.
Sual: Buhari ve diğer hadis kitaplarında ölülerin işittiğini Resulullah bildiriyor, ama ona da inanmam, çünkü Kur'an ölü işitmez diyor. İşte âyet: (Sen ölülere ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1670
|
Sual: (Ölüler işitmez. Peygamberler de ölüdür. Onlar da işitemez. Onun için şefaat ya Resulallah veya yetiş ya Resulallah demek şirktir) diyenlere nasıl bir cevap ...
www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1669
|
.
Mümin ve kâfir her ölü işitir
|
Sual: Buhari ve diğer hadis kitaplarında ölülerin işittiğini Resulullah bildiriyor, ama ona da inanmam, çünkü Kur’an ölü işitmez diyor. İşte âyet:
(Sen ölülere işittiremezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara da daveti duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin; ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin.)[Neml 80, 81 Rum 52, 53]
CEVAP
Kur’anı da Resulullah bildirdi. Hadise inanmayan Kur’ana inanır mı? Diğer müfessirler gibi İmam-ı Kadı Beydavi, o âyetin tefsirinde diyor ki: Burada diri olup, gözü kulağı ve beyni olan kâfirler ölüye benzetiliyor, (Ölüleri [kâfirleri] imana kavuşturamazsın) deniyor.(Ölülere, sağırlara işittiremezsin) ifadesinden sonra, (Sen ancak âyetlerimize iman edeceklere işittirebilirsin) deniyor. Kâfirlerin işitmeyeceği, [hakkı kabul etmeyeceği], ancak iman edeceklerin işitecekleri, [kabul edecekleri] bildiriliyor. Eğer kabirdekilerden maksat ölü olsa idi, ölü de işitmeseydi iman edenlere işittirebilirsin ifadesi yersiz ve yanlış olurdu. Hem de kâfir ölü işitmez, mümin ölü işitir anlamı çıkardı. Halbuki en kıymetli hadis kitabı olan Buhari’deki hadis-i şerifte, (Kâfir ölü de işitir) buyuruluyor.
(Körle gören [kâfir ile mümin] karanlıkla aydınlık [Bâtıl ile hak],gölge ile sıcak [Cennetle Cehennem] bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Elbette Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere[inatçı kâfirlere] işittiremezsin, sen sadece bir uyarıcısın.) [Fatır 19-22 Celaleyn]
Bu âyette, kâfire kör, mümine gören deniyor. Resulullah kabirdeki ölüye ne söyleyecek de işittirecek? Hâşâ bu cahillik olur. Öte yandan, Allah’ın bunu bildirmesi de hâşâ lüzumsuz olurdu. Dini tebliğin muhatabı ölüler değil ki. Ölülere dini tebliğe çalışan bir kimse, nasıl Peygamber olur? Hemen âyetin devamında, (Sen sadece bir uyarıcısın) deniyor. Demek ki kabirdekilerden maksat, ölü değil ki uyarılma ihtiyacı duyulsun.
Allahü teâlâ niye (Sen ölülere işittiremezsin) buyuruyor?
Bu soruya bugüne kadar (ölü işitmez) diyenlerden hiç biri cevap verememiştir.
Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem’den beri, ölüleri de iman etmek için dini tebliğe muhatap mı kıldı? Tarihte, ölüleri de imana davet eden bir Peygamber var mı? Vazifesi dirilere dini tebliğ olan Resul, hâşâ, ölüleri imana mı davet etti? Ölünün mükellef olmadığını ve ölüye tebliğ yapılamayacağını bilemeyen bir Peygamberin hangi sözüne inanılır? Kur’anı da o bildirdi, Kur’ana da itimat edilmez. Ateist, “Peygamber,(Kur’anı biz indirdik, onu biz koruruz) diye bir âyet uydurmuşsa nereden bileceksiniz” diyor. Resulullah böyle töhmet altında kalırsa, İslamiyet’e itimat kalmaz. Zaten sizin gibi din düşmanlarının gayesi de budur. Resulullah ölüler işitir buyuruyor. Ölü işitmez diye bir sözü var mıdır?
Hepsi Cennetlik ve müctehid olan eshab-ı kiram, bütün mezhep imamları ve müctehidler ölü işitir diyor. Hiç biri işitmez demiş mi?
Bütün müfessirlerle bütün muhaddisler ölü işitir diyor. İmam-ıBeydavi, imam-ı Kurtubi, imam-ı Razi, imam-ı Süyuti ölü işitmez demiş mi? Ölü işitmez diyen tek müfessir ve tek muhaddis var mı?
Tasavvuf ehlinin hepsi de ölüler işitir diyor. Mesela imam-ı Gazali,Seyyid Abdülkadir-i Geylani, imam-ı Rabbani gibi büyük zatların hiç biri ölü işitmez demiş mi? Bu âlimlerin hepsi Kur’anı anlamamış da yalnız siz mi anladınız?
Ruh ölmez, her ölü işitir
Sadece şehitler ve peygamberler değil, diğer ölüler de işitir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Ölü, kendisini ziyaret edeni tanır ve selamını alır.) [İbni Ebiddünya]
(Ölü, tanımadığı ziyaretçinin de, selamını alır.) [Beyheki]
(Mümin biri ölüp de, defnedilince, biriniz kabrin başında [telkin için] "Ey filan kadının oğlu filan" desin! Çünkü ölü, "Bizi irşad et de Allahü teâlâ da sana rahmet etsin!" der. Fakat siz bunu duyamazsınız.) [Deylemi, İ. Asakir]
(Münker - Nekir melekleri, sual cevaptan sonra mümin ölüye, Cehennemdeki yerine bak, Allahü teâlâ değiştirip, sana Cennetteki yeri ihsan eyledi derler. Ölü bakıp ikisini de görür.)[Buhari]
Resulullah efendimiz, Bedir’de bir çukura gömülü müşrik ölülere, (Rabbinizin size vâdettiğine kavuştunuz mu?) buyurunca, Hazret-i Ömer, (Ya Resulallah, cansız ölülere neden söylüyorsun?) dedi. Cevaben buyurdu ki: (Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz, ama cevap veremezler.) [Buhari, Müslim] [Hazret-i Ömer’in ölünün işittiğini bildiği halde böyle sorması, dindeki bir hükmün vesika haline gelmesi içindir.]
İbni Teymiye bile diyor ki:
(Bedir’de çukurdaki ölmüş kâfirlerin işitmelerini bildiren hadis-i şerif meşhurdur. Zaruri inanılması lazım gelen bilgilerden oldu. Bütün ölüler, şehitler gibi diri olup rızıklandırılır.) [Kitab-ül-intisar-fil-imam-ı Ahmed]
İbni Teymiye’nin talebesi İbni Kayyımı Cevziyye de Kitab-ür-ruhkitabında, (Ölü, ziyaret edeni bilir, sesini işitir. Selamını alır, onunla ferahlanır. Bu hâl, yalnız şehitlere mahsus değildir. Herkes için böyledir) diyor. (El-Besair 22)
Ölü gibi ne demek?
Sual: Ölülere işittiremezsin mealindeki âyetin mecaz olduğunu, inatçı kâfirleri hidayete erdiremezsin anlamına geldiğini bildirdiniz. Ölü işitmediği için kâfirlere ölü denmiyor mu?
CEVAP
Yukarıda bildirilen hadis-i şerifte, (Siz beni ölülerden daha iyi işitmezsiniz, fakat onlar cevap veremez) buyuruluyor. Şu halde, ölüye işittiremezsin demek, işitip ancak cevap veremeyen ölüler gibi, hakkı kabul etmeyen kâfirleri imana kavuşturamazsın demektir.Ölünün, münker nekir isimli meleklerin, kabirde sorduğu suallere cevap vermesi ancak Allahü teâlânın izni ile olmaktadır. Kur’an-ı kerimde bildirildiği gibi, Hazret-i İsa’nın ölüleri diriltmesi ve ölülerin konuşması ancak Allahü teâlânın izni ile olmaktadır. Peygamber ve evliya ruhlarının da böyle iş yapması, mucize ve keramet olup, yine Allahü teâlânın izni iledir.
İmam-ı Süyuti hazretleri buyuruyor ki:
Her ölünün ruhu, cesedine, bilmediğimiz bir halde bağlıdır. Ruhların kendi cesetlerine tesir ve tasarruf etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Ölü kabirde çürüse de, ruhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. (El-mütekaddim)
Niye şehitler işitir?
Sual: Bütün ölüler işitiyorsa Allah, niye şehitlere ölü demeyin diye bildirmiştir? Peygamberler için niye ölü demeyin dememiştir?
CEVAP
Âyette şehitler buyurulması, şehitlerin ölüp yok oldukları sanılarak, cihaddan korkulmasını önlemek içindir. Cihada gitmeye ve şehit olmaya mani olan şüpheyi gidermek, Allah yolunda ölmenin yüksek faziletini bildirmek içindir. (Tefsir-i mazhari)
İsra suresinin (Fakirlik korkusu ile evlatlarınızı öldürmeyin)mealindeki 31. âyeti de, bunun gibidir. Fakirlik korkusu olmadan da öldürmek caiz olmadığı halde, fakirlik korkusu ile öldürenler çok olduğu için, âyet, olaylara göre gönderilmiştir. Yani sadece şehitler ölü olmadığı halde, şehitler için ölü değil buyurulması gibi, fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin demek de böyledir. Çocuklarımızı, fakirlik korkusundan başka sebeplerle de öldürmek caiz olmaz.
Yine İsra suresinin (Sakın ana babana öf deme) mealindeki 23. âyeti de böyledir. Bir kimse, ana-babasına öf demese, fakat sopa ile dövse, sonra da (Ben öf demediğim için, Kur'anın emrine uydum) dese, Kur'ana uymuş mu oluyor? Âyetin manası, (Ana babanızı üzmeyin hatta onlara öf bile demeyin) demektir. (Beydavi)
Ana babana öf deme denilerek, nasıl daha büyük eziyetleri yapmamak gerekiyorsa, şehitlere ölü demeyin demekle, onlardan daha üstün olan Peygamberlere ölü denmeyeceği aşikârdır.
Her ölü işitir
Sual: Kur’anda, şehitler ölü değil diridir deniyor. Şehitten daha kıymetli olan peygamberler ölü müdür? Ruh ölmediğine göre, kâfir müslüman bütün ruhlar diri değil midir?
CEVAP
Elbette bütün ruhlar diridir. Şehitler diridir denince, diğer ruhların ölü olduğu anlaşılmaz. Aşere-i mübeşşere cennetlik denilince ötekilerin cehennemlik olduğu anlaşılmaz. Eshab-ı kiramın hepsinin cennetlik olduğu bildirilince, Veysel Karani gibi sahabi olmayan müslümanların cehennemlik olduğu anlaşılmaz. O âyetin iniş sebebi nedir? Bu bilinince mesele anlaşılır. Tibyan’da bildiriliyor ki:
Bedir’de falanca filanca öldü gitti denildiği zaman, Allahü teâlâ, şehitler için ölü denmesini yasaklayıp buyurdu ki:
(Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin. Bilakis onlar diridir; ama siz bunun şuurunda değilsiniz.) [Bekara 154]
Şehitlerin ölmeyeceği, cennette oldukları, savaşanların şehit olmaktan korkmamaları, âyet-i kerimenin iniş sebeplerindendir. Burada şehitlerin faziletleri bildiriliyor. Âyet-i kerimede Allah yolunda öldürülenler deniyor. Peygamber Allah yolunda değil midir? Elbette şehitlerden çok üstündür. İbni Hacer-i Mekki hazretleri buyuruyor ki:
Peygamberler, mezarlarında diridir; fakat onların hayatları, bizim hayatımız gibi değildir. Yiyip içmeleri, ibadet etmeleri gerekmez. Meleklerin hayatına benzer. Lezzet almak için ibadet ederler; çünkü kabir hayatında cenab-ı Hakkı müşahedeleri, dünyadakinden daha mükemmeldir. (Fetava-i fıkhiyye s.125)
Peygamberlerin kabir hayatları, dünya hayatı gibi değildir. Onlar, ahirete gitmişlerdir. Onlar işitmeyen ölü demek değildir. Kabirlerinde namaz kılarlar. Bir hadis-i şerif meali:
(Peygamberler kabirlerinde diridir, namaz kılarlar.) [Ebu Ya’la, Beyheki]
Âyet-i kerimeleri en iyi açıklayan resulullah efendimiz, Bedir’de bir çukura gömülü müşrik ölülere, (Rabbinizin size vaat ettiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum)buyurunca, Hazret-i Ömer, vesika haline gelsin diye, (Ya Resulallah, leşlere mi söylüyorsun, onlar işitir mi?) dedi. Resulullah cevaben buyurdu ki:
(Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz, ama onlar cevap veremezler.) [Buhari, Müslim]
Ölü işitmez mi?
Sual: Muteber bir kitapta, Resulullah'ın kâfir ölülerine hitap ettiği, Hazret-i Ömer'in de (Leşler işitir mi?) diye sorduğu, Resulullah'ın da,(O ölüler, sizden daha iyi işitir) buyurduğu Buharî’den naklediliyor. Sonra da, (Burada ölülerin işitmesi, Resulullah'ın bir mucizesidir) deniyor. Bu, yanlış değil mi?
