|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
TÜRK YÜZYILI
Son devletimizin üzerinden yüzyıl geçti.
Tarihin tanıklığı daha çok büyük olaylar üzerinde gelişir. Büyük savaşlar, çağları değiştiren gelişmeler örneğin 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi,1453 İstanbul’un Fethi asla unutulmaz. Sanayi Devrimi, Tanzimat Hareketliliği, Birinci Dünya ve İkinci Dünya Savaşı, Cumhuriyetin Kuruluşu, Devrim Arabası, Darbeler, Kalkışmalar, Kendi uçağını yapma teşebbüsleri, TOGG, SİHA, İHA, TCG ANADOLU, her şehre yapılan Havaalanları, köprüler, Hastaneler gibi gelişmeler ve değişimler ne toplum tarafından ne de tarihin kayıtlarınca asla unutulmaz.
Son devletimizin üzerinden yüzyıl geçti. Bu yüzyıl geçmişle gelecek arasında, dünle bugün arasında müzakereleri mecbur kıldı. Bu bize köklü bir medeniyetin, köklü bir kültürün ve derin bir tarihin yükünü hatırlattı, hatırlatmayı sürdürüyor. Kuşku yok ki medeniyetler inşa edebilmek için; düşünce, sanat, fikir ve kültür birikimine sahip olmak icap eder. Böylesine köklü, böylesine devletler üstüne devletler inşa etmiş, yeryüzünde başka bir topluluk, böyle bir millet yoktur. Bu millet tarihe şan veren Türk milletidir. Buna sebeptir ki Merhum Mehmet Akif’in; “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” duasının sırrı da buradadır. Türk Devletleri Teşkilatının kurulmuş olması, son Başbakan ve Aksakalımız Binali Yıldırım’ın üstlendiği bu kutlu Turan Ülküsü birlik ve beraberliğimiz için her daim Kızılelma hüviyetindedir.
Sınırsız toprakların sahibi olduğunu unutmadan, geçen yüzyılın muhasebesini elbette yapmalıyız. Mahkûm edildiğimiz sınırlandırma bütün kuşatmalarıyla bir mahkûmiyettir. Kültürel mirastan başlayarak, edebiyatın, ilmin ve sanatın bütün türevleriyle iğfal edildiği bir mahkûmiyetten bahsediyoruz. Dil, din, gelenek, görenek, tarihi ve coğrafi alanlarıyla tersyüz edilmiş, geçmişinden koparılmanın getirdiği bir sendeleme-uyuşma-kopuş-kaybediş-zehirleniş vs. bütünüyle hafıza, inanç, kültür kaybıyla emperyalist bir istilanın varlığının ifadesidir. Böylesine bir istila altında yenilenme, dirilme, kıyam ediş için geçen yüzyılların işaret taşları önemlidir. Artık düştüğümüz yerden kalkarak kıtalara hükmeden ruhumuzla yeniden buluşmaya, yeniden insanlık âlemine huzur, barış ve adalet getirmeye, zulme dur demeye, hakkı üstün tutmaya Türk İslam davasının bayrağını-sancağını burçlarda dalgalandırmaya memuruz.
Milli Mücadelenin 100.yıldönümünde devletin, toplumun, bireylerin, ilim ve sanat erbaplarının öykünmeden vaz geçip, kendi köklerimizden dirilmenin, yeniden kendini idrak etmenin, sınırsız iklimlerdeki tarihi emanetin farkına varmanın esenliği içindeyiz. Mutluyuz ve elbette mazimizden, inşa ettiğimiz tefekkür medeniyetiyle şahlanış için seferdeyiz. Bu durum bize, misakı milli dışındaki coğrafyanın varlığından haberler taşımaktadır. Büyük millet ve devlet olmanın şuurunu bizlere haber vermektedir. Büyük Cihan Devleti Türkiye, on üç bin beş yüz yıldır sürüp gelen milletimizin tarihteki son devletidir.
Tarihinde esareti reddetmiş, haksızlıklara boyun eğmemiş, adalet terazisi her daim haktan yana olmuş, inancın düşünceye ve hayata etle kemik gibi kaynaştığı Türk Milletinden bahsediyoruz. Milletimizin asaleti inancından, imanından, toplum ahlakından, birlik ruhundan kaynaklanır. Asırların birikimlerini, tecrübelerini, deneyimlerini devrederek günümüze ulaşmış olmanın elbette ki sorumluluğu büyüktür. Son iki asırdır coğrafyamızda, tarihi kırılmalarımızda yaşanılmış olan tecrübeler kuşkusuz günümüzü de şekillendirmektedir. Tarihi, edebiyatçılar, kültür ve sanatkârlar inşa eder. Fetihler olmadan tarihi yazamazsınız. Ordu fetihler yapar, seferlerden seferlere sınırsız topraklara ay yıldızlı bayrağımızı ulaştırmak için her türden stratejiyi uygular. Tarihi münevverler yazar.
Asırlardır yolumuzu aydınlatan Dede Korkut, Fergani, Abdulhamid İbn Türk, Farabi, Biruni, İbni Sina, Gazali, İbni Rüşt, İbni Arabi, Mevlana, Yunus Emre, Akşemsettin, İbni Haldun, Hacı Bektaş’ı Veli, Hallacı Mansur, Kâtip Çelebi, Mimar Sinan, Piri Reis, Fuzuli, Şeyh Galip, Ali Kuşçu, Matrakçı Nasuh gibi tefekkür ehli, düşünce, sanat ve tefekkür dünyamızın öncüleridir. Dün ne kadar münevverlerimiz varsa, bugün de emperyalizme karşı en büyük silahın kültür, sanat ve düşünce dünyamızı inşa eden ilim, irfan, sanat mensuplarımızın olduğu tartışılmaz. Buna sebeptir ki en çok edebiyatçıların, fikir ve düşünce mensuplarının, sanatkârların toplumda kabul gördüğü kadar evrensel insanlığa yol gösterecek projelerin sahipleri de olmalıdır. Medeniyetler inşa etmiş olan toplumların insanlığa bıraktıkları en önemli miras kültürel mirastır. Ürettikleri eserlerin yüzyıllar geçse de hala insanlığa yol gösteriyor olmaları, büyük rüyaların, ufukların, hedeflerin, hayallerin sahipleri olduğuna da işaret eder. Elbette ki toplumun mayası olan İslam’ın manevi hal durumunu, fertlerin güzel ahlak sahibi olmalarına öncülük eden Evliyaların, Miskin Yunusların, Şemsi Tebrizilerin, İmamı Rabbanilerin, Şahı Nakşibendilerin, Emir Buharilerin, İmamı Azamların, Abdulkadir’i Geylanilerin, Aziz Mahmut Hüdailerin, Seyyid Nizamların bilcümle ilim, hikmet ve irfan sahiplerinin varlığı Anadolu’yu Evliyalar yurdu yapmaktadır. Her karış toprağı, şehitlerle şahit kılınmış bir vatandır yurdumuz.
