|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Sual: Sabrın önemi nedir? Neye sabretmek daha çok sevaptır? CEVAP Sabır üç çeşittir. En önemlisi günah işlememeye sabırdır. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=3218
|
Musibetlere sabır, sıddıkların derecesidir. Bunun için Peygamber efendimiz şöyle dua ederdi: (Ya Rabbi, bana öyle yakîn ver ki, musibetler bana kolay gelsin!) ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1451
|
Sabır insana mahsustur. Hayvanlarda sabır yoktur. Meleklerin ise sabra ihtiyacı yoktur. * Belaya sabretmek lazımdır. Çünkü küfür ve günahlardan başka bela ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1916
|
Kanaat et, sabır ile çık yola! Kanaat edenler, hazine bula. Sabr eden kulunu, Rabbimiz sever, Kur'an-ı kerimde, onları över. Sabreden kolayca, murada erer, Çok ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=5361
|
Emr-i marufu, fitne çıkarmadan yapmalı! Sabretmeli! Sabır dinin yarısıdır. Sabır acı, ama meyvesi tatlıdır. Sabır acı bir ilaçtır, ama şifası mutlaktır. Küsmek, intikam ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=13776
|
Kur'an-ı kerimin birçok yerinde, (Allah sabredenleri sever) buyuruluyor. Sabır dinin yarısıdır. Diğer yarısı da şükretmektir. Yani gerektiği gibi sabredip şükreden, ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=14179
|
Susmak dile hâkim olmak, sabır ise kalbe hâkim olmak demektir. Aksi durumda yani susulmaz ve sabredilmezse haksızlığın giderilme ihtimali olduğu kadar ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=14172
|
(Rabia, sana bir hediye göndereceğim, bakalım, sabır mı, isyan mı edeceksin?) dedi. Vallahi yapmam, Rabbimin verdiği bu hediyeyi geri veremem…
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=5383
|
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Zafere kavuşmanın yolu, sabır ve takvadır. Acele etmemeli, sabretmeli, dili tutmalı. İnsanın selameti, dilini tutmasındadır. İnsan ne ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=14151
|
3- Günah işlememek için sabır. Hadis-i şerifte, (Belaya sabredene üç yüz, ibadet yapmaya sabredene altı yüz, günah işlememeye sabredene ise, dokuz yüz ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1277
|
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
Sabır
|
Sual: Sabrın önemi nedir? Neye sabretmek daha çok sevaptır?
CEVAP
Sabır üç çeşittir. En önemlisi günah işlememeye sabırdır. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Sabır üç çeşittir: 1- Belaya, musibete sabır, 2- Din bilgilerini öğrenirken ve ibadetlerini yaparken sabır, 3- Günah işlememek için sabır. Belaya sabredene 300, ibadet yapmaya sabredene 600, günah işlememeye sabredene ise, 900 derece ihsan edilir.)[Ebuşşeyh]
Musa aleyhisselam, Hızır aleyhisselama, (Ledün ilmine nasıl kavuştun?) diye sorunca, o da, (Günah işlememeye sabretmek sayesinde) diye cevap verdi.
Kur’an-ı kerimde sabrın önemi çok âyette bildiriliyor. Üç âyet meali şöyledir:
(Sabredenlere, mükafatlar hesapsız verilir.) [Zümer 10]
(Ey iman edenler, Allah’tan sabır ve namazla yardım isteyin. Allahü teâlâ elbette sabredenlerle beraberdir.) [Bekara 153]
(Ey Resulüm, kâfirlerin eziyetlerine, ülülazm Peygamberler gibi sabret!) [Ahkaf 35]
Sabır hakkında hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:
(İmanı en üstün olan; sabırlı, cömert ve hoşgörülü olandır.)[Deylemi]
(Hak teâlâ, sevdiği kulu dertlere müptela kılar, o da sabrederse, ondan razı olur.) [Deylemi]
(Kötü komşunun eziyetlerine ölünceye kadar sabredeni Allahü teâlâ sever.) [Hakim]
(Allahü teâlâ, sabredeni sever.) [Taberani]
(En üstün ibadet sıkıntıya sabretmektir.) [Tirmizi]
(En şiddetli bela sabrın az olmasıdır.) [Deylemi]
(Yeminle söylüyorum, uğradığı zulme sabredenin Allahü teâlâ şerefini arttırır.) [Taberani]
(Geçim sıkıntısına sabredeni Allahü teâlâ Firdevs Cennetine koyar.) [Ebuşşeyh]
(Kıt kanaat geçinecek kadar az rızka sabredenlere müjdeler olsun.) [Deylemi]
(İki gözünü kaybeden sabrederse Cennete gider.) [Hatib]
(Müminin silahı sabır ve duadır.) [Deylemi]
(Allahü teâlâ buyurdu ki: Benim hükmüme razı olmayan ve verdiğim musibete sabretmeyen benden başka Rab arasın.)[Taberani]
Sabır hazinedir
Sabretmek, kurtuluşa, başarıya sebep olan güzel huydur. Sabır, Peygamberlerin hasletlerindendir. Bunun için atalarımız, (Sabır, acı ise de meyvesi tatlıdır), (Sabır selamettir), (Sabırla koruk helva olur) demişlerdir. Belalara sabretmek, kurtuluşa sebeptir.
Bir farzı yapmak veya bir günahtan kaçınmak sabırsız ele geçmez. Çünkü, (İman nedir?) diye sorulduğunda Peygamber efendimiz, (Sabırdır) buyurdu. (Deylemi)
Sabrın büyüklüğü ve fazileti sebebiyle Kur'an-ı kerimde yetmişten fazla yerde sabır ve sabredenlere verilecek sevaplar bildiriliyor. Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:
(Sabredenlerin mükafatını, yapmakta olduklarının daha güzeliyle vereceğiz.) [Nahl 96]
(Allah sabredenleri sever.) [Al-i İmran 146]
(Eyyubü, [mal ve canına gelen musibetlere] sabredici bulduk. O ne güzel kuldu, hep Allah’a yönelir, Ona sığınırdı.) [Sad 44]
(Ey iman edenler, sabredin, sabretmekte birbirinizle yarış edin!)[A.İmran 200]
Sabrın fazileti o kadar büyüktür ki, Allahü teâlâ, sabrı çok aziz eyledi. Herkes sabır nimetine kavuşamaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Sabır, Cennet hazinelerinden bir hazinedir.) [İ.Gazali]
(Eğer sabır insan olsaydı, çok kerim ve cömert olurdu.) [Taberani]
(Hoşlanılmayan şeye sabretmekte büyük hayır vardır.) [Tirmizi]
(İbadetin başı sabırdır.) [Hakim]
(Sabrın imandaki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir.) [Deylemi]
(Hak teâlâ, sabırlı ve ihlaslı olanı, sorguya çekmeden Cennete koyar.) [Taberani]
(En hayırlı vasıta sabırdır.) [Hakim-i Tirmizi]
(Allahü teâlânın yardımı, kulun sabrı ile beraberdir.) [Ebu Nuaym]
(Bozuk bir işi düzeltemezseniz, sabredin! Allahü teâlâ onu düzeltir.) [Beyheki]
(Oruç sabrın, sabır da, imanın yarısıdır.) [Ebu Nuaym]
(Aşkını gizleyip, namusunu koruyarak sabreden, Cennete girer.)[İbni Asakir]
(İmanın yarısı sabır, diğer yarısı ise şükürdür.) [Beyheki]
Kimde şu üç şey varsa
Sual: Başımıza gelen belalara sıkıntılara sabretmek mi lazım, günahlarımıza kefaret oluyorlar mı?
CEVAP
Şakik-i Belhi hazretleri, (Sıkıntıya sabrın mükafatını bilen, sıkıntılardan kurtulmaya heves bile etmez) buyuruyor. Sıkıntılara karşılık verilecek nimetleri hatırlayarak, sıkıntı hafifletilebilir. Nitekim Allahü teâlâyı sevenler, birçok acılara katlanmışlar, hatta o acıları duymamışlar bile, Sırri-yi Sekati hazretleri, (Allahü teâlâyı seven, Ondan gelen belaların acısını hiç duymaz. Bir değil, yetmiş kılıç darbesi alsa yine duymaz) buyuruyor. Nitekim, Mısır halkı günlerce yemeden içmeden Hazret-i Yusuf’un güzelliğine bakakaldılar. Onun güzel yüzüne bakmakla açlıklarını unuturlardı. Bundan daha önemlisi de Mısır’ın ileri gelen kadınları, Hazret-i Yusuf’un güzel cemaline bakarak, ellerini kestiler, fakat acısını duymadılar. (Yusuf suresi 31 )
Bela, musibet, günahlara kefarettir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Size gelen her musibet, kendi ellerinizle işleyip kazandığınız günahlar yüzündendir. Bununla beraber Allah bir çoğunu da affeder, musibete uğratmaz.) [Şura 30]
Demek ki işlediğimiz günahların bir kısmına ceza olarak musibet geliyor. Böylece ahirete kalmadan dünyada günahımızın cezasını ahirete göre çok hafif olarak çekiyoruz.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
(İnsanın karşılaştığı her şey Allahü teâlânın dilemesi ile var olmaktadır. Bunun için, iradelerimizi Onun iradesine uydurmalıyız. Karşılaştığımız her şeyi aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur.)
Gelen bela ve sıkıntılara sabrederek göğüs germek büyük nimettir. Sabredemeyen felakete düçar olur. Bir hastalık, bir bela gelince bağırıp çağırmak fayda vermez. Aksine zararlı olur. Bunun tek çaresi Allahü teâlânın takdirine razı olmaktır. Sabırlı olmayan muvaffak olamaz. Bir kimse başına gelen felaketlere sabretmezse devamlı huzursuz olur, doğru dürüst ibadet edemez. Kim Allah’tan korkarak sabrederse sıkıntılardan kurtulur. Sabreden muradına erer. Her hayra sabırla ulaşılır.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kimde şu üç şey varsa, dünya ve ahiretin hayrına kavuşmuş demektir: Kazaya rıza, belaya sabır, rahatlıkta dua.) [Deylemi]
Demek ki, belaların nimet olması, o belaya sabretmeye ve Allahü teâlânın gönderdiği kazaya razı olmaya bağlıdır. Bela gelince feryat eden, önüne gelene Rabbini şikayet eden, nimetten mahrum kalır, azaba layık olur. Belaya sabır, Peygamberlerin hasletlerindendir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allah’ın sevdikleri, belaya uğrar. Sabreden mükafata nail olur, sızlanan da cezaya.) [İ. Ahmed]
(Derdini açıklayan sabretmiş olmaz.) [İ.Maverdi]
(Uğradığı belayı gizleyenin günahları affolur.) [Taberani]
(Sıkıntılı iken on defa " Hasbiyallahü la ilahe illahü, aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbül-arşil-azim" okuyanın Allahü teâlâ sıkıntısını giderir.) [Şir’a]
Dostluk alameti, dostun [Allah’ın] belasına sabretmektedir. Sabredildiği takdirde belanın nimet olduğu bilinince, belanın daha iyi olacağı zannedilmemelidir. Asla bela istenmez.
Hoşlanmadığımız şey belki bizim için hayırlıdır
Sual: Bir yakınımız ölüyor, başımıza kaza geliyor. Sabretmemek günah mıdır?
CEVAP
Dünya mihnet ve sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sabretmekten başka çaresi yoktur. Üç sabır çok sevgilidir: Taate sabır, günah işlememeye sabır, bela ve mihnete sabır.
Çocuğunun ölmesi, malının elden çıkması ve göz, kulak gibi uzuvlarının görmemesi ve işitmemesi gibi insanın isteği ile ilgisi olmayan musibetlere sabretmekten daha faziletli sabır yoktur. Belalara sabır, sıddıkların derecesidir. Bunun için Peygamber efendimiz şöyle dua ederdi:
(Ya Rabbi, bana öyle yakîn ver ki, musibetler bana kolay, hafif gelsin!) [Tirmizi]
Biri, "Ey Allah’ın Resulü, malım gitti, param gitti, vücudum hasta oldu" dedi. Ona buyurdu ki:
(Malı gitmeyen, parası bitmeyen ve hasta olmayanda hayır yoktur. Çünkü Allahü teâlânın sevdiği kul, belaya maruz kalır.)[Ebu Davud]
İbni Mübarek hazretleri buyurdu ki:
Musibet birdir. Musibetin geldiği kişi, feryat eder, ağlar, sızlarsa, iki olur. Biri musibetin kendisidir, diğeri sevabın gitmesi. İkincisi öncekinden daha büyüktür. Sabredenlere verilen sevabın miktarını Allahü teâlâdan başkası bilmez.
Şakik-i Belhi hazretleri buyuruyor ki:
"Musibete sabretmeyip feryat eden, Allahü teâlâya isyan etmiş olur. Ağlamak, sızlamak, bela ve musibeti geri çevirmez."
Kul, her anda nefsinin hoşuna giden veya gitmeyen bir işten ayrı değildir. Her iki halde de sabra muhtaçtır. Mal, nimet, makam, sıhhat ve buna benzer şeylerde kendini tutmayıp, bu nimetlere dalar ve kalbini bunlara bağlarsa ve bu halde durursa, onda nimetlere aşırı derecede dalmak ve haddi aşmak meydana gelir. (Herkes mihnete katlanır, ama sıddıklar hariç, afiyette sabreden pek azdır) demişlerdir. Eshab-ı kiram, "Mihnet ve sıkıntı içerisinde bulunduğumuz zamanlar sabretmek, bugün içerisinde bulunduğumuz nimet ve zenginliklere sabretmekten kolay idi" dediler. Bunun için Allahü teâlâ, (Mal ve çocuklarınız ancak imtihan içindir) buyurdu. Nimete sabır, kalbi ona bağlamamak, ona sevinmemektir.
İyi ameller işlemek gibi, kendi isteği ile olan şeylerde de sabra ihtiyaç vardır. Çünkü ibadetlerin namaz gibi bir kısmı tembellikten, zekat gibi bazısı cimrilikten, hac gibi bazısı da her ikisinden dolayı zor gelir ve sabırsız yapılamaz. Her iyi amelin başında, ortasında ve sonunda sabra ihtiyaç vardır. Başında olan, niyeti ihlasla yapmak, riyayı kalbinden çıkarmaktır. Bunlar ise zordur. Taat esnasında sabretmek ise, şart ve edeplerini hiçbir şeyle karıştırmamaktır. Mesela namazda ise, hiçbir tarafına bakmamalı, hiçbir şey düşünmemelidir. İbadetten sonraki sabır da, yaptığını izhar etmekten, söylemekten kaçınmak ve bununla ucubdan sabreylemektir.
Günahlara gelince, sabretmeksizin el çekmek imkansızdır. Şehvet ne kadar kuvvetli ve günah işlemek ne kadar kolay olursa, o günahı işlememeye sabretmek o kadar zor olur. Bunun için dil ile işlenen günahlara sabretmek daha zordur. Çünkü dilin hareketi kolaydır. Hele çok konuşursa, âdet haline gelir. Dil ucuna gelip, kendini başkalarına beğendirecek bir kelimeye sabretmek zor olur.
İnsanların eliyle veya diliyle eziyet etmeleri gibi, kendi isteğiyle olmayan, fakat karşılık vermesi isteğiyle olan şeylerde, karşılık vermemek için veya karşılık verirken haddi aşmamakta da sabretmeye ihtiyaç vardır.
