|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
İnsanların yetişme tarzları, farklı eğitim düzeyi ve algılama gücüne sahip olmaları anlayışlarında birtakım farklılıklara neden olur. Herkes eline aldığı metni kendi zaviyesinden tahlil eder. Bir vakıayı kelamcı, tefsirci, hadisçi ayrı vurgularla değerlendirir.
İslam’ın erken yıllarından günümüze kadar Kur’an farklı zaviyelerden telakki edilmiş ortaya değişik tefsir tarzları ve bunları esas alarak telif edilen eserler çıkmıştır. Bu farklılığı besleyen temel nedenleri dikkate alarak Kelam’ı Kadim’in anlam haritasını belirlemek anlamanın meşru ölçüler dahilinde sürdürülmesine katkıda bulunacaktır.Bu makale sahabeden günümüze kadar kesintisiz devam eden Kur’an’ın anlaşılma sürecini müessirleriyle tahlil edecek, doğru anlama cehdinde olanları İslami anlayış usulüyle yüzleştirecektir.
SAHABE
İslam’ın ilk talebeleri olan sahabe Kur’an’ı tedrici bir süreçte öğrendi. İnen her on ayeti öğrenir, hayatında tatbik eder sonra on ayet daha öğrenirdi.[1] Bir çoğu ümmi olduğundan[2] Kur’an’ı kalpleriyle hıfzedip dilleriyle okuyup muhafaza etmeye çalışırdı. Gelen her ayet onların imanına güç katardı: “Biz Kur’an’dan mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz.”[3]
İlk Medrese
Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellem İslam’ın ilk yıllarında Kur’an’ı insanlara tebliğ ve açıklama yeri olarak evini kullandı. Bi’setin 4. yılından itibaren ise Ben-i Mahzun kabilesinden Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evi Kur’an okulu oldu. “Ey Muhammed! Şimdi sen, sana emr olunanı açıkça ortaya koy ve Allah’a ortak koşanlara aldırış etme.”[4] ayeti inince Efendimiz Kur’an’ı tebliğ ve tebyin faaliyetini açıktan yürütmeye başladı. Evde, sokakta, çarşıda sorulan her soruya cevap veren bir Kur’an vardı. Bu tarz bir tebliğ-tebyin mesajı somutlaştırdığından ashabın anlamasını kolaylaştırdı. Sahabe, Kur’an’la öylesine bütünleşti ki kendilerine yöneltilen her sorunun cevabını ilk olarak O’nda aradı. Habeşistan’a hicret eden müslümanları geri getirmek için Kureyş’in Necaşi’ye gönderdiği iki kişiden biri olan Amr b. As, Necaşi’ye; “Bunlar İsa hakkında sana muhalefet ediyorlar” dediğinde, Necaşi müslüman cemaatin reisi Cafer b. Ebi Talib’e; “İsa ve annesi hakkında ne diyorsunuz?” diye sordu. Cafer b. Ebi Talib cevabı Kur’an’dan verdi: “Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı (emriyle onda var ettiği) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur.[5]” [6]
Sahabe, Kur’an’ın ne demek istediğini anlamaya geniş zaman ayırır, anlayabildikleri meseleleri tebliğ eder, içinden çıkamadıkları mevzuları ise bizzat Allah Resulü’ne sorarak öğrenirdi.
Ezberden Ziyade Anlama
İslam’ı doğru bir şekilde anlamak Kur’an’ı tanımayla direkt alakalıdır. Bu yüzden Allah Resulü sahabeden Kur’an’ı düşünerek okumalarını ister, bu yönde onları teşvik ederdi. Nitekim Abdullah b. Amr’ın üç günden daha az bir zamanda Kur’an’ı hatmetmesine müsaade etmemişti.[7] Gerekçe olarak da şöyle demişti: “Üç günden daha az bir zamanda Kur’an’ı hatmeden O’nun manasını anlayamaz.”[8]
Allah Resulü’nün teşvikiyle bütün himmetini Kur’an’ı anlama noktasında teksif eden sahabe, Kelam-ı Kadim’in nazmını ezberlemeyi öğrenmek olarak telakki etmiyordu. Bunun içindir ki Abdulah b. Ömer Bakara Suresi’ni 8 yılda öğrendiğini söyler. Hz. Ömer, aynı sureyi 12 yılda okuduğunu, hatm edince de deve kesip insanlara dağıttığını nakleder. İbn Mes’ud “Bize Kur’an’ın nazmını ezberlemek zor, manasıyla amel etmek kolay gelirdi. Bizden sonrakiler içinse Kur’an’ı ezberlemek kolay O’nunla amel etmek zor olacak.”[9] demiştir.
Allah Resulü’nün (s.a.v.) Kur’an’ın anlaşılması noktasında temerküz eden hassasiyeti sonraki yıllarda sahabe tarafından aynen muhafaza edildi. Aşağıdaki anekdot bu hassasiyetin mevcudiyetini belgelemektedir: “Ebu Musa el-Eş’ari Basra’da vali olduğu yıllarda şehirde çok sayıda Kur’an hafızı yetişir. Onları ödüllendirmek ve bir sonraki kuşağı da teşvik etmek için Halife Hz. Ömer’e yazdığı bir mektupta hafızlara “beytu’l-mal”den maaş bağlanmasını talep eder. Fakat Hz. Ömer Ebu Musa’nın mektubuna cevap vermez. Basra valisi mektubu bir sonraki yıl halifeye tekrar gönderir. Bu defa Hz. Ömer mektuba şöyle yanıt verir: ‘Onlara Kur’an’ı ezberlediklerinden dolayı “beytü’l-mal”den maaş bağlarsak korkarım ki insanlar kendilerini Kur’an’ı ezberleme işine verirler de anlamayı ihmal ederler. Bu yüzden onları kendi hallerine bırak.”[10]
Kur’an’ı Neye Göre Anlarlardı?
“Kur’an”
Kur’an’ı Kerim Arap Edebiyatı’nın bütün inceliklerini mündericatında toplayan ilahi kitaptır. Onda “Îcaz” ile “ıtnab”, “mücmel” ile “mübeyyin”, “mutlak” ile “mukkayyit” “umum” ile “muhassıs” farklı yerlerde birbirlerini tamamlar halde mevcuttur. Bir ayette veciz bir şekilde ifade edilen mesele başka bir yerde ayrıntılı olarak izah edilir. Kapalı olan ayeti diğer bir ayet şerh eder. Mutlak olarak gelen farklı bir yerde takyit edilir. Âmm olan bir ayet hemen sonrasında gelen bir başka ayetle sınırlandırılır.[11] Bu yüzden Kur’an’ı anlamak isteyen kişi öncelikle Kur’an’a müracaat etmelidir. Bunda başarılı olabilmek için aynı mevzu ile alakalı ayetler bir araya getirilmeli ve ayetler arasındaki münasebet tespit edilmelidir. Mesela müfessir Hz. Musa’nın Fravun’la olan mücadelesini doğru bir şekilde anlayabilmek için öncelikle konuyla alakalı ayetleri bir bütün halinde düşünmelidir. Zira bir yerde hadise gayet veciz bir şekilde anlatılırken diğer ayetlerde ayrıntılı olarak ifade edilmektedir.
“Arap Dili”
Kur’an’ı, Kur’an ile tefsir eden sahabe için Arap Dili’ne vukufiyet de önemliydi. Her ne kadar Kur’an, onların içinde ve dillerinde inmiş olsa da bazı ayetleri anlamada güçlük çekiyorlardı. Allah Resulü (s.a.v.) hayatta iken O’na müracaat ederek “Garib” kelimelerden ne kastedildiğini öğreniyorlardı. Efendimiz’in (s.a.v.) irtihalinden sonra ise bizzat lügat ilmiyle ilgilenmek zorunda kaldılar. Anlayamadıkları kelimeleri Arap Dili’ndeki kullanımına müracaat ederek çözmeye çalıştılar.[12] Aşağıdaki anekdotlar sahabenin dil noktasında ne derece hassas olduklarını göstermektedir: Hz. Ömer bir hutbe esnasında cemaate “Ey insanlar! ‘Allah’ın onları korku üzere iken (tehavvuf) yakalamayacağından güven içinde midirler?’[13] ayetindeki “tehavvuf” kelimesi hakkında ne diyorsunuz?” diye sorar. Herkes susar. Huzeyl kabilesinden yaşlı bir adam; “Ey müminlerin Emiri! Biz bu kelimeyi bir şeyi eksiltmek anlamında kullanırız.” diye cevap verir. Hz. Ömer “Arablar bunu şiirlerinde böyle kullanırlar mı” diye sorar. Yaşlı adam, Şair Ebu Kebir’in deveyi vasf ederken “tehavvuf” kelimesini “eksiltme” anlamında kullandığını anlatan şiiri okur. Bunun üzerine Hz. Ömer haziruna; “Arapçanın saf haliyle terennüm edildiği Cahiliyye şiirini öğreniniz. Çünkü onda kitabınız Kur’an’ın tefsiri ve sözünüzün anlamları vardır” der.[14]
Kelam-ı Kadim’in Tercüman’ı diye şöhret bulan İbn Abbas, Kur’an’ın anlaşılmasının Arap Dili’yle münasebetini anlatırken şunları söyler: “En’am Suresi’ndeki ‘Göklerin ve yerin yaratıcısı olan (fatır), beslediği halde beslenmeye ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı dost edineceğim?’ ayetinde geçen ‘fatır’ kelimesinin ne anlama geldiğini ta ki su kuyusu hakkında birbirleriyle anlaşmazlığa düşen iki bedevi yanıma gelinceye kadar bilmiyordum. Onlardan biri, diğerine kuyunun kendine ait olduğunu ifade edebilmek için ‘ene fetartuha’ dedi. Anladım ki arkadaşına onu ilk olarak “ben kazmaya başladım” diyor.[15]
Hz. Ömer ve İbn Abbas gibi ileri derecede ilme sahip olan sahabenin Kur’an’ı anlayabilmek için birbirlerinin Kur’an bilgilerine ve dil ile alakalı birikimlerine müracaat etmeleri, Kelam’ı Kadim’in anlaşılabilmesinin sıradan bir hadise olmadığını ciddi bir cehd gerektirdiğini göstermektedir.
“Sünnet”
Ashabın Kur’an’ı anlayabilmek için müracaat ettiği ikinci kaynak Allah Resulü’nün (s.a.v.) Sünneti’dir.
Sahabenin Sünnet’e müracaat ederek tefsir ettiği ayetler bağlamında şunlar söylenebilir: Efendimiz Fatiha’daki “Gazaba uğrayanların ve sapkınların yoluna değil” ayetinde geçen “gazaba uğrayanlar” kelimesini “Yahudiler” “sapkınları” ise “Hıristiyanlar” olarak açıklamıştır.[16] Yine “Onlara gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın”[17] ayetinde geçen “kuvvet” kelimesini “Bana kulak verin. Şüphesiz kuvvet atmaktır.”[18] şeklinde tefsir etmiştir.
Tefsirde şehir olan sahabe ayetlerin iniş sebeplerini de iyi bilirdi. Zira Kur’an’ın hangi şartlarda ve nasıl bir ortamda indiğini bilmeden O’nu anlamaya kalkışmak işin başında yanlış anlamaya tevessül etmek anlamına gelir. Bunun içindir ki İbn-u Dakiki’l-Îd: “Sebeb-i nuzülün Kur’an’ın manalarını anlamada güçlü bir yol”[19] olduğunu söyler.
“İçtihat”
Allah Resulü ashabından ilmi yeterliliğe sahip olanlara Kur’an ve Sünnet’te açık bir şekilde bulamadıkları konularda içtihat etmelerini telkin ederdi. Muaz b. Cebel’i Yemen’e oradaki insanları yetiştirmek üzere gönderirken, kendisine bir mesele getirildiğinde onu neye göre çözeceğini sormuş, Muaz’dan ‘öncelikle Kur’an’a sonra Sünnet’e müracaat edeceğini bu ikisinde bulamadığı takdirde ictihat’ edeceği yanıtını alınca memnuniyetini bildirmiş ve Muaz’a dua etmiştir.[20]
Sahabe ictihat yoluyla bir ayeti anlamaya çalışırken Arap Dili’nin inceliklerine ve kelimelerin cahiliyye devrindeki kullanımına riayet ederdi. Öyle ayetler var ki onları anlayabilmek için Kur’an’ın indiği devirde kelimelere yüklenen anlamları bilmek mecburiyet arz eder. Örneğin “Haram ayları ertelemek (nesî’), ancak inkarda daha da ileri gitmektir.”[21] ayetindeki ‘nesî’’ kelimesi ancak onun cahiliyye devrindeki manasını bilmekle anlaşılabilir. Şöyle ki Araplar savaşçı ve saldırgan bir milletdi. Fakat haram aylarında savaşmayı yasak kabul ederlerdi. Savaşırken haram ayı gelip çattığında muharebeyi terk etmek kendilerine ağır gelirdi. Savaştıkları ayı yasak kapsamına girmeyen bir başka ayla değişir, savaşı, değiştikleri ayda haram kılarlardı:[22] Mesela Muharrem yerine Safer ayını yasak kapsamına alıp Muharrem’de harp ederlerdi.[23] Bu yolla haram aylarını yine dörde tamamlamış olurlardı.
Bilinenden Bilinmeyene
Kur’an somut hadiselerden soyut hakikatlere ulaşır. İlk planda bilinir olmayı hedefler. Bunun içindir ki zaman zaman içinde indiği toplumun örf ve adetlerinden bahseder. Bu yolla, getireceği yeni bir hükmün ya da kaldıracağı eski bir adetin daha kolay kavranmasını sağlar. Sahabe de ictihat ederken cahiliyye devrinin yapısını göz önünde bulundururdu. Örneğin “İyilik evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyiliğe eren, korunan kimsedir.”[24] ayetini anlayabilmek için Ensar’ın hac edip geri döndüklerinde kapı yerine arkalarından evlerine girdiklerini, bunu da iyilik zannettiklerini bilmek gerekir.[25]
Allah Resulü İle Olmanın Bereketi
Sahabenin Cebrail’in gelişine, Allah Resulü’nün fiili ve kavli tefsirine tanıklık etmeleri, onlara güçlü bir meleke kazandırdı. Özellikle dört halife, İbn Mesud, İbn Abbas, Ubeyy b. Ka’b, Zeyd b. Sabit, Ebu Musa el-Eş’ari, Abdullah b. Zübeyr[26] gibi alim sahabiler Kur’an’dan kimsenin bulup çıkaramayacağı manaları istinbat ederlerdi.
“Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim.”[27] ayeti inince Ebu Bekir[28] ve Ömer[29] dışında bütün sahabe dinin kemale ermesine sevindi. Öyle ki sevinçlerini dışa vurdular. Ebu Bekir ve Ömer ise bu ayeti duyduklarında göz yaşlarını tutamadılar. Onlara niçin ağladıkları sorulduğunda “Bu ayet Hz. Peygamber’in vefatının yakın olduğuna işaret etmektedir. Çünkü her kemali takip eden bir zeval vardır” diye karşılık verdiler. Nitekim Allah Resulü (s.a.v.) bu ayetin inmesinden sonra 81 gün yaşamıştır.[30]
Sahabenin Kur’an’ı Anlamadaki Dereceleri
Sahabe Kur’an’ı idrak etme noktasında farklı anlayış derecelerine sahipti. Kimi “garip” ifadelere aşina, kimi ayetlerin iniş sebeplerine vakıf, kimi Allah Resulü’nün tefsirini ezberlemiş, kimi dinleyici olarak kalmıştı. Bütün bu farklı duruşlar beraberinde Kur’an’ı anlamada da farklılık getirdi. Mesruk bu noktaya dikkat çekerken şunları söylemektedir:“Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ashabıyla oturdum. (Her birerini çapları farklı) göller gibi buldum. Göl var bir adamı, göl var iki adamı, göl var on kişiyi, göl var yüz kişiyi suya kandırır. Yine göl var bütün dünya insanına akıtılsa tamamının susuzluğunu giderebilir.”[31]
Aşağıdaki anekdot sahabenin algılama düzeyindeki farklılığı somut bir şekilde ortaya koymaktadır: Hz. Ömer ve Muaz b. Cebel bir grup sahabi ile birlikte yolculukta iken yanlarında su olmadığı halde gece ihtilam oldular. Her biri Kur’an’ı anlama kudretine göre içtihat etti. Muaz, toprakla olan temizliği su ile yapılana kıyas etti ve temizlenmek için toprak üzerinde yuvarlandı (temerreğe) sonra namaz kıldı. Hz. Ömer bunu tasvip etmedi, su bulamadığından namazını tehir etti. Çünkü O, Nisa Suresi’nde teyemmümden bahseden ayette geçen “lamese” kelimesini cinsel ilişki şeklinde değil de fiili birlikteliğin mukaddimesi olarak anlamıştı. Bu yüzden teyemmümün de cinsel birlikteliğin mukaddimelerinin olduğu durumlarda yeterli olabileceğini düşünmekteydi. İki sahabi meselenin doğrusunu öğrenebilmek için Allah Resulü’ne müracaat ettiklerinde O (s.a.v.), ikisine doğru olanı açıkladı: Teyemmümü anlatan ayette “yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin” denildiğinden ona muhalif davranan Muaz’ın kıyasının fasit olduğuna işaret etti. Teyemmümün yapılışını göstererek böyle yapman yeterliydi dedi. Hz. Ömer’e de, teyemmümün abdestsizliği olduğu gibi cünüplüğü de ortadan kaldırdığını söyledi. Çünkü Nisa suresinde ki “lamese” kelimesi cinsel ilişkiden kinayedir.[32]
Kur’an’ın Anlaşılmasındaki Rolleri
Allah Resulü’nden sonra Kur’an’ın anlaşılmasında en büyük pay sahabeye aittir. Zira onlar Kur’an’ı hıfzettiler, anladılar, yaşadılar ve başkalarının da anlayıp yaşaması için aracı oldular. Sonraki nesiller onların Kur’an’la alakalı malumatlarını refans alarak ayetleri tefsir etti. Tedvin döneminde yazılan tefsirlerde özellikle müfessir kimlikleriyle şöhret bulan sahabilerin görüşlerine çokça yer verildi.
Ashabın tefsirle alakalı malumatının nasıl bir işleve sahip olduğu ve ne derece bağlayıcı addedildiği noktasında temerküz eden görüşleri şöyle sıralamak mümkündür:
1. Sahabe tefsiri “sebeb-i nuzül” ve görüş belirtmek mümkün olmayan konularda olursa “merfu” hadis konumunda kabul edilir. Çünkü onlar, Cebrail’in inişine ve vahyin gelişine tanıklık etmişlerdir. “Merfu” kabul edilen bir tefsirin reddedilmesi ise caiz değildir. Müfessir, bu görüşü alır ve hiçbir durumda başka bir görüşe meyletmez.[33]
Cabir b. Abdillah’ın Bakara Suresi 223 üncü ayetiyle alakalı yaptığı tefsir zorunlu olarak bunun “merfu” kabul edilmesini gerektirmektedir. Cabir ayetle alakalı şunları söylemektedir: “Yahudiler kim cinsel ilişkide hanımına normal yoldan, ancak onun arkasına geçerek yaklaşırsa, böyle bir ilişkiden doğan çocuk şaşı olur.” derlerdi. Bunun üzerine “Kadınlar sizin ekinliğinizdir. Ekinliğinize dilediğiniz biçimde varın.”[34] ayeti indi.[35] Cabir’in ayeti Yahudilerin iddialarıyla ilişkilendirmesi mutlaka Allah Resulü’ne dayanır. Zira ayetin “Sebeb-i nuzül” ile olan münasebetini başka türlü bilmesi mümkün değildir.
2. Sahabeye isnat edilen tefsir, insanların görüş beyan edebileceği konularda olur ve Allah Resulü’ne aidiyeti söz konusu olmaz ise “mevkuf” kabul edilir. Mevkufta olsa Allah Resulü’nden işitme ihtimalinden dolayı sahabenin tefsirini dikkate almak vaciptir. Çünkü onlar, Arap Dili’ni iyi bilmeleri, Allah Reslü’ne arkadaşlık etmeleri, O’nun ahlakına belenmeleri, kendilerine özel bir takım bağlantı ve durumlara tanık olmaları, derin anlayışları, sağlam ilimlerinden dolayı nesiller içerisinde Kur’an’ı en iyi bilen kuşaktırlar.[36] Özellikle de dört halife, Abdullah b. Me’ud, Abdullah b. Abbas gibi alim sahabiler bütün zamanların Kur’an’ı en iyi anlayan müfessirleridirler. Nitekim bu söyleneni tasdik eder mahiyette İbn Mes’ud şöyle demektedir: “Kendinden başka ilah olmayan Allah’a yemin olsun ki; Kur’an’dan inen hiçbir ayet yok ki onun kim hakkında ve nerede indiğini bilmeyeyim. Eğer binitlerin ulaşabildiği bir yerde Allah’ın kitabını benden daha iyi bilen birisinin olduğunu bilsem muhakkak ki onun yanına giderim.”[37]
Sahabe Tefsirinin Özellikleri
Sahabe, hayatın merkezine Kur’an’ı yerleştirmişti. Onu ezberlemek ve manasını anlayabilmek için birbirleriyle yarışırlardı. Akşam olunca evlerinden arı uğultusu gibi Kur’an sesleri işitilir “Geceleri pek az uyur, seherlerde bağışlama dilerlerdi.”[38] Gece ibadet gündüz ise cihat ederlerdi. İçlerinde bir çok hafız yetişti.[39] Öyle ki sadece Yemame’de şehit olanların sayısı 70 civarında idi. Aralarında hafıze sahabi de vardı. Aişe, Hafsa, Umm-u Seleme ve Umm-u Varaka Kur’an’ın tamamını ezberlemişti.[40]
Kur’an’ın bizzat kendisiyle bu derece ilgilenen sahabe onu tefsir etmekten de geri durmadı. Ne var ki tefsirle alakalı Allah Resulü’nden Kur’an’ın tamamını kapsayan bir eser nakletmedikleri gibi kendileri de böyle bir metin kaleme almadılar. Çünkü onların Kur’an eğitimi dinleyerek öğrenmeye ve tefsiri şifahi yolla alıp muhafaza etmeye dayalıydı.[41] Sahabenin bu yaklaşımı benimsemesinin arka planında ümmi olmaları ve bir de Ebu Said el-Hudri’nin rivayet ettiği şu hadis vardır: “Benden bir şey yazmayınız. Kim Kur’an’ın dışında başka bir şey yazdıysa onu imha etsin. Şifahi yolla hadis rivayet edin bunda bir kısıtlama yoktur.”[42] Efendimiz (s.a.v.) Kur’an’la tefsirin birbirine karıştırılması endişesiyle İslam’ın ilk yıllarında böyle bir yolu tercih etmiştir.
Şifahi yolla sonraki kuşaklara aktarılan ve tedvin döneminde kayda geçen sahabe tefsiriyle alakalı şunlar söylenebilir:
1. Sahabe özellikle yeni müslüman olanların anlaması için, Kur’an’ın kapalı ifadelerini tefsir etti.
2. Allah Resulü (s.a.v.) ile aynı zamanı paylaşmaları, vahyin gelişine ve geldiği ortama tanıklık etmeleri cihetiyle Kur’an’ı bütün kuşaklardan daha doğru anladı ve bu anlayışı tefsirlerine yansıttılar.
3. Sahabe ahkam sahası dışında çoğunlukla ayetlerin icmali anlamlarıyla yetindi. Mesela “Abese Suresi”ndeki “meyvalar ve çayırlar”[43] mealindeki ayetten Allah Teala’nın kullarına ihsan ettiği nimetlerini tadat etmesini anlamayı yeterli gördü.
4. İman ile alakalı meselelerde aralarında bir anlaşmazlık söz konusu olmadığından zorlama te’villerde bulunmadılar.
5. Sahabe devrinde tefsir ile alakalı eser tedvin edilmedi. Yalnız İbn Mes’ud gibi bazı sahabiler mushaflarının kenarlarına bir takım notlar düştüler. İbn Abbas’a isnat edilen tefsir ise Firuzabadi tarafından tedvin edilip daha sonra ona nispet edilmiştir.[44]
TABİİN
Tabiin, sahabenin birikimine varis oldu. Kur’an’ın anlaşılmasıyla alakalı bilgiyi onlardan aldı. Hangi ayetin nerede, ne zaman ve ne sebeple indiğini sahabeden öğrendi. İbn Abbas’ın talebelerinden Mücahid, tefsiri öğrenme sürecini anlatırken şunları söyler: “İbn Abbas’a Kur’an’ı baştan sona üç defa arz ettim. Her ayette duruyor, Ona bunun nerede ve nasıl indiğini soruyordum.”[45]
Tabiinin tefsirde şöhret bulanları zamanla sahabeyle meseleleri mütalaa edecek konuma geldi. Mesela İkrime hocası İbn Abbas’ın tefsirle alakalı bazı müşkillerini çözecek derecede ilmi bir derinliğe kavuştu. Bir defasında İbn Abbas “Siz Allah’ın helak edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?”[46] mealindeki ayeti tefsir ederken “O kavim kurtuldu mu yoksa helak mı oldu bilmiyorum.” dedi. Hadise üzerine İkrime hocasına kavmin kurtulduğunu delilleriyle açıkladı. İbn Abbas da mükafat olarak ona elbise hediye etti.[47]
Bu devirde yaşayan insanlar sahabeye nisbetle saadet asrından daha fazla uzaklaştıklarından ayetler tefsire daha çok ihtiyaç duydu. Tabiin, bu ihtiyacı meşru ölçüler çerçevesinde karşılayabilmek için çok yönlü bir çalışma içerisine girdi. Mesala bu dönemin meşhur müfessirlerinden Mesruk tek bir ayetin tefsirini öğrenebilmek için Basra’ya kadar gitti. Oraya varınca kendisine söz konusu ayeti tefsir eden şahsın Şam’a seyahat ettiği söylenince hazırlandı, ayeti öğrenmek için o da Şam’a gitti. İkrime de şöyle bir anekdot nakleder: Nisa Suresindeki “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de.”[48] ayetinde adı geçen sahabinin kim olduğunu buluncaya kadar tam 14 yıl araştırma yaptım.[49]
Tabiin Kur’an’ı tefsir ederken öncelikle Kur’an’a başvururdu. Eğer O’nda açıklayıcı bir ayet bulamazsa Sünnet’e, O’nda da bulamazsa sahabenin açıklamalarına müracaat ederdi. Bütün bu aşamalar sonuçsuz kaldığında içtihat yapardı.[50] Tabiin, tefsir sürecinde Ehl-i Kitap’tan rivayet edilen nakilleri de dikkate alırdı.[51]
Okullaşmaya Doğru
İslam Coğrafyası fetihlerle sürekli genişledi. Yeni bölgelerde sağlıklı bir İslami yapılanma ikame edebilmek için sahabe Medine’den oralara hicret etti. Kimi vali, kimi kadı, kimi de muallim olarak görev yaptı. Özellikle alim sahabilerin gittiği şehirler halka açık birer üniversite statüsüne kavuştu. Müfessir sahabiler oralarda, ezberledikleri Kur’an’ı Hz. Peygamber’den işittikleri hadislerle sayıları yer yer binlere ulaşan öğrencilere tefsir etti.
Bu dönemde Mekke, Medine ve Irak’ta (Küfe) [52] üç büyük tefsir okulu kuruldu. Bu okullar tefsirle alakalı sistematik çalışmalara zemin hazırladı.
Tabiin Tefsiri
Yeni müslüman olan milletlerin getirdiği soru ve sorunlara Arap olmayanların Kur’an’la tanışması da eklenince tefsire duyulan ihtiyaç ziyadesiyle arttı. Öyleki sahabe devrinde bir çok ayet tefsir edilmeden anlaşılırken tabiin kuşağında neredeyse hiç kimse bir müfessire danışmadan ayetlerin anlamını idrak edemiyordu. Bu durum tabiini ayetleri daha fazla ve ayrıntılı bir şekilde tefsir etmeye sevk etti.
Alimler tabiine ait tefsirin bağlayıcı olup-olmaması noktasında farklı kanaatler izhar etmektedir. Ahmed b. Hanbel’den bu noktada iki görüş rivayet edilmiştir: İlki, kabul ikincisi ise, redd istikametindedir. İbn Akil’in Şu’be’den naklettiği kendisinin de tercih edenler arasında yer aldığı görüş ise; tabiine ait tefsirin bağlayıcı olmadığı yönündedir. Ebu Hanife rivayetleri kıymetlendirirken şöyle demektedir: “Öncelikle Kur’an’ın beyanı dikkate alınır. Onda bulunamazsa Sünnet’e, onda da bulunamazsa sahabenin görüşüne müracaat edilir. Şayet sahabe kendi içinde fikir birliğine varamamış ise görüşleri arasından Kur’an ve Sünnet’e en yakın olanı alınır. Eğer sahabeden rivayet edilen bir görüş yoksa bu durumda -tabiin içtihadına itibar edilmez- yeni bir içtihat yapılır.”[53] Bu görüş sahipleri davalarını şöyle delillendirmektedirler: “Tabiin Hz. Peygamber’den hiçbir şey işitmemiştir. Dolayısıyla onlara ait görüşün Peygamberden işitilmiş bir hadis farz edilip O’na (s.a.v.) hamledilmesi söz konusu olamaz. Tabiin Kur’an’ın indiği bağlama da tanıklık etmemiştir. Bu yüzden ayetlerdeki İlahi muradı anlamada hata etmeleri ve delil olmayan bir referansı delil zannetmeleri mümkündür. Sonra sahabe gibi tabiinin adaletine de hükmedilmemiştir.[54]
Tedvin dönemine ait müfessirlerin çoğuna göre tabiinin tefsirle alakalı malumatı dikkate alınır. Çünkü onlar tefsirle alakalı görüşlerinin önemli bir bölümünü sahabeden öğrenmiştir. Nitekim İkrime ve Katade şöyle demektedir: “Kur’an’ı Kerim hakkında size anlattığım bütün bilgileri İbn Abbas’tan öğrendim.”[55], “Kur’an’da hiçbir ayet yok ki onun hakkında sahabeden bir şey duymamış olayım.”[56] Bunun içindir ki müfessirlerin neredeyse tamamı tabiine ait görüşleri onlara itimat ettiklerine vurgu yaparak eserlerinde nakletmişlerdir.
Tabiin, sahabe için kolaylıkla anlaşılabilen fakat sonraki dönem insanlarına kapalı kalan noktaları sahabeye sorarak tefsir literatürüne kazandırmıştır. Onlardan hemen her ayetle alakalı tefsirin rivayet edilmesi, yeni yapılan tefsirlerin meşruiyet alanını belirlemede ve “La dini” te’villerin kabul görmemesinde etkili olmuştur.
Tabiine ait tefsirlerin kıymetlendirilmesinde şöyle bir ölçü belirlemek isabetli olacaktır: Akılla bilenemeyecek konularda muhtemeldir ki tabiin görüşünü sahabeden, onlarda Hz. Peygamber’den rivayet etmiştir. Bu cihetle tefsirlerinin kabul edilmesi gerekir. İctihata dayalı tefsirlerinin alınmasında ise sonraki müfessirler muhayyer kabul edilmelidir.
Tedvin Vesilesiyle
İslami ilimlerin tedvin dönemi Emevi Devleti’nin sonları Abbasiler’in ise ilk yıllarına tekabül eder.[57] Tefsir ile alakalı malumat bu dönemde ilk olarak hadis mecmuaları içerisinde kendini gösterir. Hadis toplamak için farklı şehirleri dolaşan alimlerin bir kısmı ziyaret ettikleri bölgelerde Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellem, sahabe ve tabiine nisbet edilen tefsirleri de çalışmalarına dahil ettiler. Rivayete dayalı kitabi tefsirin ilk adımları kabul edilen bu çalışmaların mimarları arasında şu isimler zikredilebilir: Yezid b. Harun es-Sülemi (v. 117), Şu’be b. Haccac (v. 160), Veki’ b. Cerrah (v. 197), Süfyan b. Uyeyne (v. 198).[58]
Söz konusu alimler tefsiri, hadisin bir parçası olarak değerlendirdiler. Bu yüzden hadis rivayetinde kullandıkları sistemi tefsirde de geçerli kıldılar.
Tedvin döneminin ikinci önemli adımı tefsirle alakalı müstakil eserlerin telif edilmesidir. Böylelikle tefsir, hadisten ayrı, başlı başına bir disiplin olma özelliğine kavuşmuştu. Mushafın tertibi dikkate alınarak ilk defa her ayetin tefsiri yapıldı. Bu çalışmayı yapan müfessirlerin en meşhurları şunlardır: İbn Mace (v. 273), İbn Cerir et-Taberi (v. 310), Ebubekir en-Nisaburi (v. 318), İbn Ebi Hatim (v. 327), Ebu’ş-Şeyh b. Hibban (v. 369), Hakim (v. 405), Ebubekir b. Merdeveyh (v. 410).[59]
Bu devirde kaleme alınan eserlerin ortak özelliği, tefsirin Allah Resulü sallallah-u aleyhi vesellem, sahabe, tabiin ve tabiini takip eden kuşaktan isnat yoluyla rivayet edilmesidir.[60] Müfessirlerin çoğu, rivayeti olduğu gibi nakleder, görüşler arasında tercihde bulunmazdı. Taberi, diğerlerinden farklı olarak tefsir ettiği ayetle alakalı görüşleri zikreder, “Ebu Cafer der ki” kaydıyla rivayetler arasında tercihte bulunur ya da kendi reyini belirtirdi. Gerektiği zaman da ayetlerin irabını yapar, mümkünse onlardan fıkhi hükümler çıkarırdı.[61]
Tefsirin Kodları
Zamanla tefsirin kodlarında yine değişmeler oldu. Yeni müfessirler zuhur etti. Bunlar öncekilerden farklı olarak isnatlarda ihtisara gittiler. Seleflerinden yaptıkları alıntıları sahiplerine nispet etmeden naklettiler. Bu, karışıklığa neden oldu. Sağlam görüş, problemli olanla bir birine girdi. Herkes aklına gelen görüşü nakletti ve ona itimat etti. Bunları takiben gelenler, bizden öncekiler zikrettikleri her görüşte mutlaka bir delile dayanmıştır zannıyla onlara ait ifadelerin doğruluk değerini araştırmadı. Öyle ki “Gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil” ayeti Allah Resulü, sahabe ve tabiinden gelen rivayette “Yahudi” ve “Hrıstiyanlar” olarak tefsir edilmesine rağmen onunla alakalı on farklı görüş ortaya çıktı.[62]
İhtisar eksenli çalışmalardan sonra tefsirin sınırları tekrardan genişledi. İhtilaflar çoğaldı. İfadelere mezhep taassubu tesir etti. Akli ilimlerle nakli ilimler birbirine karıştı. Her fırka ayetleri ideolojisini destekler şekilde tefsir etti. Müfessirler öncekilerin zıddına şahsi anlayışlara itimat ettiler. Her biri farklı bir yöneliş içerisinde yer aldı ve tefsirini hakim olduğu alanla sınırladı. Zeccac, Vahidi, Ebu Hayyan gibi Arap Dili’ne vukufiyetleriyle şöhret bulan alimlerin tefsirlerinde i’rab, ihtamalli vecihler, nahivle alakalı kaideler, Hazin ve Sa’lebi gibi nakilci kimliğe sahip müfessirlerin eserlerinde kıssalar, sahih ya da batıl olduğuna bakılmaksızın nakledilen haberler, Cassas ve Kurtubi gibi fakih alimlerin tefsirlerinde fıkıhla alakalı meseleler, Razi gibi mütekellim alimlerin tefsirlerinde kelami konular[63], İbn-i Arabi gibi mutasavvıfların tefsirinde işari yorumlar öne çıktı. Ehl-i Sünnet dışı fırkalara mensup Mu’tezile’den Ali b. İsa er-Rummani, el-Cübbai, Kadı Abdulcebbar, ez-Zemahşeri, İmamiyye’den Molla Muhsin el-Kaşi gibi müfessirlerin eserlerinde fasit mezhepleri destekleyecek şekilde teviller ağırlığını hissettirdi.[64] Reye dayalı tefsir nakle istinat edene galip oldu. Peş peşe gelen asırlarda tefsir bu çizgide devam etti.
Zemahşeri Vesilesiyle
Sünnet ve Cemaat hassasiyetine sahip alimler Kur’an’ın Allah Resulü’nün izah ettiği koordinatlar çerçevesinde anlaşılabilmesi için gelişen fikir akımlarına karşı tefsirin selameti için bir takım koruyucu önlemler aldılar. O gün itibariyle bu gereklilik arz etmekteydi. Çünkü her önüne gelen aklına geldiği gibi Kur’an’ı tefsir etmeye kalkışmaktaydı. Bozuk fırkalar İlahi muradı anlamak için değil de, meşrep ve davalarını desteklemek için tefsirle ilgileniyordu. Mesela Arap Dili’ne vukufiyetiyle meşhur olan ünlü mu’tezili müfessir Zemahşeri “ceale” fiilinin kesinlikle “yarattı” anlamına gelmediğini bilmesine rağmen mezhebini destekleyebilmek için ayetin anlamını tahrif ederek Keşşaf adlı tefsirine “Hamd Kur’an’ı yaratan Allah’a mahsustur.” diye başladı.[65]
Tacuddin es-Subki Zemahşeri’nin bidatçı kimliğiyle nübüvvet ve Ehli Sünnet’e karşı olan saygısızlığını anlatırken şunları nakleder: “Babam Takıyyuddin es-Subki, onun tefsirini okurdu. Tekvir Suresi’ndeki ‘O şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp getirdiği) bir sözdür.’[66] ayeti hakkında söylediklerini görünce ondan yüz çevirdi. ‘Sebebu’l-inkifaf an ikrai’l-Keşşaf’ (Keşşaf’ı Okutmaktan Geri Durmanın Sebebi) başlıklı bir yazı kaleme aldı. Orada şöyle dedi: Zemahşeri’nin Tevbe Suresi’ndeki ‘Allah seni affetsin!’[67] Tahrim Suresi’ndeki ‘Ey peygamber! Allah’ın sana helal kıldığı şeyi niçin sen kendine haram ediyorsun?’[68] ayetleri başta olmak üzere benzer diğer yerlerdeki ifadelerinde yaratılmışların en hayırlısı Efendimiz Hz. Muhammed’e karşı söylediği edepsiz ifadeleri görünce Allah Resulü’nden haya edip kitabını okutmaktan vaz geçtim. Her ne kadar eserinde bir takım faydalar ve eşsiz nükteler olsa dahi böyle yaptım.”[69]
Müfessirler, Zemahşeri gibi ideolojik takıntılardan kurtulamayan kişilerin tefsirlerinin zararlarını önlemek ve yeni yetişecek müfessirlerin önünü açmak adına Kur’an’ın nasıl bir kitap olduğunu, nelerden bahsettiğini, hangi ölçüler dikkate alınarak anlaşılabileceğini anlatan kitaplar telif ettiler. Bir anlamda Kur’an’ı anlamanın yol haritasını çıkardılar. Bundan gayeleri ise Allah Resulü ile başlayan Kur’an’ın anlaşılma sürecini meşru ölçüler çerçevesinde muhafaza etmekti. Ulum-u Kur’an (Kur’an ilimleri) diye şöhret bulan bu çalışmalar Mu’tezile, İmamiyye gibi Ehl-i Sünnet dışı fırkaların Kur’an anlayışının mesnetsiz isbat etti. Makalenin bu bölümünde Ulum-u Kur’an’dan bahsedip, onun Kur’an’ın doğru bir şekilde anlaşılmasına yaptığı katkıyı tahlil edelim:
KUR’AN İLİMLERİ
Müslümanlar İslam’ın ilk yıllarından günümüze kadar ayetleri İlahi murat istikametinde anlayabilmek için Kur’an’ı farklı açılardan tahlil etme gayreti içerisinde oldular. İslam’ın erken yıllarında şifahi olarak yapılan bu ameliye tedvin faaliyetlerinin başlaması ile kitabi bir boyut kazandı. Kur’an’ı anlama cehdi hicri beşinci asırdan itibaren ise “ulum-u Kur’an (Kur’an ilimleri)” başlığı altında sürdürüldü.
“Ulum-u Kur’an”, Kur’an’ın doğru bir şekilde anlaşılması için gerekli olan bütün ilimleri kapsar. Bu yüzden izafet terkibi halinde kullanılan “ulum-u’l-Kur’an” ifadesinin ilk parçası olan “ulum/ilimler” tekil değil de, çoğuldur. Bu durumda Kur’an ilmleri; “Kur’an’la ilgili bütün bilgi ve ilimlere işaret eder.”[70] Tefsir başta olmak üzere Kur’an’ın inmesi, toplanması, tertibi, yazıya geçmesi, kıraati, i’cazı, mecaz ifadeleri, i’rabı, ayetlerin iniş sebepleri, Mekki-Medeni oluşları, nasih-mensuh, muhkem-müteşabih, gibi bir çok mesele “ulum-u Kur’an” bağlamında değerlendirilir.
Kur’an’ın Anlaşılması Bağlamında Kur’an İlimleri
Allah Resulü (s.a.v.) Kur’an’a dair hiç kimsenin bilemeyeceği inceliklere vakıftı. “Muhkem”den “müteşabih”e, “nasih”ten “mensuh”a “i’caz”dan “i’rab”a kadar Kur’an ilimleri kapsamına giren her konu ilk olarak O’nun kalbinde anlam buldu.
Efendimiz (s.a.v.) tebliğ ettiği vahyin anlaşılmasına son derece önem verdi. Buna rağmen anlaşılmayan ayetler olduysa hususi açıklamalarda bulundu. Neticede zihinlerde Kur’an ilimleriyle alakalı bir çok mesele birikti.
Sahabe Kur’an ilimleriyle alakalı tesbit ve terkip ettikleri malumatı şifahi olarak tabiine aktardı. Onlar da aynı yolu takip ettiler; Kur’an ilimleri hadis gibi işitme yoluyla alınıp, rivayet tarikiyle sonraki kuşaklara nakledildi. İlim, hafızalardan sahifelere geçinceye yani tedvin faaliyeti başlayıncaya kadar böyle devam etti.
Kur’an ilimlerinin kayda geçme süreci ilk olarak Hz. Ali’nin Ebu’l-Esved ed-Düeli’ye nahiv ilmiyle alakalı malumatı bir araya getirme emrini vermesiyle başladı.
Emeviler döneminde tedvin faaliyetleri hız kazandı. Alimlerin ölümü ile ilmin kaybolmasından endişe eden Ömer b. Abdulaziz hadislerin toplanmasını emretti.
Abbasiler dönemine gelindiğinde tedvin çalışmaları din ilimlerinde olduğu gibi Arap Dili ve felsefi ilimlerde de kendini gösterdi. Bu bağlamda bir çok eser kaleme alındı.
Tedvin sürecinde Kur’an ilimleri içerisinde ilk kayda geçen şüphesiz ki tefsirdir.[71] Çünkü o, Kur’an’ın anlamanın anahtarıdır. Hükümleri tesbit etmek, helal ve haram disiplinini bilmek tefsire bağlıdır. Tabiin devrinin hemen akabinde bir çok tefsir kaleme alındı. Fakat bunlar içerisinde Kur’an’ın anlaşılmasına en ciddi katkıyı sağlayan İbn Cerir et-Taberi’nin tefsiridir. Taberi oldukça hacimli olan eserinde ilk defa tefsiri rivayet ve dirayet boyutuyla ele aldı.
Taberi Tefsiri Kur’an’ın anlaşılmasında bir milat oldu. Ondan sonra irili ufaklı çok sayıda tefsir yazıldı.
Bu dönemde Kur’an ilimlerinin her çeşidi ile alakalı müstakil kitaplar telif edildi. Çok yönlü bir anlama faaliyeti başlatıldı. Her alim uzmanlık alanına göre Kur’an’ın anlaşılmasına katkıda bulundu. Bu çerçevede Buhari’nin Hocası Ali b. el-Medini (v. 234) ayetlerin iniş sebebi ile alakalı eser telif etti. Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam (v. 224) nasih-mensuh ile ilgileri bilgileri bir araya getirdi. İbn Kuteybe (v. 276) “müşkil” ve “garib” ifadelerle alakalı kitap yazdı. Rağıb el-İsfehani (v. 502) Kur’an’daki kelimeleri açıklayan meşhur çalışmasını yaptı. er-Rümmani (v. 384) el-Hattabi (v. 388) ve Bakillani (v. 403) gibi alimler Kur’an’daki “i’caz”ı ihtiva eden kitaplar yazdı. İbn Kuteybe, eş-Şerif er-Rezi ve İz b. Abdisselam ( v. 660) Kur’an’daki “mecaz” ifadeleri bir araya getirdi. Kıraatle alakalı Ebu Bekir Ahmed b. Mücahid (324), es-Sehavi (v. 643), İbn Cezeri (v. 833), yeminlerle alakalı İbn Kayyım el-Cevzi (v. 751), misallerle alakalı Ebu’l-Hasan Maverdi (v. 450), cedelle ilgili Necmeddin et-Tufi ( 716) eser telif etti. Her bir çalışma Kur’an’ı kendi zaviyesinden izaha çalıştı. Bütün yönleriyle Kur’an Müslümanların zihin dünyasına onu anlayabilecekleri şekilde taşındı.
İlk Ulum-u Kur’an
Zamanla bütün Kur’an ilimlerini bir araya getiren ve “ulum-u Kur’an” başlığını taşıyan eserler yazıldı. İlk defa bu adla telif edilen kitap Ebu’l-Ferec b. el-Cevzi’nin (v. 597) “Fünunu’l-Efnan fi Ulumi’l-Kur’an” isimli eseridir.[72] Bedruddin Muhammed b. Abdillah ez-Zerkeşi’nin (v. 794) “el-Burhan fi Ulumi’l-Kur’an” adlı kitabı ise bu alanın ilk en hacimli çalışmasıdır. İmam Suyuti’nin (v. 911) “el-Burhan”dan da istifade ederek telif ettiği “el-İtkan”, Kur’an ilimleri ile alakalı telif edilen en sistematik eserdir.
Müslümanların Kur’an’ı anlama gayretlerine paralel olarak Kur’an ilimleri ile alakalı telif edilen eserler keyfiyet ve kemiyet itibariyle gelişme gösterdi. Özellikle yakın dönemde kaleme alınan eserlere oryantalistlerin Kur’an çerçevesinde oluşturdukları şüpheleri yok edecek bilgileri içeren başlıklar ilave edildi. Mesela Kur’an’ın Arapça’nın dışındaki dillere tercüme edilmesi meselesi muasır kitapların bir çoğuna dahil edildi.[73]
Kur’an ilimleri, Kelam-ı Kadim’in hakkıyla anlaşılmasına yardımcı oldu. Müfessirler bu ilimler vesilesiyle Kur’an’ın ilk muhatabının kim olduğunu, nasıl bir ortamda indiğini, neler ihtiva ettiğini, sure ve ayetlerinin nasıl tertip edildiğini, hangi yönüyle mu’ciz olduğunu, mantuk ve mefhumun ne tür özellikler taşıdığını öğrendiler. Kur’an ilimleri bir anlamda anahtar vazifesi gördü. Bunun içindir ki Taberi, Kurtubi, Alusi gibi büyük müfessirler eserlerinin baş taraflarında hatırı sayılacak şekilde Kur’an ilimlerine yer ayırdı. Bu alanda en derli-toplu eseri kaleme alan Suyuti de, eserini, tefsirine bir mukaddime olarak kaleme aldığını söyler.[74]
Kur’an ilimlerini tahsil eden kişi İslam düşmanlarının Kur’an-ı Kerim etrafında ihdas ettikleri yalan ve iftiralara karşı güçlü bir silahla donanmış olur. İslam’ın esası olan Kur’an’ı savunmanın ümmetin, özellikle de alimlerin en önemli vazifelerinden biri olduğu düşünüldüğünde bu ilimlerin önemi daha da artmaktadır.[75]
Müfessir Olmak Neleri Bilmeyi Gerektirir?
Kur’an anlaşılmak için gönderilmiştir. Bu yüzden aklı olan herkes ayetlerin önemli bir bölümünü anlar. Anlaşılan ayetler üzerinde düşünmek zihinlerde yeni inkişaflara zemin hazırlar. Bu sayede Allah Teala onlara anlama ameliyesini kolaylaştırır: “Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan.”[76] Fakat düşünmek Kur’an’ı anlamak için yeterli değildir. Zira yeterli olsaydı Allah, Resulü’nü “açıklayıcı” olarak göndermezdi. O halde düşünmek Kur’an’ı anlamanın en düşük mertebesidir. Onu, ilahi murat çerçevesinde anlayabilmek için bilinmesi gereken ilimler vardır. Suyuti bunları 15 olarak belirlemiştir: Arap Dili, Nahiv ve Sarf (Gramer ve Dil Bilgisi), kelimelerin türeyişlerinden bahseden ilim (iştikak), meani, beyan , bedi’, kıraat, akaid ve kelam, fıkıh usulü, ayetlerin iniş sebepleri ve kıssalar, naih-mensuh, fıkıh, sünnet ve nevhibe ilmi.[77]
Müfessir Nelerden Sakınmalıdır?
Kur’an’ı anlamaya gayret eden müfessirin hataya düşmemesi ve ayetlerin anlamını çarpıtmaması için sakınması gereken bir takım hususlar vardır. Bu bağlamda şunlar söylenebilir:
1. Müfessir Arap Dili’nin kurallarını, akaidin temel esaslarını ve tefsir için gerekli olan ilimleri bilmeden Allah’ın muradını açıklamaya kalkışmamalıdır.
2. Müteşabih gibi, kesin bilgisini Allah Teala’nın zatına tahsis ettiği meseleleri ve sır olduğu bildirilen gaybi hakikatleri tefsir etmeye dalmamalıdır.
3. Ayetleri hevası istikametinde tefsir etmemelidir.
4. Bozuk mezhebi “asıl”, tefsiri ise “tabi” yaparak yanlışları doğrulayan bir tefsirden uzak durmalıdır.
5. Delil olmadan Allah’ın muradı şöyle şöyledir dememelidir.[78] Kur’an’ı Kerim böyle bir yaklaşımın Şeytan’ın telkinleri sonucu gerçekleştiğini söyler: “O size Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.”[79]
6. Hangi ayetin nasıl bir anlayış sistemi ile ne kadar anlaşılabileceğini bilmeli ve en sonunda “Allah-u a’lem” (en iyisini Allah bilir) demeli yani tefsirinin muradı ilahi olduğunu iddia etmekten uzak durmalıdır.
Farklı Anlayışların Şekillendirdiği Tefsir Usulleri
Müfessirlerin Kur’an’ın farklı yönlerini dikkate almaları değişik tefsir anlayışlarının oluşmasına zemin hazırladı. Asırların geçmesine rağmen ortak kaygılara ve müşterek yönelişlere sahip tefsir tarzları hep aynı kaldı.
Farklı tefsir anlayışlarının oluşum ve istikrarında müfessirlerin meslekleri belirleyici oldu. Hadisle uğraşanlar “rivayet”, akli ilimlerde mahir olanlar “ictihat” sufi eğilimlere sahip olanlar “işari” tefsire fakihler de “ahkama” ağırlık verdi. Tabi bunu yaparken benimsedikleri mezheplerin kriterlerini desteklemeyi de ihmal etmediler. Bu çerçevede Ehl-i Sünnet, ayetlerle alakalı rivayetlere ve zahir anlama sıkı sıkıya bağlı kalırken Şia ve Mu’tezile başta olmak üzere topyekün ehl-i dalalet lafzın müsaade etmediği tefsirlere tevessül etti.
Müfessirlerin yönelişlerine göre yapılan tefsirleri şu şekilde sıralamak mümkündür:
Rivayet Tefsiri
Rivayet tefsirine “me’sür” veya “nakli” tefsir de denir. Ayeti bir başka ayet, sahabe ve tabiinden[80] gelen rivayet ile ilahi murat çerçevesinde açıklamaya rivayet tefsiri denir.[81]
Rivayet tefsiri saadet asrından itibaren sürekli gelişme göstermiştir. Çünkü İslam coğrafyasının genişlemesi, değişik din ve kültürlere mensup milletlerin İslam’la tanışması beraberlerinde yeni sorunlar getirmişti. Sahabe, vahiy kültürünün bilinç altına yerleştirdiği birikimle ayetleri açıklamaya çalıştı. Tabiin de sahabeden öğrendiği bu yöntemi aynen takip etti.
Rivayet tefsiri nakil merkezli olduğundan diğer tefsirlere nispetle oldukça az ihtilaf içerir. O ihtilafların çoğunluğu da özde aynı, ibarede farklıdır. Mesala Fatiha’daki “doğru yol” terkibini bir grup alim “Kur’an” olarak tefsir ederken diğer bir grup “İslam” olarak açıklamaktadır. Gerçekte bu iki tefsir aynıdır. Zira “İslam” Kur’an’a ittiba”dan ibarettir. Fakat her biri “doğru yol”un ayrı bir vasfına dikkat çekmektedir.[82]
Rivayet tefsirinin uydurma haber, İsrailiyyat ve isnatların hazfi[83] gibi zafiyet noktalarından beri olması durumunda kabul edilmesi vaciptir.[84] Çünkü bilgiye ulaşmanın en sağlıklı yolu rivayetleri dikkate alarak yapılan tefsirdir.
Hadis mecmualarının “kitabu’t-tefsir” fasıllarında rivayet tefsiriyle alakalı hadisleri toplu halde bulmak mümkündür. En meşhur rivayet tefsiri ise Muhammed b. Cerir Taberi’nin Camiu’l-Beyan fi Te’vili’l-Kur’an’ adlı eseridir.
Dirayet Tefsiri
Dirayet tefsiri “Re’y” ya da “ma’kul” tefsir diye de bilinir.[85] Arap Dili, söz sanatları, lafızların manaya delalet yönleri, cahiliyye şiiri, ayetlerin iniş sebepleri, nasih-mensuh başta olmak üzere tefsir için gerekli olan bütün ilimlere vakıf olan müfessirin Kur’an’ı içtihadıyla tefsir etmesine “dirayet tefsir”i denir.[86]
Tefsir için gerekli olan altyapıya sahip, cehalet ve dalaletten uzak, ilahi gayeye uygun davranan müfessirlerin Kur’an’ı anlama noktasında ortaya koydukları içtihatlar “dirayet tefsiri”nin muteber olan kısmını oluştururlar. Bu nev’i tefsirlerde izlenmesi gereken usul şu şekilde olmalıdır: Müfessir öncelikle ayetin tefsirini Kur’an’da, onda bulamadığı takdirde Sünnet’te aramalıdır. Çünkü Sünnet Kur’an’ı tefsir eder. Hakikati bu iki kaynakta arama faaliyeti netice vermezse müfessir sahabenin sözüne müracaat eder.
Müfessir ayetin anlamını Kur’an, Sünnet ve sahabe sözünden elde edemediği takdirde aşağıdaki sisteme riayet ederek içtihat eder:
Tefsir, ihtiyaç duyulandan az, maksada uygun olmayacak şekilde de fazla olmamalıdır. Ayete mutabık olmalıdır. Mecaz anlam, hakiki mananın kabulünün mümkün olmadığı durumlarda söz konusu edilmelidir. Kelamın siyakına, ayetler arasındaki münasebete, ayetlerin iniş sebeplerine riayet edilmeli, kozmoloji, sosyal hayatın ve tarihin kanunları göz önünde bulundurulmalıdır. Tefsirin Allah Resulü’nün (s.a.v.) söz, fiil ve takririne uygun olması ihmal edilmemeli, ayetin farklı ihtimalleri haiz olması durumunda manalar arasında tercih yapılmalı, müfret lafızların Hz. Peygamber zamanındaki kullanımları dikkate alınmalıdır.[87]
Yukarıdaki kriterleri dikkate almayan kişilerin arzu ve ideolojilerine göre Kur’an’ı tefsir etmeleri, Allah Teala’nın bilinmesini kendine özel kıldığı meselelere dalıp kesin bir dille ‘bu ayetin anlamı şöyle şöyledir’ demeleri “dirayet tefsiri”nin yerilen kısmını oluşturur.[88] Allah Resulü’nün kişinin mücerred aklıyla Kur’an’ı açıklamasını kıymetlendirirken ifade buyurduğu ‘Kim kendi görüşü ile Kur’an’ı tefsir ederse cehennemdeki yerini hazırlasın.’[89] hadisi bu nev’i müfessirlere şamildir.
İslam’ın erken asırlarından bu tarafa tedavülde olan “dirayet tefsiri” sayesinde Kur’an’ın etkin bir şekilde hayata müdahil kalması mümkün olmuştur. Çünkü ayet ve hadisler sınırlı, buna mukabil hayatın ürettiği sorunlar namütenahidir. Bu durumda içtihat kaçınılmaz olmaktadır. “Dirayet tefsiri” tarih boyu bu vazifeyi ifa etmiştir.
İslam dünyasını kuşatan sıkıntıları giderecek, buna mukabil yeni açılımlar getirecek olan “dirayet tefsiri” zamanın ürettiği problemlere göre kısmi farklılıklar arz etmiştir. En meşhur “dirayet tefsiri” Fahruddin er-Razi’nin, “Mefatihu’l-Ğayb” adlı eseridir.
İşari Tefsir
Sadece tasavvuf erbabına malum olan bir takım gizli işaretlerle Kur’an’ı te’vil etmeye “işari tefsir” denir.[90] İlahi ilhama muhatap olan sufilerin zihinlerinde Kur’an’ın ince manaları inkişaf eder. Bu vesile ile Kur’an’daki bir takım sırlara müdrik olurlar.
“İşari tefsir”de müfessir ayetin taşıdığı zahir anlamın dışında başka bir mana görür ki bu, sadece Allah’ın kalbini açtığı, basiretini aydınlattığı kişilere malum olur.[91]
“İşari tefsir” araştırma ve öğrenme ile elde edilmez. O, takva ve istikametin neticesi olan “Vehbi” bir bilgidir.[92] Şu ayette bu manayı teyit etmektedir: “Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[93]
Allah Teala’nın ilham yoluyla ilim verdiği kulların Kur’an’ı Kerim’deki sırları keşfetmeleri diye de tarif edilen “işari tefsir” ile, Kur’an’ın anlamlarını tahrif eden Batini mezhebine mensup mürtetlerin tefsir anlayışları gece ile gündüz kadar farklıdır. Şöyle ki, sufiler zahir mananın ortaya çıkarılmasını destekler hatta o asıldır derler. Onlara göre “Öncelikle zahir anlamı bilmek gerekir. Onu iyi bir şekilde bilmeden Kur’an’ın sırlarını anladığını iddia edenin durumu eve kapısından girmeden iç direğe ulaşacağını iddia eden adamın anlayışına benzer.” [94] Batiniler ise sufilerin zıddına zahir anlamın kesinlikle talep edilmediğini, Kur’an’ın asıl hedefinin batın anlam olduğunu iddia ederler. Batinilerin bu anlayışlarının arka planında İslam’ın hükümlerini ortadan kaldırma düşüncesi vardır. Bu da küfürdür. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Ayetlerimiz konusunda (yalanlama amacıyla) doğruluktan sapanlar bize gizli kalmaz. O halde kıyamet gününde ateşe atılan mı, yoksa güven içinde gelen kimse mi daha iyidir?”[95] Ayrıca Batiniler ayetin tek anlamının batini tefsir olduğunu iddia ederler. Sufiler ise ayetin tek anlamının işari mana olduğunu söylemedikleri gibi zahir anlamı da ikrar etmekten geri durmazlar.[96]
Tefsir, şartları ve sınırlarıyla bütünlük arz eden bir disiplindir. Onları ihmal ya da ihlal eden her anlama usulü, tebyinden ziyade tahrife yatkındır. Batini tefsirde lafız aynı kalmasına rağmen, lafzın yüklendiği mana bütünüyle ihmal edilmektedir. Bu açıdan Batini tefsir “tahrif”, işari tefsir ise “tebyin”dir. Hadisenin bu boyutunu tespit eden müfessirler “İşari tefsirin meşruiyetini aşağıdaki şartların varlığına bağlamışlardır:
Tefsir Kur’an’ın nazmından anlaşılan mana ile çelişmeyecek; Tek anlamın işari mana olduğu iddia edilmeyecek; Ayetin iç tutarlılığına dikkat edilecek, zorlama tefsirler yapılmayacak. Mesala Ankebut Suresi’nin tefsirinde yapıldığı gibi “Allah muhsinlerle beraberdir.”[97] mealinde ki ayette yer alan “lemaa’” ifadesini “lemmaa’” okuyup “parıldatmak” manasında fili mazi, “muhsinin” kelimesini de “meful” olarak alıp işari tefsir adına ortaya saçma sapan bir beyan sunulmayacak; Tefsire şer’i ya da akli bir muarız olmayacak; Onu teyit eden şer’i bir kanıt mevcut olacak.[98]
Yukarıdaki şartlara sadık kalan sufi alimler Kur’an’ın iç manalarını keşfetme noktasında verimli çalışmalar telif ettiler. Onlar vasıtasıyla Kur’an’ın vicdanlara konuşan boyutu gün yüzüne daha bir berrak çıktı. Meşru ölçüler dahilinde kaleme alınan “işari tefsirler”in en meşhuru Şihabuddin Muhammed el-Alusi’nin “Ruhu’l-Meani” adlı eseridir.
Yakın Dönem Tefsir Usulleri
Yakın döneme kadar müfessirlerin Kur’an anlayışları mevcut üç usul çerçevesinde cereyan etmiştir. Fakat modern zamana gelindiğinde malum tefsir tarzları aşılarak, müsteşriklerin geliştirdiği mantık örgüsününde etkisiyle yeni tefsir yaklaşımları benimsenmiştir.[99] Benimsenen yeni tefsir tarzları İslam geleneğinin usul ve tefsiriyle çelişince, meşruiyet problemi yaşanmış, modernist tefsirciler ‘Ulum-u Kur’an’a dair yazılan eserleri ve bu eserler dikkate alınarak telif edilen tefsirleri farklı açılardan eleştiri konusu yaparak kendilerine yol açmaya çalışmışlardır. İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerinde bu anlayışta bir çok eleştiri neşredilmiştir. ‘Ulum-u Kur’an’ın tenkit edilişi, kamuoyunda yeni yaklaşımları dikkate alan bir tefsir usulünün geliştirilmesinin ihtiyaç olduğu hissini uyandırmıştır!
Klasik tefsir usulüne başkaldırı tarzında gelişen yeni yaklaşımların önerdikleri köklü değişiklikler içinde; Muhammed Abduh’un ‘İctimai’[100], Seyyid Ahmed Han’ın ‘Modernist’[101], Emin el-Huli’nin ‘Edebi’[102] ve öncülüğünü Fazlurrahman’ın yaptığı ‘Tarihselci’ tefsir anlayışları önemli bir yer tutmaktadır.
Sonuç
Kur’an’ı murad-ı ilahi çerçevesinde anlayan alimler bir ayeti tefsir ederken önce Kur’an’a, sonra Sünnet’e ardından sahabenin sözüne müracaat ettiler. Sahabeye öğrencilik yapmaları hasebiyle tabiinin tefsirini de dikkate aldılar.
Tedvin dönemiyle kitabi bir yapıya kavuşan tefsir ilmi “Kur’an ilimleri”nin bir araya getirilmesi ile sistematik bir yapıya kavuştu. Kötü niyetli insanların Kur’an’ı mana itibariyle tahrif etmelerinin önüne geçebilmek için de müfessirle alakalı ilmi ve ahlaki yeterlilikler tespit edildi. Böylece tefsirin Allah Resulü ile başlayan saf çizgisi muhafaza edilmiş oldu.
Tefsirdeki klasik sistemenin terk edilmesi çok yönlü bir rekakete zemin hazırladı. Kimin neye dayanarak konuştuğu, niçin ret ya da kabul ettiği somut verilerini kaybetti.
Tefsir ilmi özellikle ilk üç kuşak itibariyle bir birine merbut küpler gibidirler. Birinin devre dışı bırakılmasıyla bütün sistem alt üst olur. Hadiseyi Yunus’un şu dörtlüğü ne de güzel ifade etmektedir:
Yerden göğe küp dikseler,
Birbirine bende etseler,
Altından birin çekseler,
Seyreyle sen gümbürtüyü.
Tefsirin meşru ölçüler dahilinde devam edebilmesi küplerin yerli yerinde durması ile yakından alakalıdır.
Dipnotlar:
[1] Bkz. Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir Taberi, Cami’ul-Beyan fî Tefsiri’l-Kur’an, Daru’l-Kutübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2003, I, 60.
[2] Muhammed Hüseyin ez-Zehebi, et-Tefsir ve’l-Müfessirun, Mektebet-u Vehbe, Kahire, 2003, I, 28.
[3] Kur’an, İsra(17): 82.
[4] Kur’an, Hicr(16): 94.
[5] Kur’an, Nisa(4): 171.
[6] Ebû’l-Fida İsmail İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Daru’l-Hadis, Kahire, 1992, III, 118.
[7] Şihabuddin Ebû’l-Fadl Ahmed b. Ali b. Askalâni İbn Hacer, el-İsabe fî Temyizi’s-Sahabe, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1995, IV, 166.,
[8] Ebu Davud, Salat, 1391.
[9] Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed Kurtubi, el-Cami’u li Ahkâmi’l-Kur’an, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, I, 30-1.
[10] Zeki Duman, “Kur’an’ı Nasıl Anlamalıyız?” Asr-ı Saadet’te ve Günümüzde Kur’an’a Bakış Açısı, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2002, s. 34-5.
[11] Hanefi mezhebine mensup hukukçulara göre muhassıs tahsis edilen ayetten hemen sonra gelmelidir.
[12] Bkz. Halid Abdurrahman el-Ak, Usulu’t-Tefsir ve Kava’ıduhu, Daru’n-Nefais, Beyrut, 2003, s. 140 vd.
[13] Kur’an, Nahl(16)47.
[14] Kurtubi, a.g.e., X, 73.
[15] Taberi, a.g.e., V, 158.
[16] Taberi, a.g.e., I, 110-115.
[17] Kur’an, Enfal(8): 60.
[18] Muslim, İmare, 168; Tirmizi, Tefsir, 5; İbn Mace, Cihad, 19; Darimi, Cihad, 14.
[19] ez-Zehebi, a.g.e., I, 46.
[20] Bkz. Tirmizi, Ahkam, 3.
[21] Kur’an, Tevbe(9): 37.
[22] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Daru’l-Kur’an’il-Kerim, Beyrut, 1981, I, 535.
[23] Kurtubi, a.g.e., VIII, 88.
[24] Kur’an, Bakara(2): 189.
[25] Kurtubi, a.g.e., II, 230.
[26] Zürkani, a.g.e., I, 16.
[27] Kur’an, Maide(5): 3.
[28] Fahruddin Muhammed b. Ömer Râzi, et-Tefsiru’l-Kebîr, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990, XI, 110.
[29] Taberi, a.g.e., IV, 419; Kurtubi, a.g.e., VI, 42.
[30] Razi vakıayı Ebu Bekir’e, Taberi ve Kurtubi ise Hz. Ömer’e isnat etmektedir. Biz iki rivayeti dikkate alarak hadiseyi naklettik. Bkz. Razi, a.g.e., XI, 110; Taberi, a.g.e., IV, 419; Kurtubi, a.g.e., VI, 42.
[31] ez-Zehebi, a.g.e., I, 30.
[32] Bkz. es-Sayis, a.g.e., s. 40.
[33] ez-Zehebi, a.g.e., I, 72; Benzer açıklamalar için bkz. Sabuni, a.g.e., s. 70.
[34] Kur’an, Bakara(2): 223.
[35] Taberi, a.g.e., II, 409.
[36] Ebû’l-Fida İsmail İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, (İht. Muhammed Ali Sabuni), Daru’l-Kur’an’i’l-Kerim, Beyrut, 1399, I, 12.
[37] İbn Kesir, a.g.e., I, 12.
[38] Kur’an, Zariyat(51): 17-18.
[39] Enes b. Malik’in “Hz. Peygamber vefat ettiğinde dört sahabi dışında hafız yoktu.” şeklindeki rivayeti ile alakalı bir çok te’vil yapılmıştır. Bunlardan en doğru olanı; Enes b. Malik’in bu ifadeyi Evs kabilesine karşı Hazrec’i övmek için, o kabileye ait olan hafızları belirttiğidir. Bkz. Muhammed Ebu Şehbe, el-Medhal li-Diraseti’l-Kur’ani’l-Kerim, Mektebetu’s-Sunne, Kahire, 2003, s. 264.
[40] Ebu Şehbe, a.g.e., s. 261-5.
[41] Bkz. Zurkani, a.g.e., I, 27.
[42] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 39,56.
[43] Kur’an, Abese(80): 31.
[44] Özetlenerek alınmıştır. Bkz. ez-Zehebi, a.g.e., I, 73.
[45] İbn Hacer, Tehzibu’t-Tehzib, X, 42; ez-Zehebi, a.g.e., I, 79
[46] Kur’an, A’raf(7): 164.
[47] İbn Hacer, Tehzib, VII, 265; Zehebi, a.g.e., I, 84.
[48] Kur’an, Nisa(4): 100.
[49] Kurtubi, a.g.e., I, 21.
[50] ez-Zehebi, a.g.e., I, 76.
[51] İsrailî bilgi ile alakalı İslam’ın tavrı şu şekildedir: “İslam’ın doğruladığı kabul, tekzip ettiği reddedilir. Bunun dışındakilerde ise tevakkufta bulunulur.” Bkz. Muhammed Zahid Kevseri, Nazra ‘Abira fi Meza’imi men Yünkiru Nuzüle ‘İsa (a.s.) Kable’l-Ahira, Kahire, 1987, s. 49.
[52] Zurkani, a.g.e., II, 20.
[53] Şihabuddin Ahmed b. Hacer Heytemi Mekki, el-Hayratu’l-Hisan, Daru’l-Erkam, Beyrut, ty., s. 62.
[54] ez-Zehebi, a.g.e., I, 96.
[55] Suyuti, a.g.e., II, 243.
[56] ez-Zehebi, a.g.e., I, 96.
[57] Kattan, a.g.e., s. 351.
[58] Suyuti, a.g.e., II, 243; ez-Zehebi, a.g.e., I, 104; Kattan, a.g.e., s. 351.
[59] ez-Zehebi, a.g.e., I, 105; Kattan, a.g.e., s. 355.
[60] ez-Zehebi, a.g.e., I, 105; Kattan, a.g.e., s. 355.
[61] Bkz. Taberi, a.g.e., I-XII.
[62] Bir takım tasarruflarla özetlenerek alınmıştır; Suyuti, a.g.e., II, 243; ez-Zehebi, a.g.e., I, 107; Kattan, a.g.e., s. 352..
[63] Suyuti, a.g.e., II, 243-4; Kattan, a.g.e., s. 352.
[64] Kattan, a.g.e., s. 352.
[65] “Ceale” fiilini Allah Kur’an’ı “indirdi” yerine “yarattı” anlamında tefsir eden Zemahşeri, insanların eserine rağbet etmemesi üzerine “yarattı” kelimesini daha sonra “indirdi” şeklinde değiştirmiştir. Bkz. Ebû’l-Kasım Carullah Muhammed b. Ömer Zemahşeri, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzil ve Uyuni’l-Akâvil fî Vucuhi’t-Te’vil, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, ty, I, 3; ez-Zehebi, a.g.e, I, 304.
[66] Kur’an, Tekvir(81): 19.
[67] Kur’an, Tevbe(9): 43; “Bu, suç işlemeden kinayedir. Çünkü ayette geçen “el-avf” kelimesi suç işlemenin müradifidir. Bu durumda ayetin anlamı şöyle olur: ‘Hata ettin. Ne kötü bir şey yaptın.’” Keşşaf, a.g.e., II, 192.
[68] Kur’an, Tahrim(66): 1; Zemehşeri bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir; “Bu, Hz. Peygamberden sadır olan bir zelledir. Çünkü hiç kimsenin Allah’ın helal dediğini haram kılma yetkisi yoktur. Zira O, helal kıldığını kendisinin bildiği bir hikmet ya da maslahattan dolayı helal yapmıştır. Haram kılması da maslahatı mefsedete döndürmesidir.” Bkz. Keşşaf, a.g.e., IV, 125. Ayetin soru formunda gelmesinin nedeni azarlamak (tevbih) için değil yapılan işin illetini öğrenmek içindir. Tıpkı Maide (5/116) Suresinde ki “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Allah’ı bırakarak beni ve anamı iki ilah edinin dedin? diyecek” ayetinde olduğu gibi. Bu ayette sorunun öncesinde “afv” vardır. Afv ile azarlama bir arada olmaz. Zira azarlayan affetmez. Azarlama bir nev’i cezalandırmadır. Halbuki Allah Teala affettiğini bildirmektedir. Bkz. Abdulvehhab b. Ahmed b. Ali eş-Şa’rani, el-Yevakit ve’l-Cevahir fi beyani Akaidi’l-Ekabir, Beyrut, 2003, I, 243. Burada Zemahşeri’nin zannettiği gibi Allah Resulü’nün helal olan bir şeyi haram kılması yok ki hadise muhalefet ve günah olarak değerlendirilsin. Sadece Hz. Peygamber (ayetin sebeb-i nüzulüne göre) hanımlarının hatırı için bazı şeyleri yapmaktan uzak duracağını belirtmiştir. Zemahşeri’nin hadiseyi helal olan bir şeyi haram kılmak olarak değerlendirmesi nübüvvet makamına karşı olan saygısının eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Bkz. Sabuni, a.g.e., III, 407.
[69]
[70] el-Ak, a.g.e., s.39; Ebu Şehbe, a.g.e., 25.
[71] Suyuti , a.g.e., II, 243.
[72] Daha farklı tesbitler için bkz. Ebu Şehbe, a.g.e., s. 35.
[73] Bkz. Ebu Şehbe, a.g.e., s. 45-6.
[74] Suyuti, a.g.e., I, 8.
[75] Bkz. Ebu Şehbe, a.g.e., 27.
[76] Kur’an, Kamer(54): 17.
[77] Suyuti, a.g.e., II, 221-2; Zurkani, a.g.e., II, 46; ez-Zehebi, a.g.e., 190-2.
[78] ez-Zehebi, a.g.e., I, 196.
[79] Kur’an, Bakara(2): 169.
[80] Tanıma tabiinden nakledilen açıklamaların da eklenmesi rivayet tefsirlerinde tabiin görüşlerinin de kullanılmasından dolayıdır. Bkz. Taberi, a.g.e., I-XII.
[81] Bkz. Zurkani, a.g.e., II, 14; ez-Zehebi, a.g.e., I, 112; Kattan, a.g.e., s. 358; İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s. 228.
[82] Kattan, a.g.e., s. 359.
[83] ez-Zehebi, a.g.e., I, 115.
[84] Kattan, a.g.e., s. 359.
[85] Sabuni, a.g.e., s. 155.
[86] ez-Zehebi, a.g.e., I, 147.
[87] Özetlenerek alınmıştır. Bkz. Zurkani, a.g.e., II, 53-54; ez-Zehebi, a.g.e., I, 197-198.
[88] Bkz. Sabuni, a.g.e., s. 155.
[89] Tirmizi, Tefsir, IV, 439-440.
[90] Zurkani, a.g.e., II, 67.
[91] Sabuni, a.g.e., s. 171.
[92] Sabuni, a.g.e., s. 172.
[93] Kur’an, Bakara(2): 282.
[94] Suyuti, a.g.e., II, 237.
[95] Kur’an, Fussilet(41): 40.
[96] Suyuti, a.g.e., II, 237.
[97] Kur’an, Ankebut(29): 69.
[98] Zurkani, a.g.e., II, 69.
[99] M Said Şimşek, Gününmüz Tefsir Problemlemleri, Kitab Dünyası, Konya, ty., s. 52-119,157.
[100] Temelde pozitivist bilim mantığına karşı olduklarını söylemelerine rağmen ayetleri söz konusu mantık çerçevesinde açıklamaya özen gösteren İctimai Tefsir Anlayışının en uç örneklerinden bir tanesi Muhammed Abduh’un Fil Suresi tefsiridir. Abduh, söz konusu sürenin tefsirinde Ebabil Kuşlarını önce sinek ardından mikrop, taşları da sineklerin ayaklarına bulaşan toz zerreleri olarak tevil eder ve bunu garip bir şekilde rivayetlerin ittifak ettiği bir husus olarak niteler. Ayrıntı için bkz: Muhammed Abduh, Tefsiru Cuz’i Amme, Matbaatu’ş-Şa’b, Mısır, ty., s.118 vd.
[101] Temelinde Allah’ı inkar yatan doğa bilimiyle, Allah’ın vahyi Kuran’ı anlamaya çalışan ve bunu sistemleştirebilmek için İngilizlerin desteğiyle 1875’de Aligarh’de “Mohammadan Anglo-Oriental College” adıyla -daha sonraları üniversiteye dönüşen- bir kolej kuran Ahmed HanR
İnsanlar farklı anlama kabiliyetlerine sahiptirler. Kimi riyazi meseleleri, kimi ictimai hususları, kimi de iktisadi konuları kolaylıkla idrak edebilir. Herkes farklı bir alanda mütebahhirdir. Gazali gibi ilgilendiği bütün ilimleri “eba’d-ı selase”si ile kavrayan alimler ilim tarihinin şaz kahramanlarıdır.
Ademoğlu “anlamaktan aciz olduğunu” anlayınca büyük oluşlara kapı aralar. Kalbin daralıp zihnin durduğu anlarda bazen bir yerine bin “oluş” zuhur eder. Gecenin zifiri karanlığında ayağının üzerini göremeyenler çakan bir şimşekle kilometrelerce öteye uzanır.
İrfana ulaşmak bir “mevhibe-i rahmani”dir. Büyük ruhlu alimlerin dahi bilemeyeceği meseleler vardır. Hakikat şu ki “Her bilenin üzerinde bir bilen” olmuştur. Bütün anlama faaliyetlerinin durduğu bir nokta var ki orası aklın “Sidre-i Münteha”sıdır. Onu tanımak anlamanın imkan ve sınırlarını belirler.
Kur’an’ın vahy edilişinin yegane gayesi anlaşılmaktır. İslami ilimler tertip ve tanzim edilirken muhatapların anlaması esas alınmıştır. Bu çerçevede İslam’ın erken asırlarından itibaren doğru anlamayı temin edecek usuller tespit ve telif edilmiştir. Fıkıh, tefsir ve hadis usulleri bu bağlamda vücut bulmuşlardır. Bunları tanımadan okuyup-yazanların meselelerin mantuk ve mefhumunu doğru anlamaları en az yanlış anlamaları kadar muhtemeldir.
Oryantalizmin gücü, tedrisatın zayıflaması, talebelerin usul bilgilerini kavramadan icazet almaları yanlış anlamayı tetiklemiştir. Öyle ki yanlış anlama, doğru anlamanın yerini alacak kadar şuyu’ bulmuştur. Fıkıhtan kelama, tefsirden siyere kadar telif edilen binlerce eser yanlış anlamanın mağduru olmuştur.
Yanlış anladığını kabul etmeyen ve bu yüzden hatayı yegane doğru olarak addeden zümre, sorun çözmekten ziyade sorun üretmektedir. Ulemanın yerine ihdas edilen akademisyen-aydın kesim iki asırdır etkin olmasına rağmen çözüm bekleyen meselelerde bir ilerleme kaydedememiştir. Ne İslam coğrafyasının madden kalkınması gerçekleşti ne de ilim, fikir ve sanatta kalıcı eserler veren mücit-müellifler yetişti.
Dünya milletleri yeniden var oluş projelerini hazırlarlarken medeni birikimlerini temel alıp yenilenmelerini onun üzerine kurdular. Yani geleneklerini doğru anlamayı yenilenmenin hareket noktası kabul ettiler. Batı, rönesansını gerçekleştirmeden önce mevcut birikimini tahlil ve terkip edecek anlayış usulünü tespit etti. İslam’dan aldığı doğrularla kilisenin bakiyesini birleştirerek Dekart’ı Kant’ı yetiştirdi. Batı’nın rönesansı öz itibariyle yanlıştan kurtulma hareketi olduğundan, aydınlar medeni birikimlerini yeni usule göre okumada şartlı davranmadılar. Ciddi bir öz-posa ayrımına gittiler.
Kilisenin ürettiği yanlıştan kurtulurken akl-ı selimi kullanan Batı, İslam’ın hakikatini alırken aynı samimiyeti göstermedi. Ahd-i Cedit yerine Gazali’yi okuyan kilise talebeleri, İslam’dan istifadeyi İslam’ın doğrularını kiliseye mal etmek ve kilisenin hakimiyeti için kullanmak şeklinde anladı. Bunun için yenileşmeleri nisbi bir arınmayla sınırlı kaldı.
İslam coğrafyasında zuhur eden yenileşme arayışları Batı’nın İslam’dan aldığı ve kiliseye uyarladığı usulü, kilise formatında kabul edip İslam’a tatbik etti. Muharref Kilise kültürünü kısmi manada tashih eden esaslar sahih İslami birikimi muharref bir yapıya dönüştürdü. Tıpkı “Hasta bir adama verilen ilaçlar kısmi manada iyileşmeye neden oluyor diye aynı ilaçları sağlıklı adamlara da uygulayıp onların sağlıklarını bozmak” gibi.
İslam coğrafyasının daimi krizler yaşamasına sebep olan bu yanlış anlama geleneğinin arka planında bir çok neden vardır. Her şeyden önce insanlar farklı “niyet”, “teakkul” ve “tefakkuh”a sahiptirler. Herkes kapasitesine göre hakikatten pay alır. Kimi kasıtlı olarak kimi de sehven yanlış anlar. Yanlış anlama nedenleri farklıdır fakat netice aydır: “mülevves bilgi”. İnsan bu bilgiyi öğrenme ya da taklit yoluyla sahiplenir.
Allah Teala’nın “mübelliğ” olmanın yanında “mübeyyin” sıfatıyla da gönderdiği Hz. Resulullah, Kur’an’ı yaşayarak izah etmesine rağmen insanlar Kur’an’ın en açık hükümlerinde dahi zaman zaman niza’ ettiler. Kaderiye’den Cebriye’ye, Şia’dan Mu’tezile’ye kadar bir çok mezhep bu nev’i yanlış anlamadan kaynaklanan nizalarla doludur.
İlmin ve gerçeğin kudretine kafa tutan yanlış anlamayı, hangi nedenler besler ya da insanlar niçin yanlış anlar. Bunu örnekler bağlamında tahlil edelim.
İdeolojik Okuma
İnsanlar küçük yaşlarda taklit yoluyla ya da farklı telkinlerin etkisinde kalarak benimsedikleri ideolojileri ilerleyen yaşlarında savunmayı vazife kabul ederler. Hatta bunun için ayet ya da hadisleri en olmaz şekillerde te’vil etmekten geri durmazlar. Bu nev’i müevvillerin çoğu yaptıklarının doğru olmadığına müdriktirler. Fakat ideolojilerini yaşatma uğruna Kur’an’ı gözden çıkarırlar.
