Dinin Ruh Sağlığına Etkisi
Prof. Dr. Mustafa Köylü
Mü’minlerdeki şevkin semeresi, Mevlâ’ya tevekkül ve itminan; gafillerde geçici sevinçlerin neticesi, bitip tükenme bilmeyen stresler ve anguazlardır. İnanan insanlarda -ekseriyetle- stres görülmez; çünkü, mü’minlerin musibetler karşısında bütün bütün çaresiz kalmaları, hadiselere teslim olmaları, uzun süreli derin boşluklar yaşamaları ve ebedî hüsrana uğramaları söz konusu değildir.
|
Her ne kadar son iki asırdır, dinle psikoloji bilimi arasında çok sağlıklı bir ilişki kurulamadıysa da, özellikle 25–30 yıldır, bu alanda yapılan araştırmalar, dinle ruh sağlığı arasında önemli ilişkilerin olduğunu ortaya koymaktadır. Bu görüşü, sadece ilahiyat alanında çalışan bilim adamları değil, tıp alanında çalışan bilim adamları da desteklemektedir. Teorik yaklaşımların ötesinde, bu konuda yapılan ampirik çalışmalar da, dindarlık düzeyi (samimi bir inanç, ibadete devam, dua etme, kutsal metinleri okuma, vs.) yüksek olan kişilerin, dindarlık seviyesi düşük olan kişilere oranla psikolojik açıdan daha iyi durumda olduklarını, hayattan daha çok mutmain olduklarını, daha iyimser bir anlayışa sahip olduklarını; buna karşılık daha az stres, depresyon ve kaygıya maruz kaldıklarını, stresle daha iyi bir şekilde başa çıktıklarını ve daha az intihara teşebbüs ettiklerini göstermektedir.
Elbette Batı toplumlarında yapılan bu alan araştırmalarının tümü, farklı sebeplerden dolayı, dindarlıkla ruh sağlığı arasında olumlu bir ilişkinin olduğunu göstermese de, büyük çoğunluğu dindarlıkla ruh sağlığı arasında olumlu bir münasebetin olduğunu ortaya koymaktadır. Bu alanın en önemli uzmanlarından biri olan Koenig, 2000 yılından önce bu alanda yapılan 700 çalışmadan 500’ünün (% 71) dinle ruh ve beden sağlığı arasında olumlu bir ilişki olduğunu ortaya koyduğunu belirtmektedir. Bu analize göre; 93 çalışmanın 60’ında, dindarlık seviyesi yüksek kişilerin daha az depresyona girdikleri, depresyonu olan kişilerin de daha hızlı iyileştikleri; 68 çalışmanın 57’sinde intihar olaylarının daha az yaşandığı; 69 çalışmanın 35’inde daha az kaygılarının olduğu; 120 çalışmanın 98’inde daha az uyuşturucu madde kullandıkları; 114 çalışmanın 94’ünde psikolojik açıdan daha iyi durumda, daha ümitli ve iyimser oldukları; 16 çalışmanın 15’inde hayatta daha fazla gaye ve anlam buldukları; 38 çalışmanın 35’inde evliliklerinde daha mutlu oldukları ve eşleriyle iyi geçindikleri; 20 çalışmanın 19’unda daha fazla sosyal destek aldıkları görülmüştür.1 Elbette bu verileri okurken, Batı toplumu ile onların inandıkları dinin özelliklerini de göz önünde bulundurmak gerekir.
Ancak sonuçta bir bütün olarak, dinin ruh sağlığı üzerine olumlu tesirlerinin olumsuz etkilerinden daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. İşte bu makalede teorik bilgilerden ziyade, Batı’da (özellikle de ABD’de) bu alanda yapılan çalışmalar doğrultusunda, dinin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini incelemeye çalışacağız. Bu bağlamda dinî inançla depresyon, intihar, kaygı ile psikolojik iyi hâl arasındaki ilişkileri incelemeye çalışacağız.
Depresyon ve Din
Bilindiği gibi çağımız insanlarını tehdit eden en önemli ruhî hastalıkların başında depresyon gelmektedir. Bugün dünyamızda yaklaşık olarak 100 milyon insanın depresyondan etkilendiği bilinmektedir.2 Depresyon, özellikle yaşlılar arasında en yaygın hastalıklardan birisidir. Her ne kadar genel nüfus içerisindeki oranı düşük olsa da, hastanede yatan yaşlı hastalar açısından bakıldığında bu oran, % 35’e kadar çıkmaktadır. Bilhassa belli bir kurumda ikamet etmeyen yaşlılarda bu depresyonel semptomlar daha yüksek oranda kendisini göstermektedir.3 Tedavi edilmediği takdirde de depresyon, hem yaşlılar, hem de onların bulundukları toplum için birtakım olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir. Zira depresyonel hastalıkların çoğu, muayyen bir tedaviyle sona ermemekte, uzun süre devam eden tedaviden sonra da kolay bir şekilde tekrar ortaya çıkabilmektedir. Depresyonlu hastaların, tedavi görüp çıktıktan sonra da üçte ikisinin, en azından üç ay sonra tekrar depresyon geçirdikleri görülmüştür. Bu durum hem ekonomik açıdan olumsuz etki yapmakta, hem de yaşam kalitesini düşürerek, ölüm oranlarını yükseltmektedir. Zira bir taraftan bu hastaların tedavisi uzun süre devam ederken, diğer taraftan da bunlar fizikî rahatsızlıklar gibi tam olarak iyileşmediklerinden, yaşam kalitelerini de olumsuz yönde etkilemektedir.
Acaba din ile depresyon arasında ne tür bir ilişki vardır? Diğer bir ifadeyle dinin, depresyonlu hastalar üzerinde olumlu herhangi bir katkısı var mıdır? Bu konuda pek çok araştırması olan Koenig, kiliseye giden kişilerle depresyon arasındaki ilişkiyi araştıran toplam 93 alan araştırmasından 59’unda, dinî ibadetlere daha fazla katılan kişilerde depresyonel düzensizliklerin daha düşük olduğunu ve bu kişilerin daha az depresyonel semptomlar gösterdikleri tespit etmiştir. Bu konudaki en kapsamlı çalışmalardan birini de yine Koenig ve Larson (2001) yapmıştır. Dindarlıkla sağlık arasındaki farklı boyutları inceleyen bu kişiler, bu alanda yapılan 850 çalışmayı değerlendirmişler ve sonuç olarak, dindarlıkla hayattan memnun olma arasında, çalışmaların % 80’inde pozitif bir ilişkinin bulunduğunu, depresyon ve kaygı ile dindarlık münasebetini ele alan çalışmaların üçte ikisinde, dindarlık seviyesi yüksek olan kişilerin, dindarlık seviyesi düşük olan kişilere oranla daha az depresyon geçirdikleri ve kaygı duydukları tespit edilmiştir.4
Bu alanda yapılan diğer ferdî çalışmaların sonuçları da şöyledir: Koenig ve arkadaşları 111 depresif yaşlı hasta üzerine, yaklaşık bir yıl süren araştırmaları sonunda, sadece kiliseye devam etmekle İncil okuma gibi dinî yaşayışların ötesinde, samimi bir dinî inanç ve hayatın depresyon hastaları üzerinde önemli bir etkisi olduğunu, yaşlıların yarısının bu zaman zarfında herhangi bir tıbbî tedavi almadan iyileştiklerini tespit etmişlerdir. Araştırmacılar, her ne kadar bu mekanizmanın tam olarak nasıl işlediğini ortaya koyamasalar da, dinî inancın bu hastalara daha iyi bir dünya görüşü kazandırdığını, acının ve ölümün daha iyi anlaşılmasını ve kabullenmesini sağladığını ileri sürmektedirler. Ayrıca dinî inancın, yaşlılara daha güçlü bir “benlik tasarımı” kazandırdığını, yani kendilerinin güçlü ve zayıf yanlarını, kim olduklarını, daha iyi ve doğru tanımalarına ve değerlendirmelerine katkı sağladığını, bunun da sağlığın bozulduğu yaşlılık döneminde oldukça güçlü bir destek olduğunu ifade etmektedirler. Yine din, insanlara içinde bulundukları durum ne olursa olsun, ya da kişiler ne tür sorunlar yaşarsa yaşasınlar, bunların iyileşeceğine dâir bir umut ve duygusal iyileşmeyi sağlayacak motivasyon sağlamaktadır.5
