ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Sual: Bir misyonerin, (İslam Peygamberinin, "Yemeğin içine düşen sineğin tek kanadı ıslansa, sineğin öbür kanadının da yemeğe batırıldıktan sonra yemeye devam edilmesi" şeklinde tavsiyesi vardır. Ayrıca İslam ülkelerine gidin, her yer pisliktir. Bunlar Müslümanlığın temizlikten uzak, pislik dini olduğunu göstermektedir) şeklindeki sözlerine ne dersiniz? CEVAP Misyonerin dediği yanlıştır. Gayrimüslimlerin çoğu pistir. Bugün Amerika’da, Avrupa’da hâlâ küvetteki aynı su ile yıkananlar, lavabodaki aynı su ile elini yüzünü yıkayanlar görülmektedir. Tuvaletlerdeki temizlik ve su durumlarını herkes bilir.
L'Eau Potable = İçme Suyu adlı Fransızca eserde diyor ki:
(Fransızların dünyaya övündükleri Versay sarayında bir hamam yoktur. Orta çağda, Paris'te oturan bir Fransız, sabahleyin kalktığı zaman, evinde bir tuvalet olmadığı için, oturağa yaptığı pislik ile içme suyu şişesini beraberinde Seine = Sen nehrine götürür, o nehirden önce içmek için su alır, sonra pisliğini nehre dökerdi.)
Hakiki Müslüman, hem temiz olur, hem de, sağlığına çok dikkat eder. Tarihte Müslümanlar temizliğe dikkat ettikleri halde, günümüzdeki Müslümanlar maalesef temizliğe gerektiği gibi riayet etmiyorlar. Kanuni Sultan Süleyman zamanında İstanbul'a gelen bir Alman rahibi, 1560’da yazdığı bir eserde şöyle demektedir: (İstanbul'daki temizliğe hayran oldum. Burada herkes günde beş defa yıkanır. Bütün dükkanlar tertemizdir. Sokaklarda pislik yoktur. Satıcıların elbiseleri üzerinde ufak bir leke bile bulunmaz. Ayrıca ismine (hamam) dedikleri ve içinde sıcak su bulunan binalar vardır ki, buraya gelenler, bütün bedenlerini yıkarlar. Halbuki bizde insanlar pistir, yıkanmasını bilmezler.)
Bugün, İslam ülkesi denilen yerlerde, iman bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riayet edilmemektedir. Fakat burada suç, dinimizde değil, dinimizin esasının temizlik olduğunu unutan kimselerdedir. (Bir insan körse, güneşin bunda suçu ne) sözü meşhurdur. Her Müslüman, dinini iyi öğrense ve buna riayet etmiş olsa, bu pislik hemen ortadan kalkar. O zaman, başka milletler, Müslüman ülkeleri ziyaret ettiklerinde, tıpkı orta çağda olduğu gibi, Müslümanların temizliğine hayran kalırlar.
Hristiyanlığın en revaçta olduğu orta çağda, büyük tıp âlimleri, yalnız Müslümanlardı ve Avrupalılar Endülüs’e tıp tahsil etmeye gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, Müslüman Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1796’da bu aşıyı Avrupa’ya götürdü ve haksız olarak (Çiçek aşısını bulan kimse) unvanını aldı. Halbuki, tam bir zulmet diyarı olan o zamanki Avrupa’da insanlar, hastalıktan kırılıyordu. Fransa kralı XV. Louis 1774’de çiçekten öldü. Avrupa uzun zaman veba ve kolera salgınlarına uğradı.
Napolyon 1798’de Akka kalesini çevirdiği zaman, ordusunda veba zuhur etmiş ve hastalığa karşı çaresiz kalınca, Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı: (Türkler, ricamızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nur yüzlü kimselerdi. Önce dua ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile iyice yıkadılar. Hastalarda zuhur eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tembih ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. Bizden hiç bir ücret almadan yanımızdan ayrıldılar.)
İslamiyet temizlik dinidir Bugün tıp iki kısma ayrılıyor: 1- Hijyen, sağlığı korumak, 2-Therapeutique = terapötik, hastaları iyi etmektir. Bunlardan birincisi önce gelmektedir. İnsanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmayı sağlamak, tıbbın birinci vazifesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kere, arızalı, çürük kalır. İşte İslamiyet, tıbbın birinci vazifesini, hijyeni garanti etmiştir.
Peygamber efendimiz, Rum imparatoru Heraklius ile mektuplaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir defa, Heraklius birçok hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince, (Efendim! İmparator hazretleri beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedava bakacağım!) dedi. Resulullah efendimiz kabul buyurdu. Emir eyledi, bir ev verdiler. Her gün nefis yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Hiç bir Müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek, (Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, rahat ettim. Artık gideyim) diye izin isteyince, Peygamber efendimiz, (Sen bilirsin. Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikram etmek, Müslümanların vazifesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshabım hasta olmaz! İslam dini, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshabım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar) buyurdu.
Bunu söylemekle Müslüman hiç hasta olmaz demek istemiyoruz. Fakat sıhhatine ve temizliğe itina eden bir Müslüman, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz.
Zamanımızdaki bazı Müslümanların temizliğe riayet etmediklerini gösteren batılılar, bu suçu dinimize yüklüyorlar. Halbuki İslamiyet’te temizliğin önemi büyüktür. (Temizlik imandandır) buyurulmuştur. Eshab-ı kiramdan sonra gelen ve tabiin adını alan Müslümanlardan bazıları Eshab-ı kirama, (Allahü teâlâ Kur’an-ı kerimde sizi çok sevdiğini bildirip övmektedir. Bunun sebebi nedir?) dediklerinde, (Biz temizliğe de çok dikkat ederdik) diye cevap verdiler. Müslümanlar, camilere, evlere ayakkabı ile girmez. Yere serili döşemeler tozsuz, temiz olur. Her Müslümanın evinde banyo bulunur. Vücutları, elbiseleri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Temiz olunca da mikrop ve hastalık bulunmaz. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimin çeşitli yerlerinde, (Allah tevbe edenleri ve temiz olanları sever) buyuruyor. (Bekara 222)
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Müslümanlık temizlik dinidir. Temiz olun! Cennete ancak temiz olan girer.) [Deylemi]
(Mümin pis olmaz.) [Buhari]
(Her şeyi iyi temizleyin! Temizlik imana, iman da Cennete götürür.) [Taberani]
(Temizlik imanın yarısıdır.) [Müslim]
(Namazın anahtarı temizliktir.) [Tirmizi]
(Ağzınızı temizleyin, ağzınız Kur’an-ı kerim yoludur.) [Ebu Nuaym]
(Cuma günü yıkanın, misvak kullanın ve güzel koku sürünün.)[Buhari]
(Yemekten önce ve sonra el yıkamak, zenginliğe yol açar, fakirliği giderir.) [Ebuşşeyh]
(Evinin hayrını isteyen, yemekten önce ve sonra, elini ve ağzını yıkasın!) [İbni Ebi Şeybe]
(Ağzınızı temizleyin! Kiramen katibin melekleri için, ağızdaki yemek artıklarının kokusundan daha kötü bir şey yoktur.)[Deylemi]
(Sarmısak yiyen, kokusu gitmeden mescidimize yaklaşmasın, insanın rahatsız olduğu şeylerden melekler de rahatsız olur.)[Taberani]
(Gece namaz kılmak için kalkan kimse, ağzını misvakla temizlesin! Çünkü bir melek namazda Kur'an okuyanın ağzına yaklaşarak dinler.) [Deylemi]
(Elbiselerinizi yıkayın, fazla kıllarınızı temizleyin, dişlerinizi misvakla temizleyin, temiz, güzel giyinin! Nezafet sahibi olun!)[İbni Asakir]
(Tırnaklarınızı kesip gömün! Ağzınızdaki yemek kırıntılarını temizleyin ve misvak kullanın! Yanıma, dişleri sarı, ağzı kokar vaziyette gelmeyin!) [Taberani]
(Kap kacak yıkamak, evi temiz tutmak, zenginliğe sebep olur.)[Hatib]
Peygamber efendimiz, yanına gelen birine, (Tırnakların kuş tırnağı gibi uzamış, içi pislik doludur) buyurarak, temiz olmasını emretmiştir. (Taberani)
Dinimizde temizlikle ilgili bu kadar hadis-i şerif varken sinekle ilgili hadis-i şerifi öne sürmek, art niyeti, hainliği göstermektedir. (Sinek bir kaba konarsa, onu tamamen kabın içine batırsın ve sonra çıkarıp atsın) hadis-i şerifi,sineğin mikrop taşıyıcı olduğuna dikkat çekmekte ve sineğin bir kanadında şifa, diğer kanadında ise hastalık olduğunu bildirmektedir. Bu da Peygamber efendimizin bir mucizesidir. O zamanda sinekte böyle bir özelliğin bulunduğunu kim biliyordu ki?
Sineğin bir yanında mikrop, diğer yanında ise, o mikrobu sterilize edecek, panzehir görevini yapan bir ilaç taşıdığı günümüz tıp araştırmalarının ortaya koyduğu bir gerçektir. Bu meseleyi inceleyen fen adamları, “Sineğin sırtına bastığımız zaman mikroskopla gördük ki, bir kısım mikro varlıklar sağa sola koşuyorlar. Bunların sterilize edici elemanlar olduklarını anladık” diyorlar.
Tarihi Gerçekler 1500'lerde İngiltere'de insanların çoğu Haziran'da evlenirlerdi. Çünkü yıllık banyolarını Mayıs ayında yaparlar, Haziran'da daha çok kötü kokmazlardı. Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler pis kokuyu bastırmak için ellerinde bir buket çiçek taşırdı.
Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak da bebekler aynı suda yıkanırdı. Bu esnada su o kadar kirli hâle gelirdi ki içinde bir şeyler kaybetmek mümkündü. İngilizce'deki Banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın = Don't throw the baby out with the bath water deyimi buradan gelmektedir.
Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılır, kamışların altında tahta bulunmazdı. Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar fareler, böcekler çatıda yaşardı. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşır ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşerdi. İngilizce'deki Kedi-köpek yağıyor = it's raining cats and dogs deyimi buradan gelmektedir.
Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı idi. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar bunu için yapılırdı.
Zeminler topraktı. Sadece zenginlerin zemini toprak değildi. Toprak kadar fakir = dirt poor tabiri buradan çıkmıştır. Zenginlerin zeminleri genelde ahşaptandı. Bunlar kışın ıslanınca kayganlaşırdı. Bunu önlemek için, kış boyu yere saman = thresh serilirdi. Bir zaman gelirdi ki kapı açılınca saman dışarıya taşardı. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konurdu ki bunun adı thresh hold = Saman tutan = eşik idi.
Yemek her zaman ateşin üzerine asılı duran büyük bir kazanın içinde pişirilirdi. Her gün ateş yakılır, kazana bir şeyler ilave edilirdi. Çoğu zaman sebze yenir, et pek bulunmazdı. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılır, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenirdi. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalırdı.Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük = peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old tekerlemesi buradan gelir.
Bazen domuz eti bulunca çok sevinirlerdi. Eve gelen ziyaretçiler domuz etlerini asarak gösteriş yaparlardı. Evde domuz eti bulunması zenginlik alametiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirlerle paylaşılırdı. Buna yağ çiğnemek = chew thefat adı verilirdi.
Parası olanlar kalaylı kurşun tabaklar alabilirdi. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep olur, böylece gıda zehirlenmesine ve ölüme yol açardı. Domatesler buna sebep olduğu için bundan sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli olduğu sanılırdı.
Çok kimse ise tahta tabak kullanılırdı. Bayat ekmekten tabaklar da vardı. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabilirdi. Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için içinde kurtlar ve küfler oluşurdu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyenlerin ağızlarında tabak ağzı = trench mouth denen hastalık ortaya çıkardı.
Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılırdı. Bu bileşim bazen birkaç gün baygın vaziyette tutabilirdi. Bazıları bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yaparlardı. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılır, orada yemek yenir, bunların uyanıp uyanmayacağına bakılırdı. Buna uyanma nöbeti denirdi.
İngiltere’de ölüleri gömecek yer bulmak zordu. Bunun için mezarları kazıp, kemikler bir kemik evi’ne götürülür ve mezar yeniden kullanılırdı. Mezarlar açıldığında her 25 ölünün birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görülmüştü. Böylece bazı insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıkmıştı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi mezardan dışarıya taşıyarak bir çana bağlamışlardı. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna mezarlık nöbeti = graveyard shift denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur saved by the bell, bazıları da ölü zilci = dead ringer olurdu.
Batılı Seyyahlara göre Osmanlı temizliği ve kanaatkârlığı
"Türkler çok yaşarlar ve az hasta olurlar .Bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların hiç birini bilmezler. Öyle zannediyorum ki, Türklerin bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık hamama gitmeleri ve yiyip içmedeki itidalleridir. Çünkü az yemek yerler, Hristiyanlar gibi karma karışık şeyler yemezler, umumiyet itibariyle içki âlemleri yapmazlar ve daima idman yaparlar." (M. de Thevenot-Relation d'un voyage fait an Levant-1665, Paris.) Sayfa 148
''Yemeklerden önce ve yemekten sonra ellerini yıkamak Türkler arasında o kadar umumi bir âdet hükmünü almıştır ki, insanların el yıkamalarına vesile olmak üzere Allah’ın gıdaları yaratmış olduğundan adeta bir darb-ı mesel şeklinde bahsederIer." (Ricaut-Histofre de I'etat present de l'Empire ottoman (6701 Paris.)
“Mutfakları çok temizdir, mutfak takımları da güzellik ve parlaklık itibariyle eşsizdir; gerek sofra takımları, gerek yemekleri azami nispette tertemizdir."
''Türkiye'de sofradan kalkılır kalkılmaz mutlaka ellerle ağızlar yıkanır. Önünüze sıcak suyla sabun getirilir, büyüklerin konaklarında ya güI suyu veyahut güzel kokulu başka bir su da ikram edilir. Bunlarla da mendilinizin bir ucunu ıslatırsınız." (J.B Tavernier-Nouvelle relation de I'interiur du serrail du Grand-Seigneur-1678. Amsterdam)
"Türkler, Avrupa'da ekseriyetle tesadüf edildiği gibi insanların yemek yedikleri veyahut yıkanıp temizlendikten sonra tekrar yiyecekleri kaplarda köpeklerin de yemek yemesine müsaade etmezler. Frenklerin bu hali sık sık tecviz etmelerinden dolayı onlardan (Köpekler!) diye bahsederler. Çünkü Avrupa'da çok defa sofraya köpeklerin de kullanmış oldukları kaplarla yemek getirilir."
“Ev iaşesine gelince, senede bir ölçek pirinçle bir kaç çömlek erimiş yağ ve bir kaç türlü kuru yemiş kalabalıkça bir ailenin belli başlı erzakıdır. Bütün Şarklıların gürbüz ve kuvvetli insanlar olmasının bence yegane sebebi işte bu kanaatkârlıklarıdır ."
''Türkler umumiyet itibariyle boylu boslu, güzel yapılı adamlardır. Hristiyan Avrupa'nın tek bir şehrinde bile bütün Osmanlı imparatorluğundan daha çok sakat ve biçimsiz adama tesadüf edilir. Fazla olarak Türkler güçlü-kuvvetli oldukları için pek çok yaşarlar. Herhalde bunun en tabii sebebi gayet sıhhi ve iyi gıdalar kullanmalarında ve mideyi bozmak suretiyle ciğerlere, kalbe ve dimağa ekseriya zarar veren lezzetli yemeklere önem vermemelerinde aranmalıdır. İşte bundan dolayı Türkler nadiren hasta olurlar. Bizlerin daima tutulduğumuz taş, kum, damla vesaire gibi hastalıklar onlarda hemen hiç görülmez. Bu sıhhi vaziyetlerini bir taraftan yiyip içmedeki kanaatkârlıklarına, bir taraftan da israfa kaçmamak şartıyla hamamda yıkanıp temizlenme âdetlerine borçludurlar. Kadınları da aynı vaziyettedir. Boylarıyla yürüyüşlerinin ihtişamı erkeklerinkinden aşağı değildir. Uzun fistanlarının da bu ihtişamda büyük bir tesiri vardır."(Comielle Le Bruyn -Voyages de Cornielle Le Bruyn par Ia Moscovie, en Perse et aux indes orientales., 1332, La Haye.)
"Eski Türk yemeğindeki temizlikle kanaatkârlık şöyle anlatılır: "Şimdi Türk milletinden umumi surette bahsedelim. Bu millet yemek hususunda çok kanaatkârdır, yiyeceklerinin sıhhi ve mugaddi olmasıyla iktifa eder, az yemek yer, her şeyden yediği hiçbir gün yoktur. Macaristan'da Türklerin imparatora iade etmek mecburiyetinde kaldıkları bir çok kalelerin uzun zaman aç kaldıktan sonra teslim olmaları fıtri kanaatkârlıklarının bir delilidir. Miktarı az olan günlük yiyeceklerini bir kaç öğünde yedikleri için, hiç bir zaman mideleri çok dolu olmadığı gibi büsbütün boş da kalmaz. Hazım fiilinin bu suretle muntazam bir faaliyet takip ettiğinden emin olduğum için, ben bu usulün bir hayli sıhhi olduğuna kaniim. İstanbul Türkleri yemek saatlerini o kadar geniş bir şehirde o kadar büyük bir sarayda geçirilen faal hayata uygun ve akılane bir şekilde tanzim etmişlerdir. Türkler sabah namazını şafak sökerken kılmakla mükellef oldukları için, erken kalkmak mecburiyetindedirler. Bu namazı kıldıktan sonra pek hafif bir kahvaltı ederler. Öğleyin bir kaç yemiş yerler. İtalyan saatiyle 21 de (Yani ikindi vakti) hafif bir yemekle iktifa ederler ve gecenin bir buçuğundan (yani saat sekiz buçuktan) evvel de rahat rahat akşam yemeklerini yerler. Yemek saatlerini işte böyle tanzim etmişlerdir. Çünkü diğer saatlerini ibadete ve ticaret sahasıyla Babı-ı Ali'de ve diğer dairelerdeki meslek işlerine hasrederler." (Comte de Marsigli-L'etat militaire de l'Empire ottoman, ses progres et sa decadence, ,1732, La Haye.)
''...Bu harem dairesinin içi kadar temiz bir yer tasavvur edilemez, döşeme tahtalarıyla dehlizler sık ve sağlam hasırlarla kaplıdır. Bunların örülmüş olduğu samanların yahut sazların rengi soluk bir sarıdır. Odalarda çepe çevre dizilmiş minderlerden başka mefruşat yoktur, perdeler gibi bu minderler de beyaz pamuk bezinden yapılmıştır. Ne erkeklerin, ne kadınların dışarıda giydikleri pabuçlarıyla hiç bir zaman ev içlerine girmemeleri Türkler arasında âdet olduğu için, döşeme tahtalarında hiçbir zaman kir görülemez." (Ledy Craven -Voyage de Milady Craven a Constaninople, par ia Crimee en 1786 -1789, Paris.)
"... Yüzler, eller, ayaklar, tertemiz, yamalı kıyafet pek az ve hele kirlisi hemen hiç yok, bütün ictimai sınıflar arasında umumi ve mütekabil bir hürmet ve riayet manzarası göze çarpıyor." (Edmondo de Amicis -Constantinople -1883, Paris.)
Not: İsmail Hami Danişmend'in, "Garb Menbalarına göre ESKİ TÜRK SECİYYE ve AHLAKI" isimli kitabından alınmıştır.
Tırnak yemek
Sual: Hazret-iAli, (Dişiyle tırnak uçlarını ısırıp koparmak ahmaklıktır) buyuruyor. Peygamber efendimiz de, (Allahü teâlânın dert vermek istediği kul, tırnağını ısırmayı âdet eder) buyurdu. Tırnağımda pürüzler oluyor. Dişimle koparıp atıyorum. Bu durumdan nasıl kurtulabilirim? CEVAP Bunun için psikiyatriste gitmek gerekir. Pratik olarak şöyle yapılabilir: Pürüz görülen yerler tırnak törpüsüyle törpülenirse ısırma ihtiyacı duyulmaz.
.
Dinimizde kadının yeri
Sual: Günümüzde (Hayat müşterektir) denilerek, kadına zulmediliyor. En ağır, en adi işlerde bile çalıştırılıyor. İslamiyet’te kadın ev içinde ve dışında çalışmak, para kazanmak zorunda mıdır? Dinimizde kadın hakları hususunda bilgi verir misiniz? CEVAP İslamiyet’ten önce kadının hiç değeri yoktu. Araplar, kız çocuklarını diri diri gömüyorlardı. Kâbe etrafında bile kadınlar çıplak dolaşırlardı. Müslümanlık gelince bu kötü âdetler son bulmuştur.
Bugün de dünyanın birçok yerinde kadınlar horlanmaktadır. Rusya’da da kadına zulmedildi. Zorla Kolhozlara sokuldu. Erkek gibi, en ağır işlerde, erkek şeflerin baskısı altında, insafsızca boğaz tokluğuna, hayvanlar gibi, en ağır işlerde zorla çalıştırıldı. Fakat zulüm payidar olmadı. Bilinen akıbete uğradı.
Hür dünya dedikleri Hristiyan ülkelerde ve İslam ülkeleri denilen Arap ülkelerinde, (Hayat müşterektir) denilerek, kadınlar da, fabrikalarda, tarlalarda, ticarette, erkekler gibi çalışıyorlar. Çoğunun evlendiklerine pişman oldukları, mahkemelerin boşanma davaları ile dolu olduğu, günlük gazetelerde sık sık görülmektedir.
Bir kadın yazar da diyor ki:
(Ne zaman bir fuara gitsem, bacaklarını açıp son model arabaların üstüne oturmuş mini etekli mankenleri görsem içim kalkıyor, midem bulanıyor. Ve şaşıyorum: İyi kötü birer kişilikleri olan bu kadınlar, orada öylece durup o arabaların birer aksesuarı gibi pazarlanmayı nasıl içlerine sindiriyorlar? Hem, kadın cinsini bu kadar aşağılatan o kadınlara karşı, hem de onları oraya oturtup müşteriyi kandırarak mal satmaya çalışanlara karşı öfke doluyor içim.)
Kadınlar, İslam dininin kendilerine verdiği kıymeti, rahatı, huzuru, hürriyeti ve boşanma hakkına malik olduklarını bilmiş olsalar, bütün dünya kadınları, hemen Müslüman olurlardı.
Müslümanlıkta kadın sultandır. Dinimiz kadına çok değer vermiş, erkeğe de çok mesuliyet yüklemiştir. İslamiyet’te kadın ev içinde ve dışında çalışmak, para kazanmak zorunda değildir. Evli ise erkeği, evli değilse babası, babası da yoksa, en yakın akrabası çalışıp onun her ihtiyacını karşılamaya mecburdur. Kendisine bakacak hiç kimsesi bulunmayan kadına, devletin yardım sandığı bakar.
İslamiyet’te geçim yükü erkek ve kadın arasında paylaştırılmamıştır. Bir erkek, hanımını tarlada, fabrikada veya herhangi bir yerde çalışmaya zorlayamaz. Eğer kadın isterse ve erkek de razı olursa, kadın kendine uygun bir işte çalışabilir. Fakat, kadının kazancı kendisinindir.
Müslüman kadının ev işi yapması bir ihsandır, çok sevaptır. Zorla yaptırılamaz. Resulullah efendimizin zamanından bugüne kadar, Müslüman kadınlar bu ihsanı yapmıştır.
Her kadın, bir erkeğin ya kızıdır, ya kardeşidir, yahut hanımı veya annesidir. Kadınlara kötü şeyler reva görülmemeli, onlara layık olduğu değer verilmelidir. (R. Nasıhin)
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Bir mümin, kötü huylu diye hanımına kızmasın! İyi huyu da olur.)[Müslim]
(Kadın, zayıf yaratılışlıdır. Zayıflığını susarak yenin! Evdeki kusurlarını görmemeye çalışın!) [İbni Lal]
(Hanımı ile iyi geçinip şakalaşanı Allahü teâlâ sever, rızklarını artırır.) [İ.Lâl] (En iyi Müslüman, hanımına en iyi davranandır. İçinizde, hanımına en iyi davranan benim.) [Nesai]
(Hanımına güler yüzle bakan erkeğin defterine, bir köle azat etmiş sevabı yazılır.) [R.Nasıhin]
(Kadınlara ancak asalet ve şeref sahibi kimse değer verir. Onları ancak kötü ve aşağılık kimseler hor görür.) [İ.Asakir] Sual: İslamiyet kadına değer vermiyor deniyor. İslam’da kadının yeri nedir? CEVAP Dinimizi bilmeyen bir kimsenin İslamiyet’in kadına verdiği değerden bahsetmesi, körlerin fili tarif etmesine benzer. Körün biri, filin bacağına dokunur. Fil direk gibi der. Biri karnına dokunur, Fil duvar gibi der. Diğeri de hortumuna dokunur. Fil yılan gibi der. Görenle görmeyen bir olmadığı gibi, bilenle bilmeyen de bir olmaz.
Erkek hep kendini kusurlu görmeli Kur’an-ı kerimde, insana gelen musibetlerin, günahları sebebiyle geldiği bildirilmektedir. Fudayl bin İyad hazretleri, (Hanımım huysuzluk yapınca, dine aykırı bir iş yaptığımı anlardım. Hemen o işime tevbe edince, hanımın huysuzluğu da giderdi. Böylece tevbemin kabul edildiğini de anlardım) buyurdu. O halde, Müslüman erkek, hanımı ile iyi geçinir. Çünkü kadınların da, erkekler üzerinde hakları vardır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Hanımlarınızı üzmeyin. Onlar, Allahü teâlânın size emanetidir. Onlara yumuşak olun, iyilik edin!) [Müslim] Eve gelince hanımına selam verip hatırını sormalı, üzüntü ve sevincine ortak olmalı. Çünkü, o başkalarından ümitsiz ve yalnız kendisine alışmış bulunan dostu, dert ortağı, kendinin neşelendiricisi, çocuklarının yetiştiricisi ve çeşitli ihtiyaçlarının gidericisidir.
Erkek, hep kendini kusurlu görmeli, (Ben iyi olsaydım, o böyle olmazdı) diye düşünmelidir. Hanımının iyiliğini, iffetini Allahü teâlânın büyük nimeti bilmelidir. Onun huysuzluklarına iyilikle muamele etmeli, iyiliği çoğalıp, her işi seve seve yapınca, ona dua etmeli ve Allahü teâlâya şükretmelidir. Çünkü, uygun bir kadın büyük bir nimettir. İyi davranmak, sadece hanımı üzmemek değildir. Onun verdiği sıkıntılara da katlanmak demektir. Yani bir erkek, ben iyi bir kocayım diyorsa, hanımından gelen sıkıntılara katlanması lazımdır. Hadis-i şerifte,(Hanımının kötü huylarına katlanan erkek, belalara sabreden Hazret-i Eyyüb gibi mükafatlara kavuşur) buyuruldu. İyi Müslüman olmak için hanım ile iyi geçinmek şarttır. Kur’an-ı kerimde de mealen,(Onlarla iyi, güzel geçinin!) buyuruluyor. (Nisa 19)
Aklı olan karı koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir. Zalim, huysuz kimsenin eşi, devamlı üzülerek sinirleri bozulur. Sinir hastası olur. Sinirler bozulunca, çeşitli hastalıklar hasıl olur. Hayat arkadaşı hasta olan bir eş, mahvolmuş, mutluluğu sona ermiş demektir. Eşinin hizmet ve yardımlarından mahrum kalmıştır. Ömrü, onun dertlerini dinlemekle, ona doktor aramakla, ona alışmamış olduğu hizmetleri yapmakla geçer. Bütün bu felaketlere, bitmeyen sıkıntılara kendi huysuzluğu sebep olmuştur. Dizlerini dövse de, ne yazık ki bu pişmanlığının faydası olmaz. O halde; eşine yapılacak huysuzluğun zararı kendine olur. Ona karşı, hep güler yüzlü, tatlı dilli olmaya çalışmalı! Bunu yapabilen, rahat ve huzur içinde yaşar, Allahü teâlânın rızasını da kazanır!
Kadınların yaratılışı
Sual: Kadınlar zayıf yaratıldığı için erkeklere emanet edildiği, erkeğin evde aile reisi olması gerektiği, erkeklerin kadından mesul olduğu, fakat kadının erkekten mesul olmadığı söyleniyor. Böyle bir âyet ve hadis var mıdır? CEVAP Evet vardır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Ey iman edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu öyle bir ateşten koruyun ki, onun tutuşturucusu insanlarla taşlardır.) [Tahrim 6]
(Erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptir.) [Bekara 228]
(Erkekler, kadınlar üzerine hâkimdir. Çünkü Allahü teâlâ, bazı kullarını bazısından üstün yaratmıştır.) [Nisa 34]
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kadınları, Allahü teâlânın emaneti olarak aldınız ve onlara yaklaşmanız Allah’ın emri ile helal kılındı. Sizin onların üzerinde hakkınız olduğu gibi, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Yatağınızı kimseye çiğnetmemeleri ve maruf olan hususlarda size baş kaldırmamaları, onlar üzerindeki haklarınızdandır. Onlar, bu haklarınıza riayet ederlerse, maruf üzere rızıklandırılıp giydirilmeleri onların hakkıdır.) [İbni Cerir]
(Kadın, kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Hiç bir şekilde doğru olamaz. Onu doğrultmaya çalışırsan kırarsın. Kadının kırılması boşanması demektir.) [Buhari]
(Kadın zayıf yaratılmış ve avrettir. Kadınların avretlerini evde tutarak örtün!) [İbni Lâl]
Sual: Kadın mı üstün yoksa erkek mi?
CEVAP Bu soru yanlış. Bu mühendis mi üstün, avukat mı demek gibi bir şeydir. Avukattan üstün mühendis, mühendisten üstün avukat olur. Erkekten üstün kadın çoktur. Cinsleri, vasıfları farklı olanlar arasında mukayese olmaz. Mesela elma armuttan veya armut elmadan iyidir denmez. Çünkü cinsleri farklıdır. Onun için elma ile armut toplanmaz denir.
Yüz kiloluk pehlivan ile elli kiloluk pehlivanı birbiriyle güreştirmiyorlar. Her pehlivan, kilosundaki pehlivanlarla güreşiyor. Ağır sıkletteki bir pehlivan, rakiplerine yenilse, fakat elli kilodaki bütün pehlivanları yense madalya alamaz. Aynı cinsler arasında bile bazı vasıflar aranıyor. Çalışan kadınların maaşını öğrenmek üzere, Amerika’dan iki kişi gelse, biri, bakanlık yapan bir kadının maaşını öğrense, öteki de yeni işe giren ilkokul mezunu bir kadının maaşını öğrense, verecekleri rapor elbette birbirinden çok farklı olur. İşçi kadın ile bakan olan kadının maaşı mukayese edilmez.
Kadınla erkek mukayese edilerek, Kadın doğum yapıyor, erkek yapmıyor, böyle eşitlik olmaz denemez. Allahü teâlâ, kadını, erkeği ayrı işler için yaratmıştır. Fiziki yapısı birbirine benzemez. Birbirine benzemeyen iki şey, birbiri ile kıyaslanamaz.
Bir erkek kalkıp da, Madem kadın-erkek eşitliği var, niye kadınlar da bizim gibi yer altında, kömür ve maden ocaklarında çalışmıyordememeli. Çünkü kadının bünyesi buna müsait değildir. Bazı ülkelerde, kadın böyle zor işlerde çalıştırılıyorsa da, bu bir hak değil, zulümdür. Herkese, bünyesine uygun iş verilmelidir!
Cenab-ı Hak, kadını da, erkeği de her işe elverişli olarak yaratmamıştır. Kadının boksör, güreşçi olmaması onun değerini düşürmez. Limonun ekşi olması limon için bir eksiklik değildir. Çünkü limon ekşiliği için alınır. Allahü teâlâ da kadını ağır işlere elverişli olarak yaratmamıştır.
Kadın ile erkek iki ayrı cinstir. Elma ile armut mukayese edilmediği gibi, bunların da birbirine üstünlüğü söz konusu olmaz. Ancak vasıfları eşit olan iki şey arasında kıyas yapılır. Vasıfları farklı olan şeyler arasında kıyas olmaz. Mesela vapur, uçak ve otobüs binek vasıtası olduğu halde, birinin diğerine üstünlüğü söylenemez. Uçak, denizde yüzemediği için vapurdan aşağı sayılmaz. Vapur, karada gitmediği için bisikletten aşağı olduğu söylenemez. Vapur başka bir vapurla, uçak başka bir uçakla mukayese edilebilir. İkisi de kara vasıtası olduğu halde, bir tankla bir taksi mukayese edilemez. Tank taksi kadar hızlı gitmediği için aşağı kabul edilemez. Her birinin görevi ayrıdır.
Boksta iki kadın, ancak bir erkek kadar dövüşebilir dense, bu, kadına hakaret olmaz. Cenab-ı Hak, kadını akıl ve beden yönünden erkeğe göre farklı yaratmıştır. Akıllı kadın yarattığı gibi, deli erkek de yaratmıştır. Kadınların da, erkeklerin de akılları aynı değildir. Biri kalkıp da, Ya Rabbi insanların aklını niçin eşit yaratmadındiyemez. Yaratıcı sorguya çekilemez.
Birçok bakımdan kadınla erkek, mukayese edilemez, ikisi de her yönden eşit olmalı denemez. İki erkek de her yönden eşit değildir. İki kadın da böyledir. Üstünlük, Allah indindeki kıymete göredir. Müslüman fakir bir zenci, gayrimüslim kraldan mukayese edilemeyecek kadar üstündür.
Dinimizin, zenginlerin ve kadınların çoğunun Cehenneme gideceğini bildirmesi, zengine ve kadına hakaret değildir. Zenginlerin ekserisi, parasını faydalı işlerde kullanmadığı, zararlı işlerde kullandığı, israf ettiği için, onları ikâz etmek maksadı ile, (şunları yapmazsanız, Cehenneme gidersiniz) buyurulmuştur.
Keza kadınlar da, erkeklere nispetle daha fazla tesir altında kalarak daha fazla günah işlediği için, (günah işlemeyin, Cehenneme gidersiniz) diye ikâz ediliyor. İyi kadınları ve servetini iyi yolda harcayanları da Cenab-ı Hak övüyor. Malı hayırlı şey olarak bildiriyor, saliha kadınları da övüyor. Kâfir erkeklerin Cehenneme gideceğini bildirirken, Müslüman kadınların Cennete gideceğini haber veriyor.
Şu halde, İslamiyet kadına fazla değer vermiyor demek, din düşmanlığından başka şey değildir.
Allah’a isyan eden kadın veya erkeğin Cehenneme gitmesi normal değil midir? Devleti yıkmaya çalışan anarşist kadınlar hapse atıldığı için, devlete, kadın düşmanı denebilir mi?
Dinimiz kadına çok değer vermiş, erkeğe de çok sorumluluk yüklemiştir. Kadın, evde ve dışarıda çalışmak zorunda değildir. Evli ise kocası, evli değilse babası, kadına gerekli şeyleri getirmeye mecburdur. (Hidâye, R. Nasıhin)
Kadına niye hitap yok?
Sual: Ben ateist ve feminist bir bayan değilim. Hikmetini bilmesem de İslamiyet’in emirlerine inanırım. Ancak hem feministlere cevap verebilmek için, hem de merakımın gitmesi için bazı sorularım var. Niçin Kur’anda, hadiste ve İslam âlimlerinin yazılarında genelde hitap erkeğedir, kadına hitap yok. Kadın insan değil midir? Bir de âyet ve hadislerde erkeğe kadından önce hitap ediliyor. Mesela şu âyetlerde hitap hep erkeğedir: (Erkekler, kadınlar üzerine idareci ve hâkimdir [evin reisidir.] Ey iman edenler, hicret ederek gelen mümin kadınları imtihan edin. Eğer imanlı iseler, kâfirlere geri göndermeyin. Çünkü mümin kadının kâfirle evlenmesi helâl değildir.) [Mümtehine 10]
(İman etmedikçe, müşrik [ateist] kadınlarla evlenmeyin. Kadınlarınızı da, iman edinceye kadar müşrik erkeklerle evlendirmeyin!) [Bekara 221]
(Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı.)[Bekara187] (Kitap ehli [Yahudi ve Hristiyan] kadınlarla evlenmeniz helaldir.)[Maide 5]
(Naşize kadınlara öğüt verin, yataklarına girmeyin.) [Nisa 34] Kadın naşize olur da erkek naşiz olmaz mı? Ne diye, Allah, erkeğin kadına öğüt verip onu terbiye etmesini emrediyor?
[Naşiz: Eşine zulmeden erkek. Naşize: Kocasının yatağına gelmeyen ve ondan izinsiz evi terk edip giden kadın.]
CEVAP Âyet ve hadisten din öğrenilmez. Din öğreniyorum derken, yanlış anlayıp dinden çıkılabilir. İlk yazdığınız âyetin başında bildirildiği gibi, Allah, erkeği âmir olarak yaratmıştır. Köpek ve yılan olarak da yaratabilirdi. Allah’ın emrine razı olmak gerekir. Bir fabrikada, çeşitli kısımların müdürleri veya âmirleri olur. Patron, her işçiye teker teker şunu yapacaksınız demez. İdarecilere söyler. İşlerden idarecileri sorumlu tutar. İşte Allahü teâlâ da, evin reisine emrediyor, onu sorumlu tutuyor. Erkeklerin işledikleri günahlardan kadını sorumlu tutmuyor, fakat kadınların işledikleri günahlardan erkekleri sorumlu tutuyor. Her nimet bir külfet karşılığıdır. Sorumlunun, idarecilik görevini yapması da normaldir.
Maide suresinin 38. âyetinde, (Hırsızlık eden erkek ve kadın) ifadesi geçiyor. Önce erkeğin bildirilmesi onun Allah katında yüksek olduğunu göstermez. Belki de hırsızlık daha çok erkekler tarafından yapıldığı için önce söylendi. Nur suresinin 2. âyetinde, (Zina eden kadın ve erkek) ifadesi geçiyor. Burada belki kadının rolü daha çok olduğu için, kadın erkekten önce bildirildi. Önce hitap edilmesi onun üstün veya aşağı olduğunu göstermez. Bir âyet meali de şöyle: (Erkek veya kadın, mümin olarak iyi işler yapan, cennete girer.)[Nisa 124]
Bu âyet de, erkeğin kadından üstün olduğunu bildirmiyor. Üstünlük mümin olarak iyi iş yapmaktır.
Erkek olsun, kadın olsun, kâfirin iyi iş yapmasının kıymeti yoktur. Allahü teâlâ kadını erkeğe emanet edip, emanete riayet etmesini de emretti. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Eşinizi üzmeyin. O, Allahü teâlânın size emanetidir.) [Müslim]
(En üstün mümin, hanımına, en iyi, en lütufkâr davranan güzel ahlaklı kimsedir.) [Tirmizi]
(Hanımının haklarını ifa etmeyenin; namazları, oruçları kabul olmaz.) [Mürşid-ün-nisa]
(Hanımını döven, Allah’a ve Resûlüne asi olur. Kıyamette onun hasmı ben olurum.) [R.Nasıhin]
Daha az sevab mı?
Sual: Biz hayzdan dolayı orucu kaza edince ramazan sevabı alamıyoruz. Namazı ise hiç kaza etmiyoruz. Erkeklerden daha mı az sevab kazanmış oluyoruz? CEVAP Hayır. Bayanlar da, kendi aralarında eşit sevab almaz, erkekler de eşit sevab almaz. Aynı ibadeti yapan veya aynı günahı işleyen kişiler hep aynı sevabı almaz veya hep aynı cezayı görmez. Peygamber efendimiz yemin ederek buyuruyor ki: (Bir kimse, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshabımdan birinin bir avuçarpası kadar sevap alamaz) [Buhari]
Eshab-ı kiramın hepsi de eşit sevap almaz. Bu iman ve ihlâslarının kuvvetine göre değişir.
İyi eş mutluluktur Sual: Dinde uğursuzluk yoksa, (Kadın, at ve ev uğursuzdur) hadisi uydurma değil mi? CEVAP İslamiyet’te uğursuzluk yoktur. O hadis-i şerifin aslı da şöyledir: (Bir şeyde uğursuzluk olsaydı, atta, kadında veya evde olurdu.)[Buhari, Müslim, Muvatta, İmam-ı Ahmed, Ebu Davud]
Görüldüğü gibi, uğursuzluk var denmiyor, olsaydı deniyor. Atın da, evin de, kadın veya erkeğin de iyisi makbul, kötüsü de elbette kötüdür. Aşağıdaki iki hadis-i şerif de, yukarıdaki hadis-i şerifin açıklaması mahiyetindedir: (Evin, hanımın ve atın kötü olması, talihsizliktir. Dar olan ve komşuları kötü olan ev kötüdür. Bindirmeyen at kötüdür. Huysuz kadın kötüdür.) [Taberani]
(Saliha bir hanım, iyi bir binek, geniş ve rahat ev mutluluğa sebeptir. Huysuz kadın, kötü binek, dar ve sıkıntılı ev de bedbahtlığa sebeptir.) [Ebu Davud]
Başsız toplum olmaz
Sual: Kur'anda neden (Kadınlarınıza söyleyin!) diye erkeklere hitap ediliyor? Niye (Kocalarınıza söyleyin de, şöyle yapsın) denmiyor? Niye kadın erkek eşitliği yoktur? CEVAP Bütün dünyada âmir memur ilişkisi vardır. Patron, müdür ve işçi statüsü vardır.
Bir patron işçilere talimat vermez, müdüre söyler, müdür de onlara talimatı verir.
Millî Eğitim Bakanı, bir okulun öğrencilerine talimat vermez, hitap etmez, Millî Eğitim Müdürlüklerine talimat gönderir, o da okul müdürlerine gönderir. Okul müdürü de öğretmenlere ve öğrencilere hitap eden emirler verir.
Genelkurmay Başkanı bir bölüğün askerlerine hitap etmez. Bütün işler, silsile-i meratip [emir komuta zinciri] denilen yolla hâlledilir. Kuvvet komutanlıklarına bildirir, onlar ordularına bildirir, ordu komutanı sırasıyla, alay, tabur ve bölük komutanına, derken çavuşa, onbaşıya kadar iner. Erler, komutanlarına emir veremez.
Böyle olmazsa nizam bozulur. Herkes görevini bilmelidir. Âmirle memur, astla üst, komutanla er aynı statüde olmaz. Hepsi birbirine eşit olmaz.
İşçiler çalışmazsa ustabaşı sorumlu olur. İşçi ustabaşına emir veremez.
Âmirsiz, memursuz, fertleri eşit olan bir toplum olmaz, anarşi olur. Dinimizde de erkek kadının âmiridir, evin reisi erkektir. Hitap erkeğe olur. Kadın, memur sınıfından olduğu için hitap âmire veriliyor. (Memuruna söyle, şöyle yapsın!) deniyor. İkisi eşit olursa, düzen bozulur. Âmirsiz memursuz, astsız üstsüz, işçisiz patronsuz bir toplum olmaz. İyiyi kötüyü, kabiliyetliyi, kabiliyetsizi, âlimi cahili eşit olmaya zorlamak, o toplumu bozmak olur. Komünizmde, güya herkes eşitse de, yine onları yöneten idarecileri vardır. Başsız toplum olmaz. Aynı yetkiye sahip iki baş, iki âmir, iki komutan olmaz. İki ilah da olmaz. Bir âyet-i kerime meali şöyledir: (Allah’tan başka bir ilah olsaydı, kâinattaki nizam bozulur, karmakarışık olurdu.) [Enbiya 22]
İslamiyet’in kadına verdiği değer Sual: Ateistler, (İslamiyet, kadınlara değer vermediği için onların güzelliğini örtmeye çalışıyorlar. Kadınlara süslü, ziynetli elbise giydirmiyorlar) diyorlar. Kapanmaları ve kötü bakışlardan uzak tutulmaları, kadınlara verilen değerden dolayı değil midir? CEVAP Elbette, kadına verilen değerden dolayıdır. Müslümana, Allahü teâlânın emaneti olduğu için, kadın çok değerlidir. Değerli olunca, onu bir hazine gibi saklamak, kötü gözlerden uzak tutmak gerekir. Kıymetli şey, gelişigüzel yere, ortaya atılmaz. Kıymetli mücevher yedi kat bohça içinde saklanır. Kimsenin değer vermediği kullanılmış, eskimiş kötü şeyler de çöplüğe atılır.
Çok kişi, toplu nakit parasını çantaya değil, dikkati çekmemesi için bir poşete, çuvala veya benzeri bir şeye koyarak götürür. (Birini öldürmek için verilen zehir, teneke kupa içine konarak takdim edilmez) buyuruluyor. Onu en iyi ambalajla, en iyi gıdaların içine katarak verirler.
İşte Müslüman kadın, çok kıymetli olduğu için sokakta süslenmemeli, aksine sokağa eski elbiseleriyle çıkmalıdır.
Yine Hazret-i Ömer, (Bir kadının dışarıda görülecek bir ihtiyacı varsa, en eski elbisesini giyinip, kimseye görünmeden gidip gelebilir) buyuruyor. (Kurtubî)
Kadın, yakın bir akrabasına giderken, en eski elbisesiyle sokağa çıkmalıdır. (Şir’a)
Hazret-i Fatma-üz-Zehra, dışarı çıkmak zorunda kalınca, en eski elbisesini giyer, görenler yaşlı, beli bükülmüş bir kadın, nine sansınlar diye sırtına bir şey koyarak belini kamburlaştırırdı. Konuşması düzgün olmasın diye ağzına da çakıl taşı koyardı. En tenha yerlerden işini görüp gelirdi. (Tabakat-us-Sahabe)
Erkeklerin bile, önemli görevlerde bulunanları hariç, eski ve gösterişsiz elbise giymeleri iyi olur. Bir hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, elbiseye önem vermeyeni, eski, yamalı giyeni sever) buyuruluyor. (Deylemî)
Cemal için temiz, güzel giyinmek mubahtır. Kibir, gösteriş için giyinmek haram olur. (Bahr-ür-raık)
Dinimizde zina ve zinaya götürecek hâl ve hareketler yasaklanmıştır. Kadın, süslerini yabancılara gösteremez. Örtülü olarak takınabilir. Ancak kapalı olarak da ayaklara takılan halhal gibi ses çıkaran takıları, şıngırdatıp da sesini duyurmak caiz olmaz. Bir âyet meali: (Gizledikleri [örtülü] ziynetleri bilinsin diye, ayaklarını [yere, birbirine] vurmasınlar.) [Nur 31] Dikkat edilirse, (Ayaktaki örtülü ziynet) tâbiri geçiyor. Yani ziynetlerin gizlenmesi gerekiyor. Koldaki bilezikleri ve eldeki yüzükleri de göstermemek gerekir. Kolye, kına, sürme gibi diğer ziynetlerini de göstermemek gerekir. Âyetin başında buna da işaret edilmektedir.
Tesettürle ilgili bir âyet-i kerime meali şöyledir: (Mümin kadınlara söyle, gözlerini [yabancı erkeklere bakmaktan]sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, [el, yüz gibi] görünen kısmı hariç,[kolye, küpe, bilezik, kına, sürme gibi] ziynetlerini [ve ziynet taktıkları baş, kulak, kol ve ayaklarını] göstermesinler, başörtülerini yakalarına kadar [indirerek saç, kulak ve gerdanlarını] örtsünler!)[Nur 31] (Celaleyn, Medarik)
Kur'an-ı kerimde mealen, (Fuhşun açığına da, gizlisine de yaklaşmayın) buyuruluyor. (Enam 151) Buradaki (Yaklaşmayın) demek, (Zinaya götürecek sebeplerden, hareket ve işlerden sakının, yabancı kadınları düşünmeyin, onlarla konuşmayın, onların seslerini dinlemeyin, onlara bakmayın!) demektir. Yabancı kadınlara bakmak gözü zayıflatır, kalbi karartır. Peygamber efendimiz, göz zinası hakkında buyuruyor ki: (Yabancı kadına şehvetle bakmak göz zinasıdır, onu tutmak el zinasıdır, ona gitmek ise ayakların zinasıdır.) [Rıyâd-un-nâsihîn]
(Bir kadın koku sürünüp dışarı çıkar ve kokusunu duyabilecek bir topluluğun yanından geçerse, ona bakana da, kendisine de göz zinası günahını yüklenir.) [Nesaî]
Erkeği de, kadını da zinadan korumak için böyle tedbirler alınmıştır. Kadının örtünmesi, sokağa çıkarken eski elbise giymesi, onu kötülüklerden korumak içindir.
Kadınları sokağa çıkarmak için Sual: Feministlere yaranmaya çalışan bazı kişiler, kadın erkek eşitliğini savunuyorlar. (Allah’ın kadın kullarını Allah’ın mescitlerinden alıkoymayın) hadisini söyleyerek, kadınları camiye, cuma ve bayram namazlarına getirmeye çalışıyorlar. (Kadın, ayakkabıların olduğu yerde değil, cemaatte erkeklerin arasında olmalıdır) diyorlar. Kadınları niye erkeklerin arasına sokmaya çalışıyorlar? CEVAP
Camiye gitmek ayrı, camide erkeklerle beraber namaz kılmak ayrıdır. İkisini karıştırmamak gerekir. Bunların maksatları bellidir. Resmi yerlere tesettürle sokmayıp, camiye, erkeklerin arasına sokmaya çalışmalarının eşitlikle bir ilgisi yoktur. Maksat, dînî emirleri sulandırıp Müslüman kadınlarla erkekleri bozmaktır. (Kadın, erkekle eşitse, erkeklerle aynı safta olmalıdır) demeleri de yanlıştır. Dinimizde kadın, her yönden erkekle eşit değildir. Mesela, erkek, kadına imam olabilir, ama kadın, erkeğe imam olamaz.
Kurt da, kuzu da bir hayvandır, ama ateşle barut gibi ikisi bir arada bulunamaz.
Âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri en iyi anlayan Ehl-i sünnet âlimleridir. Bu âlimler, hadis-i şerifleri açıklamışlardır. Büyük fıkıh âlimiİbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
Kızların, genç ve yaşlı kadınların beş vakit namazla, cuma ve bayram namazları için camiye gitmeleri caiz değildir. Eskiden, yalnız çok yaşlı kadınların, akşam ve yatsı namazına gitmesine izin verilmişse de, şimdi [yani 2 asır önce bile] bunların da gitmesi caiz değildir. (Redd-ül-muhtar)
Meşhur fıkıh kitabı Hindiyye’de de buyuruluyor ki: Kadınların cemaate gelmeleri mekruhtur. Ancak, (Yaşlı kadınların, sabah, akşam ve yatsı namazına gelmeleri caizdir) diye fetva verilmişse de, zamanımızda fesadın meydana çıkmış olmasından dolayı, kadınların, artık bütün namazlara gelmeleri mekruhtur. Tebyin kitabında da böyle bildirilmiştir. (Fetâvâ-i Hindiyye)
İmam-ı Gazâlî hazretleri de buyuruyor ki: Günümüzde ihtiyar hanımlar hariç, diğer kadınların mescide gitmemesi, Eshab-ı kiram zamanında bile doğru sayılmış bir fetvadır. Nitekim Hazret-i Âişe validemiz buyuruyor ki: Eğer Resulullah, bugünkü durumu görseydi, camiye gitmek için kadınların evden çıkmalarına izin vermezdi. (İhya)
Şamil Ansiklopedisi’nde de deniyor ki: Hazret-i Âişe validemiz buyuruyor ki: Resulullah kadınların bu hâlini görseydi, tıpkı İsrailoğulları kadınlarını camiden men ettiği gibi, onları camiye göndermezdi. (Buhârî) [Şimdiki durumun, 14 asır önceki Âişe validemiz zamanındaki durumdan çok daha kötü olduğu meydandadır.]
Bazı kesimlerce çok itibar edilen Vehbe Zuhayli bilediyor ki: Hanefî ve Mâlikîlere göre, genç kadınların cuma ve bayram namazı veya diğer namazları kılmak için camiye gitmelerine müsaade edilemeyeceğinde âlimler ittifak etmişlerdir. Çünkü Ahzab sûresinin 33. âyetindeki, Allahü teâlânın, (Evlerinizde oturun!) emri, evden başka bir yere namaz için gitmeyi yasaklamaktadır. Aynı zamanda kadınların cuma ve bayram namazları ile cemaatle namaz kılmak için evden çıkmaları fitneye sebep olabilir. Fitne ise haramdır. Harama götüren şey de haramdır. (İslam Fıkhı Ans.)
Kadın camiye, cemaate niçin gider? Daha çok sevab almak için gider. Hâlbuki kadınların evde kıldıkları namaz, daha sevabdır. İki hadis-i şerif: (Kadınların en hayırlı namazı, evlerinin en dip köşesinde kıldıkları namazdır.) [Taberanî]
(Kadınların, evinin en mahrem yerinde kıldığı namaz, salonda kıldığı namazdan efdaldir. Salonda kıldığı namaz ise, camide kıldığından efdaldir.) [Ebu Davud, İ. Ahmed]
Şu hâlde kadınlar, daha çok sevab almak için, camide değil, evlerinde namazlarını kılmalıdır. Mezhepsizlerin, eşitlik perdesi altında kadınları, sokağa atmaya ve erkeklerin arasına sokmaya çalışmalarına itibar etmemelidir.
Kadın sokağa çıkınca
Sual: (Kadının yeri sokak değil, evidir) sözünün, dinde yeri var mıdır?
CEVAP Dinimizde kadın sultandır. Hiçbir iş yapmaya mecbur değildir. Onun için sokağa çıkmaya ihtiyacı yoktur. Babası, kocası, oğlu veya yakın erkek akrabaları ona bakmaya mecburdur. Kendi arzu etmedikçe de çalışmaz. Kimse onu çalışıp para kazanmaya zorlayamaz.
Dinimizde kadın avrettir. Anadolu’da avrat deniyor. Avret, bakılması, görülmesi caiz olmayan yer demektir. Kadının, zaruretsiz sokağa çıkması bu yönden de uygun değildir. Bir hadis-i şerif:
(Kadın avrettir. Dışarı çıkınca, şeytan onu ve ona bakanları yoldan çıkarmak için fırsat kollar.) [Tirmizî]
O hâlde Şeytan’a yardımcı olmamalı, kadın, namahrem kimselerin ve kötü gözlerin bakışına maruz kalmamalıdır.
.
Köle ve cariye nedir?
Sual: Cariye ve köle nedir? CEVAP Cariye, kadın köle demektir. Köle de cariye de alınıp satılırdı. Mesela ilk müezzin Bilal-i Habeşi hazretleri de bir köleydi. Köle, azat edilince hür insan olurdu. Köle kadınların hukukî durumu hür kadınlardan farklıydı. Hür kadının yüzü ve elleri hariç her yeri kapalı iken, cariyenin, kol ve başı, dizden altı açık dursa günah olmazdı. Kölelik asırlardır olan bir şeydir. İslamiyet’in bu husustaki hükümleri, Yunan ve Roma’da görülen kölelikten çok farklıdır. Köleliği İslamiyet kurmamıştır. Üstelik her fırsatta kölelerin azat edilmesini ve onlara iyi muamele yapılmasını emreder. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Kölelere iyilik edin!) [Nisa 36]
(Yanlışlıkla bir adam öldürenin, bir köle azat etmesi gerekir.) [Nisa 92]
(Yemin kefareti için, on fakiri yedirmek veya giydirmek yahut bir köle azat etmek gerekir.) [Maide 89]
(Bedel vererek kölelikten kurtulmak isteyenlerin bedellerini kabul edin!) [Nur 33]
(Savaşta alınan esirlere iyilik edin veya fidye alarak bırakın!)[Muhammed 4]
Celaleyn tefsirinde, (İyilik edin demek, esirleri karşılıksız olarak serbest bırakın demektir. Fidyeden maksat da, malla veya esirleri değişmek sûretiyle serbest bırakın demektir) buyuruluyor. Savaşta alınan esirler, fidyeyle de serbest bırakılmazsa, canımızı ve malımızı almaya gelen bu düşmanlara, (İsterseniz köle olarak kalabilirsiniz) deniyordu. Kabul edenler de köle oluyor. Böyle cana ve vatana kasteden bir düşmanı öldürmeyip, kendi rızasıyla köle olarak kullanmak normal değil midir? Şimdi ülkeleri işgal edilen, kültürleri erozyona uğratılan, yer üstü ve yer altı kaynakları sömürülen milletler çoktur. Bugün ekmek parası için kölelik yapanlar az mı?
İslamiyet, normal insanı köle yapmıyor. Vatana, cana, mala ve namusa kasteden düşman esir alındığında, öldürülmeyip, o da razı olursa köle oluyordu. Ayrıca dinimiz, köleyi azat etmek için çeşitli yollar koymuş ve köle azat etmeyi ibadet olarak bildirmiştir. Mesela Ramazan orucunu veya yeminini bozanın, bunun kefareti olarak, varsa bir köle azat etmesi gerekir. Dinimizin köleye verdiği hakkı, gayrimüslimler kendi halkına bile tanımıyor.
Zenci cariye Ümmi Eymen’in oğlu Üsame bin Zeyd, 18 yaşında, birlik komutanı olmuştu. Babası Zeyd bin Harise de köleydi. Rum ordusuyla savaşırken İslam ordusunun komutanıydı. Bu da, İslamiyet’in, ırk, renk, zengin fakir, genç yaşlı ayırmayıp, liyakate önem verdiğini göstermektedir.
Dinimizde kölenin hakkı çok mühimdir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Azat edilen kölenin her uzvu için, azat edenin o uzvu cehennemden azat olur.) [Buhari]
(Kölelere yediğinizden yedirin, güç iş vermeyin ve onları hiç üzmeyin.) [Ebu Davud]
(Kölesine kötü davranan Cennete giremez.) [Tirmizi]
(Köle günde 70 hata işlese de affedin!) [Ebu Davud]
(Cennete ilk girecek olanlar, şehitler, efendisine hizmet ve Rabbine ibadet eden köleler ile kalabalık aileye malik olan iffet sahibi fakirlerdir.) [Tirmizi]
Bir batılı ilim adamının basında yer alan itirafı: En önemli Ortadoğu uzmanlarından kabul edilen, Fransa’da Aix-en-Provence Üniversitesi'nde Siyasi ve Kültürel Antropoloji dersi veren, Fransız siyaset bilimcisi Bruno Etienne şöyle diyor: “Osmanlı İmparatorluğundaki köleler, bugünün sözde özgür bireylerinden daha çok özgürlüğe sahiptiler.” (Yeni Şafak, 21.10.2002)
Cariye hukuku
Sual: Cariye hukuku hakkında yeterli bilgi verilebilir mi? Cariye nasıl oluyor? Cariye ile nikâhsız beraber olunabiliyor muydu? CEVAP Kadın köleye cariye denir. Bir âyet-i kerime meali: (Eğer velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekte, onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil de hoşunuza giden başka kadınlarla ikişer, üçer ve dörder evlenebilirsiniz. Eğer aralarında adaletsizlik yapmaktan korkarsanız, bir tane almalısınız ya da sahibi olduğunuz [cariyeler]ile yetinmelisiniz. Sapmamanız için en uygun olan budur.) [Nisa 3] Cariye,savaşta düşmandan esir alınıp, Dar-ül-İslam’a getirilmiş olan kâfir kadını demektir. Savaşta esir alınmayan bir insanı satmak ve satın almak caiz değildir. (S. Ebediyye)
Dar-ül-harbde cariye olmaz. Savaşta düşmandan esir alınırsa cariye olur. (Dürer ve Gurer)
Helal kılınmıştır Cariye’ye mülk-i yemin denir ki, sağ elin mülkü demektir. (İslam Ahlakı)
Sağ elin mülkü demek, meşru hak sahibi demektir. Yani istediği gibi kullanmaya yetkisi vardır. Satabilir, hediye edebilir. Hürriyetine kavuşturabilir. Hürriyetine kavuşturduktan sonra ise ancak nikâhla evlenebilir.
Köle ve cariye, mülk sahibi olamadığı için zekât ve hacdan muaftır. (Ş. İslam Ans.)
Nisa suresinin, (Evli kadınlar da size haram kılındı. Sahip olduğunuz cariyeler müstesna) mealindeki 24. âyeti, Eshab-ı kiramın, kocaları bulunan, esir alınmış kadınlarla ilişki kurmaktan çekinmeleri sebebiyle nazil olmuştur. (Sağ elinin malik olduğu cariyeleri) ifadesi ile Allahü teâlâ, Resulullahın ümmetine mutlak olarak cariyeleri helal kılmıştır. (Kurtubi)
Davud aleyhisselam 100 nikâhlı hanımı ve 300 cariyesi vardı. Oğlu Süleyman aleyhisselam ise, 300 nikâhlı hanımı ve 700 de cariyesi olmuştur. (Kurtubi, Şir’at-ül-İslam şerhi)
Bir erkeğin dört karısı ve bin cariyesi olsa, başka bir cariye satın almak dileğinde biri onu kınasa, o kimsenin küfründen korkulur, çünkü yaptığı iş meşrudur. Ama hanımını gücendirmemek için vazgeçerse sevaba girer. (Redd-ül-muhtar)
Osmanlı memleketlerinin büyük sülalelerinde, sultan hanımların çoğu esirlerdendi. Kölesini kendine damat yapmış ve cariyesini nikâhla kendine zevce edip, mal ve mülküne varis kılmış, binlerce Müslüman vardır. Bir Müslüman, köle ve cariye satın aldığı zaman, onun yiyeceği, giyeceği ve diğer ihtiyaçları ve muamelattaki hukukunun bütün mesuliyetleri hep bu kimseye ait olur. Köle ve cariyesini yedirmek, içirmek, giydirmek ve gönlünü hoş tutmak mecburiyetindedir. Onları asla dövemez, yapamayacakları iş veremez ve hakaret edemez. İslamiyet’te, köle azat etmek en büyük ibadettir. Öyle büyük günahlar vardır ki, ancak köle azat etmekle affolunur. (C. Veremedi)
Geçici haram olan kadınların yedincisi, hür kadınla evliyken, cariyeyle de nikâhlanmaktır. Cariyeyle nikâhlıyken, hür kadınla da evlenmek caizdir. Hanımından ve cariyesinden başka bir kadınla beraber olmak caiz değildir. (S. Ebediyye)
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ dörde kadar kadını nikâhla almayı ve sayısız cariye kullanmayı mubah etmiştir. (1/191)
Hadis imamlarından İmam-ı Taberani ve İmam-ı Beyheki şöyle bildiriyorlar: Abdullah ibni Abbas hazretleri buyuruyor ki: Nisa suresinin (Analarınız, kızlarınız… size haramdır) mealindeki 23. âyet-i kerime geldikten sonra, müta nikâhı [para karşılığı geçici nikâh] haram edildi. Müminun suresinin (Ancak hanımlarınız ve sahip olduğunuz cariyeleriniz helaldir) mealindeki 6. âyet-i kerimesi, müta nikâhını haram ediyor, çünkü bu âyet-i kerime, yalnız zevcelerle cariyelerin helal olup, başkalarının haram olduğunu bildiriyor. (Hucec-i katiyye)
Dar-ül-harbde de, yani dünyanın her yerinde, Müslüman erkeğin, hanımından ve kendi cariyesinden başka, Müslüman olsun veya kâfir olsun, bir kadınla ilişkiye girmesi haramdır, büyük günahtır. Başkasının cariyesinin başına, kollarına, ayaklarına bakmak caizse de, bunlarla da zina haramdır. Bugün, dünyanın hiçbir yerinde, dine uygun cariye yoktur. (İ. Ahlâkı)
Cariye çeşitleri:
Ümm-i veled: Çocuğunun kendi efendisinden olduğunu söyleyen, efendisinden çocuk doğurmuş cariye.
Müdebber: Hürriyetine kavuşması, efendisi tarafından kendisinin ölümü şartına bağlı kılınan köle.
Mükatebe: Bir bedel karşılığında azat edilmek üzere efendisiyle anlaşma yapmış olan köle. Bir kimse, müdebbere cariyesini veya ümm-i veledini azat etmeden kendisine nikâhlasa, bu nikâh sahih olmaz. (Mecmua-i Zühdiye)
Müdebber cariye ile efendisinin cima etmesi caizdir. (Kurtubi)
Cariye gebe iken efendisi ölürse, doğurduğu azat olmaz. (Mebsut)
Bir kimse, kendi mükâtebe cariyesine defalarca cima etse, sadece bir mehir lâzım gelir. (Hindiyye)
Mükâteb cariye satın alıp bunu kendisine nikâhlasa, bu nikâh sahih olmaz. Eğer cima etmişse mehrini öder. (Kadıhan, Hindiyye)
Mükâteb, yani bir bedel karşılığında azat edilmek üzere efendisiyle anlaşma yapmış olan köle veya cariyeyi, bir an önce hürriyetine kavuşturmak için ona zekât verilebilir. Fakat bir kimse, kendi mükâteb köle veya cariyesine zekât veremez, çünkü bunun faydası kendisine dönmüş olur. (B. İslam İlm.)
Efendisinden çocuğu olan cariyeye ümm-i veled denir. Ümm-i veled olan cariye diğer cariyeler gibi satılamaz ve hibe edilemez. Efendisi vefat edince azat olur. (Nimet-i İslam)
Bir cariyeyi, hür olan bir kadının üzerine nikâhlamak caiz değildir.Müdebbere ve ümm-i veled cariyenin nikâhları da, hür kadın üzerine caiz değildir. (Hindiyye)
Bir hadis-i şerif meali: (Efendisinden çocuğu olan cariye, efendisi ölünce hür olur.) [İ. Mace, Hâkim]
Cariyenin avret yeri Erkek, kendi cariyesinin bütün bedenine bakabilirse de, başkasının cariyesinin yalnız yüzlerine, başlarına, göğüslerine, kol ve baldırlarına, saçlarına bakabilir. (Müslim şerhi)
Bir hadis-i şerif meali:
(Satın alacağı cariyenin avret yeri hariç, her yerine bakmak caizdir.) [Beyhekî]
Erkek, hanımına ve cariyesinin de baştan aşağı her yerine bakabilir.(Rıyad-ün-nasihin)
Bir hadis-i şerif meali:
(Hanımından ve cariyenden başkasına avret yerini gösterme!)[Tirmizî, Ebu Davud, İbni Mace]
Kadının kocasının, cariyenin de efendisinin avretine bakması aynı şekilde caizdir. (Kurtubi)
Cariyenin avret yeri, erkeğinki gibi olup, sırtı ve karnı da avrettir. Cariyenin, kadın olan efendisinin göbeğiyle dizi arasına bakması ve dokunması haramdır. (Tergib-üs-salat)
Bir hadis-i şerif meali:
(Cariyenin avret mahalli dizleri ile göbek arasıdır.) [Beyhekî] Mümin bir kadının, kendisinin cariyesi olması hali müstesna müşrik bir kadının önünde bedeninin herhangi bir tarafını açması helâl değildir.(Kurtubi)
Bir hadis-i şerif meali: (Şarkıcı cariye alıp satmayın, parası haramdır.) [Beyhekî]
Ebu Bekr bin el-Arabîye göre kişinin kendi cariyesinin söylediği şarkıyı dinlemesi caizdir. (Kurtubi)
Cariyelerin Resulullahın evinde şarkı söylemeleri, seslerinin avret olmadığını göstermektedir. (İhya)
Cariyenin sesinin, hür kadınlar gibi haram olduğunu bildiren âlimler de vardır. (İbni Abidin)
Cariye saçları ve kolları açık olarak namaz kılabilir. (Hindiyye)
Nikâhla ilgili hükümler Haramdan kaçınmak nikâhsız da mümkün olur. Cariye alırsa nikâh gerekmez. (Redd-ül-muhtar)
Cariyelik bağı, nikâh bağından daha kuvvetlidir. Kuvvetli varken zayıfa bakılmaz. (El İhtiyar)
Nikâhla cariye bir araya gelemez. Nikâhlı olan bir kimse, karısını cariye yani mülk edinemez. Aksi de böyledir. Yani bir kimse, cariyesini nikâhlayamaz. (Redd-ül-muhtar)
(Sahip olduğunuz mümin cariyelerinizden) demek, başkasının cariyesi ile evlenmek içindir. Kişinin kendisine ait cariye ile nikâhlanmasının caiz olmadığı hususunda sözbirliği vardır. (Kurtubi)
Bir hadis-i şerif meali: (Cariyesini azat ettikten sonra, onunla evlenen kimse için iki ecir vardır.) [Taberani] Biriyle yapılan nikâh akdi, mülkiyeti altında bulunan cariye ile cima etmeyi haram kılar. (Kurtubi)
Hür kadın üzerine, cariyeyi nikâhlamak caiz değildir. Önce cariyeyi nikâhlayıp, sonra da hür kadını nikâhlarsa, ikisinin de nikâhı sahih olur. (Hindiyye, Nimet-i İslam)
Hür kadınla evlendikten sonra edinilen cariyeyle, onu nikâhlamadan cima etmek caizdir, ama hür kadın üzerine nikâhla cariye almak caiz değildir. (Redd-ül-muhtar)
Efendisi cariyesini başka bir erkekle evlendirse, efendisi artık cariyesiyle birlikte olamaz. Bu hak, kocasına aittir. (Nimet-i İslam)
Eğer erkek, cima ettiği cariyenin kız kardeşini nikâhlasa nikâh sahih olur, fakat nikâh edilenle cima edilenden birini kendisine haram kılmadıkça, hiçbiriyle cinsi münasebette bulunamaz. (Dürer)
Kardeş olan iki cariyesiyle de cima etmiş olan şahıs, birini kendisine haram etmedikçe, diğeriyle cima yapamaz. (Kadıhan, Hindiyye)
Bir kimse, cima etmiş olduğu cariyesinin kız kardeşini kendisine nikâhlarsa, bu nikâh sahih olur, ancak artık cariyesi ile cima edemez.(Hindiyye, Bahr-ür-râık)
Cariyesiyle cima edenin, cariyenin kız kardeşiyle evlenmesi caiz değildir. (Kurtubi)
Esir alınan cariye hamile ise, doğuruncaya kadar cima edilmez.(Şir’at-ül-İslam şerhi)
Azat etmedikçe, efendisinin cima ettiği cariyesini nikâhlaması caiz olmaz. (Mecmua-i zühdiye)
Bir kimse, nikâhladığı bir cariyeyi de, iki talâkla boşadıktan sonra geri alamaz. Alırsa, bu cariyenin nikâhı helal olmadığı gibi, cariyesi olduğu halde, cima etmesi de helal olmaz. (Kadıhan, Hindiyye)
Efendisinin izni olmadan evlenmiş bulunan bir cariyeyle, efendisi cima etse veya onu şehvetle öpse, efendisi bu cariyenin nikâhlandığını bilsin bilmesin, cariyenin nikâhı fesh olmuş olur. (Hindiyye)
Bir kimse, dört cariyesinden birini azat etse, hangisini azat ettiğini bilemese, sonra bu cariyeyle nikâhlansa, onunla cima yapmasında bir sakınca yoktur. Çünkü eğer o, azat edilmişse yani hür ise, aralarındaki nikâh sahihtir. Eğer azat etmediği cariye ise, mülkü olması bakımından, o yine kendisine helaldir. (Mebsut, Hindiyye)
Bir kişi bir cariye satın alır, ona dokunur yahut öperse, babasına da, oğluna da haram olur. (Kurtubi)
Efendisi köleye bir cariyeyi mülk olarak verecek olursa, köle de kendi mülkü olduğu için, o cariye ile cima edebilir, çünkü kendi mülküdür.(Kurtubi)
Dört mezhepte de, cariyeyi mülk edinenin, istibrâdan yani bir hayz görmesinden önce cima etmiş olsa da, satması caizdir. (Mizan-ül-kübra)
Ganimet ehlinin, paylaşmadan önce, esir alınan cariyelerden birine cima etmesi caiz olmaz. (Mizan-ül-kübra)
Üç imama göre, satanın, muhayyerlik müddeti içinde cariyeyle cima etmesi caiz olup, satın alanınki caiz değildir. İmam-ı Ahmed’e göre ise, satanın da, alanın da cima etmesi caiz değildir. (Mizan-ül-kübra)
Müslümanın, mülkünde olan Yahudi ve Hristiyan cariyeyle cima etmesi caizdir. (Rıyad-ün-nasihin)
Mecusi ve putperest olan cariyeyi nikâh etmek caiz olmaz. (Hindiyye)
Erkek köle
Sual: Eskiden erkeklerin kadın kölesi olduğu gibi, kadınların da erkek kölesi oluyormuş. Peki, dul bir kadının, erkek kölesiyle evlenebilme imkânı var mıydı? CEVAP Hayır, kölelikten azat etmeden onunla evlenemez. Kölesi bulunduğu sürece efendisi olan hanımla evlenmesi, aynen enişteyle evlenmesi gibi haramdır. Efendisi olan kadın, onu azat ederse, evlenebilir. Enişte de, baldızın ablasını boşarsa veya hanımı ölürse, baldızıyla evlenebilir.
Açık kadın cariye değildir Sual:(Açık gezen kadın, cariye hükmündedir) diyenler oluyor. Cariye hükmünde olmak, cariyenin hakkına sahip olmak demek değil midir? O zaman, açık gezen kadınların, tesettüre riayet etmemeleri günah olmuyor mu? CEVAP İmanı varsa elbette günah olur. İkincisi, günümüzde cariye yoktur. Müslüman bir kadın, (Ben cariye hükmündeymişim, açık giyinebilirim)diyemez. Saç, kol ve bacaklarını açarsa günaha girer. Cariye, namazlarını başı, kolu açık kılabildiği hâlde, günümüzdeki hür kadınlar, namazlarını böyle açık kılamaz.
Mürted veya kâfir bir kadının, açık saçık gezmesi günah değildir. Hattâ onlara hiçbir şey günah değildir. Âhirette onlar, günahlarından dolayı değil, inanmadıklarından dolayı sorguya çekilir. İmansızlığın cezası da, sonsuz Cehennemdir. İman sahibi Müslümanlara ise, iğneden ipliğe her şey sorulur.
Her Müslümanın fıkhın dört kısmını, dar-ül-harbde de ahkâm-ı İslamiyye’ye uygun yapması lazımdır. Mesela, kâfir ve mürted kadınların avret yerlerine, başlarına, kollarına, bacaklarına bakmak, dar-ül-harbde de haramdır. (S. Ebediyye)
S. Ebediyye’deki bu hüküm, kâfir ve mürted kadınlarla, açık saçık gezen kadınların, cariye hükmünde olmadıklarını açıkça bildirmektedir. Çünkü cariyenin saçlarına, kollarına bakmak günah değildir. Bunlara bakmak günah olduğuna göre, onların cariye hükmünde olmadıkları pek açıktır.
Yine S. Ebediyye’de zayıf bir kavil olarak şunlar bildirilmektedir:
Halife Hazret-i Ömer, bir çalgıcı, şarkıcı kadına kırbaçla vurdu. Başörtüsü açıldı. (Allahü teâlânın haram ettiği şeye önem vermeyen kimse, İslam şerefini kaybetmiştir) buyurdu. Kadı Ebu Bekr-i Belhî, nehir kenarında başları ve kolları açık kadınların yanından geçerken, (Onlar kıymetsiz, hürmetsiz kadınlardır. İmanları olduğu şüphelidir. Dâr-ül-harb’deki kâfir kadınları gibidir) buyurdu. Kâfir gibi olan, mürted kadınlar, zâhir haberlere göre, dâr-ül-İslâm’da cariye olarak kullanılmaz. Nevadir haberlerine göre, dar-ül-İslam’da cariye olurlarsa da, mürted kadının, kocasına verilmesi için böyle yapılabilir. Çünkü nevadir haberleri zayıftır, güvenilemez. Ancak faydalı olduğu hâllerde kullanılabilir. Nevadir haberleri kullanılsa bile, İslamiyet’e önem vermeyen kadınların, İslam şerefini kaybedeceklerini, bunların dar-ül-İslam’da [İslamî hükümlerle idare edilen ve halifesi olan Müslüman ülkelerde] cariye gibi hürmetsiz, aşağı olup başlarına, kollarına şehvetsiz bakmanın caiz olacağını gösterir. (S. Ebediyye)
Şimdi dünyada dâr-ül İslam olan ülke yoktur. Bu bakımdan kâfir kadınları İslam ülkesine cariye olarak getirilemez. Sonuç olarak açık kadınlara dünyanın her yerinde ihtiyaçsız bakmak günahtır.
Nevadir haberleri zayıftır. Zaruret olmadıkça, bunlarla fetva verilmez. Bundan başka mürted kadın, nevadir haberlerine göre, dâr-ül-İslam’da cariye olacağı için, bunun kollarına, başına bakmanın caiz olması, bunun mülk edilerek vaty edilmesine sebep olmaz. Dâr-ül-İslam’daki genel ev kadınları da, böyle hürmetsiz iseler de, mülk olmaz, vatyleri zina olur. Dâr-ül-harbdeki kâfir bir kadın, dâr-ül-İslam’a [esir olarak] getirilmedikçe, cariye olamaz. (İslam Ahlakı)
Dünyada dar-ül-İslâm ülkesi olsa da, kâfir kadını oraya esir olarak getirmek gerekir. Böyle bir şey dünyada olmadığına göre, (Açık gezen kadın cariye hükmündedir, o kadına bakmak günah olmaz) demenin çok yanlış olduğu meydandadır. Bilerek veya bilmeyerek insanları günaha sokmak için söylenmiş bir sözdür.
.
Dinimizde ırkçılık yoktur
Sual: Irkçılık nedir, ırkçılığın dinimizdeki yeri nedir? CEVAP İslamiyet, hangi ırk, dil ve ülkeden olursa olsun, bütün Müslümanların birbirinin kardeşi olduğunu bildirir. Allah indinde herkes, insan olarak, bir tarağın dişleri gibi birbirine eşittir. Namaz kılarken, en büyük rütbeli bir Müslümanla en küçük rütbeli, en zenginle en fakir, bir beyazla bir zenci Müslüman yan yana durur ve Allahü teâlâya birlikte secde ederler. Dinimizde ırk ve millet üstünlüğü yoktur. Müslüman zenci bir hizmetçi, kâfir bir beyaz kraldan üstündür. Kâfir kral ebedi Cehennemde, Müslüman zenci hizmetçiyse ebedi Cennette kalacaktır.
Hiç kimse ana babasını seçemediği için, ırkını, milliyetini de seçemez. Ancak, ceddinin dine hizmetlerinden dolayı ırkını sevmesi, suç olmaz. Mesela, Osmanlı Türklerini sevmek kınanmaz. Hatta hizmetlerinden dolayı her zaman dua etmek gerekir.
Yahudi kendini asil bilir. Hristiyan, zenciyi aşağı görür. İslam dini, ırk, renk, milliyet, siyasi inanç, lisan ve tahsil seviyesi ayırt etmeden, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder.
Kendi ırkını dinimizin üstünde tutmak veya kendi milletinden olan gayrimüslimi başka milletten olan Müslüman’dan üstün tutmak, ırkçılık olur. Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler, ırkçılığı, ırk üstünlüğünü kesin olarak reddetmektedir. Bir âyet-i kerime meali: (Ey insanlar, sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah indinde en üstününüz, takvada en ileri olanınızdır.) [Hucurat 13] (Takva, Allahü teâlâya inanıp, Onun emir ve yasaklarına riayet etmektir. Kısaca haramlardan sakınmak demektir.)
Bir önceki âyet-i kerimede, Ey iman edenler buyurulurken, bu âyet-i kerimede Ey insanlar şeklinde hitap edilmektedir. Hitap yalnız inananlara değil, bütün insanlaradır. Bütün insanlar, aynı ana-babadan, yani Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havva’dan meydana geldiler. Bu bakımdan bir ırkın diğerine üstünlük taslamaya hakkı yoktur.
Âyet-i kerimede, tanışmakta kolaylık olması için, milletlere ve milletler içinde kabilelere ayrıldığımız ve Allah indinde üstünlüğün, Müslümanlığa bağlılıkla ölçüleceği bildirilmektedir. Araplar veya Yahudiler üstündür denmiyor. Birkaç âyet önce de Müminler ancak kardeştir buyuruluyor. (Hucurat 10)
Arapların veya başka bir ırkın değil, yalnız müminlerin kardeş olduğu açıkça bildirilmektedir. Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, cahiliyet övünmelerini sizden kaldırdı. Hepiniz Âdem aleyhisselamın evlatlarısınız. Âdem ise topraktan yaratıldı.)[Tirmizi]
(Rabbiniz bir olduğu gibi, babalarınız, dininiz ve Peygamberiniz de birdir. Arabın Aceme, [Arap olmayana] Acemin Araba üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızının karaya, karanın kırmızıya üstünlüğü yoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.) [İbni Neccar]
(Acemlerden, dininizi kabul edenler ve nesebinize katılanlar olacaktır.) [Hâkim]
(Müslümanlar kardeştir. Takva hali hariç, kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur.) [Taberani, Ebu Nuaym]
(Ey Kureyşliler, kıyamet günü herkes ameli ile gelir. Siz dünyayı omuzlayarak gelmeyin! Bu halde gelip de, “Ya Resulallah” deseniz, tarafınıza bakmam.) [Taberani]
(İnsanlar [insan olarak] bir tarağın dişleri gibi eşittir.) [İbni Lal]
Peygamberimizin tevazuu Peygamber efendimiz, (Ben sizin en iyiniz olduğum gibi, babam da babalarınızdan daha iyidir) buyurmuştur. Böyle söylemek öğünmek değildir. Peygamber efendimiz tevazu ehli idi. Böyle söylemesi hakikati bildirmek içindir. (Ben evliyayım) demek öğünmek olur; fakat (Ben Peygamberim) demek böyle değildir. Gerçeği bildirmek vazifesi olduğu ve vazifesini yapmak mecburiyetinde de olduğu için böyle buyurmuştur. Nitekim imam-ı Rabbani hazretlerinin, (Mektubat)kitabında bildirdiği hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kıyamette, önce gelenlerin ve sonra gelenlerin seyyidiyim. Hakikati bildiriyorum, öğünmüyorum.)
(Allahü teâlânın habibiyim. Peygamberlerin reisiyim. Öğünmek için söylemiyorum.)
(Peygamberlerin sonuncusuyum, öğünmüyorum, ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im “aleyhissalatü vesselam”. Allahü teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyisinde yarattı. Allahü teâlâ, insanları fırkalara [kavimlere, ırklara] ayırdı. Beni, en iyisinde bulundurdu. Sonra bu en iyi fırkayı kabilelere [cemaatlere] ayırdı. Beni, en iyisinde bulundurdu. Sonra, bu cemaati evlere ayırdı. Beni, en iyi evden [yani aileden] dünyaya getirdi. İnsanların en iyisiyim. En iyi ailedenim. Kıyamette, herkes sustuğu zaman, ben söyleyeceğim. Kimsenin kımıldayamadığı vakitte, onlara şefaat ediciyim. Kimsede ümit kalmadığı bir zamanda, onlara müjde vericiyim. O gün her iyilik, her türlü yardım, her kapının anahtarı bendedir. Liva-i hamd benim elimdedir. İnsanların en hayırlısı, en cömerdi, en iyisiyim. O gün emrimde binlerce hizmetçi vardır. Kıyamet günü, Peygamberlerin imamı, hatibi ve hepsine şefaat edici benim. Bunu öğünmek için söylemiyorum.) [Hakikati bildiriyorum. Hakikati bildirmek vazifemdir. Bunları söylemezsem, vazifemi yapmamış olurum.]
Millet ve milliyetçilik
Sual: (Millet din demektir. Bunun için Fransız milleti, Türk milleti denmez. Türk milliyetçisiyim demek de, Türkün dinindenim demek olur ki çok yanlıştır) diyenler çıkıyor. CEVAP Millet kelimesi çeşitli manalara gelir. Birkaçı şöyledir: 1- Din manasında kullanılır. "Millet-i İbrahim", "Millet-i Resulullah" gibi.
2- Ümmet manasında, bir din mensuplarının tamamına denir. "İslam milleti", "Yahudi milleti" gibi.
3- Topluluk manasına gelir. "Kâfirler tek millettir", "Kâfir milleti zalimdir" gibi.
4- Sınıf, cins, taife manasına kullanılır. "Kadın milleti", "Şoför milleti" gibi.
5- Halk manasına kullanılır. "Bu millet, iyiye layıktır" gibi.
6- Kavim manasında kullanılır. Din, dil, tarih, gelenek, kültür, ideal ve vatan birliği olan topluluk demektir. "Türk milleti", "Arap milleti" gibi.
Milliyetçi demek, aynı dine mensup, aynı dili konuşan, ortak tarihi olan, aynı gelenekleri ve aynı kültürü olan, aynı ideale ve aynı vatana sahip olan kimse demektir. "Ben milliyetçiyim" demek yanlış olmaz. Kelimenin yalnız bir manasını düşünmek doğru değildir.