Eshab-ı kiram, "Biz insanların sıkıntısına katlanmadığımız imanı, iman saymazdık" buyuruyor. Allahü teâlâ Peygamber efendimize, (Onların eziyetlerine aldırma ve tevekkül et) buyuruyor. (Ahzab 48)
Mukadder olan şey başa gelir, eğer sabredilirse ecri görülür. Sabredilmez, bağırılırsa, günaha girilir ve huzursuz olunur. Sıkıntı her ne kadar çok acı ise de, sabredilir ise, nimet olacağı bildirilmiştir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de, kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.) [Bekara 216]
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Mümin, rüzgarla sallanan buğday başağı gibi düşüp kalkar. Doğru durmak isteyince yıkılır. Facir ise, çam ağacı gibi, kesilene kadar, hep başı dik durur.) [Buhari]
(Üç gün hasta yatan mümin, yeni doğmuş gibi günahtan temiz olur.) [Ebuşşeyh]
(Vahşi hayvan gibi hastalanmamak ve üzülmemek mi istiyorsunuz?) [Beyheki]
(40 gün içinde, mümine, bir üzüntü, bir hastalık veya korku yahut malına zarar gelir) ve (Müminde 3 şeyden biri bulunur: Kıllet, illet ve zillet.) (K.Saadet) [Kıllet; fakirlik, İllet; hastalık, Zillet; itibarsızlık]
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
(Firavun 400 yıl yaşamıştı. Bir kere başı ağrımamış, ateşi olmamıştı. Bir kere başı ağrısaydı, herkesin kendine tapınmasını istemesi hatırına gelmezdi.) [K.Saadet]
Sıkıntıya katlanmak
Sual: Geçim darlığı ve huzursuzluk gibi maddi ve manevi sıkıntılar, günahların çokluğundan mı ileri gelir?
CEVAP
Günahlardan tevbe etmeli ve her zaman iyilik etmeye çalışmalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Nerede ve ne halde olursan ol, Allah’tan kork ve her kötülüğün akabinde bir iyilik et ki, onu yok etsin!) [Tirmizi]
Günahları yok etmek için tevbe etmek ve her zaman iyilik etmek gerekir. Kur'an-ı kerimde mealen, (Şüphesiz iyilikler, kötülükleri yok eder) buyurulmaktadır. (Hud,114)
Her hastalık zıddı ile tedavi edilir. Günah sebebi ile kararan kalb, iyilik nuru ile temizlenir. Dünyalıktan gelen her sıkıntı, müslümanın kalbini dünyadan soğutur ve nefret ettirir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Öyle günahlar vardır ki, onları ancak geçim hususunda çekilen sıkıntılar yok eder.) [Hatib]
Gerek geçim sıkıntısı, gerekse başka sıkıntılar için güzelce sabretmelidir. Sabretmemek bir şeyi halletmediği gibi, kızıp sağı solu kırıp geçirmek daha büyük zararlara sebep olur. Bir müminin ayağına bir diken batsa veya bir çay bardağı kırılsa, günahlarına kefaret olur. Onun için bütün sıkıntılara, üzüntülere katlanmak büyük nimet olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kulun günahı çoğalır da, onu yok edecek güzel ameli bulunmazsa, ona sıkıntılar gelir ve günahlarına kefaret olur.) [İ. Ahmed]
Malınızın kaybolması, evladınıza bir zarar gelmesi de günahlarınıza kefaret olur.
Yusuf aleyhisselam, zindanda iken, kendisini ziyarete gelen Cebrail aleyhisselama, babasının halini sordu. Cebrail aleyhisselam, (Baban senin hasretinden, yüz çocuk kaybeden annenin üzüntüsü gibi acı çekmektedir) dedi. Babasının bu acıya katlanmasının mükafatını sordu. (Baban yüz şehit sevabı almıştır) dedi.
Kötü huylara sabretmeli
Sual: Huysuz bir kocaya da dinin emrettiği şekilde mi davranmalıdır?
CEVAP
Zalime de, mazluma da dinin emrettiği şekilde hareket edilir. İyilik eden, hanımını üzmeyen kocanın nesine sabredilir? Kadın huysuz olursa, kocası sabreder, kocası huysuz olursa hanımı sabreder. Bu imtihanda sabreden çok sevap alır. Kötülük eden, kendine eder.
Mazlumların, sabredenlerin yardımcısı Allah’tır. Allahü teâlâ, kimsenin hakkını kimsede koymaz. Sabredenlere sayısız mükafat verir.
Karı-koca birbirinin kötü huylarına sabretmelidir! Hadis-i şerifte, (Hanımın kötü huyuna sabreden erkek, Eyyube sabrından dolayı verilen sevap gibi ecre, kocasının kötü huylarına sabreden kadın da, Âsiyeye verilen sevaba kavuşur) buyuruldu. [İ.Gazali]
Kur'an-ı kerimde de, Allahü teâlânın sabredenlerle beraber olacağı ve sabredenlerin mükafatlarının hesapsız verileceği bildirilmiştir. (Enfal46, Zümer 10 )
İyi insan, yalnız başkalarına kötülük etmeyen kimse demek değildir. Başkalarından gelen kötülüklere de güzel sabreden kimsedir.
Sual: (Sıkıntılarını başka insanlara şikayet eden bir kimse sabretmiş olmaz) buyuruluyor. Peki şikayet maksadıyla değil de paylaşmak ve rahatlamak maksadıyla yakınlarına anlatmak sabra aykırı mıdır?
CEVAP
Maksat şikayet değilse caiz olur, fakat bu paylaşmaktan maksat acıklı hâlini anlatmaktır, şikayettir, bak başıma neler geldi diyorsun ve Allah’ı kula şikayet ediyorsun. Ama, bizzat şikayet gibi olmaz tabii.
Sual: Başa gelen sıkıntıları anlatmak günah mıdır?
CEVAP
Allah’tan şikayet maksadı yoksa, kaderde bu da varmış diyerek başa gelen sıkıntıları anlatmak günah değildir.
Sual: Sigarasızlığa sabreden cihad sevabına kavuşur mu?
CEVAP
Nefsiyle mücadele eden, cihad-ı ekber sevabı kazanır.
Sual: Kızım felçli. Bakmaya gücümüz kalmadı. Ne yapalım?
CEVAP
Her şey Allah’tandır. Sabretmekten başka çare yoktur. Allahü teâlâ sabredenle beraberdir. Sabredenlerin gideceği yer Cennettir.
Sual: Nezleye sabredilse sevap alınmaz mı?
CEVAP
Her zahmete sabreden sevap kazanır.
Sual: Silsile-i aliyyeden büyük zatların fakirlik ve sıkıntı içinde yaşayanları olduğunu okuyoruz. Allah sevdiği zatlara niye nimet vermiyor da, bela ve sıkıntı gönderiyor?
CEVAP
Kâfirler, (Allah, dostlarına niçin bela gönderiyor da, nimet vermiyor) dediler. Resulullah için de şöyle demişlerdi:
(Bu ne biçim Peygamber; [bizim gibi] yiyip içiyor, çarşıda, sokakta geziyor! Kendisiyle birlikte [cehennemden korkutan] ikaz eden bir melek de indirilmeli, yahut kendisine bir hazine veya yiyeceği[geçimini rahatça sağlayacağı] bir bahçe [çiftlik] verilmeliydi.)[Furkan 7-8]
Bela gelmesi onların şanına leke getirmez. Aksine derecelerinin yükselmelerine sebep olur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (En şiddetli bela, enbiya, evliya ve benzerlerine gelir.) [Tirmizi]
Sual: Eş dost, konu komşu sıkıntı veriyor. Onlardan uzaklaşıp kenara çekilmek iyi değil midir?
CEVAP
Toplumda görevlerimiz vardır. Kenara çekilmek vazifeden kaçmak gibi olur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(İnsanların arasına karışıp da, onlardan gelen sıkıntılara sabreden mümin, kenara çekilip onlardan gelecek sıkıntılara sabretmek sevabından mahrum kalan müminden daha üstündür.)[Tirmizi, İ. Mace, Ahmed, Beyheki]
Dertler günahları siler
Sual: Bir kimsenin başına dert bela gelse, hastalansa, fakat sabretmese, yine günahları affolur mu?
CEVAP
Evet günahları affolur. Musibetlere, elemlere, belalara sevap olmaz. Bunlara sabretmeye sevap verilir. Fakat, bunlara sabr edilmese de, günahların affına sebep olurlar. (S. Ebediyye) Birkaç hadis-i şerif meali şöyledir:
(Mümin hastalanıp iyileşince, hastalığı günahlarına kefaret olur.)[Taberani]
(Her musibet, affedilecek bir günah için gelir.) [Ebu Nuaym]
(Müminin günahları affoluncaya kadar bela ve hastalık gelir.)[Hakim]
(Baş ağrısı veya herhangi bir hastalığı sebebiyle, müminin Uhud dağı kadar günahı olsa da, hepsi affolur.) [Taberani]
(Kişi, hep sıhhat ve selamette olsa idi, bu ikisi onun helaki için kâfi gelirdi.) [İ.Asakir]
Belanın gelişi
Sual: Başımıza gelen belayı nasıl karşılamak gerekir?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Dostlara dünya sıkıntılarının ve belaların gelmesi, bunların günahlarının affolması için kefârettir. Yalvararak, ağlayarak ve sığınarak, kırık kalb ile Allahü teâlâdan af ve afiyet dilemelidir. Duanın kabul olunduğu anlaşılıncaya ve fitneler kalmayıncaya kadar, böyle dua etmelidir. Dostlarınız ve iyiliğinizi isteyen sevenleriniz de, sizin için dua etmekte iseler de, dertlinin kendisinin yalvarması daha yerinde olur. İlaç almak ve perhiz yapmak, hastaya lâzımdır. Başkalarının yapacağı, olsa olsa, ona yardımcı olmaktır.
Sözün doğrusu şudur ki, sevgiliden [Allahü teâlâdan] gelen her şeyi, gülerek, sevinerek karşılamak lazımdır. Ondan gelenlerin hepsi tatlı gelmelidir. Sevgilinin sert davranması, aşağılaması, ikram, ihsan ve yükseltmek gibi olmalıdır. Hatta, kendi nefsinin böyle isteklerinden daha tatlı olmalıdır. Seven böyle olmazsa, sevgisi tam olmaz. Hatta, seviyorum demesi, yalancılık olur. (c. 2, m. 75 )
Kalıtsal hastalıklar
Sual: Bazı hastalıklar kalıtsaldır. Neden günahsız bir çocuk, babasının cezasını çekiyor?
CEVAP
İrsî [kalıtsal] olan hastalıkların bulaşacağı, yüzde yüz kesin değildir. Bir babanın üç çocuğu olur, birine geçer, ötekine geçmeyebilir.
Adamın biri, komşusunun devesinden kendi devesine hastalık geçti diye şikayette bulunur. Peygamber efendimiz, (Komşunun devesine hastalık kimden bulaştı?) diye sorar. Yani, hastalık muhakkak bulaşacak diye bir şey yoktur, komşu deveden geçebileceği gibi, kendiliğinden veya başka sebeple de hasta olmuş olabilir.
Mutlaka, çocuğa hastalık babasından geçiyor denirse, peki babaya bu hastalık nereden geldi? Ona da babasından ona da onun babasından diyemezsiniz. O zaman bu Hazret-i Âdem’e kadar gider. Bu irsî hastalıkların hepsinin Hazret-i Âdem’den geldiğini kabul etmiş olursunuz. Bu ilmi olmadığı gibi tam hurafe olur. Herkes Hazret-i Âdem’den geldiğine göre, hastalığı olmayan insanlar da vardır.
İkinci ve en önemli husus da, Peygamber efendimiz, (Her hastalığın bir ilacı mutlaka vardır. Allahü teâlâ devasız dert yaratmadı)buyuruyor; ama tıp bunun devasını bulamadıysa, suçu babanıza veya başkalarına yüklemeye hakkınız olamaz. Allahü teâlânın, bildirdiği kurallara uyan kolay kolay hasta olmaz. Hasta olursa, onun da çaresini yaratmıştır.
Ana babanın günahını da, çocuğu çekmez. Bir âyet-i kerime meali:
(Kimse kimsenin günahının cezasını çekmez.) [İsra 15]
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Veled-i zina, babasının günahını çekmez. Hiç kimse, diğerinin günahını çekmez.) [Hakim]
Her şeyi sebeplerle yaratmak Allahü teâlânın âdetidir. Hastalık, kimine bir başkasından, kimine de kalıtım yoluyla geçer. Kimi kendi ihmalinden dolayı hasta olur, kimi anadan sakat olarak doğar, bir başkası da, deprem veya trafik kazası sonucu sakat kalabilir. Bunların hepsi birer sebeptir. Böyle olmasında bir çok hikmetler vardır. Birkaçı şöyledir:
1- Bir insanın hastalıklı dünyaya gelmesi, belki onun hakkında daha iyidir. Bir âyet-i kerime meali:
(Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de, kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.) [Bekara 216]
Allahü teâlâ, kudsi hadislerde buyuruyor ki:
(Mümin başına gelen işten, hoşlansa da, hoşlanmasa da, o iş, onun için iyidir.) [İbni Şahin]
(Kiminin imanı ancak zenginlikle salah bulur. Eğer o fakir olsaydı, küfre girerdi. Kimi de, ancak fakirlikle salah bulur, [doğru, iyi yolda olur], eğer zengin olsaydı, küfre düşerdi. Kiminin imanı da, ancak sıhhatte olması ile tamam olur. Eğer hastalansa, küfre girerdi. Kiminin imanı hastalıkla olgunlaşır. Eğer sıhhatte olsaydı küfre sürüklenirdi.) [Hatib]
2- Bela ve sıkıntılar, günahların affına sebep olur. Bir hadis-i şerif meali:
(Allah yolundaki mümine isabet eden her yorgunluk, hastalık, sıkıntı, üzüntü, keder, hatta ayağına batan diken bile, günahlarına kefaret olur.) [Buhari]
3- Günahlarımızın cezasını bu dünyada çekmek, büyük bir nimettir. Dünya azapları, ahiret azapları yanında hiç kalır. Ahiret azaplarından bir kıvılcım dünyaya gelse, her şeyi yakar, yok eder. Bir hadis-i şerif meali:
(Allahü teâlâ, bir kuluna hayır murat edince, günahlarının cezasını dünyada verir. Şer murat edince, günahlarının cezasını kıyamete bırakır.) [Tirmizi]
4- Üç beş günlük dünyada çekilen sıkıntılar, ahirette büyük ve sonsuz nimetler verilmesine sebep olur. Hazret-i Ömer buyurdu ki:
Bana bir bela gelirse, üç türlü sevinirim:
Birincisi, belayı Allahü teâlâ göndermiştir. Sevgilinin gönderdiği her şey tatlı olur.
İkincisi, Allahü teâlâya, bundan daha büyük bela göndermediği için şükrederim.
Üçüncüsü, Allahü teâlâ, insanlara boş yere, faydasız bir şey göndermez. Belaya karşılık, ahirette nimetler ihsan eder. Dünya belaları az, ahiretin nimetleri ise sonsuz olduğu için, gelen belalara sevinirim. (H.S.Vesikaları)
Sonsuz Cennet nimetleri yanında, bu dünyada birkaç senelik sıkıntının hiç lafı olmaz. Bin sene de olsa, sonsuz yanında, denizde damla bile değildir. İmam-ı Gazali hazretleri, (Bütün dünya, gökyüzü dahil, buğday tanesi dolu olsa, bir serçeye deseler ki, her sene bir tane yiyeceksin, o buğdaylar biter, sonsuzun yanında hesabı bile olmaz) buyuruyor.