Cummings ve arkadaşları, 568 yaşlı üzerinde yaptıkları araştırmada, sosyal destek ve dindarlıkla depresif semptomlar ve fonksiyonel rahatsızlıklar arasında bir ilişki olduğunu, sosyal destek seviyesi yüksek olanlarla dinî faaliyetlere katılma nispeti yüksek olan yaşlılarda, depresyon oranının daha düşük olduğunu, bunun da diğer fizikî yetersizliklere olumlu yönde katkı sağladığını bulmuşlardır. Aynı araştırmacılar, depresyon konusunda ne eğitimin, ne cinsiyetin, ne de evlilik durumunun, dindarlık kadar etkili bir faktör olmadığını belirtmişlerdir.6
İbadetin sıklığı ile depresyon arasındaki ilişkiyi araştırmak üzere Kanada’da 37 bin kişi üzerine yapılan bir araştırmada, ibadete devam sıklaştıkça daha düşük seviyede psikiyatrik düzensizlik, cinnet, depresyon ve sosyal fobiye rastlandığı bulunmuştur. Yine bu araştırmada, hayata bir anlam bulmada, günlük hayatın zorluklarıyla başa çıkmada ve hayatın sıkıntı ve zorluklarına katlanmada dindarlığın önemli bir yerinin olduğu tespit edilmiştir.7
Acaba dindarlık, depresyonun azalmasına ya da ortadan kalkmasına nasıl bir katkı sağlamaktadır? Araştırmacılar bunun da nedenini, dinî yerlere devam etmenin ibadet ya da dua sayesinde, cemaat üyeleri arasında birliktelik oluşturmasına bağlamaktadırlar. Bu birliktelik de sonuçta cemaat üyelerine bir güç olarak geri dönmektedir. Cemaat üyeleri birbirlerine sadece manevî açıdan değil, aynı zamanda maddî açıdan da destek sağladıklarından yalnızlık hissi, güçsüzlük, umutsuzluk, gayesizlik gibi olumsuz duygu ve düşünceler azalmakta; bu da fertlerde meydana gelebilecek birtakım psikolojik problemlerin ortadan kalkmasına yardımcı olmaktadır. Özellikle depresyonun sebeplerinden biri olan yalnızlık, toplumdan ve insanlardan uzaklaşma, bağımlılık hissinin azalması veya kaybolması olarak düşünülürse, bütün bunların toplu ibadetler yoluyla ortadan kalkacağı söylenebilir.8
İntihar ve Dinî İnanç
Durkheim’in (1858–1917) yaklaşık bir asır önce konuyla ilgili yaptığı araştırmayı günümüzdeki araştırmalar da doğrulamaktadır. Bilindiği gibi Durkheim’in temel tezi, dinî organizasyonların kendi üyeleri için intihara karşı önemli bir koruyucu faktör olduğu yönündeydi. O, bu tezini doğrulamak için Katolikler ile Protestanları karşılaştırmış ve sonuçta, Katolik mezhebine bağlı olan toplumlardaki intihar olaylarının Protestan mezhebine bağlı olan toplumlardaki intihar olaylarından daha az olduğunu bulmuştu. Ona göre bunun en önemli sebebi, dinlerin (ya da mezheplerin) gerçekleştirdiği sosyal entegrasyon ve sosyal düzenlemelerdi. Aynı dine mensup kişiler, sadece inanç açısından değil, diğer ahlâkî konularda, ailevî ve içtimaî işlerde de aynı değerleri paylaşacaklarından, bu homojen yapı onların ruh sağlığına da olumlu yönde etki edecektir.
İntihar teşebbüsleri her yaş döneminde görülse de, bu durum yaşlılar için daha önemli bir problem teşkil etmektedir. Meselâ Amerikalı uzmanlar, kendi toplumlarında, yaşlıların % 10’u ile % 30’unun psikolojik problemleri olduğunu ileri sürmektedir. (Weaver, Koenig, 1996: 496) Yine onlar, eğer bu yaşlılara tedavi uygulanmazsa, yaşlılık dönemindeki intihar olaylarının % 50 artacağını belirtmektedirler. Bununla birlikte Batı toplumlarında intihar, sadece yaşlılar için değil, gençler için de en önemli tehdit unsurlarından birisidir. İntiharla ilişkili davranışların oranı gençler arasında % 4–60 arasında değişmektedir.9 Aradaki bu büyük istatistikî farklılığın sebebi, intiharla ilişkili davranışların tanımındaki farklılıklardır. Zira bu durum, intiharı düşünmekten gerçekleştirmeye kadar uzun bir süreci kapsamaktadır. İntihara teşebbüsün pek çok nedeni vardır. Bunlara literatürde risk faktörleri denmektedir. Bu risk faktörlerinin başında aile psikopatolojisi, depresyon, uyuşturucu madde kullanımı, saldırganlık ve aile geçmişinden birilerinin intihar etmesi vs. gelmektedir. Bunun ötesinde fertlerin genetik yapıları, fizikî anormallikler, saldırganlık ve fevrîlik, zayıf problem çözme kabiliyeti ve ümitsizlik de intihara sebep hususlardandır. Depresyon erkeklerden çok kadınlar için risk faktörü teşkil etmektedir.10
İntiharla dindarlık arasındaki münasebeti inceleyen araştırmaların büyük çoğunluğu, dindarlıkla intihar arasında ters bir ilişkinin olduğunu, yani dindarlık seviyesi yüksek olan kişilerin daha az intihara teşebbüs ettiklerini veya intihara daha olumsuz baktıklarını ortaya koymuştur. Bilindiği gibi İslâm dini intiharı kesinlikle yasaklarken, diğer dinler de intiharı kabul etmemektedir. Bu alanda yapılan diğer çalışmalar da, dinin depresyona da sebep olan farklı stres kaynaklarıyla başa çıkmada en önemli faktör olduğunu göstermektedir. Dinî inançlarını yerine getiren kişilerin uyuşturucu bağımlılığı, depresyon ve ümitsizlik gibi intihara yol açan risk faktörleri konusunda daha düşük oranlara sahip oldukları bulunmuştur. Diğer taraftan bu alanda yapılan bir araştırma, kiliseye devam etmeyen kişilerde görülen intihar vakalarının, düzenli olarak kiliseye devam eden kişilerden dört kat daha yüksek olduğunu ortaya koymuştur. 25 ülkede yapılan araştırmada dindarlıkla intihar etme arasında ters bir ilişkinin olduğu tespit edilmiştir.11
Dinin sosyal destek sağlamak suretiyle diğer ruhî hastalıklarda olduğu gibi, intihar vakalarının azalmasında ya da önlenmesinde de önemli bir yeri vardır. Dinî ibadetlere devam eden kişiler, aynı dinden olan kişilerle arkadaşlıkları sayesinde, özellikle ruhî problemlerini hafifletebilmektedirler. Bu da intihar riskini azaltmaktadır. Ayrıca din, kapitalist sistemlerin aksine daha sade bir hayatı tavsiye etmek suretiyle intiharı engelleyebilmektedir. Örneğin dinler fakirlik durumunu (Doğu dinleri ve Hıristiyanlık) ya da dengeli bir hayatı (İslâm dininde olduğu gibi) yüceltmek suretiyle, insanları maddî menfaatlerin çıkmazlarından koruyabilir. Bu inanç şekli de insanların ruh sağlığını korumada önemli katkı sağlayabilir.