Sual: Fransa’dan yazıyorum. Mısırlı bir arkadaşım var. Bayrağını din gibi kabul etmektedir. Bayrağıma paçavra diyen kâfir olur diyor. Böyle sevgi ve ırkçılık olur mu? CEVAP Mısır bayrağının diğer bayraklardan farkı ne de, ona bez veya paçavra diyen kâfir oluyor? İster Mısır, ister Libya veya diğer milletlerin bayraklarına paçavra demek, uygun değilse de, kâfir olmayı gerektirmez. Her millet, kendi bayrağını sevebilir. Fakat ırkçılık yaparak, (Hangi milletten olursa olsun benim bayrağımı sevmeyen kâfir olur) demek çok yanlıştır.
Sual: Tesettüre riayet eden, namazlarını kılan Müslüman bir çingene kızıyım. Müslüman bir Türk ile evleneceğim. Fakat babam, ırk ayrımı yapıyor, (ileride sorun çıkar) diyor. Dinimizde ırk ayrımı var mıdır? (Çingene ile evlenince, tuğla eriyinceye kadar yıkanılsa cünüplük çıkmaz) sözü doğru mu? CEVAP Türk, Arap, Ermeni, Fransız nasıl bir ırk ise, çingene de bir ırktır. Türkün, Arabın Müslümanı ve başka dinden olanı olduğu gibi, çingenelerin de, Müslümanları ve başka dinden olanları vardır.
Dinimizde ırk ve renk ayrımı yoktur. Allah indinde, Müslüman bir çingene, Müslüman olmayan bir Türk kralından çok üstündür. Biri ebedi Cennetlik, öteki ebedi Cehennemliktir. Hiç mukayese kabul eder mi? Siyah olan Bilal-i Habeşi, beyaz Ebu Cehil'den çok üstündür.
(Çingene ile evlenince, tuğla eriyinceye kadar yıkanılsa cünüplük çıkmaz) sözü, cahillerin uydurdukları çirkin bir iftiradır. Bir kimse nasıl cünüp olursa olsun, gusledince, yıkanınca temiz olur.
İkiniz de İslamiyet’in emirlerine uyduğunuza göre, hiçbir sorun çıkmaz. Evlenmeniz çok iyi olur. Mutluluklar dileriz.
Sual: (Irkçılık yapan bizden değildir) ne demek? CEVAP Biz Müslümanlarda ırk üstünlüğü yoktur. Buna rağmen, iyi kimseler geldiği için Arabı severiz, Türkü severiz. Sevmemizin mahzuru olmaz. Fakat Müslüman bir Arabı, Müslüman Fransızdan üstün tutamayız. Böyle bir ırkçılık yapmak dinimize aykırıdır. Hele Hristiyan bir Türk, Müslüman Araptan üstündür demeyiz. Böyle söyleyen Müslümanlıktan çıkar.
İslamiyet hangi ırk, dil ve ülkeden olursa olsun, bütün Müslümanların birbirinin kardeşi olduğunu bildirir. İslam dininde, Allahü teâlânın huzurunda herkes birbirine müsavidir. Namaz kılarken, en büyük rütbeli bir Müslüman ile en küçük rütbeli, en zengin ile en fakir, bir beyaz ile bir zenci Müslüman yan yana durur ve Allahü teâlâya birlikte secde ederler.
Dinimizde ırk ve millet üstünlüğü yoktur. Müslüman zenci bir hizmetçi, kâfir bir beyaz Türk kraldan üstündür. Kâfir kral, ebedi Cehennemde, Müslüman zenci hizmetçi ise, ebedi Cennette kalacaktır.
Yahudi kendini asil bilir. Hristiyan, zenciyi aşağı görür. İslam’da ise ırk, renk ve dil ayrımı yoktur. İslam dini, ırk, renk, milliyet, siyasi inanç, lisan ve tahsil seviyesi ayırt etmeksizin, her insanın şeref ve itibarına hürmet eder. Bu sebepten de, yabancılar arasında Müslümanlık yayılmaktadır: (İslam’da, ırk, renk ve dil farkı gözetilmediğini, herkesin eşit olduğunu, namaz kılarken de rütbe ayrımı yapılmadığını gördüm. Müslüman oldum.) (Thomas Clayton – Amerika)
Yunus Emre ve hoşgörü
Sual: Yunus Emre’yi kötüleyen biri, (Bir taraftan “Yaratılmışı hoş gördük, Yaratandan ötürü” diyerek hoşgörülüğünü sergilerken, bir taraftan da, “Beş vakit namaz kılmayan, bilin Müslüman olmadı, ol Cehenneme girse gerek” diyerek müsamahasızlık çukuruna düşmüştür. Hoşgörünün zirvesine çıkmak gerekir) diyor. Hoşgörü ne demektir? CEVAP
TDK’nın sözlüğünde, (Her şeyi anlayışla karşılayarak olabildiği kadar hoş görme durumu) deniyor. Dikkat ediniz, her şey deniyor. Her şeyi anlayışla karşılamak diye tarif ediyor. Yine TDK’da, Mezhebi geniş ifadesini tarif ederken, (Namus konusunda aşırı hoşgörülü davranan kimse) deniyor.
Yunus Emre’yi kötüleyen kimseye göre, hoşgörü denilen şeyin bir sınırı yoktur. Ne kadar hoş görülürse, o kadar iyidir. Halbuki sınırsız hürriyet gibi, sınırsız hoşgörü de çok yanlıştır. Kötüler hoş görülür mü? Anarşistler ve diğer suçlular hoş görülürse, toplumun nizamı nasıl sağlanır?
Kâfirleri sevmemek gerekir ise de, dinimizin emri gereği, onlara eziyet etmek, kalblerini incitmek haramdır. Zaruret olunca, onlara dostluk göstermek de caizdir. Sevmemek ayrı, onları üzmek ayrı şeydir. Din adına, kâfirin, kâfirliğini hoş görmek tehlikelidir. Allahü teâlâ, bu kimsenin anladığı manada hiçbir Müslümanı hoşgörünün zirvesine çıkarmasın!
Tarak dişi gibi eşit Müslüman, dinimizin izin verdiği ölçüde hoşgörülü olur. Bunun azı da, çoğu da zararlıdır. Yunus Emre hazretlerinin, “Yaratılmışı hoş gördük, Yaratandan ötürü” diyerek yetmiş iki millete aynı gözle bakması, dinimize aykırı değildir. Çünkü dinimizde ırk üstünlüğü yoktur. Bir hadis-i şerifte, (İnsanlar [insan olarak] bir tarağın dişleri gibi eşittir)buyurulmuştur. (İbni Lal)
Bunun için kâfir de olsa, bir kimseden kendini üstün görmek caiz değildir. Çünkü kâfir, Müslüman olup ebedi saadete kavuşabilir, Müslüman da, maazallah küfre düşüp Cehennemlik olabilir.
Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretleri, (Gel, gel, her kim olursan ol gel, müşrik, mecusi olsan veya puta tapsan da gel! Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir. Tevbeni yüz defa bozmuş olsan da gel) diyor. Manası, (Gel sana Müslümanlığı öğreteyim de gerçeği gör) demektir. Çünkü Allah için olmayan sevgi ve düşmanlığın hiç önemi yoktur. Hadis-i şerifte, (İmanın en sağlam temeli ve en kuvvetli alâmeti, hubbi-i fillah, buğd-i fillahtır) buyuruluyor. [Ebu Davud]
Yani, Müslümanları sevip, onlara yardım ve hayır dua etmek ve din-i İslam’ı beğenmeyenleri, İslamiyet’e ve Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemek ve imana, hidayete kavuşmaları için dua etmektir. Buğd, sevmemek, düşmanlık etmek demektir. Buğd-i fillah, Allah için sevmemek, Allah için düşmanlık etmek demektir. Bunun zıddı ise “Hubb-i fillah”tır. Allah için sevmek, Allah için dostluk etmektir. Irkçılık nedir?
Sual: (Irkçılık yapan bizden değildir) buyuruluyor. Ne yapmak, ırkçılık olur? CEVAP Kendi ırkını dinimizin üstünde tutmak, kendi milletinden olan gayrimüslimi başka milletten olan Müslümandan üstün tutmak, ırkçılık olur.
İnsan ve Müslüman
Sual: (Önce Türküm, sonra Müslümanım) veya (Önce insanım sonra Müslümanım) demek, dinimize göre doğru mudur? CEVAP Dinimizde ırk üstünlüğü yoktur. İslamiyet’te Müslüman olmayan kimseye kâfir denir. (Önce insanım) demek de, (Önce Türk’üm) demek gibi yanlış bir sözdür. Kur’an-ı kerimde, (Kâfirlerin hayvan gibi, hattâ daha aşağı) olduğu bildiriliyor. Hayvandan aşağı olanla, Müslüman hiç kıyas kabul eder mi? Hiçbir şey Müslümanlıktan önceye alınamaz. Allahü teâlâ, (Müminler kardeştir) buyuruyor. (İnsanlar kardeştir) veya (Türkler kardeştir) demiyor. Müslüman Türk’le, komünist Türk nasıl kardeş olur? (İnsanlar kardeştir) sözü bundan daha yanlıştır. Bu söz dünyadaki kâfirlere yaranmak için söylenmiştir. Mezhepsiz Mevdûdî de, (Hilafet ve Saltanat) isimli kitabının 68. sayfasında, (Benim nazarımda bütün insanlar eşittir. Bizden olsun veya olmasın)diyor. Bu, masonluğa veya hümanizme uygun bir sözdür. Aslında masonlar da, hümanistler de, Müslümanlığa tahammül edemezler, ama (Bakın, biz herkesi kucaklıyoruz) intibaını vermek için inançlarını gizlemeye çalışıyorlar.
“Irkçılık yapan bizden değildir”
Sual:(Irkçılık yapan bizden değildir) hadisine göre ırkçılık küfür müdür? CEVAP Irkçılığın yapılış şekli önemlidir. Irkını dininden üstün tutarsa mesela,(Dinsiz bir Türk, Müslüman olan bir Yunan’dan, İngiliz’den veya Ermeni’den daha üstündür) deniyorsa küfür olur, çünkü Müslümanlık kötülenmiş oluyor.
Bir insanın, kendi kavmini, ırkını sevmesi küfür olmaz. Türk Türk'ü, Kürt Kürt'ü, Alman Alman'ı daha çok sevebilir. Bu, insanın kendi Müslüman akrabalarını, hemşerilerini daha fazla sevmesine benzer. Sevmek ayrı, (Benim ırkımdaki kâfir de olsa, başka ırktan olan Müslümandan daha üstündür) demek ayrıdır. Sevmeyi ırkçılık olarak kabul etmemelidir. Müslüman Türk’ün tarihteki kahramanlıklarını okuyunca göğsümüz kabarıyor. Yine Müslüman bir hemşerimizle karşılaşınca da sevinmesi ırkçılık değildir. Kendi ırkını dinimizin üstünde tutmak, kendi milletinden olan gayrimüslimi başka milletten olan Müslümandan üstün tutmak, ırkçılık olur.
Irkların meydana gelişi
Sual: Bütün insanlar, Hazret-i Âdemin neslinden geldiğine göre, zenciler ve diğer ırkların nasıl meydana çıktığını açıklar mısınız? CEVAP Biyolojide modifikasyon denilen görünüş değişikliği yanında, mutasyon denilen genlerde değişiklik olayı vardır. Beyaz insandan siyah, esmer veya sarı insanların türemesi mümkündür. Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamı yeryüzünün her tarafından alınan topraktan yarattı. Bu sebeple neslinden, siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bu renkler arasında bulunanlar da oldu. Bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı da halis ve temiz oldu.) [Ebu Davud]
Yaratılanı hoş gör Yaradan’dan ötürü
Sual: Yunus Emre’nin,(Yaratılanı hoş gör Yaradan’dan ötürü)sözü için bazıları, (Türk olmayanları hoş göremeyiz) diyorlar. Yunus Emre gibi, ırk farkı gözetmeden yetmiş iki milleti, insan olarak değerlendirmek yanlış mıdır? CEVAP Yunus Emre gibi büyük zatların sözlerine hemen yanlış demek doğru olmaz. O sözü ne maksatla söylediği anlaşılırsa yanlış olmadığı meydana çıkar.
Dinimizde ırk üstünlüğü yoktur. Bir hadis-i şerifte, (İnsanlar [insan olarak] bir tarağın dişleri gibi eşittir) buyurulmuştur. (İbni Lâl)
Bir milletin diğerinden üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir. Bir âyet-i kerime meali: (Allah indinde en üstününüz, takvâda en ileri olanınızdır.) [Hucurat 13]
Bir hadis-i şerif: (Arab’ın Acem’e, Acem’in Arab’a üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızının karaya, karanın kırmızıya da üstünlüğü yoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.)[İbni Neccar] (Acem, Arap olmayan demektir.)
Dinimiz, (Üstünlük takvâ iledir) buyururken, bunun aksini söylemek bir Müslümana yakışmaz. Bunun için kâfir de olsa, bir kimseden kendini üstün görmek caiz değildir. Çünkü kâfir, Müslüman olup cennetlik olabildiği gibi, Müslüman da, Allah korusun küfre düşüp Cehennemlik olabilir. Kâfire bu gözle bakarsak, kendimizi ondan üstün bilemeyiz. Kâfir olduğu için sevmemek ayrıdır.
.
Dinimiz ve adalet
Sual: İslamiyet’in başka dinlerde olanlara karşı tutumu nasıldır? CEVAP
Dinimiz iyi bilinirse görülür ki, Allahü teâlâ, insanlara daima merhamet ve şefkat ve af ile muamele etmeyi, kendilerine fenalık yapanları affetmeyi, daima güler yüzlü ve tatlı sözlü olmayı, sabırlı hareket etmeyi, işlerinde daima dostlukla anlaşmayı emretmektedir.
Hakiki Müslümanlar, diğer bütün dinlere karşı büyük bir müsamaha göstermişler, değil Hristiyan ve Yahudileri zorla Müslüman yapmak ve onların ibadethanelerini tahrip etmek, aksine, onlara yardım, hatta kiliselerini tamir etmişlerdir.
Müslümanlar arasından Hristiyanlara fena muamele edenler çıkmamış mıdır? Çıkmış olabilir. Fakat bunlar, hem miktarca çok az, hem de, dinimizin emirlerini bilmeyen cahiller idi. Bunlar nefslerine uyarak hareket etmişler ve cezaları bizzat Müslümanlar tarafından verilmiştir.
Tarihi vesika
Peygamber efendimizin bu husustaki bir mektubu şöyledir: (Bu yazı, Abdullah oğlu Muhammed’in bütün Hristiyanlara verdiği sözü belirtmek için yazılmıştır. Şöyle ki; Allahü teâlâ, kendisini rahmet ile müjdelemiş, insanlar üzerindeki emaneti muhafaza edici kılmıştır. İşte bu Muhammed, bu yazıyı, Müslüman olmayan bütün kimselere verdiği ahdi belgelendirmek için kaleme aldırdı.
Kim ki, bu ahdin aksine hareket ederse, ister sultan, ister başkası olsun Allahü teâlâya karşı isyan ve din-i İslam ile alay etmiş sayılır ve Allahü teâlânın lanetine layık olur. Eğer Hristiyan bir rahip [papaz] veya bir seyyah [turist] bir dağda, bir derede veya çöllük bir yerde veya bir yeşillikte veya alçak yerlerde veya kum içinde ibadet için perhiz yapıyorsa, kendim, dostlarım, arkadaşlarım ve bütün milletimle beraber onlardan her türlü teklifleri kaldırdım. Onlar benim himayem [korumam] altındadır. Ben onları, başka Hristiyanlarla yaptığımız ahitler mucibince, ödemeye borçlu oldukları bütün vergilerden affettim. Harac vermesinler veya kalbleri razı olduğu kadar versinler. Onlara cebretmeyin, zor kullanmayın. Onların dini reislerini makamlarından indirmeyin! Onları ibadet ettikleri yerden çıkartmayın! Bunlardan seyahat edenlere mani olmayın! Bunların manastırlarının, kiliselerinin hiç bir tarafını yıkmayın! Bunların kiliselerinden mal alınıp Müslüman mescitleri için kullanılmasın! Her kim buna riayet etmezse, Allahü teâlânın ve Resulünün kelamını dinlememiş ve günaha girmiş olur.
Ticaret yapmayan ve ancak ibadet ile meşgul olan kimselerden, her nerede olurlarsa olsunlar, cizye ve garamet gibi vergileri almayın! Denizde ve karada, şarkta ve garpta, onların borçlarını ben saklarım. Onlar benim himayem altındadır. Ben onlara eman verdim.
Dağlarda yaşayıp ibadet ile meşgul olanların ekinlerinden harac, vergi almayın! Ekinlerinden Beytül-mal devlet hazinesi için hisse çıkartmayın! Çünkü, bunların ziraatı, sırf nafakalarını temin etmek için yapılmakta olup, kâr için değildir. Cihad için adam gerekirse, onlara baş vurmayın! Cizye, varlık vergisi almak gerekirse, ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, ne kadar malları ve mülkleri bulunursa bulunsun, yılda on iki dirhemden daha fazla vergi almayın! Onlara zahmet, meşakkat teklif olunmaz. Kendileriyle bir müzakere yapmak gerekirse, ancak merhamet, iyilik ve şefkat ile hareket edilecektir. Onları, daima merhamet ve şefkat kanatları altında himaye ediniz!
Nerede olursa olsun, bir Müslüman erkekle evli olan Hristiyan kadınlara, fena muamele etmeyin! Onların kendi kiliselerine gidip, kendi dinlerine göre ibadet etmelerine mani olmayın! Her kim ki, Allahü teâlânın bu emrine itaat etmez ve bunun zıddına hareket ederse, Allahü teâlânın Peygamberinin emirlerine isyan etmiş sayılacaktır. Bunlara kilise tamirlerinde yardımcı olunacaktır. Bu ahitname [sözleşme] kıyamet gününe kadar devam edecek, dünya sonuna kadar değişmeden kalacak ve hiç bir kimse bunun aksine bir harekette bulunamayacaktır.)
[Bu ahitname Hicretin 2. yılı, Muharrem ayının üçüncü günü, Medine-i Münevvere de Mescid-i seadette Ali bin Ebi Talibe yazdırılmıştır. Peygamber Efendimizin, bütün Müslümanlara hitaben yazdırdığı bu mektubun aslı, Feridun Beyin Mecmua-i Münşea-tus-salâtin kitabı, c.1,s.30 dadır.]
Bir adalet örneği
Rum Kayseri Herakliyus’un büyük ordularını perişan eden İslam askerlerinin başkumandanı Ebu Ubeyde bin Cerrah hazretleri, zafer kazandığı her şehirde adamlarını bağırtarak, Rumlara, Halife Hazret-i Ömer’in emirlerini bildirirdi. Humus şehrini alınca buyurdu ki: (Ey Rumlar! Allahü teâlânın yardımı ile ve Halifemiz Ömer’in emrine uyarak bu şehri de aldık. Hepiniz ticaretinizde, işinizde, ibadetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse dokunmayacaktır. İslamiyet’in adaleti aynen size de tatbik edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışardan gelen düşmana karşı, Müslümanları koruduğumuz gibi sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, Müslümanlardan hayvan zekatı ve uşr aldığımız gibi, sizden de, senede bir kere cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir.)
Humus Rumları, cizyelerini seve seve getirip, Beyt-ül-mal emini Habib bin Müslime teslim ettiler. Herakliyus’un, bütün hristiyan ülkelerinden asker toplayarak Antakya’ya hücuma hazırlandığı haberi alınınca Humus şehrindeki askerlerin de, Yermük’teki kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebu Ubeyde hazretleri şehirde memurların şöyle bağırmalarını emretti: (Ey Hristiyanlar! Size hizmet etmeye, sizi korumaya söz vermiştim. Buna karşılık, sizden cizye almıştım. Şimdi ise, Halifeden aldığım emir üzerine, Herakliyus ile gaza edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramayacağım. Bunun için hepiniz Beyt-ül-mala gelip, cizyelerinizi geri alınız! İsimleriniz ve verdikleriniz, defterimizde yazılıdır.)
Suriye şehirlerinin çoğunda da böyle oldu. Hristiyanlar Müslümanların bu adaletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri Rum imparatorlarından çektikleri zulümlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yaptılar. Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu seve seve Müslüman oldu. Kendi arzuları ile Rum ordularına karşı İslam askerine casusluk yaptılar.
İslam devletlerinin meydana gelmesi, yayılması asla, saldırmakla olmadı. Bu devletleri ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, iman kuvveti idi ve İslam dininde çok kuvvetli bulunan adalet, iyilik, doğruluk ve fedakârlık meziyeti idi. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Allah, adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya bakmayı emreder. Hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı men eder.) [Nahl 90]
(Ey iman edenler! Bir millete olan öfkeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adil olunuz!) [Maide 8]
Avrupa ve vahşet
Sual: Avrupa okullarında verilen din derslerinde, İslamiyet’i bir vahşet dini olarak tanıtıyorlar. Halbuki zulmü, vahşeti yapan Hristiyanlar değil midir? CEVAP
Hristiyanların yaptıkları vahşetler çoktur. Tarih baştan başa bu zulümlerle doludur. Din namına yapılan Engizisyon zulümleri, Sen Bartelmi faciası ve buna benzer toplu öldürmeler, Hristiyanların, mezhepleri farklı olan dindaşlarına ve diğer dinlere karşı gösterdikleri akıl ermez vahşetleri birer birer teşhir etmektedir. Müslüman hükümdarlar, Müslüman kumandanlar, Müslüman devlet adamları arasında hiçbiri, hiçbir zaman Hristiyanların yaptıkları gibi, zulümler yapmamış, bunları "din namına yapıyoruz" demek küstahlığında bulunmamış, Müslüman âlemini Hristiyanlara karşı teşvik etmemiştir. İslamiyet’te hiçbir mahluka zulüm yapmak caiz değildir. Bütün Müslüman din adamları zulme mani olmuştur.
İşte küçük bir misal:
Dar-üs-seade ağası iken emekli olan Sünbül ağa,Mısır’a giderken, gemisi Rodos açıklarında, Malta korsanları tarafından basılıp, ağa şehit edildi. Venedik gemileri Mora’ya asker çıkarıp çocuk ve kadın demeden, binlerce Müslümanı öldürdü. On sekizinci padişah Sultan İbrahim,çok merhametli idi. Hristiyanların bu katliamını işitince pek üzüldü. 1646 senesinde bunlara karşılık olarak Osmanlı idaresinde misafir olarak bulunan Hristiyanların kısas olarak, öldürülmelerini istedi. O zamanda Şeyh-ül-islam olan Ebüs-Said efendi,yanına Bostancı başıyı alarak padişahın huzuruna çıktı. Padişaha, her ne kadar suçsuz Müslümanları katledenler hristiyan iseler de, verilecek cezanın, aynı dinden de olsa herhangi bir hristiyana değil, bizzat bu fiili işleyenlere verilebileceğini ve suçsuz yere insan öldürmenin İslam dinine aykırı olduğunu bildirdi. Sultan İbrahim,bütün Osmanlı sultanları gibi, İslam dinine ve Allahü teâlânın kitabına çok bağlı olduğu için, Şeyh-ül-islamın sözünü dinleyip, fikrinden vazgeçti.[Fezleke-i tarih-i Osmanı ve Tarih-i devlet-i Osmaniyye]
Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilim adamlarından Lord Davenport, (Hazret-i Muhammed ve Kur'an-ı kerim) adındaki İngilizce kitabında diyor ki:
(Müslümanların Hristiyanlara karşı davranışı ile, papalığın ve kralların müminlere reva gördüğü muamele, asla birbirine benzetilemez. Mesela 1572 senesi ağustosun 24. günü, yani Saint Bartelemi yortu günü, Dokuzuncu Şarl ve Kraliçe Katerinanın emri ile Paris ve civarında altmış bin Protestan öldürüldü. Böyle nice işkencelerde dökülen Hristiyan kanları, Müslümanların harp meydanlarında döktükleri Hristiyan kanlarından kat kat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, İslamiyet’in, bir zulüm dini olduğu zannından kurtarmak gerekir. Böyle yanlış sözlerin, hiç bir vesikası yoktur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, Müslümanların gayrimüslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir sübyanınki kadar yumuşak olmuştur.)
Chatfeld diyor ki:
(Araplar, Türkler ve başka Müslümanlar, Hristiyanlara karşı, batılı milletlerin, yani Hristiyanların Müslümanlara karşı uyguladıkları muamele ve gaddarlığın aynını yapmış olsalardı, bugün doğuda tek Hristiyan kalmazdı.)
Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Hristiyan kitaplarında bile benzerlerine çok rastlanan bu vesikalardan şu hakikat meydana çıkmaktadır: 1- İslam dini, hiçbir zaman, vahşet dini olmamış, Müslümanlar, hiçbir zaman Hristiyanları imhayı düşünmemiş, aksine icabında onları himaye etmiştir.
2- Buna mukabil Hristiyanlar, birbirlerini Müslüman ve Yahudilere ve farklı mezhebe mensup dindaşlarına karşı tahrik etmiş, onları muhtelif mezalime tâbi tutmuş, her vahşeti yapmış, İsa aleyhisselamın dinini tahrif ederek bir vahşet dinine çevirmişlerdir. Şimdi ise İncilin tahrif edildiğini anlayarak tek Allah inancına dönme gayretleri başlamıştır.
Mecusi ve İslam adaleti
Sual: Müslüman olanların çoğunun, kılıç korkusu ile Müslüman oldukları söyleniyor. Bunlar doğru mudur? CEVAP
Kılıç korkusu ile Müslüman olan, bu korku gidince hemen eski dinine dönebilir. Müslümanlığın her tarafa yayılması İslamiyet’in hak bir din olduğunu göstermektedir.
Eshab-ı kiramın tamamı severek, isteyerek Müslüman olmuştur. İslam’ın adaletinden dolayı seve seve Müslüman olanlar az değildir. Bir misal olarak bir mecusinin Müslüman olmasını bildirelim.
Hazret-i Ömer, halife iken, şark cephesi kumandanı olan Sad bin Ebi Vakkas hazretleri, Kufe şehrinde bir bina yaptırmak istedi. Arsaya bitişik bir Mecusi’nin evini satın almak icap etti. Mecusi satmak istemedi. Evine gidip hanımına danıştı. Bu da, (Onların Medine’de bir Emirleri var. Ona gidip şikayet et) dedi. Medine’ye gelip halifenin sarayını aradı. Dediler ki:
- Onun sarayı, köşkü yok.
- Peki şimdi nerededir?
- Şehir dışına çıktı.
Gidip aradı. Askerleri, muhafızları göremedi. Toprak üstünde uyumuş birini görüp dedi ki:
- Halife Ömer’i gördün mü?
- Onu niçin arıyorsun?
- Onun kumandanı, benim evimi zor ile satın almak istiyor. Onu kendisine şikayet etmeye geldim.
- Benimle gel!
Mecusinin bilmeden konuştuğu Hazret-i Ömer’di. Hemen Mecusi ile evine geldi. Kağıt istedi. Evde kağıt bulamadı. Bir kürek kemiği gördü. Kemik üzerine, Besmeleden sonra, (Ey Sad, bu Mecusi’nin kalbini kırma! Yoksa hemen yanıma gel) yazdı.
Mecusi, kemiği alıp evine geldi. (Boşuna yoruldum. Bu kemik parçasını kumandana verirsem, alay ediliyor sanıp, çok kızar) dedi.
Hanımının ısrar etmesi üzerine, Sad’a gitti. Sad, askerleri arasında oturmuş, neşe ile konuşuyordu. Sad’ın gözü, uzakta duran Mecusinin elindeki kemikteki yazıya ilişti. Emir-ül-müminin Ömer’in yazısını tanıyıp ansızın rengi soldu. Bu ani değişikliğe herkes şaşırdı. Sad, Mecusinin yanına gelip dedi ki:
- Her ne istersen yapayım, aman beni Ömer’in karşısına çıkarma! Zira, onun cezasına takat getiremem.
Kumandanın bu yalvarmasını görünce, hayretten aklı gitti. Aklı başına gelince, hemen Müslüman oldu. Mecusinin Müslüman olduğunu duyan arkadaşları sordu:
- Hemen nasıl Müslüman oldun?
- Emirlerini gördüm. Yamalı hırkasını örtünmüş, toprak üstünde uyuyordu. Kumandanların bundan titrediklerini de gördüm. Bunların hak dinde olduklarını anladım. Benim gibi, ateşe tapan birine böyle adalet yapılması, ancak hak olan dine inananlarda olur. (M.Ç.Güzin)
Sual: Sosyal adalet ne demektir? CEVAP
Sosyal adalet; asırlardan beri bütün rejimler ve bütün sosyal doktrinler tarafından düşünülen ve gerçekleştirilmesi arzu edilen bir husustur. Bir topluluğun düzenli, ahenkli olması ve fertler, zümreler arasında nefret ve düşmanlık bulunmaması için sosyal adaletin bulunması gerekir.
Sosyal adalet, herkesin çalışması; bilgi ve kabiliyeti ve gördüğü iş nispetinde hakkını alması; hiç kimsenin ezilip sömürülmemesi; en küçük bir iş görene de hayat hakkı tanımak demektir. Çalışan herkesin asgari bir geçim şartına erişmesi, sosyal adaletin ilk şartıdır.
Sosyal adalet, sosyal eşitlik demek değildir. Herkesin aynı gelire sahip olması adalet değil, adaletsizlik olur. Bir sınıfta, çalışan çalışmayan, bilen bilmeyen bütün öğrencilerin sınıf geçmesi de böyledir. Mutlak eşitlik, ne tabiatta, ne toplulukta, hiçbir yerde yoktur. Olması da düşünülemez. Bir fabrikadan çıkan eşya gibi, bütün vasıfları aynı olan robot gibi insan olmaz. Herkes farklı yaratılışta olduğu için işleri de farklı olur.
Hukuktaki eşitlik, aynı durum ve şartlar içinde bulunan herkesin aynı muameleye tâbi tutulması demektir. Sosyal bakımdan, hele ekonomik yönden tam bir eşitlik aramak ve istemek, hem gereksiz, hem imkansızdır. Çünkü, adalet kavramı ile bağdaştırılamaz. Mesele, mevcudu kelle hesabı, eşit şekilde paylaştırmak değil; herkesin çalışmasının karşılığını görmesi, hakkını elde edebilmesidir.
Sosyal adalet, milli gelirin en uygun şekilde taksimini sağlar; istismarı, sömürücülüğü ortadan kaldırır. Sermayenin belirli bir zümre elinde toplanmasını önler. Herkese kendi ölçüsünde hayat hakkı verir. Sınıf ve zümreleri arasında düşmanlık bulunmayan bir topluluk meydana getirir. Böyle bir toplulukta vatandaşlar, kendilerini emniyette hissederler. Sosyal adaleti en iyi, en verimli olarak sağlayan kuvvet, elbette İslam ahlakıdır. Müslümanlar birbirlerinin kardeş olduklarına inanır ve kardeş gibi birbirini severler; Müslüman olmayanların mallarına, canlarına, ırzlarına saldırmazlar.
İslam dini, insanların yardımlaşmalarını sağlar; her çeşit bölücülüğü önler. Çalışmayı, helal para kazanmayı emreder. Çalışan her insana hakkını verir. Herkesin mülkünü korur. Kimse kimsenin malına, mülküne dokunmaz. Sosyal adaleti anlayanların, İslam ahlakına saygı göstermeleri gerekir. Bugün Avrupalı, İslam ahlakına uyduğu ölçüde temiz ve sağlam işler yapıyor. Doğruluk, temizlik ve çalışmak İslam ahlakının esaslarındandır. Dinsiz bir toplum bile, İslam ahlakına uygun yaşarsa, dünyada rahat eder.
Eşitlik, tarafsızlık, özgürlük
Sual: Herkes, eşitlik, tarafsızlık, özgürlük gibi konuları kendine göre açıklıyor. Bunların doğru açıklaması nasıldır? CEVAP
Bahsettiğiniz üç konu, istismar edilen konulardandır. Eşitlik: Bu kelime insanlara cazip gelir. Bunun için bazı kimselerce sık sık istismar edilir. Her zaman, her işte, her yerde eşitlik mümkün değildir. Böyle davranmaya kalkmak, bazen zulüm olur. Çünkü iyi ile kötü, âlim ile cahil, sağlam ile sakat, tembel ile çalışkan ve bunlar gibi farklı şeylerin eşit olmasını istemek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Adalet ise, çok zaman eşitlikten farklıdır. Bunu bir örnekle şöyle açıklayabiliriz:
Bir erkeğin yapabildiği güç isteyen çalışmayı bir kadın yapamaz. Çünkü kadın ve erkek arasında fizyonomik olarak büyük farklar vardır. Ağır çalışma şartlarına sahip bir iş yerinde, aynı şartlarda ve aynı işi yapan bir erkek ve kadın düşünelim. Bunlara aynı ücreti vermek eşitliktir; ancak adalet değildir. Erkek, vücutça daha güçlü; kadın ise daha narindir. Onu erkekle aynı kefeye koymak, kadına zulmetmektir. Özetle, bazı hâllerde insanlara eşit davranmak, zulüm olur. Adaletle davranmak ise hiçbir zaman zulüm olmaz.
Tarafsızlık: İnsan tarafsız olamaz. Bir kimseyi tarafsız davranmaya zorlamak yanlıştır. Tarafsızlıktan dem vuranları biraz yoklarsanız, tarafsız davranmayı asla istemezler. Ama, başkalarının tarafsız olmasını beklerler. İyinin yanında olmak, kötünün karşısında olmak, tarafgirlik değildir. Ülkenin, milletin menfaati nerede ise, o tarafta olmak gerekir. Hakkın, doğrunun, iyinin yanında olanı taraf tutmakla suçlamak doğru olmaz. Yapıcıya göre doğru ve iyi olan bir şey, yıkıcıya göre, yanlış ve kötüdür. Bunun için de doğrunun, iyinin yanında bulunan kimse, tarafsız olmamakla suçlanamaz.
Özgürlük; başıboşluk ve her istediğini yapabilmek demek değildir. Suç işleyeni mahkum etmek, hapse atmak özgürlüğe aykırı değildir. Halkın özgürlüğüne engel olan canilerin, ırz düşmanlarının, hırsızın, uğursuzun, dolandırıcının hapse konması, esaret değildir. Sadece başkalarına değil, kendine bile zararlı olmak özgürlük değildir. Mesela; uyuşturucu madde gibi, vücuda zararlı olan şeyleri yasaklamak, kişi özgürlüğünü engellemek değildir. Trafiğin düzgün akabilmesi için, çeşitli kaideler koymak hürriyete mani olmaz. Aynı şekilde suç işleyene ceza vermek, onu affetmeyip cezasını çekmesini istemek, insan haklarına saygısızlık olmaz. Kafesteki zehirli bir yılanı, halkın içine salmak, yılan için bir özgürlük ise de, insanlık için bir felakettir. Aynı şekilde bir caninin serbest bırakılması, onun için özgürlük olabilir, ancak, millet için hürriyet düşmanlığıdır.
Sonuç olarak, her işte eşitlik, her konuda tarafsızlık ve sınırsız özgürlük diyerek insan hakları zedelenmemelidir!
Sıkıntıların sebebi
Sual: Bütün dünyada bitmek bilmeyen savaşların, sıkıntıların, felaketlerin sebebi ne olabilir? CEVAP
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki:
Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakka imanın hâsıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhameti ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır. Bu da, hukuku kendimizin kurmaya kalkışmanın, Hak teâlâ ile yarış edebilecek ortaklara uymanın, yani imansızlığın neticesidir.
İslam terörü olmaz
Sual: İslam terörü diyorlar, böyle şey olur mu? CEVAP
Amerika’daki intihar saldırıları bahanesiyle, ısrarla İslam terörü tabiri kullanılmaya başlandı. Ekrana bir binanın yanışı getiriliyor, arkasından namaz kılan müslümanlar gösteriliyor. Uçakta Kur’an-ı kerim bulundu, seccade bulundu, tesbih bulundu, işte İslam terörü deniyor.
Herhangi bir Müslüman suç işleyince, suçlu İslamiyet mi olur? Hristiyan Sırplar, ne zulümler yaptı. Kim Hristiyan zulmü veya Hristiyan terörü dedi? Hristiyan Ermenilerin, Yunanlıların, Rusların zulümleri pek meşhurdur. Kim buna Hristiyan zulmü veya terörü dedi? Denmesi de yanlış ve çirkin olur.
Almanlar, Fransızlar, İtalyanlar terör çıkarsa, buna Hristiyan terörü mü denir? Yoksa Alman terörü, Fransız terörü, İtalyan terörü mü denir? Terörün din ile ilgisi yoktur, olamaz. Hele İslam terörü asla olamaz. Müslümanlıkta, hayvana, ağaçlara, otlara binalara bile zarar vermek yoktur. Hele intihar hiç yoktur.
Diyelim ki, Amerika’daki terörü Türkiye’den bazı kimseler yapmış olsa, Türk terörü mü denir, yoksa Müslüman terörü mü denir? Amerika’daki terörü kim yaptıysa onların terörü olmaz mı?. Taliban yapmışsa, Taliban terörü denir, Filistin yapmışsa Filistin terörü denir. Japon yapmışsa, Japon terörü denir. Mensup olduğu din ile terörün ne ilgisi vardır? Bazıları bulanık suda balık avlıyor. Vur abalıya kabilinden her fırsatta Müslümanlığı suçluyorlar. Devamlı ekrana namaz kılanlar getiriliyor. Bu yapılanlar apaçık bir din düşmanlığıdır. Amerika’da da bu yönde saldırılar başlamış, Müslümanlara karşı bir cephe alınmıştır.
Yanlış kullanılan tâbirler Sual: Günümüzde, namaz kılan, oruç tutan, tesettüre uyan Müslümanlara gerici deniyor. Gerici ne demektir? CEVAP İslamiyet’ten önce, Arabistan halkı çok vahşi idi. Kâbe’yi çıplak olarak tavaf eder, tesettüre riayet etmez, putlara tapar, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Şarapçı, kumarbaz, faizci ve tefeci idiler. İslâmiyet gelince, bunların hepsi kaldırıldı. İnsanlar medenileşti. Resulullah efendimizin vefatından sonra, İslamiyet’i bırakarak dinden dönüp, eski kötülüğe dönenlere mürted ve mürteci [gerici] adı verildi. Dini bırakıp eski rezalete dönmeye irtica [gericilik] dendi.
Bu tâbirler, Tanzimat’a kadar bu manada kullanıldı. Devrimcilerin, evrimcilerin ve ittihatçıların tepki, etki ve yetkisiyle Tanzimat’tan sonra, dini bırakmaya değil, aksine Müslümanca yaşamaya irtica dendi. Namaz kılan, içki içmeyen, tesettüre uyan, kumar oynamayan Müslümanlara gerici dendi. Mürtede, aslını inkâr edene, ahlaksıza, edepsize, soysuza, ayyaşa, namussuza ilerici denmeye başlandı. Üniversiteyi bitirmiş, ilim, sanat, ticaret sahibi, her yönüyle kültürlü, ahlaklı, faziletli, kanunlara uyan ve herkese iyilik eden, gerçek bir Müslüman, bu taşkınlıklara katılmadığı için, ona gerici dendi.
Böyle ilericiler, gençleri fuhşa, tembelliğe, dünyada felakete, ahirette de sonsuz azaplara sürüklüyorlar. Aile yuvalarının yıkılmasına sebep oluyorlar. Kısacası, gayrimüslimlerin yalnız ahlaksızlıklarını taklit edenlere ilerici, aydın, medeni, entelektüel diyorlar. Cennete, Cehenneme inanan Avrupalı ve Amerikalı Hristiyanlara gerici demediklerine göre, ne kadar kültürlü olursa olsun, kendi ahlaksızlıklarına uymadıkları için gerçek Müslümanlara gerici dedikleri görülüyor.
Fransızca olan entelektüel kelimesi, aydın, münevver demektir. Aydın ve münevver ise, nurlu, dinin emrine uyan salih Müslüman demektir. Bu kıymetli tâbirleri din düşmanları kendilerine alıyor, Müslümanlara açıkça, (Sen Müslümansın onun için kötüsün) demiyorlar, çeşitli yaftalarla saldırıyorlar. Mesela, dinci, kökten dinci, çağ dışı, gerici, irticacı, çember sakallı, örümcek kafalı, yobaz, mürteci, bağnaz, mutaassıp, tutucu, muhafazakâr, softa, aşırı sağcı, ilkel, şeriatçı, tarikatçı, hilafetçi, padişahçı, saltanatçı, fundamentalist, radikal gibi yaftalarla hakaret ediyorlar. Tesettüre, tesbihe, takkeye, sakala hücum ederek dini kötülüyorlar. Müslümanlığa, hortlatılan kara kuvvet, Kur'an-ı kerime çöl kanunu, ibadete müzik karıştırmaya uygar batı dini, haram işleyenlere sanatçı diyorlar.
Müslüman, bu kelimelerin ne anlama geldiklerini, ne maksatla söylendiklerini bilerek dostunu düşmanını iyi tanımalıdır.
Hayvan ve insan kesenler
Sual: Bir ateist diyor ki: “En büyük ibadetin, bir hayvanı boğazlamak olduğunu kabul eden İslam dininin, bugün yeryüzünün en acımasız, en vahşi, en kanlı, en bıçaklı-satırlı terörü ile suçlanması, bence rastlantı değil. Bahçelerinde besledikleri kuzuları gözlerinin önünde kesile kesile büyüyen ve böylece Cennete gideceklerine inandırılan çocuklar, artık kan akıtmaktan, kesmekten, öldürmekten kaçınmıyorlar.” CEVAP Müslümanlık yeni mi geldi? 1400 yıldan beri yok mu? Bu zamana kadar kurban kesen Müslümanlar, eli satırlı anarşist mi oldu, hep insan mı kestiler? Bu cehalet mi, yoksa dine saldırmak için bir bahane mi? Kurban, en büyük ibadet sözü de yanlıştır. Kurban kesmek, zengine sadece Hanefi’de vacip, diğer üç mezhepte sünnettir. Yani kurban kesmeyen günaha girmez. Dinimizdeki en büyük ibadetin ne olduğunu, ateist nereden bilsin ki? O, sadece bahaneler bulup, hakkı bâtıla katmaya, Müslümanlara çamur atmaya çalışır.
Kurban kesmek, Müslümanlıktan önce de Hak dinlerde var idi. Yahudilerin de, Hristiyanların da Peygamber olarak kabul ettikleri atamız İbrahim aleyhisselamın sünnetidir. Hazret-i İbrahim, oğlunu kesmeyip, bir koçu kestiği için, bu sünnet asırlardan beri devam etmektedir. Çocukların sünnet olmaları da atamız İbrahim aleyhisselamdan kalmıştır.
Müslüman kültüründe yetişen, vahşi bir terörist oluyorsa, bu ateist, dağda yetişmedi ya... O da kurban kesen Müslümanların arasında büyüdü. Kurban kesilmesi onu hiç mi etkilemedi? Demek ki kurban kesmenin terörle bir ilgisi yok. Ama Müslümanlara saldırmak için, kurban kesmeyi bahane ederek Müslümanları potansiyel terörist olarak göstermeye çalışmaktadır.
Avrupalı fanatikler gibi ateistler, hayvan kesmeye değil, kurban kesmeye karşıdır. Ama bunu hayvan hakları adı altında yapıyorlar. Avrupalılar, hayvan kesip hiç et yemiyorlar mı? Yahut zevk için boğa güreşleri düzenleyip, sonunda boğayı şişleyip öldürmüyorlar mı? Vahşi hayvanları öldürüp kürklerini giymiyorlar mı? Çinliler, Japonlar kedi köpek kesip yemiyorlar mı? Bunların maksadı hayvan korumak değil, Müslümanlığa saldırmak için bir bahane.
Gazetelerde görüyor, televizyonlarda izliyoruz. Hayvanları koruma adı altında yapılan toplantılara gelen bayanların hemen hemen hepsinde astragan kuzu postu, Samur veya vizon kürkler oluyor. Bunların maksadı, hayvanları korumak değil, kurbanı istismar ederek Müslümanlığa çatmak ve çamur atmaktır.
Müslümanım diyenler terör yapınca, en acımasız, en vahşi, en kanlı, en bıçaklı-satırlı terör oluyor da, gayrimüslimler terör yapınca, sevecen, uygar ve kansız bıçaksız mı oluyor? Bosna - Hersek, Kosova, Türkistan, Cezayir, Çeçenistan, Karabağ, Filistin ve daha başka ülkelerde yıllarca yaptıkları zulüm insancıl mıydı? PKK’lılar arasında Hristiyan Ermenilerin bulunması, yapılan katliamları sevecen hale mi getiriyor? Bu ne sakat görüş böyle? Hristiyan Sırpların yaptığı zulümlere, biz Hristiyan terörü mü dedik? Herkes Sırp zulmü dedi.
Ateistin, kurban kesmeyi bahane ederek, Müslümanlığı terör dini gibi göstermeye çalışması, onun kötü maksatlı olduğunun açık delilidir.
Herkes yaptığının neticesine katlanır
Sual: Günümüzde, dünyanın bir çok yerinde, dinimiz ile ilgili çeşitli menfi propagandalar yapılıyor. Hâşâ, İslam terör dinidir deniyor. Bunlara inanıp da, İslamiyet’i araştırmayan, sorumluluktan kurtulur mu? CEVAP Mekkeli müşrikler de, Peygamber efendimiz için hâşâ deli dediler, büyücü dediler. Bunlara inanıp da imandan mahrum kalanlar oldu. Müşriklerin iftiralarına inandıkları için, bunlar sorumluluktan kurtulamaz. Herkes tercihini yapmakta serbesttir, hür iradesi ile kararını verir ve neticesine de katlanır.
Cennete veya Cehenneme girmeyecek olanlar, İslamiyet’i hiç duymamış olanlardır. Günümüzde ise, bu imkansız gibidir. Her dilde, dinimizi doğru olarak anlatan kaynaklar mevcuttur. Hele şimdi, Internet sayesinde bunlara ulaşmak, daha da kolaylaşmıştır. Buna rağmen İslamiyet’i araştırmayan, ahirette mazeret beyan edemez ve sorumluluktan kurtulamaz.
Sadist vicdanlılar Sual: Bombayla veya başka yolla on kişiyi, yirmi kişiyi öldüren bir caniye, Amerika’da olduğu gibi, ölüm cezası verilirse, faşist ruhlu, sadist vicdanlılar, (Bunun anasını ağlatmaya kimsenin hakkı yoktur)diye bağırırlar. Peki, on kişinin, yirmi kişinin anasının ağlamasına niye göz yumuyorsunuz? Caninin ağlayan annesi, anne de, mazlumların annesi niye anne olmuyor? Birileri cadılık yapıyor, vatan hainliği yapıyor. Bunlar cezalandırılırsa, anneleri ağlarmış. Hainlik ettiği kimselerin anneleri yok mu? Onların anneleri ağlamaz mı? Hep canilerin, hainlerin, cadıların, sadistlerin anneleri mi ağlar? Mazlumların, milletin anası ağlamaz mı? Suçluyu cezalandırmayı çağdışı görmek, hangi vicdana sığar? Hangi din bu caniliğe izin verir? CEVAP Bunlara ne dense anlamazlar. Kendileri suç işleyip cezalanınca, (Bu ceza, çağdışıdır, anamız ağlıyor) derler. Eğer başkası, bunlara zarar verirse, kıyameti koparırlar. Vehip Sinan’ın bir yazısı şöyle idi:
(Çağdaşım, ilericiyim) diyen biriyle bir Müslüman konuşurken, ilerici, (Müslümanlık vahşet dinidir. Örneğin, hırsızlık edenin elini kesiyor) diyor. Az sonra, elini arka cebine atıp, cüzdanının çalındığını görünce feryadı basıyor: (Bu alçakları öldürmeli, kellelerini kesmeli) diyor. Müslüman dayanamıyor, (Az önce el kesmeye vahşet diyordun, şimdi kellesini kestiriyorsun) diyor.
Görüldüğü gibi bunların kendi paraları, kendi anaları önemlidir. Başkalarının anasının ağlaması veya paralarının çalınması onları ilgilendirmez.
.
Dini emirlerde mantık aramak
Sual: Bazı kimseler diyor ki:
(Domuz etini iyice kaynatınca bir zararı olmaz. Bir bardak bira, bir damla şarap içmek, vücuda zarar vermediği için günah olmaz. Gusül ve abdest temizlik içindir. Vücut kirlenmedikçe, gusletmek veya abdest almak mantıksızlıktır. Namaz iyi bir jimnastiktir. Ama bugün modern jimnastik şekilleri vardır. Kapanmaktan maksat da erkekleri tahrik etmemektir. Saçın görünmesi erkekleri tahrik etmez. Kapanmasının hiçbir mantıki sebebi yoktur. Yakın akraba ile evlenmek, çocukların sakat olma riskinden dolayı yasaklanmıştır.)
Bu konuda ne dersiniz? CEVAP Dinimizde bir şey haram ise, hikmetini, fayda veya zararını bilmesek de onun haram olduğuna inanmak gerekir. Dinimizin bildirdiği şeylere akla uygun olduğu, yahut tecrübe ile anlaşıldığı için inanmak iman olmaz. Çünkü bu, aklı, tecrübeyi tasdik etmek demektir. Haramlarda muhakkak vücuda zarar veren bir şey aranmamalıdır!
Bugün tıp, her ne kadar hastalık bulaştıran etin domuz eti olduğunu tespit etmişse de, domuz etinde bulunan büyüme hormonunun kansere sebebiyet verdiği açığa çıkmışsa da, domuz eti ile trişinoz hastalığı geçiyorsa da, domuz şeridi, mide ve bağırsak yolu ile kana geçerek, göz, beyin gibi önemli organlarda ağır hastalıklara sebebiyet veriyorsa da, domuz eti yiyenlerde, kıskançlık hislerinin dumura uğradığı, namusunu kıskanmadığı ve daha başka zararları tespit edilmişse de, yine de Mutlaka şu sebepten dolayı domuz haram edilmiştirdenilemez. Fakat hiç zararı tespit edilmese de, dinimiz yasak ettiği için, domuz etini yemek haramdır. Besmelesiz kesilen kuzu eti de haramdır. Demek ki, maksat, dinin emrine uymaktır.
Bir yudum şarabın, bir bardak biranın vücuda zararı olmayabilir. Bir damla idrarın da zararı olmayabilir. Ama dinimiz bunların damlasını yasak etmiştir.
Gusül ve abdest mutlaka maddi kirlerin temizlenmesi için değildir. Öyle olsaydı, su olmayınca toprakla yıkanmak, yani teyemmüm emredilmezdi. Halbuki toprağa bulaştırmak temizlemediği gibi, üstelik elimizi de kirletir. Demek ki gusül ve abdest, maddi temizlikten çok, manevi temizlik içindir. Hatta manevi temizlik için de değil, sırf emre uymak içindir.
Evet guslün ve abdestin maddi temizliğe de faydası olur. Ama asıl gaye maddi temizlik değildir. Modern jimnastik yapılsa namaz kılınmış sayılmaz. İyi olur diye üç rekatlık bir namazı dört kılsak namaz sahih olmaz. Demek ki, maksat, daha iyi hareket yapmak, daha çok namaz kılmak değil, dinin emrine uymaktır.
Kadınların kapanmasında, erkeklerin tahrik olma şartı yok. Hiç kimse olmasa da, dinimiz, namaz kılarken kapan diyor. Hiç kimse olmasa da evde, açık dolaşma diyor. Bunların erkekleri tahrikle bir ilgisi yok. Tahrik için olsaydı, cariye denilen kadınların başları, kolları, bacaklarının açık gezmesine, o kıyafetle namaz kılmasına dinimiz izin vermezdi. Gaye tahrik olsaydı, bir erkek, ana, bacı, kardeş çocuğu, süt kardeş, hala ve teyzenin saç, kol ve bacakları açık yanlarında oturamazdı. Oturmasına izin verildiğine göre, demek kapanma emrinin mutlaka tahrik ile ilgisi yoktur. Tahrik, belki birçok sebepten biri olabilir.
Demek ki gaye, tahrikle hiç ilgili değildir. Esas gaye, söz dinlemektir.Saçı açmanın insanlara bir zararı yok, saçı kapatmanın mantığı, söz dinlemektir.
Bir erkek, kız kardeşi ile evlense çocukları mutlaka sakat olur diye bir şey yok. Yabancı ile evlilikte de aynı hastalıklar olabiliyor. Hazret-i Âdem zamanında kız kardeşle evlenmek Allahü teâlânın emri idi. Eğer mutlaka çocuklar sakat olsaydı, o zaman Allahü teâlâ bunu emretmezdi. Eğer maksat, çocukların sakatlığı olsa idi, 20 yaşındaki bir gencin, artık doğurmaları mümkün değil diyerek, menopoz dönemine giren halası ile, teyzesi ile evlenmesinde sakınca görülmez, süt kardeşle evlenmesi yasaklanmazdı.
Bununla beraber, dinimizin emrinde mutlaka faydalar, yasaklanmasında da zararlar vardır. Bir emirde hiç fayda, bir yasakta hiçbir zarar görülmese de, bunlara riayet etmek gerekir.
Hüküm koyma yetkisi
Sual: Ateist diyor ki:
(Namazın nasıl kılınacağını, orucun nasıl tutulacağını ve benzeri emir ve yasakları Allah değil, insanlar belirlemelidir. Mesela namaz kılarken herkesin ayak bastığı yere alnı koymamalı, sandalye veya koltuk üzerine oturup, ayak ayak üstüne atarak ve çağdaş jimnastik hareketleri yaparak namaz kılmalı; oruç tutarken de, ihtiyaç hissedince, bir şey yiyip içilmeli. Domuz, şarap gibi şeyler de sağlığa zararlı olmayacak şekilde tüketilmeli. Altını ve ipeği de erkekler, kadınlar gibi kullanmalıdır.)
Bunlar yanlış değil midir? CEVAP Elbette yanlış, hem de çok yanlıştır. Dinimizde bir şey haram ise, hikmetini bilmesek de onun haram olduğuna inanmak gerekir. Muhammed aleyhisselamın Peygamber olarak bildirdiği şeylere, akla uygun olduğu, yahut tecrübe ile anlaşıldığı için inanmak iman olmaz. Çünkü bu, aklı tasdik etmek demektir. [Resulullaha inanmak demek, Onun bildirdiklerinin tamamını kabul etmek, inanmak ve hepsini beğenmek demektir.] Haramlarda muhakkak vücuda zarar veren bir şey aranmamalıdır! Mesela Besmelesiz kesilen kuzu etini yemek haramdır. (Kuzu eti Besmelesiz kesildi diye niye yenmez?) demeye hiç kimsenin yetkisi yoktur. Allah’a inanan kimse, Onun emrine uymak zorundadır.
Hükümleri beğenmemek Dinde hüküm koyma yetkisi Allah’ındır. Allah’ın koyduğu hükme karşı gelinmez. Bu, Allah’ın koyduğu hükmü beğenmemek olur. Allah’ın koyduğu hükümleri beğenmeyen kimse ise kâfirdir.
Bugün tıp, insana en çok zarar veren ve hastalık bulaştıran etin domuz eti olduğunu tespit etmiştir. Zaman geçip fen ilerledikçe, domuzun daha başka zararları da tespit edilse, yine de (Mutlaka bu veya şu sebepten dolayı domuz haram edilmiştir) denilemez. Fakat hiç zararı tespit edilmese de, kuzu eti gibi leziz olsa da, dinimiz yasak ettiği için, domuz etini yemek haramdır.
Alkollü içkiler de böyledir. Onları içmenin hiçbir zararı olmasa da, dinimiz haram ettiği için içmemek gerekir.
Erkeğe ipek ve altın kullanmanın haram edilmesi de böyledir. Bunların hiçbir zararı olmasa da, Allah’a inanan bir Müslüman, Onun emir ve yasaklarına riayet eder.
Allahü teâlâ, isyan edenle itaat edenin belli olması için (Domuz eti yemeyin, içki içmeyin) gibi bazı yasaklar koydu. Bu imtihanı kazanmaları için Allahü teâlâ kurtuluş yolunu da göstermiştir. Öyle bir imtihan yapıyor ki, soru ve cevapların hepsi bellidir. (Şunları yapan imtihanı kaybeder, şunları yapan kazanır) buyurulmuştur. İmtihanı kaybedenleri de Cennete koyabilirdi. Fakat mülk Onun olduğu için, iman etmeyenlere Cennetini haram kılmıştır. Hiç kimseyi de gücünün yetmeyeceği işlerle mükellef kılmamıştır. Herkese akıl ve imkan vermiş, yapacağı işlerde serbest bırakmıştır. Artık insanlar için hiçbir bahane kalmamıştır. (Mektubat-ı Rabbani, Hadika, Berika)
Haram zararlıdır
Sual: Bir şey zararlı olduğu için mi haram edilmiştir, yoksa haram edildiği için mi zararlıdır? CEVAP Bu hususta Ehl-i sünnetin iki büyük imamı olan İmam-ı Eşari ile İmam-ı Matüridi hazretlerinin görünüşte farklı iki ayrı kavilleri var ise de, aralarındaki ayrılık lafızda olup esasta birdir. Her ikisi de, Allahü teâlânın haram kıldığı, yasak ettiği her şeyin kötü ve zararlı olduğunu bildirmişlerdir. Bu hususta âlimler arasında ihtilaf yoktur. Mesela domuz eti zararlı olduğu için haram kılınmıştır. Haram kılındığı için de zararlı ve kötüdür.
Allahü teâlânın gönderdiği eski dinlerde, bazı şeyleri yemek haram iken dinimizde helal kılınmış, eski dinlerde helal olan, bazı şeyler de dinimizde haram kılınmıştır. Fakat bunda da bazı hikmetler bulunmaktadır. Bu hikmetler bildirilmemiştir. İnsanoğlu her şeyin hikmetini anlamaktan aciz kalmaktadır.
İlahi hikmetler Dinimiz, sayısız varlıkların yaratılış hikmetini açıkça bildirmemiştir. Allahü teâlânın yarattıklarındaki hikmetlere bakıp, gerekli ibreti almayı emrettiği için insanoğlu gücü nispetinde ibret almaya gayret etmelidir!
Her varlığın yaratılışında, her emir ve yasakta nice hikmetler vardır. Ölçüsüz konuşan bazı kimseler (Bunun hikmeti şudur) diyerek kestirip atıyorlar. Halbuki, (Sayısız hikmetinden biri de şu olabilir) dense belki daha az hata edilmiş olur. Meşhur ölçüsüzlerden biri (Domuz etinin yasaklanmasındaki hikmet, içinde trişin isimli kurtların bulunmasıdır) demişti. Münkirler ise, (Haram olmasındaki sebep, trişin ise, öldürülmesi mümkün) diyerek kafasına göre haramlığını kaldırıyordu. Eğer, (Domuz etinin haram edilişindeki hikmetlerden biri de trişin) denseydi, münkirin itirazına da sebep olmazdı. Besmelesiz kesilen kuzu eti de haramdır. İnsanoğlu, emir ve yasaklardaki hikmetlerden kaçını anlayabilir? O halde insan, akıllara hayret ve durgunluk veren sayısız hikmetlere bakıp acizliğini idrak etmelidir! Allah’a iman eden, Onun emir ve yasaklarına riayet ederse, huzura kavuşur.
Yeşile, maviye, denize bakmak göz sıhhati için faydalıdır. Gökteki yıldızların, gezegenlerin hepsinin hikmetleri vardır. Bu gezegenler yollarından azıcık saparsa birbirlerine çarpıp paramparça olurlar.
Yerin içinde maden hazinesi saklıdır. Çeşitli madenler, kömür, petrol, soğuk ve sıcak sular, maden suları, kaplıca suları... Yerin içinde daha neler gizlidir. Yeryüzündekilerin hangi birini sayabiliriz. İnsanoğlunun istifadesine verilen çeşitli bitkiler, sebzeler, meyveler, hayvanlar bulunur.
Bütün bunları yerli yerince dilediği gibi yaratan eşsiz hikmet sahibi Allahü teâlâya hamd olsun. Bunlar Onun varlığının apaçık delilleridir.
Bilmediğimiz birçok hikmetlerin yanında bildiğimiz hikmetler çok azdır. Güneş ışığında çeşitli ışınlar vardır. Işık olmasaydı gözlerden istifade mümkün olabilir miydi? Renkler nasıl ayırt edilebilirdi? Güneş olmasaydı, gece ile gündüz olmaz, her yer karanlık olurdu. Güneş, şimdiki yerinden dünyaya çok yakın olsaydı, fazla sıcaktan dünyada hiçbir canlı yaşayamazdı. Güneş dünyaya uzak olsaydı, soğuktan yine dünyada hayat olmazdı. Güneşi böyle dünyaya en uygun uzaklıkta yaratan Allahü teâlânın şânı ne yücedir.
Ayın hikmetlerinden biri, kameri takviminin hesap edilmesine yaramasıdır. Bazı geceler ay ışığından da istifade edilir. Med-cezir hadisesi, ayın çekim kuvvetinden ileri gelir. Eğer Ay, dünyaya çok yakın olsaydı, med olayı olunca, denizlerdeki sular kabarıp dünyayı su altında bırakırdı. Ayı zararsız, ama faydalı bir uzaklıkta yaratan Rabbimizin şânı çok yücedir. Muntazamdır, cümle efalin senin, Akıl ermez, hikmetine kimsenin.
Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki:
Nakil yolu ile anlaşılan, yani Peygamberlerin söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar, yahut, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da, yürüyemediği, anlayamadığı ahiret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya yıkılıp insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeye kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan, bir miyardır, bir alettir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremeyeceğinden, şaşırıp kalır. O halde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çare yoktur.
Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzumdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervasızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdaba düşebilirler. Nitekim, felsefeciler ve tecrübeleri hayalleri ile izaha kakışan maddeciler, akılları dışında bulunan sözlerinin çoğunda yanılmış, bir yandan birçok hakikatleri meydana çıkarırken, bir taraftan da, insanların seadet-i ebediyyeye kavuşmalarına mani olmuşlardır. Tecrübelerin dışına taşmayan akıl sahipleri, bu acıklı hâli, her zaman görmüş ve bildirmiştir.
İslamiyet’te aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan bir şey yoktur. Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzumsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Bütün Peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünya işlerinden herbirinin, insanları ebedi saadete ve felakete nasıl sürükleyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir.
Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona hakkı batıldan, iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırabilmesi için aklı verdi. Akıl bir ölçü aletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahluklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar mahluklara ait bilgilerde isabet ettiği halde, bazıları yanılabilir. Acaba insan, bir yol gösterici, bir kılavuz olmadan aklı ile Allah’ın bildirdiği doğru yolu bulabilir miydi? Tarih incelenirse, insanların kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıkları görülür.
İnsan, kendini yaratan büyük kudret sahibinin var olduğunu, aklı sayesinde düşündü. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Bunu önce etrafında aradı. Kendine en büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sandı ve ona tapmaya başladı. Sonra büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, denizi, yanardağları gördükçe, bunları yaratıcının yardımcıları sandı. Her biri için bir suret, simge yapmaya kalktı. Bundan da putlar doğdu. Bunların gazabından korkarak kurbanlar kesti. Her yeni olayla, o olayı simgeleyen putların miktarı da arttı. İslamiyet başladığı zaman, Kâbe’de 360 put vardı. Bugün bile güneşe, ateşe tapanlar vardır. Rehbersiz karanlıkta doğru yol bulunamaz.
Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremez. Allahü teâlâ, görme aletimizden faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz.
Akıl da, yalnız başına maneviyatı, faydalı-zararlı şeyleri anlayamaz. Allahü teâlâ, akıldan faydalanmak için, Peygamberleri, dinin ışığını yarattı. Peygamberler, dünya ve ahirette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, akılla bulunmazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. İslamiyet’e uymayan veya aklı az olan, Peygamberlerden faydalanamaz. Zararlardan kurtulamaz.
Peygamberlere tâbi olmak, aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur.
Akıl çok şeyi anlar. Fakat her şeyi anlayamaz. Anlaması da kusursuz, tam değildir. Çok şeyleri, Peygamberler bildirdikten sonra anlamaktadır. Akıl, dünya işlerinde bile çok kere yanılmaktadır. Böyle olduğunu bilmeyen yoktur. Din bilgilerini, böyle bir akıl ile tartmaya kalkışmak doğru olamaz. Din bilgilerini akıl ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına kalkışmak, aklın hiç yanılmaz olduğuna güvenmek olur ve Peygamberlik makamına inanmamak olur. Dinin temeli, Peygambere inanmaktır. Akıl, bu temel bilgiyi kabul edince, Peygamberin bildirdiklerinin hepsini kabul etmiş olur.
Allahü teâlâ, aklımızdan istifade edebilmemiz için Peygamberler ve kitaplar gönderdiğine göre, artık bunlara inanmamak için bir mazeret ileri sürülemez. Bugün Kur’an-ı kerimin büyük bir mucize olduğunu Batılı bilginler bile itiraf etmektedir. Ayrıca tecrübi ilimlerle de ispat edilmiştir. Bir kelimesi değişse, insan sözü karıştığı ehlince kolay anlaşılır. Allahü teâlâyı kabul edip de, emir ve yasaklarını kabul etmemek akla uygun değildir. Güneşe inanıp da, ışık ve ısısına inanmamak, doğuma inanıp da ölüme inanmamak gibi abestir.
Akıl herkeste eşit değildir. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce derece vardır. Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, selim olmayan akıl, bazen doğruyu bulur, bazen de yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, mütehassıs olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Hele ahiret bilgilerinde akla nasıl güvenilebilir?
İnsanların şekil ve ahlakları gibi, akıl ve ilimleri de, farklıdır. Birinin aklına uygun gelen bir şey, başkasının aklına uygun gelmeyebilir.O halde, din işlerinde, akıl, tam bir ölçü olamaz. Ancak, akıl ile din birlikte, tam ve doğru bir vesika ve ölçü olur.
Selim olmayan akıl, bir gerçeği kabul etmezse, bunun ne kıymeti vardır? Selim olan akıl, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduğunu açıkça görür.
Bid’at fırkalarından mutezileye göre aklın yolu birdir. Akıl, herkeste eşittir. Akıl şaşmaz bir hüccettir. Akıl ile Allah’ın varlığını bilme mecburiyeti olduğu gibi, haram ve helal olan şeyleri de akıl ile bilme mecburiyeti vardır. Halbuki, haram, helal ancak nakil ile anlaşılır. Ehl-i sünnete göre edille-i şeriyye dörttür: Bunlar; Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas-ı fukahadır. Şia’da dördüncüsü akıldır. Ehl-i sünnette ise akıl, edille-i şeriyyeden değildir.
Her ne kadar akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvet ise de, her işte ölçü olmaz. Allahü teâlâya ait bilgilerde akıl senet olmaz. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, Peygamberlere, âlimlere lüzum kalmazdı.
İbni Sakka isimli bir âlim, akla çok önem verirdi. Her şeyi akılla ispata kalkardı. Allah’ın varlığını, birliğini 99 delil ile ispat eder ve hep bu konu üzerinde çalışırdı. Zamanla aklının almadığı konular da çıktı, şüpheleri arttı, bocalamaya başladı. Yusuf-i Hemedani hazretlerine bir şey sordu. O da (Otur, senin sözünden küfür kokusu geliyor) buyurdu. İstanbul’a elçi olarak gidince, hristiyan oldu. Hristiyan olduktan sonra da, 100 delil ile Allah’ın 3 olduğunu ispata kalkıştı. (Fetâvâ-yı hadisiyye)
Dinimizin bildirdiği iman, acaba doğru mu diye tahkik edilmez yani araştırılmaz. İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Allahü teâlâ,(Onlar gayba iman ederler) buyurdu. (Bekara 4) Resulü de, (Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur) buyurdu. (Taberani)
Allahü teâlânın Peygamberler göndermesi, bütün mahluklara rahmet ve ihsandır. Allahü teâlâ, kendi varlığını ve sıfatlarını, bizim gibi aciz insanlara, bu büyük Peygamberleri ile haber verdi. Beğendiği şeyleri, beğenmediklerinden bunlar vasıtası ile ayırdı. İnsanlara dünya ve ahirette faydalı şeyleri zararlılarından, bunların aracılığı ile ayırt etti. Eğer Peygamberler gönderilmeseydi, akıl, Allah’ın varlığını anlayamaz, Onun büyüklüğünü kavrayamazdı. Nitekim, kendilerini akıllı sanan eski Yunan filozofları, Allahü teâlânın varlığını anlayamadılar. Yaratanı inkâr ettiler. Kısa akılları her şeyi zaman yapıyor sandı. Nemrud’un, Hazret-i İbrahim ile çekişmesi Kur’an-ı kerimde bildirilmektedir. Firavun da "Benden başka tanrınız yoktur" demiş ve Hazret-i Musa’yı "Benden başka tanrıya inanırsan, seni hapsederim" diye korkutmak istemişti. Demek ki, insanların kısa akılları, bu en büyük nimeti anlayamaz. Bir Peygamber olmadıkça, bu sonsuz saadete kavuşamaz.
Eski Yunan felsefecileri, "Akıl hiç şaşmaz, her şeyin doğrusunu anlar" diyor, aklın her şeye erdiğini sanıyorlar. Aklın eremediği şeyleri de, akıl ile çözmeye kalkışıyorlar. Halbuki akıl, dünya bilgilerinde bile yanılıyor. Ahiret bilgilerini ise, hiç anlayamıyor.
Akıl, duygu organları ile anlaşılamayan şeyleri bulabildiği gibi, aklın eremediği şeyler de Peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılır. Akıl, his organlarının üstünde olduğu gibi, Peygamberlik de, akıl kuvvetlerinin üstündedir. Akıl kuvvetlerinin varamadığı şeyler, Peygamberlerin bildirmeleri ile öğrenilir.
Peygamberlerin haber verdikleri, Allahü teâlânın üstün sıfatlarının var olduğu, Peygamber gönderdiği, meleklerin günahsız olduğu, öldükten sonra herkesin dirileceği, Cennette sonsuz nimetler ve Cehennemde azaplar bulunduğu ve İslamiyet’in bildirdiği daha nice şeyler, akıl ile anlaşılamaz. Bunlar, Peygamberlerden işitilmedikçe, insanların kısa akılları ile bulunamaz.
[Lise, üniversite dersleri, matematik, madde, fen bilgileri, elbette faydalıdır. Bunlar, aklı kendi sınırı içinde yanılmaktan korur. Dünyada insanların rahat yaşamalarını sağlayan yeni şeyler bulunmasına yararlar. Dünya işlerinde, akıl ile bulunabilecek şeylerde bu bilgilerden istifade edilir. Bunların yardımı ile televizyon, elektronik beyin, radyo, sesten hızlı uçak, nükleer denizaltıları ve casus peykler ve Ay yolculuğu gibi nice başarılı şeyler bulunabilir.
Bunlar, İslamiyet’e karşı değil, İslamiyet ile beraber olan ve imanı kuvvetlendiren şeylerdir. Çünkü İslamiyet, aklın sınırı içinde olan bütün bilgilerde fenne uygundur. Akıl, bu bilgilerin doğrusunu bulabildiği için, İslamiyet’e uygun olur. Müslümanların bunları da öğrenmesi, istifade etmesi gerekir.]
Fen bilgilerinden dünya işlerinde faydalanıp da, ahiret bilgilerini anlamakta bunlardan faydalanamamak, hatta bunları öğrenince, kendini beğenip, aklına uyup, ahiret bilgilerini de akıl ile çözmeye kalkışarak dinden çıkmak, insanlar için yüzkarasıdır. Bütün fen bilgileri, aklın erdiği şeylerde işe yaramaktadır. Ebedi saadete ve felakete sebep olacak işleri, bu bilgilere dayamak ve ahiret işlerini bu bilgilerle çözmeye kalkışmak doğru olmaz. Bu en mühim işler aklın ve fen bilgilerinin sınırı dışındadır. Bu en lüzumlu bilgileri, Peygamberlerden öğrenmeyip, yalnız dünya bilgileriyle çözmeye uğraşmak, lüzumsuz vakit geçirmek olur. Çünkü o bilgiler, aklın ermediği işlerde faydalı olamaz, bunlar ancak Peygamberlerin bildirmeleri ile anlaşılabilir.
İslam bilgileri fen ve din bilgileri olmak üzere ikiye ayrılır. Din bilgileri, yalnız nakil ile anlaşılır. bunların kaynağı, Kur’an-ı kerim ile hadis-i şeriflerdir.
His organları ile anlaşılan şeylerin bir sınırı vardır. bunun dışında olan bilgiler his organları ile anlaşılamaz veya yanlış anlaşılır.
Bundan başka, insanların hissetme kuvvetleri çok yerde hayvanlardan daha zayıftır. His organlarımız ile anlayamadığımız şeyleri, akıl ile bulur, anlarız. Bunun gibi aklın da bir anlayış sınırı vardır. Bu sınırın dışında olan bilgileri, akıl bulamaz ve anlayamaz. Akıl, erişemediği şeyleri anlamaya kalkışırsa yanılır, aldanır. Böyle bilgilerde akla güvenilemez. Mesela, Allahü teâlânın sıfatları, Cennet ve Cehennemde olan şeyler, ibadetlerin nasıl yapılacağı ve din bilgilerinin çoğu böyledir. Akıl bunlara eremez. Bu bilgilerde akıl ile nakil çatışırsa, nakle uyulur, aklın yanıldığı anlaşılır.
Kur’an-ı kerimde dört şey bildirilmektedir: İman, ahkam, kıssalar ve haberler.
İmanda, inanılması gereken bilgilerde hiç değişiklik olamaz. Her Peygamberin, her ümmetin inanışı hep birdi. İnanışları arasında insanlar tarafından bozulmadan önce hiç ayrılık yoktu.
İkincisi olan ahkam, Allah’ın emirleri ve yasaklarıdır. Yapılması ve sakınılması emredilen ahkamda değişiklik olabilir. Fakat, bu değişikliği yalnız Allahü teâlâ yapmış ve Peygamberleri ile değiştirmiştir. Kıssalar, geçmiş insanların, ümmetlerin hallerini, yaşayışlarını anlatmak demektir.
Haberler, geçmişte olmuş ve gelecekte olacak şeyler demektir. Mesela, kıyamet alametleri, Cennette akarsuların bulunduğu haber verilmiştir. Kıssalar ve haberlerde değişiklik olmaz. Din bilgileri arasında birbirleri ile çatışır gibi olanları görülürse, bunlar yine akla uydurulmaz. Birbirlerine uydurulmaya çalışılır.
Bunlar arasında, birkaç türlü anlaşılabilen bilgiyi, açıkça bildirilmiş olan başka bilgi ile çatışmayacak şekilde anlamalıdır. Burada akla düşen vazife, böyle bilgileri, açıkça anlaşılabilene uygun anlamaktır.
İslam ilimlerinin ikincisi olan fen bilgileri, his organları ile ve bunlara yardımcı aletlerle gözetleyerek, inceleyerek, hesap ederek ve deneyerek anlaşılır. Hepsi akıl ve zeka ile yapılır.
Hepsinde aklın bulduğuna güvenilir. Nakil ile fen bilgisinde çatışma olduğu zaman, akla uyulur. Yani nakil, akla uygun olarak açıklanır.
Akıl mütevati midir, yoksa müşekkik midir? Mütevati, bir cins içinde bulunan fertlerin hepsinde eşit miktarda bulunan sıfat demektir. En yüksek insan ile en aşağı insan, insan olmakta eşittir. Âlim ile cahilin insan olması aynıdır.
Müşekkik, bir cins içindeki fertlerin hepsinde eşit miktarda bulunmayan sıfattır. İlim sıfatı böyledir. Mesela bir âlim ile bir cahilin ilmi eşit değildir. Akıl da insan gibi mütevati değil, ilim gibi müşekkiktir. Yani fertler arasında eşit olarak bulunmaz. En yüksek akıl ile en aşağı akıl arasında binlerce dereceleri vardır. Şu halde "Aklın yolu birdir" demek çok yanlıştır.
Her işte ve hele dini işlerde akla güvenilemez. Din işleri, akıl üzerine kurulamaz. Çünkü akıl, bir kararda kalmaz. Herkesin aklı, birbirine uymadığı gibi, bir adamın, selim olmayan aklı da, bazen doğruyu bulur, bazen da yanılır ve yanılması daha çok olur. En akıllı denilen kimse, din işlerinde değil, mütehassıs olduğu dünya işlerinde bile, çok hata eder. Çok yanılan bir akla nasıl güvenilebilir? Devamlı, sonsuz olan ahiret işlerinde, nasıl olur da, akla uyulur?
İnsanların şekil ve ahlakları başka başka olduğu gibi, akıl, tabiat ve ilimleri de, ayrı ayrıdır. Birinin aklına uygun gelen bir şey, başkasının aklına hiç de uygun gelmeyebilir. Birinin tabiatına uygun olan bir şey, başkasının tabiatına uymaz. O halde, din işlerinde, akıl, tam bir ölçü, doğru bir senet olamaz. Ancak, akıl ile din birlikte, tam ve doğru bir vesika ve ölçü olur. Bunun için, (Dinini ve imanını, insan düşüncelerinin neticelerine bağlama ve akıl ile inceleyerek varılan sonuçlara uydurma) buyurmuşlardır.
Selim olmayan akılların, yanıldıkları için, bir hakikati kabul etmemeleri, uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selim olan akıllar, yani Peygamberlerin akılları, din hükümlerinin hepsinin pek yerinde ve doğru olduklarını açıkça görür. İslamiyet’in her hükmü, bu akıllar için, pek meydanda, aşikâr ve apaçıktır. Senede, ispat etmeye lüzum olmadığı gibi, tembih etmeye, haber vermeye de lüzum yoktur.(Mektubat-ı Rabbani, Seadet-i Ebediyye, Faideli Bilgiler, Mizan-ül kübra)
Dinde teslimiyet esastır
Sual: 1- Faiz ekonomiye zarar veriyorsa haramdır, vermiyorsa haram değildir, demek doğru değil mi? CEVAP Faizin hiçbir zararı olmasa da, dinimiz yasak ettiği için haramdır.
Sual: 2- "Domuz eti, kancalı tenya üremesine müsait olduğu için, domuz pislik ve dışkılı ortamlarda yaşamayı sevdiği için yasaktır" demek yanlış mıdır? CEVAP O zaman ateist diyor ki: “Biz o etlerin içindeki tenyalarını falan öldürüp, mikrop falan bırakmayız, sterilize ederiz, lokum gibi yeriz, niye haram olsun.” Biz ona diyoruz ki: Hayır tenya ile falan ilgili değil. Besmelesiz kuzu eti bile haramdır. Yani Allah haram ettiği için haramdır. Hristiyan da “Biz domuz yiyoruz hiç zararını görmüyoruz, biz uygar milletiz, domuzun zararı olsa yer miyiz” diyor. Ne diyeceksiniz onlara? Pislik yediği için haram edilmesi de yanlış olur, tavuklar da pis ortama konursa her türlü pisliği yer. Yani bunlar dinde ölçü olamaz, aklımızla bir şeyi haram veya helal edemeyiz. Haram olmasının hikmetini bilemeyiz. Bir değil bir çok hikmeti olabilir.
Çoğunluğa uymak gerekir mi?
Sual: Misyonerler diyor ki: (Avrupa’nın kalkınması Hristiyan olduğu içindir. Hristiyanlık hak din olduğu için, daha çok rağbet görüyor ve dünyada Yahudilerden ve Müslümanlardan daha çok Hristiyan vardır. İnsanların çoğu neye rağbet ediyorsa, o en doğrusudur.) Cevap verir misiniz? CEVAP Bu iki iddia da demagojiden ileriye gidemez. Çünkü Hristiyanlığın hüküm sürdüğü Ortaçağda, Avrupa geri idi. Hristiyanların fende ilerlemesine, dört İncil değil, inanmadıkları Kur'an-ı kerimin gösterdiği yola uygun çalışmaları sebep olmuştur. Müslümanların geri kalmalarının sebebi de, Hristiyan olmadıklarından değil, Müslümanlığın emri olan çalışmaya, doğruluğa önem vermedikleri içindir.
Sual: Her işte, her zaman çoğunluğa uymak gerekir mi? CEVAP Kimisi, (Çok kimse, bir dine inanmadığı için ben de inanmıyorum) diyor. Kimisi de, (Çok kimse namaz kılmadığı için ben de kılmıyorum, hemen herkes açık gezdiği için ben de açık geziyorum) diyor. Genel olarak çoğunluk örnek gösteriliyor. (Herkes böyle yapıyor, ben de yapsam ne çıkar?) deniyor.
İyilik, doğruluk, güzellik, hak gibi hususlar, her zaman çoğunluğun bulunduğu yerde olmaz. Mesela Çin’in, Japonya’nın nüfusu çoktur. Dinleri Budizm’dir. İnsanların çoğu Budist diye, Budizm’in doğru olduğu söylenemez. Dünyada müslüman olmayanlar, müslümanlardan daha fazladır. Buradan Müslümanlığın hak din olmadığı söylenemez. Allahü teâlâ, insanların çoğuna uyanın sapıtacağını bildiriyor. (Enam 116)
Kur’an-ı kerimde bir çok hususta çoğunluğun, insanların çoğu veyaonların çoğu ifadesi kullanılarak yanlış yolda olduğu bildiriliyor. Birkaç misal: Doğru olan dinin Müslümanlık olduğunu çoğu bilmez. (Rum 30, Yusuf 40)
Allah’ın mucize yaratabileceğini çoğu bilmez. (Enam 37)
Rızkı Allah’ın verdiğini çoğu bilmez. (Sebe 36)
İnsanların çoğu kâfirdir. (Nahl 83)
Çoğu fâsıktır. (Maide 49, 81,Tevbe 8, Hadid 16, 27)
Çoğu müşriktir. (Rum 42)
Çoğu inanmaz, iman etmez. (Bekara 100, Hud 17, Rad 1)
Çoğu inkârcıdır. (İsra 89)
Çoğu gafildir. (Yunus 92)
Kâfirlerin çoğu akletmez, kafası çalışmaz. (Maide 103)
Ölüleri Allah’ın dirilteceğini çoğu bilmez. (Nahl 38)
Kıyametin geleceğine çoğu inanmaz. (Mümin 59)
Azlar kıymetli mi? İstisnalar hariç, kıymetli şeyler genelde az olur. Mesela altın, ipek pek çok olsaydı, bu kadar kıymeti olmazdı. Birkaç örnek: 1- Verilen nimetlere şükretmek çok iyidir; fakat şükreden azdır. (Sebe13) [Şükür, İslamiyet’e uymak demektir. (Mektubat-ı Rabbani)]
3- İman edip iyi işler yapan, hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç, insanlar zarardadır. Zararda olmayan kimseler ise azdır. (Asr, Sad 24)
4- Gayrimüslimlerden pek azının iman ettiği bildiriliyor. Bu az kimseler övülüyor. (Bekara 88)
5- Ehl-i kitabdan çok azının iman edeceği bildiriliyor. Bu az kimseler de övülüyor. (Nisa 155)
6- Musa aleyhisselamın kavmi, Allah için elbette savaşırız dedikleri halde, savaş emri gelince çok azı savaşa iştirak etti.Bu azlar da övülüyor. (Bekara 246)
7- Allahü teâlâ, (Şunları emretseydik, pek azı hariç hiç kimse emrimizi dinlemezdi) buyurarak az olanı övmektedir. (Nisa 66)
8- Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (İyilik çoktur; yapan azdır.) [Hatib]
(Susmak, hikmettir; susan azdır.) [Deylemi]
(Malını hayra harcayıp kurtulacak olan zenginler azdır.) [İbni Mace]
(Akıllı, kibrit-i ahmerden daha azdır.) [Hâkim] (Kibrit-i ahmer, altın gibi az bulunan maddedir.)
(Helal belli, haram bellidir. Bunların arasında şüpheli olanlar vardır ki, insanların çoğu bunları bilmez.) [Buhari]
(Ey Ali! Ebdaller ümmetimin içinde kibrit-i ahmerden daha azdır.)[İ.Ebi-d-Dünya]
(Allah yeryüzünde akıldan daha az bir şey yaratmadı. Muhakkak ki, akıl, yeryüzünde kibriti ahmerden daha azdır.) [Asakir]
.
İdare şekilleri
Sual:(Ben dindar laik, dindar sosyalist, dindar demokrat ve dindar cumhuriyetçi biriyim) diyenler oluyor. Böyle bir şey mümkün mü? CEVAP Beşeri sistemlerin, ideolojilerin başına dindar kelimesini koymakla o sistemler dine uygun hâle gelmez. Dindar liberalist, dindar kapitalist, dindar sosyalist, dindar ateist, dindar komünist, dindar evrimci, dindar faşist, dindar diktacı demek çok yanlıştır. Bu, temiz necaset, temiz idrar, temiz kan, temiz alkol demeye benzer. Başına temiz kelimesi konmakla, pislik temiz olmaz.
