Muhammed Abduh miladi 1849 yılında Mısırda doğdu ve 1905’de orada öldü. O dönemde Mısır’da çıkan Vekayı’-ul-Mısrıyye gazetesinde ve El-Menar dergisinde ve El-Ahram gazetesindeki yazıları, bozuk düşüncelerini ortaya koymaktadır.
Bir müddet Beyrut’ta da faaliyette bulundu. Ehli sünnet alimleri bunun kötü maksatlarını anladığı için yüz bulamayınca Paris’e gitti. Orada İslam’a karşı mason planlarını hazırlamaya çalışan Afgani’nin çalışmalarına katıldı.
Orada “El-urvetulvuska” dergisini çıkardılar. Sonra Beyrut ve Mısır’a gelerek alınan planları uygulamaya ve genleri aşılamaya başladı ise de hidiv Tevfik Paşa hükümeti, derslerinin ve yazılarının zararlı olduğunu anlayarak onu mahkeme ve memurluklarında kullandı.
Masonları desteği ve entrikaları ile Mısır müftüsü oldu. Ehlisünnete saldırmak için iyi fırsat bulmuştu. İlk olarak Cami-ul Ezher üniversitesini ders programlarını bozmaya, gençlere değerli ilimlerin öğretilmesini engellemeye başladı. Üniversiteden birçok dersi kaldırdı. Lise ve ortaokulda okutulan kitaplar, yüksek sınıflarda okutuldu.
Masonlar daha önce Osmanlı’da da böyle yapmıştı. Tanzimat’ta medreselerden fen dersleri kaldırılmış, din dersleri de yüksek bilgilerden mahrum edilmişti. Çünkü İslam dini ilm üzerine kurulmuştur. İlmin olmadığı yerde zulüm olur. İlim olmayınca hakiki din adamı yetişemeyeceğinden dinin bozulması daha süratlenecektir.
MASON ABDUH!
Beyrut’taki mason locasının başkanı Hanna Ebu Raşid 1961’de yayınladığı “Dairet-ül me’arif-ül masoniyye” kitabının 197. Sayfasında diyor ki: “Cemaleddin Afgani, mısırda mason locası reisi idi. Âlimlerden ve devlet adamlardan 300’e yakın üyesi vardı. Ondan sonra imam üstad Muhammed Abduh reis oldu. Abduh, büyük bir mason idi. Bunun, masonluk ruhunu Arap memleketlerine yaydığını kimse inkâr edemez.”
Bugün Abduh’un mason olduğunu kimse inkar edememektedir. Ancak “yok şunun için mason oldu, bunun için mason oldu” gibi kendilerinde aklamaya çalışmaktadırlar. Koyu kara mason olan Abduh’un üzerine Karadeniz’i de dökseler aklayamazlar. Çünkü onun ehli sünnete olan düşmanlığı, düşünceleri ile meydana çıkmış, bir çok ehlisünnet aliminden reddiye yemiştir.
Mesela Elmalılı Hamdi Efendi bile “Fil” suresinin tefsirinde bunun bozuk yazılarından bir kısmını ortaya koymaktadır.
SAPIKLIKLAR SERİSİ – TANIDIK BİR GÖRÜŞE RASTLAYACAK MISINIZ?
İşte alimlerin tesbit ettiği sapkınlıklarından sadece bir kaçı:
1- Akıl ile dini, birbirinden ayrı sanarak “bunları ilk birleştiren ben olacağım” demektedir.
2- kendinden önce İslam alimlerin mantık, matematik, tarih, coğrafya okumadıklarını, fen dersleri öğrenmenin günah sanıldığını, bu bilgileri İslama sokacağını söylemektedir.
Zır cahil bunların asırlardan beri medreselerde okutulduğunu ve binlerce kitap yazıldığını inkar etmektedir. Böylece ehlisünnet kitaplarının okutulmasına son verip, İslam düşmanlarının flesefe adı altında yazdıkları dinsizlik propagandalırının, İslam memleketlerine yayılmasına çalışmaktadır. Bu düşman propagandalarına karşı koyan Cami’ül ezher profesörlerine ilim, fen, mantık düşmanı, gerici damgası vurmaktadır.
3- 1880’de resmi gazetede, dört evliliğe saldırmaktadır.
4- Kendinden önce gelen binlerce İslam aliminin dinle, İslamla ilgisinin bulunmayan şeyler sokduklarını, nassları anlarken yanıldıklarını söylemekte, bunları düzeltmekte olduğunu söylemektedir.
5- “İslamiyet ve nasraniyet” kitabında, “Bütün dinler birdir, dış görünüşleri değişiktir” demekte, yahudi, hıristiyan ve müslümanların birbirini desteklemelerini dilemektedir.
Londra’da bir papaza yazdığı mektupta: “İslamiyyet ve hıristiyanlık gibi iki büyük dinin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zaman Tevrat, İncil ve Kur’an birbirlerini destekleyen kitaplar olarak heryerde okunur ve her milletçe saygı görür” diyor.
(İşte bu gün diyalog adına yapılanların ve söylemlerin birebir tıpkı aynısı… Bir mason o gün bunları söylüyor. Ya bugün aynı nakaratı tekrar edenler acaba hangi karanlık oluşuma hizmet ediyor?)
6- Kur’an cahili şöyle diyor: “Mü’minler doğru yoldan ayrılmış, bugünkü hale gelmiş. Din ilimle el ele verecek, o zaman Cenab-ı Hak nurunu bütünlemiş olacak”
Allah’u Teala’nın nurunu (İslamı) Resulüllah Efendimiz zamanında tamamladığından habersiz olan Mason Abduh şu ayeti görmemiş olmalı: “
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim” (Maide 3)
7- “İslamiyet ve nasraniyet” kitabında: “Bir kimseden, yüz bakımdan kafirliği, bir bakımdan iman bildiren bir söz işitilirse o kimse imanlı kabul edilir. Herhangi bir filozofun, fikir adamının yüz bakımdan kafirliği gösterdiği halde, bir bakımdan imanı göstermeyen söz söylemesini düşünmek, ahmaklıktır. O halde herkes imanlı bilinmelidir. İslamiyete zındık kelimesi yoktur. Sonradan meydana çıkmıştır.”
Sanki bugünkü hoşgörü elçileri gibi mesaj vermiş. Ancak bu ifadeler sadece art niyetin bir ürünüdür. Küfrü açıkça görülmeyen müslümanın sözündeki bir iman, onu küfürden kurtarır kaidesini yanlış anlatarak kafirlere, filozoflara mü’min demektedir. (La ilahe illallah diyen hıristiyanın Müslüman olacağını söyleyenler gibi)
Ayrıca kendisi de bir zındık olduğu için zındık kelimesini yasaklamaya çalışan mason Abduh Künuz’ud-Dekakik ve Deylemid’de geçen: “Ümmetim arasında zındıklar çoğalacaktır” hadis-i şerifinden de habersizdir.
8- Zilzal suresindeki “Zerre ağırlığında hayır işleyen, karşılığına elbet kavuşur” mealinde olan ayet-i kerimeyi tefsir ederken: “Müslim olsun, kafir olsun Salih amel işleyen herkes cennet girecektir.” Diyor.
(Bu ifadeleri de yine birilerinden duymuş olmalısınız, o halde çok şaşırmadınız)
En cahil adamların bile güleceği, çömezlerin bile kabul etmeyeceği bu saçma tefsir, Abduh adındaki masonun ne derece tahrifat peşinde olduğunun ifadesidir. Ve adeta bize günümüzdeki talebelerinin adresini vermektedir.
9- “Asr suresi” tefsirinde “İman; akıl ve vicdanın elde edemeyeceği şeylere, taklit ile inanmak değildir. Anadan babadan işitilen bir takım sözleri ezberlemek, söylemek iman olmaz. İslamiyet taklit düşmanıdır. Önceden gelmiş olmak bir değer sağlamaz. Herşey akıl ile araştırarak çözülür.” Demektedir.
“Tevhid risalesi”nde ise: “Dinde bulunan bir şeyi akıl kavrayamaz ise, ona inanması lazımdır” diyerek zaten kendisi ile çelişmektedir.
10- “Fatiha” suresinin tefsirinde “Kur’an-ı Kerim, o zaman yaşayan kimselere hitap etmiş, bunlara bir üstünlükten değil, onlar da insan olduğu için hitap etmiştir.”
Mason Abduh “Ashab-ı Kiram” bile diyemediği yüce insanların faziletlerini de böylece inkar etmektedir. Büyük mason kendisi ile o yüce insanları aynı terazide tartmaktadır. Sen esfele safilin kimsin ki böyle bir şeye cüret ediyorsun!