Mazisinde Cahız gibi Arap Dili’nin inceliklerine vakıf edebiyatçıları barındıran Mu’tezile, “Esasu’l-Belağa” gibi şah eserler kaleme alan Zemahşeri’nin elinde büyük yanlışlara imza atmıştır. Zemahşeri Kur’an’daki “ceale” fiilinin “yarattı” anlamına gelmediğini bilmesine rağmen mezhebini destekleyebilmek için “Biz Onu Arapça Kur’an indirdik.” ayetini “Biz onu Arapça Kur’an yarattık”[1] şeklinde açıklamış ve meşhur tefsirine “Hamd Kur’an’ı yaratan Allah’a mahsustur.” diye başlamıştır.[2]
Farklı anlayışların etkisinde kalan günümüz müfessirlerinin bir çoğunda aynı yaklaşım malesef ki mevcuttur. Yanlış yaptıklarını bildikleri halde tahrife devam etmektedirler.
Hurafeleri Mutlak Doğru Kabul Etme
İnsanlar, içinde doğdukları cemiyetin değerlerini içselleştirir, hurafelere de kutsallık isnat ederler. Cahiliyye toplumunun İslam’ın doğrularını idrak edememesinin arka planında bu yaklaşım vardır.
“Sizin ilahınız bir tek ilahtır. Ondan başka ilah yoktur.” ayeti inince Mekke’li Müşrikler onu anlamakta güçlük çektiler. Çünkü onlara göre ilah insanların görüp ulaştığı ve kendi dünyalarına ait bir varlık olmalıydı. İlah büyük kalabalıklara sahip olamazdı. Bu yüzden Kur’an’ın bildirdiği ve bütün insanları kapsayan Allah Azze ve Celle’yi anlayamıyorlardı. Nitekim; “Tek bir ilah bu kadar insana nasıl yeter” diye itiraz ediyor[3] tevhide akli deliller istiyorlardı. Onların talebi ardından şu ayet nazil oldu: “Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün bir biri ardınca gelişinde, insanlara yarar sağlayacak şeylerle denizde yüzen gemilerde Allah’ın gökyüzünden indirip kendisiyle ölmüş toprağı dirilttiği yağmurda yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve gökle yer arasındaki emre amade bulutları evirip çevirmesinde elbette düşünen bir topluluk için deliller vardır.”[4]
Günümüz Kur’an muharriflerinin İslam algısı Mekkeli’lerle ayniyet arz etmektedir. Zira onlar, oryantalizmin İslam aleyhinde telif ettikleri fikirleri önce kabullendiler, sonra da onları baz alarak İslam’ın mutlak doğrularını reddettiler. Nüzul-ü İsa’dan Ehl-i Kitab’ın Cennet’e girme meselesine kadar bir çok mevzu bu baba dahil edilebilir.
Makam Sevdası
Her din ve ideolojinin kendi çapında kanaat önderleri vardır. Onlar, nüfuzlarını kullanarak insanlar üzerinde baskı kurarlar. Mevkilerini kaybetmemek için de yanlış olduğunu bildikleri bir çok meseleyi hakikat zarfı içerisinde sunarlar.
Yahudiler’in alimleri Hz. Resulullah’ı “Öz oğullarını tanıdıkları gibi tanımalarına”[5] rağmen makamlarını korumak ve tebalarını kaybetmemek için O’nun (s.a.v.) Tevrat’taki sıfatlarını zıtlarıyla değiştirdiler. İnsanlar sorunca da değiştirdikleri sıfatları gösterdiler.[6]
Tarih, iman zafiyeti yaşayan bir çok müellifin makam sevgisiyle hakikati çarpıttığına tanıklık etmiştir. Yahudiler Tevrat’ı, Hıristiyanlar İncil’i menfaatlerinin devam ve bekası için değiştirdiler. Abdullah b. Übeyy b. Selül zihniyetiyle aynı ameliyeyi Kur’an’a da tatbik etmek istediler. Fakat Kur’an’ın “Mushaf” haline getirilmesi fiili tahrife mani oldu. Onlar da te’vil yoluyla tahrifi denediler. Ve neticede ortaya yığınla mezhep çıktı. Hepsi bir takım batıl te’villerle meşruiyetini Kur’an’a nisbet etti.
İslami İlimleri tedris eden fakat okuduğu Kur’an boğazından aşağıya geçmeyen bir çok akademisyen yaptıklarının yanlış olduğunu bilmesine rağmen yanlışı hakikat niyetine müdafaaya devam ediyor.
Kur’an’ın Bir Kısmının Yeterli Olacağını Zannetme
Hevalarına esir olan bazı insanlar ayetlerin bir kısmına iman etmenin mümin kalabilmek için yeterli olduğunu düşünür. Namaz, oruç, hac ve zekat gibi emirleri yerine getirir fakat faizin haram olduğunu kabullenemez. İslam’ın sosyal hayata müdahil olmasına rıza göstermez.
Tasavvuru bir örnek çerçevesinde müşahhaslaştırmak gerekirse şunlar söylenebilir: Ben-u Kurayza ve Ben-u Nadir kardeş iki Yahudi cemaatiydi. Aralarında zuhur eden ihtilaflar neticesinde birbirlerinden uzaklaşmış her biri diğerinin şerrinden korunmak için Arap kabileleriyle birliktelik anlaşmaları imzalamışlardı. Bu çerçevede Ben-u Nadir Hazreç ile Ben-u Kurayza’da Evs kabilesi ile yakınlaşmıştı. Aralarında savaş patlak verdiğinde anlaşma gereği Ben-u Nadir Hareç’in Ben-u Kurayza’da Evs’in safında savaşa katılırdı. Muharebe etmemeye, birbirlerini yurtlarından çıkarmamaya dair Allah’a söz vermelerine rağmen güçlü olan zayıfı öldürür, yurdundan sürer, mallarını gasp ederdi. Tevrat’ta haram olmasına rağmen bunu yapmaktan istinkaf etmezlerdi. Harp bitince de galip gelen Yahudiler anlaşmalı Arap kabilesinin elindeki Yahudi esirleri fidye vererek kurtarırlardı. Kendilerine savaştığınız insanları niçin fidye vererek kurtarıyorsunuz dendiğinde Tevrat’ta kendilerine böyle emredildiğini, Ona göre amel ettiklerini söylerlerdi.[7]
Kur’an’ı Kerim Allah’ın emirlerinin bir kısmını ihlal edip bir kısmıyla amel eden Yahudi zihniyetinin iman algısını reddetmektedir: “Yoksa siz Kitab’ın (Tevrat’ın) bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Çünkü Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.”[8]
Kur’an’ı mahza bir ibadet kitabı olarak gören modern anlayış mezkür Yahudi telakkisinden farksızdır. Nitekim iki kadının bir erkek şahit yerine geçmesi, mirasta erkek kardeşin kız kardeşlerin iki katını alması gibi çağdaş telakkilere aykırı hükümlere sıcak bakmamaktadır. Bir tarihselci şöyle serzenişte bulunmaktadır: ‘Günümüzün aydın, yüksek tahsilli hanımından, Kur’an’da var diye kendi cahil biraderinin yarısı şahid sayılmasını bekleyemezsiniz. Mesela, kızlara erkek kardeşlerinin yarısı kadar hisse tavsiye eden ayete, Müslüman toplumun doktor, mühendis, şirket patronu… olmuş kadınını razı etmeniz mümkün değildir.’[9] Bu nev’i bir yaklaşım Yahudilerin vahiy telakkisinden farklı olmadığı gibi aralarında sebep ve netice itibariyle de tam bir benzerlik vardır.
Okuduğunu Anlayamama
Klasik usulde “Alet ilimleri” başlığı altında okutulan dersler yılları alırdı. Her bir ilim dalında dört-beş tane kitap okunurdu. Öğrenci, ibare mevzuunda meleke kesbedince “Ali ilimler” denen gaye derslere başlardı. Ali Haydar Efendi ve Zahid Kevseri gibi klas duruş sahibi allamelerin arka planında bu nev’i tedrisat vardır.
Alet ilimleri noktasında çözülmelerin başlamasıyla yanlış anlamalar hız kazandı. Zira doğru okuyamayanların ibareyi yanlış anlamamaları olağanüstü bir durumdur. Sıradan insanlardan olağanüstülük beklemek de saflık olur.
Geçenlerde muhterem bir hoca efendi telefon açtı. Titrek bir sesle şöyle diyordu: “Ya Hz. Osman İslam’ın ruhuna muhalif bir karar aldı ya da İmam Kurtubi Ona iftira ediyor.” Hadise nedir diye sorduğumda, Hoca efendi;
– Hz. Osman’ın devr-i hilafetinde bir kadın altı ayda doğum yapıyor, olay kendisine intikal edince kadının zina ettiğini, evli olduğundan dolayı da recm edilmesi gerektiğini söylüyor ve kararını infaz ediyor. Hz. Ali haberi öğrenince Halife’ye muhalefet ediyor fakat bu esnada kadın recm edilmiştir.
Hoca efendi; “Nasıl olur da Hz. Osman böyle bir yanlışa irtikap eder, masum bir kadını öldürür.” diye feryat ediyor.
Gerçekte hata yapan Hz. Osman değil, Kurtubi’nin ibaresini doğru okuyamayan ve bu yüzden yanlış anlayan Hoca efendi idi. Hadisenin aslı şöyledir: “Hz. Osman’a altı ayda doğum yapan bir kadın getirilir. Halife ona had cezası uygulamak ister. Hz. Ali ise aşağıdaki ayetleri gerekçe göstererek kadına had cezası verilemeyeceğini söyler. “Onun (anne karnında) taşınması ve sütten kesilme süresi (toplam olarak) otuz aydır.”[10] “Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler.” [11] Bu durumda Süt emme süresi “yirmi dört”, hamilelik ise “altı” aydır. Kadın altı ayda doğum yaptığına göre bu hamileliğin en alt sınırı olan zamana tekabül eder. Bundan dolayı da kadın recm edilmez. Hz. Ali’nin açıklamalarını dinleyen Halife, ilk beyanından döner ve kadına had cezası uygulamaktan vaz geçer.”[12]
Okuduğunu yanlış anlayanlar doğru anladık zannıyla büyük hatalara imza atarlar. Yanlış üzerine faraziyeler bina eder, mutlak hakikati tezyif ederler. Geçen yıllarda fıkıh kitaplarında evlilik bahsi anlatılan yerlerde zikredilen “pîr-i fani”yi “pire-i fani” diye okuyan bir zat, “İslam pirelerin kadınlarla evlenebileceğini farz eden bir dindir.” diye yüksek sesle cehaletini izhar etmişti.
Okunan bir metni doğru anlamak anlamanın baş rüknüdür. Öyle ki bir noktanın ihlali “küz/göz” “kür/kör” eder. Şimdi ortalık körü göz, gözü de kör edenlerle dolu.
Eksik Bilgi
Peygamberler dahil bütün insanların bilgisi sınırlıdır. Kemal sadece Allah Teala’ya mahsustur. İnsanın bilmediğini bilmesi gerçekte en büyük irfandır. Allah Resulü “bilmiyorum” demeyi ilmin bir parçası saymıştır. Sahabe bilmediği konuda tek kelime etmekten sarf-ı nazar etmiştir. Hz. Ömer, minberde acziyetini itiraf etmekten çekinmemiştir. Ebu Hanife cevabını veremeyeceği meselede “bilmiyorum” der, çözmek için uğraştığı konuyu karara bağlayınca sevincinden “Allah-u Ekber” diye bağırırdı. Fakihler, Allah Resulü’nün cehennemle tehdit ettiği iki nev’i kadıdan biri olmamak için bilmedikleri konularda tek kelime etmezlerdi. Gazali ahir ömründe bir hocadan Buhari okumayı planlamıştı.
İlim ilahi bir lütuftur. Büyük alimler bazen sıradan meseleleri bilemezler. Nitekim Efendimiz .a.v.) bir defasında müminin halini bir ağaca benzetmiş, haziruna da özelliklerini tadat ettiği bu ağacın ne olduğunu sormuştu. Ebu Bekir gibi büyük sahabilerin bulunduğu cemaatten hiç kimse doğru cevap veremedi. Ağacın ne olduğu yalnızca Abdullah b. Ömer’in aklına geldi. Ne var ki o da utancından huzurda konuşmadı. Bunun içindir ki Hz. Ömer müçtehit sahabilerin Medine dışına çıkmalarını yasaklamıştı. Bir mesele olduğunda onları toplar cemaat halinde içtihat ederlerdi. Ebu Hanife’nin 744 talebesi vardı. İçtihat ederken onların özellikle de içtihat derecesine ulaşan 44 talebesinin beyanlarını mutlaka dikkate alırdı.
İlimle iştigal eden kişi yetersiz olduğunu bilmeli ve sürekli kendisini yenilemelidir. Bilmediği konularda sukut etmeyi ve başkalarının müktesabatını değerlendirmeyi fazilet kabul etmelidir. Zira yetersiz bir malumatla görüş beyan etmek insanların dini hayatını imar adına tahrip eder.
Hadiseyi bir örnek çerçevesinde izah edelim. Modernist kimlikleriyle öne çıkan İlahiyatçıların gündemde tuttukları konulardan biri de kadınların özel hallerinde namaz kılıp, oruç tutmalarıdır. .
Halbuki mevzu ile alakalı çok sayıda hadis-i şerif vardır. Ayrıca sahabeden de farklı yönde bir uygulama rivayet edilmemiştir. Efendimiz (s.a.v.) “Kadın hayız olduğunda namaz kılmayacak, oruç tutmayacak değil mi ya”[13] buyurmuştur. Bu hadis, açık bir şekilde kadının namaz ve oruç ibadetlerini hayız müddetinde eda etmediğini bildirmektedir. Nitekim Hz. Muaze, Hz. Aişe’ye hayızlı iken terk ettikleri namaz ve oruçtan sadece orucu kaza etmelerinin hikmetini sorunca Aişe validemiz “Hz. Resulullah zamanında hayız olduklarını fakat kendilerine namazı bırakıp sadece orucu kaza etmelerinin emredildiğini (Künna nu’meru)”[14] söyledi. Sahabe kadınlarının özel hallerinden sonra namazı bırakıp sadece orucu kaza etmeleri, söz konusu durumda bu ibadetleri eda etmediklerini göstermektedir.
Aişe validemiz kadınlara özel hallerde yapılmayan ibadetler hakkında ne yapılacağını anlatırken “Künna nü’meru” ifadesini kullanmaktadır. Bu, sürekliliği işaret etmektedir. Çünkü “kane”, “fiili muzari” ile kullanıldığında sürekliliğe işaret eder. Bu durumda anlam şöyle olur. “Biz her özel halimizde namaz ve orucu terk eder daha sonra ise sade orucu kaza ederdik.”
Fatıma binti Ebi Hubeyş, Efendimiz’e; “Ben istihaze kanı gören ve temizlenemeyen bir kadınım, namazı bırakayım mı?” diye sorduğunda Allah Resulü; “Bu ancak bir damar(dan hastalık sebebiyle gelen kan)dır. Hayız değildir. Hayzın geldiğinde namazı bırak”[15] buyurdu.
Allah Resulü Abdurrahman b. Avf’ın nikahı altında bulunan Ummu Habibe’ye, ve kendisinden fetva isteyen Ümm-ü Seleme’ye hayız müddetleri içerisinde namaz kılmamalarını emretmiştir.[16] İslam’ın erken asırlarından günümüze kadar Müslüman kadınların özel günlerinde namaz kılmayıp oruç tutmamaları ve aksi yönde bir delilin varit olmaması bütün müçtehitleri hayızlı kadının namaz kılmayıp, oruç tutmaması[17] yönünde görüş beyan etmeye icbar etmiştir.
Mevcut hadisleri bir takım gayr-i ilmi gerekçelerle hükümsüz addedip aykırı fetva verenler, Kur’an’da olmamasını gerekçe göstererek kadınların özel hallerinde namaz kılabileceklerini söylüyorlar.[18] Onlar, aynı mantıktan hareketle namazların rekatları, haccın rükünleri, zekatın miktarı gibi Sünnet’le tayin edilen meseleleri de ret mi edecekler?!
Eksik bilgi, yanlış anlamanın ana damarıdır. Molla Kasım tiplerini bu damar beslemektedir. Yunus Emre’ye nisbet edilen hikaye hadiseyi ne de güzel anlatmaktadır:
“Molla Kasım adındaki Şeriat bilgini bir ırmak kıyısında oturur ve Yunus’un şiirlerini okumaya başlar. Bin şiir okur ve bunları şeriata aykırı bulur, tamamını yakar, sonra bin şiir daha okur, onları da uygun bulmaz, uygun bulmadıkça da suya atar. Üçüncü bin şiirin birinci şiirinde kendisinin bu merhametsiz hükmünü ima eden bir şiirle karşılaşır. Bu sefer hatasını anlar ve böylece geriye bin şiir kalmış olur. İşte insanların okuduğu şiirler bu şiirlerdir.[19]
Eksik bilgiye sahip insanların “alemi” olan Molla Kasım, şiirlerin üçte ikiden fazlasını okuyunca onların İslam’a muvafık olduklarını anlar fakat iş işten geçmiştir.
Eksik bilgi, kişiyi gülünç hallere sokar. Devlet-i Aliye’de Kazasker rütbesine kadar yükselmiş birisi bir gün Şeyhulislam’ın yanına girer. Şeyhulislam önündeki mangalda yanan ateşi işaret ederek;
– “En-Nar-u fakihetu’ş-şita” (Ateş/nar kışın meyvasıdır.)der.
– Kazasker “Evet efendim! Narın en iyisi Manisa’da çıkar.” cümlesini ilave eder. Kazasker’in “nar”ın Arap Dili’nde “ateş” anlamına geldiğini bilmemesine ve onu Türkçe’deki meşhur meyva anlamında anlamasına üzülen Şeyhulislam cehaletin bu derece derinleşmesine teessüf eder.
Huzurdaki Kazasker çıkar biraz sonra içeriye başkası gelir. Şeyhulislam ona da hadiseyi olduğu gibi anlatır. Bu da;
-A efendim o herif cahildir; Taif’i görmemiş; Narın en iyisi Taif’te çıkar der; Hadise üzerine Şeyhulislam’ın sinirleri büsbütün gerilir. Yüksek sesle adama bağırmaya başlar. Gürültü üzerine içeriye giren bir üçüncü Kazaskere iki kişinin verdiği cevapları nakleder. Üçüncü şahıs;
– Bağırın efendim bağırın! Onlar cahil heriflerdir. “Sallatellahu’l-Kelbe ale’l-Hınzır” (Allah köpeği domuza musallat etsin.) diyerek Şeyhulislam’ı köpek yerine koyar. Ve bu yaklaşımı ile diğerlerinden daha da cahil olduğunu gösterir.[20]
İnsanlar irfani derinliğe erdikçe cehaletten özgürleşip İslam’ın hakikatine ulaşırlar. Bunun içindir ki İslam’ı gerçek duruşuyla tanıyan farklı din mensupları Müslüman olmayı tercih etmişlerdir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Sorumluluktan Kaçma
İnsanlar yapmak istemedikleri işleri anlamamaya vurarak sorumluluktan kurtulmaya çalışırlar. Gerçekte ise böyle bir ameliye deve kuşunun başını kuma gömerek gizlendiğini zannetmesinden farksızdır.
Sorumluluktan kurtulmayı gaye edinen yanlış anlamanın en çarpıcı örneği Bakara Suresinde anlatılan “inek” bahsidir: “Ben-i İsrail’de çokça malı olan buna karşın çocuğu olmayan kısır bir adam vardı. Kardeşinin oğlu da onun varisi idi. Varis, amcasını öldürdü cesedini de gece taşıyarak kendilerinden birisinin kapısına bıraktı. Sabah olunca gerçek katil suçu masum olanların üzerine attı. Neticede birbirleriyle savaşmak için silahlandılar. İçlerinde derin akıl sahibi birisi; “Allah’ın Resulü içimizde olduğu halde birbirimizi mi boğazlayalım?” dedi. Musa aleyhisselam’a gelip hadiseyi naklettiler. Şu ayet nazil oldu: ‘Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor.’ Onlar, ‘sen bizimle eğleniyor musun?’ dediler. Musa, ‘Kendini bilmez cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım.’ diye karşılık verdi.[21]
Yahudiler eğer Peygamber’e itiraz etmeselerdi normal bir sığır onlar için yeterli olacaktı. Fakat anlamamaya vurarak işi yokuşa sürdüler. Allah Teala da her ısrar edişlerinde işlerini zorlaştırdı. Neticede kendilerine kesmeleri emredilen sığıra ondan başka hayvanı olmayan bir kişinin yanında ulaştılar. İneğin sahibi ‘vallahi onu ancak derisi dolusu altına veririm’ dedi. Sığırı deri dolusu altın karşılığında aldılar, kestiler ve bir kısmı ile adama dokundular. Seni kim öldürdü dediler. Kardeşinin oğlunu göstererek bu dedi. Ardından tekrar öldü.[22]
Ben-i İsrail herhangi bir sığırın kesilmesi ile Allah’ın emrinin yerine getirileceğini biliyordu. Maddi külfet altına girmemek için sığıra dair ek açıklama istiyorlar, bu sayede ilahi emri yerini getirmekten muaf tutulacaklarını bekliyorlardı.
Hakim Gücü Memnun Etme Arzusu
İnsanlar gücü takdis ederler. Muhataplarından ziyade güce hürmet gösterirler. Kur’an söz konusu olduğunda “gücü” memnun edebilmek için en olmaz te’villere girişirler. Ayetleri hakim gücün istekleri doğrultusunda ya inkar ya da tefsir ederler. Yunus Vehbi Yavuz’un yaklaşımı gücün ne derece etkin olduğunun fevkalade bir örneğidir. Diyor ki: “Nisa suresinin 34. ayetinde dayak meselesi var ve her zaman temcit pilavı gibi önümüze getiriliyor. Bilhassa İslam’a soğuk bakan kadınlar taifesi diyor ki Kur’an kadına dayak atmayı emrediyor. Çünkü ayette ‘vellati tehafüne nüşüzehünne fei’zuhunne vehcürühunne fi’lmezaci’ı ve’zrıbuhunne.’[23] buyruluyor. … Ünlü tefsirler ayeti, serkeşliğinden korktuğunuz kadınlara vaaz edin, öğüt verin, olmadı yataklarında onları yalnız bırakın, bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız onları hafifçe dövün şeklindedir. … Ben bu ayette ki ‘ıdrıbuhunne’ ifadesini lügat açısından inceledim, dövmek onun bir manasıdır. Diğer manaları seyahat etmek, terk etmek, yüz çevirmek, vazgeçmek, şeklindedir.[24]
Vehbi Yavuz, hakim zümreye ayeti izah etmede güçlük çektiğinden siyak-sibakı hiçe sayarak izafi bir bakış açısıyla ayeti tefsir/tahrif ediyor. Yavuz Hoca aynı mantıktan hareketle İslam’a soğuk bakan kesim faiz, baş örtüsü, içki gibi hükümleri kabul etmiyor diye onları da ret mi edecek?!
Yakın dönem modernist tefsircilerden Muhammed Abduh ve Reşit Rıza[25] dahil bütün müfessirler “ve’dribuhunne” ifadesinden kadının dövülmesini anlamışlardır.[26] Çünkü ayetin hem siyak-sibakı bunu gerektiriyor hem de Kur’an’ın mübeyyini Efendimiz’den bu noktada bir çok hadis rivayet edilmiştir. Bu yüzden Yavuz Hoca’nın “ve’dribuhunne” ifadesini garip te’villere sokmasına hacet yoktur. Zira ayette “dövün” ifadesi Efendimiz tarafından fazilet olarak görülmemiştir. Allah Resulü “Sizin en hayırlılarınız elbette kadınlarını dövmezler.” buyurmaktadır. “Size isyan ettiklerinde kadınları hafif bir şekilde dövebilirsiniz.”[27] hadisinde ki “ğayra müberrihin/hafif bir şekilde” ifadesinden ne anlaşılması gerektiği İbn Abbas’a sorulduğunda şöyle demiştir: “Kadın yalnızca “Misvak vb. şeylerle dövülebilir”[28] Efendimiz kadının aile içerisinde yeniden kazanılmasında nasihat cihetinin kullanılmasını, dayağın hafifte de olsa çirkin addedildiğini ifade etmektedir: “İçinizden biri hanımını köle döver gibi dövüp sonra da gece onunla yatabilir mi?”[29] İmam Şafii de dövmenin “mübah” terk etmenin ise “efdal” olduğunu söylemektedir.[30]
Dayak kadını aile içi düzene uydurmada baş vurulan en son çaredir. Bir anlamda o, tedavi için kullanılan acı bir ilaç gibidir.
Batılı adamın kadın telakkisine ya da modern kadının İslam tasavvuruna bakıp ayetleri anlamak en basit ifade ile tahriftir. Sonra en ziyadesiyle dayak yiyen kadınlar İslami değerlere riayet etmeyen çevrelerdedir. Bu yazıyı kaleme aldığım günlerde gazetelerde bir mankenin yediği dayaktan dolayı “bir kulağının duymadığı” yazmakta idi. Batılı adamın kadın telakkisine gelince, Elmalılı Hamdi Yazır onun kadın telakkisine dair şunları söylemektedir: “Zamanımızda Kur’an’ın “dövünüz” emrini kötü bir şekilde yorumlayarak dillerine dolamak isteyen bazı Avrupalılar görüyoruz. Fakat ne garip bir tesadüftür ki, biz bu ayetin tefsiriyle meşgul olduğumuz sırada bir Fransız mahkemesinin, kocası tarafından dövülmüş bir Fransız karısının açtığı davaya karşı, ‘hırçınlık edip kocasını öfkelendiren bir kadının, yediği dayaktan dolayı boşama davası açmasına hakkı olmadığına” hükmettiğini gazeteler ilan ediyordu.”[31]
***
Doğru anlamak için ilim, irade ve iyi niyet olmalıdır. Bunların tamamından ya da birinden yoksun olanların hakikati idrak etmeleri muhaldir. İslami İlimler’in özellikle de fıkıh usulünün imkan ve sınırlarını tanımayan kişilerin onların yetersizliklerinden bahsetmeleri “ezbere reçete” yazma alışkanlıklarından kaynaklanmaktadır.
Klasik metinleri okuyup-anlama noktasında ciddi sorunları olan modernistler klasiği anlayabilselerdi bugün ortada tarihselcilik gibi yanlış anlama ucubeleri olmayacaktı. Tarihin derinliklerinde saklı kalan Mu’tezile ve Kaderiye gibi mezhepler ise bütünüyle cehaletin ürünleridir. Cehalet yer yer hakikatin anlaşılmasına mani olmuştur. Hz. Ömer döneminde bir bedevi Medine’ye gelir ve “kim bana Kur’an okur.” der. Bir sahabi ona “Berae” suresini okutur. Bu esnada ‘Allah ve Resulü müşriklerden uzaktır.”[32] ayetindeki “rasul” kelimesini “ref’” yerine “cerr” ile okur. Bunun üzerine A’rabi “Allah, Resulü’nden uzak mıdır? Şayet Allah resulünden uzak ise ben de O’ndan uzak olurum.” der. Hazirun A’rabinin bu ifadesini yadırgar ve konuşmayı Halife Hz. Ömer’e taşırlar. Halife, A’rabi’yi çağırıp “Sen Peygamberden beri misin?” der. Arabi: “Ey müminlerin emiri! Hadise şöyledir. Medine’ye gelmiştim. Kur’an’la alakalı hiçbir malumata sahip değildim. İnsanlara bana kim Kur’an okutur diye sordum. Yanındakini işaret ederek ”bu adam bana ‘Berae’ suresini okuttu. Onun okuttuğuna göre surenin üçüncü ayetinin anlamı ‘Allah müşriklerden ve peygamberden uzaktır.’ şeklinde idi. Bunun üzerine ona; ‘Allah Peygamberinden beri midir? Eğer peygamberinden uzak ise bende o peygamberden uzağım dedim. Hazreti Ömer;
– Ey A’rabi! Ayet böyle değildir.
– O halde nasıldır.
– Resul kelimesinin merfu okunması gerekir. Buna göre anlam “Allah ve resulü müşriklerden uzaktır.” şeklindedir.
Hadise üzerine Hz. Ömer Kur’an’ı Arap Dili’ne vakıf olan kişilerin okutmasını emretti. Ebu Esved’e de Kur’an’ı harekelemesini söyledi.[33]
Sonuç Niyetine
Muharriflerin belli başlıklar altında toplanan yanlış anlama gayretleri, onları hakikate taşımaktan mahrumdur. Çünkü ortada bir “usulsüzlük” vardır. Bu durumda onlarla herhangi bir meseleyi ilmi bir zeminde konuşma imkanı ortadan kalkmaktadır. Zira “usulsüzlerle” neyi, nasıl konuşacağınızı tespit edemezsiniz. Bunun içindir ki eslafımız “usulsüz vüsul olmaz.” demiştir.
Kabil ile başlayan “usulsüzlük”, peygamberlere “Biz senin dediklerini anlamıyoruz.” diyerek karşı çıkan küfür yobazları tarafından temsil imkanı bulmuştur. Abdullah b. Selül yanlış anlamım nasıl en sahih anlama kalıbında takdim edileceğini gösteren tipik örnektir. İslam tarihinde Mu’tezile, Kaderiye, Cebriyye gibi anlayış usulleri yanlış anlamının hareket bazında temsilcileridirler.
İşlerine gelince “mevzu’ hadis”le istidlal eden işlerine gelmeyince de “haber-i ahad” zan ifade ediyor deyip Sünnet’i reddeden modernistlerin “usulsüzlüğünü” Merhum Ahmed Davudoğlu’nun şu teşbihi ne kadar güzel ifade etmektedir: “Trenin yük taşımasına içerlenen Trakyalı nakliyeci, boz beygiriyle makinistle yarışmaya, onu millet nezdinde küçük düşürmeye karar verir. Yarışa koyulurlar, tren beygiri geçmeye başlayınca naçar kalan Trakyalı, beygirini tarladan yukarı sürüp, makiniste ‘gücün yetiyorsa gel de beni tarla da geç’ diye bağırır.”
***
Usulden yoksun hocaların istidlal ettikleri hükümler bilgi anarşisine yol açtı. İnsanların zihinleri karıştı. Neyi, nasıl değerlendireceklerini bilmiyorlar. Bir hocanın “a” dediğine bir başkası pekala “b” diyebiliyor. Bu ise farklı delilleri kullandıklarından değil, ya delili hiç görmediklerinden ya da kullanamadıklarından kaynaklanıyor. Nitekim süt akrabalığı ile alakalı hadisleri dolayısı ile de onlar üzerine ibtina eden hükümleri bilmeyen ve bu yüzden yeğen ile dayının evlenebileceğini kail olan fakihler(!) zuhur edebiliyor.
Dipnotlar:
[1] Kur’an, Zuhruf(43): 3.
[2] “Ceale” fiilini Allah Kur’an’ı “indirdi” yerine “yarattı” anlamında tefsir eden Zemahşeri, insanların eserine rağbet etmemesi üzerine “yarattı” kelimesini daha sonra “indirdi” şeklinde değiştirmiştir. Bkz. Ebû’l-Kasım Carullah Muhammed b. Ömer Zemahşeri, el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzil ve Uyuni’l-Akâvil fî Vucuhi’t-Te’vil, Daru’l-Ma’rife, Beyrut, ty, I, 3.
[3] Muhammed b. Ahmed el-Kurtubi, el-Cami-u li-Ahkami’l-Kur’an, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, II, 129.
[4] Kur’an, Bakara(2): 164.
[5] Kur’an, Bakara(2): 146.
[6] Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Daru’l-Kur’an’i’l-Kerim, Beyrut, 1981, I, 73.
[7] Bkz. Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Tefsiru’t-Taberi, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2005, I, 442-6.
[8] Kur’an, Bakara(2): 85.
[9] Mehmed Said Hatipoğlu, Kur’an’ı Kerim’de Mahalli Hükümler Meselesi, İslamiyat Dergisi, VII, sy. 1, s. 12.
[10] Kur’an, Ahkaf(46): 15.
[11] Kur’an, Bakara(2): 233.
[12] Kurtubi, a.g.e., XVI, 128.
[13] İmam Müslim’in uzun bir hadis içerisinde rivayet ettiği ifade “muttefekun aleyh”dir. Bkz. İbn Hacer, Buluğu’l-Meram, s. 45, H.no: 158; Zafer Ahmed et-Tahanevi, İ’lau’s-Sünen, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1997, I, 346.
[14] Ahmed, Müsned, VI, 232; Darimi, I, 233; Buhari, I, 421; Müslim, I, 265.
[15] Muhammed b. Ali b. Muhammed Şevkani, Neylü’l-Evtar, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, I, 288.
[16] Şevkani, a.g.e., I, 290.
[17] Ebû’l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed İbn Rüşd, Bidâyetu’l-Müctehid ve Nihâyetu’l-Muktesid, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, I, 70.
[18] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslam, İstanbul, 1994, s. 451 vd.
[19] Sezai Karakoç, Yunus Emre, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1989, s. 30.
[20] Bir takım tasarruf ile nakledilmiştir. Bkz. Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, “21 nolu dip not”, Eser Matbaası, İstanbul, 1977, I, 238.
[21] Kur’an, Bakara(2): 67.
[22] Ebû’l-Fida İsmail İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, (İht. Muhammed Ali es-Sabuni), Daru’l-Kur’an’i’l-Kerim, Beyrut, 1399, I, 76.
[23] Kur’an, Nisa(4) 34.
[24] Yunus Vehbi Yavuz, “Asr-ı Saadet’te ve Günümüzde Kur’an’a Bakış Açısı” başlıklı tebliğin müzakeresi, Kur’an’ı Nasıl Anlamalıyız?, Rağbet, İstanbul, 2002, s. 59.
[25] Muhammed Reşid Rıza, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hakim, Beyrut, 1999, V, 60-3.
[26] Taberi, a.g.e., IV, 69-71; Kurtubi, a.g.e., V, 113; Razi, a.g.e., 73; Muhammed b. Yusuf Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhit, Beyrut, 1993, III, 251.
[27] Bkz. Kurtubi, a.g.e., V, 113.
[28] Kurtubi, a.g.e., V, 113.
[29] Buhari, Nikah, 93.
[30] Razi, a.g.e., X, 73.
[31] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim, İstanbul, II, 559.
[32] Kur’an, Tevbe(9): 3.
[33] Sabuni, a.g.e., s. 161.
..
Kur’an-ı Kerim’in müslümanların sözlerini birleştiren, gayretlerini dirilten, kurtuluşlarını temin eden ilahi bir kitap olduğunu fark eden İslam karşıtları, tarihi tecrübe ve entellektüel birikimlerini O’nu etkisiz hale getirmeye adadı.
İnen ilk ayetle başlayan Kur’an karşıtlığı, tarihi süreç içerisinde farklı isim ve iddialarla mücadelesini sürdürdü. İddialar saygınlığını yitirdiğinde mucit ve takipçileri tarafından ya revize edildi ya da yenileriyle değiştirildi.
Kur’an-ı Kerim’in ilk ve en çetin muarızları Mekkeli müşriklerdi. Mekkeliler, insanları O’ndan uzaklaştırmak için özel planlar hazırladılar: İran’dan hikayeler getirtip, Mekke’de masal dinletileri düzenlediler. Güçlü şairlerin iştirak ettiği şiir meclisleri oluşturdular. Buna rağmen içlerinde öyleleri de vardı ki, diliyle Kur’an’a karşı olmasına rağmen, yüreğiyle O’nun izini sürdü. Bunlardan biri olan Hz. Ömer (radiyallahu anh) yaşadığı bir olayı anlatırken şöyle demektedir: “Müslüman olmadan önce Allah Resulü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) karşı koymak için evden ayrılmıştım. O’nu Mescid-i Haram’da bulup, arkasında durdum. Hakke Suresi’ni okumaya başladı. O okurken, ben Kur’an’ın söz dizimine hayran olmaktaydım. Sonra kendi kendime ‘Vallahi Kureyş’in iddia ettiği gibi bu bir şairdir.’ dedim. (İçimden geçeni duymamasına rağmen); ‘O (Kur’an) hiç şüphesiz çok şerefli bir elçinin (Allah’tan alıp tebliğ ettiği) sözüdür. O, bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz!’ (Hâkka: 40,1) anlamına gelen ayetleri okudu. İçimden geçeni hissettiğine göre bu bir kahindir dedim. Bunun üzerine de; ‘Bir kahin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz! O, alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.’ (Hâkka: 42,3) ayetlerinden itibaren sureyi sonuna kadar okudu. (Ahmed, Müsned, 107)
Cübeyr b. Mut’im, Kur’an’ın tesiriyle imanın kalbine yerleşmesini anlatırken şöyle demektedir: “Allah Resulü’nü akşam namazında ‘Tur Suresi’ni okurken dinledim. ‘Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar? Yoksa, gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır, onlar kesin olarak inanmıyorlar. Yoksa Rabbi’nin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da herşeye hakim olan kendileri midir?’ (Tûr: 35,7) anlamına gelen ayetleri okuyunca az kaldı kalbim yerinden uçacaktı. (Buhari, Tefsir, 4573)
Müşrikler, “Bunlar asla Kur’an’a inanmaz.” diye baktıkları kişilerden aykırı sesler duymaya başlayınca, nüfuzlarının geçtiği kişilere ya da şerlerinden sakınan insanlara “dinlemeyin bu Kur’an’ı” diye baskı yaptılar. O’nun bir benzerini yazabileceklerini iddia ettiler. Geniş katılımlı Kur’an karşıtları platformu oluştu. En muteber şairler, söz ustaları bir araya geldi. Düşündüler, yazdılar, çizdiler fakat “Bu Kur’an’a muadildir.” diyebilecekleri tek bir cümle telif edemediler.
Bu yolda şairler gibi peygamberlik iddiasında bulunanlar da çok gayret sarfetti. Ne varki gayretleri gülünç duruma düşmelerine engel olamadı. Amr b. As müslüman olmadan önce özel temsilci olarak Müseylemetu’l-Kezzab’a gönderildiğinde, Müseyleme Amr’a: “Şu an Mekke’de arkadaşınıza ne indirildi?” diye sordu. Amr, “Öz ve yüksek ifade gücüne sahip bir sure indirildi.” dedi. Müseyleme O’nun ne olduğunu sorunca, Amr, Asr Suresi’ni okudu. Müseyleme belli bir müddet düşündükten sonra başını kaldırdı ve “Bana da o surenin bir benzeri indirildi.” dedi. Amr ne olduğunu soruncu “Ya veber ya veber. İnnema ente üzunâni ve sader…/Ey deve! Ey deve! Şüphesiz ki sen iki kulak ve bir göğüsten ibaretsin…” şeklinde bir şeyler söyledi. Ardından da Amr’a sözlerini nasıl bulduğunu sordu. Amr: “Allah’a yemin olsun ki benim bildiğimi sen de biliyorsun; muhakkak ki sen yalan konuşuyorsun.” dedi. (İbn Kesir, Tefsir, I, 62)
Müşriklerin en fazla güvendikleri isimlerin Kur’an’ın nazım ve manasına dayanamayıp iman etmesi, “büyük” dedikleri şairlerin O’nun karşısında gülünç duruma düşmesi halkı her geçen gün biraz daha imana yaklaştırdı.
İnen her ayet, müşriklerin söz ve stratejilerini zayıflattı. Buna rağmen hala yeni açılımlarla küfrü sürdürmek isteyenler vardı.
Mekke’de müşrikler birbirlerine şu soruyu soruyorlardı: “Ümmi olan Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem ) böyle bir Kitab’ı yazamaz. O halde bunun sahibi kimdir?!” Toplu bir ihtida hareketinin önüne geçmek ve insanlara “O halde O’nu Allah Azze ve Celle indiriyor.” dedirtmemek için yeni bir hamle daha yaptılar. Kur’an’ın Allah Resulü’ne bir insan tarafından öğretildiğini iddia ettiler. Rum asıllı bir Hristiyan köle olan Cebr en-Nasrani’nin adı telaffuz edildi. Daha sonra müslüman olan bu köle efendisi tarafından “Muhammed’e bunları sen öğretiyorsun.” diye dayak yerken “Hayır! Allah’a yemin olsun ki O bana öğretiyor ve yol gösteriyor.” diyecekti. (Kurtubi, el-Cami’, X, 117)
Müşrikler bu hamleleriyle de umduklarını bulamadılar. Çünkü Kur’an’ı isnat ettikleri kişi hem bir köle hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya yabancıydı. Muhal farz, böyle bir durum söz konusu olsaydı, Cebr isimli köle Mekke aristokrasisinin reddettiği bir Peygamber’i etkisiz hale getirmek ve karşılığında hürriyetine kavuşmak için “Evet bunlar Cebr’e aittir.” demez miydi?! Ya da el altından “Bu Kitap bana aittir.” dolayısıyla O’na değil de bana iman edin çağrısında bulunmaz mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine bağlı olan bu köle dinini terkedip –haşa- uydurma bir Kitab’a inanır mıydı?! Ayrıca yedi askı şairlerinin dahi bir suresinin benzerini yazmaktan aciz kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif edebilirdi? Uzayıp giden ve cevapsız kalan bu sorular Mekkelilerin yeni iddialarını çürütüp, tarumar etti.
Kur’an karşıtları sözün tükendiği yerde kılıç kuşandı; Bedir’e, Uhud’a, Hendek’e yürüdü. Hendek küfrün zirve noktası oldu. Onu takip eden her yürüyüşte sayıları azaldı. Kısa zaman sonra Mekke’yi ve bütün Arap yarımadasını kaybettiler. Kur’an’ın tamamlandığı gün -Mekke’de- davalarını devam ettirecek kimse kalmamıştı.
Müşriklerin durumu çölde su mücadelesi veren, fakat suyu bulamadığından ölen adama benzemekte idi. Suyu arayan kişi gibi onlarda Kur’an-ı Kerim’i susturup Mekke’de ki müşrik yapılanmayı ayakta tutacak bir “iksir” arıyorlardı. Su bulamadığından ölen adam gibi, onlar da bir kurtarıcı (!) bulamadıklarından yok oldular.
Kur’an karşıtları Allah Resulü’nden sonrada yeni stratejilerle hamlelerine devam ettiler. Fakat sahabe karşısında varlık gösteremediler. Çünkü Allah Resulü’nün medresesinde yetişen Kur’an talebeleri, iddiaları çürütmede ve problemleri çözmede son derece mahirdi.
Farklı bölgelerde Kur’an-ı Kerim’i tefsir ve müdafaa eden sahabe içerisinde Abdullah b. Abbas’ın (radiyallahu anh) yeri farklıydı. O, Kabe’nin avlusunda oturur, tefsir dersleri verirdi. Yine bir gün Kabe’nin avlusunda oturmuş, her iki tarafını kuşatan insanlar Kur’an’a dair O’na soru yöneltiyor, O da soruları yanıtlıyordu. Nafi’ b. Ezrag, Necde b. Uvemiyr’le meclisine gelip, Kur’anı Kerim’den bazı kelimeler sordu, tefsirlerini yapmasını ve Arap dilinden onları doğrulayan beyitler okumasını istedi.
İbn Abbas “Akıllarına gelen her konuyu sorabileceklerini” söyleyince, Nafi’, 191 ayet okuyup bunlarda geçen garip kelimelerin ne anlama geldiklerini, Arapların bunları bilip bilmediklerini ve Arapça’da kullanımı olup olmadıklarını sordu. İbn Abbas her kelimeyi önce tefsir etti, ardından da Arap dilindeki kullanımlarını okuduğu şiirlerle delillendirdi.(Suyuti, İtkan, II, 55,88)
Ulemada Kur’an-ı Kerim etrafında oluşturulan şüpheleri izale etmek için yoğun gayret sarf etti. Fitnenin intişar ettiği yerlerde önde gelen inkarcılarla münazara yaptı. Sözün kalıcı olabilmesi için eserler kaleme aldı. Müfessirler de tefsirlerinde inkarcılara mukni cevaplar verdi.
İslam coğrafyasının genişlemesi ve müslümanların siyaseten güçlenmesine paralel olarak Kur’an karşıtlarının da duruşları değişti. Ayetleri inkarcı kimlikleriyle reddetmeye cesaret edemeyenler “tefsir” adı altında O’nun manasını çarpıttılar. Ayetlerin çok anlamlı yapısından istifade ederek uzak te’villerle batıl görüşlerini Kur’an’la irtibatlı gibi gösterdiler.
Ulema, Kur’an’ın yanlış anlaşılmasının önüne geçebilmek için usulle alakalı şifahi malumatı metin haline getirdi. Müderrisler, anlama usulü üzerinde yoğunlaştı. İmam Şafi”nin er-Risale adlı kitabıyla başlayan usul çalışmaları, kaleme alınan yeni usul mecmuaları ve onların hacimli zeyilleri mesabesinde olan Kur’an ilimleri literatürü ile mülhitlerin hareket alanını sınırlandırdı.
Müslümanların siyaseten zayıflamasına paralel olarak Kur’an düşmanları tekrar faal hale geldi. Doğu’ya hakim olmak, onu yeniden kurmak ve onun amiri olmak için Batı’nın bulduğu bir yol olan oryantalizm (Edward Said, Oryantalizm, s. 16) Hıristiyan misyonerliği ve Avrupa sömürgeciliği ile işbirliği içerisinde Doğu’nun hem ruhu hem de aklı olan Kur’an-ı Kerim üzerinde yoğunlaştı. On sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren Batı’nın kilise ile irtibatı bulunan antropolog, sosyolog, tarihçi, dil bilimci etiketine sahip bir çok uzmanı Kur’an-ı Kerim’le alakalı eserler neşretmeye başladı. Haçlı savaşlarının yerini “el-ğazvu’l-fikri/fikri saldırı” aldı.
Oryantalistler, tarihi süreç içerisinde Kur’an hakkında ne kadar iddia ortaya atılmışsa, onları bir araya getirip neşrettikleri kitap/dergi, düzenledikleri konferanslar ve kurdukları merkez ve üniversitelerle yaymaya çalıştılar. Bağlıları kalmayan ve bu yüzden sadece “Milel ve Nıhal” kitaplarında adı geçen fırkalara varıncaya kadar sapık bütün görüşleri gün yüzüne çıkardılar. Müslümanlara örtü, miras, hadler gibi mevzuların modern dünyada uygulama alanı bulamayacağını telkin ettiler. İletişim halinde oldukları okur-yazarları her şeyden şüphe eder bir konuma getirdiler. Onları, yaptıklarının bilimsel bir faaliyet olduğuna inandırabilmek için de bir takım girişimler de bulundular. Bu bağlamda bir çok el yazması kitabı bastılar. “Mu’cemu’l-müfehres li Elfazi’l-Hadis” gibi eserler telif ettiler.
Oryantalistler, Allah Resulü’nün okuma yazma bildiğini Kur’an-ı Kerim’i, Tevrat ve İncil’e bakarak yazdığını iddia ettiler. Bu anlayışı o derece ileri götürdüler ki, Arapça’yı tahrif etmek için bir Hıristiyan tarafından hazırlanan “el-Müncid” adlı lügatın ilk baskısının “mim” maddesinde “Muhammed” kelimesi açıklanırken “Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) önünde İncil, yanında da bir kalem olduğu halde ondan nakilde bulunuşunu (!) gösteren bir çalışma yayınladılar.
Allah Resulü ile aynı zaman ve mekanı paylaşan Mekkeli müşrikler, O’nun ümmi olduğunu yani okuma yazma bilmediğini kabul etmiş, bu yüzden Kur’an-ı O’na başkalarının yazdırdığını ileri sürmüşlerdi. Oryantalistlerin iddia ettiği gibi eğer Allah Resulü okuma yazma bilseydi O’nu susturmak için bütün imkanlarını sefer eden müşrikler pekala bunu delil olarak kullanır, mücadelelerini de bu delil üzerine bina ederlerdi. Muhal farz, bu iddianın bir an doğru olduğunu düşünelim… Bu durumda Allah Resulü’nün hangi dillerde okuma yazma bildiği meselesi ortaya çıkmaktadır. Zira Tevrat ve İncil nüshaları en erken Abbasiler devrinde Arapça’ya çevrilmişti.
Kur’an-ı Kerim’le, Tevrat ve İncil arasında ki kısmi benzerliği bu iddianın delillerinden göstermekte büsbütün çelişkilerle doludur. Zira benzerlik bir Kitab’ın diğerinden intihal edildiği anlamına gelecekse Tevrat’la İncil arasında ki benzerlik Kur’an’a nisbet edilmeyecek kadar çoktur. Bu durumda Hz. İsa için, İncil’i Tevrat’tan iktibas etti mi denilecektir?!
Şu bilinmelidir ki; önceki kitapları da, Kur’an-ı Kerim’i de Allah Teala vahyetmiştir. Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve ahirete iman etmek her kitabın ortak amacıdır. İmanla alakalı konular esasta Hz. Adem’den kıyamete kadar değişmeyeceğine göre, Kur’an’la İncil’in (tahrif edilmeyen bazı noktalarının) birbirine benzemesi tabii bir durumdur.
Kur’an’ın geneli, akidevi ve tarihi bir çok meselede, Tevrat ve İncil’in mevcut hallerine karşı bir reddiyedir. Ayrıca O’nda Hz. Hud, Hz. Salih ve Hz. Şuayb’ın kıssaları vardır ki, bunlar ne Tevrat ne de İncil’de mevcuttur. Bu durumda Kur’an-ı Kerim’in kaynakları arasında Tevrat ya da İncil’i göstermek riyazi bir hakikati kabul eden bütün insanları birbirlerinden etkilenmiş farz etmekten farksızdır.
Oryantalistler, Kur’an’ın önceki kitaplardan iktibas edildiği iddiasını ortaya attılar fakat yanıtsız kalan sorular ve ulema tarafından kaleme alınan reddiyeler karşısında tutunamayınca zorunlu olarak yeni bir arayış içerisine girdiler. Bu çerçevede Allah Resulü’nün Kur’an’ı, Selaman-ı Farisi gibi bir ara Hıristiyan olarak yaşayan ya da Abdullah b. Selam gibi Yahudi asıllı olan sahabilerden aldığını ileri sürdüler.
Şu bedihi bir hakikattir ki; Selman-ı Farisi de Abdullah b. Selam’da hicretten sonra müslüman olmuştur. Her ikisi de Medine’de yaşamıştır. Bu durumda –haşa- Allah Resulü Mekki ayetleri kimden almıştır?! sorusu ortaya çıkmaktadır. Sonra İslam’ı yaşamak için nice zorluklara göğüs geren bu iki sahabi asıl(!) olan Hırıstiyanlık ve Yahudilik’i bırakıp –haşa- kendi görüşleri ile oluşturdukları Kur’an’a niçin iman etsinler?! Böylesine garip bir iddia –yayılmadan- asırlarca üstü örtülü kalabilir mi?!
Bütün deliller Selman’la, Abdullah b. Selam’ın Kur’an’a ait olduğunu tescil edince, oryantalistler bu defa O’nun, Ümeyye b. Ebi’s-Salt ya da İmru’ul-Kays gibi şairlere dayandığını iddia ettiler.
Bir birine zıt iki unsurun birleşmeyeceğini bilenler şiirinde şarab ve kadın gibi temaları çokça kullanan, Benu Esed tarafından babasının öldürüldüğü gün dahi “Bu gün içme günüdür.” deyip şaraba devam eden İmru’ul Kays ile, içki ve zinayı kesin bir dille haram kılan Kur’an’ın en küçük bir benzerlik içerisinde olamayacağını bilir. Bu yüzden Imruu’l-Kays iddası da ölü doğdu.
Ümeyye’ye gelince, O, Mekke’de Allah Resulü ile karşılaşmış O’ndan (sallallahu aleyhi ve sellem) Kur’an dinlemişti. Kendisine Efendimiz’le alakalı görüş sorulduğunda “O’na iman ediniz. Zira O hak üzeredir.” demişti. Ümeyye Allah Resulü’ne iman etmek için Medine’ye doğru yola çıkmış, Bedir’de dayısının oğulları Şeybe ve Utbe’nin öldürüldüğünü öğrenince şehre girmeden Taif’e dönmüş ve orada vefat etmiştir. (İbn Hacer, İsabe, I, 84,7) Tarihi hakikatler Kur’an’ın Umeyye’den değil, Ümeyye’nin Kur’an’dan etkilendiğini göstermektedir.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim, şairlerden iktibas edilen bir kitap olsaydı müşrikler bunu propaganda malzemesi yapar, O’nun aleyhinde kullanır, Kur’an’ın meydan okumaları karşısında acze düştüklerinde de gidip o şairlerden yardım talep ederlerdi. Fakat kitaplarda böyle bir kayıt yok. Oryantalistler, Kur’an’ın aidiyeti ile alakalı ortaya attıkları iddiaları isbat edemeyince yeni bir hamle daha yaptılar. O’nun tahrif edildiğini ileri sürdüler. “Nûreyn” ve “Velaye” adında iki surenin Kur’an-ı Kerim’e alınmadığını iddia ettiler.
Bu iddia da ilim çevrelerince itibar görmedi. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in İslam’ın ilk yıllarından günümüze kadar tevatüren ulaştığı noktasında icma vardır ve bu iddia o icmaya aykırıdır. Ayrıca tabakat kitapları sahabenin yanlışın her çeşidine itiraz ettiğinin belgeleriyle doludur. Zeyd b. Sabit “tabût” kelimesinin sonundaki “açık ta”yı ensarın lügatına göre “ha/kapalı ta” şeklinde yazmak istediğinde sahabe O’na engel olmuş, durumu Hz. Osman’a bildirmişti. Halife’de, Hz. Zeyd’e “ta”yı Kureyş lügatını esas alarak açık yazmasını emretmişti. (İbn Hişam, Şuzuru’z-Zeheb, s. 80)
Tek bir harfin farklı bir lehçe ile yazılmasına müsaade etmeyen sahabenin iki surenin Kur’an’a alınmayışı gibi ciddi bir hadise karşısında sessiz kalması nasıl mümkün olabilir?!
İslam’ın ilk yıllarında bir çok şehirde hadis mecmuaları tedvin edildi. Kur’an’ın tefsiri, kıraatı, i’rabı, icazı, tecvidi,…, ile alakalı sayılamayacak kadar çok eser yazıldı. Birbirini görmeyen alimler tarafından telif ve tedvin edilen bu eserlerde yer alan ayetler arasında en küçük bir çelişki yoktur.
Oryantalistler de yaptıkları araştırmalar neticesinde iddialarını destekleyen en küçük bir karineye ulaşamamışlardır. Bu yüzden Londra Üniversitesi doğu dilleri bölümü yakın doğu ve İslam şubesi müdürü Kur’an-ı Kerim’de tek bir noktanın bile eksik olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Kur’an-ı Kerim etrafında oluşturulan şüphelerin delilden yoksun olması ve onlara karşı ulemanın kaleme aldığı müstakil reddiyeler oryantalizmi yeni şüpheler ihdas edemeyecek duruma getirmiştir.
Oryantalizm, Kur’an’la olan mücadelesinde köklü bir değişikliğe gidip müslüman kimlikli kişiler vasıtasıyla hedefine ulaşmayı denemiş, bu çerçevede bir çok akademisyen, yazar ve sanatçı yetiştirmiştir. Bunlardan bir kısmı ıslahla inkar arasında med-cezir yaşarken, diğerleri müslüman kimliklerine vurguda bulunmayı ihmal etmemiştir.
Sekülarist bir anlayışa sahip olan birinci grup, tıpkı münafıklar gibi gayelerinin dini ıslah etmek olduğunu savunmuştur: “Onlara yeryüzünde fesat çıkarmayın dendiği zaman ‘biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir.”(Bakara: 11-12)
Müslüman anne babadan dünyaya gelen ve onlarla aynı din, tarih, dil birlikteliği olan bu güruh oryantalistlerin bile söylemeye cür’et edemediği iddiaları gündeme getirmiştir: Sorbon’da yetişen Taha Hüseyin “elif, lam mîm” gibi mukattaa’ harflerinin farklı nüshaları birbirinden ayırt etmek için Kur’an-ı Kerim’e sonradan ilave edildiğini iddia etti. Ona göre; “kâf hâ yâ ayn sâd” İbn Mes’ud’a, “hâ mîm ayn sîn qâf” İbn Abbas’a, “tâ sîn” …, İbn Ömer’e ait Mushafların remzi idi. Ahmet Halefullah, Kur’an’da anlatılan bir çok kıssanın tarihen hiç sabit olmadığını söyledi. Nasr Hamid Eb’u Zeyd de, “Kur’an-ı Kerim’in bazı ayetlerin silinmesi, bazılarının da O’na eklenmesi ameliyesinden beri olmadığını” iddia etti.
Müslüman kimliklerine vurgu yapan ikinci grup ise yaptıkları batıl tevillerle Kur’an’ın anlamını tahrif etti. Farklı isimler altında kendilerini tanımlayan bu oluşumlar aklı, naklin önünde değerlendirme noktasında mutezilenin birer şubeleri gibi faaliyet gösterdiler. Hatta Hz. İsa’nın inmesini, Ye’cüc-Me’cuc, Dabbetu’l-Arz gibi büyük kıyamet alametlerini, melek ve cinler gibi varlıkları ayetle sabit olan gaybi yaratıkları inkar etmeleri, hüküm ayetlerinin tarihin belli bir dönemi ile alakalı olduklarını söylemeleri cihetiyle mutezileden çok daha ileri bir noktaya gittiler.
Ülkemizde bir çok tefsirci tarafından da benimsenen bu görüşler, oryantalizmin kendi elemanlarıyla başaramadığını müslüman kimliklerine vurgu yapan kişiler vasıtasıyla gerçekleştirdiğini tescil etti.
Müşrikler, Kur’an’ı susturmak için bütün imkanlarını kullanmıştı. İngilizler, Mısır’ı O’nu ortadan kaldırmak için işgal etmişti. Oryantalistler O’nun doğru bir şekilde anlaşılmasının önüne geçebilmek için çok sayıda kitap ve dergi neşretti. Konferans, seminerler verdi, üniversiteler kurdu. Kur’an muarızı ideolojik hareketler yeniden canlandırıldı, revize edilip ilim dünyasına servis edildi. Ölü yüzlere pudralar sürüldü. Kahire’nin, İslamabad’ın, İstanbul’un zeki çocukları oryantalistlerin gözetiminde ümmetin tarihi birikimi ve entelektüel tecrübesini tanımadan Kur’an etrafında oluşturulan şüpheleri dinledi.
Islah, tecdid, yenilik, reform, ihya derken nice fırtınalar koparıldı. Ulema gereksiz tartışmalarla meşgul edildi. İslam eğitim kurumları lağv edildi; Ezher’in içi boşaltıldı. Mucaz ve muciz hocaların kürsüsü ancak mübtedi derecesinde İslami kültüre sahip olan kişilere verildi. Kürsüde, mecmuada, kitapta oryantalizme ait görüşler hararetle savunuldu. Kur’an karşıtları bütün bunlara rağmen küçücük marjinal/akademik gruplar oluşturmanın ve birkaç yayım sahibi olmanın dışında hiçbir başarı gösteremediler.Kur’an’ın azametini gölgeleyemediler. Bunu şimdiye kadar başaramadıkları gibi bundan sonra da başaramayacaklar. Müsteşriklerin gördüğü bu gerçeği yakında mustağripler de görecekler.
.
Müfessirler, Kur’an’ın inişi, toplanışı, tertibi, tedvini, Mekki-Medeni ayetleri, nasihi-mensuhu, muhkem-müteşabihi ve bunlar dışındaki meselelerini ‘Ulum-u Kur’an/Kur’an ilimleri’ kapsamında bir araya getirdiler.[1] “Kur’an ilimleri” tefsire sabit ölçüler kazandırdı.
“Kur’an ilimleri” bir çok anlama gelen ayetlerin murad-ı ilahi çerçevesinde anlaşılmasını temin etti. “Rivayet”, “işaret” ve “dirayet” tarzında telif edilen tefsirler “Kur’an ilimleri”ni içselleştiren müfessirlerin kaleminden çıktı.
“Kur’an ilimleri”, anlama delaleti açık olmayan ayetlerin ideolojik bakış açısıyla tefsir edilmelerine de engel oldu. Bu yüzden yakın dönem modernist tefsir hareketleri, düşüncelerine meşruiyet vermeyen “Kur’an ilimleri” ve müdevvinlerini tenkit etmeyi öncelikli vazife telakki ettiler. “Kur’an ilimleri”nin çağın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasına mani olduğunu iddia eden modernistler, böylece yeni usul ve yöntemlerin ihtiyaç olduğu hissini uyandırdılar.
Onlara göre önceki dönemde yaşayan müfessir ve müdevvinler ictihadda bulunmuş, düşüncelerini inşa etmiş ve bir kültür oluşturmuş[2] kuşaktır. Bunun ötesinde bir değere sahip değillerdir.
Müslümanları, Kur’an-ı Kerim’i aydınlanma dönemi ürünü olan ‘bilimsel zihniyet’le yorumlamaya çağıran modernistler, beşeri metinleri anlamada esas alınan yöntemlerle Kur’an’ın anlaşılmasını önermektedirler.[3]
Çağdaş tefsir telakkilerinin Kur’an-ı Kerim’le olan münasebetini tahlil eden bu makalede, öncelikli olarak Kur’an-ı zarfı ve mazrufu itibariyle inceledik.
KUR’AN-I KERİM
Allah Resulü –sallallahu aleyhi ve sellem- Kur’an-ı Kerim’i şu şekilde tanımlamaktadır: “Sizden önceki ve sonraki nesillerin haberi, aranızdaki meselelerin çözümü O’ndadır. O hak ile batılı ayırt eden kesin bir doğrudur. Komedi değildir. Kim bir zorbadan korkarak O’nu terk ederse Allah O’na öldürücü darbe indirir. Kim O’ndan başka yol gösterici ararsa Allah Teala O’nu saptırır. O, Cenab-ı Hakk’ın sağlam ipidir. O, zikr-i hakim, sırat-ı müstakimdir. İstekler O’nunla masrufunda kalır. Diller O’nunla rekaketten kurtulur. Alimler O’ndan usanmaz. Çokça tekrarı yeniliğine halel getirmez. İnsanı hayrete düşüren yönleri bitip tükenmez. O, öyle bir kitaptır ki cinler O’nu işittiklerinde şöyle demekten kendilerini alıkoyamadılar: ‘Şüphesiz biz doğruya ileten hayranlık verici bir Kur’an dinledik de O’na inandık.’[4] Kim O’nunla bir görüşü desteklerse doğru söyler. Kim O’nunla amel ederse mükafatlandırılır. Kim O’nunla hükmederse adil olur. Kim O’na çağırırsa doğru yola ulaştırılmış kabul edilir.”[5]
Usul kitaplarında ise Kur’an-ı Kerim şöyle tarif edilmektedir; Allah’ın Resul’ü Hz. Muhammed’e, Arapça olarak indirilen, rivayet ve yazı yoluyla mütevatiren bize ulaştırılan, karşıtlarını benzerini getirmekten aciz bırakan, tilavetiyle ibadet edilen, Fatiha Suresi ile başlayıp Nas Suresi ile sona eren Allah Kelamı’dır.[6]
Kur’an’ın Allah Teala’nın kelamı olması, indiği zaman süreci içerisinde kayda geçmesi, olduğu gibi korunması, mütevatir yolla günümüze kadar ulaşması O’nu diğer kitaplardan farklı kılmaktadır.
Muhtevası
Kur’an-ı Kerim’in içeriğinde yer alan belli başlı konuları şöyle sıralamak mümkündür:
1. İnanç esasları: Kur’an-ı Kerim Allah Teala’ya, peygamberlere, ve ahiret gününe iman gibi inanç ile alakalı meselelerden bahseder.
2. Ahlaki esaslar: İnsanı kötü huylardan arındıracak ve O’na güzel ahlak kazandıracak konuları içerir.
3. Fıkhi hükümler: İbadet ve muamelat gibi fıkhın kapsamına giren konulardan bahseder.[7] Hükümleri şu şekilde beyan eder: Şurayı emreden ayette olduğu gibi hükümlerin belirlenmesinde temel kabul edilen genel prensipleri verir.[8] Sayı ve rekatları belirtilmeyen namazlarda olduğu gibi “mücmel” hükümlerden bahseder.[9] Mirasta varislerin alacakları pay gibi[10] hükümleri tafsilatlı bir şekilde belirtir.
4. Kıssalar: Kur’an’ı Kerim peygamberlerin hayatlarından bahseder. Kıssaların hikmet ve gayelerini şu şekilde tadat edebiliriz:
a. Hak ile batılın mücadelesini anlatan kıssalar, müminler için ibret vesikalarıdır. Onlar, Peygamberlerin ve ümmetlerinin Allah yolunda ne tür sıkıntılara katlandıklarının şahitleridir.
b. Kıssalar, Peygamberlerin Allah Teala’nın dinine davet usullerini, bu süreçteki sabır ve metanetlerini anlatmaktadır.
c. Kıssalarda, Allah’a iman ettiklerinden dolayı kendilerine kötülük yapılan fakat buna rağmen haktan ayrılmayan müminler için örnek alınacak büyük ruhlu kahramanların hayatları vardır.
d. Kıssalarda, insanoğlunun eğilimleri, mizacı, mizacının çeşitleri ve bunların ferdi ve ictimai hayat üzerindeki etkileri anlatılmaktadır.
e. Kıssalar, Firavun gibi zalimlerin sahip oldukları mal ve iktidar gücüyle yaptıkları zulümlerin mutlaka hesabının sorulacağını göstermektedir.
f. Kıssalar insan, hayvan, bitki, dünya ve yıldızlarla alakalı bugün modern bilimin henüz keşfettiği hakikatleri içermektedir.[11]
Üslubu
İlahi ya da beşeri bütün kitapların kendilerine özgü üslupları vardır.[12] Kur’an’ı Kerim’i ilahi ya da beşeri kitaplardan ayıran üslubu ile alakalı şunlar söylenebilir:
Kur’an-ı Kerim, kelimelerin dizimi, hareke ve sukünleri, medd ve ğunneleri itibariyle tam bir ses düzenine sahiptir. Akıl ve kalbe birlikte hitap eder.[13] Öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlere akli deliller getirirken, kalpleri kıpırdatmayı da ihmal etmez.[14] Muhataplarına bir hükmü bildirirken uymaları için teşvik edici, muhalefet etmeleri durumunda ise nefret ettirici ifadeler kullanır. Bazı hükümleri zihinde sürekli canlı tutmak ve te’kit etmek için birden fazla yerde tekrar eder. Alışılmış türden bir kanun kitabı olmadığından hükümleri toplu bir şekilde sıralama yerine çeşitli surelere dağıtmıştır.
Kur’an-ı Kerim kendine özgü bir irşat, ahlak, ibadet ve kanun kitabı olduğundan her bir türün özelliğini içinde barındırır. Hükümler birbirleriyle iç içedir.[15] Ahlak ile alakalı hükümler muamelatla ilgili ayetlerin içerisinde, inanç esasları ile alakalı meseleler bir kıssa ile birlikte zikredilmiştir. Bu durum okuyucunun hayatın farklı boyutlarını bir arada görmesini kolaylaştırmaktadır.
KUR’AN-I KERİM’İ ANLAMA GAYRETLERİ
Açıktır ki Kur’an-ı Kerim’in getirdiği öğretilerle amel etmek ancak O’nu anladıktan, üzerinde tefekkür ettikten sonra mümkün olur.[16] Zaten Kur’an da muhataplarından öncelikli olarak kendisini anlamalarını talep etmektedir: “Bu Kur’an, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.”[17]
“Kur’an-ı Kerim’i anlamak” ne demektir? İnsan Kur’an’ı ne kadar anlayabilir? Bütün anlama faaliyetlerinin insanların tasavvurlarıyla iç içe olduğu düşünüldüğünde anlaşılanın anlatılanın kendisi olduğuna ne kadar itimat edilebilir? Her hangi beşeri bir metni anlamak için yeterli olan argümanlar Kur’an’ı anlamak için de yeterli midir? Bütün bu sorulara bir de Kur’an’ın ilahi kitap olduğu eklenmelidir.
İnsanlar “Kur’an’ı anlamak” ifadesi ile O’nun ne söylediğini bilmeyi kastederler. Fakat bu hiç de kolay değildir. Çünkü anlama göreceli bir eylemdir. Her insan ötekileştirdiği nesneyi farklı yorumlar.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in ilahi bir kitap olması anlamanın imkan ve sınırlarını iyice zorlaştırmaktadır. Çünkü Kur’an, ilahi oluşunun bir gereği olarak gözlem alanına girmeyen, deneyle de tespit edilemeyen “Ahiret” gibi gerçeklerden bahsetmektedir. Bu yüzden beşeri metinlere tatbik edilen anlama usulleriyle O’nu çözmek anlamaya müsbet yönde katkı sağlayamaz. Kur’an’ın bu özelliğindendir ki, Allah Teala O’nu, ilahi kodlarını bozmadan açıklayacak bir “mübeyyin” göndermiştir. O da, Kur’an’ın ilk müfessiri olan Allah Resulü –sallallahu aleyhi ve sellem-dir.
Kur’an’ın anlaşılmaya yaptığı vurgu ve ulemanın bu noktadaki gayretleri zamanla bir anlama disiplini olan tefsir usulünün gelişmesine zemin hazırlamıştır.
Klasik Dönem Tefsir Telakkileri
Klasik dönemin ilk yıllarında tefsirle alakalı malumat toplu bir şekilde ilk olarak hadis mecmuaları içerisinde yer almıştır.[18]
Bu dönem müfessirlerinin Kur’an’ın anlaşılması noktasında yaptıkları katkının ikinci aşaması tefsirle alakalı müstakil eserler telif etmeleridir. Böylelikle tefsir başlı başına bir disiplin olma özelliğine kavuşmuştur. Mushaf’ın tertibi dikkate alınarak ilk defa her ayetin tefsiri yapılmıştır.[19]
Bu dönemdeki müfessirlerin kaleme aldıkları eserlerin ortak özelliği, tefsirin Allah Resulü –sallallahu aleyhi ve sellem- sahabe, tabiûn ve tabiûnu takip eden kuşaktan isnat yoluyla rivayet edilmesidir.[20] Müfessirlerin çoğu, rivayeti olduğu gibi nakletmiş, görüşler arasında tercihde bulunmamıştır. Bu dönemin meşhur simalarından Taberi ise diğerlerinden farklı olarak tefsir ettiği ayetle alakalı görüşleri zikretmiş, “Ebu Cafer der ki” kaydıyla rivayetler arasında tercihte bulunmuş ya da kendi reyini belirtmiştir. Gerektiği zaman da ayetlerin irabını yapmış, onlardan fıkhi hükümler çıkarmıştır.[21]
Taberi sonrası dönemde tefsirin sınırları genişlemiş buna bağlı olarak da ihtilaflar çoğalmıştır. Ehl-i Sünnet alimleri benimsedikleri inanç esaslarına göre Kur’an’ı tefsir ederken, Şia başta olmak üzere, İbadiyye gibi diğer fırkalar da kendi ideolojilerine göre Kur’an’ı tefsir etmişlerdir.[22]
Klasik dönemin ilk yıllarında ansiklopedik anlamda bir tefsir tarzı izlenirken ilerleyen asırlarda günümüz akademik eserlerinde egemen olan alan çalışmalarının ilk örnekleri sayılabilecek tefsirler kaleme alınmış ve her bir müfessir tefsirini hakim olduğu alanla sınırlamıştır.
Bu dönem alimlerinin Kur’an’ın anlaşılması bağlamında benimsedikleri ve geliştirip tefsir literatürüne kazandırdıkları tefsir tarzlarını üç başlık altında toplamak mümkündür:
1. Rivayet Tefsiri
Rivayet tefsirine “me’sür” veya “nakli” tefsir de denir. Ayeti bir başka ayet, hadis, sahabe ve tabiûndan[23] gelen rivayet ile ilahi murat çerçevesinde açıklamaya “rivayet tefsiri” denir.[24]
2. Dirayet Tefsiri
Dirayet tefsiri, “re’y” ya da “ma’kul” tefsir diye de bilinir.[25] Arap Dili, söz sanatları, lafızların manaya delalet yönleri, cahiliyye şiiri, ayetlerin iniş sebepleri, nasih-mensuh başta olmak üzere tefsir için gerekli olan bütün bilgilere vakıf olan müfessirin Kur’an’ı içtihadıyla tefsir etmesine “dirayet tefsiri”[26] denir.
3. İşarî Tefsir
Sadece tasavvuf erbabına açık olan bir takım gizli işaretlerle Kur’an’ı te’vil etmeye “işarî tefsir”[27] denir. “İşarî tefsir” araştırma ve öğrenme ile elde edilmez. O, takva ve istikametin neticesi olan “vehbi” bir bilgidir.[28] Şu ayette bu anlamı desteklemektedir: “Allah’a karşı gelmekten sakının. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”[29]
Yakın Dönem Tefsir Telakkileri
Yakın dönemde neş u nema eden tefsir telakkilerinin bir kısmı “Kur’an ilimleri”ni referans kabul ederken, bir kısmı da bütünüyle reddetmektedir. Bu yüzden yakın dönem tefsir telakkileri klasik dönem tefsirlerine uzaklık itibariyle farklı konumdadırlar. Bir kısmı ile klasik dönem tefsirleri arasında nüanslar varken diğerleri ile ise müşterek değerler parmakla sayılacak kadar azdır.
Yakın dönem tefsir telakkileri Kur’an ilimlerine dolayısı ile de klasik dönem müfessirlerine karşı olan yakınlık derecelerine göre şöyle tasnif ve tahlil edilebilirler:
1. İlmî Tesir
Tefsirde ilmî ıstılahları hakim olarak kullanan ve çeşitli ilmi ve felsefi görüşleri ondan çıkarmaya çalışan anlayışa “İlmî tefsir” denir.[30] Bu anlayışı benimseyen tefsircilere göre Kur’an bütün ilimleri içermektedir. İlmi tefsirin Kur’an-ı Kerim tefsirindeki yerini anlatırken şunları söylemektedirler: “Kur’an-ı Kerim’de astronomi, fizik, biyoloji, tıp gibi bilim dallarıyla alakalı yüzlerce ayet bulunmaktadır. Ayrıca Kur’an bir çok ayette insanı akıl ve duyu organlarını kullanarak araştırma yapmaya davet etmektedir. Bütün bunlar Kur’an-bilim ilişkisinin boyutlarını göstermektedir.”[31]
Muhammed Ahmed el-İskenderani (ö. 1888), Abdurrahman el-Kevakibi ( 1900), Şeyh Tantavi Cevheri (ö. 1940) bu anlayışın önde gelen savunucularıdır.
İlmi tefsir anlayışını benimseyen müfessirler ayetleri modern ilmin verileriyle birlikte açıklamaya itina göstermişlerdir.
Muhammed Reşid Rıza ve Mustafa el-Meraği gibi içtimai tefsir ekolünü benimseyen müfessirler başta olmak üzere bir çok kişi[32] Kur’an’ın asıl gayesi olan insanları hidayete götürme davetine engel oluyor gerekçesiyle ilmî tefsir ekolünü tenkit etmişlerdir.[33]
Niyetleri itibariyle samimi oldukları gözden kaçmayan ilmi tefsir müntesipleri, yaptıkları tefsirlerle Kur’an-ı Kerim’i bir fizik ya da biyoloji kitabı gibi tefsir ettiklerinden O’nun insanları hidayete taşıma hedefini gölgede bırakmışlardır. Ayrıca bilimsel verilerin sürekli değiştiği dikkate alındığında, onlar esas alınarak tefsir edilen ayetlerin de değişen verilere paralel olarak yeniden yorumlanması söz konusu olacaktır. Bu, hem Kur’an’ın hem de tefsirin itibarını yaralayacaktır.
2. Konulu Tefsir
Kur’an-ı Kerim’deki konulardan herhangi birine dair ayetleri bir araya getirerek Kur’an’ın o konudaki görüşünü ortaya koymaya “konulu tefsir” denir.
Konulu tefsir kendi içinde “genel konulu” ve “özel konulu” olmak üzere iki kısma ayrılır. Bir başlık altında toplanabilen pek çok konuyu işleyen eserlere genel konulu tefsir denir. Kur’an’ı Kerim’deki hüküm ayetlerini açıklayan “ahkam tefsirleri” bu bağlamda değerlendirilir. “Kur’an’da insan”, “Kur’an’da kadın” gibi özel bir konuyu içeren eserlere ise “özel konulu tefsir” denir.[34]
Klasik dönem alimleri içerisinde “Te’vî’l-u Müşkili’l-Kur’an”[35] isimli çalışmanın sahibi İbn Kuteybe (ö. 276/889) ve “Ahkamu’l-Kur’an”[36] adlı tefsirin müellifi Cassâs (ö. 370/980) “genel konulu tefsir” anlayışının ilk temsilcilerinden kabul edilir.
Günümüzde “Kur’an’da insan”, “Kur’an’da ahlak” gibi eserler kaleme alanlar ise “özel konulu tefsir” anlayışını temsil etmektedirler.[37]
Konulu tefsir müelliflerinin araştırmada izledikleri yöntem şu şekildedir:
a. Araştırılacak konunun çerçeve ve sınırları belirlenir.
b. Konu ile ilgili ayetler bir araya getirilir.
c. Ayetler iniş sıraları dikkate alınarak tertip edilir.
d. Ayetin varsa nuzül sebebi gözden geçirilir.
e. Bir araya getirilen ayetler toplu bir şekilde değerlendirilip aralarında gerekirse takdim-tehir yapılır.
f. Ayetlerde geçen kelimelerin hem sözlük anlamları hem de Kur’an-ı Kerim’deki kullanımları dikkate alınır.[38]
Klasik dönem müfessirleri tarafından telif edilen “genel konulu tefsir”ler ayetleri bağlamlarından koparmadan bütüncül bir bakış açısıyla ve hadislerin gölgesinde tefsir ettiklerinden “Kur’an ilimleri” literatürüne uygundurlar. Belli konuları derinlemesine incelediklerinden tefsir disiplinine ciddi anlamda katkıda da bulunmuşlardır. Çağdaş müellifler tarafından telif edilen “özel konulu tefsirler” ise, “Kur’an’da ahlak”, “Kur’an’da eğitim” gibi çalışmalarla Sünnet’i devre dışı bıraktıklarından, Allah Resulü’ne ittibayı bizzat emreden Kur’an-ı Kerim’le çelişmektedirler.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de bir konu farklı surelerde ele alınmıştır. Konulu tefsir yapılırken bir araya getirilen ayetler bağlamlarından koptuklarından Kur’an’ın hedeflediği anlamı da verememektedirler. Bu durum anlatılanın tam zıddı manaların anlaşılmasına yol açabilmektedir.
3. İçtimai Tefsir
Ayet-i kerimeleri sosyal hayatın kanunlarıyla mukayese ederek inceleyen tefsire “içtimai tefsir” denir.[39] İçtimai tefsir anlayışının kurucusu kabul edilen Muhammed Abduh (ö. 1905) tefsirdeki hedeflerini şu şekilde açıklamıştır: “Tefsir, İslam’ın insanları dünya ve ahirette mutluluğa götüren bir din olması cihetiyle, Kur’an’ı anlamaktır. Tefsirde ki en üst amaç budur. Gerisi ya bu amaca bağlı ya da bunun gerçekleşmesi için birer vesiledir.”[40]
İçtimai tefsir ekolünün Muhammed Abduh’tan sonra en meşhur müfessirleri Reşid Rıza (ö. 1935), Muhammed Mustafa el-Meraği (1945) ve Ferid Vecdi (ö. 1954)’dir. Muhammed Abduh’un şekillendirdiği ekol en meşhur tefsirini Reşid Rıza ile vermiştir. Müellifin “Menar” adını koyduğu eserde Abduh’un ruh halini ve fikrini aynen görmek mümkündür.
İçtimai tefsir anlayışını benimseyen tefsircilerin özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
a. Kur’an’ı hiçbir mezhebe bağlı olmaksızın tefsir etmişler, mezheplerin taklit edilmesine karşı çıkmışlardır.
b. Tefsirle alakalı bir çok rivayeti İsrailiyyât iddiasıyla reddetmişlerdir. Mütekaddimin ulemaya ait tefsirlere Kur’an’ın maksadına engel oluyor gerekçesiyle itibar etmemişlerdir.
c. Tefsir literatüründe yer alan bir çok rivayetin zayıf ya da mevzu olduğunu iddia etmişlerdir.
d. Kur’an’ı içtimai ve edebi bir metodla tefsir etmişler fakat kelime tahlilleri noktasında ayrıntıya girmekten uzak durmuşlardır.
İçtimai tefsir ekolü akılcıdır. Akla çok geniş bir özgürlük alanı tanımasından dolayı Kur’an’daki bazı gerçekleri Mu’tezile’den iktibas ettiği akli kriterlerle te’vil etme yoluna gitmiştir. Bu yüzden “Çağdaş Mu’tezile Ekolü” olarak da nitelendirilmiştir.[41]
Reşid Rıza başta olmak üzere bu anlayışı benimseyen bir çok tefsirci cinlerin varlığından şüphe etmiş, insanların gördüklerini iddia ettikleri yaratıkların cin değil maymun gibi garip hayvanlar olduğunu iddia etmiştir. Allah Resulü’nün Kur’an-ı Kerim dışında mucizesinin olduğunu da reddetmişlerdir.
Onlara göre, Kur’an’ın hedefi fertlerin hidayeti ve toplumun ıslahıdır. Hidayetten bahsetmelerine ve pozitivist bilim mantığına karşı olduklarını söylemelerine rağmen ayetleri söz konusu mantık çerçevesinde açıklamaktan da kurtulamamışlardır. Nitekim Muhammed Abduh Fil Suresi’nin tefsirinde Ebabil Kuşları’nı önce sinek ardından mikrop, taşları da sineklerin ayaklarına bulaşan toz zerreleri olarak tevil etmiştir.[42]
Modern bilimden aşırı derece etkilendiklerinden çağdaş insanların takdirini alabilmek için uzak tevillerde bulunmuşlardır.
Vahiy olan Kur’an-ı Kerim’i aklı referans kabul ederek tefsir eden ekol mensupları, insan bilgisine ilahi bilgi üzerinde bir otorite tayin etmiştir. Bu ise, Allah Teala’nın bilgisinin kuşatıcılığı ve her an faal oluşu ile çelişmektedir.
4. Edebi Tefsir
Kur’an’ı sırf edebi açıdan inceleyen anlayışa “Edebi Tefsir” denir. Ekolün kurucusu kabul edilen Emin el-Hûlî’ (ö.1966) geliştirdiği tefsir tarzıyla alakalı şunları söylemektedir: “Çağımızdaki tefsirin asıl hedefi sırf edebi olmaktır. Tefsirden amaç ne olursa olsun bundan sonra gelir ve buna dayanır.” [43]
el-Hûlî’nin açıklamalarından da anlaşıldığı üzere, Kur’an’ı esas itibariyle bir hidayet kitabı kabul eden klasik dönem alimlerinin Kur’an’ın edebi yönünü ortaya çıkarmak için yaptığı çalışmalarla “Edebi Tefsir” birbirinden farklıdır. Çünkü ikincisinde asıl olan Kur’an’ın yol gösterici olması değil sırf edebi olmasıdır.