Bir şeyin başka bir şeye benzer yönlerinin bulunması onun aynısı olması demek değildir. Altın bakıra benzer, fakat tamamen farklıdır. Ali ikiz kardeşi Veli’ye çok benzese de, ikisi ayrıdır.
Hristiyanlar, ateistler ve Müslümanlar, insan olarak birbirlerine çok benzeseler de, ayırt edilmesi zor olsa da, inanç yönüyle çok farklıdır. Elma, söğüt ve ceviz ağaçları, ağaç olarak birbirine benzerler. Biri meyvesizdir, ötekilerin de meyveleri farklıdır. Turunç, portakal, limon da birbirine benzer. Bunların biri ekşi, biri tatlıdır. Yani aynı değildir.
Rejimler, sistemler de birbirine benzer, ama birebir aynısı olmaz. Hattâ cumhuriyet rejimleri bile birbirinden farklıdır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, diğer cumhuriyetlerden farklıdır. Başına İslam konsa da, Pakistan İslam Cumhuriyeti ile İran İslam Cumhuriyeti aynı değildir. Hiçbiri hilafet rejimi değildir. İslam cumhuriyeti demekle, İslamiyet’e uygun hâle gelmez.
Cumhuriyet rejiminin bile farklı uygulamaları, farklı çeşitleri var. O hâlde, (Ben demokratım), (Ben cumhuriyetçiyim) diyenin, hangisinden olduğunu açıklaması gerekir. Sosyal demokrat mı, laik demokrat mı? Sosyalist cumhuriyet mi, laik cumhuriyet mi? Hangi cumhuriyet olursa olsun, adına İslam cumhuriyeti dense de, hilafetten farklı olur. Yani ben dindar demokratım, dindar cumhuriyetçiyim diyenin hilafet nizamından farklı bir sistemin adamı olduğu anlaşılır.
Bu hususta İskilipli Atıf Hoca diyor ki: İdareler dörttür: dikta, meşrutiyet, cumhuriyet ve hilafet. Hilafette, halkın oylarıyla [yahut Hazret-i Ebu Bekir’in yaptığı gibi tayinle veya Hazret-i Ömer'in yaptığı gibi şura ile] muayyen vasıfları bulunan kişi, devlet başkanı olarak seçilir. Kendisi vazgeçmedikçe veya ölmedikçe veya azlini gerektirecek bir sebep bulunmadıkça halifenin başkanlığı devam eder. [Oğlunu halife bırakmasını istediklerinde Hazret-i Ömer, (Halifelik ağır bir yüktür. Bir aileden bir kurban yeter. Oğlumun da kurban gitmesine razı olamam) buyurmuştur.] Hilafette, bi’atın olması yani oyla seçilmesi cumhuriyete benzer. Tayin ve azil yönünden meşrutiyete; yetki yönünden diktaya benzer. Başkan, belli bir müddet için seçilmediğinden, Cumhuriyetten bu bakımdan da farklıdır. Kısacası İslâmiyet, her üç sistemden de farklıdır. (Medeniyet-i şeriyye)
Atıf Hoca’nın dediği gibi hilafet, beşeri sistemlerin hepsinden farklıdır. Dindar laik ve dindar cumhuriyetçi olan bir kimse, hilafetçi olamaz. Hilafetçi olana da, dindar diktacı veya dindar cumhuriyetçi denemez. Dindar diktacı demekle dikta rejimi dine uygundur anlamı çıkmaz. Müslümanım demeyip dindar demokratım demek de, çeşitli yönlerden yanlıştır.
Sosyal adalet
Sual: Sosyal adalet ne demektir? CEVAP Sosyal adalet; asırlardan beri bütün rejimler ve bütün sosyal doktrinler tarafından düşünülen ve gerçekleştirilmesi arzu edilen bir husustur. Bir topluluğun düzenli, ahenkli olması ve fertler, zümreler arasında nefret ve düşmanlık bulunmaması için sosyal adaletin bulunması gerekir.
Sosyal adalet, herkesin çalışması; bilgi ve kabiliyeti ve gördüğü iş nispetinde hakkını alması; hiç kimsenin ezilip sömürülmemesi; en küçük bir iş görene de hayat hakkı tanımak demektir. Çalışan herkesin asgari bir geçim şartına erişmesi, sosyal adaletin ilk şartıdır.
Sosyal adalet, sosyal eşitlik demek değildir. Herkesin aynı gelire sahip olması adalet değil, adaletsizlik olur. Bir sınıfta, çalışan çalışmayan, bilen bilmeyen bütün öğrencilerin sınıf geçmesi de böyledir. Mutlak eşitlik, ne tabiatta, ne toplulukta, hiçbir yerde yoktur. Olması da düşünülemez. Bir fabrikadan çıkan eşya gibi, bütün vasıfları aynı olan robot gibi insan olmaz. Herkes farklı yaratılışta olduğu için işleri de farklı olur.
Hukuktaki eşitlik, aynı durum ve şartlar içinde bulunan herkesin aynı muameleye tâbi tutulması demektir. Sosyal bakımdan, hele ekonomik yönden tam bir eşitlik aramak ve istemek, hem gereksiz, hem imkansızdır. Çünkü, adalet kavramı ile bağdaştırılamaz. Mesele, mevcudu kelle hesabı, eşit şekilde paylaştırmak değil; herkesin çalışmasının karşılığını görmesi, hakkını elde edebilmesidir.
Sosyal adalet, milli gelirin en uygun şekilde taksimini sağlar; istismarı, sömürücülüğü ortadan kaldırır. Sermayenin belirli bir zümre elinde toplanmasını önler. Herkese kendi ölçüsünde hayat hakkı verir. Sınıf ve zümreleri arasında düşmanlık bulunmayan bir topluluk meydana getirir. Böyle bir toplulukta vatandaşlar, kendilerini emniyette hissederler. Sosyal adaleti en iyi, en verimli olarak sağlayan kuvvet, elbette İslam ahlakıdır. Müslümanlar birbirlerinin kardeş olduklarına inanır ve kardeş gibi birbirini severler; Müslüman olmayanların mallarına, canlarına, ırzlarına saldırmazlar.
İslam dini, insanların yardımlaşmalarını sağlar; her çeşit bölücülüğü önler. Çalışmayı, helal para kazanmayı emreder. Çalışan her insana hakkını verir. Herkesin mülkünü korur. Kimse kimsenin malına, mülküne dokunmaz. Sosyal adaleti anlayanların, İslam ahlakına saygı göstermeleri gerekir. Bugün Avrupalı, İslam ahlakına uyduğu ölçüde temiz ve sağlam işler yapıyor. Doğruluk, temizlik ve çalışmak İslam ahlakının esaslarındandır. Dinsiz bir toplum bile, İslam ahlakına uygun yaşarsa, dünyada rahat eder.
Liberalizm
Sual: İslam liberalizmi olur mu? CEVAP Kâfire de, Müslümana da insan dendiği gibi, İslam’ın ekonomi sistemine de arz ve talep esasına göre yürüdüğü için, liberal ekonomi deniyor. Fakat devletin iktisadi hayata dokunmamasını isteyen Adam Smith’in liberalizminden ve diğer sistemlerden çok farklıdır.
Uşur, harac, cizye, narh koymak, beytülmalin diğer gelirlerini toplamak ve sarf etmek, devletin elinde olduğu için, İslam iktisadı, başıboş bir liberalizm değildir. İstihsalde özel teşebbüse imkan verir, milli gelirin fertlere taksiminde sosyal adaleti gözetir. İslamiyet, kapital hakimiyetini önlemiş, işçi ile patron arasındaki uçurumu kaldırmak için, işçinin sermayeye ve kâra ortak olmasını sağlamıştır. Herkes parasını, bir işletmeye yatırabilir. Fazla kâr alır. Bundan başka, zenginlerin, fakirlere zekât vermesini emir buyurmuştur. İşte sosyal adaletin temelini bu teşkil eder. Zekât ile toplanan servet, Beytülmal müessesesini kurmuş, fakirliğin, açlığın önü alınmıştır. Ayrıca patron ile işçi yerine, ortaklık, şirket üyeliği meydana gelmiştir. Herkes seve seve çalışmakta, her emek sahibi, emeğinin karşılığını bulmaktadır. Hadis-i şerifte, (İşçiye, alnının teri kurumadan hakkını veriniz!) buyurulmaktadır. (İbni Mace)
Zekât, malının kırkta birini, müstahak olana vermek demektir. İslam dininde, eli, ayağı tutup da çalışabilenlerin dilenmesi haramdır. Zekât, çalışamayacak derecede hasta ve sakat olanlara ve çalışıp da, güç geçinenlere verilir. Allahü teâlâ, böyle fakirleri, milletin içinden kırkta bir olarak yaratmıştır. Bunlara zekât veren zengin bir Müslüman, hem dini ibadetini yaparak, Allahü teâlânın rızasını kazanır, hem de sosyal yardım yaparak, malını, servetini fakirlerin hak ve tecavüzlerinden korumuş olur. İslam dini, ticaret ahlakını da koyarak, sınıf mücadelesini kaldırmıştır.
Aynı kitapta, fiyatlar fahiş olarak arttığı, millete zulüm hâline geldiği zaman narh [kâr haddi] koymanın caiz olduğu bildirilmektedir.
Liberal ekonomi sistemi
Sual: Tam İlmihalde, (İslamiyet'te, ilim, ahlak, doğruluk, adalet üzerine dayanan ve tam liberal olan demokratik devletler kurulmuştur) deniyor. Liberal ekonomi, beşeri bir sistem değil midir? CEVAP Batılılar, çeşitli ekonomik sistemleri incelemişler, özel ve hür teşebbüs bulunduğu, serbest rekabete imkan verdiği için İslam'ın serbest ekonomi sistemini beğenmişler ve bunu kendilerine mal etmişlerdir. Bir de buna isim bulmuşlar, adına Liberal ekonomi demişlerdir. [Liberal, eli açık, kerim, cömert, hürriyet taraftarı, hürriyete uygun gibi manalara gelir.]
Liberal kelimesinin ifade ettiği manalar, dinimize aykırı değildir. Ama batının elinde, Adam Smithe ve faizci zihniyete göre değişik şekiller almıştır. Dinimizde ihtikâr, karaborsa, faiz gibi şeyler yoktur. Şu halde, İslam ekonomisi, ilme, ahlaka, doğruluğa, adalete, hürriyete dayanan bir sistemdir. Bunu günümüzde en iyi şekilde Liberal kelimesi anlatmaktadır. Bu güzel sistemi başka bir kelime ile anlatmak yerleşmediği için bu kelime kullanılmaktadır. Sırf kelimeden dolayı yanlış aramak çok yanlış olur.
Batı, İslami sistemlerin hepsini kullansa, hepsine de kendine göre birer isim bulsa, biz de o isimleri alsak ne çıkar? Dinimizde bu manada kelime değil, mahiyet mühimdir. Mesela efendi kelimesi Yunancadır. Bugün Türkçe’ye o kadar yerleşmiş ki, en çok saygı duyduğumuz zatlar için kullanıyoruz. Mesela Peygamber efendimiz diyoruz. Batıdan gelmiş diye efendi kelimesini kullanmamak yanlış olur. Batılı, Müslümanların bulduğu bir çok keşifleri, matematikteki, cebirdeki, tıptaki ve daha başka ilimlerdeki buluşları kendilerine mal etmiştir. Bunları batı bile bulsaydı, Müslümanların onlardan almalarında bir mahzur yoktu.
(Fen ve sanat müminin kaybettiği malıdır, nerede bulursa alsın!)ve (İlim Çin'de de olsa alın) hadis-i şerifleri, dünyanın en uzak yerinde, hatta kâfirlerde bile olsa ilim öğrenmeyi emretmekte, batıdan gelme diyerek fenni reddetmemek gerektiğini bildirmektedir.
Liberal ekonomi gibi, Cumhuriyet sistemleri de farklı uygulanmaktadır. Mesela Rusya'da komünizm, İngiltere'de krallık, Libya'da sosyalizm, Mısır ve Suriye gibi yerlerde ise gayrı İslami bir idare şekli olarak uygulanmaktadır. Nasıl ki, beşeri sistemlerin başına İslam kelimesini koymakla mesela "İslam Cumhuriyeti" demekle, o sistemin İslami olması mümkün değilse, liberal kelimesini de, Müslümanlar kullanmakla, dine aykırı bir şey yapmış olmazlar.
Şahsi mülkiyet hakkı
Sual: Tam İlmihal’de (Hükümet, millete hizmet için yapacağı bütün masrafları, beyt-ül-mâldan karşılar. Beyt-ül-mâlın gelirleri yok ise veya az olup ihtiyacı karşılayamıyor ise, hükümet yapacağı hizmetlerin karşılığını milletten vergi olarak ister. Milletin bu vergi borçlarını devlete tam vaktinde ödemesi gerekir) deniyor. Mısırlı zat da, (Devlet şahsi mülkiyete el koyabilir. Fazlasını alıp fakirlere taksim edebilir) diyor. İkisi aynı şey değil midir? CEVAP İkisi farklı şeylerdir. Devletin, yapacağı hizmetler için, milletten vergi alması ayrı, zenginlerin malına el koyup fakirlere dağıtması ayrı şeylerdir. Mısırlı sosyalist, şahsi mülkiyet hakkını kabul etmiyor, herkes eşit olsun, hiç zengin kalmasın diyor, yani sosyalizmi savunuyor.
Sınıf ve zümre
Sual: Hak Sözün Vesikaları kitabında, (Sosyal adalet, sınıf ve zümreleri arasında düşmanlık bulunmayan bir topluluk meydana getirir) deniyor. İslamiyet’te sınıf ve zümre mi var? CEVAP Sınıfsız, zümresiz toplum olmaz. Her toplumda fakirler ve zenginler, işçiler ve patronlar, memurlar ve âmirler olur. İslamiyet’e uyulunca, bunlar arasında düşmanlık olmaz.
İslam dini, ticaret ahlakını getirerek, sınıf mücadelesini ortadan kaldırmıştır. Adalet karşısında, devlet başkanı da, çoban da, eşit haklara sahiptir ve eşit mesuliyetleri taşır. Haksızlık yok, kardeşlik vardır. (S. Ebediyye)
İmparatorluk kötü mü?
Sual: Bir yazar, (Osmanlı, hiçbir zaman kendisine imparator veya imparatorluk şeklinde hitap edilmesine müsaade etmezdi. Çünkü imparatorluk bir soygun düzenidir) diyor. İyi imparator olmaz mı yani? Kelimenin ne suçu var ki? CEVAP İdarî şekil ve sistemlerle, idarecileri karıştırmamalı. Her sistemde, idarecinin adaletlisi, merhametlisi, şefkatlisi, akıllısı veya zalimi, ahmağı olabilir. Bunlar da bu meziyetlerine göre, sistem ne olursa olsun, milletlerine ve komşularına faydalı veya zararlı olabilir.
Monarşi idarelerin hükümdarlarına, padişah, sultan, halife, han, kağan, hakan, şah, hünkâr dendiği gibi, kral da deniyor. İmparatorluk, kendi topraklarında oturan çeşitli milletleri, egemenliği altında toplayan bir devlet biçimidir. Latince imperare [emretmek, komuta etmek] kökünden gelir.
Padişah, halife, sultan iyi kimse ise, onun idaresi de iyidir, kötü ise onun idaresi de kötüdür. Osmanlıda olduğu gibi, Osmanlıdan önce de halifelik vardı. İyi halifeler olduğu gibi zâlim halifeler de oldu. Kötü halifeler geldi diye halifelik sistemini suçlamak yanlış olur.
Seçimle iş başına gelen sistemlerde de, iyi insanlar seçilirse, o kimselerin idaresinden halk memnun kalır, kötü insanlar seçilirse, halka zulmeder.
Sultanlık, halifelik, şahlık kötülenmez. Başlarındaki sultan, halife veya şah iyi ise idaresi de iyi olur, kötü ise idaresi de kötü olur. İmparator da böyledir. İmparator iyi ise, imparatorluğu da iyidir, imparator kötü ise imparatorluğu da kötüdür. Bizzat imparatorluk sistemine soygun düzeni demek isabetli olmaz.
Sosyalist ve kapitalist
Sual: Komünist ve sosyalist oldukları hâlde, (Biz İslamcıyız) diyenler var. Bir insan hem sosyalist, hem Müslüman veya hem kapitalist, hem Müslüman olabilir mi?
CEVAP Önce bunların kısaca bir tariflerini yapalım: Komünizm: Dinleri inkâr esasına dayanan, bütün malların ortaklaşa kullanıldığı ve özel mülkiyetin olmadığı toplum düzenini savunan felsefî görüş.
Sosyalizm: Komünizmin birinci aşaması olup, onun sulandırılmış şekli.
Kapitalizm: Dinlere karışmayan veya dinleri sömürebilen, üretim araçlarının sahipliğinin ve denetiminin kârını artırmak amacındaki özel kesimin elinde olduğu, özel mülkiyet, seçim hürriyetine, sınırlı devlet ve serbest rekabete dayalı iktisadi ve sosyal sistem.
Bir Müslüman, kapitalist olursa kâfir olmuş olmaz. Günahkâr olur. Ama komünist olursa, dinsiz olacağı için kâfir olur. Genelde S. Kutup gibi sosyalist zihniyetli kimseler, Müslüman ismini beğenmeyip kendilerine İslamcı diyorlar.
Hiçbir İslam âlimi, (İslamcıyım) dememiştir. Türkçede genelde -ci, -cü, -cı, -cu ekleri isim ve sıfat üreten bir ektir. İsim olarak, sütçü, balıkçı, şarkıcı gibi o işin ticaretini yapan kimseye denir. Sıfat olarak pilavcı, esrarcı, yakıcı, yıkıcı, bölücü gibi kelimeler, o şeyi yiyene ve o işten zevk alana denir. İslamcı, dinci de bunları andırıyor. İslam’ı ve dini yiyip bitirmekle zevk alan veya onun ticaretini yapan kimse gibidir. Bunun için de hiç kimse dinci veya İslamcı olmamalı, sadece Müslüman olmalı. Müslümanlığı, sosyalizme ve kapitalizme yakın görmemelidir.
Devlet mi, millet mi?
Sual: Devletten mi, yoksa milletten mi yana olmalı? CEVAP Devletle millet, birbirinden ayrı olamaz. Millet olmadan devlet olmaz. Devlet yoksa millet de yok demektir. Onun için devlete sahip çıkmak, her Müslümanın görevidir. Merhum Enver Abimiz, devleti bir otobüse, hükümetleri de şoföre benzetirdi. (Şoföre kızıp, otobüsün camı kırılmaz, lastiği patlatılmaz, kaportası delinmez. Gücü yeten, otobüsü durdurup, usulüne göre şoförü değiştirir) derdi.
Güçlü devlet huzur getirir. Devlet zaafa uğradığı zaman, sokağa anarşi hâkim olmaya başlar. Atalarımız boşuna, (Ya devlet başa, ya kuzgun leşe) dememişler. Uzaydaki gezegenlerden biri yörüngesinden çıksa paramparça olacağı gibi, devlet zaafa uğrar ve yörüngeden çıkarsa, Allah muhafaza etsin, kimin kimi, niçin öldürdüğünün farkına varamayız. Onun için daima devletten, müesses nizamdan ve istikrardan yana olmalı. Devlete, topluma zarar veren çapulculara fırsat vermemelidir.
İslâmiyet; dini, vatanı, mezhebi ve inanışı farklı olanların, canlarını, mallarını ve namuslarını korumayı emreder, bunlara saldırmayı, herhangi bir örgüt kurarak, devlet işlerine karışmayı kesinlikle yasaklar. Allahü teâlâ, devlete yardım etmeyi, fitne çıkarmamayı emreder. (S. Ebediyye)
Türkiye’de her çeşit din kitabı yazmak serbesttir. Müslümanlara bu hürriyeti veren devlete yardım etmek, her Müslümana lazımdır. (İslam Ahlâkı)
İyi insan, herkese iyilik eder. Kimsenin malına, canına, ırzına, namusuna saldırmaz. Devlete, kanunlara karşı gelmez. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (İslamiyet, kılıçların gölgeleri altındadır) buyurdu. Bunun mânâsı, (İnsanlar, devletin, kanunların idaresi, himayesi altında, rahat yaşarlar. İbadetlerini rahat yaparlar) demektir. Devlet ne kadar kuvvetli olursa, rahat ve huzur da o kadar artar. (Kıyamet ve Âhiret)
Oy kullanmamak veballi iştir Sual:(Dünyadaki seçimlerde oy kullanmak, partilerin Müslümanlığa aykırı icraatlarını onaylamak olacağı için, küfürdür, şirktir) diyorlar. Bu doğru olabilir mi? CEVAP Hayır, bu sözleri çok yanlıştır. Oy kullanmak küfür değildir. Mecelle’nin 29. maddesinde (Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur) buyuruluyor. İki şerden en az zararlısı tercih edilir. Yani iki zararlı şeyden birini tercih etmek mecburiyeti hasıl olursa, daha az zararlı olanı tercih edilir. Daha kötüsünü önlemek için, ondan daha az zararlıyı tercih etmek günah olmaz. En kötünün başa geçmemesi için, elbette zararı az olana oy vermek gerekir. Hattâ kazanamayacağı bilinen faydalı olan partiye oy vermek, oyların bölünmesine ve kötülerin iş başına geçmesine sebep olacaksa, daha az zararlı olanın başa geçmesi için, faydalı olana oy vermemek gerekir. Bir iş, neticesiyle ölçülür. Yani netice önemlidir. Bu inceliği iyi düşünmeli. Ülkeye, dünyaya zarar verecek kötü kimselerin söz sahibi olmasına sebep olmak, veballi bir iştir. Bu vebale girmemek için oy kullanmalı, zarar, gücümüzün yettiği nispette önlenmelidir.
Kanuna uymakla karşı gelmemek ayrıdır. Bir kimse, kanunu beğenmiyor, ama karşı da gelmiyorsa, kanuna aykırı hareket etmiş sayılmaz. Bir de kanunun zorladığı işleri yapmak günah olmaz. İkrah, bir insanı, istemediği bir şeyi yapması için, haksız olarak zorlamak demektir. Bu durumda, zorlanan işi yapmak zaruret olur. Hapis, dayak, nafakayı kazanmaya ve çalışmaya mâni olmak gibi hususlar birer ikrahtır. Sultanın [kanunların] emirleri de ikrah demektir. (Redd-ül-muhtar, Dürer-ül-hükkam)
(Müminin başına iki bela gelirse, hafifini seçsin!) hadis-i şerifine benzeyen mecelle maddeleri de şöyledir: (Şiddetli zarar, en az, en hafif zarar ile önlenir.) [m. 27]
(Birbirine zıt iki zarardan büyük olanınkinden kurtulmak için az zararlı olanını tercih etmek gerekir.) [m. 28]
Önümüze çıkan şer iki de, beş de olabilir. Bizi ölüme mahkum edebilirler. (Ölümlerden ölüm beğen) diyebilirler. Yahut işkenceye tâbi tutabilirler. Elbette bunlardan bize tercih imkânı verilirse, en hafifini kabul etmek gerekir.
Şer grubunun içinden iyi niyetli biri de çıkabilir. Fakat kuvvetliler mevcut iken, iyi niyetlinin yanına gitmek, hem bizim, hem de iyi niyetlinin felaketine sebep olur. Hayrı yapmadan önce şerrin yok edilmesi gerekir. Mecelle’de buyuruluyor ki: (Def-i mefâsid, celb-i menafiden evladır.) [m. 30]
Yani mevcut zarardan korunmak, bozgunculuğu yok etmek, menfaat sağlamaktan önce gelir. Yani önce zarar yok edilir. Zarar yok edilmeden fayda temin edilemez. Farzla haram, sünnetle mekruh çakışınca, haram işlememek için farz tehir edilir. Mekruha düşmemek için sünnet de tehir veya terk edilir.
Dünya sevgisini kalbden çıkarmadan Allah sevgisini koymak mümkün olmaz. Kalbine Allah sevgisini koymak isteyenin, haramlardan kaçarak dünya sevgisini kalbinden çıkarması gerekir. Kalbden dünya sevgisi çıkınca, Allah sevgisi kendiliğinden girer.
İman ile küfür birbirinin zıddıdır. İki zıt bir arada bulunamaz. Yani hem Allah sevgisi, hem de Ebu Cehil’in sevgisi bir kalbde bulunamaz. (Ben hayrın tâ kendisiyim) dediği hâlde, şerle ittifak kurup harâmîlerin bağlanmış ellerini açan, hayrı da, şerri de bilmeyen gâfil kimsedir. Küfre hizmet etmek, gafletin ötesinde hainliktir.
Mühim bir husus da şudur: Sevdiğimiz birkaç kişinin hatırı, menfaati için birçok kimseye zarar vermek veya zarara razı olmak asla doğru olmaz. Aksine bu birkaç sevdiğimizi feda etmek yerinde olur. ÇünküMecelle’de buyuruluyor ki: (Çok kimseyi zarardan kurtarmak için bir veya birkaç kimseye zarar yapılabilir.) [m.26]
Birkaç kişi zarar görecek diye, bütün milletin zararına razı olmak akıl kârı değildir. Geçmiş tecrübelerden ibret almak lazımdır.
.
Müslümanlar niçin geri kalmıştır
Sual: İslamiyet ilerlemeye engel midir? Müslümanlar niçin geri kalmıştır? CEVAP İslamiyet, faydalı her yeniliği emreden bir dindir. Bundan dolayı, ilim adamlarına çok önem verilmiş, ilmi, fenni ve teknik tecrübeler yapılmış, müslümanlar, tıpta, kimyada, astronomide, coğrafyada, tarihte, edebiyatta, matematikte, mühendislikte, mimarlıkta ve bunların hepsinin temeli olan, güzel ahlak ve sosyal bilgilerde, en mükemmel dereceye vasıl olmuşlar, bugün de tazim ile yâd edilen kıymetli âlimler, hakimler, mütehassıslar, üstadlar yetiştirmişler, dünyanın hocası, medeniyetin rehberleri olmuşlardır.
O zaman, yarı vahşi olan Avrupalı, fen bilgilerini İslam üniversitelerinde öğrenmiş, hatta Papa Sylvester gibi, Hristiyan din adamları da Endülüs üniversitelerinde okumuştur. Bugün, hâlâ Avrupa’da kimyaya, Chemie ve cebire, [Arabi El-cebir kelimesinden]Al-gebra ismi verilmektedir. Çünkü bu ilimler, önce müslümanlar tarafından dünyaya öğretilmiştir.
Avrupalılar, dünyayı tepsi gibi dümdüz ve etrafı duvarla çevrili zannederken, müslümanlar, ilk olarak, dünyanın yuvarlak olduğunu ve döndüğünü buldular. Musul civarında, Sincar sahrasında, meridyenin uzunluğunu ölçtüler ve bugünkü rakamları elde ettiler.
Bugün insaflı Hristiyanların kabul ettiği gibi, hakiki Rönesans,İtalya’da değil, Abbasiler zamanında, Arabistan’da başlamıştır ki, Avrupa’daki Rönesans’tan çok çok öncedir.
Müslümanların son zamanlarda, ilim sahasında en büyük rehberi, Osmanlılar idi. Bütün Hristiyan âlemi bu İslam devletinin, dünyadaki terakkilere ve keşiflere kayıtsız kalması için siyasi ve askeri hücuma geçtiler. Bir taraftan, haçlı saldırıları, bir taraftan da, bunların ihdas ettikleri, bid'at sahibi müslümanların yıkıcı ve bölücü çabaları, Osmanlıların fen ve teknikte rehberlik yapmalarına mani oldu. Türkler, dışardan ve içerden yapılan saldırılardan dolayı, çok zarara uğradılar. Tesirleri fazla olan yeni silahlar yapamadılar. Ülkelerinin büyük kaynaklarından layığı ile faydalanamadılar. Kendi vatanlarında sanayii ve ticareti yabancılara kaptırdılar. Fakir düştüler.
Dinimiz, İslam ahlakında ve ibadetlerde en ufak bir değişiklik yapmayı şiddetle men etmiştir. Dünya işlerinde, fen bilgilerinde ise, her değişikliği yapmayı, bütün yeni keşifleri öğrenmemizi ve yapmamızı emretmiştir. Osmanlı Devletini ele geçiren sözde aydınlar, dinimizin bu emrinin tam tersini yaptılar. Masonlara aldanarak din bilgilerini değiştirmeye, dinin esaslarını yıkmaya çalıştılar. Avrupa’nın fende ilerlemesine, yeni keşiflere gözlerini kapadılar. Hatta fen bilgilerine, modern tekniğe uymak isteyen büyük Türk sultanlarını şehit ettiler. Masonların elinde maşa olarak, ilerlemeyi, teknikte değil de, dinde reform yapmakta, bölücülükte aradılar.
İngilizler, asırlardır İslam ülkelerini kana boyamakla kalmamış, İskoç masonları, binlerce müslümanı ve din adamlarını aldatarak, mason yapmış, (insanlığa yardım, kardeşlik) gibi laflarla, dinden çıkmalarına, dinsiz olmalarına sebep olmuştur. İslamiyet’i büsbütün yok etmek için, bu masonları maşa olarak kullanmışlardır. Böylece, Reşit Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa ve Mithat Paşa, Talat Paşa gibi masonlar, İslam devletlerini yıkmakta kullanılan paşa unvanlı maşalardır. Efgani veAbduh gibi masonlar ve yetiştirdikleri çömezler de, İslam bilgilerini bozmaya, içten yıkmaya alet olmuşlardır.
1846’da sadrazam olan mason Reşit Paşa,iş başına gelir gelmez, hariciye nazırı iken, Lord Rading ile el ele verip, hazırlamış olduğu ve ilan ettiği Tanzimat kanununa istinat ederek, mason locaları açtı. Çeşitli hıyanet ocakları çalışmaya başladı. Gençler, din cahili olarak yetiştirildi. Londra’dan alınan planlarla, bir yandan idari, zirai, askeri değişiklikler yaptılar. Bunlarla gözleri boyadılar. Öte yandan da, İslam ahlakını, ecdat sevgisini, milli birliği parçalamaya başladılar. Yetiştirdikleri kimseleri işbaşına getirdiler. Bu yıllarda Avrupa’da, yeni buluşlar, ilerlemeler oluyor; büyük fabrikalar, teknik üniversiteler, modern harp vasıtaları kuruluyordu. Osmanlılarda bunların hiçbiri yapılmadı. Hatta, Fatih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, hesap, hendese, astronomi derslerini büsbütün kaldırdılar. Din adamlarına fen bilgisi gerekmez diyerek, bilgili âlimlerin yetişmelerine mani oldular. Sonradan gelen İslam düşmanları da, din adamları fen bilmez, din adamları cahildir, gericidir diyerek müslüman yavrularını İslamiyet’ten uzaklaştırmaya çalıştılar. İslamiyet’e ve müslümanlara zararlı olan, İslamiyet’in öğrenilmesine mani olan şeylere uygarlık, ilericilik dediler. Çıkardıkları her kanun müslümanların, devletin aleyhine idi. Vatanın asıl sahibi olan müslüman Türkler, ikinci sınıf vatandaş haline getirildi.
Din ve dil birliği Hristiyanlık dininde, akla uygun bir esas kalmamış, hurafeler, karmakarışık bir merasim halini almıştır. Bundan başka, aynı dinde, hatta aynı mezhepte bulunan hristiyanlar, başka başka hükümetlerin idaresinde yaşamaktadır. Avrupa hükümetleri, bunun için, başka bir bağ aramışlardır.
Böylece, Avrupa’da, din birliği ölmüş, milliyet hissi doğmuştur.
İslamiyet, ticaret, sanayi ve sosyal nizamı da kurduğundan, milliyet düşüncesini de içine almaktadır. Müslümanlar arasında ayrı milliyetler kurmaya ihtiyaç kalmamıştır. Bunun içindir ki, ilmihal kitaplarında, Din ve millet, ikisi birdir denilmektedir.
Eğer müslümanlar, bölünmeseler, İslamiyet’in, milliyeti temsil etmesinden istifade ederek, yeryüzündeki sağlamlaşmamış birçok milliyetlere galebe çalmanın yolunu bulurlar.
İslamiyet’in milliyeti temsil etmesinde, lisan birliği de hatıra gelir ise de, beş vakit namazda okunan ezan ve Kur'an-ı kerimlerin bütün İslam ülkelerinde Arabi olması, bu beraberliği de temin etmektedir.
Bunun içindir ki, İslam düşmanları, bir milleti İslamiyet’ten ayırmak, din birliğini yok etmek için, o milletin dilini, gramerini, alfabesini değiştirmeye çalışıyorlar.
Bir milletin dinine, imanına vurulacak en büyük darbe de, bu yoldan geliyor. Nitekim, Sicilya ve İspanya müslümanları böylece Hristiyan yapılmıştır. Ruslar da, yıllarca Türkistan’daki müslümanların din ve imanlarını yok etmek için, bu keskin silahla saldırmışlardır. Zindanları, elektrik fırınları, Sibirya sürgünleri ve toptan imha faciaları, bu keskin silah kadar tesir edememiştir.
Celal Nuri bey (İttihad-ı İslam) adındaki kitabında, müslümanlar için Arapça’yı, müşterek lisan olarak tavsiye etmektedir. Yavuz Sultan Selim Han bunun için çalışmıştı. Bunu temin etmek içindir ki, tarih boyunca bütün İslam ülkelerinde din kitapları arabi olarak yazılmıştı. Arabi, bütün İslam ülkelerinde bir din lisanı olmuştur. Cennette de, herkesin arabi konuşacağını hadis-i şerifler haber vermektedir. Bu, her müslüman milleti Araplaştırmayı istemek değildir!
Dünya devletleri arasında İngilizce ortak bir dil halini almaktadır. Bugün ilim ve fen sahibi bir kimsenin, bir veya birkaç yabancı dil öğrenmesi zaruret halini almıştır. Bir hadis-i şerifte, (Bir kavmin dilini öğrenen, onların zararlarından korunmuş olur) buyuruluyor. Bunun içindir ki, gençlerimizin Arabi’nin yanında, Avrupa dillerini de öğrenmeleri faydalı olup, sevap kazandıran çok işlere sebep olabilir. Avrupalıların asırlardan beri bize yabancı gözü ile bakmaları, milliyet hissinden ziyade, İslam dinini bilmemelerinden ileri gelmektedir.(Faideli Bilgiler)
Din cahilleri Din cahilleri, tâ ilk asırdan beri, İslamiyet’i yok etmek için çalışıyorlar. Şimdi de, çeşitli adlarla, çeşitli planlarla saldırıyorlar. Cehenneme gidecekleri bildirilmiş olan itikadı bozuk kimseler de müslümanları doğru yoldan ayırmak için, hile ve iftira yapıyorlar. Böylece, İslam düşmanları ile işbirliği yaparak, Ehl-i sünneti yıkmaya uğraşıyorlar. Bu saldırıların öncülüğünü İngilizler yaptı. Bütün kaynaklarını, hazinelerini, silahlı kuvvetlerini, donanmasını, tekniğini, politikacılarını ve yazarlarını bu işte kullandı. Böylece, dünyanın en büyük iki İslam devleti olan Hindistan’daki Gürganiyye ve üç kıta üzerine yayılmış bulunan Osmanlı İslam devletlerini yıktı.
Her yerde İslam’ın değerli kitaplarını yok etti. İslam bilgilerini birçok yerlerden sildi, süpürdü. İkinci Cihan Harbinde, komünistler yok olmak üzere iken, bunların kuvvetlenmelerine, yayılmalarına sebep oldu. İngiliz Başbakanı James Balfour, 1917’de, müslümanların mukaddes yerleri olan Filistin’de Yahudi devletinin kurulması için çalışan Siyonizm teşkilatını kurdu. İngiliz hükümeti, bu işi senelerce destekleyip, 1947’de İsrail devletinin kurulmasını sağladı. Yine İngiliz hükümeti, 1932’de, Arabistan Yarımadasını Osmanlılardan alıp, Süudlara teslim ederek, İslamiyet’e en büyük darbeyi vurdu.
İşte İngiliz siyaseti 1944’de Japonya’da vefat eden Abdürreşid İbrahim efendi, 1910’da İstanbul’da basılan Âlem-i İslam kitabının ikinci cildinde, (İngilizlerin İslam düşmanlığı) yazısında diyor ki:
(Hilafet-i islamiyyenin bir an önce kaldırılması, İngilizlerin birinci düşüncesidir. Kırım muharebesine sebep olmaları ve burada Türklere yardım etmeleri, hilafeti yıkmak için bir hile idi. Paris muahedesi, bu hileyi ortaya koymaktadır. Her zaman Türklerin başına gelen felaketlerde İngiliz parmağı vardır. İngiliz siyasetinin temeli, İslamiyet’i yok etmektir. Bu siyasetin sebebi, İslamiyet’ten korkup müslümanları aldatmak için, satılmış vicdansızları kullanırlar. Bunları İslam âlimi, kahraman olarak tanıtırlar. Sözün özü, İslamiyet’in en büyük düşmanı İngilizlerdir.) (Faideli Bilgiler)
Sömürgeler bakanlığı kurdular Osmanlıların her sahada ilerlemelerine ve bu kadar başarılı olmalarına rağmen yıkılmalarının sebebini, yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman şöyle anlatıyor:
Osmanlı orduları Avrupa’da ilerliyor, Viyana elden gidiyordu. Viyana gidince, bütün Avrupa’nın Müslümanların eline geçmesi çok kolay olacaktı. Osmanlılar, Avrupa’ya İslam medeniyetini getiriyor; ilim, fen, ahlak nurları, Hristiyanlığın kararttığı, uyuşturduğu yerlere, zindelik, insanlık, huzur, saadet saçıyordu. Asırlarca, diktatörlerin, kapitalistlerin, papazların zulümleri altında inleyen kimseler, İslam ahlakı ile, insan haklarına kavuşuyordu. Avrupa diktatörleri ve öncelikle Hristiyan kiliseleri, Osmanlı ordularına karşı son gayretlerini harcıyorlardı. Bir gece, İstanbul’daki, İngiliz sefiri, Londra’ya tarihi mektubunu yolladı. Buldum... Buldum!.. Osmanlı ordularının ilerleme sebebini buldum. Onları durdurmanın yolunu buldumdiyerek şöyle yazıyordu:
(Osmanlılar ele geçirdikleri her yerde din, ırk farkı gözetmeksizin, seçtikleri çocukların zekalarını ölçüyor, ileri zekalıları ayırarak, medreselerde okutup, İslam terbiyesi ile yetiştiriyorlar. Bunlar arasından da seçtiklerine, saraydaki Enderun denilen yüksek okulda, o zamanın en ileri bilgilerini veriyorlar. İşte, Osmanlı siyaset adamları, başkumandanları; böyle seçilen, yetiştirilen keskin zekalı şahsiyetlerdir. Sokullular, Köprülüler böyle yetişmiştir. Osmanlı akınlarını durdurmak, Hristiyanlığı kurtarmak için biricik çare, Enderun mekteplerini ve medreseleri dağıtmak, onları içerden yıkmaktır.)
Bu mektuptan sonra, İngiltere’de, Sömürgeler Bakanlığı kuruldu. Burada yetiştirilen casuslar ve Hristiyan misyonerleri ve masonlar, yalan propaganda ve yaldızlı vaatlerle avladıkları cahilleri, Osmanlı devletinin kilit noktalarına yerleştirmeye ve bu kuklaların eli ile; medreselerden fen, ahlak derslerini kaldırmaya, Müslümanları cahil bırakmaya uğraştılar. Nihayet tam başarı sağladılar. İslam devleti yıkıldı. İslamiyet’in dünyaya neşrettiği saadet, huzur nurları söndü.
Yabancı dil öğrenmek
Sual: Yabancı dil öğrenmek iyi olur mu? CEVAP Elbette iyi olur. Öncelikli olarak Arapça ve İngilizce öğrenmelidir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Bir kavmin dilini öğrenen, onların zararlarından korunmuş olur.)[F.Bilgiler]
Eshab-ı kiramdan Zeyd bin Sabit hazretleri buyuruyor ki: (Resulullah bana Yahudi dilini öğrenmeyi emretti, ben de öğrendim. Yahudilere gönderilen mektupların çoğunu bana yazdırırdı. Onlardan gelen mektupları bana okuturdu.) [Tirmizi]
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri de buyuruyor ki:
İslam dininin üstünlüklerini, rahat ve huzur kaynağı olduğunu ve medeniyete, fende ve ahlakta ilerlemeye ışık tuttuğunu dünyaya bildirmek için, kısacası, İslamiyet’e ve bütün insanlara hizmet etmek için, yabancı dil öğrenmek muhakkak lazımdır.
Başarının sebebi
Sual: Japonya, Amerika ve Avrupa'nın dinleri bozuk olduğu halde, dünya işlerinde nasıl başarılı oluyorlar? CEVAP
Kur'an-ı kerim insanlara iki yol gösterir: 1- Ahiret yolu: İnanarak, severek tatbik eder. Dünyayı da, ahireti de kazanır. 2-Dünya yolu: İnanmasa da, gösterdiği yolda giderse dünyada kazanır, başarılı olur. Aspirin gibidir. Müslümanlar da içse faydasını görür, kâfirler de içse faydasını görür. Kur'an-ı kerimin gösterdiği yolda giden, kâfir de olsa faydasını görür. Allahü teâlâ, (Sadece Müslümana veririm) demiyor, (Çalışana veririm) buyuruyor. Dünyayı kim isterse, ona veririm buyuruyor. Ahireti isteyene ise, hem dünyayı hem ahireti veririm buyuruyor.
Kur'an-ı kerimin bildirdiği güzel ahlaka, çalışma prensiplerine uymayan bir millet başarılı olamaz. Başarılı olan gayrimüslimlerde, dürüstlük, çalışkanlık, temizlik var, yalan yok. İnsanların haklarını veriyorlar. Bunlar, Kur'an-ı kerimin emrettiği şeylerdir. Kim uyarsa, o kazanır. Eczaneden bir kutu ilaç alsak, tarifesini okuruz. Tarifeye uygun kullanılırsa faydalı olur, tarifeye uyulmazsa ölüme kadar götürür. Bunun gibi, dünya işlerinin de tarifesi vardır. Dünyadaki bütün işlerin tarifesi Kur'an-ı kerimde bildirilmiştir. Herkes, ona uyduğu kadar başarılı olur. Gayrimüslimlerin başarıları bu yüzdendir. Onların dünya için yaptığı faydalı işlerin hiçbirinin Kur'an-ı kerime aykırı olduğu gösterilemez.
Bazı gayrimüslim fen adamları, dinlerinden uzaklaşınca, başarılı oluyor. Müslüman ismini taşıyan bazı cahiller de, İslamiyet'ten uzaklaşınca başarısız oluyorlar. Buradaki inceliği iyi anlamak gerekir.
Batı niye kalkındı?
Sual: Misyoner papazlar, (Avrupa Hristiyan olduğu için kalkınmış ve zengin olmuştur. Bu da Hristiyanlığın hak din olduğunu gösterir)diyorlar. Hristiyanlar içinde fakirler, Müslümanlar arasında zenginler de var. Japonların da, çoğu teknikte ileridir, zenginleri çoktur. Misyonerlerin sözüne göre, Japonların dininin hak olduğu söylenebilir mi? CEVAP Papazların sözü, hem yanlış, hem de maksatlıdır. Çünkü ne Avrupa Hristiyanlıkla idare ediliyor, ne de halkı Müslüman olan ülkeler İslamiyet’le, halifelikle idare ediliyor. Müslüman ülkeler, idareleri gibi kendileri de dinden uzak kaldıkları için papazların iddiası tamamen kasıtlıdır. Papazların, idarede hâkim olduğu çağlar, Hristiyanlar için yüz karasıydı. Bu tarihi gerçekleri gizleseler de, mızrak çuvala sığmaz.
Doğrusu şöyledir: Avrupa, Hristiyanlıktan uzak kaldığı için kalkınmıştır. Hristiyanlık dininin, devletlerin idaresine hiçbir etkisi yoktur. Hristiyanlık kalkınmaya zarar verdiği için laik olmaya çalışmışlardır. Yani Avrupalı, Hristiyanlığı devlet idaresine karıştırmamıştır. Zaten Hristiyanlıkta devleti yönetecek kanunlar, kurallar yoktur. Bir muhtarlığı bile idare edecek maddelerden yoksundur.
Müslümanların geri kalış sebebi de, dinlerinden yani İslamiyet’ten uzaklaşıp Batı’yı körü körüne taklit etmelerindendir. Osmanlı İslâmiyet'e sarıldığı zamanlar, büyük bir dünya devletiydi. İslamiyet’ten uzaklaşınca yıkıldı.
İslamiyet’in emrine uygun çalışan, kâfir de olsa kalkınır. Müslüman da, İslâmiyet'in emrine uymazsa elbette geri kalır. İslamiyet’te ilerlemeye mani olan bir hüküm olmadığı gibi, Hristiyanlıkta da ilerlemeyi emreden bir hüküm yoktur. Bozuk İnciller hikâyelerle doludur, içinde ne medeni hukuka, ne de ceza hukukuna dair maddeler vardır.
Müslümanların yanlış hareketleri İslâmiyet'e yüklenemeyeceği gibi, Hristiyanların İslam dininin emrettiği şekilde çalışarak teknikte ileri olmaları da, Hristiyanlığa mal edilemez.
.
Niçin Müslüman oldular
Sual: Bazı Almanlar, İslamiyet’i incelemek, Hristiyanlıkla karşılaştırmak istiyorlar. Onlara hangi kitabı tavsiye edelim? Bir de din ve Hristiyanlık hakkında bilgi verir misiniz? CEVAP Hakikat Kitabevi yayınlarından Herkese Lazım Olan İman ve Cevap Veremedi gibi eserlerde Müslümanlığa ve Hristiyanlığa ait çok bilgi vardır. Müslümanlığı doğru olarak öğrenmek isteyen herkese bu değerli eserleri tavsiye ederiz. www.hakikatkitabevi.com adresinden okunabilir ve temin edilebilir.
Rabbimiz önce Âdem aleyhisselamı, sonra Havva validemizi yarattı. Bunların çocukları oldu. Bunlardan da çocuklar meydana geldi. Allahü teâlâ zaman zaman Peygamberler gönderip insanları, doğru yola, Hak yola davet etti. Bu Peygamberlerin hepsi bir Allah’a inanmayı, öldükten sonra dirilmeyi, Cenneti, Cehennemi bildirdi. Yani bütün Peygamberler aynı imanı bildirdiler. Hazret-i Nuh, neyi bildirmişse Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa, Hazret-i İsa ve Peygamber efendimiz Hazret-i Muhammed de [aleyhimüsselam] aynı imanı bildirmiştir. Hepsinin gayesi de insanları dünya ve ahiret saadetine kavuşturmaktır.
Allahü teâlânın bütün Peygamberlere bildirdiği dinlerde ırk ve millet üstünlüğü yoktur. Allahü teâlâya ve bütün Peygamberlere inanan Müslüman zenci bir hizmetçi, Allahü teâlâya inanmayan beyaz bir kraldan üstündür. Allah’ı inkâr eden kral, ebedi Cehennemde, inanan zenci hizmetçi ise, ebedi Cennette kalacaktır.
Cennete girmek için imanlı yani Müslüman olmak şartı vardır. İman, Muhammed aleyhisselamın Allahü teâlâ tarafından getirdiği emir ve yasaklara inanmak ve inandığını dil ile söylemek demektir.
Din, insanları seadet-i ebediyyeye götürmek için Allahü teâlâ tarafından gösterilen yol demektir. Din ismi altında insanların uydurduğu eğri yollara din denmez, dinsizlik ve kâfirlik denir.
Her din, kendisinden önce gelen dini nesh etmiş, değiştirmiştir. En son gelen ve her dini değiştirmiş, daha doğrusu dinlerin hepsini kendinde toplamış olup, kıyamete kadar hiç değişmeyecek olan din, Muhammed aleyhisselamın dinidir. Bugün, Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği din de, bu ahkam ile kurulmuş olan İslam dinidir.
İslam dini, insanın hem ruhi, hem de maddi refahını temin edecek bir ahlak getirmiştir. Bu mukaddes din, sadece, fert ile Allah arasında rabıta kurmakla kalmayıp, fertlerin birbirlerine, hatta insanlık camiasına karşı haklarını ve vazifelerini şümullü olarak tanzim eder, hep ileriyi gösterir, ileriyi ister ve ilericidir. İlericiliğin ve dinamizmin mümessilidir. Bu din, insan ruhunu ve bütün insanlığı, saadete kavuşturacak prensiplerden ibarettir. İslamiyet’te sınıflaşma yoktur. Herkes aynı haklara, aynı itibarlara sahiptir. Ferdin, muayyen bir topluluğun, hatta yalnız Müslümanların değil, bütün insanlığın, hür ve medeni bir hayat seviyesine ulaşmasını emretmekte, bunun için de, sosyal adaleti esas tutmaktadır.
İslam dini, ırk, milliyet, siyasi inanç, lisan ve tahsil seviyesi ayırt etmeksizin, her insanın şeref ve itibarına hürmet ettiği için, yabancılar arasında Müslümanlık yayılmaktadır.
Yabancıların Müslüman olma sebepleri
Sual: Dinimizin diğer dinlerden farkı nedir? Yabancıların Müslüman olmalarına sebep olan şeyler nelerdir? İslamiyet’i kabul edenler genel olarak dinimiz hakkında ne diyorlar? CEVAP Birçok diplomat, devlet, ilim ve fen, hatta din adamlarının Müslüman oluşları, İslamiyet’in büyüklüğüne hayran kaldıklarındandır. Misyonerler, milyarlar harcayarak Hristiyanlık propagandası yapıyorlar. Halbuki propagandasız birçok yabancı, İslam’ı seçmiştir.
İslamiyet ilim ve akıl dinidir. Dinlerini değiştirip Müslüman olan insanların çoğu, ilim adamı ve araştırmacıdır. İslam’ı inceledikten sonra Müslüman olmuşlardır.
Bu sebeplerin birkaçı şöyle: 1- İslam’da tek ilah vardır. Hristiyanlıktaki üç tanrı inancı, ilim sahiplerince saçma görülmüştür.
2- İslam, sadece ahiret saadetini değil, dünyada da mutlu yaşamanın yollarını bildirmiştir.
3- İslam’da, her çocuk günahsız doğar. Hristiyanlıkta ise, günahkâr doğar. Bu da, akla, ilme, aykırıdır.
4- İslam’da, ibadetlerin mabedde yapılma şartı yoktur. Her yerde ibadet edilebilir. Hristiyanlar, kilisede putu, papazı aracı yaparak ibadet eder.
5- İslam’da günahları yalnız Allah affeder. Hristiyanlıkta, güya papazın, günahları affetme ve dinden çıkarma yani aforoz etme gibi yetkisi vardır.
6- Yahudi kendini asil bilir. Hristiyan ise, zenciyi aşağı görür. İslam’da ise ırk, renk ve dil ayrımı yoktur.
7- İslam’da bütün Peygamberler beşer, yani insandır. Ancak seçilmiş, günahsız insandır. Hiç kimse, diğerlerinin günahını çekmez. Hristiyanlıkta, Hazret-i İsa Oğul tanrıdır, günahkârların affolması için çarmıhta ölmüştür. Bu da akla ve ilme aykırıdır.
8- İslam’da hurafe yoktur. Diğer dinlerde ateşe, güneşe, taşa, heykele tapılır.
9- İslam’da, (Dinde zorlama yoktur) düsturu vardır. Hiç kimse dine girmeye zorlanmaz. Hristiyanların dine sokmak için yaptıkları işkenceler ve mezhep kavgaları meşhurdur.
10- İslam, iç temizliği yanında, dış temizliğe de çok önem verir. Meşhur Versay Sarayında yıllarca bir hela yoktu.
11- İslam, sömürüyü reddeder. Bunun için kapitalizmi, komünizmi kabul etmez. İslam hariç, hiçbir dinin ekonomi sistemi yoktur. Bugün Hristiyan ülkelerde kapitalizm hakimdir.
12- Müslümanların geri kalışları sebebi, dinlerinin icaplarına uymamalarındandır. Hristiyanların maddi refaha kavuşmaları ise, dinlerinden uzak kalmalarındandır. Müslümanlıkta cahil olan dinden çıkar, Hristiyanlıkta ise, âlim olan Hristiyanlığı bırakır.
13- İslam’da, alkol, uyuşturucu ve kumar haramdır. Zinanın cezası ise, ağır olduğu için, fuhuş yaygınlaşamaz. Hristiyan Batı, fuhuş bataklığı içindedir.
14- İslam, en yeni ve en son dindir. Kur'an-ı kerim, günümüze kadar hiç bozulmadan, bir kelimesi bile değişmeden gelmiştir. Halbuki İncillerin birbirini tutmadığını herkes bilir.
15- İslam, kadınlara çok kıymet vermiş, onlara en büyük hakları tanımış, (Cennet anaların ayağı altındadır) buyurmuştur. Diğer dinlerde böyle bir şey yoktur.
16- İslam dini, bir milletin, bir ırkın değil, bütün insanlığındır. Allahü teâlâ, Rabbülâlemin’dir, yani bütün âlemlerin Rabbidir.
17- İslam’da, bütün Müslümanlar kardeştir. Allah huzurunda herkes eşittir. Namaz kılarken; komutan ile er, zengin ile fakir, beyaz ile zenci Müslüman yan yana durup birlikte secde ederler.
18- İslam’daki ibadet saatleri muayyen olduğundan, Müslümanların hayatları düzenli ve intizamlıdır. Bunun için, gerçek Müslüman, bir asker gibi disiplinlidir. Yılda bir ay tutulan oruç, iradenin kuvvetlenmesini sağlar ve nefse hakim olmayı öğretir.
19- İnsanların öldükten sonra ne olacaklarını, ahiret hayatını, hallerini hiçbir Hristiyan din adamı izah edemez. Bazı papazlar, Hazret-i İsa’nın gökte krallık kuracağından bahseder. Halbuki ahiret hayatını, Cenneti ve Cehennemi, en güzel ve en mufassal şekilde izah eden din, İslamiyet’tir.
20- İslamiyet’te her şey açıktır. Diğer dinlerde olduğu gibi (sır) kabul edilen akideler yoktur.
21- İslamiyet, iktisadi bakımdan kapitalist ve komünist düşünceleri reddeder. Fakiri korumuş, zengini de kötülememiştir. Zenginlerin, fakirlere zekat ve sadaka vermesini emretmiştir. Ayrıca dünyadaki çeşitli millet ve ırklara mensup Müslümanları bir araya getirerek Hac gibi, dünyada en mükemmel sosyal nizamı tayin etmiştir.
22- İslamiyet, temizliğe çok önem veren bir dindir. İbadete başlamadan önce, vücut temizliğini emreden yegane din, İslamiyet’tir. Diğer dinlerde böyle bir şey yoktur. İslamiyet’te, ibadetler kısa olduğu için, bunlar günlük hayat üzerinde aksi bir tesir yapmaz.
23- Hristiyanların hiçbir zaman yapmadığı hilm, yardım ve merhamet gibi iyi huylar, yalnız Müslümanlıkta vardır. [İslamiyet’ten uzak yetişen gençler, beraber yemek yedikleri zaman, Alman usulü olsun, herkes kendi yediğini versin derler.]
24- İslamiyet, fakirlere, kimsesizlere, misafirlere ve hangi dinden olursa olsun, yabancılara yardım etmeyi hatta hayvanlara iyilik etmeyi emreden tek dindir.
25- İslamiyet, ruh ve beden temizliğidir. Bu ikisini eşit tutar. İslamiyet’te, sevgi, güler yüz, tatlı söz, dürüstlük ve iyilik etmek vardır.
26- İslamiyet, insanları, çalışmaya, faydalı şeyleri öğrenmeye, önce kendi aklı ve gayreti ile iş görmeye başladıktan sonra, Allah’tan yardım istemeye davet eder. (Bir saat tefekkür ve faydalı iş görmek, bir sene nafile ibadete eşittir) diyen başka bir din yoktur.
27- İslam, din, ırk farkı gözetmeksizin mutlak adaleti emreder.
Niçin Müslüman oldular?
(Anarşinin ancak İslam ahlakına sahip olmakla önleneceğine inandım. İçkiyi bıraktım, tesettüre girdim ve namaza başladım.) Tina Gfanzil (Alman)
(İslam’da, ırk, renk ve dil farkı gözetilmediğini, herkesin eşit olduğunu, namaz kılarken de rütbe ayrımı yapılmadığını gördüm, Müslüman oldum.) Thomas Clayton(Amerikalı)
(İslam, en iyi şeyleri ihtiva eder. Hiçbir dinde kardeşlik, İslam’daki gibi değildir.) Dr. Rolf Freiherr (Avusturyalı)
(İslam, sevgi, doğruluk, temizlik ve güzel ahlakı emrettiği için Müslüman oldum.) A.Uemura (Japon)
(İslam’ı akla da uygun bulup Müslüman oldum.) Cecilla Cannolly (Avusturyalı)
(İlim Çin’de de olsa alın hadisini okudum. İslam’ın ilme verdiği önemi görünce Müslüman oldum.) Mr. Board (Amerikalı)
(İslam, israf ve cimriliği yasaklayan, maddi- manevi her hususta en güzel kaideleri olan dindir.) Albay Ronald Rockwell (Amerikalı)
(İslam dünya ve ahiret mutluluğunu gösterdiği için Müslüman oldum.)B.Karai (Zengibar)
(Putlara değil de, bir Allah’a ibadet etmeyi, doğruluğu, emanete riayeti, insanların haklarını gözetmeyi emreden İslamiyet’i kabul ettim.) Necaşi (Habeş İmparatoru)
Tufeyl bin Amr, usta bir şairdi. Onun gibi şiirden anlayan pek azdı. Kur'an-ı kerimi okuyunca, onun şiir ve beşeri bir söz değil, ilahi bir kelam olduğunu hemen anlayıp Müslüman oldu.
Kur’an-ı kerimin (Allah kelamı) olduğuna inandım
Sual: Fransız ilim adamı Kaptan Kusto’nun, İslam dinini tercih etmesine sebep olan hadise nedir? CEVAP Televizyonda yayınlanan, Yaşayan Deniz programı ile okyanusların sırlarını gözler önüne getiren Kaptan Kusto,İslam dinini tercih etmesine asıl sebep olan olayın, Atlas Okyanusu ile Akdeniz sularının birbirine karışmadığını tespit ettikten sonra, bunun 1400 sene önce Kur'an-ı kerimde beyan buyurulduğunu görmesi olduğunu bildirmiştir. Kaptan Kusto, özetle diyor ki:
(1962 senesinde Alman ilim adamları, Aden körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendeb boğazında, Kızıldeniz’in suyu ile Hind Okyanusunun suyunun birbirine karışmadığını bildirmişlerdi. Biz de, Atlas Okyanusu ile Akdeniz’in sularının birbirine karışıp, karışmadığını tetkik etmeye başladık. Evvela, Akdeniz’in kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve kesâfeti ile ihtiva ettiği canlıları tespit ettik. Aynı tetkikatı Atlas Okyanusunda tekrarladık. İki su kütlesi binlerce seneden beri Cebelitarık boğazında birleşiyordu. Bu vaziyette, iki su kütlesinin karışması ile tuzluluk, kesâfet gibi unsurların birbirlerine müsavi, hiç olmazsa yakın olması icap ediyordu. Halbuki, her iki denizin en yakın kısımlarında bile deniz suyu kendi hassasını koruyordu. Yani, iki denizin birleşme noktasında bir su perdesi iki deniz suyunun birbirine karışmasına mani oluyordu. Bu hâli anlattığım [İslamiyet'i seçerek müslüman olan] Profesör Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslam’ın kudsi kitabı Kur’an-ı kerimin bunu açık bir şekilde yazdığını söyledi. Hakikaten bu hâl Kur’an-ı kerimde açıklanıyordu. Bunu öğrenince Kur’an-ı kerimin (Allah kelamı) olduğuna inandım. Hak din olan İslamiyet’i seçtim.)
Karışmayan denizlerle ilgili âyet-i kerime mealleri şöyledir: (Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerinin ki tuzlu ve acı iki denizin arasına bir engel, aşılamaz bir serhat koyan Odur.)[Furkan 53]
(İki deniz, birbirine bitişik iken, [Rabbinizin koyduğu engel ile]birbirine karışmaz.) [Rahman 19, 20]
(....iki deniz arasına perde koyan...) [Neml 61]
(İki denizden biri tatlıdır, harareti keser, içimi kolaydır. Diğeri de tuzludur, boğazı yakar.) [Fatır 12]
İslam’ı seçmekle çağı seçtim
Sual: Bazıları İslamiyet’in eskiden geçerli olduğunu, şimdi yeni çağlara ayak uyduramayacağını söylüyorlar. İslamiyet, her çağa cevap vermez mi? CEVAP İslamiyet’i gönderen, her şeye gücü yeten, her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâdır. Allah için hiç bir zorluk olmaz. Namaz, oruç gibi dinimizin bütün emirleri, zamana göre değişmez. Hiç biri de çağın şartlarına ters düşmez. Çünkü dini gönderen Allahü teâlâ, her asırda neler olacağını bilir. Zaten bilmeyen ilah olamaz.
(İslamiyet her çağa ayak uyduramaz) demek yuvarlak bir sözdür. (İslam’ın şu hükmü, şu asra uymaz) gibi açık bir şey söylemek gerekir. Dinimizde eksik olan bir şey yoktur. Var diyen biri çıkarsa, bu şeyin ne olduğunu açıklaması gerekir. Onların soracakları sorulara âlimlerimiz, asırlar önce cevap vermiştir.
8 Nisan 1983 günü Karyünes Üniversitesinin konferans salonunda bir büyük ilim adamı, bir büyük yazar Roger Garaudy diyor ki: Evet, bugün ben Müslümanım. Niçin İslam’ı seçtiniz, diyorsunuz, İslam’ı seçmekle çağı seçtim.
70 yaşındaki Roger Garaudy ki, yıllarca Fransa’da komünist sistemin ateşli savunucusu olmuştu. Üniversiteden siyaset kürsülerine kadar Fransızlara ve Batı dünyasına hep Marksizm’i anlatmış, insanların kurtuluşunu yalnız bu sistemde bulmuştu. Çağımızda Fransız komünistlerinin en büyük "Düşünce mimarı" durumunda idi. Nerede komünistlerin düzenlediği bir miting, konferans ve seminer var, orada Garaudy vardı. Katolik ve Hristiyanlığa karşı, düşüncesiyle, kalemiyle hitabetiyle büyük bir mücadele veriyordu.
Fakat, şimdi o bilim adamı hakikatı anladı. Şöyle diyordu:
(İslam, çağları arkasında sürükleyen bir dindir. Diğer dinler ise, çağların arkasında sürüklendi. Yani, İslam dışındaki bütün dinler zamana uyduruldu. Reforma tâbi tutuldu. Mukaddes kitaplar zamana göre tahrif edildi. Kur'an-ı kerim ise, indirildiği günden beri hep zamana hükmetti. O, zamanı değil, zaman onu izledi. Zaman yaşlandıkça o gençleşti. Bu, çağlar üstü bir olaydır. Bugüne kadar, bunca savaşların bıraktığı korkunç, sosyal, siyasi ve ekonomik sarsıntılardan daha büyük bir olaydır. İslam, materyalizme de, pozitivistlerin görüşüne de, egzistansiyalistlere de hakimdir. Fakat bunlardan hiç biri, İslam’a hakim değildir.
Büyük Peygamberimiz, (Yarın ölecekmiş gibi ahirete, hiç ölmeyecekmiş gibi, dünyaya çalışın) derken, her şeyi anlatmıştır. İslam hem maddeye, hem de manaya hükmetmiştir. Öyle ise, bunların ikisi birbirinden koparılamaz. Nasıl koparılabilir ki, İslam, (İlim Çin’de de olsa gidip bulunuz. İlim ve Fen müminin kaybolmuş malıdır, ara ve bul) diyor. İlmin ve çalışmanın burada sınırı yoktur. İslam, dünyayı saran bu iki olaya sınır koymadığına göre, dünyayı sarsmıştır.
İnsanı, mahlukların efdalı ve en şereflisi olarak bildirirken, onun sömürülemeyeceğini anlatmıştır. İsrafı, gösterişi ve lüksü yasaklayan, kazancı alın terindeki damlacıklarda arayan, biriken sermayeyi fakire ölçülü ve ahlak hükümleri içinde aktaran, faizi, tembelliğe sebep olduğu için yasaklayan ve gayrimeşru serveti böylece imha eden bir sistemler manzumesidir.
İslam, halife ile kölenin aynı hakka sahip olmasını mecbur kılmıştır. Deve olayı vardır ki, bu kralların kılıçlarından daha keskin bir olaydır. Hazret-i Ömer ile kölesi bir şehirden bir şehire giderken deveye sıra ile binerler. Zaman zaman, devenin yularını halife çeker, zaman zaman da köle... İşte adalet ve hukukta İslam’ın devrimidir bu. Marksizm ile kapitalizmin ikisi de, insanı sömüren sistemlerdir. İslam bunlara karşı, insana prestijini iade eden bir semavi dindir.)
Müslümanlık ile Hristiyanlığın mukayesesi
Sual: Hristiyanlık Müslümanlıkla mukayese edilirse, birinin diğerinden üstün yönü nelerdir? CEVAP Hristiyanlık o kadar çok değişti ki, dinin hiçbir hükmü kalmadı. Bozdular ve ortadan kaldırdılar. Hiç bozulmayıp orijinali bile olsaydı, Allahü teâlâ tarafından yürürlükten kaldırılmıştı, dolayısıyla İslamiyet ile Hristiyanlık hiçbir yönden mukayese kabul etmez. Birkaçını bildirelim:
1- Hristiyanlıkla en küçük bir dernek, bir köy muhtarlığı idare edilemez. Hiçbir idare şekli, yönetim şekli yoktur. Devletin şekli nasıldır? Devletin başkanının vasıfları nelerdir, bunu kimler seçer? Ama İslamiyet’te bunların hepsi detayı ile bildirilmiştir.
2- İslamiyet baştan başa bir hukuk sistemidir. 1960 yılına kadar İsrail bile İslam dininin kanunları olan Mecelleyi tatbik etmiştir. Her olayın cezası bildirilmiştir. Hırsızlık edenin, içki içenin, zina edenin, gaspın, adam öldürmenin insanları yaralamanın, gözünü kulağını çıkarmanın cezaları, hatıra ne geliyorsa hepsinin cezası bildirilmiştir. Hristiyanlıkta bunların hiç biri yoktur.
3- Ceza hukukunda olduğu gibi, diğer hukukta da, mesela miras hukukunda, evlilik hukukunda da her şey inceden inceye detayına kadar bildirilmiştir. Nikah ve boşanma şekilleri, alışveriş bilgileri, kâr oranları, müşteriyi kandırmanın cezası, işçi ve işveren hakları, ana baba evlat hakkı, karı koca ve arkadaş hakkı, komşu hakkı, gayrimüslimlerin hatta hayvanların hakları hep bildirilmiştir.
4- Dinin şartları, imanın şartları bildirilmiştir. Namaz nasıl kılınır, oruç nasıl tutulur, namazı neler bozar, orucu neler bozar, hac nasıl yapılır, zekat nasıl ve kimlere verilir. Kimler zekat alabilir, hepsi detaylı olarak bildirilmiştir. Etek tıraşı nasıl olunur, tırnak ve bıyık nasıl kesilir ve ne kadar zamanda bir kesilir. Her şey ayrıntılı olarak bildirilmiştir. Bunların hiç biri Hristiyanlıkta yoktur.
5- Hristiyanlığın sadece adı kalmıştır hiçbir kaidesi, kanunu yoktur. Hristiyanlığı bozuk bir din olarak kabul etmek bile yanlıştır. Yanlış da olsa ortada hiçbir kural; hiçbir kanun kalmamıştır. Papazlar tarafından yazılan İncillerde yani Hristiyanlık konseyinin yüzlerce İncil arasından seçtiği dört İncilde, birbirini tutmayan yanlış, çelişki bir tarafa böyle şeylerden hiç bahsedilmez. Baba tanrı böyle dedi, oğul tanrı şuraya gitti, tanrı, kuzusunu kurban etti, şaraplı ekmek yedi, falanca falancayı öldürdü, falanca zina etti, hepsi böyle şeylerdir, üstelik bunlar da birbirini tutmaz.
Dediğimiz gibi bütün kaideleri kanunları bile olsa yürürlükten kaldırılmıştır. İslamiyet ile Hristiyanlık mukayese edilemez.
Gayrimüslimlerin İslamiyet’i inceleyip Müslüman olduktan sonra neler söylediklerinden yukarıda kısaca bahsettik, yani en tabii mukayeseyi bizzat gayrimüslim iken müslüman olanlar yaptı.
Netice: Kur'an-ı kerimde mealen şöyle buyurulmaktadır: (Allah indinde hak din ancak İslam’dır.) [Al-i İmran 19]
(Sizin için din olarak İslam’ı beğendim.) [Maide 3]
(Kim İslam’dan başka din ararsa, bilsin ki, o din asla kabul edilmez.) [Al-i İmran 85]
Dinde zorlama yoktur
Sual:(Dinde ikrah yoktur) ne demektir? CEVAP Dinde zorlama yok demektir. Kâfir esir, Müslüman olmaya zorlanamaz demektir. Kâfir esir isterse zimmi olabilir.
.
İrticanın Müslümanlıkla ilgisi var mı?
Sual: İrtica ne demektir, dinimizle ne ilgisi var? CEVAP
İslamiyet gelmeden önce, Arabistan halkı çok vahşi idi, gerici idi. Kâbe’yi çıplak olarak tavaf eder, tesettüre riayet etmezlerdi. Putlara tapar, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Şarap içer, kumar oynarlardı. Her türlü rezalet var idi. İslamiyet gelince, yavaş yavaş bunların hepsi kaldırıldı. İnsanlar medenileşti.
Resulullah efendimizin vefatından sonra, İslamiyet’i bırakıp irtidat edenlere, eski kötü hayata dönenlere mürted ve mürteci adı verildi. Bu irtidata irtica dendi. Bu bakımdan her müslüman, kötü olan bu irticanın düşmanıdır.
Bu tabirler, Tanzimat’a kadar bu manada kullanıldı. Devrimcilerin ve evrimcilerin tepkisiyle, etki ve yetkisiyle Tanzimat’tan sonra, İslamiyet’i bırakmaya değil, müslümanca yaşamaya irtica dendi. Namaz kılan, oruç tutan, içki içmeyen, karısını kızını açık gezdirmeyen müslümana da mürteci yani gerici dendi. Mürtede,aslını inkâr edene, ahlak ve maneviyat tanımayana, edep yoksunu soysuza, sarhoşa, ayyaşa, Türk düşmanına, hatta müslüman olmayan Avrupalıya ilerici denmeye başlandı.
Kötülükler hüner sayıldı İslam düşmanları, asırlar boyunca yaptıkları savaşlarla ve acı tecrübelerle anladılar ki, imanını yıkmadıkça, müslüman milleti yıkmaya, imkan yoktur. Her ilerlemenin ve yükselmenin hamisi ve teşvikçisi olan İslamiyet’i, gericilik gibi göstermeye yeltendiler. Genç nesillerin, bilgisiz, dinsiz kalmasını, onları manevi cepheden vurmayı hedef edindiler. Kötülükleri hüner, imansızlığı moda şeklinde gösterdiler. Ateistlerin, ilerici dedikleri Avrupalı ve Amerikalı, Cennete, Cehenneme inanıyor, Kiliseler dolup taşıyor.
Avrupalıların ahlaksızlıklarına ilericilik diyerek sarılanlar, Avrupalı gibi ahirete inanan müslümanlara gerici diyerek saldırdılar. İslamiyet’ten haberleri olmayanlar, Avrupa’yı, Amerika’yı taklit etmeye ilericilik, müslüman olmaya gericilik diyorlar.
Halbuki kendileri, fen, tıp, hesap bilgilerinde ve teknolojide, Avrupalılar, Amerikalılar gibi çalışmıyorlar. Ahlaksızlıklarını taklit ediyorlar. Bunlara göre, okuma yazma bilmeyen, ilimden, sanattan haberi olmayan, fakat kendi taşkınlıklarına katılan ilerici ve aydındır.
Üniversiteyi bitirmiş, ilim, sanat, ticaret sahibi, ahlaklı, faziletli, vergilerini veren, kanunlara uyan ve herkese iyilik eden, hakiki bir müslüman, bu taşkınlıklara katılmadığı için, gerici olmaktadır.
Böyle ilericiler, gençleri fuhşa, tembelliğe, dünyada felakete, ahirette de sonsuz azaplara sürüklüyorlar. Aile yuvalarının yıkılmasına sebep oluyorlar. Kısacası, gayrimüslimlerin yalnız ahlaksızlıklarını taklit edenlere ilerici diyorlar. Müslümanlar gibi, Cennete, Cehenneme inanan Avrupalılara, Amerikalılara da gerici demediklerine göre, müslümanlara, kendi ahlaksızlıklarına uymadıkları için gerici diyorlar.
Tarihimize de dil uzatıp, parlak ve şerefli sayfalarını karartmaya kalkıştılar. Böylece, gençleri dinden, imandan ayırmaya, İslamiyet’i yok etmeye çalıştılar. Güzel ahlakı ve yiğitliği ile dünyaya şan ve şeref saçan ecdadımızın sevgisini genç kalblere yerleştiren mukaddes bağları çözmek, gençliği dedelerinin şerefinden mahrum bırakmak için vicdanlara hücum ettiler. Bu maskeli dinsizler, böylece, bir taraftan ilimde, fende geri kalmamıza çalışıyorlar, diğer taraftan da, İslamiyet geriliğe sebep oluyor, Batı sanayiine yetişebilmemiz için, bu kara perdeyi kaldırmamız, şark dininden, çöl kanunlarından kurtulmamız gerekir, diyorlardı. Bu suretle maddi ve manevi kıymetlerimizi yıkarak, vatanımıza dışarıdaki düşmanların, asırlarca yapmak isteyip yapamadıkları kötülüğü yaptılar.
Müslümana, dinci, kökten dinci, çağdışı,gerici, irticacı,çember sakallı, örümcek kafalı, yobaz, mürteci,bağnaz, mutaassıp,tutucu,muhafazakâr,softa, aşırı sağcı,anormal insan, ilkel,şeriatçı,tarikatçı, hilafetçi, padişahçı,saltanatçı, fundamentalist,radikal gibi yaftalarla saldırıyorlar, tesettürü, tesbihi, takkeyi bahane ederek dini kötülüyorlar, Müslümanlığa şark dini, hortlatılan kara kuvvet, Kur’an-ı kerime çöl kanunu, ibadete müzik karıştırmaya uygar batı dini, haram işleyenlere sanatçı diyorlardı.
Bazı dini tabirler Allahü teâlânın emir ve yasaklarına İslamiyet denir. İbadetleri yapıp haramlardan kaçan müslümana Salih denir. Dinimizin bildirdiklerinin hepsine inanan, hepsini beğenen ve İslamiyet’e uyana Müslümandenir. Nefsine ve fena arkadaşlara uyarak bazı farzları yapmayan veya birkaç haram işleyen müslümana Fâsık denir. Müslüman olmayana, Kâfir denir.
Müslümanları aldatmak için müslüman görünen kâfire Münafık denir. Müslümanlıktan ayrılıp, kâfir olana, irtidad etti denir. İrtidad edeneMürted denir.
Mürted,müslüman evladı olduğu halde, müslümanlıktan haberleri olmadığından ve hiçbir din âliminin kitabını okumadığından ve okusa da anlamadığından, yalnız bir lutfe, bir teveccühe ve dünyalığa kavuşmak için ve akıntıya kapılmış olmak için, Müslümanlığı beğenmeyen, terakkiye mani diyen ahmak kimsedir.
Kendini samimi müslüman bildiği halde, âyet ve hadise kendi görüşü ile mana vererek, imanı bozulan, küfre düşen kimseye Mülhid denir. Allahü teâlâya, İslamiyet’e, helâle, harama inanmayan dinsiz kâfireZındık denir. Zındık, münafık gibi düşüncesini gizli tutar. Zındıklar, komünist olabilir, mason olabilir, ateist olabilir. Yobaz,bütün hakikatler kendisine gösterildiği halde, kabul etmeyen, kendi indi ve hatalı görüşünde körü körüne ısrar ve inat eden kaba, cahil kimse demektir. Yobazların din yobazı, fen yobazı, devrim yobazı, laiklik yobazı gibi birçok çeşidi vardır. Yobazların her çeşidi zararlıdır.
Yobaz ve çeşitleri
Sual: Yobaz ne demektir? CEVAP Yobaz, bütün gerçekler kendisine gösterildiği hâlde, kabul etmeyen, kendi indî ve hatalı görüşünde körü körüne ısrar ve inat eden kaba, cahil kimse demektir. Her mesleğin, her ideolojinin yobazı olur. Yobazların en zararlısı, mal, para, makam elde etmek için yabancı ideolojilerin, dinde reformcuların ve mezhepsizlerin propagandalarını yaparak, milletin imanını, ahlakını bozan, satılmış, din, fen ve siyaset yobazlarıdır. Birkaç örnek verelim: Cahil yobaz: Din ve dünya bilgilerinden mahrum olanlardır. Bunlar, bölücülük yaptıkları gibi, din düşmanlarına çabuk aldanıp, zararlı yollara kolayca sürüklenebilir. Osmanlı tarihini kana boyayan Patrona Halil, Kabakçı Mustafa, mehdiyim diyen Celâli gibiler bu yobazlardandır. Günümüzde de mehdiyim diyen böyle yobazlar vardır.
Din yobazı: Az çok ilimleri varsa da, sinsi maksatlarına, mala, mevkiye kavuşmak için, bilmediklerini veya bildiklerinin tersini söyleyip yaparlar. İslamiyet’in dışına çıkarlar. (Yalnız Kur’an) diyerek Kur’anı da kendi görüşüne göre açıklayıp, hadisleri ve hak mezhepleri inkâr eden, din yobazıdır.
Fen yobazı: Gençlerin imanlarını bozmak, bunları İslamiyet’ten ayırmak için, uydurdukları şeyleri fen bilgisi, tıp bilgisi, ilericilik olarak anlatıp, (Din kitapları bu bilgilere uymadığı için yanlıştır, bunların gösterdiği yolda yaşamak gericiliktir) derler. Fen ilmi, din ilminin bir kolu olduğu hâlde, fen ilmini din ilminden ayrı gibi gösteren, fen yobazıdır.
Devrim yobazı: Devrim deyimi, Batı dillerindeki revolution kelimesi, dönüşme, devrim hem de devirme yani zorla değiştirme [ihtilâl] anlamındadır. Diyalektik maddeciliğe göre, evrim ve devrim birbirine kökten bağlıdır. Devrim, evrimin zorunlu sonucudur. Devrimci yobazlara göre, bütün dünya, dinden uzaklaşarak mutlaka komünist olacaktır. Din düşmanı sosyalistler, devrim yobazıdır.
Evrim yobazı: İlk insanın maymundan, son olarak da ayıdan geldiğini ileri sürenler çıktı. Bilimsel olarak, bunların yanlışlığı ispat edildiği hâlde, gerçeği kabul etmez, kendi yanlış görüşünde körü körüne inat edip, bilime aykırı olarak maymun soyu olduğunda ısrar eder. Darwin nazariyesine bilim diyenler, evrim yobazıdır.
Siyaset yobazı: Kendisi iktidarda değilse, ona göre, diğerleri demokrasi düşmanıdır, ülke sefalet ve karanlık içindedir. Yapılan iyi şeye iyi demez. Kendi kötülüklerini, millî iradeye düşmanlıklarını görüp onları terk edenlere dönek der.
Laiklik yobazı: Laiklik, dinin devlete, devletin de dine müdahale etmemesi, karışmaması demektir. Ben laiklik taraftarıyım dediği halde, din işlerine karışıyorsa, dinin emirleriyle alay ediyorsa buna laiklik yobazı denir.
Dönek kime denir?
Sual: Kâfirken Müslüman olana dönek denir mi? CEVAP Dönek, genelde sözüne güvenilmeyen kimse demektir. Kâfirken Müslüman olana, mühtedi denir, dönek denmez. Mühtedi, İslam dinini kabul etmiş, hidayete ermiş, doğru yolu seçmiş, hak dine girmiş demektir. Müslümanken kâfir olana, mürted denir. Buna dönek demenin mahzuru olmaz. Kötüye dönene dönek denir, iyiye dönene dönek denmez. Eski kötülüklerine geri dönene, mürteci denir.
Mürteci, İslâm’dan önceki cahiliyete, vahşete ve ahlâksızlığa dönen kimseye denir. Mürteciye şimdi gerici deniyor. Eskiden mürteci yani gerici, İslamiyet’i bırakan, Batı’nın ahlaksızlığını alan kimseye denirdi.(Yavuz hırsız ev sahibini bastırır) misali, bu ahlaksızlar, kendileri gerici, mürteci iken, Müslümanlara mürteci, gerici demeye başladılar. Müslüman diye hakaret edemeyip, mürteci, gerici diyorlar. Ne yapsın, Müslümanlar da, (Eğer Müslümanlık gericilikse ben gericiyim) demek zorunda kalıyor. Kimse yokken, namaz kılmayan, oruç tutmayan, ama insanların yanında oruç tutuyor, namaz kılıyor görünenler var. Bunlara dönek denmez, riyakâr veya sahtekâr denir. Demokratım, demokrasi taraftarıyım dediği halde, millî iradeye karşı çıkan kimseye de dönek denmez, yalancı, sahtekâr denir.
Din ve laiklik
Sual: (Başörtüsü laikliğe aykırıdır, şu aykırı, bu aykırı) deniyor. Laikliğin açık tarifi nedir, neler laikliğe aykırıdır? CEVAP Hukukçunun tıp sahasında, doktorun hukuk sahasında konuşması yanlış olur. Herkes kendi alanında, kendi dalında konuşmalıdır. Her işi ehline havale etmelidir. Laikliği en iyi bilen ve hukuk alanında yetkili anayasa ordinaryüs profesörü Ali Fuat Başgil, (Laiklik, dinin devlete, devletin dine karışmaması, müdahale etmemesi demektir) diyor. Kitabında bu konuda yeterli bilgi vardır.
Türkiye’de din, devlete kesinlikle karışmıyor. Devlet genelev kursa, meyhaneler açsa, karışmıyor. Devletin de, dinin emrine uyanlara karışmaması lazımdır. Vatandaş, dinin emrine uygun giyinebilmeli. Giyinemezse devlet dine karışıyor, yani devlet laikliği çiğniyor, laikliğe aykırı iş yapıyor demektir. Dindarlar devlete karışınca, yani laikliğe aykırı iş yapınca suç oluyor da, devlet, dine müdahale edince, bunu yanlış uygulayan suçlu niye cezalandırılmıyor? Bu, çok yanlış bir uygulamadır. Herkes, istediği gibi giyinebilme özgürlüğüne sahiptir dendikten sonra, açılma özgürlüğünü alkışlayıp, kapanma hürriyetine engel olmaya çalışmak, hürriyeti katletmenin değişik bir şeklidir. Hürriyet bir zümre için değil, herkes için aynı olmalıdır.
Devlet laikse, niye din adamlarının maaşlarını veriyor? (Ben laik devletim, maaşınıza karışmam) desin. Dinin ve din adamlarının dizginlerini elinde tutabilmek için, maaşlarını veriyor, tayinlerini yapıyor. Maaşlarını veriyorum diye din görevlilerinin istedikleri gibi konuşmalarına fırsat tanımıyor. Dinin, devamlı devletin denetimi altında bulundurulması, laikliğe aykırı değil mi? Din, devlete karışmadığı gibi, devlet de, laikliğini bilmeli, din işlerine karışarak laikliği çiğnememelidir.
Eğer, (Devlet din işlerine karışmalı, ama din devlete karışmamalı) deniyorsa, o zaman laikliğin tarifi, uygulanan ne ise, ona uydurulmalı. Laikliğin tarifinin Avrupa’ya uygun olup da, uygulamanın aykırı olması normal olmaz. Yani yapılan işin bir kılıfı olmalı, bu nasıl laiklik dedirtmemeli. Laik Avrupa’ya karşı gülünç duruma düşülmemelidir.
.
Din adına dinsizlikler
Sual: Gerçek Furkan isimli kitaptan sonra, Sahih Bilgi isimli bir kitap çıktı. Bu kitapta deniyor ki:
(Yazdırılan kitap evrensel bir anayasadır. İçindeki bilgiler direkt Rab kanalından yansıtılır. Kitabın içine bir takım çelişkiler, düşünce gücünüzü arttırmak için özellikle konulmuştur. Din ötesi alacağınız mesajlar, sizlerin tekamül anahtarlarınızdır. Cennet, Cehennem, Şeytan gibi mekan ve kavramlar gerçekte mevcut değildir. Bu kitap tüm kutsal kitapları içerir. Tanrı’nın en muteber kulu, din tefriki yapmayandır.)