Son yüzyılın yıldızlarından birkaçını zikretmekte yarar görmekteyim; Salih Zeki, Ömer Hayyam, Hamamizâde İsmail Dede Efendi, Ord. Prof. Mükrimin Halil Yinanç, Cahit Arf, Yusuf Memmedaliyevi, Ord. Prof. Hulusi Behçet, Feza Gürsey, Prof. Dr. Behram Kurşunoğlu, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Aziz Sancar, Sezai Karakoç gibi birçok kalem sahibinin, düşünce ve tefekkür sahibinin mevcut olduğunu, nice isimlerini zikredemediğimiz medeniyet inşacılarının bulunduğunu da ifade etmiş olalım. Geçmiş yüzyılları aydınlatan münevverlerden az değildir son yüzyılımızın münevverleri. Yalnızca zirveden aşağıya doğru hırpalanmanın sersemliği söz konusudur ki bu da artık gerilerde kalmış dünya insanlığı için önemli adımlar atan büyük devlet bilinci yeniden köklerinden gövdeye su vermeyi başarmıştır.
Milli dayanışma, beraberlik, kalkınma; aynı ruh ikliminde, aynı inanç merkezinde, aynı ülkü etrafında toplanmış milyonların oluşturduğu İstiklal duygusunun tezahürüdür. İstiklal, birliğin, beraberliğin, ahitleşmenin, kardeşliğin sınırsız ümmet coğrafyasındaki varlığını idraktir. Tarihin, kalbinin, sesinin, nefesinin, izanının yeniden diriliş hamleleriyle idrakidir.
Anadolu Coğrafyası; misakla anlatılamaz. Sınırlarla hapsedilemez. Ötüken’den, Tanrı dağından, Çin seddinden, Buhara’dan, Semerkant’tan, Endülüs’ten, Kudüs’ten, Afrika’dan, Türkistan’dan sesler, yankılar, duyuşlar, hasretler biriktirmiştir. Bu sınırsız coğrafyanın yeniden örgütlenmesi, çeliğe su verilmesi, Türk Devletler Teşkilatının kurulmuş olmasıdır. Yol bizi bekliyor. Aynı hamurun, aynı sevdanın, aynı demirin suyuyla yıkanmış, mazlumların, yoksulların, kimsesizlerin, yerinden ve yurdundan sürgün edilenlerin sahibi olmuş bir Anadolu ruhundan bahsediyoruz. Bu bahsettiğimiz ruh iklimi, Kuran ve sünnet ikliminden beslenmiş kadim anlayışlarla sırlanmıştır. Ufuk alabildiğine aydınlık, sınırsız ve sonsuz duyuşları söylemektedir. Her yeni gün, yepyeni muştularla güneşin, mevsimlerin getirdiklerini bu toprakların şehadet aşkını, hilal ve yıldıza müştaklığını, kardeşliğini, özgürlüğünü haber vermektedir.
Yeni yüzyıl, Türk’ün yüzyılıdır. Kendi Otomobilini, kendi uçağını, kendi savunma sanayiini, kendi doğalgazını, petrolünü bulan bir Türkiye’den-Anadolu’dan bahsediyoruz. Hedeflerden hedeflere işaret taşlarını yerleştirmiş ve yeniden insanlığın umudu olmuştur Ülkemiz. İki bin yirmi üçten, iki bin elli üçe, iki bin yetmiş bire istikrarla, yekvücut halde ilerlemektedir. “İlk hedefiniz Akdeniz” muştusuyla yeniden Trablusgarp’a ulaşan bir Anadolu’dan bahsediyoruz. Ya istiklal, ya ölüm” andı ise bu toprakların sahiplerinin en taze duygularıdır. Yol, şehadet yoludur. Şehadeti özleyen Türk milletinin özgürlük ahdi Peygambere (as) âşık bir millet olmasından ileri gelir.
Tarihin sesi, geleceği söyler. Mesele bu sesi sadece duymak değil, gereğini yapmak, gereğince hazırlanıp, insanlığın nefes almasını sağlamak, tebliğ dilinin
Kuran ve Sünnet ışığında yeniden mamur hale dönüştürülmesidir. Yeniden öze dönüş, kalbine, gönlüne, köklerine, yani asrısaadetin evreninden beslenmeye dönüştür. Türk’ün Yüzyılı başlamıştır Elhamdülillah. Diriliş uygarlığı haline gelmek mecburiyetindeyiz. Yabancılaşmadan, istilalardan, Siyonist engellerden, emperyalist düşüncelerden uzaklaşarak kendi tarihi değerlerimizle buluşmaya, kendi inançlarımızdan, kültürümüzden ve imanımızdan beslenmeye mecburuz. Bu kadim toprakların altı da üstü de, havası da suyu da, ayı da yıldızı da, gecesi de gündüzü de vatandır. Cennet vatan dediğimiz toprakların dili de, dini de, irfanı da, ilmi de, bilimi de, tekniği de, geleneği de, huyu da, suyu da, ahlakı da, adaleti de her şeyiyle vatandır. Ziya Osman Saba, “Bu Sakin Öğle Vakti” şiirinde ne güzel ifade ediyor;
“Bu sakin öğle vakti… Mevsim taze, gün ılık,
Bir dersten çıkmış kadar içimde bir ferahlık
Yeniden yapraklanan şu çınarın gölgesi,
Şu beyaz minareden dökülen ezan sesi
Şu yosun tutmuş çeşme, her bir taş servilikten,
Bana bahsediyorlar en sonsuz iyilikten
Cedlerimin mermerde seyrettiğim yazısı
Bir saatin vuruşu, günün henüz yarısı
Çocukların koşuşu, kuşların dem çekişi
Mesut ediyor beni vatanımın güneşi”
Türk Yüzyılı, yeni doğumların, başlangıçların yüzyılıdır. Gün yenidir. Her an yeniden ve yeniden diriliş devam etmektedir. İman bir güneş gibi yeryüzünü aydınlatmaktadır. Dünya eskisi kadar büyük değildir. Dünyanın bir ucundan diğer ucuna her gelişme saliselerle takip ediliyor. Her olayın, her karmaşanın, her tuzağın, her kurgunun çözümlendiği, izlendiği, tahlil edildiği, doğrusunun anlaşıldığı, karanlıkların aydınlıklara doğru yol aldığı bir döneme girildi. Bu dönem, coğrafyamızın, tarihimizin, kültürümüzün, inancımızın insanlığa umut olduğu bir dönemdir. 2023 Seçimi diye ifade edilen 28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçiminde Anadolu insanımız; ruhunu yeniden keşfetmiş, kalbini yeniden idrak ederek yeni hedefler için bir kez daha Recep Tayyip Erdoğan’ı Devlet Başkanı yapmıştır. Rabbim hayrın bütün kapılarını Ülkemize, Türk ve İslam coğrafyasına, mazlum insanlık âlemine açmasını temenni ediyorum. Yeni dönemimiz hayırlı ve bereketli olsun.
