|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Son nefeste imanla gitmek için...
2016-12-28 02:00:00
Ehl-i beyti sevmek, Ehl-i sünnetin sermayesidir. Ehl-i sünnet âlimleri, son nefeste imanla gitmek için, Ehl-i beyti çok sevmek lâzımdır demişlerdir.
Ehl-i sünnet yolu nedir? -6-
Ehl-i sünnet yolunda olmanın alâmeti, Peygamberimizin Eshâbının hepsi ile birlikte Ehl-i beyti sevmektir. Hazret-i Ali ile Fâtıma'ya ve çocuklarına “radıyallahü teâlâ anhüm ecmaîn” (Âl-i Resûl) veyâ (Ehl-i Beyt) denir). Şîiler, Şîiliğin, Muhammed aleyhisselâmın Âlini, yani Ehl-i beytini sevmek olduğunu söylüyorlar. Eğer Şîilik, onları sevmek ise, Şîiler başımızın tâcı olur. Fakat, Ehl-i beytten başkasına düşmanlık etmek doğru değildir. Resûlullahın Ehl-i beytini doğru ve uygun olarak sevenler, elbette Ehl-i sünnettir. Ehl-i beytin yolunda olan, elbette bunlardır. Ehl-i beyti seviyoruz ve onların yolunda gidiyoruz diyen, eğer diğer Eshâba düşmanlık etmese ve Eshâb-ı kirâmın hepsine saygı ve sevgi gösterse ve Eshâb-ı kirâm arasındaki muharebelerin iyi sebeplerden meydana geldiğine inansa (Ehl-i sünnet) olur. Sapık yolda olmaktan kurtulur. Çünkü, Ehl-i beyti sevmemek, (Hâricî) olmaktır. Hem Ehl-i beyti sevmek, hem de Eshâb-ı kirâma saygı göstermek, hepsini sevmek, Ehl-i sünnet olmaktır. Görülüyor ki, mezhebsizlik, Resûlullahın Eshâb-ı kirâmına düşmanlık etmekten doğmaktadır. Çünkü, Ehl-i beyt de, Eshâb-ı kirâmdandır. (Sünnîlik) ise, Eshâb-ı kirâmın hepsini sevmektir...
Aklı olan, insaflı olan bir kimse, Eshâb-ı kirâma düşmanlık etmeyi, onları sevmekten daha üstün tutmaz. Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” sevdiği için, Onun Eshâbının hepsini sever. Bazıları, Ehl-i sünnetin Ehl-i beyte düşman olduklarını söylüyor. Bu çok yanlış ve pek çirkin sözlerine ne kadar şaşılsa yeridir. Çünkü, Ehl-i beyti sevmek, Ehl-i sünnetin imanla gitmesine alâmettir. Ehl-i sünnet âlimleri, son nefeste imanla gitmek için, Ehl-i beyti çok sevmek lâzımdır demişlerdir. Ehl-i beytin sevgisini herkese aşılamak için “Onları sevmek, son nefeste imanla gitmeye yardım eder” buyurmuşlardır.
Ehl-i beyti sevmek, Ehl-i sünnetin sermayesidir. Şîiler bunu anlayamıyorlar. Ehl-i sünnetin doğru ve yerinde olan sevgisini bırakarak, taşkın, aşırı bir yola sapıyorlar. Aşırı ve taşkın olmayan sevginin kıymeti olmaz sanarak, Ehl-i sünnete Hâricî/Ehl-i beyt düşmanı damgasını vuruyorlar. Ehl-i sünneti beğenmemelerinin, çok çirkin sözlerle kötülemelerinin biricik sebebi, Ehl-i sünnetin, Ehl-i beyt sevgisine Eshâb-ı kirâmın hepsinin sevgisini de katmasıdır. Aşırı gitmek ile aşağı kalmak arasında doğru ve uygun bir yol bulunduğunu, hak ve doğru yolun, böyle olduğunu anlayamıyorlar. Aşırı yüksek ile pek alçak iki bozuk yol arasındaki hak ve doğru olan orta yolu bulmak şerefi, Ehl-i sünnet âlimlerine nasip olmuştur. Ehl-i sünnet âlimlerinin bu doğru yolu bulmak için, durmadan, usanmadan yaptıkları çalışmalara, Allahü teâlâ bol bol mükâfat versin! Âmin...
.Hazret-i Ali’yi sevmeyen Ehl-i sünnet değildir!..
2016-12-21 02:00:00
Hazret-i Ali’yi “radıyallahü anh” sevmek, Ehl-i sünnet olmak için şarttır. Hazret-i Ali’yi sevmeyen, Ehl-i sünnet değildir. Buna "Hâricî" denir ve bunlar hazret-i Ali’ye düşmandır...
Ehl-i sünnet yolu nedir? -5-
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” iki dâmâdının, yani hazret-i Osman ile hazret-i Ali'nin halîfe oldukları zamanda fitneler çıktığı ve Müslümanların işlerinde karışıklık çoğaldığı için, insanların kalbinde kırıklık, soğukluk hâsıl olmuştu. Aralarına düşmanlık ve geçimsizlik girmişti. Bunun için, Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleri, "Hateneyn"i yani iki dâmâdı sevmek lâzım geldiğini bildirmişlerdir. Böylece, bir câhilin çıkıp da, Resûlullahın Eshâb-ı kirâmına dil uzatmasını önlemişlerdir. Resûlullahın halîfelerinden, vekillerinden birine düşmanlık edilmesine fırsat bırakmamışlardır. Görülüyor ki, hazret-i Ali’yi “radıyallahü anh” sevmek, Ehl-i sünnet olmak için şarttır.
Hazret-i Ali’yi sevmeyen, Ehl-i sünnet değildir. Buna (Hâricî) denir. Hazret-i Ali’yi sevmekte taşkınlık eden, sevmekte aşırı yol tutan, onu sevmek için, Resûlullahın Eshâbına sövmek lâzımdır diyen, bunun için Eshâb-ı kirâma “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmain” dil uzatarak, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în-i izâmın ve Selef-i sâlihînin yollarından sapan kimseye (Sapık) denir. Görülüyor ki, hazret-i Ali’yi sevmekte, bunlar aşırı gitmekte, taşkınlık yapmaktadır. Hâricîler ise, hazret-i Ali’ye düşman olmakta, o, Allahın arslanının kıymetini anlamamaktadır. (Ehl-i sünnet) ise, her iki tarafa sapmamış, orta yoldan gitmiştir. Hak da, aşırı sağa ve sola sapanda değil, elbette doğru yolda gidendedir. Sağa, sola taşmak, elbette çirkin ve tehlikelidir. Ahmed ibni Hanbel “rahime-hullahü teâlâ” haber veriyor ki, hazret-i Ali buyurdu ki:
“Resûlullah efendimiz bana dedi ki: (Yâ Alî! Sen İsâ aleyhisselâma benzeyeceksin. Yahudiler ona düşman oldular. Annesi hazret-i Meryem’e iftira ettiler. Hıristiyanlar ise, onu aşırı severek, olmayacak dereceye yükselttiler. Yani, ‘Allahın oğlu’ dediler.)
Hazret-i Ali, bundan sonra buyurdu ki: "Benim yüzümden iki çeşit kimseler helâk olacaklardır. Birisi, beni sevmekte taşkınlık yapanlar ve bende olmayan şeyleri bana söyleyerek, aşırı övenlerdir. İkincisi, bana düşman olanlar ve düşmanlık ederek iftira yapanlardır…"
Görülüyor ki, Hâricîler, Yahudilere benzetilmektedir. Sevmekte taşkınlık yapanlar da, Hıristiyanlar gibi olmaktadır. Bunların ikisi de, doğru yoldan ayrılmıştır. Ehl-i sünnet için "hazret-i Ali’yi sevmezler" demek, "onu Şiiler sever" sanmak büyük, çok çirkin bir cahilliktir.
Şunu iyi anlamalıdır ki, sapık demek, hazret-i Ali’yi sevmek demek değildir. Resûlullahın üç halîfesine düşman olmak demektir. Eshâb-ı kirâmı kötülemek, onlara dil uzatmak kötüdür...
Ehl-i sünnet yolundan niçin ayrıldılar?..
2016-12-07 02:00:00
Kendilerine Şîa, Hâricî, Mu’tezile, Cebriye, Mürcie, Müşebbihe, Mücessime... gibi isimler verilen fırkalar, İslâmın ana caddesinden ayrılan yanlış yollardır.
Ehl-i sünnet yolu nedir? -3-
Ehl-i sünnet yolundan ayrılan ve kendilerine Şîa, Hâricî, Mu’tezile, Cebriye, Mürcie, Müşebbihe, Mücessime... gibi isimler verilen fırkalar, İslâmın ana caddesinden ayrılan yanlış yollardır. Bunlar, zamanla kendi aralarında da birçok kollara ayrılmışlar ve zamanla (Ehl-i Bid’at) yolu denilen yetmiş iki çeşit bozuk fırkanın ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. İslâmın ana caddesinden ayrılarak yanlış ve bozuk yollara sapmışlardır. Sevgili Peygamberimizin, (Benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır) hadîs-i şerifi ile haber verdiği bozuk çığırın başlamasına ve Müslümanların birbirinden ayrılmalarına yol açmışlardır. İslamın ana caddesinden ayrılan ilk fırka, Şiîler ve Haricîler olmuştur. Bunlar, düşmanlık üzere kurulmuş bozuk yollardır. Her ikisi de, Peygamber Efendimizin sohbetinde yetişen ve O’nun gösterdiği doğru yolu yaymak için can ve mallarını feda eden Eshâb-ı kirâmın en üstünü hazret-i Ebû Bekir, hazret-i Ömer ve hazret-i Ali’ye düşmandırlar.
Bugün bu fırkaların birçoğu unutulmuş olup şimdi, dünyada bulunan Müslümanlar, üç fırkaya ayrılmış bulunmaktadır. Birinci fırka, Eshâb-ı kirâmın yolunda olan, hakîki Müslümanlardır. Bunlara (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) ve (Fırka-i nâciye), Cehennemden kurtulan fırka denir. İkinci fırka, Eshâb-ı kirâma düşman olanlardır. Bunlara (Şiî) ve (Fırka-i dâlle) denir. Üçüncüsü, Sünnîlere ve Şiilere düşman olanlardır. Bunlara (Vehhâbî) ve (Necdî) denir. Çünkü bunlar, ilk olarak, Arabistan’ın Necd şehrinde meydana çıkmıştır. Bunlara (Fırka-i mel’ûne) de denir. Çünkü, bunların Müslümanlara kâfir dedikleri, (Se’âdet-i Ebediyye) ve (Kıyâmet ve Âhıret) kitaplarında yazılıdır. Peygamberimiz böyle söyleyenlere lânet etmiştir. Müslümanları bu üç fırkaya parçalayan, İslamın en büyük düşmanı olan Yahudiler ile İngilizlerdir.
Abdülgani Nablusî hazretleri (Hadika) kitabında şöyle buyuruyor:
“İcma ile ve zaruri olarak bildirilmiş olan inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde ictihad yapmak caiz değildir. Çünkü, bunlara inanmayan kâfir olur. Bu ümmetten bazıları itikatta, iman edilecek şeylerde ictihad yaparak 73 fırkaya ayrıldı. Kur'an-ı kerimde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan ve açık olanların da manaları icma ile ve zaruri olarak anlaşılmamış olan yapılacak işlerde ictihad etmek caizdir. İnanılacak olan bilgilerde ictihad hiç caiz değildir. Böyle bilgilerde ictihad ederken yanılmak, küfür olmaz ise de, büyük günah olur. Müslümanların 73 fırkasından 72 fırkası böyle yanılmış, doğru yoldan ayrılmış, (Bid’at ehli) olmuştur. Bunlar, Cehenneme gireceklerdir, ama Müslüman oldukları için, Cehennemde sonsuz kalmayacaklar, azap gördükten sonra, çıkarılacaklardır.”
.İman, Ehl-i sünnet itikadına uygun olmalı
2016-11-30 02:00:00
Akıllı olan ve bülûğ çağına giren her erkeğin ve kadının birinci vazifesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri iman bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır.
Ehl-i sünnet yolu nedir? -2-
Müslüman olmanın ilk şartı, iman etmektir. Akıllı olan ve bülûğ çağına giren her erkeğin ve kadının birinci vazifesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazdıkları iman bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmaktır. Kıyâmette Cehennem azabından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmaya bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar, yalnız bunların yolunda gidenlerdir. Onların yolunda gidenlere (Sünnî) veya (Ehl-i sünnet) denir. Doğru iman ise, Ehl-i sünnet itikâdına uygun olarak inanmaya bağlıdır.
Hadîs-i şerîfte, (Benim ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yalnız bir fırka Cehennem azâbından kurtulacak, diğerleri ise helâk olacaklar, Cehenneme gideceklerdir) buyuruldu. Bu yetmişüç fırkadan her biri, İslâmiyete uyduğunu iddia etmekte ve Cehennemden kurtulacağı bildirilen bir fırkanın, kendi fırkası olduğunu söylemektedir. Müminûn sûresi 54. ve Rûm sûresi 32. âyet-i kerîmelerinde meâlen; (Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak sevinmektedir) buyuruldu. Hâlbuki, bu çeşitli fırkalar arasında, kurtulacak olan birinin alâmetini, işâretini, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle bildirmektedir: (Bu fırkada olanlar, benim ve Eshâbımın gittiği yolda bulunanlardır.) Eshâb-ı kirâmdan birini dahi sevmeyen, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur. Ehl-i sünnet itikâdında olmayan da, kâfir veya (Bid’at ehli) sapık olur.
İslâm âlimlerinden Cüneyd-i Bağdâdî “kuddise sirruh” buyurdu ki: (İnsanı saadet-i ebediyyeye kavuşturacak tek bir yol vardır. O da, Resûlullahın izinde bulunmaktır.) Yine buyurdu ki: (Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı tefsîr kitâplarını okumayan ve hadîs-i şerîflerin gösterdiği yolda olmayan din adamına uymayınız! Çünkü, İslâm âlimi, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin gösterdiği yolda olur.) Yine buyurdu ki: (Selef-i sâlihîn, doğru yolda idiler. Sâdık idiler. Allahü teâlânın sevgisine, rızâsına kavuşmuşlardı. Onların yolu, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin gösterdiği yol idi. Bu doğru yola sımsıkı sarılmışlardı.) [Bundan anlaşılıyor ki, Resûlullahın yolu, Selef-i sâlihînin yoludur. Selef-i sâlihîn, ilk iki asrın Müslümanlarıdır. Yani, Selef-i sâlihîn deyince, Eshâb-ı kirâmın hepsi ile Tâbi’înin ve Tebe’i tâbi’înin büyükleri anlaşılıyor. Dört mezhep imâmı, bu büyüklerdendir.]
O hâlde, Resûlullahın yolu, dört mezhebin fıkıh, akâid ve tasavvuf kitâplarında bildirilmiş olan (Ahkâm-ı İslâmiye bilgileri)dir. Bu yola (Ehl-i Sünnet Yolu) denir. Dört hak mezhepten herhangi birisinin âlimlerine (Ehl-i sünnet âlimi) denir. Ehl-i sünnet âlimlerinin reîsi, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir...
.Ehl-i sünnet yolu, İslam’ın ana caddesidir
2016-11-23 02:00:00
Ehl-i sünnet yolu nedir? -1-
"Ehl-i sünnet yolu" İslam’ın ana caddesidir. Peygamber efendimizin “aleyhissalâtü vesselâm” ve Eshab-ı kiramın “aleyhimürrıdvân” gösterdiği doğru yoldur. Peygamber efendimiz hicretin on birinci senesinde, âhireti teşrif buyurduktan sonra, Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” halife oldu. Hicretin on üçüncü senesinde, altmış üç yaşında vefat etti. Bundan sonra Ömer-ül-Fârûk “radıyallahü anh” halife oldu. Yirmi üçüncü senede, altmış üç yaşında şehid edildi. Bundan sonra, Osmân Zinnûreyn “radıyallahü teâlâ anh” halife oldu. Otuz beş senesinde, seksen iki yaşında şehîd edildi. Sonra Ali “radıyallahü anh” halife oldu. Hicretin kırkıncı senesinde altmış üç yaşında şehîd edildi. Bu dört halifeye, (Hulefâ-i râşidîn) denir. Zamân-ı saâdette, (Ahkâm-ı İslâmiyye) tamam icra edilip, her taraf, hak, adâlet ve hürriyet ile nurlandığı gibi, bunların zamanında da öyle idi. Ahkâm-ı islâmiyye kusursuz olarak yapılıyordu. Bu dört halîfe, Eshâb-ı kirâmın hepsinden üstündür. Kendi aralarındaki üstünlükleri, hilâfetleri sırasına göredir.
Hazreti Ebû Bekr zamanında, Müslümanlar, Arabistan yarımadasından dışarı çıktı. Resûl-i ekrem efendimiz âhireti teşrif buyurunca, yarımadada karışıklıklar çıktı. Hazreti Ebû Bekr yarımadada hâsıl olan bu karışıklıkları düzeltti. Mürtedlerin terbiyesi ile uğraştı. Vakt-i saâdette olduğu gibi, birliği temin etti.
Hazreti Ömer halîfe olunca, bir hutbe okuyup; "Ey Resûlün Eshâbı! Arabistan, ancak sizin atlarınıza arpa yetiştirebilir. Hâlbuki Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine, yeryüzünün her tarafında, yer, memleket vereceğini, Habîbine vadetmiştir. Hani, bu vadedilen memleketleri zapt ederek, dünyada ganimete, âhirette gazâ ve şehitlik rütbesine nâil olmak isteyen erler nerede? Din uğruna can ve baş fedâ ederek, vatanlarını bırakıp, Allahü teâlânın kullarını zalimlerin pençelerinden kurtaracak gâziler nerede?" diyerek Eshâb-ı kirâmı cihâda ve gazâya teşvik buyurdu. İşte İslâm memleketlerinin, üç kıta boyunca, hızla genişlemesine, milyonlarca insanın küfürden kurtulmalarına sebep, Hazreti Ömer’in bu nutkudur...
Osmân ve Ali “radıyallahü anhümâ” zamanlarında da böyle gazâ ile uğraşıldı. Fakat Hazreti Osmân zamanında, halifeye karşı gelenler türedi ve şehit ettiler. Hazreti Ali zamanında, "hâricî kavgaları" baş gösterdi. Ehl-i islâm arasında ayrılık başladı. Fetih ve zaferin en büyük sebebi ise, ittifak ve birliktir.
Bu dört halifeden sonra, Ehl-i islâm arasında, bid’atler ve yanlış yollar meydana çıkarak, nice kimseler doğru yoldan ayrıldı. Yalnız, Eshâb-ı kirâm gibi iman edenler ve ahkâm-ı islâmiyeye onlar gibi tâbi olanlar kurtuldu ki, bunların yoluna "Ehl-i sünnet vel-cemâ’at" fırkası denir.
.Haram ve helali bildiren Allahü teâlâdır
2016-11-16 02:00:00
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde buyurdu ki: "Allah’ın göklerde ve yerde ne varsa hepsini insanlar için yarattığını, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?"
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -18-
İslâm dîninin apaçık bildirdiği zaruri bilgilerde şüphe ve tereddüt etmemelidir. Namaz kılmanın farz, şarap ve diğer alkollü içkileri içmenin, kumar oynamanın, fâizin, rüşvetin haram olduğunda şüphe etmek veya meşhur olan bir harama helâl demek ve helâl olan şeye haram demek, imandan çıkmaya sebep olur.
Resûl-i ekrem efendimiz buyurdular ki:
(Helâl, Allahü teâlânın kitabında helâl kıldığı şeydir. Haram da, Allahü teâlânın kitabında haram kıldığı şeydir. Hakkında sükût ettiği şey ise affedilmiştir. Onun hakkında sual etmeyiniz.) [İbn-i Mace, Tirmizî]
Helâl olanlar, haram olanlara göre daha çoktur. Bunu Cenâb-ı Hak şöyle bildiriyor:
(Allah’ın göklerde ve yerde ne varsa hepsini insanlar için yarattığını, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?) [Lokman, 20]
Herhangi bir şeyi veya menfaati yasaklayan bir nass [âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf] bulunmazsa, haram hükmü de söz konusu olamaz. Dinimizde, herhangi bir şeyin haram olduğu hükmü bildirilmemişse, onun helâl olduğu kabul edilir. Çünkü her şey, aslında helâldir. Haram ve yasak olan şeyler istisna olup haramlık arizî bir durumdur. Bu, Allahü teâlânın kullarına olan merhametidir.
