|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Yavuz Bahadıroğlu
1945 yılı başında Pazar (Rize) kazasına bağlı Hisarlı köyünde dünyaya geldi. 1971 'de ıstanbul'da gazeteciliğe başladı. Muhabirlik, araştırma-inceleme, röportaj ve fıkra yazarlığı yaptı. Gazete, dergi ve şirket yöneticisi olarak çalıştı.
Gazeteciliğini muhabir ve rôportajcı olarak sürdürürken, Niyazi Birinci adıyla çocuklara yönelik eserler üretti. Yüzlerce çocuk romanı, hikaye yayınladı. Aynı dönemde bir günlük gazetede Şeref Baysal ve Veysel Akpınar isimleriyle iki köşe yazısı yazdı. Asıl çıkışını tarihi romanlarıyla yaptı.
İlk romanı Sunguroğlu ve ardından yazdığı Buhara Yanıyor romanı ülkenin en çok satan romanlarından oldu. Genelde Osmanlı'nın çeşitli dönemlerini ele alan otuzu aşkın roman yazdı.
Yavuz Bahadıroğlu, roman, çocuk kitapları, hikaye, araştırmalar, oyunlar, film yapılmış senaryolar ve fikri eserler olmak üzere yüzlerce çalışmaya imza attı.
|
Yurt içinde ve yurt dışında çeşitli konularda binlerce konferans verdi, çeşitli kurum ve kuruluşlardan ödüller aldı, iki kitabı Kültür Bakanlığı tarafından yayınlandı.
Halen ulusal Moral FM radyosunda günlük yorumlar yapıyor ve bir günlük gazetede köşe yazarlığını sürdürüyor.
Yazar, evli ve üç çocuk babasıdır.
|
|
|
|
|
Âmâlimiz, efkârımız ikbâl-i vatandır,
Serhaddimize kal'a bizim hâk-i bedendir,
Osmanlılarız, ziynetimiz kanlı kefendir...
Kavgada şehadetle bütün kâm alırız biz,
Osmanlılarız, can veririz nâm alırız biz!
-Namık Kemal
|
|
|
|
ÖNSÖZ /BİZ OSMANLIYIZ
MALAZGİRT 'te ALPARSLAN 'ın üzerine yürüyen Bizans ordusunda bulunanların ortak adı "düşman"dı; Selçuklu ordusunun içinde yer alan Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Arnavut vs. gibi etnik unsurların ortak adı ise "kardeş"ti ...
Kosova'da, Ni bolu'da, Varna'da, Preveze'de olanlar da hiç farklı de ildi. "Kardeş"ler, "düşman"la savaşıyor, savaş sonrasında ise ortak zaferin tadını çıkarıyorlardı...
Zafer çizgisi günün birinde Çanakkale'ye dayandı. Çanakkale sırtlarında yine Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Abazalar, Arnavutlar; kısacası, bin yıllık tarih yolunu yalnız el ele de il, aynı zamanda yürek yüre e yürümüş "kardeş"ler vardı...
"Düşman" ise bu kez İngiliz-Fransız suretinde gelmişti.
Dünyanın en etkili toplarıyla donatılmış dünyanın en güçlü zırhlıları, Çanakkale sırtlarına siperlenmiş "kardeş"lerin imanını delmek için üzerlerine ateş ya dırırken, Çanakkale'yi savunanların etnik kimliklerini merak etmiyordu.
Ayrıca hiç kimse kendi etnik kökeninin derdinde davasında de ildi...
Bu savaş, "Çanakkale'yi geçmeye geldik" diyenlerle "Çanakkale'yi geçirtmeyece iz" diyenlerin savaşıydı.
"Düşman" Çanakkale'yi geçemeyecek, İngiliz amirallerinden biri, "Çanakkale'de Osmanlı insanının ortak imanına tosladık,onurumuz kırıldı" diyerek "Çanakkale gerçeği"ni ifade edecekti.