11- “Facirlerin amel defteri Siccindedir” mealindeki ayeti tefsir etmeye kalkışarak: “Bazı kimselerin kitabında “Sencum” Habeş dilinde çamur demek olduğunu gördüm. Bu kelime Habeş’ten Yemen’e gelmiş olabilir. Ayetin manası ‘facirlerin ameli çamur gibidir’ oluyor” diyor.
Böyle bir garabeti biz kaldıramıyoruz artık yorum sizin…
12- “Fil suresi” tefsirinde: “Ebabil kuşları, sivri sinek olabilir. Asker de çiçek veya kızamıktan ölmüş olabilir” diyor.
Bu adam tam bir deha. Cehalet dehası… Bakın nasıl da bulmuş manayı! Ebabilleri sivrisinek yaptın da attıkları taşları ne yapacaksın?
Hani çocuk babasının yanında gaz kaçırınca “yellenmedim” demiş. Babası: oğlum hadi sesi gelmedi de kokusunu ne yapacaksın demiş ya! Aynı o hesap. Cahil bilmiyor ki peygamberimiz bu surelerin tefsirini yapmış ve açıklamıştır.
Cehalet ala vezni rezalet…
13- “Nas” suresini tefsir ederken de “her insan içinde bir şeytan vardır. Fakat bu, insan içinde kötülük arzularını doğuran bir kuvvet demektir. Cine benzetilen bir tesirdir” diyor.
Büyük mason Abduh’un bu yazdıkları kelam, fıkıh, tefsir ve tasavvuf bilgisinin olmadığını, İslamın ve imanın tadını tatmadığını gösteriyor. Kendisi kaptırdığı felsefe girdabında boğulup gitmiştir.
Tabi ki icraatları, yapmaya çalıştığı tefsirleri Mason olmasının ve bir plana hizmet etmesinin ürünüdür.
Bu gün bir Müslümanın bu sapıkları iyi bilmesi gerekmektedir. Buların zihin yapısını çözmesi gerekmektedir. Çünkü günümüzde tıpa tıp aynı olan söylemlere rastlıyoruz.
Müslüman uyanık olmalıdır…
www.ihvanlar.net
.[PDF]
MUHAMMED ABDUH (1266-1323 H . /18494905 M _)
..
.MUHAMMED ABDUH'UN BAZI İTİKADÎ GÖRÜŞLERİ
<!-- /* Style Definitions */ p.MsoNormal, li.MsoNormal, div.MsoNormal {mso-style-parent:""; margin:0cm; margin-bottom:.0001pt; mso-pagination:widow-orphan; font-size:12.0pt; font-family:"Times New Roman"; mso-fareast-font-family:"Times New Roman";} @page Section1 {size:595.3pt 841.9pt; margin:70.85pt 70.85pt 70.85pt 70.85pt; mso-header-margin:35.4pt; mso-footer-margin:35.4pt; mso-paper-source:0;} div.Section1 {page:Section1;} -->
MUHAMMED ABDUH'UN BAZI İTİKADÎ GÖRÜŞLERİ
Grek-Hristiyan izdivacının acı meyvesi olarak dünyaya geldiği coğrafyayı, yani Kıta Avrupası'nı ve onun "doğal uzantısı" Amerika'yı (ABD) mecburen hariç tutarak konuşursak, diğer kültür ve medeniyet havzalarında bu boyutlarda bir çalkalanmaya yol açmayan Modernizm'i İslam Dünyası'nda böylesi "etkileyici" ve hatta "belirleyici" kılan neydi?
Modernizm'in İslam Dünyası'nı "kuşatmaya" başladığı ilk dönemlerin ve ardından gelen süreçlerdeki karmaşanın oluşturduğu toz-duman ortamından biraz sıyrılarak meseleye soğuk kanlı bir biçimde baktığımızda, belki de en baştan sorulması gereken şu soru ağırlığını hissettirmektedir: Acaba Modernizm'i üzerimizde bu denli etkili ve söz sahibi kılan, bizzat onun doğasında var olan kuvve/ler miydi, yoksa onunla muhatap olduğunda birden cin çarpmışa dönen ve "şu işi bir anlayalım" diyerek Modernizm'i sorgulamak yerine, bir "sevk-i tabii" ile dönüp kendi dinlerini ve tarihsel tecrübelerini "sorgulama" kolaycılığını seçen Müslümanlar'ın yaşadıkları özgüven bunalımı mıydı? Bir diğer deyişle Müslümanlar'ın, kendi din anlayışları ve tarihsel tecrübeleri konusunda zaten bir problemleri mi vardı?
Kanaatimiz odur ki, Modernizm'i İslam Dünyası'nda her bakımdan hakim mevkiine taşıyan, onun kendi doğasından getirdiği özelliklerden ziyade, Müslümanlar'ın yukarıda işaret ettiğimiz kolaycı, yüzeysel ve temelden yanlış tavrı olmuştur. Zira böyle bir badirede yapılması gereken şey, karşı karşıya bulunduğumuz bu cereyanın ve ortaya attığı iddiaların alabildiğine köklü ilmî ve tarihsel analizi olmak gerekirdi. Ona hayat veren temel kabullerin, olaylara, olgulara ve tarihe getirdiği bakış açılarının "niçin" ve "nasıl"ları yerine biz, kendi anlam haritalarımızın Modernizm ekseninde "meşru" olup olmadığını tartışmaya açtık!
Bu, doğrudan kendi kimliğimiz üzerinde bizzat kendi rızamız(!) ile başlatılan bir soruşturma idi. Ne var ki, soruları soran da, cevapları veren de aslında biz değildik. Her iki ameliyeyi de Modernizm yaptı; doğunun miskin çocukları ise bu babda, ellerine tutuşturulan metni tercüme edip ezberledikten sonra kendilerine (bize?) ait kavramlar kullanarak irticalen konuşuyor görüntüsü verdiler...
Bu söylediğimizin, yani Modernizm öncesi İslam Dünyası'nda yaşanan problemlerin Modernizm'in haklılığına ve doğruluğuna temel ve gerekçe kılınmasının yanlış olduğu tezinin sağlamasını en kolay yoldan şöyle yapmak mümkündür:
Modernist anlayışın doğruluğunu kanıtlamak maksadıyla (ya da neticede buna hizmet edecek tarzda) Modernist/Reformistler tarafından İslam Dünyası'nın mevcut görüntüsüne gönderilen sorgulamalar, aslında Modernizm'e hiç kapı aralamadan, "sistem içinde" kalarak kendi devinim mekanizmalarımız vasıtasıyla da yerine getirilebilirdi. Nitekim tarihin muhtelif dilimlerinde İslam coğrafyasında ilmî, ahlakî, idarî... alanlarda baş gösteren çözülmeler ve kaymalar karşısında kendi kültür dinamiklerimizi harekete geçirerek fonksiyon icra eden "mücedditler"in yaptığı aslında "işi aslına irca etmek"ten başka birşey değildi. Ömer b. Abdilazîz (r.a)'den (ilk yüzyıl) başlatılarak Şah Veliyyullah Ahmed b. Abdirrahîm ed-Dihlevî'ye (18. yüzyıl) kadar getirilen liste içinde tecdid geleneğinin temsilcileri tarafından gerçekleştirilen icraatların ve geliştirilen bakış açılarının tahlili, İslam Modernistleri'nin temel hamlelerinin niçin yanlış olarak görülmesi gerektiğini ortaya koyacaktır.
Bu yazının amacı böyle bir tahlile girişmek olmadığından, burada bununla iştigal etmeyelim ve meseleyi ilgili çalışmalara havale ederek esas maksada gelelim.
M. Abduh'un düşüncesinin temel dinamikleri
Kiminin "Erken Modernizm", kiminin de "Modernizm Öncesi Islah Hareketleri Dönemi" olarak ifade ettiği 18. yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyılın sonlarına/20. yüzyılın başlarına kadar geçen dönem içinde görüşleri öne çıkan ve etkisi günümüze değin süren önemli isimlerden birisi olan Muhammed Abduh, tıpkı yaşadığı dönemde olduğu gibi günümüzde de görüşleri etrafında yoğun tartışmaların yaşandığı bir şahsiyet olarak bu yazının asıl konusunu oluşturacaktır.
Konunun ayrıntılarına girmeden önce bir hususu tasrih etmekte zaruret görüyoruz. Muhammed Abduh, pek çok meselede ortaya attığı –kimi kendine özgü, kimi de daha evvel başkaları tarafından da ileriye sürülmüş– görüşlerle, hakkında, biri ifrat, diğeri tefrit olmak üzere iki ayrı yönelişin zeminini hazırlamış gibidir.