Bu kitap neyin nesidir? CEVAP Böyle kitapların hepsi, hangi isim altında olursa olsun, Dinimiz İslam’a, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselama, Kitabımız Kur’an-ı kerime inanmayanların, dinimizi yıkmak, Müslümanları dinden imandan çıkarmak için hazırladıkları birer tuzaklardır. Gün geçmiyor ki, bir fitne ortaya çıkmasın. Benzerleri gibi, bu kitap da, bir kıyamet alametidir. Bir hadis-i şerif meali: (Allah’ın elçisiyim diyen yalancılar çıkmadıkça, kıyamet kopmaz.)[Buhari]
Bahsedilen kitap, güya vahiy ürünü, kutsal bir kitapmış. Yazdırılansözü ile, yazan da, peygamber imiş, uydurulan bu din ise, evrensel bir din imiş.
İslam âlimleri buyuruyor ki:
Din, Allahü teala tarafından gösterilen yol demektir. Din ismi altında insanların uydurduğu eğri yollara din denmez, dinsizlik ve kâfirlik denir. Kur’an-ı kerim son kitaptır, Peygamber efendimizden başka peygamber ve İslamiyet’ten başka din gelmeyecektir. Bir hadis-i şerif meali: (Nübüvvet ve risalet sona ermiştir. Benden sonra nebi de, resul de yoktur.) [Tirmizi]
Zerre kadar ilmi olan, Cennet, Cehennem, Şeytan için yok diyemez. Böyle büyük bir yanlışı, papazların yazdığı İnciller ve hahamların bozduğu Tevrat bile kabul etmez. Din adına dinsizlik ancak bu kadar olur. Kur’an-ı kerimde Cennetin, Cehennemin ve Şeytanın varlığını bildiren sayısız ayet-i kerime vardır. Birkaçının meali şöyledir: (İnsanların bir takımı Cennete, bir takımı da çılgın alevli Cehenneme girer.) [Şura 7]
(Cehennemliklerle Cennetlikler bir değildir. Kurtuluşa erenler Cennetliktir.) [Haşr 20]
(İman edip iyi iş yapanlar, Cennetliktir; orada ebedi kalırlar.)[Bekara 82]
(Şeytan size düşmandır. Siz de onu düşman bilin. Çünkü o, kendine uyanları, Cehenneme çağırır.) [Fatır 6]
The True Furqan [Gerçek Kur’an] ismiyle yayınlanan kitapta da, Kur’an-ı kerimden alınan bazı âyetler ile tahrif edilmiş yani papazların yazdığı İncillerden ve hahamların bozduğu Tevrat’tan alınan yazılar vardı ve bunun da kutsal bir kitap olduğu söyleniyordu. Allahü teâlânın kıyamete kadar geçerli olan son kitabı Kur’an-ı kerim ve son peygamberi Muhammed aleyhisselamdır. Başka peygamber gelmeyeceği ve başka kitap gönderilmeyeceği gibi, Kur’an-ı kerimin benzeri başka bir kitabın yazılması da mümkün değildir. Bir âyet-i kerime meali: (De ki, insanlar ve cinler birbirlerine yardımcı olarak, bu Kur’anın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, yemin olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar.) [İsra 88]
Allahü teâlâ tarafından indirilen bir kitapta, çelişki olmaz. Bir âyet-i kerime meali: (Eğer Kur’an, Allah’tan başkasından gelmiş olsaydı, içinde pek çok tutarsızlık [tenakuz, çelişki] bulunurdu. Bunu düşünemiyor musunuz?) [Nisa 82]
(Din ötesi alacağınız mesajlar, sizlerin tekamül anahtarlarınızdır) deniyor. Bu söz, ateistlerin dillerine doladıkları, dini hükümler gelişmeye, ilerlemeye mani olur sözünün farklı bir ifadesidir. İki hadis-i şerif meali:
(İki günü aynı olan, [her gün ilerlemeyen, yeni bir şey öğrenmeyen]ziyan etti.) [Beyheki]
(İki günü eşit olan aldanmış; bugünü dününden kötü olan ise lanetlenmiştir.) [Beyheki]
(Tanrı’nın en muteber kulu, din tefriki yapmayandır) sözü ile de, dinler arasında ayrım yapmayın, kimseye karışmayın, putlara tapsalar da, diğer dinler de haktır denilmek isteniyor. Tek hak dinin İslamiyet olduğu inkâr ediliyor. İki âyet-i kerime meali şöyledir: (Allah indinde hak din ancak İslam'dır.) [Al-i İmran 19]
(İslam'dan başka din arayanın bulacağı din asla kabul edilmez.)[Al-i İmran 85]
İki hadis-i şerif meali de şöyledir: (Beni duyup da iman etmeyen Yahudi ve Hristiyan mutlaka Cehenneme girecektir.) [Hakim]
(Ancak rab olarak Allah'a, din olarak İslam'a, resul olarak Muhammed aleyhisselama inanıp razı olan, beğenen kimse Cenneti hak eder.) [Müslim, Nesai]
Müslümanlar, bu oyunlara gelmemeli, dinleri imanlarını kaptırmamak için çok uyanık olmalı, ecdadımızın asırlardır yaptığı gibi, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına dört elle sarılmalıdır. Bu büyük âlimlerin kitaplarına kavuşan kimse, ne kadar şükretse azdır. Kurtuluş yolu budur ve iki cihan saadetine kavuşmak da, ancak bu şekilde mümkün olur. Resulullah efendimizin yolu, onların gösterdikleri yoldur. Hakikat Kitabevi'nin yayınları o büyüklerin kitaplarından tercüme edilip derlenerek hazırlanmıştır. Dinimizi doğru öğrenmek isteyen herkese bu kitapları okumasını tavsiye ederiz. (www.hakikatkitabevi.com)
.
Din düşmanlarının taktikleri
Sual: Din düşmanlarının taktikleri nelerdir? Bunları bilirsek daha dikkatli olabiliriz. CEVAP Din düşmanlarının [ateist, misyoner vesaire], yıllardır yaptığı saldırılar aşağıda maddeler halinde bildirilmektedir. Bazen mezhepsizler de kısmen aynı taktikleri uygulamaktadır. Bunların maksatları, Müslümanları kendi uydurdukları hurafelerle uğraştırmak olduğu gibi, itikadlarını sarsmaktır. Asıl gizli maksatları ise kendi dinsizliklerini örtbas etmek, gündeme bile getirmemektir. Kendi dinsizlikleri, bozuk itikadları hiç gündeme bile gelmemektedir. Müslümanlar, kendilerini ve mukaddes en son din olan İslamiyet’i hesaba çekmeye çalışan bu din düşmanlarının tuzağına düşmemelidir.
Din düşmanlarının bazı taktikleri: 1- Âlemlerin rabbi Allahü teâlâya inanmıyorlar, yaratıcı falan yoktur diyorlar. Evrimle çoğaldık, ayıdan maymundan geldik diye insanlığı hazmedemiyorlar. Her şeyi cansız tabiat yapıyor diyorlar.
2- Allahü teâlâya hesap sormaya çalışıyorlar. Niye şöyle yarattı, niye böyle yarattı, böyle yapması adaletli değil, mantıklı değil diye hâşâ Yaratana hesap sormaya çalışıyorlar. Yaratılan, Yaratıcısını nasıl, ne ile, hangi kuvvetle hesaba çekebilir? Bir sivrisineği veya bir buğday tanesini bile yapmaktan aciz olan ahmak insan, hâşâ Rabbini nasıl hesaba çekebilir?
3- Dinleri kabul etmiyorlar. Buna rağmen bozuk dinleri İslamiyet’e tercih ediyorlar. Bazı saf Müslümanlar da, madem öyle, gelin birlik olalım, ortak noktalar bulalım diye nefes tüketiyorlar.
4- Âlemlere rahmet olarak gönderilen, son peygamber için, hâşâ postacı idi, Kur’anı getirdi, vazifesi bitti diyerek peygambersiz din meydana getirmeye çalışıyorlar. “Yalnız Kur’an, Kur’andaki din, Herkes Kur’andan anladığına uysun” diyerek dini değiştirmeye, yozlaştırmaya çalışıyorlar.
5- Bunlar, işlerine gelince hadisi delil gösterirler, gelmeyince de hepsi uydurma derler. Bunların en bariz hile ve taktiği, olmuş bir olayı bozarak, Bektaşi gibi bir kısmını alıp diğer kısmını almayarak yarım anlatırlar, olayı değiştirerek, yarısını alıp yarısını gizleyerek Müslümanların şüpheye düşmesine çalışırlar. Bunları iyi tanıyıp tuzaklarına düşmemeli.
6- Âlimler köprüsünü yıkmak istiyorlar. Çoban da anlar diyorlar da, İmam-ı a’zamın, İmam-ı Malikin, İmam-ı Rabbaninin, İmam-ı Gazalinin anladığını kabul etmiyorlar. Hak mezheplere bölücülük diyerek yıkmaya ve herkesi mezhepsiz yapmaya çalışıyorlar.
7- Eshaba olan itimadı sarsarak, hadislerin ve Kur'anın doğruluğundan şüphe uyandırıyorlar.
8- Gerçek halife olmadığını, onların hilafetinin sahih olduğunu söyleyen binlerce âlimin de gerçek âlim olmadığını, dolayısıyla bu âlimlerin sözlerine itimat edilemeyeceği fikrini yaymaya çalışıyorlar.
9- Geri kalışımızı ictihad yapılmayışına bağlamak, Kur'an-ı kerimin yalan yanlış şekilde tevil ederek yeni ictihadlar çıkarmak suretiyle dini bozuyorlar.
10- Resulullah Kur'an-ı kerimi açıklamış, onun hadis-i şeriflerini de âlimler açıklamıştır. Din düşmanları bunları hiçe sayarak herkesin bizzat Kur'an-ı kerimden kendi anlayışının ölçü alınmasını istiyorlar. Böylece herkese göre farklı din meydana çıkarmaya çalışıyorlar.
Bunları uzatmak mümkündür. Müslümanlar, bunlara dikkat etmelidir.
.
Dinde zorlama yoktur
Sual: (Yalnız Kur’an) diyerek Resulullahı dışlamaya çalışan zındıklarla, Mısırlı Reşat Halife’nin kurduğu “Ondokuzculuk” dininde olanlar, Buhari’deki, (Dininden dönüp mürted [kâfir] olanı öldürün)mealindeki sahih hadis-i şerif için, (Bu hadis Kur’ana aykırıdır. Çünkü Kur’anda dinde zorlama yoktur âyeti ile çelişmektedir) diyorlar. Buna nasıl cevap verilir? CEVAP Önce şunu söyleyelim ki, bunlar, kesinlikle Kur’ana inanmıyorlar. İnansalar, Kur’an-ı kerimde Allahü teâlânın, (Onu âlemlere rahmet olarak gönderdim, Beni seven ona tâbi olur. Ona itaat bana itaattir. Onun getirdiklerini alın, yasak ettiklerinden sakının. O kendiliğinden konuşmaz) diye övdüğü Peygamberinde hiç suç ararlar mı?
Bunlar, Buhari’deki bir hadise uydurma diyoruz da diyemezler. Hadis, her bakımdan sahihtir. Çamur at izi kalır diyorlarsa, iyi bilinmeli ki, sadece Buhari’de değil, hiçbir hadis kitabında veya hiçbir Ehl-i sünnet âlimin kitabında uydurma hadis olmaz. Böyle suçlamalar, din düşmanlarının, dini bize ulaştıran eshab-ı kirama ve Resulullaha itimadı sarsmak ve dolayısıyla müslümanları dinden uzaklaştırmak için uyguladıkları hain bir planın maddelerinden biridir.
İslam devleti Hristiyan ve Yahudilerin ibadetlerine karışmaz. Hiçbir baskı yapılmaz. Bu kaideler, Müslümanların ahlakını ve milli birliğini bozulmaktan muhafaza eder. (Dinde zorlama yoktur) âyeti, başka dinde bulunan bir kimsenin zor ile Müslüman yapılamayacağını ifade etmektedir. (Allah yolunda göç edinceye kadar hiçbir kâfiri dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün) mealindeki Nisa suresinin 89. âyeti ise, İslamiyet’i kabul ettikten sonra, ondan yüz çevirip mürted olanların öldürülmesi gerektiğini bildirmektedir. Bir gayrimüslim, zorla Müslüman yapılmaz.
Düşmanlarla yapılan savaşı ise şahıslar değil, İslam devleti yapar. Bunu da her gayrimüslimle değil, insanlara zulmeden zalim krallarla yapar. Müslüman olmaya kimse zorlanmaz. Çünkü Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Dinde zorlama yoktur.) [Bekara 256]
Fert olarak hiç kimse asla öldürülmez. Ama ortada bir devlet varsa, devlet başkanının izni ve emri ile zalim krallara savaş açılabilir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Eğer sizden uzak durmaz, barış teklif etmez ve ellerini çekmezlerse onları yakalayın, rastladığınız yerde öldürün. İşte onlar için size apaçık yetki verdik.) [Nisa 91]
(Fitne tamamen yok oluncaya kadar onlarla savaşın.) [Bekara 193, Enfal 39]
(Onları [kâfirleri] bulduğunuz yerde öldürün.) [Bekara 191)
(Haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün; onları yakalayıp hapsedin ve onları her gözetleme yerinde oturup bekleyin. Eğer tevbe eder, namazı doğru kılar, zekâtı da verirlerse artık yollarını serbest bırakın.) [Tevbe 5]
(Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kabul etmeyen kitap ehli, küçülüp cizye verinceye kadar savaşın.) [Tevbe 29]
(Yakınınızda bulunan inkârcılarla savaşın; sizi kendilerine karşı sert bulsunlar.) [Tevbe 123]
(İnandıktan sonra inkâr edip, inkârda aşırı gidenin tevbesi kabul edilmez.) [A. İmran 90]
“Dinde zorlama yoktur” ne demektir?
Sual: Kur'anda, (Dinde zorlama yoktur) emri mevcutken, dinin emrini yapmayanlara çeşitli cezalar veriliyor. Mesela içki içen veya zina eden cezalandırılıyor. Bu bir çelişki değil mi? CEVAP Kur'an-ı kerimde çelişki olmaz. Bu âyet-i kerime, (Kâfir olan Yahudi ve Hristiyanlar, Müslüman olmaya zorlanmaz) demektir. Bu âyet-i kerimenin nesh edildiğini bildiren müfessirler de vardır. O âyet-i kerimenin tamamı şu mealdedir: (Cizye vermeyi kabul eden kitap ehli kâfirleri, İslam dinine girmek için zorlamak yoktur, imanla küfür kesin olarak meydana çıkmıştır. Artık azgınlığa ve sapıklığa sevk edenleri tanımayıp da, Allah'a iman eden, elbette kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah hakkıyla işiten ve bilendir.) [Bekara 256]
Burada, (Bir kâfir, Müslüman olmaya zorlanamaz) deniyor. Osmanlılar, Yahudi ve Hristiyanları iman etmeye zorlamamış, üstelik dinlerini rahatça yaşamalarını sağlamıştır.
Âyet-i kerimede, Müslüman için, (Yaptığı suçun cezası verilmez) denmiyor. Bir kimse, Müslüman olunca statüsü değişiyor. Mükellefiyetler yükleniyor. Yani bazı sorumluluklar alıyor. Dinimizin yasak ettiği hangi suçu işlerse işlesin, cezayı hak ediyor. Mesela açıktan oruç yerse veya açıktan namaz kılmazsa cezalandırılıyor, ama bunları gayrimüslim yapsa, cezalandırılmıyor. Çünkü kâfirin statüsü ayrıdır.
Bir memur, çalıştığı iş yerine hiç gitmezse, istifa etmiş kabul edilir yani o iş yeriyle alakası kesilir. Çünkü memurun, o iş yerinin çalışma şartlarına uyması lazımdır. Ama bir tüccar, memurun çalıştığı iş yerine gitmese, bir şey denmez. Herkes, bulunduğu ülkenin kanunlarına uymak zorundadır, uymazsa cezalandırılır. Kanunsuz, kuralsız ülke olmaz. Müslümaların da, Müslümanlığın kurallarına uyması lazımdır. Kuralsız din olmaz.
.
Batılı meşhurların İslam hayranlığı
Gayrimüslim oldukları halde, Müslümanlığa hayran olan bazı meşhur kimselerin İslamiyet hakkındaki düşüncelerini kısaca naklediyoruz:
1- Tarihe ünlü bir kumandan, aynı zamanda bir devlet adamı olarak geçen Fransa imparatoru birinci Napoléon (Napolyon) (1769–1821) Mısır’a girdiği 1798’de, İslamiyet’in büyüklüğüne, doğruluğuna hayran kalmış, hatta bir ara Müslüman olmayı bile düşünmüştü. Belki de aforoz edilirim korkusuyla bundan vazgeçmiştir. Aşağıdaki satırlarCherfils’in, (Bonaparte et İslam) ismindeki eserinden aynen alınmıştır: (Napolyon şöyle diyordu:
Allah’ın varlığını ve birliğini, Musa peygamber kendi milletine, İsa peygamber Romalılara; fakat Muhammed peygamber bütün dünyaya bildirdi. Arabistan tamamıyla putperest olmuştu. İsa aleyhisselamdan altı asır sonra Muhammed peygamber kendisinden önce gelmiş olan İbrahim, İsmail, Musa ve İsa’nın Allah’ını Araplara tanıttı. Arapların yanına sokulan Aryenler, hakiki İsa dinini bozarak onlara Allah, Allah’ın oğlu, Ruhulkudüs gibi, kimsenin anlayamayacağı inançları yaymaya çalışıyor, doğunun barış ve huzurunu tamamen bozuyorlardı. Muhammed peygamber onlara doğru yolu gösterdi. Araplara yalnız bir tek Allah olduğunu, Onun ne babası, ne de oğlu bulunmadığını, böyle birkaç Allah’a tapmanın puta tapmaktan kalan saçma bir âdet olduğunu anlattı.)
Kitabın başka bir yerinde Napolyon’un, (Öyle zannediyorum ki, yakında bütün dünyanın aklı başında kültürlü insanlarını bir araya toplayarak bir hükümet kurmak ve bu hükümeti idare etmek imkânını bulacağım. Ancak Kur’anda yazılı olan esasların doğruluğuna inanıyorum. Bunlar, insanları bahtiyarlığa götürecektir) sözleri yazılıdır. 2- En büyük ilim adamlarından biri olan İskoçyalı Thomas Carlyle(1795-1881), 14 yaşında üniversiteye girmiş, hukuk, edebiyat ve tarih okumuş, Almanca ve Doğu dillerini öğrenmiş, meşhur Alman edibiGoethe ile mektuplaşmış ve onu ziyaret ederek, ona İslamiyet hakkındaki düşüncelerini nakletmiştir. Konferansından: (Kur’anı okudukça, onun sıradan bir edebi eser olmadığını, hemen hissedersiniz. Kur’an-ı kerim, kalbden gelen ve diğer bütün kalblere hemen nüfuz eden bir eserdir. Diğer bütün eserler, bu muazzam eser yanında, çok sönük kalır. Kur’anın göze çarpan ilk karakteri, onun doğru ve mükemmel ve yol gösterici, dürüst bir rehber olmasıdır. Bence, Kur’anın en büyük meziyeti budur. Bu meziyet diğer birçok meziyetlere de yol açmaktadır.)
Seyahat hatırasından: (Almanya’da, dostum Goethe’ye, İslamiyet hakkında topladığım bilgileri ve bu husustaki düşüncelerimi anlatmıştım. Goethe beni dikkatle dinledi ve en sonunda bana, “Eğer İslam bu ise, hepimiz Müslüman olmalıyız” dedi.)
3- Mahatma Gandhi (1869–1948), Batı Hindistan’ın tanınmış Hristiyan bir ailesindendir. Babası, Porbtandar şehrinin başpapazı idi. Çok zengindi. Hindistan’ın istiklale kavuşması için babasının ve kendi servetinin hepsini bu uğurda harcadı. Gandhi’nin gayretleri, ülkesinin bağımsızlığa kavuşmasıyla sonuçlandı. Hindistan, İngiliz sömürgesi olmaktan kurtuldu. Hindular ona (Mübarek) manasına gelen Mahatma ismini verdiler.
Gandhi, İslam dinini ve Kur’an-ı kerimi dikkatle incelemiş ve Müslümanlığa hayran olmuştu. Bu hususta şöyle demektedir: (Müslümanlar, en azametli ve muzaffer günlerinde bile, mutaassıp olmamıştır. İslamiyet, dünyayı yaratana ve Onun eserine hayran olmayı emretmektedir. Batı, korkunç bir karanlık içindeyken, Doğuda parlayan göz kamaştırıcı İslam yıldızı, azap çeken dünyaya ışık, barış ve rahatlık vermiştir. İslam dini, yalancı bir din değildir. Hindular bu dini dikkatle inceledikleri zaman, onlar da, İslamiyet’i benim gibi seveceklerdir. Ben, İslam dininin Peygamberinin ve Onun yakınında bulunanların, nasıl yaşadıklarını bildiren kitapları okudum. Bunlar, beni o kadar etkilendirdi ki, kitaplar bittiği zaman, bunlardan daha fazla olmamasına üzüldüm. Ben şu kanaate vardım ki, İslamiyet’in süratle yayılması, kılıç sebebiyle olmamıştır. Aksine, her şeyden önce sadeliği, mantıki olması ve Peygamberinin büyük alçak gönüllülüğü, sözünü daima tutması, yakınlarına ve Müslüman olan herkese karşı sonsuz sadakati sebebiyle İslam dini birçok insanlar tarafından seve seve kabul edilmiştir.
Müslümanlık, ruhbanlığı ortadan kaldırmıştır. İslamiyet, başından beri sosyal adaleti emreden bir dindir. Hristiyanlığın birçok eksikleri olduğu için, türlü reformlar yapılmak zorunda kalındığı halde, Müslümanlığın ise ilk günündeki şeklinden, hiçbir şey değiştirilmemiştir.)
4- Fransa’nın dünyaca tanınmış büyük ediplerinden ve devlet adamlarından biri olan Lamartine, (1790-1869), vazifeyle bütün Avrupa’yı ve Amerika’yı dolaşmış ve bu arada, Sultan Abdülmecid han zamanında Türkiye’ye de gelmiştir.
Lamartine, (Histoire de Turquie = Türkiye Tarihi) adlı eserinde diyor ki: (Hazret-i Muhammed bir yalancı peygamber miydi? Onun eserlerini ve tarihini inceledikten sonra bunu düşünemeyiz; çünkü yalancı peygamberlik iki yüzlülüktür. İki yüzlülükte inandırma kuvveti yoktur; nasıl ki, yalanda da doğruluğun kudreti bulunmaz.
Mekanikte bir cisim atıldığı zaman onun varabileceği yer, fırlatma gücüyle orantılıdır. Bir manevi ilhamın gücü de onun meydana getirdiği eserle orantılıdır. Bu kadar çok şey taşıyan, bu kadar uzaklara kadar yayılan ve bu kadar uzun zaman aynı kudrette devam eden İslamiyet yalan olamaz. Bunun çok samimi ve çok inandırıcı olması gerekir. Onun hayatı, uğraşmaları, memleketinin hurafelerine ve putlarına kahramanca saldırıp onları parçalaması, puta tapan çoğunluğun hiddetlerine karşı koymak ataklığı, kendine saldırdıkları halde, 13 sene Mekke’de buna dayanması, hemşerileri arasında türlü hadiseler çıkartmak ve kendini adeta kurban yerine koymak gibi hallere tahammül etmesi, Medine’ye hicreti, durmadan yaptığı teşvikler ve verdiği vaazlar, çok üstün düşman kuvvetleriyle yaptığı savaşlar, kazanacağına olan güveni, en büyük felaket zamanında bile duyduğu insanüstü güvence, zaferde bile gösterdiği sabır ve tevekkül, dini tebliğ etme azmi, sonsuz ibadeti, Allah ile mukaddes konuşmaları, ölümü, ölümünden sonra da devam eden şan ve şerefi, zaferleri, Onun hiçbir zaman bir yalancı peygamber olmadığını, tam aksine büyük bir imana sahip bulunduğunu gösterir.
İşte bu imanı, Rabbine olan itimadı, Ona, ortaya iki yeni itikad, iman koymasını sağladı: Biri, (Tek ve ebedi varlık olan bir Allah’ın bulunduğu), ikincisi ise (Putların tanrı olmadığı) idi. Birincisiyle Araplara, o zamana kadar bilmedikleri, bir olan Allahı tanıtıyor, ikincisi ile de, o zamana kadar tanrı zan ettikleri putları onların elinden alıyordu. Kısaca, bir kılıç darbesi ile yalancı ilahları, putları kırıyor, bunun yerine onlara (Tek Allah) inancını yerleştiriyordu.
Hatip, peygamber, kanun koyucu, cenkçi, insan düşüncelerini etkileyici, yeni iman esasları koyan ve yirmi büyük dünya imparatorluğu ile bir büyük İslam devleti kuran kişi: İşte Muhammed peygamber budur! İnsanların büyüklüğü ölçmek için kullandıkları bütün ölçülerle ölçülsün; acaba Ondan daha büyük bir şahıs var mıdır? Olamaz!)
5- İslamiyet’ten önce Arabistan bir çöl ve orada oturan insanlar da yarı vahşi bedevilerdi. Putperesttiler. Birçok puta taparlardı. İlkel bir hayat sürerlerdi. Kız çocuklarını diri diri gömmek gibi korkunç âdetleri vardı. İşte böyle aciz, zavallı, vahşi olan bir kavim, onlara rehberlik eden Muhammed peygamber sayesinde birdenbire değişmiş, tam bir medeniyete kavuşmuş, olağanüstü bir gayretle 30 sene içinde, doğuda Türkistan ve Hindistan, batıda İspanya olmak üzere akla hayret veren çok kudretli bir İslam devleti meydana getirmiştir. İlimde, fende ve medeniyette son derece ilerlemişler, o zamana kadar bilinmeyen birçok şeyler keşfetmişlerdir. İlim, fen, tıp ve edebiyatta en yüksek mertebeye varmışlardır. İlimde o kadar ileri gitmişlerdi ki, Papalar bile Endülüs Üniversitelerinde okuyor, dünyanın her tarafından koşup gelenler, bu üniversitelerde fen ve tıp tahsil ediyorlardı.
O zamanın Avrupa’sından bahseden John W. Drapper gibi tarafsız bir tarihçi, (Avrupa’nın manevi inkişafı) ismindeki eserinde şöyle demektedir: (O zamanki Avrupalılar, tamamen barbardı. Hristiyanlık onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Hristiyan dininin başaramadığını, İslam dini başardı. İspanya’ya gelen Araplar, önce onlara yıkanmasını öğrettiler. Sonra, onların üzerindeki parça parça olmuş, bitlenmiş hayvan postlarını çıkararak, temiz, güzel elbiseler giydirdiler. Evler, konaklar, saraylar yaptılar. Onları okuttular. Üniversiteler kurdular. Hristiyan tarihçiler, İslam’a karşı olan kinlerinden ötürü, bu hakikati gizlemeye çalışmakta, Avrupa’nın medeniyette Müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu bir türlü itiraf edemezler.)
6- Almanya’da Stuttgart şehrinde 1888’de yayınlanmış olanKürschner ansiklopedisinin (Muhammed ve İslam dini) hakkındaki yazısından bir bölümü şöyle: (Hazret-i Muhammed, gayet güzel huylu, güler yüzlü, kibar tavırlı ve çok dürüst bir zattı. Daima hiddet ve şiddetten kaçmış, hiçbir zaman zulüm yapmamıştır. Müslümanların daima iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennete iyi huy ve sabırla gidileceğini bildirmiştir. Doğru sözlülüğün, merhametin, fakirlere yardımın, misafirperverliğin, şefkatin, Müslümanlığın esas temelleri olduğunu beyan etmişti. Daima kanaat ile yaşamış, debdebe ve gösterişten kaçınmıştır. Müslümanlar arasında hiçbir sınıf farkı tanımamış, en fakir bir Müslümanın bile hatırını gözetmiştir. Büyük bir zaruret olmayınca, zora başvurmamış, bütün meseleleri tatlılıkla, anlaşmayla, nasihat ve izahla halletmeye uğraşmış ve başarılı olmuştur. 630’da tekrar Mekke’ye dönerek, bu şehri kolayca fethetmiş ve çok kısa zaman içinde, vahşi Arapları, dünyanın en medeni insanları haline getirmiştir.)
7- 1893–1898 seneleri arasında İstanbul’da İngiltere elçiliği birinci kâtibi olan Sir Charles Eliot 1900’da basılan (Turkey in Europe = Avrupa’da Türkiye) adlı eserinin (Müslümanlık dini) kısmında şöyle demektedir: (İsa peygamberin mülkü, bu dünya değildi. Eğer Hristiyanlık, belli bir hükümet veya teşekküle bağlı olsaydı, bu din arada kaynar giderdi. Müslümanlıkta ise, bunun tamamen aksi olduğu görülür. Muhammed peygamber, yalnız bir din adamı değil, aynı zamanda, çok büyük bir liderdi. Kendisini ziyarete gelenler, Ona karşı, Papa’ya ve Sezar’a duyulan saygıların birleşimi halinde bir saygı duyarlardı. Muhammed peygamber, daima dikkatli bir devlet adamı olmuş, yaptığı fevkalade işlere ve bütün mucizelerine rağmen, kendisinin tevazu sahibi bir insan olduğunu söylemiştir. Hayatında hiç bir hatası yoktur.)
Sir Eliot devam ederek diyor ki: (Müslümanlığın en güzel bir tarafı da, vatandaşları ve yabancıları birbirinden ayırmayışıdır. İslamiyet’in insana verdiği önem çok büyüktür. Mesela, İslamiyet’e inananların en güzel örneklerinden olan Türk askeri, son derecede emir dinler. Diğer milletlerde böyle bir asker hemen hemen yoktur. Türk askerinin disiplini, amirlerine itaat etmesi, cesareti, onun Müslüman oluşundan ileri gelmektedir. Bu güzel huyları ona Müslümanlık öğretmektedir. Müslümanlık aynı zamanda, (Zekât vermek) sayesinde, insanlar arasında (servet birliği)ni de kurmakta, birçok felaketlere sebep olan zengin fakir farkını kaldırmaya gayret etmektedir. Bu haşmetli din, herkesin anlayacağı kadar basittir. Muhammed peygamberin hayatı üzerinde insaflı ve etraflı tetkik yapmış olanlar, Ona karşı büyük bir muhabbet ve hürmet duyarlar.) 8- Fransa’nın Touraine şehrinde doğmuş olan İtalyan asıllı Fransız devlet adamı Henri A. Ubicini, senelerce Türkiye’de kalmış olup, 1851 de Paris’te yayınlanan (La Turquie Actuelle = Bugünkü Türkiye) eserinde, İslam dini hakkında şöyle demektedir: (İslam dini, insanlara şefkat ve idrak emreder. Avrupa’nın (dinsiz) diye sinesinden attığı bahtsız insanlar, padişahın misafiri oldular ve Müslüman Türk dünyasında, vatanlarında mahrum oldukları, hürriyet ve emniyet içinde yaşadılar. Bütün din mensupları, burada aynı adaleti ve şefkati gördüler. Türklere ve Müslümanlara barbar diyen Avrupalı, onlardan misafirperverlik ve insanlık dersi aldı. 16. asırda yaşamış olan bir yazar, “Ne gariptir, ben İslam ülkelerini gezdim. Barbar dediğimiz Müslümanların şehirlerinde ne kaba kuvvet, ne de cinayet gördüm. Herkesin hakkına saygı gösteriyorlar. Gariplere yardımcı oluyorlar. Büyük küçük, Hristiyan, Yahudi veya Müslüman, hatta dinsiz olsun, aynı adaleti ve merhameti buluyor” demektedir. Ben de ona katılıyorum.)
9- Dünyanın en büyük şirketlerinden HP'nin yönetim kurulu başkanı Bayan Carly Fiorina, ana konuşmacı olarak davet edildiği, (Teknoloji, piyasalar ve hayat tarzımız: Gelecekte neler olacak?) konulu konferansta yaptığı konuşmasının sonunda özetle şöyle dedi: (Bir zamanlar tarihte öyle bir medeniyet vardı ki, o dönemin en büyük medeniyetiydi. Bu medeniyet birçok kıtalara yayılmış, sınırları okyanustan okyanusa, kuzey iklimlerinden tropik iklimlere ve çöllere kadar uzanmıştı. O medeniyetin tebaası olarak, farklı ırklardan, farklı dillerden, farklı kültürlerden yüz milyonlarca insan yaşamıştı. Bu medeniyette konuşulan dillerden bir dil, dünyada çok konuşulan bir dil haline gelmiş ve farklı kıtalardan insanlar arasında köprü olmuştu. Bu medeniyetin ordusundaki farklı milletlerden olan askerler, tebaasına ve dünyaya, dünyanın belki de hiçbir zaman görmediği bir barış sundu. Bu medeniyetin tacirleri, Latin Amerika'dan Çin’e ve arada kalan bütün ülkelere ulaşmışlardı.
Yeni buluşlar bu medeniyetin temel taşlarından biri olmuştu. Bu medeniyetin mimarları, yerçekimi hesaplarına dayanan binalar yapmışlar, matematik bilginleri, bilgisayarın temel algoritması olan algebrayı (cebiri) bulmuşlar ve kodlamayı keşfetmişlerdi. Doktorları, hastalıklara yeni ilaçlar bulmuşlar, uzay bilginleri gökyüzündeki yıldızları incelemişler ve onları isimlendirerek, bugünkü uzay çalışmalarının temellerini atmışlardı. Edipleri, hikâyeler yazmışlar ve şairleri kendilerinden öncekilerin yazmadığı şekilde sevgi üstüne şiirler yazmışlardı.
Öteki medeniyetler yeni fikirlerden korkarken ve sansür uygularken, bu medeniyet devamlı yeni fikirlere açık olmuş ve bilgiyi, kültürü devamlı canlı tutmuştu. Sözünü ettiğim medeniyet, 800’den 1600 yılına kadar uzanan ve Osmanlı İmparatorluğu'nu da içine alan, Kanuni Sultan Süleyman’lar gibi hükümdarlar yetiştiren İslam medeniyetidir. Bu medeniyetin bize sunduğu miras, bugünkü Batı medeniyetinin temelini oluşturmaktadır. Bugünkü teknoloji İslam matematikçilerinin sayesinde vardır. Sufî yazar Mevlana gibi yazarlardan çok şeyler aldık. Kanuni Sultan Süleyman gibi hükümdarlardan tolerans göstermeyi ve liderliği öğrendik. Bu medeniyetten dersler çıkarmalıyız.)
Netice: Görülüyor ki, artık birçok batılı filozof, ilim ve siyaset adamları da, İslam dininin mükemmeliyetini kabul etmektedir. Peygamber efendimiz hakkında methiyeler söylemekte, Kur’an-ı kerimden, büyük bir hürmet, büyük bir takdir, büyük bir hayranlıkla bahsetmektedirler; fakat bunlar, Kur’an-ı kerimi, Allah kitabı olarak değil, Muhammed aleyhisselamın yazdığı büyük ve kıymetli bir eser olarak kabul etmektedirler. Eğer böyle olmasaydı, bütün bu hayranların Müslüman olmaları gerekirdi.
Halbuki Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Kulumuza [Muhammed aleyhisselama] indirdiğimizden [Allah’tan geldiğinden] bir şüpheniz varsa, iddianızda doğru iseniz, Allah’tan gayri şahitlerinizi [bilginlerinizi] de yardıma çağırıp, haydi onun benzeri bir sure meydana getirin! Bunu yapamazsınız, asla yapamayacaksınız da.) [Bekara 23, 24]
(Kur’an, eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Ona önünden, ardından[hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd ettiği hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından indirilmiştir.) [Fussilet 41-42]
(Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, peygamberini, hidayet ve hak din İslam ile gönderen Odur. Şahid olarak Allah yeter.) [Feth 28]
.
Kutsal aile
Sual: Hep “Ben” diye konuşan biri, (İslam’ın genel tevhid anlayışı doğrultusunda “Kutsal aile”, “Asalet”, yani asîl olmak diye bir şey kabul etmem. Bir insan doğuştan asîl veya kutsal olamaz. Bence bir insanı doğuştan asîl veya kutsal görmek apaçık şirktir. Âdem ve Nuh nebinin çocuklarından biri kâfir olmuştur. Bu da gösteriyor ki, peygamber de olsa, her çocuğu asîl olamaz. Yani hiçbir kişi, doğarken asîl olarak doğmaz) diyor. Her çocuğun günahkâr olarak doğması, Hristiyanlık inancı değil midir? Müslümanlıkta bir insan peygamber veya evliya olarak doğmaz mı? CEVAP Peygamberlik, kutsal aile ve asalet değil midir? Peygamber kutsal değilse kim kutsal olur ki? Peygamber efendimiz, peygamber olarak doğmuştur. Hazret-i İsa’nın da peygamber olarak doğduğu âyet-i kerime ile sabittir. (Saf 6)
Seyyid ve şeriflerin hepsi kutsal ailedir.
Birçok evliya zat da, birer velî olarak doğmuştur. Birkaç örnek verelim: 1- Seyyid Abdülkadir Geylanî hazretleri, daha doğmadan, büyük bir zat olacağına dair birçok alamet görülmüştü. Peygamber efendimiz rüyasında babasına, (Ey Ebu Salih! Allahü teâlâ bu gece sana derecesi yüksek bir erkek evlat ihsan etti. O benim oğlumdur. Evliya arasında derecesi yüksek olacaktır) buyurdu. Doğduktan sonra yüksek hâlleriyle dikkatleri çekti. Ramazan-ı şerifte gün boyunca süt emmez, iftardan sonra emerdi. Bu hâlini anlatan şiirindeki iki mısra şöyledir: Nice üstün hâllerim, dillerde söylenirdi,
Beşikte oruç tuttum, bunu herkes bilirdi.
Doğduğu yılın Ramazan ayının sonunda havalar bulutluydu. Bunun için Ramazanın çıkıp çıkmadığında tereddüt edildi. Halk, çocuğun süt emip emmediğini sorunca, annesi emmediğini söyledi. Böylece Ramazanın henüz çıkmadığını anlayıp oruca devam ettiler.
Çocukken okula giderken meleklerle beraber yürüdüğünü görür, meleklerin (Yer açın, evliyadan bir zat geliyor) dediklerini duyardı. Melekler, (Bu asîl bir ailenin çocuğudur. İleride büyük bir zat olacaktır) derlerdi.
2- Silsile-i aliyyeden büyük âlim ve velî bir zat olan ve âriflerin sultanı denilen Bayezid-i Bistamî hazretleri, daha annesinin karnındayken kerametleri görüldü. Annesi ona hâmileyken şüpheli bir şeyi ağzına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu.
3- Annesi, Hâce Muhammed bin Ebu Ahmed el-Çeştî hazretlerine hâmileyken, karnından Lâ ilâhe illallah dediğini duyardı. Bir gün babası, ana rahmindeki bu oğluna, (Esselâmü aleyke yâ veliyullah) dedi. Çocuk da, (Ve aleykesselâm ey babam) dedi.
Doğar doğmaz, yedi defa Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resulullahdedi. Muharrem ayının ilk on gününde hiç süt içmeyip, oruç tuttu.
4-Muhammed Mehdî hazretlerinin doğacağı gece, babası İmam-ı Askeri, evinde bulunan teyzesine, (Teyze, bu gece bizim evde bulun! Oğlumuz doğacaktır) dedi. Teyzesi, (Hanımın Nergis'te hamilelik alameti yok. Çocuk kimden olacak?) deyince, (Nergis hâmilelik yükünü çekmeden, doğuracaktır) dedi. Teyzesi anlatır:
(Gece teheccüde kalktım. Nergis de kalktı. “Sabah olmak üzere henüz çocuk doğmadı” diye düşündüm. Babası, “Teyze Nergis'in odasına git!” dedi. Nergis'in odasına gittim. Kadr sûresi ile Âyet-el-Kürsî'yi okudum. Annesinin karnında çocuk da bunları okuyor, sesi duyuluyordu. Az sonra çocuk doğdu. Babası, "Teyze, oğlumu getir!” dedi. Çocuğu götürdüm. Babası, çocuğa “Konuş!” dedi. Çocuk bir âyet-i kerime okudu. O sırada etrafımızı yeşil renkli kuşlar sardı. Bunların melekler olduğunu öğrendim.)
5- Süfyan-ı Sevrî hazretleri Tebe-i Tâbiîn’in büyüklerindendir. Annesi ona hâmileyken komşudan habersiz bir turşuyu ağzına koydu. Karnındaki çocuk, başını şiddetle annesinin karnına vurdu. O anda annesi, yediği turşuyu izinsiz aldığını hatırlayıp, komşuya koştu. Onunla helalleşti.
6- Ebü'l-Vefâ hazretleri, daha bebekken oruç tutmaya başladı. Ramazan ayında,gündüzleri annesinin memesinden süt emmez, sâdece geceleri emerdi.
7- Ahmed Kuddûsî hazretleri anlatır:Ben, ana karnındayken, (Kuddûs, Kuddûs) diye zikrediyormuşum. Bunu duyan babam, anneme, (Kimseye söyleme, bu oğlumuzun kemal sahibi olacağı anlaşılıyor) demiş. Bir şiirinden: Validem duymuş bunu,
Ana rahminde iken,
Etmişim takdis O'nu,
Derim ben Kuddûsî'yem.
Bütün bu anlatılanlar, asîl aile, kutsal aile olduğunu göstermiyor mu? Büyük zatların çocukları, torunları, yakınları genelde iyi insanlardır.(Armut, dalının dibine düşer) atasözü de, evladın sülaleye çekeceğini bildiriyor.
Her şeyin istisnası olur. Birer istisna olan Hazret-i Âdem ile Hazret-i Nuh’un o kadar iyi çocukları varken, bir tanesini gösterip, bu gerçek olayları inkâr etmek iyi niyetli kimselere yakışmaz.
Armut, dalının dibine düşer Sual: İyi kimselerin çocukları, torunları, yakınları genelde iyi insanlardır. (Armut, dalının dibine düşer) atasözü de, evladın ana babaya çekeceğini bildiriyor. Bunun istisnası yok mu? Mesela Tevfik Fikret’le Eknel Bey’in oğlunun Hristiyan olması, Molla Sadri’nin oğlunun, Mısırlı bir zındığın dinine girmesi, bir istisna mıdır? CEVAP Bu işin elbette istisnası vardır, ancak bu örnekler bir istisna olarak kabul edilmez. Tevfik Fikret’in kendisi zaten dine şaşı bakan biriydi. Hristiyan olan oğlu Haluk’un annesi de Hristiyan’dı. Armut yine dalından kopup dibine düşmüştür. Merhum Molla ise, oğluna devamlı Kur’anı ölçü almasını söylerdi. (Kur’anı doğru anlayan büyük âlimlere yani dört hak mezhepten birine uy!) demediği için, (Yalnız Kur’an)diyenler gibi, o da, mürted oldu, din değiştirdi. Eknel Bey gibi, papazları öven, komünist Nazım Hikmet’in şiirlerini, Aziz Nesin’in yazılarını başka dile çeviren birinin oğlunun Hristiyan olması yadırganmamalıdır.
.
Arap ve zenci
Sual: Arapların zenci olduğu söyleniyor. Delil olarak da, Arap kızı şiiri gösteriliyor. Arap’la zenci ayrı değil midir? Rastgele bir şiir delil olur mu? CEVAP Arap’la zenci elbette ayrıdır. Zenci, siyah ırklara verilen genel ad olarak biliniyorsa da, doğrusu siyah ırk olan Zengibar [Zanzibar] halkına denir. Zengibar Afrika’nın güney doğusunda Tanzanya'ya bağlı iki adadan biridir. Habeş halkı da siyahtır, bunlara Habeş denir. Mısır halkı esmerdir. Siyah fellahları da vardır.
Arap, sözlükte güzel demektir. Mesela, lisan-ı Arap, güzel dil demektir. Coğrafyada Arap demek, Arabistan yarımadasında doğup büyüyen kimse demektir. Resulullah efendimiz, Arabistan yarımadasında doğduğu için Arap ırkına mensuptur. Araplar, beyaz, buğday benizli olur. Özellikle Peygamber efendimizin sülalesi beyaz ve çok güzeldi. Dedeleri Basralı olan İbrahim aleyhisselam beyazdı.
Anadolu’ya misafir gelen siyah fellahlar, habeşler, zenciler, hürmet ve ikram görmek için, kendilerini Arap olarak tanıtmış. Din düşmanları bu durumdan çok memnun olmuşlar, siyahları, aşağı ve iğrenç olarak tanıtmışlardır. Siyah resimlere, kara köpeklere, resmin negatif filmine Arap dediler. Arapsaçı, Arap sabunu, kara Fatma böceği gibi uydurma isimlerle Arap milletini kötülediler. Arabı siyah olarak tanıtmaya, böylece, Müslümanları Arap olan Peygamber efendimizden soğutmaya çalıştılar.
Bunun bir örneği halk dilinde dolaşan şu Arap kızı şiiridir: Yağmur yağıyor, seller akıyor,
Bir Arap kızı, camdan bakıyor,
Sokağa çıksa, yağmurda kalsa,
Aksa karası, bembeyaz olsa.
Bu şiirde de, Arap kızının kara olduğu, yağmurla yıkanarak beyazlaşması isteniyor.
Şuurlu Müslüman, zenciye Arap denmemesi gerektiğini bilmeli, din düşmanlarının oyununa gelmemeli.
.
O Müslümansa, ben değilim demek
Sual: Bir arkadaş, Müslümanların işlediği yanlış işleri, günahları görünce, (Böyle Müslümanlık olmaz. Onlar Müslümansa ben Müslüman değilim. Ben Müslümanlığı bırakıyorum) dedi. Arkadaşım haklı değil mi? CEVAP Arkadaşınız hiç haklı değildir. Kötüden örnek olmaz. Niye evliya zatlar örnek alınmıyor da, kötü kimselere bakılıyor? Müslümanların yaptıkları yanlış işlerden dolayı Müslümanlık suçlanamaz. Müslümanlık, Allahü teâlânın dinidir. Hâşâ o yanlış işleri Allahü teâlâ mı bildiriyor ki, (Müslümanlığı bırakıyorum) diyor? Arkadaşınızın, (Onlar eğri Müslüman, ama ben İmam-ı Gazalî ve Seyyid Abdülkadir-i Geylanî hazretleri gibi doğru Müslüman olmak istiyorum) demesi lazımdı. Müslümanlığı en iyi şekilde yaşaması lazımdı. Eğri Müslümanlar da var diye, o Müslümanlıktan nasıl çıkar? Onlar zemzem içse, ben içmem denir mi? Müslümanların içinde eğri kimseler de varsa, Müslümanlığın suçu ne? Eğer kendisi doğruysa, (Ben en iyi bir Müslüman olacağım) demesi gerekir. Ben Müslümanlığı bırakıyorum denir mi? Müslümanlığı ancak ahmak olan, kâfir olan bırakır. (Gâvura darılıp oruç yenmez) diye bir atasözü var. Müslümana kızıp da, dinden çıkmak, kendine zarar vermek çok yanlış olur.
Arkadaşınızın Müslüman maskeli gizli İngiliz casuslarından etkilendiği anlaşılıyor. Çünkü böyle provokatörce konuşmak onların meşhur taktiğidir. Bir kısmına bu kötü işleri yaptırırlar, diğer kısmı da yaygarayı basar, (Bunlar Müslümansa biz değiliz, Müslümanlık buysa bırakıyoruz) derler. Zaten Müslüman değillerdi. Maksatları arkadaşınız gibi bu oyuna gelenleri avlamaktır. Papazları buna (ürün elde etmek) diyorlar. Çünkü ikinci aşamada bunlar Hristiyanlaştırılmaya çalışılacaktır.
.
Bedel Hristiyanlıkta olur
Sual: Hristiyan iken Müslüman olan bir hoca, (Dua ederken, evliya olmak gibi büyük şeyler istenirse bedeli ağır olur. Allah, bedel almadan yüksek şeyleri vermez) diyor. Doğru mudur? CEVAP
Doğru değildir. Bedel işi Hristiyanlıkta vardır. Belki Hristiyan iken Müslüman olan o hoca, eski Hristiyanlık bilgisine göre öyle söylemiş olabilir. Çünkü Hristiyanlar diyor ki:
(İlk insanın günahından dolayı, bütün çocuklar günahkâr doğdu, herkesin cehennemlik olması icap etti ve bedel olarak oğul kanı dökmedikçe, insanların affı mümkün değildi. Onun için Tanrı, biricik oğlunu kurban etmek zorunda kaldı.)
(Tanrı, bir günahı affedebilmek için, oğlunun kanını dökmekten başka çare bulamadı) demeleri ne kadar çirkindir. Allah'ın oğlu olmaz. İlah olan, birinin günahını temizlemek için, başka birini öldürmeye niye mecbur olacak? Bir şeye mecbur olan nasıl ilah olur? Papazlar, günahı affedebiliyorsa, Allah'ın günah affetme yetkisi yok mudur? Niye bir oğul öldürecek ki? Böyle bir şeyi zalim bir insanın yapması bile normal değildir.
Papazların ifadelerine göre, eski şeriatlarda, her günah için bir kurban kesilmesini Tanrı emretmiş, günahın bedelinin de, kan akıtmak olduğunu bildirip, (Şu günah için şu kadar hayvan kurban edeceksin) diye emir vermiş. Her günah için bedel, kan akıtmak imiş. Ahd-i Atik’te de böyle olduğu yazılı imiş. Fakat o ilk günah için hayvan kanı bedelolamaz imiş. İnciller’in beyanına göre, Tanrı, hâşâ başka çare bulamamış da, günahkâr kullarını affetmek için, biricik oğlunu kurban etmiş ve oğul kanı akıtarak, onlara babalarından miras kalan, o ilk günahı affetmiş. (C. Veremedi)
Görüldüğü gibi bu bedel safsatası, Hristiyanlıktan gelmektedir. Rabbimizin bedele ihtiyacı yoktur. İhsan ederek verir. Allahü teâlânın 99 isminden biri Vehhâb’dır. Vehhâb, karşılıksız veren, çok fazla ihsan eden demektir. Bedel istemesini söylemek, bu ismine zıttır. Bir ismi de, Kerîm’dir. Kerîm, keremi, lütfu ve ihsanı bol, karşılıksız veren, çok ikram eden demektir. Allahü teâlâ, ismine aykırı iş yapmaz. Hazinesi sonsuzdur, vermekle asla bitmez. İstemesi caiz olan şeylerin, en çoğunu istemelidir. Peygamber olmayı istemek caiz değil, ama evliya olmayı istemek caizdir. (Allah bedel ister) demek çok yanlıştır. O ihsan sahibidir. İhsan, cömert olarak vermek demektir. Bedel istemek, ihsan sahibinin keremine yakışmaz. Üç âyet-i kerime meali: (İman edip iyi işler yapanlara [Allah] ecirlerini tam olarak verecek ve onlara lütfundan daha fazlasını da ihsan edecektir.) [Nisa 173]
(Yâ Rabbî, bize rahmetini ihsan eyle! İhsan sâhibi ancak sensin.)[Âl-i İmran 8]
(De ki, lütuf ve ihsan Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir, rahmeti geniştir ve her şeyi hakkıyla bilir. Rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, bol nimet sahibidir.) [Âl-i İmran 73, 74]
İki hadis-i şerif: (Agâh olun, Allah hakkında hüsnü zanda bulunun! Muhakkak ki Allahü teâlâ, her kula hüsnü zannına göre çok şey verir, hattâ daha da fazla ihsan eder.) [Ebu-ş-Şeyh]
(Allahü teâlâ ihsan sahibidir. Öyle ise siz de ihsanda bulunun!)[İbni Adiy]
İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, çok büyük ihsan sahibidir.Öyle bir ihsan sahibidir ki, kerem ve ihsanlarını dost ve düşman, herkese saçıyor. Behaüddin-i Buhârî hazretleri, (Biz ihsan olunmuşlardanız!) buyurdu. Bu, Allahü teâlânın öyle bir ihsanıdır ki, dilediğine verir. Bekara sûresinde mealen, (Allahü teâlâ dilediğine kat kat verir) buyuruldu. Bunun içindir ki, birkaç günlük iyi işe karşılık, sonsuz nimetler verecektir. Çok yüksekleri istemeli. Ele geçenle oyalanmamalı, bunların ötesini aramalı. (1/256, 3/17, 1/3, 1/302, 1/214, 1/285)
Allahü teâlâ, (Günahlardan kaçıp, ibadet ederek sâlih olmaya çalışıyorsan, bedeli ağır olur) demez. Bedelsiz olarak sâlih veya evliya yapabilir.
Bunları duyan bir hoca dedi ki: Peygamber efendimiz,(Seni seviyorum yâ Resulallah) diyen birine, (Beni seven, fakirliğe hazırlansın. Çünkü beni sevene fakirlik, dağın tepesinden inen selden daha süratli gelir) buyurdu. Demek ki Resulullah'ı sevmenin bedeli varmış. O da fakirlikmiş. Tirmizî’deki bir hadiste de, (Beni seven fakirliğe hazırlansın. Sünnetime uyan, beni sevmiş olur)buyuruluyor. Bunlar bedel değilse nedir?
CEVAP:Bunları herkese şâmil etmek Müslümanlıktan nefrete sebebiyet verebilir. (Resulullah'ı seversen fakir olursun) denir mi? Sünnetlere uyan kimse de, Resulullah'ı sevmiş oluyor. Sünnete uyan, Resulullah'ı sevmiş, dolayısıyla fakirliği garantilemiş mi olur?(Resulullah'ı seversen zengin olmana imkân yok) gibi anlaşılacak tehlikeli bir söz söylemekten sakınmalıdır.
Resulullah'ı seven sahabeden veya evliya zatlardan zengin olanlar yok mu? Müslüman zengin olamaz mı? Hazret-i Osman, Hazret-i Abdurrahman bin Avf çok zengindi. Cennetle müjdelenen on kişiden ikisi idi. Demek ki Resulullah'ı sevmek zengin olmaya mâni değildir. Evliyadan Ubeydullah-i Ahrar hazretleri de çok zengin idi. Peygamber efendimiz, (Ümmetimin en kötüleri zenginlerdir. Cehennemin çoğu zenginlerdir) buyuruyor. Peygamberlerden İbrahim aleyhisselam ve Süleyman aleyhisselam çok zengindi. Zenginlik kötü değildir. Zenginliğini kötü yolda kullanmak kötüdür.
Hadis-i şeriflere bakarak hemen hüküm vermek çok yanlış olur. Açıklamalarına bakmak gerekir. Zenginlik, iyi işlerde kullanılırsa iyi, kötü işlerde kullanılırsa kötü olur. Demek ki zenginliği kötü yolda kullandıkları için zenginler kötülenmiştir. Her zengine, kötü denmemiştir.
Bir de, hadis-i şeriflerin kime, ne zaman, ne maksatla söylendiği bilinmedikçe, o hâliyle anlamak yanlışlığa sebep olur. Peygamber efendimiz, zengin olmak isteyen Salebe’ye, zenginliğin kendisine zarar vereceğini, zenginlik istememesini bildirip, (Ey Salebe şükrünü yapabildiğin az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan iyidir)buyurdu. O da illa zengin olmakta ısrar etti. Duayı alınca zengin oldu. Malının zekâtını vermeyip helâk oldu.
Peygamber efendimiz, başkalarına, (Zengin olmayın) buyurmadı. Herkesin durumuna göre konuşurdu. Buradan genel hüküm çıkarmak çok yanlış olur. Yukarıda bildirildiği gibi, (Resulullah'ı seven fakirleşir) dememeli. Sünnetlere uymak Resulullah'ı sevmekten ileri gelir. (Sünnete uyan Resulullah'ı sevdiği için fakir olur) demek doğru değildir.
(Ben evliya veya sâlih bir zat olmak istiyorum) diyene, (Bedeline katlanabilecek misin?) diyerek Müslümanlıktan nefret ettirmemelidir. Menkıbelerde geçen olaylarla dînî hüküm verilmez. Yüksek bir dereceye kavuşmak için çok sıkıntı çeken olabilir. Bunu genelleştirmek doğru değildir.
Allahü teâlâyı bedelsiz vermez gibi göstermek İslâmiyet'e aykırıdır.
Cenab-ı Hak, bize göz verdi, el verdi, kol verdi, ayak verdi, kulak verdi. Diğer organları verdi. Bir başparmağımız olmasa ne kadar sıkıntı çekeriz. Bir veya iki gözümüzü isteseler para karşılığı satar mıyız hiç? (Bütün dünyayı verseler vermem) diyen çok kişi vardır. Maddî ve mânevî nimetlere karşı bedel olarak ne isteniyor? Bir tek iman isteniyor. Onun da yine Allahü teâlâya hiç faydası yok. O da bizim iyiliğimiz için isteniyor.
Vücudumun her zerresi, gelse de dile,
Şükrünün binde birini yapamaz bile.
Hastalık, bela, sıkıntı günahlara kefaret olur. Kulun günahlarını affettirici ibadeti yoksa, uğradığı belalar, onun günahlarını affettirir. Kulun günahları affolunca, istediği derecelere yükselir. Onun için bazı kimseler belaya maruz kalır. Şu iki hadis-i şerif bunu açıkça bildiriyor: (Kul, Allahü teâlâ katındaki dereceye ameliyle kavuşamazsa, uğradığı belalar o dereceye kavuşmasına sebep olur.) [Ebu Nuaym] (Buna bedel denmez.)
(Kul, ameliyle kendisine takdir edilen mertebeye ulaşamıyorsa, kendisine, ailesine veya malına gelen belalar, ezelde onun için takdir olunan dereceye nail olmasına sebep olur. Allahü teâlâ o kula belalara sabretmesini nasip eder.) [Buhârî] (Buna bedel denmez.)
Allahü teâlâ, ihsan sahibidir, bedelsiz, karşılıksız verir. Nitekim buyuruluyor ki:
Bizi yoktan var eden, en güzel şekli ve lüzumlu uzuvları ihsan eden, her birini bir ahenkle işleten, akıl ve zekâ bahşeden, çeşitli nimetleri karşılıksız ihsan eden ve bize hiç ihtiyacı olmayan, sonsuz kudret sahibi olan Allahü teâlâya şükretmemek çok büyük suçtur. (İslam Ahlakı)
.
Cizye vergisi
Sual: Bir gayrimüslim, (İslâmiyet'te Müslümandan zekât alınırken, niye gayrimüslimlerden cizye alınıyor? Bu, eşitliğe aykırı değil mi?) diye sordu. Cizye nedir ve cizye oranı, zekât oranından farklı mıdır? CEVAP Cizye, gelir vergisi, varlık vergisi demektir.Gayrimüslimlerden cizye almayı emreden İslamiyet, Müslümanların da zekât ve uşur vermelerini emretmiştir.
Zekât bir ibadettir, gayrimüslim kâfir olduğu için onlardan ibadet etmesi istenmez. Onlardan vergi alınır.
Müslümanların vermiş olduğu zekât ve uşur, gayrimüslimlerin vermiş olduğu cizyeden kat kat fazladır. Alınacak cizye miktarı, fakir olandan40, orta hâlliden 80, zenginden 160 gram gümüş veya bu değerde mal yahut tahıldır. Kadınlardan, çocuklardan, hastalardan, yoksullardan, ihtiyarlardan ve din adamlarından cizye alınmaz.
Gelir vergisi olan cizye, karşılık demektir. Ölümden kurtulma ve mallarını, canlarını, her türlü haklarını koruma karşılığında, kâfirlerin devlete verecekleri paradır. İki türlü cizye vardır: Birincisi, kâfirlerle sulh yaparken, kararlaştırılan miktardır. Bu miktar, sonradan hiç değiştirilemez.
İkincisi, her ay sonunda, fakirlerden 0,5 gram altın değerinde 1dirhem gümüş alınır Orta hâlliden 2 dirhem, zenginden 4 dirhem alınır. Çalışamayandan ve senenin yarısından fazla hasta olandan bir şey alınmaz. Senede on bin dirhemden fazla geliri olana zengin denir. 200dirhemden fazla kazanan orta hâllidir. Çocuktan, kadından, çok ihtiyardan, din adamından ve Müslümandan cizye alınmaz. Zekât, uşur, cizye ve haraçtan başka hiç kimseden zorla vergi alınmaz. Alınırsa zulüm olur. Sahiplerine geri vermek lazım olur.
Cizye verenlerin, malları, namusları ve ibadetlerini yapmak hürriyetleri, Müslümanların mal ve namusları gibi olup, herkese eşit olarak, adaletle muamele edilirdi.
Herakliyüs’ün büyük ordularını perişan eden İslam askerlerinin başkomutanı Ebu Ubeyde bin Cerrah hazretleri, zafer kazandığı her şehre, halife Hazret-i Ömer’in emrini göndermişti. Rumlara gönderdiği emir şöyle idi:
(Ey Rumlar! Allahü teâlânın yardımı ve halifemiz Ömer’in emrine uyarak, bu şehri de aldık. Hepiniz ticaretinizde, işinizde, ibadetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza ve ırzınıza kimse dokunmayacak, İslamiyet’in adaleti aynen size de tatbik edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışarıdan gelen düşmana karşı, Müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, Müslümanlardan hayvan zekâtı ve uşur alıyoruz. Sizden de, yılda bir kere cizye alacağız. Size hizmet etmemizi ve cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir.)
.
Müslümanların birbiriyle savaşması
Sual: (Bir mümini kasten öldürenin cezası, içinde temelli kalacağı Cehennemdir) âyeti ile (Bize [Müslümana] silah çeken bizden değildir) hadisine göre de, Hazret-i Ali ile savaşan bütün Eshab kâfir değil midir? Bunun gibi, (Ankara Savaşı’nda, Osmanlı sultanı Yıldırım Bayezid’in askerlerini öldüren Timur ve askerleri kâfirdir) diyenler oluyor. Timur han Müslüman değil miydi? Eshab-ı kiramın tamamı cennetlik olduğuna göre, savaşanlara kâfir demek yanlış değil mi? CEVAP Böyle söyleyenler İbni Sebecilerdir. Onlara itibar edilmez.
Önce âyet-i kerimenin, sonra hadis-i şerifin İslam âlimleri tarafından nasıl açıklandığına bakalım:
Adam öldürmek, zina etmek ve şarap içmek, birer büyük günahtır, fakat günaha kâfirlik denmez. Çünkü Ehl-i sünnet itikadında, amel imandan bir parça değildir, yani günah işleyene kâfir denmez. Bir hadis-i şerif: (Cebrail aleyhisselam, “Allah’a şirk koşmadan ölen Cennete girecektir” dedi. Ben “hırsızlık yapsa, zina etse de mi?” dedim “Evet” dedi. Üç kere sordum, yine “Evet şarap içse de” dedi.)[Buhârî, Müslim, Tirmizî, İhya]
Ebü-d-derda hazretleri, (Ya Resulallah, zina ve hırsızlık eden de, şefaate kavuşacak mıdır?) diye sual edince, cevabında, (Evet, zina ve hırsızlık edene de şefaat edeceğim) buyurdu. İmanla ölen herkes, er geç Cennete girer. (İhya)
Bir Müslümanı, sırf Müslüman olduğu için öldürmek küfürdür. Yoksa alacak davası yüzünden veya parasını almak gibi dünyalık başka bir sebeple öldürmek küfür olmaz. Hiçbir günah küfür yani kâfirlik değildir. Müslüman olduğu için bile öldürülse, pişman olunca, yine Allah bütün günahları affeder. En azılı kâfiri bile affeder, hattâ bütün günahlarını sevaba çevirir. Kâfirliği de, şirki de affeder, yeter ki tevbe ederek ölsün. Tevbe edince, anadan doğduğu günkü gibi temiz Müslüman olur. (Şirki affetmez) demek, (Kâfir olarak müşrik olarak öleni affetmez) demektir. Yani kâfirler âhirette affa uğramayacaktır. (Feraid)
(Bize silah çeken bizden değildir) demek, (Müslümana Müslüman olduğu için silah çekip, onu öldürmek küfür olur. Fakat başka bir sebeple Müslümanla dövüşmek, savaşmak küfür değildir. Eshab-ı kiram arasında savaşlar ve Timur Han’ın, kendisi gibi Müslüman sultanlarla savaşması böyledir. İki tarafa da kâfir denmez. Çünkü Hucurat sûresinin, (Müminlerden iki fırka birbiriyle savaşırsa, aralarını bulun) mealindeki 9. âyet-i kerimede, savaşan iki tarafa da mümin denmekte ve devamındaki, (Müminler, elbette kardeştir. Kardeşlerinizin arasını bulun!) mealindeki onuncu âyeti, her iki tarafın mümin olduklarını açıkça bildirmektedir. Nisa sûresinin, (Allah, şirki elbette affetmez, şirkten [imansızlıktan] başka günahlardan dilediklerini affeder) malindeki 48. âyeti hangi günah olursa olsun, küfür olmadığını, affedilebileceğini göstermektedir Bir başka âyet-i kerime meali: (De ki, ey çok günah işleyerek haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden [bizi affetmez diye] ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah,bütün günahları hiç şüphesiz affeder. Elbette O, sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.) [Zümer 53]
İki Müslümanın savaşması elbette çok kötü bir şey ki, Resulullah efendimiz, Müslümanların birbirleriyle savaşmaması için dua etmiştir. Bir hadis-i şerif: (Rabbimden, ümmetimin umumi bir kıtlıkla ve suda boğularak helâk olmamasını diledim, kabul etti. Ümmetimin birbirleriyle savaşmamalarını da talep ettim, ama bunu kabul etmedi.) [Müslim]
Görüldüğü gibi Müslümanların birbirleriyle savaşmaları Allahü teâlânın bir takdiri olup, farklı ictihaddan meydana gelen bir husustur. Farklı ictihad günah değildir. (Redd-i Revafıd)
.
Dindarlık azalırsa ne olur?
Sual: Rengini belli etmeyen çağdaş bir yazar, (Bakıyoruz, camiler ve tesettürlü bayanlar çoğalıyor. Bir ülkede, dindarlık böyle artarken, insanlara yardım, ahlâk ve adalet azalıyorsa, oradaki din Allah’ın dini olamaz. Onların namazları, oruçları boşunadır) diyor. Bu yazar, Müslümanları kötülediğini sanarak Müslümanlığı suçlamaktadır. Ona göre Allah'ın dini, Müslümanlıktan farklıdır. Dindarlığı da bilmiyor. Dindarlık, dinin emrettiği şeyleri yapmak, yasak ettiği şeylerden uzaklaşmaktır. İnsanlara yardım etmeyen, ahlâksız ve adaletten uzak olan kimseye dindar denebilir mi? Acaba bu yazar, dindarlığı sadece namaz ve tesettür mü zannediyor? İnsanlara yardım, ahlâk ve adaletdinin dışında mı? Bir ülkede ahlak ve adalet yoksa o ülkede dindarlık değil, aksine dinsizlik artmış olmuyor mu? CEVAP Evet, çağdaş görünen bu yazarın, din câhili veya din düşmanı olduğu anlaşılıyor.
Dinsiz bir toplum düşünelim, orada hırsızlık hiç olmasa, herkes birbirine yardım etse, kimse kimseyi kandırmasa, herkes kurallara uysa, hiç anarşi falan olmasa, bu yazara göre, o toplum Allah'ın dinindedir. Bu yazarın Batı kafasında olduğu anlaşılıyor.
Bir ülkede dindarlık azalırsa, aşağıdaki olaylar zuhur eder: Hırsızlık, rüşvet, adam kayırma artar.
Anarşi çoğalır ve faili meçhuller artar.
Zenginler rağbet görür, yoksullar horlanır.
Müslümanlara yobaz; deyyuslara aydın denir.
Zina serbesttir, ama dînî nikâhla yaşamak suç olur.
Loto, toto ve her çeşit kumar serbest olur.
Faiz, tefecilik başını alıp gider.
Kapitalistler, sosyalistler, faşistler ve solcular itibar görür.
Geçen biri, (Solcu demek, yoksulları düşünen, zenginlere diş bileyen kişi demektir) dedi. Biz, solculuğun parlak olduğu, Rusya’nın herkesi solculuğa çağırdığı dönemi de biliyoruz. Solcu, sosyalisttir, sosyal adalet düşmanıdır. Bunlar yoksula düşman olduğu hâlde, onu istismar ederler. Zenginin kazancı haramdan değilse, niye ona imrenmeyip de düşmanlık edilir ki? Yoksul, çalışmayıp, tembelliğinden fakirleşmişse, onu desteklemek de suç olur. Zengin, aklını kullanıp gece gündüz çalışmışsa, namusuyla zengin olmuşsa, onu da desteklemek gerekir. İnsan ne fakirin, ne de zenginin düşmanı olmalı. Çalışıp zengin olmak suç mu? Niye (Zengin de, fakir de olsa ben insanın yanındayım) demiyor da, sadece (Fakirin yanındayım) diyor? Sosyalist zihniyetli Seyyid Kutup gibi, zenginlerin malını alıp fakirlere vermek istemekle adalet sağlanmış olmaz. Her fakir, tembelliğinden dolayı fakir olmadığı gibi, her zengin de çalarak zengin olmamıştır. Solcu, yani fakir istismarcısı, zengin hakkıyla kazansa da, o sermaye düşmanıdır. Kısacası Müslüman sosyal adaletçi, sosyalist ise sosyal adalet düşmanıdır. Sosyal kelimesiyle sosyalist kelimesinin birbirine benzemesi insanı aldatmasın! Bu, (Sözünde doğrudur) ile (Sözde doğrudur) ifadelerine benzemektedir. Biri doğru, öteki yalancı demektir. Müslüman sözünde doğrudur, sosyalist sözde doğrudur. Faşistlik, kapitalistlik, ırkçılık da İslâm dışı ideolojilerdir. Hattâ İslamcılık bile İslamiyet’e aykırıdır. Fanatik kişi, (Müslümanım) diyemiyor da (İslamcıyım) diyor. (Pilavcıyım, elmacıyım) demek gibi bir şey. Elmacı, elma ticaretini yapana denir. Pilavcı çok pilav yiyene denir. Bu İslamcılar İslam’ın ticaretini mi yapıyor veya İslâm'ı yiyip bitirecekler mi? Solcular da, fakirleri istismara devam ediyorlar.
.
Dinimizle ilgili çeşitli sorular
Sual: İslam’ın beş şartı, ne zaman farz oldu? CEVAP Şu zamanlarda oldu:
1- Kelime-i şehadet: Müslümanlığın başlangıcında farz oldu. Beş şarttan ilk farz olan budur.
2- Beş vakit namaz: Hicretten bir yıl önce mirac gecesinde farz oldu.
3- Ramazan-ı şerif orucu: Hicretin ikinci yılında, Şaban ayında farz oldu.
4- Zekât vermek: Orucun farz olduğu yıl, Ramazan ayında farz oldu.
5- Hac: Hicretin dokuzuncu yılında farz oldu.
Dört temel hadis-i şerif
Sual: İslamiyet’in temelini bildiren dört hadis-i şerif hangisidir? CEVAP İslamiyet’in dört temeli, şu dört hadis-i şerifle bildirilmiştir: 1- (Ameller niyetlere göredir.) [Buhari]
2- (Helal ve haram meydandadır.) [Ebu Davud]
3- (Davacının şahit göstermesi ve davalının yemin etmesi lazımdır.) [Tirmizi]
4- (Kendi için istediğini, din kardeşi için de istemeyen, imanı kâmil olmaz.) [Ebu Davud]
Bu hadis-i şeriften birincisi ibadet bilgilerinin, ikincisi muamelat bilgilerinin, üçüncüsü adalet bilgilerinin, dördüncüsü de ahlak bilgilerinin temelidir. (H.L.O. İman)
Sual: Müslümanlık gelmeden önce, o zamanki insanlar, bakamayız diyerek fakirlik sebebiyle çocuklarını öldürüyorlarmış. Kız çocuklarını da diri diri gömüyorlarmış. İslamiyet gelince bu durumu yasaklamış mıdır? Yasaklamışsa bu konudaki âyet ve hadisler nelerdir? CEVAP Bu konudaki bir âyet-i kerime meali:
(Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla, geçim endişesiyle öldürmeyin. Onların da, sizin de rızkınızı biz veririz. Onları öldürmek elbette çok büyük bir günahtır.) [İsra 31]
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir: (Allahü teâlâ, ana babayı üzmeyi, kız çocuklarını diri diri gömmeyi, dilenmeyi haram kıldı. Dedikoduyu, çok sual sormayı ve malı israf etmeyi çirkin buldu.) [Buhari, Müslim, Ebu Davud] Sual: Yabancılar, müslümanlıkta sevginin olmadığını, sevgi hakkında Kur'anda hiçbir âyet bulunmadığını söylüyorlar. Bu hususta bilgi verir misiniz? CEVAP Müslümanlık, sevgi, kardeşlik, af, mağfiret ve güzel ahlak dinidir. Kur'an-ı kerim, hadis-i şerifler ve İslam tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Sevgi hakkındaki sayısız âyet-i kerimelerden birkaçı mealen şöyle:
Allahü teâlâ şunları sever: (İyilik edenleri sever.) [Bekara 195]
(Çirkin sözün açıklanmasını sevmez.) [Nisa 148]
Hadis-i şeriflerde sevgi
(Kendi için sevdiğini arkadaşı için sevmeyen, mümin olamaz.)[Buhari]
(Allah indinde en sevgili kimseler, ahlakça en güzel olanlardır. Bunlar, başkaları ile ülfet ederler, kendileri ile de kolayca ülfet olunur. Allahü teâlânın sevmediği kimseler ise, laf taşıyanlar, kusur araştıranlar, iki kişinin arasını açanlardır.) [Hatib]
(İyiliği, iyilik edeni sevin! ) [Ebuşşeyh]
(Allah tektir, teke riayet edeni sever.) [Beyheki]
(Allahü teâlâ, komşusuna ve zimmilere zulmedeni sevmez.)[Deylemi]
(Allahü teâlâyı seven haya sahibi olur.) [Ramuz]
(Mümin olmadıkça Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de mümin olamazsınız.) [Müslim]
(Aşık olup, sevgisini gizleyen ve iffetini muhafaza eden, şehit olarak ölür.) [Hatib]
(Seven sevdiği ile beraberdir.) [Buhari]
Hazret-i Âdem'e secde
Sual: Allah’tan başkasına secde edilmediğine göre, Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem'e secde edilmesini niçin emretmiştir? CEVAP Allahü teâlânın Âdem'e secde edin emri, Âdem'e doğru secde edindemektir. Nasıl biz, Kâbe için değil de, Kâbe istikametine secde ediyorsak, melekler de Âdem aleyhisselama doğru secde ettiler. Fakat İblis secde etmedi. Halbuki İblis,daha önce hep secde ederdi. Kendini Hazret-i Âdem’den üstün gördüğü için ona doğru secde etmedi. (Mektubat-ı Rabbani)
Âdem aleyhisselamdan, İbrahimaleyhisselama kadar, selamlaşma, birbirine secde etmekle olurdu. Sonra, bunun yerine boynuna sarılmakla oldu. Muhammed aleyhisselam zamanında, el ile müsafeha sünnet oldu.
Araplar ve bedeviler
Sual: Tevbe suresinin 97. âyetinde, (A’rabiler [bedeviler] küfür ve nifakta daha beter) deniyor. Bunun açıklaması nasıldır? CEVAP Tefsirlerde, A’rab kelimesi, bedevi olarak geçmektedir. Kâdı Beydavi tefsirinde, bu âyetin açıklamasında buyuruluyor ki:
Şehirden uzak, çölde yaşayan bedeviler, küfür ve nifak yönünden şehir halkından daha ileridedir. Bedevilerin şehir medeniyetinden uzak kalışları, kalblerinin kasvetli oluşu, ilim ehli ile az görüşmeleri, kitap ve sünneti az bilmeleri sebebiyle onlar bu duruma düşmüşlerdir.
Bu tefsirin Şeyhzâde haşiyesinde de şöyle buyuruluyor:
Buradaki A’rab kelimesi Arap milleti değildir. A’rab şehir dışında, çölde yaşayan bâdiye halkıdır. (Arabı sevmek imandandır) hadis-i şerifi, A’rabi ile Arabın farklı olduğuna delildir. Zira Arap övülüyor, A’rab ise kötüleniyor. A’rabiler, yani bedeviler, terbiye altına girmek istemeyen, isyankâr ve kalbleri kararmış vahşi kimselerdir. İlim ehli ile görüşmezler, Allah’ın kitabını, Resulullahın kalblere şifa veren sözlerini dinlemezler. Bunlar, elbette sabah akşam ilim ve hikmet ehlinin ve Resulullahın sohbetini dinleyenlerle aynı olamaz. Şehirde yaşayanla bâdiyede yaşayan arasındaki fark, dağda yetişen meyve ile bahçede [tekniğe uygun olarak] yetiştirilen meyveye benzer. (2/448)
Bedevilerin Müslümanları da elbette vardır. Fakat hüküm ekseriyete göre verilir. (Bu âyet-i kerimedeki A’rabilerden maksat, Müslümanların arasında yetişen mürtedler ve münafıklardır. Bunların kâfirlik ve nifakları, diğer kâfirlerden daha şiddetlidir)diyen âlimler de olmuştur.
Sual: İslam huzurlu olmaya yeterli mi? CEVAP Elbette.
Yetmez diyen, hâşâ, eksik göndermiş diye Allahü teâlâya kusur isnat etmiş olur. İslam’a tam uyan tam huzurlu olur. İslamiyet, insanların dünya ve ahiret saadetine kavuşmaları için ihsan edilmiştir. Ama insanın itikadda ve amelde noksanı olursa huzursuz olabilir.
Sual: Hristiyanın mürtedi ile müslümanın mürtedi aynı mıdır? CEVAP Hayır, kâfirlerin hepsi bir dinden sayılır.
Sual: Müslümanlığın gayesi nedir? CEVAP İslam dininin gayesi, (Dini, aklı, nesli, bedeni ve malı korumak)olarak bildirilmiştir.
Bu beş esasın gayesi de, imanı muhafaza ederek Müslüman olarak ölmektir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Müslüman olarak can veriniz!) [Âl-i İmran 102]
Sual: Bilmeden İslamiyet’e uygun yaşayan, dünyada faydasını görür mü? CEVAP
Evet. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, rahat ve saadet menbaı olan dinlerini gönderdi. Dinlerin sonuncusu İslam dinidir. Diğer dinler, kötü insanlar tarafından değiştirildi. Müslüman olsun, kâfir olsun, herhangi bir insan, bilerek veya bilmeyerek İslamiyet’e uygun yaşarsa, dünyada hiç sıkıntı çekmez. Rahat ve neşe içinde yaşar. Avrupa’da ve Amerika’da İslamiyet’e uygun çalışan kâfirler böyledir. Fakat, kâfirlere ahirette hiç sevap ve mükafat verilmez. Böyle çalışan, eğer müslüman ise, ahirette de sonsuz saadete kavuşacaktır.
Sual: Şemsi ve Kameri yıl başlangıcı neye göre oldu? CEVAP Peygamber efendimiz 622 yılında Mekke’den Medine şehrine hicret eyledi. Eylül ayının yirminci pazartesi günü, Medine’nin Kuba köyüne geldi. Bu tarih müslümanlar için Şemsi yılbaşı oldu. O yılın Muharrem ayının birinci günü de, Kameri yılbaşı oldu.
Kiliseye gitmek
Sual: Gezmek için, kiliseye gitmekte, mahzur var mıdır? CEVAP İbni Abidin hazretleri, (Kilisede şeytanlar toplanır) buyuruyor. (Redd-ül-muhtar)
Bir ihtiyaç olmadan, şeytanların toplandığı yere gidilmez. Hele, oradaki âyinlere katılmak ve papazdan dua etmesini istemek, hiç caiz olmaz. Onların âyinlerini beğenmek ise küfür olur.
Sual: Mısır’daki firavunların mezarlarını, merak edildiğinde, müze gezer gibi gidip gezmekte bir mahzur var mıdır? CEVAP
Caizdir.
“Muhakkak kurtuldu” ne demek?
Sual: Âyet ve hadislerde (Şunu yapan kurtuldu) gibi mazi fiili, yani geçmiş zaman ifadeleri kullanılıyor. Kurtulma işi, gelecekte yani âhirette olmayacak mı? CEVAP Allah indinde zaman yoktur. Bir de bir şey muhakkak olacaksa, onu olmuş bilmek gerekir. Allahü teâlâ (Kurtuldu) diyorsa, o iş kesindir, mutlaka olacak demektir. Kur'an-ı kerimde (Kad eflaha=Muhakkak kurtuldu) ifadesi geçen iki âyet-i kerime meali: (Müminler, muhakkak kurtuldu.) [Müminun 1]
(Nefsini tezkiye eden kurtuldu.) [Şems 9]
Tezkiye, günahtan, küfürden temizlenmek demektir. Demek ki günahtan, küfürden temizlenen kimse muhakkak kurtulmuştur. Üç hadis-i şerif: (Susan kurtuldu.) [İ. Ahmed]
(Kıyamette ilk sual, namazdan olacaktır. Namazı doğru kılan kurtuldu.) [Tirmizî]
(Men terekes-salâte müteammiden fekad kefere=Namazı kasten terk eden kâfir oldu.) [Taberânî]
Hanefî mezhebinde, namaz kılmayana kâfir denmez. Hanefî âlimleri, bu hadis-i şerifi, (Namaz kılmayan kimse, zamanla namaza önem vermez, önem vermeyince de, imanını kaybedip kâfir olur) diye açıklamışlardır.
Allah isteyene verir
Sual: (Allah, ilmi isteyene, malı istediğine verir) deniyor. Malı da, ilim gibi isteyene vermez mi? İstemediği hâlde verdiği de olmaz mı? CEVAP Evet, ilim gibi, malı da isteyene verir. İstemediği hâlde verdiği de olur. İki âyet-i kerime meali: (İsteyene âhiret nimetlerini, isteyene de dünya nimetlerini veririz.)[Şura 20]
(Yalnız dünya için yaşamak, eğlenmek isteyenlerin çalışmalarının karşılığını, hiçbir şey esirgemeden [sağlık, mal, para, makam, şöhret gibi] bol bol veririz. Bunlara âhirette yalnız Cehennem ateşi vardır. Emekleri boşa gider.) [Hud 15, 16]
İstemek, sebebe yapışmak, yani çalışmak gerekir. Allahü teâlâ, dünya nimetlerine ve âhiret nimetlerine kavuşmak için çalışanlara, dilediklerini vereceğini vâdediyor. (Müslüman olmasa da, dünya nimetlerini çalışan herkese veririm) buyuruyor. O hâlde, ilim olsun, mal olsun, çalışan karşılığına kavuşur. Fetih sûresinin son âyet-i kerimesinde, Allahü teâlâ, inanıp iyi işler yapanlara büyük mükâfat vereceğini bildiriyor. Bir kimse, bilerek istemediği hâlde, ona hidayet verebilir, mal verebilir, makam verebilir. Allahü teâlânın (Her isteyene veririm) buyurması adalettir. (İstediğime veririm) buyurması da ihsandır.
Günü değerlendirmek Sual: Bir günü değerlendirmek için ne yapmalı? CEVAP İmam-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: Ecel gelince, bir gün izin istense de, ele geçmez. Bugün, bu nimet elimizdedir. Bugün, ecelin geldiğini, şimdi, o günde bulunduğunu, sana bir gün izin verildiğini farz et! O hâlde, bugünü elden kaçırmaktan, bununla, ebedî saadete kavuşmamaktan daha büyük ziyan olur mu?
Adevîye Hatun, sabah uyanınca (Bugün öleceğim gündür) der, akşama kadar günahlardan kaçar, ibadetlerini yapardı. Akşam olunca da, (Bu gece, öleceğim gecedir) der geceyi de değerlendirirdi.
Farzları öğrenmek farzdır Sual: Ailesi dönme olan bir hoca, (32 Farz, 54 Farz diye bir şey yoktur. Bu farzlar bid’attir, dine düşmanlık için çıkarılmıştır) diyor. Farzları öğrenmenin dine düşmanlıkla ne ilgisi var? CEVAP
Dönmelerin içinde samimi dönenler azdır. 360 derece dönenlerine crypto [kripto] da deniyor. Bunlar, takıyye yapıp, yani inançlarını gizleyip, İslam âlimlerini, dolayısıyla İslamiyet’i kötülemek için böyle saldırılarda bulunuyorlar. Bid’at, dinde olmayan bir şeyi din diye ortaya çıkarmaktır. Farzlar, sonradan çıkarılmış bir şey değil ki bid’at olsun. Kolay öğrenilmesi için tasnif edilmiş. Dinde değişiklik yok. Hele, (Dine düşmanlık) demek, bunu meydana çıkaran Ehl-i sünnet âlimlerine yapılmış çok çirkin bir hakarettir.