.
KEŞİF
Arayışta olan insanın bulması, ortaya çıkarması, açması gibi anlamlarda kullanılıyor keşif.
Arayışta olan insanın bulması, ortaya çıkarması, açması gibi anlamlarda kullanılıyor keşif. Güneşin doğuşu, batışı, ayın dolunay halinde görülüşü gibi. Gizli olana, sırlı olana ulaşma halidir. İnsanın kendini idrakidir keşif. Kendini bilme, yaratılışını bilmesidir. Kendi var oluşunu, dünyaya gelmeden önceki durumu kavrayıştır. İnkişaf etme, karanlıktan aydınlığa bir güneş gibi doğmadır inkişaf. Sırrı çözmektir. Tefekkürün açtığı penceredir. Var olduğunu unuttuğumuz-unuttuğumuzu sandığımız bilinmeyen bir sırrın kapılarını aralamaktır. Kendini bilme yaratanı bilmedir.
Prof. Dr. Hasan Kamil Yılmaz Keşif ve Keramet başlıklı yazısında “Keşfi” şöyle ifade ediyor; “Keşif perdenin açılması ve sır perdesinin yükselmesi suretiyle bazı şeylere agâh olmak, gizli olan bir takım hususların zahir ve açık olması, gayp olan bazı hususların meşhut hale gelmesidir. Yani karanlık bir gecede çakan bir şimşeğin ortalığı aydınlatması gibi keşif de ani bir aydınlanma ile bazı örtülü olan ve karanlık olan şeyleri ortaya çıkarır. Keşif, genellikle belli riyazet ve mücahedeler sonucu belli kabiliyet ve melekelerin iyice geliştirilmesi ve ruhî bazı güçlerin meydana çıkarılmasıdır.”
İnsanoğlu ruhen dünyaya yabancıdır. Ne vakit dünya hayatı başlar o vakit tanış olma, bilme, keşfetme hali de zuhur eder. Lakin bunlar izafi hususlardır. Ruhların yaratılışıyla dünyanın dışındaki âlemleri keşif halindeyken birden bire değişen, kırılan, paramparça olan, hırpalanan, üzülen, sevinen, eğlenen ve hiç görmediği, bilmediği bir ortama ulaşması insanı tedirgin etmiştir. Aslında, ruhun ölümsüzlüğünün ölümlü olanla buluşma yolculuğudur beden. İki farklı yaratılışın birbirini tamamlaması, doyurması, acıktırması, yoksullaştırması ya da yaratılış sırrını keşfederek ezel defterindeki sözünü hatırlamasıyla ruhun, bedeni dünya kirlerinden olabildiğince temiz tutma gayretindeki keşfidir en büyük keşif. Bu keşif, kendini bilmeye dolayısıyla Rabbini bilmeye götürür.
Anlatılır İbrahim (as), arayışını-keşfini sürdürmektedir. Ayı fark eder. Buldum der. Sonra güneş doğar yok o değil budur diyerek şimdi buldum diye sevinir. Bir müddet sonra güneşin dünyayı terk edişini gördüğünde ise büyük bir hayal kırıklığı içerisinde doğan, görülen, kaybolup batan yeniden ortaya çıkan şeyler benim aradığım olamaz. Ben onu görmesem de, her daim var olan, onun beni gördüğünü her an hissettiğimdir benim arayıp durduğum diye keşfini tamamlar. Rahmetli Necip Fazıl’ın “Çile” şiirinde ifade ettiği gibi;
“Açıl susam açıl, açıldı kapı;
Atlas sedirinde mavera dede.
Yandı sırça saray, ilâhî yapı,
Bin bir avizeyle uçsuz maddede.
Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik
Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur
İçiçe mimarî, içiçe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur”
İnsan yaratılışı gereği, arayışında süreklilik hali vardır. Arayış; kimi zaman bedenin ihtiyacıdır ve kimi zaman da ruhun ihtiyacı olarak karşımıza çıkar. Bedenin ihtiyaçlarıyla ruhun ihtiyaçları yer yer birbirini tamamladığı, büyüttüğü, geliştirdiği, kolaylaştırdığı gibi bazen de azalttığı, yıprattığı, dağıttığı, hatta darmadağınık hale dönüştürdüğü, yıpratıp mecalsiz bıraktığı durumlar da söz konusudur. Ruh ve beden birbirinden ayrı hususiyetlere sahip olsalar da bedene hükmedebilen ruh bedeni terbiye ederek helal dairesinde bir ömür sürmesini sağlar ki bu fıtrata uygun bir yaşayıştır. Bunun tam tersi olan harama yönelme, yasak olanla ömrü geçirme, yalan dolanla işleri düzenleme, gurur ve kibirle ruhu inciterek pörsütme gibi haller ruhu yorar ve yıpratır ki böylelikle insan hem bedenen hem de ruhen hasta olur. Ruh, geldiği ruhlar âlemindeki keşfinin idrakindedir. Nurdan yaratılmış âlemin seçkinliğiyle her türlü keşfini yaptığı halde dünya hayatı onun için bir zindan haline dönüşmüştür. Bilmediği, görmediği, yabancısı olduğu bir ortama gelmiş ve her türlü dünyanın süsü, boyası, cilvesi bedenin mutlu olmasını sağlarken, ruh; tanıdık ve bildik nurani ortamları aramaktadır. Bunu beden ve ruha sahip olan insanın fıtrata uygun bir yaşayışı tercih ederek keşfini sürdürmesi icap eder. Ruhun tatmin edilmesiyle bedenin tatmin oluşu da birbirinden ayrılır. Bedenimizin yaratılışı gereği (toprak ve sudan) acıktığında yemeğe, susadığında içmeye, yorulduğunda dinlenmeye, uykusu geldiğinde uyumaya ihtiyacı vardır. Ruhun ihtiyacı ise yalnızca ibadet, zikir ve duadan ibarettir. Kalbin kırıklığının giderilebilmesi zikre bağlıdır. Açlığı da, ancak zikirle, ibadetle, tefekkürle ve duayla tatmin edilebilir.
Kuşkusuz dünya hayatı; çekici-süslü-aldatıcı kılınmıştır. Ruhun bedene olan ihtimamı aldatıcı ve geçici olanlardan uzaklaşmaktır. Akıl sahipleri, tefekkür ehli geçici olanla meşgul olmaz. Kaybedeceğini bildiği hiçbir şeyle vaktini harcamaz. Kalıcı olana, faydalı olana yönelir. Hayırda yardımlaşmak, hakta buluşmak Hakkın emridir. Hak Teâlâ bizlere akıl nimetiyle bütün bunları idrak etmemizi istemektedir. Kalıcı olan hayat ebedi olan hayattır. Dünya hayatı kalıcı değildir. İnsan ruhunun dünya hayatından(dünyadan) on kat daha büyük olduğu ifade edilir. Burada soru şöyle geliyor; Ruh bu kadar büyükse dünya ruhun neresindedir? Ya da şöyle soralım; On kat daha büyük olan ruhun sahibi olan insan, küçücük-geçici dünya hırslarından-yasaklarından-haram olan hususlardan, kötü hasletlerden nasıl kurtulabilir? Bir başka şekilde de soruyu sorabiliriz; Ruhun ölümsüzlüğünün yanında, diriliğinin yanında ölümlü olan bedenin yani dünyanın ne anlamı var?
Şerefli olarak yaratılmış, övülmüş olan insanın hayvani duygulardan uzaklaşarak meleklerden daha üstün bir vasfa sahip olduğu da bizlere haber verilmektedir. Bu demek oluyor ki ruhun yücelmesi nurani halleri büyütmekle mümkündür. Nur nasıl büyür ve çoğalır peki? Allah’ı sürekli tesbih eden ruhlar dünyası, melekler ve cinler dünyası, dünya hayatıyla birlikte bu dünyanın yaratılış sırrını keşfedebilmek ve yaratılıştaki âleme yeniden dönebilmek için uğraş vermelidir. Helale ve harama, yasaklara suçlara, ayıp-günah olan şeylerden kaçınmaya, iyi bir kul olmaya gayret etmelidir. Dünya hayatının bir sürgün olduğunu unutmamız istenmiyor. Sürgünde olan, hapiste olan insan, uyanık olmalıdır ki sürgünde fazla yara almadan sürgünü tamamlansın. Hapiste olan özgürlüğe ulaşsın. Özgürlük yolu Hakkın yoludur. Allaha iyi bir kul olmakla Peygamberimiz Hazreti Muhammed’e iyi bir ümmet olmakla elde edilebilir. Değişmez insanlığın yegâne ölçüsü Kuran ve sünnete tabi olmaktır. Ruh ancak Kuranla, sünnetle sonsuzluk âlemindeki keşfine ulaşabilir. “Bülbülü altın kafese koymuşlar ille de vatanım demiş”. İnsanın asli vatanı ruhlar âlemindeki vatandır. Oradaki dostlarımızı, sevdiklerimizi, kaynaştıklarımızı arayıp durmaktayız. Dünyada kimlerle tanışıyorsak, kaynaşıyorsak, seviyorsak, kavga ediyorsak, uzaklaşıyorsak, sevmiyorsak bunun ruhlar dünyasıyla bağlantılı olduğunu unutmamak icap eder. Hiç bir şey kader çizgisinin dışında değildir. Ya da Allah cc. istemedikçe bir yaprak kımıldamıyorsa, dalından düşmüyorsa, kışın her türlü fırtınasına rağmen kopmuyorsa kop emri-düş emri gelmediğindendir. İnsan ihtiyaç sahibidir. Muhtaçlığını yaratanına arz ederek ihtiyaçlarını görür. Tıpkı evlatlarımızın babalarından-annelerinden ihtiyaçlarını görmeleri gibi. Yalvarır yakarırlar ve anneler-babalara evlatlarını kıramayıp istediklerini güçleri oranında yerine getirirler. Demek oluyor ki insan Rabbine müracaat-münacat ettiğinde Rabbimizde istediklerimizi bize veriyor. Yarattığı her varlık ona muhtaçtır ve o bütün ihtiyaçları görür-giderir.