Aişe Abdurrahman, eşi el-Hûlî’nin geliştirme ve örneklendirme imkanı bulamadığı “Edebi Tefsir” anlayışını kaleme aldığı eserleriyle somutlaştırmaya çalışmıştır. “Edebi Tefsir” anlayışından hareketle Kur’an’ı tefsir etmeye çalışan bir diğer yazar ise Muhammed Ahmed Halefullah’tır. Halefullah “el-Kasasu’l-fenniyyu fi’l-Kur’ani’l-Kerîm”[44] adlı teziyle Kur’an’ı Kerim’deki kıssaları “Edebi Tefsir” usulü çerçevesinde tenkit ve tahlil etmiş, onların gerçekte hiç olmadığını iddia etmiştir. Halefullah’ın tezi ekolün ciddi bir şekilde tenkit edilmesine neden olmuştur. Neticede tezle direkt ya da dolaylı yoldan alakası bulanan Muhammed Ahmed Halefullah, Abdulkadir el-Mağribi, Muhammed el-Mubarek, Şevki Dayf, Tahir b. Aşur gibi akademisyenlerin üniversitedeki görevlerine son verilmiştir.[45]
Kur’an’ın haber verdiği Hz. İbrahim ve Hz. İsmail kıssalarının gerçek olmadıkları, bir takım siyasi ve dini maksatlara mebni oldukları iddiasını gündeme taşıyan Taha Hüseyin gibi yazarların “ilhadi tefsir” anlayışları, kıssalar mevzuunda “Edeb-i Tefsir” usulüyle paralellik arz etmektedir.[46]
Aişe Abdurrahman başta olmak üzere, Ahmed Halefullah ve “Edebi Tefsir” ekolünün diğer mensupları el-Hûlî’nin sistematize ettiği tefsir anlayışını Kur’an’a tatbik etmeye çalışmış, bu noktada eserler vermişlerdir. Fakat söz konusu anlayışın temellendirilmesi noktasında en kapsamlı çalışma, günümüz yazarlarından 1943 Mısır doğumlu[47] Nasr Hamid Ebu Zeyd’e aittir.
Ebu Zeyd, “Edebi Tefsir” anlayışı başta olmak üzere bünyesinde modernizmin kodlarını barından bilcümle tefsir tarzlarına meşruiyet kazandırabilmek için sünnet ve cemaat mezhebinin “Ulum-u Kur’an” literatürüne mesnetsiz ve insafsız tenkitlerde bulunmuştur.Bu çerçevede kaleme aldığı “Mefhumu’n-nass dirase fi ulumi’l-Ku’an”[48] adlı çalışma ilmi ve tarihi hakikatlere muhalif, ümmetin genel kabulleriyle çelişen görüşlerle doludur.[49]
5. Tarihselci Tefsir
Tarihselcilik ilk olarak Batı’da ortaya çıkmıştır. Gayesi ise, efsanevi anlatımlarla insanüstü bir yaratık haline getirilen Hz. İsa’yı yaşadığı tarihi ortam içerisinde değerlendirmektir.
Tarihselcilik, zaman içerisinde izafilikle, evrimcilikle, tarih ideolojisiyle ve nihilist uydurmacılıkla eş anlamlı görülmüştür.[50] Bugünkü anlamı dışında uygulama alanları bulan tarihselciliği; geçmişte olup biten her şeyin geçmişte kalmasına rağmen etkisini sürdürmesi[51] diye tarif edebiliriz.
Tarihselciliğe göre tarihsel bir olay yalnız mazinin tarihi-sosyal yapısına gidildiğinde anlaşılabilir. Fakat tarihi bir olay, tarihi bir kimlik aynıyla yarınlara taşınamaz. Çünkü tarihsel şeyler evrensel addedilmezler.[52]
Batı’da geliştiği şekliyle tarihselci yaklaşım daha sonra müsteşrikler tarafından Kuran’a uygulanmıştır.[53] Müsteşriklerin tarihsel açıdan Kuran’a yaklaşımlarını Rudi Paret’in ‘Kuran Üzerine Makaleler’ adını taşıyan eserinde görmek mümkündür. Rudi Paret, söz konusu eserinde şöyle demektedir: “Kuran’ı anlamaya giden en kestirme yol tarihsel bakış açısından geçmektedir. Bu yolu izlerken Kur’ani tebliğleri hemen genel geçer mutlak ifadeler olarak kabul etmemek gerekir. Kur’anî ifadeler yedinci asrın şartlarına karşı Peygamber’in takındığı somut tarihsel duruşun tezahürleridir.”[54]
Önceki tefsir ekollerine göre daha yeni olan tarihselciliğin temsilcileri arasında Fazlurrahman, Mısırlı felsefe hocası Hasan Hanefi, Nasr Hamid Ebu Zeyd, Cezayirli Muhammed Arkoun, Fransız Roger Garaudy ve Muhammed Abid el Cabiri önemli bir yer tutmaktadır. Fakat, Kur’an’ın tarihselliği fikrinin neler önerdiğini anlayabilmek için İslam dünyası ve özellikle de Türkiye’de tarihselciliğin öncü ismi olarak kabul edilen Fazlurrahman’ın[55] görüşleri ayrı bir öneme sahiptir.
Müslümanları Kuran’ın indiği devre dönmeye çağıran Fazlurrahman önerdiği “etkin tarih”[56] teziyle Allah’ın kelamı Kuran’ı, tarihi ve kültürel değerlerin karşı konulamaz yönlendiriciliği altında şekillenmekle izah ederken şunları söyler: “Kuran’ın anlaşılması için O’nun nesnel ortamı şüphesiz ki olmazsa olmaz bir usuldür; çünkü özellikle Müslümanlar için mutlak kuralsal olması açısından Kur’an, Allah’ın tarih içerisinde cereyan eden durumlara Peygamber’in zihni vasıtasıyla verdiği cevaplar olduğu için bu zorunluluk daha da güçlenmektedir.”[57]
Fazlurrahman, vahyi Hz. Peygamber ile irtibatlandırırken klasik dönem müfessirlerini, Hz. Peygamber’in Kuran’a karşı olan konumunu pasifize etmekle itham eder.[58] O’na göre vahyin anlamsal yönü Cenab-ı Hakk’a lafza aktarılışı ise Allah Resulü’ne –sallallahu aleyhi ve sellem- aittir: “Kur’an yanılmaz olması ve mutlak olarak yanlıştan beri olması ciheti ile tamamen Allah’ın kelamıdır; ancak Peygamber’in kalbine (zihin anlamında kullanmaktadır) ve buradan O’nun diline intikal etmesi açısından O’nun şahsiyeti ile derinden ilgilidir.’[59]
Kur’an’ın hükümlerini tarihin belli bir devresine hapseden tarihselci tefsir anlayışı, ayetlerin evrensel olduğunu reddetmektedir. Bu ise bizzat Kur’an ile çelişmektedir. Zira Kuran-ı Kerim açıkça evrensel olduğunu ifade etmektedir: “Alemlere bir uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren Allah’ın şanı yücedir.”[60] Bu ayet, Kuran’ın ve ilk muhatabı Allah Resulü’nün mesajının belli bir zaman, coğrafya ve milletle sınırlı olmadığı, bilakis O’nunla aynı asrı paylaşanlar dahil kıyamete kadar gelecek bütün ins ve cinni kapsadığı, yani tarih üstü olduğu gerçeğini ifade eder.[61]
“O (Kur’an), bütün alemler için ancak bir uyarıdır.”[62] Yani sadece indiği toplumu değil, bütün alemleri irşad etmek O’nun uhdesindedir.[63] Daveti zaman ve mekanla sınırlı değildir.
“Kuşkusuz o, alemler için bir zikirdir.”[64] Kur’an’ı Mübin, bütün mükelleflere şamil olan bir kitaptır.[65]
Evrensel olduğunu açıkça beyan eden Kur’an, ihtiva ettiği hükümleri de evrensel ölçülerde vaz etmiştir. Bu bağlamda O’nun hükümlerinin evrenselliği bir yönü ile Hz. Adem’e, bir yönü ile de kıyamete uzanır. Hz. İbrahim’in Müslüman olarak tavsifi, -özel durumlar hariç- semavi dinlerdeki bir çok hakikatin değişmeden İslam’da da var olması, bütün İlahi dinlerin İslam üst başlığında cem edilişi, ilahi hitabın öz itibariyle değişmeden bütün zamanlarda aynı kaldığını göstermektedir.
İslami bir asıldan mahrum olan, Kur’an’ın ne söylediğini anlamaktan ziyade ideolojisini Kur’an’a tasdik ettirerek meşruiyet kazanmayı amaçlayan ve bu yüzden de murad-ı ilahi’yi doğru kavrayamayan anlayış usulleri içinde –ilhadi tefsir müstesna- Kur’an’a en uzak olanı tarihselci tefsirdir.
6. İlhadi Tefsir (!)
Dini yıkmak isteyen kişilerin batıl te’villerle Kur’an’ı tahrif etmesine ya da ayetleri inkar ederek yorumlamalarına “ilhadî tefsir” denir.[66]
Mansur Fehmi (ö. 1959), Taha Hüseyin, İsmail Mahzar, ilhadî tefsir ekolünün öncü isimleridir.[67]
İlhadi tefsir anlayışını benimseyen yazarlardan Mansur Fehmi “Muhammed dinin hükümlerini bütün herkese tatbik eder, fakat kendini bundan istisna eder.” demektedir.[68] Taha Hüseyin ise Kur’an’ın haber verdiği Hz. İbrahim –aleyhisselam- ve Hz. İsmail –aleyhisselam- kıssalarının gerçekte olmadıklarını, bu nev’i kıssaların masal olabileceklerini iddia etmiştir. Tefsirde ilhadî boyutu gündeme taşıyan bazı yazarlar, iki akla sahip olduklarını, alimlik akıllarıyla -Taha Hüseyin örneğinde olduğu gibi- kıssaları reddettiklerini, dini akılları ile onlara iman ettiklerini söylemişlerdir.[69]
İlhadî tefsir ekolünü benimseyen yazarların bir kısmı doğrudan Kur’an’da ki hükümleri inkar ederken diğer bir kısmı ise etkisinde kaldığı bir düşünce ya da benimsediği bir felsefi hareketin tesiriyle cin ve melek gibi bazı varlıkları batıl te’villerle reddetmektedir.[70]
Sonuç
Kadim usule göre yetişen ulema, Suyuti’nin “İtkan”ında saydığı on beş ilme[71] üst derecede sahip olduktan sonra tefsir yazmaya başlardı. Eserlerini kaleme alırlarken hadis ve tefsir mecmuaları sanki gözlerinin önünde açıkmış gibi durur, sabaha kadar yazdıkları müsveddeleri birkaç talebe akşama kadar ancak temize çekebilirdi. Önlerinde metin olmamasına rağmen atıfta bulundukları kaynakların ibare ve ifadelerinde problem olmazdı.
Yakın dönemde kaleme alınan tefsirlerin sahipleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Bir kısmı Arap edebeyatına vakıf olmasına rağmen, önemli bir bölümü hadis ilminde mübtedi derecesindedir. Yakın dönem tefsir telakkilerinin kelime tahlillerinden uzak durmaları ve ayetleri derinlemesine tahlile yaklaşmamaları sahip oldukları yüzeysel malumatın tabi bir yansımasıdır.
Ümmetin Kur’an telakkisinin kapsamlı bir şekilde yenilenmesini talep eden ve bunu ihdas ettikleri anlayışlarla pratize eden tefsircilerin mevcut halleriyle yaptıkları çağrı, yenilenmeden uzaktır. Zira çağdaş anlam bilimin etkisinde şekilllenen tefsir telakkileri yenilenmenin esası olan Sünnet’e yabancıdır. Bu yüzden yapılan bir yenilenmeden öte, İslam’ı aşarak oluşan bir çağdaşlaşmadır. Çünkü onlarda ne Kur’an, ne Sünnet, ne ulum-u Kur’an, ne de klasik içtihat anlayışının tam bir hakimiyeti vardır. Bilakis onların hedefinde Kur’an’ın bağlayıcılığını, sahih sünnetin otoritesini kaldırıp, onların yokluğunda oluşacak boşluğa indi tefsirler ikame etmek vardır.
Dipnotlar:
[1] Muhammed Ali Sabuni, et-Tibyan fi Ulumi’l-Kur’an, Alemu’l-Kutub, Beyrut, ty., s. 8.
[2] Nasr Hamid Ebu Zeyd, İlahi Hitabın Tabiatı, (ter. Ahmet Emin Maşalı), Kitabiyat, Ankara, 2001, s. 37.
[3] Bkz. Ebu Zeyd, a.g.e., s. 31.
[4] Kur’an, Cin(72): 1-2.
[5] Tirmizi, Sünen, 46/Kitabu’l-Fedaili’l-Kur’an, 14, (IV, 414, H.no: 2915).
[6] Bkz. Vehbe Zuhayli. Usûli’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, I, 421.
[7] Muhammed Ebû Zehre, Usulu’l-Fıkh, Daru’l-Fikri’l-Arabi, Kahire, ty., s. 86-96; Abdulkerim Zeydan, el-Medhal li Diraseti’ş-Şeria’ti’l-İslamiyye, Risale, Beyrut, 1999, s. 156-157.
[8] Kur’an, Al-i İmran(3): 159.
[9] Kur’an, Bakara(2): 43.
[10] Kur’an, Nisa(4): 11-12.
[11] Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Abdulkerim Zeydan, el-Mustefad min Kısası’l-Kur’an, Risale, Beyrut, 1998, I, 6,8.
[12] Muhammed Abdulazim Zürkanî, Menahilu’l-İrfan, Daru’l-Hadis, Kahire, 2001, II, 253.
[13] Zürkani, a.g.e., II, 259.
[14] Bkz. Kur’an, Fussilet, (41): 39.
[15] Zeydan, Medhal, s. 159.
[16] es-Sabûnî, et-Tibyân, s. 63.
[17] Kur’an, Sâd(38): 29.
[18] Celaluddin Abdurrahman Suyuti, el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’an, Kahraman Yayınları, İstanbul, ty, II, 243; Muhammed Hüseyin ez-Zehebi, et-Tefîr ve’l-Müfessirûn, Mektebet-u Vehbe, Kahire, 2003, I, 104; el-Kattan, a.g.e., s. 351.
[19] ez-Zehebi, a.g.e., I, 105; el-Kattan, a.g.e., s. 355.
[20] ez-Zehebi, a.g.e., I, 105; el-Kattan, a.g.e., s. 355.
[21] Bkz. Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir Taberi, Cami’ul-Beyan fî Tefsiri’l-Kur’an, Daru’l-Kutübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2005, I-XII.
[22] Mezhebi tefsirlerin çağdaş versiyonları için bkz. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s. 295-299.
[23] Tanıma, tabiûndean nakledilen açıklamaların da eklenmesi rivayet tefsirlerinde tabiûn görüşlerinin de kullanılmasından dolayıdır. Bkz. Taberi, a.g.e., I-XII.
[24] Bkz. Muhammed Abdulazim ez-Zürkanî, Menahilu’l-İrfan, Daru’l-Hadis, Kahire, 2001, II, 14; ez-Zehebi, a.g.e., I, 112; el-Kattan, a.g.e., s. 358; Cerrahoğlu, a.g.e., s. 228.
[25] es-Sabûnî, a.g.e., s. 155.
[26] ez-Zehebî, a.g.e., I, 147.
[27] Zurkanî, a.g.e., II, 67.
[28] es-Sabûnî, a.g.e., s. 172.
[29] Kur’an, Bakara(2): 282.
[30] Emin el-Hulî, Tefsir ve Tefsir’de Edebi Tefsir Metodu, (ter. Mevlüt Güngör), İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, 1998, II, sy. 6, s. 37-38.
[31] Bkz. Celal Kırca, Kur’an’a Yönelişler, İstanbul, 1993, s. 213-215..
[32] Bkz. ez-Zehebî, a.g.e., III, 157-1160.
[33] Cerrahoğlu, a.g.e., s. 309.
[34] M Said Şimşek, Gününmüz Tefsir Problemlemleri, Kitab Dünyası, Konya, ty., s. 137.
[35] Bkz. Ebû Muhammed Abdullah b. Müslim İbn Kuteybe, Te’vîl-u Müşkili’l-Kur’an, el-Mektebetü’l-İlmiyye, Beyrut, y. y., t.y..
[36] Ebû Bekir Ahmed b. Ali er-Razî el-Cassâs, Ahkamu’l-Kur’an, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, ty., I-III.
[37] Şimşek, a.g.e., s. 138.
[38] Mustafa Müslim, Mebâhis fî’t-Tefsîri’l-Mevzûî, Dmaşk, 1989, s. 37-39; Şimşek, a.g.e., s. 140.
[39] Cerrahoğlu, a.g.e., s. 311.
[40] Reşid Rıza, a.g.e., I, 21.
[41] Fehd b. Abdirrahman b. Süleyman er-Rûmî, İtticâhu’t-Tefsir fî Karni’r-Rabi’ Aşer, Arabistan, 1986, II, 730.
[42] Ayrıntı için bkz. Muhammed Abduh, Tefsîr-u Cuz’i Amme, Matbaatu’ş-Şa’b, Mısır, ty., s.118 vd.
[43] er-Rûmî, a.g.e., III, 881.
[44] Bu eser Türkçeye çevrilmiştir: Kur’an’da Anlatım Sanatı., (ter. Şaban Karataş), Ankara Okulu, Ankara, 2002.
[45] M Said Şimşek, a.g.e., s.130.
[46] Muhammed Seyyid Geylani, Zeylu’l-Milel ve’n-Nihal, (Milel ve’n-nihal’in sO’nunda), Mısır, 1961, s. 84-6.
[47] Nasr Hamid Ebu Zeyd, İslam’la Bir Yaşam, (ter. Celadet Moralıgil), İletişim, İstanbul, 2004, s.7.
[48] Makalede ki tenkidin esasını teşkil eden görüşlerin mecmuası olan bu kitap türkçeye çevrilmiştir: Nasr Hamid Ebu Zeyd, İlahi Hitabın Tabiatı, (ter. Ahmet Emin Maşalı), Kitabiyat, Ankara, 2001.
[49] Bu kitabın tahlil ve tenkidi için bkz. Halit İstanbullu, “Tahrifin Sidre-i Müntehası”, (İnkişaf Dergisi), y. 1, sy. 1, s. 45.
[50] Abdullah Laroui, Tarihselcilik ve Gelenek, Vadi, İstanbul, 1998, s.116.
[51] Doğan Özlem, Tarih Felsefesi, Ara, İstanbul, 1992, s.145.
[52] Şevket Kotan, Kur’an ve Tarihselcilik, Beyan, İstanbul, 2001, s. 267.
[53] Paçacı, a.g.e., s.57.
[54] Paret, a.g.e.s.100
[55] Ömer Özsoy, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, Kitabiyat, Ankara, 2004, s. 81.
[56] Kotan, a.g.e., s.182.
[57] Fazlurrahman, İslam ve Çağdaşlık, (ter. Hayri Kırbaşoğlu), Ankara, 1990, s.67.
[58] Fazlurrahaman, a.g.e., s. 78.
[59] ‘Eyüp Han Döneminde Bazı İslami Meseleler’ , İslami Araştırmalar Dergisi, Ankara, 1990, IV, 4, s.309.
[60] Kur’an, Furkan(25):1.
[61] Bkz. Ebu Hayyan, a.g.e., VI, 440.
[62] Kur’an, En’am(6): 90.
[63] Bkz. Razi, a.g.e., XIII, 59; Reşid Rıza, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Kerim, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, VII, 505.
[64] Kur’an, Tekvir(81): 27.
[65] Bkz. Muhammed b. Muslihiddin Mustafa, Haşiyet-u Muhyiddin Şeyh Zade, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, VII, 528.
[66] Bkz. ez-Zehebî, a.g.e., II, 383.
[67] Cerrahoğlu, a.g.e., 299-303.
[68] Cerrahoğlu, a.g.e., 299-300.
[69] Geylani, a.g.e., s. 84-6.
[70] Bkz. ez-Zehebî, a.g.e., II, 383-400.
[71] Arap Dili, nahiv ve sarf (gramer ve dil bilgisi), iştikak (kelimelerin türeyişlerinden bahseden ilim), meani, beyan, bedi’, kıraat, akaid ve kelam, fıkıh usulü, ayetlerin niş sebepleri ve kıssalar, nasih-mensuh, fıkıh, sünnet ve mevhibe ilmi.
..
Kur’an’ın vahy ediliş gayesi anlaşılmaktır. Bu yüzden İslam’ın erken asırlarından günümüze kadar O’nu anlama ile alakalı bir çok eser telif edilmiştir. Bunları tanımadan okuyup-yazanların Kur’an-ı Kerim’i doğru anlamaları en az yanlış anlamaları kadar muhtemeldir.
Oryantalizmin gücü, tedrisatın zayıflaması, tefsirle iştigal edenlerin usul bilgilerinin yetersizliği yanlış anlamayı tetiklemiştir. Öyle ki yanlış anlama, doğru anlamanın yerini alacak kadar şuyu’ bulmuştur. Fıkıhtan, kelama; tefsirden, hadise kadar telif edilen binlerce eser yanlış anlamanın mağduru olmuştur.
Kur’an-ı Kerim’in ne kadar anlaşıldığı, anlaşılmayan noktaları varsa bunların anlaşılması için çağdaş anlam bilimden istifade edilip edilemeyeceği mevzuu bu gün için hayati bir önem arz etmektedir.
Konunun anlaşılabilmesi için, öncelikle İslam geleneğinde ve çağdaş anlambilimde anlama ile ilgili kavramsal çerçeveyi görmemiz gerekmektedir.
ANLAMA İLE İLGİLİ KAVRAMSAL ÇERÇEVE
Günümüzde anlambilim çalışmaları bir çok araştırmacı tarafından dilbilim açısından ele alınmakta, dilbilimsel anlambilim olarak yürütülmektedir.[1] Bu açıdan dilbilim ve anlambilim kavramlarının bilinmesi ve birbirleriyle olan ilişkinin tespit edilmesi önemlidir.
Dilin anlam yönünü inceleyen disiplin olarak tanımlanan anlambilim[2], dilbilimle iç içedir ve onun bir alt kümesidir.[3]
Dilbilim, dili bilimsel yöntemlerle inceleyen disiplin olarak tanımlanmıştır.[4] İletişimi sağlayacak nesne ile iletişimi sağlayan şeyi birbirine bağlayan iletişim sistemine ise dil denir.[5] Bir kültür indeksi olan dil, sahip olduğu anlam birimleri ile kültüre, düşünceye ve kişilerin dünya görüşlerine yön verir. Buna göre, gerçekler dünyasının algılanmasında, kavramların oluşmasında etkin olan unsurlardan birisi de dildir. Dillerin düşünce, kültür ve hakikat ile bağlantısını da, o dildeki kavramlar oluşturur.[6]
Sayıları 3000 civarında olan[7] dillerin her biri, bir kavramı başka bir kavrama yaklaştırarak, onunla ilgi kurarak anlatmaya çalışır. Anlatım sırasında her dilin öteki dillerden farklı kavramlara başvurma eylemine anlatım yolu denir. Her dilin kendine özgü bir dünyayı anlama ve anlatma yolu vardır. Bu sebeple bir toplumu başka toplumlardan ayıran temel faktörlerden birisi de anlatım yoludur.[8]
Dil ve kültürlerin farklılığı, onların bir alt kümesi olan anlambilimin de farklı olmasını gerekli kılmıştır. Bu esas çerçevesinde Kur’an-ı Kerim’in, İslam geleneği ve çağdaş anlambilimdeki anlama yöntemleri ile anlaşılmasının imkan ve sınırları incelenmeli ve anlambilimlerin meşruiyeti çıkan neticeye göre tayin edilmelidir.
İSLAM GELENEĞİNDE ANLAMA
Kur’an-ı Kerim’i anlamaya geçmeden önce kavram olarak “anlama”nın İslam geleneğindeki kullanımlarını vererek kavramsal anlamda tahlillerini yapacağız.
Fıkıh
“Fıkıh” kelimesi lügatte “bir şeyi bilmek ve anlamak” manasında[9] kullanılmaktadır. Kur’an’ı Kerim’de kelimeyi, “anlamak” manasında kullanmıştır: “Bu topluma ne oluyor ki, neredeyse hiçbir sözü (lâ yekadûne yefkahûne) anlamıyorlar!”[10] “Dediler ki: ‘Ey Şu’ayb! Dediklerinin çoğunu (ma nefkahu) anlamıyoruz.’”[11]
En üst düzeyde anlama eylemi olan “fıkıh” ıstılahta farklı vurgularla tanımlanmıştır. Ebu Hanife (ö. 150/767) kelimeyi, “kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesi” olarak tarif etmiştir.[12] Buna göre “fıkıh”, Allah Teala’ya iman gibi itikadi, doğruluk gibi ahlaki, ibadet gibi ameli bütün disiplinleri kapsar.[13] İslamî ilimlerin gelişmesine paralel olarak “fıkh”ın kavramsal çerçevesinde de bir takım değişiklikler olmuş, kelime kapsamı daraltılarak “istidlal yoluyla tafsili delillerden şer’i ameli hükümleri bilip-çıkarmak” şeklinde tarif edilmiştir.[14]
“Teemmül” ve “nazar”ın olduğu her yerde fıkıhtan söz etmek mümkündür. Nitekim insanın, zihnî bir faaliyet ve çaba gösterdiği ve bilginin elde edilmesinde aktif bir rol oynadığı yerlerde “fıkıh” vardır.[15] Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması bağlamında serdedilen her derin düşünce gayreti aynı zamanda fıkıhtır. Nitekim Allah Resulü –sallallahu aleyhi ve sellem- “Kur’an’ın tercümanı” diye meşhur olan Abdullah b. Abbas için şöyle dua etmiştir: “Allah’ım onu dinde derin anlayış sahibi kıl (fekkihhu) ve O’na Kur’an’ın tefsirini öğret”[16]
İstinbât
İstinbât kelimesi “nbt” kökünden türeyen “istif’al” kalıbında mastardır. Kuyu kazılırken dibinden çıkarılan suya “nabat” denir.[17] “İstinbât” da kuyudan su çıkarmak anlamındadır.[18]
İslamî disiplinlerin oluşma devresinde istinbât kelimesi içeriği itibariyle fiziki çevreden metinler dünyasına aktarılarak mecazi bir anlam kazanmıştır. Kuyudan su çıkarma anlamına gelen kelime, zamanla metinlerden anlam çıkarma gayreti için kullanılmıştır. İstinbât, ıstılahi anlamını da bu bağlamda kazanmıştır. Buna göre kelimenin ıstılahi manası; “zihin ve sezgi gücüyle Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’ten manalar çıkarmak”tır.[19]
Delâlet
İslam geleneğinde anlama ile ilgili olan kavramların en geniş kullanım alanına sahip olanı “delâlet”tir. Delâlet, bir şeyi anlamaktan başka bir şeyin de anlaşılması[20] demektir. Bir yerdeki “iz”in insan ayağına ait olduğunu anlamak, oradan bir insanın geçtiğine delâlet eder. Bu durumda “iz”e, delâlet eden anlamında; “dâll” insana ise başka bir şeyin anlaşılması ile bilinen anlamında; “medlûl” denir.[21]
Mantık ilminde delâlet, dilsel (lafzî) olup-olmaması bakımından iki kısma ayrılır.
1. Lafzî (Dilsel) delâlet
Lafzî delâlet “dâll” ile “medlûl”ün kaynağı bakımından üç kısma ayrılırlar:
a. Tabiî Delâlet
“Dâll”in (gösteren) tabii olarak “medlûl”e (gösterilen) delâlet etmesi ile oluşan anlamaya “tabii delâlet” denir. “Uh” lafzının göğüs ağrısına delâlet etmesi gibi.[22]
b. Aklî Delâlet
Akıl vasıtasıyla “dâll” (gösteren) ile “medlûl” (gösterilen) arasında kurulan ilişki ile oluşan anlamaya “aklî delâlet” denir. Duvar arkasından işitilen bir sözcüğün, onu telaffuz eden şahsın varlığına işaret etmesi gibi.[23]
c. Vazî Delâlet
Vaz’, bir şeyi diğer bir şeye bir cihetle tayin ve tahsis etmektir. Bu durumda oluşan anlamaya “vazî delâlet” denir.[24] İlişkide birinci mesele anlaşılınca ikincisi de anlaşılmış olur. İnsan lafzının “konuşan canlı”ya, delâlet etmesi gibi.[25]
2. Lafzî (Dilsel) Olmayan Delâlet
Dilsel olmayan delâlet de kendi içinde üç kısma ayrılır. Hızlı atan nabzın kişinin sert mizaçlı olmasını göstermesine “dilsel olmayan tabii delâlet”, eserin sahibini, kainatın onu yaratanı göstermesine “dilsel olmayan aklî delâlet”, işaretten işaret edilen nesnenin anlaşılmasına ise “dilsel olmayan vazî delâlet” denir.[26]
Fukaha da nassları anlama noktasında “delâlet”ten istifade etmiştir. Metnin, anlatanın maksadına delâleti bakımından dört çeşit delâtten söz etmişlerdir. Bunlar sırasıyla şöyledir: “ibarenin delâleti”, “işaretin delâleti”, “delâletin delâleti” ve “iktizanın delâleti”.[27]
Tefsir ve Te’vil
Kur’an-ı Kerim’in İlahi murada uygun bir şekilde anlaşılmasını konu edinen kavramların en belirgin olanları “tefsir” ve “te’vil”dir.
1. Tefsir
Lügatte “tefsir” “fesr” kelimesinin “tef’il” kalıbında mastardır. “Fesr” lügatte doktorun hastalığı teşhis etmek için suya bakmasına denir. Doktor suyu tetkik ederek hastalığın nedenini bulmaya çalışır. “Fesr” kelimesi bundan başka “açıklamak”[28] “ortaya çıkarmak”, “kapalılığı açmak”[29] gibi anlamlara da gelir. Tef’il kalıbının çokluğa delalet ettiği dikkate alındığında “tefsir” kelimesinin mübalağa ifade ettiği görülür. Buna göre bir şeyi iyice açıklamak, açmak demek olur. Örtülü bir nesneyi açmak gibi somut anlamlarda da kullanılan “tefsir” daha çok “kapalı lafızdaki manayı ortaya çıkarmak”[30] gibi soyut anlam çerçevesinde değerlendirilir. Ragıb el-İsfehani de (ö. 502/1108) kelimeyi “aklın kabul edeceği bir anlamı ortaya çıkarmak”[31] şeklinde tarif etmiştir. Kur’an-ı Kerim de tefsir kelimesini manayı açıklamak anlamında kullanmıştır.[32]
Istılahta ise tefsir; “Allah Resulü’ne –sallallahu aleyhi ve sellem- indirilen Kitab’ı anlama, manalarını açıklama, hüküm ve hikmetlerini ortaya çıkarma yollarını gösteren ilim.”[33] olarak tarif edilmiştir.
2. Te’vil
Lügatte “te’vil” “asla dönmek”[34], “yerini bulmak” gibi anlamlara gelen “tef’il” kalıbında bir kelimedir. Te’vil, “bir şeyi ilmi ya da fiili (gerçekten) açıdan kendisinden kastedilen gayeye geri götürmek”[35] anlamlarında kullanılmaktadır. Hz. Aişe –radiyallahu anha- Allah Resulü’nün rukü’ ve secdede “sübhanekellahumme ve bi hamdik” ifadesini çokça söyleyip Kur’an’ı “te’vil” ettiğini rivayet etmektedir. Hz. Aişe “te’vil” kelimesiyle ruku’ ve secdedeki tesbihin “Rabbine hamd ederek tespihte bulun ve O’ndan bağışlanmanı dile.”[36] ayetinden alındığını[37] bunun ise ilmi manada bir te’vil olduğunu ifade etmektedir. “Te’vil”in bir şeyi gerçekten kastedilen anlama götürmesine ise şu ayet örnek teşkil eder: “Onlar ise ancak, (görelim bakalım! diyerek) Kur’an’ın bildirdiği sonucu (te’vilini) bekliyorlar.”[38] Yani Kur’an’ın gerçekleşeceğini bildirdiği kıyamet ve alametleri ve Ahiret’te gerçekleşecek hadiseleri bekliyorlar.[39]
Istılahta ise “te’vil”, iki farklı şekilde tanımlanmıştır. Bunlardan ilki selefe aittir, Onlara gere “te’vil”: “Sözü açıklamak ve manasını belirlemek”tir. Sonraki devir alimlerine göre ise “te’vil”: “Lafzı, öncelikli manasında (racih) değil de, kendisine bitişen bir delilden dolayı ikinci derecede önem arz eden anlamında (mercuh) anlamak”tır.[40] Bu tanıma göre lafzı te’vil eden kişi, ikinci derecede önem arz eden anlamı niçin tercih ettiğini ve bunu yapmaya neden olan delilin ne anlam ifade ettiğini de açıklar.
ÇAĞDAŞ ANLAMBİLİMDE ANLAMA
Anlam ve Anlama
Anlam ve anlama kavramları, anlambilim gelişmeden önce sadece dilbilim olarak ele alınmış ve sözlü ifadelerin veya yazılı metinlerin şerh edilmesi anlamında kullanılmıştır.[41]
Anlam, dilin çok çeşitli yönlerini kapsamaktadır; buna rağmen ne anlamın ne olduğu, ne de nasıl tanımlanıp tasvir edileceği konusunda herhangi bir genel görüş birliği vardır.[42] Bazı anlambilimcileri, anlamın dilbilim uzmanları tarafından tercih edilen 16’nın üzerinde anlamının olduğunu söylemiştir.[43] Beşerî ve tabiî bilimler birbirinden ayrıldıktan sonra müstakil bir ilim dalı olarak ortaya çıkan yorumbilim ( hermenötik) de, yine birbirinden farklı yöntem ve yönelişleriyle anlam ve anlamayı konu edinince anlamanın anlamı daha kaygan bir duruma gelmiş ve içinden çıkılmaz bir hal almıştır.[44]
Çağdaş anlambilimcilerin farklı yaklaşımlarını dikkate alarak anlam ve anlamanın ne olduğunu ifade etmek gerekirse şunlar söylenebilir: Dünya görüşleri, öznel ya da nesnel tasavvurlar farklı kavramlarla ifade edilirler. Her bir kavramın yüklendiği bir “anlam” vardır. “Bir önermenin, bir hükmün veya düşüncenin anlatmak istediği muhteva” olarak tanımlanan “anlam”ın[45] diğer önermelerden farklı olarak kavranmasına “anlama” denir.[46] Anlama, çift kutuplu zihinsel çağrışım sonunda elde edilen bilgi[47] diye de tanımlanmıştır. Buna göre çağrışımın birinci safhasına “anlamlama”, ikinci aşamasına da “anlama” denir. Anlama; “Bir kavramı, bir nesneyi, bir varlığı veya hadiseyi, zihnimizde canlandırabilecek bir göstergeye bağlayan oluştur. Gösterge, zihnimizde kendisine ait olan bir anlamı uyarır ve böylece gerçek, zihnimizde ifade etmeden önce anlamlanır.”[48]
Bir anlama faaliyetinin beş ayrı unsuru vardır:
a. Anlatan
b. Anlatılan
c. Mmana ve maksat
d. Anlaşılan
e. Anlayan[49]
Anlatılan her metnin iki ana unsuru olan anlatılan ile anlaşılanın kesiştiği nokta amaçtır. Mana aslında amacın kendisidir. Anlayan ile anlatanın birlikte aradıkları ya da buldukları şey ise hakikattir.
Anlama eylemini gerçekleştirecek kişi öncelikle anlaşılacak olanın “nasıl bir metin” olduğunu ve kim tarafından anlatıldığını cevaplandırmalıdır. Çünkü anlatanın niyeti ile anlatılan (metin) arasında mantıkî bir ilişki vardır. Anlatanın düşünce, duygu ve niyetleri, metinde seçip kullandığı kelimelerle bağlantılıdır.[50] Bu yüzden anlatanın niyetini okumak için hariçten yaşam öyküsüyle ilgilenmeye gerek yoktur. Bütün bunları gerçekleştirecek olan anlayanın da anlam üretiminde küçümsenmeyecek ölçüde rolü vardır.[51] Zira metnin muhatabı, metnin kendisini nasıl düşünüyor, nasıl düşlüyor ise metnin içeriğini de bu düşüncesine uygun bir yoruma tabi tutar.
Kavram ve Kavramlaştırma
Klasik mantıkta bir nesnenin zihindeki tasarımı olarak tanımlanan kavram, dilbilim açısından nesnelerin ve olayların özelliklerini kapsayan ve onları ortak bir isim altında toplayan terim olarak bilinmektedir.[52]
Kendine özgü bir dili olan her toplum, kainattaki nesnelerin, değişik durum ve olayların anlatımı sırasında bir takım ses bileşimlerinden yararlanır; bu ses bileşimleriyle onları kavramlaştırır.[53] Nesne ve olayların belli bir ses bileşimiyle sistemleştirilerek kavramlaştırılmasına anlambilimde “anlamlama” denir.[54] Dolayısıyla kavramlaştırma/anlamlama bir türlü anlamadır. Kavramlaştırmayı şöyle bir örnek çerçevesinde açmak mümkündür: Türkler, dillerinin bilinen en eski döneminde güneşi kün (bügünkü gün) ses bileşimiyle adlandırmışlar, güneşin doğuşuyla batışı arasındaki süreyi de onunla anlatarak bu göstergeyi anlamlı duruma getirmişlerdir.[55]
Yorumlama
Anlam-yorum ilişkisi gerek anlambilimciler, gerekse yorumbilimciler arasında ciddi tartışmalara neden olmuştur, Gadamer’e göre anlama ve yorumlama tek bir süreç kabul edilirken Wilhelm Dilthy’e (ö. 1911) göre, anlama ve yorumlama bütünüyle ayrı kabul edilmiştir.[56]
Bir metni çözümleme tekniklerini veren hermenötik[57] yaygın kullanımıyla çağdaş yorumbilimin karşılığıdır. Hermenötik, ilk olarak Antik Yunan’da kullanılmıştır. Lügatte, ifade etmek, çevirmek, yorumlamak gibi anlamlara gelir. Fakat hermenötik, yabancı birinin metnini anlaşılır kılmak gayreti olduğundan ifade etmek ve yorumlamak diye anlaşılması daha doğrudur.
Antik Yunan’da hermenötik; her şekle girebilen tanrı Hermes’in etkinliği olarak karşılık bulmuştur. Hermes, hermenötik yaparak tanrıların dilini insanların anlayabileceği kalıplara aktarır. Fakat bu aktarma bir tercüme değil, mücerret kalıpları insanlara açıklamaktır.[58] Gadamer’in, başka bir dünyaya ait anlam bağlamını o an içinde yaşanılan dünyaya aktarma/çevirme olarak tanımladığı hermenötik[59] Antik Yunan bağlamında düşünüldüğünde, Gadamer’in “başka dünya dediği” alem Yunan mitolojisinde tanrıların dünyası olarak karşımıza çıkar. Hermenötik yaparak/yorumlayarak başka dünyalar, çağdaş insanların zihin dünyasına taşınır.
Hermes’le ilk defa mitolojik teolojide kullanılan hermenötik zamanla edebiyatta, hukukta, felsefede yani doğa bilimlerinin dışında ki bütün metinlerde kullanıldı.
Patristik dönemde kilise babaları dini, felsefi formda ifade edebilmek için Antik Çağ’a hakim olan “Mitolojik Hermenötik”e yöneldiler. Bu yöneliş neticesinde “Teolojik Hermenötik” doğdu. Ahdi Atik’le (Tevrat) Ahdi Cedit (İncil) arasındaki çelişkinin giderilmesinde “Teolojik Hermenötik” etkili oldu.[60] Fransız hermenotikçi Paul Ricoeur meseleye dair şunları söyler: “İki Ahit’in ilişkisi Hıristiyan nesilleri ciddi manada meşgul etti. Sorun reforma kadar sürdü. İlk zamanlarda Hıristiyanî manada teolojik bir alegori problemi ortaya atılmıştı. Yeni Ahit’in Eski Ahit yerine geçip geçemeyeceği tartışılmıştı. Sonra, Mesih’in bütün Yahudi metinlerinin anlamını tamamlamak ve açıklamak için geldiği, onları yorumladığı, dolayısıyla onlarla hermenotik bir ilişki içinde olduğu kabul edildi. Böylece Mesih olayı, yorumlanacak bir şey olmadan önce, önceki metni yorumlayan oldu.”[61]
Aydınlanma devrinde Hıristiyanlık yorum üzerindeki otoritesini kaybetti. Kutsal metinleri tenkitçi-tarihselci okuma talebi rağbet gördü. Yorumbilimciler, hermenötiğe biçilen, belli doktrinleri doğrulama rolünü reddettiler. Teolojik metinlerin dahi hermenötik açıdan imtiyazlarının olamayacağı iddiası Protestanlar’ın gücünü artırdı. Salamo Semler’in çabasıyla akılcı ve tenkitçi bir hermenötiğin desteklediği bilimsel bir teoloji ortaya çıktı.[62]
Alman filozof Heidegger, “Hermenötik”e varoluşsal bir bakış açısı getirdi. Tarihsel-kollektif otantikliği ön gerçek olarak kabul etti. Buna mukabil özsel bilişi evrenselleştirmeyi reddetti. Nietzsche’den etkilenerek geliştirdiği “Estetik Hermenötik”i çağdaş felsefe ve edebiyat tenkitlerinde çokça kullandı.
Heidegger’in düşüncesine ciddi manada tesir eden Nietzsche’ye göre tarihte objektiflikten söz etmek gülünçtü. Çünkü tarihsel olaylar asla tek bir anlama sahip değillerdi. Ona göre tarih, insanların ya da grupların kendi varoluşları açısından bağlı oldukları sınırsız sayıdaki ilgilerin bir savaş alanıydı. Heidegger’in talebesi olan Gadamer, hocasının “evrensel olan”dan anladığını restore ederek Heidegger’i felsefede doğru yerde konumlandırdı. Estetik ve tarihsel hermenötiğin yöntemlerinin insicamlı ve bütüncül olabilmeleri için rasyonelleştirilmeleri gerektiğini iddia etti. Ona göre insan, evreni değil kendi tarihi içinde kendini anlamaya çalışmaktadır. İnsan, hermenotik yapmaktadır, yani anlamanın anlamı üzerinde felsefi bir düşünme gayreti içerisindedir.[63]
Hermenötiğe göre, bir metni anlamak, yazarın niyetini çözmeye, ufkunu keşfetmeye bağlıdır. Yazarın niyetini idrak etmek ise onu kuşatan çevreyi, etkileyen şartları tanımakla mümkündür. Bu ise Gadamer’in iddia ettiği gibi ya yazarın dünyasıyla okuyucunun dünyasının bütünleşmesiyle olacak ya da bütün bunların ötesinde Dilthey’in hermenötiğe verdiği anlam ekseninde gerçekleşecektir. Dilthey hermenötiğin hedefini belirlerken şöyle demektedir; hermenotik, “bir yazarı onun kendisini anladığından daha iyi anlamaktır.”[64] Buna göre her eser belli bir dünya görüşü çevresinde şekillendiğinden, anlayan, eserde anlatılanı iyi anlamak istiyorsa yazarın düşünce gidişatının dışına çıkmalıdır. Çünkü yazar, eserini meydana getirirken döneminin dünya görüşünün tesiri altındadır. Fakat çoğu zaman yazar bunu fark etmez. Sadece eseriyle ilgilenir. Fakat eseri doğru anlamak isteyen yorumcu ise eserin ortaya çıkışını sağlayan sebepleri ve yazarın durumunu incelemek zorundadır.[65]
MUKAYESE
İslam geleneğindeki anlama disiplini ile çağdaş anlama usulünün işleyiş ve neticeleri itibariyle aralarında derin farklar vardır. Her iki anlayış usulünün amaçlarının farklı olması sistemlerin işleyişinde hala en önemli faktördür.
İslam geleneğindeki anlama sistemi esas itibariyle İslam’ın iki temel referansı olan Kur’an-ı Kerim ve Sünnet’e dayanır. Bu cihetle hareket noktasının doğru olduğunda şüphe yoktur. Gayesine ulaşma noktasında ise şunlar söylenebilir: Anlama sistemi mana denilen gizli cevheri arama ameliyesi olarak kabul görmüştür. Bu yüzden anlama bir “keşif”tir. Anlama ile hakikatin üzerindeki perdeler aralanır. Delalet ettiği anlamlara işaret etmesi açısından lafızlarında kapalılık olan ifadeleri anlamak onların perdelerini kaldırmakla eş değerdir. “Hafi”, “müşkil”, “mücmel”, “müteşabih” üzerine yapılan çalışmalar bu bağlamda değerlendirilir.
Çağdaş anlambilimde anlama; çift kutuplu zihinsel çağrışımdan ibarettir. Yani anlama, anlayanın zihniyle alakalıdır. Fakat İslam geleneğindeki anlama usullerinin metafizik boyutu vardır. Çünkü; keşif, ilham gibi anlama ile alakalı unsurların kaynağı hayal ve sezgi değil, Allah Teala’dır.
İslami geleneğinde ki anlama usullerinde açıklamalar sebebin yanı sıra illet ve hikmete dayanır. Çağdaş anlambilimlerde ise anlama sadece nedenseldir.
Çağdaş anlambilimde baskın olan anlayışa göre, dini bir metin ile şiirsel bir ifade ya da bir müzik parçasını, resim ve heykeli anlamak ve yorumlamak aynı kural ve kaidelere tabidir.[66]
Çağdaş anlambilimin yaklaşımı isabetli değildir. Çünkü; anlaşılmak istenen metinler ontolojik olarak birbirlerinden farklıdırlar. Dolayısıyla anlaşılmada da farklı kriterler ön palanda olmalıdır. Kutsal bir kitabı herhangi bir metin gibi değerlendirmenin sakıncalarına dikkat çeken Paul Ricoeur, şunları söylemektedir: “Kutsal kitaba eleştirel bilimlerin bakış açısıyla yaklaşmak, şüphesiz bilimsel düşüncenin ürünüdür ve bu anlamda yeni bir kazanımdır, fakat kutsal metnin geldiği ortamla bizim kültürel ortamımız arasında fark ve zaman aralığı ne kadar küçülmüş olursa olsun, daima giderilemeyen bir farkı ifade eder. Başka bir kültüre, bilimsel ve tarihi bir kültüre yerleşen yirminci yüzyıl insanının bu farkı kapatması imkansızdır ve onun için bu fark asli öğe olarak kalır. Sonuçta diyebiliriz ki modern yöntemlerle kutsal kitaba yaklaşmanın sınırlı bir değeri vardır.”[67] Çünkü anlam sadece lafızla alakalı değildir. Aynı zamanda lafzı kullananın anlayış usulü, söylemi ve niyetiyle ilişkilidir.
SONUÇ
Anlama eylemini gerçekleştirecek kişi öncelikle anlaşılacak olanın “nasıl bir metin” olduğunu cevaplandırmalıdır. Zira metnin muhatabı, metnin kendisini nasıl düşünürse, metnin içeriğini de bu düşüncesine uygun bir yoruma tabi tutar. Buna göre Kur’an-ı Kerim’in Allah Kelam’ı olduğunu kabul eden müfessirlerle, O’nu indiği çağın değer yargılarını ihtiva eden bir kitap olarak gören tarihselcilerin Kur’an telakkisi farklı olacaktır.
Çağdaş Kur’an telakkileri ile klasik dönem tefsirleri arasında derin farklar olmasının bir nedeni de anlatılan ile anlayanın münasebetidir. Metnin algılanış şeklinin anlamaya etkisini daha açık bir şekilde görebilmek için John Wansbrough’un Kur’an yorumuna bakmak gerekir. Wansbrough’a göre Kur’an bir çok kültürün birleşmesi ile ortaya çıkan ve bugünkü haliyle Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem İ.Ş.) sonrası oluşan bir kitaptır.[68] Kur’an-ı Kerim’i birçok kültürün bileşkesi gören ve onu bugünkü haliyle Allah Resulü sonrasına isnat eden Wansbrough’un ya da onunla paralel düşünen diğer oryantalistlerin Kur’an-ı Kerim’i anlaması anlatılmak istenin zıddına bir netice verecektir. Bu nev’i karmaşaya engel olmak için Kur’an’ı anlamaya geçmeden önce O’nun ne olduğunu tesbit etmek gerekmektedir.
Kur’an-ı Kerim’in doğru bir şekilde anlaşılması, anlatılanın anlaşılana uygun olmasıyla mümkündür. Bunun için de anlatan ile anlayan arasında ideal manada bir iletişim olmalıdır. Anlatan Allah Teala ile, ilk anlayan Efendimiz –sallallahu aleyhi ve sellem- arasında pürüzsüz bir iletişimin olması, Kur’an’ın doğru bir şekilde anlaşılmasını temin etmiştir.
Allah Resulü’nden -sallahu aleyhi ve sellem- başka herkesin vahyi anlamada his, duygu ve birikimleri etkili olmuştur. Hz. Ali’nin tesbitiyle Kur’an’ın “hammâlun zû vûcüh” (çok anlamlı) olması anlayan açısından oluşabilecek problemleri daha da ciddileştirmiştir. Kur’an’ı anlayanın yanlış anlamasını engelleyebilmek için müstakil anlama disiplini geliştirilmiştir.
Kur’an’ı Kerim’in ilahi bir kitap olması, anlaşılmasında farklı bir yöntemi gerekli kılmıştır.Çağdaş anlam bilimlerde anlayan esas alınırken Kur’an’ı anlama usulünde anlatan esastır, anlatanda tam bir yeterlilik söz konusu olduğundan eksiklik hep anlayan ve anlaşılanda aranmıştır. Bu yüzden müfessirler/anlayanlar, anladıkları manalarda yanılabileceklerini hiçbir zaman gözardı etmemişlerdir. İhtimalli tefsirlerin sonuna “Allah-u a’lem” (En doğrusunu Allah bilir) kaydını düşmüşlerdir.
Dipnotlar:
[1] Doğan Aksan, Anlambilim, Engin, İstanbul, 2005, s. 19.
[2] Aksan, Anlambilim, s. 20.
[3] F. R. Palmer, Semantik Yeni Bir Anlamın Projesi, (ter. Ramazan Ertürk), Kitâbiyât, Ankara, 2001, s. 15.
[4] Komisyon, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Vahdet, İstanbul, 1990, I, 350.
[5] Palmer, a.g.e., s. 16.
[6] Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, T.D.V.Y., Ankara, 2000, s. 36.
[7] Komisyon, a.g.e., I, 347.
[8] Görmez, a.g.e., s. 9.
[9] Mecdüddin Muhammed b. Yakub Fîruzâbâdî, el-Kâmusu’l-Muhît, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, IV, 304.
[10] Kur’an, Nisa(4): 78.
[11] Kur’an; Hud(11): 91.
[12] Sa’duddin Mes’ud b. Ömer Teftâzâni, Şerhu’t-Telvîh ala’t-Tavzîh, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1996, I, 16.
[13] Abdulkerim Zeydan, el-Medhal li Diraseti’ş-Şeri’ati’l-İslamiyye, er-Risale, Beyrut, 1999, s. 54.
[14] Teftâzâni, a.g.e., I, 18.
[15] Hanefi Özcan, Mâturidi’nin Bilgi Teorisinde Fıkh Terimi, D.E.Ü.İ.F.D., İzmir, 1997, sy. 4, s. 143-150; Ayrıca bkz. Görmez, a.g.e., s. 13.
[16] Bedruddin Ebû Muhammed Mahmud b. Ahmed Aynî, Umdetu’l-Karî Şerh-u Sahihi’l-Buharî, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001, XX, 7.
[17] İbn Manzur, a.g.e., VII, 410-2.
[18] Seyyid Şerif Ebu’l-Hasen Cürcanî, et-Ta’rifât, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, s. 26; Heysem Hilal, Mu’cem-u Mustalahi’l-Usûl, Daru’l-Cîl, Beyrut, 2003, s. 27.
[19] Cürcanî, a.g.e., s. 26; Hilal, a.g.e., s. 27.
[20] Mahmud İbn Hafız Hasen, Muğni’t-Tullâb, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul, ty., s. 13; Cürcanî, a.g.e., s. 108.
[21] Se’îd Paşa, Hulâsa-i Mantık, İstanbul, 1315, s. 3.
[22] İbn Hasen, a.g.e., s. 14.
[23] İbn Hasen, a.g.e., s. 13.
[24] Se’îd Paşa, a.g.e., s. 3.
[25] İbn Hasen, a.g.e., s. 13.
[26] Se’îd Paşa, a.g.e., s. 4.
[27] Şakir el-Hanbelî, Usûlu’l-Fıkhi’l-İslamî, İstanbul, t.y., s. 197-208.
[28] Ebu’l-Fadl Cemalüddin Muhammed İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1994, V, 55; Ayrıca bkz. Ragıb el-İsfehânî, Müfredat-u Elfazi’l-Kur’an, Daru’l-Kalem, Dımeşk, 1997, s. 636.
[29] el-İsfehânî, a.g.e., s. 636.
[30] İbn Manzur, a.g.e., X, 55.
[31] el-İsfehânî, a.g.e., s. 636.
[32] Bkz. Kur’an, Furkan(25): 33.
[33] Celaluddin Abdurrahman es-Suyûtî, el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’an, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1978, II, 223.
[34] İbn Manzur, a.g.e., X, 32; el-İsfehânî, a.g.e., s. 99.
[35] el-İsfehânî, a.g.e., s. 99.
[36] Kur’an, Nasr(110): 3.
[37] İbn Manzur, a.g.e., X, 33
[38] Kur’an, A’raf(7): 53.
[39] Menna’ Halil el-Kattan, Mebahis fî Ulûmi’l-Kur’an, Mektebetu’l-Maarif, 2000, Riyat, s. 336.
[40] Muhammed b. Yusuf Ebû Hayyan, el-Bahru’l-Muhît, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, I, 11.
[41] Görmez, a.g.e., s. 24.
[42] Palmer, a.g.e., s. 11.
[43] Palmer, a.g.e., s. 13.
[44] Görmez, a.g.e., s. 24-25.
[45] Süleyman Hayri Bolay, Felsefi Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Akçağ, Ankara, 1997, s. 21.
[46] Bolay, a.g.e., s. 21.
[47] Pierre Guiraud, Anlambilim, (ter. Berke Vardar), Gelişim, İstanbul, 1971, s. 15-17; Görmez, a.g.e., s. 24.
[48] Guiraud, a.g.e., s. 15.
[49] Görmez, a.g.e., s. 36.
[50] J. J. G. Jansen, Kur’an’a Bilimsel-Filolojik-Pratik Yaklaşımlar, (ter. Halilrahman Açar), Fecr, İstanbul, 1193, s. IX.
[51] Jansen, a.g.e., s. X.
[52] Bolay, a.g.e., s. 250.
[53] Aksan, Anlambilim, s. 30.
[54] Aksan, Anlambilim, s. 31.
[55] Aksan, Anlambilim, s. 31.
[56] Görmez, a.g.e., s. 31.
[57] Bolay, a.g.e., s. 511.
[58] Zeki Özcan, Teolojik Hermenotik, Alfa Yay., İstanbul, 1998, s.19.
[59] H.G. Gadamer, “Hermeneutik” ( Özlem, Hermeneutik Üzerine Yazılar’ın İçinde), Ankara, 1995, s.11.
[60] Gadamer, a.g.e., s.12.
[61] Özcan , a.g.e., s.31.
[62] Mehmet Paçacı, Kuran ve Ben Ne Kadar Tarihseliz, Ankara Okulu, Ankara, 2000, s.8.
[63] Özlem, a.g.e. , s.179-180, Nietzsche İçin bkz. Özlem, a.g.e., s.121
[64] Kamuran Birand, Manevi İlimler Metodu Olarak Anlama, A.Ü.İ.F.Y., Ankara, 1960, s. 31.
[65] Birand, a.g.e, s.37.
[66] Görmez, a.g.e., s. 38.
[67] Özcan, a.g.e., s. 128.
[68] Bkz. Dücane Cündioğlu, Anlamın Buharlaşması ve Kur’an, Kitabevi, İstanbul, ty., s. 27.
.
Yanlış anlamak kolay, zor olan ise doğru anlamak. Hakikati lekelemeden korumak, kapsamlı bir düşünce sisteminin faal olması ile mümkündür. Ferdi zuhurlar mütefikkirleri nafile gayretlere kurban eder. Eşyayı doğru anlamak “ben-u adem”in en baş meselesidir. Önemine binaendir ki Allah Resulü “Ya Rabbi’ bana eşyayı gerçek duruşuyla göster” diye dua etmiştir.
Doğru anlamanın ilk şartı, anlamayı “efradını cami’ ağyarını mani’” bir şekilde tanımlamaktır. Bunun içindir ki bilimsel değeri haiz eserler ilk olarak söze anlatılmak istenen mevzunun tanımıyla başlarlar. Tanım açıklandıkça meselenin çerçevesi ortaya çıkar, söylenenler meşruiyet kazanır. Kur’an-ı Kerim’i doğru anlamakta O’nun ne olduğunu, nereden geldiğini bilmekle yakından alakalıdır. Meselenin bu boyutunu önemseyen usulcüler, eserlerinde Kur’an tanımına mutlaka yer açmışlardır. Çünkü Kur’an’ı İlahi oluşuyla tanıyanlar zihinlerinde ona göre bir ön hazırlık yapacaklardır.
KUR’AN
Kur’an-ı Kerim deyince müslümanın bilincinde ‘vahyedilen, içinde beşeri müdahele bulunmayan, kendisi ile ibadet olunan ilahi kitap’ anlamı belirir. Fakat Kur’an’ın diğer isimleri “Mushaf”, “Kitap” gibi kelimeler kullanıldığında mana ilkinde olduğu kadar açık değildir. Çünkü bu kelimeler başka anlamlara da şamildir. Mesela Buhari “Cami’u’s-Sahih” adlı meşhur hadis mecmuasının ilk nüshalarının her bir cildinin üzerine “Birinci Mushaf”, “İkinci Mushaf”, “…” diye yazmıştır.[1] “Kitab” kelimesi de farklı disiplinlerde değişik anlamlarda kullanılmıştır. Nahivde mutlak olarak zikredildiğinde Sibeveyh’in “el-Kitab”ı[2] Hanefi mezhebinde Kuduri’nin furu’ fıkıhla alakalı kaleme aldığı “el-Kitab”ı anlaşılır. Usul ilminde ise “Kitab” kelimesi Kur’an-ı Kerim’in müradifi olarak kullanılır.[3] Görüldüğü gibi Kur’an’a müradif olan diğer isimler farklı anlamları içermektedirler. Muhtemel bir karışıklığının önüne geçebilmek için –özellikle- usulcüler Kur’an tanımı üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmuşlardır.
Genel anlamda ayniyet arz eden tanımlar özelde bir takım nüanslar içermektedirler. Tariflerde Kur’an’ın Allah Resulü’ne lafız ve mana olarak indirildiğine, sahifelerde yazıldığına ve mütevatir olarak günümüze ulaştırıldığına vurgu yapılmaktadır. Kur’an’ın lafız ve mana olarak Efendimiz sallellh-u aleyhi ve sellem’e indirildiği noktasında usulcü, fakih, dilbilimci, ve kelamcılar ittifak etmişlerdir. Mevcut tanımları bir araya getirerek şöyle bir terkip oluşturmak mümkündür. Kur’an; “Allah’ın Resul’ü Muhammed sallallah-u aleyhi ve selem’e Arapça olarak indirilen, rivayet ve yazı yoluyla mütevatiren bize ulaştırılan, karşıtlarını, benzerini getirmekten aciz bırakan, tilavetiyle ibadet edilen, Fatiha Suresi ile başlayıp, Nas ile sona eren Allah kelamıdır.”[4]
Kur’an’ın Allah Kelamı olması, indiği zaman süreci içerisinde kayda geçmesi, mütevatir yolla günümüze kadar ulaşması, onu diğer kitaplardan farklı kılmaktadır. Bundan dolayı kısmen insana ait olan muharref semavi metinler, Onunla aynı anlama usulüne tabi tutulamazlar.
Nüzulü
Kur’an-ı Kerim insanı yaratan dolayısıyla onu bütün yönleriyle tanıyan Allah’ın kelamıdır. İçerisinde ve inişinde insanın fiziki ve ruhi algılarının yansımaları vardır. “Levh-i Mahfuz”dan dünya semasında ki “Beyt-u İzze”ye bir defada inmesine rağmen, oradan yeryüzüne parça parça gelmesi[5] insanın algılamasıyla direkt alakalıdır. Allah Teala Kur’an’ın ayet ayet inişinin gerekçesine dikkat çekerken şöyle buyurmaktadır: “Biz Kur’an’ı, insanlara dura dura okuyasın diye ayet ayet ayırdık ve onu peyder peyder indirdik.”[6] Görüldüğü gibi Kur’an-ı Kerim’in tedrici olarak indirilmesinin perde arkasında O’nun muhatapları tarafından anlaşılabilmesi vardır.
Tedricen İnmesi
Ayetlerin bir defada değil de tedricen inmesi bağlamında şunlar söylenebilir:
* Mekke müşrikleri Kur’an’ın bir defada inmesini istiyorlardı: “İnkar edenler ‘Kur’an ona bir defada toptan indirilseydi ya!’ dediler.”[7] Müşriklerin bu talebine Allah Teala’nın cevabı şu şekilde oldu: “Biz Kur’an’la senin kalbini pekiştirmek için onu böyle kısım kısım indirdik.” Vahyin 23 yıla yayılması Efendimiz sallellah-u aleyhi ve sellem’in vahye muhatap olan kalbini güçlendirdi. Her hadisede vahyin yenilenmesi, meleğin Hz. Peygamber’in yanına gelmesi, risalet ahdinin tazelenmesi O’nun (s.a.v.) Kur’an’ı anlamasını kolaylaştırdı.
* Kur’an-ı Kerim okuma-yazma bilmeyen “ümmi” bir toplumda inmişti.[8] Ayetlerin parça parça inmesi ashab tarafından kolay bir şekilde ezberlenmelerine dolayısıyla da anlaşılmalarına yardımcı oldu.
* Kur’an’ı Kerim sosyal hayatın çözüm bekleyen bütün sorunlarının üstesinden gelebilecek bir donanıma sahiptir: “Onlar sana hiçbir misal getirmezler ki (buna karşılık) sana gerçeği ve en güzel açıklamayı getirmiş olmayalım.”[9]
* Kur’an Kerim hasta cemiyeti normal hayata döndürmeye taliptir. Fakat bunun ilk ve örnek uygulamasını belli bir zaman diliminde yapması gerekmekteydi. Bunun için tedriciliği esas aldı. Bu, ön yargıların, gelenekten kaynaklanan peşin kabullerin kırılmasına zemin hazırladı. Öncelikle iman ile alakalı esasları; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe inanmayı telkin etti. Böylece müşrik toplumun iç dünyasındaki batıl inançları kökünden söküp attı. Kişiyi kötülüklerden uzaklaştıran güzel ahlakı emretti. Helal ve haram sistemini İman ve ahlak temelleri üzerine bina etti.
Kur’an’ın tedriciliğe riayet etmesi hem muhataplarının idrak seviyelerine hem de O’nu hazmetmelerine yardımcı oldu. Aksi bir sistem sahabenin Kur’an’ı özümsemesini güçleştirirdi. Nitekim bu noktada Hz. Aişe şöyle demektedir: “İlk olarak cennet ve cehennemden bahseden ayetler indi. İnsanlar İslam’a dönünce helal ve haramdan bahseden ayetler nazil oldu. Eğer ilk olarak: “İçki içmeyiniz.” hükmü inseydi insanlar “Asla içkiyi bırakmıyoruz.” derlerdi. “Zina etmeyin” ayeti içinde aynı yaklaşım söz konusu olurdu.[10]
Kur’an’ın Kerim’in insanlıkla buluşmasının 23 yıla yayılması hem anlaşılmasını hem de yaşanmasını kolaylaştırmıştır.
Cemiyetle Münasebeti
Hayatın sorunlarını ancak Kur’an’ı Kerim çözer. O cemiyetin yegane kurtuluş kaynağıdır.[11]
Beşeriyeti direkt ya da dolaylı yoldan kulluk bilincini kuşanmaya çağıran ayetlerin genel özelliği insanın yaşadığı sorunlardır. Kur’an’ın ilk muhatabı olan sahabenin ilahi hükümleri müşahhas bir şekilde anlayabilmeleri için bazı ayetler, vuku’ bulan fakat hükmü bilinmeyen hadiselerin ardından nazil olmuştur. Bu bağlamda ayetleri iki kısma ayırmak mümkündür: Birincisi Kur’an’ın çoğunluğunu teşkil eden fakat hiçbir hadiseye bağlı olmaksızın inen ayetler, iman ve İslam’ın esaslarıyla ilgili ayetler bu cümledendir. İkincisi ise bir olay ya da sualin ardından nazil olan ayetler.[12]
Kur’an, cemiyet içerisinde cerayan eden hadiselere ve Allah Resulü’ne yöneltilen sorulara verdiği cevaplarla muhatapları tarafından anlaşılmayı öncelemiştir. “Sebeb-i Nüzül” terkibiyle ifade edilen Kur’an-insan ilişkisi, muhataplar nezdinde hükmü soyut bir yapıdan somut bir forma taşımıştır. Böylece vahyedilen her ayet kapsamlı bir şekilde temsil imkanı bulmuştur. Ayetlerin “sebeb-i nüzülleri”, ya bir hadise ya da Hz. Peygamber’e yöneltilen bir soru üzerine ibtina eder.
İlkini şu örnek çerçevesinde izah edebiliriz: “(Önce) en yakın akrabanı uyar”[13] ayeti inince Efendimiz Safa Tepesi’ne çıkar ve “Ey Arkadaşlarım!” diye çevresine seslenir. Halk toplanır. Allah Resulü kalabalığa şöyle hitap eder: “Düşman atlarının şu dağın eteğine doğru çıktığını size bildirsem ne dersiniz, beni doğrular mısınız? Mekkeliler hep bir ağızdan: “Biz yalan konuştuğunu görmedik.” diye karşılık verirler. Bunun üzerine Allah Resulü “şedid bir azabın önünde size gönderilen bir uyarıcıyım.” der. Bu ifadeleri duyan Ebu Leheb: “Kahrolasın, bizi bunun için mi topladın.“ diyerek ayağa kalkar. Hadisenin hemen akabinde; “Ebu Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu.”[14] diyen ayet iner. Ebu Leheb’in niçin laneti hak ettiği, nasıl bir karaktere sahip olduğu, benzer yapıdaki insanlarla hakkında inen ayetlerin ne tür bir ilişki içerisinde olduğu ancak böylesine müşahhas bir örnek bağlamında anlaşılabilir.
“Sebeb-i nuzül”ün diğer bir formatı olan soru-cevap şekline ise şu ayetler örnek teşkil eder: “Sana yetimlerden soruyorlar”[15], “Sana kadınların ay halini sorarlar.”[16], “Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar.”[17]
Muhatapların ilahi emirleri daha kapsamlı bir şekilde anlamasını hedefleyen “sebeb-i nuzül” terkibi özel sebeplere bağlı olarak inen ayetlerin nüfuz alanını daraltmaz. Çünkü belli sebeplerle inen ayetlerin lafızları umumi hükümler içerir.[18] Bu bağlamda Sa’d b. Ebi Vakkas’ın rivayet ettiği hadise söylenenleri aydınlatıcı mahiyettedir: O şöyle demektedir: “Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini emrettik. Şayet onlar seni, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu takdirde onlara itaat etme.”[19] ayeti benim hakkımda indi. Sebebi ise şu hadisedir: Ben anneme karşı hürmetkar bir evlattım. Müslüman olunca annem şöyle dedi:
– ‘Ey Sa’d! Nedir bu yaptığın? Ya sen bu dinini bırakırsın ya da ben yemem, içmem nihayet açlıktan ölürüm. Sen de benden dolayı annesinin katili diye ayıplanırsın.’ dedi. Ben ise
– Ey anne! Yapma, asla ben dinimi terk etmem dedim. Annem iki gün iki gece hiçbir şey yemedi. Onu bu halde görünce
-Vallahi anne iyi bil ki eğer senin yüz tane canın olsa ve her biri teker teker çıksa, yine de ben dinimi bırakmam. Dilersen ye, dilersen bu haline devam et. Annem kararlığımı görünce yemeye başladı.”[20]
Sa’d b. Ebi Vakkas hakkında inen ayet insan üzerinde herkesten daha fazla hak sahibi olan ve bu yüzden hürmete daha çok layık olan anneye nereye kadar itaat edilebileceğini somut bir örnekle izah etmektedir. Bu, İslam’ın anneye tanıdığı haklar çerçevesinde değerlendirildiğinde daha kolay idrak edilebilir.
Kelam-ı Kadim’in Anlaşılması
Kur’an, yaşanmak için gönderilmiştir. O’nun getirdiği öğretilerle amel etmek ancak O’nu anladıktan, üzerinde tefekkür ettikten sonra mümkün olur.[21] Zaten Kur’an da muhataplarından öncelikli olarak kendisini anlamalarını talep etmektedir: “Bu Kur’an, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.”[22]
İnsanların Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri Kelam’ı Kadim’i ne kadar anladıklarıyla doğrudan alakalıdır. Çünkü insanlar ancak anladıkları bir kitapla İlahi rızaya uygun ameller yapabilirler. Fakat Kur’an’ın bütün yönleriyle anlaşılması her mükellefin üstesinden geleceği bir ameliye değildir. Çünkü Kelam-ı Kadim, ilahi çözümlerin bir kısmını esas ve prensip olarak ifade etmiş bunu yaparken de edebi sanatları çokça kullanmıştır. Hadisenin bu boyutu dikkate alındığında O’nun bir “mübeyyin” tarafından açıklanması kaçınılmaz olmaktadır.
Kur’an’ı Kerim “mutlak aklın” keşfedemeyeceği, deneyle de tespit edilemeyen hakikatlerden bahsetmektedir. Bu yüzden beşeri metinlere tatbik edilen anlama usulleriyle idrak edilemez. Kelam’ı İlahi’nin anlaşılmaya yaptığı vurgu, onu, ilahi kodlarını dikkate alarak açıklayacak bir anlama disiplininin yani tefsirin doğup gelişmesine zemin hazırladı.
Allah Resulü, sahabe ve onları takip eden devirlerde şifahi olarak var olan tefsir usulü, bir sonraki kuşakta yazıya geçirilmiş ve gelişerek günümüze kadar ulaşmıştır. Bunun ilk yazılı örneği -aynı zamanda bir tefsir usulü olan- İmam Şafii’nin “Risale” adlı kitabıdır.[23]
Murad-ı İlahi Çerçevesinde Anlama
Kur’an’ın İlahi murada uygun bir şekilde anlaşılması için yapılan gayretleri iki başlık altında toplamak mümkündür. Bunlardan ilki “tefsir” ikincisi ise “te’vil” dir.
Tefsir
Lügatte “tefsir” “fesr” kelimesinin “tef’il” kalıbında mastardır. “Fesr”, doktorun hastalığı teşhis edebilmek için hastadan aldığı suya bakmasına denir. “Fesr” kelimesi bundan başka “açıklamak”[24] “ortaya çıkarmak”, “kapalılığı açmak”[25] gibi anlamlara da gelir. Tef’il kalıbının çokluğa delalet ettiği dikkate alındığında “tefsir” kelimesinin mübalağa ifade ettiği de görülür. Buna göre anlam ‘bir şeyi iyice açıklamak, açmak’ şeklinde olur. Örtülü bir nesneyi açmak gibi somut anlamlarda da kullanılan “tefsir” daha çok “kapalı lafızdaki manayı ortaya çıkarmak”[26] gibi soyut anlam çerçevesinde isti’mal edilir.
Istılahta tefsir; “Allah Resulü sallellh-u aleyhi ve selleme indirilen Kur’an’ı anlama, manalarını açıklama, hüküm ve hikmetlerini ortaya çıkarma yollarını gösteren ilim.”[27] olarak tarif edilmiştir. Ebu Hayyan’a ait olan tarif ise tefsirin imkan ve sınırlarını daha net bir şekilde belirlemektedir: “Tefsir, Kur’an lafızlarının telaffüz şeklinden, delalet ettikleri anlamlardan, yalnız başına ve terkip halinde kullanıldıklarında kelimelerden çıkan hükümlerden, terkip halinde kullanıldıklarında oluşan manalardan ve bunları tamamlayan diğer hususlardan bahseden ilmin adıdır.”[28]
Tefsir, Kur’an’ın anlaşılma faaliyetlerinin tamamını kapsayan bir disiplin olduğundan diğer Kur’an ilimlerinden daha fazla bir önemi haizdir.
Te’vil
Lügatte “te’vil” “asla dönmek”[29], “yerini bulmak” gibi anlamlara gelen “tef’il” kalıbında mastardır. Te’vil, bir şeyi kendisinden kast edilen gayeye ulaştırmaktır. Bu, somut/zihni düzlemde olabileceği gibi fiilen de olabilir.[30] Hz. Aişe Allah Resulü’nün rukü’ ve secdede “Sübhanekellahumme ve bi hamdik” ifadesini çokça söyleyip Kur’an’ı “te’vil” ettiğini rivayet etmektedir. Buna göre Hz. Aişe, “te’vil” kelimesiyle ruku’ ve secdedeki tesbihin “Rabbine hamt ederek tespihte bulun ve O’ndan bağışlanmanı dile.”[31] ayetinden alındığını[32] bunun ise ilmi manada bir te’vil olduğunu ifade etmektedir.
Istılahta “te’vil” iki farklı şekilde tanımlanmıştır. Bunlardan ilki selefe aittir. Onlara gere “te’vil”: “Sözü açıklamak ve manasını belirlemek” anlamındadır. Sonraki devir alimlerine göre ise “te’vil”: “Lafzı, öncelikli manasında (racih) değil de, kendisine bitişen bir delilden dolayı ikinci derecede önem arz eden anlamında (mercuh) idrak etmek”tir.[33] Bu tanıma göre lafzı te’vil eden kişi, ikinci derecede önem arz eden anlamı niçin tercih ettiğini ve bunu yapmaya neden olan delilin ne anlam ifade ettiğini de açıklar.
Meâl kelimesi de “te’vil”in aslı olan “evl” manasında mimli mastardır. Bir şeyin varacağı gaye manasında yer ismi de olabilir ki, bu durumda “te’vil”den meydana gelen ürün demek olur. Meâl bir şeyi eksiltmek anlamında da kullanılır. Bunun içindir ki, örfe göre bir sözün manasını her tarzda aynı şekilde değil de biraz noksanıyla kendisinden elde edilen manaya göre söylemeye de “meâl” denir.[34] Kur’an-ı Kerim’in farklı dillere aktarılmasında “meâl” isminin tercih edilmesi bu eksiklikten dolayıdır.
Tefsir-Te’vil Münasebeti
“Tefsir” ve “te’vil” kavramlarının birbirleriyle olan münasebeti bağlamında farklı mütaalalar serd edilmiştir. İbn Habib en-Nisaburi “Devrimizde öyle müfessirler zuhur etti ki onlara tefsir ile te’vil arasındaki farkı sorsanız doğruyu bulup söyleyemezler”[35] demektedir. Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam ikisinin de aynı anlamı içerdiğini ifade etmektedir.[36] Zerkeşi ise farklı manalara sahip olduklarını söylemektedir. [37] Bu, sonraki alimler arasında da şöhret bulan görüştür. Onlara göre, iki kavram arasında net bir farklılık vardır.
Rağıb el-Isfehani “tefsir”in “tet’vil”den daha kapsamlı, lafız ve kelimelerde kullanımının daha yaygın olduğunu belirtir.[38]
“Te’vil”in kullanım alanı daha çok manalar ve cümlelerdir. İlahi kitapların anlaşılmasında kendisine çokça müracaat edilir. Tefsir ise gerek bunlarda gerekse başka metinlerde kullanılır.[39]
Tefsir, Kur’an’da ve Sünnet’te belirgin ve açık olan anlamdır. Te’vil ise alimlerin istinbat ettiği manalardır. Bunun içindir ki “Tefsir rivayet ile te’vil dirayet ile alakalıdır.” sözü meşhurdur.[40] Çünkü tefsir’in anlamı –yukarıda da belirtildiği gibi- açmak ve açıklamaktır. Lafızlarda mündemiç olan ilahi muradın ne olduğunu kesin bir şekilde anlamak ise ya Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellem’den gelen Sünnet’e ya da vahyin gelişine şahit olan, konuyla alakalı hadiseleri yakından bilen, Resulullah ile aynı zamanı paylaşan sahabeden yapılan rivayeti bilmeyle mümkün olur. Te’vil’de ise delil yardımıyla lafzın imkan tanıdığı manalardan birini tercih etmek söz konusudur. Tercih ictihata dayanır.[41] Derin düşünmeyi gerektiren ayetlerin anlamları te’vil yardımıyla aşikar olur.
“Te’vil” ayetin zahir anlamına aykırı olmamalıdır. İslam’ın temel esaslarıyla çelişen izafi te’viller “lâdini” mütaalalar çerçevesinde değerlendilir. Çünkü tefsir ve te’vilin nihayi gayesi ilahi muradı ortaya çıkarmaktır. Fakat izafi te’villerde açıkça bunun ihlali söz konudur. Rafiziler’in “(Allah suları acı ve tatlı olan ) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.”[42] ayetini Hz. Ali ve Fatıma “O denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar.”[43] ayetini de Hz. Hasan ve Hüseyin olarak te’vil etmeleri bunun uç örneklerindendir.[44]
Kelam’ı İlahiyi Anlamak
Kur’an anlaşılmak ve yaşanmak için inmiştir. Onu anlamanın anahtarı ise “tefsir”dir. Bu yüzden tefsir Müslümanların öğrenmeleri gereken en önemli ilimlerden biridir. Çünkü Allah Teala Müslümanlara Kur’an’ı anlamayı vacib kılmıştır: “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitleri mi var?[45]
İmam Suyuti tefsirin önemini ifade sadedinde şunları nakleder: “Kur’an-ı Kerim Arab’ın en fasihlerinin mevcut olduğu bir zamanda Arabça olarak inmiştir. Onlar, Kur’an’ın zahirini anlıyorlardı. Fakat iç manalarını çoğunlukla Allah Resulü’ne sorarak idrak ediyorlardı. Nitekim ‘İman edip de imanlarına zulmü bulaştırmayanlar varya; işte güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş olanlar da onlardır.’[46] ayeti inince sahabe Efendimiz’e ‘Hangimiz nefsine zulmetmedi ki?” diye sordu. Onlar, zahirini anladıkları ayetin muradını kavrayamadılar. Allah Resulü sahabenin işkalini def etme sadedinde buradaki ‘zulüm’ kelimesini ‘şirk’ olarak tefsir etti.”[47]
Allah Resulü (s.a.v.), “Her kimin hesabı tartışmalı geçerse o azap görür.” buyurdu. Hz. Aişe bu ifadeyi anlayamadı, Efendimiz’e Allah Teala “Kime kitabı sağından verilirse, hesabı çok kolay görülecek.” buyurmuyor mu diye sordu. Bunun üzerine Efendimiz; “Ayetteki hesap arzdır.”[48] onlar, mahkeme sonucunu bildiren belgeyi ellerine alınca hiç tartışılmayan kolay bir hesap ile kurtulacaklar buyurdu.[49]
Adiy b. Hatim de “Ta siyah iplikten beyaz iplik size seçilinceye kadar yiyiin için”[50] ayetini anlayamamıştı. Sahur vaktinde siyah ipliğin beyaz iplikten ayırt edildiği zamana kadar yenileceğini zannetmişti. Hz. Peygamber ona ‘ben sana fecre kadar demedim mi? O, gündüzün ışığı gecenin ise karanlığıdır.’[51] buyurdu.[52]
Vahyin gelişine tanıklık eden ve Arapça’yı özel bir dil eğitimi almadan öğrenen sahabenin Kur’an’ı anlamak için tefsire bu derece ihtiyaç duyması dikkate alındığında görülecektir ki tefsir, Kur’an’ı anlamak için öğrenilmesi gereken zorunlu bir ilimdir.
KUR’AN’IN ANLAŞILMASINDA HZ. RESULULLAH’IN ROLÜ
Kelam’ı İlahi’nin anlaşılmasında en belirleyici unsur yine Kur’an’dır. Çünkü İlahi muradın ne olduğunu eksiksiz bir şekilde ancak Allah Teala bilir. Kur’an-ı Kerim’in kendi bütünlüğü içerisinde ayetler birbirlerini tefsir ederler. Bir yerde “mutlak” ya da “mücmel” gelen bir hüküm başka bir ayette takyit ya da tebyin edilir. Bir örnekle izah etmek gerekirse şu ayetler nakledilebilir: “Okunacak olanlardan başka hayvanlar, size helal kılındı.”[53] ayetinde “mücmel” olan ‘okunacak hayvanlar’ın neler olduğu bir başka ayette bildirilmektedir: “Ölü hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, (henüz canı çıkmamış iken) kestikleriniz hariç; boğulmuş, darbe sonucu ölmüş, yüksekten düşerek ölmüş, boynuzlanarak ölmüş ve yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmış hayvanlar… haram kılındı.”[54]
Allah Resulü (s.a.v.) Kur’an’ı, söz ve fiilleriyle muşahhaslaştırıp insanların anlayacağı seviyeye aktardı. Onların görüp-örnek alacağı bir “üsve-i hasene” oldu. Kur’an’ı tebliğ ve tebyin etti. İlahi Kitab’ın farklı “teakkul” ve “tefakkuh”a sahip insanlar tarafından anlaşılacak olması Peygamber “tebyin”inin önemini artırdı.
Allah Resulü’nün yerinde açıklamaları, insanların örnek alacağı tavır ve davranışları ayetlerin ilahi murad çerçevesinde anlaşılmasını sağladı. -İmam Şafi’nin de belirttiği gibi- “Hz. Peygamber’in her ifadesinin Kur’an’dan anladıklarına dayanması”[55] Nebevi tefsiri vazgeçilmez kıldı.
Kur’an’ın ilahi kodları korunarak anlaşılmasında en büyük rol Sünneti’ndir. Bu yüzdendir ki Sünnet’in, Kur’an’dan hemen sonra gelen ikinci kaynak olduğu inancı genel bir kabul görmüştür.
Efendimiz sallellah-u aleyhi vesellemin Kur’an’ın anlaşılmasında üstlendiği rolü şu başlıklar altında incelemek mümkündür.
Sünnet Kur’an’ı Teyit Eder
Sünnet Kur’an’da var olan bir hükmü teyit eder.[56] Bunu yaparken Kelam-ı İlahi ile icmali ve tafsili açıdan birliktelik içinde olur. Örneğin namaz, zekat, hac, oruç gibi ibadetlerin vücubiyetini ifade eden hadisler bu noktadaki ayetlerle tam bir uygunluk arz etmektedirler.
“İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed’in onun resulü olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekat vermek, hacca gitmek ve oruç tutmak gibi beş esas”tan[57] mürekkeptir diyen hadis-i şerifteki her bir hüküm bir ayeti teyit eder. Sünnet’in mana itibariyle teyit ettiği ayetler sırasıyla şöyledir: “Namazı kılacak, zekatı vereceksiniz.”[58], “Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.”[59], “Ey iman edenler! Oruç size farz kılındı.”[60] Gerek ayetler gerekse onları teyit eden hadisler emredilen ibadetlerin keyfiyetini bildirmeme açısından da uygunluk içerisindedirler.
