|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Darbelerin kıskacındaki Nijer'de tarikatler ve bağımsızlık mücadelesi
Son günlerde darbeler ve Batılıların sinir uçlarına dokunan çıkışları ile dünya kamuoyunda yer bulan Nijerli devlet adamları gözlerin Nijer’e çevrilmesine neden oldu. Aslında ülkenin Fransa’dan bağımsızlığını aldığı dönemler dikkatle incelenebilirse bugünkü çıkışların da nedeni anlaşılabilir. Nijer'deki bağımsızlık mücadelesinde Nijeryalı Müslümanlar ve onların önde gelen temsilcileri olan tarikatler, bağımsızlık hareketinin önemli figürleri olarak ortaya çıkmıştı o dönemde. Thiaroye Katliamı gibi sembolik olaylar, Nijerya halkının Fransız karşıtı sömürgecilikten kurtulma kararlılığını güçlendirmişti. Bugün de ulusal siyasetin gündemi bağımsızlık sürecindeki gibi çok hareketli.
Tarihsel arka plan
Nijer'deki bağımsızlık mücadelesi, Nijerya halkının bağımsızlık özlemini şekillendiren ve güçlendiren önemli unsurları bünyesinde barındırıyor. Nijer, halkına uygulanan açık eşitsizlikler ve adaletsizliklerle uzun bir süre Fransız sömürge yönetimi altında kaldı. Kaynakların Fransız sömürgecileri tarafından amansızca sömürülmesi ve ekonomik sömürüsü, yerel halkın yaşam koşullarını bir felakete götürdü.
İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesi Nijerya halkı arasında özgürlük ve eşitlik umutlarını yeniden alevlendirdi. Savaş sonrası dönemde Nijeryalılar bağımsızlık taleplerini daha da büyük bir şevkle dile getirdiler. Bu dönemde Nijeryalı gençler ve aydınlar, uluslarının sömürgeciliği sona erdirme arzusunun arkasında toplandılar.
Özellikle Thiaroye Katliamı, Nijeryalı askerlerin Fransız ordusu içindeki ayrımcı muameleye ve adaletsizliğe karşı isyanının doğrudan bir sonucuydu. Bu katliam Nijerya halkı için bir uyanış anı oldu ve onları adalet ve özgürlük taleplerini daha kararlı bir şekilde dile getirmeye teşvik etti.
Bu tarihsel arka plan, Nijer'in bağımsızlık mücadelesinin temelini attı. Thiaroye Katliamı gibi sembolik olaylar Nijerya halkı arasındaki bağımsızlık arzusunu daha da artırdı ve ulusun kendi kendini yönetme kararlılığını yoğunlaştırdı. Bağımsızlık mücadelesi sırasında karşılaşılan zorluklara rağmen, Nijer sonunda amacına ulaştı ve 3 Ağustos 1960'ta bağımsızlığını ilan etti. Ancak Nijeryalı Müslümanların ve tarikatlerin oynadığı önemli rol, modern İslam tarihini şekillendiren önemli bir dönüm noktası olarak hafızalarda kazındı.
Thiaroye Katliamı ve Müslümanların Öfkesi
Thiaroye Katliamı, 1 Aralık 1944'te Nijeryalı askerlerin ve diğer Afrikalı birliklerin, Fransız ordusunda hüküm süren adaletsiz muameleye ve adaletsizliğe karşı isyan etmesiyle ortaya çıktı. Bu trajik olay, Nijerya halkının öfkesini ve onların Fransız sömürge yönetimine karşı meydan okumasını simgeliyordu. Thiaroye Katliamı, yaklaşık 1.300 Nijeryalı askerin ve diğer Afrika birliklerinin katılımına tanık oldu. Katliamın temel nedeni, bu askerlerin savaş sonrası dönemde aldıkları yetersiz ücretler ve savaşın ardından yeni keşfedilen özgürlük umuduna rağmen maruz kaldıkları adaletsizlikti. Nijeryalı askerler, savaş sırasındaki fedakarlıklarının karşılıksız kalmasından dolayı öfkeliydi.
Bu askerler Thiaroye askeri hapishanesine getirildiklerinde daha iyi ücret ve koşulların iyileştirilmesini talep ettiler. Ancak Fransız yetkililer bu talepleri reddetti ve muhalefeti bastırmak için güç kullanmayı tercih etti. Katliam yüzlerce Nijeryalı askerin ölümüyle sonuçlandı ve çok sayıda asker de yaralandı. Bu trajik olay Nijerya halkının, özellikle de Müslümanların öfkesini daha da artırdı. Thiaroye Katliamı, Nijer'deki bağımsızlık hareketinin sembollerinden biri haline geldi.
Thiaroye Katliamı'nın ardından Müslüman toplum, Fransız sömürgeciliğine karşı daha da sıkı bir şekilde birleşti ve bağımsızlık mücadelesine daha büyük bir kararlılıkla katıldı. Müslümanlar adalet ve eşitlik çağrılarını yükseltmeye başlarken, Müslüman tarikatler de bu mücadeleye destek verdi. Thiaroye Katliamı, Nijerya halkının bağımsızlık özlemini yoğunlaştırdı ve Nijer halkının bunu başarma kararlılığını güçlendirdi.
Tarikatler ve Müslüman Liderlerin Rolü
Nijer'in bağımsızlık mücadelesi boyunca Müslüman tarikatleri ve liderleri, bu kritik dönemde oynadıkları önemli rol sayesinde önemli bir nüfuza sahip oldular. Ticaniyye, Senusiyye ve Kadiriyye gibi önde gelen tarikatler bağımsızlık hareketinin öncüleri olarak ortaya çıktılar ve Nijer halkının bağımsızlık arzusunun şekillenmesinde hayati roller oynadılar.
Ticaniyye Tarikati: Direnişin Sembolü
Ticaniyya tarikati, Nijer'deki bağımsızlık hareketinin sembolü haline gelmiştir. Bu tarikatin liderleri Nijerya halkına bağımsızlık ve adalet taleplerini yayma konusunda önemli bir platform sağladı. Özellikle şeyhler ve eğitimciler, tarikatin medreselerinde öğrencilere dini ve siyasi eğitim verirken halkı da istiklal hareketine aktif olarak katılmaya teşvik ediyorlardı. Ticaniyye tarikati Nijeryalı Müslümanların bağımsızlık mücadelelerinde birlikte hareket etme pratiklerini kolaylaştırdı.
Senusiyye Tarikati: Sahra'da Ayaklanmasının Öncüsü
Senusiyye tarikati güney Sahra bölgelerinde önemli bir nüfuza sahipti. Liderleri, halkı askeri örgüt altında birleştirerek bağımsızlık hareketine önemli destek sağladı. Bu tarikatin dervişleri bağımsızlık mücadelesine aktif olarak katılarak askeri ve lojistik destek sağladılar.
Kadiriyye Mezhebi: Sosyal Yardım ve Eğitim
Batı Afrika'da yaygın olan Kadiriyye tarikati Fransızlara karşı mücadelede büyük paya sahipti. Tarikat, sosyal yardım ve eğitim girişimleriyle bağımsızlık hareketine katkıda bulundu. Medreseler aracılığıyla gençlere din eğitimi veriyor, aynı zamanda sosyal yardım projeleriyle yoksul kesimlerin yaşam koşullarını iyileştiriyorlardı. Bu çabalar Nijerya halkının tarikate olan saygısını artırdı ve bağımsızlık hareketine katkılarını güçlendirdi.
Tarikatler kendilerini Nijer'in bağımsızlık mücadelesinin ayrılmaz bileşenleri olarak sağlam bir şekilde kanıtladılar. Müslüman liderler halkı harekete geçirdi, eğitim verdi ve direnişin sembolü olarak ortaya çıktlar. Tarikatler Nijerya halkının bağımsızlık kararlılığını daha da güçlendirmiş ve bu mücadelede vazgeçilmez bir rol oynamıştır. Müslümanlar ve tarikatler, Fransız sömürge yönetimine karşı adalet ve özgürlük arayışında liderler olarak tarihi bir mirası paylaşıyorlar ve modern Nijer'in inşasında etkili rol oynamaya bugün de devam ediyorlar.
Eğitim ve Sosyal Yardım Girişimleri
Nijer'in bağımsızlık mücadelesi sırasında Müslüman tarikatler, eğitim ve sosyal yardım faaliyetleri yoluyla halka önemli destek sağladılar. Bu tarikatler,, Nijeryalıların bağımsızlık mücadelesine katılımını teşvik etmede ve aynı zamanda halkın yaşam standartlarını yükseltmede önemli roller oynadılar.
Medreseler ve Din Eğitimi
Müslüman dini tarikatlar, Nijer'deki gençlere dini eğitim sağlanmasında da çok önemli bir rol oynadı. Medreseler, öğrencilere Kur'an eğitimi veren ve onlara İslam'ın temel ilkelerini öğreten kurumlar olarak hizmet ediyordu. Bu okullar Nijer gençleri arasında dini farkındalığı teşvik etti ve bağımsızlık mücadelesiyle ilgili idealleri güçlendirdi.
Şeyhler, medreselerde din eğitimi vermenin yanı sıra, öğrencilere bağımsızlık mücadelesi konusunda da eğitim veriyorlardı. Bu eğitim programları, Nijer gençliğinin bağımsızlık hareketine katılma coşkusunu artırdı ve Müslüman topluluğun bağımsızlık mücadelesine katkılarını güçlendirdi.
Toplumsal Yardım Çalışmaları
Tarikatlar, Nijer halkının yaşam koşullarını iyileştirmek için çeşitli sosyal yardım projeleri yürüttü. Özellikle Kadiriyye mezhebi, yoksulların ihtiyaçlarının karşılanmasında çok önemli bir rol oynadı. Gıda, barınma ve temel tıbbi hizmetler gibi temel ihtiyaçların sunulduğu projeler, Nijerya halkının İslam’a olan güvenini ve saygısını artırdı.
Bu toplumsal yardım girişimleri, Nijerya halkının dini tarikatları yalnızca ruhani liderler olarak değil aynı zamanda topluluklarının refahını artırmaya aktif olarak katılan kuruluşlar olarak algılamasını sağladı. Sonuç olarak Müslüman tarikatler Nijerya halkı arasında önemli bir etkiye sahipti.
Tarikatların eğitim ve sosyal yardım çabaları, Nijer halkının bağımsızlık mücadelesine katılımını güçlendirdi ve onları direnişin sembolleri haline getirdi. Bu girişimler Nijer'in bağımsızlık mücadelesinin başarısında ve modern tarihinin şekillenmesinde kritik rol oynadı. Müslümanlar ve tarikatler, Fransız sömürge yönetimine karşı adalet ve özgürlük arayışında liderler olarak tarihi bir mirasa sahipler ve bugün de bu mirası sürdürüyorlar.
Sonuç ve Geleceğe Bakış
Nijer'in bağımsızlık mücadelesi önemli ölçüde Müslüman tarikatlerin ve liderlerin katkılarıyla şekillendi. Thiaroye Katliamı gibi sembolik olaylar Nijerya halkının özgürlük ve adalet çağrılarını artırmış, onların bağımsızlık mücadelesi konusundaki kararlılığını güçlendirmiştir.
Bu tarikatlar, dini liderler ve medrese okulları genç nesillerin özlemlerini besleyerek bağımsızlık hareketinin ideallerini güçlendirdi. Eş zamanlı olarak sosyal yardım projeleriyle yoksul kesimlerin yaşam koşulları iyileştirildi. Bu çok yönlü yaklaşım, Müslüman tarikatların yalnızca ruhani liderler olarak değil, aynı zamanda topluluklarının refahını artırmaya hararetle adanmış kuruluşlar olarak algılanmasını sağladı.
Nijer, bağımsızlık mücadelesi sonucunda 3 Ağustos 1960'ta bağımsızlığına kavuştu. Bununla birlikte, bağımsızlık sonrası dönemde Müslümanlar ve tarikatler ülkenin kalkınmasında çok önemli bir rol oynadılar. Adalet, eşitlik ve özgürlük ilkelerini koruyarak Nijer halkının refahını artırmaya çalıştılar.
İleriye baktığımızda Nijer halkı, ulusunu daha da geliştirmeyi arzulayarak bağımsızlık mücadelesinin mirasını sürdürüyor. Müslümanlar ve tarikatler Nijer'in geleceğinin ayrılmaz bir parçası olmaya devam edecek. Başta eğitim ve sosyal yardım olmak üzere süregelen çabaları sayesinde Nijer’e katkıda bulunacaklar.
.
Değerlerin boşluğu: Kültürel mirasımızın yitirilişi -----
Son 10 yılda dünya genelinde gördüğümüz LGBT saldırganlığı çok açık bazı gerçeklere işaret etmektedir. Karanlık niyetlerini korkusuzca ortaya serip, insanları etkilemek için abartılı örneklerle oynayarak ve hedef göstererek, istedikleri konuların toplumsal zihinlerde yeşermesine kapı aralıyorlar. Peki biz bizi biz yapan çoğu değerlerimizi hurafe kıskacında eritirken ne yaptık? Hakikaten, saldırdığımız şeyin ve ortadan kaldırdığımız değerlerin mahiyetini, toplumsal dokuda ne rolleri olduğunu, ne görevleri ve anlamları taşıdığını kaçımız düşünüyoruz, kaçımız bu hususta merak sarıyoruz?
Hurafe diyerek yıktıklarımızdan geri kalan boşlukların asla boş kalmayacağı ve her seferinde daha derinlemesine ve üstün bir biçimde doldurulması gerektiği gerçeğini içselleştirmiş değiliz. Sadece niyetimizin temiz olduğunu idrak ediyoruz. İşte bu yüzden bu boşlukların, ilahi bir el tarafından doldurulacağı ümidiyle avunuyoruz. Fakat acı bir şekilde, beklediğimiz gibi bu işlem gerçekleşmiyor.
Gerçekte, bu boşlukları, onları meydana getirmemiz için sürüklenenler dolduruyor. Örneğin, cami, tekke, dergah ve zaviyeleri hurafe ve sapkınlık yatakları olarak tasvir ediyorlar. Biz de bu tasvirleri kabul ediyor ve dergahları, tekkeyi terk ediyoruz. Lakin neden insanların bu mekanlara yöneldiklerine dair pek az kavrayışımız vardı ve terk ettiğimiz bu değerleri nasıl tekrar canlandırabileceğimize dair hiçbir fikrimiz yoktu. Şu anki dönemde ise, televizyonları, alışveriş merkezlerini, sinemaları, stadyumları, bilardo salonlarını ve barları öneriyorlar... Televizyon izlemek, oyun oynamak, sosyal medya kullanmak, spor yapmak, alışveriş merkezlerinde dolaşmak gibi eylemler, hurafe ya da günah olmadığını kabul ederken, neden tekkelerde gerçekleştirilen zikirleri hurafe ve sapkınlık olarak nitelendiriyoruz? Bu iki yüzlülüğü sorgulayamıyoruz.
Mesela, 30-40 yıl önce anlatılan menkıbelerde Hz. Ali'nin kılıçtan etkilenmediği, okların ona isabet etmediği ifade edilirdi. Yalnızca namaz kıldığı sırada cildinin yumuşadığı rivayet edilirdi. Hz. Ali'nin Hayber Kalesi'nin demir kapısını tek bir tekmeyle yerle bir ettiği ve hatta bu kapıyı bir kalkan olarak kullanabildiği hikayeleri anlatılırdı. Bu hikayeleri hurafe olarak kabul edip reddettik. Aynı şekilde süper kahramanların da kılıçlardan etkilenmediği, kurşunlara karşı dayanıklı olduğu ve binlerce düşmanı yenebileceği anlatılır. Lakin bu tür hikayelere hurafe gözüyle bakmıyoruz. İronik olan, Hz. Ali'nin kahramanlıklarını sorgularken, süper kahramanların olağanüstü yeteneklerine kuşkuyla yaklaşmamızdır.
Bu tür hikayelerin gerçekte çocukların kahramanlık arzularını tatmin ettiğini, bu kahramanların vasıtasıyla ahlaki değerlerin, erdemlerin ve manevi rehberliğin aktarıldığını görmeliyiz. Bu yüzden çocuklarımız artık farklı kahramanlar yerine süper kahramanların dünyasında büyüyorlar. Geleneksel aile düzenini eleştirerek, kadının ezildiğini, sömürüldüğünü ve mahvolduğunu öne sürdüler. Erkeklik özellikleri kötü örneklerle ilişkilendirilerek aşağılandı. Erkek, ailenin reisi olmaktan çıkarılıp yalnızca maddi destek sağlayan bir araç haline getirildi. Babalarının evden kovulduğu durumda çocuklar annelerine emanet edildi. Anne, rahminin esirgeme ve koruma amaçlı olduğu, terbiyeye uygun olmadığı iddiası da değerini yitirdi.
Ulema, hocalar, şeyhler ve melekler hakkındaki saygımız azaldı. Kullandığı kelimelerin anlamını dahi bilmeyen gençler tarafından aşağılandılar, dinleri küçümsendi. Artık toplumun dinleyeceği, öğüt alacağı mümin liderleri kalmadı. Yeni öğretmenlere alan açmak için önde gelen düşünürlerimizin prestiji sarsıldı, etkileri zayıflatıldı ve görüşleri göz ardı edildi. Gazali, Arabi, Teymiye, Mevdudi, Geylani, Ebu Hanife… tüm bu büyük isimler değersizleştirildi ve taşıdıkları değerlerle birlikte boşluğa sürüklendiler. Sonrasında ise başka birileri geldi ve boş kalan yerleri doldurdu. Sayıları giderek artan "uzman elit" sınıfı, bize rehberlik etmek üzere gönderildi. Fakat bu uzmanlar genellikle sığ bilgiler sunmaktan öteye geçemediler. Ahlaki erdemleri, edebi zarafeti, haya duygusunu, merhameti ve manevi değerleri fazla anlatmadılar.
Sonuç olarak, geleneksel değerlere yönelik saldırılar sonucunda, Batı kültürünün tesiri altına girdik. Sünnet, hadis ve menkıbeler gibi önemli unsurlar da hedef alındı ve tahrip edildi. Geleneksel giyim tarzları ve müzik türleri yerine Batı tarzı giyim ve müzik tercih edildi.
Bu süre zarfında, ahlaki değerlerimizi ve kültürel mirasımızı yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kaldık. Şimdi Batı’nın hurafelerini de sorguluyoruz hamdolsun ancak daha değerli ve anlam yüklü unsurlarla doldurmadıkça, toplumsal daha derin bir kopuş kaçınılmaz olabilir.
Tanzanya'nın bağımsızlık mücadelesi sürecinde Müslüman liderlerin katkıları
Tanzanya'nın bağımsızlık sürecinde birçok Müslüman lider ve öncü isim, toplumsal birliği teşvik ederek ve bağımsızlık idealini yönlendirerek önemli roller üstlendi. Bazı duruş ve kararları tartışılsa da Abeid Amani Karume gibi Müslüman liderler, ulusal birliği ve dayanışmayı teşvik ederek bağımsızlık hareketini yönlendirmişlerdir.
Müslüman Liderlerin Katkısı
Tanzanya'nın bağımsızlık sürecinde Müslüman liderler önemli rol oynadılar. Özellikle Zanzibar adaları gibi Müslüman yoğunluğuna sahip bölgelerdeki liderler, toplumsal birliği ve dayanışmayı teşvik ederek toplumu harekete geçirdiler. Abeid Amani Karume, Tanzanya'nın bağımsızlık hareketi ve sonrasında Zanzibar'ın ilk devlet başkanı olarak görev yapan önemli bir liderdi. Zanzibar'ın bağımsızlık mücadelesi sırasında Müslüman topluluğunun temsilcisi olarak öne çıktı. Karume, 4 Ağustos 1905 tarihinde Zanzibar'da doğdu. Genç yaşlarda öğrenim gördü ve ardından siyasi fikirler edinmeye başladı. Zanzibar, 1963 yılında bağımsızlık ilan ettiğinde Abeid Amani Karume, Zanzibar İlerleme Partisi'nin lideri olarak siyasi sahneye çıktı. Karume, siyasi görüşlerini sosyalist ve pan-Afrikanist fikirlerle birleştirerek Zanzibar'ın bağımsızlığını savundu. Devrimin ardından Zanzibar'ın ilk devlet başkanı oldu. Bu dönemde Zanzibar ve Pemba Adaları, Zanzibar Halk Cumhuriyeti adı altında birleştirildi.
Sömürge sonrası ayağa kalkışı planladılar
Karume, Tanzanya'nın kuruluş sürecinde de etkili oldu. 1964 yılında Zanzibar ve Tanganyika'nın birleşmesiyle Tanzanya adı altında birleşik bir devlet kuruldu. Julius Nyerere ile yakın işbirliği yaparak Tanzanya'nın siyasi ve toplumsal yapısını şekillendirmede önemli rol oynadı. Karume döneminde, toprak reformları ve diğer sosyal politikalar yoluyla toplumsal eşitsizliklere müdahale edildi. Tarım, endüstri ve diğer sektörlerdeki kalkınma projelerine odaklanılarak ekonomik büyümeyi teşvik etmeye çalışıldı. Karume, 7 Nisan 1972'de suikast sonucu hayatını kaybetti. Suikast, Zanzibar'daki siyasi ve toplumsal karışıklıkların bir parçası olarak gerçekleşti. Abeid Amani Karume, Tanzanya'nın bağımsızlık süreci ve sonrasında Zanzibar'ın liderliğinde önemli bir rol oynayan bir figürdür. Özellikle Zanzibar Devrimi ve Tanzanya'nın birleşmesi süreçlerindeki liderliği ve sosyal reform çabaları ile hala hatırlanıyor.
Tanzanya’nın yol haritasını belirlediler
Rashidi Mfaume Kawawa da Tanzanya’nın bağımsızlık sürecinde önemli roller üstlenmiş Müslüman bir liderdir. 1926 yılında Tanzanya'nın Ruvuma Bölgesi'nde doğdu. Eğitimine yerel okullarda başladıktan sonra, ardından Tabora'daki İslami İleri Okulu'nda öğrenim gördü. Daha sonra Uganda'daki Makerere Üniversitesi'nde hukuk eğitimi aldı.Kawawa, Tanzanya'nın bağımsızlığına giden yolda önemli bir figürdü. Bağımsızlık hareketinin önde gelen figürleri arasında yer aldı. Bağımsızlık sonrası dönemde, ülkenin ilk yıllarında hükümetin çeşitli bakanlık pozisyonlarında görev aldı. Ekonomik gelişme, eğitim ve sağlık alanlarında çalışmalar yaptı.Aynı zamanda Tanzanya'nın uluslararası ilişkilerini yönetmiş ve Soğuk Savaş döneminde tarafsız dış politika izlemiş bir lider olarak öne çıkmıştır.Ülkesini Afrika Birliği gibi uluslararası platformlarda temsil etti ve Tanzanya'nın bağımsızlık mücadelesi ve kalkınma çabalarını uluslararası arenada tanıttı.
Emperyalizme ve Kapitalizme karşı Afrikalıların birliği düşüncesi
Tanzanyalı bir siyasetçi, yazar ve düşünürAbdulrahman Mohamed Babu ise Tanzanya'nın bağımsızlık mücadelesi dönemindeki etkisi ve Pan-Afrikanizm ile Marksizm arasındaki birleştirici görüşleriyle tanınıyor. 1924 yılında Zanzibar'da doğdu. Eğitimine Zanzibar'da başladıktan sonra, öğrenimini İngiltere'deki Manchester Üniversitesi'nde sürdürdü. Burada siyaset, felsefe ve ekonomi alanlarında eğitim aldı ve düşünsel temellerini oluşturdu. Tanganyika Afrika Ulusal Birliği (TANU) partisinin bir üyesi olarak, bağımsızlık sürecinde önemli bir rol oynadı. TANU, farklı etnik ve dini grupları birleştiren bir ulusal hareket olarak Tanzanya'nın bağımsızlığına giden yolda etkili oldu. Babu, Afrika'nın emperyalizme ve kapitalizme karşı birlik içinde durması gerektiğine inanıyordu. Bu nedenle, Afrika'nın bağımsızlığını ve ekonomik kalkınmasını sağlayabilmek için hem bağımsızlık hem de sosyalist değerlerin birleştirilmesi gerektiğini savunuyordu.Babu'nun görüşleri, Tanzanya'nın bağımsızlık sonrası döneminde de etkisini sürdürmüş, ülkenin siyasi ve felsefi sahnesine katkıda bulunmuştur. Babu'nun düşünceleri, Afrika'nın kalkınması ve birlik içinde hareket etmesi konularında hala değerli bir kaynaktır.
İstikrarı Müslüman liderler sağladı
Tanzanyalı bir siyasetçi ve devlet adamı olan Ali Hassan Mwinyi de Tanzanya'nın ikinci devlet başkanı olarak görev yaparken Tanzanya’nın bağımsızlık süreçlerinde de büyük hizmetleri olmuştur. 8 Mayıs 1925 tarihinde Zanzibar'da doğdu. Genç yaşlarda eğitim aldı ve siyasi fikirler geliştirmeye başladı. Tanzanya, 1961 yılında bağımsızlığını kazandığında, Mwinyi siyasi arenada etkili bir rol oynamaya devam etti ve 1985 yılında Tanzanya'nın ikinci devlet başkanı oldu. Mwinyi dönemi, ülkenin kalkınma ve ekonomik reformlarını hedefleyen politikalara odaklanan bir dönem olarak bilinir. Mwinyi, serbest piyasa reformlarına yönelik adımlar attı ve yabancı yatırımı teşvik etti. Ülkede çok partili seçimlerin gerçekleştirilmesine yönelik adımlar attı ve siyasi çeşitliliği teşvik etti. Ali Hassan Mwinyi, Tanzanya'nın bağımsızlık sonrası döneminde siyasi sahnede etkili bir lider olarak yer aldı. Ekonomik reformlar, bölgesel diplomasi ve demokratik açılımlar konusundaki katkılarıyla tanınır. Mwinyi'nin liderliği, ülkenin kalkınmasına ve istikrarına önemli katkılarda bulundu.
Sonuç
Müslüman topluluğunun bağımsızlık mücadelesindeki etkisi elbette sadece liderlerle sınırlı değildir. Dini kurumlar, Camiler, medreseler ve İslami okullar, bağımsızlık idealini ve ulusal kimliği desteklemek amacıyla genç nesillerin eğitimini sağlamıştır.Tanzanya'nın bağımsızlık mücadelesi sürecindeki öncü isimlerin ve Müslüman topluluğunun katkıları, ülkenin birlik ve beraberlik içinde ulusal kimliğini oluşturmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu katkılar, Tanzanya'nın tarihindeki önemli bir dönüm noktasını temsil ederken, bağımsızlık idealinin ve toplumsal dayanışmanın güçlendiği bir süreci yansıtmaktadır.
***
Yürekleri ısıtan bir ışık
Türkiye Diyanet Vakfı'nın Suriye'nin zorlu koşullarında yaptığı hizmetler, yürekleri ısıtan bir ışık gibi parlıyor. Türkiye’nin kontrolü altındaki İdlib'de inşa edilen 'İyilik Konutları', iç savaşın yaralarını saran bir dokunuş olarak hayata geçiyor. Ülkelerini terk etmek zorunda kalan milyonlarca Suriyeli için bu konutlar, sıcak bir yuva olma amacıyla yükseliyor. Türkiye Diyanet Vakfı, onların acılarını hafifletmek, kendi vatanlarında kalarak geleceklerini aydınlatmak için çaba sarf ediyor.
Türkiye’nin kontrolündeki bölgelerde yapılan briket konutlar sadece ev değil, umutlarla örülmüş birer destan gibiler. Bu evlerin yanı sıra okullar, camiler ve kültür merkezleri yükseliyor. Eğitim, geleceği inşa etmenin temel taşıdır. TDV, Suriye'nin dört bir yanında eğitim kurumlarıyla binlerce yetimi aydınlatıyor. Anaokulları, öğrencilerin gülümsemelerine, umutlarına rehberlik ediyor. Yetimler için kurulan kamplar, sevgi ve merhametle dolu bir sığınak sunuyor. Bu kamplar, yaralarını saran, umutlarını yeşerten yerlerdir. Savaşın gölgesinde kalan bu çocuklar için Türkiye Diyanet Vakfı, ışık ve sevgi kaynağı oluyor.
Kıymetli dostum Mahmut Temelli ve onun az kişilik dev ekibi ile beraber ziyaret ettiğimiz okullar, yetimhaneler, yaşam merkezleri ve iyilik konutları gibi daha birçok güzel emanet Türkiye’nin kontrolü altındaki bölgelere nasıl önem verdiğini de gösteriyor.
Eşimle beraber ziyaret ettiğimiz Beytüsselam Köyü, bir ailenin gücünü artırmak, çocukları topluma kazandırmak için kurulmuş bir köy. Bu köy, TDV'nin sevgi dolu elleriyle inşa edilen bir umut köyü. TDV'nin yaptığı bu çalışmalar, sadece betonarme ve tuğla değil, insanlığın en temel değerlerini temsil ediyor. Savaşın acımasızlığına karşı, sevgi ve yardım elini uzatma cesaretiyle şekilleniyor.
TDV, Suriye'deki hayırseverlerin destekleriyle gerçekleşen bu yardım faaliyetleriyle, milyonlarca insana umut aşılamaya devam ediyor. Sıcak yemekler, giyim yardımları, eğitim fırsatları, barınma imkanları, her biri insanlığın merhamet elçileri tarafından sunulan armağanlar.
Suriye'de yaşanan zorluklar, Diyanet Vakfı'nın çalışmalarının ne kadar değerli olduğunu bir kez daha gösteriyor. İç savaşın başından itibaren uzanan bu yardım eli, her bir insana umut ışığı taşıyor.
Suriyeli çocukların soğukta titremesi, yürekleri burkan bir gerçek. Ancak Türkiye Diyanet Vakfı, "Yolun İyilik Olsun" temasıyla, onların daha güvenli ve sıcak bir yaşam sürdürebilmeleri için mücadele ediyor. Siz de bu iyilik hareketine katılarak, Suriyeli kardeşlerimize umut olabilirsiniz. Bir çocuğun gülümsemesini yeniden yeşertmek için, sevgi ve yardım elinizi uzatabilirsiniz.
.
İstanbul'un tarihinin ve bilgisinin kucaklayan mekânı: Rami Kütüphanesi
İstanbul'un derin tarihini keşfetmeye, bilginin ve kültürün izini sürmeye hazır mısınız? Kültür Bakanlığı'nın özenle yürüttüğü restorasyon, renovasyon ve inşa çalışmalarıyla yeniden hizmete sunulan Rami Kütüphanesi, sadece bir kütüphane değil, aynı zamanda geçmişin tanığı, geleceğin kaynağı olarak sizi bekliyor.
250 yıllık tarihi ihtişamıyla, Rami Kütüphanesi adeta bir zaman makinesi gibi. Bu büyülü mekân, tarihî Rami Kışlasının yenilenmiş haliyle İstanbul'un en büyük yaşayan kütüphanesi. Daha önce hiç tatmadığınız bir deneyimi sizlere sunan Rami Kütüphanesi, bireysel ve grup okuma salonlarından etkinlik alanlarına, atölyelerden engelli merkezine kadar pek çok kullanım olanağına ev sahipliği yaparak sizi bekliyor.
Kütüphanenin her bir köşesi, farklı ilgi alanlarına sahip her yaştan okuyucuya kucak açıyor. Zengin ve nitelikli kitap koleksiyonlarıyla donatılan Rami Kütüphanesi, araştırma yapmak isteyenlerden macera dolu hikayeler arayan çocuklara kadar herkesi kendine çekiyor. Kütüphane Müdürümüz Ali Çelik Bey’in misafirperverliği ve Gülsüm hanımın rehberliğinde biz de geçenlerde eşim ve çocuklarımla beraber eşsiz bir deneyim yaşadık. Hakikaten gitmek, görmek ve mümkünse burada zaman geçirmek bile çok güzel.
İstanbul'un en büyük oturma kapasitesine sahip kütüphanesi olan Rami Kütüphanesi, 4200 kişilik oturma alanıyla sizleri rahat ve huzurlu bir okuma ortamında ağırlıyor. Ayrıca, 36.000 m² kapalı alan ve 51.000 m² yeşil alanıyla adeta bir kültür ve doğa cenneti haline gelen bu kütüphane, dünyanın en büyük kapalı peyzaj alanına sahip olma özelliğiyle de sizi büyüleyecek.
Rami Kütüphanesi, sadece kitaplara sığmayan bir deneyim sunuyor. Kendinizi kitaplara bırakmak istediğinizde ise 7/24 açık okuma salonları, çocuk kütüphanesi, gençlik kütüphanesi, yetişkin kütüphanesi ve daha birçok özel alanla karşılaşacaksınız. Bu mekân sadece bir kütüphane değil, aynı zamanda bir yaşam alanıdır.
Sürdürülebilirlik ve geleceğe aktarım ilkesiyle tasarlanan Rami Kütüphanesi, Türkiye'nin ilk Biosphere Sürdürülebilir Müze Sertifikası'na sahip. Kadim bilginin korunması ve gelecek nesillere aktarılmasına katkı sağlayan Şifahane, el yazmalarının ve nadir matbu eserlerin onarımını özenle gerçekleştiriyor.
Rami Kütüphanesi, tarihle doğanın kucaklaştığı, okumakla sanatın iç içe geçtiği bir dünya sunuyor. İstanbul Rami Kışlasında yer alan bu benzersiz mekân, sizleri tarihin ve bilginin derinliklerine çekiyor. Geleceğe açılan bu kapıdan içeri adım atın ve Rami Kütüphanesi'nin büyülü dünyasını keşfetmeye başlayın. Unutmayın, bu mekân sadece bir kütüphane değil, İstanbul'un ve Türkiye'nin kültürel mirasının canlı bir yansımasıdır.
.
Depremin Türkiye'deki Yıkım ve Helak Boyutu
6 Şubat tarihinde yaşanan deprem, Türkiye'nin pek çok ilini etkilemiş ve binlerce yapıda hasara neden olmuştur. Bu yazıda, depremin yıkım boyutunu nüfusa oranla analiz ederek, felaketin büyüklüğünü farklı bir dilde ifade etmeyi amaçlıyoruz.
1. Türkiye'deki Yıkımın Genel Analizi:
Çevre Bakanlığı verilerine göre deprem bölgesindeki illerdeki 5 milyon 919 bin 872 bağımsız bölüm içinde yer alan 2 milyon 193 bin 209 yapı incelenmiştir. Bu yapılar arasında 872 bin 59 bağımsız bölüm olan 311 bin 196 yapının yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır ve orta derecede hasar görmüş olduğu tespit edilmiştir.
2. İl Bazında Yıkım Oranları:
Depremin etkilediği il ve ilçelerdeki yapıların durumu ayrıntılı olarak analiz edilmiştir. Çevre bakanlığının yaptığı analizlere göre;
• Gaziantep'te; 62 bin 120 bağımsız bölüm içinde 26 bin 262 yapı yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır ve orta hasarlıdır.
• Kahramanmaraş'ta; 143 bin 350 bağımsız bölüm içinde 55 bin 896 yapı yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır ve orta hasarlıdır.
• Malatya'da; 131 bin 910 bağımsız bölüm içinde 45 bin 775 yapı yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır ve orta hasarlıdır.
• Hatay'da; 329 bin 10 bağımsız bölüm içinde 98 bin 527 yapı yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır ve orta hasarlıdır.
• Adıyaman'da; 84 bin 401 bağımsız bölüm içinde 35 bin 263 yapı yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır ve orta hasarlıdır.
• Kilis'te; 5 bin 41 bağımsız bölüm içinde 3 bin 40 yapı yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır ve orta hasarlıdır.
• Elazığ'da; 18 bin 674 bağımsız bölüm içinde 8 bin 54 yapı yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır ve orta hasarlıdır.
• Adana'da; 22 bin 759 bağımsız bölüm içinde 6 bin 62 yapı yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır ve orta hasarlıdır.
• Osmaniye'de; 25 bin 850 bağımsız bölüm içinde 11 bin 446 yapı yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır ve orta hasarlıdır.
• Şanlıurfa'da; 22 bin 464 bağımsız bölüm içinde 12 bin 728 yapı yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır ve orta hasarlıdır.
• Diyarbakır'da; 26 bin 480 bağımsız bölüm içinde 8 bin 143 yapı yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır ve orta hasarlıdır.
3. Nüfusa Oranla Yıkılacak Evler:
Türkiye'nin nüfusu 84 milyon olarak kabul edilsin ve her evde ortalama 5 kişi yaşadığını düşünelim. Buna göre, Türkiye'deki toplam bağımsız bölüm sayısı şu şekildedir:
Toplam bağımsız bölüm sayısı = 84 milyon (nüfus) x 1 ev / 5 kişi = 16.8 milyon bağımsız bölüm
Depremin etkilediği bölgelerde yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır ve orta hasarlı olan yapı sayısı 872 bin 59'dur.
Nüfusa oranla yıkılacak olan yapıların oranı şu şekildedir:
Yıkılacak yapı oranı = (872,059 / 16,800,000) x 100 ≈ 5.19%
4. Afetin Boyutu:
Yukarıdaki hesaplamalara göre, deprem sonucunda Türkiye genelindeki bağımsız bölümlerin yaklaşık %5.19'u yıkılmış, acil yıkılması gereken, ağır ve orta hasarlıdır. Bu durum, büyük bir felakete işaret etmektedir. İnsanların yaşamlarını ve evlerini kaybetmiş olmaları, ailelerin dağılması, toplulukların yerleşim alanlarının büyük ölçüde etkilenmesi, ekonomik kayıplar ve sosyal travmalarla sonuçlanan bir helak durumudur bu açık bir şekilde.
Sonuç:
6 Şubat depremi, Türkiye'de büyük ölçüde yıkıma ve acıya neden olmuş, pek çok insanın yaşamlarını değiştirmiştir. Nüfusa oranla hesaplanan yıkılan yapı oranı (%5.19), bu felaketin boyutunu göstermekte ve depremin ciddiyetini vurgulamaktadır. Bu tür doğal afetlerin etkisini minimize etmek için, güçlü altyapılar, yapıların güvenliği ve toplum bilincinin artırılması gibi önlemlerin alınması hayati öneme sahiptir.
On binlerce insan hayatını kaybetmiş, yüzbinlerce binada yapısal hasar oluşmuş ve yüz binlerce insanın evsiz kalmasına sebep olmuştur. Yaşanan bu kayıplar, bir daha geri gelmeyecek olan insanların eksikliğini ve değerli hayatların yerine konulamayacağını acı bir şekilde hatırlatmaktadır.
Depremin milli servete verdiği zarar da oldukça büyüktür. Yıkılan binalar, iş yerleri, altyapı ve diğer varlıkların kaybı, ekonomik olarak ülkeyi derinden etkilemiş ve uzun süreli bir toparlanma süreci gerektirmiştir. Bu felaketin ekonomik sonuçları, birçok insanın geçimini sağlama gücünü ve işlerini kaybetmesine yol açmıştır.
Depremin neden olduğu yaralanmalar, fiziksel acıların yanı sıra psikolojik boyutu da önemli bir sorundur. Depremin şiddeti ve sonuçları, birçok insan üzerinde derin bir travma bırakmış, kaygı ve korkulara yol açmıştır. Bozulan psikolojiler, toplumun ruh sağlığını etkilemiş ve uzun dönemli destek ve tedavi ihtiyacını doğurmuştur.
Bu felakette ortaya çıkan denetimsizlik ve yapıların kötü yapılması, dayanıksız olması gibi sorunlar, olayın boyutunu daha da vahim kılmaktadır. Depremin bu kadar büyük etkiler yaratmasının temel nedenlerinden biri, yapıların yeterli denetim ve standartlara uygun inşa edilmemesi, güvenlik önlemlerinin yeterince alınmamış olmasıdır. Denetimsizlik ve sorumsuzluk, bu felaketin daha da büyümesine ve daha fazla can kaybına yol açmıştır.
Bu olayda, kimsenin hesap vermemesi ve hesap sormaması da büyük bir eksiklik olarak görülmelidir. Toplum, böylesine büyük bir felaketin ardından sorumluların hesap vermesini, benzer olayların önüne geçmek için önlemler alınmasını beklemektedir. Ancak denetimsizlik ve yapısal sorunların yarattığı ihmaller, bu beklentinin karşılanmasını zorlaştırmaktadır.
Sonuç olarak, 6 Şubat depremi, Türkiye'nin karşılaştığı en büyük felaketlerden biridir ve birçok acı olayı içinde barındırmaktadır. Yaşanan kayıpların yerine konulamayacağı, milli servetin zarar görmesi, ekonomik sıkıntılar, yaralanmalar ve psikolojik travmalar, denetimsizlik ve yapısal sorunların derin izler bıraktığı açıktır. Bu felaket, toplum olarak daha güvenli ve dayanıklı bir gelecek için gereken dersleri almalı ve önlemleri ciddiyetle ele almalıyız. Güçlü bir afet yönetimi, yapı denetimi ve bilinçli bir toplum olarak gelecekte benzer felaketlerin etkilerini en aza indirmeliyiz.
.
Fransız müdahalesi ve Ruanda Soykırımının insanlığa verdiği ağır yük
1994 Ruanda Soykırımı, kapsamlı tarihsel ve siyasi analizlerin konusu olmuştur. Biz de elimizden geldiğince Fransa'nın bu trajik olaydaki rolünü incelemeye, Hutu liderliğindeki hükümete verdikleri desteğin arkasındaki motivasyonları ele almaya ve Fransız müdahalesinin boyutunu analiz etmeye çalışacağız. Ayrıca, işlenen zulmün ciddiyetini vurgulamak için soykırımın kendisine genel bir bakış sağlayacağız.
Giriş
Nisan ve Temmuz 1994 arasında gerçekleşen Ruanda Soykırımı, yaklaşık 800.000 Tutsi ve ılımlı Hutu'nun toplu katliamıyla sonuçlandı. Bu etnik temizlik, iktidarı sürdürmeyi ve Tutsi azınlığı bastırmayı amaçlayan Hutu liderliğindeki hükümet tarafından yönetildi. Uluslararası toplumun etkili bir şekilde müdahale etmemesi geniş çapta eleştirildi, ancak özellikle Fransa'nın rolü tartışma konusu olmaya devam ediyor. Bu makalede Fransızların Ruanda hükümetine verdiği desteğin arkasındaki nedenleri araştırıyor ve soykırıma katılımlarının boyutunu değerlendiriyoruz.
Fransız Katılımı: Arka Plan ve Motivasyonlar
Jeopolitik Çıkarlar:
Fransa'nın Ruanda'daki müdahalesi, ülkenin eski Afrika kolonilerinde nüfuzunu korumaya çalıştığı 1990'ların başına kadar çok açıktır. Eski bir Belçika kolonisi olan Ruanda, bölgede stratejik bir müttefik olarak görülüyordu ve Fransa'nın ABD ve Birleşik Krallık ile tarihsel bağları olan Uganda gibi Anglofon ülkeleri dengelemesine izin veriyordu. Fransa'nın Hutu liderliğindeki hükümete verdiği destek, bölgedeki nüfuzunu koruma ve genişletme arzusundan kaynaklanıyordu.
Askeri Destek:
Fransa, Ruanda hükümetine eğitim, silah ve lojistik destek dahil olmak üzere önemli askeri yardım sağladı. Fransız liderliğindeki bir Birleşmiş Milletler (BM) misyonu olan Turkuaz Operasyonu kapsamında, Fransız kuvvetleri Haziran 1994'te Ruanda'ya müdahale etti.
Siyasi ve Diplomatik Destek:
Soykırım boyunca Fransa, kitlesel vahşet kanıtları artarken bile Ruanda hükümetiyle yakın bağlarını sürdürdü. Fransız diplomatlar şiddetin boyutunu küçümsedi ve Fransa, BM Güvenlik Konseyi'nde hükümeti desteklemeye devam ederek daha güçlü bir uluslararası tepkiyi etkili bir şekilde engelledi.
Ruanda Soykırımı: Kısa Bir Bakış
Kökenler:
Ruanda Soykırımının kökleri, çoğunluktaki Hutu ve azınlıktaki Tutsi nüfus arasındaki uzun süredir devam eden etnik gerilimlerde yatmaktadır. Bu gerilimler, Belçikalı sömürgecilerin Tutsi azınlığı destekleyerek onlara siyasi ve ekonomik avantajlar sağladığı sömürge dönemiyle daha da arttı.