Kaygı ve Din
Dinle kaygı arasındaki ilişkiyi inceleyen toplam 76 çalışmanın (bunlardan 69’u alan çalışması, 7’si de klinik çalışmasıdır) 35’inde dindarlık derecesi yüksek olan kişilerde daha az kaygı ve korku unsuru bulunurken, 17’sinde herhangi bir münasebetin olmadığı, 7’sinde karışık ve kompleks ilişkiler olduğu, 10’unda ise, dindarlık seviyesi yüksek olan kişilerdeki kaygı ve korku derecesinin, dindarlık seviyesi düşük kişilere oranla daha yüksek olduğu ortaya çıkmıştır. Bu araştırmanın en önemli yanlarından birisi de, dindarlıkla kaygı arasındaki münasebeti araştıran toplam yedi klinik çalışmadan altısında, kaygıdan kurtulmada dinin çok önemli bir yerinin olduğunun tespit edilmesidir. Özet olarak çalışmaların büyük bir kısmı, dindarlık seviyesi yüksek olan kişilerde daha az kaygı ve korkunun olduğunu ortaya koymaktadır.12
Bilindiği gibi insanlardaki en önemli kaygılardan birisi de ölüm kaygısıdır. Büyük ölçüde şahsî kontrolün ötesinde olan ölüm gerçeği, çoğu insanda büyük bir korku ve kaygıya sebep olur. Bununla birlikte, bu ölüm kaygısı kişiden kişiye farklılıklar gösterir. Ölüm kaygısını arttıran ya da eksilten pek çok faktör vardır. Bunların başında dindarlık seviyesi, âhiret hayatına inanç, maneviyat ve yaş gelmektedir. Bu alanda yaşları 18 ile 80 arasında değişen 132 kadın ve 64 erkek üzerinde yapılan bir araştırmada, ölüm kaygısında en belirleyici faktörün psikososyal olgunluk olduğu, bunu ise yaşın takip ettiği bulunmuştur. Yani bu araştırma sonuçlarına göre, psikososyal olgunluk ve yaş seviyesi arttıkça, ölümden korkma ya da kaygıya düşme durumu da o oranda azalmaktadır.13
Dinî inanç, tutum ve davranışlar bir taraftan depresyon, intihar, kaygı gibi birtakım olumsuz ruhî durumları engellerken ya da ortadan kaldırırken, diğer taraftan da fertlerin psikolojik açıdan daha iyi olmalarına vesile olmaktadır. İşte yine bu alanda yapılan araştırmalardan birkaç örnek:
İyimserlik ve Din
Dinî inanç ve uygulamalarla ümit ve iyimserlik arasındaki münasebeti araştıran 15 çalışmadan 12’si, önemli derecede olumlu bir ilişkinin olduğunu ortaya koyarken, iki çalışma herhangi bir bağlantının olmadığını ortaya koymuştur. Bu alanda yapılan hiçbir çalışma, dindar kişilerin dindar olmayan kişilerden daha az ümitvar ya da iyimser olduğunu ortaya koymamıştır.14
Dinin ruh sağlığına en önemli katkılarından birisi de iyimserlik duygusudur. Peterson, Seligman ve Vaillant 100 Harvard mezunu üzerine yaptığı çalışmasında, gençlik yıllarında kötümser olanların, iyimser görüşlü olanlara oranla, 20–30 sene sonra sağlık açısından daha problemli olduklarını bulmuştur. Yine olumlu kişilik algısına sahip olanlarla, olumsuz kişilik algısına sahip olan kişiler arasında, hayat süresi açısından 7 ile 7,5 yıl arasında bir farkın olduğu bulunmuştur. Diğer bir ifadeyle, olumlu kişilik algısına sahip olan bireylerin diğerlerine oranla 7 veya 7,5 yıl daha fazla yaşadıkları tespit edilmiştir. Araştırmacılar bu durumu, bireylerin yaşama arzusunun gücü ve yaşlılığın olumlu yönlerini ön plâna çıkarma ile açıklamaktadırlar.15
İşte bu noktada dinin ruh sağlığına en önemli katkılarından birisi de optimizm yani iyimserliktir. Plante ve arkadaşlarının farklı yerleşim yerlerinden, farklı dinî gruplara bağlı ve farklı öğretim kurumlarına devam eden 242 üniversite öğrencisi üzerine yaptıkları araştırmada, güçlü dinî inanca sahip öğrencilerin, hayatı anlamlandırma, optimizm, diğerlerine yardım etme ve hayatı olumlu bir meydan okuma olarak görme oranları daha yüksek iken, daha az kaygı ve strese maruz kaldıklarını bulmuşlardır.16 Sonuçta tüm bu olumlu duygu ve düşünceler de fertlerde, daha olumlu bir ruh sağlığının oluşmasına katkı sağlamaktadır.
Psikolojik İyi Hâl ve Din
Bilindiği gibi, özellikle yaşla birlikte psikolojik açıdan iyi olma durumu (psychological well-being) ya sabit hâle gelmekte ya da daha kötüye doğru gitmektedir. Bu durum erkeklere oranla kadınlarda daha fazla görülürken, kişiden kişiye farklılık da gösterebilmektedir. Zira kimileri yaşlılıkla birlikte yaşanan kronik hastalıklara, zayıflıklara, bağımlılığa daha iyi bir şekilde uyum gösterebilirken, kimileri de bundan olumsuz yönde etkilenebilmektedir. İşte bu noktada araştırmacılar dinî ve manevî hayatın ruh sağlığı açısından önemli katkısının olabileceğini ileri sürmektedirler.
Yapılan araştırmalar, dinî inanç ve uygulamaların tutarlı bir şekilde ve büyük ölçüde hayattan tatmin olma, mutluluk ve moral açıdan iyi olmanın diğer göstergeleriyle ilişkili olduğunu ortaya koymaktadır. Bu ilişkiyi inceleyen 100 araştırmanın yaklaşık % 80’i bu yapıcı unsurlar arasında pozitif bir ilişkinin bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu araştırmaların 10’u dinî inanç ve uygulamalarla psikolojik iyilik arasında muhtemel bir ilişkinin olabileceğini, diğer 9’u da araştırma yapılan kişiler üzerinde dinin gelecekte daha büyük bir psikolojik iyiliğe vesile olabileceğini rapor etmişlerdir.17
Kirby, Coleman ve Daley, yaşları 65 ile 95 arasında değişen, toplam 233 yaşlı üzerine yaptıkları araştırmada, yaşlılığın ve yaşlılığın getirdiği birtakım olumsuzlukların, genel olarak olumlu bir psikolojik duruma önemli derecede negatif tesirler yaptığını, ancak dindarlığın ve manevî inançların bu olumsuzlukları gidermede ve psikolojik iyi olma hâlinin devamında doğrudan etkili ya da en azından aracı bir kaynak olduğunu bulmuşlardır. Dinî ve manevî inancın çevreye hâkimiyette, ferdî gelişim ve diğerleriyle olumlu ilişkide güçlü bir etkisinin olduğu görülürken, kendini kabul, hayattan bir anlam bulma ve otonomi konusunda da nispeten daha az etkisinin olduğu ortaya konmuştur. Aslında bu sonuç, bu alanda yapılan diğer pek çok araştırma sonuçlarını da doğrulamaktadır.18
Yine J. S. Levin, K. S. Markides ve L. A. Ray, genç, orta ve ileri yetişkinlerden 375’er kişiden toplam 1.125 kişi üzerinde, dinî ibadetlere devamın psikolojik etkileri konusunda yaptıkları ve 11 yıl süren araştırmalarında iki önemli sonuca ulaşmışlardır: Dinî ibadetlere katılma ile hayattan memnun olma ve depresyonu önleme arasında önemli ilişkiler vardır. Orta ve ileri yaşlarda dinî ibadetlere devamla hayattan memnun olma arasında bir ilişki bulunurken, depresyonu etkileme açısından da genç nesiller üzerinde ibadetin olumlu etkilerinin olduğu görülmüştür. Araştırmacılar her ne kadar, dinî ibadetlere devamın hayattan memnun olma konusuna doğrudan bir etkisi olmasa da, zamanla ruhî dengeyi korumada bir kaynak olabileceğini, özellikle de yaşla birlikte dinî katılımın, yaşlıların hayatında esaslı bir anlam oluşturduğunu belirtmektedirler. Bu durum özellikle emeklilikte, sağlık durumlarının kötüleşmesi durumunda ve diğer bazı sebepler dolayısıyla resmî kurumsal işlerden ve rollerden el çekildiği anlarda daha önemli hâle gelmektedir. Özellikle yaşlılık döneminde dinî ibadetlere katılım, yaşlıların hem dinî kurumların kendilerine sağlamış oldukları çeşitli sosyal servislerden faydalanmalarına, hem de “şahsî memnuniyetlere” vesile olmaktadır. Ayrıca ibadetlere devam etmek, kronik ve ciddi stres kaynaklarını azalttığından, fertlerin psikolojik açıdan iyi olmalarına önemli bir kaynak oluşturmaktadır.19
Sonuç
Her ne kadar bazıları dinin varlığını kabul etmeyip, onu tamamen saf dışı bırakmaya kalkışsalar da, bunu tarih boyunca başaramamışlardır. Zira din, insan hayatının ayrılmaz en tabiî ve en nüfuz edici gerçeğidir. Dinin fert ve toplum hayatında birtakım ahlakî ilke ve prensipler vasıtasıyla, düzenleyicilik rolünün ötesinde, ruh ve beden sağlığı açısından da oldukça faydalı yönlerinin olduğu yapılan araştırmalarla gün geçtikçe daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Bugün başta, her türlü ekonomik, ilmî ve teknolojik gelişmenin zirvesine ulaşmış ülkeler olmak üzere, pek çok ülkede, modern tıbba alternatif çeşitli tedavi yöntemleri uygulanmaktadır. Bunlar arasında dinin de önemli bir yeri vardır. Zira din, birtakım inanç ve ibadet esaslarıyla birlikte, insanlara sağlıklı bir hayat tarzı sunar, sosyal destek yoluyla içtimaî bütünlüğü ve huzuru teşvik eder, dua yoluyla kaygı ve stresi azaltır, insanlara bir ümit kaynağı teşkil ederek, hayata bir anlam ve gaye katar.