Sünnet Kur’an’ı Açıklar
Sahabe Kur’an’ı Efendimiz sallallah-u aleyhi vesellemin tefsiriyle anlar, yanlış mütaalalarını yine O’nun (s.a.v.) tashihiyle düzeltirdi.
Allah Resulü Kur’an’ın yekünunu izah etme cihetine gitmemiş, özellikle sahabenin anlamada zorluk çektiği ayetleri açıklamıştı. Efendimiz (s.a.v.) herkesin kolayca anlayabileceği ve ilk okuyuşta manasını kavrayabileceği ayetleri tefsir etmediği gibi kıyametin vakti, ruhun keyfiyeti gibi Allah Teala’nın bilinirliklerini kendinde tutmayı tercih ettiği ayetleri de beyan etmedi. Allah Teala’nın insanların tamamından ya da bir kısmından manasını gizli tuttuğu, yalnız Peygamber’ini muttali kıldığı ve açıklanmasını da O’na emrettiği ile alimlerin içtihat gibi anlama usullerini kullanarak çözebilecekleri “mücmel”i beyan, “âmm”ı sınırlandırma, “müşkil”i açıklama bağlamında değerlendirilen ayetleri tefsir etti.
Kur’an, Allah Resulü’nün asıl vazifesinin Allah’ın Kitabı’nı açıklamak olduğunu söylemektedir: “İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Kur’an’ı indirdik.”[61] Bu ayeti teyit eden hadisler sayılamayacak kadar çoktur. Herkesin bilmesi hasebiyle zorunlu bilgi bağlamında değerlendirilebilecek bir hadis şöyledir: “Bana Kur’an’la birlikte onun bir benzeri verildi.”[62] Bu meyanda Mekhul şöyle demektedir: “Kur’an –anlaşılabilmek için- Sünnet’e, Sünnet’in Kur’an’a olan ihtiyacından daha fazla muhtaçtır.”[63] Çünkü Kur’an’ı Sünnet tefsir eder.
Allah Resulü’nün Kur’an’ı İzah Ediş Şekilleri
* Sünnet, Kur’an’ın “mücmel” ifadelerini insanların idrak seviyelerine göre açıklar.[64] Bu durumda “mücmel” ayetler “müfesser”e dönüşür. Dua anlamına gelen “salat” ve temize çıkarma manasını içeren “zekat” kelimeleri Efendimiz’in beyanıyla “mücmel”den “müfesser”e taşınarak malum ibadet formatında anlaşılmışlardır.[65]
“Allah alışverişi helal faizi haram kıldı.”[66] ayetindeki alışveriş ve faiz kelimeleri de “mücmel”dir. Hangi durumlarda alışverişin sahih, fasit ya da batıl olduğu, faiz çeşitlerinin neler olduğu Hz. Peygamber’in tefsiriyle anlaşılabiliştir.[67]
* Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellem Kur’an’ın “umum” olarak zikrettiği mevzuları da “tahsis” eder. Helal ve haramın imkan ve sınırlarını kesin bir şekilde belirler. Nitekim bir erkeğin evlenmesinin haram olduğu kişilerin tadat edildiği ayetlerde[68] “Bunların dışında kalanlarla evlenmeniz size helal kılındı.” buyrulmaktadır. Bu ifade, Allah Resulü’nün, kadının, halası ve teyzesiyle bir anda aynı kişinin nikahı altında bulundurulmasını yasaklaması[69] ile “tahsis” edilmiştir. Ayrıca evlenilemeyecek kadınları bildiren söz konusu ayetlerde sadece süt anne ve süt kız kardeşten bahsedilmektedir. ‘Bunların dışında kalanlarla evlenmeniz size helal kılındı.’ kaydının sütle alakalı mahremiyete getirdiği anlam genişliği Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellem’in “Neseb yoluyla evlenilmesi haram olanlar süt yoluyla da mahrem olurlar.”[70] hadisiyle “tahsis” edilmiştir.
“(Murisini öldüren) katil hiçbir şeye varis olamaz.”[71] hadisi, miras ayetlerini[72] “tahsis” eder. Mesela erkek, iki kız kardeşin payı kadar mal alırken babasının katili olması durumunda mirastan mahrum edilir.
* Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellem Kur’an’ın “mutlak” bıraktığını kayıt altına alır ya da ihtimale açık meseleleri beyan eder. “Hırsız kadın ile hırsız erkeğin ellerini kesin.”[73] ayetindeki “el” ifadesi kolun, koltuk altına kadar olan bölgesini kapsar.[74] Bu durumda hırsızın eli bilekten mi, dirsekten mi yoksa koltuk altından mı kesilecektir? İfade bütün ihtimallere açıktır. Efendimiz’in hırsızın elinin bilekten kesilmesini emretmesi bu noktadaki ihtimalleri ortadan kaldırır ve ayetin hükmü net bir şekilde aşikar olur. Ayetteki kapalılığı ortadan kaldıran ve “el”in kesilme noktasının bilek olduğunu bildiren hadis şöyledir: “Safvan b. Ümeyye b. Halef mescitte elbisesi başının altında olduğu halde uyuyordu. Bu sırada hırsız gelip elbisesini aldı. Bunun üzerine Safvan hırsızı kolundan tutup Hz. Peygamber’e (s.a.v.) götürdü. Hırsız, suçunu itiraf edince Efendimiz elinin kesilmesini emretti. Safvan: “Ey Allah’ın Resulü! Elbisemden dolayı bir arabın eli mi kesilecek?” dedi. Hz. Peygamber, Safvan’ın sualini şöyle yanıtladı: “Az önce onu bana sen getirmedin mi? Hırsıza suçu vali’ye intikal etmeden önce şefaat edin, valiye ulaşır da o affederse bu takdirde Allah Teala valiyi affetmez.” Sonra hırsızın elinin bilekten kesilmesini emretti.[75]
Abdestin farzlarını bildiren ayette uzuvların kaçar defa yıkanacağı, kollar yıkanırken dirseklerin kapsam alanına girip-girmeyeceği açık değildir. Çünkü “Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın”[76] ayeti tekrara ve dirseklerin kapsam alanına girmemesine ihtimallidir.[77] Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellem ayetin sınırlarını kesin çizgilerle belirtmiştir. Nitekim Osman b. Affan Allah Resulü’nün abdest alma şeklini gösterirken her bir uzvunu üçer defa yıkamış ve “Peygamber’i tıpkı benim bu abdestim gibi abdest alırken gördüm.” demiştir.[78] Yine Hz. Osman bir başka hadiste Hz. Peygamber’in abdest alma şeklini tarif ederken “kollarını pazularının çevresiyle birlikte yıkamıştır.” Buda göstermektedir ki ayetteki “dirsek” kelimesi kolun yıkanacak bölgesine dahildir.
Sünnet Hüküm Koyar
İmam Şafii başta olmak üzere alimlerin çoğunluğu Allah Resulü sallellah-u aleyhi vesellemin, Kur’an’ın sustuğu konularda hüküm koyma yetkisine sahip olduğunu, bunu da kullandığını belirtmektedirler.[79] Şüf’a ile alakalı hükümler, evli olduğu halde zina edenlerin recm edilmesi, belli durumlarda ninenin varis olması, ramazan ayında kasten orucunu bozan kişiye keffaretin gerekmesi, erkeklere altın takmanın ve ipek elbiseler giymenin haram olması, fıtır sadakası, diyet/tazminat ödemelerinde akile sistemi, ehil eşek eti yemenin haram olması,[80] gibi hükümler Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından vaz’ edilmiştir.
Şatibi Allah Resulü’nün (s.a.v.) müstakil hüküm koyma gibi görünen sözlerinin gerçekte Kur’an’ın ya bir ayetine ya da bir kaidesine dayandığını dolaysıyla bu nev’i tasarrufatın Kur’an’ı anlama bağlamında değerlendirildiğini ifade etmektedir.[81]
Netice
Şüphesiz ki vahy edilen kitapların insanlar tarafından anlaşılmalarının gerçek mimarları peygamberlerdir. Zaten onların gönderiliş gayeleri vahyin insanlığın idrak seviyesine göre izah edilmesidir. Kur’an-ı Kerim bu noktaya dikkat çekerken şöyle demektedir: “Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın.”[82] Açıklama anlaşılma sürecinin kilit taşıdır.
Kur’an’ın anlaşılması sürecinde Allah Resulü’nün gerek sözlü gerekse de fiili tefsiri bağlayıcı kabul edilmiş ve muhataplar tarafından da aynı hassasiyetle dikkate alınmıştır. Yukarıdaki tespiti bir örnekle izah etmek gerekirse şunlar söylenebilir: Abdurrahman b. Zeyd üzerinde elbise olan ihramlı birisini görünce onu böyle yapmaktan nehy etti. Adam, Abdurrahman b. Zeyd’ten elbiseyi çıkarması için delil olarak bir ayet getirmesini istedi. Abdurrahman, Efendimiz’in uygulamasının önemine vurgu yapmak için şu ayeti okudu[83]: “Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi de size yasak ettiyse ondan vazgeçin. Allah’a karşı gelmekten sakının”[84]
Sünnet’in Kur’an’ın tefsirinde otorite olduğuna itiraz eden bir adama İmran b. Huseyn şöyle yanıt vermiştir: “Sen aptal bir adamsın. Her şeyi Kur’an’da nasıl ararsın. Allah’ın kitabında öğle namazını kıraati sessiz ifa edilen dört rekat namaz olarak bulabilir misin?! Sonra namaz, zekat vb. konular… bunları açıklanmış bir halde Kur’an’da bulabilir misin?” Kur’an bütün bunları kapalı geçmiştir. Sünnet ise onları tefsir eder.”[85]
Dipnotlar:
[1] Alauddin Abdulaziz b. Ahmed el-Buhari, Keşfu’l-Esrar an Usuli’l-Fahri’l-İslam el-Bezdevi, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 1991, I, 71.
[2] Abdulali Muhammed b. Nizamiddin Muhammed Leknevi, Fevâtihurrehemût, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2002, I, 9.
[3] Muhammed Seyyid Bey, Usul-i Fıkha Medhal, Asitane, ty, II, 47.
[4] Ahmed el-Buhari, a.g.e., (3Nolu Dipnot), I, 71; Ayrıca bkz. Vehbe Zuhayli. Usûli’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, I, 421.
[5] Menna’ Halil el-Kattan, Mebahis fî Ulûmi’l-Kur’an, Mektebetu’l-Maarif, 2000, Riyat, s. 101.
[6] Kur’an, Kehf(18): 106.
[7] Kur’an, Furkan(25): 32.
[8] Kur’an, Cum’a(62): 2.
[9] Kur’an, Furkan(25): 33.
[10] el-Kattan, a.g.e., s. 111.
[11] Kur’an, Bakara(2): 2.
[12] Suyuti, Itkan, I, 27.
[13] Kur’an, Şu’ara(26): 214.
[14] el-Kattan, a.g.e., s. 111.
[15] Kur’an, Bakara(2): 220.
[16] Kur’an, Bakara(2): 222.
[17] Kur’an, Nisa(4): 127.
[18] Bkz. Bedruddin Muhammed b. Abdillah ez-Zerkeşi, el-Burhan fî Ulûmi’l-Kur’an, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001, I, 57.
[19] Kur’an, Ankebût(29): 8.
[20] Bedruddin Ebu Muhammed Mahmud b. Ahmed el-Ayni, Umdetu’l-Kari Şerh-u Sahihi’l-Buhari, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2001, XXII, 127.
[21] Muhammed Ali es-Sabuni, et-Tibyan fî Ulûmi’l-Kur’an, Alemu’l-Kütub, Beyrut, 1985, s. 63.
[22] Kur’an, Sâd(38): 29.
[23] Hayrettin Karaman, “Tefsirde Eski Yeni Tartışması”, (Kur’an-ı Kerim, Tarihselcilik ve Hermenötik), Yeni Ümit Kitaplığı, İzmir, 2003, s. 22-23.
[24] Ebu’l-Fadl Cemalüddin Muhammed İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1994, V, 55; Ayrıca bkz. Rağıb el-İsfehani, Müfredat-u Elfazi’l-Kur’an, Daru’l-Kalem, Dımeşk, 1997, s. 636.
[25] el-Isfehani, a.g.e., s. 636.
[26] İbn Manzur, a.g.e., X, 55.
[27] Celaluddin Abdurrahman Suyuti, el-İtkan fi Ulûmi’l-Kur’an, Kahraman Yayınları, İstanbul, 1978, II, 223.
[28] Muhammed b. Yusuf Ebû Hayyan, el-Bahru’l-Muhît, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1993, I, 10.
[29] İbn Manzur, a.g.e., X, 32; el-Isfehani, a.g.e., s. 99.
[30] el-Isfehani, a.g.e., s. 99.
[31] Kur’an, Nasr(110): 3.
[32] İbn Manzur, a.g.e., X, 33
[33] Ebû Hayyan, a.g.e., I, 11.
[34] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Azim, İstanbul, ty., I, 22.
[35] Muhammed Hüseyin ez-Zehebi, et-Tefsir ve’l-Müfessirun, Mektebet-u Vehbe, Kahire, 2003, I, 16.
[36] Ebû Hayyan, a.g.e., I, 11.
[37] Zerkeşi, a.g.e., II, 164.
[38] Zerkeşi, a.g.e., II, 164.
[39] Ebû Hayyan, a.g.e., I, 12.
[40] el-Kattan, a.g.e., s. 380.
[41] Ebû Hayyan, a.g.e., I, 12.
[42] Kur’an, Rahman(55): 19.
[43] Kur’an, Rahman(55): 22.
[44] Zerkeşi, a.g.e, II, 167.
[45] Kur’an, Muhammed(47): 24.
[46] Kur’an, En’an(6): 82.
[47] Suyuti, a.g.e., II, 223; Ebu Hayan, a.g.e., I, 13.
[48] Kur’an, İnşikak(84): 7-8.
[49] Suyuti, a.g.e., II, 223; Ebu Hayan, a.g.e., I, 13.
[50] Kur’an, Bakara(2): 187.
[51] Bkz. Bu konuda ki hadis için Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir Taberi, Cami’ul-Beyan fî Tefsiri’l-Kur’an, Daru’l-Kutübi’l-İlmiyye, II, 178.
[52] Suyuti, a.g.e., II, 223; Ebu Hayan, a.g.e., I, 13.
[53] Kur’an, Maide(5): 3.
[54] Kur’an, Maide(5): 3.
[55] Halid Abdurrahman el-Ak, Usulu’t-Tefsir ve Kavaiduhu, Daru’n-Nefais, Beyrut, 2003, s. 79.
[56] Vehbe Zuhaylî, Usûli’l-Fıkhi’l-İslami, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1998, I, 461; Siba’i, a.g.e., 379.
[57] Buhari, İman, 8; Müslim, İman, 16; Tirmizi, İman, 2612; Nesai, İman, 107.
[58] Kur’an, Bakara(2): 83.
[59] Kur’an, Al-i İmran(3): 97.
[60] Kur’an, Bakara(2): 183.
[61] Kur’an, Nahl(16): 44.
[62] Kurtubi, a.g.e., I, 29.
[63] Kurtubi, a.g.e., I,
[64] Kur’an’da ki mücmel bir ifade de ancak onu mücmel olarak ifade eden şari’ tarafından açıklanabilir.
[65] Bkz. Ahmed Buhâri, a.g.e., I, 144-7.
[66] Kur’an, Bakara(2): 275.
[67] Zuhayli, a.g.e., I, 462.
[68] Kur’an, Nisa(4): 24.
[69] Muhammed Ali Muhammed Şevkani, Neylü’l-Evtar min Ehadis-i Seyyidi’l-Ehyar, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1999, VI, 155.
[70] Buhari, Şehadat, 7- Nikah, 30; Müslim, Raza’, 1; Ebu Davud, Nikah, 6; İbn Mace, Nikah, 34; Darimi, Nikah, 48.
[71] Ebu Davud, Diyat, 18; Darimi, Feraiz, 41.
[72] Bkz. Kur’an, Nisa(4): 11-12.
[73] Kur’an, Maide(5): 38.
[74] Burhanuddin Ebu’l-Hasen Ali b. Ebi Bekr el-Merğinani, el-Hidaye Şerh-u Bidayeti’l-Mübtedi, (Nasbu’r-Raye ile birlikte), Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1996, III, 568.
[75] Cemaleddin Ebû Muhammed b. Yusuf Zeyla’i, Nasbu’r-Raye Tahric-u Ehâdisi’l-Hidaye, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1996, III, 567-8.
[76] Kur’an, Maide(5): 6.
[77] Zuhayli, a.g.e., I 463.
[78] Şevkani, a.g.e., I, 153.
[79] Siba’i, a.g.e., s. 380 vd.
[80] Karşılaştırmalı olarak bkz. Abdul Ğani Abdulhalik, Hucciyyetü’s-Sunne, Daru’l-Kur’ani’l-Kerim, Beyrut, 1986, s. 497; es-Sıba’i, a.g.e., s. 380; Zuhayli, a.g.e., I, 463.
[81] Şatibi,
[82] Kur’an, İbrahim(14): 4.
[83] Kurtubi, a.g.e., I, 29.
[84] Kur’an, Haşr(59): 7.
[85] Kurtubi, a.g.e., I, 30.
.
Müfessirler, Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem- devrinden günümüze kadar ayetleri murad-ı ilahi istikametinde anlayabilmek için Kur’an-ı Kerim’i farklı açılardan tahlil etme gayreti içerisinde yer almışlardır. İslam’ın ilk yıllarında şifahî olarak yapılan bu çalışma, tedvin faaliyetlerinin başlaması ile kitabî bir boyut kazanmıştır. Kur’an-ı Kerim’i anlama gayreti hicri beşinci asırdan itibaren ise “ulûm-u Kur’an (Kur’an ilimleri)” başlığı altında sürdürülmüştür.
Kur’an ilimleri içerisinde ilk kayda geçen disiplin tefsir olmuştur.[1] Zamanla Kur’an ilimlerinin her bir çeşidi ile alakalı müstakil kitaplar telif edilmiş, çok yönlü bir anlama faaliyeti başlatılmıştır.
Kur’an ilimlerini bir araya getiren ve “ulûm-u Kur’an” başlığını taşıyan eserler yazılmıştır. İlk defa bu adla telif edilen kitap Ebu’l-Ferec b. el-Cevzi’nin (ö. 597/1201) “Fünunu’l-Efnan fi Ulûmi’l-Kur’an” başlıklı eseridir.[2] Bedruddin Muhammed b. Abdillah ez-Zerkeşi’nin “el-Burhan fi Ulûmi’l-Kur’an” adlı eseri ise bu alanın ilk hacimli kitabıdır. İmam Suyuti’nin “el-Burhan”dan da istifade ederek telif ettiği “el-İtkan” adlı çalışması, Kur’an ilimleri ile alakalı yapılan çalışmaların en sistematik olanıdır.
Müslümanların Kur’an-ı Kerim’i anlama gayretlerine paralel olarak Kur’an ilimleri ile alakalı eserlerin telifi de nitelik ve nicelik itibariyle gelişerek devam etmiştir. Özellikle yakın dönemde kaleme alınan eserlere oryantalistlerin Kur’an-ı Kerim çerçevesinde oluşturdukları şüpheleri yok edecek açıklayıcı bilgiler ilave edilmiştir. Mesela Kur’an-ı Kerim’in Arapça’nın dışındaki dillere tercüme edilme meselesi muasır kitapların bir çoğunda mevcuttur.[3]
“Kur’an ilimleri” ile alakalı yapılan çalışmalar Kur’an-ı Kerim’in doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için gerekli olan bütün ilimleri kapsayacak şekilde hazırlanmıştır. Bu yüzden izafet terkibi halinde kullanılan “ulûm-u’l-Kur’an” ifadesinin ilk parçası olan “ulûm/ilimler” tekil değilde çoğuldur. Bu durumda Kur’an ilimleri; “Kur’an-ı Kerim ile ilgili bütün bilgi ve ilimlere işaret eder.”[4] Tefsir başta olmak üzere Kur’an-ı Kerim’in inmesi[5], toplanması, tertibi, yazıya geçmesi[6], kıraati, i’cazı, mecaz ifadeleri[7], i’rabı[8], ayetlerin iniş sebepleri, Mekkî-Medenî oluşları, nasih-mensuh, muhkem-müteşabih gibi bir çok mesele “ulûm-u Kur’an” bağlamında değerlendirilir.
Kur’an ilimleri kapsamına giren ve ayetlerin anlaşılabilmesi için mutlaka bilinmesi gereken ilimlerin en önemlileri şunlardır:
Nüzul Sebepleri
Bir olay ya da Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- yöneltilen bir soru vesilesiyle ayet ya da sure inmesine neden olan şeye “sebeb-i nüzul” denmektedir.[9]
Ayetlerin iniş sebeplerinin bilinmesi emredilen ya da yasaklanan hükümlerin hikmetleriyle birlikte kavranması ve ayetlerin anlamlarının doğru bir şekilde anlaşılması[10] açısından önemlidir.
el-Vâhidi’nin (ö. 468/1075) “Esbâbu’n-Nüzûl” adlı eseri ile Suyuti’nin (ö. 911/1505) “Lübâbu’n-Nukül fî Esbâbi’n-Nüzûl” isimli çalışması bu alanın başlıca eserlerindendir.[11]
Nâsih ve Mensûh
Kur’an-ı Kerim’i anlayabilmek için bilinmesi gereken konulardan birisi de nesh meselesidir. Lügatte nesh, güneşin gölgeyi ve gölgenin güneşi, yaşlılığın gençliği ortadan kaldırmasında olduğu gibi, bir şeyin peşinden geldiği başka bir şeyi izale etmesi anlamına gelir.[12] Istılahta ise “bir delilin hükmünü başka bir delille ya da unutturma ile kaldırmaktır.”[13]
Nesh, emir ve yasaklarda olur. İnanç ile alakalı konularda, ahlaki meselelerde ibadet ve muamelat ile alakalı konularda nesh olmaz.[14]
Nesh ile ilgili müstakil çalışmalar yapılmıştır. Ebu’l-Ferec b. el-Cevzî’nin (ö. 597/1201) “Ahbâru’r-Rusûh bi Mikdari’n-Nâsih ve’l-Mensuh” adlı kitabı bu alanda yapılan meşhur çalışmalardandır.[15]
Muhkem ve Müteşâbih
Anlamı eksiksiz bir şekilde anlaşılan ayetlere “muhkem”[16], bir çok anlama ihtimali olup, bu manalardan birini belirleyebilmek için harici bir delile ihtiyaç duyan ayetlere ise “müteşâbih” denir.[17]
Bir ayet ya lafız, ya mana, ya da hem lafız hem de mana itibariyle müteşabih olabilir.[18]
Anlamlarının bilinmesi itibariyle müteşabih ayetler üç kısma ayrılırlar: Birincisi, Kıyamet’in vakti, Dabbetü’l-Ard’ın çıkışı gibi insanlar tarafından bilinmesi mümkün olmayan ayetler, ikincisi, garip kelimeler ve muğlak hükümler gibi insanın anlamını bilebileceği ayetler, üçüncüsü ise önceki iki madde arasında dolaşan ayetlerdir ki bunların anlamını ilimde derinliğe ulaşmış alimler bilebilir.Onların derecesine ulaşmayanlar bu ayetlerin anlamlarını idrak edemezler.[19]
Muhkem bir ayet hakkında te’vil yapılmaz. Müteşâbih olduğunun bilinmesi durumunda ise, öncelikle ayetin yukarıdaki sınıflardan hangisine dahil olduğu, dolayısıyla te’vil edilip-edilmeyeceği belirlenir.
Şemsuddin Ebû Ca’fer Muhammed b. Ali el-Mâzenderânî’nin (ö. 588/1192) “Müteşâbihu’l-Kur’an” adlı eseri ile, Suyuti’nin (ö. 911/1505) “Kutfu’l-Ezhar fi Keşfi’l-Esrar” isimli kitabı bu alanda kaleme alınan önemli çalışmalardandır.
Garibu’l-Kur’an
Garip kelimesi sözlükte yabancı anlamındadır. Kelime, söz bağlamında kullanıldığında onunla anlayıştan uzak ve kapalı ifadeler kastediler. Kur’an-ı Kerim’de garip kelimeler deyince ise, Kureyş lehçesi dışındaki sözcükler anlaşılır.[20]
Gerek Kureyş gerekse de diğer lehçelerden alınan veya diğer dillerden Arapça’ya intikal eden garip kelimelerin en yetkin izahları İbn Abbas başta olmak üzere müfessir sahabilere dayanmaktadır.[21]
İslam’ın ilk asırlarından itibaren Kur’an-ı Kerim’de ki garip kelimelerle alakalı kitaplar yazılmıştır. İmam Suyuti, bu alanda eser telif eden müelliflerin sayılamayacak kadar çok olduklarını söylemektedir.[22] Ragıb el-İsfehânî’nin “Müfredat-u Elfazi’l-Kur’an” adlı eseri bu sahadaki en meşhur eserlerden kabul edilmektedir.
Mekkî ve Medenî
Meke’nin dışında dahi olsa hicretten önce inen ayetlere “Mekkî” denir. Hicret esnasında Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- inen ayetler de Mekkî kabul edilirler. Medine dışında dahi olsa hicretten sonra inen ayetlere ise “Medenî” denir. Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- hicretten sonra Medine dışında ki seyahatlerinde inen ayetler de bu bağlamda değerlendirilir. Nitekim Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- Hudeybiye’yi terk ettiği esnada inen Fetih Suresi de Medenî kabul edilmektedir.[23]
Kur’an-ı Kerim’deki nasih ve mensuh hükümlerin belirlenmesi ayetlerin Mekkî ve Medenî oluşlarını bilmeyle mümkün olur. Buna göre Mekkî ayet önce indiğinden nasih, Medenî ayet ise sonra indiğinden mensuh kabul edilir. Ayrıca kronolojik açıdan ilahi hükümlerin bilenebilmeleri ayetlerin Mekkî ve Medenî oluşlarını tesbit etmeyle yakından alakalıdır.[24]
Muasır alimlerden Abdurrezzak Hüseyin Ahmed’in “el-Mekkî ve’l-Medenî fî’l-Kur’an” adlı eseri bu alanda kaleme alınan önemli kitaplardandır.[25]
Kur’an-ı Kerim’in Harikuladeliği
Kur’an ilimleri kapsamında değerlendirilen konulardan bir diğeri “İ’cazu’l-Kur’an”dır. Lügatte “İ’caz” aciz bırakmak anlamına gelir.[26] Bir şeyin benzerini yapmaktan aciz bırakan şeye de mucize denir. Bütün mucizeler üç başlık altında toplanır. Birincisi, Hz. Salih’in duasıyla kayadan devenin çıkması gibi yoktan icat etmek, ikincisi Hz. İsa’nın duasıyla doğuştan körlüğün ve abraşlığın iyi olması gibi mevcudu yok etmek, üçüncüsü ise Hz. Musa’nın asayı yılana dönüştürmesi gibi mevcut hali değiştirmek şeklinde olur.[27]
Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- verilen en büyük mu’cize ise Kur’an-ı Kerim’dir.[28] Onun bir çok açıdan i’cazı vardır. Kur’an’ın i’cazını sadece dili, üslübu ve fesahatında aramak hatadır. Bir araya getirilişi, içerdiği ilimler, gaipten verdiği haberler, Allah Resulü’nün -sallallahu aleyhi ve sellem- hadislerinin ona benzememesi i’cazını gösteren yönlerden sadece bir kaçıdır.[29]
Farklı zamanlarda Kur’an-ı Kerim’in i’cazı ile alakalı bir çok müellif eser vermiştir. Ebu’l-Hasen Ali b. İsa er-Rummanî’nin (ö. 386/996) en-Nuket-u fî İ’cazi’l-Kur’an” adlı kitabı ile Ebû Bekir el-Bakillanî’nin (ö. 403/1012) “İ’cazu’l-Kur’an” isimli çalışması bu alanda kaleme alınan başlıca eserlerdendir. [30]
Kıraat İlmi
Kurra imamlardan birisinin Kur’an-ı Kerim’i okuyuşta diğer bir imama muhalif olarak benimsediği tarza “kıraat”denir.[31] Benimsenen kıraatin sahih bir isnat zinciriyle Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- ulaşması gerekir.[32]
Kur’an-ı Kerim’deki kelimelerin telaffuz keyfiyetini, ittfak ve ihtilaf edilen okuma yollarını ravilerine isnat ederek gösteren disipline ise “kıraat ilmi” denir.[33]
Bir imamın kıraati denince; kurranın Kur’an-ı Kerim’i okuyuşta benimsediği ve kendisinden rivayet edilen usul kastedilir.[34]
Kıraat ilminin bilinmesi, Kur’an-ı Kerim tilavetini hatadan koruduğu gibi tahrif ve değiştirmeden de muhafaza eder. Ayrıca kişi, bu ilim vasıtasıyla kıraat imamlarının okuduğu vecihleri bilir ve bir kurranın okuyuşunu diğerlerinden ayırt eder.[35]
Müfessirler farklı kıraatler vesilesiyle ayetlere yeni anlamlar vermişler; anlama delaleti bakımından her bir kıraati müstakil bir ayet olarak değerlendirmişlerdir.[36] Kıraat ilmi Kur’an-ı Kerim’e anlam genişliği kazandırmıştır.[37]
Kıraat ilmi ile alakalı zengin bir literatür vardır. Ebû Bekir Ahmed b. Mücahid’in (ö. 324/936), “Kitabu’s-Seb’a fî’l-Kıraât”[38] adlı kitabı ile, Muhammed b. el-Cezerî’nin (ö. 833/1430) “en-Neşr fî Kıraâti’l-Aşr”[39] isimli eseri bu alanda kaleme alınan önemli çalışmalardandır.
Sonuç
Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın muradına uygun bir şekilde anlaşılması gerektiği, İslam’ın ilk yıllarından günümüze kadar güncelliğini korumuştur. İlk örnekleri klasik dönem müfessirleri tarafından kaleme alınan Kur’an ilimleri literatürü bu çabanın sonucu olarak oluşmuştur. Literatür, Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasını ve Ondan doğru hükümler çıkarılmasını temin etmiştir. Müfessirler bu ilimler vesilesiyle Kur’an-ı Kerim’in ilk muhatabının kim olduğunu, nasıl bir ortamda indiğini, neler ihtiva ettiğini, sûre ve ayetlerinin nasıl tertip edildiğini, hangi yönüyle mu’ciz olduğunu, mantuk ve mefhumun ne tür özellikler taşıdığını tespit edebilmişlerdir.
Dipnotlar:
[1] Celaluddin Abdurrahman Suyuti, el-İtkan fî Ulûmi’l-Kur’an, Kahraman Yayınları, İstanbul, ty., II, 243.
[2] Daha farklı tesbitler için bkz. Muhammed b. Muhammed Ebu Şehbe, el-Medhal li Diraseti’l-Kur’ani’l-Kerim, Kuveyt, 2003, s. 35.
[3] Bkz. Ebu Şehbe, a.g.e., s. 45-6.
[4] Halid Abdurrahman el-Ak, Usulu’t-Tefsir ve Kava’ıduhu, Daru’n-Nefais, Beyrut, 2003, s.39; Ebû Şehbe, a.g.e., 25.
[5] Bkz. Suyuti, a.g.e., I, 31 vd.; Muhammed Abdulazim Zurkanî, Menahilu’l-İrfan, Daru’l-Hadis, Kahire, 2001, I, 37-95.
[6] Bkz. Suyuti, a.g.e., I, 76-86; Zurkanî, a.g.e., I, 203-342.
[7] Bkz. Ebu Şehbe, a.g.e., s. 280-284.
[8] Bkz. Suyuti, a.g.e., I, 235-244.
[9] Menna’ Halil el-Kattan, Mebahis fî Ulûmi’l-Kur’an, Mektebetu’l-Maarif, 2000, Riyat, s. 77.
[10] İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s. 117-118.
[11] Suyuti, Lübâbu’n-Nukül fî Esbâbi’n-Nüzûl, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1997.
[12] Ragıb el-İsfehânî, Müfredat-u Elfazi’l-Kur’an, Daru’l-Kalem, Dımeşk, 1997, s. 801.
[13] Abdulaziz b. Ahmed el-Buharî, Keşfu’l-Esrâr an Usûli’l-Fahri’l-İslam el-Pezdevi, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1991, III, 300.
[14] el-Kattan, a.g.e., s. 239.
[15] Bkz. Cerrahoğlu, a.g.e., s. 127.
[16] Süleyman Ma’rifî, fî Ulûmi’l-Kur’an, Meclisu’n-Neşri’l-İlmi, Kuveyt, ty., s. 177.
[17] Cerrahoğlu, a.g.e., s. 128.
[18] el-Isfehânî, a.g.e., s. 443.
[19] el-Isfehânî, a.g.e., s. 444-445.
[20] Cerrahoğlu, a.g.e., s. 153.
[21] Suyuti, İtkan, I, 150.
[22] Suyuti, İtkan, I, 149.
[23] Ebu Şehbe, a.g.e., 220.
[24] Ebu Şehbe, a.g.e., 219.
[25] Zurkanî, a.g.e., I, 165.
[26] el-Kattan, a.g.e., s. 265.
[27] el-Ak, a.g.e., s. 307.
[28] Hz. Peygamber –sallallahu aleyhi ve sellem- Arabın meşhur ediplerini onun bir suresinin benzerini yapmaya çağırdı fakat muhatapları bundan aciz kaldılar.
[29] el-Ak, a.g.e., s. 307 vd.
[30] Bkz. Suyuti, İtkan, II, 148-149.
[31] Zurkanî, a.g.e., I, 343.
[32] el-Kattan, a.g.e., s. 265.
[33] Ma’rifî, a.g.e., 237.
[34] Ma’rifî, a.g.e., 237.
[35] Ma’rifî, a.g.e., 237.
[36] Nebîl Muhammed İbrahim Âl-i İsmail, İlmu’l-Kıraât Neşetüh-u, Advaruh-u, Eseruh-u fî’l-Ulumi’ş-Şer’iyye, Daretu’l-Melik Abdilaziz, Riyat, 2002, s. 356.
[37] Âl-i İsmail, a.g.e., s. 364.
[38] Âl-i İsmail, a.g.e., s. 108.
[39] Âl-i İsmail, a.g.e., s. 143.
..
İhsan ŞENOCAK: Bismillahirrahmanirrahim. Hocam Kur’an-ı Kerim’in anlaşılabilmesi için İslam’ın erken asırlarından bu tarafa uygulanan ve zaman içerisinde de tedvin edilerek metin haline getirilen tefsir ve fıkıh usulü günümüzde modernist müslümanların yenilenme çağrıları ile karşı karşıyadır. Modernistler, mevcut tefsir ve fıkıh usulü ile Kur’an-ı Kerim’in anlaşılamayacağını, mutlaka batılıların geliştirdiği çağdaş anlambilimin verilerinden istifade edilmesi gerektiğini söylemektedirler. Üç telif tefsirin sahibi olarak ne söyleyeceksiniz? Kur’an-ı Kerim’i anlarken fıkıh/tefsir usulünde yetersizlik gördünüz mü? Görmediyseniz, bu çağrının arka planında ne olabilir?
M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala’ya hamd ve O’nun bütün beşeriyete rahmet olarak gönderdiği Muhammed Mustafa’ya salat-u selam olsun.
Kur’an-ı Kerim Allah Teala’nın bütün insanlığa gönderdiği Arabi bir kitaptır. Bütün insanlık O’nun nuru ile aydınlansın diye nebilerin sonuncusu olan Muhammed Mustafa’ya -sallallahu aleyhi ve sellem- Arapça olarak indirilmiştir. Çünkü; Allah Resul’ü Arap’tı ve Arabi bir çevrede yaşıyordu. Bu yüzden fesahat ve beyanın zirvesi olan Kur’an’da Arapça olarak indi. Niçin indiğini, gayesinin ne olduğunu bizzat kendisi açıklıyor: “Bu Kur’an, Rablerinin izniyle insanları karanlıktan aydınlığa çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrahim: 1)
Allah Teala Kur’an-ı Kerim’i irşat için indirdi. O, bütün alemi aydınlatacak, insanlık da O’nun nuru ile aydınlanacaktır.
Kur’an’ın nurundan istifade ede bilmek için, O’nu Arapça’nın esaslarına göre anlamalıyız. Usul kitapları bunun için telif edilmiştir. Bütün müfessirler de bu esasları kullanmışlardır.
Kur’an-ı Kerim’i anlamak için müsteşriklerin usulüne ya da onların geliştirdikleri anlambilime hem ihtiyacımız yok, hem de kullanmamız durumunda Allah’ın muradına aykırı manalar ortaya çıkar. Bu nasıl olabilir ki?! Arapça’yı Arap gibi bilmeyenlerden Arapça inen Kur’an-ı Kerim’i anlamanın usulünü nasıl alabiliriz?!
Müsteşrikler kısmen Arapça konuşabilirler; fakat ibarenin mantûk ve mefhumunu Arap gibi anlayamazlar. Bu durum “ben Türkçe’nin felsefesini sizin kadar iyi bilirim” dememe benzer.
Kur’an-ı Kerim, ilahi bir nur olarak indi. Nitekim Allah Teala “Biz size apaçık bir nur (Kur’an) indirdik.” (Nisa: 174) buyurmaktadır. Bu yüzden O’nu anlayacak kişinin kalbinde nur olması gerekir. Nur olacak ki, nur olan Kur’an-ı Kerim’i anlayabilsin. Kalbinde zulmet olan ya da küfür ve fısk içinde yüzen kişiler Kur’an’ı doğru bir şekilde anlayamazlar. Çünkü Cenab-ı Hakk böyle bir kalbi Kur’an’ı anlayacak şekilde açmaz. Allah Teala şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden uzaklaştıracağım. (Onlar) her ayeti görseler de ona iman etmezler. Doğru yolu görseler de onu yol edinmezler. Ama sapıklık yolunu görseler onu hemen yol edinirler. Bu onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları sebebiyledir.” (A’raf: 146) Bu ayet göstermektedir ki, asilerin ya da fasıkların son nebi Muhammed aleyhisselam’a indirilen ve nur olan Kur’an-ı anlamaları mümkün değildir. Buna göre müsteşriklerin dar akılları ve yetersiz dil bilgileri ile Allah’ın ayetlerini anlamaları nasıl mümkün olabilir?! Allah fasıkları, nurunu anlamaktan mahrum ederken kafirlere nasıl bu imkanı verebilir?! Bu durumdaki kişilerin anlambilimlerini kullanmak sadece Kur’an’ın anlamını tahrif etmeye yarar. Bu, batıl bir davadır.
Kur’an-ı Kerim’i anlamak isteyen kişi öncelikle meani, beyan, bedi’, usul-u fıkıh, usul-ü tefsir,…, gibi ilimleri bilmesi gerekir. Aksi takdirde kendi görüşüne göre Kur’an’ı Kerim’i tefsir eder ki bu fahiş hatalara ve batıl anlamlara irtikap edilmesine yol açar. Tıpkı ayetleri zahir anlamalarına göre tefsir edenlerin fahiş hatalara düşmeleri gibi… Nitekim Adiyy b. Hatim -radiyallahu anh- Allah Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- gelip şöyle der: “işittim ki Allah Teala şöyle buyuruyor: ‘sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yiyin, için.’ (Bakara: 187)” Bu ayet, Allah’ın Kitabı Kur’an’ı Kerim’dedir. Kitap Arapça, bu sahabi de Arap’tır. Fakat usul bilmediğinden ayeti anlayamıyor. Sahabi ayetten güneşin doğmasına yakın bir ana kadar yani beyaz ipin siyah ipten ayrılmasına kadar yemek yemeye devam etmeyi çıkarıyor. Halbuki “beyaz iplik” fecir vaktini yani tan yerinin ağırmaya başladığı anı, “siyah iplik” de gecenin karanlığını anlatmaktadır. Yoksa gerçek anlamda iplikleri birbirinden ayırmak değildir.
Bu yüzden asıl kaynaklara dönmemiz gerekir. Kur’an’ı Kerim, ihatası imkansız bir deniz gibidir. Lügat ve belagat bilmeyenler O’nun anlamlarını bulup çıkaramazlar. Müfessirlere bakın; her biri lügat, usul ve fesahatta zirve şahıslardır. Buna rağmen takrib yoluyla Allah’ın muradını anladılar. Kesin bir şekilde anladıklarını belirtmediler. Herkes nasibi nisbetinde Kur’an’dan istifade etmiştir. Onlar bu halde iken açıklamalarının altına “her şeyin en doğrusunu Allah Teala bilir.” kaydını düşmekten imtina etmediler.
Âma olanlar, gören kişilere yol gösteremezler. Müsteşrikler ulemaya nisbetle âmadırlar. Bu kişilerin Kur’an’ın anlaşılmasında referans kabul edilmeleri ya da görüşlerine itibar edilmesi âmanın görenlere yol göstermesine benzer. Müsteşrikler nasipsiz olmaları cihetiyle âmadırlar.
Usul Bilmeyenler Kur’an’ın
Muradını Anlayamazlar
İhsan ŞENOCAK: Çağdaş anlambilimden etkilenen yakın dönem tefsir telakkilerinin bir çoğuna göre ahkam ayetlerinin mevcut halleriyle modern dünyada uygulama alanı bulmaları imkansızdır. Bunlara göre, -örneğin- müslüman bir kadına mirasta erkek kardeşinin yarısı kadar pay alacağını ya da iki kadının bir erkek şahide denk olabileceğini anlatmak güçtür. Böyle bir yaklaşım ya da usul, İslami bir esasla izah edilebilir mi?
M. Ali SÂBÛNİ: Bu usul değil, cehalet ve ahmaklıktır. Bunlar Kur’an’ın muradını anlayamayan cahil kişilerdir. Mesela şehadetle ilgili ayete bakalım: Bunda ki sır nedir? Bu konu maddi ve mali hususlar ile alakalıdır. Erkekler bu alanlarda ihtisas sahibidirler. Kur’an-ı Kerim kadını aile meselesinde ihtisas sahibi kabul ettiğinden mali hususlarda erkeği mütehassıs olarak görür. Erkek gece, gündüz mali hususlar ile ilgilenir. Zihni bu alanda daha canlıdır. Mali meselelerde unutkanlığı kadına nisbetle daha azdır. Bu yüzden kadın mali işlerde erkek kadar başarılı olamaz. Sonra kadın, erkeğe nisbetle daha unutkandır. Ayet bağlamında düşündüğümüzde kadının bu işlerle iştigal etmemesi unutkanlığının artmasına etki eder. Çünkü; insanın sahasına girmeyen işlerde zabdı zayıftır. Konuya kadın cihetinden bakıldığında onunda ihtisas sahibi olduğu alanlarda zabdının erkekten daha güçlü olduğu görülür. Mesela yemekle alakalı meselelerde kadın, bir gördüğü yemeği başarılı bir şekilde yapabilirken, erkek ön bilgiye sahip olmadığından kadın kadar tez kavrayamaz.
Kadın, erkek kadar mütemekkin de değildir. Daha duygusaldır. Daha unutkandır. Daha tez kızar. Allah Teala kadın ve erkeğin mevcut konumlarına göre bu hükmü takdir etmiştir.
Erkek de kadın da duygusal ve akıllı varlıklardır. Fakat kadının duygusallığı genelde aklına galiptir. Bu durum göz ardı edilmemelidir.
Allah Teala kadını evin mürebbiyesi olarak yaratmıştır. Niçin? Çünkü çocukları yetiştirmede duygusallık ve şefkat önemlidir. Bunlar kadında daha öndedir.
Erkeğin aklı genelde duygusallığına galiptir. Ayrıca erkek, iktisadi hayatın içerisinde olduğundan ticari teamülleri daha iyi bilir. Bu itibarla onun mali işlerde ki konumu kadınınkinden daha güçlüdür.
Erkeğin mirastan iki, kadının bir pay almasına gelince; bahsettiğiniz kişiler bu hükmü anlamış olsalardı göreceklerdi ki kadın (bir pay almasına rağmen) gerçekte erkekten daha müreffehtir. Niçin? Bir örnek üzerinden meseleyi değerlendirelim: Bir adam ölüyor ve geride bir erkek ve bir kız çocuk bırakıyor. Allah Teala’nın hükmüne göre erkek iki, kız bir hisse alacak. Yani adamın üç bin riyali olsa iki binini erkek, binini kız alacak. Bu çocukların her biri evlenecek. Bu açıdan bakıldığında iki bin riyal alan erkek evlenirken mehr verecek. Mirasın bin riyalini mehr verdiğini düşünelim geriye bin riyali kalacak. Bin riyalle de ev kiralayacak, eşine elbise temin edecek, onun nafakasını sağlayacak, tedavi giderlerini karşılayacak. Fakat kız böyle değildir. Miras kalan bin riyalin hepsi kendisine kalmaktadır. Harcama zorunluluğu yoktur. Çünkü o, mali hiçbir şeyle mükellef değildir. İşte sosyal adalet budur. Allah Teala yarattığı insanın maslahat ve ihtiyacını en iyi bilendir: “Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin size daha faydalı olduğunu bilemezsiniz. Bunlar (mirasla alakalı hükümler), Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa: 11)
Modernistlerin Kadın Telakkisi
İhsan ŞENOCAK: Hocam kadının şahadeti bağlamında konuya baktığımızda şöyle diyebilir miyiz; Kur’an-ı Kerim, kadını çocukların hem annesi hem de öğretmeni olarak görmektedir. Bugün her ne kadar kadın cemiyetin farklı noktalarında çeşitli konumlarda görev almış olsada bu, Kur’an’ın telkin ettiği bir cemiyet fotoğrafı değildir. Bu yüzden modernistlerin kadın telakkisi temelde Kur’an’la çelişmektedir. Onlar itirazlarını çelişen bu telakki üzerine bina etmektedirler…
M. Ali SÂBÛNİ: Evet kadının yeri evidir. Kadını evinden çıkarmak ona yapılan en büyük ihanettir. Kadını sokağa itenler ona hürriyet verelim derken onu tehlikenin içine ittiler. Nafakasını kendisi kazanan bir kadının mali işlerden vakit bulup asıl vazifesi olan annelikle ilgilenmesi ne kadar mümkün olabilir?! Bu yüzden İslam, modern dünyanın zıddına kadını mürebbiye olarak düşünmüş ve onun iffet ve kerametini korumuştur.
Modernistler akıllarıyla konuşmuyorlar. Kadına nafakanı kazan, hayatını kurtar, kamuya açıl, meslek sahibi ol diyorlar. Peki çocukları kim yetiştirecek?! Eğer çocukları anne terbiyesinden mahrum bırakırsak o zaman diledikleri gibi yaşarlar, kendileri bozuldukları gibi cemiyeti de bozarlar. Kadının çocuk terbiyesi ile ilgilenmesi mali meselelerle ilgilenmesinden daha önemlidir. Çünkü; çocuk terbiyesini en güzel anneler yapabilir. Buna rağmen kadının mali işlerde ilgilenmesinde bir beis yoktur.
Şehadetle alakalı ayet, malı korumayı da hedeflemektedir. Mal, canın yongasıdır. İslam malın israf edilmesine karşıdır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın sizin için geçim kaynağı yaptığı malllarınızı aklı ermezlere vermeyin.” (Nisa: 6) Ayet, insanlara hitap etmektedir. Sefih (aklı ermez kişi) malını harcıyor ona kimse karışamaz diyemezsiniz. İsraf edilen mallar milli serveti tüketir, bu da cemiyete zarar verir. Bu yüzden mal korunmalıdır. Bunun hamilerinden biri de şahitlerin güvenilir olmalarıdır. Erkeğe nisbetle daha çok unutan ve daha duygusal olan kadının erkek kadar güvenilir olmadığı aşikardır.
Yeni Arayışların Arkaplanı
İhsan ŞENOCAK: Buraya kadar ki ifade ve örneklerinizden fıkıh ve tefsir usulünün modern dünyanın problemlerini çözebilecek şekilde Kur’an-ı Kerim’in anlaşılmasını temin edeceği çıkmaktadır. Hal bu iken niçin modernistler yeni usul arayışları içerisine girmişlerdir?
M. Ali SÂBÛNİ: Bu, öncelikle iman zayıflığından sonra da Kur’an’ın sırlarını ve hükümlerini anlamamaktan kaynaklanmaktadır. Kur’an-ı Kerim herkesin anlayabileceği bir kitap değildir. Lügat ve usul okumayan bir Müslüman O’nu anlayamaz. Bu yüzden Kur’an’ı anlayacak kişinin istinbat için gerekli olan ilimleri bilmesi gerekir. Çünkü hükmünün istinbatı salim bir anlayışa dayanmaktadır. Mesela Cenabı Hak “Onlar (kadınlar) size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz/hünne libasun leküm ve entüm libasun lehünne” (Bakara: 187) buyurmaktadır. Kişi ayetin muradını anlayamazsa büyük bir hataya düşer. Nitekim lügat ve belagat ilminden mahrum bir Fransız, Kur’an-ı Kerim’i tercüme ederken ayette geçen “libas” kelimesini “pantolon” olarak çevirmiştir. Halbuki ayet-i kerimede geçen “libas” kelimesinin anlamı bu değildir. Bir Arap da, “libas”ı “ şalvar” olarak tefsir etmiştir. Ayette güçlü bir anlatım vardır. Eşler arasındaki ilişkiden bahsedilmektedir. Elbise ve örtü nasıl insanı soğuk ve sıcaktan koruyorsa eşlerde birbirlerine karşı koruyucu olurlar denmektedir. Buna göre “libas” kelimesinin anlamı “erkek kadın için, kadın da erkek için örtüdür.” şeklindedir. Yani birbirlerini tamamlarlar.
Müfessir olduğunu zanneden kişi, tefsir usulünü ve hüküm istinbatı için gerekli olan ilimleri bilmezse kesinlikle Kur’an-ı Kerim’i anlayamaz.
Arap dilini bilmeyen, beyan, bedi’, meani gibi ilimlerden mahrum olan kişilerin Kur’an-ı anlama gayretleri beyhudedir. Bu ilimlere vakıf olan çocuklar bile bunlardan daha nasipdardırlar. Esmai’in anlattığı şu olay bunu tescil etmektedir: “Bir gün içerisinde derin manalar barındıran şiirler inşad eden dört beş karış boyunda bir kız çocuğuna rastladım. Şiirini işitince ‘bu kız ne kadar fasih konuşuyor.’ dedim. Çocuk bana şu şekilde karşılık verdi: ‘yazıklar olsun sana! Şu ayetten sonra fesahat mı olur: “Musa’nın annesine, ‘Onu emzir, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu denize bırak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kılacağız’ diye ilham ettik.” (Kasas: 7) Bu ayet son derece kısa olmasına rağmen iki emir (emzir ve denize bırak), iki nehiy (korkma, üzülme), iki haber (ilham ettik, başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman) ve iki müjdeyi (biz onu sana döndüreceğiz, onu peygamberlerden kılacağız) bir araya getirmiştir. Bunu hiçbir beşer yapamaz.”
Modernistler tefsirle alakalı ilimlere vakıf olsalardı yeni usul arayışlarına girmeyeceklerdi. Nasipsizlikleri bu kız çocuğu kadar Kur’an-ı anlamalarına engel olmuştur.
Kur’an-ı Kerim Bir Denizdir
İhsan ŞENOCAK: Kur’an-ı Kerim’i anlama noktasında hangi tefsirler ölçü alınmalıdır? “Şu tefsir, şundan daha başarılıdır” denebilir mi?
M. Ali SÂBÛNİ: Kur’an-ı Kerim bir denizdir. Tek başına hiçbir müfessir O’nu ihata edemez. Her müfessir O’nun farklı bir yönünü keşfetmiştir. Biri O’ndan fıkhi hükümleri çıkarmış, namaz, hac, zekat gibi… Diğeri belağat perdesini kaldırmış, bir diğeri Arap Dili ile alakalı inceliklerine dikkat çekmiştir. Bir başkası kıssaların ihtiva ettiği haberleri izahta daha başarılı olmuştur. Tek başına bir müfessirin bütün yönleri ile Kur’an’ı anlaması beşer takatini aşan bir durumdur. O’nu anlamak için ihtisas gereklidir.
Ayrıca zaman ilerleyip geliştikçe mütekaddimin ulemaya nasip olmayan bazı Kur’an hakikatleri de ortaya çıkmaktadır. Mesela insan önceden yukarıya doğru çıkıldıkça oksijenin azalacağını bilmiyordu. Bugün biliyoruz ki, semaya doğru yükseldikçe oksijen azalmakta ve buna paralel olarak kişinin sadrı daralmaktadır. Bu gerçek Kur’an-ı Kerim’in şu hakikatini doğru bir şekilde anlamamıza yardımcı olmaktır. Allah Teala kişinin kalbini aydınlatmak istediğinde onu İslam’a açar. Bir başkasının dalaletini isterse sanki semaya çıkıyor gibi onun kalbini daraltır: “Allah her kimi doğruya erdirmek isterse onun göğsünü İslam’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun da göğsünü göğe çıkıyormuşcasına daraltır, sıkar.” (En’am: 125) Ayetin zahir anlamı kişi semaya doğru çıkmak ister fakat buna gücü yetmez. Fakat gerçek anlam bu değildir. Semaya doğru ilerledikçe oksijenin azaldığını buna bağlı olarak kişinin nefesinin daraldığını bilmemiz bu ayetin sırrını ortaya çıkarmıştır.
“Evet bizim, insanın parmak uçlarını (benane) bile düzenlemeye gücümüz yeter.” (Kıyame: 4) “Benane” parmak uçları demektir. Modern ilim parmak uçlarının sırrını ortaya çıkarana kadar bunun hikmeti bilinmiyordu. Fakat bugün anlaşılmıştır ki, bir insanın parmağındaki basit çizgiler bir diğer insana benzememektedir. İşte bu, Kur’an-ın i’cazıdır. İnsanın yaratılışı da böyledir. Gayr-i Müslim bir tabip insanın yaratılışı ile ilgili ayetleri duyunca hayretini gizleyememiş ve “daha düne kadar bilinmeyen bu hakikatleri, ümmi olan Muhammed’in -sallallahu aleyhi ve sellem- bilmesi mümkün değildir. Kur’an mutlaka Allah’ın vahyidir.” demiştir. Doktorun Müslüman olmasına sebep olan ayetlere bir bakın: “Sonra onu az bir su (meni) halinde sağlam bir karargaha (ana rahmine) yerleştirdik. Sonra bu az suyu ‘alaka’ haline getirdik. Alakayı da ‘mudga’ yaptık. Bu ‘mudga’yı da kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık.” (Mü’min: 13-14)
“Sizi annelerinizin karnında bir yaratılıştan öbürüne geçirerek üç (kat) karanlık içinde oluşturuyor.” (Zümer: 6)
Kur’an’ı Allah Teala vahyetmemiş olsaydı Araplar bu hakikatleri nereden bilebilirlerdi?!
Hasan Hanefi
İhsan ŞENOCAK: Hasan Hanefi katıldığı bir toplantıda Kur’an-ı Kerim’in nuzulünü anlatırken, örnek olarak erkeğin eşine yaklaşmasını kullanıyor. Yani vahyin gelişini o hale benzetiyor. Kur’an-ı Kerim’i anlama iddiasında olan bir zihinde, bu tür bir teşbihin oluşması nasıl izah edilebilir?
M. Ali SÂBÛNİ: Bu adam cahil değil sefihtir, ahmaktır. Bu ifade hastanelik derecede bir cinnettir. Bu ibare, üzerinde konuşulmayacak kadar çirkindir. Sefahetin sınırıdır. Bu cahil herif, Kur’an’ın nuzülünün esrarını idrak etmekten uzaktır.
Hz. İsa’nın İnmesi
İhsan ŞENOCAK: Modernistler Kur’an-ı Kerim’i anlama usulünde olduğu gibi anladıkları mana itibariyle de ulema ile çelişmektedirler. İsterseniz biraz da modernitenin sürekli gündemde tuttukları geleneğe itiraz noktaları üzerinde konuşalım. Şüphesiz ki bunların başında Hz. İsa’nın –aleyhisselam- inişi meselesi gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa’nın öldüğünü ima eden bir karine var mıdır?
M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala “Onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi.” (Nisa: 157) buyurmaktadır. Yahudiler kesinlikle İsa’yı –aleyhisselam- asamadılar. Hz. İsa zannederek O’na benzetilen kişiyi öldürdüler.
Yahudiler, O’nu öldürdüklerini iddia ediyorlar. Ne gariptir ki Hristiyanlar da onların iddialarını tasdik ediyor. Kur’an-ı Kerim de onları “Onu ne öldürdüler, ne de astılar” diyerek tekzip ediyor. Burada tuhaf olan bir durum var ki, o da Hristiyanlar Hz. İsa’nın ilah olduğunu iddia ediyorlar sonra da ilahın asıldığını söylüyorlar. Bu ne kadar tuhaf bir durumdur. Şair ne güzel söylemiştir:
Yahudi bir kulun eliyle asılan ilah, nasıl bir ilahtır?!
Yahudi ve Hristiyanların Hz. İsa’nın ölümü ile alakalı inançları zan üzerine ibtina etmektedir. Çünkü; onlar öldürülen kişinin Hz. İsa mı yoksa O’nun yerini gösteren münafık mı olduğu noktasında şüpheye düşmüşlerdir. Zira “Eğer bu öldürülen İsa ise bizim arkadaşımız (şikayet eden) nerede? Yok eğer bu arkadaşımız ise o takdirde İsa nerede? demekten kendilerini alamamışlardır. Bu yüzden akideleri şüphe üzerine ibtina etmektedir. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “Onun hakkında ihtilafa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içerisindeler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur.” (Nisa: 157)
İhsan ŞENOCAK: Hz. İsa’nın yeryüzünden ayrılışını ifade eden “teveffa” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa ile ilgili “müteveffike” ve “teveffeyteni” (Al-i İmran:55; Maide: 117) şeklinde iki ayrı yerde kullanılmaktadır. Zemahşeri “Esasu’l-Belağa”da “teveffa” kelimesinin “öldürmek” anlamında mecazen kullanıldığını söylemektedir. Buna göre “teveffa” kelimesinin mecaz anlamı, “bir şeyi bütünüyle kabzetmek” demek olan asıl anlamının önüne geçmektedir. Neler söyleyeceksiniz?
M. Ali SÂBÛNİ: Modernistler “mütevvifike” kelimesini anlayamamışlardır. Bu, ölümü vaattır. Yani “sen ey İsa! İlah değilsin, bir gün diğer insanlar gibi öleceksin.” demektir.
“Seni öldüreceğim demek” tıpkı “sana şunu vereceğim” demek gibidir. Yani şu an vermediniz fakat gelecekte vereceksiniz. Bu cümle verilecek şeyin gelecekte olacağını göstermektedir. Ayete dönersek Cenab-ı Hakk, Hz. İsa’nın ilah olmadığını, günü gelince diğer insanlar gibi öleceğini bildirmektedir. Fakat şu an semaya yükseltilmiştir.
İmam Taberi “Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim/ya İsa innî müteveffîke ve rafiuke ileyye” ayetinde takdim ve tehir olduğunu söylemektedir. Buna göre anlam; “seni katıma yükseltecek sonra vefat ettireceğim.” şeklindedir. Burada mucize vardır. Fakat asıldıktan sonra ruhunun göklere çıkmasında hiç bir olağanüstülük yoktur. Bu herkes için geçerli olan bir durumdur.
Hz. İsa günü gelince yeryüzüne inecektir. Peki ineceğini söylerken ne ile istidlal ediyoruz. Kur’an-ı Kerim O’nun kıyametin alameti olduğunu söylemektedir: (Zuhruf: 61) Ayrıca bu konudaki hadisler tevatür derecesindedir.
İhsan ŞENOCAK: Keşmiri’nin “et-Tasrih bima Tevatere fi Nüzuli’l-Mesih” adlı eseri tevatürü gözler önüne sermektedir.
M. Ali SÂBÛNİ: Evet.
İhsan ŞENOCAK: Zuhruf Suresi’nde ki “Şüphesiz ki O (İsa) kıyamet için (onun yaklaştığını gösteren) bir bilgidir.” mealine gelen ayet açık bir şekilde Hz. İsa’nın ineceğini göstermektedir diyebilir miyiz?
M. Ali SÂBÛNİ: Evet, ayet açıkça nüzülün olacağını bildiriyor.
İhsan ŞENOCAK: Hz. İsa yeryüzüne peygamber olarak değil, Muhammed Mustafa’ya -sallallahu aleyhi ve sellem- tabi olarak gelecek…
M. Ali SÂBÛNİ: İsa –aleyhisselam- Allah Resulü’nün şeriatıyla amel edecektir. Yeni bir din getirmeyecektir. Nebinin nebiye tabi olması caizdir. Bütün nebiler kendilerinden önceki şeriatları tamamlayıcı olarak gelmişlerdir.
Yahudilerin ve Hristiyanların
Ahiretteki Durumu
İhsan ŞENOCAK: Yahudi ve Hristiyanların küfür üzere olduklarını tasrih eden ayetler hakkında neler söyleyecekseniz?
M. Ali SÂBÛNİ: Kıldığımız namazların her rekatında okuduğumuz Fatiha Suresi’nde “nimet ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil.” âyeti vardır. Allah Resulü -sallallâhu aleyhi ve sellem- buradaki “gazaba uğrayanları” Yahûdiler; “sapkınları” ise Hristiyanlar olarak tefsir etmiştir. Allah Resulü’nün bu tefsirinden sonra artık kimseye söz düşmez. Kur’ân-ı Kerim’de Yahûdi ve Hristiyanları cehennemlik olmaları noktasında müşriklerle eş değer tutan bir çok âyet vardır: “Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan kâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların en şerlisidirler.” (Beyyine: 6) Yahûdilerle ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Küfürleri ve Meryem hakkında pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle (lânete uğramışlardır)” (Nisâ: 156) Hristiyanlarla ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun ki, ‘Meryem oğlu Mesih, Allah’tır.’ diyenler kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 17); “And olsun ki, ‘Allah üçten biridir’ diyenler kâfir olmuştur.” (Mâide: 73)
Bu ayet-i kerimeler, Yahûdi ve Hristiyanların küfür içinde olduklarını açık bir şekilde belirtirken ve onlar Allah’ı ve Rasulü’nü yalanlayıp dururken biz onların îman sahibi olduklarına ve cennete gireceklerine nasıl hükmedebiliriz? Ayrıca Allah Teala Hz. Îsa’nın diliyle şöyle buyurur: “Oysa Mesih, ‘Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin; kim Allah’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur’ dedi.” (Mâide 72)
Onları cennete girmekten mahrum bırakan biz değiliz; ancak onlar küfrederek, Üzeyr ve Mesîh’in Allah’ın oğlu olduğu iddiasında bulunarak, Mesîh’in çarmıha gerildiğine inanarak ve O’na ilahlık isnad ederek cennete girmekten yüz çevirdiler.
İhsan ŞENOCAK: Günümüzde yaşayan Yahudi ve Hristiyanlarda benzer akıdeye sahip olduklarından onlar içinde yukaradaki ayetler geçerlidir…
M. Ali SÂBÛNİ: Tabii ki, günümüz Yahudi ve Hristiyanlarından Peygamberimiz’in -sallallâhu aleyhi ve sellem- resul olduğuna iman eden ve Kur’an’ı tasdik eden kimse var mıdır? Böyle birileri varsa bunlar nerede yaşamaktadır? Bizim gezegenimizde mi, yoksa başka alemlerde mi? Yahûdi veya Hristiyan olup da Peygamberimize iman eden bir kişi gösterebilir misiniz?
İhsan ŞENOCAK: Bütün bu deliller göstermektedir ki cennete girmenin vazgeçilmez şartlarından birisi de Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- îmân etmek ve O’na tâbi olmaktır…
M. Ali SÂBÛNİ: Evet, cennete girmenin vazgeçilmez şartlarından biri de, Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- iman etmek ve Allah’tan getirdiği her şeye tâbi olmaktır. Ne Katoliklerin lideri Vatikan’daki “Papa”, ne de en alt seviyedeki bir papaz ya da bir haham, Peygamberimiz’in ve Kur’an-ı Kerîm’in hak olduğuna inanmaktadır. Bütün Yahûdi ve Hristiyanlar Peygamberimiz’in risaletini yalanlamaktadır. Farz-ı muhal kabilinden bir an için onların Allah Resulü’nün -sallallâhu aleyhi ve sellem- peygamberliğine inandıklarını, Mesîh’in ilahlığını ve Allah’ın oğlu olması şeklindeki inançlarını tashih ettiklerini düşünsek bile bu yeterli değildir. Mutlaka, Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- tâbi olmaları ve O’nun getirdiği dîne ters düşen dîni terk etmeleri gerekir. Şurası kesin bir vâkıadır ki, Hz. Peygamber Yahûdi ve Hristiyanların iddia ettikleri gibi sadece Araplar’a değil, bütün beşeriyete gönderilmiştir: “Ey Rasûlüm! Biz seni bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik.” (Sebe: 28); “Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim.” (A’râf: 158) âyetleri sebebiyle Hz. Muhammed’in -sallallâhu aleyhi ve sellem- peygamberliğinin evrensel olduğunu hiç kimse inkâr edemez. Allah Resulü bütün insanlığa gönderilmişse O’na tâbi olmanın vâcip olmadığı nasıl söylenebilir?! Yoksa Allah Teâlâ O’na îmân etmeyi vâcip kılıp daha sonra O’na tâbi olmayı mübah mı addetmiştir?!
Allah Teâlâ, Resulü’ne -sallallâhu aleyhi ve sellem- îmân etmeyi, getirdiklerine tâbi olmayı bütün peygamberlere farz kılmış ve bu hususta onlardan söz almıştır: “Hani Allah, peygamberlerden: ‘Ben size Kitap ve hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde Ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz’ diye söz almış, ‘kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?’ dediğinde, ‘kabul ettik’ cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: ‘O halde şahit olun; ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim’, buyurmuştu.” (Âl-i İmrân: 81). Bu ayete göre bütün Peygamberler Hz. Muhammed’in dönemine yetişmeleri durumunda O’na tâbi olmayı kabul etmişken o peygamberlerin ümmetlerinin Hz. Muhammed’in dînine tâbi olmakla mükellef olmadıklarını söylemek ne kadar tuhaftır.
Allah Teâlâ, Yahûdi ve Hristiyanların îmânlarının makbul olmasını Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- tâbi olmalarına bağlamıştır: “Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil’de yazılı bulacakları o Rasûle, o ümmî Peygambere ittiba’ ederler.” (A’râf: 157) Bu âyette sözü edilen peygamber kimdir? Hz. Mûsâ mıdır? Hz. Nûh ya da Hz. İbrâhim midir?
Hiç şüphesiz, burada zikredilen peygamber Hz. Muhammed’tir -sallallâhu aleyhi ve sellem-. Çünkü âyet-i kerîme o peygamberi ümmîlikle vasıflamış ve Tevrat ve İncil’de adının geçtiğini belirtmiştir. Bu vasıflara sahip olan peygamber de Hz. Muhammed’den başkası değildir. Allah Teâlâ burada peygambere imân etmekten veya risâletini tasdik etmekten değil de O’na tâbi olmaktan söz ediyor. Tabi olmak da O’nun getirdiği şerîatla amel etmek ve dînine sarılmaktır. Yoksa ittibâ içermeyen îmânın anlamı yoktur.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş olurlar.” (Bakara: 137) Bu âyetin ifade ettiği gibi hidâyetin şartı Müslümanların îmân ettiği her şeye îmân etmektir ki Müslümanlar son peygamber Hz. Muhammed’e -sallallâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun getirdiği İslâm dînine tâbi olurlar.
Nesh Meselesi
İhsan ŞENOCAK: Kur’an-ı Kerim’de hükmü kaldırılan/mensuh ayet var mıdır? Varsa neshi reddedenler neye dayanarak bu hakikate itiraz ediyorlar?
M. Ali SÂBÛNİ: Öncelikle şunu söyleyeyim ki neshi reddetmek icmayı reddetmektir. Çünkü red, hem mütekaddimun hem de müteahhirun ulemanın icmaına aykırıdır.
Nesh ile alakalı nasslar açıktır: “Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz.” (Bakara: 106) Nitekim müslümanlar hicretten sonra on altı ya da on yedi ay Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmış daha sonra bu hüküm yürürlükten kaldırılmıştır.
İhsan ŞENOCAK: Neshi inkar edenler Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılmanın Kur’an-ı Kerim’de olmadığını bu yüzden “artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.” (Bakara: 144) ayetinin her hangi bir ayeti nesh etmediğini idda etmektedirler.
M. Ali SÂBÛNİ: Kur’an “(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün semaya doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görüyoruz.” (Bakara: 144) diyor. Bu ayet delalet etmektedir ki Allah Resulü -sallallahu aleyhi ve sellem- Mescid-i Haram’a yönelmeden önce başka bir tarafa doğru namaz kılmakta idi. Bunun içindir ki, Mescid-i Haram’a dönmek için vahiy bekliyordu. Bu “yön” de önceki ve sonraki ulemanın icmaı ile Beyt-i Makdis’tir. Ayrıca “İnsanlardan bir kısım beyinsizler: yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir? diyecekler.” (Bakara: 142), Yahudi ve münafıkların kıble değişince neler konuşacaklarını haber veren bu ayet de Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılındığına delalet etmektedir.
İhsan ŞENOCAK: Buna göre Allah Resulü ve müslümanların Kabe’den önce Beyt-i Makdis’e doğru namaz kıldıkları mefhum olarak Kur’an-ı Kerim’de vardır dolayısıyla nesh karşıtlarının istidlalleri batıldır diyebiliriz.
M. Ali SÂBÛNİ: Evet… Kur’an-ı Kerim’in Yahudilerin “Muhammed’i önceki kıblesinden çeviren nedir?!” türünden konuşacaklarını haber vermesi sarih bir şekilde Beyt-i Makdis’e doğru namaz kılındığını göstermektedir.
Bu bir imtihandır. Allah Teala dilediği gibi hüküm koyar. Dilediğini helal yapar dilediğini haram. Modernistler bu noktada yeniden düşünmelidirler.
Nesh ile alakalı Kur’an-ı Kerim’de daha bir çok örnek vardır. Kocası ölen kadının iddetinden bahseden ayet iddetin bir yıl olduğunu söylerken sonra gelen ayet iddetin dört ay on gün olduğunu bildirmektedir. Bu açıkça bir nesihtir. Sonra gelen ayet öncekinin hükmünü yürürlükten kaldırmıştır. Zina da böyledir. İlk olarak zina eden kadınların evlerinde hapsedilmeleri emredilmişti. (Nisa: 15) Sonra gelen ayet zina eden bekar kadına yüz sopa vurulmasını emretmiş (Nur: 2) ve açıkça hapis hükmünü nesh etmiştir.
Yine Allah Teala bir ayeti başka bir ayetle değiştirdiğini bildirmektedir: (Nahl: 101).
İhsan ŞENOCAK: Modernistler bu ayetin (Nahl: 101) Mekke’de indiğini Mekki ayetlerde de nesh olmadığını dolayısıyla ayetin neshin isbatına delil olamayacağını söylüyorlar. Bu durumda ayet önce inmiş fakat sebebi sonradır denebilir mi?
M. Ali SÂBÛNİ: Evet! Allah Teala haber veriyor ki, nesh olacak ve buna itiraz edecekler. Muhammed bunu kendi nefsinden uyduruyor diyecekler. Bu ayet neshin olacağını ve gayri müslimlerin ne diyeceklerini önceden bildirmektedir. Olmadan önce haber veriyor ve diyor ki Allah Resulü’nün neshe dahli olmayacaktır. Çünkü Peygamberin görevi aldığı vahiyi tebliğ etmektir.
İhsan ŞENOCAK: Modernistler neshin varlığının kabul edilmesi durumunda Allah Teala’ya “beda” isnat edileceğini iddia etmektedirler. Neshin kabulü böyle bir hükme ihtimal verebilir mi?
M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala hikmeti gereği bir tabip gibi insanlığı tedavi etmektedir. Doktor bir hastaya tedavi sürecinde farklı ilaçlar kullandırır. Vücuttaki değişime paralel olarak ilaçların dozunu artırmakta ya da azaltmaktadır. Bu durum doktora cehalet isnat edilmesine sebep olabilir mi?! Allah Teala’da her şeyi en iyi bilendir. Cemiyetin durumuna göre hüküm ayetlerinde değişikliğe gitmiştir. Doktor önceden nasıl bir tedavi programı uygulaması gerektiğini bilir de Allah Teala bilmez mi?!
İçkinin haram kılınma sürecine bakın: Araplar bizim su içtiğimiz gibi içki içiyorlardı. Kur’an-ı Kerim’de onu tedricen yasakladı. Eğer ilk ayet “içki içmeyi terk edin.” şeklinde olsa idi, “onu bırakmayız” derlerdi. Bu örnek Allah Teala’nın hüküm koyarken insanların içinde bulundukları konumu dikkate aldığını göstermektedir. İnsanların talim ve terbiyesi de böyledir. Hayatın her aşamasında tedricilik vardır.
Hz. Aişe -radiyallahu anha- ilk olarak cennet ve cehennemden bahseden tergib ve terhib içerikli ayetlerin indiğini rivayet etmektedir. İman, insanların içine yerleşince helal ve haramla alakalı ayetler inmiştir. Tersi olsa idi insanlar ilahi emirlere karşı çıkarlardı.
Hz. Adem’in İndiği Cennet
İhsan ŞENOCAK: Günümüzde bazı tefsirciler Hz. Adem’in indiği Cennet’in, Kur’an-ı Kerim’de anlatılan cennet olmadığını, yeryüzündeki mamur bir bölgeden Hicaz’a gönderildiğini iddia etmektedirler…
M. Ali SÂBÛNİ: Hz. Adem’in dünyaya gelmeden önce içinde yaşadığı yer müminler için hazırlanan ve inanların içerisinde ebedi olarak kalacakları Cennet’tir. Hz. Adem’i yeryüzünde yaratan Canab-ı Hakk, O’na semada secde edilmesini emretti. İblis hariç herkes secde etti. Dolayısıyla yeryüzündeki bir bahçeden indirildiği iddiası yanlıştır.
İhsan ŞENOCAK: Hz. Adem’in indiği Cennet’ten bahseden ayette orada acıkma ve susama gibi hasletlerin olmadığından bahsedilmektedir. Dünyada acıkmadan ya da yemeden yaşayan hiçbir canlının olmadığı düşünüldüğünde Kur’an-ı Kerim açık bir şekilde Hz. Adem ile Havva’nın bilinen Cennet’ten çıkarıldıklarını bildirmiştir denebilir mi?
M. Ali SÂBÛNİ: Müfessirlerin tamamı bu Cennet’in müminlerin içerisinde ebedi yaşayacakları uhrevi cennet olduğunda hem fikirdirler. Çünkü; ayette anlatılan vasıflar başka hiçbir yere uymamaktadır. (Taha, 118/119) Kur’an-ı Kerim önce “Sen ve eşin Cennet’te kalın…” diyor ardından “orada acıkma ve susama” olmadığından bahsediyor. Dünyada acıkmanın olmadığı bir yer ya da susamayan hiçbir insan yoktur. Krallar ve devlet başkanları dahil yeryüzünde acıkmayan, susamayan, güneşin isabet etmediği tek bir şahıs gösteremezsiniz. Bu vasıflar ancak ebedi olan cennete uymaktadır.
İhsan ŞENOCAK: Cenneti tartışanların önemli bir bölümü, kafirler için cehennemin ebedi olmasına da itiraz ediyorlar…
M. Ali SÂBÛNİ: Bu, insanların akıllarına hükmeden şeytana ait bir sözdür. Cehennemin ebediliği gaybi bir konudur bu yüzden de gaybı bilen Allah Teala’ya bırakılmalıdır. Sadece biz O’nun -celle celaluhu- cennet ve cehennemin ebedi olduğunu bildiren sözünü naklederiz.
Cenab-ı Hakk’ın bu konudaki hükmüne itiraz edenler ölümün olmadığı ahiret gününde cennet ehlinin cennette, cehennem ehlinin cehennemde ebedi kalacaklarını göreceklerdir. Kur’an durumuna göre cehennem ehlinin orada ebedi kalacağını, cennette olan kişinin de oradan çıkarılmayacağını bildirmektedir: (Hicr; 48). Dilediğini yapan Allah Teala Kur’an’da neyi, nasıl bildirdiyse müminler O’na iman ederler.
İhsan ŞENOCAK: Eserlerinizi okuyan ya da İnkişaf vesilesi ile sizi tanıyan okurlarınıza neler söyleyeceksiniz?
M. Ali SÂBÛNİ: Allah Teala hepimizi itaat, ibadet ve faydalı ilmi tahsil etmede muvaffak kılsın. İlmi sadece “ilahi rıza” için okumalarını onlara tavsiye ediyorum.
Eğer Allah Teala katında ilimden daha değerli bir şey olsa idi, Resulü’ne -sallallahu aleyhi ve sellem- onu emrederdi. Fakat O’na malımı ya da makamımı artır diye değil “ilmimi artır” (Taha; 114) diye dua etmeyi emretmiştir.
Cahiliyye devrinde Araplar taşlara ibadet ediyor, Kabe’yi de analarından doğduğu gibi çırılçıplak tavaf ediyorlardı. Onları böyle yapmaya şeytan ikna etmişti. İnsanlara gelip: “Nasıl elbiselerin içerisinde tavaf edersiniz. Allah’a asi oldunuz. Hemen elbiselerinizi çıkarın, öyle tavaf edin.” dedi. Erkekler çırılçıplak, kadınlarda avret yerlerini elleriyle kapatarak tavaf ederlerdi. Tavaf eden kadınlar şu şiiri okurlardı:
Bu gün bir kısmı ya da tamamı ortaya çıktı,
Görünen kısmı kimseye helal kılmıyorum.
Kur’an-ı Kerim cehalet üzerine ibtina eden bu davranışa “fahişe/çirkin amel” diyor.(A’raf, 28) Üstelik İbn Abbas’ın naklettiğine göre bu çirkin ameli onlara Allah Teala’nın emrettiğini söylemekte idiler.
Cahilliye kültürünün esasında, h akikati çarpıtma ve kendi değer yargılarına göre şekillendirme vardır.
Hadiseye İslam zaviyesinden bakıldığında insan fıtratıyla birebir örtüşen bir güzellikle karşılaşıyorsunuz. Hac ya da umre yapılacağı zaman dünya elbiseleri çıkarılacak fakat yerine mahşeri çağrıştıran izar ve ridadan oluşan iki parça elbise giyilecek.
İnsanlar ilmi derinliğe ulaşırlarsa şeytan onlar üzerinde ki tasarrufunu büyük oranda kaybeder. Bunun içindir ki Allah Resulü şöyle buyurmuştur: “Şeytana bir fakih bin abitten daha şedid gelir.”
İhsan ŞENOCAK: İlim yolcuları modern dünyada müstakim duruşlarını koruyabilmeleri için nasıl bir yöntem benimsemelidirler?
M. Ali SÂBÛNİ: Talebeleri kalbinde eğrilik olan (Al-i İmran: 7) kişilerin eserlerinden korumalıyız. Onları bidatçıların kitaplarıyla baş başa bırakmamalıyız. Çünkü; onlar Müslümanları “din” ve “ilim” adına sömürüyorlar.
Hevasına ya da oryantalistlerin usulüne göre Kur’an-ı anlamada ısrar eden bu kişiler İblis’in öğrencileri konumundadırlar.
İhsan ŞENOCAK: Hocam sohbete başladığımız andan şimdiye kadar saatler geçti, gece yarsı oldu. Sohbet ve misafirperliğiniz için teşekkür ederim.
M. Ali SÂBÛNİ: Ben teşekkür eder Cenab-ı Hakk’tan hepimizi muvaffak kılmasını temenni ederim.
.
İnkişaf : Hocam isterseniz Fâtih Câmii ile başlayalım…
Tabii. Bu câmi ilimde çok feyizli, çok bereketli bir yerdi. Ama maalesef şimdi eser kalmadı! Buralarda Buhâri-i Şerîf okutulurdu. Kavâid bâbından Mukaddime-i İbn Salâh okutulurdu. Sonra burada, efendim, okutulan derslerin arasında İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn de vardı. Kâdi tefsîri ve Hidâye vardı… Tasavvuf’dan da Risâle-i Kuşeyrî okunurdu. Ben bizzat bu derslere şâhid oldum, bunları gördüm ve bu derslerde hâzır bulundum.
İnkişaf : Hangi yıllardan bahsediyorsunuz hocam?
Efendim bu, 1943’de, buraya geldiğim zamanlardaki manzaradır.
Burada Abdü’l-Hakîm Efendi’nin oğlu Mekkî Efendi vardı. O da hatt dersi verirdi. Bu câminin müezzinleri bile ehl-i ilimdi. Öyle gelişigüzel adam yoktu. Hatta bakınız şurada bir âmâ Haydar var; birazdan yatsı namazına gelir. Onu da Hüsnü Efendi diye bir zât okutmuştur. Hüsnü Efendi buranın müezzinlerindendi. Hâfızdı aynı zamanda. Hâlâ daha talebeleri vardır, onları okutur. İşte burası böyle bereketli bir câmiydi. Bir bunları hatırlayıp bir de bugünkü hâle bakınca ister istemez insanın yüreği sızlıyor.
İnkişaf : Hocam, malûmunuz, Mustafa Sabrî Efendi İ’lâmu’l-Muvakkiîn’de Mısır ulemâsıyla Osmanlı ulemâsını mukâyese eder…
Ha, evet! Şimdi bakınız, Mustafa Sabrî Efendi kitabında Zâhidu’l-Kevserî’den bahsederken, o üçüncü cildde, diyor ki: “Ben, geçmiş Şeyhu’l-İslâmlar karşısında Zâhid Efendi gibi bir ders vekîline sâhip olduğum için iftihâr ederim. Bugünkü Ezher’den çoook ileri safhada olan Fâtih medreseleri de, en-Nüketu’t-Tarîfe ve Te’nîbu’l-Hatîb’in müellifi olan Zâhidu’l-Kevserî’yle kıyâmete kadar iftihâr edecektir.” Düşünün, bu ne kuvvetli bir şehâdetdir! Kezâ bir de Zâhid Efendinin Hz. İsâ aleyhisselâmın nüzûlü ile ilgili kitabına, Nazratun Âbira’ya bakın. O da Sabrî Efendi için “allâme” diyor! Onun bu mevzûdaki sözlerini hüccet kabul ediyor. İşte bunlar böyle birbirlerinin kadrini bilen insanlardı.
İnkişaf : Hocam Mısır ulemâsının Osmanlı ulemâsına nazaran daha gevşek olmasının sebebleri nedir?
Efendim, şöyle söyleyeyim, Zâhid Efendiden işitmişdim. İngiliz işgâlinden sonra Mısır’da efkâr çok teşvîş edilmişti. Ama vaktiyle buranın ulemâsı çok muttaqî kimseler idi. İngilizler ortalığı karıştırmıştır. İşle Lord Cromer. Biliyorsunuz, bu adam, daha âlim zâtlar varken tutmuş dostu, ahbâbı Muhammed Abduh’u pohpohlamış ve onun yüksek mevkilere gelmesine sebeb olmuştur. Neden? Çünkü Abduh onların keyfine göre fetvâ veriyor!