Tetikleyici Olaylar:
Bir Hutu olan Ruanda Devlet Başkanı Juvénal Habyarimana'nın 6 Nisan 1994'te öldürülmesi soykırımın katalizörü oldu. Aşırılık yanlısı Hutu unsurları birkaç saat içinde Tutsileri ve ılımlı Hutuları hedef alan sistematik bir şiddet kampanyası başlattı.
Soykırım:
Yaklaşık 100 gün boyunca tahminen 800.000 kişi öldürüldü. Ruanda ordusu ve Interahamwe gibi hükümet destekli milisler, vahşetlerin çoğunu gerçekleştirirken, sıradan vatandaşlar genellikle katılmaya zorlandı veya teşvik edildi. Soykırım Temmuz 1994'te Tutsi liderliğindeki Ruanda Yurtsever Cephesi'nin (RPF) başkent Kigali'yi ele geçirmesiyle sona erdi.
Ne öğrenildi?
Ruanda Soykırımı, uluslararası müdahalenin karmaşıklığını ve otoriter rejimleri desteklemenin potansiyel sonuçlarını ortaya çıkarttı. Fransa'nın soykırımdaki rolü, dış politika kararlarının siyasi ve insani sonuçlarını dikkatle değerlendirmenin önemini gözler önüne serdi. Ayrıca, uluslararası toplumun Ruanda'ya etkili bir şekilde müdahale etmedeki başarısızlığı, kitlesel mezalimlerin önlenmesine öncelik verilmesi gereği konusunda uyarıcı bir masal görevi görüyor.
Sorulamayan hesap
Son yıllarda Fransa, Ruanda Soykırımı'ndaki rolünü ele almak için adımlar attı. 2019'da Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Fransa'nın soykırıma katılımını araştırmak için bir komisyon kurulduğunu duyurdu. Mart 2021'de yayınlanan komisyon raporu, Fransa'nın "ezici sorumluluğunu" kabul etti, ancak eylemlerini soykırımın suç ortağı olarak etiketlemekten kaçındı. Ancak bu tanıma, hesap verebilirlik ve Fransa ile Ruanda arasında uzlaşmaya yönelik önemli bir adımı işaret ediyor.
Neler yapılabilir, çıkarımlar ve öneriler
Soykırımı Önlemeye Yönelik Uluslararası Mekanizmaların Güçlendirilmesi:
Ruanda Soykırımı, kitlesel vahşeti önlemek ve bunlara yanıt vermek için güçlü uluslararası mekanizmalara duyulan ihtiyacın önemli bir göstergesi oldu. Uluslararası toplum erken uyarı sistemlerine yatırım yapmalı, uluslararası aktörler arasındaki koordinasyonu geliştirmeli ve BM'nin krizlere etkili bir şekilde yanıt verecek donanıma sahip olmasını sağlamalıdır.
İnsan Haklarını ve Hesap Verebilirliği Teşvik Etmek:
Fransa ve diğer ülkeler, dış politika kararlarında insan haklarının geliştirilmesine ve hesap verebilirliğe öncelik vermelidir. İnsan hakları ihlalleri geçmişi olan otoriter rejimleri desteklemenin ciddi ve uzun süreli sonuçları olabilir. Gelecekteki soykırımları önlemek için uluslar, kısa vadeli jeopolitik çıkarlardan çok insan haklarının korunmasına öncelik vermelidir.
Uzlaşma ve İyileşmeyi Teşvik Etmek:
Hem Fransa hem de Ruanda, uzlaşma ve iyileşme için çalışmaya devam etme sorumluluğuna sahiptir. Bu, geçmişteki hataları kabul etmeyi, etnik gruplar arası diyaloğu güçlendirmeyi amaçlayan girişimleri desteklemeyi ve soykırım kurbanları için adaleti teşvik etmeyi içerir.
Sonuç
Sonuç olarak, Ruanda Soykırımı'ndaki Fransız müdahilliğinin karmaşıklıklarını anlamak ve ele almak, gelecekte benzer trajedilerin önlenmesi için elzemdir. Fransızların Hutu liderliğindeki hükümete verdiği desteğin motivasyonlarını ve sonuçlarını inceleyerek, insan haklarına öncelik vermenin, soykırımı önlemek için uluslararası mekanizmaları güçlendirmenin ve uzlaşma ve iyileşmeyi teşvik etmenin önemi hakkında değerli dersler öğrenebiliriz.
.
Toplumsal mirasın izleri ve 'unutma'
Günümüzde tarih, hafızamızın derinliklerine gömülen anılarla dolup taşmış bir kitap gibidir. 1911 tarihli Britannica'nın 11. Baskısı'ndan bir alıntı, geçmişin yolculuğunda iz bırakan anları yeniden canlandırır.
Bulgar Cumhurbaşkanı'nın Alaycıl Tarifi
Bulgar Cumhurbaşkanı'nın 1911'deki ifadeleri, o dönemin yürek burkan acılarını ve sıkıntılarını yansıtır. Binlerce Müslüman, topraklarından uzaklaşarak zorlu bir yolculuğa çıkmıştı ve Cumhurbaşkanı, bu dramı alaycı bir üslupla anlatmıştı. "Çadırları ile geldiler, çadırları ile gidiyorlar..." ifadesi, yaşanan acıların ve sıkıntıların duygusuz bir dille dile getirilişinin acımasızlığını vurgular.
Geçmişin İzi: Acı ve Kayıpların İzleri
Zaman, geçmişin yaralarını iyileştirmez. 500 yıllık bir dönemin ardından yaşanan zorlu göçler, hala belleklerde taze durur. Tarihin bu acı dolu anları, toplumun kimliğini ve yönünü belirleyen önemli dersler sunar. Tarih, derslerle dolu bir öğretmen gibidir. Geçmişte yaşanan zorluklar, geleceğe daha sağlam adımlarla ilerlemek adına bir fırsattır. Değişen dünya, Batılı güçlerin elinde şekillenir. Batı'nın çıkarları, geleceğin yönünü belirleyen önemli faktörler arasındadır. Batının, kendi birliğini korurken diğer toplumları bölmeye çalışması, geleceğe daha dikkatli bir bakış açısıyla yaklaşmanın gerekliliğini vurgular.
Unutmamak: Geçmişin Önemi ve Hatırlamanın Çağrısı
"Unutma" kelimesi, toplumu geçmişin derinliklerine çeken bir çığlık gibidir. Geçmişin hikayelerini unutmamak, geleceğin şekillenmesindeki en önemli adımlardan biridir. Geçmişin yaralarını hatırlamak, intikam için değil, daha aydınlık bir gelecek için birleşme ve dayanışma amacıyla yapılmalıdır. İşte bu nedenle bir Selanik türküsü olan "Bülbülüm Altın Kafeste" gibi türküler, geçmişin derinliklerinden gelen nağmelerdir. Bu tür ifadeler, toplumun hafızasını canlı tutar ve geçmişin değerini vurgular. Bu tür kültürel ifadeler, toplumun tarihini, kimliğini ve öyküsünü gelecek kuşaklara aktarma amacının bir ifadesidir.
Geleceğe Bakarken Geçmişin Işığı
Geçmiş, sadece eski olaylardan ibaret değildir; aynı zamanda toplumların deneyimlerini, hikayelerini ve derslerini içerir. Geçmişten öğrenilen dersler, toplumları geleceğe daha güçlü bir şekilde taşır. Geçmişi unutma, hatırla ve geleceği daha aydınlık kıl.
***
Komedyen modern alimler
Modern eğitim sisteminden geçmiş, trafik derdi, ay sonu maaş derdi, ekrana çıkarken popüler olma, yüzünü parlatma, reklam arasına kadar izleyiciyi toplama, izleyiciyi sıkmama, ilgi çekme, dikkat çekme, kitap basma, o kitapları satma, kitle beğenisi, retweet, daha çok beğeni, ilkokul, lise, üniversite, doktora sınavı, KPSS, bir profesörün yanına çırak olma, Kemalist sistemin açıkları ve imkanları ölçüsünde alan açma, bin stres ile yol alma, aslolan kaynaklara ulaşamama, çok fazla uyaran karşısında psikolojik güçsüzlük, kamuoyu etkisi, TV, internet, müzik, kafein, WhatsApp, sosyal medya, Facebook ve bunun gibi 325.647 farklı etken ile karar veren ve bu kararın 1400 yıldır konu hakkında görüş ifade eden 45.789 İslam aliminin kararından daha doğru olduğunu iddia eden komik modern alim (!
.
Etiyopya'ya Karşı Osmanlı-Adal İttifakı: 16. Yüzyıl Afrika'sında Dini ve Siyasi bir Çatışma
Etiyopya, stratejik konumuyla şekillenen uzun ve karmaşık bir siyasi ve askeri çatışma geçmişine sahiptir. Günümüzde de hala etkileri devam eden en önemli çatışma ise 16. yüzyılda, iki güçlü İslam imparatorluğu olan Osmanlı İmparatorluğu ve Adal Sultanlığı ile bir Hıristiyan krallığı olan Etiyopya İmparatorluğu arasında meydana geldi.
Arka plan
Adal Sultanlığı, 13. yüzyılda Afrika Boynuzunda ortaya çıkan Müslüman bir devletti. Merkezi, günümüz Etiyopya'sında bulunan Harar şehrinde bulunuyordu. Sultanlık, güçlü bir orduya ve ticaret ve kültürel alışveriş konusunda üne sahip büyük bir bölgesel güçtü. Etiyopya İmparatorluğu ise MS 1. yüzyıldan beri var olan bir Hıristiyan krallığıydı. Süleyman hanedanı olarak bilinen ve soylarının Kral Süleyman ve Saba Kraliçesi'ne kadar uzandığını iddia eden bir dizi hükümdar tarafından yönetiliyordu.
Anlaşmazlık
Osmanlı Devleti ile Adal Sultanlığı arasındaki ilişki, 16. yüzyılda bölgedeki nüfuzunu genişletmek isteyen Osmanlı İmparatorluğu'nun Etiyopya'ya karşı savaşında Adal Sultanlığını desteklemek için Kızıldeniz'e bir donanma göndermesiyle başladı. Osmanlı-Adal ittifakı, Etiyopya'nın başkenti Gondar'ı ele geçirmek amacıyla Etiyopya'ya bir dizi saldırı başlattı. Ancak İmparator Galawdewos komutasındaki Etiyopya ordusu, Shimbra Kure Muharebesi de dahil olmak üzere Osmanlı-Adal kuvvetlerini püskürtmeyi başardı. Çatışma birkaç yıl sürdü ve her iki taraf da ağır kayıplar verdi. 1543'te İmparator Galawdewos savaşta Osmanlı askerleri tarafından öldürüldü ve Etiyopya İmparatorluğu bir siyasi istikrarsızlık dönemine girdi.
Ancak sonraki imparator Sarsa Dengel komutasındaki Etiyopya ordusu yeniden toparlanıp Osmanlı-Adal kuvvetlerine karşı taarruz başlatmayı başardı. 1559'da Etiyopya ordusu Portekizli paralı askerlerin yardımıyla Wofla Savaşı'nda Osmanlı-Adal kuvvetlerini yendi.
Çatışmanın tarafları
Ahmed Gurey bu çatışmalar sırasında Adal Sultanlığı'nın lideriydi. Yetenekli bir askeri komutandı ve 1543'teki ölümünden önce Etiyopya İmparatorluğu'na karşı birkaç başarılı sefer düzenledi. İmparator Galawdewos, Osmanlı-Adal kuvvetlerine karşı savaşan ve yenilerek savaş meydanında hayatını kaybeden Etiyopya imparatoruydu. Bugün ulusal bir kahraman ve Etiyopya'nın egemenliğinin savunucusu olarak hatırlanıyor. İmparator Sarsa Dengel ise Galawdewos'un yerine imparator oldu ve Osmanlı-Adal kuvvetlerine karşı Portekiz’in büyük desteği ile savaştı. Wofla Muharebesi'nde Osmanlı-Adal kuvvetlerini yendi. Bugün Etiyopya'nın en büyük yöneticilerinden biri olarak kabul edilir. Cristóvão da Gama, Etiyopya tarafında savaşan, çatışma sırasında Etiyopya ordusuna askeri ve deniz desteği sağlayan Portekizli bir komutandı. Etiyopya'nın Wofla Savaşı'ndaki zaferinde önemli bir rol oynadı.
Savaş sonrası
Osmanlı İmparatorluğu ile Adal Sultanlığı arasındaki çatışma, Etiyopya'nın siyasi ve kültürel manzarası üzerinde bugün dahi önemli bir etkiye sahiptir. Etiyopya'nın sonraki tarihinde önemli bir rol oynayan Oromo ve Amhara gibi güçlü bölgesel liderlerin yükselişine yol açtı. Çatışma, Hristiyan Etiyopya ve Müslüman Adal'ın güç ve nüfuz için yarıştığı Afrika Boynuzu'ndaki karmaşık din ve siyaset dinamiklerini de büyük ölçüde etkiledi.
Osmanlı askerleri
Etiyopya'nın Osmanlı-Adal işgali sırasında Osmanlı askerleri, Etiyopya İmparatorluğu'na karşı Adal güçlerinin yanında savaştı. Çatışmada yer alan Osmanlı askerlerinin kesin sayısı net olmamakla birlikte, Adal lideri İmam Ahmed’in 1543'te ölümünden sonra, Osmanlı askerleri Etiyopya güçlerinin saldırılarına karşı tek kaldılar. 1542'deki Wofla Muharebesi'nde, İmparator Sarsa Dengel liderliğindeki ve Portekizli komutan Cristóvão da Gama'nın yardım ettiği Etiyopya kuvvetleri, Osmanlı-Adal kuvvetlerini yenip çok sayıda Osmanlı askerini şehit ettiler.
Günümüze etkileri
Bugün, bağımsız bir siyasi varlık olarak Adal Sultanlığının kalıntıları yoktur, ancak saltanatın mirası, bölgedeki Somalili ve Etiyopyalı toplulukların kültürel ve dini uygulamalarında hala görülebilir. Harar Sultanlığı ise, 10. yüzyıldan 19. yüzyılın sonlarına kadar şimdiki Etiyopya'da var olan Müslüman bir devletti. Saltanat, eşsiz mimarisi ve kültürel mirasıyla biliniyordu ve Afrika Boynuzunun İslami entelektüel ve kültürel tarihinde önemli bir rol oynadı. Bununla birlikte, 19. yüzyılın sonlarında Etiyopya İmparatorluğu, Harar Sultanlığını işgal etti ve Etiyopya devletine dahil etti. Bugün Etiyopya'nın doğusundaki Harar şehri, UNESCO Dünya Mirası listesindedir ve tarihi önemi ve kültürel zenginliği ile tanınmaktadır. Adal Sultanlığı ve Harar Sultanlığı artık bağımsız siyasi varlıklar olarak var olmasa da onların mirası Afrika Boynuzu halklarının kültür, tarih ve geleneklerinde yaşıyor.
Son olarak
Etiyopya'da Osmanlı ve Adal güçleri ile mücadele, ülke tarihinin önemli olaylarından biriydi. Bölgedeki Hıristiyan ve Müslüman güçler arasındaki tarihsel gerilimi ifade etmektedir. Osmanlı-Adal ittifakı sonuçta Etiyopya'yı fethetmeyi başaramazken, çatışma ülke ve daha geniş bölge üzerinde kalıcı bir etki bıraktı. Bugün Osmanlı-Adel ve Etiyopya mücadelesi karmaşık ve iç içe geçmiş tarihleri, kültürleri ve bölgede süregelen güç ve nüfuz mücadelesini hatırlatıyor.
Muhammed Nuh Kasadar'ın trajik vefatı ve İslam hukukundaki kısas hükmünün önemi
İstanbul'da meydana gelen çok acı bir olay, Milli Gazete yazarı ve kıymetli hocam Mustafa Kasadar'ın oğlu Muhammed Nuh Kasadar'ın kaçırılması ve ardından öldürülmesiyle sonuçlandı. Bu dehşet verici cinayetin ayrıntıları ortaya çıktıkça, toplumda büyük bir üzüntü ve şok yaşandı. Muhammed Nuh Kasadar'ın babası ve kıymetli hocam Mustafa Kasadar, taziyeleri kabul ederken ve cenaze namazını kılarken, acının ve hüznün içinde sağlam bir İslami duruş sergiledi.
Mustafa Ağabey, cenaze namazı öncesinde yaptığı konuşmada; “Bugün 19 yaşında fiziği ve kalbiyle altın kalpli bir oğlumu toprağın altına gönderiyoruz. Biz Müslümanız, kadere iman etmişiz. 19 yaşında Allah kendine bu kadar ömür takdir etmiş. Buna üzüntümüz yok. Allaha teslim olmuşuz. Bizi üzen hunharca öldürülmesidir. Kalp krizi, beyin kanamasıyla gitseydi yapacağımız bir şey yoktu. Allah'tan geldi teslim olduk. Burada bizi üzen yapılan muameledir. Medyada, basında, bugün sunulan sosyal hayat kısa yoldan para kazanmaktır. Uyuşturucu müptelası gibi olma sebepler insanları katil yapıyor. Oğlumun katili de böyle birisi. Borç bataklığına batmış, uyuşturucuya bulaşmış, hayattan ümidini kesmiş birisi tarafından katledildi. Bu ortamları sağlayanlar aynı zamanda çocuğumun katilidir. Bunu söylüyorum, başka bir şey yok. Çocuğum adına kalbim rahat, şehit olarak gittiğine inanıyorum. Peygamberimizin bize müjdesidir. Bizim üzüntümüz, muameledir. Çocuğumuzun cenazesini bir bütün olarak alamadık” demiş ve böyle vahim bir olay karşısında dahi bir Müslümanın nasıl onurlu, nasıl dimdik ve imanlı bir şekilde durabileceğini göstermiştir.
Bu trajik olay, sadece bir ailenin değil, tüm toplumun kaybıdır. Genç bir yaşta hayatını kaybeden Muhammed Nuh Kasadar, geleceği parlak olan bir gençti ve onun bu şekilde hunharca katledilmesi herkesi derinden etkiledi. Ancak, Mustafa Kasadar ağabeyin ifade ettiği gibi, İslam inancına göre bu tür acı olaylar karşısında teslimiyet göstermek önemlidir. İnancını koruyarak, Mustafa Kasadar, oğlunun şehit olarak kabul edilmesiyle teselli buldu.
KISAS BİR ADALETTİR
Bu trajik olay, aynı zamanda İslam hukukundaki kısas hükmünün ve kısasın getirdiği adaletin önemini de vurgulamaktadır. Kısas Hükmü, İslam hukukunun bir prensibi olarak, bu tür vahim suçların işlendiği durumlarda failin hayatının alınmasını savunmaktadır. Bu prensip, dengeyi yeniden sağlamak ve suç işleyenleri gerçek manada caydırmak amacıyla gereklidir. Muhammed Nuh Kasadar'ın ölümüyle ilgili olarak, adaletin sağlanması ve katilin cezalandırılması gereklidir. Katilin bizim vergilerimizle içeride beslenmesi ve birkaç yıl sonra salınması asla adalet değildir. Ancak kısas uygulanırsa bu, aileye ve topluma bir tür teselli sağlayacak ve adaletin yerine getirilmesine katkıda bulunacaktır.
Mustafa Kasadar'ın bu zorlu süreçte gösterdiği vefa ve sağduyu, takdire değerdir. Acıyla baş etmek için inancını koruması ve oğlunun şehitlik mertebesine eriştiğine inanması, güçlü bir duruş sergilemektedir. Bu duruş, toplumda hayranlık uyandırmış ve özellikle onu yakından tanıyanlara büyük güç vermiştir.
Muhammed Nuh Kasadar'ın kaybı, derin bir üzüntü ve hüznün yanı sıra adalet arayışını da beraberinde getirmiştir. İslam hukukundaki Kısas Hükmü, bu tür suçlara karşı adaletin sağlanması için önemli bir araçtır. Umarız ki, bu acı olayın sorumluları adalet önünde hesap verecek ve Muhammed Nuh Kasadar'ın ailesi, adaletin yerini bulduğuna inanarak huzura kavuşacaktır.
Sonuç olarak, Muhammed Nuh Kasadar'ın trajik kaybı, toplumda büyük bir etkiye neden olmuştur. Tekrar ifade ediyorum ki bu olay, İslam hukukundaki kısas hükmünün ve kısas adaletinin önemini hatırlatmaktadır. Mustafa Kasadar'ın gösterdiği güçlü duruş ve toplumun desteğiyle, umuyoruz ki kısasın güzelliği yeniden gündeme gelecektir
.
Guyana'da Müslüman direnişi ve İslam topluluklarının sosyo-kültürel etkileşimi
Guyana, Amerika kıtasında bulunan bir Latin Amerika ülkesidir. Bu ülke, kadim İslam kültürlerine binlerce kilometre uzaklıkta yer almaktadır. Guyana'nın demografik yapısı oldukça çeşitlidir, %43'ü Hint kökenli, %30'u Afrikalı, %20'si melez ve sadece %7'si yerli Kızılderili nüfustan oluşmaktadır. Bu makalede, Guyana'da yaşayan Müslümanların geçmişi, direnişleri ve günümüzdeki etkinliklerini ele almaya çalışacağız.
Guyana'nın Demografik Yapısı ve Sömürge Dönemi
Guyana'nın demografik yapısı, Amerika kıtası ve Hintliler arasında ilginç bir bağlantıya işaret etmektedir. Üstelik, Türkçe isimlere sahip Hintliler, Afganlılar, Araplar ve İranlılar gibi farklı kökenlere sahip Müslüman topluluklar da bulunmaktadır. Ancak bu ilginç demografik çeşitlilik, altında büyük bir dramı barındırmaktadır.
Guyana, Batılı sömürgecilerin bölgeye geldiği zamanlarda temiz bir ülke ve teknik açıdan kendilerinden geri kalmış bir toplum olarak karşılaşmıştır. Ancak sömürgeciler, tereddütsüz bir şekilde soykırım yapmış ve köleleştirme pratiği başlatmışlardır. İnsan kaynakları hızla tükenmeye başladığında, Hindistan'dan gemilerle inanılmaz sayıda insan Guyana'ya getirilmiştir. Bugün 750 bin nüfusa sahip olan ülkenin %43'ü Hint kökenlidir.
Guyana, 1667 ile 1884 yılları arasında Hollanda sömürgesi, 1814'ten 1966'ya kadar da İngilizler tarafından sömürülmüştür. 23 Şubat 1970'te bağımsızlığını ilan etmesine rağmen, ülkede sömürü hala devam etmektedir. Guyana'nın nüfusunun %7'si Müslümandır ve yaklaşık 55 bin kişiden oluşan Müslüman topluluğu, Guyana İslam Toplumu, Guyana Ulusal Birleşik Helal Kurumu (Nuha), Guyana Merkez İslam Teşkilatı (CIOG) ve Guyana İslam Enstitüsü gibi kuruluşlar aracılığıyla çalışmalarını sürdürmektedir.
İşgalcilerle yapılan anlaşmanın metni Arapça
Müslüman Direnişinin İzleri Guyana'da İslam'ın izleri, sömürgecilik döneminden önceye kadar uzanmaktadır. Guyana Müslümanlarının web sitelerinde yer alan bilgilere göre, bölgeyi işgal eden Hollandalılara karşı direnen yerli halk, Hollandalı zalimler arasında yapılan bir anlaşma metnini Arapça olarak yazmıştır. Bu durum, Guyana Müslümanları tarafından özellikle vurgulanmaktadır. Ayrıca, Hollandalıların bölgeye getirdiği köleler arasında da birçok Müslüman bulunmaktaydı.
1763 yılında gerçekleşen büyük isyanın da İslami nitelikte olduğu Guyana Müslümanları tarafından vurgulanmaktadır. Bugün Guyana'daki Batı Afrika kökenli Müslümanlara "Fula" denilmektedir. 1970'lerden sonra Müslüman bayramları Guyana'da resmi tatil ilan edilmiştir.
Guyana'da Müslümanların Uyanışı Guyana Müslümanlarının uyanışı için çalışan Guyana Ulusal Birleşik Helal Kurumu (Nuha), 2011 yılında kurulmuştur. En eski İslami grup olan Guyana Merkez İslam Teşkilatı (CIOG) Guyana'da önemli bir rol oynamaktadır. Ayrıca, Guyana İslam Toplumu (GYTE) 1978 yılında kurulmuş ve çok yönlü çalışmalarını sürdürmektedir. Guyana İslam Enstitüsü (GII) ise Karayipler'deki en önemli İslam merkezlerinden biri olarak faaliyet göstermektedir. Bu enstitüde Kur'an ilimleri, Arapça ve diğer uzmanlık alanları üzerinde eğitim verilmektedir. Mezunları, Latin Amerika'daki Müslüman toplumlarını beslemekte ve desteklemektedir.
Türkçe İsimler ve Kültürel Bağlantılar
Guyana Müslümanlarının Türkçe ile olan bağlantıları da dikkat çekicidir. Yapılan araştırmalar, Batılı sömürgecilerin Hindistan'dan getirdikleri kölelerle birlikte Arap, Fars ve Türk kültürlerinin de taşındığını göstermektedir. Urduca dilinin Hint coğrafyasında yaygın olması ve bu dilin Türkçe'nin bir kolu olması nedeniyle, Guyana Müslümanları günümüzde Türkçe isimler kullanmaktadır. Araştırmalar, Guyana'da hangi dillerin Türkçe, hangi dillerin ise diğer ülke kökenli olduğunu açık bir şekilde belirtmektedir.
Siyasi Etkinlik ve İç Müslüman Ayrışmaları
1970'li yıllarda kurulan Guyana Birleşik Müslüman Partisi (GUMP) ile siyasi hayata atılan Müslümanlar, günümüzde de siyasi arenada etkin bir şekilde faaliyetlerini sürdürmektedir. Ancak, Guyana'da diğer Müslüman topluluklarında olduğu gibi Sünni-Şii ve modern-geleneksel gibi ayrılıklar maalesef mevcuttur. Guyana Müslümanlarını konu alan makalelerde, 1990'lı yıllarda bu tür ayrışmaların keskinleştiği ve cami içinde fiziksel şiddetlere kadar gittiği ifade edilmektedir.
Sonuç
Guyana'da Müslümanlar, yüzyıllar boyunca sömürgecilerin zulmüne karşı direnmiş ve kendi kimliklerini korumaya çalışmıştır. Müslüman topluluklar, kurdukları dernekler ve enstitüler aracılığıyla hem dini hem de kültürel açıdan etkinlik göstermektedir.
.
Guyana'da Müslüman direnişi ve İslam topluluklarının sosyo-kültürel etkileşimi
Guyana, Amerika kıtasında bulunan bir Latin Amerika ülkesidir. Bu ülke, kadim İslam kültürlerine binlerce kilometre uzaklıkta yer almaktadır. Guyana'nın demografik yapısı oldukça çeşitlidir, %43'ü Hint kökenli, %30'u Afrikalı, %20'si melez ve sadece %7'si yerli Kızılderili nüfustan oluşmaktadır. Bu makalede, Guyana'da yaşayan Müslümanların geçmişi, direnişleri ve günümüzdeki etkinliklerini ele almaya çalışacağız.
Guyana'nın Demografik Yapısı ve Sömürge Dönemi
Guyana'nın demografik yapısı, Amerika kıtası ve Hintliler arasında ilginç bir bağlantıya işaret etmektedir. Üstelik, Türkçe isimlere sahip Hintliler, Afganlılar, Araplar ve İranlılar gibi farklı kökenlere sahip Müslüman topluluklar da bulunmaktadır. Ancak bu ilginç demografik çeşitlilik, altında büyük bir dramı barındırmaktadır.
Guyana, Batılı sömürgecilerin bölgeye geldiği zamanlarda temiz bir ülke ve teknik açıdan kendilerinden geri kalmış bir toplum olarak karşılaşmıştır. Ancak sömürgeciler, tereddütsüz bir şekilde soykırım yapmış ve köleleştirme pratiği başlatmışlardır. İnsan kaynakları hızla tükenmeye başladığında, Hindistan'dan gemilerle inanılmaz sayıda insan Guyana'ya getirilmiştir. Bugün 750 bin nüfusa sahip olan ülkenin %43'ü Hint kökenlidir.
Guyana, 1667 ile 1884 yılları arasında Hollanda sömürgesi, 1814'ten 1966'ya kadar da İngilizler tarafından sömürülmüştür. 23 Şubat 1970'te bağımsızlığını ilan etmesine rağmen, ülkede sömürü hala devam etmektedir. Guyana'nın nüfusunun %7'si Müslümandır ve yaklaşık 55 bin kişiden oluşan Müslüman topluluğu, Guyana İslam Toplumu, Guyana Ulusal Birleşik Helal Kurumu (Nuha), Guyana Merkez İslam Teşkilatı (CIOG) ve Guyana İslam Enstitüsü gibi kuruluşlar aracılığıyla çalışmalarını sürdürmektedir.
İşgalcilerle yapılan anlaşmanın metni Arapça
Müslüman Direnişinin İzleri Guyana'da İslam'ın izleri, sömürgecilik döneminden önceye kadar uzanmaktadır. Guyana Müslümanlarının web sitelerinde yer alan bilgilere göre, bölgeyi işgal eden Hollandalılara karşı direnen yerli halk, Hollandalı zalimler arasında yapılan bir anlaşma metnini Arapça olarak yazmıştır. Bu durum, Guyana Müslümanları tarafından özellikle vurgulanmaktadır. Ayrıca, Hollandalıların bölgeye getirdiği köleler arasında da birçok Müslüman bulunmaktaydı.
1763 yılında gerçekleşen büyük isyanın da İslami nitelikte olduğu Guyana Müslümanları tarafından vurgulanmaktadır. Bugün Guyana'daki Batı Afrika kökenli Müslümanlara "Fula" denilmektedir. 1970'lerden sonra Müslüman bayramları Guyana'da resmi tatil ilan edilmiştir.
Guyana'da Müslümanların Uyanışı Guyana Müslümanlarının uyanışı için çalışan Guyana Ulusal Birleşik Helal Kurumu (Nuha), 2011 yılında kurulmuştur. En eski İslami grup olan Guyana Merkez İslam Teşkilatı (CIOG) Guyana'da önemli bir rol oynamaktadır. Ayrıca, Guyana İslam Toplumu (GYTE) 1978 yılında kurulmuş ve çok yönlü çalışmalarını sürdürmektedir. Guyana İslam Enstitüsü (GII) ise Karayipler'deki en önemli İslam merkezlerinden biri olarak faaliyet göstermektedir. Bu enstitüde Kur'an ilimleri, Arapça ve diğer uzmanlık alanları üzerinde eğitim verilmektedir. Mezunları, Latin Amerika'daki Müslüman toplumlarını beslemekte ve desteklemektedir.
Türkçe İsimler ve Kültürel Bağlantılar
Guyana Müslümanlarının Türkçe ile olan bağlantıları da dikkat çekicidir. Yapılan araştırmalar, Batılı sömürgecilerin Hindistan'dan getirdikleri kölelerle birlikte Arap, Fars ve Türk kültürlerinin de taşındığını göstermektedir. Urduca dilinin Hint coğrafyasında yaygın olması ve bu dilin Türkçe'nin bir kolu olması nedeniyle, Guyana Müslümanları günümüzde Türkçe isimler kullanmaktadır. Araştırmalar, Guyana'da hangi dillerin Türkçe, hangi dillerin ise diğer ülke kökenli olduğunu açık bir şekilde belirtmektedir.
Siyasi Etkinlik ve İç Müslüman Ayrışmaları
1970'li yıllarda kurulan Guyana Birleşik Müslüman Partisi (GUMP) ile siyasi hayata atılan Müslümanlar, günümüzde de siyasi arenada etkin bir şekilde faaliyetlerini sürdürmektedir. Ancak, Guyana'da diğer Müslüman topluluklarında olduğu gibi Sünni-Şii ve modern-geleneksel gibi ayrılıklar maalesef mevcuttur. Guyana Müslümanlarını konu alan makalelerde, 1990'lı yıllarda bu tür ayrışmaların keskinleştiği ve cami içinde fiziksel şiddetlere kadar gittiği ifade edilmektedir.
Sonuç
Guyana'da Müslümanlar, yüzyıllar boyunca sömürgecilerin zulmüne karşı direnmiş ve kendi kimliklerini korumaya çalışmıştır. Müslüman topluluklar, kurdukları dernekler ve enstitüler aracılığıyla hem dini hem de kültürel açıdan etkinlik göstermektedir.
.
Afrika'da İnsanlığın İlk İzleri ve Değişen Tarih Algısı: Yeni Perspektifler ve İleri Medeniyetler
İnsanoğlunun Dünya'da ne kadar zamandır yaşadığı konusunda kesin bir bilgimiz olmasa da, Afrika'da insanlığa dair ilk izlerin bulunduğu bilinmektedir. Batılılar, tarihlerini antik Yunan'a dayandırarak insanlık tarihini kısıtlamaktadırlar ve yeni gelişmeler olsa bile bu tarihleri değiştirmekte isteksiz davranmaktadırlar. Hatta en hoşgörülü olanlar bile Homo Sapiens, Erectus, Habilis gibi farklı isimler altında insanları sınıflandırarak tarihi kendi aralarında şekillendirmekte ve bize sunmaktadırlar.
Batılı Tarih Algısı ve İnsanlık Tarihindeki Sınırlılıklar
Batılı tarih anlayışı, genellikle antik Yunan medeniyetine ve Batı Avrupa'nın tarihine odaklanmaktadır. Bu dar perspektif, insanlık tarihini sınırlayarak, diğer bölgelerdeki medeniyetlere ve ileri teknolojik gelişmelere yeterli önemi vermemektedir. Bu durum, insanlık tarihindeki çeşitlilik ve karmaşıklığı tam olarak yansıtmaktan uzaktır.
Batılı bilimin tartışmalı yönleri ve tarihlerin sınırlılıkları göz önüne alındığında, daha kapsamlı bir tarih okumasına ihtiyaç olduğu açıktır. İnsanlık tarihini sadece Avrupa ve antik Yunan merkezli olarak ele almak, diğer bölgelerdeki medeniyetleri ve teknolojik ilerlemeleri göz ardı etmek anlamına gelir. Bu nedenle, tarih anlayışının genişletilerek, farklı kültürlerin ve medeniyetlerin katkılarının daha iyi anlaşılmasına yönelik çabaların önemi vurgulanmalıdır.
İleri Medeniyetlerin İzleri: Gelişmiş Teknolojiler ve Yaşam Tarzları
Bugün bile hayal edemeyeceğimiz ulaşım araçları, hava taşıtları, deniz araçları, tedavi yöntemleri, iletişim biçimleri ve yaşam tarzlarına sahip ileri medeniyetlerin var olduğuna dair birçok kanıt bulunmaktadır. Bu kanıtlar, antik metinler, arkeolojik buluntular ve eserler aracılığıyla ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu kanıtların tamamı henüz keşfedilmemiş veya anlaşılamamış olabilir.
Batı merkezli bir tarih ve medeniyet okumasıyla karşı karşıya olduğumuzda, bu ileri medeniyetlerin varlığına ilişkin sorumluluk duyduğumuz bir alan ortaya çıkmaktadır. Bu, mevcut tarih anlayışını sorgulama ve genişletme gerekliliğini vurgulamaktadır. İleri medeniyetlere ait kalıntılar ve kanıtlar incelendiğinde, insanlık tarihindeki gelişmişlik düzeyinin, günümüzden çok daha ileri olduğu sonucuna varmak mümkündür.
Ancak, bu ileri medeniyetlerin varlığına ilişkin kanıtlar, bazen bilimsel açıklamaların ötesine geçebilir. Bilim adamlarının açıklayamadığı veya çözemediği birçok fenomen ve ayrıcalık olduğu görülmektedir. Bu noktada, kitlelerin genellikle monoton bir yaşam sürebileceği ve kolay yönlendirilebileceği düşüncesi, bazı ayrıcalıkların fark edilmediği anlamına gelebilir. Ancak, araştırmacılar ve meraklılar tarafından yapılan gözlemler, bu ileri medeniyetlerin varlığına dair güçlü bir kanıt sunmaktadır.
İleri medeniyetlere ait kanıtların incelenmesi, arkeoloji, antik metinler, mimari kalıntılar ve diğer arkeolojik buluntuların detaylı bir analizini gerektirir. Bunlar, geçmişte var olduğuna inanılan gelişmiş teknolojileri ve yaşam tarzlarını ortaya çıkarmak için önemli ipuçları sağlayabilir. Örneğin, antik uygarlıkların karmaşık inşaat teknikleri, ileri tarım yöntemleri, su yönetimi sistemleri ve benzeri alanlarda gösterdikleri başarılar, ileri medeniyetlerin varlığını destekleyen kanıtlar arasında sayılabilir.
Ayrıca, antik metinler ve eserler de ileri medeniyetlere dair bilgileri sunabilir. Bu metinlerde, gelişmiş teknolojilere ve bilimsel bilgiye dair ipuçları bulunabilir. Örneğin, antik Hindistan'da yazılmış Vedalar, gelişmiş matematik ve astronomi bilgisini içermekte ve ileri düzeyde kozmolojik fikirler sunmaktadır. Benzer şekilde, antik Mısır'da kullanılan piramitlerin inşası, o dönemde mevcut olan ileri inşaat tekniklerini göstermektedir.
Bu ileri medeniyetlere dair kanıtların daha fazla araştırılması ve değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu araştırmalar, bilimsel yöntemlerin kullanılması ve objektif bir yaklaşımın benimsenmesini gerektirir. İleri medeniyetlere dair bulguların sahte olabileceği veya yanlış yorumlanabileceği ihtimali göz önünde bulundurularak, titiz bir inceleme yapılmalıdır.
Sonuç olarak, ileri medeniyetlere ait kanıtların incelenmesi, tarih anlayışımızı genişletmek ve insanlık tarihindeki çeşitliliği tam olarak anlamak için önemlidir. Mevcut tarih anlayışının sınırlı bir perspektife sahip olduğu ve değişmesi gerektiği düşüncesindeyim. Bu konuda yapılacak çalışmalar, bilimsel yöntemlerle desteklenmeli ve objektif bir yaklaşımı benimsemelidir. İleri medeniyetlere dair kanıtların değerlendirilmesi, insanlık tarihini daha kapsamlı bir şekilde anlamamıza ve geçmişte var olan gelişmiş teknolojilere ve yaşam tarzlarına dair yeni perspektifler kazanmamıza yardımcı olabilir.
Mustafa Uzun
Araştırmacı - Yazar
.
Zanzibar'ın siyasi manzarası: Dünü, bugünü ve geleceği
Tanzanya'nın yarı özerk bir bölgesi olan Zanzibar, Hint Okyanusu'nda bulunan ve iki ana ada olan Unguja (genellikle Zanzibar Adası olarak bilinir) ve Pemba ile çok sayıda küçük adacıktan oluşan bir takımadadır. Bölge, stratejik bir ticaret merkezi olarak konumu ve Arap dünyasıyla tarihi bağlantıları dahil olmak üzere çeşitli kültürel, ekonomik ve jeopolitik faktörlerden etkilenen farklı bir siyasi tarihe sahiptir.
Tarihsel arka plan:
Zanzibar'ın siyasi manzarası, Şirazi Sultanlığı, Portekizliler, Umman Sultanlığı ve İngilizler de dahil olmak üzere çeşitli güçlerin yükselişine ve düşüşüne sahne olan eşsiz tarihiyle şekillenmiştir. Arapların egemen olduğu Sultanlığın devrildiği 1964 Zanzibar Devrimi, Zanzibar ve Pemba Halk Cumhuriyeti'nin kurulmasına yol açtı. O yılın ilerleyen dönemlerinde Zanzibar ve Tanganyika, Zanzibar'ın bir dereceye kadar siyasi özerkliğini elinde tutmasıyla Birleşik Tanzanya Cumhuriyeti'ni oluşturmak için birleşti.
İmkanlar:
Zanzibar, turizm açısından da önemli bir yere sahiptir. Adalar, tropikal iklimi, plajları ve tarihi dokusu ile turistlerin ilgisini çekmektedir. Zanzibar'da son yıllarda artan turizm ve yatırım faaliyetleri, adaların doğal kaynaklarına yönelik endişeleri de beraberinde getirmektedir. Özellikle, balıkçılık ve deniz ürünleri kaynaklarının sürdürülebilir şekilde kullanılması konusunda çeşitli tartışmalar yaşanmaktadır. Zanzibar, tarihsel olarak Arap kültürü ve İslam etkisi altında kalmış bir bölgedir. Bu nedenle, adalarda İslam dinine ve geleneklerine ilişkin pek çok iz ve eser bulunmaktadır.
Siyasi Partiler ve Kilit Aktörler:
Zanzibar'ın siyasi ortamına öncelikle iki parti hakim: Chama Cha Mapinduzi (CCM) ve Civic United Front (CUF). CCM, bağımsızlıktan bu yana hem Tanzanya'da hem de Zanzibar'da iktidar partisi olurken, CUF ana muhalefet partisi olarak görev yaptı. İki parti arasındaki ilişki, çeşitli seçim döngüleri sırasında meydana gelen seçim hilesi ve siyasi şiddet iddialarıyla her zaman çekişmeli olmuştur. 2015 yılında yapılan Zanzibar seçimleri sonrasında, seçim sonuçlarına itirazlar nedeniyle seçimler iptal edilmiş ve tekrarlanması kararlaştırılmıştır. Ancak, tekrarlanan seçimlere CUF katılmamış ve CCM adayı tek aday olarak seçimleri kazanmıştır. Zanzibar'daki siyasi mücadeleler, aynı zamanda bölgenin Tanzanya'dan ayrılarak tamamen bağımsız bir devlet olması yönündeki talepleri de beraberinde getirmektedir. Bu talepler, özellikle CUF tarafından dile getirilmektedir. Ancak, Tanzanya hükümeti Zanzibar'ın bağımsızlığına karşı çıkmaktadır.
Eyalet Yöneticileri:
Yarı özerk bir bölge olan Zanzibar'ın Tanzanya anakarasından ayrı kendi başkanı, yasama organı ve yargısı vardır. Beş yılda bir seçilen Zanzibar Devlet Başkanı, hem devlet başkanı hem de bölgesel hükümetin başı olarak görev yaparken, Temsilciler Meclisi yasama organı olarak görev yapıyor. Zanzibar'da 2010 yılında yapılan anayasa referandumu sonucunda, bölgesel hükümetin yetkileri artırılmıştır. Ancak, bölgenin yasama organı olan Temsilciler Meclisi'nin kararları, Tanzanya Ulusal Meclisi tarafından iptal edilebilmektedir.
Baskı Grupları ve Birlikler:
Zanzibar'da işçi hakları ve çevrenin korunması gibi konuları savunan çeşitli baskı grupları ve sendikalar mevcuttur. Bu gruplar, bölgedeki politika tartışmalarını şekillendirmede ve sosyal değişimi teşvik etmede kritik bir rol oynamaktadır. Zanzibar'daki baskı grupları arasında en büyükleri, Zanzibar'da 2006 yılında kurulan Zanzibar Kalkınma Forumu (ZDF) ve Zanzibar Çevre Koruma Birliği (ZEMA) olarak sayılabilir. Zanzibar Kalkınma Forumu (ZDF), Zanzibar'daki ekonomik ve sosyal kalkınmayı teşvik etmek amacıyla kurulmuştur. ZDF, iş dünyası, sivil toplum ve hükümet arasında diyalogu sağlamak ve işbirliğini teşvik etmektedir. Zanzibar Çevre Koruma Birliği (ZEMA), Zanzibar'da çevre sorunlarına dikkat çekmek ve bu sorunlarla mücadele etmek için kurulmuştur. ZEMA, özellikle Zanzibar'daki deniz kirliliği ve çevre tahribatı sorunlarına odaklanmaktadır. Zanzibar'da sendikalar da önemli bir role sahiptir. Zanzibar Çalışanlar Konfederasyonu (ZATUC), Zanzibar'daki işçilerin haklarını savunmak ve işçi hakları konusunda farkındalık meydana getirmek için çalışmaktadır.
Güncel Siyasi Sorunlar:
Zanzibar, siyasi kutuplaşma, seçimlere hile karıştırıldığı iddiaları, insan hakları ihlalleri ve sınırlı siyasi özgürlük gibi bir dizi siyasi zorlukla karşı karşıyadır. Ek olarak, Zanzibar ile anakara Tanzanya arasında kaynak dağılımı ve Zanzibar'ın özerkliğinin kapsamı konusunda devam eden gerilimler, bölgenin siyasi karmaşıklığını artırıyor. Zanzibar'da ayrılıkçı eğilimler de devam etmektedir. 2022 yılının başlarında, Pemba adasında bir grup aktivist, Pemba'nın Zanzibar'dan ayrılması için kampanya başlattı. Ancak, Zanzibar ve Tanzanya hükümetleri bu kampanyaları kınadı ve Zanzibar'ın bütünlüğü konusunda ısrar etti.