Tâbiîn’in en büyüklerinden, Eshab-ı kiramı görmekle şereflenen Ehl-i sünnet âlimi, fakîh, zâhid ve mücahid bir zat olan Hasan-i Basrî hazretlerinin, (Risale-i Erbaa ve Hamsin Fariza) isimli eseri,54 farzın önemini anlatan bir risaledir.
Hanefî âlimleri, namazın 12, abdestin 4, guslün 3, teyemmümün 2 veya 3 farzı olduğunu, İmanın şartının 6, İslam’ın şartının da 5 olduğunu bildirmişlerdir. Bunların hepsi 32 farz etmektedir. 32 farzın önemi hakkında birçok kitap yazılmıştır. Mesela Mızraklı İlmihâl’de, bu husus güzel açıklanmaktadır.
Bunlara orucun ve haccın farzları da ilave edilse, bid’at veya dine düşmanlık mı olur? Kriptoların böyle iddialarına itibar etmemelidir.
[Kripto; dînî ve siyâsî inancını gizleyen, Müslüman, hattâ dindar görünüp, takıyye yapan hain kimse yani münafık demektir.]
Midyeyi kabuğu ile yemek
Sual: İçkici biri, namaz kılan Müslümanları kastederek, (Bunlar midyeyi kabuğuyla yerler. Kul hakkından korkmazlar, hep yolsuzluk yaparlar) diyor. Bu sarhoş adam, namaz kılan Müslümanları kendi gibi Allah’tan korkmaz mı sanıyor? CEVAP Namaz kılmayan ve içki içen kimse, Allah'tan korkmaz. Günahtan korkmayınca kul hakkına girmekten, yolsuzluk yapmaktan hiç çekinmez. Çekinmesi için bir sebep de yoktur. Eğer çekinse, yani Allah'tan korksa, namaz kılar ve içki içmez. Onun günah işlemesine mâni olacak hiçbir sebep yoktur. Ama namaz kılan sâlih Müslüman, Allah'tan korktuğu için namaz kılar, namaz kılmamanın çok büyük günah olduğunu bilir. Allah'tan korktuğu için içki içmez. İçkinin günah olduğunu da bilir. Böyle bir Müslüman kul hakkını ve yolsuzluğun günah olduğunu hiç bilmez mi?
Genelde namaz kılmayıp içki içen, Allah'tan korkmadığı için, hiçbir günahtan çekinmez. Herkesi de kendisi gibi zanneder. Deveyi havuduyla yutar, paraları da, soruları da çalar, Müslümana da çamur atar. Bunun istisnası olsa da azdır.
Hem dini bilmez, hem ahkâm keser. Yenmesi caiz olmayan midye örneğini vermesi bunu göstermektedir. Başka biri de, (Ben her zaman evimden sağ ayakla çıkarım) demişti. Heladan, meyhane gibi yerlerden sağ ayakla çıkılır, Müslümanın evinden çıkarken sol ayakla çıkılır. Ya evi Müslüman evi değil ki sağ ayakla çıkıyor veya sol ayakla çıkılacağını bilmiyor. Her ikisi de kötüdür.
İslamiyet sevgi dinidir Sual: Hristiyan bir tanıdık, Kur’anda geçen azap âyetlerini ve Cehennem kelimelerini teker teker saymış. Bunlar çok olduğu için Müslümanlığın sevgiden uzak olduğunu söyledi. Cehennem kelimesi ve azap âyetleri niye çoktur? CEVAP Azap âyetleri ile, (Şu günahları işlerseniz Cehenneme gidersiniz) gibi ifadelerin çok olması, Allahü teâlânın merhametinin çok olmasından dolayıdır. İnsanları sevmesi ve merhameti o kadar çok ki, (Aman Cehenneme düşmeyin, Cehennemin azabı çok şiddetlidir) diye hep tekrar ediyor. Çok tekrar etmesi merhametinin çokluğundandır. Yoksa bir kere denirdi. Aynı şeylerin hep tekrar edilmesi, (Akıllı olun, kendinize zulmetmeyin, yoksa Cehenneme gidersiniz) anlamında bir ikazdır.
Bir anne, çok sevdiği çocuğuna da böyle ikazlarda bulunur. (Aman evladım şunu yapma, şuraya gitme. Çukura düşersin. Elindeki bıçakla oynama, bir yerini kesersin. Kötü insanlarla gezme, uyuşturucuya alışırsın. Denizde fazla açılma, boğulursun. Köpekle oynama, hastalık bulaşır) der. Küçük çocuğuna da, (Şunu yapma döverim ha, o pistir, ona dokunma) gibi sözler söylemesi, çocuğuna olan merhametinden, şefkatinden dolayıdır. Çocuğuna zarar gelecek diye korkmaktadır. Çocuğu ikaz etmemek, başıboş bırakmak ona kötülük olur. Allahü teâlâ da, yanlış işlere düşmememiz için sık sık bizi ikaz ediyor. Bu ikazların çokluğu, İslamiyet’in sevgi dini olduğunu gösterir. Bir de Müslümanlıkta işlenen günahların nasıl affolacağının yolu da gösteriliyor. (Nefsinize, şeytana uyup günah işlemişseniz, namaz kılar, oruç tutar ve dinin diğer emirlerini yerine getirirseniz günahlarınız affolur, Cennete girersiniz) deniyor. Bundan daha iyisi olmaz. Serbest, başıboş bırakmak, iyilik değil, kötülük olur.
Oylamaya katılmak gerekir mi? Sual: Dünya tarihinin en önemli 100 lideri diye oylama yapılıyor. Peygamber efendimizin kazanması için oy vermek gerekir mi? CEVAP Hayır, oy vermek gerekmez. Aksine Müslümanlar hiç oy kullanmamalı. Oy kullanmamakla, böyle bir şeyin yanlış olduğunu göstermeli. Oylamada başkası kazanırsa, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber efendimizden hâşâ üstün mü olacak? Peygamber efendimizi, başka insanlarla kıyaslamak, bunun için oylama yapmak hiç caiz olmaz.
Başka bir gün de, (Allah var mı?) diye oylama yapsalar, çoğunluk yok dese, hâşâ doğrusu o mu olacak? İyi kötü, doğru yanlış, oy çokluğu ile nasıl tespit edilir? Kötülerin hâkim olduğu çoğunluğa uymak yanlış olur. Bir âyet-i kerime meali şöyledir: (Yeryüzündeki insanların çoğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar.) [Enam 116]
Herkese Lâzım Olan İman kitabında, (Amerika’da, en büyük insan yarışmasında, en çok oy alan Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” olmuştur) deniyor. Burada, kâfirlerin bile Peygamber efendimizi, takdir ettikleri anlatılıyor. Yoksa (Müslümanlar böyle bir oylamaya katılmalı) denmiyor. Onlar ne yaparsa yapsın, Müslümanlar, böyle anketlere katılmamalı ve oy vermesi için hiç kimseyi teşvik de etmemelidir.
Dine uymak din istismarı mı? Sual: Batı hayranı biri diyor ki: (Biz tesettüre karşı değiliz, fakat kapalı gezen kadınlar, dînî siyasete alet ediyorlar. Dînî ve dînî değerleri prim toplamak için kullanıyorlar. Namaza da karşı değiliz, fakat namaz kılanlar, din istismarı yapıp, dinden prim toplamaya çalışıyorlar. Hacca da karşı değiliz. Fakat hacca gidip kendilerine hacı baba, hacı amca dedirtiyorlar, böylece dini istismar edip prim kazanmaya çalışıyorlar. Biz Abdülkadir-i Geylânî ve diğer zatlara karşı değiliz, fakat onları istismar edenlere, ölülerinden yardım bekleyenlere karşıyız. Onlardan himmet geliyor diye, onları putlaştırıyorlar. Böylece istismardan prim topluyorlar. Ölü yardım edemez, Allah'tan istemeli.) Bu kimse, dinin emrine uymayı din istismarı olarak mı görüyor? CEVAP Dinin emrine uymayı sadece din istismarı olarak görmekle kalmıyor, din istismarcılığı olarak da suçluyor. Hangi konuda olursa olsun, dine uyanların dini istismar ettiklerini, prim topladıklarını söylemek art niyetli olmaktır. Yapılan şey, maddî bir menfaat için yapılıyorsa, ancak o zaman din istismarından bahsedilebilir. Namaz kılan, oruç tutan kimselerin bir menfaat için art niyetle yaptığı nasıl söylenir? Her tesettürlüye, namaz kılana veya hacca giden herkese dini istismar ediyor denir mi? Gayrimüslimlerde olduğu gibi, içimizdeki batı hayranlarında da bir İslamofobi var. Müslümanın yaptığı her ibadette bir art niyet aranır mı?
Vefat etmiş evliya zatları vasıta kılarak Allahü teâlâdan yardım istemenin dine aykırı bir yönü yoktur. Bu kimse, Vehhâbîlerden etkilenmiş olabilir. Onlar tasavvufa, yani evliyalığa düşman oldukları için keramete inanmazlar. Evliya zatları put kabul ederler. Bir de, (Senin ölmüş evliyadan istediğin oldu mu? Falanca arkadaşını hapisten çıkarabildin mi? Ölü olduğu için yardım edemedi) diyorlar. Allahü teâlâya dua edince de, yine arkadaş hapisten çıkmıyor. Hâşâ Allah diri değil mi? Demek ki duamızın kabul edilmemesinin bir sebebi vardır. Büyük zatları vesile kılıp dua edince, duamız kabul olmamışsa, bunun da bir sebebi vardır. Vefat etmiş evliya zata yardım ettiren de, yine Allahü teâlâdır. Allahü teâlânın izni olmadan kimse, kimseye yardım ve şefaat edemez.
Kâfire de farz var mı? Sual: Kitaplarda, (Şunları yapmak herkese farzdır) deniyor. Herkes denince bir ayrım yapılmamış oluyor. Buna, kadın erkek, zengin fakir, mümin kâfir herkes dâhil mi? CEVAP Bunlar konusuna göre değişir, dâhil olduğu yer olur, dâhil olmadığı yer olur. Mesela, (Günahlarına tevbe etmek, herkese farzdır) denince, kadın erkek, zengin fakir her Müslüman anlaşılır, kâfir anlaşılmaz. Hanefî’de, kâfire iman etmekten başka farz yoktur. Hiçbir ibadet ona farz değildir. Hiçbir günahtan sorumlu olmaz. Âhirette niye namaz kılmadın, niye oruç tutmadın denmez. Sadece (Niye inanmadın?)diye sorulur. Müslümana ise, yapmaya mecbur olduğu her ibadet sorulur. Fakir Müslümana, (Niye zekât vermedin?) diye sorulmaz.
(Kâinattaki hesaplı nizama bakmak ve bunlardaki incelikleri düşünmek, herkese farzdır) denince, herkes kelimesinin içine aklı olmayanlar girmez. Fakat kâfirler girer. Çünkü kâfirden iman etmesi isteniyor. Mesela gökler direksiz duruyor, Güneş asırlardır ısı ve ışık veriyor, Ay ve gezegenler dönüyor. Bunların kendiliğinden olmadığını düşünmek gerekir. Bunu düşünmek de bir yaratıcıya inanmaya götürür. Bu bakımdan buradaki (Herkese farzdır) ifadesinin içine kâfirler de girer.
İmanlıya farklı hitap Sual: Allahü teâlânın, mümine ve kâfire hitabı ve farz ettiği şeyler farklı mıdır?
CEVAP Evet, hitabı da farklı, farz ettiği şeyler de farklıdır. Mümine, amel ve ibadeti, kâfire de iman etmesini emrediyor. Münafıklara da ikiyüzlü olmaktan vazgeçmelerini, iman edip ihlâslı olmalarını emrediyor. Yani mümine ibadeti, kâfire imanı, münafığa da imanı ve ihlâsı farz etmiştir.
Müminlere ameli emreden iki âyet-i kerime meali: (Ey iman edenler, Kıyamet gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın!) [Bekara 254]
(Ey iman edenler, yaptığınız hayırlarınızı başa kakmak ve incitmek sûretiyle boşa çıkarmayın!) [Bekara 264]
Kâfirlere iman etmeyi, Allah'ın varlığına inanmayı bildiren iki âyet-i kerime meali: (Ey kâfirler, Allah’ı bırakıp da taptığınız putlar sizin gibi yaratıktır.[Putların ilahlığı hakkındaki davanızda] doğru iseniz [putlara ve kendinize güveniyorsanız], onları çağırın da, size cevap versinler[ihtiyaçlarınızı görsünler, size yardım etsinler!]) [Araf 194]
(Ey kâfirler, ölü iken sizi diriltti, sonra öldürecek sonra tekrar diriltecek ve sonunda O'na döneceksiniz. [Orada hesaba çekileceksiniz.] Öyleyken Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?) [Bekara 28]
İkinci dirilme kabirde olacaktır. İmam-ı Nesefî de bu âyetin kabir azabı ve nimetine işaret ettiğini bildirmiştir. (Tefsir-i Şeyhzade)
Münafıkların ikiyüzlü oldukları hakkında iki âyet-i kerime:
(Bu münafıklar, müminlerle karşılaşınca, “Biz de iman ettik” derler. Hâlbuki şeytanlarıyla [Kendilerini aldatan liderleriyle, elebaşlarıyla] beraber iken, “Biz sizdeniz, biz inananlarla alay ediyoruz” derler.) [Bekara 14]
Gâvura kızıp oruç yemek Sual: Emekli bir asker, (Beni dinci diye bir üst rütbeye terfi ettirmeden emekli ettiler. Evet dinciliğim vardı, ama namaz kılmayı öğrettiğim bir arkadaşım, Mustafa Kemal’e yapılan hakarete inandığını söyleyince, ona kızıp namazı bıraktım) diyor. Birine yapılan hakaretle, namazı terk etmek yanlış değil mi? CEVAP Emeklinin yaptığı çocukça bir şeydir. Ben çocukken, anneme, (Bana şeker vermezsen namaz kılmam ha!) derdim. Sanki namazı annem için kılıyormuşum gibi. Biri, sevdiğimiz birine hakaret etse, namazı mı terk edeceğiz? Biz namazı Allah için mi kılıyoruz, yoksa bize hakaret eden insanlar için mi? (Gâvura kızıp oruç yemek) diye bir atasözü var. Başkalarına kızıp, namazı bırakmak veya orucu bozmak, başkasına kızıp intihar etmek gibi bir şeydir.
Türkçede -ci, -cü, -cı, -cu ekleri isim ve sıfat üreten bir ektir. İsim olarak, sütçü, balıkçı, şarkıcı gibi o işin ticaretini yapan kimseye denir. Sıfat olarak pilavcı, esrarcı, yakıcı, yıkıcı, bölücü gibi kelimeler, o şeyi yiyene ve o işten zevk alana denir. Dinci ve İslamcı gibi kelimeler de bunları andırıyor. Bunlar da sanki dini yiyip bitirmekten zevk alan veya onun ticaretini yapan kimseler gibidir. Acaba emeklinin dinciliği de böyle bir şey mi ki?
İslamiyet nedir?
Evliyanın en büyüklerinden Abdülhalık-ı Goncdüvani “kuddise sirruh” hazretlerine, bir gün sevdiği bir genç;
- İslamiyet nedir efendim? diye sordu.
Cevaben;
- İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir, buyurdu.
Ve ekledi:
- Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin, görünür, görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakıyetler ondadır.
Şöyle özetledi:
- Velhasıl İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz. İslamiyet’in haricinde bir menfaat düşünmek, serabtan şerab beklemek gibidir.
İyi huylu olmayı emreder
Bir gün de bazı sevdikleri;
- Bize İslamiyet hakkında bilgi verir misiniz efendim? diye ricada bulundular.
Cevabında;
- İslamiyet, insanların sevişmelerini, yardımlaşmalarını, kardeşce yaşamalarını, memleketleri imar ve insanları müreffeh kılmayı emreder, buyurdu.
Ve ekledi:
- Ayrıca Allahü teâlânın emirlerine saygı göstermeyi ve mahluklara merhameti, toprağını, bayrağını sevmeyi, kanunlara itaat etmeyi, vergilerini vaktinde ve dürüst olarak ödemeyi istemektedir.
Şöyle devam etti:
- İslamiyet, her mahluka karşı mesuliyet taşımakta, nefsin temizlenmesini temin etmekte, kötü huyları, iyi huylardan ayırmaktadır.
Ve özetledi:
- Velhasıl İslamiyet, iyi huylu olmayı emredip, kötü huyları, şiddet ile red ve yasak eder.
İSLAMİYET NEDİR ?
İslamiyet nedir?
Abdülhakim arvasi buyurdu: (İslamiyet,
Bütün dinler içinde, en üstünüdür elbet.
Hak teâlâ bu dini, Cibril-i emin ile,
Gönderdi âyet âyet, Resul-i eminine.
Dünya ve ahirette, mesut olmaya dair,
Usul ve hükümleri ihtiva etmektedir.
İslamın içindedir faideli her şeyler.
Hep onun dışındadır, her kötülük ve şerler.
Önce gelen dinlerin, bilcümle hayırları,
İslam dini içinde bulunur ayrı ayrı.
Her iyilik ve hayır, bu dinin içindedir.
Onda kemlik olması, imkan haricindedir.
İslamın haricinde bir menfaat düşünmek,
Serap'tan şerap ummak olur ki, muhaldir pek.
Dinimiz emreder ki: Herkese yardım edin.
Sakın birbirinizi üzmeyin bir şey için.
Allah'ın her emrine, gösterin saygı, edep.
Onun mahluklarına, şefkatli davranın hep.
Kanuna karşı gelmek, suçtur islamiyet’te.
Suç işlememelidir müslümanlar elbette.
Ayırır islam dini, iyi kötü ahlakı.
İyi huylu olmaya sevkeder cümle halkı.
Gayr-i müslimleri de, men eder incitmekten.
İffet ile hayayı, emreder her cihetten.
Tam sıhhatli olmayı, tavsiye ve emreder.
Boş vakit geçirmeyi, çok şiddetle men eder.
İlme, fenne, tekniğe, her türlü endüstriye,
Verir çok ehemmiyet, layık olduğu üzre.
Hak teâlâ bu dini, ta kıyamete kadar,
Gelecek nesillerle ilgili, alakadar,
Ne kadar değişiklik, terakki etse zuhur,
Hepsini sağlayacak esaslarda kurmuştur.
İslamın hükümleri, bir reçeteye benzer.
Onu kim tatbik etse, hep yükselir, ilerler.
Bu gün, bir memlekette, huzurluysa eğer halk,
İslamın ahkamına uymaktandır muhakkak.
Ve eğer bir toplumda, yok ise rahat, huzur,
İslama sırt çevirmiş olmaktandır, bu budur.
Hak teâlâ, insana, hem ruhi, hem bedeni,
Refah sağlamak için, göndermiştir bu dini.
Sadece Allah ile kul arasında değil,
Fertlerin birbiriyle, ayırmadan renk ve dil,
Hak ve görevlerini tesbit ve tanzim eder.
Ve hep ilerlemeyi, yükselmeyi emreder.
Bu din, (sosyal adalet) üstüne kurulmuştur.
Dünya, ona uymakla bulur rahat ve huzur.
Yalnız müslümanların rahatlığına değil,
Herkesin huzuruna, olur rehber ve delil.
Cihanşümul bir dindir velhasıl islamiyet.
Bütün insanlık için, odur şeref ve nimet.)
İslamiyet nedir?
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Peygamber efendimiz, insanlarla akılları derecesinde konuşulmasını emrediyor. Bir bedevi, (Bana İslamiyet'i anlat, aklıma yatarsa inanırım) deyince Resulullah Efendimiz ona, (Bu dinin temeli ikidir: Allahü teâlânın bütün emirlerine hürmet edip beğenmek ve Onun bütün mahlûklarına acımak, şefkat göstermektir) buyurdu.
Bir zat, bir Hristiyan şehrine gider. Orada bir müddet kalır. Bir süre sonra görüştüğü insanlardan 5-6 kişi gelir. Biri dehri yani ateist, diğerleri ise Hristiyan'dır. Bu zata derler ki:
— Biz seni çok sevdik. Sendeki bu güzel ahlakın, bu tatlı dil ve güler yüzün, dininden kaynaklandığına inanıyoruz. Şimdi bize İslamiyet'i anlat! Müslümanlığı senin ağzından duymak istiyoruz. Nedir bu Müslümanlık?
O zat onlara şu cevabı verir:
— İslamiyet, iman ve amel olmak üzere ikiye ayrılır. İman, Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, âhirete ve kadere inanmaktır. Bunlar, farklı da olsa, Hristiyanlıkta ve Yahudilikte vardır. Mesela biz, Musa aleyhisselamın veya İsa aleyhisselamın peygamber olduğuna inanmazsak Müslüman olamayız.
— Niye? Onlar sizin peygamberiniz değil ki.
— Bütün peygamberler, Müslümanların da peygamberidir. Hepsinin hak olduğuna inanmayan Müslüman olamaz. Eğer siz de, bütün peygamberlere, Muhammed aleyhisselama ve onun getirdiği dine inanırsanız, hepiniz Müslümansınız.
— Nasıl olur bu? Biz domuz eti yiyoruz.
— O amel kısmına girer, haramdır. Haram işleyen Müslümanlıktan çıkmış olmaz.
— Şarap da içiyoruz.
— O da amel kısmına girer, haramdır. İçki içen Müslümanlar da vardır. İman amelden ayrı bir husustur. Önemli olan iman sahibi olmaktır.
Ateist, heyecanla ortaya atılıp der ki:
— Anlaşıldı, daha fazla anlatmana gerek kalmadı.
— Evet, işte bizim dinimiz bu kadar.
Hepsi şaşırır, birbirinin yüzüne bakarlar. O şaşkınlıkla dışarı çıkarlar. Az sonra ateist içeriye girer:
— Siz beni çok şaşırttınız, der.
— Neden şaşırdınız ki?
— Biz Müslümanlığı çok farklı biliyorduk. Siz bu dini bize tekrar anlatır mısınız?
O zat anlattıktan sonra ateist, kelime-i şehadeti harf harf yazar dışarı çıkar. 10-15 dakika sonra, diğer arkadaşlarını da alır tekrar o zatın yanına gelip der ki:
— Herkesin içinde söylüyorum. Ben de artık Müslüman oldum.
Sonra, (Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü) der, sonsuz mutluluğa adım atar.
İslamiyet’i doğru öğrenmek
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Allah sevgisi olan kalbde ihlas olur. İhlas olan kalbde Allah sevgisi olur. İhlasla dünya zıttır.
İhlaslı bir talebe, hocasının söylediğine hiçbir zaman, hiçbir şekilde bir yorum getirmez. Peki der, hemen kabul eder. Bu çok önemli bir özelliktir. Çünkü insanın nefsi hayır demek ister. Ona peki dedirtmek deveyi hendekten atlatmaktan daha zordur. İnsanın nefsi itiraz doludur. Ne derseniz deyin, hemen hayır der. Dolayısıyla hazret-i Ebu Bekr-i Sıddık olmak kolay değil.
İslamiyet, iki şekilde öğrenilir:
1- Mutlak inanılan bir zatın sözüne peki demekle öğrenilir. O, ışığa karanlık derse karanlıktır. Biz, İmam-ı Rabbani hazretleri gibi büyüklere mutlak inanırız. Bizim bundan hiç şüphemiz yok. Büyükler kendi nefsleri için, kendi istikbali, kendi menfaati için bir tek söz söylemez ve söyletmezlerdi. Onlar tamamen kendi hocalarından naklederlerdi. Hep bu büyükleri anlatırlardı. Başka da bir şey duyulmazdı onlardan. Bu kadar bağlıydılar.
2- İkinci öğrenme yolu, incelemektir. Kitapları okur, o kitaba bakar, bu kitaba bakar, inceler. Ancak, kibir on kısımdır, dokuzu âlimlerde olur. Onun için çok bilen, çok tehlikededir. Zerre kadar kendine bir kibir gelse, sil yeni baştan! Hepsini götürdüğü gibi, bir küp zemzem suyuna bir damla idrar düşse içilemez. İnsan kendisini sıfırlamazsa, Allah’a kul olamaz. Abdiyet yani kulluk makamı, kendini yok saymaktır. Böyle olan kimse, nefsini tanır, kendindeki bütün nimet ve meziyetleri Allah’ın emaneti bilir. Allahü teâlânın emanetleriyle iftihar etmek, öğünmek kimsenin hakkı değildir. Aksi takdirde, Kur’an-ı kerimde de bildirildiği gibi, Allahü teâlâ bunları bizden alır ve acı azap eder.
Onun için çok korkalım, Allahü teâlâ bize çok büyük imkânlar nasip ediyor, çok güzel nimetler bahşediyor. Bu dünya nimetleri arttıkça, aslımızı unuturuz, tevazuumuzu kaybederiz, ihlaslı mümin olmak vasfımızı unuturuz diye çok korkalım. Çünkü dünya, nefsin ve şeytanın tuzağıdır. Hattâ varlıkta imtihan, darlıkta imtihandan daha zordur. Darlıkta hep Allah denir. Varlıkta ise aklına geldiği zaman söylenir. Bu ise çok tehlikelidir.
İslamiyet ilaçtır
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Şeytandan çok, kötü insandan korkmalı. Şeytanın aldatması, kötü arkadaşa göre çok zayıf kalır. Onun için evlenirken, ev ve iş kurarken, yolda giderken, daima kendimizden daha çok ilmi ve ameli olan kişileri, takva sahiplerini tercih etmeliyiz ki, kurtulabilelim. Aksi yapılırsa, nefsinin esiri olan kimseler her an felakete düşebilir. En kötü arkadaş, parayı, dünyayı seven, mala muhabbeti olan kişidir.
İmam-ı Rabbani hazretleri, bir şehirde böyle dünyaya, paraya, mala düşkün birine rastlama ihtimali varsa, o şehri terk etmek gerektiğini bildiriyor. Fâsıkların bulunduğu mahalleden, salihlerin bulunduğu yere göçmek vacib oluyor. Böyle kimselerle karşılaşınca, onların kalbindeki kötülük, bizim kalbimize akar. Onlar, bize dünyayı sevdirir, bu ise insanı mahveder. Peygamber efendimiz, (Günahların, hataların başı dünya sevgisidir) buyuruyor. Yani dünya sevgisi, para, mal sevgisi, haramların sevgisi, Allah’tan gayrı olan her şeyin sevgisi, bütün felaketlerin, fenalıkların başıdır, sebebidir. Her kötülükten daha büyük kötülüktür.
Mal ve para sevgisi yüzünden, Allah korusun, din de, iman da, hattâ dünya da gider. İmam-ı Rabbani hazretleri dünya için, (Yüzü gözü boyalı, süslü bir fahişedir) diyor. Çok cazibelidir. İnsan, görünüşe aldanıp, dünyaya âşık olabilir, fakat kavuşulduğu anda, kapana girer, mahvolur.
İmanı korumak ve imanla ölebilmek için, dikkatli olmalı. Kelime-i tevhidi çok söylemeli, Kur’an-ı kerim okumalı, dinden ve din büyüklerinden bahsetmeli, salihlerle sohbet etmeli, böylece, kalbimizi, Allah sevgisiyle doldurmalı. Para ve mal sevgisinden uzaklaşmalı.
İslamiyet yani dinimiz, ilaçtır. İnsan, hastadır. Hastanın tedavisi için ilaç gerekir. İlaç, acı da olsa, kullanmak lazımdır. Yani İslamiyet’in emirleri, nefse zor gelse de, yapmak şarttır. Yoksa âhiretteki acılar, dünyadakilerle kıyas bile edilemez. Âhiretten bir kıvılcım gelse, dünya yanar yok olur. İnsan, gaflet ve cehaleti yüzünden, yarın başına gelecek felaketleri düşünemiyor. Yiyip içiyor, gezip oynuyor, kahkahalarla gülüyor. Âhiretin dehşetini düşünen, ağlamaktan sızlamaktan yiyip içemez, incelip, kıl gibi olur. Yarın Kıyamet günü, büyük felaketlere maruz kalmamak için, dinimizin emirlerine uyup, yasak ettiklerinden kaçmaya çalışmalıdır.
İslamiyet’in şükrü
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Ehl-i sünnet âlimlerini, Silsile-i aliyye büyüklerini tanıyan, seven, onların yolunda dinimize hizmet etmeye çalışan kimse, bu özel nimetin kıymetini bilmeli, şükrünü eda etmeli. Şükretmezsek, sahip olduğumuz bu büyük nimet, bir anda elimizden gidebilir.
En çok korkulacak husus, bu nimete kavuştuktan sonra, tekrar eski hâle düşmektir. Bu nimetin şükrünü eda etmeli ki, eski hâle düşülmesin. Kur’an-ı kerimde mealen, (Verdiğim nimete şükretmezseniz, elinizden alır, şiddetli azap ederim) buyuruluyor.
Dinimize hizmet etmekle ancak bu nimete şükredilmiş olur! Çünkü biz, hizmet edenlerin sayesinde Müslüman olduk. Onlar canlarını, mallarını feda etmeselerdi, biz bugün Müslüman olabilir miydik? Onlar, mallarını, mülklerini, servetlerini, hayatlarını, evlerini, barklarını terk ederek İslamiyet’i bize kadar getirdiler. Böylece İslamiyet’in şükrünü eda edip Cennete gittiler. Eğer biz de, bu nimetin şükrünü böyle eda edemezsek, Ehl-i sünnet kitaplarını yaymazsak, Kıyamette ne gibi bir mazeretimiz olacak ki? (İşini gücünü bırak, aç susuz kal!) diyen yok, sadece, (Boş kaldığın zaman, gel biraz hizmet et!) deniyor. Hâlbuki bizden önceki Müslümanlar, ila-yı kelimetullah için yurtlarını, yuvalarını bırakıp, Mekke’den, Medine’den, İstanbul surlarına kadar geldiler.
Vakti boşa geçirmemeli, Allahü teâlânın verdiği bu nimetten mahrum kalmamalı. Âhirette günahların dağ gibi yığıldığı günde, bizi ancak bu hizmetlerin sevabı kurtarabilir. Bu sevablardan mahrum kalan, çok pişman olur. Âhiretten dünyaya bir daha gelmek yoktur.
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, hanımlarınız, aşiretiniz [hısım, akraba ve yakınlarınız], kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve meskenler, size Allah’tan, Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli ise, Allah’ın emri [azabı] gelinceye kadar bekleyin! Allah fâsıklar güruhunu hidayete erdirmez.)
Allah’ın (Sevmeyin!) dediklerini sevenin sonu elbette felaket olur.(Sevin!) dediklerini sadece Onun rızasına kavuşmak için seven ise aziz olur.
27 Eylül 2002 Cuma
İslâmiyetin bazı özellikleri
İslâm, lügatte, “sulh ve sükûnet, selâmet, barış ve tek olan Allah’a, kendini tamâmıyle teslim etmek” demektir.
Terim olarak ise; “Allahü tealanın, Cebrâil ismindeki melek vâsıtasıyle, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma gönderdiği, insanların dünyâda ve âhirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan usûl ve kâideler” olarak târif edilir. İslâmiyet, mîlâdî 610 senesinde Mekke’de Muhammed aleyhisselâma Allahü teâlâ tarafından gönderilmeye başlanmış, bu vahiyler 23 sene sürmüştür.
İslâm dîni, Hazret-i Muhammed (aleyhisselam) bu dîni bildirmeye başlayıncaya kadar gelmiş olan bütün peygamberleri tanır. Bunların hepsinin sevilmesini, hürmetle anılmasını, hepsine inanılmasını emreder.
Her asırda gönderilen peygamberler insanları doğru yola dâvet etmişlerdir. Peygamberlere uyanlar kurtulmuş, uymayanlar ise sapık yollara düşmüşlerdir. Çünkü rehbersiz doğruyu bulmak mümkün değildir. Bütün peygamberler, aynı îmânı bildirmişler, tek olan Allah’a inanmayı, O’na ibâdet etmeyi ve O’nun mahlûklarına karşı nasıl davranılacağını göstermişlerdir. Esâsen eski din kitaplarında ve hakîki İncil’de bir son Peygamberin geleceği yazılıdır. Hazret-i Muhammed en son peygamberdir ve O’ndan sonra bir daha peygamber gelmeyecektir.
Ruh ve beden temizliği...
İslâm dîni, ruh ve beden temizliği esası üzerine kurulmuştur. İslâmiyet bu ikisini eşit tutar. Eski dinlerin görünür ve görünmez bütün iyilikleri İslâmiyette toplanmıştır. Bütün saâdetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabul edecekleri îmân, ibâdet esasları ve güzel ahlâktan ibârettir.
İslâmiyetin içinde hiçbir zarar yoktur. İslâmiyetin dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz. İslâmiyet insanların sevişmelerini, yardımlaşmalarını, kardeşçe yaşamalarını, memleketleri imar ve insanları mânevî ve maddî olarak yükseltmeyi emretmekte, Allahü teâlânın emirlerini büyük bilip saygı göstermeyi ve mahlûkata merhameti istemektedir. Herkese karşı edepli, saygılı olmayı, ana-babaya, akrabaya, arkadaşlara, muhtaçlara dâimâ müşfik, merhametli, iyilik edici olmayı, hayvanların dahi hakkını gözetmeyi, cömert olmayı, israftan sakınmayı emretmektedir. Tembellik ve boşa vakit geçirmeyi yasaklamıştır Nefsin temizlenmesini temin etmekte, kötü huyları iyi huylardan ayırarak iyi huyları emretmekte, kötü huyları ise şiddetle yasak etmektedir. Gayr-i müslim vatandaşlarla ve iyi-kötü herkesle iyi geçinmeyi, her bakımdan iffet ve hayâyı, tam sıhhatli olmayı istemektedir. Müslümanların, başkalarının malına, canına, namusuna, şeref ve itibarına el, dil, fiil, resim ve yazı ile saldırmaları kesinlikle yasaktır. Yalan, iftira, gıybet, haset, düşmanlık reddedilmiştir.
İlme verilen değer...
İslâm dîni, zirâate, ticârete, sanâyiye, sanata, ilme, fenne, tekniğe, endüstriye lâyık olduğu üzere ehemmiyet verir. İnsanların yardımlaşmalarını, birbirlerine hizmet etmelerini istemekte; dîni, vatanı, inanışı başka olanların da canlarını, mallarını ve nâmuslarını korumayı emr edip, bunlara saldırmayı kesinlikle yasaklamaktadır. Fertlerin, evlâdın, âilenin ve milletlerin haklarını ve vazifelerini öğretmekte, dirilere, geçmişlere, geleceklere, herkese karşı bir hak ve mesuliyet yüklemektedir. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “İslâmiyet, Allahü teâlânın emirlerini tâzim etmek, büyük bilmek ve O’nun yarattıklarına da merhâmet etmek, acımaktır.”
İslâmiyet; insanın hem rûhî, hem de maddî refâhını temin edecek bir ahlâk getirmiştir. Bu mukaddes din, sâdece fert ile Allah arasında râbıta kurmakla kalmayıp, fertlerin birbirlerine, hattâ insanlık câmiasına karşı haklarını ve vazifelerini tanzim eder, hep ileriyi gösterir. İlericiliğin ve dinamizmin mümessilidir. Bu din, bütün insanlığı saâdete kavuşturacak prensiplerden ibârettir. Sosyal adâlet esasları üzerine kurulmuştur. İslâmiyette sınıflaşma yoktur. Müslüman olan herkes aynı haklara, aynı îtibâra sâhiptir. Adâlet karşısında devlet reisi de, çoban da eşit haklara mâlik olup eşit mesuliyetler taşırlar. Bir kişinin veya belli bir cemiyetin değil, bütün insanlığın hür ve medeni bir hayat seviyesine ulaşmasını emretmekte, bunun için de sosyal adaleti esas tutmaktadır. İslâmiyet insanların mukadderâtını, muayyen, müstekâr, hiç değişmeyecek olan sağlam bir adâlet temeline bağlamıştır. Halkın mukadderâtını tesâdüfe, şansa değil, beyaza-siyaha ve doğuya-batıya yayılan eşit haklara, âdil hükümlere bağlamıştır. Ancak İslâmiyetin bildirdiği sosyal adaletin, sosyalizm ve komünizmle hiçbir alâkası yoktur.
İslâmiyet, komünist ve kapitalist düşüncelerin tam ortasını bildirmiş, bir yandan zenginlerin fakirlere yardımını emretmiş (zekat gibi), bir yandan da bütün insanları biraraya getirerek (hac gibi), fakat aynı zamanda onların dürüst olmalarını sağlayacak, yâni disiplini de koruyacak dünyada düşünülebilen en mükemmel sosyal hayâtı tâyin etmiştir.
Hakikatlere ters
düşmek!..
Allahü teâlâ, İslâm dînini hayatın yürümesini, ihtiyaçların değişmesini karşılayacak, terakkileri sağlayacak esaslar üzerine kurmuştur. İslâmda, modern ilimlerle tezata düşen (zıt gelen) hiçbir nokta yoktur. Emir ve telkin ettiği bütün hususlar, tamâmıyle mantıkî ve akla uygundur. Fen adamlarının hayatları boyu uğraşmalarının sonucunda elde ettikleri ilmî gerçekler, İslâmiyete tam uygun çıkmakta, diğer dinler ise bu hakikatlere ters düşmektedir.
Bozulmuş olan diğer dinler, yalnız mâneviyâta hitap eden birtakım mistik ideallerle doludur. Bunların hakikî hayat ile hiçbir ilgisi yok gibidir. Halbuki İslâm dîni, insanın hayatta ne yapması gerektiğini de öğretir. İslâm dîninin emirleri, insana yalnız âhiretle ilgili değil, aynı zamanda dünyâda da hayatın her safhasında doğru yolu gösterir. İslâm, tamâmiyle tarafsız ve ancak insanların iyiliğini isteyen, yüce Allah’a kul olmayı emreden bir dindir. İnşaallah, bu önemli konuda, başka makaleler de yazacağız.
11 Ekim 2002 Cuma
İslâmiyetin bazı güzellikleri
Son peygamber Hazret-i Muhammed’e (aleyhisselam) gönderilen din (İslamiyet), bütün hurâfelerden, efsânelerden temizlenmiş olan, insanları günahkâr değil, aksine Allahın kulu ve doğuştan günahsız olarak kabul eden, onlara hayatta çalışma ve iyi yaşama imkânını veren, bedenin ve ruhun temizliğini emreden en son ilâhî dindir.
İslâm dîni, bütün zamanlara, mekanlara ve bütün insanlara gönderilmiştir. O, cihan-şümul (evrensel)dür. Bu durumda İslâmiyet, bir ırkın, bir sınıfın ve zümrenin dîni değildir. O, bütün milletlerin, toplumların ve sınıfların dînidir. Bu bakımdan Allah, “Rabbülâlemin”, yâni âlemlerin Rabbi’dir. Başka dinlerde olduğu gibi yalnız O dînin mensuplarının Allah’ı değildir. İslâm dîninde Peygamber, tıpkı bizim gibi bir insandır. Fakat vahiy alan, kusursuz (mâsum) bir kimsedir. Allah O’nu, kendi emirlerini bütün insanlara bildirmek için seçmiştir.
Kuvvetli iman...
Hazret-i Muhammed’in Allah’ın peygamberi olduğuna inanmak demek, O’nun bildirdiği Kur’ân-ı kerîmde yazılı olan emirlerin ve yasakların hepsinin Allah’ın emirleri ve yasakları olduğuna inanmak, hepsini kabul etmek, beğenmek demektir. Böyle inanan kimse, bunlardan bazılarına uymazsa, îmânı bozulmaz; müslümanlıktan çıkmaz. Fakat bunlardan birine bile uymadığına üzülmez, hatta bu hali ile öğünürse, Peygambere inanmamış olur, îmânı bozulur, dinden çıkar. Uygunsuz hareketinden dolayı Allah’a karşı boynu bükük, kalbi üzüntülü olursa, îmânının kuvvetli olduğu anlaşılır.
İslâm dîni, insanların dürüst ve nâmuslu yaşamalarını esas tutmuştur. İbâdet için emrettiği zamanlar kısadır. İbâdet bir âdet olarak değil, Allahın huzuruna çıkıp, O’na cân u gönülden şükretmek ve yine O’na yalvarmak için yapılmaktadır. Gösteriş olarak yapılan bir ibâdetin Allah tarafından kabul edilmiyeceği Kur’ân-ı kerîmde Mâûn sûresinde ifade buyurulmaktadır.
İslâm dîninin kitâbı, Kur’ân-ı kerîmdir. Kur’ân-ı kerîm, Hazret-i Muhammed’e Allah tarafından indirilmiş ve onun tarafından insanlara tebliğ olunmuştur. Kur’ân-ı kerîmin âyetleri büyük bir dikkatle zaptedilmiş ve bir harfi bile değişmeden, bugüne kadar gelmiştir. Hiçbir dîni kitap, Kur’ân-ı kerîm kadar beliğ değildir. Aradan on dört asır geçmiş olmasına rağmen bugün de, o berraklığını muhâfaza etmektedir.
İslâmiyette
îmân esasları
İslâmiyet, insanlardan ilk önce îmân etmelerini ister. İmân, Hazret-i Muhammed’in (aleyhisselam) Allahü teâlâdan bildirdiklerini kalple kabul etmek, dil ile söylemektir. İslâmiyete ilk giriş Kelime-i şehâdeti söylemek ve mânâsına inanmakla olur. Kelime-i şehâdet “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh” sözüdür. Mânâsı “Ben şehadet ederim ki, yerde ve gökte Allah’tan başka ibâdet edilmeye hakkı olan ve tapınılmaya lâyık hiçbir varlık yoktur. Hakîki mâbûd (ibâdet edilmesi gereken) Allahü teâlâdır. Yine şahidlik ederim ki, Muhammed, O’nun kulu ve resulüdür” demektir. Böyle inanan kimse, mü’min ve müslümandır. Müslüman olmak için Kelime-i şehâdeti bir din görevlisinin yanına gidip söylemek şart değildir. Şimdi böyle bir uygulamanın bulunması, din görevlisinin müslüman olacak kimseye yardımcı olması içindir.
Kelime-i şehâdeti söyleyip, mânâsına inanan kimsenin, aslında Kelime-i şehâdetin mânâsı içerisinde mevcut olan şu altı esâsı da öğrenip inanması gerekir. Bunlar: Allahü teâlâya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kazâ ve kadere (hayrın ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine) inanmaktır.
Beş esas vazife...
İslâm dînine girmiş olanlara, yâni müslümanlara farz olan, muhakkak yapılması gereken beş esas vazife vardır: Bunlar, tek Allah’a ve O’nun Peygamberi ve kulu olan Hazret-i Muhammed’e inanmak, namaz kılmak, Ramazan ayında oruç tutmak, zekât vermek ve hacca gitmektir. Bu beş esasa “İslâmın binâsı” (yâni şartları) denir.
İslâm dininde, insana, gücü yetmeyeceği, altından kalkamıyacağı bir şey emredilmemiştir. Müslümanın sıhhatini feda ederek, hastalanarak ibâdet etmesini, Allahü teâlâ hiçbir zaman istememiştir. Allah, çok kerîm, gafûr ve rahîmdir. Tevbe edenleri affedici ve merhametlidir.
Namaz, günde beş defa yapılan dînî vazifedir. Namaza başlamadan evvel abdest almak, yâni elini, yüzünü, kollarını yıkamak, başını mesh etmek ve ayaklarını yıkamak lâzımdır. Günde beş defa bu vazifenin yapılması, normal çalışmaya mâni olmaz. Namaz, câmiye gitmeden her yerde yalnız da kılınabilir. Su bulunamazsa ve hastalık özrü varsa toprak ile “teyemmüm” adı verilen tarzda abdest almak mümkündür.
Oruç tutma zamanı...
Oruç, senede bir ay, yalnız gündüzleri yemek ve içmekten uzaklaşmak demektir. Bunun mânâsı, insanlara açlığın ve susuzluğun ne demek olduğunu da öğretmektir. Oruç, toklara, aç insanın neler çektiğini hatırlatır. Aynı zamanda nefse hâkim olmayı sağlar. Oruç tutma zamanı, Kamerî aylara göre tâyin edildiğinden, her sene (şemsî sene hesâbıyla) evvelki seneye göre 10-11 gün evvel gelir. Bu sebepten, yaklaşık otuz üç sene içinde her mevsimde oruç tutmak mümkün olur.
Zekât, serveti yerinde ve fıkıh kitaplarında bildirilen ihtiyacından fazla malı ve geliri olan müslümanın, elindeki toplu kazancın yüzde iki buçuğunu, yâni kırkta birini senede bir defa, muhtaç olanlara vermesi demektir. Bu farz, varlıklı müslümanlar içindir. Kazancı ancak kendi geçimine yeten kimseler, yâni zengin olmıyanlar zekât vermezler.
Hac ise, hiçbir borcu bulunmayan ve seyâhatteyken âilesinin nafakasını (geçimini) onlara bırakabilen, fıkıh kitaplarında yazılı şartları taşıyan varlıklı kimselerin, ömründe bir kere Mekke şehrine gidip Arafat meydanında Allah’a duâ etmeleri (vakfe) ve Kâbe’yi tavaf (tavaf-ı ifada veya ziyaret) etmeleri demektir. Bu da, bu şartları hâiz olan müslümanlara farzdır.
25 Ekim 2002 Cuma
İslâmiyetin bazı esasları
Bilindiği gibi, İslâmiyette din bilgileri “Edille-i şer’iyye” denilen dört ana kaynaktan elde edilir. Bunlar: 1) Kur’ân-ı kerîm: Dînî hükümlerin birinci derecede kaynağıdır. Müslümanların mukaddes kitabıdır. Son îlâhî kitaptır. Önceki kitapların hükümlerini kaldırmıştır.
2) Sünnet: Peygamber efendimizin işleri, sözleri ve görüp-işitip de mâni olmadıkları şeylerdir.
3) İcmâ: Bir asırdaki müctehid âlimlerin dini bir meselenin hükmü için sözbirliği etmeleridir.
4) Kıyâs: Müctehid âlimlerin, dinde hükümleri açıkça bildirilmeyen işlerin hükümlerini açıkça bildirilenlere benzeterek anlamalarıdır.
Bu dört ana delilden çıkarılan bilgilerin tamâmına fıkıh bilgileri denir. Fıkıh bilgileri başlıca dört ana kısma ayrılır:
1) İbâdetler; bunlar namaz, oruç, zekat, hac, kurban, sadaka-i fıtır ve cihaddır.
2) Muâmelât; kısmen medenî hukuk, amme hukûku, borçlar hukûku ve kısmen kişisel haller.
3) Münâkehât; medenî hukuk ve kişisel haller.
4) Ukûbât; cezâ hukûku, ahlâk ve görgü kurallarıdır.
Fıkıh ve ilmihâl kitapları...
Bu bilgilerin teferruatı, şartları ve en doğru olarak nasıl edâ edilebileceği Fıkıh ve İlmihâl kitaplarında geniş olarak çok güzel
anlatılmıştır. Müslümanlar, Allah’a, Peygamberlere, Kitaplara, Meleklere, Hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine, Âhiret gününe ve ölümden sonra tekrar bir dirilme olacağına inanırlar. Esâsen diğer ilâhî dinler de, bunlara inanmayı emretmiştir.
İbâdette ihmal ve kusuru olanları, âhirette Allahü teâlâ, dilerse affeder, dilerse cezalandırır. Fakat başkasını aldatanlar, başkasının hakkını yiyenler, yalan söyleyenler, hilekârlık yapanlar, zulmedenler, adâletsizlik yapanlar, riyâkarlar, ana-babasına ve büyüklerine itâat etmeyenlerin durumu farklıdır. Başkalarının haklarını yiyen veya başkalarını aldatanlar, hak
sahipleri ile helallaşmadıkça affedilmeyeceklerdir. Ancak husûsî hallerde (şehid olmak, Arafat vakfesinde bulunmak, bol sadaka vermek gibi) affolunabileceklerdir. Üzerlerinde kul hakkı olan kimseler, daha dünyâdayken pişman olarak, o kulun hakkını ödeyip, onunla helallaşmalı, sonra Allah’ın merhâmetine sığınmalı, bir daha böyle kötü harekette bulunmaktan çekinmeli, birçok iyilik yaparak günahlarını affettirmeye çalışmalıdır. O zaman, Cenâb-ı Hak, belki onların kusurlarını bağışlayacaktır. Bu, ancak Allah’ın irâdesine bağlıdır. Kur’ân-ı kerîmde dâimâ Allah’ın çok merhâmetli ve affedici olduğu tekrarlanmakta olduğundan ümit olunur ki, cidden pişman olup tevbe edenler ve hayırlı işler yaparak günahlarını affettirmeye çalışanlar, Cenâb-ı Hakk’ın mağfiretine, bağışlamasına lâyık görülürler.
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa”
Cenâb-ı Hak meâlen; “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa, onun karşılığını görür; kim de zerre kadar kötülük yapmışsa, o da onun karşılığını görür” (Zilzal sûresi: 3) buyurmaktadır ve bunu yalnız müslümanlara tahsis etmeyerek, bütün insanlara âit kılmıştır. Yalnız insanlara iyilik etmek düşüncesi ile çalışarak, insanlığa faydalı keşifler veya işler yapmış, insanlara yardım için hayatını, sıhhatini tehlikeye koyarak, en güç şartlar altında çalışmış olan bir kimse bile, müslüman olmayıp, kâfir olarak ölürse, iyilikleri onu küfrün cezâsından kurtaramaz. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda her türlü fenalığı ve hilekârlığı yapan, yalan yere ibâdet eden münâfıkların cezâsı muhakkak bunlarınkinden daha çok olacaktır.
İslâmiyette inanılacak ve amel edilecek hususlarda doğru bir îtikâd ve doğru bir amel gerekir. Bu îtikâd ve amel, Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının bildirdiği îtikâd ve amel gibi olmalıdır. Bu îtikâd bilgilerine inanan ve amel bilgilerini yapana Ehl-i sünnet denir. Bugün dünyâda Ehl-i sünnet olanlar, inanılacak hususlarda iki imâma yâni İmâm-ı Mâtürîdî ile İmâm-ı Eş’arî’ye tâbidirler Amelî hususlarda ise Hanefî, Mâlikî, Şâfiî ve Hanbelî mezheplerine tâbidirler. Bu mezheplere ve imâmlara tâbi olmayan kimseler Ehl-i sünnetten değildirler.
Ehl-i sünnet îtikâdında olmayan Müslümanlara Ehl-i bid’at veya Ehl-i dalâlet denir. Bunlar 72 fırka (grup)dır. Bunlar îmânı gideren bir inanışın içine düşmedikçe yine müslümandırlar.
İslâmiyet son dindir
İslâm dîni son dindir. Kur’ân-ı kerîm, ilk gününden bu güne kadar hiç bozulmadan, bir kelimesi bile değişmeden gelmiştir. Bu o kadar bârizdir (açıktır) ki, artık başka din gelmeyeceği, insanların dîni ihtiyaçlarının tamamıyla giderilmiş bulunduğu, İslâm dîninin hakîki Allah dîni olduğu kendiliğinden meydana çıkar.
Bir cümle ile İslâmiyet, insanın dünyâ ve âhiret saâdetini içinde toplayan en son ilâhî dindir. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de meâlen buyuruyor ki:
“...Bugün size dîninizi ikmal ettim ve size ihsanda bulunduğum nîmetlerimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâmı seçtim...” (Mâide sûresi: 3)
“Muhammed (aleyhisselâm)in getirdiği İslâm dîninden başka din isteyenlerin, dinlerini Allahü teâlâ (sevmez ve) kabul etmez. İslâm dînine arka çeviren, âhirette ziyân edecek, Cehenneme gidecektir.” (Âl-i İmrân sûresi: 85)
İslâmiyetin emrettiği gibi îmân edip bu îmân ile ölenler, âhirette Cennete gidecektir. Cennet, Allahü teâlânın âhirette müslümanları ebediyyen sayısız nimetlerle mükâfatlandıracağı yerin adıdır imân etmeyenler ve îmânsız olarak ölenler, Cehennemde ebediyen cezalandırılacaklardır.
12 Eylül 2003 Cuma
İslâmiyet hangi şartlarda ortaya çıktı?
İnsâf sâhibi herkes bilir ve inanır ki, en son ve en mükemmel dîn olan İslâmiyet, bütün dünyanın üzerine, kıyâmete kadar batmayacak bir güneş olarak doğmuştur. Biraz sonra îzâh edeceğimiz gibi, İslâmiyetin doğmasına tekaddüm eden günlerde Avrupa, Asya, Afrika, hele Arabistân Yarımadası, velhâsıl bütün dünya büyük bir karanlık içerisindeydi. Bütün insanlığı yükselmeye, şeref ve îtibâr sâhibi olmaya, sevgi ve kardeşliğe, huzûra ve hürriyete dâvet eden İslâm güneşi; dünyâdaki âfâkî (objektif) ve enfüsî (sübjektif) bütün putların karanlığını ilk ışıklarıyla berâber boğmuş; beyâzı-siyâhı, kadını-erkeği, câhili-âlimi, fakîri-zengini, bir olan hakîkî mâbûda, yâni Allahü teâlâya kulluk yapmakta eşitliğe kavuşturmuştur.
İslâmiyetin özü; tevhîd inancı
İslâm dini, insanlar arasında kaba kuvvete, bâtıl inançlara, zulme, sahtekârlığa, soy-sop, mevki-makâm ve zenginliğe dayalı olarak kurulmuş bütün sahte otoritelerin zâlim ve sömürücü saltanatlarına son vermiş, hakîkî hâkim ve kudret sâhibi, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlânın dîni içinde emniyet ve adâlet tesis etmiştir.
İslâmiyetin özü olan tevhîd inancı (Lâ ilâhe illallâh) ile, daha ilk kelimede halledilen bu fevkalâde büyük ve o derece yüksek işlerin kıymetini ve İslâm medeniyetinin mükemmelliğini anlamak için, İslâmiyetin doğduğu yıllarda bütün dünyânın içinde bulunduğu pek acıklı hâli hatırlamak lâzımdır.
O yıllarda (mîlâdî 6 ve 7. asırlarda), Avrupa, meşhûr Ortaçağ karanlığının en zifiri günlerini yaşıyordu. Papazların elinde oyuncağa çevrilmiş ve def’alarca değiştirilmiş olan İncîl, kilisenin insanlığa tahakküm ve zulmünü devam ettirebilmek için bir kalkan hâline getirilmişti. Hıristiyanlık dininde olanlar uydurma “teslîs=üç tanrı” inancının saçmalığına kurban edilmekle kalmamış, ayrıca Allah’a ibâdet etmek, tövbe ve duâ etmek, O’ndan yardım dilemek için de Allah ile aralarına, “tanrının vekili!” denilerek papalar sokulmuş, kilise tarafından, önce îmân ve ibâdet noktasında, insanların vicdânları esîr alınmıştı.
Diğer taraftan derebeyler, krallar, diktatörler elinde köle gibi kullanılan halk; can, mâl, nâmûs, adâlet, hak, hukûk emniyetinden uzak ve boğaz tokluğuna çalıştırılıyor, sefîl bir hayât sürüyordu.
Fen bilgileriyle uğraşmak yasaklanmış, ilim-teknik ve san’atın izi yok olmuş, son derece iptidâî, temizlik mefhûmunun bulunmadığı, salgın hastalıkların arkasının kesilmediği hayât şartları içinde; Avrupa kavimleri boyunları bükük, gelecekten ümitsiz, o günlerinden endişeli bir hâlde, Doğu ve Batı (Bizans) Roma İmparatorlarının zâlim hâkimiyetlerine teslîm olmuşlardı.
Avrupa’yla beraber Anadolu ve Kuzey Afrika topraklarını da hükmü altında bulunduran bu mutaassıp kilise ve zâlim derebeylik idâresi işbirliği, medeniyetin yolunu tıkayan en büyük engellerden biriydi.
Asya kavimlerinin durumu
Aynı asırlarda Asya kavimleri de Brehmenizm (Brahmanizm), Budizm, Konfüçyüsizm gibi felsefeye dayalı putperestliklerin yanısıra, bunların ve târîhin derinliklerinden gelen eski inançların karışımlarından müteşekkil “Şâmânizm” gibi isimlerle anılan inanç sistemlerinin hâkimiyeti altındaydı. Bu kavimler bâzı hayvanlardan, güneşe, yıldızlara, hattâ ırmak ve göllere kadar birçok tanrı çeşidi karşısında bunalıyor, bocalıyor ve çâresizlik içinde kıvranıyordu.
İran’da yerleşmiş olan Mecûsîlik, ateşi tanrı tanıyor, çeşitli hayvanlara ve hayâlî varlıklara kutsallık izâfe ediyordu. Buralarda da din adamı denilen büyücü ve kâhinlerin insanlık üzerindeki tahakkümlerinin yanı sıra, bilhâssa Güney Asya’da çeşitli sınıflara bölünen insanlar racaların, asillerin, varlıklı olanların boyunduruğu altında köle gibi kullanılıyordu. Kadınlar orta malı yapılmıştı. Sosyal hayâtta adâlete, hukûka yer verilmiyor, îtirâza tahammülü olmayan otoriteler cemiyeti eziyor, sömürüyordu.
Afrika kavimleri ise tamâmen iptidâî, vahşî bir hayat sürüyor, türlü-çeşitli totemlere dayalı gülünç inançlar içinde medeniyetten habersiz, dünyâdan göçüp gidiyorlardı.
Çeşitli yerlere dağıtılmış bulunan Yahûdîler, İsâ aleyhisselâm vâsıtasıyla Allahü teâlâ’nın yürürlükten kaldırdığı muharref Tevrât’a inât ve ısrârla bağlılıklarını sürdürüyor, gittikleri her yere kin, hased ve düşmanlık tohumları ekiyorlardı. İncil’i tahrif etmişler, Hıristiyanlığı bozmuşlar, insanlık arasına türlü fitne ve fesatlar sokmuşlardı. Devlet hâline gelemedikleri için, toplu hâlde yaşadıkları yerlerde, kendi cemiyetlerinde ekalliyet (azınlık) psikolojisi ve diğer kavimlere duydukları düşmanlık ateşi içinde yaşıyorlar, bütün insanlığı köle gibi kullanacakları günün hasreti ile yanıyorlardı. Mûsevîlik, tamamen bozulmuş, yalnız Yahûdî ırkından olanların girebildikleri millî bir dîn hâline sokulmuştu.
İçler acısı bir durum!..
Arabistan kavimlerinin durumu da içler acısıydı. Bundan, daha sonraki makalemizde biraz genişçe bahsedelim inşâallâh.
İslâmiyet, böylesine karanlığa gömülmüş bir dünyâ ve yolunu şaşırmış insanlığa tebliğ ettiği tevhîd inancı ile yalnız Kâbe’deki 360 putu değil, bütün dünyâda çeşitli inanç, felsefe ve tanrı isimleriyle insanların inanmaya ve tapınmaya zorlandıkları her çeşit putu devirmiştir.
Yaratılmışların en şereflisi olan insana, Yaratan’ından (Allahü teâlâdan) en son, en açık ve en kesin bir şekilde, son Peygamber Hazret-i Muhammed vâsıtasıyla gelen bu dâvete koşanlar, kendileri gibi birer mahlûk olan nesnelere esîr olmaktan kurtulup hakîkî Hâlık’a (yaratana) kul olmak şeref ve hürriyetine kavuşmuşlardır.
İslâm medeniyetinin zirvesini teşkil eden bu îmânla, Hâlık (yaratıcı) ve mahlûk (yaratılmış) kesin olarak birbirinden ayrılmış, müslüman olanların gönülleriyle beraber zihinleri de her türlü karışıklık, bulanıklık ve istifhâmdan kurtarılarak sâfiyet ve berrâklığa kavuşturulmuştur.
19 Eylül 2003 Cuma
İslâmiyet geldiğinde Arabistan’ın durumu nasıldı?
Yirmi sene gibi çok kısa bir zamanda Arabistan halkını, dünyâda bir benzeri görülmemiş üstünlüklere, yüksekliklere ve medeniyete kavuşturan İslâmiyet, otuz sene gibi yine çok kısa bir zamanda da Mezopotamya, İran ve Hindistan içlerine, Anadolu’ya, Mısır ve Kuzey Afrika’ya, Kıbrıs’a kadar yayılarak büyük İslâm devletleri kurulmasına vesile oldu.
Daha sonraki asırlarda Afrika içlerine, İspanya’ya, Avrupa içlerine kadar götürülen İslâm dîni ve medeniyeti, gittiği her yerde insanlara adâlet ve emniyet, huzûr ve saâdet dağıttığı gibi, ilmin ve tekniğin en son mahsûllerini de bol bol saçtı. Şehirler bayındır hâle getirildi; yollar açıldı, hastahâneler, üniversiteler, hânlar, hamâmlar, çeşitli vakıf eserleriyle beldeler îmar edildi, güzelleştirildi. İnsanların hayât seviyesi yükseltildi.
Cömert bir medeniyet
Hicâz başta olmak üzere Halep, Şam, Bağdat, Kâhire, Trablusgarp, Gırnata, Konya, Bursa, İstanbul, Edirne, Belgrad, Sofya, doğuda Mâverâünnehir şehirleri Horasan, Buhârâ, Semerkand ve Haydarâbâd, Delhi gibi Hind şehirleri, İslâm medeniyet ve san’atından en çok nasiplenen şehirler oldu. Kubbelerin hâkim olduğu bir mîmârî tarzıyla yapılmış câmiler, medreseler, saraylar, sosyal tesisler ile süslenen bu şehirler, yetiştirdikleri ilim ve fen adamlarıyla insanlığa ışık saçtılar. Bu, öyle yüksek ve ni’metlerini her yere bol bol saçan öyle cömert bir medeniyet oldu ki, bugün müslümanların elinde olmayan şehirlerde, hıristiyanların ve dinsizlerin yaptıkları olanca tahrîbâta rağmen hâlâ haşmetleriyle ayakta durmaktadırlar.
Ayrıca müslümanların matematik, astronomi, kimya, tıb, botanik, coğrafya gibi ilim dallarında gösterdikleri mahâret ve buluşları, Avrupa rönesansının ve bugünkü dünyâ ilim ve tekniğinin temeli oldu. Müslüman âlimlerin göz ameliyâtından çiçek aşısına, matematik kâidelerinden astronomi hesâplarına, kan deverânından eczâcılığa kadar her sâhada ulaştıkları yüksek seviye, İslâm medeniyetini süsleyen kıymetli mücevherler gibidir. Edebiyât, mîmârî, tezhip, hat, çinicilik, hattâtlık, oymacılık, kakmacılık sahalarında ortaya konulan mümtâz eserler, bugün de bütün dünyânın hayranlık ve takdirlerini toplamaktadır.
Fakat bundan önceki makalemizde de bir nebze temâs ettiğimiz gibi, mîlâdî 6 ve 7. asırlarda, Avrupa, Asya, Afrika, hele Arabistan Yarımadası, velhâsıl bütün dünya büyük bir karanlık içerisindeydi. Avrupa, Asya ve Afrika’da neler olduğunu, geçen makalemizde birazcık ele almıştık. Şimdi Arabistân Yarımadası’nı da bir nebze inceleyelim.
Başına buyruk kabileler...
Başta mübârek Hicaz toprakları olmak üzere, bütün Arabistan Yarımadası, başına buyruk kabilelerin kendi aşiret kânûnlarına göre yaşadığı bir bölge hâline gelmişti. Her kabilenin kendine mahsûs bir putu olup, ona tapınıyorlardı. Allah’ın evi olan Kâbe’yi 360’dan fazla putla doldurmuşlardı. Kaba kuvvet, soyla övünme, fâiz, kumar, kan davası, fuhuş, kadınların orta malı olarak kullanılması, hatta kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeye varacak kadar vahşetler içinde çalkalanıp durmakta olan Arabistan yarımadası kavimleri, bir devlet bile kuramayacak bir durumda, kâh Rumların, kâh Acemlerin vesâyeti altında ilimden, medeniyetten bîhaber yaşıyorlardı. Çöllerde yaşayanları hayvancılık, şehirlerde olanları da ticâretle meşgûl idiler. Aralarında îtibâr gören ve fevkalâde ilerledikleri tek sâha “hitâbet-edebiyât” bilgisiydi.
İslâm dîninin îmân, ibâdet ve ahlâk esâsları insanların rûh ve bedenlerini, hâl ve hareketlerini olgunlaştırarak medenî bir cemiyet hayâtı kurmuştur. Adâlet, bu cemiyet hayâtının en mümtâz vasıflarından biri olmuş, devlet başkanı da, çoban da adâlet karşısında aynı haklara sahip olmuşlardır. Başka dinden, milletten olanlar da bu adâletten en geniş ölçüde faydalanmışlar, öyle ki, bütün gayr-i müslimler de müslüman idâresi altında yaşamaya can atmışlardır.
Çalışanın ücretinin tam ve zamanında verildiği, fakîr, âciz, kimsesiz, yetîm ve zavallıların ihtiyâçlarının temin edilerek korunduğu, sosyal adâleti esâs alan hoşgörü, kardeşlik, karşılıklı sevgi, saygı, müslüman cemiyetlerine mes’ûd ve huzûrlu bir dünyâ hayâtı yaşattığı gibi, ebedî olan âhiret saâdetini de kazandırdı.
Âlemşümûl bir medeniyet
Rûh ve beden temizliği, bu dînin temel esâslarından olarak mensuplarını her türlü pislikten uzaklaştırdı. İlme ve ilim adamlarına verilen kıymet ile cehâlet yok edilerek ilimde ve teknikte kısa zamanda çok büyük merhaleler katedildi.
İslâm milletlerinin devlet teşkilâtı, idârî prensipleri bugün de ilmî tez konuları yapılarak incelenmekte, birçok esaslar alınarak Avrupa ve Amerika devlet idâresi sistemlerinde kullanılmaktadır. İslâm devletlerinde toprak en verimli usûller ve en yeni âletlerle işlenmiş, dokumacılık, demir-çelik mâmulleri, bakır işlemeleri, kurşun, kalay gibi mâdenlerden faydalanma, zamanlarına göre modern usûllerle yürütülmüştür.
Gerçek mânâsıyla “beldelerin îmâr edilmesi, insanların mânen ve maddeten yükseltilmesi” olan medeniyet, İslâm dini sâyesinde âlemşümûl bir hâl almıştır.
26 Eylül 2003 Cuma
Cumadan Bazı Batılıların İslâmiyet hakkındaki sözleri
İslâm dîni, Allahü teâlâ tarafından, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’e (aleyhisselâm) gönderildi. Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm) peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Babası Abdullah’tır. Mîlâdın 571 senesi Nisan ayının yirmisine rastlayan Rebiü’l-evvel ayının 12. (Pazartesi) gecesi sabaha karşı Mekke’de doğdu. Doğumundan evvel babasını, altı yaşındayken annesini kaybetti. Yirmibeş yaşındayken Hadîcetü’l-Kübrâ ile evlendi. Kırk yaşındayken bütün insanlara ve cinnîlere peygamber olduğu bildirildi. Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmaya başladı. Mîlâdî 622 yılında Allahü teâlâ’nın emri ile Mekke’den Medîne’ye göç etti. Bu yolculuğuna “hicret” denir. İslâm târihinin en büyük hâdiselerinden biri olan hicret, İslâm takviminin başlangıcı olduğu gibi, ilk İslâm devletinin kuruluşunun da başlangıcıdır.
İslâmiyetin yayılması
Muhammed (aleyhisselâm) bundan sonra Medîne’de İslâmiyeti yaymaya devam etti. Mekke’li müşriklerle hicretin 2. senesinde Bedir, 3. senesinde Uhud, 5. senesinde ise Hendek gazâlarını yaptı. Hicretin 8. senesinde Mekke fethedildi. Bu arada Arabistan’daki uzak ve yakın pekçok kabile reisi ve gruplar gelerek müslüman oldular. Çeşitli beldelere ilk İslam vâlileri tâyin edildi. Böylece İslâmiyet, Arap Yarımadasının tamâmına yayılmış oldu. Peygamber Efendimiz hicrî 11 (m. 632) senesinde Rebiü’l-evvel ayının onikinci (Pazartesi) günü vefât etti. Vefâtında 63 yaşındaydı.
İslâm Târihi, İslâm dîninin târihi, Hazret-i Muhammed’in (aleyhisselâm) doğumu esâs alınırsa mîlâdî 571, Allahü teâlâdan ilk vahyin gelmesi, yâni peygamberliğinin kendisine bildirilmesi başlangıç kabul edilirse 610, insanları İslâmiyete açıkça dâvet etmesi düşünülürse 613 senesinde başlar. Hicret; İslâm târihinin en mühim hâdiselerinden biri olup, İslâm takviminin başlangıcıdır. Hicret târihi mîlâdî 622’dir.
Din olarak İslâmiyetin Hazret-i Muhammed’e (aleyhisselâm), O’nun tarafından da insanlara bildirilmesi 23 hicri senede tamamlanmıştır. Peygamberimize 610 yılında Mekke’de Nûr Dağındaki Hirâ mağarasında gelen ilk vahiyle bildirilen âyet-i kerîmeler, Kur’ân-ı kerîmin Alak (İkra’) sûresinin ilk beş âyetidir. Bu sûrede meâlen; “ (Ey Muhammed!) Yaratıcı Rabbi’nin (Allah’ın) adı ile oku! O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem (iyilik) sâhibidir. O, kalemle öğretti (öğretir), insana bilmediklerini öğretti (öğretir)” buyuruldu.
Dünya ve Ahiret nizamı
En son gelen sûre de Nasr sûresidir. Bu sûrede de meâlen: “Allah’ın yardımı ve zafer günü gelip insanların, Allah’ın dînine akın akın girdiklerini görünce, Rabbini överek tesbih et! O’ndan af dile! Çünkü O, tövbeleri dâimâ kabul edendir” buyurulmaktadır.
Bu ilk ve son gelen âyetler arasında, 23 seneye yakın zamanda bildirilen ve Kur’ân-ı kerîmde mevcut bulunan bütün âyet-i kerîmeler ile İslâmiyet insanlara dünyâ ve âhiret nizâmı olarak bildirilmiş, geçmiş ümmetlerden ve gelecekte olacaklardan çeşitli bilgiler ve misaller verilerek bütün insanlardan dünyâ hayatlarında İslâmiyete tâbi olmaları istenmiştir. Peygamber efendimizin son haclarında, deve üstünde 124.000 kadar sahâbîye hitâben buyurdukları sözler de “Vedâ Hutbesi” ismiyle meşhur olmuştur. Bu hutbe ile de İslâmiyet topluca ve öz şekliyle insanlara son bir kere daha tebliğ edilmiş ve uymaları istenmiştir. Böylece İslâmiyetin gelmesiyle, bütün dinler yürürlükten kaldırılmış, kıyâmete kadar gelecek insanlara Allahü teâlânın yanında makbul olan yegâne dînin İslâmiyet olduğu bildirilmiştir.
Asrımızın meşhur İngiliz ediplerinden olan Bernard Shaw (1856-1950) demiştir ki:
“Dünyâ için bir tek din seçmek gerekirse, bu muhakkak İslâm dîni olacaktır. Her devre hitap edecek kudrette olan biricik din, İslâm dînidir. Ben, müslümanlığın yarınki Avrupa’nın kabul edeceği din olduğunu söylüyorum.”
Târihe dünyânın en büyük askerî dehâsı, aynı zamanda kıymetli bir devlet adamı olarak geçen Fransa İmparatoru Birinci Napoleon (1769-1821) da demiştir ki:
“Öyle sanıyorum ki, yakında bütün dünyânın aklı başında kültürlü insanlarını bir araya toplayarak bir hükümet kurmak ve bu hükümeti İslâmiyet ile (Kur’ânda yazılı olan esâslara göre) idâre etmek imkânını bulacağım. Ancak, Kur’ânda yazılı olan esâsların doğruluğuna inanıyorum. Bunlar insanları bahtiyârlığa götürecektir.”
Dünyânın tanıdığı en büyük ilim adamlarından biri olan İskoçyalı Thomas Carlyle (1795-1881) ise seyâhat hâtırasında şunu anlatmaktadır:
“Hepimiz Müslümanız”
“Almanya’da dostum Goethe’ye İslâmiyet hakkında topladığım bilgileri ve bu husustaki düşüncelerimi anlatmıştım. Goethe beni dikkatle dinledi ve en sonunda bana; ‘Eğer İslâm bu ise, hepimiz müslümanız’ dedi.”
Lord Hadley: “İslâmın sâde, fakat nur içinde parlıyan büyüklüğünü gördükten sonra insan, karanlık bir dehlizden çıkıp, gün ışığına kavuşan bir adam gibi oluyor” sözlerini söylemiştir.
Hindistan devletinin istiklâl kahramanı Gandhi (1869-1948):
“İslâm, en azametli ve muzaffer günlerinde bile, mutaassıp olmamıştır. İslâmiyet, dünyâyı Yaratan’a ve O’nun eserine hayran olmayı emretmektedir. Batı korkunç bir karanlık içinde iken, doğuda parlıyan, göz kamaştırıcı İslâm yıldızı, azap çeken dünyâya ışık, sulh ve rahatlık vermişti. İslâm dîni, yalancı bir din değildir. Hintlilerin bu dîni saygı ile incelemelerini isterim. Onlar da İslâmiyeti benim gibi seveceklerdir” demiştir.
Chatfeld ise: “Araplar, Türkler ve başka müslümanlar, hıristiyanlara karşı, batılı milletlerin, yâni hıristiyanların müslümanlara karşı uyguladıkları muâmele ve gaddârlığın aynını yapmış olsalardı, bugün doğuda tek hıristiyan kalmazdı” demiştir.
Bu misâlleri çoğaltmak mümkün; ama bu haftaki makalemizde bunlarla iktifâ etmek istiyoruz.
Birinci Samuelin 27. ci bâbının 8. ci âyeti ve devâmında, Dâvüd aleyhisselâmın askerleri ile Geşurîlere, Gizrîlere ve Amâlikîlere hücûm etdiği, erkek kadın kimseyi sağ bırakmadığı yazılıdır.
(Bu yazı, Abdüllah oğlu Muhammedin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bütün hıristiyanlara verdiği sözü belirtmek için yazılmışdır. Şöyle ki, Allahü teâlâ, kendisini rahmet ile müjdelemiş, insanlar üzerindeki emâneti muhâfaza edici kılmışdır. İşte bu Muhammed “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, bu yazıyı, müslimân olmayan bütün kimselere verdiği ahdi tevsîk için kaleme aldırdı.
1 — İslâm dîni, hiçbir zemân, vahşet dîni olmamış, müslimânlar, hiçbir zemân hıristiyanları imhâ için tecâvüz etmemiş, aksine îcâbında onları himâye etmişdir.
Brahma dîninde öldürmek ancak harbde câizdir. Diğer zemânlarda hiçbir canlı mahlûk, insan veyâ hayvan, öldürülmez. İnsan, mukaddes bir mahlûk sayılır. (Tenâsuh)a inanırlar. Ya’nî insan öldükden sonra, rûhunun tekrâr başka bir insan şeklinde dünyâya geleceğine inanırlar. Vişnunun da dünyâya bir hayvan şeklinde gelebileceği hesâba katıldığından, hayvan öldürmek, kat’î olarak men’ edilmişdir. Onun için, müteassıb brahmanlar, kat’iyyen et yimezler.
İslâm dîni, Allah'ın, son peygamberi Hz. Muhammed (asm) vasıtasıyla bütün insanlara gönderdiği en son ve en mükemmel dindir. İslâm'ın gelmesiyle, diğer dinlerin hükmü sona ermiştir. İslâm dînini kabul eden kimseye Müslüman denir. İslâm'ın en son ve Allah katında yegâne mûteber din olduğu, Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde belirtilir:
"Bugün sizin dîninizi sizin için kemâle erdirdim. Sizin üzerinizdeki nîmetimi (lütuflarımı) tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim (yalnız İslâm'dan razı ve ondan hoşnûd oldum)". (el-Mâide, 3)
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan [seçtiği dîni] kabûl edilmiyecektir ve o, âhirette hüsrâna [büyük zarara] uğrayanlardan [olacak]tır."
İslam Dışındaki Dinlerin Geçerliliği Neden Kalkmıştır?
Tarihin çeşitli devirlerinde insanlara ayrı ayrı peygamberler ve dinler yollayan Allah Teâlâ, son din olarak onlara İslâmı ve son Peygamber olarak da Hz. Muhammed'i (asm) göndermiştir. İslâm'ın gelmesiyle Yahudîlik ve Hıristiyanlık gibi eski dinlerin hükmü sona ermiştir. Bu, tıpkı, yeni bir kanun çıkınca, eski kanunun hükmünün yürürlükten kalkması gibidir. Allah'ın son dîni ve İlâhî Kanunu İslâm gelince, eski dinlerin ve ilâhî kanunların geçerliliği son bulmuştur. İslâm dışında kalan dinlerin yürürlükten kalkmasını gerektiren başlıca sebebler şunlardır: 1 - Her şeyden evvel, eski dinler, yalnızca belli bir zamana ve belli bir muhîtin insanlarına hitab ediyorlardı. İslâm ise, topyekûn bütün insanlığa seslenmektedir. Dâveti umumî ve mesajı cihanşümuldür. 2 - Eski dinler, sadece kendi zamanlarının insanlarını muhâtab almışlardı. O zamanın insanlarının seciyeleri kaba ve mizaçları vahşete yakındı. İlimde, medeniyette, fikir ve anlayışta geri idiler. Ulaşım ve haberleşme imkânları, ibtidai bir haldeydi. Her bölgenin kültürü, inancı, örf ve âdetleri farklı farklıydı. Karşılıklı fikir ve kültür alışverişi de oldukça zayıftı. Bu yüzden, her muhîte ayrı ayrı peygamberler gelmesi, başka başka dinler gönderilmesi zarureti vardı. Zaman geçip insanlık ilim, fikir, kültür ve medeniyet yönünden büyük gelişmeler kaydedince, eski mahallî dinler artık insanların ihtiyaçlarına cevap veremez hale geldiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da insanlara en son din olan İslâmiyeti gönderdi. İslâm dîni, 1400 yıl evvelki dünyanın insanından, bugünün ve yarının modern insanına kadar gelip geçen bütün insanlığa hitab edebilme özelliğinde olan bir dindir. Bu bakımdan, kıyamete kadar hükmü bâki ve geçerlidir. 3 - Eski dinlerin, zamanla, içlerine hurâfeler, bâtıl inançlar karışmıştır. Allah'ın birliğine îman esası, yani tevhid inancı kaybolmuştur. İslâm ise, hâlâ ilk günkü tazelik ve saflığı ile, bozulmadan durmaktadır. Netice olarak diyebiliriz ki: İslâm'ın dışında kalan dinler, geceleyin bir sokağı aydınlatan bir fener ve sokak lâmbası gibidir. İslâm ise, bütün dünyayı aydınlatan güneş hükmündedir. Güneş doğduktan sonra, artık sokak fenerine hiç ihtiyaç kalır mı?
İslâm dinini, sâir dinlerden ayıran belli başlı özellikleri şunlardır: 1 - İslâmiyet, her asra ve her insana hitab eder, getirdiği esaslar insanlığın bütün ihtiyaçlarına cevab verir. İslâm'ın bu cihanşümûl özelliğine Kur'an'da şu şekilde işaret olunur:
"Ey Muhammed! Biz seni BÜTÜN İNSANLARA yalnızca müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik." (Sebe', 28).
"Ey Muhammed! De ki: 'Ey insanlar, ben Allah'ın HEPİNİZ İÇİN GÖNDERDİĞİ Peygamberiyim'." (el-A'raf, 158).
2 - İslâmiyet kolaylıklar dînidir. İslâm'da insanlara yapamayacakları veya yaparken zorluk çekecekleri işler yüklenmemiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de İslâm'ın kolaylık prensipleri şu şekilde ifade edilir:
"Allah, insanı ancak gücünün yeteceği işle mükellef tutar..." (el-Bakare, 285)
"Rabbimiz, bize gücümüzün yetmiyeceği şeyi taşıtma..." (el-Bakare, 285)
"Allah, sizin için kolaylık göstermek diler, zorluk çıkarmak istemez..." (el-Bakare, 185)
Kur'an'da İslâm'ın kolaylıklar dîni olduğu bu şekilde açıklanırken Peygamberimiz de, bu hususta hadîs-i şeriflerinde şu prensipleri vaz'etmişlerdir: "Ben ancak âlemlere rahmet olarak gönderildim. Azâb için, zorluk vermek için gönderilmedim..." "Allah Teâlâ, beni sıkıntı ve zahmet verici ve bunu arzu edici olarak göndermedi. Fakat Allah beni, muallim (öğretici, bildirici) ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi..." "Dininizin en hayırlısı, en kolay olanıdır. Muhakkak ki din bir kolaylıktır..."
"Ben size neyi yasak ettiysem, ondan çekinin; size neyi emretti isem, ondan gücünüzün yettiği kadarını yapın. Sizden evvelki ümmetleri ancak mes'elelerinin ve Peygamberlerine karşı ihtilâflarının çokluğu helâk etmiştir."
"Amelden gücünüzün yettiği kadarını yapın. Siz ibâdetten bezmedikçe, Allah da sevab vermekten bıkmaz." "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, ürkütmeyiniz." Hz. Âişe Validemiz, Resûlüllah Efendimizin bu hususla ilgili tatibkatını şu şekilde beyan etmişlerdir: "Resûlüllah (asm) iki şey arasında dilediğini tercihte serbest bırakıldı mı, günah olmadığı müddetçe muhakkak onlardan en kolayını alırdı. Eğer iş günahsa ondan halkın en uzak bulunanı Resûlüllah olurdu." Bütün bu hadîs-i şerifler, İslâm dîninin ne derece uygulanması kolay hükümler ihtiva ettiğini göstermektedir. Cihanşümûl ve kıyâmete kadar pâyidar oluşunda, bu kolaylık anlayışının büyük yeri vardır.
Dinimizin Kolaylık Dini Olduğuna Dair Tatbikatten Bazı Misaller
Dînimizde namaz kılmak için su ile abdest almak mecburiyeti vardır. Ancak su bulunamadığı veya su çok soğuk olup hastalanma ihtimali olduğu hallerde, toprakla teyemmüm yapılır. Toprak su yerine geçer. - Dînimiz yolculara; yorgunluk, zaman darlığı gibi hikmetlere binaen 4 rek'atlı farz namazları iki rek'at olarak kılmak kolaylığını getirmiştir. - Namazda ayakta durmak (kıyam) farzdır. Ancak ayakta duracak gücü olmayanlar, oturarak namaz kılarlar.
İslâm'ın kolaylıklar dini olduğunu gösteren, Asr-ı Saâdet'te cereyan etmiş pek çok vâkıa vardır. Onlardan bazılarını burada zikredeceğiz. Enes bin Mâlik Hazretleri anlatmaktadır: "Nebî (sav) bir gün mescide girdi. İçeri girer girmez de gözüne mescidin iki direği arasına çekilmiş bir ip ilişti. - Bu ip nedir? diye sordu. Sahâbîler: - Bu, Zeyneb'in ipidir. Zeyneb, nâfile namaz kılarken ayakta durmaktan yorulunca, bu ipe tutunuyor, dediler. Peygamber (sav): - Hayır, (İbadette böyle güçlük ihtiyâr olunmaz.) Bu ipi çözünüz. Sizden biriniz zinde ve neş'eli oldukça namazını ayakta kılsın. Yorulunca da hemen otursun. (... Ve namazını oturduğu halde tamamlasın.) buyurdu."
Utbe bin Âmir anlatmaktadır:
"Kız kardeşim (Ümmü Hibban) Beytullah'ı yaya olarak ziyaret etmeyi adamış, fakat sonradan buna güç yetiremiyeceğini hissedince, mes'elenin Resûlüllah Efendimiz'den sorulmasını bana emretmişti. Ben Hazret-i Resûlüllah'a sorduğumda, cevaben
"Nebiy-yi Ekrem (sav), iki oğlunun arasında, onlar tarafından taşınarak yürütülen bir ihtiyar kimse gördü. 'Bunun zoru nedir? Niye bir bineğe binmiyor?' diye sordu. Oğulları cevaben: - Yâ Resûlâllah. Babamız yaya olarak Kâbe'ye gitmeyi nezretmiştir. Bunun için böyle yürütüyoruz, dediler.
Resûlüllah Efendimiz: Şüphesiz ki Allah, bu ihtiyarın nefsini azâblandırmakla yaptığı ibadetten müstağnidir, buyurdu ve ona, bineğine binerek Kâbe'yi ziyarete gitmesini emretti."
Abdullah bin Mes'ûd'dan:
"Resûlüllah (sav), va'z hususunda, bize bıkkınlık gelmesin diye halimize bakıp ona göre gün ve saat kollardı."
