Bişnev tu zî ney çehâ çehâ migûyed
Esrâr-ı nühüft-ü Kibriya migûyed
Rûh zerd ü derûn tehî vü ser dâdebedâd
Bî nutk u zebân Hudâ Hudâ mîgûyed
Dinle şu neyi. Bak neler neler söylüyor
O, yüceler yücesinin sırlarını anlatıyor.
Yüzü sarı, içi boş, başını havaya vermiş de
Dilsiz dudaksız, Hüdâ Hüdâ diyor.
Bir kamış parçasından "Hüdâ" sesini duyabilmek. Hz. Mevlânâ bir başka yerde kudümü tarif ederken, Bakır bir tas, bunun üzerine kuru bir deri gerilmiş, kuru iki değnekle vuruluyor. Öyleyse bu Allah sada'sı nerden geliyor? diyor. Bakırdan, deriden ve değnekten Allah sada'sını duyabilmek. İşte kendi varlığından geçip Hakk ile Hakk olan bu nimete eren kullar için Hakk sada'sı, her zerreden dudaksız ve kulaksız olarak işitilebilir. Ve bu işitme sadece insanlar için de değildir.
Fehm kerde ân nidâ bi gûş u leb
Fehm kerde ân nidâ râ çûb u seng
O nidâ'yı kulaksız ve dudaksız olarak ağaç da anlar, taş da.
Her zerreden gelen Allah sadâ'sını ağaçlar, taşlar nasıl anlar? diye soracak olanlara yine Hz. Mevlânâ cevap veriyor:
Zançi goftem men zî fehm-i seng û çûb
Der beyâneş kıssa-i hoş dâr-ı hûb
veya
Zançi goftem âgehî-i çûb u seng
Der beyâneş kıssa bişnev bî dereng
Taşın ve çubuğun yani kuru dallarında anlayış sahibi olduğunu söylemiştim ya, bunun izahı için anlatacağım kıssayı can kulağı ile dinle ve ezberle. Dedikten sonra şu kıssayı anlatmaya başlıyor Mesnevî-i Şerif.
Üstün-ü hannâne ez hecr-i Rasûl
Nâle mized hemçu erbâb-ı ukûl
İnleyen sütun -direk- Resulün ayrılığı ile akıl sahipleri gibi -yani insanlar gibi- ağladı, inledi.
Der meyân-ı meclis-i vâ'z ân çûn ân
Keyvez âgehgeşt hem pir u cevân
Vaaz meclisinin ortasında öyle bir inledi ki o iniltiyi orada bulunanların, ihtiyarından gencine, hepsi duydu.
Goft Peyâmber çi hâhî ey sütün
Goft, cânem ez fîrâkat geşt hûn
Peygamber (S.A.V.) sordular: Ey direk niçin inliyorsun? Ne istiyorsun?
Direk dedi ki: Senin ayrılığından dolayı canım öyle bir yandı ki içim kan doldu.
Mesnedet men budem ez men tahtî
Ber ser-i minberu mesned sahtî
Direk diyordu ki: Ben senin dayanağındım, bana dayanıyordun. Beni bıraktın da yeni bir dayanak yaptın ve ona dayanıyorsun. Yani işte bu ayrılıktan dolayı inliyorum.
Aziz dostlar, Hz. Mevlânâ burada bir tarihî olayı aktarıyor. İzninizle o olayı hatırlatayım. Resulullah Aleyhisselâtu Vesselam, Medine'ye hicret buyurduktan sonra Hâlid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el-Ensârî yani Eyüb Sultan Hazretlerinin (R.A.) evinde misafir olarak ikamete başladılar. Hicretin yedinci ayında Eyüb Sultan Hazretlerinin evinin batı istikametinde boş bir arazi vardı, bu boş arsa Sehl ve Sehîl isminde iki yetim kardeşe aitti. Efendimiz (S.A.V.) orada bir mescid ve kendisi için de bir hücre - odacık yapılmasını arzu buyurunca o iki kardeş bu arsayı bağışlamak istediler ise de Efendimiz (S.A.V.) yetim hakkı yememek örneği göstermiş olmak için, o arsayı para ile satın aldı. Paranın da alındığı kaynak Hz. Ebubekir (R.A.)idi. Arz ettiğim gibi Hicretin yedinci ayında o arsa üzerinde inşaata başlandı. Taş temeller üzerine kerpiç duvarlar örülerek inşaat bitirildi ve üzeri hurma dalları ile kapatıldı. Bu ilk Mescidde mihrab ve minber yoktu. Tavanı tutmaya yarayan sekiz adet direk vardı. Bu direklerin, daha sonra o direkler isimlendirilmiştir, bir tanesine tövbe direği veya Ebû Lubâbe direği, bir tanesine de Şerir Direği denir idi.
Resulullah (S.A.V.) en çok tövbe direğine yakın bir mahalde namazı kılar ve kıldırırlardı. Daha sonraki inşaatlarda o yer tesbit edilmiş olduğundan ilk mihrab sonra oraya yapıldı. Yani Halife Velid bin Abdülmelik zamanında, daha sonra halife olacak olan Ömer ibn-i Abdülaziz'in valiliği sırasında o yer mihrap olarak tespit edildi ve mescidin genişleme inşaatı yapıldı. İşte ilk mihrap o zaman yapılmıştı. Gerçi Hz. Osman (R.A.)'ın hilâfeti zamanında da bir mihrap yapıldığı rivayeti var ise de çok kuvvetli bir rivayet değildir. İlk minber ise bizzat Resul-ü Ekrem Efendimizin (S.A.V.) emirleriyle yaptırılmıştır, işte Mesnevî-i Şerifte anlatılan olay, bu minber ile ilgili.
Hz. Peygamberimiz (S.A.V.), Mescid-i Şerifte Cuma Hutbesi gibi, vaaz gibi sebeplerle konuşacağı zaman ayağa kalkar, mübarek yüzünü ashabına döner ve öyle konuşurdu. Bu mescidin tavanını tutmaya yarayan direklerin dibinde konuşulmaya müsait bir yer yoktu. Onun için Efendimiz (S.A.V.), hiçbir yere dayanmadan, kıble duvarına yakın bir yerde bütün cemaati görebileceği ve cemaatin de onu görebileceği bir yerde durur ve konuşmalarını ayakta, bir yere dayanmadan o tarzda yapardı. Resulullah Aleyhisselâm, peygamberâne nezaketinden ve inceliğinden dolayı hiç kimseye arkasını dönmediğinden, bu konuşmaları yapma sırasında duvara da dayanamadığından -yer müsait değildi çünkü- ayakta durarak konuşması zat-ı seniyyelerini üzeceği endişesi ile ashabtan bazı zevat, kendilerine bir dinlenme yeri temin etmek için Şerir Sütunu diye anılan sütunun yakınına bir hurma direği, daha doğrusu bir hurma kütüğü koydular ve Efendimiz (S.A.V.) konuşurken hiç olmazsa sırtını bu kütüğe dayasın da biraz daha az yorulsun diye düşündüler ve bunu kabul etmesi için kendilerine niyaz ettiler. Yüksek ahlâkı gereği hiçbir rica ve talebi geri çevirmeyen Resul-ü Kibriya, okuyacağı hutbe ve vaazları bundan sonra bu hurma kütüğüne yaslanarak okumaya başladı. Bu hâl beş sene kadar sürdü. Hicretin sekizinci yılı sonlarında Müslümanların çoğalmış olması, cemaatin kalabalıklaşmış olması sebebiyle cemaatin arka tarafında kalanlar Efendimizin (S.A.V.) o güzel yüzünü iyice göremez oldular. Ve tekrar ricacı olarak dediler ki: Ya Resulullah, size bir minber yaptıralım müsaade buyurursanız, bir kürsü yaptıralım oraya çıkın da, arkada kalanlar da cemalinizi görsünler. Efendimiz, tabi bu ricayı da kabul buyurdu. Saîdeoğulları kabilesinden Said bin As'ın kölesi Bakum, çok iyi bir marangozdu. Bu marangoz üç ayaklı, üç basamaklı ve sırt dayamaya mahsus yeri olan bir kürsü yaptı. Bu ahşap kürsüden Efendimiz (S.A.V.) vaaz etmeye ve hutbelerini okumaya başladı. İşte, Efendimiz (S.A.V.) ilk defa bu kürsüye çıktığında, yani hurma kütüğünden ayrıldığında, biraz evvel Mesnevi lisanından arzetmeye çalıştığım hâdise meydana geldi. O hurma kütüğü herkesin duyabileceği bir şekilde yüksek sesle ağlamaya, inlemeye başladı. Merhamet, şefkat, mürüvvet kaynağı olan Resul-ü Ekrem (S.A.V.) hemen minberden indi ve o ayrılık acısı ile inleyen hurma kütüğüne sarıldı, onu kucakladı, teselli etti. Ashab-ı Kiram'ın ileri gelenlerinden Câbir bin Abdullah Hazretleri bu hâdiseyi anlatırlarken "Efendimiz hurma direğini kucakladığında direk, tıpkı ağlayıp ağlayıp da anasının kucağına çıktığı zaman susan, ama eski ağlamasının tesiriyle nefesi hıçkırıklı olan bir bebek gibi hıçkırıyordu." buyuruyor. Bu hâdise Enes bin Mâlik, Abdullah ibn-i Abbas, Ebu Saidi-l Hudri, Abdullah ibn-i Ömer gibi ashabın büyükleri tarafından da hep anlatılmıştır. Tabiînin ulularından ve tasavvufun önderlerinden Hasan-ı Basrî Hazretleri (K.S.)de bu hâdiseyi sık sık anar ve Yazıklar olsun bize ki Resulullah ( S.A. V) muhabbetinde bir kütük kadar olamadık, diye ağlardı. O, Hasan-ı Basrî böyle söylerse biz ne söyleyelim?
İsterseniz biz hâdiseye dönelim. Efendim, o ahşap minber çeşitli tarihlerde yedi defa tamir edildi, yenilendi. Nihayet Hicretin 578. yılında tamir kabul etmez derecede çürüdü ve yıkıldı. Kalıntısından teberrüken sakal tarakları yapıldı ve dağıtıldı. Daha sonra Mescid-i Saadet'e çeşitli minberler yapıldı. Fakat bugünkü mermer oymalı güzel, zarif minber Sultan III. Murad Hanın, Mescid-i Nebevi'ye hediyesidir; projesi, çizimi de Mimar Koca Sinan'a aittir. Peki, o hurma kütüğü ne oldu? Biz tekrar Mesnevî-i Şerife kulak verelim.
Goft hâhî ki turâ nahl-i konend
Meşrik u garbi zî tû mîbe çinend
Yâ daran âlem hâkat servi koned
Tâ Ter u tâze bîmânî tâ ebed
Resulullah Aleyhisselâtu Vesselam direği kucaklayarak teselli edip susturduktan sonra sordu: Sen bu kurumuş hâlinden yeniden yemiş, meyve verecek hâle dönmek ve yemişinden doğudakilerin de batıdakilerin de yemelerini mi istersin, yoksa öteki âlemde bir cennet selvisi olarak sonsuza kadar hep terü taze kalmak mı istersin?
Goft ân hâhem ki dâim şod bekâş
Bişnev ey gâfıl kem ez çûbi mebâş
Direk dedi ki : Dâima bakî olanı isterim. Yani yeniden canlanmayı değil, âhirette canlanmayı isterim. Ve Hz. Mevlânâ burada bir öğüt veriyor : Bişnev ey gafil Ey gafil kişi dinle, dinle de bir kütükten daha değersiz olma. Yani, ebedî nimetleri elinden kaçıracak kabahatler yapma.
Ân sütün râ defn kerd ender zemîn
Tâ çi merdûn haşr kerdet yevm-u dîn
Ve Resul-ü Kibriya, Din Günü'nde -yani kıyamette- insanlar gibi dirilsin ve ebedî hayatı yaşasın diye o ağacı gömdürdü. Hem nereye gömüldü o ağaç, bilir misiniz aziz dostlar? Resulullahın (S.A.V.) minberinin altına. Ve hâlâ orada. Birkaç adım ötesinde de Resulullah (S.A.V.).
Ağaç hiç ağlar mı? Böyle şey olur mu? diyenler varsa eğer İsra Suresi'nin 44. âyetini inceleyiversinler vesselam.
Ömer Tuğrul İNANÇER
Peygamberimizin Mu'cizeleri
|
Takdim
Hazreti Muhammed (asm), Cenab-ı Allah’ın biz kulları için seçtiği örnek şahsiyet ve muallimdir. Peygamberlik vazifesini yüklenen tüm peygamberler gibi, O da İlahi davayı yaymaya başladığı zaman insanların inkârlarıyla karşılaşmıştır. Allah’ın âdeti üzere, her peygamber (as) davasını ispat için bazı mucizeler göstermiştir. |
|
En Büyük ve Ebedi Mucize Kur’an’dır
Peygamber Efendimizin (asm) en büyük, ebedî mucizesi Kur’an’dır. Kur’an yüzlerce ayetiyle Hazreti Peygamber’in (asm) davasını ispat eder. Aynı zamanda Kur’an’ın kendisi Peygamberimizin (asm) en büyük mucizesidir. Öyle bir mucizedir ki, kırk yönden mucize olduğunu, ihtisas sahibi olan binlerce Kur’an alimi tarafından ispat edilmiştir. |
|
İsra ve Miraç Mucizesi
Hem Kur’an’ın hem de bütün sahih hadis ve tarih kaynaklarının haber verdikleri; Peygamberimizin (asm) en büyük mucizelerinden birisi de İsra ve Miraç mucizesidir. Biz burada ilk önce Kur’an’daki ilgili ayetlerden ve sahih kaynaklardaki hadislerden ve rivayetlerden İsra ve Miraç mucizesinin nasıl gerçekleştiğini anlatacak, ardından ise bu mucize ile ilgili akla gelebilecek bazı soruların cevaplarını vereceğiz. |
|
Ayın Yarılması Mucizesi
Kur’an’da, “Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı. Onlar ise, ne zaman bir mu’cize görseler yüz çevirir ve ‘Bu daimî bir sihirdir.’ derler.” ayetinin açık işareti ve tüm sahih hadis ve siyer kaynaklarında geçen manevi tevatür derecesindeki ayın yarılması mucizesinin nasıl gerçekleştiği konusunda bilgi verip, ardından bu konuda akla gelebilecek bazı sorulara cevap vermeye çalışacağız. |
|
Gelecekle İlgili Verdiği Haberlerin Doğru Çıkması
Peygamber Efendimiz (a.s.m), Allah’ın bildirmesiyle gelecekle ilgili pek çok konuda haberler vermiştir. Verdiği haberler ise aynen bildirdiği gibi vücuda gelmiştir. Sahih rivayetlerden bir kısmını kaynaklarıyla beraber nakledeceğiz. |
|
Yiyeceklerin ve İçeceklerin Bereketlenmesiyle İlgili Mucizeler
Bu bölümde Peygamber Efendimizin (asm) temasıyla yiyecek ve içeceklerin bereketlenmesi şeklinde gösterdiği mucizeleri aktarmaya çalışacağız. |
|
Sularla İlgili Mucizeler
Sularla ilgili mucizeler de pek çok sahabeler tarafından rivayet edilmiştir. Sahabelerin rivayet ettiği hadisleri, sayısı binleri bulan tâbiîn alimleri devralmışlar ve onlar da kendilerinden sonra gelenlere aktarmışlardır. Bu şekilde asırlarca dilden dile, elden ele dolaşarak ta günümüze kadar ulaşmıştır. Özellikle Asr-ı saadetten sonraki asra ulaşan hadisler Buhari ve Müslim gibi, hadis ilminin dahi imamlarına ulaşınca onlar tarafından sıhhatli olanlar tespit edilip kaydedilerek gelecek nesillere en güzel şekilde aktarılmıştır. |
|
Ağaçlarla İlgili Mucizeler
Peygamberimizin (asm) mucizelerinden bazıları da ağaçlarla ilgilidir. Ağaçların, Efendimizin (asm) emriyle yerlerinden çıkıp yanına gelmeleri ve Efendimizin (asm) emrini dinlemeleri pek çok defalar vuku bulmuştur. Bu mucizeler de yine manevi mütevatir hükmündedirler. |
|
Dağ,Taş ve Cansız Bazı Varlıklarla İlgili Mucizeler
Bu bölümde Efendimizin (asm) dağlar ve taşlar gibi bazı cansız varlıklarla ilgili göstermiş olduğu mucizelerden bir kısmını nakledeceğiz. |
|
Hastaların ve Yaralıların Şifa Bulması Mucizeleri
Peygamber Efendimizin (asm) mucizelerinin en önemlilerinden bir kısmı da hastaların ve yaralıların O’nun (asm) eliyle veya nefesiyle şifa bulmaları şeklinde vuku bulmuştur. Bu mucizeler hadis ve siyer kitaplarında çokça zikredilmiştir. Bizler de burada birkaç örneği sizlere nakletmeye çalışacağız: |
|
Peygamberimizin Duasıyla Gerçekleşen Mucizeler
Peygamber Efendimizin (asm) mucizelerinin bir türü de duasıyla gerçekleşen olağanüstü hallerdir. Biz şu pek çok misallerinden, tevatüre yakın ve meşhur bazı misalleri burada nakledeceğiz. |
|
Hayvanlarda Gösterilen Mucizeler
Nasıl ki taşlar, ağaçlar, ay, güneş Resulullah’ı (asm) tanıyorlar, birer mu’cizesini göstermekle O’nun (asm) peygamberliğini tasdik ediyorlar, öyle de hayvanlar taifesi de Resulullah (asm) ile alakadardır ve mazhar oldukları çeşitli mucizelerle O’nun (asm) davasını tasdik etmişlerdir. Bu konuda sahih kaynaklardan bize ulaşan pek çok mucize vardır. Numune olarak birkaç tanesini burada nakledeceğiz: |
|
Diriltilen Cenazelerle İlgili Mucizeler
Cenazelerin Efendimiz (asm) ile konuşmalarıyla ilgili mucizelerden, sahih kaynaklarda geçenlerden bazılarını nakledeceğiz. |
|
Melekler ve Cinlerle İlgili Mucizeler
Meleklerin, Peygamber Efendimiz’e (asm) hizmet etmesi ve görünmesi ile cinnîlerin ona iman ve itaat etmeleri başta Kur’an olmak üzere pek çok kaynaktan bize ulaşan mütevatir hadiselerdir. Biz burada Resulullah’ın (asm) şerefiyle, mucizesi olarak, ümmetinin melekleri görmesi ve meleklerle konuşmasıyla ilgili mucizelerden birkaçını nakledeceğiz. |
|
Düşmanlarından Korunması
Kur’an-ı Kerim’de “Allah seni insanlardan koruyacaktır.” ayetinin de işaret ettiği gibi, Peygamber Efendimiz (asm), hayatı boyunca, Allah tarafından düşmanlarından muhafaza edilmiştir. |
|
Doğumundan Evvel Müjdelenmesi
Peygamberimizin (asm) gönderilmesinden önce fetret dönemi denen devrede; hem kahinler, hem de bazı alim zatlar Allah Resulü’nün (asm) geleceğini müjdelemişlerdir. Bunlardan bazıları şiirlerinde O’ndan (asm) bahsetmiş, bazıları asırlar sonrasına mektuplarıyla bu müjdeyi ulaştırmışlardır. Bunlardan bazılarının örneklerini nakletmeye çalışacağız. |
|
Peygamberlik Vazifesinden Evvel Meydana Gelen Hadiseler |
Takdim
Varlık âlemini en harika bir şekilde yaratan, tüm varlıkları birer sanat harikası, birer hikmet levhası şeklinde nakşeden Halıkımız, bize varlıklardaki bu güzellikleri görüp anlatacak ve hikmet levhalarını okuyup tanıtacak bir rehber göndermesi hikmetinin gereğidir. Çünkü anlaşılmaz bir kitap, muallimsiz olsa manasız bir kâğıttan ibaret kalır. İşte kâinat da böylesine derin manaları içeren mükemmel bir kitap gibidir.
Madem yaratıcımızın hikmeti bir rehber ve muallim gerektirir, elbette göndereceği rehber veya muallim, akıl ve şuur sahibi olacaktır. Madem akıl sahibi olanlardan seçecektir, o halde hem kabiliyet olarak, hem de ahlak olarak en mükemmel bir yaratılışta yaratılan bir kulu tercih edecektir. İşte bu kul dost ve düşmanların ittifakıyla Hazreti Muhammed (asv)dir.
Hazreti Muhammed (asm), Cenab-ı Allah’ın biz kulları için seçtiği örnek şahsiyet ve muallimdir. Peygamberlik vazifesini yüklenen tüm peygamberler gibi, O da İlahi davayı yaymaya başladığı zaman insanların inkârlarıyla karşılaşmıştır. Allah’ın âdeti üzere, her peygamber (as) davasını ispat için bazı mucizeler göstermiştir. Mucize, karşısındakini aciz bırakan fiillerdir. Yani muhatabın yapmaya aciz olacağı ve gücü yetmediği bir fiil göstermektir. Bu fiil her ne kadar peygamberin fiili gibi gözükse de, aslında o peygamberin eliyle Allah’ın göstermiş olduğu bir fiildir, yani fiilin gerçek sahibi Allah’dır. Demek peygamber mucizeleri, peygamberler tarafından muhataplarının yapmaktan aciz olacakları fiillerle müminlerin imanlarını güçlendirmek ve inanmayanların da iman etmelerine vesile olmak için Allah tarafından yaratılmış fiillerdir. Örneğin, “bir elin parmaklarında çeşme gibi suyun akması” bir insanın yapmaktan aciz olduğu bir fiildir. Peygamberimiz (asm) ise, Allah’ın izniyle susuz kalmış ordusunu beş parmağından, beş musluklu bir çeşme gibi akan su ile susuzluklarını gidermesi[1] bir mucizedir.
Hazreti Muhammed (asm)’in en büyük ve ebedi mucizesi Kur’an’dır. Kur’an’ın söz söyleme sanatı, bilimsel alandaki haberleri, ilmi çevrelerin buluşlarına ilham olacak beyanları ve gelecekten verdiği haberler gibi, binlerce mucizesi ispatlanmıştır. Zaman geçtikçe Kur’an gençleşmekte ve yeni yeni mucizevî yönleri tespit edilmektedir. Kur’an’ın mucizeliğiniwww.kuran-ikerim.org sitemize havale ediyoruz.
Peygamberimizin (asm) Kur’an’dan sonra en büyük mucizesi ise kendi zatıdır. Yani Onda (asm) toplanmış en üstün ahlak ve kabiliyetler, mucize derecesinde hususiyetler taşımaktadır. Öyle ki, önceden bir Yahudi âlimi olan Abdullah bin Selam gibi pek çok sahabe, sadece simasını görmekle “Bu simada yalan yok, bu yüzde hile olamaz!..”diyerek iman etmişlerdir.[2] Efendimizin (asm) bu mucizevî yönlerini de sitemizdeki“Peygamberimizin Örnek Ahlakı” isimli bölümümüze havale ediyoruz.
Kur’an ve şahsından sonra ise bir kısmı Kur’an’da geçen, büyük çoğunluğu ise tarih ve siyer kitaplarında nakledilmiş mucizeler göstermiştir. Gelecekle ilgili verdiği haberlerin doğru çıkması, temasıyla yiyeceklerin ve içeceklerin bereketlenmesi, hastaların şifa bulması, bir elinin işaretiyle ayın ikiye yarılması, miraç mucizesi, hayvanlar ve ağaçlarda gösterdiği mucizeler gibi binin üzerinde mucizesi vardır.[3]
Her peygamber mucize göstermiştir.[4] Fakat her peygamber her konuda mucize göstermemiştir. Örneğin Hazreti İsa (as) tıp ilminde mucize göstermesi[5] veya Hazreti Süleyman (as) cinlere ve hayvanlara hükmetmesi gibi[6] tüm peygamberler belli alanlarda mucizeler göstermişlerdir. Ancak Hazret-i Muhammed (asm) her türden mucizelerle desteklenmiştir. Bunun nedenini, peygamberliğinin bütün kâinat için umumi olmasına bağlayabiliriz. Nasıl ki, bir padişahın mühim bir elçisi bir vilayete oradaki halkın tamamını alakadar eden bir mesele için gitse, o vilayetteki halkın her nevinden insanlar o elçiyi karşılamaya gelirler ve hediyeler takdim ederler. Aynen öyle de, Âlemlerin Rabbi, bütün cinlere ve insanlara, dini ve daveti umumi olan son elçisi Hazret-i Muhammedi (asm) gönderdiği zaman; melekler âleminden canlı ve cansız varlıklara kadar her türden mucizeler göstermesine vesile olmuş, bütün kâinat, gösterilen mucizelerle adeta Onu hoşamedi etmiş (alkışlarla karşılamış) ve manevi hediyelerini takdim etmişlerdir.
Bu çalışmamızda, Peygamber Efendimizin (asm) göstermiş olduğu mucizelerden sahih olanlarını, ana başlıklar halinde sınıflandırıp sizlerin istifadesine sunacağız. Çalışmamızda, Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Mucizat-ı Ahmediye (Mektubat, On Dokuzuncu Mektup)isimli eserinde takip ettiği metodu kullanacağız ve yer yer oradan alıntılarda bulunacağız. Mucizelerin sıralanması ve tasnifinde de yine bu eseri esas alacağız. Daha kapsamlı bilgi almak isteyenleri bu müstesna esere müracaat etmelerini tavsiye ediyoruz.
Son olarak bu bölümde nakledeceğimiz mucizelerde raivayetlerde sık göreceğiniz tevatür, mütevatir, manevi mütevatir, ahadi gibi hadis ilminde kullanılan bazı terimler hakkında size kısa bir bilgi vermek istiyoruz ki, konu daha iyi anlaşılabilsin.
Tevatür, yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından bir hadis-i şerifin aktarılması anlamına gelir.
Mütevatir (hakiki mütevatir veya sarih tevatür de denilir), yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi olduğu gibi aktarması demektir.
Manevi tevatür ise, yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadis-i şerifi mânâ yönünden aktarması anlamına gelir. Yani bir hadise olduğu kesindir, ancak teferruatında bazı farklılıklar bulunabilir.
Ahadi (haber-i vahid de denilir) ise, bir kişi kanalıyla gelen haber veya hadisler için kullanılır.
Bu temel bilgileri verdikten sonra şimdi mucizeleri nakletmeye başlıyoruz.
_______________________________
[1]Müslim, Zühd, 74, no. 3013; İbni Hibban, Sahih, 8:159.
[2]Tirmizî, Kıyâme: 42; İbni Mâce, İkame: 174, Et’ıme: 1; Dârîmî, Salât: 156; İsti’zân: 4;Müsned, 5:451.
[3]el-Askalânî, Fethü’l-Bârî, 6:454; Nevevî,Şerhu Sahih-i Müslim, 1:2.
[4]Enbiya, 21/5; Yunus, 10/74
[5]Maide, 5/110; Al-i İmran, 3/49
[6]Enbiya, 21/82; Neml, 27/16
En Büyük ve Ebedi Mucize Kur’an’dır
Peygamber Efendimizin (asm) en büyük, ebedî mucizesi Kur’an’dır. Kur’an yüzlerce ayetiyle Hazreti Peygamber’in (asm) davasını ispat eder. Aynı zamanda Kur’an’ın kendisi Peygamberimizin (asm) en büyük mucizesidir. Öyle bir mucizedir ki, kırk yönden mucize olduğunu, ihtisas sahibi olan binlerce Kur’an alimi tarafından ispat edilmiştir.
Kur’an’ın mucize oluşunun ispatını Kur’an-ı Kerim sitemiz, Kuran-iKerim.org ‘ a havale ederek, Kur'an'ın üstünlüğünü ve özelliklerini anlatan Mustafa Asım Köksal Hocamızın bir çalışmasını buraya aynen almak istiyoruz:
Peygamberimiz Aleyhisselamın Ümmetine Bıraktığı Birinci Büyük Emanet: Kitab
Peygamberimiz Aleyhisselam, Veda Haccında irad buyurduğu hutbesinde:
"Ben size öyle bir şey bıraktım ki, ona sımsıkı sarılırsanız, hiçbir zaman dalâlete düşmez, sapmazsınız: O, Allah'ın Kitabı ve Resûlullah’ın sünnetidir"
buyurmuştur.[1]
Kur'ân-ı Kerîm'e göre de; Kitab ve sünnet, Müslümanlar için başvurulması gereken iki hidayet kaynağıdır.[2]
Peygamberimiz Aleyhisselam, bir hadis-i şeriflerinde:
"Peygamberlerden hiçbir peygamber yoktur ki, ona insanların iman etmek zorunda kaldığı mucizelerin bir benzeri verilmemiş olsun. Bana verilen mucize ise Allah'ın bana vahyettiğidir, Kur'ân'dır. Bunun için, kıyamet günü peygamberlerin en çok ümmetlisi ben olacağımı umarım!"
buyurmuştur.[3]
Her peygamberin zamanına göre peygamberlik davasını isbatlayan bazı harikuladeleri, mucizeleri vardır: asanın yılana çevrilmesi gibi. Musa Aleyhisselamın zamanında sihir yaygındı. Bunun için, Musa Aleyhisselam Allah'ın izniyle sihirden daha üstün ve baskın olarak bir mucize getirip, sihirbaz muhataplarını iman etmek zorunda bıraktı. İsa Aleyhisselam zamanında tıp yaygındı. Bunun için, İsa Aleyhisselam tıptan daha üstün ve baskın olan bir mucize getirdi: Allah'ın izniyle ölüyü diriltti.
Resûlullah Aleyhisselamın zamanında ise, fesahat ve belagat yaygındı. Bunun için, Resûlullah Aleyhisselam bir fesahat ve belagat mucizesi olan Kur'ân-ı Kerîm'i Allah'tan telakkî edip getirdi.[4]
Peygamberimiz Aleyhisselamdan önceki peygamberlerin mucizeleri kendilerinin vefatlarıyla sona ermiş, onları o zaman hazır bulunanlardan başkaları da görmemişlerdir. Peygamberimiz Aleyhisselamın mucizesi olan Kur'ân-ı Kerîm ise kıyamet gününe kadar devam edecektir.[5]
Diğer peygamberlere verilen mucizelerin benzerleri ya suretçe ya da hakikatça, kendilerinden öncekilere de verilmiş bulunuyordu. Kur'ân-ı Kerîm mucizesinin benzeri ise daha önce hiçbir peygambere verilmemişti.[6]
Ebu Ubeyd'in bildirdiğine göre; bir çöl Arabi, bir zât:
"Artık sen emrolunduğun şeyi açığa vur!" (Hicr, 15/94)
âyetini okurken işitip hemen secdeye kapanır ve: "Ben onun fesahatinden dolayı secde ettim." der.
Başka birisi de:
“Vaktâ ki ondan umutlarını kestiler, fısıldaşarak bir yere çekildiler..."(Yusuf, 12/80)
âyetini bir adamdan işitince: "Ben şehadet ederim ki; bu sözün benzerini bir yaratık söylemeye güç yetiremez." demiştir.
Bir cariyeden dinlediği kelâmın fesahatine şaşarak: "Allah için, sen ne kadar da fesâhatlisin!" demekten kendisini alamayan Asmâî'ye, cariye:
"Musa'nın anasına: 'Onu emzir! Onun hakkında sana bir tehlike gelince, kendisini denize bırak! Korkma, tasalanma! Çünkü Biz onu sana geri döndüreceğiz. Hem onu peygamberlerden biri de yapacağız' diye vahiy ve ilham ettik.' "(Kasas, 28/7)
kavlinden sonra, şu benimki bir fesahat mi sayılır?" demiştir.
Gerçekten de, bu bir tek âyette iki emir, iki nehiy, iki haber ve iki müjde birleştirilmiştir.[7]
Peygamberimiz Aleyhisselamın mucizesi sadece Kur'ân-ı Kerîm'den ibaret olmadığı ve daha birçok mucizeleri bulunduğu halde, Peygamberimiz Aleyhisselamın mucizelerinden yalnız Kur'ân'ı anmakla yetinmeleri onun mucizelerinin en büyük ve en yararlısı oluşundan, dine daveti, delil ve hücceti içinde taşımakta bulunuşundan, kıyamet gününe kadar hâzır ve gâib herkesin ondan yararlanışındandır. [8]
Kur’ân-ı Kerîm'e, Kur'ân isminin verilişi, ilâhî kitaplar arasında, kitapların, belki bütün ilimlerin semerelerini kendisinde toplamış olduğu içindir.
Nitekim, Yüce Allah, buna: "Her şeyin tafsilidir." (Yusuf, 12/111), "Her şeyin apaçık bir beyanıdır." (Nahl, 16/89) âyetleriyle işaret buyurmuştur.[9]
Kur’ân-ı Kerîm, hakikat ehline göre, bütün hakikatleri toplayan ledün ilminin de icmali, özetidir.[10]
Hz. Ali (ra) der ki:"Resûlullah Aleyhisselamdan işittim: 'Haberiniz olsun ki, birtakım fitneler zuhur edecektir!' buyurdu. 'Yâ Rasûlallah! O fitnelerden çıkış, kurtuluş nedir?' diye sordum.
'Kitabullahtır! Çünkü sizden öncekilerin haberleri de, sizden sonrakilerin haberleri de, aranızdakilerin hükmü de ondadır. O hak ile bâtılı ayıran kesin bir hükümdür, şaka ve boş şey değildir. Onu zorbalıkla bırakan kimsenin Allah boynunu kırar. Hidayeti, doğru yolu ondan başkasında arayanı dalâlete düşürür. O, Allah'ın en sağlam urganıdır! O, hikmetle dolu Kur'ân'dır! O, en doğru yoldur! O boş arzuların haktan saptıramayacağı, dillerin karıştırıp belirsiz edemeyeceği, ilim adamlarının duyamayacağı, çok tekrarlanmasından bıkılmayan, akıllan hayrette bırakan meziyetleri bitip tükenmeyen bir kitabdır. O öyle bir kitabdır ki, cinlerden bir zümre, onu dinledikleri zaman: "Biz, gerçek, hayranlık veren bir Kur'ân dinledik ki, o hakka ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı, biz de ona inandık...” demişlerdir. Ona dayanarak konuşan, doğrulanır. Onunla amel eden, ecre erer. Onunla hükmeden adalet eder. Ona davet eden doğruya ve doğru yola davet etmiş olur.' buyurdu."[11]
Peygamberimiz Aleyhisselam, başka bir hadisi şeriflerinde de:
"Önceki kitablar, tek bâb ve tek harf (lügat) üzerine inmişti. Kur'ân ise:
1. Emir
2. Nehiy
3. Helâl
4. Haram
5. Muhkem
6. Müteşâbih
7. Misallerden münekkeb olmak üzere, yedi bâb ve yedi harf (lügat) üzerine inmiştir.
Onun helâlini helâl kılınız!
Onun haramını haram kılınız!
Onda emrolunduğunuz şeyleri işleyiniz!
Onda nehyolunduğunuz şeylerden sakınınız!
Onun getirdiği temsillerden ibret alınız!
Onun muhkemIeriyle amel ediniz!
Onun müteşâbihlerine de iman ediniz ve 'Rabbimizin katından bütün gelenlere iman ettik' deyiniz!" buyurmuştur.[12]
Abdullah b. Mes'ud:
"İlim isteyen, Kur'ân'ı eşelesin. Çünkü, öncekilerin de, sonrakilerin de ilmi onun içindedir!”[13] Ben ne zaman size bir hadis haber versem, onun Kitabullah'ta doğrulayıcı delilini de haber verebilirim!"demiştir.
Abdullah b. Abbas da:
"Eğer benim yanımda bir devenin diz bağları yitecek olsa, muhakkak onu da Yüce Allah'ın Kitabında bulurum!" demiştir.
Saîd b. Cübeyr de:
"Bana Resûlullah Aleyhisselamdan hiçbir hadis erişmemiştir ki, onun doğrulayıcı delilini Kitabullah'ta bulmuş olmayayım!" diyor.
İmam-ı Şafiî de bir kere Mekke'de:
"İstediğinizi bana sorunuz! Kitabullah'tan onun cevabını size haber vereyim!" demişti.
Kendisine:
"An sineğini öldüren ihramlı hakkında ne diyeceksin?" diye sorulunca, İmamı Şafiî:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Peygambersize ne verdi ise onu alınız! Size neyi yasakladı ise ondan da sakınınız!" (Haşr, 59/7)
âyetini okumuş; "Huzeyfe b. Yeman'ın Peygamber Aleyhisselamdan bize rivayet ettiği hadiste:
“Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer b. Hattab'a uyunuz!' buyurulmuş olup, Ömer b. Hattab'ın da ihramlının arı sineğini öldürmesini emrettiği haberi bize Târik b. Şihab'dan rivayet edilmiştir"
diye cevap vermişti.
Ebu Bekir b. Mücâhid bir gün:
"Âlemde hiçbir şey yoktur ki, Kitabullah'ta bulunmasın!"
deyince, kendisine: "Öyleyse, Kur'ân'ın içinde nerede hanlardan bahsedilmiştir?" diye soruldu.
O da:
"'Meskûn olmayan ve içerisinde size ait meta bulunan beyitlere girmenizde size bir vebal yoktur." (Nûr, 24/29)
âyetindeki evlerden maksat, hanlardır." demiştir.
İbn Burhan da:
"Peygamber Aleyhisselam ne buyurdu ise, elbette o Kur'ân'da ya aynen vardır, ya da onun yakın veya uzak aslı vardır. Bu gerçeği ancak anlayışlı olanlar anlar, gözleri kapalı olanlar göremezler. Bunun gibi, onun her hükmündeki isabeti ve inceliği de, istekliler ancak görüşleri, çabaları ve anlayışları nisbetinde kavrayabilirler."demiştir.
Daha başkaları da:
"Allah'ın anlayış verdiği bir kimse için, Kur'ân'dan bulup çıkarmayı mümkün kılmadığı birşey yoktur." demişlerdir.
İbn Fadl'a göre:
"Kelâmullah'ın taşıdığı ilimlerin hakikatini ancak onun sahibi olan Yüce Allah ihata eder. Sonra da, Resûlullah Aleyhisselam kavrar. Cenab-ı Hakk'ın kendisine tahsis ettiği ilimlerden başkasına ise, Resûlullah Aleyhisselamın dört halifesi ve büyük sahabisi Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ile İbn Mes'ud ve İbn Abbas gibi sahabileri varis olmuşlardır."[14]
Birgün, İbn Abbas'ın yanında ashabdan Huzeyfe b. Yeman bulunduğu sırada, adamın biri gelip İbn Abbas'a:
"Yüce Allah'ın Şûra süresindeki 'Hâ mîm ayn sîn kâf' sözünün tefsirini bana haber ver?" der.
İbn Abbas, adamın bu soruşundan hoşlanmaz, susar; ve sonra da, ondan, yüzünü başka tarafa çevirir.
Adam sorusunu tekrarlar.
İbn Abbas, yine cevap vermez ve yüzünü ondan başka tarafa çevirir.
Adam üçüncü kez sorar.
İbn Abbas yine ona cevap vermez.
Bunun üzerine, Huzeyfe b. Yeman:
"Buna sana ben haber vereyim. Anladım ki, o bunu söylemek istemiyor!" diyerek, bunun:
Ehl-i Beytten Abdulilâh veya Abdullah diye anılan bir zât hakkında nazil olduğunu; kendisinin Şark nehirlerinden bir nehir üzerinde kurulu, nehrin ikiye ayırdığı şehir (Bağdat) üzerinde yerleşeceğini; Yüce Allah'ın onların hakimiyet ve saltanatlarının sona ermesine, devlet ve müddetlerinin kesilmesine izin verdiği zaman, üzerlerine geceleyin bir ateş salınacağına, sabahleyin sanki oradaki yerlerinde hiç bulunmamış gibi olacaklarına, yerlerini toplanan cebbar ve zalimlerin işgal edeceklerine işaret olduğunu söyler.[15]
Bundan on iki asır önce, Hicrî 224 yılında doğan ve 310 yılında ölen İmam Taberî'nin tefsirine kaydettiği bu haber, hem Kur'ân-ı Kerîm'in ne kadar mucizevî, ilmî derinlikler taşıdığını, hem de ashabı kiramdan bazılarının bu derinliklerden ne kadar yararlandıklarını ve hatta müteşâbih âyetlerin tefsirlerine bile vâkıf olduklarını göstermeye yeter. Filvaki, zamanımızda kral naibi Abdulilâh tarafından Bağdat'ta temsil edilen bu hanedanın, bir gece General Kâsım'ın yaptığı darbe ile yaylım ateşine tutularak, kadın erkek, çoluk çocuk hepsinin hayat ve saltanatlarına son verildiği görülmüştür.
İbnü'n Nedîm (vefatı: 378 H.) kendisinden önceki ilim adamlarından kimlerin Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir ettiklerini; Kur'ân-ı Kerîm'in mânâları, müşkilleri, mecazlan, lügatları, lügatlarının garibleri, kıraat tarzları, noktaları, şekilleri, lamları, vakıf ve ihtidaları, maktu ve mevsulleri, elfâz ve mânâları, müteşâbihleri, mushaflandaki heceler, Kur'ân'ın cüzleri, Kur'ân'ın faziletleri, Kur'ân harflerinin Medinelilere, Mekkelilere, Kûfelilere, Basralılara, Şamlılara göre sayıları, Kur'ân'ın nâsih ve mensuhlan, âyet ve sûrelerin nüzul tarihleri, Kur'ân'ın hükümleri ve çeşitli mânâları,.. hakkında kimlerin hangi eserleri yazdıklarını uzun uzadıya açıklar.[16]
Kur’ân-ı Kerîm müfessirlerinden Fahru'r-Râzî der ki:
"Bir zamanlar, 'Yalnız şu Fatiha sûresinin ihtiva ettiği faide ve nefiselerden on bin kadar mesele çıkarılması mümkündür!' sözü dilimden çıkınca, bazı kıskançlarla birtakım bilgisizler ve inatçılar, beni de kendileri gibi isbatlayamayacağı iddialarda bulunur, söylediği sözü isbat kaydında bulunmaz adamlardan sandılar. Şu kitabı [Mefâtihu'l-gayb] yazmaya başlayınca, Fâtiha'dan o kadar mesele çıkarılabileceğinin mümkün bulunduğunu göstermek ve uyarılabilecekleri uyarmak için şu önsözü düzenledim. "[17]
Kur'ân-ı Kerîm'in Bütün Semavî Kitaplara Denk ve Daha Fazlasını Havi Bulunuşu
Peygamberimiz Aleyhisselam, bir hadisi şeriflerinde:
"Bana Tevrat yerine es-Seb'[18] verildi.
Zebur yerine Meûn[19] verildi.
İncil yerine Mesânî[20] verildi.
Mufassallar da[21] fazla olarak verildi" buyurmuştur.[22]
Peygamberimiz Aleyhisselam, Übeyy b. Ka'b'a:
"Sana ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da, ne de Kur'ân'ın diğer sûreleri arasında bir benzeri indirilmemiş olan bir sûre öğretmemi ister misin?"
diye sordu. Übeyy b. Ka'b: "Olur yâ Rasûlallah!" deyince,
"Varlığım Kudret Elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki; onun bir benzeri ne Tevrat'ta, ne İncil'de, ne Zebur'da, ne de Furkan (Kur'ân-ı Kerîmin diğer sûreleri arasında indirilmemiştir! O, seb'ul mesânîdir. O, bana indirilmiş bulunan büyük Kur'ân'dır (Fatiha sûresidir)"[23]buyurdu.
Hindli bilginlerden Süleyman Nedvî der ki:
"Tevrat bir şeriat kitabıdır. Ahlâk ve mev'izaları muhtevî değildir. İncil ahlâk ve mev'izalarla doludur, fakat içinde şeriattan eser yoktur. Zebur kalbi münacatlardan, ilahilerden, dualardan mürekkeptir, fakat diğer sıfatları haiz değildir.
Hz. Mesih'in İncil'i, güzel hutbeleri muhtevi olmakla beraber, insanları derin derin düşündürecek, insanların fikir ve nazarlarını açacak ufuklardan mahrumdur.
Benî İsraillerin kitabları birçok ihbarlarla doludur, fakat onlarda hikmetin incelikleri, imanın sırları görülmez.
Dünyada ancak ilâhî bir kitab vardır ki; şeriat, ahlâk ve mev'izalarla, duave münacat ile doludur ve bütün eski kitabların faziletlerini fazlasıyla toplamıştır.
Hitabelerin en kuvvetlisi, fikir ve nazarı açacak ufukların en genişi, inceliklerin ve hikmetin, iman ve amelin sırlarının hepsi bu kitabın içindedir.
Sonra, öteki semavî kitabların hepsi tahrif ve tağyire, çeşitli tercümelerle tebdile uğradığı halde; her türlü tahriften mahfuz ve masun kalan ve vahyolunduğu asıl lisan ile elde bulunan yegâne ilâhî kitab Kur'ân'dır.
Bu kitabın hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası değişmemiştir. Bu kitab, bu suretle, bekâsını kâtiplerin kalemlerine de medyun değildir. Çünkü, bu kitab her devirde yüzbinlerce mü'minin kalbinde, hafızasında menkuştur.
Kur'ân, dünyanın her tarafında aynı harfler, aynı harekelerle; bizzat Peygamber Aleyhisselam tarafından okunduğu gibi, bizzat Hz. Cibril (as) tarafından vahyolunduğu gibi okunmaktadır.
Diğer semavî kitablar hiçbir veçhile Kur'ân-ı Kerîmle kabili kıyas değildirler.Çünkü, diğer kitaplar mânâ itibarıyla vahyi ilâhî olduğu halde, Kur'ân hem lafzı, hem mânâsı cihetiyle vahyi Rabbânîdir.Halbuki, Tevrat'ın ve İncil'in vahyolundukları diller, ölü diller sırasına geçmiş bulunuyor.
Çünkü, Tevrat'ın aslî dili olan İbrânice, Buhtunnassar'ın ateşleriyle yok olmuş ve Arâmî ile Süryânî dillerine tahavvül etmişti. Birkaç asır sonra, Hz. Üzeyr, İbrânice'yi ihyaya teşebbüs etmişti.
İncil'e gelince; bugüne kadar onun hangi dille vahyolunduğu ve ilk önce hangi dille yazıldığı malûm değildir. Hâlihazırda elde bulunan en eski İncil nüshası Yunanca ile yazılmıştır. Hz. İsa (as)'ın zamanında Filistin'de konuşulan dilin Yunanca olduğu muhakkak değildir.
Kur’ân-ı Kerîm'e gelince; bu kitab lafzen ve ma'nen nazil olduğu dil ile mahfuz olan yegâne kitabdır."[24]
Kur'ân-ı Kerîm, en iptidaî insanlardan en yüksek ilim ve fikir adamlarına, ticaretle uğraşanlardan hayatlarını zühd ve takva ile geçirenlere, fakirlerden zenginlere, kadar herkesi ilgilendiren, derece derece yükselten düstur ve esasları ihtiva eder.
Kur’ân-ı Kerîm, her şeyden evvel Allah'ın varlığını, birliğini, sıfatlarını, kudret ve azametini, rahmet ve mağfiretinin genişliğini, mahlukatına sevgisini, Allah'a tevekkül ve itimadın, ibadet ve ubudiyetin, Allah'ın nimetine karşı şükrün gerekliliğini bildirir.
Namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetlerden, din ve diyanetten bahseder. Allah'a iman ve ibadet esaslarını tesbit ve talim eder. İmandan, iman edenlerden bahsederken, yararlı işlerde bulunmak kaydını ekler; imanın amel ile yararlı ve mükemmel olabileceğini öğretir.
Kur'ân-ı Kerîm, aile hayatından, karı ile kocanın karşılıklı hak ve vazifelerinden milletlerarasındaki münasebetlere kadar, selamlaşmaktan evlere müsaade alarak girme âdabına varıncaya kadar, içtima ve medenî hayatın her safhasını içine alan gerçek nizamın hayatî bütün kaidelerini gösterir, en güzel ahlâk düsturlarını öğretir.
Kur’ân-ı Kerîm beşer nev'inin bir erkekle bir kadından yaratılan bir aile olduğunu; sonra onların birbirleriyle bilişmeleri, tanışmaları için kabilelere, ailelere ayrıldıklarını; onlardan Allah katında en şerefli olanların Allah'tan en çok sakınan, yani Allah'ın tayin ettiği hak ve vazifelere en çok riayet edenler olduğunu; hangi millete, hangi kabileye, hangi sınıf ve mesleğe mensup olursa olsun, kadın erkek, zengin fakir hiç kimsenin bundan başka bir imtiyaza sahip bulunmadığını bildirir.
Kur’ân-ı Kerîm taahhütlere riayeti, muamelatta dürüstlüğü, muhtaçlara yardımı, dargınların aralarını bulup düzeltmeyi, daima istikamet ve adalet üzere hareket etmeyi, işleri ehliyetli olanlara vermeyi, çalışmayı emir ve her habere inanmayıp onu araştırmayı tavsiye eder.
Kur’ân-ı Kerîm her hususta hayatî icablara göre hareket edilmesini, iyilik yaparken bile bunun göz önünde tutulmasını, her şeyin yerinde ve zamanında yapılmasını öğretir.
Af ile muamele olunmasını tavsiye ederken, bunun toplulukların huzurunu altüst etmesine meydan verdirmez. Tecavüzün, icabında ceza ile önlenmesini ister.
Kur’ân-ı Kerîm, birbirimize yardımda bulunurken, o yardımın bizi yoksulluğa düşürecek dereceye vardırılmamasını tavsiye; herkesin şahsî hürriyet ve haklarını kullanırken başkalarının haklarına tecavüz etmemesini tenbih eder.
Kur'ân-ı Kerîm, haset, fesat, zulüm, kin, hıyanet, iftira, yalan, hile, suizan, adam çekiştirme, koğuculuk, kibir, riya, hırsızlık, adam öldürmek, israf, pintilik gibi bütün kötülükleri; içki, kumar gibi kötü itiyadları nehyeder.
Kur’ân-ı Kerîm gözü gönlü açık tutmayı, körü körüne hareket etmemeyi, düşünmeyi, yerleri ve gökleri ve aralarındakileri incelemeyi, ilim ve irfan sahibi olmayı, geçmiş milletlerin ve memleketlerin hallerini incelemeyi ve bunlardan ibret almayı tavsiye eder.
Kur’ân-ı Kerîm büyük küçük, hayır şer, işlediğimiz bütün işlerin ortaya döküleceği, herkesin hesaba çekileceği çetin bir Hesap Gününün gelip çatacağını haber verir.
Hülâsa; Kur'ân-ı Kerîm beşikten mezara kadar insanları ilgilendiren her konuya temas ettiği gibi, istikbalde keşfedilecek veya keşfine çalışılacak bir takım ilmî, fennî gerçekler hakkında da açık veya kapalı beyanlarda bulunur.