Sonuç olarak, bilim adamlarının büyük bir kısmı, dinin ruh sağlığı üzerindeki olumlu etkisini inkâr etmek bir tarafa, bu durumu modern tıpçıların da dikkate almaları gerektiğini tartışmakta ve doktorların hastalarının dinî inanç ve uygulamalarını göz önüne alarak bu yönde tedavi yöntemleri uygulamaları gerektiğini ileri sürmektedir. Son olarak burada şu hususu da belirtmek gerekir ki, eğer semavî özünden uzaklaşmış bir din, Batı toplumundaki insanların ruh sağlığına bu kadar önemli bir tesir yapabiliyorsa, en son ve en mükemmel bir dinin, müntesiplerinin ruh sağlığı ne kadar pozitif etkiler yapabileceğini ifade etmek hiç de abartılı bir iddia değildir.
* Ondokuz Mayıs Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
mkoylu@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Koenig, H. G. (2004). Religion, spirituality, and medicine: research findings and implications for clinical practice. Southern medical journal. 97 (12), s. 1195.
2. http://www.istanbul.edu.tr/iletim/index.php?tm=5&sahypa=habaroka&haberno=6868 04.01.2007.
3. Cohen, A. B. & H. G. Koenig. (2003). Religion, religiosity and spirituality in the biopsychosocial model of health and ageing. Ageing international, 28 (3), s. 220.
4. Hackney, C. H. & G. S. Sanders. (2003). Religiosity and mental health: a meta-analysis of recent studies. Journal for the scientific study of religion, 42 (1), s. 44.
5. Koenig, H. G., L. K. George & B. L. Peterson. (1998). Religiosity and remission of depression in medically ill older patients, ss. 538-541.
6. Cummings, S. M., J. A. Neff & B. A. Hussaini. (2003). Functional impairment as a predictor of depressive symtomatology: the role of race, religiosity, and social support, ss. 25-29.
7. Baetz, M. R. Bowen, G. Jones & T. Koru-Sengul. (2006). How spiritual values and worship attendance relate to psychiatric disorders in the Canadian population. Canadian journal of psychiatry, 51 (10), ss. 654-657.
8. Kennedy, G. J. & Arkadaşları. (1996). The relation of religious preference and practice to depressive symptons among 1,855 older adults. Journal of gerentology, 51b (6), s. 306; Westgate, C. E. (1996). Spiritual wellness and depression. Journal of counseling and development. 75, s. 31.
9. Greening, L. & L. Stoppelbein. (2002). Religiosity, attributional style, and social support as psychological buffers for African American and white adolescents’ perceived risk for suicide. Suicide and life-threatening behavior, 32 (4), s. 404.
10. Greening, L. & L. Stoppelbein. (2002). Religiosity, attributional style, and social support as psychological buffers for African American and white adolescents’ perceived risk for suicide, ss. 404-405.
11. Weaver, A. J. & H. G. Koenig. (1996). Elderly suicide, mental health professionals, and the clergy: a need for clinical collobation, training, and research, s. 502; Commerford, M. C. & M. Reznikoff. (1996). Relationship of religion and perceived social support to self-esteem and depression in nursing home resident. The Journal of psychology, 130 (1), s. 43.
12. Koenig, H. G. (2001/2002. Religion and medicine II: religion, mental health, and related behaviors. International journal of psychiatri in medicine. 31 (1), s. 100.
13. Rasmussen, C. A. & C. Brems. (1996). The relationship of death anxiety with age and psychosocial maturity. The journal of psychology. 130 (2), s. 143.
14. Koenig, H. G. (2001/2002. Religion and medicine II: religion, mental health, and related behaviors. International journal of psychiatri in medicine. 31 (1), s. 99.
15. Cohen, A. B. & H. G. Koenig. (2003). Religion, religiosity and spirituality in the biopsychosocial model of health and ageing, s. 228.
16. Plante, T. G., S. Yancey, A. Sherman & M. Guertin. (2000). The association between strength of religious faith and psychological functioning. Pastoral psychology. . 48 (5), ss. 406-411.
17. Koenig, H. G. (2001/2002. Religion and medicine II: religion, mental health, and related behaviors. International journal of psychiatri in medicine. 31 (1), s. 99.
18. Kirby, S. E., P. G. Coleman & D. Daley. (2004). Spirituality and well-being in frail and nonfrail older adults, s. 127.
19. Levin, J. S., K. S. Markides & L. A. Ray. (1996). Religious attendance and psychological well-being in Mexican Americans: a panel analysis of three-generations data. The gerentologist. 36 (4), ss. 457-461.
İnsan Hayatında Çalışmanın Anlamı ve Önemi
Mustafa Kasımoğlu
Masamın üstünde aylık okuyacağım kitaplar arasında durmakta olan Çocuk ve Ergende Karakter Eğitimi1 adlı kitabı elime alıp açtığımda karşıma Kur ân-ı Kerim de Çalışkanlık bölümü çıkmıştı. Sayfaları incelediğimde çalışkanlık duygusunun gelişimi, çalışkanlık ve çalışmayla ilgili Hz. Peygamber den bazı rivâyetlerin yer aldığını gördüm. Konu, beni birkaç gün önce küçük oğlumun eski mahallemizdeki ara sokakta bulunan kıraathaneyi gördüğünde sorduğu bir soruya intikal ettirdi. Hasan Ali, Baba, kıraathane ne demek? diye sormuş, ben de Kitap okunan yer. İnsanların boş zamanlarında bir araya gelip sıcak-soğuk meşrubatlarını içerken lüzumsuz ve zararlı şeylerle meşgul olmayıp kitap okusunlar diye yapılan, halka açık oturma yerleri. diye cevaplamıştım. Hasan, Ama kitap okumuyorlar ki! Hem de sigara içiyorlar! diye karşılık verince, Zamanla bu yerlerin mahiyeti değişmiş. demekle yetindim, ama canım da sıkılmamış değildi hani. Oğlum fark etmedi ama, kıraathanenin iki dükkan aşağısında bir de internet cafe vardı. Orta yaş ve üzerindekilerin doldurduğu kıraathanenin aşağısındaki internet cafeyi de on yaş grubu gençler dolduruyordu. Acı gerçek şuydu: Tembellik ve zamanlarını lüzumsuz, hatta zararlı şeylerle meşgul olarak geçirme, oyalanma, zaman öldürme alışkanlığı hâlâ sürmekteydi. Yoksa büyük millî değerimiz Mehmet Akif in Mahalle Kahvesi nde
Mahalle Kahvesi, Osmanlılar bilir, ne demek
Tasavvur etme sakın, ‘Görmedim, nedir? diyecek?
Dilenci şekline girmiş bu sinsi caniler,
Bu, gündüzün bile yol vermeyen haramiler..
Adımda bir dikilir azminin, gelir önüne;
Zavallı yolcunun artık kıyar bütün gününe…
Mahalle kahvesi Şarkın harîm-i katilidir;
Tamam o eski batakhaneler mukabilidir.
Zavallı ümmet-i merhume ölmeden gömülür;
Söner bu hufrede idraki, sonra kendi ölür…
(Ersoy 1966, s: 118 vd.)