İnkişaf : Hocam siz Mustafa Sabrî Efendinin cenâzesine iştirâk etmiş miydiniz?
Evet, tabii. Çok kalabalık vardı. Meydân-ı tahrîr’den kaldırılmıştı cenâzesi. Muhammed Necîb de makâmını temsîlen vekîlini göndermişti.
İnkişaf : Hocam, Üstâd Necib Fâzıl İbrâhim Sabrî Efendi ile yazıştığından bahseder. Bunların mâhiyeti hakkında malûmâtınız var mı?
Evet, biliyorum. İbrâhim Sabrî Efendi’nin şi’r kitabında mevcuttur. Aslında Necib Fâzıl onları Mustafa Sabrî Efendi’ye yazmışdır da oğlu İbrâhim Efendi cevap vermiştir. O şi’r kitabında var, açın bakın.
İnkişaf : Hocam şu müezzin mahfilindeki resmin hikâyesini anlatır mısınız?
Efendim o resmi Mimârizâde (Mihmânizâde?) Muhammed Ali Bey, kayınpederi Mustafa Sabrî Efendi’ye ithâfen yapmıştır.
İnkişaf : Yani bu resim evvelden Mustafa Sabrî Efendi’nin evinde miydi?
Evet. Ben bu mes’eleyi Mısır’da duymuştum. Fakat seneler sonra torunu Kübrâ Hanım, Ali Ak Beyin annesiyle beraber buraya geldi. Merak etmiş, “Fâtih’deki resim acaba duruyor mu?” diye. Ben de onları aldım getirdim. Müezzin mahfiline çıkarak resmi gösterdim. Resmin altındaki o karartılmış kısımda dâmâdının Mustafa Sabrî Efendiye ithafı var!
Resmin buraya geliş hikâyesi ise şöyle. Efendim 50’lerden evvel bu civarda eski, büyük konaklar vardı. İşte bu resmin bulunduğu ev de, yani Sabrî Efendinin evi, böyle bir ev idi. Yüksek tavanlı, büyük duvarları olan evler… zâten böyle bir resim de ancak öyle bir evde asılabilir. Sabrî Efendî hicret etmek mecbûriyetinde kalınca, tıpkı memleketi terk eden Osmanlı Sultanlarının hânelerini talan edip, içindeki pek çok târihî ve antik değeri hâiz kıymetli eşyaları yağmaladıkları gibi bu konağı da yağmalamışlar, târ u mâr etmişlerdir. O yağmada bu resmi kapan şahıs da, o ithâf ibâresini karalayarak, seneler sonra bunu Malta’da satışa çıkarmış. Resme bir Hanımefendi müşteri çıkmış ve o zamanın parasıyla tam bir altına satın alıvermiş. Tam o esnâda bir beyefendi o hanımın yanına yaklaşmış ve “Hanımefendi siz bu resmi aldınız götürüyorsunuz ama bu resim Şeyhu’l-İslâm Mustafa Sabrî Efendinin evinden çalınmış, talan edilmiş eşyalardandır. Gelin bunu evinize götürmeyin; Fâtih Câmisinin bir köşesine asın da o da sizin hayrınız oluversin.” demiş. Hanım da insaflı bir kimseymiş, “Ya öyle mi!” demiş. Hemen bir hamal bulunuyor ve işte getirilip bu yerine asılıyor. Bu resim o tarihten beri buradadır. Câminin boyaları yenilenirken yerinden indirmek îcâb etmiş. İndirirken de arkasını yırtmışlardı. Çok canım sıkılmıştı. Hem Mustafa Sabrî Efendiyi tanıyor olmak hem de hemşehrim olması hasebiyle asabiyet hislerim kabardı, kızdım. Sağolsun, Osman Topbaş Beyden ricâ etdik, işin ehlini buldu da tâmir ettirdi. Bu resim çok ma’nâlıdır. Bir tarafta, görüyorsunuz, Sultân makâmını temsil eden birtakım şeyler var; öbür tarafta Kâbe-i Muazzama ve Ravza-i Mutahhara ve oraya giden tren yolu (Hicaz demiryolu) resmedilmiş. Bu bir târih tablosudur. Bizim sultanların gözleri, o iki makâm-ı âlîye bakar. Oraya gidecek yolları tanzîm ederler.
İnkişaf : Hocam, malûmunuz Mustafa Sabrî Efendi, devrinin diğer mühim bir mücâdeleci ismi Yûsuf b. İsmâil en-Nebhânî ile muâsır idi. Acaba bu iki zât hiç görüşmüş müler? Sabrî Efendi ondan bahseder miydi?
Maalesef bilmiyorum. Biz Perşembe günleri Hoca Efendinin evine gider bir kenara otururduk. Hocaefendiler kendi mevzûlarını konuşurlardı. Bu konuşmalar gâh günün ahvâline, gâh derin, bizim aklımızın almadığı dînî mes’elelere dâir olurdu. Tatlı tatlı sıhbet edilirdi. Sabrî Efendi çok rakîku’l-kalb idi. Âyet-i kerimeleri okurken sanki cereyân verilmiş gibi olur, gözleri yaşarırdı. Bizim içine düştüğümüz şu karanlığı, vehâmeti iyi anlayabilmek için onların eserlerini okumalısınız. Husûsiyle Sabrî Efendi bu gibi ictimâî mesâile çokça ehemmiyet atfederdi. Mısır’ın harâb vaz’iyyetini de güzel tasvîr etmiştir. Biz birtakım hakîkatleri ondan öğrenip tedbîrimizi almalıyız. Fakat ne yazık ki ortalıkta şu kadar profesör falan var ama birisi çıkıp da onun kitaplarına atf-ı nazar etmedi, etmiyor. Hiç olmazsa Mevkıf’ın birinci ve dördüncü cildini okusalar!.. Ben bunları iki defa okumuşumdur. Orada meselâ mu’cizâtı inkâr edenler tek tek redd edilir.
Bakın meselâ bugünlerde İsâ aleyhisselâmın ölüp gittiğini söylüyorlar; Hıristiyan akîdesini âdeta aynen benimsemiş gibiler. Oysa bizim edile-i şer’iyye isbât ediyor ki O ölmemiştir. İşte âyet-i kerîme: Ve ‘Biz Allah’ın Rasûlü Mesîh İsâ ibn Meryem’i katlettik’ demeleri sebebiyle (biz de belâlarını verdik!). Halbuki onu ne katlettiler, ne salbettiler (astılar) ve lâkin kendilerine bir benzetme yapıldı ve filhakîka onda ihtilâf edenler bundan dolayı şek içindedirler; ona dair bir ilimleri yoktur, ancak zan ardında giderler. Halbuki onu yakînen katletmediler; doğrusu Allah onu kendine doğru ref’ eyledi…” (Nîsa: 157-158).
İslâm târihi boyunca, ne Hadîs kitaplarında, ne Kelâm kitaplarında, ne Tefsirde… hiç birisinde böyle bir şey yok iken nereden çıktı bunlar? Biliyorsunuz İngilizlerin oyuncağı Kadiyânîler bu iddiayla ortaya çıkmıştı. Ama Hindistan ulemâsından Enver Şah Keşmîrî’nin et-Tasrih bimâ tevâtera fi nuzuli’l-Mesih adlı kitabında mevzuyla ilgili bütün hadisleri toplamış, onlara şâyân-ı takdîr bir cevap vermiştir. O babda daha başka kitaplar da yazmıştır. Sonra bu tarafta, Mısır’a bu mes’ele intikâl etti. Saxîf, hafîf, kıymetsiz, âdi şeylere tenezzül eden insanlar çöplüklerden cevher ararlar. Şeyh Şeltut’un bu mes’eleyle ilgili makâlesi er-Risâle’de neşredilir. Sabrî Efendi de buna cevap verdi. Daha sonra Zâhid el-Kevserî merhum Nazratun Âbira’yı yazıyor. Ondan sonra hadîs hâfızı olan Sıddık el-Ğumâri de bir kitap yazıyor. Sonra Mekke ulemâsı… Yani her cihetten böyle reddiyeler yağınca mes’ele sönüp bitiyor. Fakat anlaşılan bizim “ağalar” ilme değil de çöplüklere tâlip olmuşlar, üstelik yeni bir buluş yapmış gibi bunları yeniden ortaya koyuyorlar. İsâ aleyhisselâmın mezarını da göstermiyorlar. Onu da bulsalar da görsek.
Geçenlerde işittim. Bizim burada yetişmiş, İskenderpaşa’da, Atikali’de imamlık yapmış, şu sıralar İstanbul Üniversitesi İlâhiyât Fakültesi’nde doçent olan bir zat, Kanal 7’deki bir programda “İsâ ölmüştür! Eğer ölmemiş olsaydı ashâb arasında tartışma mevzûu olurdu.” demiş! Telefon ettim kendisine. “Böyle bir haber işittim, doğru mu?” diye sordum. “Evet, doğrudur!” dedi. “MaşâAllah! Faâliyetler yerinde! Ankara İlâhiyat Fakültesi’nde Hadisleri i’tibârdan ıskât ettiler, edille arasından çıkardılar. Sizin Fakülteden bir zât da bütün fukahâya i’lân-ı harb etti. Diğer biri –hâşâ– tarihsel âyetleri tesbitle meşgûl… hâsılı elbirliğiyle çalışıyorsunuz. Size de anlaşılan bu vazîfeyi verdiler, öyle mi?” dedim. Sonra “Sen bu husûsda ne okudun?” diye sordum. “et-Tasrih’i okudum” dedi. “Peki ne anladın oradan?” dedim. “Orada bazı tartışmalar var.” dedi. “Ne tartışması yâ hû! Ashâb-ı Kirâm Resûlullah Efendimizle cedelleşmeye mi kalkışmış!? Onları da bizim gibi mi zannettin? Onlar Resûlullah’ın kadrini bilmeyen insanlar mı ki? Onlar vahyi olduğu gibi takabbül eder, baş tâcı ederlerdi. ‘Akâid kitaplarında bu mes’ele yok!’ demişsin. Bütün ulemâmızın okuduğu kitaplarda zikredilen on tâne alâmet-i kübrâ arasında bunlar sayılmıyor mu?..” dedim. “Ama efendim âyette ‘ فلما تو فیتنی…’ (“vaktâ ki beni teveffî ettirdin…) deniyor!..” (Mâide: 117). Ona “Yâ hû ‘teveffî’ kelimesinin kaç ma’nâya geldiğini, nerede hangi ma’nâda isti’mâl edildiğini bilmiyorsanız neye okuyorsun, ne okudunuz şimdiye kadar?!” dedim. Telefonu kapatım suratına. Kerata! Canım sıkıldı. Asâbım bozuldu. Din mes’elelerini, itikâd mes’elelerini böyle ayağa düşürdüler. Bunlar eslâfa hürmet ve i’tibâr etmiyorlar. Ama şuradan-buradan duydukları eften-püften sözleri hüccet kabul ediyorlar! Hâsılı küsmüşüm kendisine. Ancak o sözlerini tashih eder, Ehl-i Sünnet çizgisine dönerse kendisiyle barışım!..
Bizim, şu topraklar üzerinde üç tane mühim temel taşımız vardır. Bir: Ehl-i Sünnet akîdesine sâdık olmak. İki: Mezheb’e, husûsiyle Hanefî mezhebine merbût olmak. Bu ümmetin üçte ikisinin bağlı olduğu bir mezheb-i hanefî var ki en zengin Fıkıh serveti onların elindedir. Üç: Tasavvuf… Tasavvuf, bu milletin hem Sultanlarının hem de ulemâsının arasında muttefakun-aleyh bir husûsdur. Biliyorsunuz Sultanlarımız Şeyh Edebâli’den son Padişah Vahdeddîn Hân’a kadar hep Nakşî-meşreb olduklarını, hâlâ hayatta olan Fethi Sâmi Beyden de iştmiştim. Hatta bana tâmir edilmek üzere epey yıpranmış bir Delâilu’l-Hayrât getirmişti. “Memleketten hicret ederken Şah dayım bunu yanında götürmüş. Elden ele dolaşmaktan bu hâle gelmiş.” dedi! Görüyorsunuz değil mi! Sultan memleketten göçüp giderken yanında Delâilu’l-Hayrât’ı götürüyor! Bu insan, memleketten birinci dereceden mes’ûl olan şahıstır! Şu mübârek diyârımız hep onların eseridir. Bizi bu insanların yolunu unutursak neye dayanacağız?
İnkişaf : Hocam, biraz da isterseniz Ali Haydar Efendiden bahsedelim. Hocaefendi hangi dersleri okuturdu?
Biz buraya geldiğimizde Ali Haydar Efendi hiç dışarı çıkmıyordu. Buraya bir defa geldiğini gördüm. Bir defa da bir cemiyet dolayısıyla Aksaray Câmii’ne gitmiştir. Hiç çıkmazdı. Oturur okurdu hep. Sürekli murâkabe altındaydı çünkü! O zamanlar öyleydi… Yaşı biraz daha ilerledikten sonra biz birkaç arkadaş gider kendisinden ders okurduk. Meselâ bize Kudûrî’yi okuttu. Ama her dersin başında muhakkak bir veyâ yarım sayfa Şifâ-i Şerîf okuturdu. Zâtenb bizim Fâtih ulemâsı, her seferinde birkaç hadîs-i şerîf okumadıkça derse başlamazlarmış. Usûl-i kadîmeydi bu. Sonra Ali Haydar Efendiden Mir’ât (?) okurduk. Artık iyice ihtiyarlayıp nefesi daralamaya, namazlarını oturduğu yerden kılmaya başladığında ders okutamaz olmuştu. Yaşı herhalde 100’ü geçmişti. Bir keresinde Üçbaş Medresesi’nin o ilk odasında oturuyoruz. Saat sabahın sekizi! Mübârek zevceleri geldi. “Hocaefendi sizler çağırıyor!” dedi. “Peki efendim!” dedik. Gittik yanına. “Dün geceden beri gözüme uyku girmedi, rahat edemedim. ‘Bu can bu bedendeyken nasıl olur da bir tâlib-i ilmi reddederim!’ dedim. Men ketebe ilmehû…(? 31:51 v.d.)” dedi. Tekrar derse başladık. Bizim Mısır’a gitmemizi azâmî sûrette teşvîk eden de Odur. “Bu iş burada tamamlanmaz. Oraya gidin, okuyun.” derdi. Mısır’a gideceğimiz vakit Zâhid el-Kevserî hocamıza selâm da göndermişti. Ondan afv dilediğini söyledi. Biz de gittiğimizde bunu el-Kevserî hocamıza naklettik. “Estağfirullah! Ne demek, o bizim hocamızdır.” dedi. Mes’ele şu: Ali Haydar Efendi bir mes’ele dolayısıyla, tabiî ondan yaşlı olduğu için, el-Kevserî hocamıza kızmış, söylenmiş. Tabiî el-Kevserî hocamız da, O da üzülmüş. Zâhid Efendi de Ali Haydar Efendi hapisteyken memleketten hicret edince helâlleşememişler. İşte Zâhid Efendiye Hocamızın bu talebini nakledince “O bizim hocamızdır, büyüğümüzdür. Tabiî ki kızar da, bağırır da!” dedi. Ve o sıralarda daha yeni neşredilmiş olan Nazratun Âbira nâm kitabından bir nüshaya ‘arabiyyu’l-ibâre gâyet güzel bir takdîm yazısı yazarak kendisine verilmek üzere bana emânet etti. Ben de onu Hocamıza gönderdim. Vefâtından sonra kitapları arasında o kitabı buldum. Daha sonra birisi okumak üzere o kitabı benden aldı, bir daha da getirmedi. O kitabdan bende var ama o nüshadaki Zâhid Efendinin takdîmine yanarım!
İnkişaf : Hocam âlimlere karşı ne gibi engellemeler söz konusuydu?
Efendim buradaki hocaefendiler, dersiâm olmaları hasebiyle, millete vaaz etmekle mükellefdirler. Bir keresinde bir hocaefendiyi almış götürmüşler. Hocaefendi de Emniyet Müdürünün önüne Buhâr-i Şerîf’i koymuş. “Buyrun! Ben millete bunu anlatıyorum. Resûlullah’ın sözleri… Kendimden bir şey değil ki! Bu devlet de bana bunun için maaş veriyor.” demiş. Beyazıt Camii’nde de dersler olurdu. Mustafa Âsım Efendi, Ebu’s-Suûd Efendinin tefsîrini okuturdu. Besim Efendi isminde bir hocaefendi de Hünkâr mahfilinin altında el-Esmâu’l-Hüsnâ’yı îzah ederdi. Süleymâniye’de Tahiru’l-Mevlevî Mesnevî dersleri yapardı. Burada da (Fâtih Câmii’nde) Mesnevi-Hânlık vardı. Haftada bir gün, Cumartesi günleri, Hünkâr mahfilinin altında Mesnevî okunurdu. Bugün maalesef bu dersleri okutacak hocaefendiler olmadığı gibi, bunlara heves eden ilim tâlibi de kalmamıştır.
İnkişaf : Hocam Sabrî Efendi ile Bediüzzamân Hazretleri arasında da bazı yazışmalar olmuş…
Sâdece Bediüzzamân’ın, terceme etsin diye kitabını gönderdiğini biliyorum Sabrî Efendiye. Başkaca da bir ma’lûmâtım yok.
İnkişaf : Hocam Ali Haydar Efendinin gemiyle bir Hacc yolculuğu varmış. Buna dâir ma’lûmâtınız var mı?
Hocaefendi ilk Hacca giden kâfiledendir. Otuz senedir Hacc için hazırladığı parasını rahlesinin çekmesinde saklar, bir türlü gidemediği için üzülürdü. Hatta Resûlullah’ın huzûrunda okunmak üzere bir mektup yazıp oradaki ahbâbına gönderdiğini de söylerdi. Ne zaman ki Hacc yolu açıldı, ilk kâfileye hemen katıldı ve gitti. Ama o kâfileye öyle bir ezâ ettiler ki, geldiklerinde Tuzla açıklarında bir hafta karantinaya aldılar. Devir Halk Partisi devri, İsmet devri. Maksat da tabiî ki Hacıların canlarını sıkmak, milleti caydırmak!
İnkişaf : Hocam Ali Haydar Efendi neden Fâtih Câmii’nin hazîresine defnedilmedi?
Fâtih dersiâmlarının buraya defni Sultân’ın irâdesiyle olurdu. Ali Haydar Efendi için de Menderes zamanında Bakanlar Kurulu’ndan karar çıkmıştı. Fakat o karara rağmen, kabri de hazırlandığı halde, o zamanki örfî idâre komutanının müdâhalesiyle Hocaefendi oraya defnedilemedi. Hatta cenâze Yavuz Selim Câmii’nden kaldırılırken o komutan da bizzat izlemeye gelmişti; havadan da uçaklar uçuyordu. Cenâze çok kalabalıktı.
İnkişaf : Hocam bir de Ali Haydar Efendinin tekke mes’elesi…
Mustafa Sabrî Efendinin dayısı Mustafa Hâki Efendiyle olan bir mes’ele…
İnkişaf : Tekkeyi Mustafa Hâki Efendiye mi veriyorlar?
Evet, o zaman öyle bir irâde çıkarılıyor. Yıllar sonra bizzat Vahdeddîn Hân’ın irâdesiyle, ki bir sûreti ben de vardır, tekke Ali Haydar Efendi’ye iâde ediliyor. O zamanın Şeyhü’l-İslâm’ı Sabrî Efendi değil, Dürrizâde’dir.
İnkişaf : Hocam ders vekilliği hakkında biraz ma’lûmât verir misiniz?
Ders vekilliği kelimesinin aslını söyleyeyim sultan. Sultân Beyazıd-ı Sofi, o mübârek zât medreseyi yaptırdığı zamân demiş ki “Burada ders okutacak birinci zât, zamânın Şeyhü’l-İslâmı olacak.” Ama Şeyhü’l-İslâm’ın vazîfesi o kadar büyük, o kadar çok ki… devletin bütün işleri onun elinden geçiyor. Yani buna vakti yok. Bu defa buna bir hâl çaresi aranmış. Çâreyi Şeyhü’l-İslâm’ın kendisine bir vekil tâyin etmesinde bulmuşlar. O vekil, Şeyhü’l-İslâm’ın yerine Beyazıt medreselerinde ders okutacak. İkincisi, bütün medâris-i ilmiyyenin işlerinden de o sorumlu olacak.
İnkişaf : Hocam, Sabri Efendinin kitabları, evrâkı kimde olabilir acaba? Duyduğuma göre nâ-tamam bir hâtıratı varmış…
Evet, doğru. Ama ben görmedim. Torunları var. Oğlunun kızları vardı. Bir de erkek torunu Mehmed vardı İbrâhim Beyden. O vefât eti. İki kız torun kaldı. Bunların eşlerinden biri Mustafa Sâdıku’r-Râfiî’nin torunuydu. Sabrî Efendi Mustafa Sâdıku’r-Râfiî’yi çok severdi. Onun ilmî derinliği, edebî kudreti eşsizdi. “Câhız’dan sonra onun gibi Arabca’yı güzel ifâde eden, anlayan ve anlatan bir kimse yoktur” derlerdi. Öyle olduğu halde sırf modernistlerin karşısında durduğu için nisyâna terk edilmiştir.
İnkişaf : Bu torunlar yaşıyor mu hâlâ Hocam?
Tabii, onlara hayattalar. İskenderiye’deler.
İnkişaf : Hocam Sabrî Efendinin torunun adı neydi?
Kübrâ hanım.
İnkişaf : Öyleyse olsa olsa o kitaplar ve o hâtırat Kübrâ hanımda olur.
Evet, tabii. Hepsi onlardadır. Zannedersem Süleymancı kardeşler onlarla görüşüyorlar hâlâ.
İnkişaf : Hocam İbrâhim Efendinin buraya bir ziyâreti var. Bunu biliyor musunuz?
Evet. Buraya kadar geldi. Dedesinin (annesinin babası) kabrini ziyâret etti. Dedesi Ahmed Âsım Efendi ki ders vekîlidir. Fakat Câmiye girmedi. “Câmiyi harab halde görüp de daha fazla üzülmeyeyim.” dedi.
Hâsıl-ı kelâm, bizim o büyük zâtların bıraktıkları eserleri çokça okumamız lâzım.
İnkişaf : Hocam lûtfedib kıymetli vaktinizi bize ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim…
.
Gidenlerin yeri doldurulamadı. Bu gün itibariyle ne Mustafa Sabri ne de Ali Haydar Efendi çapında alimimiz var. “Kaht-ı rical” yaşıyoruz. Muhteşem bir mirasa sahibiz fakat, harici ve dahili unsurlar ilimle aramıza kalın duvarlar ördü. Her şeye rağmen yer yer zuhur eden alimler, yeni kuşakları ilmi mirasımızla buluşturan koridor vazifesi görmekteler.
Emin Saraç Hoca, mazi ile günümüz arasında koridor vazifesi gören ya da kudema bezminde ahirde ders okutan alimlerden biri. Fatih Camiinde Osmanlı ulemasından okuduğu şekilde İslami ilimleri okutmaya devam ediyor. Özellikle hadis alanında çok sayıda talebe yetiştirdi.
Daha önce Hoca efendi ile Fatih Camii merkezli bir söyleşi yapmıştık. Aşağıda okuyacağınız söyleşide ise Cumhuriyet döneminin ilk yıllarındaki İstanbul’un ilim ve zikir atlasından İslam coğrafyasındaki modernist akımlara kadar bir çok meseleyi konuştuk.
-İnkişaf-
Hafızlık
İnkişaf: Hocam uygun görürseniz ilk olarak İstanbul öncesi tahsil hayatınızdan başlayalım?
İlk olarak memleketimizde hafızlık yaptık. Biz dört kardeş hafızlığı babamızda ikmal ettik. Doğrusu babamın o zamanki gayreti fevkalade bir hadiseydi. O günkü şartlarda jandarmaların baskısı vardı. Babamı kaç defa alıp götürmüşlerdi. Fakat O hapisten gece yarısı gelir-gelmez bizi kaldırır Kur’an okutmaya devam ederdi. Bizi evimizin yüksekçe yerinde yorganlara sarıp da hafızlık yaptırırdı. Çünkü dışarıdan birisi geldiğinde Kur’anlarımızı göğsümüzün üstüne koyup yorganın içinde uyuyor gibi yapardık.
Evimizin hemen üst tarafından yukarı doğru ormanlık gidiyor oralarda, dağlarda hafızlık çalışırdık. Babam hem fevkalade gayret gösterir hem de gözyaşları içinde dua ederdi: “Ya Rabbi evlatlarımızı din-i Mübin-i İslam’dan ayırma.” Bunları yapmak kolay işler değildi. Ben maalesef çocuklarımın hiçbirisini hafız yapamadım. Bu benim için bir yürek yarasıdır, inşallah torunlarım hafız olsunlar da hafız dedesi olayım diye niyaz ediyorum, beni sevenlerden bu hususta dua etmelerini istirham ediyorum.
İnkişaf: İstanbul’a ne zaman geldiniz?
Kırk üç senesinde İstanbul’a geldik. O tarih harp henüz bitmemişti.
İstanbul’un İlmi Durumu
İnkişaf: O yıllar itibariyle İstanbul’un ilmi durumu nasıldı, hala Osmanlı bakiyesi alimler tedrisata devam ediyorlar mıydı?
Efendim Fatih Camii’nde hocalar arasında konuşulurken birkaç defa işitmiştim. Dersiâmlardan sağ olan 60 kişi kaldı diye. Onların hepsi Sultan Abdülhamid devrinden kalan zevat olması hasebiyle senede beş tanesi on tanesi hocalıklarına işaret olarak tabutlarının üzerine sarık konularak ahirete gittiler. En son olarak Dersiâmlardan Bekir Haki Efendi ahirete gitmiştir. Bekir Haki Efendi’den daha kuvvetli daha kudretli allameler geçmiştir bu diyardan. Bu konuda şunu da söylememiz gerekir: Dersiâmlar iki çeşitti. Müciz dersiâmlar ve mücâz dersiâmlar. Nitekim mezar taşlarında görürüz, müciz dersiam diye. Müciz ne demektir? İcazet vermiş olan dersiâm demektir ki bir icazet asgari 15 senede verilir. Hocaefendi “Nesara” (İslami tedrisatın ilk kitabı olan ‘Emsile’de çekimi yapılan fiil) ile başlar derse, devam eder, “Şerhi akaid” bittikten sonra icazet verir. En kısa zaman olarak Mustafa Sabri Efendi 12 senede icazet vermiştir. İcazet alan (mücaz) 51 talebenin merasimi 1321 senesinde, Fatih Camii şerifinde yapılmıştır. Onun bu talebelerinin en sonuncusu Niksar Müftüsü Said Efendidir, ondan çok malumat almıştım. Mücaz (icazetli) dersiâmları ikinci tabaka olarak düşünürlerdi. Çünkü bir alim icazet aldıktan sonra tedris yapıp da icazet vermediyse onun fetvasıyla amel edilmeyecek kadar o zayıf görürlerdi. Onlar ikinci tabaka alimlerdi, ta ki aradan zaman geçip de ilimleri artıncaya kadar. Çünkü ilim zamanla tekevvün eder. Ali Haydar Efendi Hocamız, Kuduri’den “rehin bahsini” çok güzel, inceden inceye anlatmıştı, baktı bana ve dedi ki: “Sen şimdi bu adam bu meseleleri bu ibarelerden nasıl çıkardı dersin, biz de sizin gibiyken böyle düşünürdük, hatta Fatih Camii’nde bu dersleri okuttuğum zaman bu gün anladığım kadar derin ve dakik anlayamıyordum. İlim zamanla tekevvün eder.”
Ali Haydar Efendi şu sözü her zaman söylemiştir, “Ben 6 yaşındayken okumaya başladım, okumaya da çok harisim, o günden beri günüm geçmemiştir ki, beş altı saat derse bakmayayım kitap okumayayım. Buna rağmen her gün bir cehlimi keşfediyorum, her gün bir cehaletimi görüyorum, bu cehalet bitmeyen bir şeymiş”. O cehaletten bahseder, etrafına gelen insanları devamlı surette okumaya teşvik ederdi. Huzuruna gelen hoca efendilere sualler sorar bilemedikleri zaman da “niye mütalaanızı zayıf tutuyorsunuz, niçin okumuyorsunuz” diye serzenişte bulunurdu. Fakat bunu gayet güzelce yapardı. Geçenlerde yaşlı bir zat olan Mehmed Ali Bey’i ziyaret etmiştim, dedi ki, ben Onun meclisine gittiğim zaman hocalara öyle sert konuşurdu ki adeta kendi çocukları gibi, “niye okumuyorsunuz, niye gayret etmiyorsunuz” diye. Tabi ki onlara böyle hitab ederken onun neyi kasdettiğini onlar da gayet iyi biliyorlardı. Hatta Ömer Nasuhi Efendiyle nasıl konuştuklarını bilirim, “Ömer Efendi evladım, Ömer Efendi evladım” deyişini çok iyi hatırlıyorum. Çünkü onun “Heyeti telifiyye”de reis olduğu dönemde Ömer Nasuhi Efendi Kalem-i mahsusu yani başkatipi olarak çalışıyorlardı. Ali Haydar Efendi hocamızın riyasetinde ki heyet, Mecelle-i Ahkam-ı Adliye’yi tekmil ve tanzim üzerine çalışıyordu. Çok esef ederdi ki, bu tabirler ona aittir, “o nukulatımızı ne ettiler, nerde zayi ettiler o zaman çok şeyler ortaya koymuştuk, ne oldu o birikim” derdi.
Üç Baş Medresesi
İnkişaf: Ali Haydar Efendi’den okuduğunuz yıllar onun ahir ömrüne tekabül etmekte idi, yaşlılıktan dolayı ders verirken zorluk çeker miydi?
Ali Haydar Efendi hocamız sesi, sözü, neşesi yerinde bir insandı. Dersi tane tane anlatırdı, yüksek sesle konuşurdu, hatta biz herhalde kulakları duymuyor da onun için böyle yüksek sesle konuşuyor derdik.
Biz yazları birkaç ay memlekete giderdik. Mesela Ramazandan sonra gider kurbandan sonra geri gelirdik. Bir defasında biraz gecikmiştim, bana “niçin böyle haylazlık yapıyorsun talebe böyle haylazlık yapar mı” diye biraz kızmış ve tembihte bulunmuştu. Bir defasında -hangi seneydi bilmiyorum-, memleketten döndükten sonra yine derse gittim, “hocam derse başlayacak mıyız?” diye sordum, ellerini şöyle yana açaraktan, “halimi görüyorsun ya, artık çok yaşlandım nefesim yetmiyor, bu sene ders okuyamayacağız” dedi, ben de boynumu kırdım, cevap vermedim, döndüm. Ertesi gün, -bu günkü gibi hatırlarım- Üç Baş Medresesi’nde minarenin dibindeki birinci kapıdır bizim odamız, Hocamızın hanımı annemiz sabahın saat sekizinde kapıyı çaldı, “efendi baban seni çağırıyor” dedi. “Ne zaman geleyim” deyince “her zaman geldiğiniz gibi öğlen namazında gelirsiniz.” dedi. Gittim. Hocamız “Dün akşamdan beri uyuyamadım” dedi. Ellerini dizlerine vurarak “uyuyamadım” diyordu “ben nasıl talib-i ilim olan bir kimseyi geri çevirdim, bu nefes bu bedende var iken nasıl talib-i ilmi reddettim” diye esef ediyor ve “men suile an ilmin ya’lemühü feketemehu …” (Her kim ki, kendisine bildiği bir mesele sorulurda cevap vermekten istinkaf ederse, Allah Teala ona kıyamet günü ateşten bir gem vurur.) hadisini okuyor, üzüntüsünü izhar ediyordu. “Hadi derse başlayacağız ve bu nefes bu bedende varken derse devam edeceğiz, ne kadar nefesimiz varsa bu yolda sarf edilecektir.” buyurdu.
Eşhedü billah böyle (Allah şahittir). Tek kişiye ders okuturken elli kişiye, yüz kişiye ders okutur gibi dikkat ve itina gösterirdi. Bu da bize bir misaldir. Biz bu fani hayata bir daha gelecek değiliz, ilim yolunda olan kimseler daima bildiklerini sarf etmekle mükelleftirler, yoksa Allah’tan çok büyük itab alırlar.
Bizim en büyük vazifemiz ilmi neşretmektir, kainatın nizamı bu tedris meselesi üzerine bina edilmiştir. Kitabullah’ın Sünnet-i Rasulullah’ın neşri bunları bilen, okuyan kimselerin bu hususta mesai sarf etmesiyle mümkündür. Milletimizi ikaz etmek, onlara emanet-i ilahiyi ulaştırmak zarureti vardır, bundan dolayı herkesin kendi vazifesini bilmesi, okutmaya çalışması lazımdır.
Şifa Dersleri
İnkişaf: Bir dersinizde Ali Haydar Efendi’nin Kadı İyaz’ın “Şifa-i Şerif”ini ağlayarak okuttuğundan bahsetmiştiniz, şimdilerde ise bazı ilahiyatçılar Şifa üzerine reddiyeler kaleme almaktalar. Ulema nezdinde Şifa niçin yüksek bir değere sahipti ya da bu gün Müslüman modernistler niçin onu tenkit etmektedirler?
Ben tenkit ettiklerini duydum, ama nasıl tenkit ettiklerini okumadım, bilmiyorum. Herkes bir şeyler söylüyor. Ancak şunu söyleyebilirim; Buhari, Müslim ve Şifa, Kur’an-ı Kerim’den sonra Müslümanların ellerinde en çok bulunan ve Hindistan’dan Magrib’e kadar her yerde okunan bir kitaptır. Mesela Mısır’da görmüştüm, Cami-i Hüseyni’de Mısır Müftüsü Haseni Mahluf gibi bir zat muayyen günlerde kürsüde Şifa’dan okurdu. Medine-i Münevvere’de Babü’s-selam’da Cafer Fakih Efendi’nin babası da Şifa okuturdu. Yine Şifa-i Şerif İstanbulumuz’un her bir camiinde ders olarak okutulurdu. Fatih Camii Şerifinde Hüsrev Efendi muayyen günlerde bu dersi verirdi.
Bu kitap ulemanın elinden düşmemiştir. Bu eser, üzerine pek çok şerhler yazılmıştır. Ulema bu kitabı, Rasulullah Efendimiz’in muhabbetini Müminlerin kalbinde canlı tutmak için en büyük amil olarak görmüşlerdir. Üzerinde ittifak edilmiştir. Bizim bugünkü insanlarımız, Ulemay-i İslam’ın ittifak ettikleri hususları batıl üzerinde yapılan ittifaklara mı benzetiyorlar?! Bunu nasıl söylüyorlar. Hayret ediyorum.
İnkişaf: İstanbul’da başka kimlerden ders okudunuz?
Mısır’a gitmeden evvel Silistreli Süleyman Efendi’den bir hafta okuduk. Fakat Onu takibata aldıklarından ders dağıtıldı. Sonra Gümülcineli Mustafa Efendi’den çok şeyler okuduk. Bu sırada Fatih Camii Şerifi baş imamı Ömer Efendi’den, Husrev Efendi’den dersler aldık. Bu zatlar en çok ders okuduğumuz hocaefendilerdir. Allah hepsinden de razı olsun.
İSTANBUL’DA HALİDİLİK
İnkişaf: Sizin okuduğunuz yıllardan geçmişe doğru bakıldığında İstanbul’un sufi yapısı nasıldı? Osmanlı’nın son anları ve Cumhuriyet’in ilk yılları itibariyle Nakşi-Halidiliğin İstanbul’da ki meşhur 4 tekkesinin konumundan bahseder misiniz?
İsmet Efendi Tekkesi
Dört tekke deyince şunu anlayalım: Bunlar Nakşilerin Halidiyye kolu için adeta yeniden canlanma ve tecdid safhasıdır. Bu dört taneden birincisi Mustafa İsmet Yanyavi tekkesidir. Bu zat Yanya kadısı iken hacca gider orada, Mekke-i Mükerreme’de aslen Erzincanlı olan Abduulah-i Mekki ünvanıyla maruf olan zata intisab eder. Abdullah-i Mekki, Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretlerinin Halifesidir. Kendisi, Mustafa İsmet Efendi’ye lazım gelen seyr-u sülukünü yaptırır ve kendilerine “kadılıkla değil, irşadla meşgul olacaksın” diyerek Onu İstanbul’a sevk eder. İstanbul’a ilk ayağını basan Halidi odur.
İsmet Efendi Tekkesi’nin devamı İsmail Ağa Cemaatidir. Mahmud Efendi’nin âl-i himmeti ve hizmetleriyle devam etmektedir. Hele şu camilerin mihrabına imam yetiştirme babındaki hizmetleri çok takdire ve tebcile şayan bir manzara arz etmektedir. Kadınların tesettüründeki dikkatleri, sünnet-i seniyyeye temessükteki dikkatleri, cidden memleketimiz için manevi bir destektir, Allah saylerini meşkur etsin derim.
Kaşgari Tekkesi
Halidilerin ikinci kolu Eyüp’te ki Kaşgari tekkesidir. Tekkenin postnişini Abdülhakim Arvasi hazretleri idi. Tekkeler seddedildiği (kapatıldığı) zaman orada O vardı. Bu zat da ulema arasında şanı çok yaygın bir vaziyette idi. Hocalarımız kendisinin Bayezid Camii’ndeki tefsir derslerinde gösterdiği kudret-i ilmiyeyi medh-u sena etmekle bitiremezlerdi. Zaten medariste (medreselerde) ve mütehassisin medresesinde tasavvuf hocalığı yapmıştı.
Abdülhakim Arvasi’nin tefsir dersleri ile alakalı elimde bir yazı var. Bu yazı hocaefendinin hizmet için neler yaptığını, nasıl gayret gösterdiğini görmek ve ibret almak açısından çok mühimdir. Yazıda şunlar yazılı: “Hicretimizin mebdei (başlangıcı) olan bin üç yüz sene-i hicriyyesinin şehr-i recebi ibtidasından itibaren dördüncü recep yani 1337 senesi recebinde Bayezid Camiinde tefsire Fatihahan olduk. Sırf bu derse mahsus olarak vaz’ olunan kürsüde 1348 ve 1349 seneleri Ramazan ayları ile, -bir iki ders müstesna olmak üzere- her hafta Pazar, Salı ve Perşembe günleri bila fasıla (aralıksız) devam ederek işte biinayetillahi teala (Allah Teala’nın yardımıyla) 1356 sene-i hicriyyesinde ki cem’an (toplam) yekün yirmi senenin ikmaline karib bir zamanda hatime-i han vennas olduk. Sûre-i Bakara’nın nihayetine kadar Ebus’suud Efendi Tefsirinden, Onu müteakib sure-i Kehf’in ibtidasına kadar ibaresi selis ve leziz olan Nimetullah tefsirinden, ondan sonrasını da tefasirin en makbul ve müşkili olan Beyzavi tefsirinden okutulmuş ve hitama erilmiştir ki, bu suretle tefsirin kıraati pek az kimselere nasib ve müyesser olmuştur.
Bu müddet zarfında devam eden zevat sıcak ve soğuk demeyerek bir kısmı heman yüzde doksanına bir kısmı da nısfına (yarısına) bir kısmı da sülüsüne (üçte birine) devam etmişlerdir. Bu müddet zarfında bundan başka olarak Fatih Camii şerifinde birkaç sene Nimetullah, Ebu’s-Suud ve Tâcü’t-Tefasir olan Huseyn-i Kaşifi’nin tefsirlerinden ve yine Sinan Paşa Camii Şerifi’nde birkaç sene Şir’atü’l-İslam, Şifâ-i Şerif ve Hulasatü’l-vefa fi ahbari dari’l-Mustafa ve Üsküdar’da Yeni Cami’de birkaç sene ba’de’z-zuhr (öğleden sonra) muhtelif tefsirler, Eyüb Camii kebirinde her Cuma ba’de’z-zuhr ve Ağa Camiinde her Cuma badelasr (ikiden sonra), Arab Camii şerifinde birkaç ay, Yer altı Camii şerifinde bir iki ay, Kasımpaşa Camii şerifinde bir iki sene, Kadıköy ve Bakırköy camilerinde birkaç sene muhtelif tefsirlere devam edilmiştir.” Bu yazı, Eyüp Sultan civarında ki Kaşgari Tekkesi son Postnişini olan es-Seyyid Abdülhakim Arvasi Hazretlerinin İstanbul Cevamii (camilerindeki) şerifesindeki hadematı mergube (saygıdeğer hizmetleri) ve meşkuresinin vesikasıdır. Hemşiresinin mahdumu mükerremi Ahmed Tevfik Bey Efendi bendelerine hediye etmiştir (r.a.). Allah cümlesini garik-i rahmet eylesin.
Bu yazıdan ibret alınacak husus şudur ki, bir hocaefendi başladığı bir hizmete nasıl kendisini veriyor ve bu kadar camileri ihya etmek gibi çok büyük bir vazifeyi ifa edebiliyor, bizim eski hocalarımız vazifelerini işte böyle yapıyor ve camilerimiz böyle onlarla mamur oluyordu. Heyhat nerde şimdi…. Maalesef şimdikiler kısa mevzularda şuradan buradan birkaç kelimeyi alıp da kürsüde söylemeyi marifet sanıyorlar. Elleri kitap tutup da camilerde ders okuturlarsa milletimizin seviyesi o zaman yükselir.
Milletimizin ilmi seviyesi çok düştü. Hele bu günkü Türkçe ki maalesef, ne edebiyat kaldı ne ilmi bir üslup; o kelimelerle dini meseleler konuşulamaz. Yeterli olmazlar.
Manastırlı İsmail Hakkı Efendi’nin Ayasofya Camii şerifinin kürsüsünde ilka ettiği vaazlarını Eşref Edip neşretmiştir ki, o vaazlara bir bakalım da görelim güzel bir vaaz nasıl yapılır. “Ol evvelü Allah ol Ahiru Allah” diye başlar zaman zaman veciz güzel beyitleri de tuluatından (aklına geldiği şekilde, hazırlanmadan) söylerdi. Yine Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı’nın hutbe kitabını alın da bir bakın. Mübarek her hutbe için o konuya uygun bir “hamdele” ve “salvele” okurdu şimdi ise bütün hutbeler aynı hamdele ile başlıyor, bu bile bizim ne derece iflas ettiğimizin göstergesidir.
Şu uydurma kelimelerle bu yüksek mevzular nasıl anlatılabilir?! Hal böyle olunca milletin de seviyesi düştükçe düşüyor. Zaten gazete lisanıyla vaaz da olmaz. Oranın kendisine has kelimat-ı mergubesi/kelimat-ı kayyimesi vardır, kıymetli, edebi, zarif ifadeleri vardır, bunlara dikkat edilmesi lazım. Perişan hali gördükçe insanın yüreği sızlıyor.
Bahsettiğim ilmi güzellikler benimde şahid olduğum hususlardandır, bunlar camilerimizde oluyordu, bunları elli sene öncesine kadar görüyorduk.
İnkişaf: Efendim siz Abdülhakim Arvasi hazretlerine yetiştiniz mi?
Ben Abdülhakim Efendi’nin kendisini görmedim ama mahdum-u mükerremleri merhum Mekki Efendi’ye yetiştim. Kendileri çok faziletli, çok haluk, çok kıymetli bir zat-ı mükerrem idi. Fatih Camii şerifinde “Kâzî tefsiri”ni okutan zevattandır. Son dersiâmlardan olan muhterem bir zattır. Kudret-i ilmiyesi babasından da aldığı ders ve tahsilden dolayı kuvvetli idi. Nitekim kayınpederimin vefatından sonra taziyede bulunmak üzere -kendisi Kadıköy Müftüsü iken- bize uzunca bir mektup yazmıştı ki arabiyyül-ibare (Arapça) olan bu mektup da kendisinin kudret-i ilmiyesini gösteriyordu. (Keşkeler onun kayınpederim hakkında yazdığı taziye mektubunu da yayınlama imkanı olsa onu da bulabilirim de yayınlanır inşallah.) Ben onun torunu yaşında olmama rağmen bana o kadar iltifat ve ihtiram gösterirdi ki, bilmiyorum artık kayınpederimden dolayı mı, Ali Haydar Efendi Hocamızdan dolayı mı, veyahut ta Mısır’da tahsil gördüğümüzden dolayı mı? O, tevazu misali, zarafet timsali bir zat-ı muhterem ve mükerrem idi.
Arvasi ailesinden bir de Seyyid Şefik Efendi vardır ki, İstanbul’da Sultan Ahmed Camii şerifinde son hayatını imamlık yaparak bitirmiştir, o zatı da çokça ziyaret ederdik, Eyüp’te otururdu o da meşayihten, muhterem, mübarek, fazilet timsali bir kimseydi. Evet bu zevat işte o devrin muhterem, mübarek insanlarındandır.
Kaşgari Tekkesi, tekkelerin kapatılmasıyla birlikte son bulmuştur.
Gümüşhanevi Tekkesi
İstanbul’daki üçüncü Halidi Tekkesi Gümüşhanevi dergahıdır. Şam’dan Şeyh Ahmed b. Süleyman el-Huseyni el-Ervadi ismindeki zat İstanbul’a gelmiş ve Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi’yi irşad etmiş ve onu irşatla görevlendirmiştir. Nakşi tarikatının üçüncü Halidi kolunun kapısını açmıştır. İşte bu zat-ı muhteremin açtığı yol da İskender Paşa Camii İmamı Merhum Mehmed Zahid Koktu Efendi ile devam ede gelmiştir. Bizim yetiştiğimiz Hasib Efendi, Abdülaziz Efendi ve Mehmed Zahid Koktu Efendi ile devam eden ve Elhamdülillah hala müntesipleri ve cemaati bulunan üçüncü tarik de budur. Su kesilmiş değildir hala bu çeşmeler açıktır.
Kelami Tekkesi
Dördüncü Halidi Tekkesi şeyhi ise Erbil’den gelen Esad Efendi’dir. O zat-ı muhterem ki vaktiyle Şeyhul-İslamlık makamında Meclis-i Meşayihan reisi idi. Çünkü tasavvuf-tarikat, konularının bir nizamı, intizamı, usulü, erkanı vardır. Esad Efendi hazretleri ki bildiğimiz “Gönül Nur-i cemalinden habibim bir ziya ister” diye şaheser bir kasidesi vardır ve daha nice güzel kasideleri vardır ki bunlar onun vukufiyyetini ve kudret-i ilmiyesini gösteren kelimattandır (eserlerdendir). Kendisi Kelami Dergahında Postnişin idi. Halidi kolunun dördüncüsü de işte budur. Bu yolun devamının da Sami Efendi, daha sonra Musa Efendi ondan sonra da Osman Efendi ile olduğunu görmekteyiz. İstikametli bir yol takib ettiklerini görmekteyiz. İnşallah füyuzatları müzdad olur.
İnkişaf: Mahmud Sami Efendi ile alakalı hatıralarınızı da İnkişaf okurlarıyla paylaşır mısınız?
Sami Efendi Merhum Kayınpederim Ali Yekda Efendiyle Kelami dergahında buluşmuşlar. Kayınpederim daha önce oradayken Sami Efendi, o zamanki eski usulde Darülfünun’un Hukuk Mektebini bitirdikten sonra oraya gelmiş ve bir müddet orada kalmıştır. Bu sebepten kayınpederimle aralarında çok derin ve samimi bir meveddet (sevgi) vardı; Hayatları boyunca bu meveddet devam etmiştir. Sami Efendi, bizim evimize zaman zaman gelirdi. Hatta geldiği zaman arkadaşlarını Fatih Camiinde bırakır, yalnız başına gelirdi. Zaman zaman cemaatle geldiği de olurdu. Mesela bayramlarda geldiğinde cemaatle gelirdi. Geldiği zaman her ikisi de kanepenin üzerine diz üstü oturur, sessizce, yavaş yavaş, güzel güzel konuşurlardı.
Sami Efendi hazretleri kayınpederimin vefatından sonra da lütfen ve tenezzülen bize ziyarete devam etmişlerdir. Kendileri Medine-i Münevvere’de vefat etmişlerdir. Vefatından bir hafta önce hacc için Mekke’ye gitmeden biz kendisini ziyarete gitmiştik, hatta elimi iki elinin arasına almış ve çok güzel sözler söylemişti. Allah o zat-ı muhteremle cennette buluştursun derim.
İnkişaf: Mehmet Zahid Kotku Hazretleri ile alakalı neler söyleyeceksiniz?
Hepsinin de ayrı ayrı meziyetleri vardı. Zahid Kotku Merhumun da bize bu yolu sevdirecek iltifatları olduğunu biliyoruz. Bizdeki meziyetten değil de, onlar bizi bu iyi yollara sevketmek için çok güzel taltiflerini, bu yola teşviklerini, tergiblerini gördük, hepsinden Allah razı olsun derim. Bunlar sözlerle bitecek hususlar değildir.
Ali Haydar Efendi’nin Eseri
Malum Ali Haydar Efendi’den başlayıp buralara geldik. Ali Haydar Efendi hocamıza yaşadığı devrin meşayıhı çok hürmet gösterirdi. Sami Efendi defalarca ziyaretine gelir, saygıda kusur etmezdi. O da Sami Efendi’yi çok severdi. Hatta benim namazımı o kıldıracak diye çok ısrarla vasiyet etmişti öyle de oldu. Cenaze namazını Sami Efendi kıldırdı.
Abdülhakim Efendi, Ali Haydar Efendiyi ziyaret ederdi, Seyyid Şefik Efendi de ziyaret ederdi. Onlar birbirlerini, gerek Sami Efendi, gerek Mehmet Zahid Efendi, gerekse Seyyid Şefik Efendi birbirlerini, özellikle Ali Haydar Efendi’yi yaşı itibariyle, kemali itibariyle, fekahati itibariyle ziyaret ederlerdi. Bir de şunu söyleyelim ki fakihlikle sufiyyeyi bir arada cem eden Ali Haydar Efendi Hocamız bu yönüyle işin hatimesidir diyebiliriz, çünkü o bu iki vasfı da cemetmişti. Bu zatların her birinin üstün meziyetleri müsellemdir, fakat ondaki hususiyet bambaşkadır. Çünkü fekahat ilmi sahada en yüksek makamdır ki Ali Haydar Efendi o makamdaydı. Bugünkü insanlar iki kitap yazdı mı, yazmadı mı onu düşünüyorlar halbuki bir çok ulemamız da asar (eserler) bırakmamıştır. Onun eseri olarak sözlerinin tahakkuk ettiğini görüyoruz. O ilme teşvik ederdi, onun devamı olan İsmail Ağa Cemaati’nin de ilme temessük ettiklerini, ibadet ve taatlerine, istikametlerine ehemmiyetli bir şekilde ısrarla devam ettiklerini, seyr-u süluklerini devam ettirdiklerini görüyoruz. Bu, onun için hem en büyük eserdir, hem de en büyük keramettir. Bir kişilik yemeği on kişinin yemesi bir kerametse de tek keramet bunlar değildir. Asıl insanları irşad edip hak yolda bir istikamet vermektir. Bu, Allah’ın ona olan ikramıdır. Yani Allah’ın ikramı olaraktan onun sözleri havada kalmamıştır. Öyle olmasa ne o zaman ne de şimdi İsmail Ağa civarında bu kadar cemaat göremezdik.
47 senesinde ilk hacca gidenlerdendir Ali Haydar Efendi Hocamız. Hacdan geldikten birkaç gün sonra hocamızı emniyete götürdüler, sabaha kadar hesaba çektiler; “Niye insanlar senin etrafına geliyor, toplanıyor” diye… O zaman bu da hesap mevzuu olmuştu. Neler geçirdi, ne haddelerden geçti bu yolun insanları…. Çook gönülleri kırıldı çoook… Çook rencide edildiler çook.
Osmanlı Uleması
İnkişaf: Hocam Beyazıt, Fatih ve Süleymaniye Medreseleri’nden, oralarda ki alimlerin ilmi yeterliliklerinden bahsedersek neler söylersiniz? Onları, günümüz ilahiyatları ile kıyaslayabilirmiyiz? Malum-u alileriniz Mustafa Sabri Efendi “Mevkifu’l-Akl”in mukaddimesinde, Fatih’in Alimlerinin Ezher’in ulemasından çok daha üstün olduklarını belirtir. Bir devlet son anlarını yaşarken İslami ilimlerde bu derece başarılı ise bunun öncesi nasıldır? İlimde bu derece bir ihtişama nasıl ulaşmışlardı?
Bizim yetiştiğimiz alimleri, bugünkü gibi hatırlıyorum, onları temsil edecek hiçbir vasıf gösteremem. Sadece kendi şehadetimi söylüyorum ki, o medrese tedrisindeki kuvvet-i ilmiyeyi maalesef gösterememiştir bugünkü modern tedris. Bazı filizler görüyoruz, onların da zamanla birer çınar olmalarını arzu ederiz, temenni ederiz. Fakat bizim gördüğümüz, göçüp giden o alimlerin yerleri boştur. Yeni neslimiz darılmasın ama eslafımızda görülen kudret-i ilmiye bugünkülerde henüz görülmekte değildir.
İlmin iki ciheti vardır, birincisi kesb ile olur ki, bununla belli bir hadde kadar varılır, ikincisi ise kesbi ilimde gösterilen ihlasın semeresi olarak Allahü Teala talibi ilme vehbi bir ilim nasib eder ki bu ikisini de cem etme şerefi her zaman herkese müyesser olmaz. Nasib etmesini Cenab-ı haktan niyaz ederiz. Çünkü bu memleket hakikaten fakihten mahrum, insan bila tereddüt (tereddüt etmeden) sözüyle amel edecek fakih bulmakta çok müşkilat çekiyor. Hele eskisi gibi İslami bir tatbikat olsa, İslam hukuku tatbik ediliyor olsa eski kadıları bulacak imkanımız var mı? Bunlar birer yürek yarasıdır ama ümitsiz de olmayacağız.
Bekir Haki Efendi; “Ümidimizi kesmeyelim, bu millet velüddür, velüddür kardeş” cümlesini söylerdi hep. İnşallah Rabbimin inayetiyle bu milletin bu gün yetişmekte olan gençleri, ulemamızın yerini doldurmaya muvaffak olurlar. Şahsen ben kendi çocuklarıma dua ettiğim gibi bu memleketteki ulum-ü şeriyye tahsiline çıkmış insanların muvaffak olması için canı gönülden dua ediyorum. Allahım kabul eylesin, hatta Arafat’ta bile buna dua etmişimdir:
“Ya Rabbi memleketimizdeki ulum-ü şeriyye taliplerinin her birisini razı olacağın şekilde ilim tahsil etmeye, tedris etmeye ve neşretmeye muvaffak kıl” diye. Hep duamız budur.
İnkişaf: Hocam İsterseniz birazda Osmanlı’da ki devlet adamı, ulema münasebeti hakkında konuşalım. Mesela Molla Gürani’nin, İbn Kemal’in zaman zaman Fatih ve Yavuz’a muhalefet ettikleri biliniyor. Bundan hareketle İlim adamları siyasi irade karşısında mutlak bir hürriyete sahiptiler diyebilir miyiz?
Elbette, elbette sultanların nezdinde ulemanın yeri o kadar mümtazdır ki ulemanın sözü önüne hiçbir zaman geçilmezdi. Onlar, ulemanın kadr-ü kıymetini bilirlerdi. Yavuz Sultan Selim ki sözünü ikiletmeyen birisi, iktidar yıllarında 120 kişinin idamına hükmetmişti. -Zannederim “Şekaiku’n-Numaniyye”de geçiyor bu hadise- Bunu, Şeyhulislam İbn Kemal duyar duymaz Sultan’ın kapısını çalıyor ve “Sultanım böyle bir karar vermişsiniz” diyor. Yavuz, “Bunlar idari işlerdir, sizi alakadar etmez hazret” deyince İbn Kemal, “Zaten beni onlar alakadar etmiyor, beni sultanımın ahiret alemindeki durumu alakadar ediyor, ben ahiretin için geldim” deyince bu söz derhal Onun önüne geçiyor.
Yine Muhammed Zahid Efendi’nin bir münasebetle yazdığı gibi, Sultan Abdülhamid zamanında bir kitabın toplatılmasına karar verilmiş, derhal Fatih’in iki tane hoca efendisi -ki birisi Tikveşli Yusuf Efendi, diğeri de Ahmed Ferhadı Rizevi, bu yaşlı ulema- Sultan’ın yanına gidip “Efendim! Kitap halkın elinde yayılmış, bunu nasıl toplatırsınız” deyip, bunu güzelce izah edince Sultan Abdülhamid onların bu itirazını derhal itibara almış ve o emri ref (yürürlükten kaldırıyor) etmiştir. Böyle bir kararın çıkmasına sebep olanları da nefy etmiştir (sürüyor).
Sultan Abdülhamid ulemaya son derece ihtiram etmiş, onların sözlerine kıymet vermiştir. Hatta şunu da söyleyeyim ki, bu da Bekir Haki Efendi’nin sözüdür; “Yemin edebilirim ki, Hulefayi raşidinden sonra bu “makam-ı hilafet”te Osmanlı hulefası kadar Rasulullah Efendimiz’in makamını temsil eden olmamıştır, hatta buna Abbasi halifeleri de dahildir. Zira İmam Ahmed b. Hanbel bizim halifelerimiz zamanında yaşasaydı dayak mı yerdi, İmam Azam olsaydı hapse mi atılırdı, onlar o alimlerin kıymetini bilmezler miydi? Abbasiler onların kıymetini bilemediler benim sultanlarımsa ulemaya azami derecede ihtiram ettiler.”
Sultan Abdulhamid
İnkişaf: Söz Abdulhamid’e gelmişken, malumu aliniz Hazret, ümmetin irfanını yüceltme adına etraflı çalışmalar yaptı. Bu çerçevede okullar açtı, bazı İslam Klasiklerini tercüme ettirdi… Bu çalışmalar beklenen neticeyi vermiş midir?
Elbetteki onun bıraktığı miras, o büyük harp olup ta o büyük tahribat meydana gelmeseydi nasıl netice vermezdi? Bu büyük harp ve büyük tahribatın olması Devlet-i Aliyyey-i Osmaniyye’nin perişan edilmesi, onun hazırladığı temelleri altüst etmiştir. O çalışmalar tam semerelerini vereceği zamanda bunlar olmasaydı bu gün dünyadaki inkişaflar elbetteki bizde herkesten evvel ortaya çıkardı, zira çok kuvvetli eserler ortaya koymuştur, bunu çok defa ehlinden dinledik.
İnkişaf: Sultan Abdulhamid’in Ehl-i Sünnet akidesine sahip bazı alimler tarafından tenkit edilmesini neye bağlıyorsunuz?
Mahza gaflete.
İnkişaf: İttihatçıların lokallerinde Mustafa Sabri Efendi gibi Allamelerin konuşmalarını, onlar lehinde propaganda yapmalarını nasıl değerlendirmeliyiz? Aldatılmışlar mıdır?
Efendim Mustafa Sabri Efendi, çok kısa bir devre o da gençliğin saikasıyla hürriyet, özellikle yazı yazma hürriyeti sevdasına heves ettiyse de çok kısa zaman sonra işi fark edip ittihatçılardan uzaklaşmış, uzaklaşmakla da kalmayıp onlara muhalif olarak Hürriyet ve İtilaf fırkası diye bir parti de kurmuştur ki ömrü boyunca ittihatçılara karşı mücadele etmiştir.
İnkişaf: Cemaleddin Efgani’nin İstanbul macerası ve Sultan Abdulhamid’in onu göz hapsinde saklaması hakkında neler söyleyeceksiniz?
Bu zat İslam aleminin bir fitnesidir. Mısır’da Onun hakkında söylenenlerin ülkemizdeki ilim erbabı tarafından dinlenmesini isterdim. Onun hakkında Mısır’da çok şeyler söylenmiştir. Yakın zamanlarda Muhammed Kutup’tan işittim, dinler arası diyalog hakkında dermiş ki: “Üç tane din ‘ihvetün eşikka’ yani öz kardeştirler, birbirinden istifade etmelidirler.” İşte bu fikirleri dile getiren kişilerden biridir. Çok zeki bir insan olduğu muhakkak ama zekasını şeytani işlerde kullanmıştır. Onun üzerine çok şeyler yazıldı, çizildi, çok şeyler söylendi, hatta “Cemaleddin Efgani fi Mizani’l-İslam” isminde bir doktora tezi hazırlandı ve neşredildi.
İnkişaf: Müsteşriklerin ulemayı etkileme noktasında Mısır’dakine benzer bir başarıyı İstanbul’da gösterememelerinin sebebi ne olabilir?
İslam düşmanları her memlekete ayrı bir plan tatbik etmişlerdir. Mısır’da ilmi cihete çok ehemmiyet vermişler, burada ise idari, nizami işleri karmakarış etmeye özen göstermişlerdir. İslam düşmanları hilelerini çeşitli yerlerde çeşitli renklerde tatbik etmişlerdir.
Muhammed Zahid Kevseri
İnkişaf: Son devir Osmanlı alimlerinden Zahid Kevseri, İslam Aleminde yeterince tanınıyor mu?
Şunu bilesiniz ki, bugün İslam aleminde bizim son devir ulemamızdan en çok tanınan Zahidü’l-Kevseri ile Mustafa Sabri Efendi’dir. Zahid Efendi hocamız sebebiyle beni arayan insanları bir saymaya kalksam hayret edersiniz. Bu yakınlarda Riyad’dan kaç tane telefon geldi, Sana’dan telefon geldi, Mısır’dan, Suriye’den Cidde’den; hep bunlar Zahid Efendi’nin talebesi olmamız münasebetiyle onun hakkında bilgi almak istiyorlar. Ulum-ü Nakliye hususunda eserler bıraktığı için onu ve eserlerini tanımak murad ediyorlar. Daha geçen hafta Zahid Efendi aşıklarından İyad Ahmed Kuş isminde bir zat geldi ve bir hafta kaldı. Zahid Efendi hocamız öyle feyyaz bir allame idi.
İnkişaf: Zahid Kevseri’nin Te’nibu’l–Hatib’i, İhkaku’l-Hakk’ı, Fıkh-u Ehli’l-Irak’ı ve Hanefi imamlarıyla alakalı biyografi kitapları selefilerin iddia ettiği gibi mutaassıp bir Hanefi olmasına mı, yoksa Ehl-i Sünnet’in büyüklerine yapılan tahkir ve tezyife kayıtsız kalamayıp İhkak-ı hak talebinde bulunmasına mı hamledilmelidir?
Efendim o mutaassıp mıdır, değimlidir? Bu hususun anlaşılması için Onun vefatından sonra Muhammed Ebu Zehre’nin “makalatül-kevseri”nin başında, hakkında yazdığı uzunca mukaddime okunmalıdır. Ebu Zehre yazısında yirmiden fazla yerde “el-İmam” tabirini kullanmaktadır. Yine meşhur alimlerden Yusuf Musa “Tarihu’l-Fıkhi’l-İslami” adlı eserinde Zahid Efendi’den bahsederken taassup ne demektir açıklar. Taassup kelimesinin onun için kullanılması hiçbir surette mümkün değildir.
Devlet-i Osmaniyye’nin yıkılmasından sonra herkes ağzına geleni söylüyor: “Osmanlı devletinin yıkılmasının sebeplerinin başında onların Hanefi mezhebine olan sımsıkı bağlılıkları gelmektedir.” diyenler var. Zahid Efendi, bu nevi yayınların yapıldığı bir devirde Hanefi Mezhebi’nin müdafaasını yapmış, bu konuda her şeyi yerli yerince söylemiş, çok mühim bir vazife ifa etmiştir. Zahid Efendi o sözleri söylemeseydi, malum herifleri susturmasaydı belki daha çok sözler söyleyeceklerdi. O bu konuda aksi söz söyleyen Mısır ulemasını da susturmuştur.
Eşhedü billah bugünkü gibi hatırlarım – hepsi de mezara gitmişlerdir- eş-Şeyh Muhammed Abdülvehhab Buhayri Hocamızın meclisinde/evindeyiz, hocalardan bir tanesi, “hayır cemiyetlerine verilen zekat yerine ulaşmıştır, pekala verilebilir” diye bir makale yazmış, bu makale okundu, hocamız kütüphanesindeki “Makalatü’l-Kevseri”yi işaret etti, getir dedi getirdim. Orada “Fi Sebilillah” mevzuunda bir makale var, onu açtı okuttu, arkadaşlar makaleyi okuduktan sonra hocamız dedi ki, “bakınız şu makale ancak otuz tane meracii (kaynağı) hakkıyla mütalaa edip, onların hulasasını meydana getirmek suretiyle hazırlanabilir. Bu makaleyi yazabilecek ikinci bir kişi şu diyarda yoktur.” Ve şunu ilave etti – Eşhedü billah bu tabir Abdülvehhab Buhayri hocamıza aittir- “dört yüz senedir yakın tarihimizde böyle muhakkik bir alim görmüyoruz.” Zahid Efendi’yi vefatından sonra ehl-i ilim olan zatlar böyle anlatıyor, onların sözleri kafidir.
“Cebr” Meselesi
İnkişaf: Mustafa Sabri Efendi ile münasebetinden bahseder misiniz, mesela “Nazretun abire” adlı eserinde yer yer Ona iltifat eder. Fakat bir de hadisenin “cebr” boyutu var. Bu hususu istismar edenler, Onları iki hasım gibi göstermek istemektedirler. Aralarında ki münasebet hakkında neler söyleyeceksiniz?
Son hayatlarında arkadaşlar içinde onların arasında en fazla dolaşanlardan birisiyim –elhamdülillah-. O zaman Zahid Efendi “el-İstibsar” mevzuunu yazmıştı. Eserinde Mustafa Sabri Efendi’yi hem medhü sena etti, hem de cebir mevzuunda onunla münakaşa etti. Din meselelerinde ahbablık olmaz. “Hakikat olduğu gibi anlatılır.” diye bir tabir vardır. Bu meseleler bu şekilde yazılmıştır.
O günlerdeydi ki Mustafa Sabri Efendi’nin ailesi vefat etmişti. Rahmetli Ders vekili Ahmed Asım Efendi’nin kerimesiydi. İskenderiye’de defnedildi. Mustafa Sabri Efendi torunlarının ve gelininin hizmetine kalmıştı. Osmanlı hanedanından Sultan Abdülaziz Hanın torunu Şehzade Şevket Efendi vardı. Şevket Efendi Onu alır götürür, evladıyla beraber haftalarca evinde bakarlardı, hatta -ben görmedim ama- Ali Yakup Efendi anlatmıştı, Şevket Efendi’nin çocuklarının Mustafa Sabri Efendi’nin el ve ayak tırnaklarını kestiğini gördüm demişti, öyle hizmet ederlerdi, Onu çok severlerdi. Zaten nur parçası gibi bir kimseydi sevilmeyecek bir insan değildi, çok hoş güzel bir insandı.
O günlerdeydi ben Mustafa Sabri Efendi’yi ziyaret için Şehzade Şevket Efendi’nin evine gittim. Oturduk şuradan buradan konuştuk. Beni görünce sözler Tokat’a, Erbaa’ya, Niksar’a intikal ederdi. Bu minval üzere memleket konuşmaları yaptık, ondan sonra dedi ki:
“Zahid Efendi’yi görüyor musun”, dedim ki “Cuma günleri saat 9′da görüşüyoruz. O vakit benim mevidimdir (Onunla buluşma saatim).” O gün günlerden Çarşambaydı. Bana, “yarın git Ona söyle ki ben torunum Muvahhid ile beraber – ki torunu Mimarizade Muhammed Ali’nin oğludur- arabayla kapısının önüne kadar geleceğim fakat merdiven çıkamadığımdan evine giremem.” -Çünkü o esnada seksen sekiz yaşında idi.- “Zahid Efendi teşrif etsin aşağıya da, Nil kenarına bir yere gidelim, konuşalım, muhabbet edelim istiyorum, sen git söyle” dedi. Hemen gittim söyledim, Zahid Efendi de memnuniyetle karşıladı. Ben de buna vesile oldum.
İşte (ihtilafa sebep olan) o kitaplar çıktıktan, konuşulanlar konuşulduktan sonra hepsinden sonra ben böyle bir şeye şahidim. Allah için bunu söylüyorum. Ondan sonra Zahid Efendi de çok yaşamadı, zaten Zahid Efendi, Mustafa Sabri Efendi’den önce vefat etti. Bu hadise böyle iken onlara kavga yaptırmanın manası nedir Allah aşkına? Günahtır.
İnkişaf: İsterseniz biraz da Sabri Efendi ve Zahid Kevseri’nin Mısır’daki ders halkalarından konuşalım, Onların derslerine kimler iştirak ederdi?
Biz her ikisinin de ahir ömürlerine eriştik. Onlar tedris için Ezher kürsüsüne çıkmadılar. (Çeşitli nedenlerden dolayı Ezher’de ders okutmayı uygun görmediler.) Onların meclisleri tam bir ilim halkası idi. O meclislere gidenler onların ağzından çıkanları kati bir huccet sayarlar, kemal-i ihtiram ile derslerini dinlerlerdi. Zahid Efendi bana Cuma günleri vakit ayırmıştı, saat 9′dan Cuma namazına yakın bir vakte kadar muhtelif kitaplardan okurduk.
İnkişaf: Sabri Efendi ve Zahid Kevseri’nin Ali Haydar Efendi ile ne derece bir dostlukları vardı?
Burada iken bir araya geldiklerini bilmiyorum ama Mısır’dan döndüğümde Ali Haydar Efendi, Mustafa Sabri Efendi ve Zahid Efendi’den çok sorardı, onların halini öğrenmek isterdi.
İnkişaf: Cemaleddin Efgani-Muhammed Abduh ve Reşid Rıza çizgisini etkisiz hale getiren ve Ehl-i Sünnet ulemasının önünü açan ikili Zahid Efendi ile Mustafa Sabri Efendi’lerdir dersek mübalağa olur mu?
Haşa, elbetteki olmaz. Şunu da işittik; Mustafa Sabri Efendi o kimselerden bahsederken dedi ki: “Ben Türkiye’deyken bunları takdir ediyordum fakat buraya geldikten sonra Allah bir şerh-i sadr ihsan etti. Bu şerh-i sadr sayesinde çok ince şeylere muttali oldum. Allah’a hamdüsenalar olsun.” Bu konu daha uzun konuşulacak bir mevzudur ama ben buna girmek istemiyorum. Mustafa Sabri Efendi ve Zahid Efendi’nin onlar hakkında yazdıkları başkalarınınkilerden çok daha mühimdir. Bu konuda yazan başkaları da var, İskenderiye Üniversitesi hocalarından Muhammed Huseyn başta olmak üzere daha bir çok kimsenin onlar aleyhinde yazdıkları var ama Mustafa Sabri Efendi ve Zahid Efendi’nin yazdıkları hepsinin üstündedir. Onlar işi daha ince, daha mühim noktalardan yakalamışlardır.
Son anlarını bilemiyoruz ama bu kişiler insanlara yazdıklarıyla çok yanlış şeyler bırakmışlardır, mesela Muhammed Abduh’a kadar nasslar üzerinde çok uzak teviller hiç kimse tarafından yapılmamıştır. O öyle bazı teviller yapmıştır ki onların hiç kimse tarafından kabul edilebilecek tarafı yoktur. Şunu söyleyelim ki Kudret-i ilmiyesi ve kalemiyyesi vardır fakat bunları çok yanlış şekilde kullanmıştır. Oradakileri bir kenara bırakalım bizim buradaki müfessirlerden Hamdi Efendi’nin Fil suresi tefsirinde Muhammed Abduh’u yerden yere çaldığını görmüyor muyuz?
İnkişaf: Hocam ilim-irfan dolu bir konuşma oldu, bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim
Kureyş ulularının değişmez gündemiydi Kur’ân. Ne olduğunu, nasıl engellenebileceğini sorarlardı birbirlerine. Kabe, Zemzem ve Haceru’l-esved’in tercihlerini İslâm’dan yana koymaları, derin bir hüzne sevk etmişti Onları. Hubel, Menat ve bir de eskilerin masalları kalmıştı yanlarında. Kur’an nidaları yüreklerde dalgalandıkça atalarının dinleri, direkleri çökmüş binalar gibi çatır çatır yere geldi. “Dinlemeyin bu Kur’ân’ı…’ diye tembihledikleri muhataplarını, ”istesek biz de Onun gibisini söyleriz” diyerek avutmaya çalıştılar.Çürük bir akılla, akıl ötesinin buyruğuna kafa tutan idrak “Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’da bir şüpheniz varsa bir benzerini getirin….” ayetiyle alenen hesaplaşmaya çağrıldı. Ne “yedi askı” şairleri, ne de Arab’ın en beliğ hatipleri çıkabildi Kur’ân’ın karşısına. O’nun “Levh-i Mahfuz”dan gelen “Kitab-ı Mecid” olduğunu susan her kalem sükutla itiraf etti.
Peygamber atlasının örttüğü zemin, her gün biraz daha genişledi; Acemlisi, Habeşlisi aynı safta dinledi Kur’an’ı. Onunla fikri planda hesaplaşmaya çıkamayanlar, daha doğrusu çıkıp da ayakları üzerlerinde duramayanlar; hilelere, iftiraflara ve kılıçlara baş vurdu. Allah Resûlü’nü (s.a.v), bir yolunu bulup ya deliler gibi zincire vuracak, ya öldürecek, ya da Mekke’den süreceklerdi. Ama olmadı, başaramadılar. Küfrün acziyetine işaret olsun diye; ordularla değil mağarada örümceklerle korudu Allah, Peygamberini.
Ebû Cehil ve avanesi, kalemi kırıp savaşı konuşturduğu gün -aslında- her şeylerini kaybetmişlerdi. Kur’ân’ın dirilttiği ruhlarla savaşılır mıydı? Onlar ölüp de ölmeyen ruhlardı. Dirileri ve gök sakinleriyle tükenmez bir ordusu vardı Kur’an’ın.
Kur’ân, kendisine kin ve nefret besleyenlere ağıt yakmayı armağan etti. Allah Resûlü’ne (s.a.v) “ebter” diyenler on dört asırdır “ebterlik”lerine ağıt yakıyorlar. Ebû Cehil’in ruhu, İslâm’ın Mekke’sinde her gün beş defa “eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah’ı” dinliyor. Ne “İsaf”, ne “Naile”, ne de büyük put “Hubel” dayanabildi Kur’ân’a… Ebû Cehil ağlamasın da kim ağlasın? Allah Rasûlü’nü güldürmeyenler Kıyamet’e kadar ağlamaya mahkum oldular.
***
Ey Cabir (r.a)! Utbe bin Rebia’ya dair rivayet ettiğin hadis nerede? Gel ve söyle Peygamber buyruğunu, söyle de zamanın Ebu Cehiller’i Kur’an’ın yenilmezliğini idrak etsin:
Hani -O’na (s.a.v)- Utbe, ne istiyorsun; kadın, mal-mülk, riyaset hepsini verelim yeter ki tanrılarımızı inkar etme, (hâşâ) “Allah birdir deme “ demişdi de O (s.a.v); “Söyleyeceklerin bu kadar mı ey Utbe?” diye sormuş, “evet” cevabını alınca şu ayetleri okumuştu: “Ha mim. (Bu) Rahmân Rahîm’den indirilmiştir. Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış, Arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat çokları onu düşünüp kabul etmekten yüz çevirmişlerdir.” Kur’an, küfrün rüşvetini sonsuza kadar geçersiz kıldı.
Müminlerine geriye dönüşü olmayan bir yolda yürüyüşü öğütledi.
İnsanların Kur’ân’ın safında yürüyüşü aslında “sureti” bir yürüyüştür. Diyor ya Cenab-ı Hak “Kur’ân’ı biz indirdik onu yine biz koruyacağız.” O halde bizim yürüyüşümüz, korumak için değil, korunmak içindir. Gerçekte şairi, çobanı, filozofu, köleyi hasılı bütün yürekleri Kur’ân koruyor. Çünkü O, ezeli ve ebedi mutlak hakikattir. Bunun içindir ki şiirin büyük ustası Lebid bin Rebia Onu işitince “Dikkat edin Allah’ın sözünden başka her şey batıldır” demişti.
Hassan Bin Sabit’e niçin daha şiir yazmıyorsun diye soran Hz. Ömer (r.a) şu cevabı almıştı: “Kur’ân indikten sonra dilimi yuttum.”
Ey Kindi! Kalk kabrinden ve itirafını tekrar et! De ki “Ben İslâm atlasının en güçlü felsefî damarıydım. Aklı doğru-yanlış en iyi kullanan filozof olduğumu düşünürdüm. Farabî’nin, İbni Sina’nın, İbni Rüşd’ün ve bütün “Meşşai”lerin fikir babasıydım. Mutezili anlayış benimle altın çağını yaşamıştı. Aklımın fizik ötesine denk olduğuna sadece ben değil, çevrem de inanmıştı. Nitekim bir gün bana talebelerim “Şu Kur’ân’ın dengini yapıver” demişlerdi. Ben de, “Hepsini değil ama bir kısmını yaparım” demiş ve bir çok günler odama kapanıp kalmıştım. Akıl ötesi buyruğa ulaşmak için çok uğraştım fakat başaramadım. Günler sonra insanların huzuruna çıkıp şu itirafta bulunmuştum: “Vallahi buna ne benim ne de başka birinin gücü yetecek. Kur’ân’ı açtım karşıma “Maide Suresi” çıktı: Baktım vefayı anlatmış, dönekliği yasaklamış, önce genel bir tahlil ardından bir istisna yapmış, Allah’ın kudretinden ve hikmetinden söz etmiş ve bütün bunları iki satıra sığdırmış. Hiç kimse bu kadar mânâyı ciltlerle eser yazmadan ifade edemez.”
Arabın ulu edipleri Kur’ân’ın karşısında diz çöktü. Çünkü O, söz sanatının zirvesiydi. Ümeyye b. Halef, Kur’ân’ı ilk duyduğunda yerden bir avuç toprak alıp, üzerine secde etmişti. Ömer’in (r.a.) yüreğini eriten Onun sıcaklığı idi.
***
Ebû Zerr’in aşkını Ali’nin aklı ile bütünleştirenler bütün zamanların ulu hocaları kabul edildiler. Fatih’ler, İbn-i Kemal’ler, Barbaros’lar, Sinanlar, Bakiler, Itriler Kur’ân’ı mümin okuyup mümin yaşayan insanlardı. Ne Utbe’ler ne Ebû Cehil’ler konuşabildi karşılarında. Biz, mezkür değerlerimizle Kur’an Atlasında var olan bir millettik. Onun hatırına dünyalar feda ederdik. Molla Hüsrev, Kur’ân’la çelişen fermanı yırtıp Fatih’in yüzüne atar, Kemalpaşazade “umur-u devlet”e bizzat müdahil olurdu. Ricali devlet de ulemaya ittiba ederdi.
“Ümmetimin en şereflileri Kur’ân’ı ezberleyenlerdir” hadisine muhatap on binlerce hafızımız vardı. Saygıdan kimse sırtını Kur’ân okunan yöne dönmez, hafızların geçtiği sokakta genç yaşlı herkes ayağa kalkardı. Tezhip ve hat sanatı güzel Kur’ân’ı güzel sergilemek için icat edilmişti. Altın yaldızlı bezlere sarılı Kur’ân, bugünkü gibi çeyiz bohçalarına hapsedilmemişti. Evler, sokaklar, mektepler Kur’ân’a göre şekil almıştı. Söz ve hüküm Allah’ındı. İslâm fıtratı üzerine doğan çocuğa daha ilk günden öğretilirdi Kur’ân’ın sözleri: Bir kulağına Ezan diğerine Kamet okunurdu. 7 yaşında hafız olunur ardından “Buhar-i Şerif” ezberlenir, “dirayet” ve “rivayet” tefsirlerinden ayrı ayrı icazet alınırdı.
En hafif meşreplilerin bile İslami değerlere saygısı vardı. Müşahhas bir örnek çevresinde izah etmek gerekirse şu söylenebilir: Namık Kemal yatağında hem kitap okur, hem de şarap içermiş. Okuduğu yerde Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in adı geçince içkiyi dışarı çıkartır, yatağından iner, diz üstü oturur ve Allah Resulü’nün adını öyle telâffuz edermiş. Çünkü N. Kemal İstanbul sokaklarında Kur’ân’la dolaşmış, Kars’da erenleri dinlemişti.
Ya bu gün, Kur’ân’dan mahrum bir halde yetiştirilen Anadolu çocukları kime saygı gösterecek? Fikret’in oğlu Haluk’a yaptığı gibi önce fıtrattaki iman mayası kurutulacak ardından da papaz mı yapacaklar bu çocukları? Ezan’ı öğrettirmedikleri sabilere Ayasofya’da çan çalmayı mı öğretecekler?
Kur’ân’sız yetiştirilmek istenen çocukların geleceğini Yahya Kemal’in şu hatırasından hareketle okuyalım:
“… Bu günkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçük elleriyle açtılar gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbir’leri dinlediler dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler.” “… Medenileşen üst tabakanın çocukları, ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocuğunun en güzel rüyasını göremiyorlar.”
“… Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum, bayramda, bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat Frenk hayatının gecesinde sabah namazını kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada’nın mahalle içindeki sakit yollarından kendi başıma camiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. … İçim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün bütün cemaatın arasında yalnız benim vucudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissediyordum.”
“… Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar.”
Mekke’de inen, Kahire’de yazılan, İstanbul’da okunan Kur’ân, şimdi en güzel okunduğu yerde garip mi kalacak? O’nu okuma şerefini bu millete çok görenler Ebû Cehil’i susturup Fatih’e mi ağıt yaktırtacaklar?
Hayır! Anadolu’nun semalarından Kur’ân seslerini kesemeyecekler. Ruhi ve ilmi merkezlerimiz yeniden canlanacak; Kur’an’ın muazzam dönüşüne kimseler engel olmayacak. Vuslat, bütün umutların bittiği anda gerçekleşecek.
Yusuf’unu kaybettikten sonra ağlaya ağlaya gözlerini de kaybeden Yakub aleyhisselam, kanlı gömlek Mısır’dan ayrıldığında etrafındakilere “işte şimdi Yusuf’umun kokusunu alıyorum” demişti. Gözleri dahil her şeyini yitiren fakat Yusuf aleyhisselam’a kavuşacağına dair imanını kaybetmeyen Yakub’a Allah yeniden oğlunu armağan etti. Kur’an Kurslarını kaybeden, talebesi kalmayan hocalar da onları tekrardan kazanmaya dair inançlarını kaybetmezlerse Kur’an’ın muazzam dönüşü çok yakında gerçekleşecek demektir.
.
MELHEMLU.COM
KUR'AN-I DOĞRU ANLAMAK
İÇİNDEKİLER
Önsöz
1- Kur`anın anlaşılması konusuna genel bir bakış.
2- Kur`an-ı Kerim`in özellikleri.
3- Kur`an-ı Kerim`in anlatım tarzı.
4- Kur`an-ı anlamada Kur`anın gösterdiği yöntemler.
5- Müşkil`ül Kur`an meselesi.
6- Nuzül ortamının tespiti.
