Fethullah Gülen (F.G.) 1980 öncesinin en ateşli vaizi idi. Nurcuların en kapalı gurubu olup özellikle Seyid Kutup gibi İslamcı denilen ihtilalci liderlerin tesiri altındaydı. Nitekim gençlik yıllarını Seyid Kutub’un eseri olan “Fizilali’l Kuran elimizden düşmezdi”, diyerek belirtecektir. Dönemin Cumhurbaşkanına, Genelkurmay başkanına her tür hakareti yapar, kasetleri elden ele dolaşırdı. Nedense herkesin eliyle konmuş gibi bulunduğu 12 Eylül ihtilalinde o bir türlü bulunamadı. Onun dokunulmazlık zırhı mı vardı? Kimler tarafından korunuyordu, bilinemedi. 1980-1982 yılları arasındaki irtibatlı olduğu kişiler ve görüşmeleri çözülebilse eminim bugünler çok iyi anlaşılacaktır. Zira Türkiye’yi 15 Temmuz ihtilaline götüren yolun o günlerde temelinin atıldığını düşünmekteyim. Sonrası hep o projenin uygulanması olarak devam edecektir.
Nitekim 1983’de tekrar meydanlara çıktığında artık cübbe ve sarıklı bir vaiz yoktu. Bambaşka bir F.G. vardı. Özellikle okul ve medya ile ‘ağ cemaati’ yapılanmasına geçti. Hemen her vilayette okulları, ışık evleri ve yurtları öyle hızlı gelişiyordu ki takip edebilmek neredeyse mümkün değildi. Yurtlarında ve evlerinde sadece Said Nursi’nin kitapları okutuluyordu. Öyle ki gençlere “Kuran-ı Kerim değil risaleler okunsun” derlerdi. Bu itibarla diğer nurcu kolları da önceleri mesafeli durdukları F.G’ye kısa sürede ısınacaklardır. 1986 da Zaman gazetesi yayın hayatına başladı. 1990 yılına geldiğinde artık alt yapı tamamlanmış bulunuyordu. Bundan sonra hizmet kartopu gibi büyüyecekti.
Gürcistan ve Azerbaycan’la başlayan dış geziler kısa sürede yerini hizmet alanları ile doldurmaya başlayacaktı. Büyük seferberlik başlamıştı. Yabancı ülkelerde ticari şirketler, okullar ve üniversiteler süratle birbirini kovalamaya başladı. İlk olarak Orta Asya’nın pek çok ülkesinde okullar açıldı. Bunları üniversiteler izledi. 1992 yılında Kazakistan’a giden Gülen’in taraftarları iki yıl içinde 29 lise açtılar. Dört yıl sonra da Süleyman Demirel Üniversitesi faaliyete geçti. 1992 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, Kazak lideri Nursultan Nazarbayev’e tavsiye mektubu yazmasından sonra F.G’yi izleyenler bu ülkede daha rahat çalışma olanağı buldular.
Ardından Gülen’in okulları Afrika kıtasını, Balkanları, Avrupa ve Amerika’yı bir ağ gibi sarmaya başladı. Okul açılmayan ülke kalmamış gibiydi. Gülen hareketi, eğitim alanında artık küresel bir oyuncu konumuna geldi. Bu okullarda yerel nüfusun en yetenekli ve zeki çocukları kendilerine yer buluyorlardı. Üstelik okulları yüksek ücretli olup bedeli ülkedeki ekonomik şartlara göre belirleniyordu.
Nasıl oluyordu bu? Her tarafta okul açılmasına imkan veren sihirli değnek kimdi? Adlarını iftiharla andıkları iki isim aslında bütün soru işaretlerini çözüyor gibiydi. İshak Alaton ve Üzeyir Garih çilingir vazifesi görmekte idiler. Bu büyük ilişkinin sırrı ne idi? Yahudi iş adamları Gülen’in okullarının bütün dünyaya yayılması için neden bu kadar gayretle hizmet veriyorlardı?
Üzeyir Garih, doksanlı yıllarda, Hürriyet Gazetesi’ne vermiş olduğu röportajda yurt dışı okulları için büyük destekler, maddi yardımlar yaptığını belirtirken Gülen cemaatini öve öve bitirememişti. Aslında onun ölümündeki sır perdesini de yeniden aralamakta fayda vardır.
1991 yılında Mihail Gorbaçov’un Glasnostu (açıklık politikası) ile Gülen’in okul faaliyetleri tam da denk düşmüştü. Gülenciler bir taraftan süratle Türk Cumhuriyetlerinde okullar açarlarken bir taraftan da Türk Cumhuriyetlerinden gelen çocukları kabul ediyorlardı.
Öyle ki sonraki bir beş-on sene içerisinde CIA raporlarında “Amerika, F.G. sayesinde Orta Asya’ya bomboş bir İslamiyet götürdü” denecekti.
Zira Gülencilerin götürdüğü İslam’ı kimse anlamıyordu. Dışa açılımın üzerinden birkaç sene geçtiğinde Gülen hareketinin CIA’nın tam kontrolünde olduğu Rusya ve Özbekistan’ın bu okullara karşı aldığı tavırdan da anlaşılacaktı.
Gülen gurubu sırasıyla 1980 ihtilali sonrasındaki Cunta Hükümeti ve ardından Özal’lı yıllar da gayet hızlı ve rahat bir şekilde faaliyetlerini yürütmüştü. Sağ ya da sol bütün hükümetler ile tam bir uyum içerisindeydi. Fakat 90’ların sonlarına doğru, 28 Şubat’ın yaşandığı yıllarda Erbakan Hükümeti ile bir türlü anlaşamadı. Refahyol Hükümeti’nin yıkılmasında önemli rol oynadı. Bu sırada 28 Şubat darbecileri kendisine karşı mıydı o da anlaşılamadı.
Şurası muhakkak ki 28 Şubat cuntası özellikle İslam karşıtlığı ile özdeşleşmişti. Bu bağlamda cuntacılar Gülen’in de üzerine yürürken beklenmeyen bir tepkiyle karşılaştılar. Bu tepki Bülent Ecevitile Koç gurubundan gelmişti. Gülen bu hizmetinin semeresi olarak akabinde kurulan Ecevit Hükümeti zamanında, Meclise kontenjandan 7-8 Milletvekili yerleştirecektir.
Gülen aynı yıllarda İslam aleminde en fazla tartışmalara sebep olacak uygulamaları da başlatacaktır. Bunların en mühimi Abant toplantılarıdır. Başta ilahiyatçılar olmak üzere önemli sayıda gazeteci bu toplantılara katılacaktır. Gülen’in ilk Abant toplantısına gönderdiği şu mesaj, her şeyi ifade etmekteydi. Burada Gülen:
“Vahye dayalı, hayatın her alanını kuşatan İslam’ı tehlikeli ve milli birliğe zarar verici buluyorum” diyerek 1428 yıllık İslam’ın özüne, aslına düşman olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Daha sonra Gülen’in Papa ile diyaloğu uzun süre gündemi meşgul edecekti.
Zira Gülen’in Papa’ya yazdığı mektubu çok çarpıcıydı. Gülen, 10 Şubat 1998 tarihli Zaman gazetesinde yer alan mektubun başlarında maksadını şöyle ifade etmekteydi:
“Pek muhterem Papa Cenapları.
Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinlerarası diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazi yardımlarımızı sunmak için size geldik.
İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır…”
Gülen açık bir biçimde o güne kadar yaşananlardan Müslümanların sorumlu olduğunu ve kendisinin de papalık konseyinin bir parçası olduğunu dünyaya ilan ediyordu. Yani bu ifadeler diyalog denilen olayın aslında İslam’ı yok etme girişiminin projesi olduğunun dünyaya haykırışı idi. Fakat Müslümanların artık gözleri bunları görecek durumda değildi.
Bütün bu faaliyetleriyle Gülen tam tartışılmaya ve belki Müslümanların gözünden düşmeye başladığı sıralarda Amerika’ya çekilmesi projenin yeni safhasının başlangıcı olacaktı. Hakkında davalar açılmış ve sanki darbecilerden kaçmış süsü verilmişti. Bundan sonra ki faaliyetleri artık izlenemez hale gelecekti. Artık o bir kahramandı(!). Sadece Pensilvanya’ya gidenlerin ülkeye haberler getirdikleri bir azizdi(!).
Aslında 28 Şubat bunlar için mi düzenlenmişti araştırılmalıdır. Zira FETÖ’cülerin dışında devletin yanında olan devletine sahip çıkan tüm cemaatler ezilmişti. Bilhassa devletle hiçbir zaman derdi olmamış, devletin her zaman yanında durmuş İhlas cemaatinin ezilmesinin ardında bunların bulunması meseleyi aydınlatmaktaydı. İhlas Finans’ın içine hem sızmışlar hem de belini doğrultamayacak bir darbe indirmişlerdi. Esat Coşan Hoca’ya ve Mahmut Hoca'nın damadına yapılanlar da 28 Şubat’ın tokadını kimin yediğini gösteriyordu.
Evet 28 Şubat darbesi sadece birine dokunmamıştı. O da çok geçmeden belki tam iç yüzü bilinmek üzere iken kahraman edilmek için yurt dışına alındı. Artık korumacılarının elindeydi. 12 Eylül’de nasıl bulunamadı ise bu defa da asıl yuvasına çekilmişti.
Diğer taraftan 28 Şubat cuntasının ortaya çıkardığı siyasi iktidar, ülkeyi iki senede batırdı. Belki de tarihinde ilk kez esnaf sokaklara döküldü. Artık bu selin önüne geçilemezdi.
Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve ekibinin iktidara yürüyeceği belliydi. Ancak Erdoğan hapisteydi. Hapisteki liderin partisi iktidara yürümüş ama o partisinin başında değil. Bu durum gitgide kendisini kahraman yapacaktı. Onu yıpratabilmek için bu gidişin önüne geçmek lazımdı.
Müthiş bir senaryo ile Erdoğan’ı siyasi yasaklı durumdan çıkartıp ve Siirt’te seçimleri iptal ettirip partinin başına yani Başbakanlığa taşıdılar. Acaba bu sırada bu işin içinde bulunanlar şöyle bir talepte bulunmuşlar mıydı? Yola F.G. ile devam edeceksin veya F.G’nin hizmetlerine dokunmayacaksın. Ben bundan eminim. İleride bu konuda sayın Recep Tayyib Erdoğan’ın hatıralarının çok önemli olacağını ve her şeyi aydınlatacağını düşünmekteyim.
Yine şundan adım gibi eminim ki sayın Recep Tayyip Erdoğan F.G’yi o gün mimlemişti. Ancak kime güvenecekti? Kim kendinden, kim ondan yana bilmek anlamak mümkün müydü? Bunun için zamana ihtiyaç vardı. 28 Şubatçı kadrolar ile Gülen’in kadrolarını aynı elin oynattığını anlamak elbette kolay değildi. Bu sebeple sayın Erdoğan’da Fatih Sultan Mehmed gibi; “Yapacaklarımı sakalımdaki kıllardan biri bilse koparıp atarım” anlayışının hakim olduğunu düşünmekteyim.
Ak Parti’nin iktidara yürüyüşünden itibaren ise artık cemaat bambaşka bir şekil alacaktı. Üçüncü on yıla giriliyordu. Bu dönemi kendileri için dünyaya hakim olma devresi olarak addedeceklerdi.
28 Şubat’tan bunalan millet ezici bir çoğunlukla Ak Parti’yi iktidara taşırken sanki başarı Gülencilerin imiş gibi bir hava yayıldı. Bütün faaliyetlerine hız kazandırıldı. Dinlerarası diyalog çalışmaları en üst seviyeye çıkarıldı. Bütün dünyada hahamlar, papazlar imamlar beraber koro halinde şarkılar, ilahiler seslendiriyorlardı. İşadamları turizm gezileri gibi okullarına taşınıyor döndüklerinde gözyaşları ile Hizmet hareketini ve başarılarını anlatıyor gönüllü dailik (propagandist) hizmetleri veriyorlardı. Türkiye’nin her kesiminden paralar bu terör örgütüne akar hale getirilmişti. Öyle ki Bülent Arınç, “devletin yapamadığını Hocaefendi yapıyor” diyerek tam destek olurken içyüzlerini araştırmak aklına gelmiyor ve daha beş yıl önce Milli Görüşe yönelik yıkıcı darbesini unutmuş görünüyordu.
Bu örgütün iç yüzünü anlatanlar bir anda herhangi bir suçla içeri alınıyor veya itibarsızlaştırılıyordu. Kıymetli dostum rahmetli Mehmet Oruç Bey (ölümü şüpheli), Yümni Sezen ve yine rahmetli Aytunç Altındal (ölümü şüpheli) bunlardandır.
Öte yandan 1983’de başlayan özel okul, yurt, dersane faaliyetleri 20 yılını doldurmuş bulunuyordu. Her yerde her meslekte bunların adamları vardı. Şimdi artık yurt içinde özel üniversiteler, ihtisas liseleri açılıyordu. Devletin bütün kadroları bunlarla dolmaya başlamıştı.
Bu ihanet şebekesinin gençleri kendilerine nasıl bu kadar bağlı kıldıkları bugün insanların zihnini en fazla meğgul eden bir sorudur. Oysa 1985’lerden beri sınavlarda soru vermek suretiyle en önemli yerlere adam yerleştirenler bu adamları asla boş bırakmıyordu. Bunlardan soru alarak imtihanı kazananlar artık bunların gönüllü neferi olmaktaydılar. Mankurtlaştıklarının farkına varamıyorlardı. Kendilerini dünyayı fethe çıkmış cihangirler gibi görmekte idiler. Ana babalar ise Müslüman bir cemaatin yani hocaefendinin kanatları altında diyerek kendilerini tatmin etmekte idiler. Öyle ki 2005-2012 yılları arasında bütün sınavların şaibeli olması neyin göstergesi idi. Ayrıca İslam’ı dünyaya yaydıklarını zanneden bu dailerin en basit dini kurallardan dahi haberleri yoktu. Tam bir din cahili idiler.
Bu arada diyalog tuzakları da hız kesmeden devam ediyor ve artık açık açık yürütülüyordu.
Diyanetten sorumlu devlet bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın hezeyanları artık manşetlerdeydi. Diyalogun teorisyenlerinden olan bu adam “Kur’an-ı kerim tarihseldir, yüzde kırkı değiştirilmeli veya çıkarılmalıdır”, demişti. Recep Tayyip Erdoğan’ın ikinci seçimde ilk bu adamı yemesine dikkat olunmalıdır. Onlara cevap vermesi gereken ilahiyatçılar ise emir alabilmek üniversitelerde rektör dekan olabilmek için Pensilvanya’ya selam durmaya gidiyorlardı. İlahiyatçı Prof. Dr. Suat Yıldırım Zaman gazetesindeki bir makalesinde İsa aleyhisselamı şahsı manevi olarak tanımlayıp F.G.’nin şahsında ortaya çıkacağına kadar iddia etmişti.
Ancak sihirli hizmet kelimesi nasıl bir şey ise, bütün ihanetlerin üstünü örtüyordu. Neye hizmet olduğuna hiç dikkat eden yoktu.
Mesela, dünyadaki hiçbir okulunda mescid olmaması neyin işaretiydi? Anadolu’nun karın tokluğuna hizmet sevdasıyla yola çıkan havarileri namazlarını nerede kılıyorlardı? Neden gösteremiyorlardı? Hani diyalog ve hoşgörü vardı? Hoşgörü denen şey sadece Hıristiyanlara mı yönelikti?
Kurbanların kesilmediği dile getiriliyor bunu herkes biliyor fakat yine de bütün kurbanlar oraya akıyordu. Milletin yıllarca oraya kestirdiği veya kestirdiğini zannettiği kurbanlarını şimdi bir kere daha düşünmesi gerekecekti.
Yine 2003 yılından itibaren önce “Yabancılar Türkçe Yarışması” ve daha sonra “Uluslararası Türkçe Olimpiyatları” denilen yarışmalar başlatılacaktı. 4. Türkçe Olimpiyatlarının finalinde “Bütün dinler buluşuyor, biz hepimiz kardeşiz” mesajıyla “Bütün müminler kardeştir” düsturu yıkılacaktı.
Hizmetin görüntüsünü yansıtan bu yarışmalarda dünyanın her yerinden kız ve erkek öğrencilerin şarkılarını millete gözyaşları içinde izlettirmeye başlamışlardı. Belki de ömründe bir kere şarkı türkü dinlemek için salonlara gitmemiş insanlar, Türkçe şarkı söyleyenler İsrailli, Amerikalı, Gürcistanlı olunca zevkten kendinden geçer olmuşlardı. Final bölümünde en önde oturan Bülent Arınç Moldovyalı kız şarkı söylerken gözünden yaşlar gelirdi. Ertesi gün talebelerime bu konuyu ifade ederken:
“Be adam elin Moldovyalısını ne dinleyip ağlıyorsun? Git Yıldız Tilbe’yi dinle de ağla, hiç olmazsa Yıldız Tilbe bizden biri” derdim. Söylediği şarkıdan başka tek kelime Türkçe bilmeyen bu gençler, nedense bizim insanımızı ağlatmaya yetiyordu. Sanki hafız-ı kurra dinliyor gibi vecde geliyorlardı.
Bu müzik işi o hale getirilecek ti ki Peygamber efendimizin doğum gününü C.başkanı Abdullah Gül’ün katılımıyla Mevlit Kantat Promiyerine dönüştürülecekti. Bu prömiyerin ne olduğunu hala milletimizden kimse anlamış değil. Demirel’in “işte çağdaş Türkiye” dediği günleri hatırlatıyordu. Dinimize ve kandil günlerine ağır bir darbe olan Kutlu Doğum haftasını çıkaranların ardında bunların ve akıl hocalarının da yabancı bilim adamları olduğu artık idrak edilmelidir.
Nihayet sıra camilere müdahaleye gelmişti.
Hutbelerde “Allah indinde tek din İslamiyet’tir” ayetine okunma yasağı getirildi.
Camiler sıralarla doldurulmaya başlandı. Sanki Türkiye bir haftada kötürüm olmuştu. Camiler kiliseleştirilmeye başlanmıştı.
Diyanet İşleri Başkanı’nın değişmesi ve Mehmet Görmez Bey’in bazı uygulamaları bunları yavaşlattı.
16 Nisan 2005 yılında 2.5 milyon basılan Ailem gazetesinde F.G’ye ait çok çarpıcı ifadeler yer aldı. Burada iman esasları üçe düşürülürken bir taraftan da imanda şek ve şüphe olmaz kaidesi yıkılıyordu. Şöyle ki:
“İman esasları, muhakkikîn yaklaşımı ile dört asla irca edilebilir ki, bunlar; Allah’a, âhirete, peygamberlere iman; bir de ubudiyet “veya” adalettir” (Prizma, 2 /162).
İnsanlar neden görmüyordu? Neden anlamıyordu? İmanın şartlarında “veya” denilebilir miydi?
Bu arada siyaseten 2007 yılından itibaren yeni darbe planlarını açığa çıkarma adı altında ortalığa toza dumana boğmuşlardı. Cambaza bak misali halkı bu korku ve endişelerle oyalarken hizmet ve önemli yerlere sızma faaliyetlerini başarıyla yürüttüler.
29 Ocak 2009 yılında gerçekleştirilen Davos Ekonomi Zirvesi’nde, dünya siyaset tarihinde daha önce yaşanmamış bir olay yaşandı. Aslında bu hadise Türkiye ile İsrail’in arasını uzun süre açacak bir bunalıma dönüşürken, farklı gelişmelere de kapı aralayacaktı.
Başbakan sıfatıyla Davos Zirvesine katılan Recep Tayyip Erdoğan, İsrail Devlet Başkanı Simon Peres, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ve Arap Konseyi Genel Sekreteri Amr Musa’nın katıldığı "Gazze: Ortadoğu'da Barış" konulu oturumda Peres’in sözlerinin ardından konuşma sürelerini adil ayarlamadığı gerekçesiyle Moderatör David Ignatius’a tepki gösterdi. Kendisine gerekli sürenin verilmediğini söyledi. Siyasi literatüre “One Minute” kalıbı ile yerleşen Erdoğan’ın tepkisi sonrası Moderatör Ignatius, Erdoğan’a söz verdi. Erdoğan da yaptığı kısa konuşma ile İsrail’in katliamlarını açık bir dille ortaya koydu.
İslam dünyasının yüreğini ferahlatan bu ifadeler, çok geçmeden İsrail’in kanlı bir baskınıyla karşılık bulacaktı. 31 Mayıs 2010’da Gazze’ye yardım götüren İnsani yardım gemisine (Mavi Marmara)Uluslararası sularda iken İsrail komandolarınca yapılan saldırıda dokuz Türk vatandaşı şehit düştü. Türk hükümetinin bu hadise üzerine İsrail’le bütün ilişkilerini askıya alması karşısında şok edici tavır, Pensilvanya’daki Fetö’den gelecekti:
“Otoriteyi dinlemeliydin”.
Papa’nın hizmetinde olduğunu evvelce ifade eden F.G. bu kez otorite (İslam’da ulu’l-emr) olarak İsrail’i bildiğini resmen ilan ediyordu. Sevenleri ise hala uyanmıyordu.
Yıl 2011. Faaliyet müddeti 30 yıl. Artık gücün zirvesine geldiklerinin bilincindeydiler. Son kaleleri de alacak ve nihai darbeyi indireceklerdi. Muhtemelen Recep Tayyip Erdoğan da bunun farkındaydı. Yeni seçim dönemim ustalık dönemim olacak diyordu.
Hangi konuda ustalıktı. Herhalde kimse anlamıyordu. Millet, devlet idaresi zannediliyordu. Oysa Erdoğan, 2010 yılında Mit’in başına Hakan Fidan Bey’i getirmişti. Bu bana göre tarihin dönüm noktası idi. Bu konuda en ağır tepkiyi neden Cemaat ortaya koydu acaba. Ayrıca her vesile ile onu neden itibarsızlaştırmak istediler, düşünün.
Şayet o gelmese Tayyib Bey başka türlü ortadan kaldırılacaktı.
Tayyib Bey bu cephenin 30 yılın sonunda artık ülkeyi bitirme, teslim alma savaşına girişeceklerini biliyor muydu?
Tahmin ediyorum farkındaydı. Nitekim 12 Haziran 2011 seçimlerinde bu gurubu mecliste önemli ölçüde budadı. Bu durum hoşlarına gitmemişti.
2011 yılı Paralel örgütün Başbakan ile tamamen yollarını ayıracağı çok önemli bir olaya şahitlik edecekti. Ancak hadise bambaşka bir mecradaydı. Futbolda şike davası. Konu Fenerbahçe olunca yer yerinden oynamıştı. Türkiye’de ilk kez bir büyük kumpas sergileniyordu. Ortalık toz duman oldu. Bir taşla birkaç kuş vurulacaktı. Futbol fanatikliği yüzünden hiç kimse olayın gerisindeki gücü sezemedi. Ancak şike konusunda mecliste yeni bir kanun çıkarıldığında zaman gazetesinin önemli yazarları kendilerini ele verdiler. “Eskiden iyi bir başbakanımız vardı diyeceğiz” ve “Küçük rica yüzünden büyük ricayı kırdın” diyerek Erdoğan’la yollarının ayrıldığını açıkça deklare ettiler. Bir cemaatin şike kanunu ile bu kadar ne ilgisi olabilirdi? Çıldırmaları, ileride kullanabilecekleri bir büyük camiayı (Fenerbahçe taraftarları) ele geçirememekten mi kaynaklanıyordu? Şurası muhakkak ki artık yollar ayrılmıştı.
Nitekim Başbakan, 2012 yılı Türkçe Olimpiyatlarında F.G’yi ülkeye davet ettiğinde paralelci yazarlar neredeyse kudurmuşlardı. Bu davet hiç hoşlarına gitmemişti. F.G. bu davete karşılık Türkiye’yi emin ve güvenilir olmayan bir ülke olarak lanse etti. Emin ve güvenilir ülke hangisiydi(!). Ayrıca, “bir kısım kazanımların hafazanallah kaybedilmemesi için yüzde bir ihtimalle oraya gitmeniz bu hususlara zarar verecekse gitmem” diyordu. Türkiye’ye gelmekle hangi kazanımlarını kaybedecekti acaba?
Öte yandan bu büyük ihanet çetesi, ele geçirdiği kadrolar, bulunduğu konum ve arkasında duran gücün kuvvetinden emin olarak, bütün milletin gözü önünde inkar edilemez operasyonlarını başlattı. Gezi olayları 17 ve 25 Aralık darbeleri. Paralel örgüt bütün bu ihanet girişimlerini yürütüyor fakat yazılı, görüntülü ve sosyal medya yandaşlarıyla hadiseleri sulandırmayı da başarıyordu.
Cumhurbaşkanı da artık kartını sonuna kadar açmıştı. “Bu bir ihanet çetesiydi”. “Paralel devlet girişimiydi” ve “bunlar terörist olup haşhaşiler” idiler.
Türkiye neler olup bittiğini önceleri pek anlamadı. Ancak belki de ilk kez sorgulamaya başlamıştı. Bir tarafta 34 yıldır desteklemekte oldukları bir cemaat bir tarafta 12 yıldır samimiyetinden emin oldukları bir lider. Liderin 12 yıldır yaptıkları meydanda idi. Taraftarları milletti. Fakat cemaat kimin yanındaydı. Belli değildi. Bütün millet ve devlet düşmanları yabancı güçler bu şer örgütün destekçisi idi. Bu durum yavaş yavaş milletin gözünü açmaya yetti.
Aslında Cumhurbaşkanı da yavaş yavaş onları gadaba sürükleyecek ve içindekileri boşalttıracak hamleleri yapmaktaydı. Zira insan kızdığı zaman içinde bulunan kötü duyguları açığa vururmuş.
Nitekim F.G’nin beddua seansı temiz inançlı milleti bu gruptan tamamen soğutacaktı. Zira yıllardır bir kez olsun Orta Doğu’da kan döken zalimleri kınamayanlar, Hristiyan’a, Yahudi’ye, Zerdüşt’e hoşgörü duyanlar sıra Müslümana gelince müthiş bir kin kusmaya başlamıştı. Evlerine ocaklarına ateş salıyordu.
Buna rağmen mankurtlaştırılmış beyinler maalesef yine uyanamadı.
Son yirmi yıldır her vesile ile söylediğim bir cümle vardı benim. Yirmi yıl sonra bu memlekette yerden mantar biter gibi Hristiyan biterse şaşırmayınız. Bu sözümün üzerinden 16 sene geçmiş dört senesi kalmıştı. 2013 yılında Paralel Devlet Yapılanması (PDY)’na karşı böyle bir savaş açılmamış olsa muhtemelen hadise kendiliğinden gelişecek Türkiye’de sokaklar boyunlarında haçlarla dolaşan gençlerle dolacaktı. Millet ise sokaktaki Türk Hristiyanları gördükçe ve yavruları oraya kaydıkça her gün ölecekti.
Son üç yıldır bu sözümü destekleyecek doneler de ortaya çıkmıştı. Nitekim artık şöyle söylüyordum.
“Altı sene önce bunların bağlılarına, sizler ileride ev ev gezip HDP’ye oy toplayacaksınız desem beni ne yaparlardı, diye sorduğumda Linç ederlerdi diyenlere buyurun işte durum son üç seneyi değerlendirin”.
Netice de bu ülke için II. Abdülhamid darbesi gibi bir darbeyi, sağduyulu bu millete en ağır hezimeti yaşatmayı ve bir anlamda ülkeyi işgal ettirmeyi planladılar. Bu ülke için düşünülen plandan belki darbecilerin yüzde sekseni bile haberdar değildi. Onlar samimi bir ihtilal yaptıklarını zannediyorlardı. Aynen II. Abdülhamid Han gittikten sonra başını taşa vuranlar ve dövünenler gibi olacaklardı.
Allah korusun başarılı olsalar bu defa millet de devlet de kalmayacaktı. Zira bu yeni bir yüz yılın darbesiydi. Türk milleti için yok oluşun darbesiydi. Her şey müthiş planlanmıştı. Senaryo diyenler hiç şüpheniz olmasın ya onların adamlarıdır. Ya da her devirde olduğu gibi safdil ve ahmak kimselerdir. Bunlar darbe olunca hataları sıralarlar, olmayınca da, senaryo diyerek basitleştirmeye kalkarlar. Sanki her darbenin mutlak başarılı olması gerekiyormuş gibi. Osmanlıda gerçekleşen darbeleri biliriz. Peki ya gerçekleşmeyenler! Neden ve nasıl önlendiler acaba?
Osmanlıda Sancağı şerifin meydana çıkarıldığı hangi darbe başarılı oldu bir araştırınız. Sancağı şerifin meydana çıkarılması milletin meydana davet edilmesiydi. Milletin meydana çıktığı hiçbir darbe sonuca ulaşmadı. Darbeciler hepsinde ya sindirildi veya idam olundu.
Gezi olayları sırasında “halkın yüzde ellisini zor tutuyorum” diyen Cumhurbaşkanı aslında millete “hazır ol” mesajını vermişti. Millet son üç yıldır teyakkuzda idi. Ancak darbelerden yıllardır çeken Türk halkı yüzde elli iki değil neredeyse yüzde doksan elbirliği gönül birliği ederek darbeye dur diyecekti.
Bu durum Türk milletine yeniden hayatiyet vermiştir. Batının köleliğinden kurtaracak bir darbedir. İyi değerlendirilmesi bataklığın tam kurutulması gerekir.
Evet plan kusursuzdu. 36 yıldır yapılan çalışmaların sonuna gelinmişti. İslam dünyasına sadece Türkiye’yi değil tüm dünya Müslümanlarını güdecek kukla bir halifenin gelmesi yakındı. Dünya beşten büyük diyen adamın dili kesilecekti.
Bir şeyi hesaplamıyorlardı.
O adam Allah’a ve milletine güveniyordu. Gücünü ve kudretini oradan aldığını her fırsatta ilan ediyordu.
“İnsanlara güveneni Cenabı Hak insanlara bırakır. Kendine güvenenleri yanına alır”.
Bir kişi ki yardımcısı Allah ola
Var kıyas eyle ki ol ne şah ola!
Evet Pensilvanya’ya Amerika’ya CIA’ya ve daha nicelerine güvenenleri Cenabı Hak onlara bıraktı. Kendine güveneni yanına aldı. Beklenmeyen basit gelişmeler yaşandı. Samuel Eto’o’nun adını taşıyan vakfın 10’uncu yıl kutlaması kapsamında Messi, Neymar, Suarez, Maradona, Hazard, Iniesta, Drogba ve Arda Turan’dan oluşacak dünya karması ile Türkiye karması, 16 Temmuz’da Antalya Arena’da maç yapacaktı. Cumhurbaşkanı 15 Temmuz gecesi galaya neden gelmedi? Orada da özel darbe birliği var mıydı? Birtakım başka basit sebepler darbeci ihanet şebekesini erken harekete geçirtti. Cumhurbaşkanı kendi ifadesiyle de kılpayı kurtuldu. Cenabı Hak Erdoğan’a, milleti meydanlara davet etme imkanını verdi. Onun daveti Osmanlıda sancak-ı şerifin meydana çıkarılması gibi oldu.
Millet, hizmet diyenlerin 36 yıldır kulluğu kime yaptıklarını, bunlara verdiği paraların kendi göğsüne kurşun olarak geri döndüğünü, İslam’a, bayrağa, ezana, vatana, millete ihaneti en acı bir biçimde yaşadı. Meclis binası dahil devletinin kalbi konumundaki müesseselerin bombaladığını dehşet dolu gözlerle izledi. Gölbaşı’nda Özel Harekat Daire Başkanlığındaki kahraman vatan evlatlarına acımasızca bomba yağdırıldığına yaşlı gözlerle inanamadan şahitlik etti. Gözyaşları kana döndü. Bütün bunlar, yıllardır dost bildikleri hain adamlar tarafından gerçekleştiriliyordu.
Fakat o necip millet de, bu ihanete kayıtsız kalmadı. Liderinin daveti üzerine sadece bayrağını kaparak dilinde Allah nidaları ile meydanlara sokaklara döküldü. Göğsünü topa, tanka, kurşuna siper ederek bir anlamda 36 yılın diyetini ödedi.
Milletin bu darbesi, kuklaları yok ettiği gibi yüz yıldır kukla oynatıcıları da açığa çıkardı. Bu itibarla devletimiz yeniden güçlü günlere yelken açabilecektir. Bu sebeple milletimizin istikameti, birlik ve dirliği için önemli adımlar atılmalı; maşa, kukla ve hain üreten bataklıklar kurutulmalıdır.
Bu da en mühim olarak eğitimden geçmektedir. Bu milletin varlığı iki şeye bağlıdır. Millilik ve doğru İslamiyet. Yani Müslüman milletimize İslamiyet’in doğru öğretilmesi. Zira bin seneden beri Müslüman milletimize ve devletimize Ehl-i sünnet itikadı denilen inanış sahiplerinden asla bir ihanet ve ayaklanma sadır olmamıştır. Doğru yoldan çıkınca artık millilikte bozulmakta vatanını milletini bayrağını rahatça satabilmektedir. Son olay bunun en açık göstergesi olmuştur.
Zira kökü dışarda mezhepsiz, radikal (Abduh, Afgani benzeri kişiler) ve ılımlı İslam (F.G. ve avanesi) denilen bozguncu tipler her zaman kullanılmaya açık olmuşlardır.
Oysa örnek şahsiyetlerimiz Ahmed Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Akşemseddin, Somuncu Baba, Hacı Bayram-ı Veli, Aziz Mahmud Hüdayi gibi mutasavvıflarımız Alparslan, Çağrı Bey, Bilge Kağan, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Kanuni, II. Abdülhamid Han gibi hakanlarımızı gençlerimize öğretmek eminim onları bu vatanın, bayrağın, ezanın, milletin, dinin gerçek sevdalısı kılacaktır.
Bu itibarla devletimiz, milliliğe büyük önem vermeli ikincisi de 1100 yıllık mensubu bulunduğumuz dinimizin gençlerimize en iyi şekilde öğretilebilmesi için gereken adımları atmalıdır. Yeni din, yeni yorum diyenler her zaman bozguncular olmuştur. Bunlar Yunus Emre’nin;
Peygamber yerine geçen hocalar
Bu halkın başına zahmetli oldu
Özdeyişine uygun olarak halka ve millete hep zahmet vermişlerdir
Rahmetli Erol Güngör 1978’de:
“ABD, SSCB’ye karşı şimdilik İslam dünyasını kullanıyor. (Müslümanlardan tarafmış gibi davranıyor.) Eğer SSCB biterse, o zaman dünya tek bloklu olur ve ABD’nin tek düşmanı İslam olur” diyordu.
Tarih şuurunun ne kadar önemli olduğunu ünlü mütefekkirimizin bu ifadeleri yansıtmıyor mu? Gençlerimize tarih şuurunu ve model tarihi şahsiyetlerini de en doğru bir şekilde öğretmek devletimizin vazifesi olmalıdır.
Cenabı Hak ülkemizi ve milletimizi bir büyük, belki tarihin en büyük fitne ve belasından ve peşinden gelecek yabancı tasallutundan, işgalinden muhafaza eyledi.
Millete de ders çıkarmayı, ibret almayı, birlik ve beraberliğini muhafaza etmeyi nasip eylesin.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
..
Tarih ve Medeniyet adlı televizyon programı ve Kayı adını verdiği Osmanlı'yı anlatan seri kitaplarıyla kendisini daha bir yakından tanıma fırsatı bulduğumuz; halkımıza ve üniversitedeki dersleriyle talebelerine kaybettiğimiz tarih şuurunu vermek için çabalayan ve o istikamet üzere hareket eden kıymetli hocamız Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü profesörlerinden Ahmet Şimşirgil
ile Osmanlı'yı, kuruluşundaki dinamikleri, bünyesinde barındırdığı cemaat, cemiyet ve tarîkatları ve Osmanlı'nın tevhîd üzere yedi asır nasıl ömür sürdüğünü konuştuğumuz bu röportaj, Osman Gâzi'nin "Nusret-i din oldu çün maksad bana, maksadıma kast yaraşır sana" sözü üzerinden istikametimizin nasıl olması gerektiğinin altını çiziyor.
Cemaat, cemiyet kavramının bizim tarihimizde nasıl bir yeri vardır? Selçuklu'da, Osmanlı'da bu türden yapılar var mıydı?
İnsan tek basına yasayabilen bir varlık değil, Cenâb-ı Hakk öyle yaratmış. Bir başkasına muhtaç. Giydiğimiz bir elbisede, yediğimiz bir yiyecekte belki en az kırk kişiye teşekkür borçlu olduğumuzu düşünebilsek acaba birinin kalbini kırar mıydık, gönül yıkar mıydık? Din açısından baktığımızda da insanların birlikteliği rahmet olarak görülmüştür. "Birlikte rahmet vardır ayrılıkta azâb-ı ilâhî vardır" Parmaklarınız aynı yöne bakar. Bunun içindir ki yumruk haline getirebiliyorsunuz elinizi.
Bir toplumda ayrılıklar olursa çadır devletler; birlik beraberlik olursa büyük cemiyetler, büyük medeniyetler ortaya çıkacaktır. Buradan hareketle baktığımızda bizim milletimizin de tarihte neden büyük devletler, medeniyetler kurduğunu çok daha iyi açıklayabiliyoruz. Belki de tarihin en muhabbetli toplumu bizim toplumumuzda. Biz belli dönemlerde ayrılığa düştüğümüzde ne sıkıntılar yaşadığımızı da gördük, bir araya geldiğimiz zaman nasıl güçlü olduğumuzu da. Bizim toplumumuz cemiyeti ve buna mümasil olarak cemaatleri, tarikatları içerisinde barındıran, birliktelik açısından çok zengin bir toplumdur. Fakat kendi içerisinde bir sistemi vardır. Asıl olan bunun kurulmasıdır.
Tevhîd olmanın zor olduğu bir toplumda yaşıyoruz ve bunun hasretini çekiyoruz. Ecdadımız nasıl böyle bir sistem kurmuşlar, birliği sağlamışlar?
İsterseniz Osmanlının kuruluşunun dinamikleri olarak gördüğümüz Âhiyân-ı Rûm, Abdâlân-ı Rûm, Gâziyân-ı Rûm, Bâciyân-ı Rûm'dan hareketle gidelim. Meselâ ahi teşkilatı bu birlikteliği sağlayan en önemli mayalardan bir tanesi. Selçuklular döneminde fütüvvet teşkilatı olarak gördüğümüz bu yapı, Osmanlı'da daha komplike bir hale gelmiş.
Belki de tarihin en muhabbetti toplumu bizim toplumumuzdu. Biz belli dönemlerde ayrılığa düştüğümüzde ne sıkıntılar yaşadığımızı da gördük, bir araya geldiğimiz zaman nasıl güçlü olduğumuzu da. Bizim toplumumuz cemiyeti ve buna mümasil olarak cemaatleri, tarikatları içerisinde barındıran, birliktelik açısından çok zengin bir toplumdur.
Esnaf yetiştirme ile birlikte iyi bir iş ahlâkı veren ahî teşkilatının aynı zamanda şehirlerin idaresinde, savunmasında etkili bir noktada olduğunu görmekteyiz.
Bir toplumda ahlâk yoksa o toplumda kimsenin birbirine güveni kalmaz, muhabbet kaybolur. Bir de insanların huzuru ve mutluluğu meselesi vardır. İnsanlar belli bir yaşa geldiği zaman evlenecekler, yuva kuracaklar, maişetlerini temin edecekler. İşte ahiler, işe ihtiyacı olan bir gence hemen bir iş kolu kurabiliyor. Ayrıca o kişinin yetişmesinde de çok önemli bir rol oynuyor. Meselâ çıraklıktan yetişmiş bir gence, tabiî o genç gereken ahlâkı da aldıysa, sermaye veriyor, dükkân açmasına yardımcı oluyor ve böylece yeni bir iş kolu oluşmasını sağlayabiliyor. Burada bir nevî iş kurma faaliyetini devletten ziyade toplum yürütüyor.
İş kuracak bir kimseye muhakkak birinin kefil olması gerekiyor. Bu da kefil olunan kişiye sorumluluk duygusu yüklüyor. Böylelikle toplumda bir güven tesis ediliyor.
İş kurmakla da kalmıyor, bu insanları akşamları tekkelerinde ahlaken yetiştiriyorlar. Yani çırak olarak aldığı insanı aynı zamanda iyi bir vatandaş kılıyor ve onu böylelikle kendi bünyesine dâhil ediyor. Cemiyetin, toplumun büyümesiyle büyüyen bir iş teşkilatı, o genci, içerde de doğru, dürüst, samimi, ahlâklı, yanlış iş yapmayan bir kişilik haline getiriyor. Ve bunun dışına çıkanları dışlıyor.
Selçuklu'nun son dönemlerinde özellikle Moğol baskıları neticesinde iç güvenlik sarsılmıştı. İşte böyle bir durumda bu esnaf teşkilatı içerisinde eli silah tutan, güçlü kuvvetli insanlar bir anda mahallelerin, şehirlerin savunucusu da oldular. Eğer bir birliktelik varsa siz ihtiyaç duyduğunuz esnada o birlikteliği en güzel şekilde kullanabiliyorsunuz. O esnaf örgütlenmesi olmasaydı o vilayetlerde bir kaos, herkesin birbirinin malına saldırdığı bir anarşi ortamı doğardı. İşte bu sebeple ahi teşkilatı Osmanlı'nın kuruluş döneminde çok büyük bir görev îfâ etmişlerdir. Hatta ilk Osmanlı pâdişâhları ahiyândan sayılır. I. Murad'a "ahî reisi" derler, Meselâ Ankara kalesini Osmanlılara ahiler kazandırmıştır. Ahi teşkilatına baktığımızda şunu görüyoruz: Çırak, kalfa, usta ve hepsinin başındaki şeyhul-meşâyih yani birliktelik; güzel ahlâk ve iyi bir yönetim. Herhangi bir probleminiz olduğunda mahkemeye gitmenize gerek kalmıyor. Aranızdaki problemleri çözecek hiyerarşik bir yapılanma söz konusu. Bugün mahkemeye bin dava gidiyorsa o gün de bin dava çıktığını düşünelim, ancak biri gidiyordu mahkemeye. Bunun hemen her bakımdan devlete nasıl bir fayda sağladığını düşünmemiz gerekir.
Bâciyân-ı Rûm nasıl bir vazife icra etmiştir?
Ahiyân-ı Rûm'u Anadolu'da örgütleyen Ahî Evran Velîdir. Hanımı Fatma Bacı da Bâciyân-ı Rûm'u örgütlemiştir. Meselâ Ertuğrul Bey'in annesi Hayme Ana, şüphesiz esas ismi değildir Hayme. Çadır demektir çünkü. Kadınları kendi eteği altına alan, onları eğiten, yönlendiren, her türlü meseleleriyle ilgilenip problemlerine çözüm üreten insan mânasındadır. Bu, bizim toplumumuzda çok önemlidir. Meselâ kırk elli sene öncesine kadar köylerimizde çarıklı ulemâ, ihtiyarlar heyeti denilen sözüne sohbetine itibar şekilci edilen insanlar, pek çok problemi, anlaşmazlığı çözerlerdi. Kadınların problemlerini de görmüş geçirmiş, yaşlı kadınlar çözerdi. İşte Bâciyân-ı Rûm, Osmanlı'nın kuruluş dönemine dair ilk kaynaklarımızda geçen ve toplumu ayakta tutan dinamiklerden bir tanesi olarak bizim kültürümüzdeki yerini almıştır. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu; "Beyi bey doğurmaz oğul, beyi ana doğurur." derdi. Anne karnındayken başlayan bu süreçte okula gidinceye kadar annedir ilk öğretmen. Şefkat, merhamet hislerini aşılayan, güzel ahlâkı verecek olan kişidir anne. Demek ki önce annelerin eğitimi önem arz ediyor. Anne çocuğuna bunları verebilecek düzeyde değilse çocuğun sonradan yetişmesi zordur. Her şey anaya bağlıdır. "Helâl süt emmiş." diye bir deyim vardır bizim kültürümüzde. Annesi helâl süt emzirmiştir çocuğuna, onu güzel yetiştirmiştir. Demek ki haramla beslenen bir çocuğu terbiye etmek çok zordur. Bu sebeple annenin eğitimi birinci öncelik haline geliyor. İşte ecdadımız Bâciyân-ı Rûm ile bunu yapmıştır. Bugün ise bunu görebilmek ne yazık ki mümkün değil. Çünkü bu türden cemaatler, tarikatlar olmadığı gibi STK'lar da bunların vazifelerini icra etmek noktasında âciz kalıyor. Bugün dernek dediğimiz faaliyetlerin maziyi yaşatmak gibi bir görev îfâ ettiğini görüyorsunuz. Edebi, ahlâkı insanlara verebilecek böyle yapıların olması gerekiyor ki yeniden ahlâklı bir toplum inşâ edilebilsin. Ben kadınlarımızı toplumun inşasında en önemli bir dinamik olarak görmekteyim.
Osmanlı'da kadın konusu belli tartışmaların içine çekilmiş hep, bugün de aynı bakış açısının devam ettiğini görüyoruz. Bu işi aslı nedir?