İnsan ihtiyaç sahibi bir varlıktır. Şefkate, merhamete muhtaçtır. Yemeye, içmeye muhtaçtır. Yağmura, kara muhtaçtır. Toprağa, çiçeğe muhtaçtır. Eşe dosta muhtaçtır. Aileye cemiyete, devlete millete muhtaçtır. Eşe, çocuklara muhtaçtır. Elhasıl her bir insan bir başka insana, her bir el bir başka ele muhtaçtır. Muhtaç olma; bütünüyle ateşe, suya, toprak ve havaya hem bedenen hem de ruhen ihtiyaç sahibi olduğunu ortaya koyar. Yine de bütün bunlar Yaradan’ın lütfu ve ikramıdır. Bunu böyle bilip kulluğun gereğini yapmak akıl sahiplerinin işidir. Aksi takdirde keşif yolu tıkanır. Keşfin tefekkürle derin bir bağı vardır. İlmin, irfanın ve tekniğin asli ihtiyaçları karşılayacak bir donanıma sahip olması gerekir. Bakınız Ali İmran suresi 37. Ayette şöyle ifade ediliyor; “Bunun üzerine rabbi ona hüsnükabul gösterdi ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya’yı da onun bakımı ile görevlendirdi. Zekeriya onun bulunduğu yere, mabetteki odaya her girdiğinde yanında (yeni) bir rızık bulur ve “Ey Meryem! Bu sana nereden?” diye sorar, o da “Allah tarafından” cevabını verirdi. Kuşkusuz Allah dilediğine sayısız rızık verir.” Keşif, evvelemirde tam bir teslimiyet içinde iman sahibi olmaktır. Bütün kalbiyle, ruhuyla Allaha ve resulüne iman etmiş müminler için teslimiyet sahibi olunca “Allah cc. dilediğine sayısız rızık verir.” Burada rızkı çok yönlü olarak düşünmek pekâlâ mümkündür.
İslam teslim olanların dinidir. Tevhidin anlaşılması, inanıp iman edip tevhit üzere yaşanılması mümin kullarından istenilmektedir. Kuranı Kerimde tevhit düşüncesi-inancı-akidesi ruhi ilimlerle teçhiz edilerek tabiat ilimlerinin keşfine açık olarak gönderilmiştir. Modern ilimlerin tevhidi bulmaları-keşfetmeleri icap eder. Bu yolda verilen emek mucizevi olarak Kuranın her zaman tabiat ilimlerinden önde yürüdüğü görülmektedir. Kıyame suresi 3 v3 4. Ayetlerle keşif tefekkürümüzün her daim açık kalması temennisiyle; “İnsan, kemiklerini toplayıp birleştiremeyeceğimizi mi sanıyor? Evet, parmaklarına varıncaya kadar yeniden yapmaya gücümüz yeter.”
ALARKO, HAVACILIKTA DENGELERİ DEĞİŞTİRECEK
İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay'ın halktan yardım isteyerek "Evlerinizde odun, kömür istifçiliği yapmayın, haftada iki defadan fazla et yemeyin, yiyebileceğinizden fazla ekmek almayın" dediğini yazıyor o zamanki gazeteler. Nereden, nereye?
Yıl 1954. Türkiye’nin ekonomik olarak çok zor durumda olduğu sıkıntılı yıllar.
İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’ın halktan yardım isteyerek "Evlerinizde odun, kömür istifçiliği yapmayın, haftada iki defadan fazla et yemeyin, yiyebileceğinizden fazla ekmek almayın" dediğini yazıyor o zamanki gazeteler. Nereden, nereye?
İşte böyle bir ortamda, Üzeyir Garih ve İshak Alaton adlı iki arkadaş Karaköy, Bankalar Caddesi’ndeki Vefai Han’da tek odada ALARKO adında bir kollektif şirket kurarlar. 20 bin TL sermeyesi olan ve adını “Alım, araştırma ve komple tesis kurma’” cümlesindeki kelimelerin baş harflerinden alan bu şirket, 6-7 Eylül badirelerini de atlatarak 1973 yılında Alarko Holding olarak karşımıza çıkar.
1929 yılında İstanbul’da doğan şirket ortağı Üzeyir Garih, 1951’de İTÜ’den Makine Yüksek Mühendisi olarak mezun olur. 1954 yılına kadar Amerikan Carrier Corporation Türkiye Şubesi’nde Tesisat Mühendisliği yapan Garih, 1954 yılında İshak Alaton ile işte bu Alarko’yu kurar.
Kitaplar yazan, üniversitelerde dersler veren, sosyal faaliyetlerde bulunan, İTÜ’nün fahri doktor unvanı verdiği ve birçok ödül alan Üzeyir Garih, 25 Ağustos 2001 tarihinde bir cinayete kurban gider.
2 Eylül 1927 tarihinde İstanbul’da doğan diğer ortak İshak Alaton, 1946’da Saint Michel Fransız Lisesi’ni bitirir ve 1948’de Polatlı Topçu Okulu’nda yedek subay olarak askerlik yapar. 1951’de İsveç’te kaynak işçisi olarak girdiği fabrikada teknik ressam olarak iki yıl daha çalışır.
1954 yılı başında Türkiye’ye dönen İshak Alaton, aynı yıl Üzeyir Garih ile ortak olur ve Alarko Kollektif Şirketi’ni kurarlar.
1973 yılında holding haline gelen 1974’te halka açılan Alarko Holding’in Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini 2015 yılında ortağı merhum Dr. Üzeyir Garih’in oğlu İzzet Garih’e devrederek “Alarko Holding Onursal Başkanı” unvanını aldı. Birçok vakfın kurucusu ve nişan sahibi olan Alaton 2016 yılında hayatını kaybeder.
Taahhüt, enerji, sanayi, ticaret, turizm, arazi geliştirme ve girişim sermayesi gibi farklı iş kollarında faaliyet gösteren dev holding Ukrayna, Rusya, Türkmenistan ve Özbekistan’da havalimanları yapar ve birçok ülkede projeler gerçekleştirir
Türkiye’nin ömrü yarım asrı aşan sayılı şirketlerinden olan Alarko Holding’te, Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yüzde 18.18’lık hisse sahibi İzzet Garih, Başkan Yardımcılığı’nı yüzde 16.68 hisseyle Vedat Aksel Alaton (Son satışla 15.27’ye düştü), yönetim kurulu üyeliğini 17.68’lık (Son satışla 16.27) hisseyle Leyla Alaton, Ayhan Yavrucuk, Niv Garih, Ümit Nuri Yıldız ile bağımsız üyeler Neslihan Tombul, Nihal Masaki Seçkin ve Lale Ergin yapıyor. Ödenmiş sermayesi 435 milyon TL olan ve Dalia Garih’in de yüzde 15.74 pay sahibi olduğu şirketin diğer hisseleri de ALARKO koduyla Borsa İstanbul’da işlem görüyor.
