Tahkiki iman: Bu iman sahipleri, her bir mahlukun üzerindeki ilahî sikke ve damgaları görür. Onda tecelli eden ilahî isim ve sıfatları okur. Mahlukların hâl lisanı ile yaptıkları tesbihatı işitir. O, mevcudun Cenab-ı Hakk’ın varlığına, birliğine ve diğer iman hakikatlerine yaptığı şehadeti dinler. Yani bir çiçeğe baktığında, altı iman hakikatinin delillerini çıkartır. O, çiçek ile ahiretin ve meleklerin varlığını ve diğer iman hakikatlerinin hak ve doğru olduğunu ispat eder. İman hakikatleri sadece akıllarında değildir. Kalp, ruh, sır ve diğer latifelerine de nüfuz etmiştir. Bu cihetle, sarsılmaz bir imana sahiptirler.
Demek, bu iman sahipleri her bir mevcutta Allah’ın mührünü görür, isim ve sıfatlarını okur. Bir tek çiçeğe bakar; tasvirinde Musavvir, Mücemmil, Müzeyyin, Bâri, Hakîm isimlerini okur. Rızkının mükemmelen verilmesinde Rahman, Kerim, Vehhab, Mukît, Mün’im, Rezzak, Mucib isimlerini tefekkür eder. Ona hayat verilmesinde Muhyi, programının tohumunda saklanmasında Hafiz, rengârenk boyanmasında Mülevvin, diğer çiçek arkadaşlarına benzemesinde Vâhid, Ehad, Ferd, yaratılmasında Hâlik, Mûcid, tohumu yararak çıkmasında Fâlik ve Fettah gibi isimleri görür. Her bir mevcutta bin bir esma-i İlahiyyeyi okur. Bu iman sahiplerine göre her bir mahlûk ilâhî bir kaside, Rabbani bir mektup ve subhani bir kitaptır. O kitapta bin bir esma-i İlahiyye yazılmış ve tefekkür edilmesi için bu âleme gönderilmiştir.
Taklidi imandan tam anlamıyla kurtulup tahkiki imanı bir yakalasak, kelimelerimiz bile değişecek. İmanın yansıması kelimelerimize kadar nüfuz edecek. O zaman bileceğiz ki, hiçbir zaman yağmur yağmıyor; her zaman yağdırılıyor. Güneş dönmüyor; döndürülüyor. Bir kuş, bir çiçek güzel değil; güzel yapılmış. Doymadık; doyurulduk, içmedik; içirildik, iyileşmedik; iyileştirildik… İşte bu, tevhid-i hakikinin kelimelerdeki aksidir.
Taklidi iman ile tahkiki imanın farkını Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri şöyle bir temsil ile izah eder:
Nasıl ki bir çarşıya ve bir şehre, büyük bir zatın mütenevvi malları gelse, iki çeşit ile o zatın malı olduğu bilinir. Biri icmali âmiyanedir ki; bu kadar azim mal, ondan başkasının haddi değil ki sahip olabilsin. Fakat böyle adamın nazarında çok hırsızlık olabilir. Parçalarına çok adamlar sahip çıkabilir. İkinci çeşit odur ki; her mal üstündeki yazıyı okur, her bir top üstündeki turrayı tanır, her bir ilan üstündeki mührünü bilir bir surette “Her şey o zatındır.” der.
Misaldeki çarşı, şu âlemdir ve kâinattır. Çarşıdaki çeşitli mallar ise, bu âlemdeki canlı ve cansız her bir eşyadır. Çarşıya malları gelen zat ise, Cenab-ı Hak’tır ki; hayvanlar, bitkiler ve cansızlardan hadsiz eşyayı bu âlem çarşısına göndermiştir. ‘İcmal-i âmiyane’ olarak ifade edilen taklidi iman sahibi şöyle düşünür: Bu kadar büyük kâinatı ve içindeki bu derece sanatlı eserleri Allah’tan başkasının yaratması mümkün değildir. Ancak bu kişi, her bir mahlukun üzerinde Cenab-ı Hakk’ın kendisine has mührünü ve zatına mahsus damgasını göremediği için, her an şüpheye düşebilir. Şuursuz tabiat, kör kuvvet ve serseri tesadüf gibi hırsızlar, onun nazarında bazı malları çalabilir. Yani bazı eşyayı, Allah’tan başkasına isnad ettirebilir.
Tahkiki iman sahibi için ise böyle bir tehlike söz konusu değildir. Zira o, âlem çarşısındaki her eşyanın üzerinde olan ilahî mührü görür, Rabbani imzayı müşahade eder. Her bir mevcudu, delillerle Cenab-ı Hakk’a isnad ettiği için zerre miskal nazarında hırsızlık yapılamaz. Zira o, bir sineğin kanadında bile elli beş farklı ilahî damgayı görür. Kimin haddi vardır ki, bu damgaları silip kendi mührünü vurabilsin! Ya da o damgaların üzerine bir örtü çekebilsin!
Meselemiz, mevcutlar üzerindeki ilahî mühürleri ve Rabbani imzaları göstermek olmayıp tahkiki iman ve taklidi imanın farklarını ortaya koymak olduğundan, mühürlerin izahına girişmiyor, bahsedilen elli beş mührü öğrenmek isteyenleri Bediüzzaman Hazretleri’nin “Katre” ismindeki risalesine ve Marmara Eğitim’in görsel formatta hazırladığı “Her şey O’nu anlatıyor” isimli esmâü-l hüsna eserine havale ediyoruz.
Ama taklidi iman sahibi, en basit bir eşyaya dahi vurulan elli beş damgadan habersizdir. İlahî yazıları okuyamaz. Bu sebeple kim, o mevcuttaki yalancı ve sahte mührünü bu kişiye gösterse, onu ikna eder ve mal sahibi olarak kendisini tanıtır. Maazallah, Cenab-ı Hakk’ın mülkünü hırsızlara taksim eder ve çok mevhum şerikleri kabul eder.
http://www.hayrat.net/
İman Nedir, Nasıl İman Ederiz?
İman'ın kelime anlamı, herhangi bir şeye inanmak demektir. Dindeki anlamı ise; Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Cebrail adındaki melek aracılığı ile Allah'tan aldığı bilgilerin doğruluğuna kesin bir imanla inanmaktır. İman iki şekilde olur: Birincisi iman edilecek konulara kısaca ve topluca inanmaktır. Böyle bir inanca "Toptan İman" denir. Kelime-i Tevhid sözünü veya Kelime-i Şehadet'i dili ile söyleyip kalbiyle doğrulayan kimse, kısaca ve toptan iman etmiş olur. Bu şekilde bir imana sahip olan kimseye "MÜ'MİN" denir.
Kelime–i Tevhid
Okunuşu: "Lâ ilâhe İllellâh, Muhammedün Rasûlüllah."
Anlamı: "Allah'tan başka tanrı yoktur. Hazreti Muhammed (s.a.s.) Allah'ın Peygamberidir."
Kelime-i Şehadet
Okunuşu: "Eşhedu en lâ ilâhe illellâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlüh."
Anlamı: "Ben şahitlik ederim ki, Allah'tan başka Tanrı yoktur. Yine şahitlik ederim ki Hazreti Muhammed (s.a.s.) Allah'ın kulu ve Peygamberidir."
İkinci şekilde iman, inanılacak şeylere ayrı ayrı, teker teker, her bir iman konusunda geniş bilgi sahibi olarak yapılan imandır. Buna "Tafsili İman = Geniş Bir Şekilde İman" denir.
Buna göre; Allah'a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere ayrı ayrı inanmak gerekir. İmanın bu altı esası "Amentû" cümlesi ile özetlenmiştir.
İman'ın Esasları Nelerdir
Ayrıntılı olarak inanılması gereken iman esasları altıdır. Bunlara iman'ın şartları da denir.
İman'ın Şartları
1– Allah'a,
2– Allah'ın Meleklerine,
3– Allah'ın Kitaplarına,
4– Allah'ın Peygamberlerine,
5– Ahiret Gününe,
6– Kadere; İster iyi, ister kötü olsun, evrendeki her şeyin ve her olayın Allah'ın bilmesi, dilemesi ve yaratmasıyla meydana geldiğine, inanmaktır.
İmanın Çeşitleri
İslam dinine göre; insanlar iman yönünden üç kısımdır.
MÜ'MİN : İman esaslarına İslam dininin öğrettiği şekilde inanan kimselere "Mü'min" denir.
KAFİR : İslam dininin öğrettiği iman esaslarını reddeden, kabul etmeyen kimselere "Kafir" denir.
MÜNAFIK : İslam dininin öğrettiği iman esaslarına inandığını sözleriyle söyleyerek "Mü'min" gibi, inanmış gibi göründüğü halde gerçekten, içten ve samimi olarak inanmayan, içi dışına uymayan kimselere "Münafık" denir.
http://www.imanvekuran.com/
İman bir müslümanın manevi değeridir. Allah katında kullarını derecelendiren ve manevi değerlerinin kalp ile anahtar konumunu taşıyan ilahi bir sistemdir. İmanı daha iyi anlatabilmek için hadis ve Ayeti kerimelerle konuyu pekiştirebiliriz.İman, bildirilen altı esasa inanmak ve Allahü teâlâ tarafından bildirilen, Muhammed aleyhisselamın Allahü teâlâ tarafından getirdiği emir ve yasakların hepsine inanmak ve inandığını dil ile söylemek demektir.
Amentü şöyledir:
Âmentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rüsülihi vel yevmil ahiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ vel ba’sü ba’del mevti hakkun. Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resülühü.
[Yani, Allah’a, meleklerine, gönderdiği kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanıyorum. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhisselamın da Allah’ın kulu ve son Peygamberi olduğuna şehadet ediyorum.]
İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği dini, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan tasdik etmek yani kabul edip, beğenip, inanmaktır. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. Tam olmayınca, iman olmaz. Allahü teâlâ, (Onlar gayba [görmedikleri halde Resulümün bildirdiği her şeye] iman ederler) buyuruyor. (Bekara 3) Resulü de, (Dini [hükümleri, dinde bildirilenleri] aklı ile ölçenden daha zararlısı yoktur) buyurdu. (Taberani)
Nazara yani göz değmesine inanmayan bir kimse, (Bugün fen, gözle görülemeyen şuaların iş yaptığını açıklıyor. Mesela bir kumanda ile TV’yi, radyoyu veya arabamızı açıp kapatabiliyoruz. Bunun için gözlerden çıkan şuanın zarar verebileceğine artık inanıyorum) dese bunun kıymeti olmaz. Çünkü bu insan dine değil, kumandadan çıkan şuaya inanıyor. Yahut şua ile birlikte Peygambere inanıyor. Yani fen kabul ettiği için, şuaların etkisini gözü ile gördüğü için inanıyor ki bu iman olmaz. Dinde bildirilen her şeyi, fen ispat edemese de, fayda veya zararını gözü ile görmese de, yine inanmak lazımdır. Hakiki iman gayba inanmaktır yani görmeden inanmaktır. Gördükten sonra artık o iman olmaz. Gördüğünü itiraf etmek olur. Bekara suresinin 3. âyetinde, gayba inanmak, görmeden inanmak övülüyor. İmanın altı şartı da gayba inanmayı gerektirmektedir. Çünkü hiç birisini görmüş değiliz.
Peygamber efendimiz, aşağıda bildirilen iman ile ilgili âyetleri açıklayarak imanı şöyle tarif etti:
(İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, [yani Kıyamete, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana], kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmektir.) [Buhari, Müslim, Nesai]
Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Asıl iyilik; Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, nebilere inanmaktır.) [Bekara 177]
(Onlar gayba [Allah'a, meleklere, kıyamete, cennete, cehenneme görmedikleri halde] inanırlar.) [Bekara 3]
(Onlar, sana indirilene, senden önceki kitaplara ve ahirete iman ederler.) [Bekara 4]
Bu üç âyette, Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve gayba inanmak bildiriliyor.
(Allah, onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir.) [Bekara 255]
(Ölümü Allah’ın iznine bağlı olmayan hiç kimse yoktur.) [Al-i İmran 145]
(Ölüm zamanını takdir eden ancak Allah’tır.) [Enam 2]
Bu üç âyet, takdirin Allah tarafından olduğunu bildirmekte, kadere iman etmeyi göstermektedir.
(Kendilerine bir iyilik dokununca, “Bu Allah’tan” derler; başlarına bir kötülük gelince de “Bu senin yüzünden” derler. “Küllün min indillah” [Hepsi Allah’tandır] de, bunlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar.) [Nisa 78]
Bu âyet, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu bildirmektedir.
(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.) [Ahzab 40]
Bu âyet de, Resulullahın peygamber olduğunu bildirmektedir.
Amentü’nün manası
Allah’a inanmak:
Allahü teâlânın varlığına, birliğine, Ondan başka ilah olmadığına, her şeyi yoktan yarattığına, Ondan başka yaratıcı olmadığına kalben inanmak, kabul etmek demektir. Âlemlere rahmet olarak gönderdiği son Peygamberi Muhammed aleyhisselam vasıtasıyla bildirdiği dinin hepsini kabul etmek, beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah’a ve ümmi nebi olan Resulüne iman edin!) [Araf 158]
Meleklere inanmak:
Melekler nurani cisimlerdir. Hiçbirinde erkeklik dişilik yoktur. Hepsinin günahsız, emin olduğunu kabul etmek, tasdik etmek, yaptıkları işleri beğenmek şarttır. Bir âyet-i kerime meali:
(Asıl iyilik; Allah’a, ahirete, meleklere, kitaplara, nebilere inanmaktır.) [Bekara 177]
Kitaplara inanmak:
Zebur, Tevrat, İncil, Kur’an ve diğer kitapların Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine, hepsinin hak olduğuna inanmak lazımdır. Ancak, Kur’an-ı kerimden önceki kitapların insanlar tarafından değiştirildiğini, Allah kelamı olmaktan çıktıklarını bilmek, bunu kabul ve tasdik etmek demektir. Önceki kitapların hiç birisi değişmemiş bile olsa, Allahü teâlâ tarafından nesh edildiğine yani yürürlükten kaldırıldığına iman etmek gerekir. Bir âyet-i kerime meali:
(Onlar, sana indirilene [Kur’an-ı kerime], senden önceki indirilen kitaplara iman ederler.) [Bekara 4]
Peygamberlere inanmak:
Peygamberlerin hepsinin Allahü teâlâ tarafından seçilmiş olup, sadık, doğru sözlü, günahtan masum olduklarını kabul ile tasdik etmek demektir. Onlardan birini bile kabul etmeyen, beğenmeyen kimse, kâfir olur. Peygamberlerin ilkinin Âdem aleyhisselam ve sonuncusunun, Muhammed aleyhisselam olduğuna iman etmek, kabul ve tasdik etmek demektir. Peygamber efendimizin bildirdiği dini hükümlerin hepsini, en güzel şekilde ve eksiksiz tebliğ ettiğine inanmak, bu emir ve yasakların hepsini kabul edip, hepsini beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Bütün Peygamberlere iman edip, hiçbirini diğerinden ayırmayanlar Allah’ın mükafatına kavuşacaktır.) [Nisa 152]
Kaza ve kadere inanmak:
Allahü teâlânın insanlara cüzi irade verdiğini, insanların bu cüzi iradeye göre tercih ettikleri ve yaptıkları her şeyi Allahü teâlânın yarattığına iman etmek demektir. Hayır ve şer, her şeyi kulların talep ettiklerini, Allah’ın da bunu dilediği takdirde yarattığını bilmek, bunu kabul ile tasdik etmek ve beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah’ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.) [Ahzab 38]
Ahirete inanmak:
İnsanların kıyamet kopunca, dirileceklerine, hesap ve mizandan sonra, Müslümanların Cennete, kâfirlerin Cehenneme gideceklerine ve orada ebedi kalacaklarına iman etmek, bunu kabul etmek ve beğenmek demektir. Bir âyet-i kerime meali:
(Onlar [Müslümanlar], ahiret gününe iman ederler.) [Bekara 4]
Kelime-i şehadete inanmak şöyle olmalı:
Ben şehadet ederim ki, yani görmüş gibi bilirim ve bildiririm ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed aleyhisselam Onun kulu, resulü ve son Peygamberidir. İki âyet-i kerime meali:
(Muhammed [aleyhisselam], Allah’ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur.) [Ahzab 40]
(Allah’a ve resulüne inananlara, rableri katında nurları ve ecirleri vardır.) [Hadid 19]
http://www.hasbahca.net/i
|
|
http://www.enfal.de/akaid4.htm
Din Nedir?
Din, Allah tarafindan konulmus bir kanundur. Insanlara, yaratilis gayesini ve varolus hikmetini bildirir. Yüce Rablerine karsi ne sekilde ibâdette bulunacaklarini ögretir. Iyi ve faydali seyler yapmaya sevkeder, zararli islerden de alikoyar.
Dinler Kaça Ayrilir?
Insan Hayatinda Dinin Yeri Nedir?
Dinin Fertlere ve Cemiyete Sagladigi Faydalar Nelerdir?
Ayni konuda Ali Fuad Basgil ise söyle der:
Islâm'in Disindaki Dinlerin Geçerliligi Neden Kalkmistir?
Tarihin çesitli devirlerinde insanlara ayri ayri peygamberler ve dinler yollayan Allah Teâlâ, son din olarak onlara Islâmi ve son Peygamber olarak da Hz. Muhammed'i (asm) göndermistir. Islâm'in gelmesiyle Yahudîlik ve Hiristiyanlik gibi eski dinlerin hükmü sona ermistir. Bu, tipki, yeni bir kanun çikinca, eski kanunun hükmünün yürürlükten kalkmasi gibidir. Allah'in son dîni ve Ilâhî Kanunu Islâm gelince, eski dinlerin ve ilâhî kanunlarin geçerliligi son bulmustur.
Bâtil Dinler Nasil Ortaya Çikmistir?
Son Din Hangisidir?
Iman Nedir?
Iman, lügatte, bir sey'e tereddütsüz inanmak ve kesin olarak, içten ve yürekten baglanmak demektir.
Icmalî Iman Ne Demektir?
Imani Dil Ile Söylemek de Lâzim midir?
Amel ve Ibâdetin, Iman ile Alâkasi Nedir?
Insanlar Bu Dünyaya Nereden Gelmislerdir?
Ne Zamandan Beri Müslümâniz?
Allah'a Iman Ne Demektir?
Allah Teâlâ'nin varligina ve birligine inanmak ve O'nu sifat ve isimleriyle güzelce tanimaktir.
Allah'a Imanin Insan Hayatina Te'sirleri Nelerdir?
Allah Sevgisi ve Allah Korkusu
Islâm'in insanlara ögrettigi ilâhî esaslardan biri de, Allah'i sevmek ve O'ndan korkmaktir.
|
http://www.fetvalar.com/s
İman ve İman esasları nelerdir?
İman nedir?İmanın esasları nelerdir?İmanın esasları kaçtır?İman ne demektir?İman ve imanın esasları nelerdir?Îman, Peygamber Efendimiz (s.a.v) in Hazret-i Allâh tarafından getirip tebliğ buyurduğu hususların tamamını kabul ve tasdik etmektir. İman, bu tasdikten ibarettir. Fakat kişinin, hayatında ve ölümünde kendisine müslüman muâmelesi yapılması için kelime-i şehâdeti dili ile söyleyip kalbi ile tasdik etmesi şarttır.
İmanın şartları altıdır. Bu altı şart aşağıda Arapça aslını ve tercümesini göreceğimiz Âmentü'de açıklanmıştır.
„Âmentü billâhi ve melâaiketihî ve kütübihî ve rusülihî ve'l yevmi'l-âhıri ve bi'l-kaderi hayrihî ve şerrihî mine'llâhi teâlâ ve'l-ba'sü ba'de'lmevti hakkun eşhedü en lâa ilâhe illallâah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlüh.“
Mânâsı:
„Ben Allâhü Teâlâ'ya ve onun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere; hayır ve şerrin Allâhü Teâlâ'nın yaratmasıyla olduğuna inandım. Öldükten sonra dirilmek de haktır. Ben şehâdet ederim ki, Allâhü Teâlâ'dan başka ilâh yoktur. Ve yine şehâdet ederim ki, Muhammed (s.a.v.) onun kulu ve Peygamberidir.“
1. Allah'a İman:
İman esaslarının birincisi Allah'ın varlığına ve birliğine inanmaktır. Bir Müslüman her şeyden evvel iman eder ki Allah vardır ve birdir; bu kainat Onun eseridir. Ne zatında, ne sıfatlarında, ne de fiillerinde ortağı, eşi ve benzeri yoktur. Sıfatları mahlukatın sıfatlarına benzemez.
Bütün mevcudat Allah'ın varlığına delalet ettiği gibi birliğine de delalet etmektedir.
Ezeli ve ebedi olup, zamanda, mekandan, değişmekten, ihtiyaçtan, aczden, kusurdan münezzeh ve mahfuz olan ancak Allah'tır. Bu sıfatlara sahip olacak bir başka varlık düşünülemez.
Allah'ın bütün sıfatları her şeyi ihata etmiştir. Her şey onun iradesine tabidir. Rahman, Rahim, Gafur gibi cemali isimleri olduğu gibi, Kahhar, Cebbar, Müntakim gibi celali isimleri de vardır. Kendine iman edenlere lütuf ile muamele eder. Küfür ve isyan ehlini de azabına uğratır.
İbadet ancak Allah'a yapılabilir. İnsanların dünya ve ahiret saadeti Onun emir ve yasaklarına uymakla gerçekleşir. Bu bir ilahi kanundur; bunda bir değişme düşünülemez.
İnsan aklı, Allah'ın zatını, mahiyet ve hakikatini anlayamaz. Zira akıl mahluktur ve sınırlıdır. Cenab-ı Hakk'ın zat ve sıfatları sonsuzdur. Sınırlı olanın, sonsuzu ihata edemeyeceği açık bir hakikattir. Yani, hatıra her ne gelirse Allah onun başkasıdır.
Allah'ın, zatında şeriki olmadığı gibi fiillerinde de şeriki yoktur. Bütün varlık aleminin tek yaratıcısı, tek maliki ve tek hakimidir. Sebepleri yaratan Allah olduğu gibi, sebeplerden çıkan neticeleri de yaratan yine Odur; ağacı O yarattığı gibi meyveyi de O yaratır.
Şükür ve ibadet, hamd ve sena ancak Ona mahsustur. Müminler yalnız Allah'a ibadet ettikleri gibi yardımı da ancak Allah'tan dilerler:
“Yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha, 1/5)
Bir günah işlediklerinde de tövbelerini doğrudan doğruya Allah'a yaparlar. Zira insanların Allah'a karşı işledikleri günahı Allah'tan başkası affedemez.
2. Meleklere İman:
İmanın bir diğer rüknü de meleklere imandır. Her Müslüman iman eder ki; Cenab-ı Hakk'ın melek namında latif mahlukları vardır. Bunlar Allah'ı tespih eder, ayrıca kendilerine verilen diğer vazifeleri de yerine getirirler. İsyansız olan bu mahluklar beşer gibi bir imtihana tabi değillerdir; fıtratları safi, kendileri masum, makamları sabittir.
Şu maddi alemin bir küçük misali olan insan bedeninde akla, hafızaya, hayale ve sevgi, korku, merak gibi binlerce hissiyata vazife gördüren Cenab-ı Hakk, elbette şu muhteşem kainatı boş bırakmamış, onu da meleklerle şenlendirmiştir.
3. Kitaplara İman:
İmanın rükünlerinden biri de semavi kitaplara imandır. İnsan, akıl aracılığıyla Allah'ın varlığını ve birliğini bilse bile, Onun emir ve yasaklarının neler olduğunu, Ona karşı ibadet vazifesini nasıl yapacağını, kısacası Allah'ın nelerden razı olup olmayacağını idrak edemez. Bunun için Cenab-ı Hakk, semavi kitaplar inzal etmiştir. Semavi kitapların yüz tanesi sayfalar halinde, dört tanesi ise kitap halinde nazil olmuştu. Bu dört semavi kitap, inzal sırasına göre, Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'an'dır.
Bir Müslüman bunların tamamına inanmakla mükelleftir. Şu var ki, Kur'an'ın nazil olmasıyla diğer semavi kitaplar uygulama sahasından kalkmışlardır. Kur'an-ı Kerim, Peygamberimize (asv) nazil olduktan sonra, bir harfine bile dokunulmadan günümüze kadar gelmiştir. Böylece Cenab-ı Hakk, “Kur'anı Biz indirdik, Biz muhafaza edeceğiz,” (Hicr, 15/9) hükmünü gerçekleştirmiştir.