Osmanlı kadınları dört duvar arasına girmiş, hiçbir dünya görüşü olmayan basit mahluklar olarak değerlendiriliyor. Halbuki İstanbul'u şöyle bir dolaştığınızda görürsünüz ki, kadınlar pek çok eser yaptırmışlar. Meselâ Valide Sultan Camii, Mihrimah Sultan Camii... Ne demektir bu: Kadınlar dinî hayatın içinde. Haseki Sultan Külliyesini görüyorsunuz. Kadınların yaptırdığı darüşşifaları görüyorsunuz. Demek ki kadınlar sağlık hayatının içinde. Çanakkale'de tabya yaptırmışlar. Yani askerî hayatın içerisine bile girmişler.
Hanlar, hamamlar, köprüler, medreseler... Eğitim, hayatının içindeler. Fukara kızları evlendirdiklerini, yetimlere baktıklarını görüyoruz. Osmanlı'da kadın neredeyse sosyal hayatın tamamen içerisinde. Aksini iddia etmek, tarihten bihaber olmaktır. Tabiî bunları görmek için insanın gönül gözünün açık olması, kör gezmemesi lâzım. "Kör göremezse güneşin suçu ne?" demişler. Maalesef tarihimize böyle bir bakış açısının devam ettiğini görmekteyiz. İdeolojik bir bakıştır bu. O ideolojiden sıyrılabilsek hem tarihimizi doğru okuyacağız hem de geleceğimizi en güzel şekilde çizebileceğiz.
Abdâlân-ı Rûm hakkında da spekülasyonar yapılıyor. Hatta gerçekte olmadığı, kaynaklarda geçmediği söyleniyor. Hakîkati nedir?
Abdâlân-ı Rûm, bugün en çok yanlış anlaşılan dinamiklerden birisidir. Günümüzde bazı tarihçiler, Abdâlân-ı Rûm'u gayr-i sünnî, heterodoks bir yapı olarak değerlendirir. Bir yerde duman varsa aşağıda ateşi vardır. Bir yerde iz görürseniz onun bir sahibi vardır. Görmeyene, yok diyene yapacak bir şey yoktur. Güneşi inkar ediyorsa kişi onu ancak tedavi etmek zorundasınız. Adam İslama, Osmanlı'ya düşman, buradan hareketle yok diyor. Yok diyemezsin zira her ilmin bir metodolojisi vardır. Tarih ilminin de bir metodolojisi mevcûddur. Tarihin ana kaynakları var, ikinci elden, üçüncü elden kaynakları var. Bunları değerlendireceksin, yanlışını ortaya koyabileceksin. Ondan sonra "yok" diyeceksin.
"Abdâlân-ı Rûm heterodoks bir topluluktur. Osmanlı ehl-i sünnet değildi, gayr-i sünnî idi. Şaman inancı hâkimdi." Ne için böyle söylüyor? "Tahta kılıçla savaşa giriyorlardı, aslanı eğitiyorlardı" vs. Peki bunlardan bir şaman inancı çıkar mı? Tabiî ki çıkmaz. Dinimizde bir kaidedir: Peygamberlerde mucize, velîlerde keramet olur. Buna inanmayanlar kafalarında birtakım kurgular yapıyorlar.
Meselâ televizyon dizilerinde tarihî şahsiyetler kullanılır. Şu tarihî şahsiyetten esinlenilmiştir diyerek tarihimiz bol bol biçilir. Tarihimiz üzerinde ameliyat yapılır adetâ ve o tarih, tarih olmaktan çıkar. Bunu yapanları ahlâksız olarak değerlendiriyorum ben. Bir kurgu yapacaksanız o tarihî gerçekle çelişmemeli. Fâtih Sultan Mehmed Hanı İngiliz Henry gibi gösteremezsiniz. Hürrem Sultanı Fransız kraliçesi gibi gezdiremezsiniz. Bizde maalesef şahsiyetler çelişiyor ve ortaya başka şeyler çıkıyor.
Osman Gazi 'nin hocası kimdir? Şeyh Edebalı'dır. İlk kadısı (aynı zamanda şeyhülislâmı) kimdir? Osman Gazinin bacanağı Dursun Fakı'dır. Osmanlı'nın ilk medresesini kim kurmuştur? Orhan Gazi İznik'te kurmuştur. İlk müderrisi kimdir? Dâvud-ı Kayseri, Tâceddîn Kürdî... Sadece bu iki müderris bile Türk'ün ve Kürt'ün Osmanlı'ya birlikte değer kattığını gösteren önemli bir husustur. Türk'ü, Kürt'ü, Arap'ı... Hepsinin bir devlet inşa ettiklerini görürüz. Tarihin şuuruna varsak bizi birbirimize düşürmeleri mümkün olur mu?
Siz Şeyh Edebalı da, Dursun Fakı da, Dâvud-ı Kayseri de, Taceddîn Kürdî de, Somuncu Baba da, Hacı Bayram Velî de İslâm'a, ehl-i sünnete uymayan bir bilgi gösterebilir misiniz? Gösteremezsiniz. O zaman Osmanlı'yı da heterodoks, ehl-i sünnet dışı diye gösteremezsiniz. Böyle göstermeye çalışmak çok büyük bir cehalettir, hatta ihanettir.
"Cehlin ol mertebesi sehl olmaz. Ta kesbsiz bu kadar cehl olmaz!' demişler. Cehaletin bu kadarı kolay değildir, ancak okumakla bu kadar cehalet elde edilir, diyor. İşin en acı tarafı da budur.
Demek ki Osmanlı iyi yetişmiş bir Bâciyân grubu, ahiyân grubu, abdâlân grubu ve bir de gâziyân grubunun hizmetleriyle kurulmuştur.
Gaziler de çok önemlidir. Ahiyân-ı Rûm içerisinden de Gazilerin çıktığını görüyoruz. Fakat Osmanlılar için çok mühim bir ifade kullanılır. Osmanlıları anlatırken; 'Bunlar Osmanîler' demezler. 'Bunlar gazilerdir.' derler. O topluluk sanki Allah yolunda cihâd için ortaya çıkmış, Allah adını yücelten bir topluluktur. Osmanlılar konuşulduğu zaman diğer beylikler; "Onlar gazilerdir. Onlara ilişmeyin."demişlerdir. Bunlar kaynaklarda mevcûddur. Hatta onlara destek vermek için asker göndermişler, duâ etmişlerdir. Sanki Cenâb-ı Hakk bir topluluğu seçmiş ve oraya göndermiş. Başka bir şeyle îzâhı mümkün değil. Ben insanlara Osmanlı'yı anlamaya çalışmalarını öğütlüyorum.
Osmanlılar cihâdı öne almışlardır hep. Asla Türk beylikleriyle uğraşmamışlardır. Tek bir dertleri vardır: İlâ-yı Kelimetullah. Osman Gazinin nasihatında da bunu en güzel, en veciz bir şekilde görmekteyiz.
"Maksadımız dîn-i Hüdadır bizim, mesleğimiz râh-ı Hüdadır bizim". Maksadımız Hûda'nın dinidir, mesleğimiz de Allah yolunda yürümektir. "Yoksa kuru kavga ve cihangirlik değil, şâh-ı cihan olmaya dava değil!". Bizim derdimiz ne kuru kavga ne de cihan şâhı olmaktır.
Eleştirmeye başlamadan önce Osman Gazi ne diyor onu bir anla. Diyorlar ki; "Ne işin vardı Yemende, Viyana'da?"
Yıldırım Bâyezîd, Timur Han karşısında savaşı kaybedince "Mağlubiyet de galibiyet de sünen-i Resul'dür." demiştir. Kadere rıza var. Verdi şükrederiz, vermedi sabrederiz.
"Nusret-i din oldu çün maksad bana, maksadıma kast yaraşır sana". Dinin zaferi oldu benim maksadım, ey evlâdım maksadıma kast yaraşır sana yani siz de benim maksadıma uygun yaşayın.
Niyeti anlamaya yanaşmadıkları için başka türlü görüyorlar değil mi?
Haklısınız, niyetim şudur diyorum, hayır o değildir, budur diyorsun. Bakın Osman Gazi Söğüt Domaniç'ten başladı; Bilecik, Yarhisar, Bursanın önünde durdu. Halbuki Osman Gazi kadar hüküm süren Timur Hanın devletinin bir ucu İstanbul önlerine kadar geldi, bir ucu Çin Seddindeydi. Osman Gazi küçücük bir ülke fethetti, Timur Han on yedi imparatorluğu aldı. Timur Hanın ki gibi bir devlete Kânûnîzamanında erişecekti Osmanlı. Osmanlının derdi şurayı burayı almak değildi, aldığı yere huzur getirmekti. Cenâb-ı Hakk onlara lûtfunu aralıksız devam ettirdi.
O niyette kaldıkları sürece...
Evet... Cenâb-ı Hakk hep lütfetmiştir. Bu da seçilmişliğin en önemli göstergesidir. Bu aile özel bir ailedir. Sanki bu hanedan millet için, ümmet için ve dünya için bir nimettir. Çünkü Osmanlı'nın idaresinde sadece Müslümanlar değildi huzurlu olan, bütün halklar huzurluydu. "Osmanlı gitti, huzur bitti." denilen husus budur. Osmanlının bıraktığı yerler, bir daha asla onun zamanındaki huzuru bulamamıştır. "Nimetin kıymeti bilinmezse Cenâb-ı Hak onu sizden alır ve azâb eder"buyurulduğu gibi Cenâb-ı Hak sanki o nimeti alıvermiştir.
Ama bütün bunları Osmanlı nasıl beceriyordu dersek o zaman cemaate, cemiyete, tarikata yani birlikteliğe geliyoruz. Zira "Birlikte rahmet-i ilâhî, ayrılıkta azâb vardır"
Birisi Nakşibendî tarîkatıdandır, birisi Kâdirî... Birisi Halvetî'dir, bir başkası Rifâî... Ama bu tarîklerin hepsi birbirini severler. Sadece benim tarikatım olsun, sadece benim adamım o makama gelsin, sadece ben kazanayım dersen millet paramparça olur.
Osmanlı'da vermekti aslolan. Ahî teşkilatının bir düsturudur: "Elini açık tut, kapını açık tut, sofranı açık tut ve gönlünü açık tut."
Cimri olma, insanlar evine gelsin, sofranda yiyip içsinler, gönlünü kapama zira gönülden gönüle yol vardır. "Mine'l-kalbi ile'l-kalbi sebîlâ."
Osmanlı toplumunda sadaka verilecek adam bulunmazdı. İhtiyacı olup da isteyemeyen sadaka taşlarında bulurdu.
Hocam Batı'yla beraber birey eksenli bir hayat tarzı sunuldu bize. Birey kendisini düşünüyor, cemiyet için yaşamak yok artık. Buradan hareketle biz neleri kaybettik?
Çok hoş bir söz vardır: "Dünyanın kargaşası dört şeye oldu bina. Ben yiyeyim, sen yeme; ben iyiyim, sen fena." Ahlâkı kaybettik. Ahilerin ne güzel bir umdesidir: "Eline, diline, beline sahip ol? Gözün kötüyü görmemek, kulağın yanlışı duymamak, gıybet etmemek, dilini tutmak... Her şeyi güzel ahlâk üzerine kurulu olan bir düzen. İşte bu hasletleri kaybettik biz. Bütün bu güzellikler bize nereden geliyor? Türk olmamızdan, Kürt, Laz veya Çerkeş olmamızdan gelmiyor. Bütün güzellikler bize dinimizden geliyor.
Ahlâkın kaynağı din ise o zaman din nerede?
Dini unutturunca, dine sırt çevirince, dini öteleyince ne oldu, ahlâk gitti. Herkesin başına bir polis dikmeye başladık. Bugün öğretmenden daha çok polis alır hale geldik. Bunun sebeplerini düşünmemiz gerekir. Batı kiliseye savaş açtı, bireyi ortaya çıkarttı, "ben" dedi. Bazıları bizim tarihimizde bunu tenkid ederlerdi. Batıda birey, bizde toplum var. Bizde pâdişâhın adı var, askerin adı yok. Asker Mehmetçik diye anılır çünkü. Halbuki İslâmiyet 'ben'i kaldırmak üzere gelmiştir. İnsanımız yaptığını söylemeye, övmeye utanırdı bir zamanlar. Yüz tane eser veren bir âlimin adını neredeyse eserlerde bulamıyoruz. İsmini koymaktan ve göstermekten utanırdı çünkü. Ama ortaya eser çakardı. Şimdi isim var, eser yok ortada. Dünya çapında âlimler vardı Osmanlı'da. Allah için tevazu edeni Allah yüceltir. Fakat kibirleneni de alçaltır. Avrupa'dan ben merkezli bir hayat tarzını aldılar, ötekini yok sayma, sadece kendisine isteme, her şeyi kendine yontma muhabbetsizliği de beraberinde getirdi. Üstadın ifadesiyle; "Allah'ın on pulunu bekleye dursun on kul, bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul" Bu durumda insanlar birbirini sevmeyecektir. Oysaki meselâ bizim temel dinamiklerimiz olan tasavvuf büyüklerini gençlerimiz tanıyabilseler yahut biz onlara tanıtabilsek o hayatlardan öyle güzel misaller, anekdotlar çıkacaktır ki... Mesela bir Fâtih nasıl yetişmiştir?
Kitleleri eğitecek insanı yetiştirmişler. Sağlam insanlar çıkmış. Bunlar da ekol açmışlar, eser bırakmışlar ve yine kitleleri yetiştirmişler. Şimdi neden yetişmiyor böyle insanlar?
Lider insanların, lokomotif insanların yetişmesi için çok özel şartların olması lâzım. Mekân, imkân ve yetiştirecek insan... Bir de neyle yetiştirip donatacaksın?
Biz altmış seneden fazladır darbelerle kimine solcu komünist, kimine sağcı faşist, kimisine gerici Müslüman diyerek hep bir kutuplaşma meydana getirmişiz. Toplumda birlik tesis etmeye çalışmamışız ve öğretmen yetiştirmemişiz. Bunu önemsememişiz bile. Eğitim sistemimizin ciddiyetle gözden geçirilmesi lâzımdır. Bunu yapmadıkça yeni nesillerin güzel yetişmesi mümkün değildir. Hep fizikî şeylerle vakit kaybediyoruz. Son on senede yok 4+4 mü olsun, 8 yıl mı, 12 yıl mı, bunlarla vakit kaybettik. Kitaplarımız gereken eğitimi vermek için yeterli düzeyde mi, bunlara hiç bakmadık.
Ahî teşkilatına bakarsanız eğitim usta-çırak ilişkisi içinde gerçekleşir. Dolayısıyla çırak, ustasından aynı zamanda edebi alır. Usta onu en güzel şekilde yetiştirir. Sonra ustası onun bu edebi aldığına kanaat getirdiğinde der ki, bu adam şuralarda çalışabilir. Çırak geçer notu ustasından alır. Bugün meslek liselerinde bir insan ne kadar esnaf olabiliyor? Ne kadar iyi ahlâklı olabiliyor?
Diplomatlar meselâ. Osmanlı kalem erbabını da usta-çırak ilişkisi içinde yetiştirmiştir. Ve dünyanın en yetkin diplomatları çıkmıştır Osmanlı'da. Biz Cumhuriyet kurulurken tarihî mirasımızı reddettiğimiz için tarihimizden uzak düştük ve gerekli ibretleri alamadık. Dolayısıyla yeni baştan bir şeyleri öğreniyormuş gibi hareket ettik. Avrupa'dan aldıklarımız komşumuzdan emanet aldığımız bir elbise mesabesinde kaldı. Hiçbir şekilde uymadı, ya dar geldi ya bol. Dolayısıyla ortaya başka nesiller çıktı. Bunları değiştirebilmek çok kolay değil tabiî. Dininle, tarihinle, kültürünle barışık olman lâzım. Ve oradan bir yol açıp yürüyeceksin, bunun için de belki iki üç nesil geçmesi gerekecek. Yıkmak çok kolaydır ama yapmak çok zor. Hastalanan bir insan tedavi olurken çok acı çeker. Ve bazen çok uzun sürer bu tedavi süreci. O sebepledir ki bizim medeniyetimizde koruyucu hekimlik çok gelişmiştir.
Dolayısıyla bugün toplumu bilgilendirmek ama lüzumsuz bilgiden de kurtarmak gerekir. Yani ihtiyacı kadar bilgi vermek. Meselâ liselerin tarih müfredatından bana sorsan % 70'ini atarım. İlkokul 1. sınıftan son sınıfa kadar tarih şuurunu oluşturacak dersler hazırlarım. Haftada bir saat bile öyle bir şuur vereceksiniz ki o, toplumu bir arada tutan maya olacak. İlmini üniversitelerde yapacak talebeler. Yüksek matematiği, fiziği liselerde değil üniversitelerde alacak. Sağlığını korumayı bilecek kadar sağlık dersi, vatandaşlık hukukunu bilecek kadar hukuk dersi vermek lâzım okullarda. Bunların ihtisası üniversitelerde olmalı. Yıllar geçiyor, dört yıl üniversite okunuyor. Neyi ne kadar vereceğinizi bilirseniz bu süre iki yıla iner. Çocuklarımızın ömrü harâb olup gidiyor.
Hem de hiçbir şey öğrenmeden...
Öncelik ilim, edeb, ahlâk... Bunu öğrenmiş olan insanların bilmeyenlere karşı çok sabırlı olması lâzım. Câhil, âlimi tanımıyor» onun yıllarca kütüphanelerde ömür çürüttüğünü, yüzlerce, binlerce kitap okuduğunu hesab edemiyor. Dolayısıyla âlime akıl vermeye kalkıyor. Alim ise câhili tanıyor. Cehaletin ne olduğunu biliyor. Bu sebeple ona müsamaha göstermesi, kızmaması îcâb ediyor. Müslümanın Müslüman olmayana, âlimin câhile, bilenin bilmeyene bakışı böyle olmalı. Toplum böyle bir arada yürür. Bilen insan, acıyan, merhamet eden, yol gösteren, öğreten olur. İlmiyle gururlanan, kibirlenen, öteleyen, yanına varılamayan, sorulamayan kişi de câhildir hakîkatde. Bizde nen yazık ki bu türden çift taraflı
Akademisyen çok var ama âlim çıkmıyor galiba...
Maalesef doğru, âlim çıkmıyor. Niçin? Benlik meselesi. Tasavvuf ne yapıyordu? Benliği yıkmaktı esas. Tasavvufun diğer gayesi neydi, iyi vatandaş kılmak. Tasavvuf deyince bugün öcü görmüş gibi kaçıyorlar. İlahiyatçılarımız da, böyleolmayanları tenzih ederim tabiî, tasavvufu inkar ediyorlar. Tasavvuf profesörü olmuş, tasavvufu inkâr ediyor. Oysaki tasavvuf güzel ahlâktır. Peygamber Efendimiz; "Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim" buyuruyor. Tasavvurun da gayesi bu olduğuna göre sen böyle yapmakla güzelahlâkı sinyorsun. İşte cehaletin boyutları! Dünün tasavvuf eğitimi dergâhlarda veriliyordu. Osmanlıda da yedisinden yetmişine halkından pâdişâhına kadar herkes dergâha giderdi. Herkesin bir tasavvuf büyüğü vardı.
Bugün ise televizyonlar bizi eğitiyor. İki aylık bebek de yetmişlik bir adam da televizyona bakıyor. Adam hastaneye yatıyor, "Çok rahatım, televizyonum var odamda"diyor. Herkes televizyon seyrediyor. O neyi öğretiyor?Ahlâksızlığı, aldatmayı, adam öldürmeyi, zinayı... Peki biribu suçlardan birini işlediğinde en çok kim bağırıyor? Yine televizyonlar... Her haneye, onlarca kanaldan girip kötülüğü aşılarken bu toplumu düzeltmek kolay mıdır?
Model şahsiyetler menkıbelerde mi kaldı hocam? İrfanı çoktan kaybettik de yeniden kazanma şansımız yok mu?
En önemlisi de o işte: İrfan. İlim olur da insanda, irfanı kaybettiği zaman o büyük eksiklik. Az önce de söylediğim gibi bilen insanlar mücadeleyi devam ettirecek. Bilen insan, o eskinin güzel dergâhlarını kuracak meselâ. Aileler bilinçlenecek. Devlet bunu daha çok özendirecek. Böyle insanlar iş başında olursa, birileri filmlerle yıkmaya çalışırken birileri doğrusunu, güzelini yapabilirse... Bu âlem böyle bir âlem bir taraftan da, bunu hatırdan çıkarmamak lâzım. İyinin olduğu yerde kötü de hep olacak. Adaletin olduğu yerde zulüm de var. Peygamberin olduğu yerde nemrud da var firavun da. Dolayısıyla güzellikleri gören, gösteren taraf daha fazla çalışmadıkça bu iş olmaz. Niye şöyle, niye böyle demeyecek. Bana düşen bu, diyecek.
Osman Gâzi'nin "Nusret-i din oldu çün maksad bana maksadıma kast yaraşır sana" dediği gibi sen bu yolda yürü. Çok da üzüntülü, meyus olmamak lâzım. İnsanın "Ben ne yapabilirim?" demesi ve buradan da yürümesi gerekiyor. Gerisi takdir-i ilâhîdir. Ona da rıza göstermek îcâb eder. Oluyor mu olmuyor mu diye dert etmemek, yola devam etmek gerek.
Müslümanlar dünyevileştiler. Belli cemaatlerde, cemiyetlerde İslâm'ın özüne aykırı olan bir yapılanma söz konusu. Dâhil olduğu cemiyete nasıl bakmalı insan?
Gemi suyun üstünde gidiyor ama su almamalı. İnsan dünyalıklara her zaman hâkim olacak ama kalbine sokmayacak. Gemiye su girerse batar. İnsanın da kalbine dünyalık girmeye başladığı zaman kaybeder artık. Biz bunları nasıl fark edeceğiz? Kişinin istikametine, sözüne sohbetine, iş yapma şekline bakacağız. İnsanlar hep keramete bakıyorlar, oysaki istikamete bakmak lâzım. İstikâmet kerametten üstündür. Adamın dini yaşayışı, söylemleri çok bozuk ama insanlar, şöyle hizmet ediyor, kalabalık diye, ticarî faaliyetim var diye oraya gidiyorlar. Menfaat îcâbı orada bulunuyorlar. İnsan ticareti Yahudi ile de yapar Hıristiyanla da ama onların dinini almaz. Ölçünün ne olması gerektiğini iyi bilmek lâzımdır.
Peki hocam, bugünden tekrar ecdâdımızın zamanına dönecek olursak şunu sormak istiyorum: Temelinde Ahiyân-ı Rûm, Bâciyân-ı Rûm, Abdâlân-ı Rûm, Gâziyân-ı Rûm'un bulunduğu bir Osmanlı ruhundan, sisteminden bahsettiniz. Devlet bünyesinde barındırdığı cemiyetlerle arasındaki dengeyi nasıl sağlıyordu?
Osmanlı'da anayasa yoktur, bugün İngiltere'de olmadığı gibi. Osmanlı, vatandaşına güvenir. İşte bu güven zemininde yedi temel madde üzerine devletini kurmuştur. Bunun zıttına iş yapan gider.
Osmanlı ehl-i sünnettir. Bütün tarikatlar ehl-i sünnet olunmak durumundadır. Bunun dışındakilere herhangi bir şey yapmaz. Nitekim Osmanlının içerisinde nice inanç sahipleri vardı. Ama bunlar toplumu bozmaya kalkarsa müdahale ederdi. Osmanlı Yahudi'nin Yahudi gibi, Hıristiyan'ın Hıristiyan gibi yaşamasını ister. Neyse dinin ona göre yaşa! Hıristiyan isen Hıristiyanlar içerisinde de karışıklık çıkartma. Yahudi'nin, Hıristiyan'ın Osmanlı idaresini benimsemesinin sebebi budur.
Bu temel maddelerin birincisi adam yetiştirmektir. Yani yerine adam bırakmak şartı vardır. Pâdişâh da yerine adam bırakır, usta da. Osmanlı'nın kütüphaneleri var bugün ama âlim olmayınca o sadece bir kütüphanedir. Okuyacak kimse yoksa kitaplar orada mahpustur. İnsanı yaşatmak, adam bırakmaktır aslolan. Bu da ilimle olur. "Her nerede işitesin ehl-i ilim / Göster ona rağbet ü ikbal ü hilm?Câhili ölüye sayar çünkü. "Cehle Hak mevt dedi ilme hayat, Olma hemhal-i gürûh-ı emvat."Cenâb-ı Hakk cehalete ölüm dedi câhil kalarak ölüler grubundan olma.
Üçüncüsü zulmetmemektir. "Adl ile bu âlemi âbâd kıl/Resm-i cihâd ile beni şad kıl" Zulüm ile âbâd olanın akıbeti berbad olur, demişler.
Dördüncüsü cihâddır. Fakat cihâd sadece dış düşmanla savaşmak değildir. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) büyük cihâddan küçük cihâda gidiyoruz buyurmuşlardır. Nefsiyle cihâd da bunun içine girer. Benliği yok etmek,İslâm ahlâkıyla ahlâklanmaktır cihâd aynı zamanda.
Beşincisi meşverettir. Alimi niçin yanınızda taşırsınız? İstişare etmek için. Osmanlı meşveretsiz iş yapmaz. Bin bilsen de bir bilene danış, danışan pişman olmaz, demişler.
Bir diğeri de şudur: "Âleme inamını tam ide gör. Memleket emrini temam ide gör!" İhsanını herkese saç. İyiliklerini herkese bildir.
Yedincisi de idare ile ilgili bir kaidedir: Tedbir "Hükümdarım derya yanacak olsa tedbîrini almışızdır."demişlerdir.
Görüldüğü gibi Osmanlı temelleri yerleştirmiştir. Başka bir şeye karışmaz. Bütün camilerini, medreselerini, darüşşifalarını yaptıran devlet değil, vakıflardır. Bugün sosyal devletten bahsediyoruz biz. Sosyal devlet Osmanlı'da vardı. Devletten kimse bir şey beklemiyordu.
Devlet ne yapıyordu? Bunların işleyişini kontrol ediyordu. Biri bir hastane yaptırdı, onun şartnamesini de yazdırdı. Devlet o şartnameye uyulup uyulmadığını kontrol etmek zorundadır. Devlet güvenliği sağlar, dışarıya karşı milletini, vatanını korur. Kimsenin yaşantısıyla uğraşmaz. Keşke biz Osmanlının idaresini anlayabilsek. Tarihe sırtını döndüysen maydanoz gibi bir devlet olursun. Çünkü kökünü kestin, kuruttun sen. O sebeple Osmanlı için çınar ağacı önemlidir. Kökü çok sağlam, dalları çok uzundur çünkü. Tarihine sırtını dönmeyeceksin. Bugün bütün hastalıklarımızın tedavisi tarihte mevcûd.
Fakat görüyoruz ki gün geldi o sistem çökmeye, o toplum bozulmaya, çözülmeye başladı. Nerde hata yapıldı?
"Melâmet çekmezem hergîz ki hicran berkemâl eyler / Ki bir nesne kemâl olsa felek onu zeval eyler". Elem, keder, üzüntü, ayrılık insanı olgunlaştırır. Geceler ne kadar karanlık olursa sabah o kadar aydınlık olur. O sebeple bazı büyükler elemi ve kederi daha çok istemişlerdir. Dikkat edersek velî zâtlara dert ve keder çok uğramıştır. Zaten en fazla çile çeken peygamberlerdir. Elemde, kederde Allah'ı daha çok anmak vardır. Refahta, mutlulukta insanlar Allah'ı pek hatırlamazlar. Sabaha kadar rahat döşeğinde yatan insanla, dişi ağrıyan insan bir değildir.
Dolayısıyla Osmanlı da öyle bir noktaya erişti ki, Kanunî dönemi zirvedir, o zirveden birdenbire inilmedi şüphesiz. 100-120 sene sürdü. Zirvedesin, insanların hiçbir şeye ihtiyacı yok. İşte böyle zamanlarda toplum kendi içinde yavaş yavaş bir çürüme yaşamaya başlar. Bunu fark edemeyebilirsiniz.
Bir taksinin manevrası ile geminin ki bir değildir. Gemi çok büyük bir alan içerisinde döner, hissetmezsiniz. Dünya da dönüyor ama kimse fark etmiyor. Büyük bir devlet olan Osmanlı bu yıkılışı fark ettiğinde aradan 150 sene geçmişti. Bünyeye giren mikropları o anda fark edememektir bu. Osmanlı o zamandan sonra biz nerede yanlış yaptık diye hep kendini sorguladı. Düzelmek için uğraştı. Bu noktada bizde bir hastalık da peyda oldu. Bu hastalık, darbeler hastalığıdır. Yönetime, merkezî güce, işin ehline müdahale hastalığıdır ki, bu bütün uzuvları felce uğratır. Darbeler de bizim bütün uzuvlarımızı felç etti. Dikkat edilirse Kanunîye kadar ve Kânûnî sonrasında II. Selim, III. Murad, III. Mehmed dönemlerinde böyle bir şey akla gelmemiştir. Ta ki II. Osman, IV. Mehmed, II. Mustafadönemlerine gelinceye kadar... Abdülazîz Hanı kim tahttan indirdi, kim şehîd etti. Abdülhamîd Han'ı kim tahttan indirdi. Belki on beş pâdişâhın on ikisi darbe ile gitti. Ben en temel neden olarak bunu görmekteyim. Cumhuriyet tarihinde de biz bunu zaman zaman yaşadık. Her darbenin bir ülkeyi elli sene geri götürdüğü ifade edilir. Bir ülke sadece bir yönüyle değil her bakımdan geriye gider. Sizin aldığınız bütün o tedbîrler, iptal olur, battal olur. III. Selim, II. Mahmud döneminde kaydedilen gelişmeleri de darbeler bitirmiştir. Tanzimat ile birlikte bir yeni sistem açıldı, bu defa da Osmanlı Batının ilmine değil, yaşantısına, ahlâkına özenmeye başladı. Asıl hastalık da bundan sonra ortaya çıktı bünyede. Bundan öncesinde hastalık tedavi edilebilirdi ama edilemedi. Ne zaman ki vücûda giren mikropları şifa olarak görmeye başlarsınız, asıl hastalandığınız gün o gündür işte. Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet... Osmanlı aydınları dediler ki; biz İslâm'ı bırakacağız ve artık Avrupalı gibi yaşayacağız. İlim ve fen değildi dert edilen, başka zihniyetler ortaya çıkmaya başlamıştı. Onların uzantısını bugün hep görmekteyiz.
"İslâm imiş devlete pâ-bend-i terakki / Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı" diyor Ziya Paşa. Devletin ilerlemesine mâni olan İslâm imiş, önceden böyle bir rivayet yoktu, yeni çıktı. Aydınların o vaziyetini görüyor ve böyle bir ifadede bulunuyor.
Tarih boyunca dıştaki düşmanla bir şekilde başa çıktık ama kendi içimizdekine dâir somut bir çözüm üretemedik. Neydi bu çözümsüzlüğe ve yıkıma sebep?
Bir mütefekkirimiz der ki; "Bizsiz bize yetmezdi güçleri, bizimle güçlenerek yettiler bize."Osmanlı'ya kadar Türkleri yıkmanın bir yolu vardı. Dillerimize pelesenk olmuştur: Böl, parçala, yık!
Bölen veya parçalayan düşman değildi, bizdik aslında. Hükümdar, oğulları arasında pay ederdi devleti. Çünkü devlet hanedanın malıydı. Düşman sadece kapıştırıyordu. Osmanlı kardeş katliyle bunu kaldırdı. Mükemmel bir sistemdir bana göre. Çünkü dini, milleti, vatanı için kendi kanından verdi. Onun için Osmanlı Devleti yedi asır devam etti. Yıkamadılar. Sonra yine içerde buldular çareyi. Jön Türklergibi, İttihâd ve Terakki gibi... Avrupalılar Keçecizâde Fuad Paşanın da bulunduğu uluslararası bir toplantı sonrası Avrupa'nın en güçlü devleti kim diye sordular. Ki Osmanlı'ya 'hasta adam' diyorlardı o zaman. Fuad Paşa şöyle cevap verdi: "Hiç şüphesiz Osmanlı Devletidir. Zira yıllardır siz dışardan, biz içerden uğraşıyoruz daha yıkamadık."
Çok üzücüdür. İçerde düşman ürettiler. Dolayısıyla içerden olmadıkça bizim milletimizi yıkmanın yolu yoktur. Bünye içerden çürür. Dışınızdaki hastalığa anında çare bulabilirsiniz zira hemen fark edersiniz. İçerdeki hastalık öyle değildir, sinsidir. İkincisi darbe yakından gelir. Uzaktakine tedbîr almak kolaydır. Ama yanı başındakinin, yakınındakinin nasıl vurduğunun farkına bile varamazsın.
Millete düşen, bu sinsi hastalığı iyi çözebilmektir. Sultan II. Abdülhamîd Han'a yapılan bunun en iyi örneğidir. Biz Arnavut, Bulgar, Ermeni çetecilerini konuşuruz; Jön Türkleri, İttihâd ve Terakkiyi de konuşuruz. Bir de İslâm adına bu işe girenler vardı bunu hiç konuşmadık. İslâm adına Osmanlı'yı dağıtanları... Abdülhamîd Han'a düşman oldular. Şiirlerinde küfrettiler, Fransız Albert Vandal'ın 'kızıl sultan' sözünü aldılar; 'kızıl kâfir' dediler. Onlar çok sevdiğimiz münevverlerdi. Fakat ehl-i sünnet bir pâdişâha neden düşmanlık ettiler, neden onu anlayamadılar ve bu hallere düştüler? Çünkü aramızda Lawrencelar vardı, Abduh ve Afganî gibi. Bu bidat ehlini İngilizler içimize soktular. İşte bidat ehlini sevdikleri için ehl-i sünnet bir lideri sevemediler. Onun için bid at ehlini iyi tanımak lâzım. İnsanların istikametine bakmak lâzım. Bunu göremezsek daha çok Lawrenceların peşine takılıp gideriz.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Bâğı âlem içre gerçi pek safâdır saltanat
Vakf etsen bir kuru gavgâya câdır saltanat
Bu zamanın devletiyle kimse mağrûr olmasın
Kâm alırsan adl ile ol dem becâdır saltanat
III. Selim Han
.
Selahaddin Eyyubi; bütün muhârebelerini, İslâmiyeti yüceltmek ve Müslümanları Haçlıların zulmünden korumak, devletini düşman çizmesinden muhâfaza etmek için yapmıştır.
Bugün (4 Mart), Eyyûbîler Devletinin kurucusu ünlü kumandan ve siyâset adamı Selahaddin Eyyubi’nin vefat yıl dönümüdür. Bu vesileyle bir nebze kendisinden ve hizmetlerinden bahsedelim istedik efendim...
Selahaddin Eyyubi tahta çıktığında ilk iş olarak Şiî Fâtımî idâresini ortadan kaldırdı ve hemen; Orta Doğu’da çıbanbaşı olan Haçlıları bölgeden atmak için, 1180’de büyük bir faaliyet içine girdi. Mısır’dan kuvvet topladı. Suriye’den de asker toplanmasını istedi. Haçlılar meselenin ciddiyetini anlayıp, büyük ordu topladılar. Selahaddin Eyyubi, Haçlıları Hattin’de büyük bir bozguna uğrattı. Haçlı kral ve ileri gelen reislerinin çoğunu esir aldı...
Fetihler durmadı. İleri harekâta devam etti. Birinci Haçlı Seferi’nden (1096-1099) beri Haçlıların işgâlindeki Kudüs şehrini hedef tâyin ederek, yola çıktı... Ve Eyyûbîlerin muhâsarasına dayanamayan Haçlılar, 1187 Eylül ayı sonunda teslim oldu. Selahaddin Eyyubi, mübârek Kudüs şehrini teslim alınca; Birinci Haçlı Seferi sonunda, Haçlıların Müslümanları câmilerde genç, ihtiyar, çocuk, kadın, erkek ayırt etmeksizin öldürüp, sokaklardan akan kan, atların karnına yükseldiği gibi, hunharca katliam yaptırmadı.
Kudüs’ün 89 yıl sonra tekrar Müslümanların eline geçmesi, İslâm âlemini çok sevindirdi. Bütün Müslümanların gönlünde taht kurdu. Haçlıların tahrip ettiği şehri, yeniden îmâr etti...
Selahaddin Eyyubi’nin Haçlılara karşı mücâdelesi sonunda, Kudüs elden çıkınca, Papalığın propagandasıyla Avrupa kıtası ve Hıristiyan âleminde Müslümanlar üzerine sefer hazırlığı başladı. Papa III. Clemens’in teşvikiyle Fransa, İngiltere kralları ile Almanya imparatoru kumandasında Eyyûbîler üzerine Üçüncü Haçlı Seferi (1189-1192) yapıldı. Selahaddin Eyyubi, bütün Avrupa’nın ve Hıristiyan âlemin seferber edilerek toplandığı orduya, 1192 Kasımına kadar devam eden uzun muhârebelerle karşı koydu. Neticede İngiliz Kralı Arslan Yürekli Rişar, Eyyûbîlere esir düştü. Selahaddin Eyyubi, Hıristiyanlara karşı büyük bir âlicenaplık gösterdi. Arslan Yürekli Rişar’ı serbest bıraktı. Hıristiyanların kutsal mekânları ziyâretine müsâade etti. Hıristiyan âlemin bütün imkânlarını seferber ederek hazırladığı Üçüncü Haçlı Seferi, dördüncü yılın sonunda, hezimetle neticelenip, geri döndüler.
Selahaddin-i Eyyubi'nin kabri Selahaddin-i Eyyubi'nin Türbesi
Kudüs’ü tahkim ettirip, Suriye’ye giden Selahaddin Eyyubi, 1193 kışı Şubatında hastalandı. On dört gün yattı. 4 Mart 1193 târihinde Şam’da vefât etti. Kabri Şam’da Medresetü’l-Aziziye’dedir. Ruhu şâd olsun...
Ahmet DEMİRBAŞ
Türkiye Gazetesi 4 Mart 2016
.
SALÂHADDİN EYYÛBÎ KİMİN KAHRAMANIDIR?
Salâhaddin Eyyûbî, bu yüksek şahsiyet, bütün Müslümanlar için iftihar kaynağı olduğu gibi, dünya tarihinde de teşkilâtçılığı, kahramanlığı ve âlicenaplığı ile parlak bir nâm ile anılmaktadır.
Ürdün’de iken Filistinli gençler arasında çok meşhur Yecib Salâhaddin (Salâhaddin lâzım) adlı bir marş dinlemiştim. Kasdedilen Salâhaddin Eyyûbî idi tabii. Hıristiyan Arapların bile, Kudüs’ü “menfur” Yahudilerden kurtaracak bir “Saladin” beklediklerini hayretle görmüştüm. Salâhaddin Eyyûbî, sadece İslâm âleminde değil, Avrupalılar tarafından da tanınan ve takdir edilen bir şahsiyettir. Hayatı filmlere mevzu olmuştur. Bunda mağluplarına gösterdiği ve Avrupalıların pek yabancı olduğu âlicenaplığın da rolü vardır elbette.
Gerçek ismi Yusuf’tur. Doğum yeri olan Irak’ın kuzeyindeki Tikrit, şimdi Salâhaddin diye anılıyor.Saddam’ın da memleketidir. Zavallı, kendisini II. Salâhaddin ilan etmişti. Salâhaddin, ilme ve dine düşkün babası tarafından iyi yetiştirildi. Hâfız ve fakih idi. Selçukluların Tikrit muhafızı oldu. Harblerde dikkat çeken kahramanlığını Suriye Atabeyi Nureddin Zengî’ye anlattılar. O da kendisini yanına aldı. Mısır’da hüküm süren Şiî Fâtımîleri bertaraf etmek üzere gönderdi. Haçlılardan yardım alan Fâtımîler, herkesin geçilmez dediği Tîh çölünü aşan ve Nil’i yüzerek geçen Salâhaddin’in önünde duramadı. Salâhaddin, Fâtımîlerin veziri olup kaleyi içeriden fethetti. İslâm tarihinde çok uğursuz bir rol oynayan bu hanedanı devirip, Mısır’da tekrar Sünnî akideyi hâkim kıldı. 1171’de hutbeyi Abbasî halifesi adına okuttu. O da kendisini sultan ilan etti. Nureddin Zengî vefat edince, Salâhaddin, Suriye, Irak ve Güneydoğu Anadolusu’na da hâkim oldu. Müslümanları Haçlılara karşı birleştirdi. Eyyûbîler, tarihin kısa ömürlü, fakat en parlak devletlerindendir. Bu sayede arkadan gelen Memlûk Sultanı Baybars, hem Haçlıları, hem Moğolları yenerek, Salâhaddin’den de büyük bir iş başardı.
Papa kahrından öldü
Bu sırada Filistin ve Lübnan’da hüküm süren Haçlılar, anlaşmayı bozup Hazret-i Peygamber’in kabrini yıkarak na’şını kaçırmaya karar verdiler. Salâhaddin, süratle üzerlerine yürüdü. Hıttîn’de hepsini bozguna uğrattı. Akkâ, Beyrut, Sayda ve nihayet Kudüs düştü. 88 yıldır Haçlıların elinde olan Kudüs’ün düşüşü Avrupalıları şaşkına uğrattı. Papa kahrından öldü. Alman Kralı Friedrich Barbarossa, Fransız Kralı Philippe ve İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard, eli silah tutan kim varsa toplayıp Kudüs’ü kurtarmaya geldiler. 1189’da Akkâ kuşatıldı. Salâhaddin Eyyûbî, iki sene kaleyi müdafaa etti. Zaman zaman huruç hareketleri ile düşmana zâyiat verdirdi. Tarihe geçen bu emsalsiz mukavemet neticesinde Akkâ düştü ise de, Haçlılar elli bin zâyiat verdiler. Bunun intikamını halkı kılıçtan geçirerek aldılar. Halbuki Salâhaddin, Kudüs’ü aldığında, halkın 40 gün içinde serbestçe şehri terk etmelerine izin vermişti. Böylece III. Haçlı Seferi muvaffak olamadı. Kaleden çıkan bir avuç mücahidi gören Haçlılar çok şaşırdılar. “Bizi iki sene uğraştıran bunlar mıydı?” demekten kendilerini alamadılar.
Şam’a çekilen Salâhaddin, Mescid-i Aksâ’yı tamir ettirdikten sonra hastalandı. Ölüm döşeğinde iken hazırlattığı kefenini bir mızrağın ucuna bağlatıp bir tellâlın eline vererek sokaklarda; “İşte Sultan Salâhaddin, şan ve şerefe kavuşmuş olduğu halde, dünyadan bu kefenle gidiyor!” diye bağırttırdı. 1193’te vefat etti. Geride mezarını kaldırmaya bile yetecek parası olmadığı görüldü. Tarihte ender yetişen şahsiyetlerdendir. Hayatı hep hizmetle geçti. Rahat yüzü görmedi. Basit bir mümin gibi yaşadı. Ahlâklı, eli açık, merhametli ve âdildi. Zamanı, İslâm tarihinin parlak bir sayfasıdır. İlmi himaye etti. Şam medreselerinde 600’den fazla fakih ders verirdi. Maiyetine arkadaş gibi davranırdı. Kendisini gören, sultanın huzurunda olduğunu anlamazdı. Akka müdâfaası sırasında, bir şikâyette bulunan kadıncağıza “Şimdi sırası mı?” diyecek oldu. “Madem ki başımıza sultan olarak geçtiniz, işimizi halletmeye mecbursunuz” deyince kadının işini halletti. Böylece Salâhaddin (Dinin iyiliği) adını hakkıyla taşıdı. Alman imparatoru bu büyük kahraman için mermer bir lahit göndermiş; Sultan Hamid eskisinin yanına konulmasını emretmiştir. 1920’de Şam Fransızların eline düşünce, General Gouraut, Salâhaddin’in kabrine ayağıyla bir kaç defa vurup, “Haçlı Seferi asıl şimdi bitti! Uyan Saladin! Biz döndük!” dediği meşhurdur.
Kürt mü, Türk mü?
Salâhaddin Eyyûbî, ırk itibariyle ne Kürt, ne de Türktür. Dedesinin babası Mervan, tarihçi İbni Haldun’a göre Himyer soyundan bir Arabdır. Azerbaycan’ın Düvin şehrinde Revâdiye aşiretinin reisi idi. Sonra Selçuklu atabeyleri tarafından Kuzey Irak’taki Tikrit'e kale muhafızı tayin edildi. Revâdîler, Kafkasya’ya da sonradan gelmişlerdir. Asılları Yemen’den Basra’ya gelip yerleşen bir Arap aşiretidir. Zamanla Kürt Hizbânê cemaati arasında yaşayarak Kürtleşmiştir. İbni Hallikan, İbni Esîr ve Şerefhan da böyle söyler. Salâhaddin’in annesi Türk idi. Nitekim kardeşlerinin Turanşah, Tuğtekin, Tokuş, Böri gibi otantik Türk isimleri taşıması tesadüfî değildir. Eniştesi Erbil Emiri Muzaffereddin Gökbörî idi. Parlak Mevlid cemiyetleri tertiplemesiyle tanınmıştır. Zevcesi Nureddin Zengi’nin dulu idi.