Bir kısım kimseler –tabir caiz ise– "pür modernist" bir yaklaşım benimserken kendilerine onun düşüncelerinden payandalar aramışlar ve zaman zaman da ona, söylemediği şeyleri söyletmişlerdir.
Aşağıda bir dipnotta göreceğimiz gibi Abduh, ağırlıklı olarak "aklî gelişme" bakımından insanlığın "kemale ulaşma evreleri" diyebileceğimiz bir dizi sürecin varlığından bahsetmektedir. Ona göre bu süreçler, İslam'ın gelmesiyle nihayetlenmiş ve insanlık İslam ile birlikte "olgunluk dönemi"ne (sinnu'r-rüşd) ulaşmıştır. Modernistler bu görüşten hareketle Abduh'un, insanlığın artık hazır vahyin verilerine ihtiyaç duymadığı ve kendi kurtuluş kaderini kendisinin çizebileceğini söylediğini ileri sürmüşlerdir...
Oysa aynı dipnotun devamında da göreceğimiz gibi Abduh'ta, tam olarak bu görüşü destekleyen bir ifade bulmak zordur. Bu ancak onun –yoruma açık duran– bazı ifadeleri hakkında akıl yürütmeyle yapılacak çıkarsama neticesinde mümkün olabilir.
Buna karşılık başka bir kısım zevat ise Abduh'un "sahih İslam"a aykırı herhangi bir tavır içine girmediğini, onun bütün yaptığının, insanları Selef akidesine ve Selef döneminde yaşanan İslam'a çağırmak, bid'atlerle mücedele etmek ve Batı dünyası karşısında perişan bir halde bulunan İslam alemini uyandırmak için mücadele etmekten ibaret bulunduğunu ve ondan, bunun dışında herhangi bir tavır ve kavil sadır olmadığını söylemektedirler.
Yukarıda zikrettiğimiz ilk grup, kendi yaklaşımlarını terviç etmek için Abduh'un marjinal görüşlerini öne çıkarırken, ikinci grup ise sahih İslam'a ve Ehl-i Sünnet'e ters düşmeyen yaklaşımlarına[1] vurgu yapmaktadırlar. Bunun sonucunda da ortaya, birbiriyle bağdaştırılması hayli müşkilat arz eden birden fazla Muhammed Abduh portresi çıkmaktadır. Abduh'un bir "modernist" mi, yoksa sadece "ıslahatçı" mı olduğu yolundaki sorunun hala net bir cevaba kavuşamamış olmasında, bu kavramlara yüklenen anlamın sınırlarının açık bir şekilde tesbit edilmemiş olması kadar, Abduh hakkında kalem oynatan kimselerin onu kendi oluşturdukları şablonlar içinde görme ısrarının da rolü büyüktür.
Oysa onu –ve tabii onun adıyla birlikte anılan Cemaleddin Efganî ve Reşid Rıza'yı– ne "kutsallaştırarak", ne de yere batırarak varılacak bir yer yoktur. Kanaatimize göre yapılması gereken, onun, Sahabe neslinden itibaren bu ümmetin muteber ve mutemet imamları ve ulemasınca ortaya konmuş bulunan sahih İslam anlayışına ters düşen görüş ve yaklaşımlarını herhangi bir zorlama tevil ve yoruma kaçmadan "net" bir şekilde ortaya koymak ve böylece "doğru" bir Abduh portresi ortaya çıkarmaktır.
Burada peşinen belirtelim ki bu yazı, böyle etraflı bir çalışmayı hedeflememektedir. Bizim burada yapmaya çalışacağımız şey, onun, bu ümmetin selefi tarafından bize aktarılan sahih İslam'a muhalif itikadî görüşlerinden önemli bulduğumuz bazı hususları tebellür ettirmektir. Onun özellikle Fıkhî alandaki "şazz" görüşleri daha önce pek çok çalışmanın konusu olduğu için burada bunların tekrarını zait görüyoruz.
Ortaya koymaya çalışacağımız hususların tarafsız ve peşin hükümden arınmış bir gözle okunması halinde, Abduh'un, olumlu ve makbul yaklaşımları yanında, birçok noktada kendi içinde çelişkiler taşıyan görüşlere sahip olduğu, bundan da önemlisi, yukarıda işaret ettiğimiz "sahih İslam"la bağdaştırılması mümkün olmayan tavırlar sergilediği görülecektir. Burada peşin olarak vardığımız bu sonucu "önyargılı" bulanlar çıkabilir. Ancak bu okuyuculara, hemen karar vermeden, yazıyı sonuna kadar ve "objektif" bir gözle okumalarını tavsiye etmekten başka yapabileceğimiz birşey olmadığı da ortadadır.
1- Batı düşüncesi
Önce yandaşı/karşıtı herkesin ortaklaşa dile getirdiği bir noktayı tebarüz ettirelim: Muhammed Abduh, fikriyatını kristalize eden temel görüşlerinde Batı düşüncesinden ve Batılı Modernist yaklaşımdan etkilenmiştir.[2] Aksini düşünmek vakıa ile ters düşmek olur. Zira onun görüş ve düşüncelerinden ilham alan İslam Modernistleri'nin, İslam Dünyasındaki Modernist hareketi besleyen temel hareket noktaları itibariyle Abduh'un düşüncelerinde kendileri için alabildiğine münbit bir alan bulmuş olduklarını söylemek, yeni bir keşifte bulunmak olmayıp, sadece "malumun ilamı"ndan ibarettir.
Bizzat "din" olgusuna bakışında pragmatik bir eğilim sezilen Abduh'un bizce tartışılması gereken ön önemli tavırlarından biri budur. Zira kanaatimize göre bu nokta, onun diğer görüşlerinin şekillenmesinde bir anlamda temel bir fonksiyon icra etmiştir.
Mesele şudur: İslam Dünyası, Batı'nın elde ettiği bilimsel ve teknolojik gelişmenin ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ekonomik ve sosyal refah seviyesinin gerisinde kalmıştır. O halde Müslümanlar'ın yapması gereken, İslam Dünyasının "geri kalması"na sebebiyet veren taklit, taassup, dinin özünden uzaklaşılması, aklın geri plana itilmesi... gibi unsurları ortadan kaldırarak yerlerine zıtlarını ikame etmek olmalıdır. "Peki Müslümanlar bunu niye yapmalıdırlar?" sorusunun cevabı ise, açıktır ki "dinî" olmaktan çok "dünyevî"dir.
Abduh'un, yazılarında –bir kısım örneklerini aşağıda göreceğimiz– kimi İslamî asıllardan sarf-ı nazar ederken veya o asıllara tavır alırken, akla adeta "abanarak" aşırı bir vurgu yapmasının altında yatan gerçek saik de budur.
İslam ilim geleneğinin, kuruluş dönemleri itibariyle Antik Yunan'a dayandığını ileri süren Abduh'a göre[3] insanlığın iki rehberi vardır: Vahiy (Kur'an) ve akıl. İslam ve onun kutsal kitabı sayesinde insanlık aklî bakımdan öyle bir olgunluk seviyesine erişmiştir ki, artık yeni bir semavî dine, yani vahye ihtiyacı yoktur. İnsan, aklı ve fikriyle başbaşa kalmıştır. Bu yüzden, genel İslamî kurallar çerçevesinde kendi yolunu kendisi çizecektir.[4]
Ona göre, dine inanan insan için iki büyük özellik vardır: İrade özgürlüğü ve fikir özgürlüğü. Kişi, bu iki özellik ile insanî hususiyetlerinde kemale erer.[5]
İslam'ın, insanlar için bütün fazilet kapılarını açtığını, bütün iyiliklerin yolunu gösterdiğini ve bütün nizam/intizam kaidelerini takrir ettiğini belirttikten sonra şöyle der: "Böylece, –zikrettiğimiz gibi– rüşd dönemine erişmiş olan insan için fikir hürriyeti ve düşünmede/araştırmada aklın bağımsızlığı için gerekli unsurlar bir araya gelmiş olmaktadır. (...)
"Rüşd çağından sonra vesayet ve aklın kemale ermesinden sonra velayet olur mu?"[6]
Biraz önceki bir dipnotta da belirttiğimiz gibi bu ifadeler, bir kısım modernistler tarafından, Muhammed Abduh'un, insanlığın artık hazır vahyin verilerine ihtiyaç duymayacak ve kendi kurtuluş kaderini kendisi çizebilecek bir olgunluk dönemine eriştiğini ileri sürdüğü biçiminde yorumlanmıştır.