şeklinde devam eden muhteşem ifadeler içindeki samimi serzenişlerinden ve Fatih-Harbiye 2 deki Neriman ın Fatih deki meskenet yuvaları kahvehanelerden şikâyet etmesinden beri değişen bir şey yok muydu, cephemizde?.. Değişen şeyler de yok değildi hani!.. Değişen, sadece dış dünyada ve oluşturulan sanal âlemde internet sohbetleri, çeşitli oyunlar ve her türden filmler gibi teknoloji vasıtasıyla oluşturulan, yeni insan öğütme ve zaman törpüleme yolları ile yeni nesil idi. Büyükler, alışkanlıklarını terk edemedikleri ve gelişime ayak uyduramadıkları için kıraathanede; gençler de yaşlılarla iletişim kuramadıkları veya kurmakta zorlandıklarından onlardan uzaklaşmayı daha kolay ve rahatlatıcı gördükleri için yeni alışkanlıklar edindikleri internet cafede aynı tembellik ve meskeneti paylaşıyorlardı. Halbuki hepimiz çocukluğumuzdan beri tembelliğin kötü, çalışmanın ise faydalı ve gerekli olduğunu işiterek, okuyarak ve yaşayarak bilmekteydik. O denli ki Adananın yolları taşlık/ Yok cebimizde beş para harçlık/ Elden gitti kahvede gençlik/ Aman Adanalı, canım Adanalı şeklinde türkülerimize dahi yansımıştı. Böyle olduğu halde niçin üstümüze simsiyah bir zift gibi yapışarak âdeta ayrılmaz bir vasfımız haline gelen bu atalet ve meskenetten kendimizi kurtaramıyorduk. Demek ki hâlâ anlayamadığımız ve vicdanımızda duyamadığımız şeyler vardı… Eve geldiğimizde bile hâla zihnim bu konuyla meşguldü. Oğlumun sorusu, bana defalarca yüz yüze geldiğim ve geldiğimiz bazı gerçeklere kapı açmış, altından kolayca kalkamayacağım bir çok soruyu zihnime üşüştürmüştü…
Çalışma kelime olarak çabalamak, sa y etmek, emek ve gayret sarf etmek anlamına gelse de faaliyet, faal olma, hareketlilik, hareket etme, aktivite, amel, iş gibi kelimelerle yakın anlam içersindeydi (Rado, ts.) ve söz konusu aktiviteye bağlı olarak belli bir şey üretme, bir netice ortaya koymayı da ihtiva ediyordu.
Çalışma en geniş anlamıyla faaliyet olarak kabul edilecek olduğu takdirde bu faaliyet, varlığın en temel, en belirgin özelliği olmaktadır. Bu noktada faaliyet, var olma ya da varlığını duyma ve duyurma demektir; bu yönüyle çalışma, doğrudan var olmayla alâkalıdır. Zira faal halde olmak için önce var olmak gerekir. Ma dumun yani var olmayanın faaliyetinden bahsetmek mümkün değildir. Ayrıca var olmanın bizatihi kendisi bir faaliyettir, bir aktivite ve oluştur da denebilir. Zira vücutta asla atâlet yoktur. Atalet, vücut içinde yokluk, hayat içinde ölümdür; buna karşılık faaliyet ve çalışma ise asıldır (Nursî, Sözler , 2001, s: 335, 343). Çalışma ve faaliyetin bu noktada ataletle ve meskenetle ontolojik bir zıtlığı söz konusudur. Öyleyse, var olmanın en önemli derinliği hareket ve faaliyettir, hamledir. Bunun zıttı olan hareketsizlik, bir çözülme ve ölümün bir başka adıdır. Buna ilaveten şuursuz varlıklarınkinden farklı olarak hareket, sorumlulukla irtibatlandırılmış ve sorumluluk, hareketin en birinci insanî buudunu oluşturduğu kabul edilmiştir. Bu itibarla mesuliyetle disipline edilmemiş faaliyetin tamam ve salih olduğunu söylemek güçtür (Gülen 2002, s: 88).
Düşüncelerimi dış dünyaya çevirdiğimde hareket ve faaliyetin kâinatın en temel özelliği olduğunu, canlı-cansız bütün varlığın her an faaliyet içersinde bulunduklarını fark ettim. Zaman, var olma ve yeni özellikler kazanıp kaybetme niteliğiyle her an değişmekte olan tabiat, hareket etmekte olan dünya, güneş sistemi ve galaksiler, atom ve elektronların hareketlilik ve dinamizmi bunun en açık deliliydi. Delil mi isterler? İşte ölmüş yer! Hayatı ona Biz veriyoruz. Oradan yiyecekleri habbeleri çıkarıyoruz… Ne kavuşabilir güneş aya ne de geçebilir gece gündüzün önüne. O gök cisimlerinden her biri birer yörüngede akar durur. (Yâsin Sûresi, 36/33, 40). Allah O dur ki, gökleri sizin de görüp durduğuz gibi, direksiz yükseltti. Sonra da Arş ın üstüne istiva etti. Güneşi ve ayı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Bunlardan her biri belli bir vakte kadar dolaşmaktadır. (Ra d Sûresi, 13/2; krş. Lokman Sûresi, 31/29, Fâtır Sûresi, 35/13; Zümer Sûresi, 39/5) gibi âyetler bir yönüyle de bu gerçeği gösteriyordu. Bu noktada Mehmet Akif in
Şu madde yok mu ki, almakta bir çok eşkali;
Onun da varmadadır sa ye, asl-ı seyyali.
Neden mi? Çünkü bütün kudretin tekâsüfüdür;
Zaman da sa ye çıkar: Çünkü hep onunla yürür
Mekân da sa ye varır: Sa yi sıfıra indiriniz:
Mekân tasavvur edilmez, muhal olur hayyiz…
Kamer çalışmadadır, gökle yer çalışmadadır;
Güneş çalışmada, seyyareler çalışmadadır.
Didinmeden geri durmaz nücûm-i keysû-dâr.
Bütün alın teridir durmadan yağan envar…
Nücûm-i nâmütenahî bütün çalışmakta
Sükun tasavvuru kabil mi bu d-i mutlakta?...
(Ersoy, s: 254-255)
şeklindeki dizelerini yad etmemek mümkün değildi.
Zihnimin gözlerini dış âlemden kendi üzerime ve içime çevirdiğimde de aynı gerçeği bütün açıklığıyla görmüştüm. İnanılmaz bir dinamizm, sistem, muhteşemlik ve gayelilik görülüyordu. En hareketsiz, en atalet içinde bulunduğum anlarda bile irademin dışında bütün hücrelerimin sürekli faaliyet içinde olduklarını, benim varlığımı devam ettirmek için çalışmayı âdeta kendi varlıklarının gayesi haline getirdiklerini, hücrelerimin doğumumdan bugüne kadar acaba kaç kere değiştiğini, sürekli ben olarak kalmamla birlikte her an değişmekte olduğumu fark etmemle ürpermiştim.
Hareket ve dinamizmin bu enfüsî ve afakî evrenselliğinden dolayıdır ki ekmel dinimiz İslâm, kâdir-i mutlak fa âl bir Allah inancını bizlere öğretmiş (Bürûc Sûresi, 85/13-16; Rahman Sûresi, 55/29), buna bağlı olarak atalet ve sükun içindeki bir kâinatı değil, aksine faal bir evren anlayışını gözümüzün önüne sermiştir. İlaveten, canlı-cansız varlıkların bu faaliyetlerinin gayesiz olmadığını, hem Allah Teâlâ nın küllî ve cüzî maksatlarına uygun bir çok hedefleri olduğunu hem de böylelikle Yüce Rabbe kulluk şuur ve faaliyeti sergilediklerini göstermiştir. Kur ân-ı Kerîm de Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız? (Mü minûn Sûresi, 23/115) ve Yedi gök, yeryüzü ve bunlarda bulunan her şey O nu (n şanını yüceltir) tesbih eder. O nu övgü ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur… (İsrâ Sûresi, 17/44) anlamındaki âyetlerle varlığın boş ve maksatsız olarak yaratılmadıkları, her bir varlığın hem kendileri hem de bağlı oldukları türler ve sistemler adına Allah ın şanını yücelttikleri bildiriliyordu.