Salâhaddin, Kürtleşmiş bir Arab ailesinden gelmekle beraber, yaşadığı vasat itibariyle Türkçe konuşuyordu. Selçuklu Atabeylerinden vazife almıştır. Umumi kaidelere göre biyografisi verildiği zaman “Selçuklu devlet adamı” denilmektedir. İmparatorluklarda devlet adamlarının, hatta hükümdarların bile muayyen bir ırktan olması bahis mevzuu değildir. Bugün milliyetçi Kürtlerin çok sahip çıktığı Salâhaddin Eyyûbî, bu sebeplerden dolayı tarihî bakımdan Türk sayılıyor. Mısır ve Suriye’de kurduğu Eyyûbî Devleti ise tam bir Arap devleti karakterindedir. Bu yüksek şahsiyet, bütün Müslümanlar için iftihar kaynağı olduğu gibi, dünya tarihinde de parlak bir nâm ile anılmaktadır. Salâhaddin Eyyûbî’ye bu sual sorulsa idi, muhtemelen şaşırır,“Elhamdülillah Müslümanım” derdi.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
.İSTANBUL’UN FETHİ, TARİHTE NEYİ DEĞİŞTİRDİ?
İstanbul’un fethi, sıradan bir şehrin düşmesinden çok öte bir hâdisedir. Hem Türk-İslâm tarihinde, hem Avrupa tarihinde bir dönüm noktası olmuştur.
İslâmiyetin zuhurunda dünyada iki büyük devlet vardı: İran Sasanî İmparatorluğu ve Doğu Roma (Bizans). Birincisi daha Hazreti Ömer devrinde yıkıldı. Toprakları fethedildi. Bizanslılardan ilk olarak Suriye fethedildi. Doğu Roma’nın başşehri, Arapların tabiriyle Kostantiniyye, Müslümanların bir ideali oldu. Hazret-i Peygamber’in Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde geçen “Kostantiniyye elbet bir gün fethedilecektir. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandandır. Onun askeri ne iyi askerdir” ve Buharî’de geçen “Kostantiniyye’ye ilk sefer eden ordu mağfiret olunmuştur” hadis-i şerifleri bu ideali sembolize eder.
Dünyanın başşehri
Daha Halife Hazreti Muaviye devrinden itibaren Müslümanlar bu şehri almak için uğraşmıştır. İlk ordu sonraları halife olan Şehzade Yezid’in kumandanlığında gelmiş, bu orduya hayli sahâbî de iştirak etmişti. Bunlardan biri de Eyyüp Sultan hazretleri idi. 80’i aşkın yaşıyla hadis-i şerifin müjde ve bereketine kavuşabilmek için kuşatmaya katılmıştı. Fetih mümkün olmadı. İslâm ordusu kolera salgınına yakalandı. Emevi halifesi Abdülmelik, oğulları Süleyman ve Mesleme’yi tekrar kuşatmaya gönderdi. Şehrin tamamı fethedilemedi, ama Mesleme Galata’yı alıp yedi sene oturdu.
Arab Câmii o günlerin hatırasıdır. Asırlar sonra Osmanlılar bu ideali canlandırdı. Yıldırım Sultan Bayezid ve Sultan II. Murad zamanında defalarca şehir kuşatıldı ama bir sebeple alınamadı. Şehir, hem çok stratejik mevkidedir, hem de tabiat itibariyle çok güzeldir. Fransa imparatoru Napoléon demiş ki “Dünya tek bir devlet olsaydı, başşehri İstanbul olurdu”. Bugün bile öyledir.
Kostantiniyye’nin fethiyle Müslümanların önü açıldı. Osmanlılar arkalarını emniyet altına alabildi. Böylece İslâm orduları Viyana’ya kadar gitti. Avrupa İslâmiyet ile tanıştı. Balkanlarda hayli ihtidâ cereyan etti. İnsanlar, kitle hâlinde Müslüman oldu. Çok kimselerin teşebbüs ettiği İstanbul’un fethine daha 21 yaşında çiçeği burnunda bir hükümdar iken muvaffak olması, Sultan Fatih’e, bütün İslâm dünyasında fevkalade bir itibar kazandırdı. Bugün bile Müslümanlar arasında kendisini tanımayan ve minnetle anmayan yoktur. İstanbul’un fethiyle, torunu Yavuz Sultan Selim’in alacağı halifelik unvanına da elverişli bir zemin hazırladı. Bütün Müslüman dünyası, Kostantiniyye’yi fethedip Hazret-i Peygamber’in müjdesine nâil olan sultanların halifeliğini tereddütsüz kabul etti. Sultan Fatih ve Osmanlılar, böylece İslâm ve Türk tarihinin bir iftihar vesilesi oldu. Bu sebeple Osmanlılar Kostantiniyye ismini muhafaza etti. Paralar bu isimle basılırdı. Çünki hadis-i şerifte geçmektedir. Şimdi Konstantinopolis kelimesinden rahatsızlık duyuluyor. Osmanlılar bundan kompleks duymadı. Konstantin gibi büyük bir hükümdarın kurduğu dünyanın bu en güzel ve mühim şehrini fethettiklerini göstermek için bu ismi iftiharla kullandı.
Dönüm noktası
İstanbul’un fethi, dünya tarihi bakımından da dönüm noktasıdır. Latinler, bunu bir haysiyet meselesi olarak gördü. Mezhep farkına bakmayarak Hıristiyan tarihinin bu mühim şehrini korumak üzere İstanbul’a geldiler. Şehri kahramanca müdafaa ettiler. Ama mağlup oldular. Fatih, bu şövalyelere, şövalyece muamele etti. Kahramanlıklarının karşılığı olarak memleketlerine dönemlerine izin verdi. Artık Avrupa’da Türk tehlikesinin bertaraf edilemeyeceği fikri doğdu. İnsanlar, külahların önüne koyup düşündüler. Batıda yer aramaya başladılar. Bu da yeni keşiflere yol açtı. Yeni Dünya’nın serveti Avrupa’ya aktı. Bir yandan da Rönesans doğdu.
İstanbul’un fethi ideali, Türklerin Anadolu ve Rumeli’ye kök salmasını kolaylaştırdı. Kendilerine bir itimat geldi: “İstanbul’u fethettik; artık bu coğrafyadan kolay kolay atılamayız” dediler. Bu onların fetihlerinin önünü açtı. Mısır’ın da, Macaristan’ın da fethinin anahtarı İstanbul oldu. Cihan Harbi’nde İttihatçı reisleri İstanbul’u boşaltıp Sultan Reşad’ı Konya’ya taşımayı düşündü. Hasbelkader Beylerbeyi’nde mahpus bulunan Sultan Hamid’e danışıldığında, “İstanbul’u terk edersek, bir daha dönemeyiz. Elinde kılıç savaşarak ölen son Bizans imparatoru kadar da mı olmayalım?” demişti. Sultan Vahideddin, bunun için tahtını kaybetmek pahasına İstanbul’dan ayrılmadı.
1402’de Timur ordusu tarafından perişan edilmiş iken, 50 sene içinde toparlanıp İstanbul’u fethetmek az iş değildir. Bu fetih, Osmanlı Devleti’ni bir imparatorluk yapmıştır. İmparatorluk, çeşitli taçların kendisine bağlı olduğu büyük devlet demektir. Osmanlı Devleti, an’aneleri basit bir beylik idi. Fetih, bu beyliği, imparatorluğa taşıdı. Kırım, Bosna, Eflak, Boğdan, Arnavutluk gibi nice taçları elinde tutan Sultan Fatih’i, Avrupalılar, Roma İmparatoru kabul etti. İtalyanlar, kendisini parçalanmış ülkelerini birleştirecek kahraman olarak gördüler. Floransa Dükü, Fatih’in resmini üç taçlı madalyonlara bastırdı. Padişah, boş bulunan patriklik makamına tayin yaptı. Ülkesindeki Ortodoksların da hâmisi oldu. Böylece Katoliklere karşı bir güç elde etmiş oldu. Osmanlılar, harab şehri imar ettiler. Şehre, kendi mühürlerini bastılar.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci
.
XXXXXXXXXX
XXXXXXXXX
Sayın Erdoğan ile Fetö örgütü arasında, 2013 yılından itibaren pek çok cephede kıyasıya süren mücadele bir başka cephede daha yaşanıyordu. Ancak bu cephe hiç kimsenin dikkatini çekmiyordu. Bir savaş daha yaşanıyor fakat bu savaşın adını hiç kimse koymuyordu. Fetö’nün, hükümete kurduğu kumpaslar, gezi olayları, 17-25 Aralık hadiseleri arasında muhtemelen bu mücadele kaynayıp gitmişti.
Halbuki toz duman arasında bu savaş da hiç ara vermeden devam etmişti.
Geliniz şimdi bu savaşın adını koyalım ve Türk-Osmanlı tarihinin en büyük cihangiri Yavuz Sultan Selim Han’ın etrafında nasıl bir mücadele yaşandığını görelim.
Yavuz Sultan Selim Han önce itibarsızlaştırılmak istenmişti. Tıpkı Muhteşem Yüzyıldaki Kanuni Sultan Süleyman ve Fetih 1453 filmindeki Fatih Sultan Mehmed Han gibi. Yavuz Sultan Selim Han’a da bir romanda acımasız iftiralar yapılmıştı. Bu kitabın müellifinin o sırada Zaman gazetesi yazarlarından olduğuna dikkat çekmek isterim. (Şu an kitabın yazarı ile de davalık bulunuyorum).
Selim Han’ın çok önemli bir özelliği vardı. 500 sene önce halifeliği İstanbul’a ve Osmanlı’ya getiren Hakandı. Bu büyük Hakan’dan intikam alınacaktı. Halifelik Papa’nın emrine giren bir örgüt liderine verilecekti.
Onun sandukası üzerinde, 495 yıldır emaneti olarak duran kaftanı da bu iş için biçilmiş kaftandı (!).
Örgüt lideri hem de Yavuz’un kaftanını giyerek veya onu yanına alarak halifelik koltuğuna oturacaktı. Kaftan, son on yıldır yerinde yoktu. Akıbeti hakkında hiçbir bilgi verilmiyordu. Bu konuda beş yıldır televizyon programlarında yaptığım yayınlara en küçük bir açıklama dahi gelmemişti.
Bu arada Mayıs 2013 yılında Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan da Yavuz Sultan Selim ile ilgili dev bir adım attı. Devlet, İstanbul Boğazı üzerindeki mevcut iki köprüyü taçlandıracak üçüncü ve muhteşem bir köprü daha inşa edecekti. Tayyip Bey bu müjdeyi verirken hiç beklemeden köprünün adını da koymuştu. Yavuz Sultan Selim Köprüsü. Neden bu kadar acele etmişti? Şimdi daha iyi anlaşılmaktadır sanırım.
Nitekim Yavuz Sultan Selim ismine bir anda muhalefet başladı. Muhalefeti sadece Yavuz Sultan Selim’e ideolojik olarak hasım olan çevreler yürütmüyordu. Fetö’ye sempati ile yaklaşan nice isimler (Taha Akyol, Mümtazer Türköne ve Emre Uslu gibi) de katılıyordu. Buna rağmen Tayyip Bey kararından dönmedi.
Tayyip Bey köprünün 2016 yılında bitirilmesini de istedi. O sadece, Selim Han’ın halifeliği aldığı 500. yıla bir büyük eseri kazandırmak mı istiyordu?
Evet bir taraftan Sayın Erdoğan-Fetö savaşı son hızıyla devam ediyor bir taraftan da bütün engellemelere rağmen Yavuz Sultan Selim Köprüsü. Bu arada kaftan ise hala ortada yoktu. Selim Han’ın halifeliği almasının 500. yılına kıyasıya bir mücadele vardı sanki.
Nihayet 15 Temmuz 2016 gecesi Cumhuriyet tarihinin en karanlık kalkışması yaşandı. Millet en değerli zaferini kazandı. Bu zafer, Türk milletinin ve İslam ümmetinin yok edilmesi için planlanan kırk yıllık projeyi tarihe gömüyordu.
Şimdi bir kez daha Selim Han’a ve kaftanına dönelim.
Şayet işgal projesi başarılı olsa Fetö lideri, 24 Ağustos 2016’da Pensilvanya’dan Türkiye’ye giriş yapacak ve yanına Yavuz Sultan Selim’in kaftanını alarak Papa’nın temsilcisi sıfatıyla halifeliğini ilan edecekti. Böylece 500 yıllık intikam tamamlanmış olacaktı.
Peki 24 Ağustos’ta ne oldu? Asrın lideri Recep Tayyip Erdoğan o gün Selim Han’ın huzurunda dua ediyordu. Selim Han’ın kaftanı ise on sene sonra yerine iade edilmişti.
Tayyip Bey huzurunda durduğu ve gözyaşları ile yerleri ıslattığı Selim Han’ın türbesinden çıktıktan iki gün sonra da o büyük Hakan'ın ismini verdiği muazzam köprüyü hizmete açacaktı.
İşte, Yahya Kemal Beyatlı’nın
Emr-i bülentsin ey ezan-ı Muhammedi
Kafi değil sadana cihan-ı Muhammedi
Sultan Selim-i evveli ram etmeyüp ecel
Fethetmeliydi alemi şan-ı Muhammedi
Diyerek övdüğü cihangir padişah Yavuz Sultan Selim Han’ın ruhu, bu ihanet şebekesine en büyük manevi darbeyi indirmiş ve zaferi kendisinin yanında olan, asrın lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın şahsında İslam alemine kazandırmış oluyordu.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
.Aziz Mahmud Hüdayî ve Kayserili Halil Paşa
Sekiz padişah dönemini idrak eden Aziz Mahmud Hüdayî hazretleri, kendisine intisab eden Kayserili Ahmed Paşa’ya, devlet hizmetinde daima rehber oldu, kıymetli nasihatlarda bulundu. Halil Paşa, sadrıâzamlık görevinden emekliye ayrılınca, şeyhinin dergâhına yerleşecek, ölünce o civarda yaptırdığı türbeye defnolunacaktır.
Günümüzde “tasavvuf ehli” denildiği zaman, genellikle dünya ile ilişkisini kesmiş kişiler hatıra gelmektedir. Acaba gerçek böyle midir? Tasavvuf adamlarının dünya görüşleri, siyasî ve idarî konularda düşünceleri yok muydu? Bir köşeye çekilip sadece zikirle ve ibâdetle mi meşgul oluyorlardı?
Bu soruların cevabını, bir devre damgasını vurmuş büyük tasavvuf âlimi Aziz Mahmud Hüdayî ile devrinde veziriâzamlığa kadar yükselmiş Kayserili Halil Paşa arasındaki münasebetlerde arayacağız. Ancak, öncelikle tasavvuf tarihi hakkında kısa bir bilgi vermek faydalı olacaktır.
Huzurun mimarları
Hicrî beşinci asırdan itibaren sistemli bir hale gelen tarikatların, gerek fert, gerek toplum hayatında büyük tesirleri görülmüştür. Tasavvuf büyükleri, çobandan devlet reisine kadar herkese hitap edip, sözleri ve sohbetleri ile gönülleri fethetmişlerdir. Böylece fertlerin basit menfaat kaygılarından kurtulmalarına, oldukları gibi görünen göründükleri gibi olan yüksek karakterli insanlar haline gelmelerine yardımcı olmuşlardır. Dünya sevgisi ile katılaşan kalbler, onların tesirli sözleri ile yumuşamış, kenetlenmiş, toplumlar birlik ve beraberliğe kavuşmuştur.
Tarikat mensubu zatlar dinî, ilmî, sosyal ve kültürel faaliyetlerinin yanısıra cihad hizmetiyle; İslâmiyet’in yayılması için yaptıkları çalışmalarla dikkati çekmektedirler. Nitekim Kazeruniye tarîkatinin kurucusu Ebu İshak Kazerunî (öl. 1034) Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyeti yaymak için askerî birlikler kurdurmuştu. Kazeruniye dervişleri, gazaya gidecek ordulardan önce bölgeye girip, fethe zemin hazırlayacak faaliyetlerde bulunurlardı. Ordu ile beraber gittiklerinde ise, yaptıkları konuşmalarla askerin moralini ve maneviyatını yükseltirlerdi. Fetihten sonra da o beldenin gayrimüslim halkını İslâmiyet’e ısındırmaya çalışırlardı.
Selçuklular’da
Bunun içindir ki İslâm devletlerinde halîfeler ve hükümdarlar, âlimlere ve evliyaya daima kıymet vermişlerdir. Nitekim Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucularından Çağrı ve Tuğrul beyler, o sırada yaşayan Ebu Said Ebü’l-Hayr hazretlerinin nasihatini ve dualarını almayı ganimet bilirlerdi. Bir defasında Ebu Said, Çağrı Bey‘e şunları yazmıştı:
“Allahü teâlâ, muzaffer padişah Çağrı Bey’i himayesinde bulundursun, nefsine ve mahluklara bırakmasın. Hep razı olduğu beğendiği şeyleri nasip eylesin. Sonu pişmanlık olan şeylerden muhafaza buyursun.”
İşte bu nasihatleri dolayısıyla toplumun manevî terbiyecileri olan tasavvuf büyükleri, Selçuklu sultanları tarafından hüsn ü kabul görmüşlerdir. Necmeddin Bağdadî (öl. 1210), Sultan İzzeddin Selçukî’den, Şihabüddin Sühreverdi ve Sultan Veled‘de I. Alaeddin Keykubad’dan bu mânâda izzet ve ikramlara kavuşmuşlardır.
Selçukluların son zamanlarında, Moğol istilası ile devlet otoritesinin kalmadığı, toplum hayatının karışık olduğu günlerde, tarikat ve tasavvuf ehlinin nasihatleri; huzurunu kaybetmiş insanlara bir teselli ve sükûn kaynağı oldu. Tekkeler ve zaviyeler, huzur evleriydi. Bunun yanısıra devlet otoritesinin temininde de, onların büyük gayret ve hizmetleri görüldü. Diğer taraftan bir kısım dervişler de Moğollar arasına girip, onları İslâm’a ısındırma, yahut hiç olmazsa zulümlerini en aza indirebilmenin mücadelesini veriyorlardı.
Osmanlılar’da
Bilâhare, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük payı olan tarikat ve tasavvuf ehli, yükseliş dönemlerinde de memleketin her tarafında hizmet verdiler. Öyle ki, imparatorluğun kuruluşundan sonuna kadar, Osmanlı padişahlarının hemen hepsi âlimler, şairler ve sanat sahibi kimselerin yanı sıra, devrin meşhur mutasavvıflarına büyük değer vermiş, onlara hizmet ve hürmette kusur etmemeye çalışmışlardır. Osman Gazi’nin Şeyh Edebali ile yakın münasebeti ve ona damat olması, Orhan Gazi’nin Geyikli Baba’nın duasını alabilmek için peşinde koşması, Yıldırım Bayezid’in Emir Sultan’a hürmeti ve onu kendine damat edinmesi, Fatih Sultan Mehmed’in Akşemseddin’e olan sarsılmaz bağlılığı II. Bayezid‘in Şeyh Ebü’l-Vefa‘ya, Yavuz Sultan Selim‘in Halîmî Çelebiye, Kanunî‘nin Merkez Efendi‘ye bağlılıkları hep bu hususu isbat eden tarihi delillerdir.
Bir tasavvuf büyüğü
Aziz Mahmud Hüdayî de yaklaşık bir asra damgasını vurmuş tasavvuf büyüklerinden biridir. 1541-1628 yılları arasında yaşayan Hüdayî Efendi, Kanunî Sultan Süleyman‘dan başlayarak II. Selim, III. Murad, III. Mehmet, I. Ahmet, I. Mustafa, II. Osman ve IV. Murad devirlerini idrak etmiş, vaaz ve nasihatleri, sohbetleri, hükümdarlar ve devlet adamlarıyla münasebetleri ve eserleriyle, her kesimden insanın gönlünde taht kurmuştur. Osmanlı padişahlarının yanısıra Ferhad Paşa, Kayserili Halil Paşa, Sarı Abdullah Efendi, Hocazâde M. Esad Efendi, Okçuzâde Mehmed Şâhî Efendi gibi devlet adamlarına da nasihatlarda bulunmuş, onların icraat ve politikalarına yön vermiştir.
Kayserili Halil Paşa ‘nın hayatının anlatıldığı “Gazâ-nâme” isimli eser, Aziz Mahmud Hüdayî ile bir Osmanlı paşası arasındaki münasebeti göstermesi yanında, tasavvuf büyüklerinin dinin yayılması konusundaki gayretlerini aksettiren müşahhas örneklerle doludur.
Öncelikle Halil Paşa‘nın Aziz Mahmud Hüdayî’ye intisabı, eserde şu cümlelerle anlatılmaktadır: “Paşâ-yı pîr ü perver hazretlerinin kadîmden irâdet ve inâbet getürdükleri şeyhi ve senedi seferde ve hazerde himmet-i aliyyesinden istimdâd ettiği şefi’-i mutemedi olup makbûl-ı dergâh-ı rabb-i vedûd kutb-ı dâire-i vücûd, şems-i semâ-i irfan ve şühûd, sirâc-ı hangâh-ı terk ü tecrîd, emin-i bârigâh-ı ilm ü tevhîd olan Şeyh Mahmud Üsküdari Hazretleri…”.
“Gazâ-nâme “de Aziz Mahmud Hüdayî‘nin kendisine gönülden bağlı bulunan Halil Paşa ile müşaverelerinin anlatıldığı bölümler, bir tasavvuf büyüğünün devlet işleri ile yakından ilgi ve irtibatını gösteren çarpıcı misallerle doludur.
Celâlîlere karşı
XIII. asrın başlarında Anadolu, on binlerce kişinin ölmesine, binlerce hanenin sönmesine ve halkın perişan olmasına yolaçan Celâli fetretinin dehşetini yaşıyordu. Aziz Mahmud Hüdayî, o sırada Yeniçeri Ağası rütbesiyle seferde bulunan müridini şu sözlerle teşyî etmektedir:
“Canboladzâde-i bed-nihâd nimet-i celîle-i pâdişâhı ile pervereş bulmuşken, veli ni’metine âsi ve âk (isyankâr) ve dâhil-i zümre-i şikâk ve nifak olmağın min cânibullah dest-i kuvvet ve iktidarı beste ve bazu-yı takat ve i’tibârı şikeste olmuştur. Bilâ tereddüd üzerine varmanız ümmet-i Muhammed’e nâfi ve bunun hakkından gelinmek ırk-ı cümle-i ehl-i fesadı kâtı’ olmak biiznillah melhuzdur.”
Hüdayî Efendi ‘nin bu mektubu Halil Ağa‘ya ulaştığında, serdar Kuyucu Murad Paşa celâlîlere karşı yapılacak cengi tehir etmişti. Ancak mektubu okuyan Halil Ağa, emrindeki yeniçeri alaylarının nizamını bozdurmayıp eşkıya güruhu ile çarpışmaya girişti ve onları darmadağın etti.Osmanlı kuvvetleri Haleb kalesini zaptettiği sırada ise, Halil Ağa‘ya Hüdâyî hazretlerinin şu mektubu ulaştı:
“Ba’de’t-teslîm ve’t-tevkîr inhâ-i dâi-i fakir budur ki mizâc-ı şerifiniz nicedir? Hoş muşuz? Eyüler misiz? Elhamdülillah… Haleb gibi hısn-ı hasın biinâyeti’l-kâdiri’l-muîn suhulet ile feth olup asker-i İslâm selâmet ile dahil olmuşlar. Bu ni’met-i celîleye şükren daima Rızâullah tahsilinde ikdam ve ihtimamda ve her halde Cenâb-ı Rabbi izzete ittikal ve i’tisamda olasız…”
Kaptan-ı derya iken
Halil Ağa, celalî isyanlarında gösterdiği başarılı hizmetleri üzerine, 1609 tarihinde kaptan-ı deryalığa tayin edildi. Bundan sonra fasılalarla tam dört defa getirildiği kaptan-ı deryalık görevinde başarılı hizmetlerde bulundu. Maltalı korsanların faaliyetlerini önlediği gibi, Malta adasını da vurarak zengin ganimetler ele geçirdi. Hüdayî hazretleri, bu seferden büyük memnuniyet duyarak kendisini şu mektubuyla tebrik etti:
Gazâ ve cihâdınız mübarek ve meymûn ve sa’i cemdiniz Rızâullah’a makrûn olup, hemîşe Hazret-i Mevlâ muininiz ve nusret-i Hak refik ve karininiz ola. Elhamdülillah sübhanehü Malta canibine sefer ve anda biinâyetillahi tealâ nice feth ve eser zuhuruna zafer müyesser olmuş. Ümiddir ki Hazret-i Melik-i Kadir kemâl-i kereminden cümlenize muin ve nasır ola.
Beyt:
Gazâ emrinde bezl-i ictihâd it
Cihan darında kesb-i nîk nâm it
Halil Paşa sadrıâzam
Halil Paşa, seferlerden dönüşünde Aziz Mahmud Hüdayî‘nin Üsküdar’daki dergâhına giderek onun sohbetlerinden istifade eder, dualarını almayı en büyük nimet bilirdi. 1617 yılında Şah Abbas‘ın fesadını ortadan kaldırmak için veziriâzamlıkla İran serdarlığına tayin edildi. Paşa, sayısız askeri ile Üsküdar’a geçip, eskiden beri serdar çadırı yeri olan menzilde otağını kurdurmuştu. Cümle vüzerâ, ulemâ, meşâyıh ve ağalar orduyu uğurlamak üzere toplandıklarında, Aziz Mahmud Hüdayî Efendi de gelerek Allahü teâlâ yolunda cihad etmenin faziletinden bahisle, Cenab-ı Hak’dan İslâm askerini muzaffer kılması, din düşmanlarmı ise kahretmesi yolunda niyazda bulundu. Beyt:
Andan ider ehl-i Hûda kesb üfeyz
Himmeti deryasına yok hadd ü gayz
Hüdayî Efendi, daha sonra hırkasını Halil Paşa‘ya giydirmiş ve kendisine pek çok hayır duada bulunmuştur. Görüldüğü gibi, padişahtan sonra Osmanlı Devleti’nin en yüksek icra mevkiinde bulunan zât ile din ilimlerinde yüksek bir âlim arasında tam bir teslimiyet içerisinde mürşid-mürid ilişkisi göze çarpmaktadır.
Şeyhinin yanında
İki defa sadaret mevkiine gelen Halil Paşa, 1628 yılında tekaüde ayrıldıktan sonra şeyhinin dergâhında münzevî bir hayat yaşarken, 1629 yılında vefat etti. Hüdayî Efendi türbesinin hemen yakınına yaptırdığı türbesine defnolundu.
Aziz Mahmud Hüdayî ‘nin şu şiiri şimdi yan yana iki türbede yatmakta olan Şeyh ve müridinin halini ne güzel tavsif etmektedir.
Ezelden aşk ile biz yâne geldik
Hakikat sem’ine pervane geldik
Tenezzül eyleyip vahdet ilinden
Bu kesret âlemin seyrâna geldik
Göçüp ferman ile bunca avalim
Gezerken âlem-i inşâna geldik
Fena bulduk vücûd-ı Fânî mutlak
Bıraktık katrayı ummana geldik
Nemiz ola Huda’ya sana layık
Heman bir lûtfile ihsana geldik
Umarız irevüz baki cihâna
Civâr-ı Hazret-i Rahman’a geldik
Geçüb âhir bu kesret âleminden
Hüdayî halvet-i Sultan’a geldik.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
.
Sokoloviç köyünün çoban Bayos'suydu
Bir devrin adı: Sokollu
Osmanlı Devleti'nin padişahtan sonra en kudretli adamı olan Sokollu Mehmed Paşa Türklüğe ve Müslümanlığa düşman mıydı, değil miydi? İdarede ve siyasette cüce miydi, yüce miydi? Devletine hainlik mi etti, hizmetkârlık mı yaptı? Hakkında söylenenler ve tarihi gerçekler.
On beş yıl Osmanlı devletinin padişahdan sonra en kudretli adamıydı. Kanuni'nin son iki yılın da geldiği sadaret makamında II. Selim döneminde fevkalade yetkilerle kuvvetlendirilmiş nüfuzu günbegün artmıştı. III. Murad Han döneminde aleyhinde büyük bir lobi oluşmuş bulunuyordu. Son iki yılı son derece üzüntülü ve korkulu geçirmişti. Buna rağmen devlet işlerine en küçük bir fasıla vermeden ciddiyet ve dirayetle takip ediyordu.
Her gece âdeti olduğu üzere abdestini yeniler, teheccüd namazını kıldıktan sonra hazinedar Hadım Hasan Ağaya bir miktar kitap okuturdu. O gece Hasan Ağa'ya, "Sultan Murad'ın Kosova'da şehid edilişini anlatan yeri oku" buyurdular.
Hasan Ağa takip ettikleri Osmanlı tarihi eserinden Murad Han'ın zaferini ve sonunda şükür için meydan yerini gezerken bir Sırplının din yolunda savaşanlar sultanını habersizce hançerleyerek şehid ettiğini tasvir eden satırları okurken, Sokollu'nun gözleri yaş içinde kalmıştı.
Ellerini kaldırdı. "Yarabbi bana da böyle bir devlet nasip eyle" diyerek dua etti. Murad-ı Hüdavendigar'ın ruhuna fatiha okuduktan sonra Hasan Ağayı yanından yolladı.
Sadrazam ertesi gün yine sabahın erken saatlerinden itibaren çalışmaya başlamıştı.
Divan-ı Hümayun'da yapılan toplantıya başkanlık ettikten sonra ikindi vaktinde Kabasakal tarafındaki kendi sarayında bir toplantı daha tertip etti. Hükümet erkanıyla beraber yarım kalan işleri görüşüyor, isteklere cevaplar veriyordu.
Her zaman sadrazamdan para istemeye alışmış olan Bosnalı meczup kişi muhafızlardan çok rahat sıyrıldı. Divandan çıkmak üzere olan sadrazamın yanına kadar yaklaştı. Günün yorgunluğu içindeki ihtiyar sadrazam, pek çok defa olduğu gibi ihtiyaçlarını bildiren meczuba para vermek için kesesini çıkarttı. Ancak dikkati bir kez daha sadaka vermeye yönelmişken meczubun entarisinin altından çıkardığı hançer kalbini doğradı. Sadrazam, katiline doğru ancak bir adım atabildi. Fışkıran kanlar onu boğdu ve yere kapaklandı. Derhal dairesine kaldırdılar ve yarasının sarılması için cerrah getirdiler. Ayasofya'da akşam ezanı okunurken yaşlı sadrazam ruhunu teslim etti. (12 Ekim 1579)
Aynı Murad-ı Hüdavendigar gibi o da bir gece önce duasını yapmış, ertesi akşama şehadet şerbetini içmişti (1).
Hücum okları
Sokollu Mehmed Paşanın muarızları birkaç yıl içinde devleti böyle dirayetli bir elden yoksun bıraktıklarını anladılar. Fakat ne hikmetse ona karşı saldırılar bitmedi. Özellikle son yüzyılda ortaya çıkan aşırı fikirler sebebiyle bir kez daha hedef adam haline geldi.
Bu sefer hançerle değil, kalemle şişlenme yoluna gidildi. Yeni nesiller şimdi onun adını işittiklerinde sanki Türklüğün ve İslamlığın düşmanı gibi telâkki eder oldular. Gerçekte, bunları hak etmiş miydi? Öncelikle hakkında yazılanları gözden geçirelim.
Sokollu Mehmet Paşa tarihimizdeki devleştirilmiş cücelerden biridir. Bu cüceye verilen Sokollu unvanı Sokoloviç'in tahrif edilmiş şekli olup Sokol, Bosna vilayetine bağlı bir kasabanın adı ve Mehmet Paşa'nın memleketidir (2).
Zeki, kurnaz ve pek haris olan Sokollu, silahtar iken başta ana babası olmak üzere kardeşlerini ve bütün akrabalarını İstanbul'a getirerek bunları muhtelif yerlere yerleştirmesini bilmiş ve İstanbul'a gelip ihtida ederek adlarını değiştiren bu hısım akraba grubundan bir Sokollu-zadeler(!) türeyivermişti (3).
Bu devşirme sürüsünün kısmı azamı Türklüğe ve Müslümanlığa pamuk ipliğiyle dahi bağlı değildir. Bütün emelleri ikbal ve paradır (4).
Sokollu başta olmak üzere bütün devşirmeler hayatlarının sonuna kadar çoğunluğu Hristiyan kalan aileleriyle gerek dini gerekse ırki bağlılıklarını muntazam olarak devam ettirmişlerdir.
Günümüzde hâlâ yüzleri kızarmadan Büyük Sokollu'yu, dahi devlet adamı, şöyle dindar böyle bilmem ne gibi cilt cilt kitap yazarlar (5).
Modern tarihçiler de umumi olarak Sokollu'yu göklere çıkarmayı adet haline getirmişler, bu konudaki klişe fikirleri birbirinden almışlar, fakat olayların akışı içinde Sokollu'nun durumunu incelemeye ve çözümlemeye lüzum görmemişlerdir. Çok garip bir davranışla devrin Türk Cihan devletinin eşsiz kudretinden doğan bütün başarılar Sokollu'ya mal edilmiş, başarısızlıklarsa devrin hükümdarlarına, bilhassa, II. Selim'e yüklenmiştir... Sokollu Kıbrıs'ın fethine şiddetle muhalifti... İnebahtı bozgununun birinci derecede sorumlusu Sokollu'dur. Don-Volga kanalı gibi devletin geleceğiyle ilgili son derece önemli bir teşebbüsü Sokollu, maliyecilikten yetişmiş üçüncü sınıf bir devlet adamına vermiştir. Bütün bunlar Sokollu'nun iddia edildiği gibi büyük bir diplomat ve deha sahibi devlet adamı olduğunu gösterecek deliller değildir (6).
Bu ifadeleri okuyanlar tam anlamıyla Sokollu düşmanı kesilmektedir. Aslında hedef kitle sadece Sokollu değil, devşirme devlet adamlarının tümüdür. Zira yazılarda her vesile ile Sokollu'nun devşirme oluşuna dikkat çekilmekte ve diğer devşirme olanların da aynı niyette oldukları ısrarla vurgulanmaktadır. Yine yazılarda dikkati çeken en önemli husus, Sokollu ve diğerlerinin hiç bir faydalı hizmetlerinin olmadığıdır. Düşmanlıklarını ise bilerek ve bir tertip içerisinde sundukları görülmektedir. Dolayısıyla bu ifadeleri okuyan insanlarda tam anlamıyla bir devşirme devlet adamlığı düşmanlığı yer ermektedir.
Meşhur Sokollu-zadeler!
Oysa gerçek böyle değildir. Şimdi bu iddiaları ele alırken Sokollu'yu tanımaya çalışalım.
İşte ilk iddia! Sokollu daha silahtar iken ailesini İstanbul'a getirtmiş, önemli görevlere tayin etmiş, Sokollu ailesinden nice kişiler devlet hizmetlerine geçmişler, bunlar Türklüğe ve Müslümanlığa pamuk ipliğiyle dahi bağlı değiller imiş...
Şimdi bu satırları okurken sanırsınız ki Sokolllar, devletin temeline dinamit koymuşlar, koskoca Osmanlı İmparatorluğu'nu bir hamlede parçalamışlardır. Kimdir bu adımlar derseniz, ortada Sokollu Mehmed Paşa'dan başka ikinci bir isim yoktur. Şimdi biz bu devlet düşmanlarını (!) tek tek sıralayalım.
Lala Mustafa Paşa: Bosna eyaletinin Sokoloviç köyünde doğdu. Sokollu Mehmed Paşa'nın akrabasıdır. Yavuz Sultan Selim zamanında Enderun'a alındı. Burada yüksek tahsil ve terbiyesini tamamladıktan sonra altı yıl Enderun'un yüksek memurluklarında bulundu. 1555 yılında Safed sancak beyliğine tayin olundu. Büyük bir kumandan ve iyi bir devlet adamıydı. İlk büyük başarısını Kıbrıs serdarlığında gösterdiğinden Kıbrıs Fatihi diye tanındı. İran serdarlığında da büyük muvaffakiyetler sağladı. Peçevi İbrahim Efendi İranlılar ondan yedikleri dayağı hiç bir serdardan yemediler diyererek başarılarını övmektedir (7).
Ferhat Bey: Sokollu'nun dayısının oğludur. Sadrazamın sağlığında ulufecibaşı idi. 1566'da tayin edildiği Klis valiliği sırasında Venediklilere karşı savaştı. Novigrad, Split, Zadar ve Sibenik dolaylarına amansız akınlarda bulundu. Bu başarılı seferlerle sivrilen Ferhat Bey; Venediklilerden Zemunik, Brodin, Bijela, Stijena ve Ozren'i aldı. Bosna'ya girmeye çalışan bir Hırvat birliğini bozguna uğrattı. Bu birliğin komutanı Filipoviç'i esir ederek İstanbul'a gönderdi. Bosna valisi Mehmed Bey'in Lala sıfatıyla merkeze çağırılması üzerine buraya vali oldu. Ferhat Bey Hırvatistan ve Slovenya topraklarına akınlarını hiç durmadan devam ettirdi. Başarıları nedeniyle 1588'de Budin valisi oldu. Ancak aynı yıl bir kölesi tarafından şehit edildi. Ferhat Bey, gaza hareketlerinin yanı sıra idare ettiği mıntıkalarda imar ve inşa faaliyetlerinden de geri kalmamıştı. Banya Luka'da büyük kaleyi yaptırdı. Seferlerde kazandığı ganimetlerle Ferhadiye Camii ile bunun yanında bir mektep ve medrese, bir hamam, yüz dükkan bulunan bir kapalı çarşı, imaret ve Vrbas nehri üzerine sağlam bir köprü inşa ettirmiştir (8).
Kara Ali Bey: Ferhat Bey'in kardeşidir. 1573'de abisinin Banya Luka'ya atanması üzerine Klis beyi oldu. Daha sonra İstoni Belgrad'a atandı ve uzun yıllar burada valilik yaptı. Macaristan ve Estergon'da nice çarpışmalara katıldı. Çok cesur, değerli ve âlim bir kimse idi. 1595'de kuşatıldığı Estergon'da düşmana karşı savaşırken tüfek mermisi ile vurularak şehid düştü (9).
Ferhad'ın Derviş adında bir kardeşi daha vardı. Gürcistan'ın fethi sırasında hayatını kaybetti (10).
Kurt Bey: Sokollu'nun oğludur. İlk defa Sigetvar savaşı öncesinde sivrildi. Sadrazam onu Dubrovnik'le sınırı dolayısıyla çalkantılı olan Hersek'e gönderdi. Kurt Bey Hersek'te düzeni sağlamayı başardı. Yağmaları ve haydutlukları önledi. Halkın bölgeyi terk etmesinin önüne geçti. İktisadi durumu düzeltti. Kurt Bey, 1571 yılında vefat etti. Hastalık sebebiyle öldüğü rivayet edilmektedir (11).
Vezir Mustafa Paşa: Sokollu'nun amcası oğludur. Bosna sancak beyi iken
Krupa kalesi ile çevresindeki palankadan fethetti. Kanuni Sultan Süleyman
Sigetvar seferine giderken onu Arslan Paşa yerine Budin valiliğine tayin etti. II. Selim Han zamanında vezir oldu. On üç yıl Budin beylerbeyisi olarak kaldı. Çevredeki pek çok kale ve palankayı devletine kattı (12). Gazâlardaki başarıları sebebiyle Kara Şahin lakabıyla ün yaptı (13). Sarp bir kayalık üzerindeki Fülek kalesini destanlara konu olacak şekilde fethetti. Yiğitlik ve cesarette, ikram ve cömertlikte pek ileri idi (14). Budin eyaletinin ondan önce ya da ondan sonra bu kadar sevilen bir valisi olmamıştı. Sokollu'nun muarızlarının faaliyetleri sonucu Budin kalesine yıldırım düşmesi gibi garip bir sebeple idam edildi (15). Başta Budin olmak üzere Belgrad, Sigetvar, Estergon ve Sezekvar'da çok sayıda dini ve kültürel eserler inşa ettirmişti. Bölgenin dul kadın, öksüz ve yetimleri onun ölümüyle bir kez daha hamisiz kaldılar denilmektedir (16).
Hasan Paşa: Sokollu Mehmet Paşa'nın oğludur. Babasının sağlığında ve ondan sonra Rumeli ve Anadolu'nun bir çok eyaletinde valilik yaptı. Son olarak Bağdat'a tayin edildi. Şatafat ve debdebeyi severdi. Özellikle Cuma namazlarına çıkışı, padişahlar gibi gösterişli olurmuş. Sokollu, bu durumun padişahın gazabını çekebileceği endişesiyle hakkında şikayetler var diyerek görevinden alınmasını arzeder. Ancak padişah onu azletmez. Fakat gereksiz gösterişlerden vazgeçmesini ister. Bu durum padişahın onun tavırları hakkında evvelce bilgi sahibi olduğunu gösterir.
Hasan Paşa gayet yakışıklı, gösterişli ve yiğit bir kimse idi. Düşman karşısında gözü pek bir komutan olup en zorlu görevlere severek atılırdı. 1601'de Anadolu'daki Celaliler üzerine serdar tayin olundu. Karayazıcının yirmi bin kişilik bir kuvvetini Elbistan civarında sabahtan ikindi zamanına kadar yaptığı muharebede mağlup etti. Ancak Tokat kalesinde iken Celali Deli Hasan kuvvetleri tarafından abluka altına alındı. Yapılan müsademe sırasında vurularak şehid düştü (17).
Lala Mehmet Paşa: Sokoloviç ailesindendir. Sokollu Mehmet Paşa'nın amca oğlu olduğu rivayet olunmaktadır. Enderunda yetişmiş, şehzade lalalıklarında bulunması sebebiyle "lala" lakabıyla şöhret bulmuştur. 1591'de Yeniçeri Ağası oldu. 1595'de Vezir-i Azam Sinan Paşa ile Macaristan seferine katılarak çok gayret ve kahramanlık gösterdi. Sefer dönüşü önce Karaman, sonra Anadolu beylerbeyliğine getirildi. Eğri seferindeki hizmeti dolayısıyla Rumeli beylerbeyiliğine tayin olundu. Uzun seneler Avusturya serhaddinde kalarak gazalar yaptı. 1604'te Yavuz Ali Paşa'nın ölümü üzerine vezir-i azam oldu. Aynı yıl Avusturya seferine çıkarak Vaç, Peşte ve Hatvan kalelerini zaptetti. Ertesi yıl harekata devamla Vişegrad, Vesprem ve daha pek çok kaleyi aldıktan sonra elden çıkan Estergon'u otuz günlük bir muhasaradan sonra fethetti. Estergon fatihi unvanını kazandı.
Lala Mehmed Paşa 1606 yılının Haziran ayında Celali asileri üzerine İran seferine serdar tayin edildiği sırada Üsküdar'da felç geçirerek vefat etti. XVII. asırda gelen Osmanlı vezir-i azamlarının değerlilerinden mücahid, gayur, tedbirli bir vezirdi. Hudut tecrübesi fazla olduğundan seferlerdeki icraatlarıyla devlete büyük hizmetlerde bulundu. Askerler kendisini pek çok severdi (18).
İşte Sokollu ailesinden devlet adanıları, işte hizmetleri ve işte vatan uğruna çarpışmaları ve şehadetleri. Bu mudur ihanet? Bu mudur pamuk ipliği ile vatana bağlılık? Bu vatana büyük bir iman ve aşkla, canı ile kanı ile hizmet edenleri böylesine aşağılamak, karalamak hangi maksada hizmettir?
Ayrıca Sokollu'nun aleyhindeki bu isnatlar dikkatle değerlendirildiğinde şu sorular da hatıra gelmektedir. Osmanlı Devleti devşirilen çocukların kendisine ve ailesine ait bütün bilgileri defter ettirdiğine göre onlarla irtibatını devam ettirmesi bir suç mudur? Onların İslamiyeti kabul etmesini istemesi hata mıdır, ihanet midir? Yoksa Osmanlı devletinin kuruluş gayesine uygun ve dinimizin emrettiği güzel bir davranış mıdır?
Nitekim o kendisinin eriştiği saadete, ailesinin de kavuşmasını arzulamış, onlara dini telkinde bulunmuştur. Bu sayede babası ihtiyar Dimitri, İslamiyeti kabul ederek Cemaleddin Sinan adını almış ve uzun yıllar oğlunun Bosna'daki vakıflarının yöneticiliğini yapmıştır. Yine İstanbul'a gelerek oğlunun saraydaki itibarını, muazzam konumunu ve büyük gücünü gören annesi son derece şaşırmış, gözyaşları içerisinde Müslüman olmuştur.
Neden sefere çıkmadı?
Sokollu'nun sefere çıkmaması meselesine gelince:
Bu iddialarda bulunanlara son Sigetvar seferinden sonra geçen on senede, Sokollu'nun sefere çıkmasını gerektirecek hangi kara harekatı gerçekleşti diye sorarlar. Böyle bir harekat olur, Sokollu katılmaz, sonu felaketle neticelerdi ve Sokollu şiddetle tenkit edilebilirdi.