4. Peygamberlere İman:
Bir diğer iman rüknü de peygamberlere imandır. Cenab-ı Hakk'ın, insanları, yine insan nevinden bir peygamberle ikaz etmesi ilahi bir kanundur.
Peygamberlik beşer için azim bir ihtiyaç ve büyük bir nimettir. Cenab-ı Hakk, bu mürşit ve rehberlerin vasıtasıyla insanlara hidayet yollarını göstermiştir.
Peygamberlerin vazifesi, vahiy ve ilham yoluyla Cenab-ı Hakk'tan aldıkları emirleri beşeriyete tebliğ etmek, dünya ve ahiret saadetinin yollarını onlara göstermektir. Bu zatların iki cihetleri vardır. Birisi “kulluk”, diğeri “risalet”(İlahi elçilik)tir. Kulluk cihetiyle Allah'ın emir ve yasaklarına en mükemmel manada, eksiksiz uyarlar; bu sahada insanlara örnek olurlar. Risalet cihetiyle, insanlara hak ve hakikati tebliğ ederler.
Peygamberler, Allah'ın mahluku ve kuludurlar. Bir Müslüman peygamberlerin hepsine inanmakla mükellef kılınmıştır. Herhangi birisinin peygamberliğini inkar etse İslam dairesinden çıkar. Mesela, Hazret-i Musa (as), yahut Hazret-i İsa'ya (as) inanmayan bir insan mümin olamaz. Bunların peygamberlikleri Kur'an ile sabittir. Onlara iman etmek, hem kitaplara, hem de peygamberlere imanın bir gereğidir.
Peygamberlerin ilki Hazret-i Adem (as), sonuncusu da Hazret-i Muhammed ( a.s.m.)'dir. Nübüvvet müessesesi Hazret-i Muhammed (a.s.m.) ile son bulmuştur. Bu bakımdan Hazret-i Muhammed (asv)'e, “Hatemü'l-Enbiya” denilir.
“Biz, seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe, 34/28) ayet-i kerimesinin, hükmünce Hazret-i Muhammed (asv) bir kavme değil, bütün insanlara peygamber olarak gönderilmiştir.
“Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 21/107) ayetinin hükmünce de O Zat (asm.), varlık alemine daimi bir nimet, ebedi bir rahmet olmuştur.
5. Ahirete İman:
İmanın en mühim bir rüknü de; öldükten sonra dirilmeye ve ahiret hayatına imandır. İnsanlara, bu dünya hayatında hem maddi, hem de manevi nimetler ihsan eden Cenab-ı Hakk, bu dünya imtihanını kazanan sevgili kullarını cennette yine hem cismani, hem de ruhani hadsiz nimetlere mazhar kılacaktır.
Güz mevsiminde ölen bütün bitkileri ve hayvanları, baharda yeniden hayata kavuşturan Allah, elbette vefat eden insanları da ahirette yeniden diriltecektir. Bu Onun hem rahmetinin hem de adaletinin gereğidir.
6. Kadere İman:
İmanın rükünlerinden biri de kadere imandır. Kader iki kısımdır. Birincisi; kainattaki her varlığın, “zatı, şekli ve bütün özellikleriyle” Allah'ın ilminde takdir edilmesi ve buna göre yaratılmasıdır. Bu saha imtihana konu değildir.
İkincisi ise; insanın cüz'i iradesine bakar. İnsan, cüz'i iradesi ile hayır olsun, şer olsun her neyi tercih eder ve neyi işlerse Allah onu yaratır. İnsan bu ikinci kısımdan sorumludur. Cennet ve cehennem, insan iradesine tanınan bu tercih hakkının meyveleridir.
http://www.haznevi.net/
A) İMANIN TANIMI
a) İmanın sözlük anlamı; bir şeye kesin olarak inanmaktır.
b) İmanın dînî terim olarak tanımı; Allah ın varlığına, birliğine ondan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammet (sav) in Onun kulu ve elçisi olduğuna yürekten inanmak (tasdik) ve dil ile söylemektir (ikrar).
B) İNANILMASI GEREKEN ŞEYLER BAKIMINDAN İMANIN KISIMLARI
1- İcmalî iman : Bu, imanın özü ve en kısasıdır. Bu da "Kelime-i şahadet" ile özetlenmiştir:
Anlamı: "Ben şahitlik ederim ki, Allah tan başka ilah yoktur; yine şahitlik ederim ki, Hazret-i Muhammet Onun kulu ve peygamberidir".
Bu, imanin ilk derecesi, Islâm ın ilk basamağı ve temel direğidir. Allah ın varlığını ve birliğini, Hz. Muhammet (sav)´in Allah ın peygamberi olduğunu yürekten tasdik etmek demek, onun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak demektir. Ancak, Hz. Muhammet (sav) in haber verdiği ve tebliğ ettiği şeylerin hepsine birden iman ettiğinden, inanılacak şeyleri ayrı ayrı söylemediğinden dolayı buna "icmali veya toptan iman" denmektedir.
Bir kimseye mümin diyebilmek için o kimsenin icmalî imanı "Kelime-i şahadeti" kalbi ile tasdik dili ile söylemesi gerekir. Bir insan için birinci farz budur.
2- Tafsîlî iman: İcmâlî imandan sonra dinin diğer hükümlerini ve iman edilmesi gerekli olan şeylerin her birini ayrı ayrı öğrenip onlara da iman etmek farz olur. Tafsîlî iman, imanın en geniş şeklidir. İman esaslarının hepsini içine alır.[1]
--------------------
[1] Buna ayrıca "tahkiki iman" da denir. Çünkü tafsili iman eden kişi aslında iman edilecek konuları tahkik edip araştırarak bunu yapmaktadır.
C) İMANIN ŞARTLARI
İmanın şartları altıdır:
1- Allah ın varlığına ve birliğine,
2- Meleklerine,
3- Kitaplarına,
4- Peygamberlerine,
5- Ahiret gününe,
6- Kadere, hayır ve şerrin Allah tan olduğuna inanmaktır.
D) İMAN BAKIMINDAN İNSANLAR
İman bakımından insanlar üçe ayrılırlar:
1. Mümin: İslâm dininin iman ve itikat esaslarını gerçekten kalben tasdik edip dili ile söyleyen(ikrar eden) kimsedir. Bunların yaptığı bu işe iman denir.
2. Kâfir: İslâm dininin iman esaslarına inanmayan Hz. Muhammet (sav) in peygamberliğini kabul etmeyen kimsedir. Bunların yaptığı bu işe küfür denir.
3. Münafık: Müslümanların arasında inandığını söylediği halde kalbi ile İslâm dininin iman esaslarına inanmayan kimsedir. Bunların yaptığı bu işe nifak denir. Dışı mümin, içi kâfir olanlardır.Konuştuklarında yalan söylerler, söz verdiklerinde tutmazlar, emanete hainlik ederler.
E) İNANMA İHTİYACI VE ALLAH A İMAN
İnsan, beden ve ruhtan oluşan bir varlıktır. Yeme, içme, nefes alıp verme gibi olaylar bedenimizle; inanmak, sevinmek, mutlu olmak gibi olaylar da ruhumuzla ilgilidir. İnsanı diğer yaratıklardan ayıran başlıca özellik, işte budur. İnsan, beden ve ruh yapısıyla bir bütündür.
İnsan ruh yapısının en belirgin özelliği inanmaktır. Yeryüzünde, günümüze kadar inanma ihtiyacı duymamış bir topluluk yoktur. Bunu, insanlığın kültür, sanat ve geleneklerinde görmekteyiz.
İnanç, maddi hayatımızla da ilişkili bir güçtür. İnsanın zorluklara ve güçlüklere karşı dayanıklı olmasını sağlar. İnsana çalışma, yaşama ve başarma gücü verir. İnsan, hayata inançla başlar ve onunla değer kazanır. Çünkü inancı olan kişi, bu inancının gereği olarak kendisine ve birlikte yaşadığı insanlara faydalı olur. İnanç, insanı yeni bilgiler kazanmağa götürür. Kişi,inancını kuvvetlendirmek için pek çok şeyleri öğrenmek, öğrendiklerini düşünüp değerlendirmek ve böylece hayatını düzene sokmak durumundadır. İyiyi, kötüyü, güzeli ve çirkini böylece ayırt edebilenler, ahlâk ve davranış yönünden de kişilik kazanırlar.
Demek ki inanç, insanın yaratılışı gereği olan tabiî bir olaydır. Bütün insanların buna ihtiyacı vardır.
Çevremizde gördüğümüz ve göremediğimiz yüz binlerce varlık vardır.Yeryüzünde çeşit çeşit insanlar, irili ufaklı pek çok hayvanlar, renk renk çiçek ve bitkiler görürüz. Gökyüzünde de ay, güneş ve sayısız yıldızlar yer alır. Bunların hepsini gözümüzün önüne getirip düşünürsek kendiliğinden var olmadığını, bütün bunları yoktan var eden bir yaratıcının bulunduğunu anlarız. Evrende hiç bir şey kendiliğinden, kendi kendine var olmuş değildir. İşte her şeyi yaratan bu yaratıcı, Allah tır. Gözlerimizle Onu görmesek bile evrenin bu eşsiz düzeni bize Onun varlığını göstermektedir. İslâm dininde, bütün evreni ve her şeyi yaratan bu varlığa "Allah" denir. Biz Allah ın varlığına ve birliğine gönülden inanırız. - See more at: http://www.haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=3586&BID=40#sthash.hK1MPSeq.dpuf
http://www.imanilmihali.com/
ANA BAŞLIKLAR
- İman nedir?
- İtikadi ve tahkiki iman
- İman, İbadet ve Ahlak
- Ümitsizlik Halinde İman
- Allah'a İman
- Peygamberlere İman
- Kitaplara İman
- Meleklere İman
- Ahirete İman
- Kader ve Kazaya İman
Kelime-i tevhid; "LA İLAHE İLLALLAH, MUHAMMEDÜN RESULÜLLAH" (Manası; Allah'tan başka ilah yoktur. Hazreti Muhammed (s.a.s.) Allah'ın Peygamberidir.)
Kelime-i şahadet; "EŞHEDU EN LA İLAHE İLLALLAH VE EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN ABDÜHÜ VE RESULÜH" (Manası; Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilah yoktur. Yine şahitlik ederim ki Hazreti Muhammed (s.a.s.) Allah'ın kulu ve Peygamberidir.)
Yüce Allah insanın yaratılış gayesini Allah'a kulluk etmek şeklinde açıklamış ve insanların iman ve ibadet etmesini istemiştir. Müslümanlıkta mü'min olmak ve onun dünya ve ahirette sonuçlarından yararlanmak için iman etmek şarttır. İmanın kelime anlamı " tasdik etmek, herhangi bir şeye kesin olarak inanmaktır. Dindeki anlamı ise "Peygamberimizin Allah tarafından hebr verdiği kesin olarak bilinen şeylerin doğru olduğuna içten ve yürekten inanmak" demektir. İman; icmali ve tafsili olmak üzere ikiye ayrılır. İcmali iman; iman edilecek şeylere kısaca ve toptan inanmaktır. Kelime-i tevhid ve Kelime-i Şahadet'i diliyle söyleyip kalbiyle de tasdik eden kimse kısaca ve toptan iman etmiş olur. Tafsili iman; iman edilecek şeylerin her birine ayrı ayrı inanmaktır. Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, cennet ve cehenneme, kaza ve kadere ayrı ayrı inanmaktır. İmanda esas olan kalp ile tasdiktir. Bir kimse Allah'ı ve O'nun Peygamberi vasıtasıyla göndermiş olduğu şeyleri kalbiyle tasdik eder, doğru olduğuna yürekten inanırsa mü'min olur. Dil ile ikrar ise; mü'min olduğunun insanlar tarafından bilinmesi ve insanların , onun inanmış olduğuna şehadet etmeleri için gereklidir. "İman kalp ile tasdik, dil ile ikrardır." sözü bu nedenle söylenmiştir. Bunun içindir ki kalbinde şüphe ve tereddüt bulunan kimse Kelime-i Şahadet'i söylese bile Allah katında mü'min değildir. İman bir bütündür. İnanılması gereken şeylerin bir kısmına inanmamak tümünü reddetmektir.
İman eden kimse ibadet görevini yapmaz yani amel işlemez ise günahkar olur ancak imandan çıkmış olmaz. Yani iman etmek amel ile doğrudan bağlantılı değildir. Öte yandan Allah ancak olgun müminlerden razı olur. Olgun mü'min olmak için de iman ile birlikte ibadet etmek ve güzel ahlaka sahip olmak gerekir. Şüphe yok ki ibadet imanın bir göstergesidir. Kalpteki iman ışığının sönmemesi için ibadet şarttır. Allah'ın emirlerine uyup yasaklarından sakınmak imanı kuvvetlendirir. İbadeti terk edenin imanı mum gibi yavaşça söner ve gün gelir imanı kaybolur.
İmanın makbul ve sahih olması için üç şart gerekir; İman ümitsizlik halinde olmamalıdır. (Hayatı boyunca iman etmemiş olan insan ölümle yüzleşince iman ederse faydası yoktur.) İnanmış olan kimse dinin kesin hükümlerinden hiçbirini inkar edici söz ve davranışlarda bulunmamalıdır. İman eden kimse dini hükümlerin hepsinin iyi ve güzel olduğunu kabul etmeli ve bunlar arasında ayrım yapmamalıdır.
İman insanın en değerli hazinesidir. İnanan insanın Allah katında da insanlar arasında da üstün yeri ve değeri vardır. İmanlı insan huzurlu ve mutlu kişidir. Çünkü inanan insan bir gün Allah huzurunda hesap vereceğini bildiği için Allah'a ve insanlara hatta diğer canlılara karşı olan görevlerini en iyi şekilde yerine getirmeye çalışır. işinde ve sözünde ölçülü olur. Aşırılıklardan sakınır, ailesine, çevresine, tüm insanlara ve hatta mahlukata karşı şefkat ve merhamet gösterir. Felaketler karşısında yıkılmaz Allah'a sığınır, varlıklarla şımarmaz Allah'a şükreder ve varlıklarını muhtaçlarla paylaşır.
İman yönünden insanlar üç kısımdır; Mü'min, kafir ve münafık. Mü'min inanan ve inandığını ifade eden kimsedir. Kafir iman esaslarını kabul etmeyen, Allah ve peygambere inanmayan kimsedir. Münafık ise; inandığını söylediği halde klbiyle inanmayan, içi dışına uymayan kimsedir.
İman esasları altıdır ve AMENTÜ cümlesinde toplanmıştır. "BEN ALLAH'A, ALLAH'IN MELEKLERİNE, ALLAH'IN KİTAPLARINA, ALLAH'IN PEYGAMBERLERİNE, AHİRET GÜNÜNE, KADERE, İYİLİK VE KÖTÜLÜĞÜN ALLAH'IN YARATMASIYLA OLDUĞUNA İNANDIM. ÖLDÜKTEN SONRA DİRİLMEK HAKTIR. ŞAHİTLİK EDERİM Kİ ALLAH'TAN BAŞKA İLAH YOKTUR. YİNE ŞAHİTLİK EDERİM KİMUHAMMED (SAS.) O'NUN KULU VE ELÇİSİDİR."
NASIL İMAN EDERİZ?
İman'ın kelime anlamı, herhangi bir şeye inanmak demektir. Dindeki anlamı ise; Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Cebrail adındaki melek aracılığı ile Allah'tan aldığı bilgilerin doğruluğuna kesin bir imanla inanmaktır.
İman iki şekilde olur:
Birincisi iman edilecek konulara kısaca ve topluca inanmaktır. Böyle bir inanca "Toptan İman" denir. Kelime-i Tevhid sözünü veya Kelime-i Şehadet'i dili ile söyleyip kalbiyle doğrulayan kimse, kısaca ve toptan iman etmiş olur. Bu şekilde bir imana sahip olan kimseye "MÜ'MİN" denir.
Kelime'i Tevhid Okunuşu: "Lâ ilâhe İllellâh, Muhammedün Rasûlüllah."
Anlamı: "Allah'tan başka tanrı yoktur. Hazreti Muhammed (s.a.s.) Allah'ın Peygamberidir."
Kelime-i Şehadet Okunuşu: "Eşhedu en lâ ilâhe illellâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlüh."
Anlamı: "Ben şahitlik ederim ki, Allah'tan başka Tanrı yoktur. Yine şahitlik ederim ki Hazreti Muhammed (s.a.s.) Allah'ın kulu ve Peygamberidir."
İkinci şekilde iman, inanılacak şeylere ayrı ayrı, teker teker, her bir iman konusunda geniş bilgi sahibi olarak yapılan imandır. Buna "Tafsili İman = Geniş Bir Şekilde İman" denir. Buna göre; Allah'a, meleklerine, kitablarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere ayrı ayrı inanmak gerekir.
İmanın bu altı esası "Amentû" cümlesi ile özetlenmiştir.
İMANIN ESASLARI NELERDİR?
Ayrıntılı olarak inanılması gereken iman esasları altıdır. Bunlara iman'ın şartları da denir. İman'ın Şartları;
1) Allah'a,
2) Allah'ın Meleklerine,
3) Allah'ın Kitaplarına,
4) Allah'ın Peygamberlerine,
5) Ahiret Gününe,
6) Kadere; İster iyi, ister kötü olsun, evrendeki her şeyin ve her olayın Allah'ın bilmesi, dilemesi ve yaratmasıyla meydana geldiğine, inanmaktır.
İMANIN ÇEŞİTLERİ
İslam dinine göre; insanlar iman yönünden üç kısımdır.
MÜ'MİN : İman esaslarına İslam dininin öğrettiği şekilde inanan kimselere "Mü'min" denir.
KAFİR : İslam dininin öğrettiği iman esaslarını reddeden, kabul etmeyen kimselere "Kafir" denir.
MÜNAFIK : İslam dininin öğrettiği iman esaslarına inandığını sözleriyle söyleyerek "Mü'min" gibi, inanmış gibi göründüğü halde gerçekten, içten ve samimi olarak inanmayan, içi dışına uymayan kimselere "Münafık" denir.(NH)
İLGİLİ BAŞLIKLAR;
Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. (Zariyat 51/56 )
http://www.ihvanlar.net/
İMAN – İMAN NEDİR
XXXXXXX
Beş soruda iman
Muhammed Yazıcı hoca ile kapak konusu
Soru ve düzenleme: Adem Özçelik
1. En temelde imanı, normal inançtan ayıran nedir? Müslümanın imanı, normal bir bilgiden ve inanmadan öte neler ifade eder?
Öncelikle normal bir inanç deneyin ve bilginin, iman ise kalbin ve ruhun konusudur. İnsan bilginin öznesidir, iman ise insanın öznesidir. Bilgiyi ve normal inancı insan yönlendirir. İnsanı ise iman yönlendirir. İnanç, bilgi-insan ilişkisinde insan aktif, iman-insan ilişkisinde ise iman aktiftir. Normal inanç madde aleminin, iman ise ruh ve ve mana aleminin konusudur. İnsan ateşin yakıcılığını görme veya dokunma gibi duyu organları ile müşahade eder ve bundan sonra ateşin yakıcılığına dair onda bir inanç oluşur ve bu yalnız ateşle olan münasebette işe yarayacak hem cüzi hem çıkara dayalı bir bilgidir. İman ise deney üstüdür; mutlak ve bütüncüldür ve her daim insanla beraberdir. Düşünceden eyleme insanın bütün hallerine yön verir. Bundan dolayı Müslüman Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret hayatına normal bir inanç beslemez, onlara iman eder.
2. Bugün ultra modern bir çağda iman bizden neler ister?
İman bizden fedakarlık ister. Aslında imanın bu talebi çağlar üstüdür. Tabi materyalist anlayışın hakim olduğu, hatta zirve yaptığı bir çağda imanla ilgili konularda ‘nasıl?’ yerine ‘neden?’ ve ‘niçin?’lerin soruluyor olması fedakarlığın önemini artırıyor. İman, yeri geldiğinde akıl ve mantığın kabul etmeyeceği veya ilk bakışta algılanması zor şeyleri bize yükleyerek tam bir itaatkarlık ister. İman, akıntıya karşı kürek çekmemizi, suya perçin vurmamızı ister. Kayıtsız şartsız teslimiyet ister. Emrettiği şeyler karşısında korkusuzca ve dosdoğru olmamızı ister. Acıya, ızdıraba ve yokluğa, kısacası hayatımızın zindana dönmesine hazır olmamızı ister. Zira Söz Sultanının beyanatı içinde “dünya müminin zindanı, kafirin cennetidir.” Bunlar dışında iman, ulus sınırlarının değil, ümmet sınırlarının gözetilmesini ister. Modern çağın dayatmaları karşısında sarsılmadan, özümüzü değiştirmeden dimdik durmamızı ister. İman edenlere ‘çağdaşlar’ tarafından sıralanacak bir düzine tehdit karşısında, değil en ufak bir sarsıntı yaşamak, aksine bu tehditlerin imanımızı artırmasını ister. “Müminler düşman ordularını gördükleri zaman ‘bu Allah’ın ve Resulü’nün bize vaad ettiği zaferdir. Allah ve Resulü doğru söylemiştir’ dediler. Bu onların sadece imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı.” (Ahzap suresi, 22)
3. İmanın insanı ve toplumu dönüştürmedeki gücü nedir? Bir örnek şahsiyet ve vakıa üzerinden anlatır mısınız?
İman kömürü elmasa çevirecek muhteşem bir dönüştürücü güce sahiptir. O içine girdiği yüreği veya toplumu tanınmayacak derecede değiştirir. Bir şeyin yokluk aleminden çıkıp varlık alemine geçme süreci, değişim ve dönüşüm açısından ne ifade ediyorsa, imanın oluşturacağı değişim de aynı şeyi ifade eder. Büyük mütefekkir Bediuzzaman Sait Nursi’nin tabiriyle, iman güç ve kuvvettir. Hakiki imanı elde eden adam, dünyaya meydan okuyabilir. Tabiî ki, imanın dönüştürdüğü örnek şahsiyetlere en sık asr-ı saadette rastlarız. Kainatın Efendisi, kendi çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar gözü dönmüş, canavarlaşmış bir topluma gönderildi. İnsanlık tarihinde eşine rastlanmayacak derecede adaletsizliğin ve zulmün kol gezdiği bir toplumdan melekleri imrendirecek bir toplum çıkardı. Zulmüyle ün yapmış Ömer’den dünya var oldukça adı var olacak adaletin timsali Hazreti Ömer’i çıkardı. Gıfar kabilesinin eşkiyasından Ebu Zer gibi kanaat ve takva önderini çıkardı. Küfürde babasını aratmayan Ebu Cehil’in oğlu İkrime’yi çıkardı. Esasında birkaç isim dışında Allah Rasulü’nün bütün ashabına imanın dönüştürdüğü kahramanlar diyebiliriz.
Fakat bunlardan bir tanesi çok enteresandır; Süheyl bin Amir… Bu isim bize küfürden ve Allah Rasulü’ne düşmanlıktan bir an olsun geri durmamış azgın bir şahsiyeti hatırlatır. O Bedir günü müşrik ordusuna mücahitlerin bile yüreğini titretecek cesaretlendirici konuşma yapmış, Hudeybiye’de anlaşma yazılırken ‘Allah’ın rasulü Muhammed’ ifadesine bile tahammül etmemiş, Müslüman olduğu için öz oğluna akla hayale gelmeyecek işkenceleri reva görmüş birisidir. Fakat iman ettikten bambaşka bir Süheyl oluvermiştir. Bundan sonrasını İbni Ömer’den dinleyelim: “Veda Haccı sırasında insanların Efendimizin sakal ve saç telini almak için izdiham yaptığını gördüm. Derken gözüm yaşlı bir adama ilişti. Bir kenara çekilmiş, hem ağlıyor hem de elindeki saç veya sakal telini yüzüne gözüne sürüyordu. Onun kim olduğunu sorunca, Süheyl bin Amir olduğunu söylediler.” Sanıyorum bu kadarı imanın insanı dönüştürücü gücünü anlamaya yeterli olacaktır.
4. İmanın bakımı nasıl olur? İmanda neler tehlikenin habercisidir? Tehlike anında kimleri çağırmalıyız?