5- Bu dünya imtihan yeridir. Allahü teâlâ, çeşitli nimetler vererek kullarını imtihan ettiği gibi, bela ve musibetlerle de imtihan eder. Bir âyet-i kerime meali:
(And olsun, sizi biraz korku, biraz açlık, mal, can ve mahsulün eksilmesiyle imtihan edeceğiz. Ey Habibim, sabredenlere[ihsanımı] müjdele!) [Bekara 155]
6- Bu dünyada sıkıntı çekmeyen, Cennet nimetlerinin kıymetini bilemez. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Dünyada, birkaç gün dert, bela çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlamazlardı ve ebedi nimetlerin kıymetini bilmezlerdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmeyen, rahatlığın kıymetini bilmez. Dünyada bunlara elem vermek, sanki daimi lezzetleri arttırmak içindir.
7- Her gün insanın karşılaştığı her şey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile var olmaktadır. Bunun için, iradelerimizi Onun iradesine uydurmalıyız. Karşılaştığımız her şeyi, aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz. Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız. Böyle olmamak, kulluğu kabul etmemek ve sahibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, hadis-i kudside buyuruyor ki:
(Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belalara sabretmeyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!) [Taberani]
Sabr-ı cemil
Sual: Sabr-ı cemil ne demektir?
CEVAP
Sabr-ı cemil, başa gelen belaya, en güzel şekilde, feryat etmeden, insanlara şikâyet etmeden sabretmek demektir. İsmail Hakkı Bursevî hazretleri, (Sabır, kazaya rıza göstermekten dolayı değil de, başka maksatlarla olursa, buna sabr-ı cemil denmez) buyuruyor. Bir hadis-i kudsî:
(Kimin bedenine, evladına veya malına bir musibet gelir de, o da sabr-ı cemil gösterirse, Kıyamette ona hesap sormaya hayâ ederim.) [Hâkim]
Sabır ve dua silahı
Sual: (Müminin silâhı, sabır ve duadır) hadisindeki sabır ve dua, silah olarak nasıl kullanılır?
CEVAP
Silah, daha çok savunma aracıdır. Dua ve sabırla kötü şeyler önlendiği gibi, iyi şeyler de ele geçer. Sıkıntılı şeylerden kurtulmak için, rahat ibadet edebilmek ve haramlardan kaçmak için, sabrederek dua etmek gerekir. Her ikisine de birkaç örnek verelim:
Sabır silahının faydaları
Bir farzı yapmak veya bir günahtan kaçınmak, sabırsız ele geçmez. Resulullah efendimize (İman nedir?) diye sorulduğunda, (Sabırdır)buyurdu. (Deylemi)
Sabır acı ise de, meyvesi tatlıdır. Beş âyet-i kerime meali:
(Sabredenlere mükâfatları hesapsız verilir.) [Zümer 10]
(Sabredenlere [ihsanımı] müjdele!) [Bekara 155]
(Allah sabredenlerle beraberdir.) [Bekara 153]
(Allah sabredenleri sever.) [Âl-i. İmran 146]
(En güzel şekilde sabret!) [Mearic 5]
Birkaç hadis-i şerif meali:
(Sabreden kuldan Allah razı olur.) [Deylemi]
(Sabırlı ve ihlâslılar, hesaba çekilmeden Cennete girer.) [Taberani]
(En faziletli amel, sıkıntıya sabretmektir.) [Tirmizi]
(Sevmediklerinize sabretmedikçe, sevdiklerinize kavuşamazsınız.) [İ. Maverdi]
(Sabır üç çeşittir:
1- Belaya sabır,
2- Din bilgilerini öğrenirken ve ibadetlerini yaparken sabır,
3- Günah işlememek için sabır. Belaya sabredene 300, ibadet yapmaya sabredene 600, günah işlememeye sabredene ise 900 derece ihsan edilir.) [Ebu-ş-şeyh]
Dua silahının faydaları
Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kaza-i muallâkı hiçbir şey değiştirmez. Yalnız dua değiştirir.)[Hâkim]
(Kader tedbirle değişmez; ama kabul olan dua, bela gelirken korur.) [Taberani]
(Dua 70 türlü kazayı önler. Ömrün bereketini artırır.) [Tirmizi]
(Dua belayı önler.) [Deylemi]
(Dua edenin, ya günahı affolur veya hemen hayırlı karşılığını görür yahut ahirette mükâfatını bulur.) [Deylemi]
Sabır istemek gerekir
Sual: (Allah’tan sabır istenmez, çünkü sabır istemek, bela istemek demektir. Buna herkesin gücü yetmez) deniyor. Sabır istemek kötü müdür?
CEVAP
Hayır, kötü değildir. Biz bela ve musibet istemiyoruz. (Başımıza bela ve musibet gelirse, bunlara karşı sabırlı olmamızı nasip et!) diye dua ediyoruz. İki âyet-i kerime meali şöyledir:
(Sabır ve namazla Allah’a sığınıp yardım isteyin!) [Bekara 45]
(Ey iman edenler, sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin! Elbette Allah sabredenlerle beraberdir.) [Bekara 153]
Görüldüğü gibi Allahü teâlâ, (Sabırla yardım isteyin) buyuruyor. Allahü teala ile beraber olmak için sabır istemek ve sabır ehli olmak ne büyük nimettir.
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Allahü teâlâ, sabır isteyeni sabırlı kılar.) [Tirmizî]
Peygamber efendimiz de, şöyle dua ederdi:
(Ya Rabbî, beni çok şükreden ve çok sabredenlerden eyle!)[Bezzar] (Demek ki sabreden kul olmayı istemek gerekiyor.)
(Ya Rabbî, sıhhat, âfiyet ve güzel ahlak ver! Kaza ve kaderine razı olanlardan eyle!) [Taberanî]
(Allah’tan bela mı istiyorsun, önce âfiyet iste!) hadis-i şerifi, diğer hadis-i şeriflere aykırı değildir. O kimse, (Ya Rabbî, vereceğin belaya sabır ver!) diyormuş. (Ya Rabbî bela verme, bela gelirse sabrını da ver!) diye dua etmenin mahzuru olmaz.
Sabır istemek gerekir
Sual: (Sabır istemek, bela istemektir) deniyor. Sabır istenmez mi?
CEVAP
(Yâ Rabbî, vereceğin belaya sabır ver!) demeden, sabır istemenin mahzuru olmaz. Bir âyet-i kerime meali:
(Ey Rabbimiz, bize çok sabır ver, Müslüman olarak canımızı al!)[Araf 126]
Allahü teâlâ, Musa aleyhisselamdan sonra, İsrail oğullarına birçok peygamber gönderdi, fakat zaman geçtikçe azgınlaşan İsrail oğulları, Tevrat’ın hükümlerini değiştirdiler, peygamberlerini dinlemediler, ahlâkları tamamen bozuldu. Calut isimli kâfir bir hükümdar, İsrail oğullarını vatanlarından sürüp çıkardı. Daha sonra, Talut isimli bir hükümdar, ordusuyla gelip Calut’un üzerine yürüdü. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Calut ve ordusuna karşı çıktıklarında, “Rabbimiz! Bize sabır ver, sebatımızı, cesaretimizi artır, inkâr eden millete karşı bize yardım et” dediler.) [Bekara 250]
Talut’un ordusunda bulunan Davud aleyhisselam, Calut’u öldürdü. Talut’un ölümünden sonra, Davud aleyhisselam İsrail oğullarının hükümdarı oldu.
Davud aleyhisselamın da bulunduğu ordudaki Müslümanlar, (Yâ Rabbî, bize sabır ver) diye dua etmişlerdir.
Musibetlere sabretmek, yüksek derecedir.
Sabır nedir?
Sual: Sabrın önemi bildiriliyor, ama neye sabredeceğiz?
CEVAP
Herkes sabır denince belaya sabrı anlar. Daha önemlileri de vardır. Sabır üçtür:
1- Bela gelince, 2- İbadet ederken 3- Günah işlememek için. Bunlara sabredilirse, çok nimetlere kavuşulur. Bir hadis-i şerifte, (Belaya sabredene 300, ibadet yapmaya sabredene 600, günah işlememeye sabredene ise 900 derece ihsan edilir) buyuruldu. (Ebu-ş-şeyh)
Birkaç örnekle açıklayalım:
1- Belaya sabır hakkında bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Allahü teâlâ buyurdu ki: “Bedenine, evladına veya malına bir musibet gelen, sabr-ı cemille karşılarsa, Kıyamette ona hesap sormaya hayâ ederim.”) [Hâkim]
2- Belaya sabra göre, ibadete sabır daha zor olduğu için, sevabı da daha fazladır. Mesela, bir ay aç, susuz durarak ve başka ihtiyaçları da terk ederek oruç tutmak, herkese kolay değildir. Çok kimse bu sabrı gösteremiyor. Abdest almak, sabah uykudan uyanıp kalkmak, günde beş vakit namaz kılmak çok kimseye zor geldiği için, bu sabrı gösteremiyorlar.
3- Günah işlememeye sabır, ibadet işlemeye sabretmekten daha zor olduğu için sevabı da daha çoktur. İnsan ibadete sabredip yapabilir, fakat günaha sabır zordur. Mesela hemen gıybete girer. Çok kimse gıybet günahından kurtulamaz, yani sabredemeyip gıybet eder. Çoğu insan, kibrin büyük günah olduğunu bildiği hâlde, kendisinin küçük düşmesine rıza gösteremez. Herkesin kendisini övmesini ister.
Çok kimse kadınların açık gezmesinin, boyanıp, koku sürünüp dışarıya çıkmalarının günah olduğunu bildiği hâlde, dayanamaz, bu günahı işler. Çoğu kadın, namaz, oruç ve diğer ibadetleri yapmaya sabır gösterdiği hâlde, kapalı gezmeye sabredemez. Günah işlememeye sabır, onun için çok kıymetlidir. Bir günahtan kaçmak birçok ibadet etmekten üstündür. Bir hadis-i şerifte, (Çok az bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların [nâfile] ibadetleri toplamından daha iyidir) buyuruluyor. Her günah, Allahü teâlâya isyan olduğundan, büyüktür; fakat bazısı, bazısına göre küçük görünür. Bir küçük günahı yapmamak bütün cihanın nafile ibadetlerinden daha sevabdır, çünkü nafile ibadet yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmaksa farzdır. (Rıyad-un-nasıhin)
Büyük küçük her çeşit günahtan çok sakınmalı. Namaz kılmayanın da, günahtan sakınması imkânsız denecek kadar zordur. Kur’an-ı kerimde, namazı doğru kılmanın, her çeşit kötülüğü, günahı önleyeceği bildiriliyor. Namazı doğru kılarak, günahlardan sakınmaya çalışmalıyız.
Hastalıktan şikâyet
Sual: Hastalığa veya başa gelen belaya sabretmeyip bunları başkasına anlatınca, sevabdan mahrum mu kalınır?
CEVAP
Sabredilmezse, sabretme sevabından mahrum kalınır.
Musibetlere, hastalığa sevab olmaz. Bunlara sabredilirse sevab verilir, fakat sabredilmese de, günahların affına sebep olur. Sabredilir, kimseye şikâyet edilmezse, o zaman sabır sevabına da kavuşulur. (S. Ebediyye)
.
Evladın ölümüne sabır
|
Sual: Küçük çocuğumuz öldü. Ana-baba olarak çok ağladık. Bize günah oldu mu?
CEVAP
Ağlamak merhametten ileri gelir. Ağlamak günah olmaz. Bağırıp çağırıp isyan etmek günahtır. Çocuğun ölmesi, malın elden çıkması, gözün kör, kulağın sağır olması, bir uzvun telef olması gibi, insanın isteği ile ilgisi olmayan musibetlere sabretmekten daha faziletli sabır yoktur. Sabredenlere verilen sevabın miktarını Allahü teâlâdan başkası bilmez.
Musibetlere sabır, sıddıkların derecesidir. Bunun için Peygamber efendimiz şöyle dua ederdi:
(Ya Rabbi, bana öyle yakîn ver ki, musibetler bana kolay gelsin!)[Tirmizi]
Oğlu İbrahim ölünce de, (Ya İbrahim, ölümüne çok üzüldük. Gözlerimiz ağlıyor, kalbimiz sızlıyor. Fakat, Rabbimizi gücendirecek bir şey söylemeyiz) buyurmuştu.
(Bir çocuk ölünce, Allahü teâlâ, bildiği halde, meleklerine sorar:
- Kulumun çocuğunu aldınız, kalbinin meyvesini kopardınız. Peki kulum buna ne dedi?
- Ya Rabbi, hamd edip teslimiyet gösterdi.
- O kuluma Cennette bir ev yapıp, adını da, “Hamd evi” koyun!)[Tirmizi]
Bunları Cennete götürün
Kıyamette Allahü teâlâ, müminlerin çocukları için, (Bunları Cennete götürün) buyurur. Melekler, çocukların Cennete girmesini söylerler. Çocuklar, (Ana-babamız hani?) derler. Melekler, (Onlar sizin gibi günahsız değildir. Görülecek hesapları var) derler. Çocuklar ağlaşır, (Ana-babamızı almadan girmeyiz) derler. Cenab-ı Hak, çocuklara buyurur ki:
(Ey yavrular, haydi gidin, ana-babanızı da alıp Cennete girin!)[Nesai]
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Küçükken ölen çocuklar, ana-babaları ile karşılaşınca, ellerinden tutup, ana-babaları Cennete girinceye kadar, onlardan ayrılmazlar.) [Müslim]
(Hiçbir Müslüman yoktur ki, büluğa ermemiş bir çocuğu ölsün de, Allahü teâlâ, bol rahmeti sebebiyle, onu Cennete koymasın.)[Buhari, Nesai]
(Üç evladı ölmüş olan bir Müslüman ateşe girmez.) [Buhari, Müslim]
(Kimin bâlig olmamış üç evladı ölmüşse, bu çocuklar, onu ateşten koruyan bir kale olur, ölen evlat iki, hatta bir olsa da...)[Tirmizi]
Peygamber efendimiz, (Üç çocuğu ölen, Cennete girer) buyurdu. Oradakiler, (İki çocuğu ölen de mi?) diye sual edince, (İki çocuğu ölen de Cennete girer) buyurdu. (Ya bir çocuğu ölen?) diye tekrar sual edilince, buyurdu ki: (Allah’a yemin ederim ki, bir çocuk doğup hemen ölse, annesi sabredip sevabını Allahü teâlâdan beklerse, annesini Cennete götürür.) [Taberani]
Yine buyurdu ki:
(Alan da, veren de Allahü teâlâdır. Çocuğu ölen o kadına taziyede bulunun. Sabretsin, ecrini görecektir.) [Müslim]
Musibete uğrayanı teselli etmelidir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Çocuğu ölen kimseyi teselli edene Cennet hırkası verilir. Musibete uğrayanı teselli eden, onun sevabı kadar sevap kazanır.) [Tirmizi]
Sual: Çocuğum yok veya öldü diye fazla üzülmek uygun mu?
CEVAP
Hayır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ sevdiği kulu kendisine bağlar. Çoluk çocuğu ile meşgul etmez.) [Deylemi]
Belanın geliş sebepleri
Sual: Bazı hadis-i şeriflerde, Peygamberi sevenin, çeşitli musibetlere maruz kalacağı ve Ona düşmanlık edenin ise, mal ve evladının çok olacağı bildiriliyor. Bunların açıklaması nasıldır?