Eshab-ı kirâmdan Selmân-ı Fârisî “radıyallahü anh” şöyle bildiriyor:
Resûlullah’tan, yağ, peynir ve yabani eşek etinin hükmü sorulmuş, O da şöyle buyurmuştur: (Helâl, Allah’ın kitabında helâl kıldığı, haram da Allah’ın kitabında haram kıldığıdır; hakkında bir şey söylemedikleri ise sizin için affedip serbest bıraktıklarıdır.) [Tirmizî, İbn-i Mâce, Buhârî, Müslim]
Ve yine şöyle buyurmuştur: (Allahü teâlâ bazı şeyleri farz kılmıştır; bunları kaçırmayın, bazı sınırlar koymuştur, bunları da aşmayın, bazı şeyleri haram kılmıştır, bunları işlemeyin, unutmaktan değil, size olan rahmetinden dolayı bazı şeyler hakkında da bir şey buyurmamıştır; bunları da soruşturmayın.) [Dârekutnî, Nevevi]
(Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı iyi ve temiz nimetleri [kendinize] haram etmeyin ve [Allah’ın koyduğu] sınırları aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez.) [Maide, 87]
(Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak [Bu helâldir, şu da haramdır] demeyin. Çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler) [Nahl, 116]
Allahü teâlâ nefsine veya menfaatine uyarak bir konuda helâl veya haram diyenlerin akıbetinin cehennem olduğunu haber vermektedir…
.Hakiki iman, gayba inanmaktır
2016-11-09 02:00:00
Dinde bildirilen her şeyi, fen ispat edemese de, fayda veya zararını gözü ile görmese de, yine inanmak lazımdır. Hakiki iman gayba inanmaktır yani görmeden inanmaktır.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -17-
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği dini, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan tasdik etmek yani kabul edip, beğenip, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. Tam olmayınca, iman olmaz. Allahü teâlâ, (Onlar gayba [görmedikleri hâlde Resûlümün bildirdiği her şeye] iman ederler) buyuruyor. Resûl aleyhisselâm da, (Dini [hükümleri, dinde bildirilenleri] aklı ile ölçenden daha zararlısı yoktur) buyurdu. [Taberani]
Dinde bildirilen her şeyi, fen ispat edemese de, fayda veya zararını gözü ile görmese de, yine inanmak lazımdır. Hakiki iman gayba inanmaktır yani görmeden inanmaktır. Gördükten sonra artık o iman olmaz. Gördüğünü itiraf etmek olur. Bekara suresinin 3. âyetinde, gayba inanmak, görmeden inanmak övülüyor. İmanın altı şartı da gayba inanmayı gerektirmektedir. Çünkü hiçbirini görmüş değiliz.
Peygamber efendimiz, aşağıda bildirilen iman ile ilgili âyetleri açıklayarak imanı şöyle tarif etti:
(İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, [yani Kıyamete, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana] kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmektir.) [Buhari, Müslim, Nesai]
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki; (Asıl iyilik; Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, nebilere inanmaktır.) [Bekara 177]
(Onlar gayba [Allah'a, meleklere, kıyamete, cennete, cehenneme görmedikleri halde] inanırlar.) [Bekara: 3]
(Onlar, sana indirilene, senden önceki kitaplara ve ahirete iman ederler.) [Bekara:4]
Bu üç âyette, Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve gayba inanmak bildiriliyor.
(Allah, onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir.) [Bekara: 255]
(Ölümü Allah’ın iznine bağlı olmayan hiç kimse yoktur.) [Al-i İmran: 145]
(Ölüm zamanını takdir eden ancak Allah’tır.) [Enam: 2]
Bu üç âyet, takdirin Allah tarafından olduğunu bildirmekte, kadere iman etmeyi göstermektedir.
(Kendilerine bir iyilik dokununca, "Bu Allah’tan" derler; başlarına bir kötülük gelince de, "Bu senin yüzünden" derler. “Küllün min indillah” [Hepsi Allah’tandır] de, bunlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar.) [Nisa: 78]
Bu âyet, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu bildirmektedir.
(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.) [Ahzab: 40]
Bu âyet de, Resûlullahın peygamber olduğunu bildirmektedir.
.İman nuru kimde varsa o güzeldir...
2016-11-02 02:00:00
"Allahü teâlâ imanı, kıymetli ve güzel olarak yaratmıştır. Dolayısıyla, kimde iman varsa, o kimse, imanının kuvvetliliği nispetinde güzel ve kıymetlidir..."
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -16-
Allahü teâlânın bir kuluna verdiği en büyük nimet imandır yani Müslüman olmaktır. İman, dünyada huzur ve saadet, ahirette Cennet ve Cemalullah demektir. Kimde bu nimet varsa, o seçilmiş kul demektir; çünkü imanı bizzat Allahü teâlâ verir.
Din büyükleri buyurdu ki:
"Allahü teâlâ imanı, kıymetli ve güzel olarak yaratmıştır. Dolayısıyla, kimde iman varsa, o kimse, imanının kuvvetliliği nispetinde güzel ve kıymetlidir. İmanı olmayan, kim olursa olsun kıymetsizdir, çirkindir. O halde, insanın güzelliği, göz ve kaş güzelliği değil, iman güzelliğidir, kalp güzelliğidir. İmanı kuvvetli olan, daha güzeldir. Mesela âlimler, evliya zatlar ve takva sahiplerinin imanı daha güzeldir. Eshab-ı kiram çok güzel olduğu gibi, Peygamberler daha çok güzeldir. Peygamber efendimiz ise en güzeldir, çünkü her hücresi imandır, iman nuruyla nur olmuştur. O iman nurunun zerresi kimde varsa o güzeldir...
İmanın nuru arttıkça güzellik de artar. Asırlar geçmesine rağmen, evliya zatların hayatlarını okumaya, dinlemeye doyamıyoruz. İmanlının, imanlıyı sevmesi, kaşı gözü için değil, imana olan sevgisindendir..."
***
Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul'u fethettiği zaman, hocası Akşemseddin hazretlerine, cuma namazını Ayasofya'da kılmak istediğini ve kendisinin imam olmasını söyler. Ayasofya'yı cami yapmak için seferber olunur. Cuma gününe cami yetiştirilir, cemaat namaza başladığı sırada Fatih Sultan Mehmed Han'ın abdesti bozulur. Tabii sultanın yanında da rastgele insanlar olmaz. Sağında ve solunda da en büyük hocalar, şeyh efendiler saf tutarlar. Kamet getirilir, imam Allahü ekber der. Fatih Sultan Mehmed Han, ne yapacağını şaşırır. Abdestsiz namaz kılınmaz. Abdest almaya çıksa izdiham olacak... Namaz kılar gibi eğilip kalksa, cumadan mahrum kalacak. "Ya Rabbi, ben ne yapayım şimdi" derken, yanındaki bir şeyh efendi firasetiyle vaziyeti anlar. Cübbesini açar, "Buradan abdest al" der. Sultan bakar ki, çeşme var, su var. Acele olarak abdestini alır ve rükûa varmadan önce imama yetişir. Namaz biter, selam verilir, dualar yapılır...
Ertesi gün Fatih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddin hazretlerini ziyarete gider. Ayrılırken, "Hocam dua buyurun" der. O da, "Allah iman selameti versin Sultanım" der.
Daha uzun bir dua bekleyen Padişah, şaşırıp kalır. Hocası sorar:
-Ne oldu, beğenmedin mi?
-Bu kadar mı efendim?
-Yetmez mi? En kıymetli dua budur. Dün sana cübbesini açıp abdest aldıran şeyh, bir saat önce öldü; ama imansız gitti; çünkü bu kerametinden dolayı ona kibir geldi...
.Güneş batıdan doğmadan önce iman etmelidir
2016-10-26 02:00:00
Kıyametin büyük alâmetlerinden biri de, Güneş'in Batı'dan doğmasıdır. Bunu gören bütün insanlar, iman edecekler. Fakat bu imanları kabul olmayacaktır. Çünkü artık tevbe kapısı kapanmış olur.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -15-
Güneş batıdan doğmadan önce iman etmek şarttır. Kıyametin büyük alâmetlerinden biri de, Güneş'in Batı'dan doğmasıdır. Bunu gören bütün insanlar, iman edecekler. Fakat bu imanları kabul olmayacaktır. Çünkü artık tevbe kapısı kapanmış olur. Bir hadis-i şerifte (Tevbe kapısı açıktır. Güneş garbdan doğuncaya kadar kapanmaz) buyuruldu. Bugünkü insanlar için ise, tevbe kapısı her zaman açıktır. Son nefese kadar tevbeler kabul edilir. Ancak can boğaza gelmeden iman etmek şarttır. Ölürken, ahiret hallerini gördükten sonra kâfirin imanı muteber olmaz. Bunun için, Firavun’un son nefesteki imanı muteber değildir.
Firavun ve kavmi, Musa aleyhisselamın gösterdiği mucizeler karşısında İsrailoğullarının Mısır’dan gitmelerine izin vermişti. Musa aleyhisselam bir gece vakti bütün İsrailoğullarını toplayıp Mısır’dan çıktı. Bunun üzerine Firavun izin verdiğine pişman oldu. Derhâl askerini toplayıp, peşlerine düştü ve sabaha doğru onlara Kızıldeniz kenarında yetişti. İsrailoğulları endişeye kapıldılar. Bu sırada Allahü teâlâ Musa aleyhisselama, (Asân ile denize vur) [Şuarâ sûresi: 63] diye vahyetti. Hazret-i Mûsa bu emir üzerine âsâsını denize vurdu. Deniz hemen ikiye ayrıldı ve önlerine çok geniş ve kupkuru on iki yol açıldı. On iki sülâle olan İsrailoğulları bu yollardan yürüyüp karşıya geçtiler. Firavun, askerleriyle birlikte peşlerine düşüp denizde açılan yola dalınca, açılan yol kapanıp sular kavuştu. Firavun, askerleriyle birlikte boğuldu. Firavun boğulmak üzere iken “inandım” demişse de onun yeise kapılarak söylediği bu sözü kabul olunmadı. Bu hususta Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmaktadır: (İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve askerleri haksızlık ve düşmanlıkla arkalarına düştüler. Firavun boğulacağı anda “İsrailoğullarının îmân ettiğinden [Allah’tan] başka bir ilâh olmadığına inandım, artık ben de Müslümanlardanım” dedi.)
(Biz de bugün seni cansız bedeninle denizden yüksek bir yere atacağız ki, arkadan geleceklere bir ibret olasın. Bununla berâber doğrusu insanlardan birçok kimseler âyetlerimizden [ibret verici mucizelerimizden] gâfildirler) [Yunus sûresi: 92]
Tefsîr âlimlerinden Zemahşerî bu âyeti şöyle tefsir etmiştir: (... Seni deniz kenarında bir köşeye atacağız... Cesedini tam, noksansız ve bozulmamış hâlde çıplak ve elbisesiz olarak, senden asırlar sonra geleceklere bir ibret olmak üzere koruyacağız.) [Firavun’un cesedi bir İngiliz araştırma ekibi tarafından Kızıldeniz kenârında kumlar arasında vücudu bozulmamış bir hâlde bulundu. Londra’daki meşhur British Museum’da sergilenmektedir.]
.Son nefeste yapılan iman kabul edilmez!
2016-10-19 02:00:00
“Yaşamaktan ümit kesildiği an yapılan tevbe makbul, ama iman makbul değildir. Yani fâsık tevbe ederse, tevbesi kabul olur, ama kâfir iman etse imanı kabul olmaz."
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -14-
Ölüm hâli yaklaştığında can boğaza gelince, âhiret hâlleri gösterilir. O zaman her kâfir iman etmek ister, ama kabul edilmez. Çünkü gayba iman etmek, yani görmeden inanmak gerekir. Ölüm alâmeti başlayıp hayattan ümit kesilince tevbe kabul olursa da, kâfirin iman etmesi kabul olmaz. Hastanın ruhu gargaraya gelince, yani âhiretteki yerini görmeye başlayınca, iman etmesi fayda vermez.
(Hülâsat-ül-kelâm) kitabında “Son nefeste iman etmek kabul olmazsa da, Müslümanın günahlarına tevbe etmesi kabul olur” diyor. Ölümüne birkaç saniye kaldığını düşünen bir Müslüman, bütün günahlarına tevbe etse, bu ümitsiz hâlde yapılan tevbe sahih olur, tevbesi geçerli olur. Bu, Allahü teâlânın Müslümanlara bir ihsanıdır.
Yeis, ümitsizlik demektir. Tevbe-i yeis, ölüm alâmeti başlayıp, hayattan ümit kesilince, yapılan tevbe demektir. (Kadıhan Fetava)’sında diyor ki: “Yeis hâlinde, yani yaşamaktan ümit kesildiği [âhiret hâlleri görülmeye başladığı] an yapılan tevbe makbul, ama iman makbul değildir. Yani fâsık tevbe ederse, tevbesi kabul olur, ama kâfir iman etse imanı kabul olmaz. Şûra sûresinin, (Kullarının tevbesini kabul eden O’dur) mealindeki 25. âyetine göre, fâsıkın tevbesi makbuldür.”
Bazı âlimler de, Nisa sûresinin, ([Ömrü] Kötülüklerle geçip de öleceği vakit, “Ben şimdi tevbe ettim” diyenlerle, kâfir olarak ölenlerin tevbeleri makbul değildir) mealindeki 18. âyet-i kerimeye göre, iman gibi tevbenin de kabul edilmeyeceğini bildirmişlerdir. Eş’ari mezhebinin âlimleri, (Allah bir kulun tevbesini gargara hâline gelmedikçe kabul eder) hadîs-i şerîfini esas alıp, gargara hâlinde tevbenin de, imanın da makbul olmadığını bildirmişlerdir...
***
Bir terzi, büyüklerden birine sordu:
- Ölüm yaklaşınca tevbenin kabul edileceğini bildiren hadis-i şerifin açıklaması nasıldır?
- Evet tevbe kabul edilir; ama senin mesleğin nedir?
- Terziyim, elbise dikerim.
- Terzilikte en kolay iş nedir?
- Kumaşı makasla kesmektir.
- Kaç yıldır terzisin?
- Otuz yıldır.
- Canın gargaraya gelince kumaş kesebilir misin?
- Hayır kesemem.
- Otuz yıl kolaylıkla yaptığın işi, o zaman yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tevbeyi, can gargarada iken nasıl yapabilirsin? Bugün gücün yerinde iken tevbe eyle! O zaman yapman çok güç olur. Şimdi tevbe edersen, o zaman da tevbe etmek nasip olur. Terzi tevbe edip, salihlerden oldu…
Günah işlemekten çok korkmalıdır!..
2016-09-07 02:00:00
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -9-
Günah işlemek, Allahü teâlânın gazâbına sebep olur. Azâb-ı ilâhî günahlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese galip ve intikam alıcıdır. Yüz bin sene ibâdet eden makbul bir kulunu, bir günah için, sonsuz olarak reddedebilir ve hiçbir şeyden çekinmez. Bunu Kur'ân-ı kerîm bildiriyor ve iki yüz bin sene itaat eden İblîsin [şeytan], kibirlenip, secde etmediği için, ebedî melun olduğunu, haber veriyor. Yeryüzünde halifesi olan Âdem aleyhisselâmın oğlu Kâbil’i, bir adam öldürdüğü için, ebedî tart eyledi... Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabası idi. Mûsâ "aleyhisselâm" buna hayır dua edip ve kimya ilmini öğretip, o kadar zengin olmuştu ki, yalnız hazinelerinin, anahtarlarını kırk katır taşırdı. Birkaç kuruş zekât vermediği için, bütün, malı ile birlikte yer altına sokuldu...
Sa’lebe, sahâbe arasında çok zâhid idi. Çok İbâdet ederdi. Câmiden çıkmazdı. Bir kere sözünde durmadığı için, Sahâbîlîk şerefine kavuşamadı, imansız gitti. Peygamber efendimize "sallallahü aleyhi ve sellem" onun için duâ etmemesi emrolundu... Allahü teâlâ, bunlar gibi daha nice kimselerden, bir günah sebebi ile, böyle intikam almıştır...
***
Evliyanın büyüklerinden, kerâmetler sâhibi Ali Bekkâ’nın “rahmetullahi aleyh” sâlih bir arkadaşı vardı. Birlikte Bağdat'tan bir yolculuğa çıkmışlardı. Gidecekleri yer ile Bağdat'ın arası yürümekle bir senelik yol idi. Onlar, kerâmetleri ile bir senelik yolu bir saatte almışlardı. Bu arkadaşı ona “Ben, falan vakitte, falan memlekette öleceğim. O zaman yanımda bulun!” diyerek vasiyet etmişti. ''Bekkâ'' çok ağlayan kimseye denir. Kendisi bunun sebebini şöyle anlatmıştır:
-Arkadaşımın söylediği vakit gelince yanına gittim. Hayatının son anlarını yaşıyor ve can çekişiyordu. Yönünü doğu tarafına dönmüştü, Tutup kıbleye çevirdim. Bu arada gözlerini açıp bana “Hiç uğraşma ben bu tarafa dönmüş olarak öleceğim” dedi. Hıristiyan ruhbanlarının söylediği küfür olan, imânı gideren sözler söylemeye başladı. Nihayet, imânsız olarak öldü… Ölüsünü kaldırıp oradaki bir kiliseye götürdük. Bir de gördük ki, kilisede bir kalabalık toplanmış, önlerinde yatan bir cenazenin etrafında duruyorlardı. “Nedir bu hâl?” dediğimizde, onlar dediler ki; “Bizim meşhur bir ruhbanımız vardı, yüz sene yaşadı. Bugün öldü. Fakat Müslüman olarak öldü.'' Biz onlara dedik ki: “Bizim elimizdeki cenâze de Müslüman idi, son nefesinde Hırıstiyan olarak öldü. Siz bunu alın. O, Müslüman olarak ölenin cenazesini de bize verin…” Onlar da kabul etti. Biz o Müslüman olanın cenazesini alıp, yıkadık, kefenledik. Müslüman mezarlığına defnettik. Onlar da öbürünü alıp Hrıstiyân mezarlığına defnettiler…
Allahü teâlâdan, son nefesimizde îmân ile gitmeyi nasip etmesini dileriz...
.Günah işlemekten çok korkmalıdır!..
2016-10-12 02:00:00
Müslümanın, günâh işlemekten çok korkması ve nefsinin kötü arzu ve isteklerine uymaması lâzımdır. İnsanı, Rabbinden uzaklaştıran üç büyük düşman vardır: Şeytan, nefis ve kötü arkadaş.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -13-
Allahü teâlâ, onun bütün günâhlarını affedip bağışlayabileceğini vadediyor. İnsan ümitsiz olmamalıdır. Belki günâhlarını sevaba çevirir. Zira Furkân sûresi 70. âyetinde, (Bunların kötülüklerini Allahü teâlâ iyiliğe çevirir) buyuruyor. Böylece onu Cennete sokar.
İmanı tam ve olgun olanlar, Allahü teâlânın emirlerine itâatsızlık edemezler. Sevap olan işlerden elini çekip günâhlarla meşgul olamazlar. Çünkü her günâh işi yapmak ve emredilen her ibâdeti yapmamak, Allahü teâlâya isyandır, Peygamberlerin bildirdiklerine, bütün İslam âlimlerine uymamaktır. Hatta aksine şeytanlara, nefse, kâfirlere uymak, âsi, fasık olmak mânâsına gelir. İşte bu sebeplerle, her emri şeksiz ve şüphesiz yerine getirmek lazımdır. İtaatsizlik ve günâh, kalbe bir siyah nokta vurur. Bu da tevbesiz ve o günâhları terk etmeden kalpten silinmez. Nitekim sevgili Peygamberimiz; (Kul günâh işleyince, kalbinde siyah bir nokta olur, tevbe ederse, kalbi temizlenir. Eğer çok günâh işlerse ve günâha devam ederse, kalbindeki siyahlık çoğalır ve bütün kalp kararır) buyurmuşlardır. Kalbin kararmasının alâmeti, günâh işleyip üzülmemek; ibâdet ve tâatten lezzet almamak ve nasihatin kendisine tesir ve faydası olmamasıdır. Bu hâl insanı haberi olmadan, çeker küfre götürür.
O hâlde, mümin ve Müslüman olanın, günâh işlemekten çok korkması ve nefsinin kötü arzu ve isteklerine uymaması lâzımdır. İnsanı, Rabbinden uzaklaştıran üç büyük düşman vardır: Şeytan, nefis ve kötü arkadaş. Bunlardan çok sakınmalıdır. Bu düşmanlardan şeytanın vesvesesine aldanmamalı, nefsin İslâmiyete uymayan isteklerini yapmamalı ve bunların en büyüğü olan kötü arkadaşlardan uzak durmalıdır. Bütün fenâlıkların başı, kötü arkadaşlardır. Allahü teâlâ En’âm sûresi 116. âyet-i kerîmesinde; (Eğer yeryüzündeki insanların çoğuna uyarsan, seni onlar Allah yolundan saptırırlar) buyuruyor.
Şeytan ve nefsimiz, kötü arkadaş vasıtasıyla bizi felaketlere sürükler. Kötü arkadaştan, yılandan, aslandan kaçar gibi kaçmak lazımdır. Hadis-i şerifte meâlen buyuruldu ki:
(Kötü arkadaş, demirci körüğü gibidir. Üflenince, ateş kıvılcımları seni yakmazsa da, kokusu seni rahatsız eder.)