Çalışma, İlâhî Sıfatlarla ve Allah Teâlâ nın Ahlâkıyla Ahlâklanmadır
Kâinatın dinamik yapıda olması, Allah Tealâ nın varlığı, sıfat ve isimleriyle doğrudan alâkalı gözüküyordu ve bu dinamizmin, O nun Zatı ve Vücud u başta olmak üzere, sıfatlarının ortak niteliği olduğunu vurgulamaktaydı. Meselâ, Allah ın Hayy, Kâdir, Hâlık, Mübdî, Bedî , Musavvir, Muhyî, Mumît, Rezzak, Mukît, Kâbız, Vehhab, Vâlî, Tevvâb, Mucîb, Semî -Basîr... gibi sıfat ve isimleri, Yüce Yaratıcı nın kâinatla ve faaliyetle alakasını göstermektedir. Allah Teâlâ da Bir de o dağları görür, donuk ve hareketsiz sanırsın. Oysa onlar bulutların yürüdüğü gibi yürümektedirler. İşte bu, her şeyi muhkem ve mükemmel yapan Allah ın sanatıdır. (Neml Sûresi/27: 88), Rabbin dilediğini hakkıyla yapandır. (Hûd Sûresi/11: 107), O daima ayrı bir tecellî ile her an faaliyettedir. (Rahman Sûresi/55: 29) anlamındaki çeşitli âyetlerde kendi İlâhî Zâtını, dilediğini hikmetle yapan, her an faal halde bulunan, yaratan, suret ve şekil veren, ilk kez yoktan var eden gibi sıfatlarla vasıflandırmıştır.
Çalışma Kâinatın Düzenine Katılmadır
Kâinatın bir parçası olan ve ondan ayrı düşünülemeyecek bulunan, en şerefli varlık konumundaki insanın da bu evrensel kaidenin dışında olması düşünülemezdi. Bu itibarla faaliyet halinde bulunma, insanın mecburî fıtrî bir özelliği, faaliyet ve çalışma da fıtrî bir insan faaliyeti olmak durumundaydı. Zira -beslenme, barınma, giyinme, savunma, inanma ve ahlâkîlik gibi- insanın en temel maddî-manevî ihtiyaçları ancak insanın faaliyet içinde olması ve çalışmasıyla gerçekleşebilmekteydi.
Bütün bunlara göre faaliyet ve çalışma, bizatihi bir var oluş ve varlığın en temel özelliğidir. İlâhî Zat ın ve O nun sıfatların ortak vasfıdır ve faaliyet, Yüce Yaratıcı nın koyduğu evrensel bir kanundur. Çalışma, İlâhî sıfatlara uygun bir davranış, evrenin faaliyet ve düzenine katılış, onlarla birlikte hareket ediştir. Atalet ve tembellik ise hem Allah ın İlâhî sıfatlarına hem de canlı-cansız bütün varlıkların faaliyet ve düzenine aykırı bir duruştur. İlâhî faaliyete ve evrensel düzene bir tür isyan veya kâinatın işleyiş çarkının dışında kalıştır. Bu itibarla çalışma, evrensel bir düstur, dinî-ahlâkî bir prensip, biyo-psişik ve sosyal bir gerekliliktir.
Çalışma, Peygamberlerin ve Salihlerin Yoludur.
Peygamberler hem geçimlerini kazanma hem de tebliğ, temsil ve ubudiyet gibi dinî sorumluluk noktasında daima faaliyet içersinde bulunmuşlardır. Hattâ geçimlerini temin noktasında, bir çok peygamberin belli mesleklerin pîri olacak kadar hayatı kazanmada öncüler oldukları bilinmektedir. Meselâ Hz. Âdem, ilk çalışan meslek insanıdır. O, hem çiftçilik hem de dokumacılık yapmıştır. Hz. İdris terzi ve kalemle ilk yazı yazan, Hz.İsmail, ilk Arapça yazı yazandı (Süheylî 1387, 1:78; Paşa 1984, 1:18); Hz. Nuh ile Hz. Zekeriya ise marangozdu. Ebû Hureyre nin bildirdiğine göre Resûlüllah (s.a.s), Hz. Davud un elinin emeğinden başka bir şey yemediğini, Zekeriya (a.s) ın da marangoz olduğunu haber vermiştir (Buharî, Büyû , 15; Müslim, Fedail , 45). Hz. İbrahim hububat tohumu satarak geçiniyor, aynı zamanda ziraat ve marangozluk yapıyordu. Hud ve Salih (a.s) ticaretle, Hz. Eyyüp çiftçilik, Hz. Davud sultan olduğu halde demircilik (bkn. Sebe Sûresi, 34/10-11), Hz. Musa ve Hz. Şuayb (a.s) ise çobanlık yaparak geçinmişlerdi (Yavuz 1992, 46-49). Cenâb-ı Resûl (s.a.s.) de çobanlık ve ticaret yapmış olduğu malûmdur (a.g.e., 49). Faaliyet, insanların zirveleri olan peygamberlerin belirgin özelliklerinden olunca, onları örnek almak en uygun davranış olacaktır. Nitekim Allah Teâlâ İşte, o peygamberler, Allah ın hidâyet ettiği kimselerdir. Sen de onların yolundan yürü! (En am Sûresi, 6/90) meâlindeki âyetiyle inananlara ve onların şahsında tüm insanlığa peygamberin yolundan gitmemizi, onları örnek almamızı emretmiştir.
Dünya geçimini temin açısından bakıldığında, Allah Resûlü (s.a.s), Bir kimse kendi eliyle çalışıp yediğinden daha hayırlı bir şey yememiştir. (Buharî, Büyû , 15); İnsanın kazandıklarının en hayırlısı, çalışıp kazanarak elde ettikleridir. (İ. Hanbel, 2: 354, 357); İçinizden kim bana insanlara yük olmayacağına, onlardan bir şey istemeyeceğine dair söz verirse, ben de ona Cennet te olacağına garanti veririm. (Tirmizî, Zühd , 61) gibi beyanlarında insanları çalışmaya ve haklı kazanca teşvik etmiş; Fahr-ı âlem (s.a.s) hangi kazancın en temiz ve en üstün olduğu sorulunca da kişinin bizzat kendi emeğiyle kazandığı işin ve şüpheli olmayan helâl alış verişin en temiz ve en üstün kazanç olduğunu beyan buyurmuştur (İ. Hanbel, 3:466). Resûl-ü Ekrem (s.a.s) helâl kazancı sadece emretmekle kalmamış, hayatı boyunca geçimini helâlinden çalışarak bizzat kendi elde etmiştir. Kendisinin dinî-dünyevî otorite olmasını istismar etmemiş, normal bir insan gibi hem kendisi ve ailesi hem de toplumu ilgilendiren hizmetlerde bizzat çalışmış ve tembellikten, insanlara yük olmaktan şiddetle kaçınmıştır. Nitekim Cenab-ı Resûl (s.a.s), Hz. Aişe nin anlattığına göre ailesinin işlerine de yardım eder, ev işlerinde çalışır, elbisesini yamar, elbiselerini kendisi temizler, ayakkabısını tamir eder, evini süpürür, koyunlarını sağar, devesini bağlardı (Miras 1960, 2:644). Satın aldığı eşyayı bizzat kendisi taşır, koyun ve develere işaretleri kendisi koyardı. Medine de Mescid-i Nebevî nin yapımı sırasında herkes bir kerpiç taşırken O, iki kerpiç taşıyarak caminin yapılmasında bizzat çalışmıştı. Hendek Savaşı öncesi hendek kazılması sırasında ashabın bir türlü kıramayıp Hazret-i Resûl den (s.a.s) yardım istemeleri üzerine eline balyozu alarak kendisi kırmış, ashabına yardım ederek hendekten çıkan toprakları taşımıştı (Yavuz, 50). Bir defasında da Resûlullah (s.a.s) Sa d b. Muaz la tokalaştığında ellerinin nasırlı olduğunu fark etmiş, sebebini sorup ailesini geçindirmek için amelelik yaptığını öğrenince İşte Allah ın sevdiği eller diyerek onun ellerini öpmüştür (Serahsî, 30:245). Ayrıca O (s.a.s), çalışıp kazanmanın dinî önemine dikkat çekmek için her Müslümana sadaka vermenin vacip olduğunu belirtmiş, orada bulunanlar sadaka verecek bir şey bulamadığında ne yapılacağını sorunca Çalışsın, elinin emeğiyle kazandığını hem kendisi için harcasın hem de sadaka versin. buyurmuştur (Miras, 12:133). Hâtemu l-Enbiyâ (s.a.s) bununla da kalmamış, kişinin çalışmasını, ailesini geçindirmesini, üretimde bulunmasını gündüzleri oruç, geceleri namazla geçirme gibi bazı nafile ibadetlerden ve cihad gibi farz-ı kifaye olan ibadet mahiyetli emirlerden daha hayırlı kabul etmiştir (Buharî, Nafakât , 1).