Bugün için Çanakkale yalnızca tarihimizin bir parçası de ıl, bu co rafyada binlerce yıl birlikte yaşama maharetini sergilemiş insanımızın ortak yaşama azmidir.
İnsanımız bu kararlılığını en son Sakarya'da kanıyla imzalamıştır.
Tüm bu başarı ve zaferlerin özünde "iman kardeşli i" ile "Osmanlılık bilinci" yatmaktadır.
Bu derin idrakin mirasçıları olan bizler yıllar sonra kendimizi etnik kökenlerimize göre tasnif edip, şahsi tercihimizle edinmedi imiz bu farkı, ayrımcılığın temeline dönüştürmek gibi bir hataya sürüklendik.
Birlik öğelerini ıskalayıp yapay kavga ve kargaşa ortamları oluşturduk.
Bir bakıma, Çanakkale ve Sakarya'daki ortak iradeyi aşamayanların oyununa geldik.
Bu kasnağın kınlması, bin yıllık birli imizin odak noktasını tekrar hayata geçirmemizi zaruri kılıyor ...
Bence insanımız, iç ve dış dünyaya tarihsel gerçe ini ortak üslup içinde artık haykırmalı, "Biz Osmanlıyız" diyerek, varlığını "eskimez yeni" de aramaya çıkmalıdır.
Bu sadece bizim toplumsal zaruretimiz de il, aynı zamanda da bireysel mecburiyetimizdir.
Çünkü dillere destan yardımseverli imizde, tarihi dayanışma ruhumuzda, mütevazi duruşumuzda, komşuluk anlayışımızda; kısacası bizi "örnek millet" yapan özelliklerimizde aşınmalar ve kopukluklar var.
Onları yeniden kazanabilmek için de "Biz Osmanlıyız" demeye muhtacız. Böylece belki kadim yürek ritmimizi yeniden yakalar, o ritimde birbirimizle bütünleşerek güçleniriz.
Bir şey daha: Osmanlılann çekildi i topraklar bugün yalnızca hüzün. üretmiyor, aynı zamanda kan ve gözyaşı üretiyor ...
Filistin'le Afganistan kısmi bir işgalin, Irak ise acımasız bir istilanın kıskacında kıvranırken, Balkanlar ateş çemberinde yaşamaya çalışıyor ...
Cezire-i Arap, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz hakimiyetinin kendi çıkarı çerçevesinde oluşturdu u yapay sınırların gerisinde huzursuz ...
Vaktiyle her anlamda hayata önderlik eden İslam dünyası, Osmanlı'nın hayattan çekildi i tarihten beri insanlık alemine hiçbir katkı yapmadan, kendi varlığını dahi devam ettirmekte zorlanarak yalpalıyor.
Yani şartlar ve her şey, Osmanlılığı hasrete dönüştürdü ...
Artık Osmanlı olmak, bir etnisiteye (etnik köken) dayanmak de il, kucaklayıcı ve kuşatıcı bir sevgi ekseni etrafında yürekleri bütünlemektir.
İşte o zaman, iç huzuru içinde, "Hoşgeldin şanlı dirilişimiz" diyebileceğiz.
Bu eser böyle bir hasretin seslendirilişidir.
Yavuz Bahadıroğlu
01.02.2006, İstanbul
İçindekilere Dön
|
|
|
|
|
HEY GİDİ GÜNLER HEY! /BİZ OSMANLIYIZ
MALAZGİRT 'te ALPARSLAN 'ın üzerine yürüyen Bizans ordusunda bulunanların ortak adı "düşman"dı; Selçuklu ordusunun içinde yer alan Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Arnavut vs. gibi etnik unsurların ortak adı ise "kardeş"ti ...
HİÇ ÖZLENMEZ Mİ O GÜNLER?
Faziletliydik ...