Ancak "Risâletu't-Tevhîd"de yer alan bu ifadelerden yola çıkarak böyle bir sonuca varmak mümkün görünmemektedir. Zira bu eserinin, yukarıdaki ifadelerinden önce gelen birçok kısmında, aklın bağımsız olmadığını ve mutlak biçimde vahyin yol göstericiliğine muhtaç olduğunu tekitli ifadelerle dile getiren de yine Abduh'tur.[7]
Nitekim Farah Anton'a yazdığı reddiyede İslam'ın akla tanıdığı yetkiden ve bu yetkinin sınırlarından bahsederken şöyle der:
"İslam milleti –kale alınmayacak bir azınlık dışında– ittifak etmiştir ki, akıl ve nakil çatıştığında, aklın delaleti esas alınır; naklin durumu konusunda ise şu iki nokta kalır:
"1- Naklin sıhhatine teslim olmak, manasının anlaşılmasından acze düşüldüğünü itiraf ve o konudaki ilmi Allah'a havale etmek;
"2- Nakli, anlamının aklî isbat ile uygunluk arzetmesi için lugat kaidelerine riayet ederek tevile tabi tutmak..
"Kur'an'a, sahih Sünnet'e ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in uygulamasına dayanan bu esas sayesinde aklın önündeki bütün yollar açılmış, bütün engeller kaldırılmış ve akla sınırsız bir alan tanınmış olur..."[8]
Naklin tevilinde sadece lugat kaidelerinin belirleyiciliğine başvurulması burada akla şu soruları getirmektedir:
1- Burada söz konusu olan "nakil", eğer Kur'an ayeti ise, konu hakkında Sünnet'in hiçbir fonksiyonu yok mudur?
2- Eğer bu kelime Sünnet'i de içine alıyorsa, Hz. Peygamber (s.a.v)'in terbiyesinde yetişmiş olan Sahabe'nin bu konudaki kanaatinin de dikkate alınması gerekmez mi?
3- Eğer bu konuda geçmişte vuku bulmuş bir İcma var ise, Kur'an ve Sünnet çerçevesinde kollektif olarak belirlenmiş böyle bir hususun hiçbir epistemolojik değeri yok mudur?
Nitekim Abduh'un da sık sık vurgu yaptığı Selef alimlerinin ve Müçtehid İmamlar'ın[9] tutumu budur. Söz gelimi Müçtehid İmamlar'ın, bilgi edinme ve hüküm çıkarma kaynakları meyanında, yani Şer'î deliller hiyerarşisinde Kur'an ve Sünnet'ten sonra Sahabe'nin icmaının ve hatta ihtilafları halinde, tercih edilen sahabî görüşünün esas alınmasını ortak bir kıstas olarak belirlemiş olmalarının bir anlamı yok ise, onlara yapılan vurgunun ne anlamı kalacaktır?
Öte yandan anlaşılması konusunda problem yaşanan naklin, Kur'an ve Sünnet'ten müstenbat olan genel Şer'î asıllara irca edilmesi daha "İslamî" değil midir?..
Belki bütün bu noktalardan önce şu sorunun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir: Burada öne çıkartılan "akıl" hangi akıldır? Burada söz konusu olan "profan akıl" ise, böyle bir aklın en temelde vahiy olgusu karşısındaki olumsuz tutumu önemli bir problem olarak önümüzde duruyor demektir.
Eğer kastedilen, Kur'an ve Sünnet çerçevesinde fonksiyon icra eden "İslamî akıl" ise, Abduh'un birtakım Kur'an ayetlerini –zaman zaman kendisiyle çelişkiye düşerek– aklî (!) izahlarla tefsir etmeye çalışmasını anlamak mümkün değildir. (Aşağıda "melekler" konusuyla ilgili söyledikleri üzerinde dururken bu noktaya örnekler zikredeceğiz.)
Onun, profan aklı değil de İslamî aklı kasdettiğini söyleyebilmek için İslamî aklın "oluşturulması" ve " doğru işletilmesi" konusunda Abduh'ta Kur'an ve Sünnet nasslarıyla desteklenip beslenmiş temelli yaklaşımlar bulmamız tabii olmalıdır. Zira kişi –hele Abduh konumundaki kişi–, iddialarını bu şekilde sistematize etmedikçe kendi içinde çelişkiye düşmekten ve tutarsızlıklar/eksiklikler sergilemekten kurtulamaz.
Akla yaptığı onca vurguya rağmen, aklın her şeyin künhünü kavrayamayacağını söylemekten de geri durmamış olan Abduh, bir Tefsir Usulü kaidesi olarak şu prensibi sık sık vurgulamaktadır: Akılla kavranamayacak müteşabihatın ilminin Allah'a havale edilmesi ve Selef'in izlediği "tefvîz" metodu.[10] Keza aklın fonksiyon alanının, müşahedat ve tecrübe çerçevesiyle sınırlı olduğunu söyleyen de odur.[11]
Ancak bu prensibi, Kur'an'da zikredilen meşhur "fil olayı"nı tefsir ederken yine bizzat kendisi ihlal etmektedir. Yaygın olarak bilindiği gibi Abduh, 105/el-Fîl suresinde anlatılan fil ordusunun helakini, askerler arasında çıkan çiçek ve kızamık salgınına bağlamakta, hastalığın kaynağını da surede anlatılan "siccîl"e bağlamaktadır.[12]
Hatta bu kadarla da kalmamakta, Fil ordusunun çiçek ve kızamıktan helak olduğu görüşünü İkrime ve Ya'kub b. Utbe'den naklettiği iki rivayetle destekleyerek şöyle demektedir:
"Rivayetlerin ittifakla naklettiği ve inanılması doğru olan husus budur. (...)
"Bu kuşların, bazı hastalıkların mikroplarını taşıyan sinek veya sivrisinek cinsinden olduğuna ve (surede anlatılan) bu taşların, rüzgârların taşıması ile bu hayvanların ayaklarına bulaşan zehirli pişmiş çamurdan olduğuna itikat etmen caizdir...
"Bu surenin tefsirinde itimat edilmesi doğru olan budur. Bunun dışındaki açıklamaların ise, rivayeti sahih olsa bile ancak bir te'vil ile kabul edilmesi doğru olur..."[13]
Merhum müfessir Elmalılı Hamdi Yazır'ın, "Fakat Hammer'in bile bir ihtimalden ileri götürmediği bu çiçek illeti sözünü, teessüf olunur ki Abduh, fahiş bir tedlis-ü teşviş ile tevatür miyanına karıştırıp rivayetlerin ittifak ettiği sahih bir habermiş gibi ileri sürmeye çalışmış ve güzel bir başlangıçla başlayan kelamını güya bir incelik göstermek üzere mikroplara bulamıştır. Onun için burada onun sözlerini gözden geçirerek doğrusunu eğrisini ayıklamak bir vazife olmuştur..." sözleri ile başlayan sert tenkitlerine maruz kalmış olan[14] bu yaklaşımda dikkatimizi çeken iki hususa temas etmeden geçemeyeceğiz:
1- Sahih haber-i vahidleri, tevatür seviyesine ulaşmadıkları gerekçesiyle bilgi kaynağı olarak görmeyen Abduh, bu surenin tefsirinde kendisine sadece iki zayıf rivayeti dayanak almaktadır ki, Elmalılı merhumun da ifade ettiği gibi, yakından bakıldığında bu rivayetler de onun maksadına hizmet temekten uzaktır.
2- Yukarıda bir vesile ile belirttiğimiz gibi Abduh, bu tarz şazz tutumlarını "görüşlerden bir görüş" olarak takdim etmek yerine, "doğrusu budur" diyerek kestirip atmaktadır. Tefsirinde geçmiş müfessirleri çoğu zaman muahezeden geri durmayan Abduh'un unuttuğu önemli bir husus var ki, dikkatli okuyucunun gözünden kaçmayacaktır: Eleştirdiği o müfessirler, ayetlerin tefsirine dair kendilerine doğru gelen ve tercih ettikleri açıklamayı "Allahu a'lem" demeden bitirmezken, Abduh'ta böyle bir inceliğe tesadüf olunamamaktadır. Elbette bu tutum bizatihi tefsire bir halel getirmez ama, kendi görüşünü, "itimat edilecek doğru tefsir tarzı budur" diyerek bitirmek ne kadar ilmîdir?!..
Esasen burada vahiyle[15] birlikte sadece aklın öne çıkartılması, diğer bir İslamî temel olan Sünnet'e ve dolayısıyla hadislere bakışla doğrudan ilgilidir ki aşağıda bu hususa değineceğiz. Ancak burada Abduh'un "es" geçtiği bir noktayı dikkatlere sunmadan geçmek, bu bahis için önemli bir eksiklik olacaktır.