Meselâ; güneş, ay ve semavî ecramdan her birinin birer felekte (yörüngede) yüzdüğü, her canlının sudan yaratıldığı (Enbiyâ, 21/30-33) güneşin karargâhı, durak yeri için seyr-ü cereyan ettiği (Yâsîn, 36/38), semalara muvazene kanununun koyulduğu (Rahman, 55/7), semanın ilk halinin gaz olduğu (Fussilet, 41/11), bütün insan zürriyetinin Hz. Âdem (as)'den zerreler (genler) halinde bulunduğu (A'raf, 7/173), semerelerin ilkah edici, aşılayıcı rüzgârlar vasıtasıyla husule geldiği (Hicr, 15/22), bazı hayvanlarda, hususan arılarda görülen harikulade ince işlerin onlara Allah tarafından ilham edilmek suretiyle yaptırıldığı (Nahl, 16/68-69), yerde yürüyen, havada uçan hayvanların da insanlar gibi birer topluluk oldukları (En'am, 6/38), yerde olduğu gibi göklerde de canlı varlıklar bulunduğu ve bunların bir gün biraraya gelecekleri (Şûra, 42/29), ruhu anlamaya insan ilminin yetmeyeceği (İsrâ, 17/85), uzayın gittikçe genişletildiği (Zâriyât, 51/47), cansız, dilsiz sanılan şeylerin de Allah'ı tesbih ve tahmid etmekte oldukları, fakat bunu insanların anlayamayacakları (İsrâ, 17/44),.. daha birtakım konulara on dört asır önce işaret edilerek, ilim fen âlemine yeni inceleme ve araştırma ufukları açar.
Kur’ân-ı Kerîm yalnız Müslümanlar tarafından değil, Müslüman olmayan insaflı birçok ilim adamları tarafından da incelenerek, lâyık olduğu takdir ve saygıyı görmüştür. Okuyucularımıza onlardan bazı örnekler sunuyoruz:
Kur'ân Herkesi İrşad Edebilir
İngilizlerin Arapça bilginlerinden Stanley Lane Poole "Kur'ân'dan Seçmeler" adlı kitabının önsözünde şöyle der:
"Peygamber'in Medine'de telakkî ettiği âyetler bilhassa dikkate şayandır. Çünkü bunlar İslâm cemiyetini idare eden her Müslümanı doğru yola sevk eyleyen âyetlerdir. Mekke'de vahyolunan âyetler ise, büyük ve müessir bir diyanet için gereken her şeyi içine alır."
Kur'ân Bütün Ahlâk ve Felsefe Esaslarını Câmîdir
Fransa'nın en şöhretli müsteşriklerinden Sedillot, "Arabistan'ın Muhtasar Tarihi" unvanlı eserinin 59, 63, 64. sahifelerinde şöyle der
"Kur'ân her saygıya değer eserdir. Kur'ân insanlara hukukullahı tanıtmış, mahlukatin Haliktan ne bekleyeceğini, mahlûkatın Hâlıkıyla münasebetlerini en sarih şekilde öğretmiştir.
Kur'ân, Ahlâk Ve Felsefenin Bütün Esaslarını Câmîdir.
Fazilet ve rezilet, hayır ve şer, eşyanın hakikî mahiyeti, hülasa her mevzu Kur'ân'da ifade olunmuştur.
Hikmet ve felsefenin esası olan kaideler, adalet ve müsavatı ve başkalarına iyilik etmeyi, faziletkâr olmayı öğreten esaslar... bunların hepsi Kur'ân'da vardır.
Kur'ân, insanı iktisat ve adalete sevkeder, dalâletten korur.
Ahlâkî zaafların karanlığından çıkarır, ahlâkî yüksekliklerin ışığına ulaştırır.
İnsanın kusurlarını, hatalarını yüksekliğe ve olgunluğa çevirir.
Müslümanlığa barbar bir din diyenler, şuurdan mahrum insanlardır. Çünkü onlar Kur'ân'ın sarih ve berrak âyetlerine karşı gözlerini yumuyorlar ve Kur'ân'ın nasıl asırdîde reziletleri silip süpürdüğünü incelemiyorlar!"
Kur'ân Cihan Medeniyetinin Dayandığı Temelleri Muhtevidir
Fransa'nın en tanınmış müsteşriklerinden Gaston Carre da şöyle der:
"Kur'ân cihan medeniyetinin dayandığı temelleri muhtevidir. O kadar ki, bu medeniyetin İslâmiyet tarafından neşrolunan esasların uyuşumundan vücut bulduğunu söyleyebiliriz."
Kur'ân Hikmetle Dolu Bir Ahlâk Mecellesidir
Fransız filozoflarından Alexis Louvasonne der ki:
"İnsanlığın hidayeti için Hz. Muhammed'e vahyolunan Kur'ân, hikmetle dolu parlak bir eserdir.
Hz. Muhammed'in hakikî bir peygamber ve âlemin mukadderatına hâkim Yüce Varlığın gönderdiği gerçek bir peygamber olduğunda şek ve şüphe yoktur.
Hz. Muhammed cihana öyle bir kitab bırakmıştır ki, bir nâdire-i belagat, bir mecelle-i ahlâk ve bir kitab-ı mukaddestir.
Yeni fennî keşifler yahut ilim ve irfanın yardımıyla hallolunan veya halline uğraşılan meseleler arasında bir mesele yoktur ki, İslâmiyetin esaslarıyla çelişsin!
Bizim Hristiyanların Hristiyanlığını tabiî kanunlarla bağdaştırmak için harcadığımız çalışmalara mukabil, Kur'ân ve talimatlarıyla tabiî kanunlar arasında tam bir ahenk görülmektedir."
Kur'ân Semavî Kitapların En Güzeli, Her Takdirin Üstünde Bir Fesahat ve Belagat Mucizesidir
Tanınmış müsteşriklerden, Arap edebiyatı uzmanı ve Kur'ân mütercimi Dr. Morrice de şöyle der:
"Kur'ân nedir?
Her tenkidin üstünde bir fesahat ve belagat mucizesidir.
Kur'ân'ın üçyüzelli milyon Müslümanın göğsünü haklı bir gururla kabartan meziyeti, onun her mânâyı güzel ifade etmek itibarıyla semavî kitabların en mükemmeli olmasıdır.
Hayır! Daha ileri gidebiliriz! Kur'ân, tabiatın ezelî inayet ile insana bahşettiği kitabların en güzelidir.
Beşerin refahı nokta-i nazarından, Kur'ân'ın beyanları, Yunan felsefesinin ifadelerinden çok yüksektir.
Kur'ân, arz ve semânın Halikına hamd ve şükürle doludur.
Kur'ân'ın her kelimesi, her şeyi yaratan ve her şeyi taşıdığı kabiliyete göre sevk ve irşad eden Yüce Varlığın azametinde mündemiçtir.
Edebiyat ile ilgililer için, Kur'ân bir kitab-ı edebdir.
Lisan mütehassısları için, Kur'ân bir hazine-i elfazdır.
Şairler için, Kur'ân bir menba-ı ahenktir.
Bundan başka, bu kitab, hukukî hükümler namına bir muhit-i maâriftir.
Davud'un zamanından John Talmos'un devrine kadar gönderilen kitabların hiçbiri, Kur'ân'ın âyetleriyle muvaffakiyetli bir şekilde rekabet edememiştir.
Bundan dolayıdır ki, Müslümanların yüksek sınıfları hayatın hakikatlarını kavramak nokta-i nazarından ne kadar aydınlanırlarsa o derece Kur'an'la ilgileniyor ve ona o derece tazim ve saygı gösteriyorlar.
Müslümanların Kur’ân'a saygıları daima artmaktadır.
İslâm muharrirleri Kur'ân âyetlerini iktibas ile yazılarını süslerler ve o âyetlerden mülhem olurlar.
Müslümanlar, tahsil ve terbiye itibarıyla yükseldikçe, fikirlerini o nisbette Kur'ân'a istinad ettiriyorlar."
Kur'ân Akâid ve Ahlâkı, İnsanlara Hidayet ve Hayatta Muvaffakiyet Sağlayan Esasların Mükemmel Bir Meceffesidir
İngilizce-Arapça, Arapça-İngilizce lügatların müellifi Dr. Steingas şöyle der:
"Kur'ân akâid ve ahlâkı, insanlara hidayet ve hayatta muvaffakiyet sağlayan esasların mükemmel bir mecellesidir.
Zaman ve mekân itibarıyla birbirlerinden uzak, fikrî inkişafları bakımından da birbirlerinden çok farklı olan insanlara harikulade bir hassasiyet bahşeden, muhalefeti hayra ve iyiliğe çeviren Kur'ân, nasıl en hayretlere şayan bir kitab olarak kabul edilmeye lâyıksa; beşerin mukadderatıyla uğraşan bilginler için de, üzerinde o derece durulmaya, incelenmeye lâyık ve yararlı bir konudur."
Kur'ân'ın Bir Naziri Yoktur
İngiltere'nin en tanınmış ve en büyük tarihçilerinden Edward Gibbon "Roma İmparatorluğunun İnhitatı ve Çöküşü" unvanlı eserinde diyor ki:
"Ganj nehriyle Atlas Okyanusu arasındaki memleketler, Kur'ân'ı bir kanunu esâsî ve teşriî hayatın ruhu olarak tanımıştı.
Kur'ân'ın nazarında satvetli bir hükümdarla zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Bu gibi esaslar üzerinde öyle bir teşrî vücuda gelmiştir ki, dünyada bir naziri yoktur."
Kur'ân'ın En Saf ve En Temiz Tevhidi Öğretmesi
Dr. Gustave Le Bon:
"Dünyanın bütün dinleri içinde, Müslümanlık, Kur'ân ile en saf ve en temiz tevhidi öğretmekle temayüz etmiştir." der.
Kur'ân Yüksek Ahlâk Öğretir
Mr. Arnold şöyle der:
"Ahdi Kadim ile Ahdi Ceditten Yahudiler vasıtasıyla öğrendiğimiz dersler, bize mahlukata hürmet ve muhabbetle muameleyi emrediyor.
Halbuki Kur'ân, insanlara mükemmel bir terbiye verdikten başka, onlara hususî hayatlarında ahlâklı, âlicenab, hayırsever, cesur ve şecaatli olmayı ve bütün Müslümanları sevmeyi öğretmektedir."
İmanın Hakikî Kitabı, Fikre İtmi'nan Veren Kitap
Hindli dinî lider Baba Nanak şöyle der:
"Hakikat-ı halde imanın hakiki kitabı, fikre itmi'nan veren kitab, ancak Kur'ân'dır."
Kur'ân Temiz ve Afif Bir Hayatı Sağlayacak Makul ve Mantıkî Emirleri Muhtevidir
İngilizce Popular Encyclopedia (Halk Ansiklopedisinde) şöyle denir:
"Arapçaya göre Kur'ân, son derecede beliğdir. Gerçekten de, Kur'ân'ın bedâîi edebiyyesi eşsizdir. Bundan başka, Kur'ân'ın emirleri o kadar makul ve mantıkîdir ki, insanlar bunları dikkatle mütalaa edecek olurlarsa, onların temiz ve afif bir hayatı sağlayacağını anlarlar."[28]
* * *
Bütün dinler üzerinde yaptığı uzun inceleme ve eleştiriler neticesinde İslâm dinini kabul edip "Nureddin" adını aldığını Yeni Sabah gazetesinde ilan eden Steinhorst adındaki atom bilgininin sözleriyle bahsimize devam ediyoruz:
"Allah'ı tazim, Hristiyanlıkla berbat bir putperestlik haline getirilmiştir.
Bunlar, bir Allah'a tapar görünürler, fakat sadece bir peygamber olmasına rağmen, İsa'ya da Allah'ın oğlu diye taparlar.
İsa'nın anası, Allah'ın anası ilan edilmiştir.
Son konulan bir kaideye göre, Meryem, Allah'ın anası sıfatıyla bedenî olarak mi'raca çıkmış; Papanın son tesbit ettiği bu kaide, mü'min Katolikleri bile şaşırtmıştır!
Hristiyan itikadına göre, Allah çocuk meydana getirmektedir. Halbuki İslâmiyete göre, ancak fâni olan bir varlığa tâbi olanlar çocuk yapmak ihtiyacındadırlar. Allah ise, her varlığın üstünde ve ebedî olduğu için, çocuğa muhtaç değildir.
Bütün yaratılmış şeylerin kaynağı ve her şeyin nâzımı Allah'tır. Bu sebeple, O'nun, işine yardım edecek veya ismini devam ettirecek bir çocuğa ihtiyacı yoktur. Bunun için, Hristiyan dininin ve Kilisenin telkin ettiği üçlü Allah fikri abestir.
Böyle olduğu halde, Hristiyan kilisesi yegâne saadet veren din olduğunu nasıl iddia edebilir? Bu kilise, hangi ahlâkî hakla bir dünya dini olmaya kalkışıyor? Buna hiçbir hakkı yoktur!
Bu dünya bir Allah tarafından yaratılmışsa, milletlerin dinî geleneklerinin bir imanda birleşmesi kat'î ve zaruridir. Dünya, tek bir manevî merkez etrafında toplanmazsa, Yaratıcının birliğini nasıl kavrayabilir?
Bir nehir, birçok ırmaklardan meydana gelir ve onun kuvveti, özelliği bu birleşmede belirir.
Musa'nın, İsa'nın ve diğer peygamberlerin getirdikleri vahiyler, insanlığın yaratılış gayesini gerçekleştirecek bir nehrin ırmaklarıdır. Bu gaye, Allah'ın birliğini idrak etmektir. Bu maksadı ancak Kur'ân sağlayabilir.
Kur'ân'dan başka bir kitab bunu sağlayabilir mi?
Tevrat bunu sağlayamaz. Çünkü o ancak İsrail Tanrısından bahseder.
Zerdüşt de, İlâhî nuru, ancak İran milletine bahşeder.
Veda'lar da bunu yapamaz. Çünkü rişişlere göre, Vedayı dinleyen Hindlilerin kulağına kurşun akıtmak gerekir!
Buda da bir bütünlük göstermez ve yalnız Hindistan'a inhisar eder.
İsa'nın dini bu gayeyi temin edebilir mi?
Hayır!
İsa, cihana şâmil bir öğretici değildir. O, havarilerine şöyle demişti:
'Puta tapanların yolunda gitmeyin ve Sâmirîlerin şehirlerine girmeyin. Yalnız İsrail'in kaybolmuş koyunlarının arasına katılın.' (Matta: 10: 56)
Şu halde, İslâm'ın Peygamber'inden önce hiç kimse bütün beşeriyete şâmil bir haber getirmemiştir.
Kur'ân'dan önce hiçbir kitab bütün insanlığa hitap etmemiştir.
Hz. Muhammed şu vahyi getiriyor:
'Ey insanlar! Gerçekten ben hepiniz için Allah'ın elçisiyim!' (A'raf, 7/159)
Böylece, yalnız Kur'ân'dır ki, muhtelif dinler arasındaki farkları ve ayrılıkları bertaraf edebilir.
Dinlerin çokluğu, birleştirici bir imanın vücudunu zaruri kılar.
Bu iman, İslâmlıktır."[29]
Kur'ân-ı Kerîm'in Başlıca Özellikleri
John Davenport da, "Hz. Muhammed ve Kur'ân-ı Kerîm" isimli eserinde, Kur'ân-ı Kerîm'den bahsederken şöyle der:
"Müslümanlar Kur'ân-ı Kerîm'e azamî hürmet ve tevkîri gösterirler. Tâhir yani temiz olmazlarsa, Kitaba el sürmezler. Bunun için, Kitabın kapağına:
“Ona tertemiz olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkıa, 56/79.)
âyeti yazılır ve bu suretle Kitaba taharetsiz iken kimsenin yanlışlıkla el sürmemesini sağlarlar. Müslümanlar, Kitabı kemâli hürmetle okurlar, onu öperler, savaşa giderken ceplerinde taşırlar. Silahlarına ondan âyetler kazıttırırlar, Kitabı altınlar ve mücevherlerle süslerler, onun bir gayri müslimin elinde bulunmamasını isterler.
İslâm terbiyesinin kaynağı, bu Kitabı Mübîn'dir.
Çocuklar her şeyden önce onu okumayı öğrenir ve ezberlerler.
Hayatın nurunu bulmak için, Müslümanlar Kitabı Mübin'i tedkik ve tetebbu ederler.
Camiler vardır ki, orada Kur'ân-ı Kerîm sürekli hatmolunur.
On iki asırdan beri Kur'ân-ı Kerîm'in sesi milyonlarca mü'minin kalbinde ve ruhunda devamlı bir surette akisler uyandırmıştır.
Kur'ân-ı Kerîm Allah'a imanı, ilâhî iradeye teslimiyeti, ilâhî emirlere itaati, iyilik etmeyi, takvâlı, itidalli olmayı, içkiden sakınmayı, hoşgörülü olmayı, din uğrunda ölenlere bir hürmeti mahsusa beslemeyi emreder.
Amelî farzlara gelince; bunlar, İslâm dininin neşr ve tebliği, malın kırkta birinin zekat olarak verilmesidir.
Fakat, Kur’ân'ın emirleri dinî ve ahlâki vazifelere münhasır değildir.
Gibbon der ki: 'Kur'ân, Atlas okyanusu sahillerinden Ganj'a kadar, yalnız ilahiyatın değil, medenî, cezaî ahkâmın da mecelle-i esası sayılmakta; insanların bütün harekât ve ahvâlini tanzim eden kanunlar, Allah'ın bozulmaz emirleriyle teyid edilmiş bulunmaktadır.
Başka bir deyişle, Kur'ân Müslümanların dinî, içtimaî, medenî, ticarî, askerî, kazâî, cezaî umumî kitabıdır.
Kur'ân, dinî vazifelerden günlük vazifelere, ruhun necat ve felahından bedenin sağlığına, umumun hukukundan ferdin hukukuna, insanın menfaatlerinden cemiyetin menfaatlerine, ahlâkiyat sahasından cinâîyat sahasına, dünyevî hayatın ukubatından uhrevî hayatın ukubatına kadar herşeyin nâzımıdır.
Binnetice, Kur'ân Tevrat'tan ayrılmaktadır.
Kumb'un dediği gibi, Tevrat bir ilahiyat sistemini haiz değildir.
Tevrat kıssalardan, vasıflardan, takvâperverane teheyyüclerden, birbirine mantıkî bir bağla bağlı olmamakla beraber kuvvetli bir ahlâktan müteşekkildir.
Kur'ân, İncil gibi de, ancak sâliklerin dinî fikirlerini, ibadet ve amellerini düzenleyen bir düsturdan da ibaret değildir.
Belki, Kur'ân siyasî bir sistemdir de. Çünkü devletin her kanunu ona müsteniddir.
Hayat ve emvale ait olan her şey onun hükmü ile hallolunmaktadır.'
Kur’ân-ı Kerîm, tevhid akidesinin en şerefli abidesidir.
Kur’ân-ı Kerîm, en sarih surette, ezelî ve ebedî olan, doğmayan, doğurmayan, şerik ve naziri olmayan, her şeyi yaratan, Rahman ve Rahîm olan, Kendisine bağlananları koruyan, kötülük yapıp pişman olanları affeden, kıyamet gününün sahibi olan, herkesi ameline göre muhakeme eden, iyilik yapanlara, Allah yolunda ölenlere ebedî saadet bahşeden, kötüleri cezalandıran Allah'ın varlığını öğretir.
Kur'ân, meleklerin varlığını da öğretmektedir; fakat meleklerin de, peygamberlerin de tapılmaya müstehak olmadıklarını anlatır.
Her insanı koruyan ve amellerini murakabe eden iki melek vardır.
Şeytanlar insan nev'inin düşmanıdırlar.
Müslümanlar cinlerin varlığına da inanırlar.
Kur’ân-ı Kerîm'in açıkladığı bu akideler ne kadar haksızca tecavüze uğradıysa, Kur'ân'ın ahlâkî talimatı da aynı surette tecavüze uğramıştır. Halbuki, Kur’ân'ın ahlâkı fısk u fücuru, her türlü aşırılığı, riyayı, pintiliği, kibirlenmeyi, kıskançlığı, dünyevî şeyler uğrunda ihtirasla koşmayı kınar.
Sadaka vermeyi, ana babayı sevmeyi, Allah'a şükranı, ahde vefayı, doğruluğu, ihlasilliği, yetimlere şefkati, fark gözetilmeden adaleti, iffeti, hayâyı, sabır ve tahammülü, iyilikseverliği, kölelerin azadlanmasını, kötülüğe karşı iyiliği, fazileti, af ve safhı, bütün bunları bir karşılık beklemeyip sadece ilâhî rızayı gözeterek yapmayı emreder.
Yukarıda da söylediğim gibi, Kur'ân yalnız bir mecelle-i diniyye değildir; Müslümanların kavânîn-i medeniyyesini de ihtiva eder.
Binaenaleyh, Kur'ân birçok zevce almayı tahdid, almayı tarif, karı kocanın haklarını izah, validelerin süt emzirme müddetini tesbit, dulların hukukunu, mehirlerin, boşanmaların nasıl olacağını tarif eder.
Miras, vasiyetler, velilikler, akidler... Kur'ân'da zikrolunmaktadır.
Nihayet, yalancı şahitlerin, hırsızların, zânîlerin, çocuklarını öldürenlerin, fücurun, sahtekârlığın, vesairenin cezası da Kur'ân'da gösterilir.
Bu itibarla, Hz. Muhammed yalnız peygamber değil, bir de Şâri'dir.
Hristiyanlıkla Müslümanlık arasındaki farkı anlamak için şuna dikkat etmek lâzımdır ki; Hristiyanlığın sâlikleri üzerinde haiz olduğu nüfuz dogmalara istinad ettirilerek din ile ahlâk birbirinden ayrıldığı halde; Müslümanlıkta dogmalara değil, dinin amelî tarafı ahlâkî, içtimaî, hukukî, siyasî fikirler üzerinde tesir etmekte ve bu suretle Müslüman’ın dimağında vatanperverlik, hukuk, an'ane, gelenek, kanunu esâsî bir kelimede derlenip toparlanmaktadır, bu kelime Müslümanlıktır.
Müslümanlığın iftihar edeceği birçok güzellikler arasında bilhassa ikisi pek belirgindir.
Birincisi, uluhiyetten bahsederken, beşerî zaaflardan ve hırslardan tenzih ettiği Yüce Varlığı en tebcîlkâr, en saygı dolu sözlerle ifade etmesi;ikincisi de, Kur'ân'ın ahlâk ve terbiyeye aykırı her fikirden, her hikâye ve sözden tamamıyla uzak bulunmasıdır.
Halbuki, Musevîlerin Kitabı Mukaddesi bu gibi kusurlarla doludur.
Kur'ân, diğer kitaplar namına gayri kabili inkâr olan kusurlardan o kadar münezzehtir ki, utangaç bir insan, hiç kızarmadan, onu başından sonuna kadar okuyabilir.
Hâsılı, Kur’ân-ı Kerîm'in tesis ettiği din sırf tevhiddir.
Kur'ân'ın tarif ettiği uluhiyet, kurulmuş kanunlarla kâinatı idare eden, fakat yaklaşılması kabil olmayan bir ihtişam içinde bir tarafta duran felsefî bir illet-i ûlâ değil, her an hâzır ve nazır, kâinatın her yerinde faal kudret sahibi bir varlıktır..."[30]
* * *
Fransa Tıp Fakültesi Cerrahi Bölümü başkanlığında bulunmuş olan ve mukaddes kitaplar üzerinde yaptğı bilimsel araştırmaları neticesinde ilâhî kitab ve din olarak Kur'ân-ı Kerîm'i ve İslâm dinini kendisine seçmek mutluluğuna ermiş bulunan Prof. Dr. Maurice Bucaille tarafından yazılıp bastırılan "Kitabı Mukaddes, Kur'ân ve Bilim" isimli kitabında Tevrat ve İncil metinlerinin muasır bilimlerle bağdaşmadıkları gösterildikten sonra, şöyle denilmektedir:
"Kur'ân'ın çok bariz olan bilimsel tarafları başlangıçta beni derinden derine hayrete düşürdü.
Zira 13 asırlık bir metinde, çağdaş bilimsel verilere tamamen uygun olarak son derece çeşitli konulara ilişkin bilgilerin keşfedebileceğine, o zamana kadar hiç mi hiç inanmamıştım.
İşe başlarken, İslâm'a hiç inanmıyordum. Her türlü peşin hükümden uzak olarak tam bir tarafsızlıkla metinleri incelemeye giriştim.
Beni etkileyen bir fikir var idiyse, o da, gençliğimde almış olduğum eğitimdi. Bu eğitim, Müslümanlardan değil, Muhammedîlerden bahsederdi.
Böylece, bir adam tarafından kurulmuş bir dinin söz konusu olduğu ve dolayısıyla bu dinin de Tanrı katında hiçbir değer ifade etmeyeceği iyice vurgulanmak isteniyordu.
Batıdakilerin çoğu gibi, ben de İslâm aleyhinde böylesi yaygın ve yanlış fikirleri muhafaza edebilirdim. Öyle ki, o zamanların dışında bu konularda aydınlanmış muhataplara rastlamak, benim için hep şaşırtıcı olmuştur.
İtiraf ediyorum ki; Batıda öğretilen İslâm imajlarından farklı bir imaj verilmeden önce, ben de bu hususta çok cahil idim.
Şayet bulunmuş olduğum bu noktadan, Batıda genel olarak İslâm hakkında verilen değer hükümlerinin yanlışlığını düşünecek noktaya geldimse, ben bunu istisnaî şartlara borçluyum.
Değerlendirme imkânlarıma bizzat Suudî Arabistan'da kavuştum. Edindiğim bilgiler, İslâm konusunda kendi diyarımızda ne derece yanlış bilgi sahibi olduğumuzu bana gösterdi. Hâtırasını hürmetle selamladığım MerhumKral Faysal'a olan minnet borcum çok fazladır.
Onun İslâm'ı anlatmasını dinlemek ve huzurunda tabiî ilimlerle ilgili Kur'ân tefsirinin meselelerinden bazılarını anmak şerefi, ebediyyen hâtıramda nakşedilmiş olarak kalacaktır. Bizzat kendisinden ve çevresindekilerden gelen bu değerli bilgileri dinlemek, benim için müstesna bir mazhariyet olmuştur.
O zaman, bizim Batı ülkelerinde şekillenmiş olan İslâm imajı ile onun gerçek mahiyeti arasındaki mesafeyi ölçmüş biri olarak, böylesine eksik ve yanlış tanınan bir din hakkındaki incelemelerimi geliştirmek için, o zaman bilmediğim Arapça'yı öğrenmeye şiddetli bir ihtiyaç duydum.
Benim ilk hedefim Kur'ân'ı okumaya ve onun metnini cümle cümle incelemeye inhisar ediyordu.
Tenkidli bir inceleme için de, mutlaka gerekli olan bazı tefsirlerden tabiatıyla yararlanıyordum.
Kur'ân'ı, müteaddit tabiî hadiselere dair yaptığı tavsiflere büsbütün özel bir dikkat atfederek ele alıyordum.
Kitabın bu konuları ilgilendiren açıklamaları, ancak aslî metinde nüfuz edilebilecek tarafları, beni iyiden iyiye etkiledi.
Zira bu bilgiler çağımızdaki telakkilere uygun olmakla birlikte Hz. Muhammed'in zamanındaki bir insanın hakkında en ufak bir fikir sahibi bile olamayacağı hususlardı.
Daha sonra, Müslüman müelliflerce yazılmış olan Kur'ân metninin tabiî bilimlerle ilgili taraflarına tahsis edilmiş olan birkaç eser okudum. Onlar bana çok faydalı değerlendirme imkânı verdiler. Fakat Batıda bu konuda yapılmış toplu bir incelemeyi şu ana kadar görmüş veya işitmiş değilim.
Böyle bir metinle ilk defa karşı karşıya gelen bir insanın zekâsını ilkin etkileyen husus, ele alınan konuların bolluğudur: yaratma, astronomi, yerle ilgili bazı durumların bildirilmesi, hayvanlar âlemi, bitkiler âlemi, insanın üremesi gibi.
Kitabı Mukaddes'te çok büyük bilimsel hatalar bulunduğu halde, burada (Kur'ân'da) bir tek yanlışa bile rastlayamıyordum! Bu da, beni kendime şu suali sormaya mecbur ediyordu:
'Şayet Kur'ân'ın müellifi bir insan ise, Hristiyan takviminin yedinci yüzyılında, bugün çağdaş bilimsel sonuçlara uygunluğu ortaya çıkan hususları nasıl yazmıştı?!'
İmdi, hiç şüpheye imkân yoktur ki, şu anda elimizde olan metin o devirden kalma metindir.
Bu gözlem karşısında, beşerî planda, nasıl bir izah yapılabilir?
Kanaatimce, hiçbir izah mümkün değildir!
Zira Fransa'da Dagobert'in hüküm sürdüğü asırda Arap yarımadasında yaşayan bir şahsiyetin, kimi konularda bizimkinden on iki asırlık ileri bir bilimsel düzeye sahip olduğunu düşünmek için hiçbir sebep bulunamaz.
Aynı şekilde ben, Kur'ân'da, insanlığın bilmesi mümkün olduğu halde şimdiye dek çağdaş bilimin ulaşamamış olduğu bazı olaylara işaret bulunup bulunmadığını da araştırdım. Böylece, o açıdan, Kur'ân'ın kâinatta yerküresine benzer gezegenlerin bulunduğuna dair işaretler ihtiva ettiği sonucuna ulaştım.
Çağdaş bilgiler bu hususta az da olsa delile sahip olmamakla birlikte, bunu tamamen ihtimal dahilinde gören birçok bilim adamının bulunduğunu söylemek gerekir.
Gerekli ihtiyatî kayıtlarla bu fikrimi belirtmenin lüzumlu olduğuna kani oldum.
Böyle bir incelemeyi otuz yıl kadar önce yapmış olsaydım, astronomiye ait az önce zikrettiğim konuya, Kur'ân tarafından açıklanmış olan bir başka durumu ilave etmek gerekecekti ki, bu da uzayın fethidir.
O dönemde, ilk balistik füze deneylerinden sonra, belki de insanın yer sınırından çıkıp uzaydan yararlanmasının maddî imkânlarına sahip olacağı bir günün gelebileceği düşünülüyordu.
O zaman, insanın bu fethi gerçekleştirebileceğini önceden haber veren bir Kur'ân âyetinin[25] bulunduğu biliniyordu." [26]
Kur'ân-ı Kerîm'i ve İslâmiyeti inceleyen ve içlerinde Müslüman olanları da bulunan Hristiyan büyük ilim ve fikir adamlarından bazılarının Kur’ân-ı Kerîm ve İslâmiyet hakkındaki ciddî ve takdirkâr görüşlerini buraya kadar aktarmaya çalışmış bulunuyoruz.
Maksadımız, Kur'ân-ı Kerîm'i ve İslâmiyeti yabancıların görüşleriyle de desteklemek değil, Kur'ân-ı Kerîm ve İslâmiyet hakkında hiçbir esaslı bilgileri bulunmayan bazı aydınların bu husustaki olumsuz görüşlerinden vazgeçmelerine yardımcı olmaktır.[27]
Merhum Asım Köksal Hocamızın "Hazreti Muhammed ve İslamiyet" isimli değerli eserinden naklettiğimiz kısım burada sona ediyor. Bu konumuzu bir dua ile noktalamak istiyoruz:
“Allah’ım! Kur’ân’ı bize dünyada bir dost, kabirde ünsiyetli bir yoldaş, kıyamette bir şefaatçi, sırat üzerinde bir nur, cehennem ateşine karşı bir siper ve örtü, cennette bir refik, bütün hayırlara bir delil ve imam kıl. Allah’ım! Kalblerimizi ve kabirlerimizi iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır. Üzerine Kur’ân indirilen Zât’ın (Rahmân-ı Hannân’ın salât ve selâmı onun ve âlinin üzerine olsun) hakkı ve hürmeti için, bize Kur’ân’ın burhanlarını aydınlat. Âmin.”
____________________________
[1] İbn İshak, c. 4, s. 251, Mâlik, c. 2, s. 899, Taberî, c. 3, s. 169, Zehebî, s. 589.
[2] Nisa: 59.
[3] Ahmedb. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 451, Buhârî, Sahîh, c. 6, s. 97, Müslim, c. 1,s.134.
[4] Bedrüddin Ayni, Umdetu'l-kâri, c. 19, s. 13.
[5] Bedrüddin Ayni, c. 19, s. 13, İbn Hacer, Fethu'l-bâri, c. 9, s. 5.
[6] İbn Hacer, c. 9, s. 5.
[7] Kadı lyaz, Şifâ, c. 1, s. 215-216.
[8] Bedrüddin Ayni, c. 19, s. 13.
[9] Râgıb, Müfredâtü'l-Kur'ân, s. 402.
[10] H.Seyyid Şerif, Ta'rifât, s. 116.
[11] Tirmizî, c. 5, s. 172-1 73, Dârimî, c. 2, s. 31 2, Heysemî, Mecmau'z-zevâid, c. 7, s. 164.
[12] Hâkim, Müstedrek, c. 1, s. 553, İbn Hacer, Metâlibu'l-âliye, c. 3, s. 284, .
[13] Taberâniden naklen Heysemî, Mecmau'z-zevâid, c. 7, s. 165, İbn Esîr, Nihâye, c. 1, s. 229, Bedrüddin Zerkeşi, Burhan,c. 1,5.454, İbn Hacer, Metalib, c. 3, s. 133.
[14] Suyûtî, el-İtkân.c.2, s. 125-126.
[15] Taberî, Tefsir, c. 25, s. 6.
[16] İbnü'n-Nedim, Fihrist, s. 56- 65.
[17] Fahru'r-Râzi. Tefsiru'l-kebir. c. 1. s. 3.
[18] Bakara, Âl-i İmran, Nisa, Maide, En'am, A'raf, Yunus sûreleri
[19] Tevbe, Nahl, Hûd, Yusuf, Kehf, Bent İsrail (İsrâ), Enbiya, Tâhâ, Mü'minûn, Şuarâ, Saffat sûreleri.
[20] Yüzden az âyetli olan 42 sûre.
[21] Yüzden az âyetili sûrelerden sonra gelen ve "mufassal" diye anılan 60 kısa sûre.
[22] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 107.
[23] Tirmizi, Sünen, c. 5, s. 155-156, Hâkim , Müstedrek, c. 1, s. 558.
[24] Süleyman Nedvi, İslâm Târihi, c. 4, s. 1575-1577.
[25] er-Rahman: 33.
[26] M. Bucaille. s. 179-184
[27] M.Asım Köksal, Hazreti Muhammed ve İslamiyet, c.4, s.841.
[28] Ömer Rıza Doğrul, Kur'an Nedir?, s.97-137.
[29] Yeni Sabah Gazetesinin 23.4.1958 ve 4.5.1958 tarihli nüshaları.
[30] John Davenport, Hazreti Muhammed ve Kur'an-ı Kerim, Türkçe Tercümesi, s.72-81.
Yazar:
Yusuf Sıddık
İsra ve Miraç Mucizesi
Hem Kur’an’ın hem de bütün sahih hadis ve tarih kaynaklarının haber verdikleri; Peygamberimizin (asm) en büyük mucizelerinden birisi de İsra ve Miraç mucizesidir. Biz burada ilk önce Kur’an’daki ilgili ayetlerden ve sahih kaynaklardaki hadislerden ve rivayetlerden İsra ve Miraç mucizesinin nasıl gerçekleştiğini anlatacak, ardından ise bu mucize ile ilgili akla gelebilecek bazı soruların cevaplarını vereceğiz.
Kelime anlamı olarak “isra”, gece yürüyüşü, gece yolculuk etmek[1], “miraç” ise yükselmek, yükseğe çıkmak anlamlarına gelmektedir.[2] İsrâ ve Mirac hadisesi, Efendimizin (asm) peygamberliğinin on ikinci yılında[3], Mekke’de vuku bulmuştur.[4]
Hadise özetle şöyle cereyan etmiştir: Receb ayının 27. Gecesi[5] Cenab-ı Hakk’ın daveti üzerine Cebrail Aleyhisselâmın rehberliğinde Peygamber Efendimiz (asm) Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ'ya, oradan semaya, yüce âlemlere, İlâhî huzura yükselmiştir.
İsra ve miraç mucizesinin nasıl gerçekleştiği Kur’an’da, İsra ve Necm surelerinde anlatılmıştır. İlgili ayetler şöyledir:
“Bir gece, kendisine bazı delillerimizi gösterelim diye kulu Muhammedi, Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren O zatın şanı ne yücedir! Bütün eksikliklerden uzaktır O! Gerçekten, her şeyi işiten, her şeyi gören O'dur.”[6]
“O ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay kadar, hatta daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah kuluna vahyetti. O’nun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi O’nun gördüğü hakkında onunla mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki onu bir kere daha hakiki suretinde gördü. Sidre-i Müntehâ’da gördü. Ki, onun yanında Me'vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre'yi Allah'ın nuru kaplamıştı. Gözü ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü.”[7]
Miraç nasıl oldu?
Hazreti Peygamber (asm) Mescid-i Haram’dan (Mekke'den), Mescid-i Aksâ'ya (Kudüs'e) ata benzer beyaz bir Cennet bineği olan Burak ile geldi.[8] Kudüs'e gelmeden yol üzerinde Hz. Musa'nın (as) makamına uğradı, orada iki rekât namaz kıldı,[9] daha sonra Mescid-i Aksâ'ya geldi.[10]Orada içlerinde Hazreti İsa, Hazreti Musa ve Hazreti İbrahim’in de (Aleyhimüsselam) bulunduğu peygamberler topluluğu kendisini karşıladı.[11] Hazreti Muhammed (asv) bu peygamberlere imam olarak onlara iki rekat namaz kıldırdı.[12]
Bu hadiseden sonra Hazreti Peygamber’e (asm) iki kap getirildi ki; kabın birisinde şarap, diğerinde süt vardı.[13] “Bunlardan hangisini istersen, al!" denildi.[14] Peygamberimiz (asm) sütü seçti.[15] Cebrail (as), Peygamberimiz’e (asm): "Sen fıtratı seçtin[16], eğer sen şarabı almış olsaydın, senden sonra ümmetin azardı.[17]Sütü tercih etmekle sen de fıtrata yöneltildin, ümmetin de fıtrata yöneltildi. Şarap size haram kılındı!” dedi.[18]
Semanın bütün tabakalarına uğradı.[19] Sırasıyla yedi sema tabakalarında bulunan Hz. Adem, Hz. Yahya ve Hz. İsa, Hz. Yusuf, Hz. İdris, Hz. Harun, Hz. Musa ve Hz. İbrahim (Aleyhimüsselam ecmain) gibi peygamberlerle görüştü, Onlar kendisine “Hoş geldin!..”dediler, tebrik ettiler.[20] Sonra her gün yetmiş bin meleğin ziyaret ettiği Beytü'l-Ma'mur'u ziyaret etti.[21]
Bundan Sonra Hz. Cebrail (as) ile birlikte sidretü'l-müntehâ'ya geldiler.[22] Sidretü’l-müntehâ; kökü altıncı kat gökte ve gövdesi, dalları yedinci kat göğün üzerinde, gölgesiyle bütün gökleri ve cenneti gölgeleyen, yaprakları fil kulakları gibi, meyveleri küpler kadar, bir ağaçtır.[23]
Refref ve Öteler Ötesindeki Buluşma
Cebrail (as), Peygamberimiz’i (asm) yukarı götüre götüre, nihayet (kaza ve kaderi yazan) kalemlerin cızırtılarını işitecek kadar yüksek bir yere çıkardı.[24] Peygamberimiz (asm); cennetten, yemyeşil bir Refref (ipek döşek)'in birden ufku kapladığını gördü. Peygamberimiz (asm), onun (Refref’in) üzerine oturdu.[25] Cebrail (as), Peygamberimiz’den (asm) ayrıldı. Peygamberimiz (asm); Aziz ve Cebbar olan Rabbine yükseltilip yaklaştırıldı.[26]
Peygamberimiz (asm), Yüce Rabbinin: "Korkma ya Muhammed, Yaklaş!" buyruğunu işitmeye başladı. Nihayet, hiçbir kimsenin hiçbir zaman erişememiş olduğu yakınlık makamına, İlahî kabule, İlahî ikram ve ihsana nail oldu![27] İbn Abbas’tan rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (asm): "Ben, Yüce Rabbimi gördüm!" buyurmuştur.[28]
Peygamberimiz (asm) Miraç’ta Cenab-ı Hakk’a selam yerine bütün mahlukatın ibadetlerini hediye etmiştir. Efendimizin (asm) Cenab-ı Hak ile olan bu konuşması bütün müminlerin miracı olan namazlarında okudukları tahiyyatın sözlerinden oluşmaktadır. Bu konuşmanın meali şöyledir:
Peygamberimiz (asm) Cenab-ı Hakk’a hitaben:
“Bütün tahiyyeler, bütün mübarek şeyler, bütün salâvat ve duâlar ve bütün kelimat-ı tayyibe Allah’a mahsustur.”[29] şeklinde hitab vermiştir. Bunun anlamı“Bütün varklıkların halleriyle ve dilleriyle yapmış oldukları ibadetleri ve tesbihlerini, bütün çekirdekler ve nutfeler gibi mübarek şeylerin fitri mübarekliklerini ve tesbihlerini, bütün insanlar gibi şuurlu varlıkların ibadetlerini ve bütün peygamberler ve kamil insanlar olan evliyaların, asfiyaların ibadetlerini ve tesbihlerini onların namına sana hediye ediyorum; sana mahsustur.” demektir.
Bu selamın üzerine Cenab-ı Hak da Resulüne (asm): “Selâm olsun sana ey Peygamber!”şeklinde mukabele de bulunmuştur. Bunun üzerine Allah Resulü (asm) de: “Bize ve Allah’ın salih kullarına selâm olsun.” şeklinde cevap vermiştir. Bu konuşmaya sidretü’l-müntehada tanık olan Cebrail (as) da Allah’ın şahitlik etmesini emretmesi üzerine “Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına şehadet ederim. Ve Muhammed’in (asv), Allah’ın elçisi olduğuna da şehadet ederim.” diyerek şehadet etmiştir.[30]
Miraç’ta cereyan eden bu karşılıklı sohbetteki sözlerin, müminlerin miracı hükmünde olan namazda okunması sünnettir. Bu şekilde her mümin bütün şuurlu ve şuursuz mahlukatın ibadetlerini kendi ibadeti içerisinde Cenab-ı Allah’a takdim etme şerefine ulaşmış olur.
Mirac’ta Peygamberimize Verilenler
Peygamberimiz’e (asm) Mirac mülakatı sonunda şu üç şey verildi:
1. Elli vakit namaz sevabına denk, beş vakit namaz verildi.
2. Bakara sûresinin son iki âyeti verildi.
3. Peygamberimiz’in (asm) ümmetinden olup da, Allah'a şerik koşmayanlardan mukhimat (büyük günahlar) bağışlandı.[31]
Nitekim bir hadiste bu hediyeler şöyle ifade edilmiştir: “…Miraçta Hz. Peygamber (a.s.m)’e şu üç şey verildi: Beş vakit namaz verildi, Bakara Suresinin son kısmı (Amenerresul) verildi ve bu ümmetten Allah’a şirk koşmadan ölen kimsenin günahlarının bağışlanacağı hususu (söz verildi).” (bk. Müslim, İman, 279).
Bu müjde hiç bir müminin cehenneme girmeyeceği anlamında değildir. Her günahın affedilebileceğini ve eğer günahkar olsa bile iman ile ölmüşse cehennemde ebedi kalmayacağını bildirmektedir.
Sevabı günahlarından çok olan müminler direk cennete gideceklerdir. Günahı ağır basanlar ise, bu günahlardan temizlenmek için cehennemde bir müddet kaldıktan sonra tekrar cennete gireceklerdir.
Yüce Allah:
"Yâ Muhammedi Bu namazlar, her gün ve gecede, beş namazdır! Amma, her namaz için, on sevab vardır! Bu, yine, elli namaz demektir.[32]
Bende söz bir olur, değişmez![33]
Her kim, bir hayr işlemek ister ve onu yapmazsa, o kimseye (bu iyi niyetinden dolayı) bir sevab yazılır, yaparsa on sevab yazılır.
Her kim de, bir kötülük yapmak ister, onu yapmazsa, ona bir şey yazılmaz. O kötülüğü yaparsa, bir günah yazılır!" buyurdu.[34]
Bakara sûresinin son iki ayetinde de, meâlen şöyle buyurulur:
"O Peygamber de kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü'minler de (iman ettiler).
Onlardan her biri:
Allah'a,
Allah'ın meleklerine,
Allah'ın kitablarına,
Allah'ın peygamberlerine inandı. Peygamberlerin hiçbirini, diğerlerinin arasından ayırmayız! (Hepsine inanırız.)
Dinledik! (Emrine) itaat ettik!
Ey Rabbimiz! Mağfiretini dileriz!
Son varış(ımız) ancak Sanadır! dediler.
Allah, hiçbir kimseye, gücünün yettiğinden başkasını yüklemez.
(Herkesin) kazandığı (hayır) kendi yararınadır.
Yaptığı (şer) de kendi zararınadır.
Ey Rabbimiz! Unuttuk yahut yanıldık ise, bizi tutup sorguya çekme!
Ey Rabbimiz! Bizden önceki(ümmet)lere yüklediğin gibi, üstümüze ağır bir yük yükleme!
Ey Rabbimiz! Takat getiremeyeceğimizi, bize yükleme!
Bizden (sâdır olan günahları) sil, bağışla! Bizi affet! Bizi esirge!
Sen bizim Mevlâmızsın!
Artık, kâfirler güruhuna karşı da, bize yardım et!"[35]
Mukhimat; insanı cehenneme sürükleyen büyük ve tehlikeli günahlar, demektir.[36]
Peygamberimiz (asm), bir gün:
"İnsanı helake sürükleyen yedi şeyden sakınınız!" buyurmuştu.
"Yâ Rasûlallah! Nedir bu tehlikeli şeyler?" diye sordular.
Peygamberimiz (asm):
“Allah'a şerik koşmak,
Sihir (büyü) yapmak,
Yüce Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı nefsi, haksız yere öldürmek,
Faiz yemek,
Yetim malı yemek,
Savaş meydanından kaçmak,
Zinadan korunan, böyle bir şey hatırından bile geçmeyen Müslüman kadınlarına zina isnad etmektir!" buyurdu.[37]
Peygamberimiz’e (asm) Cennetin Gösterilişi
Yüce Allah, Peygamberimiz’e (asm) vahyedeceğini vahyettikten sonra, Peygamberimiz (asm), Cebrail (as) tarafından cennete götürüldü.[38]
Cennetin eni, göklerle (altlarındaki) yer kadar olup.[39] Peygamberimiz (asm) orada:
İnciden, yakuttan, zebercetten,.. köşkler,[40] cennetin toprağını da, misk kokar bir halde buldu.[41] Peygamberimiz (asm), cennette; iki yanında içi boş inciden yapılmış kubbeler (kubbeli evler) dizili bir ırmak da gördü[42] ki, inci, yakut çakılları ve misk üzerinde akıp gidiyordu.[43]
Peygamberimiz (asm): "Ey Cebrail! Nedir bu?" diye sordu. Cebrail (as): "Bu, sana Yüce Allah'ın vermiş olduğu Kevser ırmağıdır!" dedi. Kevser ırmağının suyu da, baldan daha tatlı ve sütten daha ak idi.[44]
Peygamberimiz’e (asm) Cehennemin Gösterilişi
Peygamberimiz (asm); dünya semasında kendisini güler yüzle karşılayan melekler arasında, yüzü hiç gülmeyen, cehennemin bekçisi Malik adındaki bir melekle de karşılaşmıştı.
Peygamberimiz (asm), onun kim olduğunu Cebrail (as)’dan sorup öğrenince, Cebrail (as)’a:
"Cehennemi bana göstermesini ona emretmez misin?" diye sormuştu.
Cebrail (as) da:
"Olur!" diyerek, cehennemin bekçisi Malik'e: "Ey Malik! Muhammed’e (asm) cehennemi göster!" demişti.
Malik; cehennemin üzerinden örtüsünü açınca, cehennem öyle kaynamaya ve kabarmaya başladı ki, Peygamberimiz (asm) onun gördüğü her şeyi yakalayıp yakıvereceğini sandı. Hemen, Cebrail (as)’a:
"Ey Cebrail! Malik'e emret de, onu yerine geri çevirsin!" buyurdu.
Cebrail (as) da, cehennemi yerine çevirmesi için, Malik'e emretti. O da, cehenneme:
"Sakin ol!" dedi.
Cehennem, çıkmış olduğu yerine girince, Malik onun üzerine örtüsünü tekrar örttü.[45]
Peygamberimiz (asm); cehennemdeki susuzluk azaplarını, azap zincirlerini, azap yılan ve akreplerini, oradaki azaplardan daha bazılarını da gördü.[46]
Peygamberimiz (asm), bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
"Eğer benim bildiğimi sizler de bilmiş olsaydınız, muhakkak ki, pek az güler ve çok ağlardınız!"[47]
Peygamberimiz’in (asm) Mekke'ye Dönüşü
Peygamberimiz (asm), Mekke'ye dönmek üzere, Beytü'l-Makdis mescidinin kapısına bağladığı Burak'a binip Mekke'ye döndü. Peygamberimiz AIeyhisselamın İsrâ ve Miracı, bir gece içinde, yatsı namazı ile sabah namazı arasında vuku buldu.[48]
Abdulmuttalib Oğullarının Peygamberimiz’i (asm) Aramaya Çıkışları
Abdulmuttalib oğulları, İsrâ ve Mirac gecesinde, Peygamberimiz (asm)’ı bulamayınca, aramaya çıkmışlardı.
Hatta, Hz. Abbas, Zîtuvâ'ya kadar gitti. Oralarda, yüksek sesle:
"Yâ Muhammed! Yâ Muhammed!" diyerek bağırdı.
Peygamberimiz (asm): "Lebbeyk! = Buyur!" diye karşılık verince, Hz. Abbas:
"Ey kardeşimin oğlu! Sen kavmini geceden beri zahmet ve meşakkate soktun!? Nerede idin?" dedi. Peygamberimiz (asm):
"Beytü'l-Makdis'e gittim." buyurunca, Hz. Abbas:
"Bu gecenin içinde mi?" diye sordu. Peygamberimiz (asm):
"Evet. Bu gecenin içinde gidip geldim!" buyurunca, Hz. Abbas:
"Her halde, senin başına ancak hayır gelmiş olmalıdır!" dedi. Peygamberimiz (a.s.):
"Benim başıma hayırdan başka bir şey gelmemiştir!" buyurdu.[49]
Sabah olunca Kabe'nin yanında Mekkelilere Miraçı anlattı.[50] Onlar Peygamberimiz (asm)’den delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam da onlara yolda gördüğü kafilelerinden haber verdi. Kureyşliler hemen kafileleri karşılamak için Mekke dışına çıktılar. Gelenleri aynen Peygamberimizin Aleyhissalâtü Vesselam haber verdiği gibi gördüler, ama iman nasip olmadı.[51]
Ama yine de Peygamberimiz (asm)’den üst üste Miraç’a çıktığına dair delil istediler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam Kudüs'e, Mescid-i Aksâ'ya uğradığını anlatınca Kureyşliler,“Bir ayda gidilebilen bir yere Muhammed nasıl bir gecede gidip gelebilir?” diye itiraz ettiler; ardından da Mescid-i Aksâ'yı görmüş olanlar, “Mescid-i Aksâ'yı bize anlatır mısın?” diye Peygamberimize (asm) soru yönelttiler. Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam şöyle anlattı:
“Onların yalanlamalarından ve sorularından çok sıkıldım. Hatta o ana kadar öyle bir sıkıntı hiç çekmemiştim. Derken Cenab-ı Hak birden Beytü'l-Makdis'i bana gösterdi. Ben de ona bakarak her şeyi birer birer tarif ettim. Hatta bana, ‘Beytü'l-Makdis'in kaç kapısı var?’ diye sordular. Halbuki ben onun kapılarını saymamıştım. Beytü'l-Makdis karşımda görününce ona bakmaya ve kapılarını teker teker saymaya ve anlatmaya başladım.”