Son nefeste imansız ölmemek için, halkın beğendiklerini değil; Cenab-ı Hakkın beğendiği ve razı olduğu işlerle meşgul olmalıdır. Ahirette hesaba çekecek olan, insanlar değil Rabbimizdir. Sevgili Peygamberimiz, bu hakikati şöyle haber veriyor: (Yaşadığınız gibi ölürsünüz ve öldüğünüz gibi de haşrolursunuz.)
.İman ile küfür, birlikte bulunamaz
2016-10-05 02:00:00
"Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîninden başka din isteyenlerin dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabul etmez. Dîn-i İslâma arka çeviren, âhirette ziyan edecek, Cehenneme girecektir."
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -12-
Muhammed aleyhisselâmın, Allahü teâlâdan getirip bildirdiği şeylerin hepsine kalp ile inanıp dil ile söylemeye iman denir. Söylemeye engel olan bir hâl bulunduğu zaman, söylememek affolur. Meselâ korkutulduğu, ölümle tehdit edildiği, hasta, dilsiz olduğu, böylece vakit bulamadan öldüğü zaman, söylemek icap etmez.
Allahü teâlânın son Peygamberine bildirdiği emir ve yasaklardan birini bile beğenmemeye küfür, yani imansızlık denir. Bildirilenlerden birine inanmamak, hepsine inanmamak olur. İmanın var olması ve varlığının devam etmesi için, İslâmiyetin küfür alâmeti dediği şeylerden sakınmak lâzımdır. İslâmiyetin emir ve yasaklarından birini hafif görmek, Kur’ân-ı kerîm ile meleklerle, peygamberlerden birisi ile alay etmek, küfür alâmetlerinden olup inkâr etmek, yani işittikten sonra inanmamak da, tasdik etmemektir. Bundan dolayı, şüphe etmek de inkâr olur. Âl-i İmrân sûresi, 85. âyet-i kerimesinde mealen (Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslâm dîninden başka din isteyenlerin dinlerini Allahü teâlâ sevmez ve kabul etmez. Dîn-i İslâma arka çeviren, âhirette ziyan edecek, Cehenneme girecektir) buyuruldu. Bir kimse, binlerce sene ibâdet etse, bütün günâhları terk etse ve ömrünü, nefsini temizlemekle geçirse ve güzel huyları ile yanındakilere ve keşfettiği âletler ile bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkça ve uymadıkça âhirette sonsuz kurtuluşa kavuşamaz, Cennete giremez. Nisâ sûresi 13. âyet-i kerimesinde mealen, (Allahü teâlânın Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın emirlerine aldırış etmeyenler, beğenmeyenler, asra, fenne uygun değildir diyenler, kıyamette Cehennem ateşinden kurtulamayacaklardır. Bunlara, Cehennemde, çok acı azap vardır) buyuruldu.
Hangi dinden ve hangi milletten olursa olsun, Müslüman olmayanlar da, O’nun düşmanlarıdır. Allahü teâlâ son dîni olan İslâmiyeti inkâr edenler hakkında Bekara sûresi 161 ve 162. âyetlerinde, (Âyetlerimizi inkâr etmiş ve kâfir olarak can vermiş olanlar var ya! İşte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerindedir. Onlar, o lânet ve ateş içinde devamlı olarak kalanlardır) buyurdu.
Bununla beraber bir kul, dinimizin yasak ettiği bütün günâhları işlediği, emredilen ibâdetlerin ve iyiliklerin hepsini terk ettiği hâlde, kalbinde zerre kadar küfür bulunmasa, İslâmiyetin emirlerinin ve yasaklarının hepsini beğenip, hiçbirini inkâr etmese, günâhlardan hiçbirini küçük görmese ve yaptığından dolayı kalbinde üzüntü duysa ve bu hâl ile iman üzere dünyadan göçüp gitse, dinimize göre mümin ve Müslüman olarak ölmüş olur.
.Bel’am-ı Baura’nın ibret verici hâli!..
2016-09-28 02:00:00
"O, dünyaya meyletti ve nefsinin hevâsına uydu. Onun ibret verici hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzer."
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -11-
Allahü teâlâ, ihlâsı olanların yardımcısıdır, koruyucusudur. İhlâs olmazsa, her şey noksan olur, insanın başı dertten kurtulmaz. Allahü teâlâ, (İhlâsla ibadet edeni Cennete koyacağım) buyuruyor. Allah sözünden dönmez. İhlâsla olmak şartıyla, kim ibadet ederse, onun gideceği yer Cennettir. Belam-ı Baura, Salebe, İbni Sakka gibi senelerce ibadet etmiş kimseler, ihlâsları olmadığından Cehenneme gittiler. Eğer bunlar ihlâs sahibi olsalardı, yani bu hizmetlerinde, bu ibadetlerinde, dünya düşüncesi, para ve şöhret düşüncesi olmasaydı, gidecekleri yer Cennet olurdu...
Şah-ı Nakşibend hazretleri buyuruyor ki: “Hayatımda en garibime giden olay şu olmuştur... Bir gün ak sakallı bir ihtiyar, Kâbe’nin örtüsüne sarılmış, öpüyor, yüzüne sürüyor. Gözlerinden yaşlar boşalıyordu. Onun bu hâline gıpta ettim. (Sen onun kalbine bak!) diye ilham geldi. Kalbine nazar ettim. Köydeki iki keçi ve birkaç koyunu düşünüyor. Hayret ettim!.. Oradan Mina pazarına geldim. Baktım bir genç, 50 bin altın değerinde alışveriş yapıyor, hep ticaretle meşgul. (Eyvah!) dedim, bu genç yandı. Bu kadar para pul içerisinde battı. Yine (Sen onun kalbine bak!) diye ilham geldi. Bir de kalbine baktım, her an kalbi (Allah) diyor. (Aman, hak hukuk geçmesin, dinime zarar gelmesin) diye tir tir titriyor. (Sübhanallah) dedim. Ya Rabbî, bu kadar varlık içinde, bu, (Allah) diyor. Öteki ise, yokluk içinde, Kâbe’nin önünde (keçilerim) diyor..."
Belam-ı Baura, Musa aleyhisselam zamanında yaşamış ve İsm-i a'zamı bilen, her duası kabul olan büyük bir âlimdi. İlmi o derecede idi ki, sözlerini yazmak için, iki bin kişi yanında bulunurdu. Şöhreti her yere yayılmıştı. Bulunduğu Belka şehrinin valisi Belak, Hazret-i Musa’nın askerlerinin şehre girmemesi için dua etmesini istedi. Ölüm ile tehdit etti. Can korkusu ile ve halkın verdiği rüşvete aldanarak, Musa aleyhisselama beddua etti. Akabinde dili göğsüne kadar sarkıp yapıştı. Musa aleyhisselamın askerleri tarafından öldürüldü. Müminlere beddua ettiği için ilahi gazaba uğradı. Kur'an-ı kerimde onun hakkında, mealen şöyle buyuruluyor:
(O, dünyaya meyletti ve nefsinin hevâsına uydu. Onun ibret verici hâli, üstüne varsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzer.) [Araf: 176]
Müslüman, Belam gibi beddua etmez, lânet okumaz. Bir savaşta, kâfirlerin yok olması için Peygamber efendimizden beddua etmesini istediklerinde, (Ben lanet etmek için gönderilmedim. Ben, herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim) buyurdu. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen, (Seni âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik) buyuruluyor. [Enbiya: 107]
.Hasan Yavaş
2016-09-21 02:00:00
Günahlardan kaçınmak ilahi bir emirdir!..
Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte şöyle buyurdu: (Çok az bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların [nâfile] ibadetleri toplamından daha iyidir.)
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -10-
Allahü teâlânın gazabı günahlar içinde saklıdır. Bir günah yüzünden büyük azaba maruz bırakabilir. Yüz bin sene ibadet eden iyi bir kulunu, sonsuz olarak Cehenneme koyabilir. Mesela yüz bin sene itaat eden İblis, kibrinden secde etmediği için, Âdem aleyhisselamın oğlu Kâbil, bir adam öldürdüğü için, her duası kabul olan Belam-ı Baura, bir günaha meylettiği için, Kârun zekât vermediği için malı ile birlikte helak olup, hepsi ahirete imansız gittiler ve sonsuz olarak Cehennemlik oldular. O hâlde, her günahtan kaçmaya çalışmalıdır. Bir hadis-i şerifte, (Çok az bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların [nâfile] ibadetleri toplamından daha iyidir) buyuruluyor. Her günah, Allahü teâlâya isyan olduğundan, büyüktür; fakat bazısı, bazısına göre küçük görünür. Bir küçük günahı yapmamak bütün cihanın nafile ibadetlerinden daha sevaptır, çünkü nafile ibadet yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmaksa farzdır.
Günah işleyince de ümitsizliğe kapılmamalı, hemen tevbe etmelidir. Mümin hem Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemeli, hem de Ondan çok korkmalıdır. Hadis-i şerifte (Müminin kalbinde korku ile ümit varsa, Allahü teâlâ onu umduğuna kavuşturur, korktuğundan da emin eder) buyuruldu. Yani bir mümin, Allah’ın azabından korkar, rahmetinden de ümidini kesmez, haramlardan kaçıp ibadetlerini yapmaya çalışırsa Cennete gider.
Bir insan ne kadar büyük günah işlerse işlesin, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Hatta azılı bir kâfir bile tevbe edip “La ilahe illallah Muhammedün Resulullah” dese, bütün günahları affolur, tertemiz bir insan olur. Yani dünyada iken Allah’ın affetmediği günah yoktur. Tevbe edince şirki yani kâfirliği de affeder. Öldükten sonra artık kâfirlere af yoktur. Zümer suresi 53. Âyet-i kerimesinde mealen, (De ki, ey çok günah işlemekle haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden [bizi affetmez diye] ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah, [iman ehlinin] bütün günahlarını hiç şüphesiz affeder. Elbette O, sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir) buyuruluyor.
Allahü teâlânın rızasının ve gazabının hangi işte, hangi sözde olduğunu bilmeyiz. Bu bakımdan hiçbir sözü, hiçbir iyiliği ve kötülüğü küçük görmemelidir. Cenab-ı Hak, rızasını iyilikler içinde, gazabını da günahlar içinde saklamıştır. Önem verilmeyen bir günah, Allah’ın gazabına sebep olabilir. Günahların hepsi Allah’ın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. İbn-i Münkedir hazretleri ölüm döşeğinde ağlıyordu. Sebebini sordular. “Kasten büyük bir günah işlemedim. Önemsiz saydığım küçük bir günah, Allah’ın gazabına sebep olduysa diye korktuğum için ağlıyorum" dedi. İşte böyle korkular Müslümanın kurtuluşuna sebeptir...
.İlk kurban ne zaman kesildi?
2016-09-14 02:00:00
İbrahim aleyhisselâm oğlunun ellerini ve ayaklarını bağladıktan sonra, yüzükoyun yatırdı ve besmele ile bıçağı boynuna vurdu. Bıçak kesmedi. Bir daha vurdu, yine kesmedi. Dönüp bıçağı taşa çaldı, taş yarıldı!..
Kurban, Allahü teâlâya yakın olmak, O'nun rızasını elde etmek için kan akıtmaktır. Kurban, Müslümanların zengin olanlarına emredilen mâlî bir ibâdettir.
***
İbrahim aleyhisselâma bir gece rüyasında “Hak teâlâ sana oğlun İsmail'i kurban etmeni emrediyor” denildi. Uyandığında çok korkmuştu. Eûzü Besmele çekerek abdest alıp namaz kıldı ve tekrar yattı. Yine aynı rüyayı gördü. İbrahim aleyhisselâm oğlunu kucağına alıp, hanımına dedi ki:
-Ben yarın Rabbime ibâdet için evden çıkacağım. Oğlum da benimle gelecek, güzelce yıka ve en güzel elbiselerini giydir!
Annesi, İsmail aleyhisselâmı hazırladı. İbrahim aleyhisselâm ile oğlu evden çıkıp gidince şeytan yaşlı bir insan kılığında hanımının yanına geldi:
-İbrahim'in, oğlunu nereye götürdüğünü biliyor musun?
-Allahü teâlâya ibâdet için götürdü.
-Hayır, onu boğazlayacak.
-Hiç baba evlâdını keser mi?
-Gördüğü bir asılsız rüya için kesecekmiş.
-Hayır!
Annenin yanından kovulan şeytan oradan ayrılıp İbrahim aleyhisselâmın yanına geldi.
-Sen nasıl babasın ki, oğlunu boğazlamaya götürüyorsun?
-Ey bedbaht! Ey mel’un defol! Eğer benim yüz bin oğlum olsa Allah için yine hepsini kurban ederim.
Baba tarafından terslenen şeytan İsmail aleyhisselâma yanaştı:
-İsmail, baban seni kesecek!
-Hiç baba evlâdını keser mi?
-Ona Rabbi'nden ferman geldi.
-Eğer Rabbim için kurban olup, kabul edilirsem bu benim için en büyük şereftir.
İsmail aleyhisselâm, şeytanı kovdu ve arkasından da birkaç taş attı.
İbrahim aleyhisselâm Mina'ya gelince biraz oturdu ve ağlamaya başladı. Babasının ağladığını gören İsmail aleyhisselâm sebebini sordu:
-Oğlum, Rabbim bana seni kurban etmemi emir buyurdu.
-Babacığım, emrolunduğun gibi yap! İnşâallah beni sabredenlerden bulursunuz.
İbrahim aleyhisselâm oğlunun bu hâline sevinerek gözlerinden öptü.
İbrahim aleyhisselâm oğlunun her iki elini ve ayaklarını bağladıktan sonra, yüzükoyun yatırdı ve besmele ile bıçağı boynuna vurdu. Bıçak kesmedi. Bir daha vurdu, yine kesmedi. Dönüp bıçağı taşa çaldı, taş yarıldı. O anda bıçak dile geldi:
-Ey Halîlullah! Boşuna uğraşıyorsun, kesmem. Çünkü Allahü teâlâ bana "kesme" buyurdu.
İbrahim aleyhisselâm "Bu hareketimiz kabul edilmedi mi?" diye korktuğu sırada. Bir nida geldi:
“Ey İbrahim! Oğlunu kesmekten vazgeç ve onun yerine koçu kurban eyle!”
Hazret-i İbrahim, Cebrail aleyhisselâmın bir koç indirdiğini gördü. Oğlu İsmail aleyhisselâmı çözerek, koçu kurban edip Rabbi'ne şükretti...
…..
Bütün okuyucularımızın Kurban Bayramı'nı tebrik ederim.
.İmansız ölmekten çok korkmalıdır!..
2016-08-31 02:00:00
Çok kıymetli mücevheri olan, onu çaldırmaktan çok korkar. Mücevherleri çaldırmamak için açığa koymaz. En gizli yere saklar. İman bundan daha mı az kıymetli?
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları-8-
Mü’minin en büyük arzusu, son nefeste imanla ölmek olmalıdır. İmansız ölmekten korkmamak, imansız ölmeye sebep olur. Allah saklasın, sonsuz azap ne büyük tehlikedir. Dünyada müebbet hapse mahkûm olup hücreye giren kimse çıldırır, peki sonsuz ateşe insan nasıl dayanır?
İnsan için en büyük felaket, imansız ölmektir. İmansız, yani kâfir olarak ölmemek için, ilim sahibi olmak, ibadetlerimizi ve bütün işlerimizi ihlâs ile yapmak, haramlardan çok sakınmak şarttır. İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür. Bunun için de, işin başı namazdır. Müslümanın aklı fikri namazda olmalıdır. Kur’an-ı kerimde, (Namaz, insanı pis ve çirkin işlerden alıkoyar) buyuruldu. İnsanların kimi ateşe, kimi puta, kimi de Allah’a tapar. Peki namaz kılmayan kime tapar? Dinsiz midir, paraya mı, nefsine mi tapar? Belli değildir. O hâlde, eşimizi, oğlumuzu, kızımızı haramlardan korumalı, onlara mutlaka namazı öğretmeli ve namaz kılmalarını sağlanmalıdır. Namazsız hayat, çok büyük felakettir.
Müslüman olan bir kimse, bir sözüyle, bir işiyle küfre düşebilir, yani kâfir olur da, haberi olmaz. Kendini Müslüman zanneder. Yaptığı işin küfür olduğunu bilmediği için tevbe de etmez, imansız olarak ölebilir. Günahı bilmemekten daha kötüsü, günahı ibadet olarak işlemektir. Bid’at inanışlar ve diğer bid’at olan ameller böyledir. Bu felaketlerden kurtulmak için, İmam-ı Rabbani hazretleri, (İslamiyet, ilim, amel ve ihlâs üzerine kurulmuştur) buyuruyor. Yani dinimizi doğru olarak öğrenip, ihlâsla amel etmeliyiz. Bilmeden yapmak felaket olduğu gibi, bildiklerini de ihlâssız yapmak felakettir. Bunun için Peygamber efendimiz, (Elbisenin eskidiği gibi, içinizdeki iman da eskir. İmanınızı [Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah] diyerek tazeleyin!) buyuruyor.
Çok kıymetli mücevheri olan, onu kaybetmekten veya çaldırmaktan çok korkar. Mücevherleri, çaldırmamak için açığa koymaz. En gizli yere saklar, belki üstünde yatar. İman bundan daha mı az kıymetli? Her an, benim imanıma bir zarar gelir mi gelmez mi diye, imanı düşünmek gerekmez mi?
Âhir zamanda yaşıyoruz. Bu asırda, kendini kurtulmuş gibi görmek, göğsü kabarık yaşamak ahmaklıktır! Eskiden müminler günahlardan çok korkarlardı. Zamanımızda ise günahtan çok, küfür tehlikesi vardır. İnsan bir sözle, bir işle kâfir olabilir, çünkü bu zamanda günah çok kolay işleniyor. Mesela kolayca gıybet yapılıyor. Din kitaplarında, yapılan gıybet için, "Ben doğruyu, olan şeyi söylüyorum, bu gıybet değil!" demenin küfür olduğu bildiriliyor. Çünkü harama helâl denmiş oluyor.
Bu zamanda çok korkmak ve imanı kurtarmak için çok gayret sarf etmek lazımdır.
.Allahü teâlânın sevgisini kaybetmekten korkmalı!
2016-08-24 02:00:00
Allah korkusu, sevileni kaybetmekten meydana gelen bir korku olduğu gibi, Ona isyan ederek tehlikelere maruz kalmaktan da meydana gelen bir korkudur.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -7-
Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları saâdet ve huzura kavuşturan iki kanat gibidir. İman eden ve imanın tadını bulan, Allahü teâlâyı çok sever. Akıllı insan, kendisine nimet veren, iyilik eden sahibinin sevgisini kaybetmekten çok korkar. Ayrıca Ona isyan edip azaba müstahak olmaktan da korkar. Demek ki, Allah korkusu, sevileni kaybetmekten meydana gelen bir korku olduğu gibi, Ona isyan ederek tehlikelere maruz kalmaktan da meydana gelen bir korkudur.
Allahü teâlâdan celal sıfatı sebebiyle korkmak, günahı sebebiyle korkmaktan daha üstündür. Sadece günahı sebebi ile korkan kimse, günah işlemeyi bırakınca, (Günahları bıraktığıma göre, artık Allah’tan niçin korkayım) diyebilir. Allah’tan korkan, korkunun gereğini yapan kimse akıllıdır. Çünkü hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Aklın çokluğu, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur.)
Allah’tan korkmanın alameti, kendini hasta görüp, ölüm korkusuyla bütün isteklerinden kaçınmaya çalışmaktır. Allah’tan korkan kimse, Allahü teâlânın rahmetinin çok bol olduğunu bilir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Kim günah işler veya kendine zulmeder, sonra pişman olup, mağfiret dilerse, Allah’ı çok affedici, çok merhametli bulur.) [Nisa 110]
Allah’tan korkmak, bir zalimden korkmak gibi değildir. Bu korku, saygı ve sevgi ile karışık olan bir korkudur. Âşıkların mâşuklarına karşı yazdıkları şiirlerde, böyle korku içinde olduklarını bildiren beyitleri az değildir. Mâşukunu kendinden pek yüksek bilen bir âşık, kendini o sevgiye layık görmeyerek, hislerini böyle korku ile anlatmaktadır.
İnsan, sevdiği kimseyi, herhangi bir şekilde üzmekten korkar. Allahü teâlâyı ise, herkesten çok sevmek gerekir. Allah’ı çok seven bir kimse, herhangi bir yanlış iş yapıp, Onu üzerim diye çok korkar. Bizleri yoktan var eden ve çeşitli nimetler ihsan eden Rabbimizi elbette çok sevmek gerektiği gibi, bu sevgiyi kaybetmekten de çok korkmak gerekir.
Allah sevgisi ve Allah aşkı, İslâmiyetin en yüksek tanıdığı bir bilgidir. Fakat, dünyâya düzen vermek için yalnız bu sevgi yeter deyip, bütün saâdetlerin, iyiliklerin başı olan Allah korkusunu küçük ve lüzumsuz görmek, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden haberi olmamanın açık bir alâmetidir. İnsanların her bakımdan en üstünü olan Muhammed aleyhisselâmın, (Havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur) buyurduğunu düşünmeli, Allahü teâlânın azabından korkup, rahmetinden de asla ümit kesmemelidir! (Tirmîzî)
Allah’tan korkanın kalbi hikmetle dolar. Kalbinde Allah korkusu bulunmayan kalpler harap olmuştur.