CEVAP
Muteber kitaptaki bilgilere yanlış dememeli, onu farklı bir ictihad olarak kabul etmeli. Mezhepler arasında çok farklı ictihadlar oluyor, hiçbirine yanlış denmez. Mucize olarak ölüler konuşabilir. O ayrı bir husustur. Herkes kendi mezhebinin bildirdiğine uyar. İşiten beden ve kulak değil, ruhtur. Beden çürür, fakat ruh ölmez.
Kabirdeki diri
Sual: Kendini yıldız sanan, fakat çirkefe yaldız olan Selefî bir hatip, konuşmalarında (Vefat eden kim olursa olsun, isterse peygamber olsun, ölü olduğu için işitmez) derken geçen günkü bir konuşmasında, Vehhabi bir sapık için, (Kabirdeki diri) diye uzun bir konferans verdi. Bunlar evliya zatlara ölü derken, kendilerinden olan sapıklara nasıl diri diyebiliyorlar? Bir de Eshab-ı kiramdan (Ömer böyle dedi, Ali böyle dedi) diye bahsederken, Vehhabi sapıklar için, (Rahmetüllahi aleyh) diyor. Bunlar kime hizmet ediyor?
CEVAP
Vehhabiliği kimler kurmuşsa onlara hizmet ediyorlar. Bunların özelliği o, kendi adamları ölse de diri, kendilerinden olmadığı için evliya zatlar yaşasa da ölüdür. Taklidi haram sayarlar. Bir mezhebe uymazlar. Dört mezhebin imamından nakil yapmazlar, ama İbni Teymiyye, İbni Baz, İbni Useymîn gibi kimselerin sözlerini dinde senet kabul ederler, onları taklit ederler. Bunlara göre taklidin haram olması dört hak mezhepten birine uyanlar içindir, yoksa Vehhabilere uyanlar için değildir. (Evliya zatlar kabrinde ölüdür, fakat Vehhabiler diridir) diyerek hep böyle tenakuz içine girerler.
.
Ruh ölmez, ölü işitir
|
Sual: (Ölüler işitmez. Peygamberler de ölüdür. Onlar da işitemez. Onun için şefaat ya Resulallah veya yetiş ya Resulallah demek şirktir) diyenlere nasıl bir cevap vermek gerekir?
CEVAP
Bunlar vehhabilerin ve bunlara aldanan bazı mezhepsizlerin iddialarıdır.
Şirk demek büyük hatadır. Çünkü ruh ölmez. Ruh [can] bedenden ayrı bir varlıktır. Bir âyet meali şöyledir:
(Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Elbette düşünenler için bunda alınacak ibretler vardır.) [Zümer 42]
Bu âyet-i kerime de ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu bildirmektedir. İşiten ruhtur. Ruhsuz beden bir işe yaramaz. Ama bedensiz ruh, nimet veya azaba düçar olur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Müminlerin ruhları 7. kat göktedir. Orada Cennetteki makamlarını seyrederler.) [Deylemi]
Hızır aleyhisselam gibi bir çok kişinin ruhunun iş yaptığı görülmüştür. Bu bakımdan Allah yolunda ölmüş kimselere ölü bile demek caiz olmaz. Bir âyet meali şöyledir:
(Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin! Onlar diridir; ama siz anlayamazsınız.) [Bekara 154]
Allah yolunda öldürülenler şehittir. Şehitten daha üstün olan Peygamber efendimize nasıl ölü denir! O âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir, bütün âlemler Onun hürmetine yaratılmıştır. Şehitler gibi Peygamberlerin bedenleri de çürümez. Dört hadis-i şerif meali şöyledir:
(Toprak, Peygamberlerin vücudunu çürütmez. Bir mümin salevat okuyunca, bir melek bana haber verir, "Falan oğlu filan, sana selam söyledi" der.) [İbni Mace]
(Peygamberlerin vücudunu toprak çürütmez.) [Ebu Davud]
(Her Peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyheki, Ebu Ya’la]
(Ölüler yaptığınız iyi işlerinize sevinir, kötü işlerinize üzülürler.)[İbni Ebiddünya]
Resulullahın Hayber’de yediği zehirli et, ölüm hastalığında etkisini gösterdi ve şehit olmasına sebep oldu. (Mevahib-i ledünniyye)
Ölülere işittiremezsin âyeti şu mealdedir:
(Elbette sen ölülere işittiremezsin. Arkalarını dönüp kaçan sağırlara da bu daveti işittiremezsin. Hem sen o körleri sapıklıklarını bıraktırıp, hidayet verici de değilsin. Sen ancak âyetlerimize iman edecek kimselerden başkasına işittiremezsin.)[Neml 27/80-81]
Buradaki sağırların da kulaklarının sağır olmadığı, körlerin de gözlerinin kör olmadığı, ölünün de gerçek ölü olmadığı açıktır. Bir dedavet ve hidayet kelimeleri geçiyor. Demek ki maksat işittirmek veya göstermek değil, onları hidayete davet etmektir. Âyetin devamında,(Sen ancak iman edeceklere işittirebilirsin) deniyor. Ötekilerin ise iman etmeyecek kâfirler olduğu da pek açıktır. Sen ölüleri imana kavuşturamazsın denmez ki. Sen ancak iman edeceklere işittirebilirsin deniyor ki, işittirmenin kabul ettirmek olduğu bütün tefsirlerde bildiriliyor. Bu âyetin tefsirlerdeki açıklaması şöyledir:
(Ey Resulüm, sen ölüden farksız olan kâfirleri hidayete erdiremezsin, hakkı işitmek istemeyen ve hakikati göremeyen kâfirleri de hidayete kavuşturamazsın. Sen ancak iman edeceklere Müslümanlığı kabul ettirebilirsin.) [Beydavi]
Onlardan daha iyi işitmezsiniz
Resulullah efendimiz, Bedir’de öldürülen kâfirlerin gömüldüğü çukurun başına gelip, ölülerin ve babalarının isimlerini birer birer söyleyerek,(Rabbinizin, size söz verdiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum) buyurdu. Hazret-i Ömer, (Ya Resulallah, cansız ölülere neden söylüyorsun?) dedi. Resulullah,(Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz. Fakat cevap veremezler) buyurdu. (Buhari, Müslim) [Hazret-i Ömer’in ölünün işittiğini bildiği halde böyle sorması, dindeki bir hükmün vesika haline gelmesi içindir.]
Vehhabiler, ibni Teymiye’nin yolunda iseler de, bu konuda ona da uymuyorlar. Çünkü ibni Teymiye diyor ki: (Bedirde çukurdaki kâfirlerin işitmelerini bildiren hadis-i şerif meşhurdur, her yere yayılmıştır. Zaruri inanılması lazım gelen bilgilerden oldu.) [Dinde inanılması zaruri olan bir şeye inanmayan kâfir olur.] (Kitab-ül-intisar-fil-imam-ı Ahmed)
İbni Teymiye, adı geçen kitabında bütün ölülerin, şehitler gibi diri olduklarını ve şehitler gibi rızıklandırıldıklarını bildiriyor. Ölülerin diriltilmesi üzerindeki fetvalarında diyor ki, ölüler, kendilerini ziyaret edenleri bilirler mi? Tanıdıklarından veya tanımadıklarından biri kabre geldiği zaman, bunun geldiğini anlarlar mı? Cevabında, (Evet bilirler ve anlarlar) diyor. Ölülerin buluştuklarını ve soruştuklarını ve dirilerin yaptığı işlerin onlara gösterildiğini bildiren haberleri yazıyor.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bir kimse, din kardeşinin kabrini ziyarete gider ve mezarı başında oturursa onu tanır ve selamına cevap verir.) [İbni Ebiddünya]
(Bir kimse tanıdığı kabir yanına gelip selam verirse, meyyit de onu tanır ve selam verir. Tanımadığı kabrin başına gelip selam verirse, selamına cevap verir.) [Beyheki]
Onu tanıması ve selam vermesi, meyyitin onu gördüğünü ve selamını işittiğini göstermektedir. Çünkü ölmek, bazı cahillerin dedikleri gibi, yok olmak olsa idi, onun bütün duygularının yok olması lazım gelirdi. Meyyit kendini ziyaret edeni, kabri başına geleni görmektedir. Görmeseydi, dünyada tanımamış olduğunu tanımaması bildirilmezdi. Birincisini tanıyarak cevabı veriyor. İkincisinin selamına, tanımayarak cevap veriyor.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kabrimin yanında, benim için okunan salevatı işitirim. Uzak yerlerde okunanlar bana bildirilir.) [İbni Ebi Şeybe] (Diri olan işitir. Bir söz, diri olana bildirilir.)
(Ölü kabre konurken, ayak seslerini işitir.) [Buhari] (Diri olan işitir.)
(Ölüler yaptığınız iyi işlerinizi görünce sevinir, kötü işlerinize üzülürler.) [İ.Ebiddünya] (Diri olan sevinir, üzülür.)
Hadis-i şeriflerde, ziyaret kelimesi kullanılmaktadır. Meyyit, kabre geleni tanımasaydı, ziyaret kelimesi kullanılmazdı. Her dilde ve her lügatta, ziyaret kelimesi, tanıyan ve anlayan kimselerin buluşmasında kullanılır. (Selamün aleyküm) de anlayan kimseye söylenir.
Azap, hissedene yapılır
Ruhun bedene olan bağlılığı öldükten sonra yok olmaz. Ölünün kemiğini kırmak ve kabir üzerine basmak, bunun için yasak edilmiştir. Kabirde azap yapılması da, ruhun ölmediğini gösterir.
Meyyitlerin, dirileri gördüklerini bildiren vesikalardan biri, Buhari’deki,(Her meyyite, her sabah ve her akşam ahiretteki yeri gösterilir. Cennetlik olana, Cennetteki yeri, Cehennemlik olana, Cehennemdeki yeri gösterilir) hadis-i şerifidir. Gösterilir sözü, gördüklerini bildirmektedir. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde, Firavun’un adamları için, (Onlara sabah akşam ateş gösterilir) buyurdu. Meyyit görmeseydi, gösterilir demek lüzumsuz ve yanlış olurdu.
Ebu Nuaym, Amr bin Dinar’dan alarak bildiriyor ki, (Bir kimse ölünce, ruhunu bir melek tutar. Ruh, bedenin yıkanmasına, kefenlenmesine bakar. Kendisine, insanlar, seni nasıl övüyorlar işit, denir.) Abdullah ibni Ebiddünya’nın Amr bin Dinar’dan alarak bildirdiği hadis-i şerifte,(Bir kimse, öldükten sonra çoluk çocuğunun başına gelenleri bilir. Kendisini yıkayanlara ve kefenleyenlere bakar) buyuruldu. Buhari’deki sahih hadiste, (Münker ve Nekir melekleri, sual ve cevaptan sonra meyyite, Cehennemdeki yerine bak! Allahü teâlâ, değiştirerek, sana Cennetteki yeri ihsan eyledi derler. Bakar. İkisini birlikte görür) buyuruldu.
Ruhlar ölmez. Kabir hayatında ya nimete veya azaba düçar olurlar. Her hadis kitabında kabir hayatı ve azabı bildirilmektedir. Kabir hayatını ve azabını inkâr eden, bütün hadis kitaplarını ve Resulullahı inkâr etmiş olur.
Şaşılacak şey
Vehhabilerin kendi kitaplarında diyor ki: (Gökler Allah’tan korkar, Allah göklerde his yaratır. Anlarlar, Kur’anda, yerlerin ve göklerin tesbih ettikleri bildirildi. Resulullahın avucuna aldığı taş parçalarının tesbih ettiklerini ve mescitteki Hannane denilen direğin inlediğini ve yemeğin tesbih ettiğini Eshab işittiler.) (s. 200)
(Buhari’de, İbni Mesud diyor ki, yediğimiz yemeğin tesbih sesini işitirdik. Ebu Zer diyor ki, Resulullah, avucuna taş parçaları aldı. Bunların tesbih sesleri işitildi. Resulullahın hutbe okurken dayandığı odunun inlemesi haberi sahihtir.) (Feth-ül-mecid s. 201)
Dağlarda, taşlarda, direkte his ve idrak olduğunu söyleyip de, Peygamberlerde ve Evliyada his olmaz demeleri, şaşılacak şeydir. Dirilere tevessül olunur, ölülere tevessül olunmaz demekle kendileri müşrik oluyorlar. Çünkü bu söz, diriler duyar ve tesir eder, ölüler duymaz ve tesir etmez demektir. Allah’tan başkasının tesir ettiğine inanmak olur. Böyle inananlara kendileri müşrik diyor. Halbuki, ölü de, diri de birer sebeptir. Tesir eden, yaratan yalnız Allahü teâlâdır.