Kimsenin malına, mülküne göz dikmezdik. Kimsenin namusuna yan bakmazdık. Hırsızlık nedir bilmez, dilenciliği meslek edinmez, kimseyi de küçümsemezdik.
Dürüsttük ...
Bir zamanlar Londra Ticaret Odası'nın en görünür yerinde şu mealde bir tavsiye levhası asılıydı: "Türklerle alışveriş et, yanılmazsın!"
İtibarlıydık ...
Bir zamanlar Hollanda Ticaret Odası'nın toplantılarında oylar eşit çıkınca Osmanlılarla alışverişi olan tüccarın oyu iki sayılır, onun dediği olurdu.
Temizdik ...
Yere bile tükürmezdik. Hatta, Osmanlı askerî teşkilatını Avrupa'ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigli, yere tükürmedikleri için atalarımızı şöyle eleştiriyor: "Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür."
Çevreciydik ...
Kurak günlerde ücretle adamlar tutup sokaktaki ulu ağaçları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yapardık. Bunlara öyle çok örnek var ki, saymakla bitmez.
Harama el sürmezdik ...
Fransız müellif Motray 1700'lerdeki halimizi şöyle anlatıyor:
"Türk dükkanıarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkancılar arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu'ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir."
Medeni idik ...
İngiliz sefiri Sör James Porter ise 1740'ların Türkiye'si için şunları söylüyor:
"Gerek İstanbul'da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkan bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır."
Dosdoğruyduk ...
Fransız Generallerden Comte de Bonneval ise şu hükmü veriyor:
"Haksızlık, murabahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür. Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır."
Hırsızlık nedir bilmezdik ...
Fransız müellif Dr. Brayer 1830'ların İstanbul'unu getiriyor önümüze:
"Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkanların çoğunlukla umumi ahlaka itimaden açık bırakıldığı İstanbul'da her sene azami beş-altı hırsızlık vak'ası ancak görülür."
Ubicini Dr. Brayer'i şöyle doğruluyor:
"Bu muazzam payitahtta dükkancılar, namaz saatlerinde dükkanlannı açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ile Beyoğlu'nda ise hırsızlık ve cinayet vak'aları olmadan gün geçmez."
Naziktik ...
Edmondo de Amicis isimli İtalyan gezgini yine 1880'lerin "biz"ini anlatıyor bize:
"İstanbul Türk halkı Avrupa'nın en nazik ve en kibar insanlandır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi nadirattan işitilir. O kadar müsamahakardırlar ki, ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz."
Cihana örnektik ...
Türkiye Seyahatnamesi'yle meşhur Du Loir'ın 1650'lerdeki hükmü şöyle:
"Hiç şüphesiz ki, ahlak bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir."
Şefkatimiz yalnızca insana yönelik değildi; hayvanları, hatta bitkileri bile kapsıyordu.
Hayata karşı saygılıydık ...
Bu konuda dilerseniz Elisee Recus'u dinleyelim, bize 1880'lerdeki halimizi anlatsın:
"Türklerdeki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır."
Hayırseverdik ...
Comte de Marsigli'yi tekrar dinleyelim:
"Yazın İstanbul'dan Sofya'ya giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin yolculara bedava ayran dağıttıklarına şahit oldum."
Aynı müellif, ceddimizin hayırseverlikte fazla ileri gittikleri kanaatindedir. Şöyle diyor: "Fakat şunu da itiraf etmeliyim ki, bu dindarane hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler."
Bu tespiti İslam ve Türk düşmanı Avukat Guer misalIendiriyor:
"Türk şefkati hayvanlara bile şamildir" dedikten sonra şu örneği zikrediyor: "Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar. Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür."
"Kaçık"lığın kaynağını da veriyor adam:
"Birçokları da sırf azat etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar. Bunu yapan bir Türk'e bir gün yaptığı İşin neye yaradığını sordum. Küçümseyerek baktı ve şu cevabı verdi: 'Allah'ın rızasını tahsile yarar."