.Âhir zamanda imanı kurtarmak çok zordur!
2016-08-17 02:00:00
İmanı korumak, elde tutulan kor ateş gibidir! Bir nesne ne kadar kıymetliyse onun düşmanı o kadar çok olur. Kâinatta imandan daha kıymetli hiçbir cevher yoktur.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -6-
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği dini, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan tasdik etmek yani kabul edip, beğenip, inanmaktır...
Peygamber efendimiz, imanı şöyle tarif etti:
(İman; Allah'a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, [yani Kıyamete, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana], kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmektir.) [Buhari, Müslim, Nesai]
Bir insanın Müslüman olabilmesi için, iman sahibi olması, yani dinimizin emir ve yasaklarına inanması şarttır. Yalnız inanması da kâfi değildir; bu emirleri beğenmesi ve sevmesi de şarttır. Bu da bir bilgi işidir. Yapıp yapmamak ayrı, bunları kabul etmek, beğenmek ve sevmek ayrı şeydir. Yapıp yapmamak günah ve sevapla ilgili, kabul etmek ve beğenmek imanla ilgilidir. İmanın altı esası bir bütün olup, çok önemlidir. Ufak bir şüphe götürmez. İnandığı halde, birini bile beğenmemek küfürdür...
Din büyükleri buyuruyor ki:
"İmanı olmayan kimsenin sonsuz olarak Cehennem ateşinde yanacağını Peygamber efendimiz haber verdi. Bu haber elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna inanmak gibi lazımdır. Sonsuz olarak ateşte yanmak ne demektir? Herhangi bir insan, sonsuz olarak ateşte yanmak felaketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması lazım gelir."
Hazret-i Ali, dirilmeye inanmayan birine buyurdu ki:
"Biz âhirete inanıyoruz. Diyelim ki, senin dediğin gibi tekrar dirilmek olmasaydı, inanıp ibadet etmekle bizim hiç zararımız olmazdı. Bizim dediğimiz gerçek meydana çıkınca ise sen sonsuz olarak azaba maruz kalacaksın!.."
Ahir zamanda imanı kurtarmak çok zordur. İmanı korumak, elde tutulan kor ateş gibidir! Tutsan elini yakar, bıraksan söner. Bir nesne ne kadar kıymetliyse onun düşmanı o kadar çok olur. Kâinatta imandan daha kıymetli hiçbir cevher yoktur. Çünkü o kimin elindeyse o cennete gidecektir. Hiçbir ibadet cennete girmeye sebep değildir. İbadetler, sohbetler imanı korumak içindir. Onun için Abdülhakîm Arvâsî hazretleri "Benim davam imandır. İman gitti her şey bitti" buyurmuşlardır. Yirmi dört saat boyunca asıl korkacağımız şey, "Aman imanım zayi olmasın, aman iman hırsızları imanımı çalmasın" tehlikesi olmalıdır. İman hırsızları kimlerdir? En büyük hırsızlar kendi kafasına göre konuşan ve kendisini din adamı olarak tanıtan kimselerdir. Allahü teala şerlerinden muhafaza buyursun!..
.İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -5-
2016-08-10 02:00:00
Allah korkusu
her iyiliğin başıdır
Allahü tealadan korkanlar onun her ân gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır. Yasaklarından kaçar. Çalışırken, alışveriş ederken, kimsenin hakkını yimez. Herkese iyilik eder. Milletine, memleketine faydalı olur.
İmânımızın sahih ve makbul olması için, Allahü teâlâyı çok sevmekle beraber, ondan daima korkmalıdır. İnsanların her bakımdan en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, (Allahü teâlâdan en çok korkanınız ve çekineniniz, benim) buyuruyor. Allah sevgisi ve Allah aşkı, İslâmiyetin en yüksek tanıdığı bir bilgidir. Fakat, dünyâya düzen vermek için yalnız bu sevgi yeter deyip, bütün saâdetlerin başı olan Allah korkusunu küçük ve lüzûmsuz görmek, âyet-i kerîmelerden ve hadîs-i şerîflerden haberi olmamanın açık bir alâmetidir.
Kur’ân-ı kerîmin hemen her sahifesi, (Ey îmân edenler, Allahtan korkunuz!) meâlindeki emri ile, müslümânları Allah korkusuna çağırmaktadır. Hucurât sûresi, onüçüncü âyetinde meâlen, (Allah katında en kıymetliniz, ondan çok korkup sakınanınızdır) buyuruldu. (Fâtır) sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (İlmi çok olanların, Allah korkusu çok olur) ve Rahmân sûresi kırkaltıncı âyetinde meâlen, (Rabbinin büyüklüğünden korkan kimseye iki Cennet vardır) ve (Enfâl) sûresinin ikinci ve (Hâc) sûresinin otuzbeşinci âyetlerinde meâlen, (Mü’minler onlardır ki, Allahın ismi söylendiği zaman, kalplerine korku düşer) ve (Nûr) sûresi elliikinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve Resûlüne itâ’at edenler ve Allahdan korkan ve sakınanlar, kıyâmette kurtulanlar onlardır) buyuruldu. Bunlar, insanları Allah korkusuna teşvîk etmektedir.
Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları saâdet ve huzûra kavuşturan iki kanat gibidir. Peygamber efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyuruyor ki: (Bir kimse, Allahtan korkarsa, herşey ondan korkar. Bir kimse Allahtan korkmazsa, herşeyden korkar olur.) Bir hadîs-i şerîfte, (Aklın çok olması, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur) buyurdu.
Allahtan korkan bir kimse, onun emirlerini yapmağa, yasaklarından sakınmağa titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusûrlara tevbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, nâmûsuna göz dikmez. Çalışırken, alışveriş ederken, kimsenin hakkını yimez. Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır. Makâm sâhiplerine, zâlimlere tabasbus etmez, yaltaklanmaz. İlim ve ahlâk sâhiplerine saygı gösterir. Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasîhat verir. Onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Müsâfirlerine ikrâm eder. Kimseyi çekiştirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hattâ faydasız birşey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Malı ve mevkii herkese iyilik etmek için ister. Riyâkârlık, ikiyüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. Allahü teâlânın her ân gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır. Yasaklarından kaçar.
İşte, Allahtan korkanlar milletine, memleketine faydalı olur. Bütün bu yazılanlardan anlaşılıyor ki, Allah korkusu, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşamamak düşüncesidir.
.İman sahibi olan Allah'tan ümit kesmez
2016-08-03 02:00:00
(Eğer kul, Allahü teâlânın ne kadar affedici olduğunu bilseydi, haram işlemekten çekinmezdi. Azâbının da ne kadar şiddetli olduğunu bilseydi, hep ibadet eder, hiç günah işlemezdi.)
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları-4-
İmânımızın sahih ve makbul olması için, Allahü teâlânın azâbından çok korkmalı, fakat Onun rahmetinden hiçbir zaman ümidimizi kesmemelidir. Her günâhı işlemekten çok sakınmalı, günâhlarımız sebebiyle imanımızın gitmesinden korkmalıdır. Bütün günâhları işlemiş olsak bile, Rabbimizin affedeceğinden ise hiç ümit kesmemelidir. Günâhlarımız için daima tövbe etmelidir.
Cenâb-ı Hak kullarının, kendisinin rahmetinden asla ümit kesmemesini, kullarının asla çaresizlik içinde kalmamasını istiyor. Zümer sûresi 53. âyet-i kerîmesinde, Peygamber Efendimize hitaben şöyle buyuruyor: (De ki, ey çok günah işlemekle haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden [bizi affetmez diye] ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah, [iman ehlinin] bütün günahlarını hiç şüphesiz affeder. Elbette O, sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.) Bu, ne büyük müjde! Biz kulları ne kadar günahkâr olsak, ne kadar aşırı gitsek ve ne kadar ifrata düşmüş olsak bile, Allahü teâlâ yine günahlarımızı affeder. Kulun günahları okyanusların, denizlerin köpükleri kadar çok olsa bile, Cenâb-ı Hak onu affeder
Allahü teâlâ, kullarının günahlarını affedeceğini Kur’an-ı kerimde, yine şöyle müjdeliyor: (Kim günah işler veya kendine zulmeder, sonra pişman olup, mağfiret dilerse, Allah’ı çok affedici, çok merhametli bulur.) [Nisa sûresi, 110]
Allahü teâlânın azabı şiddetli olduğu gibi, rahmeti de daha boldur. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
(Rabbinizden bahsedince, korku verecek şey söylemeyin!) [Beyheki] (Allahü teâlâyı kullarına sevdirin ki, Allahü teâlâ da sizi sevsin!) [Taberani] (Eğer kul, Allahü teâlânın ne kadar affedici olduğunu bilseydi, haram işlemekten çekinmezdi. Azâbının da ne kadar şiddetli olduğunu bilseydi, hep ibadet eder, hiç günah işlemezdi.) [Nesefî]
İnsanları Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşüren, onlara zorluk gösteren bir kişiye, Kıyamet günü Allahü teâlâ, (Sen kullarıma rahmetimden ümit kestirdin. Bugün sen de rahmetimden mahrumsun) buyuracaktır.
Allahü teâlânın rahmeti, dünyada mümin-kâfir herkesedir. Ahirette ise, kâfirlere rahmetin zerresi yoktur. Âyet-i kerîmede mealen, (Rahmetim her şeyi kaplamıştır) buyurulduktan sonra, (Rahmetim, benden korkup, haramlardan kaçan ve zekâtlarını veren ve Kur'an-ı kerime inananlar içindir) buyuruluyor.[A’raf:156]
Mümin her zaman (Havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur) hadîs-i şerîfini düşünmeli, Allahü teâlânın azabından korkup, rahmetinden de ümit kesmemelidir! [Tirmizi]
.İslam düşmanlarını sevmemelidir!..
2016-07-27 02:00:00
İslâmiyete karşı duranları ve Müslümanlara düşman olanları sevmemek, bunları düşman bilmek farzdır. Cizye vermeyi kabul edenleri de, sevmemek farzdır.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -3-
İmanın doğru ve kabul olması için, İslam düşmanlarını asla sevmemelidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (İmânın temeli ve en kuvvetli alâmeti, Müslümanları sevmek ve Müslümanlara düşmanlık edenleri sevmemektir). Cenâb-ı Hak, İsâ aleyhisselâma da buyurdu ki: (Eğer yerlerde ve göklerde bulunan bütün mahlûkların ibadetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.) Bunun için her mümin, Allahü teâlâya düşman olanları sevmemeli, İslamiyete yapışanları sevmelidir. Bunu sözlerinde ve mümkün ise, hareketlerinde belli etmelidir. Âsi ve fâsıklarla arkadaşlık etmemeli, fıskı/günahı çok olanlardan, çok kaçınmalıdır. Zâlimlerden, Müslümanlara eziyet edenlerden daha ziyade kaçınmalıdır. Fakat, yalnız kendisine zulmedenleri affetmek ve zulümlerine sabretmek lâzımdır ve çok iyidir.
İslam büyüklerinden bazıları, fâsıklara ve zalimlere çok sert davranırdı. Bazıları da, hepsine şefkat ve merhamet gösterip, nasihat ederdi. Yani her şeyin kaza ve kader ile olduğunu düşünerek, fâsıklara ve zalimlere acırlardı. Bu hâl, büyük ve kıymetli ise de, cahiller, ahmaklar, burada aldanır. İmanları zayıf ve İslâmiyete uymakta gevşek olanlar, kendilerini Allahü teâlânın kaza ve kaderine razı sanır. Hâlbuki, bu rıza ve bağlılığın alâmeti vardır:
Bir kimseyi döverler, malını alırlar, hakaret ederler de, hiç kızmaz, bunları affeder, acırsa, kazaya rızası olduğu anlaşılır. Fakat, kendine yapılanlara kızıp da, Allahü teâlâya karşı gelenlere acıyarak, kaderleri böyle imiş derse, dinde gevşeklik, münafıklık ve ahmaklık etmiş olur. İşte, kaza ve kaderi bilmeyenlerin, fâsıklara ve kâfirlere acımaları ve bunlara muhabbet etmeleri, imanlarının sağlam olmadığına alâmettir. İslâmiyete karşı duranları ve Müslümanlara düşman olanları sevmemek, bunları düşman bilmek farzdır. Cizye vermeyi kabul edenleri de, sevmemek farzdır. Mücâdele sûresinin son âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe iman edenler, Allahü teâlânın ve resûlünün düşmanlarını sevmezler. O kâfirler ve münâfıklar, müminlerin anaları, babaları, oğulları, kardeşleri ve başka yakınları olsa da, bunları sevmezler. Böyle olan müminleri Cennete koyacağım) buyuruldu.
Kâfirlere itimat ederek, bunları Müslümanların başına tayin etmek, Müslümanlığı aşağılamak olup büyük günahtır. Bidat sâhiplerini, yani Müslüman görünüp, Müslümanların imanlarını bozmak isteyenleri sevmemek, selâmlarını bile almamak, bunların zararlarını Müslümanlara duyurmak lâzımdır...
.İman, görmeden kabul etmek demektir...
2016-07-20 02:00:00
İmanın, sahih ve makbul olmasının şartlarından birisi de, gaybî olmasıdır. Kur'an-ı kerimde gerçek müminler için, "Onlar, gayba inanırlar" buyuruluyor.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -2-
İman; Muhammed aleyhisselamın, peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdik edip inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resûlü tasdik etmek olmaz. Yahut Resûlü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman parçalanmaz. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Dini, aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur.) [Taberani].
Selim akıl çok kıymetlidir. Hadis-i şerifte, (Akıl, hak ile bâtılı birbirinden ayıran bir nurdur) buyuruluyor. Allahü teâlâ, insana, hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden ayırabilmesi için aklı verdi. Akıl bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya ait bilgilerde ölçü olmaz. Mahlûklara ait bilgilerde ölçü olur. Akıl, insandan insana değiştiği için, bazı insanlar mahlûklara ait bilgilerde isabet ettiği hâlde, bazıları yanılabilir. İnsan, bir yol gösterici olmadan aklı ile Allah’ın bildirdiği doğru yolu bulamadı. Tarih incelendiğinde, kendi başlarına giden insanların yanlış yollara saptıkları görülür. O hâlde Resulullaha inanmak şarttır.
İmanın, sahih ve makbul olmasının şartlarından birisi de, gaybî olmasıdır. İman, görmeden inanmaktır. Bekara suresinin 3. âyet-i kerîmesinde müttekîler/gerçek müminler için, (Onlar, gayba inanırlar) buyuruluyor. Gayb, duygu organları/görmek, işitmek, dokunmak, koklamak, tatmak ile veya hesap ve tecrübe ile anlaşılmayan şey demektir. Büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki:
"Bildiğimiz, hatırımıza, hayalimize gelen, duygu organlarımıza etki eden her şey mahluktur. Bizim, Allahü teâlâ bir şeye benzemez dememiz, benzetmek olur. Bizim anladığımız büyüklük, küçüklüktür. İbrahim aleyhisselam, kâfirlere, (Niçin kendi yaptığınız putlara tapıyorsunuz? Sizleri de, yaptığınız işleri de Allahü teâlâ yarattı) dedi. İster elimizle yapmış olalım, ister aklımız ve hayalimizle meydana getirelim, bunların hepsi, Allahü teâlânın mahlukudur. O, bildiğimiz, düşünerek bulduğumuz şeylerin hiçbirine benzemez ve nasıl olduğu anlaşılamaz. Akıl ve hayal Ona yaklaşamaz. Böyle hiçbir şeye benzemeyen ve akıl ile anlaşılamayan yüce yaratıcıya, gayb yolu ile inanmaktan başka çare yoktur." (Mektûbât-ı Rabbânî 2/9)
İlahi emrin hikmeti anlaşılmasa da, Allah’ın emri olduğu için, hiç tereddütsüz kabul etmek şarttır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Âhir zamanda değişik inançlar çıkınca, kocakarılar gibi inanın.) Bu hadîs-i şerîf, kocakarı gibi bâtıl şeylere körü körüne inan demek değildir. Allah ve Resûlünün bildirdiklerine aklın almasa da, ispat edemesen de, inanın demektir...
.İman devamlı ve sabit olmalıdır...
2016-07-13 02:00:00
İmanın sahih ve makbul olması için, devamlı ve sabit olması şarttır. Aklı olan herkes bülûğa erdiği andan, son nefesine kadar her an iman üzere olmalıdır.
İmanın sahih ve makbul olmasının şartları -1-
İman, bizleri yoktan var eden Rabbimize olan bağlılığın, sevginin ve teslimiyetin, dil ile ikrarı ve kalp ile tasdiki olup, bunu mümkün olduğu kadar hareket ve davranışlarımızla belli etmektir. İman, Onun varlığına ve birliğine inanmak, Ondan gelen her şeyi şek ve şüphe etmeden kabul etmektir. Bütün bunlara, son Peygamber Muhammed aleyhisselamın haber verdiği gibi inanmaktır.
İmanın sahih ve makbul olması için, devamlı ve sabit olması şarttır. Aklı olan herkes bülûğa erdiği andan, son nefesine kadar her an iman üzere olmalıdır. Peygamber Efendimiz, daima (Allahümme yâ mukallibel-kulûb. Sebbit kalbi alâ dînike) yani, (Ey kalpleri döndüren Allahım! Benim kalbimi dininde sâbit eyle!) diye dua eder ve (Son sözü, ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlüllah’ olan kimse muhakkak Cennete girer) buyururlardı. Bunun için, hep iman üzere yaşamalıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz de, (Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz!) buyurdular. Allahü teala bütün kullarına iman etmeyi, iman ile yaşamayı ve iman ile ölmeyi emretti. Sonsuz saâdete kavuşmanın tek yolu, Müslüman olmaya ve Müslüman olarak ölmeye bağlıdır. Bunun da yolu, ömründe bir kere (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) demeli ve sabah-akşam bunu tekrar ederek imanını tazelemelidir. Müslüman olduğunu tanıdıklara ve meleklere bildirmek için de, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) söylemelidir.
Erkek olsun, kadın olsun, her insanın, her sözünde, her işinde, Allahü teâlânın emirlerine, yani farzlara ve yasak ettiklerine/haramlara uyması lâzımdır. Bir farzın yapılmasına, bir haramdan sakınmaya ehemmiyet vermeyenin imanı gider, kâfir olur. Kâfir olarak ölen kimse, kabirde azap çeker. Âhirette Cehenneme gider. Cehennemde sonsuz yanar. Affedilmesine, Cehennemden çıkmasına imkân ve ihtimâl yoktur. Kâfir olmak çok kolaydır. Her sözde, her işte kâfir olmak ihtimâli çoktur. Küfürden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahi, her gün bir kere istiğfar etse, yani (Estagfirullah) dese, muhakkak affolur, yani, (Yâ Rabbî! Bilerek veya bilmeyerek küfre sebep olan bir söz söyledim veya iş yaptım ise, nâdim oldum, pişman oldum. Beni affet!) diyerek tevbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak affolur. Cehenneme gitmekten kurtulur. Cehennemde sonsuz yanmamak için, her gün muhakkak tevbe ve istiğfar etmelidir. Bu tevbeden daha mühim bir vazife yoktur. Kul hakkı bulunan günahlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş namazlara tevbe ederken, farzları kaza etmek lâzımdır...
.Müminler için beş yerde bayram olacak
2016-07-06 02:00:00
Enbiyanın ve evliyanın bayramı, rüyetullahtır. Onlar Allahü azîm-üş-şânın rızasına müştaktırlar... Müminler için hakiki bayram, beş yerde olacaktır...
Ramazan ve Oruç Meseleleri -2-
Oruç, Allahü tealaya bağlılığın ve teslimiyetin bir nişanesi olan ve Onun rızasını kazanmak için her türlü nefsani ve şehvani arzularımızı terk ettiğimiz bir ibadettir. İnsanın, yemeyi-içmeyi terk ederek, meleklere benzemesidir. Rabbimizin sıfatı ile sıfatlanmasıdır. Kulun oruç tuttuğunu sadece Rabbimiz bilir. Onda riya/gösteriş yoktur.
Bayram ise, sevinmek demektir. Bayramlarda insanları sevindirmek de çok sevaptır. Müslümanlar, birbirini ziyaret edip hediyeleşmelidir. Hadîs-i şerîflerde (İnsanlar, kendilerine iyilik edenleri sever) ve (Hediyeleşiniz, sevişirsiniz) buyuruldu. Hediyenin en kıymetlisi, en faydalısı, güler yüz, tatlı dildir. Bid’at sâhiplerinden başka herkese, dosta ve düşmana, Müslümana ve kâfire, daima güler yüz, tatlı dil göstermelidir. Kimse ile münakaşa etmemelidir. Münakaşa, dostluğu giderir. Düşmanlığı arttırır...