Abdülvehhab oğlunun, Ehl-i sünneti, puta ve mezara tapan kâfirler gibi bilmesi ve Ehl-i sünneti öldürmeye ve mallarını almaya helal demesi, nasslara [âyetlere, hadislere] yanlış mana verdiği içindir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kâfirler, kâfirler için gelmiş olan âyetleri, Müslümanlara yükletirler.) [Buhari ]
(Müslüman ismini taşıyanlardan en çok korktuğum kimse, Kur’anın manasını, yerinden değiştirendir.) [Taberani]
Bu hadis-i şerifler, böyle zındıkların meydana çıkacağını ve bunların dalalette olduklarını haber vermektedir.
Ölüler haberdar olur
Sual: Ölülerimizin, bizim yaptıklarımızdan haberleri olur mu?
CEVAP
Evet, haberdar olurlar. İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ölü, kendisini ziyaret edeni tanır ve selamını alır.) [İbni Ebi-d-dünya]
(Ölüler yaptığınız iyi işlerinize sevinir, kötü işlerinize üzülür.) [İbni Ebi-d-dünya]
Bunun için, vefat etmiş olan yakınlarımızı sevindirmenin bir yolu da, günahlardan kaçıp, dine uygun yaşamaktır.
.
Ölüden yardım istemek şirk mi?
|
Sual: Selefiyiz diyen necdiler, bir iş yapılırken sebebine yapışmaya, enbiyadan, evliyadan şefaat ve yardım istemeye şirk diyorlar. Bu şefaat ve yardım isteği, Allah’ın yaratıcılığını inkâr etmek midir?
CEVAP
Hâşâ öyle değildir. Bu şefaat ve yardım, Allah’ın yaratıcılığını inkâr etmek değildir. Bulut vasıtası ile Allahü teâlâdan yağmur beklemek, ilaç içerek Allahü teâlâdan şifa beklemek, bomba, füze, uçak kullanarak Allahü teâlâdan zafer beklemek gibidir. Bunlar sebeptir. Allahü teâlâ, her şeyi sebeple yaratmaktadır. Bu sebeplere yapışmak, şirk değil, dinin emridir. Peygamberler sebeplere yapıştılar. Allahü teâlânın zafer vermesi için, savaş vasıtaları yapıldığı gibi, Allahü teâlânın duayı kabul etmesi için de, Peygamberin, Evliyanın ruhlarına gönül bağlanır.
Allahü teâlânın elektromagnetik dalgalarla yarattığı sesi almak için radyo kullanmak, Allah’ı bırakıp bir kutuya başvurmak değildir. Çünkü, radyo kutusundaki aletlere o özellikleri, o kuvvetleri veren Allah’tır.
Allahü teâlâ, her şeyde, kendi kudretini gizlemiştir. Müşrik, puta tapar, Allahü teâlâyı düşünmez. Müslüman, sebeplere, mahluklara, tesir, hassa veren Allahü teâlâyı düşünür. İstediğini Ondan bekler. Geleni Allahü teâlâdan bilir. Müminler, (Yalnız Senden yardım isteriz)âyetini, (Ya Rabbi, dünyadaki arzularıma, ihtiyaçlarıma kavuşmak için maddi, fenni sebeplere yapışıyor ve bana yardım etmeleri için, sevdiğin kullarına yalvarıyorum. Bunları yaparken ve her zaman, dilekleri verenin, yaratanın yalnız sen olduğuna inanıyorum. Yalnız senden bekliyorum!) şeklinde anlarlar. Peygamber gibi evliya da, gaybı bilmez. Allahü teâlâ bildirirse, ancak onu söyler. Evliya, yoku var; varı da yok edemez. Kimseye rızık veremez, çocuk yapamaz, hastalığı gideremez.
Bunun için hacetini bizzat Evliyadan bekleyerek, Evliyaya adak yapmak caiz olmaz. Ancak şarta bağlı olarak evliyaya adak yapmak, kendisini, günahı çok, dua etmeye yüzünün olmadığını düşünerek, mübarek birini vesile edip, onun hürmetine Allahü teâlâya yalvarmak şeklinde olursa mahzuru olmaz.
Yine bu necdiler, “İlaç hastalığıma iyi geldi demek şirktir, Terörist çocuğu öldürdü demek de şirktir” diyorlar. Evet öldüren de dirilten de yalnız Allahü teâlâdır. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Ölüm zamanında insanı, Allah öldürüyor.) [Zümer 42]
Azrail öldürdü, Azrail can aldı demek de mecazidir. Öldüren, hastaya şifa veren Allah’tır. Çünkü Allahü teâlâ, (Hasta olduğum zaman ancak O bana şifa verir) buyuruyor. (Şuara 80)
Cenab-ı Hak her şeyi sebep ile yaratıyor. İlaçsız da şifa verir ama, ilacı sebep kılıyor. Her şeyi yaratanın, şifa verenin Allahü teâlâ olduğunu bilen bir Müslümanın, (Aspirin başımın ağrısını giderdi), (Falanca falancayı öldürdü), (Azrail babamın canını aldı) veya (Doktor, hastayı iyileştirdi) demesi şirk ve günah değildir. Bu bir mecazdır. Böyle örnekler Kur’an-ı kerimde de çoktur:
(Öldürmek için vekil yapılmış olan melek sizi öldürüyor.) [Secde 11]
(Körlerin gözünü açar, baras hastalığını iyi eder ve Allah’ın izni ile ölüleri diriltirim.) [A. İmran 49]
Birinci âyette Allah’ın izni ile meleğin öldürdüğü, ikinci âyette de Hazret-i İsa’nın ölüyü dirilttiği bildiriliyor. Evliya da Allah’ın izni ile kendisinden isteyene yardım ediyor. Allahü teâlânın kudretinden niye şüphe edilir ki?
Evliya, Enbiya yaratıcı değildir
Necdi denilen kimseler, (Peygamber mucize, evliya keramet gösterir demek şirktir. Çünkü insana yaratıcılık vasfı verilmiş olur. Bunun için peygamberin veya evliyanın kabrini ziyaret edip onlardan şefaat istemek, onların hürmetine dua etmek şirktir) diyorlar. Bu zihniyetteki insanlar eshab-ı kiramın kabirlerini yıkıp yerle bir etmişlerdir.
Buhari’deki hadis-i şerifte, Beni İsrail’den gaibi bilen, keramet sahibi zatların bulunduğu ve bu ümmetten de Hazret-i Ömer’in onlar gibi keramet sahibi bir zat olduğu bildirilmektedir. Hazret-i Âdem, çok dua etti ise de kabul olmadı. Peygamber efendimizi vesile ederek, Onun hürmeti için dua edince duası kabul oldu. Allahü teâlâ, (Ya Âdem! Habibimin ismi ile, her ne isteseydin kabul ederdim, O olmasaydı seni yaratmazdım) buyurdu. (Beyheki)
Hülasat-ül-kelam’da Resulullahı ve evliyayı vesile ederek dua etmenin caiz olduğu bildiriliyor. Bu husustaki hadis-i şeriflerden birkaçı da şöyledir:
(Ya Rabbi, senden isteyip de verdiğin zatların hatırı için, senden istiyorum.) [İbni Mace]
(Çölde yalnız kalan kimse, bir şey kaybederse, “Ey Allah’ın kulları bana yardım edin!” desin; çünkü Allahü teâlânın, sizin göremediğiniz kulları vardır.) [Taberani]
(Hayvanı kaçan, “Ey Allah’ın kulları bana yardım edin, Allah da size acısın” desin!) [Hısn-ül hasin]
(İbrahim Peygamber gibi 40 kişi her zaman bulunur. Onların bereketiyle gökten yağmur yağar, suya kavuşulur, yardım görülür ve zafere kavuşulur. Onların yerine yeni biri gelmedikçe, içlerinden biri ölmez.) [Taberani]
(Çölde veya ıssız bir yerde hayvanını kaybeden kimse, "Benim için o hayvanı bulun" desin! Çünkü yeryüzünde, [sizin görmediğiniz] Allahü teâlânın öyle hazır kulları vardır ki, o hayvanı o kimse için bulup getirirler.) [Ebu Ya’la, Taberani, İbni Sünni]
(Ebdal kırk kişidir. Bunların bereketi ile düşmana galip gelirsiniz ve belâ gelmesinden kurtulursunuz.) [İbni Asakir]
(Her asırda iyiler bulunur. Bunlar beşyüz kişi olup kırkı ebdaldir. Her ülkede bulunur.) [Ebu Nuaym]
(Yeryüzünde her zaman [ebdallerden] kırk kişi bulunur. Her biri İbrahim aleyhisselam gibi bereketlidir. Bunların bereketi ile yağmur yağar. Biri ölünce, Allahü teâlâ, onun yerine başkasını getirir.) [Taberani]
(Dünya ebdaller sayesinde ayakta durur. Allahü teâlânın yardımı onların bereketi ile gelir.) [Taberani]
(Ebdaller, bid’at ehli değildir. Bâtıl ve günah söze dalmazlar.) [İbni Ebiddünya]
Selefi görüşlü bazı kimseler, (Eğer Peygamberin, evliyanın yardım etmeye gücü yetseydi, Müslümanlar dünyada perişan olmazdı) diyerek Allahü teâlânın Peygambere ve evliyaya verdiği güçten şüphe ediyorlar. Biz Allahü teâlânın gücünün sonsuz olduğundan ve Onun Peygamberlerine ve evliyasına verdiği güçlerden hiç şüphe etmiyoruz. (Allah, her şeye gücü yettiği halde, niye Müslümanlar böyle perişandır? Allah’ın gücü yetseydi, Müslümanlar perişan olmazdı) demek mi istiyorlar?
Allahü teâlânın yardım etmeyişinin de elbette sebepleri vardır. Evliyanın, Peygamberin yardım etmesi de ancak Allah’ın izni ile olur. O izin vermezse nasıl yardım edebilir? O izin verince de kim mani olabilir? Vehhabinin bu yardımı inkâr etmesinin ne önemi vardır.
Evliya, enbiya yaratıcı değildir. Allahü teâlâ istenilen şeyi onların hürmetine yaratır. Yani onlar vesiledir, sebeptir. Cenab-ı Hak, her şeyi yoktan yarattığı halde, yaratmasına bazı şeyleri sebep kılmıştır. Mesela Âdem aleyhisselamı ana babasız yaratmış, fakat çamuru vesile kılmıştır. Bütün çocukları yaratan da Allahü teâlâdır. Fakat çocukların yaratılması için, ana babayı vesile kılmıştır. Âdem aleyhisselamı yarattığı gibi, bütün insanları da ana babasız yaratabilirdi. Fakat ana babayı vesile kılmıştır. Onun âdeti böyledir. Onun için Kur’an-ı kerimde mealen, (Allah’a yaklaşmak için vesile arayınız) buyuruluyor. (Maide 35)
Hadika’da (Ölülerden, ruhlardan bir şeyi isterken, yani sebeplere yapışırken; bu işleri sebeplerin değil, Allahü teâlânın yaptığına inanmalı) buyuruluyor. Sebebe yapışan kimse, dileğini Allahü teâlâdan bekliyor. Allahü teâlâdan çocuk isteyen kimsenin, sebeplere yapışması, yani evlenmesi gerekir. Evlenmeden (Ya Rabbi bana çocuk ver) denmez. Sebeplere yapışarak dua etmelidir!
|
.
Ölüler savaşır mı?
|
Sual: Bir yazar, "(Şehitler hariç, Cennete giren hiç kimse dünyaya geri dönmek istemez. Ancak şehit, kavuştuğu ikramlar sebebiyle dünyaya dönüp on kere şehit olmayı ister) hadisinden dolayı, şehitlerin bu dünyaya gelip burada savaştıkları sonucunu çıkarmak yanlıştır. Ne şehit, ne evliya, öldükten sonra herhangi bir iş yapamaz, savaşamaz" diyor. Ruh ölmediğine göre, dirilere hareket kuvveti veren Allah, şehitlere, evliya zatlara niye vermesin?