7- Kur`anın Allah`ın elçisi tarafindan açıklanması.
8- Ayetler arası ilişkileri dikkate almak.
9- Arap dilinin kurallarını dikkate almak
10- Kötü haslet ve karakter örneklerinin kafirlerden seçilmesi
11- Nesih ve Mensuh meselesi
12- Kur`anı bir bütün olarak değerlendirmek
13- Ayetlerin yalın anlamları
14- Muhkem, Müteşabih ve Te`vil
15- Metodlara uyulmadığı için görmezlikten gelinen ayetler
16- Metodlara uyulmadığı için yanlış açıklanan ayetler
17- Kur`anı anlamada önceki ilahi kitaplardan yararlanma.
18- Kur`an – Fıtrat ilişkisi.
ÖNSÖZ
İyiliği sonsuz, ikramı bol olan Allahın adıyla...
BİR SORU: Hiç beklemediğiniz bir zamanda elinize çok büyük bir hazinenin haritası geçse ve siz bu haritadaki pusulanın hazinenin yerini gösterdiğine yüzde yüz eminseniz nasıl davranırdınız ? Tek sorununuz, yüzlerce sene öncesi yazıldığı için, haritayı hemen anlayamamanız olsa, ve haritayı çözebilmek için bir çalışma yapmanız gerekiyor olsa, acaba bu durumda ne yapardınız ?
BİR HİKAYE: Gazzli şöyle bir hikaye nakleder. Bir şehire ilk defa bir fil gelir. Bütün şehir halkı merakla fil`i görmeye giderler. Bu arada köyde bulunan körlerde meraklanıp filin yanına giderler.
Şehirdeki körler fili elle tanıyacaklarını zannedeler. Ellerini ona dokundururlar. Birinin eli hayvanın kulağına, diğerininki ayağına, bir başkasınınki baldırına, diğer birininki de dişlerine rast gelir. Bu körlerin hepsi bir araya gelince, filin nasıl olduğunu bunlardan sorarlar. Eli, hayvanın ayağına gelen der ki: Fil sütun gibidir. Eli hayvanın dişlerine temas eden der ki:Fil direk gibidir. Eli kulağına gelen der ki: Halı gibidir. Eli hayvanın hortumuna gelen der ki: Fil uzun bir boru gibidir.
BİR SONUÇ: İşte bizim elimize de Rabbimizin lütfu olarak Kur`an-ı Kerim gibi müthiş bir hazine var. Ançak, hem dünya hayatının hemde Ahiretin en büyük hazinesinin haritası olan yüce Kur`anı doğru anlamak ve faydasını görebilmek için biraz çaba sarfetmek gereklidir.
Şimdi çok nadir de olsa bazı kardeşlerimizden gelen şu soruya cevap verebiliriz:“ Kardeşim Kur`anı anlamk için ne yapalım, nasıl çalışalım ?“
Kardeşim, Kur`anı Kerimi anlamak için, onu anlamayı kendine dert edineceksin ! Geceni gündüzüne katarak arayacaksın, düşüneceksin, okuyacaksın, bu yolun yolcularını arayıp bulacaksın.!
Kur`anı doğru anlamaz yada anlayamaz isek ne olur ?
O zaman yukardaki körlerin durumuna düşeriz. Ve maalesef günümüzdeki Müslümanların durumu bu hikayeye tıpatıp nasıl da uyuyor bir bakınız. Bakıyoruz her gurup kendine göre bazı ayetlere veya hadislere tutunmuş ve kendi görüşünü din zannediyor. Kimilerine göre din demek tasavvuf demek, kimilerine göre felsefesiz bir İslam düşünülemez, kimileri ise milliyetciliği dine yamamaya çalışıyor. Bunlar işte bizim şehrimizin körleri. Gazzali hikayesinden sonra şu yorumu yapıyor:
„İnsanlar arasındaki ayrılıkların çoğu, hepsinin sözünde bir sebeple doğruluk bulunmasıdır. Fakat bazıları görmedikleri hâlde, her şeyi gördüklerini zannederler. Bunlar şehirlerine fil gelmiş olduğunu duyup, onu tanımak isteyen körler gibidirler. Hepsi doğru söylediler ve hepsi yanıldılar! Zira her biri fili tamamen anladıklarım sandılar. Ama anlayamadılar“
Biz anlamak için yola çıktık inşallah. Siz bu yolun yolcularına bir kıvılcım verbilmek için bu bölümü hazırladık. İlk önce bu yolda yapılmış calışmalara bir göz attık. Değerli ilim adamlarımızdan Doç. Dr. Yusuf Işıcık`ın „Kur`anı Anlamada Temel İlkeler“[1] isimli eserinden çok faydalandık. Bu değerli eserin bazı bölümlerini hiç değiştirmeden almayı uygun gördük.
Bundan başka Süleymaniye Vakfının yayınlarından bilhassa Prof.Dr. Abdülaziz Bayındır hocamızın yazı ve görüşlerinden de faydalandık. Bazı yerlerde de kendi görüşlerimize yer verdik ve düşüncelerimizi açıkladık.
Kusursuzluk sadece Allah'a mahsusdur. Gayret bizden, başarı Allah’tandır.
Mustafa Ateş
1-KUR´ANIN ANLAŞILMASI KONUSUNA GENEL BİR BAKIŞ
Sahabiler ve onları izleyen dinamik müslümanların Allah`ın Kitabını anlamadaki metodları, öyle sanıldığı gibi karmaşık, girift ve müşkil degildi. Onlar salt rabbani hidayete ulaşmak icin okuyorlardı.
Sahabiler, Kur´anın anlaşılır ve tatbik edilir Kitap olduğuna baştan kesin olarak inanmışlardı. Esasen Kur`an kendisini, inmeye başladığı ilk günden itibaren böyle tanıtmıştı. Binanaleyh, sahip oldukları dil bilgileri, akıl ve zekaları, kültürleri ve gerçeğe olan tutkularıyla, okudukları Kur`an ayetlerini genellikle anlamaya çalışıyorlar, anlayamadıklarını birbirlerine, veya doğrudan Hz. Peygamber efendimize soruyorlardı.
Günümüzde ve taklid anaforunun hakim olduğu dönemlerde , en çok gaflet edilen işte onların bu özellikleri olmuştur. Yani sahabiler ve onları izleyen ilk müslüman nesiller, önce bizzat kendileri anlamak için Kur`anı okuyorlar, bilmedikleri bir ayetle karşılaştıklarında bir bilene soruyorlardı.
Halbuki sonraları insanlar, kural ve şartlarına uyarak bizzat Kur`anı okuyup anlayacakları yerde , önce Kur`an ayetleri hakkında nelerin söylendiğini okudular. Yani kendilerince alim saydıkları ancak hayatlarında hiç görmedikleri ve nasıl bir insan olduklarını bilmedikleri insanların kitaplarını okudular ve inanç sistemlerini bunlara göre oluşturdular.
Buda hiçbir zaman Kur`ana uzanamamayı ve kişilerin kendi nefislerini Kur`an karşısında mükellef ve muhatab görmemeleri sonucunu doğurmuştur.
2-KURAN-I KERİM'İN ÖZELLİKLERİ
الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ {1} إِنَّا أَنزَلْنَاهُ قُرْآناً عَرَبِيّاً لَّعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ {2}
1-Elif. Lam. Ra. Bunlar, apaçık Kitab'ın ayetleridir.
2-Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik. (12Yusuf /1-2)
Kuran'ın akla ve duygulara birlikte hitap eder.. O, kısa, tam, doğrudan, ve hatırlatıcıdır. O, dinleyicisini tercihlerle ve kararlarla karşılaştırır ve onlara dikkatli olmayı ve eyleme geçmeyi ilham eder. Onun dili, insanı derinlemesine etkileyen muhtevası kadar etkilidir. Onun argümanı her zaman okuyucularının anlayabileceği, günlük deneyimleriyle içiçe, ve insanın içinde yankı bulabilecek özelliği sahiptir. Her şeyin ötesinde soyut değil, mantıkidir. Kuran, anlaşılsın diye indirilmiştir.
Anlamadan okuyan, yada bildiği halde amel etmeyen insanlar Kuran'da kitap yüklü eşeklere benzetilmişlerdir.
مَثَلُ الَّذِينَ حُمِّلُوا التَّوْرَاةَ ثُمَّ لَمْيَحْمِلُوهَا كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَاراً بِئْسَ مَثَلُ الْقَوْمِ
الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِ اللَّهِ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ {5}
Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.(Cuma 62/5)
Kur`anı anlamaya çalışmayan, onun ayetleri üzerinde kafa yormayanların kalplerinin kilitli olma ihtimali yüksektir:
Bunlar Kur’an üzerinde akıl yormazlar mı? Yoksa kalpler üzerinde kilitler mi vardır?
(Muhammed 47/24)
Kur`anın diğer bazı özelliklerinide Rabbimiz bize şöyle bildirir:
"Kuran, düşünmek için kolaylaştırılmıştır. Öğüt alan insanları beklemektedir."
(Kamer 54/17, 22, 32, 40)
Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükafat olduğunu müjdeler. (İsra 17/9)
Kuran'da her türlü misal açıklanmıştır. Ama insan cedelleşmede ileri giden bir varlıktır. Kendilerine doğru yolu gösteren peygamberler geldiği halde, insanları iman etmekten ve günahlarının bağışlanmasını istemekten alıkoyan şey ancak, onlardan öncekilerin sünnetinin (yani belirlenmiş helakın) gelmiş olması veya azabın gözleri önüne dikilmiş olmasıdır."
(Kehf 18/54-55)
Ebu Derda (ra)rivayet ediyor: " Peygamberimizin (sav) yanındaydık. Göğe baktı ve bir olayı zikrederek dedi ki: "İlim ayrılıp gittiğinde olacak." Ziyad b. Lebid Ensari (ra) sordu: "Biz Kuran'ı okurken, çocuklarımıza öğretirken, onlar da diriliş gününe kadar çocuklarına öğretecekken nasıl olur da ilim bizi bırakır?" Peygamberimiz (sav): "Sana şaşırıyorum Ziyad. Ben seni Medine'de en bilgili adam sanıyordum. Yahudiler ve Hıristiyanlar Tevrat ve İncil bir şey anlamadan okumuyorlar mı?" (Tirmizi hasen garip olarak zikrediyor.) Demek ki Kuran-ı Kerimi anlamadan okursak Ehl-i Kitab'ın durumuna düşer, birtakım kuruntuları din zannederiz. Onların akıbetine uğramamak için Rabbimizin Kitabını iyi tanımalı ve onun canlı şahitleri olmalıyız.[2]
3- KURAN-I KERİM'İN ANLATIM TARZI
Kuran'ı incelemeye başlamadan önce, Onun okunan diğer kitaplardan farklıve eşsiz bir kitap olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız.
Sıradan kitapların aksine Kuran, edebi bir sıraya göre tertip edilmiş belirli konular hakkında bilgi, fikir ve tartışmaları ele almaz. Bu nedenle onunla ilk karşılaştığımızda, bölümler ve kısımlara ayrılmamış veya farklı yönleri ile ilgili emirlerin düzenli bir şekilde verilmemiş olduğunu görünce şaşkınlığa düşeriz.
Buna mukabil, daha önceden hiç karşılaşmadığımız ve bizim kitap anlayışımıza hiç uymayan bir şeyle karşılaşırız. Kuran'ın iman ile ilgilendiğini, ahlaki direktifler verdiğini, kanunlar koyduğunu, insanları İslam'a çağırdığını, kafirleri uyardığını, tarihi olaylardan ibret dersleri verdiğini, uyarılarda bulunduğunu, müjde verdiğini ve bunların hepsinin bir ahenk içinde sunduğunu görürüz.
Aynı konu Kuran'da farklı şekillerde tekrar edilir ve görünürde hiç ilgisi olmayan bir konu diğerini takip eder. Bazen hiç görünür bir sebep yokken, bir konunun ortasında başka bir konu anlatılır. Hiçbir yerde bölüm ve konuları ayıran bir işaret yoktur. Tarihsel olaylar anlatılır fakat anlatım tarih kitaplarındaki gibi değildir.
İnsandan ve evrenden, tabiat bilimlerindekinden farklı bir dille bahsedilir. Aynı şekilde kültürel, politik, sosyal ve ekonomik problemleri çözmede kendi metodunun izler. Kanunları ve prensipleri sosyologlardan, hukukçulardan ve hakimlerden farklı bir şekilde ele alır. Ahlak, bu konuda yazılan bütün eserlerden farklı bir yolla öğretilir.[3]
İşte bu nedenle yabancı bir okuyucu, kendi kitap anlayışına hiç uymayan bu tip şeylerle karşılaştığında şaşkına döner. Kuran'ın, ayetleri arasında hiç ilgi ve bağlantı veya konularında süreklilik bulunmayan bir kitap olduğunu, anlaşılmaz bir şekilde çeşitli konuları ele aldığını veya kelimenin kabul edilen anlamıyla bir kitap olmadığı halde, kitap şeklinde düzenlendiğini düşünmeye başlayabilir.
Bunun bir sonucu olarak, Onun düşmanları Kuran'a çok garip iddialarla karşı çıkmakta, Kuran'ın çağdaş izleyicileri ise bu şüphe ve karşı iddiaları çürütmek için garip yöntemler kullanmaktadırlar. Ya kaçış psikolojisi içine düşmekte veya zihinlerini yatıştırmak için garip yorumlara yeltenmektedirler. Bazen de görünürde aralarında ilişki olmayan ayetleri açıklayabilmek için suni anlam bağları kurmakta ve son kaçış olarak Kuran'ın hiçbir düzen ve anlam sırası olmaksızın çok çeşitli konulara değindiği tezini kabul etmektedirler. Sonuç olarak ayetler kendi yerlerinden alınmakta ve anlamda karışıklık ortaya çıkmaktadır.[4]
Tüm bunlar, okuyucu, Kuran'ı eşsiz bir kitap olarak kabul etmediğinde ortaya çıkar. Diğer kitapların aksine Kuran başlangıçta ele aldığı konuları ve ulaşmak istediği amaçları liste halinde sunmaz. Açıklama üslup ve usulü de genelde okunan kitaplara benzemez ve herhangi bir kitap düzenini takip etmez.
Bu nedenle, okuyucu sıradan bir kitap beklentisiyle Kuran'a yöneldiğinde, onun olayları sunuş üslubu karşısında şaşkınlığa düşmektedir. Kuran'ın birçok yerinde arka plan tasvir edilmez ve pasajın özel nüzul sebebi olan durum ve olaylara değinmez. Bunların bir sonucu olarak, sıradan okuyucu orada veya burada birkaç parça cevher keşfetse de, Kuran'ın değerli hazinelerinden tam olarak yararlanamamaktadır. Bu kimseler sadece, Kuran'ın eşsiz ve ayırıcı özeliklerini bilmedikleri için bu tür şüphelerin kurbanı olurlar. Kuran'ın tüm sayfalarına yayılmış halde birbirine benzer konulardan oluştuğunu düşünürler ve bunu anlamada zorluk çekerler. Hatta anlamı çok açık olan ayetler bile, onlara anıldıkları çerçeve içinde anlamsız görünür.[5]
Okuyucu, Kuran-ı Kerim'in yeryüzünde kendi türünde bozulmadan kalan tek kitap olduğu, edebi üslubunun tüm diğer kitaplardan farklı ve eşsiz bir kitap olduğu, daha önceden kafasında varolan kitap kavramının, onun Kuran'ı anlamasına yardımcı olamayacağı bilinciyle hareket etmelidir. Bu sayede doğru anlamasına birer engel teşkil eden bu tür zorluklardan kurtulabilir.
4-KUR’AN’I ANLAMADA KUR’AN’IN GÖSTERDİĞİ YÖNTEMLER
Kur’an açık bir kitaptır. Bir çok sure, “Bunlar o açık Kitab’ın âyetleridir ” diye başlar. Bir âyet şöyledir:
وَيَوْمَ نَبْعَثُ فِي كُلّ أُمَّةٍ شَهِيداً عَلَيْهِم مِّنْ أَنفُسِهِمْ وَجِئْنَا بِكَ شَهِيداً عَلَىهَـؤُلاء وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَاناً لِّكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ {89}
“ O gün her ümmetten bir kişiyi onlara şahit tutarız. Seni de ümmetine şahit getiririz. Biz bu Kitab’ı sana; her şeyi apaçık belirtsin, doğru yolu göstersin, ona bağlananlara iyiliği bol ve bir müjde olsun diye indirdik.”(Nahl 16/89)
Kur’an’ın açık olması, Allah’ın verdiği rızka benzer. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Sizi yaratmış, sonra rızkınızı vermiş olan Allah’tır.” (Rum 30/40)
İhtiyacımız olan havayı, suyu ve bazı şeyleri hazır bulabiliriz. Ama rızkın bir bölümüne ulaşmak gayret ister. Bir parça ekmek soframıza gelsin diye ne emekler harcanır! Allah; tohumu, suyu, güneşi, toprağı, kısaca rızık için gerekli her şeyi yaratmıştır. Ama onları bir araya getirip rızık elde etmek bizim işimizdir. O, şöyle buyurur:
“İnsanın çalışmasından başkası kendinin değildir.” (Necm 53/39)
Kur’an’dan yararlanmak da öyledir. Bir çok âyet kolayca anlaşılabilir. Ama bazı ayetleri anlamak gayret ister. Ayrıca Kur’an, büyük hacimli bir kitap olmadığı halde her şeyi açıkladığını bildirmiştir. Öyleyse o açıklamalara ulaşmanın yöntemini de bildirmiş olmalıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ {18} ثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُ {19}
“Ey Elçi! Biz sana okuduğumuzda onun okunuşunu takip et.
Sonra onu açıklamak bize düşer.” (Kıyamet 75/18-19)
Allah âyetleri; birbirini açıklar şekilde Kur’an’a yerleştirmiş, Elçisi ise, söz ve uygulamaları ile onları pekiştirmiştir. Allah, önceki kitaplara dikkatçekmiştir. İslam-fıtrat ilişkisine vurgu yapan ayetler, Kur’an’ın anlaşılmasında fıtratın önemini, Kur’an’ın Arapça olması da Arap dilinin önemini göstermiştir. İşte bu yöntemlerle âyetlerin açıklamalarına ulaşmak mümkün olabilecektir.
5-MÜŞKİL-ÜL KUR´AN MESELESİ
Müşkil kelimesi lugatte: karmaşık, çözümü zor, çelişkili gibi manalara gelir. Bu bakımdan müteşabih kelimesiyle eş anlamlıdır.
Müşkil-ül Kur´an ise, Kur´anı Kerimin, anlaşılmasında müşkilat çekilen ayetlerini kendisine konu alan ve Kur`ana bu alanda yönelen soru ve itirazları cevaplamağa çalışan bir tefsir branşıdır. Bu ilim dalı, Muhtelif`ul Kur`an ve Müteşabih`ul Kur`an isimleriylede bilinir.
Burada sözkonusu edilen „çelişki ve tutarsızlık“ elbetteki Kur`anı Kerim için sözkonusu değildir. Kur`anı anlamakta ortaya çıkan bu anlama problemleri, Kur`anın anlatım tarzını bilmemekten yada ayetler arasındaki bağları ortaya çıkaramamktan yani kısaca
Allah`ın kitabındaki metoda hakim olamamaktan kaynaklanmaktadır.
Bilindiği gibi Kur`anı Kerim birçok ayetinde kendisinde çelişki oladığını bildirir:
Allahü teaala şöyle buyurur:
أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِندِ غَيْرِ اللّهِ لَوَجَدُواْ فِيهِ اخْتِلاَفاً كَثِيراً {82}
Hala Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı. (4-Nisa 82)
الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَنزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَل لَّهُ عِوَجَا {1}
Hamd bütünüyle o Allah’a aittir ki, kuluna kitabı indirmiş ve onda hiçbir tutarsızlığa yer vermemiştir. (18-Kehf 1)
Ancak Kur`anın bu ifadeleri insanların onu farklı anlayamayacakları anlamına gelmez. Ayetlerde sözkonusu olan bu değildir. Burada anlatılmak istenen Kur`anın kendi söz ve mana yapısında çelişki ve ihtilafin olmadığıdır.
Bu anlama zorluklarının tek sebebi aslında bizim Allahın kitabını anlamadaki yetersizligimiz yani Kur`anı anlamak için gerekli bilgi ve zeka donanımına sahip olmamamızdır. Ancak konunun anlaşılması için konuyu iki başlık altında inceleyebiliriz:
1- Kişiden kaynaklanan sebebpler
a- Nuzul sebeplerini bilmemek
b- Arapça konusunda yeterli donanıma sahip olmamak
c- Ayetler arasındaki ilişkileri görememek
Bu başlıklar biraz detaylı ve örnekleriyle tek tek detaylı olarak aşağıda anlatılacaktır.
2- Kur`anın anlatım özelliğinden kaynaklanan sebepler
a- Takdim –tehirler
b- Hazifler
c- Tekrarlar
d- Itnap ve icazlar
e- Manada işkal-anlam çelişkisi
Bu konularıda kısaca anlatnaya çalışalım:
a-Takdim –tehirler
Kur`anı Kerim`de aynı konu değişik yerlerde ele alınırken, bir yerde konunun bir cüz`ü önce, başka bir yerde ise sonra gelmiştir. Kur`an bilimcileri bu konulara başarılı izahlar getirmişlerdir.
ÖRNEK
Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korunun.(Bakara 48)
Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidyealınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korunun.(Bakara 123)
Bu ayetlerde birinci ayette şefaat önce, ikinci ayette ise fidye önce zikredilmiştir. Bunun hikmeti, bir yerde şahsını malından çok seven insanlara, bir yerdede malını şahsından çok seven insanlara işaret etmek içindir.[6]
Yine Hıristiyanlar ve Sabiilerden bahsedilirken, Bakara suresinde[7] önem ve rütbece önceliğe sahip olduklarına isaret için Hıristiyanlar önce zikredilmiş, Maide[8] ve Hacc[9] surelerinde ise, kronolojik sıraya işaret için Sabiiler önce geririlmişlerdir.
b-Hazifler
Kur`an aynı konuyu değişik yerlerde anlatırken, kullandığı belli kelimeleri bazı yerlerde hafzeder. Incelendiğinde bunun da hikmet ve sebepleri vardır.
Mesela:
Bakara[10] ve Araf[11] surelerinde, yahudilerden bahsederken, kaanelafzını kullanarak: „Onlar kendilerine zulmediyorlardı“ ifadesini kullanırken, Al-i Imran suresinde[12] kaane fiili hafzedilerek, „Onlar kendilerine zulmediyorlar“ ifadesini kullanmıştır.
Çünkü, öncekinde tarihe karışmış bir topluluktan bahsedilmekte, burada ise Allahü Teaala insanlara bir misal getirmektedir,[13]
c-Tekrarlar
Kur´anı Kerimde sırf tekrar yoktur.Tekrar eden lafız ister kelime ister cümle olsun, bunun mutlaka gerekli bir sebebi vardır. Tekrar eden bu lafızların önü ve sonu ile incelendiğinde, farklı anlamlar içerdiği görülür. Bazen aynı ayet içinde aynı anlama gelebilen kelimelerde beraber kullanılır.
ÖRNEK
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوْتُواْ نَصِيباً مِّنَ الْكِتَابِ يُدْعَوْنَ إِلَى كِتَابِ اللّهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ يَتَوَلَّى فَرِيقٌ مِّنْهُمْ وَهُم مُّعْرِضُونَ {23}
Görmüyor musun, o kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanlar, aralarında hüküm vermek için Allah'ın kitabına davet olunuyorlar da, sonra içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyorlar.(Al-i Imran 23)
Burada „yetevella“ ve „muu`rizun“ kelimeleri birbirine yakın anlamlı olduğu için tekrar gibi görünmektedir. Burada bu iki yakın anlamlı kelimemnin aynı cümlede gelmesinin şu hikmetleri düşünülebilir:
1-„Yetevellevne“ sözüyle, onların davetçiden, „muu`rizun“ sözüyle ise çağırdıkları şey olan Allahın Kitab`ından yüz çevirdikleri anlatılmaktadır.
2-„Yetevellevne“ onların kulaklarıyla işitmek istemeyişlerini, „muu`rizun“ ise kalpleriyle anlamak ve düşünmekten yüz çevirdiklerini anlatmaktadır.[14]
3-Birincisiyle onların ileri gelenlerinin ve ulema sınıfının, ikincisiyle ise onlara tabi olan avamın yüz çevirdiği anlatılmak istenmiştir.
„Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.“[15] Ifadesi Bakara suresinde üç ayrı yerde kullanılmıştır. Bunlardan birinciyle Mescid-i Haram`da, ikinciyle Mescid-i Haram dışında, üçüncüyle de beldenin dışında iken Kabe`ye dönülmesi murad edilmistir. Veya, birinciyle Mekkede bulunanlar, ikinciyle Mekke dışındakiler üçüncüylede yolcular kasdedilmislerdir.[16]
d-İtnab ve İcaz
Kur`an da bazen herhangi bir konu anlatılırken, normal manayı eda edecek ifadelere, bazı zaman artı lafızlar ilave edilir. Arab dilinin bu özelliğine „mübalağa etmek ve uzatmak“ anlamına gelen itnab denir. Bunu karşıtınada icaz denir.
Mesela:
„Yazıklar olsun Kitabı elleriyle yazıp tahrif edenlere !“[17] ayetinde ,elleriyle sözü ile itnab yapılmıştır. Bu söz kullanılmadan da cümle kurulabilirdi. Çünkü zaten insan elleriyle yazar.
Ancak, bu tarz bir ifadeyle, hem bu işlerinden dolayı onlar kötüleniyorlar, hem de onların bu kötü işi bizzat kendilerinin gerçekleştirdikleri vurgulanıyor.[18]
e-Manada işkal-anlam çelişkisi
Aslında Müşkil-ül Kur`an konusunun en önemli noktasını, Kur`an ayetlerininbirbirleriyle veya birtakım kesin vakıalarla –görünürdeki- var olan çelişki ve tearuz konusunu inceleyen bu bölüm oluşturur.
Şunu belirtmek gerekir ki, çelişkili gözüken ayetler, hiçbir zaman peşpeşe gelmemekte, bilakis ayrı ayrı yerlerde ve surelerde varid olmsktadır. Bundan şunu anlıyoruz ki, ortada bir çelişkiden çok bir konu ve mesele farklılığı vardır.
Manada işkalin belli başlı sebepleri ve giderme yolaarını şöylece özetleyebiliriz:
-
Yer ve zaman farklılığı
Bazı ayetlerin , aynı konuda farklı bilgiler verdiği Kur`anı Kerimde çokça varittir. Bunun nedeni, bir hadisenin, farklı zaman ve mekanlardaki ayrı ayrı durumlarına temas edilmiş olmasıdır. Burada bir çelişki sözkonusu olamz, çünkü yer ve zaman ayrı olduğunda konu farklılaşır.
ÖRNEK
1-“İşte bugün onlar konuşmazlar. Kendilerine izin verilmez ki mazaret ileri sürsünler !” (Mürselat 35-36)
2-“Onlar kıyamet günü Rabbinizin huzurunda birbirleriyle tartışırlar.”(Zümer 31)
Birinci alette, kafirlerin kıyamet günü birbirleriyle konuşamayacakları ve onlara konuşma izninin verilmeyeceği anlatılırken, ikinci alette bunun aksi ifade ediliyor. Çünkü birinci ayet, dirilişten sonra yaratıkların ilk toplandıkları yerdeki durumlarını, ikinci ayet ise uzun bir süre sonra onların hesaba çekilirken birbirleriyle tartıştıklarını anlatır.
-
Konu farklılığı
Kur`anda, aynı tabarin farklı yerlerde birbirleriyle çelişecek tarzda geldiği görülür. Bunlar incelendiğinde konuların farklı faklı olduğu, dolayısıyla herbiriyle başka bir mananın kasdedildiği görülür.
ÖRNEK 1
1-“Mü`min erkeklerle mü`min kadınlar, birbirlerinin velileridir.” (9 Tevbe 71)
2-“İman edip de hicret etmeyenlerle sizin herhangi bir velayetiniz yoktur.”(8 Enfal 72)
Birinci alette sözkonusu edilen velayet dini, ikinci alette ise mali(mirasla ilgili) ve siyasidir, dolayısıyla her iki alette konu ayrı olduğu için hükümlerde ayrıdır.
ÖRNEK 2
1-“(Ey İblis), şüphesiz senin, kullarım üzerinde herhangi bir güç ve otoriten yoktur !”
(15 Hicr 42)
2-“Musa adama bir yumruk vurup ölümüne sebep oldu ve dedi ki:”Bu şeytanın yaptırdığı bir şeydir.” (28 Kasas 15)
Birinci ayette şeytanın, Allah`ın gerçek kulları üzerinde herhangi bir etkisi ve yaptırma gücünün olmayacağı anlatılırken, ikinci de hemde bir peygamberin adam öldürmesine sebep olduğu belirtiliyor. Burada zahiren bir çelişki vardır. Ancak, birinci ayette, şeytanın, Allah`ın halis kullarını şirke düşürme konusunda güç ve otoritesinin olmadığı anlatılmaktadır. Yani orada konu, şirk ve benzeri itikadi sapmalardır. Nitekim bu husus, diğer Kur`an ayetlerinin ortak beyanıdır. İkinci ayette ise konu, İblis`in sebep olabildiği ameli ve fiili hatalardır.[19]
-
Durum farklılığı
Kur`an bazen, tek bir şeyi, farklı asıllara bağlar ve onu çeşitli şekillerde tanımlar. Bunun da nedeni, o şeyin muhtelif hal ve aşamalarını belirtmek içindir.
ÖRNEK
Kur`an bazen Adem`in topraktan[20], bazen çamur`dan[21], bazençamurdan sızan gömük/cıvık çamurdan[22], bazan rengi ve kokusu değişmiş, yıllanıp ekşimiş kara balçıktan[23], bazen yapışkan balçıktan[24], bazen de tın tın öten pişmiş saksıdan[25]yaratıldığını söyler.
Bunlar, anlaşılacağı üzere, topraktan yaratılmağa başlanan ilk insanın geçirdiğ hilkat merhaleleri ve yaradılış aşamalarıdır. Yani yaratılma aşamasında toprağın uğradıği değişimi ve şekilleri anlatır.
-
Takdim ve tehir farklılığı
Kur`anın her şeyden önce amaci insanı irşaddır. Bu nedenle önceki ümmetlerle ilgili kıssalarda ve evrenin yaratılış olaylarında, kronolojik sıraya göre gerçeklesen olaylar, zaman zaman takdim tehirli olarak da verilir. Bundan dolayı, hakikatte önce cereyan etmiş olan kimi hadiseler, sonra cereyan etmiş gibi zannedilir.
ÖRNEK
De ki: 'Gerçekten siz mi yeri iki günde yaratanı inkâr ediyor ve O'na birtakım eşler kılıyorsunuz? O, alemlerin Rabbidir.'
Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti.
Sonra, duman halinde olan göğe yöneldi; böylece ona ve yere dedi ki: 'İsteyerek veya istemeyerek gelin.' İkisi de: 'İsteyerek (İtaat ederek) geldik' dediler. (Fussilet 9-11)
Bu ayetler, yeryüzünün gökyüzünden önce yaratıldığını gösterir. Vakıa da böyledir. Ancak Naziat suresinde farklı bir anlatımla karşılaşıriz:
Sizi yaratmak mı daha güç, yoksa gökyüzünü yaratmak mı, ki onu Allah bina etti, Onu yükseltti, düzene koydu , Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı. Ondan sonra da yerküreyi döşedi, Yerden suyunu ve otlağını çıkardı, Dağları sağlam bir şekilde yerleştirdi. (Naziat 27-32)
Bu ayetler görünürde, yukardakinin aksine, yeryüzün gökyüzünden sonra yaratıldığına delalet ettmektedir. Ancak burada, göğün inşa edilip tavanının yükseltilmesinden sonra yer ile ilgili olarak yapılan işlerde bir incelik vardır; oda yer yüzünün yoktan yaratıldığı değil, yaratılmış olan yerin, üzerinde yaşanılır hale getirilmesi için döşenmesidir.
Yani önce yeryüzü yaratılmış, sonra gökyüzü yaratılmış, daha sonrada yeryüzü yaşanılır hale gelecek şekilde döşenmiştir.
6-NUZÜL ORTAMININ TESBİTİ
Günümüzde sünnetin ve nuzül ortamının Kur´anı anlamadaki öneminin gözardı edildiği bir
vakıadır. “Alt yapısız bir Kur`an anlama” fikri yaygınlık kazanmaktadır.
Kur´an üzerinde, ümmetin dini ve siyasi birligini zedeleyecek boyutlara varan ihtilaflar ve anlam kargaşalarının en büyük sebebi , dün ve bugün , Kur`an ayetlerinin ne sebeple indikleri bilinmeden tefsire kalkışılmış olmasıdır.
Nuzül ortamı ve sebebi bilinmeden yada dikkate alınmadıgı icin yanlış anlaşılan ayetlere ta ilk dönemlere ait birkaç misal verelim:
ÖRNEK 1
1-Safa ve Merve, Allahın şiarlarındandır. Dolayısıyla, kim hac veya ömre yaparsa o ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir günah yoktur. (2 - Bakara 158)
اِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَاۤئِرِ اللَّهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ اَوْ اعْتَمَرَ فَلاَ جُنَاحَ عَلَيْهِ اَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَا وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَاِنَّ اللَّهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ
Bu ayetin ne sebeble indigi bilinmediğinde , bir takım yanlışlıklara düşmek kaçınılmazdır.
Çünkü ayetin zahirinden , sanki safa ve merve arasında say etmenin mübah oldugu, dolayısıyla haccın rükünlarından olmadıgı anlaşılır. Buda açık bir hatadır. Halbuki ayetin inmesine neden olan olaya bakıldığında , mesele gayet açık anlaşılır. Şöyle ki:
Medineli müslümanlar , islamiyetten önce, mişellel denilen yerde tapageldikleri menat putuna saygı göstererek etrafında dönerler ve ona taparlardı.
Bu nedenle islam geldikten sonra, safa ve merve arasında bulunan bu put sebebiyle , orada say etmekten kaçındılar. Çünkü bu onlara göre Menat putuna ibadet anlamı taşıyordu. Dolayısıyla safa ve merve arasında say ettikleri takdirde günaha hatta şirke düseceklerini düşünüyorlardı.
Bu endişelerini peygamberimize ilettiklerinde bu ayet nazil olmuştur, ve orada say etmenin günah veya şirk olmadığı açıklanmıştır.
ÖRNEK 2
وَاَنْفِقُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلاَ تُلْقُوا بِاَيْدِيكُمْ اِلَى التَّهْلُكَةِ وَاَحْسِنُوا اِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
2- Allah yolunda infak edin ve kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. İyilik edin. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri sever. (2 - Bakara 195)
Bu ayetin tam manasıyla anlamak , nüzül sebebini bilmeksizin mümkün değildir. Nitekim bu konuda sahabe döneminde düşülen yanlışı , Ebu Eyyub el-ensari düzeltmiştir. Şöyle ki :
Yezidin hilafeti zamanında , içlerinde Ebu Eyyub el- Ensarininde (ra) bulundugu islam ordusu, Istanbul önlerinde savaşırken, müslüman bir asker , düşman saflarına dogru yalın kılıç
hücüm edince, müslümanlar , „Bu genç kendini tehlikeye attı“ diye bağırıp yukarıdaki ayeti okumuşlardı.
Bunun üzerine Ebu Eyyub el ensari “ Siz bu ayeti yanlış yerde kullanıyor ve tefsir ediyorsunuz. O, biz Ensar hakkında inmiştir. Şöyleki , bizler islama girdikten sonra , uzun süre Peygamberimizle bulunmak ve cihad etmekten dolayı mal ve mülkümüzle ilgilenme firsatı bulamadık. Nihayet Ensardan bir topluluk kendi aramızda , „Hz. Peygamberin (sav) etrafında ona yardım eden ve cihada koşan insanlar artık çoğaldı. Bizler bundan böyle artık kendi işlerimize dönsek.“ diye konuşmuştuk.
Baktık ki , sabahleyin bu ayet inmiş. Hz. Peygamber onu bize okuyor. Ayetin manası: Allah yolunda infak etmeyi ve cıhadı bırakarak kendi kendinizi tehlikeye atmayın.
Bu konuyla daha başka misallerde vardir. Burada şuna dikkat ekmek gereklidir. Ayetlerin kimler ve hangi olaylar hakkinda indikleri değil, ihtiva ettikleri genel hükümler ve hedefledikleri amaçlar önemlidir.
Zaten „ Sebebin hususi olması, hükmün umumiligine engel teşkil etmez“ kaideside , ta sahabe döneminden beri üzerinde önemle durulan bir usul kaidesidir.
Bazı insanlarda şöyle bir yanlış anlayış maalesef oluşmaktadır : „Kur`an ayetleri belirli olaylar üzerine inmiştir ve o şartlarda geçerlidir.“ Yada bazı kimseler bazı ayetleri duyunca „O ayetler yahudiler veya ehli Kitap için indirilmiştir“ diyerek, bu ayetlerin sadece onlara veya o günün şartlarına bağlarlar ve sanki o şartlar oluşmadan o ayetin hükmünün geçerli olamayacağını vurgulamak isterler. Bu tabiki yanlış bir yorumlamadır.
Tekrar belirtmek gerekirse, Kuran ayetleri, hakkında indikleri olaylara ve şahıslara özgü değildir. Onlarla sınırlandırılamaz. Nuzul sebepleri bizim ayetleri daha güzel anlamamızı ve Rabbimizin bize ne demek istediğini kavramamıza yardımcı olur ve yukardaki örneklerde olduğu gibi yanlış anlamamamızı önler.
7- KUR’AN’IN ALLAH’IN ELÇİSİ TARAFINDAN AÇIKLANMASI
Kur`anı okurken onda sosyal, kültürel, politik, ekonomik vs. problemlerle ilgili ayrıntılı kanun ve düzenlemelere rastlayamayız. Hatta gündelik hayatımızda çok önem verdiğimiz namaz ve zekatla bile ilgili ayrıntılı düzenlemeler olmadığını görünce şaşkınlığa düşebiliriz.
Bu nedenle Kur`anın bazı hükümleri içermediği veya eksik bırakıldığı zannına kapılmaya başlarız. Bu yanlış anlamanın nedeni, bizim Allah'ın sadece kitap göndermekle kalmayıp, Onun öğretilerini pratikte uygulayarak sunan bir Resul gönderdiği gerçeğini gözden uzak tutmamızdır.
Bilindigi gibi Kur´an birçok emirleri, ibadetleri ve yasakları konu alan bir kitaptır. Fakat bunlar hakkındada ayrıntılara girmemektedir. Bu ayrıntıları bilmeksizin, bir müslümanın ne namaz kılması , ne zekat vermesi, nede haccetmesi ve nede diğer ibadetleri yerine getirmesi ve haramlardan hakkıyla sakınması imkansızdır.
Bunları ve Kuranı açıklama yetkisi yine Kur`anda Peygamberimize verilmiştir. Şöyleki:
بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
(Senden önceki peygamberlei) Apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik). Sana da zikri (Kur'an'ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler, diye. (16 - Nahl 44)
Başka bir ayette:
هُوَ الَّذِي بَعَثَ فِي الْأُمِّيِّينَ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمْ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
O, ümmîler içinde, kendilerinden olan ve onlara ayetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir elçi gönderendir. Oysa onlar, bundan önce gerçekten açıkça bir sapıklık içinde idiler. (62 - Cuma 2)
Bir âyet de şöyledir:
Ey inananlar! Sizin için; Allah'a ve ahiret gününe umut bağlayan ve Allah'ı çok anan (Allah’ın kitabını çok okuyan) herkes için Allah’ın Elçisi’nde güzel bir örnek vardır. (Ahzab 33/21)
Allah’ın Elçisi’nin söz ve davranışları, Kur’an’ı anlama ve açıklama açısından büyük öneme sahiptir. Çünkü Elçi, yanlış bir açıklama yapamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Eğer o Elçi bize karşı bir takım sözler uydursaydı,
Onu en güçlü yerinden yakalardık,
sonra da şah damarını koparırdık,
Artık sizden hiçbiri bunun önüne geçemezdi. (el-Hakka 69/44-52)
Kur´anın kendi kendisini açıklayan fonksiyonundan hemen sonra, İslamda ilk Kur`an müfessiri olarak akla Peygamberimiz (s.a.v) gelir. Hatta Kur´anın Kur´anla tefsirinide aslında onun tebliğatından bir cüz olarak görmek lazımdır.
Ancak, Kur`anı anlamada Sünnetin yerinin Allahın Kitabından sonra geldiğini, yani bir tefsir kaynağı olarak sünnetin ikinci sırada yer aldıgını unutmamak lazımdır. Niçin :[26]
- Sübut bakımından Allahın Kitabi kat´i, sünnet ise zannidir. Zanni´ni kat´iye önceliği düşünülemez.
- Sünnetin asıl fonksiyonu, Kur`anı açıklamaktır.Açıklayan ancak, açıklayacağı ana metinden sonra dikkate alınır. Kur`ana ek hükümler getirmesi durumunda bile, bunların Kuranda bulunmadığını anlamak için yine önce Kur`ana bakmak gerekir.
- Tefsir kaynağı olarak sünnetin ikinci sırada olması gerektiğine dair Kur`anda ve sünnette de deliller vardır. Kur´an müminlere „Allah´a ve Rasülüne itaat ediniz“ diyerek Rasüle itaati , tabii ve zorunlu olarak ikinci sırada saymış , sünnettede aynı işaret edilmiştir. ( Tirmizi, ahkam 3)
Ibni Teymiyyeninde belirttigi gibi ,tefsirde en güzel metod, öncelikle Kur`anın Kuran`la tefsiridir. Çünkü Kur´an bir yerde mücmel(kapalı) bıraktıgını, başka bir yerde tefsir eder, ve bir yerde kısa geçtigini başka bir yerde genişletir. Kur´anın kuranla tefsiri mümkün olmazsa sünnete başvurulmalıdır. Çünkü Sünnet, Kur´anı şerh ve izah eder.[27]
Bu konuyada kısaca birkaç örnek verelim:
ÖRNEK 1 Kadınlara dokunmak
يَاأَيّهَاُ الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَقْرَبُوا الصَّلَاةَ وَأَنْتُمْ سُكَارَى حَتَّى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُبًا إِلَّا عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّى تَغْتَسِلُوا وَإِنْ كُنتُمْ مَرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاءَ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنْ الْغَائِطِ أَوْ لَامَسْتُمْ النِّسَاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُمْ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا
1-Ey İnananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünübken, yolcu olan müstesna gusledene kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolculukta iseniz yahut biriniz ayak yolundan gelmişseniz veya kadınlara yaklaşmışsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız tertemiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah affeder ve bağışlar.(4-Nisa 43)
Bu ayetin zahirinden, kadınlara dokunmanın abdesti bozduğu manası anlaşılıyor. Nitekim imam Şafii ve bazı alimlerin mezhebi budur. Ancak , ayetteki „dokunma“ anlamına gelen „mülamese-lems“ in el ile dokunma olmayıp , cinsel temas manasında olduğu , bu konudaki hadislerden ve Hz. Peygamberin uygulamalarından anlaşılmaktadır.
ÖRNEK 2 Ey Harun`un Kızkardeşi
فَأَتَتْ بِهِ قَوْمَهَا تَحْمِلُهُ قَالُوا يَا مَرْيَمُ لَقَدْ جِئْتِ شَيْئاً فَرِيّاً {27} يَا أُخْتَ هَارُونَ مَا كَانَ أَبُوكِ امْرَأَ سَوْءٍ وَمَا كَانَتْ أُمُّكِ بَغِيّاً {28} فَأَشَارَتْ إِلَيْهِ قَالُوا كَيْفَ نُكَلِّمُ مَن كَانَ فِي
الْمَهْدِ صَبِيّاً {29} قَالَ إِنِّي عَبْدُ اللَّهِ آتَانِيَ الْكِتَابَ وَجَعَلَنِي نَبِيّاً {30}
27-Nihayet onu (kucağında) taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki: Ey Meryem! Hakikaten sen iğrenç bir şey yaptın!
28-Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi.
29-Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. "Biz, dediler, beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz?"
30-Çocuk şöyle dedi: "Ben, Allah'ın kuluyum. O, bana Kitab'ı verdi ve beni peygamber yaptı." (19 Meryem 27-30)
Ayrıca Meryem suresinde Hz. Meryeme „Ey Harun`un kız kardeşi“ diye hitab ediliyor. Buradaki Harun`un Hz. Musa a.s kardeşi olan Hz. Harun olmadığını yine Peygamberimizden ögreniyoruz. Şöyle ki:
Sahabeden Muğire b. Şu`be anlatır: „Peygamberimiz tarafından Necran`a görevli olarak gönderildiğimde, oradaki Hıristiyan halk bana sormuşlardı:“Sizin kitabınızda, Hz. Meryem`e , ey Harun`un kızkardeşi diye hitap ediliyor. Bu nasıl olur; Musa ve Harun, İsa`dan asırlarca önce yaşamışlardır !
-Ben Medine`ye Allah Rasülü`nün yanına döndüğümde, durumu kendisine ilettim. Şöyle buyurdular: „Onlar çok öncelerden beri, çocuklarına, peygamberlerin ve salih kimselerin adlarını verirlerdi.(Yani buradaki Harun, Hz. Musa`nın kızkardeşi olan Harun (as) değildir.)[28]
ÖRNEK 3 Şufa Kararı
Allah’ın Elçisi’nin, hangi sünnetiyle hangi âyeti açıkladığı hemen anlaşılmayabilir. Birbirini açıklayan âyetler arasında olduğu gibi sünnetle âyetler arasında da benzerlik vardır. Bu benzerlikten hareketle ilgili âyeti bulmak gerekir. Kur’an’a ters ya da kendi içinde çelişkili görülerek kenara itilmiş çok sayıda hadis vardır. Ama hadisin hangi ayeti açıkladığı tespit edilince bu çelişkilerin, büyük ölçüde, ortadan kalktığı görülür. Bu konudaşufa yani önalım hakkı ile ilgili hadisi örnek verebiliriz.
Câbir b. Abdullah’ın bildirdiğine göre Allah’ın Elçisi, paylaşılmamış her şeyde şufa kararı vermiştir. Sınırlar çizilip yollar ayrıldıktan sonra artık şufa olmaz .
Şufa Mecelle’de şöyle tarif edilir: Satın alınan bir taşınmazı, müşteriye kaça mal olduysa o miktar ile kendine mal etmektir . İki kişinin ortak bir arsası olsa, ortaklardan biri, diğerine sormadan kendi payını satsa, ortağı bu satışa razı olmayıp arsadaki payı kendi almak istese, şufa hakkını kullanarak alabilir. Müşteri ondan, sadece mal oluş fiyatını isteyebilir.
Müşteri, arsadaki payın yeni sahibi olacağından, onu ondan zorla almayı şu âyet yasaklamıştır:
“Müminler, mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin; karşılıklı rızaya dayalı bir ticaretle olabilir” (Nisa 4/29)
Allah’ın Elçisi, Kur’an’a aykırı bir açıklama yapamaz. Öyle ise bu, istisnai bir durum olabilir. Konuya böyle yaklaşınca karşımıza hemen şu âyet çıkar:
وَقَدْ فَصَّلَ لَكُم مَّا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ إِلاَّ مَا اضْطُرِرْتُمْ إِلَيْهِ
“Allah size neyi yasaklamışsa açık açık bildirmiştir; zor durumda kaldıysanız o başka.” (En’am 6/119)
Demek ki Allah, zor durumda kalanın neleri yapacağını açıkça bildirmemiştir. Öyleyse kimin zor durumda sayılacağı ve ne gibi şeyler yapacağı hususunda Elçi’nin açıklamaları önem kazanır.
Taşınmazdaki bir payın başkasına satılması, ortağı zor duruma sokar. Şufa hakkı bu zorluğu giderme yolunu açar. Bu hakkın varlığını bilerek o taşınmazı satın alan da sonuca katlanır.
Sünnet, Kur’an’dan ayrı bir kaynak değildir; Kur’an’ı açıkladığı için, ona tabidir. Tabi olana ayrı hüküm verilemez. Her konu, Kur’an ve Sünnet bütünlüğü içinde ele alınmalıdır. O zaman, Peygamberimizin, genel kurala aykırı görüldüğü için terk edilen veya çelişkili gözüken söz ve uygulamalarının farklı alanları açıkladığı ortaya çıkacaktır. Bu sebeple Sünnet konusunda aceleci davranmamalı, onun ilgili olabileceği bir âyet, mutlaka aranmalıdır. Bu metot, uydurma hadisler için de kalkan görevi yapacaktır.
Hadisler belirlenen ilkelerin noktalama işaretleri niteliğindedir. Genel ilkelerin düşünce ve pratik olarak nasıl gerçekleşeceğini gösteren bir açıklamadır. Haccın kaç defa yapılacağı, namazların rekatları, hırsızın kaç elinin kesileceği vb, konularda muhakkak sünnete ihtiyaç vardır.
Bununla beraber Kuran, senet yönünden hadisten farklı bir niteliğe sahiptir. Kuran'ın senedi bilimsel bir ispata ihtiyaç duymaz. Bilginler Kuran-ı Kerim'de yer alan bir hükmün doğruluğuna kanaat getirmek için o hükmü aktaran ravilerin akide ve ahlak olarak sağlama kişilikli insanlar olmasını araştırmak zorunda değildir. Çünkü Kuran-ı Kerim'in senedi kesindir. Bunun yanında Peygamberimizin şöyle söylediğini veya böyle yaptığını ispat eden hadisin senedi bu ölçüde sağlam ve kesin değildir. Bunun sağlam ve kesin olduğunun ispatlanması gerekir. [29]
Kuran'ı doğru anlamak için Resul'ü (sav) de doğru anlamak gerekir.Peygamberleri sürekli mucizelerle iş gören insanlar olarak algılarsak Kuran'ın canlı örneği Hz. Muhammed'i (sav) hayatımızdan uzaklaştırmış oluruz.
Bu konuya , Islami uyanışın ünlü simalarından Ibn Badis`in bir tesbitiyle son verelim:
„Hz. Aişe, „Peygamber A.S´ yaşayışı Kur`andı. „ demiştir.
Bundan şu iki şey anlaşılır:
-
Sünnetle Kuran asla celişmezler
-
Kuranı anlamak Efendimizin hayatını ve onun sünnetini anlamaga baglıdır. Aynı şekilde , Rasülullahın hayatını anlamak da Kuranı anlamaga baglıdır.
Dolayısıyla Islamı anlamak Kuran ve Sünneti anlamaga baglıdır.
8-AYETLER ARASI İLİŞKİLERİ DİKKATE ALMAK
Kuran-ı Kerim bir kanun kitabı olmaktan önce bir eğitim kitabı olduğu için,insanı eğitmek amacıyla aynı konuyu farklı bilgi boyutlarında ve ayrı şartlarda ele almıştır. Bu nedenle , herhangi bir konu, farklı amaçlar ve muhtelif tarzlarda ele alınan tüm ayetler bir araya getirilerek incelenirse, sağlıklı sonuca ulaşılır.
Ayetler arası ilişkiler hususunda dikkat edilmesi gereken en önemli husus,genel ve mübhem ayetleri, aynı konudaki sınır getirici ve ayrıntılara inen hususi ayetler ışıgında anlamaktır.
Yani bir konuda, son ve belirgin sözü, ayrıntılar getiren ve sınır cizen ayetlere söyletmelidir.
Bunun için, tek veya aynı türden birkaç ayetle yetinmeyerek, Kur`anı kerime bütüncül bakmak gerekir.
Geçmişte düşülen ve günümüzdede devam eden birçok hatalı anlayışın sebebi, bu prensibin gözardı edilmesidir. Mutezile, Haricilik, Şia ve Sufiyyegibi fırkaların hem ortaya çıkmaları, hemde Islamın inanç ve hayat tarzında insicamsızlıklar meydana getiren görüşler üretmeleri bundandır.
ÖRNEK
لَا تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ
1-Gözler O'nu göremez; halbuki O, gözleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır. (6-Enam 103)
Bu ayeti delil gösteren Mutezile , Allahu Teala`nın ahirette görülmeyecegini söylemiş ve bu
ayeti delil göstererek büyük bir yanlışa düşmüştür. Halbuki bu ayetle :
وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاضِرَةٌ (22) إِلَى رَبِّهَا نَاظِرَةٌ (23)
2-O gün yüzler ışıl ışıl parlar.(75-Kiyame 22)
3-Rablerine bakıp-durur. (75 -Kiyame 23)
Ayetleri ile
وَلَمَّا جَاءَ مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَنْ تَرَانِي وَلَكِنْ انظُرْ إِلَى الْجَبَلِ فَإِنْ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرَانِي فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسَى صَعِقًا فَلَمَّا أَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ إِلَيْكَ وَأَنَا أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ
4-Musa tayin edilen sürede gelince ve Rabbi O’nunla konuşunca: 'Rabbim, bana göster, Seni göreyim' dedi. (Allah:) 'Beni asla göremezsin, ama şu dağa bak; eğer o yerinde karar kılabilirse, sen de beni göreceksin.' Rabbi dağa tecelli edince, onu param parça etti. Musa bayılarak yere düştü. Kendine geldiğinde: 'Sen yücesin (Rabbim). Sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim' dedi.(7-araf 143)
Ayetleri arasında bir ilgi vardır. Hz. Musa a.s tur dağında Cenab-ı Hakkı görememesi, ve cenabı Hakkın ona “Sen beni asla göremezsin“buyurmasıda , birinci ayet gibi mücmeldir ve bu her iki ayette , dünya şartlarında baş gözüyle Allahın görülemeyeceğine dairdir. Halbuki Kiyame suresi 23. ayet Allahın ahirette görülecegine dairdir ve bu mubeyyen ve muhkem ayet , konunun ana çerçevesini belirleyici niteliktedir.
İslam hukukcuları, Kur`anı anlama ve ondan çıkartılacak fıkhi prensipleri belirleme konusunda oldukca hassas davranmışlar, Allahın kitabının anlatım uslübuna dikkat ederek aynı konudaki çeşitli ayetleri birlikte mütaala etmeyi elden bırakmamışlardır.
Kur`anı doğru anlayabilmek için önemli konulardan birisi de ondaki Mutlak-Mukayyed lafızların birbiryle ilişkisini iyi kavramak ve bu bağı gözardı etmemektir. Burada bu iki lafzı kısaca açıklamakta yarar vardır.
Mutlak : „Bir şeyi , herhangi bir özellik belirtmeden bildiren lafızdır“
Örenk olarak şu iki ayeti alabiliriz:
1-Kadınlarına zıhar[30] yapıp, sonra da söyledikleri sözden dönenlerin, karılarına yaklaşmalarından önce bir köle azad etmeleri gerekir. İşte size böyle öğüt veriliyor. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. ( 58 Mücadile 3)
Bu ayete göre, zıhar yapan bir kimse, karısına tekrar dönmek istediğinde, nasıl olursa olsun (mutlak) bir köle azad eder. Burada kölenin özelliklerine girilmemiştir. Yani azad edilmesi gereken kölede, mü`min olma şartı yoktur.
2-İçinizden ölenlerin bırakmış olduğu hanımlar, kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. Müddetleri sona erdiğinde, onların kendi haklarında uygun şekilde yaptıklarından dolayı sizin üzerinize bir günah yoktur. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. (Bakara 234)
Burada da kocası ölen kadının , yeni bir evlilik yapabilmesi için, dört ay on gün beklemesi emrediliyor. Bu kadın ölen kocasıyla, yaptığı nikahtan sonra zifafa girmiş olsun veya olmasın hüküm aynıdır. Çünkü kocası ölen kadının herhangi bir özelliğinden bahsedilmemektedir.
Mukayyed : „Bir şeyi, belli özelliğiyle bildiren lafızdır.“
Şu iki ayet de mukayyed lafızlara örnek olabilir:
1-…“Zifafa girdiğiniz hanımlarınızın (başka koçalarından olan) ve sizin himayenizde bulunan kızlarıyla evlenmeniz size haram kılınmıştır. Şayet zifafa girmeden ayrılmışsanız, evlenmenizde bir sakınca yoktur“ (Nisa 23)
Ayete göre, bir kimse nikahlandığı kadınla zifafa girer girmez, bu hanımın başka kocasından olma kızıyla ebediyyen evlenemez. Ancak nikahtan sonra, fakat zifafa girmeden bu kadından boşanmışsa, kızıyla evlenebilir. Çünkü ayetteki haramlık, kızın annesiyle zifafa girme şartına bağlanmıştır. Buradaki lafız şart kaydı`na bağlanmıştır.
2-..“ Azad edecek bir köle bulamayan, iki ay art arda oruç tutsun.“ (Nisa 92)
Hataen adam öldüren bir kimse, keffaret olarak azad edeceği köleyi bulamaz veya gücü yetmezse, iki ay oruç tutar; ancak bu oruçla peş peşe tutlması gerekir. Çünkü buradaki oruç, ayette „peşpeşe“ kaydı ile zikredilmiştir. Burada da sözkonusu lafız sıfat kaydı`na bağlanmıştır.
Kur`anı Kerimde bazı mutlak lafızlar, mukayyed lafızlarla detaylı olarak açıklanır ve sözkonus lafız mutlakın anlamına belirginlik ve sınır getirir. Buna „ mutlakın mukayyed hamli“ denilir.
Ancak, mutlak herzaman mukayyede hamledilmez, burada şunlara dikkat edilmelidir:
I-Mutlak, hem hüküm, hem de sebep bakımından mukayyedle aynı olursa, ona hamledilir.
ÖRNEK
إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ فَمَنْ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (115)
1-O, size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı haram kıldı. Fakat kim mecbur kalırsa, saldırmamak ve sınırı aşmamak üzere (yiyebilir). Çünkü gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (16 Nahl 115)(bak: Maide3, Bakara 173)
Görüldüğü gibi yukarıdaki ayette ve Bakara 173, ve Maide 3 de, kan mutlak olarak haram kılınmakta ve necis olarak nitelendirilmektedir.
Oysa aynı konudaki bir başka ayet ise şöyledir:
قُلْ لَا أَجِدُ فِي مَا أُوحِيَ إِلَيَّ مُحَرَّمًا عَلَى طَاعِمٍ يَطْعَمُهُ إِلَّا أَنْ يَكُونَ مَيْتَةً أَوْ دَمًا مَسْفُوحًا أَوْ لَحْمَ خِنزِيرٍ فَإِنَّهُ رِجْسٌ أَوْ فِسْقًا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ فَمَنْ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَإِنَّ رَبَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ
2-De ki: "Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti ki pistir ve günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum; fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir." Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder
(6-Enam 145)
Bu ayette murdar olan kanın yalnızca boğazlanan hayvandan akan kan olduğu bildirilmektedir. Bu durumda her iki ayetin hükmünü birbirinden ayrı olarak uygulamak, çelişki doğuracağı için, mümkün değildir. Dolayısıylamukayyed olan bu ayet hükme esas teşkil etmekte ve yukardaki mutlakayeti tefsir edmektedir.
Burada mutlak, hüküm ve sebep bakımından mukayyed`le aynı olduğu için, ona hamledilmiştir. Çünkü her iki ayette de hüküm:`kan yemenin haramlığı`, sebep de `kan yemnin zararlı oluşudur.`
Bilindigi gibi buna usul literatüründe mutlakın mukayyede hamli adı verilir. Bu, Kuranın anlaşılmasında önemli bir tefsir kuralıdır.
Yani, genel ve kapsamlı anlama sahip ayetlerin anlamlarına belirleyici sınır getirmek üzere, aynı konudaki özel anlamlı (has) ayetlere başvurmak gerekir.
II-Mulak, hüküm ve sebep bakımından mukayyed`den ayrı olursa, mukayyed`e hamledilemez. Bunda bütün alimler ittifak etmişlerdir.[31]
ÖRNEK
Kur`anı Kerim`de, hırsızlık yapana uygulanacak olan el kesme cezası ve abdest alma konusu açıklanırken, el kelimesi, bir yerde mutlak, diğer bir yerde mukayyed olarak şöyle zikredilir:
1-“ Hırsızlık eden erkek ve kadının, yaptıklarına karşılık bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere ellerini kesin. Allah izzet ve hikmet sahibidir. “(Maide 38)
2-„ Ey iman edenler, Namaz kılacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın.“ (Maide 6)
Birinci ayette el lafzı mutlak olarak zikredildiği için, el`in neresinden kesilmesi belli değildir. Halbuki ikinci ayette, abdest`te ellerin dirseklere kadar yıkanması gerektiği, lafzın mukayyed olarak gelmesinden anlaşılıyor.
Ancak, buradaki mutlak ve mukayyed, hem hüküm hem de sebep bakımından birbirinden ayrıdır. Birinci ayette hüküm; hırsızın elinin kesilmesi, ikinci ayette ise, abdestte ellerin yıkanmasıdır. Yine birinci ayette sebep; hırsızlık, ikinci ayette ise namaz`dır. Böyle olunca , mutlak mukayyede hamledilemez. Sonuçta ikinci ayet birinci ayetin açıklaması ve tefsiri değildir. Yani hırsıza verilecek cezada, ikinci ayetteki „dirseklere kadar el“ lafzı ölçü alınamaz.
9-ARAP DİLİNİN KURALLARINI DİKKATE ALMAK
Kur`an-ı Kerim, kendisi iyi anlaşılsın, inanç ve amel konusunda insanalrın mazaretleri kalmasın ve kötü niyetliler O`nu amaçlarına alet etmek için yanış tevile imkan bulmasınlar diye Arapça[32] , hem de açık, anlaşılır ve yanlışlara çekilemeyecek şekilde sağlam ve düzgün bir Arapça[33] ile indirilmiştir.
Kur`an tefsirinde Arap dilinin önemi, ta sahabiler döneminden itibaren kendini göstermiş ve tefsir sahasnda ün yapmış sahabilerin bu üstünlükleri, büyük ölçüde Arap dilindeki bilgilerinden kaynaklanmıştır.
Hz. Ömer , manasını bilmediği Kur`an kelimelerini anlarken, Arap şiirine başvururdu. Mesela bir defasında:“Yoksa onlar, Allah`ın, kendilerini yavaş yavaş tüketerek cezalandırmayacağından emin mi oldular.“(nahl 47) anlamındaki :“Ev ye`huzuhum a la tehavvuf“ ayetindeki tehavvufkelimesinin analmını orada bulunanlarda sormuş, Huzeyl Kabilesinden bir adam kalkarak, bunun kendi dillerindeki tenakkus (birşeyi tedricen azalıp yok etmek) anlamına geldiğini söylemişti. Fakat Hz. Ömer bunun delilini sormuş, Huzey`li ihtiyar da , içerisinde bu kelimenin geçtiği Arap şiirinden bir beyt[34] okuyunca, halife ikna olmuştu.[35]
Esasen sahabe döneminde tefsirin iki hususa dayandığı görülür: Bunlarda biri luğavi tefsir, diğeride nuzul sebeplerine bağlı olarak yapılan tefsirdir. Çünkü, bu her iki alandada , sahabe, diğer insanlarda bulunmayan bir özelliğe sahipti. Şöyleki, onlar Arap dilini çok iyi biliyorlardı ve Kur`an-ı Kerim`in nuzulunada şahit bulunuyorlardı. Bu nedenle onlar, „anladıkları lüğavi manaları, en kısa lafızlarla ifade etmekle yetiniyorlar, ve bunlara ilave yapma gereği duyduklarında da , şahid bulundukları nuzul sebeplerine dayanarak ayetleri tefsir ediyorlardı“.[36]
„Kur`anın Tercümanı“ diye anılan ibni Abbas Arap dilinin önemini şöyle belirtmiştir: „Bana Kur`anda bilmediğiniz bir Kelimeyi soracağınızda, önce Arap şiir`ine bakınız; çünkü şiir Arab`ın divanıdır.“ [37]
Kur`an-ı Kerim`in Arap nahvi( grameri) dikkate alınmaksızın okunmasından kaynaklanan ciddi anlam hataları yüzünden Hz. Ömer, ancak arap dilini bilen öğretmenlerin insanlara Kur`an öğretmesini emretmiş, ve Ebu-l Esved ed-Düeli`yi de nahiv kitabı yazmakla görevlendirmiştir.[38]
Sonuc olarak diyebiliriz ki, bir ayete verilen mana eğer arapça dil yapısı tarafından desteklenmiyorsa, yada uymuyorsa genellikle yanlıştır. Nitekim, geçmişte ve günümüzde düşülmüş olan birtakım tefsir hatalarının farkına bugün biz, bu temel prensip sayesinde varıyoruz. Mesela bu kurala uymadığı için yanlış tefsir edilmiş ayetlere bir örnek verelim.
ÖRNEK 1
Meşhur sufi Sehl b. Abdillah et-Tüsteri, tefsirinde :“Şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.“[39] ayetiyle ilgili şöyle demektedir:
„Burada Allah Teala, gerçek manada ağactan yemeyi kasdetmiş değildir. Bu ayetle Allah`ın muradı, kendisi dışındaki şeylere önem verilmemesini istemesidir.“[40]
Halbuki bilindiği üzere bu ayet, Adem ile Havva a.s` a cennette kendilerine yasak kılınan meyveden yememelerini emretmektedir. Burada tasavvufi herhangi başka bir mana yoktur. Gerçi insanın kendisini ruhen arıtması, nefsini tezkiye etmesi, Allah`tan başka şeylere gönül vermemesi, Kur`anın ana konularındandır. Ancak bunlar, diğer birçok Kur`an ayetleriyle, hususi olarak anlaşılır bir tarzda anlatılmıştır. Bu ayetin konusu kesinlikle bu değildir. Üstelik burada ayetin gerçek (zahiri) manasını inkar edilmek gibi fahiş bir hata da yapılmıştır.
Yine Batıniler`in birçok tefsir ve açıklamaları da Kur`anın dil yapısının imkan vermeyeceği bağışlanamaz hatalarla doludur. Mesela onlar, abdest ayetindeki „Yıkayın !“ emrini, „İmama verdiğiniz sözü yenileyin“ şeklinde tefsir ederler. Yine onlara göre oruç: sırrı açıklamaktan kaçınmaktır.“[41]
ÖRNEK 2
Çoğu kez yanlış manalandırılan bir ayet-i kerime`de İsra suresinin 16. ayetidir. Allahu Teaala şöyle buyurur:
وَإِذَا أَرَدْنَا أَن نُّهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا فَفَسَقُواْ فِيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمِيراً{16}
Bu ayet bazı meallerde şöyle terceme edilmektedir:
Bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman, onun 'varlık ve güç sahibi önde gelenlerine' emrederiz, böylelikle onda bozgunculuk çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz. (Ali Bulaç meali, Süleyman Ateş meali)
Bu ve benzeri meallerden şu anlaşılmaktadir ki, ilahi gazaba uğrayacak olan bir ülkenin ileri gelenlerine, Allahü teala emretmekte ve onlar azgınlıklarını arttırmaktalar; ta ki o ülke halkı gazabı hak etsin. Sonunda Cenab-ı Hak orayı helak etmekte ve bu da Allah`ın , azgın kavimleri helak etmekteki sünnet`i olmaktadır. Allahü tealanın, bir kent ahalisine ve oranın ileri gelen azgınlarına fısk ve fesadı emretmekten münezzeh olduğu, bilinmesi gereken en basit bir inanç esası olduğuna göre, acaba bu ayetin anlamı nedir ve burada Allah-ü Teala`ın emrettiği nedir ?
Çağımızın müfessirlerinden Şenkiti şöyle der:
„Ayetteki bu ifade tarzı sahih olup, araplar arasında yaygın ve alışılagelen bir kullanıştır. Şöyle ki: „Emertuhu fe asani“ demek „Emertehu bi`t taati fe asni“ : Bana itaat etmesini ona emrettim amma, bana isyan etti“ demektir. Yoksa mana, „ona isyan etmesini emrettim“ değildir.[42]
Bu açıklamadan sonra ayetin doğru tercemesi ve ne manaya geldiğini anlamak için ayetin siyak ve sibakını`da göz önünde bulundurarak şu sonuca varırız:
15-Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkar, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.
16-Bir şehri helak etmek istersek ileri gelenlerine emrimizi tebliğ ederiz, buna rağmen onlar buyruktan çıkar, orada isyana koyulurlar da azabı hak ederler, biz de onları tamamıyla helak eder, orasını yerle yeksan ederiz.(Diyanet meali, M.esad Meali, A.Gölpınarlı meali ..)(Isra 15-16)
ÖRNEK 3
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَمَا أَرْسَلْنَا مِن رَّسُولٍ إِلاَّ بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللّهُ مَن يَشَاءُ وَيَهْدِي مَن يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ{4}
Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir.Güçlü olan o, doğru karar veren odur. (İbrahim 14/4)
وَإِنَّهُ لَتَنزِيلُ رَبِّ الْعَالَمِينَ {192}نَزَلَ بِهِ الرُّوحُ الْأَمِينُ {193} عَلَى قَلْبِكَ لِتَكُونَ مِنَ الْمُنذِرِينَ {194}بِلِسَانٍ عَرَبِيٍّ مُّبِينٍ {195}
Kuran, gerçekten varlıkların sahibinin indirmesiyle inmiştir.
Onu güvenilir Ruh, Cebrail indirmiştir.
Senin kalbine… Uyarıcılardan olasın diye.
Apaçık Arap diliyle. (Şuarâ 26/192-195)
Kur’an Arapça olduğu için onu anlamada Arap dilinin önemi açıktır. Ama bugün bir çok tefsir ve mealde dile ve dil kurallarına aykırı uygulamalar vardır. Buna iki örnek verelim.
1- Dil kurallarına aykırı uygulamalar:
Bu bölümün başında mealini verdiğimiz İbrahim Suresinin 4. âyeti buna örnek olabilir. Ulaşabildiğimiz tefsir ve mealler ayete şu şekilde anlam vermişlerdir:
Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki, onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini de yola getirir. Güçlü olan o, doğru karar veren odur. (İbrahim 14/4)
Allah dilediğini yola getirecek ve dilediğini saptıracaksa neden elçi göndersin ? Bu durumda elçilinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş “doğru karar veren” Allah’a yakıştırılabilir mi? İçinde ciddi çelişkiler olan ifadeler, Allah’ın sözü olabilir mi?
Çelişkiler, “يَشَاء = ister” fiilinin faili olan “o” zamirini, Arap dili kurallarına aykırı olarak, Allah lafzını gösterir saymaktan kaynaklanmıştır. Halbuki zamir, yanı başında bulunan “مَن = kim’i gösterir. Uzağı göstermesi için karine gerekir. Burada böyle bir karine yoktur. Ayetin doğru anlamı şöyledir: “... Bundan sonra Allah dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir...“ Bu anlam ile her şey yerine oturmaktadır. Yoksa yanlış, yanlışı doğurmakta ve bir yanlışlar zinciri oluşmaktadır.
2- Sözlüğe aykırı uygulamalar:
İnsanın Allah’ın halifesi olduğu iddiasına delil sayılan Bakara 30. âyet buna örnek olabilir: Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ{30}
Bir gün Rabbin meleklere: “Yeryüzünde bir halifelik oluşturmaktayım” dedi. “Orada karıştırıcılık yapacak ve kan dökecek birilerini mi oluşturuyorsun? Ama neylersen, güzel eylersin; biz bu sebeple sana boyun eğeriz. Sen en temizini yaparsın.” dediler. Dedi ki: “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.”(Bakara 2/30)
“Hilâfet” sözcüğünün; “Allah’ın yeryüzündeki temsilciliği, vekilliği” olarak anlaşılması ve “halife”nin de; “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi, vekili”, bir başka ifade ile de “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”(!) sayılması sonucunda, bu sözcükler öz anlamları dışında kavramlaşmış ve sözcüklerin anlamları konusunda “bilenler” arasında bile ayrılıklar oluşmuştur.
“Halife” ve “hilâfet” sözcüklerinin, sözcük anlamları dışında kullanılmasının ve kabulünün en önemli sonucu ise Müslümanlar arasında kendisini göstermiş, her zamanki gibi yine yanlış inançlar; hurafeler ortaya çıkmıştır. İşte bu sebeple sözcüklerin Kur’an’daki kullanımlarının iyice araştırılması ve anlamlarının doğru bir şekilde anlaşılması gereği vardır.
“Halife” sözcüğü, “arka” demek olan “hlf” kökünden ism-i fail kalıbında bir sözcüktür.
Başkasının yerine geçene halife veya halef denir. Her insan, öncelikle, kendi atasının yerine geçer. Hayatı boyunca, bir çok kimsenin malını, makamını ve imkanlarını ele geçirebileceği gibi elinde olanları da kaptırabilir. Bu, başkasının malına, makamına, işine ve aşına göz dikmeye yol açar. Bu yüzden kavga çıkar ve kan dökülür. Peygamberlere karşı gelenler dahi ellerindekini onlara kaptırma korkusu ile hareket etmişlerdir. Onlardan bu korkuyu gidermek için peygamberler şunu söylemişlerdir: “Ben sizden bunun bir karşılığını beklemiyorum. Alacağım karşılığı alemlerin Rabbi verecektir.” (Şuarâ 26/127)
Her halifenin yerine geçtiği kişi, onun selefi olur. Böylece bir halef-selefsistemi oluşur. Melekler; “Orada karıştırıcılık yapacak ve kan dökecek birilerini mi oluşturuyorsun?” derken bu sistemden duydukları endişeyi aktarmışlardır. Allah Teâlâ bunun olmayacağını söylememiş ama meleklerin bilmediği şeyler olduğunu belirtmiştir.
Bu ayete dayanılarak insanın, Allah’ın halifesi olduğu iddia edilir. Halife, birinin bulunmaması, acizliği veya ölümü sebebiyle yerine geçen kişidir .Öyle ise insan Allah’a değil, ancak, bir başka insana halife olabilir. İlgili bütün âyetler kelimenin bu anlamını destekler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Bak Davud! Biz seni bu toprağa halife yaptık. İnsanlar arasında gerçekçi kararlar ver. Arzuna uyma, bu seni Allah’ın yolundan saptırır.” (Sad 38/26)
Çünkü Davud, kendinden önce o toprağa hakim olan Talut’un yerine geçmişti. Konu ile ilgili ayetlerin tamamı insanların birbirlerine halife olmasını anlatır . Onlardan ikisi şöyledir:
“Kavmi, Nuh’u yalancı yerine koydu. Biz de onu ve gemide kendisiyle beraber olanları kurtardık. Onları ötekilere halifeler yaptık. Ayetlerimizi yalan sayanları da suda boğduk. Bak bakalım, o uyarılanların sonu nasıl olmuş. (Yunus 10/73)
Musa’ya dediler ki: "Sen gelmeden önce de işkence gördük, geldikten sonra da." Dedi ki: "Belki Rabbiniz düşmanlarınızı yok eder de bu toprakta sizi onların halifesi yapar. Sonra da nasıl davranacağınıza bakar." (Araf 7/129)
Bir alimle aramızda şu konuşma geçti:
Sordum: İnsan Allah’ın vekili olabilir mi?
Dedi ki: Hayır, Allah, peygamberini vekil etmemiştir, bizi eder mi? Peygamberine şöyle demiştir:
"Allah dileseydi şirke düşmezlerdi. Biz seni onların üzerinde bir koruyucu yapmadık. Sen onların üzerinde bir vekil de değilsin." (En'am 6/107)
"Sen sadece bir uyarıcısın. Her şeye vekil olan Allah'tır." (Hud 11/12)
Sordum: İnsan Allah’ın halifesi olabilir mi?
Dedi ki: “Evet, çünkü Allah meleklere, “Yeryüzünde bir halife var edeceğim” buyurmuştur.
Sordum: Halifelik mi üst görevdir, yoksa vekillik mi?
Dedi ki: “Halifelik. Vekil bazı konularda temsile yetkili olur ama halifenin yetkisi fazladır.
Sordum: Allah’ın vekili olamayan, halifesi olabilir mi?
Dedi ki: Peki sen o ayeti nasıl anlıyorsun?
Dedim ki: Kur’an’da her ayeti açıklayan bir başka ayet mutlaka vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Elif, Lam, Ra. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, sonra hakîm olan ve her şeyden haberi olan Allah tarafından ayrıntılı olarak açıklanmıştır. (Hûd 11/1)
İlgili âyetlere bakınca Bakara 30. âyette, bir kişinin diğerinin yerine geçeceği, halef-selef sisteminden bahsedildiği ortaya çıkar. Yoksa insan Allah’a halife olamaz. İnsanın Allah’a halife olması, hem kelimenin sözlük anlamına aykırıdır; hem de çok çirkin bir durumun ortaya çıkmasına yol açar. Çünkü Melekler; Allah’ın yerine geçecek birinin karıştırıcı ve kan dökücü olacağını söylemekle, Allah’ın karıştırıcı ve kan dökücü olduğunu söylemiş olurlar. Allah Teâlâ da Melekler de böyle şeylerden uzaktır.
Dedi ki; “Beni susturdun.
10- KÖTÜ HASLET VE KARAKTER ÖRNEKLERİNİN KAFİRLERDEN SEÇİLMESİ
Tarihte ve günümüzde bazı insanlar, bazen ilim yoksunluğundan, bazen de iyi niyetle Kur`an-ın yüce ayetlerinin kendilerine hitap etmediğini zannetmekte ve hükümlerini gecersiz olduğunu zannetmektedirler. Bunu yaparken dayandıkları iki konudan birisi ayetlerin nesh edildiği, diğeri de ayetlerin sadece müşrikler için nazil olduğu, iddialarıdır. Nesih ve Mensuh konusu ayrı bir başlık altında işlenecektir.
Kimi zaman insanlara Kur`anın bazı ayetleri hatırlatıldığı zaman “ Kardeşim, o ayet müşrikler için inmişti, veya ehl-i Kitap için inmiştir, bana niye okuyorsun ?” diyerek o ayetlerin kendilerine hitap etmediğini söylerler.
Ayetlerin müşrikler için indiği doğrudur, ançak müslümanlara hitap etmediğini söylemek çok büyük bir yanlıştır. Şöyleki; Kur`anın nazarında kötülük, aslında küfür ve şirkten kaynaklanır. Dolayısıyla bunlar, aslınd kafirlerin özellikleridir. Bu durum, amelin imandan ayrı değil, onun bir cüzü olduğunu da gösterir.[43] İşte Kur`an, reddttiği bu kötü haslet ve karakterler örneklerini kafirlerden seçmek şeklinde bir uslup takip etmek suretiyle bu gerçeği vurgulamak istemiştır.
Bu nedenle, kötü amelleri sebebiyle birçok insanın küfür ve şirke düştüğünü anlatan ve onlar için ebedi cehennem azabının hazırlandığını haber veren Kur`an ayetlerinin, yalnızca kafir ve müşriklerle alakalı bulunduğunu ve bu ayetlerin müslümanlarla ilgili olmadığını zannetmek gibi bir hataya düşmemelidir.
ÖRNEK 1
-
Maun suresinde cimrilik, yetimleri itip kakmak ve riya, dini yalanlayan kimseyle özdeşleştirilerek anlatılmıştır.
-
Tevbe suresınde[44] Allah-u Teala, insanların mallarını rüşvet ve iltimas gibi batıl yollarla yiyen, karşılığında dini yanlış anlatan ve çarpıtan Allah-u Teala, insanların mallarını rüşvet ve iltimas gibi batıl yollarla yiyen, karşılığında dini yanlış anlatan ve çarpıtan Haham ve Papazlara müminlerin dikkatini çekmiş, bu kimselerin biriktirdikleri altın ve gümüşlerin, yarın cehennemde kızdırılarak böğürlerine basılacağını bildirmiştir.
Ancak burada amaç, müminleri kötü alimlere ve sapık mürşid ve zahidlere karşı uyarmak, İslam toplumunda bunların tehlikelerini betraf etmektir.
Esasen Kur`an-ı Kerim müşrik ve kafirlerden ibaret bir topluma inmeğe başladığı için ve orada inkarcılara cevaplar verildiğinden, örneklerin onlardan seçilmesi bir bakıma zorunlu idi.
Ayetlerin nuzul sebeplerine baktığımızda bu hususu gayet açık bir şekilde görürüz. Birkaç misal vermek gerekirse:
ÖRNEK 2
44-Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdik. Kendilerini (Allah'a) vermiş peygamberler onunla yahudilere hükmederlerdi. Allah'ın Kitab'ını korumaları kendilerinden istendiği için Rablerine teslim olmuş zahidler ve bilginler de(onunla hükmederlerdi). Hepsi ona (hak olduğuna) şahitlerdi. Şu halde (Ey yahudiler ve hakimler!) İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın. Kim Allah'ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.
45-Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş (karşılık ve cezadır). Yaralar da kısastır (Her yaralama misli ile cezalandırılır). Kim bunu (kısası) bağışlarsa kendisi için o keffaret olur.Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerdir.
46- Kendinden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerine, Meryem oğlu İsa'yı arkalarından gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nur bulunmak, önündeki Tevrat'ı tasdik etmek, sakınanlara bir hidayet ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik.
47- İncil'e inananlar, Allah'ın onda indirdiği (hükümler) ile hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıklardır.
Allah`ın indirdiği hükümlerle amel etmeyenlerin o günkü ilk örneğini, elbette ,ellerindeki Tevrat ve İnci ile amel etmeyen ve o gün bu iki kitapta henüz tahrife uğramamış olan ilahi prensipleri halktan gizleyen ve bunların yerine uydurdukları şeyleri halka din diye telkin eden Yahudi ve Hiristiyan din adamları teşkil edecekti. Ancak, bu tüm insanların sorunu olduğu için, bu ayetler, aslında Yahudi ve Hiristiyanlar hakkında inmiş olmasına rağmen, aynı konuma gelen müslümanlar içinde elbette geçerlidir.
ÖRNEK 3
Yine Kur`an, yanlış yoldaki atalarını ve geçmişlerini körü körüne taklid eden insanların yaptıklarının ne kadar kötü olduğun anlatırken, örnek olarak müşrikleri vermiştir. Bu aetlerden bazıları şöyledir:
وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنزَلَ اللّهُ قَالُواْ بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْه آبَاءنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لاَ يَعْقِلُونَ شَيْئاً وَلاَ يَهْتَدُونَ {170}ِ
Onlara (müşriklere): Allah'ın indirdiğine uyun, denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler? (Bakara 170)
وَإِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً قَالُواْ وَجَدْنَا عَلَيْهَا آبَاءنَا وَاللّهُ أَمَرَنَا بِهَا قُلْ إِنَّ اللّهَ لاَ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاء أَتَقُولُونَ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ {28}
Onlar bir kötülük yaptıkları zaman: "Babalarımızı bu yolda bulduk. Allah da bize bunu emretti" derler. De ki: Allah kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz? (Araf 28)
Tabiidir ki; o günün toplumunu oluşturan müşriklerdi; örneklerden onlardan olmak zorundaydı. Zira Kur`an müşrikleri tevhide çağırıyordu. Ancak bunun ötesinde, böyle bir anlatım yolunun seçilmesi, sözkonusu kötü hareketlerin ve hasletlerin, fikir ve inanç hastalıklarının, kesinlikle inanantarla ilgisinin olamayacağı ve bu tür işleri müslümanların işlememesi gerektiğini vurgulamak içindir.