Hiçbir medeniyet, kendisinden önceki birikim ve tecrübeyi görmezden gelerek ya da reddederek oluşmamıştır. Esasen böyle birşey mümkün de değildir. Tıpkı kuruluş döneminde İslam medeniyetinin, kendisinden önceki bilgi birikimine "Müslümanlar eliyle oluşmamıştır" gerekçesiyle sırtını dönmediği gibi, Batı medeniyeti de İslam coğrafyasında vücuda getirilmiş olan tecrübeye bigâne kalmamıştır.
Kanaatimize göre Abduh'un fikriyatındaki en önemli badirelerden birisi, aklın bağımsızlığına abartılı bir vurgu yaparak mazinin birikimini "taklid"i zemmetmek adına karalamaya çalışmasıdır. Abduh, geçmişle refere ettiği her yaklaşımında İslam'ın ilk üç asrını öne çıkartırken, bu doğru tavrı bin yıllık tecrübenin reddi nakisasıyla malul hale getirmektedir. İslam tarihinin bu dilimi üzerinde durduğu hemen her yazısında göze çarpan, kargaşa, taklit, taassup vs. dir. Oysa unutulmamalıdır ki, İslam medeniyetinin, en görkemli ve somut yansımaları bu "taklit dönemi"nde ortaya çıkmıştır!
2- Bilgi kaynağı olarak Hadisler
Abduh'a göre hadislerin bilgi kaynağı olarak görülebilmesi için tevatür seviyesine ulaşmış olmaları şarttır. Bu kategorinin dışında kalan ve Usul-i Hadis uleması tarafından haber-i ahad olarak nitelenen, Usul-i Fıkıh uleması tarafından ise meşhur, müstefiz, ahad gibi alt kategorilere ayrılarak her biri hakkında ayrı bir hüküm verilen[16] hadisler hakkında ise şöyle der:
"Bu türlü hadislerde gelen hususlara, bu hadisler kendisine ulaşmış bulunan ve sıhhatini tasdik eden kimselerce iman edilmesi gerekir. Böyle haberlerin kendisine ulaşmadığı veya ulaştığı halde sıhhatleri hakkında kendisine bir şüphe arız olan kimselere gelince, bunları tasdik etmediği için o kimseler kınanamaz. Bütün bu hususlarda aslolan şudur: Hz. Peygamber (s.a.v)'in söylediğini veya onayladığı bildiği bir şeyi inkâr eden kimse, peygamberliğin doğruluğuna ta'n etmiş ve peygamberliği yalanlamış olur. Tevatürle sabit olan ve dinden olduğunu bildiği hususları göz ardı eden kimselerin durumu da böyledir. Bu (tevatürle sabit olma özelliği) Kur'an'ın ihtiva ettiği hususlar hakkında söz konusudur. Bir de amelî sünnet(ler) böyledir, (ancak) bunlar azınlıktadır."[17]
Nitekim mesela peygamberlerin mucizelerini teorik olarak kabul ederken[18] Hz. Peygamber (s.a.v)'in mucizelerini anlatan nasslar ile ilgili tavrındaki olumsuzlukta, yukarıdaki iki maddenin (aklî izah gayreti ve hadislere güvensizlik) belirleyici bir rolü vardır. Oysa Hz. Peygamber (s.a.v)'in mucizelerini anlatan rivayetler –lafzen olmasa da manen– tevatür seviyesindedirler ve Abduh bunları kabul etmemektedir.[19]
Hz. Peygamber (s.a.v)'in mucizeleri konusundaki olumsuz tutumu onun şu ifadelerinden açık şekilde anlaşılmaktadır:
"Bunlara (Efendimiz (s.a.v)'den önceki peygamberlerin mucizelerini anlatan Kur'an ayetlerine, E.S) zahir anlamları üzere iman etmemiz gerekir. (...) Böylece (Kur'an'ın nüzulüyle birlikte) mucizeler dönemi sona ermiş ve insan, İslam dini ile (insanlığın) olgunluk döneminde girmiştir. Bu dönemde artık mucizelerin çarpıcı özelliği insanı imana cezbedicilik vasfını yitirmiştir. (...) Bilakis Allah Teala insanı, Allah'a ve vahye imanı elde etmesi için son vahyi ile, "Kur'an" ile aklını kullanmaya yönlendirmiştir.."[20]
Abduh'un bu yaklaşımında, biraz önce geçen bir dipnotta zikrettiğimiz bir argümanın da ağırlığını görmek zor değildir. Hatırlanacağı gibi o, insanlığın Kur'an ile birlikte gelişme evresini tamamladığını ve artık olgunluk dönemine eriştiğini söylemekteydi...[21]
Bu sebeple o, insanların ahirette sorumlu olacakları şeyin, Kur'an ve "onun beyanı olan" Sünnet'ten ibaret olduğunu söylediği halde[22] Kur'an'ın mübhem veya mücmel bıraktığı hususlarda sahih Sünnet'in (hadislerin) getirdiği açıklamayı çoğu zaman görmezlikten gelirken, zaman zaman da kendi yaklaşımını temellendirmek maksadıyla zayıf hadislere (Fil suresi tefsirinde[23] ve "İlim çinde de olsa arayın" hadisi[24] ile istidlal ederken yaptığı gibi) dayanmakta bir sakınca görmemektedir.
3- Meleklerin ve cinlerin ontolojik varlığı
Abduh bu meseleyi işlediği 2/el-Bakara, 34 ayetinin tefsirinde cinlerin ve meleklerin, hakikatini bilemeyeceğimiz gayb alemine ait varlıklar olduğunu söylemekte ve şöyle eklemektedir:
"Biz bunların hakikatini araştırmayız ve bunlara, masum olan Hz. Peygamber (s.a.v)'den gelen kat'î bir nass bulunmadıkça herhangi birşeyi nisbet etmeyiz..."[25]
Ancak bu sözlerden hemen birkaç sayfa sonra birden karar değiştirmekte ve –kısaca– şunları söylemektedir:
"Daha önce meleklerin gaybî mahluklar olduğunu, hakikatlerinin bizim tarafımızdan bilinemeyeceğini (...) söylemiştik. Şimdi ise diyoruz ki: Hayrın ilhamı ve şerrin vesvesesi, Hz. Peygamber (s.a.v)'in lisanında varit olan hususlardır. (...) İlham ve vesveseden her birinin mahalli ruhtur. O halde melekler ve şeytanlar da insanların ruhlarıyla birlikte bulunan ruhlardır. Dolayısıyla meleklerin, bizim bildiğimiz şekillerde temessül etmesi sahih değildir. (...)
"Sen, Allah'ın gökte melekleri bulunduğunu iddia etmiyor musun? Peki yeryüzündeki meleklerin nerede ikamet ettiğini biliyor musun? Onların bulunduğu mevkileri tayin ve meskenlerini tasvir edebiliyor musun? Onlardan, senin sağında ve solunda bulunanların nerede oturduğunu biliyor musun? Onların "nuranî" cisimlerinin, karanlıklarda sana ışık saçtığını görüyor musun? (...)
"Şu halde irfan taliplilerini, senin de iman ettiğin Kur'an'ı tasdik ve senin de risaletini tasdik ettiğin Peygamber'e iman ettikleri sürece şüphecilikle itham etme! Onlar, imanlarında senden çok daha üstün bir derecededirler! (...)