Galiba geçmişimizden uzaklaşmak bize çok pahalıya patladı.
Yahya Kemal Beyatlı'nın bir tespitiyle noktalayalım:
"Eski Türklerin bir dinî hayatları vardı, dinî hayatları olduğu için de çok şeyleri vardı; yeni Türklerin de dinî hayatları olduğunda çok şeyleri olacak."
|
|
XXXXXXXXXXXXXXXXXXX
.
ÖNSÖZ /BİZ OSMANLIYIZ
MALAZGİRT 'te ALPARSLAN 'ın üzerine yürüyen Bizans ordusunda bulunanların ortak adı "düşman"dı; Selçuklu ordusunun içinde yer alan Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Arnavut vs. gibi etnik unsurların ortak adı ise "kardeş"ti ...
Kosova'da, Ni bolu'da, Varna'da, Preveze'de olanlar da hiç farklı de ildi. "Kardeş"ler, "düşman"la savaşıyor, savaş sonrasında ise ortak zaferin tadını çıkarıyorlardı...
Zafer çizgisi günün birinde Çanakkale'ye dayandı. Çanakkale sırtlarında yine Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Abazalar, Arnavutlar; kısacası, bin yıllık tarih yolunu yalnız el ele de il, aynı zamanda yürek yüre e yürümüş "kardeş"ler vardı...
"Düşman" ise bu kez İngiliz-Fransız suretinde gelmişti.
Dünyanın en etkili toplarıyla donatılmış dünyanın en güçlü zırhlıları, Çanakkale sırtlarına siperlenmiş "kardeş"lerin imanını delmek için üzerlerine ateş ya dırırken, Çanakkale'yi savunanların etnik kimliklerini merak etmiyordu.
Ayrıca hiç kimse kendi etnik kökeninin derdinde davasında de ildi...
Bu savaş, "Çanakkale'yi geçmeye geldik" diyenlerle "Çanakkale'yi geçirtmeyece iz" diyenlerin savaşıydı.
"Düşman" Çanakkale'yi geçemeyecek, İngiliz amirallerinden biri, "Çanakkale'de Osmanlı insanının ortak imanına tosladık,onurumuz kırıldı" diyerek "Çanakkale gerçeği"ni ifade edecekti.
Bugün için Çanakkale yalnızca tarihimizin bir parçası de ıl, bu co rafyada binlerce yıl birlikte yaşama maharetini sergilemiş insanımızın ortak yaşama azmidir.
İnsanımız bu kararlılığını en son Sakarya'da kanıyla imzalamıştır.
Tüm bu başarı ve zaferlerin özünde "iman kardeşli i" ile "Osmanlılık bilinci" yatmaktadır.
Bu derin idrakin mirasçıları olan bizler yıllar sonra kendimizi etnik kökenlerimize göre tasnif edip, şahsi tercihimizle edinmedi imiz bu farkı, ayrımcılığın temeline dönüştürmek gibi bir hataya sürüklendik.
Birlik öğelerini ıskalayıp yapay kavga ve kargaşa ortamları oluşturduk.
Bir bakıma, Çanakkale ve Sakarya'daki ortak iradeyi aşamayanların oyununa geldik.
Bu kasnağın kınlması, bin yıllık birli imizin odak noktasını tekrar hayata geçirmemizi zaruri kılıyor ...
Bence insanımız, iç ve dış dünyaya tarihsel gerçe ini ortak üslup içinde artık haykırmalı, "Biz Osmanlıyız" diyerek, varlığını "eskimez yeni" de aramaya çıkmalıdır.
Bu sadece bizim toplumsal zaruretimiz de il, aynı zamanda da bireysel mecburiyetimizdir.
Çünkü dillere destan yardımseverli imizde, tarihi dayanışma ruhumuzda, mütevazi duruşumuzda, komşuluk anlayışımızda; kısacası bizi "örnek millet" yapan özelliklerimizde aşınmalar ve kopukluklar var.