CEVAP
Evliya zatların ruhlarının gelip savaştıkları ve insanlara yardım ettikleri çok görülmüştür. İşte vesikalar:
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyuruyor ki:
Meleklerin, peygamberlerin, evliyanın ve salih müminlerin ruhları, her kim nerede ve ne zamanda ve her ne hâlde çağırırsa, orada bulunur, yardım ederler. Hızır aleyhisselamın, sıkıntıda olanların imdadına yetişmesi böyledir. Resulullah'ın ümmetinin her birine, hele ölüm zamanında, imdada yetişmesi de böyledir. Azrail aleyhisselamın, ruh [can] almak için her anda, her yere gelmesi de böyledir. Her mürşid-i kâmilin, talebesine yetişmesi de böyledir ki, bunlar zamanlı ve mekânlıdır. Ezeli ve ebedi değildir. Devamlı da değildir. Hazır olmalarından önce, yok idiler. Bir zaman sonra da, oradan ayrılırlar. Allahü teâlânın hazır olmasıyla ruhların hazır olması çok farklıdır. Allahü teâlânın hazır olması gibi, kimse hazır değildir. (S. Ebediyye)
İmam-ı Muhammed Masum Farukî hazretleri buyuruyor ki:
Hızır aleyhisselamın, insan şeklinde görülmesi ve bazı işleri yapması, onun hayatta olduğunu göstermez. Allahü teâlâ, onun ve birçok enbiyanın ve evliyanın ruhlarının insan şeklinde görülmesine izin vermiştir. Onları görmek hayatta olduklarını göstermez. Ruhu insan şeklinde görülmüş, insanın yapacağı şeyleri ruhuyla yapıyor. O zaman hayatta olmuş ise, şimdi de hayatta olması lazım gelmez. El-İsabe-fi-marifet-is-sahabe kitabında Hızır aleyhisselamın yaptığı çok şeyler yazılıdır. Âlimlerin çoğu Hızır aleyhisselamın öldüğünü bildirdi. Eğer hayatta olsaydı, Peygamber efendimize gelir, birlikte cuma namazı kılar, sohbetinde ve cihatlarında bulunurdu. (Mektubat-ı Masumiyye1/182 )
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, meleklere, cinlere çeşitli şekil alabilmek kuvveti verdiği gibi, çok sevdiği kullarının ruhlarına da, bu kuvveti vermektedir. Evliyadan birçoğu, bir anda çeşitli yerlerde görülmüş, birbirine uymayan işler yapmışlar. Burada da latifeleri, insan şekline girmekte, başka başka bedenler hâlini almaktadır. Bunun gibi, mesela Hindistan'da oturan ve şehrinden hiç çıkmamış olan bir veliyi, hacılar Kâbe'de görüp konuştuklarını, başkaları da, mesela aynı günde başka şehirde, bir kısım kimseler de, bu veli ile yine o gün, Bağdat'ta görüştüklerini söylemişlerdir. Bu da, o velinin latifelerinin muhtelif şekiller almasıdır. [ Latife: Maddeli, zamanlı ve ölçülü olmayan Âlem-i emirdeki beş mertebeden her birine denir. Âlem-i emirde bulunan beş latifenin insanda birer sureti, benzeri vardır. Bu beş latifeye kalb, ruh, sır, hafî ve ahfâ isimleri verilmiştir. Bazıları bunları birbirinden ayıramayıp hepsine ruh demiş geçmiştir.] Bazen o velinin bunlardan haberi olmaz. Seni gördük diyenlere, (Yanılıyorsunuz, o zaman, evimdeydim. Oralara gitmemiştim, o şehirleri bilmiyorum ve sizleri de tanımıyorum) der. Yine bunlar gibi, güç hâlde bulunan kimseler, korku ve tehlikelerden kurtulmak için, ölü veya diri olan bazı evliyadan yardım istemiştir. O büyüklerin, kendi şekillerinde olarak, hemen orada bulunduklarını ve imdatlarına yetiştiklerini görmüşlerdir. Bu evliyanın yaptıkları yardımdan bazen haberi olmakta, bazen de olmamaktadır. [Bu hâl, bilhassa savaşlarda görülmüştür.] Böyle yardımları yapanlar, o din büyüklerinin ruhları ve latifeleridir. Latifeleri bazen, bu Âlem-i şehadette, bazen de Âlem-i misalde şekil almaktadır. Nitekim Peygamber efendimizi bir gecede, binlerce kimse, rüyada görüp istifade etmektedir. Bu gördükleri, hep onun latifelerinin ve sıfatlarının Âlem-i misaldeki şekilleridir. Yine bunlar gibi, müridler, mürşidlerinin Âlem-i misaldeki sûretlerinden istifade ederler ve bu yolla müşküllerini çözerler. (2/58)
İlyas aleyhisselamla Hızır aleyhisselam ruhani şekillerde geldiler. Hızır aleyhisselam, (Biz ruhlar âlemindeniz. Allahü teâlâ, bizim ruhlarımıza öyle kuvvet vermiştir ki, insan şeklini alırız. İnsanların yaptığı işleri, ruhlarımız da yapar) dedi. (1/282)
Bu vesikalar açıkça gösteriyor ki, ölü veya diri evliya zatların ruhları, Allahü teâlânın izniyle insanlara yardım etmektedir.
|
|
|
|
XXXXXXXXXXXXXX
Ölülerin Yararına Yapılan Amellerin Akaid Açısından Değerlendirmesi
Akif Akay
Her insan, kendisi için takdir buyrulan vakit dolduğunda, içinde bulunduğu şu fâni ve zâil dünya hayatından asıl yurdu olan ahirete göç edecektir. Peygamberler de dahil olmak üzere hiçbir varlık, bu takdirden müstesna değildir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de "Her nefis ölümü tadıcıdır." (Âl-i İmrân, 3/185), "De ki: Sizin hakikaten kaçıp durduğunuz ölüm (yok mu?) o, size elbette gelip çatıcıdır. Sonra (hepiniz) gizliyi de âşikârı da bilen (Allah)'a döndürüleceksiniz de O, size yaptıklarınızı haber verecektir" (Cuma, 62/8), "Nerede olursanız olun, velev tahkim edilmiş yüksek kalelerde bulunun, ölüm size çatıp yetişicidir.” (Nisa, 4/78) ve ".. Her ümmetin bir süresi vardır. Süreleri gelince ne bir an geri kalırlar, ne de ileri giderler." (Yûnus, 10/49)buyrularak bu hakikat ifade edilmiştir.
Hakikat bu olduğu halde insanlar, çoğu zaman ölümü unutarak hiç ölmeyecekmişçesine bu dünyaya sarılmaktadırlar. Halbuki ölümü sıkça hatırlamak gerekmektedir. Zira ölümü hatırlamak, bir hadis-i şerifte de beyan edildiği üzere lezzetleri yok etmekte ve böylelikle dünyaya olan muhabbeti ahirete iştiyaka dönüştürmektedir.
Her Müslümanın, fırsat elde iken vakit kaybetmeden gelecek ebedî dünya yolculuğunda kendisine lazım olacak azığını bu dünyada hazırlaması gerekmektedir. Nitekim Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır: "...Kendinize azık edinin. Şüphesiz ki azıkların en hayırlısı takva (Allah korkusu)dır. Ey kâmil akıl sahipleri benden korkun!.." (Bakara, 2/197)
İnsan, ahirette dünya tarlasına ektiğini biçecektir. Burada nefislerine uyup keyiflerince yaşayan ve hazırlıklarını yapmayanların halini Kur'an-ı Kerim şöyle tasvir etmektedir: "Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca (tekrar tekrar) şöyle diyeceklerdir: "Rabbim, beni (dünyaya) geri gönder, tâ ki ben zâyi ettiğim (ömrüm) mukabilinde iyi amel (ve hareket) de bulunayım." Hayır hayır onun söylediği bu söz (hakikatte) boş laftan ibarettir. Önlerinde ise diriltip kaldırılacakları güne kadar (kalmalarına mani) bir engel vardır". (Mü'minûn, 29/99-100)
Hiç kimsenin ne zaman öleceği belli değildir. Hayatlarını şuurlu ve her an ölüme hazırlıklı yaşayanların yanısıra yer yer gaflete düşenler olabildiği gibi yapacakları salih amellerle ölmüş yakınlarının ve diğer Mü'minlerin imdatlarına koşmak ve onlara sevap kazandırmak isteyenler de olabilir. İşte biz, bu çalışmamızda, bu dünyadan ebedî aleme göç etmiş insanların arkasından yapılan salih amellerin akidevî yönden değerlendirmesini yapmaya çalışacağız.
ÖLÜLERİN YAŞAYANLARIN YAPACAKLARI AMELLERDEN İSTİFADE EDİP EDEMEMELERİ
Hz. Peygamber (s.a.s), bir hadis-i şerifte ölüyü (mezara kadar) ailesi, malı ve ameli olmak üzere üç şeyin takip edeceğini; bunlardan ailesiyle malının geri döneceğini, amelinin ise baki kalacağını bildirmiştir. Bu hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi insan, kabirde sadece bu dünyada yaptığı amellerle başbaşa kalacaktır. Ancak kabrinde amelleriyle başbaşa kalan Mü’min, dünyada iken yaptığı bazı işlerden dolayı ölümünden sonra da sevap kazanacak ve onlardan istifade edecektir. Nitekim bu hususu açıklayan bir hadis-i şerifte Allah Rasulü (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Mü’mine ölümünden sonra amel ve hasenatından (iyiliklerinden) gerekecek olanlar (faydası olanlar) şunlardır: Öğretip yaydığı ilim, geriye bıraktığı salih evlat, (yazıp) miras bıraktığı mushaf, yaptığı mescit, yolcular için yaptırdığı konaklama yeri (ev, misafirhane) ve sağlığında, sıhhatli zamanında malından ayırdığı (verdiği) sadaka. İşte bunların hepsi ölümünden sonra ona lazım olur.”
Bu konuda diğer bir hadis-i şerifte ise ölümden sonra kişinin istifade edeceği amellerin sayısı yedi olarak zikredilerek şöyle buyurulmuştur: “Kulun, vefatından sonra kendisine sevap yazılmasına sebep olan yedi şey vardır. (Yani bu yedi şeyi sağlığında yapana, yaptığı bu amelleri sebebiyle ölümünden sonra da sevap verilir.): Hurma (ağaç) diken, kuyu açan, su yolu açıp su getiren, bir mescit yapan, mushaf (Kur’an-ı Kerim) yazan, geriye faydalı ilim bırakan ve kendisi için vefatından sonra istiğfar edecek salih evlat bırakan.”
Zikredilen rivayetlerden de anlaşılacağı üzere, insan, dünyada iken kendisinin yaptığı veya başkalarının yapmasına vesile olduğu amellerden istifade edecektir. Zaten bu konuda ehl-i sünnet alimleri de ittifak etmişlerdir.
Kişinin ölümünden sonra başkalarının kendisi için yapacakları iyi işlerin sevabının veya bunlardan hangisinin ulaşıp ulaşmayacağı konusunda ise ihtilaf edilmiştir. Mu'tezile mezhebine mensup olanlar, dua ve sadaka da dahil olmak üzere ölüye dirilerin yaptıkları hiç bir şeyin fayda vermeyeceğini savunurlar. Delil olarak da Allah'ın hükmünün değişmeyeceğini ve herkesin kendi yaptıklarından sorumlu tutulacağını haber veren şu ayetleri getirirler:"İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur" (Necm, 53/39), "Siz, ancak yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz" (Yâsîn, 36/54) ve "Herkesin kazandığı hayrın sevabı kendine, yaptığı fenalığının zararı da yine kendinedir" (Bakara, 2/286). Onlara göre, bu ayetlerde insanın yalnız kendi yaptıklarından fayda veya zarar göreceği bildirilmiştir ve başkalarının yaptığı hasenatın sevabı ona ulaşmayacaktır.
Ehl-i Sünnet âlimleri ise, hangi amelin fayda verip, hangisinin fayda vermeyeceğinde ihtilaf etmişlerse de başkalarının yapacağı amellerin ölüye fayda vereceği konusunda ittifak etmişlerdir. Ölünün, başkalarının sebep olduğu sevapları almasına Kur’an, sünnet, icma ve şer’î kaideler delildir. Mesela, "Onlardan, sonra gelenler şöyle derler: Ey Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma." (Haşr, 59/10) ayet-i kerimesi, dua ve istiğfarın faydalı olacağına delalet etmektedir. Bu ayet-i kerimede Cenab-ı Hakk, daha önce iman edip de bu dünyadan ahirete göçmüş olan kardeşleri için istiğfar eden Mü'minleri övmüştür. Eğer istiğfarın ölülere bir faydası olmasaydı, Allah Teâlâ ayetinde ölmüş kimselere istiğfar edenleri övmezdi.
Ölünün ardından kılınan cenaze namazı da onun için dua etmek ve Allah’tan onun affını dilemek içindir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s): "Ölüye namaz kıldığınız zaman ona gönülden dua edin" buyurmuş ve kendisi de kıldığı cenaze namazlarında ölü için dua etmiştir. Şayet bu namaz ve duanın ölüye bir faydası olmasaydı, Rasulullah (s.a.s) bunu ne kendisi yapardı ne de başkalarına emrederdi.
Geride kalanların ölüler için yaptıkları ibadet ve hayırları iki bakımdan ele almak gerekir:
Birincisi: Müteveffânın borçtan kurtulup kurtulmaması
Bir kimse, üzerinde namaz, oruç, hac, zekat, adak, kul borcu gibi borçlar bulunarak ahirete intikal etmiş ise geride kalanların -ölünün vasiyeti olsun olmasın- bunları eda etmeleriyle borçtan kurtulur mu?
İslam Fıkhı alimleri bu bakımdan ibadetleri üçe ayırmışlardır:
a) Namaz, oruç v.b gibi bedenî ibadetler: Başkalarının yapmalarıyla bu ibadetlerin mes’uliyeti kalkmaz, sorumluluk devam eder.
b) Zekat, nezir, mâlî kefaret gibi mâlî ibadet ve borçlar: Bunlar, başkalarının ödemesiyle ödenmiş olur, borç kalkar.
c) Hac gibi hem mâlî, hem de bedenî ibadetler: Birisi ölü namına bunu yaparsa o borçtan kurtulmuş olur. Ancak mirasçılar bunu yapmaya mecbur değildir. İmam Şafiî'ye (ö. 204/819) göre vasiyet etmiş ise mecbur olurlar.
Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855), Evzaî (ö. 157/774) , Ebû Sevr (ö. 240/854), Nevevî (ö. 676/1277) gibi müctehidler ile muhaddislerin çoğuna göre, ölünün yakınlarının onun borçlu olduğu oruç, hac gibi ibadetleri de kaza etmesi caiz ve sahihtir.
İkincisi: Başkasının yaptığı ibadetin sevabının ölüye ulaşıp ulaşmaması
İslam alimlerinin çoğunluğu, sevabını ölüye bağışlamak niyetiyle yapılan ibadetlerin sahih olduğuna ve ölmüş kişilerin bundan istifade edeceklerine kani olmuş ve bu hükmü benimsemişlerdir.
Konumuzun daha iyi anlaşılabilmesi için başkalarının ölünün yararına yapabilecekleri işler şu şekilde açıklanabilir:
1. Ölünün Borcunun Ödenmesi
Bir kişi öldüğünde başkalarının onun hakkında yapabilecekleri, hatta yapmaları gereken en önemli işlerden birisi, varsa o kişinin borçlarını ödeyerek onun üzerinden kul haklarının kalkmasını temine çalışmaktır. Çünkü hadisdeki ifadesiyle "Mü'minin ruhu, borcu ödeninceye kadar ona bağlı kalır". Bundan dolayı, borçlu olarak ölen kişi, şayet miras olarak bir şeyler bırakmışsa ondan borçları ödenir. Böylelikle borcunun ödenmesi, ölünün borçtan kurtulmasına vesile olur. Burada mâlî borçlarının ödenmesinde borcu ödeyen kişinin, ölünün bir yakını olması veya olmaması neticeyi değiştirmez. Kim öderse ödesin, ölen kişi borçtan kurtulmuş olur.
2. Dua ve İstiğfar
Ölmüş birisine yapılabilecek en büyük iyiliklerden birisi de onun için dua edip istiğfarda bulunmaktadır. Nitekim "Onlardan sonra gelenler şöyle derler: Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman eden kardeşlerimizi bağışla..." (Haşr, 59/10) ayet-i kerimesi ve "Ey Allah'ın Rasulü, anne ve babamın vefatlarından sonra da onlara iyilik yapma imkanı var mı, ne ile onlara iyilik yapabilirim?" diye soran bir sahabiye Hz. Peygamber’in (s.a.s): "Evet vardır. Onlara dua, onlar için Allah'tan istiğfar (günahlarının affedilmesini) talep etmek, onlardan sonra -vasiyetlerini yerine getirmek, anne ve babasının akrabalarına karşı da sıla-i rahmi ifa etmek, anne ve babasının dostlarına ikramda bulunmaktır." buyurması; dua ve istiğfarın ölülere fayda vereceğini isbat etmektedir.
Ayrıca daha önce zikredildiği gibi, ölü için yapılan dua ve istiğfarın ölüye fayda vereceği hususunda ehl-i sünnet alimleri de ittifak etmişlerdir. Ancak kendisi için dua edilen kimsenin Mü'min olması şarttır. Zira imanı olmayanların arkasından yapılacak hiçbir şey onlara fayda vermez. Zaten onlar için dua etmek de meşru değildir.
İmanı olanlara dua ve istiğfarın fayda vereceğine delil teşkil eden yukarıda zikrettiğimiz ayet ve hadisler gibi daha pek çok naklî delil vardır ve akıl da bunu te'yid etmektedir. Nitekim Cenab-ı Hakk, bize Hz. İbrahim’in (a.s) dilinden "Ey Rabbimiz! (Amellerin) hesap olunacağı gün beni, ana-babamı ve müminleri bağışla!"(İbrahim,14/4l) ve Hz. Nuh’un dilinden "Rabbim! Beni, ana-babamı, iman etmiş olarak evime girenleri, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla..." (Nûh, 71/28) dualarını öğretmektedir. Kanaatimizce bu duaların kapsamı, sadece hayatta olan Mü’min anne-baba ve diğer iman sahipleri olmasa gerektir. Bu zümreye hayatta olanlar kadar ahirete irtihal edenler de dahildir.
Ayrıca Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde zikredilen bir hadis-i şerifte Hz. Aişe (r.anhâ), Hz. Peygamber'in (s.a.s) Baki' mezarlığına çıkıp oradaki ölülere dua ettiğini, bunun sebebini sorduğunda da: "Onlar için dua etmekle emrolundum" buyurduğunu haber vermiştir.
Yine Allah Rasulü (s.a.s), bir cenazeyi defnetme işi bittiğinde ashabına: "Kardeşiniz için istiğfar ediniz (affını dileyiniz) ve ona tesbit (sorulara sarsılmadan cevap vermesini) isteyiniz. Çünkü o şu anda sorguya çekilmektedir." buyurmuştur ki bu hadis, hayatta olanın duasının ölüye fayda vereceğini apaçık bildiren delillerden birisidir. Çünkü, fayda vermeyecek olsaydı Rasulullah (s.a.s) ashabına böyle bir davranışı emretmezdi.
Hz. Ebu Hureyre'den (ö. 58/678) rivayet edilen bir hadiste, Hz. Peygamber (s.a.s), Allah (c.c) ile ölen kişi arasında cereyan eden şu konuşmayı haber vermiştir: "Allah Teâlâ, sâlih kulunun cennetteki derecesini yükseltir. Bunun üzerine o: Yâ Rabbi! Bu (yükselme) nereden (hangi sebepten)dir? diye sorar. Cenab-ı Hakk ona şöyle der: Oğlunun senin için yaptığı istiğfar sebebiyledir." Burada da, dua ve istiğfarın ölüye faydalı olacağı haber verilmektedir. Nitekim İmam Eş'arî de (v. 324/936) Makâlâtu'l -İslâmiyyîn adlı eserinde, hadisçiler ile ehl-i sünnetin çoğunluğunun, dua ile sadakanın, Müslümanlara ölümlerinden sonra fayda vereceğine inandıklarını belirtmektedir.
Ayrıca Ebu Hureyre'nin (r.a) rivayet ettiği diğer bir hadis-i şerifte ise, “İnsan öldüğü zaman amel-i kesilir, ancak üç şey müstesna (bunları yapanın amel-i salihi devam eder): Sadakayı cariye, faydalı ilim ve kendisine dua edecek olan salih evlat.” buyrulmaktadır.
Bu hadis-i şeriften anlaşıldığına göre;
a. Sadaka-i cariye denilen, insanların istifade edebileceği yol, köprü, cami, çeşme, mescid, vakıf müesseleri ve bunları en verimli ve hayırlı şekilde kullanacak nesillerin yetişmesi için okullar, yurtlar, ve yuvalar yapmak gibi salih amellerde bulunmaktır ki, arkada bırakılan bu türden bir müessese hayatta kaldığı müddetçe, -Efendimiz (s.a.s)'in beyanları çerçevesinde- iyi bir çığıra vesile olunduğu için kıyamete kadar orada yetişenlerin kazandıkları sevapların bir misli de bu müesseseleri kuranların amel defterlerine kaydedilecektir.
b. İlim erbabının bıraktığı eserler de sada-i cariyedendir. Alim, kapasitesine göre bunlardan alacağı mükafatı alır. Ayrıca ilim erbabına destek olma, sahip çıkma, hakiki ilim yolunda yürüyen nesle kanat germe ve onların kitap, defter, yiyecek ve giyeceğini temin etme şeklinde yapılan çalışmalar da hayır cihetinde kapanmaz birer menfez ve birer sadaka-i cariye sayılabilir.
c. Giden ruh, ardından istiğfar ve dua edip değişik hayırlarda bulunacak bir evlat ister. Ahiret hesabına ona yararlı olacak olan da, ancak bıraktığı böylesine hayırlı bir nesildir.
3. Sadaka
Dua gibi sadakanın da ölüye faydası olduğu hususunda Ehl-i sünnet âlimleri ittifak etmişlerdir. Hz. Peygamber'in (s.a.s) buna delalet eden hadisleri vardır. Nitekim bunlardan birisini Hz. Aişe (r. anhâ) şöyle rivayet etmektedir: "Rasulullah’a (s.a.s) bir adam gelerek: "Yâ Rasûlallah! Annem birden bire öldü, vasiyet edemedi. Öyle sanıyorum ki, konuşabilseydi sadaka verirdi. Acaba ben onun yerine sadaka versem sevabı ona ulaşır mı?" (diye sorunca) Rasulullah (s.a.s): "Evet" cevabını verdi.
Yine Ebu Hureyre'den (r.a) rivayet edilen bir başka hadiste de, babası ölmüş olan bir adam peygamber (s.a.s)'e, babasının çok mal bıraktığını ve vasiyet etmediğini bildirerek, onun namına tasaddukta bulunduğu takdirde günahlarına kefaret olup olmayacağını sormuş; Rasulullah'ın verdiği cevap yine "evet" olmuştur.
İbn Abbas'ın (r.a) rivayet ettiği hadis-i şerifte ise, şöyle buyrulmaktadır: "Bir adam gelerek: "Ey Allah'ın Rasulü! Annem vefat etti. Ben onun için tasaddukta bulunsam ona faydası olur mu? diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: "Evet" deyince, adam; "Benim bir meyveliğim var. Şâhid olun, onu annem için tasadduk ediyorum’ dedi".
Bu konuda delil olan hadis-i şeriflerde hep evladın anne ve babası için vereceği sadaka söz konusu edildiğini söyleyen, ayrıca "İnsan için kendi çalışmasından başkası yoktur" (Necm, 53/39) ayetiyle delil getirip, ancak evladın yaptıklarının, ölünün kendi çalışması cinsinden olacağını belirten bazı alimler, evlat dışındaki kişilerin sadakalarının ölüye faydalı olacağına dair delil bulunmadığını söylemişlerse de İmam Nevevî, ister evlat isterse başkaları tarafından verilsin, sadakanın sevabının ölüye ulaşacağında ittifak olduğunu bildirmektedir. Ancak bu sadakanın mezar başında dağıtılması meşru olmadığı gibi, cenazeyle beraber götürülüp, cenazeyi defnedince dağıtmak da mekruhtur.
Sa'd İbn Ubâde (r.a) hadisinde ise, ölünün arkasından yapılacak sadakanın hangisinin daha faziletli olduğu bildirilmektedir. Hadiste Hz. Sa'd (r.a) şöyle anlatır: "Ey Allah'ın Rasulü dedim, annem vefat etti, (onun adına) yapacağım sadakanın hangisi efdaldir?" Peygamber Efendimiz (s.a.s), "su" buyurdular. Bu cevap üzerine Sa'd bir kuyu kazdı ve : "Bu kuyu Sa'd'ın annesi için dedi."
Bu hadis-i şerif de, ölü adına hayır yapılabileceğini gösteren delillerdendir. Nesaî'nin rivayetinde ise Hz. Sa'd, Allah Rasulü’ne önce vefat eden annesi adına sadaka verip veremeyeceğini sormuştur. Müsbet cevap aldığında ise hangi sadakanın daha faziletli olduğunu sormuş ve "su" cevabını almıştır.
Nafile olarak sadaka vermek isteyenlerin erkek ve kadın bütün Müslümanlar adına niyet etmesi daha faziletlidir. Bunun sevabı onlara ulaşır, kendisinin sevabından da herhangi bir şey eksilmez.
4- Ölenin borcu olan namaz, oruç, hac gibi ibadetleri onun yerine ifa etmek
Üzerinde Ramazan'a ait kaza orucu bulunduğu halde ölen kimse ile ilgili iki durum vardır:
1- Vakit darlığı, hastalık, sefer ve oruç tutmaktan âciz olmak gibi özürler sebebiyle oruç tutma imkanını elde edemeden ölmüş olmak. Alimlerin ekserisine göre, bunların her hangi bir kusuru olmadığı için hiç bir şey gerekmez. Bunların günahkâr olmaları da söz konusu değildir. Çünkü bu oruç, ölünceye kadar tutma imkanını elde edemediği bir farzdır. Dolayısıyla hacda olduğu gibi, hükmü bedelsiz olarak düşmüştür. Bunun için, hasta yahut yolcu kişi bu durumda ölürlerse tutamadıkları orucun kazası gerekmez.
2- Oruç borcu olan kişi oruçlarının kazasını yapma imkanını elde ettikten sonra ölmüşse velisi onun için oruç tutamaz. Yani fakihlerin ekserisine göre, ölünün kazası olan oruçları tutmak vacip değildir. Şafiîlere göre, velisi oruç tutacak olsa, sahih değildir. Çünkü oruç, namaz gibi bir beden ibadetidir. Şeriatın aslı ile farz olmuştur. Gerek hayatta, gerekse öldükten sonra bunda vekalet ve niyabet caiz değildir. Bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmuştur: "Hiçbir kimse başka bir kimse adına namaz kılamaz, oruç tutamaz. Fakat onun adına her güne karşılık bir müd (1 müd, yaklaşık 18 kg.) yiyecek fakirlere yedirir." Hanbelîlere göre, velinin ölü adına oruç tutması mübahtır. Çünkü bu durum, ölünün kurtuluşunu sağlamak bakımından daha ihtiyatlı bir harekettir.