Bu noktada Sokollu'nun siyasi görüşlerini iyi bilmek gerekmektedir. Ona göre Osmanlı Devleti tabii hudutlarına erişmiştir. Boşuna bir maceraya atılmak doğru değildir. Bazı muvaffakiyetler elde edilse bile bu geçici olacaktır. Dolaysıyla Sokollu devamlı olarak savaştan uzak durmaya çalışmış ve işleri hep diplomasi yoluyla çözmüştür (19). Nitekim Sokollu'nun son döneminde muarızlarının etkisiyle girişilen İran seferi Sokollu'nun ne kadar haklı olduğunu gösterecektir.
Buna karşılık Sokollu Mehmed Paşa özellikle Osmanlı sınır boylarını son derece güçlü kılmaya gayret etmiş ve bu bölgelere genç, cesur, dirayetli, yükselmeye elverişli, itimat edilir devlet adamlarını tayin etmeye özen göstermiştir. Bu itibarla hudut olayları devamlı suretle Osmanlılar lehine gelişmiştir (20).
Kendisi ise siyasetteki ince görüşünü her zaman ustalıkla kullanmıştır. Lehistan kralı Sigismund Ogüst vefat edince Lehistan krallığına Rus veya Avusturya prenslerinden birisinin geçmesi beklenirken o bir dizi faaliyetleri ile önce Fransa faalinin kardeşi Hamiyi ve bunun çekilmesinden sonra da Osmanlılara tabi Erdel kralını getirtmeyi başarmıştır. Bu sayede Lehistan'ı Erdel, Moldavya ve Eflak ile aynı statüde vasat bir ülke haline getirmiştir (21).
İşte Sokollu'nun karşı olmakla suçlandığı Kıbrıs seferine bakışında da, aynı siyasi tavrı görüyoruz. Sokollu, Kıbrıs harekatının, Osmanlı devleti aleyhine bir haçlı seferi tertiplenmesine yol açabileceği endişesi ile uygun olmayacağı fikrini savunmuştu. Bu sadece tartışılan bir konuda sadrazamın şahsi yorumuydu. Ki Osmanlı devletinde asırlardır aynı gelenek devam etmiyor muydu. Her türlü devlet meseleleri divanda tartışılır ve karara varılırdı. Burada herkes hür düşüncesini söylerdi. Ancak bir karar alınınca onun gerçekleşmesi için de bütün güçler seferber olunurdu.
İnebahtı bozgunu
Neticede Yahudi Josef Nasi'nin teşviki, Piyale Paşa ile Lala Mustafa Paşa' nin lehte beyanı ve müftü Ebussuud Efendinin fetvası üzerine II. Selim Han Kıbrıs'ın fethine karar verdi (22). Kıbrıs uzun süren bir kuşatma ve mücadele sonucu fethedilirken Sokollu'nun korktuğu da başa geliyordu. Venedik, İspanya ve Papalık arasında mukaddes ittifak teşkil edildi. Ardından muazzam bir donanma vücûda getirildi. Toskana, Ceneviz, Savua, Malta, Ferrara ve Parma gibi küçük beylikler de ittifaka katılmıştı. Bu Haçlı donanması İnebahtı muharebesiyle Osmanlı donanmasını büyük ölçüde imha ettil (23). Geniş sahile sahip Osmanlı ülkesi son derece tehlikeli bir duruma düşmüş oluyordu. Avrupa'da bayram sevinci yaşanıyor, ertesi sene baharla birlikte Osmanlı kıyı ülkelerini ne şekilde tahrip veya fethedecekleri konuşuluyordu. Müttefikler yeni yeni ittifak çalışmaları yapıyorlar, güçlerini arttırmak üzere çalışıyorlardı (24).
Bu arada savaşa rağmen İstanbul'da ikametini sürdüren Venedik elçisi Barbaro, Osmanlı donanmasının mahvedilmesinden sonra Sokollu'nun tavrını merak ediyordu. Acaba Osmanlıları istedikleri şekilde bir sulha zorlayabilecekler miydi?
Çok geçmeden Sokollu'yla bir mülakat fırsatı bulduğunda Osmanlı sadrazamının son derece rahat olduğunu gördü, hatta tepeden bakan alaycı tavrın altında ezildiğini hissetti.
Sadrazamın şu sözleri ise hem tarihe geçiyor, hem de gelecekle ilgili niyetlerini açıkça sergiliyordu.
"İnebahtı muharebesinden sonra cesaretimizin sönmediğini görüyorsun. Sizin zayiatınızla bizimki arasında fark vardır. Biz sizden bir krallık yer (Kıbrıs adası) alarak kolunuzu kestik; siz ise donanmamızı mağlup etmekle sakalımızı tıraş etmiş oldunuz. Kesilen kol yerine gelmez. Lakin tıraş edilmiş sakal daha gür olarak çıkar (25).
Paşa, paşa!...
Sokollu'nun zor vaziyette barışa yanaşmaması, baharla birlikte Çanakkale boğazı ile sahillerin düşman taarruzuna açık kalacağını gösteriyordu. Yeni kaptan-ı derya Kılıç Ali Paşa bu sebeple çok telaş gösteriyordu. Sokollu Mehmed Paşa, baharla birlikte büyük bir donanmayı kendisinin emrine vereceğini vaad etmişti. Ancak ne kaptan paşa ve ne de sadrazamın yakınları bu projenin gerçekleşeceğine ihtimal veriyordu.
Hatta bir görüşme sırasında Kılıç Ali Paşa Sokollu'ya "Belki tekne hazırlanması mümkündür. Ancak iki yüz gemiye beş altı yüz lenger (gemi demiri), palamar ve ip ve her gemiye yelken vs. tedarikine imkan olmaz" deyince Sokollu Mehmet Paşa:
"Muhterem Paşa hazretleri! Sen bu devlet-i aliyyeyi henüz tanımamışsın. Allah aşkına şuna inan! Bu devlet öyle bir devlettir ki, isterse bütün donanmanın demirlerini gümüşten, halatlarını ibrişimden ve yelkenlerini atlastan yapmakta güçlük çekmez.
Hangi geminin gerekli alet ve yelkenini yetiştirmezsem dediğim biçimde benden al."
Bu sözler üzerine heyecanlanan Ali Paşa ayağa fırlayıp saygı ile sadrazamın elini öpmüş ve "Kesin olarak inandım ki bu donanmayı tamamlarsınız"demiştir (26).
Gerçekten de Osmanlı Devletinin muazzam işleyen teşkilatı (27) sayesinde beş buçuk ay içinde iki yüzden fazla kadırga ve baştarde bütün araç ve gereçleri, top, tüfek ve sair savaş silahları, kürekçisi ve savaşçısı hazırlanarak Kaptan Paşa'nın emrine verildi.
İki yüz elli parçalık muazzam donanma 1572 haziranında Kılıç Ali Paşanın kumandasında denize açıldı. Yeniden yapılanmış güçlü Türk donanmasını karşılarında gören Hıristiyanlar büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. Bunlar o budundur ki bir anda bu kadar gemi kaybı verdiler ve aradan altı ay geçmeden eskisi gibi, belki ondan da öte dört başı mamur bir donanma yerine koydular diyerek hayretlerini dile getirdiler (28).
Venedikliler çok geçmeden Osmanlılara yaklaşmak lüzumunu hissetti ve barış yaptı (Mart 1573). Müttefikler şimdi birbirlerini hainlikle suçlama yarışına girmişlerdi. Hatta yazar Voltaire bile sonradan, Bir bilmeyen İnebahtı savaşını Türklerin kazandığını sanır diye yazdı (29).
Burada Sokollu'ya yapılan en önemli tenkit, donanmayı denizden yetişmeyen Müezzinzâde Ali Paşa'ya teslim etmesidir. Oysa bu çığırı açan Sokollu değildir. Barbaros'un ölümü üzerine Kanuni, yine aynı şekilde önce Sokollu'yu, sonra da Sinan Paşayı kaptan-ı derya yapmıştır.
Müezzinzâde'nin savaş sırasında hataları olabilir. Nitekim aleyhte mütalaalara kıymet vermemesi hezimeti hazırlayan en önemli sebeptir. Buna karşılık onun devlet adamlığı dirayeti, cesareti ve güzel vasıfları herkesçe kabul edilmektedir. Ayrıca o, savaş sırasında bu göreve getirilmiş olmayıp üç yıldır kaptan paşalık hizmetini başarıyla yerine getiriyordu.
Bu arada Kıbrıs'ın fethini büyük bir arzuyla savunan Kiklad adaları dukası Yahudi Josef Nasi, adanın kralı olarak tayin edilmeyi bekliyordu. Valide Nurbanu Sultan da bu hususda onu destekliyordu.
Fakat Sokollu Mehmet Paşa ince bir siyasetle Kıbrıs'ı eyalet haline getirdi ve beylerbeyliğine Muzaffer Paşa'yı tayin etti.
Şimdi insanın aklına şu soru geliyor. Şayet Josef Nasi Kıbrıs kırallığına getirilmiş olsaydı Sokollu, bizim anlı şanlı tarihçilerimize (!) ne cevap verecekti? Ancak Sokollu Mehmet Paşa Josef Nasi'yi en büyük arzusundan, bizim devşirme düşmanlarını da bu fırsattan mahrum etti.
Büyük Proje
Sokollu'nun Don-Volga kanal projesini baltalama meselesi:
Beki de Sokollu'ya atfedilebilecek en gülünç isnatlardan biri budur. Zira projenin tasarlayıcısı ve uygulayıcısı bizzat Sokolludur. Rusların Ejderhan'ı alarak Kafkasya ve Orta Asya'ya yayılmaları hac döneminde bölge Müslümanlarını büyük sıkıntıya sokmuştu. Nitekim Harezm Hükümdarı Hacı Mehmet Han'dan gelen namede İranlıların Orta Asya hacılarına yol vermediklerinden şikayet edilerek, Ejderhan'ın zaptı ile hacıların ve tüccarların emniyetinin sağlanması isteniyordu.
Rusya, Hint Okyanusu, Orta Asya ve İran'daki gelişmeleri dikkatle takip eden Sokollu, 1569 yazı ortalarında, Astrahan'ın fethedilerek Don-Volga kanalı projesinin tatbikata geçirilmesi karalını verdi. Bu sayede Türk gemileri Akdeniz'den Hazar denizine kesintisiz ve güvenli bir şekilde ulaşabilecekti. Ayrıca bu proje ile gerçekleşecek kanal, batıda Lehistan, Erdel ve Moldavya ile doğuda Buhara, Semerkand ve Altay dağları arasındaki Türk gücünün bel kemiği haline gelecekti (30).
Sadrazam bu iş için defterdar Çerkez Kasım Bey'i görevlendirdi. Bu kişi arazinin yapısını, uzaklıklarını, iklim koşullarını, nehirlerin karakterini en ince ayrıntısına kadar öğrendi. Ardından Kefe sancakbeyliğine getirildi. Emrine çalışmaları yürütecek bir uzmanlar heyeti verildi. Tatar Hanı Muhammed Giray, Çerkez Beyleri, Moldavya voyvodası, Niğbolu, Silistre ve Köstendil beyleri kuvvetleriyle projenin muhafazasını sağlayacaklardı. Kaptan-ı Derya Müezzinzâde Ali Paşa top, cephane, yiyecek maddeleri yanında binlerce kazma kürek, külünk, çapa ve sair araç gereç ile yüklü donanmayla bölgeye hareket etti (31).
Sadrazam herşeyi inceden inceye hesaplamıştı. Ruslar'ın yakıp yıktığı Astrahan'da eski cami ve medreselerin kalıntıları duruyordu. Sokollu burayı tekrar ele geçirme aşkının bölge halkında zapdedilemez bir tutku olacağını sanıyor ve çok kolaylıkla gerçekleşeceğini ümit ediyordu (32).
Kırım Hanının ihaneti
Ne yazık ki bu kez yanılmıştı. Kırım Hanı Devlet Giray mevcut statüsünü kaybedeceği ve Osmanlı'nın bir parçası konumuna düşeceği gibi fasit bir düşünceyle projeyi baltaladı. Bir taraftan el altından Rusları Osmanlılar üzerine teşvik ederken diğer taraftan kışın şiddetinden ve çalışmanın dokuz ay sürmesinden bahisle amele ve askerler Arasında menfi propagandayla huzursuzluk çıkardı.
Kasım Paşa, Rus saldırılarına karşı gerekli tertibatı almakta gecikmedi. Kanalın üçte ikisi bitmiş bulunuyordu. Kışı Ejderhan'da geçirip baharla birlikte işi bitirmek tasavvurundaydı. Ancak Devlet Giray'ın ajanları askerleri istedikleri kıvama getirmişlerdi. Kışlamak fikri asker arasında isyanlara ve serkeşliğe yol açtı. Neticede Kasım Paşa kazı işini terkederek geri dönmek zorunda kaldı (33).
Böylece Sokollu'nun dünya hakimiyeti noktasında önemli roller üstlenecek bu projesi Kırım Hanı'nın ihaneti ve muarızlarının faaliyetleri ile yüzüstü kalmış bulunuyordu.
Muarızları dedik; zira onlar da merkezde padişahı bu teşebbüsün ve Sadrazamın aleyhine iyice doldurmuşlardı. Nitekim II. Selim Han bütün vezirlerinin önünde Sokollu'yu azarlayarak, "Bütünmasraflar ve kaybedilen malzemenin değeri senden tazmin olunmalıdır" demişti (34). Bu ifadeler de projenin gerçek sahibinin Sokollu Melımed Paşa olduğunu açıkça göstermektedir. Ne yazık ki ertesi sene ortaya çıkan Kıbrıs meselesi, Sokollu'nun bu teşebbüsü devam ettirmesine fırsat tanımamıştır.
Oysa başta Kırımlılar ve Çerkezler olmak üzere bölge halkı özel statü uğruna neyi kaybettiklerini anlayamamışlardı. Kırım, bugünlere kadar süren tarihteki talihsizliğini kendi eli ile hazırladı ve Türk tarihinin çehresini değiştirecek büyük ve önemli bir teşebbüs başarısızlığa uğradı.
Dünyaya yön veren adam
Osmanlı Devleti Kanuni döneminde Anadolu, Kafkasya, Kırım, Viyana'ya kadar Güneydoğu Avrupa, Kuzey Afrika ve Arap dünyasını kapsayan devasa bir imparatorluk haline geldi. Sokollu bu padişahın son bir buçuk yılı ile II. Selim Han dönemine ve III. Murad Han'ın saltanatının bir bölümüne, padişahlıktan sonra en yetkili sıfatıyla mührünü vurdu. II. Selim Han döneminde, belki pek az sadrazamın erişebileceği rahatlıkla fevkalade yetkilerle görev yaptı. Devlet işlerinde fevkalade dikkatli, tedbirli, ileri görüşlü, araştırıcı ciddi, tutarlı ve takipçi idi. Dünya siyasetine vakıftı. Dünyadaki gelişmeleri dikkatle takip eder, ona göre siyasetini belirlerdi. Hakimane tavırlı olup devlet işlerinde tavizsizdi. Bu sayede Kanuni devrinde erişilen kudreti hiç sarsmadan ve aksatmadan devam ettirdi.
Sokollu, sadaretinin son senelerinde muarızlarının tesiriyle padişahın kendisine cephe alışını, taraftarlarının azledilişini, hatta bir kısım yakınlarının şehid edilişini üzüntüyle gördü. Bütün bu olaylara karşı en küçük bir harekette bulunmamış, saltanat makamının icraatına en küçük bir tepki göstermemiştir. Bu asil davranışı ile Osmanlı sadrazamına uygun bir tarzla hareket ederken yapılan ithamların da ne kadar haksız olduğunu ifade etmektedir.
Osmanlı'nın hizmetkârı
Güzel konuşan, ikna kabiliyeti yüksek, nazik, son derece ahlaklı bir kimse idi. Bilhassa yabancı elçilere karşı maharetle konuşur, her birine layık olduğu muameleyi yapar, fakat her zaman padişahın azamet, kudret ve şevketini karşısındakine yansıtırdı. Bir defasında İran heyeti ile görüşürken elçinin, onun Kanuni'nin vefatı sırasında aldığı tedbirleri övmesi üzerine şöyle cevap vermiştir: "Hanedan-ı Âl-i Osman'ın saltanatı Cenâb-ı Hak tarafından ebedi olarak takdir kılınmıştır. Benim meziyetim ancak bu büyük hanedandan iki zatın hizmetine kader-i ilâhînin sevkiyle mazhar olmaktan ibârettir".
Halveti tarikatine mensuptu. Mühründe, "yalnız Cenab-ı Allah'a güveniyorum. Yarabbi kulun Mehmed'i peygamberimizin şefaatinden mahrum etme" sözleri kazılı idi.
Sokollu ilim ve edebiyat erbabını korur ve gözetirdi (35). O devrin en mühim eserlerinin kendisinin namına ithaf edilmesi, bunun açık bir göstergesidir.
Sokollu Mehmed Paşa onbeş yılicranın başında kaldı. Binlerce karar aldı. Bunların içinde eksiği yanlışı olanlar her zaman bulunabilir. Neticede o da insandır. Ancak devletine, vatanına ve Türk milletine ihanetle suçlanabilecek en ufak bir bilgi ve belge gösterilemez.
Evet o Bosna'da doğdu. Ancak tam bir Türk İslam terbiyesiyle yetişti. Osmanlı Devletinin hizmet basamaklarını birer birer tırmandı. Sonra bu muazzam devletin en kudretli adamı oldu. Yıllarca dünyayı avuçları içerisinde tuttu, Türk Osmanlı ve Müslümanlığı ile gurur duydu. Ona hizmet etmenin şerefi ve gururu ile ölümlerin en güzeline ulaşarak bu dünyadan ayrıldı.
Geniş vakıflar ve hayır tesisleri kurdu. Azapkapısı Camii ile Kadırga'da da kendi ismiyle anılan cami, medrese ve hayrat tesislerini yaptırmıştır. Lüleburgaz da cami ve medrese, Edirne'de hamamlar ve dükkanlar, Erdel Beçkerek'te cami, han, çeşme, darülkurra ve köprü, Vişegrad-Saraybosna arasında büyük bir kervansaray yaptırdı.
Hayır eserleri
Sokollu Mehmed Paşa uzun yıllar sahip olduğu muazzam konumun kendisine kazandırdığı eşsiz serveti istif etmedi. Oğullarına ve akrabalarına da bırakmadı. Asya'da Medine'ye, Avrupa'da Beçkerek'e kadar yaptırdığı her türlü hayır müesseselerini insanlığın hizmetine sundu.
Er odur ki dünyada koya bir eser
Esersiz kişinin yerinde yeller eser
Sözüne uygun olarak adını günümüze kadar vakıf hizmetleri ile de yaşattı.
Medine'de bir medrese, hamam ve çeşme yaptırdı. Uzaktaki iki kaynağın suyunu getirterek bunları şenlendirdi. Halep'te büyük bir han, akar sulu pek çok çeşme ve çeşitlii semtlerinde olmak dört mescid inşa ettirdi. İstanbul Azapkapı'da deniz kıyısında nefis güzellikte bir cami yaptırdı. Bunun yanında eşi İsmihan Sultan adına bir medrese, mektep ve otuz odalı bir tekke bina ettirdi. Kadırga'da kendi ismiyle anılan cami, medrese ve çeşitli hayrat eserlerinden müteşekkil bir külliye; Kasımpaşa'da tersaneye yakın yerde bir mektep ve kıyıda üç güzel şadırvan; Eyüp bahçelerinde çeşmeler ile Galata'da bir hamam İstanbul'daki diğer eserleridir.
Drina köprüsü
Sokollu'nun her biri hayranlık uyandıran eserleri bunlardan ibaret değildir. O, Lüleburgaz'da saray, cami ve medreseden ibaret muhteşem bir külliye, Edirne'de hamamlar ve dükkanlar; Edirne'ye bağlı Hafsa'da iki büyük han, bir mescid, su kanalı ve imaret; Belgrad'da kervansaray ve kapalı çarşı; Erdel Beçkerek'de cami, han, çeşme ve darülkurra ve Bosna'da bir imaretle asırlarca hizmet sunmaya devam etti. Mimar Sinan'a yaptırdığı 185 metre uzunluğundaki, 11 kemerli bir köprü ile Drina nehrini inci gibi süsledi. Ayrıca Trebinje'de yaptırdığı eserler ile de oğlu Kurt Bey'in adını yaşatmaya devam etti. Bu eserlerinin bakımı ve yaşamasını, Bulgaristan, Sırbistan, Bosna, Banat, Arnavutluk ve Selanik çevresinde çok sayıda vakıf kurarak sağladı.
Sokollu Mehmed Paşa ne yaptırdığı camilerinin çoğunda namaz kılabildi, ne şadırvanlarında abdest alabildi, ne imaretlerinde yemek yiyebildi ve ne de hanlarında, kervan saraylarında dinlenebildi. Ancak binlerce Müslümanın duasının ona geldiğinin ve ulaştığının şevkini, sevincini ve hazzını yaşadı.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Dipnotlar:
1. Peçevi İbrahim Efendi, Peçevi Tarihi l (haz. B. Sıtkı Baykal). Ankara 1981, s. 20
2. Mustafa Müftüoğlu. Yalan Söyleyen Tarih Utansın. İstanbul 1977, s. 41
3. Müftüoğlu. s. 42
4. Mehmet Doğan, Kuran Gölgesinde ve Tarih Önünde Türk Ankara 1980. s. 266
5. Doğan. s. 266
6. Yılmaz Öztuna. Türk Tarihinden Yapraklar. İstanbul 1992. s. 93-94; Müftüoğlu. s. 42-43
7. Peçevi Tarihi. I. s. 310. Ayrıca bkz. Şerafettin Turan. Lala Mustafa Paşa hakkında notlar ve vesikalar, XXH 88. (1958) s. 551-593
8. Peçevi Tarihi. I, s. 318-319. Ayrıca bkz. Radovan Samarcıc, Sokollu Mehmed Paşa, (çev. Meral Gaspıralı), İstanbul 1997. s. 261-262
9. Peçevi Tarihi. I. s. 317
10. R. Samarcıc. s. 262
11. R. Samarcıc. s. 264-265
12. Peçevi İbrahim Efendi. Peçevi Tarihi, II (haz. B. Sıtkı Baykal), Mersin 1992. s. 23
13. R. Samarcıc, s. 261
14. Peçevi Tarihi II, s. 24.
15. Peçevi Tarihi II. s, 24; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. III/1, Ankara 1973; s. 53; M. Tayyib Gökbilgin, Mehmed Paşa, Sokollu. İslam Ansiklopedisi, c. 7, s. 604
16. R. Samarcıc, s. 260.
17. Peçevi Tarihi II. s. 25-27
18. Uzunçarşılı Osmanlı Tarihi, c. III/2, s. 361-362; M. C Şehabettin Tekindağ, Mehmed Paşa, Lala, İslam Ansiklopedisi, c.7,s. 591-594
19. Uzunçarşılı Osmanlı Tarihi IIIl\1, s. 52
20. R. Samarcıc. s. 205-216
21. Ahmed Refik, Sokollu Mehmed Paşa ve Lehistan intihabatı TOEM, nr, 35, s. 686-687; Gökbilgin, s. 603602.
22. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi III/l, s.11 ; Ebussuud Efendi'nin fetvası için bkz. Peçevi Tarihi I, s. 343344.
23. Peçevi Tarihi, I, s. 354 ; Uzunçarşılı Osmanlı Tarihi, III/l, s. 15-19
24. Hammer, Devlet-i Osmaniye Tarihi ( Ata Bey tercümesi) İstanbul 1329, c. 6, 272; R. Samarcıc, s. 257.
25. Uzunçarşılı Osmanlı Tarihi, III/1, s, 23; Hammer Tarihi. c.6. s. 274,
26. Peçevi Tarihi I, s. 352.
27. Merhum İsmail Hakkı Uzunçarşılı lise öğretmenliği sırasında bir hatırasını naklederken bu mükemmel işleyen teşkilatı şu ifadelerle anlatmaktadır: Lisedeki öğretmenliğim zamanında Sokollu'nun bu sözlerini Peçevi Tarihinden naklen mektep kitaplarında ve diğer tarihlerde görerek talebelerime anlatırken vezir-i azamın bu tarzdaki konuşmasını içimden mübalağaya hamlederdim. Daha sonrakin arşiv vesikalarını ve mühimme defterlerini tetkik ederken bir kış esnasında yeniden donanma inşaasına ve bu teknelere lazım olan eşyayı tedarik için ocaklık olan yerlere yazılan ve faaliyetin takibini bir bir gösteren çok vesika hükümleri gördükten sonra Sokollu'nun, kaptan paşaya söylediklerinin mübalağa olmadığına inandım. Osmanlı Tarihi III/l, s. 22.
28. Peçevi Tarihi 1. s. 353-
29. R. Samarcıc. s. 257.
30. Uzunçarşılı III/1 s. 33-35.
31. Uzunçarşılı III/1, s. 36; R. Samarcıc, s. 238.
32. Peçevi Tarihi. I. s. 330.
33. Uzunçarşılı Osmanlı TarihiUl/1, s. 36-37; Gökbilgin. s. 600.
34. Peçevi Tarihi I, s. 331; Uzunçarşılı Osmanlı Tarihi III/1 s. 57.
35. Sokollu Mehmed Paşa'nın şahsiyeti ile ilgili olarak bkz. Peçevi Tarihi I, s. 19-22; Gökbilgin, s. 605; Uzunçarşılı Osmanlı Tarih III/1, s. 46-54; Hammer, c. 7 s. 7.
.
Kılıca kılıç, şiire şiir bir mücadelenin hazin ve ibretli atmosferinde iki kardeş; Bayezid ve Cem...
Yeni basılan bir kitap sebebiyle tekrardan gündeme gelen Bayezid-Cem mücadelesi, nedendir bilinmez (!) yine çarpık yaklaşımların hedefi olmuş... Osmanlı geçmişimize haksız hücum geleneğinin çokça istismarına konu olan bu mevzuyu tarihi objektivite ve beşer fıtratı dahilinde değerlendirmek gerekiyor. Bize düşen tarihten ibret alıp doğru dersler çıkarmak; tarihî, resmî ideolojilerin amaçlarına uygun hale getirmek değil...
1481 yılı Mayıs ayı. Osmanlı zafer sancakları Gebze'ye yakın Hünkar çayırı mevkiinde dalgalanıyor. Seferin hangi devlet üzerine olacağı belli değil. ZiraFatih Sultan Mehmed:"Seferimin kimin üzerine olacağını sakalımın kıllarından bir tanesi bilse, koparıp atardım"sözüyle ünlü. Gerçekten bu kez de seferin ne yöne olacağını kimse kestiremiyor. Zira acem ve Mısır hükümdarları, acaba Osmanlı bizim üzerimize mi geliyor diyerek hazırlık yapıp tetikte duradursunFatih bu defa ahirete sefer kılıyor:
"Bu dünya bir ibret evidir. Düşün ki, kişinin ne kadar dostu, oğlu ve yakını olursa olsun, ne zaman ki lâtif ruhu bedeninden ayrılır derhal alâka ve muhabbetlerini keserler. Bedeninden yüz çevirirler. Ak gül yaprağı gibi vücudunu kara toprak altına gizlemek için acele ederler."
Tahta kim geçe?
İşte cihan padişahının gönülleri yakan, kavuran bu acılı haberi ile, beklenen olaylar gelişmeye başladı. Gözler kendilerine yeni zaferler kazandıracak yeni bir padişah görmeye çevrildi. Acaba mükemmel bir tahsil ve terbiye ile yetişenFatih'iniki oğlundanBayezid’imi yoksaCem’mi Osmanlı Devleti tahtına oturacaktı?
Vezir-i âzamKaramani Mehmed Paşadiğer emir ve vezirlerin de rızasını almak suretiyle herhangi bir karışıklığa meydan vermemek içinFatih'invefatını askerden gizledi. Hiç vakit kaybetmeden de büyük Şehzade, Amasya ValisiBayezid Çelebiile Karaman Valisi küçük ŞehzadeCem Çelebi'yehaberler gönderdi.Fatih'incenazesini ise gizlice arabaya koyup yanında tabipler ile devlet büyükleri olduğu halde İstanbul'a geçirdi. İskelede bulunan nakil vasıtalarını da İstanbul tarafına aldırdı. Böylece yeniçeri ve içoğlanların İstanbul tarafına geçmesine mani olmak istemişti.
Vekaleten Korkut...
Karamani Mehmed Paşa'nınbu faaliyetleri, olayı bilen devlet adamları arasında, onun evvelce taraftarı olduğu ŞehzadeCem'ibir an önce İstanbul'a getirtip tahta çıkarmak emelinde olduğu fikrini uyandırdı. Bunlar arasında özellikle ordunun başında bulunan,Bayezid'iniki damadı Rumeli BeylerbeyiHersekzâde Ahmed Paşaile Anadolu BeylerbeyiSinan Paşaderhal harekete geçtiler. ÖncelikleCem'egönderilen habercileri tevkif ettirdiler. Ardından padişahın vefat haberini yayıp yeniçerileri tahrike başladılar. BöyleceKaramani Mehmed Paşa'nınplânı bozuldu. Galeyana gelen yeniçeriler iskelelere inerek zorla İstanbul'a geçtiler ve sokaklarda,Bayezid çok yaşasındiyerek nümayişe başladılar. Kendilerine mani olmak isteyenKaramani Mehmed PaşaileFatih'inhususî tabibi YahudiYakup Paşa'yıöldürdüler. Eski-Saray'da oturan, ŞehzadeBayezid'inhenüz onbir yaşındaki büyük oğluKorkut Çelebi'yibabasına vekaleten tahta çıkarıp sokaklarda dolaştırmaya başladılar.
Acı ölüm haberi
İstanbul'da bu olaylar ola dursunKeklik Mustafa Çavuş, 7 Mayıs 1481'de Amasya'da beylik süren ŞehzadeBayezid'inkatına ulaştı. Otağına saygı ile yaklaşarak selamlayıp etek öptükten sonra dua etti. Sonra da üzerindeki nâmeyi saltanat tahtının yeni varisine teslim eyledi.Padişah babasının göçtüğünü duyunca Bu dünya devleti gözünden düşüverdi Babasından ayrılmak öyle etti ki onu ta sabahlara kadar ağladı inledi. Gözlerinden inci gibi yaşlar akarken gönlü parçalandı kendinden geçti
Bayezid,başlangıçta haberi tereddüt ile karşıladı ise deİshak Paşa'nıngelen üst üste davet mektupları üzerine 4. gün, maiyyetinde dört bin kişi olduğu halde Amasya'dan hareket edip dokuz günde Üsküdar'a geldi. Ertesi gün oğluKorkut'tan saltanatı resmen teslim alıp 22 Mayıs 1481'de Osmanlı tahtına çıktı.
Müteakip günFatih Sultan Mehmed'incenaze namazı, yol göstericilerin rehberiŞeyh Muslihiddin Ebü'l-Vefa'nınimamlığında kılındı. SultanBayezidnamazdan sonra sevgili babasının tabutunu öpüp kucakladıktan sonra omuzuna alıp vezirler ve beylerle birlikte taşıyıp, Fatih Camii'nin mihrabı önündeki bahçeye defn ettiler.Bayezidziyade sadakalar dağıtarak ve tekrar tekrar hatim duaları okutarak babasının ruhunu şâd ederken oğulluk hakkını da yerine getirmiş oldu.
Dünya hırsı mı?..
Bayezidtahta çıkar çıkmaz, babasının sağlığında kendisinden daha meziyetli ve daha faal olması sebebiyleGedik Ahmed PaşaveKaramani Mehmed Paşagibi devlet büyüklerinin desteğini temin etmiş olan kardeşi Konya ValisiGıyaseddin Cem Çelebi'ninmuhalefetiyle karşılaştı.Cem,veraset dolayısıyla Osmanlı mülkünde hakkı olduğunu iddia ediyordu. ZiraFatihkanunnâmesinden veraset kısmında şehzadelere yazılacak hükümlerin lakaplar bahsindeCem'inismi zikredilmiş,Fatihde ona"Varis-i mülk-i Süleymanî oğlum Sultan Cem"diye hitap etmişti. Bazı müellifler,Cem'in Kanunnâme-i Al-i Osman'adayanarakBayezid’innizam-ı alem için kendisini öldürmesinden korktuğu cihetle isyan ettiğini belirtirler. Oysa asıl sebebin verasetle kendisine intikal eden saltanatı elde etmek olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca her Osmanlı şehzadesinin küçük yaştan itibaren babasından sonra devletin başına geçip cihadla meşgul olması, adaletle hükmetmesi gibi ulvî gayeler ile yetiştirildiği göz önüne alınırsa dünya hırsı, ölüm korkusu gibi düşünceleri onlara atfetmek fevkalade basit kalır.
Bursa'da kısa saltanat
Cem,kanunnâmede isminin geçmesinin yanısıra babasının padişahlığı zamanında doğduğunu,Uzun Hasanseferi sırasında İstanbul'da kendisinin babasına vekâlet ettiğini belirtiyor ve saltanatın kendisine ait olduğunu iddia ediyordu. Bu düşünceler ışığı altında hareket edenCemmaiyyetindeki müşavirlerin ve özellikle deKaramanoğlu Kasım Bey'intelkinleri sonunda harekete geçmeye karar verdi. KomutanlarındanGedik Nasuh Bey'imaiyyetinde Karaman, Varsak ve Turgutlu boylarına mensup kuvvetler olduğu halde İnegöl üzerinden Bursa'ya gönderdi.Gedik Nasuh Bey,28 Mayıs'ta Kaplıca civarındaBayezidtarafındanAyas Paşakumandasıyla üzerine gönderilen kuvvetleri bozdu ve Bursa'ya hakim oldu. Üç gün sonra şehre gelenCem Sultanadına para kestirip hutbe okuttu ve bu suretle hükümdarlığını ilan eyledi. Civardaki şehir ve kasabalara da saltanatını kabul ettirenCem Sultankendisini Anadolu'nun hakimi olarak görmeye başladı. Bu tehlikeli gelişme üzerineSultan Bayezid, Cem'idestekleyen beylere gizlice mektuplar göndertmek suretiyle onları kendi tarafına çekmeye çalıştı. Bunların başındaCem'inyakın dostuAştinoğlu Yakub Beygeliyordu.YakubBey’den Cem'i hile ile Karaman'a doğru çekmesi istenmekteydi. Ayrıca padişah kalabalık bir ordu ile Üsküdar'a geçmişCemüzerine sefer hazırlıklarına başlamıştı. Öte yandan Bursa'da 18 gün saltanat sürenCem Sultan,büyük halaları,Çelebi Mehmed'inkızı ihtiyarSelçuk Hatunile ulemadanMevlana Ayas ve Şükrullahoğlu Ahmed Çelebi'denoluşan bir elçilik heyetini ağabeyine gönderdi. BöyleceCem,ortaya çıkan fiîli durumun kabul edilmesini ve Anadolu'nun kendisine bırakılmasını arzu ediyordu.
"Çekişme meyve vermez!"
Bayezid Han,huzuruna gelen büyük halasıSelçuk Hatun'unelini öpüp fevkalade izzet ve ikram gösterdi, duasını aldı.Cemlehine hareket ettiği anlaşılanSelçuk Hatun, Bayezid'ten rica yollu olarak:"Padişahım; olmaz mı ki, can beraber olan kardeş kanını dökmeğe kalkışmayasın. İslâm arasında cenk ateşini yakıp tutuşturmayasın. Rumeli topraklarıyla yetinip Anadolu ülkesini, illerini kardeşine bağışlayasın. Böyle yaparsan o da eğdiği boynunu bir daha boyunduruğundan çıkarmaz ve bundan sonra da olmayacak bir yola girmez. Çekişme, bir ağaç dahi olsa üzüntüden başka meyve vermez. İki şanlı padişah döğüşmeye niyet ederseler bundan reaya büyük zarar görür. Ülke kavgası yüzünden ortalığı harabeye çevirmek yüce gönüllü olmaya ve yiğitlik şanına uygun değildir."
İki kardeş meydanda
SultanII. Bayezidhissiyatla dile getirilen duygu yüklü bu konuşmaya al-danmadı."Lâ erheme beyne'l-mulük"=Hükümdarlar arasında merhamet olmaz"darb-ı meseliyle cevap vererek bu hususta kararlılığını ortaya koydu. Elçileri gereği gibi ağırladıktan sonra geri gönderdi ve derhal ordusunu harekete geçirdi.Cemise Yenişehir ovasında akıbetini belirleyecek bir savaşa girişmeye karar vermişti. Bu sıradaOtrantoseferinden dönenGedik Ahmed Paşa'daYenişehir'de Padişahın ordusuna katılıncaBayeziddaha da kuvvetlendi.Ahmed PaşaaslındaCemtaraftarı bulunuyor idiyse de kayınpederiİshak Paşa'nınvezir-i azam olması onunBayezidtarafına meyletmesine sebep olmuştur. 20 Haziran 1481'de Osmanlı tahtının yeni sahibini belirleyecek savaş şiddetle başladı. Fatih'in iki oğlu bu kez hasım mevkiindeydiler. İkisi de olağanüstü bir çaba ve gayret sarfediyordu. Ancak yakın dostuAştinoğlu Yakub Bey'inihanetiCem'eson darbe oldu.Bayezidkuvvetlerinin gittikçe artmasıCemtarafında yılgınlığa ve direnme gücünün kaybolmasına yolaçtı. Artık herkes başının çaresine düşmüş bulunuyordu. ÖncelikleCem'idevamlı olarak kışkırtan Karamanlılar ve Varsak Türkmenleri meydanı terkettiler. Askerinin gittikçe eridiğini görerek çaresiz kalanCem Sultan'dabüyük bir elem ve üzüntü içerisinde önce Eskişehir'e ardından taht kenti Konya'ya doğru geri çekildi. Bütün eşyası ve hazineleri yağma edilmişti.
Ve gurbet...
Konya'da da kendisini emniyette göremeyenCem Sultan,validesiÇiçek Hatunile ailesini ve yanında bulunanMuradadındaki oğlunu alıp 28 Haziranda Memluk ülkesine doğru yöneldi. Binbir sıkıntı içerisinde Torosları geçerek Tarsus'a ve oradan da Adana'ya ulaştı.Ramazanoğluonu karşılayıp ağırladı ve ziyafetler verdi. Memluk SultanıKayıtbay'ınmüsaadesini alması üzerine Antakya yoluyla Haleb'e vardı. Haleb emirül-ümerası da ağırlamada kusur etmedi. Uyuz Bey'in rehberliğinde Şam'a gelenCem,akraba, has hademeleri ve muhafızlarından oluşan 300 kişilik maiyetiyle yoluna devam edip, 25 Ağustos'ta Gazze yoluyla Mısır'a vardı ve hükümdarlara mahsus alayla Kahire'ye girdi. Ertesi gün saraya giderekKayıtbay'ınhuzuruna çıktı.Sultan KayıtbayŞehzade ile karşılaşınca el sıkışıp kucaklaştılar. Kısa bir sohbet yaptılar. Sultan ona atalık tutumuyla güzel sözler söyleyip gönlünü aldı. Kendisini muazzam bir köşke yerleştirdi. Pek çok iltifatlar eyledi. Ramazan gecelerinde birkaç defa iftara çağırıp huzur ve güven duymasını sağladı. Birçok günler beraberinde gezilere çıkartıp gönlünü aldı, hoş tutmaya çalıştı.
Şehzade hac yolunda
Kayıtbay'ınbütün gayretlerine rağmenCem Sultan'ınsıkıntısı bir türlü gitmek bilmiyordu. Daimî bir iç huzursuzluğu yaşıyor gibiydi. Hatta bu sırada ağabeyisine gönderdiği bir mektupta halinden bahsederek yardımını istemişti. Nitekim şu beyti onun ruhî bunalımını çok güzel yansıtmaktadır.
Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handan
Ben kül döşenem külhen-i mihnetde sebep ne?
Sen, gülün döşeğinde neşe ve keyif İçerisinde yatarken
Ben mihnet ve meşakkat hamamında neden kül döşeneyim?
Bayezidise onun saltanat emellerinden vazgeçmesi şartıyla kendisine her sene 10 kere 100.000 akçe vereceğini vaad etmiştir. Ancak bu mektuplaşmalardan bir netice çıkmamıştır. Sonunda Cem:"Bir şeyde sıkılırsanız o zaman hacca niyet ediniz"işareti üzerine Kayıtbay'dan hacc müsaadesi istedi.Kayıtbay'da,bu istek üzerine onu mükemmel bir alayla Hicaz'a gönderdi. 20 Aralık 1481'de Mısır'dan hareket edenCem SultanMekke'ye girişinde Hicaz beyi tarafından karşılandı. Hacc vazifesini yerine getirdikten sonra Medine'ye gitti. Peygamber Efendimizin mübarek kabr-i şerifini ziyaret etti. Komşularına en üstün saygılar sunmak mutluluğu içerisinde 13 Mart 1482'de Kahire'ye döndü.
Çirkin kışkırtma
Cem Sultanmübarek makamları ziyaret etmenin huzur ve sevinci içerisinde Kahire'ye geldi ise de onu burada yeni tertipler bekliyordu. Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu karışık durumdan istifade etmek isteyenKaramanoğlu Kasım Bey,Cem'i kullanmak suretiyle eski beyliğine yeniden kavuşmayı arzu ediyordu.
Bu maksatla ona üst üste kışkırtıcı mektuplar göndermişti.Kasım Beybu maksatla Ankara Sancak Beyi,Trabzon'lu Mehmed Beyile anlaşmış, Darende'de (Karaman) bulunanGedik Ahmed Paşa'nınağzından yazılmış bazı mektuplar da uydurarak Şehzadeyi iknaya çalışmıştı. Bu arada timar ve zeametleri ellerinden alınmış kimselerle mazul subaşılar da ikbal kaygısı ileCem'ehaber göndererek vaktin müsait olduğunu bildiriyorlardı.
Esasen Mısır'daki hareketsiz durumundan bunalanCem Sultan'da,Anadolu'dan gelen bu haberler üzerine Memluk Sultanlığı'nın da desteği ile harekete geçmeğe karar verdi. Bu maksatlaKayıtbay'ınhuzurunda düzenlenen mecliste sert müzakereler cereyan etti. Özellikle Memluk atabeglerindenEmir Özbek, Cem'inOsmanlı ülkesine bırakılması halinde iki devlet arasında doğması muhtemel anlaşmazlıkları dile getirerek onun bırakılmasına karşı çıktı. Buna rağmenCem,sonradan Osmanlılarla Memlukler arasında uzun süren savaşlara sebep olacak müsaadeyiKayıtbay'danalmaya muvaffak oldu.
Yeniden Anadolu
27 Mart 1482'de Kahire'den hareketle yanında zaim ve subaşılardan mürekkep bir grup bulunduğu halde 6 Mayıs'da Haleb'e ulaştı. Kendisini burada Ankara Sancak Bey'iTrabzonlu Mehmed Beybekliyordu. Ardından Adana'ya gelenCem Sultan'ıburada daKaramanoğlu Kasım Beykarşıladı.Kasım Bey Cem'den,muvaffak olması halinde, yardımı karşılığında Karaman ülkesine sahip olma vaadini aldı. BöyleceCembir kez daha şansını denemek üzere Osmanlı ülkesine girdi.
Ereğli'ye gelenCem,kapıcıbaşısıSinan Bey'ibir anlaşmaya varmak ümidiyleGedik Ahmed Paşa'yagönderdi. Ancak bu teşebbüsünde muvaffak olamadı. 6 Haziran'da yanındaKasım Bey'debulunduğu halde Konya üzerine yürüyerek kaleyi kuşattı. Bu aradaTrabzon'lu Mehmed Bey'ide Ankara üzerine göndermişti.Cem SultanKonya kalesini şiddetle muhasara etti ise deHadım Ali Paşa'nıncesaretle karşı koyması ile bir netice elde edemedi. Ankara üzerine yürüyenMehmed Beyise Rumeli Beylerbeyi'ne karşı yaptığı muharebeyi kaydederken hayatını da yitirdi.Mehmed Bey'inbozgun haberini alanCem SultanKonya kuşatmasını kaldırıp Ankara üzerine bizzat yürüdü. Ancak bu teşebbüsünden de bir netice elde edemedi.Sultan Bayezid'inyaklaşmakta olduğu haberini alınca önce Akşehir'e sonra daKasım Beyile birlikte Taşili'ne çekilmek zorunda kaldı.
"Boş yere yorgun düşme"
Cem Sultan,kendisini takiben Ereğli'ye gelen ağabeyiBayezid'lebir kez daha müzakerelere girişti.Bayezid'eelçi olarak giden KapıcıbaşıSinan BeyOsmanlı ülkesinin bir kısmınınCem'inidaresine bırakılmasını istedi. Oysa ki bu teklif padişahın hatırından dahi geçmiyordu.Bayezid, Cem'egönderdiği mektubunda:"Aydınlık gönlünüze gizli değildir ki; Rum diyarı baştan ayağa örtülü nazlı bir geline benzer.
Öyle iki güveyin nişanını kaldıramaz ve ortaklık kahrın götüremez. Bu sebeple kötülük tekliflerine kulağınızı tıkayasız. Boş yere atınızı gayret dizginleriyle yorgun düşürmeyisiz ve temiz eteklerinizi Müslümanların kanlarıyla haksız yere kirletmeyesiz. Şerefle ve mutlulukla Kudüs-i Şerif de konaklamayı seçseniz, ol kutsal topraklarda yerleşseniz ne olur? Şimdiye kadar kendinize ait hazineniz gelirleri ne ise her yıl hepsi noksansız katınıza yollanacaktır. Bunu Hünkar and içmiştir." diyordu.