"Dikkat et ki, bir mü'minin nefsi, Rabb'inden kendisine indirileni anlama konusunda –dediğimiz gibi– kalbinin itmi'nan bulduğu bir tarza meylederse, o kimse dininde güven içindedir..."[26]
Sırası geldiğinde tekrara düşmek pahasına vurgulayacağımız gibi, Abduh bu meselede de kendisiyle çelişiyor görüntüsü vermekten kurtulamamakta ve mesela bir yerde şöyle demektedir:
"Melekler ruhanî, akıllı ve kendi nefsiyle kaim mahluklardır ve gayb alemindendirler. Bu sebeple –daha önce de belirttiğimiz gibi– onların hakikatini araştırmayız."[27]
Oysa yukarıda da gördüğümüz gibi, meleklerin hakikati ve varlıklarının mahiyeti üzerinde tamamen aklî bir tavırla fikir yürüten de bizzat kendisi olmuştur.[28]
Burada hatırlamalıyız ki, meleklerin ontolojik haricî varlığını bize bildiren ve onları –en azından bir kısmını– "ikişer, üçer, dörder kanatlı" varlıklar olarak tasvir eden, başkası değil, bizzat Kur'an'dır:
"Hamd, gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılan Allah'a mahsustur..."[29]
Ve yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in, Cebrail (a.s)'i iki kere gördüğünü de söyleyen Kur'an'dır:
"Bir kuvvet sahibi ki, hemen dosdoğru göründü. Ve o, en yüksek bir sema kıyısında idi. Sonra yaklaştı da aşağıya iniverdi. Derken iki yay kadar veya daha yakın oluverdi. (...) Andolsun ki (Peygamber) onu (Cebrail'i) diğer bir inişinde de gördü..."[30]
Hatta bu ayetler üzerinde dururken Cebrail (a.s)'ın Hz. Peygamber (s.a.v)'e, görülebilecek bir şekilde temessül ederek göründüğünü söyleyen[31], 97/el-Kadr suresini tefsir ederken, "Yüce Allah, Hz. Peygamber (s.a.v)'in melekleri ilk defa bu gece gördüğünü haber vermektedir. Melekler bu gece ruhanî alemlerinden inerek (...) Hz. Peygamber (s.a.v)'in görmesi için temessül etmiş (onun görüp idrak edebileceği bir şekle bürünmüş) lerdir."[32] diyen ve hatta "Onları (melekleri ve cinleri) insanlardan hiç kimse görmemiştir; onlar hakkında herhangi bir şey bilmek de imkân dahilinde değildir..."[33] diyen Abduh'un, "meleklerin, bizim bildiğimiz şekillerde temessül etmesi sahih değildir" dediğini hatırlayacak olursak, bu işkâli kendi zihninde nasıl çözdüğünü merak etmemek elde değil...
Meseleyi daha da ilginç kılan, bu yaklaşımın aklî bir istidlal olarak "görüşlerden bir görüş" şeklinde takdimiyle yetinilmeyip, bu görüşe kail olanların imanının diğerlerine göre daha üstün olduğunun iddia edilmesidir.
Oysa "zann"ın itikad olarak görülmesinin sahih olmadığını söyleyen[34], –aşağıda zikredeceğimiz– "taklit" meselesinin caiz olmadığına Kur'an'dan istidlal ederken "Sadr-ı Evvel" ve ilk üç asır ulemasının icmaını öne çıkartan[35], ("nefs"in mahiyetine değinirken) "biz, duyu ve akılla bilinen hususların ötesindeki konularda, peygamberimizin (s.a.v) getirdiği vahiyden başkası ile ihticac etmeyiz; bu vahyin çizdiği sınırda durur, ondan ne fazlasını, ne de eksiğini söyleriz"[36] diyen ve dahi meleklerin de ruhu olduğunu ihsas eder biçimde "meleklerin ruhu" terkibini kullanan[37] da yine Abduh'tur...
4- Taklit ehlinin durumu
Abduh'un fikriyatını oluşturan temel taşlarından birisi "taklid"in reddi ve zemmidir. Gerek müstakil yazılarında, mektuplarında ve gerekse tefsir ettiği Kur'an ayetlerinde bu mesele üzerinde geniş bir şekilde durmakta ve taklidi mahkûm etmek için adeta her fırsatı ganimet bilmektedir.
Abduh için taklidin cevazı veya adem-i cevazı sadece metodolojik bir mesele değildir. Bilakis ona göre Ümet-i Muhammed'in kurtuluşu, taklidin reddi ve aklın bağımsızlaştırılması ile doğrudan ve etkin bir biçimde ilgilidir. Hatta Abduh taklidi yererken bu noktada da kalmamakta ve işi, taklidin, kişiyi şirke düşüreceğini iddiaya kadar götürmektedir. Aşağıdaki pasajları birlikte okuyalım:
"Eğer bizler Kur'an'ın ve peygamberî hidayetin beyan ettiği sınırlarda durursak, darlığa ve zorluğa yer vermeyen müsamahakâr hanifliğin ne demek olduğunu anlamamız kolaylaşır. Yine kendisinde hiçbir eğrilik ve nakz bulunmayan halis dinin ne olduğunu biliriz. Ancak fakihlerin görüşlerine ve bu görüşlerdeki farklılıklara, onların ihtilaflı meselelerine ve bunların illetlerine bakacak olursak, bunlardan birini diğerine tercih konusunda şaşırır kalırız. (...)[38]
"Biz, söz konusu görüş sahiplerine ve bir görüşü diğerine tercih edenlere ilişmiyoruz. (...) Aksine onlar hakkında hüsn-ü zan ediyor ve diyoruz ki: Onlar, ilimlerinin ulaştığı şeyleri söylemişler ve kendilerini şari' kılmamış, araştırmacı mevkiinde görmüşlerdir. (...) Dine inanan kimselerin, dinin hükümlerinin kendilerine karışık gelmemesi için daima o dinin kitabına bakmaları gerekir ve hiç kimsenin, akaidinde ve ibadetinde Allah'tan başkasına müracaat etmesi caiz değildir. (...)
"Yukarıda geçen ayet, Allah Teala'nın azabının, O'nu bırakıp endâd (şirk vasıtası) edinenlere ineceğini söylemektedir. Bu ayet, hem endad edilenleri hem de endad edinenleri kapsayacak şekilde ve şahsi görüşle, hevayla ve taklitle teşride bulunma hususlarını ve benzeri dalaletleri ihtiva eder tarzda geneldir. (...)
"Kur'an'ın hidayeti ile mukallitler arasındaki engeller olmasaydı, bu ayette onlar hakkında şiddetli bir sarsıntı mevcut bulunduğu anlaşılırdı. Çünkü onlar din konusunda ölü veya diri insanların sözleri ve görüşleri üzerinde donup kalmışlardır. Buradaki taklidin akaid veya ibadetler, helallık veya haramlık hükümleri konusunda olması bir şeyi değiştirmez. (...)
"Din konusunda kendine özgü bir anlayış ortaya koyan ve delilden, kendisine açık gelen hükmü çıkartarak takrir eden ve bu tavrıyla insanlara fıkıh kapılarını açmayı, ilmin yolunu kolaylaştırmayı amaçlayan ve sonra da insanlara, kendi görüşünü Allah'ın Kitabı'na ve Resulü'nün Sünneti'ne arz etmelerini emrederek onları, deliliyle ikna oldukları dışında kendi görüşünü benimsememelerini yasaklayan kimseye gelince, o, hidayet imamlarından ve müttakilerin ileri gelenlerindendir. Başkasının, kendisinden habersiz olarak kendisini taklit etmesi ve ölümünden sonra kendisini Allah'a ortak kılması ona bir zarar vermez.[39]
Taklidin kişiyi dinden çıkmaya kadar götürdüğünü ileri süren Abduh, Kur'an'da şirk ve küfür ehli için zikredilmiş olan ve onların dünya ve ahiret ahvalini tasvir eden ayetleri tefsir ederken sözü mutlaka taklit meselesine getirmekte ve sözkonusu ayetlerin şümulüne onları da sokmaktadır. Bu konuda zikredilebilecek örnekler alabildiğine fazla olduğu için burada bunları zikretmek yerine, okuyucuya onun tefsire dair yazdıklarını okumayı tavsiye etmek daha uygun olacaktır.
Ancak bu bahsi kapatmadan Abduh'tan bir-iki aylıntı daha yapmak istiyoruz:
"Eğer (taklit ehli alim) gözünü açsa, meşayihin ileri gelenlerinin bunu yaptığını (mezhep imamının görüşlerini anlamaya çalışmak ve hadiseler hakkında bağımsız hüküm vermek, E.S) ve bu hususta daha da ileri giderek kendi görüşlerinden bazılarını benimseyen kimseye muhalefet ettiklerini görecek. Sonra bu konuda o kimse ile tartışacak olsan, seni zındık saymaya ve senin, kendisini dinden çıkmaya çağırdığını iddia etmeye yatkındır. O miskin kişi bilmez ki, bu hususta asıl kendisi dininin nasslarına muhalif hareket etmekte ve dinden çıkmaya hazırlanmaktadır..."[40]
Taklide getirdiği çözüm
Taklidi caiz görmeyen, hatta şirk sayan Abduh'un, Ümmet'in fertlerini taklitten kurtarmak içen geliştirdiği formül şudur:
"Bu görüşler arasında orta yol şudur: Kişinin, akaide ilişkin kanaatlerini imkân bulduğu kadarıyla kendisinin tesbit etmesi. Bu hususta delillerin arasını mantık kuralları çerçevesinde telif etmek şart değildir. (...)
"Ahkâma ve helal-haram meselelerine gelince, bunlar arasında hiç kimsenin kimseyi taklit etmesinin caiz olmadığı meseleler vardır ki bunlar, namazın, zekâtın, orucun, haccın farziyeti gibi (...) dinden olduğu zaruretle bilinen hususlardır. Zira bunların delilleri ve uygulanış biçimleri mütevatirdir. (...)