Gelecek Projeksiyonları:
Zanzibar'ın siyasi manzarasının geleceği, siyasi partilerin anlamlı diyaloglara girme, demokratik değerleri teşvik etme ve sosyo-ekonomik zorlukları ele alma becerileri gibi çeşitli faktörlere bağlıdır. Siyasi kurumların güçlendirilmesi, seçim sürecinde şeffaflığın sağlanması ve siyasi hoşgörü ve kapsayıcılık kültürünün teşvik edilmesi, bölgenin istikrarı ve kalkınması için hayati olacaktır. Zanzibar'ın özerkliğinin kapsamı konusunda Tanzanya ile anlaşmazlık yaşanıyor olsa da, Zanzibar'ın Tanzanya ile işbirliği yaparak ortak kaynakların yönetimini ve paylaşımını daha etkili hale getirmesi önemlidir. Bu, Zanzibar'ın ekonomik kalkınmasını ve refahını artırabilir. Ayrıca Zanzibar'da eğitim ve sağlık hizmetlerine daha fazla yatırım yapılması gerekmektedir. Bu, Zanzibar'ın insan kaynağı potansiyelini artırabilir ve bölgenin kalkınmasını destekleyebilir.
Sonuç olarak,
Zanzibar'ın eşsiz tarihi ve siyasi ortamı, yarı özerk bölge için hem zorluklar hem de fırsatlar sunuyor. Mevcut siyasi sorunların ele alınması ve daha kapsayıcı ve şeffaf bir siyasi ortamın teşvik edilmesi, Zanzibar ve halkının uzun vadeli istikrarını ve refahını sağlamak için elzem olacaktır.
.
John Brown: İlk İsyancı ve Kölelik Karşıtı Direnişçi
Amerika, köle düzenine isyan eden ve vatana ihanetle suçlanarak idam edilen ilk direnişçi John Brown'ı son derece ırkçı bir duruşla yargılamıştır. Brown'ın ırkçı Amerikalılara karşı direnişi ise zencilerin özgürlüğüyle sonuçlanacak savaşın habercisi olmuştur. Onun etkileyici kişiliği, ünlü Amerikalı düşünür Henry David Thoreau'nun da dikkatini çekmiş ve sivil toplum yazılarında önemli bir yer bulmuştur.
Amerika'nın Kirli Tarihi: 20. Yüzyıl Köle Zulmü
Amerika'nın tarihi, politik kaygılarla birçok ülkeyi yargılarken, özellikle "Ermeni Soykırımı Yalanı" gibi konularda Türkiye'yi suçlamasıyla doludur. Ancak, Amerika'nın kısa tarihi, köle zulmü gibi "kirli" sayfalarla doludur. Bu dönemde yaşanan kölelikle ilgili vahşetler, akıl almaz boyutlara ulaşmıştır.
İşkence ve İnfaz: Kızgın Demir ve Yakma İşlemleri
1919 yılında New Orleans States ve Jackson Daily News gazeteleri, zenci bir bireyin yakılacağı haberini manşetten duyurmuştur. Zencinin kızgın demirle işkence görmesi ve ardından yakılması, yaklaşık 2000 kişilik bir kalabalığın şahit olduğu dehşet verici bir olaydır. Benzer şekilde, Memphis Press gazetesi ve Vicksburg Evening Post gazetesi de köle zulmünü haber yapmış ve insanlık dışı uygulamaları aktarmıştır. Bu vahşetlerde, zencilerin üzerine benzin dökülerek yakılması ve kalabalıkların bunu eğlenceye dönüştürmesi gibi korkunç olaylar yaşanmıştır.
Amerika'nın Yargılama Tutarsızlığı
Amerika'nın, kendi tarihindeki köle zulmünü sorgulamadan diğer ülkeleri yargılaması, özellikle Türkiye'yi "Ermeni Soykırımı Yalanı" gibi konularda suçlaması, tutarsız bir duruş sergilemektedir. Geçmişte yaşanan acımasızlıkların hatırlanması ve ders alınması önemlidir.
Somali'de İki Korsanlık: Uluslararası İhmali Aşan Sorunlar
Somali Uzmanı Abşir Waldo'nun araştırmalarına göre, büyük Batılı şirketler Somali kıyılarına sanayi atıkları ve özellikle nükleer atıklar boşaltmaktadır. Bu atıkların Somali'ye zarar verdiği ve balıkçılık faaliyetlerini olumsuz etkilediği belirtilmektedir. Uluslararası toplum, BM raporlarına rağmen bu soruna herhangi bir çözüm üretmemiştir.
Korsan Balıkçılığı: Yabancı Filoların Somali'de Sürdürdüğü İllegal Faaliyetler
Somalili araştırmacı Abşir Waldo, asıl korsanlığın yabancı balıkçı teknelerinin yaptığı korsan balıkçılık olduğunu ifade etmektedir. Bu balıkçı tekneleri, Somalili balıkçıların deniz kaynaklarının talan edilmesine, çevrenin kirlenmesine ve balıkların çalınmasına neden olmaktadır. İspanya, İtalya, Yunanistan, İngiltere, Rusya, Fransa, Norveç, Tayvan, Kore ve Çin gibi ülkelerin filolarının bu illegal faaliyetlere karıştığı belirtilmektedir.
Uluslararası İlgisizlik ve Adaletsizlik
Ulusal ve uluslararası medyanın Somali'deki korsanlık olaylarına dikkat çekmesiyle birlikte ülkeler kendi korsan avcılarını ve balıkçı gemilerini korumaya başlamıştır. Ancak Somali halkının yaşadığı sorunlara duyarsız kalan uluslararası camia, sadece kendi çıkarlarını düşünmektedir. Somali'nin çevresel ve ekonomik sorunlarına çözüm üretmek yerine, korsanlara karşı askeri müdahaleye odaklanılmaktadır. Bu durum adaletsizlik ve uluslararası ihmali yansıtmaktadır.
Kaçak Balıkçılık ve Kimyasal Atıklar: Somalili Korsanların İddiaları
Korsanlar, kendilerini sahil güvenlik görevlisi olarak tanımlayarak, yıllardır uluslararası toplumun Somali sularına kaçak balıkçılık yapmasına ve kimyasal atıkları yasadışı yöntemlerle boşaltmasına tepki gösterdiklerini iddia etmektedir. Bu iddialar, BM Habitat ve diğer raporlarla doğrulanmıştır.
Kaçak Balıkçılığın Ekonomik ve Çevresel Etkileri
Somali'deki kaçak balıkçılığın boyutu oldukça büyük bir ekonomik kayba yol açmaktadır. BM Somali Gözlemcisi Ghanim Alnajjar'ın açıklamalarına göre, yıllık olarak 300 milyon dolarlık bir kayba neden olmaktadır. Bu durum, Somalili balıkçıların geçim kaynaklarını tehdit etmekte ve yoksulluğun yaygınlaşmasına sebep olmaktadır.
Uluslararası Toplumun İlgisizliği ve Somalililerin Çaresizliği
Somalili balıkçılar ve kıyıda yaşayan halk, uluslararası topluma durumu bildirmiş ve çözüm talebinde bulunmuş ancak herhangi bir yanıt alamamıştır. Yabancı balıkçı filolarının ruhsatsız olarak bölgede faaliyet göstermelerine ve Somali sularını kirletmelerine karşı çıkmaları, çatışmalara yol açmıştır. Bu çatışmalar, dünya tarafından "korsanlık" olarak nitelendirilse de, Somalililer için çaresizlikten doğan bir eylem olarak görülmektedir.
Geçmiş Tecrübeler ve Korsanların Haklılığı
Somalili korsanların geçmişte yaşananların bir sonucu olduğu ifade edilmektedir. İddiaları destekleyen araştırmalar, yıllarca uluslararası toplumun Somali sularına zarar verdiğini ve balık kaynaklarını sömürdüğünü ortaya koymaktadır. Bu nedenle korsanlar, kendi haklarını korumak amacıyla eylemlerini gerçekleştirdiklerini savunmaktadır.
.
Etiyopya'nın Harar eyaleti ve merkezi hükümetle mücadelesinin kökenleri
Etiyopya'nın Harar eyaleti ile Addis Ababa'daki merkezi hükümet arasındaki ilişki, yıllardır gerilim ve çatışmalarla dolu. Bu makalede, geçtiğimiz hafta ziyaret ettiğimiz Harar’ın merkezi hükümetle yaşadığı sorunların kökenlerini ve bu sorunların tarihsel derinliklerini keşfetmeye çalışacağız.
Arka plan
Harar eyaleti, Etiyopya'nın doğusunda, Somali sınırında yer almaktadır. Oromo, Amhara, Somali ve Harari dahil olmak üzere çeşitli etnik gruplardan oluşan yaklaşık 190.000 kişilik çeşitli bir nüfusa sahiptir. Eyalet, bir zamanlar 13. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar süren Harari Krallığı'nın başkenti olduğu için tarihsel olarak önemlidir. Harar şehri aynı zamanda UNESCO Dünya Mirası listesindedir.
Sorunların Kökenleri
Harar ile merkezi hükümet arasındaki sorunların kökleri, Etiyopya'nın sömürgecilik tarihine ve modern Etiyopya devletinin oluşumuna dayanmaktadır. 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Etiyopya, Avrupa sömürgeciliğine başarılı bir şekilde direnen tek Afrika ülkesiydi. Bununla birlikte, ülke, 1935'ten 1941'e kadar Harar da dahil olmak üzere ülkenin bazı kısımlarını işgal eden başta İtalya olmak üzere Avrupa güçlerinden büyük ölçüde etkilenmiştir.
Etiyopya bağımsızlığını yeniden kazandıktan sonra ülke, 1974'te askeri darbeyle devrilen İmparator Haile Selassie'ninki de dahil olmak üzere bir dizi otoriter hükümet tarafından yönetildi. Ardından gelen askeri rejime, özellikle etnik azınlıklara karşı baskı ve şiddet damgasını vurdu.
EPRDF, askeri rejimi devirdikten sonra 1991'de iktidara geldi. Yeni hükümet ülkeye demokrasi ve eşitlik getirme sözü verirken, Harar'da nüfusun çoğunluğunu oluşturan Oromo ve Somali başta olmak üzere bazı etnik grupları ötekileştirmekle suçlanıyor. Bu, Harar eyaleti ile merkezi hükümet arasında kızgınlığa ve çatışmaya yol açtı.
Sayısal Gerçekler ve Ekonomik Karşılaştırmalar
Dünya Bankası'na göre Etiyopya ekonomisi, 2007'den 2017'ye kadar yıllık ortalama %9,9'luk bir büyüme oranıyla son yıllarda hızla büyüdü. Harar'da ekonomi büyük ölçüde tarıma dayalıdır ve kahve ana nakit mahsuldür. İl ayrıca dokuma ve çömlekçilik gibi geleneksel el sanatlarıyla da tanınır. Ancak ekonomi, yol ve elektrik eksikliği de dahil olmak üzere zayıf altyapı nedeniyle gelişmemiştir. Etiyopya'nın ekonomisi son yıllarda hızla büyürken, bu büyümenin faydaları eşit dağılmadı ve Harar da dahil olmak üzere ülkenin birçok yerinde yoksulluk yaygın olmaya devam ediyor. İldeki zayıf altyapı ve ekonomik fırsatların olmaması da çözümsüzlüğe neden olmaktadır.
Askeri Kuvvet ve Nüfus Bilgileri
Etiyopya ordusu, yaklaşık 182.000 aktif personeli ile Afrika'nın en büyüklerinden biridir. Ancak ordu, özellikle etnik azınlıklara karşı insan hakları ihlalleri yapmakla suçlanıyor. Harar'ın nüfusunun çoğunluğu Oromo ve Somali olmak üzere 190.000 civarında olduğu tahmin ediliyor. Eyaletin geleneksel sakinleri olan Harari, nüfusun sadece küçük bir yüzdesini oluşturuyor.
Etnik Detaylar
Etnik köken, Harar ile merkezi hükümet arasındaki sorunlarda önemli bir rol oynuyor. Harar'daki nüfusun çoğunluğunu oluşturan Oromo ve Somali, uzun süredir merkezi hükümet tarafından ayrımcılık ve marjinalleştirmeden şikayet ediyor.
Çözüm
Sonuç olarak, Harar eyaleti ile Addis Ababa'daki merkezi hükümet arasındaki sorunların, Etiyopya'nın sömürge geçmişine ve modern Etiyopya devletinin oluşumuna kadar uzanan derin tarihi kökleri vardır. Mevcut çatışmanın kökleri, merkezi hükümet tarafından belirli etnik grupların, özellikle de Oromo ve Somali'nin marjinalleştirilmesinden kaynaklanmaktadır ve bu, Harar eyaleti ile merkezi hükümet arasında kızgınlık ve çatışmaya yol açmıştır.
Nihayetinde, Harar ile merkezi hükümet arasındaki sorunlara barışçıl ve eşitlikçi bir çözüm, diyalog, uzlaşma ve birleşik ve müreffeh bir Etiyopya için ortak bir vizyon taahhüdü gerektirecektir
.
Batılı sömürgecilere karşı direnişte Sierra Leone medreselerinin rolü
Bir Batı Afrika ülkesi olan Sierra Leone, Portekizliler, İngilizler ve Fransızlar da dahil olmak üzere Batılı sömürgecilere karşı zengin bir direniş tarihine sahiptir. Sömürge döneminde medreseler, yerel halka eğitim ve öğretim sağlayarak ve onların kültürel ve dini mirasıyla gurur ve haysiyet duygusu aşılayarak direniş hareketinde kritik bir rol oynadılar.
Medreselerin somut varlığı 16. yüzyıldan beri bilinmekte ve Müslüman toplum için bir eğitim ve kültürel koruma kaynağı olmaktadır. Sömürge döneminde medreseler, Batı'nın kültürel ve dini egemenliğine karşı bir direniş sembolü haline geldi. Medreselerin hocaları ve öğrencileri sömürge karşıtı hareketin liderleri oldular ve eğitim ve öğretimlerini halkı sömürgeci güce karşı örgütlemek ve seferber etmek için kullandılar.
Medreselerin direniş hareketine katkıda bulunmasının en önemli yollarından biri, yerel nüfusu eğitmek ve güçlendirmekti. Medreselerde verilen eğitim İslami ilimlerin yanı sıra tarih, coğrafya, dil gibi konuları da içererek öğrencilerin kültürel ve tarihi kökenlerini daha derinden anlamalarını sağlamıştır. Bu eğitim, yerel nüfusta, sömürge yönetimine karşı direnişte gerekli olan bir gurur ve haysiyet duygusunun aşılanmasına yardımcı oldu.
Medreselerin direniş hareketine katkıda bulunmasının bir başka yolu da, siyasi direniş için güvenli bir alan sağlamasıydı. Sömürge yetkilileri genellikle siyasi muhalefeti bastırdı ve kendi kurallarına karşı çıkanları tutukladı veya onlara zulmettiler. Ancak medreseler genellikle bu kısıtlamalardan muaf tutuldu ve siyasi direnişçiler için güvenli bir sığınak sağladı. Medrese öğretmenleri ve öğrencileri bu güvenli alanı, yerel halkı sömürge yönetimine karşı örgütlemek ve seferber etmek için kullandılar.
Sierra Leone'de medreselerde yetişen ve Batılı sömürgecilere karşı direnişte ve ülkenin kalkınmasında önemli roller oynayan birçok önemli isim var. Bunların başında BaiBureh, AlhajiAlimamy Koroma ve AlimamyLahai gibi isimler gelmektedir. Bunlar, Sierra Leone'de medreselerde yetişen ve Batılı sömürgecilere karşı direnişte ve ülkenin kalkınmasında önemli roller oynayan birçok önemli şahsiyetten sadece birkaç örnek. Sierra Leone Medreseleri, ülkenin eğitiminde ve kültürel korunmasında önemli bir rol oynamaya devam ediyor ve mezunlarının çoğu, topluma ve ulusa önemli katkılar sağlamaya devam ediyor.
Sierra Leone’de direnişi örgütleyen en önemli isimlerden BaiBureh, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında Sierra Leone'deki sömürge karşıtı direniş hareketinin önde gelen liderlerinden biriydi. 1830'ların sonunda Sierra Leone'nin Kuzey Eyaletindeki Susu etnik grubunda doğdu.Zekası, cesareti ve liderlik becerileriyle tanınıyordu. 1898'de Sierra Leone'deki İngiliz sömürge yetkilileri, yaygın bir direnişle karşılaşan yerli nüfusa bir vergi koydu. BaiBureh, İngilizlere karşı silahlı direnişi örgütleyen ve yöneten bu direniş hareketinin liderlerinden biri olarak ortaya çıktı.Sayıca az olmalarına rağmen, BaiBureh ve yandaşları İngiliz kuvvetlerine karşı cesurca savaştı ve direnişleri, Sierra Leone halkının sömürge yönetimine direnme kararlılığının bir sembolü olarak görüldü. BaiBureh sonunda İngilizler tarafından yakalandı ve 1904'te öldüğü Gambiya'ya sürüldü. BaiBureh bugün bir kahraman ve Sierra Leone'deki sömürge yönetimine karşı bir direniş sembolü olarak anılıyor. Mirası, nesiller boyu Sierra Leonelilere ilham vermeye devam ediyor ve ülkenin kültürel ve tarihi mirasının önemli bir parçası olarak görülüyor. BaiBureh liderliğindeki direniş hareketi genellikle Batı Afrika'daki sömürgecilik karşıtı direnişin ilk örneklerinden biri olarak görülüyor ve onun cesareti ve liderliği Sierra Leone'de kutlanmaya ve anılmaya devam ediyor.
AlimamyLahai de önde gelen bir Müslüman lider ve bilgindi. Sömürge yönetimine karşı direnişte kilit bir rol oynadı ve ülkedeki Müslüman toplumun haklarının güçlü bir savunucusu oldu. AlhajiAlimamyKoroma da sömürge yönetimine karşı direnişte kilit bir figürdü ve Müslüman toplum içinde eğitim ve kültürel korumayı teşvik etmek için çalıştı.
Sonuç olarak, Sierra Leone'de Batılı sömürgecilere karşı direnişte medreseler kritik bir rol oynamıştır. Medreseler, eğitim ve güçlendirme yoluyla yerel nüfusta bir gurur ve haysiyet duygusu aşılamaya yardımcı oldu ve siyasi direniş için önemli bir sığınak yeri oldu. Bu medreselerin mirası bugün Sierra Leone'de hissedilmeye devam ediyor ve ülkenin kültürel ve tarihi mirasının önemli bir parçası olmaya devam ediyor.
.
Sömürgeciliğe Karşı Mücadelede Etiyopyalı Müslümanların Rolü
Etiyopya’nın uzun ve zengin tarihinde karşı karşıya kaldığı en önemli dış etkenlerden biri Batı sömürgeciliğidir. Etiyopya'nın Batılı sömürgecilere karşı verdiği mücadeleler iyi bir şekilde bilinmektedir ancak Müslümanların bu mücadeledeki rolü genellikle gözden kaçan bir husustur.
Etiyopya'daki Batı sömürgeciliği, İngiltere, Fransa ve İtalya gibi Avrupalı güçlerin ülkede varlıklarını kurmaya başladıkları 19. yüzyılın sonlarına kadar izlenebilir. Bu sömürgeci güçler, Etiyopya'nın kaynaklarını sömürmeye ve bölgede kendi etki alanlarını kurmaya çalıştı. Bununla birlikte, Etiyopya'nın sömürgeciliğe karşı direnci güçlüydü, tarihin en eski imparatorluklarından birine sahipti ve ülke, sömürge döneminin büyük bölümünde bağımsızlığını korumayı başardı.
Emperyalizme Meydan Okumak
Etiyopya'nın Batı sömürgeciliğine karşı mücadelesindeki kilit figürlerden biri, Etiyopya'yı 1889'dan 1913'e kadar yöneten İmparator II. Menelik idi. İmparator dindar bir Hristiyandı ve sömürgeciliğe karşı direnişinde dini inançları önemli bir rol oynadı. Ancak Etiyopya'nın sömürgeciliğe karşı mücadelesinde Müslümanların rolü de göz ardı edilmemelidir. Etiyopya'daki Müslümanlar uzun ve zengin bir tarihe sahiptir ve ülkenin kültür ve toplumunun şekillenmesinde önemli bir rol oynamışlardır. Aslında Etiyopya, Afrika'daki en eski Müslüman topluluklardan birine ev sahipliği yapıyor ve Müslümanlar ülke nüfusunun yaklaşık üçte birini oluşturuyor.
İmparator II. Menelik, Batılı sömürgecilerle mücadele ederken Etiyopya'nın askeri ve idari sistemlerini modernize eden çeşitli reformlar gerçekleştirdi. Bununla birlikte, Avrupalı sömürge güçleri ısrarcıydı ve Etiyopya sonunda 1895-1896'da kendisini İtalya ile savaş halinde buldu. Birinci İtalya-Etiyopya Savaşı olarak bilinen savaş, Etiyopya'nın güneyindeki Eritre bölgesinin İtalyan işgali üzerine yapıldı. Etiyopya, sayıca az ve silahsız olmasına rağmen İtalyan kuvvetlerini yenmeyi ve bağımsızlığını korumayı başardı.
1935'te İtalya, bu sefer tam ölçekli bir sömürge rejimi kurmak amacıyla bir kez daha Etiyopya'yı işgal etti. İkinci İtalya-Etiyopya Savaşı, İtalyan kuvvetleri tarafından kimyasal silahların ve diğer zulümlerin kullanıldığını gören acımasız bir çatışmaydı. Ancak Etiyopya, diğer Afrika ülkeleri ve Milletler Cemiyeti'nin desteğiyle bir kez daha İtalyan işgaline direnmeyi ve bağımsızlığını korumayı başardı.
Sömürge dönemi boyunca, Etiyopya'nın Batı sömürgeciliğine karşı mücadelesi, siyasi ve ekonomik çıkarlar, kültürel farklılıklar ve güç mücadeleleri gibi çeşitli faktörler tarafından şekillendirildi. Etiyopya'nın zengin tarihi ve kültürü ile stratejik konumu, onu sömürgeci güçler için çekici bir hedef haline getirdi. Bununla birlikte, Etiyopya'nın sömürgeciliğe karşı dayanıklılığı ve direnişi, onu aynı zamanda Afrika birliğinin ve emperyalizme karşı direnişin bir sembolü haline getirdi.
Sömürgeciliğe Karşı Birleşmek
Sömürge döneminde Etiyopya'daki Müslümanlar çeşitli zorluk ve engellerle karşı karşıya kaldılar. Örneğin, 1936'dan 1941'e kadar Etiyopya'yı işgal eden İtalyan sömürge yetkilileri, Müslümanlara karşı sıklıkla ayrımcılık yaptı ve onların dini uygulamalarını bastırmaya çalıştı. Ancak bu zorluklara rağmen Etiyopya'daki Müslümanlar sömürgeciliğe karşı direnmeyi sürdürdüler ve ülkenin bağımsızlık mücadelesinde kilit rol oynadılar.
Sonuç olarak, Etiyopya'nın Batı sömürgeciliğine karşı mücadelesi karmaşık ve çok yönlüydü ve bu mücadelede Müslümanların rolü önemli ama genellikle gözden kaçan bir yöndü. Çeşitli zorluk ve engellerle karşılaşmalarına rağmen Etiyopya'daki Müslümanlar sömürgeciliğe karşı direnmeyi sürdürdüler ve ülkenin bağımsızlık mücadelesinde kilit rol oynadılar. Bugün Etiyopya, birçok farklı etnik ve dini gruba ev sahipliği yapan, çeşitlilik içeren ve canlı bir ülkedir ve sömürgeciliğe karşı zengin direniş tarihi, ulusal kimliğinin önemli bir parçasıdır.
.
1964 Zanzibar Devriminden sonra Araplara yönelik şiddetin tarihçesi ve kalıcı etkileri
1964 Zanzibar Devrimi, Tanzanya tarihinde çok önemli bir olaydı. Arap ağırlıklı Zanzibar hükümetinin devrilmesine ve sosyalist bir rejimin kurulmasına yol açtı. Ancak devrim aynı zamanda Zanzibar'da Araplara karşı şiddete yol açarak ölümlere, yerinden edilmelere ve Arap nüfusu üzerinde uzun vadeli etkilere de neden oldu. Zanzibar devriminden sonra Araplara yönelik şiddetin tarihini ve boyutunu, Arap nüfusu üzerindeki etkileri ve günümüze yansımalarına göz attık.
Araplara Yönelik Şiddetin Tarihçesi:
Zanzibar devriminin ardından Arap nüfusa karşı bir şiddet dalgası patlak verdi. Yeni hükümet, eski rejimin destekçisi olarak görülen Arapları hedef aldı. Sokaklarda kışkırtılan kalabalıklar Araplara, evlerine ve işyerlerine saldırdı. İlk anda birçok Arap öldürüldü veya evlerini ve işyerlerini geride bırakarak kaçmaya zorlandı. Şiddet olaylarında öldürülen Arapların sayısı birkaç yüz ile birkaç bin arasında değişiyor. Bazıları vuruldu, diğerleri dövüldü ve hatta birçoğu diri diri yakıldı. Şiddet birkaç hafta sürdü ve birçok Arap evlerinde saklanmak veya başka ülkelere kaçmak zorunda kaldı.
Şiddetin Kapsamı:
Zanzibar'da Araplara yönelik şiddet çok yaygındı ve etkileri geniş kapsamlıydı. Birçok Arap evlerini, işlerini ve mallarını kaybetti. Diğerleri, ailelerini ve topluluklarını geride bırakarak kaçmak zorunda kaldı. Şiddetin, bugün ülkede bir azınlık grubu olmaya devam eden Zanzibar'ın Arap nüfusu üzerinde önemli bir etkisi oldu. Şiddet, Araplar ile yeni rejim arasında bugüne kadar devam eden gerginliğe de yol açtı. Asırlardır Zanzibar’da yaşayan Arap kökenliler şiddet nedeniyle travma geçirdi ve güvenlik duygularını kaybetti. Büyük çoğunluğu geçim kaynakları olan evlerini ve işyerlerini kaybetmekten acı çekti. Birçoğu başka ülkelere kaçmak zorunda kaldığı ve onlarca yıldır Zanzibar'a dönemediği için şiddetin Arap nüfusu üzerinde uzun vadeli etkileri de oldu. Şiddet olayları sırasında Araplara ait birçok bina ve anıt tahrip edildiğinden, şiddet kültürel mirasın da kaybolmasına neden oldu.
Ardından gelen olaylar:
Zanzibar'da Araplara yönelik şiddetin ardından yeni rejim, Arap azınlığa karşı Afrika kökenli nüfusun çoğunluğunu destekleyen ayrımcı politikalar uyguladı. Pek çok Arap, siyasi ve ekonomik hayattan dışlandı ve Araplara karşı ayrımcılık onlarca yıl sürdü. Ancak son yıllarda, bu ayrımcılığa değinmek ve Araplar ile Zanzibar'daki diğer gruplar arasında uzlaşmayı teşvik etmek için çabalar sarf ediliyor.
Mevcut durum nedir?
Bugün, Zanzibar'daki Arap nüfusu bir azınlık grubu olmaya devam ediyor. Bu nüfus ülkenin kültürel ve tarihi mirasının önemli bir parçası. Zanzibar'da Araplara yönelik şiddet kalıcı bir miras bıraktı ve Araplar ile ülkedeki diğer gruplar arasındaki ilişkileri şekillendirmeye devam ediyor. Bununla birlikte, şiddetin eleştirisini yapma ve Zanzibar'daki farklı gruplar arasında uzlaşmayı teşvik etme çabaları oluyor. Örneğin, şiddet olaylarında yıkılan Arap binalarını ve simge yapılarını restore etme ve ülkedeki farklı gruplar arasında kültürel alışverişi ve anlayışı teşvik etme çabaları bugün hala devam ediyor.
Sonuç olarak 1964 devriminden sonra Zanzibar'da Araplara yönelik şiddetin Arap nüfusu üzerinde önemli etkileri oldu ve mirası bugün ülkedeki farklı gruplar arasındaki ilişkileri şekillendirmeye devam ediyor. Bununla birlikte, şiddetin eleştirisini yapma ve farklı gruplar arasında uzlaşmayı teşvik etme çabaları, Zanzibar'daki tüm insanlar için daha barışçıl ve kapsayıcı bir gelecek için umut veriyor.
HAFTANIN NOTLARI
* Tarihsel vakıa olarak "köle", Osmanlı'da 1: Çok azdı, 2: Evde yaşardı, 3: Ailedendi, yardımcıydı, 4: Sosyal güvenceleri, maaşları ve emeklilikleri vardı. Batıda ise 1: İnanılmaz çoktu, 2: İşyerlerinde, plantasyonlarında yaşardı, 3: Zorbalıkla alıkonur, insan yerine konulmazlardı
* Tuna kıyısında iki damla gözyaşı... Tuna boyları aklıma düştü. Bizi sanırım içe kapatan, ruhumuzu daraltan şey Tuna'dan uzak kalmış olmamız... Hiç fark edemediğimiz kaybımızdır Tuna. Bilmeyiz. Oysa biz Nil'i, Fırat'ı, Yeşilırmak'ı, Kızılırmak'ı, Sakarya'yı bilmezden önce Tuna'yı bilirdik. Atalarım gözünü Tuna'da açtı.
* Vahhabilerin Osmanlı'ya karşı ayaklanması bir ihanetti. (Usame Bin Laden)
Evet, böyle diyordu Usame. O vahhabi de değildi elbette... Hatta, bugünkü Suudî Arabistan'ın kurucusu Abdülaziz İbn Suud'un 1902 yılında arkasına İngilizler’in desteğini alarak Necd’deki Osmanlı valisi İbn Reşid’e saldırarak Riyad’ı ele geçirmesini de Osmanlı'ya karşı yapılmış büyük bir ihanet olduğunu, Müslümanların Hıristiyanlarla anlaşarak kırdırılması anlamına geldiğini ifade ediyordu. Toz toprak kalksın, o zaman belli olacak kim kimdir?
.
Senegal'de sömürgeciliğe karşı bir direniş biçimi olarak tasavvuf tarikatları
Senegal, yüzyıllardır Batı tarafından sömürülen bir ülke ve sömürgeci saldırganlığa çeşitli şekillerde karşılık verdi. Bu makalede Senegal'in sömürgeciliğe karşı direnişinde Kadiriyye, Ticâniyye ve Mürîdiyye gibi tasavvuf tarikatlarının rolünü incelemeye ve bugüne dair cümleler kurmaya çalıştık. Eğitimin önemini ve medreselerin direniş hareketindeki rolünü vurguladığımız bu makalede Senegal'deki tarikatların yüzyıllar boyunca tüm Batı'ya meydan okuyan bir direniş biçimi olduğu sonucuna vardık.
Giriş
Afrika'daki sömürgecilik uzun ve sancılı bir dönem olmuştur. Diğer birçok Afrika ülkesi gibi Senegal de Batı tarafından sömürülen bir geçmişe sahiptir. Ancak Senegal halkı, sömürgeci saldırganlık karşısında direnç gösterdi. Senegal'de sömürgeciliğe karşı direnişin en belirgin biçimlerinden biri Kadiriyye, Ticâniyye ve Mürîdiyye gibi tasavvuf tarikatları aracılığıyla olmuştur.
Senegal'de İslam'ın Yayılması:
Birçok İslam ülkesinde olduğu gibi Senegal'de de İslam'ın yayılması tüccarlar ve tüccarlar aracılığıyla başlamıştır. Bu tüccarlar sadece ticaret yapmakla kalmamış, İslam'ı o topraklardaki geniş halk kitlelerine sevdirmişlerdir. Dönemin önemli krallarından Tekrûr Kralı Var Câbî döneminde, özellikle kralın Müslüman olmasıyla İslamiyet halk arasında hızla yayıldı. Sonraki yüzyıllarda bugünkü Senegal toprakları başta Kadiriyye tarikatı olmak üzere birçok tarikat vasıtasıyla tamamen Müslüman olmuştur. Putlara tapan kavimler, İslamla şereflenirken, güçlü devletler kurmuş ve sosyal hayatı zenginleştirmişlerdir. Emir Bara Mendana gibi güzel insanların bir araya gelmesi de İslam'ın o topraklarda iyice perçinlenmesini sağlamıştır.
Senegal'de Köleliğin Tarihi:
Batılılar Senegal'e ilk olarak 1456 veya 1460'da geldiler. Zalim Ca da Mosto'nun önderliğinde Senegal'e ulaşan Batılılar, yüzyıllarca sürecek acının kapısını araladılar. Portekizliler, Hollandalılar, Fransızlar ve hatta İngilizler ülkenin kaynaklarını sömürmeye başladı. Afrika ve Sömürgecilik tarihine kara harflerle yazılan "köle ticaretini" burada Portekizliler başlatmıştır. Çok sayıda Senegalli yerli, ölümüne çalıştırılmak üzere Brezilya'ya götürüldü. Batılılar sözde 1815'te köleliği yasaklamış olsalar da köle ticaretini 100 yıl daha sürdü. Fransızlar köle ticaretini kesintisiz olarak sürdürdüler.
Tasavvuf Tarikatlarının Tarihsel ve Günümüz Perspektifi
Senegal, zengin bir İslami eğitim tarihine ve Batı etkisine karşı dirence sahiptir. Bu direnişe büyük ölçüde, ülkeyi soyan Batılılara karşı direnişin örgütlenmesinde ve önderliğinde önemli bir rol oynayan tasavvufi tarikatlar önderlik etti. İslami eğitimin merkezi olan medreseler bu direnişin kalesi oldu. Ancak Batılılar Senegal halkını ciddi ekollerini hiçe sayarak cezalandırdılar. Bütün medreseleri kapattılar, bütün hocaları yok ettiler veya sürgüne gönderdiler, İslami eğitimi durdurdular.
Bu zulümlere rağmen, Senegal halkı inançları aracılığıyla Batı etkisine direnmeye devam etti. Son derece saygın liderler olan dervişler, Senegal'de devrim yarattılar ve Batı baskısına boyun eğmeyi reddederek yüzyıllarca direndiler. Direnişi örgütlemede etkili oldular ve harekete güçlü bir omurga sağladılar.
Bugünkü Senegal'de İslam inancı hala çok canlı. Kadiriyye, Mürîdiyye, Ticâniyye, Lâyiniyye gibi tarikatlar oldukça aktifler. Yüzyıllarca Fransızlara karşı direnen medreseler bugün bile hizmet vermeye devam ediyor. Bilinçli Müslümanların eline geçen bu kurumlar İslami eğitimin devamı için sağlam bir temel oluşturmaktadır.
Sonuç
Senegal'in Batı etkisine karşı dayanıklılığı ve direnci yeni bir olgu değil. Çanakkale'de Osmanlı'ya karşı savaşmak zorunda kalan Senegalli askerlerin silahlarını Batılılara doğrultarak direnmesi ve bunun yerine Fransız-İngiliz askerlerini öldürmesi dikkat çekicidir. Bu, Senegal'de yüzyıllardır Batı etkisine karşı güçlü bir direniş olduğunu gösteriyor.
Senegal'in özgürlük savaşçıları 20. yüzyılın başında radikal bir direniş sergilemişler ve yüzyılın ortalarında bağımsız bir devlet kurarak bağımsızlığına kavuşmuşlardır. Senegal halkı birçok zorlukla karşılaşmasına rağmen Batı etkisine direnmeye ve İslami inançlarını korumaya devam ediyor.
Sonuç olarak Senegal'de Batı etkisine karşı verilen mücadelede tasavvuf tarikatları ve medreseler önemli bir rol oynamıştır. Dirençleri ve sebatları, İslam inancının Senegal'de hayatta kalmasına ve gelişmesine izin verdi. Senegal halkı, Batı etkisine direnmeye ve inançlarını sürdürmeye devam ederek, kültürel miraslarını koruma kararlılıklarının sarsılmaz olduğunu kanıtlıyor.
***
NOTLAR
· İbraniler Eski Ahit'lerini, Yunanlılar Ilyada ve Odisseia'larını yazmadan bin yıl önce, Sümer'de mitler, destanlar, ilahiler ve ağıtlar ve sayısız atasözü, fabl ve deneme derlemesinden oluşan zengin ve olgun bir edebiyat vardı. Tarihi Batı merkezli okumayalım.
· Yalnız değiliz. Sağımızda ve solumuzda kirâmen kâtibin, peşimizde şeytan. Bir kalabalıktır yürüyoruz... [Osman Nuri Topbaş]
· Şu anda dünyanın her yanında okunmakta olan Kur'an'larla Taşkent'teki ilk Kur'an arasında tam bir benzerlik, aynılık söz konusudur. (Muhammed Hamidullah, İslam'a Giriş, Ankara, t.y, s.41; M. Hamidullah, İslam Peygamberi, II/763)
· Çay bahçesinin her tarafına; "Türk aile yapısına uygun olmayan hal ve davranışları bu cafe'de istemiyoruz" şeklinde ilanlar asılmış. Ne güzel. Ancak sahibine; "Yazılar çok güzel ama yayınladığınız klipler facia. Türk aile yapısına uygun mu şimdi şu sahneler?" dedim. Amca şaşırdı, mahcup oldu; "Hiç böyle düşünmemiştim" dedi. Sonraki gidişimde türkü yayınlıyorlardı, sevindim.
.
Sömürgecilik ve Afrika'nın yoksulluğu üzerindeki etkisi
Afrika, kronik açlık riski taşıyan 40 milyondan fazla insanla en fakir kıtadır. Kıta kaynaklarının Batılı sömürgeciler tarafından sömürülmesi nedeniyle Afrika'da açlık ve yoksulluk artmıştır. Batılı devletlerin 150 milyondan fazla Afrikalıyı köleleştirmesi, Afrika'nın yer altı ve yerüstü kaynaklarını sömürgeleştirmesi, kabile sınırlarını dikkate almadan sınırlar çizmesi, iç çatışmalara ve sınır savaşlarına yol açmıştır. Sömürgecilerin uyguladığı tarım politikaları verimli toprakların kaybına ve Afrika tarımının yok olmasına neden oldu. İç savaşlar, çatışmalar, mülteciler, iç göç, doğal afetler ve gıda ithal etmek için yeterli kaynağın olmaması açlığın ana nedenleridir. Ek olarak, Hristiyanlığın Batılı Misyonerler tarafından yayılması ve köle ticareti Afrika’daki açlık krizine katkıda bulundu. Bu makalede sömürgeciliğin mevcut Afrika açlık krizi üzerindeki etkisini yazdık.
Giriş
Afrika kıtası, kronik açlık riski taşıyan 40 milyondan fazla insanla dünyanın en fakir kıtası. Açlık ve yetersiz beslenme sorunu Afrika'da uzun süredir devam ediyor ve temel nedenleri karmaşık. 15. yüzyılda başlayan sömürgecilik ise Afrika'daki mevcut açlık krizinin temel nedenlerinden biridir.
Sömürgecilik ve Afrika Açlık Krizi
Afrika'daki sorunların tarihi, sömürgeci Batı'nın Afrika'ya saldırdığı 15. yüzyılın başlarına kadar uzanıyor. Batılı devletler 150 milyondan fazla Afrikalıyı köleleştirdi ve kıtanın yer altı ve yer üstü kaynaklarını kolonileştirdi. Sömürgeciler aşiret sınırlarını dikkate almayan sınırlar çizerek iç çatışmalara ve sınır savaşlarına neden oldu. Sömürgeciler Afrika'yı kendi savaşları için bir araç olarak kullanmışlar ve kıtayı kolayca yönetebilmek için azınlıkları ve muhalifleri desteklemişlerdir.
Sömürgecilerin uyguladığı tarım politikaları verimli toprakların kaybına ve Afrika tarımının yok olmasına neden oldu. Afrika ülkeleri sömürgeciler için mahsul üretmeye zorlandı ve bu da gıda üretim kapasitesinin kaybına yol açtı. Bu durum açlık krizini şiddetlendirdi. İç savaşlar, çatışmalar, mülteciler, iç göçler, doğal afetler ve gıda ithal etmek için yeterli kaynağın olmaması açlığın ana nedenleridir.
Köle ticareti ve Afrika Açlık Krizi
Köle ticareti, Afrika'daki mevcut açlık krizinde başat rol oynadı. Afrika'dan ABD'ye getirilen köle sayısı 16. yüzyılda 125 bin, 17. yüzyılda 1 milyon 280 bin, 18. yüzyılda ise 6 milyon 265 bin oldu. 60 ila 184 milyon Afrikalı, 15. ve 19. yüzyıllar arasında Atlantik hattındaki köle ticaretinin kurbanı oldu. Köle ticareti, Batılı sömürgeciler için kazançlı bir sektördü ve ülkelere göre pazar payı: İngiltere: %41,3, Portekiz: %29,3, Fransa: %19,2, Hollanda: %5,7, İspanya: %3,2, Danimarka: %1,2.
Afrika'daki köle ticareti, yüzyıllardır tartışmalı ve hararetli bir tartışma konusu olmuştur. 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar, Avrupa ulusları Afrika'daki köle ticaretini aktif olarak idare ettiler ve bu süreçte milyonlarca Afrikalı zorla evlerinden alınıp Amerika'ya nakledildi.
Köle Ticaretinin Kökenleri
Afrika'daki köle ticaretinin kökenleri, Portekiz'in Afrika'nın batı kıyısını keşfetmeye başladığı 15. yüzyıla kadar izlenebilir. İlk başta Hindistan'a giden bir ticaret yolu bulmakla ilgilendiler, ancak kısa süre sonra Afrika kıyılarının altın ve fildişi açısından zengin olduğunu keşfettiler. Avrupa mallarını Afrika mallarıyla değiştirerek Afrika krallıklarıyla ticaret yapmaya başladılar. Ancak kısa sürede köle ticareti yaparak daha fazla kar elde edebileceklerini anladılar.
Köle ticaretine karışan tek Avrupalılar Portekizliler değildi. Yıllar geçtikçe İngiltere, Fransa, İspanya ve Hollanda gibi diğer Avrupa ülkeleri de ticarete katıldı. Afrika kıyılarında kaleler ve ticaret karakolları kurdular ve oradan köleleri yakalayıp Amerika'ya naklettiler.
Köle Ticaretinin Afrika Üzerindeki Etkisi
Köle ticaretinin Afrika üzerinde yıkıcı bir etkisi oldu. 15. ve 19. yüzyıllar arasında milyonlarca Afrikalının zorla evlerinden alınıp Amerika'ya nakledildiği tahmin ediliyor. Köle ticaretinin Afrika'nın demografik yapısı üzerinde önemli bir etkisi oldu. Özellikle köle ticaretinin en aktif olduğu bölgelerde nüfusta önemli bir azalmaya yol açtı.
Köle ticareti, Afrika ülkelerinin ekonomileri üzerinde de önemli bir etkiye sahipti. Köle ticareti, geleneksel Afrika ticaret ağlarını bozdu ve bir zamanlar ticareti yapılan malların birçoğunun yerini köleler aldı. Bu, Afrika mallarının devalüasyonuna ve Avrupa ile Afrika arasında tek taraflı bir ticaret ilişkisinin gelişmesine yol açtı.
Ayrıca köle ticareti, Afrika'da bir şiddet ve istikrarsızlık kültürü yarattı. Köle ticareti köleler için bir talep yarattı ve bu da köle baskınlarının ve Afrika krallıkları arasındaki savaşların artmasına neden oldu. Bu savaşlar, köle karşılığında Afrika krallıklarına silah ve cephane sağlayan Avrupalılar tarafından körüklendi. Köle ticareti artık yasadışı olsa da, etkisi bugün hala Afrika'da hissediliyor. Geçmişin derslerini hatırlamak ve tüm insanlar için daha iyi bir gelecek inşa etmek için çalışmak esastır.
Temel Sorun Sömürgecilik
Sonuç olarak Afrika'daki açlık krizi birçok temel nedeni olan karmaşık bir sorundur ve sömürgecilik, Afrika'daki mevcut açlık krizinin ana nedenlerinden biridir.
***
TANRIM, BU TÜRKLER NEREDE YOK?