CEVAP
İnsanlara dert, bela, musibet birkaç bakımdan gelir:
1- Bunlardan biri işlediğimiz günahlar sebebiyledir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Belaların gelmesine sebep günah işlemektir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Size gelen musibet, işlediğiniz [günahlar] yüzündendir.) [Şura 30]
(Sana gelen kötülük, kendindendir, [günahların yüzündendir.]) [Nisa 79]
(Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hallerini değiştirmez.) [Rad 11]
2- Bela, hastalık ve musibetler, günahların kefareti [affolması] için gelir. Dünyada musibetlere maruz kalıp da güzelce sabreden kimse, ahirete günahsız gider.
Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Her musibet, affedilecek bir günah için gelir.) [Ebu Nuaym]
(Mümine gelen her sıkıntı, günahlarına kefaret olur.) [Buhari]
(Müminin günahları affoluncaya kadar bela ve hastalık gelir.)[Hakim]
İnsan kendisine gelen beladan hoşlanmaz. Halbuki günahları affolacak ve güzel sabrederse ahirette büyük nimetlere kavuşacaktır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki:
(Hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinize; sevdiğiniz şey de, kötülüğünüze olabilir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.) [Bekara 216]
3- Cennette yüksek derecelere kavuşması için mümine musibet gelir. Bunun için Peygamberlere çok bela gelmiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Nimete kavuşması için insana musibet gelir.) [Buhari]
(Musibet, kavuşulacak bir derece için gelir.) [Ebu Nuaym]
(Allahü teâlânın hayrını murad ettiği kul, belaya maruz kalır.)[Taberani]
(Kişi, hep sıhhat ve selamette olsa idi, bu ikisi onun helakı için kâfi gelirdi.) [İ.Asakir]
(Mümin, keler deliğine saklansa, ona, eza edecek biri musallat olur.) [Beyheki]
(Dünya, [Cennetteki nimetlerin yanında] mümine zindandır.)[Müslim]
(Allah’ı ve Resulünü seven, belaya [hazırlıklı olsun] zırh giysin!)[Beyheki]
(En şiddetli bela, Peygamberlere, velilere ve benzerlerine gelir.)[Tirmizi]
Demek ki belanın en şiddetlisi, Allahü teâlânın çok sevdiği kimselere geliyor. Belalara sabır, sıddıkların derecesidir. Peygamber efendimiz, kendisine gelecek musibetlere karşı dayanma gücü vermesi için Allahü teâlâya dua ederdi.
4- Bela, imtihan için de gelir. Bakalım kul, Allahü teâlânın gönderdiği belaya razı olacak mı, olmayacak mı? Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Şüphe edilen altın, ateşle muayene edildiği gibi, insan da bela ile imtihan olur.) [Taberani]
(Ya Rabbi, beni sevene, hayırlı mal ver! Bana düşmanlık edene de çok mal, çok evlat ver!) [İbni Asakir]
Mal ve evlat fitne mi?
Mal ve evlat kötü mü de böyle buyuruluyor? Kur'an-ı kerimde de mealen buyuruluyor ki:
(Mallarınız ve çocuklarınız sizin için elbette bir fitnedir.) [Tegabün 15]
Fitne imtihan demektir. Anarşi, bozgunculuk, günah, şirk, bela, düşman ve daha başka manalara da gelir. Mal ve çocuklar hayırlı olmazsa bela olur, fitne olur.
İnsan, genel olarak malını iyi yolda kullanmaz. Bu bakımdan malı kendisi için düşman olmuş olur. Aslında mal, kılıç gibi bir nimettir. İyi kullanılmazsa sahibini keser. Evlat da, bir nimet iken, iyi terbiye edilmezse, ana-babaları ile birlikte Cehenneme gider. Nimet, düşman olmuş olur. Çoğunluk bu imtihanı kazanmadığı için, mala ve evlada fitne denilmiştir. Mesela, İskoçyalılar, genelde cimri oldukları için, her İskoçyalıya cimri gözü ile bakılır. Belki de içlerinde çok cömert olanları da vardır. Kayserililer, gözü açık olarak bilinir. (Okur-yazar değilim ama Kayseriliyim) denir. Kayseri’de gözü açık olmayan da vardır. Hüküm ekseriyete göre verilir. Peygamber efendimiz, (Zenginlerin ve kadınların çoğunu Cehennemde gördüm) buyurdu. Halbuki Cennete gidecek zenginler ve kadınlar da çoktur. (Ramuz)
(Sizin çokluğunuzla, diğer ümmetlere karşı iftihar ederim) ve(Velud [doğurgan] kadınla evlenin) hadis-i şerifleri, evlenmeyi teşvik etmektedir. Gerekli İslami terbiye verilemediğinden gençler, namaz kılmamakta, dinden uzaklaşmakta, hatta bir kısmı dinsiz ve anarşist olmaktadır. Peygamber efendimiz elbette, böyle gençlikle övünmez. İbni Asakir’in bildirdiği (İki yüz yılından sonra en iyiniz, hanımı ve çocuğu olmayandır) hadis-i şerifi, ortam müsait olmayınca, çoluk çocuk sahibi olmamanın daha iyi olduğunu göstermektedir.
Sual: Küçük çocuklar da ölürken sıkıntı çeker mi?
CEVAP
Bir Müslümanın çocuğu, ölüm döşeğinde iken, 360 melek gelir, o masumun karşısında durup, (Ya masum, müjdeler olsun sana, bugün, ölmüş olan, âbâ ve ecdadını ve bütün komşularını, Hak teâlâdan dile) derler.
Melekler, başına bir şefaat tacı ile gayret ve kuvvet gömleğini giydirip, gözünün perdesini kaldırırlar. Perdeler kalkınca, tâ Hazret-i Âdem aleyhisselamdan beri, geçmiş ecdatlarını görür. Onların bazısı için hazırlanan azabı görünce, haykırıp titrer. Bunu bilmeyenler can çekişiyor zanneder.
Can alıcı melekler gelirler, (Ya masum, âlemlerin yaratıcısı sana selam söyleyip, “Ben onu yarattım, yine bana gelsin. O ruh emanetini ben verdim, yine bana versin. Onun karşılığında ona Cennet ve didar vereyim” buyurdu. Haydi yüzünü çevir, bak) dediklerinde, o masum da, bakar, melekleri görür. Sevinçten coşup titrer ve döşeğinde can vermeye atılır.
Yine o azap içindeki ecdatları gözüne erişince, yine canını vermek istemeyip, (Ey melekler! Allahü teâlâ, akraba ve ecdadımı bana bağışlasın) der. Allahü teâlâ da, (İzzim hakkı için bağışladım)buyurur.
Melekler, (Ya masum, sana müjdeler olsun, Hak teâlâ, imanı olanların günahlarını bağışladı ve bütün dileklerini kabul eyledi) dediklerinde, masum sevinçli iken, masumun anası ve babası suretinde iki huri gelip, kollarını açarak, (Ey evladımız, bizimle gel, biz Cennette sensiz olamayız) derler.
Masumun eline bir Cennet meyvesi verirler. Masum, meyveyi koklarken Azrail aleyhisselam, kendi gibi, bir güzel masum olup, habersizce canını alır ve Cennete götürür.
Orada, yeşil bir sahra vardır. Masum, (Beni buraya niçin getirdiniz) diye sorar.
Melekler şöyle cevap verirler:
Kıyamet yeri vardır. Çok sıcaktır. Bu sahrada, 70 bin rahmet pınarı vardır. Resul-i ekremin havzının başında durup, nurdan bardakları görürsün.
Anan, baban kıyamet yerine geldiklerinde, bu bardakları su ile doldurup, onlara verirsin ve onları bırakma ki, Cehennem yoluna gitmesinler. Çünkü, senin duan, Hak katında makbuldür. Cuma geceleri, yeryüzüne inersin. O vakit Allahü teâlânın selamını, Müslümanlara ulaştırırsın.
Ne mutlu, çocuğu ölüp de, sabreden ana-babaya...
.
Sabır insana mahsustur
|
* Sabır insana mahsustur. Hayvanlarda sabır yoktur. Meleklerin ise sabra ihtiyacı yoktur.
* Belaya sabretmek lazımdır. Çünkü küfür ve günahlardan başka bela yoktur ki, içinde senin bilmediğin bir iyilik olmasın! Allahü teâlâ, senin iyiliğini senden iyi bilir.
* Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Peygamber efendimiz; "Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günahını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür" buyurdu.
* Sen, haset ettiğin kimseyi, hangi hususta haset ediyorsun. Onun kısmeti için mi, yoksa kendi kısmetin hususunda mı? Eğer onu, Allahü teâlânın ona kısmet olarak verdiği şeyde haset ediyorsan, ona haksızlık etmiş olursun. Haset ettiğin kimse, Allahü teâlânın kendisi için takdir ve taksim ettiği nimetin içerisinde bulunmaktadır. Sen onu, Allahü teâlânın bu ihsanından dolayı haset etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik yaptığını, ne kadar akılsızlık ettiğini biliyor musun? Eğer onu, sana takdir edilenin onun eline geçeceğinden endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok cahil olduğunu gösterir. Çünkü senin kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allahü teâlâ sana zulmetmez. Allahü teâlâ senin için takdir ettiğini, sana nasip olarak verdiğini, senden alıp başkasına vermez.
* Allahü teâlânın verdiği nimeti, Onun sevdiği yerde harcamak şükür; sevmediği yerde kullanmak ise küfrân-ı nimettir (nimeti inkâr etmektir).
* Allahü teâlânın, her yaptığımızı her düşündüğümüzü bildiğini unutmamalıyız. İnsanlar birbirinin dışını görür. Allahü teâlâ ise, hem dışını, hem içini görür. Bunu bilen bir kimsenin işleri ve düşünceleri edepli olur.
* Aklı olan kimse nefsine demelidir ki: Benim sermayem, yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Bu sermaye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes hiçbir şeyle tekrar ele geçmez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. O halde bu günü elden kaçırmamak bunu saadete kavuşmak için kullanmamaktan daha büyük ziyan olur mu? Yarın ölecekmiş gibi bütün âzâlarını haramdan koru.
* Ey nefsim, sonra tevbe ederim ve iyi şeyler yaparım, diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tevbe etmeyi bugün tevbe etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Hem yarına çıkacağına delilin ne?
* Allahü teâlâ ile konuşmak isteyen, Kur'an-ı kerim okusun.
* Riya, korkunç bir afettir. Allahü teâlânın rızasına uygun olmayan işler, ameller boştur. Bir zat, bir mescide ibadet etmek için girmişti. Geceleyin bir ses duydu. Demek ki mescide biri girdi. O kişi, büyük bir zatın geldiğini zannetti. (Böyle yere büyük zatlar ancak Allahü teâlâya ibadet etmek üzere gelir. Bu zat beni görür, hâlime nazar kılar) diye düşündükten sonra, bütün geceyi seher vaktine kadar ibadetle geçirdi. Kendini nasıl göstermek istiyorsa öyle yaptı. Seher vakti etraf ağarınca geriye dönüp baktığında bir köpeğin yattığını gördü. Çok utanıp kendi kendine, (Ey edepsiz, Allahü teâlâ seni şu köpekle terbiye etti) dedi.
|
.
Sabır ve kanaat
|
Kanaat et, sabır ile çık yola!
Kanaat edenler, hazine bula.
Sabr eden kulunu, Rabbimiz sever,
Kur’an-ı kerimde, onları över.
Sabreden kolayca, murada erer,
Çok kimseden önce, Cennete girer.
Sabredenin ecri, hesapsız olur,
Sabreden çok geçmez, gerçeği bulur.
Günahtan kaçıp sabreden kişi,
Ahirette kolaylaşır her işi.
Kim ibadet zahmetine sabreder,
Sorgusuz sualsiz, Cennete gider.
Kim ki sabreyleye kızdığı zaman,
Kuvvetlenir, parlar ondaki iman.
Kim yoğa sabrede, varını vere,
Ahirette pek çok karşılık göre.
Sabırla düşmana zafer bulunur,
Kısa bir zamanda çok yol alınır.
Ya İlahi, Eşrefoğlu Rumi’ye,
Sen güzel sabır ver, aşkına doya!
|
.
Hidayet, fitne ve sabır
|
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Bizim vazifemiz, inandırmak değil, anlatmaktır. Hidayet Allah’tandır. Peygamber efendimize, akrabalarından bile iman etmeyenler oldu. Bazı din büyüklerimizin öz kardeşleri bile onlardan nasiplenememiştir. Bu bir nasip meselesidir. Güneş her tarafa ışık yayar. Fakat aynı ışıkla biber acılaşır, karpuz tatlılaşır.
Allahü teâlâ, Nuh aleyhisselama, (Ehlini [çoluk çocuğunu]koruyacağım) vaadinde bulunmuştu. Ama oğlunun biri inanmadı, gemiye binmedi, boğuldu. Hazret-i Nuh, babalık şefkatiyle bunun hikmetini sual etti. Allahü teâlâ, (Senin ehlin, zürriyetinden gelen değil, senin yolunda olandır) buyurdu.
Merhum hocamız, (Kitaplarımızda bize ait tek kelime yoktur, hepsi Ehl-i sünnet âlimlerinin yazılarıdır, hepsi birer ayna gibidir. İyi kimse, aynaya bakar, eksikliklerini tamamlar. Kötü kimse, bakınca, kendi bozuk hâlini görür. Hâlini düzelteceğine kabahati aynada bilir, aynayı kırar. Ehl-i sünnet kitaplarına düşman olanlar da böyledir) buyururdu.
Dine hizmet edecek kişide, şu üç özellik olmalıdır: Dini bilecek, akıllı olacak ve ilm-i siyasetten anlayacak, yani zamanın şartlarına uygun davranacak. Bu özellikler yoksa, hem kendini, hem de, peşinden gelenleri büyük sıkıntıya sokar.
Emr-i marufu, fitne çıkarmadan yapmalı! Sabretmeli! Sabır dinin yarısıdır. Sabır acı, ama meyvesi tatlıdır. Sabır acı bir ilaçtır, ama şifası mutlaktır. Küsmek, intikam, kan davası yok! Güler yüzlü, tatlı dilli ve affedici olmalı, (İyilik edene iyilik et, kötülük edeni affet!) hadis-i şerifine uymalı!
Adamın biri, talebeleri sabırlı olmakla meşhur olan evliya bir zatın dergâhına gider. Oradaki talebelerin sabırlarını denemek maksadıyla, abdest almak için bir testi ister. Talebe testiyi getirince, o testiyi kırar, bir daha ister. Geleni de kırar, tekrar ister. Bu şekilde 40 testi kırar. Yine testi isteyince, talebe özür diler, testi kalmadığını söyler. Bunun üzerine o kimse dergâhın şeyhine gider, (Ben imtihan etmek niyetiyle gelmiştim, 40 testi kırdım, yine de (Hayır) demediler, hep (Peki)dediler. Hâlbuki dünyada en zor şey peki demektir, böyle şey olamaz. Maşallah, talebeleriniz ne kadar sabırlıdır. Bunun sizin sayenizde olduğuna inanıyorum. Ben de size talebe olmak istiyorum) der.
.