Bu konuda rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Aişe (r. anhâ), Rasulullah'ın (s.a.s): "Kim, üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, onun orucunu velisi tutar." buyurduğunu haber vermiştir.
Buharî ve Müslim'de zikredilen diğer bir hadis-i şerife göre, üzerinde bir aylık (nezir) oruç borcu olan bir kadın vefat etmiştir, kadının çocuğu (oğlu veya kızının) Hz. Peygamber'e (s.a.s) gelerek "Ben onun yerine oruç tutsam olur mu?" demiştir. Rasulullah da (s.a.s) ona: "Annenin üzerinde borç olsaydı onu öder miydin?" diye sormuş ve onun: "Evet" diye cevap vermesi üzerine de: "Allah'ın borcu, ödenmeğe daha layıktır" buyurmuştur.
Oruç tutmak bedenî ibadetlerdendir. Burada oruç ibadeti zikredildiği ve başkalarının tutacağı orucun sevabının ölüye ulaşacağı haber verildiğinden, diğer bedenî ibadetlerde de aynı durumun söz konusu olup olmadığında ihtilaf edilmiştir. Oruç konusunda rivayet edilen hadislerden bazı alimler, farz olan Ramazan orucundan üzerinde borcu olarak ahirete göçmüş olanların oruçlarının bile geride kalanlar tarafından tutulabileceği hükmüne varırlarken, bazıları da sadece nezir orucunun tutulabileceği kanaatine varmışlardır. Hanbeliler ile Hz. Aişe ve İbn Abbas'ın, bu son görüşü savundukları haber verilmiştir.
Ölenin yerine oruç tutma meselesinde Ahmed İbn Hanbel (rahimehullah), ölü üzerinde Ramazan orucu, nezir orucu veya kefaret orucu borçları bulunduğu takdirde, velisinin ona bedel tutabileceğini söylemiştir. İmam Mâlik (ö. 179/795), Şafiî ve Ebu Hanife'ye (ö.150/767) göre ise, ölünün velisi, her bir oruç için bir sa' (bin dirhemlik bir hububat ölçeği) arpa veya yarım sa' buğday tasadduk etmelidir.
Keza her bir namaz (veya bir günlük namaz) için de aynı miktar mal tasadduk etmelidir. Çoğunluk bedenî ibadetlerinin başkası tarafından ifa edilmeyeceğini söylemiştir.
Bu durumu açıklayan İbn Kayyım el- Cevziyye: "Nasıl ki farz namazı, bir başkası diğerinin yerine kılamazsa, farz oruç da aynıdır" der. Şüphesiz böyle bir kapı açmak, insanları sağlıklarında kendilerinin yapmaları gereken ibadetleri ihmal etmeye sevkeder ki, bu hususu dikkate alan bazı alimler, hiçbir orucu tutamaz, ancak kefaretini verir, demişlerdir.
Şunu unutmamak gerekir ki, ölmüş olan kişinin yerine bir başkasının yapacağı ibadetler, bunu caiz kabul edenlere göre bile aynen kendisi yapmış gibi yüzde yüz mes'uliyetten kurtarmaz. Eğer böyle olsaydı zengin olanlar, kendi ibadetlerini başkalarına yaptırır, mesuliyetten kurtulurlardı. Bu, kat'iyen caiz değildir. Şafiî ve Mâlikîler, başkaları tarafından yapılacak olan bedenî ibadetlerin hiç birinin sevabının ölüye ulaşmayacağını söylerken, bu durumu göz önüne almış olsalar gerekir. Ancak İmam Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel ve selef alimlerinin bir kısmı, oruç tutmak, Kur'an okumak, zikretmek gibi bedenî ibadetlerin sevabının ölüye ulaşacağını belirtirken de, bu ibadetlerin, onların sağlıklarında yapmadıkları ibadetlerin yerine geçeceğini söylememişlerdir. Bu yapılan ibadetlerin fâili, şüphesiz sağ olan kişidir ve yaptığı ibadet kendisinindir. Sadece bu ibadetten elde edeceği sevabı bir başkasına bağışlamaktadır. Bu, onun üzerindeki asıl borcun düşmesi değil, yapılan hayırlı amelin bağışlayanın sevabından istifade etmesidir. Umulur ki Cenab-ı Hakk, bu sevap nedeniyle onun bir kısım azabını hafifletir veya derecesini yükseltir.
5. Hac
Bir kimse, ölmüş birisinin yerine hac yapıp sevabını ona bağışlayabilir. Nitekim Ebu Davud’da zikredilen bir hadis-i şerifte, hayatta iken hiç hac yapmamış olan annesinin yerine hac yapıp yapamayacağını soran bir kadına, Hz. Peygamber (s.a.s): “Evet, ona bedel haccet” buyurarak ölmüş annesinin yerine haccetmesine izin vermiştir.
Yine Rasulullah (s.a.s), Müslim’deki bir hadis-i şerifte sağlığında hacca gitmemiş olan bir kadının yerine bir yakınının haccetmesini emretmiştir.
Tabii ki, bu rivayetlerde zikredilen mana, sadece bir ibadetin yapılıp, sevabının ölüye bağışlanmasının cevazına delalet eder. Cenab-ı Hakk'ın o engin rahmetinden ümit edilir ki, o sevap nedeniyle, huzuruna ibadet borcuyla gelen kullarını affeder, yoksa sağlığında fırsat elde iken bu ibadeti terkeden ve bu halleri üzere ölenlerin elbette hesapları görülecek ve gerekirse cezaları verilecektir.
Her ne kadar İslam alimlerinin çoğunluğu, bedenî ibadetlerin vekaleten başkası tarafından ifa edilemeyeceğini söylemişse de, acz şartıyla, sadece hac farizasının bir başkası tarafından ifasını caiz görmüşlerdir. Acz'den maksat, kişinin ölmüş olması veya iyileşme ümidinin kesilmesidir, kötürüm bir kimse de âcizdir. Bazı alimler, ölü adına nafile hac yapılabileceğini de söylemişlerdir.
Bütün bunlardan anlaşıldığına göre, ölü başkaları tarafından yapılan ve sevabı kendisine bağışlanan ibadetlerden istifade edebilir. Çünkü oruç, dua, istiğfar, hac gibi ibadetler, bedenî ibadetlerdir. Allah Teâlâ, bunların ve bunlar gibi diğer ibadetlerin sevaplarını ölüye ulaştırır.
6. Kur'an Okuyup sevabını ölüye bağışlamak
Âlimler, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi bedenî bir ibadet olan Kur’an okumanın sevabının, yapandan başkasına ulaşıp ulaşmayacağı konusunda da ihtilaf edip değişik görüşler ileri sürmüşlerdir:
Bunlardan bazılarına göre ölü için okunan Kur’an’ın sevabı ölüye ulaştığı gibi Kur’an okumanın peşinden yapılan dua da ölüye ulaşır. Bazılarına göre ise, ibadetlerin sevabı yapandan başkasına ulaşmaz.
Hanefîlere göre, insan; namaz, oruç, sadaka ve Kur’an okumak gibi kendi yaptığı amellerin sevabını ölülere bağışlayabilir. Aynı zamanda bunların sevabını bağışlamak, kişinin kendi sevabından da bir şey eksiltmez.
Mâlikîlerden bir kısmı, öldükten sonra kişi üzerine yahut kabri üzerine Kur'an okumayı mekruh kabul ederken bir kısmı Kur'an okuyup zikir yapmakta ve bunların sevabını ölüye bağışlamakta herhangi bir sakınca olmadığını, ölü için de Allah'ın izniyle sevap olacağını söylemişlerdir.
Şafiîlerde meşhur olan görüşe göre, ölüye kendi amelinden başkası fayda vermez. Ölü adına namaz kılmak, Kur'an okumak ve benzeri işlerde de bu böyledir. Ancak Şafiîlerin sonradan gelen fakihleri, Kur'an okumanın sevabının ölüye ulaşacağı yolunda açıklamalarda bulunmuşlardır.
Bu şekilde Şafiîlerin sonraki fakihlerinin görüşü de diğer üç mezhebin görüşü gibi olmaktadır. Buna göre, Kur'an okumanın sevabı ölüye ulaşır. İmam Sübkî'ye (v. 756/1355) göre, istinbat yolu ile haberlerin delâletinden anlaşılacağı üzere, Kur'an'ın bir kısmından eğer ölüye fayda sağlamak, yahut içinde bulunduğu azabı hafifletmek kastedilirse faydası olur. Çünkü yılan sokmuş kimseye birisinin, şifa kastıyla Fatiha okuyunca fayda verdiği hadis ile sabittir. Hz. Peygamber (s.a.s) de bunu: "Fatiha'nın rukye olduğunu nereden biliyordun?" sözüyle ikrar etmiştir. Kur'an okumak, belli bir maksat için diriye fayda verince, ölüye fayda vermesi daha evladır. İbn-i Salah'a göre, Kur'an okuma sonunda: "Allah'ım okuduğumuz Kur'an'ın sevabını falancaya ulaştır" demesi ve okunan Kur'an'ı dua kılması uygun olur.
Bu hususta uzak, yakın değişmez. Bunun fayda vereceğine kesin olarak inanmak lazımdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) de, zaman zaman kabirlere uğrar ve oradakilere dua ederdi. Bu konuda İbni Ebî Şeybe'den rivayet edilen hadis şöyledir: "Hz. Peygamber (s.a.s) her yılın başında Uhud'daki şehitlerin kabirlerine gelir ve şöyle derdi: "Sabrettiğiniz şeylere mukabil sizlere selâm ve selâmet! Dünyanın en güzel neticesi budur!" Allah Rasulü (s.a.s), bazen de Bakî' mezarlığına çıkar ve şöyle derdi: "Ey Mü'minler yurdunun sâkinleri! Selâm size bizler de inşaallah sizlere kavuşacağız. Allah Teâlâ'dan bizim ve sizin için âfiyet, ahiretle ilgili korku ve sıkıntılardan selâmet ve sıyanet dilerim."
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber (s.a.s), buud değiştirerek dünyamızdan ayrılan insanlar için dua edip onlar hakkında âfiyet ve selamet dilemiştir. Şayet ölülerin arkasından yapılan duaların onlara faydası olmayacak olsa idi Allah Rasulü (s.a.s) böyle bir davranışta bulunmazdı. Aksi bir durum, Allah Rasulü'nün abesle iştigali demektir ki, O (s.a.s), bundan fersah fersah uzaktır. Çünkü Kur'an'ı Kerim'in ifadesiyle Hz. Peygamber (s.a.s) asla hevadan konuşmamıştır. O ne yapmış ve ne konuşmuşsa vahiy kaynaklıdır.
Okunan Kur'an'ın sevabının önce Hz. Peygamber'e (s.a.s) hediye edilmesi müstehaptır. Çünkü bizleri sapıklıktan O kurtarmıştır. Bunda bir nevi O’na teşekkür ve güzel bir mukabele vardır.
Ölülerin arkasından okunan Fatiha, Yâsin ve Kur'an'ın hatmi gibi virdlerden her biri, bir anda sayısız kişilerin ruhlarına yetişebilir ve onların hepsi de bu hediyeden nasiplerini alabilirler. Üstad Bediüzzaman, bu mevzuyu Şualar isimli kitabında şöyle izah etmiştir: "Fâtır-ı Hakîm, nasıl ki unsur-u havayı kelimelerin berk gibi intişarlarına ve tekessürlerine bir mezraa ve bir vasıta yapmış ve radyo vasıtasıyla bir minarede okunan ezan-ı Muhammedî (a.s), umum yerlerde ve umum insanlara aynı anda yetiştiği gibi, öyle de, okunan bir Fâtiha dahi, (meselâ) umum ehl-i iman emvâtına aynı anda yetiştirmek için hadsiz kudret ve nihayetsiz hikmetiyle manevî alemde, manevî havada çok manevî elektrikleri, manevî radyoları sermiş, serpmiş; fıtrî telsiz telefonlarda istihdam ediyor, çalıştırıyor. Hem nasıl ki, bir lamba yansa, mukabilindeki binler âyineye (her birine) tam bir lamba girer. Aynen öyle de, bir Yâsin-i şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, her birine tam bir Yâsin-i şerif düşer."
Bazı alimler, okunan Kur’an’ın sevabının ulaşmasının yanısıra sevabı ölüye bağışlanmak şartıyla her bir amel-i salihin sevabının da ölüye ulaşacağını söylemişlerdir. Yalnız bunların sevap kazanılacak şekilde yani sırf Allah rızası için yapılması şarttır. Yoksa çoklarının yaptığı gibi parayla Kur'an okutup da ölüye bağışlatılmaz. Çünkü Kur'an okumak bir ibadettir. İbadet ise para için değil ancak Allah rızası için yapılınca sevabı olur ve bu sevap onların ruhlarına bağışlanır. Aksi halde sevap olmaz, sevap olmayan bir şey de başkalarına bağışlanamaz.
Malikî ve Şafiî mezhebinde meşhur olan görüşe göre, kendi ameli ve kesbi olmadığı için, Kur'an okumak da dahil olmak üzere, bedenî ibadetlerin hiçbirinin sevabı ölüye ulaşmazken kabrin yanında okunduğunda, ölmüş kişi, okunan Kur'an'ı dinlediği için, dinleyici sevabı alır.