Oruç tutan cahil kimselerin bayramı, akşam olunca, iftar ederler ve istediklerini yerler ve içerler ve işte bizim bayramımız budur derler. Âlimlerin bayramı ise, akşam olunca, iftar ederler ve eğer, Allahü azîm-üş-şân tuttuğumuz oruçtan razı olduysa, bizim bayramımız budur derler. Eğer razı olmadı ise, bizim hâlimiz nice olur, diye tefekkür ederler. Ama enbiyanın ve evliyanın bayramı, rüyetullahtır. Onlar Allahü azîm-üş-şânın rızasına müştaktırlar.
Müminler için hakiki bayram, beş yerde olacaktır:
Birincisi, sol yanındaki melek, kötü amel olarak yazmaya bir şey bulamadığı, yani günah işlemeden geçirdiği zaman, mümin için bayramdır.
İkincisi, sekerât-ül-mevtte/ölüm anında, müjdeci meleklerin gelip, merhaba ya mümin! Sen Cennetliksin diyerek müjde verdikleri zaman, mümin için bayramdır.
Üçüncüsü, kabre varınca, kabrini Cennet bahçelerinden bir bahçe bulduğu zaman, mümin için bayramdır.
Dördüncüsü, Kıyamet gününde, Arş’ın altında, Peygamberler ve evliya ile, âlimler ve salihler ile birlikte gölgelendiği zaman, mümin için bayramdır.
Beşincisi, kıldan ince ve kılıçtan keskin ve gecenin karanlığından daha karanlık, bin yıl iniş ve bin yıl yokuş ve bin yıl düz olan sırat köprüsü üzerinde, yedi yerde olan suale cevap verip geçerse, mümin için bayramdır. Eğer bu cevapları veremezse, her birinde, bin yıl azap olunsa, gerektir. O yedi sualin birincisi, imandan, ikincisi namazdan, üçüncüsü oruçtan, dördüncüsü hacdan, beşincisi zekâttan, altıncısı kul hakkından, yedincisi gusül, istibra ve istincâdan ve abdestten olacaktır... Cenab-ı Hak hepimize, bu hakiki bayramlara kavuşmamızı nasip eylesin!..
Not: Bütün okuyucularımızın Ramazan Bayramını tebrik eder, din ve dünya saadetleri için dua ederim
.Dinimize uygun çiftçilik yapmak
2016-05-04 02:00:00
Çiftçinin emeği, yüzlerce insanın pişirip yediği her bir lokmaya intikal etmektedir. Hatta pişen bir lokma yiyecekte, çiftçi ile beraber daha birçok kişinin işi, emeği de vardır.
Dinimizde helal kazanç yolları:2-
Ziraat, çiftçilik yapmak demektir. Allahü tealaya güvenerek çalışmak ve işini Ona ısmarlamaktır. Bu tam bir tevekküldür. Çünkü tarlaya ekilen şeyi elde etmek, Allahü tealanın vermesine, ihsan etmesine bağlıdır. Bunda kulun hiçbir müdahalesi yoktur. O sadece tohumunu toprağa atmakta, bitmesini, büyüyüp olgunlaşmasını Allah’tan beklemektedir.
Çiftçinin emeği, yüzlerce insanın pişirip yediği her bir lokmaya intikal etmektedir. Hatta pişen bir lokma yiyecekte, çiftçi ile beraber daha birçok kişinin işi, emeği de vardır. Eken-biçen, marangoz, demirci, fırıncı, bunlardan bazılarıdır. O bir lokma, Allah’ın sevgili kullarından birinin gıdası olursa, onun yaptığı bütün sevaplar, bu yüzlerce iş sahibinin amel defterlerine yazılır ve cehennem ateşinden korunmalarına sebep olur. Ziraat ile uğraşan, sadece insanlara değil; dağdaki kurtlara, kuşlara ve bütün canlılara faydalı olmaktadır. Onun ektiklerinden bütün canlılar istifade etmektedir. Bunların yediği her lokmadan hasıl olan sevap, çiftçiye de verilir ve cennette mükâfatlandırılmasına sebep olur.
O halde çiftçiler, Allahü tealanın emir ve yasaklarını gözetmeli, dinimize uygun ziraat yapmalıdır. Böylece vadedilen bu sevaplara kavuşurlar. Haram ve şüphelileri yemekten korunurlar. Ziraat işleri ile uğraşan çiftçi, topraktan elde ettiği her türlü mahsulün zekâtını, yani öşrünü vermelidir. Öşür, onda bir demektir. Mahsulün öşrünü vermeden yenilmesi haramdır. Öşür vermek, malın bereketini arttırır.
***
Sultan Gazneli Mahmud Han köyleri dolaşıyordu. Bir gün çok yaşlı bir köylüye rastladı. Bu köylü, bahçesine küçük meyve fidanları dikiyordu. Sultan, köylüye şaka ile karışık, “Baba, bu fidanlar ne zaman büyüyüp de yemiş verecek? Bu yemişten yemek sana nasip olacak mı? Ne dersin?” dedi. İhtiyar da “Hiç sanmıyorum” diye cevap verdi. Bunun üzerine Sultanın, “Öyleyse niye kendini yorup duruyorsun?” demesi üzerine ihtiyar, “Biz atalarımızın diktiği ağaçların yemişini yemiyor muyuz? Oğullarımız, torunlarımız da bizim diktiklerimizin yemişini yesinler” deyince, bu cevap Sultan’ın çok hoşuna gitmişti. Ona da, “Aferin” dedi. O devirlerde padişah kime “Aferin” derse, bir kese altın verilmesi âdetti. Padişah’ın yanındakilerden biri, hemen köylüye bir kese altın verdi. İşte bunun üzerine köylü de, “Bak Sultanım, gördün mü? Bizim fidanlar şimdiden meyve verdi” deyiverdi. Bu cevap, Sultan’ın daha çok hoşuna gitti. “Aferin baba, aferin!” deyince, köylü bu söz üzerine, bir kese altın daha aldı. Sultana teşekkür ve Allahü tealaya hamd ederek dua ve niyazda bulundu.
.Ticaret yapmak
2016-04-27 02:00:00
Dinimizdeki helâllerin, harâmların hepsini, ancak fıkıh ilmini öğrenenler bilir. Bunun için herkesin yaptığı işlere dair fıkıh bilgilerini okuması vâcip olur.
Dinimizde helal kazanç yolları: -1-
Dinini kayıran her Müslüman, yemesi-içmesi ve giyinmesinde, dinimizin emir ve yasaklarını öğrenip bunlara uymalıdır. Helal kazanç yollarını öğrenmeli ve bunlarla eline geçen malı, parayı kullanmalıdır. İslamiyet, helal kazanmak için ticaret, ziraat, sanat, hizmet ve cihat yollarından birini yapmak lazım olduğunu bildirmiştir. Bunların dışında miras, hediye-bağış, zekat-sadaka gibi bazı istisnai yolları da bildirmektedir. Haram işlemekten çok sakınmalıdır. Ahirette, emeğinin boşa gitmemesine çok çalışmalıdır. Haram, ateştir. Haram ile beslenen harami/eşkıya olur. "Haram kazanç, ya hekim parası veya hakim parası olur" demişlerdir...
Rızkın onda dokuzu ticarettedir. Doğru ve emin olan bir tüccar, ahirette Peygamberler, şehitler ve sıddîklarla beraber olur. Dinimizin alışveriş bilgilerini öğrenmeden ticaret yapan kimse, dinini kayıramaz, koruyamaz. Ticarette, batıl ve fasit satışı bilmezse, haram ve şüphelilerden, faizden kurtulamaz. Bu bilgileri öğrenince, haramlardan sakınmak mümkün olur. Eshab-ı kiramdan Abdullah bin Mes’ud hazretleri buyuruyor ki: (Alışveriş, yani ticaret ilmini bilmeyen faiz yer. İstese de istemese de bundan kurtulamaz.)
Dinimizdeki helâllerin, harâmların hepsini, ancak fıkıh ilmini öğrenenler, ilmihal kitaplarını okuyanlar bilir. Bunun için herkesin yaptığı işlere dair fıkıh bilgilerini okuması vâcip olur. Esnâfın, tüccârın, alışveriş ilimlerini öğrenmesi lâzımdır. İşçi olanın ise, ücret, kirâ kısımlarını da bilmesi vâcip olur. Her sanatın bir ilmi vardır. Herkese, sanatının ilmini öğrenmesi vâciptir. (Câmi’ul-fetâvâ) kitabında diyor ki: (Bey’ ve şirâ’/alışveriş bilgilerini öğrenmeden ticâret yapmak helâl olmaz. Her tâcirin bir fıkıh âlimi bulup, işlerini buna danışarak yapması, böylece fâizden ve fâsit alışverişten kurtulması lâzımdır).
***
Fatih Sultan Mehmet Han, bir gün kıyafet değiştirerek Edirne’de çarşıya çıkar. Fiyatlarını kontrol etmek için dükkâna girerek, “Yarım batman yağ ver. Bal da istiyorum, var mı?” deyince, bakkal “Var ama onu karşıdaki bakkaldan al!” diye cevap verir. “Niçin sen vermiyorsun?” deyince, bakkal “Hep ben kazanırsam olmaz. Ben bugünkü yiyeceğimi kazandım. Diğer bakkalların da çoluk çocuğu var. Biraz da onlar kazansın!” der...
Bunun üzerine Fatih Sultan Mehmet Han, karşıdaki bakkala giderek bir batman balı alır. Aynı bakkaldan tuz ve sabun almak ister. Fakat bu bakkal da, birinci bakkal gibi söyler. Fatih Sultan Mehmet Han, bu şekilde bir evin ihtiyacını karşılamak için beş-on dükkânı dolaşmak zorunda kalır ve şu meşhur sözünü söyler:
“Birbirine bu derece bağlı ve birbirini düşünen böyle milletim olduktan sonra ben İstanbul’u değil, dünyayı fethederim...” Bundan sonra İstanbul’un fethi için son kararını vermiştir...
.İslamiyete uygun olmayan satışlar!
2016-04-20 02:00:00
İslamiyete uygun olmayan satışlara da (Bâtıl satış) denir. Bunlar, yok hükmünde olan satışlardır. Kendisi mal sayılmayan şeylerin satılması bâtıldır.
Dinimizin haram saydığı kazanç yolları: -5-
Dinimizde yemesi-içmesi ve kullanması haram olan şeyler sayılıdır. Helal olan şeyler ise sayılamayacak kadar çoktur. Dinimizin haram saydığı kazanç yollarından biri de, İslamiyete uygun olmayan bâtıl ve fâsit satışlarla alınan ve satılan mallardır. Bunları yemek-içmek ve kullanmak haram olur.
Bir kimse İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'den "rahmetullahi aleyh" sordu ki: "Vakitlerimi ibâdet ile geçirmek istiyorum. Bana bir şey yaz da, hep onu yapayım!" İmâm-ı a'zam alışveriş bilgilerini yazıp verince, "Bu, tüccarlara lâzım olur. Ben evimde oturup ibâdet ile meşgul olacağım" dedi. Cevabında, "Yiyecek ve giyecek lâzım olmayan kimse var mı? Dinimizin alışveriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibadetlerinin sevabını bulamaz" buyurdu.
İslamiyete uygun olan satışlara (Sahih satış) denir. Bir alışverişte, satışın sahih olabilmesi için, mutlaka bir alıcı ve satıcının bulunması ve aynı kimse olmaması, yani bir kimsenin hem satıcıya, hem alıcıya vekil olarak kendi kendine satış yapmaması, alıcı ve satıcının akıllı olmaları lazımdır. Alıcı ve satıcının arasında bir akit/sözleşme yapılması, yani birinin teklif edip, karşısındakinin onu, ayrılmadan önce kabul etmesi, yani söz kesilmesi şarttır. Satılan malın ve fiyatının/bedelinin, mal olmaları ve mütekavvim, yani yemesi ve kullanılması helal olmaları lazımdır. Satılan malın değeri, bir felsin itibari kıymetinden aşağı olmaması da lazımdır. Satılan malın ve fiyatının, cins ve miktarının da belli olması lazımdır. [Bir felsin itibari kıymeti, bir altın liranın onbeşte birinin kuruş cinsi kadardır. Mesela altın lira 600 TL olursa, 600:15=40 kuruş olur.]
İslamiyete uygun olmayan satışlara da (Bâtıl satış) denir. Bunlar, yok hükmünde olan satışlardır. Kendisi mal sayılmayan şeylerin satılması bâtıldır. Mesela kan, şarap, kendi ölmüş hayvanın leşi mal değildir. Kendi mülkü olmayan şeyi satmak bâtıldır...
İslamiyetin mal saydığı ve kullanılmasına izin verdiği, aslında sahîh olan, fakat semeni/bedeli, kullanılması helal olmayan mallardan olan veya satılan malın veya bedelinin miktarı ve vasıfları ile veresiye satışlarda, bedelinin ödeme zamanı bilinmeyen satışlara da (Fâsit satış) denir. Yanında bulunmayan şeyi müşteriye tarif etmeden satmak fâsiddir. Kurtlanmış, bozulmuş eti satmak bâtıl, kokmuş eti satmak ise fâsittir. Sıkışık durumda olana, mesela aç, susuz, çıplak, evsiz kalana, bunları semen-i mislinden, yani piyasadaki en yüksek değerinden gaben-i fahiş ile yüksek fiyatla satmak fâsittir...
Hırsızlık ve bir malı gasbetmek
2016-04-13 02:00:00
Başkasının malını çalarak veya gasbederek, mal ve para sahibi olmak çirkin bir davranıştır. İnsan, elinin emeği ve alnının teriyle kazandığını yemeli, kullanmalıdır.
Dinimizin haram saydığı kazanç yolları: -4-
Dinimizde, yenilmesi ve kullanılması haram olan kazançlardan biri de hırsızlık ve gasp, yani zor ile ele geçen mallar ve paralardır. Başkalarının malını, gasbederek, yani zorla elinden alarak veya çalarak, faiz, kumar, rüşvet, zulüm ve hıyanet yollarından biri ile ele geçirenin bunu yemesi; her türlü kullanması haramdır, günahtır. Bunları, kendisindeki helal mal ile karıştırması da habis, kirli mülk olur. Bu habis/kirli mallarda bulunan haram malları, sahiplerine veya bunların vârislerine ödemek lazımdır. Kendisini veya değerini ödedikten sonra kullanmak, yemek helal olur.
Başkasının malını çalarak veya gasbederek, mal ve para sahibi olmak çirkin bir davranıştır. İnsan, elinin emeği ve alnının teriyle kazandığını yemeli, kullanmalıdır. Helal kazanç böyle olandır. Haramlardan sakınmaya takva denir. Allahü tealanın yanında en şerefli, en üstün kimseler, haramlardan sakınanlardır.
Hırsızlık yaparak veya zor kullanarak ele geçen malda kul hakkı olur. Üzerinde kul hakkı bulunan kimsenin ibadetlerini, Allahü teala kabul etmez. Bu haklardan kurtulmadıkça cennetine sokmaz. Hakiki bir Müslüman, yalan ile, hile ve sahtekârlıkla, alışverişe hıyanet karıştırarak mal kazanmayı aklından bile geçirmez. Sevgili Peygamberimiz, (İnsan, tam ve olgun bir Müslüman olduğu hâlde hırsızlık yapamaz) buyurdular.
Başkasına ait olan bir kuruşu çalmak ile, bin lirayı, hatta milyonları çalmak arasında fark yoktur. Hepsi günahtır. Hırsızlık, toplumda insanın yüz karasıdır. Peygamber Efendimiz, (Haksız bir iddia ile kendisinin olmayanı, kendisinin yapmaya çalışan kimse, benim ümmetimden değildir. O, kendisine cehennemde yer hazırlasın!) buyruldu...
Muhtaç kalan kimse hırsızlık yapmamalıdır. İş bulmalı, çalışıp kazanmalıdır. İhtiyacını giderinceye kadar malı, parayı borç istemelidir. Ödemek niyetiyle borç isteyene, Allahü teala yardım eder.
Hırsızın biri, Seyyid Taha-yi hakkari hazretlerinin ambarına girip bir çuval un almak ister. Çuvalı doldurur, fakat kaldıramaz. Biraz boşaltır. Yine kaldırıp götüremez. O sırada Seyyid Taha hazretleri ambara gelir ve hırsıza, “Ne o, çuvalı kaldıramıyor musunuz? Yardım edeyim” buyurur. Hırsız, Seyyid Taha hazretlerini karşısında görünce donakalır. Bir şey diyemez. Seyyid Taha hazretleri çuvalı kaldırıp hırsızın sırtına yükler ve ona; “Bunu al, git! Bizim adamlarımız görmesin. Belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyacın olursa ambara değil, bize gel!” buyurur ve onu gönderir. Hırsız da yaptığı işe tevbe edip, bir müddet sonra onun talebelerinden olur...
.Rüşvet almak ve vermek
2016-04-06 02:00:00
Rüşvet, haksız kazanç yollarından biridir. Dinimiz, rüşvet almayı ve vermeyi yasak etti. Rüşvet, yüz kızartıcı bir suç ve günahtır. Rüşvet, insana musallat olan en kötü bir hastalıktır.
Dinimizin haram saydığı kazanç yolları: -3-
Dünya malından çoğunun yenmesi ve kullanılması haram değildir. Helal olan şeyler sayılamayacak kadar çoktur. Ancak haramlar sayılıdır. Yemesi, içmesi haram olan şeylerden biri de, kendileri haram olmadığı hâlde faiz, kumar, rüşvet, hırsızlık ve gasp yollarından biri ile alınan veya dinimizin emrettiği şartlarına uymadan yapılan sözleşme ile satın alınan şeyleri, yemek-içmek ve kullanmak haramdır. Bunları geri vermek, aldığı kimseyi bulamazsa, fakirlere sadaka olarak vermek lazımdır.
Rüşvet; haksız bir menfaat sağlamak, haksızı haklı çıkarmak için yetkili kişilere verilen mal, para ve diğer menfaatlerdir. Rüşvet ile ya hak edilmeyen bir menfaat ele geçirilmek istenmekte veya başkalarının hakkına tecavüz edilmektedir.
Rüşvet, haksız kazanç yollarından biridir. Dinimiz, rüşvet almayı ve vermeyi yasak etti. Rüşvet, yüz kızartıcı bir suç ve günahtır. Rüşvet, insana musallat olan en kötü bir hastalıktır. O girdiği ve yayıldığı toplumları, korkunç bir kurt gibi kemirir ve içten çürütür. Rüşvete alıştıktan sonra ondan kurtulması çok zordur. Çünkü rüşvet ile mal kazanmak, nefse hoş gelir. Hiç yorulmadan, emek sarf etmeden kazanç sağlanmaktadır. Sevgili Peygamberimiz (Rüşvet alan da veren de cehennemdedir) buyurdular.
Hangi sebeplerle olursa olsun, hak edilmeyen bir çalışmanın sonucu ele geçen ve alın teri, el emeği, göz nuru olmayan kazancı yemek, kullanmak haramdır. Dinimiz böyle malları yemeyi, kullanmayı haram etmiştir.
Rüşvet, içtimai/sosyal bir hastalıktır. Toplumda rüşvetin yayılması, fertleri birbirine düşürür. Devlet otoritesini zayıflatır. Bu sebeple vatandaşların kendisine olan itimadı sarsılır. Neticede, rüşvet sebebi ile, zulüm ve haksızlıklar çoğalır. İnsanlar arasında karşılıklı itimat, sevgi ve saygı ortadan kalkar. Birlik ve beraberlik yok olur. Hatta, devlet hayatı bile tehlikeye girer.
Dinimiz her türlü haksız kazancı yasaklamıştır. Rüşvet ile kazanç temin etmek, alana da verene de ve hatta aracılık yapana da haramdır. Allahü teala, Bekara Suresi 188. âyet-i kerimesinde mealen;
(İnsanların mallarından bir kısmını bile bile, günah işleyerek ele geçirmek için, işbaşındakilere yedirerek mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin!) buyurmuştur.
Sevgili Peygamberimiz, mahkemelerde, rüşvet verilerek haksız hükümlerin çıkarılmasına sebep olan kimseyi lanetlemiş, ona beddua etmiş ve;
(Hüküm vermede, rüşvet verene ve alana, Allah lanet etsin!) buyurmuşlardır...
.Faiz almak ve vermek
2016-03-23 02:00:00
Dinimiz, faiz ile mal ve para kazanmayı haram etmiştir. Faizin azı da, çoğu da haramdır ve günahtır. Tefecilik yapmak ise, daha büyük günahtır.
Dinimizin haram saydığı kazanç yolları: -1-
İslamiyet, dünya malından çoğunun yenmesini ve kullanılmasını yasak etmemiştir. İzin verdiği helal olan şeyler, sayılamayacak kadar çoktur. Ancak haramlar sayılıdır. Bunlar da iki kısımdır: Birisi, domuz eti, leş ve şarap gibi kendisi haram olan şeylerdir. Diğeri de, kendileri haram olmadığı hâlde faiz, kumar, rüşvet, hırsızlık ve gasp yollarından biri ile ele geçen veya dinimizin emrettiği şartlarına uymadan yapılan sözleşme ile alınan ve satılan şeyleri yemek-içmek ve kullanmak haramdır. Bunları geri vermek; aldığı kimseyi bulamazsa, fakirlere sadaka olarak vermek lazımdır.