Sebep ne?
Buna rağmenCem,DefterdarMehmed BeyveBahşayişoğlu İmam Alireisliğinde yeni elçi heyetleri ile arzusunu ısrarla tekrarladı ise de her defasında geri çevrildi. SonundaSultan Bayezid,onun daha önceki dizelerine şu beyitleriyle karşılık verdi:
Çün rûz-ı ezel kısmet olunmuş bize devlet
Takdire rıza vermeyesün böyle sebep ne?
Hacet haremeynim deyûben dâ'va kılarsan
Ya saltanatı dünyeviye bunca talep ne?
Yürü var Bayezid
Cem Sultan,ağabeyinin bütün müsbet tekliflerine sırt çevirdi ve atasından kalan maldan mülkten hisse isteğinde diretti. Bunun üzerineHersekzâde Ahmed Paşa,Anadolu askeri ileCem Sultan'ınüzerine gönderildi.CemiseKaramanoğlu Kasım Bey'leyaptığı görüşme sonucunda deniz yoluyla Rumeli yakasına geçmeye karar vermişti. AslındaCem'inmaksadı, Akkoyunlu hükümdarının yanına gitmekti. AncakKasım BeyRumeli'ye geçişte özellikle ısrarlı davranmıştı. Zira o,Bayezid'inRumeli'ndeCem'leuğraşmasını fırsat bilerek Karaman ülkesinden bir kısım toprakları koparabileceğinin hesabını yapıyordu. Bu ikiyüzlünün kendi iyiliğim düşündüğünü sanan talihsiz Şehzade, 18 Temmuz 1482'de 30 kadar adamıyla Korkos limanından gemilere binerek Rodos'a doğru yola çıktı. Böylece, Şehzade'nin 13 yıl sürecek Avrupa esaret hayatı başlıyordu.
Şehzade'nin acı gurbet hayatının Avrupa safhası Tarih ve Medeniyet'in Mart 1995 sayısında genişçe yer aldığından konunun bu kısmına girmiyor; mücadelenin artık bittiğini düşünen Cem Sultan'ın şu nefis beytiyle yazıyı noktalıyoruz:
Yürü var Bayezid sen süregör devranını
Saltanatbâkikalur derlerse ol yalandır.
.
"Budala Bizanslılar iyi düşünmeden, boş bir fikir ortaya atarak, Mehmed'e elçiler gönderdiler ve Mehmed Bizanslılar için çok zararlı ve mahvedici bir teşebbüsü ele aldı…” Dukas
Ey akılsızlar! Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda sizinle yeminle kararlaştırılmış bir sözleşme yaptık. Diyebilirim ki henüz mürekkebi dahi kurumamıştır. Şimdi ise Anadolu'ya sefer yaptığımızı ve Frigya'da bulunduğumuzu gördüğünüzden ve bundan faydalanarak, adetiniz olduğu üzere uydurduğunuz öcülerle bizi korkutmak, ürkütmek istiyorsunuz. Biz fikir ve kudretten mahrum çocuk değiliz. Orhan'ı Trakya padişahı yapmak isterseniz, hiç durmayınız! Macarları Tunadan bu tarafa geçirtmeği düşünüyorsanız, onlar da gelsinler. Siz de çok zaman evvel kaybettiğiniz yerleri geri almak için taarruza geçmek isterseniz, bunu da yapınız.
Yalnız şunu biliniz ki, bunlardan hiç birisine muvaffak olamayacaksınız bilakis ellerinizde bulunanları da kaybedeceksiniz. Mamafih isteklerinizi padişahıma arz edeceğim. O ne arzu ederse o olacak! Çandarlı Halil Paşa
Babası Sultan II. Murad'ın vefat haberini alan Şehzade Mehmed maiyeti ile beraber derhal harekete geçerek Gelibolu üzerinden süratle Edirne'ye gelmiş ve 18 Şubat 1451 Perşembe günü tahta çıkmıştı.
II. Mehmed'in tahta çıkışını haber alan Avrupalı devletler birbirleriyle yarış edercesine elçilerini Edirne'ye gönderdiler. Bunlar Bizans imparatoru, Sırp, Eflak ve Macar kralları, Trabzon-Rum imparatoru, Mora despotu, Raguza ve Ceneviz hükümetleri, Rodos şövalyeleri ile Midilli ve Sakız adalarının murahhasları idiler.
Daha babasının sağlığında henüz on üç yaşında iken bir müddet saltanatta kaldığında İstanbul'un fethini düşünen genç Mehmed muhtemelen şimdi de aynı tasavvurlar içerisinde olduğundan bütün elçilere karşı yumuşak, güler yüzlü ve hoşgörülü davranıyordu. Fatih saltanatının ilk günlerinden itibaren uygulamaya koyduğu bu tasavvur ve kararlarını gizleme alışkanlığını otuz yılık padişahlığı boyunca da devam ettirecektir. Öyle ki bir defasında seferin nereye olduğunu soran vezirlerinden birine:
Şayet sakalımdaki kıllardan biri bilse onu koparıp atardım diyerek bu konudaki kararlılığını ortaya koymuş ve bu politikası kendisine pek çok seferinde avantajlar sağlamıştır.
Her devletin elçileri makul isteklerini sıralıyor ve genç Osmanlı padişahı da bunları kabul ediyordu. Venedik'le 10 Eylülde yapılmış bulunan barış anlaşmasını yeniledi. Macar elçileriyle üç yıllık bir barış antlaşması imzalandı. Sırp elçilerine daha bir yakınlık gösterdi. Üvey annesi Mara Hatun'u kendi arzusu üzerine babasının yanını gönderirken Sırp hududu üzerinde bir çok yerin gelirini ona tahsis eyledi. Alacalı işar (Krusevac) kalesini anlaşma mukabilinde Sırplara bıraktı. Bundan başka Eflak, Midilli, Sakız, Rodos ve devletler ile de anlaşmaları yeniledi.
Yeni Osmanlı padişahından en büyük yakınlığı ve güler yüzü ise Bizans elçileri gördüler. II. Mehmed Han Şehzade Orhan'ı salıvermemesi karşılığında Çorlu ve civarını Bizans'a terk etti. Şehzade Orhan'ın masrafları için yıllık üç yüz bin akçe tahsisat verilmesini memnuniyetle kabul etti. Elçilerin arzuları üzerine bu tahsisat Selanik civarındaki Karasu mıntıkasının gelirlerinden tahsil ve tedarik olunacaktı.
Cahil ve toy bir delikanlı
II. Mehmed'in gelen elçilerle bu şekilde lütufkar ve müsamahalı bir tarzda anlaşmaları yenilemesi, hakkında evvelce batıda oluşmuş kanaati destekler bir mahiyet almıştı. Zira daha on üç yaşında iken babası tarafından tahta çıkarılıp çok geçmeden de indirilen II. Mehmed Han hakkında Avrupa'da olumsuz kanaatler yayılmıştı. Kabiliyetsiz ve kudretsiz bir delikanlı olarak kabul edilmişti. Bu itibarla Sultan II. Murad han’ın vefat edip onun tekrar tahta çıkması hemen her tarafta tarifsiz bir sevince yol açmıştı. Osmanlı imparatorluğu bu beceriksiz hükümdar elinde dağılır ve kendiliğinden ortadan kalkar düşüncesi hakim olmaya başladı. Bu itibarla her padişah değişiminde kıpırdayan ve Türklere karşı faaliyete geçen Balkanlar ve Avrupa bu kez sessizdi.
Bizans sarayında yedi yıl geçirmiş, politik emel ve beklentileri olan Toletinolu Francesco Filelfo bu durumdan istifade edilmemesini acı bir lisanla tenkit ediyor ve batının topyekün harekete geçme zamanının geldiğini söylüyordu. Onun Fransa kralı VII. Charles'a gönderdiği mektup batılıların geleceğin Fatih'i hakkındaki düşüncelerini yansıtması bakımından pek mühimdir.
Filelfo mektubuna Türklere karşı bir haçlı seferi başlatma işinin Fransa kralına düştüğünü bildirmekle başlıyordu. Onun gibi kurnaz bir adam böyle bir seferin bahanesini kolaylıkla bulabilirdi. Osmanlıların çıkarabilecekleri kuvvet en fazla altmış bin kişi idi. Şu anda başlarına geçen hükümdar ise son derece beceriksizdi. Savaş tecrübesi hiç olmadığı gibi cahil ve toydu. Kendisini şaraba ve kadınlara vermişti. Türklere son darbeyi indirmek için bundan iyi fırsat bulunamazdı. Osmanlıların direnmesi dahi mümkün değildi. Haçlı ordusu hiç zorluk çekmeden Kostantiniyye'ye kadar ilerleyecek ve Bizans imparatoru ile güçlerini birleştirdikten sonra Türkleri Balkanlardan sonsuza dek çıkaracaktı. Hatta daha da fazlasını yaparak Asya'ya geçip aman vermeden ezebileceklerdi. Böylece bir daha toparlanmalarına imkan bırakılmayacaktı.
Kral Charles'a; karşınızda sadece kaba ve cahil insanlar var. Bir gurup çapulcu, rüşvetçi ve ahlaksız kölelerden ibaret bir topluluk. Siz bütün düşüncenizi bu son derece lüzumlu, onurlu ve şanlı savaşa odaklayın. Dindarlığınızın ve yüce gönüllülüğünüzün sesine uyun, diyerek hitap eden Filelfo mektubunu:
Haydi öyleyse kral Charles ileri diyerek bitiriyordu.
İşte zaman zaman Fatih hakkındaki, haremde şarap ve kadınlarla geçen sefih hayat, tarzındaki yazıların ve değerlendirmelerin kaynağı . Bizans'ı ayakta tutmağa çalışan, Türkleri ezmekten ve yok etmekten başka bir emeli bulunmayan, bunun için bütün Avrupa'yı harekete geçirmeyi planlayan, siyasi beklentiler içindeki bir sergerdeden başka ne tür ifadeler beklenebilirdi...
O, davası uğruna çırpınan biri. Ancak onun hezeyanlarını kaynak olarak kullananların ne kadar zavallı oldukları aşikar değil mi?
Öte yandan Sultan II. Mehmed'e karşı ilk hareket batı yerine doğudan geldi. Karamanoğulları her padişah değişikliğinde olduğu gibi bir kez daha Osmanlı topraklanın işgale kalkışmışlardı. İhtimaldir ki bu durumu fırsat bilen Avrupalıların da teşebbüse geçeceklerini düşünüyor ve Osmanlılardan tavizler koparacağını ümit ediyordu.
II. Mehmed Han Karamanoğlu'nun faaliyetlerini haber alınca Anadolu beylerbeyliğine getirdiği İshak paşayı önceden ileri sevk ettiği gibi kendisi de Rumeli'de gerekli düzenlemeleri yaptıktan sonra:
Bizimle saltanat lafın edermiş ol Karamani
Hûda fırsat verirse kara yere karam anı
diyerek sefere çıktı. Hünkarın Akşehir'e geldiğini ve geçtiği yerlerde halkın kendisine büyük teveccühünü gören Karamanoğlu İbrahim bey Konya'da da duramayıp Taşeli dağlarına çekilmek zorunda kaldı. Suçunun bağışlanmasını rica ederek barış yapmak üzere ulemadan Mevlana Veli başkanlığında bir elçilik heyetini kıymetli hediyeler ile birlikte padişaha gönderdi.
Diğer taraftan Avrupa ve Bizans'ta genç Osmanlı padişahı hakkında varılan kanaat tam manasıyla zihinlerde yer etmiş bulunuyordu. Bu itibarla Bizans, anlaşma yapmakta acele ettiğine inanmış ve bu toy delikanlıdan daha çok menfaat elde edebileceği düşüncesine kapılmıştı. Karamanlıların Osmanlı topraklarını işgale başlamış olmaları da düşüncelerini doğrulamıyor muydu? Şiddetli tartışmalardan sonra yeni bir elçilik heyetini padişaha göndermeye karar verdiler.
Anlaşmayı Bizans bozdu
Nitekim Bizans elçileri de Osmanlılar Karaman seferi için Frigya'da bulunurlarken ordugaha geldiler. Öncelikle veziri azam Çandarlı Halil paşayı ziyaret eden elçiler:
Şehzade Orhan da Sultan Mehmed gibi Osmanlı hanedanındandır. Kendisini her gün yüzlerce insan ziyaret etmektedir. Bunlar onu padişah olarak görmek istemekte ve bu işe girişmeye teşvik etmektedirler. Sevenlerine ihsanda bulunmak ve gönülleri elde etmek isteyen Orhan bey ise maddi bakımdan yeterince güçlü olmadığından devamlı olarak imparatora müracaat etmektedir. İmparatorumuz ise onun bu isteğini karşılayabilecek durumda değildir. Bu itibarla Orhan için kararlaştırılmış bulunan üç yüz bin akçeyi iki katına çıkarmanız gerekecektir. Yoksa imparator kendisini serbest bırakmak zorunda kalacaktır. İmparatorumuz Osman oğullarını beslemek zorunda değildir,dediler.
Çandarlı Halil Paşa Bizanslıların maksadını anlamıştı. Ancak bu isteğin Bizans'la aralarının açılıp İstanbul'un fethine kadar gidecek olaylar manzumesinin başlangıcı olacağını sezinlemişti. Oysa kendisi de Bizans'la çatışmaya sebep olacak bir problem çıkmasını istemiyordu. Nitekim İstanbul kuşatması boyunca hep anlaşma taraftarı olacak ve muhasaranın kaldırılması yönünde görüş belirtecektir. Şimdi Bizanslıların bu girişiminden son derece huzursuz olmuştu. İhtimaldir ki Bizanslılar genç padişahı yanlış değerlendirmişler ve yapılan anlaşmayı bozma cüretini göstermişlerdi. Çandarlı şaşkınlığının da ötesinde büyük bir kızgınlıkla:
Ey akılsız ve şaşkın Bizanslılar! Tasavvurlarınızdaki şeytanlıkları ben çoktan bilirdim. Bu bildiklerinizi unutun. Merhum II. Murad halim tabiatli herkese karşı ciddi ve sadık bir dosttu. Bugünkü padişahımız ise zannettiğiniz gibi sizlere karşı o kadar iyi fikir beslememektedir. Kendisinin cesaretini, sertliğini ve şiddetini bildiğimden şayet İstanbul onun eline geçmekten kurtulursa bunu Cenab-ı Hakkın size büyük bir lütfü bileceğim.
Ey akılsızlar! Daha dün denecek kadar yakın bir zamanda sizinle yeminle kararlaştırılmış bir sözleşme yaptık. Diyebilirim ki henüz mürekkebi dahi kurumamıştır. Şimdi ise Anadolu'ya sefer yaptığımızı ve Frigya'da bulunduğumuzu gördüğünüzden faydalanarak, adetiniz olduğu üzere uydurduğunuz öcülerle bizi korkutmak, ürkütmek istiyorsunuz. Biz fikir ve kudretten mahrum çocuk değiliz. Orhan'ı Trakya padişahı yapmak isterseniz, hiç durmayınız! Macarları Tunadan bu tarafa geçirtmeği düşünüyorsanız, onlar da gelsinler. Siz de çok zaman evvel kaybettiğiniz yerleri geri almak için taarruza geçmek isterseniz, bunu da yapınız.
Yalnız şunu biliniz ki, bunlardan hiç birisine muvaffak olamayacaksınız bilakis ellerinizde bulunanları da kaybedeceksiniz. Mamafih isteklerinizi padişahıma arz edeceğim. O ne arzu ederse o olacak!
Edirne'ye gelince görüşürüz
Sultan II. Mehmed imparator ve senatonun isteklerini ve vezir-i azamla görüşmelerini öğrendikten sonra hiddetlendi. Buna rağmen görüşmede duygularını belli etmemeye özen gösterdi. Elçileri güler yüzle kabul etti. Sükunet içerisinde dinledi. Kendilerine:
Az zaman sonra Edirne'ye döneceğim. Orada görüştükten sonra arzularınızı yerine getireceğim, diyerek kısa fakat manidar bir cevap verdi. Çandarlı'nın aksine padişahtan yumuşak bir görüşme yapan elçiler biraz şaşkınlık ve biraz da ümit içerisinde geriye döndüler. Muhtemelen genç padişahın sözlerinin ne anlama geldiğini anlayamamışlardı.
İşte, Bizans'ın yeni senaryolar içerisine girmesi ve yapılan anlaşmayı çiğnemesi II. Mehmed Han’ı Karamanoğlu'nu takipten vazgeçirdi. Gelen elçilik heyetini ve kendi vezirlerinin barış isteklerini kırmadı.
Sultan Mehmed Bizans elçilerini gönderdikten ve Karamanoğlu ile sulh yaptıktan birkaç gün sonra Edirne'ye doğru yola çıktı. Gelibolu'ya doğru gidecek iken yolda Frenk gemilerinin Çanakkale boğazında bulunduklarını haberdar aldı. Bunun üzerine Kocaeli üzerinden İstanbul boğazına geldi. Anadolu hisarından Rumeli'ye geçerken Çandarlı Halil Paşaya Lala buraya bir hisar gerektir, diyerek Rumeli hisarının ilk sinyallerini verdi. Sultan Mehmed'in kale yaptırmak istediği mevki Bizanslıların Harmaneum Promentarium dedikleri boğazın en dar yerlerinden biri olup Anadolu hisarının tam karşısında yer alıyordu.
Boğazın kontrol altına alınması şüphesiz Osmanlılara pek çok faydalar temin edecekti. Yeni hisar sayesinde boğazda karşıdan karşıya geçmelerinin rahatlıkla sağlanması yanında düşman gemilerinin geçmesine mani olunacak ve Bizans'ın zahiresiz bırakılması da mümkün olacaktı.
Genç Osmanlı padişahı Edirne'ye varır varmaz ilk iş olarak Karasu havalisine adamlar göndererek Orhan'ın tahsisatı için ayrılan varidatın verilmemesini emretti. Bu vergiyi toplamak üzere oraya gelmiş bulunan imparatorun memurlarını da kovdurttu. Bu hareketi ile padişah da anlaşmanın hukuken kalktığını göstermiş oluyordu.
İkinci iş olarak da memleketin bütün idarecilerine umumi bir emir göndererek duvarcı ustası, dülger, kafi miktarda amele ve kireççi ile gerekli her türlü malzemenin hazır edilmesini ferman etti.
NİYETİM VE HİMMETİM İSTANBUL ÜZERİNEDİR
Sultan II. Mehmed Edirne'de İstanbul kuşatması hazırlıkları ile meşgul iken devlet erkanı ile ulema ve komutanlann fikirlerini öğrenmek için de onları bir toplantıya çağırdı. Ancak toplantının mahiyetini kimse bilmiyordu. Çünkü toplantıya gelenler ağırlanmış, yedirilip içirildikten sonra dualar edilmiş ve bundan sonra da vezirler tarafından padişaha devlet işleri hakkında alelusul bilgiler verilmişti. Nihayet genç padişah mecliste olanlara hitap ederek:
Uzun bir süredir hatırımda bir düşünce vardır, onu sizinle müşavere etmek isterim. Zira insanlar fikir, anlayış ve zeka bakımından ne derecede ileride olurlarsa olsunlar bu meziyetler, kendilerini başkalarıyla müşavere etmekten geri bırakmamalıdır. Hazreti peygamber efendimiz dahi bundan müstağni kalmamış ve böyle yapılmasını emir buyurmuşlardır. Bu itibarla ortaya atacağım mesele hakkında herkes fikirlerini açıkça ifade etmelidir.
Meclistekiler padişahın düşüncesi yanında kendilerininkinin bir şey ifade etmeyeceğini fakat padişahın emirlerini yerine getirmiş olmak için düşünebildiklerini arz edeceklerini söyleyince padişah tekrar söze başlayarak:
Dünya devleti müebbet olmaz ve bu cihan-ı fanide kimse devamlı kalmaz. Kişinin yaratılmasındaki maksat bir olan Allah'ı tanımak ve yaşandığı müddetçe O'nun dergahına yaklaşmağa çalışmaktır. En faziletli insan küfür ve dalalet içinde bulunanlara karşı savaşandır. Bakınız Kostantiniyye beldesi ki bağ-ı İrem ondan bir köşedir, ismi ve resmi ile illerde meşhur ve dillerde mezkurdur. Onun gibi bir menzil-i şerif ve makam-ı latif benim saltanat-ı zamanımda eyyam-ı devletimde küfür ocağı ve bağiler yatağı ve dağiler durağı olsun, layık mıdır? Niyetim ve himmetim onun üzerine çevrilmiştir, dedi.
Bu arada devletin kuruluşundan, Rumeli'ye geçişten, dedelerinin çektiği sıkıntılardan, Bizans'ın hile ve desiselerinden ve çevirdiği entrikalardan bahseden padişah, Bizans işini halletmeden hiçbir mühim işe girişmeyeceğini, bundan ötürü devlet erkanının bu husustaki fikirlerini öğrenmek istediğini belirtti.
Devlet erkanının bir kısmı padişahın fikrine uyarken bir kısmı da muhalif kaldılar. Muhaliflere göre İstanbul alınması güç bir şehirdi. Çünkü içinde bol nüfusu ve etrafında çok kuvvetli bir suru mevcuttu. Şehrin şiddetle müdafaa edileceğine göre, alınmamak ihtimali de vardı. Bu takdirde devletin prestiji azalacaktı. Onun için bu teşebbüse girişmemek icap ederdi.
Muhalif gurup Çandarlı Halil Paşa etrafında toplanıyordu. Padişahın bu muhalefetten fena halde canı sıkıldı ve:
Ol kalenin benim elimde fetholunması mukadder olmuş ise burç u baruları taşdan değil saf demirden dahi olmuş olsa, kahr u gadap ateşimle eritip mum gibi eylerim, diyerek fikrinde ısrar etti.
Bundan sonradır ki Bizans'ın mahvına mecliste ittifakla karar verildi.
Bu padişah öncekilere benzemiyor
Padişahın bu hazırlıklarını haber alan imparator ile devlet ileri gelenleri ilk kez bir felaketin yaklaşmakta olduğunu hissetmişlerdi. Derhal yeni bir elçilik heyetini Edirne'ye gönderdiler. Ancak bu defa elçilerin aldıkları talimat evvelkilere benzemiyordu. Orhan'ın tahsisatından hiç bahsetmeyecekleri gibi kalenin yapılmamasını temin edebilmek ve padişahla yeniden uyuşmak üzere her fedakarlığı yapacaklardı.
Elçiler Edirne'ye gelerek huzura girdiklerinde:
Ceddin Murad bey Edirne'yi alalı yüz seneden fazla bir zaman oluyor. O zamandan bugüne kadar gelen padişahların hepsi bizimle ahitnameler yaptılar. Halbuki bu padişahların hiç birisi İstanbul dahilinde bir kale veya bir kulübe inşasını düşünmedi. Şayet aralarında bir mesele çıksa veya harb olmuş olsa bile, bir hal şekli bularak, anlaşma yaparlardı. Büyük baban boğazın Anadolu kıyısında bir kale inşa etmek istediği zaman, bir evladın babasından talep ettiği gibi, rica ile imparator Manuel’den istedi. İmparator da Anadolu kısmının çok seneden beri Türkler tarafından meskun bulunduğunu nazar-ı itibara alarak bu kalenin inşa olunmasına razı oldu. Siz ise aramızda her şeyin düzgün bulunduğu bir zamanda, Karadeniz'e Frenklerin geçmelerine mani oluyor ve İstanbul'u açlıktan mahvetmek istiyorsunuz. Tahsil ettiğimiz gümrük resimlerinin bize verilmemesi için tedbir alıyorsunuz. Bu girişimlerinizi muhakkak olarak görüyoruz ve size rica ediyoruz ki, bu arzunuzdan vazgeçiniz ve çok iyi bir padişah olan babanız ile aramızdaki dostluk gibi, iyi dost olalım dediler.
Padişah ise bu sözlere karşılık: Ben şehirden bir şey almıyorum. İmparator şehrin hendeğinden dışarı hiçbir yere malik değildir. Şayet boğazda bir kale inşa etmek istersem, beni menetmeğe bir hakkınız yoktur. Her yer benim hükmüm altında bulunuyor. Anadolu yakasında bulunan kaleler benimdir ve bunların içerisinde oturanlar da Türk'tür. Batıda meskun olmayan yerler de benimdir ve Bizanslıların orada oturmağa hakları yoktur. Macar kralı üzerimize yürüdüğü zaman, o karadan gelirken Frenklerin kadırgaları Ege denizi boğazına gelerek, Gelibolu boğazını kapatarak, babamın Trakya'ya geçmesine mani oldular. O zaman babam boğazda dedesinin inşa eylediği kaleye yakın bir yerden Allah 'ın inayeti sayesinde, kayıklar ile boğazı geçti. Binaenaleyh babamın boğazı geçmek için ne zorluklara katlandığını ve ne sıkıntılara girdiğini pekala bilirsiniz. Babamın İstanbul boğazını geçmemesi için imparatorun kadırgaları keşiflerde bulunuyorlardı. Ben daha çocuktum. Edirne'de oturuyor, Macarların gelmelerini bekliyordum. Macarlar Varna civarındaki yerleri yağma ediyorlardı. Bunları gören imparatorunuz sevinç çığlıkları atıyordu. Müslümanlar elem ve ıstırap içinde, kafirler ise sevinç ve mutluluk içinde bulunuyorlardı. Çok büyük tehlikeler ile boğazı geçen babam, karşı yakaya geçer geçmez, Anadolu kıyısında bulunan kalenin karşısına, batı tarafında diğer bir kale yaptıracağına yemin etti. O, bu yemini yerine getirmeğe muvaffak olamadı. Allah'ın inayeti ile ben bunu yapmak istiyorum. Neden buna mani olmak istiyorsunuz? Memleketimde istediğimi yapmağa kadir değil miyim?
Gidiniz ve imparatorunuza deyiniz ki; şimdiki padişah öncekilere benzemiyor. Onların yapamadıkları şeyleri bu kolayca yapabilecektir. Onların istemedikleri şeyleri, bu isteyecek ve yapacaktır. Şimdiden sonra bu husus için gelenlerin derisi yüzülecektir.
Bizans'ın boğazı Osmanlının elinde
Sultan Mehmed bundan sonra bir elçi daha görmedi. O, artık bütün gayretini kalenin fethi için yapacağı hazırlıklara hasredecektir. Gerek hisarın yapımı sırasında gerekse tamamlandığında yapılan küçük çaplı vuruşmalar, askerlerle çobanların ve köylülerin kavgaları, fethe sebep teşkil edecek olaylar değil fetih yolundaki hazırlıklar sırasında ortaya çıkan basit tartışmalardır.
Nitekim ilkbaharın başlangıcı ile birlikte kış boyu yapılan hazırlıklar kendisini göstermeye başladı. Mart ayının sonlarına doğru otuz harb gemisi ile nakliye gemileri hisarın yapılacağı yere geldiler. Karadan gelen padişah da kalenin yapılacağı sahayı bizzat kendisi tayin ederek hududunu tespit ettirdi. Yapılan projeye göre kale planı üç köşe olup bir köşesi deniz sahilinde diğer iki köşesi de kara tarafında yamaçta idi. Anadolu’dan taşlar, İzmit ve Karadeniz Ereğli'sinden keresteler gelirken bin inşaat ustası ile beş bin amele de hazır olmuştu.
Padişah masrafları da dahil olmak üzere Çandarlı Halil Paşa ile Zağanos ve Sarıca paşalara birer burcun inşasını verirken kale duvarları ile hisarın diğer yerlerinin inşasını bizzat üzerine almıştı. Hisarın yapımına başlanmasıyla birlikte Bizans'tan bazı milliyetçi guruplar gönüllü olarak toplanarak harekete geçtiler. Hisarın yapımına mani olmak gayesiyle saldırıya geçtiler ise de kısa sürede dağıtıldılar. Pek çoğu öldürüldü. Bunun üzerine padişah şehir dışındaki Bizanslılara karşı daha şiddetli davranılmasını istedi.
İmparator ise erzak bakımından çekeceği sıkıntıları görerek köylülere bir zarar verilmemesi için her gün hisarda çalışanlara yiyecek ve içecek göndermeğe başlamıştı. Bu arada barışı tekrar temin edebilmek için son bir kez daha ricada bulundu ise de padişah reddetti.
Zaman zaman bizzat padişahın da çalışmalara iştirak etmesi neticesinde günümüzde Rumeli hisarı diye anılan Osmanlıların Boğaz kesen Yunanlıların yolları kesen dedikleri hisar dört ay gibi kısa bir sürede bütün haşmetiyle ortaya çıktı. Kale karşıdan ve uzaktan seyredildiğinde Hazreti peygamberin ve Fatih'in ismi olan Muhammed kelimesinin Arapça yazılışını andırıyordu.
İnşaatın tamamlanmasıyla birlikte Sultan II. Mehmed hisarın kumandanlığına Firuz Ağa'yı tayin etti. Maiyetine dört yüz yeniçeri ile silah ve cephane verildi.
Ve padişahın fermanı:
Marmara'dan Karadeniz'e ve Karadeniz'den Marmara'ya gidecek olan gemiler hangi hükümete ait olursa olsun ve ne büyüklükte bulunursa bulunsun yelkenlerini indirerek kalenin önünde demirleyecekler. Tayin edilen gümrük vergisini ödedikten sonra yollarına devam edebileceklerdir. Emrin hilafına hareket eden olursa top atışıyla batırılacaktır.
Nitekim 26 Ekim 1452'de Antonio Riko'nun emrindeki bir Venedik gemisi bu talimata uymadan yoluna devam etmek isteyince kaleden atılan bir gülle ile batırıldı.
GÖZLERİME UYKU GİRMEZ
Genç Osmanlı padişahı II. Mehmed Boğazkesen hisarını tamamlayıp Edirne'ye döndükten sonra bütün hücreleri ile tek bir hedefe kilitlenmişti. Gece gündüz, yatarken ve uyanıkken, ister sarayında bulunsun ister hariçte gezsin ve ne işle meşgul olursa olsun zihnini hep İstanbul'un fethine yoruyordu. Çok defalar akşam olunca ata binerek tek başına tebdil-i kıyafetle bazan yanına bir iki kişi alarak bazan yaya yürüyerek Edirne'yi dolaşıyor neler yapılması gerektiğini tasarlıyor veya yanındakilerle müzakere ediyordu. Hiçbir şeyin eksik olmamasını istiyordu.
Bir akşam gece yarısından sonra saray bekçilerinden birkaç tanesini göndererek Çandarlı Halil Paşayı sarayına davet etti. Bekçiler paşanın konağına giderek padişahın iradesini harem ağalarına bildirdiler. Bunlar da uykuda olan paşayı durumdan haberdar ettiler.
Halil Paşa bayılacak derecede korktu. Zira o, daha önce padişah aleyhine tertiplerde bulunmuş olduğundan, öldürüleceğinden endişe ediyordu. Hanımı ile vedalaşıp çocuklarını öptükten sonra çıktı. Beraberinde altınlar ile dolu bir altın tepsi vardı.
Halil Paşa padişahın odasına girdiği zaman II. Mehmed'i oturmuş ve elbisesini giyinmiş bir vaziyette gördü. Önünde İstanbul şehrinin ve surlarının durumunu gösteren haritalar ile kuşatma plan ve projeleri duruyordu. Hemen etek öperek altın tepsiyi önüne koydu. Padişah altınları görünce: Lala bunlar nedir? Diye sordu. O da cevaben:
Hünkarım! Devletin büyüklerini, padişah fevkalade bir saatte huzuruna davet ettiği vakit, elleri boş girmek adet değildir. Ayrıca huzurunuza çıkmak için getirdiğim bu artınlar benim değildir. Size ait olan altınları yine size takdim ediyorum. Padişah sıkılmıştı:
Lala! Benim senin altınlarına ihtiyacım yoktur. Hatta sana bunlardan fazla altın ihsan edeceğim. Senden yalnız bir şey istiyorum. Bana İstanbul'u ver. İstanbul'dan başka bir şey beni teskin etmez. Görmez misin gözlerime uyku girmiyor!
Halil paşa padişahın bu talebine karşı:
Hünkarım! Bizans imparatorluğunun, büyük bir kısmına seni sahip etmiş olan Cenab-ı Hak, İstanbul'u da sana ihsan edecektir. Ben eminim ki şehir senin elinden kurtulamayacaktır. Allah'ın inayeti ile ben ve bütün kulların, bu büyük işte muvaffak olmak uğrunda birbirimiz ile yarışarak mallarımızı ve canlarımızı feda edeceğiz ve kanlarımızı dökeceğiz. Bu hususta müsterih olun, cevabını verdi.
Belki de padişah öteden beri vezir-i azam Halil Paşanın Rumları himaye etmekte olduğunu duyuyor ve endişeleniyordu. Şimdi bu konuşma ile rahatlamış bulunuyordu.
Savaşa hazır olun
Osmanlı tarihlerinde, hisarın tamamlandığı günlerde Ağustos ayı içerisinde dinlenmek için gezintiye çıkmış birkaç Osmanlı askeri ile Bizanslı çobanlar arasında çıkan kavgadan bahsedilir. Arada yaralanan ve ölenler olmuş imparator da bunun üzerine İstanbul kapılarını kapattırdığı gibi şehirdeki Türkleri tevkif ettirmiştir. Bir müddet sonra Türkleri serbest bırakan imparator padişaha bir elçi göndererek özür dilemiş ancak elçiye yüz vermeyen II. Mehmed bu hadisenin aradaki dostluğu bozduğunu, Bizanslıların ya şehri teslim etmelerini ya da savaşa hazır olmalarını istemiştir.
Oysa Bizans anlaşmayı çiğnediği günden beri genç Osmanlı padişahı adım adım İstanbul'un fethi yolunda ilerlemektedir. Nitekim O, hisarın tamamlanması ve gerekli düzenlemelerin yapılması ile birlikte, bu olaylar olurken, yaklaşık elli bin kişilik kuvvetiyle İstanbul surları önüne gelmiş bulunmaktadır. İki gün kadar şehrin önünde kalıp surları ve hendekleri tetkik ettikten sonra kale önünde bir miktar kuvvet bırakarak Edirne'ye dönmüştür. Yoksa asker çoban tartışması diyerek ordusunu harekete geçirip İstanbul önlerine gelip kuşatmayı başlatmamıştır. Zira hiçbir olay olmasa dahi bu gelişmeler aynen yaşanacaktır. Bunun böyle olacağı aslında Bizans'ın anlaşmayı bozup padişah Karaman seferinde iken elçi göndermesiyle anlaşılmıştı. Bu itibarladır ki Bizans kaynakları imparatoru o olayda şiddetle tenkit etmektedirler. Nitekim Dukas:
Budala Bizanslılar iyi düşünmeden, boş bir fikir ortaya atarak, Mehmed'e elçiler gönderdiler, demekte sonrasında ise, Mehmed Bizanslılar için çok zararlı ve mahvedici bir teşebbüsü ele aldı diyerek hisarın yapımını bir nevi savaşın başlangıcı kabul etmektedir. Olayların akışı incelendiğinde gerçeğin de bu olduğu anlaşılmaktadır. Sultan Mehmed'in son olaylar sonunda huzuruna gelmiş Bizans elçilerine ilan-ı harb etmesi, artık gerçeği görünüz İstanbul benim olacaktır. Kan dökülmesin istiyorsanız bir an önce teslim ediniz ya da savaşa hazırlanınız, demektir. Yani padişah artık düşüncelerini açıklamakta bir mahzur görmüyordu.
İstanbul'un fethi için yapacağı hazırlıklar ise henüz tamam olmamıştı. Padişah o kışı da çağının hiç görmediği şahi topları döktürmekle uğraştı.
Nihayet sefer hazırlıklarının tamamlanmasından sonra II. Mehmed 1453 yılı şubat ayında ağır topçu gurubunu Edirne'den yola çıkardı. Toplar, Rumeli beylerbeyi Karaca beyin komutasında on bin kişilik süvari kuvvetiyle iki ayda İstanbul önlerine getirildi. Sultan II. Mehmed de yanında Akşemseddin, Molla Gürani, Molla Hüsrev ve Akbıyık gibi alimler ve şeyhler olduğu halde 24 Mart Cuma günü Edirne'den hareket edip 5 Nisan'da İstanbul önüne ulaşıp, Bayrampaşa deresi kenarında Maltepe sırtlarına otağı hümayun kuruldu.
6 Nisan Cuma günü başlayan çarpışmalar, devrin bütün silahlarının kullanılması, bilinen bütün çarpışmaların yapılması, gemilerin karadan yürütülmesi, ilk kez havan topunun kullanılması, yürüyen kuleler, her şeyi yakan grejuva ateşi, kale bedenlerinde akıl almaz vuruşmalar ile geçen elli dört günün sonunda 29 Mayıs 1453 Salı günü İstanbul Türklerin oluyor ve II. Mehmed Fatih sıfatıyla şehre dahil oluyordu.
.
Çağlar ötesini okuyan veziriazam: Pîrî Mehmed Paşa
"Kanunlar yürüdükçe devlet zeval bulmaz"
Yavuz Sultan Selim'in sorusunu cevaplandıran Pîrî Mehmed Paşa, devamla şöyle diyordu: "Ama, evlâtlarınızın hilâfetleri zamanında akılsız veziriazamlar tayin edilip rüşvet kapıları açılır, rütbe ve makamlar ehil olmayanlara verilir, devlet işlerinde kadınların hükmü yürürse, o zaman bu devlette karışıklık ve düzensizlik hüküm sürer."
Sene 1514. Osmanlı ordusu, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Çaldıran ovasına varıp İran-Safevî kuvvetleri ile karşı karşıya gelmişti. Yavuz Sultan Selim Han, burada hemen harb meclisini topladı.
Padişah, muharebeye şafakla birlikte mi başlanılması, yoksa askere 24 saat istirahat mi verilmesi hususunda devlet adamlarının fikrini soracaktı. Vezirler, Osmanlı askerinin yorgun, düşmanın ise zinde ve kuvvetli olduğunu beyanla, 24 saat dinlenilmesi yönünde görüş bildirdiler. Son olarak da, Rumeli Defterdarı Pîrî Mehmed Efendi söz aldı.
Mehmed Efendi, farklı düşüncedeydi. Ordu içinde düşmanla işbirliği yapabilecek olanların bulunabileceğine dikkati çekerek, şafakla birlikte muharebeye girmenin daha uygun olacağını belirtti. Yavuz, bu tedbirli mütalâayı dinledikten sonra, şu sözlerle takdirini ifade etti:
"İşte, rey sahibi tek adam! Ne yazık ki vezir olamamış..."
Kadılıktan vezîriâzamlığa
Yavuz Sultan Selim devrinin meşhur simalarından Pîrî Mehmed Paşa'nın soyu, Cemaleddin Aksarayî yoluyla Hz. Ebûbekir'e ulaşır. Ulemadan Mehmed Celâleddin bin Ahmed Çelebî'nin oğludur. Babası Aksaray'dan Amasya'ya göçtüğü için, bu iki şehirden hangisinde doğduğu ve doğum tarihi ihtilaflıdır.
Pîrî Mehmed, zamanının ilim merkezlerinden biri olan Amasya'da, en mümtaz âlimlerden ders alarak yetişti. Babasının ve amcası Zenbilli Ali Efendi'nin ilimlerinden de istifade etti.
İkinci Bâyezid Han Osmanlı tahtına çıkınca, padişahın maiyetinde bulunan ilim ve fazilet sahipleri ile birlikte, Pîrî Mehmed Çelebî de İstanbul'a geldi. Sofya, Silivri ve Galata kadılıklarında bulunduktan sonra, Fatih Sultan Mehmed Han'ın İstanbul'daki imaretine mütevelli tayin edildi. Ardından Maliye kalemine geçerek Hazine ve Anadolu Defterdarı oldu, Çaldıran muharebesine Rumeli Defterdarı olarak katıldı.
Selim Han değerini ölçüp biçtiği Pîrî Mehmed'i Çaldıran zaferinden sonra paşalıkla üçüncü vezirliğe getirdi, Mısır seferine giderken de İstanbul'un muhafazasına memur etti. Mercidâbık ve Ridâniye muharebelerini kazanıp "Hâdi-mü'l-Haremeyn" unvanıyla geri dönerken, Pîrî Mehmed Paşa'yı İstanbul'dan davet etti. Şam'da orduya katılan Paşa, burada veziriâzamlık görevine tayin olundu.
"Yerini tutar adam bulamıyorum"
Pîrî Paşa, sarayda din ve dünya işlerinde, saltanat ve hilâfet konularında padişahın yardımcısı oldu. Gece yarılarına kadar, devlet ve millet işlerini görmek için evinde toplantılar yapardı. Ülkede ortaya çıkan haksızlık ve zulümlerle ilgili bilgi edinmeye de çalışır, geceleri pek az uyurdu.
Çünkü bu hususta Selim Han'ın da çok büyük gayretleri vardı. Geceleri çeşitli vesilelerle kapıcılardan bazılarını veziriazamın evine gönderir, Müslümanlar'ın işleri görülüyor mu diye takip ettirirdi. Yavuz'a göre, memlekette zulüm ve haksızlık olduğunu bilmemek en büyük günahtı. Zaten o, kendisini bir padişah gibi de bilmezdi. "Yüce Allah'ın âciz, hakîr kulu, yeryüzünde kullarının önemli işlerini kayırmağa koyduğu en aşağı yaratığım" buyururlardı.
Selim Han, devlet ve millet işlerinde ihmale kesinlikle göz yummaz, sebep olanları suçun durumuna göre derhal cezalandırırdı.
Onun bu huyunu bilen Pîrî Mehmed Paşa, bir gün, "Padişahım eninde sonunda beni azledecek veya cezalandıracaksınız. Hemen bir gün evvel halâs etseniz münasiptir" deyince, bir hayli gülen Selim Han, şu sözlerle kadirşinaslığını ifade edecektir:
"Benim dahi muradım budur. Lâkin yerini tutar bir adam bulamıyorum. Yoksa seni muradına eriştirmek kolaydır."
Zeval nasıl olur?
Yavuz Sultan Selim, çeşitli meselelerde bu olgun ve akıllı veziri ile istişarede bulunur, onun bilgi ve görüşlerinden istifade ederdi. Bir gün sohbette, kendisine şu soruyu sordu:
"Pîrî Lalam! Allahü teâlâ'nın emri, Resûl-i ekrem efendimizin mucizesiyle Mısır'ı fetheyledik. Hâdimü'l-Haremeyn (Mekke ve Medine'nin hizmetçisi) olmakla şereflendik. Her gittiğimiz yerde fetihler müyesser oldu. Emrimize muhalefet edecek kimse kalmadı. Bu halde devletimizin zevali ihtimali var mıdır?.."
Pîrî Mehmed Paşa'nın sanki çağlar ötesini görüyormuşçasına verdiği cevap şöyleydi:
"Dedelerinizin koydukları kanun ve kaideler yürürlükte kalıp tatbiki devam ettikçe, bu devletin zevali, yıkılması mümkün değildir. Ama evlâtlarınızın hilâfetleri zamanında, akılsız veziriazamlar tayin edilir, rüşvet kapıları açılır, rütbe ve makamlar ehli olmayanlara verilir, devlet işlerinde kadınların hükmü yürürse, o zamanbu devlette karışıklık ve düzensizlik hüküm sürer."
Bunun üzerine bir müddet düşünceye dalan Yavuz Sultan Selim, "Allah'ım bizi koru" duasını yapacak ve Pîrî Paşa'ya ihsanlarda bulunacaktı.
Kanunî'nin saygısı
Pîrî Mehmed Paşa, Yavuz Sultan Selim'in hilâfetinin sonuna kadar vezîriâzamlık görevine devam etti. Özellikle İstanbul tersanesinin yeniden kurulması ve donanmanın güçlenmesini sağladı. Kanunî zamanında bu faaliyetlerin semereleri görülmüştür.
Kanunî Sultan Süleyman'ın ilk yıllarında da vezîriâzamlık mevkiini muhafaza eden Pîrî Mehmed Paşa, Belgrad ve Rodos'un fetihlerinde ısrar edip, Osmanlı topraklarına katılmasını sağladı. Arza girdiği zamanlar, Kanunî Sultan Süleyman, bu tecrübeli ve ağırbaşlı ihtiyar vezirin önünde hicap duyar, kendisine çok iltifatta bulunur ve saygı gösterirdi. 1523 yılında, 200.000 akçalık vezaret hasları verilerek emekli edildi.
Silivri'deki çiftliğine çekilen Pîrî Mehmed Paşa, orada sakin bir hayat sürüp, kalan ömrünü ibâdet ve taatla geçirdi. 1533 yılında Edirne'de vefat etti. Silivri'de yaptırdığı camii yanına defnedildi. Vefatına"Pîrî Paşa'nın mekânın Adn ide Hayy-ı Vedûd" (940/1533-34) sözüyle tarih düşürülmüştür.