Alarko Holding çatısı altında yurt içinde ve yurt dışında faaliyet gösteren 41 şirkete 42’nci olarak havacılık alanında boy gösterecek olan, adı belli olmayan bir şirketin daha katılacağı duyuruldu.
Alarko Holding 18 Eylül 2023 tarihinde Kamuyu Aydınlatma Platformu’na (KAP) açıklama yaparak (hiç girmedikleri bir alan olan) havacılık sektörüne yatırım yapacaklarını resmen duyurdu. KAP açıklamasında “Havacılık sektöründe faaliyet göstermek üzere 30.000.000 TL (Otuz milyon Türk Lirası) sermayeli bir anonim şirketin kurulmasına karar verilmiştir. Söz konusu yeni şirketin amacının özellikle büyük gövdeli yolcu uçaklarında dönüşüm ve modifikasyon yapılması ve bununla ilgili prototiplerin geliştirilmesi, ilgili uluslararası lisansların alınması, buna yönelik parçaların üretilmesi ve bu parçalar ile söz konusu dönüşüm ve modifikasyonların uluslararası standart ve yetkilere sahip hangarlarda yolcu uçaklarına uygulanması ve ilgili uçakların alım satım işlerini kapsaması planlanmaktadır. Proje kapsamında uluslararası yabancı mühendislik ve üretim firmaları ile yoğun iş birliği öngörülmektedir. Kamuoyuna duyurulur.”
Bu açıklamaya bakarak şunu anlıyoruz ki, bugüne kadar havacılık sektörüne sıcak bakmayan büyük holdinglerin aksine, Alarko havacılık gibi farklı bir alana girmeye karar verdi. Kısaca, MRO (maintenance - repair - overhaul) bakım, onarım ve tadilat diye bilinen işlerin yanı sıra uçak alarak, yolcudan kargoya dönüştürüp satacak olan yeni şirketin bu işe iddialı giriş yapacağından hiç kuşkum yok. Alarko markasının bugüne kadar yaptığı bütün işlerde başarılı olduğu gerçeğini görmek beni böyle bir düşünceye sevk ediyor. THY Teknik, ACT Teknik, MNG Jet, MC Havacılık gibi aktif şirketler karşısında Alarko’nun kuracağı bu şirketin nasıl bir performans göstereceğini, nereden, hangi yetkileri alacağından ve de işin başında kimlerin olacağını öğrenince daha iyi anlayabileceğiz. Bundan daha da önemlisi yıllar sonra böyle güçlü bir holdingin havacılık sektörüne girmesi ve yeni iş kapısı açması havacılık sektörü için bir dönüm noktası olup, dengelerin hızla değişmesine de sebep olacaktır.
Mutlu yarınlar Türkiye’m…
musaalioglu@gmail.com
Keyvan Havacılık yeni program geliştirdi
Rötarsız, tasarruflu ve çevreci uçuşlar
Uçak yolculuğunda, havaalanlarındaki güvenlik kontrolleri ve kalkışlardaki gecikmeler yolcuların terminale girdikleri andan, varış noktasına ulaştıkları ana kadar tüm yolculuğu kapsar.
Yaşanmış bir olaydan yola çıkalım.
Y havayolu şirketinin yolcuları, X Havalimanı’nda 20.55’te kalkacak uçak için bekliyor. Ancak, zamanında yapılan güvenlik kontrollerine ve 19.45'te kalkış salonuna varmalarına rağmen, beklenmedik bir gecikme yaşadılar.
Kapıda sadece bir uçak park halindeydi ve apron neredeyse boştu. Uçağa biniş 20.45'te başladı ve Airbus A321 hızla doldu. Kabin kapısı kapatıldı, uçak taksi yapmaya ve kalkışa hazır hale geldi. Ancak pilot şaşırtıcı bir anonsla gelen bir trafik nedeniyle taksi yapamayacaklarını açıkladı.
Uçak, 20 dakika daha motorları çalışır vaziyette pistte kalkış izni bekledi. Nihayet 21.28'de taksi yapmaya başladı ve planlanandan neredeyse 45 dakika sonra, 21.40'ta havalanabildi.
Bu durum, havalimanı operasyonları ve yolcu deneyimi hakkında birçok kritik soruyu gündeme getirmektedir. Bu durumun yaşanmasının sebebi ise, A Havayolu'nun uçağının kalkış havalimanında 50 dakikalık bir gecikme yaşamış olmasıdır.
Bu durumda, 45 dakikalık gecikme Y havayoluna yaklaşık 407 kg. yakıta mal olmuş ve 1.286 kg. CO2 emisyonuna da sebep olmuştur.
Aynı gün A Havayolu’nun Airbus A320 uçuşlarında yaşadığı bir dizi rötar da önemli operasyonel zorluklara yol açar. Bu rötarlar uçuş başına 12 ila 138 dakika arasında değişmiş ve hem kalkış hem de varış sürelerini etkilemiştir. Özellikle, 6. bacakta 49 dakikalık bir gecikme yaşanması A Havayolu'na 1.188 USD değerinde yakıta mal oldu. Bu rötar aynı zamanda Z Havayolu'nun Airbus A321'i de dahil olmak üzere bağlantılı uçuşlarda gecikmelere neden olmada kritik bir rol oynadı.
A320 uçakları için ortalama yakıt tüketim oranı ve litre başına 0,90 USD yakıt maliyeti göz önünde bulundurulduğunda, bu gecikmeler A Havayolu için yaklaşık 10.072,00 USD ek yakıt masrafına neden olmuştur.
Bir havayolu şirketi için taksi süresinin azaltılması, yakıt tasarrufu ve operasyonel verimlilik üzerinde önemli bir etkiye sahiptir.
Örneğin, her biri günde ortalama 3 varış noktasına sahip 99 uçaktan oluşan bir filo işleten ve günde toplam 594 uçuş gerçekleştiren A Havayolunu ele alalım. Uçuş başına ortalama 18 dakikalık taksi süresiyle, tüm filo için günlük taksi süresi 53.046 dakikaya ulaşmaktadır. Havayolunun taksi sürelerini her uçuş için sadece 1 dakika kısaltmayı başarması halinde potansiyel yakıt tasarrufunun günde 68.085 kg (84.754,5 litre) olacağı hesaplanmıştır. Bu mütevazı 1 dakikalık azalma, bir yıl boyunca 24.855.525 kg (30.947.307,5 litre) gibi etkileyici bir yakıt tasarrufuna ulaşılmasını sağlamaktadır.