Evet, iman kalbin konusu olduğuna ve kalp, kelime anlamı itibariyle sürekli dönen, değişen bir yapıya sahip olduğuna göre, içindeki iman da sürekli renk ve kabuk değiştirir. İnsan imanla inkar, yakîn ile şüphe arasında sürekli gelgit içindedir. Mümin bu noktada Allah Teala’nın lütfuyla imanı inkara, yakîni şüpheye tercih eder. Bundan dolayı Kuran-ı Kerim, Hucurat suresi 7. ayette “Allah size imanı sevdirdi. Kalbinizde onu size süsledi ve çekici kıldı. Buna karşılık inkar ve sapkınlığı size çirkin gösterdi de siz tiskinti duyar oldunuz” buyuruyor. Ayetten anlaşılacağı gibi, imanla kalp arasında çok derin bir ilişki vardır. İman kalbin gıdasıdır. Sevgi ise o gıdayı cazip kılan ve sürekli olarak kalbin ona iştah duymasını sağlayan araçtır. İşte bu sevgi, sorduğunuz iman bakımıdır. İmanda tehlikenin habercileri ise, kalp hastalıklarının çoğalmasıdır. Miktoplar kalbin bünyesini öylesine sarar ki, kalp kapkara kesilir. İşte küfür dediğimiz şey budur. Dolayısıyla, imanın bakımı kalbin gurur ve haset gibi kalp mikroplarından temizlenip sağlığa kavuşmasıyla yapılır.
5. İman esaslarımızdan olan Allah’a ve ahirete iman, pek çok ayette bir arada zikredilmektedir. Bunu nasıl anlamalıyız? Allah ve ahiret bilinci bize ne kazandırır?
Önce Allah’a imanı konuşacak olursak, Allah’a iman fıtrattır, tabiîliktir. Biri tarafından üretilen veya bir şey aracılığıyla varlık dünyasına adım atan her şey üreticisinin işaretini taşır. Gizli veya aşikar her şeyde bağlı olduğu varlığın kodları gizlidir. Mesela bir resim tablosu sanat konusunda ehil olanların farkedeceği üzere, kendisine şekil veren sanatçının üslubunu ve zekasını ortaya koyar. Bu bilinçdışı, adeta refleksiftir. Aynı şekilde bir şiir, kendisine hayat veren şairin şiirsel anlayışını ve beslendiği kaynakları ortaya koyar. Bu doğrultuda insan gerçeğine yaklaşırsak, kendisini vareden yaratıcı güçten, Allah Azze ve Celle’den kopuk olduğunu, kodlarında yaratıcı güce karşı bir çekim olmadığını söylemek mümkün değildir. O halde insanın atan nabzından sergilediği davranışlara kadar tüm varlığı Allah Azze ve Celle’ye bağlılığın sinyallerini verir. Buradan anlıyoruz ki, Allah’a iman, doğamıza kodlanmış, silinmesi kabil olmayan ilahi imzadır.
Allah’a imanla ahirete imanın birlikte zikredilmesine gelince, ikisinin ortak noktası gayb ve metafizik olmalarıdır. İki esasa iman etmemizde varlık aleminin ontolojik yapısı baskın rol oynar. Aslında insan hayatı yoklukla başlar, sonra varlığın gün yüzüne çıkar. İnsanın geçmişine baktığımız zaman, yokluğunun varlığından daha fazla olduğunu görürüz. Kainat kimbilir kaç bin yıldır mevcuttu, fakat bugün yaşayan bizler yoktuk. Muhtemelen bir elli yıl sonra yine olmayacağız. Dolayısıyla bizim varlığımız varlık aleminde çok az bir yer işgal ediyor. Sorunun son kısmına gelince, ahiret bilinci insanın gündelik yaşantısına istikamet kazandırır. İnsan yaptığı her şeyi birgün Allah’ın huzurunda hesap vereceği düşüncesiyle yapar. Hayatın ölümle bitmediği inancı, dünya sevgisinin kalbimizden çıkmasına sebep olur. Bu konuda Allah Azze ve Celle şöyle buyurur: “Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin. Şüphesiz bunlar, Allah’a saygıdan kalbi ürperenler dışında herkese zor ve ağır gelir. Onlar, kesinlikle Rablerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini düşünen ve bunu kabüllenen kimselerdir.” (Bakara suresi, 45-46)
İMAN
NİÇİN TECDİD-İ İMAN YAPIYORUZ?Aslında bu soru “Niçin tecdid-i iman yapmıyoruz?” şeklinde de sorulabilirdi. Allah’a inanıyor ve bu inancımızı “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” kudsî cümlesiyle ilan ediyoruz. Biz bu sözü söylerken, aynı zamanda kalbdeki tasdik ve iz’ana dilimizi de tercüman kılıyoruz ki, ahkâm-ı ilâhiyenin üzerimizde tatbik edilmesi konusunda bu bir esastır. Sâniyen, kelimeyi söylemekle, şahsî hayatımızı aydınlatmış, nuranîleştirmiş oluyoruz ki, bu bizim için mutlak bir ihtiyaç. Her şeyden evvel bizler, mütemadiyen tahavvül edip değişen varlıklarız: Ben, dünkü ben değilim, tabiî evvelki günkü ben de değilim. Hele geçen seneki ben, hiç mi hiç değilim. Geçen seneki ben ile şu andaki ben arasında upuzun bir mesafe vardır. Öyle ise geçen sene ben “Lâ ilâhe illallah” deyip tecdid-i iman yaptıysam, değişen şimdiki ben yeniden tecdid-i iman yapmak suretiyle ruh, his ve kalb dünyamı tenvir etme mecburiyetindeyim. Sâlisen, üzerinde yaşadığımız dünya da bizim gibi değişiyor: Küre-i arz durmadan dönüyor; Güneş devamlı hareket ediyor. Değişen dünyaları da ayrıca tenvir etmek ve içinde bulunduğumuz yurdumuzu, yuvamızı, otağımızı aydınlatmak için yine “Lâ ilâhe illallah” kudsî cümlesiyle hayatımızı aydınlatmak mecburiyetindeyiz. Râbian, insan farkına vararak veya varmayarak pek çok defa, kendisini küfre sokacak davranış, iş ve sözlerde bulunabilmektedir. Bu türlü davranış, iş ve sözler onun mânevî hayatını karartır, zulümatlı hâle getirir ve kapkaranlık yapabilir. İşte eğer insanın, küfre götüren ve dalâlete iten bu türlü sözlerle iç dünyası kararmışsa böyle birinin “Lâ ilâhe illallah” ile hayatını yeniden tenvir edip tecdid-i iman yapması onun için elzem ve zarurîdir. Hâmisen, uhrevî âlemimiz itibarıyla ne zaman vefat edersek, dilimiz kelime-i tevhid ile ıslanmış olarak Allah’ın huzuruna gitmemiz bizim için hayatî bir mevzudur. Onu söylemiş ve o ahd ü peymâna sadakat içinde Allah’ın huzuruna gitmiş olmak, bizim için önemi çok büyük, kazandıran hususlardandır. Evet, bir hadis-i şerifte: “İnsan vefat ederken, kelime-i tevhidle dili ıslak olarak Allah’ın huzuruna giderse, Cenâb-ı Hak onu mağfiret buyurur.” şeklinde ifade edilmektedir. İmamların camilerde yaptırdıkları tecdid-i iman ve tecdid-i nikâh meselesine gelince; bu mânâ günümüzde bir âdet olarak icra edilmektedir. Resûl-i Ekrem devrinde böyle bir tecdid-i iman yapma meselesi bahis mevzuu değildi. İnsanın günün her dakikası ve her saatinde günahlara ve küfre karşı içinde bir burkuntu ve tiksinti duyup da gönlünden gele gele “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” demesi, bir tecdid-i iman cehdidir ve mümkünse bu her zaman yapılmalıdır. M. Fethullah Gülen
|
.
İman ve Gerektirdikleri
Dilimizde inanmak anlamında kullanılan iman, kelime anlamının ötesinde içinde daha başka mânâları da barındıran şemsiye kavramlardandır. Bu tür terimler, içinde bulundurduğu diğer mânâlarla birlikte tanımlandıklarında hakikatleri tam olarak ortaya çıkar. Biz bu yazıda iman kavramını, inanmak, marifetullaha ermek, muhabbetullaha ulaşmak, teslim olmak ve tevekkül etmek gibi imanın gerektirdikleriyle birlikte ele almak istiyoruz. Zira insanın tadını alacağı, bütün benliğiyle hissedeceği tahkiki anlamda iman, ancak bunlarla birlikte oluşur. Bu aynı zamanda iman kavramını, dinî hayatımıza pek bir şey katmayan dil düzeyinde tartışmaktan çıkarıp yaşanan bir hadise olarak ele almak anlamına gelmektedir.
İman Tasdiktir
İman, tasdik olarak tanımlanır. Tasdik bir şeyin sıdkını ifade etmek, doğruluğunu beyan etmek, o şeyi doğrulamak demektir. Bu sadece dille olan bir doğrulama değil, kalbin de doğruluğuna inanarak kendisine eşlik ettiği bir doğrulamadır. Bu da bir iz’anla, bir şuur uyanıklığıyla olabilir. Taftazânî; “Tasdikin hakikati, bir iz’an ve kabul ile birlikte kalbde habere ve haber verene bir doğruluk nispetinin meydana gelmesidir.” (Şerhu’l-akâid, s. 152) sözü ile bunu ifade etmektedir. Bu mânâda iman, kalbin Allah’ı ve Resûlünü doğrulaması, Resûlullah’ın Allah’tan getirdiklerini tasdik etmesidir. Yalnız bu, şüphe ve tereddüt kabul etmeyen, kesin, sarsılmaz, kalbin ve şuurun kuşku duymadığı bir doğrulamadır. Terimin Arap dilindeki kökeni de bu mânâyı gösterir. İman “e-m-n” kökünden gelen bir terimdir. Kelimenin kökeni, emin olmak, güven duymak, mutmain olmak anlamlarına gelir. İman, iman edilmesi gereken konularda kalbin emin olması, güven duyması, mutmain olması yani bu hakikatleri tasdik etmesidir. Kalb böyle bir imanın güzelliğini tadar, onunla huzura kavuşur. Bu yüzden kalbin tasdiki imanın rüknü, bunun bir kazıyyeye dönüştürülüp dile dökülmesi yani ikrar da, şartı sayılmıştır. İkrar dünyevî ahkâmın tatbiki açısından şart görülmüştür.
İman Gerçekten İnanmayı Gerektirir
İmanın tasdik olması, onun aynı zamanda kesin bir inanca dayalı olması anlamına gelir. Zira tasdik, inancın şüpheye yer bırakmayacak biçimde kesinleşmiş hâlidir. İnsan bir şeye, olduğu gibi ve aksine ihtimal vermeyecek, tereddüt hâsıl etmeyecek şekilde inandığında o şeyi tasdik etmiş olur. Nitekim Kur’ân, kalbî doğrulama olmadan sadece söz kalıbına dökülmüş bir ifadenin iman olmadığını ve bu yüzden münafıklarda imanın gerçekleşmediğini şu âyetleriyle açıkça ifade etmektedir: “İnsanlardan öyleleri vardır ki Allah’a ve âhiret gününe iman ettik derler, oysa onlar iman etmiş değillerdir.” (Bakara Sûresi 2/8) “Ey şânı yüce Peygamber! Kalbleri iman etmedikleri hâlde ağızlarıyla iman ettik diyenler ve Yahudilerden küfür içinde koşuşturanlar seni üzmesin…” (Mâide Sûresi 5/41). Yine Kur’ân, bir kısım kimselerin yeryüzünde ve gökyüzünde bulunan nice âyetleri görmezden gelip yüz çevirdiklerinden bahsettikten sonra, “Onların çoğu müşrik oldukları hâlde Allah’a iman ederler.” (Yusuf sûresi 105–106) buyuruyor. Bu âyette de kalbin itminan içindeki tasdikine dayanmayan zahirî imanın kınayıcı bir dille anlatıldığı görülmektedir.
İnanma, Arap dilinde “i’tikad” kelimesiyle karşılanır. İtikad, bağlamak, düğümlemek anlamına gelen “a-k-d” kökünden türemiştir. Dolayısıyla bu kökten türeyen itikad; bir şeye bağlanmak, inanmak, bir şey hakkında kanaat sahibi olmak anlamlarına gelir. İmanda aslî unsur inanmak olduğundan iman kavramı da bu mânâları içermektedir. İnanmak imanın olmazsa olmaz şartıdır. O olmadan iman olmaz. Ama sadece inanmak da tek başına iman etmeyi ifade etmez. Çünkü iman etmek, inanılan şeylere bağlanmak, marifete ermek, muhabbet duymak, teslim olmak, tevekkül etmek gibi daha başka mânâları da ihtiva eder. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri’nin, imanı tasdik, marifet, yakîn, ikrar ve islâm kelimeleriyle tanımlaması (el-Âlim ve’l-Müteallim, s. 13) bu mânâlara dikkat çekmek içindir. Bu çerçevede imanı, insanın bir bütün olarak akıl, kalb, vicdan ve irade gibi unsurlarının birlik içinde ve canlı bir biçimde mukaddes olana veya mukaddes saydığına inanmasını, yönelmesini ve bağlanmasını, O’nunla sürekli alâka kurmasını ifade eden bir terim olarak tanımlayabiliriz.
İman bir defa olup biten bir hâdise değil, sürekli yaşanan bir hâldir. Bu yüzden devamlılık ister, tecdidi, yenilemeyi gerektirir. Çünkü zaman içinde onu zayıflatan unsurlar devreye girer; iman yenilenmezse bir süre sonra yerini küfre bırakabilir. Bu yüzden Allah (cc), “Ey İman edenler! İman edin.” (Nisa Sûresi, 4/136) buyurmakla imanda sürekliliği sağlamanın gerekliliğine işaret etmektedir. Muttakilerin niteliklerini anlatan “ellezîne yü’minûne bi’l-ğayb - Onlar gayba iman ederler” (Bakara Sûresi, 2/3) âyetinde de imanda yenilenmeye işaret edilmektedir. Buradaki fiil, geniş zaman (muzarî) kalıbı olup teceddüdü ifade eder. Bunlar da gösteriyor ki iman süreklilik ve yenilenme isteyen bir olgudur. Bu da Allah’ı bilmeye, tanımaya, rahmet eserlerini sürekli görmeye yani marifetullaha bağlıdır.
İman Marifeti Gerektirir
Marifet, bilmek, tanımak, bir şeyin bilgisini tanıma veya tecrübe etme yoluyla kazanmak mânâsına gelen bir kelimedir. Ancak marifet, ilimden farklı bir anlamı ihtiva eder. “Mârifet; düşünce ve himmetle, vicdan ve iç tefahhusla elde edilen hususî bir bilgi; ilim ise, okuma, öğrenme, araştırma, terkip ve tahlil yoluyla elde edilen bir müktesebattır. Mârifet; tefekkür, sezi ve iç müşahedeyle ulaşılan ilmin özü demektir. İlmin zıddı cehalet, mârifetinki ise inkârdır.” (F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 2/140) Meselâ Hz. Peygamber’i (sallallahu aleyhi ve sellem), üzerine araştırma yapmış bir müsteşrik de bilir, araştırma yapmamış ama ona gönülden bağlı ümmî bir mü’min de bilir. İkisinin bilgilerinde mahiyet farkı vardır. Birincininki ilim anlamında, diğerininki ise marifet anlamında bilgidir.
İlim bir şey hakkındaki nazarî bilgiyi ifade ederken, marifet, o şeyle tanışıklığa dayalı bilgi anlamına gelir. Bir mimar, bir mühendis bina yapmayı nazarî olarak bilebilir ki, bunların bilgisi ilim anlamında bilgidir. Bir usta da bina yapmayı bilir, bu da marifet anlamındaki bilmedir. Çünkü o yaparak öğrenmiştir. Nitekim dilimizde bir şeyi nazarî olarak bilene değil, pratik olarak bilene marifetli denir. Pek çok sahada marifeti olan için “on parmağında on marifet” deyimi kullanılır. Yine dilimizdeki “ilmi, irfanı olan adam” tabiri, nazarî bilgisini pratik hayata yansıtan kimse için kullanılır. Bir kimse bildiklerini ameline yansıtmıyorsa bu kimseye “ilmi var ama, irfandan yoksun” denir. Bir kimse hem nazarî olarak bir şey bilmiyor, hem de davranışları bozuksa ona da “ilimden, irfandan nasibi yok” denilir.
Mârifet; hak yolunun yolcularınca, bilmenin bilenle bütünleşip onun tabiatı hâline gelmesi ve bilenin her hâlinin bilinene tercüman olması mertebesidir Mârifet, dört bir yanımızda çakıp duran isimlerin tecellîlerini görüp sezmek ve bu tecellîlerle aralanan sır kapısının arkasında, sıfâtların hayret verici iklimini temâşâ etmektir diye tarif edilmiştir. (F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri 1/200) Dolayısıyla marifetullah, Allah’ın nazarî olarak bilinmesini değil, tanımaya dayalı olarak bilinmesini ifade etmektedir. Yani O’nun isim ve sıfatlarının tecellilerine bakarak, rahmet eserlerini seyrederek, kâinatla ve bizle münasebetlerini görerek, O’na yönelerek, O’nu yegâne dost ve yardımcı kabul ederek, tabiri caiz ise, O’nunla hem-dem olarak bilmek demektir. Ârifin Allah’ı bilmesi böyledir.
İlimle marifet arasındaki fark, nazarî akılla amelî akıl arasındaki fark gibidir. “Allah’ı bilmek varlığını bilmenin gayrıdır.” sözü de bu farklılığı ifade eder. Bu sözdeki “Allah’ı bilmek”, marifet anlamındaki bilgiyi, “varlığını bilmek” ise ilim anlamındaki bilgiyi gösterir. Kur’ân’ın Allah’ı sıfat ve fiilleriyle tanıtmasının sebebi de, bizlerdeki Allah bilgisini nazarî bir bilgi olmaktan çıkarıp mü’minleri marifetullah ufkuna yükseltmek içindir. “İnsan, nazarî olarak inanılması gerekli olan bir kısım hakikatleri kabul edebilir. Ancak, ister ilim adına yapılan araştırmalarda, isterse inanç ve ibadet dünyasıyla alakalı hususlarda olsun, hedefe ulaşmak nazarî akılla değil; amelî akılla mümkün olacaktır.” (F. Gülen, Fasıldan Fasıla 4/ 67)
İman marifeti gerektirir, ama marifete dayalı bilgi mutlaka iman etmeyi netice vermez. Zira iman, marifetin ötesinde iradî bir yöneliş ve kabulleniştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, bir kısım Ehl-i Kitabın, oğullarını tanıdıkları bildikleri kadar Hz. Peygamber’i (s.a.s.) tanıyıp bildiklerini (ya’rifûne), ama iman etmediklerini haber vermektedir. (bkz. Bakara Sûresi, 2/146; En’âm Sûresi 6/20) Yine nankörleri anlatan, “Onlar Allah’ın nimetlerini biliyorlar (ya’rifûne) sonra da inkâr ediyorlar. Onların çoğu kâfirdirler” (Nahl Sûresi, 16/83) âyeti sadece bilmenin, tanımanın mutlaka iman etmek anlamına gelmediğini ortaya koyuyor. “Âyetlerimiz hakkı gösterici olarak onlara geldiğinde ‘Bu apaçık bir sihirdir.’ dediler. Onlar yakînî olarak bilmelerine rağmen zulüm ve büyüklenme olarak inkâr ettiler.” (Neml Sûresi, 27/13-14) âyeti de, yine kâfirlerin gerçeği yakinî olarak bildikleri hâlde inkâr edebildiklerini açıklıyor. Demek ki, marifetin imana götürmesi, yoldaki engelleri kaldırarak, marifet ufkundan bir kapı açıp muhabbet ufkuna geçmeye bağlıdır.
İman Muhabbeti Gerektirir
İmanın bir diğer gereği muhabbettir. Muhabbet sevmek, istemek demektir. Muhabbet olmadan, sevgi hissi duymadan iman etmek mümkün değildir. “Muhabbet, kalbin Mahbub-i Hakikî ile münasebeti, O’na karşı duyulan, önüne geçilmez şiddetli iştiyakı ifade eder. Muhabbet insanın bütün benliğiyle sevgiliye yönelip O’nunla olması, O’nu duyması ve topyekün başka arzulardan, başka isteklerden sıyrılabilmesiyle tahakkuk eder.” (F. Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri, 1/204) Allah’ı sevmek, O’nun buyruğu altına girmeyi, rızası dairesinde hareket etmeyi netice verir. Yasaklardan kaçınmak da, emirlerini yerine getirmek de sevgiye dayanır. Zira ancak seven sevdiğine itaat eder. Bağlılığı artırmak da sevmeye bağlıdır. Bu sebeple Allah sevgisi mü’min için hayatî öneme sahiptir.
Muhabbet imanın gereklerinden biridir. Bu hem Allah’a iman hususunda hem de diğer iman edilmesi gerekli hususlarda böyledir. “İnsanlardan kimileri vardır ki, başka şeyleri Allah’a denk tutar ve Allah’ı sever gibi onları severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler.” (Bakara Sûresi, 2/165) âyeti imanla sevgi arasında var olan bağı vurgulamaktadır. Zikredeceğimiz şu hadîsler de tahkikî imanda sevginin ne derece önemli olduğunu göstermektedir: “Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki bir kimse beni ailesinden ve çocuklarından daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz.” (Buhari, İman ; “Kimde şu üç haslet varsa o kimse bunlarla imanın tadını tadar; Allah ve Resûlü’nü her şeyden daha çok sevmek, sevdiğini Allah için sevmek ve iman ettikten sonra küfre dönmeyi ateşe atılmaktan daha kötü görmek.” (Buhari, İman 9)
Allah’ı sevmek, Ona muhabbet etmek, marifetullaha, yani O’nu tanımaya, bilmeye bağlıdır. “Sevgi, mârifetin bağrında boy atar, gelişir; mârifet ilimle ve iç-dış ihsaslarla beslenir. Arif olmayan sevemez; ihsasları kapalı bilgisizler de mârifete eremez.” (F. Gülen, Örnekleri Kendinden Bir Hareket, s. 194) Bu yüzden Kur’ân, insanlar kendilerine olan ilgisini, şefkat ve merhametini görsün de, Allah’ı sevsinler ve O’na boyun eğip kul olsunlar diye yeryüzündeki ve gökyüzündeki sanat, kudret ve rahmet eserlerini nazara vererek Allah’ı insanlara tanıtmaktadır. (Mesela bkz. Bakara sûresi, 2/164) Zira insan ancak tanıdığını sever. Ancak sevgi de daha fazla marifeti netice verir. Çünkü insan sevdiğini daha fazla tanımak ister ve marifet denizine yelken açar. Böylece marifetle muhabbet birbirini besleyen, büyüten iki unsur olur. Sonuçta bunlar insana teslimiyet kapısını açarlar.
İman Teslimiyeti Gerektirir
İmanın gereklerinden biri de teslimiyettir. Teslimiyet kalbî bir fiildir. İmanda asıl olan da kalbin teslimiyetidir. Zahiren teslimiyet imanı göstermediği gibi davranışlardaki bazı kusurlar da teslimiyetsizliği göstermez. Kusurlar insan olmanın muktezasıdır. Teslimiyet olmaksızın bir imandan bahsetmek söz konusu olamaz. Eğer teslimiyetsiz bir imandan bahsediliyorsa bu, ancak imanın bir unsuru olan inanmak olabilir. Bir kimse Allah’ın varlığına, birliğine inanabilir; fakat inandığı o mukaddes varlığa teslimiyet göstermeyebilir. Bu tıpkı mukaddes olmayan bir şeye inanıp da bağlanmamak gibidir. Nitekim pek çok insanın, teorik olarak Allah’ın varlığına, birliğine inandıkları hâlde, teslimiyet göstermedikleri O’nun rızası dairesinde hareket etmedikleri görülür. Bunun aksi de mümkündür. Yani insan teslimiyet gösterebilir; ama iman etmeyebilir.
Teslimiyet kalbî bir fiil olması hasebiyle kalbin teslimiyeti önemlidir. Yoksa zahirî bir teslimiyetin iman bakımından önemi yoktur. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm birtakım bedevî Arapların “İman ettik.” deyişlerini, “Hayır iman etmediniz, siz islâm olduk deyin. Henüz kalblerinize iman girmedi.” (Hucurât Sûresi, 49/14) cevabıyla reddediyor. Zira onlarda bütün benlikleriyle Rab olarak Allah’a ve resûlü olarak Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bir yöneliş, bir bağlanma, bir tasdik, bir güven duygusu oluşmamış, iman adına hiçbir şeyi derinlemesine duymamış, içlerine sindirememişlerdi. Kendilerinde sadece Hz. Peygamber’in (s.a.s.) siyasî hâkimiyetine bir teslimiyet meydana gelmişti. Bu yüzden de Allah onların sözlerini hakikate irca etti, iman etmediklerini bildirdi.