Dinin yarısı sabır, yarısı da şükürdür
|
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Öfke, sinirlenme ve stres zamanındayız. Dolayısıyla evimizde olsun, işimizde olsun, insanlardan gelen sıkıntılara sabredelim. (Sabretmek, ferahlamanın anahtarıdır) hadis-i şerifini düşünerek sabretmelidir. Kur’an-ı kerimin birçok yerinde, (Allah sabredenleri sever)buyuruluyor. Sabır dinin yarısıdır. Diğer yarısı da şükretmektir. Yani gerektiği gibi sabredip şükreden, dinini korumuş olur.
Müminin sağlığı da, hastalığı da iyidir. Hasta olsa sabreder, sevab kazanır. Şifa bulsa, sıhhatli olsa şükreder, yine sevab kazanır. Resulullah efendimiz, (Müminin her hâline hayret edilir. Çünkü müminin başına sevinçli bir durum gelirse şükreder. Dert, bela gelirse sabreder. Her ikisinde de sevab kazanır) buyuruyor.
Namazını kılan, haramlardan sakınan bir kimse, Allahü teâlânın sevdiği bir kuldur. Hiçbir zaman, hiçbir şekilde hâlimizden şikâyetçi olmayalım. Her zaman hamd edici ve şükredici olalım. Başkasının sonunu düşüneceğimize, önce kendi sonumuzu düşünelim. Hiçbirimizin sonu belli değil. Evliya zatlar bile hep son nefeslerinden korkmuşlardır. Çünkü insanın nefsi ıslah olsa, insan evliya olsa bile, insanda bir de huy vardır. Bu huy ölünceye kadar bizimle beraberdir.
Bir hadis-i şerifte, (Küçük cihattan çıktık, büyük cihada gidiyoruz)buyuruluyor. Burada büyük cihad, nefisle mücadele demektir. Hâlbuki Eshab-ı kiramın nefisleri mutmainne olmuştu, iman etmişti. O hâlde bu söz, (Biz şimdi huyumuzu değiştirmeye gidiyoruz) demektir. Düşünün ki, insanın genlerinde mesela cimrilik huyu yazılı ise, nasıl ıslah edilebilir? Bu huy, her an patlamaya hazır bir bomba gibidir. Dolayısıyla, hiçbir mümin, vücudun genetik yapısındaki bu huyların bir anda patlaması riskinden dolayı son nefesten emin olamaz. Çare nedir? Bu huy, uyuz hastalığı gibi bulaşıcıdır. İyilerle beraber olan iyi huylu, kötülerle beraber olan kötü huylu olur. Kurtulmak isteyen, önce huyunun kötü olduğunu kabullenmeli. (Ben iyi huyluyum) dedikten sonra nereye giderse gitsin, hiç faydasını görmez. Huysuz olduğunu kabul edip sonra da kendisine ihlâslı, sâlih arkadaşlar bulması lazımdır. Bu arkadaşlarındaki güzel huylar yavaş yavaş ona da geçer ve böylece zamanla huyu düzelir.
.
Sabır acıysa da, sonu selamettir
|
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Nimetlerin elden çıkmaması ve artması için şükretmek lazımdır. Allahü teâlâ, (Verdiğim nimetlere şükrederseniz onları arttırırım. Şükretmezseniz elinizden alır, şiddetli azap ederim) buyuruyor. Cüneyd-i Bağdadi hazretleri, (Şükür, Allahü teâlânın ihsan ettiği nimetleri, Onun istediği gibi, Onun istediği yolda kullanmaktır) buyuruyor.
Hiçbir şeyden dolayı, hiçbir şikâyette bulunmamak lazımdır. Şikâyette bulunmak, nimetleri unutmak, şükretmemek demektir. Dolayısıyla nimetlerin elden çıkması ve azapların gelmesi demektir. Bir musibet geldiğinde tevbe ve istigfar edip sabretmelidir. Çünkü hadis-i şerifte,(Bir haksızlıkla karşılaştığınızda, susup sabrederseniz Allahü teâlâ o haksızlığı muhakkak giderir) buyuruluyor. Susmak dile hâkim olmak, sabır ise kalbe hâkim olmak demektir. Aksi durumda yani susulmaz ve sabredilmezse haksızlığın giderilme ihtimali olduğu kadar giderilmeme ihtimali de vardır.
İşimizi ihtimallere bırakmamalıyız. Kazanmak muhakkak iken kaybetmek çok yanlış olur. (Sabreden zafere ulaşır) hadis-i şerifi, sabrın sonunun her zaman selamet olduğunu bildiriyor. Sabır döneminde acele etmemeli. Acelecilik şeytandandır. Şeytandan olan hiçbir şeyde hayır yoktur. Eğer acele edip, sabretmezsek, belalar artar. Fakat bu dönemde sabredersek, sonu muhakkak selamet olur. Şunu iyi bilelim ki, varlıkta imtihan daha zordur. Çünkü varlıkta nefsin bütün arzuları ayaktadır ve nefsi frenlemek daha zordur. Yokluktaysa, nefsi azdıracak fazla sebep yoktur.
Merhum Nasreddin Hoca, derdine çare aramayıp, (Yâ Rabbî, bu derdi benden alma!) diye dua eder. Duyanlar şaşırıp sebebini sorduklarında, (Bu dert giderse daha büyüğü gelebilir, çünkü mümin, bela ve musibetten kurtulmaz. Buna alıştım, belki ona sabredemem) der. Müminin başı dertten kurtulmaz. Bir dert giderse başka bir dert gelir. İllet yani hastalık, zillet yani itibarsızlık, kıllet yani fakirlik, eksik olmaz. Mümin, dünyada âhiretteki yerine göre karanlıktadır, ama âhirette ebedî aydınlığa kavuşacaktır. Kâfir de dünyada, âhiretteki yerine göre aydınlıktadır, ama âhirette ebedî karanlığa gidecektir. İkisi bir olur mu?
|
|
|
|
.
Sabır mı isyan mı?
|
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Dert, bela istemek doğru değil. Dua ederken, (Ya Rabbi, bana sıhhat ve afiyet ver) diye dua etmeli. Bela istenilmez; ancak istemeden gelirse, isyan edilmez, sabredilir.
Bir hadis-i şerifinde Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Cennette Allahü teâlâ bazı kullarına o kadar yüksek makamlar, o kadar yüksek köşkler verecek ki, bakanların gözleri kamaşacak. Diyecekler ki, bunlar kim, bu derecelere nasıl kavuştular. Hangi ibadeti yaptılar da bu makama kavuştular? Onlara şu cevap verilir: Bunlar öyle makam sahibi değil, bunlar çok ibadet edenler de değil; fakat bunlar dünyadayken çok acı çektiler, çok hastalık çektiler, çok üzüntü çektiler. Onun için Allahü teâlâ onlara bu dereceleri ihsan eyledi. Onları seyredenler, keşke dünyadayken ellerimiz parçalansaydı, vücutlarımız paramparça olsaydı, o kadar acıyı biz de çekseydik de, kardeşlerimize nasip olan nimet bize de nasip olsaydı, diyecekler.)
Kur’an-ı kerimde Allahü teâlâ mealen buyuruyor ki:
(Bazı şeyler sizin çok zorunuza gider, çok gücünüze gider, üzülürsünüz. Bu musibet başıma nereden geldi dersiniz. Hâlbuki bilmezsiniz ki, bu sizin için hayırlıdır. Bazı şeylere çok sevinirsiniz, yaşadık dersiniz. Bilmezsiniz ki, onlar sizin için kötüdür, şerdir.)
Hadis-i şerifte de, (Sabretmek, ferahlamanın anahtarıdır)buyruluyor. Dolayısıyla isyan etmek, itiraz etmek yok. Rabia-i Adviyye hazretleri çok ağır hastalanır. Yanındaki hizmetçiler derler ki:
— Anneciğim, siz herkese dua ediyorsunuz o iyileşiyor. Bir de kendinize dua etseniz.
Cevabında buyurur ki:
— Size bir sevdiğiniz, bir dostunuz, bir arkadaşınız bir hediye getirse, size verse, kardeşim kusura bakma bunu kabul etmiyorum, iade ediyorum deseniz, onun kalbi kırılmaz mı?
— Elbette kırılır.
Bunun üzerine Rabia hazretleri diyor ki:
— Beni yoktan var eden, her an varlıkta durduran Rabbim, bana bir hediye göndermiş. Ben nasıl Rabbime diyeyim ki, yâ Rabbi bu hediyeyi geri al! Bu hastalık Ondan geldi, ben almadım, hiç kimseden de istemedim. Allahü teâlâ öyle lâyık gördü. (Rabia, sana bir hediye göndereceğim, bakalım, sabır mı, isyan mı edeceksin?) dedi. Vallahi yapmam, Rabbimin verdiği bu hediyeyi geri veremem…
|
|
|
|
.
Sabır ve namazla yardım isteyin!
|
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Zafere kavuşmanın yolu, sabır ve takvadır. Acele etmemeli, sabretmeli, dili tutmalı. İnsanın selameti, dilini tutmasındadır. İnsan ne çekerse, dilinden ve aceleciliğinden çeker. Sabrın önemi büyüktür. Kur’an-ı kerimde mealen, (Allah sabredenleri sever. Allah’tan sabırla ve namazla yardım isteyin) buyuruluyor. Acele etmek şeytandandır. Ama namaz kılmak için acele etmeli, vakti girer girmez kılmaya çalışmalıdır.
Namaz, huzur-u ilahiye çıkmak demektir. Cemaatle namaz, huzur-u ilahide toplanmak demektir. Huzur-u ilahiye kavuşmak ne büyük nimettir. Allahü teâlâ namaz kılana, (İste kulum, vereyim) diyor. Bu, icabet saatidir. Yani, duaların kabul olduğu zamandır. Bir de hadis-i şerifte, (Cuma günü öyle bir zaman vardır ki, o zamanda yapılan dua muhakkak kabul olur) buyuruluyor. Âlimlerimizin çoğu, bu zamanın ikindi namazı vakti olduğunu bildiriyor. Farklı bildirenler de olmuştur. Onun için, Cuma gününü mümkün olduğu kadar, dua ve ibadetle geçirmeye çalışmalı.
Ebul Hasen-i Harkanî hazretlerine, (Efendim, Allahü teâlâ, “Benden isteyin, veririm” buyuruyor, ama istiyoruz vermiyor) derler. O zat buyurur ki: (Demek siz istemesini bilmiyorsunuz. Allahü teâlâ, duayı kabul eder, ama hangi duayı kabul eder? bunu Peygamber efendimiz haber veriyor. Bir gün, Cennetle müjdelenmiş on kişiden biri olan Sa’d ibni Ebi Vakkas hazretleri, “Yâ Resulallah, sen Allahü teâlânın habibisin. Allahü teâlâ senin her duanı kabul eder. Dua et de Allahü teâlâ benim dualarımı kabul etsin” diye bir istekte bulununca, Peygamber efendimiz, mübarek parmağıyla ağzına işaret edip, (Yâ Sa’d, duasının kabul olmasını isteyen, ağzına dikkat etmeli! Haram girip çıkan ağızla yapılan duayı Allahü teâlâ kabul etmez)buyuruyor.
O hâlde duamızın kabul olması için, ağzımıza hâkim olmalıyız. Başta alkollü içkilerden, kul hakkıyla, yalanla, hileyle, haramla kazanılan bütün şeylerden uzak durmalıyız. Dinimize uygun olarak kazanmalıyız. Ağzımızdan haram çıkmamalı, yani gıybet, iftira, dedikodu, yalandan uzak durmalıyız. Peygamber efendimiz, bunlara dikkat edenin duasının kabul olacağını bildiriyor.
.
|
|
|
|
|
|
|
.
İmtihan Ve Sabır
Ali Haydar Polat
Hayat; musibet ve hastalıklarla sâfıleşir, mükemmel hale gelir, kıymet ve değeri anlaşılır.
Hayatta esas olan sıhhattir. Hasta insan, maddî manevî verimsizdir. Ama bazen sıhhat de bir hastalıktır. Güçlü kuvvetli oluşumuz bizi rahata, rehavete, sarhoşluğa, ahlâksızlığa ve inkâra götürüyorsa gerçek hastalık işte budur.
Bu manevî hastalıklardan Allah'a sığınacak, dünyanın bir İmtihan ve hizmet yeri olduğunu, lezzet ve ücret yeri olmadığını, mülkün hakikî sahibinin Allah olduğunu, dilediği gibi tasarruf hakkına sahip bulunduğunu düşünecek, bütün bu hastalıkların zâf-ı imandan meydana geldiğini, kurtuluşun da ancak imanı takviye ile mümkün olacağını kabullenmemizle gerçekleşecektir.
Mü'min çok kontrollü bir hayat yaşamalı ve nefsinin arzularına, şeytana ve hasımlarına karşı devamlı tetikte ve uyanık bulunmalıdır. Kur'ân: "Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı (işler) yüzündendir. (Allah hatalarınızın) birçoğunu da affeder" (Şûrâ, 30).
Kudsî dâvaya gönül veren ideal bir nesil musibetler karşısında mağlup olmaz ve olmamalıdır.
Kâinatta tesadüf yok. Öyle ise musibetler bu zaviyeden değerlendirilmeli ve nefse yenik düşülmemelidir. Musibetin, bize kazandıracağı neticeyi iyi düşünmelidir. Görünüşdeki samimiyetten daha derin görünmeyen anlarında (gece hayatında) şakakları zonklatacak, kasıkları çatlatacak bir mânâ eri olunmalıdır.
Gerçek dâva adamının hâdiseler karşısında yılmadan, eğilmeden dâvasına karşı göstereceği vefâ ve sadâkat çok önemlidir.
Dünya bir mektep, hayat ise bir imtihandan ibarettir. Âlem-i Ervâh'dan yola çıkan insan, rahm-i mâderden, çocukluktan, gençlik ve ihtiyarlıktan, berzah, mahşer, hesap, mîzan ve sırattan geçerek mükâfat ve mücazâtın verileceği, rütbelerin sökülüp takılacağı, yüzlerin ağarıp ve kararacağı sonsuz ve ebedî âleme namzet bir yolcudur.
Kabir ötesi hayatı belirleyecek en büyük imtihan dünyada olandır. İmtihandan, kontrolden geçmeyen bir kişinin sağlam mı, çürük mü, sâdık mı, kâzip mi olduğu belli değildir.
İmtihanlar seviyeye göre farklı farklıdır. Talebe ile öğretmenin, er ile generalin, memurla âmirin imtihanı bir değildir. Onun için: Hadis-i şerîfte; "Belâların en şiddetlisi Enbiyâ-yı İzam efendilerimize, sonra Evliyâ-yı Kiram efendilerimize, sonra da seviyelerine göre diğer mü'minleredir"1 buyruluyor.
Hz. Âdem (as)'in zellesi, Hz. Nuh (as)'un tufanı, Hz. İbrahim (as)'in ateşi, Hz. Yusuf (as)'un kuyusu ve zindanı, Hz. İsa (as)'ın çarmıhı.......ve İnsanlığın İftihar Tablosu Hz. Muhammed (sav)'in - kovulması, döğülmesi, başının yarılıp dişinin kırılması, yurdundan yuvasından edilmesi ve her türlü hakarete mâruz kalması... Bütün bunların bize örnek olmaları, musibetlerin mânâlarını anlatmaları ve bize hayâtımızın gayesini, fıtratımızın neticesini hatırlatmaları itibariyle büyük imtihanlardır.
"Andolsun, sizi korku, açlık, mallar(ınız)dan, canlar(ınız)dan ve ürünler(iniz)den eksiltmek gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele" (Bakara, 155).
"Andolsun biz sizi deneyeceğiz ki, içinizden, cihad edenleri (güçlüklere) sabredenleri bilelim..." (Muhammed, 31).