Bunun üzerine müşrikler:“Vallahi dos doğru tarif ettin.” dediler, ama yine de iman etmediler.[52]
O esnada Hz. Ebû Bekir (ra) çıkageldi, müşrikler durumu ona haber verdiler. Hz. Ebû Bekir (ra), “Eğer bu sözleri ondan duymuşsanız şeksiz şüphesiz doğrudur.” diyerek hemen tasdik etti ve bundan sonra Hz. Ebû Bekir (ra) “Sıddîk, tereddütsüz inanan” unvanını aldı.[53]
Peygamberimiz (asm) Mirac’a Neden Çıktı?
Bir padişahın iki türlü konuşması vardır. Biri, bir vatandaşla telefon ederek küçük bir meseleyi görüşmesidir. Diğeri de devlet başkanı, halifelik yönü ve milletin idarecisi olarak, emirlerini her tarafa duyurmak için özel bir elçisi ile konuşması, sohbet etmesi, onun aracılığı ile ferman yayınlamasıdır.
Bu örnekte olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın da kulları ile iki tarzda muhatap olması vardır. Biri, özel ve cüz'i, diğeri de geniş ve genel mahiyette bir konuşması. Cenab-ı Hakk’ın bazı velilerle özel ve cüz'i anlamda ilham etmesi birinciye örnektir.
Ama Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün velayet mertebelerinin üstünde bir büyüklük ve yücelikte, kâinatın Rabbine, bütün varlıkların Yaratıcısı olarak Cenab-ı Hakk’ın sohbetine müşerref olması ise ikinci ve mükemmel olanına misaldir.
Peygamber Aleyhissalâtu Vesselamın elçiliği iki taraflıdır. Birisi halktan Hakk’a, diğeri de Hakk’tan halka. Birisi Mirâcın bâtıni tarafı olan velayet yönüdür, diğeri de zahiri tarafı olan risalet yönüdür.
Yani Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam bizi temsilen Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıktı; başta insanlar olmak üzere bütün varlıkların ibadet, kulluk, tesbih ve zikirlerini toplu olarak (askerin komutana tekmil vermesi gibi) arz etti. Bu yönüyle Miraç halktan, insanlardan, varlıklardan Hakk’a bir gidiştir. Diğeri de Cenab-ı Hakk’ın biz kullarından istediklerini, emir ve yasaklarını Resul olarak getirmiştir. İbadetlerin özü ve esası olan beş vakit namazı Miraç hediyesi olarak getirmesi gibi...
Peygamberimiz (asm), Allah ile Nasıl Görüşebilir?
Soru: “Bize her şeyden daha yakın olan Cenab-ı Hakk’a binlerce senelik mesafeyi aşarak, yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Rabbi ile görüşmesi ne demektir?”
Cenab-ı Hak her şeye her şeyden daha yakındır, fakat her şey O’ na sonsuz şekilde uzaktır.
Meselâ, güneşin insan gibi aklı olsa da bizimle konuşacak olsa, elimizdeki ayna aracılığıyla bizimle konuşabilir.
Diğer taraftan biz bir çeşit ayna olan gözümüzle güneşe yaklaşabiliyoruz. Oysa güneş bize 150.000.000 km. uzaklıkta bulunuyor, hiçbir şekilde ona yanaşamayız. Güneşe bir derece yaklaşmak için ancak Ay kadar büyümek lazım; bu da mümkün değildir.
Bu misalde olduğu gibi, gerçek anlamda Cenab-ı Hak her şeye yakındır, ama her şey ona sonsuz derece uzaktır. Ancak Peygamber Aleyhissalâtü Vesselam, Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla bir anda binlerce perdeyi geçerek Miraç’a yükselmiş; bütün manevi mertebeleri aşarak huzura varmıştır.
Bir İnsan Nasıl Göklere Çıkabilir?
Soru: “Bunun bir örneği var mıdır? Bir uçak ancak 10.000-15.000 metre yukarı çıkabiliyor, bir uzay gemisi ancak Ay'a ve Venüs'e ulaşabiliyor. Bir insan birkaç dakika gibi kısa bir sürede milyonlarca metre uzaklara nasıl gidip gelebilir?”
Yerküremiz, yani Dünyamız yaklaşık yüz seksen saatlik bir mesafeyi bir dakikada döner, yirmi beş bin senelik mesafeyi bir senede alır. Bu muazzam hareketi ona yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren bir kudret, bir insanı Arş-ı Âlâya getiremez mi? Güneşin çevresinde o ağır cisim olan dünyayı gezdiren bir hikmet, bir insan bedenini şimşek gibi Rahman'ın Arşına çıkaramaz mı?
Peygamberimiz (asm) Sadece Ruhuyla Gitse Olmaz mıydı?
Soru: "Öyleyse neden Miraç’a çıktı? Ne lüzumu var? Evliya gibi ruhu ve kalbi ile gitse yetmez miydi?"
Cenab-ı Hak görünen ve görünmeyen âlemlerdeki güzellikleri göstermek için, kâinat fabrikasını ve merkezini gezdirmek, insanlığın amel ve ibadetlerinin âhiretteki neticesini bildirmek için Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamı oralara davet etmesi gayet makuldür. Sadece ruhu ve kalbi ile değil, bu seyahate bedeninin de iştirak etmesi gerekir.
Görünen âlemin anahtarı olan gözünü, işitilen âlemin anahtarı olan kulağını Arşa kadar birlikte alması gerektiği gibi, ruhunun sayısız görevlerini üstlenen âlet ve makinesi hükmünde olan mübarek bedenini Arşa kadar çıkarması akıl ve hikmet gereğidir.
Zaten Cenab-ı Hak cennette bedeni ruha arkadaş ediyor. Çünkü pekçok kulluk görevine ve sınırsız lezzetlere ve acılara beden kaynaklık etmektedir.
Öyle ise bu mübarek beden ruha arkadaşlık edecektir. Cennette ruh bedenle birlikte olacaksa Cennetü'l-Me'vâ'nın gövdesi olan sidretü'l-müntehaya Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselamın bedeninin ruhuna arkadaşlık etmesi hikmetin tâ kendisidir.
Peygamberimiz (asm) Miraç’a sadece ruhen çıkmış olsaydı, zaten mucize olmazdı. Çünkü her veli ruhen ve kalben o âlemlere çıkabiliyor.
Peygamberimiz (asm) Kısa Zamanda Nasıl Gidip Geldi?
Soru: "Birkaç dakikada binlerce yıllık mesafeye gidip gelmek aklen mümkün müdür?"
Cenab-ı Hakk’ın sanatında hareket ve hızın derecesi farklı farklıdır. Sesin hızı ile ışığın hızı, elektriğin hızı, hatta ruhun ve hayalin hızı birbirinden bütünüyle farklıdır. Gezegenlerin hızları da birbirinden farklıdır. Meselâ ışığın hızı 300.000 km/sn iken sesin hızı 340 m/sn'dır.
Acaba Peygamberimizin (asm) lâtif bedeninin yüce ruhuna tabi olması, ruh hızında hareketi nasıl akla ters gelebilir?
Yine bir insan on dakika uyusa bazı olur ki, bir yıllık iş görebilir. Hatta bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, rüyada işittiği sözleri, konuştuğu kelimeleri toplansa uyanıkken bir gün, belki daha fazla bir zaman gerekir.
Demek ki bir zaman dilimi iki kişiye göre değişebiliyor, birisine bir gün, diğerine de bir yıl hükmüne geçebilir.
İşte Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselam, şimşek gibi Kudüs’e gider. Oradan da bütün kâinatı gezip İlâhi huzura çıkıp Rabbi ile sohbet şerefine erer, Onun cemalini görür, emirlerini alıp dönüp gelir.
Miraç’ın Benzeri Bir Olay Var mıdır?
Soru: "Peygamberimizin (asm) Miraç’a çıkması mümkündür. Fakat her mümkün gerçekleşmiyor. Bunun bir benzeri var mı ki kabul edelim?"
Miraç’ın çok örnekleri vardır: Bir insan, gözüyle bir saniyede Neptün gezegenine çıkabilir. Bir bilim adamı, astronomi kanunlarına binerek tâ yıldızların arkasına bir dakikada gidebilir. İman sahibi her insan, namazın hareketlerine düşüncesini bindirerek bir çeşit Miraç ile kâinatı arkasına alarak İlâhî huzura girebilir.
Kalb gözü açık bir veli, İlâhî sırlara kırk günde ulaşabilir. Hattâ Abdülkadir Geylânî ve İmam-ı Rabbanî gibi bazı evliyanın bir dakikada Arş-ı Âlâ’ya kadar ruhen çıktıkları bildiriliyor.
Yine nurlu bir cisme sahip olan melekler bir anda yerden Arş’a, Arş’tan yeryüzüne gidip geliyorlar.
Cennette, cennet ehli müminler, cennet bahçelerine kısa bir zamanda çıkabiliyorlar.
Bu kadar örnekler gösteriyor ki, bütün evliyanın sultanı, bütün müminlerin imamı, bütün cennet ehlinin reisi ve bütün meleklerin makbulü olan Peygamber Efendimizin (asm) bir anda Miraç’a çıkması, dönmesi, bütün yüce âlemleri gezip görmesi gayet makuldür ve şüphesizdir.
Miraç ile Gelen Hediyeler
Yukarıda Miraç hadisesinin nasıl vuku bulduğunu anlatırken, rivayetlerdeki Miraç ile bize verilen hediyelerden bahsetmiştik. Bu hediyelerin bizler için önemini burada birkaç madde halinde özetlemek istiyoruz:
Birincisi: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam bütün iman hakikatlerini gözleriyle gördü. Melekleri, cenneti, âhireti, hattâ Cenab-ı Hakk’ın cemâlini gözleriyle müşahede etti. Sözlerinde ve vaadinde en küçük bir hilafı, aksi beyanı olmayan o Yüce İnsan (asm), mümin ruhlara manen şöyle diyordu:
“Sizin inandığınız, melekleri, âhireti, Rabbinizin Nur cemâlini bizzat gördüm; bu iman esasları vardır, mevcuttur; tereddüt ve şüphe etmeyiniz.”
Böylece müminler sonsuz bir imana ermenin saadetine kavuştular.
İkincisi: İnsan her şeyi merak ediyor. Uzayda hayat var mı, yok mu diye araştırıyor. Halbuki uzaydaki en büyük yıldızlar O Ezelî Sultan’ın memleketinde ancak bir sinek kadar yer kaplıyor. Hakiki müminler de bu merak duygusunu doğru kullanarak şöyle düşünüyorlar:“Rabbimiz bizden ne istiyor? Acaba ne yaparsak Rabbimiz bizden razı olur? Bir yolunu bulsak da doğrudan doğruya Rabbimizle muhatap olsak, bizden ne istiyor, anlasaydık.” derken, İki Cihan Serveri (asm) yetmiş bin perde arkasından ezel ve ebed Sultanı’nın razı olacağı amelleri Miraç meyvesi olarak getirdi ve insanlığa hediye etti. Bu hediye başta namaz olmak üzere İslâm’ın diğer esasları ve ibadetleridir.
Üçüncüsü: Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselam ebedî saadet definesinin anahtarını alıp getirmiş, cinlere ve insanlara hediye etmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) kendi gözüyle cenneti görmüş, sonsuz saadetin varlığını müşahede etmiş ve bu büyük müjdeyi haber vermiştir. Öyle ki, bir adama idam edileceği anda affedilerek padişahın yakınında bir saray verilse ne kadar sevinir.
Aynen öyle de bütün cinler ve insanlar sayısınca toplu bir müjde olan bu sevinç ne kadar önemli ve değerlidir.
Dördüncüsü: Peygamber Efendimiz (asm) Miraç’ta Cenab-ı Hakk’ın cemalini görme nimetini tattı. Bu manevi nimetin cennette müminlere de nasip olacağı müjdesini verdi.“Bulutsuz berrak bir mehtap gecesinde ay nasıl görünüyorsa, bulutsuz bir günde güneş nasıl görünüyorsa, müminler de cennette Rablerini öyle apaçık göreceklerdir.”[54] buyurarak, bu ezelî müjdeyi bizlere hediye olarak getirdi.
Beşincisi: İnsan kâinatın en kıymetli bir meyvesi ve Kâinat Sahibi’nin en nazlı bir sevgilisi olduğu Miraç ile anlaşıldı. Kâinata nispetle küçük bir varlık, zayıf bir canlı olan insan bu meyve ile öyle bir dereceye çıktı ki, bütün varlıklar üzerinde bir makam ve mevki kazandı. Çünkü rütbesiz bir askere,“Sen paşa oldun.” dense ne kadar sevinir. Öyle de âciz, fani, devamlı ayrılık ve zeval tokadını yiyen biçare insana birden, "Sonsuz ve baki bir cennette Rahman ve Rahîm olan Allah'ın rahmetine gireceksin." dendiğinde, o insan ne kadar büyük bir mevki ve makama çıkar. Cennette hayal hızında, ruh genişliğinde, akıl akıcılığında, kalbin bütün arzularında Cenab-ı Hakk’ın ebedi mülkünde seyir ve seyahate erecektir. Cenab-ı Hakk’ın nur cemalini seyretme nimetini tadacaktır. Böyle bir insanın kalb ve ruhu ne kadar büyük bir sevince kavuşur değil mi? Miraç’ın bu meyvesi insanın en büyük arzu ve hedefidir.
_________________________________________
[1]Feyruz Abadi, Kamûsu'l-muhit, c. 4, s. 343.
[2]İbn Esir, Nihâye, c. 3, s. 203.
[3]Ebu'l-Ferec İbn Cevzî, el-Vefa, c. 1, s. 218; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 1, s. 1 48; Bedrüddin Aynî, Umdetu'l-Kârî, c. 4, s. 39; Diyarbekrî, Hamîs, c. 1, s. 306.
[4]İbn Sa'd, Tabakât, c. 1 , s. 214; Belâzurî, c. 1 , s. 255; Beyhakî, c. 2, s. 354; İbn Abdilberr, c. 1, s. 40; Ebu'l-Ferec, c. 1, s. 219; İbn Esir, Kâmil, c. 2, s. 51; Kurtubı, Tefsîr, c. 15, s. 216; İbnSeyyid, c. 1 , s. 148; Ebu'l-Fidâ, Tefsîr, c. 3, s. 22; Bedrüddin Aynî, Umde, c. 4, s. 39.
[5]Ebu'l-Ferec, c.1, s. 219.
[6]İsra, 17/1.
[7]Necm, 53/7-18.
[8]Ahmed b. Hanbel, c. 3, s. 148; Buhârî, c. 4, s. 248; Müslim, c. 1, s. 145; Tirmizî, c. 5, s. 301; Beyhakî, c. 2, s. 362-363; Begavî, c. 2, s. 177; İbn Esîr, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 53; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 8.
[9]Mesâf, Sünen, c.1, s. 221-222; İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 52; Ebu'l-Fidâ, Tefsîr, c. 3, s. 6.
[10]Nesâî, c. 1, s. 222; Kadı lyaz, c. 1, s. 136.
[11]İbn Sa'd, Tabakât, c. 1 ,s.214; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ye'n-nihâye, c. 3, s. 109-110.
[12]İbn İshak, İbn Hişam, c. 2, s. 39; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 110.
[13]İbn İshak, İbn Hişam, c 2, s. 39; Abdurrezzak, Musannef, c. 5, s. 329; İbn E bi Şeybe, Musannef, c. 14, s. 302; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 148; Buhârî, Sahih, c. 4, s. 141; Müslim, Sahih, c. 1, s. 145; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 300; Dârımf, Sünen, c. 2, s. 36; Belâzurî, Ensâbu'l-eşrâf, c. 1, s. 256; Taberî, Tefsir, c. 15, s. 15; Beyhakî, Delâil, c. 2, s. 387; Kadı Iyaz, c. 1, s. 136; İbn Esîr, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 53; İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 52; İbn Seyyid, c. 1, s. 144; Zehebî, Târîhu'l-islâm, s. 244, Ebu'l-Fidâ, c. 3, s.109-110.
[14]Abdurrezzak.c.S, s. 329; Ahmed b. Hanbel, c. 2, s. 282; Buharı, c. 4, s. 141; Tirmizî, c. 5, s. 300; Tabeıf, Tefsir, c.1 5, s. 12.
[15]İbn İshak, İbn Hişam, c. 2, s. 39; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 110.
[16]Müslim, Sahîh, c. 1, s. 145; İbn Esîr, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 53; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 1, s. 144.
[17]Abdurrezzak, c. 5, s. 330; Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 141; Tirmizî, c. 5, s. 300; Taberî, Tefsîr, c. 1 5, s. 15; Beyhakî, c. 2, s. 357; İbn Esir, c. 2, s. 52; Zehebî, s. 244.
[18]İbn İshak, İbn Hişam, c. 2, s. 39; Taberî, Tefsîr, c. 15, s. 15; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 110.
[19]İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 45; Taberî, Tefsîr, c. 15, s. 14; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 3, s. 111; Kastlânî, Mevâhibu'l-ledünniye, c. 2, s. 24.
[20]İbn Ebi Şeybe, c. 14, s. 303; Ahmed b. Hanbel, c. 3, s. 148; Müslim, Sahîh, c. 1, s. 146; Beyhakî, Delâilü'n- nübüvve, c. 2, s. 383; Begavî, Mesâbîhu's-sünne, c. 2, s. 179; Kadı lyaz, eş-Şifâ, c. 1, s. 137; İbn Esîr, Musannef, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 53; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 1, s. 144.
[21]İbn Ebi Şeybe, Musannef, c. 14, s. 303-304; Ahmed b. Hanbel Müsned, c. 3, s. 148-149; Müslim, Sahîh, c. 1 , s. 146-147; Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, c. 2, s. 384; Begavî, Mesâbîhu's-sünne, c. 2, s. 179; Kadı lyaz, eş-Şifâ, c. 1, s. 137; İbn Esîr, Câmiu'l- usûl, c. 12, s. 53-54; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 1, s. 144.
[22]Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 207-208; Buhârî, Sahih, c. 4, s. 249.
[23]İbn Ebi Şeybe, c. 14, s. 304; M üslim, c. 1, s. 146; Taberî, c. 27, s. 54; Beyhakî, c. 2, s. 384; Kadı lyaz, eş-Şifâ, c. 1, s. 137; İbn Esîr, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 54; İbn Seyyid, c. 1,s.144; Zehebî, s. 266.
[24]İbn Sa'd.Tabakâtü'l-kübrâ. c. 1, s. 213; Buhârî, Sahih, c. 1, s. 92; Müslim, Sahih, 11, s. 149; Beyhakî, c. 2, s. 381; Kadı lyaz, c. 1, s.140, 148; İbn Esîr, c. 12, s. 56; İbn Seyyid, c. 1.S.145; Zehebî, s. 254.
[25]Ahmed b. Hanbel, c. 1, s. 449; Buhârî, c. 6, s. 51; Taberî, c. 27, s. 57, Beyhakî, c. s. 372; Kurtubî, c. 17, s. 98.
[26]Buhârî, c. 8, s. 204; Taberî, c. 27, s. 45; İbnEsîr, c. 12, s. 51; İbn Kayyım, Zâdü'l-Mead, c. 2, s. 53; Kurtubî, c. 17, s. 98; Zehebî, s. 267; E bu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 3, s. 112.
[27]Kadı lyaz, c. 1, s. 160; Diyarbekrî, c. 1, s. 312.
[28]Kadı lyaz, c. 1, s. 163.
[29]Buhari, Ezân: 148, 150; el-Amel Fi’s-Salât: 4, İsti’zân: 3, 28, Da’avât: 16, Tevhîd: 5; Müslim, Salât: 56, 60, 62; Ebû Dâvud, Salât: 178; Tirmizî, Salât: 100, Nikâh: 17; Nesâî, Tatbîk: 23, Sehv: 41, 43-45, 56, 100-104; İbn-i Mâce, İkâme: 24; Nikâh: 19; Dârimî, Salât: 84, 92; Muvatta’, Nidâ’: 53, 55; Müsned, 1:292, 376, 382-4:409.
[30]Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Altıncı Şua, s.92; On Beşinci Şua, s.642-646.
[31]Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 422; Müslim , Sahih, c. 1, s. 157; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 393-394; Nesâî, Sünen, c. 1, s. 224; Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, c. 2, s. 373; Begavî, Mesâbîhu's-sünne, c. 2, s.179; Kadı I yaz, eş-Şifâ, c. 1, s. 1 42; İbn Esir, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 57; Kurtubî, c. 17, s. 94; Zehebî, s. 255; Diyarbekrî, Hamîs, c. 1, s. 312.
[32]İbn Ebi Şeybe, Musannef, c. 14, s. 304; Ahmed b. Hanbel, c. 3, s. 149; Müslim, c. 1, s. 146-147; Beyhakî, Delâil, c. 2, s. 384; Kadı lyaz.c.1, s. 138; İbn Esîr, c. 1 2, s. 54; Zehebî, s. 266.
[33]Buhârî, Sahih, c.1, s. 93; Müslim, Sahih, c. 1 ,s.149; İbn Esîr, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 57.
[34]İbn Ebi Şeybe, Musannef, c. 14, s. 304-305; Ahmed b. Hanbel, c. 3, s. 149; Müslim, c. 1, s. 147; Beyhakî, c.2, s. 384; Kadı lyaz, c. 1, s.138; İbn Esîr, c. 12, s. 54.
[35]Bakara, 2/285-286.
[36]İbn Esîr,Nihâye, c. 4. s.19.
[37]Abdurrezzak, M usannef, c. 11 , s. 17;, Buhârî, Sahih, c. 195; Müslim, Sahih, c. 1, s. 92; Beyhakî, Sünenü'l-kübrâ, c. 8, s. 20, 249.
[38]Buhârî, Sahili, c. 1 , s. 93; Müslim , Sahili, c. 1, s. 149; Begavı", Mesâbîhu's-sünne, c. 2, s. 179; İbn Esîr, Câmiu'l-usûl, c. 12, s. 57; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 1 , s. 145.
[39]Al-i İmran, 3/133.
[40]İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 55.
[41]Buhârî, c. 1, s. 93; Müslim, c. 1, s. 149; Begavî, c. 2, s. 179; İbn Esîr, c. 12, s. 57; İbn Seyyid, c. 1, s. 145; Zehebî, Târîhu'l-islâm, s.260.
[42]Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 263; Buhârî, Sahîh, c. 6, s. 92; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 449; Taberî, Târîh, c. 2, s. 211.
[43]İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 55.
[44]Ahmed b. Hanbel, c. 3, s. 263; Buhârî, c. 6, s. 92; Tirmizî, c. 5, s. 449; Taberî, c. 2, s. 211; İbn Esîr, c. 2, s. 55; Tirmizi, c.5, s. 450; Taberî, c. 2, s. 211; İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 55.
[45]İbn İshak.İbnHişam, Sîre, c.2, s. 45-46.
[46]İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 55.
[47]Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 210; Buhârî, Sahîh, c. 5, s. 190; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 557; İbn Mâce, Sünen, c. 2, s. 141; Dârimî, Sünen, c. 2, s. 216; Hâkim, Müstedrek, c. 4, s. 320; Beyhakî, Sünenü'l-kübrâ, c. 7, s. 52; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 2. s. 335; Zehebî, Târîhu'l-islâm. s. 480.
[48]İbn İshak, İbnHişam, c. 2, s.43; İbn Sa'd, Tabakâtü'l-kübrâ, c. 1, s. 214-215; Taberî, Tefsîr, c. 15, s. 2; Zehebî, Târıhu'l-islâm, s. 272; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 110-111; Suyûtî, Hasâisü'l-kübrâ, c. 1, s. 439; İbnEsîr, Kâmil, c. 2, s. 56.
[49]İbn Sa'd, Tabakâtü'l-kübrâ, c. 1, s.214; Zehebî, Târîhu'l-islâm, s. 272.
[50]İbn İshak, İbn Hişam, Sîre, c. 2, s. 43; İbn Sa'd, Tabakât, c. 1 , s. 215; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 1, s. 141; Zehebî, Târîhu'l-islâm, s. 245-246; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 3, s. 110.
[51]Diyarbekrî, Hamîs, c. 1, s. 315-316; Ebu'l-Fidâ, Tefsir, c. 3, s. 22; İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 56-57; İbn Seyyid, c.1, s. 142; İbn İshak, İbn Hisam, Sîre, c. 2, s. 44; Zehebî, Târîhul-islâm, s. 243; İbn Sa'd, Tabakâtül-kübrâ, c. 1, s. 215.
[52]İbn Ebi Şevbe, Musannef, c. 14, s. 306; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 309; Ebu'l-Ferec İbn Cevzî, el-Vetâ, c. 1 , s. 223; Zehebî, Târihu'l-islâm, s. 250.
[53]İbn İshak, İbn Hişam, c. 2, s. 39-40; Zehebî, s. 248; Ebu'l-Fidâ, Tefsîr, c. 3, s.21.
[54]Buhari, Müslim, Tirmiz’den, Büyük Hadis Külliyatı-5, s. 416/10133
Ayın Yarılması Mucizesi
Kur’an’da, “Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı. Onlar ise, ne zaman bir mu’cize görseler yüz çevirir ve ‘Bu daimî bir sihirdir.’derler.”[1]
ayetinin açık işareti ve tüm sahih hadis ve siyer kaynaklarında geçen manevi tevatür derecesindeki ayın yarılması mucizesinin nasıl gerçekleştiği konusunda bilgi verip, ardından bu konuda akla gelebilecek bazı sorulara cevap vermeye çalışacağız.
Ayın Yarılması Mucizesi Nasıl Gerçekleşti?
Ayın ikiye ayrılması mucizesinin Medine'ye hicretten önce[2] Kureyş müşriklerinin istekleri üzerine -Yüce Allah'ın izniyle- Peygamberimiz (asm) tarafından gösterildiği Enes b. Malik[3], Hz. Ali, Huzeyfe b. Yeman[4], Abdullah b. Mes'ud[5], Abdullah b. Abbas[6], Abdullah b. Ömer[7], Abdullah b. Amr b. Âs[8], Cübeyr b. Mut'im[9] (r.anhum ecmain) gibi pek çok sahabeden nakledilmiştir.[10]
Kureyş müşriklerinden, Velid b. Mugîre, Ebu Cehil, Âs b. Vâil, Âs b. Hişam, Esved b. Abdi Yağus, Esved b. Muttalib, Zem'a b. Esved, Nadr b. Haris ve daha başkaları[11], Peygamberimiz’e (asm):
"Eğersen gerçekten peygambersen, bize Kameri (Ayı), yarısı Ebu Kubeys dağı, yarısı da Kuaykıan dağı üzerinde görülmek üzere ikiye ayır!" dediler.
Peygamberimiz (asm):
"Eğer bunu yaparsam iman eder misiniz?" diye sordu.
Müşrikler:
"Evet! İman ederiz." dediler.
Ayın bedir, yani dolunay olduğu, iyice göründüğü gece, Peygamberimiz (asm), müşriklerin istedikleri şeyi kendisine vermesini, Yüce Allah’tan diledi.[12]
Cebrail (a.s.) inip, Allah’ın duasını kabul ettiğini O’na (asm) duyurunca, O da Mekkelilere haber verdi. Müşrikler Ayın on dördüncü gecesinde, Ayın ikiye ayrıldığını gördüler![13]
Yüce Allah, Ayın yarısını Ebu Kubeys dağı, yarısını da Kuaykıan dağı arasında doğdurunca, Peygamberimiz (asm):
"Ey Ebu Seleme b. Abdulesed! Erkam b. Ebi'l-Erkam! Şahit olunuz!" diyerek Müslümanlara;[14]
"Ey filan! Ey filan! Şahit olunuz!" diye de, müşriklere seslendi.[15]
Fakat müşrikler"Bu, Ebu Kebşe'nin oğlunun bir sihridir!"[16] "Ebu Kebşe'nin oğlu sizi sihirledi!"[17] "Muhammed bizi sihirledi!" dediler.[18]
Bazısı da:
"Muhammed bizi sihirlediyse[19], bütün insanları da sihirleyemez ya![20] Başka beldeler halkından, yanınıza gelecek olanlara, sorun bakalım: Bunu onlar da görmüşler mi?"[21]dedi.
Her taraftan[22] gelenlere sordular:[23]
"Evet! Onu biz de öyle gördük! Ayı ikiye yarılmış gördük!" dediler. Ayın ikiye ayrılmış olduğunu haber verdiler. Her taraftan gelenlerden, Ayın ikiye ayrıldığını görüp de haber vermeyen bir kimse kalmadı.[24]
Fakat müşrikler iman etmekten, Müslüman olmaktan yüz çevirip:
"Bu, müstemir (olagelen) bir sihirdir!"[25], “Ebu Talib‘in yetiminin sihri semâya da tesir etti”[26] dediler.
Yüce Allah, Kamer sûresinde bu mucizeye şöyle temas buyurur:
"Saat yaklaştı.
Ay (ikiye) yarıldı (ayrıldı).
Onlar (ne zaman) bir âyet, bir mucize görseler, yüz çevirirler ve:
'Müstemir (olagelen) bir sihir!' derler.
(Ayın ikiye ayrılması mucizesini görünce de) hevalarına uydular:
'Yalan!' dediler (Peygamberi yalanladılar).
Oysa ki, her iş bir gayeye bağlıdır.
Andolsun ki; onlara (kendilerini küfür ve inattan) vazgeçirecek öyle önemli haberler gelmiştir ki, her biri, gayesine ermiş bir hikmet ve ibrettir.
Fakat, onları tehdit eden bütün o hadiseler kendilerine fayda vermiyor!"[27]
Ayın Yarılması Mucizesi ile Açıklama
Ayın yarılması mucizesi ile ilgili akla gelebilecek bazı soruların cevabını vermek istiyoruz. Sorumuz şu “Ayın yarılması mucizesi gerçekleşmiş midir? Neden tarihler ayın yarıldığından bahsetmiyor? Neden bilimin bugün bu kadar gelişmesine rağmen ayın üzerinde her hangi bir yarılma izi bulunmamaktadır? Eğer yarılma vuku bulsaydı bunun izinin ay üzerinde olması gerekirdi.” Akla gelebilecek bu iki şıklı sorunun ilk şıkkını beş maddede cevaplayıp, ardından diğer ikinci sorunun cevabını vereceğiz.
Ayın yarılması mucizesi gerçekleşmiş midir? Neden tarihler ayın yarıldığından bahsetmiyor?
Ayın yarılması mucizesi, Allah Resulünü (asm) yalanlayan bazı müşriklere, davasının doğruluğunu göstermek için Allah’ın izniyle gerçekleşmiş bir mucizedir. Tarihlere geçmemesinin nedenlerini maddeler halinde izah edelim:
1. Ayın yarılması mucizesi bütün İslam tarihi ve siyer kitaplarında nakledilen, ayrıca Kur’an’da da Kamer Suresinin ilk ayetlerinde[28] işaret edilen bir mucizedir. Mucizeye tanık olan inatçı müşriklerin bu mucize karşısında Kur’an’ı inkar eden o müşriklerden hiçbiri bu mucizeyi inkar etmemiş, aksine“Sihirdir!..”[29] diyerek iptaline kalkışmışlardır. Tarihte bu hadisenin olmadığına dair hiçbir bilgi nakledilmemiştir. Eğer hadise gerçekleşmemiş olsaydı, İslam aleyhine olan en ufak bir hadiseyi bile ihmal etmeyen ve karalamak için kullanan müşrikler, tarihlerin ve Kur’an’ın naklettiği bu hadiseyi mutlaka yalanlayacaklardı. Yalanlayamamaları gösteriyor ki, bu hadisenin gerçekleşmesi noktasında bir şüphe yoktur.
2. Sa’d-ı Taftazanî gibi büyük alimler demişler ki:
“Ayın yarılması mucizesi, parmaklarından su akması, umum bir orduya su içirmesi, camide hutbe okurken dayandığı kuru direğin Peygamberimizin ondan ayrılmasından dolayı ağlaması, umum cemaatin işitmesi gibi mütevatirdir.[30]Yani, öyle tabakadan tabakaya büyük bir cemaat nakletmiştir ki, yalanda ittifakları muhaldir. Bin sene önce gözüken ve tarihlerin kaydettiği “Hâle” isimli kuyruklu yıldızının dünyadan göründüğünden nasıl eminsek -çünkü asırdan asıra insanlar o bilgiyi aktarmışlardır, yani mütevatirdir- ya da görmediğimiz sadece duyduğumuz Sri Lanka’nın vücudu gibi varlığı kesindir.” demişler.
İşte böyle vuku kesin olan bir meselede şüphe duymak ve vehme kapılmak akılsızlıktır. İmkansız bir hadise değildir. Ayın yarılması volkanla parçalanan bir dağ gibi imkan dahilindedir ve mümkündür.
3. Mucize, peygamberlik davasında inanmayan insanları ikna etmek içindir. Eğer inanmayan insanları, inanmaya zorlayacak olsaydı, o zaman imtihan sırrına zıt olurdu. Dolayısıyla ayın yarılması mucizesinde, ay yarıldıktan sonra bütün insanlığın göreceği kadar uzun süre o şekilde kalsaydı, bütün insanların iman etmesine vesile olacak ve imtihan sırrı ortadan kalkmış olacaktı. Veya sıradan bir semavi hadise olarak tarihlere geçecekti. Bu nedenle ayın yarılması mucizesi sadece gece vakti, ani bir şekilde, hazır bulunan müşriklere ve bazı sahabelere gösterilmiştir.
4.“Ayın yarılması hadisesi, başka ülkelerin tarihlerine neden geçmemiştir?” diye akla gelebilir. Halbuki bu hadise gece olmuştur, dolayısıyla dünyanın diğer yarısı gündüz olduğundan görünmemesi gayet normaldir. Ayrıca o dönemde cehaleti ve vahşilikleriyle ünlü olan Avrupa ülkelerinin tarihinde olmaması da gayet normaldir. Farklı yerlerde de sis ve bulut gibi farklı engeller görünmemesine sebep olmuş olabilir. Böyle bir hadise bazı fertler tarafından görülse de gözlerine inanamaz ve bu hadiseye birisi tanık olsa bile insanları inandıramaz ve tarihlere geçemez.
Özet olarak deriz ki:
1. Doğruluğun ve adaletin temsilcisi olan sahabelerin bu hadisenin gerçekleştiğine dair ifadeleri;
2. Pek çok müfessirin“Ve Ay yarıldı.”[31] ayetinin tefsirinde bu hadisenin nüzul sebebi olduğu konusundaki ittifakları.[32]
3. Güvenilir kaynaklardan nakiller yapan bu hadis âlimlerinin bu olayın gerçekleştiğini ispat eden rivayetleri;[33]
4. Bütün keşif ve ilham ehli olan evliya ve sıddıkînin bu hadisenin gerçekleştiğine dair haberleri
5. Kelam ilminin meslekçe birbirinden çok uzak olan imamlarının ve derin ilim ve ihtisas sahibi alimlerinin bu hadisenin olduğuna dair tasdikleri;
6. Dalâlet üzerine birleştikleri vaki olmayan ümmet-i Muhammediyenin[34] (asv) bu hadisenin gerçekleştiğine dair inançları, güneş gibi ayın yarılması hadisenin gerçekleştiğini ispat eder.
Neden bilimin bugün bu kadar gelişmesine rağmen ayın üzerinde her hangi bir yarılma izi bulunmamaktadır?
Vücudumuzda oluşan bir yaranın bir süre sonra iz bırakmadan iyileşmesi, yeryüzünde meydana gelen çatlakların iz bırakmadan zamanla kapanmaları gibi, ayı yaratan kudretin de onu bir mucize eseri olarak yardığında iz bırakmadan birleştirmesi gayet makuldür.
Bununla beraber Büyük İslam Alimi Merhum Muhammed Hamidullah’ın da dikkat çektiği gibi; ayın yüzeyinde yukarıdan aşağıya doğru ve ayın tam ortasında uzun bir çatlak izi görüldüğünü hatırlatmakta yarar vardır. Bu çatlak yaklaşık bir mil (bin altıyüz metre) genişliğindedir ve uzay bilimciler buna "Hadley Rille" adını vermişlerdir. Apollo-15 ekibi tarafından, bu çatlak hakkında yapılan araştırmalar zamanın gazetelerinde yer almıştır. Bu çatlağın resmi aşağıda görülmektedir.[35] Ayrıca bu yarıkla (veya yarıklarla) ilgili internette Apollo-15 in kaydettiği video görüntüsü de internet üzerinden http://www.youtube.com/watch?v=lzXZXrt0n2M adresinden izlenebilir.
(Fotoğraf: Nasa, Google Moon[36])
Resimde görülen çatlağın ayın yarılması mucizesi ile doğrudan ilgilisi olup olmadığı tartışma konusudur. Anlaşıldığı üzere bu yarıklardan ay üzerinde bol miktarda bulunmaktadır. Ayın yarılması mucizesi ile bunların doğrudan alakalı olabilmesi için hepsinin aynı istikamet üzerinde ayın bütününü dairesel olarak dönmesi gereklidir. Ancak şuan bu şekilde olup olmadığı bilgimiz haricindedir. İstikbalde Müslüman bilim adamlarının ayda bu konu üzerinde derin araştırmalar yapması temennimizdir. Bu yarıklar ayın yarılması mucizesi ile ilgili ısrarla bir iz arayanlar için bir delil olabilir diyebiliriz.
___________________________________________
[1]Kamer, 54/1-2.
[2]Kastalâni, Mevâhibu'l-ledünniye, c. 1, s. 466; Diyarbekıf, Hamis, c. 1, s. 298; Zürkânî, M evâhibu'l-ledünniye Şerhi, c.5, s.108.
[3]Buhârî, Sahîh, c. 4, s. 1 86; Müslim , Sahih, c. 4, s. 2159; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 397; Taberî, Tefsîr, c. 27, s. 84-85; Hâkim, Müstedrek, c. 2, s. 472; Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, c. 2, s. 262, 265; Kadı lyaz, Şifâ, c. 1, s. 235; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 1, s.114; Zehebî, Târıhu'l-İslâm, s. 209; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 3, s. 118.
[4]Kadı lyaz, Şifâ, c. 1, s. 235; İbn Seyyid, Uyun, c. 1, s. 11 5; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 118-119; Diyarbekrî, c. 1, s. 298; Zürkânî, Mevâhib Şerhi, c. 5, s. 1 08.
[5]Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 377,413; Buhârî, c. 4, s. 186; Müslim, c. 4, s. 2158; Tirmizî, c. 5, s. 397-398; Taberî, c. 27, s. 85; Hâkim, Müstedrek, c. 2, s. 471; Ebu Nuaym, Delâilü'n-nübüvve, c. 1, s. 279, 281; Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, c. 2, s.264-265; Kadı lyaz, Şifâ, c. 1, s. 234; İbn Seyyid, c. 1, s. 114; Zehebî, s. 209-211; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 118.
[6]Buhârî, c. 4, s. 186; Müslim , c. 4, s. 2159; Taberî, c. 27, s. 86; Hâkim, Müstedrek, c. 2, s. 472; Ebu Muaym, Delâil, c. 1 ,s. 279-280; Beyhakî, Delâil, c. 2, s. 267; İbn Seyyid, c. 1, s. 114; Zehebî, s. 211; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 118.
[7]Müslim, c. 4, s. 2159; Tirmizî, c. 5, s. 398; Taberî, c. 27, s. 85; Ebu Nuaym, c. 1, s. 279; Beyhakî, c. 2, s. 267; Kadı lyaz,Şifâ.c.1, s. 235; İbn Seyyid, c. 1, s. 114.
[8]Hâkim, Müstedrek, c. 2, s. 472; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 118.
[9]Kadı lyaz, Şifâ, c. 1, s. 235; İbn Seyyid, Uyun, c. 1, s. 115; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 118-119; Diyarbekrî, c. 1, s. 298; Zürkânî, Mevâhib Şerhi, c. 5, s. 1 08.
[10]Kadı lyaz, Şifâ, c. 1, s. 235; Kastalâni, Mevâhibu'l-ledünniye.c. 1, s. 466; Diyarbekrî,c. 1, s. 298; Zürkânî, Mevâhib Şerhi,c. 5, s. 108.
[11]Ebu Nuaym, Delâilü'n-nübüvve, c. 1, s. 280; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 3, s. 119; Suyûtî, Dürru'l-mensûr, c. 6,s. 133; Kastalâni, Mevâhibu'l-ledünniye, c.1 , s. 467; Diyarbekrî, Hamis, c. 1, s. 299; Zürkânî, Mevâhibu'l-ledünniye Şerhi, c. 5, s.110.
[12]Ebu Nuaym, c. 1, s. 280; Ebu'l-Ferec İbn Cevzî, el-Vefâ, c.1, s. 272-273; Kurtubî, Tefsîr, c. 1 7, s. 1 27; Ebu'l-Fidâ, c. 3,s. 11 9-120; Suyûtî, Dürru'l-mensûr, c. 6, s. 133; Kastalâni, Mevâhibu'l-ledünniye, c. 1, s. 467; Diyarbekrî, Hamis, c.1, s. 299; Zürkânî,Mevâhib Şerhi, c. 5, s. 110.
[13]Taberî, Tefsîr, c. 27, s. 85; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 3, s. 120; Suyûtî, Dürru'l-mensûr, c. 6, s. 1 33.
[14]Ebu Nuaym, Delâilü'n-nübüvve, c. 1, s. 280-281; E bu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 3, s. 119-120; Suyûtî, Dürru'l-mensûr, c. 6, s. 133.
[15]Kurtubî, Tefsîr, c. 17, s. 127.
[16]Taberî, Tefsîr, c. 27, s. 85; Ebu Nuaym, c. 1, s. 281; Beyhakî, Delâilü'n-nübüvve, c. 2, s. 266; Vâhidf, Esbâbü'n-nüzûl, s.268; Ebu'l-Ferec İbn Cevzî, el-Vefâ, c.1 , s. 273; Kurtubî, Tefsîr, c. 17, s. 127; Zehebî, Târîhu'l-islâm, s. 210; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 121; Kastalâni, Mevâhib, c. 1, s. 466; Diyarbekrî, c. 1, s. 299; Zürkânî, Mevâhibu'l-ledünniye Şerhi, c. 5, s. 109.
[17]Ebu Nuaym, Delâil, c. 1, s. 281; Beyhakî, Delâil, c. 2, s. 266; Vâhidf, Esbâbü'n-nüzûl, s. 268; Kadı lyaz, Şifâ, c. 1, s. 234; Kurtubî, Tefsîr, c. 17, s. 127; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 121.
[18]Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 82; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 398; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 1, s. 114; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 119; Kastalâni, c. 1, s. 466; Diyarbekrî, c. 1, s. 299; Zürkânî, Mevâhib Şerhi, c. 5, s. 109.
[19]Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 82, Tirmizî, c. 5, s. 398, Beyhakî, c. 2, s. 266; İbn Seyyid, c. 1, s. 114-115; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 119; Kastalâni, c.1, s. 466; Diyarbekrî, c. 1, s. 299; Zürkânî, c. 5, s. 109.
[20]Ahmed b. Hanbel, c. 4, s. 82; Tirmizî, c. 5, s. 398; Ebu Nuaym, c. 1, s. 281; Beyhakî, c. 2, s. 266; İbn Seyyid, c. 1, s. 114-115; Zehebî, s. 211; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 119-121; Kastalâni, c. 1, s. 466; Diyarbekrî, c. 1, s. 299; Zürkânî, c.5, s. 109.
[21]Kadı lyaz, c. 1, s. 235; İbn Seyyid, c. 1, s. 114.
[22]Beyhakî, c. 2, s. 267; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 121; Kastalâni, c. 1, s. 467; Diyarbekrî, c. 1, s. 299; Zürkânî, Mevâhib Şerhi, c.5, s. 109-110.
[23]Taberî, Tefsîr, c. 27, s. 85; Beyhakî, c. 2, s. 267; Kadı lyaz, c. 1, s. 235; Kurtubî, Tefsîr, c. 1 7. s. 127.
[24]Ebu Nuaym , c. 1, s. 281; Beyhakî, c. 2, s. 267; Ebu'l-Fidâ, c. 3, s. 121; Kastalâni, c. 1, s. 467; Diyarbekrî, c. 1, s. 299; Zürkânî, c. 5, s. 109-110; Taberî, c. 27, s. 85; Ebu'l-Ferec, c. 1, s. 273; Mevâhib Şerhi, c. 5, s. 110; Ebu Nuaym, c. 1, s. 281; Kadı lyaz, c. 1, s. 235; Zehebî, Târîhu'l-islâm, s. 211; Ebu Nuaym, Delâilü'n-nübüvve, c. 1, s. 281.
[25]Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 397; Taberî, Tefsîr, c. 27, s. 87; Kurtubî, Tefsîr, c. 17, s. 1 27.
[26]Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’ân 54; Müsned 3:165; et-Taberî, Câmiu’l-Beyân 27:84-85; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân 17:126; el-Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve 2:268.
[27]Kamer, 54/1-8.
[28]Kamer, 54/1.
[29]Kamer, 54/2.
[30]el-İcî, Kitabü’l-Mevakıf 3:405-406; el-Âmidî, Gayetü’l-Meram 1:356; İbni Teymiyye, el-Cevabü’s-Sahih 1:414; 2:44; eş-Şehristânî, el-Fark Beyne’l-Firâk 1:313; et-Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd 5:17.
[31]Kamer, 54/1.
[32]bk. el-Vâhidî, el-Vecîz fî Tefsîri’l-Kitâbi’l-Azîz 1:370; et-Taberî, Câmiu’l-Beyân 2784-87; el-Kurtubî, el Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân 17:126-127; es-Suyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr 7:672.
[33]Abdullah İbni Mes’ud tariki; Buhârî, Tefsîr (54) 1; Müslim, Sıfâtu’l-Münafikîn 44-45; Tirmizî, Tefsîr 54. Abdullah İbni Ömer tariki; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 45. Tirmizî, Tefsîr (54) 1; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 48. Abdullah İbni Abbas tariki; Buhârî, Menâkıb 27, Menâkıbu’l-Ensâr 36, Tefsîr (54) 1; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 48. Enes İbni Malik tariki; Buhârî, Menâkıb 27, Tefsîr (54) 1, Menâkıbu’l-Ensâr 36; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn 46; Tirmizî, Tefsîru Sûre 54; Huzeyfe İbnu’l-Yeman tariki; et-Taberî, Câmiü’l-Beyân 27:51; Abdurrezzâk, el-Musannef 3:193-194; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ 1:280-281. Cübeyr İbni Mut’im tariki; Tirmizî Tefsîru Sûre 54; Müsned 4:82; İbni Hibban, es-Sahih 14:422.
[34]Ebû Dâvûd, Fiten ve Melâhim 1; Tirmizî, Fiten 7; İbni Mâce, Fiten 7.
[35]Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, s.126, 234. p.
[36]http://www.nasa.gov/centers/ames/news/features/2009/Google_Moon.html
Gelecekle İlgili Verdiği Haberlerin Doğru Çıkması
Peygamber Efendimiz (a.s.m), Allah’ın bildirmesiyle gelecekle ilgili pek çok konuda haberler vermiştir. Verdiği haberler ise aynen bildirdiği gibi vücuda gelmiştir. Sahih rivayetlerden bir kısmını kaynaklarıyla beraber nakledeceğiz.
Sahabelerine demiş: “Şu benim oğlum Hasan, seyyiddir. Allah onun vasıtasıyla Müslümanların iki büyük ordusunu barıştıracaktır.”[1] Bu rivayetten tam kırk sene sonra Hazreti Hasan (r.a)’ın kumandası altındaki İslam ordusu, Hazret-i Muaviye (r.a)’ın ordusu ile karşı karşıya geldiğinde Hazret-i Hasan (r.a) hakkından fedakârlık ederek Müslüman kanı dökülmesini engellemiş ve dedesinin (a.s.m) bu mucizevî haberini tasdik etmiştir.
Hazret-i Ali (ra)’ye demiş: “Sen, biatını bozan, hak ve adaletten sapan ve dinden çıkan kimselerle savaşacaksın.”[2] Cemel ve Sıffin vakıalarını ve Haricilerin ortaya çıkacaklarını mucizane haber vermiştir.
Hazreti Ali (ra) ile Hazreti Zübeyir birbirine karşı ziyade muhabbetli olduklları bir zamanda, Hazreti Ali (ra)’ye demiş ki: “Bu sana karşı savaşacak. Fakat haksızdır.”[3] Hazreti Zübeyir Cemel Vakıasında Hazreti Ali (ra)’ye karşı çıkarak Efendimizin (asm) mucizevi haberini tasdik etmiştir. Bu savaşta Hazreti Ali (ra) yukarıdaki rivayeti Hazreti Zübeyir’e hatırlatınca savaşmaktan hemen vazgeçerek gitmek istemiş, fakat bir hain tarafından şehit edilmiştir.[4]
Mübarek eşlerine hitaben demiş: “İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek.”[5] “Ona Hav’eb köpekleri havlayacak.”[6] Hazreti Ayşe (r.anha), Hazreti Ali (ra)’nin halife seçilmesinden sonra ondan, Hazreti Osman (ra)’ın katillerini bulup cezalandırmasını istiyordu. Hazreti Ali (ra) ise henüz suçlunun tam olarak belli olmadığını öne sürerek bu taleplerini erteliyordu. Bunun üzerine Hazreti Ayşe (r.anha)’nin başında bulunduğu ve Hazreti Zübeyir ve Hazreti Talha gibi cennetle müjdelenen iki sahabenin de içerisinde olduğu bir ordu ile Hazreti Ali (ra)’ye karşı savaşmaya karar verdiler. Ordu Hav’eb denen mevkiden geçince Hazreti Ayşe (r.anha) validemiz bulundukları yerin neresi olduğunu sormuştu. Ona önce Hav’eb diyerek doğrusunu söylemişlerdi. Hazreti Ayşe (r.anha) validemiz, Efendimizin (asm) mucizane söylediği yukarıdaki ifadelerini hatırladığı anda vazgeçmek istemiş, ancak sonrasında yine aldatılarak yerin ismi farklı söylenmiş ve savaş meydanına götürülmüştür. Maalesef bu savaşta on binlerce Müslümanın kanı dökülmüştür.[7]
Hazreti Ali (ra)’ye demiş ki:“Senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir adam” diyerek Abdurrahman ibni Mülcemü’l-Hâricî'yi haber vermiş.[8] Haber verdiği gibi bu şahıs tarafından namaza giderken haince şehit edilmiştir.
Efendimiz (asm) Haricilerin çıkacağını haber verdiği rivayetlerinden birisinde “Bu kötü kavmin alameti şudur: İçlerinde bir adam bulunacak. O adamın pazusu olup kolu bulunmayacak. Pazusunun ucunda meme ucu gibi bir çıkıntı bulunacak. Üzerinde beyaz kıllar bulunacak.”[9] demiş. Haricilerle yapılan savaştan sonra öldürülen hariciler içinde aynen tarif edilen özellikte “Züssedye” isimli bir şahıs bulunarak Efendimizin (asm) mucizane verdiği haber tasdik edilmiştir.
Ümmü Seleme (ra) validemize bildirmiştir ki: “Hazreti Hüseyin, Taff, yani Kerbelâ’da katledilecektir.”[10] Tam elli sene sonra dediği gibi çıkmış ve Hazreti Hüseyin (ra) Kerbela’da şehit edilmiştir.