Pîrî Paşa'dan bir gazel
Şeb-i zülfünde kalanlar zulumâtıyla yürür
İrişen leblerine âb-ı hayatıyla yürür
Zahidi hasret-i mey şöyle zaîf eyledi kim
Elde teşbih ü asası salâvatıyla yürür
Hüsn-i ser-nâmesine kaşları olalı nişan
Hükm ider âşıkına sanki berâtıyla yürür
Remziyâ kaddüne benzer nice sen ola ki ol
Salınur şiveler ile harekâtıyla yürür.
Müstesna bir devlet adamı
Kendisini dinine ve milletine adamış olan Pîrî Mehmed Paşa, ömrü boyunca devletinin hizmetinde ve Allahü teâlânın dinini yaymak için çalışan pâdişâhın yanında oldu. Adaleti, dürüstlüğü, idareciliği, ilmi, güzel ahlâkı, kanun ve nizama vukufiyeti ile pek faydalı hizmetlerde bulundu. Cömertliği, cesareti, vakar ve sabrı fevkalâde idi. Fıkıh ilminde üstâd idi. "Remzî" mahlâsıyla şiirler de yazmıştır.
Piri Mehmed Paşa'nın hayatı; "Kişi odur ki koya her yerde bir eser / Eseri olmayanın yerinde yeller eser" güzel sözüne tam uygundu. Devlet hizmeti süresince eline geçen mal ve parayı hayır işlerine sarfetti. Osmanlı Devleti'nin hâkim olduğu birçok bölgede, camiden zaviyeye, mektepten medreseye, imaretten kervansaraya kadar pek çok hayır eseri yaptırdı. İstanbul-Zeyrek'te Soğukkuyu Camii, Mercan'da Terlikçiler Mescidi, Hasköy'de Pîrî Paşa Camii, Belgrad'ta cami, Bursa Pınarbaşı'nda mescid, Gülek kalesi civarında zaviye ve kervansaray, Karaman'da mektep, Silivri'de cami, imaret, mektep, medrese, Konya'da mescit, hankâh imaret ve Aksaray'da bir mektep, bu büyük devlet adamının yaptırdığı hayır eserlerinden bir kaçıdır.
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
BİBLİYOGRAFYA
- Celal-zâde Mustafa Selim-nâme, (Haz. A. Uğur-M. Çuhadar), Ankara 1990.
- Hoca Sadeddin Efendi, Tacü't-Tevârih, (Haz. İ. Parmaksızoğlu). c. IV, Ankara 1992.
- Peçevi İbrahim Efendi, Tarih-i Peçevî, c. 1.
- Ayvansarayî Hâfız Hüseyin, Hadikatü'l-Cevamî, c. 1, 1281.
- İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. n, Ankara 1975.
- Hadîdî, Tevârih-i Al-i Osman (1299-1523)
- Kınalı-zâde Hasan Celebi, Tezkiretü's-Şuara, (Haz. İ. Kutluk), c. 1, Ankara 1978.
.
Cehlin ol mertebesi sehl olmaz
Ta kesbsiz bu kadar cehl olmaz
Muhteşem Yüzyıl dizisi açıkçası çok büyük tartışmalarla başladı. Bazı tanıdıklarım, dostlarım hemen fikirlerimi sordular. Parça bütünün habercisidir, sözünün gereği olarak daha fragmanından neticenin ne olacağı belli oldu ise de dizinin birinci bölümünü yani ana parçayı izlemeden bir fikir serdetmeyi uygun bulmadım.
NTV’de Banu Güven’in konuğu olan senarist Meral Okay, Muhteşem Yüzyıl’ın senaryosu üzerinde çok çalıştığını şu sözlerle anlatıyordu:
“İki-iki buçuk yıldır çalışıyorum. Tarih sever bir insandım. Bu proje oluşmaya başladıktan sonra ciddi sayıda kitap ve tarih danışmanlarının bana refere ettiği kaynakları, binlerce sayfayı bir tarih doktora öğrencisi gibi okudum. Önemli bir diyalog yazarken hala satır satır dönüp danışmanlara soruyorum. Üç kere yazdım senaryoyu”.
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki Meral Okay, iyi ki iki-iki buçuk sene çalışmış. İnsan, ya beş sene çalışsaydı nasıl bir senaryo karşımıza çıkardı diye dehşete düşmeden edemiyor. Zira dizinin hiçbir karesi yok ki hatasız olmasın. Bu itibarla yukarıdaki beyitte manasını bulduğu gibi bu kadar cehalet ancak çok çalışmakla elde edilebilir.
Şayet yazımın başlığının ikinci kısmını yani ihanet mi diye soruyorsanız niyet okuma yapmamak için bir şey söylemeyeceğim. Fakat bu kadar cehalet en azından tarihimize ihanet değil de nedir diye sormadan da edemiyor insan.
Evet dizinin birinci bölümünde hatasız bir kare neredeyse yok dedim. Bazen dizinin sahipleri sonraki bölümlerde çok şeyler değişecek, daha güzelleşecek, bu daha başlangıç falan diyorlar. Doğrusu bazı hatalar zaman içinde düzeltilebilir kabul ediyorum. Ancak dizi öyle bir temele oturtuldu ki bu hatalar sonuna kadar devam etmeye mahkumdur. İşte bu sebeple şahsen benim için dizi birinci bölümde bitmiştir.
Dizinin Müslüman Kırımlılara, Hurrem Sultanın bir mabette ele geçirilmesi kurgusuyla, başlanmış olması manidar değil miydi? Zira şurası açıktır ki seferlerde ve akınlarda Türkler ve Müslümanlar için, mabetlere ve din adamlarına dokunulmaması birinci prensiptir.
Bu en önemli prensibi yıkmak ve Türkleri barbar diye nitelendiren Avrupa tiplemesi ve kötülemesi ile göstermekle ne mesaj verilmek isteniyor, üzerinde düşünmek gerekir.
İkincisi ve bana göre artık dizi boyunca devam edecek hata Hurrem Sultan’ın şahsiyetinde gizlidir.
Kaynaklarda Hurrem Sultan’ın esir edildiğinde yaşı, saraya gelişi ve Kanuni’ye namzet oluşu hakkında çok açık bilgiler yoktur. Fakat şurası muhakkak ki bir cariye belli bir terbiye almadan doğrudan doğruya saraya getirilmez.
Nitekim Osmanlı sarayında Hurrem adını alacak olan Roksalan veya Aleksandra’nın Yavuz Sultan Selim döneminde Kırımlılar’ın Ukrayna ve Galiçya’ya kadar uzanan akınları esnasında esir alındığı bilinmektedir. Muhtemelen burada bir müddet eğitildikten sonra saraya verildi. Saraydaki eğitimin nasıl olduğu ise roman ve hikayeler hariç bütün kaynaklarda yazılıdır. (Bkz. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Ankara 1984). Sarayın nasıl bir kadınlar akademisi olduğunu görmek isteyenler ise Amerikalı tarihçi ve on yıllık bir araştırmayla eserini ortaya koyan Prof. Dr. Leslie Peirce’nin The Imperial Harem kitabına müracaat edebilir. (Türkçesi için bkz. Harem-i Hümayun, çev. Ayşe Berktay, İstanbul 1998).
Dizide ise Hurrem, neredeyse esir edildiği gibi zulüm ve baskı ile İstanbul’a getirilip saraya tıkılan, öldürsünler diyerek dört bir yana saldırırken rüyasında anne ve babası tarafından özel bir görev alan sanki ajan karakterdir. O bu görevle birlikte Kanuni’yi elde edecek, Osmanlı sarayının başına geçecek ve Türklere en büyük ihanetleri yaptırtacaktır.
İşte dizinin ilk bölümündeki bu temeli sizin artık değiştirme imkânınız yoktur. O artık Hurrem Müslüman görünüp Müslümanların yok etmeye çalışan gizli bir Hırıstiyandır.
Ne yapalım Meral Okay’a iki yıl az gelmiş olmalı ki yukarıda belirtiğimiz ve daha nice eserleri görme imkânı bulamamıştır. O ancak Ahmed Refik’in muhteşem (!) Kadınlar Saltanatı kitabını okuma fırsatını yakalayabilmiştir.
Dizinin en önemli ikinci karakteriİbrahim Paşada Hurrem’den farksızdır. Bir defa o dönemde dönme tabiri kullanılmamaktadır. İkincisi dönme tabiri 17. Yüzyıldan itibaren Müslüman olmadığı halde Müslüman görünenler için kullanılmaya başlanmıştır. İbrahim Paşa devşirme dahi değil, altı yaşında esir alınmış ve Müslüman olmuş Rum asıllı bir köle idi. Şehzade Süleyman onunla Manisa’da tanışmış, zekâsını, hazır cevaplığını ve bir takım meziyetleri ile dikkatini celbetmiştir. Daha sonra sahibesi onu azat etmiş bu sayede Şehzade’nin maiyetine katılmıştır. Dizide onu dönme diye kötüleyenler ise devşirme devlet adamları olup küçük yaştan itibaren Müslüman olmuşlardır. Müslümanlıkları konusunda en küçük bir imaya dahi rastlanmaz.
Bir taraftan dizide bu fahiş hatalar işlenirken diğer taraftan İbrahim Paşa da bilinçaltı düşüncelere sevk edilmekte kimliğini hatırlayan ve ona göre işler yapacak olan bir karakter olarak karşımıza çıkarılmaktadır. Artık dizide ikinci Hıristiyan ajanı İbrahim Paşa olacak ve bu durumda dizinin ikinci temel hatası olarak her bölümünde karşımıza çıkacaktır.
Senaristin Topkapı Sarayına girdiği ve gezdiği konusunda benim şahsen ciddi endişelerim oluştu. Zira orada bilgisi en zayıf bir rehberle dahi dolaşsa, zenci hadımağalarının görev yerinin nerede başlayıp nerede bittiğini, cariyelere eğitimin kimin verdiğini, cariyelerin görev yerlerini ve vazifelerini öğrenecekti.
İbrahim Ağanın (henüz daha Paşa olmadı) sarayda hadım ağası gibi gezdirilmesi, zenci yerine beyaz hadımların haremde kol gezmesi, hadım ağalarının bir adım atması kellesinin gitmesi demek olan yerlerde güle oynaya dolaşmaları, nerede ve hangi muhteşem kaynaklarda (!) yazıyor, izleyicilerin ve bizlerin bilmesinin faydalı olacağı kanaatindeyim.
Osmanlı saray teşkilatını bilenler en önemli özelliklerinden birinin sessizlik olduğunu belirtirler. Muhteşem ve şahane bir sessizlik diye vasıflandırılan sarayda, sakinler sanki gözleriyle işaretleşmekte ve konuşmaktadır. Herkes vazifesinin neler olduğunun idraki içerisindedir. İzlediğimiz dizide ise mutfak, harem, eğitim ve diğer kareler sirkleri hatırlatan şamata ve gürültüler ile doludur.
Giyim ve kıyafet ise ayrı bir komedidir. İngiliz kralı 8. Henri Tudors dizisinin bu diziye ilham kaynağı olduğu senarist tarafından ifade edilmiştir. Dikkat edilirse kıyafetlerin de aynı ilhamla seçildiği kolaylıkla görülecektir.
Osmanlı Enderun mektebinde talebelere verilecek manevi en büyük ceza, başından sarığının çıkarılmasıdır. Sarayda ve Osmanlı toplumunda başı açık hiçbir şekilde dolaşılmazdı. Böyle olduğu halde Kanuni ve büyük âlim Hasan Can başta olmak üzere vezirleri neredeyse kavuklu ve sarıklı görmek imkânsız gibiydi.
Cariyelerin ve Padişah kadınlarının kıyafetlerinin artık ne derece yerinde olduğunu (!) okuyucularımın anlamış olduklarını tahmin ediyorum.
Kanuni’ye hiç olmazsa muhteşemliğini hatırlatmak için söyletilen sözler ise bilenler için gülünç ve komik olmaktan öte bir mana ifade etmiyordu.
“Benim hasmım Şah İsmail değil Fransuva, Şarlken ve Henri Tudors’tur”.
Bir defa Kanuni böyle bir söz söylemedi. Şayet rol icabı söyletilecekse bari yerinde olsaydı. Fransuva, Şarlken’e esir düşerek Madrit’te hapsedilen kendisi ve annesi Kanuni’ye kurtarılması için yalvaran bir hükümdardan öte bir şey değildir. Henry Tudors’un ise bütün mücadelesi ve savaşları hanımları ile geçmiştir. Ortada tek ciddi rakip olan Şarlken ise Kanuni, yüz bin kişilik ordularla memleketini gezdiği halde bir kez olsun karşısına çıkma cesaretini gösteremeyecektir.
Aşağılanan Şah İsmail ise hiç olmazsa Yavuz Sultan Selim’in karşısına çıkmış ve bir meydan muharebesini göze alabilmiş bir şahsiyettir.
Kanuni’nin adaletine atıfta bulunulurken babasının icraatlarını kötülercesine Hasan Can’a serzenişte bulundurmaları başka bir garaipliktir.
Bu konu Hoca Sadettin Efendi tarihinde geçmektedir. Saltanatının ilk gününde değil İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı sırasında vuku bulacaktır. İbrahim Paşa kendi dönemlerinin adil olduğunu vurgularken Selim Han dönemindeki bazı icraatların İslamiyet’e uygun düşmediğini savunacak ve Hasan Can çağırılarak kendisinden Selim Han’ın neden böyle davrandığı sual edilecektir.
Hasan Can ise Selim Han’ın uygulamalarının İslamiyet’e uygun olduğunu deliller ve misallerle açıklayarak İbrahim Paşa’yı susturacak ve Kanuni bu söyleşiden ve babasının icraatlarından büyük bir keyif alacaktır. (Bkz. Hoca Sadettin Efendi, Tacü’t-Tevarih, haz. İsmet Parmaksızoğlu; c. 4, s. 215-216)
Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenirse birbiri ardında diğer yanlışlar sökün edecektir. Nitekim dizide Kanuni, sadece babasını azarlayan bir karakter değil aynı zamanda bir âlimi aşağılayan ve ikide bir omzuna ahbap çavuş gibi tokatlar atan garip bir konumdadır. Hasan Can’ın ise Padişahın yanından ayrılırken içerisine düşürüldüğü süklüm püklüm hali ise Kanuni’nin halk nezdinde düşürülmek istendiği durumu gözler önüne açıkça sermektedir.
Daha Hasan Can’ın yaşını bilemeyenlerin bu olayları nasıl doğru yansıtacakları muammadır. Dizide altmışlı yaşlarında gösterilen Hasan Can, aslında o yıllarda otuzlu yaşlardadır. Babası Hafız Mehmed’le birlikte 1514 yılında Tebriz’de Yavuz Sultan Selim Han’ın hizmetine girmişti.
Nihayet, babasının cenazesini kaldırmadan haremde kız kovalamaya başlayan Kanuni; daha Padişah kadınlarının Topkapı Sarayına gelmedikleri bir zamanda Topkapı’da geçen hayat; Hafsa Sultan’ın yeni gelen Hurrem’le Rusça konuşması; cülus bahşişi alacağız diye sevinen kırk elli yaşlarında askerler; Kanuni elçilerle görüşürken tercümanın ve vezirlerin dil dudak ve göz kulak oynatmaları. Neresini düzeltelim dedirtecek daha nice gaflar manzumesi.
Bir dizide bu kadar hata yapabilmek gerçekten bir maharet işidir. Yine senarist Meral Okay’a dönersek söyleşisinde:
“Bildiğimiz resmi tarihin dışında da bir tarih var tabi ki. Belgelerle ortaya çıkan daha asık yüzlü bir tarih. Öbür tarafta o tarihi yapan o tarihi şekillendiren insanların bir de kendi hayatları kimlikleri var”, diyor. Kendilerinin bir noktada herhalde bu bilinmeyenlere vurgu yaptığını belirtmek istiyor.
Düz bir mantıkla baktığınızda tamam bunlar doğru tespitler diyebilirsiniz. Ancak belgelerle ortaya konmuş temel gerçeklere, bu dizide ne kadar uyuldu ki siz insanların kendi hayatını ve kimliğini ortaya çıkarabileceksiniz. Bu durumda tarihi gerçekleri göz ardı edenler, senaryoyu yazarken ele aldıkları tarihi şahsiyetlere, ancak kendi dünya görüşlerini, yaşantılarını ve ahlakını giydirmiş olacaklardır.
Senariste göre bu dizinin adı muhteşem entrikalar, muhteşem ihanetler, muhteşem rezaletler olmalıydı. Ancak herhalde bu maksatlarını gizlemek için “Muhteşem Yüzyıl” dediler. İyi de hangi konuda muhteşem? İn kücâ an kücâ
Güneşin zerre kadar kadrine noksan gelmez
Eylese nur-ı cihan-tâbını huffaş inkar
.Destan Süngülerle Yazıldı
Savaştan önce Türkler’i birinci sınıf döğüşen bir kalabalığa benzeten İngiliz başvekili bu kez “Türkler’i tanımakta çok geç kaldığım için utanç duyuyorum” diyordu.
Gerçek sebebi sanayileşmiş ülkeler arasında dünyada iktisadî ve siyasî hakimiyeti ele geçirme mücadelesi olarak tarif edilen I. Dünya Savaşı 28 Temmuz 1914′te Avusturya-Macaristan’ın, Sırbistan’ın başkenti Belgrad’ı bombardıman etmesiyle başladı. Bu durum Rusya’nın seferberlik ilanına, akabinde de Almanya’nın sırayla 1 Ağustosta Rusya’ya, 3 Ağustosta Fransa’ya, 4 Ağustos’ta Belçika’ya savaş ilan etmesine yol açtı. Yine 4 Ağustos 1914′te İngiltere anlaşmalar gereği Almanya’ya savaş ilan etti. Böylece tarihe I. Dünya Savaşı olarak geçen mücadele başlamış oldu.
Rusya’da seferberlik süresinin yüzölçümlerinin genişliği nedeniyle uzun süreceğini hesaplayan Almanya planını buna göre hazırladı. Almanya asıl büyük kuvvetiyle Fransa’ya yüklenecek ve bu devleti 6 haftada çökerttikten sonra Rusya’ya dönecek, onu yere serecekti. Bu altı haftalık süre içinde Avusturya, Rusya’yı oyalayabilirdi. Plan gereği Alman orduları Belçika’ya girdikten sonra Fransa’ya sarktı. İlk anda çekilen Fransızlar, Marne Nehri üzerinde kuvvetli bir savunma hattı kurdular. Almanlar şiddetli taarruzlarına rağmen bu hattı kıramayıp Rus cephesine yöneldiler.
Almanya, Ağustos ve Eylül aylarında Rusya ile yaptığı iki muharebeyi de kazanırken müttefiki Avusturya’nın hali iyi değildi. Avusturya ordusu başlangıçda Belgrad’ı ele geçirdi ise de fazla tutamadı ve yine Sırplar’a kaptırdı. Bu arada Galiçya cephesinde de Ruslar’a mağlup olarak çekildi.
Denizlerde ise Almanya ile İngiltere arasındaki mücadelenin galibi Falkland Muharebesi ile İngiltere olarak ortaya çıkmıştı.
1914 yılı sonunda görünen ve gelinen netice Almanya ve müttefiklerinin savaşı kaybedecekleriydi. Onları kurtaracak yegane şart yeni müttefikler bulmak olacaktı. Bu ise son yıllardaki iyi münasebetleri ile Osmanlı Devleti olabilirdi. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinin onlara çok büyük faydaları olacaktı. En önemlisi Osmanlı Devleti savaşa girerse; Ruslar kuvvetlerinin büyük kısmını açılacak Kafkas cephesine kaydıracaklar, böylece Avusturya ve Almanya’nın yükü önemli ölçüde hafifleyecekti.
Hesaplar
Osmanlı Devleti’nin uzun süre harbe girmemek ve tarafsızlığını korumak yolundaki kararı başta Harbiye Nazırı Enver Paşaolmak üzere kabinenin bazı savaş yanlısı üyelerinin tertibiyle bozuldu. Devlet, bilindiği üzere Yavuz ve Midilli adı verilen iki Alman gemisinin 29-30 Ekim 1914 gecesi Türk karasularından çıkıp Odesa ve Sivastopol gibi Rus limanlarını topa tutmasıyla fiilen savaşa girmiş oldu. Şimdi itilaf devletleri planlarını yeniden gözden geçirmek durumundaydılar.
Bunların başında Çanakkale Boğazı’na karşı girişilecek teşebbüs geliyordu. Bu teşebbüsün gayesi şu noktalarda toplanıyordu.
Boğazlar ve İstanbul müttefiklerin eline geçerse Osmanlı Devleti için barışı kabullenmekten başka çare kalmayacaktı. Bu takdirde Osmanlılar kısa bir sürede tasfiye oluyorlardı.
Yine boğazlar elde edilirse Rusya ile yakın temas kurulabilecekti. Böylece Rusya’ya silah ve malzeme sevki daha kolay yapılabilecek ve Rusya’nın da buğdayından istifade edilebilecekti.
Son olarak Osmanlı Devleti’nin savaştan çekilmesi henüz savaşa katılmamış Balkan ülkeleri üzerinde etkili olur ve bunlar merkezi devletler safında yer almaya cesaret edemezlerdi.
Osmanlılar’ın savaş dışı bırakılması fikri özellikle İngiliz Bahriye Nazırı bilahare Başbakan olacak olan Churcilltarafından savunulmuştu.
Dolayısıyla Osmanlı Devleti daha başlangıçta Doğu Anadolu ve Kafkasya‘da Rusya’ya, Kanal Cephesinde ve Irak‘ta ise İngilizler ile müttefiklerine olmak üzere Çanakkale ile birlikte dört cephede çarpışmak zorunda kaldı. Daha sonra cephelerin sayısı artacaktır.
Görüldüğü gibi gerek sağlayacağı faydalar yönüyle, gerekse Osmanlılar’ı kısa sürede safdışı bırakabilme gayretiyle itilaf devletleri Çanakkale Boğazı’na yönelik harekata büyük önem verdiler.
Her yer kan
Ortak bir İngiliz – Fransız donanması 19 Şubat’tan 18 Mart 1915′e kadar Çanakkale Boğazı’nın iki tarafındaki Türk tabyalarını bombardıman ettiler. 18 Mart’ta müttefik donanmasının boğazı geçme teşebbüsü tam bir felaketle neticelendi. Bir gece önce Nusret mayın gemisinin Karanlık liman bölgesini mayınlaması deniz harekatının gidişatını değiştirmişti. Gerek Çanakkale Boğazı’nin iki yakasındaki mevzilerden açılan yoğun ateş ve gerekse Karanlık limana dökülen mayınların etkisiyle mevcutlarının % 35′ini kaybedip çekilmek zorunda kaldılar. Bu başarılı savunmayı idare eden Çanakkale müstahkem mevki kumandanı Cevad Paşa “18 Mart Kahramanı”unvanı ile anıldı.
18 Mart bozgunu İtilaf devletlerine karadan destek almaksızın yalnız deniz kuvvetleriyle boğazın geçilemiyeceğini gösterdiğinden General Hamilton‘un emrinde bir çıkarma ordusu hazırlanmaya başladı. Avustralya ve Yeni Zelanda askerlerinden oluşan kolordu (Anzak kolordusu) Arıburnu’na, İngiliz ve Fransız kuvvetleri de Seddülbahir’e çıkartılacaktı. Çıkarma harekatı 25 Nisan 1915 günü sabaha karşı İngiliz Generali Hamilton ve Fransız Generali Amadeu idaresinde başladı. Böylece Çanakkale’de başlayan savaşlar Türk’ün şehadet destanları ile doludur. Çok kanlı bir şekilde cereyan eden Kirte Muharebeleri, Zığındere ve Anafartalar Muharebesi, Kocaçimen, Conkbayırı, Kanlısırt, Kirtepe, Kanlıtepe ve Aslantepe Muharebeleri Türk kuvvetlerinin zaferi ile neticelenmiş, muvaffak olamayacaklarını anlayan düşmanlar Ocak 1916'da perişan bir halde çekilip gitmişlerdir.
İngiliz ve Fransızlar’ın mutlak aşma niyetlerine, üst üste komuta kademelerinde değişikliğe gitmelerine, sürekli takviye birlikleriyle desteklemelerine rağmen boğazı aşamamalarının sırrı nedir? Çanakkale’yi geçilmez kılan hangi güçtür? Oysa kuşatma öncesinde durum ne kadar farklıydı.
Dönemin İngiltere Başvekili Sir David Lloyd George “Türk Milletini” sadece I. sınıf döğüşen bir kalabalık olarak tanımlarken Bahriye Nazırı Churcill ise “Türkler mi? Bir elimizi arkamıza bağlar, diğer elimizle ezer geçeriz o milleti” diyerek küçümsüyordu.
Anka avlanılmaz
Gazeteler ise bu beyanatlarla coşuyor ve asırların kinini şu şekilde ifade ediyorlardı:
“… Son haçlı seferlerinden beri ilk defadır ki Batı, Doğu’ya yönelmiş bulunuyor. Hristiyanlık alemi, Fatih Sultan Mehmed’in 29 Mayıs 1453 meşum tarihinde Bizans İmparatorluğu’na indirmiş olduğu şiddetli darbenin öcünü almak için toptan harekete geçmiş bulunuyor. “
“… Diğer savaş meydanlarından alınıp buraya yığılan gemiler sanki bir tek amaç için, belki de Hristiyanlık aleminin Türkler’e karşı yapabileceği son haçlı seferi içindir. “
“… Geçmişteki haçlı seferleri, başarı bakımından o kadar kayda değer şeyler değildir. Halbuki bu sonuncusu ve en büyüğünde haçlılar, bir zamanlar Viyana kapılarından Kudüs’e kadar uzanmış olan eski Osmanlı İmparatorluğu’nun her bir köşesinde kemikleri dağılıp kalmış Orta Çağ şövalyelerinin öcünü alacaktır.”
Böyle bir haleti ruhiye içerisinde Çanakkale önlerine gelen İngilizler’in hayalleri de asırlar önceki haçlılarınki ile şaşırtıcı bir benzerlik oluşturuyordu. Müttefik Kara Kuvvetleri Komutanı General Hamilton “Ümitlerimiz çok çok artmıştı. Kurtarılacak Kudüs mü yoksa İstanbul muydu? Ne farkı var? Askerin başarısının sınırı yoktur. “
İngilizler’in edebî metinlerinde galiba şu mealde bir beyit yoktu veya hiç duymamışlardı.
Anka avlanılmaz tuzağını topla
Tuzağa giren olur berhava
Nitekim kara harekatının başladığı günlerden itibaren General Hamilton’un günlüğü şu ifadelerle dolmaya başladı:
“Bir komutan için en büyük düşman etrafa korku salan kimsedir. Türkler gerçekten cesur ve görüldükleri yerde dehşetli korkular bırakıyorlar. Masal kitaplarında değil ama süngü takmış parıltılar içinde Allah Allah sesleriyle üzerimize koşuyorlar… (Gelibolu Günlüğü, s. 124)”
“Tümen komutanlarım ve tugaylar, birliklerinin sabahtan beri sürdürdükleri kahramanca çabalardan, bütün gün süren ağır çarpışmalardan sonra takatlarının tükendiğini ve şimdi de düşmanın nefes aldırmaz şarapnel hücumlarından ötürü maneviyatlarının kırıldığını bildirdiler. Birliklerden bir kısmı ateş hattını terkedip geri çekildi (Gelibolu Günlüğü, s. 104).
“Dürbün gözlerimde öylece kala kaldım ve durumun sakinleştiğine inanmak istedim. Öyle geldi ki binlerce Türk askeri Kerevizdere’ye doğru yön değiştirdi ve hızla geri çekildi. Birkaç saniye geçmişti ki Türkler’in 6 inçlik topları ateşe başladı. Muazzam dumanlar, sarı şimşekli alevler yükseliyor, düşman topları ilk defa bütün güçlerini göstererek bir volkan gibi patlıyor. Büyük çaplı obüs topları da cehennemi orkestranın ahengine katılıyor. Dumanlar dağıldığında manzara şuydu: Senegalli birlikler perişan, dağılmış, çılgınlar gibi kaçıyor. Onları durdurmak artık imkansız.
Tescilli mağlubiyet
Çanakkale zaferini kazanan ruh Türk askerinin mayasında vardır. Zira anası onu vatan için doğurmuş ve hep böyle günler için hazırlamıştır. Nitekim günü geldiğinde de şairin ifade ettiği gibi,
Haydi yavrum! Ben seni bugün için doğurdum. Hamurunu yiğitlik duygusuyla yoğurdum. Türk evladı o dur ki, yurdu olan toprağı Ana ırzı bilerek yad ayağı bastırtmaz. Bir yabancı bayrağı Ezan sesi duyulan hiçbir yere astırtmaz. Git evladım yıllarca ben oğulsuz kalayım. Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım. Haydi oğlum, haydi git. Ya gazi ol, ya şehid.
Savaşta şehitliği en büyük rütbe kabul eden bir millete kim karşı durabilir? İşte General Hamilton’un acz, yeis, ümitsizlik, çaresizlik hali:
…Haber bekliyorum, yok! On defa telsiz odasına gittim, geldim, hiçbir haber yok! Artık alıştığımız dehşet verici sesler, karadan denize esen rüzgarlarla kulaklarımıza ulaşıncaya kadar Allah Allah bağırışlarıyla Türkler geliyor… Şaşkınlıktan bir türlü kurtulamadığım bir an. Mümkün olan hangi kaynaktan istifade edip yardıma koşabilirim. Ne azap verici bir durum! (Gelibolu Günlüğü, s. 129).
“Türkler en etkili savaşlarını veriyorlar. Türkler’in morallerinin yüksekliği de aşikârdır. Çok mükemmel komuta edilen ve yiğitçe döğüşen Türk ordusuna karşı savaşıyoruz.
… Ah ne elem verici durum her biri mükemmel birlikler olan taburlarımız eridi. İskelete döndü. Birliklerin gölgesi kaldı adeta. Dereler gibi kan akarken, sahile nakledilen yüzlerce yaralının miktarı arttıkça ıstırab içinde düşünüyorum.
Vaziyet son derece sinir bozucu idi. Askerlerin her biri şu elem verici düşünceyle savaşa gidiyordu. Düşmanları sandıklarından çok daha sertti.
… Askerler artık birlikte savunma ruhuna sahip değil. Ağır bombardıman veya tüfek ateşi karşısında ilerliyemiyorlar. Saldırı için atılganlık göstermedikleri gibi en basit bir düşman saldırısından da ters yüzü dönüp uzun süre kaçıyorlar. Askerin çoğu da sağda solda gizleniyor.
Ve Hamilton’un yerine atanan General Monro‘nun Çanakkale harekatıyla ilgili raporu:
“… Bana kalırsa, Türk savunma hatlarına karşı yapılacak yeni bir saldırının başarıya ulaşma şansı yoktur. Askerî sebepler göz önüne alınırsa yarımadanın boşaltılması doğru olacaktır.”
Nihayet 23 Ekim 1915 tarihinde Londra’da toplanan savaş komitesi Seddülbahir de dahil olmak üzere Çanakkale’deki bütün cephelerden çekilmeye karar vermiştir diyerek mağlubiyetlerini tescilliyordu.
Böylece Türk cesareti İngiliz soğukkanlılığını, Türk azmi İngiliz inadını ve Türk vatanseverliği İngiliz gururunu yenmiş, şanlı tarihimize “Çanakkale Geçilmez”ibaresini yazdırmıştır.
Savaştan önce Türkler’i birinci sınıf döğüşen bir kalabalığa benzeten İngiliz başvekili bu kez “Türkler’i tanımakta çok geç kaldığım için utanç duyuyorum” cevabını verebilmek cesaretini kendinde bulmuştur.
“Türkler’i bir elimizi arkaya bağlar, diğer elimizle yener geçeriz” diyen Bahriye Nazırı Churchill’e durumu sorduklarında “Türkler’in tek elle yenik düşürülmesinin imkansızlığını gördüm” diyerek bir itirafta bulunmuştur.
Öyle zannediyorum ki İngilizler’in diğer eli hile, desise ve entrika siyasetidir.
.
Devşirme sistemi, Türklüğe ihanetin adı olabilir mi?..
Vur, fakat dinle!
Tarihçilerin kayıtlarına göre, Osmanlı devletinde görülen, adına da yaya ve müsellem denilen piyade ve süvari birlikleri genişleyen fütuhat faaliyetlerinde yeterli olmamaya başladı ve yeni birliklere ihtiyaç hissedildi. Bu ihtiyaçtan hareketle savaşlarda edilen esirlerin durumu müsait olanlarından pençik oğlanı adı altında faydalanılmaya başlandı. I. Murad döneminde bunlara bir takım esaslar getirilerek düzenli bir ocak haline gelmeleri için önemli adımlar atıldı. Gelibolu’da bir ocağı kurularak kapıkulu denilen askeri ocakların temeli oluşturuldu.
Ordunun çekirdeği
II Murad döneminde ise teşkilat kanunlarında bir adım daha ileri gidilerek, sadece savaş meydanlarında elde edilen esirlerden değil, aynı zamanda Osmanlı tabiiyeti altında bulunan Hristiyan çocuklarından da seçme yapılarak ocaklara insan kaynağı temini yoluna gidildi. Ayrıca buna münhasır bir devşirme kanunu çıkarıldı. Şimdi bu kanuna uygun olarak toplanan yüzlerce genç çocuk, devlet merkezine getiriliyor ve belirlenen prensipler dahilinde yetiştirilmeye başlanıyordu.
II. Murad Han asker yetiştirmek maksadıyla harekete geçti. Padişahın saray hizmetlerini yürütecek seçkin bir sınıf oluşturmak üzere Enderun Mektebini kurdu. Ancak bu mektep esas kimliğine Fatih Sultan Mehmed döneminde erişti. Fatih, İstanbul’un fethinden sonra Topkapı Sarayı’nın inşasına kadar eski sarayda ikamet etti. Yeni Saray tamamlanınca Enderun ağalarının bir kısmı ile buraya taşındı, bir kısmı da Eski Saray’da bırakılmıştı.
Edirne’deki saray ve Eski Saray bir mektep haline getirilerek Topkapı Sarayı’ndaki birimlere adam yetiştirilme yeri olarak kullanılmaya devam etti.
Enderun-ı Hümayun mektebine dönemin önde gelen ilim adamları eğitimci olarak tayin edilmişti. Fatih Sultan Mehmed ilim ve fen tahsili yaptırmak üzere birçok bilim adamını sarayına topladı. Bunlar gerek sarayda, gerek taşrada geleceğin idarecilerini yetiştirmek üzere seferber oldular.
Neticede Muradı Hüdavendigar’ın son dönemlerinde Osmanlı ordusunun çekirdeğini devşirme yeniçeri askeri teşkil ederken özellikle Fatih’in iktidara geçmesiyle birlikte idarede de devşirme devlet adamları söz sahibi olmaya başladılar. Yaklaşık üç asır boyunca bu uygulama devam etti. Özellikle XVI. yüzyıl sonlarından itibaren devşirme kanununda ortaya çıkan bozukluklar bilhassa Yeniçeri ocağı olmak üzere Osmanlı askeri düzeninde aksaklıklara yol açmaya başladı. IV. Murad Han devrinde ıslah çalışmaları yapıldıysa da yüzyılın sonundan itibaren devşirme sistemi yavaş yavaş terk edildi.
Türk’e ait bir sistem
Pençik oğlanları, devşirme kanunu, yeniçeri ordusu, içoğlanları, Enderun Mektebi ve devşirme devlet adamları Osmanlı tarihinde önemli bir safha teşkil eder. Tarihin bu çağına seyahat edenler büyük bir ikilemin içerisinde kalırlar. Zira çeşitli iddialarla devşirme sisteminin Osmanlı devletine fayda yerine zarar verdiği ısrarla savunulmaktadır.
Devşirme sisteminin, evladı ailesinden hoyratça koparan nice senaryolu anlatımlara konu edilmesinden, bu uygulama ile Türk devlet adamlarına devlet idari kadrolarının kapandığı, Türklerin sadece toprağa bağlı kılındığı, yabancıların bu millet için yeterince gayret göstermesinin mümkün olmadığı, hatta Türk insanını dahi tanıyamıyacağı özellikle vurgulanmıştır. Ayrıca çeşitli yeniçeri isyanları ve son dönemlerindeki başıbozukluklar da bu sistemi kötülemekte çok büyük bir malzeme olarak göze çarpmaktadır.
Bu itibarla biz de çeşitli yönleriyle devşirme dünyasına kısa bir gezintide bulunacağız. Belki bu seyahat sistemin anlaşılmasında daha etkili olacaktır.
Yeniçeri ordusunun teşkiline yarayacak devşirme sisteminin banileri Karamanlı Molla Rüstem ile Çandarlı Kara Halil’dir. Bu iki Türk ilim ve devlet adamı harpte alınan esirlerden beşte birini devlet hesabına ve asker ihtiyacına göre almayı teklif etmişti.
Hukuka uygun
Bundan önce de Rumeli fatihi Süleyman Paşa, harpte alınan esirleri kısa bir müddet terbiyeden sonra iki akçe yevmiye ile orduya katardı. Keza aynı uygulamanın Aydınoğulları tarafından da gerçekleştirildiği biliniyordu (1).
Teklif Murad-ı Hüdavendigar’a iletildiğinde şayet Cenab-ı Hakkın buyruğu veya dine uygun ise alınmasını isteyerek konuyu ulemaya havale etmişti. Dolayısıyla daha başlangıçtan itibaren Osmanlılar, gayr-i müslimlerden asker edinmeyi galiplerin istedikleri şekilde bir tasarruf hakkı olarak görmüyor, meselenin hukuki yönünü de değerlendiriyordu (2).
İşte asırlarca devam edecek ve etkileri pek büyük olacak böyle muazzam bir sistemin çekirdeği Mevlânâ Rüstem, Kazasker Hayreddin Paşa ve Sultan Murad-ı Hüdavendigar gibi üç Türk büyüğünün eseri olarak ve bir ihtiyaç dolayısıyla ortaya çıktı. Onlar kurdukları beyliğin üç beş şehirden ibaret bir koloni değil, üç kıtaya yayılacak emsalsiz bir imparatorluk olacağının bilinci içerisinde idiler. Attıktan adımları buna göre atıyor, kurdukları müesseseleri yüz yıl ötesini görerek hayatiyete geçiliyorlardı.
Devşirme sisteminin Türk milletine ve Osmanlı kimliğine mâl edilme meselesini yeni projenin ortaya çıkışında aramak gerekir. Çandarlı Hayreddin Paşa, Murad-ı Hüdavendigâr’ın huzuruna getirilen çocukları işaret ederek, Türk’e verelim, hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler diyordu (3). İşte bu uygulama ile Türk gibi düşünen, aynı ideallerle dolup taşan, Osmanlı devletine gönülden bağlı teknisyen bir kadro ortaya çıktı. Bu gücün, birliğin, ordunun ortaya çıkışında gerçek pay sahibi olanlar, onları üç beş sene evlerinde yetiştiren, Türk kimliğini aşılayan, eğiten Türk aileleri değil midir?
Yüz yılda iki olay
Özellikle I. Kosova savaşından itibaren harp meydanlarında boy göstermeye başlayan yeniçeri neferleri, bunun dışında sadece merkezde yiyip içip yatmadılar. Canları sıkıldıkça devletlü başları istemediler. Padişahları tahtan indirip çıkarmadılar. İmparatorluğun hemen her tarafındaki serhad kalelerinde yine yeniçeri kıtaları vazife yapıyorlardı. İnzibati işlerin yanısıra ilk iki yüz yıllık devrede hemen her sene sefer-i hümayunlar düzenleniyordu. Bu uzun zaman dilimi içerisinde serkeşlikleri de görülmedi değil…
Ancak bir elin parmaklarını geçmeyen ve bir başkaldırıdan ziyade çeşitli isteklere dayanan yeniçeri huzursuzlukları, kudretli Türk padişahtan tarafından şiddetle bastırıldı.
Nitekim Sultan II. Mehmed’in saltanatının hemen başında çıktığı Karaman seferi dönüşünde, yeniçeriler yol üzerinde saf tutarak; Padişahımızın ilk seferidir, ihsan gerek diye küstahça bağırmışlardı. Padişah sinirlenmiş, fakat belli etmemişti. Ancak ilk fırsatta divan toplamış, yeniçerileri esaslı bir yoklamaya tabi tutmuş, yeniçeri ağasını dayaktan geçirmiş, hareketin elebaşlarını buldurup şiddetle cezalandırmıştı (4). İşte bu ciddi tutum ve davranış neticesinde yeniçeriler, Fatih’in saltanatının sonuna kadar bir daha en ufak bir kıpırrdanışta bulunmadılar. Disipline tam anlamıyla uydular. Hem de yaklaşık 30 sene, karada ve denizde irili ufaklı onaltı Avrupa ülkesiyle görülmemiş bir mücadele dönemi geçilip bir cihan imparatorluğu kurmalarına rağmen.
İkinci olarak yeniçerilerin Şah İsmail üzerine düzenlenen seferde, Yavuz’un otağına ok attıkları ve geri dönmek istedikleri dile getirilir. Evet, olay doğrudur ve yeniçeri birlikleri ancak Yavuz Sultan Selim gibi kudretli, cihangir bir Türk hakanının dirayeti sayesinde Çaldıran sahrasına kadar götürülebilmiştir. Çaldıran seferinde Osmanlı askeri zahire bakımından çok sıkıntı çeker ve en meşakkatli yolculuklarından birini yapar. Düşmanın ortada görünmemesi ve yolculuğun da uzun sürmesi bazı devlet adamları dahil yeniçerileri de dönmeye sevk eden unsurlardan olmuştur (5). Ancak yeniçeri ve devşirmeleri Türk’e düşman, Türk kimliğine uzak tutan yazarlar, Yavuz olayını misal verirken madalyonun arka yüzünü hiç mi düşünmezler.
Batıda Sırbistan’a, Eflak’a, Boğdan’a, Otranto’ya, Belgrad’a, Rodos’a, Molhaç savaşına, Viyana önlerine güle oynaya giden bu askerler, bir Türk ırkı üzerine sevk edildiğinde gayretsizlik gösterirler. Aslında onlar için bu vaka bir övünç vesilesi olmalıydı. Yeniçerilerin isyanıyla gururlanmalıydılar. Peki ya tersi olsaydı ne derlerdi acaba?
Daha sonraki yüzyıllarda artan yeniçeri isyanlarının temel sebebi aslında devşirme sisteminin ve ocağın disiplininin bozulmasına dayanıyordu. Dolayısıyla sistemin gün geçtikçe çöktüğünü gören Osmanlı devlet ve ilim adamları yazdıkları eserlerde bu bozukluklar üzerinde durdular, çareler çözümler sundular. XVIII. asrın ortalarından itibaren ise artık iflah olmaz bu ocağı ortadan kaldırabilmenin yollarını araştırmaya başladılar. Neticede 1826′da yeniçeri ocağı tarihteki yerini alırken insaf sahibi hiç bir kimse bu askerlerin ve devlet adamların 300 yıllık muazzam devirlerini kötülemiyordu. Bunların Osmanlı-Türk kimliğinden şüphelenmiyordu.
İngiliz hezeyanı
Devşirme sisteminin Türk kimliğini yok ettiğini savunanlar sadece burada da duramadılar. İngiliz gizli servisinin, İslamın, milli özellikleri yok edici etkileri şeklinde sunduğu hezeyanları delil göstermek suretiyle Osmanlıların da bundan etkilendiklerini ve doğudaki akrabalarını unuttuklarını iddia ettiler (6). Öncelikle şunu açık bir şekilde ifade etmek gerekir ki Resulullah Efendimiz Arapların arasından çıkmış olmasına rağmen, kıyamete kadar gelecek bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmişti. Dolayısıyla O, insanları Arap olmaya değil, Müslüman olmaya davet ediyordu. Bu itibarla İslamiyet dünyanın dört bir yanında her milletten halklar arasında rahatlıkla revaç buldu, yayıldı.
Türkler İslamiyetle tanışmadan evvel Mani, Buda, Hristiyanlık ve Yahudilik dinlerinin kıskacı altında bulunuyordu. IV. asrın sonunda Dinyeper ile Aral gölünün doğusundaki Hunlar batıya göç ederek Tuna’yı aşıp Balkanlara girmişlerdi. 434 yılında Attila bu Hun devletinin başına geçince ülke sınırlarını Volga nehrinin doğusundan bugünkü Fransa’ya kadar uzattı. Ancak bu büyük devletin üzerinden yüzyıl dahi geçmeden bırakınız hakimiyet duygularını, milli benlikleri de yok olmuş bulunuyordu. Avarların da aynı akibete uğramasının ardından asıl büyük göçler XI. asrın başından 1070′lere kadar vuku buluyordu. İslam dünyasına girmeyen Peçenek, Uz ve Kumalılardan Tuna’yı aşarak batıya giriş yapanlar 600 binden ziyade olarak rivayet olunuyordu. Özellikle Balkanlar’da bir yüzyıl önemli roller üstlenen bu Türk topluluktan çok geçmeden dağıldılar, slavlaştılar ve eriyip gittiler.