Peygamber Efendimiz (s.a.s) önemine dikkat çekmek üzere, çalışmayıp boş oturana karşı da açıkça tavır almıştır. Nitekim bir defasında bir kaç sahabeyle birlikte bir yere giderlerken yol kenarında boş oturan bir kimse görünce ona selâm vermemiş, geri dönüşte aynı kişiyi elinde bir dal parçasıyla toprağı eşelerken görünce selâm vermiştir. Bunun hikmeti sorulunca da, o kişinin daha önce bomboş oturduğunu, şimdi ise bir çubuk parçasıyla toprağı karıştırmak gibi basit bir şeyle de olsa meşgul olduğunu ifade etmiştir.
Sahabe efendilerimiz, her hususta olduğu gibi kazançlarını temin için çalışmada da Resûlü s-Sakaleyn in (s.a.s) yolunu izlemişlerdir. Nitekim Hz. Ebû Bekir zahirecilik, Hz. Ömer dericilik, Hz. Osman kervanlarla ticaret yaparak hayatlarını kazanıyorlardı. Hz. Ali ise ücret karşılığında başkalarının yanında çalışır, yani bir nevî amelelik yapardı (Yavuz, 50-51). Sahabenin önde gelenlerinden Abdurrahman b. Avf da Medine de Resûlullah ın (s.a.s) kardeş ilan ettiği Ensar dan Sa d b. Rebi kendisine malının yarısını teklif ettiği halde o, pazar yerini sormuş, yerini öğrenince de pazara gidip keş ve yağ alıp satmış, geçimini bir süre bu şekilde kazanmıştır (Miras, 6: 341-342).
Çalışma Dinî Bir Vecîbedir
Allah Teâlâ bir çok âyette çalışmanın önemini beyan etmiştir. Öncelikle Allah (c.c), insanı Kendisi adına yeryüzünde tasarrufta bulunması için halife olarak yaratmış ve varlıkları insanın emrine vermiştir (Yunus Sûresi, 10/14). Cenâb-ı Allah ın insana böyle bir sorumluluk yüklemesi, varlıkları onun emrine vererek şereflendirmesi3, insanın faal bir varlık olmasını gerektirmektedir. Ayrıca Allah İman edip salih amel işleyenlere gelince, Allah onların mükâfatlarını tamıtamına verecektir. (Âl-i İmran Sûresi, 3/57); Allah, iman eden ve iyi şeyler yapanlara söz vermiştir, onlara bağışlama ve büyük mükâfat vardır. (Mâide Sûresi, 5/59; Nisâ Sûresi, 4/57) anlamındaki âyetlerde iman etmenin peşinden öncelikle ameli/faaliyette bulunmayı, insanî bir olgu; ilaveten salih amel i, yani hayırlı, güzel faaliyetler içersinde bulunmayı da mü minlerin bir özelliği olarak zikretmiştir. İlgili âyetlerdeki insanoğluna yönelik salih amel kavramı umumî bir ifade olup, farz ve nafile ibadetlerin yanı sıra, onun zihnî, kalbî ve bedenî bütün hayırlı-güzel faaliyetlerini kuşatmaktadır. Bu noktada tefekkürün zihnin faaliyeti, zikrin ise kalbin ve dilin faaliyeti olduğunu hatırlamak gerekir. Uhrevî mükâfatına ilaveten her hayırlı faaliyetin içine peşin bir mükâfat olarak zevk, lezzet ve ruhî huzur, itminan verilmesi ayrı bir lütuf olarak gözükmektedir (Nursî 2001, Lemalar , 647 vd.). Kalbin ve dilin faaliyeti olarak zikrin ve kalplerin ancak zikirle huzur bulmasının (Ra d Sûresi, 13/28) sırrı da bu faaliyetin peşin ödenmiş bir sonucu olsa gerektir. Bu anlamda aktivitenin bir boyutu olan salih amel, bir mü min özelliği olarak tezahür etmektedir. Diğer bir deyişle, salih amel iman vasıtasıyla Rabbu l-âlemin le ilişki kurup O na bağlanan insanın kalbinde, zihninde ve azalarında ortaya çıkan makbul ve güzel faaliyet, iş olmaktadır. Bu itibarla, atalet ve tembellik bir tür iman zafiyeti olarak kendini gösterir. Faaliyet ve çalışmanın iman ile olan bu yakın ilişkisinden dolayıdır ki, başta peygamberler olmak üzere bütün salih insanlar aynı zamanda dinamizim ve aksiyon insanı olmuşlardır.
İslâm, salih faaliyet ve çalışmayı farz kılmıştır. Nitekim Allah Teâlâ nın De ki: Çalışın, yaptıklarınızı Allah da, Resûlü de, mü minler de göreceklerdir. (Tevbe Sûresi, 9/105) ve Ey iman edenler düşmanlara karşı gücünüz yettiğince kuvvet ve savaş atları (araçları) hazırlayın ki bunlarla Allah ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı ve onlardan başka sizin bilmeyip de Allah ın bildiği kimseleri korkutursunuz. (Enfal Sûresi, 8/60) şeklindeki beyanı ile farz kılınmıştır. Âyetler, sadece savaş veya savunma maksadına yönelik silahlı kuvvetler hazırlamayı ve bu doğrultuda çalışmayı değil, geçim için çalışmayı, helalinden kazanmayı da ifade etmektedir. Buna ilaveten Cuma namazına çağrıldığında alış-verişin bırakılıp derhal namaza gidilmesi, namazı kılınca da yeryüzüne dağılarak Allah ın rızkını elde etmek için çalışmaya başlanılmasının ifade buyurulması (Cum a Sûresi, 62/9-10) da meselenin ehemmiyetini göstermektedir. Nitekim İslâm âlimleri, helâl rızık elde etmek için çalışmanın her Müslüman a farz (Münavî, 4:260); bazıları ise ailesinin geçimini temin etmesinin icma ile vacip olduğunu söylemişlerdir (Miras, 11:372). (Ancak bu vücupla farz oluşunu kastetmiş olmalıdırlar). Ehl-i Sünnet âlimlerin çoğunluğuna göre bir insanın kendisinin ve ailesinin ihtiyaçlarını karşılamak, borçlarını ödemek ve yardıma muhtaçlara el uzatmak için çalışması farzdır (Mülteka, 2:229).
Çalışmada farz olan, nasıl ve ne şekilde olursa olsun değil, helâl-meşrû yolda yolda çalışıp kazanmaktır. Bunun aksi ise haramdır. Nitekim Allah Teâlâ Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz temiz olan şeylerden yiyiniz ve eğer yalnız Allah a kulluk ediyorsanız, O na şükredin. (Bakara Sûresi, 2/172; krş., Bakara Sûresi, 2/267) anlamındaki âyetle helal olan şeylerin yenilmesini, temiz ve doğru kazançların helal kılındığını bildirmiştir. Nebiyy-i Muhterem (s.a.s) de aynı şekilde davranmıştır ki bu husus Kur ân-ı Kerîm de O peygamber, temiz olanları helal, pis olanları ise haram kılmıştır. (A raf Sûresi, 7/157) şeklinde ifade buyurulmuştur.