Onları yeniden kazanabilmek için de "Biz Osmanlıyız" demeye muhtacız. Böylece belki kadim yürek ritmimizi yeniden yakalar, o ritimde birbirimizle bütünleşerek güçleniriz.
Bir şey daha: Osmanlılann çekildi i topraklar bugün yalnızca hüzün. üretmiyor, aynı zamanda kan ve gözyaşı üretiyor ...
Filistin'le Afganistan kısmi bir işgalin, Irak ise acımasız bir istilanın kıskacında kıvranırken, Balkanlar ateş çemberinde yaşamaya çalışıyor ...
Cezire-i Arap, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz hakimiyetinin kendi çıkarı çerçevesinde oluşturdu u yapay sınırların gerisinde huzursuz ...
Vaktiyle her anlamda hayata önderlik eden İslam dünyası, Osmanlı'nın hayattan çekildi i tarihten beri insanlık alemine hiçbir katkı yapmadan, kendi varlığını dahi devam ettirmekte zorlanarak yalpalıyor.
Yani şartlar ve her şey, Osmanlılığı hasrete dönüştürdü ...
Artık Osmanlı olmak, bir etnisiteye (etnik köken) dayanmak de il, kucaklayıcı ve kuşatıcı bir sevgi ekseni etrafında yürekleri bütünlemektir.
İşte o zaman, iç huzuru içinde, "Hoşgeldin şanlı dirilişimiz" diyebileceğiz.
Bu eser böyle bir hasretin seslendirilişidir.
Yavuz Bahadıroğlu
01.02.2006, İstanbul
İçindekilere Dön
|
|
|
|
|
HEY GİDİ GÜNLER HEY! /BİZ OSMANLIYIZ
MALAZGİRT 'te ALPARSLAN 'ın üzerine yürüyen Bizans ordusunda bulunanların ortak adı "düşman"dı; Selçuklu ordusunun içinde yer alan Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Abaza, Arnavut vs. gibi etnik unsurların ortak adı ise "kardeş"ti ...
HİÇ ÖZLENMEZ Mİ O GÜNLER?
Faziletliydik ...
Kimsenin malına, mülküne göz dikmezdik. Kimsenin namusuna yan bakmazdık. Hırsızlık nedir bilmez, dilenciliği meslek edinmez, kimseyi de küçümsemezdik.
Dürüsttük ...
Bir zamanlar Londra Ticaret Odası'nın en görünür yerinde şu mealde bir tavsiye levhası asılıydı: "Türklerle alışveriş et, yanılmazsın!"
İtibarlıydık ...
Bir zamanlar Hollanda Ticaret Odası'nın toplantılarında oylar eşit çıkınca Osmanlılarla alışverişi olan tüccarın oyu iki sayılır, onun dediği olurdu.
Temizdik ...
Yere bile tükürmezdik. Hatta, Osmanlı askerî teşkilatını Avrupa'ya tanıtmasıyla meşhur Comte de Marsigli, yere tükürmedikleri için atalarımızı şöyle eleştiriyor: "Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler. Daima yutkunurlar. Bunun için de saçlarında sakallarında bir hararet olur ve zamanla saçları, kaşları, sakalları dökülür."
Çevreciydik ...
Kurak günlerde ücretle adamlar tutup sokaktaki ulu ağaçları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yapardık. Bunlara öyle çok örnek var ki, saymakla bitmez.
Harama el sürmezdik ...
Fransız müellif Motray 1700'lerdeki halimizi şöyle anlatıyor:
"Türk dükkanıarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkancılar arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu'ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir."
Medeni idik ...
İngiliz sefiri Sör James Porter ise 1740'ların Türkiye'si için şunları söylüyor:
"Gerek İstanbul'da, gerekse imparatorluğun diğer şehirlerinde hüküm süren emniyet ve asayiş, hiçbir tereddüde imkan bırakmayacak şekilde ispat etmektedir ki, Türkler çok medeni insanlardır."