Yüce Rabbimiz, İslamı kabul eden mümin kullarına, Âl-i İmran suresi 130. ayet-i kerimesinde mealen, (Ey iman edenler! Faiz yemeyin!) buyurduğu gibi, Sevgili Peygamberimiz de, (Karşılığında bir menfaat şart koşulan her türlü borç almak ve vermek faizdir) buyurdular.
Dinimiz, faiz ile mal ve para kazanmayı haram etmiştir. Faizin azı da, çoğu da haramdır ve günahtır. Tefecilik yapmak ise, daha büyük günahtır. Dinimiz, bir dirhem (3,8 gram) gümüş değerinde faiz alıp vermeyi, zina etmekten daha büyük günah saymıştır... Faiz, alışveriş gibi değildir. Ticarette kâr etmek helal, faiz almak veya vermek haramdır. Sevgili Peygamberimiz, (Hiçbir mal, faiz ile artmaz ve hiçbir mal sadaka vermekle azalmaz) buyurmaktadır.
Atalarımız da, “Haram kazanç, ya hakim parası veya hekim parası olur” demişlerdir.
Faiz, daha çok ticarette/alışverişte, borç alıp vermekte ve rehin/ipotek muamelelerinde olur. Faizin haram olduğu, âyet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerle, açıkça bildirilmiştir. İnkâr eder küfre düşer, imanı gider. Allahü teala, Bekara suresi 273. ayet-i kerimesinde mealen buyurdu ki: (Faiz yiyen kimseler, kendisini şeytan çarpmış olan nasıl kalkarsa, mezarlarından öylece kalkarlar. Bu hâlde olmaları, 'alışveriş aynen faiz gibidir' demeleri yüzündendir. Halbuki Allahü teala, alışverişi helal ve faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kim kendisine, Rabbinden bir öğüt gelip, faiz yemekten sakınırsa, daha önceki faiz ona bağışlanır ve bundan sonra onun işi, yani affedilişi Allah’a aittir. Kim de haram olan bu faizi helal diye yemeye dönerse, işte onlar cehennemliktir. O ateşte sonsuz olarak kalacaklardır.)
Ticari faaliyette bulunan Müslümanlar, kendilerini faize düşmekten kurtarmak için, alternatif teşkil edecek muameleleri fıkıh/ilmihal kitaplarından öğrenip onlara uygun alışveriş yapmalıdır. Faize bulaşmadan muamele eden kurumların sayısı arttırılmalı ve ekonomi içindeki etkinliği çoğaltılmalıd
.Dünya ve ahiret saadeti için...
2016-03-16 02:00:00
Bütün işlerimizi Rabbimizin istediği gibi yapmalı, kendimizi beğenmek ve gösterişten uzak durmalıdır. Onun emir ve yasaklarını öğrenmeli ve her işimizde, ona uymalıdır.
Her insanın, dünyada ve ahırette, huzur ve saâdete kavuşması için, üç şey yapması lâzımdır:
1- Önce Müslümân olmak lâzımdır. Bir kerre (Lâ ilâhe illallah. Muhammedün resûlullah) diyen Müslüman olur. Müslüman olduğunu tanıdıklara ve meleklere bildirmek için, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) demelidir.
2- Sonra ilim ve ihlas sahibi olmalıdır. Bütün işlerimizi Rabbimizin istediği gibi yapmalı, kendimizi beğenmek ve gösterişten uzak durmalıdır. Onun emir ve yasaklarını öğrenmeli ve her işimizde, ona uymalıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(İlim ile yapılan az amel, ilimsiz çok amelden daha çoktur.)
(İlim, İslam’ın hayatı, imanın direğidir.)
(İlim, benim ve diğer Peygamberlerin mirasıdır. Bana mirasçı olan da, Cennette benimle beraber olur.)
3- Kalbi temizlemek ve dünyâda ve âhırette saâdete kavuşmak ve dertlerden, belâlardan, hastalıktan, düşman şerrinden ve sihir, büyü ve cin çarpmasından kurtulmak, nimetlere kavuşmak için, her Müslümânın, her gün kalp ile tevbe etmesi ve bu tevbeyi söylemesi lâzımdır. Bunu söylemeye (istigfâr) denir. Çok istigfâr okumalıdır.
İstigfâr, (Estağfirullah min külli mâ kerihallah) veya kısaca (Estağfirullah) demektir. Dinimizin emir ve yasaklarına uyanın duaları muhakkak kabul olur. İstiğfârı ve bütün duaları, manâsını düşünmeden, temiz kalp ile söylemezse, yalnız ağız ile söylerse, hiç faydası olmaz. İstiğfârı ağız ile üç kerre söyleyince, temiz kalp ile de söylemeye başlar. Günâh işlemekle kararmış olan kalbin söylemesi için, ağız ile çok söylemek lâzımdır.
Harâm lokma yiyenin ve namaz kılmayanın kalbi simsiyâh olur. Böyle kalplerin söylemeye başlaması için, istiğfâr duasını üç kerre okumak ve sonra (67) kerre istigfâr söylemek, yani (Estağfirullah) demek lâzımdır.
Allahü teâlâ;
(Tevbe ve istiğfâr edeni severim ve günâhını af ederim) buyuruyor.
Tevbe; günâhı işlediğine pişmân olmak, günâh işlemekten hemen vazgeçmek ve bir daha yapmamaya karar vermek ve affetmesi için Allahü teâlâya yalvarmaktır. Bu dört şeyden biri noksan olan tevbe kabul olmaz ve günâhı affedilmez. Tevbeden sonra günâhı tekrâr yaparsa, tevbesi bozulmaz, yeniden günâha girer. Bunun için, ayrıca tevbe etmesi lâzım olur. Hakîkî tevbesi yapılan günâh, muhakkak af olur. Tevbe yapılmayan günâh için, Allahü teâlâ, dilerse affeder, dilerse azap eder. [Hak Sözün Vesikaları]
.İnsanlığa hizmet, İslâma hizmetle mümkündür -1-
2016-03-02 02:00:00
İslama hizmet, insanlığa hizmettir. İnsanlığa düşman olanlar, İslamiyeti yok etmeye çalışmıştır. Saldırmalarının en tesirlisi, Müslümanları aldatmak, içeriden yıkmak olmuştur.
İnsanlara yapılacak en büyük iyilik, onların ebedi saâdetini temin etmektir. İnsanı, Allahü teâlânın rızasına kavuşturan yollar çoktur. En çabuk ve en kolay kavuşturan yol, Allahın kullarına hizmettir. İnsanlara faydalı olan her hizmeti, Allahü teâlâ beğenir. Muhtaç olan kulların ihtiyacını görmek, Allahü teâlâya ödünç vermek olur. Karşılığını kuldan değil, Rabbimizden beklemelidir.
(İnsanın iyisi, insanlara faydalı olandır) ve (İnsanların en kötüsü de, insanlara zararlı olandır) ve (Allahü teâlânın farzlardan sonra en çok sevdiği iş, bir mümini sevindirmektir) ve (En üstün amel, bir müminin aybını örtmek, borcunu ödemek, yemek yedirmek veya bir sıkıntısını gidermek suretiyle onu sevindirmektir) ve (İnsanlarda bulunan hasletlerin en üstünü, Allah’a iman etmek ve Müslümanlara faydalı olmaktır. İnsanlarda bulunan hasletlerin en çirkini, Allah’a şirk koşmak ve Müslümanlara zarar vermektir) hadis-i şerifleri de bunu haber vermektedir.
İnsanlara hizmet, onları dünyada ve ahirette rahata, huzura kavuşturmak demektir. Bunun da tek yolu, tek başarıcısı, insanları yaratan, yetiştiren, merhamet ve ihsanı sonsuz bol olan Allahü tealanın gösterdiği saadet yolu, yani İslamiyettir. O hâlde insanlığa hizmet, İslama hizmet ile olur.
İslama hizmet, insanlığa hizmettir. İnsanlığa düşman olanlar, İslamiyeti yok etmeye çalışmıştır. Saldırmalarının en tesirlisi, Müslümanları aldatmak, içeriden yıkmak olmuştur. Onları bölmüşler, birbirine düşman etmişler, dinsizlerin pençesine düşmelerine sebep olmuşlardır. İslamiyete hücum edenlerin başında, Yahudiler ve İngiliz casusları gelmektedir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Müslümânların başına gelecek bu felâketleri haber verdi ve;
(Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Bunlardan yalnız, benim ve Eshâbımın izinde giden bir fırkası, Cehennemden kurtulacak) buyurdu.
Bugün, Müslümanlar birbirleri ile uyuşmazsa, el ele vermezse birbirlerini kötülerse, İslamın düşmanları, yalanlarla, iftiralarla İslamı bozacak, Müslümanları parçalayacak, gençleri aldatacak, dinden çıkaracaklardır. İnsanları bu facialardan kurtarmak, ancak İslama hizmet ile, İslamı bölücülerin elinden kurtarmakla olur.
Bugün Avrupa'da, Amerika'da insan haklarına malik olan hür milletlerde bulunan bir kimse, bilerek veya bilmeyerek, İslamiyete uyduğu kadar rahata, huzura kavuşmaktadır...
.İslama hizmet, insanlığa hizmettir -2-
2016-03-09 02:00:00
İnsanlara yapılacak en büyük hizmet, onlara İslâmiyyeti öğretmek ve böylece onların, dünya ve âhiret mutluluğuna vesile olmaktır.
İnsanlara yapılacak en büyük hizmet, onlara dinini öğretmek ve sonsuz cehennem azâbından kurtulmasına çalışmaktır. Peygamber efendimiz;
(Allahü teâlânın çok sevdiği kimse, dinini öğrenen ve başkalarına öğretendir. Dininizi islâm âlimlerinin ağızlarından öğreniniz) buyurmaktadır. Dinimizin temeli, imanı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermiştir. Bunlar öğretilmezse, İslamiyet yıkılır, yok olur...
Cenab-ı Hak da, Tahrîm sûresi altıncı âyet-i kerimesinde meâlen;
(Kendinizi ve evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz) buyurmaktadır.
Bir babanın, evlâdını cehennem ateşinden koruması, dünya ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, imanı ve farzları ve haramları öğretmekle ve ibâdete alıştırmakla ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün fenalıkların başı, fenâ arkadaştır. Çocuklarına iman, Kur’ân ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünya saâdetine ererler. Bu saâdette, anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise bedbaht olurlar. Yapacakları her fenalığın günahı ana, baba ve hocalarına da verilir...
Müslümanlar, Allahü teâlânın emrettiği iyi şeyleri, öğrenmek, öğretmek ve yapmak için uğraşır. İnsanlara yapılacak en büyük hizmet, onlara İslâmiyyeti öğretmek ve böylece onların, dünya ve âhiret mutluluğuna vesile olmaktır. Bu hizmetin karşılığı da, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Zira;
“Rızâ-ı Bâri, bahâ ile değil bahâne ile tahsil olunur” sözü meşhurdur.
İslama hizmet mesleğini icra edenler, “Halka hizmetin, Hakk’a hizmet” olduğunu bilmeli, emek ve gayretlerinin karşılığı olarak da, halkın rızasını değil, Hakk’ın rızasını kazanmak için çalıştıklarını düşünmelidir.
Nitekim evliyanın büyüklerinden Ubeydullah-ı Ahrar “kaddesallahü sirrehulaziz” (Zikir ve murâkabe, bir Müslümâna hizmet yapılamadığı zamanda olur. Gönül kabulüne sebep olan hizmet, zikir ve murâkabeden önce gelir) buyuruyorlar. [Murakabe; kulun, bütün hâllerinde, Allahü teâlânın kendini gördüğünü bilmesi ve O'nu unutmaması demektir. Bir diğer manası da, nefsi kontrol etmek, ondan gâfil olmamaktır.]
Demek ki insanlara yardım ve hizmet ederek onları sevindirmek daha sevaptır. Ne şekilde olursa olsun, -dine uygun olarak- insanları sevindirmeye çalışmalıdır...
.Eshab-ı kiramın hepsi sadıktı...
2016-02-10 02:00:00
Hiçbir sahâbîye, hattâ herhangi bir Müslümâna dil uzatmak câiz olmaz. Her Müslümânı ve Eshâb-ı kirâmın hepsini iyilikle yâd etmemiz emrolundu.
İnsanlar içinde ruhları en yüksek ve en olgun olanları Peygamberlerdir. Bunlar, hata etmekten, şaşırmaktan, gafletten, hıyanet etmekten, taassup ve inattan, nefse uymaktan ve kin bağlamaktan korunmuşlardır. Masum kimselerdir. Hiç günah işlemezler. Peygamberler, Allahü tealanın kendilerine bildirdiği şeyleri söylerler ve açıklarlar. Onların bildirdikleri din bilgileri, emirler ve yasaklar hep doğrudur. Hiçbiri bozuk değildir. Bunlara uyanlar, dünyada ve ahirette rahat ve huzur içinde yaşarlar.
Peygamberlerden sonra, insanların en yüksek ve en olgun olanları, peygamberlerin Sahabileridir. Kadın veya erkek, çocuk veya yetişkin bir Müslüman, Resulullah Efendimizi, çok az da olsa bir kere görmüşse, kör olan bir kere konuşmuşsa ve iman ile vefat etmişse, buna “Sahabi” denir. Birkaç kişi olursa “Eshab” denir.
Eshab-ı kiramın hepsi, Resulullah Efendimizin sohbetinde bulunmakla, nefislerinin isteklerinden tamamen kurtulup kin, düşmanlık gibi kötü huylardan temizlendiler. Her biri, din büyüğü ve İslam’ın gözbebeği olup, İslamiyet’i kuvvetlendirmek ve insanların en iyisine yardım etmek için bütün güçleri ile çalıştılar. İslamiyet’i yükseltmek için mallarını feda ettiler. Resulullah efendimize olan aşırı sevgileri uğrunda evlerini, evlatlarını, hanımlarını, tarlalarını, akarsularını, vatanlarını terk ve feda ettiler. Bütün bunların sevgisini, hatta canlarının sevgisini bırakıp, Resulullah’ın sevgisini seçtiler. Onunla konuşmak, Onunla beraber bulunmak şerefine kavuştular. Onun sohbeti bereketi ile çok büyük üstünlüklere eriştiler. Fizik ve kimya kanunlarının üstünde olan harikalara ve mucizelere şahit oldular. Başkalarının ancak duyabildikleri şeyler, onlara açıkça gösterildi. Vahyin gelmesine şahit oldular, meleği görmekle şereflendiler.
Sonra gelenlerin hiçbirine nasip olmayan yakınlıklar, üstünlükler onlara ihsan edildi. Öyle yükseldiler, öyle sevildiler ki, başkalarının dağ kadar altın dağıtmakla kazandıkları dereceler, bu büyüklerin bir avuç arpa vermekle kazandıkları derecelerin yarısı kadar bile olmadı. Allahü teala, onları Kur’an-ı kerimde överek, Onlardan razı olduklarını, Onların da Allah’tan razı olduklarını bildirdi.
Eshab-ı kiramın hiçbirisi gösterişi sevmez, görünüşe bakmazdı. Hepsinin düşüncesi, kalplerini temizlemekti. Hakikate ve manaya bakarak edebi gözetirlerdi. Onların öncelikli düşünceleri ve arzuları, Resulullah’ın emirlerini yapmak ve Onu incitecek en ufak şeyden sakınmaktı. (Seadet-i Ebediyye)
.Eshâb-ı kiramın hepsi örnek insanlardı...
2016-02-03 02:00:00
Hazret-i Ömer, Eshab-ı kiramın ileri gelenleriyle sohbet ediyordu. Tam bu sırada iki kişi, kollarından sımsıkı tuttukları bir genci "Bu adam babamızı öldürdü" diyerek içeri girdiler!..
Bir gün Müslümanların halifesi Hazret-i Ömer, Eshab-ı kiramın ileri gelenleriyle oturmuş sohbet ediyordu. Tam bu sırada iki genç huzuruna girdi. Kollarından sımsıkı tuttukları yakışıklı, mert tavırlı ve temiz giyinmiş bir genci Emir-ül mü’minine getirmişlerdi. Gençlerden biri, geliş sebeplerini şöyle anlattı:
-Biz iki kardeşiz. Babamız bugün bahçede dolaşmaktayken bu genç tarafından öldürüldü! Hakkın yerine getirilmesi için size getirdik.
Hazret-i Ömer, her iki tarafı da dinledi ve neticede genç suçlu görülerek idâma mahkûm edildi.
Delikanlı kararı dinledikten sonra şöyle dedi:
- Emriniz başımızın üzerinedir. Ancak, babam vefât etmezden önce paralarını ayırmış, bana, "Oğlum, şunlar senin, şunlar da kardeşinindir. Büyüyünceye kadar sen muhâfaza et!" diye vasiyet etmişti. Ben de kardeşimin hissesini sakladım. Yerini de bilen yoktur. Bana üç gün müsaade edin.
Hazret-i Ömer;
- Yerine bir kefil bırakman lâzım, buyurdu. Genç, orada bulunanların yüzüne dikkatlice baktıktan sonra Ebû Zer Gıfarî hazretlerini göstererek:
- İşte bu zât bana kefil olur, dedi.
Hazret-i Ömer sordu:
- Ey Ebû Zer, kefil olur musun? O da;
- Evet, olurum, dedi...
Aradan üç gün geçti. Davacılar gelmiş fakat, suçlu genç ortalıkta görünmüyordu. Davacılar dedi ki:
- Ey Ebû Zer, kefil olduğun genç gelmedi. Onun cezâsını sen çekeceksin!
Ebû Zer hazretleri gayet sakin bir şekilde;
- Daha vakit var. Eğer gelmezse ben hazırım, dedi.
Nihâyet vakit doldu. Ebû Zer hazretleri, cezâsının infazını istedi ki; tam o sırada, tozu dumana katarak birinin geldiğini gördüler. Gelen, o gençten başkası değildi. Gecikme sebebini şöyle açıkladı:
- Parayı dayıma teslim ettim. Kardeşimi de ona bıraktım. Dayımın yeri hayli uzak olduğu için geciktim.
Orada bulunanlar, gencin sözünde durmasına hayran kaldılar. Bu hususu kendisine söylediklerinde şöyle dedi:
- Mert olan hakîki Müslüman sözünde durur. Arkamdan, "Artık dünyada sözünde duran kalmadı" dedirtmem.
Ebû Zer hazretlerine, genci tanımadığı hâlde neden kefil olduğunu sorduklarında, o da şu cevabı verdi:
- Genç bana güvenerek, "Bu bana kefil olur" dedi. Bunu reddetmeyi mürüvvete, insanlığa sığdıramadım. Âlemde fazîlet, iyilik kalmamış, dedirtmem.
Bu durumu gören dâvâcılar da şöyle dediler:
- Biz de bu dünyada kerem sahibi, cömert kalmadı dedirtmeyiz. Allah rızâsı için, dâvâmızdan vazgeçtik, ölenin vârisleri olarak bu genci affettik!
.Peygamberimizin sadık dostları böyle yaşadı...
2016-01-27 02:00:00
Yermük muharebesinde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı...
Eshâb-ı kirâm, Peygamber efendimizin sadık dostları idi. Ömürlerini Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya çalışmakla geçirmişlerdir. Biz de onlar gibi, Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya çalışmalıyız. Müslümân, iyi insan demektir. Müslümânların kardeş olduklarını bilir. Herkese iyilik eder. Gayrimüslimlere, turistlere, kâfirlere de hiç kötülük yapmaz. Herkese karşı, güler yüzlü, tatlı dilli olur. Böyle olan Müslümânı Allah da sever, kullar da sever...
***
Eshab-ı kiramdan Hazret-i Huzeyfe “radıyallahü anh” şöyle anlatıyor:
Yermük muharebesinde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan Müslümanlar düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu arada ben de, amcamın oğlunu aramaya başladım. Yaralılar arasında biraz dolaştıktan sonra, nihâyet aradığımı buldum. Fakat ne çare!.. Bir kan seli içinde yatan amcamın oğlu, göz işâretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek dedim ki: “Su istiyor musun?” Belli ki istiyordu. Çünkü dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işâreti ile de “Çabuk, hâlimi görmüyor musun?” der gibi bana bakıyordu. Ben tam suyu kendisine doğru uzatırken biraz ötede yaralıların arasında Hazret-i İkrime’nin sesi duyuldu: “Su! Ne olur, bir damla su!”
Amcamın oğlu Haris bu feryadı duyar duymaz göz ve kaş işâretleriyle suyu hemen ona götürmemi istedi. Kızgın kumların üzerinde yatan şehitlerin aralarından koşa koşa Hazret-i İkrime’ye yetiştim ve hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime hazretleri elini kırbaya uzatırken Hazret-i Iyaş’ın iniltisi duyuldu: “Ne olur bir damla su! Allah rızası için bir damla su!”