Allah (cc) yukarıda zikrettiğimiz âyetin peşinden gerçek bir imanın nasıl olması gerektiğini şu şekilde beyan ediyor: “Allah’a ve Resûlü’ne iman eden, sonra hiçbir zaman şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden kimseler ancak hakkıyla iman edenlerdir. İmanlarında sadık, samimi olanlar işte bunlardır.” (Hucurât Sûresi, 49/15) Bu âyette zikredilen Allah’a ve Resûlü’ne iman, itikadı; şüpheye düşmeme, itikadın kesin olması gerektiğini, yani tasdiki; mal ve canla cihad etme de teslimiyeti anlatmaktadır. Yine, “Ancak âyetlerimize iman edenlere duyurabilirsin ki onlar teslim olmuşlardır.” (Neml Sûresi, 27/81) âyeti ile “Rab olarak Allah’a, din olarak İslam’a, nebî olarak da Muhammed’e (s.a.s.) razı olanlar imanın tadını tatmıştır.” (Müslim, İman 56) hadîsi de hakiki imanda, tasdik ile birlikte bir teslimiyetin ve razı olmanın da var olması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Yani teslimiyet imanda mutlaka var olması gereken bir unsurdur. Bunun bir adım ötesi de tevekküldür.
İman Tevekkülü Gerektirir
Tevekkül Allah’a dayanmak, itimad etmek, nokta-i istinad olarak sadece O’nu görmek demektir. Ancak sebeplere müracaat etmek de insanın görevi olup tevekkül etmeye mâni değildir. Tevekkül teslimiyetin bir neticesi, güven duygusunun bir eseri, imanın bir gereğidir. “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim de tevekkülü iltizam eder.” sözü bu hakikate işaret etmektedir. Zira insan ancak güven duyup bağlandığına tevekkül edebilir. Bu çerçevede başkasına değil sadece Allah’a tevekkül edilir, başkası değil sadece Allah’a iman eden kimse tevekkül edebilir. Bu yüzden Allah (cc), “Mü’minler sadece Allah’a tevekkül etsinler.” (Âl-i İmran Sûresi, 3/160) buyurmuştur. Tevekkülün mü’min olanlardan istenmiş olması, bunun mümkün olmasından dolayıdır. Aksi takdirde muhal olan istenmiş olurdu. Allah (cc) muhali istemekten münezzehtir. “Gerçekten iman edenler o kimselerdir ki, Allah anıldığında kalbleri titrer, Allah’ın âyetleri kendilerine okunduğunda imanları artar ve Rab’lerine tevekkül ederler.” (Enfâl Sûresi 8/2) âyeti de imanla tevekkül arasındaki bağı ifade etmektedir.
Sonuç
İman sadece inanmak, yalnızca bilmek, tek başına ikrar etmek veya teslimiyet göstermek değildir. İmanın hakikati, itikad, marifet, muhabbet, teslimiyet ve tevekkülle bütünleşen bir tasdiktir. Kulun duygu, düşünce, davranış bütünlüğü içinde mukaddes olana iradî olarak yönelmesi ve bağlanmasıdır. Dolayısıyla mü’minin taklitten kurtulup tahkikî imana ulaşması, sadece bir bilgi seviyesi elde etmesi değildir. Aksine, bilginin düşünce, duygu ve amel ile birleşip, insanın bir bütünlük içinde Allah’a yönelmesidir. Yani yalnızca bilgilerin bu seviyeye erişmesi tahkikî iman için yeterli değildir. Aynı zamanda kulluk şuurunun ve ibadet ü taatın da bu seviyeye ulaşması gerekir. “Zira insan, inancını ancak ibadet ü taatla tabiatının bir parçası ve derinliği hâline getirebilir. Bu sebeple ibadet ü taat yapmayan bir insanın inancı sığdır ve böyle bir insan her an inhiraf etmeye mahkûmdur.” (F. Gülen, Fasıldan Fasıla 4/67)
* Araştırmacı Yazar
mtoprak@yeniumit.com.t
.
İmanın Yenilenmesi ve Güçlenmesi
Her lâhza zaman ve mekân değişmektedir; bu itibarla insan da, bu değişmeler içinde her an kendini aydınlatmalı, yenilemeli ve ruhta yeni bir dirilişe geçmelidir ki, hayatını teşkil eden karelerden hiçbiri karanlık kalmasın.İman kelime olarak, "emn-ü emân=emniyet, güven" mânâsında olup; bir habere veya hükme, kesin olarak ve gönülden gelerek inanmak, bir şahsın sözünü doğru kabulle mutlak mânâda tasdik etmek demektir. İnanma, bir mânâda tasdikin yanısıra imanda ikrarın da çok önemli olduğuna Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadîsleriyle işaret buyurmuşlardır: "Kalbinde buğday, arpa ve zerre ölçüsü iman bulunduğu halde Allah'tan başka Tanrı yoktur, Muhammed O'nun elçisidir diyen kimse Cehennemden çıkar."1 Dil ile ikrarın önemini ifade eden bir diğer hadîs-i şerîfte de Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) meâlen şöyle buyurmuştur: "İman, kalb ile marifet, dil ile tasdik ve erkân ile ameldir."2Ehl-i Sünnet âlimlerinin cumhûru nazarında imanın hakikati; Allah Teâlâ'nın ulûhiyetini ve tevhidini, Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliğini ve Allah'tan (celle celâluhu) getirip tebliğ ettiklerinde sâdık olduğunu dil ile ikrar, kalb ile tasdiktir.Ebu Hanife (h. 150) Hazretleri Fıkh-ı Ekber'inde, (وَالْإِيمَانُ هُوَ الْإِقْرَارُ وَالتَّصْدِيقُ. وَإِيمَانُ أَهْلِ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ لَا يَزِيدُ وَلَا يَنْقُصُ مِنْ جِهَةِ الْمُؤْمَنِ بِهِ, وهُوَ يَزِيدُ وَيَنْقُصُ مِنْ جِهَةِ الْيَقِينِ وَالتَّصْدِيقِ) "İman, ikrar ve tasdiktir. Yer ve gök ehlinin imanı, inanılacak hususlar itibarı ile ne artar ne de eksilir. Ancak iman, yakîn ve tasdik açısından hem artar hem de eksilir."3 demektedir.Ebû Mansur es-Semerkandî (h. 333) bu konuda şunları söylemektedir: "Sadece ikrarla iman olmaz. Çünkü sadece ikrarla iman olsaydı, bütün münafıkların mü'min olmaları gerekirdi. Kezâ sadece tasdikle de iman olmaz. Eğer sadece tasdikle iman olsaydı, bütün kitap ehlinin mümin olması gerekirdi. Zîrâ Allah (celle celâluhu) meâlen; "Allah şahitlik eder ki münafıklar yalancıdırlar" (Münafikun 63/1) ve "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Peygamberi oğullarını tanır gibi tanırlar" (Bakara 2/146) buyurmaktadır."4İmam Maturidî Hazretleri imanın lügatte tasdik mânâsına geldiğini,5 bir kısım insanların kalbde tasdikin değil, ancak marifetin olabileceğini iddia ettiklerini, hâlbuki kalbde tasdikin mümkün ve doğru olduğunu ifade etmektedir. Devamla tasdikin zıttının tekzip, marifetin zıddının cehalet olduğunu, haktan cahil olanın hakkı tekzip eden mânâsına gelemeyeceğini, dolayısıyla da imanın kalbde marifet dışında bir cevher (tasdik) olması gerektiğini ifade etmektedir.6 Sa'düddîn et-Teftâzânî, Ebû Hafs Ömer b. Muhammed en-Nesefî'ye (ö. 537) ait el-Akâid isimli eserine yapmış olduğu şerhte, ancak bazı kaderiyyecilerin imanı marifet olarak tanımladıklarını ifade etmektedir.7Dolayısı ile bu durumda iman ancak iç duyuş, kalbî hissediş, inanılan prensiplerin salih amele dönüşmesi, âzâ ve cevârihle pratiğe aktarılması vb. hususlar itibarı ile yenilenmekte ve güçlenmekte ya da eskimekte ve güçsüzleşmektedir. Yine Ehl-i Sünnet âlimlerimizin tamamı "mü'menün bih / kendisine inanılması gereken bütün unsurlar"da bir artma ya da eksilme olmayacağında icma etmişlerdir.İmanın Yenilenmesi:Allah'a (celle celâluhu) imanın, çeşitli vesilelerle yenilenebileceği ile alâkalı olarak âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyrulmaktadır: "Ey îmân edenler! Allah Teâlâ'ya ve O'nun Peygamberine ve Peygamberine indirmiş olduğu kitaba ve daha evvel indirmiş olduğu kitablara imân ediniz. Ve her kim Allah Teâlâ'yı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse muhakkak ki pek uzak bir dalâlete ve sapıklığa düşmüş olur." (Nisa 4/136)Müfessirler bu âyet-i kerîmenin imanda devam ve sebata; taklit yoluyla yapılmış olan imanın, istidlal ve tahkik yolu ile geliştirilmesine; mücmel istidlallerle oluşturulmuş imanın tafsilatlı istidlallerle artırılması ve zenginleştirilmesine; tafsîlî delillerle Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine imanı neticesinde, insan zihninin hiçbir şekilde Allah'ın azametini kavrayamayacağını kabullenmesine işaret ettiğini belirtmişlerdir8.Bu âyet-i kerîmenin bir benzeri Hadîd Sûresi'nde olup şu mealdedir: "Ey imân edenler! Allah'tan korkunuz ve O'nun peygamberine imân ediniz ki, size rahmetinden iki nasip versin ve sizin için bir nûr kılsın ki, onunla yürürsünüz ve sizin için mağfiret buyursun ve Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir." (Hadid 57/28)Said b. Cübeyr (radıyallâhu anh), bu âyet-i kerîmenin Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmeti hakkında indiğini belirtmektedir.9 Allah Teâlâ bu âyetle Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetine de, iman eden ehl-i kitaba verdiği gibi iki kat ücret verdiğini, ayrıca onlara fazladan bir nur ve af da verdiğini beyan etmiştir. Âyet-i kerîme, iman etmiş kimselerin mutlaka Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönüllerinin tâ derininden gelerek inanmaları gerektiğini ve bu güçlü imanın arkasından gelecek büyük mükâfatı açıklamış olmaktadır.İmanın GüçlenmesiAli İmran Sûresi'nde imanın güçlenmesi ile ilgili olarak meâlen şu âyet-i kerîmeyi görmekteyiz: "Onlar öyle kimselerdir ki halk kendilerine: "Düşmanlarınız olan insanlar size karşı ordu hazırladılar, aman onlardan korkun!" dediklerinde, bu tehdit onların imanlarını güçlendirmiş ve "Hasbunallah ve ni'me'l-vekil" "Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!" demişlerdir." (Ali İmran, 3/173)İmam Kurtubî, bu âyet-i kerîme ile alâkalı olarak şu yorumları aktarmaktadır: "Allah'ın (celle celâluhu) bu âyet-i kerîmedeki: "onların imanlarını güçlendirdi" beyânı, "müminlerin dinlerine olan tasdik ve yakînlerini, dinlerine yardımcı olmaktaki kararlılıklarını, güçlerini, cesaretlerini ve hazırlıklarını artırdı." mânâsına gelmektedir. Bu mânâ ile imanın artışı, amellerdeki bir artışı ifade eder.İbadet u taate iman denilmiştir. Çünkü Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) meâlen şöyle buyurmuştur: "İman, yetmiş küsur şubedir. Bunun en üstünü Lâ ilahe illallah sözü, en aşağısı ise yoldan rahatsızlık veren şeyleri kaldırmaktır. Hayâ da imandan bir bölümdür."10Hz. Ali'den (radıyallâhu anh) de şöyle dediği nakledilmektedir: "İman, önceleri kalbde beyaz bir parlaklık olarak ortaya çıkar. İman arttıkça bu parlaklık da artar. -Hz. Ali'nin (radıyallâhu anh) bu ifadesinde, imanın artıp eksildiğini kabul etmeyenlere karşı bir delil vardır.- Münafıklık da bu şekildedir. O da kalbde siyah bir karartı olarak ortaya çıkar. Münafıklık arttıkça kalb bütünüyle siyahlanıncaya kadar kararma devam eder."Bazı âlimler şöyle demiştir: "İman bir cevherdir. Mümin kalbindeki parlaklık, imanın gereği olan tutum ve davranışların birbiri peşi sıra temadisi ve imanın fiilen devamlılığı ile artar. Mümin kalbin, ardı arkasına gaflete düşmesi neticesinde ise iman eksilir.Bir kısım âlimlerin kanaatine göre de imanın artıp eksilmesi deliller itibarı ile söz konusudur. Bir kimsenin imana dâir sahip olduğu deliller artarsa, bu, imandaki bir güçlenme olarak kabul edilir. Peygamberlerin diğer insanlara üstünlüğü de işte bu bakımdandır. Çünkü peygamberler, imanı diğer insanların bildikleri şekil ve yollardan daha farklı pek çok şekil ve yollarla öğrenip bilmişlerdir.11Bir başka âyet-i kerîmede de Cenâb-ı Hak meâlen şöyle buyurur: "Hakikatte mümin olanlar o kimselerdir ki, Allah Teâlâ zikredildiği zaman yürekleri titrer ve onlara Cenâb-ı Hakk'ın âyetleri okunduğu zaman imanları ziyadeleşir ve Rablerine tevekkül ederler." (Enfal, 8/2)Allah Teâlâ'nın burada yer alan; "Âyetleri okunduğu vakit imanları ziyadeleşir" buyruğu, müminlerin tasdiklerini artırmaları mânâsına gelmektedir. Çünkü şu andaki iman, dünkü imana bir ziyadedir. İkinci ve üçüncü defa tasdik eden bir kimsenin yaptığı da önceki tasdiklerine nispetle, kalbindeki genişliğin âyet ve delillerin çoğalması ile artışı demektir.12Tevbe Sûresi'nde ise meâlen şöyle buyrulmaktadır: "Yeni bir sûre indirildiğinde onlardan bazıları: 'Bu inen kısım hanginizin imanını ziyadeleştirdi acaba?' diyerek vahyi küçümserler. Ama bu, iman edenlerin imanını ziyadeleştirir ve onlar sevinip birbirlerini müjdelerler. Fakat kalblerinde bir hastalık olanlara gelince, (o surenin nüzûlü) onların küfürlerine küfür katıp arttırmıştır ve onlar kâfirler oldukları halde ölüp gitmişlerdir." (Tevbe, 9/124)İmam Râzî Hazretleri âyet-i kerîme ile ilgili olarak şu yorumu yapmaktadır: "Bu sûrenin inmesi sebebiyle hem müminler, hem de kâfirler için iki şey tahakkuk etmiştir: Birincisi, bu sûrenin müminlerin imanını ziyadeleştirmiş olmasıdır. Bu sûre inerken, onlar bunu mutlaka okuyor ve onun, Allah katından indirilmiş gerçek olduğunu itiraf ve kabul ediyorlardı. İkincisi ise, onların duydukları ve elde ettikleri sevinç ve müjdedir. Bazıları bu müjdeyi âhiretteki mükâfat mânâsına, bazıları dünyada elde ettikleri yardım ve muzafferiyete, bir kısmı da kendisiyle daha fazla mükâfat elde edilebileceği için yeni gelen mükellefiyetler sebebiyle hâsıl olan sevinç ve sürûra hamletmişlerdir."13Bir başka âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak meâlen, hidayete erenlerin, hidayetini ziyadeleştirdiğini, onlara takvalarını (Allah'a karşı gelmekten sakınmalarını) ihsan ettiğini beyan buyurmaktadır. (Muhammed, 47/17). Çünkü Cenab-ı Hak, hidayete erenlerin ilimlerini arttırmış, onlar da din adına dinlediklerini bilmiş, bildikleriyle amel etmiş, basiretleri ve peygamberleri tasdikleri artmış, sahih imanları sebebiyle kalblerine inşirah, haşyet ve takva ihsan edilmiştir.14Fetih Sûresi'nde yer alan bir âyet-i kerîme ise meâlen şöyledir: "İmanlarını bir kat daha ziyadeleştirsinler diye müminlerin kalblerine güven indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır" (Fetih, 48/4).Bu âyet-i kerîmedeki, "imanlarını kat kat ziyadeleştirmeleri için" ifadesi ile ilgili olarak İmam Râzî Hazretleri şu izahların düşünülebileceğini belirtmektedir:a) Allah (celle celâluhu) müminlere art arda, peş peşe birtakım mükellefiyetler yükledi de onlar, o mükellefiyetlerden her birine tam iman edip, tasdik ettiler. Meselâ, Allah'ın bir olduğuna inanmakla emrolundular. Onlar da iman edip itaat ettiler. Savaşla, hacla emrolundular, onlara da iman edip itaat ettiler. Bu sebeplerle de imanları kat kat artıverdi.b) Allah (celle celâluhu) onlara, sekîneti indirdi, böylece sabrettiler. Derken gayba iman etmek suretiyle, ilme'l-yakîn olarak bildikleri İlâhî yardımı, ayne'l-yakîn şekilde müşahede ettiler de gayba inanmaya dayalı imanlarına, müşahedeye dayalı imanlarını katarak imanlarını katmerleştirdiler.c) İtikadî esaslara imanlarının yanısıra, fürûa ve amele dâir olan hususlara da iman ederek imanlarını ziyadeleştirdiler. Çünkü onlar, Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah'ın Resulü olduğunu, Allah'ın (celle celâluhu) vahdaniyetini, haşrin mutlaka meydana geleceğini tasdikin yanı sıra, Hz. Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söylediği şeylerin tümünün doğruluğuna, Allah'ın emrettiği her şeyin farz olduğuna da iman etmişlerdir.d) Onlar fıtrî olan imanlarına, istidlali olan imanlarını da ekleyerek, imanlarını artırıp pekiştirdiler.15Konumuza ışık tutan diğer bir âyet-i kerîmede ise Cenâb-ı Hak meâlen şöyle buyurmaktadır: "Biz cehennemin işlerine bakmakla ancak melekleri görevlendirdik. Onların sayısını da inkârcılar için sadece bir imtihan (vesilesi) yaptık ki, böylelikle, kendilerine kitap verilenler iyiden iyiye öğrensin, iman edenlerin imanlarını ziyadeleştirsin; hem kendilerine kitap verilenler hem müminler şüpheye düşmesinler, kalblerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler de: 'Allah bu misalle ne demek istemiştir ki?' desinler. İşte Allah böylece, dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez. Bu ise, insanlık için ancak bir öğüttür." (Müddessir, 74/31)İmam Mâtüridî'ye göre de kalb ile tasdik her zaman yenilenebildiği için, küfürden her kaçış ve uzaklaşmada iman yenilenmekte ve ziyadeleşmektedir. Güçlenme ve yenilenme küfür için de mümkün olup küfür ehlinin inat, tekzip ve örtmede devamlılık ve sebatları küfürde artışı ve küfrün yenilenmesini beraberinde getirmektedir. Ona göre, "imanın ziyadeleşmesi", inanılan şeylerin ayrıntılarının artmasına bağlı olarak, tasdikin şümulünün artması, ayrıntıları bilmeden tasdik ederken, ayrıntıları bilerek tasdik etme, tasdikin "icmâlî" hâlden, "tafsîlî" hâle gelmesidir.16İmam Râzî Hazretleri bu âyet-i kerîme münasebeti ile gelen; "Size göre imanın hakikati ne artar, ne eksilir. Öyleyse bu âyet hakkında ne diyeceksiniz?" sorusuna, "Biz bu âyeti, kişinin imanının ürünü ve neticesi olan şeylerin güçlenmesi mânâsına alıyoruz." demiştir.17İmanın Yenilenmesi ve Eskimesi ile İlgili Hadîs-i Şerîfler:İmanın yenilenmesi hususu, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek beyanları içerisinde yer almaktadır. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir defasında ashabına: "İmanınızı yenileyiniz." buyurunca, ashab: "Ya Rasulallah, imanımızı nasıl yenileyebiliriz?" diye sormuşlar, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de "La ilahe illallah cümlesini tekrar etmekle."18 buyurmuştur. Bir defasında da şu ikazda bulunmuştur: "La ilahe illallah zikrini ve istiğfarı sıklıkla yapmanız üzerinize bir görevdir. Çünkü İblîs; 'Ben insanları günah işletmekle helâk ettim, onlar ise beni 'La ilahe illallah' cümlesini söylemekle ve istiğfâr etmekle helâk ettiler.' demektedir."19Bu hadîs-i şerîfte yer alan 'ceddidû îmâneküm bi lâ ilâhe illallah (imanınızı 'lâ ilâhe illallah' ile yenileyiniz)' cümlesini farklı bir açıdan yorumlayan Fethullah Gülen Hocaefendi şunları ifade etmektedir: "İmanı yenileme meselesi devamlılık isteyen bir husustur. Mümindeki bu yenilenmenin onun tabiatının bir yanı, fıtratının bir parçası hâline gelmesi için devamlı surette imanını derinleştirmesi ve onu hayatına aksettirici temrinatla bezemesi gerekmektedir. İnsanda ruhen böyle bir yenilenme isteği, kavlî olarak 'Lâ ilâhe illallah' demekle başlayıp, onun mahz-ı mârifet hâline getirilmesiyle devam ederek mârifeti muhabbet e, muhabbeti aşk u şevke, aşk u şevki de cezb hâline getirmekle en ileri seviyeye ulaşabilir."20Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), imanın yenilenmeye muhtaç olduğunu bizlere şu benzetme ile anlatmaktadır: "Şüphesiz ki içinizdeki iman, tıpkı elbisenin eskidiği gibi eskir. O yüzden Allah Teâla'dan kalblerinizdeki imanı yenilemesini isteyin."21 Kur'ân-ı Kerîm'i sıklıkla okumayı ve Allâh'ı (celle celâluhu) her daim anmamızı tavsiye ettiği bir başka teşbihinde ise şöyle buyurmaktadır: "Bu kalbler de tıpkı su isabet etmiş demir gibi paslanırlar. Kalblerin cilası Kitâbullah'ı çok okumak ve zikrullahı çokça yapmaktır."22Cenâb-ı Hak, imanlarını kat kat ziyadeleştirmek için müminlerin kalblerine sekîne (huzur, güven, itminan, Allâh'a içten bağlılık) indirdiğini beyan buyurmaktadır (Fetih, 48/4). Resülullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) da sekîne ile alâkalı olarak şu hususu belirtmektedirler: "Bir grup, Allah'ın evlerinden birinde toplanır ve orada Allah'ın kitabını okur ve aralarında ders yaparlarsa, üzerlerine mutlaka sekine iner, İlahî rahmet onları kaplar, melekler onları sarar ve Allah da yanında bulunan mukarreb meleklere (tek tek) onları anar."23İMANI YENİLEME YOLLARINDAN BAZILARIKur'ân-ı Kerîm OkumaKur'ân okuyan bir kimse doğrudan Allah (celle celâluhu) ile konuşuyor gibi olur. Çünkü hadîs-i şerîfte: "Kim Rabbi ile söyleşmek isterse, Kur'ân-ı Kerîm okusun." buyrulmuştur.24Düzenli Kur'ân okumak, Peygamber Efendimizin (sallallâhu aleyhi ve sellem) aksatmadığı ve çok önem verdiği bir sünnetiydi. Evs b. Huzeyfe (radıyallâhu anh), arkadaşlarıyla birlikte Medine'de Peygamberimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) misafir oldukları günleri şöyle anlatır: "Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) her gece yatsı namazından sonra yanımıza gelir ve bizimle İslâm üzerine konuşurdu. Mekke'de çektikleri sıkıntıları anlatırdı. Bir gece yanımıza biraz geç geldi. Ben, 'Bu gece biraz geciktiniz yâ Resûlallah!' deyince; 'Kur'ân'dan her gün okuduğum kadarını (hizbimi) bitirmeden çıkmak istemedim.' buyurdu. Sabah olunca bu konuyu sahâbîlere sorduk. Onlar, "Biz Kur'ân'ı bölümlere ayırarak okuruz. Üç sûre, beş sûre, yedi sûre, dokuz sûre, kendi içinde birer okuma bölümü (hizb) oluşturur." dediler.25İstiâzeAllah Teâlâ meâlen şöyle buyurmaktadır: "İmdi, Kur'ân'ı okuyacağın zaman hemen o kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığın." (en-Nahl, 16/98). Ne sağından ve ne solundan bâtılın kendisine ulaşamadığı Kur'ân okunacağında böyle bir ihtiyaç söz konusu ise, diğer amellerde elbette bu sığınmaya daha çok ihtiyaç vardır.26 Bilhassa da kalbi gaflet bulutlarının sardığı zamanlarda27 hemen istiâze ve istiğfara yönelmelidir. Kalbin kararmasının önüne ancak büyük ve samimi bir tevbe, evbe, inâbe ve teveccüh ile geçilebilir.Şimdi aktaracağımız hadîs-i şerîflerde, şeytanın özellikle de kişinin imanına zarar vermeye çalışacağı ve bu duruma karşı ne yapılması gerektiği bizlere talim edilmektedir: "Şeytan sizden birine gelir ve 'Şunu kim yarattı, bunu kim yarattı?' diye diye nihâyet 'Senin Rabbini kim yarattı?' der. İş bu noktaya ulaşırsa kişi Allah'a istiâzede bulunsun ve o soruları sonlandırsın."28 Bu hadîs-i şerîfin bir benzeri de şu şekildedir: "Hiç şüphesiz ki şeytan sizlerden birine gelir ve (içinizden sessizce şöyle) sorar: "Seni kim yarattı?" Sen cevaben: 'Allah' dersin. Bu kez "Peki, Allah'ı kim yarattı?" der. Sizden her kim içinde böyle bir şey bulursa: "Âmentü billâhi ve rusülihî (Allah'a ve peygamberlerine iman ettim)" desin. Çünkü böyle demek, bu hâli ondan giderir (şeytan durmaz kaçar)."29Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) dualarında, insana sıkıntı ve üzüntü verecek, onu zarara sokacak, dünya ve âhirette zillete düşürecek pek çok konuda Allah'a (celle celâluhu) sığınmaktadır. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Cehennem'den; Cehennem ateşinden, kabir fitnesinden, her canlı şeyin ve nefsin şerrinden, yoksulluktan, borcun galebe çalmasından, tembellikten, küfürden, kötü ahlâktan, hevâ ve heveslerden; kederden, yaşlılıktan, felâketlerden Allah'a (celle celâluhu) sığınması bunlar arasında sayılabilir.30İstiğfarPeygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), istiğfar sayesinde vicdanın nasıl arındığını şu güzel benzetme ile anlatır: "Kul bir hata işlerse kalbine siyah bir nokta konulur. Şayet o, (günahtan) vazgeçer, bağışlanma diler, tövbe ed(ip Allah'a dön)erse kalbi cilâlanır. Eğer (bunları yapmaz günah ve hataya) geri dönerse (siyah nokta) artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar. İşte Allah'ın 'Yaptıkları yüzünden kalbleri pas tutmuştur.' (Mutaffifîn, 83/14) diye anlattığı pas işte budur."31"Seyyidü'l-İstiğfar" da şu şekildedir: "Ey Allah'ım, Sen benim Rabbimsin. Senden başka ilâh yoktur. Beni Sen yarattın ve ben Sen'in kulunum. Ben kulluğumda gücüm yettiği kadar Sana verdiğim sözün ve Sen'in vaadin üzereyim. Ya Rabbi, yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım. Sen'in bana ihsan ettiğin nimetleri ikrar ve itiraf ediyorum. Kendi kusur ve günahlarımı da itiraf ediyorum. Ya Rabbi, beni af ve mağfiret eyle. Zîrâ Sen'den başka günahları affedecek kimse yoktur."32Netice İman, insanın yaratılma sebebidir. Bu bakımdan iman, insan için ebedî saadeti kazanma vesilesidir ve insanın imanını son nefesine kadar devamlı yenileyerek, güçlü bir şekilde muhafaza etmesi her şeyden daha önemli bir konudur.Hakikî imanı elde eden insan kâinata meydan okuyabileceği gibi, imanının güçlenmesi nispetinde de hâdiselerin tazyik ve baskısından kurtulabilir. Kişi, imanını güçlendirmek için âfâkta ve enfüste Cenâb-ı Hakk'ın kendisine göstereceği işaretleri gözetmek, daimî surette bilgisini artırması için dua dua yalvarmak, istiğfar ve istiâzeden uzak kalmamak, Kur'ân-ı Kerîm'i devamlı surette okumak, okuyup öğrendiklerini düşünüp değerlendirmek ve böylece âhirete yönelik hayatını düzene sokmak durumundadır. İyiyi, kötüyü, güzeli ve çirkini bu şekilde ayırt edebilenler, ahlâk ve davranış yönünden de yüksek bir şahsiyet kazanmış olurlar.Cenâb-ı Hak bizlere kâmil iman nasib etsin..