Pek çok tekrar ile “Benim Âl-i Beytim, benden sonra katle, belâya ve sürgünlere maruz kalacaklar.”[11] diyerek; hem Hazreti Osman (ra)’ın zamanında meydana gelecek hadiseleri, hem Hazreti Ali (ra)’nin hem de Hazreti Hasan (ra) ve Hüseyin (ra)’ın başına gelecek haberleri mucizane haber vermiştir.
Azgın bir taifenin Ammar bin Yasir’i (ra) şehit edeceğini haber vermiştir.[12]Hakikaten Sıffin savaşında bazı azılı insanlar Hazreti Ammar’ı hunharca şehit ettiler. Hazreti Ali (ra) Emevilerin liderlerine haksızlıklarını ispat için yukarıdaki rivayeti onlara hatırlattı, Amr bin As ise siyasi dehasıyla azgın taifenin sadece onu öldürenlerin olduğunu, kendilerinin olmadığını söyleyerek tevil etmiştir.
Hazreti Ömer’in (ra) aralarında olduğu sürece, Müslümanlar arasında fitnelerin olmayacağını söylemiştir.[13] Hakikaten Hazreti Ömer (ra) şehit edilinceye kadar hiçbir fitne baş göstermemiş, vefatının hemen ardından Hazreti Osman (ra)’ın halifeliği döneminde fitneler ortaya çıkmaya başlamıştır.
“Hilâfet benden sonra otuz sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacaktır.”[14]“Bu iş nübüvvet ve rahmetle başladı, sonra rahmet ve hilâfet halini alacak, sonra ısırıcı saltanat şekline girecek, sonra da ceberût ve fesâd-ı ümmet azgınlık meydan alacak.”[15]ifadeleriyle, hem dört halifenin ve Hazreti Hasan (ra)’ın altı aylık halifeliğinin de eklenmesiyle otuz senelik hilafet sürelerini, hem de sonrasında Emevilerle başlayan saltanatı ve sonrasında ümmetinin bazı musibetlere maruz kalacağını haber vermiş. Aynen haber verdiği gibi vücuda gelmiştir.
“Osman Kur’an okurken şehid edilecek.”[16]“Muhakkak ki Cenâb-ı Hak Osman’a halife gömleğini giydirecektir; fakat onlar bu gömleği çıkartmak isteyecekler.”[17] diyerek Hazreti Osman (ra)’ın halifeliğini ve şehid edileceğini haber vermiş ve aynen haber verdiği gibi meydana gelmiştir.
Yukarıda saydığımız bu mucizelerden sonra akla gelebilecek birkaç soruyu cevaplayıp kaldığımız yerden mucizeleri nakletmeye devam edeceğiz.
Soru: Hazreti Ali (ra) halifeliğe çok layık olduğu halde, hem de cesareti ve ilmi gibi pek çok özelliği ile temayüz ettiği halde, neden ilk halife olmadı ve neden onun halifeliği zamanında fitneler bu kadar fazla oldu?
Eğer Hazreti Ali (ra), Efendimizin (asm) vefatından sonra ilk halife olarak başa geçseydi, halifeliği zamanındaki hadiseleri delil göstererek diyebiliriz ki; ondaki boyun eğmeyen, çekinmeyen, kahramanca, müstağnice ve cesurca tavırlar dolayısıyla, pek çok kabilede rekabet damarı oynayarak fitneler çıkabilirdi.
Hazreti Ali (ra)’nin halifeliğinin ertelenmesinin bir nedeni de şudur: Özellikle Hazreti Ömer (ra) döneminde Müslüman olan pek çok kavmin ortaya çıktığı bir zamanda -ki bunların içerisinde Efendimizin (asm) haber verdiği yetmiş üç fırkanın çekirdeklerini bünyelerinde taşıyan fırkalar da vardı- harikulade cesaret ve feraset sahibi olan Hazreti Ali (ra) gibi birisi ancak dayanabilirdi. Hayatına mal olsa da dayandı. Efendimizin (asm) “Ben Kur’ân’ın tenzili için harb ettim. Sen de tevili için harb edeceksin.”[18] sözünün mucizeliğini hayatıyla ispat etmiştir. Allah ondan razı olsun.
Eğer Hazreti Ali (ra) olmasaydı, Emevilerin zenginliklerinin, onları baştan çıkarması ihtimali vardı. Hazreti Ali (ra)’nin ve Ehl-i beytinin dik duruşuyla ve adeta Efendimizin (asm) yaşayan birer numunesi olmalarıyla pek çok hatalarının önüne geçilmişti. Çünkü Ehl-i beyte ve savunduğu davaya karşı gelmek, adeta İslam’a karşı gelmekti. Bu nedenle Emevi meliklerinin tamamı olmasa da onların tabileri ve taraftarları, bütün kuvvetleri ile İslam’ın ve imanın hakikatlerini muhafazaya çalışmışlar ve pek çok müçtehid ve hadis aliminin yetişmesine vesile olmuşlardır.
Soru: Çok layık oldukları halde, halifelik neden Ehl-i beytte devam etmedi?
Dünya saltanatı aldatıcıdır. Hâlbuki Ehl-i beyt dünya saltanatından ziyade İslam’ın hakikatlerini ve Kur’an’ın hükümlerini muhafazayla vazifelidirler. Oysa Hazreti Ali (ra)’den sonra halifelik bir nevi sultanlığa dönüşmüştü.[19] Sultanlığa geçen ya peygamber gibi masum olmalıdır veya Ömer bin Abdulaziz veya Mehdi-i Abbasi gibi nefsini ve dünyevi arzularını terk eden bir durumda olmalı ki aldanmasın. Oysa Mısır’da Ehl-i beyt namına ortaya çıkan Fatımiler Devleti, Afrika’daki Muvahhidler hükumeti veya İran’daki Safeviler gibi olumsuz sonuçlanan girişimler göstermiştir ki, Ehl-i beyte dünya saltanatı yaramamıştır. Çünkü asıl vazifesi olan dinin muhafazası veya İslam’a hizmeti onlara unutturmuş, siyasi çekişmelerin içine düşürmüştür.
Halbuki, Hazreti Hasan (ra)’ın neslinden gelen Ehl-i beytin meşhur imamları olan Gavs-ı Azam Abdulkadir-i Geylani, Seyyid Ahmed Rufâî, Seyyid Ahmed Bedevî ve İbrahim-i Dessûkî veya Hazreti Hüseyin (ra)’in soyundan gelen İmam Zeynel Abidin veya İmam Cafer-i Sadık gibi zatlar ispat etmişlerdi ki, Ehl-i beytin asıl vazifesi Kur’an’ın ve imanın hakikatlerine hizmet etmektir.
Soru: Peygamberimizin (asm) vefatından sonra, O’nun Ehl-i beytinin ve kanı dökülen binlerce Müslümanın başlarına gelen bu felaketlerin hikmeti nedir? Onlar bu şekilde bir musibete layık değillerdi; Allah’ın rahmeti buna nasıl müsaade etti?
Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her bitki taifesinin, tohumların ve ağaçların kabiliyetlerini tahrik eder, onların yetişmelerini hızlandırır. Her biri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî vazifelerinin başına geçerler.
Öyle de, sahabe ve tabiinin başına gelen o musibetler de, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı kabiliyetleri harekete geçirdi. “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi uyarıp, İslâmiyet’in muhafazasına koşturdu. Her biri kendi kabiliyetine göre, bir vazifeyi omuzuna aldı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı iman hakikatlerinin muhafazasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhafazasına çalıştılar. Her alanda İslamiyet’in muhafazası için gayret gösterdiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. O dönemde çok genişlemiş olan İslâm âleminin her tarafına, o musibetlerin fırtınası ile tohumlar atıldı, İslam âleminin yarısını gülistana çevirdi. Pek çok müçtehitleri, muhaddisleri, Kur’an ve hadis hafızlarını, asfiyaları, kutupları İslâm âleminin her yerine götürdü, hicret ettirdi. Doğudan batıya kadar İslam âlemini heyecana getirip, Kur’ân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.
Şimdi gelecekle ilgili verdiği haberlerin doğru çıkması mucizelerine kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Ashabına Mekke’nin[20], Hayber’in[21], Şam’ın[22], Irak’ın[23], İran’ın[24], Kudüs’ün[25], İstanbul’un[26] fetihlerini haber vermiştir, verdiği gibi aynen vücuda gelmiştir. Hem defalarca ümmetinin yardıma ve zafere nail olacağını ifade etmiştir. Hem o zamanın en büyük devletlerinden olan İran ve Rum padişahlarının ganimetlerine sahip olacaklarını haber vermiştir.[27] Dediği gibi aynen vukua gelmiştir. Hem “Tahminim böyle”veya “Zannederim” dememiş; aksine, görür gibi kesin haber vermiştir ve haber verdiği gibi çıkmıştır. Hâlbuki haber verdiği zaman, hicrete mecbur olup kendi yurdundan çıkartılmış, Sahabeleri az, Medine etrafı ve bütün dünya O’nun (asm) düşmanıydı.
“Benden sonra Ebû Bekir ve Ömer’in yolu üzere gidin.”[28] diyerek vefatından sonra sırasıyla Hazreti Ebu Bekir (ra) ve Hazreti Ömer (ra)’in halife olacaklarını haber vermiş, haber verdiği gibi meydana gelmiştir.
“Yeryüzü benim için büzülüp katlandı. Bana onun doğuları ve batıları gösterildi ve ümmetimin mülkü benim için katlanan yerlere kadar ulaşacaktır.”[29] diyerek ümmetinin doğudan batıya kadar genişleyeceğini ve hiçbir ümmetin bu kadar genişliğe ulaşamayacağını haber vermiştir. Haber verdiği gibi meydana gelmiştir.
Bedir savaşından evvel Kureyş müşriklerinin Bedir’de ölecekleri yerleri göstererek “Burası Ebû Cehil’in katledileceği yer, burası Utbe’nin katledileceği yer, burası Ümeyye’nin katledileceği yer ve burası da falan ve falanın katledileceği yerlerdir.” demiştir. Aynen dediği yerlerde dediği şahısların cesetleri bulunmuştur.[30] Yine Bedir’den evvel kendi eliyle Übeyy ibni Halef’i öldüreceğini söylemiştir.[31] Bedir’de canını kurtaran Übeyy, Uhud savaşının sonunda Efendimizin (asm) attığı bir mızrakla yaralanmış, Mekke’ye giderken yolda ölmüştür.[32]
Mute Savaşı’na katılamamıştı. Ancak savaş esnasında meydana gelen hadiseleri bir televizyon ekranından görür gibi yanında bulunanlara haber vermişti. “Sancağı Zeyd aldı ve vuruldu. Sonra Câfer aldı, o da vuruldu. Sonra İbni Revâha aldı, o da vuruldu. Ve sonra onu, Allah’ın kılıçlarından bir kılıç eline aldı...”[33] diyerek, sırasıyla tayin ettiği tüm kumandanların şehit olup en sonunda Halid bin Velid’in orduyu harika idare etmesini haber vermişti. Savaştan birkaç hafta sonra Ya’le ibni Münebbih Mute’den döndüğünde, Efendimizin (asm) savaşla ilgili tüm detayları ona anlattığında Ya’le kasemle aynen dediği gibi savaşın cereyan ettiğini ifade etti.[34]
Abdullah bin Zübeyir’e “Senin yüzünden insanların, insanlar yüzünden de senin vay haline!”[35] diyerek, bazı mühim olaylara karışacağını haber vermiştir. Hakikaten Emeviler zamanında Abdullah bin Zübeyir halifeliğini ilan etmiştir. Ardından Haccac-ı Zalim ordusuyla onun üzerine yürümüş ve o kahraman sahabeyi şehit etmiştir.
Emeviye devletinin ortaya çıkacağını[36], Yezid ve Velid zalim hükümdarlarının olacağını[37] haber vermiştir. Ayrıca Hazreti Muaviye’nin de ümmetin başına geçeceğini söylemiş. Hazreti Muaviye’nin ümmetine ve Ehl-i beytine karşı tutumlarını da önceden haber vererek ona “Başa geçtiğin zaman affedici ol ve âdil davran.”[38] emretmiştir.
“Abbasoğulları siyah bayraklarla çıkarlar ve öncekilerden çok uzun müddet saltanat sürerler.”[39] diyerek, Emevilerden sonra Abbasilerin ortaya çıkacağını haber vermiştir. Haber verdiği gibi meydana gelmiştir.
“Yaklaşmakta olan bir şerden vay Arapların haline!”[40] diyerek, Cengiz ve Hülagu fitnelerini haber vermiştir. Maalesef haber verdiği gibi, Moğol İmparatoru zalim Cengiz Han[41] ve torunu Hülagu[42] pek çok Müslümanın kanını akıtmışladır.
Sa’d ibni Ebî Vakkas’ın ağır hasta olduğu bir dönemde ona,“Sen daha çok yaşayacaksın ve ordunun başına geçeceksin. Sonunda; tâ ki, bir kısım milletler senden fayda görecekler, bir kısmı da zarar görecekler...”demiştir.[43] Hakikaten İslam ordusunun başında İran’ın fethi gibi çok zaferlere imza atmış ve çok milletlerin İslam’la şereflenmesine vesile olmuştur.
Peygamberimizin (asm) davetiyle İslam’la şereflenen Habeş kıralı Necaşi, hicretin yedinci senesi vefat ettiği aynı anda Efendimiz (asm) sahabelerine haber vermiş ve cenaze namazını kılmıştır.[44] Bir hafta sonra haber gelmiştir ki, Efendimizin (asm) haber verdiği aynı zamanda vefat etmiştir.
Hira veya Uhud dağlarından birisinin üzerinde Hazreti Ebubekir (ra), Hazreti Ömer (ra), Hazreti Osman (ra) ve Hazreti Ali (ra) ile beraberken, dağın zelzele oluyor gibi titremesi üzerine,“Sâkin ol! Zira senin üstünde bir peygamber, bir sıddık ve şehid vardır.”[45] diyerek, Hazreti Ebubekir (ra) haricindekilerin şehit olacaklarını mucizane haber vermiştir. Hakikaten Hazreti Ebubekir (ra) haricindeki diğer üç halife de şehid edilmişlerdir.
Buraya kadar Hazreti Muhammed (asv)’in, binlerce mucizelerinden sadece gelecekle ilgili verdiği haberlere dair birkaç numuneyi aktardık. İnanmayan bazı insanlar, Efendimizin (asm) bu kadar gaybi haberleri vermesini O’nun zeki olmasına verebilirler. Şu kadar hadiseyi doğru ve kendinden tam emin bir halde haber veren ve haber verdiği gibi çıkan bir insan sadece zeki değil, aynı zamanda büyük bir dahi olmalıdır. Madem deha derecesinde zekidir ve dediklerinin hepsi doğru çıkmıştır. Demek ki, O’nda (asm) yalan yoktur ve her dediği doğrudur. Öyle ise O’nun (asm) ölümden sonrası için verdiği gaybi haberlere de inanmak gerekir. Bu kadar gaybi haberi duyup doğruluğu gören birisinin, ölümden sonrasıyla ilgili gaybi haberlere inanmaması divanelik değil de nedir?
Tekrar kaldığımız yerden devam ediyoruz:
Hazreti Fatma (r.anha)’ya kendi vefatını haber verip, vefatından sonra kendi ailesinden herkesten önce onun vefat edip kendisine kavuşacağını haber vermiş, altı ay sonra aynen haber verdiği gibi çıkmıştır.[46]
Ebu Zerr el-Gıffari Hazretlerine “Buradan çıkarılacak, tek başına yaşayacak ve tek başına öleceksin.” demiştir.[47] Hakikaten önce Şam’a, oradan tekrar Medine’ye, oradan da çöle gidip tek başına yaşayıp vefat ederek Efendimizin (asm) verdiği haberin doğruluğunu tasdik etmiştir.
Birgün Resul-i Ekrem (asm) süt halası Ümmü Haram’ın evinde uyuyordu. Uykusundan tebessüm ederek uyandı. Rüyasında Müslümanların gemilere binip deniz seferlerine çıkacaklarını gördüğünü anlattı. Ümmü Harâm;“Ya Resulallah (a.s.m.), Allah’a dua edin, ben de onlarla beraber olayım.” dedi. Peygamber Efendimiz (asm) de: “Beraber olacaksın!..”buyurdu. Ümmü Harâm, Efendimizin (asm) bu duasının bereketiyle Hz. Osman (ra)’ın hilâfeti zamanında, Hz. Muâviye (ra)’in komutasında tertiplenen Kıbrıs Seferi’ne kocası Ubâde ile birlikte katıldı. Denizi aşıp, adaya çıktılar. Orada bindiği katırdan düştü ve bu yüzden vefat etti. Kabri hâlen Kıbrıs’ta en çok ziyaret edilen mekânlardandır.[48]
Hem ferman etmiş ki: “Sakif kabilesinden birisi peygamberlik iddiasında bulunacak ve yine o kabileden hunhar bir zalim çıkacaktır.”[49] Aynen dediği gibi, peygamberlik iddia eden Muhtar ve yüz binden fazla insanı öldüren meşhur Haccac-ı Zalim, Sakif kabilesinden çıkmıştır.
“İstanbul fethedilecektir. Onu fethedecek olan kumandan ne güzel kumandan ve onun ordusu ne güzel ordudur.”[50] diyerek İstanbul’un fethini ve Fatih Sultan Mehmed’in yüksek bir makamda olduğunu haber vermiştir; dediği gibi aynen vukua gelmiştir.
“Eğer din, Ülker Takım yıldızında bile olsaydı, Fars’tan bazı kimseler ona ulaşıp alabileceklerdi.”[51] diyerek Farsların içinden yani İran’da yetişecek başta İmam-ı Azam Ebu Hanife olmak üzere pek çok alimlerin çıkacağını haber vermiş ve söylediği gibi çıkmıştır.
“Kureyş’in âlimi yeryüzünün tabakalarını ilimle dolduracaktır.”[52]diyerek Gazze’de doğup ardından Efendimizin (asm) akrabaları olan Kureyş Kabilesinin bulunduğu Mekke’ye yerleşerek, burada ilim tahsil eden İmam-ı Şafi’yi haber vermiştir. Hakikaten İmam-ı Şafi’ye tabi olanlar, yeryüzünün her yerine dağılarak Efendimizin (asm) verdiği haberin mucize olduğunu tasdik etmişlerdir.
“Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. İçlerinden birisi fırka-i nâciyedir. ‘Onlar kimdir?’ dediler. Buyurdu ki: Bana ve ashabıma tâbi olanlardır.”[53] diyerek, sonradan ortaya çıkacak bid’a fırkalarını haber vermiş ve Ehl-i sünnet ve’l cemaat denilen cemaatin kurtuluşa ereceklerini bildirmiştir. Vefatından kısa bir süre sonra bu fırkalar ortaya çıkmaya başlamıştır.
“Kaderiye fırkası, bu ümmetin mecûsîleridir.”[54] diyerek, kaderi inkar eden Kaderileri haber vermiş ve haber verdiği gibi çıkmıştır.
Hristiyanların, Hz. İsa’yı sevmede ölçüyü kaçırdıkları gibi, Hazreti Ali’yi sevmede de bazı insanların ölçüyü kaçıracağını ve onların Rafızîler[55]olarak adlandırılacaklarını haber vermiştir.[56] Henüz ortaya çıkmadan yıllar önce çeşitli fırkalara ayrılan Şiilerin ortaya çıkacaklarını haber vermiştir.
“Ne vakit gururla yürümeler başladı ve Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belânız, fitneniz içinize girecek, harbiniz dâhilî olacak, şerirleriniz başa geçip hayırlılar ve iyilerinize musallat olacaklar.”[57]diyerek, Emeviler dönemindeki dünyevileşmeyi ve onların şerli liderlerinden haber vermiştir. Otuz sene sonra dediği gibi ortaya çıkmıştır.
Hayber Kalesi’nin fethinin Hazreti Ali (ra)’nin eliyle olacağını haber vermiş.[58] Haber verdiği savaşın ikinci günü Hazreti Ali (ra), kalenin kapısını söküp kalkan gibi kullanarak savaşmıştır. Daha sonra yere attığı kapıyı bazı rivayetlerde sekiz bazı rivayetlerde ise kırk kişi yerinden kaldıramamıştır.[59]
Kureyş müşriklerinin önde gelenlerinden ve Hudeybiye’nin başrol oyuncularından olan Suheyl bin Amr, henüz Müslüman olmadan evvel Bedir Savaşı’nda esir edilmişti. Hazreti Ömer (ra), ona işkence etmek için Peygamber Efendimizden (asm) izin istedi. Efendimiz (asm) ise “Yâ Ömer! Gün gelir, bu adam seni sevindirecek bir duruma gelir.” diyerek buna müsaade etmedi.[60] Hakikaten Peygamberimizin (asm) vefatı zamanında Müslümanların zor anlar yaşadığı dönemde, Medine’deki Müslümanları teselli eden ve uyaran Hazreti Ebubekir (ra) gibi, Suheyl bin Amr’da Mekke’deki Müslümanları uyarıp teselli ederek Efendimizin (asm) verdiği haberi tasdik etmiştir.
Hazreti Sureka’ya Kisra’nın bileziklerini giyeceğini haber vermiştir.[61] Bu haber vermesinden yıllar sonra Hazreti Ömer (ra) zamanında İran fethedildi. Kisra’nın bilezikleri getiriledi, Hz. Ömer, Sureka’nın kollarına takıp “Bu iki bileziği Kisrâ’dan alıp Sürâka’ya giydiren Allah’a hamd olsun.” diyerek Efendimizin (asm) yukarıdaki haberini hatırlatmıştır.[62]
Fars Kisra’sının ölümünden sonra artık Kisra gelmeyeceğini haber vermiş, haber verdiği gibi çıkmıştır.[63]
Kisra’nın Efendimizi (asm) esir edip getirmeleri için vazifelendirdiği elçiye Efendimiz (asm) Kisra’nın şu an oğlu Perviz tarafından öldürüldüğünü haber vermiştir.[64] Önce inanmayan elçi ülkesine dönüp gerçeği gördükten sonra gelerek Müslüman olmuştur.[65]
Mekke’nin fethinden önce, Peygamberimiz (asm) Mekke üzerine yürüyeceği sırada, ashabdan Hâtıb b. Ebi Beltea, Mekkeli müşriklere bir yazı yazarak, Peygamberimizin (asm) bu husustaki kararını bildirmek istedi. Peygamber Efendimiz (asm) bunu Allah’ın bildirmesiyle öğrendi ve bu mektubu götüren elçiyi durdurmaları için Hazreti Ali (ra)’yi ve Hazreti Miktad’ı vazifelendirdi. “Acele gidiniz! Hâh bahçesine vardığınızda, orada, hayvan üzerinde giden ve yanında bir mektup bulunan bir kadın bulacaksınız![66]Mektubu ondan alınız ve bana getiriniz!”[67] Hakikaten Hazreti Ali (ra) ve Hazreti Miktad, Efendimizin (asm) haber verdiği aynı yerde elçiyi yakalayıp mektubu alıp getirdiler. Hatıb’a sordular, mektubu kendisinin yolladığını itiraf etti. Nedeni sorulduğunda, Mekke’de bulunan ailesine ve mallarına müşrikler tarafından zarar verilmemesi için yaptığını söyleyince, Efendimiz (asm) onu affetti.[68]
Daha önce Peygamberimizin (asm) damadıyken, anne ve babasının kışkırtmasıyla eşini boşayan ve Efendimize (asm) hakaretler eden Ebu Cehil’in oğlu Uteybe hakkında “Allah’ın bir kelbi (köpeği veya parçalayıcı hayvanı) onu yiyecek.”[69] demiştir. Sonrasında Uteybe Kureyşîlerden bir ticaret kafilesiyle yola çıktı. Zerka diye anılan bir yerde geceleyin konakladılar. O gece bir arslan gelip çevrelerinde dolaşmaya başlayınca, Uteybe: "Vay anam! Vallahi, Muhammed'in dediği gibi, bu beni yiyecek! Benim katilim İbn Ebi Kebşe'dir. Kendisi Mekke'de, ben Şam'da olsam da!" dedi. Arslan o gece çevrelerinde dolaştıktan sonra dönüp gitti! Arkadaşları Uteybe’yi ortalarına alıp uyudular. Arslan geri geldi. Aralarından geçti. Yavaş yavaş ve koklaya koklaya, Uteybe'nin yanına kadar vardı ve onu öldürdü. Uteybe, can çekişirken: "Ben size'Muhammed insanların en doğru sözlüsüdür.’ demedim mi?" diyerek ölüp gitti. Oğlunun arslan tarafından öldürüldüğünü işitince, Ebu Leheb de: "Ben size 'Muhammed'in oğlum hakkındaki duasından korkuyorum.’dememiş miydim?" demiştir.
Mekke’nin fethinden sonra Efendimiz (asm) ezan okuması için Bilal-i Habeşî’ye Kabe’nin damına çıkmasını söylemişti. Hazreti Bilal ezan okuyunca Kureyş’in reislerinden Ebu Süfyan, Attab ibni Esid ve Hâris ibni Hişam kendi aralarında konuşmaya başladılar. Attab dedi ki: “Pederim Esid bahtiyardı ki bu günü görmedi.” Hâris dedi ki: “Muhammed bu siyah kargadan başka adam bulmadı mı ki müezzin yapsın?” Ebu Süfyan ise daha evvelden Müslüman olduğundan bu konuşanlardan tedirgin olarak“Ben korkarım, birşey demeyeceğim. Kimse olmasa da, şu Batha’nın (Mekke’nin) taşları ona haber verecek ve o bilecek.” dedi. Hakikaten, kısa bir süre sonra Efendimiz (asm) onların yanına geldi ve dediklerini harfiyen nakletti. Attab ile Hâris bu mucize karşısında şehadet getirip, Müslüman oldular.[70]
Peygamberimizin (asm) amcası Hazreti Abbas, hicretten sonra Mekke’de kalıp Müslümanlığını gizleyenlerdendi. Bedir Savaşı’nda müşriklerin ısrarları üzerine o da savaşa katılmıştı. Bedir savaşında esir düşen Hazreti Abbas’dan fidye istediklerinde“Param yok.” diye cevap verince Efendimiz (asm), “Eşin Ümmü Fadl yanında bu kadar parayı filân yere bırakmışsın.” diye haber vermişti. Hazreti Abbas, Efendimizin (asm) haberini tasdik edip, “Eşimle benden başka kimsenin bilmediği bir sır idi.” diyerek itiraf etmiştir. O olaydan sonra imanı daha da pekişmiştir.[71]
Yahudi sihirbaz Lebid, Efendimize (asm) zarar verecek çok tesirli bir sihir yapıp bir kuyuya atmıştı. Bu sihirin üzerine Efendimiz (asm) çok rahatsızlanmıştı. Hazreti Ali (ra) ve bazı sahabelerine sihirin yapılıp atıldığı kuyuyu haber vererek alıp getirmelerini emretti. Hakikaten sahabeler gidince kuyuda üzerine saçlar sarılmış ve sihir yapılmış bir tarak bulup getirdiler. Efendimiz (asm) tarağın üzerindeki saçların çözülmesini emredince, sahabeler çözmeye başladılar. Her bir saç teli açıldıkça Efendimizin (asm) rahatsızlığı hafifliyordu.[72]
Peygamber Efendimiz (asm) bir gün bir topluluğun içerisinde “Birinizin dişi, cehennemde Uhud Dağından daha büyük olacaktır.” diye ferman etmiştir.[73] Ebu Hureyre aradan çok zaman geçtikten sonra, o anda bu sözü işiten topluluktakilerden sadece kendisinin ve bir başkasının hayatta kaldığını görünce, kendisi hakkında tedirgin olmuş. Fakat daha sonra öteki şahsın yalancı Müseylime’nin ordusunda Müslümanlara karşı savaşırken yakalanıp öldürüldüğünü görmüş ve Efendimizin (asm) mucizane haberini tasdik etmiştir.[74]
Umeyr bin Vehb ve Safvan bin Ümeyye, Hazreti Muhammedi (asv) öldürmek üzere bir anlaşma yapmışlar. Anlaşmaya göre Umeyr bin Vehb Medine'ye gidecek, Bedir esirleri arasındaki oğlu için geldiğini söyleyecek ve zehir sürdüğü kılıcıyla Allah Resûlü'nü (asm) öldürecekti. Buna karşılık da Safvan bin Ümeyye onun borçlarını üzerine alacak ve ona bir şey olursa ailesine bakacaktı. Umeyr, kılıcını biledi ve yola koyuldu. Medine'ye geldiğinde alıp mescide getirdiler. Fakat sahabenin Umeyr'e hiç itimadı yoktu. Onun için de, kimse onu Allah Resûlü'yle yalnız bırakmaya razı değildi. Umeyr mescide girince, Allah Resûlü (asm), niçin geldiğini sordu. Umeyr, bir sürü yalan söyledi; fakat hiçbirine de Allah Resûlünü inandıramadı. Sonunda Efendimiz (asm)"Madem ki sen doğruyu söylemiyorsun, o hâlde ben söyleyeyim: Sen Safvan ile şurada şöyle şöyle konuştun ve beni öldürmek için geldin. Buna karşılık da Safvan senin borcunu ödeyip ailene bakacaktı." Umeyr, sadece Safvan’la arasında geçen bu konuşmayı haber verenin sıradan bir insan olmadığına kanaat getirdi. Sonra Allah Resulü (asm) elini onun göğsüne koydu, içindeki nefret giderek yerine muhabbet doldu ve Müslüman oldu.[75]
Bu noktada, “Hazreti Muhammed (asm) akıllı bir adam olduğu için bu kadar gelecekle ilgili gaybi haberler vermiştir.” diyebilecek olanları dikkate alarak bir hatırlatma yapmak istiyoruz. Şimdiye kadar saydığımız bu kadar gaybi haberi veren zat için iki durum söz konusudur: O, ya bir dahidir, keskin bir zekâsı vardır. Geçmişi ve geleceği, doğuyu ve batıyı görebilecek kadar bir gözü ve bütün zamanları keşfeden bir dehası vardır. Bu ise normal bir insanda olamaz. Eğer olsa, Allah tarafından verilmiş özel bir kabiliyet olabilir. Bu ise zaten tek başına bir mucizedir. Veyahut da O, bütün zamanları ve kâinatı tasarrufu altında bulunduran, her şeyi gören ve bilen Allah’ın elçisidir. Ne zaman ihtiyacı olsa Rabbinden ders alır, bildirir ve gösterir. Evet, Hazreti Muhammed (asv) ilmi ezeli olan Rabbinden ders alır, ona göre haber verir.
Hazreti Hâlid bin Velid’i, harp için Düvmetü’l-Cendel reisi olan Ükeydir’e gönderdiği vakit O’nu yabani sığır avında bulacağını ve hiç savaşmadan kolaylıkla esir edeceğini haber vermiş, haber verdiği gibi vuku bulmuştur.[76]
Mekke’de müşriklerin, Müslümanlara uyguladıkları boykotun yazılı olduğu kağıt hakkında Efendimiz (asm) amcası Ebu Talib’e“Ey amca! Benim Rabbim olan Allah, Kureyşlilerin sahifesine ağaç kurdunu (güvesini) musallat etti. Allah'ın isminden başka, onda tesbit edilen, zulüm, akraba ile ilgi kesme, bühtan gibi şeylerden hiçbirini bırakmadı, yok etti!” buyurdu. Bunun üzerine Ebu Talip, Kureyş mürşiklerinin ileri gelenlerinin yanına giderek, “Ey Kureyş halkı! Hiçbir zaman yalan söylememiş olan kardeşimin oğlu bana haber verdi ki; sizin yazmış olduğunuz sahifenize, Allah ağaç kurdunu (güvesini) musallat kılmış; o, onun içindeki cevr, zulüm ve akrabalarla ilişiği kesme, gibi her şeye dokunmuş, onda sadece Allah'ın ismi anılan sözler kalmıştır! Haydi, yazdığınız sahifenizi getiriniz! Eğer kardeşimin oğlu doğru söylemiş ise, vallahi biz en sonuncumuz ölmedikçe onu size teslim etmeyiz! Artık siz de kötü görüşünüzden vazgeçin! Eğer dediği doğru çıkmazsa, kardeşimin oğlunu size teslim ederim. Siz de onu ister öldürürsünüz, isterseniz sağ bırakırsınız!” dedi. Ardından müşrikler kağıdı kontrol etmek için yanlarına getirttiler, aynen Efendimizin (asm) haber verdiği gibi olduğunu gördüler. Bunun üzerine bazı müşrikler pişmanlık duydu, bazıları ise bu bir sihirdir deyip inatlarında devam ettiler.[77]
Kudüs’ün Fethi sırasında öldürücü bir bulaşıcı hastalığın çıkacağını haber vermiştir. Haber verdiği gibi, fetih vaktinde öyle bir hastalık baş gösterdi ki, üç günde yetmiş bin insan öldü.[78]
Basra[79] ve Bağdat şehirlerinin kurulacaklarını, Bağdat’a dünyanın hazinelerinin gireceğini[80], Türkler[81] ve Hazar Denizi etrafındaki milletlerle, Arapların savaşacaklarını ve daha sonra o milletlerin çoğunun Müslüman olacaklarını haber vermiştir. “İçinizde Arap olmayan milletlerin çoğalacağı günler yakındır. Onlar sizin gelirlerinizi ve her şeyinizi gözünüz önünde yiyecekler ve ensenize vuracaklar.”[82] diyerek, yeni Müslüman olan bu millerin kendi içlerinde onlara hakim olacaklarını haber vermiş ve asırlarca Arapları adaletle idare eden Osmanlı gibi Türk devletlerinin vücuda gelmesiyle verdiği haberin doğruluğu ispat edilmiştir.
“Ümmetimin helâki, Kureyş’in birkaç küçük gencinin elleriyle olacak.”[83] buyurarak, Kureyş kabilesi içerisinden çıkan ve pek çok Müslümanın kanını döken Yezid ve Velid’i haber vermiş, yıllar sonra verdiği haber doğru çıkmıştır.
Hendek Savaşı esnasında“Bundan sonra onlar bana değil, ben onlara hücum edeceğim.” demiş, dediği gibi çıkmıştır.[84]
Uhud Savaşı’ndan sonra da“Allah bize fetih nasip edinceye kadar, artık müşrikler bir daha bizi bunun gibi (Uhud gibi) bir musibete uğratamayacaklardır!” buyurmuştur.[85] Hakikaten Müslümanların mağlup oldukları tek savaş Uhud Savaşı olmuştur.
Bir kabileye İslam’ı öğretmek için yolladığı Suffe Mektebi’nin güzide talebelerinden olan sahabelerinin tuzağa düşürülüp şehit edildiklerini aynı anda ashabına haber vermiştir.[86] Haber verdiği gibi vuku bulmuştur. Peygamber Efendimizi (asm) çok üzen bu hadise üzerine Hazreti Enes,“Allah Resulü’nün Bi’r-i Maune’de şehit olan ashabına yanıp üzüldüğü kadar, hiçbir şeye yanıp üzüldüğünü görmedim.” demiştir.
Vefatından kısa bir süre önce “Allah bir kulunu serbest bıraktı. O da, Allah katındakini seçti.”[87] diyerek vefatını haber vermiş, hakikaten de haber vermesinden iki ay sonra vefat etmiştir.
Hazreti Zeyd için,“Onun bir uzvu kendisinden önce cennete gider.”[88]buyurmuştur. Hakikaten bu haberden kısa bir süre sonra, Nihavend Harbinde Hazreti Zeyd’in eli kesilmiş, manen şehit olarak cennete gitmiştir.
Savaşlarda gösterdiği kahramanlıklarıyla nam salmış Kuzman adında birisi için Efendimiz “O, muhakkak ki, Cehennemliklerdendir!” buyururdu. Hakikaten Bedir Savaşı’nda en önde savaşıp dururken pek çok müşriği de öldürdüğü bir sırada sahabeler ona “Ey Kuzman cennete gireceğin için sana müjdeler olsun” dediklerinde o: “Ben ancak kavmimin şerefi için çarpıştım, eğer anlattığınız şey için olsaydı çarpışmazdım” dedi. Ardından aldığı yaralardan ağrısı şiddetlenince intihar ederek Efendimizin (asm) onun hakkında “cehennemliktir” haberinin doğruluğunu tasdik etti.[89]
"Bir zaman gelecektir ki, o zaman, ticaret kervanı hiçbir kimsenin himayesine hacet kalmadan Mekke'ye kadar çıkıp gidecektir! Yoksulluğa gelince; sizin biriniz sadakasıyla dolaşıp da kendisinden bu sadakayı kabul edecek bir kimseyi bulamayacak hale gelmedikçe, Kıyamet kopmayacaktır!" buyurmuştur. Hakikaten haber verdikten kısa bir süre sonra bütün arap yarım adası müslümanların himayesine girdi. Ardından Hazreti Ömer'in (ra) döneminde başlayan fetihlerle İslam toprakları hem genişledi, hem de berekete kavuştu. Öyle dönemler oldu ki, müslümanlar zekatlarını verecek fakir bulamaz hale geldiler.[90]
Gelecekle ilgili nakledeceğimiz rivayetlere burada son veriyoruz. Ancak bilinmelidir ki, hem Kur’an’ın haber verdiği gaybi haberlerin doğru çıkması hem de sahih hadis kitaplarında ve siyer kaynaklarında nakledilen daha pek çok bu şekilde mucizevî haberler, hep birlikte Hazreti Muhammed’in (asv) nubuvvetinin doğruluğuna parmak basmaktadır. Gelecekle ilgili verdiği haberlerin doğru çıkması O’nun (asm) gösterdiği onlarca ayrı mucize türünden sadece bir tanesidir. Tüm bu mucizeleri beraber okuyan birisinin, eğer kalbi ve aklı bozulmamış ise, iman edecek ki, Hazreti Muhammed (asv), her şeyin yaratıcısı olan Hâlık-ı Külli Şey ve her şeyi bilen Allâmü’l-Guyûb olan bir Zât-ı Zülcelâlin elçisidir ve O’ndan haber alıyor.
____________________________________________________________
[1]Buharî, Fiten: 20; Sulh: 9; Fedâilu Ashâbi’n-Nebî: 22; Menâkıb: 25; Dârîmî, Sünnet: 12; Tirmizî, Menâkıb: 25; Nesâî, Cum’a: 27; Müsned, 5:38, 44, 49, 51.
[2]el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:139, 140; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:138; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:414.
[3]İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:213; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:366, 367; Ali (ra) el-Kari, Şerhü’ş-Şifâ, 1:686, 687.
[4]Taberî, 5-199-200, 219; Müstedrek, 3:366; El-Kâmil Tercümesi, 3:346, 251; Üsdü’l-Gabe, 2:199.
[5]el-Askalânî, Fethü’l-Bârî, 13:45.
[6]Müsned, 6:52, 97; İbni Hibban, Sahih, 8:258, no: 6697; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:120.
[7]El-Kâmil Tercümesi, 3:260.
[8]el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:113; Müsned, 1:102, 103, 148, 156.
[9]Buharî, Menâkıb: 25; Edeb: 95; İstitâbe: 7; Müslim, Zekât: 148, 156, 157; Ebû Dâvud, Sünnet: 28; Müsned, 3:56, 65.
[10]el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:188;Müsned, 6:294.
[11]İbni Mâce, Fiten: 34.
[12]Buharî, Salât, 63; Müslim, Fiten: 70, 72, 73; Tirmizî, Menâkıb: 34; Müsned, 2:161, 164, 206, 3:5, 22, 28, 91, 4:197, 199, 5:215, 306, 307, 6:289, 300, 311, 315; Kettânî, Nazmü’l-Mütenâsir, 126; İbni Hibban, Sahih, 8:260; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:155, 3:191, 397; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:339; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 23:142.
[13]Buharî, Mevâkît, 4; Menâkıb: 25, Fiten: 22; Müslim, Îmân: 231, Fiten: 27; İbni Mâce, Fiten: 9; Müs ned, 5:401, 405.
[14]Müsned, 5:220, 221.
[15]Kadî Iyâz, eş-Şifâ, 1:340; Müsned, 4:273.
[16]el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:103.
[17]bk. el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:100.
[18]el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:244; Müsned, 3:31, 33, 82; İbni Hibban, Sahih, 9:46, no. 6898.
[19]Bu aynı zaman da Peygamberimizin (asm) bir başka mucizesidir. Çünkü kendisinden sonra halifeliğin otuz sene süreceğini ve ardından bir nevi sultanlık sistemine geçileceğini aynen haber vermiştir. (Tirmizi, Fiten 48) Aynen dediği gibi vukua gelmiştir.
[20]Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ 1:678, 679.
[21]Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:679.
[22]Vakidi, Megazi, 2:450.
[23]Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:678.
[24]Ahmed b. Hanbel, 4:303.
[25]Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:678, 679.
[26]Ahmed bin Hanbel, IV, 335; Buhârî, et-Tarihu'l-Kebîr, I (ikinci kısım), 81; et-Târihu's-Sagîr, I, 341; Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, II, 24; Hâkim, Müstedrek IV, 422; Heysemî, Mecmeu'z-Zevâid, VI, 219
[27]Buharî, Cihad: 157, Menâkıb:25, İman: 3; Müslim, Fiten: 75, 76; Tirmizî, Fiten: 41.
[28]Tirmizî, Menâkıb: 16, 37; İbni Mâce, Mukaddime: 11; Müsned, 5:382, 385, 399, 402.
[29]Müslim, Fiten: 19, 20; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 14; İbni Mâce, Fiten: 9; Müsned, 4:123, 278, 284.
[30]Müslim, Cihad: 83, Cennet: 76; Ebû Dâvud, Cihad: 115; Nesâi, Cenâiz: 117; Müsned, 1:26, 3:219, 258.
[31]El-Hâkim, el-Müstedrek, 2:327.
[32]Sire, 3:89.
[33]Buharî, Mağâzî: 44; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:298.
[34]el-Hafacî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:210; İbnü’l-Kayyım el-Cevzî, Zâdü’l-Meâd (tahkik: Arnavûd), 3:385.
[35]el-Askalânî, el-Metâlibü’l-Âliye, 4:21; el-Heysemî, Mecma’u’z-Zevâid, 2708; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:554.
[36]Kadî Iyâz, eş-Şifâ, 1:338; Ali el-Karî, 1:683; el-Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 1:179.
[37]bk. el-Askalânî, el-Metâlibü’l-Âliye, no. 4528; el-Albânî, Sahihu’l-Câmi’i’s-Sağîr, no. 2579; el-Elbâ nî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha,no. 1749.
[38]el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 5:186; İbni Hacer, el-Metâlibü’l-Â’liye (tahkik: Abdurrahman el-A’zamî), no. 4085.
[39]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:338; Müsned, 3:216-218; Beyhakî, Delâili’n-Nübüvve: 6:517.
[40]Buharî, Fiten: 4, 28; Müslim, Fiten: 1; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 23; İbni Mâce, Fiten: 9; Müsned, 2:390, 39; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:108, 4:439, 483.
[41]http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=article&aid=2043
[42]http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=article&aid=2358
[43]Buharî, Cenâiz: 36, Menâkıbü’l-Ensâr: 49, Ferâiz: 6; el-Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 3:209; A’liyyü’l-Karî, Şerhu’ş-Şifâ, 1:699; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 1:94.
[44]Buharî, Cenâiz: 57, Menâkıbü’l-Ensâr: 38; Müslim, Ferâiz: 14; Ebû Dâvud, Cihad: 133; Büyû’: 9; Tirmizî, Cenâiz: 69; Nesâî, Cenâiz: 66, 67; İbni Mâce, Sadakat: 9, 13.
[45]Buharî, Fedailü’s-Sahâbe:5,7; Ebû Dâvud, Sünnet, 8; Tirmizî, Menakıb: 17, 18; Müsned, 3:112, 5:331; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:450, 451 (verilen bu kaynaklarda “iki şehid” tabiri geçmektedir).
[46]Buharî, Menâkıb: 25, Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 101; İbni Mâce, Cenâiz: 64; Müsned, 6:240, 282, 283; Kadî İyâz, eş-Şifâ, 1:340.
[47]el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:345; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343; Aliyyü’l-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:700; el-Askalânî, el-Metâlibü’l-Â’liye, 4:116, no. 4109; İbni Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 5:8-9; el-Askalânî, el-İsabe: 4:64.
[48]Buharî, Ta’bîr: 12; Cihad: 3, 8, 63, 75; İsti’zân, 41; Müslim, İmâret: 160, 161; Ebû Dâvud, Cihad: 9; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihad: 15;Nesâî, Cihad: 40; İbni Mâce, Cihad: 10; Dârîmî, Cihad: 28; Muvatta’, Cihad: 39; Müsned, 3:240, 264 ...; el-Elbânî, Sahîhu’l-Câmi’i’s-Sa ğîr, 6:24, no: 6620; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:556.
[49]Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 229, Tirmizî, Fiten: 44, Menâkıb: 73; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:450, 4:254.
[50]el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:422; Buharî, Târihü’s-Sağîr, no. 139; Müsned, 4:335; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:218.
[51]Buharî, Tefsir: 62; Tirmizî, 47. sûrenin tefsiri: 3.
[52]el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:53, 54.
[53]Ebû Dâvud, Sünnet: 1; İbni Mâce, Fiten: 17; Tirmizî, Îmân: 18; Müsned, 2:232, 3:120, 148; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:679.
[54]4:150; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:85; Ebû Dâvud, Sünnet: 5; Süyûti, el-Fethu’l-Kebîr, 3:23; Müsned, 2:86, 125, 5:406.
[55]Müsned, 1:103.
[56]Müsned, 1:160; Mecmeu’z-Zevâid, 9:133; Müstedrek, 3:123.
[57]Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2262; el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 954; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 10:232, 237.
[58]Buharî, Cihad: 102,143, el-Mağâzî: 38; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 34, 35; Müsned, 2:484, 5:333; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 4:205.
[59]Süyûti, ed-Dürerü’l-Müntesira, 118; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4:189-190; Aclûnî, Keş fü’l-Hafâ, 1:365.
[60]Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:704; el-Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:218; el-Askalânî, el-İsâbe, 2:93-94; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:282.
[61]Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:703, el-Askalânî, el-İsâbe, no. 3115.
[62]Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:703, el-Askalânî, el-İsâbe, no. 3115; Kâd-ı Iyâz, eş-Şifâ, 1:344.
[63]Buharî, İmân: 31; Müslim, Fiten: 76; Tirmizî, Fiten: 41; Müsned, 2:233, 240, 5:92, 99; Kâd-ı Iyâz, eş-Şifâ, 1:337; el-Mubârekforî,Tuhfetü’l-Ahvezî, 6:462, 663.
[64]Kadî Iyâz, eş-Şifâ, 1:343; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:211; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:700; el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdîsi’s-Sahîha, 1427.
[65]İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 2, s. 263, 264; Diyarbekrî, Târîhu'l-hamfs, c. 2, s. 37.
[66]Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1,s.79; Buhârî, Sahih, c. 5, s. 60; Müslim, Sahih, c. 4, s. 1941; E bu Dâvud, Sünen, c. 3, s. 47; Tirmizî, Sünen, c. 5, s. 409.
[67]Vâhidf, Esbâbu'n-nüzûl, s. 282; Zemahşerİ, Keşşaf, c. 4, s. 88; Kurtubf, Tefsfr, c. 18, s. 51; B. Aynf, Umde, c. 14, s. 255; Diyarbekrî, Târîhu'l-hamîs, c. 2, s. 79; Halebî, İnsan, c. 3, s. 11; Zürkânf, c. 2, s. 295.
[68]Buharî, Cihad: 141, Tefsir: 60:1, Meğâzî: 46; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 161; Ebû Dâvud, Cihad: 98; Tirmizî, 60:1; Müsned, 1:79; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:301; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:342.
[69]el-Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:139; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:664.
[70]el-Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 3:219, 220; el-Askâlânî, el-Metâlibü’l-Âliye, no. 4366; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-Meâd, (tahkik: el-Arnavud), 3:409-410; İbni Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 2:413.
[71]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343, Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:699; Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 3:206, 207; el-Hey semî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:85.
[72]Buharî, Tıb: 47, 49, 50; Edeb: 56; Daavât: 57; Bedü’l-Halk: 11; Müslim, Selâm: 43; İbni Mâce, Tıb: 45; Müsned, 6:57, 63, 96; Ali el-Kari, Şerü’ş-Şifâ, 1:706; Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, (tahkik: el-El bânî), 3:174, no. 5893.
[73]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 4:342; el-Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 3:203; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:289-290, 8:290; Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, 3:103.
[74]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:342; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:298.
[75]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:342, 343; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:286-287, 8:284-286; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3:313.
[76]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:344; Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 3:218; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:704; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-Meâd, 5:538-539; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:519; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4:30.
[77]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:345; Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 3:720; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:706; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3:96-97; İbni Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 1:371.
[78]Buharî, Tıb: 30, Hıyel: 13; Müslim, Selâm: 98, 100; Muvatta’, Medine: 22, 24; Müsned, 4:195-196; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:383; Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 2:477-478.
[79]el-Elbânî, Sahîhu’l-Câmi’i’s-Sağîr, 6:268, no. 7736; Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, no. 5433.
[80]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:344; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:703; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 10:102; Tebrizî, Mişkâtü’l-Mesâbîh,no. 5433.
[81]Buharî, Cihad:95 Müslim, Fiten: 64-66, Tirmizî, Fiten:37 ve İbni Mâce, Fiten: 36.
[82]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:341; Hafâci, Şer hu’ş-Şi fâ, 3:194; Ali el-Kari,Şerhu’ş-Şifâ, 1:692; el-Heysemî,Mecme’u’z-Zevâid, 7:310; el-Hâ kim, el-Müstedrek, 4:519; Müsned, 2:288, 296, 304, 324, 377, 520, 4:66, 5:38.
[83]Buharî, Menâkıb: 25; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:479, 527, 572; Müsned, 2:288, 296, 301, 304, 324, 377, 520, 536, 4:66, 5:38; İbni Hibban, Sahih, 8:215, 252.
[84]Hadis-i bilmanadır. Buharî, Meğâzî: 29; Müsned, 4:262, 6:394; İbni Hibban, Sahih, 6:272.
[85]İbn İshak, İbn Hişam.Sîre.c. 3, s. 106; Taberî, Târih, c. 3, s. 27; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser,c. 2, s. 24; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 4, s. 47.
[86]Hâkim, Müstedrek, c. 2, s. 111; Beyhakî, Delâilü'n-nübüvye, c. 3, s. 344; Suyûtî, Hasâisu'l-kübrâ, c. 1, s. 556.
[87]Buharî, Menâkıbu’l-Ensâr: 45; Salât: 80, Fedâilü’s-Sahâbe: 3; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 2; Tirmizî, Menâkıb: 15; Ebû Dâvud, Mukaddime: 14; Müsned, 3:18, 478, 4:211, 5:139; İbni Hibban, Sahih, 8:200, 9:58.
[88]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:702; Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 3:214; el-Heysemî, Mecme’u’z-Zevâid, 9:398; Askâlânî, el-Metâlibü’l-Âliye, 4:91, no. 4047.
[89]İbn İshak, İbn Hisam, c. 3, s. 93; Vâkıdî, c.1, s. 224; İbn Esîr, Kâmil, c. 2, s. 163; Zehebî, Megâzî, s. 166.
[90] Buhârî,Sahih,c.2, s. 113.
Yiyeceklerin ve İçeceklerin Bereketlenmesiyle İlgili Mucizeler
Bu bölümde Peygamber Efendimizin (asm) temasıyla yiyecek ve içeceklerin bereketlenmesi şeklinde gösterdiği mucizeleri aktarmaya çalışacağız. Mucizeleri nakletmeye geçmeden evvel bir hatırlatma yapmakta fayda görüyoruz.