Bu feryadı duyan Hazret-i İkrime, elini hemen geri çekerek suyu ona götürmemi işâret etti. Ben kırbayı alarak şehitlerin arasından dolaşa dolaşa Hazreti Iyaş’a yetiştiğim zaman kendisinin son nefesinde Kelime-i şehâdeti söylediğini duydum. Benim getirdiğim suyu gördü. Fakat vakit kalmamıştı... Başladığı Kelime-i şehâdeti ancak bitirebildi. Derhal geri döndüm, koşa koşa Hazret-i İkrime’nin yanına geldim. Kırbayı uzatırken bir de ne göreyim! Onun da şehit olduğunu müşâhede ettim. Bari dedim, amcamın oğlu Hazret-i Hâris’e yetiştireyim. Koşa koşa ona geldim. Ne çare ki, o da rûhunu teslim eylemişti.
Hayatımda birçok hâdise ile karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırmadı. Aralarında akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı hâlde, bunların birbirine karşı bu derece fedakâr ve şefkatli halleri gıpta ile baktığım en büyük îmân kuvveti tezahürü olarak hafızama âdeta nakşoldu!..
.Gönül alan bir hizmet...
2016-01-20 02:00:00
"Şam'da ayakkabı tâmir eden Ali bin Muvaffak adında biri vardı. O, hacca gitmeye niyet etmişti, fakat gidemedi. Lâkin haccı kabul edildi. Altı yüz bin hacıyı da ona bağışladılar!"
Abdullah bin Mübârek hazretleri, ilim ve edep deryası bir zat idi. Senelerce İmâm-ı a'zam hazretlerinin sohbetlerinde bulunarak kendisini yetiştirmişti. Haramlardan çok sakınır, gecelerini ibâdet ile geçirirdi. Emin ve güvenilir bir kimse olup, dinde her sözü senet idi. Ticâretle uğraşır ve kazandıklarının çoğunu fakirlere dağıtırdı. İslâmiyetin yayılması ve korunması için yapılan harplere de katılırdı. Çok talebe yetiştirdi. Birçok kere hacca gitti...
Bir sene hacdan sonra rüyasında, gökten inen iki melekten birinin diğerine; "Bu sene kaç kişi hacca geldi?" dediğini duydu. Öbür melek; "Altı yüz bin kişi" dedi. "Peki kaç kişinin haccı kabul edildi?" O da; "Bunlardan hiçbirinin haccı kabul edilmedi" diye cevap verdi. Abdullah bin Mübârek hazretleri buyurdu ki:
Bunu işitince, üzerime büyük bir sıkıntı çöktü. Dedim ki: "Bunca insan, bunca zahmet ve meşakkate katlanıp dünyanın her tarafından hacca geldiler. Çöller aşarak zor şartlarda büyük sıkıntılara katlandılar. Bütün bu emekler boşa mı gidecek?" Bunun üzerine o melek; "Şam'da ayakkabı tâmir eden Ali bin Muvaffak adında biri vardır. O, hacca gitmeye niyet etmişti, fakat gidemedi. Lâkin haccı kabul edildi. Altı yüz bin hacıyı ona bağışladılar da hepsinin haccı kabul edildi" dedi...
Bunu işitince uykudan uyandım ve "Gidip o zâtı ziyâret etmeliyim!" dedim. Arkadaşlarımdan ayrılıp, Şam kâfilesine katıldım. Şam'a gidince, o zâtın evini araştırıp buldum.
Kapıyı çaldım. Bir kimse kapıya çıktı. Adını sordum. "Ali bin Muvaffak" dedi. İsmimi sordu. "Abdullah bin Mübârek" deyince, feryât edip kendinden geçti. Ayılınca, gördüğüm rüyâyı kendisine anlattım ve "Bana nasıl hayırlı bir amel işlediğini anlat" dedim. O da anlattı:
“Ben ayakkabı tâmircisiyim. Otuz seneden beri hacca gitmeyi arzu ederdim. Bu işimden, otuz senede üç yüz dirhem gümüş biriktirdim. Bu sene hacca gidecektim.
Hanımım hâmileydi. Komşu evden burnuna yemek kokusu gelince; komşudan yemek istememi söyledi. Gidip, onun arzusunu bildirdim. Komşum ağlayarak şöyle dedi:
-Ey Ali bin Muvaffak, bizim bu yemeğimiz size helâl değildir. Çünkü üç gündür, çocuklarım bir şey yememişlerdir. Bütün Şam şehrinde hiçbir iş bulamadım. Kimse bana iş vermedi. Ölü bir hayvan gördüm. Zaruret miktârınca ondan bir parça kesip getirdim. Çocuklara yemek pişiriyorum. Size helâl olmaz!
Bunu duyunca içime bir acı düştü. Hac için biriktirdiğim gümüşleri getirip verdim ve; "Bunu çocuklarına nafaka yap, haccımız bu olsun!" dedim.
Bunun üzerine Abdullah bin Mübârek hazretleri, "ElhamdülillahAllahü teâlâ, doğru rüyâ gösterdi"
.Osmanlı sarayları bir okul gibiydi...
2016-01-13 02:00:00
"Beylerbeyi'nde oturuyordum. Birkaç sene oturduk. O arada Beylerbeyi Sarayının bekçilerinden birisi ile ahbap olduk. Yaşlı bir adamdı. Bir gün bana enteresan bir hâdise anlattı..."
Tarih boyunca Osmanlı sarayları, İslâm ahlâkının menbâı, kaynağı olmuştur. Saraylarda terbiye gören insanlardan İstanbul halkına, oradan da Anadolu’ya ve diğer Osmanlı memleketlerine; sonra da bütün dünyaya İslam ahlâkı yayılıyordu...
Bir zamanlar Beylerbeyi'nde büyük bir zâhireci ve karşısında da küçük bir arpa dükkânı varmış. Zâhireciye gelenler hayvanlarına arpayı da aynı yerden alıp çıkarlarmış. O zâhireci bakarmış karşıdaki arpacıdan alışveriş eden yok. Kendisininki yarı olmuş. O da çoluk çocuğuna ekmek götürecek diye kendi arpa çuvalını örtüp kaldırın dermiş. Gelen müşteriler arpa da isteyince, “Arpamız kalmadı, onu da karşı dükkândan alın” dermiş. İşte dîn kardeşliği budur...
Uzun yıllar Türk ordusunda subaylık yapmış, hürmet ve saygı duyduğumuz bir gönül dostumuz, bir gün şu iki hatırasını anlatmışlardı:
“Albay idim. Beşiktaş’ta, Yıldız'daki Hamidiye Câmii'ni ziyarete gittim. İhtiyar bir imam efendi beni gezdirdi. Câmi-i şerifte, Cennetmekân Sultan Abdulhamid Hân'a hediye edilmiş Kâbe örtüsünü ve levhaları gösterdi. Sonra yukarıya çıktık. Hünkârın namaz kıldığı yeri gösterdi. Daha sonra bir odaya ve (affedersiniz) abdesthaneye girdik. Abdesthane taşının üstünde iki tane nalin/takunya vardı. 'Bu nalinleri Sultan Hamid Cennetmekân giyer idi' dedi. Sultan Abdülhamid’in mübarek ismini işitince gözlerim sulandı. Halife-i müslimînin mübarek ayaklarının temas ettiği o nalinlere eğildim. Yüzümü, yanaklarımı sürdüm, öptüm. Gözlerimin yaşı nalinlere damladı..."
***
"Bundan on sene evvel Beylerbeyi'nde oturuyordum. Birkaç sene oturduk. O arada Beylerbeyi Sarayının bekçilerinden birisi ile ahbap olduk. Yaşlı bir adamdı. Bir gün dedi ki: Sultan Hamid Cennetmekân, Beylerbeyi Sarayında iken polisler nöbet tutuyorlardı. Polisin birinin o gece çocuğu dünyaya gelecekmiş. Tesadüf, o gece de nöbetçi. Birkaç çocuğu var. Ailesi kalabalık. İttihatçılar zamanında her şey pahalı, polis yarına ne olacağını bilemiyor. Parası yok. Düşünüyor, taşınıyor, en son diyor ki: Böyle sıkıntı, felaket içerisinde yaşamaktansa, yarın sabah nöbeti teslim ettikten sonra, rıhtımdan kendimi denize atıp, bu sıkıntılı hayattan kurtulayım!.. Tam nöbeti teslim etmeye birkaç dakika kala yukarıdan pencere açılıyor. Sultan Hamid Cennetmekân sarkmış ve polise; 'Evlat, evlat, al şu torbayı' diye yukarıdan bir kese altın atıyor. 'Bunu al, çoluk-çocuğuna sarf edersin. İntihar çok büyük günâhtır' diyor ve çekiliyor. Polis ağlaya ağlaya bunu bana anlattı ve Sultan Hamid'in Allahın evliya kullarından olduğunu söyledi...”
.İşte damat böyle seçilmelidir...
2016-01-06 02:00:00
Merv Valisinin Mübârek adlı, bağına-bahçesine bakan bir hizmetçisi vardı. Bir gün vali, ondan üzüm istedi. Getirdiği üzüm henüz olmamıştı, başkasını istedi. O da ekşi çıktı!
Türkistan'ın Merv şehri valisinin bir kızı vardı. Ülkedeki, ileri gelen zengin, makam ve mevki sâhibi kimseler bu kızı isteyince hiçbirine vermedi. Bu zâtın Mübârek adlı, bağına-bahçesine bakan bir hizmetçisi vardı. Bir gün vali, ondan üzüm istedi. Getirdiği üzüm henüz olmamıştı, başka üzüm istedi. O da ekşi çıktı. Vali bey, "Bahçede o kadar üzüm var, niçin böyle üzüm getiriyorsun?" dedi. Mübârek; "Efendim! Ekşisini tatlısını bilmiyorum!" diye cevap verdi. Vali bey; "Sübhanallah iki aydır bağdasın, daha hangisinin ekşi, hangisinin tatlı olduğunu bilmiyorsun" diye çıkıştı ve "Niçin onlardan yemedin?" dedi. O da "Siz benden bağınızdaki meyvelerin muhâfazasını istediniz. Bunlardan izinsiz alıp yemem uygun olur mu?" cevâbını verdi.
Vali bey Mübârek'in bu hâline hayran kaldı. Ona; "Benim bir kızım var, pek çok kimse onu ister. Ne yapacağımı bilemiyorum. Bu hususta bir fikrin olur mu?" diye sordu. Mübârek, şöyle dedi:
"Efendim! İnsanlar, dâmât için; câhiliyye devrinde soya sopa; Yahûdîler ve Hıristiyanlar güzelliğe, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem zamânında dindârlığa bakarlardı. Zamânımızda ise, mala ve makama bakılıyor. Artık bunlardan dilediğini seç"
Bunun üzerine Vali bey, "Ben dindarlığı ve takvâyı seçiyorum ve kızımı seninle evlendirmek istiyorum" dedi. O ise kendisinin köle-hizmetçi olduğunu, böyle olunca da evlenmelerinin garip karşılanacağını bir bir anlattı. Ancak Vali bey kararlı idi. "Kalk eve gidelim" dedi...
Eve varınca hanımına; "Bu sâlih, dindâr, takvâ sâhibi bir köledir. Kızımızı onunla evlendirmek istiyorum, senin fikrin ne?" deyince, hanımı; "Sen bilirsin, fakat bir de kıza soralım" cevabını verdi. Anne durumu kıza açıp babasının niyetini söyleyince, kızı da bu hususta her şeyi anne ve babasına bıraktığını bildirdi. Kadın kızın râzı olduğunu babasına anlatınca nikâhları kıyıldı... Fakat Mübârek, kırk gün kızın yanına gitmedi. Anne durumdan haberdar olunca dayanamadı; "Kızımızı hizmetçine verdin, aradan bunca zaman geçtiği hâlde dönüp yüzüne bile bakmadı, bu yaptığı nedir?" diye şikâyet ve sitemde bulundu. Bunun üzerine vali;
"Ey Mübârek! Kızıma naz mı ediyorsun?" demekten kendini alamadı. Buna karşılık dâmât;
"Ey efendim! Bu nasıl söz? Siz valisiniz. Ola ki kızınız şüpheli bir şey yemiştir. Şüpheden uzak olmak için bu zamana kadar bekledim ve ona helâl yemek yedirdim. Belki Allahü teâlâ bize sâlih bir evlat verir. Bundan başka bir düşüncem yoktur" dedi... Kırk gün geçtikten sonra ehline yaklaştı. İşte bu evlilikten günün birinde, geleceğin büyük âlim ve velisi olacak "Abdullah bin Mübarek" isimli bir çocuk dünyaya gelmişti.
Osmanlıda damat seçimi...
2015-12-16 02:00:00
Gelibolulu Süleyman Efendi'nin torunu Abdurrahman bin Muhammed, bir Osmanlı Şeyhülislamının damadı idi. "Mecma’ul-enhür" adındaki (Mülteka şerhi) kitabı, "Damat" ismi ile meşhurdur. 1668 senesinde vefat etti.
Merhum H. Hilmi Hocamız, "Damadın hikâyesi"ni şöyle anlatmışlardı: Abdurrahman bin Muhammed hazretleri; ana-babası, küçükken vefat etmiş olup Edirnekapı’nın dışında iki odalı bir bağ evinde yaşıyordu... Medresede talebe iken, karlı bir kış gecesi mum ışığında, evinde ders çalışıyordu. O gece kapısı çalındı. Besmeleyle açtı ve genç bir kızın beklediğini gördü. Ona, "Efendim, evimizde yangın çıktı. Kaçarken yolumu kaybettim, evimi bulamadım. Bir ışık gördüm. Sığınmak için buraya geldim. Dışarısı çok soğuk.. Beni bu gece misafir alır mısınız?" dedi. Peki deyip, içeri aldı. Yandaki odayı gösterdi. Kendisi yine ders çalışmaya devam etti... Aradan biraz zaman geçince, kız endişeye kapıldı. Acaba bu genç kendisine ne yapacaktı? Merak edip kapı aralığından baktı. Talebe ders çalışırken, arada bir elini mum alevine tutuyor, yanınca geri çekiyordu. Bu hâl sabaha kadar devam etti...
Sabah olunca kız evine gitti. Ailesi perişandı. Kızının geceyi nerede geçirdiğini sordu. “Bütün gece seni aradık” dediler. Kız da, “Evimizin yolunu kaybedince, Edirnekapı civarında şehre uzak bir yerde bir ışık gördüm. İki odalı bir kulübeydi. Oraya sığındım. Bir genç ders çalışıyormuş, beni içeri aldı” dedi. Babası şaşkına döndü. "Kızım ne diyorsun sen? Yalnız yaşayan bir gencin evinde nasıl kalabildin?" deyince kız, “Baba korkma, benim yüzüme bile bakmadı. Beni öbür odaya geçirdi. Sabaha kadar ders çalıştı. Bir ara kapı aralığından baktım, dersine ara verip yanan mumda parmağını yakıyordu. Sabaha kadar buna devam etti” dedi.
Bu, bir Osmanlı şeyhülislamının kızıydı. İki asker gönderip, genci makamına getirtti ve ona, “Dün gece benim kızım yolunu kaybetmiş, sizin eve misafir olmuş, doğru mu?” diye sordu. Genç de, “Evet efendim doğrudur” dedi. “Ders çalışırken ara verip, arada bir parmağını muma tutup yakmışsın, sonra elini çekip derse devam etmişsin. Bu hâl sabaha kadar devam etmiş. Neden ara sıra parmağını yaktın?" diye sorunca, genç cevabında; “Efendim, ders çalışırken şeytan vesvese verdi. Ben de, eğer şeytana uyarsan, yarın vücudunun tamamı yanacak. 'Şimdi sadece parmağının acısına dayanamıyorsun. Bütün vücudun yanınca nasıl dayanacaksın' dedim ve parmağımı sabaha kadar muma tuttum... Kızınızın yüzüne bile bakmadım” dedi...
Kızına, namaz kılan ve haram işlemeyen bir damat arayan şeyhülislam da, “Artık benim damadımsın, kızımı sana verdim. Her türlü tahsil masrafların da bana aittir” deyip, seçimini yapmıştı. İşte daha sonra, bu gencin yazdığı çok kıymetli bir fıkıh kitabı, hep "Damat" olarak bilindi...
.Bir dava ve gönül adamı: S. Ahmet Arvasi
2015-12-30 02:00:00
31 Aralık 1988, aramızdan bir dava ve fikir adamı, bir gönül insanı olan S. Ahmet Arvasi beyin göçüp gittiği gündür. Hayatı ve mematı, imrenilecek bir şahsiyet olan Hocamız, bir Peygamber torunuydu.
S. Ahmet Arvasi, ömrü, milletimizin gençlerine hakikatleri öğretmek için çetin mücadele içinde geçen bir dava ve fikir adamıdır. İşi siyaset yapmak değil, ilim ve irfan sunmaktı... 1968 senesinde, Balıkesir İmam-Hatip Okulu talebesi iken kendisini tanımıştım. Psikoloji dersimize giriyordu. Her cumartesi akşamı, sohbet için evine davet ettiği seçilmiş talebeleri arasında bulundum. Sohbetlerinde, hep ALLAH ve Onun Resulünden bahsediyordu. Şanlı Eshab-ı kiram kadrosunu ve hizmetlerini anlatıyor, Mezhep İmamlarımızın ve bütün Ehl-i sünnet âlimlerinin sevgisini gönüllerimize nakşediyordu. İmam-ı a’zam, İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani gibi daha nice İslam büyüklerinin isimlerini, eserlerini ve onların gösterdiği doğru yolda gitmenin mutlak lazım olduğunu ilk önce ondan duymuştuk. İbn-i Teymiyye, M.Abduh, Cemaleddin-i Efgani, Seyyit Kutup, Mevdudi ve Hamidullah gibi yanlış yollara sapmış din adamlarının arkasından gitmememizi bize o haber vermişti. O, bütün bu hakikatları, Seyyid Abdulhakim-i Arvasi hazretlerinin ilim deryasından istifade ederek (Tam İlmihal Seâdet-i Ebediyye) kitabını hazırlayan ve neşreden Hüseyin Hilmi Işık Efendinin kıymetli eserlerinden öğrendiğini söylüyordu.
Hocamız, 1965 yılında memleketim olan Savaştepe Öğretmen Okuluna tayin edilmişti. Balıkesir, Bursa ve İstanbul Eğitim Enstitülerindeki görevleri esnasında, yaptığı ev sohbetleri ile çeşitli konferans ve seminerlerinin birçoğunda kendisini dinlemek ve istifade etmek nasip oldu. Vefatından yaklaşık üç sene evvel, 1985’te kendisini Erenköy’de oturduğu mütevazı evinde ziyaret etmiştim. O günlerde Türkiye gazetesinde günlük makale yazmaya başlayacaktı. Bendeniz de, gazetemizin neşrettiği Rehber Ansiklopedisi yazı heyetindeydim. Pedagoji maddesini yazmak vazifesi bana verilmişti. Birkaç gün sonra, Pedagoji üzerine yayınlanan uzun bir röportajından istifade ederek bu maddeyi hazırlamamı tavsiye etti. Öyle de oldu. O gece sohbetinin bir yerinde şunları söylemişti:
“Şu anda, bu millete en güzel hizmeti Enver Ören bey yapıyor. Her okula ve her eve ulaşmanın en kolay şekli Ansiklopedi yayınlamaktır. Çünkü bunda kanuni bir kısıtlama yoktur. Bugüne kadar, dinî ve millî değerlerimize sadık hiçbir Ansiklopedimiz olmadı. Yıllarca bunun hasretini çektik... Bundan sonra ben de Türkiye gazetesinde yayınlanacak yazılarımla milletime hizmet edeceğim inşaallah...”
Öyle de oldu. Daktilosunun başında makalesini yazarken son nefesini teslim etti. Cenezesini yıkamak hizmetinde bulunmak bana da nasip oldu. Vücudundan etrafa sanki nur saçılıyordu. O anda alnından öptüm. Nur içinde yatsın. Ruhu için el-Fatiha!..
.Allahü teala affetmeyi seviyor
2015-12-23 02:00:00
Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifte buyurdu ki: "Çölde devesini kaybedip sonra bulan kimsenin sevinmesinden çok, Allahü teâlâ, kulunun tövbe etmesine sevinir."
Cenâb-ı Hak affedicidir. İşlenen günâh ne kadar büyük olursa olsun, samimi bir şekilde tövbe edilirse, pişman olunursa, Allahü teâlâ onu affeder.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ, çok affedicidir, affetmeyi sever.) [Hâkim]
(Çölde devesini kaybedip sonra bulan kimsenin sevinmesinden çok, Allahü teâlâ, kulunun tövbe etmesine sevinir.) [Buhari]
Ne büyük lütuf ve ihsan. Biz günahımıza pişman olunca, Cenab-ı Hak seviniyor.