"Bunlar arasındaki bir diğer grup da, mütevatir olmayan hadislerden istinbat edilen ince fer'î meselelerdir ki, müslümanların tümü bunlara muttali değildir. Böyle meselelerde Selef-i salihinin tavrı şöyle olmuştur: Bir kimseye bu türlü meseleler hakkında bir hadis, itimat ettiği ve sübutuna inandığı bir tarik ile ulaşmışsa, onunla amel ederdi. Onlar hiç kimseye –velev kendisini ilim tahsiline adayanlar olsun–, bir konuda rivayet edilmiş olan bu ahad hadislerin tümünü araştırmayı ve onlarla amel etmeyi gerekli görmemişlerdir. (...)[41]
"Böyle fer'î meselelerde avamın cehaleti evleviyetle mazur görülür. Avama gereken, bu hadislerden kendisine ulaşmış olanları araştırmaktır. Şu halde avamdan olan kişi, herkesin rivayetini ve kitaplarda gördüğü her görüşü kabul etmeyecektir. Çünkü kitaplarda mevzu ve zayıf hadisler çoktur.
"Bu metodun takip edilmesinde müslümanlar için herhangi bir sıkıntı ve darlık yoktur; ancak atalarını ve aşiretlerini taklit ederek sünnet olanı bid'at olandan ayırmanın kendilerine kolay olabileceği birtakım adet ve amellerle iktifa ederek dinlerini tamamıyla terk etmeyi istiyorlarsa başka..."[42]
"Delalet tarzını, nasihini-mensuhunu, umumunu-hususunu ve konunun otoritesi ulemanın kanaatlerini bilmeden, bir kimsenin, gördüğü herhangi bir hadis ile amel etmesini istemek, dini konusunda hassasiyet sahibi bir kimsenin arzu edeceği bir şey olabilir mi?" şeklindeki bir soru bu noktada elbette anlamlıdır. Ancak bizce bu yaklaşımı daha da "anlamlı" kılan bir nokta var:
Abduh, görüldüğü gibi "fikir hürriyeti", "aklın otoritesi", "taklitten kurtuluş" gibi temel sloganlar eşliğinde avamdan olan fertlere böyle bir özgürlüğün kapısını "teorik olarak" açarken, meselenin "pratik" yansıması hiç de böyle olmamıştır.
Kur'an ve Sünnet'in bireylerin vicdanına bıraktığı talak, taaddüd-i zevcat, vakıflarla ilgili birtakım hükümler...[43] Abduh tarafından şahsî inisiyatif alanından çıkartılarak hakim kararına bağlı hale getirilmiştir. Bunun, kişiyi ulemanın otoritesinden "kurtarıp", hakim ve kanunun otoritesine teslim etmekten başka bir anlamı var mıdır? Yine bu durumda ulemanın içtihatlarıyla amel eden kişi niçin şirk ithamıyla karşı karşıyadır da, hakimin ve kanunun kendisine gösterdiği yolda davranma "zorunluluğu" ile kuşatıldığında şirke "zorlanmış" olmamaktadır?...
Burada maksadımız bu metodolojik meselede ileri sürülmüş olan ve Usul'e dair müellefatta uzun uzadıya tartışılmış olan görüşleri tekrarlamak değil. Ancak şunu söylemeden geçemeyeceğiz ki, Ümmet'in içinde bulunduğu olumsuz durumun sebeplerini teke indirgeyerek günahı taklit ehlinin boynuna yüklemek ve bu noktada da kalmayarak taklidi dinden çıkmaya ve cehennem azabına müstehak olmaya sebep olarak göstermek aklın ve insafın sınırlarını zorlamak olur.
5- Tevessül meselesi
Abduh'un Tasavvuf konusundaki düşünceleri, tarihsel dönemler ve kurumsal yapı itibariyle iki farklı şekilde karşımıza çıkmaktadır.
"Selefî Tasavvuf" tabirinin anlattığı şekilde ilk dönemlerde bireysel zühd hayatına yöneliş hakkındaki düşüncesi olumlu olmakla birlikte, Tasavvuf'un daha sonraki dönemlerdeki tezahür biçimlerini şiddetle eleştirmektedir:
"Tasavvuf İslam'ın ilk dönemlerinde ortaya çıkmıştır ve o dönemlerde önemli bir fonksiyonu vardır. İlk dönemlerde Tasavvuf'tan maksat, ahlakın güzelleştirilmesi ve nefsin, dinî amellerle terbiyesi ve bu alana yönlendirilmesi idi. (...)[44]
Daha sonra Abduh, Tasavvuf ehli arasında, fakihlerin baskısı neticesinde bir "içe kapanma" tavrının baş gösterdiğini ve bunun da bu kesim içinde birtakım bid'atlerin ortaya çıkmasına zemin hazırladığını söyler ve sözü, sadedinde bulunduğumuz meseleye getirerek şöyle der:
"Özetle çizdiğimiz bu çerçeveden anlaşılmaktadır ki, Tasavvuf ehlinin bu meselelerdeki kasdı sahih idi ve onlar sadece ve sadece hayrı amaçlıyorlardı. Çünkü kasdın doğruluğu ve hüsnü niyet onların yollarının esası idi.
"Ancak bunun Müslümanlar arasındaki etkisi nasıl olmuştur? Sufiyye'nin güzel maksatları tersine döndü ve onların zahirî görüntülerinden olarak sadece –her bir sufinin teberri– ettiği "zikir" dedikleri birtakım sesler ve hareketler ile şeyhlerin kabirlerinin dinî anlamda ta'zimi kaldı. Onlar bunu yaparken, şeyhlerin, Allah Teala'nın hikmeti gereği müsebbiplere bağlı olan sebeplerin üstüne çıkan bir gaybî güce sahip olduklarına inandılar. Buna göre şeyhler, bu gaybî güçleri sayesinde kainatı idare ediyor ve kainatta diledikleri gibi tasarrufta bulunuyor, müritlerinin ve kendilerinden imdat isteyenlerin –nerede olurlarsa olsunlar– ihtiyaçlarını gidermeyi üstlenmiş oluyorlar. Bi itikat, Allah'a birtakım ortaklar koşma inancının aynısıdır ve Allah'ın Kitabı'na, Resulü'nün Sünneti'ne ve Sahabe'den, Tabiun'un imamlarından ve Müçtehitler'den ibaret Selef'in gidişatına aykırıdır. (...)
"Onlar, şeyhleri Allah'a ortaklar olarak ittihaz etmiş ve ihtiyaçlarının giderilmesi, hastalarının şifa bulması ve rızkının genişlemesi için kabir ve türbeleri ziyaret etmeye başlamışlardır. Oysa daha önceleri kabirler, ibret ve örnek alınmak için ziyaret edilirdi. (...)
"İlk asırda ve hatta ikinci asırda, bugün gördüğümüz fiil ve gelenekler hiçbir şekilde mevcut değildi. Bu bid'atlere ne Kitap'ta, ne de Sünnet'te rastlamak mümkündür..."[45]
Abduh'un, yukarıdaki ifadeleri meyanında da geçtiği üzere şiddetle muhalefet ettiği konulardan birisi de, bir kimsenin, dünyevî veya uhrevi bir hacetini Allah Teala'dan isterken, ind-i ilahîde makbul ve yüksek bir mevkii olduğuna inandığı bir kimseyi duasına katmak, onun duasını istemek veya onun aracılığı ile rahmet-i ilahîden talepte bulunmak anlamına gelen "tevessül"dür.
Gerek tefsir ve hadis kitaplarında, gerekse müstakil çalışmalarda ele alınmış olan bu meselede, İbn Teymiyye dönemine gelene kadar Ümmet arasında aykırı bir sese ve tavra rastlanmazken, hatta Ümmet, avamıyla havassıyla tevessülü meşru kabul edip uygulamışken[46] İbn Teymiyye ile birlikte tevessülü şirk sayan bir anlayış yerleşmeye başlamış ve bu durum günümüze kadar böylece gelmiştir.
Abduh da tevessülü şirk sayanlar arasındadır. O bu konuda şöyle der:
"Bu tevessül anlayışı ile ilgili tatbikat (hatta) bu anlayışa herhangi bir benzerlik gösteren bir uygulama ilk üç asırda mevcut olmamıştır. Sünnet ve Siyer kitapları elimizin altındadır ve bu söylediğimizin şahididir. Bu zaman diliminden sonra ortaya çıkmış olan her uygulamanın haiz olduğu özellik, en azından bid'at olmasıdır. Her bid'at delalettir ve her delalet ise cehennemdedir.