Diğer bazı müctehidler de ölüye ancak evladın veya yakın akrabanın oruç, namaz ve haccının ulaşacağını ileri sürmüşlerdir. En isabetlisi, borç ve mes'uliyetlerin düşmesi bahis mevzuu olmadan bağışlanan sevaptan Müslüman ölülerin istifade edecekleri hükmü olsa gerektir. Ancak şurası bir gerçektir ki, ölü, kendi yapmadığı ve ihmal ettiği ibadetlerden sorguya çekilecektir. Bazı cahil kimselerin zannettikleri gibi, ıskatını vermekle, yahut fidye ve kefaretini vermekle ölü, yüzde yüz mes'uliyetten kurtulmuş olmaz. Eğer usulüne uygun şekilde yapılmışsa, yapılan bu gibi iyi amellerin sevabı bağışlanmakla sadece affı umulur.
Kabir ziyaretleri ve kabir başında Kur'an okumak
Kabirler, insana ölümü ve ahireti hatırlatır. Bunun içindir ki, Hz. Peygamber (s.a.s), daha önce, cahiliyye devrinden yeni çıkan Müslümanların kabir ziyareti sebebiyle bir takım bâtıl inanç ve âdetleri hatırlamalarını ve hataya düşmelerini önlemek için yasakladığı kabir ziyaretini "Sizi kabirleri ziyaretten menetmiştim; artık şimdi onları ziyaret ediniz, çünkü bu size ahireti hatırlatır" hadisiyle tavsiye ve emir buyurmuşlardır. Mevzumuzla alakalı olarak Hz. Ebu Hureyre'den (r.a) rivayet edilen diğer bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır: "Rasulullah (s.a.s), annesinin kabrini ziyaret etti, kendisi ağladı, çevresindekileri de ağlattı. Sonra şöyle buyurdu: "Rabbimden annem için istiğfar etmeyi istedim, izin vermedi. Kabrini ziyarete izin istedim, verdi. Kabirleri ziyaret edin, zira bu size ölümü hatırlatır." Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.s) ashabına bir kabrin yanından geçerken “Selam size ey Mü’minler yurdunun sakinleri!” diyerek selam vermelerini talim buyurmuştur.
Kabir ziyaretinden üç fayda hasıl olabilir:
1- Ziyaret eden ölümü ve ahireti hatırlar.
2- Salih kişilerin kabirlerini ziyaret etmek, ruhlara inşirah, yüce duygulara bereket sağlar ve duaların kabulüne vesile olur.
3- Kabir ziyareti, zaman zaman bundan haberdar olan ölülere ünsiyet bahşettiği gibi, ziyaret vesilesiyle edilen dualar ve okunan ayetlerden onların istifade etmelerini de sağlar. Bazı alimlere göre ise ziyaretin tek faydası, ibret ve hatırlamadan ibarettir.
Hiçbir maddî menfaat beklemeden Kur’an-ı Kerim okuyup sevabını ölüye bağışlamak, alimlerin çoğunluğuna göre sünnete uygun bir davranıştır. Kişi kabrin başında kolayına gelen Kur'an ayetlerinden okur. Çünkü Kur'an okumanın sevabı orada olanlara ulaşır. Ölü de hazır olan gibidir. Onun hakkında da Allah'ın rahmeti umulur. Kur'an okumanın peşinden kabulünü umarak ölüye dua edilir. Çünkü dua ölüye fayda verir. Kıraatin peşinden yapılan dua kabul olunmaya daha yakındır. Dua edilirken kıbleye karşı yönelinir.
Kabri ziyaret eden kimsenin Yâsin suresini okuması müstehaptır. Nitekim Hz. peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Ölülerinize Yâsin suresini okuyun."
Okunan Kur'an'ın sevabını ölülere hediye etmeyi caiz ve müstehap gören Ebu Hanife ve Ahmed b. Hanbel ile İmam Mâlik'e göre ise mezar yanında Kur'an okumak mekruhtur. Bu ibadet bir başka yerde yapılıp sevabı ölüye bağışlanmalıdır. Ebu Hanife'nin kabir yanında Kur'an okumayı mekruh görüşü, "sesli olarak okumaya" tahsis edilmiştir ki, İmam-ı Muhammed'e (ö. 189/805) göre, kabir yanında Kur'an okumak mekruh değil, müstehaptır. Zaten Hanefî mezhebinde tercih edilen görüş de İmam-ı Muhammed'in görüşüdür.
Bir rivayete göre, Ahmed b. Hanbel de İmam-ı Muhammed'le aynı görüştedir ki, bunlar kabristanda Kur'an okumayı tavsiye eden bazı hadisler ve İbn Ömer'den gelen haberle delil getirmişlerdir. İbn Ömer vefatında, defnedilirken kabri üzerine Bakara Suresi'nin başının ve sonunun (yani Elif Lâm Mîm ile Âmenerrasûlü'nün) okunmasını vasiyet etmiştir.
7. Kurban
İslam’da kabirlerin başında ölüler adına kurban kesmek yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s);"Kabirde sığır, deve, koyun kesmek, İslam'da yoktur" buyurarak bu hakikati ifade etmiştir. İslam’da bütün ibadetler gibi kurban da ancak Allah adına ve Allah rızası için ifa edilebilir. Ölüler adına olmamak şartıyla her zaman Allah rızası için kurban kesilerek tasadduk edilip sevabı onlara bağışlanabilir. Zikredeceğimiz şu rivayet de bunu göstermektedir: Hâneş (rahimehullah) anlatıyor: "Hz. Ali (r.a)'yi gördüm, iki koç kesmişti." Dedi ki, "Biri kendim için, diğeri Rasulullah (s.a.s) için." Hz. Ali (r.a) ilave etti: "(Rasulullah (s.a.s) böyle emretti -veya şöyle demişti, böyle vasiyet etti.- Ben (hayatta olduğum müddetçe) ebediyyen terketmeyeceğim."
Hz. Ali'nin (r.a) kestiği bu kurban Rasulullah’ın (s.a.s) vefatından sonrası için söz konusudur. Ebu Davud, hadisi "Ölü Adına kurban" adını taşıyan bir bâbta kaydetmiştir. Onun kaydettiği hadis, kesilen iki koçun da Hz. Peygamber (s.a.s) adına olmaya da yorumlanabilecek bir üslup taşımaktaysa da Hâkim'in bir rivayeti, Hz. Ali'nin, iki kendi adına, iki de Rasulullah (s.a.s) adına olmak üzere dört koç kestiğini açık bir biçimde ifade etmektedir.
Ayrıca Hz. Peygamber'in de ümmetinden Allah’ın birliğine ve kendisinin peygamberliğine şehadet edenler adına kurban kestiği bildirilmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.s) ölülerin arkasından kurban kesip sevabını onlara bağışladığına göre çok rahatlıkla ölülerin kendileri için yapılan hayır-hasenâttan haberdar oldukları ve onların sevaplarından faydalandıkları söylenebilir.
KONUYLA ALAKALI BAZI YANLIŞ İNANÇLAR VE İŞLENEN BİD'ATLER
Buraya kadar meşru dairede olmak ve bid'at ve hurafelere girmemek şartıyla ölülerin arkasından yapılabilecek, onların bazısının azaplarının hafiflemesine bazısının da derecelerinin yükselmesine vesile olabilecek işleri izah etmeye çalıştık. Şimdi de bu konuda -iyi niyetlerle bile olsa- düşülen bazı yanlış inanç ve bid'atlere dikkat çekmek istiyoruz.
Bid'at; geniş ve dar kapsamlı olmak üzere iki şekilde tarif edilmiştir. Geniş kapsamlı olan tarife göre bid’at,“Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan her şey”; dar kapsamlı olan tarife göre ise, “Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkan ve dinle ilgili olup ilave veya eksiltme özelliği taşıyan her şey”dir. Ayrıca bid’at; “kitap, sünnet, icma, kıyas gibi İslam'ın kaynaklarında yeri bulunmadığı halde sonradan çıkarılan, İslâmî telakkî edilerek inanılan ve yapılan şeylerdir.” şeklinde de tarif edilmiştir.
Hurafe ise, mantıkî temeli olmayan anlayış ve uygulamaları, din adına ileri sürüp benimsenen batıl inanç ve davranışları ifade eden bir terimdir. Başka bir deyişle hurafe, aslı-esası olmayan, uydurulmuş, saf ve doğru inançlar arasına katılmış, bazı zaman ve mekanların uğuru ve daha çok uğursuzluğu ile ilgili olarak dillerde dolaşan abartılmış hikayelerden ibarettir. Batıl inanışlar da bu asılsız söylentilere inanmak ve gereğine göre hareket etmek demektir.
Bu bid’at ve hurafelerden bazılarını şu şekilde açıklayabiliriz:
1. Ölü adına kurban kesmek
İslamiyet’te kurban, ancak Allah (c.c) adına ve O’nun rızası için kesilir. Fakat ne acıdır ki, pek çok insan, ölülerin arkasından onları memnun etmek ve böylece isteklerine kavuşmak için kabir başlarında kurban keserek onu ölüye adarlar ki bu, tamamen yanlış bir inanç ve bid'at bir harekettir. Bundan dolayıdır ki, Hz. Peygamber, "kabirde sığır, deve, koyun kesmek İslam'da yoktur" buyurarak bunu yasaklamıştır. Bu, cahiliyye döneminden kalma bir âdettir. Çünkü o dönemdeki Araplar, belirli zamanlarda veya ölü defnedilir edilmez hemen sığır, deve veya koyun cinsinden bir hayvan getirip mezar başında kurban ederler ve etini dağıtırlardı.
Ne acıdır ki, gerçek bu iken ve çoğu da bu gerçeği bildiği halde hâlâ insanımız, bu bid'atları günümüzde işlemeye devam etmektedir.
Allah Rasulü (s.a.s), “İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenlerdir.” , “Sonradan ihdas edilen her şey bid’attir.” ve “Her bid’at dalalet (sebebi)dir.” buyurarak ümmetini bid'atlara karşı uyarmış, ayrıca "Size sıkı sarıldığınız sürece asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve peygamberinin sünneti..."buyurarak onlara bid'at ve sapıklıklara düşmemek için Kur'an ve sünnete sarılmayı tavsiye etmiştir.
2. Kabir yanında sevabını ölüye bağışlamak için veya başka gayelerle namaz kılmak
İslam’da kabule şayan olur niyetiyle ölüden medet umarak kabir yanında namaz kılmak, tevhid inancına aykırı olduğu için yasaklanmıştır. Nitekim Hz. Peygamber de (s.a.s) dâr-ı bekaya göçeceği son hastalığında:"Allah'ın lâneti, Yahudi ve Hıristiyanlar üzerine olsun, onlar peygamberlerinin kabirlerini ibadethane (mescit) yaptılar" buyurarak ümmetinin dikkatini çekmiş ve onlar gibi yapmamalarını tavsiye etmiştir. Kabirlerin mescit edinilmesi, ya kabrin üzerine mescit yapmak ve üzerinde namaz kılmak suretiyle olur ki, bazı hadislerde bu açıkça zikredilerek, böyle yapanlar lanetlenmiştir. Yahut da kabrin yanında kabri ta'zim etmek için secde etmek veya kabre yönelerek namaz kılmak şeklinde olur. Allah Rasulü (s.a.s), böyle yapanları lanetlediğine göre, bu yasaktır. Çünkü İslam Fıkhı alimlerinin açıklamalarına göre, Hz. Peygamber'in yapana lanet ettiği bir işi yapmak haramdır.
3. Hz. Peygamber (s.a.s)'in kabr-i şerifi de olsa; onun taş ve demirlerini öpmek, onlara yapışıp asılmak ve elleri oraya koymak.
4. Ölülerden medet umarak kabir ve türbelere mum yakmak ve çaput bağlamak.
5. Ölülere yapılacak hayır ve hasenât için, "kırkıncı ve elliikinci gece" gibi zaman tahsisi yapmak, bu zamanlarda özel merasimler tertip etmek ve ölüm yıldönümleri düzenlemek.
6. Mezar yanında sesli olarak zikir yapmak.
7. Ücret karşılığı Kur'an okumak ve okutmak.
8. Kabir etrafında kâbeyi tavaf eder gibi dönmek, teberrük kastıyla mezarlar üzerine elbise veya mendil bırakmak.
9. Namaz, oruç, kurban, adak, kefaret gibi ibadet ve borçları ifa etmeden vefat etmiş bir kimseyi bu borçlardan kurtarmak için, fukaraya nakdî bedellerini (ıskat ve devir) vermek. Iskat ve devir, günümüzde ülkemizin özellikle bazı bölgelerinde bir âdet ve ibadete karşı lâkayt davranmanın sebebi haline gelmiş bir bid’at, sünnette yeri olmayan bir davranıştır. Sünnete uygun olanı ise, ölü adına sadaka vermek ve günahlarının affı için dua etmektir.