2004 yılında yaşanan büyük tsunami felaketi nedeniyle, bölgeye giden BBC muhabiri George Alagiah’ın izlenimleri:
“Aceh’e indiğimde kendimi Türkiye‘de sandım. Hayır, her yerde kebap dükkanları olduğu için değil… Bana kartpostal satmaya çalışan çocukları gördüğümden de değil… Yok yok, ayakkabı boyacılarının bağrışmalarından ya da araba kornalarından da değil… Belki inanamayacaksınız ama; herkesin Türk bayraklı şapka giymesinden dolayı böyle bir fikre kapıldım. Yolda gördüğüm bir genç Acehli’ye, neden şapkalarında Türk bayrağı olduğunu sorduğumda bana verdiği yanıt çok ilginçti. Adı Recep olan bu genç, ‘kendi bayrağımız olan şapkayı giyersek, altı ay hapis yatıyoruz. Türk bayrağına kimse bir şey diyemiyor. Türk bayrağı da bizimkiyle aynı… Zaten, Türkler bizim atalarımız sayılır ve biz bayrağımızı 500 yıl önce onlardan almışız. Bundan dolayı, ne zaman bir maç olsa Türk Milli Takımının formasını giyiyor, evlerimize Türk bayrağı asıyoruz.’ “Şaşırdım kaldım ‘Tanrım bu Türkler nerede yok?’ dedim”
.
Türk, isyan edendir
Devlet kutsal değildir ama devletimiz için kanımızı veririz.
Devlet hatasız değildir ama devleti hatası ile kabul ederiz.
Hükümet-hanedan yanlış yapar ve yanlış yapan hanedan yıkılır, yerine adil olanı kurulur.
Biz Türkler hükümet neyim anlamayız, beğenmezsek yıkar yenisini yaparız.
Bizde devlettir kadim olan, hükümet yahut hanedan değil.
Bizim bir devletimiz var, yıkar yıkar yeniden yaparız.
İsmi değişir ama tek devlettir. Beceremeyen yıkılır gider.
Eleştirilerimize tahammül edemeyenler devşirmedir.
Hanedana her daim muhalif olmuşuzdur, hanedana eleştiri veremeyen sadece devşirmelerdir.
Eğer hanedanı eleştiriyorsan Türk’sündür, eleştiremiyorsan devşirme.
Devşirme köksüzdür, yenidir, eleştiremez, isyan edemez.
Devşirmeler merkezi ayakta tutar.
Osmanlı devşirme ile kör topal 250 yıl fazla yaşadı. Türklere kalsaydı 1600'lerde Osmanlı hanedanı yıkılır, yenisi kurulur ve bugün Manş civarında olurduk.
Devşirme köksüz ve içe dönüktür, yalaka ve korumacı, statükocudur.
Uzun ömürlü ama can çekişen bir sistem yıkılsa o kadar zarar vermez.
Osmanlı 300 yıl önce yıkılsaydı tarih daha farklı olabilirdi.
Devşirmeler çürümüş sistemi korudu, keşke onları aşabilseydik.
Keşke işler şehirli Türklere kalsaydı.
Adaletsiz bir sisteme isyan etmek farzdır.
Türk isyan edendir.
İsyanımızı hoş görün.
Eleştirilerimizi hoş görün.
***
KRİTERLER UYGUN MU?
Bir yıl kadar önce ilk ittifak görüşmeleri yapılırken Cumhurbaşkanı adayının ortak kriterlerini belirlenmişti. Olası adayın tarifi, “uzlaşmacı, özgürlükçü, demokratik değerleri içselleştirmiş, milletin tamamını kucaklayan, siyasi ahlak ilkelerini benimseyen, liyakat sahibi” olarak yapılmıştı. Şimdi bugün gelinen noktada aday açıklandı ancak Kılıçdaroğlu bu kriterlere uygun mu acaba? Kılıçdaroğlu'nun uzlaşmacı, özgürlükçü, demokratik değerleri içselleştirmiş, milletin tamamını kucaklayan, siyasi ahlak ilkelerini benimseyen ve liyakat sahibi olduğunu pek düşünmüyorum açıkçası.
***
KISA 7 NOT
1. İngilizler, York Dükünü onurlandırmak için, New Amsterdam’ın adını değiştirerek, ‘’New York’’ yaptılar. Bu kadar basit işte.
2. Çileklerin büyümesi için östrojen kullanılır. Bu da 2 yaşındaki kızların dahi dişilik özelliklerini tetikliyor. Denge bozuldu...
3. Şehrin ismi; El Pueblo de Nuestra Senora la Reina de los Angeles del Rio de Porciuncula. Yani kısaca "Los Angeles."
4. İngiltere’de bir tane Manchester var ama ABD’de tam 26 tane Manchester var. Doğal sonuç.
5. Amerika’da 37 Berlin, 22 London, 28 Newport, 21 Roma (Rome), 19 da Viyana var. Amerika, Batı'nın özetidir arkadaşlar.
6. İspanyollar Amerika’ya geldiklerinde kıtaya Müslüman mimarisi, tarımı ve elbette nar ağaçlarını da getirdiler.
7. Arapça ‘naranc’; İspanyolca ve Portekizce ‘naranja’ ve Fransızca’da ‘oranj’a dönüşünce, Anglo Sakson diline de ‘orange’ olarak geçmiş.
.
Evimiz Balkanlar
Milyonlarca Müslüman’ın yaşadığı Balkanlarda 100 yıldır İslam’ın izleri silinmeye çalışılıyor. Katliamlar ve soykırımlarla milyonlarcası katledilen Müslümanlardan kalan camiler, medreseler ve hatta çeşmeler dahi yıkıldı. Buna rağmen ayakta kalan Boşnak, Arnavut ve Türk Müslümanlar ise her anlamda sıkıştırılıyor, bunaltılıyor ve yok sayılıyor. Balkanlar bizim evimiz ve Türkiye küçük düşünemez. Balkanlar’da bir medeniye mücadelesi yaşanıyor. Balkan coğrafyası öncelikle bizim medeniyet izlerimizi taşımaktadır. Belki Batıyı da bu denli rahatsız eden şey kendi evleri olarak gördükleri coğrafyada bizim kimliğimize ait olarak görülen tarihi doku ve insan yapısıdır.
NEDEN DÜŞMANLAR?
80 milyona yakın Balkan nüfusunun 12 milyon kadarı Müslüman ahaliden oluşmakta. Müslüman toplulukların başında ise Arnavut, Boşnak ve Türkleri sayabilir. Tabii Pomak, Roman, Tatar Müslümanlar da sayıları daha az olmakla birlikte Balkanların Müslüman sakinleri arasında yer alırlar. Balkan coğrafyası tarih boyunca süper güçlerin ya da süper güç adayı olarak kendi gören devletlerin ilgi odağı ve mecburi kontrol merkezi olarak görülmüştür. Roma, Makedonya; Osmanlı Devleti… Bu stratejik olarak haklı bir durumdur. Zira Asya, Avrupa ve Afrika’ya erişimin en kolay sağlanabileceği coğrafya olan Balkanlar aynı zamanda birbirinden farklı dini ve etnik unsurları da barındıran adeta bir milletler mozaiği olarak da biliniyor.
Bölgedeki Müslümanlar için çok önemli bir tehlike var. Maalesef kültürel erozyon çok hızlı bir şekilde Müslüman toplulukları kemiriyor. Müslüman Balkan gençliği hedefsiz, gayesiz ve vizyonsuz bir şekilde her türlü tuzağın içine çekilmektedir. Dini ve tarihi eserleri zaten savaşlarla ve katı komünist süreç boyunca tarumar edilen Müslüman halkın, bir asra yakın bir süredir katliamlar ve göçler arasında iyice yok edilmeye azmedildiği unutulmamalı. Bu durum beraberinde mevcut gençlik için bir yılgınlık ve boş vermişliği de getirmektedir.
BALKANLAR ENDÜLÜS OLMASIN
Balkanlar Avrupa’dır. Avrupa’ya giriş kapılarından bir kapıdır. Burada yedi asırdan uzun bir süre bayrak gösteren, İslam medeniyetiyle birlikte Batı medeniyetine sayısız anlamlar katan Endülüs’ün başına gelenler bir asırdır daha geniş ve yekpare hareket eden dünya devleri tarafından Balkanlardaki Müslüman topluluklara reva görülmektedir. Bunda aslında sürpriz kabul edilecek bir durum yok. Kendi medeniyet algılarıyla Müslüman güçlü devletlerin de yokluğundan istifade ederek düşman saydıkları ne varsa yok etmeye çalışıyorlar. Bunu dün ortaçağ döneminde kendi aralarında yüzyıl, otuzyıl savaşlarıyla da yaptılar.
Balkan coğrafyası öncelikle bizim medeniyet izlerimizi taşımaktadır. Belki Batıyı da bu denli rahatsız eden şey kendi evleri olarak gördükleri coğrafyada bizim kimliğimize ait olarak görülen tarihi doku ve insan yapısıdır. Batı kendi içinde de Müslüman topluluklara karşı bu alerjisini sürdürmekte ve aşağılayıcı ırkçı kampanyalarla ötekileştirdiği Müslüman topluluklara karşı ayrımcılık politikaları yürütmektedir. Ama unutulmamalı ki Balkanlar bizim de evimizdir. İslam dini farklılıkları kendi içindeki muhteşem ahenk ile kuşatır ve kucaklar. Kimseye hiçbir topluluğa inançlarından ötürü baskı yapmaz, yapılmasına da müsaade etmez. Mabetler, ibadetler korunur. 5 asrı aşan Osmanlı dönemi bunun yaygın örnekleriyle doludur her şehir ve kasabada. O nedenle Balkan Müslümanları nerede yaşarlarsa yaşasınlar Sırp, Hırvat, Bulgar ya da Makedon komşuyu kabul eder, evinde pişirdiğinden ikram eder. Onu yok etmek için çaba göstermez. Vergisini veren her vatandaş haklardan faydalanır. Hangi dine, inanışa mensup olursa olsun barış içinde yaşar.
BALKANLARI GÖRMEZDEN GELME LÜKSÜMÜZ YOKTUR
Bizim Balkanlar’a bigane kalma gibi bir lüksümüz asla olamaz. Hem tarihi hem de coğrafi olarak bu bir zorunluluktur. Balkanları görmezden gelmek “ben küçük düşünüyorum” demektir. Ve şu bir gerçektir ki Anadolu coğrafyasında küçük düşünemezsiniz. Büyük düşünmek de sadece lafzi olamaz. Bunun gereklerini yapmazsanız durum yine değişmez. Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya Türkiye’nin koruyucu kalkanlarıdır. Buralarda yaşayan topluluklar mutlu ve sağlıklı değillerse sizin de kendinizi emniyette hissetmeniz mümkün değildir. O nedenle Saraybosna’nın, Üsküp ve Tiran’ın huzur ve güvenliği İstanbul, Ankara ve İzmir’in de huzur ve güvenliğini gösterir. Yıllar yılı Balkanlardaki acılarla, sıkıntılarla sarsılıp durduk. Balkanların acıları bizlerin acıları oldu. Osmanlı’nın Bosna’nın kuzeyine Bihaç’a kadar uzayan yeşil kuşağı bizim de doğal sınırlarımız oldu. Bu emperyal bir bakış açısı değildir. Zira Moro, Patani ve Arakan ya da Afganistan’a da karşı farklı bir bakış açısına sahip değiliz. Netice itibariyle herkes için huzur istiyoruz ve fakat buradaki Müslüman topluluklara destek verilmez ise bu huzurun sağlanması çok da mümkün görünmemekte.
Türkiye bu topraklarda çok uzun süre kalan ve adaletle hükmeden Osmanlı mirasının sahibidir. Türkiye Balkanlarda yeniden büyük güç olma potansiyelini en az Almanya ve ABD kadar taşımaktadır. Bölgede Rusya Ortodoks Slav kökenli yapılar üzerinden etkinliğini sürdürme gayretindeyken, AB ise Katolik, Protestan yapıları öncelikli hedef olarak görmektedir. ABD ise bölgenin Müslüman unsurları üzerinde daha etkindir. Türkiye’nin boşluğu ABD tarafından doldurulmuştur. Türkiye’nin gittikçe bölge üzerinde daha fazla inisiyatif almaya başladığı da bir gerçektir. TİKA, Hüdayi Vakfı, İHH gibi kurumlarla 20 yıla yakın bir süredir başta kriz alanları olmak üzere afet bölgelerindeki insani yardım çalışmaları Türkiye’nin bölge etkinliğini daha da artırmakta; dosta güven düşmana korku vermektedir. Türkiye’nin bu politikasını sürdürmesi yine başta kendisi için önemli bir hamle olurken bölgede bulunan dost ve akraba toplulukların da kendilerini daha emniyette görmelerini sağlamaktadır.
OSMANLI HALA BALKANLARDA
Geçtiğimiz günlerde ziyaret ettiğimiz birçok Balkan şehrinde Osmanlı izlerin yerinde görme imkanına tekrar sahip olduk. Balkan şehirleri ruhu olan canlı birer yapıdır. Zira geçmişten izler taşırlar ve onları bugüne aktadırlar. Osmanlı’da ve İslam medeniyet algısı olarak şehirler cami ve çevresinde doğar ve gelişirler. Çünkü camiler hareketli, hayat dolu yapılardır. Zamanla kunduracısı, bakırcısı, ekmekçisi ve diğer ticaret erbabı ve evler, çeşmeler, hanlar, hamamlar ve köprüler kurulur ve bir de bakmışsınız büyük bir kasaba ve şehir meydana gelmiş. Bu şekilde Plevne’den Bihaç’a yüzlerce kasaba ya da şehir vücuda getirilmiş ve hemen hepsi canlı ve hayat fışkıran menbağlar olmuştur. Osmanlı Devleti üzerinde Balkan coğrafyası o kadar etkilidir ki 30 binin üzerinde eser vücuda getirilmiş ve birçoğu vakıf eserleri olarak korumaya alınarak uzun yıllar bu hizmetin devamı planlanmıştır. Nitekim ilk en büyük kayıpların verildiği 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşına kadar bu eserler hizmetlerini sürdürmüş ve fakat bundan sonra başlayan tarihi eser kıyımı günümüze kadar aralıksız devam ettirilmiştir. Önemli bir kısmı savaş ve karışıklık dönemlerinin etnik şiddetinde, bir o kadarı ilgisizlik ve bakımsızlıktan, bir kısmı da amaç dışı kullanımlarla tarumar edilmiş. Bu eserlerin %90’ına yakını bu şekilde yok edilmiştir. Şimdi ise Bulgaristan’dan Macaristan’a kadar yıllara meydan okumayı başarmış onlarca eser ilgi ve alaka beklemektedir.
Yaklaşık 1,5 asırdır Balkan Müslümanları inanılmaz zor ve zahmetli günler geçirmektedirler. Savaşlar ve onların getirdiği açlık, yoklukların doğal sonucu göç olmuş milyonlarca insan yüzlerce yıldır vatan dedikleri toprakları bırakarak sonu belirsiz yolculuklara çıkmışlardır. Amerikalı tarihci Justen Mc. Cartey Ölüm ve Sürgün adlı kitabında 1823-1922 yılları arasında Balkanlar ve Kafkasya’da 5,5 milyon insanın katledildiğini ve 5 milyon insanın da sürgün edildiğini söyler. Bu böylesine acı bir tarihtir. Bugün Türkiye’de bile neredeyse Balkanların tamamındaki kadar Balkan kökenli Müslüman bulunmaktadır.
BATILI KÜLTÜREL DEĞERLERE KURBAN VERİLEN NESİLLER
Günümüzde ise savaşlardan yeni sıyrılan ve güvenlik ve ekonomik tehditlerin sarıp sarmaladığı, çocuklarını çoğu kez Batılı kültürel değerlere kurban vermiş aileler çıkar karşımıza. Komünist yönetim öncesi ve sonrasında kendilerine Katolik ya da Ortodoks komşularına tanındığı kadar fırsat eşitliği tanınmamış bu insanlar hep dişleriyle tırnaklarıyla çalışarak ayakta kalabilmişlerdir. Muhaceratta da mukim bulundukları coğrafyalarda da bu asla değişmemiştir. Her türlü acıya göğüs geren, inanılmaz badireler atlatarak bugünlere kadar bulundukları coğrafyalarda dinlerini, kültürlerini muhafaza eden bu güzel insanlara karşı hem devlet hem de millet olarak vefa borcumuz olduğunu düşünüyorum. Serhat boylarında yıllarca sabırla bekleyen kardeşlerimizle siyasi ve ekonomik anlamda irtibatların daha sıkı hale getirilmeli ve insan sıcaklığı olarak da Anadolu’yla Rumeli yeniden dost ve kardeş olmalıdır.
***
NOTLAR
* Prizren’de bir kahve molasında Prizren İslam Birliği Eski Başkanı Lutfi Ballek üstadın dilinden merhum Erbakan Hocaya dair hatıraları dinlemek ve o esnada kahve yudumlamak.
* Konya’dan Kosova’ya bir ticaret-kardeşlik köprüsü kuran Abdurrahman Doruk gibi isimler Balkanlar’da daha çok olmalı, daha büyük işler yapmalı inşallah.
* Üsküp’ün kadim çarşısında içilen çayların, kahvelerin lezzeti.
* Balkan tatlısı Triliçe kesinlikle yerinde, Balkanlar’da tadılmalı.
* O haçları ne kadar büyük ve ne kadar yükseğe dikerlerse diksinler gökyüzündeki ay yıldızdan daha yükseğe çıkartamayacaklar.
.
Müslüman yurdunu baştanbaşa gezen büyük devrimci Abdurreşit İbrahim
Alim, asker, devlet adamı, hukukçu, eğitimci, seyyah, istihbaratçı, tebliğci, tüccar, çiftçi ve gazeteci. Mehmet Akif Ersoy’un “Süleymaniye Kürsüsünde” isimli şiirinde kürsüdeki kişi. Rusya Müslümanlarını birleştirdi, çok sayıda dil öğrendi, farklı dillerde gazeteler, dergiler çıkardı, kitaplar yazdı, Trablusgarp cephesinde, Balkan savaşlarında Osmanlı saflarında savaştı, Japonya'da İslam'ı ilk yayan kişi oldu, hep gurbet hayatı yaşadı, Kemalistler yüzünden ailesinden koptu, ömrünün sonunda dahi gurbete düştü ve Japonya'da vefat etti.
Kimdi kürsîdeki? Bir bilmediğim pîr amma,
Hiç de bîgâne değil kalbe o câzib sîmâ.
Bembeyaz lihye-i pâkiyle, beyaz destârı,
O mehîb alnı, o pek mûnis olan dîdârı,
Her taraftan kuşatıp, bedri saran hâle gibi,
Ne şehâmet, ne melâhat veriyor, yâ Rabbi!
Hele gözler iki mihrâk-ı semâvîdir ki:
Bir şuâıyla alevlendiriyor idrâki.
Âh o gözlerden inen huzme-i nûrânûrun,
Bağlı her târ-ı füsunkârına bin rûh-i zebun!
— Beni kürsîde görüp, va’zedecek sanmayınız;
Ulemâdan değilim, şeklime aldanmayınız!
Dînin ahkâmını zâten fukahânız söyler,
Anlatırlar size bir müşkiliniz varsa eğer.
Bana siz âlem-i İslâm’ı sorun, söyleyeyim;
Çünkü hiçbir yeri yok gezmediğim, görmediğim.
Şark-ı Aksâ’dan alın, Mağrib-i Aksâ’ya kadar,
Müslüman yurdunu baştan başa kaç devrim var!
Mehmet Akif Ersoy, Süleymaniye Kürsüsünde
Alim, asker, devlet adamı, hukukçu, eğitimci, seyyah, istihbaratçı, tebliğci, tüccar, çiftçi ve gazeteci. Mehmet Akif Ersoy’un “Süleymaniye Kürsüsünde” isimli şiirinde Süleymaniye Kürsüsünde vaaz veren kişi. Rusya Müslümanlarını birleştirdi, bütün dünyayı dolaştı, çok sayıda dil öğrendi, farklı dillerde gazeteler, dergiler çıkardı, kitaplar yazdı, Osmanlı ve Türkiye vatandaşı oldu, Trablusgarp cephesinde, Balkan savaşlarında Osmanlı saflarında savaştı, Dünya savaşlarında istihbarat elemanı olarak çalıştı, Mehmet Akif Ersoy ile yakın arkadaştı, İstanbul'un büyük camilerinde sohbetler verdi, Osmanlı hanedanına da, Japon İmparatorluk ailesine de yakındı, Japonya'da İslam'ı ilk yayan kişi oldu, hep gurbet hayatı yaşadı, Kemalistler yüzünden ailesinden koptu, ömrünün sonunda dahi gurbete düştü ve Japonya'da vefat etti.
İBRETLİK BİR HAYAT HİKAYESİ
Türkçe, Arapça, Farsça, Rusça, Tatarca ve Japonca'yı çok iyi biliyordu. Ayrıca birçok dili de konuşabiliyor ve anlayabiliyordu. İslam Bayrağı için Sibirya'dan, Rus bozkırlarından, Trablusgarp çöllerinden, Kore’den, Balkanlardan, Kafkaslardan, Ortadoğu'dan, Anadolu'dan Almanya'dan, İsviçre’den, Litvanya’dan, Moğalistan’dan, Türkistan’dan, Kore'den, Arabistan’dan, Beyrut’tan, İstanbul’dan, Konya’dan Japonya'ya uzanan destansı bir hayat hikayesi; Abdurreşit İbrahim…
Filmi yapılacak belki de en önemli isimlerden biridir Abdürreşid İbrahim.
Japonya’ya İslam’ı getiren kişi olarak bilinir. Önce Rusya Müslüman Türklerini birleştirme çabalarıyla tanındı. Rusya'daki Türkleri Türkiye'ye göç etmeye özendirdi. Bu girişimlerinde büyük ölçüde başarı sağladı. Uzun seyahatlere çıktı ve çok maceralı bir hayat sürdü. 1912’de Osmanlı vatandaşı oldu. Seyahatlerini "Alem-i İslam" adlı eserinde Osmanlı halkına anlattı; verdiği konferanslar büyük ilgi gördü. Süleymaniye Kürsüsünde adlı ünlü eserinde şair Mehmet Akif’in halka hitap ettirdiği kişi, Abdürreşid İbrahim’dir.
1857’de Sibirya’da dünyaya geldi. Babası Buharalı Özbek bir aileden gelen Ömer Bey, annesi Başkurt Türklerinden muallim Afife Hanım idi. Çocukluğunda Rusya’daki medreselerde öğrenim gördü. 1880’de Hacc’a gitti ve Medine’ye yerleşti. Burada medrese öğrenimine devam etti. Beş senelik eğitiminin sonunda icazetnamesini aldı. 1884’te memleketine dönen Abdürreşid İbrahim, Tara’da müderrisliğe başladı. Daha sonra öğrencileri ile birlikte tekrar hacca gitti; onları bir medreseye yerleştirdikten sonra memleketine dönüp başka okullar açmakla meşgul oldu.
1890’da 10 öğrencisiyle İstanbul’a geldi, onları Darüşşafaka ve Dar-üt tedris okullarına yerleştirdikten sonra memleketine döndü. Rusya’nın her bölgesinde Müslümanlar İstanbul’a öğrenci yollaması için kendisine başvurmaya başlayınca Rus hükümeti rahatsız olarak faaliyetlerine kısıtlama getirdi. 1891’de Ufa şehrine geldi; kadı olarak görevlendirdi. Rusya’daki Müslümanların en büyük mahkemesinin kadısı olmuştu. Resmi görevlerinin yanı sıra fakir ve yetimler için dernekler kurmakla meşgul oldu. Müslüman halkın dertlerine çözüm bulmak için başkent St. Petersburg’a giderek içişleri ve eğitim bakanları ile görüşmeler yaptı. Rejim yanlısı müftüler tarafından hükümete şikâyet edilince canı tehlikeye girdiğinden 1895’te İstanbul’a gitti.
İstanbul’da iken bastırdığı ve gizlice Rusya’ya soktuğu broşür ile Rusya’da yaşayan Müslümanları Osmanlı Devleti’ne göç etmeye davet etti. İstanbul’da kaleme aldığı ve gizlice Rusya’ya soktuğu ünlü "Çoban Yıldızı" adlı eserinde Rusya’nın yönetimindeki Müslüman halklara yaptığı zulümleri anlattı. İstanbul’da iki yıl boyunca kımızcılık ve ziraatçilik ile geçimini sağlayan Abdürreşid İbrahim, 1896’da Avrupa’ya gitti. İsviçre’de tanıştığı Rus sosyalistlere Müslüman halkların sorunlarını anlattı.
Abdürreşid İbrahim, 1897’de ilk büyük seyahatine çıktı. Seyahati 3 yıl sürdü. Önce memleketi Tara’ya giden seyyah, bir süre kaldıktan sonra Japonya’ya gitti. Kısa bir süre sonra 1900’de St. Petersburg’a döndü ve bir dergi çıkardı. 1902-1903 arasında tekrar Japonya’da bulundu. Rusya ve Japonya arasındaki ilişkileri inceleyip İstanbul’a aktardı. Japonların Müslümanlığa yatkın olduklarını Abdülhamit Han’a bir mektupla bildirdi ve Müslümanlığın yayılması için yardım istedi. Rus karşıtı faaliyetleri nedeniyle Rusya’nın ricası üzerine kendisinden Japonya’dan ayrılması istenince İstanbul’a döndü. Daha sonra St. Petersburg’a yerleşti, bir matbaa kurdu. Dini ve siyasi eserler yayımladı. Amacı, Rus egemenliği altındaki Türkler arasında bir birlik kurmaktı. "Ülfet" adlı bir Türkçe dergi yayımladı ve büyük ilgi gördü. 1906’da "Tilmiz" adlı Arapça bir dergi çıkarmaya başladı. O da 1907’de kapatıldı. Bunun üzerine Kazak şivesiyle yayın yapan "Serke" adı dergiyi çıkarmaya başladı.
Rusya Müslümanlarının birlik olması için aydın ve zengin kesimin katıldığı bir toplantı organize etmeye çalışan Abdürreşit İbrahim, bu konuda Rus idaresinin engelleri ile karşılaştı. İlk toplantıyı Oka Nehri üstünde bir gemide gizlice gerçekleştirmeyi başardı. Petersburg’a döndüğünde Müslümanların birlik olmasının önemini anlatan “Bin Üç Yüz Senelik Nazra” adlı eserini yayımladı. İkinci toplantı 13 Ocak 1906’da gerçekleştirildi ve kendisinin hazırladığı “ittifak nizamnamesi” oybirliği ile kabul edildi. Rus Müslümanlara özerklik verilmesi konusunun Duma’da Müslüman milletvekilleri tarafından sürekli gündeme getirilmesi sağlandı. Abdürrreşit İbrahim, “Aftonomiya” adlı broşürde bu konuda görüşlerini dile getirmiştir. Rusya’da tüm bu faaliyetleri mümkün kılan özgürlük ortamı fazla uzun sürmedi. Yeniden baskı yönetimi başlayıp pek çok aydın sürgüne ve hapse gönderilince hayatının tehlikede olduğunu gören Abdürreşit İbrahim, Rusya’yı terk etti.
Abdürreşid İbrahim’in 3 yıl sürecek ikinci büyük seyahatinde amacı İslam aleminin durumunu görmek, tarihe tanıklık etmekti. Seyahatini kaleme alarak gelecek nesillere aktardı. Bir sene boyunca Batı ve Doğu Türkistan’ı gezdi. Rus hükümetine karşı ortak hareket edilmesi için ileri gelenlerle görüştü; yeni usul okulların açılmasına çalıştı. Memleketi Tara’da kısa bir süre kaldı. Ailesini yanına alıp Kazan’a yerleştirdi. Kazan’da yeni bir Müslüman Kongresi’nin gerçekleşmesini organize etti. Bu kongrede alınan karar gereği bölgede, öğretmenlik yapabilecek yaştaki gençlerin eğitim almak için İstanbul’a gönderilmesi gerekiyordu. Bu sayede İstanbul’a gelip eğitim alan çok sayıda genç oldu.
1908 Eylül’ünde yolculuğuna devam etmek için Kazan’dan yola çıktı. Rusya içinde Moğolistan’a kadar gitti. Budistlerin lideri Dalay Lama ile görüştükten sonra gemi ile Japonya’ya gitti. Japonya’da bulunduğu süre içinde Tokyo’da kaldı ve Japonca öğrendi. İmparator ailesi ile dostluk kurdu. Japon eğitim sistemini inceledi. Üst düzey Japon devlet adamlarının bir kısmının Müslüman olmasına vesile oldu. Uzakdoğu halkları arasında yardımlaşma ve İslam’a davet amacını güden Asya Gikay Derneği’ni kurdu. Dernek, Tokyo’da bir cami inşası için girişimlerde bulundu. Haziran 1909’da Kore’ye gitmek üzere Japonya’dan ayrıldı. Bir hafta Kore’de kaldıktan sonra Çin’e gitti. Kore ve Çin’de Müslümanlara vaazlar verdi. Ardından Singapur’a ve Hindistan’a gitti. İngilizler, sömürgeleri Hindistan’da kendisinin varlığından rahatsız olunca ülkeyi terk etmeyi uygun buldu. 1910’da Hicaz’a gidip hac ziyareti yaptı.
Seyahatini ve hac ziyaretini tamamladıktan sonra Hicaz Demiryolu ile Beyrut’a, ardından İstanbul’a gelen Abdürreşid İbrahim, Osmanlı vatandaşlığına geçmek için başvurdu ve 1912’de Osmanlı vatandaşı oldu. Gezdiği ülkelerdeki Müslümanların durumunu Osmanlılara aktaran vaazlar verdi. İstanbul’da Sultanahmet, Ayasofya, Şehzadebaşı camilerindeki bu vaazlarda binlerce kişi kendisini dinledi. Mehmet Akif ile tanışıp dost oldu. Büyük şair, vaazlardan birisini şiirleştirdi ve “Süleymaniye Kürsüsünde” adıyla yayımladı. Sultanahmet’te bir eve yerleşen seyyah, bir dergi çıkarmaya başladı. "Tearüf-i Müslümün" adlı dergide Müslüman dünyasının birbirini tanımasını amaç ediniyordu. Anıları, İstanbul’da Eşref Edip Bey’in çabası sonucu “Alem-i İslam” adıyla kitaplaştırıldı ve büyük ilgi gördü.
1911 yılında Trablusgarp’in İtalyanlar tarafından işgali üzerine Osmanlı Devleti’nin İtalya ile yaptığı Trablusgarp Savaşı’na katıldı. Trablusgarp’ta beş ay kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. Trablusgarp Savaşı hakkında çok ilgi gören konuşmalar yaptı. 1912’de başlayan Balkan Savaşı’nda Edirne’nin Osmanlı hakimiyetinden çıkması üzerine Müslümanları cihada çağıran yayınlar yaptı. 1914’te Kuzey Anadolu Rus işgaline uğrayınca Osmanlı askerine moral vermeye gitti. Enver Paşa’nın verdiği görev doğrultusunda; Rus ordusunda iken Almanlar’a esir düşen askerleri örgütleyip Osmanlı ordusuna kattı. 1918’de Osmanlı istihbarat örgütünden aldığı görevle, Rusya Müslümanlarını savunan bir büro açmak için İsviçre’ye gitti.
1918’de İstanbul’dan başlayan bir yolculuğa çıktı. Sibirya, Ukrayna, Almanya, Litvanya, Doğu Türkistan ve Rusya’yı dolaştı. Bolşevik idarenin kanlı yönetimi karşısında Rusya’dan ayrılmak zorunda kaldı. Üçüncü seyahatinden sonra Konya’nın Cihanbeyli ilçesi Böğrüdelik Köyü’ne yerleşti 1925’ten itibaren bir süre gönüllü sürgün hayatı sürdürdü. 1933’e kadar bir rençber olarak yaşadı. Zaman zaman Ankara’ya gitti, Bakanlarla görüştü. Kemalist rejim kurulmuştu ve Abdurreşit İbrahimlere zulüm etmeye başlamıştı. Takibe alındı, idamla yargılandı, valiler peşine asker taktılar, raporlar hazırladılar. Kemalist rejim ile kavgası uzayınca ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı. Dostu Mehmet Akif’i görmek için Mısır’a gitti. Aklı, Japonya’nın İslamlaştırılmasında kalmıştı. 1933’te 76 yaşında iken tekrar Japonya’ya gitti.
12 Ekim 1933’te Japonya'ya vardı. Japon basını kendisine büyük ilgi gösterdi. Tokyo’da yaşayan Tatar halkının sorunlarıyla ilgilendi. Arsa temini çok zor olan Tokyo'da cami yaptırmak için büyük çaba gösterdi Tokyo Camisi’nin planlarını hazırlatıp temelini attırdı. Cami, 1937’de ibadete açıldı. İlk imamı Abdurreşid İbrahim oldu. 1939'da İslamiyet'in Japonya'da resmi din olarak tanınması ve teşkilat kurma hakkı kazanmasında rol oynadı. 17 Ağustos 1944 günü Tokyo’da hayatını kaybetti. Tokyo yakınındaki Müslüman mezarlığı’na (Tamareien) defnedildi.
Tokyo'da bir mezar taşı;
"Bismillahirrahmanirrahim
Hüvel hayyüllezi layevmud üstaz ve katibil kebir seyyah ve mücahid-i şehir el hac kadı Abdurreşit Hazret İbrahim; Sibir Türklerinden, Tobul vilayeti, Tari şehrinden Hicri 1239, Miladi 1852."
Bu mezar taşı, İslam'ın güzelliklerini anlatmak için dönmemek üzere Japonya'ya gitmiş Abdürreşit İbrahim'e aittir. Eşine gönderdiği son telgrafı ise çok acıdır. Kısa bir telgraftır ve şöyle yazılmıştır;
“Uzun zamanlar nar-ı hicranla kavrulmakta olan hayat arkadaşım; Ellerinden öper, hürmetle selam ba’dinde evlatlarına yegan yegan selam ve dua. Ben çok ihtiyarladım. Sıhhatim elhamdülillah. Sizi düşünmekteyim lakin benim mukadderatım gurbet hayatıymış. Hak ve hukuku helal etmeni kemal-i hürmetle rica ederim. Mülakat ümidim bakidir. Sevgili refikam, ben Abdurreşit. 16 Nisan, Tokyo”
Allah ondan razı olsun.
.
Afrika'da kalkınma stratejisinde yeni yaklaşımlar (1)
Afrika'da özgün ve adil bir kalkınma modeli olarak; Adil Düzen
Yarım asır boyunca Türkiye ve Dünya siyaset tarihine damgasını vuran Milli Görüş lideri merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın “adil düzen” teorisi yerel şartlara uyarlanarak Afrika için bir çözüm önerisi olabilir.
Batılılar asırlarca Afrika’yı sömürdüler. Bugün de bu sömürü düzeni özellikle faiz – borç sarmalı ile devam ediyor. Afrika en az üç asırdan beri hakkı değil kuvveti üstün tutan Batı medeniyetinin zulmü altında inlemektedir. Ezen gücün mahiyeti değişse de neticesi değişmiyor. Hatta Batı yerine Doğu’dan Rusya ve Çin gibi sosyalist ülkeler de gelse netice değişmiyor. Çünkü bunların hepsi kuvveti üstün tutan zihniyete dayanmaktadır. Hepsi ezen, ezilen düzenleridir. Aralarındaki tek fark sosyalizmde ezen güç siyasi güçtür. Kapitalizmde ise ezen güç sermaye gücüdür. Afrika’da sosyal adalet ve refah artışı sağlayacak model Erbakan’ın adil düzeni teorisi olabilir.
Erbakan’a göre Adil düzen herkese hakkını vermeyi esas almış ve refahın önündeki engelleri yani kapitalizm ve komünizmin bütün menfi unsurlarını arındırmış düzendir. Bu düzende kâr helâl sayılmış, buna mukabil faiz ortadan kaldırılmıştır. Bu düzende kapitalist düzen mikropları adil esaslar vasıtasıyla zulüm ve sömürü aracı olmaktan çıkarılmıştır. Bu, Afrika’nın tam ihtiyacı olan ilaç olabilir.
Faizci sistem maalesef asırlardır Afrika’yı sömürmeye ve ezmeye devam ediyor. Komünizm insanlığa bir süre zulmettikten sonra yıkılmıştır. Kapitalizm ise zulmüne devam etmektedir. Faizlerle, borçlarla ve direkt sömürü yöntemleri ile Afrika ezilmektedir. Milyonlarca işçi, köylü, memur, esnaf, dar gelirli eziliyor ve yüzlerce yıldır fakirleştiriliyor. Kötü yönetim, darbeler, pahalılık, enflasyon, işsizlik, açlık, geçim sıkıntısı, sefalet ve geri kalmışlık yüzünden Afrika ızdırap çekmekte ve koca kıtanın gelir dağılımı her geçen gün korkunç bir şekilde bozulmaktadır. Afrika’da birçok ülke süratle sosyal patlamalara doğru sürüklenmektedir ve zaman zaman da bu patlamalara uluslararası medyada şahit olmaktayız.
FAİZSİZ, KARŞILIKSIZ PARA BASMAYAN SİSTEM
Merhum Erbakan, adil ekonomik düzenin nasıl bir düzen olduğu, nasıl işlediği, bütün insanlarımıza nasıl refah getireceğini ve ülkenin nasıl hızla kalkındırılacağını bütün teferruatıyla anlatmıştır. Hocanın adil düzeni elbette Afrika’nın yerel şartlarına uyarlanarak değerlendirilebilir. Çünkü bu sisteme göre bütün faizler kaldırılmıştır, devlet gelirini ancak ve sadece üretime yaptığı katkı ve hizmetleri karşılığında kendi hakkı olarak ve hakkı ne kadarsa o kadar olarak alır ve devletin geliri böylece temin edilmiş olur, darphanede karşılıksız para basarak milletin hakkını yemek yoktur, bugünkü bankacılık sisteminin yaptığı gibi fakirin hakkını alıp zengine vermek düzeni yoktur, batık krediler, kredi dağıtımındaki haksızlıklar ve yüksek kredi faizleriyle milyonların ezilmesi, gelir dağılımının bozulması, ekonominin tahribi yoktur. Afrika için adil düzende haksız ve yanlış noktada alınan vergiler ve faiz olmadığı için maliyetler düşer, aynı sermaye ile daha çok üretim yapılır ve refah sağlanır. İşsizlik kalkar, üretim istihdam ve ihracat patlar. Elbette sadece Afrika için değil ancak özellikle Afrika için kapitalist nizam yerine adil düzenin daha çok dile getirilmesi gerekir.
Tabi ki faizler kalktığı zaman kredilerin nasıl bulunacağı, devletin gelirinin bütün haksız vergi kanunları kaldırıldığı halde, çalışanları ezmeden bugünkünün kat kat fazlasıyla devletin kendi hakkı olarak nasıl temin edileceği, bankacılık düzeninin nasıl yürüyeceği, serbest piyasa mekanizmasıyla arz ve talep kaidelerine uygun olarak fiyatların hakkaniyetli bir şekilde Afrika’nın her yerinde ve herkese eşit olarak nasıl teşekkül edeceği gibi bütün soru ve sorunlar merhum Erbakan tarafından açıklanmıştır. Hocanın önerisinde maliyetler içerisinde hiçbir faiz ve vergi bulunmadığı için Afrika’da üretim bugünkünden daha ucuz olacak, üretim Afrika’ya kayacak ve bu yüzden hakiki ihracat patlaması olacaktır.
Hocanın adil düzen önerisine göre her bölgede kurulacak fabrikalar ve yatırımların projeleri devlet tarafından tanzim ettirilip tam bir teşvike tabi tutulacağı için sanayide, tarımda, turizm ve hizmetlerde büyük bir patlama meydana gelecektir. Ayrıca adil düzende ekonomik hayatta her türlü teşvik ve kolaylık mevcut olacağı için adeta makine yağlanacak ve ekonomik kalkınma görülmemiş bir hızla gelişecektir. Adil düzenin asıl gayesi bütün insanlara iyilik yapmak, bütün insanların saadetini temin etmektir. Hiçbir kimseye ve topluluğa ne kini, ne intikamı ne de düşmanlık hissi yoktur. Tek gayesi herkese iyilik, herkese saadettir. Bu yüzden sanayileşmiş batı ülkeleri ve gelişmekte olan ülkelerle barış içinde en iyi dostluk münasebetleri yürütülecektir ve bu meyanda bilhassa ticari sahada, teknoloji ve ilmi araştırmalar sahasında her türlü işbirliği teşvik edilecektir. Ve hâlihazır zulüm nizamları yüzünden çektikleri ızdıraplardan kurtulmaları için her türlü gayret gösterilecektir.
Afrika asırlarca insanlık onurunun en ağır hallerinden biri olan köleliği yaşadı ve normalleştirdi. Bugün Afrika’nın her santiminde o zulmün izlerini görürsünüz. Bu nedenle adil bir düzende sadece ekonomiye bakılmaz. Herkese insan hakkı tanınması gerekmektedir. Her türlü inanış sahibinin kendi inanışına göre yaşamasına müsaade eden bir barış ve uzlaşma anlaşması mahiyetinde olmalıdır. Yapılacak anayasalar hem insan haklarını koruyacak hem de devletlerin zulüm yapmasını önleyecek şekilde siyasi gücün sınırlarını ve hangi adil esaslara riayet edeceğini belirtecek, kuvveti değil hakkı üstün tutan metinler olmalıdır.
NEMELAZIMCI, VURDUMDUYMAZ VE UYUŞUK NESİLLER
Öte yandan küresel güçlerin, özellikle de Amerika’nın kontrolünde kurulan ve idare edilen Afrikalı kurumlar veya askeri birlikler de yeni nizama göre yeniden organize edilmelidir. Afrika Birliğinin görevi emperyalistlerin sömürü düzenlerini korumak değil adaleti önceleyen sistemleri korumak olmalıdır. Yine aynı hassasiyetlerle gençlik için de çalışmalar yapılmalı ve Afrika’nın her sokağında, her ağacın altında inanılmaz oranlarda tüketilen uyuşturucu ve içki engellenmelidir. Bedeni ve ruhi bakımdan sıhhatli gençler yetiştirilemezse bu zulüm sisteminin engellenmesi mümkün değildir. Afrika’da asırlardır devam eden zulümler ve kötülükler nemelazımcı, vurdumduymaz ve uyuşuk nesiller nedeniyle sona erdirilememiştir.
Bu bağlamda devlet; planlayıcı, yönlendirici, tanzim edici, teşvik edici ve destekleyicidir. Toplumsal işler vakıflar eli ile, asıl iktisadî faaliyetler ise özel teşebbüs tarafından yapılır. Bugün Afrika’daki düzenler Batılı küresel şirketleri ve çok ufak bir işbirlikçi mutlu azınlığı zengin etmeye devam etmektedir. Bunun sonucu olarak Afrika sömürü, pahalılık, enflasyon, işsizlik, açlık, geçim sıkıntısı, sefalet ve geri kalmışlık yüzünden ızdırap çekmekte ve Afrika’da gelir dağılımı her geçen gün korkunç bir şekilde bozulmakta ve süratle sosyal patlamalara doğru sürüklenmektedir. Ayrıca bu düzen fakirleri muhtaç duruma düşürülmelerinden dolayı zenginleri ise haksız büyük faiz gelirlerinden dolayı ahlak çöküşüne de itmektedir. Bunu Afrika’nın özellikle büyük şehirlerine gittiğinizde görmemeniz mümkün değildir.
Bu konuya ve adil düzenin Afrika için önerebileceği pratik çözümlere gelecek hafta devam edeceğiz inşallah.
***
DIŞ POLİTİKA PERSPEKTİFİNDE BÜTÜNCÜL VE ÇOKLU YAKLAŞIMIN AVANTAJLARI
İsrail, BAE, Suudi Amerika ve Mısır’ın akabinde Suriye ile de normalleşiyoruz. Politika yapıcıların -eğer milletin ve ümmetin lehine adımlar atılıyorsa- bu normalleşme adımlarını atmalarında elbette bir beis yoktur. Görüşsünler, konuşsunlar, Müslümanların lehine adımlar atmaya çalışsınlar; sorun şu ki, ülkeler arası bu sert değişimlere ahlaki, İslami, insani veya siyasi gerekçeler bulmaya çalışmak ne sivil toplumun sorumluluğunda ne de yazan çizen bizlerin sorumluluğunda. Biz, ülkelerin bu tür dış politika değişimlerini anlamlandırma veya gerekçeler bulma makamı değiliz. Ülkeler arası sert politika değişikliklerini sivil toplum örgütlerimiz gerekçelendirmek zorunda değil. Sivil toplum bu sorumluluğu neden alsın? Dış politikayı yapanlar bu işleri yapıp sorumluluğunu üstlenebilirler. Sivil toplumun, sivillerin, yazanların, çizenlerin bu manada ne sorumlulukları var ne de bir gerekçeye ihtiyaçları var.