Bu tür yakıt tasarrufları havayolları için önemli bir maliyet düşüşü sağlarken, uçak operasyonlarıyla ilişkili karbon emisyonlarını azaltarak çevresel sürdürülebilirliğe de katkıda bulunur. Bu nedenle, taksi sürelerinin optimize edilmesi havayolları için mali açıdan ihtiyatlı bir karar olmakla birlikte, daha çevreci ve daha verimli bir operasyona yönelik sorumlu bir adımdır.
Bu konuya el atan Keyvan Havacılık Şirketi’nin geliştirdiği yenilikçi bir çözüm olan “Havaalanı Performans Ölçüm ve Yönetim Sistemi” (APMMT) ile yönetim ve yolcu deneyimini iyileştirilebiliyor.
Keyvan Havacılık'ın APMMT programı bu zorlukların üstesinden gelmek için yenilikçi bir çözüm sunmakta ve gelişmiş yolcu deneyimini sürdürülebilirlik çabalarıyla birleştirerek havayolu seyahatlerinin geleceğini daha iyi bir yöne doğru şekillendirmektedir.
Hepinize iyi uçuşlar.
ADNAN MENDERES'İN UÇAĞI NEDEN DÜŞTÜ?
Bugün takvimler 17 Eylül'ü gösteriyor. Kiminin doğum günü, kiminin de acıyla hatırlayacağı ölüm yıldönümü.
Bugün takvimler 17 Eylül’ü gösteriyor. Kiminin doğum günü, kiminin de acıyla hatırlayacağı ölüm yıldönümü. 17 Eylül, bundan tam 62 yıl önce, Başbakan Adnan Menderes’in asılarak idam edilmesinin de yıl dönümü. 14 Mayıs 1950’de işbaşına gelen Demokrat Parti’nin, 10 yıl sonra 27 Mayıs 1960’da yapılan bir askeri darbeyle iş başından uzaklaştırılmasından sonra yargılanan Demokrat Partili Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan 16 Eylül 1961'de, Başbakan Adnan Menderes ise 17 Eylül 1961'de İmralı Adası’nda idam edilir.
Menderes Ailesi’nin ve onu sevenlerin üzüntüyle andığı bu acı olaydan iki yıl önce, Londra yakınlarında uçak kazası geçiren Adnan Menderes bu kazadan sağ kurtulmayı başarmıştı. 14 kişinin can verdiği kazanın nasıl meydana geldiğini ve olayda bir ihmal, bir kasıt olup olmadığını öğrenebilmek için geçmişe bir daha bakmakta fayda var.
Başbakan Menderes, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında varılan mutabakat üzerine Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu için “Üçlü Kıbrıs Antlaşması” nın imzalanacağı toplantıya katılmak üzere İngiltere Başbakanı Harold Macmillan'ın daveti üzerine Londra’ya gitmeye karar verir. Menderes ve beraberindeki heyeti taşıyan Türk Hava Yolları’nın TC-SEV tescil işaretli Vickers Viscount 793 D tipi uçağı 17 Şubat 1959 tarihinde Ankara Esenboğa Havalimanı’ndan Londra’ya gitmek için havalanır.
Roma’da yakıt ikmalı yapan dört motorlu uçak, Londra Heathrow Havalimanı’na yaklaştığı sırada yoğun sis nedeniyle Paris’e yönlendirilmek (Divert etmek) istendiyse de, daha sonra alternatif havalimanı olan Londra’nın 40 km. güneyindeki Gatwick Havalimanı’na yönlendirilir. Fakat, uçak inişe 4,5 kilometre kala, sis ve kötü hava koşulları nedeniyle Surrey bölgesindeki Newdigate Köyü yakınlarındaki ormanlık alana düşer. Ağaçlara çarpan uçağın iki kanadı kopar ve ters döner. Uçakta bulunan 8 kişilik mürettebattan 5'i, 16 yolcudan ise 9'u hayatını kaybeder.
Olayı inceleyen tarihçiler, Menderes’in uçağının düşmesinden bir saat önce bir Yunan uçağının havalimanına indiğini ve pilotun görüş mesafesinin de bir milin üzerinde olduğunu söylediğini yazıyor.
Acaba, uçak Gatwick’e o saatte bilerek mi yönlendirilmişti. Uçağa bir komplo mu kurulmuştu? İşin burası hiç net değil?
Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin ve Türk Hava Yolları’nın bu kazayla ilgili olarak nasıl bir soruşturma yaptığı, yerel otoritelerin yaptığı soruşturmanın nasıl takip edildiği doğrusu bugün bile merak edilen bir konu olmayı sürdürmektedir.
Kazadan sonraki iki yıl içinde yapılan soruşturmaların 27 Mayıs darbesinden sonra takip edilip edilmediği da başka bir merak konusu. Askeri mahkemelerce ‘suçlu’ bulunarak asılan bir başbakanın geçirdiği uçak kazasının izini sürmeye o günkü yönetim gerek görmemiş olabilir mi? Tüm bu soru işaretlerinin cevaplarını aradan 60 küsur yıl geçtikten sonra net bir şekilde açıklayabilecek bir havacılık otoritesi veya resmi makam var mıdır?
Kazada, 14 kişi hayatını kaybederken, mürettebat ve yolculardan 7 kişi kazadan yaralı olarak kurtulurlar.
Menderes’ı uçak enkazından çıkaran bölge sakinleri onu evlerine götürüp, ardından da acil servisi arayıp, Red Hill Hastanesi’ne naklini sağlarlar.
Tedavinin ardından, onu kurtaran ailenin evine dönerek dinlenir. (Menderes, kendini kurtaran Margaret ve Tony Bailey Çifti’ni Türkiye’ye davet eder, onlar da kabul edip, tatile gelirler.)
Feci kazayı, İngiliz gazetelerinden Daily Mail "Menderes Mucizesi" manşetiyle verirken, Daily Herald Gazetesi “Barış uçağında dehşet", başlığıyla duyurur.