Burada nakledeceğimiz bereketle ilgili mucizelerin her birisi sahih hadis kaynaklarından farklı farklı rivayetçilerden günümüze kadar ulaşmıştır. Bu mucizeler genellikle kalabalık cemaatler içerisinde vuku bulmuştur. Mucizeye tanık olanların hepsi yerine, daha çok manen bu işle vazifeli olanlar bu mucizeleri nakletmişlerdir. Çokça hadis nakleden sahabelerin ortak özelliklerini belirtirsek bu “manen vazifeli” demenin ne olduğu daha iyi anlaşılır:
1. Allah Resulü’nün (asm) sürekli yanında ve hizmetinde bulunanlar (Enes bin Malik, Ebu Hureyre, Hazreti Ali ve Hazreti Ayşe başta olmak üzere diğer eşleri gibi…)
2. Allah Resulü’nden (asm) özel olarak İslami eğitim alanlar. (Suffe Ashabı gibi)
3. Hafızası kuvvetli olanlar ve yazı işiyle bizzat vazifeli olanlar. (Ebu Hureyre, Abdullah bin Amr gibi)
4. Yakın dostları ve akrabalık bağları olanlar. (Hazreti Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali gibi…)
Dolayısıyla burada akla “Neden yüzlerce insanın huzurunda olduğu nakledilen bir mucize, sadece birkaç rivayetçiden rivayet edilmiş? Hâlbuki yüzlerce sahabe aynı hadiseyi nakletmeliydiler?..” şeklinde bir soru gelmemelidir. Çünkü bu işte manevi vazifeli olanlar varsa onlar naklederdi. Mucizeye tanık olan diğer sahabelerin itiraz etmemesi, onların da bunu kabul ettikleri anlamına gelmektedir. Çünkü en küçük bir yalan veya hata olsa, yalana hiç tahammülü olmayan sahabeler hemen itiraz ederlerdi. Yalanlama olmadığına göre nakledilen rivayetlerin sıhhatinden şüphe etmemeliyiz. Örneğin “Sâ’ denilen dört avuç bir yiyecekten yetmiş adam yemişler, tok olmuşlar.”[1] naklediliyor. O yetmiş adam bu rivayeti anlatan sahabelerin sözünü işitiyor ve yalanlamıyorsa sükûtla tasdik ediyorlar demektir. O yüzden bu rivayetler aslında sadece rivayet edenler tarafından değil, o mucizeye tanık olan bütün sahabelerin ortak rivayeti gibi değerlendirilmelidir.
Bu kısa girişten sonra şimdi mucizeleri nakletmeye başlayalım:
Düğün Yemeğindeki Mucize
Enes b. Malik anlatıyor:
"Resûlullah (asm), Zeyneb binti Cahş'la evleneceği gün, annem Ümmü Süleym, bana:
“Ey Enes! Allah Resûlü (asm) bugün gerdeğe girecektir. Sanıyorum ki, yanlarında hiç yiyecekleri de yoktur. Şu yağ tulumunu buraya getir!” dedi. Getirdim. Annem, yalnız Allah Resulü (asm) ile eşine yetecek kadar halis Medine hurmasını toprak bir çanak içinde yağla karıştırarak, hays isimli bir yemek yaptı.
“Ey Enes! Bunu Allah Resulü’ne (asm) götür ve deki: 'Sana bunu annem gönderdi. Kendisi sana selam söylüyor. Bu sana tarafımızdan küçük ve az bir hediyedir yâ Rasûlallah!' diyor de.” dedi.
Onu Allah Resulü’ne (asm) götürdüm ve:
“Annem sana selam söylüyor. Bu sana tarafımızdan küçük, az bir hediyedir yâ Rasûlallah!' diyor.” dedim. Resûlullah (asm):
“Bırak onu!” buyurdu. Onu, kendisi ile duvar arasındaki boş yere koydum. Bana:
“Ebu Bekir'i, Ömer'i, Osman'ı ve Ali'yi çağır!” buyurdu. Ashabı olan halktan da, birçoklarının ismini andı, saydı. Resûlullah’ın (asm) azıcık bir yiyecek için birçok kimseleri yanına çağırmayı bana emir buyurmasına şaştım! Bununla beraber, emrine aykırı hareket etmeyi uygun görmeyip, onların hepsini çağırdım. Bana:
“Bak! Mescidde kim varsa, onları da çağır!” buyurdu. Öyle yaptım. Mescide gidip, namaz kılan veya orada uyuyan kimi buldumsa, onlara:
“Resûlullah’ın (asm) düğün ziyafetine buyurun!” dedim. Geldiler. Nihayet, sofa doldu. Bana:
“Mescidde kimse kaldı mı?” diye sordu.
“Hayır!” dedim. Bana:
“Bak! Yolda kim varsa, onları da çağır!” buyurdu. Çağırdım. Bana:
“Gelmeyen kimse kaldı mı?” diye sordu.
“Hayır yâ Rasûlallah! Kalmadı.” dedim. Sofa ve odalar doldu. Bana:
“Haydi, çanağı getir!” buyurdu. Çanağı getirip önüne koydum.
“Onar onar, herkes halka olsun ve herkes önüne konulan yemekten yesin!” buyurdu. Bu minval üzere cemaat takım takım gelip yemek yediler ve doydular. Bir takım çıktı, başka bir takım girdi. Böylece, herkes yemek yedi. Bana:
“Kaldır artık sofrayı ey Enes!” buyurdu. Ben de kaldırdım. Ama, çanaktaki yemek sofraya koyarken mi daha çoktu, yoksa kaldırırken mi daha çoktu, bilemiyorum. Çanağı zevcesinin yanına koyduktan sonra, annemin yanına vardım, görmüş olduğum hadiseye şaşakaldığımı söyledim. Annem, bana:
“Hiç şaşma! Eğer Allah bütün Medinelilerin yemesini murad buyurmuş olsaydı, hepsi de yerler ve doyarlardı!” dedi. O zaman, gelip yemek yiyenlerin sayısının üç yüz kadar olduğu bildirilmiştir.[2]
Hazreti Eyyüb’ün Evinde Yüz Seksen Kişinin Tanık Olduğu Mucize
Peygamberimizin (asm) Medine’ye hicret etmesinde, O’na evini açan Hazreti Eyyüb (ra) anlatıyor:
"Bir gün, Allah Resulü (asm) ve Ebu Bekir (ra)'e yetecek kadar yemek yapıp getirince, Resûlullah:
“Git, bana Ensar’ın önde gelenlerinden otuz kişi çağır!” buyurdu. Yanımda hazırladığım yemeğe ekleyecek bir şey bulunmadığından, bu bana çok ağır geldi. Biraz ağırdan aldım. Peygamber (asm), tekrar:
“Git, bana Ensar’ın önde gelenlerinden otuz kişi çağır!” buyurdu. Bunun üzerine, gidip onları çağırdım, geldiler. Gelince, onlara:
“Yemek yiyiniz!” buyurdu, yediler. Önlerinden, ancak bir kısmını yiyebildiler! Bu mucize karşısında, Hazreti Muhammed (asv)’in, Allah’ın Resulü olduğuna şehadet ettiler ve oradan ayrılmadan Peygamber’e (asm) ve İslam’a bağlılık sözü verdiler. Peygamber (asm), bundan sonra:
“Git, bana Ensar’ın önde gelenlerinden altmış kişi çağır!” buyurdu. Vallahi, altmış kişi beni otuz kişiden daha çok korkuttu! Gidip çağırdım. Onlar da önlerinden ancak bir kısmını yiyebildiler! Bu mucize karşısında, Hazreti Muhammed (asv)’in Allah’ın Resulü olduğuna şehadet ettiler ve oradan ayrılmadan Peygamber’e (asm) ve İslam’a bağlılık sözü verdiler. Bundan sonra, Resûlullah (asm):
“Git, bana Ensar’ın önde gelenlerinden doksan kişi çağır!” buyurdu. Beni, bu doksan kişi, altmış ve otuz kişiden daha çok korkuttu. Onları da gidip çağırdım. Yemekten yediler. Onlar da önlerinden ancak bir kısmını yiyebildiler ve bu mucize karşısında, Hazreti Muhammed (asv)’in Allah’ın Resulü olduğuna şehadet ettiler ve oradan ayrılmadan Peygamber’e (asm) ve İslam’a bağlılık sözü verdiler. İşte o zaman bu yemekten yüz seksen kişi yedi ki, hepsi de Ensardan idiler."[3] Yüce Allah, onların hepsinden razı olsun!
Cabir b. Abdullah'ın Hurma Mahsulünün Bütün Borçlarını Ödeyecek Kadar Bereketlenişi
Cabir'in babası Abdullah b. Amr b. Haram, Uhud savaşında şehit olmuş, arkasında altı kız çocuğu ile bir hayli de borç bırakmıştı. Abdullah b. Amr’ın, içinde çeşitli hurma ağaçları bulunan iki bahçesi bulunmakla beraber, bunların mahsulü bıraktığı borçları karşılayacak derecede değildi. Cabir'in borçtan bir kısmının düşülmesi isteği alacaklılarca kabul edilmediği gibi, borcun ertelenmesi isteği de kabul edilmemişti. Bunun üzerine, Cabir, Peygamberimiz (asm)’e gelerek:
"Yâ Rasûlallah! Biliyorsun ki, babam Abdullah, Uhud günü şehit oldu. Bana birçok borç bıraktı. Alacaklılara, hurma bahçesinin bütün mahsulünü vermeyi teklif ettiğim halde, kabul etmediler!" dedi ve alacaklı Yahudi ile görüşüp aracılık etmesini, yardımcı olmasını rica etti.
Peygamberimiz (asm), Cabir'in boynundaki borca karşılık hurmalığın meyvesinin bütününü almasını Yahudiye teklif etti. Fakat Yahudi buna yanaşmadı. Peygamberimiz (asm) Yahudi ile tekrar konuştu. Ona alacağını ertelemesini teklif etti. Yahudi bunu da kabul etmedi. Peygamberimiz’in (asm); bu yıl borcun bir kısmının, gelecek yıl da diğer kısmının ödenmesi teklifini de kabul etmedil. Hatta, ödenecek hurmanın hepsinin iyi cinsten olması hususunda da direndi.
Ertesi gün, Peygamberimiz (asm), Hz. Ebu Bekir (ra) ve Hz. Ömer (ra) ile birlikte, Cabir’in hurma bahçesine gitti ve bahçeyi dolaşıp bereket duası yaptı. Cabir'e de:
"Git! Hurmanı toplayıp tasnif et: Acveyi (iyi cinsi) bir boy, Azk-ı Zeyd'i (erginini) de bir boy yaptıktan sonra, bana haber gönder!" buyurdu.
Cabir bu emri yerine getirdikten sonra, Peygamberimiz (asm) geldi. Cabir, aynı zamanda, alacaklılara da haber salmıştı. Onlarda, eşekler ve çuvallarla bahçeye geldiler. Cabir, başka bir yerden iyi cins hurma satın alıp babasının borcunu alacaklılara ödemeyi bile göze almıştı.
Peygamberimiz (asm) hurma öbeklerinin en büyüğünün çevresini üç kere dolaştı. Hurma harmanının başına veya ortasına oturduktan sonra, orada bekleşen alacaklılara işaret ederek, Cabir'e:
"Haydi, şu kavmin istediklerini ölç, ver!" buyurdu.
Cabir de, alacaklılara haklarını ölçüp ölçüp tamamıyla verdi. Geri kalan hurma, sanki aslından bir şey eksilmemiş gibi idi! “Tek babamın borcu ödensin de kız kardeşlerimin yanına bir tek hurma tanesiyle bile dönmeyeyim.” diye düşünen, buna razı olan Cabir'e, bütün borçlar ödendikten sonra, on yedi deve yükü hurma kalmış bulunuyordu![4]
Bir Avuç Hurmanın İslâm Ordusunu Doyuruşu
Beşir b. Sa'd'ın kızı, Numan b. Beşir'in kızkardeşi der ki:
"Annem Amre binti Revâha beni çağırdı. Eteğime iki avuç hurma koyduktan sonra:'Kızcağızım! Git de, baban ile dayın Abdullah b. Revâha'nın gıdalarını kendilerine ver!” dedi. Giderken, Allah Resulüne (asm) rastladım, babamla dayımın nerede olduklarını sordum. Resûlullah (asm):
“Kızcağızım! Beri gel! Yanındaki nedir?” buyurdu.
“Yâ Rasûlallah! Bu, hurmadır! Annem bunu yesinler diye babam Beşir ile dayım Abdullah’a gönderdi.” dedim. Resûlullah (asm):
“Getir onu!” buyurdu.
Ben de, onu Resûlullah’ın (asm) iki avucuna döktüm, avuçlarını doldurmadı. Sonra, bir örtü getirilmesini emretti. Örtü getirilip serildi. Hurmayı örtünün üzerine yayıp dağıttıktan sonra, yanındakilere:
“Yemeğe geliniz! diyerek hendek kazımında çalışan sahabelere sesleniniz!” buyurdu. Hendek halkı toplanıp ondan yemeye koyuldular. Hurmalar yendikçe artmış, örtünün etrafından dolup taşmıştı."[5]
Az Bir Hurmanın Bereketlenişi
Hazreti Ömer (ra), Ebu Hüreyre, Selemetübnü’l-Ekvâ ve Ebu Amrate’l-Ensarî gibi sahabelerden rivayet ediliyor ki:
Tebük Seferi esnasında ordu aç kaldı. Sahabeler, Allah Resulü’ne (asm) müracaat edip durumu arzettiler.. Allah Resulü (asm) buyurdu ki: “Herkes yanında kalan yiyecekleri bir yere toplasın.” Herkes yanındaki hurmaları getirdi. En çok getiren sahabe, dört avuç getirebildi. Bir kilime koydular.
Hazreti Seleme der ki: “Tamamı ancak oturmuş bir keçi kadar olmuştu.” Sonra Allah Resulü (asm) bereketle dua edip dedi ki: “Herkes kabını getirsin.” Koşuştular, kaplarını alıp geldiler. O ordu içinde hiçbir kap kalmadı, hepsini doldurdular. Hem fazla kaldı.
Hatta mucizeye tanık olan bir sahabe demiş ki: “O bereketin gidişatından anladım: Eğer bütün dünya gelseydi, onlara dahi kâfi gelecekti.”[6]
Yüz Otuz Kişiye Az Bir Yiyecekle Verilen Ziyafet
Hazreti Ebu Bekir (ra)’in oğlu Abdurrahman anlatıyor:
“Biz yüz otuz Sahabe, bir seferde Allah Resulü (asm) ile beraberdik. Dört avuç miktarı olan bir sâ’ (yaklaşık 3 kg. kadar) tahıl ekmek için hamur yapıldı. Bir de keçi kesildi, pişirildi; yalnız ciğer ve böbrekleri kebap yapıldı. Kasem ederim, o kebaptan, yüz otuz sahabeden herbirisine bir parça kesti, verdi. Sonra Allah Resulü (asm) pişmiş eti iki kâseye koydu. Biz hepimiz tok oluncaya kadar yedik; fazla kaldı. Ben fazlasını deveye yükledim.”[7]
Bin Kişiye Bir Oğlak ve Az Bir Ekmeğin Yeterli Gelişi
Hendek Savaşı esnasında Hazreti Cabir’in evinde, bir keçi oğlağı pişrilmişti ve ve bir sa’ (yaklaşık 3 kg. kadar) tahıl, ekmek yapılmıştı. Hazreti Câbiru’l Ensârî yemin ederek anlatıyor ki:
“O günde, dört avuç olan bir sâ’ arpa ekmeğinden ve bir senelik bir keçi oğlağından bin adam yediler ve öylece kaldı.” Hazret-i Câbir der ki: “O gün yemek, benim evimde pişirildi. Bütün bin adam o sâ’dan (ekmekten), o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyor, daha hamurumuz ekmek yapılıyor. Allah Resulü (asm), o hamura ve o tencereye mübarek ağzının suyunu koyup bereketle dua etmişti.”[8]
İşte, şu bereket mucizesi, bin sahabenin huzurunda, onları ona alâkadar göstererek Hazret-i Câbir naklediyor. O bin kişi bu rivayeti duydukları halde yalanlamıyorlarsa kabul ediyorlar demektir. Demek şu hâdise “bin kişiden rivayet edilmiş gibidir” denilebilir.
Bir Ekmekten Yetmiş - Seksen Kişinin Doyurulması
Peygamberimizin (asm) hizmetinde yıllarca bulunan Hazreti Enes’in amcası, Ebu Talha anlatıyor:
“Allah Resulü (asm), yetmiş seksen adamı, Enes’in koltuğu altında getirdiği az arpa ekmeğinden tok oluncaya kadar yedirdi. “O az ekmekleri parça parça ediniz.” emretti ve bereketle dua etti. Menzil dar olduğundan, onar onar gelip yediler, tok olarak gittiler.” [9]
Bitmeyen Arpa
Hazreti Câbir anlatıyor:
“Birisi, Allah Resulü’nden (asm) ailesi için yiyecek istedi. Allah Resulü (asm) ona yarım yük arpa verdi. Çok zaman o adam ailesiyle ve misafirleriyle o arpadan yediler. Bitmediğini görünce merak edip, eksilip eksilmediğini anlamak için ölçtüler. Ölçmelerinden sonra bereketi kalktı; azalmaya başladı. Allah Resulü’ne gidip durumu anlattılar. Efendimiz (asm) onlara dedi ki: ‘Eğer tecrübe için tartmasaydınız hayatınız boyunca size yeterdi’”[10]
Bir Kase Etle Doyan Kalabalık
Hazreti Semure anlatıyor:
“Allah Resulü’ne (asm) bir kâse et geldi. Sabahtan akşama kadar dalga dalga adamlar geldiler, yediler.”[11]
İşte, bereketli ilgili mucizelerin giriş kısmında dediğimiz gibi, bu mucizeler aslında bir kişinin naklettiği mucizeler değil, bu hadiseye tanık olan ve bizzat o yemekten yiyen insanların sayısınca şahitler tarafından nakledilmiş anlamına gelmektedir. Hazreti Semure, o yemeği yiyen cemaatlerin mümessili gibi, onların namına ve tasdiklerine binaen rivayet etmiştir...
Suffe Mektebine Verilen Ziyafet
Hazreti Ebu Hüreyre anlatıyor:
“Allah Resulü (asm) bana emretti: ‘Mescid-i şerifin suffesini mesken olarak kullanan sayıları yüzün üzerinde olan fakir muhacirleri davet et.’ Ben de onları aradım, topladım. Hepimize bir kabın içerisinde yemek konuldu. Biz istediğimiz kadar yedik, kalktık. O kâse konulduğu vakit nasılsa; halen öyle dolu şekilde kalıyordu. Yalnız parmakların izi yemekte görünüyordu.”[12]
İşte, Hazret-i Ebu Hüreyre, bu mucizeye tanık olan tüm kamil suffe ehli namına ve onların tasdiklerine dayanarak, onlar namına haber verir. Demek ki, bu mucize tüm suffe mektebi tarafından rivayet edilmiş gibidir. Çünkü bu rivayet eğer yalan bir rivayet olsaydı, hayatları ilim ve irfanla geçen bu sahabelerin, “yalandır” dememeleri mümkün müydü?
Akrabalarını İslam’a Davet Edince, Onlara Gösterdiği Bir Bereket Mucizesi
Hazret-i Ali anlatıyor:
“Peygamberliğin ilk yıllarında Allah Resulü (asm) en yakınlarına İslam’ı tebliğ etmek için bir ziyafet tertipleyip, bütün akrabalarını davet etmişti. Gelenler tam kırk kişiydiler. Onlardan bazıları tek başına bir deve yavrusunu yerdi ve dört kıyye (yaklaşık 5 kg. kadar) süt içerdi. Halbuki, gelenlerin tamamına bir avuç kadar bir yemek verildi; hepsi yiyip doydular, ama yemek hiç yenilmemiş gibi aynen duruyordu.”
“Sonra, üç dört adama ancak kâfi gelecek, ağaçtan bir kap içinde süt getirdi. Hepsi içtiler, doydular; içilmemiş gibi halen duruyordu.”[13]
Hazreti Ali (ra) ile Hazreti Fatma (r.anha)’nın Düğün Yemeği
Hazreti Ali (ra) ve Hazreti Fatma (r.anha)’nın düğün yemekleri için, Efendimiz (asm), Hazreti Bilâl’e “Dört beş avuç un, ekmek yapılsın ve bir deve yavrusu kesilsin.” diye emretti.
Hazret-i Bilâl diyor ki:“Ben yemeği getirdim. Mübarek elini üstüne vurdu. Sonra taife taife sahabeler geldiler, yediler, gittiler. O yemekten, arta kalan kısmına yine bereketle dua etti. Bütün eşlerine, birer kâse göndertti ve dedi ki: “Hem yesinler, hem yanlarına gelenlere yedirsinler.”
Böyle mübarek bir ailenin düğün yemeğinde, böyle bir mucize olması normaldir ve gereklidir.
Peygamber Ailesinin Mazhar Olduğu Bereket
İmam-ı Ali (ra)’den naklediliyor ki:
Hazreti Fatma (r.anha), yalnızca kendi ailesine yetecek bir yemek pişirdi. Sonra Hazreti Ali (ra)’yi, Peygamber Efendimizi (asm) yemeğe çağırması için gönderdi. Efendimiz (asm) geldi ve yemekten eşlerine de birer kâse yollanmasını emretti. Tüm eşlerine birer kâse gönderildi. Daha sonra Efendimize (asm), Hazreti Ali (ra)’ye, Hazreti Fatıma (r.anha)’ya ve torunlarına birer kâse koyduktan sonra, Hazreti Fatma (r.anha) bakmış ki, tencere daha dolup taşıyor. Hatta Allah’ın izniyle o yemekten bir hayli zaman yemişlerdir.[14]
Dört Yüz Kişinin Tanık Olduğu Mucize
Peygamber Efendimiz (asm) Hazret-i Ömer (ra)’e “Ahmesî kabilesinden gelen dört yüz atlıya yolculuk için erzak ver.” diye emretti. Hazret-i Ömer, “Ya Resulallah, elimizdeki erzak birkaç sâ’dır. (bir sâ’ yaklaşık 3 kg) Toplansa, ancak oturmuş bir deve yavrusu kadar eder.” dedi. Efendimiz (asm) ise tekrar “Git, ver.” diye emretti. O da gitti, yarım yük hurmadan, dört yüz süvariye yetecek kadar erzak verdi. Ve dedi ki:“Erzak hiç eksilmemiş gibi eski halinde kaldı.”
İşte şu bereket mucizesi, dört yüz adamla ve özellikle Hazreti Ömer (ra) ile alakalı bir surette vukua gelmiştir. Rivayetlerin arkasında bunlar var. Bunların ses çıkarmaması, tasdik ettikleri anlamına gelir.
Tebük Savaşında Ordunun Bir Avuç Hurmadan Yemesi
Ebu Hüreyre naklediyor:
“Tebük Savaşı yolculuğunda, ordu aç kaldı. Allah Resulü (asm) ‘Yiyecek bir şey var mı?’diye sordu. Ben dedim ki: ‘Heybede bir kaç tane hurma var.’ (Bir rivayet göre on beş tane) Efendimiz (asm) getirmemi istedi, ben de getirdim. Mübarek elini soktu, bir avuç çıkardı, bir kaba bıraktı, bereketle dua buyurdu. Sonra onar onar askerleri çağırdı, hepsi o bir avuç hurmadan yediler. Sonra ‘Getirdiğin şeyi al götür. Onu tut muhafaza et ve boşaltma.’ dedi.
Ben aldım, elimi o heybeye soktum. Baktım ki, önceden olduğu kadarı yine elime geldi. Sonra Peygamber Efendimiz (asm) hayatta olduğu sürece, ardından Hazreti Ebu Bekir (ra), Ömer (ra) ve Osman (ra) hayatta oldukları sürece o hurmalardan yedim. (Başka bir rivayette de o hurmalardan kaç yük, Allah yolunda sarf ettim demiş) Sonra Hazreti Osman (ra)’ın şehit edilmesi esnasında o hurma, kabıyla birlikte yağmalandı ve tahrip edildi.”[15]
İşte, kâinatın hocası olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâmın, kudsî medresesi ve okulu olan Suffe mektebi’nin daimi ve mühim bir talebesi ve hafızasının kuvvetlenmesi için Peygamberimizin (asm) duasına mazhar olan Hazreti Ebu Hüreyre, Tebük Savaşı gibi insanların bol olduğu bir yerde meydana geldiğini haber verdiği şu bereket mucizesi, manen o ordunun sözü kadar kesin ve kuvvetli olması gereklidir.
Bir Kadeh Süt ile Doyan Sahabeler
Hazreti Ebu Hüreyre anlatıyor:
“Bir defasında aç olduğum bir halde, Allah Resulü’nün (asm) evine kadar beraber gitmiştik... Baktık ki, bir kadeh süt oraya hediye getirilmiş. Allah Resulü (asm) sütten ikram etmek için Ehl-i Suffeyi çağırmamı söyledi. Ben kalbimden dedim ki: “Bu sütün bütününü ben tek başıma içebilirim; hem aç olduğum için daha fazla muhtacım.” Fakat Efendimizin (asm) emrine binaen gittim, onları topladım ve yüzün üzerinde sahabeyi getirdim. Allah’ın Elçisi (asm), sütü onlara ikram etmemi söyledi. Ben de o kadehteki sütü birer birer hepsine verdim. Her birisi doyuncaya kadar sütten içiyorlardı sonra diğerine veririm. Böyle birer birer içirerek bütün Ehl-i Suffe o sâfi sütten içtiler.”
“Sonra, Efendimiz (asm)“Geriye seninle ben kaldık, önce sen iç.” dedi. Ben de içtim. İçtikçe, “iç” dedi. Artık içemez hale geldikten sonra dedim ki: “Seni hak ile gönderen Zât-ı Zülcelâle yemin ederim, yer kalmadı ki içeyim.” Sonra kendisi aldı, Bismillâh deyip hamd ederek kalanı içti.”[16] Yüz bin âfiyet olsun!
İşte şu sâfi, hâlis süt gibi şüphesiz şu bereket mucizesi bize nasıl ulaşmış:
1. Beş yüz bin hadîsi ezberleyen Hazret-i Buharî başta olarak, Kütüb-ü Sitte gibi kitaplardan... Bu kitaplar ki, ihtisas ehlinin yanında bu kitaplardaki bir rivayet gözle görülmüş gibi kesindir.
2. Allah Resul’nün (asm) özel mektebi olan Suffe’nin, hem zeki, hem sadık hem de hafız bir talebesi olan Ebu Hüreyre’nin, tüm Ehl-i Suffe namına, onları şahid ederek nakletmiştir.
Şimdi hal böyle olduğu halde bu mucizeleri kabul etmeyen insanların kalbinde veya aklında problemi var demektir. Çünkü, Ebu Hüreyre gibi sadık ve bütün hayatını hadîse ve dine adayan ve
“Kim bilerek bana yalan isnad ederse (benden yalan bir şey haber verirse) Cehennem ateşindeki yerine hazırlansın.”[17]
hadîsini duyan ve hatta bizlere nakleden bir sahabenin yalan söylemesi mümkün müdür? Çünkü yalan söylese hem Suffe mektebi tarafından yalanlanacaktır, hem de demin naklettiğimiz hadis uydurmanın dehşetli cezasına maruz kalacaktır. -Haşa- bütün hayatlarını İslama adayan bu mümtaz sahabelerin yalan söylemesi imkansızdır, bunu savunan insanlar da ya kalpsiz ya da akılsızdır.
Bereketli ilgili örneklerden bir kaçını burada naklettik. Konuyu bitirmeden evvel ehemmiyetine binaen bir hatırlatma yapmak istiyoruz.
Malûmdur ki, zayıf şeyler bir araya gelince kuvvetleşir. İncecik ipler topak yapılsa, kuvvetli halat olur. Kuvvetli halatlar topak yapılsa, kimse koparamaz. İşte, Peygamberimizin (asm) mucizelerinin farklı farklı türlerinden sadece bereketle ilgili mucizelerinden birkaç tanesini yukarıda sizlere naklettik. Naklettiğimiz mucize misallerinin her biri tek başına Allah Resulü’nün (asm) nübuvvetini tasdik etmeye yeter. -Farzımuhal- nakledilen rivayetlerin bir kısmına zayıf rivayetlerdir, desek bile yine de içlerindeki sahih ve kuvvetli rivayetlerle bir araya geldiklerinde kuvvetlenip aynı davaya imza basarlar. Çünkü, kuvvetli ile ittifak eden kuvvetleşir.
Hem şu naklettiğimiz bereket mucizelerini, diğer yüzlerce mucize ile beraber değerlendirdiğimizde, bunlar kopmaz bir deliller yumağı haline gelir ki, artık onu hiçbir vesvesenin koparması mümkün olamaz.
Evet, berekete dair naklettiğimiz mucizeler gösteriyorlar ki, Hazreti Muhammed (asm), umuma rızık veren ve rızıkları halk eden bir Zât-ı Rahîm ve Kerîm’in sevgili bir memurudur, pek hürmetli bir kuludur ki, rızkın her türünden, O’na mucizevi bir şekilde gaybdan ziyafetler gönderiyor.
Malûmdur ki, Arap yarımadası, suyu ve tarımı az bir yerdir. Onun için, halkı, özellikle de ilk sahabeler, geçim noktasında sıkıntı yaşamaktaydılar. Hem susuzluk musibetine çok defa maruz kalıyorlardı. İşte, bu hikmete binaen, Peygamber Efendimizin (asm) mucizelerinin en önemlileri, yiyecek ve içecekler üzerinde gösterilmiştir. Bu harikalar, Peygamber Efendimizin (asm) peygamberlik davasına delil ve mucize olmaktan ziyade, ihtiyaca binaen, Allah Resulü’ne (asm) bir İlâhî ikram, Rabbânî bir ihsan ve Rahmâni bir ziyafet hükmündedir. Çünkü, o mucizeleri görenlerin büyük çoğunluğu zaten Allah Resulü’nün (asm) davasını tasdik edenlerdendi. Bu iman edenler bu mucizelere tanık oldukça zayıf imanı olanların imanları kuvvetlendi, ehl-i imanın da imanları ziyadeleşti.
Yâ Rab! Şu Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bereketi hürmetine, bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan et! Amin...
_________________________________________
[1]Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Eşribe, 142; Tirmizî, Menâkıb, 6; İbni Mâce, Et’ime, 47; Muvatta’, Sıfatü’n-Nebî, 19.
[2]İbn Sa'd, Tabakâtü'l-kübrâ, c. 8, s. 104. Müslim, Sahih, c.2, s. 1051. İbn Sa'd, Tabakât, c. 8, s. 105.
[3]Ebu Nuaym, Delâilü'n-nübüvve, c. 2, s. 428; Kadı İyaz, eş-Şifa, c. 1 , s. 243-244; Ebu'l-Ferec İbn Cevzî, el-Vefâ, c. 1, s. 280; Heysemî, Mecmau'z-zevâid, c. 8, s. 303.
[4]Buhârî , Sahih, c. 3, s. 21-22-84-138-199; Nesâf, Sünen, c. 6, s. 244-245-246.; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 3, s. 373, 391; Ebu Dâvud, Sünen, c. 3, s. 119; İbn Mâce, Sünen, c. 2, s. 813-814.
[5]İbn İshak, İbn Hişam , Sîre, c. 3, s. 228, 229; Vâkıdî, Megâzî, c. 2, s. 476; Ebu Nuaym, Delâilü'n-Nübüvve, c. 2, s. 499, 500; Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve, c. 3, s. 427; İbn Seyyid, Uyûnu'l-eser, c. 2, s. 57; Zehebî, Megâzî, s. 235; Ebu'l-Fidâ, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 4, s. 99; Suyûtî, Hasâisü'l-kübrâ, c. 1, s. 572.
[6]Buharî, Şerike: 1; Cihad: 123; Müslim, İman: 44, 45; Müsned, 3:11, 418.
[7]Buharî,Hibe: 28, Et’ıme: 6; Müslim, Eşribe: 175; Müsned: 1:197, 198; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî: 22:55.
[8]Buharî,Mağâzî: 29; Müslim, Eşribe: 141; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:31; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:290; Kenzü’l-Ummal, 12:409, 424.
[9]Buharî,Et’ıme: 6, 48; Müslim, Eşribe: 142, 143; Müsned, 3:218; Ali el-Kari, eş-Şifâ,1:291, 297; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:31.
[10]Müslim,Fedâil: 3, no. 2281; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:114.
[11]Tirmizî(tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2629; Ebû Dâvud, Mukaddime: 9; Müsned, 5:12, 18; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:618.
[12]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:293; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:606; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid,8:308; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:101.
[13]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:293; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:607; el-Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:36; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:302-303; Ahmed ibni Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe (tahkik: Vasiyyüllah), 1220; Müsned, 1:159.
[14]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:294; Ali el-Kari, eş-Şifâ, 1:608; İbni Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye,4:73, no. 4001.
[15]Tirmizî, Menâkıb: 47, no. 3839; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:110 (muhtelif tariklerle); Müsned, 2:352; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:295; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 22:56; Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, 3:191 no. 5933.
[16]Buharî, Rikâk: 17; Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme: 36, no. 2477; Müsned, 2:515; Tirmizî(tahkik: Ahmed Şâkir), no. 2479; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:15; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:296.
[17]Buharî, İlim: 39; Cenâiz: 33; Enbiyâ: 50; Edeb: 109; Müslim, Zühd: 72; Ebû Dâvud, İlim: 4; Tirmizî, Fiten: 70, İlim: 8, 13; Tefsir: 1; Menâkıb: 19; İbni Mâce, Mukaddime: 4; Dârîmî, Mukaddime: 25, 46; Müsned, 1:70, 78.
Sularla İlgili Mucizeler
Bereketle ilgili mucizelerde de kısmen değindiğimiz gibi, kalabalık cemaatlerin içerisinde gerçekleşen mucizeler, bir tek sahabeden nakledilse bile -eğer yalanlanmamışsa- o mucize haberi tüm o cemaatten gelmiş gibi kabul edilebilir. Hem mucizenin vuku bulduğu cemaatler sahabelerden oluştuğu için, yalanda ittifak etmeleri mümkün değildir. Bu nedenle bu rivayetlerin sıhhatleri noktasında şüphe edilmemelidir.
Naklettiğimiz diğer mucize rivayetleri gibi, sularla ilgili mucizeler de pek çok sahabeler tarafından rivayet edilmiştir. Sahabelerin rivayet ettiği hadisleri, sayısı binleri bulan tâbiîn alimleri devralmışlar ve onlar da kendilerinden sonra gelenlere aktarmışlardır. Bu şekilde asırlarca dilden dile, elden ele dolaşarak ta günümüze kadar ulaşmıştır. Özellikle Asr-ı saadetten sonraki asra ulaşan hadisler Buhari ve Müslim gibi, hadis ilminin dahi imamlarına ulaşınca onlar tarafından sıhhatli olanlar tespit edilip kaydedilerek gelecek nesillere en güzel şekilde aktarılmıştır. Allah onlardan razı olsun.
Şimdi sularla ilgili mucizelerden bazılarını nakledelim:
Elinden Pınar Gibi Su Akması Mucizesi - 1
Buharî, Müslim gibi sahih hadis kaynaklarında yer alan ve Hazreti Enes’den nakledilen bir mucizedir. Hazreti Enes şöyle anlatıyor:
“Zevra ismi verilen bir yerde, üç yüz kişi kadar, Allah Resulü ile beraber bulunuyorduk. İkindi namazı için abdest almamızı emretti, fakat su bulamadık. Yalnız az bir parça su bulmamızı emretti; bulup getirdik. Mübarek ellerini içine batırdı. Gördüm ki, parmaklarından çeşme gibi su akıyor. Sonra, orada bulunan üç yüz kişinin tamamı gelip o sudan hem abdest aldılar, hem de su ihtiyaçlarını giderdiler.”[1]
Bu mucizeyi, Hazreti Enes, üç yüz kişiyi temsil ederek haber veriyor. Mümkün müdür ki, o üç yüz kişi, şu haberi tasdik etmesinler? Hem eğer tasdik etmeseler, yalanlamamaları mümkün müdür?
Elinden Pınar Gibi Su Akması Mucizesi - 2
Bir başka mucizeyi de Hazreti Cabir bin Abdullah anlatıyor:
Hudeybiye günü halk susuz kalmış, Resûlullah’ın (asm) önünde bulunan su ibriğinden abdest aldığı sırada O’na (asm) doğru varmışlardı. Resûlullah Aleyhisselam, onlara:
"Size ne oluyor!" diye sordu.
"Mahvolduk ey Allah’ın Resulü! Mahvolduk ey Allah’ın Resulü!" dediler.
Peygamberimiz (asm):
"Ben sizin aranızda iken, siz mahvolmayacaksınız!" buyurdu.
"Yâ Rasûlallah! Yanımızda, senin ibriğindekinden başka, ne abdest alacağımız, ne de içeceğimiz su var!" dediler.
Bunun üzerine, Allah Resulü (asm) elini ibriğin üzerine koydu ve
"Alınız, Bismillah" buyurdu. Kaynaklardan kaynar gibi, hemen parmaklarının arasından su akmaya başladı! Müslümanlar, ondan hem su içtiler, hem de abdest aldılar.
Cabir b. Abdullah'a:
"O zaman siz kaç kişi idiniz?" diye soruldu.
Cabir:
"On beş yüz kişi (yani bin beş yüz) idik!" dedi.[2]
Naklettiğimiz bu mucizeyi rivayet edenler, mânen bin beş yüz kadardırlar. Çünkü, insanın fıtratında, yalana “yalan” demek meyli vardır. Sahabeler ise, sıdk ve doğruluk için, can, mal, baba, anne, kavim ve kabilelerini terk edip, İslam’a her şeylerini feda ettikleri halde bu rivayeti tasdik etmeselerdi mutlaka tasdik etmediklerini söylerlerdi. Hem
“Benden bilerek yalan bir şey haber veren, Cehennem ateşinden yerini hazırlasın.”[3]
meâlindeki hadîsin tehdidine karşı, yalana mukàbil sessiz kalmaları mümkün değildir. Demek ki, sessiz kalmaları ile bu mucizeyi tasdik edip, kabul ediyorlar demektir.
Elinden Pınar Gibi Su Akması Mucizesi - 3
Buvat Gazvesi’nde gerçekleşen bir mucizedir. Buharî, Müslim gibi sahih hadis kaynaklarında nakledilmektedir. Hazret-i Câbir anlatıyor:
“Allah Resulü (asm) sahabelere “Abdest almaları için seslenin.” diye emir verdi. Fakat sahabeler su olmadığını söylediler. Allah Resulü (asm) “Bir parça su bulunuz.”dedi. Gayet az su getirdik. Sonra, o az su üstüne elini kapadı ve bir şeyler okudu. Ben ne okuduğunu bilmiyorum. Sonra dedi ki: “Kàfilenin büyük su teknesini getir.” Bana getirdiler, ben de Allah Resulü’nün (a.s.m) önüne koydum. O da elini içine koydu, parmaklarını açtı. Ben de o az suyu, mübarek eli üzerine döküyordum. Gördüm ki, mübarek parmaklarından çokça su aktı ve su teknesi doldu. Suya muhtaç olanları çağırdım. Hepsi geldiler, o sudan abdest alıp, içtiler. Sonra ben dedim: “Daha kimse kalmadı.” Allah Resulü (asm) elini kaldırdı; o su teknesi ağzına kadar dolu olarak kaldı.”[4]
İşte, Peygamberimizin (asm) bu apaçık mucizesi mânen mütevatirdir. Yani yalana ittifakı imkansız olan bir rivayet zinciriyle gelmiştir denilebilir. Çünkü, Hazreti Câbir, bu mucize gerçekleştiği sırada, vazifeli olduğu için, birinci söz onun hakkıdır; o, tüm diğer sahabelerin namına ilân edip haber veriyor. Çünkü o vakit hizmet eden Hazreti Cabir’di, bu yüzden rivayeti aktarmak başta onun hakkıdır. İbni Mes’ud da aynı mucize için diyor ki “Ben gördüm ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın parmaklarından çeşme gibi su akıyor.”[5] Acaba, sahabenin büyüklerinden olan Hazreti Enes, Hazreti Câbir ve İbni Mes’ud gibi sahabelerden oluşan bir cemaat “Ben gördüm.” dese, görmemesi mümkün müdür?
Şimdi şu yukarıda verdiğimiz üç misali birleştirince, ne kadar kuvvetli bir mucize olduğu anlaşılır.
Hazreti Mûsâ’nın (as) taştan on iki yerden çeşme gibi su akıtması mucizesi[6], Peygamber Efendimizin (asm) on parmağından musluktan akar gibi suyun akması mucizesinin derecesine çıkamaz. Çünkü, taştan su akması mümkündür; örneklerini dünyada gösterilebilir. Fakat et ve kemikten kevser gibi suyun çoklukla akmasının benzeri yoktur ve olamaz.
Akmayan Çeşmede Gösterilen Mucize
İmam-ı Mâlik’in muteber hadis kitabı Muvatta’ başta olmak üzere, pek çok sahih hadis kitabında Muaz ibni Cebel gibi meşhur bir sahabeden naklederek bize ulaşan bir mucizedir.
Hazret-i Muaz ibni Cebel anlatıyor:
“Tebük Gazvesi’nde bir çeşmeye rast geldik; ip kalınlığında akıyordu. Allah Resulü (asm) “Bir parça o suyu toplayınız.” diye emretti. Toplanılan su avucuna döküldü. Allah Resulü (asm), onunla elini yüzünü yıkadı. Sonra o suyu çeşmeye koyduk. Birden çeşmenin menfezi açılıp çoklukla aktı, bütün orduya kâfi geldi.”
Hattâ bir râvi olan İmam İbni İshak der ki: “Su akarken toprağın altından gök gürültüsü gibi ses yaparak aktı.” Allah Resulü (asm) bu muziceden sonra Hazreti Muaz’a“Mucize eseri olan bu mübarek su devam edip buraları bağa çevirecek; ömrün varsa göreceksin.” demiştir. Hakikaten dediği gibi olmuştur.[7]
Hudeybiye’de Susuz Kuyudan Su Fışkırtılması Mucizesi
Buhari’de Hazreti Bera’dan, Müslim’de ise Seleme b. Ekva’dan nakledilen susuz kuyu mucizesidir:
Berâ b. Âzib'in bildirdiğine göre;“Hudeybiye kuyusunun suyu çekilmiş, içinde bir damla bile su kalmamıştı. Durum Peygamberimize (asm) arzedildi. Peygamberimiz (asm), kuyunun başına gelip oturdu. İçinde biraz su bulunan bir kab istedi. Getirilen su ile abdest aldıktan sonra, ağzını çalkaladı ve içinden, dua etti. Abdest aldığı ve ağzında çalkaladığı suyu kuyunun içine döktü. Peygamberimizin (asm) emriyle, kuyu, biraz kendi haline bırakıldı. Sonra, kuyu sulandı. Müslümanlar da, Müslümanların hayvanları da, ondan kana kana içtiler. Kuyunun suyundan içenler, 1400 kişi idi.”[8]
Seleme b. Ekvâ da der ki:
"Biz, Resûlullah’ın (asm) maiyyetinde Hudeybiye'ye geldik. Biz, o gün, yüzer kişilik on dört bölüktük. Kuyunun yanında, henüz suvarılacak elli koyun da vardı ki, kuyu onları bile sulayamıyor, suya kandıramıyordu. Resûlullah (asm), kuyunun kıyısına oturup dua etti ve ağzına alıp çalkaladığı suyu kuyuya bırakınca, kuyunun suyu yükseldi. Biz ondan hem hayvanları suladık, hem de kendimiz su aldık."[9]
Ordu Bir Seferde Susuz Kalınca...
Yine Müslim ve İbni Cerîr-i Taberî gibi, hadîsin dâhi imamları başta olarak sahih pek çok hadis kitabı Ebu Katâde’den naklediyorlar ki:
“Peygamberimiz (asm) çıktığı bir seferde gecenin sonuna kadar yola devam etti. Sonra mola verip uyudu. Uyandığı zaman, güneş arkasına vurmakta idi. Benim yanımdaki abdest suyunu istedi. Ben de kendisine takdim ettim. Onunla abdest aldı, sonra bana dedi ki: "Abdestten arta kalan bu suyu sakla, ileride onun şaşılacak bir hâli olacaktır." Gündüz yola devam edildi, insanlar sıcağın altında susuzluktan perîşân oldular. Yetmiş iki kişi idik. (Taberî’nin nakline göre, üç yüz idik.) Hallerini Hz. Peygamber (asm)'e arz ettiler. Peygamberimiz (asm) de kendilerine:"Sizin zannettiğiniz gibi, helak olmuş değilsiniz! Şu benim abdest kabımı getiriniz!" buyurdu. Derhal getirildi. O da elini onun içine koydu ve onu dökmeye başladı. Peygamberimiz (asm) döküyor, ben de insanlara su veriyordum. Yetmiş iki kişi geldiler, içtiler, kaplarını doldurdular. Sonra ben aldım; verdiğim gibi kalmıştı.”[10]
Çölde Bir Kadının Suyunun Bereketlenmesi
Başta Buharî ve Müslim gibi sahih hadis kaynakları Hazret-i İmran ibni Husayn’dan naklediyorlar ki:
“Bir seferde, Allah Resulü (asm) ile beraber susuz kaldık. Bana ve Ali’ye dedi ki:“Filân yerde bir kadın, iki kırba suyu hayvana yükletmiş, gidiyor. Alıp buraya getiriniz.” Ben ve Ali beraber gittik; aynı yerde kadını su yüküyle bulduk, getirdik. Sonra emretti: “Bir kaba, bir parça su boşaltınız.” Boşalttık. Bereketle dua etti, ardından, yine suyu o hayvandaki kırbaya koyduk. Sonra dedi ki: “Herkes gelsin, kabını doldursun.” Bütün kàfile geldi, kaplarını doldurdular, içtiler. Ben zannediyordum ki, gittikçe iki kırba doluyor, daha fazlalaşıyordu. Sonra Allah Resulü (asm) ferman etti: “Kadına hurma ve sair şeylerden toplayınız ikram ediniz.”buyurdular. Kadının eteklerini doldurduk. Sonra Allah Resulü (asm) o kadına dedi ki:“Senin suyundan almadık. Cenâb-ı Hak bize hazinesinden su içirdi.”[11]
Bir Yağmur Duası Mucizesi
Pek çok sahih hadis kaynağında Hazreti Ömer (ra)’den nakledilen bir yağmur duası mucizesidir. Hazreti Ömer (ra) anlatıyor:
“Tebük Seferi’nde susuz kaldık. Hattâ susuzluktan bazıları devesini keser, içini sıkar, içerdi. Hazreti Ebubekir (ra), Allah Resulü’ne (asm) yağmur duası etmesi için rica etti. Allah Resulü (asm) elini kaldırdı; daha elini indirmeden bulut toplandı, yağmur öyle geldi ki, kaplarımızı doldurduk. Sonra su çekildi. Dönüp baktığımızda yağmurun ordugahtan öteye geçmediğini gördük.” [12]
Ayağını Yere Vurmasıyla Su Çıkması
Sahabenin büyük alimlerinden Amr bin As’ın oğlu Abdullah’ın torunu olan İmam Şuayb naklediyor ki:
“Efendimize (asm), peygamberlik vazifesi verilmeden evvel, amcası Ebu Talip ile beraber seyahat ettikleri bir esnada, amcasının susaması üzerine Arafe civarındaki Zilhicaz isimli yere geldiklerinde Allah Resulü ayağını yere vurmuş ve vurduğu yerden su çıkmıştır. Ebu Talib bu sudan içmiştir.”[13]
Bu hadise olduğu zaman, Efendimiz (asm) henüz peygamberlik vazifesi ile vazifelendirilmediği için, bazı alimler bunun mucize değil bir nevi keramet olduğunu söylemişlerdir. Bugün bile aradan bin küsur sene geçmesine rağmen aynı yerde Arafat çeşmesi bulunmaktadır ve bu kerameti halen devam etmektedir.
* * *
Sularla ilgili nakledeceğimiz rivayetleri burada noktalıyoruz. Ancak bilinmelidir ki, sularla ilgili mucizeler, bizim burada naklettiklerimizle sınırlı değildir. İmam Suyuti gibi zatlar, onlarca bu şekildeki mucizeyi kaynakları ve rivayet eden sahabelerin senetleri ile beraber, detaylı bir şekilde yazıp bizlere nakletmişlerdir.
Naklettiğimiz rivayetlerden ilk yedi tanesi manevi mütevatirdir. Sondaki iki misal, gerçi ilk yedi misal gibi çok ravilerden rivayet edilmemiş olsa bile, özellikle Hazreti Ömer (ra)’dan nakledilen yağmur duası mucizesi, benzer şekilde Bedir Savaşı’nda da yaşandığından[14] ve Bedir’de yaşanan bu mucizeyi Kur’an’ın da haber vermesinden[15] dolayı sıhhatinden şüphe etmemek gerektiği gibi, Hazreti Ömer (ra)’ın Tebük Savaşı’nda vuku bulduğunu söylediği mucize de aynı şekilde vuku bulduğundan şüphe duymamak gerektir. Hem Efendimizin (asm) duasıyla yağmur yağdırılması mucizesi çok defalar vuku bulmuştur. Bu riayetler tek başına mucize türlerinden değerlendirilebilir. Örneğin bazen camide, minber üstünde elini kaldırmış, daha indirmeden yağmış; tevatürle nakledilmiştir.[16]
____________________________________________
[1]Buhârî, Vudû’: 32, 46, Menâkıb: 25; Müslim, Fedâil: 45, 6; Nesâî, Tahâret: 60; Ebû Dâvud, Mukaddime: 5; Tirmizî, Menâkıb: 6; Muvatta, Tahâret: 32; Müsned, 3:132, 147, 170, 215, 289; İbni Hibban, Sahih, 8:171; Tirmizî (Ahmed Şâkir), no. 3635.
[2]Buhârî, Menâkıb: 25; Mağâzî: 35; Tefsir: Fetih Sûresi, 5; Eşribe: 31; Müslim, İmâra: 72, 73; Müsned, 3:329; İbni Hibban, Sahih, 8:110.
[3]Buharî, İlim: 39; Cenâiz: 33; Enbiyâ: 50; Edeb: 109; Müslim, Zühd: 72; Ebû Dâvud, İlim: 4; Tirmizî, Fiten: 70, İlim: 8, 13; Tefsir: 1; Menâkıb: 19; İbni Mâce, Mukaddime: 4; Dârîmî, Mukaddime: 25, 46; Müsned, 1:70, 78.
[4]Müslim, Zühd, 74, no. 3013; İbni Hibban, Sahih, 8:159.
[5]Buhârî, Menâkıb: 25; Tirmizî, Menâkıb: 6; Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), 3637; Dârîmî, Mukaddime: 5.
[6]Bakara 2/60
[7]Muvattâ, Sefer, 2; Müsned, 2:308, 323, 5:228, 237; İbni Hibban, Sahih, 8:167; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 2:64, 5:236.
[8]Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 290, Buhârî, Sahîh, c. 5, s. 62, 63; Ebu Nuaym, Delâilü'n-nübüvve, c. 2, s. 409, 410.
[9]Ahmed b. Hanbel. Müsned. c. 4. s. 48. Müslim . Sahîh. c. 3. s. 433.
[10]Müslim, Mesâcid, 311.
[11]Buharî, Teyemmüm: 6, Menâkıb: 25; Müslim, Mesâcid: 312; Müsned, 4:434-435; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 4:216, 6:130.