Ancak uygulamada maalesef bunu göremiyoruz. Örneğin İsrail işgallerine ve gayri insani uygulamalarına devam ediyor olmasına rağmen Türkiye-İsrail normalleşmesinin akabinde önde gelen sivil toplum kuruluşlarımızın ve medyamızın bu zulümlere karşı gösterdikleri hassasiyet bıçakla kesilir gibi kesildi. Bu yazıyı yayınlamadan önce gözden geçirdiğim çok bilinen 5 sivil toplum örgütünün sosyal medyasında önceki yıllarla kıyas dahil edilmeyecek kadar az zulüm haberleri vardı. Hatta İsrail’in uyguladığı hak ihlallerine Dış İşleri Bakanlığımız dahi bu STK’lardan daha fazla tepki veriyor. Eğer İsrail zulümlerine devam ediyorsa ve şu veya bu nedenle politika yapıcılar anlaşmalar yaptıysalar bu bizim niye elimizi kolumuzu bağlıyor? Müslümanların sivil toplumu örgütleyen teşkilatlarının, medyasının, sendikasının, yazarının, gazetecisinin, imamının, 40 yıldır davayı örgütleyeninin, eli kalem tutanının, ağzı laf yapanının susmasının, zulümleri görmezden gelmeye çalışmasının nasıl bir mantığı var? Dış politika perspektifinde bütüncül ve çoklu yaklaşımın avantajları Dış Politikayı yapanların da ellerini güçlendirici bir unsurdur. Oysaki birlikte ortak bir bakışa sürüklenmek yerine farklılığı sürdürmek büyük avantaj.
Afrika'da kalkınma stratejisinde yeni yaklaşımlar – (2)
Afrika için adil ekonomik düzen önerisi
Geçen hafta, Milli Görüş lideri merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın “adil düzen” teorisinin yerel şartlara uyarlanarak Afrika için bir çözüm önerisi olabileceğini ifade etmiştik. Bu hafta da -günümüzde Türkiye’de de canları yakmaya devam eden- enflasyon sorunu ile devam ediyoruz.
Faizci sistem Afrika’yı sömürmeye ve ezmeye devam ediyor. Afrika ve Afrikalılar yüzlerce yıldır fakirleştiriliyor. Kötü yönetim, darbeler, pahalılık, enflasyon, işsizlik, açlık, geçim sıkıntısı, sefalet ve geri kalmışlık yüzünden Afrika ızdırap çekiyor ve koca kıtanın gelir dağılımı her geçen gün korkunç bir şekilde bozuluyor. Bunun en büyük sebeplerinden biri olan enflasyon, faizci kapitalist sistemin tabiî bir sonucudur. Batıda bunu sunî olarak azaltmak için başvurulan çare büyük kitlelerin daha çok ezilmesi metotlarıdır ve bu Afrika’da çok daha ağır bir şekilde uygulanmaktadır. Yani bir zehirin diğer zehirle tedavi edilmesi yoluna başvurulmaktadır. Erbakan’ın “adil düzen” teorisi bu konuda Afrika’nın umudu olabilir. Çünkü ekonomik adil düzende enflasyon olmaz, adil düzene geçildiğinde enflasyon yüzde sıfır olur.
Adil düzenin teorisyenine göre modem müstemlekeciliğin, IMF reçetelerinin ve taklitçi zihniyetin harabe haline getirdiği yerde çözüm yine aynı adreslerde aranmaz. Adil Ekonomik Düzen, ekonomik düzenin hiçbir noktasında sömürüye müsaade etmeyen, herkese hakkını veren, herkese karşı eşit davranan ve herkese fırsat eşitliği veren, herkesin faydalı, yapıcı faaliyetlerini destekleyen, ekonomik faaliyetleri teşvik eden, ekonomik gelişmenin önündeki lüzumsuz ve haksız engelleri ortadan kaldıran bir ekonomik düzendir.
KAPİTALİZM VE KOMÜNİZM’İN FAYDALI YANLARINI ALIP ZARARLARINDAN UZAK DURMAK
Adil düzen teorisyenine göre, kapitalist düzen hakka dayanan, teşvik edici ve tanzim edici bir faktör olan “Kâr” ile birlikte haksız bir sömürü ve zulüm aracı olan “Faiz”e de yer vermiştir ve yine Kapitalist Düzen’de faydalı olan ekonomiyi tanzim eden ve yönlendiren “Serbest piyasa rekabetine” yer verildiği gibi tatbikatta tröstlerin ve tekellerin oluşmasına mani olamamaktadır. Buna mukabil Komünist rejim prensip olarak faize karşı olmakla beraber bunun yanında “Mülkiyet Hakkına” ve “Kâra” da karşı çıkmak suretiyle insan tabiatına aykırı düşmekte ve “Serbest piyasa rekabetine” yer vermeyip ekonomiyi “Masa başında fiyat tespiti” suretiyle yönlendirmeye çalışmıştır. Hâlbuki gerçekte bu yolla ekonomiyi tahrip etmiş ve makro iktisadi dengeleri tesis edememiştir. “Adil Ekonomik Düzen” ise ekonominin hakka dayanan yönlendirici ve teşvik edici bir unsur olan kâra müsaade ettiği halde, bir haksızlık ve sömürü vasıtası olan “faize” yer vermemektedir. Ayrıca serbest piyasa rekabetini ve mülkiyet hakkını esas alarak bunların faydalarına yer vermekte; buna mukabil tekelleşmeye ve “ihtikâra” fırsat vermemek suretiyle bunların zararlarından ekonomiyi ve insanları korumaktadır. Böylece Adil Ekonomik Düzen’; “Hakkı üstün tutan zihniyet’e dayalı tam, mütekâmil ve ideal bir düzendir.” Bu düzende Kapitalizm’in ve Komünizm’in faydalı yanları mevcuttur. Fakat mahsurlu ve zararlı yanlarına ise yer verilmemiştir.
Adil Ekonomik Düzende ekonomik faaliyetleri şahıslar yürütürler. Devlet bunların bu faaliyetleri yürütmelerinde kendilerine yardımcı olur. Bu yardımı ülkenin ve bölgelerin kalkınma planlarının hazırlanmasını teşvik suretiyle yapar. Devlet, ayrıca ekonomiyle ilgili genel hizmetleri yaptırır, kontrol eder ve yine ayrıca ekonomiyle ilgili tanzim hizmetlerini yürütür ve kontrol eder. Erbakan’a göre Adil Ekonomik Düzen’de devlet, ülke ve bölgelerin makro planını yaptırır, bunlarla ilgili yatırım projelerini hazırlatır, şahıslar ya tek başına, ya şirketler veya vakıflar halinde bu projelerden istediklerini seçerler ve bunları yürütürler. Devlet, bu projeleri her bakımdan destekler ve çeşitli teşviklerle bunların en faydalı ve verimlilerinin öncelikle gerçekleşmesini yönlendirir. Devlet, güvenlik, yönetim, yargı, enerji temini, su, yol, altyapı hizmetleri, sağlık, öğretim hizmetleri, ulaşım, iletişim hizmetleri vs. gibi hizmetleri yaparken ayrıca temel ekonomik malların tanzim hizmetlerini yürütür.
PARA = MAL İLKESİ
Erbakan’a göre Adil Ekonomik Düzen’de “Para = Mal”dır. Bunun manası şudur: İnsanlar ne değerde mal üretip bunu toplumun yararlanmasına sunmuşsa, onun karşılığında ona eşdeğer tüketim hakkı olduğunu gösteren senedini alır. Bu, Afrika’nın geleneksel ekonomi modellerine de çok uygundur. Başkalarının yararlanmasına arz edilen mal ne kadarsa, vatandaşların cebinde de ona eşdeğer tüketim hakkı senedi yani para bulunmaktadır. Bu yüzden arz edilen malların toplam değeri ne kadarsa, vatandaşların cebindeki tüketim hakkını gösteren senetlerin toplamı, yani para da o kadardır. Diğer bir ifade ile para=maldır.
FAİZ YOK İLKESİ
Erbakan’a göre Adil Ekonomik Düzen’de faiz olmaz. Çünkü faiz, haksızlıktır, zulümdür. Üretmeyenlerin üretenlerin elinden faiz miktarı kadar malı zorla almalarıdır. Erbakan bunu şöyle anlatıyordu; “Malı üretiyorsunuz toplumun faydasına arz ediyorsunuz. Buna karşılık üretiminize eşdeğer tüketme hakkınızı gösteren senedinizi yani paranızı alıyorsunuz. Kapitalist Düzen’de bu parayı bir bankaya koyuyorsunuz. Bir yıl sonra faizinin ilavesi ile beraber bu para size iade ediliyor. Siz bu bir yılda yeni bir üretim yapmadınız. Buna mukabil size üretim yapmadan ilave bir tüketim hakkı veriliyor. Kapitalist Düzen bu tüketim hakkını nereden veriyor? Ya açıktan para basarak veriyor. Bu takdirde bu herkesin hakkını alıp size vermek demektir. Çünkü açıktan basılan para arz-talep kaidesine göre mevcut malların fiyatlarını yükseltir veyahut da başka bir üretenin hakkını alıp size vermektedir. Bu da, o kimsenin yani üretenin, yani emekçinin, yani fakir fukaranın hakkını alıp getirip size vermek demektir. Her ikisi de haksızlıktır ve zulümdür. Bunun için faiz yiyen insan, fakir fukaranın gözyaşını içen, etini ve kanını yiyen insan gibidir. Kan içen bir vampir durumundadır. Saadeti başkalarının ızdırabında arayan insan durumundadır. Ayrıca bir defa haklı veya haksız olarak sermayeyi ele geçiren kimse faiz yoluyla hiç emek harcamadan haksız olarak başka insanları sömürmekte ve oturduğu yerde büyük kazançlar elde edebilmektedir. Bu ise nefis terbiyesi görmemiş insanlardan fakir olanları zaruretten dolayı ahlâksızlığa iten, zengin olanları da haksız olarak elde ettikleri çok büyük kazançlardan dolayı ahlâksızlığa iten ve netice itibariyle toplumların “ahlâki çöküşüne” ne sebep olan bir faktördür ve faiz 40 çeşit belanın mikrobudur.”
Afrika için Milli Görüş lideri merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın “adil düzen” teorisinin yerel şartlara uyarlanarak nasıl bir çözüm önerisi olabileceğini önümüzdeki hafta ele almaya devam edeceğiz.
Afrika'da kalkınma stratejisinde yeni yaklaşımlar (3)
Afrika için adil ekonomik düzen önerisi
Önceki iki hafta, Milli Görüş lideri merhum Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın “adil düzen” teorisinin yerel şartlara uyarlanarak Afrika için bir çözüm önerisi olabileceğini ifade etmiştik. Bu hafta bu konuyu bitiriyoruz inşallah. Bu yazılarda bahsedilen adil düzen teorileri ilerleyen süreçlerde çeşitli Afrika dillerine çevrilerek birçok mecrada yayınlanacaktır. Amharca metinleri tamamlanmıştır.
Erbakan Hocanın Süleyman Karagülle ve Reşat Nuri Erol gibi hakikaten iyi yetişmiş, orijinal, dertleri davaları olmuş ve inanılmaz iyi okumalar yapan AKEVLER ekibi ile temellendirdiği “Adil düzen” ve “Adil Ekonomik Düzen”in neticesi olarak ülkeler Irkçı Emperyalizmin kölesi ve uşağı olmaktan kurtulabilirler. Erbakan’ın teorileri yerel Afrika şartlarına uyarlanarak bütün zenginliklerinin sömürülerek Irkçı Emperyalizm ve onların işbirlikçilerine intikal ettirilmekten kurtarılması sağlanabilir. Afrika'da birçok bölge, zengin vatandaş, zengin devlet ve bugünkü dış borç ve faizler altında ezilmek yerine tam tersine her türlü üretimiyle ve savunma sanayi mamulleriyle onurlu ülkelere dönüşebilir.
Bunun için öncelikle Afrika ülkeleri de bütün dünyayı kıskacına alan karşılıksız para tuzağından kurtulmalıdırlar. Adil ekonomik düzendeki “Karşılıksız Para Yok İlkesi” Afrika için de büyük bir öneri ve çözümdür. Adil düzende “para” = “mal”dır. Yani toplumun faydasına arz edilmiş bulunan üretilmiş mallar ne kadarsa vatandaşın cebinde ve piyasada o kadar para vardır. Ne fazla ne eksik. Bundan dolayı Adil düzende karşılıksız olarak para basılıp piyasaya sürülmesi söz konusu olamaz. Çünkü üretim olmadan, mal karşılığı olmadan karşılıksız olarak piyasaya para sürülmesi haksız olarak fiyatların artmasına sebep olur. Bu ise üretenlerin, emekçilerin hakkını yemektir. Ve Adil düzende temel esas herkesin kendi ürettiği kadar tüketmesidir. Başkasının hakkını yememesidir.
Yine aynı şekilde adil ekonomik düzende “Paranın Eşya İle Tanımlanması İlkesi” nedeniyle paranın arsa, tesis, standart mal, altın ve döviz karşılığında çıkartılması ilkesi paranın mala eşit olması açısında önemlidir. Adil düzende alınıp satılabilen malları 4 grupta toplamak mümkündür. Bunlar satışa arz edilmiş arsalar, tesisler, standart mallar, altın ve döviz yani kıymetli madenler ve değerlerdir. Bunlar ne miktarda satışa arz edilmişse bunlar karşılığında o miktarda para mevcuttur. Alınıp satılabilen bu mallar dışında başka şey karşılığı olarak piyasaya para sürülemez.
AFRİKA YEREL EKONOMİLERİ İÇİN FARKLI AÇILIMLAR
Adil düzende öncelikli, faydalı üretim ve yatırımlar için daima yeterince faizsiz kredi bulmak mümkündür. Adil düzende birçok kredi imkânı vardır. Bunların hepsi de faizsizdir ve hiçbirisi de enflasyona sebep olmaz. Adil düzende aynen bugünkü düzende olduğu gibi fertlerin bir araya gelerek ortaklıklar kurmaları, kendi tasarruflarını birleştirerek ekonomik faaliyetlerde bulunmaları mümkündür. Ortaklıklar hem üretim yapabilir, hem de tesis yapabilirler. Ayrıca hakkı müktesep karşılığı kredi, emek karşılığı kredi, rehin karşılığı kredi, yatırım projesi karşılığı kredi, ödenmiş vergi karşılığı kredi ve selem senedi karşılığı kredi imkanları mevcut.
Afrika insanı 500 yıldır sömürgeciler eli ile talan edilirken bugün de kötü ekonomik düzenler ve ağır vergilerle ezilemeye devam ediliyor. Adil Ekonomik Düzen ise “Hakkı Üstün Tutan” bir nizam, bir düzenidir ve bu tür vergi zulümlerine izin vermemeyi önceler. Bundan dolayı devletin elinde kuvveti vardır diye aklına estiği şekilde vergi koymasına müsaade edilmez. Devlet de hakka riayet edecektir, ancak ve sadece kendi hakkını alacaktır. Bu sebeplerden dolayı Adil düzende vergi devletin üretime yaptığı katkı ve kendi hizmetlerinden dolayı hakkını alması demektir. Hâlihazır Faizci Kapitalist Nizam’da devlet haksız olarak vatandaşı ezmektedir; gelişmeyi önlemekte, gelir dağılımlarını bozmakta, sömürmekte ve zulüm yapmaktadır. Bu münasebetle çeşitli isimler altında icat edilmiş bulunan bütün vergiler, fonlar ve kesintiler tamamen haksızdır. Hepsinin lağvedilmesi gerekir.
Bu vergilerden halkın kurtarılması ve vergi adaleti için “Verginin Sadece Devlet Hizmeti Karşılığı Olması Prensibi” Adil düzenin bir önerisidir. Dolayısıyla Adil düzene göre bugünkü binlerce haksız vergi ve fon maddelerinin hepsi yürürlükten kaldırılmalıdır. “Tek Vergi Prensibi”ne göre sadece bir tek vergi alır. Bir üretimden ve bir kimseden çeşit çeşit isimler altında, çeşit çeşit kademelerde ayrı ayrı vergilerin alınması söz konusu değildir. “Verginin Yani Devletin Payının Üretim Cinsinden Verilmesi Prensibi” ile devletin payı devlete, üretim cinsinden verilir. Yani mesela motor üretildiğinde devlet de kendi payını ambara giren motor cinsinden almaktadır. Bunu tıpkı şahıslar gibi devlet de istediği zaman o andaki piyasa fiyatı üzerinden paraya çevirebilir. Bu sebepten dolayı Adil düzende “vergiyi ille de nakit olarak gününde ödeyeceğiz” diye bir kimsenin elindeki malını yok pahasına satması mecburiyeti söz konusu değildir. “Gelirden Vergi Alınmaması Prensibi” ile üretim ve hizmetlerde herkes kendi hakkını alır. Üretimden sonra haklar adilane bir şekilde, müteşebbis yönetici, tesis sahipleri, işçi, hammaddeyi temin edenler ve devletin yaptığı hizmetler dolayısıyla devlet arasından bölüştürmekte, herkes kendi payını almaktadır. Böyle bir pay dağıtımı yapıldıktan sonra artık devlet kimsenin payından şu veya bu sebeple vergi almaya kalkamaz. Bunun manası herkesin brüt geliri ne ise, bu aynı zamanda onun net geliridir. Böylece bir yandan işçi, köylü, memur; esnafın emek karşılığı elde ettikten brüt gelirlerinden ayrıca vergi ödemeleri söz konusu olmadığı gibi tüccar, müteşebbis, sanayici ve tesis sahipleri ve ayrıca kira ve kârdan hizmet ve katkısı karşılığında pay alanların gelirlerinden vergi ödemeleri de söz konusu değildir.
AFRİKA İÇİN KUVVETİ DEĞİL HAKKI ÜSTÜN TUTAN BİR MODEL
Adil düzende kuvvet değil hak üstün tutulur. Adil düzende devlet ile vatandaş arasında menfaat çatışması değil, menfaat paralelliği vardır. Devlet, yaptığı hizmet karşılığında kendi hakkını almaktadır. Üretime katılan bütün ortakların bir ortağı durumundadır. Adil düzen, bir “Menfaat Çatışması” düzeni değil, menfaat paralelliğine dayanan “Ortaklık” düzenidir. Hâlbuki Faizci Kapitalist Düzen’de bir işçinin daha çok kazanması için bölüşümde daha çok pay almaya çalışması, bunun için işverenle çatışması gerekmektedir ve işçi ve işverenin devlete daha az vergi ödemek için yollar araması gerekmektedir. Böylece Faizci Kapitalist Düzen “Çıkar Zıtlaşması” bir “Çatışma” düzenidir. Netice itibariyle toplumda huzursuzluklara ve haksızlıklara sebep olmaktadır.
Adil düzende bütün vatandaşlara insan haysiyetine yaraşır şeklide yaşama imkânlarının temini devletin görevlerinin başında gelmektedir. Devlet, belirli esaslar dâhilinde bu görevi yerine getirir. Faizci Kapitalist Düzen ise, insanı bir “Homo Economicus”, yani doymak bilmeyen ve sadece ekonomik çıkarlarını düşünen bir canlı olarak kabul ettiğinden dolayı, temelde materyalisttir ve kuvveti üstün tuttuğu için sosyal adalet hizmetlerini bir temel insanlık görevi olarak düşünmez. Sadece huzursuzluklar baş gösterip bir sosyal patlama olmasın, zenginlerin rahatı kaçmasın diye fakirlere cüzi yardımlar yapılır. Bu tür yardımlar bir çeşit “Sus Payı” olarak telakki edilir. Fakirlerin ihtiyaçlarının karşılanmasını da zenginlere değil, yine dolaylı yoldan fakirlere bir görev olarak verilir. Adil düzende sosyal adalet, hakkı üstün tutan, herkese insan onuruna yaraşır yaşama imkânı veren, ekonomik gelişmeye engel olmayan, açık, sade, doğal, akli ve adil bir düzendir. Buna mukabil Faizci Kapitalist Düzen’de sosyal adalet tatbikatı suni tatbikattır. Son derece çapraşık ve karmaşıktır. Çıkar çatışmasına dayanmaktadır ve zamanla yürümeyecek temel insan haklarına aykırı, fıtri olmayan ve iflasa mahkûm bir nizamdır.
DÜNYA İÇİN ADİL BİR ÇÖZÜM
Hocaya göre Adil Ekonomik Sistem, hakkı üstün tuttuğu için, toplumda sınıf ayrımı yapmadığı için, bir çatışma değil, barış sistemi olduğu için, açık, sade, basit, tatbikatı kolay bir sistemdir. Basit olduğu için, toplumda herkesi kuşattığı, herkesi üretime teşvik ettiği için, ekonominin önündeki mâniaları kaldırıp ekonomik kalkınmayı hızlandırdığı için, herkese refah getirdiği için ideal bir sistemdir. Diğer sistemlerin faydalı yönleri Adil düzende fazlasıyla mevcuttur. Zararlı yönleri ise Adil düzende yer almamaktadır.
Sadece Batı’da değil başta Afrika olmak üzere bütün dünyada kriminal olayların artması, uyuşturucu, alkolizm, hırsızlık, mafya ve ayrıca her türlü ahlaksızlığın çoğalması; kısaca ahlaki çöküş toplumu helake, Kapitalist Nizamı da iflasa adım adım sürüklemektedir. Adil düzen bütün bu felaketleri önleyen, insanlığa, topluma saadet getiren ilaçtır.
*
NOTLAR
* "Buranın halkı (Anadolu), İmam-ı Azam'ın mezhebindendir. Hepsi Ehl-i Sünnet'tir. Aralarında sapkın bulunmamaktadır. Yüce Allah onları bu faziletleriyle diğer insanlardan üstün kılmıştır. Ancak buna rağmen haşiş [=esrar] yemekten çekinmiyorlar!" -İbn Battuta, Seyahatname, 14. yy.
* Çuvallıyor, bocalıyor ve fevc fevc üstümüze gelen belaları hakkıyla yorumlayamıyorsak hep Lan Lako Devleti ufku yanımızda olmadığı içindir.
* Dedelerimin hurafeleri bazı ilahiyatçıların pek bilimsel makalelerinden daha kıymetlidir.
.
Emperyalizmin mızrak ucu misyonerlik
Afrika’da kan, ötekileştirme ve tahammülsüzlüğün merkezleri
Batılıların Afrika’yı sömürmek için öncü kuvvet olarak yüzlerce yıldır Afrika’ya gönderdikleri Misyonerler, inanılmaz miktarlarda paralar harcayarak Afrika’yı kıtayı Hıristiyanlaştırırken İslami uyanışlar karşısında ise çaresiz kalıyorlar. Yüzyıllarca çalışarak kandırdıkları Afrikalıların kolay bir şekilde İslam’a girmeleri üzerine Misyonerler işbirlikçileri aracılığı ile Müslümanların katledilmesine neden oluyorlar. Bir süre önce Nijerya’da olduğu gibi daha önce de Liberya, Senegal, Uganda, Cibuti ve Kenya gibi birçok ülkede, güçlenmeye başlayan İslami uyanış hareketleri, Misyonerlerin kışkırtmaları sonucunda kanlı bir şekilde bastırılmıştı.
MİSYONERLİĞİN KİRLİ BAGAJI
Her yıl milyarlarca dolar parayı Afrika’yı Hıristiyanlaştırmak için harcayan Batılılar İslam ile tanışmayan ve yerel dinlere sahip olan Afrikalılar arasında tahrif edilmiş dinlerini hızla yaydılar. Göz alıcı maddi imkânlardan faydalanmak isteyen Afrikalılar ise bu ahlaksız saldırıya karşı duramadılar. 1900’lü yıllarında başlarında Afrika’nın nüfusunun sadece %7’si Hıristiyan iken 100 yıl içerisinde bu rakam inanılmaz bir artışla %55’lere kadar geldi. Papua Yeni Gine gibi ülkelerde ise bu rakam %1’lerden %95’lere kadar çıktı. Papalar hemen her fırsatta Afrika’yı ziyaret ediyor ve misyonerlik çalışmalarına destek veriyorlar. Gittiğiniz her Afrika ülkesinde sizi şehirlere hakim çeşit çeşit kilise karşılıyor. Diğer taraftan Afrika’da dinlerini yaymak isteyen Misyonerler şekilden şekle de giriyorlar. Bu amaçla çok evliliğe dahi izin veren Misyonerler, yerel inançları ve İslam’ı da kendilerince kullanıyorlar. Müslümanların güçlü olduğu bazı bölgelerde kiliselere hilal logoları asıyor ve minareye benzer detayları kullanıyorlar.
Bugün hâlâ açlığın ve yoksulluğun ağırlığı altında ezilen Somali gibi İslam’ın güçlü olduğu ülkelerde ise Misyonerler tam bir yenilgiye uğruyorlar. Misyonerler bu ülkede iki asırlık hummalı çalışmalarına rağmen henüz tek bir Müslüman’ı bile Hıristiyan yapmayı başaramadılar. Somali'nin 1991 ayaklanmaları ile iktidardan uzaklaştırılan eski diktatörü Siyad Berri ise ülkedeki İslâmi uyanışın önüne geçmek amacıyla Hıristiyan misyonerlerden yararlanıyordu. İslâmi hareket mensuplarına göz açtırmayan Siyad Berri, misyonerlere Müslüman halk içinde faaliyet yürütmeleri için her türlü imkânı sağlıyordu ama buna rağmen Somali’de hala tek bir Hıristiyan dahi yoktur. Bu durum ise aynı Nijerya’da olduğu gibi Misyonerlerin moral değerlerini etkilemektedir.
Fakir Afrika ülkelerinden Malavi'de ise 1950’lerde %66 olan Müslüman nüfus ahlaksız saldırılarla %17’ye kadar düşürüldü. Misyonerler, bu süre içerisinde eğitimi tamamen kendi ellerine aldılar ve İslam, okumamış kesimin dini haline geldi. Misyonerler bunu İslam aleyhine bir propaganda malzemesi olarak kullandılar. İslam'ın ancak cahil kesim tarafından kabul edilebilecek bir din olduğuna halkı inandırdılar. Fakat 1980'li yıllardan sonra uyanışa geçen Müslümanlar süreci tersine çevirdiler ve İslam hızla yayılmaya başlandı. Bu durum karşısında eski Papa II. Jean Paul'ün emriyle Malavi'de görev yapan misyonerler yeniden atağa geçtiler. Ama bu kez başarı elde edemediler ve Müslümanların çalışmaları daha etkili oldu. Hıristiyan kilisesi Malavi'de yenik düştüğünü ve geçmişte kullandığı hilelerin artık işe yaramadığını anlayınca bu ülkede her türlü dini propagandanın yasak edilmesini istedi. Katoliklerin dini lideri II. Jean Paul de 1989 yılında Malavi'ye uğradı ve devletten hem Misyonerlik çalışmalarına tam destek vermesini hem de Müslümanların dini propagandaların yasak edilmesi çağrısını yaptı.
GÜVEN VE İSTİKRARIN DÜŞMANLARI
Son yıllarda Nijerya’daki dev petrol şirketleri ve Misyoner örgütler tarafından kışkırtılan yerel güçlerin şehit ettiği yüzlerce Müslüman gibi daha önce de farklı ülkelerde de bilinçlenen Müslümanlar katliama uğramışlardı. Liberya, Senegal, Uganda, Cibuti ve Kenya gibi birçok ülkede güçlenmeye başlayan İslami uyanış hareketleri, önce radikalleştirilmiş ve akabinde misyonerlerin kışkırtmaları sonucunda kanlı bir şekilde bastırılmıştı. Afrika'nın küçük ülkelerinden olan Liberya'da 1990'da çıkarılan ayaklanmanın asıl amacı bu ülkedeki İslâmi ilerleyişin önüne geçmekti. 3 milyon nüfusa sahip Liberya'da halkın yaklaşık %45'ini oluşturan Müslümanlar kanlı bir kıyıma uğratıldılar. Liberya Kilisesi’nin çıkarttığı Observer gazetesinin ve misyonerlerin tahrikleri neticesinde ayaklanma başlatıldı. Müslüman köylerinde toplu katliam gerçekleştirdiler ve özellikle köy imamlarını katlettiler.
1989 yılında Batı Afrika ülkelerinden Senegal'in başkenti Dakar'da Senegallilerin Moritanyalılara saldırmaları üzerine başlayan çatışmalarda da birçok insan katledilmişti. Bu olaylarda özellikle Fransa hesabına çalışan misyonerlerin parmağı olduğu sonradan ortaya çıkartılmıştı. Dönemin Moritanya Kültür Bakanı Ahmed el-Emin Veled bu konu ile ilgili olarak misyonerlerin Afrika'da güven ve istikrarı bozmak, çeşitli sürtüşmelere sebep olabilmek için bilhassa Hıristiyan yaptıkları kimseleri kullandıklarını ve bu arada ayrılıkçı gruplar ile de işbirliği içine girdiklerini söylemişti. Ahmed el-Emin Veled, Senegal ile Moritanya arasında ortaya çıkan sürtüşmede Katolik Kilisesi hesabına çalışan misyonerlerin büyük rollerinin olduğuna işaret etmişti. Uganda'da 19. yüzyılın sonlarına doğru başlayan Müslüman katliamının arkasında da yine Hıristiyan misyonerler vardı. Hıristiyan misyonerler bu ülkedeki Müslüman hâkimiyetine son verebilmek için adam satın alma yoluyla bazı yerli Ugandalıları kendi taraflarına çektiler ve sonra kendi adamlarına modern silahlar temin ederek Müslümanlara karşı dini savaşlar başlattılar. Bu savaşlarda on binlerce Müslüman topluca şehit edildi.
Sudan’daki ayrılıkçı gruplara da Hıristiyan misyonerler tarafından tabut içinde silah gönderildiği Sudan polisi tarafından tespit edilmişti. Bu olayın ortaya çıkarıldığı dönemdeki Sudan Kültür Bakanı olan Ali Şumuvv, bir açıklamasında Sudan'ın çeşitli iç problemlerinin arkasında Hıristiyan misyonerlerin bulunduğuna işaret etmişti. Ali Şumuvv, misyonerlerin Sudan'ın güneyini kuzeyinden ayırarak bu bölgede kendi amaçlarına hizmet edecek ufak bir devlet ortaya çıkarmak için bütün imkânlarını seferber ettiklerini belirtmiş ve Afrika'daki Müslümanların en büyük baş belalarının Hıristiyan misyonerler olduğuna dikkat çekmişti. Şumuvv haklı çıkmış ve Sudan ikiye bölünmüştü.
Gittikleri yerlerde merhamet tacirliği yapan misyonerlerin Afrika'nın Vatikan'ı olarak tanımlanan Kenya’da ise silah ticareti ile de uğraştıkları belirlenmişti. Kenya hükümeti ülkeye silah soktukları ve iç güvenliği tehdit ettikleri gerekçesiyle Kenya Hıristiyan Kiliseler Birliği (ACCK) üyesi bazı misyonerleri sınır dışı etmişti. Kenya hükümeti olayla ilgili açıklamasında Hıristiyanlık propagandasında kullanılacak malzeme diye göstererek ülkeye silah ve savaşta kullanılacak haritalar soktuklarının tespit edildiğini bildirmişti.
BİR MİSYONER SİLAHI: YOKSULLUK
Afrika'nın Batılılar tarafından keşfinden sonra bu kıtaya ilk giden öncü kuvvet, misyonerler oldu. Misyonerlerin amacı, sadece insanları Hıristiyanlaştırmak değil, aynı zamanda onları sömürge hâkimiyetine hazır hale getirmekti. Misyonerler bütün güç ve imkânlarıyla çalıştılar. Bir yandan Afrika'nın tabii zenginlikleri Avrupa'ya aktarılırken, diğer yandan ekonomik gelişmeler dolayısıyla işçi talebinin karşılanması için insanlar köleleştirildiler. Avrupalının yüzyıllar süren sömürge düzeninin neticesi, bu kıtanın esareti oldu. Batılılar, Hıristiyanlaştırma faaliyetleri çerçevesinde yüzyıllar boyunca gerçekleştiremediklerini bugün yoksulluğu fırsat bilerek gerçekleştirmek istiyorlar.
Toparlarsak eğer, bugün Batı'nın göndermiş olduğu Hıristiyan misyonerler Afrika insanının yoksulluğunu ve açlığını onu Hıristiyanlaştırmak için kullanıyorlar. 1970'lerde Hıristiyanlaştırma faaliyetlerine 70 milyar dolar ayıran Batılılar, 1980'lerde bu miktarı 100 milyar dolara çıkartırken şu anda 250 Milyar dolar civarında inanılmaz rakamları her yıl mazlum kıtayı Hıristiyanlaştırmak için harcıyorlar. Yardımseverler kisvesi altında faaliyet yürüten misyonerler her gün Afrikalıların inancını çalıyorlar. Yetim Müslüman çocuklar, papazlar tarafından idare edilen Hıristiyan yetimhanelerine götürülmekte ve içlerinden zeki olanlara kilise bursları temin edilerek Batı ülkelerine tahsil yapmaya gönderilmektedirler. Bunlar Batı ülkelerinin Afrika ülkelerindeki çıkarlarını korumaya elverişli hale getirilmek üzere özel bir eğitime tabi tutulmaktadırlar.
***
BİZİM TOPRAKLAR
1869'da Osmanlı kara kuvvetleri ve bu kuvvetlerin merkezleri şöyleydi;
1: Rumeli Ordusu. Merkezi İstanbul.
2: Anadolu Ordusu. Merkezi Erzurum.
3: Suriye Ordusu. Merkezi Şam.
4:Irak Ordusu. Merkezi Bağdat.
5: Hicaz Ordusu. Merkezi Hicaz
6: Yemen Ordusu. Merkezi Sana.
.
Afrika'da hikmetin yolculuğu (1) İRFANİ MEKTEBİN ZENGİN YURDU, AFRİKA
Afrika’nın İslam ile tanışma süreci aynı zamanda bir özgürleşme sürecidir. Batılılar Afrika’yı “paylaşılması gereken bir pasta” olarak görmüşken İslam ve Müslümanların tarihinde Afrika Habeşistan’a ilk hicretten beridir özgürlüğün coğrafyasıdır.
İslam tarihinin büyük sembollerinden olan Bilal Habeşi, Afrikalıydı ve Hicretten hemen sonra Müslümanlar bu güzel kıtayı İslam’ın nuru ile aydınlatma yarışına girdiler. Amerikadaki Müslüman zenci hareketlerine "Bilalian Movement' denilmesinin altında bu büyük idealin ‘Bilali Habeşi’ adı ile simgeleştirilmesi yatıyor. Araştırmacı yazar İ. Ethem Bilgin, “Afrika’nın yayılmasında tasavvufun yolu” isimli geniş araştırmasında İslam’ın bu kara kıtada nasıl yaygınlaştığının altı çiziliyor. Bilgin, araştırmasında verdiği birbirinden ilginç bilgiler ve rakamlar ile kara kıtayı zihinlerimizde aydınlatıyor.
Yüzyıllarca bu büyük kıt'a Müslümanlara Bilal-i Habeşi gibi yüksek bir ideali hatırlatmışken, emperyalist Batı dünyasına ise yenilmesi kaçınılmaz nefis bir pasta görüntüsü vermiştir. Afrika, Batı için “kara bir sayfa” iken, Müslümanlar için gönüllerin sükûnete kavuştuğu bir güzel kıtaydı. İslam, kara kıtaya Müslüman tarikatlar vasıtasıyla girmiş ve inanılmaz bir hızla yaygınlaşmıştı. 1890'lı yıllarda, Kuzey Afrika ülkelerinde sosyolojik-etnolojik çalışmalar yapan iki Fransız, Cezayir de tespit edebildikleri sufi tarikatlar ve müntesip müritlerin 300 Bin civarında olduğu bilgisini veriyorlardı. Nüfusu 2 milyonu geçmeyen bir ülkede üç yüz bine yaklaşan tarikat bağlısı, o ülkede tasavvufun ileri seviyede yaygın ve etkin oluşunun göstergesiydi. Mısır'da da durum ilginçtir. Mısır Sufi Yüksek Kurulu 1970'li yıllarda, Mısır sınırları içerisinde 60'ı aşkın tarikatın varlığını tespit etti. Yine Senegal'de idari mercilerin verdiği rakamlara göre 1957 yılında 1.000.000 Ticani, 423,000 Sunusi, 304.000 Kadiri ve 23.000’de başka tarikatlara mensup insan vardı. Bu durum, Afrika Müslümanlarının hayatında tarikatın önemli yerinin bulunduğunu gösterme bakımından dikkat çekici.
E.W. Lane isimli bir Batılı da, 1900’lü yılların başlarında Mısır'a yaptığı seyahatten edindiği izlenimleri "Manners and Customs of the Modern Egyptians" adlı eserinde anlatıyor. Lane, kitabında uzun uzun sufilerin düzenledikleri törenlerden bahsediyor. Bu törenlerde Lane, İslam'ın sınıfsız bir dünya anlayışının en güzel örneği olarak her tabakadan insanın en ufak farklılık gösterisine saplanmaksızın kardeşlik duyguları içinde karışık olarak bir araya geldiğini hamal, memur, subay, sekreter, müdür, polis vs. gibi her meslekten insanın aynı tarikat şemsiyesi altında yerini aldığını anlatıyor.
Afrika'nın İslam yayılışına sahne oluşunda, birçok önemli kilometre taşı var ama bunlardan en ilginci bir tasavvuf akımının devlet olmasıdır. İslam’ı yaymak ve müdafaa etmek üzere canlarını fedaya hazır olan ve sınırlarda bekleyen dervişlere Murabıt deniliyordu. Dervişler, sınır boylarında Allah rızası için ‘Ribat’ denilen kuvvetli kaleler kurarlardı. Bu dervişler ‘muratıplar’ olarak biliniyorlardı. Bunlar 1056 yılında Kuzey Afrika’da devletleşmişlerdi. İlk kuruluş döneminde murabıtlar Sahranın aşağı taraflarına Nijer yahut Senegal nehri kıyısına veya Moritanya'nın sahil kesimlerinde Levrier körfezine ilk ribatı kurdular. Buradaki hayatları çok dindar bir tarza dayalı olarak devam ediyordu. Mezhepleri Maliki olan bu sufiler şeyhleri Abdullah b. Yasin önderliğinde İslam'ın zaferi ve yayılması için uğraşıyorlardı. Şeriatı en küçük noktasını ihmal, etmeden yaşamak onların baş prensibiydi. Önce bin kişilik talimli ciddi ve güçlü bir ordu kurdular, Kısa zamanda başarıları, etraflarında 30.000 kişilik bir kuvvet teşekkülüne imkân sağladı. Önceleri dini ıslahat gayesiyle ortaya çıkan bu devletin merkezi Merakeş olup, Abbasi halifesine bağlıydılar. Bayrak renkleri Abbasiler gibi siyahtı. Sünni bir cihad hareketini başlatan bu ilk Murabıtlardan sonra onların yerini 12. yüzyılda Mehdi İbni Tumart başkanlığındaki muvahhidler alarak selefinin tuttuğu yolu takip ettiler.
Şeyh Abdullab bin Yasin'in vaazları ve Senegal'de kurulan bir ribat dolayısıyla İslam Moritanya ve Senegal’de de hızla yayılmaya başladı. 12. yüzyıldan itibaren İslam bu bölgelere girmeye başladı. Tukulörlerin yaşadıkları bölge olan Futa ile 1776'da İslami bir devlet teşkil eden Wolof'ların büyük çoğunluğunun İslamiyet'e girişleri ise, 13. yüzyıl sonlarına doğru oldu. İslam’ın bu hızlı yayılışında en büyük pay, murabıtlar denen dervişlere aitti. Özellikle Moritanya'da tahsillerini gören bu kara tenli dervişler, dönüşlerinde köylerinin şefleri oluyorlardı. Bugünkü Senegal'in Kuzey Batısındaki Wolof krallığı, İslam dininin Afrika’da arasında yayılmasının güzel bir örneğini teşkil eder. 1864 yılında Kuzey-Batı Senegal bölgesini ziyaret eden bir Avrupalı seyyah halkın büyük bir kısmının Müslüman olduğunu ve halk arasında şeyhlerin büyük bir nüfuza sahip bulunduklarını yazıyor.
Murabıtların, hidayetine vesile olduğu Afrika ülkelerinden biri de Yeni Gine. Kuzey'den gelen Murabıtlar yerli halkı birliğe davet edip, candan bir yakınlık gösterdiler. Bu yakınlık binlerce yerlinin Güney'den, Kuzey'e kaçıp Fouta Djolan'da İslamiyet'i kabul etmeleriyle sonuçlandı. İslam, bu şekilde Batı Afrika'daki yerli kralların baskılarına son verdi. Fouta Djolan İslamiyet'in Batı Afrika'daki yayılma merkezi olurken kısa bir sürede 525 Bin nüfusluk Malinken, 250 Bin nüfusluk Soussou ve 160 Bin nüfusluk Kissi gibi Yeni Gine kabileleri de tamamen İslam'a girdiler.
Gana'nın Müslümanlarla teması çok eskilere gitmekteydi. Emeviler zamanında bu bölgeye inen bazı İslam askerleri, Gana İmparatorluğunun devlet kademelerinde yüksek memurlukları ele geçirmişlerdi. Bu husus, o devirde yaşamış tarihçi el-Bekri'nin eserinden anlaşılmaktadır. O tarihlerde imparatorluğun başkenti iki kısımdan ibaret olup, bir bölümünü putperestler, öbür bölümünü de 12 camiye sahip Müslümanlar meydana getirmekteydi. Bir kaç sene sonra İbn Yasin'in başlatmış, olduğu İslam'ı yayma hareketi Gana'ya kadar uzanmış ve tarihçi ez-Zuhri'nin belirttiğine göre 1076 yılına doğru Murabıtlar tarafından bu bölgeye İslamiyet iyice yerleşmişti.
Konu çok detaylı, yerimiz kısıtlı. Arzu ederseniz Mali’den Nijerya’ya bütün Afrika genelinde İslam’ın yayılmasına, Ticanilere, Kadirilere, Abdulhamit Han Hazretlerinin bölgeye ve tarikatlere ilgisine ve derviş devrimcilerin direniş örgütlerinden misyonerlere karşı verilen destansı mücadelelere bir sonraki yazımızda devam edelim inşallah.
***
MAARİF TRENİ KAÇAR MI?
Türkiye Maarif Vakfı, yurtdışında bayrağımızı dalgalandıran ve Türkiye adına dünyada Kamu/Eğitim Diplomasisi faaliyetleri yürüten güzide bir kurumumuz. Misyonu, temsil kabiliyetleri ve ülkeler arası ilişkilerdeki ağırlık gereği elçiliklerimiz yurtdışındaki bütün çalışmaların odak noktası değil. Çeşitli nedenlerle yurtdışında bulunan kamu görevlisinden sivil toplum çalışanlarına, turistlerden ticaretle meşgul olan işadamlarına kadar bütün Türklere bir şekilde hitap ediyor Türkiye Maarif Vakfı. Daha sınırlı sayıda ülkede bulunan Yunus Emre Enstitüleri, Diyanet Ateşelikleri, TİKA Ofisleri veya THY gibi ofislerin Türkiye Maarif Vakfı kadar yurtdışında gerek Türklere ve gerekse bulundukları ülkelerdeki halka dokunma imkanı yok. Bu makas ilerleyen yıllarda katlanarak artan öğrencileri, velileri ve mezunları ile çok daha fazla açılacak ve Türkiye Maarif Vakfı bulunduğu ülkelerde Türkiye’nin hemen her alanda temsil edildiği ana merkezler olacaktır.
Türkiye Maarif Vakfı bugün 51 ülkede 50 bin öğrenci ile faaliyetlerini sürdürüyor. Bu okullarda fen, sosyal bilimler, bilişim, yerel kültür, bazı bölgelerde İslami eğitim ve farklı yabancı diller ile Türkçe eğitimleri veriliyor. Bu, ülkemizin geleceğe yaptığı çok büyük bir yatırımdır. Bu okullarda bin türlü sıkıntılara ve kısıtlı imkanlara rağmen Türkçe eğitimleri veriliyor. Her bölgede aynı ağırlıkta olmasa da Türkçe ile Türk Kültürü ve Medeniyetinin genç dimağlara aktarılması ilerleyen yıllarda çok daha fazla Türkiye dostunun yetişmesine vesile olacak.