****************************
.
İman..f.g
İMAN
اَلَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقيمُونَ الصَّلوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
Bakara / 3. Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.
وَالَّذينَ هُمْ بِايَاتِ رَبِّهِمْ يُؤْمِنُونَ () وَالَّذينَ هُمْ بِرَبِّهِمْ لَايُشْرِكُونَ ()
وَالَّذينَ يُؤْتُونَ مَا اتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ اَنَّهُمْ اِلى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ
Mu’minun / 58-60. Rablerinin âyetlerine inananlar; Rablerine ortak tanımayanlar; Ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yapanlar;
هُوَ الَّذى اَنْزَلَ السَّكينَةَ فى قُلُوبِ الْمُؤْمِنينَ لِيَزْدَادُوا ايمَانًا مَعَ ايمَانِهِمْ وَلِلّهِ جُنُودُ السَّموَاتِ وَالْاَرْضِ وَكَانَ اللّهُ عَليمًا حَكيمًا
Fetih / 4. İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.
وَالَّذينَ امَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اُولئِكَ اَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فيهَا خَالِدُونَ
Bakara / 82. İman edip yararlı iş yapanlara gelince onlar da cennetliktirler. Onlar orada devamlı kalırlar.
وَالَّذينَ امَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدينَ فيهَا اَبَدًا لَهُمْ فيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَنُدْخِلُهُمْ ظِلًّا ظَليلًا
Nisa / 57. İnanıp; iyi işler yapanları da, içinde ebediyen kalmak üzere girecekleri, zemininden ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onları koyu (tatlı) bir gölgeye koyarız.
HADİS...
* Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Nebiyy-i Muhterem salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Îmân altmış bu kadar şu'bedir. Hayâ da îmânın bir şu'besidir.
* Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Nefsim yed-i kudretinde olan Allâhu Zü'l-Celâl'e kasem ederim ki hiç biriniz ben ona pederinden de, evlâdından da daha sevgili olmadıkca îmân etmiş olmaz. Hz. Enes radiya'llâhu anh'den de bâlâdaki hadîs-i şerîf rivâyet edilmiş olup şu kadar ki sonunda (وَ النَّاسِ اجْمَعِينَ)= "Pederinden, evlâdından ve bütün halkdan daha sevgili" ziyâdesi vardır.
* Enes radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Nebiyy-i Mükerrem salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Kimde üç şey bulunursa halâvet-i îmânı tatmış olur. Allâh ile Resûlu'llâh kendisine mâadâlarından daha sevgili olmak; bir kimseyi sevmek, fakat yalnız Allâh için sevmek; (Allâh, onu küfürden kurtardıktan sonra) yine küfre dönmekten ateşe atılacakmışcasına hoşlanmamak.
* Ebû Saîd-i Hudrî radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Nebiyy-i Mükerrem salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Ehl-i Cennet Cennet'e, ehl-i Dûzah Dûzah'a girdikten sonra Allâhu Teâlâ Azze ve Celle: "Kimin kalbinde bir hardal tânesi ağırlığınca îmân varsa (ateşden) çıkarınız." diye ferman buyuracaktır. Bunun üzerine (bu gibiler) simsiyah kesilmiş oldukları halde çıkarılıp Nehr-i hayât (yâhud Nehr-i hayâ, yâhud da Nehr-i hayâ') içine atılacaklar ve (orada) sel uğrağında kalan yabânî reyhan tohumları nasıl (sür'atle) biterse öylece biteceklerdir. Görmezmisin, bunlar (ne güzel) sapsarı olarak (ve iki tarafına) salınarak sürer?
* (Abdu'llâh) b. Ömer radiya'llâhu anhümâ'dan: Şöyle demiştir: Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem (bir gün) Ensâr'dan bir kimsenin yanından geçiyordu. Ensârî, kardeşini hayâdan menediyordu. Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem: "Ona ilişme. Hayâ îmândandır." buyurdu.
* Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Resûlu'llâh sall'llâhu aleyhi ve sellem'e: "Amelin hangisi efdâldir?" diye sordular. "Allâha ve Resûlüne îmân." buyurdu. "Ondan sonra hangisi?" dediler. "Allah yolunda cihâd." buyurdu. "Ondan sonra da hangisi?" diye sordular. "Makbûl (olmuş, içine günah ve riyâ karışmamış) Hac." cevâbını verdi.
* Enes radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Nebiyy-i Muhterem salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Lâ İlâhe İllâ'llâh deyib de kalbinde bir arpa ağırlığınca hayır (yâni îmân) bulunan kimse Cehennem'den çıkacaktır. Lâ İlâhe İllâ'llâh deyib de kalbinde bir buğday ağırlığınca hayır (yâni îmân) bulunan kimse Cehennem'den çıkacaktır. Lâ İlâhe İllâ'llâh deyip de kalbinde bir zerre ağırlığınca hayır (yâni îmân) bulunan kimse Cehennem'den çıkacaktır.
* Ebû Hüreyre radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Bir gün Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem açıkta oturuyordu. (yanına) biri gelip: "Îmân nedir?" diye sordu. "Îmân; Allâha, Meleklerine, Allâh'a mülâkî olmağa (yâni Rü'yetu'llâh'a), Peygamberlerine inanmak, kezâlik (öldükten sonra) dirilmeğe inanmaktır." cevâbını verdi. "Ya İslâm nedir?" dedi. "İslâm; Allâh'a ibâdet edip (hiçbir şeyi) O'na şerîk ittihâz etmemek, namazı ikâme ve farz edilmiş zekâtı edâ etmek, Ramazanda da oruç tutmaktır." buyurdu. (Ondan sonra) "Ya ihsân nedir?" diye sordu. "Allâh'a sanki görüyormuş gibi ibâdet etmendir. Eğer sen, Allâh'ı görmüyorsan şüphesiz O, seni görür." buyurdu. "Kıyâmet ne zaman?" dedi. (Bunun üzerine) buyurdu ki: "Bu mes'elede sorulan, sorandan daha âlim değildir. (Şu kadar var ki Kıyâmet'den evvel zuhûr edecek) alâmetlerini sana haber vereyim: Ne zaman (satılmış) câriye, sâhibini (yâni efendisini) doğurur, kim idikleri belirsiz deve çobanları (yüksek) binâ kurmakta birbiriyle yarışa çıkarlarsa (Kıyâmet'den evvelki alâmetler görünmüş olur. Kıyâmet'in vakti) Allâh'dan başka kimsenin bilmediği beş şeyden biridir." Ondan sonra Nebiyy-i Muhterem salla'llâhu aleyhi ve sellem (اِنَّ اللّهَ عِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَ يُنَزِّلُ الْغَيْثَ وَ يَعْلَمُ مَا فِى الْأَرْحَامِ وَمَا تَدْرِى نَفْسٌ مَاذَا تَكْسِبُ غَدًا وَمَا تَدْرِى نَفْسٌ بِاَىِّ اَرْضٍ تَمُوتُ) Âyet-i Kerîme'sini tilâvet buyurdu. Sonra (gelen adam) arkasını döndü (gitti). Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem "Onu çevirin." diye emrettiyse de izini bulamadılar. Bunun üzerine buyurdu ki işte bu, Cibrîl (aleyhi's-selâm)dir. Halka dinlerini öğretmek için geldi.
* İbn-i Abbâs radiya'llâhu anhümâ'dan: Şöyle demiştir: Abdü'l-Kays Vefd'i (Bahreyn taraflarından) Nebiyy-i Muhterem salla'llâhu aleyhi ve sellem'in huzûruna geldikleri zaman: "Siz kimlerdensizin?" yâhud "Nerenin vefdisiniz?" diye sordu. "Biz Rebîa (kabâilin) danız." dediler. "Hoş geldiniz. (Allâh sizi) utandırmasın, pişmân etmesin." buyurdu. Bunun üzerine "Yâ Resûlâ'llâh, biz sana yalnız şehr-i Harâm'da gelebiliriz. (Bilirsin ki) aramızda kâfir olan (kabâil-i) Mudar'dan şu cemâat vardır. O halde bize kesdirme bir şey emret de geride kalanlarımıza haber verelim, o sebeple de Cennet'e girelim." dediler. (Nebî aleyhi's-salâtü ve's-selâm'a) içkileri (yâhud içki kaplarını) de sordular. (Resûlu'llâh salla'llâhu aleyhi ve sellem) onlara dört şey emretti, dört şeyden de nehyetti. Onlara yalnız Allâh'a îmân ile emrettikten sonra "Bilirmisiniz yalnız Allâh'a îmân etmek ne demektir?" diye sordu. "Allâh ve Resûlü a'lemdir." dediler. "Allâh'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Resûlu'llâh olduğuna şahâdet, Namaz'ı ikâme, Zekât'ı edâ etmek, Ramazan orucunu tutmak, ganîmetin humsunu vermektir." buyurdu. Kezâlik onları (dört şeyden, yâni) hantem, dubbâ', nakîr, müzeffet (denilen kaplara hurma, yâhud üzüm şırası koymak)den nehyetti. (İbn-i Abbâs radiya'llâhu anhümâ'nın) müzeffet yerine mukayyer dediği de mervîdir.
* Zeyd b. Hâlid-i Cühenî radiya'llâhu anh'den: Şöyle demiştir: Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem Hudeybiye'de geceleyin yağan yağmurdan sonra bize sabah namazını kıldırdı. Namazdan çıkınca (mübârek) yüzünü cemâate döndürüp: "Bilir misiniz, Rabb'ınız Azze ve Celle (Hazretleri) ne buyurdu?" diye suâl etti. "Allah ve Resûlü a'lemdir" dediler. Dedi ki (Allâhu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri): "Kullarımdan kimi bana mü'min, kimi kâfir (olarak) sabahı etti. Her kim Allâh'ın fazl u rahmeti ile üzerimize yağmur yağdı dedi ise, işte o bana îmân etmiş, yıldıza etmemiştir. Her kim de falan ve falan (yıldız)ın nev'i (yâni batıp doğması) ile üzerimize yağmur yağdı dediyse, işte o, bana îmân etmemiş, yıldıza etmiştir" buyurdu.
* Ebû Şüreyh radiya'llahu anh'den şöyle dediği rivâyet olunmuştur. Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem (bir kere arka arkaya üç kere yemîn ederek) Vallahi îmân etmiş olmaz, vallahi îmân etmiş olmaz, vallahi îmân etmiş olmaz! Buyurdu. (Mecliste hazır bulunanlar tarafından): Yâ Resûla'llah! Bu îmân etmiş olmıyan kimdir? Diye soruldu. Resûl-i Ekrem: Kim olacak, şu komşusu zulmünden, şerrinden emîn olmayan kişi, diye cevab verdi.
* Abdullah İbn-i Hişâm'dan şöyle dediği rivâyet olunmuştur: Biz bir kere Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem ile berâber bulunuyorduk. Resûlu'llah, Ömer'in elini tutmuştu. Ömer: - "Yâ Resûla'llah! Sen bana muhakkak ki her şeyden çok sevimlisin, ancak canımdan değil" dedi. Resûl-i Ekrem: - "Hayır (öyle söyleme) hayâtım yed-i kudretinde olan Allah'a yemîn ederim ki, ben sana hayâtından daha sevimli olmadıkça (îmânın kemâle ermez)" buyurdu. Bunun üzerine Ömer: - "Öyle ise, şu anda yâ Resûla'llah! Muhakkak ki, Sen canımdan da sevimlisin" dedi. Resûl-i Ekrem de: - "Şimdi yâ Ömer! Îmânın kemâle erdi!" buyurdu.
* İbn-i Abbâs radiya'llahu anhümâ'dan rivâyete göre, Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem Mikdâd radiya'llahu anh'e şöyle buyurmuştur: Ey Mikdâd! Bir mü'min kişi, kâfir olan kavmi arasında îmânını gizleyip (selâmete erişince) îmânını açıklasa, bunun üzerine sen de (onun îmânına i'timâd etmiyererk) öldürsen (doğru değildir). Nasıl ki, sen de Hicret'den önce Mekke'de îmânını gizliyordun.
* Enes (İbn-i Mâlik) radiya'llahu anh'den Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur: Kıyâmet günü hulûl ettiğinde (Umûmî sûrette) ben şefâ'at ederim. Bunun üzerine ben: Yâ Rabbî! Gönlünde hardal dânesi kadar îmânı olanları Cennet'e koy, diye niyâz ederim, bunlar Cennet'e girerler. Sonra ben: Yâ Rabbî! Hardal dânesinden az îmânı olanları da koy, diye şefâ'at ederim. Enes İbn-i Mâlik der ki: (Az bir îmânı) dediği sırada ben Resûlu'llah'ın parmaklarına bakar gibi idim. O parmaklarını biribirine zam ederek işâret ediyordu.
* Enes İbn-i Mâlik radiya'llahu anh'den Ma'bed İbn-i Hilâl ma'rifetiyle şefâ'at hadîsi rivâyet olundu, Ebû Hüreyre'den uzun bir metin ile rivâyet olunan şefâ'at hadîsi yukarıda geçti. Buradaki rivâyetin sonuna Enes İbn-i Mâlik şu ma'lûmâtı ziyâde etmiştir. Mahşer halkı 'Îsâ'ya gelirler (şefâ'at dilerler). Hazret-i 'Îsâ da onlara: - İstediğiniz umûmî şefâ'atci ben değilim. Lâkin siz, Muhammed Salla'llahu aleyhi ve sellem'e gidip mürâcaat ediniz, diyecek. Bunun üzerine ehl-i mahşer bana gelecekler. Ben de onlara: - Umum beşeriyete şefâ'at bana ihsân olunmuştur. Rabbimden müsâ'ade istiyeyim, diyeceğim. Rabbimden istediğim de müsâ'ade olunacak, ve bana Allahu Teâlâ'ya arz-ı Mahmedet için şimdi hâfızamda bulunmıyan birtakım hamd ü senâlar ilhâm olunacak. Bu mehâmid-i seniyye ile Allahu Teâlâ'ya hamdü senâ edip Cenâb-ı Hakk'a secdeye kapanacağım. Sonra bana Allahu Teâlâ: - Yâ Muhammed! Başını secdeden kaldır, hem (ne istersen) söyle, sözün dinlenecek, (ne dilersen) iste verilecektir, şefâ'at et, şefâ'atin de kabûl olunacaktır, buyuracak ben de artık: - Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana: - Haydi git, gönlünde arpa dânesi kadar îmânı olan müslümanları Cehennem'den çıkar, denilecek. Resûl-i Ekrem der ki: Ben de gidip vazîfemi îfâ edeceğim. Sonra dönüp geleceğim. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'a o birtakım hamdü senâlarla hamd edip sonra Cenâb-ı Hakk'a secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana taraf-ı ilâhîden: - Yâ Muhammed! Başını secdeden kaldır, ve (ne dilersen) söyle, sözün dinlenecek, ve iste; istediğin verilecektir. Şefâ'at de et, şefâ'atin kabûl olunacaktır, buyurulacak. Ben de hemen: - Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana: - Haydi git, gönlünde zerre veyâ hardal dânesi kadar îmânı olan müslümanları Cehennem'den çıkar, denilecek. Ben de gidip onları çıkaracağım. Sonra dönüp geleceğim. Bu def'a da Cenâb-ı Hakk'a evvelki hamd ü senâlarla hamd edip sonra Cenâb-ı Hakk'a secdeye kapanacağım. Bunun üzerine taraf-ı ilâhîden bana: - Yâ Muhammed! Başını kaldır ve ne dilersen söyle, sözün dilenecek, ve iste, dileğin verilecek, şefâ'at de et, şefâ'atin kabûl olunacaktır, buyurulacak. Ben de: - Yâ Rab! Ümmetimi ümmetimi, diye niyâz edeceğim. Bunun üzerine bana: - Haydi git, hardal dânesine yakın mikdarda, azın azı îmânı olan kimseleri Cehennem'den çıkar, denilir. Ben de gidip onları çıkarırım
TEFSİR...
اَلَّذينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقيمُونَ الصَّلوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ
Bakara / 3. Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar.
O müttakî (Allah'tan hakkıyle korkan)ler ki Hakk olan gayba inanırlar. Yahut gıyâben (görmeden) de iman ederler. Diğer bir tabirle onlar, gözle değil, kalp ile iman ederler, onlar bütün şüphelerden uzak oldukları gibi, iman etmek için önlerine dikilmiş putlara, haçlara da bağlanmazlar, gözlerinin önünde bulunan bugünkü ve şu andaki görülen ve hissedilen şeylere saplanıp kalmazlar, his ötesini, kalbi ve kalp ile ilgili şeyleri tanırlar. İşlerin başı görülende değil ruh, akıl, kalp gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda, zaman ve mekana bağlı olmayarak maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır. Onların sağduyuları, saf basiret ve ferasetleri, temiz akılları, açık anlayışları, sıhhatli görüşleri, sözün kısası anlayış kabiliyetleri, kötülüklerden silkinebilecek anlayışlı hisleri, yükseklere koşabilecek azimli vicdanları ve iyi seçimleri vardır. Görünen ve hissedilen şeyleri yarar, kabuklarını soyarlar; içindeki özüne, önündeki ve arkasındakinin sırrına nüfuz ederler; görenle görüleni ayırtederler; hissedilenden düşünülene intikal edebilirler; varlık ve yokluk içinde gaybden görünürlüğe, görünürlükten gaybe gelip, geçip giden ve hissedilen hadiselerin satırları altındaki gayba ait mânâları sezerler.
Hakikatte varlıklar, görülen ve görülmeyen, diğer bir tabirle "meşhût" ve "gayr-i meşhût" olmak üzere ikiye ayrılır. Ve birçok bilgin hakikati, görülmeyen ve hatta görülemiyen kısmında kabul ederler ve buna "mânâ âlemi", "gerçek âlem", "akıl âlemi", "ruh âlemi" veya "gayb âlemi" derler ve Felsefe'nin konusu olarak da bunu tanırlar. Gerçekten şimdiki Batı felsefelerinde de şunu görüyoruz: Görülen veya dışta müşahede edilen şeyler bize beş duyumuzla geliyor ve bunların her birinin de bir âmili (sebebi) var: Işık, ses, koku, tat, ısı ve soğukluk. Biz, bizzat bunları his ve müşahede ederiz ve bunlar vasıtasıyla da diğer şeyleri. Bilimler ve özellikle müsbet ilimler (fen bilimleri) gösteriyor ki, bunların her biri bir tecelliden, bir gösteriden, bize bir görünüşten, bir hadiseden ibarettir. Mesela ışık dediğimiz parıltı bizim dışımızda mevcut değildir.
Çünkü dışta ışık bilimin ortaya koyduğuna göre, bir titreşimden ibaretir. Görünmeyen, madde atomlarının veya esirin titreşimleridir. Parıltı, ışık o titreşimin bizim gözümüzle ilişkisi, temas etmesi sırasında vâki olan ani bir görüntüdür. Bu meseleyi İmam Gazali "İhyâ"sında şöyle tesbit etmiştir: Güneşin ışığı, halkın zannettiği gibi, güneşten çıkıp bize kadar gelen haricî bir nesne değildir. Belki gözümüzün güneşle karşı karşıya gelme anında bizzat ilâhiîkudret ile yaratılan bir hadisedir. Bu gerçek, keşf ehline görünmüştür. Ses de aynen böyle. Biz biliyoruz ki ses, hâriçte havanın özel bir dalgalanmasından ibârettir. Kulağımızdaki gürültü mânâsına gelen ses, o dalgalanmanın kulağımıza dokunduğu anda hâsıl olan (oluşan) bir tecellidir. Isı ve soğuk dediğimiz şey de, esasında ışık gibi esire veya atoma ait bir titreşimdir. Bunun içindir ki, ısı ışığa, ışık ısıya dönüşür. Aralarında bir mertebe (derece) farkı vardır. Bunu elektrikten anlıyoruz. Kısacası koku ve tat da esasında birer titreşim olup, bizim koku alma ve tadma duyularımıza dokunmasında koku ve tad olarak ortaya çıkarlar. Demek görme ve dış görünüşte vasıta olan bu beş âmil (etken)in hepsi gerçekte hareketle ilgilidir ve hepsi hareketin bize özel birer görünümüdür. Biz bu hareketleri görmüyoruz. Acaba kütlelerde gördüğümüz hareket nedir? O da görünmeyen gerçeğin bir tecellisi değil midir? O halde bu vasıta (araç)larla gördüğümüz önümüzdeki âlem hep birer hayalden, birer tecelliden başka birşey değildir. Bunların hedef ve gayesi olan gerçek ise görülmez. Genel göçler, memleketlerin kuruluşu, haberleşmeler... gibi tarihî olayların illet ve gayeleri de insanların tasavvurları, duyguları, iradeleri... gibi görünmeyen sebeplerden başka nedir? Şu halde gerçek, görünmeyendir ve görülmesi mümkün değildir. Görülebilen ise onun tecellîleri, hayali, gölgesi ve yansımalarıdır...