[12]el-Heysemî, el-Mecmeu’z-Zevâid, 6:194; el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 12:353; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:190; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:600; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 2:63; Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 2:105.
[13]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:290; el-Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:29; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 2:15-20; (Ayrıca bk. Buhârî, İstiskâ, 3; Müsned, 2:93).
[14]İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, 3:328.
[15]“Sizi temizlemek için üzerinize gökten yağmur indirmişti.” Enfal sûresi, 8/11.
[16]Buhârî, İstiskâ, 3,6,10,12,13,21; Müslim, İstiskâ, 8-10; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 6:139-146.
Ağaçlarla İlgili Mucizeler
Peygamberimizin (asm) mucizelerinden bazıları da ağaçlarla ilgilidir. Ağaçların, Efendimizin (asm) emriyle yerlerinden çıkıp yanına gelmeleri ve Efendimizin (asm) emrini dinlemeleri pek çok defalar vuku bulmuştur. Bu mucizeler de yine manevi mütevatir hükmündedirler.[1] Yani yalanda ittifak etmeyecek sahabe zincirleriyle bizlere aktarılmıştır. Bu mucizeleri bizlere nakleden sahabeler Hazreti Ali, Hazreti İbni Abbas, Hazreti İbni Mes’ud, Hazreti İbni Ömer, Hazreti Ya’le ibni Murre, Hazreti Câbir, Hazreti Enes ibni Mâlik, Hazreti Büreyde, Hazreti Üsâme bin Zeyd ve Hazreti Gaylan ibni Seleme (Radiyallahu anhum ecmain) gibi sahabenin önde gelenleridir. Bu sahabelerin her biri farklı bir mucizeyi sonraki asırlara nakletmişlerdir. Nakledilen bu mucizeleri, Tabiin’in yüzlerce hadis imamı alıp sahihlerini ayırt ederek bizlere nakletmişlerdir. Bu nedenle, bu rivayetler, üzerinde şüphe edilmeyecek tevatür şeklinde değerlendirilmelidir.Şimdi bu mucizelerden bir kısmını kaynaklarıyla aktaracağız.
Emre İtaat Eden Ağaç Mucizesi - 1
Başta İmam-ı İbn-i Mâce, Dârimî, İmam-ı Beyhakî, Hazreti Enes ibni Mâlik ve Hazreti Ali’den, Bezzaz ve İmam-ı Beyhakî ise Hazreti Ömer’den aynı mucizeyi nakletmişlerdir.
Allah Resulü (asm) kâfirlerin yalanlamalarından dolayı hüzünlü olduğu bir zamanda dedi ki:
“Ey Rabbim, bana öyle bir âyet (mucize) göster ki, bundan böyle beni yalanlayanlara aldırmayayım.”
Hazreti Enes’in rivayetinde, bu hadise vuku bulmadan evvel Hazreti Cebrâil de oradaydı. Vadi kenarında bir ağaç vardı. Hazreti Cebrâil’in haber vermesiyle Allah Resulü (asm) o ağacı çağırdı, ağaç yanına geldi. Sonra “Git” dedi. Tekrar gitti, yerine yerleşti.[2]
Emre İtaat Eden Ağaç Mucizesi - 2
Endülüs’ün büyük İslam âlimi Kadı İyaz, Şifâ-i Şerif isimli eserinde kuvvetli senetlerle ve rivayet silsilesi ile bize Hazreti Abdullah ibni Ömer’den şu mucizesi naklediyor:
Bir seferde, Allah Resulü’nün (asm) yanına bir bedevî geldi. Efendimiz (asm) ona sordu:
“Nereye gidiyorsun?” Bedevî dedi:
“Aileme.” diye cevap verdi. Efendimiz (asm) tekrar sordu:
“Ondan daha iyi bir hayır istemiyor musun?” Bedevî sordu:
“Nedir?” Efendimiz (asm) cevap verdi:
“Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Onun bir olduğuna, hiçbir şeriki bulunmadığına ve Muhammed’in, Onun kulu ve resulü olduğuna şehadet etmendir.” Bedevî sordu:
“Bu şehadete şahit nedir?” Efendimiz (asm) cevap verdi:
“Vadi kenarındaki şu ağaç şahit olacak.”
İbni Ömer der ki: O ağaç yerinden sallanarak çıktı, yeri ikiye yardı, Allah Resulü’nün (asm) yanına kadar geldi. Efendimiz (asm) üç defa kendisinin Allah’ın Elçisi olduğuna dair o ağacı şahit gösterdi ve ağaç da Efendimizi (asm) doğruladı. Sonra Efendimiz (asm) ağaca emretti, ağaç tekrar yerine gidip yerleşti.[3]
Hazreti Büreyde’den nakledilen rivayette ise; Bedevi’nin bir delil istemesine karşılık Efendimiz (asm) ona “Şu ağaca, ‘Resulullah seni çağırıyor’ de.” diye karşılık verdi. Sonra işaret ettiği ağaç yerinden çıkarak Efendimizin (asm) huzuruna geldi ve “Selâm sana ey Allah’ın Resûlü!” dedi. Sonra Bedevi ağacın tekrar yerine gitmesini istedi. Efendimiz (asm) ağaca emretti, ağaç tekrar yerine gidip yerleşti.
Bu mucize üzerine o bedevi Efendimize (asm) secde etmek istedi. Efendimiz (asm), kendisine secde etme konusunda kimseye izin olmadığını söyleyince, bu defa da Bedevi“Elini ayağını öpeyim.” dedi, Efendimiz (asm) buna izin verdi.[4]
Emre İtaat Eden Ağaç Mucizesi - 3
Başta Sahih-i Müslim olmak üzere sahih hadis kitaplarında nakledilen bir mucizedir. Hazreti Câbir anlatıyor:
“Biz bir seferde Allah Resulü (asm) ile beraberdik. Tuvalet ihtiyacı için bir yer aradı. Kapalı bir yer bulamadı. Sonra iki ağacın yanına gitti, bir ağacın dalını tuttu, çekti. Ağaç itaat ederek beraber gitti; öteki ağacın yanına getirdi. Bir devenin yularını tutup çekildiğinde geldiği gibi, o iki ağaç da öyle yan yana getirildi. Sonra Efendimiz (asm) o ağaçlara“Üstüme birleşiniz.” dedi. İkisi birleşerek örtü oldular. Efendimiz (asm) bu ağaçların arkasında ihtiyacını gördükten sonra ağaçlara emretti, tekrar yerlerine gittiler.[5]
Başka bir rivayette de ağaçları çağırması için Hazreti Cabir’e emrettiği, Hazreti Cabir’in çağırmasıyla ağaçların gelip, Efendimizin (asm) ihtiyacını görmesinden sonra, Efendimizin (asm) başıyla sağa ve sola işaret ettiği ve ağaçların yerlerine gittikleri rivayet edilmiştir.[6]
Emre İtaat Eden Ağaç Mucizesi - 4
Peygamber Efendimizin (asm) hizmetinde bulunan ve bir defasında da ordusunda kumandanlık vazifesi gören Üsâme bin Zeyd’den nakledilen bir mucizedir:
Bir seferde, Allah Resulü (asm) ile beraberdik. Tuvalet ihtiyacı için, kimsenin olmadığı kapalı bir yer bulunmuyordu. Bana “Ağaç veya taş gibi bir şeyler görüyor musun?” diye sordu. Ben de “Evet, var.” dedim. Sonra bana şöyle emretti: “Ağaçlara de ki: ‘Resulullah’ın ihtiyacı için birleşiniz.’ Ve taşlara da de: ‘Duvar gibi toplanınız.’” Ben gittim, söyledim. Yemin ediyorum ki, ağaçlar birleştiler ve taşlar duvar oldular. Allah Resulü (asm), ihtiyacını gördükten sonra“Onlara söyle, ayrılsınlar.” diye bana emretti. Benim nefsim Kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâle yemin ederim, ağaçlar ve taşlar ayrılıp yerlerine gittiler.[7]
Yukarıda naklettiğimiz Hazreti Câbir’den gelen rivayet ile şimdi naklettiğimiz Hazreti Üsâme’nin beyan ettiği iki mucizeyi, Ya’le ibni Murre, Gaylan ibni Selemeti’s-Sakafî ve Hazreti İbni Mes’ud aynı şekilde Huneyn Savaşı’nda olduğunu haber veriyorlar.[8]
İkiye Ayrılan Ağaç
Harika içtihatları ve faziletlerinden dolayı İkinci İmam-ı Şafi unvanı verilen İmam-ı İbni Fevrek naklediyor ki:
Taif kuşatmasında Allah Resulü (asm) gece at üstünde yolculuk yaparken uykusu geliyordu. O halde iken bir sidre ağacına rast geldi. Ağaç ona yol verip atını incitmemek için iki parçaya ayrıldı; Allah Resulü (asm) atı ile içinden geçti. O ağaç günümüze kadar iki ayak üstünde o vaziyetin kaldı.[9]
Selam Veren Ağaç
Hazreti Ya’le, sahih bir şekilde haber veriyor ki:
Bir seferde, “talha” veya “semure” denilen bir ağaç geldi, Allah Resulü’nün (asm) etrafında tavaf eder gibi döndü, sonra yine yerine gitti. Sonra Allah Resulü (asm) dedi ki:
“O ağaç Cenâb-ı Hakk’tan istedi ki, bana selâm etsin.”[10]
Cinlerin Hidayetine Vesile Olan Ağaç Mucizesi
Hadis âlimleri sahih rivayet zincirleri ile İbni Mes’ud’dan naklediyorlar. İbni Mesud anlatıyor:
“Batn-ı Nahl denilen yerde, Nusaybin cinleri Müslüman olmak için Allah Resulü’nün yanına geldiklerinde bir ağaç cinlerin geldiklerini haber verdi. İmam-ı Mücahid, aynı hadiste İbni Mes’ud’dan nakleder ki: O cinler bir delil yani mucize istediler. Allah Resulü (asm) bir ağaca emretti; ağaç yerinden çıkıp geldi, sonra yine yerine gitti.”[11]
İşte, cin taifesine birtek mucize kâfi geldi. Acaba bu mucize gibi bin mucizeyi duyan bir insan imana gelmezse, cinlerin“Bizim beyinsizimiz ise Allah hakkında yalan yanlış şeyler söylüyor.”[12] şeklinde tabir ettikleri şeytanlardan daha şeytan olmaz mı?
Kopup Gelen Ağaç Dalı
Başta Tirmizî olmak üzere pek çok hadis âliminin Hazreti İbni Abbas’tan haber verdikleri bir mucizedir.
İbni Abbas dedi ki:
“Allah Resulü (asm) bir bedeviye dedi ki:
“Ben bu ağacın şu dalını çağırsam, yanıma gelse, iman edecek misin?” Bedevi
“Evet” dedi.
Allah Resulü (asm) çağırdı. O dal ağacının başından kopup, Allah Resulü’nün (asm) yanına geldi. Sonra Efendimizn (asm) emretti, yine yerine gitti.”[13]
İşte, burada naklettiğimiz sekiz misal gibi çok misaller var; çok farklı şekillerde bizlere nakledilmişler. Malûmdur ki, yedi sekiz ip bir araya getirilse, kuvvetli bir halat olur. Aynen öyle de şu en meşhur sahabelerden, böyle farklı farklı yollarla bize ulaşan şu ağaç mucizeleri de elbette mânevî tevatür kuvvetindedir, belki de hakiki tevatür olarak değerlendirilmelidir. Yani kesinlikle yalanda ittifak etmeyecek sağlam rivayet zincirleri ile bize ulaşmışlardır. Zaten sahabeden sonra tâbiînin eline geçtiği vakit, tevatür olarak değerlendirilir. Özellikle Buharî, Müslim, İbni Hibban, Tirmizî gibi sahih hadis kaynakları, tâ sahabelerin zamanına kadar, o yolu o kadar sağlam yapmışlar ve tutmuşlar ki, örneğin Buharî’de bir rivayeti görmek, aynı sahabeden işitmek gibidir.
Acaba, yukarıda birkaç örneğini naklettiğimiz gibi; Allah Resulü’nü (asm) ağaçlar tanıyıp peygamberliğini tasdik ettikleri ve O’na selam ederek ziyaret edip emirlerine itaat ettikleri halde, kendilerine insan diyen bir kısım ruhsuz ve akılsız mahlûklar O’nu tanıyıp iman etmezse, kuru ağaçtan daha aşağı bir mertebeye düşmez mi? Ve ehemmiyetsiz bir kuru ağaç olarak cehennem ateşine layık olmaz mı?
Kuru Hurma Kütüğünün Ağlaması
Ağaçlarla ilgili mucizelerin içerisinde en kuvvetli senetlerle ve çok sahabelerden birden nakledilen bir mucize de kuru hurma kütüğünün ağlaması mucizesidir.
“Peygamber Efendimiz (asm) Mescid-i Şerifte hutbe verirken dayandığı hurma ağacından olan kuru bir direk vardı. Daha sonrasında minber yapılınca Efendimiz (asm) hutbe verdiği zaman onun üzerine çıkıp hutbeye başladı. Tam bu esnada artık üzerinde hutbe okunmayan kuru direk deve gibi inleyerek ağladı. Ağlama sesini bütün cemaat işitti. Bunun üzerine Efendimiz (asm) minberden inerek direğin yanına geldi, elini üstüne koydu, onunla konuştu teselli verdi. Direğin ağlama sesi bunun üzerine kesildi.”[14]
Bu mucize çok meşhurdur ve hakiki mütevatirdir.[15] Çünkü en büyük sahabelerden oluşan büyük bir cemaatin içerisinde vuku bulmuş ve on beş ayrı sahabe tarafından nakledilmiştir.[16] Ardından tâbiînin yüzlerce imamı bu rivayeti nakledenler zinciriyle alıp sonraki asırlara ulaştırmışlardır. Bu rivayetin arkasında sahabelerin alimlerinden ve hadis rivayet edenlerin reislerinden Hazreti Enes ibni Mâlik (Efendimizin hizmetçisi)[17], Hazreti Câbir bin Abdullahi’l-Ensârî (Efendimizin hizmetçisi)[18], Hazreti Abdullah ibni Ömer[19], Hazreti Abdullah bin Abbas[20], Hazreti Sehl bin Sa’d[21], Hazreti Ebu Saidi’l-Hudrî[22], Hazreti Übey ibni’l-Kâ’b[23], Hazreti Büreyde[24], müminlerin annesi Hazreti Ümmü Seleme[25]gibi sahabeler rivayet etmişlerdir. Başta Buharî, Müslim olmak üzere sahih hadis kitaplarında bu mucize yer almıştır.
Sehl ibni Sa’d, bu mucizeyi naklederken der ki: “Direğin ağlaması üzerine, cemaatin içinde de ağlamalar çoğaldı.” Diğer bir rivayette[26], Allah Resulü (asm) direğin ağlamasını “Onun yanında okunan zikir ve hutbedeki İlâhî zikirlerden ayrı kaldığı için ağladı.” şeklinde açıklamıştır.
Diğer bir rivayette de[27] Efendimizin (asm) “Ben onu kucaklayıp teselli vermeseydim, bu ayrılıktan dolayı kıyamete kadar böyle ağlaması devam edecekti.” dediği rivayet edilmektedir.
Hazreti Büreyde’nin rivayetinde der ki: Direk ağladıktan sonra, Allah Resulü (asm) elini üstüne koyup ona dedi ki:
“İstersen seni eski yerine nakledeyim. Orada kök salar, büyüyüp gelişirsin, yaprakların tazelenir ve defalarca meyve verirsin. Eğer cenneti istersen seni cennette dikeyim; orada meyvelerinden Allah’ın sevgili kulları yer.” Ardından direk cevap verdi, verdiği cevabı yanındaki sahabeler duydular. Direk dedi ki: “Cennette beni dik ki, benim meyvelerimden, Cenâb-ı Hakk’ın sevgili kulları yesin. Hem bir mekân ki, orada bekà bulup, çürümek yoktur.” Allah Resulü (asm) ona “Öyle yaptım.” diye cevap verdi. Sonra sahabelerine dedi ki: “Bâki olan âhireti fâni dünyaya tercih etti.”
Hazreti Übeyy ibni Kâ’b der ki: Bu harika hadiseden sonra Allah Resulü (asm) emretti ki,“Direk minberin altına konulsun.” Mescid-i Şerif’in tamirine kadar minberin altında kaldı. O zaman Hazreti Übeyy ibni Kâ’b yanına aldı; çürüyünceye kadar muhafaza edildi.[28]
Meşhur Hasan-ı Basrî, şu hadiseyi talebelerine ders verdiği vakit ağlardı ve derdi ki:
“Ağaç, Allah Resulü’ne (asm) meyil ve iştiyak gösteriyor. Sizler daha fazla iştiyaka, meyle müstehaksınız.”[29]
Bediüzzaman Hazretleri de bu mucizeyi naklettiği yerde şöyle der:
“Evet, hem ona iştiyak ve meyil ve muhabbet, onun sünnet-i seniyyesine ve şeriat-ı garrâsına ittibâ iledir.”[30]
Burada şöyle bir soru akla gelebilir:“Hendek Savaşı’nda dört avuç bir yiyecekle bin adamı doyurmak gibi bin kişinin tanık olduğu bir bereket mucizesi veya ve mübarek parmaklarından akan su ile, bin kişiye suyu doyuruncaya kadar su içirmesi mucizesi, neden şu kuru direğin ağlaması mucizesi gibi şaşalı bir şekilde ve pek çok sahabeden birden nakledilmemiş? Halbuki o ikisi, bundan daha kalabalık bir cemaatte vuku bulmuş.”
Cevap olarak şöyle deriz ki: Efendimizin (asm) gösterdiği mucizeler iki kısımdır. Bir kısmı, peygamberliğini tasdik ettirmek için, Peygamberimizin (asm) elinde gösteriliyor. Direğin ağlaması mucizesi bu sınıfa dahil edilebilir. Bu mucizeler mü’minlerin imanını arttırmak ve münafıkları da ihlâsa ve imana sevk etmek ve inanmayanları da imana getirmek için gösterilmiştir. Onun için, halkın her tabakasından insan bu mucizeye tanık oldu ve yayılması konusunda sahabeler özel bir hassasiyet gösterdiler.
Mucizelerin diğer kısmı ise bir ihtiyaç anında gösterilen mucizelerdir. “Bereketle ilgili mucizeler” bu sınıfa dahil edilebilir. Bunlar bir ihtiyaca binaen Cenab-ı Hakk’ın bir ikramı bir ziyafetidir. Onun için, peygamberliğini tasdik eden bir mucizedir; fakat bu mucizeden asıl maksat, ordu aç kalmıştır. Bir çekirdekten yüzlerce binlerce hurmayı yarattığı gibi, Cenâb-ı Hak, rahmet hazinesinden az bir yemekle bin adama ziyafet veriyor. Hem susuz kalmış mücahid bir orduya, kumandanları olan Allah Resulü’nün (asm) parmaklarından kevser suyu gibi, su akıttırıp içiriyor. Fakat bu mucizeler de yine mütevatirdir. Sağlam kaynaklarla bizlere kadar ulaşmıştır. Ayrıca yemekteki bereketi ve parmaklarından suyun akmasını herkes göremiyor, yalnız eserlerini görüyorlar. Direğin ağlamasını ise herkes işitiyor. Onun için bu kadar çok rivayetlerle nakledilmiştir.
Ayrıca akla gelebilir ki: “Neden Hazreti Enes, Hazreti Câbir ve Ebu Hüreyre’den çok hadis naklediliyor; Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ömer az rivayet ediyor?”
Bereketle ilgili mucizelerin başında da kısmen ifade ettiğimiz gibi; nasıl ki insan hastalansa ve bir ilâca muhtaç olsa, bir doktora gider; plan ve projeye ihtiyacı olsa mühendise gider, mühendisten nakleder; şeri meseleler müftüden haber alınır... Öyle de, sahabe içinde, hadisleri gelecek asırlara ders vermek için, sahabenin alimlerinden bazıları bu işte mânen vazifeliydiler. Bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı. Evet, Hazreti Ebu Hüreyre bütün hayatını hadîslerin muhafazasına vermiş. Hazret-i Ömer siyaset âlemiyle ve Efendimizden (asm) sonra ümmetin halifeliği vazifesi ile meşguldü. Onun için, hadisleri ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Enes ve Câbir gibi sahabelere itimad edip, fazla hadis rivayet etmezdi. Hem madem dürüstlükleri, doğrulukları ve Allah Resulü’ne (asm) sadakatleri ispat edilmiş sahabenin bir ferdi bir hâdiseyi bir rivayetle haber verse, yeter denilir ve başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bazı mühim hâdiseler iki üç rivayetle bize ulaşmıştır.
_______________________________________________
[1]Kettânî, Nazmü’l-Mütenâsir, s.137.
[2]İbni Mâce, Fiten: 23, no. 4028; Dârîmî, Mukaddime: 3; Müsned, 1:223, 3:113, 4:177; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:302; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:620; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:10; el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 2:354.
[3]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:298; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:615; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:14; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:292; İbn-i Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:125; el-Askalânî, el-Metâlibü’l-Âliye, 4:16, no. 3836; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:620; İbni Hibban, Sahih, 8:150.
[4]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:299; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:49.
[5]Müslim, Zühd: 74, no. 3012.
[6]Dârîmî, Mukaddime: 4; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:299; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:616; Hafâcî, Şer hu’ş-Şifâ, 3:51.
[7]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:300; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:617-619; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ,3:51; el-As ka lânî, el-Metâlibü’l-Âliye, 4:8-10, no. 3830.
[8]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:301; el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 12:403.
[9]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:301; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:620; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:57.
[10]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:301; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:619; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:53; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:6-7; Müsned, 4:170, 172; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:617.
[11]Buharî, Menâkıbu’l-Ensâr: 32 (Bâb: Zikru’l-Cin); Müslim, Salât: 150; Ali el-Karî, Şerhu’ş-Şifâ, 1:619.
[12]Cin sûresi, 72/4
[13]Tirmizî, Menâkıb: 6; el-Mubârekforî, Tuhfetü’l-Ahvezî, no. 3707; el-Heysemî,Mecmeu’z-Zevâid, 9:10.
[14]Buhârî, Menâkıb, 25, Cum’a, 26; İbni Mâce, İkâme, 199; Nesâî, Cum’a 17; Tirmizî, Cum’a, 10, Me nâkıb, 6; Dârimî, Mukaddime, 6, Salât, 202; Müsned, 1:249.
[15]el-Kettânî, Nazmü’l-Mütenâsir, 134-135.
[16]İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 125-132.
[17]Enes ibni Mâlik tariki: Buharî, Menâkıb: 25; Tirmizî, Menâkıb: 6, Cum’a: 10; İbni Mâce, İkame tü’s-Salât: 199; Dârîmî, Mukaddime: 6; Salât: 202; Müsned, 1:249, 267, 363, 3:226.
[18]Câbir bin Abdullah-il-Ensârî tariki: Buharî, Menâkıb: 25; Tirmizî, Menâkıb: 6, Cum’a: 10; Nesâî, Cum’a: 17; İbni Mâce, İkametü’s-Salât: 199; Dârîmî, Mukaddime: 6 (Câbir’den üç ayrı tarikle); Sa lât: 202; Müsned, 3:293, 295, 306, 324.
[19]Abdullah ibni Ömer tariki: Buharî, Menâkıb: 25; Tirmizî, Cum’a: 10 Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâ kir), no. 505, Menâkıb: 6; Dârîmî, Mukaddime: 6.
[20]Abdullah bin Abbas tariki: Tirmizî, Menâkıb: 6; Cum’a: 10; Dârîmî, Mukaddime: 6; Salât: 202; Müs ned, 1:249; Müsned, 1:363.
[21]Sehl bin Sa’d tariki: Tirmizî, Menâkıb: 6; Cum’a: 10; Dârîmî, Mukaddime: 6; Salât: 202; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:62.
[22]Ebû Saîd-il-Hudrî tariki, Dârîmî,Mukaddime: 6.
[23]Ubey ibni’l-Kâ’b tariki: Tirmizî, Cum’a: 10; İbni Mâce, İkametü’s-Salât: 199; Dârîmî,Mukaddi me: 6; Müsned, 139; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:62; Mubârekforî, Tuhfetü’l-Ahvezî,3:22.
[24]Büreyde tariki: Dârîmî,Mukaddime: 6.
[25]Ümmü’l-Mü’minîn Ümmü Seleme tariki: Tirmizî, Menâkıb: 6; Cum’a: 10.
[26]Yani, Câbir ibni Abdullah tariki. Buharî, Menâkıb: 25.
[27]Yani, Enes ibni Mâlik ve Abdullah ibni Abbas tariki. Dârîmî,Mukaddime: 6.
[28]Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:304; İbni Mâce, İkametü’s-Salât: 199; Dârîmî,Mukaddime: 6; Kadı İyâz, eş- Şifâ, 1:304.
[29]Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:305.
[30]Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, Onuncu İşaret
Dağ,Taş ve Cansız Bazı Varlıklarla İlgili Mucizeler
Bu bölümde Efendimizin (asm) dağlar ve taşlar gibi bazı cansız varlıklarla ilgili göstermiş olduğu mucizelerden bir kısmını nakledeceğiz.
Tesbih Eden Yiyecekler
Kadı İyaz, Şifâ-i Şerif isimli eserinde Buharî gibi sahih kaynaklara dayanarak naklediyor ki:
Peygamberimizin (asm) yanında ve hizmetinde bulunan Hazret-i Abdulah İbni Mes’ud der ki:
”Biz Allah Resulü’nün (asm) yanında yemek yerken, yediği yiyeceklerin tesbihlerini işitiyorduk.”[1]
Avuç İçinde Tesbih Eden Taşlar
Sahih hadis kitaplarından naklediliyor. Hazret-i Enes demiş ki: “Allah Resulü’nün (asm) yanındaydık. Avucuna küçük taşları aldı; mübarek elinde tesbih etmeye başladılar. Sonra Hazreti Ebu Bekir’in eline koydu; yine tesbih ettiler.”[2] Aynı hadise hakkıda Hazret-i Ebu Zer demiş ki: “Sonra Hazret-i Ömer’in eline koydu; yine tesbih ettiler. Sonra aldı, yere koydu, sustular. Sonra yine aldı, Hazret-i Osman’ın eline koydu; yine tesbihe başladılar.” Sonra, Hazret-i Enes ve Ebu Zer diyorlar ki: “Ellerimize koydu, sustular.”[3]
Peygamberimize (asm) Selam Veren Taşlar
Hazret-i Ali ve Hazret-i Câbir ve Hazret-i Aişe’den sahih kaynaklarda nakledilen bir mucizedir.
“Dağ, taş, Allah Resulü’ne (asm) “Selâm sana ey Allah’ın Resûlü!” diyorlardı.”
Hazret-i Ali’den nakledilen rivayette diyor ki:
“Peygamberlik vazifesinin verilmesinin ilk zamanlarında, Mekke çevresinde Allah Resulü (asm) ile beraber gezdiğimizde, ağaç ve taşa rast geldiğimiz vakit “Selâm sana ey Allah’ın Resûlü!” diyorlardı.””[4]
Hazret-i Cabir’den nakledilen rivayette diyor ki:
“Allah Resulü (asm) taş ve ağaca rast geldiği vakit, ona secde ediyordular. Yani, boyun eğip “Selâm sana ey Allah’ın Resûlü!” diyorlardı.”[5]
Hazreti Câbir’in bir rivayetinde, Allah Resulü (asm) demiş ki “Bana selâm veren bir taş biliyorum.”[6] Bazılar o taşın Hacerü’l-Esved olduğunu söylemişlerdir.
Hazret-i Aişe (r.anha), bir rivayette Allah Resulü’nün (asm) şöyle dediğini bize nakletmektedir: “Cebrâil bana vahiy getirmeye başladıktan sonra hangi taşın ve hangi ağacın yanından geçsem, bana mutlaka‘Esselâmü aleyke yâ Resulallah’ derlerdi.”[7]
Duaya Amin Diyen Ev
Peygamberimizin (asm) amcası Hazret-i Abbas’tan naklediliyor ki: Allah Resulü (asm), Hazreti Abbas ve dört oğlunu (Abdullah, Ubeydullah, Fazl, Kusem) beraber, “mülâet”denilen bir perde altına alarak üzerlerine örttü. “Yâ Rabbi! Bu benim amcamdır ve babamızın öz kardeşidir. Bunlar da onun çocuklarıdır. Ben abâmla onların üzerlerini örttüğüm gibi, sen de onları örterek ateşten koru.”[8] deyip dua etti. Birden, evin damı ve kapısı ve duvarları “Âmin, âmin” diyerek duaya iştirak ettiler.[9]
Uhud’un Sallanması
Başta Buharî, İbni Hibban, Ebû Davud, Tirmizî gibi sahih hadis kitapları beraber olarak, Hazret-i Enes[10], Ebu Hüreyre[11], Hazreti Osman[12] ve Aşere-i Mübeşşereden Said ibni Zeyd’den[13] naklediyorlar ki:
Allah Resulü (asm), Hazreti Ebu Bekir (ra), Hazreti Ömer (ra) ve Hazreti Osman (ra) ile Uhud Dağının başına çıktılar. Uhud Dağı, ya onların azamet ve heybetlerinden veya kendi sürur ve sevincinden sallanmaya başladı. Allah Resulü (asm) ferman etti ki:
“Dur ey Uhud! Şüphesiz üzerinde bir peygamber, bir sıddık ve iki şehid var.”
Şu hadîs aynı zamanda, Hazreti Ömer (ra) ve Hazreti Osman (ra)’ın şehid olacaklarını haber vermektedir.
Sebir’in Korkusu, Hira’nın Çağrısı
Allah Resulü (asm) Mekke’den hicret ettiği ve Kureyş müşrikleri takibe çıktıkları vakit, Sebîr isimli dağa çıktılar. Sebîr dedi: “Yâ Resulallah, benden ininiz. Korkarım, benim üstümde sizi vururlarsa Allah beni cezalandırır... Onun için korkarım.” Sonrasında Hira Dağı çağırdı “Ya Resulallah! Bana gel.”[14]
Bu örneklerden anlaşılır ki, o koca dağlar birer müstakil kuldur, Allah’ı tesbih ederler ve vazifedardırlar. Peygamber’i (asm) tanır ve severler; başıboş değillerdir.
Titreyen Minber
Sahih hadis kaynaklarında, Hazret-i Abdullah ibni Ömer’den rivayet ediliyor ki:
“Allah Resulü (asm) minberde hutbe okurken, “Onlar Allah’ın kudret ve azametini hakkıyla bilemediler. Halbuki kıyamet gününde yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadır; gökler de Onun kudretiyle dürülmüştür.”[15] âyetini okudu ve dedi ki“Cebbâr olan Allah kendini tâzîm ediyor ve buyuruyor ki: Cebbar Benim, Cebbar Benim; her şeyden büyük ve her şeyden yüce olan Benim.” Allah Resulü (asm) sözünü söylediği vakit minber öyle sarsıldı ve öyle titredi ki; Allah Resulü’nü (asm) düşürmesinden korktuk. Düşürecek derecede şiddetli sallandı.”[16]
Devrilen Putlar
Sahih kaynaklarda, ümmetin alimi ünvanına sahip, Kur’ân tercümanı Hazret-i İbni Abbas[17]ve Allah Resulü’nün (asm) hizmetinde bulunan, sahabenin önde gelen alimlerinden biri olan İbni Mes’ud’dan[18] haber veriliyor ki:
Mekke’nin Fethi gününde, Kâbe ve etrafında, taşta kurşunlarla sabitlenmiş üç yüz altmış put vardı. Allah Resulü (asm) elinde yay gibi bir değnekle o sanemlere birer birer işaret ederek “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Muhakkak ki bâtıl yok olup gidicidir.”[19] ayetini okuyarak, hangisine işaret ediyorsa, yere düşüyordu. Putun yüzüne işaret ettiğinde arkasına düşüyor, arkasına işaret ettiğinde ise yüz üstüne düşüyordu. Bu şekilde bütün putlar yere yuvarlandılar.[20]
Rahib Bahira’nın Gördükleri
Meşhur Rahib Bahîra’nın siyer kitaplarında detaylıca anlatılan meşhur hadisesidir. Allah Resulü’ne (asm) peygamberlik vazifesi verilmeden önce, amcası Ebu Talib ve bir kısım Kureyşlilerle beraber Şam tarafına, ticarete gidiyorlardı. Rahib Bahira’nın kilisesi civarına geldiklerinde istirahat etmek için kervanı durdurdular. O sıralarda inzivaya çekilen ve insanların içine çıkmayan Rahip, birden kafilenin yanına geldi. Kàfile içinde Hazret-i Muhammed’i (asm) gördü. Sonra kàfileye dedi ki: “Şu, Alemlerin Efendisidir ve peygamber olacaktır.” Kureyşliler dediler: “Nereden biliyorsun?”Mübarek rahip dedi ki:“Siz gelirken baktım ki, havada, üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammedü’l-Emin’in (a.s.m.) tarafına bulut meyletti, gölge yaptı. Hem görüyordum ki, taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise ancak peygamberlere yapılır.”[21]
* * *
Bu mucizeler beraber değerlendirilediğinde öyle kopmaz bir zincir olur ki, hiçbir şüphe onu koparamaz ve sarsamaz. Şu tür mucizeler yani cansızların Allah Resulü’nün (asm) peygamberliğini tasdik etmeleri mucizeleri genellikle mânevî tevatür hükmünde kesin ve kat’iyeti ifade eder. Herbir nakledilen mucize, diğer mucizelerin tamamının kuvvetinden bir kuvvet daha alır. Evet, zayıf bir direk, kuvvetli direklerle omuz omuza geldiği vakit, kuvvetleşir. Zayıf, kuvvetsiz bir adam, asker olup orduya girse öyle kuvvetleşir ki, bin adama meydan okur.
* * *
Düşmana Atılan Taşlar
Kur’anda“Attığın zaman sen atmadın; ancak Allah attı.”[22] ayetiyle işaret edilen Bedir Savaşı’nda vuku bulan bir hadisedir.
Allah Resulü (asm) bir avuç toprakla küçük taşları aldı ve “Bu yüzler kahrolsun!..” diyerek müşrik ordusunun yüzüne attı. Söylenen bu tek sözün her kulağa gitmesi gibi, atılan toprak ve taşlar da aynen öyle her bir müşriğin gözüne gitti. Müşrikler kendi gözüyle meşgul olup, hücum etmekteyken, birden kaçmaya başladılar.[23]
Huneyn Savaşı’nda da Bedir Savaşı’nda olduğu gibi, düşman ordusunun şiddetli hücumu esnasında yine bir avuç toprak atıp, “Bu yüzler kahrolsun!..” diyerek, herbirinin kulağına bir “Bu yüzler kahrolsun!” cümlesi girdiği gibi, Allah’ın izniyle herbir düşman askerinin yüzüne bir avuç toprak gitti, gözleriyle meşgul olup kaçtılar.[24]
İşte, Bedir’de ve Huneyn’de meydana gelen şu harika hâdise, sıradan sebeplerin ve insan kudretinin dahilinde olmadığı için Kur’an “Attığın zaman sen atmadın; ancak Allah attı.”[25] diye ferman eder. Yani, “O hâdise bir insanın kudretinin haricindedir. Ancak Allah’ın kudretiyle olmuştur.”
Bir Yahudi’nin Suikast Girişimi
Başta Buharî ve Müslim olmak üzere, sahih hadis kaynaklarında nakledilen bir mucizedir. Hayber Savaşı’nda, Yahudi bir kadın, bir keçiyi biryan yapıp pişirmiş ve gayet tesirli bir zehirle zehirleyip, Allah Resulü’ne (asm) göndermişti. Sahabeler yemeye başladılar. Allah Resulü (asm) birden dedi ki: “Pişirilen keçi bana‘Ben zehirliyim!..’ diyor.” diye haber verdi. Sonra herkes elini çekti. Fakat o şiddetli zehirin tesirinden, Bişr ibni’l-Bera’ aldığı birtek lokmadan vefat etti.
Allah Resulü (asm), o Zeynep ismindeki Yahudi kadını çağırdı. Sordu: “Neden böyle yaptın?” Kadın dedi ki: “Eğer peygambersen sana zarar vermeyecek. Eğer padişahsan, insanları senden kurtarmak için yaptım.”[26] Bazı rivayetlerde o kadını ölümle cezalandırdığı veya ölen sahabenin akrabalarına kısas için verip onların öldürdükleri nakledilmiştir.[27]
Şu mucizevi hadiseyle ilgili bazı detaylar da şöyledir. Bir rivayette, o keçi haber verdiğinde bazı sahabeler de söylediklerini işittiler.[28]
Bir rivayette vardır ki, Allah Resulü (asm), haber verdikten sonra dedi ki: “Bismillah deyiniz, ondan sonra yiyiniz. Zehir daha tesir etmeyecektir.” Şu rivayeti gerçi İbni Hacer-i Askalânî kabul etmemiştir, fakat başka hadis alimleri kabul etmişlerdir.[29]
Bazı kötü niyetli ve ortalığı karıştırma gayretinde olan Yahudiler, Allah Resulü’ne (asm) ve O’na yakın olan sahabelere birden darbe vurmak istedikleri halde, birden gaipten haber verilmiş gibi suikast girişiminin ortaya çıkması ve tuzaklarının akîm kalması ve o ihbarın ifade ettiği vakıa doğru çıkması ve hiçbir vakit sahabeleri nazarında gerçeğe aykırı bir haberi görülmeyen Hazreti Muhammed’in (asm) “Şu keçi bana söylüyor.” demesi, herkesin kulağıyla o keçiden o sözü işitmesi kadar kesin kanaatleri olmuştur.[30]
* * *
Hazret-i Mûsâ’nın (as) “yed-i beyzâ” yani elinin nur saçması ve “asâ” mucizesine benzer, üç olayda Peygamberimizin (asm) mucizesini nakledeceğiz:
Nur Saçan Değenek
Hazret-i İmam-ı Ahmed ibni Hanbel, Ebu Saidi’l-Hudrî’den nakleder ki:
Allah Resulü (asm), Katâde ibni Numan’a, karanlıklı, yağmurlu bir gecede bir değnek verir ve ferman eder ki: “Sana, lâmba gibi, onar arşın her tarafta ışık verecek. Evine gittiğin zaman bir siyah şahıs gölge göreceksin. O şeytandır. Onu hanenden çıkar, kov.”Katâde değneği alır, gider. Yed-i beyzâ gibi ışık verir. Evine gider, o siyah şahsı görür, evinden çıkarıp kovalar.[31]
Bedir’de Kılınca Dönüşen Değenek
Pek çok mucizenin ve olağanüstü hadisenin gerçekleştiği Bedir Savaşı’nda, Hazreti Ukkâşe’nin müşriklerle döğüşürken kılıcı kırıldı. Allah Resulü (asm), ona, kırılan kılıcına mukàbil, kalınca bir değnek verdi. Dedi: “Bununla savaş.” Birden, değnek, Allah’ın izniyle, uzun, beyaz bir kılıç oldu. Onunla savaşmaya devam etti. Hayatı miktarınca, tâ Yemâme harbinde şehid oluncaya kadar boynunda taşıdı.[32] Şu hâdise kesindir. Çünkü Hazreti Ukkâşe hayatı boyunca, o kılıcıyla iftihar etmiş ve o kılıç “el-avn” namıyla meşhur olmuştur.
Uhud’da Kılınca Dönüşen Değenek
İbnü Abdi’l-Berr[33] gibi bir asrının büyük bir alimi ve sahih kaynaklardan naklediyor ki:
Uhud Savaşı’nda, Allah Resulü’nün (asm) halası oğlu olan Abdullah ibni Cahş savaşırken kılıcı kırıldı. Allah Resulü (asm) ona bir değnek verdi. O değnek onun elinde bir kılıç oldu; onunla savaşmaya devam etti. O mucizenin eseri olan kılıç bâki kaldı.[34] Meşhur İbnü Seyyidi’n-Nâs, siyer kitabında haber veriyor ki: Bir zaman sonra, Abdullah o kılıcı Buğa-yı Türkî isimli bir adama sattı.[35]
İşte bu iki kılıç, Hazreti Mûsâ’nın (as) mucize olan asası gibi birer mu’cizedir. Fakat Asâ-yı Mûsâ, Hazreti Musa’nın (as) vefatından sonra mucizeliği kalmamıştır. Fakat Allah Resulü’nün (asm) mucizesinin eseri olan bu kılıçlar baki kalmışlardır.
_______________________________________________
[1]Buharî, Menâkıb: 25; Tirmizî, Menâkıb: 6 (tahkik: İbrahim A’vad) no. 3633; Müsned, 1:460; Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:306; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:627; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:97-98, 133.
[2]Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:306; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:70; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:627.
[3]Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:306; el-Heysemî, Mecme’u’z-Zevâid, 5:179, 8:298-299; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:132-133.
[4]Tirmizî, Menâkıb: 6; Dârîmî, Mukaddime: 4; el-Heysemî, Mecme’u’z-Zevâid, 8:260; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:607; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:628.
[5]Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:307; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:71.
[6]Müslim, Fedâil: 2; Tirmizî, Menâkıb: 5; Müsned, 5:89, 95, 105; İbni Hibban, Sahih, 8:139.
[7]Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:307; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:71; el-Heysemî, Mecme’u’z-Zevâid, 8:259.
[8]Beyhâkî, Delâilü’n-Nübüvve, 6:71
[9]Kadı İyâz, eş-Şifâ, 1:608; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:628; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:309; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:269-270.
[10]bk. Buharî, Fedâilü’l-Eshâb: 5, 6, 7; Tirmizî, Menâkıb: 19, no. 3697; Ebû Dâvud, Sünnet: 9 (Bâb: fi’l-Hulefâ).
[11]Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 6 (no. 2417); Tirmizî, Menâkıb: 19.
[12]Tirmizî, Menâkıb: 19.
[13]Tirmizî, Menâkıb: 19; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:450.
[14]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:308; Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 3:75.
[15]Zümer Sûresi, 39/67.
[16]Müslim, Sıfatü’l-Kıyâme: 19-26; Müsned, 2:88; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:252; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:308; Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 3:75; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:630; İbni Hibban, Sahih, 9:214.
[17]Müslim, Cihad: 87, no. 1781.
[18]Buhârî, Mağâzî: 48, Mezâlim: 32, Tefsîrü’l-Kur’ân: 12; Tirmizî, Tefsîrü’l-Kur’ân: 18 (Bâb: Sûretu Benî İsrâil); İbni Hibban, Sahih, no. 1702.
[19]İsrâ Sûresi, 17/81.
[20]el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid ve Menbeu’l-Fevâid, 6:176 (Hz. İbni Mes’ud’dan).
[21]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:308; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:631; Tirmizî, Menâkıb: 3 (Bab, Mâcâe fî Bed’i’n-Nübüvve); el-Mubârekforî, Tuhfetü’l-Ahvezî, no: 3699; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:615; İbni Hişâm, Siretü’n-Nebî, s. 115.
[22]Enfâl Sûresi, 6/17.
[23]el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:84.
[24]Müslim, Cihad: 76, 81 (Bâb: Gazvet-ü Huneyn); Dârîmî, Siyer: 15 (Bâb: Şâheti’l-Vücûh); Müsned, 5:286.
[25]Enfâl Sûresi, 6/17.
[26]Hz. Ebû Hureyre’den: Buharî, Tıb: 55, Cizye: 7, Mağâzî: 41; Ebû Dâvud, Diyât: 6, no: 4509, 4511, 1512; Dârîmî, Mukaddime: 11; Müsned, 2:451 Hz. Enes’ten: Müslim, no: 2992; Buharî, el-Hibe: 28; Ebû Dâvud, Diyât: 6, no: 4508. Hz. Câbir ibni Abdullah’tan: Dârîmî, Mukaddime: 11; Ebû Dâvud, Diyât: 6, no. 4510, 4511. Zehirli keçi hakkında rivâyet yolları ve yeterli bilgi için bk. Ebû Dâvud, Diyât: 6.
[27]el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:219, 4:109; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:256, 264; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-Me’âd, 3:336.
[28]bk. Hz. Câbir’in hadisi: et-Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, no. 5931, Ebû Dâvud, Diyât: 6; Dârîmî, Mukaddime: 11; el-Cizrî, Câmiu’l-Usûl, 8888, el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:295-296.
[29]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:317-319; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:645.
[30]Ebû Dâvud, Diyât, 6; Dârimî, Mukaddime, 11; Mecmeu’z-Zevâid, 8:295-296; Beyhakî, Delâîlü’n-Nübüvve, 4:262.
[31]Müsned, 3:65; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 22:66-67; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 2:166-167; el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 12:376; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:3323; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:671; el-Askalânî, el-İsâbe, no. 7076.
[32]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:333; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:671; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:156; İbni Hişâm, Siretü’n-Nebî, 1:637; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-Meâd (tahkik: Arnavûd), 3:186.
[33]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:333; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:157; İbni Seyyidi’n-Nâs, Uyûnu’l-Eser, 2:20; el-Askâlânî, el-İsâbe, no. 4583.
[34]İbni Abdi’l-Berr, el-İstibâb, 2:274 (İsâbe’nin kenarında); İbni Hacer, el-İsâbe, 2:287; İbni Seyyidi’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser, 2:32; Abdürrezzâk, el-Musannef, 11:279.
[35]İbni Seyyidi’n-Nâs, 2:32; Abdurrezzâk, el-Musannef, 11:279.
Hastaların ve Yaralıların Şifa Bulması Mucizeleri
Peygamber Efendimizin (asm) mucizelerinin en önemlilerinden bir kısmı da hastaların ve yaralıların O’nun (asm) eliyle veya nefesiyle şifa bulmaları şeklinde vuku bulmuştur. Bu mucizeler hadis ve siyer kitaplarında çokça zikredilmiştir. Bizler de burada birkaç örneği sizlere nakletmeye çalışacağız:
Ok İsabet Eden Gözün Şifa Bulması
Kadı İyaz, Şifa-i Şerif isimli eserinde pek çok sahabeden rivayet edilen bu mucizeyi, sağlam kaynaklara dayanarak bize naklediyor. Allah Resulü’nün (asm) mümtaz ve ordusunda kumandanlık yapan kahraman bir sahabesi ve Hazreti Ömer (ra) zamanında İslam ordusunun baş kumandanı olan Sad bin Ebi Vakkas anlatıyor:
“Uhud Savaşı’nda ben Allah Resulü’nün (asm) yanındaydım. Allah Resulü (asm) o gün yayı kırılıncaya kadar düşmana ok attı. Yayı kırıldıktan sonra oklarını bana verip at diyordu. Verdiği oklar nasl’sız, yani okun uçmasına yardım eden kanatları olmadığı halde, at diye emrettiği okları attığımda kanatlı oklar gibi gidip düşmana isabet ederdi.”[1]
“O halde iken, Katâde ibni Numan’ın gözüne bir ok isabet etmişti. Gözünü çıkarıp, göz bebeği yanaklarının üzerine aktı. Allah Resulü (asm) mübarek, şifalı eliyle onun gözünü alıp, eski yuvasına yerleştirdi. O göz hiç bir şey olmamış gibi şifa bulup, iki gözünden en güzeli ve en keskin göreni oldu.”
Bu olay oldukça meşhurdur. Hattâ Katâde’nin çocuklarından biri, Ömer ibni Abdi’l-Aziz’in yanına geldiği vakit, kendini şöyle tarif etmiş: “Ben öyle bir zâtın çocuğuyum ki, Allah Resulü (asm), onun çıkmış gözünü yerine koyup birden şifa buldu; en güzel göz o olmuş.” diye, nazım şeklinde Hazret-i Ömer (ra)’e söylemiş, onunla kendini tanıttırmış.[2]
Hem yine sahih kaynaklardan nakledilir ki, ünlü Ebu Katâde’nin, Yevm-i Zîkarad denilen gazvede, bir ok mübarek yüzüne isabet etmiş. Allah Resulü (asm) mübarek eliyle mesh etmiş. Ebu Katâde der ki: “Kat’iyen ve asla ne acısını ve ne de yarasını görmedim.”[3]
Hayber'in Fethindeki İki Şifa Mucizesi
Başta Buharî ve Müslim gibi sahih kaynaklardan naklediliyor ki:
Hayber Gazvesi’nde, Allah Resulü (asm), Hazreti Aliyy-i Haydarî’yi ordusuna sancaktar olarak tayin ettiği halde, Hazreti Ali’nin gözleri hastalıktan çok ağrıyordu. Allah Resulü (asm) ilaç gibi tükürüğünü gözüne sürdüğü dakikada şifa bularak hiçbir şey kalmadı.[4]Sabahleyin Hayber Kalesinin pek ağır demir kapısını çekip, elinde kalkan gibi tutup Hayber Kalesini fethetti.
Yine aynı savaşta, Seleme İbnü’l-Ekvâ’nın bacağına kılıç vurulmuş, yarılmış. Allah Resulü (asm) ona nefes edince, birden ayağı şifa bulmuştur.[5]
Görmeyen Gözlerin, Görür Olması
Başta Neseî olmak üzere, ünlü siyer kitaplarının yazarları, Osman ibni Huneyf’ten naklediyorlar. Osman bin Huneyf anlatıyor:
“Allah Resulü’nün (asm) yanına görme özürlü biri geldi. “Benim gözlerimin açılması için dua et.” diye Efendimize (asm) rica etti. Allah Resulü (asm) ona dedi ki:
“Şimdi git, abdest al. Sonra iki rekât namaz kıl ve de ki: ‘Allah’ım! Hâcetimi sana arz ediyor ve rahmet nebisi olan Peygamberin Muhammed ile Sana teveccüh ediyorum. Yâ Muhammed! Gözümden perdeyi kaldırması için senin Rabbine seninle teveccüh ediyorum. Allahım, onu bana şefaatçi kıl.”[6]
diye dua et. Oda gitti, öyle yaptı ve gözü açılmış görür halde geri geldi.[7]
Büyük bir imam olan İbni Veheb bize bildiriyor ki:
“Bedir Savaşı’nın on dört şehidinden birisi olan Muavviz ibni Afra, Ebu Cehil ile dövüşürken, Ebu Cehl, o kahramanın bir elini kesmiş. O da öteki eliyle, kesilen elini tutup Allah Resulü’nün (asm) yanına gelmiş. Allah Resulü (asm) onun elini yine yerine yapıştırdı, tükürüğünü ona sürdü. Birden şifa buldu, yine savaş meydanına döndü, şehid oluncaya kadar savaşmaya devam etti.”[8]
Hem yine ibni Veheb bildiriyor ki: “Yine Bedir Savaşı’nda Hubeyb ibni Yesaf’ın omuz başına bir kılıç vurulmuş ki, ikiye ayrılmış gibi dehşetli bir yara açılmış. Allah Resulü (asm) onun kolunu omuzuna eliyle yapıştırmış, nefes etmiş; şifa bulmuş.”[9]
İşte şu iki hadise, gerçi âhâdîdir, yani tek kişi kanalıyla bize ulaşmıştır. Fakat İbni Veheb gibi bir imam bu hadiseyi eserine alsa ve bize nakletse, Bedir Savaşı gibi mucizelerin çok olduğu bir zamanda, bu iki vakıaya benzer başka hadiseler de varsa, elbette şu iki vakıanın doğruluğunda şüphe edilmemelidir. İşte, sahih hadislerle bu şekilde bize ulaşan bine yakın hadise var ki Allah Resulü’nün (asm) mübarek eli onlara şifa olmuştur.