"Bid'atlerin en kötüsü, üzerinde durduğumuz bid'atler türünden, içinde Allah Teala'ya şirk koşma şüphesi ve su-i zanda bulunma olanlardır.Bu iddia sahipleri, bu uygulamada sandi Hz. Peygamber (s.a.v)'i, enbiya veya evliyayı ta'zim bulunduğunu sanıyorlar. Oysa peygamberlere yapılacak en efdal ta'zim, getirdikleri vahyin sınırlarını çiğnememek ve Rabblerinin izniyle koydukları kanunlarda onların üzerine eklemede bulunmaktan sakınmakla, evliyayı ta'zim ise, onların kendi nefisleri için seçtiklerini seçmekle olur. (...)
"Bu kimselerin, tevessül esnasında enbiya ve evliyaya izafe ettikleri "câh" kelimesi, örfî kullanımda sulta (güç) demektir. (...) Bu anlamda olmak üzere "Falan kimse, cah'ı ile filan kimsenin malını gasbetti", "Falan kimse, emir veya vezir nezdindeki cah'ı ile filan kimseyi cezadan kurtardı" denir.
"Bu iddia sahipleri, falan kimsenin Allah indinde bir câh'ı olduğunu bu anlamda iddia etmektedirler. Oysa bu, gizli değil, "açık" bir şirktir. Tevessülde bulunanların aklına, tevessülün lugavî anlamı nadiren gelir ki, lugavî anlam, "menzile" ve "kudret"tir. Oysa bizzat menzile ve kudret ile tevessülde bulunmanın bir anlamı yoktur. Çünkü bu, kişiye fayda verecek birşey değildir..."[47]
Görüldüğü gibi Abduh, tevessül uygulamasının ilk dönemlerde mevcut olmadığını ve bunun şirk olduğunu söylemektedir.
Oysa –aşağıda zikrettiğimiz eserler dışında– bu konuda yapılmış birçok çalışmada, tevessüle delalet eden pek çok sahih ve hasen hadis ile, anlam bakımından bu rivayetlerle desteklenen zayıf rivayet, tevessülün sabit ve tatbikat konusu olmuş bir husus olduğunu ortaya koymuştur.[48]
Bu rivayetler içinde merfu hadisler olduğu gibi, Sahabe'nin uygulamalarını anlatanlar da vardır. Dolayısıyla yukarıda da söylediğimiz gibi doğru olan şudur: Tevessül uygulaması İslam'ın ilk dönemlerinden, İbn Teymiyye'nin yaşadığı asra kadar (h. 8. asır) tartışma konusu olmamış ve ittifakla kabul görmüştür. İlgili dipnotlarda ismini zikrettiğimiz çalışmalara bakıldığında bu husus açık bir şekilde anlaşılacaktır.
Dolayısıyla Abduh'un bu konudaki şedit tutumunun, Ümmet'in durumunu düzeltme ve "ıslah" adına hareket eden birisine "metodik" olarak uygun düşmediği gibi, bizzat kendisinin ifade ettiği, "Bir kimsenin söylediği bir söz veya yaptığı bir şey, yüzde doksan dokuz o kimsenin küfre düştüğüne, yüzde bir de iman üzere bulunduğuna delalet ederse, ikincisi tercih edilir ve o kişinin mü'min olduğuna hükmolunur" kaidesine de temelden aykırılık teşkil etmektedir.
Sonuç
Bu yazının amacı bütün yönleriyle bir "Muhammed Abduh portresi" ortaya koymak olmadığından, sadece onun itikadî görüşleri arasından önemli gördüklerimizi aktarmaya çalıştık.
Bizzat kendi ifadelerinden hareketle yansıtmaya çalıştığımız bu görüşler bir arada ele alındığında onun itikadî bakımdan sahih İslam'a ve Selef-i salihin'in tarzına aykırı düştüğü görülmektedir.
Ortaya koyduğumuz hususlarda yanıldığımızın veya yanlı davrandığımızın delilleriyle ortaya koması halinde yazdıklarımızı tekrar gözden geçirmeye hazır olduğumuzu belirtmekten memnuniyet duyarız; ancak yapılacak bu "istidrak" faaliyetinin önyargıdan ve peşin hükümden arınmış objektif bir faaliyet olması şartıyla...
Başarı ve hidayet Allah Teala'dandır...
DİPNOTLAR
[1] Akaid babında Allah Teala'nın teşbih ve tecsimden tenzihi, cebr ve ihtiyar gibi meseleler ile Ahkâm babında Ehl-i Sünnet'e ters düştüğü hususlar dışındaki tavırları burada zikredilebilir.
[2] Nitekim Prof. Dr. Hayreddin KARAMAN şöyle demektedir: "Abduh, muâsırı olan Hindistanlı Seyyid Ahmed Han (v. 1898) kadar olmasa da Batı ilim ve medeniyetinin tesiri altında kalmış, İslâm'ı modern ilmin ve medenî gelişmelerin gerektirdiği şekilde ifade için zaman zaman zorlanmıştır." (Bkz. "İslamın Işığında Günün Meseleleri", II, 208.)
[3] Bkz. "el-A'mâlu'l-Kâmile", I, 117-8; II, 175; III, 335-6.
[4] Mehmet Zeki İşcan, "Muhammed Abduh'un Dinî ve Siyasî Görüşleri", 163.
Yukarıda adını zikrettiğimiz tez çalışmasında M.Z.İşcan, Abduh'un bu görüşü üzerinde durduktan sonra şu neticeye varmaktadır:
"Din ve akıl bahsinde Abduh'un en özgün düşüncesi budur. Bu görüşün varacağı sonuç, genel İslâmî-ahlâkî kurallar çerçevesinde dünyayı ilgilendiren tüm konuların beşerin aklına emanet edilmiş olmasıdır. Fazlurrahman bu görüşün daha tutarlı hale gelmesi için şu noktanın da eklenmesi gerektiğini belirtmektedir: İnsanlığın ahlâken olgunlaşması ilahî hidayete bağlıdır. Ahlâkî çöküşün ise bugün hâlâ devam ettiği aşikârdır. İnsanlık ilahî hidayetten uzak oldukça, hangi devirde olursa olsun olgunlaşmamış demektir. Öyleyse peygamberliğin sona ermesinin mânası, ilahî hidayetin anlaşılmasının artık "seçilmiş" kimselere (peygamberlere, E.S.) bağlı olmayıp toplu bir fonksiyon halini almış olmasıdır." (Bkz. a.g.e.; 164.)
Fazlur Rahman bir başka yerde de bu nokta ile ilgili olarak şöyle der:
"İlk şekliyle Muhammed Abduh tarafından ortaya atılan bu iddia, Muhammed İkbal tarafından felsefî bir terminoloji ile yeniden ifade edildi. Buna göre Kur'an'ın son vahiy ve Hz. Muhammed'in son peygamber olduğu gerçeği, insanlığın gelişmesi açısından oldukça anlamlıdır. Bu demetir ki: insan öyle bir olgunluk seviyesine çıkmıştır ki, artık onun hazır vahyin yardımına ihtiyacı yoktur. İnsan kendi ahlakî ve fikrî kurtuluş kaderini kendisi çizebilir..." (Bkz. "İslam", 307-8.)
Eğer Abduh'un düşüncelerinden böyle bir sonuç çıkarmak doğru ise –ki az ileride de belirteceğimiz gibi, bu noktanın yeterince tartışıldığı kanaatinde değiliz–, bu yaklaşım, yine bizzat Abduh'a ait olan şu ifadelerle çelişki içindedir:
"Bu ayette (4/en-Nisa, 13) Resul'e itaatin Allah'a itaat ile birlikte zikredilmesinin sebebi, Yahudilik'ten önce ve sonra ve aynı şekilde İslam'dan sonra günümüze değin, insanın aklı ve ilmi sayesinde vahiyden müstağni olduğuna inanan birtakım kimselerin mevcudiyetidir. Bu görüşte olanlardan, "Ben, alemin, alîm ve hakîm bir yaratıcısı olduğuna inanır ve bu noktadan sonra aklımın gösterdiği doğrultuda hayır işler, şerden de kaçınırım" diyen olur.
"Bu, insandan kaynaklanan bir hatadır. Eğer bu bakış açısı doğru olsaydı, peygamberlere ihtiyaç kalmazdı..." (Bkz. "el-A'mâlu'l-Kâmile", V, 175.)
[5]"el-A'mâlu'l-Kâmile", III, 455.
[6]"el-A'mâlu'l-Kâmile", III, 468-9.
.