Câbir bin Abdillah anlatmaktadır:
"Resûlüllah bir seferde idi. Derken üzeri gölgelendirilmiş olduğu halde yanında insanlar toplanmış bir adam gördü ve 'Onun nesi var' diye sordu. 'Oruçlu bir adam' dediler. Resûlüllah (sav) bunun üzerine:
Seferde oruç tutmak hâlis bir iyilik ve fazilet değildir. Allah'ın sizin lehinize yapmış olduğu ruhsatlardan ayrılmayınız," buyurdu."
http://www.enfal.de/
Prof. Dr. M. Es'ad Cosan
Bismillâhir rahmânir rahîm.
Elhamdü lillâhi rabbil àlemîn... Kemâ yenbagî licelâli vechihî ve liazîmi sultânih... Ves salâtü ves selâmü alâ hayra halkihî seyyidinâ ve senedinâ ve tâci ruusinâ ve üsvetünel haseneti muhammedinil mustafâ...
Onun seçkin kulu Muhammed-i Mustafâsi, Habîb-i Edîbine sonsuz salât ü selâmlarimizi, tahiyyat ve ihtiramlarimizi arz ederim.
Çok büyük, çok önemli, çok hayâtî, çok tatli bir konu üzerinde konusmak istiyorum: Genel olarak inanç ve inançlarin en üstünü olan Islâm; Islâm'in özellikleri, bize emrettikleri, bizim müslüman olarak yapmamiz gereken konular üzerinde...
En önemli konu din konusudur. Çünkü, öteki konularin hepsi sadece dünya ile ilgilidir. Hattâ dünyanin bir bölümüyle ilgilidir. Meselâ tabiatla ilgilidir, meselâ sihhatle ilgilidir. Ama din, hem dünya hem ahiretle ilgilidir.
Dünya küçücüktür ama, fezâ sonsuzdur, uçsuz bucaksizdir. Aralarinda sonsuz büyüklük farki vardir. Dünya ile ahiret de öyledir. O bakimdan insanin ahiretini düsünen, bahis konusu eden bir mesele elbette, en büyük meseledir. Çünkü sonsuz büyük bir istikbâli ilgilendiriyor.
Bu konu insanligin müsterek konusudur. Her toplumda bir inanç sisteminin tesekkül etmis oldugunu dinler tarihinden biliyoruz. Çesitli sekillerde tasnif edilebilen dinler mevcut... Önce ilâhî dinler ve ilâhî olmayan dinler diye hakli ve büyük bir ayirim yapabiliriz. Bu inançlar incelendigi zaman, insanlarin çok çesitli seylere kalblerini bagladiklarini, inandiklarini ve bize göre, Yirminci Yüzyil'in insanina göre garib gelecek inanislarin içinde olduklarini görebiliriz.
Günese tapmislar. Eski Iranlilar tapmis, hâlen Japonlar tapiyor. Su teknolojide bu kadar ileri gitmis olan Japonlar... Imparatorlari Günes'in ogluymus. Gülmeli mi, aglamali mi, acimali mi, teessüf mü etmeli insanlik namina, ilim namina, teknoloji namina, Yirminci Yüzyil namina insan hayret ediyor.
Televizyonda seyretmistim; kobra yilanlarina tapinanlar var. Tapinaklari var, kapisinin iki tarafinda ensesini sisirmis kobra yilanlari... Tarlalardan kobra yilanlarini topluyorlar, tapiniyorlar. Halbuki yilda bilmem kaç bin tane insan onlarin sokmasiyla ölüyor.
Hititlilerde ve Hindistan'da tenâsül aletine bile tapmislar.
Demek ki, her toplulukta bir inanç sistemi var ama, mühim olan inancinin vasfi, kalitesi... Var bir inanci, iyi, güzel, inaniyorlar diyemiyoruz; inancin kalitesi önemli oluyor. Her seyde böyle...
Meselâ, Yirminci Yüzyil'in insani akli sever, tebcil eder, begenir, alkislar. Akil hürmet gören bir varlik... Fakat, dünya üzerinde ne kadar insan varsa her birinin akli var ama, her birinin hareketi güzel hareket degil...
Büyüklerimiz onun için, aklin makbul olanini akl-i selim diye isimlendirmisler. Her akli makbul saymiyoruz, makbul de degil... Hani Nasreddin Hoca'nin fikrasiyla söylemek gerekirse: ''Soganla yogurt yemeyi ben buldum ama, ben de begenmedim.'' demis. Yâni, insan bir seyler bulabilir, bir seyler yapabilir ama, güzel mi, degil mi?..
Sonra zevk var... ''Zevkler ve renkler tartisilmaz.'' diyoruz ama, yine bir de zevk-i selim var... Olgun bir sanatkârin zevki ile, ilkokuldaki bir çocugun veya henüz çirak durumundaki bir insanin zevki muhakkak farkli...
His var, hiss-i selim var... Demek ki, inanç var, inancin da tabiî kalitesi güzel olani, selim olani önemli...
Iste biz elhamdü lillâh, dinler tarihini ve muhtelif dinleri inceledigimiz zaman; hattâ hürmet ettigimiz, taklid ettigimiz, imrendigimiz, özendigimiz milletlerin dinlerini, meselâ Amerikalilari, Ingilizleri, Avrupalilari, Japonlari inceledigimiz zaman, onlarin dinlerinde o kadar mantikli olmadiklarini görüyoruz. Maalesef gülecegimiz gibi, bizim gibi bir terbiye almis milletin kabul etmeyecegi garip ve çocuksu, ayiplanacak, kinanacak inançlarin içinde olduklarini görüyoruz.
Türkler niçin müslümün olmus?
Ben askerlik yaparken, bir general beni makamina çagirmisti. Kendi birliginde çalisan bir astegmen olarak degil de, Ilâhiyat Fakültesi'nden doçentlik payesini almis bir kimse olarak, lâyik olmadigim iltifati gösterdi.
Oturttu karsisina, sordu bana:
''--Hocam çok merak ediyorum, bu Türkler bu Islâm dinine niçin girmisler?'' dedi.
Baktim pasa hazretleri müteessif... Niye müslüman oldugumuzu anlayamiyor ve teessüf ediyor buna... Öyle bir edâ ile söyledi. Yâni, demek istedi ki: ''Ne olurdu hristiyan olsaydik. Ne güzel, iste Bati'da görüyoruz; içki içiyorlar, kadin erkek münasebetlerinde daireleri, mesrebleri, havsalalari son derece genis...'' gibi böyle bir his içinde... ''Nerden de bulmuslar bu müslümanligi?.. Bula bula müslümanligi mi bulmuslar?..'' demek gibi söyledi.
Ben de dedim ki:
''--Bizim ecdadimiz müslümanligi sosyal ve cografî sartlar dolayisiyla tesadüfen karsilastiklari bir inanca girmek tarzinda benimsemediler. O zaman mevcut bütün inançlari taniyip, tadip tercih ederek girdiler.''
Bir kere Tibet'i biliyorlardi, Dalay Lama'lari ve sâireyi biliyorlardi. Brahmanizmi, Budizmi biliyorlardi. Çin'de hakimiyet sürmüslerdi, onlarin inançlarina vakif idiler.
Kendilerinin samanizmi, atalarindan kalma bir din olarak mâlûmlariydi. Hazar Denizi'nin, Karadeniz'in kuzeyinde hristiyanligi görmüslerdi. Kodekus Komanikus gibi çok eski devirlerden kalma metinler elimizde... Bir kisim kabileler hristiyan olmus; hattâ simdi Gagavuzlar, onlardan kalinti diye gazetelerde bahis konusu ediliyorlar.
Hazar Türkleri yahudilige girmisler. Yahudileri görmüsler, tanimislar, tâbî olmuslar. Bütün bunlarin hepsini denedikten sonra, devletler milletler yöneten mâkul bir yönetici kadro olarak Islâm'i begendiler, Islâm'i seçtiler.
Çünkü, hayata en iyi intibak eden din Islâm... Çünkü, devleti yönetmekte en olumlu hükümlere sahib olan din Islâm... Çünkü, toplumun içindeki insanlarin birbirleri ile münasebetlerini en iyi düzenleyen Islâm... Çünkü, toplumun yapisi olan aileleri ve ailelerin temel tasi olan fertleri bedenen sihhatli yapan Islâm... Rûhen güçlü ve kuvvetli yapan Islâm...
Tabii, asker oldugu için bir de ona, ''Askerlik bakimindan da Islâm'dan daha güzel bir din bulamazsiniz!'' dedim. ''Askerlik meslegini bir mübarek, mukaddes meslek haline getiren Islâm... Nöbeti bir ibadet haline getiren Islâm... Allah yolunda, baskalarinin sinirlarin arkasinda huzur içinde yasamasi için, canindan geçmeyi bir ideal olarak insanlara asilayan Islâmdir Pasam!'' dedim.
Bunlari hangi dinde bulacaksiniz?.. Bulamazdiniz ki, bulamazsiniz ki...
Ben sözü o tarafa getirince, bizim alay komutani da Roma'da atesemiliterlik yapmis.
''--Tamam pasam, ben de Roma'da bulundum. Onlarda hiç akla mantiga uygun bir taraf da yoktur.'' dedi.
Pasa hazretleri çok takdir etmis anlasilan, ben emekli olduktan sonra hâlâ bana bayramlarda tebrik gönderirdi. Verdigim cevaptan memnun olmus yâni... Isin gerçegi de budur.
Bizin ecdâdimiz, büyüklerimiz bu dini sosyal bir takim hadiselerin sürüklemesi sonucunda, rüzgârin önündeki yaprak misali; ''Eh ne yapalim, bizim de kismetimiz buymus. Iste bu inanç da bizim olsun!'' diye seçmediler.
Her zaman yoklama ve irdeleme, kontrol ve tenkid süzgeçleri, mantik ve muhakemeleri çalisti; Islâm'a daha çok asik olarak daha sIkI baglandilar.
Meselâ, Hindistan'a gittiler. Hindistan'da dörtyüz kadar mezheb var; onlarin hepsini gördüler, onlari yönettiler. Onlarin hepsini bir noktaya getirmek için çalistilar.
Iran'a hakim oldular, Irandaki siilerle sünnîlerin arasindaki ihtilâfi halletmek için hakem rolünde oldular. Taraflari karsilarina getirdiler, münazara yaptirdilar. Hangisi hakliysa tabî olunsun diye, devamli bir ilmî arastirma, tenkid ve basîret üzere bu dine sarildilar ve severek baglandilar.
Zaten severek baglanilmayan bir dine insanoglu asirlarca böyle, bu kadar fedâkârca hizmet etmez. Bu kadar baski, bu kadar düsmana ragmen bu kadar fedâkârca baglanmaz.
Bizim dinimiz ebedî saadeti saglamak için gerekli kaideleri veriyor. O bakimdan dindar olmak menfaatimize... Ferdî sihhatimizi, bedenî temizligimizi, her gün yikanmamizi, haftada bir yikanmamizi, tirnaklarimizi kesmemizi, dislerimizi firçalamamizi, basit detaya kadar inerek temizligimizi, sihhatimizi korumayi saglayan; aile yuvasina büyük kutsallik veren, anneye büyük deger veren, babaya büyük pâye veren ve ona itaat etmeyi çok sevapli olarak gösteren Islâm....
O halde aile saadeti için, fert saadeti için, toplumun intizami ve saadeti için hep faydali... Ama bütün bunlara ragmen biz dine, materyalist bir gözle menfaat açisindan bakarak baglanamayiz. Biz ahiret bezirgâni, tüccari degiliz. Allah'in emri oldugu için, Allah'in emri hak oldugu için ona bagliyiz.
Biz Allah'in varligini birligini, muhakememizle, vicdanimizla buldugumuz için dindariz. Allah'in emirlerine Allah'in emri oldugu için bagliyiz. Ama onun arkasindan sayisiz faydalar hasil oluyor. Fayda da olsa, zarar da olsa, (Fil mekrahi vel mensati) hosumuza giden durumda da, hosumuza gitmeyen halde de Allah'a itaat edecek bir ruh seviyesine yükselmis bir milletiz.
Mal feda etmek gerektigi zaman da biz bundan vaz geçmiyoruz, can fedâ etmek gerektigi zaman da vazgeçmemisiz, tarih boyunca isbat etmisiz.
Simdi hudutlarin yumusamasi, haberlesmenin genislemesi, haberlesme cihazlarinin büyümesi dolayisiyla, dünyanin çok çesitli kültürleri ile de karsi karsiyayiz. Yine her gün bir muhakeme ve mukayese içindeyiz. Hristiyanlar söyle biz böyleyiz, Avrupali böyle, biz söyleyiz, Amerikali söyle yapiyor, biz böyle yapiyoruz diye...
Islâm'a karsi hücumlar var, Islâm'a yöneltilmis Islâm düsmanlarinin tenkidleri var; onlari dinliyoruz. Komünistlerin, dinsizlerin din hakkindaki, din adamlari hakkindaki görüsleri var; onlari dinliyoruz. Bütün bunlarin bize tesiri, örs ile çekiç arasinda demirin çeliklesmesi gibi, imanimizin kuvvetlendirme sonucu veriyor.
Ama biz müslümanlar, okudukça elhamdü lillâh Islâm'a daha candan baglaniyoruz. Profesörler, ilim adamlari, fizikçiler, atom alimleri...
Bu bizim gençligimizde, bizden önceki agabeylerin, ilim sahasinda büyük basarilar elde etmis, ünvanlar almis kimselerin dindar olmasi bizim ruhumuzu takviye ediyordu. ''Mâdem bunlar Yirminci Yüzyil'in ilmini biliyorlar ve yine müslümanlar; mâdem Amerika'da okumuslar, Ingiltere'de okumuslar, doktora yapmislar, oralarda profesör olmuslar, yine dindarlar...'' diye seviniyorduk. Bugün de herhalde gençler için ayni gücü verir. Elhamdü lillâh...
Islâm Hz. Adem'le baslar
Bizim Islâm dinimiz, Peygamber SAS Efendimiz'le ortaya çikmis bir din degil... Bizim dinimiz Islâm dini, Hazret-i Adem Atamiz'la baslayan bir din...
(Ennebiyyünellezîne eslemû) ''O peygamberler ki, onlar Islâm olmuslardi.'' ayet-i kerimesiyle, geçmis peygamberlerin de Islâm üzere oldugunu; Hazret-i Ibrâhim AS'in, Nuh AS'in, Mûsâ AS'in hepsinin ayni yolda oldugunu Kur'an-i Kerim'in ayetleri bildiriyor.
Demek ki, hakîkat, Hazret-i Adem'den beri ayni, Peygamber SAS Hazretlerine kadar ayni... Sadece Allah'a inanma, sadece ona teslim olma ve tevekkül etme...
Zâten Islâm, kendisini teslim etme, Allah'in iradesine teslim olma, râm olma; o ne derse buyrugunu tutmaga razi olma, boyun verme mânâsina geliyor. Ona ibadet ve itaat, ondan gayriye tapinmaktan siddetle kaçinmak... Bütün daha önceki peygamberlerin de icraati bu...
Nuh AS diyor ki:
(Rabbi innî deavtü kavmî leylen ve nehârâ) ''Yâ Rabbi, ben kavmimi gece gündüz hak yola davet ettim; su su putlara tapmayin diye söyledim. Ama, (Felem yezidhüm düâî illâ firârâ) ne söylediysem benim söylemem onlarin benden firarini arttirdi. Firar ettiler, yanimda durmadilar.''
(Ve ennî küllemâ deavtühüm litagfiralehüm cealû esâbiahüm fî âzânihim) ''Ben onlara hakki söylemek istedigim zaman, kulaklarini tikadilar.'' diye böyle onlarin menfi tavirlarini anlatiyor.
Hazret-i Ibrâhim AS:
''--Niye böyle ellerinizle yaptiginiz putlara tapiyorsunuz. Ben bunlarin hakkindan gelecegim, haberiniz olsun! Bunlarin hiç tapilacak tarafi yoktur. Ben bunlara bir suikast düzenleyecegim!'' dedigini ve hakîkaten putlari kirdigini biliyoruz.
Hazret-i Mûsâ AS'in, Firavunun, ''Benden baska size bir rab tanimiyorum. Su Misir mülkü, su Nil hehri benim degil mi? Ancak bana ibadet edeceksiniz, ben sizin rabbinizim!'' demesine karsi çiktigini ve onunla büyük mücadele verdigini biliyoruz. Allah'in varligina, birligine davet ettigini biliyoruz.
Kavminden buzagiya tapanlari siddetle cezalandirdigini; kendisi Tur Dagi'na çiktigi zaman, bazi kimselerin Misir'daki aliskanliklariyla bir altin buzagi heykeli yapmasi durumunu görünce, hirsindan kardesi Hârun AS'in basina ve sakalina yapistigini biliyoruz.
(Yebne ümme lâ te'huz bilihyetî ve lâ bire'sî) ''Benim basimi, saçimi sakalimi çekistirip durma ey anamin oglu! Ben söyledim, dinlemediler.'' diye mazeret beyan ediyor. Yâni, ayni Allah'in varligini, birligini onun söyledigini biliyoruz.
Hazret-i Isâ AS'in:
''--Yâ Rabbi, ben baska bir sey yapmis olsam sana ma'lûndur. Sen bana ne emretmissen, ben onlara onu söyledim. (Ü'budullàhe rabbî ve rabbeküm) 'Benim ve sizin rabbiniz olan Allah'a ibadet edin!' dedim. 'Beni ve anami tanri edinin!' demedim yâ Rabbî!'' buyurdugunu biliyoruz.
Demek ki Islâm, ilk insandan itibaren günümüze kadar gelen hak inanç... Kur'an-i Kerim bütün eski kitaplarin özü...
(Fîhâ kütübün kayyimeh) ''Içinde eski kitaplarin muhtevâsinin bulundugu kitap...''
(Inne hâzâ lefis suhufil ûlâ. Suhufi ibrâhime ve mûsâ.) ''Su anlatilan hakîkatler eski kitaplarda, mushaflarda, sahifelerde, suhufta vardir. Ibrâhim'in ve Mûsâ'nin suhufunda da vardir.'' Bazilari hakkinda bazi sûrelerde bilgi veriliyor.
O halde Islâm dini insanligin dinidir, bugün de öyledir. Bütün insanligi birlestirecek dindir. Çünkü bütün peygamberleri taniyor. Bütün eygamberler Islâm ile, hak peygamber olma tasdikini, vesikasini elde etmislerdir. Islâm onlarin hak peygamber oldugunu tasdik etmeseydi, herkes tereddüt ederlerdi onlarin isimleri üzerinde...
Onun için, hâtemen nebiyyîn Peygamber Efendimiz hem peygamberlerin sonuncusu, hem de mührü basip da o peygamberlerin tasdikçisidir. Selâhiyetli kisi vesikanin altina mührü basar, evet bu böyledir der. Hazret-i Isâ, evet Allah'in peygamberidir; Hazret-i Ibrâhim, Allah'in peygamberidir. O tasdiki yapan bizim dinimizdir.
Hristiyanlar bunu bilmezler. Hristiyanlar kendi peygamber tanidiklari sahislarin müslümanlar tarafindan peygamber tanindigini bilmezler. Halk olarak kendilerine intikal ettirilmemistir, bilmezler.
Islâm dini, insanligin dinidir.
O halde o peygamberleri tebcîl eden, birlestiren Islâm'dir. Bütün semâvî dinlerin hakîkatlerini, ilâhî kitap Kur'an-i Kerim içinde toplamistir. Insanliga lâzim olan bütün malzeme Kur'an-i Kerim'dedir.
Islâm'in ögrettigi hususlar bozulmadan bize kadar gelmistir. Bir bilim adaminin olanca titizligi ile Peygamber Efendimiz'in hayatinin gecesi gündüzü, özel hayati, ailevî hayati, siyâsî hayati, ictimâî hayati, seferleri, sözleri, konusmalari tesbit edilmistir. Yine bir Batili alim diyor ki:
''--Dünyada hiç bir insanin hayati bu kadar detayli olarak tesbit edilmis degildir.''
Hazret-i Peygamber Efendimiz kadar hayatinin bütün detayi bu kadar tesbit edilmis bir kimse yoktur. O halde bir peygamber bütün haberleriyle karsimizda nümûne olarak duruyor.
Kur'an-i Kerim'in indigi zamandan günümüze kadar bir harfi degismemistir. Halen elimizde, müzelerde Kur'an-i kerim'in eski nüshalari var... Topkapi Sarayi Müzesi'nde Hazret-i Ali Efendimiz'in imzasini tasiyan nüsha vardir.
Edebiyat Fakültesinde bizim hocamiz, beynelmilel madalyalar almis Prof. Ahmed Bey vardi. Derdi ki:
''--Arkasinda (Aliyyübnü ebû tâlib) diyor.''
Halbuki muzàfun ileyh olarak, ibn kelimesinden sonra normal olarak (Aliyyibni ebî tâlib) demesi lâzim imzada... Klasik gramer kaidesi böyle... Sanki gramer kaidesine aykiri gibi ibn'den sonra (Ebû tâlib) diye yaziliyor. Muzàfun ileyh olarak mecrur sîga kullanilmiyor. Bizim profesör:
''--Iste bu, bu nüshanin gerçek nüsha oldugunu gösterir. Çünkü, o zamanin gramer kaidesi öyleydi. O arkaik gramer kaidesini muhafaza ettigine göre taklit degildir. Demek ki esastir.'' diyordu.
Simdi bunlarin sayfalarini inceleyerek, mürekkebini inceleyerek de zamanini bulmak mümkün. Ama bir delil de bu...
Kur'an-i Kerim elimizde aynen mevcut... Peygamber Efendimiz'in hayati gün gibi ortada ve bütün peygamberleri taniyoruz.
Bir hristiyan meselâ, Allah'in bir peygamberini reddetmek durumunda... Ama Islâm'da bir red durumu yok... Elhamdü lillâh Allah'in bütün peygamberlerini kabul ediyoruz. Hepsinin adi anildigi zaman ''Aleyhis selâm'' diye söylemek terbiyemiz olmus. Ne demek?.. ''Ona selâm olsun!'' demek...
Hattâ o kadar seviyoruz ki, isim koyuyoruz. Aramizda Mûsâ isminde insanlar vardir, Isâ adinda insanlar vardir, Ya'kub, Yusuf, Eyyub, Suayb... Tevrat'ta, Incil'de ismi geçen bütün peygamberleri o kadar seviyoruz ki, çocuklarimiza isim olarak koyuyoruz.
Eski kitaplar peygamberimizi bildirir.
Ayrica eski kitaplarda Peygamber Efendimiz'le ilgili haberler mevcuttur. Eski kitaplari da gönderen Allah-u Teâlâ Hazretleri oldugu için, ''Ilerde su vasiflara sahip bir peygamber gelecek!'' diye, eski kitaplarin içinde birtakim pasajlar vardir. O pasajlarda, o cümlelerde, o paragraflarda Peygamber Efendimiz bildirilir.
Kur'an-i kerim'de bu hususta Saf sûresinde ve Fetih Sûresi'nde ve daha baska sûrelerde bilgi var... Fakat Kur'an-i Kerim'den ayri, Tevrat'ta ve Incil'de bilgiler var... Papazlar, eski kitaplarin o ayetlerini kendileri gösteriyorlar.
Biz de Edebiyat Fakültesi'nde talebe iken, Pakistanli Profesör Muhammed Hamidullah Bey, o ayetleri, o cümleleri getirip bize okutmustu.
Sonra Zeki Velidi Bey'in bir makalesi vardir: Kumran denilen Lût Gölü kenarinda bir magarada eski metinler bulundu. Hristiyanliga ait, yahudilige ait çok eski kitaplar, yakilmasin, Romalilar tahrib etmesin diye saklanmis o magaraya... Bu metinler bulundu. Bu metinlerin bir kismini Amerika aldi, bir kismi Ürdün müzelerinde, bir kismi Vatikan'da... Muhtelif yerlere alindi, incelendi.
Buralarda Tevrat'ta ve Incil'deki degismeleri isaret eden, Kur'an-i Kerim'in hakli oldugunu gösteren malzeme var... Bulunan vesikalar Kur'an-i Kerim'in tasdikçisi durumunda...
Bazi büyük papazlar, bazi büyük hristiyan ve yahudi alimleri müslüman olmuslardir. Kendi kitaplarindaki müjdelerden dolayi, Peygamber Efendimiz gelmeden önce su evsafta bir peygamber gelecek diye beklemislerdir; Peygamber Efendimiz geldigi zaman, ona tabî olmuslardir.
Peygamber efendimiz'in zamanindan misal, Selmânül Fârisî Hazretleri'dir. Selmânül Fârisî Hazretleri, Iran'li asil bir aileden dünyaya geldikten sonra, papazlarin yaninda çesitli ülkelerde gezdikten sonra, ahir zaman peygamberi Hicaz'da zuhur edecek diye, onun gelmesini yakalamak, ona tâbî olmak, onu tanimak için Hicaz'a gelmistir.
Yine Medine-i Münevvere'deki yahudi alimlerden Abdullah ibn-i Selâm, Tevrat'taki bilgilerden dolayi Peygamber Efendimiz'in hak peygamber oldugunu anlayarak müslüman olmustur.
Bu misaller eski kitaplarda Peygamber Efendimiz'le ilgili malzemenin olmasina en büyük delildir. Çünkü, o eski kitaplari da biz uydurmus olamazdik ya... Eski kitaplar bizden önce mevcut...
Hattâ Islâm My Choice diye bir kitap nesretmis Begüm Ayse Beveni Vakfi, Pakistan'da... Orada bazi eski Hint dinlerinin kitaplarindan sayfa fotograflari veriyor; orada Peygamber Efendimiz'in gelecegine dair cümleler var...
Eski Hint kitaplarinda, eski Iran dinî metinlerinde; Yâni Hazret-i Peygamber'in yasadigi çaglardan önce yeryüzünde bulunan dinlerin kitaplarinda onunla ilgili metinler, fotokopileri ve tercümeleri var...
Demek ki Tevrat'ta, Incil'de, eski Iran metinlerinde Peygamber Efendimiz'in gelecegine dair müjdeler var...
Kur'an-i Kerim'de de bunlara isaret ediliyor. Meselâ:
(Ve iz kàle isebni meryeme yâ benî isrâile innî rasûlüllahi ileyküm musaddikan limâ beyne yedeyye minet tevrâti ve mübessiren birasûlin ye'tî min ba'dismühû ahmed) ''Ilerde Ahmed adinda bir peygamber gelecek!'' diye Incil'de bir ayetin oldugunu, Hazret-i Isa'nin böyle buyurdugunu Saf Sûresi beyan ediyor.
Hakîkaten Incil'de böyle bir ayet vardir. Hamidullah Bey bize Incil'den getirip göstermisti. Bu ayet sebebiyle, ''O sahis Peygamber Efendimiz'dir.'' diye nice papazlar müslüman olmuslardir.
Paraklit diye tercümesi yapilmis. Tabii, Incilin indigi asil metin elimizde degil, tercümeleri elimizde... Tercümelerde o asil kelimenin mukabili olan tercüme kelimeler var... Ama o kelimelerin de yine Peygamber Efendimiz'i gösterdigi papazlar tarafindan ifade edilmis ve onlarin müslüman olmasini saglamistir.
Meshur bir misal, Ispanya'nin Mayorka adasinda yetismis Anselmo Turmedo isimli papazdir. Bu papaz Ispanya'da, Fransa'da ve Italya'da yüksek ihtisaslarini tamamladiktan sonra, Fransa'da bir manastirda çok yüksek bir alimin hizmetinde çalisirken; Incil'deki bu ayet-i kerimenin Peygamber Efendimiz'i anlatan ayet-i kerime oldugunu ögrenince, Tunus'a gelip müslüman oluyor. Abdullah et-Tercüman adini aliyor. Incil'deki Islâmiyeti ve Peygamber Efendimiz'i müjdeleyen ayetleri konu edinen bir kitap yaziyor. Bu Türkçeye de tercüme edilmistir.
Matbaaci I. Müteferrika
Sonra ben profesörlük çalismasi olarak, su bizim meshur matbaaci, Türkiye'ye matbaayi getiren Ibrâhim-i Müteferrika'nin Risâle-i Islâmiye diye bir eseri oldugunu görmüstüm. Deniliyordu ki:
''--Risâle-i Islâmiye, müslümanligi anlatan bir kitaptir.''
Böyle geçistiriliyordu. Ben de dinî edebiyat kürsüsü baskani oldugum için, ''Bakalim bu Risâle-i Islâmiye nedir?'' diye inceledim. Sonunda onu bir kitap halinde de nesrettim.
Ibrâhim-i Müteferrika Romanya'da, Kolojvar sehrinde yasamis bir papaz... Çok güzel bir tahsil görmüs, Yunancayi, Latinceyi ögrenmis. ''Eski metinleri ve kilisenin kitapligindaki üstâd-i bîmürüvvetlerin okunmasini yasak ettigi kitaplari okudum.'' diyor.
Üstad ama, müslüman olmadigi için, hakîkati sakladigi için üstâd-i bîmürüvvet diyor, yâni, ''Mürüvvetsiz üstadlarin okumayayim diye sakladigi kitaplari okudum.'' diyor ve orada hristiyan literatürünün, Peygamber Efendimiz'i müjdeleyen malzemesine âsinâ oldugunu ve onun için müslüman oldugunu söylüyor.
Bu Risâle-i Islâmiye isimli kitap, Islâm'i anlatan bir kitap degil; saklaniyor bu mesele... Halk bilmesin diye bazi gerçekleri sakliyorlar arastiricilar... Kim yapmis bu sahsin üzerinde arastirmayi?.. Bir katolik papaz yapmis. Ibrhahim-i Müteferrika üzerinde en bilimsel arastirma katolik bir papaz falancanin yaptigi çalismadir deniliyor. E, katolik papaz, müslüman olan bir papazin müslümanliga yarayan malzemesini bize tanitmak ister mi?.. Istemez, tanitmiyor.
''Islâm'i anlatan bir eser...'' diyor. Hayir, Islâm'i anlatan bir eser degil; Bir papaz olan Ibrâhim-i Müteferrika'nin müslüman olmasina sebep olan Incil ayetlerini bahis konusu eden bir kitap... O konuya kimse yanasmasin, o konuyu kimse bilmesin diye papaz sakliyor gerçegi...
Ibrâhim-i Müteferrika kendi hayatini anlatiyor. Hangi ayetleri görüp de müslüman oldugunu anlatiyor. Ayetlerin Latincesini de veriyor.
Müteferrika, sarayda teknik ve sanata dayali yüksek bir hizmet demek... Ömrü boyunca da hakîkaten çok faydali hizmetler yapmistir, sayân-i sükrân hizmetler yapmistir. Nur içinde yatsin, mekâni cennet olsun... Samîmî müslüman oldugu ve hakîkaten Islâm'a hizmet ettigi kanaatine vardim ben incelemelerimden...
Ama eseri, bir papazin Incil metinlerini okuyup da hangi ayetlerden dolayi müslüman oldugunu anlatan bir eserdir. O da faydali olur diye ben de onu nesrettim; baska papazlar da görsün diye...
Islâm'in üstünlükleri
Asrimizin ilmine sahib kardeslerimiz, --bendeniz profesörüm, dinleyiciler arasinda profesör dostlarimiz, kardeslerimiz var-- seve seve müslümaniz. Inanmis olarak, incelemis olarak, çesitli tenkidleri bilen, onlara zaman zaman cevap veren insanlar olarak, seve seve, can ü gönülden müslümaniz. Her tenkid bizi Islâm'a daha çok, sImsIkI sarilttiriyor. Islâm böyle bir din...
Islâm'da en önemli husus itikaddir. Kusurlar, günahlar; onlar affolabilir. Affolabilir, af diye bir müessesesi var Allah'in... Magfireti var, affi var, rahmeti var; affolabiliyor. Mühim olan itikaddir, mühim olan bilimsel temeldir, gerçegin dogru kavranmasidir. O gerçek dogru olarak kavranildigi zaman, Allah öteki kusurlari bagislayabiliyor.
(Innallàhe lâ yagfiru en yüsreke bihî ve yagfiru mâ dûne zâlike limen yesâ') Allah sadece bu gerçegi kavrayamayanlari affetmez. Bu ilmî gerçegi kavrayamayanlari affetmez, ötekileri affedebilir, dilediginin suçunu bagislayabilir. Mühim olan inançtir. O halde bizim de ilkönce bu bilimsel gerçegi tam kavramamiz lâzim!..
Küfür affolmaz bir suçtur. Sirk, affolmaz bir suçtur. Küfür tamamen inkâr... Sirk de yanlis bilmek veya ortak kosmak... Tamâmen inkâr yok, bir inanç var, ama inanç yanlis; o da kiymetli degil, o da olmaz!..
Insanoglu Allah'i dogru tanimak zorundadir. Ya dogru olarak taniyacak, ya da tanimazsa affolmaz!.. Insanin en büyük vazifesi, yaradanini dogdu tanimasidir. Her gün kendisine rizki vereni, göndereni, sihhati vereni, akli vereni, her türlü nimeti, sonsuz nimetleri vereni mutlaka dogru bilecek!.. Ordaki hatayi Allah affetmiyor. Islâm'in ana mantigi budur. Hazret-i Adem Atamizdan, Peygamber efendimiz'e kadar peygamberlerin mücadelesi budur.
Insanoglu bu gerçegi kavrayacak; eliyle yaptigi tasa, havada gördügü Günes'e, Aya'a, yildiza tapmayacak. Çünkü onlar gibi kaç tane yildiz oldugunu ilim bugün söylüyor. Kaç tane günes oldugunu, kaç tane günes sistemi oldugunu biliyoruz. Yeryüzündeki yere yatirip, bogazini kestigimiz hayvanlara tapmayacak. Etini kebap yaptigimiz, biftek yaptigimiz hayvanlara tapmayacak. Dogruyu bulacak, saçmalamayacak.
Islâm'da insanlarin kafasinin yanlis olmasi... Bir de seytana tapmak diye bir söz vardir.
''Insanlar bazen Allah'a tapinmazlar, itaat etmezler. Bazilari seytana itaat eder, seytanin emrinde ve buyrugundadir. Bazilari da nefsinin emrinde, buyrugundadir, ona tapiniyor.'' diye, bu hususa dikkat çekiliyor. Bunlara tapilmamasi, Allah'tan gayriye tapilmamasi, Allah'in varliginin, birliginin anlasilmasi ana temel aliniyor.
Hepsi güzel... Hepsi akla ve mantiga, ilme ve Yirminci Yüzyil'a uygun...
Amellerin dis sekli önemli degildir, özü önemlidir; niyet ve ihlâs esastir Islâm'da... Iki tane insan ayni isi yaparlar; birisinden kabul olur, öbüründen kabul olmaz. Çünkü birisinin niyeti baskadir, aklindan baska sey geçiyordur, niyeti kötüdür. Dis sekil itibariyle ayni isi yaparlar ama, birisini kabul eder Allah, ötekisini kabul etmez. Birisine mükâfat verir, ötekisine ceza verir.
O halde samimiyeti tesvik eden bir din... Dis boyamayi kabul etmeyen bir din... Iç temizligini, samîmiyeti emreden, tavsiye eden bir din...
Hattâ;
(Ed dînü ennasîhatü) diyor Efendimiz SAS... Bu da iyi bilinmeyen, mânâsi iyi anlasilmamis bir hadis-i seriftir. ''Din nasihattir.'' diye tercüme ediliyor; yanlis... (Ed dînü ennasîhatü) demek, ''Din samimiyettir.'' demek... Nasihat çünkü, samimiyet mânâsina geliyor. Din ögüt demek degil... Ögüt olmasa da, ses çikmasa dahi, din samimiyettir.
Geçen gün elime bir kitap geldi. ''Insanin sözünün iletisimdeki rolü %10'dur. %30'u jestler ve mimiklerdir, %10 sözdür, %60 hâlidir.'' diyor. Asil iletisim, asil haberlesme halle olur. Hal ile iletisimini tam saglamanin, mesajlasmayi saglamanin kitabini yazmis. Konusmadan da insan iletisim saglayabilir, mühim olan samimiyettir.
(Lillâhi) ''Allah'a karsi samîmiyet...'' Eger ögüt mânâsina olsaydi, Allah'a karsi ögüt söker mi?.. Kul Allah'a ögüt verebilir mi?.. Mümkün degil... Demek ki, ögüt mânâsina degil!.. Allah'a karsi samîmiyet...
(Ve lirasûlihî) ''Rasûlüne karsi samîmimiyet...''
(Ve likitâbihî) ''Kur'anina karsi samîmiyet...'' kur'an'a karsi ögüt bahis konusu olmayacak.
(Ve lieimmetil müslimîn) ''Müslümanlarin yöneticilerine karsi samîmiyet...''
(Ve âmmetihim) ''Hepsine karsi samîmiyet...''
Ne kadar güzel!.. Din tamamen samimiyettir. Bizim bunu böyle duyurmamiz lâzim insanlara... Din kuru merasim degildir, dis sekil degildir; Özdür ve samîmiyettir. Tamâmen samîmimiyettir. Allah'a karsi samîmiyet, Rasûlüne karsi samîmiyet, Kur'an'a karsi samîmiyet, yöneticilere karsi samîmiyet, genel olarak müslümanlarin hepsine karsi samîmiyet... Böyle özetliyor Peygamber Efendimiz...
Islâm'in bes hedefi
Islâm'in emir ve yasaklari kaprisli emirler degildir: ''Ben böyle istiyorum, böyle yapacaksin!.. Ille de yapacaksin!'' filân gibi bir mantikla verilmis emirler degildir Islâm'in emirleri...
Ya nasildir?.. Islâm'in emirlerinde bes hedef güdülmüstür. Hepsi incelendigi zaman bes ana grupta toplanabilir:
1. Inanci korumak... Sirk olmasin, küfür olmasin vs. olmasin!
2. Ruhu korumak...
3. Akli korumak... Içki onun için yasaklanmistir. Içki akli aldigi için haram kilinmistir. Çünkü Islâm'in vazifesi akli korumaktir.
4. Mali korumaktir. Mala zarar veremezsin!.. Simdi moda çikti lokantalarda, ''Kir tabagi ver besbin lira para...'' Stresi atmak için tabak kirmak... Islâm'da bu yoktur, yapamazsin!..
--Neden?..
Islâmda mal de muhteremdir. Mala telef veren cezalandirilir. Gel bakalim buraya...
--Ben kendi tabagimi kirdim...
Kendi tabagini kirsan bile, ben sana yönetici olarak ceza veriyorum der Islâm... Neden?.. Mal da muhteremdir, malin korunmasi önemlidir. Mecelle'nin kaideleri arasina girmistir:
(Lâ darara ve lâ dirâr, fil islâm) ''Islâm'da mala zarar vermek yoktur.''
Ben filanca komsuya kizdim, onun harmanin yakamam! Islâmî bakimdan yoktur böyle bir sey; günahtir, cezasi büyüktür.
--Efendim, o benim harmanimi yakmisti, ben de ceza olarak onun harmanini yakacagim.
Onu da yapamazsin!.. (Lâ darara ve lâ dirâr) Zarar vermek de yoktur, zarara zararla mukabele hakki da dogmaz. Ancak kadiya basvurabilirsin, hakkini arayabilirsin. Mali telef edemezsin; çünkü Islâm mali da muhterem saymistir.
Hattâ bir çocuk bir hocaefendinin yaninda patlamis bir ampulü duvara çalmis. Ses çikiyor ya ampulü attigi zaman, patlama oluyor. Hoca o çocugu cezalandirmis. Demisler ki: ''Hocam, zaten bu ampul sönüktü, yanmisti.''
''--Hayir! Yapilmis bir seyi tahrib etmesi dogru degil... Belki onun dis tarafi çikacakti, belki bir iste kullanilacakti.'' demis.
Demek ki Islâm akli da korumayi esas aliyor, mali da korumayi esas aliyor, dini de korumayi, itikadi da korumayi esas aliyor.
5. Nesli de korumayi esas alir. Zinanin yasaklanmasi, nikâhin sart olmasi ondandir. Neslin korunmasi için sorumlu lâzim geldiginden nikâh sarttir. Çocuk düsürmek onun için dogru degildir, cinayettir. Rahimde tesekkül etmis olan çocuk, mirasta nazar-i itibara alinir, kiymeti vardir.
Demek ki, Islâmin emir ve yasaklari insanoglu için gerekli seylerin korunmasi içindir. Insanligin faydasi içindir. Onun için, Kur'an-i Kerim'de buyruluyor ki:
(Kul innallåhe lâ ye'muru bil fahsâ') ''Ey Rasûlüm, Allah insanlara kötü sey emretmez!'' Allah'in emirlerinin hepsinde bir iyilik vardir.''
--Peki savasi niye emretti?..
Çünkü, savas da gerekir.
--Peki niye bosanma var?..
Çünkü, bosanma evliligin emniyet subabidir. Hiç bosanma olmazsa, insanlar intihara gider, bunalima düser. Bosanma da bir sebeptir, insanoglunun mutlulugu için o da bir sarttir. Bazan tahammül edilmez noktalara gelinir, o zaman bosanma da bir nimet olur. Bazan ölüm bir nimet olur, bazan bosanma bir nimet oluyor.
O bakimdan Allah kötü sey emretmez. Emrettigi seylerin hepsi bir faydaya yöneliktir. O bakimdan Islâm güzeldir, faydalidir.
Sonra, Islâm havalarda olan bir din degildir... Bulutlarda olan, semalarda olan bir din degildir. Sadece ahiretle ilgilenen bir sistem degildir Islâm... Islâm hayatin bir yasanma tarzidir. Islâm namaz midir?.. Sadece namaz degil... Ramazan midir?.. Sadece ramazan degil... Hac midir?.. Sadece hac degil...
Islâm bir hayatin belli bir iman sistemine göre yasanma tarzidir. Sabahtan aksama, geceden gündüze, evden isyerine, besikten mezara kadar insanin her anini ilgilendiren bir sistemdir. Insanin içinde yasadigi bir ortamdir Islâm... Yakasina taktigi bir rozet degildir. Üzerine giyip çikardigi bir libas degildir.
O bakimdan bazi seyler ibadettir. Sasarsiniz, sasilacak seyler vardir, ibadettir. Meselâ, evlilik ibadettir. Kari kocanin evlilik münasebetleri sevaptir. Sükût ibadettir. Iyi bir niyet ibadettir. Sadece temenni ediyor, içinden iyi bir seye niyet ediyor.
Dünyayi da ahireti de, ferdi de cemiyeti de, maddeyi de mânâyi da beraber götürür Islâm...
Taksim'de karakola müracaat etmis, komsuyu sikayet etmis bir sahis: ''Efendim perdeyi açiyorlar, çirilçiplak soyunuyorlar. Bizim aile huzurumuza te'sir ediyor bu... Sikâyetçiyiz...'' demis.
Polis demis ki:
''--Ben ne yapayim? Evin içine karisamam!''
Islâm karisir. Islâm insanin evinin içine de karisir, kalbinin içine de karisir, kafasinin içine de karisir, niyetine de karisir. Karismazsa zâten, nizam tam olmaz, intizam tamâmen saglanamaz. Polis orda durdugu zaman, içerde o düzensizlik devam eder. Onun için Islâm'in bu durumu bir büyük üstünlüktür.
Meselâ, ticaret yapan insan sevap kazanir.
(Elkâsibü habîbullah) ''Ticaret yapan, kazanan insan Allah'in sevgili kuludur.'' diyor Peygamber Efendimiz... Hattâ bir baska hadis-i serifi var:
(Ettâcirüs sadûkul emînü mean nebiyyîne ves siddîkîne ves sühedâi yevmel kiyâmeh) ''Dogru dürüst, güvenilen bir tüccar kiyamet gününde peygamberlerle, sehidlerle beraber hasrolacaktir.'' diye müjdeleniyor.
Tüccardir, mal getiriyordur, para kazaniyordur; ama yine sevap kazanir. Dogrulugundan dolayi ve o beldede ihtiyaç olan bir metai oraya getirip ihtiyaci karsiladigindan dolayi... Ticaret de sevaptir.
Devlet yönetimi sevaptir. ''Allah indinde insanlarin en faziletlisi, dogru devlet baskanidir.'' buyruluyor. Adil olmak sartiyla, dogru olmak sartiyla en faziletli insan oluyor. Yâni, devlet yönetimi bir ibadet oluyor, valilik kaymakamlik bir ibadet oluyor.
Iki kimsenin gözüne cehennem atesi degmez:
1. Tenhalarda gözyasi döken bir kimsenin gözü cehennem atesi görmez, yâni cehenneme girmez.
Biz askere gittigimiz zaman bazilari nöbetten kaçiyorlardi. Biz, ''Senin nöbetini biz tutalim!'' diyorduk. Niye?.. Biz nöbetin sevap oldugunu biliyoruz da ondan...
Biz askerlige bir vakit önce gidelim de bir vakit daha fazla sevap alalim diye öglen yemegi yemeden gitmistik askere... Ögleni yiyelim de ondan sonra gidelim demedik, daha çok saat orda olalim diye gittik.
Neden?.. Iyi niyetle oldugu zaman askerlik de ibadet, devlet yönetimi de ibadet, ticaret de sevap, sükût da sevap, tefekkür de sevap, konusmak da sevap... Çünkü Islâm hayat, hayati yasayis tarzi... Insanin yasam tarzinin bütünü, hayati sürdürüs tarzi...
Islâm sadece bir kavme veya bir çaga mahsus degildir. Meselâ yahudilik bir kavme mahsustur, bir kavmin dinidir; Islâm öyle degildir. Bütün insanliga ve bütün çaglara hitab etmektedir.
Peygamber Efendimiz,
(Kâffeten linnâsi besîran ve nezîrâ) Bütün insanliga hitâben müjdeleyici ve ihtarci olarak, gerçekleri haber verici ve ihtar edici bir kimse olarak gönderilmistir. Bütün insanlara ve hattâ görünmeyen varliklara, inse ve cinne, cinlere ve insanlara peygamberdir, rasûlüssakaleyndir. Cinler de gelip iman ettiler diye Kur'an-i Kerim'de bildiriliyor.
Peygamber Efendimiz sadece Türkiye'nin peygamberi degildir; Ingiltere'nin de peygamberidir, Amerika'nin da peygamberidir, Japonya'nin da peygamberidir.
Neden?.. Onlar da devr-i Muhammedîde yasiyorlar. Inanirlarsa Peygamber Efendimiz'e inanacaklar, müslüman olacaklar; inanmazlarsa, Peygamber Efendimiz'e inanmadiklari için kâfir gidecekler.
Mûsâ AS'a inanmak yetmez, Isâ AS'a inanmak yetmez. Çünkü devir degismistir, devir devr-i Muhammedîdir. Hepsi onun ümmetidir. Ama, onun peygamber oldugunu kabul edip de emirlerini tutanlar davetine icabet etmislerdir. Ötekiler davetine muhatap insanlardir. Bilkuvve ümmetidir, bilfiil ümmeti degildir. Bütün insanligadir Islâm...
Güzel prensipler
Sonra, Islâm bugün herkesin alkisladigi, beynelmilel teveccühe mazhar olmus çok güzel fikirlere ve prensiplere sahiptir. Misal:
(Innallàhe cemîlün yuhibbül cemâl) ''Allah CC güzeldir, güzeli sever.'' buyuruyor Peygamber Efendimiz bir hadis-i serifinde... Kendisi güzeldir, güzelligi yaratmistir, güzel olan seyi sever. Onun için müslümanda bir güzellik duygusu olmasi lâzim!.. Güzele bir meftunluk olmasi lâzim!.. Bir estetik duygusu olmasi lâzim, yaptigi seyi güzel yapmasi lâzim!..
O halde, Islâm insana bir güzellik terbiyesi veriyor, bir sanat ruhu veriyor. Onun için Yunus Yunus'tur. Onun için Mevlânâ çaglari asmistir, hudutlari geçmistir, dünyaya yayilmistir.
Çünkü, bir güzellik duygusu vardir. Çiçegin güzelligini bilir. Biz Eyüb'de çevre çalismalari yapiyoruz. Oranin eski güzellikleri kaybolmasin diye gayret ediyoruz. Bir tekke, Seyh Murad Efendi Tekkesi'ni tamir etmege girismis bulunuyoruz su anda... Galiba 17 dönüm arazisi varmis. En nadide çiçekler varmis bahçesinde ve ceylanlar geçermis. Manzarayi düsünebiliyor musunuz?.. Ne kadar hos bir rûhânî ve estetik bir alem....
Onun altinda Selâmi Mustafa Efendi tekkesi var, gülleriyle meshurmus. Eyüb'de Selâmi Mustafa Efendi Tekkesi...
Sonra:
(Innallàha yühibbü izâ amile ehadekümül amele en yutkinehû) ''Allah bir isi yaptiginiz zaman, onu mükemmel bir tarzda ortaya koymanizi sever. Rahmet eder öyle yapan insana...'' diyor Peygamber Efendimiz...
Bu müslümanin kaliteye önem vermesine tesviktir. Güzellik duygusu var, bir seyi kaliteli yapma emri var Islâm'da... Yaptigi seyin en güzelini yapacak. Kilici en keskin olacak, çinisi en güzel çini olacak. Camisi en güzel abide olacak, asirlar boyu devam edecek. Bozulmayacak, solmayacak, dâimî olacak, güzel olacak... Yaptigi seyi güzel yapmak, basarmak ve en üstün derecede, en kaliteli olarak basarmak fikri vardir.
Sonra, hiç kimsenin inkâr edemeyecegi maddî ve mânevî temizlik esastir Islâm'da... Avrupalilarin hiç yikanmayip da senede bir sadece pamukla silindigini, vaftiz suyunun tesiri kaçmasin diye yikanmaktan kaçindigini biliyoruz. Versay Sarayi'nda yüznumaranin olmadigini biliyoruz.
Ama, müslümanlarin yaptigi her ibadethânenin yaninda bir hamami da vardir. Medresesi vardir, asevi vardir, hamami vardir, sicak ve soguk suyu vardir, bedava yikanma imkâni vardir.
Onaltinci Yüzyil'da Osmanlilari ziyaret eden Hollandali sefir Baron de Büsbek diyor ki:
''--Yâ bu adamlar hasta olacaklar. Çipil çipil balik gibi boyna yikaniyorlar. Bu kadar da yikanmak olur mu?'' diyor. Yâni hamamda müslümanlarin bol bol yikanmasini yadirgiyor.
Biz her gün bes defa yikaniriz. Abdülhamid Han cennetmekân, her sabah havlusunu alir, hamamda yikanmasini yapar, öyle giyinirmis. Imkâni olan böyle yapardi. Ama yapamayan hiç olmazsa haftada bir giderdi, hamamda bir güzel yikanirdi. Tertemiz bohçasini alir, kadinlar erkekler çoluk çocugu ile yikanirlardi. Haftada bir mutlaka bir temizlik olurdu.
Öyle bir senede, derinin üzerinde kir tabaka haline gelsin, zirh haline gelsin, kaplumbaga derisi gibi olsun; Islâm'da böyle bir sey yok, temizlik var... Maddî temizlik ve mânevî temizlik var...
Tirnak kesmek, biyiklarin fazlasini kesmek, koltuk altlarini temizlemek, her türlü temizlik... Mekânda temizlik... Meselâ, üstünüz temiz olmazsa, namaziniz olmuyor. Hadesten taharet, necâsetten taharet sarttir, namazin farzlarindandir. Günde bes defa kildiginiz namaz, temiz olmazsaniz kabul olmayacagi için temiz olmak zorundasiniz. Islâm böyle bir seye baglamistir. Temizlik lafta degildir.
ZâtenIslâm'in hiç bir emri lafta degildir. Islâm'in en mühim özelliklerinden birisi, söyledigi her sözü pratik bir çareye baglamis olmasidir. Islâm'in en güzel tarafi, sözü nazarî bir nasihat halinde birakmamasi, mutlaka pratik bir ise baglamasidir.
Meselâ, Allah'i unutmayin emri;
(Velâ tekûnû kellezîne nesullàh) ''Sakin Allah'i unutan o gàfil insanlar gibi olmayin!'' Unutmamak için, günde bes vakit namaz vardir.
--Hocam, bir defa olsa yetmez mi?..
Yetmez, unutursun Allah'i; bes defa olacak!.. Ondan bes defadir. Sonra zikir vardir.
(Innemel mü'minûne ihvetün) ''Bütün müslümanlar kardestir.'' Pratik nasil kardes olacagiz?.. Senede bir defa hacta toplaniyorsunuz. Hem de müslümanlarin en zenginleri, en sihhatlileri toplaniyor. Tabiî seleksiyonla seçilmis olanlari, en kalitelileri geliyor ve orda Islâm için konusmak imkâni doguyor.
Camide cemaatle namaz, o da bir toplanma seklidir. Cuma günleri toplanma... Islâm pratige baglamistir.
Temiz olun!.. Temizligi de abdeste baglamistir, gusle baglamistir. Mutlaka yikanacak, çaresi yok... Onun için temizlik dinidir Islâm, nezâfet dinidir. Temizlik dinin yarisidir. Avrupa böyle degildi. Avrupa bugün yikaniyor ama, bu Islâm'in tesiridir; daha önce yoktu. Avrupa'daki bütün degisiklikler Islâm'la olmustur. Rönasans Islâm'i gördükten sonra olmustur, Islâmî ilimlerle olmustur. Reform Islâm'la karsilastiktan sonra olmustur. Kiliseye itirazlar, Islâm'i taniyanlar tarafindan yapilmistir. Bilimsel gelismeler Islâm'in taninmasindan sonra olmustur.
Dr. Sigrid Hunke, ''Bati Üzerine DOgan Allah'in Günesi'' diye Islâm'in bilim bakimindan Batiyi nasil uyardigini, nasil motive ettigini, nasil faydali oldugunu kitabinda anlatiyor. Türkçe'ye tercümeleri var...
Islâm ilme çok büyük deger verir, alime çok büyük paye verir. Peygamberlerin halifeleri devlet baskanlari degildir, alimlerdir.
(El'ulemâü veresetül enbiyâi ve hulefâir rusûl) Alimler Rasullerin halifeleridirler, peygamberlerin varisleridirler.'' Çünkü her sey ilimle olur. Bugün biz bir sey yapmak istedigimiz zaman mütehassisina gidiyoruz. Onun için önder, ilim adamidir.
Adalete çok önem verir.
(El'adlü esâsül mülk) Mülk apartman demek degildir, bag bahçe demek degildir; egemenlik demektir, hakimiyet demektir. ''Hakim olmanin, devlet olmanin, yönetici olmanin temeli adalettir.'' diyor Islâm...
Adil olacaksin! Kime karsi?.. Padisahin aleyhine bile olsa... Nitekim Istanbul'un ilk kadisi, Kadiköy kendisinin mülkü olan, Kadiköy'e ismini veren Hizir Çelebi, --IMÇ'nin oldugu bulvarin yaninda kabri vardir-- Fatih Sultan Mehmed'i mahkum etmistir.
Kimin karsisinda?.. Rum mimarin davaci olmasi üzerine, Rum mimari hakli çikarmistir, Istanbulun fatihi Sultan Muhammed Cennetmekân'i mahkûm etmistir. Hizir Çelebi böyle hakimdir.
Neden?.. Islâm'da esas olan adalettir.Hakim devlet baskanindan filân korkmaz. Kimden korkar?.. Allah'tan korkar. Neyi yapar?.. Allah'in emrini yapar, adaleti icrâ eder.
(Velev ala enfüsekim evil vâlideyni vel akrabîn) ''Kendinizin aleyhinde bile olsa, annenizin babanizin bile aleyhinde olsa, akrabalarinizin bile aleyhine olsa, adaletle hükmedin, adaletten ayrilmayin!..'' diyor Islâm...
Onun için, kisi kendi aleyhinde sahitlik yapar: ''Ben hatâ ettim, kabahat benim, benim mahkûm olmam lâzim!'' der. Islâm böyledir.
Bir meshur Islâm kadisinin, Kadi Süreyh'in huzuruna muhakeme için iki kisi geliyor. Bakiyor ki birisi zünnar baglamis, gayrimüslim; ötekisi müslüman... ''Ah müslüman kazansa...'' diye içinden bir temenni geçiyor. Ama, dinliyor, bakiyor ki, müslüman haksiz gayrimüslim hakli... Gayrimüslime hakli oldugunu beyan ediyor, onun lehine karar veriyor, gönderiyor.
Fakat ömrünün sonuna kadar gözyasi dökmüs, tevbe ve istigfar etmis, ''Niye benim kalbim muhakeme olmadan bir tarafa meyletti; ben ne biçim hakimim?'' diye...
Adalet anlayisi budur Islâm'da... Onun için, evrensel dindir. Bütün milletlerin sevgi ve saygi göstermesi gereken bir dindir.
Islâm'da sevgi ve saygi temeldir, müslüman müslümani sever.
Bugün öyle misaller okudum ki, Ebûbekr-i Siddîk yalvariyor, ''Hatâ ettim, beni affet!'' diye... Asere-i mübessereden cennetlik bir kimse... Öyle bir sevgi, öyle bir muhabbet vardir. Müslümanin müslüman ile münasebetleri o kadar candan olmustur.
Arap seyyahi Ibn-i Batûta Denizli'ye gelmis. Arapça biliyor, Türkçe bilmiyor. Onüçüncü Yüzyil... Tam bizim Anadolu'nun yeni fethedildigi, beyliklerinin oldugu zamanlar, piril piril ahâli... Kendisinin develeri var, binekleri var... Aldigi hediyelerin, mallarin yüklendigi bir kervanla beraber Denizli'ye geliyor.
Palabiyikli, salvarli, silahli bir adam atinin dizginini yakaliyor. Bir seyler söylüyor, anlamiyor. Tam onun ne dedigini anlamak için ugrasirken, bir baska palabiyikli, silahli biri geliyor. O da dizginin öbür tarafindan tutuyor. Birbirleriyle biraz münakasa ediyorlar.
Adamin akli basindan gidiyor. Atini tutanlar silahli... Arkasinda mallari var... Mal canin yongasi... ''Eyvah canim gidecek, malim gidecek!'' diye korkuyor.
Ama sonradan anlasiliyor ki, ilk tutan sahis:
''--Efendim siz herhalde yabancisiniz, kilginizdan kiyafetinizden belli... bize misafir olun!'' diye yakalamis, onu anlatmaya çalisiyormus.
Ötekisi de diyormus ki:
''--Yâhu, ayip degil mi? Bu mahalle bizim mahalle, bunu bizim misafir etmemiz lâzim! Sen öbür mahallenin ferdi olarak nasil olur da bunu misafir edersin?'' diyormus, münakasa buymus.
O da diyormus ki:
''--Ne yapayim, ilkönce ben gördüm. Önce görenin olur misafir...''
Tanri misafiri diye tanimadigi insana karsi sevgi... Hayvana karsi, leylege karsi, serçeye karsi, kusa karsi... Hizmetçiye karsi...
Vakif yapilmis, yikadigi tabagi kiran hizmetçiye yardim etmek için, tabagin bedeli ödensin diye vakif yapmislar. Kanadi kirik leyleklerin tedavi görmesi için vakif yapmislar.
Insanlari seven, insanlardan bütün çevreye, bütün mahlûkata yayilan bir sevgi... Islâm bu...
Leydi Montegü, kocasi elçi... Saniyorum Onsekizinci Yüzyil'da Istanbul'a gelmis, Osmanlilarla tanismis. Tabii, kendisinin siyasi bir görevi var... Mektup yaziyor. Leydi Montegü'nün Mektuplari diye de tercümesi yapilmis, Türkçe de var...
Ingiltere'deki bir arkadasina:
''--Kardesim, ben buraya gelmeden önce Osmanlilarin haremini zindan ve hapishane gibi saniyordum, hayalimde öyle canlandiriyordum. Megerse harem ne kadar tatli, ne kadar renkli, ne kadar zevkli, ne kadar hos bir yermis.''
Her evin bir haremi var, sarayin da, baska yerlerin de... Haremlik selâmlik deniliyor. ''Ben eskiden kadinlari kafeslerin arkasinda esir, zindan gibi baski altinda saniyordum. Hiç öyle degil; son derece çelebi, son derece kibar insanlar...'' diyor.
Fatma Sultan diye birisiyle tanismislar, çok sevmis, hayran kalmis. Ingiliz espirisi, ona demis ki:
''--Hanimefendi, çok güzelsiniz! O kadar güzelsiniz ki, --gelen de kadin, burdaki sahis da kadin-- Ingiltere'de olsaydiniz, erkekler etrafinizda pervane gibi dönerlerdi.'' demis.
Bizim hanimefendi bu söze söyle bir irkilmis. Bu Ingiliz zevki, müslüman zevki degil ama, misafiri... Gayet sakin bir sekilde:
''--Sanmiyorum, onlar güzelligin kiymetini bilselerdi, sizi buraya göndermezlerdi.'' demis.
''Kardesim, su espiriye bak, su zarâfete bak!.. Bu kadar espritüel, bu kadar nüktedan, bu kadar zarif insanlar...'' diyor.
Sairdir, hayir hasenat sahibidir. Su Bezm-i Alem Vâlide Sultan'a hayranim yâni... Ne kadar eserler birakmis insanlara...
Islâm sevgi ve saygi dinidir. Tüm insanlara hizmeti tesvik etmistir, gayrimüslimlere bile... Herkese hizmeti tesvik etmistir. Hattâ bir sahabi, Peygamber Efendimiz'e geliyor, diyor ki:
''--Yâ Rasûlallah! Ben binbir zahmetle kuyudan su çekiyorum. Ipi böyle çekecegim, bosaltacagim diye ellerim sisiyor, kabariyor. Bizim develer su içerken, kart, sahipleri tarafindan artik ise yaramaz diye saliverilmis, kimsesiz, basibos, yarali, uyuz develer geliyor, onlar da su içmege kalkiyorlar. Bunlardan bana bir sevap var midir?..''
Arabistan'da su kiymetli... Kuyudan çekilerek yalaga bosaltiliyor.
''--Vardir. Çünkü onun da cani var, onun da cigeri var, onun da cigeri yanar. Ondan da sevap vardir.'' diyor.
Islâm cemiyete, cemaate, muhabbete, beraberlige çok önem vermistir. Bunlara çok sevap vardir. Cemaatle kilinan namaz evde kilinan namazdan yirmiyedi kat daha sevaplidir. Birlik ve beraberlik rahmettir, tefrika azabdir. Tefrika yasaktir, itizal yasaktir, lâkaydlik yasaktir, infirad yasaktir, bencillik yasaktir... Bozgunculuk yasaktir Islâm'da...
Muhabbet esastir, birlik beraberlik esastir. Bir kenara çekilip de münferid yasamaktan ziyade, toplum hayati esastir.
''Bir mü'min ki halkin arasinda bulunuyor, halka hizmet ediyor, ama onlarin sIkIntilarina tahammül ediyor. Kenara çekilmis kendi rahatina bakan müslümandan daha hayirlidir.'' buyruluyor.
''Insanlarin en hayirlisi insanlara en faydali olandir.'' buyuruyor dinimiz...
Onun için toplumlarin arayip bulamadigi hazinedir Islâm...
Fitneyi ve fesadi, çarpismayi ve çatismayi, muhabbeti bozucu her seyi yasaklamistir. Giybet, dedikodu, laf getirmek götürmek, kötü söz söylemek, tefrika kavga yasaktir Islâm'da... Bir müslüman bir müslümanin karsisina geçip silah çekemez. Müslüman müslümana vurup, onun canini yakamaz. Yasaktir.
''--Hazret-i Adem'in hayirli evlâdi gibi olun!'' diyor.
Hayirli evlâdi hangisi?.. Ibadeti kabul olan ve öldürülen... ''Öldüren gibi olmayin, mazlum olun! El kaldirmayin, birbirinizle çarpismayin!'' diyor.
Islâm'in terbiyesi budur. Uygulama ayri... Çünkü, müslümanlik güzel de müslümanlar çok kusurludur.
Islâm kardeslige çok önem vermistir ve kardeslik de bir ibadettir. Imam-i Gazâlî'nin kardeslikle ilgili bölümde ifadesi söyle: ''Adet tarzindaki ibadetlerin en hosu, dostluk yapmaktir.'' diyor.
Ibadetleri ikiye ayiriyor:
1. Bizim bildigimiz mutad ibadetler... Namaz, oruç, hac, zekât...
2. Adet tarzindaki ibadetler...
Adet tarzindaki ibadetlerin en hosu, Allah için sevmek, Allah için dostluk yapmaktir. Allah için ziyaretin büyük sevabi var... Iki kisi birbirini Allah için ziyaret ederse, Allah'in sevgisine mazhar olacaklari bildiriliyor.
Onun için, Islâm'in unutturulmaya çalisilmasi yerine, Islâm'in hayatimizda yerlestirilmesine çalisilmalidir ki, kardeslik olsun, sevgi olsun, muhabbet olsun...
Bizim irklarla ilgili hiç problemimiz yoktur. Siyah irk, beyaz irk, zenci vs. ayriligi nedir diye biz Amerikalilari ayipliyoruz.
Insanlar kardestir. Mü'minler birbirlerinin kardesidir. Hepsi Hazret-i Adem'den gelmedir. Hepsi imanda, Allah'in huzurunda aynidir.
Insanlarin hizmetine kosmak en sevaptir. Insanlarin en hayirlisi, insanlara en faydali olandir.
Iste böyle bir dinin sahibiyiz.
Olaylarin hizla gelistigi bir çagda yasiyoruz. Insanlarin birbirleriyle çok sIkI temaslarinin oldugu bir zamanda, Allah bize yepyeni imkânlar ve yepyeni vazifeler yüklüyor.
Elhamdü lillâh, bizi tarih boyunca birinci devlet yapan, devletlerin hepsinin basinda düzenleyici devlet yapan, haksizliklari engelleyici devlet yapan bu imandir.
Kànûnî Sultan Süleyman Fransaya mektup yaziyor: ''Filanca krali hapsetmissin, çikart ordan!'' deyince, çikartiyor adam...
Filanca padisah, ''Orda dans diye bir sey çikmis duyduguma göre, kadin erkek birbiriyle sarmas dolas oluyormus; öyle edepsizligi bir daha yapmayin!'' diyor, dansi durduruyor.
Haksizligi engelliyor. Falanca yere, filânca ülkeye hücum olmussa, oraya yardim gönderiyor.
Elhamdü lillâh ki müslümaniz. Allah bizi müslüman olarak, müslüman bir ülkede, müslüman anne babalardan nimet içinde dünyaya getirmis; bu nimetin kadrini kiymetini bilmeyi Allah bize nasib eylesin...
Bizim dünyadaki insanlara verebilecegimiz çok kiymetli fikirler, tecrübeler, bilgiler, duygular vardir; o da Islâm'dadir. Allah bize mensubu oldugumuz dinin kadrini, kiymetini bilmeyi nasib etsin... Güzelliklerini görmeyi nasib etsin... Tam müslüman olmayi nasib etsin...
Insanliga müslümanca en güzel hizmeti yapmayi nasib etsin... Insanliga en faydali insanlar olmayi nasib etsin...
Rabbimizin huzuruna vazifesini yapmis, kendisinin sevdigi, taltif eyledigi, cennetiyle cemâliyle müserref eyledigi bir kul olarak çikmayi nasib eylesin...
Allah hepinizden razi olsun... Geceniz hayir olsun...
Allah katında mümin sayılmak için sadece Allah’ın varlığını kabul etmek yeterli değildir, onun tek ilah olduğuna da inanmak gerekir. Bundan dolayı bütün peygamberlerin toplumlarına ilk mesajları: “Ey kavmim! Allah’tan başkasına kulluk etmeyin.” olmuştur.
Tevhit kelimesi “birlemek, bir şeyin bir olduğuna hükmetmek” demektir. Tevhit, Allah hakkında kullanıl¬dığı zaman “eşi, ortağı ve benzeri olmayan bir ve tek varlık” demektir. “Sizin ilahınız bir tek İlah’tır.” (Bakara suresi, 163. ayet.) ayetinde geçen “vahid” ile “De ki: O Allah bir tektir” (İhlas suresi, 1. ayet.) ayetinde geçen “ehad” sözcüğü tevhit kelimesiyle aynı köktendir.
2- Akla Önem Verir
Akıl, duyu organları aracılığı ile kendisine ulaşan bilgileri değerlendirerek kavramlar ve fikirler arasında mukayeseler yapabilen, onlar hakkında doğru bilgiler ortaya koyabilen; güzel ile çirkini, iyi ve kötüyü, faydalı ile zararlı olanı birbirinden ayırt edebilen zihnî bir kuvvettir. Akıl, değişik fikirleri kategorilere ayırma yetisine sahip olan, analiz edici, bütünleyici ve birleştirici bir özellik taşır. Kur’an’a göre, aklını doğru bir şekilde kullanmayanlar kınanır.
İslam’da, dinî yükümlülüklerin temel şartı da akıldır. Henüz aklını kullanamayacak çağda olan bebek ve çocuklar, aklını kullanma yeteneğini kaybetmiş ihtiyarlar ve zihinsel engelli insanlar dinin emir ve yasakları¬na uyma konusunda sorumlu değildirler
3- Evrensel dindir
Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gönderilen ilahî vahyin muhatabı insandır. Ancak önceki peygam¬berlerin her biri yerel ölçekte ve sadece kendi toplumlarına gönderilmiştir. Nitekim bir rivayette Hz. Peygam¬ber şöyle buyurmaktadır: “Önceki peygamberlerden hiçbirisine verilmeyen beş şey bana verildi:..“Benden önceki peygamberler sadece kendi kavimlerine gönderildikleri hâlde, ben bütün insanlığa gönderildim.
Örneğin Tevrat’ın söyleminin dili, İsrailoğullarıyla sınırlıdır. Buna karşılık Hz. Peygamber’in mesajı tüm insanlığı kuşatmıştır.
Kur’an-ı Kerim’e göre Kur’an’ı tebliğ eden elçi Hz. Muhammed tüm âlemler için bir uyarıcıdır. Bu yönüyle Hz. Peygamberin risaleti; evrensellik ve süreklilik açısından öncekilerden ayrılır. Bunu biz, gerek Kur’an’da ve gerekse başta hadisler olmak üzere, özellikle Veda Hutbesi’nde: “Ey insanlar, Ey âdemoğulları...” şeklindeki ifadelerde görebiliriz.
4- Kolaylıklar Dinidir
İslam, kolaylık dinidir. Onda aşırılık, ölçüsüzlük ve zorluğun yeri yoktur. İlahî dinlerin sonuncusu ve en olgunu olan İslam dini, insanlığı dünya ve ahirette mutluluğa ulaştırmak için gönderilmiştir. Bu dinin evren¬sel ilkelerinden birisi de bütün zamanlarda ilkelerinin kolaylıkla uygulanabilir oluşudur. İslam, insanları zor durumda bırakmak için sorumluluklar getirmemiş, onları güçlerinin yettiği şeylerden sorumlu tutmuştur. Bu konuyla ilgili Kur’an-ı Kerim’de geçen bazı ayetler şöyledir:
“Allah, insanı ancak gücünün yeteceği işle mükellef tutar...” (Bakara suresi, 285. ayet.)
5- Barış Dinidir:
İslam, barış dinidir. Dilimizde, iletişimimizde de barışa yönelmemizi ister. Kur’an-ı Kerim’de çok açık bir şekilde müminler barış dili geliştirmeye davet edilmektedirler: “Size Müslüman (es-selam) olduğunu bildirene, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek: ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin.” Çünkü bir kişiyi inancı nedeniyle dışlamak, Müslümanlığını sorgulamak müminler arasında barışı bozar. İnsanların inançlarını sorgulayacak olan makam insan değildir.
Hz. Muhammed, müminler arasında meydana gelen küskünlükleri ve dargınlıkları gidermede çözüm ola¬rak selamı adres göstermiştir: “İnsanların Allah katında en değerlisi ve ona en yakın olanı, önce selamı verendir.” Çünkü selam, Müslümanlar arasında sevgi ve kardeşliğin geliştirilmesinin anahtarıdır. Toplumda çatışmaların, anlaşmazlıkların ve ayrılıkların önüne ancak barışa önem vermekle geçilebilir. Bunun ilk adım¬larından biri de insanlara güler yüzle selam vermektir.
İslam barışa önem verir. Barışı bozan durumların şiddetle karşısındadır. Kur’an-ı Kerim bunu şöyle ifade etmektedir: “...Kim bir kişiyi, haksız yere öldürürse muhakkak ki o bütün insanları öldür¬müş gibidir. Kim de (bir kişinin hayatını kurtarmak suretiyle) yaşa¬tırsa bütün insanları yaşatmış gibi olur.” (Mâide suresi, 32. ayet.
6- Sevgi dinidir
Hz. Muhammed, müminlerin birbirlerini sevmelerinin yollarını da göstermiştir: “Siz, iman etmedikçe cen¬nete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olamazsınız. Size yaptığınız zaman birbi¬rinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız.” (Müslim “İman” 93.)
Müslümanın hayatında bütün varlıklara karşı sevgi, “Yaratan’a hürmet, yaratılana şefkatle muamele” şek¬linde kendini gösterir. Bunun için Yunus Emre “Yaratılanı hoş gör, Yaradan’dan ötürü” demiştir. Bu sebeple tarih boyunca bütün Müslümanlar Allah’a, Hz. Peygambere, akrabalarına karşı sevgi duydukları gibi; çevreye, Yaradan’a olan sevginin bir tezahürü olarak merhametle bakmışlardır. Onların dünyalarında şekillenen bu merhamet ahlakı, en küçük bir birim olan aileden, en büyük bir birim olan topluma, bitkilerin dünyasından hayvanlar âlemine varıncaya kadar kendini gösterir. Tarih boyunca Müslümanlar, toplumların dil, etnik köken ve din farklılıklarına göre değil, Allah’ın yarattığı bir varlık olarak baktıkları için onlara karşı adaletten ve merhametten ayrılmamışlardır.
7- Aşırılıklardan Uzak Bir Dindir
Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlar “denge toplumu” olarak nitelendirilmiştir. Her Müslüman bu “ölçülü” ya¬şayışı itikattan ibadete varıncaya kadar hayatın her alanına yansıtmalıdır. Bu sebeple İslam, her türlü aşırı¬lıktan uzak kalarak dengeli ve insanın yaratılışına uygun bir inanç ve ibadet hayatı ortaya koymuşturKur’an-ı Kerim’de dinî konularda aşırılığa giden kimseler kınanmıştır: “Ey ehl-i kitap! Dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın...”
(Mâide suresi, 77. ayet.)
8- Dünya ahiret dinidir
Dünya, ahiretin tarlasıdır. Bu sebeple İslam, insana dünya hayatını iyi değerlendirmeyi tavsiye eder. İyilik yapmayı ve kötülükten uzak durmayı emreder. Örneğin anne-babaya iyilikle muamele etmek; akraba, yoksul ve yolda kalmışlara maddi yardımda bulunmak; çocukları açlık korkusuyla öldürmemek, zinaya yaklaşmamak, hayâsızlık yapmamak, cana kıymamak, yetimlerin mallarına dokunmamak, verilen sözde durmak, ölçü ve tartıda hile yapmamak gibi emir ve tavsiyeler bu dünya hayatında yaşanacaktır. Herkese, ahiret âleminde, dünyada iyi ve kötü, sevap ve günah olarak yaptıklarının karşılığı tam olarak verilecektir.
İslam dünya ve ahiret dinidir; İslamiyette din ve dünya ayrımı yoktur. Allah yeryüzünde bulunan her şeyi insanlar için yaratmıştır. İnsanın yaratılan bu nimetlerden yararlanması dinimizde haram değildir. İnsan her iki dünyasının da güzel olmasını isteyebilir. Bu konuda şöyle bir dua öğretilir: “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver.” (Bakara suresi, 201. ayetler.)
9- Fıtrat dinidir
Fıtrat, insanda hakkı, doğruyu, gerçeği kabul etme yeteneğinin potansiyel olarak varlığıdır. Bu anlamda İslam dini ile fıtrat arasında yakın ilişki vardır: “Yüzünü doğru bir din olarak İslam’a, insanların fıtratına uygun olan dine çevir.” (Rûm suresi, 45. ayet.) Bu ayetten, insanların tabiatında Allah’a inanma duygusunun mevcut olduğu anlaşılmaktadır. İnsanoğlu bir musibetle karşılaştığı zaman yüce bir varlığa sığınma ihtiyacı duyar. Kur’an’da bu hususa işaret edilir: “Onları (insanları) bir dalga gölgelikler gibi kapladığında, dini Allah’a has kılarak ona yalvarırlar. Allah onları karaya çıkarıp kurtarınca; onlardan bir kısmı orta yolu tutar. Bizim ayet¬lerimizi ise, ancak son derece kaypak ve nankörlükte ileri gidenler inkâr ederler.” (Lokman suresi, 32. ayet.) Hz. Peygamberden gelen bir rivayetten de “fıtrat”ın Allah’ı kabul etme yeteneği olduğunu anlıyoruz: “Her insan fıtrat üzere (Allah’ın varlığını ve birliğini kabule eğilimli olarak) dünyaya gelir. Bundan sonra ebeveyni onu Yahudi, Hristiyan ve Mecusi yapar
http://www.sorularlaislamiyet.com/
İslamiyet nedir? İslamiyet hakkında geniş bilgi verir misiniz?
Kullanıcı:
Anonim
| Tarih:
Cts, 10/03/2007 - 19:05
N
Değerli kardeşimiz;
İslâm Kelimesinin Sözlük Anlamı
İslam kelimesi sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir. Allah Teala’nın emirlerine teslim olup itaat etmeğe dayanan bir din olması sebebiyle bu dine İslam denilmiştir.
Terim Anlamı
Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve ahirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslam, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilahî bir kanundur.
İslam’ın Mahiyeti
İslam’ın manası, teslim olmaktır; Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olmak. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslam olmaz. (bk. En’am, 162 ve Nisa, 65)İnsan, Allah’ın yarattığı kuldur.
Allah, ilmiyle her şeyi kuşattığından ve hikmet sahibi olduğundan kulluğun gereği, O’na teslim olmaktır. Hayatın kanunları insanın Allah’a teslim olmasını gerektirir. Çünkü bu kanunları da, insanı da en iyi bilen, Allah’tır.
Bütün kâinat ve içindeki her şey o yaratıcının kanunlarına itaat etmektedir. O yüzden bütün kâinatın dini İslam’dır. Güneş, ay, yıldızlar hep Müslümandır. Dünya, hava, su, ışık, ağaçlar, taşlar ve hayvanlar da Müslümandır. İslam, Allah’a itaat edip teslim olmak demek olduğu için, bütün bu varlıkların isyan etmeden Allah’a itaat ettiklerini görmekteyiz. Yani teslim oluşlarına, Müslüman oluşlarına şahidiz.
“Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.” (Al-i İmran, 3/83)
Bu ayette gökte ve yerde olanların teslimiyeti insana örnek olarak gösteriliyor ve deniliyor ki “Ey insan, işte sen de böyle teslim olmalısın!” Hz. Ali (ra)’nin de dediği gibi “İslam teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, Müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir. İslam,imanın bir tezahürü, dışa yansımasıdır.İman etmeden teslimiyet, yani imansız İslam olur mu? Olsa bile makbul değildir. Münafıklar inanmadan teslimiyet gösteren insanlardır. Günümüzde de gerektiği şekilde iman etmediği, Allah’ın hükümlerini içine sindiremediği, başka ideolojileri (dinleri) benimsediği halde kendilerini “Müslüman” olarak tanıtan insanlar bu sınıfa girerler. İslamiyetin (teslimiyetin) geçerli olabilmesi için gönül rızasıyla, kayıtsız ve şartsız tam bir teslimiyetle Allah’ın şeriatına teslim olmak gerekir.
İnsan da kendi hür iradesi ve tercihiyle Allah’a teslim olursa, İslam’ı seçip Müslümanca yaşarsa, kâinatın boyun eğdiğine teslim olduğundan artık o, kâinatla barışıp uyum sağlar. Böylece bu insan, Allah Teala’nın dünyadaki halifesi, temsilcisi olur.
İslam dinini, kapsamlı olarak kısaca tanımlamak mümkün değildir. Onun kapsamlı tarifi ancak Kur’an ve sünnetin tamamıyla yapılabilir. Çünkü İslam’ın muhtevası ve sınırları Kur’an ve sünnetle çizilmiştir. İslam, Kur’an’dan ve sünnetten öğrenilebilir. Yüce Allah bu dini her yönden mükemmel ve kapsamlı kılmıştır. Öyle ki, İslam’da hükmü açıklanmamış hiç bir mesele yoktur. Bir mesele mubah mıdır, haram mıdır, mekruh veya sünnet midir, vacip veya farz mıdır; yapılan herhangi bir eylem veya inancın hükmü belirtilmiştir. İnanç, ibadet, siyaset, sosyal, ekonomi, savaş, barış, hukuk veya insanı ilgilendiren başka herhangi bir mesele olsun; onunla ilgili dinde mutlaka bir hüküm vardır veya müctehidler, hükmünü Kur’an ve sünnetten yola çıkarak tesbit ederler. Allah, Kur’an-ı Kerim’in özelliğini şöyle açıklar:
“Sana bu kitabı (Kur’an’ı) her şeyi beyan etmek, açıklamak için gönderdik.” (Nahl, 16/89 ve yine bk.Yusuf, 111)
Kur’an ve sünnette hükmü açıkça belirtilmeyen meseleler hakkındaki hükmü, İslam ümmetinin müctehid alimleri, kitap ve sünnete dayanarak çıkarırlar.
Peygamberimiz (s.a.v.) İslam’ı değişik şekillerde tanımlamışlardır. Bu tanımlardan biri şu şekildedir:
“İslam, beş esas üzerine bina edilmiştir (kurulmuştur). Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (s.a.v.) O’nun kulu ve rasülü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Beyt’i (Kâbe’yi) haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır.” (Buhari, İman 1; Müslim, İman 22; Nesai, İman 13; Tirmizi İman 3)
Yukarıdaki hadis, İslam binasının bu beş temel üzerinde kurulu olduğunu açıklamaktadır. Dikkat edilmesi gereken husus, bu beş esas, İslam’ın temelleridir ama, İslam’ın tamamı değildir. Bir evin sadece temellerden ibaret olduğu nasıl söylenemezse, İslam’ın bu beş temelden ibaret olduğunu iddia etmek de aynı şekilde yanlıştır. Kur’an-ı Kerim’i açıp okuyan görecektir ki, bu beş hususun dışında ahlaktan, iktisattan, sosyal meselelerden, siyasetten, barıştan, savaştan, hayırdan, şerden... söz edilmiştir. İslam, temel ve binadan meydana gelmiştir. Temel, bu beş rükundur. Bina ise, insan hayatıyla ilgili İslam’ın diğer hükümleridir. Müslümanın görevi, İslam’ı tümüyle tanımak ve tüm olarak ikame etmek, ayakta tutmaktır.
Bu meşhur hadis-i şerifin ışığı altında İslam’ın temellerini ikiye ayırabiliriz: Şehadet kelimeleriyle özetlenen iman ve önemine binaen dört amelin zikredilmesinden anlaşılan amel-i salih.. İslam, şehadet kelimesi ve imanın rükûnlarıyla ortaya çıkan inançtır. İslam; namaz, zekat, oruç ve hac ile ortaya çıkan ibadetlerdir. Bunlara İslam’ın rükûnları, temelleri denilir. İslam’ın geri kalanı ise, bu temeller üzerine kurulan binadır. Bu binayı meydana getiren unsurlar İslam’ın hayat sistemleri, nizamlarıdır: Siyasî nizam, ekonomik nizam, ahlakî nizam, askerî nizam, sosyal nizam, öğretim nizamı vs. İslam’ın hakimiyetini sağlaması için ayrıca müeyyideleri vardır. (Müeyyide: Kanun ve ahlakî emirlerin yerine getirilmesini temin eden kuvvet, yaptırımla ilgili kural demektir.) Bu müeyyideler; cihad, marufu emredip münkerden sakındırmak; fıtrî cezalar, Allah’ın dünya ve ahirette verdiği Rabbanî cezalardır. O halde İslam; inanç, ibadet, hayat sistemleri ve müeyyidelerdir.
İslam, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassasiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır. İslam, genel nizam, hayatın her cephesiyle ilgili kanun ve vahiyle emredilip, peygamberle tebliğ edilen, insan davranışlarının programıdır. Bu programa uyana sevap; uymayana ceza vardır. İslam, Allah Teala’nın indirdiği ahkam (hükümler), akide, ibadet, ahlak, muamelat, Kur’an ve sünnetteki haberlerin bütünüdür.
İslam’ın zıddı, cahiliyyedir. (Cahiliyye bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslam’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır. Küfür demektir.) İslam’ın her parçasının karşısında mutlaka cahiliyye vardır. İslam tüm ayrıntılarıyla cahiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslam’dan her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka cahiliyyedir. Çünkü o, sınırlı insan ilminin eseridir. Üstelik insanın heva ve arzuları kendisine galip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir.