"İnsanlar yalnız 'inandık demekle, hiç sınanmadan, (imtihana tabî tutulmadan)' bırakılacaklarını mı san dılar?"
"Andolsun biz, onlardan öncekilerini sınadık. Elbette Allah (sınayıp) doğruları bilecek, yalancıları bilecektir" (Ankebut, 2-3).
Görülüyor ki, hayat devam ettiği müddetçe İnsan sürekli imtihandadır. En ağır şartlar altında hangi cins imtihan olursa olsun, kurtulmanın, o işten zararsız sıyrılmanın çaresi: SABIR'dır, SEBAT'dır. Uyanık olup tehlikelere karşı tedbirli, temkinli olmaktır.
"Ey mü'minler, sabredin; sebatkâr olun; müteyakkız olun ve Allah'dan sakının ki; kurtuluşa eresiniz" (Âl-iİmrân,200).
"... Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir" (Zümer, 10).
"Kim sabreder, (kendisine yapılan kötülüğü) affederse, şüphesiz bu çok önemli işlerdendir" (Şûrâ, 43).
"Ey inananlar, sabır ve namazla (Allah'dan) yardım isteyin. Muhakkak ki Allah, sabredenlerle berberdir" (Bakara, 153).
Ebu Yahya Süheyl bin Sinan (ra)'ın rivayetinde; Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki: "Mü'minin durumuna hayret doğrusu: Çünkü onun her durumu kendisine yarar sağlar. Bu hal yalnız mü'min için böyledir.
Eğer sevindirici bir durumla karşılaşırsa şükreder. Bu onun hesabına hayır olur.
Eğer üzücü bir durumla karşılaşırsa sabreder. Bu da onun hesabına hayır olur."2
Kalp ve gönül mimarlarımızdan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin tesbitiyle üç yerde sabır çok önemlidir.
1) Mâsiyete (günahlara) karşı sabır
2) Musibete karşı sabır
3) Tâate karşı sabır
1) Mâsiyete karşı sabır: Allah'dan özür dileyip, tevbe ettikten sonra, bir daha günaha dönmemek içindir. Şu sabır takvadır. Bununla mü'min, ''Muhakkak Allah müttakilerle beraberdir" (Bakara, 194; A'raf, 36).
2) Musibete karşı sabır: Bu ise tevekkül ve teslimdir. Sebeplere tam riâyet edildiği halde, gelen musibetlere karşı sabredenler hakkında Kur'ân'ın: "Muhakkak Allah, sabredenleri sever" (Ai-i imrân. 146).
"Muhakkak Allah, tevekkül ve teslimiyet ehlini sever" (Al-i imrân, 159) müjdesine nail olurlar.
3) İbadet üzerine sabırdır. Evet iman, itaati gerektirir, itaat nimetlere şükürdür. "Kasem olsun, şükredenlere nimetlerini artırırım" (ibrahim, 7) vaad-i Sübhânisine mazhar olmak için, her nimet, kendi cinsinden olmak üzere şükrü gerektirmektedir.
Asıl musibet dine gelen musibettir. Dine gelen musibetten her an dergâh-ı ilâhiyeye iltica edip feryâd etmek gerektir.
Dînî olmayan musibetler, hakikat noktasında nusîbet değildirler.
Bir kısmı ihtâr-ı Rahmanidir. Nasıl ki, "meraya tecâvüz eden koyun sürüsünü çevirmek için çobanın atığı taşlara musâb olan bir koyun, lisân-ı haliyle: 'Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade fâidemizi düşünür. Madem onun rızâsı yoktur, dönelim" diye kendisi döner, sürü de döner.
Ey nefis: Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına mâruz kaldığın zaman "Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz" (Bakara, 56) de ve merci-i Hakîkiye dön, îmâna gel, mükedder olma, O, seni senden daha ziyâde düşünür.3
Musibetin bir kısmı âciz ve zâif olduğumuzu, etten kemikten bîr varlık bulunduğumuzu, bir mikroba, bir sivrisineğe yenildiğimizi hatırlatır. Azamet-i İlâhî karşısında kulluk şuuruna ermekle sıfırlığımızı, O'nun ise sonsuzluğunu ifâde ettirir.
Bir kısmı da (sabır şartıyla) günahlarımızın affına, derecelerimizin yücelip yükselmesine sebep olduğundan, şu gaflet zamanında musibet bir yönüyle bir lütf-u ilâhîdir.
"Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana emânettir. O emânetin mâliki, her şeye kadîr, her şeyi bilir bir Rahîm-i Kerîm'dir. O, senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor. Tâ senin için muhafaza etsin, zayi olmasın. İleride mühim bir fiyat sana verecek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin. Onun nâmiyle çalış ve hesabiyle amel et. O'dur ki muhtaç olduğun şeyleri sana rızık olarak gönderiyor ve senin takatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder.... Sana bir musibet geldiği vakit de: 'Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz' (Bakara, 156) yâni; 'Ben Mâlik'imin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer O'nun izin ve rızâsiyle geldin ise, merhaba, safa geldin! Çünkü, elbette bir vakit O'na döneceğiz ve O'nun huzuruna gideceğiz ve O'na müştakız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzad edecektir. Haydi ey musîbet! O terhis ve âzad etmek, senin elinle olsun, razıyım, Eğer benim emânet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irâde etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızâsı olmazsa; benim takatim yettikçe, emin olmayana Mâlikimin emânetini teslim etmem!" der.4 İnsan, maddî musibetleri büyük görürse büyür, küçük görürse küçülür. Nasıl ki, tam kavga anında bulunan iki hasımdan birisinin gülmesi ile kavga şakaya döner. Onun gibi musibetler, hastalıklar sabırla, şikâyet etmeden karşılanırsa maddî sıkıntısı olsa bile manen ve vicdanen insan huzur içinde olur. Şikâyet etmek, bağırıp çağırmak musîbeti, hastalığı gidermez. Belki ikileştirir, derdi sıkıntıyı daha çok artırır. Onun için evvelâ; Allah'ın emanet ettiği vücudun kıymetini bilecek israf etmeyecektir. Tedbirli, dikkatli hareket edecektir. Musibetlerden, müzmin hastalıklardan Allah'a sığınacak, tevekkül ve rızâ ile huzura erecektir.
Onun için, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (sav)'in: "Sabır, müşkilâtın anahtarıdır"5 fermanına kulak vererek, denizin dalgaları gibi, iç içe etrafımızı saran hâdiseler karşısında, sarsılmadan, yılmadan, ümitsizliğe düşmeden ("... Bazen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşlandığınız bir şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz" (Bakara, 216) âyetini derin derin düşünüp), üzerimize terettüp eden vazifelerimizi hakkıyla yerine getirmeliyiz. Tâ ki, İlâhî huzurda mes'ul ve mahcup olmayalım.
Dipnotlar
1 Buharî, Merdâ 3
2 Müslim
3 Said Nursî, Mesnevi.
4 Said Nursî, Mesnevi, 157.
5 İthâfu's-Sâdeti'l-Muttakin bi-şerhi İhyâ-u UIûmi'd-Din. c.9, s. 6
.fecir.net
|
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Meşru Çizgide Dünyayı Kazanmanın Zorlukları
Safvet Senih
Günümüz şartlarında dünya ve içindekiler hangi düzeyde meşru ve temiz, hangi düzeyde gayr-ı meşru ve kirli sayılmalıdır? Kur'an'da bu dünyanın geçici olduğu, bir oyun ve eğlenceden ibaret bulunduğu, dünya hayatının bir gurur kaynağından başka bir şey olmadığı, varlıklar dünyasının doyumluk için değil ibret için yaratıldığı, esas önemli olanın ebedi hayat ve ona hazırlanmak olduğuna dair ayetler ve benzer anlamdaki hadisler, nasıl tefsir edilmelidir ki, meşru dairede dünya ile sevecen bir ilişkinin kurulmasına engel olunmasın?
Evrensel ve aynı zamanda İslam'ın ruhunu yansıtan sosyo-kültürel ve ekonomik bir sistem, uzun soluklu bir medeniyet projesidir. Böyle çaplı bir medeniyet projesi, dünya-ahiret dengesinin çok iyi kurulmasını ve yoğun, sistemli bir çalışmayı gerektirir. M.F. Gülen Hocaefendi böyle bir projenin mimarlarını, yeni insan , yeryüzü mirasçıları, kudsiler veya ışık ordusu gibi isimlerle tanımlamakta, vasıflarını yazılarında ayrıntılı şekilde ele almaktadır.2 Milletimizin yeniden dünyanın güçlü ve sözü dinlenir devletleri arasında yerini alabilmesi de bu ışık ordusunun yetiştirilmesine bağlıdır. İslam'ın ruhunu yansıtan sosyo-kültürel ve ekonomik bir sistemin kurulabilmesi, ilk etapta Müslümanların -özelde yeryüzü mirasçılığına aday kişilerin- fert ve toplum düzeyinde, eşyanın ve hadiselerin bilgisine sahip olmaya ne kadar istekli olduklarına bağlıdır. Ayrıca dünyanın varlık ve etkileşim açısından meşru dairede sevilebilmesinin yollarının ve kriterlerinin günümüz şartlarında çok net şekilde izahının Kur'an ve Sünnet çizgisinde yapılmasını veya bu konuda önerilmiş çözümlerin, inanan kesimin zihinlerine çok iyi yerleştirilmesini gerekli kılar.
Bu yazıda yeni insanın veya ışık ordusunun eğitiminde karşılaşılan veya karşılaşılabilecek bazı problemler ele alınacaktır. Bu muhtemel problemleri daha iyi anlayabilmek için, öncelikle aşağıdaki sorular üzerinde düşünülmesi gerekmektedir. Günümüz şartlarında dünya ve içindekiler, hangi düzeyde meşru ve temiz, hangi düzeyde gayr-i meşru ve kirli sa-yılmalıdır? Kur'an'da bu dünyanın geçici olduğu, bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu, dünya hayatının bir gurur kaynağından başka bir şey olmadığı, varlıklar dünyasının doyumluk için değil tadımlık için yaratıldığı, esas önemli olanın ebedi hayat ve ona hazırlanmak olduğuna dair ayetler ve benzer anlamdaki hadisler, nasıl tefsir edilmelidir ki,meşru dairede dünya ile sevecen bir ilişkinin kurulmasına engel olunmasın? Tahkiki imana ulaşmış bir insandan fışkıran iman kaynaklı aşk ve şevk, hangi ölçüler içinde ve hangi metodolojiler kullanılarak, bu dünyanın yeniden Kur'ani yörüngeli imar edilmesinde kullanılabilir hale getirilebilir? Bediüzzaman'ın ifadeleri içerisinde İ’la-yı Kelimetullah (Allah kelamının ve İslamiyet'in yü-celiğini ve hakikatlerinin kıymetini bildirmek ve yaymak), bu zamanda, büyük olçüde maddi kalkınma ve ilerlemeye bağlı ise; müslümanlar hangi ölçüleri esas alarak, dünyada boğulmadan bu maddi ilerleme ve kalkınmayı başarabilecekler ve bu esnada dengeyi nasıl koruyabileceklerdir? İmanın verdiği ruhani zevklere ulaştıktan sonra (veya kalp ve ruhun derece-i hayatına girdikten sonra), bu dünyaya bağlanmadan veya onu Allah hesabına severek ona hakim olabilmek, hangi ölçülere riayet edilirse mümkün olabilecektir? Çevremizde hidayete eren insanları, iman dairesi içine girdikten sonra dünyayı ve içindekileri önemsememe veya boş verme psikolojisine girmeleri doğru mu? Doğru değilse, bu nasıl engellenebilecek ve dünyayı ahiretin bir tarlası olarak düşünmelerini, çok çalışmalarını sağlamak ve devam ettirmek nasıl mümkün olabilecektir? Öte yandan tüketim toplumunun dünyayı kuşattığı günümüzde, dünyayı kazanmanın sınırı ne olacaktır? Toplumun ve devletin zenginliğine giden yol, ferdin zenginliğinden geçecekse, ferdi zenginlikte lüks ve zaruret, israf ve ihtiyaçlar arasındaki ayrım ve denge nasıl olacaktır? Bu ve benzeri sorulara pratikte getirilen çözümlerde, denge bilinemediği veya korunamadığı için çoğu zaman, sosyal hayatta gizli veya açık ihtilaflar ortaya çıkmaktadır.
Bu dünyayı aşağılamak insanları bu dünyadan soğutmaya çalışmak, hakikatte İslami bir tavır olmadığı gibi dünyevi ilimleri de aşağılamak İslami bir yol değildir. Bütün dünyanın ve İslam dünyasının üzerinden bir batı silindiri geçmiş ve omurgasını ezmiştir. Önümüzdeki çağı ve bilgi çağını da kaçırırsak bu sefer beynimiz ezilebilir. Sonuç olarak müslümanlar için nesnel varlıklar (kozmik) dünyasına hakim olmak bir lüks değil, kaçınılmaz bir zarurettir. Batı'da 19. asırda yepyeni sosyal enerjiye sahip bir uygarlığın doğuşunu acı acı seyreden Türk aydınlarından batıcı grup, Müslümanların fakirliğinin ve geri kalmışlığının sebebinin bu noktalardan dolayı, İslam dini olduğuna inanmış, ve onu sorumlu tutmuş, ve daha da kotüsü İslam'ı, kalkınmanın, gelişmenin ve çağ atlamanın önünde bir engel olarak görmüştür.
Dünyanın meşrulaştırılması, insan-eşya münasebetleri çerçevesinde şekillenen varlıklara ve fizikî ve sosyal hadiselere müdahale etme ve hakim olma anlamına gelir. Dünya ile helal dairede sevecen bir ilişkiye girilebilmesi için, Müsliimanların dünya karşısında ellerini kollarını bağlayan ve İslam'a izafe edilen unsurların, zihinlerden dikkatle ayıklanması, Kur'an ve Sünnet'te dünyanın meşruluğuna, sevilmesine ve kazanılmasına ayet ve hadislerin doğru yorumunun keşfedilmesi, kesben değil kalben terk edilmesini kolaylaştıran unsurların hayata geçirilmesi gerekmektedir. Bugün bati uygarlığı, son ikiyüzyıldır bütün dünyayı etkisi altına almışsa (sosyal-iktisadi-kültürel dünya hakimiyeti) buna yol açan ve bunu besleyen şey, batılı insanın önce bu dunyayı ve içindekileri meşrulaştırması ve bunun yollarını keşfetmesi ve sonra da kozmik varlık dünyasına, ilim ve teknoloji yoluyla hükmedebilmesi olmuştur. (Çünkü varlık ve hadiselerin işleyiş ve oluş mekanizmalarına ait bilgiye sahip olan toplumlar, kozmik dünyaya ve ona bağımlı sosyal hayata kolayca hükmedebilir. Kozmik dünyaya hakim olunmadan, dünya hayatının sosyal yönlerine (dünya hayatının imar edilmesi rahat ve huzur içinde yaşamak için yapılan her türlü faaliyetleri içine alır) hakim olunamaz. İslam'ın temsile bağlı güzelliklerinin ve evrensel mesajının dünya sahnesinde sergilenmesi, günümüzde maddeye hakim olunmasını gerekli kılmaktadır. Kur'an'ın evrensel mesajlarını hayata taşıyacak insanın maddeye bağımlı olarak yaratılması da unutulmaması gereken bir husustur.