Bu ayetlerde ki, ince mesajı anlamayan birçok kimse, bu ve benzeri ayetlerin müsriklere has olduğunu ve müslümanlarla alakası olmadığını zannetmek gibi, aslında Kur`anın icaz ve evrenselliğine karşı büyük bir basiretsizlik örneği vermişler, böylelikle farkında olmadan bu ilahi mesajı belli bir zamanda yaşayan muayyen bir insan topluluğunun Kitabı gibi görme gafletine düşmüşlerdir.
11-NESİH VE MENSUH MESELESİ
I- NESİH VE MENSUH OLAYINA GENEL BİR BAKIŞ
Nesih, “Ne-Se-Ha” fiil kökünden gelir, mastardır. Lügat manası bir şeyi ortadan kaldırmak ve yok etmek, nakletmek, aktarmak ve değiştirmek ve kopya etmektir. Arapların günlük konuşmalarında 'güneş gölgeyi neshetti' demek, onun yerine geçti, onu giderdi demektir ki, buna izale etti, iptal etti de denir.
Neshin ıstılah manası ise: Dini bir hükmün zaman bakımından sonra gelen, yine dini bir delil ile kaldırılmasıdır. Kendinden önceki hükmü kaldıran delile “nasıh” hükmü kaldırılan delile de "mensuh” adı verilir.
Nesih kelimesi Kur`anda değişik anlamlarda geçer.Allahü Teala şöyle buyurur:
1-“ (Ey Muhammed!) Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun arzusuna şüpheler karıştırmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın karıştırdığı şüpheyi giderir (nesheder). Sonra da Allah, âyetlerini tahkim eder. Allah Alîm'dir, Hakîmdir.”(Hacc 52). Burada nesh yerine geçmek, iptal etmek, gidermek, izale etmek manalarında kullanılmıştır.
2-“ İşte kitabınız, yüzünüze karşı hakkı söylüyor, çünkü biz sizin yaptıklarınızı hep kaydediyorduk (istinsah ediyorduk)." (denir). (Casiye-29) ayetinde de yazı, kopya etme, nakletme ve kaydetme manalarında kullanılmıştır.
Nesih meselesi, tarih boyunca başka birçok mevzu gibi hep tartışma konusu olmuş ve üzerinde ittifak edilememiş bir meseledir. Siyasi olaylar, mezhep çatışmaları ve benzer meseleler bunun en büyük sebebidir. Ebu Müslim el- İsfahani'ye kadar, bilginler üç türlü nesihten bahsediyorlardı:
1- Hükmü neshedildiği halde, lafzı kalan ayetler
2- Lafzı neshedilen ama hükmü geçerli kalan ayetler.
3- Hem hükmü, hem de metni neshedilen ayetler.
Nesh meselesi usul alimleri tarafından tartışılmış bir meseledir .Müfessirler ilk dönemde, mensuh ayetlerin sayısını 260'a çıkarıyorlardı. H. 322 de vefat eden Ebu Müslim İsfehani neshin Kur’an’da olmasının imkansız olduğunu savunmuştur.Celalettin es-Suyuti mensuh ayetleri 20'ye indirdi, Şah Veliyyullah Dehlevi bu sayıyı beşe, merhum Ömer Rıza Doğrul ise bu beş ayeti tekrar inceleyerek Kur`anın kendi içerisinde nesh`in sözkonusu olmadığını isbat etti. [45]
Bizde araştırmalarımız sonucunda Kur’an’da hükmü kaldırıldığı halde metni bırakılmış olan mensuh ayet olmadığı sonucuna vardık. Konunun ayrıntılarına girmeden Kur’an’da nesh edilmiş ayet vardır diyenlerin delillerini ve bu delillerin tutarsızlığını göstermeye çalışalım.
Kur’an’da Nesh-Mensuh vardır diyenler bu iddialarına üç tane ayeti delil gösterirler:
1-“Eğer biz bir ayetin hükmünü [46] kaldırır veya onu unutturursak, ondan daha hayırlısını veya dengini getiririz....” (2 Bakara 106)
2-“Bir ayeti başka bir ayetin yerine getirdiğimizde, onlar (Muhammed’e) “sen sadece uyduruyorsun” derler Hayır öyle değildir, ama onların çoğu bilmezler. “ (16 Nahl 101)
3-“Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır; Ümmül Kitab O’nun katındadır.”(Rad 39)
Öne sürülen bu üç alette Kur`anın kendi içinde bir neshin olduğuna, yani bir kısım Kuran ayetlerinin, diğer bazı Kuran ayetlerini iptal ettiklerine delil değildir. Nesh meselesini Kur`ana dayandırmak isteyenler, bilhassa Nahl suresinin 101. ayetini ve Bakara suresinin 106. ayetini öne sürerler. Şimdi bu ayetlere yakından bakalım.
Nahl suresinin 101.ayetinde Allah Tealaa şöyle buyurur:
وَإِذَا بَدَّلْنَا آيَةً مَّكَانَ آيَةٍ وَاللّهُ أَعْلَمُ بِمَا يُنَزِّلُ قَالُواْ إِنَّمَا أَنتَ مُفْتَرٍ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لاَ يَعْلَمُونَ {101}
101-Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz zaman -ki Allah, neyi indireceğini çok iyi bilir- "Sen ancak bir iftiracısın" dediler. Hayır; onların çoğu bilmezler. (16 Nahl 101)
Nuzul ortamı :Ayeti kerime Mekkede nazil olmuştur. Dikkat edersek Peygamberimizin burada hasımları tarafından müfteri olarak itham edildiğini görürüz. Hasımlarının O`nu bu tarzda itham etmelerinin sebebiKur`an da şu veya bu ayetin nesh olmuş olması değildi. Söylediği sözün ilahi Vahy olduğunu bildirmesi idi. Peygamberimiz Kur`anı Kerim`i bildiriyor ve bunun Allah tarafından vahyolunduğunu söylüyordu. Hasımları ise bunu kabul etmiyor, bunun uydurma bir şey olduğunu, Peygamberin ancak başkasından öğrendiği şeyleri tekrer ettiğini iddia ediyorlardı.
Ayetin siyakı ve sibakı: Şimdi ayette sonra gelen ve bir bakıma konuyu açıklayan ayetleri okuyalım:
102-De ki: Onu, Mukaddes Ruh (Cebrail), iman edenlere sebat vermek, müslümanları doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için, Rabbin katından hak olarak indirdi.
103-Şüphesiz biz onların: "Kur'an'ı ona ancak bir insan öğretiyor" dediklerini biliyoruz. Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Halbuki bu (Kur'an) apaçık bir Arapçadır.
Müşrikler, insanları şüpheye düşürmek ve onların kalplerini çelmek maksadıyla, Kur’an’ı Peygamber’e Rum ve Hıristiyan dinine mensup Cebra veya Yaiş adında bir kölenin öğrettiğini ileri sürdüler. Halbuki köle, Rum olduğu için, Arapçayı doğru dürüst bilmiyordu.
Buna mukabil Peygamberimiz de bunun bir uydurma olmadığını, bilakis Allah tarafından daha önce gönderilen Kitapların yerini tutacak yeni bir Kitap olduğunu anlatıyordu.
Ayette geçen lafızlar: Kur`anı doğru anlamak için çok önemli bir konuda, Kur`anda geçen kavramların veya lafızların Kur`anın diliyle açıklanması ve en azından o dönemin arapçasindaki manalarla sadık kalınarak ifade edilmesidir. Yukarıdaki ayet-i Kerime geçen anahtar lafızlardan biriside- آيَةً -“ayet” kelimesidir.
Kuran’da geçen “ayet” kelimesine baktığımız vakit çok ilginç bir kullanım şekli olduğunu görüyoruz. “Ayet” kelimesinin çoğul şekli olan “ayat” kelimesi tüm Kuran’da mucize, belge, delil, işaret, Kuran ayetleri manasında kullanılır. Fakat “ayat”ın tekil ifadesi ve yukarıdaki ayette geçen olan “ayet” kelimesi Kuranın hiçbir yerinde Kuran ayeti manasında kullanılmamıştır. [47] Bazı çevirilerde Arapça’da hiç geçmemesine rağmen “hüküm” kelimesi de yukarıdaki ayetin çevirisine ilave edilip “ayetin hükmü” şeklinde çeviri yapılıp, sanki ayetlerin hükmü neshedilebiliyormuş gibi bir hava verilmeye çalışılmıştır.
Bakara suresi 106. ayetinde Allahü Teala şöyle buyurur:
106-Biz bir âyetten her neyi nesheder veya unutturursak, ondan daha hayırlısını yahut mislini getiririz. Bilmez misin ki, Allah her şeye kâdirdir. (2 Bakara 106)
Bu Ayeti kerime Medine devrinin başlarında vahyolmuştur. Bu ayet ile bundan önceki ayetler, yahudiler ile müslümanlar arasında vukuu bulan uzunca bir münakaşayı anlatır. Rasulü Ekrem, “İslam Dini`nin Museviliği neshetmiş olduğunu” söylüyor. Yahudiler ona itiraz ediyor ve ona inanmadıklarını anlatıyorlardı. Buna mukabil, Kur`an, “Musa şeriatının ve önceki diğer şeriatların neshedilmiş olduğunu” bildirerek Kur`an diliyle diyor ki;” Biz bir ayeti nesheder, yahud unutturursak, ondan daha hayırlısını yahut eşini getiririz.”
Bu ayette nesh kelimesini yanında bir de –insaa-(nunsiha) kelimesi geçer, yani unutturulan ayetlerden bahsediyor. Kur`anı parça parça değilde bir bütün olarak alırsak bu tabirin de Kur`an ayetleriyle ilgili olmadığını görürüz. Çünkü Kur`an kendisinin saklanmış ve korunmuş olduğunu bildirir ve buna ilaveten A`la suresinde şöyle buyrulur:
6-“Biz sana Kur`an-ı okutacağız ve sen asla unutmayacaksın.” (87 A´la 6)
Zaten Kur`an-ı Kerimin ayetleri vahyoldukca vahiy katipleri tarafindan hemen yazıldığı için, onun unutulmasına imkan yoktur. Buna mukabil, İslam`dan önceki dinlerin ve şeriatlerin mühim kısımlarının unutulmuş olduğu şüphe götürmez.
Nitekim bu ayetlerin ikiside, İslam`dan önce gönderilen şeriatlerin neshinden ve İslam`ın onların yerine kaim olduğundan bahsetmektedir.Elhasıl, Kur`an-ı Kerim kendi ayetlerinden bazılarının neshedilmiş olduğuna dair iddiaları doğrulayacak hiçbir ayeti ihtiva etmemektedir.
O zaman aklımıza şöyle bir soru gelebilir. Niçin önceki bazı müfessirler Kur`anın kendi içerisinde nesh olduğunu iddia etmişlerdir ?
Bu haklı soruya bizde cevap vermekte oldukca zorlanıyoruz. Ancak şu konular ihtimal dahilindedir. Şöyle ki :
Önceki Müfessirler:
-Kur`an-ı bir bütün olarak değilde, ayetleri veya bazı bölümleri parça parça ele alıp bir sonuca varmışlardır. Oysa doğru bir sonuca varmak için ayetler arasındaki ilişkileri bilmek/bulmak önemlidir.
-Ayetlerin öncesini ve sonrasını değerlendirmeye almamışlardır. Birçok ayet ançak siyak ve sibakıyla alınırsa doğru anlaşılabilir.
-Ayetlerde geçen anahtar kelimeleri, özlerine, yani Kur`ani manasıyla değilde, sonradan bu kelimelere ve lafızlara yüklenilen manalarla ayetleri yorumlamışlardır. (Bu sadece „ayet“ kelimesi için değil, „te`vil“, „halife“, „veli“, „ruh“, “tevaffu“, „berzah“ kelimeleri içinde sözkonusudur.)
-Ayetlerin nuzul ortamı ve nüzul sebebi değerlendirmeye almamışlardır.
Oysa Kur`anı Kerimi anlamak için bu kurallar vazgeçilmezdir ve bunlar ihlal edildiğinde içinden çıkılamayan hatalar meydana gelmektedir. Bir de bunu yanında geçmişteki mezhep tassubu ve her kesimin kendisini haklı çıkarmak için bazı sınırları zorlaması bu tür hatalı yaklaşımları oluşturmuştur. Birçok kişinin aynı şeyleri söylemeside aslında şaşılacak bir konu değildir. Çünkü tarihimizdeki medreselerde taklide dayalı, akla değil nakle önem verilen bir eğitim sisteminin olduğu ve eleştirel düşünme yöntemlerinin yeterince oluşamadığı bilinen bir konudur..Belki de İslam dünyasının bu günkü içaçıcı olmayan durumunun sebeplerini buralarda aramak gerekir..
II- HADİSLERDE NESİH VE MENSUH OLAYINA DELİL VARMIDIR ?
Günümütün araştırmacılarından Abdullah Yıldız ve Şemseddin Özdemir ise Nasih ve mensuhun Kuran’ın içinde olamayacağını ve bu konuda kuvvetli bir Hadis bulunmadığını (merhum Ö. Riza Doğrul`a atfederek) şu sözlerle nakletmektedirler:
“Kuranı Kerim’den herhangi bir ayetin neshedilmiş olduğuna dair bir tek hadis rivayet edilmemiştir. Sahihi Buhari’yi, Sahihi Müslim’i, Ebu Davud’u, Tirmizi’yi, Nesei’yi, İbni Mace’yi, Darimi’yi, Malik’in Muvatta’sını başından sonuna kadar tetkik eder ve bunlara Zeyd bin Ali Müsnedi’ni, İbni Sad’ın Tabakat’ını, İbni Hanbel’in Müsned’ini, Tayalesi’nin Müsned’ini, İbni Hişam’ın Sireti’ni ve Vakidi’nin Meğazsi’ni ilave ederek hepsinin mufassal bir indeksini vücüda getiren değerli müsteşrik Vensisk’in eserini ve bu eseri ilavelerle Arapça’ya nakleden Mehmet Fuad Abdulbaki’nin Meftahu Kûnuzi Elsine’sini tetkik ettim; tüm bu kitapların nasihten ve mensuhtan bahseden bir tek hadis rivayet etmediklerine emin oldum.
Hz. Peygamber, böyle bir şeyden bahsetmediğine göre, bunun nereden çıkmış olduğunu anlamak çok kolaydır. Demek ki, asr-ı saadetten sonra, birbirini tutmadığı zannedilen iki ayet karşısında kalanlar, bundan birinin diğerini nesh etmiş olduğunu sanmışlardır. Halbuki Kur`an nasıl tefsir edilmesi gerektiğini anlatan kaideleri beyan ederken bütün kitapta birbirine uymayan, birbirini tutmayan iki ayet bulunmadığını belirtmiştir.“[48]
Yani , daha evvel içlerinde yüzlerce uydurma girdiği için güvenilmez olduklarını gördüğümüz hadis kitaplarında bile nasih mensuh konusunu destekleyecek izah yoktur.
III- DEĞERLENDİRME [49]
a) Bu ayetlerde geçen “Ayet” Kur’an ayeti değildir müfessirler onu Kur’an ayeti sanmışlardır. Halbuki Kur’an’da Kur’an ayeti anlatılırken tekil olan ayet değil, çoğul olan ayetler kullanılmaktadır. Müfessirler, mezhebi kaygılarla ayet yazan yeri ayetin hükmünü diye tercüme ederek bu yanlış anlayışı pekiştirmişlerdir.
b) Neshe delil olarak getirilen ayetlerin bağlamlarına dikkat edilirse, oradaki neshetmenin peygamberin vefatından sonra ortaya çıkan nesh teorisiyle uzaktan yakından hiçbir alakası olmadığı rahatlıkla görülecektir. Bu ayetler siyakları içerinde incelendiği zaman, neshedilen ayetlerin Kur’an ayetleri olmayıp, Kur’an’dan önceki ilahi şeraitler olduğu görülecektir.
c) Kur’an’ın falan ayeti falan ayetini nesh etmiştir diye alimlerin üzerinde ittifak ettiği bir tek sahih hadis bile yoktur. Hatta bırakın ittifak etmelerini delil olarak kullanabilecekleri bir tek sahih hadis bile yoktur. Halbuki Kur’an tamamlanana kadar böyle bir olgu olsaydı, Peygamberin bunu sahabeye aktarması, onlarında bize bu bilgileri aktarmaları gerekirdi. Neshedildiği konusunda ittifak edilen ve sahih hadisle de nesh edildiği ispatlanan bir tek ayetin olmaması “Neshin olduğu konusunda icmaa var” iddiasını zaten geçersiz kılmaktadır.
d) Neshin olacağını iddia edenler; “nesh temel akidelerde değil, sadece ahkam ayetlerinde olur.” demişlerdir. Ancak bu kuralı söyleyenler neshin olabileceğine delil getirdikleri ayetlerin Medeni ayetler olduğuna pek dikkat etmemişler. Eğer dikkat etselerdi, Akide’nin ele alındığı Mekke döneminde, peygamber döneminden çok sonra ortaya çıkan “Nesh teorisini” destekleyecek hiçbir delilin olamayacağını zaten anlarlardı. Çünkü, onların mensuh olduğunu iddia ettikleri ayetlerin hemen hemen hepsi medeni ayetlerdir. Sonradan inecek olan Medeni ayetlerin nesh edileceğinin önceden inmiş Mekki ayetlerde anlatılmasının mümkünü var mıdır? Aynı şekilde Mekke’de inen bu ayetleri gaybı bilmeyen peygamberin ve sahabelerin “Nesh teorisi”ne uygun bir şekilde anlaması mümkün müdür?
e) Eski ve yeni alimlerin büyük bir çoğunluğu nesh-mensuh olayının olduğunu kabul etmesine rağmen neshedilen ayetler konusunda birbirinden oldukça farklı rakamlar telaffuz etmişlerdir. Bu alimlerin bir kısmının yorumla mensuh dediği ayete, bir başka alim yine yorumla mensuh değil diyebilmektedir. Bu yüzden böyle hassas bir konuda Allah’ın ayetlerinin geçersiz kılınması manasına gelen neshi savunmamalıyız. Çünkü, bir alimin ihtilaflı olan yorumuna göre Allah’ın ayetlerinin hükmünü geçersiz sayma Allah’a karşı büyük bir cürümdür. Ne alimlerin, ne de bizlerin böyle bir hakkı yoktur. Biz nesh edildiği iddia edilen ayetleri tedricilik ilkesini gözeterek anlamaya çalışmalıyız. Tedricilik ilkesini gözetmeksizin O’na yaklaşanlar, zaman içerisindeki birbirini tamamlayan ve belirli şartlarda uygulanan hükümlerin birbirinin hükmünü ortadan kaldırdığını zannetmişlerdir. Mesela içkinin dört aşamada yasaklanışı bize göre nüzul ortamında bir uygulama kolaylığı getirirken, diğerleri bu ayetlerin önce inenlerini yasağa giden bir basamak değil hükmü kaldırılmış ayetler olarak algılamışlardır. Halbuki, bunun nesh-mensuhla alakalı olmayıp, Kur’an’i bir eğitim metodu olduğu apaçık ortadadır.
Sorunun ikinci kısmına gelince; “nasih-mensuhu bilmeyen Kur’an’ı anlayamaz, yanlış anlar. Böylece hem kendisi sapar, hem de kendisine tabi olanları saptırır.” Şeklinde bir iddia vardır. Bu iddia tamamen saçma bir iddiadır. Bu iddiayı ortaya atanlar farkında olmadan Allah’ın mesajını anlamaktan insanları alıkoymuşlardır. Bilindiği gibi, Kur’an’da mensuh ayetler olduğunu iddia eden alimler, nesh edilen ayetlerin sayısında anlaşamamışlar. Varsayalım ki, nesh edilen 20-30 ayet var. Kişi bu ayetleri yanlış anlar diyerek altıbin küsür ayetin getireceği faydalardan uzak mı kalsın? Tarih içerisinde ortaya çıkan ve insanı Kur’an’dan uzaklaştırarak mezhepçiliğe mahkum eden bu anlayışın çürüklüğü ortadadır. Biz bu anlayışa tabi olup “sapıtırız” diyerek Kur’an okumaya korkanları, Kur’an’la tanıştırmalı ve O’nun insanı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak bir hidayet kitabı olduğunu kendilerine anlatmalıyız.
IV- KUR´AN-I KERIM´DE NESH EDİLDİĞİ İDDİA EDİLEN AYETRLER
Kur’an’da nesh olduğuna dair iddiada bulunanlar buna ilişkin bir çok örnek verirler. Eğer ayetler uydurma hadislerin bakışıyla değil, akılcı bir şekilde okunursa, bunlar da bir nesih olmadığı açıkça görülecektir. Bu konuyla ilgili olarak iddiada bulunanların delil olarak kullandıkları ayetleri aşağıda teker teker verip bunlarda bir neshin olup olmadığını birlikte görelim:
ÖRNEK 1
Neshedildiği iddia edilen ayet:
Sizden birine ölüm yaklaştığında, bir mal bırakacaksa anaya babaya, yakınlara, uygun bir biçimde vasiyet etmesi farz kılındı. Bu, erdemliler için bir görevdir. (2 Bakara Suresi – 180)
Neshettiği iddia edilen ayetler:
ALLAH size çocuklarınız hakkında öğütte bulunuyor. Erkek, kadının iki katı pay alır. Mirasçılar sadece kadın olup iki kişiden fazla iseler terekenin üçte ikisi onlarındır. Çocuk sadece bir kadınsa terekenin yarısı onundur. Ölen kişi ardında çocuk bırakmışsa, ana ve babasının her birisine altıda bir düşer. Çocuğu yok da kendisine sadece ana ve babası varis oluyorsa bu durumda annesine üçte bir pay düşer. Kardeşi varsa bu durumda annesine altıda bir düşer. Tüm bu paylaşma oranları, ölenin yaptığı vasiyetten ve borçların ödenmesinden sonra gelir. Analarınız, babalarınız ve çocuklarınızdan hangisinin size daha yararlı olduğunu bilemezsiniz. Bu ALLAH’ın yasasıdır. ALLAH Bilendir, Bilgedir. (4 Nisa Suresi – 11)
Çocukları yoksa, hanımlarınızın bıraktığı mirasın yarısı sizindir. Çocukları var ise, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Bu pay, borçlarının ödenmesinden ve yaptıkları vasiyetteki payların dağıtılmasından sonradır. Çocuklarınız yoksa bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. Çocuklarınız varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Bu pay, borçlarınızın ödenmesinden ve yaptığınız vasiyetteki payların dağıtılmasından sonradır. Miras bırakan erkeğin veya kadının, çocuğu ve eşi olmayıp bir erkek veya bir kız kardeşi var ise bu durumda herbirine altıda bir düşer. Bundan fazla iseler, üçte biri paylaşırlar. Bu paylaşım vasiyetteki payların dağıtılmasından ve borçların ödenmesinden sonra uygulanmalıdır ki kimseye zarar verilmesin. Bu, ALLAH’tan bir vasiyettir. ALLAH Bilir, Şefkatlidir. (4 Nisa Suresi – 12)
Bakara suresinin 180. ayetinde vasiyet etmenin bir hak olduğu, herkesin ölümünden sonra mallarının dağıtımı için vasiyet edebileceği ayette bildirilir. Fakat bir insan vasiyet etmeden ölebilir. Bu durumda ise bu kişinin bıraktığı malları nasıl paylaşılacağı diğer ayetlerde ifade edilmiştir. Bu iki ayette de bir nesih söz konusu değildir. (Zaten Hasan el-Basri, Tavus,Ala ibni Zeyd, Muslim ibni Yessar`da bu ayetin nesh olunmayıp, muhkem olduğunu söylediler.)[50]
ÖRNEK 2
Neshedildiği iddia edilen ayet
İnananlar, sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi, sakınmanız için size de farz kılındı.
(2 Bakara Suresi – 183)
Neshettiği iddia edilen ayet
Oruç gecelerinde kadınlarınızla cinsel ilişkide bulunmanız size helal kılındı. Onlar sizin (sırlarınızı gizleyen) örtüleriniz, siz de onların örtülerisiniz. ALLAH, kendinizi kandırıp durduğunuzu bildi de tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık ALLAH’ın sizin için belirlediğini dileyerek onlarla cinsel ilişkide bulunabilirsiniz. Şafağın beyaz ve siyah ipliğini birbirinden ayırdedinceye kadar yeyin, için. Sonra geceye kadar orucu tamamlayın. Mescitlere kapanmış durumdayken onlarla cinsel ilişkide bulunmayın. Bunlar ALLAH’ın koyduğu sınırlardır; onları çiğnemeyin. ALLAH korunmaları için ayetlerini halka böyle açıklar. (2 Bakara Suresi – 187)
Bu ayetlerde hüküm kalkması gibi bir şey yoktur. Oruç daha öncekilere olduğu gibi bizlerede farz kılınmıştır. Orucun zamanları güneşin doğuşuyla başlar batışıyla biter. Bu süre içinde yemek içmek ve cinsel ilişki yasaktır. Süre tamamlandıktan sonra ise cinsel ilişkinin helal olması özellikle bildirilmiş beklide daha önceden yapılan yanlış bir uygulamanın düzeltilesi sağlanmıştır.
ÖRNEK 3
Neshedildiği iddia edilen ayet
Ölüp de geriye eşler bırakan erkekleriniz, eşlerinin evlerinden çıkarılmaksızın bir yıl boyunca geçimlerinin sağlanmasını vasiyet etsinler. Çıkarlarsa, kendileri için uygun olanı yapmalarından siz sorumlu değilsiniz. ALLAH Güçlüdür, Bilgedir. (2 Bakara Suresi – 240)
Neshettiği iddia edilen ayet
İçinizden ölen erkeklerin geride bıraktığı eşleri, dört ay ve on (gün) beklerler. Sürelerini doldurunca artık kendileri için uygun olanı yapmalarında size sorumluluk yoktur. ALLAH yaptıklarınızdan Haberlidir. (2 Bakara Suresi – 234)
Bu ayetler arasında nesih olabileceği bekleme süresinin farklı algılanmasından kaynaklanmaktadır. Ancak dikkatli okunursa bekleme sürelerinin farkı, farklı kişilerce uygulanmasından ileri gelir. 240. ayette geçimleri sağlamak için ölen erkeğin vasiyetinden bahsetmektedir. Kadına eşinden sonra aynı evde barınacak bir müddet olarak 1 yıl sürenin verilmesi gerekmektedir. Dikkat edilirse bu emir kadına değil onun geçimini sağlayıp barındıracak olan erkeğin ailesine ve geride kalanlara bildirmektedir. 234. ayette ise kadının tekrar evlenebilmesi için, beklemesi gereken süre söz konusudur. Yani iki ayette farklı durumlar için farklı çözümler getirilmiştir.
ÖRNEK 4
Neshedildiği iddia edilen ayet
İnananlar, birinize ölüm yaklaşınca, vasiyet anında aranızdan iki adil şahit tanık bulunsun. Yolculuk anında size ölüm gelirse, sizden olmayan iki kişi… Kuşkulanıyorsanız, namazdan sonra tanıkları alıkoyup ALLAH adıyla: “Akraba dahi olsa tanıklığımızı hiç bir değerle değiştirmeyeceğiz, ALLAH’ın tanıklığını gizlemiyeceğiz. Aksi taktirde, günahkarlardan oluruz,” diye yemin ettirin. (5 Maide Suresi – 106)
Neshettiği iddia edilen ayet
Sürelerini doldurdukları zaman, onları güzelce tutun, yahut güzelce ayırın. İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de bu işleme tanık tutun. Tanıklığı ALLAH için yapınız. İşte bu, ALLAH’a ve ahiret gününe inananlar için bir öğüttür. Kim ALLAH’ı sayıp dinlerse ona bir çıkış yolu yaratır.
(65 Talak Suresi – 2)
5/106 daki ayette vasiyet için yapılacak şahitlikten, 65/2 de ise boşanma durumundaki şahitlikten bahsedilmektedir. Durumlar farklı olduğu için zaten kıyasa dahi gerek olmadığından burada da nesih gibi bir şeyin olması söz konusu değildir.
ÖRNEK 5
Neshedildiği iddia edilen ayet
İster hafif ister ağır olarak savaşa çıkınız. Paralarınızla ve canlarınızla ALLAH yolunda cihad edin. Bu sizin için daha iyidir, bir bilseydiniz. (9 Tevbe Suresi – 41)
Neshettiği iddia edilen ayetler
ALLAH’a ve elçisine içten bağlı oldukları taktirde, zayıflara, hastalara ve yardım için verecek bir şeyi bulunmayanlara bir ayıplama yoktur. İyi davrananlar kınanamaz. ALLAH Bağışlayandır, Rahimdir. (9 Tevbe Suresi – 91)
(Mekke’de kalan) İnananların, topluca (Medine’ye hicret eden peygamberi ziyaret için) yola çıkmaları doğru olmaz. Her gruptan sadece bir kaç kişi, dini anlayıp öğrenmek için harekete geçmeli. Nitekim böylece, halklarına geri döndüklerinde, halklarının uyanık bulunması için onları uyarabilsinler. (9 Tevbe Suresi – 122)
Burada da değişiklik yoktur. 9:42’de İmkanı olanların, Allah yolunda malı ve canı ile cihadı emredilmiş ve bunun hayırlı olduğu vurgulanmıştır. 9/91 de ise imkanı olmayanların kınanıp ayıplanmaması belirtilir. Ki zaten mantıklı düşündüğümüzde 41. ayette yardım edecek olan insanların 91. ayette belirtilen zayıf durumdaki kişilere de bu harcamalarını yapmaları gerekmektedir.
122. ayette ise cihad konusunda nesih olmuş gibi görünse de bu bir mantık hatasından kaynaklanır. Ama burada da durum öyle değildir. Cihad dini yaymak, güvenliğe ulaşmak, Allah yolunda mücadele için yapılacak bir şeydir. Bu 41. ayet tüm iman edenlere emredilir ve bunun daha hayırlı olduğu söylenir. Ancak 122. ayette bahsi geçen olay başka bir durumdur. Burada inananların bir grubunun bilgi edinmek maksadıyla çıkmalarından ve daha sonra kavimlerine gelip öğrendiklerini anlatmalarından söz edilmektedir. Yani ilk ayette savaş durumdan söz edilirken, diğerinde ise bilgi almak ile ilgili bir durumdan söz edilir.
ÖRNEK 6
Neshedildiği iddia edilen ayet
Zina eden bir erkek, eninde sonunda, zina eden veya müşrik bir kadınla evlenir; zina eden bir kadın da eninde sonunda, zina eden veya müşrik bir erkekle evlenir. Bu, inananlar için yasaktır. (24 Nur Suresi – 3)
Neshettiği iddia edilen ayet
Bekarlarınızı, erdemli kadın ve erkek ( sağ elin malik olduğu) hizmetçilerinizi evlendiriniz; eğer yoksul iseler, ALLAH onları kendi lütfundan zengin edecektir. ALLAH Cömerttir, Bilendir.
(24 Nur Suresi - 32)
Nur Suresi’nin 3. ayette zina eden bir erkeğin zina eden bir kadınla evlenebileceği bildirilmektedir. Aynı şekilde zina eden kadınında müşrik yada zina eden bir erkekle evlenebileceğine vurgu yapılmıştır. 32. ayette ise erdemli bekar olan hizmetçilerin evlendirilmesi tavsiye edilmektedir. İlk ayet müşriklerin ancak müşrik olanlarla evlenebileceğini vurgularken ikinci ayet bambaşka bir konu olan kişilerin yanlarında çalışan hizmetçilere karşı yaklaşımına dikkat çekiyor. Ve onlarında helal olan yollarla evlendirilebileceğini belirtiyor.
ÖRNEK 7
Neshedildiği iddia edilen ayet
Bunların ötesinde kadınlar sana helal değildir, ve eşlerinden her hangi birisini de onlarla değişemezsin. Güzellikleri senin ilgini çekse bile. Ancak sözleşmenle üzerlerinde hak sahibi olduklarınla yetin. ALLAH her şeyi gözetleyendir. (33 Ahzab Suresi – 52)
Neshettiği iddia edilen ayet
Ey peygamber, mehirlerini vermiş bulunduğun eşlerini ve ALLAH’ın sana bağışladığı sözleşmenle üzerlerinde hak sahibi olduğun, seninle birlikte göç eden amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını sana helal kılmışızdır. Ayrıca, peygamber dilerse, kendisini inananlara değil sadece peygambere mehirsiz olarak hibe eden birisiyle nikahlanabilir. Biz, eşleri ve yeminlerinin:anlaşmalarının hak sahibi oldukları hakkında üzerlerine yüklediğimiz sorumlulukları bildirmiştik ki güç bir duruma düşmeyesin. ALLAH Bağışlayandır, Rahimdir. (33 Ahzab Suresi – 50)
Bu iki ayet arasında nesih iddiası zaten mümkün değildir. Nesh edildiği iddia edilen ayet neshettiği iddia edilen ayetten sonra gelir ve hükmü belirler. 50. ayette belirtilenlerin dışındaki kadınlarla evlenilmeyeceğini 52. ayetten açık şekilde anlarız. Ayetler ard arda gelmeleri ve birbirlerini mantıksal yönde de tamamlayıcı şekilde olduklarından dolayı hükmün değişmesi değil, aksine bu ayetler arasında bir anlam bütünlüğü mevcuttur.
ÖRNEK 8
Neshedildiği iddia edilen ayet
Ey inananlar, elçiyle özel görüşme yapacağınız zaman, görüşmenizden önce (yoksullara) bir sadaka verin. Bu sizin için daha iyi ve daha temizdir. Veremiyorsanız, ALLAH Bağışlayandır, Rahimdir. (58 Mücadele Suresi – 12)
Neshettiği iddia edilen ayet
Özel görüşmenizden önce bir sadaka vermekten çekindiniz mi ki onu uygulamadınız? ALLAH tevbenizi kabul eder. Namazı gözetin, zekatı verin, ALLAH’a ve elçisine uyun. ALLAH yaptıklarınızdan haberdardır. (58 Mücadele Suresi – 13)
Allahın bağışlayıcılığını nesih kavramında değerlendirenler burada emrin değiştiği kanısına varırlar. Oysaki Yüce Allah 12. ayette peygamberimizle görüşme öncesinde sadaka verilmesinin kişinin kendisi için daha temiz ve hayırlı olduğunu söylemiştir. 13. ayette ise insanların bu emir karşısında bir çekinceyle sadakadan kaçtıklarını bunu uygulamadıklarını ama Allah’ın yinede onların tövbelerini kabul edeceği bildirilir. Bu ayet 12. ayetin hükmünü ortadan kaldırmış ve bundan sonraki görüşmeler için sadaka verilmesini iptal etmiş değildir. Sadece Allah’ın bağışlayıcılığını vurgulayarak tövbe edenleri kabul edeceğini göstermiştir.
ÖRNEK 9
Neshedildiği iddia edilen ayet
Kafirlere katılan eşleriniz yoluyla bir şeyler yitirdikten sonra (ganimet veya size katılanlar yoluyla bir şeyler kazanıp) üstün gelirseniz, eşlerini yitirmiş olanlara, onların harcamış oldukları mehir kadar verin. İnandığınız ALLAH’ı sayıp dinleyin. (60 Mümtehine Suresi – 11)
Neshettiği iddia edilen ayet
Ayırım gününde, iki ordunun karşılaştığı günde kulumuza indirdiğimize ve ALLAH’a inanıyorsanız, bilin ki elinize geçen her ganimetin beşte biri ALLAH’ın ve elçisinindir. Bu pay, akrabalar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmışların hakkıdır. ALLAH her şeye Güç Yetiren’dir. (8 Enfal Suresi – 41)
60/11’de eşini kaybetmiş erkeklere üstünlük kazanmaları halinde daha önceden kadınları için harcadıkları mehirlerin verilmesinden söz edilmektedir.[51] Eşleri kafirlere katılmış dolayısı ile daha önceden yaptıkları harcamalar konusunda mağdur kalmış erkeklerin bu harcamalarını geri elde edebilmeleri için fazladan bir hakları olduğu belirtilmiştir. 8/41’de ise savaş sonrası kazanılan ganimetin pay edilmesinde öncelikten ve elçiye verilecek olan miktar vurgulanmaktadır. Savaş sonrası kazanılan ganimetin kişiye ait olan kısmından 1/5’i o kişi tarafından Allah yolunda harcanmak üzere yetime, yoksula ve yolda kalmışa pay edilir. Yani birinci ayette kazanılan ortak ganimetten eşleri kendilerinden ayrılmış erkekler için öncelik ve fazladan bir durum olarak mehirlerin geri ödenmesi durumu, ikinci ayette ise kişinin kendi hesabına düşen ganimetinde 1/5’ini Allah yolunda pay etmesi durumu vurgulanmaktadır.
Sonuç: Görüldüğü gibi hiçbir ayetin bir diğer ayetin hükmünü kaldırması gibi bir durum söz konusu değildir. Bu konuda delil olarak gösterebilinecek olan diğer örneklerde de benzer durumlar söz konusudur. Eğer ayetler iyi okunup objektif bir gözle değerlendirilirse böyle bir şeyin olmadığı açıkça görülecektir.
12-KUR´AN-I BİR BÜTÜN OLARAK DEĞERLENDİRMEK
Kur'an, binlerce parçadan (ayetten) oluşan bir bütündür. Doğal olarak, parçalar bütüne göre (bütünün kapsamı içinde) gerçek anlamını kazanır. Çünkü, Kur'an, bir bütün olarak kendine özgü bir anlama sahiptir.
Ve Kuran bu bütünlüğü ile asıl anlamını ortaya koymaktadır. Bu bakımdan ayetleri anlamaya çalışırken öncelikle Kur'an'm bütünlüğüne gönderme yaparak, bütünden parçaya doğru bîr anlayışı benimsemeliyiz. Ayetleri anlamaya çalışırken, ayetleri Kur'an'ın bizde oluşturduğu bütüncül anlayışın süzgecinden geçirirsek daha doğru sonuç elde ederiz.
Kur`andaki tanımıyla Tevhid inancını kavramamış bir kimsenin, Kur'an'dan bir hükmü doğru anlaması mümkün değildir. Çünkü, Kur'an'dan Tevhidi çıkardığınız zaman, Kur'aıı hiç bir anlam ifade ütmeyen, bomboş bir kitap haline gelir. Tevhid inancının yanlış bilinmesi de aynı neticeyi doğurur.Zaten Tevhid inancının doğru anlaşılmamış veya gereğince kavranmamış olması nedeniyle değil midir ki Müslümanlar Kur'an'ı anlayabilme noktasında derin bir çıkmazı yaşıyorlar?
Hatta tefsir yazmış kimi değerli ilim adamları bile bu kavramı gereğince anlamamış veya yeterince dikkat göstermemiş olmalı ki, bir peygamberin, "Allah bana güç yetiremez" diye düşünmeyeceğini bilmeyecek kadar bir yanlışa düşebilmekte dır.
Öyle ya bir peygamberin, Allah'ın kendisine güç yetiremeyeceğini düşünmesi mümkün mü? Bu Tevhid inancını bozmak demek değil midir? Allah herşeye gücü yeten değil midir? Gerçek bu iken yaptığı mealdeSüleyman Ateş bu yanılgıya düşebilmektedir. Bakınız Süleyman Ateş Yeni Ufuklar Neşriyatı Yayınevinin yayınladığı "Kuranı Kerim ve Yüce Meali" isimli Kuran Mealinde Enbiya Suresi 87, ayetine şu şekilde anlam vermektedir:
"Zünnun'u (balık karnına girmiş olan Yunus ibn Matta'yı) da an; zira (o, kavmine) kızarak gitmişti, bizim kendisine 'güç yetiremeyeceğimizi',(kavminin arasından çıkmakla kendisini kurtaracağını) sanmıştı. Nihayet karanlıklar içinde (kalıp): "Senden başka tanrı yoktur. Senin şanın yücedir, ben zalimlerden oldum!" diye yalvardı,"
Şimdi biraz düşünelim: Bir peygamberin Allah'ın kendisine güç yetiremeyeceğini düşünmesi mümkün mü? Elbette değil. Değil peygamber, en cahil bir Müslüman bile böyle bir şey düşünmez. Bu yanılgıyı başka meallerde de görmekteyiz. Bu ayetin doğru anlamı ise şöyledir. "... Bizim kendisini 'güç durumda' bırakmayacağımızı sanmıştı..."
Bu gayet doğal bir beklentidir. Çünkü, bir kimsenin Allah'ın kendisini zor durumda bırakmayacağını düşünmesi (ki bu peygamber için de geçerlidir) yanlış değildir. Bizler de zorda ve darda kaldığımızda Allah'ın bizi kurtaracağı beklentisi içine gireriz. Hz. Yunus (as) da öyle yapmıştır. Aksini iddia etmek şirktir, Peygamberler de asla şirk koşmazlar.
Amacımız Süleyman Ateş Hocayı suçlamak değil. Zira ilmine ve bilgisine çok saygı duyduğumuz bir kişidir. Ne var ki konumuzun anlaşılması için örnek olarak uygun bir örnek olduğu için burada bu yanılğıya değindik. Yoksa niyetim Süleyman Ateş Hocaya Tevhid'i anlamamış bir kişi olarak nitelendirmek değildir.
Birisi size herhangi bir otomobil motoruna ait bir parça gösterse ve o parçanın ne olduğunu sorsa, siz o demir parçasının ne olduğunu bilseniz bile ne tür bir motorun parçası olduğunu bilmede yanılabilirsiniz. Ancak aynı parçayı otomobilin üzerindeki motorun kendisinde görseniz hemen hangi motorun parçası olduğunu rahatlıkla anlayabilirsiniz. Başka bir örnek daha verilim.
Tahta bir masa düşünün. Masanın ayaklarından birini masanın altından alarak bu nedir diye sorsak; ya tahta parçası, ya kalas, ya odun parçası veya herhangi bir şeyin ayağı vs. gibi cevaplar alırız. Oysa ki aynı parçayı ait olduğu masanın altında iken, -masanın ayağını göstererek- "bu nedir? diye kime sorarsak soralım, "masanın ayağı“ cevabını alırız ki doğru cevap da budur.
Tıpkı bu örneklerde olduğu gibi, ayetleri de anlamlandırırken ait olduğu Kitab'ın bütünlüğünü dikkate alarak anlamaya çalışmalıyız ki yanlışa düşmeyelim.
Gerçek böyle olduğu halde, Kur'an`dan bîr ayet alarak, ona verdiği anlamla kendi görüşünü Kitaba onaylatmaya çalışmak yanlış bir yöntemdir. Ve bu yanlışın sahipleri Kuran` a değil, Kur'an'ı kendi anlayışlarına uydurmaktadırlar.
Şu da bilinmelidir ki; Kur'anın kendisini, Onun ne olduğunu, niçin gönderildiğini doğru olarak tanımlamadan; O'nu gereğince anlamadan, içindekilerine(ayetlere) doğru anlam vermek asla mümkün değildir.
Onun için, ayetleri anlamanın, olmazsa olmaz şartı, Kuran'ın ne olduğunu doğru bilmektir. Zira, Kur'anın kendisini nasıl bilirsek içindekilerini de öyle biliriz.
Yanlış biliyorsak içindekilerini de yanlış, doğru biliyorsak içindekilerini de doğru biliriz. Burada her şey Kur'an nedir? sorusuna verilecek cevaba bağlıdır.
İnsanı doğru yola iletsin diye gönderilen Kuranı, bu anlamda ölçü almayanların, isimleri Müslüman da olsa Kur'an'a tabi olduğunu söylemesine rağmen, Kur'an'ın öngördüğü bir hayatı yaşamaları mümkün değildir.
13- AYETLERİN YALIN ANLAMLARI
Kimi ayetler, kelimelerin yalın olarak ifade ettikleri anlamla değil, amaç olarak (anlatılmak istenilen şey) neyi ifade ediyorsa o anlamla anlaşılmalıdır. Bu tür ayetlerde önemli olan, kelimenin yalın anlamının ifade ettiği mana değil, verilmek istenen mesajdır. 'Amaç ve 'gerekçe önemlidir. Ayette, yalın anlamda istenen şeye değil, amaca bakmalıyız. Ayette istenen şeyin gerekçesini, özünü kavramaya çalışmalıyız. Çünkü, gerekçe anlaşılmadan, ayetin hükmünü kavramak mümkün olmaz.
Kimi ayetlerde yalın olarak anlatılan şey ile 'öz' (illet) aynıyken, kimi ayetlerde ise kelimelerin 'yalın' anlamlarından anlaşılan ile 'gerçek'ten anlatılmak istenen şey birbirinden farklıdır. İşte bu tür ayetlerde, 'doğrudan anlatılan şeyin' bir bağlayıcılığı olmayıp, asıl bağlayıcı olan, ayetin amacıdır.
ÖRNEK
وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدُوَّ اللَّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآخَرِينَ مِنْ دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمْ اللَّهُ يَعْلَمُهُمْ وَمَا تُنفِقُوا مِنْ شَيْءٍ فِي سَبِيلِ اللَّهِ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ (60)
"Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınız ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği düşman kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız tam olarak size ödenir, hiç haksızlığa uğratılmazsınız" (8 Enfal - 60)
ayetini ele alalım:
Bu ayeti, yalın anlamı ile değerlendirirsek, bu ayetten şunu anlarız: Her zaman ve her koşulda savaş için besili at bulundurmamız gerekir. Oysa ki bu tanımlamanın gereğini yerine getirmek, pratiğe geçirmek bugünün koşulları içinde imkansızdır, imkansızlığın ötesinde gereksiz ve anlamsızdır. Öyle ya savaş için at beslemenin, şimdi yapılacak savaşta ne yararı olabilir?
Bugünün teknolojisinin ürettiği savaş araçları yerine at edinmek bir anlam taşır mı?
O zaman bu ayetin bugün için bir geçerliliği yok mu? Zamanla sınırlı olmayan, evrensel ve tüm zamanların kitabı olan bir kitabın kimi ayetlerini geçersiz, işlevsiz saymanın, Kitabın kıyamete kadar geçerli olduğu gerçeği ile çelişmez mi?
Bu ve buna benzer ayetler o günün toplumunu bağlıyordu, bugün için geçerliliği yoktur, dersek bu anlayış kendisi ile beraber Kitabı zamana göre sınırlamak ve bir kısmını geçersiz kılmak demek olmaz mı? Eğer, bu ayeti kelime anlamlarına bağlı kalarak değerlendirmek şarttır dersek, elbette bu ayetin bugün için hiçbir geçerliliğinin olmadığını kabul etmek zorunda kalırız.
O halde bu ayeti nasıl anlamalıyız?
Veya bu ayetten ne anlaşılmalıdır?
Kur'an'la, O'nun ruhuna uygun bir şekilde, O'nun mantalitesini kavrayarak bağlantı kurmayan kişi için o'nun mesajı cansız ve donuk kalır. Oysaki Kur'an, her zaman canlı, aktif ve hareket halindedir. Ondaki bu canlılık, şayet insanın "anlayışına", yani ona verdiği anlama yansımazsa o, sadece indiği dönemin ve toplumun önünde canlı kalır. Onun dışındaki zamanlarda ve toplumlarda bu canlılığını yitirerek hayat sahnesinden çekilir. Kur'an, kendisi ile canlı bağlantı kurulmasını ister.
Yani, onun bütün sözlerinin anlamı her zaman ve her toplumda etki sahibidir. Sürekli canlıdır. Onda zamanın öldürebileceği söz(anlam) yoktur. Onunla canlı bağlantı kurmak, o'nun mesajının içeriğini, amacını ve özünü kavramakla olur. İşte bu anlamda Kur'an'la canlı(yaşayan) bağlantı kurabilen insan yukarıdaki ayette verilmek istenen mesajın bütün zamanlan ve toplumları kapsadığım görecektir.
Evet bu ayetle anlatılmak istenen gerçek şudur:Savaş için gerekli olan her türlü aracı temin edin/bulundurun. Bu konuda her türlü önlemi alın. Bütün gücünüzle savaşa hazırlıklı olun ki; düşman sizden korksun. Burada gerçekte anlatılmak istenen şey, at beslemek değil, savaş için gerekli araçları edinmektir.
Savaşa hazırlıklı olmaktır. Bu ayet (yalın anlamı île) o günün toplumuna seslenirken; öz(amaç) anlamı ile, yani vermek istediği mesajla, bütün zamanlara ve tuplumlara seslenmektedir.
Yalın anlama takılıp kalmak, Kur'an'ın evrenselliğine ve bütün zamanlarda geçerliliğine ters düşer. Elbette ki o günün toplumunu doğrudan muhatap alan vahiy, o günün koşullan içinde sahip olunacak en iyi araç olan attan söz ederek "gücünüzün yettiği kadar savaşta araç olarak kullanmak için at bulundurun" diyecekti.
Dikkat edilirse amaç savaştır. Savaşa hazırlıktır. At ise araç olarak önerilmektedir.
Onun için ayetin gerçek anlamı, yani özü(ile) savaş için hangi araçlar geçerliyse, gerekliyse onları bulundurmanın, temin etmenin gerekliliğidir.
Eğer ayet, savaş için tanklar, toplar, savaş uçakları, füzeler edinin deseydi bu istek o günün toplumu için garip ve anlamsız bir istek olurdu. Elbetteki bu tür teknolojik silahların bulunmadığı ve ne anlama geldiklerinin bilinmesinin mümkün olmadığı bir toplumda, bu araçlardan söz edilmesi hiçbir anlam ifade etmezdi.
Doğru olan, elbettekı, o günün insanlarının kullandıkları araç olan attan söz etmekti. Araç her zaman değişebilir, Araç, dün attı, deveydi, kılıçtı; bugün tank, top, füzedir. Yarın da, şu an bizim de bilemediğimiz başka şeyler olabilir.
Şayet ayet bugün vahy ediliyor olsaydı, at yerine tank veya başka bir şey diyecekti.
Fakat gelecek toplumlarda yani tankın ilkel ve kullanılmaz olduğu bir toplumda, o toplumun üyeleri de aynı gerekçe ile, yani ayet tanktan söz ettiği için bu ayeti işlevsiz sayacak ve anlamsız bulacaktı. Onun için kelimelerin yalın olarak ifade ettiği anlamlara takılıp kalmayarak, asıl verilmek istenen mesajı kavramak gerekir.
Çünkü Kur'an'a, bütün zamanların Kıtab'ı olduğu konusunda kesin imanımız var.
O halde, bu ayeti kelimelerin yalın olarak ifade ettiği anlama göre değil, öz/illet anlamı ile esas almalıyız. Böyle olunca da, öz (illet/amaç) bütün zamanlarda geçerli ve kapsayıcı olduğundan, Kuran her zaman ve koşulda bize yol göstermeye devam edecektir.
Araçlar her zaman değişebilir. Ancak amaç (öz) değişmez. Araç dün attı, bugün tank, yarın da başka bir şey olacaktır.
14- MUHKEM, MÜTEŞABİH VE TE´VİL
Kur`an-ı Kerim`de bir ayeti anlarken, o ayetteki anahtar lafzın, sonraki dönemlerde gelişen ıstılahi ve teknik analmına değil, Kur`an-ın indiği dönem arapçasındaki manasına itibar edilmelidir. Çünkü bazı kelimeler, dil tarihi içerisinde farkı manalar kazanabilir, ve bu manalarla, vazi olan asıl manalar arasında çogu kez büyük farklılıklar ortaya çıkar.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ
فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ ِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ{7}
“Sana bu Kitab’ı indiren odur. Onun bir kısmı muhkem âyetlerdir. Onlar Kitab’ın anasıdır. Öbürleri ise bunlara benzerdirler (müteşâbih). Kalplerinde kayma olanlar, fitne çıkarma isteği ve onu tevil isteği ile benzer(müteşabih) olana uyarlar. Oysa onun te`vilini Allah’tan başkası bilmez. Sağlam bilgi sahipleri şöyle derler: «Biz buna inandık; hepsi de Rabbimiz katındandır.» Böyle düşünenler sadece temiz akıl sahipleridir.” (Âl-i İmrân 3/7)
-
I. Ayette geçen anahtar lafızlar
Bu ayeti kerimenin sağlıklı anlaşılabilmesi için, anahtar durumdaki muhkem, müteşabih ve te`vil kelimesinin Kur`andaki ve indiği dönem arapçasındaki manalarına kısaca bakarcağız.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
الَر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ {1}
“Elif, Lam, Ra. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, sonra hakîm olan ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah katından ayrıntılı olarak açıklanmıştır.” (Hûd 11/1)
Muhkem, sağlamlaştırılmış, güçlü, hikmetli demektir. Bazı âyetler, “şöyledir veya değildir“ diye hükümler içerir. Onlar muhkemdir. Bir de onları açıklayan âyetler vardır. Allah Teâlâ, bunlar arasına benzerlik koyarak birlikte ele alınmalarına imkan vermiştir. Böylece ayetler arasında ikili ilişkiler ağı oluşmuştur. Bunu şu âyet vurgulamaktadır:
اللَّهُ نَزَّلَ أَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَاباً مُّتَشَابِهاً مَّثَانِيَ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ ثُمَّ تَلِينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ إِلَى ذِكْرِ اللَّهِ ذَلِكَ هُدَى اللَّهِ يَهْدِي بِهِ مَنْ يَشَاءُ وَمَن يُضْلِلْ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ {23}
“Allah sözün en güzelini, birbirine benzer (müteşabih) ikişerler olarak(bibirine benzer iç içe ikili mânalar ifade eden) bir kitap halinde indirmiştir.Rablerinden korkanların ondan derileri ürperir. Sonra da hem derileri hem de kalpleri, Allah'ın zikri/Kur'an'ı karşısında yumuşar. Bu, Allah'ın kılavuzudur ki, onunla dilediğini/dileyeni hidayete erdirir. Allah'ın saptırdığına gelince, ona kılavuzluk edecek yoktur“ (Zümer 39/23)
Müteşâbih, iki şey arasındaki benzerliği ifade eder. Müteşâbih ayetler birbirine benzerliği olan âyetlerdir. “ikişerler“diye tercüme edilen mesânî = مثَانِي kelimesi, bir ayetin, bir çok ayetle benzerlik taşıdığını ve ikili ilişki içinde olduğunu gösterir.
Te`vil lügatte: „birşeyin akibet ve sonucunun ortaya çıkması“ demektir.
Kur`anı Kerimde te`vil kelimesi onbeş kadar yerde geçer, ançak hiçbir yerde bu kelimeye „tefsir“ anlamı verilmemiştir. Örenek olarak şu iki ayete bakabiliriz:
Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve elçisine döndürün. Şayet Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından (te`vil) daha güzeldir. (4-Nisa 59)
Ve (Yusuf), ebeveynini tahttın üzerine çıkardı. Hepisi O`na secdeye kapandılar. O dediki:“Babacığım , işte daha önceki rüyamın te`vili (ortaya çıkışı). Hakikaten Rabbim onu gerçek kıldı. (12-yusuf 100)
Te`vil sözü Kur`anı Kerimde :“Birşeyin akibeti, varaçağına varması, mahiyeti ve hakikatı“ manasına gelmesine rağmen, ve bunu ifade eden ilk dönemlere ait birçok sahih rivayet bulunmasına rağmen, bu kelimenin sonradan kazandığı ıstılahtaki „tefsir ve beyan“ manasına göre birçok Kur`an ayeti yorumlanmış ve en önemlisi, Al-i İmran suresindeki ayetin tefsirinde fahiş bir hata yapılmıştır. Buna göre „Kur`anda tefsiri ve anlaşılması mümkün olmayan, manası ancak Allah Tealaya malum bulunan birtakım ayetler vardır“ gibi, mübin olan Kitab`a, layık olmayan bir özellik yakıştırılmıştır.
Sözkonusu ayette, fitne aradıkları ve te`villerini arzuladıkları için, Kur`an`ın müteşabihlerinin ardına düşen kimselerden söz ediliyor ve bunlar bu hareketlerinden dolayı kınanıp kötüleniyor.
Gerek Necran Hıristiyanları, gerek Yahudiler, gerekse daha başka fikir ve ideoloji temsilcileri, mahiyeti itibariyle aklın konusu dışında bulunan birtakım hakikatler ve gelecekte ortaya çıkacak olaylar hakkında kendi amaçları doğrultusunda birtakım tahminler yürütmek istemişler, bunun üzerine Yüce Allah, sözkonusu ayette bunun yanlışlığını ve imkansızlığını beyan etmiş, bu hareketi ve sahiplerini kınamıştır. Ayetin nuzul sebebiyle ilgili rivayetler böyledir.[52]
Dolayısıyla bu ayette Allah`tan başka kimsenin bilemeyeceğimüteşabihlerden maksat,
-Kiyametin Vukuu, Ümmetin eceli gibi gelecekte vukuu bulacak ve gayb olduğu için bilinmesi imkansız olan olaylar,
-Allahü Teala`nın zat ve sıfatlarıyla ilgili olup, mahiyeti ve hakikatleri aklın bilgi hududu dışında bulunan gerçeklerdir.
Te`vil kelimesini doğru anladıktan ve ayetin nuzul sebebini de gördükten sonra, bu ayetin nasıl anlaşılması gerktiğine gelelim. Dikkat edilirse, Al-i İmran ayetinde, müteşabih ayetlerin anlaşılamayacağı ve onları anlamak istemenin yasak olduğu söylenmiyor. Ayette anlatılmak istenen hususlar tamamen başkadır, bunlar:
a- فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ Ayette, istikameti ve niyeti bozuk, kalbi yamuk insanların, müteşabih ayetleri istismar ettikleri, bu ayetleri kendi amaçları doğrultusunda kullanmak istedikleri, dolayısıyla bu kimselerin önyargılı ve peşin fikirli oldukları belirtiliyor.
b- فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْه Ayette, Kur`anı Kerim`e O`nun istediği kurallar dahilinde, dengeli ve bütüncül yaklaşmamanın yanlışlığı, yalnızca müteşabihleri ele alıp, muhkemleri ihmal etmenin, Kur`anı eksik anlamaya sebep olacağı belirtiliyor. Sadece müteşabih ayetlere tekılıp kalmanın yanlış olduğu anlatılıyor.
c- مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ Kur`anı okumaktan amaç, Onunla doğru yolu bulmak ve hidayete ulaşmak olduğu halde, sözkonusu kimseler böyle bir amaçla değil, fitne ve kargaşa çıkarmak, halkı yanıltmak için Kur`anın müteşabih ayetlerine takılıp kalırlar. Elbetteki Kur`an kendisinin fitneye araç yapılmasını istemez ve böyle kimselerin bu tür fiillerini yasaklar.
d- تَأْوِيلَهُ Ayetin yasakladığı, müteşabih ayetlerin tefsir ve beyan edilmeleri değil, te`vil edilmeleridir. Kıyameti saati, Muhammed ümmetinin eceli, istikbalde ne gibi hadiselerin meydana geleceği, ve bazı ayetlerde Allahü teala hakkında kullanılan nefs, vecd, yed, istiva gibi kavramlar ve Hz. Isa için sözkonusu edilen Allahın ruhu ve kelimesi gibi ifadelere gelince, bunların anlam ve tefsirleri bilinmekle beraber, mahiyet ve hakikatleri bilinemez. Mesela, Allahü teala`nın arşına istivası malumdur, ancak bunların şekli, mahiyet, nasıllık ve niceliği yani te`vili bilinemez. Zaten Taberi`ni de dediği gibi: „Kulların ne dini, ne de dünyevi bakımdan bu gibi bilgilere hiçbir ihtiyaci yoktur.“[53]
-
II. Bir anlatım tekniği olarak Müteşabih
Kur'an'ın muhkem ve müteşabih ayetlerden oluşan iki gruba ayrıldığını (Al-i îmran-7) ayetinde gördük. Anlaşmazlık Kur'anın müteşabih ayetleri üzerinde yoğunlaşmış ve bu konuda biri diğerini geçersiz sayacak birbirinden farklı tanımlar konunun anlaşılmasına katkıda bulunmamış, daha da anlaşılmaz kılmıştır.
Bu bakımdan önceki kabullerin ortaya koyduğu sonucun, konuya yeterince açıklık getirmediği ortadadır. Varılan sonuçla, Kur'an'ın bir bölümü (müteşabih olanı) anlaşılamaz kabul edilip işlevsiz kılınmıştır. Oysa ki Kur'an, bizim için gereksiz ve anlaşılmaz bilgilerin içinde bulunduğu bir kitap değildir, o halde bu anlayış temelde Kur'an'la çelişmektedir.
Bu bakımdan müteşabihatta bizim üzerinde durmamız gereken kısım, kelimelerin tek tek anlamının verilmesi yoluyla anlaşılmasını sağlamak değil, müteşabih (aracı) kelimelerle anlatılmak istenen şey neyse (amacı)onu kavramaya çalışmaktır. Evet müteşabihat bir anlatım tekniğidir. Anlatan (yani konuyu anlatırken kullanılan kelimeler) müteşabih olabilir, bu anlatılanı anlamamıza engel değildir.
Yani, anlatan (tanımlayan) ve anlatılan (tanımlanan) vardır, Anlatan(tanımlayan) müteşabîhse de anlatılan(tanımlanan) muhkemdir. Anlatanın müteşabih oluşu, anlatılanın anlaşılmasına engeî değildir. Bizim bilmediğimiz, görmediğiniz, anlayamadığımız şeylerin bizini bildiğimiz, gördüğümüz ve anladığımız şeylerle anlatılması, bizim o şeyleri görüyor, ve anlıyor gibi anlamamızı sağlar.
Ve bu anlatım tekniğini Kuran, müteşabih olarak nitelemektedir. Müteşabihlik Kur'an'ı anlamada ve ona göre yaşamada bir engel değildir, bir gerekliliktir. Yoksa birçok şeyi kavramamız asla mümkün olmayacaktır.
Şu tesbitlerle konuyu açmaya çalışalım;
a - Müteşabih olan, kelimenin (lafzın) kendisidir. Bu müteşabih olan kelimelerle anlatılan şey ise muhkemdir. Kelimeler sadece bir araçtır. Aracın kendisi (kelime) müteşabih olsa da, amaç (anlatılmak istenen şey) muhkemdir. Kalplerinde eğrilik olanlar anlatılan şeye (amaca) değil, anlatan şeye (araca/kelimelerin yalın anlamına) yönelmekte ve onları tevil ederek, sapıklığa düşmektedirler.
b - Müteşabih ayetlerde geçen sözcüklerin kendisini tanımlamaya çalışmak ne kadar yanlışsa bu sözcüklerden gerçek anlamlarının bilinmeyişinden dolayı ayetin kendisini dikkate almamak ta en az onun kadar yanlıştır. Çünkü, muhkem olsun müteşabih olsun, bizim için anlamı olmayan hiçbir ayet olamaz. Mevcut bilgimizle tanımım (izahını) yapamadığımız ayetleri dikkate almamak veya yok saymak doğru bir tutum değildir.
c - Muhkem ve müteşabihi sözcük tanımları içinde değerlendirmek ve bu tanımlara göre bir anlayış geliştirmek, Kur'an'ın muhkem ve müteşabihe yüklediği anlamı daraltmak olur. Her ne kadar yapılan tanımları temel alsak ta yine de Kur'anın bu sözcükleri Kur'anî bir zeminde ele aldığını dikkate almalıyız. Yoksa, yapılan tanımların dar anlamı ıçinde kalırsak yanlış bir neticeye varırız.
Bu açıklamalrdan sonra diyebiliriz ki; Kur`anı Kerimde Allahü Tealanın sıfatlarıyla ilgili olarak geçen ve müteşabihata giren, istiva, yed, vech gibi kelimelerin geçtiği ayetlerin hakiki ve zahiri manasının, yani reel bir tarzda anlaşılması ve tefsir edilmesi, Kur`ana göre yasak olmayıp, bunların sadece te`villeri yani insan aklınca, fiziki dünyaya bakılarak Allahü Tealaya birtakım roller biçilmesi ve O`nun birşeylere benzetilmesi yasaklanmıştır.
Allahü Teala şöyle buyurur:
فَلاَ تَضْرِبُواْ لِلّهِ الأَمْثَالَ إِنَّ اللّهَ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ {74}
Allah'a birtakım benzerler icat etmeyin. Çünkü Allah (her şeyi) bilir, siz ise bilemezsiniz.(Nahl 74)
Bu ayetin anlamı esasen şudur; „Allahı belli ölcülere sığdırmaya ve O`na kendinizce roller biçmeye kalkışmayın.“
Allah`ın arşa istivasını, insanın sandalyeye oturuşuyla bir tutan ve O`nunYed`i ilahiyyesi`ni insanın uzvu olan eli gibi tasavvur olan zihniyet ile, arşına istivasını Allah`ın evrene hükmetmesi olarak anlayan, ve elini`dekudret yada nimeti olarak algılayan zihniyet, birbirlerine tavır ve metod olarak çok yakındır. Çünkü her ikiside Allah`a kendilerine göre rol biçmişler, böylece ne bir ölçü ve misale ne de herhangi bir beşeri tarif ve tahdide sığmayan Yüce Yaratıcıyı, fiziki dünyanın kaba geometrileriyle değerlendirmişlerdir.
Oysa, Yüce Allah, Kitab`ında kendi zat ve sıfatlarıyla ilgili gerekli ve yeterli açıklamayı müteaddid ayetlerde yapmış, bizlere yalnızca bunların hakikatlerine iman etme görevi yüklemiş ve bunların te`villerini yasaklamıştır.
Bu yüzden yukarıdaki her iki düşünce tarzında da müteşabihlerin te`viline kalkışıldığı ve Kur`ani yasağın çiğnendiği açıktır.
Burada hemen belirtelim ki; müteşabih ayetler hiç anlaşılmayan, bu sebeple de tefsir edilmeleri ümmete yasaklanmış olan ayetler değildir. Umumun zannettiğinin aksine, Asrı Saadet ve Tabiuun ve daha sonraki islam düşünürleri : „Biz bu ayetlerin manalarını bilmeyiz, Allah ne murad ettiyse odur. Biz yalnızca iman ederiz !“ dememişlerdir. Çoğu kimsenin böyle zannetmesine rağmen, durum hiçde böyle değildir. Mesela İmam Malik`in şu sözü meşhurdur:
„el-İstiva ma`lumun vel keyf-ü mechu`lun ve`s süaalü anhu bid`atün.“ Yani Allah`ü Tealanın arşına istiva etmiş olduğu, bilinen bir husustur. Ançak, bunun keyfiyet ve niceliği bilinmemektedir. Bu keyfiyetin araştırılıp irdelenmesi ise bid`attır.“[54]
Dolayısıyla İmam Malik, Allah teala`nın , mahiyet ve niceliğini bilmediğimiz bir tarzda arşının üzerinde olduğunu kabul ediyor; yani ilgili ayetleri tefsirsiz ve anlamsız bırakmıyor. Lakin, Allah`ü Tealanın bu ilahi fiil veya sıfatının, bizim dünyamızdaki keyfiyet ve hakikatler gibi algılanmamasını tembih ediyor. Yani ilgili ayetleri tefsir ediyor amma te`vil etmiyor.
Yine İmam Ebu Hanife bu konuya önem vermiş ve birkaç sahifelik „el-Fıkhul Ekber“
Risalesinde bile ehemmiyetine binanen şunları söylemiştir:
„Allah Tealaanın, Kur`anda zikrettiği gibi `yed´i`, ´vech`i, ve `nefs`i`, vardır. Allah tealaa`nın Kur`anda söylediği vech, yed ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz olarak O`nun sıfatlarıdır. „O`nun `yed`i kudreti veya nimeti`dir“ denilemez. Çünkü böyle söylenirse, sıfat iptal edilmiş olur ve bu, Kaderiyye ve Mutezile`nin sözüdür.“[55]
Gerçek bu olunca da müteşabih ayetler, Kur'an'ı anlama ve kavrama konusunda bir engel teşkil etmezler. Kur'anî anlayışın belirleyiciliği içinde, müteşabihten ne anlaşılmalıdır sorusuna cevap olarak şunları söyleyebiliriz:
- Kur'an'da müteşabih anlatımlı kimi ayetlerin bulunuyor oluşu, bizim gücümüzün ve bilgimizin üstünde olan (gaybi) şeylerin, bize indirgenerek, kavramamıza yardımcı olmanın bir gereğidir.
- Kur'an, gerekli oluşu ve bağlayıcılığı açısından bizim için tümüyle muhkemdir.
- Kur'an'in bizatihi kendisi muhkemdir. (Allah'tandır ve korunmuştur.)
- Bulunur muhkemlıği içinde, müteşabih kısımların oluşu onun mühkemliğine engel değildir. Zira, Kur'an'nın bütününe iman ederiz.
- Bizim için kapalı olan, bilinmeyen ve anlaşılmayan olarak görülen ayetlerin (anlam olarak) bilgisinin saklı olması, gücümüzün üstünde olanı haber vermede kullanıldığından, bu ayetler, olduğu gibi ve bilindiği kadarı île bizim için yeterlidir. Asıl sorun, yeterli olanı yetersizmiş gibi görerek, onu yeterli hale getirmeye çalışmaktır.
Özetlersek; Yüce Allah, gücümüzün yetmediği ve bizim için bilinmez olanı anlatırken, anlamamızı sağlamak için, anlatımda kullandığı şeylerin (araçların) anlamını (ki müteşabih olan kısım burasıdır) bilmemizi değil, anlatılan şeyi(amacı) bilmemizi istemektedir.
Bunun böyle olduğunu Kur'an;
هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُوْلُوا الْأَلْبَابِ (7)
"Sana bu kitabı indiren O'dur. Bunun âyetlerinden bir kısmı muhkemdir ki, bu âyetler, kitabın anası (aslı) demektir. Diğer bir kısmı da müteşabih âyetlerdir. Kalblerinde kaypaklık olanlar, sırf fitne çıkarmak için, bir de kendi keyflerine göre te'vil yapmak için onun müteşabih olanlarının peşine düşerler. Halbuki onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez. İlimde uzman olanlar, `Biz buna inandık, hepsi Rabbimiz katındandır` derler. Ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alır" (3 Al-i îmran 7) ayetîyle ortaya koymaktadır.
ÖRNEK
"Allah 'in eli onların elleri üstündedir" ayetinde müteşabih olan kısım,'Allah'ın eli nitelemesidir. Çünkü Allah'ın eli, burada, bizim somut olarak algıladığımız el değildir. Ya nedir ? işte bu sorunun peşine düşmek hastalıktır. Çünkü bizim için Allah'ın elinin nasıl olduğunu bilmek gerekli birşey değildir. El bizim için müteşabihe girmekte ve bir araçtır. Asıl amaç bu deyimle (müteşabihle) bize anlatılmak istenen şeydir. Allah bu anlatımla, müminlerin gücüne güç katacağını ifade etmektedir. Bunu görmezlikten gelerek el nasıldır? Bizim elimiz gibi ellerden mi söz edilmektedir? Allah'ın eli mi var? gibi anlamsız soruların cevabını aramak hiçbir şeyi çözmez ve gereksizdir,
-
III. Kur`anı anlamada te`vil, Muhkem ve Müteşabih
هُوَ الَّذِيَ أَنزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُّحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ
فَأَمَّا الَّذِينَ في قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاء الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاء تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِّنْ عِندِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ ِلاَّ أُوْلُواْ الألْبَابِ{7}
“Sana bu Kitab’ı indiren odur. Onun bir kısmı muhkem âyetlerdir. Onlar Kitab’ın anasıdır. Öbürleri ise bunlara benzerdirler (müteşâbih). Kalplerinde kayma olanlar, fitne çıkarma isteği ve onu tevil isteği ile benzer(müteşabih) olana uyarlar. Oysa onun te`vilini Allah’tan başkası bilmez. Sağlam bilgi sahipleri şöyle derler: «Biz buna inandık; hepsi de Rabbimiz katındandır.» Böyle düşünenler sadece temiz akıl sahipleridir.” (Âl-i İmrân 3/7)
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
الَر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ {1}
“Elif, Lam, Ra. Bu öyle bir kitaptır ki, âyetleri muhkem kılınmış, sonra hakîm olan ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah katından ayrıntılı olarak açıklanmıştır.” (Hûd 11/1)
Muhkem, sağlamlaştırılmış, güçlü, hikmetli demektir. Bazı âyetler, “şöyledir veya değildir“ diye hükümler içerir. Onlar muhkemdir. Bir de onları açıklayan âyetler vardır. Allah Teâlâ, bunlar arasına benzerlik koyarak birlikte ele alınmalarına imkan vermiştir. Böylece ayetler arasında ikili ilişkiler ağı oluşmuştur. Bunu şu âyet vurgulamaktadır:
اللَّهُ نَزَّلَ أَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَاباً مُّتَشَابِهاً مَّثَانِيَ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ ثُمَّ تَلِينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ إِلَى ذِكْرِ اللَّهِ ذَلِكَ هُدَى اللَّهِ يَهْدِي بِهِ مَنْ يَشَاءُ وَمَن يُضْلِلْ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ {23}
“Allah sözün en güzelini, birbirine benzer (müteşabih) ikişerler olarak(bibirine benzer iç içe ikili mânalar ifade eden) bir kitap halinde indirmiştir.Rablerinden korkanların ondan derileri ürperir. Sonra da hem derileri hem de kalpleri, Allah'ın zikri/Kur'an'ı karşısında yumuşar. Bu, Allah'ın kılavuzudur ki, onunla dilediğini/dileyeni hidayete erdirir. Allah'ın saptırdığına gelince, ona kılavuzluk edecek yoktur“ (Zümer 39/23)
Müteşâbih, iki şey arasındaki benzerliği ifade eder. Müteşâbih ayetler birbirine benzerliği olan âyetlerdir. “ikişerler“diye tercüme edilen mesânî = مثَانِي kelimesi, bir ayetin, bir çok ayetle benzerlik taşıdığını ve ikili ilişki içinde olduğunu gösterir.
Benzer ayetleri bulup ortaya çıkaracak olanlar bilginlerdir. Onların içinde Arap dilini bilenler olmalıdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
كِتَابٌ فُصِّلَتْ آيَاتُهُ قُرْآناً عَرَبِيّاً لِّقَوْمٍ يَعْلَمُونَ {3}
“Bu, bilen bir toplum için, âyetleri Arapça okuyuş olarak açıklanmış bir kitaptır.” (Fussilet 41/3)
Tevilde bir şeyi asıl hedefine çevirme anlamıda vardır. Müteşâbihin hedefi muhkemdir. Araya benzerlik koyarak onu muhkeme doğru çeviren Allah Teâlâ’dır.
“... Oysa onun te`vilini Allah’tan başkası bilmez.”
Buradaki “onun = هـ” zamiri; (مَا تَشَابَهَ مِنْهُ)’deki (ما) yı gösterir. “Oysa müteşabihin te`vilini Allah’tan başkası bilmez.” demektir.
Tevil konusu Kur’an’da örneklerle açıklanmıştır. İlgili âyetlerden biri şudur:
فِرَاقُ بَيْنِي وَبَيْنِكَ سَأُنَبِّئُكَ بِتَأْوِيلِ مَا لَمْ تَسْتَطِع عَلَيْهِ صَبْرًا ْ قَالَ هَذَا
“O şöyle söyledi: "İşte bu, seninle benim ayrılmamızı gerektiriyor,dayanamadığın işlerin tevilini sana anlatacağım" (Kehf, 18/78)
Musâ aleyhisselam Hızır’la yolculuk yapmış ve onun bazı davranışlarına dayanamamıştı. Çünkü Hızır, önce; bindikleri gemiyi delmiş, sonra bir erkek çocuğunu öldürmüş. sonra da kendilerini misafir etmek istemeyen bir kasabada yıkılmak üzere olan bir duvarı doğrultmuştu. Ayrılmaya karar verdikleri bir sırada Hızır; “Dayanamadığın bu işlerin tevilini (yani sonucunu) sana anlatacağım" diyerek şunları söylemişti:
"Gemi, denizde çalışan ve başka işleri olmayan birkaç kişinindi; istedim ki onu kusurlu hale getireyim. Çünkü arkalarında sağlam gemilere zorla el koyan bir hükümdar vardı."
"Oğlana gelince; onun ana babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden korktuk"
Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik."
"Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti. Altında onlara ait bir hazine vardı. Babaları iyi insandı. Rabbin istedi ki; onlar reşit olsunlar ve hazinelerini çıkarsınlar. Bu Rabbinden bir ikramdır. Yoksa ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin tevili budur." (Kehf 18/65-82)
Her bir olayın tevili, yani ana hedefi gösterilince Musa aleyhisselamın şaşkınlığı geçmişti.
Rüya yorumuna da tevil denir. Çünkü, rüyada ana hedef, gerçek olaylarla ilgili ip uçlarıdır.
Yusuf aleyhisselam zindanda iken hükümdar şöyle demişti:
"Ben, yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini; yedi yeşil başak ve bir o kadar da kurumuş başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumlamayı biliyorsanız rüyamı doğru yorumlayın."
Dediler ki: "Bunlar karışık rüyalar; biz böyle rüyaların tevilini bilmeyiz".
(Yusuf ile birlikte zindanda iken) kurtulan iki kişiden biri, nice zaman sonra Yusuf'u hatırladı ve: "Ben size onun tevilini bildireceğim, bana biraz müsaade edin" dedi.
Sonra Yusuf aleyhisselama geldi. O da rüyayı tevil etti ve şöyle dedi:
"Yedi yıl sürekli ekim yapın, bütün hasadı başağında bırakın; yiyeceğiniz az bir kısım başka.
"Sonra arkadan yedi kıtlık yılı gelir, bütün biriktirdiğinizi yer tüketir; sakladığınız az bir kısım başka."
"Sonra arkadan, halkın rahat edeceği bir yıl gelir, o zaman da sıkıp sağarlar". (Yusuf 12/43-49)
Rüya tevili, günlük hayattaki hangi olayın, rüyadaki hangi sembole benzediğine bakılarak yapılır. Bu ilgiyi kuramayanlar o tevili yapamazlar.
Açıkça görülüyor ki, tevilde bir ana konu, bir de onun açıklaması vardır.Hızır olayında ana konu, Musa aleyhisselamın bilmediği arka plandır. Gördüğü olaylar, onların açıklamasıdır. Ana konuyu kavrayınca açıklamaları anlayabilmiştir. Hadiste bildirildiğine göre Hızır ona şöyle demişti:
“Ya Musa, sen benimle birlikte olmaya dayanamazsın. Ben Allah’ın bana öğrettiği bir ilmi biliyorum ki sen onu bilmezsin. Sen de Allah’ın sana öğrettiği bir ilmi bilirsin ki, ben onu bilmem .”
Ana konuyla bağlantısı kurulamayan bir olaya dayanılarak bir karara varılamaz. Yukarıdaki işleri örnek alıp anasına babasına zahmet verecek diye bir çocuk öldürülemez. Yahut başkası gasp edecek diye birinin malına zarar verilemez. Böyle bir tavır insanlar arasında huzur ve güveni ortadan kaldırır.
Melik’in gördüğü rüya da ileride olacak bazı ana olayların açıklamasıydı. Melikin adamları, o ana olayla ilgi kuramadıkları için onun, karışık bir rüya olduğunu söylemişlerdi. Demek ki tevil; açıklamayı ana olaya bağlayarak bir karara varmaktır.
Yukarıdaki iki olayda olduğu gibi Al-i İmran’ın 7. âyetinde de tevil kelimesi, ana olaya değil, açıklamaya izafe edilmiş ve “... Oysa onun tevilini Allah’tan başkası bilmez.” denmiştir.
Burada ana olay, ümmü’l-Kitâb olan muhkem âyettir. Müteşabihi tevil eden, yani onu ana âyete bağlayan Allah’tır. Bunu ondan başkası yapamaz. Bu, şu âyetlerin de gereğidir:
“Ey Elçi! Biz sana okuduğumuzda onun okunuşunu takip et.
Sonra onu açıklamak bize düşer.” (Kıyamet 75/18-19)
Allah Teâlâ, bu âyetler arasına benzerlik koyarak doğru açıklamaya ulaşmamıza fırsat vermiştir. Bu benzerliklere bakmadan bir tevile girişilirse, bu Allah’ın değil bizim tevilimiz olur ve bizi yanlış sonuçlara götürür. Bunu bilerek ve kasıtlı olarak yapanlar, yoldan çıkmış olurlar. Al-i İmrân 7. âyetinin ilgili bölümü şöyledir:
“... Kalplerinde kayma olanlar, fitne çıkarma isteği ve onu tevil isteği ile müteşâbih olana uyarlar.”
Dini kullanarak insanları sapıtmak isteyenler için en kestirme yol, âyetleri bağlantılarından koparmaktır. Bunun için bazı âyetleri görmemek gerekir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“İndirdiğimiz açıklayıcı ayetleri ve ana yolu o Kitapta insanlara açıkladığımız halde, gizleyenler... İşte Allah onlara lanet edecektir. Lanet edecek olanlar da lanet edecektir.
Tevbe edip kendini düzelten ve onları açıklayanlar başka. Onların tevbesini kabul ederim. Ben tevbeleri kabul ederim, ikramım boldur.” (Bakara 2/159-160)
Bu konuda Kur’an’da, Yahudilerle ilgili bir örnek vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“(Ey Yahudiler!) Şimdi siz öyle bir durumdasınız ki, bir birinizi öldürürsünüz. İçinizden bir takımını yurtlarından sürersiniz. Onlara yapılan kötülük ve düşmanlığa destek verirsiniz. Esir düşmüş olarak karşınıza çıkarlarsa kan bedelini ödersiniz. Onları sürgün etmek size zaten haramdır. Şimdi siz o Kitab’ın bir bölümüne inanıyor, bir bölümünü görmezlikten mi geliyorsunuz? İçinizden bunu yapanın hak ettiği nedir? Şu hayatta perişanlıktan başka bir şey mi? Böyleleri Kıyamet gününde de en şiddetli azaba sürüklenirler. Allah ne yaptığınızdan habersiz değildir.” (Bakara 2/85)
Al-i İmran 7. âyet şöyle devam ediyor:
“Sağlam bilgi sahipleri şöyle derler: Biz buna inanırız. Hepsi de Rabbimiz katındandır”.
Yani Allah, âyetleri muhkem ve müteşabih olarak ikiye ayırmış, araya bağ koyarak tevil yapmış ve o tevili bize göstermiştir. Biz âyetleri tevile değil, anlamaya çalışırız.
Yukarıda geçen ayetler arasındaki ilişkiler ağı, malesef bugüne kadar görülememiştir. Bunun tabii sonucu olarak; muhkem, müteşabih, mesânî ve tevil kelimelerine farklı anlamlar yüklenmiştir. Bunu bilerek yapanlar olduğu gibi bilmeyerek veya eskilerin kör taklitçisi olarak yapanlar da olmuştur. Bu yüzden bazı âyetler görmezlikten gelinmiş, bazıları da yanlış açıklanmıştır.
Talak 1-3 ile Bakara 229 ve Mumtehine 10; görmezlikten gelinen âyetlere,Hac 15, Nur 33 ve Taha 96, yanlış açıklanan âyetlere örnek olabilir.