Maarif Okullarının kurduğu ve kuracağı kültürel diplomasi, insani ve ticari ilişkiler Türkiye’miz adına stratejik bir misyonun adıdır. Burada dikkat edilecek en önemli husus ise kuruluş ve temellerin atıldığı bu ilk dönem sonrasına ne kadar hazır Türkiye Maarif Vakfı? 300 yıllık Batı hegemonyasının ürünü eğitim müfredatlarından, kurum yönetimlerine, eğitim kadrosunun zihnen 657 kıskacına alınma tehlikesinden kademeler arası sağlam ve samimi dil oluşturma çabalarına kadar iyi niyetli girişimler Türkiye Maarif Vakfı bünyesinde ne kadar karşılık bulacak, göreceğiz. Ben şahsen çoğunu tanıdığım TMV üst yönetiminin derdinin Türkiye’deki okulların benzerlerini yurtdışında inşa etme olmadığını biliyorum ama bunun sahadaki yansımalarını ilerleyen süreçlerde göreceğiz.
.
Zengin Afrika'da Yoksul İşgal
Çok uluslu/Eli kanlı petrol şirketlerinin darağaçlarında sallandırdığı Afrikalılar
“We either win this war to save our land, or we will be exterminated, because we have nowhere to run to.”
Ken Saro-Wiwa
Çok uluslu ve eli kanlı petrol şirketi Shell tarafından katledilen Afrikalı bir direnişçi Ken Saro. Nijerya’nın kadim etnik azınlıklarından Ogoni kabilesine mensup bir yazar ve televizyoncu olan Saro, Shell şirketinin uzun yıllar boyunca tabiatı katlederek petrol çıkartması üzerine şirket aleyhine büyük bir kampanya başlatmış ve yerel halkı bilinçlendirmişti. Shell şirketi ise dönemin cunta yönetimine yaptığı baskı ile Saro ve 8 arkadaşının idam edilmesine neden olmuştu. Şirket daha sonra idam edilenlerin ailelerine milyonlarca dolar ödemek zorunda kaldı.
1957 yılında Shell, Nijer Deltası’nda petrol çıkartmaya başlamış ve bölgeyi mahvetmişti. Uzun yıllar boyunca hiçbir hassasiyet göstermeden ve bölgeyi umursamadan petrol çıkartan Shell, yerli halka da herhangi bir faydası olmuyordu. Ken Saro, Shell’in bölge halkına ve bölgeye karşı “ekolojik bir savaş” verdiğini ifade ederek halkı bilinçlendirmeye başladı. “Movement for the Survival of the Ogoni People” yani Ogoni Halkının Yaşaması için Hareket isimli yapılanmanın başkanlığını yaptığı dönemde halkı pasif direnişe davet etti. Hareketin başkanı Saro ve beraberindeki sekiz aktivist tutuklanmadan önce, Shell Nijerya’nın Yönetim Kurulu Başkanı ve dönemin cuntasının başkanı olan Cumhurbaşkanı General Sani Abacha ile bir görüşme yaparak sorunları dile getirmişti. Bu görüşmenin akabinde görüşmeye katılan 9 aktivistin tamamı daha sonra idam edildiler.
Bölgenin Shell tarafından zehirlenmesine, yaşam alanlarının katledilmesine, insan, hayvan ve bitki sağlığının tehlikeye atılmasına karşı mücadele eden Ken Saro, 300 bin kişilik bir gösteriyi organize etmesinin akabinde silahsız ve şiddet içermeyen bir pasif direnişe dahi tahammülü olmayan Shell tarafından organize edilen bir oyunla içeri atıldı. Ken Saro’nun idam edildiği davanın tanıkları daha sonra hükümet tarafından rüşvet ve Shell tarafından iş sözü verildiğini kabul ettiler. Hatta rüşvet alırken Shell’in avukatlarının da yanlarında bulunduğunu açıkladılar. Shell petrol şirketi uzun süre suçlamaları reddetse de 2009 yılında Ken Saro-Wiwa ve diğer sekiz aileye toplam 15.5 milyon dolar tazminat ödemek zorunda kaldı.
İnfazlar cuntacı Nijerya ordusunun, yazar Ken Saro-Wiwa'nın öncülüğünü yaptığı Ogoni Halkının Yaşamını Sürdürmesi Hareketi (MOSOP) tarafından düzenlenen protestoları susturmak için yürüttüğü şiddetli baskıların sonucuydu. Cuntacı askerler Shell’in teşvikiyle MOSOP’un protestolarına şiddetle karşılık vererek, cinayetler, işkence ve tecavüz de dâhil olmak üzere ciddi insan hakları ihlalleri işledi. Protestoları durdurmak, Nijer Deltası bölgesinde faal petrol kuyularının işletiminde iş ortakları olan Shell ve Nijerya hükümeti için başlıca bir endişe kaynağıydı. İnfazların gerçekleştirildiği dönemde Shell açık ara tüm Nijerya’da faaliyetlerini sürdüren en önemli şirketti.
Aktivistler, Shell tarafından tutulan yalancı şahitler ve Shell tarafından kışkırtılan dönemin militer diktatörü General Sani Abacha eli ile 10 Kasım 1995 tarihinde idam edildiler. İdamlar uluslararası bir tepkiye ve diplomatik yaptırımlara yol açtı. Nijerya, Milletler Topluluğu’ndan üç yıl süreyle uzaklaştırıldı. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 14 aleyhte ve 47 çekimser oya karşılık 101 oyla kabul edilen bir kararla infazları kınadı. Avrupa Birliği, "acımasız ve duygusuz bir eylem" olarak nitelendirdiği infazları kınadı ve Nijerya'ya silah ambargosu uyguladı.
Uluslararası Af Örgütü de Hollandalı petrol devi Shell’in, 1990’lı yıllarda Nijerya’da o dönem iktidarda olan askeri hükümet tarafından ölüm cezasına mahkum edilen dokuz kişinin hukuksuz bir şekilde gözaltına alınmasında, tutuklanmasında ve infazında suç ortağı olduğunu belirtmişti. Uluslararası Af Örgütü tarafından görülen Shell’e ait kurum içi belgeler şirketin Ogonili dokuz aktiviste yönelik davanın adaletsiz olduğunu bildiğini ve Ken Saro-Wiwa’nın mahkûm edileceği konusunda önceden bilgi aldığını ortaya koyuyor. Shell bu duruma rağmen Nijerya hükümeti ile yakın ilişkisini sürdürdü, hatta Shell hakkındaki “görüşünü yumuşatması halinde” Ken Saro’ya yardım etmeyi dahi teklif etti.
Ken Saro 8 arkadaşı ile beraber idam edildi, Shell 15.5 milyon dolar tazminat ödemek zorunda kaldı ancak henüz süreç sona ermedi. Şirket şimdi de Hollanda’da infazların dördü hakkında yeni ve çok ciddi bir davayla karşı karşıya. Dava, infaz edilen aktivistlerden Dr. Barinem Kiobel’in eşi Esther Kiobel Shell’i, eşinin hukuksuz bir şekilde gözaltına alınarak tutuklanmasında, kişisel bütünlüğünün ihlal edilmesinde, adil yargılama ve yaşam haklarının çiğnenmesinde ve kendi aile yaşamı hakkının elinden alınmasında suç ortağı olmakla suçluyor. Uluslararası Af Örgütü de yaptığı açıklamada; “Shell bu ölümlerdeki suç ortaklığı konusunda hesap vermekten 20 yılı aşkın süredir kaçıyordu. Ancak geçmiş nihayet su yüzüne çıkıyor. Zorlu mücadelede bir dönüm noktasındayız. Shell, Ogoni bölgesinde bıraktığı kanlı ayak izlerine dair bir cevap vermek zorunda” denildi. Shell’in hükümeti Ken Saro-Wiwa ve MOSOP’u durdurması için teşvik ettiğini açıklayan Uluslararası Af Örgütü “Bunu yapmanın bu kişilere karşı büyük ihtimalle insan hakları ihlallerine yol açacağının bilincindeydiler. Shell, Nijerya ordusunun Ogoni bölgesindeki protestolara aşırı şiddet ile karşılık verdiğine dair çok sayıda delile sahipti” dedi.
Petrol devi Shell'in Nijerya'da yarattığı ekolojik yıkıma karşı mücadele veren dokuz çevre aktivisti infaz edildi ama mücadeleleri özellikle Afrika’da anılmaya devam ediyor. Nijerya’nın mevcut Devlet Başkanı Muhammadu Buhari 2016 yılında Nijer Deltası’nda 1 milyar dolarlık petrol temizleme tatbikatı başlattı. Hasarı tersine çevirme ve ekosistemleri eski haline getirme sözü verdi. Abuja Yüksek Mahkemesi Shell'in Nijerya'daki petrol sızıntı davasında Niger Delta'nın Ogoni halkına 110 milyon dolar tazminat ödemesine karar verdi. Shell'in avukatı Aham Ejelamo, mahkemeye müvekkilinin paranın ödemeyi yapmayı kabul ettiğini bildirdi. Ogoni halkı ile Shell arasındaki dava yaklaşık 31 yıldır sürüyor.
Velhasıl, Ken Saro ve arkadaşlarının destansı mücadelesi başta Ogani halkı olmak üzere Afrika’da unutulmadı. Bugün Afrika’nın birçok bölgesinde Batılı ve çok uluslu şirketlerin yaptığı tahribatlara karşı mücadele edenler muhakkak Ken Saro ve arkadaşlarını gündeme getiriyorlar.
***
NEDEN YABANCI DİL ÖĞRENEMİYORUZ?
* Öncelikle hiç sömürge olmadık ve hiç yabancı bir dili öğrenme zorunda kalmadık.
* Türkiye'de doğumdan ölüme en alt seviyeden en üste, işçisinden Cumhurbaşkanına kadar herkes yabancı dil bilme ihtiyacı olmaksızın yaşayabilir, okuyabilir, kazanabilir ve bütün iletişimi eksiksiz yapabilir.
* Türkiye'de Türkçe ortak iletişim aracı. Geniş kitlelerin birbirini anlamadığı bir ortam yok. Hemen bütün Kürtler Türkçe bilir mesela ve bu nedenle Türkçe bilmek yeterli görülür. Başka bir dil öğrenme ihtiyacı ortadan kalkar.
* Sondan eklemeli dillere sahip bir millet olarak muhatap olduğumuz önden eklemeli dilleri zor öğreniyoruz, bu doğal.
* Dil öğrenme araçları sıkıntılı. Batı dilleri sömürgeci bir mantıkla, doğu dilleri de çok geleneksel mantıkla öğretiliyor. Bu nedenle uzun yıllar boşa kürek çekiliyor.
.
Afrika'da hikmetin yolculuğu (2)
AFRİKA'DA; DİN,HİKMET,SOSYOLOJİ
Yazımızın ilk bölümünde Afrika’nın İslam ile tanışma sürecinin aynı zamanda bir özgürleşme süreci olduğunu ifade ederek “Batılılar Afrika’yı ‘paylaşılması gereken bir pasta’ olarak görmüşken İslam ve Müslümanların tarihinde Afrika Habeşistan’a ilk hicretten beridir özgürlüğün coğrafyasıdır” demiştik. Özellikle Kuzey Afrika – Mağrip bölgesindeki tasavvuf hareketlerine ve İslam’ın Afrika’daki yayılışına değinmiştik.
Malililerin İslam'ı kabul edişi de ilk bölümde anlattığımız Murabıtların zamanına rastlar. Mali' de İslam ilk önce şefler ve zenginler nezdinde tutundu, halk ise putperest kalmaya bir süre daha devam etti. 1050 yılında ise Mali kralı Baramendama Keyta Müslüman oldu. Bir derviş tarafından Müslüman yapılan bu kral, Müslüman ismini bir şeref nişanesi olarak taşıdı ve halkına da Müslüman olmasını tavsiye etti. Mali Müslümanları daha sonraki asırlarda Batılılarca Brezilya’ya köle olarak götürüldüler ve orada diğer zenci kölelere reislik yaparak, sık sık ayaklanma ve özgürlük hareketlerine vesile oldular.
Gambiya’da da dervişler aracılığı ile yayılan İslam, hızla tüm ülkenin rengini değiştirdi. Aku kabilesi hariç Mandingo, Fula ve Serahuli kabileleri tamamen Müslüman oldular. Kuzey Nijerya da dervişler tarafından Müslümanlaştırıldı. Kuzey Nijerya’da yaşayan ve Haussa denilen Müslüman halkın bugün sayıları 15-20 milyona ulaşmış durumda. 14. yüzyılın ikinci yarısında Mali'den gelen Wangara adlı kırk kadar Müslüman derviş onlara İslamiyet'i getirmişti. 15. yüzyılda ise ülkenin sultanı olan Muhammet Rimfa on iki reform ilan etti. Bunlar arasında İslami bayramların kutlanışı da yer almaktaydı.
18. yüzyılda sadece kendi ülkeleri olan Fas ve Cezayir'de değil, aynı zamanda Sahra ve Batı Afrika'da İslam'ı yayma hareketlerine girişen çeşitli yeni tarikatlar ortaya çıktı. Bunlardan biri de Ticaniyye Tarikatıydı. Bu tarikatı, Ahmed et-Ticin (ö.1815) Fez'de kurdu. Ticanilik daha çok niyet, temizlik ve salih amel üzerinde durdu. Fas'ta emperyalist emeller peşinde koşan Batılı güçler karşısında çetin mücadelelere girişen bu Sünni İslam tasavvuf ekolü daha sonraki yıllarda Muhammed İbn Muhtar’ın faaliyetleri sonucu Fransız Batı Afrikasına kadar uzanmıştı. Ticaniye tarikatı özellikle Sudan’da Fransızlara karşı savaştı. Tarikatın liderlerinden ve Fransızlar tarafından şehit edilen Ömer b. Said Tâl 3 konu başlığı ile ilgileniyordu. Bunlar, Batı Sudan'ın İslamlaştırılması, Siyasi birliğin kurulması ve Fransız sömürgecilik hareketinin bitirilmesiydi. Prof. Dr. Schimmel, Ticaniliğin ve Sunusiliğin Afrika kıtasında siyasi alanda başarı kazanmasının emperyalist Batılıları engellediğini söylüyor. Ticaniyye hareketi, Afrika'da hem İslam'ı, yayma, hem de İslam'ı kuvvetlendirme yolunda büyük çabalar sarf etti.
10. yüzyılda Irak'ta ortaya çıkan Kadiriler, Afrika'ya da geçtiler ve önce Kuzey Afrika'ya yerleşerek oradan yavaş yavaş bütün bölgeye yayıldılar. Tarikat önce, Batı Afrika'da, faaliyet gösterdi, daha sonra dervişler ve tüccarlar vasıtasıyla Tombuktu'ya (Timbuktu) oradan da Sudan'a geçti. Bugün özellikle Doğu Sudan'da çok sayıda Kâdiri bulunuyor. Kadiriliğin üç kolu özellikle göze çarpıyor;
Sunusiye tarikatının kurucusu olan Seyyid Muhammed es-Sunûsi Hasenü'l Hitabü'I-İdrisi, Bingazi'ye gelerek Cebeli Ahdar' da bir tekke inşa etti. Tekke aynı zamanda bir okuldu. Benzer tekkeler hızla yayılmaya başladı. Büyük zaviyelerde Fıkıh, Hadis ve Kelam okutulur, müritler akşam yemeklerini birlikte Tekke'de yerlerdi. Ticaretle uğraşan müritler de kazançlarının bir kısmını eğitim ve yemek gibi giderlerin temini için tekkeye verirlerdi. Bu Sunusi tekkeleri ve halifeleri Afrika'nın her tarafına dağılarak özellikle Orta Afrika kesiminde İslam'ın yayılmasına hizmet etmişlerdi. Zamanla bu tarikat siyasi sahada önüne geçilmez bir güç kazanarak devlet haline geldi. 19. yy. sonlarından 1950’li yıllara kadar, Kuzey Afrika'da etkin olan tarikat, Kurtuluş savaşı yıllarında da Türkiye’ye tam destek vermişlerdi.
Afrika’da dervişler tarafından kurulan tekkeler hem ruhi eğitim merkezi olarak ameli yöne, hem de şer'i ilimlerin hemen her çeşidini okutarak nazari yöne açılmayı sağlayan çift yönlü işbirliğine sahip müesseselerdi. Afrika'da tekke demek okul, yetimhane, yoksullar yurdu, yardımlaşma merkezi demekti. Her hangi bir durumda ister Müslüman, ister gayri müslim herkesin ilk müracaat mahalliydi. Afrika'da sıcaktan yanan bir yolcu canını bir tekkeye atar; orada yiyecek ve yatacak yer bulur; hasta ise tedavi edilir. Dertli olanlar zaviyelerdeki şeyhlere koşar, orada ruhi tedavi görürdü. Bir dul kadının, bir yoksulun müracaat yeri yine tekkelerdir. Her tekkenin mutlaka bir okulu vardı. Bu okulda öğrencilere yazı, okuma, din ilimleri ve Kuran'ı Kerim öğretilirdi. Küçük davaların bir kısmı da yine bu tekkelerde görülür. Her türlü mukaveleler tekkelerde akdedilir. Hatta nikâh, cenaze gibi merasimler de tekkelerde icra edilir.
Sultan 2. Abdulhamid Han'da dünya Müslümanlarını tekrar toparlama mücadelesi verirken Afrikalı Müslümanları da düşünmüş ve bu yoldaki teşebbüslerini gerçekleştirebilmek için kullandığı en önemli araç sufi tarikatları olmuştu. Sultan, Haçlı tehlikesine karşı Afrika ülkelerini savunma mücadelesini yürütebilecek kişilerin Afrika'daki dervişler olduğunu anlamıştı. Abdulhamit Han’ın özel görev verdiği insanlar gerek fiili direniş hareketleriyle, gerekse nazari planda, Müslüman Afrika'yı vaazlarla bilemek suretiyle Batılılara karşı çıkmışlardı.
Batı emperyalizmine karşı silahlı direniş orduları da Afrika’da dervişlerden güç aldılar. Çağımız oryantalistlerinden Prof. Schimmel; “Ticanilik ve Sunusiliğin siyasal alanda başarı kazanması, tavırlarının, dindarların çoğuna çekici geldiğini göstermektedir. Çağımızda İhvan-ı Müslimin teşkilatı kurucusu Hasan el- Benna gibi kimi Müslüman liderlerin sufi tarikatlarıyla güçlü bağları olan bir ortamdan geldikleri söylemeliyiz" diyerek bu gerçeğe işaret ediyordu. Libya'nın emperyalist emellere dayalı İtalyan saldırılarını püskürtme işini de Sunusiyye Tarikatı üstlenmişti. Büyük direniş önderi Ömer Muhtar’da bir sunusi mücahidiydi.
Toparlarsak eğer, Hristiyan misyoner teşkilatları mükemmel organizasyonlarına ve inanılmaz ekonomik kaynaklarına rağmen dervişler ile başa çıkamadılar. Hıristiyan misyonerlerin organize biçimde bir kaç asırdan beri kendi aralarında yarışırcasına dinlerini yayma çabasına rağmen organize olmayan İslam tebliğ hareketleri daha başarılı sonuçlara ulaşarak Afrika'da İslam lehine nüfusu değiştirmişlerdir. Hatta daha önce Hıristiyan misyonerlerinin Hıristiyanlaştırdığı bölgelerde bile bugün Afrikalılar tarikatlar vesilesiyle yine İslam'a girmeye devam ediyorlar.
SONRA AĞLAMAK YOK
Bizim neslin en büyük problemlerinden biriydi içerik sorunu. Bizden önceki nesiller daha yaşamsal sorunlarla boğuştuğu için pek akıllara gelmeyen “hassasiyet sahibi ailelere ve çocuklara hitap eden içerik” sorununu biz sonuna kadar yaşadık ve yaşıyoruz. Şahsi planda farklı alanlarda yazdığım kitaplardan android uygulamalara, sinemadan çizgi filmlere, belgeselden şu sıralar anlamaya çalıştığım oyun kahramanları karakter oluşumuna; her adımda bu eksikliği elimden geldiğince karınca kararınca kapatmaya çalıştım/çalışıyorum.
Çocuklarımız büyümeye ve rastgele mecralarda çizgi filmler izleyip kötü kötü karakterlerin, ucube isimlerin arkalarından gitmeye başladıkça biz yeni yeni alanları fark edip hemen kapı girişlerine daha kontrollü içerikler yerleştirmeye başladık. Yasaklayarak özendirmeden veya kötüleyerek merak ettirmeden; önüne temiz içerik koymanın ne kadar zor olduğunu anne baba herkes farkında. Tamam, farkındayız ama bu temiz içeriklere ne kadar sahip çıkıyoruz? Mesela geçtiğimiz haftalarda vizyona giren ve bir süre sonra vizyondan kalkan “Efsane Takım: Bilim Kahramanları” çizgi filmini kaçımız duyduk?
Sadece 63 bin biletin satın alındığı filmin yapımcısı ve yönetmeni Suat Emüce, yıllardır bu işin içerisinde. Derdi, tasası ve bir mesajı olan yürekli bir kardeşimiz. Afrika’dan Çeçenya’ya, Kudüs davasından Bosna’ya, aile sorunlarından modern zamanlarda çocuk yetiştirmenin güçlüklerine, her konuda sizin bizim gibi hassasiyetleri olan, bir derdi olan, bir kavgası olan kardeşimiz. Gecenin bir vakti İsrail konsolosluğu önündeki eylemde beraber olabileceğin Suat sabahında kurgu başına geçip bizim çocuklarımız için eğitici, öğretici ve sonuna kadar eğlendirici film yapıyor, sorumluluk alıyor, risk alıyor, yatırım yapıyor ama karşılığını alamıyor. Sonra ağlamak yok, ne yapıyorsak kendimize. Bu işlere biz sahip çıkmazsak kim sahip çıkacak?
.
Afrika'da hikmetin yolculuğu (1) İRFANİ MEKTEBİN ZENGİN YURDU, AFRİKA
Afrika’nın İslam ile tanışma süreci aynı zamanda bir özgürleşme sürecidir. Batılılar Afrika’yı “paylaşılması gereken bir pasta” olarak görmüşken İslam ve Müslümanların tarihinde Afrika Habeşistan’a ilk hicretten beridir özgürlüğün coğrafyasıdır.
İslam tarihinin büyük sembollerinden olan Bilal Habeşi, Afrikalıydı ve Hicretten hemen sonra Müslümanlar bu güzel kıtayı İslam’ın nuru ile aydınlatma yarışına girdiler. Amerikadaki Müslüman zenci hareketlerine "Bilalian Movement' denilmesinin altında bu büyük idealin ‘Bilali Habeşi’ adı ile simgeleştirilmesi yatıyor. Araştırmacı yazar İ. Ethem Bilgin, “Afrika’nın yayılmasında tasavvufun yolu” isimli geniş araştırmasında İslam’ın bu kara kıtada nasıl yaygınlaştığının altı çiziliyor. Bilgin, araştırmasında verdiği birbirinden ilginç bilgiler ve rakamlar ile kara kıtayı zihinlerimizde aydınlatıyor.
Yüzyıllarca bu büyük kıt'a Müslümanlara Bilal-i Habeşi gibi yüksek bir ideali hatırlatmışken, emperyalist Batı dünyasına ise yenilmesi kaçınılmaz nefis bir pasta görüntüsü vermiştir. Afrika, Batı için “kara bir sayfa” iken, Müslümanlar için gönüllerin sükûnete kavuştuğu bir güzel kıtaydı. İslam, kara kıtaya Müslüman tarikatlar vasıtasıyla girmiş ve inanılmaz bir hızla yaygınlaşmıştı. 1890'lı yıllarda, Kuzey Afrika ülkelerinde sosyolojik-etnolojik çalışmalar yapan iki Fransız, Cezayir de tespit edebildikleri sufi tarikatlar ve müntesip müritlerin 300 Bin civarında olduğu bilgisini veriyorlardı. Nüfusu 2 milyonu geçmeyen bir ülkede üç yüz bine yaklaşan tarikat bağlısı, o ülkede tasavvufun ileri seviyede yaygın ve etkin oluşunun göstergesiydi. Mısır'da da durum ilginçtir. Mısır Sufi Yüksek Kurulu 1970'li yıllarda, Mısır sınırları içerisinde 60'ı aşkın tarikatın varlığını tespit etti. Yine Senegal'de idari mercilerin verdiği rakamlara göre 1957 yılında 1.000.000 Ticani, 423,000 Sunusi, 304.000 Kadiri ve 23.000’de başka tarikatlara mensup insan vardı. Bu durum, Afrika Müslümanlarının hayatında tarikatın önemli yerinin bulunduğunu gösterme bakımından dikkat çekici.
E.W. Lane isimli bir Batılı da, 1900’lü yılların başlarında Mısır'a yaptığı seyahatten edindiği izlenimleri "Manners and Customs of the Modern Egyptians" adlı eserinde anlatıyor. Lane, kitabında uzun uzun sufilerin düzenledikleri törenlerden bahsediyor. Bu törenlerde Lane, İslam'ın sınıfsız bir dünya anlayışının en güzel örneği olarak her tabakadan insanın en ufak farklılık gösterisine saplanmaksızın kardeşlik duyguları içinde karışık olarak bir araya geldiğini hamal, memur, subay, sekreter, müdür, polis vs. gibi her meslekten insanın aynı tarikat şemsiyesi altında yerini aldığını anlatıyor.
Afrika'nın İslam yayılışına sahne oluşunda, birçok önemli kilometre taşı var ama bunlardan en ilginci bir tasavvuf akımının devlet olmasıdır. İslam’ı yaymak ve müdafaa etmek üzere canlarını fedaya hazır olan ve sınırlarda bekleyen dervişlere Murabıt deniliyordu. Dervişler, sınır boylarında Allah rızası için ‘Ribat’ denilen kuvvetli kaleler kurarlardı. Bu dervişler ‘muratıplar’ olarak biliniyorlardı. Bunlar 1056 yılında Kuzey Afrika’da devletleşmişlerdi. İlk kuruluş döneminde murabıtlar Sahranın aşağı taraflarına Nijer yahut Senegal nehri kıyısına veya Moritanya'nın sahil kesimlerinde Levrier körfezine ilk ribatı kurdular. Buradaki hayatları çok dindar bir tarza dayalı olarak devam ediyordu. Mezhepleri Maliki olan bu sufiler şeyhleri Abdullah b. Yasin önderliğinde İslam'ın zaferi ve yayılması için uğraşıyorlardı. Şeriatı en küçük noktasını ihmal, etmeden yaşamak onların baş prensibiydi. Önce bin kişilik talimli ciddi ve güçlü bir ordu kurdular, Kısa zamanda başarıları, etraflarında 30.000 kişilik bir kuvvet teşekkülüne imkân sağladı. Önceleri dini ıslahat gayesiyle ortaya çıkan bu devletin merkezi Merakeş olup, Abbasi halifesine bağlıydılar. Bayrak renkleri Abbasiler gibi siyahtı. Sünni bir cihad hareketini başlatan bu ilk Murabıtlardan sonra onların yerini 12. yüzyılda Mehdi İbni Tumart başkanlığındaki muvahhidler alarak selefinin tuttuğu yolu takip ettiler.
Şeyh Abdullab bin Yasin'in vaazları ve Senegal'de kurulan bir ribat dolayısıyla İslam Moritanya ve Senegal’de de hızla yayılmaya başladı. 12. yüzyıldan itibaren İslam bu bölgelere girmeye başladı. Tukulörlerin yaşadıkları bölge olan Futa ile 1776'da İslami bir devlet teşkil eden Wolof'ların büyük çoğunluğunun İslamiyet'e girişleri ise, 13. yüzyıl sonlarına doğru oldu. İslam’ın bu hızlı yayılışında en büyük pay, murabıtlar denen dervişlere aitti. Özellikle Moritanya'da tahsillerini gören bu kara tenli dervişler, dönüşlerinde köylerinin şefleri oluyorlardı. Bugünkü Senegal'in Kuzey Batısındaki Wolof krallığı, İslam dininin Afrika’da arasında yayılmasının güzel bir örneğini teşkil eder. 1864 yılında Kuzey-Batı Senegal bölgesini ziyaret eden bir Avrupalı seyyah halkın büyük bir kısmının Müslüman olduğunu ve halk arasında şeyhlerin büyük bir nüfuza sahip bulunduklarını yazıyor.
Murabıtların, hidayetine vesile olduğu Afrika ülkelerinden biri de Yeni Gine. Kuzey'den gelen Murabıtlar yerli halkı birliğe davet edip, candan bir yakınlık gösterdiler. Bu yakınlık binlerce yerlinin Güney'den, Kuzey'e kaçıp Fouta Djolan'da İslamiyet'i kabul etmeleriyle sonuçlandı. İslam, bu şekilde Batı Afrika'daki yerli kralların baskılarına son verdi. Fouta Djolan İslamiyet'in Batı Afrika'daki yayılma merkezi olurken kısa bir sürede 525 Bin nüfusluk Malinken, 250 Bin nüfusluk Soussou ve 160 Bin nüfusluk Kissi gibi Yeni Gine kabileleri de tamamen İslam'a girdiler.
Gana'nın Müslümanlarla teması çok eskilere gitmekteydi. Emeviler zamanında bu bölgeye inen bazı İslam askerleri, Gana İmparatorluğunun devlet kademelerinde yüksek memurlukları ele geçirmişlerdi. Bu husus, o devirde yaşamış tarihçi el-Bekri'nin eserinden anlaşılmaktadır. O tarihlerde imparatorluğun başkenti iki kısımdan ibaret olup, bir bölümünü putperestler, öbür bölümünü de 12 camiye sahip Müslümanlar meydana getirmekteydi. Bir kaç sene sonra İbn Yasin'in başlatmış, olduğu İslam'ı yayma hareketi Gana'ya kadar uzanmış ve tarihçi ez-Zuhri'nin belirttiğine göre 1076 yılına doğru Murabıtlar tarafından bu bölgeye İslamiyet iyice yerleşmişti.
Konu çok detaylı, yerimiz kısıtlı. Arzu ederseniz Mali’den Nijerya’ya bütün Afrika genelinde İslam’ın yayılmasına, Ticanilere, Kadirilere, Abdulhamit Han Hazretlerinin bölgeye ve tarikatlere ilgisine ve derviş devrimcilerin direniş örgütlerinden misyonerlere karşı verilen destansı mücadelelere bir sonraki yazımızda devam edelim inşallah.
***
MAARİF TRENİ KAÇAR MI?
Türkiye Maarif Vakfı, yurtdışında bayrağımızı dalgalandıran ve Türkiye adına dünyada Kamu/Eğitim Diplomasisi faaliyetleri yürüten güzide bir kurumumuz. Misyonu, temsil kabiliyetleri ve ülkeler arası ilişkilerdeki ağırlık gereği elçiliklerimiz yurtdışındaki bütün çalışmaların odak noktası değil. Çeşitli nedenlerle yurtdışında bulunan kamu görevlisinden sivil toplum çalışanlarına, turistlerden ticaretle meşgul olan işadamlarına kadar bütün Türklere bir şekilde hitap ediyor Türkiye Maarif Vakfı. Daha sınırlı sayıda ülkede bulunan Yunus Emre Enstitüleri, Diyanet Ateşelikleri, TİKA Ofisleri veya THY gibi ofislerin Türkiye Maarif Vakfı kadar yurtdışında gerek Türklere ve gerekse bulundukları ülkelerdeki halka dokunma imkanı yok. Bu makas ilerleyen yıllarda katlanarak artan öğrencileri, velileri ve mezunları ile çok daha fazla açılacak ve Türkiye Maarif Vakfı bulunduğu ülkelerde Türkiye’nin hemen her alanda temsil edildiği ana merkezler olacaktır.
Türkiye Maarif Vakfı bugün 51 ülkede 50 bin öğrenci ile faaliyetlerini sürdürüyor. Bu okullarda fen, sosyal bilimler, bilişim, yerel kültür, bazı bölgelerde İslami eğitim ve farklı yabancı diller ile Türkçe eğitimleri veriliyor. Bu, ülkemizin geleceğe yaptığı çok büyük bir yatırımdır. Bu okullarda bin türlü sıkıntılara ve kısıtlı imkanlara rağmen Türkçe eğitimleri veriliyor. Her bölgede aynı ağırlıkta olmasa da Türkçe ile Türk Kültürü ve Medeniyetinin genç dimağlara aktarılması ilerleyen yıllarda çok daha fazla Türkiye dostunun yetişmesine vesile olacak.
Maarif Okullarının kurduğu ve kuracağı kültürel diplomasi, insani ve ticari ilişkiler Türkiye’miz adına stratejik bir misyonun adıdır. Burada dikkat edilecek en önemli husus ise kuruluş ve temellerin atıldığı bu ilk dönem sonrasına ne kadar hazır Türkiye Maarif Vakfı? 300 yıllık Batı hegemonyasının ürünü eğitim müfredatlarından, kurum yönetimlerine, eğitim kadrosunun zihnen 657 kıskacına alınma tehlikesinden kademeler arası sağlam ve samimi dil oluşturma çabalarına kadar iyi niyetli girişimler Türkiye Maarif Vakfı bünyesinde ne kadar karşılık bulacak, göreceğiz. Ben şahsen çoğunu tanıdığım TMV üst yönetiminin derdinin Türkiye’deki okulların benzerlerini yurtdışında inşa etme olmadığını biliyorum ama bunun sahadaki yansımalarını ilerleyen süreçlerde göreceğiz.
.
Afrika'da hikmetin yolculuğu (2)
AFRİKA'DA; DİN,HİKMET,SOSYOLOJİ
Yazımızın ilk bölümünde Afrika’nın İslam ile tanışma sürecinin aynı zamanda bir özgürleşme süreci olduğunu ifade ederek “Batılılar Afrika’yı ‘paylaşılması gereken bir pasta’ olarak görmüşken İslam ve Müslümanların tarihinde Afrika Habeşistan’a ilk hicretten beridir özgürlüğün coğrafyasıdır” demiştik. Özellikle Kuzey Afrika – Mağrip bölgesindeki tasavvuf hareketlerine ve İslam’ın Afrika’daki yayılışına değinmiştik.
Malililerin İslam'ı kabul edişi de ilk bölümde anlattığımız Murabıtların zamanına rastlar. Mali' de İslam ilk önce şefler ve zenginler nezdinde tutundu, halk ise putperest kalmaya bir süre daha devam etti. 1050 yılında ise Mali kralı Baramendama Keyta Müslüman oldu. Bir derviş tarafından Müslüman yapılan bu kral, Müslüman ismini bir şeref nişanesi olarak taşıdı ve halkına da Müslüman olmasını tavsiye etti. Mali Müslümanları daha sonraki asırlarda Batılılarca Brezilya’ya köle olarak götürüldüler ve orada diğer zenci kölelere reislik yaparak, sık sık ayaklanma ve özgürlük hareketlerine vesile oldular.
Gambiya’da da dervişler aracılığı ile yayılan İslam, hızla tüm ülkenin rengini değiştirdi. Aku kabilesi hariç Mandingo, Fula ve Serahuli kabileleri tamamen Müslüman oldular. Kuzey Nijerya da dervişler tarafından Müslümanlaştırıldı. Kuzey Nijerya’da yaşayan ve Haussa denilen Müslüman halkın bugün sayıları 15-20 milyona ulaşmış durumda. 14. yüzyılın ikinci yarısında Mali'den gelen Wangara adlı kırk kadar Müslüman derviş onlara İslamiyet'i getirmişti. 15. yüzyılda ise ülkenin sultanı olan Muhammet Rimfa on iki reform ilan etti. Bunlar arasında İslami bayramların kutlanışı da yer almaktaydı.
18. yüzyılda sadece kendi ülkeleri olan Fas ve Cezayir'de değil, aynı zamanda Sahra ve Batı Afrika'da İslam'ı yayma hareketlerine girişen çeşitli yeni tarikatlar ortaya çıktı. Bunlardan biri de Ticaniyye Tarikatıydı. Bu tarikatı, Ahmed et-Ticin (ö.1815) Fez'de kurdu. Ticanilik daha çok niyet, temizlik ve salih amel üzerinde durdu. Fas'ta emperyalist emeller peşinde koşan Batılı güçler karşısında çetin mücadelelere girişen bu Sünni İslam tasavvuf ekolü daha sonraki yıllarda Muhammed İbn Muhtar’ın faaliyetleri sonucu Fransız Batı Afrikasına kadar uzanmıştı. Ticaniye tarikatı özellikle Sudan’da Fransızlara karşı savaştı. Tarikatın liderlerinden ve Fransızlar tarafından şehit edilen Ömer b. Said Tâl 3 konu başlığı ile ilgileniyordu. Bunlar, Batı Sudan'ın İslamlaştırılması, Siyasi birliğin kurulması ve Fransız sömürgecilik hareketinin bitirilmesiydi. Prof. Dr. Schimmel, Ticaniliğin ve Sunusiliğin Afrika kıtasında siyasi alanda başarı kazanmasının emperyalist Batılıları engellediğini söylüyor. Ticaniyye hareketi, Afrika'da hem İslam'ı, yayma, hem de İslam'ı kuvvetlendirme yolunda büyük çabalar sarf etti.
10. yüzyılda Irak'ta ortaya çıkan Kadiriler, Afrika'ya da geçtiler ve önce Kuzey Afrika'ya yerleşerek oradan yavaş yavaş bütün bölgeye yayıldılar. Tarikat önce, Batı Afrika'da, faaliyet gösterdi, daha sonra dervişler ve tüccarlar vasıtasıyla Tombuktu'ya (Timbuktu) oradan da Sudan'a geçti. Bugün özellikle Doğu Sudan'da çok sayıda Kâdiri bulunuyor. Kadiriliğin üç kolu özellikle göze çarpıyor;
Sunusiye tarikatının kurucusu olan Seyyid Muhammed es-Sunûsi Hasenü'l Hitabü'I-İdrisi, Bingazi'ye gelerek Cebeli Ahdar' da bir tekke inşa etti. Tekke aynı zamanda bir okuldu. Benzer tekkeler hızla yayılmaya başladı. Büyük zaviyelerde Fıkıh, Hadis ve Kelam okutulur, müritler akşam yemeklerini birlikte Tekke'de yerlerdi. Ticaretle uğraşan müritler de kazançlarının bir kısmını eğitim ve yemek gibi giderlerin temini için tekkeye verirlerdi. Bu Sunusi tekkeleri ve halifeleri Afrika'nın her tarafına dağılarak özellikle Orta Afrika kesiminde İslam'ın yayılmasına hizmet etmişlerdi. Zamanla bu tarikat siyasi sahada önüne geçilmez bir güç kazanarak devlet haline geldi. 19. yy. sonlarından 1950’li yıllara kadar, Kuzey Afrika'da etkin olan tarikat, Kurtuluş savaşı yıllarında da Türkiye’ye tam destek vermişlerdi.
Afrika’da dervişler tarafından kurulan tekkeler hem ruhi eğitim merkezi olarak ameli yöne, hem de şer'i ilimlerin hemen her çeşidini okutarak nazari yöne açılmayı sağlayan çift yönlü işbirliğine sahip müesseselerdi. Afrika'da tekke demek okul, yetimhane, yoksullar yurdu, yardımlaşma merkezi demekti. Her hangi bir durumda ister Müslüman, ister gayri müslim herkesin ilk müracaat mahalliydi. Afrika'da sıcaktan yanan bir yolcu canını bir tekkeye atar; orada yiyecek ve yatacak yer bulur; hasta ise tedavi edilir. Dertli olanlar zaviyelerdeki şeyhlere koşar, orada ruhi tedavi görürdü. Bir dul kadının, bir yoksulun müracaat yeri yine tekkelerdir. Her tekkenin mutlaka bir okulu vardı. Bu okulda öğrencilere yazı, okuma, din ilimleri ve Kuran'ı Kerim öğretilirdi. Küçük davaların bir kısmı da yine bu tekkelerde görülür. Her türlü mukaveleler tekkelerde akdedilir. Hatta nikâh, cenaze gibi merasimler de tekkelerde icra edilir.
Sultan 2. Abdulhamid Han'da dünya Müslümanlarını tekrar toparlama mücadelesi verirken Afrikalı Müslümanları da düşünmüş ve bu yoldaki teşebbüslerini gerçekleştirebilmek için kullandığı en önemli araç sufi tarikatları olmuştu. Sultan, Haçlı tehlikesine karşı Afrika ülkelerini savunma mücadelesini yürütebilecek kişilerin Afrika'daki dervişler olduğunu anlamıştı. Abdulhamit Han’ın özel görev verdiği insanlar gerek fiili direniş hareketleriyle, gerekse nazari planda, Müslüman Afrika'yı vaazlarla bilemek suretiyle Batılılara karşı çıkmışlardı.
Batı emperyalizmine karşı silahlı direniş orduları da Afrika’da dervişlerden güç aldılar. Çağımız oryantalistlerinden Prof. Schimmel; “Ticanilik ve Sunusiliğin siyasal alanda başarı kazanması, tavırlarının, dindarların çoğuna çekici geldiğini göstermektedir. Çağımızda İhvan-ı Müslimin teşkilatı kurucusu Hasan el- Benna gibi kimi Müslüman liderlerin sufi tarikatlarıyla güçlü bağları olan bir ortamdan geldikleri söylemeliyiz" diyerek bu gerçeğe işaret ediyordu. Libya'nın emperyalist emellere dayalı İtalyan saldırılarını püskürtme işini de Sunusiyye Tarikatı üstlenmişti. Büyük direniş önderi Ömer Muhtar’da bir sunusi mücahidiydi.
Toparlarsak eğer, Hristiyan misyoner teşkilatları mükemmel organizasyonlarına ve inanılmaz ekonomik kaynaklarına rağmen dervişler ile başa çıkamadılar. Hıristiyan misyonerlerin organize biçimde bir kaç asırdan beri kendi aralarında yarışırcasına dinlerini yayma çabasına rağmen organize olmayan İslam tebliğ hareketleri daha başarılı sonuçlara ulaşarak Afrika'da İslam lehine nüfusu değiştirmişlerdir. Hatta daha önce Hıristiyan misyonerlerinin Hıristiyanlaştırdığı bölgelerde bile bugün Afrikalılar tarikatlar vesilesiyle yine İslam'a girmeye devam ediyorlar.
SONRA AĞLAMAK YOK
Bizim neslin en büyük problemlerinden biriydi içerik sorunu. Bizden önceki nesiller daha yaşamsal sorunlarla boğuştuğu için pek akıllara gelmeyen “hassasiyet sahibi ailelere ve çocuklara hitap eden içerik” sorununu biz sonuna kadar yaşadık ve yaşıyoruz. Şahsi planda farklı alanlarda yazdığım kitaplardan android uygulamalara, sinemadan çizgi filmlere, belgeselden şu sıralar anlamaya çalıştığım oyun kahramanları karakter oluşumuna; her adımda bu eksikliği elimden geldiğince karınca kararınca kapatmaya çalıştım/çalışıyorum.
Çocuklarımız büyümeye ve rastgele mecralarda çizgi filmler izleyip kötü kötü karakterlerin, ucube isimlerin arkalarından gitmeye başladıkça biz yeni yeni alanları fark edip hemen kapı girişlerine daha kontrollü içerikler yerleştirmeye başladık. Yasaklayarak özendirmeden veya kötüleyerek merak ettirmeden; önüne temiz içerik koymanın ne kadar zor olduğunu anne baba herkes farkında. Tamam, farkındayız ama bu temiz içeriklere ne kadar sahip çıkıyoruz? Mesela geçtiğimiz haftalarda vizyona giren ve bir süre sonra vizyondan kalkan “Efsane Takım: Bilim Kahramanları” çizgi filmini kaçımız duyduk?
Sadece 63 bin biletin satın alındığı filmin yapımcısı ve yönetmeni Suat Emüce, yıllardır bu işin içerisinde. Derdi, tasası ve bir mesajı olan yürekli bir kardeşimiz. Afrika’dan Çeçenya’ya, Kudüs davasından Bosna’ya, aile sorunlarından modern zamanlarda çocuk yetiştirmenin güçlüklerine, her konuda sizin bizim gibi hassasiyetleri olan, bir derdi olan, bir kavgası olan kardeşimiz. Gecenin bir vakti İsrail konsolosluğu önündeki eylemde beraber olabileceğin Suat sabahında kurgu başına geçip bizim çocuklarımız için eğitici, öğretici ve sonuna kadar eğlendirici film yapıyor, sorumluluk alıyor, risk alıyor, yatırım yapıyor ama karşılığını alamıyor. Sonra ağlamak yok, ne yapıyorsak kendimize. Bu işlere biz sahip çıkmazsak kim sahip çıkacak?