* * *
Buraya kadar Efendimizin (asm) eliyle gerçekleşen bu kadar mucizeyi size naklettikten sonra dikkatlerinizi bir noktaya çekmek istiyoruz:
Avucunda küçük taşların zikir ve tesbih etmesi,
“(Ey Muhammed) attığın zaman da sen atmadın…”[10] ayetinin sırrıyla, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak, düşmana top ve gülle hükmünde, onları bozguna uğratması,
“Ay yarıldı.”[11] ayetinin açık işaretiyle, aynı avucunun parmağıyla ayı iki parçaya ayırması,
ve aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun akması ve bir orduya içirmesi,
ve aynı el, hastalara ve yaralılara şifa olması,
elbette o mübarek elin, ne kadar harika bir İlahi Kudret mucizesi olduğunu gösterir.
Güya, dostları içinde o elin avucu küçük bir Sübhânî zikir meclisidir ki, küçücük taşlar dahi içine girse zikir ve tesbih ederler.
Ve düşmana karşı küçücük bir Rabbânî cephaneliktir ki, içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba olur.
Ve yaralılar ve hastalara karşı küçücük bir Rahmânî eczahanedir ki, hangi derde temas etse, derman olur.
Ve celâl ile kalktığı vakit, ayı parçalayıp, kàb-ı kavseyn yani iki yay şeklini verir.
Ve cemâl ile döndüğü vakit, Kevser suyu akıtan on musluklu bir rahmet çeşmesi hükmüne girer.
Acaba böyle bir zâtın birtek eli böyle harika mucizelere mazhar ve kaynak olsa, o Zâtın (asm), Kâinat’ın Yaratıcısı yanında ne kadar makbul olduğu ve dâvâsında ne kadar doğru bulunduğu ve o el ile biat edenler ne kadar bahtiyar olacakları, açıkça anlaşılmaz mı?
* * *
Akla gelebilecek bir soru: Burada naklettiğimiz pek çok mucizenin mutevatir olduğunu ifade ediyoruz. Hâlbuki bunların birçoğunu okuyucular ilk defa görüyor olabilirler. Mütevatir bir şeyin böyle gizli kalmaması gerekir.
Bu soruya şöyle cevap verebiliriz ki: Şeriat alimlerine göre çok mütevatir ve açık şeyler var ki, onlardan olmayana göre meçhuldür. Hadis alimlerine göre de çok mütevatir hadis vardır, diğer insanların yanında âhâdî de olmuyor. Benzer şekilde her ilim dalının ihtisas sahibi, kendi ilmine dair konularda açık ve gizli konuları bilir. Halk ise uzmanlıkları dışında olan konularda ihtisas sahibine güvenir ve naklettiği bilgilere teslim olurlar.
Şimdi, haber verdiğimiz hakikî mütevatir, mânevî mütevatir veya tevatür[12] hükmünde kesinlik ifade eden hadiseler, hem hadîs ehlince, hem şeriat ehlince, hem usulüddin ehlince, hem çoğu alim tabakalarında hükmünü öyle göstermiş. Gaflette bulunan sıradan insanlar veya gözünü kapayan cahiller bilmezlerse, kabahat onlara aittir.
Kırılan Ayağın Şifa Bulması
İmam-ı Bağavî’nin kaynağına ulaşıp tashih ederek bize ulaştırdığı bir hadisedir.
Ali ibni’l-Hakem’in, Hendek Savaşı’nda, bir düşman darbesiyle ayağı kırıldı. Allah Resulü (asm) ona eliyle mesh etti; hemen aynı dakikasında öyle şifa buldu ki, atından bile inmeden savaşmaya devam etti.[13]
Hazreti Ali’ye Edilen Şifa Duası
Başta İmam-ı Beyhakî olmak üzere, hadis âlimleri haber veriyorlar ki: İmam-ı Ali ağır bir şekilde hastaydı. Iztırabından, kendi kendine dua edip inliyordu. Allah Resulü (asm) geldi ve“Allah’ım ona şifa ver.” diye dua etti. Ve ayağıyla Hazret-i Ali’ye dokundu, “Kalk” dedi. Birden şifa buldu. İmam-ı Ali der ki: “Ondan sonra o hastalığı hiç görmedim.”[14]
Şifa Bulan El
Şürehbil el-Cu’fî’nin meşhur kıssasıdır. Avucunda etten bir ur vardı ki, kılıcı ve atın dizginini tutamıyordu. Allah Resulü (asm) eliyle avucundaki uru meshetti ve mübarek eliyle ovaladı. O urdan hiçbir eser kalmadı.[15]
Şifa Bulan Çocuklar
Çocukların Efendimizin (asm) mübarek eliyle ve duasıyla şifa bulmalarıyla ilgili altı misal nakledeceğiz:
Birincisi: Ünlü bir araştırmacı ve hadis alimi olan İbni Ebî Şeybe haber veriyor ki:
Bir kadın, bir çocuğu Allah Resulü’nün (asm) yanına getirdi. O çocuk hem zihinsel özürlüydü hem de konuşamıyordu. Allah Resulü (asm) bir suyu mübarek ağzına alıp çalkaladı, sonra da elini yıkadı ve o suyu kadına verdi, “Çocuğa içirsin.” dedi. Çocuk o suyu içtikten sonra, hastalığından bir şey kalmadı. Öyle bir akıl ve kemal sahibi oldu ki, insanların en zekilerinden oldu.[16]
İkincisi: Sahih kaynaklarda Hazreti ibni Abbas’tan naklediliyor ki: Allah Resulü’ne (asm) mecnun bir çocuk getirildi. Mübarek elini çocuğun göğsüne koydu. Birden çocuk istifrâ etti. İçinden, küçük salatalık kadar siyah bir şey çıktı; çocuk şifa bulup gitti.[17]
Üçüncüsü: İmam-ı Beyhakî ve Nesâî, sahih kaynaklarla haber veriyorlar ki: Muhammed ibni Hâtib isminde bir çocuğun koluna kaynayan tencere dökülmüş, bütün kolunu yakmıştı. Allah Resulü (asm) meshedip tükürüğünü sürdü; dakikasında şifa buldu.[18]
Dördüncüsü: Büyüdüğü halde konuşamayan, büyükçe bir çocuk Allah Resulü’nün (asm) yanına geldi. Çocuğa sordu:“Ben kimim?” Hiç konuşmayan dilsiz çocuk “Sen Allah’ın Resulüsün.” diyerek konuşmaya başlamıştır.[19]
Beşincisi: Yakaza halinde Allah Resulü (asm) ile pek çok defalar görüşmekle müşerref olan Celâleddin Süyutî, hadisin kaynağına ulaşıp tashih ederek bize naklediyor ki: Mübarekü’l-Yemâme ismiyle şöhret kazanan bir sahabenin hadisesidir. Yeni dünyaya geldiği zaman, Allah Resulü’nün (asm) yanına getirmişler.
Allah Resulü (asm) ona baktığında çocuk birden konuşmaya başlamış ve “Senin Allah Resulü olduğuna şehadet ederim.” demiştir. Allah Resulü (asm) çocuğun bu şehadeti üzerine“Bârekallâh” demiştir. Çocuk ondan sonra büyüyünceye kadar daha konuşmamış. O çocuk, Peygamberimizin (asm) bu mucizesine ve “Bârekallâh” duasına mazhar olduğundan,“Mübarekü’l-Yemâme” ismiyle şöhret bulmuştur.[20]
Altıncısı: Çocuk tabiatında hayâsız bir kadın, Allah Resulü’nden (asm) yemek yerken lokma istemiş, vermiş. Kadın demiş: “Yok, senin ağzındakini istiyorum.” Onu da vermiş. O gayet hayâsız kadın, o lokmayı yedikten sonra, en hayâlı kadın ve Medine kadınlarının içerisinde üstün bir hayâ sahibi oldu.[21]
Burada naklettiğimiz birkaç mucize örneği gibi, sahih kaynaklarda geçen yüzlerce mucizeler vardır. Çoğu siyer ve hadis kitaplarında beyan edilmiştir. Evet, Allah Resulü’nün (asm) mübarek eli Lokman Hekim’in bir eczahanesi gibi ve tükürüğü Hazret-i Hızır’ın âb-ı hayat çeşmesi gibi ve nefesi Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın nefesi gibi yardım ve şifa kaynağı olsa; ve insanlık çok musibet ve belâlara giriftar olsa, elbette Allah Resulü’ne (asm) hadsiz müracaatlar olmuştur. Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek çoklukla gelmişler, hepsi şifa bulup gitmişler. Hattâ, kırk defa hac eden ve kırk sene sabah namazını yatsı abdestiyle kılan, tâbiînin büyük imamlarından ve çok sahabelerle görüşen, Tavus denilen Ebu Abdurrahmani’l-Yemânî kesin olarak haber verip demiş ki: Allah Resul’ne (asm) ne kadar mecnun gelmişse, Allah Resulü (asm) göğsüne elini koymuşsa, kesinlikle şifa bulmuştur; şifa bulmayan kalmamıştır.[22]
İşte, Asr-ı Saadete yetişmiş böyle bir imam, böyle kesin ve küllî hükmetmişse, elbette ona gelen hiçbir hasta kalmamış ki, illâ şifa bulmuş. Madem şifa bulmuş; elbette binlerce müracaatlar olacaktır.
_______________________________________
[1]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:322; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:651; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:113; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 42, no. 2412; İbni Hibban, Sahih, 9:65.
[2]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:322; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:113; el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 12:377; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-Meâd (tahkik: Arnavud), 3:186-187; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:295.
[3]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:322; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:113; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:653.
[4]Buharî, Cihad: 102, 144, Mağâzî: 38; Fedâilü’l-Eshâb: 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 32, 34; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:38.
[5]Buharî, Mağâzî: 38 (Yezîd ibni Ubeyd’den); Ebû Dâvûd, Tıb: 19; Es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî Şerh-i Müsned, 22:259.
[6]bk. Tirmizî, Deavât: 118; İbni Mâce, İkame: 189; Müsned: 4-138.
[7]Tirmizî, Daavât: 119 (hadis no. 3578); el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:526; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:166; İbni Mâce, İkâme, 189; Müsned, 4:138.
[8]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:656; İbni Seyyidi’n-Nâs, Uyûnü’l-Eser, 1:261.
[9]Beyhaki, Delâilü’n-Nübüvve: 6:178; İbni Hacer, el-İsâbe, 1:418; İbnü’l-Esir, Üstü’lğabe, 2:118.
[10]Enfal Sûresi, 8;17.
[11]Kamer Sûresi, 54:1.
[12]Bu kavramlarla alakalı “Peygamberimizin Mucizeleri” isimli bölümümüzün “Takdim” kısmında bilgi bulabilirsiniz.
[13]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:323; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:656; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:118; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:134.
[14]Tirmizî, Daavât: 112; Müsned, 1:83, 107, 128; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:323; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:656; İbni Hibban, Sahih, 9:47; el-Mubârekforî, Tuhfetü’l-Ahvezî, 3635.
[15]el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:298; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:657.
[16]İbni Mâce, Tıb: 40, no. 3532; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:654, 657.
[17]Dârîmî, Mukaddime: 4; Müsned, 1:254; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:657; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:2;Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, 3:188.
[18]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:324; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:657; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:121; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:415; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 1:295; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:62-63.
[19]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:319; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:105; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:158-159
[20]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:319; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:105; Süyûtî, Kenzü’l-Ummâl, 4:379; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:159.
[21]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:325; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:657; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:312.
[22]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:335; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:676.
Peygamberimizin Duasıyla Gerçekleşen Mucizeler
Peygamber Efendimizin (asm) mucizelerinin bir türü de duasıyla gerçekleşen olağanüstü hallerdir. Bu mucizeler hakikî mütevatirdir. Küçük büyük pek çok örnekleri vardır. Örneklerin çokluğu bu mucizeleri mütevatir derecesine çıkarmıştır. Belki tevatüre yakın meşhur olmuşlardır. Bir kısmını öyle imamlar nakletmiştir ki,“meşhur mütevatir” gibi kesinlik ifade eder. Biz şu pek çok misallerinden, tevatüre yakın ve meşhur bazı misalleri burada nakledeceğiz.
Yağmur Duaları
Allah Resulü’nün (asm) yaptığı yağmur dualarının kabul edilmesi çok defalar tekrarlanan hadiselerdendir. Başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim gibi hadis imamları bu vakıalardan çok nakletmişlerdir. Hatta bazen, minber-i şerif üstünde yağmur duası için elini kaldırıp dua etmiş, daha elini indirmeden yağmur yağmıştır.[1]
Su ile ilgili mucizeleri naklederken de bahsettiğimiz gibi, bir iki defa ordu susuz kaldığı vakit Efendimizin (asm) duasıyla bulut geliyordu, yağmur veriyordu.[2]Hatta Allah Resulü’ne (asm) peygamberlik vazifesi verilmeden evvel, çocukluk devresinde dedesi Abdülmuttalib, Peygamberimizin (asm) mübarek yüzüyle yağmur duasına giderdi. Onun yüzü hürmetine yağmur gelirdi ki, o hâdise Abdülmuttalib’in bir şiiriyle meşhur olmuştur.[3]
Hem, Efendimizin (asm) vefatından sonra, Hazret-i Ömer (ra), yağmur duasına çıkacağı vakit, Peygamberimizin (asm) Amcası Hazret-i Abbas’ı da götürerek: “Yâ Rab, bu Senin habibinin amcasıdır. Onun yüzü hürmetine yağmur ver.” diye vesile yaparak dua edermiş. Bu duanın hürmetine Cenab-ı Hakk yağmur gönderirmiş.[4]
Hem İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim haber veriyorlar ki: Efendimizden (asm) yağmur için dua talep edildi. Efendimiz de (asm) dua etti. Yağmur öyle geldi ki, mecbur oldular: “Aman dua et, kesilsin.” demek zorunda kaldılar. Sonra Efendimiz (asm) dua etti, birden kesildi.[5]
İki Ömer’den Birisi
Tevatüre yakın meşhurdur ki, Allah Resulü (asm), sahabe ve imana gelenler daha kırka ulaşmadan önce ve gizli ibadet etmekte iken, dua etti: “Allah’ım, İslâmiyeti Ömer ibni’l-Hattâb veya Amr ibni’l-Hişâm (Ebû Cehil) ile aziz eyle.” Bu duadan bir iki gün sonra, Hazret-i Ömer ibnü’l-Hattab imana geldi ve İslâmiyeti ilân ve aziz etmeye vesile oldu,“Faruk” unvanını aldı.[6]
Bazı Sahabelere Bereket İçin Yapılan Duaların Kabul Olması
Efendimiz (asm), bazı güzide sahabelerine, ayrı ayrı maksatlar için dua etmiştir. Bu duaları öyle parlak bir surette kabul olmuş ki, o dualarının kerameti, mucize derecesine çıkmıştır.
Hazreti İbni Abbas’a Yapılan Dua
Başta Buharî ve Müslim haber veriyorlar ki: İbni Abbas’a şöyle dua etmiş:
“Allah’ım! Onu dinde fakîh kıl ve ona tefsir ilmini öğret.”[7]
Efendimizin (asm) bu duası öyle makbul olmuş ki, İbni Abbas “Tercümanü’l-Kur’ân” yani Kur’an’ın tercümanı unvanını ve “allâme-i ümmet” yani ümmetin âlimi yüksek rütbesini kazanmıştır.[8]Hatta daha çocuk sayılacak yaşlarda iken, Hazret-i Ömer (ra) onu âlimler ve yüksek rütbeli sahabelerin meclisine alıyordu.[9]
Hazreti Enes’e Yapılan Dua
Başta İmam-ı Buharî ve diğer sahih hadis kitaplarından naklediliyor ki:
Enes’in annesi, Allah Resulü’ne (asm) rica etmiş ki,
“Senin hizmetcin olan Enes’in evlât ve malı hakkında bereketle dua et.”Efendimiz de (asm) Hazreti Enes’e
“Allah’ım! Onun malını ve evlâdını çoğalt. Ve ona ihsan ettiğin nimetlere bereket ver.”
diye dua etmiştir. Bu duanın üzerine, Hazret-i Enes, ömrünün sonuna doğru yemin ederek ilan etmiş ki:
“Ben kendi elimle yüz evlâdımı defnetmişim. Benim malım ve servetim itibarıyla da, hiçbirisi benim gibi mesut yaşamamış. Benim malımı görüyorsunuz ki pek çoktur. Bunlar bütün Peygamberimizin (asm) duasının bereketindendir.”[10]
Duasıyla Berekete Mazhar Olan Bazı Sahabeler
Başta İmam-ı Beyhakî gibi hadîs âlimleri haber veriyorlar ki: Cennetle müjdelenen on sahabeden birisi olan Abdurrahman bin Avf’a, Peygamber Efendimiz (asm) malının bereketlenmesi için dua etmiş. O duanın bereketiyle o kadar servet kazanmış ki, bir defa yedi yüz deveyi yükleriyle beraber Allah yolunda sadaka vermiştir. İşte, Efendimizin (asm) duasının bereketine bakınız ve “Bârekallâh” deyiniz.[11]
İmam-ı Buharî başta olmak üzere pek çok râviler naklediyorlar ki: Allah Resulü (asm), Urve İbn-i Ebî Ca’de’ye, ticarette kâr ve kazanç için bereketle dua etmiş. Urve diyor ki: “Ben bazı Kûfe çarşısında duruyordum. Bir günde kırk bin kazanıyordum, sonra evime dönüyordum.” İmam-ı Buharî der ki: “Toprağı da eline alsa onda bir kazanç bulurdu.”[12]
Hem Abdullah ibni Cafer’e malının çoğalması ve bereketlenmesi için dua etmiş.[13] Hazret-i Abdullah ibni Cafer o derece servet kazanmış ki, o asırda meşhur olmuş. Peygamberimizin (asm) bereket duasının hürmetine kendisine verilen mal ile şöhret bulduğu gibi, cömertliği ile de şöhret salmıştır.[14]
Bu şekilde bereket duası ile meydana gelen mucizelerle ilgili çok misaller vardır. Nümune için bu dört misali vermekle yetiniyoruz.
* * *
Duasına Mazhar Olan Bazı Sahabeler
Başta İmam-ı Tirmizî haber veriyor ki: Sa’d ibni Ebî Vakkas için Allah Resulü (asm)“Allah’ım, onun duasını kabul eyle.”[15]diye dua etmiş. O asırda Sa’d’ın bedduasından herkes korkuyordu. Duasının kabulü de şöhret buldu.[16]
Hem meşhur Ebu Katâde’ye “Allah onun yüzünü ak etsin. Allah’ım, onun tenini ve saçını mübarek kıl.” diye, genç kalmasına dua etmiş. Ebu Katâde yetmiş yaşında vefat ettiği vakit, on beş yaşında bir genç gibi olduğu, sahih kaynaklarda şöhret bulmuş.[17]
Hem ünlü şair Nâbiğa’nın meşhur hadisesidir ki, Allah Resulü’nün (asm) yanında bir şiirini okumuş. Şiirinde “Şerefimiz göğe çıktı; biz daha üstüne çıkmak istiyoruz.” deyince, Allah Resulü (asm) latife şeklinde ona sordu: “Gökten öbür tarafa nereyi istiyorsun ki, şiirinde orayı niyet ediyorsun?” Nâbiğa dedi: “Göklerin fevkinde Cennete gitmek istiyoruz.”Sonra bir manidar şiirini daha okudu. Allah Resulü (asm) ona“Senin ağzın bozulmasın.”diye dua etti. İşte, o Peygamber (asm) duasının bereketiyle, o Nâbiğa, yüz yirmi yaşına geldiği zaman bile bir dişi noksan olmadı. Hatta bazı bir dişi düştüğü vakit, yerine hemen yenisi çıkıyordu.[18]
Hem, sahih kaynaklardan nakledilir ki, İmam-ı Ali (ra) için “Yâ Rab, soğuk ve sıcağın zahmetini ona gösterme.” diye dua etmiş. İşte şu dua bereketiyle, İmam-ı Ali (ra) kışın yaz elbisesi giyerdi, yazın da kış elbisesi giyerdi. Derdi ki: “O duanın bereketiyle hiçbir soğuk ve sıcağın zahmetini çekmiyorum.”[19]
Hem Hazreti Fatıma (r.anha) için “Açlık elemini ona verme.” diye dua etmiş. Hazreti Fatıma (r.anha) der ki: “O duadan sonra açlık elemini görmedim.”[20]
Hem Tufeyl ibni Amr, Allah Resulü’nden (asm) bir mucize istedi ki, götürüp kavmine göstersin. Allah Resulü (asm) ona “Allahım, onu nurlandır.” diye dua etmiş. Duadan sonra iki gözü ortasında bir nur belirmiş. Sonra da o nur değneğinin ucuna geçmiş. Bu nurla“zinnur” yani “nur sahibi” diye meşhur olmuştur.[21]
Hem Ebu Hüreyre, Allah Resulü’ne (asm) “Bende unutkanlık hastalığı var.” diye şikâyette bulunmuş. Allah Resulü (asm) ona mendil şeklinde bir şey açmasını söylemiş. Sonra, mübarek avucuyla gaybdan bir şey alır gibi yapıp sonra onun mendilinin içine boşaltmış. İki üç defa öyle yaptıktan sonra Ebu Hüreyre’ye “Şimdi mendili topla.” demiş. O da toplamış. Peygamberimizin (asm) bu manevi duasının sırrıyla, Ebu Hüreyre “Ondan sonra hiçbir şey unutmadım.” diye yemin ederek bize haber vermektedir.[22]
İşte bu hadiseler, meşhurdur, doğrulukları konusunda şüphe bulunmamaktadır.
Bedduasına Mazhar Olanlar
Allah Resulü’nün (asm) bedduasına mazhar olmuş birkaç hadiseyi beyan edeceğiz.
Birincisi:Perviz denilen Fars Padişahı, Peygamber Efendimizin (asm) İslamı tebliğ için ona yolladığı mektubunu yırtmış. Bu hadise Allah Resulü’ne (asm) haber verilince“Yâ Rab! Nasıl mektubumu paraladıysa; sen de onu ve onun mülkünü parça parça et.” diye beddua etmiş.[23]İşte şu bedduanın tesiriyledir ki, o Kisrâ Perviz’in oğlu Şirviye, hançerle babasını öldürdü.[24]Sa’d ibni Ebî Vakkas da saltanatını parça parça etti. Sâsâniye devletinin hiçbir yerde bir izi kalmadı. Fakat Kayser ve sair devlet büyükleri, Peygamberimizin (asm) mektubuna hürmet ettikleri için, mahvolmadılar.
İkincisi:Tevatüre yakın meşhurdur ve Kur’ân ayeti işaret ediyor ki: İslâmın ilk yıllarında, Allah Resulü (asm) Mescid-i Harâmda namaz kılarken, Kureyşin ileri gelenleri toplandılar, ona karşı gayet kötü bir muamelede bulundular. O da, o vakit onlara beddua etti. İbni Mesud der ki: “Ben yemin ederim, o kötü muameleyi yapan ve onun bedduasına mazhar olanların hepsinin, Bedir Savaşı’nda birer birer cesetlerini gördüm.” [25]
Üçüncüsü:Mudariyye isminde Arabistan’ın büyük bir kabilesi, Hazreti Peygamber’i (asm) yalanladıkları için, onlara kıtlık için beddua etti. Yağmur kesildi, kıtlık başladı. Sonra Mudariyye kavminden olan Kureyş kabilesi, Allah Resulü’ne (asm) ricada bulundular. Dua etti, yağmur geldi, kıtlık kalktı. Bu hadise tevatür derecesinde meşhurdur.[26]
Dördüncüsü:Uteybe bin Ebî Leheb hakkında şöyle beddua etti: “Yâ Rab! Ona bir itini musallat et.” Sonra, Uteybe sefere giderken, bir arslan gelip, kàfile içinde onu arayıp bulmuş, parçalamış. Şu hadise meşhurdur; hadîs imamları nakil ve tashih etmişler.[27]
Beşincisi:Muhallim ibni Cessâme, Âmir ibni Azbat isimli sahabeyi işkenceyle katletmişti. Halbuki, Âmir’i, Allah Resulü (asm), onu cihad ve harp için kumandan tayin edip bir bölükle göndermişti. Muhallim de beraberdi. Bu öldürme hadisesinin haberi Resulullah’a (asm) ulaştığı zaman hiddet etmiş ve “Allah’ım, Muhallim’i affetme!..” diye beddua buyurmuştur. Bu bedduadan yedi gün sonra o Muhallim öldü. Kabre koydular, kabir dışarıya attı. Kaç defa koydularsa yer kabul etmedi. Sonra mecbur oldular; iki taş ortasında sağlam bir duvar yapıp, onun altına gömdüler.[28]
Altıncısı:Resulullah (asm) bir adamın sol eliyle yemek yediğini görüyordu. Ona “Sağ elinle ye.” dedi, o adam da yapabildiği halde, lakayt bir tavırla “Sağ elimle yapamıyorum.” diye cevap verdi. Allah Resulü (asm) de ona hem lakaytlığının hem de yalan söylemesinin cezası olarak “Kaldıramayacaksın!..” dedi. İşte ondan sonra o adam sağ elini bir daha hiç kaldıramadı.[29]
Peygamberimizin Duası ve Dokunmasıyla Gerçekleşen Olağanüstü Hadiseler
Allah Resulü’nün (asm) hem duası, hem de temasıyla gerçekleşen pek çok harika hadiseden, sahih kaynaklarda geçen birkaçını nakledeceğiz:
Birincisi:Allah’ın kılıncı lakaplı Hazret-i Hâlid ibni Velid’e birkaç saç telini verip, Allah’ın yardımına mazhar olması için dua etmiş. Hazret-i Hâlid, o saçları sarığının içinde muhafaza etmiş. İşte o saç ve duanın bereketi hürmetine, girdiği her savaşta Allah’ın yardımıyla muzaffer olmuştur.[30]
İkincisi:Selmân-ı Farisî, Müslüman olmadan önce Yahudilerin kölesiymiş. Onun sahipleri, hürriyetine kavuşması için çok şeyler istediler. “Üç yüz hurma fidanını dikip meyve verdikten sonra, kırk okka[31]altın vermekle serbest bırakırız.”dediler. Allah Resulü’ne (asm) gelip durumunu anlattı. Allah Resulü (asm), kendi eliyle, Medine civarında üç yüz hurma fidanı dikti. Yalnız bir tanesini başkası dikti. O sene zarfında, Allah Resulü’nün (asm) diktiği bütün fidanlar meyve verdi. Sadece başkasının diktiği meyve vermedi. Allah Resulü (asm) onu çıkarıp yeniden dikti. O da meyve verdi.
Hem toplamda tavuk yumurtası kadar bir altına, ağzının mübarek suyunu ona sürerek dua etti ve sonra da Selmân’a verdi. Dedi: “Git bunu, sahibin olan Yahudilere ver.” Selmân-ı Farisî gidip o altından kırk okka onlara verdi. O tavuk yumurtası kadar olan altın, eskisi gibi elinde kalmaya devam etti. Şu hadise, Hazret-i Selmân-ı Farisi’nin hayatının en önemli bir hâdisesidir; güvenilir ve vesikalarıyla eserler yazan imamlar haber vermişlerdir.[32]
Üçüncüsü:Ümmü Mâlik isminde bir sahabe, Allah Resulü’ne (asm) “ukke” denilen küçük bir yağ tulumu içerisinde yağ hediye ederdi. Bir defasında Allah Resulü (asm) ukkeye dua ederek onu o sahabeye geri vermiş ve demiş ki:“Onu boşaltıp sıkmayınız.” Ümmü Mâlik ukkeyi almış. Ne vakit evlâtları yağ isterlerse, o duanın bereketiyle, ukkede yağ bulurlardı. Hayli zaman devam etti. Sonra sıktılar, bereket kesildi.[33]
Peygamberimizin Duası ve Dokunmasıyla Tatlılaşan ve Güzel Kokular Veren Sular
Peygamber Efendimizin (asm) duasıyla ve dokunmasıyla suların tatlılaşması ve güzel koku vermesinin de çok örnekleri vardır. Bazılarını nakledeceğiz:
Birincisi:İmam-ı Beyhakî başta olmak üzere hadis alimleri haber veriyorlar ki: Bi’r-i Kubâ denilen kuyunun suyu bazen kesiliyordu, yani bitiyordu. Allah Resulü (asm) abdest suyunu içine koyup dua ettikten sonra, çoğalmaya başladı ve öylece devam etti, bir daha hiç kesilmedi.[34]
İkincisi:Başta Ebu Nuaym Delâil-i Nübüvvet isimli eserinde olmak üzere diğer hadis alimleri de eserlerinde haber veriyorlar ki: Hazreti Enes’in evindeki kuyuya, Allah Resulü (asm), mübarek ağzının suyunu içine atıp dua etmiş; Medine-i Münevvere’deki en tatlı su o olmuş.[35]
Üçüncüsü:İbni Mâce haber veriyor ki: Zemzem suyundan bir kova su, Allah Resulü’ne (asm) getirdiler. Bir parça ağzına aldı, kovaya boşalttı. Kova misk gibi koku verdi.[36]
Dördüncüsü:İmam-ı Ahmed ibni Hanbel haber veriyor ki: Bir kuyudan bir kova su çıkardılar. Allah Resulü (asm), içine mübarek ağzının suyunu akıtıp kuyuya boşalttıktan sonra, kuyu misk gibi koku vermeye başladı.[37]
Beşincisi:Başta İmam-ı Müslim gibi Allah’ın veli kullarından ve Endülüs’lü İslam alimi Hammad ibni Seleme haber veriyor ki: Allah Resulü (asm), deriden bir su kabını doldurup ağzına üflemiş, dua etmiş. Daha sonra o su kabının ağzını bağlayıp bazı sahabelerine verdi.“Ağzını açmayınız; yalnız abdest aldığınız vakit açınız!..” demiş. Gitmişler, abdest almak vaktinde ağzını açmışlar. İçerisinde hâlis bir süt, ağzında da kaymak yağ olduğunu görmüşler.[38]
İşte burada naklettiğimiz beş örneği, meşhur ve mühim imamlar nakletmişlerdir. Bunlar ve burada nakledilmeyenlerle beraber mânevî tevatür gibi, bu tarz mucizelerin doğruluğunun kesinliğini bize ispat ediyorlar.
Peygamberimizin Duası ve Dokunmasıyla Sütü Artan Hayvanlar
Allah Resulü’nün (asm) mesh etmesi ve duasıyla, sütsüz ve kısır keçilerin, sütlerinin artmasıyla ilgili örnekler çoktur. Biz, yalnız meşhur ve sahih kaynaklarda geçen birkaç örneği nakledeceğiz:
Birincisi:Güvenilir siyer kaynaklarında nakledilir ki: Allah Resulü (asm), Hazreti Ebu Bekir (ra) ile beraber hicret ederken, asıl ismi Âtiket bint-i Hâlidi’l-Huzâî olan Ümmü Mâbed’in evine gelmişler. Gayet zayıf, sütsüz, kısır bir keçi orada vardı. Allah Resulü (asm), Ümmü Mâbed’e “Bunda süt yok mudur?” diye sordu. Ümmü Mâbed dedi ki: “Bunun vücudunda kan yoktur; nereden süt verecek?” Allah Resulü (asm) gidip o keçinin beline elini sürmüş, memesini de mesh etmiş ve dua etmiş. Sonra demiş: “Kap getiriniz, sağınız.” Sağdılar, çıkan sütten Allah Resulü (asm) ve Hazreti Ebu Bekir (ra) içtikten sonra, o evdekilerin hepsi doyuncaya kadar içtiler. O keçi bu mucizeden sonra kuvvetlenmiş, öyle de mübarek kalmıştır.[39]
İkincisi:Şât-ı İbni Mesud’un başından geçen meşhur hadisedir. İbni Mesud, Müslüman olmadan önce çobanlık yapıyordu. Allah Resulü (asm), Hazreti Ebu Bekir (ra) ile beraber, İbni Mesud’un keçileriyle bulunduğu yere gitmişler. Allah Resulü (asm), İbni Mesud’dan süt istemiş. O da“Keçiler benim değil, başkasının malıdırlar.” diye cevap vermiş. Allah Resulü (asm) ona bu sözünün üzerine “Kısır, sütsüz bir keçi bana getir.” demiş. O da iki senedir teke görmemiş yani çiftleştirilmemiş bir keçi getirdi. Allah Resulü (asm) eliyle onun memesini mesh edip, dua etmiş. Sonra sağmışlar, halis bir süt almışlar, içmişler. İbni Mesud bu mucizeyi gördükten sonra iman etmiş.[40]
Üçüncüsü:Allah Resulü’nün (asm) süt annesi olan Halime’nin başından geçen bir hadisedir. O’nun kabilesinde kıtlık olmuştu. Hayvanları zayıf ve sütsüz oluyorlardı. Ve tok oluncaya kadar yemiyorlardı. Allah Resulü (asm) oraya, süt annesinin yanına gönderildiği zaman, onun bereketiyle, Halime’nin keçileri, akşamları döndükleri zaman, başkalarının hayvanlarının zıddına olarak, hem tok, hem de memeleri dolu olarak geliyorlardı.[41]
İşte bunun gibi, siyer kitaplarında anlatılan daha pek çok örnekler vardır. Fakat bu verdiğimiz örnekler asıl maksada kâfidir.
Peygamberimizin Duası ve Dokunmasıyla Değişen Simalar
Resulullah’ın (asm) mübarek eliyle bazı şahısların başını ve yüzünü mesh etmesi ve dua etmesinden sonra görülen harikulade hadiselerden birkaçını burada nakledeceğiz.
Birincisi:Ömer ibni Sa’d’ın başına elini sürmüş, dua etmiş. O duanın bereketiyle, seksen yaşında vefat ettiği zaman bile başında beyaz saç yoktu.[42]
İkincisi:Kays ibni Zeyd’in başına elini koyup, mesh edip dua etmiş. O duanın bereketiyle, yüz yaşına girdiği vakit, bütün başındaki saçları beyazladığı halde Allah Resulü’nün (asm) elini koyduğu yer siyah olarak kalmıştı.[43]
Üçüncüsü:Abdurrahman ibni Zeyd ibni’l-Hattab, hem kısa boylu hem de simaca çirkindi. Allah Resulü (asm) eliyle başını mesh edip dua etmiş. O duanın bereketiyle, hem boyca en uzun, hem de simaca en güzel bir surete kavuşmuştur.[44]
Dördüncüsü:Âiz ibni Amr’ın, Huneyn Savaşı’nda yüzü yaralanmıştı. Allah Resulü (asm), eliyle yüzündeki kanı silmiş. Allah Resulü’nün (asm) elinin temas ettiği yer, parlak bir nuraniyet vermiş ki, bu nuru öyle parlıyormuş ki, hadis alimleri bu hadiseyi naklederken bu nuru “doru atın alnındaki beyaz” şeklinde tavsif etmişlerdir.[45]
Beşincisi:Katâde İbni Selmân’ın yüzüne elini sürmüş, dua etmiş. Katâde’nin yüzü ayna gibi parlamaya başlamıştır.[46]
Altıncısı:Müminlerin annesi Ümmü Seleme’nin kızı ve Allah Resulü’nün de (asm) üvey kızı olan Zeyneb’in küçüklüğünde, Allah Resulü (asm) onun yüzüne abdest suyu atıp şaka yapmış. O suyun temasından sonra, Zeyneb’in siması emsalsiz bir güzelliğe kavuşmuş.[47]
* * *
Bu bölümde naklettiğimiz bu mucizeler gibi daha çok misaller vardır. Hadis alimleri bu hadisleri nakletmişlerdir. Bu haberlerin her birini ahadi yani tek kanaldan bize ulaşmış gibi veya kaynağını zayıf farz etsek bile, yine tamamı bir araya geldiğinde mânevî bir tevatür hükmünü alır ve mutlak doğru olarak kabul edilir. Çünkü bir hâdise farklı kişilerden bazı detaylarda farklılık olarak nakledilse bile neticede o hadisenin doğruluğunda şüphe olmaz. Aynı hadisenin nakledilmesi, o hadisenin kesin olarak meydana geldiğini ispat eder.
Meselâ, bir gürültü işitilse ve bunun üzerine bazıları deseler ki, “Filânın evi yıkıldı.” Diğer bazıları da, “Başka ev yıkıldı” dese ve daha başkası da, başka bir evi söylese... Her biri detaylarda farklılıklar ifade etseler de neticede “bir evin yıkılması” haberinin kesin olduğu kanaatine ulaşırız. Çünkü detaylarda farklılık olsa da bir evin yıkılması konusunda hepsi ittifak halindedir.
Bizim de burada naklettiğimiz hadiseler gerçi sahih kaynaklardan nakledilmişlerdir, ancak bunları zayıf da farz etsek yukarıdaki örnekte dediğimiz gibi, bir evin yıkılmasında tüm haber verenlerin ittifak etmesi gibi, bize ulaşan mucizelerde de tüm kaynakların ittifak ettikleri noktalar, bize o hadisenin mutlaka gerçekleştiğini haber verir.
___________________________________
[1]Buhârî, İstiskâ, 6-8, 14; Müslim, İstiskâ, 8-10.
[2]Mecmeu’z-Zevâid, 6:194-195; İbni Huzeyme, 1:53; Müstedrek, 1:159; İbni Hibbân, 4:223.
[3]İbni Sa’d, Tabakat, 1:90; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 2:15-19.
[4]Buharî, İstiska: 3; Fedâilü Ashâbi’n-Nebî: 11.
[5]Buharî, İstiska: 19; İbni Mâce, İkame: 154; Müslim, Salâtü’l-İstiska: 8, hadis no. 897; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:91-92; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:327.
[6]Tirmizî, Menâkıb: 18, hadis no. 1683; el-Elbânî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, no. 6036; el-Mubârekforî, Tuh fetü’l-Ahvezî, no. 3766; İbni Esîr el-Cizrî, Câmiu’l-Usûl, no. 7428; İbni Hibban, Sahih, 9:17; el-Hâ kim, el-Müstedrek, 2:465, 3:83, 502; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:327;Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 2:215.
[7]Buharî, Vudû’: 10, İlim: 17, Fedâilü’l-Eshâb: 24; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 138; İbni Hibban, Sahih, 9:98; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:327; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:661; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:130; İbnü’l-Esîr, Câmiu’l-Usûl, 9:63; Müsned, 1:264, 314, 328, 330; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:534.
[8]Müstedrek, 3:535; İbni Hacer, el-İsâbe, 2:330-334; İbni Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 3:291; Kadı Iyâz, eş-Şi fâ, 1:327.
[9]Müsned, 1:338; Ahmed ibni Hanbel,Fedâilü’s-Sahâbe, no. 1871; el-Hâkim, el-Müstedrek,3:535; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:661.
[10]Buharî, Daavât: 19, 26, 47; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 141, 142, no. 2480, 2481;Müsned, 3:190, 6:430; İbni Hibban, Sahih, 9:155; el-Mubârekforî, Tuhfetü’l-Ahvezî,10:330.
[11]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:326; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:659; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:125.
[12]Buharî, Menâkıb: 28; İbni Mâce, Sadakat: 7; Müsned, 4:375; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:327; Es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 22:326.
[13]Mecmeu’z-Zevâid, 9:286; İbni Hacer, Metâlibü’l-Âliye, 4:105; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 6:221.
[14]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:327; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:661; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 5:286; İbni Hacer, el-Metâlibü’l-Âliye, no. 4077, 4078.
[15]Tirmizî, Menâkıb: 27, no. 3751; İbn-i Hibbân, Sahih, no. 12215; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:499; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 1:93, Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 3:206; el-Elbânî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, 3:251, no. 6116; el-Mubârekforî, Tuhfetü’l-Ahvezî, 10:253-254, no. 3835; Ahmed ibni Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, 2:750, no. 1038; İbnü’l-Esîr, Câmi’u’l-Usûl, 10:16, no. 6535.
[16]İbdü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 2:367; İbni Hacer, el-İsâbe, 2:33.
[17]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:327; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:660; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:128.
[18]Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:661; İbni Hacer, el-İsâbe fî Temyizi’s-Sahâbe, no. 8639; el-Askalânî, el-Metâlibü’l-Âliye, no. 4060; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:168.
[19]el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:122; Ahmed ibni Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe, no. 950; İbni Mâce, Mukaddime: 11, no. 117; Müsned, 1:99, 133; Müsned (tahkik: Ahmed Şâkir), 2:120, no. 1114; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:133.
[20]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:134; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:203.
[21]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:134; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:662.
[22]Buharî, İlim: 42; Menâkıb: 28; Büyû’: 1; Hars: 21; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 159, no. 2492; Tirmizî, Menâkıb: 46, 47; Müsned, 2:240, 274, 428; el-Mubârekforî, Tuhfetü’l-Ahvezî, 10:334, no. 3923; İbni’l-Esîr, Câmiü’l-Usûl , 9:95; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:162; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 22:405, 409-410; Ebû Na’îm, Hılyetü’l-Evliyâ, 1:381; el-Askalânî, el-İsâbe, no. 1190.
[23]Buharî, İlim: 7; Cihad: 101; Mağâzî: 82; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 22:159.
[24]İbni Hişâm, es-Sîratü’n-Nebeviyye, 1:71; Taberî, Târîhu’l-Ümme ve’l-Mülûk, 2:135; İbni Kesîr, el Bidâye, 10:369.
[25]Buharî, Salât: 109; Menâkıbü’l-Ensâr: 45; Müslim, Cihad: 107, no. 1794; Müsned, 1:417.
[26]Buharî, Tefsir: 30:.., 28:3, 44:3, 4; Daavât: 58, İstiska: 13; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:663; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 2:324.
[27]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:329; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:664.
[28]İbni Mâce, Fiten: 1, no. 3930; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:329; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:665; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:142; İbni Hişâm, Sîretü’n-Nebî, 4:247; İbni Kesîr, el-Bidâye Ve’n-Nihâye, 4:224-226.
[29]Müslim, Eşribe: 107, no. 2021; İbni Hibban, Sahih, 8:152; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:328-329; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:666.
[30]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:331; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:349; el-Askalânî, el-Metâlibü’l-Âliye, 4:90, no. 4044; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:289.
[31]Okka;eskiden kullanılan 1282 gr.’lık bir ağırlık birimi, dört yüz dirhem.
[32]Müsned, 5:441-442; İbni Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, 4:53-57; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:332-336; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:332; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:16.
[33]Müslim, Fedâil: 8, no. 2280; Müsned, 3:340, 347; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:332.
[34]Beyhakî, Delâlilü’n-Nübüvve: 6:136; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:331; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:149.
[35]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:331; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:668.
[36]İbni Mâce, Tahâret: 136, no. 659; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:332; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:669.
[37]es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 22:667.
[38]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:334; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:160.
[39]Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh (tahkik: Elbânî), no. 5943; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:58; 8:313; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:109; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3:190-191; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-Meâd, 3:55, 57; İbni Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, 1:230-231.
[40]Müsned (tahkik Ahmed Şâkir), 5:210, no. 3598; İbni Hibban, Sahih, 8:149; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:102.
[41]Es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 20:192-193; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:220-221; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:111-113; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:273; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:366; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:750; Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 3:313.
[42]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:334; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:673.
[43]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:334; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:674.
[44]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:335; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:676-677.
[45]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:334; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:412; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:487.
[46]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:334; el-Askalânî, el-İsâbe, 3:225; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 5:319.
[47]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:334; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:163; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:259.
Hayvanlarda Gösterilen Mucizeler
Nasıl ki taşlar, ağaçlar, ay, güneş Resulullah’ı (asm) tanıyorlar, birer mu’cizesini göstermekle O’nun (asm) peygamberliğini tasdik ediyorlar, öyle de hayvanlar taifesi de Resulullah (asm) ile alakadardır ve mazhar oldukları çeşitli mucizelerle O’nun (asm) davasını tasdik etmişlerdir. Bu konuda sahih kaynaklardan bize ulaşan pek çok mucize vardır. Numune olarak birkaç tanesini burada nakledeceğiz:
Mağara Muhafızları
Çok farklı ve güvenilir kanallardan bize ulaşan güvercin ve örümcek mucizesidir. Allah Resulü (asm) ile sadık dostu Hazreti Ebu Bekir (ra), hicret yolculuğunda müşriklerin takibinden kurtulmak için sığındıkları mağaranın kapısında iki nöbetçi gibi, iki güvercin gelip beklemeleri ve örümceğin de harika bir tarzda, kalın bir ağla mağara kapısını örtmesidir. Hattâ, Kureyş müşriklerinin önde gelenlerinden Übeyy ibni Halef mağarayı görünce arkadaşlarının “Mağaraya girelim.” tekliflerine “Nasıl girelim? Burada bir ağ görüyorum ki, Hazreti Muhammed doğmadan bu ağ yapılmış gibidir. Bu iki güvercin işte orada duruyor. Adam olsa orada dururlar mı?” diye cevap vermiştir.[1]
Mübarek Güvencinler
Yukarıda naklettiğimiz mağara muhafızı güvercin gibi, Mekke’nin Fethi’nde de yine güvercinlerin Allah Resulü’nün (asm) başı üzerinde gölge yaptıklarını, İmam-ı Celîl ibni Veheb naklediyor.[2]
Aynı şekilde sahih kaynaklardan nakledildiği üzere Hazreti Aişe validemiz haber veriyor ki: Güvercin gibi, evcil bir kuş evimizde vardı. Allah Resulü (asm) evde olduğu zaman, hiç hareket etmeden dururdu. Ne zaman Allah Resulü (asm) evden çıksa, o zaman kuş sürekli olarak hareket etmeye başlardı. Demek o kuş, Allah Resulü’nü (asm) dinliyordu, huzurunda temkinle ve sessizce beklerdi.[3]
Konuşan Kurt
Beş altı farklı kaynaktan, meşhur sahabelere dayanılarak bize nakledilen meşhur kurt hadisesidir. Ebu Saidi’l-Hudrî, Seleme ibnü’l-Ekvâ, İbni Ebî Veheb, Ebu Hüreyre ve bu olaya şahit olan çoban Uhban gibi farklı raviler haber veriyorlar ki:
Bir kurt, bir çobanın sürüsündeki keçilerden birisini tutmuş; çoban, kurdun elinden kurtarmış. Kurt çobana demiş:
“Allah’tan korkmadın mı, benim rızkımı elimden aldın?” Çoban kurdun konuşması üzerine şaşırarak,
“Acayip, kurt konuşur mu?” diye mukabelede bulunmuş. Bunun üzerine kurt ona demiş:
“Acayip senin halindedir ki, bu yerin arka tarafında bir zât var ki, sizi Cennete davet ediyor, peygamberdir, onu tanımıyorsunuz.”
Bu haberi bize nakleden bu sahabeler kurdun konuştuğunu haber veriyorlar. Bu sahabelerden Ebu Hüreyre’nin rivayetinde naklediliyor ki: Çoban kurda demiş:
“Ben gideceğim. Fakat kim benim keçilerime bakacak?” Kurt
“Ben bakacağım.” demiş.
Çoban ise, çobanlığı kurda devredip gelmiş, Allah Resulü’nün (asm) yanına gidip O’nu görmüş, iman etmiş, sonra geri dönmüş. Kurdu bıraktığı gibi sürüsüne çobanlık yaparken bulmuş. Ona mükafat olarak bir keçi kesip vermiş, çünkü kurt ona üstatlık etmiş.[4]
Başka bir rivayette de, Kureyş’in reislerinden Ebu Süfyan ile Safvan bir kurdu görürler. Kurt bir ceylanı takip edip Kabe’ye girer. Kurt dönmüş; sonra şaşırmışlar. Kurt konuşmuş, Peygamberimizin (asm) peygamberliğini haber vermiş. Ebu Süfyan, Safvan’a demiş ki:
“Bu hadiseyi kimseye söylemeyelim. Korkarım, Mekke boşalıp Müslümanlara katılacaklar.”[5]
Mucizeye Mazhar Develer
Beş altı farklı kaynaktan, mühim sahabelere dayandırılarak nakledilen bir deve hâdisesidir. Ebu Hüreyre, Sa’lebe bin Mâlik, Câbir ibni Abdullah, Abdullah ibni Cafer, Abdullah ibni Ebî Evfa gibi farklı kaynaklardan ve o kaynakların başındaki sahabeler beraber haber veriyorlar ki:
Bir deve Allah Resulü’nün (asm) yanına gelmiş ve secde edip, yanında çökmüş. Bazı farklı kaynaklarda da, devenin bir bağda kızdığı, yanına kimseyi sokmadığı ve hücum eder bir haldeyken Allah Resulü (asm) onun bulunduğu yere geldiği bir vakitte, devenin Efendimizin (asm) yanına gelip, secde ettiği ve sonra da yanında çöktüğü nakledilir.
Allah Resulü (asm) deveye yular taktı. Deve, Allah Resulü’ne (asm) “Beni çok meşakkatli şeylerde çalıştırdılar; şimdi de beni kesmek istiyorlar. Onun için kızdım.” diye şikayette bulundu. Allah Resulü (asm) devenin söylediklerini, sahibine söyledi: “Böyle midir?”, deve sahibi de itiraf ederek “Evet” dedi.[6]
Allah Resulü’nün (asm) Adbâ ismindeki devesi, Efendimizin (asm) vefatından sonra üzüntüsünden ölünceye kadar ne yedi, ne içti.[7] Hem o deve, Allah Resulü (asm) ile mühim bir hadiseyi konuştuğunu, Ebu İshak-ı İsferanî gibi bazı mühim imamlar haber vermişler.[8]
Sahih kaynaklarda, Hazreti Cabir ibni Abdullah’dan nakledilir ki; Hazreti Câbir’in devesi, bir seferde çok yorulmuştu, daha yürüyemiyordu. Allah Resulü (asm) o deveyi hafifçe dürttü. O deve, Efendimizin (asm) dokunması iltifatına mazhar olduktan sonra o kadar bir çeviklik, bir sevinçlik gösterdi ki, daha hızından dizgini zapt edilmiyor, yolda yetişilmiyordu.[9]
Mucizeye Mazhar Olan Mübarek Atlar
Başta İmam-ı Buharî ve diğer hadis imamları olmak üzere nakledilir ki:
Bir defa, gecede, Medine-i Münevvere’nin dışından, düşman hücum ediyor gibi mühim bir hâdise etrafa yayıldı. Sonra cesur atlılar çıktılar, gittiler. Yolda birisinin atla geldiğini gördüler. Biraz yaklaşınca gelenin Allah Resulü (asm) olduğunu anladılar. Efendimiz (asm) gelince, “Korkacak bir şey yoktur.” diyerek korku içindeki halkı sakinleştirdi. Bu hadise etrafa yayılınca Efendimiz (asm) kahramanca herkesten evvel Ebu Talha’nın atına binip, gidip Medine çevresini araştırıp dönmüştü. Daha sonra Ebu Talha’ya“Senin atın, sarsmadan, gayet çabuk hareket eden bir attır.” demiştir. Halbuki, Ebu Talha’nın atı, atların katuf denilen, yürüyüşsüz türündendi. O geceden sonra, hiçbir at ona karşı yürüyüşte yetişemiyordu.[10]
Hem sahih kaynaklardan nakledilir ki, bir defa Resulullah (asm) yolculuk esnasında, namaz kılmak istediğinde atına “Dur!” diye emretti. O da durdu, namaz bitinceye kadar hiç hareket etmedi.[11]
Allah Resulü’nü (asm) Tanıyan Aslan
Allah Resulü’nün (asm) hizmetinde bulunan Sefine, Resulullah’ın (asm) emri üzerine Yemen Valisi Muaz ibni Cebel’in yanına gitmek için yolculuğa çıkmış. Yolda bir arslan rast gelmiş. Sefine aslana “Ben Allah Resulü’nün (asm) hizmetkârıyım.” deyince, arslan bir şey yapmadan ayrılmış, Sefine’ye karışmamış. Bu mucizeyi haber veren bir başka kaynakta da Sefine’nin dönüş yolculuğunda yolunu kaybettiği ve karşılaştığı bir arslanın ona yolu gösterdiği nakledilir.[12]
Şehadet Eden Bazı Hayvanlar
Hazret-i Ömer’den (ra) naklediliyor ki: Allah Resulü’nün (asm) yanına bir bedevî geldi. Elinde bir kertenkele vardı. Bedevi “Eğer bu hayvan sana şehadet etse ben sana iman getiririm, yoksa iman getirmem.” dedi. Allah Resulü (asm) o hayvana kendisinin kim olduğunu sordu. O hayvan da açık bir dille, peygamberliğini ilan etti, şehadet getirdi.[13]
Hem müminlerin annesi Ümmü Seleme (r.anha) haber veriyor ki: Bir ceylân Allah Resulü (asm) ile konuşmuş ve nübüvvetine şehadet etmiştir.[14]
Burada naklettiklerimiz gibi sahih kaynaklarda geçen çok misaller vardır. Biz sadece bu misallerden meşhur birkaç tanesini naklettik. Bu mucizeleri naklettikten sonra Allah Resulü’nü (asm) tanımayana ve itaat etmeyene deriz ki:
“Ey insan, ibret al! Kurt, arslan, Allah’ın Elçisini (asm) tanıyor ve O’na itaat ediyorlar. Senin hayvandan, kurttan aşağı düşmemeye çalışman gerekmez mi?”