Yanlış teviller sıkıntı doğurmaktadır. Kimileri, sıkıntının bunlardan değil, Kur’an’dan kaynaklandığını sanarak “tarihselci” yaklaşımla; kimileri de Kur’an’ı, dînî ve ahlâkî ilişkiler sahasına hapsetmekle sıkıntıların üstesinden gelineceğini düşünmektedir. Bu yaklaşımlar; hem yanlış tevillerin sahasını genişletmekte hem de bazı âyetleri görmeme veya tarihe hapsetme gibi daha ağır sonuçlara yol açmaktadır. Yukarıdaki âyetlerin ortaya koyduğu metot ise her türlü yanlışa engel olacak niteliktedir.
15-KUR´ANI ANLAMA METODLARINA UYULMADIĞI İÇİN GÖRMEZLİKTEN GELİNEN AYETLER
Yukarıda geçen ayetler arasındaki ilişkiler ağı, malesef bugüne kadar görülememiştir. Bunun tabii sonucu olarak; muhkem, müteşabih, mesânî ve tevil kelimelerine farklı anlamlar yüklenmiştir. Bunu bilerek yapanlar olduğu gibi bilmeyerek veya eskilerin kör taklitçisi olarak yapanlar da olmuştur. Bu yüzden bazı âyetler görmezlikten gelinmiş, bazıları da yanlış açıklanmıştır.
Talak 1-3 ile Bakara 229 ve Mumtehine 10; görmezlikten gelinen âyetlere,Hac 15, Nur 33 ve Taha 96, yanlış açıklanan âyetlere örnek olabilir.
Fakihler, boşanma ile ilgili sistemlerini kurarken, hem talakı detaylı olarak anlatan Talak suresindeki âyetlere, hem de kadınların evliliğe son verme yetkilerini düzenleyen iftidâ ile ilgili âyetlere gereken önemi vermemiş, onları âdeta görmezlikten gelmişlerdir. Müfessirler de bu yaklaşıma destek vermişlerdir.
a- Talak 1 ve 3. âyetler :
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Ey Peygamber! Kadınları boşadığınızda iddetlerini gözeterek boşayın ve iddeti sayın. Rabbiniz Allah’tan sakının. Onları evlerinden çıkarmayın. Onlar da çıkmasınlar. Açık bir fuhuş yapmış olurlarsa o başka. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa kendine yazık etmiş olur. Bilemezsin, belki Allah bunun ardından yeni bir durum ortaya çıkaracaktır.”
“Kadınlar sürelerinin sonuna geldikleri zaman onları ya maruf ile tutun veya maruf ile ayırın. İçinizden güvenilir iki kişiyi şahit tutun; şahitliği Allah için yerine getirin. İşte Allah'a ve ahiret gününe inanan kimseye verilen öğüt budur. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa o, ona bir çıkış yolu açar.
Ona, beklemediği yerden rızık verir. Kim Allah'a güvenirse, o ona yeter. Allah onu, hedefine ulaştırır. Allah her şey için bir ölçü koymuştur”. (Talak 65/1-3)
Ömer'in oğlu Abdullah, karısını hayızlı iken boşamıştı. Ömer, bunu Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve selleme sorunca o, şöyle demişti:
"Söyle ona, eşine dönsün; temizleninceye kadar ondan ayrılmasın. Sonra adet görür arkasından tekrar temizlenirse, bundan sonra isterse birlikte olmaya devam etsin, isterse ilişkiye girmeden onu boşasın. Bu, o iddettir ki, Allah kadınları ona göre boşamayı emretmiştir ." Abdullah dedi ki; “Peygamberimiz, boşamayı geçersiz saymış ve şu ayeti okumuştu: “Ey Peygamber! Kadınları boşadığınızda iddetlerini gözeterek boşayın.” Yani onları iddetlerinin başlangıcında boşayın ."
Demek ki, “...iddetlerini gözeterek ...“ boşamak için kadının hayızlı olmaması, eğer temizse o temizlik dönemi içinde eşiyle ilişkiye girmemiş olması gerekir. Abdullah’ın boşaması bu ölçüye uymadığı için Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellemin buna çok sinirlendiği rivayet edilmiştir .
Bunun önemli hikmetleri vardır. Erkek, hayızlı eşiyle ilişkiye giremeyeceğinden huzursuz olabilir. Kadın hayızdan temizlenince erkeğin ona arzusu üst sınıra çıkar. İlişkiye girince arzusu azalır. Erkeğin karısını, ilişkiye girdiği temizlik döneminde boşayamaması, boşama önünde tabii bir engel oluşturur.
Talakla birlikte kadın iddet beklemeye başlar. Bu süre, adet gören için üç kere adet görüp temizleninceye kadar geçen süredir. Adet görmeyen üç ay, hamile olan da doğuma kadar bekler .
"Kadınları iddetleri içinde boşayın" emrinden sonra yapılacak şeyler şöyle sıralanmıştır:
1- İddeti saymak,
2- Kadını evden çıkarmamak,
3- Kadının çıkmaması,
4- Süre bitiminde kararı gözden geçirip kadını ya iyilikle tutmak veya iyilikle ayırmak.
5- İki kişiyi şahit tutmak.
İddeti sayma, erkeğe verilmiş bir görevdir. Bu, eşiyle yakından ilgilenmesini zorunlu kılar. Eğer iddeti saymazsa, süreyi geçirerek eşine dönme hakkını da kaybedebilir. Bu süre içinde kadının, kocasını doğru bilgilendirmesi gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri o kadınlara helâl olmaz.”(Bakara 2/228)
Adet olduğu halde olmadım derse günaha girer.
Eşlerin iddet bitinceye kadar ayrılmamaları önemlidir. Kadın evden çıkar veya çıkarılırsa eşler, bir başkasının yanında birbirlerinin kötü hallerini ortaya dökerek soğukluğun artmasına sebep olabilir ve kötü niyetli kişilerin engeline takılabilirler. Bunun zararını kendileri çeker. “... Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa kendine yazık etmiş olur...” âyeti bunu göstermektedir.
Erkek bu süre içinde durumu gözden geçirip daha sağlıklı bir sonuca varabilir. Kadın da kocasını ikna etme fırsatını yakalar. Çünkü iddet bitinceye kadar koca, eşine dönme kararı verebilir. Bu süre içinde kadının kocasına karşı davranışlarında bir sınırlama yoktur. Onun ilgisini çekmeye çalışabilir.
Hem boşama sırasında, hem de bekleme süresinin sonundaki işlemlerde şahit bulundurmak gerekir. Böylece işlemin başı ve sonu tespit edilmiş olur. Kur’an’ın, evlenmede şahit şartı koşmayıp boşamada koşması, bu işleme daha çok önem verdiğini gösterir.
Buraya kadar anlatılanlar, bir tek boşama ile ilgili işlemlerdir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"O talak iki defa olur. "الطَّلاَقُ مَرَّتَان (Bakara 2/229) Yani yukarıda anlatılan biçimiyle talak ancak iki defa olabilir. Çünkü (الطلاق)’ın başındaki “ال”marifelik ekidir;“O bilinen talak” demek olur. Bu da Talak sûresinde açıklanmış olan talaktır. Çünkü talak, başka bir yerde açıklanmamaktadır.
“Erkek üçüncü defa boşarsa, artık bu kadın ona helal olmaz . Kadın başka bir kocayla evlenir, o da boşarsa bakarlar: Eğer Allah’ın koyduğu sınırlarda duracakları kanaatine varırlarsa, birbirlerine dönmelerinde bir günah yoktur…” (Bakara 2/230)
Meşhur dört mezhep ile Zahiri mezhebi, sistemlerini kurarken Talak 1-3. âyetlerini dikkate almadıkları için bu mükemmel talak sistemi kaybolmuş ve savunulamayacak bir hale dönüşmüştür.
Bu temel hata, başka hatalar doğurmuştur. “الطلاق مرتان O talak iki defa olur” (Bakara 2/229) ayetindeki ال üzerinde ya durulmamış, ya da cins için olduğuiddia edilmiştir. Cins için olunca âyetin anlamı “Erkek karısını en fazla iki kere boşayabilir” demek olur. Ama boşamanın üç defa olduğu kesindir. Bu sebeple ال ‘ın cins için olduğunu savunanlar cümlenin b b v yapısını kökten değiştirmek zorunda kalmışlardır. Serahsî şöyle der: “Mubah talakların tamamı iki defadır ve üçüncü defadır .” “Üçüncü defadır” sözünü katma mecburiyeti varsa “ال”in cins için olma ihtimali kalmaz. Arapça bilen herkes bu açık yanlışı anlar.
الطلاق مرتان ‘daki مرة , bir zaman dilimini gösterir. el- Kâsânî şunları söyler:
Sanki Allah bu ayette, “onları boşamak istediğiniz zaman iki defada boşayın” demiştir. Ayrı ayrı boşamanın emredilmesi bunların bir arada yapılmasının yasaklanması olur. Çünkü arada zıtlık vardır. Öyleyse talakları birleştirmek haram veya mekruh olur.” el- Kâsânî, mezhebinin tesiri ile yine de talakları birleştirmeyi kabul etmiştir . Bir şeyi hem yasak hem geçerli saymak ciddi bir çelişkidir.
Tefsirciler de; ne مرة kelimesi üzerinde durmuşlar, ne de Bakara 229 ile Talak Suresi arasında ilişki kurmuşlardır .
Bu yanlışların sonucu olarak meşhur dört mezhep; karısına, “seni üç talakla boşadım” diyen kocanın, onu üç kere boşamış olduğunu kabul etmiştir. Bu mezheplere göre, kadının hayızlı veya temiz olması, o temizlik dönemi içinde eşiyle ilişkiye girmiş bulunması, ya da gerdeğe girmemiş olması neticeyi değiştirmez.
İbn Abbâs’ın bildirdiğine göre Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem ile Ebû Bekir devrinde ve Ömer’in halifeliğinin ilk iki yılında üç talâk, bir talâk sayılırdı. Hattâb oğlu Ömer: “İnsanlar ihtiyatlı olmaları gereken bir konuda aceleci davranmaktalar. Acaba, onu, onların aleyhine geçerli saysak mı?” dedi ve geçerli saydı .
Sonra fetvalar, şaşırtıcı bir şekilde değişti. Abdullah b. Abbas , Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Mes’ûd, Ömer b. Abdülaziz ve Mervan b. El- Hakem’in buna göre fetva verdikleri bildirilmiştir .
b- Bakara 229 (İftidâ):
Bu âyet de görmezlikten gelinmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Onlara verdiklerinizden bir şey almanız size helâl olmaz. Eşler, Allah'ın koyduğu sınırlarda duramayacaklarından korkarlarsa, o başka. Allah’ın koyduğu sınırlarda duramayacaklarından siz de korkarsanız, kadının fidye verip kendini kurtarmasında her ikisi için de bir günah yoktur. Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Onları aşmayın. Kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa, işte onlar zalimlerdir.” (Bakara 229)
Evliliğin yürümeyeceği endişesine kapılan kadın, durumu yetkililere bildirir. Onlar da aynı endişeyi duyarlarsa kadına iftida yetkisi verirler. Kadın, ayrılmaya karar verirse, kocasından aldığını geri verir. Ayette geçen, “Onlara verdiklerinizden...” ifadesi, kadının kocasından aldığı mehir ve hediyelerin tamamı olarak anlaşılabileceği gibi, bir kısmı olarak da anlaşılabilir. Bunlardan ne kadarının geri verileceğine yetkililer karar verirler. Kocanın suçu yoksa tamamını geri vermek gerekir.
Yetkili makam mahkemedir. Mahkemenin olmadığı yerde hakemebaşvurulur. Mahkeme de işi hakeme havâle edebilir. Aşağıdaki örneklerde kadın, peygamberimize ve halife Ömer’e başvurmuştur.
Ensar’dan Sehl’in kızı Habibe, Sabit b. Kays ile evliydi. Bir gün Peygamberimiz sabah namazına çıkmıştı. Habibe’yi, alaca karanlıkta kapısının önünde buldu. “Sen kimsin?” dedi. “Sehl’in kızı Habibe’yim” diye cevap verdi. “Neyin var?” dedi. “Sâbit ile birlikte olamayacağım” dedi. Kocası Sâbit gelince Peygamber ona: “İşte Habîbe! Ağzına ne geldiyse söyledi.” dedi. Habîbe dedi ki: “Ey Allah’ın Elçisi, onun bana verdiklerinin hepsi duruyor.” Allah’ın Elçisi Sâbit’e dedi ki; “Al o malı ondan”. O da aldı ve Habîbe ailesinin yanında oturdu .
Konu ile ilgili farklı rivayetler şöyledir:
“Sâbit b. Kays’ın eşi şöyle dedi: Onu ahlak ve din yönünden suçlamıyorum fakat müslüman olduktan sonra nankör olmak istemem. Elimde değil . Ondan nefret etmekten kendini alamıyorum . Allah korkusu olmasa yanıma geldiğinde yüzüne tükürürdüm .”
“Habîbe Peygamberin komşusu idi. Sâbit onu dövmüştü . Sabit, sert mizaçlı biri idi . kadın kocasından olabildiğine nefret ediyor ama kocası onu çok seviyordu .”
“Allah’ın Elçisi; “Sana verdiği bahçeyi iade eder misin?” dediğinde Habibe, fazlasını dahi verebileceğini söyledi. Allah’ın Elçisi: “Fazlasına hayır. Fakat bahçesini verirsin” dedi .”
Sahabe döneminde de şöyle bir olay oldu: Ömer b. el-Hattab’a kocasını şikâyet eden bir kadın geldi. Kadın, içerisinde saman (çer-çöp) bulunan bir eve hapsedildi ve geceyi orada geçirdi. Sabah olduğunda Ömer gecesinin nasıl olduğunu sordu. Kadın “Böyle parlak bir gece geçirmedim” dedi. Bunun üzerine Ömer kocası hakkındaki düşüncesini öğrenmek istedi. Kadın onu övdü ve ardından “O yok mu o!? Fakat elimden başka bir şey gelmiyor!” dedi. Bunun üzerine Ömer iftidâ hususunda ona izin verdi .
Ömer, kadının kocasıyla birlikte yaşayıp yaşayamayacağını anlamak istemişti.
Gerek Peygamberimiz gerekse Ömer, nefretin nedenini sormamıştır.
Bakara 229’un müteşabihi olan şu âyet, iftidâ konusuna açıklık getirmektedir:
“Müminler! Mümin kadınlar hicret ederek size gelirlerse onları imtihandan geçirin. Onların imanlarını en iyi Allah bilir. Eğer mümin olduklarını öğrenirseniz, onları kâfirlere geri çevirmeyin. Bu kadınlar onlara helal olmazlar. Onlar da bunlara helal olmazlar. Kocalarının bunlara harcadıklarını geri verin. Bu kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman, onlarla evlenmenize engel yoktur. Kâfir kadınların ismetlerine yapışmayın; onlara harcadığınızı isteyin. Onlar da kendi harcadıklarını istesinler. Bu Allah'ın size hükmüdür; aranızda o hükmeder. Allah bilir, doğru karar verir.” (Mümtahine 60/10)
Peygamberimizin Mekkeli müşriklerle yaptığı Hudeybiye antlaşmasının maddelerinden biri şöyleydi: “Senin dininden de olsa, bizden hangi adam sana gelirse bize geri göndereceksin” Sonra Hudeybiye’de bir grup Mekkeli Müslüman kadın çıka geldi. Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi . Antlaşma şartında “adam” diye tercüme ettiğimiz (رجل = erkek) kelimesi vardı.Kadınlar o kapsama girmediğinden Peygamberimiz, ayetteki şartlara uyan o kadınlarla biat etti ve onları geri çevirmedi .
Ayet, evli olduğu halde, inançları sebebiyle kaçıp Müslümanlara sığınan kadınları konu etmektedir. Onların bu tavırları, kocalarından ayrılmaya karar verdiklerini gösterir. Yoksa bu kararı vermediği için Mekke’de kalan müslüman hanımlar da vardı. Hudeybiye ile ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Eğer onların arasında olan ve henüz tanımadığınız mümin erkeklerle mümin kadınları ezmeniz ve ondan dolayı size leke sürülmesi ihtimali olmasaydı Allah savaşı önlemezdi. Allah, dileyeni ikramı içine almak için böyle yaptı. Eğer onlar ayrılmış olsalardı ,onların kâfir olanlarını acı bir azaba çarptırırdık.” (Fetih 48/25)
Mümtahine Suresinin 10. âyetini bölümler halinde inceleyelim:
1- “Müminler! Mümin kadınlar hicret ederek size gelirlerse onları imtihandan geçirin. Onların imanlarını en iyi Allah bilir. Eğer mümin olduklarını öğrenirseniz, onları kâfirlere geri çevirmeyin. Bu kadınlar onlara helal olmazlar. Onlar da bunlara helal olmazlar.”
Böyle bir kadının hicret etmesi; eşini, ailesini ve yurdunu terk etmesi anlamına gelir. Bunu inançları sebebiyle yaptıklarının anlaşılması Müslümanlara maddi külfet yükleyecektir.
Çünkü kadının kocasından, bu şekilde ayrılma kararı, bir iftidâ işlemidir. Bu işlemden sonra o artık kocasına helal olmaz. Ama bu kararla birlikte kocanın kadına yaptığı harcamayı iade etmek gerekir.
2- "Onların bunlara harcadıklarını iade edin."
Bu, Habibe’nin Sabit b. Kays’a yaptığı ödeme gibidir. Hicret eden kadının malı olamayacağından ödemeyi Müslümanların yapması emredilmiştir. Bundan sonra kadın, istediği erkekle evlenebilir. Ayetin üçüncü bölümü onu göstermektedir.
3- "Bu kadınların mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman, onlarla evlenmenize engel yoktur."
Âyet gösteriyor ki, onların önceki kocalarına yapılan ödeme, Müslümanların bu kadınlara bağışıdır. Yeniden evlenmeleri halinde yeni kocalarından alacakları mehirle o borcu ödemeleri gerekmez.
Burada önemli bir husus daha vardır: Ne bu âyet, ne bakara 229, ne de Habibe hadisi, iftidada bulunan kadına iddet bekleme görevi yükler. Boşanmada iddet emri, birinci ve ikinci talaktan sonradır. Bu, ailenin yeniden kurulması için alınmış bir tedbirdir, yoksa kadının rahminde çocuk olmadığını tespit değildir. Bu tespit bir tek adet ve temizlik süresi ile yapılabilir. Buna istibra denir. İftidada gerekli olan da budur.
Bu âyet, devletler hususi hukuku ile ilgili hükümler içermektedir. Âyette Müslüman kadınlara tanınan hakların aynısı, Müslümanların nikahı altında bulunan müşrik kadınlara da tanınmıştır. Bunu âyetin diğer bölümlerinden öğreniyoruz.
4- "İnkarcı kadınların ismetlerine yapışmayın" ( لا تمسكوا بعصم الكوافر ).
Âyette geçen (ısam = عصم), (ısmet = عصمة)’in çoğuludur. Ismet Arapça’da engelleme ve koruma anlamlarına gelir . Kadın, kocanın koruması altındadır. Bu sebeple onun, bazı davranışlarına engel olabilir. Burada müslüman kocadan ayrılıp Mekke’ye gitmek isteyen kafir kadın konu edilmektedir. “İnkarcı kadınların ismetlerine yapışmayın” emri, bu kadınlara engel çıkarmayın, anlamına gelir. Konunun devleti ilgilendiren tarafı da vardır. Dolayısıyla âyet, “o kadınların ülkeyi terk etmesine engel olmayın” anlamına da gelebilir. Ömer, bu ayetin indiği gün, iki müşrik karısını serbest bırakmıştır. Onlar da Mekke’ye gitmiş, biri Ebû Süfyan ile diğeri Safvân b. Umeyye ile evlenmiştir . Ebû Süfyan Mekke’nin fethi sırasında, Safvân b. Umeyye ise Huneyn savaşından sonra müslüman olmuştur .
Kafir kadının müslüman koca ile yaşamak istememesi bir iftida talebidir. Bu talebin sonuçlanması, kocasından aldığını iade etmesine bağlıdır. Ayetin ilgili hükmü şöyledir:
5- “Onlara harcadıklarınızı isteyin.”
Bu kadınlar, müslüman kocalarının kendilerine verdikleri mehir ve aldıkları hediyeleri iade edince, Habibe gibi serbest kalırlar.
6- „Onlar da kendi harcadıklarını istesinler.“
Nasıl müslümanlar, yaptıkları harcamayı istiyorlarsa, müşrikler de kendilerinden ayrılan müslüman eşlerine yaptıkları harcamayı isteyebilirler.
Müslümanların müşrik eşleri kaçıp kendi dindaşlarının yaşadığı ülkeye sığınsalar, kocaların onlara yaptığı harcama ne olacaktır? Aşağıdaki âyet de onu hükme bağlamıştır:
Eğer eşlerinizden biri kâfirlere kaçar, sonra onlardan öcünüzü alırsanız, ganimetten, eşleri kaçıp gitmiş olanlara,harcadıkları kadar ödeme yapın. Allah'a karşı gelmekten sakının. (Mümtahine 60/11)
Sonuç olarak Bakara 229’un ilgili bölümü görmezlikten gelindiği için Mümtahine 10 ve 11. âyetler de anlaşılamamıştır. Sonuç olarak; Kurân’ın kadına tanıdığı, evliliği sona erdirme, yani iftidâ hakkı kaybolmuştur. Onun yerine, muhâlaa adı verilen bir sistem geliştirilmiştir. Muhâlaa, kadının kocasına vereceği bir mal karşılığında kocanın evliliği sona erdirmesidir. Koca kabul etmezse yapılacak bir şey yoktur.
Muhâlaa, evliliğin satışa, alınan mehrin de satış bedeline benzetilmesi esası üzerine oturtulmuştur. Şâfiîlerden Şirbînî şöyle der:
“Erkek, bir bedel karşılığı kadından yararlanma hakkına sahip olunca bu hakkı bir bedel karşılığı elinden çıkarabilir. Muhâlaanın câiz olmasının sebebi budur. Bu tıpkı alım-satım gibi olur. Nikâh, satın almaya, muhâlaa ise satmaya benzer .”
İbn Teymiyye, muhâlaanın talâk olmadığını ispat için şöyle demiştir:
“Muhâlaa, kadının kendini kocasından kurtarmasıdır. Tıpkı esirin kendini esaretten kurtarmasına benzer. Bu, üç talâktan sayılmaz... Dört mezhebin imamlarına ve cumhura göre esir için fidye vermekte olduğu gibi bu işlemi kadının dışında bir başkası yapabilir. Yabancı bir kişi, köleyi azat etmesi için köle sahibine onun bedelini verebilir. Bu sebeple kişinin maksadı, esire fidye öder gibi kadını, kocasının boyunduruğundan kurtarmaksa ödeme yaparken bunu şart koşmalıdır... Çünkü muhâlaa bedeli, kadını kocasına köle olmaktan kurtarmak ve onun kadın üzerindeki hakimiyetini ortadan kaldırmak için verilir. Yoksa bu, kadının, kendi üzerindeki hakimiyeti kendi eline alması için değildir .
Bu anlayış, kadını, köleden de aşağı bir konuma sokmuştur. Çünkü köle hürriyete kavuşunca kendi üzerinde hakim hale gelir. Ama bu anlayış sahiplerine göre kadın, kocanın hakimiyetinden çıkınca velinin hakimiyeti altına girer. Bu son görüşe Hanefîler katılmaz.
Kadın, satılık mal olamayacağı için onu nikâhın konusu sayıp mehri mal bedeli gibi görmek, kabul edilemez. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“…Mâruf ölçüler içerisinde o kadınların erkekler üzerindeki hakkı, onların bunlara karşı olan hakkına denktir.”(Bakara 2/228)
Köle ile efendi arasında denk haklardan bahsedilemez.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kadınlara mehirlerini gönül rızası ile verin.”
“Mehirler” diye tercüme edilen “sadukât” “saduka”nın çoğuludur. Kelimenin kökü sıdk, yani doğru sözlü olmak, sözü özüne uymaktır . Erkekler evlendikleri kadınlara değer verdiklerini söylerler. Onlara mehir vermeleri, bu iddianın ispatı olur. Âyette bir de “gönül rızası” diye tercüme edilen “nihle” karşılıksız ikram anlamınadır . Bütün bunlara göre mehir, herhangi bir şeyin bedeli olamaz.
16-KUR´ANI ANLAMA METODLARINA UYULMADIĞI İÇİN YANLIŞ AÇIKLANAN AYETLER
Bir çok âyetin meali ve açıklaması yanlıştır. Hac Suresi 15, Taha Suresi 96. ve Nur Suresi 33. âyetler buna örnek verilebilir.
a- Hac Suresi 15. âyet
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
مَن كَانَ يَظُنُّ أَن لَّن يَنصُرَهُ اللَّهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ فَلْيَمْدُدْ بِسَبَبٍ إِلَى
السَّمَاء ثُمَّ لِيَقْطَعْ فَلْيَنظُرْ هَلْ يُذْهِبَنَّ كَيْدُهُ مَا يَغِيظُ {15}
“Kim Allah'ın, artık ona, dünyada ve âhirette yardım etmeyeceği kanaatine varırsa, bir sebebe tutunup semaya uzansın, öbür ilişkiyi kessin; bu yol kendini bunalımdan, gerçekten çıkaracak mı, ona baksın." (Hac 22/15)
Bunun hemen arkasından şu âyet gelir:
وَكَذَلِكَ أَنزَلْنَاهُ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ وَأَنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَن يُرِيدُ {16}
İşte böylece biz onu apaçık âyetler olarak indirdik. Çünkü Allah, isteyeni yola getirir. (Hac 22/16)
(1)Tefsirler ve meallerdeki açıklama
Tefsirler ve mealler, bu âyeti üç şekilde açıklamaya çalışmışlardır:
Birinci açıklamada; “Kim ona, Allah'ın dünyada ve âhirette yardım etmeyeceğini sanıyorsa” bölümünde “ona” zamiri ile Allah’ın Elçisisallallahu aleyhi ve selleme işaret edildiği kabul edilir. Bu görüşte olanlar ikiye ayrılırlar. Bir gruba göre âyetteki sebeb, ip anlamınadır. Sema ile kastedilen de evin tavanıdır. Âyet şu anlama gelir:
“Her kim Peygambere, Allah’ın dünyada da ahirette de yardım etmeyeceğini sanıyorsa evinin tavanına bir ip uzatsın, sonra intihar etsin; baksın ki, onun bu hilesi nefret ettiği şeyi giderecek mi ?”
İkinci gruba göre semâ gök, sebeb ise bildiğimiz sebeptir. Âyet şu anlama gelir:
“Her kim Peygambere, Allah’ın dünyada da ahirette de yardım etmeyeceğini sanıyorsa bir sebeple göğe uzanıversin de ona Allah’tan gelen vahyi kessin; baksın ki, onun bu hilesi nefret ettiği şeyi giderecek mi ?”
İkinci açıklamada “ona” zamiri “= من kim”i gösterir, sebeb, ip, sema da evin tavanıdır. Âyet şu anlama gelir:
“Her kim kendine, Allah’ın dünyada da ahirette de yardım etmeyeceğini sanıyorsa evinin tavanına bir ip uzatsın, sonra onunla intihar etsin; baksın ki, onun bu hilesi nefret ettiği şeyi giderecek mi ?”
Taberî, Zemahşerî ve İbn Kesîr bu iki anlamdan birincisini tercih etmişlerdir .
Üçüncü açıklamaya göre semâ, bildiğimiz gök, sebeb ise ip anlamınadır. “... ilişkiyi kessin” diye tercüme edilen ليقطع “yol katetsin” yani dünya ile ilişkiyi kesip göğün yukarısına gitsin, peygambere gelen yardımı engellemeye veya rızık elde etmeye çalışsın, demek olur .
Muhammed Esed bu anlamı tercih etmiş, farklı olarak sebeb’e yol anlamını vermiştir. Onun Türkçe’ye çevrilen meali şöyledir:
“Kim Allah’ın kendisine bu dünyada da, ahirette de yardım etmeyeceğini düşünüyorsa göğe başka bir yolla ulaşmayı denesin de yol katetsin; ve böylece görsün bakalım bu hilesi onu sıkıntısından kurtaracak mı ?”
Bazıları, bu âyetin, Hac Suresinin 11. ve 12. âyetleriyle ilişkili olduğunu söylemiş ama bunun nasıl bir ilişki olduğunu göstermemişlerdir.
Yukarıdaki tefsir ve meâllerin anlaşılamaz olduğu ortadadır. Çünkü âyet bağlantılarından koparılmış ve bir boşluk doğmuştur. Boşluğu gidermek için yeni hatalar yapılmış, bir hata diğerini doğurmuştur.
Birinci açıklama tutarsızdır; çünkü “O” zamiri ile Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem’e işaret edilmesi imkansızdır. Zamirler, kendilerinden öncesini gösterirler. Hac Suresinin 1. âyetinden buraya kadar bir tek yerde Allah’ın Elçisinden söz edilmemiştir.
Bu anlamı verenlerin birinci grubuna göre, Peygamber düşmanı olup Allah’ın peygamberine, dünyada da ahirette de yardım etmeyeceği kanaatinde olan kişi intihar etmelidir. Böyle bir kişi sadece mutlu olur. Hiç ona, “öfkeni gidermek için intihar et”, denir mi?.
Bu tefsiri yapanlar, satır arasına bazı şeyleri sıkıştırarak hatayı azaltmaya çalışmışlardır. Elmalı’nın şu sözü, bu konudaki ortak tavrı yansıtmaktadır:
“Yani onun o zanda bulunması, kin ve kıskançlığından, Peygamberin dünya ve ahirette ilahi yardım görmemesini ve başarıya ulaşmasını istememesindendir .”
İkinci açıklama da tutarsızdır. Onlara göre. bu kişi göğe uzanıp gelen vahyi kesmeliymiş. Böyle bir şey kimin aklından geçer!?
Âyet şöyle bitiyor: “.... baksın ki, tuzağı öfkelendiği şeyi giderecek mi?”İntihar edip ölen kişi dönüp neye bakabilir?
Zemahşerî diyor ki: Tuzak denmesi, yapabileceği başka bir şey olmadığı içindir. “.... baksın ki, tuzağı öfkelendiği şeyi giderecek mi? sözü de, “hayal dünyasında böyle bir şeyi tasarlasın da baksın ki, peygambere gelen ve kendini öfkelendiren yardımı kesebilir mi?” anlamınadır .
Göğün yukarısına doğru ip uzatılabilir mi? Yahut dünya ile ilişkiyi kesip göğün yukarısına hangi yolla gidilebilir? Bunu bugünkü uzay çalışmalarına delil gösterme imkanı da yoktur. Çünkü bu yorumu yapanlar, Peygamberin hayatında, ona muhatap olan kafirleri hedef almışlardır.
İkinci açıklama da tutarsızdır. Allah’ın kendine dünyada da ahirette de yardım etmeyeceğini sanan kişinin öfkesini giderecek hile, yardım almasını sağlayacak hile olur. Yoksa intihar için hile yapılmaz. Allah kendine ahirette de yardım etmeyecekse neden intihar etsin? Allah’ın Kitabında böyle anlamsız şey olur mu? Allah insana çözüm yolunu gösterir, böyle batıl bir yol göstermez.
Üçüncü açıklamanın da tutarlı bir yanı yoktur. Dünya ile ilişkiyi kesip göğün yukarısına doğru gitme, peygambere gelen yardımı engelleme veya kendi için rızık elde etme gayreti nasıl olabilir? İnsanların göğe ulaştıkları bir yol var mı ki, Muhammed Esed âyete, göğe başka bir yolla ulaşmayı denesin de yol katetsin; şeklinde anlam veriyor?
Bu bölümde Hac Suresinin yalnızca 15. âyeti üzerinde durulmuştur. Aşağıda görüleceği gibi geleneksel yöntemde ayetlerin öncesi ve sonrası ile ve diğer ayetlerle bağlantısı yeteri kadar gösterilmediğinden 15. ayetle bağlantılı ayetler de anlaşılamaz biçimde yorumlanmıştır. Konunun bu yönü bundan sonraki bölümde ele alınacaktır.
(2 )Müteşâbih ve mesânî yöntemiyle açıklama
Kur’an’ın diğer âyetleri gibi Hac Suresinin 11’den 16’ya kadar olan âyetleri de birbiriyle ilişkilidir.
11. Âyet:
“İnsanlardan kimi Allah'a sınırda kulluk eder. Eline bir imkân geçse rahatlar; başına bir sıkıntı gelecek olsa yüz çevirir. Böylesi dünyayı da kaybeder, âhireti de. Apaçık kayıp işte budur.”
Herkes, bu dünyada imtihandan geçirilecektir. Kimileri;
“Başlarına bir sıkıntı geldiğinde şöyle derler: "Biz zaten Allah'a aidiz; nasıl olsa ona döneceğiz." (Bakara 2/156) Kimileri bu sabrı gösteremez,
“Allah'ın çevresinden, kendisine zarar vermeyecek ve yarar da sağlamayacak şeyi yardıma çağırır. İşte bu, derin bir sapıklıktır”(Hac 22/12).
Kimi müslümanlar böyle durumlarda Eyüp Sultan gibi yatırlara koşar, onun ruhaniyetinden yardım isterler. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“De ki, baksanıza, Allah’ın yakınından neyi çağırıyorsunuz? Gösterin bana, onların yeryüzünde yaratmış oldukları ne vardır? Yoksa onların göklerde bir payı mı bulunuyor? Bu konuda bana, bundan önce gelmiş bir kitap veya bir bilgi kalıntısı getirin bakalım. Eğer doğru sözlü kimseler iseniz.
Allah’ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek kimseleri yardıma çağırandan daha sapık kimdir? Oysaki bunlar onların çağrısının farkında değillerdir.” (Ahkaf 46/4,5)
Ama bu şahıs, onlara sığınmakla yetinmez, Allah’a yakın bildiği gerçek bir kişiyi “Zararı yararından yakın olan kişiyi de yardıma çağırır.” (Hac 22/13). Onun desteğini almak için cemaatine katılması gerekir. “... O ne kötü bir yardımcı ve bu ne kötü bir cemaat üyeliğidir.” (Hac 22/13).
Halbuki yardım istediği kişi de yardıma muhtaçtır. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Onun yakınından çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler.” (Araf 7/192)
Sonra bu aracılara kul olur, hediyeler, adaklar sunar, huzurlarında saygıyla eğilir ve şirke girerler. Ellerine bir şey geçmeden en büyük zarara uğrarlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Belki kendilerine yardımları dokunur diye Allah’ın yakınından tanrılar edindiler. Ama onların yardıma güçleri yetmez. Oysaki kendileri onlar için hazır askerdirler. “ (Yasin 36/74-75)
İnsanların çoğu, olağan üstü saydıkları bir kısım varlıklar, ata ruhları ve Allah’a yakın bildikleri kişiler aracılığı ile Allah’a ulaşmaya çalışırlar. İşte bu, hak ile batıl inançları ayıran temel farktır. İşte Hac suresinin 11, 12 ve 13. âyetler, bu yola girenlerin derin bir sapıklığa düşmüş olacağını, bildiriyor.
12. âyette yardıma çağrılan, ما = şey ile ifade edilmiş ve onun; zarar vermeyecek, yarar da sağlamayacak şey olduğu vurgulanmıştır. 13. âyette ise من = kişi ile ifade edilmiş ve zararının yararından yakın olduğu bildirilmiştir. Bunlar, iki farklı şeyin yardıma çağrıldığını gösterir. Ama geleneksel yöntemde bu fark görülmemiş, her iki âyette de yardıma çağrılanın putlar olduğu sanılmıştır.
Çağdaş tefsircilerden Muhyiddin ed-Dervîş 13. ayeti, 12. âyetin tekrarı, onun bedeli saymıştır. Aşağıda görüleceği gibi bu, ez-Zemahşerî’nin yorumudur.
Bedel, bir kelime veya cümlenin diğerinin yerine geçmesidir. İkinci âyeti birincinin bedeli saymak aradaki farkı görmemek, yani ikinci âyeti, mana olarak birincinin tekrarı saymak olur. Bu; birinci âyetteki, zarar vermeyecek ve yarar da sağlamayacak şey, ifadesini ikinci âyette; zararı yararından yakın olan şey olarak değiştirmek olur. Bu da putun zarar verebileceğini, yarar da sağlayacağını, ama zararının yararından yakın olduğunu kabul etmek ve, çok sayıda âyetle çelişmek olur. Ez-Zemahşerî, bu büyük hatadan döneceğine şunları söylemiştir:
“Eğer dersen ki, putların zarar vermesi veya fayda sağlaması reddedilmişken bu iki âyette var gösterilmiştir; bu bir çelişki değil midir? Derim ki; mana kavranırsa bu anlayış ortadan kalkar. Şöyle ki, Allah Teâlâ, kafiri zavallı duruma sokmuştur. Çünkü o, fayda ve zarar verme gücü olmayan cansız bir maddeye kul olur. Cahilliği ve sapıklığı sebebiyle inanır ki, şefaat isteyeceği zaman puttan yararlanacaktır. Sonra bu kafir, kıyamet günü putlar sebebiyle zarar gördüğünü, onlara kul olduğu için cehenneme girdiğini, iddia ettiği şefaatten de bir iz olmadığını görünce bağırıp çağırır ve şöyle der: “Zararı yararından yakın olan kişi!. O ne kötü yardımcı ve ne kötü bir arkadaştır .”
Zemahşerî’nin bu yorum kabul edilemez. Ebedi cehenneme mahkum olmuş kafir o anda, putun hangi yararını bekleyebilir ki “zararı yararından yakın” diyebilsin?
Zemahşerî o iki âyeti bir de şöyle yorumluyor:
“... Ya da “çağırır” ifadesi tekrarlanmış, sanki Allah Teâlâ şöyle demiştir: “Allah'ın çevresinden, kendisine zarar vermeyecek ve yarar da sağlamayacak şeyi yardıma çağırır da çağırır.” Sonra da sanki Allah, şöyle devam etmiştir: Mabut sayıldığı için “zararı”, şefaatçi sayıldığı için “yararından yakın olan kişi” ne kötü yardımcıdır! ”
Zemahşerî’nin bu ikinci yorumu hiç kabul edilemez. Çünkü bu, putun şefaatçi olacağını kabul etmek olur.
Muhyiddin ed-Dervîş diyor ki; 12. âyetle ilgili yorumların sayısı yediye ulaşır. Ancak onların hepsi mantık dışıdır... Bu âyet, nahiv ve tefsir alimlerini meşgul etmiş ama onlar, susuzluğu giderecek bir yorum getirememişlerdir .
İkinci ayet, birincinin tekrarı sayılırsa, bu işin içinden elbette çıkılamaz. Bunlar, insanların din perdesi altında nasıl sömürüldüğünü görebilselerdi âyetleri doğru yorumlarlardı. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah'la kendi aralarında hahamlarını ve ruhbanlarını rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de öyle. Oysa onlara, tek ilah olan Allah'a kul olmaları dışında bir şey emredilmemişti. Ondan başka ilah yoktur. O, onların ortak koştukları şeyden uzaktır.” (Tevbe 9/31)
12. âyetin sonundaki aşîrالعشير kelimesi de önemlidir. Aynı soydan gelip birlikte yaşayanlara aşiret denir. Aşîr ise, aynı soydan olan veya birbirini tanıyanlarla birlikte yaşayan kişidir . Bugün buna parti, grup veya cemaat üyesi denir. Allah’a yakın olduğuna ve manevi yardım yapacağına inanılan kimselerin etrafında cemaat oluşur. Onlara sığınanlar cemaate girer ve orada olmanın bazı faydalarını görebilirler. Âyette sözü edilen menfaat bu olmalıdır. Şu ayet, böyle bir menfaate dikkat çekmektedir:
(İbrahim) şöyle demişti: "Allah ile aranıza koyduğunuz putlara tutulmanız sadece bu hayatta birbirinize karşı bir sevgi ortamı oluşsun diyedir. Sonra, kıyamet gününde biriniz değireni tanımayacak ve biriniz diğerine lanet edecektir. Varacağınız yer o ateştir; size yardım eden de olmayacaktır."(Ankebût 29/25)
Sıkıntılar karşısında sabır gösteren ve yanlış bir şey yapmamaya çalışanlar azdır. Ama
“Allah, iman eden ve iyi işler yapanları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah, dilediğini yapar.” (Hac 22/14)
Allah'a sınırda kulluk eden, eline bir imkân geçince rahatlayan; başına bir sıkıntı gelince de aracılara yönelen kişinin Allah’ı ikna çabaları başarısızlıkla sonuçlanır ve bunalıma girer. “Allah'a ortak koşan öyle olur ki, sanki gökten düşmüş de kendisini kuşlar kapışıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor.” (Hac 22/31).
Sıkıntı geçmeyince, artık dünyada da ahirette de Allah’tan yardım görmeyeceği kanaatine varır. Ama Allah, Hac suresinin 15. âyetinde ona demiş oluyor ki: O yanlış yolları bırak, emrime uy ve bana yönel de o bunalımdan çıkıp çıkmayacağını gör.
Bize göre Hac suresi 15. âyetin doğru meali şöyledir:
“Kim Allah'ın, artık ona, dünyada ve âhirette yardım etmeyeceği kanaatine varırsa, bir sebebe tutunup semaya uzansın, öbür ilişkiyi kessin; bu yol kendini bunalımdan, gerçekten çıkaracak mı, ona baksın."
(3) Âyette geçen kelimeler:
(فليمدد): Med kökündendir. Med, bir şeyi çekip uzatmak ve bir vasıtayla biriyle dikey ilişki kurmak anlamına gelir . (أصل المد جر الشي في طول وا تصال شيء بشيء في استطالة) .
(السبب): Sebeb, aracı, vesile, vasıta ما يتوصل به إلى غيره anlamınadır . Müslüman Allah’a karşı aracı koymaz, Ama onun sarılacağı sebepler ve vesileler vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, ona bir vesile arayın. Onun yolunda gayret gösterin. Belki umduğunuza kavuşursunuz.” (Mâide 5/35) Allah Teâlâ yardım isteme konusunda şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Sabır göstererek ve namaz kılarak yardım isteyin. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 2/153) Bir âyet de şöyledir: “Kimler inanmış, iyi işler yapmış, namazı sürekli kılmış, zekatı vermiş olurlarsa onların Rableri katında ücretleri vardır. Üstlerinde ne bir korku olur, ne de üzüntü çekerler.” (Bakara 2/277)
( السماء ) Sema, Allah’a duadan kinayedir. Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellemin duası ile ilgili aynı kelime kullanılmıştır. قد نرى تقلب وجهك في السماء “Yüzünün, zaman zaman gökte aranıp durduğunu görüyoruz.” (Bakara 2/144)
(ليقطع ) “öbür ilişkiyi kessin” diye tercüme edilmiştir. Çünkü o kişiyi bunalıma sokan, Allah’a karşı arabulucu koyma çabasıdır. Arabulucu Allah’a ait özellikler taşımalıdır ama öyle bir varlık olmaz. Bu yola giren kişi, arabulucu saydığı varlığa, kendi zihninde Allah’a benzer özellikler ve yetkiler verir ve şirke girer. Bu onu, tam bir kayba uğratır. Öyle ise o ilişki derhal kesilmelidir.
(ثم ) atıf edatına derhal anlamı verilmiştir. Çünkü aşağıdaki ayette olduğu gibi bu kelime, مع anlamına da gelir ., “O, aynı zamanda iman edip biri birine sabrı tavsiye eden ve merhametli olmayı tavsiye edenlerden oldu.” (Beled 90/17)
(هـل) soru edatı, somut bir olayla ilgi olumlu cevap almak için kullanılır. Zihinde canlandırılan yahut olumsuz cevap beklenen bir soruda kullanılmaz . Ama tefsir ve meallerde bunun tam tersi bir anlam verilmiştir.
(الكيد) Keyd, bir şeye yaklaşma, çare bulma ve gayret gösterme anlamına gelir. Kişinin kendine keydi, kendine iyilik yapması, yönünü iyi belirlemesi demek olur . Âyetteki keyd, kişinin kendine keydi olduğu için ona “bu yol” anlamı verilmiştir.
(غيظ) ğayz; hışım ve gazab, tansiyonun yükselmesinden doğan ve giderek artan kızgınlık anlamına gelir . Bu kızgınlık kişiyi bunalıma sokacağı için bunalım diye tercüme edilmiştir.
Hac suresinin 11’den 15’e kadar olan âyetlerine yukarıdaki anlamlar verilince şu 16. âyet çok uygun düşmektedir:
“İşte böylece biz onu apaçık âyetler olarak indirmişizdir. Çünkü Allah, isteyeni yola getirir."
Geleneksel yöntemde bu yola gidilmediği için o açık âyetler, anlaşılmaz hale gelmiştir. Bu sebeple onlar, 16. âyeti de farklı açıklamak zorunda kalmışlardır. Taberî’nin açıklaması şöyledir: “Allah Teâlâ diyor ki: Ey insanlar! Ölen bir kimsenin yok olmasından sonra ona yeniden hayat vermeye gücümün yeteceğini size delilleriyle açıklayıp izah ettiğim gibi aynı şekilde bu Kur’an’ı, Peygamberimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme, açık âyetler olarak yani Allah’ın yola gelmesini istediği kişileri doğruya yönelten işaretler olarak indirmişizdir .”
İnsan bir kere yanlış yola girdimi yanlışlar birbirini kovalamaktadır.
b- Taha 96. âyet
Meali ve açıklaması yanlış olan ayetlere bir örnek de budur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
قَالَ بَصُرْتُ بِمَا لَمْ يَبْصُرُوا بِهِ فَقَبَضْتُ قَبْضَةً مِّنْ أَثَرِ الرَّسُولِ فَنَبَذْتُهَا وَكَذَلِكَ سَوَّلَتْ لِي نَفْسِي
Samirî dedi ki: “Ben onların görmediklerini gördüm ve o elçinin yoluna önce sıkı sıkıya sarıldım; sonra bıraktım. Canım böyle istedi.” (Taha 20/96)
Geleneksel yöntemde (الرَّسُولِ), Cebrail aleyhisselam; (قَبْضَةً ), mef’ulün bih sayılmış ve buna uygun olarak âyete, şöyle meâl verilmiştir:
Samirî dedi ki:“Ben onların görmediklerini gördüm. Cebrail’in izinden bir avuç aldım, sonra onu attım. Canım böyle istedi.”
Bu meâlden bir şey anlaşılamayacağı için eklemeler yapılmıştır. Süleyman ATEŞ’in meali şöyledir :
(Samirî) Ben dedi, onların görmediklerini gördüm. (Cebrail’in sana vahiy getirdiğini gördüm. O ruhânî varlığın, ayağının değdiği her yeri ihya ettiğini biliyordum. O elçinin ayak bastığı yerden bir avuç (toprak) aldım, onu (eritilmiş mücevherâtın içine) attım; nefsim bana böyle yapmayı hoş gösterdi.
Çünkü “Samirî onlara, böğüren bir buzağı heykeli çıkarmıştı. "Bu sizin tanrınızdır; Musa'nın tanrısı da budur, ama o unuttu" demişlerdi”. (Taha 20/88)
Heykelin yapımında ve böğürmesinde, Cebrail aleyhisselamın izinden alınan toprağın etkili olduğu yolunda hikayeler vardır. Bu konuda Taberî, İbn Abbas’tan şöyle bir rivayet nakleder:
İsrailoğulları, Firavun hanedanından kalma ziynetleri ateşe attı, parça parça oldu. Samirî, Cebrail’in atının izini gördü. Oradan toprak aldı ve ateşe attı ve “Böğüren bir buzağı, bir ceset ol.” dedi .
Firavunların kurduğu büyük medeniyeti görmeyenler, böğüren bir heykelin, ancak böyle hayali bir olayla ortaya çıkabileceğini düşünmüş olmalıdırlar. Bu asılsız iddianın âyete bulaştırılması şaşırtıcıdır. Halbuki, âyetin öncesi ve sonrası Musa aleyhisselam ve kavmi ile ilgilidir. Oradaki resul Musa’dır. İsrailoğulları, başlangıçta onun yoluna sarılmışlardı. O Sina dağında Allah'a şöyle demişti:
قَالَ هُمْ أُولَاء عَلَى أَثَرِي وَعَجِلْتُ إِلَيْكَ رَبِّ لِتَرْضَى
“Onlar benim yoluma girdiler. Razı olasın diye sana çabucak geldim, Ya Rab!”
Ama Musa aleyhisselamdan sonra, onun bilmediği bir şeyler olmuştu. Allah Teâlâ şöyle dedi:
“Senden sonra kavmini imtihana soktuk, Samirî onları yoldan çıkardı.”(Taha 20/84-85)
Samirî’nin onları yoldan çıkarması için önce kendinin çıkması gerekir. Çünkü bu âyetler, daha önce Samirî’nin de her kes gibi Musa’nın yolunda olduğunu gösterir.
(هُمْ أُولَاء عَلَى أَثَرِي) âyetinde, (أَثَرِي)‘deki nefs-i mütekellim yâsı yerine, Musâ aleyhisselamı gösteren “resul” kelimesi konsa (أَثَرِ الرَّسُول) olur. Taha 96’da Samirî’nin dediği bundan başkası değildir. Onun farkı, Musa aleyhisselamın dinini, başlangıçta diğer insanlardan daha iyi kavraması ve daha sıkı sarılmasıdır.
فَقَبَضْتُ قَبْضَةً cümlesinde (قَبْضَةً) mef’ulü bih değil, mef’ûlü mutlaktır. Mef’ûlü bih olursa anlamı, “bir avuç aldım” olur. Mef’ûlü mutlak olursa “sıkı sıkıya sarıldım” demek olur. Verdiğimiz meal, “önce sıkı sıkıya sarıldım” şeklindedir. “önce” kelimesinin eklenmesi, (قَبْضَةً)’ın mastar bina-i merreolmasından dolayıdır. (فَنَبَذْتُهَا) daki (ها) zamiri (أَثَرِ)’i gösterir, sünnet demek olduğu için müennestir. Buna göre anlam şöyle olur: “Sonra o elçinin yoluna sarılma işini bıraktım”. Bu anlam Kur’an’a uygundur. Nitekim ahirette yüzleri kara çıkanlar, önce inanmış, sonra yoldan çıkmış olanlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
O gün kimi yüzler ağaracak, kimi yüzler de kararacaktır. Yüzleri kararanlara denecek ki: "İnanmanızdan sonra görmezlik mi ettiniz? Görmezlik etmenize karşılık tadın o azabı"(Al-i İmran 105)
Peygamberimizi sıkıntıya sokan münafıklar da önceleri inanmışlardı. İlgili âyetler şöyledir:
O münafıklar sana geldiklerinde şöyle dediler: "Biz tanıklık ederiz ki, sen, gerçekten Allah'ın elçisisin" Allah biliyor ki, sen elbette kendi elçisisin. Ama Allah tanıklık eder ki, o münafıklar kesinlikle yalancıdırlar.
Yeminlerini kalkan edip Allah yolundan çekildiler. Ne kötü şey yapıp duruyorlar!
Bu, şundandır: Onlar önce inandılar, sonra görmezlik ettiler, sonra kalplerinde farklı bir yapı oluştu. Artık anlamazlar. (Münafikun 63/1-3)
c- Nur 33
Meali ve açıklaması yanlış âyetlerden biri de budur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاء إِنْ أَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِّتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَن يُكْرِههُّنَّ فَإِنَّ اللَّهَ مِن بَعْدِ إِكْرَاهِهِنَّ غَفُورٌ رَّحِيم
“Eğer iffetli kalmak isterlerse, dünyalık arzusu ile kızlarınzı yoldan çıkmaya zorlamayın. Kim zorlarsa... Allah, zorlanmalarından sonra o kızları elbette bağışlar ve ikramda bulunur.” (Nur 24/33.)
“Yoldan çıkma” diye tercüme edilen “el-biğâ” kelimesidir. Peygamberimiz, şahitsiz nikâha dayalı ilişkiyi yoldan çıkma saymış ve şöyle demiştir:
“Yoldan çıkmış kadınlar, kendilerini şahitsiz olarak nikahlayanlardır .”
İbn Abbas da “Yoldan çıkmış kadınlar, kendilerini velisiz olarak nikahlayanlardır ” demiştir. Buhârî bu ayeti, zorla kıyılan nikahın geçersiz olacağına delil göstermiştir .
Ayet, bağlantılarıyla düşünülürse bir kızı, istemediği bir erkekle nikahlamak, onu yoldan çıkmaya zorlamak olur. Velisini bu işe yönelten, dünyalık arzusundan başkası değildir.
Kadının yoldan çıkması, genellikle zinaya düşmesi anlamına gelir. Bu sebeple tefsirler ve mealler, ayete, “... cariyelerinizi, şu hayatın malını arzu ederek zinaya zorlamayın.” Şeklinde anlam vermişlerdir. Bunun için, “genç kızlarınız” anlamına gelen (فَتَيَاتِكُمْ)’e “cariyeleriniz”; “el-biğâ” kelimesine dezina anlamı vermişlerdir. Örnek olarak Süleyman ATEŞ’in meali şöyledir:
Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları (fuhşa) zorlarsa, şüphesiz Allah (fuhşa) zorlanmalarından sonra (o kadınlara karşı) bağışlayıcı ve esirgeyicidir .
Ömer DUMLU ve Hüseyin ELMALI, âyete şu meali vermişlerdir:
Genç cariyelerinizi, evlenip iffetli olmak istiyorlarsa, dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek arzusuyla, fuhşa zorlamayın. Kim istemedikleri halde onları fuhşa zorlarsa bilsin ki Allah onları bağışlar ve onlara acır .
Yaşar Nuri ÖZTÜRK, biraz farklı bir meâl vermiştir:
Hizmetinizdeki genç kızları, iffetli kalmak isteyip dururlarken, iğreti dünya hayatının basit menfaatini elde etmek için, fuhşa zorlamayın. Kim onları baskı altında tutarsa Allah, fuhşa zorlanmalarından sonra onları affedici, esirgeyicidir .
Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün mealine göre hizmetimizdeki genç kızlar kendi arzularıyla zina yaparlarsa bundan para kazanabiliriz. Eğer namuslu kalmak istemiyorlarsa onları zinaya zorlamakta da bir sakınca yoktur. Diğer tefsir ve meallere göre aynı şeyi sadece cariyeler için yapabiliriz. Zinayı büyük günahlardan sayıp yasaklayan, “Sakın zinaya yaklaşmayın, çünkü o çirkin bir iştir ve kötü bir yoldur.” (İsra 17/32) diyen bir dinin buna müsaade etmeyeceği açıktır. Nur Suresinin 30 ve 31. ayetleri, hür ve köle ayırımı yapmadan kadın ve erkeğin birbirine karşı davranışlarını ve kadınların nasıl örtüneceğini anlatmış, zinayı önleyici tedbirler almıştır. 32. ayette ise şöyle buyurulmuştur:
İçinizden evli olmayanları evlendirin, köle ve cariyelerinizden elverişli olanları da. Eğer yoksul iseler Allah onları kendi vergisiyle varlığa kavuşturur. Allah varlıklıdır, bilir.
Ayrıca burada “el-biğâ” kelimesine zina anlamı vermek doğru değildir. “el-biğâ” yoldan çıkma anlamına olduğu için Araplar zinaya da mecazen el-biğâderler. Türkçemizde de zina eden kişiye “yoldan çıkmış” denir. Ancak kelimenin hakiki anlamını verme imkanı olmayan bir yerde mecaza gidilir. Burada ise tam ters bir durum vardır. Zaten Kur’an, bağy ile fuhşu ayırmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْي
Allah fuhşu, fenalığı ve isyanı yasak eder. (En-Nahl 16/90) Arapça’da matuf, matufun aleyhin aynı değil, gayrıdır. Burada da bağy, fuhş üzerine atfedilmiştir.
Ayet, kızların zorla evlendirilmelerini yasaklamaktadır. Çünkü zorla evlendirilen kız, haddi aşar ve isyan eder. Bir bakire kız Aişe’nin yanına geldi ve ”Babam beni kardeşinin oğluyla evlendirdi ki, benimle kendi konumunu yükseltsin. Ama ben bundan hoşlanmıyorum.” dedi. Aişe, “Allah’ın Elçisi sallallahu aleyhi ve sellem gelinceye kadar otur.” dedi. Sonra Allah’ın Elçisi geldi. Kız durumu ona haber verdi. O, hemen babasına bir adam gönderip çağırttı. O konudaki yetkiyi kıza verdi. Kız dedi ki:
“- Ey Allah’ın Elçisi! Aslında ben babamın yaptığına izin vermiştim ama bu konuda kadınların bir hakkı var mı, yok mu; onu öğrenmek istedim .”
17- KUR’AN’I ANLAMADA ÖNCEKİ İLAHİ KİTAPLARDAN YARARLANMA
Kur’an, kendinden önceki ilahi kitapları kabul eder. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Allah sana bu Kitab’ı, gerçekleri içeren ve kendinden öncekileri kabul eden bir kitap olarak indirdi. Tevrat’ı ve İncil’i de o indirdi.
Onlar daha önce, insanlar için birer rehberdi. Doğruyu yanlıştan ayıran her kitabı o indirdi. Allah'ın ayetlerini görmezlik edenler… İşte onlar için ağır bir ceza vardır. Allah güçlüdür, öç alması da vardır. (Al-i İmran 3/3-4)
İlk peygamberden son peygambere kadar vahiyde bütünlük vardır. Kur’an âyetlerinin büyük bir kısmı Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vahyedilene denktir. Allah Teâla şöyle buyurur:
Allah Nuh'a buyurduğunu, sana vahyettiğini, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğini sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin... (Şura 42/13)
Kur’an’ın bir kısmı da sadece Peygamberimize vahyedilen ve hafifletici hükümler içeren ayetlerden oluşur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Bir ayeti nesheder veya unutturursak, yerine ya daha hayırlısını, ya da dengini getiririz. Bilmez misin, Allah’ın gücü her şeye yeter. (Bakara 2/106)
Kur’an, önceki kitapları neshetmiştir. Çünkü nesih sözlükte; bir şeyi bir başka şeyle değiştirme, onun yerine başkasını koyma demektir . Kur’an, ilahi kitapların, Allah tarafından tasdik edilmiş son nüshası gibidir. Kur’an’a uymak; Tevrat’a, İncil’e ve peygamberlere inen tüm kitaplara uymaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı bulacakları ümmi peygambere uyanlar... O onlara, iyiliği emreder, kötülükten men eder. Onlara iyi şeyleri helal, kötü şeyleri haram kılar. Sırtlarından ağır yükleri, boyunlarından demir halkaları kaldırır atar...” (Araf 7/157)
Önceki kitaplar, ehl-i kitabı tanımayı sağlar ve onlarla ilişkilere yön verir. Allah Teâla şöyle buyurur:
De ki: "Ey Ehl-i kitap! Aramızda eşit seviyede olan bir söze gelin; Allah'tan başkasına kul olmayalım. Ona bir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ın dûnundan birimiz diğerini rab edinmesin". Eğer yüz çevirirlerse deyin ki: "Tanık olun, bizde bozuk inanç yoktur". (Al-i İmran 3/64)
Eski ilahî kitaplardan, önceki toplumlarla ilgili bilgiler alabiliriz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Onlardan önce yok etmiş olduğumuz kasabaların halkı inanmamıştı. Şimdi bunlar mı inanacaklar?
Senden önce elçi gönderdiklerimiz kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkası değildi. Bilmiyorsanız ehl-i zikre (O kitapları bilenlere) sorun..(Enbiya 21/6-7)
Mesela Tevrat, Kur’an’dan hacimlidir. Kur’an’da kısa geçen bazı konular, Tevrat’ta genişçe yer alır. Bundan yararlanarak o âyetler açıklanabilir. Örnek olarak Tevrat’ın bildirdiğine göre, ilk Yahudilerin bulunduğu toplumda Apis adı verilen bir sığıra tapılırdı. Bakara Suresinde de Yahudilere, bir sığır kesmelerinin emredildiği ama kesmemek için bahane aradıkları bildirilmektedir. Bu iki bilgi birleşince onları anlamak mümkün olmaktadır. Bu sayede, Musa aleyhisselamın bir süre ayrılmasını fırsat bilerek yaptıkları buzağı heykeline neden taptıkları da anlaşılmaktadır. Buradan hareketle kurban bayramı kurbanında, hayvanın kanını akıtmanın şart olmasının nedenini kavramak da mümkün olmaktadır.
Bakara 93. âyetin doğru anlaşılabilmesinde de Tevrat’tan yararlanılabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Bir gün sizden kesin söz almıştık. Tur’u da tepenize kaldırmıştık. “Size verdiğimiz şeye sıkı sarılın. Dinleyin!” demiştik. “Dinledik ve sıkı sarıldık” demiştiniz. Halbuki, tanımazlık etmeniz sebebiyle o buzağı tutkusu içinize işlemişti. De ki: “İmanınız size ne kötü emir veriyor!.. Eğer inanmış kimselerseniz”.
Burada “Dinledik ve sıkı sarıldık” diye tercüme edilen bölümün Arapçası ( سمعنا و عصينا )dır. Bütün tefsir mealler ona “Dinledik ve isyan ettik” anlamı vermiştir. “İsyan ettik.” diyenler söz vermiş olamayacağı için tefsirciler bu âyeti açıklayamamışlardır. Tevrat’a bakınca buradaki (عصينا)’nın “sıkı sarıldık” diye anlaşılması gerektiği ortaya çıkar. Bu kelimenin ikinci anlamıdır.
Eski ilahi kitaplardan yararlanmanın en önemli tarafı, Kur’an’ın onları nasıl tasdik ettiğini göstererek Kur’an’ı, daha iyi tanıtmaktır. Bu sayede, o kitaplara karışan insan sözleri de ortaya çıkarılabilecektir.
ÖRNEK 1- Kurbanlık boğa olayı
Bir gün Musa ulusuna dedi ki: “Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor”. "Sen bizimle eğleniyor musun?" dediler. "Kendini bilmez biri olmaktan, Allah'a sığınırım" dedi.
Dediler ki: "Bizim için Rabbine sor, o nasıl bir şeydir, bize açıklasın". Dedi ki: "O bir sığırdır, diyor. Ne yaşlı, ne körpe. İkisinin ortası bir şey”. “Haydi, verilen emri yerine getirin!"
"Bizim için Rabbine sor, o ne renktir, bize açıklasın" dediler. Dedi ki: "O, sarı bir sığırdır, diyor. Sapsarı renkte. Görenlere zevk verir”.
"Bizim için Rabbine sor, o nasıl bir şeydir, bize açıklasın! Bize göre, sığır sığıra benzer. Allah dilerse, hedefi tam tuttururuz" dediler.
Dedi ki:”O bir boğadır” diyor. "Ne koşulup toprağı sürmüş, ne de ekin sulamıştır. Sapasağlam! Hiç alacası da yok”. "Tamam! Şimdi doğru açıklamayı getirdin, dediler”. Nihayet onu kestiler. Neredeyse yapmayacaklardı.”
Erkek veya dişi sığır anlamına gelen bakara = بَقَرَةٌ bakar = بَقَر kelimesinin tekilidir.. Sığırın erkeğine (ثور) denir . Kesilmesi emredilen sığırın erkek olduğunu ayetteki (تُثِيرُ الأَرْضَ) ifadesinden anlıyoruz. Çünkü (ثور) ile (تُثِيرُ) aynı köktendir. (وَلاَ تَسْقِي الْحَرْثَ) bunun ikinci kanıtıdır. Öyle bir sığır ki;, "Ne koşulup toprağı sürmüş, ne de ekin sulamış olacaktır” Bu bir boğadan başkası olamaz. بَقَرَةٌ, müennes-i lafzî olduğu için cümle içinde müennes gibi kullanılabilir.
Memfis’te Apis adı verilen boğaya tapılırdı. Memfis, Kahire’nin 35 km. güneyinde, Nil üzerinde yer alan eski Mısır kentidir. Bu inanç daha sonra Mısır’ın diğer bölgelerine yayılmıştı. Apis bir tane olur ve ölen Apis’in başka bir boğanın bedeninde yeniden dünyaya geldiğine inanılırdı. Bu yeni boğayı rahipler otlaklarda arar, belirgin özellikleriyle diğerlerinden ayırarak bulurlardı .
Tevrat'ta konu ile ilgili şu ifadeler vardır:
"Mısır'da bildirin, Migdol'da duyurun, Nof'ta , Tahpanhes'te duyurun: 'Yerini al, hazırlan, çünkü çevrendekileri yiyip bitiriyor kılıç!
İlahın Apis neden kaçtı? Boğan neden ayakta kalamadı? Çünkü Rab onu yere serdi." (Yeremya 46/14)
Bakara’nın ayetleri Apis özelliğinde bir boğanın kesilmesini emretmektedir. Böylece o batıl inanç ortadan kalkacaktı. Çünkü Musa aleyhisselam, 40 günlüğüne Tur’a gidince İsrailoğulları, Harun aleyhisselama rağmen buzağı heykeli yapıp tapmışlardı. “...buzağı tutkusu onların içlerine işlemişti...” (Bakara 2/93) Böyle olmasa, o sığırı kesmemek için bahane aramazlardı.
Hindular, ineğe saygı gösterirler. Bir inek camiye girse çıkarılması sıkıntı doğurur. Hindistan’da 250 milyon kadar inek olduğu belirtiliyor. Hint yönetiminin, ineği asıl konumuna getirmek için uğraştığı ama başarılı olamadığı bildiriliyor .
Müslümanların her yıl kutladığı kurban bayramı bu bakımdan önemlidir. İnsanların bir kesimi tarafından kutsanan hayvanları kurban kesen Müslümanlar bu tür inançlardan sürekli uzak kalmaktadır. Kurbanla ilgili şu ayet pek anlamlıdır:
O kurbanların ne etleri, ne de kanları Allah’a erişecektir. Ona erişecek olan, sizin (şirkten) korunmanızdır. (Hac 22/37)
Kurban bayramı kurbanında önemli olan hayvanın kanını akıtmaktır. Etin yenmesi veya fakirlere dağıtılması şart değildir. Bu sebeple kurbanı kesip etini kendi yiyen veya öylece bırakıp kimseye yedirmeyen kişi de kurban kesme sevabını alır. Ama kurban kesmeden tonlarca eti fakir fukaraya ve eşe dosta dağıtan kişi kurban kesme görevini yerine getirmiş olmaz.
ÖRNEK 2- Bakara 93 (Sıkı tutma / isyan)
وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُوا مَا آتَيْنَاكُم بِقُوَّةٍ وَاسْمَعُواْ قَالُواْ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَاْ وَأُشْرِبُواْ فِي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْ قُلْ بِئْسَمَا يَأْمُرُكُمْ بِهِ إِيمَانُكُمْ إِن كُنتُمْ مُّؤْمِنِينَ {93}
Bir gün sizden kesin söz almıştık. Tur’u da tepenize kaldırmıştık. “Size verdiğimiz şeye sıkı sarılın. Dinleyin!” demiştik. “Dinledik ve sıkı sarıldık” demiştiniz. Halbuki, tanımazlık etmeniz sebebiyle o buzağı tutkusu içinize işlemişti. De ki: “İmanınız size ne kötü emir veriyor! Eğer inanmış kimselerseniz”. (Bakara 93)
Asa (العصا) değnek anlamına gelir. (عصى) ise değneği tutar gibi tuttu veya değnekle döver gibi dövdü anlamınadır. Esmaî bazı Basralıların şu sözünü nakletmiştir: Değneğe asa denmesi elin ve parmakların, üzerinde birleşmesinden dolayıdır. Ebu Abîd’e göre asa’nın kök anlamı, birleşme ve anlaşmadır. (عصى): İsyan etti, emre karşı çıktı anlamına da gelir .
Buna göre iki ayette geçen “َعَصَيْنَا و سَمِعْنَا” cümlesi, “işittik ve sıkı sarıldık” anlamına gelebileceği gibi “işittik ve isyan ettik” anlamına da gelebilir. Kötü niyetliler, böyle ifadeleri seçerler ki, her yöne çekebilsinler. Bu tür kullanıma cinas denir.
“سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا”nın, Bakara 93’te “işittik ve sıkı sarıldık” anlamına olduğu açıktır .
Meal ve tefsirler, “سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا” cümlesine “Dinledik ve isyan ettik” şeklinde anlam vermişlerdir. "İsyan ettik" diye söz alınamaz. Allah, “Bir gün sizden kesin söz aldık” dediğine göre “سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا” cümlesinin tek anlamı “Dinledik ve sıkı sarıldık” şeklinde olanıdır. Cümlenin devamı da bu anlamı kuvvetlendirmektedir. Çünkü sıkı sarıldık diye söz vermişlerdi ama bir taraftan da “O buzağı tutkusu içlerine işlemişti.”
“سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا”nın Nisa suresindeki anlamı ise cinaslıdır. Ona hem sıkı sarılma, hem isyan anlamı verilebilir.
Bu konu Tevrat’ta şöyle geçer:
Musa gidip RAB'bin bütün buyruklarını, ilkelerini halka
anlattı. Herkes bir ağızdan, «RAB'bin her söylediğini yapacağız» diye karşılık verdi.
Musa RAB'bin bütün buyruklarını yazdı. Sabah erkenden kalkıp dağın eteğinde bir sunak kurdu, İsrail'in on iki oymağını simgeleyen on iki taş sütun dikti.
Sonra İsrailli gençleri gönderdi. Onlar da RAB'be yakmalık sunular sundular, esenlik kurbanları olarak boğalar kestiler.
Musa kanın yarısını leğenlere doldurdu, öbür yarısını
sunağın üzerine döktü.
Sonra antlaşma kitabını alıp halka okudu. Halk, «RAB'bin her söylediğini yapacağız, O'nu dinleyeceğiz» dedi. (Tevrat, Çıkış 24/3-7)
18- KUR’AN - FITRAT İLİŞKİSİ
Fıtrat, varlıkların temel yapısını ve onu oluşturan yaratılış, değişim ve gelişim ilke ve kanunlarını ifade eder . Göklerin, yerin, insanların, hayvanların, bitkilerin yani her şeyin yapısı ve işleyişi buna göredir. Bilimde, teknolojide ve insan ilişkilerindeki temel kanunlar da bunlardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Şunu görmen gerekmez mi: Göklerde ne var, yerde ne varsa; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların bir çoğu Allah'a boyun eğmektedir. Bir çoğu da azabı hak etmiştir. Allah kimi aşağılık saymışsa ona değer verecek biri çıkmaz. Allah ne dilerse onu yapar. (Hac 22/18)
Bir çok insan fıtrata aykırı davranır ve dengeleri bozar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
İnsanların kendi elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde düzen bozukluğu ortaya çıktı. Bunun böyle olması, Allah onlara, yaptıklarının bir kısmını tattırsın diyedir. Belki vazgeçerler.“ (Rum 30/41)
Fıtrata aykırı davranışlar insanı rahatsız eder. Onu buna iten; menfaatleri, beklentileri veya özentilerdir. Sonra alışır ve ondan zevk almaya başlar. Ama içinde gizlenen rahatsızlık, zaman zaman ortaya çıkar. Böyle kimseler, yaptıklarını düşünüp bir iç muhasebesi yapmaktan kaçınırlar.
Kur’an’da sıkça, zikir kökünden türemiş kelimeler geçer. Zikir, bir bilgiyi zihinde, kullanıma hazır tutma, onu kalbe ve dile getirme ve hatırlama anlamlarına gelir . Zihinde var olan bilgiyi, bir konu için harekete geçirmeye tezekkür denir. Peygamberler insanları tezekküre çağırmışlardır. İbrahim aleyhisselam puta tapanlara, “... tezekkür etmez misiniz? ” derken “Fıtrattan edindiğiniz bilgilerle benim sözlerimi karşılaştırıp yaptığınızın yanlış olduğunu görmez misiniz?” demiş olmaktadır. Bu onları, içi muhasebesi yapmaya çağırmadır.
Allah’ın indirdiği kitapların ortak adı zikirdir . Çünkü onlar kişiye, kendi benliğinden ve çevresinden edindiği bilgileri hatırlatmakta, fıtrata uygun düzenlemelerle onu rahatlatmaktadır. Zira her insan, varlık aleminin ve çevresinin öğrencisidir. Oradan sürekli bilgi edinir ve hayatını o bilgilerle sürdürür. Bunlarla Allah’ın kitapları arasında çelişki olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Bilin ki kalplerin yatışıp rahatlaması Allah’ın zikri ile olur.” (Ra’d 13/28)
Allah’ın zikri Kur’an’dır. Çünkü zihinde tutulması ve sıkça hatırlanması gereken, odur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“İşte o Zikri biz indirdik. Ne olursa olsun onu koruyacak olan da bizleriz.” (Hicr 15/9)
Bu sebeple Kur’an, fıtratın Allah tarafından bildirilmiş şeklidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Sen yüzünü dosdoğru bu dine, Allah’ın fıtratına çevir. O İnsanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. İşte sağlam din bu dindir. Ama insanların çoğu bunu bilmezler.” (Rum 30/30)
Bunun kesin sonucu şudur: Fıtrat İslâm’dır.
Allah’ın ayetleri yalnız Kur’an’da olanlar değildir. Tüm varlıklarda; göklerde, yerde, hayvanlarda, bitkilerde hasılı her yerde onun ayetleri vardır . Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Biz onlara ayetlerimizi, hem dış çevrede hem de kendi içlerinde göstereceğiz, sonunda Kur’an’ın doğru olduğu onlar açısından iyice ortaya çıkacaktır. (Fussilet 41/52)
Ayetlerin, yalnız uzmanları tarafından görülebilecek olanları vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Sağlam bilgisi olanlar için yeryüzünde ayetler vardır;
Kendinizde de vardır; onları görmez misiniz? (Zariyât 51/20-21)
Fen ve teknik bilimciler kanun koymaz, fıtratta olan kanunları keşfe çalışırlar. Sosyal bilimcilerin keşfettikleri kanunlar da vardır. Ama onların çoğu kanun koymaya ve topluma şekil vermeye çalışırlar. Bu tavır, sosyal alanda fıtrata aykırı uygulamalara yol açar. Bunun kötü etkisi zamanla ortaya çıkar ve dengeler bozulur. Zarar, oldukça büyük ve kalıcı olur.
Fen ve teknik bilimlerin keşfettiği kanunları, fıtrata aykırı kullanıp insanı ve çevreyi bozmak da mümkündür. Nitekim 20 ve21. asırlarda dünya böyle bir felaketin içine girmiştir.
Sonuç olarak Kur’an ile fıtrat arasında tam bir uyum vardır. Fıtrata uymak için Kur’an’ın koyduğu sınırları aşmamak yeterli olur. Fıtratı anlamak için Kur’an’dan, Kur’an’ı anlamak için de fıtrattan yararlanmak gerekir.
Kur’an’ın hiçbir hükmü fıtratla çelişmez. Eğer bir çelişki varsa, Kur’an’a gereği gibi uyulmamasından kaynaklanır. Örnek olarak talak ile ilgili hükümlere bakılabilir.
Kur’an, talak hakkını üç ile sınırlandırmıştır. Bu fıtrata, tam olarak uyar. Çünkü istenmeyen bir işten sonra en çok iki kez özür kabul edilir, üçüncüde kabul edilmez. Bunu Musa aleyhisselam ile Hızır olayında da görürüz.
Mûsa Hızır’a, "Sana öğretilenden bana da bir olgunluk bilgisi öğretmen için seninle gelebilir miyim?" dediği zaman Hızır: "Gel, ama sen benimle beraber olmaya dayanamazsın. İç yüzünü bilmediğin bir şeye nasıl dayanacaksın? Bana uyarsan, ben sana anlatıncaya kadar hiç soru sorma!" demişti. Musa aleyhisselam iki kere soru sormuş "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam benimle arkadaşlık etme. Çünkü artık benim tarafımdan beyan edilecek son özür noktasına ulaştın" demişti. Üçüncü soruyu da sorunca Hızır, “İşte bu benimle senin aranı ayırır” demişti . Üçüncüden sonra artık özür kabul edilmez.
Tıpkı bunun gibi, Kur’an’a uygun olarak yapılan üçüncü talaktan sonra kocanın özür beyan etme imkanı sona erer. Çünkü ilk boşamada, iddet süresi boyunca kadın kocasının evinde kalmış, süre içinde görüşüp probleme çözüm bulma imkanı elde etmişlerdir. Sonra ya evliliğe devam kararı almışlar, ya da ayrılmışlardır.. Evliliğe devam kararından sonra erkek, karısını ikinci kez boşamış, bir kez daha aile yeniden kurulmuş olabilir. Bu durumda eşini üçüncü kez boşarsa artık bu kişinin yeniden bir evlilik talebine yüzü kalmaz. İşte bu, fıtrata uygun bir boşamadır.
Çalışma bizden, başarı Allah’tandır.
[1] Kur`anı anlamada temel ilkeler, Doç. Dr. Yusuf Işıcık, Esra yy. Ankara 1997
[2] (Said Şimşek, Günümüz Tefsir Problemleri, 2. Bs, Istanbul, 1997, 51)
[3] (Tefhim-ul Kuran ,Mevdudi I, 13)
[4] (Tefhim, I, 14)
[5] (Tefhim, I, 14)
[6] Ensari yahya Zekeriyya, Fethur-Rahman bi keşfi ma yeltebisu fil Kur`an, Beyrut 1403, s.24
[7] Bakara 62
[8] Maide 69
[9] Hacc 17
[10] Bakara 57
[11] Araf 9,160,162,177
[12] Al-i Imran 117
[13] Ensari a.g.e.s.25
[14] Ensari a.g.e s.83
[15] Bakara 144, 148, 149
[16] Ensari a.g.e., s.45
[17] Bakara 79
[18] Ensari a.g.e, s.32
[19] Malati, Ebu-l Hüseyn Muhammed b. Ahmed el-Malati, et-Tenbih ve`r Red ala Ehli`l Ehvai ve`l Bidai (M.Zahid el-Kevseri nşr.) Bagdad 1968
[20] Ali Imran 59, Fatır 11, gibi
[21] Araf 12, Secde 7, Enam 2 gibi
[22] Mu`minun 12
[23] Hicr 26, 28, 33
[24] Saffat 11
[25] Rahman 14, Hicr 28, 33
[26] Kur`anı anlamada temel ilkeler, Doç. Dr. Yusuf Işıcık, Esra yy. Ankara 1997
[27] (ibni teymiyye, mukaddime 93)
[28] Ebu Davud, Edahi, 18, Tirmizi, Sayd 10
[29] (Min Vahy'il Kuran, I, 19)
[30] Zıhar, bir erkeğin, hanımıni, kendi mahremlerinden birine benzeterek, onu kendisine haram kılmasıdır. Boşamak gibi bir niyeti yoksa, bu yaptığından pişman olmuşsa, eşiyle yeniden beraber olması için keffaret gerekir. Bu da bir köle azad etmesi, yada güçü yetmezse 60 yoksulu doyurmasıdır.
[31] Muhammed b. Ali eş-Şevkani; İnşadül Fuhul ila Tahki`kil Hakkı min İlmu-l Usul, Mısır 1937/1356- 164.
[32] Fussilet 3, 44 Yusuf 2, Rad 37, Taha 113, Şuara 7, Zuhruf 3
[33] Hicr 22, Araf 57
[34] Muhsin Abdulhamit, Dirasatün fi Usuli Tefsirul-Kur`an Bagdad 1980
[35] Muhsin Abdulhamit a.y. , Zehebi, Muhammen Hüseyin, et-Tefsir vel Mufessirun, Kahire 1961
[36] Zehebi, a.g.e I , 97
[37] Kurtubi, Fedail-ül Kur`an, Mısır 1989 s. 33-34
[38] Kurtubi, s.32-33
[39] Bakara 32
[40] Zehebi, a.g.e I 282
Şatibi, Muvafakat III, 386
[41] Şerabasi ahmed, Kıssatü`t Tefsir, Beyrut 1978, s.34 ayrıca bakınız
Bakuri, Ahmed Hasan el-Bakuri, Meal Kur`an , Mısır 1970
[42] Şenkiti Muhammed el-Emin b.Muhammed el Muhtar el.Cekeni eş-Şenkiti, Adva`ul Beyan fi izah`il Kur`an bil Kur`an, III , 381
[43] Müslim, iman 57-58, Buhari, iman 3
[44] Tevbe 34-35
[45] Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu, İnkilap ve Aka yy. İst. 1980
[46] -Aslında ayetin Arapça’sında “Ayet” olarak geçmektedir. Meallerde ise “ayetin hükmü” şeklinde yazılmış ve geleneksel İslam’i anlayışa uygun hale getirilmiştir.
[47] Tekil olan “ayet” kelimesinin geçtiği şu ayetleri inceleyip söylediğimizi gözlemleyebilirsiniz: [2 Bakara Suresi 106,118,145,211,248,259; 3Ali İmran Suresi 13,41,49,50; 5 Maide Suresi 114; 6 En’am Suresi 4,25,35,37,109; 7 Araf Suresi 73,106,132,146,203; 10 Yunus Suresi 20,92,97; 11 Hud Suresi 64,103; 12 Yusuf Suresi 105; 13Ra’d Suresi 7,27,38; 15 Hicr Suresi 77; 16 Nahl Suresi 11,13,65,67,69,101; 17 İsra Suresi 12; 19 Meryem Suresi 21; 20Taha Suresi 22,47,133; 21 Enbiya Suresi 5,91; 23 Müminun Suresi 50; 25Furkan Suresi 37; 26Şuara Suresi 4,8, 67,103,121,128,139, 154,158 ,174,190,197; 27 Neml Suresi 52; 29 Ankebut Suresi 15,35,44; 30 Rum Suresi 58 34 Sebe Suresi 9,15; 36 Yasin Suresi 33,37,41,46; 37 Saffat Suresi 14; 40 Mümin Suresi 78; 43 Zuhruf Suresi 48; 51 Zariyat Suresi 37; 54 Kamer Suresi 2,15; 79 Naziat Suresi 20]
[48] (Abdullah Yıldız ve Şemseddin Özdemir, Kuran’ı Anlamak Farzdır, Pinar Yayınlari ,sayfa 92)
[49] Bu bölüm Ali Umaç`ın KUR’AN-I KERİM’İ TANIMANIN TEMEL İLKELERİ adlı eserinden alıntıdır.
Bkz. www.aliumac.com
[50] Kur´anda Nesih ve Mensuh, Mer`i ibni Yusuf`il Kermi, Çev. Eyüp Aslan, Hak yy. Istanbul
[51] (mehir: Evlilik sırasında her iki tarafça kabul edilen, kadına ödenmesi gereken para yada mal…)
[52] Bk. Vahidi, Esbabı Nuzul, 61-62
Taberi, Ebu Cafer Muhammed bin Cerir, Cami-ul beyan-fi Tefsir-ül Kur`an, III, 118
Kurtubi, el-Cami`li Ahkam-il Kur`an, Beyrut 1952, V, 15
Ibni Kesir, ebu-l Fida Ismail b.Kesir, Tefsirul Kur`an-il Azim, I, 68-69
[53] Taberi a.g.e III-117
[54] İbn Ebi`l-izz el Hanefi, Şerhu-Akideti`t Tahaviyye, Beyrut 1392
[55] Ebu Hanife, el-Fıkhul Ekber, Zahid el Kevseri Neş. s. 59
Alıntı:Medineweb
|
|
|
|
Bugün 1030 ziyaretçi (1874 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|