Bu ifade bize âlemi pek güzel açıklıyor. Bu açıklamaya göre bütün hakikat gaybdır. Tabiat, görülen âlem bir hayaldir, hem de hareket tecellisinin bir hayalidir. Hakikat, sonuç olarak akıl ile, basiret ile, kalp gözüyle görülebilir, dış görünüşü ile değil. Bu noktada yürüyen ve Allah Teâlâ'nın ve meleklerinin gözle görülmesinin mümkün olmadığını söyleyen âlimler ve İslâm feylesofları da vardır. Fakat bizim Ehl-i Sünnet'in sahih telakki ettiği ve imanımıza göre ilahî hakikat "mutlak gayb" değildir; O, gözle görülmeyen ve görülenin (kaynağı) merciidir, her şeyi (kapsayan) ihata edendir. Bunun için O'na özel ismiyle "gayb" denmez, Allah'ın güzel isimleri (esmâ-i hüsnâ) içinde de bu isim (görülmemiş) vârid olmamıştır. O, ahirette, cihetlerden, mekandan münezzeh olarak görülebilir. Fakat tam anlaşılamaz, anlaşılamayacağı için tamamen görülmüş de olamaz, ona doyulmaz. Biz, ilahî vecih (yüz)de bir görünme duygusu olduğunu söylüyoruz. Fakat gayb duygusunun daha fazla olduğuna da inanırız. Bunun için O'na, özel isim vermemek kaydıyle "gayb" da denilir. Allah'ın melekleri de bize gaybdır, yani görünmezler, ahireti de öyle, fakat onların da görülmesi mümkündür. Mesela genellikle "kuvvet görünemez" deriz. Halbuki görünen de kuvvetten ibarettir. Gelecek zaman bugün görünmez, yarın görünür. Hâsılı bizce "gayb", görülemiyen demek değil, görülmeyen demektir. Bugünün akla uygun olanı, yarının hissedileni olabilir. Biz delilsiz olan gaybe değil, delili olan makûl (akla uygun) gaybe iman ediyoruz. Her delil ise, delalet ettiği şeyin bir yanına haiz olduğu (içerdiği) için delildir. Delilimiz, aklımız, nefsimiz, kalbimiz, âlem ve Allah'ın kitabı. Şu halde gaybin hakikatine iman ederken, görünenin gerçeğini inkar etmeyiz. Kalpleri olanlar görürler ki, tabiat denilen hissedilen olaylar, kısa bir bakış halinin zahiri görünümüdür. Bunun arkasında karanlıklara karışmış bir geçmiş silsilesi, önünde de henüz doğmamış bir gelecek silsilesi ve hepsinin ötesinde bir kalp ve hepsinin üstünde bir "tek hakim" vardır. Ve "dünya" adını alan şimdiki durum, görünenden gayb (görünmeyen)e intikal etmiş bulunan o geçmiş ile gaybdan görünürlüğe doğacak olan o gelecek zincirleri arasında yegâne göze batan bir zahiri halka, beşerin varlığı sanki sonsuz iki deniz arasında ince bir berzah (kıstak), beşerin kalbi de onun ağırlık merkezine tutunmuş bir gözetici, bir ucu bir denize, bir ucu da diğer denize atılmış olan tabiat zinciri devamlı bir hareketle o kıstağın üzerinden kır kır geçip akıyor, bir denizden çıkıyor, diğerine batıyor. Bütün ağırlığı, kıstağın karanlığına basarken o gözetleyici her anında geçen bir olaylar halkası görüyor. Yalnız ve yalnız onu müşahede ediyor. Görme duygusu ne denizlere erişiyor ve ne diplerindeki zincire. O, ancak kıstaktan geçen halkaya bakıyor ve ancak onu görüyor ve görürken zincirin bütün ağırlığını çeken kıstağın gıcırtısını da içinden -devamlı surette- dinliyor ve inliyor. O hareketten ve bu gıcırtıdan artık o kadar kuvvetle ve yakından biliyor ki, şimdiki halde görünen ve hissedilen meydandaki tabiatın iki tarafında geçmiş ve gelecek, başlangıç ve sonuç denilen birer gayb âlemi var. Dünya âlemi, hissedilen tabiat, imkan deliliyle varsa; gayb âlemi, hissedilmeyen tabiat öncelikle ve zorunlu olarak var. Bundan başka o görünüp hissedilenin iki yönünden başka, onun bir batını, bir iç yüzü, diğer tabirle o gözeticinin tutunduğu ve iliştiği bir fizikötesi veya tabiat üstü de vardır. İş o zincirde değil, onu salıp hareket ettirenle, o kıstağı kuran, o gözeticiyi tutan, o denizleri birbirine karıştırmayan gözetici ile gözetileni birleştirerek bilgi meydana getiren, gayb ve görülen âlemin hepsini ihata eden (kapsayan), mutlak kefili olan yüksek kudrettedir.
Şu halde kendini korumak isteyenler, görülenleri ve hissedilenleri seyrederken, daha önce onların arkasındaki gaybe ve gayb ile görülenlerin hepsinin merciine (kaynağına) mutlak kefiline, âlemlerin Rabbine, merhamet eden ve esirgeyene, ahiret gününün sahibine {*} "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/4) diye iman ederler. Ve bu iman başlıca üç esası içine alır: Başlangıca iman, ahiret (son)e iman, başlangıç ve son arasındaki gizli vasıtalara iman ki, bunların dördüncüsü de açık vasıtalar olan görülen âlemi bilmektir. Ve bu şekilde görünmeyen (gayb) ile görülen birleşince iman ve bilgi "O, evveldir, sondur, zâhirdir ve bâtındır." (Hadid, 57/4) birliğini bulur.
Gayb (kelimesi), "gaybet" ve "gıyâb" (göz önünde bulunmama) anlamında masdar veya gâib (göz önünde olmayan) mânâsında isim ve sıfat olur ki, bu da "adl" kelimesi gibi masdar diye isimlendirilmişdir veya "meyyit" ve "meyt" kelimeleri gibi "gayyib" kelimesinin hafifletilmişidir. Buna göre dilimizdeki "kaybettim", "kayboldu" tabirleri gerçektirler. Bazılarının zannettiği gibi "bunu kayıp ettim" şeklinde yazmaya lüzum yoktur. "Gayb" ve "gâib" ise başlangıçta duyguyu anlamada veya ilk düşüncede hazır olmayan, diğer deyişle ilk nazarda anlaşılmayan demektir ki, bunun bir kısmı delilden geçen bir anlayışla idrak olunabilir. Mesela evinizde otururken kapınız çalınır, ses duyarsınız, bu ses sizin için anlaşılmış, hazır ve şahittir. Bundan anlarsınız ki, kapıyı çalan vardır. O henüz sizin için ortada yoktur. Bakıp görünceye kadar onu şahsıyla bilemezsiniz, fakat kapıyı bir çalan bulunduğunu da zorunlu bir şekilde, anlayışlı olarak tasdik edersiniz. Bu, bir iman veya şuurlu bir bilme olur. Sonra henüz kapınızı çalmayan ve eseri size yetişmeyen daha nice gaibler bulunduğunu da genel olarak tasdik edebilirsiniz. Fakat bunların bir kısmı gerçekten yok olabilirler. "Gayb" ile "gaib" arasında fark vardır. "Gâib" (ortada olmayan) sana görülmez, seni de görmez olandır. "Gayb" ise görülmez, fakat görür olandır.
Şu halde iki türlü gayb vardır: Bir kısmı hiçbir delili bulunmayan gaiblerdir ki bunları ancak "Allâmu'l-ğuyûb" (gaybları bilen) Allah bilir. "Gaybın anahtarları onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez" (En'am, 6/59) âyetindeki gaybden maksat bunlardır, deniliyor ki; sırası gelince açıklanacaktır. Diğer kısmı da delili bulunan gâiblerdir ki "onlar gaybe inanırlar." (Bakara, 2/3) âyetindeki gaybden kastedilen de bu kısımdır. kelimesinin elif lâmı ahd içindir. Yani Allah'tan hakkıyla korkanların inandıkları, tanıdıkları gayb, delili bulunan hak gaybdır ki, bu da Hak Teâlâ ve sıfatı, ahiret ve halleri, melekler, peygamberlerin nübüvveti, kitapları indirme... gibi imânâ ait temel unsurlardır. Ve bu iman, bazılarında tahminî ve keşfî bir geçişle, bazılarında da fikrî ve delilli bir intikal ile oluşur. Sonra "gaybe iman" ile "gıyaben iman" arasında küçük bir anlayış farkı vardır. Zira birincisinde gaybın kendisine inanılan şey olduğu açıklanmış, ikincide ise inanılan şey hazfedilmiştir (gizli tutulmuştur). Bunun için bazı tefsir bilginleri arada büyük bir fark gözetmiş ve: "Sizin gerek arkanızdan ve gerekse huzurunuzda iman ederler" diye açıklama yapmış; yani inanılan şeyin gayb olduğuna sataşmayıp, münafıklardan sakınma olduğunu göstermişlerdir. Fakat açıkça anlaşılan gıyabın da inanılana ait olmasıdır. Şu halde gayba iman ile, gıyaben iman arasında mânâ bakımından fark yoktur. Ve her iki değerlendirme ile imanın kıymet ve faydası, gayb ile ilgisi veya gayba ait oluşu bakımından dikkati çekmektedir. Çünkü korunmak ona bağlıdır. Peygamber'i görüp iman eden sahabîlerin de en büyük meziyetleri onu, gayba ait verdiği haberlerde tasdik edişlerindedir. Ve burada Peygamber'i görmeden tasdik edenlerin de öğüldüğüne işaret vardır. Nitekim İbnü Mes'ud hazretleri "Kendisinden başka ilah olmayan (Allah)a yemin ederim ki, hiçbir kimse, gayba imandan daha faziletli bir şeye inanmamıştır." buyurmuş ve bu ayeti okumuştur. Diğer bir açıklama ile de burada gayb, göz karşıtı olan kalp ve kalbin sırrıdır ki, kalbin ve kalbin sırrının kaynağının "görmek" olduğunu bilmek; hakkı ve peygamberliğin delillerini gözden daha çok kalp ile görüp, şirkten, maddeciliğin pisliğinden kurtaran bir imânâ ermek mânâsını ifade eder ki, bunda derin bir iman yoluna işaret vardır. Yani kalbi bilen, Allah'ı bilir.
"İman", asıl lügatta "emn" ve "emân" kökünden türemiş "if'al" vezninde bir kelimedir. Hemzesi, ta'diye (geçişli kılmak) ve bazan sayrûret (olmak, hal değiştirmek) anlamlarında kullanılır. Geçişli olduğuna göre "güven vermek", "emin kılmak" demektir ki, Allah'ın isimlerinden olan "Mümin" (güven veren, emin kılan) bu anlamdadır. Sayrûret (olmak) mânâsına olduğuna göre de "emin olmak" demek olur. Ve "sağlam" ve "güvenilir" olmak, itimat etmek mânâsını ifade eder ki, dilimizde inanmak denilir. Dil geleneğinde ise mutlaka tasdik etmek anlamındadır. Çünkü tasdik eden, tasdik ettiğini yalanlamaktan emin kılmış veya kendisi yalandan emin olmuş olur. İman bu mânâlarda "ona inandı" gibi bizzat geçişli olur.
Bir şeyi tasdik etmek, onu doğru olarak almak demektir. Sıdk (doğruluk) ise ya kelime veya sözle ilgili olduğundan, imanın da ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde çeşitli şekillerde cereyan eder. Mesela Allah'a iman ile Allah'ın kitabına ve ahirete iman şekillerinde bazı anlam farkları vardır. Bununla beraber tasdikin esas menşei (kaynağı) doğru sözde; doğru sözün menşei de hükmün doğruluğunda yani vakıaya (olaya) uygunluğundadır. Zihin ve hariç (dış), diğer deyişle kalp ve göz, işte doğruluk ve gerçeklik, bu karşılıklı iki taraf arasındaki doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir. Olaya uygun olan ve uygun olabilen zihin ve kalp doğru; bunun zıddı doğru değildir. Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı, bu doğruluk ve uygunluk ölçüsünü kabul ve itiraf etmektir. Aynı olay insan ruhunda veya huzurunda bizzat mevcut ise görmeye ait tasdiktir, hissî veya aklî bedâheti (apaçıklığı) tasdik etmek gibi. Bizzat değil de hazır olan bir delil veya bir gösterici aracılığı ile hazır ise gıyabî (görmeden) tasdiktir. Bu durumdaki o görünmeyen olay, benzerleri ve zıdları ile, az çok kıyas edilebiliyor ve sınırlanabiliyorsa, delilin devamlılığı ve yansımasındaki zaman süreci ölçüsünde özetli veya etraflı tasdik, resmi veya sınırlı bir bilgi, belirli bir tasavvur ifade eder. Olay görünmeyen, eşsiz ve zıtsız, benzersiz ve nazîrsiz ise, o görünmeyen tasdik, sınırlı bir bilgi değil, sınırsız bir salt inanma olur ki, genellikle iman denince bu anlaşılır. Bu iman, ilmin hem başı ve hem gayesidir. Ve bundaki sağlıklı biliş, ilme ait bilişten yüksek ve kuvvetlidir. Zira her tasavvura bağlı sınırlama delil olarak alınmayıp da, istenilen bizzat olarak alındığı zaman birer kesin bilgi engeli olabilir ve bildiğinin ötesini inkar eden cahil kalır. Fakat böyle bir sınırsız imânâ layık olan ancak Allah Teâlâ'dır. Allah'a iman, bu şekilde, görünenden görünmeyene sonsuz olarak uzanır gider...[1]
PIRLANTA SERİSİ...
Îmân, İslâm’ı dil ile ikrar kalb ile tasdikten ibarettir. O, sonsuz bir güç ve kuvvet kaynağıdır. Ancak istenen semereyi ve arzu edilen neticeyi elde edebilmek için, îmânın amel ile takviye ve desteklenmesi şarttır.
Amelin, Allah’ı görüyor gibi yapılmasına ise “ihsan” denir.
Îmân ve ihsan, gözde ziya ve cesedde can gibidir. Bu iki temel esasa bağlı olarak farz ve nâfilelerin yerine getirilmesi ise, sonsuzluğun semalarına açılmada iki nurânî kanat durumundadır.
Evet, insanı Allah’a yaklaştırma yollarının en emini,en kestirmesi ve en makbulü farzları eda yoludur. Ve gerçek mahbubiyet ve dolayısıyla da “Kurbet-Allah’a yakın olma” ise, sınırlı ve kayıtlı olmayan nâfilelerin nâmütenâhi, engin ve vefâ tüten ikliminde tahakkuk eder.
Hakk yolcusu, her an ayrı bir nâfilenin kanatları altında sonsuza uzanan yeni bir koridorda kendini bulur, yeni bir mazhariyete ulaştığını hisseder; farzları edaya daha bir iştihalı ve nafilelere karşı da daha bir iştiyaklı hâle gelir. Bu nokta ve bu ma’nâya uyanan her ruh, Allah tarafından sevildiğini de duyar.. ve bir kudsî hadîste ifade buyurulduğu gibi, artık onun işitmesi, görmesi, tutması, yürümesi doğrudan doğruya “Meşîet-i Hâssa” dairesinde cereyan etmeye başlar. Bir bakıma “Marifetullah” da budur. O, bilmenin bilenle bütünleşip onun tabiatı haline gelmesi ve (bilenin her halinin bilinene) tercüman olması mertebesidir. Ma’rifeti, vicdânî bilginin zuhur ve inkişafı şeklinde ta’rif edenler de olmuştur ki, bu zuhur ve inkişaf aynı zamanda insanın kendine has değerlerle zuhur ve inkişafı da sayılır. “Nefsini bilen Rabb’ini bilir” sözünün bir mahmili de bu olsa gerek.
Ma’rifetin ilk mertebesi, dörtbir yanımızda çakıp duran isimlerin tecellîlerini görüp sezmek ve bu tecellîlerle aralanan sır kapısının arkasında sıfatların hayret verici iklîminde seyahat etmektir. Bu seyahat esnasında sürekli Hakk yolcusunun gözünden kulağından lisanına nurlar akar; kalbi, davranışlarına hükmetmeye başlar; davranışları Hakk’ı tasdîk ve ilân eden birer lisan kesilir ve bu lisan da âdetâ bir “kelime-i tayyibe” disketi haline gelir.. derken her an vicdan ekranına Ona ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da amel-i sâlih yükseltir” pür-envâr hakikatından ayrı ayrı ışıklar aksetmeye başlar. Artık böyle bir ruh bütün kötü duygu ve tutkulara karşı kapanır ve böyle bir gönül, öteden esintilerle sarılır. Sarılır da, ruhuna açılan bir sırlı menfezden, kalblerde kenzen bilinene “-sığmam dedi Hakk arzu semâya, kenzen bilindi dil ma’deninden” mealiyle anlatılmak istenen bir müteşâbih beyânda ifade edildiği gibi -ışıktan koridolar açılır ve insan bir daha da ayrılıp geriye dönmeyi düşünmeyeceği bir temaşa zevkine erer.
Hak yolcusunun bütün bütün ağyara kapandığı,tamamıyla nefsâniliğe karşı gerilime geçtiği ve kendini huzurun gel-gitlerine saldığı bu nokta ma’rifet noktasıdır. Bu nokta etrafında dönüp durana irfan yolcusu, başı bu noktaya ulaşana da “arif” denir.
Ma’rifet iklîminde hayat, Cennet bahçelerinde olduğu gibi dupduru ve âsûde; ruh, sonsuza ulaşma duygusuyla hep kanatlı; gönül itmi’nana ermişliğin hazlarıyla bir çocuk gibi pür-neş’e, fakat tedbirli ve temkinlidir..
“Allah’a emrettiği şeylerde isyan bilmez ve emrolundukları şeyleri yerine getirirler” iklimindesabahlar-akşamlar ve hep meleklerle atbaşı olurlar. Duyguları tomurcuk tomurcuk ma’rifete uyanmış bu ruhlar, günde birkaç defa Cennetlerin cuma yamaçlarında seyahat ediyor gibi yaprak yaprak açılır ve her an ayrı bir buudda dostla yüz yüze gelir, onunla hemhâl olmanın hazlarına ererler. Gözleri Hakk kapısının aralığında olduğu sürece, hergün, belki her saat birkaç defa visâlle mest ü mahmûr hâle gelir ve her an ayrı bir tecellî ile köpürürler.
Alim geçinenler, ilimleriyle emekleye dursun, felsefeden dem vuranlar hikmet hecelemeye devam etsin! Arif nurdan bir menşûr içinde hep huzûr yudumlar ve huzur mırıldanır. Hatta mehâfet ve mehâbetle sarsıldığı anlarda bile o, sonsuz bir haz duyar.. ve âdetâ gözleri ağlarken kalbi sürekli güler.
Bu müşterek hususiyetlerin yanında, mizaç ve meşrep farklılığıyla bir kısım ayrılıklar da göze çarpar ârifler arasında. Bazıları sessizlik ve derinlikleriyle girdapları andırırken; bazıları çağlayanlar gibi gürül gürüldür. Bazıları bir ömür boyu günahına-sevabına ağlar, ağlar da ne âh u vâhdan ne de Rabbi’ni senâ etmekten doymaz. Ve doymadan göçer-gider bu dünyadan. Bazıları da hep, heybet-hayâ-üns atmosferinde seyahat eder-durur ve bu deryadan ayrılıp sahile ulaşmayı asla düşünmez. Bazıları tıpkı toprak gibidir; gelip geçen herkes basar-geçer başlarına. Bazıları bulut gibidir; sâlih-tâlih alır herkesi şemsiyesi altına ve ona damla damla rahmet sunar. Bazıları da hava gibidir; her zaman duygularımız üzerinde binbir râyiha ile eser-durur.
Ma’rifet ehlinin kendine göre emâreleri de vardır; ârif, Ma’rûf’tan başkasının teveccüh ve iltifatını beklemez.. O’ndan gayrısıyla halvet olmaz.. göz kapakları ve kalb kapılarını O’ndan başkasına açmaz. Gerçek arifin,başkasına teveccühü, başkasıyla halvet arzusu ve gözlerinin içine başka hayalin girmesi onun için en büyük azaptır. Gerçek ma’rifete ermeyen yârı-ağyârı tefrîk edemez. Yârla hemdem olmayan hicrandaki azâbı bilemez..
“Yakin” bir bakıma, marifetten sonra gelir. O, insanın hayatının her dakikasında, her saniyesinde, salisesinde ve aşiresinde yeni bir ufka açılması, yeni bir deryaya yelken açması demektir. Yakin bir arayıştır. Mütenahi insanın nâmütenahiyi arayışı... Böyle bir insanın hayatı bütünüyle nûrânidir. Vicdanına durmadan varidat yağar. Ve o hayatını hep aydınlıklar içinde yaşar. Onun hatırına semâvî sofraların biri kalkar biri iner. Sanki, Efendimiz vefat etmemiş, vahiy dinmemiş ve Cibril’in ayağı yerden kesilmemiş gibidir. Ötelerden gelen esintilere o, sinesinin coşkunluğu ile mukabele eder.
Yakin, inanılması gereken hususlara, aksine zerre kadar ihtimal vermeyecek şekilde inanmak demektir. İki kere iki matematikçilere göre dört eder. Fakat bunun her zaman kemmiyet plânında, teker teker sayıların aynı seviye, aynı derece ve aynı kıymette olmamaları yönünden tenkidi yapılabilir. İşte yakin, bu açıdan, her türlü riyazî ölçülerin üstünde bir kesinlik ve netlikle imandır. Zaten, varlığın hemen her yanında tecelli eden güzelliklerde Cemal ve Kemal-i Mutlak sahibi Hz. Allah’ın cemâlî ve kemâlî tecellilerine ait çizgileri seyredip “Zevk-i Ruhânî” noktasına ulaşmakda ancak böyle bir îmanla mümkün olur.Yakini elde eden insan, hep onun Cennet yamaçlarında dolaşır durur. Kalbi, gönlü ve sinesi her an ayrı bir varidatla dolar boşalır. O da her an kendini bir başka hisseder ve Rabbini bir başka tanır. Arş bahçesinden demet demet çiçek dermek ve meyve devşirmek işte budur.
Yakin, mebdei itibariyle hayra uyanma, müntehası itibariyle ise itminana ulaşma ve doyma ma’nâsına gelir. İnsan O’ndan gayri herşeye doyunca, O’na iştahı kalmaz. O’nunla doyunca da başka şeye iştahı kalmaz. Hırsla dünyayı takib edenler O’ndan nasibini alamamış insanlardır. Kalbi Allah’a karşı itminan ile gerilmiş bir insan herşeye kaşı fermuarını çekmiş, kapamıştır. Böyle bir kalb tıpkı bir kıblenûmâ gibi sürekli Hakk hoşnutluğunu gösterir ve vicdan ibresinde de en küçük bir sapma olmaz. Bu öyle yüksek bir “Yakîn” mertebesidir ki, bu mertebede seyahat eden ruh,her konakta ayrı bir “ ” “Hak dostları için ne bir korku vardır ne de onlar tasalanırlar.” nefehâtını duyar. “ †† -Onların üzerine melekler iner ve derler ki: Korkmayın! Tasalanmayın, size va’dolunan Cennetle sevinin!” müjdesini hisseder; -Bi-liniz ki, kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzura erer..” kevserini zevk eder, tabiat ve cismaniyet üzerinde yaşar.