İslâmiyet ve Türkler
Oysa meşhur Türk mütefekkir ve sosyoloğu Prof. Dr. Erol Güngör‘ün deyimiyle Türkler İslamiyet sayesinde birliğe kavuşmuş ve eriyip yok olmaktan kurtulmuşlardır. Bugün yeryüzünde Müslüman olmayan Türk yok gibidir ve Müslüman olunca kendini kaybedip yok olan bir Türk topluluğu da mevcut değildir. Ama Türk soyundan gelmiş birçok topluluklar vardır ki, bunlar İslamdan başka dinlere girmekle hem dillerini hem köklerini unutmuşlar, tamamen karakter değiştirerek kaybolup gitmişlerdir. Tuna Bulgarları bunun tipik bir misali olup Türklükle en ufak bir ilişkileri kalmamıştır (7).
Erol Güngör merhumun bu ifadeleri, aynı zamanda, İslamiyetin milli kimliği yok etmek değil, bilakis korumakta olduğunun da delili gibidir. Zira 400 yıl Osmanlı idaresinde rahat ve huzur içerisinde memnun ve mesut olarak yaşamış onlarca millet, kültür ve kimliklerini hiç bozulmadan muhafaza ettiler, devletimizi yıkmak isteyen dış mihraklar da özellikle bu konumlarından istifade yolunu tuttular. Nitekim başta İngiliz ve Ruslar olmak üzere dış mihrakların tesiriyle XIX. asrın başından itibaren Osmanlı coğrafyasındaki bütün milletler ırkçı ve milliyetçi düşüncelerle bağımsızlık hareketlerine girişmiş bulunuyorlardı. Ancak bu güçlerin maşalarının, mesela Arap alemini Osmanlı Türklerine karşı kışkırtmak isteyenlerin devletimizi ne ile suçladıkları dikkatle incelenirse gerçek niyet ortaya çıkar.
İşte XIX. asırda İslam aleminde önemli siyasi gelişmelere karışmış Afgani ve Abduh‘un Osmanlılar hakkındaki düşünceleri…
Eğer Osmanlı devleti kurulduğunda veya Fatih döneminde yahut Sultan Selim döneminde Arapça’yı İslamın dili olması açısından resmi dil olarak kabul etseydi ve bütün gücüyle Türkleri Araplara yakınlaştırmaya çalışsaydı, karşı konulmaz bir güç, girilemez bir kale ve otoritesi daha yerli yerinde ve köklü olurdu. Ama bu yapılmadı. Hatta daha da ileri gidilerek Arapların Türkleştirilmesi düşünüldü (8)..
İngilizler hesabına çalışmış oldukları kesin bu iki ismin ve yandaşlarının, Arapları Osmanlılara karşı ne şekilde kışkırttıkları meydanda iken Osmanlıların Türk dili ve kimliğine uzak olduklarını savunmak acaba kimin adına çalışmak olur. Bu noktada İngilizlerin, İslam’ın milli özellikleri yok edici safsatası, asırlarca İslam dünyasının liderliğini yapmış Türkleri parçalama ve yok etme planlarının bir parçası olmaktan öteye gidemez.
Sağlam sistem
İlk Müslüman Türk Devleti Karahanlılar’dan başlamak üzere Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlıların sistem olarak farklı da olsa genel manada devşirme birliklerini kullandığı göz önünde tutulursa bu usûl, Türk milletinin yapıcı, üretici, teşkilatçı, faal ve zinde yapısını kesinlikle bozmamış, bilakis artarak yükselmesine sebep olmuştur. Nitekim Osmanlıların, idare ve siyaset hayatının yanısıra Türk medeniyet eserlerinin ve kültür kıymetlerinin en yüksek numunelerini veren ve yapıcı gücünün zirvesine çıkan muazzam bir devleti kurmuş ve 600 sene yaşatmış olduklarında bütün tarihçiler müttefiktir.
Şayet bu sistem Türk kimliğini bozmuş olsaydı bu güçlü devletlerden biri yıkılırken yerini diğer bir Türk devleti daha güçlü bir şekilde nasıl alabilirdi? Türk kimliği bin sene nasıl devam etti ve günümüze kadar geldi. Her defasında devletin kurucuları neden Türkler oldu? İşte bu sualler bizi gerçek çözümüne ulaştırmaktadır.
İslâm tarihindeki yerini almasıyla birlikte Türkler’in, başta bugünün süper gücü Amerika’nın, Avrupalı devletlerin ve bizim Cumhuriyet idaremizin modern manada uyguladığı vatandaşlık kimliğini asırlarca bilfiil yaşattığı ortaya çıkar. Türkler genetik özellikleri ve üstün hasletleri sebebiyle tüm milletlerin idarelerine olumlu baktığı erişilmez devlet teşekküllerine imzalarını attılar.
Osmanlı Türkleri’nin doğudaki akrabalarını unuttuklarını söylemek ise, -şayet kasıtlı değilse- bu devletin tarihini hiç bilmemek manasına gelir. Böyle bir iddiada bulunabilmek için Osmanlı devletinin doğuş şartlarını, ne yöne doğru genişlediğini, bir imparatorluk haline geldiğinde dünyanın şartlarını ve sonrasını iyi değerlendirmek gerekir. Akabinde Don-Volga kanal projesinin mahiyetini ve bunu baltalayanları, XVIII. asırda Osmanlıların Buhara, Türkistan ve Kazak hanlarıyla münasebetlerini, İran’ın bu ilişkilerin gelişmesini bıçak gibi kesen konumunu, nihayet II. Abdülhamid Han‘ın siyasetini anlamadan tek cümle ile Osmanlı akrabalarını unuttu elemek, çok ağır bir itham gibi görünmektedir.
Medeniyet dili
Türklerin İslam dairesine girişi ile Türk dilinin geri kaldığı ve bir reaya dili haline düştüğü iddiaları yine devşirme sisteminin bir neticesi olarak sunulmakta ve kendi halkına yönetimi layık görmeyen bir devlet, yabancı kültürün istilasına imkan tanımak suretiyle değerlerini tahrip ediyordu denilmektedir (9).
Oysa Türkler İslamiyeti kabul ettikleri sırada, günümüzde İngilizce’nin olduğu gibi, Arapça ve Farsça bir medeniyet dili olarak yaşamaktaydı. Ayrıca Arapça İslamiyetin temel kitabının diliydi. İslamiyeti iyi anlamak, İslam medeniyet hamlelerine hakim olabilmek için bu dili öğrenmek şarttı. İşte bu tesirlerle Selçuklu sarayında, devlet hayatında olduğu kadar ilim ve edebiyat sahasında da Farsça ile Arapça’nın pek mühim etkileri görüldü. Bu dillerde dünyaca meşhur ilim ve fikir adamları yetişirken esas itibariyle Türkler kendi dillerini muhafaza ediyorlardı.
Kaşgarlı Mahmud‘un Divan-ı Lügâtüt-Türk, Yusuf Has Hacib‘in manzum olarak yazdığıKutadgu Bilig, Hoca Ahmed Yesevi‘nin Divân-ı Hikmet isimli eserleri Türkçe yazılan nadide örneklerdir. Yine edebiyatımızın en yüksek şahsiyetlerinden Yunus Emre, Aşık Paşa, Gülşehrihem Türkçe yazıyor hem de Türkçeyi savunuyorlardı.
Bunun neticesi olarak Osmanlılar döneminde Türkçe devlet dili olarak da hak ettiği yeri alıyordu. Osmanlı devleti bütün resmi yazışmalarını Türkçe olarak yaptı.
Bir devşirme alayı
Son olarak devşirme dünyasına veda etmeden evvel Enderun mekteplerinde yetişip sadrazamlıktan itibaren tüm devlet kadrolarını işgal etmek ve Türk ırkından olanlara bu yolu tıkamakla itham olunan Osmanlı devlet adamlarının kimlikleri üzerinde durmak istiyorum.
Tarihlerimizde Osman Bey‘in can dostu ve silah arkadaşı olarak ün yapan Köse Mihal Bey, bilahare Müslüman olarak hizmete atıldı. Gazi Mihal Bey sadece kendisi ilk dönem fetihlerde rol almakla kalmadı, oğulları ve torunları da ikiyüz yıl uç bölgelerinde bir serdengeçti sıfatıyla hizmet ettiler. Adlarını en meşhur akıncı boyu, Mihaloğulları olarak tarihe kazıdılar. Gazi Mihal Bey’in oğullan Ali, Aziz ve Balta beyler, Aziz beyin oğlu Gazi Mihal, onun oğlu Mehmet Bey ve sonrasında Yahşi, Hızır, Bali, Ali, İskender ve Firuz Beyler asırlarca yaptıkları akınlarda hangi aşk ve idealle çarpışıyorlardı (10).
Fatih’in ilk ve ne yazık ki Türk soyunun son sadrazamı gibi gösterilen Çandarlı Halil Paşa asırların ideali İstanbul’un fethine her fırsatta karşı çıkarken, Rum asıllı Zağanos Paşa hemen her harp divanında bu güzide şehrin fethi yönünde ağırlığını koyuyor, başta Akşemseddin olmak üzere ulemanın desteğini de görüyordu (11).
Yine Rum asıllı olup Fatih döneminde vezir-i azamlık mevkiine kadar çıkan Mahmud Paşa, bu büyük Türk hakanının hemen hemen bütün seferlerine iştirak etti.
Veli lakabıyla anılan Mahmud Paşa alim, fazilet sahibi, tedbirli iyi bir devlet adamı ve muvaffakiyetli bir vezir idi. Başta İstanbul olmak üzere gerek Rumeli gerekse Anadolu’nun bir çok şehrinde mescid, medrese, imaret, han, hamam ve camiler yaptırarak hizmete sundu (12).
Fatih Sultan Mehmed zamanında başarılarıyla şöhret kazanmış değerli devşirme kumandanlarından biri de Sırp asıllı Gedik Ahmed Paşa idi. Sergerde ve dönme gibi lakaplarla yerden yere vurulan bu kudretli kumandan nice başarılarının yanısıra Ceneviz sömürgelerinden Kefe, Sudak ve Azak ile Ege’de Kefalonya, Zanta ve Ayamavra’yı devletine kazandırdı. Yahya Kemal Beyatlı’nın;
Çıktı pür velvele Otranto’ya Ahmed Paşa
Tuğlar varsa gerekdir Kızıl elmaya kadar
ifadeleriyle de ölümsüzleştirdiği, Otranto’nun fethini gerçekleştirdi. Fatih Sultan Mehmed’in ani ölümü ve oğullan Bayezid ile Cem arasındaki saltanat mücadelesi bu değerli komutanın belki de Roma’ya girişini engelliyordu. Aslında o geri dönmeyi kesinlikle istememiş, yeni padişah II. Bayezid’den Otranto kalesini savunan Osmanlı askerine yardım sevkedilmesi ve bölgeye bir donanma gönderilmesi ricalarında bulunmuştu. Ancak Bayezid, Cem olayının büyümesi üzerine onu geri çağırdığından İtalya’nın zaptı yarım kalmış oluyordu (13).
Doğu Bosnalı olduğu tahmin edilen ve Enderun’da yetişen Hadım Sinan Paşa, Yavuz Sultan Selimin fevkalade itimadını kazanmıştı. Ridaniye muharebesinde Çerkesler’in asıl ordu merkezlerine yaptıkları hücumda şehid düştü. Pek çok muvaffakiyetlerde bulunmuş bu cesur ve değerli vezirinin ölümünden çok müteessir olan Sultan Selim; Yusuf aleyhisselam tahtına nail oldum, fakat Sinan gibi sadık ve cesur serdarımdan ayrıldım diyerek elemini, üzüntüsünü dile getirdi (14).
Rum aslından geldiği belirtilen Pargalı İbrahim Paşa, Kanuni dönemine yakışır bir diplomat, değerli bir devlet adamı idi. Yine Kanuninin son döneminde sadaret mevkiine gelip on beş yıl fasılasız görev yapan Sokollu Mehmed Paşa bir siyaset dehası olarak nam kazanıyor, dünyayı avuçlarının arasında oynatıyordu.
Yüksek devlet şuuru
Yine Enderun’dan yetişme Tiryaki Hasan Paşa, Kanije savunmasıyla meşhur, mücahid Osmanlı-Türk kumandanı bu başarısı sebebiyle Sultan III. Mehmed‘den şu mektubu almıştı:
Berhudar olasın. Sana vezaret verdim ve seninle mahsur olan asker kullarım ki, manen oğullarımdır. Cümlenizi Hak teala hazretlerine ısmarladım.
Padişahın fermanını okuyan Hasan Paşa ağlamış, sebebini soranlara ise:
Kanije müdafaası gibi küçük hizmetlere de vezirlik verilmeye, padişah mektubu yazılmaya başlandı. Bizim gençliğimizde öyle küçük hizmetlere vezirlik verilmez, padişah mektubu yazılmazdı. Biz ne idik, neye kaldık diye ağlıyorum cevabını verdi (15).
Yine Tiryaki Hasan Paşa bir merasim dolayısıyla Kubbealtı’na giderken yoldaki selam taşlarını selamlaması gerekiyordu. Yaşı 80′i bulmuş yaşlı veziri padişah bundan muaf tutmuştu. Koltuğunda iki teşrifatçı ile gelirken paşa selamlamak için duruyor, ancak yanındakiler, padişah sizi muaf tuttu diyerek bırakmıyorlar. Ömrü gazalarda geçmiş gayretli vezir: Bu ne iştir, anane bozulur mu? diye kükrüyor. Yanındakiler aman sus diyerek kendisini güçlükleKubbealtı‘na sokuyorlar (16).
Celâli belâsı
XVII. asır başları Anadolu halkının Celali eşkıyalarından bıkıp, usandığı, perişan olduğu bir dönem. Merkeze binlerce şikayetname yağıyor. Bunlar Rum ve Ermenilerin değil. Türk çiftçi ve eşrafının feryatları. Sayılan 30-40 bine ulaşmış celali grupları Anadolu halkını kasıp kavuruyor (17).
İşte 90′lık vezir Kuyucu Murad Paşa bu Celali gruplarıyla tam üç yıl (1607-1610) geçeli gündüzlü uğraştı. Dağ ve derelerde at üzerinde yol alırken, kendisini bağlatıyor ve ancak namaz vakitlerinde mola veriyordu. Bazan dinlenme sırasında bir iki saat uyuyan paşayı öldü sanıyorlar. Hatta bir keresinde gasl için su ısıtmaya başlıyorlar. Ancak paşa yine ayağa kalkıyor ve takibe devam ediyor. Celali eşkıyalarına darbe üstüne darbe indiren kudretli vezir-i azam Anadolu halkına uzun yıllar devam edecek bir nefes aldırıyor.
Kuyucu Murad Paşa’nın, Celali-zorba-başılarının kalın yazılarla isimleri yazılı 400 bayrağıyla İstanbul’a girişi büyük bir sevince yol açmıştı. Genç padişah I. Ahmed Han huzuruna çıkan ihtiyar sadrazama: Baba Lala! Buyur otur dediğinde; paşa yer öpüp, De’b (kanun) değildir Sultanım. Kul haddini ve vazifesini bilir, diyerek ayakta tekliyor. Padişah güçlükle oturttuktan sonra; Lala! Senden bir ricam var; deyince Kuyucu: Estağfirullah! Padişahların kullarından ricaları olmaz, emriniz Sultanım diyerek boyun büküyor (18).
Bütün bu ifadeler ve daha niceleri din ve devlette yok olmanın kendini Osmanlı-Türk devletinin ideallerine adamanın ve erişilmez bir şuura sahip bulunmanın en parlak numuneleri değil midir?
Evet Enderun, Osmanlı devlet adamlarını, idarecilerini, bürokratlarını yetiştiren bir mektep ve bir ocaktı. Padişahlar buradan süper bir eğitimle çıkış yapmış, İmparatorluğun çeşitli kademelerinde pişmiş tecrübeli insanlara devlet mekanizmasının en üst mevkilerinde rahat bir şekilde görev veriyorlardı. Ancak onlar verilen bu görevin ateşten bir gömlek olduğunu en ufak bir başarısızlığın ve ihmalin neticesinin ne demek olduğunu da gayet iyi biliyorlardı. Öte yandan ocak Türk ırkına devlet kademelerini hiç bir zaman kapamadı. Nitekim Fatih’in son sadrazamı Karamani Mehmed Paşa, II Bayezid devlinde Çandarlı İbrahim Paşa, Yavuz döneminde Piri Mehmed Paşave daha sonra çeşitli tarihlerde Lala Mehmed Paşa (1595), Mehmed Paşa (1614), Güzelce Ali Paşa (1683) ve daha niceleri olmak üzere devletin en yüksek mevkiinde görev yaptılar.
Gül dikensiz olmaz
Gerek çeşitli milletlerden alınarak Enderun’da yetiştirilen, gerekse Türk ırkından gelen nice şahsiyetler Osmanlı devletinin devamı ve başarısı için hizmet verdiler, gayret gösterdiler, pek çoğu bu uğurda canlarını feda ettiler. Bunların içerisinde fevkalade kabiliyetlileri olduğu gibi, başarısız ve zayıf karakterlileri de görüldü.
Bu durumu meşhur tarihçilerimizden Mehmed Halife’nin, Tarih-i Gılmani’de içoğlanları anlatırken yapmış olduğu şu değerlendirme bariz bir şekilde ortaya koymaktadır:
Enderun odalarında yetişenlerin hepsinin mükemmel okluğu sanılmasın. Allahın takdiri böyledir. Gül, reyhan, zaymuran, karanfil, sünbül, fesleğen, her türlü yeşillik ve çiçeğin yetiştiği bahçede çerçöp. diken ve türlü önemsiz, değersiz ot ve bitki de yetişir. Sözgelişi bir adamın dört beş evladı olsa içlerinden biri iyi olursa da hepsinin iyi olması pek seyrektir. Nerede kaldı ki dört beş bin adamın hepsi iyi ve hepsi kötü olsun. Nihayet adet böyle yürüyor (19)..
Mehmed Halife’nin yerinde ifadelerinden anlaşılacağı üzere, bir kaç değersiz ot ve diken yüzünden bahçeyi berbat etmek, alt üst etmek gerekmez. İyi uygulayıcıların olmadığı bir zamanda nice güzel çözümlerin ve sistemlerin faide vermediği de gerçektir. 400 sene Osmanlı-Türk devletine idareci yetiştirmiş bir mektebi sırf devşirme aldığı için bütünüyle karalamak insaf ehline, ilmi anlayışa uygun düşmemektedir. Bu ocağın ve mektebin bozulduğu devirden itibaren Osmanlı da kaht-ı rical devresinin başlaması da acaba bir tesadüf müdür.?
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Dipnotlar:
1. Mehmet Neşri, Kilab-ı Cihan-nüma (yay. F. R. Unat-M.A. Köymen) Ankara 1987 I. s. 197.
2. Aşıkpaşazade. Tevarih-i Osman (Ali Bey neşri) İstanbul 1532 s. 54; Neşri tarihi, 1. s. 197.
3. Neşri tarihi I. s, 198; Aşıkpaşazade tarihi, s. 5+55
4. Tursun Bey, Tarih-i Ebul-Feth (haz. M. Tulum) istanbul 1977 s. 39.
5. Hoca Sadettin Efendi. Tacü’t-Tevarih (haz. İ. Parmaksızoğlu) Ankara 1992, IV. s. 191-194.
6. Orhan Türkdoğan. “Niçin Osmanlı Kimliği’. Türk Dünyası Araştırmaları, sy. 123, Aralık 1999, s. 13-14.
7. Erol Güngör. Tarihte Türkler, İstanbul 1988, s. 68.
8. Cemaleddin Afgani-Muhammed Abduh, Urvetül-Vuska. (haz. İ. Aydın), İstanbul 1987, s. 4.5.
9. Türkdoğan, aynı makale, s. 9.
10. İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1972. c. I. s. 570-571.
11. İbni Kemal Tevarih-i Ali Osman-VII. Defter (haz. Ş. Turan) Ankara 1991, s. 90; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, s. 479, 484-485.
12. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II. s. 530-531.
13. Hedda Reindl Kiel, “Gedik Ahmet Paşa” TDVİA, c. 13. s. 543-544; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, s. 533-534,
14. Tacüt-Tevarih, IV, s. 313-314; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, s. 542-543.
15. Naima Tarihi, I, s. 279; Tiryaki Haşan Paşa Tarihi (Cafer Ayani, İstanbul Millet Kitaplığı: No; 190).
16. Dündar Taşer’in Büyük Türkiyesi (Ocak yayınevi) s. 26.
17. Geniş bilgi için bkz. Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası (Celali İsyanları), İstanbul 1975. s. 455499; Mücteba İlgürel, Celali İsyanları, TDVİA, c. 7, s. 253-256.
18. Murad Paşa’nın şahsiyeti hakkında bkz. Naima Tarihi, II, s. 34 v.d.
19. Mehmed Halife, Tarih-i Gılmani, (Ahmed Refik Bey neşri) İstanbul 1240. s. 101.
.Dünyaya Yön Veren Oda: Kubbealtı
Topkapı Sarayı’nda Kubbealtı denilen mekan. Bu küçük salon asırlarca dünya siyasetine yön verdi. Kıtaların fethi, devletlerin akıbeti, harp ve sulh burada kararlaştırıldı. Divân-ı Hümayun denilen kurul burada toplanır kararları alırdı.
İşte Osmanlı Devleti’nin en güçlü müesseselerinden biri olan Divan-ı hümayun.
Divân-ı hümayun uzun zaman Osmanlı Devleti’nin en güçlü müesseselerinden biri olmuştur. İslamiyetin “ulu’l–emr” olarak kabul edip geniş yetkiler tanıdığı padişahın aynı zamanda Divân-ı hümayun’un başkanı durumunda kabul edilmesi Divan-ı hümayun’a kanun koyma, yürütme ve mahkeme edebilme gibi hususlarda çok geniş yetkiler vermekteydi. Fatih devrinden sonraki padişahlar fiili olarak Divân-ı hümayun’a başkanlık yapmasa bile ona bu yetkileri verdiği gibi Divanhane’ye bitişik “kafes” arkasından toplantıları sürekli izleyerek bu yetkilerin nasıl kullanıldığını daima takip etmişlerdir. Divân-ı hümayun’da vücuda getirilen kanunlar önceleri genellikle müderris menşe’li kimselerden seçilmiş olan nişancılar tarafından İslâmiyete uygunluğu denetlenmiş, tereddütlü meselelerde Şeyhülislama müracaat edilerek onun fetvasının alınması yönüne gidilmiştir.
Osmanlı topraklarında adaletin yürütülmesi ve denetlenmesi de Divân-ı hümayun aracılığıyla olmuştur. Taşra yöneticileri Divân-ı hümayun’dan tayin edildiği gibi bunlar hakkında yapılan en küçük şikayetler bile yakından takip edilmiş, adaletsizliği tespit edilen yöneticiler hakkında takibat başlatılması için Divân-ı hümayun’dan çeşitli kimseler görevlendirilmiş veya ilgili kimse bizzat Divân-ı hümayun’a çağrılarak muhakemesi yapılmıştır. Bunlardan suçları sabit olanlar hangi makamda olursa olsun azil ve uzaklaştırmayla yetinilmeyip suçlarına göre gerekli cezalara çarptırılmıştır. Çoğu zaman padişahların isteğiyle Divân-ı hümayun tarafından halka zulmetmemeleri konusunda taşra yöneticileri “adâlet-name“ adı verilen fermanlar gönderilerek uyarılmaktaydılar.
Divân-ı hümayun’un en fazla meşgul olduğu konuların başında adli vakaların görülmesi gelmekteydi. Herhangi bir konuda şikayeti olan halk mahallindeki mahkemeleri atlayarak doğrudan Divân-ı hümayun’a başvurabilmekteydi. Bulunduğu yerdeki mahkemenin tarafsız olamayacağına inanan kişiler veya orada yapılmış mahkemenin sonucuna razı olmayanlar Divân-ı hümayun’da yeniden mahkeme açılmasını talep edebilirlerdi. Bu özelliği dolayısıyla bir nevi üst mahkeme durumundaydı.
Adâletin tecellisi için ele alınan davalarda titizlikle mümkün ise davacı ve davalı biraraya getirilir, mümkün değilse mahallin kadısından iddia edilen konuda bilgi istenir, gerekirse Divândan çavuşlar gönderilerek geniş araştırma yapılırdı. Osmanlı yönetiminde adâlete verilen önemin ve adâlet mefhumunun derinliğinin bir sonucu olarak divânda yapılan mahkemede verilen hükme razı olmayan kişilerin daha sonra yine divâna başvurarak yeniden mahkeme yapılmasını talep ettiklerine çeşitli belgelerde rastlanmaktadır. Adalet karşısında herkes eşit konumda idi. Müslim-gayrimüslim, zengin- fakir, yönetici- halk, kadın-erkek gibi hiçbir zümre ve cinse en küçük ayrıcalık tanınmazdı.
Divân-ı hümayun toplantılarındaki düzen, halka gösterilen davranış tarzı, sergilenen ihtişam yabancı devlet elçilerini çok etkilemekteydi. Osmanlılara karşı içinde menfi hisler beslediği eserlerinde belli olan bazı elçiler bile seyahatname ve raporlarında Divân-ı hümayun toplantılarını ayrıntılı olarak tasvir ederek duydukları hayranlıklarını gizliyememişlerdir.
.
On yedi milyon bütçeli gişe rekorları kırmaya aday dev bir film gösterime girdi. “Fetih 1453”. Okuyucularımdan gelen yoğun sualler üzerine film hakkında bir yorum ve değerlendirme yapmayı konunun ilgilisi olarak kendime vazife gördüm.
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki tenkit ve tahlil, her ne olursa olsun ortaya konulan bir eser hakkında kazançtır. Artı ve eksi yönlerini göstermesi bakımından, gelecekte ortaya çıkacak eserlere bir anlamda projektör vazifesi görecektir. Oysa son yıllarda tenkide tahammül edemez bir yapımız ortaya çıkmaktadır ki asıl bu durum düşündürücüdür. Hemen,“öyleyse izlemeseydin”, “beğenmiyorsan sen daha iyisini yap” ucuzculuğu başlamaktadır. Kişinin eksiğini görmesi veya gösterilmesi onun sonraki eserleri için daha iyiye ve güzele ulaşmasında en önemli itici güç olacaktır. Şayet yapılan tenkitler yanlış ve hatalı ise ona da eser sahipleri gereken cevabı vereceklerdir.
Film için benim şahsen ilk ve en önemli yorumum şu olacaktır. Son zamanlarda tarihimize art niyetli, yanlı, peşin fikirli bakışlardan ve hükümlerden öte bir film ortaya çıkarılmıştır. Bu çok önemlidir. Zira bu güne kadar tarihimize bu kadar objektif bir bakışı görmek maalesef mümkün olmuyordu. Bu konuda benim, “Şah ve Sultan” romanı ile “Muhteşem Yüzyıl” dizisi hakkında değerlendirmelerimi okuyanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır.
“Fetih 1453” filminde konu bütünlüğünün yanı sıra, Osmanlıların ve Bizans tarafının savaş hazırlıkları, kuşatma boyunca maddi manevi çabalamaları, gayretleri elden geldiğince verilmeye çalışılmıştır. Kostümler, mekânlar, efektler, savaş sahneleri gerçekten etkileyici olup bu güne kadar bize ait olanların en iyisidir diyebileceğim. Ancak bu ifadelerim filmde eksikler yok manasına gelmemektedir. Kostümlerde ciddi eksiklikler ve yanlışlar varsa da benim konum olmadığı için girmeyeceğim. Ancak tarihi hadiselerdeki eksiklikleri iki bölümde özetleyeceğim. Belirttiğim gibi bu film aynı bütçe ve çalışmayla ve aynı zihniyetle iki kat daha güzelleştirilebilirdi. Sadece olaylar ve hadiseler yerli yerince oturtulabilmiş olsaydı. Bu konuda o kadar acemilikler ve hatalar olmuş ki insan hayıflanmadan ve üzülmeden edemiyor.
Filmde tarihi hatalar ve yanlışlar
Fatih ilk seferinde Karamanoğlu İbrahim Bey’le karşılıklı görüşmekte ve kendisini azarlamaktadır. Hâlbuki İbrahim Bey elçilerini gönderecek ve yeminle anlaşma akdine muvaffak olacaktır. Kendisinin Fatih’le görüşmesi ise yoktur. Fatih filmde, Karaman seferinde iken Şehzade Orhan’ın tahsisatının altı yüz bine çıkarılması talebiyle gelen Bizans elçilerini, huzurundan kovar gibi uzaklaştırmaktadır. Oysa tarihte böyle olmamıştır. Padişah kendilerini güler yüzle karşılamış, sükûnetle dinlemiş ve “yakında Edirne’ye döneceğim, orada görüşür sizi arzularınıza kavuştururum, şeklinde manidar bir cevap vermiştir. Fatih bu görüşmeden sonra da bir daha Bizans’tan gelen anlaşma taleplerini geri çevirecek ve savaş hazırlıklarını başlatacaktır.
Yine filmde Fatih, Rumeli hisarının inşası emrini Edirne’ye döndükten sonra vermektedir. Hâlbuki Karaman seferinden dönerken evvelce Yıldırım Bayezid Han tarafından yaptırılan Güzelcehisar’ın yanına gelecek ve karşı yakada yeni hisarın yerini tespit ettikten sonra inşası ile ilgili hazırlıkların başlatılmasını isteyecektir.
Nitekim bu hareketini gören Bizans imparatoru, Fatih’i Rumeli hisarının yapımından vazgeçirebilmek için, Padişah Edirne’ye döndükten sonra bu defa son derece yumuşak bir üslupla yeni bir name kaleme aldıracak ve elçilerine her ne pahasına olursa olsun anlaşma yapmaya çalışınız, ne isterse veriniz diyecektir. Oysa filmde imparator neredeyse namesinde Fatih’i tehdit etmektedir.
Fatih’in bu elçilere babası döneminden itibaren ilişkileri kısa fakat veciz bir biçimde ifade eden mükemmel bir konuşması, hitabı ve muazzam bir cevabı vardır. “Benim gücümün eriştiği yere başkalarının hayalleri dahi yetişemez” nutku buradadır. Fakat bu konuşma maalesef filmde geçmemektedir.
Daha da garibi filmde Fatih, bu sözleri Bizans elçilerine değil de kendi adamlarına söylemektedir. Sanki kendi devlet adamları kim olduğunu bilmiyorlarmış gibi onlara bir de “Ben Sultan Mehmed’im”demesi pek gülünç kaçmıştır.
Şahi denilen ve İstanbul surlarını sarsan muazzam topları dökmede bir tek Macar Urban’ın gösterilmesi ve öne çıkarılması son derece yanlış olmuştur. Fatih’in bir makina mühendisi olduğunu, şahi topların çizimini ve balistik hesaplamalarını bizzat kendisinin yaptığını artık Mısır’daki sağır sultan duymuştur. Dört şahi toptan üçünü Osmanlı mühendisleri Musluhiddin ve Saruca Sekban dökmüştür. Birini ise Bizans’tan alacaklarını tahsil edemeyen ve işsiz kalıp Fatih’e gelen Macar Urban dökecektir. Hatta Urban dökeceği topun çizimlerini görünce şaşıracak, dehşete düşecek ve “dökerim ama mermisini yapamam” diyecektir. Fatih ise ona sen orasını düşünme diyecektir.
Öte yandan savaş sırasında sanki tek bir şahi top varmış imajı da yanlış gitmiştir. Nitekim Urban’ın da ölmesine sebep olan şahi top parçalandığında Fatih’in, dökümü aylar alan ve onarılması imkansız olan bu topun tamir edilmesini istemesi pek garip olmuştur. Bu sözü ancak beş yaşında bir çocuk söyleyebilirdi.
Filmde Edirne’de sefer için hazırlıklar yapan Fatih, sıkıntıdan halüsinasyonlar görmektedir. Böyle sıkıntılı bir rüyada ecdadı Osman Gazi parmağına yüzüğü takamadan kanter içinde uyanır. Yanına gelen ve hatırını soran hanımına “Ya ben İstanbul’u alırım ya İstanbul beni” der. Bu hangi aklın ürünüdür bilemiyorum. Evet yemek var, tuz var, biber var amma tuzu ve biberi yemeğin dışına döküyorsun. Sonrada hadi afiyetle ye bakalım diyorsun. Deniz savaşından sonra anlaşma imzalamak için gelen Bizanslı elçilere, kararlılığını göstermek için söylenen bu sözleri yatağında hanımına karşı söyletmek pek ince düşünceli (!) bir fikir olsa gerek! Yine Macar Urban Fatih’in hizmetine kendisi gelmiş iken filmde Ulubatlı’ya kaçırtılmıştır. Buna belki kurgu diyenler olacaktır. Neticede yanlış olması bir yana akıl mantık sınırlarını zorlayan bir sahnedir.
Urban’ın kızı, Ulubatlı Hasan’ın sevgilisi rolündeki kız figürü (Era) ise tamamen kurgu olduğu için bir değerlendirme de bulunmak istemiyorum. Ancak İstanbul fethini ve dolayısıyla Fatih’i konu edinen bir tarihi filmde böyle bir kurgu gider miydi konusu tartışmaya pek açıktır. Zira bir Osmanlı yeniçerisinin bir Hıristiyan kızla ordu içinde bu kadar birlikteliği, filmin neredeyse tamamen bu kurgu üzerine oturtulması, Ulubatlı’nın Hıristiyan kızının dua ve nuskasını boynuna takıp gezmesi, o nuskayı öpmesi tarihin gerçekleri bakımından tamamen hayal mahsulü olduğu gibi kabul edilebilirlik yönü de yoktur.
Edirne’de savaş hazırlıkları sırasında gerekli gayreti göstermediği için gece yarısı saraya çağırılan Çandarlı hadisesi aslına uygun bir şekilde anlatılamamıştır. Çandarlı o görüşmeye elinde altın ve gümüşlerle dolu bir tepsi ile çıkmış ve Fatih’le arasında bir konuşma geçmişti. Bu konuşma filme müthiş bir zenginlik ve güzellik katabilirdi. Oysa bu yapılmadığı gibi Sultan Mehmed’e vezirine karşı “ya şehid veya murdar olursun” gibi hiç kullanmadığı ifadeler kullandırılmıştır.
Kuşatmanın başlangıcında Bizans İmparatoru ile II. Mehmed surların önünde bütün güçleri ile karşı karşıya gelerek konuşuyorlar. Ne filmdeki etkileyici sözlerin ne de böyle bir karşılaşmanın aslı esası yoktur. Bu karşılaşmanın “Cennetin Krallığı” filminden bir esinlenme olacağını her iki filmi izleyenler anlayacaklardır. Aslında -ne ihtiyaç varsa- filmin daha birçok sahnesini başka film ve efektlere benzetmek de mümkündür. Nitekim son sahnede Padişah, kucağına bir çocuğu alıp sevdiğinde çocuğun hareketleri izleyicilerin ağzından son zamanlardaki bir dünya liderinin ismini hatıra getirivermiştir.
Filmde Osmanlı divan görüşmelerine yakışır neredeyse tek bir sahne yoktur. Fatih’in huzurunda vezirlerin kavga eder gibi atışmaları, kaş göz oynatmaları, Padişahın ok talimi yaparken Çandarlı’yla tartışması olacak bir şey değildir. Çandarlı sadece divan toplantılarında fikirlerini beyan edecek sonrasında ise fethin gerçekleşmesi için çaba sarfedecektir. Yine Çandarlı’nın devlet adamlarına “padişah askeri, orduyu kırdırıyor” gibi serzenişleri ve ifadeleri, askerin ayaklanmaya kalkışmaları gibi sahnelerin tarihi hiçbir gerçekliği yoktur.
Filmdeki bir hata da fetih günlerindeki hadiselerin karıştırılması olmuştur. 20 Nisan’da cereyan eden ve İstanbul’un fethindeki en önemli hadiselerden olan dört geminin kuşatmayı yararak İstanbul’a girmesi filmde kuşatmanın sonuna doğru 15 Mayıs’ta gösterilmektedir. Bu ana kadar Osmanlılar bir kez umumi hücumda bulunmuştu. Hâlbuki filimde en az üç kez hücum yapıyorlar ve neredeyse ordu kırılıyor gibi gösteriliyor.
20 Nisan deniz savaşında Osmanlı donanması, İstanbul’a yiyecek ve yardım getiren üç Ceneviz ve bir Bizans nakliye gemisini Yenikapı önlerinde karşıladı. Şiddetli lodosta manevra yapamayan kürekli Osmanlı gemilerini kolayca yaran yüksek bordolu Ceneviz gemileri Haliç’e girdi. Filmde bu başarısızlık Bizans tarafında, sanki Osmanlı donanması kırıldı diye sunulmaktadır. Hâlbuki kırılan bir taraf yoktur.
Bizans’ın bu deniz savaşı sonunda, şehre her an yardım alabilecekleri inancı artmış ve moralleri yükselmiştir. Ancak bu durumu içki ve kadınlarla eğlence âlemleri ile göstermeleri de açıkçası Bizans halkına bir hakarettir. Ülkesi, hürriyeti, canları tehlikede olan bir milletin duygu ve düşüncelerini yansıtmaktan öte sahnelerdir bunlar. Bu durum bizim klasik kadın figürleri gösterme hastalığının bir belirtisi olsa gerektir.
Ulubatlı’nın karşısında sıraya geçmiş askerlerin tek tek söz alıp isyan çağrısı yapması, Ulubatlı’nın bu askerlerden birini öldürmesi ve dağılın deyince dağılmaları da basit bir kurgudur ve gerçekle bir ilgisi yoktur.
Fatih’in hocası, büyük âlim Akşemseddin’in savaşın son döneminde ortaya çıkması ve onun da yanlış bilgilerle donatılması büyük eksikliktir. Fatih’e küçüklüğünde İstanbul fethi idealinin Akşemseddin tarafından aşılanması, filmde bir karede de olsa verilebilirdi. Ayrıca fethin ilk günlerinden itibaren Akşemseddin, Fatih’in yanındadır. Ancak bunlar hiç görülmez. Ortaya çıktığı sahnede ise Eba Eyyub’ün kabrinin bulunması vardır. Hâlbuki bu hadise fetihten sonradır. Akşemseddin’in naklettiği rüya hadisesi ise olmamıştır. Kabrin bulunmasını bizzat Fatih isteyecektir.
Ayrıca “Köse” lakabıyla meşhur olan Şeyh Akşemseddin’i filmde bir anda gür ve beyaz sakallarıyla görenler herhalde oldukça şaşırmışlardır.
Son hücumdan önce kılınan namaza, Fatih imamlık yapmaktadır. Oysa padişahların camide, seferde, savaşlarda orduya imamlık ettiğine dair hiçbir kayıt yoktur. Padişah hocaları veya devrin büyük âlimleri namaz kıldırmaktadırlar. Filmde böyle bir hataya düşmeye de gerek yoktu sanırım.
Fatih Sultan Mehmed son hücumdan önceki ateşli nutkunda askerini galeyana getirmek gayesindedir. Fakat kendisi galeyana gelmekte asker ise ninni dinliyor havasındadır. Bu durum ikinci sınıf roldekilerin oyunculuk kalitesinin düşüklüğüne bir işarettir.
Ulubatlı’nın surlara bayrak diktikten sonra tek başına kalması, okları yedikçe ve ölüme yaklaştıkça ağzından bir Allah lafzının çıkmaması da pek garipti. Hâlbuki Bizanslı tarihçiler dahi Ulubatlı’nın, surlarda uzun süre direndikten sonra geriden gelenlerin önlenemez bir şekilde mevziyi tuttuklarında iki surun arasına düştüğünü önce rükû sonra secde halini aldığını ve Allah diyerek can verdiğini belirtmektedirler. Ulubatlı’dan sonra surların üzerine kimsenin çıkmaması fethin nasıl olduğunu gölgede bırakmaktadır.
Ulubatlı Hasan’ın Justinyani’yi öldürmesi ise fantezidir. Zira Justinyani, son hücumda yaralanmış ve şehir düşmeden gemisine binerek kurtulmaya muvaffak olmuştur. Aldığı yaraların tesiriyle çok geçmeden de vefat edecektir. Justinyani senaryo gereği Ulubatlı Hasan’la çarpıştırılsa dahi yara alarak kaçmasına imkan verilmiş olsaydı tarihe daha uygun düşerdi. Akabinde vuku bulan çarpışmalarda şehir elde edilebilirdi.
İmparatoru ise, son ölüm kalım sahnesinde, Lukas Notaras ile has bahçede gezinti yapar gibi konuşturma yapmak nasıl bir kurgu ve mantıktır anlaşılamamaktadır. Hâlbuki çarpışmaların bizzat içerisindedir. Kaçmakta olan Justinyani’ye yalvaracak ise de yolundan çeviremeyecektir. Ardından kendisi de o kargaşada öldürülecektir.
Fatih hakkında bu kadar net bilgiler hemen her tarih kitabında bulunduğu halde tahmin dahi edilemeyecek basit yanlışlara düşülmesi şaşırtıcıdır. Nihayet İstanbul’un fethi gibi çağ açıp çağ kapatan bir hadiseyi yabancı müzikle değil de Osmanlı’ya has musiki (mehter) ile güçlendirilse, padişahın hocalarının fetihteki tesirleri işlense ve Fatih’e özgü tavır ve davranışlar tam manasıyla sunulsa filme daha muhteşem bir ruh verilebilirdi.
Fatih’in kişiliğine uymayan noktalar
Fatih Sultan Mehmed’de oğlunu sevmeyen, karşılaştığında boş gözlerle “kim bu çocuk, nereden çıktı” dercesine bakan bir baba imajı var. Hatta düştükleri bu garip durumu muhtemelen görüyorlar ki son sahnede iğreti bir biçimde baba oğul sarılma sahnesi ayarlıyorlar. Bu sırada onları izleyen Bayezid’in annesinin, nihayet oğluma sarıldı dercesine duygulanarak ağlamaklı hali de gerçekten sırıtmaktadır. Oysa Fatih Sultan Mehmed’in oğullarına ve torunlarına karşı müşfik tavrı kaynaklarca belirtilmektedir.
Keza aynı durum Fatih’in babası II. Murad Han için de belirtiliyor. Fatih tahta çıkarken babasının naşı yanına varıp kendisine beni şefkatle sarmayan kollar vs. gibi ifadelerle sitemini belirtiyor. Oysa II. Murad Han oğlu Mehmed’i çok sevmekte ve kendisinin her bakımdan mükemmel yetişmesi için üzerine titremekteydi. Nitekim oğlu henüz on iki yaşında iken tahtı kendisine devretmesi, Varna savaşına gitmek için rica ettiğinde kendisine bir zarar erişmemesi için kabul etmemesi ve fakat fetihnameleri onun adına yazdırması nihayet kendisine nasihatler ederken “ey benim biricik ciğer-parem olan oğlum” deyişi her şeyi ifade etmiyor mu?
Fatih fetihten sonra İstanbul’a at üzerinde girerken hocası Akşemseddin ise yayan yapıldak kendisine yetişebilmek için koşturmaktadır. Keşke bütün yazılı eserlerde görüldüğü üzere beraber at üzerinde gittiklerini ve bu sırada padişahın hocası hakkında söylediği sözleri yansıtsalardı. Hocasına kıymet vermez hali Fatih’in şahsiyetiyle tamamen çelişmektedir.
Fatih’in şahsiyeti ile alakalı olarak bu kadar hata ve yanlışları yapanların, katılmasalar dahi yine pek çok yazarımızın belirttiği Bizanslı kızların Fatih’e çiçek sunma hadisesini atlamaları da manidardır. Şayet işlenmiş olsaydı Fatih’in şahsiyetini yansıtan mükemmel bir tablo olurdu.
Evet, savaş hali anlıyoruz. Padişahın gergin anları ve sahneleri olacak Fakat filmdeki baştan sona gergin, telaşlı ve neredeyse saldırgan bir Fatih tipi gitmemiş. Hatta Fatih’in en meşhur yönü tasavvurlarını, düşündüklerini hissettirmeyen ve zamanı geldiğinde uygulayan biri oluşudur. Bu halleri ile onun, sakin, otoriter ve kararlı bir portre çizmesi gerekirdi. Ne yazık ki tam tersi olmuş.
Yine umumi hücumlardan bir netice elde edilemeyince, savaşa küsmüş bir halde çadırına kapanan Fatih’in çaresiz halleri, kırılan tespihinin üzerinde tepinmesi onun kişilik yapısı ile hiç örtüşmemektedir. Zira Fatih her zorluğu aşmaya çalışan, asla yılgınlığa düşmeyen, maneviyatı çok güçlü bir şahsiyettir. Onun fetih sırasındaki buluşları havan topu, yürüyen kuleleri, lağım savaşları, gemilerin karadan yürütülmesi gibi halleri bunun en bariz kanıtıdır.
Fatih tahta çıktığında Avrupa’nın, Bizans’ın hatta Karamanoğlu’nun ümitlenmesi, onu başarısız görmeleri gerçektir. Ancak bunlardan hareketle filmde Fatih’i halkının sevmediği ve ondan bir başarı beklemedikleri gibi bir imaj çizilmiştir. Halkın çarşı pazarda olumsuz konuşmaları ile bu imaj perçinleşmiştir. Son dönemlerde bazı tarihçilerin de dillendirdiği bu görüş yanlıştır. Fatih’in çocuk yaşta tahta çıktığında sergilediği tutum, tavır ve davranışlar onun başarısız değil bilakis fevkalade yerinde tavırlar gösterdiğinin delilidir. Bu konuda“Kayı II”kitabımın okunmasını tavsiye ederim.