Dosdoğruyduk ...
Fransız Generallerden Comte de Bonneval ise şu hükmü veriyor:
"Haksızlık, murabahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür. Öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır."
Hırsızlık nedir bilmezdik ...
Fransız müellif Dr. Brayer 1830'ların İstanbul'unu getiriyor önümüze:
"Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkanların çoğunlukla umumi ahlaka itimaden açık bırakıldığı İstanbul'da her sene azami beş-altı hırsızlık vak'ası ancak görülür."
Ubicini Dr. Brayer'i şöyle doğruluyor:
"Bu muazzam payitahtta dükkancılar, namaz saatlerinde dükkanlannı açık bırakıp camiye gittikleri ve geceleri evlerin kapısı basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede dört hırsızlık vakası bile olmaz. Ahalisi sırf Hıristiyan olan Galata ile Beyoğlu'nda ise hırsızlık ve cinayet vak'aları olmadan gün geçmez."
Naziktik ...
Edmondo de Amicis isimli İtalyan gezgini yine 1880'lerin "biz"ini anlatıyor bize:
"İstanbul Türk halkı Avrupa'nın en nazik ve en kibar insanlandır. Sokakta kavga enderdir. Kahkaha sesi nadirattan işitilir. O kadar müsamahakardırlar ki, ibadet saatlerinde bile camilerini gezebilir, bizim kiliselerde gördüğünüz kolaylığın çok fazlasını görürsünüz."
Cihana örnektik ...
Türkiye Seyahatnamesi'yle meşhur Du Loir'ın 1650'lerdeki hükmü şöyle:
"Hiç şüphesiz ki, ahlak bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir."
Şefkatimiz yalnızca insana yönelik değildi; hayvanları, hatta bitkileri bile kapsıyordu.
Hayata karşı saygılıydık ...
Bu konuda dilerseniz Elisee Recus'u dinleyelim, bize 1880'lerdeki halimizi anlatsın:
"Türklerdeki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır."
Hayırseverdik ...
Comte de Marsigli'yi tekrar dinleyelim:
"Yazın İstanbul'dan Sofya'ya giderken dağlardan anayol üzerine inmiş köylülerin yolculara bedava ayran dağıttıklarına şahit oldum."
Aynı müellif, ceddimizin hayırseverlikte fazla ileri gittikleri kanaatindedir. Şöyle diyor: "Fakat şunu da itiraf etmeliyim ki, bu dindarane hareketlerinde biraz fazla ileri gitmektedirler. İyiliklerini yalnız insan cinsine hasretmekle kalmayıp hayvanlara ve hatta bitkilere bile teşmil ederler."
Bu tespiti İslam ve Türk düşmanı Avukat Guer misalIendiriyor:
"Türk şefkati hayvanlara bile şamildir" dedikten sonra şu örneği zikrediyor: "Hayvanları beslemek için vakıflar ve ücretli adamları vardır. Bu adamlar sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar. Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür."
"Kaçık"lığın kaynağını da veriyor adam:
"Birçokları da sırf azat etmek için kuşbazlardan kuş satın alırlar. Bunu yapan bir Türk'e bir gün yaptığı İşin neye yaradığını sordum. Küçümseyerek baktı ve şu cevabı verdi: 'Allah'ın rızasını tahsile yarar."
Galiba geçmişimizden uzaklaşmak bize çok pahalıya patladı.
Yahya Kemal Beyatlı'nın bir tespitiyle noktalayalım:
"Eski Türklerin bir dinî hayatları vardı, dinî hayatları olduğu için de çok şeyleri vardı; yeni Türklerin de dinî hayatları olduğunda çok şeyleri olacak."
.
|
|
Bugün 723 ziyaretçi (989 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|