.
İnsanlığın Utanç Yüzyılları ve Afrika Tipi Sömürgecilik Batının Kriminal Tarihinde Afrika Sömürü, Yoksulluk ve İstikrarsızlık Kıskacında Afrika
Afrika’daki birçok sorunun temelinde yüzlerce yıl süren ve “Afrika’ya hücum” tanımı ile sembolleştirebileceğimiz Batılı ülkelerin Afrika politikaları vardır. Batılı ülkelerin Afrika ilgileri, koca kıta için olumlu hiçbir şeye vesile olmazken hemen her olumsuz durumun altında bu sömürgeci geçmiş bulunmaktadır. Harita dernekleri ile başlayan ve “Hindistan’a yol”, “Nil’in kaynağı”, “Altın şehir Timbuktu” gibi güdülerle bütün kıtayı istila eden Batılılar 150 milyondan fazla Afrikalıyı köleleştirirken, kıtanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarını da büyük ölçüde sömürgeleştirmişlerdi.
Yeryüzünün en verimli topraklarına sahip olan Afrikalıların bugün açlıkla imtihan edilmesinin altında Batılıların bitmek tükenmek bilmeyen sömürgeci hırsları yatıyor. Bir tarafta sömürgecilerin kışkırtmaları ve oyunları sonucunda en vahşi silahlara milyarlarca dolar ayıran Afrikalı devletler ve diğer tarafta ise hayatta kalacak kadar yiyecek bulamadığı için çocukların açlıktan öldüğü Afrika.
15. yüzyılda Portekizli denizcilerin kıtaya ayak basmaları ile Batılıların eline düşen Afrika, türlü oyunlarla sömürgecilerinin ellerinde oyuncak oldu. Batılı sömürgeciler ele geçirdikleri bu zengin ülkeyi daha kolay yönetebilmek için daima azınlıkları ve muhalefetleri desteklediler ve insanlık tarihinin en büyük zulümlerini yaparak büyük soykırımlar yaptılar. Birçok Afrika ülkesinin sınırları, sömürgeci devletler tarafından masa başında cetvelle çizildi. Sömürgecilerin bu zengin kıtayı daha rahat bir şekilde sömürmek için tercih ettikleri bu yol bile Afrika’da yıllarca süren iç çatışmalara ve sınır savaşlarına sebep olarak Afrika'daki açlığı ve yoksulluğu artırdı.
BM Tarım ve Gıda Örgütü tarafından hazırlanan rapora göre, dünyada 852 milyon kişi kronik açlık sorunu ile karşı karşıya bulunuyor. Her yıl altı milyon çocuk açlık nedeniyle hayatını kaybediyor. Dünyanın en fakir kıtası olan Afrika’da ise 40 milyonun üzerinde kişi kronik açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyor. Bugün her üç Afrikalıdan biri yetersiz besleniyor. Nüfusun yarısı günde bir dolardan daha az bir gelirle hayatını devam ettiriyor. Kötü beslenme ve açlık Afrika’nın artık kronik problemleri arasında yer alıyor. BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün verdiği bilgilere göre her yıl Sahra-altı Afrika’daki nüfusun %50’si açlık problemi ile karşı karşıya kalıyor. Örgüt’ün açıklamasına göre 2001 yılında acil gıda yardımına ihtiyaç duyan 18 Afrika ülkesi mevcut iken bugün bu sayı 23’e çıkmış bulunuyor.
Son dönemlerde Genetiği Değiştirilmiş Gıdalar (GDO) ile gündemimize yeniden giren tarım, Afrika için ise çok daha büyük bir problem. Çünkü sömürgeciler tarafından uygulanan tarım politikaları halkın hem arazilerini kaybetmesine, hem de verimli toprakların yok olmasına neden oldu. Bu problemin uzantısı olan yeni sorunlar Afrika kıtasını sefalete sürükledi. Batılıların son olarak Sudan’da görüldüğü gibi özellikle kışkırttığı kabileler arası mücadeleler, iç savaşlar ve silahlı çatışmalara kötü yönetimler de eklenince Afrika, açlık problemi ile tek başına baş edemez duruma geldi. Afrika’daki iç savaşlar, çatışmalar, mültecilik, iç göç kargaşaları, kuraklık, sel, kasırga gibi doğal afetler ya da gıda ithal etmek için yeterli fonun bulunamaması açlığın temel nedenlerini oluşturuyor.
Diğer taraftan Batı emperyalizminin mızrak ucu olan Misyonerlik çalışmaları da Afrika’nın bugün aç kalmasının nedenlerinden biri olarak görülüyor. Her yıl milyarlarca dolar parayı Afrika'yı Hıristiyanlaştırmak için harcayan Batılılar İslam ile tanışmayan ve yerel dinlere sahip olan Afrikalılar arasında tahrif edilmiş dinlerini hızla yaydılar. Göz alıcı maddi imkânlardan faydalanmak isteyen Afrikalılar ise bu ahlaksız saldırıya karşı duramadılar.
1900'lü yıllarında başlarında Afrika'nın nüfusunun sadece %7'si Hıristiyan iken 100 yıl içerisinde bu rakam inanılmaz bir artışla %55'lere kadar geldi. Papua Yeni Gine gibi ülkelerde ise bu rakam %1'lerden %95'lere kadar çıktı. Papalar hemen her fırsatta Afrika'yı ziyaret ediyor ve tüm misyonerlik çalışmalarına destek veriyorlar. Diğer taraftan Afrika'da dinlerini yaymak isteyen Misyonerler şekilden şekle de giriyorlar. Bu amaçla çok evliliğe dahi izin veren Misyonerler, İslam'ı da kendilerince kullanıyorlar. Müslümanların güçlü olduğu bazı bölgelerde kiliselere hilal logoları asıyor ve minareye benzer detayları kullanıyorlar. Bu misyoner örgütleri Afrika’nın yeniden ayağa kalmasına zerre kadar yatırım yapmazken Misyonerlik çalışmalarının devamı için her türlü fedakârlığı yapmaya devam ediyorlar.
Yüzlerce yıl süren köleci uygulamalar da Afrika’nın bugün karşılaştığı açlığın nedenlerini açıklıyor. Köleliği sistemleştiren, ciddi ve sıradan bir ticaret haline getiren Batılıların çeşitli kaynaklara göre, sadece ABD`ye Afrika`dan getirdikleri tespit edilebilen köle sayısı 16. yüzyılda 125 bin, 17. yüzyılda 1 milyon 280 bin, 18. yüzyılda 6 milyon 265 bindi. Bu rakamlar köle ticaretinin ne kadar hızla geliştiğini ve bol kazançlı bir sektör hâline geldiğini gösteriyor.
1800 yılında ABD’nin iki eyaletindeki toplam köle sayısı 395 bin olarak kaydedilmişti. Araştırmacı Alain Coutte`un 18 Şubat 2006 tarihinde Paris`te düzenlenen konferansta açıkladığı rakamlar ibret verici. Araştırmacıya göre Atlantik hattında 15. ile 19. yüzyıllar arasında yapılan köle ticaretinden mağdur olan Afrikalı sayısı 60 ilâ 184 milyon arasında. Köle ticaretinde ülkelere göre pazar payı ise: İngiltere: 41,3 %, Portekiz: 29,3% Fransa: 19,2 %. Hollanda: 5,7% İspanya: 3,2% Danimarka: 1,2%
Katolik Hıristiyan dünyasının lideri Papa 16. Benedict de Afrika’nın diktatörlükler, yolsuzluklar, açlık ve AIDS’le birlikte anılmasında Batı’nın rolü olduğunu itiraf etmişti. Papa, Avrupa`nın materyalizmi ve kötü ahlakının dünyanın en fakir kıtasını adeta `zehirli maddelerin çöplüğüne` çevirdiğini söylemişti. Papa, Afrika`yı, `akciğeri materyalizm ve dinsel tutuculuğun saldırısına uğramış bir bedene` benzetmişti.
16. Benedict, `Sözde birinci dünya ülkeleri kendi manevi çöküşüne yol açan bozulmuş ahlaki değerlerini şimdiye kadar başka kıtalara ihraç etti, başta da Afrika`ya. Bu anlamda, siyasi düzeyde biten sömürgecilik, gerçekte asla tamamen sona ermemiştir” demişti. Misyonerler vasıtasıyla Sömürgecilerin Afrika’yı ele geçirmesini sağlayan Papalığın en üst düzey liderinin bu itirafları anlamlı bulunmuştu.
Batılı devletler son 500 yıl içinde sadece Amerika`da 100 milyondan fazla insanı katlettiler; yüzlerce ırkı yok ettiler; kendilerine ait olmayan toprakları gasp ettiler. Batılılar gelmeden önce Amerika’da 90 ila 110 milyon arasında olduğu tahmin edilen devasa bir nüfus vardı. O tarihlerde Avrupa’nın nüfusu 60, 70 milyon, Afrika ise 40 milyon civarındaydı. Batılıların yaptığı bu dehşet katliamı anlamak için çarpıcı bir örnek vereyim. 1500’lü yıllarda Amerika’nın yerlileri hem Avrupa hem de Afrika’ya gelip bütün yerli Avrupalıları ve bütün kara tenli Afrikalıları katletseydi ancak Batılıların katlettiği Amerika yerlilerinin sayısına yaklaşabilirdi. Bugün dünyada hiç Avrupalı ve hiç Afrikalı olmasaydı ancak bu kadar büyük bir soykırım yapılmış olurdu.
Velhasıl Avrupa ülkelerinin sömürgeci uygulamalarına maruz kalmış bölgeler, bugün 3. dünya veya gelişmemiş olarak bilinen yerlerdir. Kaynakları sonuna kadar tüketilen bu bölgeler sömürgeciliğin görüntü olarak bitmesinden sonra hala ayağa kalkamıyorlar. Modern sömürgeciliğin temelleri burada yatıyor.
***
DİYANET VAKFI’NIN İDLİB DESTANI
Kısa bir süre önce ziyaret etme imkanı bulduğum İdlib’de Türkiyeli hayırseverlerin devlet gücünü çok aşan muhteşem hayırlarına şahit oldum. Özellikle Diyanet Vakfı’nın yetimler için yaptığı harika işler ve muhteşem ortamlar nedeniyle Türkiyeli Müslümanlar onur duyabilirler. Kıymetli dostum Mahmut Temelli ve onun 2 kişilik dev ekibi Muhammed Furkan Topçu ve Ahmet Tahsin Fırat ile beraber ziyaret ettiğimiz okullar, yetimhaneler, yaşam merkezleri ve iyilik konutları gibi daha birçok güzel emanet Türkiye’nin İdlib bölgesine nasıl önem verdiğini de gösteriyor. Yetim çocukların başlarını beraber okşadığımız eşim ise yaklaşan kış şartları dolayısıyla tedirgin oldu. Çünkü çoğu mülteci bu kardeşlerimiz savaşın getirdiği büyük dramları yaşıyor ve maalesef çetin geçecek kış bu dramları inanılmaz seviyelere taşıyacaktır. Ağır kış şartları başta çocuklar olmak üzere bu bölgede yaşayan insanları çok zorlayacaktır. Bu nedenle hayırseverlerin Diyanet Vakfı gibi kontrollü ve samimi -samimiyet çok önemli- vakıf ve derneklere sahip çıkmalarını elbette tavsiye ederim.
.
KİRLİ RUH, BEYAZ MASKE: AMERİKA Kriminal Dün ve Umutsuz Geleceğin Ülkesi; ABD
Köleliği kaldırdığını ilan eden ABD, gerçekte ise kölelik sistemini devam ettiriyor. 27 Temmuz 1964 gibi yakın bir tarihe kadar Federal Mahkeme'ye başvurma hakları olmayan Amerika Birleşik Devletlerindeki siyahlar şimdi bu hakka kavuşmuş olsalar da kölelikten kurtulamadılar. ABD’nin Afrika kökenli siyah tenli insanlara ve Kızılderililere yönelik ırkçı yaklaşımı her geçen gün daha fazla tartışılmaya devam ediyor. Diğer taraftan geçtiğimiz yıllarda ABD Başkanlığına siyah tenli bir insanın gelmiş olması ise tam anlamı ile bir göz boyama olarak nitelendirilmişti. Obama’nın başkanlığı “siyahlar ancak iyi ev kölesi olurlarsa kıymet bulurlar” anlayışına iyi bir örnek olarak gösteriliyordu.
TEMELLERİ KAN OLAN BİR UYGARLIK
1619 yılında Amerika kıtasına yerleşmeye başlayan Batılılar, hem bu toprakların yerlileri olan Kızılderilileri soykırıma tabi tutmuş, hem de vatanlarından kopartarak gemilerle getirdikleri Afrikalıları köle olarak kullanmışlardı. Avrupalıların Amerika’da kurdukları temeli kan olan uygarlığın “köle”lik tarihi ise yürekleri dağlıyor. 1619 yılında Afrika’dan yola çıkan köleler İngilizler tarafından Virginia’ya getirildiler ve bu tarih insanlığın en utanç verici uygulamalarından birinin de başlangıcı oldu. Amerika kıtasındaki sömürgeci Avrupalılar bu tarihten sonra inanılmaz sayılarda köleye ihtiyaç duymaya başladı ve bu ihtiyacı akıl almaz zulümlerle karşıladılar. İlk defa 1808 yılında yurtdışından ülkeye köle getirilmesi yasaklandı fakat bu asla uygulanmadı. 1863’de ise başkan Abraham Lincoln "Azat Beyannamesi"ni yayımladı. Hemen ardından 1865’de ise bu defa köleliği yasakladıklarını iddia ettiler fakat resmi düzlemde dahi bu iğrenç uygulama 1960’lara kadar devam etti.
Zaman zaman kölelikle alakalı bazı iyiye yönelik düzenlemeler yapan ABD, 1896 yılında ise geriye dönerek ırk ayrımının anayasal olduğuna hükmetti. Bu tarihten sonra utanç verici uygulamalarını hızlandıran ABD, ancak 50 yıl kadar sonra ırkçı anlayıştan biraz olsun taviz verdi. 1947’de Jackie Robinson, ABD Ulusal Beyzbol Ligi'nde oynayan ilk siyah oldu ve 1948’de ise Başkan Truman, ABD ordusunda ırk ayrımının kaldırılması talimatını verdi.
1954’de Yüksek Mahkeme, okullardaki ırk ayrımının anayasal olmadığına hükmetti. 1955 tarihinde de Rosa Parks adlı kadın, Alabama'da otobüste yerini bir beyaza vermeyi reddetti. Tutuklanması, Martin Luther King öncülüğünde 1 yıl süren ve çok ses getiren bir boykotu beraberinde getirdi. Afrika kökenliler 1 yıl boyunca otobüslere binmediler ve işlerine toplu halde yürüyerek gittiler. 1963’de Martin Luther King, Alabama'da insan hakları gösterileri sırasında tutuklandı ve 1965 yılında İnsan hakları savunucusu siyah tenli Müslüman Malcolm X şehit edildi. Alabama'da insan hakları gösterileri şiddet kullanılarak bastırıldı. Oy Kullanma Hakkı Yasası, Kongre'den geçti.
1966’da Edward Brooke, seçilen ilk siyah senatör oldu. 1968’de Martin Luther King, Tennessee eyaletinin Memphis kentinde suikaste kurban gitti ve bundan 22 yıl sonra Douglas Wilder, Virginia Valisi seçilerek ülkenin ilk siyah valisi oldu. 20 Ocak 2009’da ise Barack Obama Beyaz Saray'da düzenlenen törenle yemin ederek resmen 44. ABD Başkanı oldu.
İŞBİRLİĞİ VARSA KIYMET VAR
ABD Başkanlığına siyah tenli bir insanın gelmiş olması ise tam anlamı ile bir göz boyama olarak nitelendirilmişti. Siyahi liderlerden Dr. Martin Luther King, siyahlarla beyazların eşit olduğu bir rüyadan bahsediyor ve özgürlüğün ancak tavizler vererek ve uzlaşarak elde edileceğine inanıyordu. Malcolm X gibi Müslüman liderler ise uzlaşmak ile yetinmeyerek buna ilaveten siyahların maruz kaldığı beyaz zulmün açtığı maddi ve manevi yaraların sarılması gerektiğini savunmuş ve bu amaçlara ulaşmak için tavizsiz bir direniş verilmesi gerektiğini ifade etmişlerdi.
Malcolm X’in mücadelesinin İslami bir mücadele olması da temelleri kanla beslenen ABD tarafından kabullenilmemişti. Bilindiği gibi Malcolm X; “Özgürlüğe inanan bir dine mensubum. Halkım için mücadele etmeyi men eden bir dini kabul etmek zorunda olsaydım, o dinin canı cehenneme derdim” sözleriyle İslam’dan beslendiğini her fırsatta belirtiyordu.
SİYAHLAR YİNE MAĞDUR
Martin Luther King’in öldürülmesi esnasında yanında bulunan Jesse Jackson ise geçtiğimiz yıllarda The Guardian gazetesine çok ilginç açıklamalar yapmıştı. On yıllardır eşitlik mücadelesinin önde yürüyen isimlerinden bir olan Jackson, daha gidilecek uzun bir yol olduğunu söylemiş ve bazı iyi gelişmelere rağmen çok kötü gelişmelere de değinmişti.
Jackson; “Afrika kökenli Amerikalıların dörtte biri yoksulken beyazlar arasında bu oran yüzde 8. Her 10 siyah çocuktan yedisi liseyi bitiremiyor; New Jersey gibi eyaletlerde siyah çocukların okuldan atılma oranı beyazlara göre 60 kat fazla. Cezaevlerinde üniversitede okuyanlardan daha fazla siyah genç var. Siyah erkekler beyazlardan ortalama altı yıl daha az yaşıyor” demişti.
Toparlarsak eğer, temelleri kan ile oluşturulan Amerika, bir şekilde bugün de o kan deryasının üstünde yükselmeye devam ediyor. 400 yıl önceki köleler ile bugünün siyahi ezilen sınıfları bazı gelişmelere rağmen yine toplumun en alt tabakasını oluşturuyorlar. ABD’nin Afrika kökenli siyah tenli insanlara ve Kızılderililere yönelik ırkçı yaklaşımı her geçen gün daha fazla tartışılmaya devam ediyor ve bu ötekileştirme, kaynakların adil paylaşılmaması ve kötü algı nedeniyle tartışılmaya da devam edeceği ortada.
Mustafa Uzun
Araştırmacı – Yazar
mmustafauzun@gmail.com
***
90’LARIN EZGİLİ GÜNLERİNE BİR KAÇIŞ ALANI
“Dağlar kucak açmış beni bekliyor
Vakit bu vakittir duramam artık
Gözü yaşlı Kudüs beni bekliyor”
Mısraları günümüz reel politiğinde Türkiyeli Müslümanları pek sarmasa da muhteşem müzikleri, yürekleri ayağa kaldıran sesi ve hiç bitmeyen o 90’ların heyecanını bugüne taşıyor Ammar.
“Kurşun gibi, kurşun gibi yar
Vurgun gibi yar, yüküm ağır yar
Dağlar gibi yar, dağlar gibi yar”
90’ların o samimi, heyecanlı, sade mücadelesinin özlemini çekenler Ammar’da soluklanabilirler. Son dönemde çıkarttığı kaliteli albümlerle bu boşluğu dolduran Ammar Acarlıoğlu, bir kaçış alanı gibi, acil çıkış modunda hizmet vermeye devam ediyor.
“Nice masum yolları gözlüyor
Milyonlarca mümin yürek sızlıyor
Baştan sona dünya seni özlüyor
Uyan ey İslam’ın aslanı uyan”
Genç kalmak, dünyamızda, çevremizde gelişen olayları değerlendirirken o eski heyecanları unutmamak ve konformizmin kollarında ruhen can vermemek için bu müzikler ilaç görevi yapıyor. Kim İbrahim gibi teslim olmak istemez ki?
“Yollarım çıkar belki bir düze
Yürürüm artık ben de gündüze
Nemrut ateşi getirir dize
Teslim olmalıyım İbrahim gibi
.
Afrika'nın Afrika'sı
Afrika için kronolojik akışı Mısır, Makedonya (Helen), Roma, İslam, Osmanlı ve Batı olarak sıralayabiliriz. Dünyanın anası Mısır Medeniyetinin gelişimi, Makedonya ve Roma’nın Afrika’ya gelişi, İslam’ın aydınlık yüzünün doğuşu, Osmanlı barışı ve Batı’nın yeni bir saldırganlıkla gelişi ile başlayan talan süreci ve sonrasında yapay özgürlükler dönemi olarak kısaca özetleyebiliriz. Şu anda Afrika için hala yapay özgürlükler, yapay devlet kurumları ve sınırlı bir aydınlanmadan söz edebiliriz.
İslam, Afrika’nın mevcut ve olağan akışını bozmayan, onu yücelten, zenginleştiren, büyük devlet kurumları, sosyal yapı ve adil sistemler kuran bir kazanımlar silsilesine neden olurken İslam’ın durdurulması Afrika için felaket anlamına geldi. İslam, duran Afrika’yı koşturmaya başlamıştı. Batı ise koşan Afrika’yı yere serdi. Puvatya Batı için nasıl bir talihsizlikse sömürgecilik çağında İslam’ın Afrika’dan sürülmek istenmesi de aynı şekilde ve daha şiddetli bir şekilde talihsizlik olmuştur. İslam ile kazanan Afrika, İslam’ın bastırılması ile çok şey kaybetmiştir.
Mısır’dan Ekvator hattına kadar, yani İslam’ın o döneme kadar yayıldığı alanlara hükmeden Osmanlı, İslam’ın son dönem Afrika ışığıdır. Tarık Bin Ziyad ile Turgut Reis’in ya da Halife Ömer devrinin Mısır Valisi ile Kanuni’nin Mısır Valisi arasında Afrika’nın tarihi açısından herhangi bir fark yoktur. Fizan Çöllerinin bedevi kadınlarına dahi umut olabilen Osmanlı elbette Afrika tarihinin en onurlu sayfalarında yer almaktadır.
Misyonerlik ise sömürgeciliğin mızrak ucudur. Ucunda misyonerlerin bulunduğu uzun mızraklarla yüreğine darbe üstüne darbe alan Afrika çok yorgun. Önceleri sadece sömürgeciliğin bir alt kolu olarak faaliyet gösteren misyonerlik bugün çok çok daha ciddi bir şekilde gündemdedir. 2. Vatikan Konsülünde Afrika’nın Hıristiyanlaştırılmasını hedef olarak belirleyen Papalığın ve normalde birbirinin kuyusunu kazarken Afrika’da zerre misali birbirleri ile uğraşmayan Hıristiyan mezheplerinin girişimleri ile Afrika’da Hıristiyanlık %400 arttı. Dinlerarası diyalog taraftarı Müslümanlar duymasın ama yüz binlerce Müslüman Afrikalı bu süreçte Hıristiyanlaştırıldı. Bazı Afrika ülkelerinde Müslümanların oranı hızla düşüyor. Bu iş beylik cümleleri ile geçiştirilebilecek bir şey değil, biline.
Maalesef bugün Afrika’nın geleceğini Batılı yahut Uzak Doğulu büyük küresel güçlerin sahneye koyduğu politikalar belirliyor. Afrika tamamen küresel güçlere teslim edilmiş durumda. Batılı sömürge ülkeleri tarafından çizilmiş sınırlar doğallıktan çok uzak. Bu da beraberinde ciddi sorunları getiriyor. Afrika'da Batılı ülkelerin çizdiği ülke sınırları ve körüklenen çatışmalar, bölünme senaryolarını akla getirmekle kalmıyor, fiiliyata da dökülüyor. Sudan bölündü, Nijerya bölünmek isteniyor, Libya zaten darmadağınık. Nijerya nüfusunun %47’si Müslüman ve bir o kadar da Hıristiyan nüfusu var. Yakın zamanda parçalanacak. Küresel rekabetin kızıştığı son yıllarda ülkeler belirli kıstaslarla entegrasyonlar ile rekabet güçlerini arttırmaya çalışırken Afrika kıtasında tam tersine bölünme teşvik ediliyor. Afrika parça parça edilmek isteniyor.
Bu arada önümüzde yeni bir gelişme olarak Çin faktörü var. Giderek gelişen, Afrika’yı çepeçevre kuşatan Çin farklı bir rol oynuyor. Çinliler, Afrika'nın kaynakları, özellikle de enerji kaynaklarıyla çok fazla ilgililer. Sadece Çin’in son dönemde Afrika’da yaptıklarını okuyabilirsek Afrika’nın nasıl sömürüldüğünü ve bu sömürü düzeninin nasıl devam ettirildiğini görebiliriz.
Aslında sorulması gereken asıl soru Batılı ülkeler Afrika’dan ne istiyor? Afrika ile dertleri nedir? Sizce sorunun kaynağı doğal kaynaklar mı dinsel çatışmalar mı? Afrika ülkelerinin saçma sapan sınırları sömürgeci Batı’nın acımasız çıkarları ile çizilmiştir. Cetvelle çizilen Afrika sınırları doğallıktan ve Afrika iç dinamiklerini yansıtmaktan fersah fersah uzaktır. Asıl maksat sömürüdür. Din savaşları da Paris’in, Londra’nın daha bir zenginleşmesi için uydurulmuş suni gündemlerdir.
Bu nedenle biz Afrika’ya sadece mazlum ve mağdur olduğu için değil, aynı zamanda kıble kardeşliğimiz nedeniyle de yardımcı olmak zorundayız. Biz Afrika ile işbirliği yapmak zorundayız. Bunu hem ahiretimiz hem de bu dünyamız için zorunluluk olarak görüyoruz. Aynı zamanda Afrika’ya açılmayan bir devlet küresel bir devlet olamaz. Afrika’ya girmeyen bir ekonomi küresel bir ekonomi olamaz.
Aslında Afrika için yapmamız gerekenlerin başında Batılıların havzasından çıkarak özgün bir duruşla Afrika’da var olmamızdır. Öncelikle orada olmalıyız. Sivil toplumumuz da devletimiz de orada olmalıdır. Afrika ile işbirliği yaparken ise iyi yönetişimi, idareyi, sivil toplumu ve sanayi üretimini teşvik etmemiz gerekmekte. En önemlisi ise eğitim alanında özgün bir dille öncülük etmemiz lazım. Tabi bizim ne kadar Batı’dan bağımsız, özgün bir eğitim metodumuz var, orası tartışılır. Afrika için Batılı güçlerin etkisini kıracak bir yeni duruş gösterebilmemiz bile büyük bir devrimdir. Bunu ne kadar başarabiliriz, orası meçhul. Çünkü en başta bilgi ve uzman eksikliğimiz had safhada. Afrika için ülke olarak bir entelektüel bir altyapı eksiğimiz var. Biz Afrika’yı Batı’dan okuyoruz, biz Afrika’ya ne verebiliriz ki? Afrika ile ilgili tüm bilgi akışını BBC, CNN ve Reuters’ten alıyoruz, bu tıkanıklığı aşmadan biz Afrika’ya ne verebiliriz ki? Afrika’da meydana gelen siyasi, kültürel ve ekonomik gelişmeleri takip eden kaç kişi var? Kaç sivil toplum kuruluşumuz var, kaç araştırma kuruluşumuz mevcut?
.
Kudüs’ün dostları nerede?
Osmanlı döneminde Filistin'de yapılan ev, çarşı, cami, mescit ve külliye gibi yapılarımız ne durumda? İnsanlarımızı, kültürümüzü, örfümüzü, adetlerimizi geçtik; taş duvarlar ne durumda? Ruha sahip çıkamadık, bedenler ne halde?
Kudüs tarihi bir şehir. Yeryüzünde İslam ümmetinin aynası şehir. Bu kadim şehirde 4 bin civarında tarihi ev ve yüzlerce mescit var. İşgale rağmen hala direnen binalar var. Bunlara kim, nasıl sahip çıkıyor? Osmanlı döneminde Filistin'de yapılan ev, çarşı, cami, mescit ve külliye gibi yapılar ne durumda? Eğer o emanetler korunmazsa sahipsiz mallar yasasına dayanan işgalciler binalara el koyuyor, yıkıyor veya aslına uygun olmayan amaçlarla kullanıyorlar.
Bu emanetler için harekete geçen bir grup insan, Kudüs ve civarında bulunan Osmanlı'nın tarihi eserlerini yaşatmak amacıyla 2008 yılında Mirasımız Derneği'ni İstanbul'da kurdular. Osmanlı'dan kalan emanetlere sahip çıkarak o mirası korumaya gayret gösteriyorlar. Mirasımız Derneği şimdiye kadar 70 ev ve 46 cami ile mescit restorasyonu gerçekleştirdi. Kudüs'ü ve yaşadığı keskin işgali düşününce bu rakamların ne kadar yüksek olduğunu anlayabiliriz.
Ecdadın Filistin'de inşa ettiği, zaman içinde tarihi özellik kazanan ancak bakımsızlık nedeniyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan eserleri aslına uygun restore ederek yaşatmak ve geleceğe taşımak gibi devasa bir hedefle yola çıkan Mirasımız Derneği, başta Genel Başkanı Muhammed Demirci ve yakın çalışma arkadaşları Orhan Buyruk, Abdullah Akçay, Adil Çalışkan, Fahri Sözen, Aykut Kaya ve Halis Mutlu gibi isimlerle yürümeye devam ediyor. Daha el atılması, restore edilmesi, ilgilenilmesi gereken yüzlerce cami, ev, çarşı ve külliye benzeri yapı var. Ev restorasyonu demek, orada ailenin yaşaması demek. Çünkü Kudüslü her aile kendini Mescid-i Aksa'yı korumaya vakfeder. Bu vakıf insanlara murabıt deniliyor. Bunların kalabilecekleri evleri geleceğe taşımak Mescid-i Aksa'nın geleceğini garanti altına almak demektir ve Mirasımız Derneği tam olarak bunu yapıyor.
Son birkaç yıl içinde Akka Küçük Cami, Mevleviye Mescidi, El Hamule Camisi, Hasan Paşa Camisi, Hayfa Ulu Cami, Bahar (Deniz) Cami, Biir Eyüp Camisi gibi birçok tarihi mekanı restore ettirerek sahip çıkan Mirasımız Derneği maalesef işgalcilerin kontrolü alındaki kadim eserlere dokunamamanın hüznünü yaşıyor. Kudüs'ün gerçek sahiplerinin ellerinde olan eserleri restore eden Mirasımız Derneği, İsrail'in denetimi ve kontrolü altındaki yerlerde ise ümmetin sert gücünün yansımalarını bekliyor.
Elbette sadece Mirasımız Derneği değil, başta TİKA olmak üzere bazı kurum ve kuruluşlar, Filistin'deki Osmanlı eserlerinin yaşatılması için ciddi çaba sarf ediyor. Her bir ferdin bu mücadeleye el atması gerekiyor. Bilinçli, şuurlu insanlar bu davayı omuzlamak zorunda. Bina restorasyonu yaptırabilir, fitrelerinizi, zekatlarınızı Kudüslü Müslümanlara ulaştırabilirsiniz. Kumanya, bayramlık gönderebilir, Aksa'nın içerisinde iftar – sahur daveti ayarlayabilir, yetimlere sahip çıkabilir, öğrenci bursu verebilir, yeni nesillerin yetişmesine yardımcı olabilirsiniz. Yine Mirasımız Derneği aracılığıyla İlim halkalarına, Beyarık seferlerine katkı sağlayabilirsiniz. Dost bir sese ulaşmak istiyorsanız 02125240101 numaralı telefonu arayabilir, www.mirasimiz.org.tr adresine göz atabilir ya da en kısa yoldan cep telefonlarımıza KUDÜS yazıp 5772'ye gönderebiliriz.
***
HARİTA OKUMALARI
Harita Okumaları 41: 1914 Afrika haritasındaki Fransa'nın yerini dünya tarihi boyunca hiçbir sömürgeci yapamadı.
Harita Okumaları 42: Hac yolları haritalarına bakınca bütün yolların Roma'ya çıktı efsanesini ciddiye almayabilirsiniz.
Harita Okumaları 43: Petrol iletim hatları en fazla kanın ve gözyaşının aktığı haritalar üzerine kurulmuş. Daha doğrusu önce petrol hatları kurulmuş.
Harita Okumaları 44: Osmanlı ülkesinden Latin ve Kuzey Amerika'ya göç eden Müslümanlar yok olup gittiler, haritaya hiçbir etkileri olmadı.
Harita Okumaları 45: Mostar Köprüsünün iki kulesi var, birinin adı Halep Kulesi. Haritalar yitiğimizi bulmamıza yardımcı olmuyor artık.
Harita Okumaları 46: Onca “kalabalığa” rağmen haritayı değiştiremeyen tek unsur Avrupa'daki Müslümanlar. Tarih boyunca bir ilk.
***
MESAJLAR
- Galile'yi biliriz, Gaile'yi okuruz, Galile'yi konuşuruz ama Galile teleskobunun arkasındaki isin olan günümüzden 1000 yıl önce yaşamış Ibni Heysem'i bilmeyiz. Heysem, İslam dünyasının en büyük fizikçisidir, göz ve görme sistemlerine açıklık kazandıran büyük bir alimdir.
- Bir olaya nereden baktığınız önemli. George Washington evinin bahçesinde marijuana yetiştirirdi.
- Günümüzde şehir hayatı aslında akıl, ruh ve beden sağlığı için uygun ortamlar sağlamaz. Şehir merkezlerinden uzaklaştıkça daha insani ve fıtrata uygun bir hayata ulaşırız. Osmanlı döneminde ise şehirde oturanların çoğu kendilerine ait iki katlı ve bahçeli evlerde oturuyorlardı ve çok sağlıklı yaşıyorlardı.
- Ondan faiz ve kâr alma. Tanrından kork ki, kardeşin yanında yaşamını sürdürebilsin. ( İncil )
- Amerikalılar tam da kendi yerlilerinin haklarını yok ettikleri anda insan haklarının en büyük savunucuları oldular. ( Tuareg, Alberto Vàzquez Figueroa)
.
İnsanoğlunun karşılaşabileceği en tehlikeli süreç başladı
Sahi, domuz neden haram?
Biz Müslümanlar Allah'ın kesin emir ve yasaklarını sorgulamayız. İnsan için elzem bir besin olan anne sütü dahi haram kılınmış olsaydı “neden” demezdik. Bunu bir kenara koyalım.
Diğer taraftan ise “merak” da bir Allah vergisi. Domuzun haramlığını sorgulamak değil, hikmetini aramak noktasında bir merakımızın olduğu aşikâr. Bu temel yasağın altında derin mesajlar var, ama ne? Domuz yasağında insanları uyaran, nasihat eden, sınırlayan bir mana var, ama nasıl? Bu sorunun cevabını yakın bir tarihte almış bulunuyorum, açıklayayım.
Batılı bilim adamları, “yetersiz organ bağışının etkisini azaltmak” gibi bir bahanenin arkasına sığınarak domuzların organlarının insana nakli için uğraşıyorlar. Domuz organlarının insan organlarına ebat olarak çok yakın olmasından yola çıkmışlar ama domuz genomunun PERV denilen “domuz endojen retrovirüsü” adı verilen ve insan için çok tehlikeli olan bir virüsle dolu olması onları durdurmuş. Kısa bir süre öncesine kadar bu domuz endojen retrovirüsü yok edilemiyordu. AIDS'e yol açan virüslere çok benzeyen bu virüs, insan hücrelerinde enfeksiyon meydana getiriyor ve onu kısa sürede öldürüyor.
Ancak domuz organlarındaki genoma artık CRISPR yoluyla müdahale ediyorlar ve bu virüsleri yok etmek üzereler. Harvard bu işe öncülük ediyor her zamanki gibi. George Church isimli bir profesörün ekibi, bir domuzun böbrek hücresindeki 62 PERV geninin tamamını bu yöntemle çıkartmış. Bu, ilk kez bir genomda bu kadar çok sayıda hücresel değişiklik gerçekleştirildiği anlamına geliyor.
Aynı zamanda domuz hücresi dizisinin insan bağışıklık sisteminde reaksiyona neden olduğu bilinen 20 gen de değiştirildi. Maryland Üniversitesi laboratuvarlarında ise insan kanı domuz akciğerinden filtreleniyor son zamanlarda. Domuz organları primatlara nakledilmeye başlandı. Çinliler ise Batılılardan geri kalmıyor. Çinliler, nonviabl insan embriyolarına CRISPR yoluyla müdahale etmek için deneyler yapıyor. Yani ortalık toz duman.
Bizim babalarımız, dedelerimiz ve biz “domuz eti yeme” konusunda imtihan ediliyorduk ve bunun ağır bir imtihan olduğunu zannediyorduk. Bir domuz ile koyunun ya da ineğin et üretimi açısından değerlendirmesini yapan kimi aklı evveller “Allah bu kadar verimli bir hayvanı tüketmemizi neden yasaklasın ki” benzeri çıkarımlarda bulunuyor ve Müslümanlar bu basit soru karşısında dahi zorlanıyordu. Peki ya önümüzdeki yıllarda domuz ile alakalı asıl süreç başlayınca ne yapacağız?
Müslümanlar, domuzdan organ nakli yapılıp yapılmaması ile alakalı kararlarda nasıl hareket edecekler? Eti, kanı, alınıp satılması, her şeyi haram olan domuzun organ nakillerinde kullanılmasına ilk kim cevaz verecek acaba? Biz ve bizden önceki nesiller “koyun eti mi, domuz eti mi?” ikileminde kaldılar en fazla. Şimdi, 10 yıl, 20 yıl ve belki de daha fazla yaşamak dururken kim domuza karşı koyacak?
Domuz konusunda Müslümanlar aslında 1400 küsur yıldır pek de imtihan edilmiyormuş sanki. Domuz imtihanının sırası daha yeni geldi. Üstelik çok önemli bir hikmet de var bu yasakta. İslam öğretisine göre domuzun her şeyi necis. Domuz her şeyi ile haram. Buna özellikle vurgu var bütün ilmihal kitaplarında. Eti de, kanı da haram. Bu vurgunun nedeni şimdi anlaşılıyor. İslam açık kapı bırakmaz. 50 yıl önce sadece domuz etinin haramlığını anlayabilirdi bir Anadolu insanı. Bugün domuzun her şeyinin yem olarak kullanıldığını biliyoruz, çekiniyoruz. Bizim çocuklarımız ise domuzdan yapılan organ nakillerini dert edinecekler. Bir emir ve yasağı eğer bugün anlayamıyorsak bunun daha zamanı var diye düşünebiliriz. Elbette bütün bir insanlığa ve insanlık tarihine hitap eden Kur'an-ı Kerim, mesajını çağlar aşacak şekilde verecek. Bu da ayrı bir mesaj.
Velhasıl domuz imtihanı daha yeni başlıyor. İnsan karakterindeki domuzlaşma ise apayrı bir dert. Önümüzdeki yıllarda eti de, sütü de, kanı da, kılı da, her şeyi haram olan bir hayvanın başımızın üstünde yeri olup olmayacağını tartışacağız eğer yaşarsak.
***
MESAJLAR
- Katar 1991'de kendi parasından 1 milyar dolar harcayıp ABD için Ortadoğu'daki en büyük askeri üssü inşa etti. Kim ABD işbirliği yaparsa mükâfatını alır Sam Amcadan bir gün.
- 845 yılında Kufe'de ders veren İslam alimi İbn el-Arabi'nin dersi ile alakalı ufak bir detay yüreğimi havalandırıyor. Ders anlatırken kendisini dinleyen kalabalıktan iki öğrencisinin konuşmasından rahatsız olan İbn el-Arabi, öğrencilerine “nereden geliyorsunuz?” diye sorar. Öğrencilerden biri “Endülüs” yani bugünkü İspanya derken diğeri “Sind” yani Hindistan der. İbn el-Arabi hemen bu duruma nispetle bir şiir okur. İslam dünyasının iki ucundan Kufe'ye gelen bu öğrenciler binlerce kilometrelik bir coğrafya içerisinde kendilerini evlerinde hissediyorlardı.
- Maalesef her şeyi kaybettik, beton bir kütlenin içine girdik, etrafımız sarıldı.
***
HARİTA OKUMALARI
Harita Okumaları 31: Yunan işgali haritamızın duvarlarına sert çarptı, geri dönüş iyi.
Harita Okumaları 32: Çin Müslümanları Çin haritasına etki edemiyor.
Harita Okumaları 33: Sykes–Picot, haritamızın kalbine saplanmış Batılı hançeri.
Harita Okumaları 34: Yirminci Yüzyıl; Batılıların hıçkırıklarının bile haritalarımızı alt üst ettiği yıllar.
Harita Okumaları 35: Kadim zamanların seyyahları ile günümüz seyyahlarını kıyaslamak mümkün değil.
Harita Okumaları 36: Battuta, dünyayı yemiş bitirmiş.
Harita Okumaları 37: Sudan Mehdi Devleti (1881) ile bugünün IŞİD'i arasında ciddi benzerlikler mevcut.
Harita Okumaları 38: Afrika'da kurulan ilk sözde devletçiklerin haritaya düşen görüntüleri, Afrika içlerine uzanan ahtapot kolları gibi.
Harita Okumaları 39: Batılıların Afrika'da katlettikleri insanların ortak özellikleri nedense hep “Radikal İslamcı”lıkları oluyor.
Harita Okumaları 40: Fransa'nın suratına vurmalı Afrika'da yaptıkları dehşet sömürge haritalarını.
.
Makyajlı güzellerin yıktıkları bin rüyamız
Sıradan, alabildiğine çirkin, itici, yorgun, kaba ve soğuk yüzler boya badana ile servis ediliyor.
Ramazan Ramazan 'ünlülerin makyajsız halleri' diye bir galeriye baktım, cidden baktım. Vallahi iğrendim. 30 yaş üstü zaten iğrenç. Sahte, namussuz bir dünya bu. Ekran yalan, senaryo yalan, bedenler yalan, mutluluklar yalan.
Evimde televizyon yok, büyük planın bir parçası olan yarışmaların, saçma kadın aile programlarının veya dizilerin direkt muhatabı değilim ama sorun büyük. Fahişelerin doldurduğu dizilerle İslam dünyasında bir garip Türkiye algısı oluşuyor. 71 ülkeye gittim, dizilerin yayınlanmadığı ülke yok ve bize sorulan soruların büyük çoğunluğu bu sahte güzellere dair. Gazzeli gençler de, Pakistanlı kızlar da, İranlı teyzeler de, Mısırlı abiler de dizileri soruyor.
Yaşadığı sel felaketinin etkileri hala sürerken Türkiye'den kendilerine yardım için gelen bizlere Türk dizilerini ve bu dizilerdeki sahte güzelleri soruyor İslam dünyası maalesef. Bilmem hangi dizideki kadının güzelliği üzerinden sürdürülmek istenen muhabbetleri üslubunca sona erdirmenin kavgasını veriyoruz çoğu defa. Ekranların “en güzelinin” bile büyük oranda bir yalanın tam orta yerinden konuştuğunu biz bilmiyoruz ki İslam dünyasına anlatalım. Makyaj, boya badana, ışıklar, kamera açıları ve diğer birçok saldırgan mızrak ucu, acımasızca saplanıyor ruhlarımıza.
Sahte, sanal, ucube güzelliklerin çağındayız. Özelde diziler, genelde ise TV ile yıkılan onca sinir ucumuzdan sadece bir tanesi bu ‘güzellik algımız' üstelik.
Yıktıkları bin rüyamız var, henüz bir taşı diğerinin üstüne koyduklarını görmedik.
***
HARİTA OKUMALARI
Harita Okumaları 21: Ruslar, Türk Hanlarını alt ederek sadece İslam dünyasına en ağır toprak kaybını yaşatmadı. Aynı zamanda tarihin en başarılı işgalcileri oldular.
Harita Okumaları 22: Sufizm'in İslam dünyasına kıymetli armağanları; Malezya ve Endonezya Müslümanları.
Harita Okumaları 23: Uzak Asya'da İslam'ın hedef listesi; Yeni Gine, Yeni Zelanda ve Japonya.
Harita Okumaları 24: Sömürgeler çağını es geçen Osmanlı haritayı kaybetti.
Harita Okumaları 25: On dokuzuncu Yüzyıl İslam Dünyası reform hareketleri haritaya herhangi bir etki edemedi.
Harita Okumaları 26: Balkan Savaşları, İslam Coğrafyasının en yoğun harita kaybı.