İtminan, insanın sebepler üstü ve vasıtalar ötesi bulunmasının ünvanıdır. Akıl, tabiatüstü seyahatini bu mertebede noktalar... ruh, bu noktaya ulaşınca dünya kaygılarından kurtulur..his, bu sihirli konakta bütün aradıklarını bulur ve damla iken derya olur.
İnsanı bu noktaya götüren belli başlı yollar vardır. Bunların en başında da ilim ve tefekkür gelir.
İlim, eşyâ ve hâdiselerin bize anlattığı, tekvinî emirlerin, önümüze açıp döktüğü şeylerin hissedilmesi, kavranması ve Yaradan’ın yüce maksadlarının sezilmesinden ibaretdir. Eşyaya hükmetme mevkiinde yaratılan insan; görecek, okuyacak; sezecek ve öğrenecekdir. Öğrendikten sonra da, hâdiselere sözünü geçirme ve onları teshir etme yolunu araştıracaktır. İşte bu nokta, Yüce Yaratıcı’nin emriyle, eşyanın insana, insanın da kendi Yaradan’ına teslim ve mahkûm olduğu noktadır.
İlim; fizik, kimya, astronomi, tabâbet ve daha çeşitli dallarıyla insanlığın hizmetinde ve hergün ona yeni yeni armağanlar vermektedir.
Evet, ilim ve teknik insanın hizmetindedir ve ondan korkmak için, ciddî hiçbir sebep de mevcud değildir. Tehlike ilmîlikle ve ilme göre bir dünya kurmada değil; tehlike, cehâletde, şuursuzlukda ve mesuliyet yüklenmekten kaçınmaktadır.
Bununla beraber ilim tek başına kaldığında, yani düşünce-tecrübe ve vicdan üçlüsünden tecrid edildiğinde, sapma ve saptırmalara vesile olacağı da katiyyen gözardı edilmemelidir.
Evet, zihinler sonsuzluk düşüncesinden mahrum bırakıldığı, ruh teknolojinin esiri haline getirildiği, kalbî hayat bütün bütün ihmale uğradığı bir yerde ilimden de ilmin yararlı olacağından da bahsedilemez. Aksine, böyle bir iklimde ilim, vahşetlerin buudlaşıp devam etmesine, boğuşmaların kıran kırana sürüp gitmesine, aldatma ve istismarların “dev” birer âfet halini almasına yardımcı olacak ve “hak” karşısında “kuvvet”e omuz verip ona yan çıkacakdır.
Doğrusu şu ki; ilim, insanın maddî-mânevî mutluluğunu hedef alıp, onun bedenî-ruhî problemlerini çözmeye çalıştığı ve insanı gönül-zihin birliğine ulaştırabileceği ölçüde faydalı ise de, bunları yapmadığı veya yapamadığı zamanlarda faydasız, hatta bir ölçüde zararlıdır ve ondan insanlık yararına birşeyler beklemek de abestir.
Bugünün bütün bütün maddîleşen insanı, ilim ve tekniğe sadece şahsî hazları, maddî refah ve rahatı itibariyle alâka duymaktadır. Böyle bir anlayış ise onu, hergün biraz daha ahlâkî çöküntü, ruhî bunalım ve düşüncede sığlaşmaya götürmektedir. İşte bu insan tipidir ki, büyük bir kısmı itibariyle gerçeği araştırmaya ve o yolda tefekküre yanaşmamakta, hatta bunları sevmemektedir. Şüphesiz bunda, topluma avam kültürünün hâkim olmasının, ilim adamlarındaki beleşçilik düşüncesinin ve hasbî ruh kıtlığının tesiri çok büyük olmuştur. Ne var ki, ruh insanı, ilhâm insanı, gönül insanı yetiştirememenin tesiri bundan daha büyüktür. Ortalığı,herşeyi maddede arayan aklı gözüne inmiş karakuraların sardığı bir dönemde, gerçeğin ilminden, ilimde derinleşip buutlaşmaktan bahsetmek mümkün değildir. Aksine, böyle bir atmosferde muhakeme ve tefekkür hergün biraz daha kısırlaşacak, insanlar biraz daha aptallaşacak ve dünyanın her yanı makinaların komutlarıyla iş yapan insanlarla dolup taşacaktır.
Onun içindir ki, yarınları yeniden inşa etmeyi plânlayanlar, öncelikle ilmin ne olup ne olmadığını, ondan neler beklenebileceğini, onun hedef ve gayelerini çok iyi belirleme mecburiyetindedirler. Yoksa aksaklıklar sürüp gidecek ve ilim de kendinden beklenenleri katiyyen veremeyecektir.
Tefekkür, istidlal yoluyla kâinat kitabını didik didik etme demektir. O, kara deliklerin içinden, bir tünelden geçiyor gibi geçip cennet yamaçlarına ulaşmanın adıdır. Böylece ilmin her yamacı aydınlıklar mesiresi haline gelir.
Zira eşya ve hâdiselerin mebdeinde Allah vardır ve bütün varlık O’na dayandırılmaktadır.
İnsan belli bir yere kadar bu delil ve istidlallerle yürür. Onlar insanı elinden tutar ve saray kapısına kadar getirirler. Bir halayık gibi insana teşrifatçılık yaparlar. Ama saraya gelindiğinde artık onlar kapının ardında kalırlar, içeriye alınmazlar. Zira artık ihsan sırrı zuhur etmiştir. Aranan Gayb bulunmuştur ve vicdan O’ndan gelen sesi duymaktadır. Medlul ile konuşurken delilin orada ne işi var? Ballar Balını bulan kovanın yağmalanmasına aldırış eder mi hiç? Allah (cc) cisimden, arazdan münezzeh ve müberradır. Ancak bu noktada insan sanki bir adım daha atsa kendini O’nun kucağında bulacak gibi olur. Tabiî O, bütün bunlardan münezzehtir. Zaten O, insana şah damarından daha yakın değil mi? Bu sırrın zuhur ettiği yerde,hiç delil veya istidlalden bahsedilir mi?
Aslı bulan vesileyi, hazineyi bulan yolu-izi ne etsin? Yeter ki bu yol inancın zirvesinde ve son kemâl noktasında bitsin..[2]
İMAN EDEN İNSANIN DEĞİŞMESİ
Musab soylu bir aileden ayrılıp gidiyor. İlk olarak Medine-i Münevvereye gönderiliyor. Kuran’ın muallimi. Musab soylu bir aileden ayrılıp gidiyor. Musab, bizim gibi günde önüne üç defa sofranın gelip uzandığı bir delikanlıdır. Yatağına yatarken tüyden yataklar içinde. Anası bir kaç defa sağını solunu bastırır. Alnından öper, uyudun mu canım evladım der. Sabahta onu ninni ile uyarır. Musab resulü ekreme iman eder. İman eder yumuşak döşeği terk eder. Zira artık anası Musab’ı sevmemekte belki dövmektedir. Musab iman eder, yeme içmeyi de terk eder. Zira yemeden içmeden mahrum edilmiştir. Ve bu iş bitmemiştir. Musab, sonra da Medine-i Münevvereye gidip resulü ekremin davası istikametinde irşat ve tebliğ vazifesini yapmaktadır. Medine’ye gider. Bir sene Medine-i Münevverede kalır. Arkadaşlarından dinliyoruz. Zira kendisi gül devrini göremedi. İki sene üç sene irşat vazifesi yaptı. Bedir’de resulü ekremin yanında bulundu. Uhud’da da yanında olayım ya resulullah dedi. Yirmi iki yaşında vardı yoktu. Bıyıkları henüz terliyordu. Kılık ve kıyafetiyle resulullaha çok benziyordu. Allah resulü Uhud’da cübbesini çıkarıp sırtına giydiriyor. Şu bu gün senin sırtında dursun diyordu. O da şeref saydığı cübbeyi sırtında taşıyordu. Allah resulünun şehit etmeye gelen ibni Kamihe resulullahı şehit ettim diye Musab’ı buduyordu. Seve kolunu veriyordu. Sağ koluna inip kalkan kılıç darbesi karşısında, kolu bir ağaç dalı gibi budanıp yere düşünce elhamdülillah resulullahın kolu kurtuldu diyordu. Sol kolu koparken elhamdülillah resulullahın kolu kurtuldu diyordu. Başını uzatırken yazan,anlatan anlatıyor, vur bir bu kaldı diyordu. Boynuna darbe inince elhamdülillah resulullahın başı kurtuldu diyordu. Kendisini bir hırkaya sarıp, resulullahın hırkasına sarıp Uhud’un sinesine gömüyorlardı. Yapa bileceği her şeyi yapmıştı. Kafasını kullanmış irşat tebliğ vazifesini yapmıştı. Gönlünü kullanmış güvercinler gibi yukarılara çıkmıştı. Cesedi Allah resulünun önünde etten kemikten bir rükün olarak kullanmıştı. Sonrada Uhud’un sinesine yıkılıp gitmişti. Sırtında parçalanmış cübbe kendisine kefen olmaya yetmeyince ya resulullah ne yapalım dediler. Vücudu kapanmıyor, canım çıksın. Yumuşak döşeklerde yatan Musab’ım vücudu kefen bulamıyordu. Ne yapalım ya resulullah. Avret yerini kapayın. Başı, ayakları açıkta kalsın diyordu. Ve o gün Musab’ın yerine onun kılıcı elinde bir melek resulü ekremin önünde akşama kadar savaşıyordu. Ebu Naim naklediyor. İkidiye doğru güneş gurup ederken resulullah hala Musab’ın savaştığını zannediyor. Musab deyince, ben Musab değilim diyor. Musab tâ sabahtan vefat etmişti. Musab sabahtan doğranıp gitmişti. Canı kalmıştı onu da Allah yolunda vermişti.
İnanan insan hayat ve hayata ait her şeyi hakir görme yoluna giriyor. İnanan insan inandığı rabbi huzuruna intikal etmek için kolu kanadı engel teşkil ediyorsa, füzenin yükselişinde kaydettiği durumlar gibi, kolunu kanadını, ayağını bacağını bırakıyor, Allah’a doğru yükseliyor. Ve bununla inanmayan insandan ayrılıyor. Yarım inanan insandan ayrılıyor. Her türlü miskinliği, uyuşukluğu bırakıyor. Allah’ı anlatmak için vadi tehlikelere, meşakkatlere göğüs geriyor. Bir Musab devrinin başlatılmasını, bir ibni Cahş devrinin başlatılmasını, bir Habbab bin Eret devrinin başlatılmasını arzu ediyoruz.
Ve içinizde ki hıçkırıklar içinde hakikat gamzeden temiz nasiyelerde bunu gördükçe ümitleniyor. Sesimiz biraz daha gür yükseliyor. Üç asırdan beri gece yaşadık. Ne bir şimşek çaktı şafağımızda ne de bir şafak attı yalancı dağımızda. Bir gece yaşadık üç asırdan beri. Çeyrek asır öncesine kadar bunalmış olarak, canı gırtlağına gelmiş olarak ölüm intizar ediyorduk. Beni bütün cürümümle ve cirmimle bilirsiniz, tanırsınız. On üç, on dört sene evvel yine buraya geldiğimde gönlüm inkisar içinde huzurunuza çıkmış. Yine burada sizinle dertleşme yolunu, maşeri vicdanı uyarma mevzunda lazım gelen şeyleri yapmaya çalışmıştım. Ama o gün kollarım böyleydi. O gün kollarım böyleydi, utanıyordum kaldırmaya. Milletime karşı, insanlığa karşı bir şey yapamamış, onun için hizmet edememiş, ak saçlarımı ayaklar altında süpürge yapamamış, kirli suratımı ayaklar altında kaldırım taşı gibi koyamamış, neslime hizmet edememiştim. Yine de edemedim. Ama daha evvel tohum atanlar vardı. Tohum atıpta gidenler vardı. Sulayıp içimizden çekilenler. Musab bin Ümeyr gibi işin gecesinde gurup edenler vardı. Çilesini çekip gül devrini görmeyenler vardı. Kendilerinden yirmi beş, otuz sene sonra zemin yüzü bahar eda yeşermeye başladı. Ve biz iliklerimize kadar bu gün onu duyuyoruz. Şu hıçkırıkları boşa çıkarmayacaktır Allah. Şu amin deyişlerden ötürü Allah hüsran ve haybette bırakmayacaktır, neslimizi. Üç asırda sonra ashab-ı kehfin uyanması gibi uyanacak, memleketimizde ki bütün değer hükümlerine sahip çıkacak, kıymetlerimize sahip çıkacak bir Medine devrini yeniden ihya edeceğiz. Allah’ın lutfu, keremiyle. Resulullahın şefaatiyle. Allah sizi yeryüzünde ki bütün ümmeti Muhammed'le beraber aziz eylesin. Yolunda kaim ve daim eylesin.[3]
İMAN VE KÜFÜR
“Birbirine en uzak şeyler nelerdir?” denilirse küfür ve iman diyebilirsiniz; neticeleri itibarıyla böyledir. Fakat, hayat içinde yaşadığınız şeyler itibarıyla; hisleriniz, hevesleriniz veya vicdanınız, şuurunuz ve latife-i Rabbaniyeniz açısından bakınca birbirine en yakın şeyler de küfür ve imandır. Aralarında incecik bir perde vardır.
Onun için perdenin öte tarafına yuvarlanıp düşenlerin dedikodusunu edip, “Nasıl oldu da düştüler?” falan deme yerine “Allah bizi düşürmesin.” diye Cenab-ı Hakk’a teveccüh edip yalvarmak lazımdır. Devamlı surette, “Rabbena la tüziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ-Allahım hidayet buyurduktan sonra kalplerimizi kaydırma.” demek gerekir.
Bütün kardeşlerimiz için de aynı duayı yapmalıyız. Çünkü hiç umulmadık kimseler kaybedebilir. Vahye katiplik yapan insan vardır ki kaybetmiştir. İster tahribatın kolay olmasına, ister şeytanî meselelerin insana daha cazip, daha hoş gelmesine, isterseniz de her zaman tetikte yaşayamamaya.. neye verirseniz veriniz, hiç beklenmedik anda kayabilir ve devrilirsiniz.
Bundan dolayı, insan kendine hiç güvenmemeli, O’na tutunmalı ve bu şekilde ayakta durmağa çalışmalı.. kendini çok küçük görmeli.. her gece bin rekat namaz kılsa, başını yerden kaldırmasa da kulluğunu yapamadığı inancında olmalı. Senenin her gününü ibadetle dopdolu yaşayan bir kul “Rabbime şu kadar ibadet ettim, şu meselede şöyle bir mazhariyete erdim.” şeklinde aklının köşesinden geçirse, kendisini bir paye ve makam sahibi zannetse, onun bu mülahazayla tükettiği o anlar, hayatının en karanlık dilimleridir. Oysa dikkatli bir kul, mazhariyetlerine bir mekr olabileceği endişesiyle bakmalı ve Allah’ın rızasından başka bütün taleplere kapanmalıdır. “Ben bir köleyim. Kölenin hiç sermayesi olmaz; o ne kazanırsa kazansın kâr efendiye aittir.” şuurunda olmalı, ibadet ve hizmetleri karşılığında bir mükafat ve bedel beklememelidir. Kaldı ki Yirmidördüncü Söz’de ifade edildiği gibi: “Ubudiyyet, mukaddeme-i mükâfât-ı lâhika değil, netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet biz, mükafatımızı almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyyetle muvazzafız.” Öyleyse mesele, makam elde etmek, bir pâyeyle bilinmek değildir; verilmiş bir pâyenin hakkını eda etmek, nimetlere şükürle mukabelede bulunmaktır.
Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) sabah-akşam “Allahumme euzü bike mine’l-küfri...” diye dua ediyor. Bunu, Efendimiz’in talim (öğretme) makamında söylediği bir dua olarak değerlendirmek lazımdır. Zira Peygamberler hem masum, hem de masundurlar; günaha kapalıdırlar ve aynı zamanda Cenab-ı Hak onları günaha karşı korur. Onlar, başkalarını kurtarmak için gönderilen kimselerdir; kendilerini kurtarmak için gönderilmemişlerdir. Ancak Allah Rasulü, o engin kulluk şuuru ve tevazuuyla kendi nefsinden de endişe duyup su-i akıbetten korkabilir ve kovulacağından endişe duyabilir. Fakat biz terbiyemizin gereği bu türlü mülahazaları talime havale etmeli; bize herkesin akıbetinden endişe etmesi gerektiğini öğretiyor şeklinde anlamalıyız. Ama O kendi açısından “illâ enyeteğammedeniya’llahu bi rahmetin minhu” bir rivayette de devamında “ve fadlin” demekte, kendisini her zaman rahmet-i ilahiyeye muhtaç görmektedir. Onunla sarılıp sarmalanmazsa, onunla tutulup bir noktaya konmazsa, O’da cennete ulaşamıyacağı kanaatını taşımaktadır. Rahmeten li’l-alemîn olan Efendimiz bile, o rahmette daha ileri yerlere adımını atabilmesi, kadem-i sıdka erebilmesi için.. yine ilahî rahmetten beklentiler içindedir. Öyleyse; biz O’nun dediği şeylerin yüz kat daha fazlasını demeli, küfürden çok korkmalı ve Cenâb-ı Allah’a sığınmalıyız.
Küfrün sebepleri çok sinsi olduğundan dolayı, ibadetiyle göklerde uçan bir insan dahi küfre düşebilir. Öyle biri dahi çok endişe duymalı, inişlerde-çıkışlarda, yaya yürüşlerde hep Cenab-ı Hakk’tan sıyanet aramalı. İşte o tür duaların manası da böyle anlaşılmalı.“Ya Hayy, ya Kayyum, birahmetike esteğîs, eslih lî şe’nî külleh, velâ tekilnî ilâ nefsî tarfete ayn.” Hayy ve Kayyum, ayete’l kürsîde lafz-ı celâlden sonra zikredilen iki mübarek isimdir. O’nun varlığı halketmesi yönüyle değil de, bizim açımızdan, hayata mazhar olanlar ve O’nun kayyumiyetiyle hayatlarını sürdürenler açısından önemli iki isimdir. Onun için bu iki isim, bazılarınca ism-i azam olarak zikredilmiş; dualarda “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs” sırasıyla söylenmiştir. “bi rahmetike esteğîsu” “Senin rahmetine sığınıyor, Sana dehalet ediyorum.” demektir. Baştaki “Be” harfini ister istiğase (yardım dileme), ister istiane (yardım isteme), isterseniz de musahabe (yakınlık ve söyleşme) manasına hamledin, bu “Beni rahmetinin arkadaşlığından uzak etme, yardımından mahrum bırakma, rahmetinle gelecek yardımdan nasipsiz kılma. Sana sığınıyor, Senin merhametini diliyorum. Ve aynı zamanda bir maiyyet istiyorum. Eslih lî şe’nî küllehu- Her hâlimi ıslah buyur, düzelt.” demektir. Bu sözde bir tevazu, bir mahviyet, meseleyi bir çökmüşlüğe, çatlamışlığa, bir kırılmışlığa hamletme ve buna inanma vardır. Sonra “Ve lâ tekilnî ilâ nefsî tarfete ayn - Göz açıp kapama ölçüsünde bile olsa beni nefsimle baş başa bırakma.” sözü gelmektedir. Bazıları buna “ve lâ ekalle min zâlik - göz kapamadan daha az bir süre için bile beni benimle baş başa bırakma.” ifadesini eklemiş; bazıları da bir tavzih için ya bir bedel ya da bir atf-ı beyan ziyadesiyle “ve lâ ilâ ehadin min ibâdike - nefsimle başbaşa bırakmadığın gibi, başka bir kimseyle de baş başa bırakma.” demişlerdir. Yani, “Bana Senden başka biriyle kurtulacağım hissini verme. Öyle bir şirke atma beni. Başkasına güvenip dayanma duygusu hasıl etme gönlümde. Sadece Sana dayanayım, yalnız Sana güveneyim.. Senden istianede, istiğasede bulunayım.. bir tek Senin maiyyetini isteyeyim, onun içine hiç bir şey karıştırmayayım..” talebini seslendirmişlerdir. Demek ki insan bazen yürüdüğü düz bir zeminde bile hiç farkına varmadan ayağı bir yere takılıp kapaklanabilir. Düşmenin hiç farkına varılmaz. Şimdiye kadar devrilmez gibi görünen nice çınarlar yıkılıp gitmiştir. En güçlü insanlar dahi devrilmişlerdir. Allah bizleri muhafaza buyursun. [4]
HİDAYET VE İMAN AYNI ŞEY MİDİR?
Bir bakıma hidayet iman, iman da hidayet demektir. Fakat, hidayetin de, iman gibi dereceleri vardır. İnanmayan bir insan için hidayet, imana ilk adımı atma demekken; avam bir mü'min için imanda nisbî bir derinleşme; seyr ila'llah çizgisindeki bir mü'min için seyr fi'llâh, seyr fi'llâhtaki için seyr maa'llah manâsına gelir. Yakîn noktasında ilme'l-yakîn'den ayne'l-yakîn'e, ondan da eğer dünyada mümkün ise, hakka'l-yakîn'e geçme de hidayetin mertebelerindendir. İman-ı Rabbânî, dünyada hakka'l-yakîn'e ulaşılamayacağı görüşündedir. Ancak, bu yakîn mertebelerinin de kendi içinde dereceleri vardır. İlme'l-yakîn'in hakka'l-yakîn'i, ayne'l-yakîn'in de kendi içinde hakka'l-yakîn derecesi vardır. İşte bunlara ulaşılabilir.
Hidayette insanın rolü nedir. Meşiet-i İlâhî'nin fonksiyonu nedir; bu konu, kader mevzuuyla doğrudan alâkalıdır. İman, Seyyid Şerif Cürcanî'nin tarifiyle, "Kulun iradesini kullanması karşılığında Allah'ın kalpte yaktığı bir ışıktır." Maturidîler olarak, kulun iradesinin iman ve hidayetteki rolünü inkâr edemeyiz. Fakat bu rol ne kadardır? Kur'an-ı kerim, Allah dilemedikçe bir şey dileyemeyeceğimizi ve O'nun dilemediği hiçbir şeyin de olmayacağını açıkça belirtir. Kalpleri evirip çeviren de Allah'tır. Öyle ise insana düşen, Allah'ın Meşietine sığınmak ve ister meyelan, isterse meyelanda tasarruf olsun, iradesini iman ve hidayet istikametinde kullanmaktır.[5]
RİSALE...
GÜLENLER VE AĞLAYANLAR
iki kişi, hem zevk, hem ticaret için seyahate gider. Birisi, kendini beğenmiş, bıkkın, şikayetçi; diğeri haddini ve hakkını bilen, ümitlidir.
Birincisi, bir memlekete gider. Ona oradaki canlı cansız her şey ağlıyor, inliyor gibi görünür. Hiç kimse birbirini tanımamakta, herkes bir diğerine zarar vermek için fırsat kollamaktadır. Sofralar ancak güçlü olanlar içindir. Fakat onlar da tatsalar bile doyamamakta, lokmalar daha midelerine inmeden sofradan kovulmaktadırlar. Tadanlar tattığına pişmandır. Her şey ayrılık azabıyla korkunç bir boşluğa düşüyor gibi vaveyla koparmaktadır.
Diğeri, ümit ve sevinç insanıdır. O varlıklardan her biri, birinin askeridir ve onun verdiği önemli görevlerde şevk ve istekle çalışmaktadır. Herkes birbirinin vazifesini tamamlayan yardımcılardır. O sesler vaveyla, ağlama, inleme değil; varlık ahengin-den çıkan sevinç türküleridir. O sofrada en güçlüler, çocuklar gibi en zayıfların hizmetçisidir. Burada ziyafet sofrasının numunelerinden tadanlar, hakikî, geniş sofralara davet edilmektedir. Ayrılık yok, vazifeden terhis ve kavuşmak vardır.
O iki kişiden birincisi kafirdir ki, ona göre varlık başını taştan taşa vuran, avare mahluklardır, ikincisi ise mü'mindir ki, onun nazarında bütün mevcudat bir merhametli sultanın kıymetli ve sevinçli misafirleridir, her şeyin ipi onun elinde, her hazinenin anahtarı onun yanındadır.