Bekara sûresinin otuzuncu âyetinde, melekler, meâlen, "Yâ Rabbî! Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek olan insanları niçin yaratıyorsun" dediklerinde, "Onlar fesat çıkarmazlar" demedi. "Sizin bilmediklerinizi ben bilirim... Siz onların işlerine bakarsınız. Ben kalplerindeki îmana bakarım. Siz, günahsız olduğunuza bakıyorsunuz. Onlar, benim rahmetime sığınırlar. Sizin günahsız olduğunuzu beğendiğim gibi, Müslümanların günahlarını affetmeyi de severim. Benim bildiğimi sizler bilemezsiniz. Îmanı olanları, ezelî olan lütfuma kavuşturur, ebedî olan lütfum ile hepsini okşarım" buyurdu.
Bir günah işleyince hemen tövbe etmek farzdır. Tövbe eden, hiç günah işlememiş gibidir. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyuruyor ki:
(Ey insanoğlu, günahlarınıza tövbe ederek, kendi kendinize ikrâmda bulunun! Sâlih amel işleyerek cihâd edin! Henüz kıyâmet kopmadan kıyâmetin dehşetini düşünüp ona göre hazırlanın! İşittiğiniz hâlde, sağırlardan olmayın! Gönlünüze gelen sıkıntı, mal ve rızkınızdaki eksiklik, mâlâya'nî sözlerden ve zamanı iyi değerlendirmemekten ileri gelir. Başkalarının kusurlarını gördüğü vakit, kendi kusurunu hatırlamayan, şeytanı sevindirir, Rahmânı gücendirir. Gizli ve açık bütün yaptıklarınızdan sorulacaksınız. Oruç tutanlara sayısız nimetler ihsân ederim. Tövbe edenleri azâbımdan emîn kılarım. Her nimet bendendir. Bunun için yalnız bana şükredin! Her şeyi veren benim. Her şeyi benden isteyin! Rahmetimden ümit kesen helâk olur.)
(Ey Dâvüd, benim kapımı kim çaldı da ona açmadım? Benden kim bir şey istedi de ona vermedim? Bana kim duâ etti de kabul etmedim? Beni kim andı da ben onu anmadım? Ey Dâvüd, günahkârlara müjde ver, sâlihleri de korkut!)
Dâvüd aleyhisselâm bunu nasıl yapacağını suâl edince Allahü teâlâ buyurdu ki:
(Günahkârları tövbe ile, benden ümit kesmemekle müjdele! Benden ümit kesmeyip tövbe ederlerse günahlarını affederim. Sâlihleri de ibâdetleriyle korkut ki; ibâdetlerine aldanmasınlar!
.Gençler dinsiz yetiştiriliyordu!
2015-12-09 02:00:00
O ne karanlık günlerdi. Türk tarihi unutturuluyor. Baba oğlunun dilini anlamaz hâle getiriliyordu. Köy Enstitüleri'nde din ve ahlak yoksunu metotlarla öğretmen yetiştiriliyordu.
İslam’ın iç ve dış düşmanlarının iş birliği ile gerçekleştirdikleri acı hâller, geçen hafta bir nebze bahsettiğimiz gibi; 17 Şubat 1970 tarihli “Bab-ı âlide Sabah” gazetesinde yayınlanan makalenin devamında şöyle anlatılıyordu:
“Hele 1949 yılında, resmî dairelere, Bakanlıklardan gelen emirlerde, (Memurların, subayların, erleri talebeyi küçük adları ile çağırmaları yasaktır. Soyadları kullanılacaktır) deniyordu. Emiri işitenlerin çoğu gibi ben de, o gece ağlamaktan uyuyamadım. (Ya Rabbi! Dedelerinin mukaddes dini yasak edildi. Türk'ün temiz ahlakı unutturuldu. Şimdi Müslüman isimlerimiz de yasak ediliyor. Ahmet, Abdullah demek suç olacak.. Taş, Kurt, Çakal gibi isimler bunların yerini alacak) diyerek her vatandaşın kalbi kan ağlıyordu. Hele şakşakçı gazeteler, bir yandan milyonları sömürüyorlar. Buna karşılık, bir yandan da vatanın her köşesine terör saçıyorlardı...
O ne karanlık günlerdi. Gençler dinsiz yetiştiriliyor. Türk tarihi unutturuluyor. Baba oğlunun dilini anlamaz hâle getiriliyordu. Köy Enstitüleri'nde din ve ahlak yoksunu metotlarla öğretmen yetiştiriliyordu. Sanki kızıl komünist programları Türkiye’de tatbik edilmekte idi...
Bu şaşkın akıntıyı acı acı gördükçe, bunun sonu nereye varacak diye, yemekten içmekten kesilmiştik. Üzerinde çok hakkım olan eski bir dostum, bucak başkanı idi. Bir konuşmamızda ona dert yanmıştım. (Aziz dostum! Bu iş devlet işidir. Başka yerlerde böyle konuşma! Her yer hafiye dolu. Başına bela alırsın. Dosyamızda gizli karar var.
1970 yılına kadar, 'yobazlar' kalmaz, ölürler. Müslümanlığı bilen kimse bulunmaz olur. Kur’ana 'çöl kanunu', İslamiyete de 'Arap dini' denir. Türk başka Arap başka. Pis Arapların dininin, medeni Türkiye’de yeri olmayacak. Biz garplıyız. Her şeyimiz modern olacaktır) gibi şeyler söyledi...
O günden beri ağzımı kapadım. 'İslamiyyete elveda denecek olan 1970 senesine daha otuz sene var' diyerek o meş’um seneye yetişmem diyordum. Fakat o senede bulunacak evlatlarımızın hâlini düşündükçe, kederimden aklım gidecek gibi oluyordu.
Kimseye bir şey söyleyemez, kimseye nasihat veremez, kimsenin yanında (Allah) diyemez olduk. Alay edilmek, eziyet görmek korkusu ile kimse camiye gidemez oldu.
Koca Şehzadebaşı Camiinde beş-altı ihtiyar ile cuma namazı kıldığımızı hatırlıyorum. Her yıl çok sayıda Cami/mescid kadro dışı bırakılarak kapatılıyor, yıkılmaya terk ediliyor. İyi durumda olanları halkevi yapılıp, konserler veriliyordu. Güzelim Sultanahmet ve Edirnekapı Camileri asker koğuşu, birçokları da depo yapılmıştı... Bugünkü hürriyetimize nasıl şükredeceğimizi bilemiyoruz...”
.Besmele bilmeyen bir gençlik!..
2015-12-02 02:00:00
"1970 senesi, asil Türk milletinin mukaddes dini olan İslamiyetin, bu mübarek vatanda yasak edilmesi için, Lozan’da kararlaştırılmış olan meş'um bir yıldır..."
İstanbul’da üniversitede ilahiyat tahsiline başladığım ilk seneydi... Ülkemiz sağ-sol kavgaları ile bölünmeye hazırlanıyor; İslam’ı bilmeyen bir gençlik yetiştirilmek isteniyordu. Beş bin gencimiz hiç yoktan öldürülmüştü. İşte böyle bir ortamda 17 Şubat 1970 tarihli “Bab-ı âlide Sabah” gazetesinde şöyle bir makale yayınlanmıştı.
Bu makale, Türkiye gazetesinin kuruluşundan başlayarak vefatına kadar Enver Ören ağabeyin yanından hiç ayrılmayan Mahmut Genç imzasını taşıyordu Hazırladıkları imha planları ile İslam’a saldıranların, son yüz sene içinde gerçekleştirdikleri acı olayları ve Osmanlı devletinin yıkılışını hazırlayan zihniyetin içyüzünü, sohbetinde yetiştiği Hocasından naklen şöyle anlatıyordu:
“1970 senesi, asil Türk milletinin mukaddes dini olan İslamiyetin, bu mübarek vatanda yasak edilmesi için, 1924 tarihli Lozan Barış Anlaşmasının 'gizli' celselerinde kararlaştırılmış olan meş'um bir yıldır. Bundan az bir zaman sonra, mekteplerden din ve ahlak dersleri kaldırılmıştı. Türk'ün hamaset dolu şanlı tarihi, tersine çevrilmişti. Gazetelerde, mecmualarda İslamiyetten bir kelime bile olsa söz etmek yasak edilmişti. Ana babalarının, çocuklarını Kur’an Kursuna göndermeleri büyük suç olmuştu. Çocuklara Kur’an-ı kerîm okutan hocaların Nusaybin’de idam edildiklerini, kızlara Kur’an okutan ninelerin zindanlara atıldıklarını, Mushâf-ı şerîflerin, ilmihal kitaplarının toplatılarak polis karakollarında yakıldıklarını iyi hatırlıyorum...
İstanbul’da toplanan Kur’an-ı kerim ve din kitaplarını, eski Sahaflar Çarşısı'ndan Bit Pazarı'ndaki kamyonlara yükletilip, kese kağıdı yapmak için, İzmit Kâğıt Fabrikasına gönderilirken, okka ile, elli kuruşa satın aldığım üç büyük Kamus lügatini hâlâ kullanmaktayım...
Bir ramazan sabahı idi. Yolda giderken, her cami kapısında polisler bekliyorlardı. Soruşturdum (Allahü Ekber) demek yasak edilmiş. Allah diyen imamları yakalayıp Çorum'a mahkemeye götürüyorlarmış. Götürülenleri su içinde koğuşa tıkmışlar. Çoğu dayanamayıp ölmüş. Kalabilenlerin çoğu hasta. Birkaçı daha hayatta. Bayramları ziyaret eder, o kara günleri konuşuruz. Bugünkü hürriyetimize nasıl şükredeceğimizi bilemiyoruz...
O zamanlar, caddelerde karşıdan karşıya çarşaf gibi çekilen renkli bezlerde, milletin dîni ile, ahlakı ile alay eden yazılar ne kadar iğrençti! (Karabaş tecvidden kurtulduk), (Falakadan kurtulduk), (Örtülü umacı kadınlara paydos) ve daha neler neler!..” (Haftaya devam edeceğiz inşallah)
.Bir aziz dostun ardından...
2015-11-25 02:00:00
“Mehmet Darende kardeşim! Hepimiz, senin hem hayatına hem memâtına hayran olduk. Ne mutlu senin gibi yaşayıp, senin gibi ölenlere!.. Sen bir şehitsin. Şehitler ölmez.” Enver Ören
Aziz dostum Mehmet Darende, 24 Kasım 1979 Cumartesi günü, elim bir trafik kazası sebebiyle aramızdan ayrılmıştı. O, 31 senelik kısa ömrünü; cami, kahve ve köy köy dolaşarak, İslamiyeti öğreten kitapları yaymakla geçirmişti. Sanki asrımızın yeni bir alpereniydi. Bir gönül adamı, sevgi ve şefkat abidesiydi. Dostlarına karşı pek vefalı idi. Herkesin cefasını çekerdi...
Canından çok sevdiği hocasını tanımasına, eniştesi Turan Koçman vesile olmuştu. Kuleli Askerî Lisesinde okuyan Ethem Kırçın da ona bu zâtı tanıtmıştı. İşte bu güzel insan, benim de elimden tutarak hocasına götürmüş ve Enver Ören Ağabeyimle de tanıştırmış ve böylece bir gönül dostluğumuz başlamıştı.
Merhum Mehmet Darende, âşık olduğu hocasının elleri ile mezara konulmasını çok isterdi. Cenazesini yıkamak ve diğer hizmetlerinde bulunmakla ben de şereflenmiştim. 25 Kasım 1979 pazar günü ikindi namazından sonra, Eyüp Sultan Camiinde çok kalabalık bir cemaatle cenaze namazı kılındı ve Gümüşsuyu Dergâhı yakınına defnedildi. Hocası, sevdikleri ve bütün arkadaşları hep yanında idiler. Bir sevgi seli arasında telkinini de, çok sevdiği hocaları verdiler. Herkesin gözyaşı döktüğü o gün, sanki hepimiz dünyadan çıkmış gibiydik.
Kabrinin başında merhum hocaları Hüseyin Hilmi Işık Efendi, Onun için şunları söylemişlerdi: “Kardeşimiz Mehmet Darende, ömrünü din-i İslam'a hizmetle geçirdi. Bütün düşüncesi hizmet idi. Kalbinde İslam'a hizmet düşüncesinden başka bir şey yok idi. Emr-i ma'ruf yapması ve İslamiyeti yayma gayreti akılla anlaşılamayacak derecede idi. Emr-i ma'ruf için, istirahatını terk etti. Gecesi, gündüzü ve her anı hizmet etmeyi düşünmekle ve Allahü teâlânın kullarına, Allahü tealanın dinini tebliğ etmekle geçti. Zaten başka hiçbir düşüncesi yok idi. Ömrünü, din-i İslam'a hizmet için vakfetmişti. Adapazarı'nda yol kenarında bulunan kalabalık bir kahvehane görünce buraya girdi. Bu kahvehanede bulunanlara yarım saat emr-i ma'ruf yaptı. Sonra abdestli olarak diğer bir kahvehaneye gitmek için, yolun bir kıyısından diğer kıyısına geçerken bir otomobilin kendisine çarpması neticesinde şehit oldu. Şimdi sevdiklerine kavuştu. Ey Mehmet! Aramızdan ayrılmakla bizleri mahzun ettin. Kevser şerabına, Cennet nimetlerine ve hurilere kavuştun. Bu nimetler sana afiyet olsun! İnşallah ahirette bizlere de şefaatçi olursun. Ey Darende! Bu mübarek hizmetleri senin bıraktığın yerden bizler devam ettireceğiz. Bu hususta müsterih ol kardeşim!..”
Cenâb-ı Hak, hepimize böyle güzel bir ömür ve ölüm nasip eylesin!
.Besmelesiz bir nesil yetiştirmek istiyorlardı! -1-
2015-11-18 02:00:00
Eshab-ı kiramın büyüklerinden Abdullah ibni Mes’ud "radıyallahü anh" diyor ki: ''Cehennemde azap yapan on dokuz melekten kurtulmak isteyen, Besmele okusun! Besmele, on dokuz harftir.''
Yıllarca önce idi. Bir dost meclisinde, gazetemizin kurucusu merhum Enver Ören Ağabey ile beraber oturuyorduk. Orada, başından geçen bir olayı bizlere şöyle anlatmıştı:
“Doktora yapmak için İtalya'ya gitmiştim. Papaz öğrencilerin de bulunduğu bir konferansa katılmıştık. Bir yemek saatinde, biraz yüksek sesle, (Bismillahirrahmânirrahîm) demiştim. Yanımda oturan Papaz, bana nereli olduğumu sordu. Türkiyeliyim dedim. Ülkenizde, başka böyle söyleyen gençler var mı? dedi. Çok insan olduğunu söyledim. Bunun üzerine, 'Eyvah! Bizim bütün planlarımız bozuldu. Biz 50 yıl sonra, Türkiyede (Allah) diyecek kimse kalmasın diye program yapmıştık. Demek ki, her şey altüst oldu' dedi. Düşman, Besmele okumasını bilmeyen bir nesil yetiştirmek istiyordu. Ama Cenab-ı Hakkın muradı ve hesabı, onların istediği gibi olmadı. Onlar, Besmele çekmeyi dahi bilmeyen dinsiz bir nesil yetiştirmek isterken, Rabbim bu millete acıdı. İşte sonra, gözyaşları dökerek kurduğum bu gazetemiz, yüz binlerce gencimizin Besmele ile iş yapmasını öğrenmesine sebep oldu. Bu, insanlığa yaptığımız az bir hizmet midir? Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), (Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun ve anasının ve babasının ve hocasının Cehenneme girmemesi için senet yazdırır) buyurmuşlardı. Beni bu hizmetlere vesile kılan Rabbime sonsuz kere hamd olsun!..”
***
Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem", (Besmele ile başlamayan her mühim iş, bereketsiz olur) ve yine (Yazarken Besmele çekin. Hâcet [muhtaç olduğunuz şey], kolay yerine gelir. Allahü teâlâ da râzı olur) ve (Eve girerken Şeytân da sizinle birlikte girmeye çalışır. Fakat girerken Besmele çekilince şeytân, "Bu eve girmeme imkân yok" diyerek döner) ve (Bir vartaya [zor duruma] düşen, "Bismillâhirrahmânirrahîm. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil aliyyi’l-azîm" derse, Allahü teâlâ, onu her türlü belâ ve musîbetten korur) buyurmuşlardı.
Eshab-ı kiramın büyüklerinden Abdullah ibni Mes’ud "radıyallahü anh" diyor ki: (Cehennemde azap yapan on dokuz melekten kurtulmak isteyen, Besmele okusun! Besmele, on dokuz harftir). Levh-i mahfuzda, ilk yazılan, Besmeledir. Âdem’e "âleyhisselam" ilk gelen, Besmeledir. Mü'minler, Besmele yardımı ile, Sırattan geçer. Cennet davetiyesinin imzası Besmeledir
(Bismillahirrahmânirrahîm); her var olana, onu yaratmakla iyilik etmiş ve varlıkta durdurmakla, yok olmaktan korumakla iyilik etmiş olan Allahü teâlânın yardımı ile başlıyorum. Çünkü âlimler ve ârifler, Onu ilah olarak tanıdı. Âlemler, Onun merhameti ile rızık buldu. Günâh işleyenler, Onun rahmeti ile Cehennemden kurtuldu demektir. [Seâdet-i Ebediyye]
.BAŞLARKEN...
2015-11-11 01:00:00
"Bir davanın çilesini çeken olmadan muvaffakiyet mümkün değildir. Mensup olduğumuz davanın ilk çilesini, sevgili Peygamberimiz ile Onun sadık arkadaşları Eshab-ı kiram efendilerimiz çekmiştir."
Gazetemizin değerli okuyucuları! Gönül dostlarımız olan sizlerle bizleri bu sütunda buluşturan Rabbime hamdolsun... 1970 yılında Türkiye gazetesinin basın hayatına başladığı günden beri siz sayın okuyucularımızla gıyaben tanışıklığım devam etmektedir... İslamın ana caddesi Ehl-i sünnet yolunun son halkası olan bu hizmetlerle ilk tanışmam, 1966 yılında Ortaokul 3. sınıfında iken başlamıştı. Bu saadetime vesile olan ilk insan, Balıkesir Oruçgazi Mahallesi Muhtarı ve ayrıca sınıf arkadaşlarımın "Namaz kılan berber" diye bana tanıttığı TURAN KOÇMAN ağabeyim olmuştur. 1968 yılında Balıkesir İ.H. Lisesi 2. sınıfında iken PSİKOLOJİ dersimize giren merhum S. AHMET ARVASİ hocam da, bu hizmet kervanının büyüklerine olan sevgimi ateşlemiş ve örnek kişiliği ile bana bir rehber olmuştur. Cenab-ı Hak her ikisinden de razı olsun...
Bu sütundaki ilk yazıma, gazetemizin kurucusu merhum ENVER ÖREN Ağabeyim ile bir hatıramı naklederek başlamak istiyorum... Bir çile adamı olan Enver Ağabey, Türkiye gazetesini kurarken çektiği sıkıntıları, bir dostlar meclisinde samimi bir şekilde bizlere şöyle anlatmıştı:
"Bu gazetenin temelinde ENVER ABİNİN GÖZYAŞLARI bulunmaktadır... 20 Nisan 1970 tarihinde Hakikat gazetesini kurmuştuk. Basın İlan Kurumu, ilan vermediğinden masraflarımızı karşılayamayacak ve borçlarımızı ödeyemeyecek duruma gelmiştik. 1972 senesinde METİN YÜKSEL isimli bir iş adamı ile anlaşarak gazeteyi ona sattık. O da TÜRKİYE gazetesi ismini vererek yayın hayatına devam etti. Belirli bir müddet geçmesine rağmen bize olan borçlarını ödemediğinden, gazetenin geri alınması hususunda anlaştık. Noterde sözleşme düzenlendi. İmza için buluştuğumuzda, noterlik binasında anlaşmadan vazgeçtiğini söyledi. O anda bayılıp yere düşmüştüm. Beni öldü zannettiler. Hemen kolonya serptiler, ayılmıştım. Kendime geldiğimde Fatih'teki evime döndüm. Hocama durumu söyleyemedim. Biraz istirahatten sonra, Eyyüb Sultan türbesine gittim. Hacet penceresi önünde demirlere yapışarak gözyaşları döküp dua ettim. Tekrar evime geldim. Bir müddet geçtikten sonra, evin telefonu çaldı. Arayan METİN YÜKSEL'di. Yaptığı işten pişman olduğunu, devir işlemleri için noterde beklediğini söyledi. Yeniden sözleşme yapıldı. Gazetemize tekrar kavuştuk... İşte bu gazetenin temelinde ENVER ABİNİZİN GÖZYAŞLARI var..."
Ve sonra da şunları ilave etti: "Bir davanın çilesini çeken olmadan muvaffak olmak mümkün değildir. Mensup olduğumuz davanın ilk çilesini, sevgili Peygamberimiz ile Onun sadık arkadaşları Eshab-ı kiram efendilerimiz çekmiş ve bu uğurda başlarına gelen her sıkıntıya katlanmışlardır."
Mekanı Cennet olsun ve Cenab-ı Hak şefaatine nail eylesin. Amin!..
|
Bugün 78 ziyaretçi (210 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|