Harita Okumaları 27: Haritamızın anasını ağlattıkları tarih; Balkan Harbi.
Harita Okumaları 28: Türkiye Modernleşmesi haritada kırılmadır.
Harita Okumaları 29: Türkiye Cumhuriyeti, haritada durgunluktur.
Harita Okumaları 30: Boşnaklar, Makedonlar, Arnavutlar; İslam Dünyası haritasına Osmanlı'nın hediyesi.
***
MESAJLAR
- AB proje fonlarından genellikle sapıkları destekleyen projeler para alıyor. Neden?
- Bir rezidansın 5627. katında oturan biri sabah nasıl uyansın bir horozun ötüşüyle?
- Bilinen ilk sistem mühendisi kimdir? Ya ilk sibernetikçi? Peki, ilk elektronikçi kimdir? Bize bilgisayarın babası olarak İngiliz Matematikçi Charles Babbage'yi tanıtır Batı. Peki, bu gerçek mi? Oysa günümüzden 800 yıl önce yaşamış İslam âlimi Cezeri, hiç şüphesiz ilk sistem mühendisi, ilk sibernetikçi, ilk elektronikçi ve bildiğimiz manada bilgisayarın babasıdır.
- Günümüzün en önemli zehiri gıda. Maalesef gıdalar biyolojik silah haline geldi. Yiyeceklerimizin raf ömrünü uzatmak için başlayan ısıl işlemler gıdalarımızın tabiatını bozarak bize plastik ve ağır metaller yedirmeye başladı. Yediklerimizi kontrol edenler bizi kontrol ediyor, bütün hikâye bu.
.
***
KAFA KARIŞTIRAN CÜMLELER
- 1825'de bulunduğu iddia edilen işlenmiş alüminyum, günümüzden 1700 yıl önce gömülmüş, 300 yılına ait Çinli General Çow Çu'nun mezarından çıktı. Tarih, koca bir yalandır.
- Sümerlerin bile "antik şehir" dedikleri Lübnan'daki Baalbek Şehri neleri gizliyor, neleri.
- Bizlere öğretilen tarih yanlış.
- Ali İmran 97'de Mekke'yi anlatırken "O Kâ'be ki apaçık işaretlerle-delillerle-işaretlerle-alametlerle dopdolu olup, İbrahim'in makamı da oradadır." deniliyor. O delil-işaret-alametler nedir acaba?
- 50 bin yıl öncesini biliyor ama 8 bin yıl öncesini bilmiyoruz. 35 bin yıl öncenin 6 bin yıl önceden daha gelişmiş olduğunu anlıyoruz. Neden?
.
Omuzunuzda uyuyan çocuklarınıza Endülüs’ü, Sicilya’yı, Türkistan’ı anlatın
Aradan 500 yıl geçmiş ancak bugün dahi okuyunca çıldırabileceğiniz bir bilgi vereyim. Gözyaşlarını döküp yumruklarınızı sıkabilirsiniz.
Bildiğiniz üzere bugünkü İspanya yüzyıllar boyunca Müslümanlara aitti. Endülüs'ü asla unutmadık, unutmayacağız. Son Müslüman Sultanlık olan Beni Ahmer Devleti yıkıldığında Müslümanlar İspanya'da garip kaldılar. Zulüm başladı, katliam başladı. Kaçabilenler kaçtı ancak asırlarca orada Müslümanlar dinlerini gizleyerek İslam'ı yaşadılar. Müslümanlar yüzlerce yıldır Endülüs'teydi, öyle kolay terk etmediler. Bugün de fıkhen bir Dar'ul İslam olan bu toprakları terk edememelerinin çok ama çok önemli bir sebebi vardı. Okuyunca tüylerinizi diken diken edebilecek bir sebep.
Bu insanlar Endülüs'ü terk edemediler çünkü Hıristiyan Krallar öyle bir yasak getirdi ki insanlık tarihinin en vahşi uygulamalarından biridir bu. Ya Hıristiyan olacaklar ya da ülkeyi terk edeceklerdi ama terk etmek de öyle kolay değildi. Çünkü ülkeyi terk etmek isteyen Müslümanlar 14 yaşından küçük erkek ve 12 yaşından küçük kızlarını Krala terk etmek zorundaydılar...
Acı.
Siz olsanız 12 yaşındaki kızınızı bırakıp Osmanlı ülkesine gider miydiniz? 14 yaşındaki oğlunuzu Hıristiyanlara terk edip kaçar mıydınız Tunus'a, Cezayir'e? Bugün dahi, aradan geçen yüzyıllara rağmen yüreğimi kinle, nefretle dolduruyor İspanyollar, Batılılar, Avrupalılar...
Peki, Müslümanlar ne yaptı? Oğlunu, kızını beraberinde kaçırabilen kaçtı. Osmanlı gemicileri bu işe aracılık etti. Endülüs Müslümanları yüzlerce yıl boyunca isyan ettiler. 24 büyük ayaklanma oldu. Yine de çocuklarını teslim etmediler. Kaldılar. Kamusal alanda Hıristiyan göründüler. Evlerinde çocuklarını yetiştirdiler. Yüzyıllarca... 1900'lü yıllara gelindiğinde hala evlerinde Kur'an okuyan, namaz kılan insanlar vardı. 400 yıl boyunca...
Allah yardım etti. Şehit olanlar oldu, tespit edilenler Engizisyon Mahkemelerinde yargılandı ve katledildi. Ama direndiler. 1900'lü yıllarda yeniden uyanışa geçtiler. Blas Infante'ler ortaya çıktı, onlar da katledildi. Şimdi de İspanya'da İslam'ı Endülüs'ün torunları yükleniyor.
Endülüs'ü unutmuyoruz. Endülüs'ü unutamayız. Endülüs'ün çocuklarını unutamayız. Aşkımızı, kinimizi diri tutacağız. Oğlum omuzuma yattığında Keşmir'i, Gazze'yi, Türkistan'ı nasıl anlatıyorsam Endülüs'ü de anlatıyorum. Anlatmak zorundayız.
12 yaşındaki o kızını vermemek için İspanyol kafirlerin zulümlerine sessizce boyun eğen o yiğit insanlara, yüzbinlerce şehide selam olsun. Ruhları için el Fatiha.
***
HARİTA OKUMALARI 2
Harita Okumaları 11: İlk Batılı seferleri önemsemeyen, küçük gören Hind Müslüman Sultanlıkları tarihin ağırlığı altında ezilmeye mahkûmlar.
Harita Okumaları 12: Avrupa'nın küçük köpeği Portekiz'in okyanuslarda döktüğü kan Roma'nın döktüğü kandan daha fazladır. İspanya'nın döktüğü kanlar ise tarihin hiçbir dönemi ile kıyas edilemiyor.
Harita Okumaları 13: En fazla İslam toprağını İngilizler almış ancak daha sonra hepsini teslim etmek zorunda kalmıştır.
Harita Okumaları 14: Osmanlı haritası tipik bir Roma – Doğu Roma haritasıdır.
Harita Okumaları 15: Osmanlı'nın en ağır ferasetsizliği Doğu Avrupa Müslümanları ve Orta Asya'ya yönelik ilgisizliğidir. Farsları aşamadık.
Harita Okumaları 16: İran, haritanın merkezinde ama İslam dünyasının uzağında.
Harita Okumaları 16: Timur Devleti, haritaya en fazla etki eden devletlerden biri.
Harita Okumaları 17: Hindistan, haritanın çok az değiştiği; değişikliklerin de pek hissedilmediği “kıta.”
Harita Okumaları 18: Hindistan, Çin ayrı 2 kıta. Asya'dan farklı, Asya'ya rağmen 2 farklı kıta.
Harita Okumaları 19: İngilizler Hindistan'a alçakça bir sinsilikte girmişler. Harita fark edilemeyecek sinsilikte değişmiş.
Harita Okumaları 20: Şeyh Şamil, haritayı değiştiremeyen ama Rusları durduran büyük önder.
***
MESAJLAR
- 1000 yıl kadar eski bir tarihte Ammar isimli Müslüman bir âlim katarak ameliyatı yapardı. Tamam, okudukça seviniyor ve onur duyuyoruz ama bugün en fazla katarak ameliyatına ihtiyaç duyan bölgelerin İslam dünyasında olması karşısında üzülmemek elde değil.
- Batılı Tarih okumalarına göre ilk piramitler inşa edildiğinde mamutlar hala hayattaydı. Bu işte bir problem var ama dur bakalım.
- Tek başına Beyruni bütün Batı'nın karizmasını yerle bir eder. 973 yılında yani günümüzden hemen hemen 1050 yıl önce yaşayan Beyruni, dünyanın döndüğünden ilk defa bahseden kişidir. Ayrıca Ümit Burnu'ndan, Japonya'dan ve asıl bomba; Amerika'nın varlığından bahseden ilk insandır. Amerika'nın Batılılar tarafından keşfinden 500 yıl kadar önce Amerika'yı yazmıştır.
- Osmanlı'nın İstanbul, Edirne ve Bursa'sı vardı. Selçukluların ise Konya, Kayseri ve Sivas'ı vardı. Tarih farklı yazılsaydı belki Belgrad, Viyana ve sahilde Venedik diyecektik.
Seher ışığını göreceğiz inşallah
Uluslararası ilişkilerin derin sularında dönemsel ilişkilere cevaz verilebilir belki. Kana, cana, mala ve emanete dokunulmadığı sürece devletler gizli ve bazen kirli ilişkilere dahi girebilirler. Kendisine sığınan mazlumlara sahip çıkmak için nice savaşlara girmiş ceddimiz var ama bugünün dünyasında bunlar epey bir gömlek üstü ne yazık ki.
Bir süredir özellikle İslami camiadaki Doğu Türkistan merkezli tartışmalara şahit oluyoruz. Çin'in Türkiye için bir denge ve hatta alternatif yol olma ihtimali mevcut. Devletler bu tür yakınlaşmalar içerisine girebilirler, bunlar benim değil devleti yönetenlerin sorumluluğundadır. Ancak biz şundan eminiz ki, yaklaşık 40 milyon Doğu Türkistan halkı açısından konuyu ele aldığımızda Doğu Türkistanlı Müslümanlara yardım elini uzatması ve ilgilenmesi gereken ilk ülke Türkiye'dir. Doğu Türkistanlı Uygur Müslümanları Türk'tür. Konuştukları dil Türkçedir. Çünkü Doğu Türkistan ile tarihi, kültürel, soy ve dini olarak çok kuvvetli bir bağlarımız bulunmaktadır. Bu hakikate göre pozisyon alarak ilişkilerimizi düzenleyebilirsek hakkaniyete riayet etmiş oluruz.
Uygur halkının şu an karşı karşıya kaldığı tehditler belki Çin'in artan ekonomik, siyasi ve askeri gücünün etkisi ve dünyadaki güç dengelerinin yarattığı jeopolitik jeo-stratejik etkilerinden dolayı pek anlaşılmamış veya önemsenecek bir mesele olarak görülmemiş olabilir. Ancak işler bu şekilde kendi seyrinde devam ederse Çin'in Uygur topraklarında uygulamakta olduğu uzun vadeli sinsi icraat ve politikaları neticesinde demografik, kültürel ve toplumsal açıdan Doğu Türkistanlı veya Uygur diye bir millet, toprak ve dava kalmayacaktır. O zaman çok geç olacaktır, Allah korusun Doğu'da bir Endülüs hadisesi vuku bulacaktır. Bizim uluslararası ilişkilerimiz bunu dikkate almak zorundadır.
Doğu Türkistan'da bir devlet yıkıldı ancak millet, toprak, Türk İslam kültürü ve medeniyeti ciddi tehlike ve tehditlere rağmen henüz elden gitmiş değildir. Bütün gayret ve çabalarımızı bir noktaya merkezîleştirerek hareket edersek inşallah Doğu Türkistan ikinci bir Endülüs olmaktan kurtulur. Yeter ki inancımızı yitirmeyelim, umutlarımız tükenmesin, bir gün seher ışığını mutlaka göreceğiz inşallah.
***
MESAJLAR
- Batı'da doğan bir çocuk dahi, Doğu'daki yoksul ülkelerde doğmuş çocuklardan daha fazla tüketiyor, daha fazla dünyayı kirletiyor ve daha fazla kimyasal etkiye maruz kalıyor.
- John Ralston Saul'un The Collapse of Globalisin kitabında verdiği müthiş detay bize Batı'nın en başta kendi halkını ezdiğini gösteriyor. Detay basit ama önemli. Buna göre ABD'de bir üst düzey yöneticinin maaşı 1970'lerin sonlarında bir tezgahtarın maaşının otuz dokuz misliyken, bu oran bugün bin misline çıkmıştır.
- Atalarımın Balkanlardan çekilme süreci içerisinde, 1860 ile 1914 tarihleri arasında 5 ile 7 milyon civarında bir nüfus topraklarını terk ederek Türkiye'ye göç etmiştir.
- İbn Havkal isimli İslam alimi ve gezgin, Suretü'l-Arz isimli kitabında der ki; “Ebu'l-Misk Kafür çağının Filistin'ine ve Ürdün kolonisine ilişkin sözleşme kayıtlarını taradım. Onun tarafından 948-950 yıllarından 959-960 yıllarına kadar kah serbest, kah sözleşmeli toprak rejimiyle atanan memurlar vardı. Suriye'de gelir bilançolarını tarama olanağı da buldum ve 908 ile 918 yılları için gördüklerimi aktardım. Bunlarda hazine hakları ve ek vergiler de dahil olmak üzere, memur maaşları hariç bütün kalemler yer alıyordu. Toplanılan 39 milyon dirhemdi.”
- Ağaçlardan gelen kayısı, dut, incir kokularına hasretiz
- Ruhsuz, kibirli, acımasız, nemelazımcı, ihtiraslı, materyalist bir medeniyet bizim özümüze hitap edemez, etmemeli.
- Topraktan uzaklaştık, kırsalı terk ettik şehirlere beton kütlelere gökdelenlere kendimizi hapsettik.
***
HARİTA OKUMALARI
- Harita Okumaları 1: Yeryüzünde 400'den fazla etnik unsur İslam'ı kabul etmiştir. Etnik kimliklere üstünlük vurgusu İslam'da yoktur. Müslüman bunu yapamaz.
- Harita Okumaları 2: Güney Sudan'ın kurulmasını İslam – Hıristiyan ilerlemesi haritalarından bakarsanız çok daha doğru bir şekilde okursunuz. Yazık.
- Harita Okumaları 3: Japonya er ya da geç Müslüman olacak. İslam'ın uzak asya'da yayılması oldukça istikrarlı bir şekilde devam ediyor. Malezya, Endonezya, Zelanda, Japonya. Doğal süreç.
- Harita Okumaları 4: Bir zamanlar İslam'ın toprakları olup da daha sonra kaybettiğimiz toprakları en fazla RUSYA almıştır, sonra İSPANYA. İngiltere ise aldıklarını hep iade etmiştir.
- Harita Okumaları 5: Haçlı seferleri sonrası bölgede oluşan harita ile İsrail'in güncel haritası 800 yıl sonra bile paralel. Akabe Körfezine ulaşım dahi tıpatıp aynı.
- Harita Okumaları 6: Sadece Puvatya'da değil, Sicilya'da da tarih ters döndü. Ah Normanlar.
- Harita Okumaları 7: Reconquest Endülüs'ün elden çıkmasıyla sonuçlandı. Bosna'da yapamadılar, Kıbrıs'ta yapamadılar. Elhmdulillah.
- Harita Okumaları 8: Mozambik'i nasıl kaybetti İslam dünyası? Reconquest burada tuttu. Mozambik'i iyi okuyamazsak bütün alt ve orta Afrika gider.
- Harita Okumaları 9: Kuzey Afrika'yı hiç bilmiyoruz. Latin Amerika gibi uzak bir algı var zihinlerimizde.
- Harita Okumaları 10: Hint denizlerinin, engin okyanusların korkularına boyun eğmeyen cesur Arap tüccarlara minnet borçludur günümüz İslam coğrafyası.
.
Boşnakları satan Osmanlı!...
Osmanlı'nın kendilerini “sattığına” inandı Boşnaklar. “İslam'dan uzaklaşan Osmanlı bizi Avusturyalılara sattı” diyor Boşnak tarihçiler.
Bir dönem Uluslararası Saraybosna Üniversitesi Öğretim Üyeliği de yapan Ahmet Alibasic'in yaptığı “Bosna Hersek Tarih Kitaplarında Osmanlı İmajı” başlıklı geniş araştırma hakikaten ezber bozucu bir çalışma. Sırp, Boşnak ve Hırvat yazarların yazdığı kimi Tarih kitaplarından alıntılar yapan Alisabiç, bu bölgedeki Osmanlı ve Müslüman imajını bütün yönleri ile masaya yatırmış.
Sırpların Müslümanlara olan yoğun düşmanlıklarının altında ders kitaplarında yer alan gerçek dışı tarih anlayışının yattığı gerçeği, bu bilimsel çalışma ile tam anlamı ile ortaya çıkartılmış oldu. Tabi, Boşnakların Osmanlı'ya bakışını da…
Araştırmaya göre Sırp, Hırvat ve Boşnak okullarında okutulan tarih kitaplarında anlatılan Osmanlı ve Müslüman imajı birbirlerinden çok farklı. Mesela, Sırplara göre sadece tembeller ve serseriler Müslüman oldu. Boşnaklar ve Hırvatlar bunun aksini düşünüyor. Boşnaklara göre İslam ve Türkler yerel kültürü zenginleştirdi. Sırplara göre ise Osmanlı Kapitalizmi engellemiştir ve kötüdür. Sırplara göre Müslüman olan Boşnaklar, Türklerden daha tehlikelidir ve bunu çok keskin cümlelerle ifade ediyorlar. Sırplar, “poturica gori od Turčina” yani “İslamlaşma Türklerin kendisinden daha kötüdür” diyerek bugün Boşnakların ataları olan yerel Müslümanları İstanbul'daki Osmanlılardan daha kötü göstermek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Gerçi her konuda Osmanlı ve Müslümanlara olan nefretlerini belirten Sırplar, Osmanlı'nın diğer dinlere karşı gösterdiği engin hoşgörüye söyleyecek söz bulamamışlar. Sırp, Hırvat ve Boşnakların ortak görüşüne göre Osmanlı diğer dinlere karşı çok hoşgörülüydü. Osmanlı, Avrupa'da farklı dine ait insanların uzun süre bir arada yaşadığı tek devletti.
Hoşgörü konusunda insaflı davranan Sırplar “devşirme”yi ise “kanlı vergi” olarak gördüler ve nefretlerini kitaplarında dile getiriyorlar. Boşnaklar ise bunu askere alınma ve yüksek öğretim görme imkânı olarak algıladılar. Sırplar olaya tamamen nefret penceresinden baktıkları için, Osmanlı imajı her zaman Sırp tarihçilere göre vahşi bir barbar oldu. Osmanlılar ahlaktan yoksundurlar ve onlara güvenilmez. Osmanlılar kanlı işgalciler ve zalim yöneticilerdir. Ahlaksızlık, karışıklık, yağmalama ve asalaklık, yönetim biçimlerinin ana hatlarıdır.
Peki, bunların doğruluk payı var mıydı? Aslında Bosna'da milliyetçiliğin tarih bilimini nasıl saptırdığını o dönemlerde yaşayan Hıristiyan Tarih Bilimcileri de ortaya koyuyor. Sırp ve Hırvatların tarihi çarpıtma girişimleri Fransisken Nikola Lasvanin'in günlükleriyle ya da diğer çağdaş Hristiyan kaynaklarla karşılaştırılmasıyla gözlemlenebiliyor. Çünkü o dönemleri yazan tarih kitaplarında Sırp ya da bazı Hırvat ders kitaplarının aksine, Osmanlı yöneticileri “akıllı ve iyi mizaçtaydılar”, o kadar iyi yöneticiydiler ki, fakirler kötü diye bir şey bilmiyorlardı, ‘iyi adamlardı ve adildiler'.
Sırpların okul kitaplarında anlattığı birçok saldırgan “yalan”lar da şimdilerde epey “komik” kaçıyor. Mesela, Bosna'da 300 tane şehir bugün bile yok ancak Sırplara göre Osmanlı yüzlerce yıl önce 300 şehri işgal etti, 100.000 kişiyi sürgün etti.
Aslında olayın Sırp ve Hırvat tarafından nasıl göründüğünü az çok biliyoruz. Lakin Boşnak kardeşlerimizin kimi ders kitaplarında yer alan ifadeler bizi hakikaten düşündürmesi gerekiyor. Çünkü Boşnakların ders kitaplarına göre Boşnaklar, Osmanlı devletinde özel ve ayrıcalıklı bir yer almaktan hoşnut oluyorlardı. Ancak reformlar sonucunda merkezi hükümet ve artık sultanın kendilerini düşünmediğini sanan Boşnaklar arasında bir güvensizlik uçurumu meydana geldi. Hacıabdic ve Dervisagic isimli yazarlar, Boşnakların 18. yüzyıl başlarında Bab-ı Aliye olan güvenlerini kaybettiklerinden bahsediyorlardı. Boşnaklar, Sırplarla olan yakın ilişkilerinden ve aşırı vergilerden dolayı Bab-ı Ali'yi eleştiriyorlardı. Nihayet, Sultan'ın Bosna'yı Avusturyalılara sattığına dair 1878'de kuvvetli bir inanış oluştu.
Bosna tarih kitaplarına göre hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar Osmanlılara karşı ayaklanmıştır ancak “Türkler” yani yerel Müslümanlar Osmanlılara değil de onların ayrıcalıklarını tehdit eden reformlara karşı isyan etmiştir. Ayaklanmalara, Boşnakların otonomi istemesi ve Boşnaklara göre İslam-karşıtı olarak görülen Osmanlıların zulmü, aşırı vergiler ve reformlar neden olmuştur.
“Boşnakları satan Osmanlı” ifadesi elbette ağır bir ifade. Çekilmek zorunda kaldığımız toprakları “satmadık” lakin oralarda “kalan” kardeşlerimizin böyle düşünmesi de “insani” bir tepki. Bunu da göz ardı edemeyiz.
Bu güzel, bu masum, bu mü'min Boşnak milletini, onurlu Müslüman Aliya'nın dostlarını bir defa daha yüzüstü bırakamayız. Anlatmak istediğim bu.
***
MESAJLAR
- 1931 yılında Müslüman Birliği Genel Başkanı bütün dünyaya şunu ilan etti; “Müslümanlar, kafirlere köle olmaktansa kendi haklarını korumak için ölmeyi tercih edecekler.” Evet, Pakistan devleti bu söz üzerine kurulmuştur.
- Yüzyıllar boyunca Hindu ve İngiliz sömürgeciliğine karşı Hindistan'ın diğer Müslümanları ile beraber omuz omuza direnen, mücadele eden, kan döken Bengalli Müslümanları tek devlet olduktan çok kısa bir süre sonra neden ayrıldı ve başka bir devlet kurdular? Bengalin ayrı devlet olması günümüz Türkiye'sine ne söylüyor?
- Hiçbir kimyasal ilaç vücutta yan etki bırakmadan bir iyileştirme yapamaz. Eczaneden ilaç alırken akılda tutmakta fayda var.
- Suudi Arabistanlı Prens Muhammed bin Faysal: “Tarih okurken tarihi Türk sömürgeciliği diye öğreniyordum. Hâlbuki bu, tarihe atılmış bir iftiradır. Türk Devleti hilafet merkezi idi ve Türk sömürgeci değildi.”
Türkistan bizimdir
Bir gün önce İslamabad'da konuştuklarımızın aynısını ertesi gün İstanbul'da konuşuyorsak sorunlarımızın ortak olduğu açıkça ortaya çıkar.
Ümmetin problemi aynı. Doğu Türkistan meselesinde halkların ve idarecilerin tavırları da maalesef benzerlik gösteriyor. Geçtiğimiz hafta Perşembe günü İslamabad'da Doğu Türkistanlı kardeşler ile bir toplantı yaptık. 8 aile, 50 civarında Müslüman Uygur'un Pakistan'dan sınırdışı edilme tehlikesi mevcut ve neler yapılabilir, bunu istişare ettik. Cumartesi günü ise İstanbul'a geldim ve yine Doğu Türkistanlı 21 Müslümanın bu defa Türkiye'den Çin'e gönderilme tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuzu öğrendim. Yazıktır, günahtır, emanettir, ihanettir.
Oysa sadece Müslüman oldukları için zulüm, işkence ve katliama maruz bırakılan Doğu Türkistan'da yaşayan Uygurların durumu, tüm dünya Müslümanlarının üzerine bir sorumluluk yüklemektedir.
Doğu Türkistan'daki petrol kaynaklarının 21 milyar tonu aştığı ve kömür doğalgazda en büyük rezervlerin biri olduğu bilinmektedir. Bu doğal kaynaklar bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden sayılması gereken Doğu Türkistan, maalesef şu anda "geri kalmış bir ülke" hüviyetinde olup, halkı kendi topraklarında yoksulluk içinde yaşamaktadır. Bunun başlıca sebebi, bu zenginliklerin talan edilircesine Çin'e taşınması ve ülkede kurulu bütün sanayi tesislerinden sağlanan gelirin Pekin'e aktarılmasıdır. Nitekim Çin yöneticileri, Çin'in ham madde zenginliklerinin % 85'inin Doğu Türkistan'dan elde edildiğini itiraf etmektedirler. Kısacası, Doğu Türkistan dünyanın en zengin ülkelerinden biri olmasına rağmen, belki en fakir bir topluluktur.
Doğu Türkistan'ın sömürge sürecine göz attığımızda ise Doğu Türkistan halkına acımasızca etnik temizlik uygulandığını görüyoruz.
Çin, din ve vicdan özgürlüğü meselesinde de en çirkin uygulama ve kısıtlamaları Türkistan'da gerçekleştirmektedirler, Dünyada başka hiçbir yerde olmayıp sadece Doğu Türkistan'da rastladığımız bir insan hakları ihlali ise camilere giriş çıkışların sınırlandırılmasıdır.
Camilerin kapılarına asılan listelerde camiye girmesi, camide ibadet etmesi yasak olan kişiler belirtilmektedir. 18 yaşın altındakiler, memurlar, işçiler, emekliler, belediye görevlileri, parti mensupları ve kadınlar yasaklı listesinde bulunmaktadır. Oysa aynı bölgede Budistlere ait tapınaklar da mevcut olmasına rağmen o tapınakların kapısında içeri girmesi yasaklı olanların listesi asılı değildir.
Ayrıca bir mahallenin sakini diğer başka bir mahalledeki camiye namaz için gitmesi yasaktır. Doğu Türkistan'ın birçok vilayet ve ilçelerinde yeşil renkli özel camii giriş kartları dağıtılmış olup kartı olmayanların camilere girişlerine izin verilmemektedir. Elbet bunları büyük şehirlerde yapmıyorlar. Bu da göstermektedir ki Çin hükümeti, Müslümanlara yönelik hem dinî hem de etnik ayrımcılık yapmakta ve bunu gizleme ihtiyacı dahi görmemektedir.
Örneğin Aksu'da 2015 yılının başlarında Doğu Türkistan'ın Ayköl nahiyesinde Hasan EMİN adında bir genç vefat eden annesinin “yedisi” ve “kırkıncısını” çıkarmadığı ve yine vefat eden ablasının cenaze namazını kendisinin kıldırdığından dolayı tutuklanarak “illegal dini faaliyet” yürütmekten yargılanarak 10 yıllık hapis cezası almıştır.
Maalesef, bütün İslam dünyası yaklaşan Mübarek Ramazan ayının getireceği manevi huzur ve sevinç atmosferini beklerken Doğu Türkistan halkı bu kutsal ayı, baskı, yasaklar, operasyonlar ve kanlı baskınlarla sıkıntılı günler olarak bilmek ve çekinmektedir. Çünkü Çin zulmü en fazla Ramazan aylarında kendini hissettirmektedir.
Bu nedenle mazlum Müslümanların kurtuluşu için mücadele yürütmek her Müslümanın görevidir. Doğu Türkistan'a sahip çıkmak hepimizin görevidir.
Türkistan bizim onur davamızdır.
Türkistan bizimdir.
***
BETON KİTLELER ARASINDA YİTİRDİĞİMİZ RUHUMUZ
Şehirlerimiz çarpık yapılaşma ile yağmalandı ve zengin üretme araçları "Göğü yaran Konutlar" ile donattık her yeri.
Şehirlerimiz, evlerimiz, köylerimiz, mahallelerimiz, sitelerimiz, odalarımız, ekranlarımız, giysilerimiz, yediklerimiz, içtiklerimiz, her şeyimiz Batılılara benzedi.
Mevcut kat mülkiyeti kanunu ile bizi topraksızlaştırdılar, kat irtifakı vs diyerek anamız ağlıyor da fark eden yok.
Çarpık kentleşme hem büyük aileyi ortadan kaldırıyor, hem kırsal nüfusu ve doğal tarımı, hem de doğal hayatı sekteye uğratıyor.
Mimari insanları aşırı enerji tüketimine zorluyor. Ayrıca kentlere toplanmış nüfus gerektiğinde o ülkenin işgalini kolaylaştırıyor.
İslam dünyası en hızlı şehirleşen ve megakentlere dönüşen dünya.
Biz gökdelenlere çıkarak topraktan ve özümüzden uzaklaşmış olduk.
Beton kütleler arasında ruhumuzu yitirdik.
Selamı yayan, helalleşme kültürüne sahip şehirler ancak karşı koyabilir bu kesik dansa karşı.
.
Asrımızın Endülüs’ü
İslam Medeniyetini besleyen en önemli nehir, Türkistan, çağımızın kanayan yarası. 2500 yıllık geçmişi ile Türkistan, dünya tarihinin merkezindedir ve bugün tamamen Çinlileştirilmek istenilmektedir.
Bu topraklar, Halife Abdülmelik Mervan döneminde Türklerin kendi rızaları ile İslam'ı kabul edişinden sonra İslam aleminin ayrılmaz bir parçası haline geldi. Özellikle Hakan Satuk Buğra'nın İslam'ı kabul etmesinin ardından 751–1216 yılları arasındaki dönem Doğu Türkistan'ın altın devri olarak bilinir. Medreseleri ve öğretim kurumları ile ünlenen Türkistan, bu dönem boyunca dünyanın dört bir yanından gelen öğrencileri misafir etmiş, tarihe yön veren devlet ve bilim adamları yetiştirmiştir. Bu bölgeden dünyanın dört bir yanına göç eden Türkler ise İslam'ı dünyanın çeşitli ülkelerine taşımışlardır.
Son iki asırdır Çin'in esareti altında bulunan Doğu Türkistan, nüfus yapısı, dili, dini, sahip olduğu etnik köken, milli ve manevi birikimi açısından Çin'den tamamen bağımsızdır.
Doğu Türkistan, Çin'in, çölün ilerisinde ve setin arkasında kalan tek toprağıdır ve bu yönüyle Çin'in Batıya açılan penceresi konumundadır. Çin bu nedenle Türkistan'a büyük önem vermektedir. Bu bölge aynı zamanda zengin yeraltı kaynaklarına sahiptir ve toprakları da çok verimlidir. Petrol, doğal gaz, uranyum, kömür, altın ve gümüş madenlerinin bolluğu dikkat çekmektedir ve bu yönü ile Çin'in en önemli hammadde kaynağıdır. Doğu Türkistan sınırlarındaki Taklamakan Çölü'ndeki petrol kaynakları dünyanın en zengin petrol rezervleri arasında yer almaktadır.
Türkistan'ı elinde tutmak isteyen Çin'in camilerin, medreselerin ve dini eğitim veren kurumların kapatılması ile başlayan din düşmanlığı ise her alanda devam ediyor. İşin İslam ülkelerine yönelik reklam kısmı hariç Kuran öğrenmek ve öğretmek tamamen yasak. Çin'de 18 yaşından küçüklere dini eğitim gerek evde gerekse okulda kanunen yasaktır. İslam ülkelerinin baskısı neticesinde bazı dini okullar açılmışsa da buralarda İslamiyetten çok Marksizm, Leninizm ve Maocu fikirler okutulmaktadır. Gençler dini bilgiden mahrum olarak büyütülmektedirler. Diğer okullarda ise din sanki unutulması gereken veya Çin halkının alt tabakalarındaki insanlar tarafından benimsenmiş iptidai bir inançmış gibi öğretilmektedir. Bu durum gençleri dini inançtan hızla uzaklaştırmaya başlamıştır. Komünistler, İslamiyeti, İslam ülkeleriyle olan ilişkisini geliştirebilmek için bir araç olarak kullanmaktadır.
Çin, Doğu Türkistan Müslümanlarına yönelik baskının dozunu sürekli artırmaktadır. Müslüman gençler, din adamları, aydınlar, hatta çocuklar dahi anlamsız gerekçelerle gözaltına alınıp tutuklanmakta, çoğu zaman ailelerinin haberi olmadan idam edilmektedir.
Çin'in Doğu Türkistan'da uyguladığı asimilasyon politikalarından birisi de sistemli olarak bölgeye düzenlenen Çinli göçüdür. Bir yandan Doğu Türkistan Müslümanlarına yönelik asimilasyon politikaları uygularken bir yandan da bölgeye Çinli nüfusun göç etmesi sağlanarak, Doğu Türkistan Müslümanları tamamen etkisiz hale getirilmeye çalışılmaktadır. Mao Çin'de yönetimi ele geçirdiğinde Doğu Türkistan nüfusunun %93'ünü Uygur Türkleri oluşturmaktaydı ve Çinlilerin oranı %6-7 civarında idi. Aradan geçen elli yıl içerisinde Çinli nüfusun oranı %42'ye ulaştı. Hatta başkent Urumçi artık bir Çine şehri haline geldi.
Çin'in Müslüman Türk kimliğini eritme politikası, bölgeye yerleşen Çinlilerin yanında Müslümanları kendi vatanlarında ikinci sınıf insan durumuna düşürmüştür. Bölgeye akın akın getirilen Çinli göçmenler ülkenin en verimli topraklarına yerleştirilirken, yerli halk kurak bölgelere göç etmeye zorlanmıştır. Çinliler her türlü siyasi, ekonomik, teknolojik ve sosyal imkandan sonuna kadar faydalanırken, Müslüman Türk nüfus gittikçe fakirleşmiştir.
Ekonomik baskı, Çin'in Doğu Türkistan'da uyguladığı soykırımın çok önemli bir parçasıdır. Bugün Doğu Türkistan halkının büyük kısmı fakirlik içerisinde yaşamakta, %80'inden fazlası da açlık sınırının altında hayatlarını devam ettirmeye çalışmaktadır. Doğu Türkistan'da iş sahalarının hemen hepsinin Çinlilerin elinde bulunması nedeniyle, Müslüman halk işsizlik sorunuyla mücadele etmektedir. Buna rağmen hükümet bu bölgelerde çalışmak üzere Çin'in batısından sürekli Çinli transferi yapmaktadır. Bu şekilde, bir yandan bölgedeki nüfus dengesi Çin lehine bozulmaya çalışılırken, bir yandan da Doğu Türkistan ekonomisi denetim altında tutulmaktadır. Zamanlarının çoğunu kendi memleketlerinde bir esir gibi çalışmakla geçiren Türk çiftçiler, varlık içinde yokluk yaşamaktadırlar.
Yaşadıkları her türlü zorluğa, uğradıkları çeşitli işkencelere rağmen Doğu Türkistan halkı dinini yaşamakta ve ibadetlerini yerine getirmekte büyük bir sebat göstermektedir. Bölgede 1 milyon kadar askerini silah altında tutan Çin, Doğu Türkistan'da Müslümanların attığı her adımı kontrol etmektedir. Çin, bu bölgeyi dünyaya unutturmak, gündeme geldiğinde ise buradaki mazlum Müslümanları "terörist" gibi göstermek çabasındadır. Buna karşı her Müslüman, elindeki her imkanı kullanarak, Doğu Türkistan'da yaşanan zulme dur demek, kardeşine yardım etmek ve bu zulmü dünyaya duyurmak, uluslararası kuruluşların dikkatini bu konuya çekmek için çalışmalıdır.
30 Milyon Türkistanlı, reel politiğe meydan okuyarak 1 Milyarı aşkın nüfusa karşı direnmektedir ve biz bu mücadelenin bir tarafında olmak zorundayız.
***
MESAJLAR
- Şarkın sevgili sultanı, Nurettin Zengi 1174'de Abbasi Halifesine gönderdiği mektupta Hicaz, Yemen ve Trablusgarb'ı aldıklarını, Suriye, Irak ve Mısır'a zaten hakim olduklarını ve sırada KUDÜS ile İSTANBUL'un olduğunu söylemişti.
- Osmanlı Türkçesindeki “Usul” kelimesini Fransızcadaki “methode " kelimesi ile değiştirip “metod” yapınca Türkçeleştirdik zanneden zavallılar Türkçüdür, kıymet vermeyin.
- Vahşi Avrupa sömürgeciliği sadece toprakları, zenginlikleri ve hatta insanları yağmalamadı. İlim de Avrupa'nın saldırılarına maruz kaldı. Avrupa Öncesi Amerika medeniyetlerinden olan Maya'lardan sadece 3 tane kitap kaldı. Diğerleri Avrupalılar tarafından yakıldı, yıkıldı, yok edildi. Kalan bu 3 kitap ise Avrupalıların Rönesans'a kadar gördükleri en mükemmel ve kusursuz astronomi bilgilerine sahipti. Tarihi Batı merkezli okumalardan kurtarmamız şart.
.
Evliya Çelebi evinin yolunu kaybederse
Bir haftalığına memlekete gidiyorsunuz ve dönüşte sokağınızda birçok değişimin yaşandığını görüyorsunuz. Köşedeki eski binanın kentsel dönüşüme girerek yıkıldığını fark ediyor ve yerine büyük bir bina yapmak isteyen koca makinaların homurtularını duyuyorsunuz. Az ileride altında market olan binanın dış cephesinin yenilendiğini ve binayı tanıyamaz hale geldiğinizi anlıyorsunuz. Süreyi biraz uzun tutarsanız 5-10 yıl içerisinde koca bölgenin veya bütün bir şehrin ne kadar değiştiğini anlatabilirsiniz dostlarınıza.
Her gün sağa sola yeni yeni binalar yapılıyor. Koca köprüler, geçitler, metro hatları ve yollar habire yaşadığımız şehri değiştiriyor. Şehre kısa bir süre sonra geldiğinizde yolunuzu bulamaz hale geliyorsanız ciddi bir problemle karşı karşıyayız demektir.
Oysa mesela 1500'lü yıllarda yaşıyor olsaydık ve bizi alıp bir şekilde 300 yıl sonrasına yani, 1800'lü yıllarda yaşadığımız bölgeye bıraksaydılar hiç sıkıntı çekmeden evimizin yolunu bulabilirdik. Çünkü değişimin hızı insan hızını aşmıyordu. Şehirler, yollar, köprüler, binalar hemen hemen aynıydı. Bugün 1, 2 yıl gibi kısa bir sürede çevremiz değişiyor. Hatta süreyi uzatırsak şehirler 3-5 yıl içerisinde tanınmaz hale gelebiliyor.
On dokuzuncu yüzyılda ciddi teknik ve sosyal değişimler hızlanınca ilk defa bir insan ömrü süresi içinde gözle görülür uyarılar gündeme geldi. Bu gidişat hızlandı ve insanın hızı artık bu değişimlere ayak uyduramıyor. 1800'lerde şehirler ne bugünkü kadar kirliydi ne de bu kadar ses vardı. Batılılar kendi tarihlerini bize yutturmaya çalışıyorlar. Bizim şehirlerimiz insan onuruna en yakışan hali ile düzenlenmişti. Tüketim hırsı, makine sesi, arabalar ve sorunlu atıklar yoktu. Bugün Müslümanların yaşadığı şehirlerin kirine, pasına, tükenmişliğine bakarak kadim zamanlarda da aynı olduğu yanılgısına düşmemek lazım. Batılılar, dünyayı işgal ve iğfal ettiler. Bizim şehirlerimiz Batı saldırganlığının öncelikli hedefiydi.
Önce şehirlerimizi bitirdiler. Bugün Mekke – Medine dahil bir İslam şehri yoktur. Sadece Müslümanların yaşadığı şehirlerden bahsedebiliriz. Şehirlerimizi kaybettik. Sosyal hayatımız, ibadet alışkanlıklarımız, insanlar arası iletişim, aile hayatımız, idareye karşı tutumlarımız, mesleklerimiz, iş ahlakımız, çevre ile ilişkilerimiz ve özel hayatımız dâhil bu şehirsizlikten etkilenmeyen hiçbir tarafımız yoktur.
Kadın erkek ilişkilerinin Kuran – Sünnet ve binlerce yıllık tecrübelerin ışığında değil de sorunlu tiplerin yazdığı basit senaryolar ile önümüze konulan o diziler üzerinden devam etmesi kadar garabet olamaz. Asansörde karşılaştığımız komşu çocuğu ile olan muhabbetimiz ve sevgi ifademiz acaba kimlerden ve nasıl etkileniyor? 4,5 yılda bir koltuk değiştirmeyi kimden öğrendik. Daha doğrusu bu kadar sık değiştirmek zorunda kaldığımız o sıkıntılı tasarımlar hangi aklın ürünü?
Eşimle Erzurum'a köyümüze sık sık gideriz. Kendisi iç mimar, bizim göremediğimiz detaylara hakim. Misafir olduğumuz “bibimizin” evinde oturduğumuz “peke”de neden bu kadar rahat ettiğimizi merak etti ve araştırdı. Ebatlar ve sade tasarım insanların peke'de rahatça oturup kalkmasına, yatmasına, yemek yemesine müsaade ediyor. Ölçüler o kadar oturmuş ki, uzun boylu yahut kısa boylu, zayıf ya da kilolu fark etmiyor, insan bedeni ile tam uyumlu. Çünkü binlerce yıl denenmiş, binlerce yıl eksikleri hataları fark edilmiş ve düzeltilmiş. Belki ayak uzunluğu 3 nesilde, genişliği 5 nesilde, üretildiği ağaç ise 10 nesilde öğrenildi ama öğrenildi. Eşimin ölçülerini aldığı peke 1950'de yapılmış ve sonra hiç müdahale edilmemiş. 60-70 yıl tek çivi çakmadan dayanan ve otururken, yatarken, yemek yerken rahat ettiğimiz o pekeleri terk ettik ve çoğu bilgisayar başında tasarlanan bu ucube koltuk takımlarına kendimizi mahkûm ettik. Sahi, bugün aldığımız koltuk takımları kaç yıl dayanabiliyor ve daha önemlisi biz bu koltuk takımlarında kaç saat rahatça oturabiliyoruz? Farklı ve orijinal işler yapma adına, daha fazla kar getiren ürünlerin tasarımlarını yapıyor parlak zihinler. Yaptıkları koltuklarda hiç oturmamış adamların ürünleri reklam bombardımanları eşliğinde evlerimizi işgal ediyor.
Şehirlerimizi değiştiren bu kesik dansın bizi, en özel hayatımızı, oturduğumuz yeri, giydiğimiz elbiseyi, yediğimiz yemeği ve içtiğimiz suyu değiştirmeyeceğini düşünmüyoruz herhalde. Değişim değil bizi korkutan. Biz o merhameti kaybetmekten korkuyoruz. Biz şehirlerimizi kaybetmekten korkuyoruz, binlerce yıllık tecrübeyi, Kur'an ve Sünnet ile yoğrulmuş adetlerimizi, kendi öz kültürümüzü kaybetmekten korkuyoruz.
Bizi, Evliya Çelebi'nin evinin yolunu bulamama ihtimali korkutuyor dostlar.
***
MESAJLAR
- Bu toprakların yetiştirdiği en önemli değerlerden Mimar Sinan'ın kabrinde başsız bir şekilde yattığını biliyor muydunuz? Irki sebeplerle mezarından çıkartılıp başı kesilen Mimar Sinan'ın bedeninin bu parçası Kemalist Türkiye'de Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesine gönderilmişti.
- Kim Abdülhamid Han Hazretlerine laf söylüyorsa bizden beridir.
- Birinci Cihan Harbi esnasında Güney Afrika'daki Zulu Kabilesini İngilizlere karşı savaşmaya teşvik ettiği gerekçesiyle şehit edilen Osmanlı Elçisi Mehmet Remzi Bey'e selam olsun. Bu satırları okuyan her bir kardeşimizden bu mübarek insan için bir dua, bir güzel söz, bir satır olsun Kur'an-ı Kerim temenni ediyoruz.
***
FAİZ NOTLARI
|
Bugün 389 ziyaretçi (497 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|