10. Muayyen gecelerde ve yıl dönümlerinde ölünün ruhu için mevlit okutmak.
11. Allah dostlarının kabirlerinden getirilen toprağı şifa niyetiyle dağıtmak. Bazı türbelerin bazı hastalıklara şifa olduğuna inanmak.
12. Şikayet dilekçesini ölüye takdim etmek ve kabirde bulunanın bunu çözeceğine inanarak onu kabre koymak.
Bunlar ve bunlara benzer bid'atlar, ister Şamanizm'den, ister Yahudilik ve Hıristiyanlıktan gelmiş olsun asla tecviz edilemez. Zira bunlar, ölümü ve ahireti hatırlamak için yapılacak olan kabir ziyaretlerini maksadından saptırmak demektir ki neticede sahibine sevap yerine günah bile kazandırabilir. Öyleyse ölüler için onların arkasından faydalı bir şeyler yapmak isteyen şuurlu Müslümanların, Hz. Peygamber’in tavsiyeleri doğrultusunda hareket etmeleri ve bid'atlardan kaçınmaları gerekmektedir.
Netice olarak, konuyla ilgili gerek ayet ve hadisleri gerekse mezhep imamlarının mütalaalarını ele alıp değerlendirdiğimizde; hem sevabı ölülere bağışlanmak üzere yapılan dua ve ibadetlerin, hem okunan Kur’an-ı Kerim’in hem de yapılan hayır ve hasenâtın onlara ulaştığı ve faydalı olduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda, ölen kişinin borçları varsa onlar ödenebilir, eda edemediği namaz ve oruçları için tasaddukta bulunulabilir, sevabı ölüye bağışlanmak üzere ihtiyaç sahiplerine sadaka verilebilir, Kur'an-ı Kerim okunabilir, dua edilebilir, hac yapılabilir ve hatta kurban kesilebilir... Yeter ki bütün bunlar, meşru daireyi aşmadan, konumuzun sonunda zikrettiğimiz bid'atlara girmeden Allah rızası için yapılsın ve sevabı ölen kişiye bağışlansın.
BİBLİYOGRAFYA
1. ADAM, Hüdaverdi, Bazı Kelam Problemleri, Değişim Yay., Sakarya, 1998.
2. AKTAŞ, Recep, İslâm Dininin Yasak Ettiği Batıl İnançlar, Bahar Yayınları, İstanbul, 1973.
3. ALİYYÜ’L-KÂRÎ, Ali b. Muhammed Sultan el-Herevî, Şerhu Fıkhi’l-Ekber, trc. Yunus Vehbi Yavuz, İstanbul, 1979.
4. BİRGİVÎ, Muhammed b. Pîr Ali, Risâle fî Ziyareti’l-Kubûr, baskı yeri ve tarihi yok, Resâil-i Birgivî içinde, 220-252. Sayfalar arası.
5. CANAN, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Terceme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, Ankara, 1990.
6. ÇAKAN, İsmâil Lütfi, Hurafeler ve Batıl İnanışlar, Büşrâ Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1991.
7. EŞ’ARÎ, Ebu’l-Hasen Ali b. İsmâil, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn, Matbaatu’s-Seâde, Mısır, 1954.
8. GÜLEN, Fethullah, İnancın Gölgesinde, Nil Yayınevi, İzmir, 1994.
9. GÜNENÇ, Halil, Günümüz Meselelerine Fetvalar, İlim Yayınları, İstanbul, 1990.
10. İBN ÂBİDÎN, Reddü’l-Muhtâr Ale’d-Dürri’l-Muhtâr, Beyrut, 1272 h.
11. İBN KAYYIM EL-CEVZİYYE, Şemsuddîn Ebî Abdillah b. Kayyim, Kitâbu’r-rûh, trc., Şaban Haklı, İz Yay., İstanbul, 1993.
12. KARAMAN, Hayreddin, İslam'ın Işığında Günün Meseleleri, Marifet Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 1984.
13. MUTLAKU’R-RAHBÂVÎ, Abdulkâdir, Ahiret Günü, trc., Ahmed Serdaroğlu-Lütfi Şentürk, Nur Yayınları, 5. Baskı.
14. NURSÎ, Bediüzzaman Said, Şuâlar, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1996.
15. SÂBIK, Seyyid, Fıkhu's-Sünne, Daru'l-Fıkhi'l-İ'lami'l-Arabî, 3. Baskı.
16. et-Terbiyetü’l-İslâmiyye, yıl, 23, sayı, 10.
17. TOPRAK, Süleyman, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, 2. Baskı, Sebat Ofset, 1989.
18. YARAN, Rahmi, “Bid’at”, DİA, VI/129-131, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., İstanbul, 1992.
19. YEL, Ali Murat, “Hurafe”, DİA, XXVIII/381-382, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., İstanbul, 1998.
20. ZEYLEÎ', Cemalüddîn Ebî Muhammed Abdillah İbni Yûsuf el-Hanefî, Nasbu'r-Râye li ehâdîsi'l-hidâye, Dâru'l-hadîs, Kâhire, trs.
21. ZUHAYLÎ, Vehbe, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, trc. Ahmet Efe, Beşir Eryarsoy, H. Fehmi, Ulus, Abdürrahim Ural, Yunus Vehbi Yavuz, Nurettin Yıldız, Risale Yayınları, İstanbul, 1990
DİPNOTLAR
Bkz. Tirmizî, Sünen, Zühd, 4, Kıyamet, 26; Neseî, Sünen, Cenâiz, 3.
Buhârî, Sahîh, Rikak, 42; Müslim, Sahih, Zühd, 5.
İbn Mace, Sünen, Mukaddime, 20, I/88-89.
et-Terbiyetü’l-İslâmiyye, s. 612, yıl, 23, sayı, 10.
İbn Kayyım el-Cevziyye, Kitâbu’-rûh, trc. Şaban Haklı, s. 157.
Aliyyü’l-Kârî, Şerhu Fıkhi’l-Ekber, s. 116; İbn Kayyım, er-Rûh, s. 117.
İbn Kayyım, a.g.e, s. 157; Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, I/568.
İbn Kayyım, a.g.e, s. 159.
Ebu Davud, a.g.e, Cenâiz, 59, III/210.
Hayreddin Karaman, İslamın Işığında Günün Mes'eleleri, s. 105-107.
Tirmizî, a.g.e, Cenâiz, 76; İbnu Mâce, a.g.e, Sadakât, 12.
Abdülkâdir Mutlaku'r-Rahbâvî, Ahiret Günü, trc. Ahmed Serdaroğlu-Lütfi Şentürk, s.33.
Süleyman Toprak, Ölümden Sonraki Hayat-Kabir Hayatı, s. 458.
Ebu Davud, a.g.e, Edeb, 12; İbn. Mâce, a.g.e, Edeb, 2.
Karaman. a.g.e, s.107
İbn Kayyım, a.g.e, s. 157; Sabık, a.g.e, I/568.
Toprak, a.g.e., s. 455.
Ahmed b. Hanbel, a.g.e, VI/252.
Ebu Davud, a.g.e, Cenâiz,72.
İbn. Mâce, a.g.e, Edeb, 1.
Eş’arî, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn, s. 282.
Müslim, a.g.e, Vasiyyet, 3, III/1255; Ebu Davud, a.g.e, Vesaya, 14, III/117; Ahmed b. Hanbel, a.g.e, II/372.
Fethullah Gülen, İnancın Gölgesinde, I/137
Aliyyü’l-Kârî, a.g.e., s. 11.
Buharî, a.g.e, Cenâiz, 94, II106; Müslim, a.g.e, Zekat, 15.
A. b. Hanbel, a.g.e, II/371.
Buhârî, a.g.e, Vesâya, 15, 20, 26; Ebu Davud, a.g.e, Vesâya, 715.
Sabık, a.g.e, I/568; Toprak, a.g.e, s. 457.
Ebu Davud, a.g.e, Zekat, 42; Neseî, a.g.e, Vesâya, 9.
İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Terceme ve Şerhi, X/54
Vehbe Zuhaylî, İslam Fıkhı Ansiklopedisi, trc. Ahmet Efe, Beşir Eryarsoy, H. Fehmi, Ulus, Abdürrahim Ural, Yunus Vehbi Yavuz, Nurettin Yıldız, III/ 9.
Cemalüddîn Ebî Muhammed Abdillah ibni Yûsuf el-Hanefî ez-Zeyleî', Nasbu'r-râye li ehâdîsi'l-hidâye, II/463.
Zuhaylî a.g.e, 3/207-8
Buhârî, a.g.e, Savm, 42; Müslim, a.g.e, Sıyam, 27.
Buhârî, a.g.e, Savm, 742; Müslim, a.g.e, Sıyam, 27.
Sabık, a.g.e, I/568.
Toprak a.g.e, s. 459
Canan, a.g.e, 2/488.
Müslim, a.g.e., Sıyam, 27.
Bkz. Müslim, a.g.e, Sıyam, 27, II/805.
Canan, a.g.e, V /75-80; XVII/383-384.
Zuhaylî a.g.e, III/99.
Buhari, Tıbb 39, 323, İcare 16, Fedâilu'l-Kur'an 9; Müslim, Selam 66; Ebu Davud, Tıbb 19, ; Tirmizi, Tıbb 20.
Zuhaylî, a.g.e, III/98-100.
Müslim, a.g.e, Cenâiz, 102; değişik rivayetler için bkz. Ebu Dâvud, a.g.e, Cenâiz, 79; Neseî, a.g.e, Tahâret,109, Cenâiz,103; İbn Mâce, a.g.e, Cenâiz, 36; Zühd, 36.
Bkz. Necm, 53/3.
Said Nursî, Şuâlar, s. 685.
Bkz. Sâbık, a.g.e, I/383.
İbn Kayyım, a.g.e, s. 117; Sabık, a.g.e, I/569; Toprak, a.g.e, s. 462.
Karaman, a.g.e, s. 108
Müslim, a.g.e, Cenâiz, 106; Ebu Davud, a.g.e, Cenâiz, 81; Tirmizî, a.g.e, Cenâiz, 60
Neseî, a.g.e, Cenâiz, 101
Müslim, a.g.e., Cenâiz 102; Ebu Davud, a.g.e., Cenâiz 79; Nesâî, a.g.e., Taharet 109; İbn Mâce, a.g.e., Cenâiz 36, Zühd 36.
Karaman, a.g.e, s. 99
İbn Abidîn, Reddü’l-Muhtâr, I/451; Sabık, a.g.e., I/596.
Zuhaylî, a.g.e, III/ 91-92.
Ebu Davud, a.g.e, Cenâiz, 24; İbnu Mâce, a.g.e, Cenâiz, 4.
Aliyyü’l-Kârî, a.g.e., s. 118; Toprak, a.g.e, s. 463.
Ebu Davud, a.g.e, Cenâiz, 70; A. b. Hanbel, a.g.e, III/197.
Tirmizî, a.g.e, Edâhî, 1, Ebu Davud, a.g.e, Dahâyâ, 2.
Canan İbrahim, a.g.e, IV /539-540.
Rahmi Yaran, “Bid’at”, DİA, VI/129.
Karaman, a.g.e, s. 109.
Ali Murat Yel, “Hurafe”, DİA, XXVIII/381.
İsmail Lütfi Çakan, Hurafeler ve Batıl İnanışlar, s. 12. Konu hakkında ayrıca şu eserlerden daha geniş bilgi elde edilebilir: Ahmed. b. Ali el-Bûnî, Şemsü’l-Maarifi’l-Kübra, Kahire, 1291, Süleyman el-Hüseynî, Kenzü’l-Havâs, İstanbul, 1332; Kemalettin Erdil, Yaşayan Hurafeler, Ankara, 1991, Recep Aktaş, Batıl İnançlar, Adana, 1965; Mustafa Uysal, Bid’at ve Hurafeler, Konya, 1969, Yusuf Şevki Yavuz, “Hurafe”, DİA, XXVIII/384.
Ebu Davud, a.g.e, Cenâiz, 70.
Müslim, a.g.e, Cum’a, 43.
Neseî, a.g.e, Îdeyn, 22; İbn Mace, a.g.e, Mukaddime, 7.
Müslim, a.g.e, Cum’a, 43; Ebu Davud, a.g.e, Sünnet, 6.
İmam Mâlik, a.g.e, Kader, 3.
Karaman, a.g.e, s. 111.
Buhârî, a.g.e, Cenaiz: 60, 95; Neseî, a.g.e, Cenâiz, 106.
Ebu Davud, a.g.e, Cenâiz: 78, A. b. Hanbel, a.g.e, I/229.
Birgivî, Risâle fî Ziyareti’l-Kubûr, s. 222; Toprak, a.g.e., s. 474.
Halil Günenç, Günümüz Meselelerine Fetvalar, I/207.
Çakan, a.g.e, s. 65.
Günenç, a.g.e, s. 213; Sabık, a.g.e., I/564; İbn Abidin, a.g.e., I/663.
Toprak, a.g.e, s. 476.
Karaman, a.g.e, s. 113.
Toprak, a.g.e, s. 477.
Karaman, a.g.e, s. 116.
Hüdaverdi Adam, Bazı Kelam Problemleri, s. 282.
Karaman, a.g.e, s. 121.
|