“Yoksa onlar cahiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah’dan daha güzel kim vardır?” (Maide, 5/50)
Bazı insanlar, cahiliyye yolunda gidenlerin bir kısmının hareket, yaşayış veya bazı sistemlerinde ortaya çıkan güzel ve olgunluğu görünce, şüpheye düşerler. Bunun sebebi, İslamiyet'ten olan bir şey, bazan cahiliyye ile karışır. İslam’dan olan o şey, orada da güzel görünür. Cahil kişi, İslam’ın hakikatını bilmediği için bu düzene bağlanır. Şayet bu insan hakkı bilseydi, o cahiliyye düzeninde gördüğü kısmî iyiliklerin İslam’a ait olduğunu anlayacak, kaynağa ve asla yönelecekti.
İnançlarda İslam ve cahiliyye vardır. İbadetlerde İslam ve cahiliyye vardır. Ahlakta, siyasette, öğretimde, savaş, barış ve sosyal meselelerde İslam ve cahiliyye vardır. İnsanla ilgili bütün meselelerde, bütün kanun ve kurallarda İslam ve cahiliyye vardır. İnanç ve ibadetlerdeki cahiliyye, cahiliyyelerin en tehlikelisidir. Onun için Allah Teala, sağlam itikatla beraber bazı cahiliyye hareketlerinde bulunanları affeder ama, inanç ve ibadetleri cahiliyye inanç ve ibadetleri olan kimseyi, İslam’ın tüm ahlakıyla ahlaklansa dahi kesinlikle affetmez.
“Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ama bunun dışında dilediğini affeder.” (Nisa, 4/48)
Allah Teala İslam’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, işte o Müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslam’la cahiliyyeyi birbirine karıştırmış olur.
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezası dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 2/85)
Her Müslümanın, cahiliyyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslam’ın bütününü alması gerekir.
İslam Dini’nin Gayesi
İslam’ın getirdiği hükümler, insanların mutluluğunu amaçlamaktadır. Bu hükümlere uygun hareket edenler, hem dünya hem de ahiret saadetini kazanacaktır. İslam, kişinin kalbini, aklî düşüncelerini ve amellerini ıslah ederek, onları yükselterek bu saadetlere ulaştırır. Toplumun saadeti de ferdin saadetine bağlı olduğundan, kişinin mutluluğu aynı zamanda cemiyetin de mutluluğudur. İslam, bu hedefi gerçekleştirmek için birtakım hükümler koymuştur. Bunlara şer’î hükümler denir.
İslam Dini’nin Hükümleri
İslam Dininin hükümleri dört kısımdır.
a) İman (İtikadi hükümler): İnsanın dinde kabul etmesi ve reddetmesi gereken hususlarla ilgili hükümlerdir. İnsana neleri kabul etmesi, neleri reddetmesi gerektiğini bu hükümler öğretir. İnsan, iman esaslarına inanmakla manevi gıdasını almış, kalbini yanlış inançlardan temizleyerek gerçek değerini kazanmış olur.
b) Amel: Amel, insanların yaptığı işlerdir. Yapılması veya yapılmaması gereken fiillerdir. Hangi amellerin, hangi şartlarla nasıl yapılacağını ve nasıl sahih olacağını açıklayan hükümlere, amelî hükümler denir. Dua etmek, zekat vermek, cihad etmek, ilim tahsil etmek gibi.
c) Ahlak: Hal ve hareketleri, davranışları, İslamî ve insanî ilişkileri açıklayan hükümlere denir. Ahlakın güzelleşmesine ve vicdanın terbiyesine ait bulunan hükümlerdir. Kötü söz ve yalan söylememe, kendisi için istediğini başkası için de isteme... gibi.
d) Hukuk (Muamelât, Ukubat): İman, ahlak ve şahsî amel gibi konuların dışında kalan, özellikle devlet yönetimini, toplum idaresini ve ekonomik durumları içeren konuları, evlenme, boşanma, miras dağıtımı, ticari ve siyasi işleri, kısaca İslam devletinin kanun ve kurallarını belirleyen bütün hükümlerdir.
İslam, insan hayatının vazgeçilmez de olsa bir parçası değil; her yönüyle insan hayatının bütünüdür. İslam, insanın günlük yirmi dört saatini ve doğumdan ölümüne her alandaki her yönünü kapsar ve belirler. Tuvalet âdâbından devlet yönetimine varıncaya kadar insanın tüm hayatını kuşatır. İslam, insan hayatının bütünüdür. İnancı, ibadeti, ahlakı ve hukukuyla bir bütündür. Parçalanmaz veya herhangi bir şeyle sentez yapılamaz. Atma ve katmaları, hurafe ve bid’atları kabul etmez. Allah tarafından tamamlanmış eksiksiz bir nizamdır.
İslam’ın Genel Özellikleri
1) Rabbanîlik: (Rabba ait olmak, ilahî olmak) İslam, hak ve ilahî dindir. Vahye dayanır. Hedef ve gayede Rabbanîdir. Allah’ın rızası bir Müslüman için her şeyde vaz geçilmez amaçtır. İslam’ın kaynağı ve metodu da Rabbanîdir.
2) İnsanîlik: (İnsan fıtratına uygunluk) Kur’an insanlara indirilmiş, peygamberler insanlar arasından seçilmiştir. İslam insana, insanın aklına büyük önem vermiş, fıtratına uygun hükümler koymuştur. İslam’a göre insan, yeryüzünde en güzel biçimde ve halife olarak yaratılmış, ruhi unsur ile seçkin kılınarak evren kendi hizmetine verilmiştir. İslam, insanın hiç bir güç ve enerji odağını ihmal etmez. Onların hepsini ıslaha, çalışmaya ve gelişmeye doğru yönlendirir. İnsan, taşıyabileceği ölçülerde yüklenen bu yükümlülükleri omuzlayarak barış, güven ve huzur içinde yoluna devam eder. Bu yükümlülükler insanın kendi fıtratıyla uyumludur. Gönlünün ve vicdanının sesiyle bütünleşir. Fıtratını ıslah etmeyi hedef alır. İslam’ın tüm hükümleri insanın dünya ve ahiret saadetine yöneliktir.
3) Kapsamlılık ve evrensellik: İslam, ebediyeti kapsayacak uzunlukta, bütün insanları kuşatacak genişlikte, dünya ve ahiret işlerini içerecek derinliktedir. Mesajı ve hükümleri bütün zamana, bütün dünyaya, bütün insanlığa yöneliktir. İnsan hayatının beşikten mezara tüm aşamalarını ve hayatın tüm alanlarını tanzim eder. İslam’ın öğretileri de kapsamlıdır. Bu kapsam, inançta, ibadette, tasavvurda, ahlak ve fazilette, düzenleme ve yasalarda kendini gösterir.
4) Vasatlık ve denge: İslam; denge, orta yol, adalet, ölçü gibi temel dinamikleri olan bir dindir. İfrat ve tefritten uzaktır. Aşırılıklar yoktur. İnsanı azdırmaz ve ezdirmez. İnsanın gücü böyle dengeli bir nizam kurmaya yeterli değerlidir. İnanç, ibadet, ahlak ve teşrîde vasat (adalet ve denge) unsurlarını kolaylıkla görebiliriz. Dünya - ahiret, madde - mana, zengin - fakir arasında denge vardır. İnsanın içi ve dışını, ruhu ve bedenini, birey ve toplumu, fert ve devleti, kadın ve erkeği, aile ve milleti dengeler. Her birinin birbirine karşı hak ve görevlerini düzenli, dengeli ve uyumlu bir biçimde belirler.
5) Açıklık ve netlik: İslam’ın inanç esasları, dini kavramlar sade ve açık seçiktir. Anlaşılması, anlatılması ve kabulü kolaydır. Aklı, mantığı zorlamaz.
6) Halis din: Analiz ve sentez, atma ve katma kabul etmeyen, kaynağı sağlam ve değiştirlemez olduğundan tahrif edilemeyecek bir dindir. Bid’at ve hurafelere kapılarını kapamıştır. Allah tarafından tamamlanmış ve razı olunmuş tek hak dindir.
7) Tevhid: İslam, her şeyden önce tevhid dinidir. En mükemmel Allah inancını yerleştirir. İslam’da Allah’ın sıfatları insanlara ve diğer varlıklara verilmez. Allah’ın hiç bir şeye benzemediği vurgulanır. İnsan ve başka yaratıklar tanrılaştırılamaz. Allah’dan başkasına tapınılmaz, dua edilmez.
8) Tüm peygamberleri tasdik: Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanılır. Peygamberler arasında ayrım yapılmaz. Tanrılaştırma ve yakışık almayan isnatlar gibi aşırılıklardan uzak olarak, Allah’ın elçisi ve kulu oldukları kabul edilir.
9) Egemenlik Allah’ın: Yasa, hukuk ve prensip belirleme, kanun koyma işi sadece Allah’a aittir. İslam; hüküm, hakimiyet, egemenlik ve otoritenin Allah’a verildiği, ezen ve ezilenin, kula kulluk yapanın olmadığı bir toplum oluşturur.
10) Sağlam kaynak: İslam’ın temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an, kıyamete kadar tahrif edilemeyecek bir kitaptır. Dünyanın her tarafındaki Kur’an nüshaları aynıdır.
11) Evrenle uyum: Evren ve içindeki varlıkların tümü Allah’a teslim olup itaat ettiklerinden Müslüman sayılırlar. İslam’ı seçip teslim olan insan da kainatla uyum içinde, aynı yasalara itaat etmiş olur. Böylece insanın emeği ve enerjisi evrenin imkanlarıyla bütünleşir. İslam, insanı evrendeki doğal güçlerle çatışmaya ve boğuşmaya sokmaz.
12) Tek toplum (ümmet) oluşturur: İslam, uyumlu, tutkun ve dayanışma içinde hareket eden bir toplum (ümmet) oluşturur. Akide bağıyla bir araya gelen, ırk, renk, vatan, ülke ve sınıf ayrımı yapmayan bu toplumun temel dinamikleri (harekete geçiren özellikleri) kardeşlik, yardımlaşma, eşitlik, adalet, hakkı ve sabrı tavsiye etme, iyiliği yayma, kötülüğe karşı mücadele etmedir. Zina, fuhuş, hırsızlık, haksızlık, faiz... gibi kötü ahlak ve çirkin geleneklerin ortadan kaldırıldığı, insanların yeme içme, barınma ve cinsel oburluklarının engellendiği erdemli, iffetli bir toplum oluşturur. Küfrün tek millet olduğu gibi; bütün Müslümanlar da, birbirlerini ancak kardeş kabul eden tek bir millettir.
13) Kolaylık ve müjde: İslam; dili, ırkı, mazisi ne olursa olsun kelime-i şehadet getirip buna uygun yaşayan herkesi Müslüman sayar. Eşitlik ve adalet esasına dayanır. Kimsenin zorla Müslüman yapılmasını kabul etmez. Kalpleri fethederek yayılmayı esas alır. Hükümleri yaşanılacak kolaylıktadır. İbadetlerin yapılmasında gücümüz dikkate alınarak birçok kolaylıklar gösterilmiştir. Gücün yetirilemeyeceği zorluklar emredilmez. İslam’ın rahmet, af ve müjde tarafı ağır basar. İslam,insanın ruhî ve bedenî tüm ihtiyaçlarını hoşgörüyle karşılayıp, kolaylıkla ve basit biçimde çözüm getirir. Ama bütün bu kolaylıklara rağmen, tembellik ve dünyaya aşırı meyilden dolayı kulluğunu ihmal edenler Allah’ın azabıyla ikaz edilirler.
14) Akla ve ilme önem verir:İslam vahiy dini olmasıyla birlikte, akla büyük önem verir. Akla hitap eder, akıllıyı sorumlu tutar. Bilime de üstün değer vermiş, ilim öğrenmenin her Müslümana farz olduğunu bildirmiş, çalışma, öğrenme ve düşünce gibi konulara gereken yeri vermiştir. Yalnız unutmamak lazım ki, İslam akılcı değil, akıllların dinidir.
15) İnsan hakları: Hiç bir düzende (dinde) görülemeyecek kadar insan haklarını gözeten İslam, insanın şu haklarını korumaya alır:
a. Din emniyeti: İslam, din hakkını ve dini yaşama hürriyetini güvence altına alır.
b. Nefis (can) emniyeti: İslam, yaşama hakkını temin eder.
c. Akıl emniyeti: İlim ve tefekkürü emreden İslam, içki ve uyuşturucu gibi akla zarar verecek şeyleri yasaklar ve aklı her türlü arızalardan koruyucu tedbirler alır.
d. Nesil emniyeti: Irzın, şeref ve namusun korunmasını ve sağlıklı nesiller yetiştirilmesini temin için İslam gerekli her türlü ortamı hazırlar.
e. Mal emniyeti: İslam malı korumak için, hırsızlık vb. suçlara giden yolları tıkadığı gibi, insanlara yeterli geçim kaynaklarına sahip olma hakkını ve imkanını tanır.
Özetle İslam, her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır.
İslam, insan hakları konusunda hala ulaşılamaz durumdadır. İnsani kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvanın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslam’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibadetleri, ceza anlayışı... eşitliği isbat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Eşitlik adına adaletsizliğe de göz yummaz. Kadın - erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülerek zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez.
İslam’ın, Önceki Peygamberlerin Şeriatlarıyla İlişkisi
a) İslam bütün peygamberlere gelen dinlerin adıdır (bk. Bakara, 130 - 133). İnsanlık dünyaya peygamberle (Hz. Adem’le) gelmiştir. Zamanın şartlarına ve insanlığın ihtiyaçlarına göre Allah Teala peygamberleri değişik şeriatlarla (hukuklarla) göndermesine rağmen; itikat (inanç) her peygamberde aynı olmuştur.
b) Önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri dinler bir kavme gönderilmişti. Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gelen İslam, evrensel bir dindir. Yani tüm evrene ve bütün insanlığa Allah (c.c.) tarafından sunulmuş, kıyamete kadar geçerli olacak bir hayat şeklidir.
c) Hz. Muhammed’in (s.a.v.) tebliğ ettiği İslam Dini, önceki peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerin hükümlerini (şeriatlarını) nesh edip ortadan kaldırmıştır.Yani şu anda geçerli olan şeriat Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şeriatıdır.
d) İslam dini, Hz. Muhammed (s.a.v.)’den önce Allah (c.c.) tarafından gönderilen tüm kitapları ve peygamberleri tasdik eder.
İslâm Hakkında Birkaç Ayet
“Allah katında gerçek din islam’dır.” (Al-i İmran, 3/19)
“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.” (Al-i İmran, 3/85)
“Kim nefsini (tümüyle) Allah’a, O’nu görür gibi teslim ederse muhakkak ki o, en sağlam kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu ancak Allah’a dayanır.” (Lokman, 31/22)
“ Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı verip ondan razı oldum...” (Maide, 5/3)
İslam’ın Rükûnları
İslam’ın rükûnları (temelleri) beştir: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın rasülü olduğuna şehadet etmek, namazı ikame etmek, zekat vermek, Beyti haccetmek, Ramazan orucu tutmak...
Peygamberimiz’in İslam’ı tarif ettiği Cibril hadisi diye bilinen hadis-i şerifte ve konunun başında zikrettiğimiz İslam’ın beş temel üzere bina edildiğini bildiren hadiste (cahil halkın yanlış olarak İslam’ın beş şartı dediği) bu beş temelin sayıldığını biliyoruz. Şehadet veya tevhid kelimeleri dediğimiz imanın rükûnlarını (temel ilkelerini) ileride tevhid konusunu işlerken ayrıntılarıyla göreceğiz. Burada, bu ibadetlerin önemine binaen prototip örnekler olarak belirtilen ve diğerleriyle birlikte amel-i salih olarak etrafını câmi olarak tanımlayabileceğimiz rükûnlardan kısaca ve akaidi ilgilendirdiği yönleriyle bahsedeceğiz. Bu amellerin nasıl yapılması gerektiği fıkıh, ilmihal kitaplarında ve fıkıh derslerinde konu edinilmektedir.
Amel-i salih nedir? Salih amel, Allah katında razı olunan amellerdir. Bu amel (davranış) iki özellik taşır: Biri, İslam şeriatına uygun olması, ikincisi; niyyetinin Allah rızası için ve O’na ibadet için olmasıdır. Bir amel, bu iki özelliği veya bunlardan birini taşımazsa Allah katında râzı olunan amellerden, yani amel-i salihten olmaz. Böyle bir amelin ecri ve sevabı da yoktur. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki:
“Kim Rabbine kavuşmayı ümid ederse, salih amel işlesin, Rabbine ibadette hiç bir kimseyi ortak koşmasın...” (Kehf, 18/110)
Amel-i salihin İslam’daki yeri cidden pek büyüktür. Çünkü bu ameller Allah’a, ahiret gününe iman etmenin meyvesidir. Kelime-i şehadetin (tevhidin) manası, amel-i salih işlemek ve bu yola girmekle meydana çıkar. İslam kelimesinin teslimiyet anlamına geldiğini ve bu teslimiyetin de Allah’ın emirlerine itaat edip teslim olma demek olduğunu hatırladığımızda amelsiz, itaatsız, ibadetsiz İslam’ın olamayacağı ortaya çıkar. Amel-i salihin İslam’daki öneminden dolayı birçok ayetler onu övmektedir. Bu ayetlerin bazısı onu imana yaklaştırır, bazısı güzel mükafatını açıklar, bazısı da özellikle ahiret hayatında vereceği faydadan bahseder.
“Andolsun asra ki, muhakkak insan ziyandadır (zarar görecektir). Ancak iman edip amel-i salih işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç.” (Asr, 103/1-3)
Diğer örnek ayetler için mesela bk. Maide, 9 ; Ra’d, 29 ; Nahl, 97 ; Kehf, 30; Meryem, 76; Ankebut, 7, 9.
Amelin kabulü için İslam’ı benimsemek şarttır. Bundan dolayı Allah, iman ile amel-i salihi beraber zikretmiştir. Bir kimse, Allah rızası niyyetiyle ve İslam şeriatına uygun bir amel de İşlese, eğer o kişi Kur’an’da belirtilen gerçek İslam’ı tümüyle kabullenip benimsemedikçe o ameli Allah onun yüzüne çarpacaktır. Böyle bir amel için ne bir sevap, ne de bir mükafat vardır. (bk. Al-i İmran, 3/85)
Amel-i salih çok çeşitlidir. İbadet olsun, muamelat olsun, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği şeylerin hepsidir. Müslüman, Rabbına itaatı, şeriata boyun eğmeyi ve Allah’ın rızasını taleb etmeyi düşünerek bir amel işlediği zaman, amel-i salih ehlinden olur.
Bu amel-i salihin başında (dar anlamıyla) ibadetler gelir. İbadetlerin de başındanamaz, oruç, hac ve zekat gelir. Bunlar İslam’ın temelleridir. Bu ibadetlerde ihmal veya önemini küçümseme kesinlikle caiz değildir. Bunun için İslam’ı tanımlayan meşhur hadiste açıkça bildirilmiştir.
İslam’da ibadetlerin önemi büyüktür. İbadetler, kişinin Rabbıyla olan ilişkisini düzenler ve belli bir şekilde Allah’a karşı kulluğunu ortaya koyar. İbadetler, Allah’ın kulları üzerindeki özel hakkıdır. Bu ibadetlere özen göstermek ve başkalarını önce imani esaslara, sonra ibadetlere davet etmek gerekir. İbadetler eksik olduğu halde, insanın imanının kuvvetlenmesi ve kalbinde kök salması mümkün değildir. Hatta küfrün egemenliğinin çevre şartlarının tümüne uzandığı günümüzde namaz başta olmak üzere, ibadetlere gevşeklik gösteren insanların imanları çok büyük tehlikelere girer. Yani kişinin namaz ve diğer ibadetleri hakkıyla yerine getirmeden mü’min kalması çok zordur. Bunlar, balık için su, insan için hava mesabesindedir.
Bu ibadetler içinde namazın akaid açısından daha büyük önemi vardır.İslam; namazı, Müslüman ve kâfir arasını ayırt edici bir alamet olarak açıklamıştır.Ne yolculuk, ne savaş, ne hastalık halinde namazda ihmal caiz değildir. Onu terk etmek ve bu konuda tembellik göstermek münafıkların âdetidir. Kul, Rabbine döndüğü zaman kendisine ilk sorulacak şey namazdır. Namaz, Allah’a olan kulluğunu ve kelime-i tevhidin manasını kişiye devamlı hatırlatan bir ibadettir. Namaz, sahibini her türlü çirkinliklerden, fuhşiyattan ve kötülüklerden meneder. Namazın önemi konusunda Kur’an’daki ayetlerden bazılarının sure ve numaralarını verelim: Rum, 31; Bakara, 1-3, 153 ve 238; Nisa, 103; 142; Ankebut, 45 ...
Müslüman, namaza “Allahü Ekber” ile çağrılır; onunla namaza başlar, namaz süresince sık sık onu tekrarlar. Çünkü Allah, her büyükten daha büyük, her kuvvet ve kudret sahibinden daha yücedir. Kul, her şeyden daha büyük ve aziz olan Allah’a bağlandıkça, O’ndan başka hiç bir kimseden korkmaz. Başkasına kulluk etmekten sakınır.
Oruç, hac, zekat ve diğer bütün ibadetler, imanı takviye eder, nefsi kötülüklerden arındırır, kulu Rabbine bağlar. Oruçta, Allah sevgisini bedenin isteklerine tercih etme hali vardır. Müslümanı, ihlas, irade ve sabır hallerine alıştırma özelliklerini taşır. Zekat, Müslüman için cimrilik ve hasislik hastalığından temizlenmeyi sağlayan mali bir ibadettir. Malın esas sahibinin Allah olduğu, kendisinin ise bir emanetçiden başka biri olmadığını insan zekatla daha iyi kavrar. Zekat, mal sevgisine, Allah rızasını ve sevgisini tercih etmektir. Toplumun muhtaç kesimine hisse ayırmak, böylece sosyal adaletin sağlanmasına hizmet etmektir. Hac ise, Müslümanın ameli eğitimidir. Hac ibadetiyle Müslümanın fiilen açık ve muayyen bir şekilde kulluğunu ortaya koyduğunu görüyoruz. İlim, cihad, iyiliği emir, kötülükleri yasaklamak, sabır, tevekkül, takva, Allah sevgisi ve O’nun azabından korkmak... gibi emirler, Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu salih amellerin başında gelir.
İslam’ın Tebliği
İnsanlık tarihi devam ettiği müddetçe, İslam, herkese tebliğ edilmelidir. Bu davet ve tebliğin asıl gayesi, insanları kula kulluktan kurtarıp sadece tek olan Allah’a bağlamaktır. Bu görevi yapacak insanlar mutlaka olmalıdır.
“İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran, 3/104)
ayet-i kerimesi bu durumu te’yid etmektedir. İslam, herkese, ama özellikle Müslüman geçinenlere götürülmelidir. Çünkü onların İslam bildikleri şeyler İslam değildir. Bu durum mutlaka düzeltilip onlara hakikat gösterilmelidir.
İslamî davetin gayelerinden biri de, İslam’ı tekeline alıp ona kimseyi ulaştırmayanların elinden İslam’ı alıp herkesin ona ulaşmasını sağlamaktır. İslam, hiç bir gücün tekelinde olamaz. Hiç bir güç İslam’ın bazı ibadetlerini elinin altına alıp zorlaştıramaz. Bunu yapanlar, ister İslam adına yapsınlar, isterse cahiliye adına yapsınlar; her iki durum da Allah’a karşı büyük bir edepsizliktir. Çünkü Allah Teala, kendisine ulaşma yolunda ne kadar engeller varsa kaldırılmasını ister. Hatta o engellere karşı cihadı her Müslümana farz kılmıştır. Ta ki, insanlar saf ve berrak olan İslam’ı kendi istekleriyle tanısınlar, öğrensinler ve onu kabullensinler. İnsanları, insanların hakimiyet ve sultasından, değer verdikleri ağalardan, ağabeylerden, atalardan, babalardan, efendilerden ve bağlanıp kaldıkları âdetlerden kurtarıp, hayatın her safhasında Allah’ın nizam ve hakimiyeti olan İslam’a ulaştırmak... İşte, İslam budur ve bütün peygamberler de bunun için gönderilmişlerdir.
İslam’ı Hayata Hâkim Kılmak
İnsanlık tarihi boyunca, İslam’ın esas dayanağı olan temel ilke “La ilahe illallah” kaidesidir. Yani uluhiyeti, rububiyeti, saltanat ve hakimiyetisadece Allah’ a tahsis etmek kuralı. Bu kaide gönülde ve kalpte inaç; duygu ve hareketlerde ibadet; hayat sahasında da kanun ve nizam olarak tezahür etmelidir. Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmek, böyle kamil bir şekilde olmadıkça Allah’a ve İslam’a saygısızlık yapılmış olur.
Bu kaidenin tatbiki insan hayatının bütünüyle Allah’a yönelmesidir. Böylece insanoğlu bütün işlerinde ve hayatın her safhasında Allah’ın hükmüne müracaat ederek buna tabi olur ve Allah’ın hükmünü kendi düşünce ve görüşüne tercih eder.
Allah’ın hükümlerini insanlara ulaştırıp tebliğ eden Rasülullah (s.a.v.)’dır. Bu kaide ise İslam’ın ilk şartı olan şehadet kelimesinin ikinci rüknünü temsil eder.
“Şüphesiz Muhammed (s.a.v.) Allah’ın rasülüdür.” (Fetih, 48/29)
İşte İslam’ın dayandığı ve temsil ettiği temel ilkenin ikincisi. Bu kaide bütün yönleriyle hayata tatbik edildiği zaman, en mütekamil bir nizam ortaya çıkar. İşte Allah’ın razı olduğu nizam budur.
İslam’ın hedefi, cahiyyeyi ortadan kaldırmaktır. Bunun için de yeni ve faal bir kadronun oluşturulması lazımdır. Bu kadro, yaşama tarzıyla, düşünce yapısıyla, sosyal düzeniyle, değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslam metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, böyle bir kadro ancak yeniden İslam ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu beyanatına mazhar olur:
“Siz, insanlar içinden seçilip çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız.” (Al-i İmran, 3/110).
“İşte böylece sizleri mutedil bir ümmet kıldık. İnsanlara şahid (örnek) olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye...” (Bakara, 2/143)
İslâm dîni, Allah'ın, son peygamberi Hz. Muhammed (asm) vasıtasıyla bütün insanlara gönderdiği en son ve en mükemmel dindir. İslâm'ın gelmesiyle, diğer dinlerin hükmü sona ermiştir. İslâm dînini kabul eden kimseye Müslüman denir. İslâm'ın en son ve Allah katında yegâne mûteber din olduğu, Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde belirtilir:
"Bugün sizin dîninizi sizin için kemâle erdirdim. Sizin üzerinizdeki nîmetimi (lütuflarımı) tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim (yalnız İslâm'dan razı ve ondan hoşnûd oldum)". (el-Mâide, 3)
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan [seçtiği dîni] kabûl edilmiyecektir ve o, âhirette hüsrâna [büyük zarara] uğrayanlardan [olacak]tır."
İslam Dışındaki Dinlerin Geçerliliği Neden Kalkmıştır?
Tarihin çeşitli devirlerinde insanlara ayrı ayrı peygamberler ve dinler yollayan Allah Teâlâ, son din olarak onlara İslâmı ve son Peygamber olarak da Hz. Muhammed'i (asm) göndermiştir. İslâm'ın gelmesiyle Yahudîlik ve Hıristiyanlık gibi eski dinlerin hükmü sona ermiştir. Bu, tıpkı, yeni bir kanun çıkınca, eski kanunun hükmünün yürürlükten kalkması gibidir. Allah'ın son dîni ve İlâhî Kanunu İslâm gelince, eski dinlerin ve ilâhî kanunların geçerliliği son bulmuştur. İslâm dışında kalan dinlerin yürürlükten kalkmasını gerektiren başlıca sebebler şunlardır: 1 - Her şeyden evvel, eski dinler, yalnızca belli bir zamana ve belli bir muhîtin insanlarına hitab ediyorlardı. İslâm ise, topyekûn bütün insanlığa seslenmektedir. Dâveti umumî ve mesajı cihanşümuldür. 2 - Eski dinler, sadece kendi zamanlarının insanlarını muhâtab almışlardı. O zamanın insanlarının seciyeleri kaba ve mizaçları vahşete yakındı. İlimde, medeniyette, fikir ve anlayışta geri idiler. Ulaşım ve haberleşme imkânları, ibtidai bir haldeydi. Her bölgenin kültürü, inancı, örf ve âdetleri farklı farklıydı. Karşılıklı fikir ve kültür alışverişi de oldukça zayıftı. Bu yüzden, her muhîte ayrı ayrı peygamberler gelmesi, başka başka dinler gönderilmesi zarureti vardı. Zaman geçip insanlık ilim, fikir, kültür ve medeniyet yönünden büyük gelişmeler kaydedince, eski mahallî dinler artık insanların ihtiyaçlarına cevap veremez hale geldiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da insanlara en son din olan İslâmiyeti gönderdi. İslâm dîni, 1400 yıl evvelki dünyanın insanından, bugünün ve yarının modern insanına kadar gelip geçen bütün insanlığa hitab edebilme özelliğinde olan bir dindir. Bu bakımdan, kıyamete kadar hükmü bâki ve geçerlidir. 3 - Eski dinlerin, zamanla, içlerine hurâfeler, bâtıl inançlar karışmıştır. Allah'ın birliğine îman esası, yani tevhid inancı kaybolmuştur. İslâm ise, hâlâ ilk günkü tazelik ve saflığı ile, bozulmadan durmaktadır. Netice olarak diyebiliriz ki: İslâm'ın dışında kalan dinler, geceleyin bir sokağı aydınlatan bir fener ve sokak lâmbası gibidir. İslâm ise, bütün dünyayı aydınlatan güneş hükmündedir. Güneş doğduktan sonra, artık sokak fenerine hiç ihtiyaç kalır mı?
İslâm dinini, sâir dinlerden ayıran belli başlı özellikleri şunlardır: 1 - İslâmiyet, her asra ve her insana hitab eder, getirdiği esaslar insanlığın bütün ihtiyaçlarına cevab verir. İslâm'ın bu cihanşümûl özelliğine Kur'an'da şu şekilde işaret olunur:
"Ey Muhammed! Biz seni BÜTÜN İNSANLARA yalnızca müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik." (Sebe', 28).
"Ey Muhammed! De ki: 'Ey insanlar, ben Allah'ın HEPİNİZ İÇİN GÖNDERDİĞİ Peygamberiyim'." (el-A'raf, 158).
2 - İslâmiyet kolaylıklar dînidir. İslâm'da insanlara yapamayacakları veya yaparken zorluk çekecekleri işler yüklenmemiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de İslâm'ın kolaylık prensipleri şu şekilde ifade edilir:
"Allah, insanı ancak gücünün yeteceği işle mükellef tutar..." (el-Bakare, 285)
"Rabbimiz, bize gücümüzün yetmiyeceği şeyi taşıtma..." (el-Bakare, 285)
"Allah, sizin için kolaylık göstermek diler, zorluk çıkarmak istemez..." (el-Bakare, 185)
Kur'an'da İslâm'ın kolaylıklar dîni olduğu bu şekilde açıklanırken Peygamberimiz de, bu hususta hadîs-i şeriflerinde şu prensipleri vaz'etmişlerdir: "Ben ancak âlemlere rahmet olarak gönderildim. Azâb için, zorluk vermek için gönderilmedim..." "Allah Teâlâ, beni sıkıntı ve zahmet verici ve bunu arzu edici olarak göndermedi. Fakat Allah beni, muallim (öğretici, bildirici) ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi..." "Dininizin en hayırlısı, en kolay olanıdır. Muhakkak ki din bir kolaylıktır..."
"Ben size neyi yasak ettiysem, ondan çekinin; size neyi emretti isem, ondan gücünüzün yettiği kadarını yapın. Sizden evvelki ümmetleri ancak mes'elelerinin ve Peygamberlerine karşı ihtilâflarının çokluğu helâk etmiştir."
"Amelden gücünüzün yettiği kadarını yapın. Siz ibâdetten bezmedikçe, Allah da sevab vermekten bıkmaz." "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, ürkütmeyiniz." Hz. Âişe Validemiz, Resûlüllah Efendimizin bu hususla ilgili tatibkatını şu şekilde beyan etmişlerdir: "Resûlüllah (asm) iki şey arasında dilediğini tercihte serbest bırakıldı mı, günah olmadığı müddetçe muhakkak onlardan en kolayını alırdı. Eğer iş günahsa ondan halkın en uzak bulunanı Resûlüllah olurdu." Bütün bu hadîs-i şerifler, İslâm dîninin ne derece uygulanması kolay hükümler ihtiva ettiğini göstermektedir. Cihanşümûl ve kıyâmete kadar pâyidar oluşunda, bu kolaylık anlayışının büyük yeri vardır.
Dinimizin Kolaylık Dini Olduğuna Dair Tatbikatten Bazı Misaller
Dînimizde namaz kılmak için su ile abdest almak mecburiyeti vardır. Ancak su bulunamadığı veya su çok soğuk olup hastalanma ihtimali olduğu hallerde, toprakla teyemmüm yapılır. Toprak su yerine geçer. - Dînimiz yolculara; yorgunluk, zaman darlığı gibi hikmetlere binaen 4 rek'atlı farz namazları iki rek'at olarak kılmak kolaylığını getirmiştir. - Namazda ayakta durmak (kıyam) farzdır. Ancak ayakta duracak gücü olmayanlar, oturarak namaz kılarlar.
İslâm'ın kolaylıklar dini olduğunu gösteren, Asr-ı Saâdet'te cereyan etmiş pek çok vâkıa vardır. Onlardan bazılarını burada zikredeceğiz. Enes bin Mâlik Hazretleri anlatmaktadır: "Nebî (sav) bir gün mescide girdi. İçeri girer girmez de gözüne mescidin iki direği arasına çekilmiş bir ip ilişti. - Bu ip nedir? diye sordu. Sahâbîler: - Bu, Zeyneb'in ipidir. Zeyneb, nâfile namaz kılarken ayakta durmaktan yorulunca, bu ipe tutunuyor, dediler. Peygamber (sav): - Hayır, (İbadette böyle güçlük ihtiyâr olunmaz.) Bu ipi çözünüz. Sizden biriniz zinde ve neş'eli oldukça namazını ayakta kılsın. Yorulunca da hemen otursun. (... Ve namazını oturduğu halde tamamlasın.) buyurdu."
Utbe bin Âmir anlatmaktadır:
"Kız kardeşim (Ümmü Hibban) Beytullah'ı yaya olarak ziyaret etmeyi adamış, fakat sonradan buna güç yetiremiyeceğini hissedince, mes'elenin Resûlüllah Efendimiz'den sorulmasını bana emretmişti. Ben Hazret-i Resûlüllah'a sorduğumda, cevaben
"Nebiy-yi Ekrem (sav), iki oğlunun arasında, onlar tarafından taşınarak yürütülen bir ihtiyar kimse gördü. 'Bunun zoru nedir? Niye bir bineğe binmiyor?' diye sordu. Oğulları cevaben: - Yâ Resûlâllah. Babamız yaya olarak Kâbe'ye gitmeyi nezretmiştir. Bunun için böyle yürütüyoruz, dediler.
Resûlüllah Efendimiz: Şüphesiz ki Allah, bu ihtiyarın nefsini azâblandırmakla yaptığı ibadetten müstağnidir, buyurdu ve ona, bineğine binerek Kâbe'yi ziyarete gitmesini emretti."
Abdullah bin Mes'ûd'dan:
"Resûlüllah (sav), va'z hususunda, bize bıkkınlık gelmesin diye halimize bakıp ona göre gün ve saat kollardı."
Câbir bin Abdillah anlatmaktadır:
"Resûlüllah bir seferde idi. Derken üzeri gölgelendirilmiş olduğu halde yanında insanlar toplanmış bir adam gördü ve 'Onun nesi var' diye sordu. 'Oruçlu bir adam' dediler. Resûlüllah (sav) bunun üzerine:
Seferde oruç tutmak hâlis bir iyilik ve fazilet değildir. Allah
Elhamdü lillâhi rabbil àlemîn... Kemâ yenbagî licelâli vechihî ve liazîmi sultânih... Ves salâtü ves selâmü alâ hayra halkihî seyyidinâ ve senedinâ ve tâci ruusinâ ve üsvetünel haseneti muhammedinil mustafâ...
Onun seçkin kulu Muhammed-i Mustafâsi, Habîb-i Edîbine sonsuz salât ü selâmlarimizi, tahiyyat ve ihtiramlarimizi arz ederim.
Çok büyük, çok önemli, çok hayâtî, çok tatli bir konu üzerinde konusmak istiyorum: Genel olarak inanç ve inançlarin en üstünü olan Islâm; Islâm'in özellikleri, bize emrettikleri, bizim müslüman olarak yapmamiz gereken konular üzerinde...
En önemli konu din konusudur. Çünkü, öteki konularin hepsi sadece dünya ile ilgilidir. Hattâ dünyanin bir bölümüyle ilgilidir. Meselâ tabiatla ilgilidir, meselâ sihhatle ilgilidir. Ama din, hem dünya hem ahiretle ilgilidir.
Dünya küçücüktür ama, fezâ sonsuzdur, uçsuz bucaksizdir. Aralarinda sonsuz büyüklük farki vardir. Dünya ile ahiret de öyledir. O bakimdan insanin ahiretini düsünen, bahis konusu eden bir mesele elbette, en büyük meseledir. Çünkü sonsuz büyük bir istikbâli ilgilendiriyor.
Bu konu insanligin müsterek konusudur. Her toplumda bir inanç sisteminin tesekkül etmis oldugunu dinler tarihinden biliyoruz. Çesitli sekillerde tasnif edilebilen dinler mevcut... Önce ilâhî dinler ve ilâhî olmayan dinler diye hakli ve büyük bir ayirim yapabiliriz. Bu inançlar incelendigi zaman, insanlarin çok çesitli seylere kalblerini bagladiklarini, inandiklarini ve bize göre, Yirminci Yüzyil'in insanina göre garib gelecek inanislarin içinde olduklarini görebiliriz.
Günese tapmislar. Eski Iranlilar tapmis, hâlen Japonlar tapiyor. Su teknolojide bu kadar ileri gitmis olan Japonlar... Imparatorlari Günes'in ogluymus. Gülmeli mi, aglamali mi, acimali mi, teessüf mü etmeli insanlik namina, ilim namina, teknoloji namina, Yirminci Yüzyil namina insan hayret ediyor.
Televizyonda seyretmistim; kobra yilanlarina tapinanlar var. Tapinaklari var, kapisinin iki tarafinda ensesini sisirmis kobra yilanlari... Tarlalardan kobra yilanlarini topluyorlar, tapiniyorlar. Halbuki yilda bilmem kaç bin tane insan onlarin sokmasiyla ölüyor.
Hititlilerde ve Hindistan'da tenâsül aletine bile tapmislar.
Demek ki, her toplulukta bir inanç sistemi var ama, mühim olan inancinin vasfi, kalitesi... Var bir inanci, iyi, güzel, inaniyorlar diyemiyoruz; inancin kalitesi önemli oluyor. Her seyde böyle...
Meselâ, Yirminci Yüzyil'in insani akli sever, tebcil eder, begenir, alkislar. Akil hürmet gören bir varlik... Fakat, dünya üzerinde ne kadar insan varsa her birinin akli var ama, her birinin hareketi güzel hareket degil...
Büyüklerimiz onun için, aklin makbul olanini akl-i selim diye isimlendirmisler. Her akli makbul saymiyoruz, makbul de degil... Hani Nasreddin Hoca'nin fikrasiyla söylemek gerekirse: ''Soganla yogurt yemeyi ben buldum ama, ben de begenmedim.'' demis. Yâni, insan bir seyler bulabilir, bir seyler yapabilir ama, güzel mi, degil mi?..
Sonra zevk var... ''Zevkler ve renkler tartisilmaz.'' diyoruz ama, yine bir de zevk-i selim var... Olgun bir sanatkârin zevki ile, ilkokuldaki bir çocugun veya henüz çirak durumundaki bir insanin zevki muhakkak farkli...
His var, hiss-i selim var... Demek ki, inanç var, inancin da tabiî kalitesi güzel olani, selim olani önemli...
Iste biz elhamdü lillâh, dinler tarihini ve muhtelif dinleri inceledigimiz zaman; hattâ hürmet ettigimiz, taklid ettigimiz, imrendigimiz, özendigimiz milletlerin dinlerini, meselâ Amerikalilari, Ingilizleri, Avrupalilari, Japonlari inceledigimiz zaman, onlarin dinlerinde o kadar mantikli olmadiklarini görüyoruz. Maalesef gülecegimiz gibi, bizim gibi bir terbiye almis milletin kabul etmeyecegi garip ve çocuksu, ayiplanacak, kinanacak inançlarin içinde olduklarini görüyoruz.
Türkler niçin müslümün olmus?
Ben askerlik yaparken, bir general beni makamina çagirmisti. Kendi birliginde çalisan bir astegmen olarak degil de, Ilâhiyat Fakültesi'nden doçentlik payesini almis bir kimse olarak, lâyik olmadigim iltifati gösterdi.
Oturttu karsisina, sordu bana:
''--Hocam çok merak ediyorum, bu Türkler bu Islâm dinine niçin girmisler?'' dedi.
Baktim pasa hazretleri müteessif... Niye müslüman oldugumuzu anlayamiyor ve teessüf ediyor buna... Öyle bir edâ ile söyledi. Yâni, demek istedi ki: ''Ne olurdu hristiyan olsaydik. Ne güzel, iste Bati'da görüyoruz; içki içiyorlar, kadin erkek münasebetlerinde daireleri, mesrebleri, havsalalari son derece genis...'' gibi böyle bir his içinde... ''Nerden de bulmuslar bu müslümanligi?.. Bula bula müslümanligi mi bulmuslar?..'' demek gibi söyledi.
Ben de dedim ki:
''--Bizim ecdadimiz müslümanligi sosyal ve cografî sartlar dolayisiyla tesadüfen karsilastiklari bir inanca girmek tarzinda benimsemediler. O zaman mevcut bütün inançlari taniyip, tadip tercih ederek girdiler.''
Bir kere Tibet'i biliyorlardi, Dalay Lama'lari ve sâireyi biliyorlardi. Brahmanizmi, Budizmi biliyorlardi. Çin'de hakimiyet sürmüslerdi, onlarin inançlarina vakif idiler.
Kendilerinin samanizmi, atalarindan kalma bir din olarak mâlûmlariydi. Hazar Denizi'nin, Karadeniz'in kuzeyinde hristiyanligi görmüslerdi. Kodekus Komanikus gibi çok eski devirlerden kalma metinler elimizde... Bir kisim kabileler hristiyan olmus; hattâ simdi Gagavuzlar, onlardan kalinti diye gazetelerde bahis konusu ediliyorlar.
Hazar Türkleri yahudilige girmisler. Yahudileri görmüsler, tanimislar, tâbî olmuslar. Bütün bunlarin hepsini denedikten sonra, devletler milletler yöneten mâkul bir yönetici kadro olarak Islâm'i begendiler, Islâm'i seçtiler.
Çünkü, hayata en iyi intibak eden din Islâm... Çünkü, devleti yönetmekte en olumlu hükümlere sahib olan din Islâm... Çünkü, toplumun içindeki insanlarin birbirleri ile münasebetlerini en iyi düzenleyen Islâm... Çünkü, toplumun yapisi olan aileleri ve ailelerin temel tasi olan fertleri bedenen sihhatli yapan Islâm... Rûhen güçlü ve kuvvetli yapan Islâm...
Tabii, asker oldugu için bir de ona, ''Askerlik bakimindan da Islâm'dan daha güzel bir din bulamazsiniz!'' dedim. ''Askerlik meslegini bir mübarek, mukaddes meslek haline getiren Islâm... Nöbeti bir ibadet haline getiren Islâm... Allah yolunda, baskalarinin sinirlarin arkasinda huzur içinde yasamasi için, canindan geçmeyi bir ideal olarak insanlara asilayan Islâmdir Pasam!'' dedim.
Bunlari hangi dinde bulacaksiniz?.. Bulamazdiniz ki, bulamazsiniz ki...
Ben sözü o tarafa getirince, bizim alay komutani da Roma'da atesemiliterlik yapmis.
''--Tamam pasam, ben de Roma'da bulundum. Onlarda hiç akla mantiga uygun bir taraf da yoktur.'' dedi.
Pasa hazretleri çok takdir etmis anlasilan, ben emekli olduktan sonra hâlâ bana bayramlarda tebrik gönderirdi. Verdigim cevaptan memnun olmus yâni... Isin gerçegi de budur.
Bizin ecdâdimiz, büyüklerimiz bu dini sosyal bir takim hadiselerin sürüklemesi sonucunda, rüzgârin önündeki yaprak misali; ''Eh ne yapalim, bizim de kismetimiz buymus. Iste bu inanç da bizim olsun!'' diye seçmediler.
Her zaman yoklama ve irdeleme, kontrol ve tenkid süzgeçleri, mantik ve muhakemeleri çalisti; Islâm'a daha çok asik olarak daha sIkI baglandilar.
Meselâ, Hindistan'a gittiler. Hindistan'da dörtyüz kadar mezheb var; onlarin hepsini gördüler, onlari yönettiler. Onlarin hepsini bir noktaya getirmek için çalistilar.
Iran'a hakim oldular, Irandaki siilerle sünnîlerin arasindaki ihtilâfi halletmek için hakem rolünde oldular. Taraflari karsilarina getirdiler, münazara yaptirdilar. Hangisi hakliysa tabî olunsun diye, devamli bir ilmî arastirma, tenkid ve basîret üzere bu dine sarildilar ve severek baglandilar.
Zaten severek baglanilmayan bir dine insanoglu asirlarca böyle, bu kadar fedâkârca hizmet etmez. Bu kadar baski, bu kadar düsmana ragmen bu kadar fedâkârca baglanmaz.
Bizim dinimiz ebedî saadeti saglamak için gerekli kaideleri veriyor. O bakimdan dindar olmak menfaatimize... Ferdî sihhatimizi, bedenî temizligimizi, her gün yikanmamizi, haftada bir yikanmamizi, tirnaklarimizi kesmemizi, dislerimizi firçalamamizi, basit detaya kadar inerek temizligimizi, sihhatimizi korumayi saglayan; aile yuvasina büyük kutsallik veren, anneye büyük deger veren, babaya büyük pâye veren ve ona itaat etmeyi çok sevapli olarak gösteren Islâm....
O halde aile saadeti için, fert saadeti için, toplumun intizami ve saadeti için hep faydali... Ama bütün bunlara ragmen biz dine, materyalist bir gözle menfaat açisindan bakarak baglanamayiz. Biz ahiret bezirgâni, tüccari degiliz. Allah'in emri oldugu için, Allah'in emri hak oldugu için ona bagliyiz.
Biz Allah'in varligini birligini, muhakememizle, vicdanimizla buldugumuz için dindariz. Allah'in emirlerine Allah'in emri oldugu için bagliyiz. Ama onun arkasindan sayisiz faydalar hasil oluyor. Fayda da olsa, zarar da olsa, (Fil mekrahi vel mensati) hosumuza giden durumda da, hosumuza gitmeyen halde de Allah'a itaat edecek bir ruh seviyesine yükselmis bir milletiz.
Mal feda etmek gerektigi zaman da biz bundan vaz geçmiyoruz, can fedâ etmek gerektigi zaman da vazgeçmemisiz, tarih boyunca isbat etmisiz.
Simdi hudutlarin yumusamasi, haberlesmenin genislemesi, haberlesme cihazlarinin büyümesi dolayisiyla, dünyanin çok çesitli kültürleri ile de karsi karsiyayiz. Yine her gün bir muhakeme ve mukayese içindeyiz. Hristiyanlar söyle biz böyleyiz, Avrupali böyle, biz söyleyiz, Amerikali söyle yapiyor, biz böyle yapiyoruz diye...
Islâm'a karsi hücumlar var, Islâm'a yöneltilmis Islâm düsmanlarinin tenkidleri var; onlari dinliyoruz. Komünistlerin, dinsizlerin din hakkindaki, din adamlari hakkindaki görüsleri var; onlari dinliyoruz. Bütün bunlarin bize tesiri, örs ile çekiç arasinda demirin çeliklesmesi gibi, imanimizin kuvvetlendirme sonucu veriyor.
Ama biz müslümanlar, okudukça elhamdü lillâh Islâm'a daha candan baglaniyoruz. Profesörler, ilim adamlari, fizikçiler, atom alimleri...
Bu bizim gençligimizde, bizden önceki agabeylerin, ilim sahasinda büyük basarilar elde etmis, ünvanlar almis kimselerin dindar olmasi bizim ruhumuzu takviye ediyordu. ''Mâdem bunlar Yirminci Yüzyil'in ilmini biliyorlar ve yine müslümanlar; mâdem Amerika'da okumuslar, Ingiltere'de okumuslar, doktora yapmislar, oralarda profesör olmuslar, yine dindarlar...'' diye seviniyorduk. Bugün de herhalde gençler için ayni gücü verir. Elhamdü lillâh...
Islâm Hz. Adem'le baslar
Bizim Islâm dinimiz, Peygamber SAS Efendimiz'le ortaya çikmis bir din degil... Bizim dinimiz Islâm dini, Hazret-i Adem Atamiz'la baslayan bir din...
(Ennebiyyünellezîne eslemû) ''O peygamberler ki, onlar Islâm olmuslardi.'' ayet-i kerimesiyle, geçmis peygamberlerin de Islâm üzere oldugunu; Hazret-i Ibrâhim AS'in, Nuh AS'in, Mûsâ AS'in hepsinin ayni yolda oldugunu Kur'an-i Kerim'in ayetleri bildiriyor.
Demek ki, hakîkat, Hazret-i Adem'den beri ayni, Peygamber SAS Hazretlerine kadar ayni... Sadece Allah'a inanma, sadece ona teslim olma ve tevekkül etme...
Zâten Islâm, kendisini teslim etme, Allah'in iradesine teslim olma, râm olma; o ne derse buyrugunu tutmaga razi olma, boyun verme mânâsina geliyor. Ona ibadet ve itaat, ondan gayriye tapinmaktan siddetle kaçinmak... Bütün daha önceki peygamberlerin de icraati bu...
Nuh AS diyor ki:
(Rabbi innî deavtü kavmî leylen ve nehârâ) ''Yâ Rabbi, ben kavmimi gece gündüz hak yola davet ettim; su su putlara tapmayin diye söyledim. Ama, (Felem yezidhüm düâî illâ firârâ) ne söylediysem benim söylemem onlarin benden firarini arttirdi. Firar ettiler, yanimda durmadilar.''
(Ve ennî küllemâ deavtühüm litagfiralehüm cealû esâbiahüm fî âzânihim) ''Ben onlara hakki söylemek istedigim zaman, kulaklarini tikadilar.'' diye böyle onlarin menfi tavirlarini anlatiyor.
Hazret-i Ibrâhim AS:
''--Niye böyle ellerinizle yaptiginiz putlara tapiyorsunuz. Ben bunlarin hakkindan gelecegim, haberiniz olsun! Bunlarin hiç tapilacak tarafi yoktur. Ben bunlara bir suikast düzenleyecegim!'' dedigini ve hakîkaten putlari kirdigini biliyoruz.
Hazret-i Mûsâ AS'in, Firavunun, ''Benden baska size bir rab tanimiyorum. Su Misir mülkü, su Nil hehri benim degil mi? Ancak bana ibadet edeceksiniz, ben sizin rabbinizim!'' demesine karsi çiktigini ve onunla büyük mücadele verdigini biliyoruz. Allah'in varligina, birligine davet ettigini biliyoruz.
Kavminden buzagiya tapanlari siddetle cezalandirdigini; kendisi Tur Dagi'na çiktigi zaman, bazi kimselerin Misir'daki aliskanliklariyla bir altin buzagi heykeli yapmasi durumunu görünce, hirsindan kardesi Hârun AS'in basina ve sakalina yapistigini biliyoruz.
(Yebne ümme lâ te'huz bilihyetî ve lâ bire'sî) ''Benim basimi, saçimi sakalimi çekistirip durma ey anamin oglu! Ben söyledim, dinlemediler.'' diye mazeret beyan ediyor. Yâni, ayni Allah'in varligini, birligini onun söyledigini biliyoruz.
Hazret-i Isâ AS'in:
''--Yâ Rabbi, ben baska bir sey yapmis olsam sana ma'lûndur. Sen bana ne emretmissen, ben onlara onu söyledim. (Ü'budullàhe rabbî ve rabbeküm) 'Benim ve sizin rabbiniz olan Allah'a ibadet edin!' dedim. 'Beni ve anami tanri edinin!' demedim yâ Rabbî!'' buyurdugunu biliyoruz.
Demek ki Islâm, ilk insandan itibaren günümüze kadar gelen hak inanç... Kur'an-i Kerim bütün eski kitaplarin özü...
(Fîhâ kütübün kayyimeh) ''Içinde eski kitaplarin muhtevâsinin bulundugu kitap...''
(Inne hâzâ lefis suhufil ûlâ. Suhufi ibrâhime ve mûsâ.) ''Su anlatilan hakîkatler eski kitaplarda, mushaflarda, sahifelerde, suhufta vardir. Ibrâhim'in ve Mûsâ'nin suhufunda da vardir.'' Bazilari hakkinda bazi sûrelerde bilgi veriliyor.
O halde Islâm dini insanligin dinidir, bugün de öyledir. Bütün insanligi birlestirecek dindir. Çünkü bütün peygamberleri taniyor. Bütün eygamberler Islâm ile, hak peygamber olma tasdikini, vesikasini elde etmislerdir. Islâm onlarin hak peygamber oldugunu tasdik etmeseydi, herkes tereddüt ederlerdi onlarin isimleri üzerinde...
Onun için, hâtemen nebiyyîn Peygamber Efendimiz hem peygamberlerin sonuncusu, hem de mührü basip da o peygamberlerin tasdikçisidir. Selâhiyetli kisi vesikanin altina mührü basar, evet bu böyledir der. Hazret-i Isâ, evet Allah'in peygamberidir; Hazret-i Ibrâhim, Allah'in peygamberidir. O tasdiki yapan bizim dinimizdir.
Hristiyanlar bunu bilmezler. Hristiyanlar kendi peygamber tanidiklari sahislarin müslümanlar tarafindan peygamber tanindigini bilmezler. Halk olarak kendilerine intikal ettirilmemistir, bilmezler.
Islâm dini, insanligin dinidir.
O halde o peygamberleri tebcîl eden, birlestiren Islâm'dir. Bütün semâvî dinlerin hakîkatlerini, ilâhî kitap Kur'an-i Kerim içinde toplamistir. Insanliga lâzim olan bütün malzeme Kur'an-i Kerim'dedir.
Islâm'in ögrettigi hususlar bozulmadan bize kadar gelmistir. Bir bilim adaminin olanca titizligi ile Peygamber Efendimiz'in hayatinin gecesi gündüzü, özel hayati, ailevî hayati, siyâsî hayati, ictimâî hayati, seferleri, sözleri, konusmalari tesbit edilmistir. Yine bir Batili alim diyor ki:
''--Dünyada hiç bir insanin hayati bu kadar detayli olarak tesbit edilmis degildir.''
Hazret-i Peygamber Efendimiz kadar hayatinin bütün detayi bu kadar tesbit edilmis bir kimse yoktur. O halde bir peygamber bütün haberleriyle karsimizda nümûne olarak duruyor.
Kur'an-i Kerim'in indigi zamandan günümüze kadar bir harfi degismemistir. Halen elimizde, müzelerde Kur'an-i kerim'in eski nüshalari var... Topkapi Sarayi Müzesi'nde Hazret-i Ali Efendimiz'in imzasini tasiyan nüsha vardir.
Edebiyat Fakültesinde bizim hocamiz, beynelmilel madalyalar almis Prof. Ahmed Bey vardi. Derdi ki:
''--Arkasinda (Aliyyübnü ebû tâlib) diyor.''
Halbuki muzàfun ileyh olarak, ibn kelimesinden sonra normal olarak (Aliyyibni ebî tâlib) demesi lâzim imzada... Klasik gramer kaidesi böyle... Sanki gramer kaidesine aykiri gibi ibn'den sonra (Ebû tâlib) diye yaziliyor. Muzàfun ileyh olarak mecrur sîga kullanilmiyor. Bizim profesör:
''--Iste bu, bu nüshanin gerçek nüsha oldugunu gösterir. Çünkü, o zamanin gramer kaidesi öyleydi. O arkaik gramer kaidesini muhafaza ettigine göre taklit degildir. Demek ki esastir.'' diyordu.
Simdi bunlarin sayfalarini inceleyerek, mürekkebini inceleyerek de zamanini bulmak mümkün. Ama bir delil de bu...
Kur'an-i Kerim elimizde aynen mevcut... Peygamber Efendimiz'in hayati gün gibi ortada ve bütün peygamberleri taniyoruz.
Bir hristiyan meselâ, Allah'in bir peygamberini reddetmek durumunda... Ama Islâm'da bir red durumu yok... Elhamdü lillâh Allah'in bütün peygamberlerini kabul ediyoruz. Hepsinin adi anildigi zaman ''Aleyhis selâm'' diye söylemek terbiyemiz olmus. Ne demek?.. ''Ona selâm olsun!'' demek...
Hattâ o kadar seviyoruz ki, isim koyuyoruz. Aramizda Mûsâ isminde insanlar vardir, Isâ adinda insanlar vardir, Ya'kub, Yusuf, Eyyub, Suayb... Tevrat'ta, Incil'de ismi geçen bütün peygamberleri o kadar seviyoruz ki, çocuklarimiza isim olarak koyuyoruz.
Eski kitaplar peygamberimizi bildirir.
Ayrica eski kitaplarda Peygamber Efendimiz'le ilgili haberler mevcuttur. Eski kitaplari da gönderen Allah-u Teâlâ Hazretleri oldugu için, ''Ilerde su vasiflara sahip bir peygamber gelecek!'' diye, eski kitaplarin içinde birtakim pasajlar vardir. O pasajlarda, o cümlelerde, o paragraflarda Peygamber Efendimiz bildirilir.
Kur'an-i kerim'de bu hususta Saf sûresinde ve Fetih Sûresi'nde ve daha baska sûrelerde bilgi var... Fakat Kur'an-i Kerim'den ayri, Tevrat'ta ve Incil'de bilgiler var... Papazlar, eski kitaplarin o ayetlerini kendileri gösteriyorlar.
Biz de Edebiyat Fakültesi'nde talebe iken, Pakistanli Profesör Muhammed Hamidullah Bey, o ayetleri, o cümleleri getirip bize okutmustu.
Sonra Zeki Velidi Bey'in bir makalesi vardir: Kumran denilen Lût Gölü kenarinda bir magarada eski metinler bulundu. Hristiyanliga ait, yahudilige ait çok eski kitaplar, yakilmasin, Romalilar tahrib etmesin diye saklanmis o magaraya... Bu metinler bulundu. Bu metinlerin bir kismini Amerika aldi, bir kismi Ürdün müzelerinde, bir kismi Vatikan'da... Muhtelif yerlere alindi, incelendi.
Buralarda Tevrat'ta ve Incil'deki degismeleri isaret eden, Kur'an-i Kerim'in hakli oldugunu gösteren malzeme var... Bulunan vesikalar Kur'an-i Kerim'in tasdikçisi durumunda...
Bazi büyük papazlar, bazi büyük hristiyan ve yahudi alimleri müslüman olmuslardir. Kendi kitaplarindaki müjdelerden dolayi, Peygamber Efendimiz gelmeden önce su evsafta bir peygamber gelecek diye beklemislerdir; Peygamber Efendimiz geldigi zaman, ona tabî olmuslardir.
Peygamber efendimiz'in zamanindan misal, Selmânül Fârisî Hazretleri'dir. Selmânül Fârisî Hazretleri, Iran'li asil bir aileden dünyaya geldikten sonra, papazlarin yaninda çesitli ülkelerde gezdikten sonra, ahir zaman peygamberi Hicaz'da zuhur edecek diye, onun gelmesini yakalamak, ona tâbî olmak, onu tanimak için Hicaz'a gelmistir.
Yine Medine-i Münevvere'deki yahudi alimlerden Abdullah ibn-i Selâm, Tevrat'taki bilgilerden dolayi Peygamber Efendimiz'in hak peygamber oldugunu anlayarak müslüman olmustur.
Bu misaller eski kitaplarda Peygamber Efendimiz'le ilgili malzemenin olmasina en büyük delildir. Çünkü, o eski kitaplari da biz uydurmus olamazdik ya... Eski kitaplar bizden önce mevcut...
Hattâ Islâm My Choice diye bir kitap nesretmis Begüm Ayse Beveni Vakfi, Pakistan'da... Orada bazi eski Hint dinlerinin kitaplarindan sayfa fotograflari veriyor; orada Peygamber Efendimiz'in gelecegine dair cümleler var...
Eski Hint kitaplarinda, eski Iran dinî metinlerinde; Yâni Hazret-i Peygamber'in yasadigi çaglardan önce yeryüzünde bulunan dinlerin kitaplarinda onunla ilgili metinler, fotokopileri ve tercümeleri var...
Demek ki Tevrat'ta, Incil'de, eski Iran metinlerinde Peygamber Efendimiz'in gelecegine dair müjdeler var...
Kur'an-i Kerim'de de bunlara isaret ediliyor. Meselâ:
(Ve iz kàle isebni meryeme yâ benî isrâile innî rasûlüllahi ileyküm musaddikan limâ beyne yedeyye minet tevrâti ve mübessiren birasûlin ye'tî min ba'dismühû ahmed) ''Ilerde Ahmed adinda bir peygamber gelecek!'' diye Incil'de bir ayetin oldugunu, Hazret-i Isa'nin böyle buyurdugunu Saf Sûresi beyan ediyor.
Hakîkaten Incil'de böyle bir ayet vardir. Hamidullah Bey bize Incil'den getirip göstermisti. Bu ayet sebebiyle, ''O sahis Peygamber Efendimiz'dir.'' diye nice papazlar müslüman olmuslardir.
Paraklit diye tercümesi yapilmis. Tabii, Incilin indigi asil metin elimizde degil, tercümeleri elimizde... Tercümelerde o asil kelimenin mukabili olan tercüme kelimeler var... Ama o kelimelerin de yine Peygamber Efendimiz'i gösterdigi papazlar tarafindan ifade edilmis ve onlarin müslüman olmasini saglamistir.
Meshur bir misal, Ispanya'nin Mayorka adasinda yetismis Anselmo Turmedo isimli papazdir. Bu papaz Ispanya'da, Fransa'da ve Italya'da yüksek ihtisaslarini tamamladiktan sonra, Fransa'da bir manastirda çok yüksek bir alimin hizmetinde çalisirken; Incil'deki bu ayet-i kerimenin Peygamber Efendimiz'i anlatan ayet-i kerime oldugunu ögrenince, Tunus'a gelip müslüman oluyor. Abdullah et-Tercüman adini aliyor. Incil'deki Islâmiyeti ve Peygamber Efendimiz'i müjdeleyen ayetleri konu edinen bir kitap yaziyor. Bu Türkçeye de tercüme edilmistir.
Matbaaci I. Müteferrika
Sonra ben profesörlük çalismasi olarak, su bizim meshur matbaaci, Türkiye'ye matbaayi getiren Ibrâhim-i Müteferrika'nin Risâle-i Islâmiye diye bir eseri oldugunu görmüstüm. Deniliyordu ki:
''--Risâle-i Islâmiye, müslümanligi anlatan bir kitaptir.''
Böyle geçistiriliyordu. Ben de dinî edebiyat kürsüsü baskani oldugum için, ''Bakalim bu Risâle-i Islâmiye nedir?'' diye inceledim. Sonunda onu bir kitap halinde de nesrettim.
Ibrâhim-i Müteferrika Romanya'da, Kolojvar sehrinde yasamis bir papaz... Çok güzel bir tahsil görmüs, Yunancayi, Latinceyi ögrenmis. ''Eski metinleri ve kilisenin kitapligindaki üstâd-i bîmürüvvetlerin okunmasini yasak ettigi kitaplari okudum.'' diyor.
Üstad ama, müslüman olmadigi için, hakîkati sakladigi için üstâd-i bîmürüvvet diyor, yâni, ''Mürüvvetsiz üstadlarin okumayayim diye sakladigi kitaplari okudum.'' diyor ve orada hristiyan literatürünün, Peygamber Efendimiz'i müjdeleyen malzemesine âsinâ oldugunu ve onun için müslüman oldugunu söylüyor.
Bu Risâle-i Islâmiye isimli kitap, Islâm'i anlatan bir kitap degil; saklaniyor bu mesele... Halk bilmesin diye bazi gerçekleri sakliyorlar arastiricilar... Kim yapmis bu sahsin üzerinde arastirmayi?.. Bir katolik papaz yapmis. Ibrhahim-i Müteferrika üzerinde en bilimsel arastirma katolik bir papaz falancanin yaptigi çalismadir deniliyor. E, katolik papaz, müslüman olan bir papazin müslümanliga yarayan malzemesini bize tanitmak ister mi?.. Istemez, tanitmiyor.
''Islâm'i anlatan bir eser...'' diyor. Hayir, Islâm'i anlatan bir eser degil; Bir papaz olan Ibrâhim-i Müteferrika'nin müslüman olmasina sebep olan Incil ayetlerini bahis konusu eden bir kitap... O konuya kimse yanasmasin, o konuyu kimse bilmesin diye papaz sakliyor gerçegi...
Ibrâhim-i Müteferrika kendi hayatini anlatiyor. Hangi ayetleri görüp de müslüman oldugunu anlatiyor. Ayetlerin Latincesini de veriyor.
Müteferrika, sarayda teknik ve sanata dayali yüksek bir hizmet demek... Ömrü boyunca da hakîkaten çok faydali hizmetler yapmistir, sayân-i sükrân hizmetler yapmistir. Nur içinde yatsin, mekâni cennet olsun... Samîmî müslüman oldugu ve hakîkaten Islâm'a hizmet ettigi kanaatine vardim ben incelemelerimden...
Ama eseri, bir papazin Incil metinlerini okuyup da hangi ayetlerden dolayi müslüman oldugunu anlatan bir eserdir. O da faydali olur diye ben de onu nesrettim; baska papazlar da görsün diye...
Islâm'in üstünlükleri
Asrimizin ilmine sahib kardeslerimiz, --bendeniz profesörüm, dinleyiciler arasinda profesör dostlarimiz, kardeslerimiz var-- seve seve müslümaniz. Inanmis olarak, incelemis olarak, çesitli tenkidleri bilen, onlara zaman zaman cevap veren insanlar olarak, seve seve, can ü gönülden müslümaniz. Her tenkid bizi Islâm'a daha çok, sImsIkI sarilttiriyor. Islâm böyle bir din...
Islâm'da en önemli husus itikaddir. Kusurlar, günahlar; onlar affolabilir. Affolabilir, af diye bir müessesesi var Allah'in... Magfireti var, affi var, rahmeti var; affolabiliyor. Mühim olan itikaddir, mühim olan bilimsel temeldir, gerçegin dogru kavranmasidir. O gerçek dogru olarak kavranildigi zaman, Allah öteki kusurlari bagislayabiliyor.
(Innallàhe lâ yagfiru en yüsreke bihî ve yagfiru mâ dûne zâlike limen yesâ') Allah sadece bu gerçegi kavrayamayanlari affetmez. Bu ilmî gerçegi kavrayamayanlari affetmez, ötekileri affedebilir, dilediginin suçunu bagislayabilir. Mühim olan inançtir. O halde bizim de ilkönce bu bilimsel gerçegi tam kavramamiz lâzim!..
Küfür affolmaz bir suçtur. Sirk, affolmaz bir suçtur. Küfür tamamen inkâr... Sirk de yanlis bilmek veya ortak kosmak... Tamâmen inkâr yok, bir inanç var, ama inanç yanlis; o da kiymetli degil, o da olmaz!..
Insanoglu Allah'i dogru tanimak zorundadir. Ya dogru olarak taniyacak, ya da tanimazsa affolmaz!.. Insanin en büyük vazifesi, yaradanini dogdu tanimasidir. Her gün kendisine rizki vereni, göndereni, sihhati vereni, akli vereni, her türlü nimeti, sonsuz nimetleri vereni mutlaka dogru bilecek!.. Ordaki hatayi Allah affetmiyor. Islâm'in ana mantigi budur. Hazret-i Adem Atamizdan, Peygamber efendimiz'e kadar peygamberlerin mücadelesi budur.
Insanoglu bu gerçegi kavrayacak; eliyle yaptigi tasa, havada gördügü Günes'e, Aya'a, yildiza tapmayacak. Çünkü onlar gibi kaç tane yildiz oldugunu ilim bugün söylüyor. Kaç tane günes oldugunu, kaç tane günes sistemi oldugunu biliyoruz. Yeryüzündeki yere yatirip, bogazini kestigimiz hayvanlara tapmayacak. Etini kebap yaptigimiz, biftek yaptigimiz hayvanlara tapmayacak. Dogruyu bulacak, saçmalamayacak.
Islâm'da insanlarin kafasinin yanlis olmasi... Bir de seytana tapmak diye bir söz vardir.
''Insanlar bazen Allah'a tapinmazlar, itaat etmezler. Bazilari seytana itaat eder, seytanin emrinde ve buyrugundadir. Bazilari da nefsinin emrinde, buyrugundadir, ona tapiniyor.'' diye, bu hususa dikkat çekiliyor. Bunlara tapilmamasi, Allah'tan gayriye tapilmamasi, Allah'in varliginin, birliginin anlasilmasi ana temel aliniyor.
Hepsi güzel... Hepsi akla ve mantiga, ilme ve Yirminci Yüzyil'a uygun...
Amellerin dis sekli önemli degildir, özü önemlidir; niyet ve ihlâs esastir Islâm'da... Iki tane insan ayni isi yaparlar; birisinden kabul olur, öbüründen kabul olmaz. Çünkü birisinin niyeti baskadir, aklindan baska sey geçiyordur, niyeti kötüdür. Dis sekil itibariyle ayni isi yaparlar ama, birisini kabul eder Allah, ötekisini kabul etmez. Birisine mükâfat verir, ötekisine ceza verir.
O halde samimiyeti tesvik eden bir din... Dis boyamayi kabul etmeyen bir din... Iç temizligini, samîmiyeti emreden, tavsiye eden bir din...
Hattâ;
(Ed dînü ennasîhatü) diyor Efendimiz SAS... Bu da iyi bilinmeyen, mânâsi iyi anlasilmamis bir hadis-i seriftir. ''Din nasihattir.'' diye tercüme ediliyor; yanlis... (Ed dînü ennasîhatü) demek, ''Din samimiyettir.'' demek... Nasihat çünkü, samimiyet mânâsina geliyor. Din ögüt demek degil... Ögüt olmasa da, ses çikmasa dahi, din samimiyettir.
Geçen gün elime bir kitap geldi. ''Insanin sözünün iletisimdeki rolü %10'dur. %30'u jestler ve mimiklerdir, %10 sözdür, %60 hâlidir.'' diyor. Asil iletisim, asil haberlesme halle olur. Hal ile iletisimini tam saglamanin, mesajlasmayi saglamanin kitabini yazmis. Konusmadan da insan iletisim saglayabilir, mühim olan samimiyettir.
(Lillâhi) ''Allah'a karsi samîmiyet...'' Eger ögüt mânâsina olsaydi, Allah'a karsi ögüt söker mi?.. Kul Allah'a ögüt verebilir mi?.. Mümkün degil... Demek ki, ögüt mânâsina degil!.. Allah'a karsi samîmiyet...
(Ve lirasûlihî) ''Rasûlüne karsi samîmimiyet...''
(Ve likitâbihî) ''Kur'anina karsi samîmiyet...'' kur'an'a karsi ögüt bahis konusu olmayacak.
(Ve lieimmetil müslimîn) ''Müslümanlarin yöneticilerine karsi samîmiyet...''
(Ve âmmetihim) ''Hepsine karsi samîmiyet...''
Ne kadar güzel!.. Din tamamen samimiyettir. Bizim bunu böyle duyurmamiz lâzim insanlara... Din kuru merasim degildir, dis sekil degildir; Özdür ve samîmiyettir. Tamâmen samîmimiyettir. Allah'a karsi samîmiyet, Rasûlüne karsi samîmiyet, Kur'an'a karsi samîmiyet, yöneticilere karsi samîmiyet, genel olarak müslümanlarin hepsine karsi samîmiyet... Böyle özetliyor Peygamber Efendimiz...
Islâm'in bes hedefi
Islâm'in emir ve yasaklari kaprisli emirler degildir: ''Ben böyle istiyorum, böyle yapacaksin!.. Ille de yapacaksin!'' filân gibi bir mantikla verilmis emirler degildir Islâm'in emirleri...
Ya nasildir?.. Islâm'in emirlerinde bes hedef güdülmüstür. Hepsi incelendigi zaman bes ana grupta toplanabilir:
1. Inanci korumak... Sirk olmasin, küfür olmasin vs. olmasin!
2. Ruhu korumak...
3. Akli korumak... Içki onun için yasaklanmistir. Içki akli aldigi için haram kilinmistir. Çünkü Islâm'in vazifesi akli korumaktir.
4. Mali korumaktir. Mala zarar veremezsin!.. Simdi moda çikti lokantalarda, ''Kir tabagi ver besbin lira para...'' Stresi atmak için tabak kirmak... Islâm'da bu yoktur, yapamazsin!..
--Neden?..
Islâmda mal de muhteremdir. Mala telef veren cezalandirilir. Gel bakalim buraya...
--Ben kendi tabagimi kirdim...
Kendi tabagini kirsan bile, ben sana yönetici olarak ceza veriyorum der Islâm... Neden?.. Mal da muhteremdir, malin korunmasi önemlidir. Mecelle'nin kaideleri arasina girmistir:
(Lâ darara ve lâ dirâr, fil islâm) ''Islâm'da mala zarar vermek yoktur.''
Ben filanca komsuya kizdim, onun harmanin yakamam! Islâmî bakimdan yoktur böyle bir sey; günahtir, cezasi büyüktür.
--Efendim, o benim harmanimi yakmisti, ben de ceza olarak onun harmanini yakacagim.
Onu da yapamazsin!.. (Lâ darara ve lâ dirâr) Zarar vermek de yoktur, zarara zararla mukabele hakki da dogmaz. Ancak kadiya basvurabilirsin, hakkini arayabilirsin. Mali telef edemezsin; çünkü Islâm mali da muhterem saymistir.
Hattâ bir çocuk bir hocaefendinin yaninda patlamis bir ampulü duvara çalmis. Ses çikiyor ya ampulü attigi zaman, patlama oluyor. Hoca o çocugu cezalandirmis. Demisler ki: ''Hocam, zaten bu ampul sönüktü, yanmisti.''
''--Hayir! Yapilmis bir seyi tahrib etmesi dogru degil... Belki onun dis tarafi çikacakti, belki bir iste kullanilacakti.'' demis.
Demek ki Islâm akli da korumayi esas aliyor, mali da korumayi esas aliyor, dini de korumayi, itikadi da korumayi esas aliyor.
5. Nesli de korumayi esas alir. Zinanin yasaklanmasi, nikâhin sart olmasi ondandir. Neslin korunmasi için sorumlu lâzim geldiginden nikâh sarttir. Çocuk düsürmek onun için dogru degildir, cinayettir. Rahimde tesekkül etmis olan çocuk, mirasta nazar-i itibara alinir, kiymeti vardir.
Demek ki, Islâmin emir ve yasaklari insanoglu için gerekli seylerin korunmasi içindir. Insanligin faydasi içindir. Onun için, Kur'an-i Kerim'de buyruluyor ki:
(Kul innallåhe lâ ye'muru bil fahsâ') ''Ey Rasûlüm, Allah insanlara kötü sey emretmez!'' Allah'in emirlerinin hepsinde bir iyilik vardir.''
--Peki savasi niye emretti?..
Çünkü, savas da gerekir.
--Peki niye bosanma var?..
Çünkü, bosanma evliligin emniyet subabidir. Hiç bosanma olmazsa, insanlar intihara gider, bunalima düser. Bosanma da bir sebeptir, insanoglunun mutlulugu için o da bir sarttir. Bazan tahammül edilmez noktalara gelinir, o zaman bosanma da bir nimet olur. Bazan ölüm bir nimet olur, bazan bosanma bir nimet oluyor.
O bakimdan Allah kötü sey emretmez. Emrettigi seylerin hepsi bir faydaya yöneliktir. O bakimdan Islâm güzeldir, faydalidir.
Sonra, Islâm havalarda olan bir din degildir... Bulutlarda olan, semalarda olan bir din degildir. Sadece ahiretle ilgilenen bir sistem degildir Islâm... Islâm hayatin bir yasanma tarzidir. Islâm namaz midir?.. Sadece namaz degil... Ramazan midir?.. Sadece ramazan degil... Hac midir?.. Sadece hac degil...
Islâm bir hayatin belli bir iman sistemine göre yasanma tarzidir. Sabahtan aksama, geceden gündüze, evden isyerine, besikten mezara kadar insanin her anini ilgilendiren bir sistemdir. Insanin içinde yasadigi bir ortamdir Islâm... Yakasina taktigi bir rozet degildir. Üzerine giyip çikardigi bir libas degildir.
O bakimdan bazi seyler ibadettir. Sasarsiniz, sasilacak seyler vardir, ibadettir. Meselâ, evlilik ibadettir. Kari kocanin evlilik münasebetleri sevaptir. Sükût ibadettir. Iyi bir niyet ibadettir. Sadece temenni ediyor, içinden iyi bir seye niyet ediyor.
Dünyayi da ahireti de, ferdi de cemiyeti de, maddeyi de mânâyi da beraber götürür Islâm...
Taksim'de karakola müracaat etmis, komsuyu sikayet etmis bir sahis: ''Efendim perdeyi açiyorlar, çirilçiplak soyunuyorlar. Bizim aile huzurumuza te'sir ediyor bu... Sikâyetçiyiz...'' demis.
Polis demis ki:
''--Ben ne yapayim? Evin içine karisamam!''
Islâm karisir. Islâm insanin evinin içine de karisir, kalbinin içine de karisir, kafasinin içine de karisir, niyetine de karisir. Karismazsa zâten, nizam tam olmaz, intizam tamâmen saglanamaz. Polis orda durdugu zaman, içerde o düzensizlik devam eder. Onun için Islâm'in bu durumu bir büyük üstünlüktür.
Meselâ, ticaret yapan insan sevap kazanir.
(Elkâsibü habîbullah) ''Ticaret yapan, kazanan insan Allah'in sevgili kuludur.'' diyor Peygamber Efendimiz... Hattâ bir baska hadis-i serifi var:
(Ettâcirüs sadûkul emînü mean nebiyyîne ves siddîkîne ves sühedâi yevmel kiyâmeh) ''Dogru dürüst, güvenilen bir tüccar kiyamet gününde peygamberlerle, sehidlerle beraber hasrolacaktir.'' diye müjdeleniyor.
Tüccardir, mal getiriyordur, para kazaniyordur; ama yine sevap kazanir. Dogrulugundan dolayi ve o beldede ihtiyaç olan bir metai oraya getirip ihtiyaci karsiladigindan dolayi... Ticaret de sevaptir.
Devlet yönetimi sevaptir. ''Allah indinde insanlarin en faziletlisi, dogru devlet baskanidir.'' buyruluyor. Adil olmak sartiyla, dogru olmak sartiyla en faziletli insan oluyor. Yâni, devlet yönetimi bir ibadet oluyor, valilik kaymakamlik bir ibadet oluyor.
Iki kimsenin gözüne cehennem atesi degmez:
1. Tenhalarda gözyasi döken bir kimsenin gözü cehennem atesi görmez, yâni cehenneme girmez.
Biz askere gittigimiz zaman bazilari nöbetten kaçiyorlardi. Biz, ''Senin nöbetini biz tutalim!'' diyorduk. Niye?.. Biz nöbetin sevap oldugunu biliyoruz da ondan...
Biz askerlige bir vakit önce gidelim de bir vakit daha fazla sevap alalim diye öglen yemegi yemeden gitmistik askere... Ögleni yiyelim de ondan sonra gidelim demedik, daha çok saat orda olalim diye gittik.
Neden?.. Iyi niyetle oldugu zaman askerlik de ibadet, devlet yönetimi de ibadet, ticaret de sevap, sükût da sevap, tefekkür de sevap, konusmak da sevap... Çünkü Islâm hayat, hayati yasayis tarzi... Insanin yasam tarzinin bütünü, hayati sürdürüs tarzi...
Islâm sadece bir kavme veya bir çaga mahsus degildir. Meselâ yahudilik bir kavme mahsustur, bir kavmin dinidir; Islâm öyle degildir. Bütün insanliga ve bütün çaglara hitab etmektedir.
Peygamber Efendimiz,
(Kâffeten linnâsi besîran ve nezîrâ) Bütün insanliga hitâben müjdeleyici ve ihtarci olarak, gerçekleri haber verici ve ihtar edici bir kimse olarak gönderilmistir. Bütün insanlara ve hattâ görünmeyen varliklara, inse ve cinne, cinlere ve insanlara peygamberdir, rasûlüssakaleyndir. Cinler de gelip iman ettiler diye Kur'an-i Kerim'de bildiriliyor.
Peygamber Efendimiz sadece Türkiye'nin peygamberi degildir; Ingiltere'nin de peygamberidir, Amerika'nin da peygamberidir, Japonya'nin da peygamberidir.
Neden?.. Onlar da devr-i Muhammedîde yasiyorlar. Inanirlarsa Peygamber Efendimiz'e inanacaklar, müslüman olacaklar; inanmazlarsa, Peygamber Efendimiz'e inanmadiklari için kâfir gidecekler.
Mûsâ AS'a inanmak yetmez, Isâ AS'a inanmak yetmez. Çünkü devir degismistir, devir devr-i Muhammedîdir. Hepsi onun ümmetidir. Ama, onun peygamber oldugunu kabul edip de emirlerini tutanlar davetine icabet etmislerdir. Ötekiler davetine muhatap insanlardir. Bilkuvve ümmetidir, bilfiil ümmeti degildir. Bütün insanligadir Islâm...
Güzel prensipler
Sonra, Islâm bugün herkesin alkisladigi, beynelmilel teveccühe mazhar olmus çok güzel fikirlere ve prensiplere sahiptir. Misal:
(Innallàhe cemîlün yuhibbül cemâl) ''Allah CC güzeldir, güzeli sever.'' buyuruyor Peygamber Efendimiz bir hadis-i serifinde... Kendisi güzeldir, güzelligi yaratmistir, güzel olan seyi sever. Onun için müslümanda bir güzellik duygusu olmasi lâzim!.. Güzele bir meftunluk olmasi lâzim!.. Bir estetik duygusu olmasi lâzim, yaptigi seyi güzel yapmasi lâzim!..
O halde, Islâm insana bir güzellik terbiyesi veriyor, bir sanat ruhu veriyor. Onun için Yunus Yunus'tur. Onun için Mevlânâ çaglari asmistir, hudutlari geçmistir, dünyaya yayilmistir.
Çünkü, bir güzellik duygusu vardir. Çiçegin güzelligini bilir. Biz Eyüb'de çevre çalismalari yapiyoruz. Oranin eski güzellikleri kaybolmasin diye gayret ediyoruz. Bir tekke, Seyh Murad Efendi Tekkesi'ni tamir etmege girismis bulunuyoruz su anda... Galiba 17 dönüm arazisi varmis. En nadide çiçekler varmis bahçesinde ve ceylanlar geçermis. Manzarayi düsünebiliyor musunuz?.. Ne kadar hos bir rûhânî ve estetik bir alem....
Onun altinda Selâmi Mustafa Efendi tekkesi var, gülleriyle meshurmus. Eyüb'de Selâmi Mustafa Efendi Tekkesi...
Sonra:
(Innallàha yühibbü izâ amile ehadekümül amele en yutkinehû) ''Allah bir isi yaptiginiz zaman, onu mükemmel bir tarzda ortaya koymanizi sever. Rahmet eder öyle yapan insana...'' diyor Peygamber Efendimiz...
Bu müslümanin kaliteye önem vermesine tesviktir. Güzellik duygusu var, bir seyi kaliteli yapma emri var Islâm'da... Yaptigi seyin en güzelini yapacak. Kilici en keskin olacak, çinisi en güzel çini olacak. Camisi en güzel abide olacak, asirlar boyu devam edecek. Bozulmayacak, solmayacak, dâimî olacak, güzel olacak... Yaptigi seyi güzel yapmak, basarmak ve en üstün derecede, en kaliteli olarak basarmak fikri vardir.
Sonra, hiç kimsenin inkâr edemeyecegi maddî ve mânevî temizlik esastir Islâm'da... Avrupalilarin hiç yikanmayip da senede bir sadece pamukla silindigini, vaftiz suyunun tesiri kaçmasin diye yikanmaktan kaçindigini biliyoruz. Versay Sarayi'nda yüznumaranin olmadigini biliyoruz.