Çalışma, Küllî ve Ferdî Gayeli Eylemler Bütünüdür
Hem dinî-dünyevî hem de kevnî bu denli derin anlamı bulunan çalışma ve faaliyetin belirli gaye ve hedefleri olması gerekmez mi? Varsa, bu gayeler ne olmalıdır? gibi sorulara kendime göre cevap bulmalıydım. Bu noktada ilk önce evrendeki canlı-cansız her şeyin hareket ve faaliyet içersinde olduğunu, bu ferdî ve küllî dinamizmin gayesinin bulunması gerektiğini düşündüm. Aksi halde bir anlamsızlık ortaya çıkacaktı ki, bu, evrenin Yüce Sahibi nin (c.c) hikmetine aykırıydı. Öyleyse bu dinamik âlem içindeki insanın da hem kendi varlığının hem de faaliyetlerinin gaye/gayeleri olmalıydı ve bu tabiîdir de. Zira bizatihi insanın yaratılışının gayesi bulunduğuna göre, onun fiillerinin de gayesi olmalıdır. Üstelik gayesizlik, bir anlamsızlık ve abesiyet, bu ise var oluşa ve kâinat düzenine aykırılıktır. Kâinat, her şeyiyle Allah Teâlâ nın esma ve sıfatlarının tecellisi ve Yüce Kudret in sanatı olduğu düşünüldüğünde, gayesizlik ve anlamsızlığın hikmetsizlik ve cehalet demek olacağı aşikârdır. Allah (c.c.) ise hikmetsizlik, cehalet ve abesle iştigalden münezzehtir. O halde her şeyin ferdî ve küllî çerçevede bir gayesi olduğu gibi, faaliyetlerinin de olmalıdır. Bu gayenin, bizzat kendisi için olması doğru değildir. Bu çalışmak için çalışmak, faal olmak için faaliyette bulunma anlamına gelir ki, bir şeyin sadece kendisi için olmasını ifade etmektedir. Bu, tıpkı ilim için ilim, sanat için sanat, spor için spor gibi kısır döngüyü, bir anlamsızlığı ifade etmektedir. Öyleyse, her şeyin ve eylemin kendisinin dışında belli bir yönelişi, hedefi ve neticesi, faaliyetin ve çalışmanın gayesi de kendisinin dışında ve haricinde olmalıydı. Bu gaye, ya varlığın kendi düzeyinin altında veya aynı seviye ve değerde ya da üstündedir. Daha dûnunda olması düşünülemez, düşünülse de doğru olmaz. Zira daha değersiz ve aşağıda olan, daha üstün olan için gaye ve hedef olamaz. Böyle bir yöneliş olsa bile bu, bir gaye değil, tefessüh olur. O halde bu gaye, ya aynı seviyeyi korumak ya da daha üst düzeye ulaşmak şeklinde olmalıydı. Tıpkı tohumun çabasının toprak altında çatlayıp kök salmak ve filizlenmek; filizin çabasının ağaç olmak; ağacın gayesinin kendine has meyve vermek ve neslini sürdürmek olduğu gibi…Böylece bir tohumun ferdî ilk hedefi, ağaç olup meyve vermek, bunun ötesinde insan ve diğer canlılara faydalı olmak, kâinattaki bütün içindeki yerini gözeterek ekolojik dengeyi sürdürmek… ve bütün bunları yerine getirmeye devam ederek nihayette Yüce Yaratıcı ya kulluk şuuru içinde itaat etmektir. Bu şekilde âlemde umumiden hususiye ve hususiden umumiye doğru çeşitli tabakalarda iç içe geçmiş bir çok gaye ve hikmet bulunmaktadır.
İnsanın bütün faaliyetlerinin hedefi olması gerektiğine göre bunları, dünya ve âhiret hayatına yönelik olduğu kadar, dünyevî gayeleri de evrensel, sosyal, psikolojik gibi farklı açılardan değerlendirmek mümkündür. Buna göre, çalışmanın evrensel bir hedefi vardır. Bu hedef, kâinatın genel düzeni içindeki bu düzene uygun vazifesini yerine getirme, ondaki hareket ve faaliyet düsturuna aktif katılmadır. Sosyal hedefi, fıtraten sosyal bir varlık olan insanın toplum içinde yaşama imkânı bulabilmesi ve üretime katkıda bulunması, ürettiğini ayrıca insanlarla paylaşıp, beşerî hayata aktif katılımdır. Psikolojik hedefi, atıl ve boş durmakla hem toplumdaki saygınlığını yitirerek toplum tarafından insanlara bir yük, toplum için bir asalak gibi kabul edilerek hor görülüp dışlanmaması; ferdin kendi hemcinslerinden gördüğü bu muamele sebebiyle kendini aşağılamaması; ümitsizliğe düşmemesi; çalışmak suretiyle varoluş şuurunu hissetmesi; faal halde iken o faaliyetin kendine has hasıl ettiği manevî lezzetle mütelezziz olması; kalbî ve ruhî huzura ermesi; boş ve işsiz kalmakla kendini dinlemekten, bir takım vesvese ve şüphelere maruz kalarak nefis ve şeytanın veya art niyetli insanların kullanabileceği uygun bir meta olmaktan kurtulmak gibi hususlardır. Çalışmak suretiyle kâinatın işleyiş düzenine ve sosyal hayata uyum sağlayıp katkıda bulunduğu şuuruyla varlık içinde yerini alması ve bunun farkına varmasıdır. Faydalı bir insan olduğuna inanarak vicdan huzuru ve mutluluğuna ulaşmasıdır. Ferdî ve ailevî hedefi, ferdin kendisinin ve ailesinin temel ihtiyaçlarını sağlamaktır. Dinî ve uhrevî hedefi, öncelikle faal olmanın, İlahî esmâ ve sıfatlarda tezahür eden en önemli bir gerçek olduğunun şuuruna vararak, Allah ın isimlerine mazhar olma ve sıfatlarıyla vasıflanma çabası içinde olan bir kul olduğunu bilmek; hem helâl kazanç elde ederek hem de diğer bazı ibadetleri yerine getirebilmek için imkânlar oluşturarak Rabbin rızasını kazanmak; temiz ve makbul çabalarının sonuçlarına bir lütuf olarak âhirette ebedî saadete kavuşma imkânı bulmaktır.
Faaliyet ve çalışmanın bu denli âlemşümul ve dinî derinliği bulunduğuna göre Müslüman ın bir an bile boş durmaması; Bir işten boşalınca hemen başka bir işe koyul. (İnşirah Sûresi, 94/7) anlamındaki âyetin sunduğu hareket felsefesi ve hayat düsturuyla, çalışarak dinlenme, dinlenirken çalışma (Gülen 2000, s: 396) anlayışı içinde, değil çalışma zamanlarını, fıtrî ihtiyacı olan istirahat zamanlarını bile salih bir dinamizm içinde geçirmesi gerekmektedir.
Çalışmayı bütün bu boyutlarıyla anlamak, içimi kıpır kıpır harekete geçirmiş, gönlüme büyük bir coşku vermiş, derin bir huzur sağlamıştı, ki bu coşku ve mutluluk içindeyken merhum Akif in şu mısralarını hatırlamadan edemedim:
Ey dipdiri meyyit, iki el bir baş içindir;
Davransana, eller de senin, baş da senindir…
Bekayı hak tanıyan, sa yi bir vazife bilir;
Çalış, çalış ki beka, sa y olursa hak edilir.
(Ersoy, 209, 255)
* Araştırmacı-Yazar
mkasimoglu@yeniumit.com.tr
Kaynaklar
- Ahmed Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiyâ, Bedir Yay., İst., 1414/1984.
- Ersoy, Mehmet Akif, Safahat, İnkılap ve Aka Yay., İst., 1966.
- Gülçür, Musa Kâzım, Çocuk ve Ergende Karakter Eğitimi, Işık Yay., İst., 2003.
- Gülen, M. Fethullah, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, İzmir, 2002.
- Miras, Kâmil, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Ank., 1960.
- Münâvî, Feyzu l-kadîr, Dâru l-Ma‘rife, Betrut, ts.
- Nursî Said, Sözler, Nesil Yay., İst. 2001.
- †††, Lemalar, (XVII. Lema), Nesil Yay., İst. 2001.
- Rado, Şevket, Büyük Türk Sözlüğü, Hayat Yay., ts.
- Serahsî, Mebsût, II. Baskı, Dâru l-ma‘rife, Beyrut, ts.
- Süheylî, er-Ravzu l-Ünf, nşr. Abdurrahman el-Vekîl, Kahire, 1387/1967.
- Yavuz, Yunus, Vehbi, Çalışma Hayatı ve İslam, Tuğra Yay., İst.1992.
1- bk. Musa Kazım Gülçür, Çocuk ve Ergende Karakter Eğitimi, s. 206, Işık Yay., İst., 2003.
2- Peyami Safa, Fatih Harbiye, İst. 1968. Bu eser, Osmanlı toplumunun Batılılaşma sürecinde öncelikle gençler arasında başlayan Batı hayranlığı, kendi değer ve geleneklerini aşağılama sürecini Fatih Harbiye semtleri örneğinde ele almaktadır.
3- Rabbin meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım. dedi… (Bakara sûresi, 2/30). O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır. (Câsiye sûresi, 45/13; krş. İbrahim sûresi, 14/32-33; Nahl sûresi, 16/12-14; Hac sûresi, 22/65). And olsun ki Biz insanoğlunu şan ve şeref sahibi yaptık…onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık. (İsrâ sûresi,17/70).
.
|