İmanda cennet çekirdeği, küfürde cehennem tohumu saklıdır. (2.Söz)
ANTİKA SANAT
İnsanın kıymetini ortaya çıkaran imandır. Üzerinde tecelli eden ilahî sanatlar ve Rabbani isimlerin nakışlan iman ile ortaya çıkar. Küfür, o irtibatı koparır, o nakışlan karartır. İnsanın kıymetini sadece maddi değerine düşürür.
İçerisine ışığın nuru girmemiş bir avizenin ne üzerindeki nakışlar ve ne de kendisi hakikî manası ile görünür.
İnsanların sanatları içerisinde de maddenin kıymeti ile sanatın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazen eşit, bazen madde daha kıymetli, bazen de maddenin kıymeti bir ise sanatın kıymeti milyondur.
Beş kuruşluk bir demir, demirciler çarşısında ancak o kadar değer ifade ederken, antikacılar çarşısında üzerindeki sanattan ve sanatkârına nispetten otururu beş milyar kıymet kazanabilir.
İşte insan, Cenab-ı Hakkın böyle antika bir sanatıdır ki, kâinata bir fihriste suretinde yaratılmıştır. Küfür ile o intisap kesilir ise, kıymeti ancak hayvanı maddesi itibari iledir ki, mahlukatın en acizi, en kederlisi, en muhtacı derecesine tefessüh eder. Elmas iken kömür olur. (23.SÖZ 1. Mebhas 1. Nokta)
İMAN GIDADIR
İnsan ekmeksiz yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir.
Evi olmayan bir adama yapılacak şey, odaların süslenmesinden, tozların alınmasından bahsetmek değil, hane sahibi olmasına yardımcı olmaktır.
İmansız cennete giden yok, fakat tasavvufsuz cennete giden pek çoktur. Tasavvuf meyvedir, hakikat-ı İslamiye gıdadır.
Eskiden kırk senelik bir ruhanî seyir ile iman hakikatlerindekî şüphesiz marifete ancak çıkılabilirdi. Kırk dakikada o hakikatlere çıkmaya bir yol bulunsa ona karşı lakayt kalınmaz. Eskiden kırk senede gidilen bir yola, dört saatte götüren bir uçağa ilgisiz kalınamayacağı gibi...
Onun içindir ki, bugün, nur eczalarına gördürülen bu vazifeye, yani iman ve İslam'a ait hakikatlerin izah ve takviyesine bütün gayretlerin sarf edilmesi gerekir. Eğer, İmanı-ı Rabbani (r.a.), Şeyh Abdulkadir Geylanî (ra), Nakşibendî (ra), gibi zatlar, bu zamanda yaşasalardı, bütün himmetlerini bu işe sarf edeceklerdi. (5. Mektup)
AKLIN AZABI
Bir hayalî vakıada, birbirine bakan iki yüksek dağ gördüm. Dağların arasına bir köprü kurulmuştu ve ben üzerindeydim. Köprünün altından derin bir dere geçiyordu. Dünyayı koyu bir karanlık istila etmişti. Sağ tarafta büyük bir mezarlık, sol tarafta korkunç fırtınalar ve karışıklıklar vardı. Köprünün altı uçurumdu. Bu dehşet içerisinde cebimdeki zayıf ışıklı feneri çıkardım. Nereye tuttu isem canavarlar, ejderhalar, aslanlar çıktı. "Eyvah, bu fener başıma bela imiş" dedim, fenerimi taşa çarpıp kırdım. Birden o fenerin kırılması ile dünyayı aydınlatan bir elektrik lambasının düğmesine dokunmuşum gibi, o karanlık dağıldı, her şeyin hakikati göründü. Baktım ki, o köprü, muntazam bir ovada mükemmel bir cadde, o mezarlık, insanların sevinçle yaşadığı bir meclis, sol taraf, enfes bir seyir ve ziyafet yeri, canavarlar, itaatkar hizmetçilermiş.
Allah'a imandan gelen huzur ile ayetler okuyarak o hayali vakıadan ayrıldım. İman olmayınca aklın azab olduğunu anladım.
O iki dağ, dünya ve ahîret, o köprü hayat yolu, sağ, geçmiş, sol, gelecek, o fener ise, bencillik ve vahiyden mahrum kuru akıldır.
Evet, el feneri ezelî ışığı bulmada kullanılmalıdır. (23.Söz 2.Nokta)
İSBAT KOLAY
Bir adam, "Nar diye bir meyve yoktur." dese, semanın katlarından, denizin derinliklerine, yeryüzünün bütün bahçelerine kadar her yeri dolaşmalı ve sonra da "Yok." dememeli, sadece "Bulamadım." demelidir. Zira, belki vardır da o bulamamıştır.
"Nar var!" diyen adam ise, bir tane nar getirip gösterse, artık dünyayı dolaşmasına gerek kalmadığı, kati hükmünü "var!" şeklinde söyleyebildiği gibi, binlerce insanın "Yok!" veya "Bulamadım!" demesi de onun davasına zarar vermez.
Onun içindir ki, bir isbat edici, çok reddediciye tercih edilir. (13.Lem'a 13.İşaret 3-Nokta)
BİN KAPILI SARAY
Bin kapılı bir sarayın bir kapısı açık ise o saraya girilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık ise, o saraya girilemeyeceği söylenemez. Veya, bir iki kapısı, bir adamın bulunduğu yerden kapalı gibi görünüyorsa, bu o kapıların gerçekten de kapalı olduğunu göstermeyeceği gibi, saraya girilmesine de zarar vermez. Belki o adamın gözü zayıftır veya kendi gözündeki perdeyi kapının üzerinde zannediyordun
İşte iman hakikatleri o saray gibidir. Her bir delil, bir anahtardır. İspat eder, kapılan açar. Şeytan, ya gaflet ya cehalet sebebi ile o adam için kapalı kalan bir kapıyı gösterir, bütün diğer delilleri nazarından silmeye çalışır. Hatta," O saraya girilmez!" derken, sarayın varlığını ve güzelliğini inkar ettirmeye bile çalışır. Bin kapılı sarayda, bir kapı ile aldatmak İster.
İnsan, suallerinin cevabım öğrenerek, kendisine kapalı görünen kapı bırakmamalıdır.(13. Lem'a 13. İşaret 3. Nokta)
AKİSLER VE RESİMLER
Cenab-ı Hakkın en açık sanat şaheserlerinden olan akislere ve resimlere bakınca onun kudretinin emsalsizliği bir kez daha görülür. Mesela, bir ayna semaya karşı tutulduğu zaman, semanın derinliğiyle, nakışlarıyla, yıldızlarıyla aynanın içine aksettiği görülür.
Sınırsız semayı, insanlar adedince göz bebeğine sıkıştırmak sonsuz kudrete ait taklit edilmez bîr sanattır. Elbette, ne aynanın yüzü kendi kendine, ne göz bebeği kendi kudretiyle bütün semayı içine alacak kudrete sahiptir. İkisi de neyin olup bittiğinin farkında bile değildir. Olsa olsa zahirî sebep olabilirler, yapan ve yaptıran olamazlar.(İşarat-Bakara-İbadet Hakkında)
GÜNEŞİ GÜNEŞTEN
Dünyaya sırf yaratıcısını bulmak için gelen seyyah, aklına: "Biz her şeyden Halikımızı sorduk, en güzel cevaplan eksiksiz aldık. Şimdi ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarının göründüğü, isimlerinin cilveleri olan eserlerine bakarak, 'Güneşi güneşten sormak lazım' misalindeki gibi davranacağız ve dünyaya başka bir nazarla bir seyahat daha yapacağız" dedi. (I5.Şua 2.Makam l.Numune)
YOL
O seyyah, ikinci bir cereyan olan dalalet ehli gibi dünya gemisine bindi. Kur'an'ın hikmetlerine tabi olmadan, fen ve felsefe gözlüğü ile baktı. Coğrafya fenninin gözüyle dünyanın, sınırsız bir boşlukta, bir senede yirmi bin senelik bir daireyi, yani küçük bir cismin aynı yolu yirmi bin senede alacağı bir mesafeyi, top güllesinden yetmiş defa daha süratli bir hareketle gezdiğini gördü. Eğer bir dakika yolunu sasırsa veya bir serseri yıldıza çarpsa, parçalanarak sınırsız fezada kaybolacağını, biçare yolcularını, bütün canlıları yokluğa, hiçliğe dökeceğini düşündü. "Gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil-Fatiha Sure-si-7" ayetinin haber verdiği dehşetli hali, "Yahut onların amelleri, derin bir denizin karanlıklarına benzer- Nur Suresi-40" ayetinin ihtar ettiği boğucu karanlığı hissetti.
"Eyvah! Ne yaptık? Bu dehşetli gemiye neden bindik? Bundan kurtulmak çaresi nedir?" diyerek felsefenin kör gözlüğünü kırdı. "Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tâbi olan salih kullarının yoluna ilet-Fatiha-7" hakikatinin tesirine girdi.
Birden Kur'an'ın hikmetleri aklına hakikat yolunu gösteren dürbününü verdi. "Şimdi bak!" dedi. Baktı, "Göklerin ve yerin Rabbi-Ra'd Suresi- 16-, Üzerinde gezin ve Allah'ın verdiği rızıklardan yiyin diye, yeryüzünü sîzin emrinize veren Odur- Mülk Suresi- 15"ayetleri önünü güneş gibi aydınlattı.
Memleket-i Rabbanîyede, Halık-ı Zülcelâl'in misafirlerini gezdirdiğini anladı. (I5.Şua 2.Makam 2.Numune)
DIŞARDA YANGIN VAR
"Bana, 'Sen şuna buna niçin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!"(Isparta Hayatı-Tahliller-Eşref Edip)
YOK VAR VAR YOK
Nefislerim firavunlaştırmış insanlar, ellerinde küçük bir iradeden başka bir şey olmadığını, hiçbir şeyi yok edemedikleri gibi, hiçbir şeyi de yoktan icad edemediklerini, çok güvendikleri tabiatın elinde de bir şey olmadığını görünce, "Yoktan var olmaz, var da yok olmaz." diyerek, batıl anlayışlarını Kadir-i Mutlaka teşmil etmek isterler.
Her senede yüz binlerce türü yeniden icad eden, semayı ve arzı altı günde yaratan, her baharda kâinattan daha sanatlı ve hikmetli bir kâinatı inşa eden kudret ve ilimden, bîr yazıyı göstermek için sürülen madde gibi, ilim defterindeki varlıkları kudret defterinde cisimleri ile göstermesini ve bu kadar varlık var edilmişken, yoktan var etmesini uzak görmek ahmakça ve cahilce bir anlayışsızlıktır.
Var olduğu halde "Yoğu var edemez." diyen adam, yok olmalı! (23.Lem'a Hatime 3.Sual)
FITRATIN GAYESİ
Katiyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.
Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet, elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara, ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur.
Evet, şu perişan dünyada, âvâre nev-i beşer içinde, semeresiz bir hayatta, sahipsiz, hâmisiz bir surette, âciz, miskin bir insan, bütün dünyanın sultanı da olsa kaç para eder? İşte bu âvâre nev-i beşer içinde, bu perişan, fâni dünyada, insan sahibini tanımazsa, mâlikini bulmazsa, ne kadar biçare sergerdan olduğunu herkes anlar. Eğer sahibini bulsa, mâlikini tanısa, o vakit rahmetine iltica eder, kudretine istinad eder. O vahşetgâh dünya, bir tenezzühgâha döner ve bir ticaretgâh olur. (20. Mektub)
NÜKTELER
İMAN AĞACI
Ey dünyalıktan mahrum kimse, zamana ve insanlara hoş görünmeyen ve onların bir yanda bıraktığı zavallı insan.
Ey sultanlar yanında hatırlanmayan ve dünyaya erbabı meclisinde ismi geçmeyen çaresiz adam. Ey aç, cesedi çıplak, ciğeri susuzluktan yanmış bitkin...
Ey bütün ihtiyaçlarla sıkışan, kalbi darda kalan, gönlü kırılan, hiçbir maksadını yerine getiremeyen, gittiği kapıdan kovulan, mescit köşelerinde kalan, sokaklarda sürünmekle gününü geçiren adam..
Senin bu anlattığım hallerde:
- "Allah beni fakir etli, dünyayı elimden aldı. Beni perişan etti, terketti. Buğzetti. İşlerimi dağıttı. Hiçbir işimi yerine getirmedi. Bana ihanet etti. Dünyalık olarak yeter derecede mal vermedi. Şerefimi söndürdü. Padişahlar katında, arkadaşlarım arasında beni yükseltmedi. Halbuki başkalarına bol nimetler verdi, günleri geceleri o nimetler içinde geçer oldu. Halbuki hepimiz de Müslümamz. Babamız Adem, anamız Havva... Ben böyle olayım da onlar niçin öyle olsun?"
Gibi sözler sakın senin ağzından çıkmasın!..
Senin bulunduğun hali anlatalım: Bir defa Alla-hü Teâlâ'nın seni bu halde bırakması bir hikmeti icabıdır. Çünkü senin yaratılışında bir hürlük vardır. Allah tarafından sana sabır, rıza, muvafakat verilmişti ki bunlar en büyük nimetlerdir. Aynı zamanda iman, ilim, tevhid nurları sende vardır. İman ağacın daha eskimemiştir.. Tohumları ve fidanları henüz çürümemiştir; kuvvetlidir, yaprağı boldur.. Her gün dal salmakta, çeşitli gölgelik vermekte, ayrı ayrı yönlerden büyümekte ve meyve vermektedir. Senin çalı ile değnekle onu muhafaza etmene, büyütmene, beklemene lüzum yoktur..
Allah sana dünya işlerinde az, fakat rahat edeceğin şeyleri verdi.. Ama âhiretle hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın işitmediği ve hiç kimsenin hatırına gelmeyen büyük nimetleri senin için hazırladı. Bunları orada sana çok bol olarak ihsan buyuracaktır.. Ayet:
- "Hiçbir nefis kendileri için öteki âlemde hazırlananların neler olduğunu bilmez. Halbuki onları gayet mesrur edici şeylerdir. Yaptıklarına mükâfat verilir...,,
Bunun manâsı şudur: Allah'ın emirlerine uydukları ve bu yolda devam ettikleri için bunlar kötülükleri bırakırlar. Allah'a teslim olur ve her işini . ona ısmarlarlar, işte o büyük mükâfata bu sebepten ererler.[6]
TİTO'DAN TARİHÎ İTİRAFLAR
Ömrünün elli yılını komünist ideoloji yolunda harcayarak bu bâtıl davasında şöhreti yurt dışına kadar taşmış bir insan olan Salih Gökkaya, hayatının son yıllarında İslâm'la müşerref olarak Hakk'a rücû eder. Gökkaya, Komünizm fırtınalarının bütün dünyayı kasıp kavurduğu bu günlerin birinde "Türkiye Komünist Talebe Teşkilatı Başkanı" sıfatıyla Yugoslavya Devlet Başkanı Mareşal Josip Broz Tito'nun(1892-1980) şeref misafiri olarak Belgrad'a davet edilir.
Ömrünün son günlerini geçirmekte olan Tito'yu ziyaret ettiklerinde, hayatını komünizme adayan bu ihtiyar liderin pişmanlık içinde dudaklarından dökülen şu itiraflar, apayrı bir tarihî kıymet ifade etmektedir:
Yoldaş, ben ölüyorum artık... Ölümün ne derece korkunç birşey olduğunu size anlatamam. Anlatsam bile sıhhatli ve genç olan sizler, bu yaşta bunu anlayamazsınız. Düşünün; ölmek, yok olmak... Toprağa kanşmak ve dönmemek üzere gidiş... işte bu çıldırtıyor beni... Dostlarımızdan, sevdiklerimizden, unvan ve makamlardan ayrılmak... Dünyanın güzelliklerini bir daha görememek... Ne korkunç birşey anlamıyor musunuz?
Yoldaşlarım, sizlere açık bir kalple itirafta bulunmak istiyorum:
Ben öldükten sonra, toprak olacaksam, diriliş, ceza veya mükafat yoksa, benim yaptığım mücadelenin değeri nedir? Söyleyin bana? Ha yoldaşlarımın kalbine gömülecekmişim veya unutulmayacakmışım veya alkışlanacakmışım neye yarar?
Ben mahvolduktan sonra, beni alkışlayanların takdir sesleri, kabirde vücudumu parçalayan yılan ve çıyanları insafa getirir mi? Söyleyin bu gidiş nereye? Bunun izahını Marks, Engels, Lenin yapamıyor.
İtiraf etmek zorundayım;
Ben Allah'a, peygambere ve ahirete inanıyorum artık. Dinsizlik bir çare değil. Düşünün, şu kainatın bir Yaratıcısı, şu muhteşem sistemin bir Kanun Koyucusu olmalıdır... Bence ölüm de son olmamalıdır...
Mazlumca gidenlerle, zalimce ölenlerin bir hesaplaşma yeri olmalıdır. Hakkını almadan, cezasını görmeden gidiyorlar. Böyle keşmekeş olamaz. Ben bunu vicdanen hissediyorum. Öyle ki, milyonlarca suçsuz insanlara yaptığımız eza ve zulümler, şu anda bağazıma düğümlenmiş bir vaziyette...
Onların ahlarına kulak verecek bir merci olmalı... Yoksa insan teselliyi nereden bulacak? Bunların bir açıklaması olmalı... Marks bu mevzuda halt işlemiş. Uyuşturmuş beynimizi ...
Nedense ölüm kapıya dayanmadan bunu idrak edemiyoruz. Belki de göz kamaştırıcı makamlar buna engel oluyor. Ben bu inancı taşıyorum yoldaşlarım, sizler de ne derseniz deyin![7]
ŞAHS-I Bİ İMÂNÎ
Konular suyunu çekince, bir yazarın ne kadar sıkıntıya girdiğini yazar olmayanlar, hele hele belli zaman dilimlerinde mutlaka bir şeyler yazmak zorunda olmayanlar elbette bilemez... İnsan böyle zamanlarda gözlerini dört, kulaklarını beş açıp uzaktan yakından konu yakalayabilmek için dikkat kesiliyor. Babamın sınıf arkadaşlarıyla neşeli sohbetleri benim için bir ip ucu olabiliyor. İşte bu sefer de kulağıma gelen "Hariri" ve "Şahs-ı bi imanı" sözleri beni ilgilenmeye sevk etti. Kendisine, münasip bir fırsat yakalayıp sorunca öğrendim ki, Hariri, Arapça ve Farsça derslerine giren bir hoca imiş. Şahs-ı bi imanî ise Farsça dersinde Hariri Bey'in anlattığı bir konunun başlığı imiş. Manası da "imansız kişi" demekmiş.
Evet bu imansız adamın sorulan da benim dikkatimi çekti. İsterseniz konuya başından girelim:
Bir grup insan bir şeyler öğrenmek için bilgin bir zâtın etrafına toplanıp sohbetini dinlemeye başlamışlar. Bu sırada oradan geçmekte olan dinsiz birisi de 'Şunların kafasını karıştıracak ve âlim diye çevresine üşüştükleri kişiyi de tökezletecek birkaç soru sorayım da cevaplarını bulsunlar bakayım...' diye yanlarına yaklaşıp, "Efendim, benim bir türlü çözemediğim bazı problemlerim var. İzin verirseniz size aktarayım da bana bir cevap lütfedin." demiş. O bilge şahsiyet de, "Buyurun sorun." demiş. Adam "Birincisi; sizler hem şeytan ateşten yaratılmıştır, hem de şeytan cehennem ateşinde yanacaktır, diyorsunuz. Peki hiç düşündünüz mü, ateş ateşi nasıl yakacak? İkincisi; siz hem hayır ve şer her şeyi Allah yaratır diyorsunuz, hem de günah işleyenler ceza görecektir, diyorsunuz. O günahkârın günahım da Allah yaratmıyor mu? Yaratıyor. Peki öyleyse niye ceza veriyor? Üçüncüsü; siz, Allah'ın her yerde hazır ve nazır olduğunu söylüyorsunuz. Öyleyse şimdi burada olması lâzım. Öyleyse bana Allah'ı gösterir misiniz?" demiş. O âlim zat da bu sorular üzerine elini çenesine koyup bir müddet düşünmüş. Sonra da ışıldayan gözleriyle çevresinde bir şeyler aramaya başlamış. Çamurken taş gibi sertleşmiş bir toprak parçasını bulunca yerden aldığı gibi adamın alnına hızlıca vurmuş. Şöyle de ilâve etmiş: "İşte sorularının tam cevabı!..." Alnı kanayan adam oradan kalktığı gibi doğruca mahkemeye kadıya gitmiş. Bu gerçekten çok orijinal tavrın nasıl bir cevap olduğunu çözmeye çalışırken, babam da hikâyenin diğer bölümünü anlatmaya çalışıyordu.
Ben de tam burada, iyice düşünüp konuyu aklımızdan çıkmayacak şekilde kavramamız için burada kesiyorum. Ne demişler,
"Soruyu anlamak cevabın yansıdır."
Biraz sonra o âlim kişiyi mahkemeye çağırmışlar. Kadı (o günün hakimi) demiş ki: "Size soru soran bu adamın alnını yarmışsınız. Eğer âlim iseniz, niye dosdoğru cevap vermediniz de, adamın alnını kana buladınız, size yakışır mı?" Âlim de "Efendim ben ona cevap verdim." deyince kadı, "Bu nasıl cevaptır?" demiş. Âlim, "Peki öyleyse izah edeyim... Birinci sorusunda ateş, ateşi yakıp eza ve ceza verebilir mi, diyerek, ateşten yaratılan şeytana cehennem ateşinin acı ve elem veremeyeceğini iddia etti. Ben de topraktan yaratılan insana, yerden aldığım bir toprak parçası ile vurarak acı ve azap verdim. Demek aynı cinsten olan şeyler birbirine ceza ve eza olabiliyormuş. İkincisi, o hayır ve şerri Allah yarattığına göre şer ve günah işleyenlerin hiçbir suçu yoktur demeye getirdi. Eğer bu iddiasında samimî ise, beni niçin yüksek mahkemenize şikâyet etti. Gerçekten görüşlerinde samimî ise şöyle düşünmesi lâzımdı: "Bu şer hareketi Allah yarattı benim gibi iradesiz bir zavallıdan ibaret olan birinin hiç bir suçu olamaz. Öyleyse mahkemeye gitmek mantıksız olur." Ama biliyor ki, insanların iradesi vardır, onlar iyi veya kötüyü tercih ederlerken Allah da imtihan gereği hangi şeyi tercih etmişlerse onu yaratır. Sonra insanlar da tercihlerinin neticesine katlanırlar. Üçüncüsü, madem Allah her yerde hazır ve nazırsa bana gösterin bakalım diyor. Allah insana göz de akıl da vermiş. Biz bazı şeyleri gözlerimizle bazılarını da aklımızla görüp anlarız. Meselâ; şimdi alnının acıdığını söylüyor, ama biz acıyı görmüyoruz. O zaman acısı yok mu diyeceğiz? Hayır. Kan aktığına ve orası varıldığına göre acı da vardır. İşte kâinatta bu kadar yarattığı eserlerle varlığını apaçık aklımıza ve vicdanımıza gösterip duyuran Allah hakkında hâlâ varsa gösterin bakalım gibi bir saçmalığın olmaması lâzım." demiş.
Gerçekten müthiş adammış doğrusu. Bir taşla üç kuş vurmuş. Şimdi farkındayım, bazıları bilhassa Zinnur Tabakçı amcam gibiler, "Bizim yaramaz Abdurrahman, taştan kuştan bahsetmeye başladı." deyip kampta kuşlara attığım taşları ve kınlan minibüs camlarını hatırlayacaklardır. Varsın olsun. Adımız çıkmış dokuza inmez sekize...Yahu insaf edin, Amerika'ya ilk geldiğim günler bana dil çıkarıyorlar deyip yıldızları taşlıyordum. Biraz akıllandım, sonra kedileri, kuşları, dolmuşları taşlamaya başladım. Şimdi de dinsizleri taşlıyorum, ne var bunda... Öyle uzaktan uzaktan benimle alay edeceğinize, "Maşallah bu çocuk akıllanmış da şimdi taşı tam gediğine koyuyor' deseniz ya. Sanki derseniz kıyamet mi kopar... Eh alacağınız olsun...[8]
[1] Hak Dini Kur’an Dili
[2] İnancın Gölgesinde “Başlarken”
[3] Salihli
[4] Kırık Testi
[5] Amerika’da Bir Ay
[6] Abdulkâdir Geylani “Fütuhul Gayb” s:92
[7] İbrahim Refik “Geçmişten Geleceğe Işıklar” s:38
[8] Abdullah Aymaz “Çitlembik 2” s:17