Ama, müslümanlarin yaptigi her ibadethânenin yaninda bir hamami da vardir. Medresesi vardir, asevi vardir, hamami vardir, sicak ve soguk suyu vardir, bedava yikanma imkâni vardir.
Onaltinci Yüzyil'da Osmanlilari ziyaret eden Hollandali sefir Baron de Büsbek diyor ki:
''--Yâ bu adamlar hasta olacaklar. Çipil çipil balik gibi boyna yikaniyorlar. Bu kadar da yikanmak olur mu?'' diyor. Yâni hamamda müslümanlarin bol bol yikanmasini yadirgiyor.
Biz her gün bes defa yikaniriz. Abdülhamid Han cennetmekân, her sabah havlusunu alir, hamamda yikanmasini yapar, öyle giyinirmis. Imkâni olan böyle yapardi. Ama yapamayan hiç olmazsa haftada bir giderdi, hamamda bir güzel yikanirdi. Tertemiz bohçasini alir, kadinlar erkekler çoluk çocugu ile yikanirlardi. Haftada bir mutlaka bir temizlik olurdu.
Öyle bir senede, derinin üzerinde kir tabaka haline gelsin, zirh haline gelsin, kaplumbaga derisi gibi olsun; Islâm'da böyle bir sey yok, temizlik var... Maddî temizlik ve mânevî temizlik var...
Tirnak kesmek, biyiklarin fazlasini kesmek, koltuk altlarini temizlemek, her türlü temizlik... Mekânda temizlik... Meselâ, üstünüz temiz olmazsa, namaziniz olmuyor. Hadesten taharet, necâsetten taharet sarttir, namazin farzlarindandir. Günde bes defa kildiginiz namaz, temiz olmazsaniz kabul olmayacagi için temiz olmak zorundasiniz. Islâm böyle bir seye baglamistir. Temizlik lafta degildir.
ZâtenIslâm'in hiç bir emri lafta degildir. Islâm'in en mühim özelliklerinden birisi, söyledigi her sözü pratik bir çareye baglamis olmasidir. Islâm'in en güzel tarafi, sözü nazarî bir nasihat halinde birakmamasi, mutlaka pratik bir ise baglamasidir.
Meselâ, Allah'i unutmayin emri;
(Velâ tekûnû kellezîne nesullàh) ''Sakin Allah'i unutan o gàfil insanlar gibi olmayin!'' Unutmamak için, günde bes vakit namaz vardir.
--Hocam, bir defa olsa yetmez mi?..
Yetmez, unutursun Allah'i; bes defa olacak!.. Ondan bes defadir. Sonra zikir vardir.
(Innemel mü'minûne ihvetün) ''Bütün müslümanlar kardestir.'' Pratik nasil kardes olacagiz?.. Senede bir defa hacta toplaniyorsunuz. Hem de müslümanlarin en zenginleri, en sihhatlileri toplaniyor. Tabiî seleksiyonla seçilmis olanlari, en kalitelileri geliyor ve orda Islâm için konusmak imkâni doguyor.
Camide cemaatle namaz, o da bir toplanma seklidir. Cuma günleri toplanma... Islâm pratige baglamistir.
Temiz olun!.. Temizligi de abdeste baglamistir, gusle baglamistir. Mutlaka yikanacak, çaresi yok... Onun için temizlik dinidir Islâm, nezâfet dinidir. Temizlik dinin yarisidir. Avrupa böyle degildi. Avrupa bugün yikaniyor ama, bu Islâm'in tesiridir; daha önce yoktu. Avrupa'daki bütün degisiklikler Islâm'la olmustur. Rönasans Islâm'i gördükten sonra olmustur, Islâmî ilimlerle olmustur. Reform Islâm'la karsilastiktan sonra olmustur. Kiliseye itirazlar, Islâm'i taniyanlar tarafindan yapilmistir. Bilimsel gelismeler Islâm'in taninmasindan sonra olmustur.
Dr. Sigrid Hunke, ''Bati Üzerine DOgan Allah'in Günesi'' diye Islâm'in bilim bakimindan Batiyi nasil uyardigini, nasil motive ettigini, nasil faydali oldugunu kitabinda anlatiyor. Türkçe'ye tercümeleri var...
Islâm ilme çok büyük deger verir, alime çok büyük paye verir. Peygamberlerin halifeleri devlet baskanlari degildir, alimlerdir.
(El'ulemâü veresetül enbiyâi ve hulefâir rusûl) Alimler Rasullerin halifeleridirler, peygamberlerin varisleridirler.'' Çünkü her sey ilimle olur. Bugün biz bir sey yapmak istedigimiz zaman mütehassisina gidiyoruz. Onun için önder, ilim adamidir.
Adalete çok önem verir.
(El'adlü esâsül mülk) Mülk apartman demek degildir, bag bahçe demek degildir; egemenlik demektir, hakimiyet demektir. ''Hakim olmanin, devlet olmanin, yönetici olmanin temeli adalettir.'' diyor Islâm...
Adil olacaksin! Kime karsi?.. Padisahin aleyhine bile olsa... Nitekim Istanbul'un ilk kadisi, Kadiköy kendisinin mülkü olan, Kadiköy'e ismini veren Hizir Çelebi, --IMÇ'nin oldugu bulvarin yaninda kabri vardir-- Fatih Sultan Mehmed'i mahkum etmistir.
Kimin karsisinda?.. Rum mimarin davaci olmasi üzerine, Rum mimari hakli çikarmistir, Istanbulun fatihi Sultan Muhammed Cennetmekân'i mahkûm etmistir. Hizir Çelebi böyle hakimdir.
Neden?.. Islâm'da esas olan adalettir.Hakim devlet baskanindan filân korkmaz. Kimden korkar?.. Allah'tan korkar. Neyi yapar?.. Allah'in emrini yapar, adaleti icrâ eder.
(Velev ala enfüsekim evil vâlideyni vel akrabîn) ''Kendinizin aleyhinde bile olsa, annenizin babanizin bile aleyhinde olsa, akrabalarinizin bile aleyhine olsa, adaletle hükmedin, adaletten ayrilmayin!..'' diyor Islâm...
Onun için, kisi kendi aleyhinde sahitlik yapar: ''Ben hatâ ettim, kabahat benim, benim mahkûm olmam lâzim!'' der. Islâm böyledir.
Bir meshur Islâm kadisinin, Kadi Süreyh'in huzuruna muhakeme için iki kisi geliyor. Bakiyor ki birisi zünnar baglamis, gayrimüslim; ötekisi müslüman... ''Ah müslüman kazansa...'' diye içinden bir temenni geçiyor. Ama, dinliyor, bakiyor ki, müslüman haksiz gayrimüslim hakli... Gayrimüslime hakli oldugunu beyan ediyor, onun lehine karar veriyor, gönderiyor.
Fakat ömrünün sonuna kadar gözyasi dökmüs, tevbe ve istigfar etmis, ''Niye benim kalbim muhakeme olmadan bir tarafa meyletti; ben ne biçim hakimim?'' diye...
Adalet anlayisi budur Islâm'da... Onun için, evrensel dindir. Bütün milletlerin sevgi ve saygi göstermesi gereken bir dindir.
Islâm'da sevgi ve saygi temeldir, müslüman müslümani sever.
Bugün öyle misaller okudum ki, Ebûbekr-i Siddîk yalvariyor, ''Hatâ ettim, beni affet!'' diye... Asere-i mübessereden cennetlik bir kimse... Öyle bir sevgi, öyle bir muhabbet vardir. Müslümanin müslüman ile münasebetleri o kadar candan olmustur.
Arap seyyahi Ibn-i Batûta Denizli'ye gelmis. Arapça biliyor, Türkçe bilmiyor. Onüçüncü Yüzyil... Tam bizim Anadolu'nun yeni fethedildigi, beyliklerinin oldugu zamanlar, piril piril ahâli... Kendisinin develeri var, binekleri var... Aldigi hediyelerin, mallarin yüklendigi bir kervanla beraber Denizli'ye geliyor.
Palabiyikli, salvarli, silahli bir adam atinin dizginini yakaliyor. Bir seyler söylüyor, anlamiyor. Tam onun ne dedigini anlamak için ugrasirken, bir baska palabiyikli, silahli biri geliyor. O da dizginin öbür tarafindan tutuyor. Birbirleriyle biraz münakasa ediyorlar.
Adamin akli basindan gidiyor. Atini tutanlar silahli... Arkasinda mallari var... Mal canin yongasi... ''Eyvah canim gidecek, malim gidecek!'' diye korkuyor.
Ama sonradan anlasiliyor ki, ilk tutan sahis:
''--Efendim siz herhalde yabancisiniz, kilginizdan kiyafetinizden belli... bize misafir olun!'' diye yakalamis, onu anlatmaya çalisiyormus.
Ötekisi de diyormus ki:
''--Yâhu, ayip degil mi? Bu mahalle bizim mahalle, bunu bizim misafir etmemiz lâzim! Sen öbür mahallenin ferdi olarak nasil olur da bunu misafir edersin?'' diyormus, münakasa buymus.
O da diyormus ki:
''--Ne yapayim, ilkönce ben gördüm. Önce görenin olur misafir...''
Tanri misafiri diye tanimadigi insana karsi sevgi... Hayvana karsi, leylege karsi, serçeye karsi, kusa karsi... Hizmetçiye karsi...
Vakif yapilmis, yikadigi tabagi kiran hizmetçiye yardim etmek için, tabagin bedeli ödensin diye vakif yapmislar. Kanadi kirik leyleklerin tedavi görmesi için vakif yapmislar.
Insanlari seven, insanlardan bütün çevreye, bütün mahlûkata yayilan bir sevgi... Islâm bu...
Leydi Montegü, kocasi elçi... Saniyorum Onsekizinci Yüzyil'da Istanbul'a gelmis, Osmanlilarla tanismis. Tabii, kendisinin siyasi bir görevi var... Mektup yaziyor. Leydi Montegü'nün Mektuplari diye de tercümesi yapilmis, Türkçe de var...
Ingiltere'deki bir arkadasina:
''--Kardesim, ben buraya gelmeden önce Osmanlilarin haremini zindan ve hapishane gibi saniyordum, hayalimde öyle canlandiriyordum. Megerse harem ne kadar tatli, ne kadar renkli, ne kadar zevkli, ne kadar hos bir yermis.''
Her evin bir haremi var, sarayin da, baska yerlerin de... Haremlik selâmlik deniliyor. ''Ben eskiden kadinlari kafeslerin arkasinda esir, zindan gibi baski altinda saniyordum. Hiç öyle degil; son derece çelebi, son derece kibar insanlar...'' diyor.
Fatma Sultan diye birisiyle tanismislar, çok sevmis, hayran kalmis. Ingiliz espirisi, ona demis ki:
''--Hanimefendi, çok güzelsiniz! O kadar güzelsiniz ki, --gelen de kadin, burdaki sahis da kadin-- Ingiltere'de olsaydiniz, erkekler etrafinizda pervane gibi dönerlerdi.'' demis.
Bizim hanimefendi bu söze söyle bir irkilmis. Bu Ingiliz zevki, müslüman zevki degil ama, misafiri... Gayet sakin bir sekilde:
''--Sanmiyorum, onlar güzelligin kiymetini bilselerdi, sizi buraya göndermezlerdi.'' demis.
''Kardesim, su espiriye bak, su zarâfete bak!.. Bu kadar espritüel, bu kadar nüktedan, bu kadar zarif insanlar...'' diyor.
Sairdir, hayir hasenat sahibidir. Su Bezm-i Alem Vâlide Sultan'a hayranim yâni... Ne kadar eserler birakmis insanlara...
Islâm sevgi ve saygi dinidir. Tüm insanlara hizmeti tesvik etmistir, gayrimüslimlere bile... Herkese hizmeti tesvik etmistir. Hattâ bir sahabi, Peygamber Efendimiz'e geliyor, diyor ki:
''--Yâ Rasûlallah! Ben binbir zahmetle kuyudan su çekiyorum. Ipi böyle çekecegim, bosaltacagim diye ellerim sisiyor, kabariyor. Bizim develer su içerken, kart, sahipleri tarafindan artik ise yaramaz diye saliverilmis, kimsesiz, basibos, yarali, uyuz develer geliyor, onlar da su içmege kalkiyorlar. Bunlardan bana bir sevap var midir?..''
Arabistan'da su kiymetli... Kuyudan çekilerek yalaga bosaltiliyor.
''--Vardir. Çünkü onun da cani var, onun da cigeri var, onun da cigeri yanar. Ondan da sevap vardir.'' diyor.
Islâm cemiyete, cemaate, muhabbete, beraberlige çok önem vermistir. Bunlara çok sevap vardir. Cemaatle kilinan namaz evde kilinan namazdan yirmiyedi kat daha sevaplidir. Birlik ve beraberlik rahmettir, tefrika azabdir. Tefrika yasaktir, itizal yasaktir, lâkaydlik yasaktir, infirad yasaktir, bencillik yasaktir... Bozgunculuk yasaktir Islâm'da...
Muhabbet esastir, birlik beraberlik esastir. Bir kenara çekilip de münferid yasamaktan ziyade, toplum hayati esastir.
''Bir mü'min ki halkin arasinda bulunuyor, halka hizmet ediyor, ama onlarin sIkIntilarina tahammül ediyor. Kenara çekilmis kendi rahatina bakan müslümandan daha hayirlidir.'' buyruluyor.
''Insanlarin en hayirlisi insanlara en faydali olandir.'' buyuruyor dinimiz...
Onun için toplumlarin arayip bulamadigi hazinedir Islâm...
Fitneyi ve fesadi, çarpismayi ve çatismayi, muhabbeti bozucu her seyi yasaklamistir. Giybet, dedikodu, laf getirmek götürmek, kötü söz söylemek, tefrika kavga yasaktir Islâm'da... Bir müslüman bir müslümanin karsisina geçip silah çekemez. Müslüman müslümana vurup, onun canini yakamaz. Yasaktir.
''--Hazret-i Adem'in hayirli evlâdi gibi olun!'' diyor.
Hayirli evlâdi hangisi?.. Ibadeti kabul olan ve öldürülen... ''Öldüren gibi olmayin, mazlum olun! El kaldirmayin, birbirinizle çarpismayin!'' diyor.
Islâm'in terbiyesi budur. Uygulama ayri... Çünkü, müslümanlik güzel de müslümanlar çok kusurludur.
Islâm kardeslige çok önem vermistir ve kardeslik de bir ibadettir. Imam-i Gazâlî'nin kardeslikle ilgili bölümde ifadesi söyle: ''Adet tarzindaki ibadetlerin en hosu, dostluk yapmaktir.'' diyor.
Ibadetleri ikiye ayiriyor:
1. Bizim bildigimiz mutad ibadetler... Namaz, oruç, hac, zekât...
2. Adet tarzindaki ibadetler...
Adet tarzindaki ibadetlerin en hosu, Allah için sevmek, Allah için dostluk yapmaktir. Allah için ziyaretin büyük sevabi var... Iki kisi birbirini Allah için ziyaret ederse, Allah'in sevgisine mazhar olacaklari bildiriliyor.
Onun için, Islâm'in unutturulmaya çalisilmasi yerine, Islâm'in hayatimizda yerlestirilmesine çalisilmalidir ki, kardeslik olsun, sevgi olsun, muhabbet olsun...
Bizim irklarla ilgili hiç problemimiz yoktur. Siyah irk, beyaz irk, zenci vs. ayriligi nedir diye biz Amerikalilari ayipliyoruz.
Insanlar kardestir. Mü'minler birbirlerinin kardesidir. Hepsi Hazret-i Adem'den gelmedir. Hepsi imanda, Allah'in huzurunda aynidir.
Insanlarin hizmetine kosmak en sevaptir. Insanlarin en hayirlisi, insanlara en faydali olandir.
Iste böyle bir dinin sahibiyiz.
Olaylarin hizla gelistigi bir çagda yasiyoruz. Insanlarin birbirleriyle çok sIkI temaslarinin oldugu bir zamanda, Allah bize yepyeni imkânlar ve yepyeni vazifeler yüklüyor.
Elhamdü lillâh, bizi tarih boyunca birinci devlet yapan, devletlerin hepsinin basinda düzenleyici devlet yapan, haksizliklari engelleyici devlet yapan bu imandir.
Kànûnî Sultan Süleyman Fransaya mektup yaziyor: ''Filanca krali hapsetmissin, çikart ordan!'' deyince, çikartiyor adam...
Filanca padisah, ''Orda dans diye bir sey çikmis duyduguma göre, kadin erkek birbiriyle sarmas dolas oluyormus; öyle edepsizligi bir daha yapmayin!'' diyor, dansi durduruyor.
Haksizligi engelliyor. Falanca yere, filânca ülkeye hücum olmussa, oraya yardim gönderiyor.
Elhamdü lillâh ki müslümaniz. Allah bizi müslüman olarak, müslüman bir ülkede, müslüman anne babalardan nimet içinde dünyaya getirmis; bu nimetin kadrini kiymetini bilmeyi Allah bize nasib eylesin...
Bizim dünyadaki insanlara verebilecegimiz çok kiymetli fikirler, tecrübeler, bilgiler, duygular vardir; o da Islâm'dadir. Allah bize mensubu oldugumuz dinin kadrini, kiymetini bilmeyi nasib etsin... Güzelliklerini görmeyi nasib etsin... Tam müslüman olmayi nasib etsin...
Insanliga müslümanca en güzel hizmeti yapmayi nasib etsin... Insanliga en faydali insanlar olmayi nasib etsin...
Rabbimizin huzuruna vazifesini yapmis, kendisinin sevdigi, taltif eyledigi, cennetiyle cemâliyle müserref eyledigi bir kul olarak çikmayi nasib eylesin...
Allah hepinizden razi olsun... Geceniz hayir olsun...
Başlıktan da anlaşılacağı üzere konumuz, çoğumuzun bildiği "ed-Dînü en-nasîhatü" yani "Din nasihattir" veya "Din samimiyettir" mealindeki hadîstir. İki mânâ vermemizin sebebi, Arap dilinde ne-sa-ha kelimesinin hem birine hayırhahlıkta bulunmak, hem de birine karşı samimi/içten olmak anlamına gelmesidir.1 Ancak âlimlerimiz bakış açıları ve önceliklerine göre, bu iki mânâdan birini diğerinden önce veya sonra zikredebilmişlerdir. Hadîsin tamamı Ahmed ibn Hanbel'in Müsned'indeki kayda göre mealen şöyledir: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) üç kere art arda "Din nasihattir" deyince huzurda bulunan sahabe-i kiram "Kime karşı nasihattır?" diye sordular. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de şu cevabı verdi: Din, Allah (celle celâluhu) için, Kitab'ı için, Resûl'ü için, Müslümanların yöneticileri ve bütün Müslümanlar için nasihattir.2Bazı hadîs şerhlerine baktığımızda mezkur hadîste kullanılan kelimeler üzerinde kayda değer tahliller yapıldığını görmekteyiz. Umdetü'l-Kârî'de şöyle denir: اَلدِّينُ اَلنَّصِيحَةُ demek, tıpkı اَلْحَجُ عَرَفَةُ yani "Hac Arafat'tır." demek gibidir. Maksat, dinin kıvamı ve dini ayakta tutan rukün nasihattir; haccın en muazzam ruknü Arafat olduğu gibi. Nasihat kelimesinin aslı ise sökülen veya yırtılan elbisenin iğneyle dikilmesi/tamir edilmesi mânâsına gelen نَصََحَ الرَّجُلُ ثَوْبَهُ deyişinden alınmadır. Nasıl ki söküğü iğne ile tamir ediyorsak, din kardeşimizin düştüğü dağınıklığı da nasihatle toparlamış oluruz. Yine günahlar dinî hayatı paramparça ettiğinden tevbeye "nasûh" sıfatı verilmiştir. Mâzirî demiştir ki, nasihat, "balı peteğinden süzmek" mânâsına gelen نَصَحْتُ الْعَسَلَ deyişinden nakledilmiştir. Buna göre nasihat, balın mum ve petekten süzülüp hâlis şekle getirilmesi gibi konuştuğumuz sözleri her türlü aldatmadan arındırmak demek olur. Nasihatin bir diğer yan mânâsı ise istişarede ve insanlara sevgiyle yaklaşmada olabildiğince cehd u gayret ortaya koymaktır.3 Fethu'l-Bârî müellifi İbn Hacer el-Askalânî ise Aynî'nin dediklerini takdim tehir farkıyla kaydetmiştir. Buna ilâve olarak el-Askalânî, bu hadîsin dinin dörtte biri olduğuna dâir bir şerh de düşmüştür.4 Aliyyü'l-Kârî de nasihat için, kendisine nasihat edilen kişi/kişiler hakkında sevgiyi, hayrı ve salahı aramada elden gelen bütün gayreti sarfetmek anlamını öne çıkarır.5Burada hadîsin ifade şeklindeki bir inceliğe de dikkat çekmeden edemeyeceğiz: Arapça kuralları gereğince ُاَلدِّينُ اَلنَّصِيحَة cümlesindeki اَلنَّصِيحَةُ nekira yani نَصِيحَةٌ şeklinde lâm-ı tarifsiz gelmesi gerekirken cümlede haber olan اَلنَّصِيحَةُ kelimesinin marife olarak gelmesi şu mânâyı çağrıştırır: Nasihat noktasında, Din-i Mübin-i İslâm'ın öngördüğü nasihat ve samimiyet esas olmalıdır. Kur'ân, Sünnet ve selef-i salihîn çizgisinde nasıl bir nasihat ve samimiyet sergilenmiş ise onu esas almalıdır. Hulefâ-i Râşidîn nasıl bir uygulama ortaya koymuşlarsa onu örnek almalıdır. Bunun dışında kalan ne varsa bizim için nümune-i imtisal olamaz.Nasihat kelimesi üzerine serdettiğimiz kısa bir semantik analizden ve izahtan sonra, hadîsteki Allah, Resûlüllah, Kitabullah, Müslümanların önderleri ve bütün Müslümanlar için olan "nasihati" başlıklar halinde teker teker ele almak ve hadîs çerçevesindeki yorumlarımızı ifade etmek istiyoruz:Allah Hakkında Nasihat/Samimiyet Biz samimiyet kelimesini daha ziyade insanların sosyal ve ikili münasebetleri hakkında kullanır ve "Falan kişi, filanla veya filan kişilerle çok samimidir, aralarından su sızmaz, birbirlerine karşı gizli saklısı olmaz" gibi mânâları kastederiz. Ancak samimiyeti kul ile Allah (celle celâluhu) hakkında ifade edecek olursak buna ihlâs, içtenlik, O'nun hoşnutluğu dışında başka hiçbir şeye iltifat etmeme ve O'nun sevgisini gölgeleyen mâsivâya asla değer vermemekten dem vurmuş oluruz. Aynı zamanda hiçbir şeyi Allah'a (celle celâluhu) ortak koşmamayı da anlarız.Allah'a karşı samimi ve ihlâslı olmak hiçbir fânîyi tanrılaştırır derecede yüceltmemek demektir. Çünkü bu şirk olur ki, Allah'ın (celle celâluhu) asla bağışlamadığı bir günahtır. Farklı bir açıdan bakarsak, Allah'a karşı ihlâslı olmak, kendisini Zât-ı Ulûhiyet'e layık vasıflarla övenlere karşı bir tepki ortaya koyabilmek erdemidir. Allah'a (celle celâluhu) karşı samimi olmak, muvaffakiyetleri Allah'tan (celle celâluhu) bilmek, nefsini öne çıkarmamaktır. Kendisine yönelik eleştirilere karşı "ben ben" şeklinde nefsine avukatlık yapmak değil, yeri geldiğinde Hazreti Ömer (ra) gibi yaşlı bir kadın karşısında "Herkes İslâmiyet'i Ömer'den daha iyi biliyor."6 diyerek meselelere hakperestlik, tevazu ve mahviyetle yaklaşabilmektir. Çünkü Allah, sürekli nefsinin avukatlığını yapanlara; "Nefsinizi sürekli tezkiye etmeye kalkışmayınız; zîrâ O kimin daha müttaki olduğunu en iyi bilendir."7 uyarısını yapar.Kitabullah Hakkında Nasihat/SamimiyetO'nun kitabına karşı samimi ve vefalı olmak onu okuyup, anlayıp, ferdî, ailevî ve içtimâî hayatımızda rehber edinmektir. Gücümüz ölçüsünde onun gereklerini yapmak; helâlini helâl, haramını haram bilip gereğiyle amel etmektir.Kur'ân'a duyulan samimiyet, sadakat ve vefa, kimden olursa olsun, ona karşı gösterilen en ufak bir saygısızlığa mutedil ve mantıklı tepki verebilmektir. Ona kem gözle bakan, onunla istihza edenlere karşı ferdin içinde fırtınalar kopuyorsa o zaman yüce kitaba karşı vefalı olduğu söylenebilir. Aksi hâlde bazı hadîs rivayetlerinde geçtiği üzere; "İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki Kur'ân bir vadide onlar diğer vadide olacaklar" 8 arasına girmek ihtimali vardır.Resulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hakkında Nasihat/SamimiyetEn dar mânâda, Resulullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı samimi olmak, "Ey Resûlüm, muhakkak ki sen yüce bir ahlâk üzeresin."9 diyerek medh u sena ettiği Nebiler Nebisi'ni, adı anıldığı veya adını bir yere yazdığında salat u selâm ile anmaktır. En geniş mânâda da, O'na (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı samimi olmak, O'nun bize bıraktığı bütün mânevî mirasa sahip çıkıp gereğini yapmaya çalışmaktır.Hazreti Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı samimiyet insanlara suizanla yaklaşıp onları ırk, renk, felsefî görüş ve mezhep farklılıklarına göre etiketlemek değil, onları değerlendirirken ve tavzif ederken öncelikle liyakati esas almaktır. Zîrâ Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethettiğinde, Kâbe'nin anahtarını liyakatinden dolayı o gün itibariyle henüz müşrik olan birine vermek suretiyle bize eşsiz bir davranış örneği sunmuştur.Hazreti Resulullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı samimi olmak, insanlar kendilerini nasıl ortaya koyuyorlarsa, onları öyle kabul etmek ve onları yalancılık ve takiyye gibi ithamlarla suçlamamaktır. Eğer bazı falsolarını gördüğümüz kişiler varsa, bunlar hakkında da "hüsnü zan etmek ama yüzde yüz güvenmemek" düsturuyla hareket etmektir. O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sünnet'ine bağlı ve samimi olmak, insanlara saygı duymak, hukukun temellerinden olan "Beraat-i zimmet asıldır." kaidesince cürüm/suç sabit olmadıkça fert ve toplulukları suçlu ilân etmemektir.Hazreti Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı samimiyet, yapılan ve yapılacak kamu işlerini yağdanlık ve mütebasbıslarla değil, ehl-i meşveret olanlarla müşavere etmek, neticeye ne olursa olsun katlanmak, sabretmek ve başarısızlık durumunda hiç kimseye atf-ı cürümde bulunmamaktır. Zîrâ O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Uhud akabindeki muvakkat hezimetten sonra, meşverette bulunduğu ashabına, değil eleştiri yöneltmek, kaşlarını dahi çatmamış, herkesi o yaralı hâliyle kucaklamaya devam etmiştir.Müslümanların Önderlerine NasihatYazının başında nasihatin iki mânâsı olduğunu belirtmiş, ilkinin nasihat, yani birinin hayrını istemek ve bu talebini kalben ve lisanen izhar etmek; ikincisinin de, samimiyet ve ihlâs olduğunu ifade etmiştik. Hadîste, genel mânâda Müslümanların devlet büyüklerine karşı samimi ve ihlâslı olmaları anlamca tam oturmamaktadır. Zîrâ ihlâsa ve samimiyete en layık olanlar Allah, O'nun Kitabı ve Resûlü'dür. Nitekim Hattâbî şöyle der: "Müslümanların yöneticilerine nasihat, hakkı gerçekleştirmede ve hakka itaat etmeleri mevzuunda onlara yardım etmek, insanların ihtiyaçlarını mülâyemetle ve adaletle onlara hatırlatmaktır."10 Bunun yanı sıra idarecilere zulmettiklerinde silâhlı isyana kalkışmamak mânâsını da ‘yönetenlere karşı nasihat' çerçevesinde zikretmişlerdir.11 Ancak yöneticilere nasihatte bulunanların etkili ve mânevî nüfuz sahibi kimseler olması gerektir ki, nasihat yerini bulsun.Tarih sayfalarını çevirdiğimizde pek çok ulemanın hükümdar ve padişahlara münasip bir dil ile nasihat ettiklerini görürüz. Meselâ Seyyid Ahmed Rifai Hazretleri, Abbasi Halifesi Müstencid Billah'a yazdığı mektubu bunlardandır:Ey müminlerin emîri! Bu dünyâda, yiyecek, içecek ve giyecek şeylerden her gelene dikkat et. İnsanlara zulmetmekten sakın. Şeytan seni aldatıp zulme yönelttiği zaman, nefsine; ‘Şâyet zulmedilen, hapsedilen, kahredilen, iftirâ edilen sen olsaydın, kendin için sultandan ne isterdin.' diye sor. Kendine nasıl muâmele edilmesini istiyorsan, insanlara öyle muâmele et. Çünkü sen böyle yaparsan, adâleti ve insanlığın îcâbını yerine getirmiş olursun. Ey müminlerin emîri! Şunu iyi bil ki, sultanların ordusu, adâlettir. Bekçileri, yaptıkları işlerdir. Hâllerini bildiren defterleri ise, emri altında çalışanlar ve arkadaşlarıdır. Bu defterler, halkın gözü önündedir. Onun için bu defterleri ıslâh et, muhâfazasını sağlam yap, ordunu kuvvetlendir. Akıllı ve dindar kimselerle berâber ol. Katı kalbli, zâlim ve dalâlette olan, sapık kimselerden uzak dur. Çünkü böyle kimseler, senin düşmanlarındır. İşlerini, kadınların, gençlerin ve mürüvvetsiz kimselerin eline verip, onların oyuncağı hâline getirme. Çünkü onlar işleri karıştırır, kötü bir şekilde neticelenmesine yol açarlar. Bir işi yapmak istediğin zaman, insaflı ve adâletli ol ki, hakkı olmayan birine o işi teslim etmeyesin. Allahü Teâlâ'yı zikret. Kendini haksızlık yapmaktan uzak tut. Çünkü bulunduğun makam, hak üzere bulunulacak, hak üzere yürünülecek bir makamdır. Kızdığın zaman affa sarıl. Çünkü affetmek sûretiyle yapacağın hatâ, cezâ vermek sûretiyle yapacağın hâtadan daha iyidir.12Bediüzzaman Hazretleri de Emirdağ Lahikası II'de Adnan Menderes'e yazdığı ve; "İslâmiyet'in bir kahramanı olan Adnan Menderes gibi dindarlara beyan ediyorum." iltifatkâr cümlesiyle başladığı mektubunda, İslâmiyet'in pek çok kanun-u esasîsinden birisi: (Kimse, kimsenin günahıyla mesul olmaz) âyet-i kerimesinin hakikatidir ki; birisinin cinayetiyle başkaları, akraba ve dostları mes'ul olamaz. Hâlbuki şimdiki siyaset-i hazırada particilik tarafdarlığı ile, bir câninin yüzünden pek çok masumların zararına rıza gösteriliyor. Bir câninin cinayeti yüzünden, tarafdarları veyahut akrabaları dahi şeni' gıybetler ve tezyifler edilip, bir tek cinayet yüz cinayete çevrildiğinden, gayet dehşetli bir kin ve adaveti damarlara dokundurup, kin ve garaza ve mukabele-i bil'misile mecbur ediliyor. Bu ise hayat-ı içtimaiyeyi tamamen zîr ü zeber eden bir zehirdir ve hariçteki düşmanların parmak karıştırmalarına tam bir zemin hazırlamaktır. İran ve Mısır'daki hissedilen hâdise ve buhranlar, bu esastan ileri geldiği anlaşılıyor. Fakat onlar burası gibi değil; bize nisbeten pek hafif, yüzde bir nispetindedir. Allah etmesin, bu hal bizde olsa, pek dehşetli olur."13 diyerek uyarıda bulunmuştur. Bu iki misal deryada katre nevindendir. Bu konuda yazılmış, İmam Gazzali'nin telif ettiği "Nasihatü'l-Mülûk" ve benzeri pek çok eser vardır.Bazı âlimlerimiz de imamlara nasihatten maksadın İslâm âlimlerinin hata ve kusurlarını mercek altına almamak olduğunu ifade ederler. Onların beşer olmalarından kaynaklanan bazı hataları olabilir, hissi kaymalar yaşayabilirler; ama bu hata ve zelleleri avâm-ı müslimine ilân etmek, ilim adamlarına karşı bir nevi güven bunalımı oluşturacağından mahzurlu bir tutumdur. Ancak hatalarını neşretmemek, onlarla doğrudan iletişim kurarak duygu ve düşüncelerimizi ifade ederek onlara karşı samimiyetimizi ortaya koymamıza engel değildir. Günümüz iletişim araçları da buna hizmet edebilecek imkânlar sunmaktadır.Bütün Müslümanlara Karşı Nasihat/SamimiyetHadîslerde geçtiği üzere Müslüman Müslüman'ın kardeşidir; ona zulmetmez, onu zulme terk etmez, eliyle ve diliyle hep onun hayrını diler. Kendisi için arzu ettiğini din kardeşi için de ister. Bunu yaparken de bir beklenti içinde değil, Allah rızası için, O'nun (celle celâluhu) hoşnutluğunu elde etmek niyetiyle meşbûdur. Zulme uğrayan insanlara yardımda bulunurken, fakir fukaranın imdadına koşarken, bu yardımları siyasî bir menfaate tahvil etmeyi aklının ucundan bile geçirmez. Menfaat eksenli davranışlar zaten kısa ömürlüdür, gelecek de vaat etmez. Müslüman kardeşini uyarırken sanki onu ısırmak üzere olan bir yılan veya akrebi haber veriyor havası içinde şefkat ve merhametle ıslahına çalışır.Müslüman, din kardeşine karşı ikiyüzlü davranmaz. Ona devamlı surette hakikat ve inandığı değerler ışığında davranır. Bu nedenle takiyye bizim dünyamızda değil, İslâm'ı tam özümseyememiş toplumlarda yetişen bir zakkumdur. Takiyyeyi hayat düsturu hâline getiren fert ve toplumlar, ne din kardeşlerine ne de başka din mensuplarına asla güven vaat edemez; Muhammedu'l-Emîn'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakiki ümmeti olma liyakatini de asla kesp edemezler.NeticeDindeki samimiyeti sadece sözle değil davranışlarla da ifade etmek veya yeri geldiğinde kalbde var olan samimiyeti fiiliyatla ortaya koymak gerekir. Allah'a (celle celâluhu), O'nun kitabı Kur'ân'a ve Resul-i Zişan'ına (sallallâhu aleyhi ve sellem) ölesiye bağlılık, samimiyet ve ihlâs; Müslüman yöneticilere ve sair müminlere şefkatle meşbu nasihat ve hayırhahlık şiarımız olmalıdır.
İslamiyet nedir? İslamiyet hakkında geniş bilgi verir misiniz?
Soran : Anonim
Tarih: 10.03.2007 - 19:05 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
İslâm Kelimesinin Sözlük Anlamı
İslam kelimesi sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir. Allah Teala’nın emirlerine teslim olup itaat etmeğe dayanan bir din olması sebebiyle bu dine İslam denilmiştir.
Terim Anlamı
İslam,Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve ahirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslam, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilahî bir kanundur.
İslam’ın Mahiyeti
İslam’ın manası, teslim olmaktır; Allah’ın emir ve yasaklarına teslim olmak. Allah’ın hükümlerine teslim olmaksızın İslam olmaz. (bk. En’am, 6/162 ve Nisa, 4/65) İnsan, Allah’ın yarattığı kuldur.
Allah, ilmiyle her şeyi kuşattığından ve hikmet sahibi olduğundan kulluğun gereği, O’na teslim olmaktır. Hayatın kanunları insanın Allah’a teslim olmasını gerektirir. Çünkü bu kanunları da, insanı da en iyi bilen, Allah’tır.
Bütün kâinat ve içindeki her şey o yaratıcının kanunlarına itaat etmektedir. O yüzden bütün kâinatın dini İslam’dır. Güneş, Ay, yıldızlar hep Müslümandır. Dünya, hava, su, ışık, ağaçlar, taşlar ve hayvanlar da Müslümandır.İslam,Allah’a itaat edip teslim olmak demek olduğu için, bütün bu varlıkların isyan etmeden Allah’a itaat ettiklerini görmekteyiz. Yani teslim oluşlarına, Müslüman oluşlarına şahidiz.
“Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez O’na teslim olmuştur ve O’na döndürülüp götürüleceklerdir.”(Al-i İmran, 3/83)
Bu ayette gökte ve yerde olanların teslimiyeti insana örnek olarak gösteriliyor ve deniliyor ki “Ey insan, işte sen de böyle teslim olmalısın!” Hz. Ali (ra)’nin de dediği gibi “İslam teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, Müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir.İslam, imanın bir tezahürü, dışa yansımasıdır. İman etmeden teslimiyet, yani imansız İslam olur mu? Olsa bile makbul değildir. Münafıklar inanmadan teslimiyet gösteren insanlardır. Günümüzde de gerektiği şekilde iman etmediği, Allah’ın hükümlerini içine sindiremediği, başka ideolojileri (dinleri) benimsediği halde kendilerini “Müslüman” olarak tanıtan insanlar bu sınıfa girerler. İslamiyetin (teslimiyetin) geçerli olabilmesi için gönül rızasıyla, kayıtsız ve şartsız tam bir teslimiyetle Allah’ın şeriatına teslim olmak gerekir.
İnsan da kendi hür iradesi ve tercihiyle Allah’a teslim olursa, İslam’ı seçip Müslümanca yaşarsa, kâinatın boyun eğdiğine teslim olduğundan artık o, kâinatla barışıp uyum sağlar. Böylece bu insan, Allah Teala’nın dünyadaki halifesi, temsilcisi olur.
İslam dinini, kapsamlı olarak kısaca tanımlamak mümkün değildir. Onun kapsamlı tarifi ancak Kur’an ve sünnetin tamamıyla yapılabilir. Çünkü İslam’ın muhtevası ve sınırları Kur’an ve sünnetle çizilmiştir. İslam, Kur’an’dan ve sünnetten öğrenilebilir. Yüce Allah bu dini her yönden mükemmel ve kapsamlı kılmıştır. Öyle ki, İslam’da hükmü açıklanmamış hiç bir mesele yoktur. Bir mesele mubah mıdır, haram mıdır, mekruh veya sünnet midir, vacip veya farz mıdır; yapılan herhangi bir eylem veya inancın hükmü belirtilmiştir. İnanç, ibadet, siyaset, sosyal, ekonomi, savaş, barış, hukuk veya insanı ilgilendiren başka herhangi bir mesele olsun; onunla ilgili dinde mutlaka bir hüküm vardır veya müctehidler, hükmünü Kur’an ve sünnetten yola çıkarak tesbit ederler. Allah, Kur’an-ı Kerim’in özelliğini şöyle açıklar:
“Sana bu kitabı (Kur’an’ı) her şeyi beyan etmek, açıklamak için gönderdik.”(Nahl, 16/89 ve yine bk. Yusuf, 12/111)
Kur’an ve sünnette hükmü açıkça belirtilmeyen meseleler hakkındaki hükmü, İslam ümmetinin müctehid alimleri, kitap ve sünnete dayanarak çıkarırlar.
Peygamberimiz (s.a.v.) İslam’ı değişik şekillerde tanımlamışlardır. Bu tanımlardan biri şu şekildedir:
“İslam, beş esas üzerine bina edilmiştir (kurulmuştur). Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in (s.a.v.) O’nun kulu ve rasülü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, Beyt’i (Kâbe’yi) haccetmek ve Ramazan orucunu tutmaktır.”(Buhari, İman 1; Müslim, İman 22; Nesai, İman 13; Tirmizi İman 3)
Yukarıdaki hadis, İslam binasının bu beş temel üzerinde kurulu olduğunu açıklamaktadır. Dikkat edilmesi gereken husus, bu beş esas, İslam’ın temelleridir ama, İslam’ın tamamı değildir. Bir evin sadece temellerden ibaret olduğu nasıl söylenemezse, İslam’ın bu beş temelden ibaret olduğunu iddia etmek de aynı şekilde yanlıştır. Kur’an-ı Kerim’i açıp okuyan görecektir ki, bu beş hususun dışında ahlaktan, iktisattan, sosyal meselelerden, siyasetten, barıştan, savaştan, hayırdan, şerden... söz edilmiştir. İslam, temel ve binadan meydana gelmiştir. Temel, bu beş rükundur. Bina ise, insan hayatıyla ilgili İslam’ın diğer hükümleridir. Müslümanın görevi, İslam’ı tümüyle tanımak ve tüm olarak ikame etmek, ayakta tutmaktır.
Bu meşhur hadis-i şerifin ışığı altında İslam’ın temellerini ikiye ayırabiliriz: Şehadet kelimeleriyle özetlenen iman ve önemine binaen dört amelin zikredilmesinden anlaşılan amel-i salih.. İslam, şehadet kelimesi ve imanın rükûnlarıyla ortaya çıkan inançtır. İslam; namaz, zekat, oruç ve hac ile ortaya çıkan ibadetlerdir. Bunlara İslam’ın rükûnları, temelleri denilir. İslam’ın geri kalanı ise, bu temeller üzerine kurulan binadır. Bu binayı meydana getiren unsurlar İslam’ın hayat sistemleri, nizamlarıdır: Siyasî nizam, ekonomik nizam, ahlakî nizam, askerî nizam, sosyal nizam, öğretim nizamı vs. İslam’ın hakimiyetini sağlaması için ayrıca müeyyideleri vardır. (Müeyyide: Kanun ve ahlakî emirlerin yerine getirilmesini temin eden kuvvet, yaptırımla ilgili kural demektir.) Bu müeyyideler; cihad, marufu emredip münkerden sakındırmak; fıtrî cezalar, Allah’ın dünya ve ahirette verdiği Rabbanî cezalardır. O halde İslam;inanç, ibadet, hayat sistemleri ve müeyyidelerdir.
İslam, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassasiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır. İslam, genel nizam, hayatın her cephesiyle ilgili kanun ve vahiyle emredilip, peygamberle tebliğ edilen, insan davranışlarının programıdır. Bu programa uyana sevap; uymayana ceza vardır. İslam, Allah Teala’nın indirdiği ahkam (hükümler), akide, ibadet, ahlak, muamelat, Kur’an ve sünnetteki haberlerin bütünüdür.
İslam’ın zıddı, cahiliyyedir. (Cahiliyye, bir inanç ve yaşama biçimi olarak İslam’ın dışındaki her türlü küfrün ortak adıdır; küfür demektir.) İslam’ın her parçasının karşısında mutlaka cahiliyye vardır. İslam tüm ayrıntılarıyla cahiliyyenin karşıtıdır. Çünkü İslam’dan her bir cüz, Allah’ın her şeyi içine alan ilminin eseridir. Ona karşı olan her düşünce ve hareket de, mutlaka cahiliyyedir. Çünkü o, sınırlı insan ilminin eseridir. Üstelik insanın heva ve arzuları kendisine galip gelebilir; güzeli çirkin, çirkini de güzel görebilir.
“Yoksa onlar cahiliyye idaresini mi istiyorlar? İyi anlayışlı bir toplum için, hüküm koyma yönünden Allah’dan daha güzel kim vardır?”(Maide, 5/50)
Bazı insanlar, cahiliyye yolunda gidenlerin bir kısmının hareket, yaşayış veya bazı sistemlerinde ortaya çıkan güzel ve olgunluğu görünce, şüpheye düşerler. Bunun sebebi, İslamiyet'ten olan bir şey, bazan cahiliyye ile karışır. İslam’dan olan o şey, orada da güzel görünür. Cahil kişi, İslam’ın hakikatını bilmediği için bu düzene bağlanır. Şayet bu insan hakkı bilseydi, o cahiliyye düzeninde gördüğü kısmî iyiliklerin İslam’a ait olduğunu anlayacak, kaynağa ve asla yönelecekti.
İnançlarda İslam ve cahiliyye vardır. İbadetlerde İslam ve cahiliyye vardır. Ahlakta, siyasette, öğretimde, savaş, barış ve sosyal meselelerde İslam ve cahiliyye vardır. İnsanla ilgili bütün meselelerde, bütün kanun ve kurallarda İslam ve cahiliyye vardır. İnanç ve ibadetlerdeki cahiliyye, cahiliyyelerin en tehlikelisidir. Onun için Allah Teala, sağlam itikatla beraber bazı cahiliyye hareketlerinde bulunanları affeder ama, inanç ve ibadetleri cahiliyye inanç ve ibadetleri olan kimseyi, İslam’ın tüm ahlakıyla ahlaklansa dahi kesinlikle affetmez.
“Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Ama bunun dışında dilediğini affeder.”(Nisa, 4/48)
Allah Teala İslam’ı bir bütün olarak göndermiştir. Kim tümünü alırsa, işte o Müslümandır. Kim onun bir kısmını alır ve bir kısmını almazsa, İslam’la cahiliyyeyi birbirine karıştırmış olur.
“Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanların cezası dünyada rezil ve rüsvay olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise azabın en şiddetlisine atılacaklardır. Allah sizin yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 2/85)
Her Müslümanın, cahiliyyenin bütün âdet ve kurallarından arınmış olması ve İslam’ın bütününü alması gerekir.
İslam Dini’nin Gayesi
İslam’ın getirdiği hükümler, insanların mutluluğunu amaçlamaktadır. Bu hükümlere uygun hareket edenler, hem dünya hem de ahiret saadetini kazanacaktır. İslam, kişinin kalbini, aklî düşüncelerini ve amellerini ıslah ederek, onları yükselterek bu saadetlere ulaştırır. Toplumun saadeti de ferdin saadetine bağlı olduğundan, kişinin mutluluğu aynı zamanda cemiyetin de mutluluğudur. İslam, bu hedefi gerçekleştirmek için birtakım hükümler koymuştur. Bunlara şer’î hükümler denir.
İslam Dini’nin Hükümleri
İslam Dininin hükümleri dört kısımdır.
a) İman (İtikadi hükümler): İnsanın dinde kabul etmesi ve reddetmesi gereken hususlarla ilgili hükümlerdir. İnsana neleri kabul etmesi, neleri reddetmesi gerektiğini bu hükümler öğretir. İnsan, iman esaslarına inanmakla manevi gıdasını almış, kalbini yanlış inançlardan temizleyerek gerçek değerini kazanmış olur.
b) Amel: Amel, insanların yaptığı işlerdir. Yapılması veya yapılmaması gereken fiillerdir. Hangi amellerin, hangi şartlarla nasıl yapılacağını ve nasıl sahih olacağını açıklayan hükümlere, amelî hükümler denir. Dua etmek, zekat vermek, cihad etmek, ilim tahsil etmek gibi.
c) Ahlak: Hal ve hareketleri, davranışları, İslamî ve insanî ilişkileri açıklayan hükümlere denir. Ahlakın güzelleşmesine ve vicdanın terbiyesine ait bulunan hükümlerdir. Kötü söz ve yalan söylememe, kendisi için istediğini başkası için de isteme... gibi.
d) Hukuk (Muamelât, Ukubat): İman, ahlak ve şahsî amel gibi konuların dışında kalan, özellikle devlet yönetimini, toplum idaresini ve ekonomik durumları içeren konuları, evlenme, boşanma, miras dağıtımı, ticari ve siyasi işleri, kısaca İslam devletinin kanun ve kurallarını belirleyen bütün hükümlerdir.
İslam, insan hayatının vazgeçilmez de olsa bir parçası değil; her yönüyle insan hayatının bütünüdür. İslam, insanın günlük yirmi dört saatini ve doğumdan ölümüne her alandaki her yönünü kapsar ve belirler. Tuvalet âdâbından devlet yönetimine varıncaya kadar insanın tüm hayatını kuşatır. İslam, insan hayatının bütünüdür. İnancı, ibadeti, ahlakı ve hukukuyla bir bütündür. Parçalanmaz veya herhangi bir şeyle sentez yapılamaz. Atma ve katmaları, hurafe ve bid’atları kabul etmez. Allah tarafından tamamlanmış eksiksiz bir nizamdır.
İslam’ın Genel Özellikleri
1) Rabbanîlik:(Rabba ait olmak, ilahî olmak) İslam, hak ve ilahî dindir. Vahye dayanır. Hedef ve gayede Rabbanîdir. Allah’ın rızası bir Müslüman için her şeyde vaz geçilmez amaçtır. İslam’ın kaynağı ve metodu da Rabbanîdir.
2) İnsanîlik:(İnsan fıtratına uygunluk) Kur’an insanlara indirilmiş, peygamberler insanlar arasından seçilmiştir. İslam insana, insanın aklına büyük önem vermiş, fıtratına uygun hükümler koymuştur. İslam’a göre insan, yeryüzünde en güzel biçimde ve halife olarak yaratılmış, ruhi unsur ile seçkin kılınarak evren kendi hizmetine verilmiştir. İslam, insanın hiç bir güç ve enerji odağını ihmal etmez. Onların hepsini ıslaha, çalışmaya ve gelişmeye doğru yönlendirir. İnsan, taşıyabileceği ölçülerde yüklenen bu yükümlülükleri omuzlayarak barış, güven ve huzur içinde yoluna devam eder. Bu yükümlülükler insanın kendi fıtratıyla uyumludur. Gönlünün ve vicdanının sesiyle bütünleşir. Fıtratını ıslah etmeyi hedef alır. İslam’ın tüm hükümleri insanın dünya ve ahiret saadetine yöneliktir.
3) Kapsamlılık ve Evrensellik:İslam, ebediyeti kapsayacak uzunlukta, bütün insanları kuşatacak genişlikte, dünya ve ahiret işlerini içerecek derinliktedir. Mesajı ve hükümleri bütün zamana, bütün dünyaya, bütün insanlığa yöneliktir. İnsan hayatının beşikten mezara tüm aşamalarını ve hayatın tüm alanlarını tanzim eder. İslam’ın öğretileri de kapsamlıdır. Bu kapsam, inançta, ibadette, tasavvurda, ahlak ve fazilette, düzenleme ve yasalarda kendini gösterir.
4) Vasatlık ve Denge:İslam; denge, orta yol, adalet, ölçü gibi temel dinamikleri olan bir dindir. İfrat ve tefritten uzaktır. Aşırılıklar yoktur. İnsanı azdırmaz ve ezdirmez. İnsanın gücü böyle dengeli bir nizam kurmaya yeterli değerlidir. İnanç, ibadet, ahlak ve teşrîde vasat (adalet ve denge) unsurlarını kolaylıkla görebiliriz. Dünya - ahiret, madde - mana, zengin - fakir arasında denge vardır. İnsanın içi ve dışını, ruhu ve bedenini, birey ve toplumu, fert ve devleti, kadın ve erkeği, aile ve milleti dengeler. Her birinin birbirine karşı hak ve görevlerini düzenli, dengeli ve uyumlu bir biçimde belirler.
5) Açıklık ve Netlik: İslam’ın inanç esasları, dini kavramlar sade ve açık seçiktir. Anlaşılması, anlatılması ve kabulü kolaydır. Aklı, mantığı zorlamaz.
6) Halis Din: Analiz ve sentez, atma ve katma kabul etmeyen, kaynağı sağlam ve değiştirlemez olduğundan tahrif edilemeyecek bir dindir. Bid’at ve hurafelere kapılarını kapamıştır. Allah tarafından tamamlanmış ve razı olunmuş tek hak dindir.
7) Tevhid: İslam,her şeyden önce tevhid dinidir. En mükemmel Allah inancını yerleştirir. İslam’da Allah’ın sıfatları insanlara ve diğer varlıklara verilmez. Allah’ın hiç bir şeye benzemediği vurgulanır. İnsan ve başka yaratıklar tanrılaştırılamaz. Allah’dan başkasına tapınılmaz, dua edilmez.
8) Tüm Peygamberleri Tasdik: Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere inanılır. Peygamberler arasında ayrım yapılmaz. Tanrılaştırma ve yakışık almayan isnatlar gibi aşırılıklardan uzak olarak, Allah’ın elçisi ve kulu oldukları kabul edilir.
9) Egemenlik Allah’ın: Yasa, hukuk ve prensip belirleme, kanun koyma işi sadece Allah’a aittir. İslam; hüküm, hakimiyet, egemenlik ve otoritenin Allah’a verildiği, ezen ve ezilenin, kula kulluk yapanın olmadığı bir toplum oluşturur.
10) Sağlam Kaynak: İslam’ın temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an, kıyamete kadar tahrif edilemeyecek bir kitaptır. Dünyanın her tarafındaki Kur’an nüshaları aynıdır.
11) Evrenle Uyum: Evren ve içindeki varlıkların tümü Allah’a teslim olup itaat ettiklerinden Müslüman sayılırlar. İslam’ı seçip teslim olan insan da kainatla uyum içinde, aynı yasalara itaat etmiş olur. Böylece insanın emeği ve enerjisi evrenin imkanlarıyla bütünleşir. İslam, insanı evrendeki doğal güçlerle çatışmaya ve boğuşmaya sokmaz.
12) Tek Toplum (ümmet) Oluşturur:İslam,uyumlu, tutkun ve dayanışma içinde hareket eden bir toplum (ümmet) oluşturur. Akide bağıyla bir araya gelen, ırk, renk, vatan, ülke ve sınıf ayrımı yapmayan bu toplumun temel dinamikleri (harekete geçiren özellikleri) kardeşlik, yardımlaşma, eşitlik, adalet, hakkı ve sabrı tavsiye etme, iyiliği yayma, kötülüğe karşı mücadele etmedir. Zina, fuhuş, hırsızlık, haksızlık, faiz... gibi kötü ahlak ve çirkin geleneklerin ortadan kaldırıldığı, insanların yeme içme, barınma ve cinsel oburluklarının engellendiği erdemli, iffetli bir toplum oluşturur. Küfrün tek millet olduğu gibi; bütün Müslümanlar da, birbirlerini ancak kardeş kabul eden tek bir millettir.
13) Kolaylık ve Müjde: İslam; dili, ırkı, mazisi ne olursa olsun kelime-i şehadet getirip buna uygun yaşayan herkesi Müslüman sayar. Eşitlik ve adalet esasına dayanır. Kimsenin zorla Müslüman yapılmasını kabul etmez. Kalpleri fethederek yayılmayı esas alır. Hükümleri yaşanılacak kolaylıktadır. İbadetlerin yapılmasında gücümüz dikkate alınarak birçok kolaylıklar gösterilmiştir. Gücün yetirilemeyeceği zorluklar emredilmez. İslam’ın rahmet, af ve müjde tarafı ağır basar. İslam, insanın ruhî ve bedenî tüm ihtiyaçlarını hoşgörüyle karşılayıp, kolaylıkla ve basit biçimde çözüm getirir. Ama bütün bu kolaylıklara rağmen, tembellik ve dünyaya aşırı meyilden dolayı kulluğunu ihmal edenler Allah’ın azabıyla ikaz edilirler.
14) Akla ve İlme Önem Verir:İslam vahiy dini olmasıyla birlikte, akla büyük önem verir. Akla hitap eder, akıllıyı sorumlu tutar. Bilime de üstün değer vermiş, ilim öğrenmenin her Müslümana farz olduğunu bildirmiş, çalışma, öğrenme ve düşünce gibi konulara gereken yeri vermiştir. Yalnız unutmamak lazım ki, İslam akılcı değil, akıllların dinidir.
15) İnsan Hakları: Hiç bir düzende (dinde) görülemeyecek kadar insan haklarını gözeten İslam, insanın şu haklarını korumaya alır:
a. Din Emniyeti: İslam, din hakkını ve dini yaşama hürriyetini güvence altına alır.
b. Nefis (can) Emniyeti: İslam, yaşama hakkını temin eder.
c. Akıl Emniyeti: İlim ve tefekkürü emreden İslam, içki ve uyuşturucu gibi akla zarar verecek şeyleri yasaklar ve aklı her türlü arızalardan koruyucu tedbirler alır.
d. Nesil Emniyeti: Irzın, şeref ve namusun korunmasını ve sağlıklı nesiller yetiştirilmesini temin için İslam gerekli her türlü ortamı hazırlar.
e. Mal Emniyeti: İslam malı korumak için, hırsızlık vb. suçlara giden yolları tıkadığı gibi, insanlara yeterli geçim kaynaklarına sahip olma hakkını ve imkanını tanır.
Özetleİslam,her insanın onurunu, namusunu, özgürlüğünü, dinini, malını, canını, geçimini ve işini garanti altına alır.
İslam, insan hakları konusunda hala ulaşılamaz durumdadır. İnsani kardeşlik prensibine yer verir. Irkçılığı ve takvanın dışında üstünlük anlayışlarını reddeder. İslam’ın emir ve yasakları, hükümleri, ibadetleri, ceza anlayışı... eşitliği isbat etmektedir. Diğer düzenlerde bu denli eşitlik teoride bile yoktur. Eşitlik adına adaletsizliğe de göz yummaz. Kadın - erkek eşitliği diyerek cinsel farklılıkların gözardı edilip istismar edilmesine, insanların sömürülerek zulmedilmesine yol açacak aşırılıklara da geçit vermez.
İslam’ın, Önceki Peygamberlerin Şeriatlarıyla İlişkisi
a) İslam bütün peygamberlere gelen dinlerin adıdır (bk. Bakara, 2/130-133). İnsanlık dünyaya peygamberle (Hz. Âdem’le) gelmiştir. Zamanın şartlarına ve insanlığın ihtiyaçlarına göre Allah Teala peygamberleri değişik şeriatlarla (hukuklarla) göndermesine rağmen; itikat (inanç) her peygamberde aynı olmuştur.
b) Önceki peygamberlerin tebliğ ettikleri dinler bir kavme gönderilmişti. Hz. Muhammed’e (s.a.v.) gelen İslam, evrensel bir dindir. Yani tüm evrene ve bütün insanlığa Allah (c.c.) tarafından sunulmuş, kıyamete kadar geçerli olacak bir hayat şeklidir.
c) Hz. Muhammed’in (s.a.v.) tebliğ ettiği İslam Dini, önceki peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerin hükümlerini (şeriatlarını) nesh edip ortadan kaldırmıştır.Yani şu anda geçerli olan şeriat Hz. Muhammed (s.a.v.)’in şeriatıdır.
d) İslam dini, Hz. Muhammed (s.a.v.)’den önce Allah (c.c.) tarafından gönderilen tüm kitapları ve peygamberleri tasdik eder.
İslâm Hakkında Birkaç Ayet
“Allah katında gerçek din islam’dır...”(Al-i İmran, 3/19)
“Kim İslam’dan başka bir din ararsa, ondan (bu din) asla kabul olunmaz ve o, ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.”(Al-i İmran, 3/85)
“Kim nefsini (tümüyle) Allah’a, O’nu görür gibi teslim ederse muhakkak ki o, en sağlam kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu ancak Allah’a dayanır.”(Lokman, 31/22)
“Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı verip ondan razı oldum...”(Maide, 5/3)
İslam’ın Rükûnları
İslam’ın rükûnları (temelleri) beştir:Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın rasülü olduğuna şehadet etmek, namazı ikame etmek, zekat vermek, Beyti haccetmek, Ramazan orucu tutmak...
Peygamberimiz’in İslam’ı tarif ettiği Cibril hadisi diye bilinen hadis-i şerifte ve konunun başında zikrettiğimiz İslam’ın beş temel üzere bina edildiğini bildiren hadiste (cahil halkın yanlış olarak İslam’ın beş şartı dediği) bu beş temelin sayıldığını biliyoruz. Şehadet veya tevhid kelimeleri dediğimiz imanın rükûnlarını (temel ilkelerini) ileride tevhid konusunu işlerken ayrıntılarıyla göreceğiz. Burada, bu ibadetlerin önemine binaen prototip örnekler olarak belirtilen ve diğerleriyle birlikte amel-i salih olarak etrafını câmi olarak tanımlayabileceğimiz rükûnlardan kısaca ve akaidi ilgilendirdiği yönleriyle bahsedeceğiz. Bu amellerin nasıl yapılması gerektiği fıkıh, ilmihal kitaplarında ve fıkıh derslerinde konu edinilmektedir.
Amel-i salih nedir? Salih amel, Allah katında razı olunan amellerdir. Bu amel (davranış) iki özellik taşır: Biri,İslam şeriatına uygun olması, ikincisi;niyyetinin Allah rızası için ve O’na ibadet için olmasıdır. Bir amel, bu iki özelliği veya bunlardan birini taşımazsa Allah katında râzı olunan amellerden, yani amel-i salihten olmaz. Böyle bir amelin ecri ve sevabı da yoktur. Yüce Rabbimiz buyuruyor ki:
“Kim Rabbine kavuşmayı ümid ederse, salih amel işlesin, Rabbine ibadette hiç bir kimseyi ortak koşmasın...”(Kehf, 18/110)
Amel-i salihin İslam’daki yeri cidden pek büyüktür. Çünkü bu ameller Allah’a, ahiret gününe iman etmenin meyvesidir. Kelime-i şehadetin (tevhidin) manası, amel-i salih işlemek ve bu yola girmekle meydana çıkar. İslam kelimesinin teslimiyet anlamına geldiğini ve bu teslimiyetin de Allah’ın emirlerine itaat edip teslim olma demek olduğunu hatırladığımızda amelsiz, itaatsız, ibadetsiz İslam’ın olamayacağı ortaya çıkar. Amel-i salihin İslam’daki öneminden dolayı birçok ayetler onu övmektedir. Bu ayetlerin bazısı onu imana yaklaştırır, bazısı güzel mükafatını açıklar, bazısı da özellikle ahiret hayatında vereceği faydadan bahseder.
“Andolsun asra ki, muhakkak insan ziyandadır (zarar görecektir). Ancak iman edip amel-i salih işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç.”(Asr, 103/1-3)
Diğer örnek ayetler için mesela bk. Maide, 9 ; Ra’d, 29 ; Nahl, 97 ; Kehf, 30; Meryem, 76; Ankebut, 7, 9.
Amelin kabulü için İslam’ı benimsemek şarttır. Bundan dolayı Allah, iman ile amel-i salihi beraber zikretmiştir. Bir kimse, Allah rızası niyyetiyle ve İslam şeriatına uygun bir amel de İşlese, eğer o kişi Kur’an’da belirtilen gerçek İslam’ı tümüyle kabullenip benimsemedikçe o ameli Allah onun yüzüne çarpacaktır. Böyle bir amel için ne bir sevap, ne de bir mükafat vardır. (bk. Al-i İmran, 3/85)
Amel-i salih çok çeşitlidir. İbadet olsun, muamelat olsun, Cenab-ı Hakk’ın emrettiği şeylerin hepsidir. Müslüman, Rabbına itaatı, şeriata boyun eğmeyi ve Allah’ın rızasını taleb etmeyi düşünerek bir amel işlediği zaman, amel-i salih ehlinden olur.
Bu amel-i salihin başında (dar anlamıyla) ibadetler gelir. İbadetlerin de başında namaz, oruç, hac ve zekat gelir. Bunlar İslam’ın temelleridir. Bu ibadetlerde ihmal veya önemini küçümseme kesinlikle caiz değildir. Bunun için İslam’ı tanımlayan meşhur hadiste açıkça bildirilmiştir.
İslam’da ibadetlerin önemi büyüktür. İbadetler, kişinin Rabbıyla olan ilişkisini düzenler ve belli bir şekilde Allah’a karşı kulluğunu ortaya koyar. İbadetler, Allah’ın kulları üzerindeki özel hakkıdır. Bu ibadetlere özen göstermek ve başkalarını önce imani esaslara, sonra ibadetlere davet etmek gerekir. İbadetler eksik olduğu halde, insanın imanının kuvvetlenmesi ve kalbinde kök salması mümkün değildir. Hatta küfrün egemenliğinin çevre şartlarının tümüne uzandığı günümüzde namaz başta olmak üzere, ibadetlere gevşeklik gösteren insanların imanları çok büyük tehlikelere girer. Yani kişinin namaz ve diğer ibadetleri hakkıyla yerine getirmeden mü’min kalması çok zordur. Bunlar, balık için su, insan için hava mesabesindedir.
Bu ibadetler içinde namazın akaid açısından daha büyük önemi vardır.İslam; namazı, Müslüman ve kâfir arasını ayırt edici bir alamet olarak açıklamıştır. Ne yolculuk, ne savaş, ne hastalık halinde namazda ihmal caiz değildir. Onu terk etmek ve bu konuda tembellik göstermek münafıkların âdetidir. Kul, Rabbine döndüğü zaman kendisine ilk sorulacak şey namazdır. Namaz, Allah’a olan kulluğunu ve kelime-i tevhidin manasını kişiye devamlı hatırlatan bir ibadettir. Namaz, sahibini her türlü çirkinliklerden, fuhşiyattan ve kötülüklerden meneder. Namazın önemi konusunda Kur’an’daki ayetlerden bazılarının sure ve numaralarını verelim: Rum, 30/31; Bakara, 2/1-3, 153 ve 238; Nisa, 4/103, 142; Ankebut, 29/45 ...
Müslüman, namaza “Allahü Ekber” ile çağrılır; onunla namaza başlar, namaz süresince sık sık onu tekrarlar. Çünkü Allah, her büyükten daha büyük, her kuvvet ve kudret sahibinden daha yücedir. Kul, her şeyden daha büyük ve aziz olan Allah’a bağlandıkça, O’ndan başka hiç bir kimseden korkmaz. Başkasına kulluk etmekten sakınır.
Oruç, hac, zekat ve diğer bütün ibadetler, imanı takviye eder, nefsi kötülüklerden arındırır, kulu Rabbine bağlar. Oruçta, Allah sevgisini bedenin isteklerine tercih etme hali vardır. Müslümanı, ihlas, irade ve sabır hallerine alıştırma özelliklerini taşır. Zekat, Müslüman için cimrilik ve hasislik hastalığından temizlenmeyi sağlayan mali bir ibadettir. Malın esas sahibinin Allah olduğu, kendisinin ise bir emanetçiden başka biri olmadığını insan zekatla daha iyi kavrar. Zekat, mal sevgisine, Allah rızasını ve sevgisini tercih etmektir. Toplumun muhtaç kesimine hisse ayırmak, böylece sosyal adaletin sağlanmasına hizmet etmektir. Hac ise, Müslümanın ameli eğitimidir. Hac ibadetiyle Müslümanın fiilen açık ve muayyen bir şekilde kulluğunu ortaya koyduğunu görüyoruz. İlim, cihad, iyiliği emir, kötülükleri yasaklamak, sabır, tevekkül, takva, Allah sevgisi ve O’nun azabından korkmak... gibi emirler, Kur’an’ın üzerinde ısrarla durduğu salih amellerin başında gelir.
İslam’ın Tebliği
İnsanlık tarihi devam ettiği müddetçe, İslam, herkese tebliğ edilmelidir. Bu davet ve tebliğin asıl gayesi, insanları kula kulluktan kurtarıp sadece tek olan Allah’a bağlamaktır. Bu görevi yapacak insanlar mutlaka olmalıdır.
“İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran, 3/104)
ayet-i kerimesi bu durumu te’yid etmektedir. İslam, herkese, ama özellikle Müslüman geçinenlere götürülmelidir. Çünkü onların İslam bildikleri şeyler İslam değildir. Bu durum mutlaka düzeltilip onlara hakikat gösterilmelidir.
İslamî davetin gayelerinden biri de, İslam’ı tekeline alıp ona kimseyi ulaştırmayanların elinden İslam’ı alıp herkesin ona ulaşmasını sağlamaktır. İslam, hiç bir gücün tekelinde olamaz. Hiç bir güç İslam’ın bazı ibadetlerini elinin altına alıp zorlaştıramaz. Bunu yapanlar, ister İslam adına yapsınlar, isterse cahiliye adına yapsınlar; her iki durum da Allah’a karşı büyük bir edepsizliktir. Çünkü Allah Teala, kendisine ulaşma yolunda ne kadar engeller varsa kaldırılmasını ister. Hatta o engellere karşı cihadı her Müslümana farz kılmıştır. Ta ki, insanlar saf ve berrak olan İslam’ı kendi istekleriyle tanısınlar, öğrensinler ve onu kabullensinler. İnsanları, insanların hakimiyet ve sultasından, değer verdikleri ağalardan, ağabeylerden, atalardan, babalardan, efendilerden ve bağlanıp kaldıkları âdetlerden kurtarıp, hayatın her safhasında Allah’ın nizam ve hakimiyeti olan İslam’a ulaştırmak... İşte, İslam budur ve bütün peygamberler de bunun için gönderilmişlerdir.
İslam’ı Hayata Hâkim Kılmak
İnsanlık tarihi boyunca, İslam’ın esas dayanağı olan temel ilke “La ilahe illallah”kaidesidir. Yani uluhiyeti, rububiyeti, saltanat ve hakimiyeti sadece Allah’ a tahsis etmek kuralı. Bu kaide gönülde ve kalpte inaç; duygu ve hareketlerde ibadet; hayat sahasında da kanun ve nizam olarak tezahür etmelidir. Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmek, böyle kamil bir şekilde olmadıkça Allah’a ve İslam’a saygısızlık yapılmış olur.
Bu kaidenin tatbiki insan hayatının bütünüyle Allah’a yönelmesidir. Böylece insanoğlu bütün işlerinde ve hayatın her safhasında Allah’ın hükmüne müracaat ederek buna tabi olur ve Allah’ın hükmünü kendi düşünce ve görüşüne tercih eder.
Allah’ın hükümlerini insanlara ulaştırıp tebliğ eden Rasülullah (s.a.v.)’dır. Bu kaide ise İslam’ın ilk şartı olan şehadet kelimesinin ikinci rüknünü temsil eder.
“Şüphesiz Muhammed Allah’ın rasülüdür...”(Fetih, 48/29)
İşte İslam’ın dayandığı ve temsil ettiği temel ilkenin ikincisi. Bu kaide bütün yönleriyle hayata tatbik edildiği zaman, en mütekamil bir nizam ortaya çıkar. İşte Allah’ın razı olduğu nizam budur.
İslam’ın hedefi, cahiyyeyi ortadan kaldırmaktır. Bunun için de yeni ve faal bir kadronun oluşturulması lazımdır. Bu kadro, yaşama tarzıyla, düşünce yapısıyla, sosyal düzeniyle, değer yargısı ve kaynağıyla, kısaca her şeyiyle İslam metoduna uygun hareket eden bir cemaattir. İşte, böyle bir kadro ancak yeniden İslam ümmetini oluşturur ve Allah’ın şu beyanatına mazhar olur:
“Siz, insanlar içinden seçilip çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Çünkü iyiliği emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız.” (Al-i İmran, 3/110).
“İşte böylece sizleri mutedil bir ümmet kıldık. İnsanlara şahid (örnek) olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye...”(Bakara, 2/143)
İslâm dîni, Allah'ın, son peygamberi Hz. Muhammed (asm) vasıtasıyla bütün insanlara gönderdiği en son ve en mükemmel dindir. İslâm'ın gelmesiyle, diğer dinlerin hükmü sona ermiştir. İslâm dînini kabul eden kimseye Müslüman denir. İslâm'ın en son ve Allah katında yegâne mûteber din olduğu, Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde belirtilir:
"Bugün sizin dîninizi sizin için kemâle erdirdim. Sizin üzerinizdeki nîmetimi (lütuflarımı) tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim (yalnız İslâm'dan razı ve ondan hoşnûd oldum)".
(el-Mâide, 3)
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan [seçtiği dîni] kabûl edilmiyecektir ve o, âhirette hüsrâna [büyük zarara] uğrayanlardan [olacak]tır."
Tarihin çeşitli devirlerinde insanlara ayrı ayrı peygamberler ve dinler yollayan Allah Teâlâ, son din olarak onlara İslâmı ve son Peygamber olarak da Hz. Muhammed'i (asm) göndermiştir. İslâm'ın gelmesiyle Yahudîlik ve Hıristiyanlık gibi eski dinlerin hükmü sona ermiştir.
Bu, tıpkı, yeni bir kanun çıkınca, eski kanunun hükmünün yürürlükten kalkması gibidir. Allah'ın son dîni ve İlâhî Kanunu İslâm gelince, eski dinlerin ve ilâhî kanunların geçerliliği son bulmuştur.
İslâm dışında kalan dinlerin yürürlükten kalkmasını gerektiren başlıca sebebler şunlardır:
1- Her şeyden evvel, eski dinler, yalnızca belli bir zamana ve belli bir muhîtin insanlarına hitab ediyorlardı. İslâm ise, topyekûn bütün insanlığa seslenmektedir. Dâveti umumî ve mesajı cihanşümuldür.
2- Eski dinler, sadece kendi zamanlarının insanlarını muhâtab almışlardı. O zamanın insanlarının seciyeleri kaba ve mizaçları vahşete yakındı. İlimde, medeniyette, fikir ve anlayışta geri idiler. Ulaşım ve haberleşme imkânları, ibtidai bir haldeydi. Her bölgenin kültürü, inancı, örf ve âdetleri farklı farklıydı. Karşılıklı fikir ve kültür alışverişi de oldukça zayıftı.
Bu yüzden, her muhîte ayrı ayrı peygamberler gelmesi, başka başka dinler gönderilmesi zarureti vardı. Zaman geçip insanlık ilim, fikir, kültür ve medeniyet yönünden büyük gelişmeler kaydedince, eski mahallî dinler artık insanların ihtiyaçlarına cevap veremez hale geldiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da insanlara en son din olan İslâmiyeti gönderdi.
İslâm dîni, 1400 yıl evvelki dünyanın insanından, bugünün ve yarının modern insanına kadar gelip geçen bütün insanlığa hitab edebilme özelliğinde olan bir dindir. Bu bakımdan, kıyamete kadar hükmü bâki ve geçerlidir.
3- Eski dinlerin, zamanla, içlerine hurâfeler, bâtıl inançlar karışmıştır. Allah'ın birliğine îman esası, yani tevhid inancı kaybolmuştur. İslâm ise, hâlâ ilk günkü tazelik ve saflığı ile, bozulmadan durmaktadır.
Netice olarak diyebiliriz ki:
İslâm'ın dışında kalan dinler, geceleyin bir sokağı aydınlatan bir fener ve sokak lâmbası gibidir. İslâm ise, bütün dünyayı aydınlatan güneş hükmündedir.
Güneş doğduktan sonra, artık sokak fenerine hiç ihtiyaç kalır mı?
Güneşin yanında sokak lâmbasının aydınlığının sözü olur mu?
İslâm dinini, sâir dinlerden ayıran belli başlı özellikleri şunlardır:
1- İslâmiyet, her asra ve her insana hitab eder, getirdiği esaslar insanlığın bütün ihtiyaçlarına cevab verir.
İslâm'ın bu cihanşümûl özelliğine Kur'an'da şu şekilde işaret olunur:
"Ey Muhammed! Biz seni BÜTÜN İNSANLARA yalnızca müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik." (Sebe', 28).
"Ey Muhammed! De ki: 'Ey insanlar, ben Allah'ın HEPİNİZ İÇİN GÖNDERDİĞİ Peygamberiyim'." (el-A'raf, 158).
2- İslâmiyet kolaylıklar dînidir.
İslâm'da insanlara yapamayacakları veya yaparken zorluk çekecekleri işler yüklenmemiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de İslâm'ın kolaylık prensipleri şu şekilde ifade edilir:
"Allah, insanı ancak gücünün yeteceği işle mükellef tutar..."
(el-Bakara, 285).
"Rabbimiz, bize gücümüzün yetmiyeceği şeyi taşıtma..."
(el-Bakara, 285).
"Allah, sizin için kolaylık göstermek diler, zorluk çıkarmak istemez..."
(el-Bakara, 185).
Kur'an'da İslâm'ın kolaylıklar dîni olduğu bu şekilde açıklanırken Peygamberimiz de, bu hususta hadîs-i şeriflerinde şu prensipleri vaz'etmişlerdir:
"Ben ancak âlemlere rahmet olarak gönderildim. Azâb için, zorluk vermek için gönderilmedim..."
"Allah Teâlâ, beni sıkıntı ve zahmet verici ve bunu arzu edici olarak göndermedi. Fakat Allah beni, muallim (öğretici, bildirici) ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi..."
"Dininizin en hayırlısı, en kolay olanıdır. Muhakkak ki din bir kolaylıktır..."
"Ben size neyi yasak ettiysem, ondan çekinin; size neyi emretti isem, ondan gücünüzün yettiği kadarını yapın. Sizden evvelki ümmetleri ancak mes'elelerinin ve Peygamberlerine karşı ihtilâflarının çokluğu helâk etmiştir."
"Amelden gücünüzün yettiği kadarını yapın. Siz ibâdetten bezmedikçe, Allah da sevab vermekten bıkmaz."
Hz. Âişe Validemiz, Resûlüllah Efendimizin bu hususla ilgili tatibkatını şu şekilde beyan etmişlerdir:
"Resûlüllah (asm) iki şey arasında dilediğini tercihte serbest bırakıldı mı, günah olmadığı müddetçe muhakkak onlardan en kolayını alırdı. Eğer iş günahsa ondan halkın en uzak bulunanı Resûlüllah olurdu."
Bütün bu hadîs-i şerifler, İslâm dîninin ne derece uygulanması kolay hükümler ihtiva ettiğini göstermektedir. Cihanşümûl ve kıyâmete kadar pâyidar oluşunda, bu kolaylık anlayışının büyük yeri vardır.
Dinimizin kolaylık dîni olduğuna dair tatbikattan bâzı misaller:
Dînimizde namaz kılmak için su ile abdest almak mecburiyeti vardır. Ancak su bulunamadığı veya su çok soğuk olup hastalanma ihtimali olduğu hallerde, toprakla teyemmüm yapılır. Toprak su yerine geçer.
- Dînimiz yolculara; yorgunluk, zaman darlığı gibi hikmetlere binaen 4 rek'atlı farz namazları iki rek'at olarak kılmak kolaylığını getirmiştir.
- Namazda ayakta durmak (kıyam) farzdır. Ancak ayakta duracak gücü olmayanlar, oturarak namaz kılarlar.
- Hastalara ve yolculara Ramazanda oruç tutmak zor gelebilir. Bu sebeble dinimiz onları Ramazan'da, oruç tutup tutmamakta serbest bırakmıştır. Tutmazlarsa hiçbir mahzuru olmaz. İyileşince veya seyahatten dönünce, oruçlarını kazâ ederler.
- Hac yolunda hastalık, harb, v.s. gibi bir sebeble emniyetsizlik varsa, hacca gitmesi mecburî olan
Müslümanlar, yoldaki tehlike kalkana kadar haclarını te'hir ederler.
3 - İslâmiyetin bütün hükümleri mâkuldür. Akla zıt düşen, mantığa ters gelen hiçbir mes'elesi yoktur.
İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliği aklıdır. İnsan onun vasıtasıyla gördükleri üzerinde düşünür, iyiyi kötüden ayırır, doğru ile yanlış arasında bir seçim yapar.
Bu sebeble Kur'ân-ı Kerîm'de 70 kadar âyette akıldan ve akıl sâhiplerinden bahsedilir. Allah'ın emirleri doğrudan doğruya akla yöneltilir. Sık sık "Hiç duymuyorlar mı?", "Akıl etmiyorlar mı?" denilir.
Dînimizde mükellefiyet için akıl esas olduğundan, aklı olmayanlar yaptıklarından sorumlu tutulmamışlardır.
Hz. Peygambere inanmıyan insanlar, "Bize mûcizeler göster de Allah'ına inanalım, peygamber olduğunu kabul edelim" dediklerinde, Allah Teâlâ onların bu tekliflerini beğenmemiş; varlığına inanmak için onları mûcize istemeye değil, yerlere ve göklere ibretle bakıp düşünmeye çağırmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta:
"Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara faydalı olan şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre âmâde duran bulutları döndürmesinde, düşünen akıl sâhipleri için deliller vardır" (el-Bakara, 164) buyurulmuştur.
Sahâbenin ileri gelenlerinden Hz. Enes, Resûlüllah Efendimizin yanında bir kimseden bahsederken onu medhetmişti. Resûlüllah (asm) sordu:
- Onun aklı nasıldır?
Hz. Enes:
- Ya Resûlâllah, onun ibâdeti, ahlâkı, fazîleti, edebi iyidir, deyince Allah Resûlü yine:
- Onun aklı nasıldır? diye sorusunu tekrarladı. Hz. Enes de:
- Ey Allah'ın Resûlü, biz bu adamın ibâdetlerinden, fazîletlerinden, çeşitli hayırlarından bahsediyoruz; siz ise, aklından soruyorsunuz, dedi. Resûlüllah Efendimiz bunun üzerine şu sözleri söylediler:
- Ahmak olan âbid, cehli sebebiyle şeytana aldanarak fâsık bir kimsenin günâhından daha büyük günahlara mâruz kalabilir. İnsanların Allah'a yakınlıkları, ancak akılları kadardır."
Mâverdî'nin Edebü'd-Dünya ve'd-Dîn adlı eserinde zikredilen bu hadîs, İslâm'da akla verilen önemi göstermesi bakımından son derece ibretli ve düşündürücüdür.
"Kişinin aklı doğru olmadıkça, dîni doğru olmaz..."
"Cennet 100 derecedir. 99 derecesi akıl sâhipleri için, bir derece de diğer insanlar için..."
"Ya Ali! İnsanlar çeşitli iyiliklerle Allah'a yaklaşırken, sen de aklınla yaklaş."
"Allah Teâlâ akıldan daha kıymetli ve şerefli bir varlık yaratmamıştır."
4 - İslâmiyet, insanlar arasında her devirde görülen sınıf farklarını, eşitsizlikleri, imtiyazları kaldırmış, asıl ve kök bakımından aralarında hiçbir ayrıcalık olmadığı esasını getirmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık." (el-Hucurât, 13).
Peygamberimiz de şöyle buyurmuşlardır:
"İnsanlar Âdem'in oğullarıdır. Âdem'i de Allah topraktan yaratmıştır."
İslâmiyet, bununla, bütün insanların aynı ana-babadan geldiklerini; hiç kimsenin doğuştan üstünlük iddiasında bulunamayacağını ortaya koymuştur.
İslâmiyet, insanları bir tarağın dişleri gibi hukuk önünde birbirine eşit kabûl etmiştir. Soy, renk ve dil farkına hiç önem vermemiş; insana kıymet kazandıran, sair insanlardan üstün kılan hususun yalnızca kalbindeki Allah korkusu ve îman derecesi olduğunu belirtmiştir. Peygamber Efendimiz bu hususu, şu şekilde ifade buyurmuşlardır:
"Ey insanlar! Unutmayınız ki Rabbiniz bir'dir, babanız bir'dir. Arab'ın Arab olmayana, Arab olmayanın Arab'a, beyazın siyaha, siyahın beyaza Allah korkusu ölçüsünden başka hiçbir üstünlüğü yoktur."
Böylece dînimiz, herkesi hukukta eşit saymış, insanlar arasındaki dünyevî üstünlüklere, gelip geçici etiketlere önem vermemiş, dış görünüşten ziyade insanın iç görünüşüne bakmıştır.
Yahudîlik beden zevklerini ve maddî faydaları ön plânda tutar. Mensuplarını hırsla dünyaya bağlanmağa sevkeder. Hıristiyanlık ve Hind dinleri ise, sadece ruhu geliştirmeye, vücuda eziyetler çektirerek nefsin arzûlarını zayıflatmaya, dünya hayatını boşlamaya önem verirler. Buna karşılık İslâmiyet, ruh ile beden, dünya ile âhiret arasında tam bir denge kurmuş; ne bedene, ne de ruha ızdırap çektirmeyi esas almıştır. İkisine de aynı ölçüde değer vermiş; herbirinin ihtiyaçlarını ayrı ayrı karşılamayı kabul etmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allahım, bize dünyada iyilik, âhirette de iyilik ver" âyeti, İslâm'daki dünya ve âhiret dengesini en iyi şekilde belirtmektedir.
İslâm, ne dünyaya fazla değer vererek âhiretin, ne de âhirete ağırlık vererek dünyanın terkedilmesine izin verir...
Âhiretin dünyada kazanılacağını söyleyerek, "hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de âhiret için" çalışılmasını ister...
6- İslâm'da ruhban sınıfı yoktur. Herkes dinini gücü nisbetinde kendi öğrenmek zorundadır. İbâdetleri ifa için, kul ile Yaratıcı arasında aracılık yapacak, günahları affettirecek imtiyazlı bir seçkin sınıfa yer yoktur.
7- İslâm, bütün mânasıyle ahlâk ve fazîlet dîni olduğu gibi, en yüksek mertebede ilim ve hakikatın koruyucusudur