrail'in hedefi olan ve "Arz-ı Mev'ud" (Vadedilmiş Topraklar) hayalinde önemli bir adım atılmış olacaktır. İkinci olarak da MOSSAD bu topraklara yerleşecektir. İsrail Meclisinde şu slogan yazılıdır: "İsrail'in sınırları Nil'den Fırat'a kadardır" Nehir'i satmak bir nevi toprağı satmak sayılır. Suyu satmak ile nehiri satmak ayrı ayrı şeylerdir. Başlangıçta Manavgat suyunu satmakla başlandı ama şu anda nehir satılıyor. 40 yıl kira işin maskesidir. Bu durumu iyi anlamak lazımdır. Su tankerlerle ya da balon tipi vasıtalarla satılması düşünülebilir! Ama 80 km ve etrafındaki 2 km Manavgat'ın İsrail'e devri, toprak bütünlüğüne ters düşer. Sıra Akdeniz'deki limanların kira maskesiyle Ermenilere, Ege limanlarının Yunanistan'a devrine mi gelecektir? Manavgat Suyu denizden boru hattı ile nakledilsin. 1980'li yıllarda Barış Suyu Projesinde ırmakları kiraya vermek yoktu. Turgut Özal'ın projesine Arap ülkeleri karşı çıktılar. Kaldı ki ilim adamlarına göre "küresel ısınma ile yakında Türkiye'de kuraklık artacaktır. Manavgat'ın satışına Türk düşmanı İngilizler bile şaşırmıştır. "The Middle East" dergisi Nisan 2001 sayısında "Ankara son 20 yıl içinde yaşanan en kötü kuraklık sonrasında, Suriye ile Irak'a Dicle ve Fırat Nehirlerinden su akışını azaltmak zorunda kalabileceğini söylerken, Türkiye, müttefiki İsrail'e su satmak üzere benzeri görülmemiş bir anlaşma görüşmesi yapıyor. Bu anlaşma ile Arap komşuları arasındaki gerilimi muhtemelen yükseltecektir." demektedir. İsrail Batı Şeria ve Golan Tepelerini su kaynakları sebebiyle terk etmiyor. Barajlarda 2000 yılında 10 milyar metreküp su varken 2001 yılında (Mart ayı) 6 milyar metreküpe düştü. Türkiye su sıkıntısı çekerken İsrail'e su şöyle dursun 40 yıllığına nehir satmak asla tasvip edilemez. Böylesi anlaşılmaz bir duruma İngilizler bile hayret ediyor. Oysa tamamiyle Türkiye'nin aleyhinde olan bu durumdan Türk kamuoyunun haberi dahi yok. Su tankerleri sebebiyle Manavgat Çayı'nın denize dökülen civarında balıkçılık sona erecektir. "Sınırlarımız kuzey Kapadokya (orta Anadolu)daki dağlara, güneyde Süveyş Kanalına kadar dayanıyor" (Theodor Herzl Siyonist lider) "Yahudi halkının, gençlerimizin ve yetişkinlerimizin yerine getirmesi gereken başka bir haritası vardır. NİL'DEN FIRAT'A KADAR" (Ben Gurion İsrail ilk Başbakanı)
nerde kaldık https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/m-necati-ozfatura?keyword=2&p=112
.
|
Bugün 305 ziyaretçi (1746 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|