İngiliz basını kazanın hemen ardından 19 Şubat 1959'da imzalanan ve "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsız bir devlet olarak 16 Ağustos 1960 tarihinde kurulmasını" sağlayan Londra Anlaşması'na da sayfalarında yer verir.
20 Şubat 1959 tarihli Daily Mail gazetesi "Başucu Anlaşması" başlığıyla manşetten duyurduğu haberinde, "Menderes'in tedavi gördüğü klinikteki (Harley Street’teki, The London Clinik olabilir) odasında İngiltere Başbakanı Macmillan ve Yunanistan Başbakanı Konstantin Karamanlis ile Londra Anlaşması'na imza attığını" yazar.
Londra'nın güney batısında bulunan Brookwood Türk Hava Şehitliği'nde, üzerinde kazada hayatını kaybedenlerin isimlerinin yazılı olduğu bir anıt vardır.
TBMM, 11 Nisan 1990'da idam edilen Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın itibarlarını iade eden kanunu kabul eder.
Kanun uyarınca Menderes, Polatkan ve Zorlu'nun naaşları, 17 Eylül 1990'da İmralı'dan alınıp, devlet töreniyle Vatan Caddesi'ndeki Anıt Mezar’a defnedilir. Anılarda yaşıyorlar. Ruhları şad olsun.
Mutlu yarınlar Türkiyem…
—————————————————————
İstanbul, 2022’de yedinci sıraya yükseldi
Dünyanın en büyük havalimanı hangisi?
Dünyadaki tüm havalimanlarının başarı öncelik ve büyüklükleri farklı zaman ve şartlarda yapıldığından, bu nedenle de sıralamanın her an değiştiğini söylemek mümkün. Aslında havalimanları yolcu ve inen- kalkan uçak sayısı gibi iki ana kriter üzerinden değerlendirilmelidir. Bu işlerle uğraşan kuruluşlar yeme içme, güvenlik, gecikme, fiyat ve mimari görünüm gibi bir çok konuda “En iyi, en konforlu, en ulaşılabilir havalimanları” nı seçmek için anketler yapıp yayınlıyorlar. “En büyük havalimanı hangisi” deyince bir meydanın coğrafi olarak ne kadar yer kapladığına bakarak bir sonuç alabiliriz. Dünya çapında yapılan değerlendirmeye göre, Dammam’daki (Suudi Arabistan) Kral Fahd Havalimanı 776 km2’lık yüz ölçümüyle dünya üzerinde en geniş alana sahip havalimanıdır. ABD’deki Denver (Colorado) Havalimanı 136 km2 ile ikinci ve İstanbul Havalimanı da 76.5 km2’lık alanıyla dünya üçüncüsüdür.
Asıl ve en önemli kriter olan yolcu sayısı veya inen kalkan uçak sayısına bakınca
Uluslararası Havalimanları Konseyi’nin (ACI) 2022 rakamlarında sıralama şöyle:
1- Hartsfield-Jackson Atlanta (ABD) 93,7 milyon, 2- Dallas Fort Worth (ABD) 73,4 milyon, 3- Denver (ABD) 69,3 milyon 4- Chicago O'Hare (ABD) 68,3 milyon, 5- Dubai (BAE) 66.1 milyon. 6- Los Angeles (ABD) 65.9 milyon 7- İstanbul (Türkiye) 64.3 milyon, 8- Londra (İngiltere) 61.6 milyon, 9- Yeni Delhi (Hindistan) 59.5 milyon 10- Paris Charles de Gaulle (Fransa) 57,5 milyon.
Bu rakamlara göre bu havalimanlarında iniş ve kalkış yapan uçak trafiğinin de aynı şekilde rekor kırdığı görülmektedir.
Doğal olarak 330 milyonluk bir nüfusa sahip olan ABD’nin havalimanları iç hat yolcu trafiğinde rekorları elinde tutuyor.
Yine aynı şekilde Yeni Delhi, Hindistan’ın nüfusunun çokluğuyla öne çıkıyor. İlginç olan şu ki geçmişi dört yıl olan İstanbul Havalimanı, Londra ve Paris gibi iki eski ve önemli havalimanını geride bırakmış.
2023 yılının ilk sekiz ayında bu sayılar fazla bir değişiklik göstermemiş ve bu havalimanları yerlerini korumuşlardır.
Gelecek yıllarda bu sıralama, İstanbul Havalimanı’nın dördüncü pistinin ve Çin’de yapılan Daxing Havalimanı tesislerinin genişletilmesiyle değişecektir. Çin’in nüfus faktörü, bu havalimanın 2025’te 100 milyonluk bir kapasiteye ulaşacağı görüşünü hayli kuvvetlendiriyor.
Gazeteci Vahap Munyar’ın aktardığına göre İstanbul Havalimanı’nın CEO’su H. Kadri Samsunlu geleceğe yönelik olarak planlarını şöyle dile getirmiş.
“Avrupa’daki havayolu şirketleri hâlâ pandeminin zararları ile mücadele ederken İstanbul Havalimanı, bu yıl pandemi öncesi yolcu sayısını yüzde 10 aşarak 75 milyon yolcuya ulaşacak.“
En büyük havalimanları arasındaki yerleri konusunda iddialı konuşan Samsunlu, dört sene içerisinde 100 milyon yolcuyu geçerek dünyada ilk beş havalimanı arasına gireceğiz.
Havalimanı kapasitemizin yüzde 75’ini kullanıyor olmamıza rağmen dördüncü pistin inşaatına da başladık. 500 milyon Euro’luk yatırım öngörüyoruz. Dördüncü pist inşaatı 36 ay sürecek. 2026 Ağustos ayında hizmete açmayı planlıyoruz.”
Samsunlu, ileriye yönelik hedeflerini bu şekilde dile getirirken sıralamada iki basamak yükseğe çıkarak dünyanın en büyüklerinden olmayı hedefliyor. Fakat listedeki diğer havalimanlarının da boş durmayacaklarını ve onların da hedefleri olduğu gerçeğini gözden kaçırmamalı.
Evdeki bu hesap çarşıya uymayabilir.
.
|
Bugün 1040 ziyaretçi (1885 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|