İnsanın maddi ihtiyaçlarını karşılarken maddede boğulmaması için, maddeye ve onun bilgisine hakim olunmalı ve insanlığın maddi ihtiyaçları (beslenme, barınma, aile kurma ve sağlık gibi) meşru ve helal dairede giderilmelidir. Hayatın sürdürülmesi için ihtiyaç duyulan maddenin, insan ruhunu esir almasına böylece engel olunmalıdır.
Bati insanı, bu dünyayı meşrulaştırma problemini, (yüzünü dünyaya çevirmek istediğinde kendisine engel olan kilise problemini) uzun bir tarihi süreçte ağır bedeller ödeyerek çözmüştür. Birisi laiklik* ve diğeri de sekülerlik** olan bu çözüm tarzları, batının kendine has dünyevileşme ve dünya hakimiyetine giden yolun esası olan insan-eşya münasebetlerini çözme yönteminden ibarettir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu sırasında bu problem, din faktörü göz ardı edilerek Fransızların çözme yöntemi olan laiklik benimsenerek, çözülmeye çalışılmıştır. Ama sonuçta, dünyayı kazanma ve ona hakim olma noktasında kayda değer bir başarı elde edilememiştir.
İSLAM DUNYASI NİÇİN BATI TARZI DUNYEVİLEŞME HAREKETİNE ALTERNATİF ÇÖZÜMLE KARŞILIK VEREMEDİ?
İslam dünyasının günümüzde, batının kozmik dünya hâkimiyetine alternatif bir cevap üretememesinin pek çok sebebi vardır. Bu sebeplerin önemli bir kısmı, numenal (teorik) İslam ile fenomenal (yaşanan) İslam arasında ortaya çıkan bazı farklılıklar ve kırılmalar ile bağlantılıdır. Diğer deyişle teorideki orijinal İslam ile pratikteki İslam arasında yüzde yüz bir uyumun ve yansımanın olmayışı gibi bir sosyokültürel tarihi gerçek söz konusudur. Tarih içerisinde bu farklılaşmalar ve kırılmalar zamana, mekâna ve toplumlara göre değişik boyutlarda ortaya çıkmıştır. Bu kırılmalar içerisinde en çarpıcı örnek, insanların dünyaya bakış açıları ve onu yorumlayış tarzlarından kaynaklanan dünyadan kaçış, ona karşı aşırı derecede mesafeli olmak veya ona küsmektir veya tam tersi, dünya ile gayr-i meşru bir ilişkiye girip, kalben dünyaya bağlanmak ve dünya zevklerini putlaştırmaktır.
Numenal İslam'da dünya salt mücerret bir varlık olarak ele alındığında Allah'ın sanatlarını sergilediği bir sergi salonudur. Kâinatta olan her şey, ilahi isimlerin cilvelerinden ibaret olup, her bir varlık ve fenomen, zatında temiz olup Allah'ın birer sanat eseridir. Ayrıca dünya ahiretin tarlasıdır. Kur'an'ın dünya hakkındaki hükümleri incelendiğinde, insanın bu dünya ile etkileşiminin meşru ve gayr-i mesru veya kirli-temiz şeklinde iki yönlü olduğu görülecektir.
Fenomenal İslam'da son iki yüzyıldır dünyanın meşru ve temiz yanlarından daha ziyade gayr-i meşru ve kirli yanlarının ön plana çıkarılmasıdır. Bunun neticesi olarak vaizler de, dünyanın sadece kirli ve gayr-i meşru yönlerini ele almışlar ve dünyanın terk edilmesi gereken bir meta' olduğu hususunu ısrarla vurgulamışlardır. Üzücü olan durum, bu arada, dünyanın meşru ve temiz yönlerinin gözden kaçmasıdır. Dünyanın meşru çizgide temiz olan yönlerini vurgulayan kitapların ve tefsirlerin az sayıda olması da bir başka faktör olmuştur. Bu veya başka sebeplerle, dünyanın kirli ve gayr-i meşru yönlerine işaret eden ayet ve hadislerin açıklamalı izahlarıyla insanların zihinleri daha çok bombardımana tutulmuştur. Sonuçta ölçüsüz yapılan vaaz ve nasihatlerle, çoğumuz nazarında dünyevi olan her şey, cazibesini kaybetmiş, Müslüman, dünya ve içindekilere karşı soğuk durmuştur.
Hatta bu soğuk durma, bazı Müslümanlarda bu dünyanın, ölüm saatlerini beklerken vakit doldurdukları lüzumsuz bir yer gibi algılanması sonucunu bile hasıl edebilmektedir. Bu yanlış, anlayış, insanları kolaylıkla boş vermişlik psikolojisine sokabilmekte, dünyaya egemen olma fikrini zihinlerden silmekte veya ona çok az yer bırakmaktadır. İnsanin hep kendisi için çalışması gerektiği veya ölmeyecek kadar kazandıktan sonra geri kalan vaktini sürekli uhrevi ibadetlerle meşgul olmaya ayırması gerektiği anlayışları zihinleri kuşatmakta ve sonuçta insanı, insanlık için çalışmaya teşvik edecek motivasyonlar azalmaktadır. Müslümanların gözünden kaçan şey, ebedi hayatin kazanılmasının büyük ölçüde bu dünya hayatını ka-zanılmasına bağlı olduğu "dünya ahiretin tarlasıdır" ve dünya hayatının fani oluşunun, tek tek insanlar için geçerli olduğu, insanlık için geçerli olmadığı hususudur. Diğer deyişle ölümlü olan insanlardır. Fertlerin yok olmasına karşılık, insanlık kıyamete kadar bakidir. İnsanın ölümlü olduğu gerçeği, toplumların kıyamete kadar ölümsüz olduğu gerceğini örtmekte ve milleti için çalışmayı isteksiz hale getirmektedir.
Mehmed Akif İslam dünyasının geri kalmışlığını verdiği vaazlarda, şöyle özetliyordu:
" Herşey maarifle kaimdir. Müslümanlığın cehalete tahammülü yoktur. Zira bu din, cahillerin eline geçince mahvoluyor. Zaten müslümanların cehaleti yüzünden İslam dini, bir meskenet dini olarak görülmeye başlanmıştır.
Kanaatı, tevekkülü ve sabrı... hepsini yanlış anladık. Siret-i Resulü, siret-i Ashabı gözetmez olduk. Ashab-ı Kiram nasıl çalışıyorlardı?
Bir gün Hz. Ömer Medine'de dolaşırken bakmış: BİT adam yırtık ve pırtık bir elbise içinde boynunu bir tarafa bükmüs, süklüm püklüm duruyor. Hemen çubuğu herifin omuzuna indirmiş ve demiş ki;
- Miskin herif! Bizim dinimizi böyle ölü şekline koyma..
Bu din din-i meskenet değil, din-i zaruret ve din-i fakr hiç değil. Hele tevekkül bizim anladığımız mahiyette hiç değil. Kur'an'ın gösterdiği, Hadisin gösterdiği tevekkül, bütün sebeplere sarıldıktan sonra olan tevekküldür."3
Bediüzzaman ise Münazarat isimli eserinde müslümanların fakir ve kalkınamamış, olmasını, aşağıdaki ayet ve hadislerin gözardi edilmesine ve/veya yanlış yorumlanmasına bağlamaktadır:
"İnsan için ancak çalıştığının karşlığı vardır." (Necm Suresi, 53:39)
"Çalışıp kazanan Allah'ın sevdiği bir kuldur. İnsanların en hayırlısı, onlara en faydalı olandır" (El-Acluni, Keşfu'l-Hafa, 2:463; el-Munavi, Feyzu'l-Kadir, 3:481 Hadis No: 4044)
İnsanlar, tahsil ve kazanma noktasında daha iyiye ve mükemmele ulaşmak varken elindeki ile yetinip, kanaat ediyorlardı. Mahsul ve ücret anında ise elde edilene ve verilene kanaat getirmeyip, kadere itiraz edercesine daha fazlasını talep ediyorlardı. Açarsak, tohum ekme ve çalışma mevsiminde kanaat ederlerken, mahsule ve ücrete kanaat etmiyorlardı. Doğru kanaat, tohum ekme ve çalışma mevsiminde değil, hasat ve ücret zamanında yapılması gerektiği için, her iki tutum ve davranış, dinen yanlıştı. Bir diğer hususta, müslümanlar sebepleri yerine getirdikten sonra yapılması gereken doğru tevekkülü unutmuşlardı. Allah'ın yeryüzündeki icraatının gereği olarak koymuş olduğu sebepler arasındaki nizama bir nevi isyan sayılan ve sebep-sonuç ilişkisini ve sebeplerin doğru sıralanmasını gözardı ederek yapılan tembelane tevekkülü kendilerine rehber edinmişlerdi. M.F. Gülen Hocaefendi'nin ifadeleri içinde ise, bu ve benzeri yönleriyle yanlış anlaşılan Kur'an ve İslamiyet, günümüz Müslümanlarının mahkûmu ve mağlubu olmuştu.
Münazarat adlı eserinde Bediüzzaman, atalet zindanına düşüşümüzün sebepleri olarak, ümitsizliği, zahmet ödemeden kazanmaya alışmayı, sebepler silsilesini atlamayı (acelecilik), şahsi ve ferdi düşünceler ve menfaatleri kollamayı, başkasının tembelliğinden olumsuz etkilenmeyi, aczin ve nefsin kendine itimatsızlığından işi birbirine bırakmayı, rahata meyil ve düşkünlük hissini sayar.
İnsanlar dünya-ahiret dengesini, teorikte bilmelerine rağmen pratikte kuramamakta ve şu soru karşımıza çıkmaktadır:
Ahiret hayati, ölmeyecek kadar bu dünya için çalışmak ve geri kalan zaman, uhrevi hayata yönelik yatırımlarla doldurarak mı kazanılacaktır? Yoksa ahiret hayati, farzları yerine getirip, büyük günahları terk etmek gibi kulluk vazifelerini yerine getirdikten sonra, dünyayı imar etme ve ona hâkim olma yolunda çalışılarak mı daha kolay kazanılacaktır? Örneğin, farzları yerine getirdikten ve büyük günahları terk ettikten sonra, laboratuarda veya atelyede, günde 16 saat çalışmayı mı; yoksa 8 saatlik çalışmayla ailevi rızkını kazandıktan sonra, geri kalan zamanını, ibadet ve sohbetle geçirmeyi mi tercih edersiniz?
Buna benzer hassas dengelere yönelik kritik soruları düşünemeyen veya pratik çözümlerini sunamayan Müslümanlar, dünyaya küsmüşlerdir. Dünyaya küsmeseler bile, kozmik dünya hakimiyetine götürmeyecek şekilde dünya ile gayri meşru bir ilişkiye girmişler, toplumun ve milletin zenginliği unutulmuş, ferdi zenginlikle yetinilmiştir. Bir başka ifadeyle, günümüz Müslümanlarının dünya-ahiret dengesine ait anlayışları, fert bazında zengin ve güçlü müslümanlar ortaya çıkarırken, toplum ve millet bazında caydırıcı güce sahip muvazene unsuru olan holdingleri ve kurumları ortaya çıkaramamıştır.
İslamiyet nazarında ilimlerin pek çok fonksiyonu vardır. Bunlardan birincisi, ilimlerin insanı Allah'a (Marifetullah) götüren önemli bir vasıta olmasıdır. İlimlerin ikinci önemli fonksiyonu da, insanın ihtiyaçlarını gideren, onun eşya ile olan münasebetlerinden doğan problemlerini sağlıklı ve etkin şekilde çözen güvenilir bir araç olmasıdır. Ancak son iki-üç asırdır, birinci fonksiyonu itibarıyla ilimler belli ölçüde ele alınmış, ama ikinci fonksiyon üzerinde yeterince durulmamış veya göz ardı edilmiştir. Bir başka ifadeyle dünyevi (nesnel varlıklar ve hadiseler) ilimlerin fonksiyonları, imanı kuvvetlendirmek ve ahirete hazırlık yapmak şekline indirgenmiştir. Bu hedefe ulaşılmışsa, ilimlerde daha ileriye gitmeye gerek yoktur, dünya terk edilse daha iyi olur düşüncesi zihinlere hakim olmuştur. Böylece bilimler, teknolojiye dönüştürülememiştir. Ayrıca insanın varlık ve hadiselerin oluş ve işleyiş mekanizmalarına hükmetmesi anlamında bir dünya hakimiyeti kavramı ve ideali, son iki yüzyıldır İslam düşüncesinde teorikte olmasına rağmen pratikte gelişmemiştir.
Özetle büyük ölçüde dini yanlış anlama ve yorumlamadan kaynaklanan bu durumlar, temiz ve meşru çizgide dünya ile sevecen bir ilişkiye girmeyi çıkmaza sokmuş ve hala sokmaktadır. İslam dünyası sırtını bu dünyaya döndüğü için veya bu dünya ile ilişkilerini gayr-i meşru çizgide düzenledikleri için bu dünya da sırtını müslümanlara dönmüştü. Üzülerek belirtelim ki bu anlayışlar, İslam dünyasındaki çöküşün sebeplerinden veya çöküşü hızlandıran sebeplerden birini oluşturmuştur. Son iki asırdır, İslam dini ve Kur'an değil, ama İslam medeniyeti, kültürü ve İslam anlayışlarının hayat veren soluğu tükenmiş, dünyaya verebilecek hiçbir şeyi kalmamış bir noktaya gelmişlerdir.
DÜNYA HAYATI PRATİKTE NASIL MEŞRULAŞTIRILABİLİR?
İnsanın gerçek kişiliği olan fert ve tüzel kişiliği olan insanlık olmak üzere iki ayrı boyutu vardır. Fert insanın ana vatanı ahiret olup, burada misafirdir. Buna mukabil insanlığın ana vatanı, bu dünyadır. İnsanın cenneti, cehennemi ahirette; insanlığın saadeti veya şekaveti bu dünyadadır. Bu dünyaya hakim olma, fert insana değil insanlık olarak tanımlanan yönüne hasdır. Bir başka ifadeyle, böyle bir hakimiyet ferdi aşacağı için bu hedef, insanlık tarafından gerçekleştirilecektir. Bu açıdan insanlık, her hal ve şartta ister mu'min veya kafir olarak isterse temiz veya kirli şekilde bu dünyaya hükmedebilecektir.
Müslümanlar açısından numenal düzeyde bu dünya meşrudur ve onunla temiz bir şekilde etkileşmek ve ilişkiye girmek mümkündür. Bu dünyanın dünyevi bir çalışma mekanizması vardır ve bu sebeple bu dünyaya hükmedebilmek; bu çalışma mekanizmasının keşfedilmesi ile yani dünyevi bilgiler ile mümkündür. Kur'an'da ifadesini bulan, insanın dünya üzerinde Allah'ın halifesi olarak yaratılması (Bakara.30), dünyanın insanın emrine musahhar kılınması (Bakara,29 ve benzeri ayetler), birbiriyle bağlantılı aşağıdaki anlamları içerir.
-Bu dünya Allah tarafından insana bir mekan ve hakimiyet alanı olarak yaratılmış zati olarak temiz bir varlık alanıdır. Bu dünya Hristiyanlık'ta olduğu gibi, insanin cezalandırılmak üzere cennetten kovulduğu aşağılanmış bir sürgün yeri değildir.