_________________________________________________
[1]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:313; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:368; Müsned, 1:248; San’ânî, el-Musannef, 5:389; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3:179-181; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:27; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-Meâd (tahkik: Arnavud), 3:52; et-Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, no. 5934; Merûzî, Müsnedü Ebû Bekir-i Sıddık, no. 73; Zeyle’î, Nasbü’r-Râye, 1:123; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:52-53.
[2]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:313; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:637.
[3]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:309; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:632; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:79; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:403.
[4]Müsned, 3:83, 88; Müsned (tahkik: Ahmed Şâkir), 15:202-203, no. 8049 ve 11864, 11867; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:310; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:467; İbni Hibban, Sahih, 8:144; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:291-292; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 20:240; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:141.
[5]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:311; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:84.
[6]Dârîmî, Mukaddime: 4; Müsned, 4:173; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:4; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 22:50-51; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:87, İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:135. el-Elbânî, Silsiletü’l-Ehâdisi’s-Sahîha, 485; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:99, 100, 618.
[7]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:313.
[8]Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:637.
[9]Müslim, Müsâkat: 109, no. 715; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:145.
[10]Buharî, Cihad: 46, 82; Edeb: 39; Müslim, Fezâil, 48, no. 2307; İbni Mâce, Cihad: 9; Ebû Dâvud, Edeb: 87, no. 4988; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihad: no. 1685, 1686, 1687.
[11]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:315; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:95.
[12]Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, 3:199, no. 5949; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:606; el-Askâlânî, el-Metâlibü’l-Âliye, 4:125, no. 4127; el-Heysemî, Mecmeu’z Zevâid, 9:366-367; Ebû Na’îm, Hilyetü’l-Evliyâ, 1:368-369; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:147.
[13]el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:293-294; el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, 12:358; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:149-160; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:632; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:79.
[14]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:314; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:91; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:295.
Diriltilen Cenazelerle İlgili Mucizeler
Cenazelerin Efendimiz (asm) ile konuşmalarıyla ilgili mucizelerden, sahih kaynaklarda geçenlerden bazılarını nakledeceğiz.
Ölen Kızın Dirilip Efendimize (asm) Cevap Vermesi
Tâbiîn zamanının en büyük alimlerinden ve İmam-ı Ali (ra)’ın talebesi olan Hasan Basrî haber veriyor ki: Bir adam, Allah Resulü’nün (asm) yanına gelip ağlayarak dedi ki:“Benim küçük bir kızım vardı. Şu yakın derede öldü, oraya attım.” Allah Resulü (asm) ona acıdı. Ona “Gel, oraya gideceğiz.” dedi ve beraber gittiler. Allah Resulü (asm) o ölmüş kızı çağırdı, “Yâ filâne!” dedi. Birden, o ölmüş kız “Buyrun! Emredin.” diye cevap verdi. Allah Resulü (asm) kıza sordu: “Tekrar babanın ve annenin yanına gelmeyi arzu eder misin?” O ölmüş kız “Yok, ben onlardan daha hayırlısını buldum.” diye cevap verdi.[1]
Resul’ün (asm) Hürmetine Edilen Duayla Diriltilen Şahıs
İmam-ı Beyhakî ve İmam-ı İbni Adiyy gibi bazı mühim imamlar, Hazret-i Enes ibni Mâlik’ten haber veriyorlar ki: Yaşlı bir kadının birtek oğlu vardı, birden vefat etti. O saliha kadın çok üzüldü. Dedi: “Yâ Rab! Senin rızan için, Allah Resulü’ne bağlılık yemini ederek ona hizmet için hicret edip buraya geldim. Benim hayatımda istirahatimi temin edecek tek evlatçığımı, o Resulün hürmetine bağışla.” Hazreti Enes diyor ki: “Bu duadan sonra o ölmüş adam kalktı, bizimle yemek yedi.”[2]
İmam-ı Busayrî, Kaside-i Bürde’de bu mucizeye işaret ederek şöyle demiştir:
“Eğer alâmetleri, onun kadrine muvafık derecesinde azametini ve makbuliyetini gösterseydiler, değil yeni ölmüşler, belki onun ismiyle çürümüş kemikler de diriltilirdi.”
Mezara Konulan Şehid Sahabenin Konuşması
Başta İmam-ı Beyhakî gibi mühim alimler, Abdullah ibni Ubeydullahi’l-Ensârî’den haber veriyorlar. Hazreti Abdullah anlatıyor: “Sâbit ibni Kays ibni Şemmas, Yemâme Harbinde şehid düştüğünde ve kabre koyduğumuz zaman ben oradaydım. Kabre konulurken, birden ondan şöyle bir ses geldi: “Muhammed Allah’ın Resulüdür. Ebû Bekir Sıddıktır. Ömer şehiddir. Osman ise, şefkatli ve iyilikseverdir.”[3] Sonra açtık, baktık; ölü, cansız!”
Bu haberiyle, daha Hazret-i Ömer (ra) halife olmadan şehit olacağını haber veriyor.
Ölmüş Sahabenin Söyledikleri
İmam-ı Taberanî ve Ebu Nuaym eserlerinde, Numan ibni Beşir’den haber veriyorlar ki:
Zeyd ibni Hârice, çarşı içinde birden düşüp vefat etti. Eve getirdik. Akşam ve yatsı arasında, etrafında kadınlar ağlarken, birden“Susunuz, susunuz!” dedi. Sonra da, açık ve anlaşılır bir lisanla,“Muhammed Allah’ın Resûlüdür, Selâm sana ey Allah’ın Resûlü!”diyerek bir miktar konuştu. Konuşması bittikten sonra baktık ki, cansız, vefat etmiş.[4]
İşte, cansız cenazeler onun peygamberliğini tasdik etse, canlı olanlar tasdik etmese, elbette o câni canlılar, cansızlardan daha cansız ve ölülerden daha ölüdürler!
______________________________________
[1]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:320; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:106.
[2]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:320; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:292.
[3]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:320; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:649; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 6:157-158.
[4]İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 8:291 (muhtelif tariklerle); el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 5:179-180 (iki ayrı tarikle).
Melekler ve Cinlerle İlgili Mucizeler
Meleklerin, Peygamber Efendimiz’e (asm) hizmet etmesi ve görünmesi ile cinnîlerin ona iman ve itaat etmeleri başta Kur’an olmak üzere[1] pek çok kaynaktan bize ulaşan mütevatir hadiselerdir. Kur’an’da geçtiği gibi[2], Bedir Savaşı’nda beş bin melek, sahabeler gibi, Allah Resulü’ne (asm) hizmet edip asker olmuşlardır. Hattâ o melekler, melekler içerisinde, Ashab-ı Bedir gibi şeref kazanmışlardır.[3]
Biz burada Resulullah’ın (asm) şerefiyle, mucizesi olarak, ümmetinin melekleri görmesi ve meleklerle konuşmasıyla ilgili mucizelerden birkaçını nakledeceğiz.
Cebrail Aleyhisselam’ın Ziyaretleri
Başta Buharî ve Müslim gibi hadîs imamları beraberce haber veriyorlar ki: Bir defasında Hazret-i Cebrâil (as), beyaz elbiseli bir insan suretinde gelmiş. Allah Resulü (asm) sahabeleri içinde otururken, yanına gitmiş ve“İman, İslâm, ihsan nedir; tarif et?” diye sormuş. Allah Resulü (asm) tarif etmiş. Oradaki sahabeler de dinleyip hem ders almış, hem de o zâtı iyi görmüşler. O zât, misafir gibi görünürken, üstünde yolculuk alameti yoktu. Kalktı, birden kayboldu. O gittikten sonra Allah Resulü (asm) “Size ders vermek için Cebrail böyle yaptı.” diyerek gelenin kim olduğunu sahabelerine haber verdi.[4]
Yine pek çok sahih kaynakta hadis ilminin büyük imamları tarafından tevatürle nakledilir ki, Hazret-i Cebrâil’i (as) çok defa, sahabelerden yüz güzelliği ile meşhur Dıhye (ra) suretinde, Allah Resulü’nün (asm) yanında sahabeler görüyorlardı. Örneğin, Hazret-i Ömer, İbni Abbas, Üsame bin Zeyd bin Hâris, müminlerin annesi Hazreti Ayşe ve Hazreti Ümmü Seleme (Radıyallahu Anhum Ecmain) gibi sahabeler pek çok defalar nakletmişlerdir ki: “Biz Hazret-i Cebrâil’i, Dıhye (ra) suretinde, Resulullah’ın (asm) yanında çok defalar görüyoruz.”[5]Acaba bu büyük sahabelerin melekleri görmeden, “onları görüyoruz” demeleri mümkün müdür?
Muhafız Melekler
Güvenilir kaynaklarda, cennetle müjdelenmiş sahabelerden İran fatihi Sa’d ibni Ebî Vakkas’dan naklediliyor ki: “Uhud Savaşı’nda, Resulullah’ın (asm) iki tarafında, iki beyaz elbiseli şahsı ona nöbetçi gibi, muhafızlık eder suretinde gördük. İkisinin de daha sonradan Hazret-i Cebrâil ve Hazreti Mikâil olduğunu anladık.”[6] Acaba böyle bir İslâm kahramanı “gördük” dese, görmemesi mümkün müdür?
Savaşan Melekler
Hem Peygamberimizin (asm) amcasının oğlu olan Ebu Süfyan ibni Hâris ibni Abdülmuttalib, sağlam kaynaklarda haber veriyor ki: “Bedir Savaşı’nda, gökle yer arasında, beyaz elbiseli, atlı zâtları gördük.”[7]
Hazreti Hamza’nın (ra), Hazreti Cebrail (as) ile Karşılaşması
Hem Hazreti Hamza (ra), Allah Resulü’ne (asm)“Ben Cebrâil’i görmek istiyorum.” diye ricada bulundu. Efendimiz (asm) de Kâbede ona Cebrail’i (as) gösterdi. Hazreti Hamza dayanamadı, kendinden geçip yere düştü.[8]
Bu türden meleklerle görüşme şeklinde meydana gelen hadiseler çokça vuku bulmuştur. Bütün bu hadiseler, meleklerin Peygamberimizin (asm), nübüvvet kandilinin etrafından birer pervane olduğunu ispat ederler.
Cinlerle İlgili Mucizeler
Cinlerin Peygamberimiz (asm) ve sahabelerle görüşmesi şeklinde de pek çok hadiseler nakledilmiştir. Sahih kaynaklarda geçenlerden birkaçını nakledeceğiz.
Hadis imamları bize, İbni Mes’ud’dan (ra) naklediyorlar ki: “Batn-ı Nahl denilen yerde, cinlerin hidayete erdikleri gece, cinleri gördüm. Sudan Kabilesinden Zut denilen uzun boylu insanlara benziyordular.”[9]
Hadîs imamlarının naklettikleri meşhur bir hadise de şudur: Hazreti Hâlid ibni Velid’in Uzzâ putunu imha ederken, putun içinden siyah bir kadın şeklinde bir cin çıktı. Hazreti Hâlid bir kılıçla cini iki parça etti. Allah Resulü (asm), o hâdise için “Uzzâ putu içinde ona ibadet ediliyordu. Daha ona ibadet edilmez.” diye açıklamada bulunmuştur.[10]
Hem Hazreti Ömer’den (ra) nakledilen bir başka hadise de şöyledir. Hazreti Ömer (ra) anlatıyor: “Biz Allah Resulü’nün (asm) yanında iken, ihtiyar biri gibi elinde asâ olan,“Hâme” isminde bir cin geldi ve iman etti. Sonrasında ise Allah Resulü (asm), ona kısa sûrelerden birkaç sûreyi ders verdi. Dersini aldı, gitti.”[11]
Melekler ve cinlerle ilgili mucizeleri bitirirken, Allah Resulü’nün (asm) ümmetinden ileri gelen bazı büyük zatların da Peygamberimizin (asm) nuruyla ve terbiyesiyle yüzlerce defa melekleri ve cinleri gördüklerini[12], bu hadiselerin de dolayısıyla Peygamberimizin (asm) mucizevi irşadının ve terbiyesinin bir neticesi olduğunu hatırlatarak konuyu noktalıyoruz.
__________________________________________
[1]bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:123-125; Cin Sûresi, 72:1-2; Ahkaf Sûresi, 46:29.
[2]bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:123-125.
[3]Buharî, Mağâzî: 11.
[4]Buharî, İmân: 37; Müslim, İmân: 1-7.
[5]Buhârî, Fedâilü’l-Eshâb: 30; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:276-277; Ahmed İbni Hanbel, Fedâilü’s-Sahâbe (tahkik: Vasiyyüllah), no. 1817, 1853, 1918; Müsned, 1:212; el-Askalânî, el-İsâbe, 1:598.
[6]Buharî, Mağâzî: 18, Libas: 24; Müslim, Fedâil: 46, 47, no. 2306; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:361.
[7]Müsned, 1:147, 353; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:362; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:281; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:735.
[8]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:362; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:282; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:736.
[9]Müsned (tahkik: Ahmed Şâkir), 6:165, no. 4353; Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:343, 2:361.
[10]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:362; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:287; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:738; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4:316; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:176.
[11]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:363; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:287; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 5/416-418.
[12]İbni Teymiye, et-Tevessül ve’l-Vesîle, s. 24; İbni Teymiye, Mecmû-u Fetâvâ, 11:307.
Düşmanlarından Korunması
Kur’an-ı Kerim’de “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”[1] ayetinin de işaret ettiği gibi, Peygamber Efendimiz (asm), hayatı boyunca, Allah tarafından düşmanlarından muhafaza edilmiştir. Bu şekilde vuku bulan pek çok olağanüstü olay, hadis ve siyer kitaplarında nakledilmiştir. Allah Resulü (asm), vazifesini tebliğe başladığı zaman, sadece bir kabileye veya şehre değil, bütün dünyaya ve bütün dinlere tek başıyla meydan okumuştur. Halbuki başta kendi amcası ve akrabaları O’na (asm) düşman iken, O (asm) yirmi üç sene, muhafızı olmadan, kendi halinde yaşamaya devam etmiştir. Çok defalar suikast girişimleri olmuşsa da hiçbirisinde muvaffak olunamamış, O (asm) yine “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”[2] ayetinin mucizane haberine mazhar olup, vazifesini sonuna kadar başarıyla götürüp, kendi evinde kalp rahatlığıyla vefat edip Mele-i Âlâya çıkmıştır.
Peygamberimizin (asm) düşmanlarından muhafaza edilmesinin örneklerinden birkaç tanesini burada sizinle paylaşacağız:
Hicret Yolculuğunda
Siyer ve hadis alimleri beraberce haber veriyorlar ki: Kureyş kabilesi, Allah Resulü’nü (asm) öldürtmeye karar verdiler... Hattâ, insan suretine girmiş bir şeytanın da onlara katılıp onlara akıl vermesiyle, her kabileden en az bir adamın içinde bulunduğu kalabalık, bir gece Ebu Cehil ve Ebu Leheb’in emri ile Efendimizin (asm) evini bastılar. Allah Resulü’nün (asm) yanında Hazret-i Ali (ra) vardı. Ona “Sen bu gece benim yatağımda yat.” dedi. Allah Resulü (asm) Kureyş kabilesinin gelmesini beklemiş. Geldiklerinde evin etrafını sardılar. Ardından Efendimiz (asm) evden çıktı, bir parça toprağı evin etrafını tutan müşriklerin başlarına attı. Hiçbirisi onu görmedi, içlerinden çıktı, gitti.[3] Evinden çıktıktan sonra yolda mağaraya saklandılar. Orada da iki güvercin ve bir örümcek, bütün Kureyş müşriklerine karşı ona nöbetçi olup düşmanlarından muhafaza ettiler.[4]
Yine hicret yolculuğu esnasında saklandıkları mağaradan çıkıp Medine’ye doğru yol aldıkları vakit Kureyş kabilesi reislerinin Peygamberimizi (asm) öldürmesi için bolca para karşılığında tuttukları Sürâka ismindeki gayet cesur bir adam, izlerini takip ederek yolda onlara yetişti. Arkadan kendilerine yetiştiğini gören Hazreti Ebubekir (ra) telaşlanınca, Efendimiz (asm) ona mağara da dediği gibi “Üzülme! Allah bizimle beraberdir.” diyerek cesaret verdi. Ardından Efendimiz (asm) Sürâka’ya bir baktı; Sürâka’nın atının ayakları yere saplandı, kaldı. Tekrar kurtuldu, yine takip etmeye başladı. Tekrar atının ayakları yere saplandı. Atın ayaklarının saplandığı yerden duman gibi bir şey çıkıyordu. O vakit anladı ki, Efendimize (asm), ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden ilişmek gelmez.“El-aman” dedi. Allah Resulü (asm) ona aman verdi. Fakat dedi ki:“Git, öyle yap ki başkası gelmesin.”[5]
Yine hicret esnasında bir çoban onları gördükten sonra Kureyş Kabilesine haber vermek için Mekke’ye gitmiş. Mekke’ye gittiğinde, niçin geldiğini unutmuş. Ne kadar hatırlamaya çalışmışsa, başaramamış. Mecbur olmuş, geri dönmüş. Sonra yolda anlamış ki, ona unutturulmuş.[6]
Seni Benim Elimden Kim Kurtaracak?
Pek çok sahih hadis kaynağından bize nakledilen meşhur bir hadisedir. Peygamberimiz (asm) bir sefer esnasında kabilesinden uzak bir yerde dinlenmektedir. Gavres isminde cesur bir kabile reisi, kimseye gözükmeden, Peygamber Efendimizin (asm) yanına kadar ulaşmayı başarır. Elindeki kılıcı Peygamberimizin (asm) başının üstünde kaldırıp “Seni benim elimden kim kurtaracak?” diye bağırır. O anda uykudan uyanan Peygamberimiz (asm) hiçbir tereddüt, endişe ve korku hissetmeden,“Allah!..” diye cevap verir. Sonra da şöyle dua eder: “Allah’ım! dilediğin bir şeyle beni ondan kurtar.” O anda Gavres, ansızın gaybtan gelen ve sırtına çarpan bir darbe ile yere yuvarlanır. Bu defa elindeki çok güvendiği kılıncı Hazreti Muhammed’in (asm) eline geçmiştir. Şimdi sıra O’ndadır ve sorar: “Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?” Gavres pişmandır. “Beni kurtaracak kimse yok!..” der.Aman diler. Efendimiz (asm) daha birkaç saniye önce canına kasteden düşmanını affeder, gitmesine izin verir.
O adam kabilesinin yanına dönünce, halini görenler hayrette kalır. “Ne oldu sana? Niçin bir şey yapamadın?” diye o cesur adama sorarlar. O ise hadisenin detaylarını anlatır: “Hâdise böyle oldu. Ben şimdi insanların en iyisinin yanından geliyorum.”[7]
Hem şu hâdise gibi, Bedir Savaşında da bir münafık, Allah Resulü’nün (asm) fark etmediği bir zamanda kimse görmeden, tam arkasından kılıç kaldırıp vuracakken, birden Allah Resülü (asm) ona bakmış. O titremiş ve kılıç elinden yere düşmüştür.[8]
Müşriklerin Saldırılarından Muhafaza Olunması
Pek çok sahih kaynakta manevi tevatürle bize ulaşan ve pek çok tefsir aliminin Yasin Suresinde geçen “Biz onların boyunlarına öyle halkalar geçirdik ki, çenelerine kadar dayanır da hakka boyun eğmezler. Bir de önlerine bir sed, arkalarına bir sed çekip gözlerini kapattık; artık hakkı görmezler.”[9] ayetinin iniş sebebi olarak naklettikleri bir hadisedir.
Ebu Cehil yemin etmiş ki, “Ben secdede Muhammed’i görsem, bu taşla onu vuracağım.”Büyük bir taş alıp gitmiş. Secdede gördüğü vakit kaldırıp vurmak üzere iken, elleri yukarıda kalmış. Allah Resulü (asm) namazı bitirdikten sonra kalkmış; Ebu Cehil’in eli, ya Allah Resulü (asm) müsaade ettiğinden veya ihtiyaç kalmadığından çözülmüş.[10]
Hem yine Ebu Cehil kabilesinden, bir rivayette Velid ibni Muğire isimli şahıs, yine Allah Resulü’nü (asm) vurmak için büyük bir taşı alıp, secdede iken vurmaya gitmiş, gözü kapanmış. Allah Resulü’nü (asm) Mescid-i Harâmda görmedi, geldi. Onu gönderenleri de görmüyordu; yalnız seslerini işitiyordu. Tâ Allah Resulü (asm) namazdan çıktı; ihtiyaç kalmadığından onun gözü de açıldı.[11]
Sahih kaynaklarda, Hazreti Ebubekir’e (ra) dayandırılarak naklediliyor ki,: Tebbet Suresi nâzil olduktan sonra, Ebu Leheb’in karısı Ümmü Cemil denilen ve Tebbet Suresinde“Cehennem oduncusu”[12] olarak vasıflandırılan kadın, bir taş alıp Mescid-i Harâma gelmiş. Hazreti Ebubekir (ra) ile Resulullah (asm) orada oturuyorlarmış. Ümmü Cemil’in gözü Hazreti Ebubekir’i (ra) görüyor ama Resulullah’ı (asm) görmüyormuş. Hazreti Ebubekir’e (ra) sormuş: “Yâ Ebâ Bekir! Senin arkadaşın nerede? Ben işitmişim ki beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı ağzına vuracağım.” Yanında iken Hazreti Peygamberi (asm) görmemiş.[13] Elbette, Allah’ın muhafazasında olan bir Sultan-ı Levlâk’i, böyle bir Cehennem oduncusu, onun huzuruna girip göremez. Haddine mi düşmüş?
Suikast Girişimleri
Sahih kaynaklarda naklediliyor ki: Âmir ibni Tufeyl ve Erbed ibni Kays, ikisi ittifak ederek, Resulullah’ın (asm) yanına gitmişler. Âmir demiş: “Ben onu meşgul edeceğim, sen onu vuracaksın.” Amir dediğini yapmış, Resulullah’ı (asm) meşgul etmeye başlamış, fakat Erbed’in bir türlü bir şey yapamadığını görmüş. Resulullah (asm) gittikten sonra arkadaşına dedi:“Neden vurmadın?” Erbed cevap vermiş: “Nasıl vuracağım? Ne kadar niyet ettim; bakıyorum ki, ikimizin ortasına sen geçiyorsun. Seni nasıl vuracağım?”[14]
Sahih kaynaklarda nakledilen bir başka hadise de Uhud veya Huneyn Savaşı’nda vuku bulmuştur. Şeybe bin Osmanü’l-Hacebiyye -ki, Hazret-i Hamza (ra) onun hem amcasını, hem pederini öldürmüştü- intikamını almak için gizlice geldi. Tâ Resulullah’ın (asm) arkasından vurmak üzere yalın kılıç kaldırdı. Birden kılıç elinden düştü. Resulullah (asm) ona baktı, elini göğsüne koydu. Şeybe der ki: “O dakikada dünyada ondan daha sevgili adam bana olmazdı.” Bu hadisenin ardından imana geldi. Resulullah (asm) ona dedi ki: “Haydi, git, harp et.” Şeybe dedi: “Ben gittim, Resulullah’ın (asm) önünde harp ettim. Eğer o vakit pederim de rast gelseydi vuracaktım.”[15]
Hem Mekke’nin Fethi gününde, Fedâle namında birisi, Allah Resulü’nün (asm) yanına, ona vurmak niyetiyle geldi. Resulullah (asm) ona bakıp tebessüm etti. “Nefsinle ne konuştun?”dedi ve Fedâle için Allah’tan bağışlanma diledi. Fedâle imana geldi ve dedi ki:“O vakit ondan daha ziyade dünyada sevgilim olmazdı.”[16]
Bir defasında da Yahudiler, suikast niyetiyle, Resulullah’ın (asm) oturduğu yere, üstünden büyük bir taş atmak üzereyken, Resulullah (asm) o anda Allah’ın haber vermesiyle yerinden kalkmış; o suikast de böylece boşa çıkmış.[17]
* * *
Burada verdiğimiz misaller gibi çok hâdiseler vardır. Başta İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim ve hadis imamları, Hazret-i Aişe (r.anha)’den naklediyorlar ki: “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”[18] âyeti nâzil olduktan sonra, Resulullah (asm) kendisini ara sıra muhafaza eden zâtlara ferman etti ki: “Nöbet beklemenize lüzum yok. Benim Rabbim beni muhafaza ediyor.”[19]
İşte, Mucizeler bölümümüzün, başından buraya kadar verdiğimiz mucizeler gösteriyor ki, şu kâinatın her nev’i, her âlemi, Resulullah’ı (asm) tanır ve Onunla alâkadardır. Kâinatta yaşıyan her bir varlık nev’inde onun mu’cizeleri görünüyor. Demek, Resullah (asm), Cenâb-ı Hakk’ın “kâinatın Hâlıkı” itibarıyla ve “bütün mahlûkatın Rabbi” ünvanıyla memurudur ve resulüdür.
Evet, nasıl ki bir padişahın büyük ve müfettiş bir memurunu herbir daire bilir ve tanır; hangi daireye girse onunla münasebettar olur. Çünkü umumun padişahı namına bir memuriyeti var. Eğer meselâ yalnız adliye müfettişi olsa, o vakit adliye dairesiyle alakadar olur; başka daireler onu pek tanımaz. Ve askeriye müfettişi olsa, vergi dairesi onu bilmez. Öyle de, anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hakk’ın saltanatının bütün dairelerinde, melekten tut, tâ sineğe ve örümceğe kadar herbir taife O’nu (asm) tanır ve bilir veya bildirilir. Demek, Hâtemü’l-Enbiyâ ve Rabbi’l-Âlemîn’in Resulüdür (asm). Ve umum peygamberlerin üstünde, peygamberliğinin kapsamı vardır.
___________________________________________
[1]Mâide, 5/67.
[2]Mâide, 5/67.
[3]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:349; Müsned (tahkik: Ahmed Şâkir), 4:269, no. 2009); el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 2:228.
[4]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:313, 349; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:236; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:368, 637; Müsned, 1:248; San’ânî, el-Musannef, 5:389; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 3:179-181; İbnü’l-Kayyım, Zâdü’l-Meâd (tahkik: Arnavud), 3:52; et-Tebrîzî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, no. 5934; Merûzî, Müsnedü Ebû Bekir-i Sıddık, no. 73; Zeyle’î, Nasbü’r-Râye, 1:123; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:52-53, 7:27.)
[5]Buharî, Menakıb: 25; Müslim, Zühd:75; İbni Hibban, Sahih, 65, 9:11.
[6]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:351; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:715.
[7]Buharî, Cihad: 84, 87, Mağâzî: 31, 32; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn: 311, no. 843; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:347, 348; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 9:7-8; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:29-30.
[8]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:347; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:710.
[9]Yâsin, 36/8-9.
[10]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:351; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:241; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:227; Müslim, No. 2797; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihaye, 3:42-43.
[11]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:351; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:242.
[12]Tebbet (Leheb), 111/4.
[13]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:349; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:233; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 1:353; İbni Hibban, Sahih, 8:152; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:361.
[14]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:353; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:249; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 5:318.
[15]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:353; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:248; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 6:183,184; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:718; el-Askalânî, el-İsâbe, 2:157.
[16]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:353; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:248; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:718.
[17]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:352; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:243; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:716; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 2:489-490.
[18]Mâide, 5/67.
[19]Tirmizî, 5:351, no. 3406; Tirmizî (tahkik: Ahmed Şâkir), no. 3049; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:352; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:313.
Doğumundan Evvel Müjdelenmesi
Peygamberimizin (asm) gönderilmesinden önce fetret dönemi denen devrede; hem kahinler, hem de bazı alim zatlar Allah Resulü’nün (asm) geleceğini müjdelemişlerdir. Bunlardan bazıları şiirlerinde O’ndan (asm) bahsetmiş, bazıları asırlar sonrasına mektuplarıyla bu müjdeyi ulaştırmışlardır. Bunlardan bazılarının örneklerini nakletmeye çalışacağız.
Birincisi: Yemen padişahlarından Tübba’, Allah Resulü’nün (asm) vasıflarını eski kitaplarda görmüş, iman etmiş. Şöyle bir şiirini ilân etmiştir:
“Ben Ahmed’in (a.s.m.) risaletini tasdik ediyorum. Ben onun zamanına yetişseydim, ona vezir ve ammizade olurdum. (Yani, Ali gibi olurdum.)”[1]
İkincisi: Meşhur Kuss ibni Sâide ki, Arapların içinde en meşhur ve mühim bir hatib ve hakikatların farkında olup tek İlah inancına sahip bir zattır. İşte şu zât da, Peygamberimiz (asm) gönderilmeden evvel O’nun (asm) peygamberliğini şu şiirle ilân ediyor:
“Gönderilenlerin ve peygamberlerin en hayırlısı olarak Ahmed’i (a.s.m.) bize gönderdi. Kàfileler onun için yollara düştükçe ve bu teşvik edildikçe Allah ona rahmet eylesin.”[2]
Üçüncüsü: Allah Resulü’nün (asm) atalarından olan Kâ’b ibni Lüeyy, Efendimizin (asm) geleceğini ilham eseri olarak şöyle ilân etmiş:
“Ansızın, Muhammedü’n-Nebî (asm) gelecek, doğru haberleri verecek.”[3]
Dördüncüsü: Yemen padişahlarından Seyf ibni Zîyezen, eski semavi kitaplarda Resulullah’ın (asm) özelliklerini görmüş, iman etmiş ve müştakı olmuştu. Resulullah’ın (asm) dedesi Abdülmuttalib Yemen’e Kureyş kafileleri ile gittiğinde, Seyf ibni Zîyezen onları çağırmış, onlara demiş ki:
“Hicaz’da bir çocuk dünyaya gelir. Onun (asm) iki omuzu arasında hâtem gibi bir nişan var. İşte o çocuk umum insanlara imam olacak.” Sonra, gizli Abdülmuttalib’i çağırmış. “O çocuğun dedesi de sensin.” diye kerametkârâne, doğumundan evvel haber vermiş.[4]
Beşincisi: Müminlerin annesi Hazreti Hatice’nin (r.anha) amca oğlu Varaka bin Nevfel’e, vahyin başlangıcında Hazreti Hatice (r.anha), Allah Resulü’nün (asm) telaşlandığını haber verince, Varaka demiş: “Onu bana gönder.” Resulullah (asm) Varaka’nın yanına gitmiş, vahyin gelmesi anındaki halini ona anlatmış. Varaka demiş:
“Telâş etme, o hâlet vahiydir. Sana müjde! Beklenen Nebî sensin. İsâ seninle müjde vermiş.”[5]
Altıncısı: Askelâni’l-Himyerî namında bir alim zat, Peygamberimiz (asm) gönderilmeden evvel Kureyşîleri gördüğü vakit, “İçinizde peygamberlik dava eden var mı?” diye sorardı, Kureyşliler “Yok.” derlerdi. Sonra, peygamberlik vazifesi verildikten sonra yine sormuş.“Evet, biri peygamberlik dava ediyor.” demişler. Askelani demiş:
“İşte, âlem O’nu bekliyor.”[6]
Yedincisi: Hristiyan alimlerinden İbnü’l-Alâ, peygamberlik vazifesi verilmeden ve Peygamberi (asm) görmeden evvel haber vermiş. Sonra gelmiş, Hazret-i Peygamberi (asm) görmüş. Demiş:
“Ben senin sıfatını İncil’de gördüm, iman ettim. İbn-i Meryem (Hazreti İsa), İncil’de senin geleceğini müjde etmiş.”[7]
Sekizincisi: Habeş Padişahı Necâşî demiş:
“Keşke şu saltanatın yerine, Hazreti Muhammed’in (asm) hizmetkârı olsaydım! O hizmetkârlık, bu saltanattan üstündür.”[8]
Şimdi, Rabbânî ilhamlar ile gaibden haber veren bu alim zatlardan sonra, gaibden ruh ve cin vasıtasıyla haber veren kâhinlerin verdikleri müjdelerden, siyer ve tarih kitaplarında geçen pek çok müjdelerden sadece birkaç tanesini zikredeceğiz.
Birincisi: Şıkk isminde bir gözü, bir eli, bir ayağı olan adeta yarım insan şeklindeki meşhur bir kâhin; Peygamberimiz (asm) gönderilmeden evvel defalarca geleceğini müjdelemiştir.[9]
İkincisi: Meşhur Şam kâhini kemiksiz, âdetâ organları olmayan bir vücut, yüzü göğsü içinde bir acûbe-i hilkat ve çok da yaşamış Satîh ismindeki kahinin verdiği haberdir. Gaibden verdiği doğru haberler sayesinde, o zamanın insanları içinde şöhret bulmuştur. Hattâ, Kisrâ, yani Fars Padişahı, gördüğü garip bir rüyayı ve Peygamberimizin (asm) doğduğu gece, sarayının on dört şerefesinin düşmesinin sırrını Satîh’ten sormak için, Muyzan denilen âlim bir elçisini göndermişti. Satîh gelen elçiye “On dört zât, sizlerde hâkimiyet edecek, sonra saltanatınız mahvolacak. Hem birisi gelecek, bir din gösterecek. İşte, o sizin din ve devletinizi kaldıracak.” diyerek Kisrâ’ya haber göndermiştir. İşte o Satîh, çok açık bir şekilde, Âhir zaman Peygamberinin (asm) gelmesini haber vermiştir.[10]
Hem kâhinlerden Sevad ibni Karibi’d-Devsî, Hunâfir, Ef’asiye Necran, Cizl ibni Cizli’l-Kindî, İbni Halasati’d-Devsî ve Fatıma binti Numan-ı Necâriye gibi meşhur kâhinler, siyer ve tarih kitaplarında detaylarıyla izah edilmiştir ki, Âhir zaman Peygamberinin (asm) geleceğini, o Peygamberin de Hazreti Muhammed (asm) olduğunu haber vermişlerdir.[11]
Hem Hazret-i Osman’ın (ra) akrabasından Sa’d Binti Küreyz, kâhinlik vasıtasıyla, Resulullah’ın (asm) nübüvvetini gaibden haber almış. İslamiyetin ilk başlangıcında, Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’e (ra) demiş ki: “Sen git, iman et.” Bu tavsiye üzerine Hazreti Osman (ra) gidip, iman ederek ilk Müslümanlardan olma şerefine nail olmuş. İşte, o Sa’d bu vakıayı böyle bir şiirle söylüyor:
“Allah, Osman’a, ona söylediğim bir sözle hidâyet nasip etti. Hakka eriştiren ancak Allah’tır.”[12]
Hem kâhinler gibi, “hâtif” denilen, şahsı görünmeyen ve sesi işitilen cinler de, Resulullah’ın (asm) geleceğini pekçok defa haber vermişlerdir. Örneğin, Zeyyab ibnü’l-Hâris’e, hâtif-i cinnî böyle bağırmış, onun ve başkasının İslamı kabul etmelerine vesile olmuş:
“Ey Zeyâb, ey Zeyâb! Acaibin en acibine kulak ver: Muhammed kitapla gönderildi; Mekke ahalisini çağırıyor, ama onu dinlemiyorlar.”[13]
Yine bir hâtif cinî, Sâmia bin Karreti’l-Gatafânî’ye böyle bağırmış, bazılarını imana getirmiştir:
“Hak geldi, nur saçtı. Bâtıl ise, mahvoldu, kökü kazındı.”[14]
Bu hâtiflerin müjdeleri ve haber vermeleri pek meşhurdur ve çoktur.
Hem nasıl kâhinler, hâtifler haber vermişler. Öyle de, bazı putlara kesilen kurbanlar dahi, Resulullah’ın nubuvvetini haber vermişlerdir.
Örneğin, Mâzen kabilesinin putu bağırıp “Şu gönderilen Peygamber, indirilmiş hak bir kitap getirdi.”[15] diyerek, Efendimizin (asm) nubuvvetini haber vermiştir.
Hem Abbas ibni Merdâs’ın İslamı kabul etmesine vesile olan meşhur hadisedir ki: Dımar namında bir putu varmış; o put birgün böyle bir ses vermiş: “Muhammed gelmeden evvel bana ibadet ediliyordu. Şimdi Muhammed’in beyanı gelmiş; daha o dalâlet olamaz.”[16]
Hazret-i Ömer (ra), İslâmiyet’ten önce, puta kesilen bir kurbandan böyle işitmiş:
“Ey kurban kesenler! Mühim bir iş var, bir adam fasih bir lisanla‘Lâ ilâhe illâllah.’ diyor.”[17]
İşte bu nümuneler gibi çok vakıalar var ki; güvenilir kitaplar kabul edip nakletmişlerdir. Nasıl ki kâhinler, alimler, hâtifler, hattâ putlar ve kurbanlar Efendimizin (asm) peygamberliğini haber vermişler, herbir hâdise dahi bir kısım insanların imanına sebep olmuş. Öyle de, bazı taşlar üstünde ve kabirlerde ve kabirlerin mezar taşlarında, eski yazıyla “Muhammed, ıslah edici ve emîndir.” gibi ibareler bulunmuş, onunla bir kısım insanlar imana gelmişler.[18]Evet, eski yazıyla bazı taşlarda bulunan “Muhammed (asv), ıslah edici ve emindir.”ibaresinde geçen Muhammed, Resulullah’ı (asv) göstermektedir. Çünkü ondan evvel, zamanına pek yakın, yalnız yedi Muhammed ismi var, başka yoktur. O yedi adamın da hiçbir tanesi “Islah edici ve emindir.” sıfatına layık olamamışlardır.[19]
_____________________________________________________
[1]İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:166; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:363; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:740; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:388; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 138.
[2]Süyûtî, el-Fethu’l-Kebîr, 2:133; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:230; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:363; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:740; Taberanî, el-Mu’cemu’l-Kebîr, 12:1254; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 2:101; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:105.
[3]İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:244; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:364; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:740; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:89-90.
[4]İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:328; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:343; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:740; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:388; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:95-96; Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:187.
[5]Buharî, Bedü’l-Vahy: 3; Enbiyâ: 21; Ta’bîr: 1; Müsned (tahkik: Ahmed Şâkir), 4:304, no. 2846; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:363; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:743; Acurrî, eş-Şerîa, 443; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:217.
[6]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:363; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:742; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 140.
[7]Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:744; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 121, 208
[8]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:365; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 115; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 2:285.
[9]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:364; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:747; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 168-172; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:123, 125.
[10]İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:355-369; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 2:126,129; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:125; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:365; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:747; Süyûti, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:128-130.
[11]İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:335; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 2:248; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:125; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:365; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:747; Süyûti, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:128-130; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:248-249, 51.
[12]Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:258.
[13]Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:335-337; Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:358; Nebhânî, Hüccetüllah ale’l-Âlemîn, 181.
[14]Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:748; Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:252.
[15]Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 2:255; Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:325; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:337; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:242; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:747; Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:252-271.
[16]eş-Şifâ (Tahkik: M. Emin Kara Ali ve ...), 1:598; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:246; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:341-342; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 1:118.
[17]Buharî, Menâkıbü’l-Ensâr: 35; es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 20:2030.
[18]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:467; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:749; Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:354.
[19]Halebî, es-Sîretü’l-Halebiye, 1:131-134.
Peygamberlik Vazifesinden Evvel Meydana Gelen Hadiseler
Peygamberimizin (asm) doğumundan önce ve doğumu esnasında, dünyaya gelişiyle irtibatlı olarak meydana gelen harikulade hadiselerle, peygamberlik vazifesi verilmeden evvel çocukluğunda ve gençliğinde meydana gelen hadiselerden, sahih kaynaklarda geçen birkaç numuneyi burada nakledeceğiz:
Birincisi: Peygamberimizin (asm) doğduğu gece, hem annesi, hem annesinin yanında bulunan Osman ibni Âs’ın annesi, hem Abdurrahman ibni Avf’ın annesinin gördükleri büyük bir nurdur ki, üçü de demişler: “Doğumu esnasında biz öyle bir nur gördük ki, o nur doğuyu ve batıyı bize aydınlattırdı.”[1]
İkincisi: O gece Kâbe’deki putların çoğu baş aşağı düşmüştür.[2]
Üçüncüsü: İran’da hüküm süren Sasaniler devletinin kralı olan Kisrâ’nın ünlü sarayı, Peygamberimizin (asm) doğduğu gece sallanarak tahrip olmuş ve on dört şerefesi düşmüştür.[3]
Dördüncüsü: Mecusiler tarafından kutsal sayılan Sava Gölü, Peygamberimizin (asm) doğduğu gece yere batmıştır.[4]
Beşincisi: İstahrâbâd’da bin senedir yanması devam ettirilen ve söndürülmeyen, Mecusîlerin taptıkları ateş, Peygamberimizin (asm) doğduğu gece sönmüştür.[5]
İşte yukarıda naklettiğimiz hâdiseler işaret ediyor ki, o yeni dünyaya gelen Zât (asm), ateşperestliği kaldıracak, Fars saltanatının sarayını parçalayacak, Allah’ın izni ile olmayan şeylerin kutsal sayılmasını men edecektir.
Altıncısı: Peygamberimizin (asm) doğumuna elli iki gün kala meydana gelen ve Kur’an’da da Fil suresinin nazil sebebi olan meşhur Fil hadisesidir. Kâbe’yi tahrip etmek için, Habeş Krallığına bağlı Ebrehe namında Yemen Valisi gelip, Mahmud ismindeki büyük bir fili öne sürerek Kâbe’yi yıkmak için Mekke’ye doğru yola çıkmış. Mekke’ye yaklaşınca fil artık yürümemiş. Ne yapmışlarsa fili hareket ettirememişler. Ardından ebâbil kuşları üzerlerine taş yağdırarak orduyu mağlûp etmiş ve kaçmak zorunda kalmışlardır. Bu hadise, tarih kitaplarında detaylarıyla anlatılmakla beraber çok meşhurdur. İşte şu hâdise, Resulullah’ın (asm) peygamberliğinin delillerindendir. Çünkü doğumuna pek yakın bir zamanda, kıblesi ve memleketi ve sevgili vatanı olan Kâbe-i Mükerreme, gaybî ve harika bir şekilde, Ebrehe’nin tahribinden kurtulmuştur.[6]
Yedincisi: Allah Resulü’nün (asm), küçüklüğünde süt annesi Hazreti Halime’nin yanında iken, Hazreti Halime ve eşinin naklettikleri üzere, güneşten rahatsız olmamak için, çok defa üstünde bir bulut parçasının ona gölge ettiğini görmüşler. Başka insanlara da söyledikleri ve pek çok insan tarafından bilinen bu hadise sıhhatle şöhret bulmuştur.[7]
Sekizincisi: Hem, Şam tarafına on iki yaşında iken gittiği vakit, Rahip Bahîra’nın ifadesiyle bir parça bulut Resulullah’ın (asm) başına gölge ettiğini görmüş ve kafiledekilere göstermiş.[8]
Dokuzuncusu: Hem yine peygamberlik vazifesi verilmeden evvel, Resulullah (asm), bir defa Hazreti Hatice’nin (r.anha) Meysere ismindeki hizmetkârıyla ticaretten geldiği zaman, Hazreti Hatice (r.anha), Resulullah’ın (asm) başında iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş, kendi hizmetkârı olan Meysere’ye bu hadiseyi söylemiş. Meysere de Hazreti Hatice’ye (r.anha) demiş: “Ben bütün seferimiz boyunca öyle görüyordum.”[9]
Onuncusu: Sahih kaynaklarda nakledilir ki, Resulullah’a (asm), peygamberlik vazifesi verilmeden evvel bir ağacın altında oturdu. O yer kuru iken, birden yeşillendi. Ağacın dalları, onun başı üzerine eğilip kıvrılarak gölge yaptı.[10]
On Birincisi: Allah Resulü (asm) annesinin vefatından sonra önce dedesinin yanında, ardından o da vefat edince amcası Ebu Talib’in yanında kalmaya başlamıştı. Ebu Talib, çoluk ve çocuğu ile, onunla beraber yerlerse karınları doyardı. Ne vakit yemekte bulunmazsa, tok olmuyorlardı.[11] Şu hâdise hem meşhurdur, hem doğruluğu kesin bir hadisedir.[12]
On İkincisi: Hem Resulullah’ın (asm) küçüklüğünde O’na bakan dadısı Ümmü Eymen demiş:“Hiçbir vakit Resulullah açlık ve susuzluktan şikâyet etmedi. Ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde...”[13]
On Üçüncüsü: Süt annesi Hazreti Halime’nin yanına gitmesi ile başlayıp yanında kaldığı sürece malı ve keçilerinin sütü, kabilesindekilerin tersine olarak çok bereketlenmiş ve artmıştır. Bu hadiseler de hem meşhurdur, hem de doğruluğunda şüphe yoktur.[14]
On Dördüncüsü: Sinekler Peygamberimizin (asm) mübarek vücuduna veya elbisesine konup O’nu rahatsız etmezdi.[15] Hatta O’nun (asm) neslinden gelen Seyyid Abdülkàdir-i Geylânî (k.s.) hazretlerinin de vücuduna sinek konmadığı bazı kaynaklarda yer almıştır.[16]
On Beşincisi: Resulullah (asm) dünyaya geldikten sonra, özellikle de doğduğu gece, yıldızların düşmesinin çoğalmasıdır[17] ki, şu hâdise, şeytan ve cinlerin sema alemlerindeki gaybî haberleri dinlemelerinden men edilmesine işarettir. İşte, madem Resulullah (asm) vahiyle dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlarla karışık, kâhinlerin, gaibden haber verenlerin ve cinlerin haberlerine set çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe düşürmesinler ve naklettikleri vahiye benzemesin. Evet, peygamberlik verilmeden evvel kâhinlik çoktu; Kur’ân nâzil olduktan sonra onlara son verdi. Hattâ çok kâhinler imana geldiler. Çünkü Kur’an indikten sonra cinlerden olan haberciler vazifelerini yapamadıklarından kahinlerin kaynakları kesilmişti.
* * *
Netice olarak deriz ki: Resulullah’ın (asm) peygamberliğinden evvel, O’nun davasını tasdik eden ve peygamber olacağını gösteren pek çok hadiseler olmuştur. Evet,
dünyaya mânen reis olacak[18]
ve dünyanın mânevî şeklini değiştirecek
ve dünyayı âhirete mezraa yapacak
ve dünyanın mahlûkatının kıymetlerini ilân edecek
ve cinlere ve insanlara ebedi saadet için yol gösterecek
ve fâni varlıkları ebedî idam gibi görünen ölümün hakiki mahiyetini anlatarak onları kurtaracak
ve dünyanın yaratılışının hikmetini anlatarak bütün insanlığı meşgul eden muammaları açacak
ve Hâlık-ı Kâinatın maksatlarını bilip ve bildirecek ve o Hâlıkı tanıyıp umuma tanıttıracak bir zât,
Elbette daha gelmeden her şey, her tür varlık, her canlı O’nun (asm) geleceğini sevecek ve bekleyecek ve karşılamak isteyecek ve gelişini alkışlayacak ve Hâlıkı tarafından bildirilirse o da bildirecek. Nitekim diğer bölümlerde naklettiğimiz rivayetlerde gördük ki, mahlûkatın herbir türü, onu en güzel bir karşılamayla mucizelerini gösteriyorlar, mucizeler lisanıyla peygamberlik davasını tasdik ediyorlar.
___________________________________________
[1]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:466; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:750; Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:311; Ahmedü’l-Bennâ es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 20:2030.
[2]Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:119-131, 2:272; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 1:19.
[3]Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:750; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 1:126; Ebû Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:128, 2:272.
[4]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:366; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:751; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 1:127; Ebû Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, 1:128.
[5]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:367; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:751; Ali el-Kari el-Mekkî, el-Masnû’ fî Ma’rifeti’l-Hadîsi’l-Mevzû’ “el-Mevdûâtü’s-Suğrâ” (tahkik: Ebû Ğudde), s. 18.
[6]İbni Hişâm, es-Siratü’n-Nebeviyye, 1:44-54; İbni Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 1:90-92; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:144-151; İbni Kesîr, el-Bidâye, 2:157-160.
[7]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:368; el-Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:318; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:753.
[8]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:308; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:631; Tirmizî, Menâkıb: 3 (Bed’i’n-Nübüvve); el-Mubârekforî, Tuhfetü’l-Ahvezî, no: 3699; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2:615; İbni Hişâm, Siretü’n-Nebî, s. 115.
[9]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:368; el-Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:318; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:753; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 2:65.
[10]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:368; el-Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:318; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:753.
[11]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:367; el-Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:315; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:751; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:166.
[12]İbni Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 1:119, 120; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:166; Suyûtî, el-Hasâisu’l-Kübrâ, 1:205.
[13]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:368; el-Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:315; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:752; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:125.
[14]Es-Sâ’âtî, el-Fethü’r-Rabbânî, 20:192-193; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:220-221; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, 1:111-113; İbni Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 2:273; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:366; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:750; Hafâci, Şerhu’ş-Şifâ, 3:313.
[15]Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:368; el-Hafâcî, Şerhu’ş-Şifâ, 3:319; Ali el-Kari, Şerhu’ş-Şifâ, 1:753; Şa’rânî, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 1:109.
[16]Nebhânî, Câmiu Kerâmâti’l-Evliyâ, 2:203.
[17]Mecmeu’z-Zevâid, 8:220; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 1:111; Kadı Iyâz, eş-Şifâ, 1:366; Halebî, es-Sîretü’l-Halebiyye, 1:207, 208.
[18]Evet, “Ey Habibim! Sen olmasan bu kainatı yaratmazdım.” kudsi hadisine mazhar olan Sultanımız Efendimiz Hazreti Muhammed (asv), öyle bir reistir ki, on dört asırdır saltanatı devam ediyor. Birinci asırdan sonra her bir asırda en az üç yüz elli milyon tabisi ve halkı vardır. Dünyanın yarısını İslam bayrağı altına almış; ve ümmeti mükemmel bir teslimiyetle ona hergün salât ü selâmla bağlılık yeminlerini tazeleyerek emirlerine itaat ediyorlar.
Yazar:
Yusuf Sıddık