Kirli dünya ile temiz dünya için temel kriter, dünyanın kendisinde değil, insanın onunla kurmuş olduğu ilginin mahiyetinde (kalbi alakada) aranmalıdır. Bu kriter, dünyaya ait unsurların insan ile Allah arasında nasıl bir bağ kurduğu ve nasıl mesafe koyduğuna bağlıdır. Kur'an ve Sünnet ölçüleri içinde dünyayı kesben değil kalben terk etmek dünya ile temiz ve meşru ilişkiyi, kalben terk etmemek ise kirli ve gayr-i meşru ilişkiyi yansıtır. Dünya ile etkileşimin temiz sürdürülebilmesi için Peygamberimizin bu ayet benim saçımı ağarttı dediği: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol..." (Hud: n/112; Şura, 42/15) ayetini sürekli akılda tutmak yeterli olacaktır.
— Bütün varlıklar Allah tarafından insanın emrine verilmiş ve ona boyun eğdirilmiştir. Bunun formülü ise aklını kullanmak ve varlık ve hadiselerin sebep-sonuç mekanizmalarını kavramaktır. İnsana verilen akıl, bu dünyadaki olguları görmek, incelemek, irdelemek, tefekkür etmek suretiyle onların arasındaki düzenlilik (nedensellik) mekanizmasını kavramaya yetkili kılınmıştır. Kur'an, Allah'ı tanımak varlığını ve birliğini kabul etmek konusunda bile insan aklına hitap etmektedir. Bir hadiste "insanın dini aklından ibarettir. Aklı olmayanın dini de yoktur" denilmektedir.
Eşyayı tanımak ve mahiyetini anlamak, çalışma mekanizmasının düzenliliğini kavramak konusunda insan cinsine verilen duyu ve akıl gibi bilgi kaynakları, belli ölçüde yeterlidir. Bu ise bir nevi dünya hakimiyetine giden yolun anahtarı demektir.
—Bu dünyanın insana musahhar kılınmışlığı, doğrudan imanla bağlantılı değildir. Dünya hakimiyetine sahip olmak ile mü’min olmak arasında dolaylı bir bağlantı vardır." Kasem olsun. Biz Zikir'den sonra Zebur'da da şunu yazdık: Yeryüzüne benim salih kullarım varis olacaktır." (Enbiya, 21:105). Kur'an'ın bu ayeti, yeryüzünün gerçek mirasçılarının Allah'ın salih kulları olduğunu açıkça belirterek; mü’minleri yeryüzüne hakim olmaya teşvik etmektedir. Daha da önemlisi Kur'an bu hakimiyeti, salih kul olma vasıflarıyla irtibatlandırmaktadır. M.F. Gülen Hocaefendi tarafından; Kur'ani ahlakı temsil etme, birlik ve beraberlik düşüncesiyle oturup kalkma, yaşadığı çağın şuurunda olma, ilim ve fenlerle kendini donatma ve zenginleştirme, dünya ve ahiret dengesini iyi kurabilme, yeryüzü mirasçılarının önde gelen özellikleri olarak sıralanmaktadır.
Özetlersek, İslam dünyasının görmesi gereken nokta, müslümanların şeref, izzet, ikbal ve gururlarının, dünyayı terk ederek değil, tam aksine dünya hakimiyetine bağlı olduğudur. Ancak son iki yüzyıldır İslam kültüründe dünya takdis ve tazim edilmekten kaçınılmış, çoğunlukla gayr-i meşru ve kirli yönlerine dikkat çekilerek tel'in edilip aşağılanmıştır. Halbuki, fazilet dünyayı terk etmede değil, takvanın önemli bir boyutu olan dünyaya hükmederken Allah'ı unutmamakta ve halk içinde dolaşırken ve dünya nimetleri içinde yüzerken halk ile beraber olabilmektedir. Hz. Mevlana'nın ifadeleri içinde fazilet "BİR ayağı şeriatta ve bir ayağı yetmiş iki millet içinde" olmasında aranmalıdır. Biz müslümanlar bu dünyaya böcek gibi sürünmek, rezil ve sefil bir hayat yaşamak için değil, ona şeref ve vakarımızla temiz bir şekilde sahip ve hakim olmak için geldik. Bugün yaşayan herkes en geç 60-100 sene sonra ölmüş olacak ama dünya ve insanlık kıyamete kadar var olmaya devam edecektir. Bizler öleceğiz ancak yarınlarda yine Müslümanlar, Hıristiyanlar, doğulular ve batılılar kısacası insanlık var olmaya devam edecektir. Bizler, her şey bizimle beraber bitecekmiş, gibi davranamayız. Bütün himmetimizi ve enerjimizi kendi şahsi menfaatlerimize harcayamayız. Bu korkunç bir cehalet ve bencilliktir. Bizden öncekilerin cehalet ve bencilliğinin elim neticesi, bugün ödediğimiz ağır faturadır. Dünya ilminde cahil ol ve ölmeyecek kadar dünyayı kazan düşüncesini fazilet zannetmek, yıkılışımızı hazırladı. Torunlarımızın izzet, ikbal, şeref ve haysiyetlerini düşünüyorsak, bu dünyaya, varlık ve hadiselerin oluş ve işleyiş mekanizmalarına müdahale edebilecek noktaya gelmek için planlar yapmalı ve imkan ve enerjimizi bu konulara harcamalıyız.
Bunu yapabilmek için de kendimize has, Kur'an ve Sünnet yörüngeli olarak dünyanın meşrulaştırılması hususunu pratikte çözmek zorundayız. Yani dünyanın meşru ve temiz yönünü pratikte ortaya koyarak gerçek müslümanlığın dünyayı terk ederek değil, dünya içinde ona hakim olacak şekilde, onunla yaşarken Allah'la münasebetini devam ettirmek olduğunu gösterebilmeliyiz. Prof. Dr. M. Aydın'ın ifadesiyle "Hayatlı din-dinli hayat" arasındaki olçüyü pratikte yaşanabilir kılmalıyız. Dünyayı kesben değil, kalben terk etmeye dair ölçünün pratikte yaşanabilir bir düstur olduğunu gösterebilirsek kalkınma ve ilerlememizin önündeki engeller daha kolay ortadan kalkacak ve ışık ordusu misyonunu daha kolay yerine getirecektir.
KAYNAK
Hocaoğlu. D.(1995). Laisizmden Milli Sekülerizme: Laiklik Sorununun Felsefi Çözümlenmesi, Selçuk Yayinlan. ANKARA.
* Laiklik: Katoliklerin dünyevileşmesi olan laiklik, dine karşi, sert ve onunla barışık olmayan, dini vicdanlara hapsetmeye çalışan bir dünyevileşme hareketidir. Laisizm, dini kamu yönetiminden bütün olarak tasfiye etmeyi hedeflemenin yanında onu tamamen kişisel vicdani bir asosyal yapıya indirger.
** Sekülerlik: Protestanların dünyevileşmesi olan Sekülerizm, reformasyonun bir sonucu olması hasebiyle dine karşı daha toleranslı ve din ile daha barışıktır. Hatta alanları ayrı olmakla beraber din ile sekülerizm birbirlerine dost olabilirler. Sekülerizm, devlet ile dinin karşılıklı mutabakatına dayanan ve dini bir düşman olarak görmeyen, sembolik dahi olsa din ile iç içe olabilen bir çözüm tarzıdır.
DIPNOTLAR
1 M.F. Gülen, (1996) Zamanın Altın Dilimi, s. 157 vd. (T.Ö.V.Yay.) İzmir.
2 Yeni Ümit Dergisi. Yeryüzü Mirasçıları cilt:3 Sayi: 19-20-21.
3 Abdulkadiroğlu A. (1992). Mehmed Akifin Kur'an-ı Kerim Tefsiri, Mev'iza ve Hutbeleri. D.İ.B. Yay.sh: 117
4 Nursi S. (1995). Kaynaklı indeksli Risale-i Nur Kül. 2. cilt. sh.1945 (Nesil yay)
.
BEKLENEN OLGUN NESİL
Safvet Senih
Dağ tepelerinden kopup parçalanarak, sivri, keskin, batıcı, tip ve şekilleriyle akıp giden bir çay ve ırmağa dökülen taşların zamanla birbirleriyle sürtüne sürtüne beraberce güzel, yuvarlak hatta şeffaf birer şekil almaları gibi, çeşitli his ve insiyaklarla İslâmî hizmetlerin içine ilk önceleri ham yapıları ile giren gençlerin de zamanla olgun hale gelmeleri beklenmelidir. Sabır potasında çeşitli imtihan süzgeçlerinden geçmeden, olumlu, hatta alımlı ve çalımlı, herşeyden önce kalıcı hizmet etmek pek mümkün değildir.
Nebilere bile nübüvvet, gençliğin heyecanlarının sükûn bulduğu çağda gelmiştir. Peygamberler zaten fıtraten en mükemmel yapıya, ifrat ve tefritten uzak hissiyata, hepsinden de mühimi bizzat Cenâb-ı Hakk'ın İlahi himaye ve garantisine rağmen peygamberlikle, olgunluk çağlarında vazifelendirmişlerdir. Yaşın ilerlemesinde insanı olgun hale getiren esasen başından geçen tecrübelerdir. Saçı ağarıp yaşı ilerlemiş olanlardan beklenmedik bir yanlışlık zuhur edince, halkımız "Başını değirmende mi ağarttın?" der. Bir şâir ''Sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. Zira bu hâl tecessüm etmiş bir nur gibi beyinden eriyip sakaldan mecra bularak kendini gösteren fikir ve edebin tebessümüdür." demektedir. Başka bir beyitte de ihtiyarlık şöyle anlatıyor: "Senin ihtiyarlık dediğin aslında dehrin musibetlerinin gürültüsü sırasında ayaklar altından çıkıp sakalıma konan bir beyaz tozdur."
Hadîslerde görülen ihtiyarlık, Allah yolunda sarfedilmiş ömürlerin semeresidir."Altmış-yetmiş yaşlarında ihtiyar bir mümin dergah-ı İlâhîye elini kaldırıp dua ederken, İlâhî rahmet onun elini boş döndürmeye hicap eder." buyrulmuştur. O mübarek ihtiyarlara benzeyen gençler de yine hadîslerde övülmüştür: "Gençlerinizin en iyisi, temkinde ve sefahetlerden çekilmekte ihtiyarlara benzeyenlerdir." Aynı şekilde gençlere heveslenenler de yerilmiştir: "İhtiyarlarınızın en fenası, sefahette ve başını gaflete sokmakta gençlere benzeyenlerdir."
Ömürlerini İslâmî prensiplerin ışığı altında geçiren ihtiyarların zamanla masum çocuklar gibi günahsız hale geldikleri bu yüzden Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve şefkatini celbettikleri bir hadîs-i şerifte şöyle ifade ediliyor: "Eğer henüz annelerini emen masum yavrularınız ve beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belalar sel gibi, üzerinize dökülecekti." Hanelerinizde bulunup bela ve musibetlere kalkan ve siper vazifesi gören ve bereket vesilesi olan mübarek ihtiyarların, horlanıp hakir görülecek "huzur evleri" adı altında tecrithanelere konulduğu veya bir kenarda unutulduğu ülkelerde ise umulmadık içtimaî illetler boy göstermekte, daha korkunçları da zuhur etmek için zamanını beklemektedir.
Müslümanın her şeyi hayırdır; gençliği de ihtiyarlığı da hatta başına bazı bela ve musibetlerin gelmesi bile... Bu, derin bir iman şuuru ile her hal ve vaziyetin değerlendirilmesine bağlıdır.
Yukarıda giriş kısmında işaret ettiğimiz gibi peygamberliğin kırk yaşında gelmesinin hikmetleri çoktur. En başta nübüvvet gayet ağır ve büyük bir mükellefiyettir. Onun için aklî meleke ve kabiliyetlerin, kalbî istidat ve kuvvelerin inkişaf edip olgunlaşması ile o ağır yük kaldırılabilir. Onların kemale erme zamanı ise kırk yaşıdır. Hâlis, muhlis, sâfi ve masum bir yapıda olan peygamberler için olmasa bile, bazı insanların hatır ve zihnine, bir şöhretperestlik hissi gelmemesi için gençlik çağlarında böyle yüce bir vazife ile gönderilmeleri uygun görülmemiştir. Çünkü gençlik deyince akla, hevesat-ı nefsaniyenin heyecanlı zamanı, delikanlılığın hararetli galeyanı, dünyevî ihtiras ve kaprislerin feveranlı vakti geliyor. Bu da sırf Allah rızası için yüklenilmesi gereken İlâhî, uhrevî ve kudsî peygamberlik vazifesine uygun düşmüyor. Çünkü bu durumda dünyaperest ve şöhretperest insanların zihnine daha çok dünyanın şan ve şerefi için çalışma kuruntusu geliyor. Ama artık kırktan sonra, ister istemez kabir göründüğü için bu itham ve su-i zanlara fazla itibar kalmıyor.
Kırk yaş şu andaki İslâmi hizmetleri yürütenler için de bir mihenk olabilir. Yani, İslâm dâvâsı peşinde gidenlerin, sırf bir gençlik hevesiyle nefsine hoş geldiği için "uydum kalabalığa" nevinden bir hisle mi koşturduğu kırk yaşından sonra belli olacaktır. Çünkü artık ondan sonra hislerden çok akıl ve mantık hâkimdir. Bugün karşı cepheden yani, solculuk ve komünizm adına 1968'lerde anarşi ve terörle dünyayı yangın yerine çevirenler, artık şimdi kendilerine ve hatalarına soğukkanlı olarak bakıp bir değerlendirme yapabiliyorlar. Ayrıca yüce ve yüksek İslâm dâvâsı, çoluk çocuğa, heves ve hissiyata teslim edilemeyeceğinden olgun ve güçlü eller aramaktadır. O ağır ve kıymetli yükün altına girebilecek omuzların, tecrübeli pişkin, güçlü ve hissiyattan oldukça uzak seçkinler ve imtihanlarını çok kere başarı ile vermiş kudsîler olması gerekmektedir. Işık ordusunun fertleri, hâlâ kalblerinde dünyalık beklentilerin karaltılarını taşıyan ham ruhlar olamaz, olmamalı...
Bu yüzden Kur'ân'da geçen: "eşüdd" yaşı dikkatimizi çekiyor. "Eşüd yaşına ulaşınca (güç ve kuvvetine kavuşunca) ona (Yusuf a) hüküm ve ilim verdik" (Yusuf Sûresi, 12/22). ''Eşüdd yaşına ulaşınca (güçlü çağına erip, olgunlaşınca) Biz, ona (Musa'ya) hüküm ve ilim verdik." (Kasas Sûresi, 28/14).
Eşüdd çağı ile 40 yaşı arasındaki yakın alâkayı da yine bize Kur'ân anlatıyor:
"Anası onu (insanı) zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. (Ana karnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü. Nihayet insan eşüdd yaşma (güçlü çağına) erip Kırk Yaşına varınca..." (Ahkaf Sûresi, 46/15).
Dağ tepelerinden kopup parçalanarak, sivri, keskin, batıcı, tip ve şekilleriyle akıp giden bir çay ve ırmağa dökülen taşların zamanla birbirleriyle sürtüne sürtüne beraberce güzel, yuvarlak hatta şeffaf birer şekil almaları gibi, çeşitli his ve insiyaklarla İslâmî hizmetlerin içine ilk önceleri ham yapıları ile giren gençlerin de zamanla olgun hale gelmeleri beklenmelidir. Sabır potasında çeşitli imtihan süzgeçlerinden geçmeden, olumlu, hatta alımlı ve çalımlı, her şeyden önce kalıcı hizmet etmek pek mümkün değildir.
.
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 1037 ziyaretçi (1882 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|