Bütün bunlara rağmen art niyetsiz olarak çekildiğini hissettiğim “Fetih 1453” filmini görülmeye ve izlenmeye değer bulduğumu belirtiyor daha güzel eserlerin verilmesini diliyorum. Zira tarihimiz bu konuda dünyanın en zengin koleksiyonlarını içermektedir.
.
Gazilik ve Alplık
Ölüm iki değil birdir cihanda
Döşekte ölme kanda kanda kanda
Büyük âlim Kemalpaşazade, dünyada ölümün insanı bir kez ziyaret edeceğini ve bir daha asla gelmeyeceğini belirtirken ölümü arzuladığı yere de vurgu yapıyor. O yer yatak ve döşek değildir, cihat meydanlarıdır. Şahadet arzusudur, aşkıdır.Neden şahadet bu kadar sevgilidir. Elbette bir Müslüman için dininin bu konudaki emirleri onun için en mühim rehberdir.
Kuran-ı kerimde Cenabı Hak:
“Ey iman edenler Allah’tan korkun, Ona yakınlaştıracak vesile arayın ve Allah yolunda cihad ediniz. Böylece felaha kurtuluşa erersiniz”, Maide suresi: 35) buyurmaktadır.
Peygamber efendimizin şu hadisi şerifi bunun en açık işaretidir:
“Cennete giren hiç kimse dünyaya geri dönmek istemez. Ancak Allah yolunda şehit olanlar müstesna. Onlar şehitliğin derecesini gördükleri için on kere de olsa geri dönüş şehit olmak isterler” (Buhari).
Peygamber efendimizin bu konuda daha pek çok hadisleri vardır.
Bir adam Peygamber efendimize gelerek “insanların hangisi üstündür” diye sordu. Peygamber efendimiz:
“Allah yolunda canıyla malıyla savaşan mümindir” cevabını verdi.
Başka bir hadislerinde, “Şehit, aile ve akrabasından yetmiş kişiye şefaat edecektir”, buyurdu. İşte bu sebeple İslam Devleti savaş ilan ettiği zaman Müslümanlar can u gönülden ona iştirak etmişlerdir. Ölüme bu kadar arzulu ve istekli gidişi genelde müsteşrikler çözememekte ve başka maksatlar aramaktadırlar.
Hâlbuki bütün İslam devletleri aynı inanış ve samimiyetle yoğurulmuşlardır. Peygamber efendimiz ve eshabının bu konudaki gayretlerini kendilerine rehber edinmişlerdir. Peygamber efendimiz üç büyük meydan harbi ve yirmi dört gazveye katılmıştır.
Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer devirlerinde İslam devleti bir dünya imparatorluğunu tarihten kaldırmış (Sasaniler) bir diğerini ise (Roma imparatorluğu) şiddetli darbelerle sarsmıştır.
İşte Oğuz Türkleri de İslam dini dairesine girmesi ile birlikte Peygamber ve ashabının yolunu kendilerine rehber edinmeyi en büyük bahtiyarlık bilmiştir. Türklerin İslam dini dairesine girmekteki ve kabuldeki en önemli hususlardan birinin tabiatlarına son derece uygun olmasının olduğu da bilinmektedir.
Beyati Şeyh Mahmud’un Cam-ı Cem ayin isimli eserinde eski Uygurca bir Oğuznameye dayanarak verdiği bilgilerden Türkler’in Nuh aleyhisselamnı oğlu Yafes’ten itibaren doğru itikat ve inançtan sapmadıkları Süleyman aleyhisselam ve Davut aleyhisselamın şeriatına bağlı olarak kaldıkları rivayet edilmektedir.
Bu arada Türklerin “Tanrı kutu tanhu” yani kendilerine Cenab-ı Hak tarafından insanların idaresi, hükümdarlık verildiği inancı meşhurdur. Bu itibarla Türklerde diğer milletlerde olduğu gibi tanrılık iddiası hiç görülmemiştir. Türklerin bu inancı İslamiyet’teki “es-Sultan zıllullahifi’l-arz” (Sultan yeryüzünde Allah’ın halifesidir) inancı ile paralellik arz etmektedir. Bu itibarla İslam dairesine giren Türkler yine aynı doğrultuda faaliyet göstermişlerdir. Zulüm altındaki herkesin hamisi olduklarını da “ye’viileyhi küllü mazlum” (bütün mazlumlar ona sığınır) düsturunca ilan etmişlerdir. Bu iki temel ifadenin yer aldığı hadisi şerif (Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi II, 617, 384 nolu hadis) Fatih Sultan Mehmed’in sarayı Topkapı Sarayının bab-ı Hümayunun iki yüzüne hak edilmiştir.
İşte dininin gereği olarak gaza ve cihat etmek Müslümanların gıdası gibi olmuştur. Ancak gaza ve cihad herkesin kendi başına göre yapabileceği, istediği bibi davranacağı bir uygulama değildir. Şartları ve prensipleri vardır. Bunları devlet tayin eder. Gaziler onlara harfiyen uymak zorundadırlar. Yoksa yaptıkları gaza olmaktan çıkar ve bir nevi haramilik haline geçer.
Risaletü’l-İslâm adlı ilmihal kitabında gazi olmanın şartları şu şekilde ifade edilmiştir:
Ana ve atanın rızası bulunmalıdır.
Üzerindeki emanetleri yerine getirmiş olmalıdır (mesela borçlarını ödemiş olmak).
Ailesinin geçimi için nafaka bırakmak
Gazâ sürecinde gerekli geçimini sağlamış olmalıdır (aksi takdirde yolda eşkıyalığa vye başka türlü hukuksuzluğa yönelebilir).
İslâm hükümdarının gazâ için emretmiş olması gerekir. Yani savaşın İslâm topluluğunun hayrına bir hareket olduğunu Emiru’l-Müminin’in onaylamış bulunmasıdır.
Yoldaşına yardımcı olmalı, dayanışma ve birlik içinde bulunmalıdır.
Yolda kimseyi incitmeyecek (askerin geçtiği güzergâhta Müslüman halkın yağmalanması her dönemde idarecilerin baş ağrısı olmuştur. Bunu önlemek için idam cezası bile uygulanırdı.)
Düşmanla çarpışma halinde kaçmamalıdır, sonuna kadar sebat etmelidir. İslâm, bu yolda ölene şahadet, sağ kalana gazilik mertebesi vaat eder.
Ganimet malına ihanet etmemelidir, İslâm kurallarına göre ganimet malının bölüştürülmesinde çokdikkatlidavranılması önemlidir.
Gazinin niyeti samimi olmalıdır. İslâm dini ve Müslüman halk için savaştığını unutmamalıdır. (Gazâda tama’ ve riya olmamalı, hareketlerinde dinî hayır düşüncesinden uzaklaşmamalıdır. Gazaya sırf ganimet için gitmemelidir.
Gaza ve gazi
Moğol istilasının İslam dünyasını kan ve ateşe boğduğu dönemde büyük guruplar halindeki Oğuz Türkleri daha güvenli bir liman olarak gördükleri Anadolu Selçuklu ülkesine doğru hareketlenmişlerdi. Bunlardan bir tanesi de Ertuğrul Gazi liderliğindeki Kayılardı. Sultan Alaaddin’in Söğüt ve Domaniç mıntıkasına yerleştirdiği bu Oğuz kitlesi önce Selçuklu Sultanı emirliğinde sonra kendi gazileri liderliğinde gaza ve cihad hareketlerine katıldılar. Onların bu faaliyetlerini nakleden kaynaklarda gazanın önemi yanında onların gazi kimliklerini ortaya koyan pek çok bilgi yer almaktadır:
Ünlü akıncı beylerinden Mihaloğlu Ali Bey’in gazalarında bulunmuş olan büyük Türk şairlerinden Suzi Çelebi Gazavatname isimli eserinde gazanın önemini şöyle belirtir:
Gaza Allah katında sevgilidir
Delili cahidüdür katelûdür.
Gazanun hüccet ü burhanı çoktur
Gazaya münkirin imanı yoktur.
Gazayiçün ‘alem çekti Peygamber
Gazayiçün kuşandı tiğı Hayder.
Gazayiçün bulandı kana Yahya
Biçildi baştan ayağa Zekeriyya.
Gaza içün sahabe oynadı baş
Bu yolda oldu yoldaş üzre yoldaş.
Gaza ehline geldi fazl-ı Allah
Bu kavme hoş gaziler vermiş Allah.
İlk Osmanlı tarihçisi kabul edilen Ahmedi de İslam âleminde daima büyük hürmet ve saygıya mazhar olan Gazi’nin değerini şu ifadelerle belirtir:
Gazi olan hak dinündür âleti
Lâcerem hoş olasıdır hâleti.
Gazi olan Hüdanın ferrâşıdur
Şirk çirkinden bu yeri arıdur.
Gazi olan Hak kılıcıdur yakîn
Gazidür püşt ü penâh-ı ehl-i din.
Ola kim ol Huda yoluna şehid
Öldi sanma kim diridür said.
Görüldüğü üzere Ahmedi’ye göre gazi, İslam dininin aletidir ki onun için hali hoş olur. Huda’nın hizmetçisidir (ferraş), hakkı batıldan ayırır. Allahü tealanın kılıcıdır, din ehlinin sığınağıdır (püşt ü penah). Bu yolda ölüm vaki olursa elde edeceği makamı şehitliktir.
İlk Osmanlı beyleri
Osmanlılar Bizans ucunda bulunmaları hasebiyle ilk andan itibaren gaza kılıncını ellerine almışlardır. Bu da onlara daha Ertuğrul Bey’den itibaren İslam dünyasında büyük değere sahip gazi unvanını kazandırmıştır. Nitekim Ahmedi, Ertuğrul Bey için:
Pes heves etti ki ede ol bir cihad
Ola kim gazi uralar ona ad.
Leşkerini cem idüp girdi yola
Gündüz Alp Ertuğrul anunla bile.
Dahi Gök Alp u Oğuzdan çok kişi
Olmuş idi ol yolda anun yoldaşı.
Yine Osmanlı tarihçilerinden Hadidi, Ertuğrul Bey’in Selçuklu Sultanından kendisine yer vermesini isterken Rum’a (Anadolu’ya) gelmekten maksadını şu ifadelerle belirtir:
Makamum maşrık u Ertuğrul’dur adım
Gazadur Rum’a gelmekten muradum.
Bize bir gûşe göster kim varavuz
Ölünceye dek kâfire kılıç vuravuz.
Sultan Alaadin’in Ertuğrul Gazi’den memnuniyeti ve hakkındaki düşünceleri ise pek manidardır:
Görür Sünni sözüdür niyeti pâk
Olur Sultan Alaaddin ferah-nâk.
Sözü Sünni sözü, itikadı ise pak ve temiz olan Ertuğrul Beyin bu hasletleri ahfadının genlerine işlenmiştir sanki. Nitekim tarihçi Neşri‘de gaziliğin tanımını yapıp Osman Bey’e gazi denmesinin sebeplerini şöyle izah etmektedir.
Ve Osman Gazi kılıç kuşanup atası Ertuğrul tariki üzerine gazaya nasb-ı nefsidüp ve niyet-i hayr olup “mahza etmeği (ekmeği) gazadan çıkarayın ve hiçbir melike ihtiyaç göstermeyeyim. Hem dünya hem de ahiret elime girsin” derdi. Onun zamanında olan cümle sultanlar ve melikler gördüler ki Osman Gazi’nin halis ve doğru bir niyeti vardır. kâfirlerden her ne feth ederse ona helal olsun dediler. Ol vakit anın çün Osman’a ve evladına Gazi denildi. Zira bunların bünyadı (amacı) sair melik ve hükümdarlar gibi İslam memleketlerine tahakküm olmayıp hemanmahza gaza ve cihadlaolmağın hakikaten gazi denmeğe layık oldular.
Neşri burada meseleyi izah ederken bir taraftan da diğer beyliklerle Osmanlı beyliğinin farkını ortaya koymaktadır. Diğer Anadolu beylikleri genelde birbirlerine üstünlük kurmaya uğraşır ve Müslüman halka zarar verirlerken, Osmanlıların tek bir gayesi hedefi bulunmaktadır ki o da Cenab-ı Hakkın dinini yaymaktır. Belki eline geçenle yetinmek Müslüman’a asla yanlış nazarla bakmamak tekfur memleketlerinden de kendilerine bir saldırı gelirse karşılık vermektir. Bunun için çevredekiler Osmanlılar hakkında konuşurlarken ağızlarında tek bir kelam dökülür.
“Onlar gazilerdir”.
Bu durum gerçekten şaşırtıcıdır. Böyle bir devlet böyle bir ahlak ve böyle bir haslet nasıl oluşmuştur. Nasıl bir araya gelmiştir ve nasıl şaşırtıcı bir biçimde devam etmiştir. Bu hal kolay anlaşılabilecek bir durum değildir. Kaynaklar da bu hususun üzerinde özellikle dururlar. Müneccimbaşı şöyle belirtmektedir:
“Osmanlı Devleti sahabe ve tabiinden olan selef-i sâlihinin ortaya çıkışları gibi, en güzel şekilde ortaya çıkmıştır. Bu devletin hükümdarları, bütün gayretlerinin İslâm’ın tevhid akidesi ve ilayıkelimetullah için harcadılar. Kâfirlere ve müşriklere karşı gaza ve cihad edip, dinsizleri ortadan kaldırmaya çalıştılar. Allah onlara Süleyman Peygamberden sonra yeryüzünde hiç kimseye vermediği bir hükümdarlık lütfetmiştir. Allah bu hükümdarlık ve mülkü tedricen ihsan ederek onlara lütfunu tekrarlamıştır”.
Müneccimbaşına göre Osmanlı Devleti Hazreti Peygamber ve hemen ondan sonra gelen tabiin döneminden sonra kurulan en hayırlı devlettir. Zira bu devletin padişahları bütün gayret ve enerjilerini İslam’ın yayılması için sarf ettiler. Gazada bulundular. Allah da onlara Süleyman aleyhisselamdan sonra hiç kimseye bahşetmediği bir devlet ihsan etti. Bu lütuf ve ihsanını yavaş yavaş yaparak hem lütfunu tekrarladı ve hem de devletlerinin sağlam ve uzun süreli olmasını temin etti.
Orhan Gazi oğlu Süleyman Şah’ı Rumeli yakasına göndermesi kaynaklarda şöyle nakledilmektedir:
Ne fazîletdür gazâ bilür idi
Hak yolında terk-i cân kılur idi.
Berbidi Esre geçeye anı Orhan
Kim gazâ ede orada bir zaman.
Kim yüriye leşker ile ol nâm-dâr
Memleket feth ide vüşehr ü diyâr.
Din içün itdi orada çok gazâ
Oldı gâzî olmağa adı sezâ.
Süleyman Paşa gazânın ne fazilet ve ululuk olduğunu bilirdi. Hak yolunda canını verirdi. Orhan Gazi onu Esre geçe’ye (Rumili’ne) gönderdi ki, orada bir süre gazâ ile meşgul olsun.
Ol namı ulu yiğit gazi, ordusuyla hücum ederek ülke, şehir ve diyar fethetsin. Nitekim orada din için çok gazâlar etti ve adı gazi olmaya layık oldu.
Murad-ı Hüdavendigar’ın tahta çıktığı sırada gaza ile ilgili düşünceleri ise şöyle yer bulmaktadır.
Çünki ol Gazi Murad’a erdi baht
Buldu arayiş anunla tac ü taht.
Nezr etti kim kıla daim gaza
Anı ede kafire ki oldur seza.
Ol bahâdurlık da key mârûf idi
Hem gazâya himmeti masrûf idi.
Gazi Murad’a saltanat bahtı erişti. Tac ve taht onunla süslendi. O kendini devamlı surette gazaya adamıştı. Zira en güzel iş kafire karşı gaza etmekti. O yiğitlikte çok tanınmıştı Gayreti ve himmeti de gazâya çevrilmişti.
Âşıkpaşazâde, bir “Menakıb-ı Âl-i Osman” yazarıdır. Günümüzde özellikle müsteşrikler ve onların her söylediğini hiç etüd etmeden doğru gibi kabul eden yerel yazarlar bunları menkıbe/hikâye diyerek tek kalemde atmayı marifet addetmektedirler.
Aşıkpaşazade asırlar öncesinden bu hali sezmiş gibi gazilere hitap ederken sanki bugün onlara hitap edercesine şöyle seslenmektedir:
“Hey gaziler, bu menakıbı kim yazdım. Vallahi cümlesine ilmüm yetişüp yazdum, sanmanuz kim yabandan yazdum”.
O, çeşitli vesilelerle menakıp kitaplarını inceleyip hülasa ettiğini veya bizzat görüp işittiği olayları yazdığını ileri sürer. “İnsanlar Osmanlı Sultanları’nın kahramanlıklarını okudukları veya dinledikleri zaman, onların ruhlarına dua etsinler” der.
Oruç Bey Tarihi’ne göre; Osmanlılar, “Gazilerdir ve galiplerdir, fi sebilillah hak yoluna durmuşlardır, gaza malını cem idüp Hakk’a harc edicilerdir ve Hak’tan yana gidicilerdir. Din yoluna gayretlüdürler dünyaya mağrur değillerdür. Şeriat yoluna gözeticilerdür ehl-i şirkten intikam alıcılardır”.
Bu tür eserlerde alplar, alp-erenler gibi ahiler de Osman Gazi’nin en yakınları olarak gösterilirler. Osman, bir ahi şeyhi olması kuvvetle muhtemel olan Şeyh Edebalı’nın irşadı ve beline gaza kılıcı bağlaması ile gazi olmuş, gaza akınlarına başlamıştır
Kemalpaşazade’nin ölümün bir kez ziyarette bulunacağını ifade eden beytiyle konuya giriş yapmıştık. Yine onun bu cihanda ölümden kurtuluş olmadığı insan ve cin her ne mahlûk var ise ölüm acısını çekeceğini belirttikten sonra en güzel ölümün ne olduğunu belirten bir kıtası ile tamamlayalım.
Ölümden kurtuluş yoktur cihanda
O derdi çekmez olmaz ins ü canda.
Kişinin ömrü çünkim ahir ola
Yeğ oldur ki gaza yolunda öle.
Bir akıncı şairi
Hayreti, Rumeli’nin akıncı şairlerinden biridir. Vardar Yenicesi’nde doğup 1535’te yüz yaşlarında iken yine burada vefat etti.
Akıncı denildiğinde göz önüne, doru küheylanının üzerinde şimşek gibi uçan, kılıcını yıldırım gibi kullanan çelik vücutlu yiğitler gelir. Oysa onlar aynı zamanda birer gönül adamıdırlar.
Akıncı gençleri uzun kış geceleri boyunca akıncı şeyhlerin sohbetleri ile yetişirlerdi. İhtimaldir ki Yesevileri, Mevlanaları, Yunusları ezbere bilirlerdi. Yaşlı akıncı gazilerin cihad aşkını veren menkıbeleri ile coşarlar, gaza nedir, gazi kimdir bilirlerdi. Sonrası onlar için gülistanda gezinti yapmak gibidir.
Hayreti’nin şu muhteşem beyti, akıncıların nasıl bir gönle sahip olduğunu göstermektedir.
Yine istikbâle çık ey cân ki cânânım gelir
Yine pâk et hâneni ey dil ki mihmânım gelir.
(Ey can, sevgili gelebilir; sen şimdiden karşılamaya çık.Ey gönül, misafirim yine gelecek, evini temizle!)
Hayretî, beytinde önce canına seslenerek cananı istikbale, yani karşılamaya çık diyor. Zira değer verilen, sevilen, hatırlı bir misafir geldiğinde, ev sahibinin onu evin dışında karşılaması âdettendir.
İkinci mısrada ise bu defa gönlüne tembihte bulunuyor: “Daha önce teşrif eden misafirin yine gelme ihtimali vardır. Öyleyse ey gönül, evini temiz tut!”
Bir misafir gelmeden önce evin derlenip toparlanması, temizlenip süpürülmesi, misafire hürmetin nişanesidir.
Karşılamaya çıkan “can” olduğuna, ağırlama da “dil hanesinde” (gönül evinde) yapıldığına göre bu gelen sevgili veya misafir herhangi biri değildir. Tasavvufta “canan” denildiğinde “Hayy” ism-i şerifiyle Allahü Teâlâ kastedilir. Beyit, Allah’ın gelip kulunun gönlüne misafir olmasının, Hakk’ın gönülde tecellisinin şartlarını anlatmaktadır.
Bu şartların ilki canın, Cananı yani Allahü tealayı tazim ve karşılama maksadıyla bulunduğu yerden dışarı çıkmasıdır. Canın evi bedendir. Canın bedenden çıkması ise ölümdür. Fakat bu, karşılanan mademki Canandır. Canlandıran, hayat bahşeden Rabbiyle buluşmak, O’nunla yeniden can bulmaya imkân vermektedir. Bu durum Peygamber efendimizin “Ölmeden evvel ölünüz!” hadisinde tavsiye buyurduğu bir nefs hâkimiyetidir.
İkinci durumda ise kalbinde gönlünde her zaman O olsun ki temiz olsun. Buluşma her zaman gerçekleşsin. İnsanın ilâhi tecellilere mazhar kılınması için ikinci şart gönlünün temiz olmasıdır.
Gönül, ruhun merkezidir. “Yere göğe sığmam, lakin mümin kulumun gönlüne sığarım,” hadis-i kudsîsinden anlaşılacağı üzere, Hak tealanın bütün isim ve sıfatlarının mazharı yegâne tecelligâhtır.
Gökyüzündeki Beytü’l-Ma’mur, yeryüzündeki Kâbe-i Muazzama gibi müminin gönlünün de Beytullah’tan sayılması bu yüzdendir.
Ünlü akıncı kumandanı Mihaloğlu Ali Bey’in gazalarını anlatan Suzi Çelebi, akıncı yiğitlerinin maksat ve hedefini şu bir beyite ne güzel sığdırmıştır:
Ne can endişesi ne nan ümidi
İki âlemde bir Canan ümidi
Onlar ne ekmek ve ne de can kaygısında idiler. Tek düşündükleri rızâ-i Bari idi.
Kendisi de akıncı olan ve 1524 yılında Prizren civarında bir savaşta şehadet şerbetini içen Suzi Çelebi, yine bir gaza öncesi arzu ve iştiyakını şu ifadelerle belirtiyordu:
Bize canan gerek, hayat neme lazım?
O ezelden emanettir, bugün sahibine verelim…
İzzettedir
Cafer İyani, bir eseri içerisinde Allah yolunda gaza ve cihat etmenin önemini şöyle nakletmektedir:
Fevt olan dîn uğruna sanman gam-i firkatdedir
Enbiyâ dîdârına vâsıl olup izzettedir.
Kim ki havf etse Hüdâ yolunda kurbân olmadan
Hakk bilür rûz-ı cezâda vâdî-yi hasretdedir.
Bezm ü rezm içre iden câm-ı şehâdetden âyâ
Verdi uyku ana dünyâ haşre dek gafletdedir.
Kim ulü’l-emrin tutup emrin gazâya azm eder
İki âlemde anı zanneylemen mihnetdedir.
Sanmanız müşkildir adûdan almak intikâm
Her ne var ise cihânda Câferî himmetdedir.
Açıklaması:
Din yoluna canını vereni ayrılık gamında zannetme! O, peygamberlerin yanına göçüp, izzet ve şeref içindedir. Kim ki Allah yolunda ölmekten korkarsa, Cenab-ı Hakk bilir ki mahşer gününde o, hasret ve pişmanlık vadisindedir. Eğlence ve neşe meclisinde bulunup da şehitlik kadehini içmekten kaçana, dünya öyle bir uyku vermiştir ki, hesap gününe kadar gaflettedir. Kim din büyüklerinin emrini tutup, Allahü Teâlâ yolunda gazaya niyet ederse, bu katlandığı zahmet ona iki dünyada dert ve sıkıntı değil, bilakis iyilik ve güzelliktir. Ey Câfer! Düşmanı mağlup etmek zor iş değildir. Zira cihanda her şey Cenâb-ı Hakk’ın ve ona gönül verenlerin yardımı ve himmetiyledir.
.
Köle tüccarlarının eline geçtiklerinde hadım edildiklerinden, dünyaları karardı. Sonra bir büyük cihan devletinin sarayında açtılar gözlerini. Ağalar Ocağında tam bir görev adamı olarak yetiştirildiler. Padişaha en yakın olmanın gururunu doyasıya yaşadılar. Osmanlı hareminin asırlarca bir sır olarak kalmasını sağlayanlar onlardı...
Onlar genellikle Habeşistan ve Orta Afrika'da daha çocuk yaşta iken çeşitli yollarla esir tüccarları tarafından elde edilirlerdi. Ardından ve belki de ne olduğunu dahi anlamadan bir operasyonla hadım edilirlerdi. Ancak aşağılık insanlar elinde yaşama ve üreme zevklerini körelten bir ameliyeden geçmenin, kendilerine ne gibi hür ikbal kapısı açtığını da elbetteki bilemezlerdi.
Nitekim hadım edilen bu çocuklar artık saraylara layık bir meta idiler. Saray ise onlar için hiç bir zaman basit ve silik insanların hizmet verdiği bir mekan olmadı.
Mısır, Kuzey Afrika, Endülüs ve Hindistan saraylarında bazıları idarecilik, bazıları illerde valilik yaptılar. Bazılarıkumandan oldu. Seferlere katılarak orduları donanmaları sevk ve idare ettiler.
Osmanlı sarayına gelenler ise ağa namıyla anıldılar. En yüksek mertebe olan Dârüssaâde ağalığına varanların derecesi Sadrazam ve Şeyhülislamdan sonra gelirdi.
İşte Osmanlı sarayında hayat süren zenci hadımların serüveni...
Hareme gelişleri ve yetişmeleri
Bilindiği üzere Osmanlı devletinde saray Harem, Enderun ve Bîrun denilen üç ayrı teşkilâtla yönetiliyordu. Harem ağaları ile Enderun teşkilâtında Bâbüssaâde cemaatine mensup ağalar tavâşî (hadım) idi. Ortaçağ'da Müslüman ve Türk devletlerinde mevcut olan tavâşî veya hadım ağalar Çelebi Sultan Mehmed zamanından itibaren Osmanlı sarayında da görevlendirildiler. Bunlar beyaz hadımlar (akağalar) ve zenci hadımlar (karaağalar) olmak üzere iki ayrı sınıftı. Akağalar sarayın Enderun bölümünün başladığı yer olan ve Bâbüssaâde denilen kapısında görevli olduklarından kendilerine Bâbüssaâde ağaları unvanı verilmişti. Amirleri olan Bâbüssaâde ağası, aynı zamanda bütün Enderun ve Harem görevlilerinin amiriydi.
İslamiyet, insanları hadım etmeyi yasak ettiğinden, ilk zamanlarda, hele imparatorluğun genişlediği sıralarda. İstanbul'a bol sayıda Macarlar'dan Almanlardan ve Slavlardan esir getiriliyordu. İlk akhadımlar bunlar arasından sağlanıyordu. Daha sonraları Gürcü, Ermeni ve Çerkezler'den satın almak yoluyla sağlandı. Son yüzyıllarda Kapı ağaları, görevlerini yanlarındaki akağalarla yaparlardı. Kapı ağası , Bâbüssaâde'nin sağ tarafındaki odada, akağalar ise onun karşısındaki odada yatıp kalkarlardı.
Bâbüssaâdeyi bekleyen akağaların en önemli görevi, padişahın mabeyin daireleri ile harem dairesini korumaktı. Bunun için, ilgililerden başka hiç kimseyi Bâbüssaâde'den içeri sokmazlardı. Sarayın en iyi korunan kapısı burası idi. Kimi zamanlarda kapıyı koruyan ağaların sayısı 20-30’u bulurdu.
Kapı ağaları, padişahlarının savaşta ve barışta ve câmiye gidişlerinde yanında bulunurlar, göçlerde ve ava çıktığı zamanlarda saraydan ayrılmazlardı. Eğer bir dış göreve atanırlarsa vezirlik pâyesiyle Mısır valisi olurlardı. Kapı ağasından sonra, başta haznedarbaşı olmak üzere, kilarcıbaşı, saray ağası, saray kethüdası ve baş kapı oğlanı gelirdi.
Kapı ağalanndan büyük devlet hizmetinde bulunan kimseler vardır. Bunlar arasında II. Murad zamanında Rumeli Beylerbeyi olan Hadım Şahabeddin Paşa. II. Bayezid zamanında vezîr-i azam olan Hadım Ali Paşa, Yavuz'un sadrâzamı Hadım Sinan Paşa, Kanunî 'nin sadrâzamı Hadım Süleyman Paşa, IV.Murad'ın sadrâzamı Gürcü Mehmed Paşa sayılabilir.
Asıl harem kısmında yani sarayın kadınlara ait bölümünde ise siyah hadımlar (karaağalar) kullanılmıştır. Bunlar başlangıçta Bâbüssaâde ağasının emri altındaydı. 1582'de Habeş Mehmed Ağa'nın kızlar ağalığı döneminde bu yetki zenci hadım ağalarına geçti. Bundan sonra zenci hadım ağaları, haremin idaresini saltanatın kaldırılmasına kadar ellerinde tuttular. Kendilerine hareme Dârüssaâde denilmesi dolayısıyla Dârüssaâde ağası ve haremdeki kadınların amiri olmaları sebebiyle de kızlar ağası denilmiştir. Harem ağaları diye de meşhur olmuşlardır. Bu tarihten sonra akhadım ağaları ise sadece Bâbüssaâde'nin korunması ile meşgul olmuştur.
Esir tüccarları Habeşistan ve Orta Afrika'ya kadar giderler, türlü yollarla elde ettikleri zenci çocuklarını hadım ettirdikten sonra Mısır, İstanbul başta olmak üzere, öbür Akdeniz limanlarında satarlardı.
Osmanlı harem teşkilatında kullanılmak üzere satın alınan zenci hadımlardan zamanla bir ocak kuruldu ve buna ağalar ocağı adı verildi.
Ağalar ocağına alınan zenci çocukları, kendilerinden daha büyük zenci hadım ağalarınca yetiştirilirdi.
Bunlara Türkçe öğretilir daha ziyade çiçek isimli adlar verilirdi. Sarayın ve haremin âdabı hem nazarî ve hem de amelî olarak öğretilirdi. Tıpkı Enderun okulunda olduğu gibi, ağalar ocağında da, hadımların sıkı bir disiplin içinde yetiştirilmelerine çok dikkat edilirdi.
Belli bir yaşa kadar eğitilen hadımlar, bu süreyi doldurduktan sonra haremde bulunan şehzadeler, kadınefendiler, sultanlar, ve valde sultanların hizmetine verilirler, burada bir çeşit staj görürlerdi. Bu ocaktan yetişenlere genellikle harem ağaları ismi verilirdi. Yine dışarda evli bulunan sultanların ve hanedan üyelerinin saraylarına da hadım ağaları bu ocaktan gönderilirdi.
Harem'e ilk giren zenci ağa en aşağı unvanı ile hizmete alınır, ocak defterine kaydedilir ve ortancalar içinde muteber bir lalaya el öptürülürdü. Bunlar nöbet kalfaları denilen ağaların emirlerine uyar, harem kapılarını beklerlerdi. Bu sırada Dârüssaâde Ocağına ait usul ve kanunu öğrenip acemi ağalığa geçerlerdi. İçlerinden en kıdemlisi nöbet kalfası olurdu. Acemi ağalar nöbet kalfasından sonra ortanca olurlardı. Ortancalar kapı nöbetine nezaret ederlerdi. Ardından hâsıllı (hasırlı) olup onikinci hâsıllının en eskisi terfi ederek yayla başkapı gulâmı, sonra Yenisaraya başkapı gulâmı ve daha sonra Eskisaray ağası olurdu. Eski Saray ağaları terfi ettirilip Dârüssaâde ağalığına getirilirdi. Normal yükselme bu şekilde olurdu.
Dârüssaâde ağalığına ayrıca padişah lalalığı, musâhib-i şehriyâri ve hazînedâr-ı şehriyârîlik görevlerinden bulunanlar da tayin edilebiliyorlardı. Yine valide sultan başağaları Dârüssaâde ağası olabiliyordu. Dârüssaâde ağalığına tayin edilen şahsa padişah huzurunda samur kürk giydirilir ve ağalığını ilân için hatt-ı hümayun gönderilirdi. Bu hatt-ı hümayunlar bir nevi görev yönetmeliği niteliğindeydi.
Görevleri
Dârüssaâde ağaları görevleri gereği padişahlara ve padişah ailelerine olan yakınlıkları sebebiyle önce sarayda, sonra da özellikle XVII. ve XVIII. yüzyıllarda devlet yönetiminde etkili olmuşlardır.
Dârüssaâde ağalarının görevleri arasında Haremeyn evkafı nazırlığı önemli yer tutuyordu. l668'de Dârüssaâde ağası nezaretinde 313 vakıf vardı. Bu vakıfların 112'si İstanbul'da, otuz yedisi Rumeli'de 164'ü Anadolu'daydı. Nezaretinde bulunan vakıflardan Dârüssaâde ağasının nezaret hakkı olarak belirli gelirleri vardı.
Asli görevleri Haremin idaresi olan Dârüssaâde ağalarına başka önemli görevler ve işler de verilirdi. Padişahlar her hangi bir konudaki emirlerini Dârüssaâde ağalarına Hatt-ı hümayunlarıyla bildirirler onlar da günün hangi saati olursa olsun meselelerini padişaha arz edebilirlerdi. Valide sultanla konuşabilirler padişah ve devlet ileri gelenleri arasındaki yazışmayı ve protokolü sağlarlardı.
Valide sultanlar tarafından şer'i meselelerde vekil bırakılabilen Dârüssaâde ağaları zaman zaman seferlerde rikâb-ı hümâyun görevlerinde bulunurlar, ayrıca valide sultanların ve küçük sultanların has ve mukâtaalarına da bakarlardı.
Saray tarafından yaptırılan camilerin inşaat ve tamirat masraflarını Dârüssaâde ağası görürdü. Nitekim Sultan Ahmed Camii Dârüssaâde ağası Mustafa Ağanın nezaretinde yapılmıştır.
Dârüssaâde ağası ayrıca çeşitli siparişler için kuyumcu, bezirgan, kürkçü, terzi vb. esnafla görüşür, numune görür, eşya satın alır ve yapılan hesapları gözden geçirirdi. Her çarşamba günü de nezaretleri altındaki vakıfların islerini denetlemek üzere Orta Kapı dışında Has Ahur Kapısı tarafında bulunan Dârüssaâde ağası yazıcısı odasında divan akdederlerdi.
Ayrıca her yıl receb ayının on ikinci günü tertiplenen ve surre gönderilmesiyle ilgili olarak sarayda yapılan merasim Dârüssaâde ağası başkanlığında gerçekleşirdi.
Dârüssaâde ağaları padişahların ölümleri sırasında yanlarında bulunmuşlardır. Ölüm halinde durumu sadrazama bildiren de genellikle Dârüssaâde ağaları olmuştur. Yine tahta çıkacak olan şehzadeyi silâhdar ağa ile birlikte Bâbüssaâde'de kurulan tahta oturtma ve ilân törenlerinin düzenlenmesini sağlarlardı.
Bunun yanı sıra bayram ve kılıç alayı törenlerinde de bulunurdu. Valide sultanların Eski Saraydan Yeni Saray'a nakillerinde Dârüsaâde ağası ve maiyeti görevliydi.
Yeni bir şehzade ve hanım sultanın doğumu önce Dârüssaâde ağasına haber verilirdi. Valide sultan ve sadrazamın beşik alayı ile gelen beşikleri ve nişan alayı ile gelen nişan takınıları Harem'in Arabalar kapısında Dârüssaâde ağasına teslim edilirdi.
Hanım sultanların nikâhlarında vekili Dârüssaâde ağası olurdu. Nikâh Dârüssaâde ağasının odasında kıyılır ve düğün törenleri onun tarafından idare edilirdi. Harem ağaları ve baltacılarla birlikte gelin alayında hazır bulunan Dârüssaâde ağası, şehzadelerin ilk derse başlayacakları zaman yapılan merasime de katılırdı.
Padişaha yakınlıkları ve derecelerinin üstünlükleri sebebiyle Dârüssaâde ağaları içinde zaman zaman görevini kötüye kullananlar, suistimallere karışanlar ve rüşvet alanlar olmuştur. Bu gibiler suçları ortaya çıktığında şiddetle cezalandırılmışlardır.
Dârüssaâde ağalığının belirli bir müddeti yoktu. Nitekim Hacı Beşir Ağa III. Ahmed ve I. Mahmud zamanlarında yirmidokuz yıl bu görevde kalmıştır. Habeş Mehmed Ağa'nın 17, İdris ve Yusuf ağaların 16'şar yıl görevde kalmalarına karşılık İshak Ağa üç ay, Musahip Mehmed Ağa ise ancak birkaç gün harem ağalığı yapabilmiştir.
Dârüssaâde ağalarının azilleri ya Cuma günü padişahın namaza gittiği camide veya eğlenmek için gittikleri bir köşkte ani olarak yapılırdı. Surre alayları sırasında azledilenler de olmuştur.
Azledilen ağalar genellikle Mısır'a gönderilirlerdi. Bunun yanısıra bazıları Hicaz, Gelibolu, Kıbrıs, Limni ve Şam'a da sürülmüşlerdir. Bütün bunların yanı sıra emekli olunca kendi rızası ile sürekli haremde Karaağalar dairesindeki odada ömürlerini sürdürenler de görülmüştür. Emekli Karaağanın odası Karaağalar dairesinin üst katındaydı. İçlerinden Moralı Beşir Ağa ve Mercan Ağa gibi siyasi nüfuzu kendi menfaatleri için kullananlar ve suiistimallere karışanlar idam edilmişlerdir.
Üsküdar'da Seyyid Ahmed deresi civarında Pilavcı Bayırı caddesinde harem ağalarına ait bir kabristanlık bulunuyor ve vefat edenler burada defnediliyordu. Ancak İstanbul'un başka yerlerinde defnedilenler de olmuştur. Nitekim 1792'de vefat eden Bilal Ağa Eyüb Sultanda gömülmüştür.
Hayır hizmetleri
Harem ağalarının uhdelerinde haslar, mukataalar bulunduğundan bir kısmı, özellikle uzun müddet görev yapanları bir hayli zenginleşmiştir. Bunlar cami, mescid, medrese ve mektep gibi çok sayıda hayır müesseseleri yaparak isimlerini ebedileştirmişlerdir.
Bunlardan IV. Mehmed'in kızlar ağası Abbas Ağa Beşiktaş'ta ve Molla Gürani yolunda birer cami, Laleli'de hamam, Demirkapı'da sebil yaptırmıştır. İstanbul'da Çarşamba pazarında bir cami yaptıran Habeş Mehmed Ağa ayrıca Tuna kıyısındaki İsmail geçidini onararak kasaba haline getirmiştir.
III. Ahmed ve I. Mahmud zamanlarında toplam 29 yıl ağalık görevinde bulunan meşhur Hacı Beşir Ağa ise ilim ve maarif ehlini himaye etmesinin yanısıra pek çok hayır eseri de yaptırmıştır. Bunların başlıcaları Babıâli'de cami, sıbyan mektebi, medrese, kütüphane, tekke ve sebilden meydana gelen bir külliye; Eyüp'te bir darülhadis, kütüphane ve çeşme; Topkapı Sarayı içinde bir mescid; İstanbul'un çeşitli yerlerinde çeşmeler; Medine'de bir medrese ve kütüphane; Kahire'de bir sebil ve mektep; Ziştovi'de bir medrese ve kütüphanedir. Ayrıca Bağdat'ta İmam-ı Azam Camii Kütüphanesine de bir miktar kitap vakfetmiştir.
Yine büyük bir servet sahibi olduğu anlaşılan Moralı Beşir Ağa da İstanbul'un bazı camilerini tamir ettirip ibadete açtırmış ve şehrin bir çok yerinde çeşmeler yaptırmıştır. Onun ilim adamlarını himaye ettiği de adına yazılan pek çok eserden anlaşılmaktadır.
Ben hayatta oldukça...
Harem ağalarının en ünlülerinden olan Hacı Beşir Ağa muhtemelen XVII. yüzyıl ortalarında doğmuştur. Küçük yaşta zenci köle olarak İstanbul'a getirilmiş ve Kızlar ağası Yapraksız Ali Ağa'nın yanında yetişmiştir.Zamanla padişah musahipliğine yükselen Beşir Ağa 1705'te saray hazinedarı oldu.Daha sonra Hicaz'da Şeyhülharemlik makamına tayin edildi.. 1717'de İstanbul'a getirilerek Dârüssaâde ağası oldu.
Hacı Beşir Ağa, I. Mahmud Han'ın kendisine sorduğu bazı şeylere isabetli mütalaalar getirdiğinden dolayı padişahın itimadını kazanmıştı. Bilhassa İran meselesinde adeta bir hükümdarmış gibi hareket etmiştir.
Nadir Şah'la yapılan sulh görüşmelerinde Reisülküttab Ragıb Efendi ( meşhur Koca Ragıb Paşa ) İran elçisiyle mükalemeye memur edilmişti. Nadir Şah, Osmanlıların Caferi mezhebini beşinci mezheb olarak tanımasında ısrar etmekteydi. Bizim ulemanın tereddüt ve muhalefeti sırasında Ragıb Efendi:
Mezheb-i hak dörttür, lakin padişahımızın hükmü cari olan kazalarda padişahın Hanefi mezhebinde olmasına binaen dört mezhebten olanların davasını Hanefi mezhebi üzere ictihad ederler ve hüküm verirler, Caferi mezhebi dahi tasdik olunsa yine memleket-i Osmaniyyede hanefi mezhebi cari olur. Bu tasdik lafzı murat bir şeydir; bunun için otuz seneden beri Anadolu harab ve nice yüzbin nüfus telef ve hazine boş kalıyor. Bundan başka devletin Moskov ve Nemçe gibi düşmanları zuhur etti ve şimdi ( 1155 senesi) kuru bir kelam için böyle zarurette şer'in müsaadesi vardır, umumi zarardan hususi zarar evladır, demişti.
Ragıb Efendi'nin bu sözünü duyan Hacı Beşir Ağa ona ;
Bir daha bu kelamı lisana alma, mademki ben hayattayım, mezheb-i erbeaya mezheb-i batılı, beşinci olarak koydurmam sözleriyle nüfuzunu göstermişti.
|
Haremdeki ikamet yerleri
Topkapı Sarayı harem dairesinde Dârüssaâde ağaları ve Harem ağalarının görevli oldukları ve ikamet ettikleri yerleri vardı.
Bu kısım kubbealtı ile zülüflü baltacılar koğuşu arasındaki Araba Kapısı'ndan içeri girilince asıl harem kapısına kadar devam eden üç bölümden ibaret antre niteliğindeki yerdir.
Araba Kapısından girildiğinde ilk bölüm kare biçimli bir yer olup üzeri kubbe ile örtülüdür. Dört tarafında bulunan dolaplar sebebiyle buraya Dolaplı kubbe denmiştir. Dolaplarında murassa eşya, mücevherat, para, surre merasiminde kullanılan eşya ve Dârüssaâde Ağası nezaretindeki Haremeyn evkafına ait vakıf kayıtları saklanırdı.
Dolaplı kubbeden bir kapı ile geçilen Şadırvanlı sofanın solunda Karaağalar Mescidi yer alır. Mescid, Şadırvanlı sofaya tonozlu bir koridorla bağlı iken karşı köşesinden haremağaları taşlığıyla doğrudan irtibatlıdır. Gezinti yerindeki kapının iç tarafında mermer üzerine kazılı olarak, Şefaat yâ Resûlallah yâ Habîballah yazısı, karşı kapı üzerinde ise Ya Rabbi bizi ateşten (cehennemden) koru ve Cennetine dahil eyle manasında dua kitabesi vardır.
Mihrabın üzerinde ve dinarların tavana yakın yerlerinde girift ve güzel yazı ile çeşitli ayet-i kerimeler yer almaktadır. Binanın arkasında Karaağalar/Harem ağaları hamamı vardır.
Şadırvanlı sofadan asıl harem kapısına ulaşan uzun taşlığa yolun sonunda yer alan Karaağalar koğuşu nedeniyle de revaklı yol denmiştir.
Haremin ilk taşlığı olan bu avluya Haremağalarının yaşadığı bir çok mekan açılır. 1665 yangınından sonra yenilenen bu mekanlar arasında Haremağaları koğuşu. Dârüssaâde ağası Dairesi, Şehzadeler Mektebi, Muhasipler, Cüceler, Hazinedar Dairesi ve Karaağalar Nöbet yeri yer almaktadır.
Karaağalar Koğuşu, Karaağalar taşlığının solunda, mescid ile Şehzadeler Mektebi arasındadır. Buraya taşlığa bakan yoldan girilir. Koğuşa girilen yerdeki mermer kitabede: Devletin bu başşehrine bizim zamanımızda (1079-1668) ve bizden sonra gelip padişaha hizmetle şeref bulan kardeşlerimiz bilesiniz ki eski ve yeni, küçük ve büyük aramızdan bir ağa kardeşimiz azad oldukta Allah rızası için üçer aylık ulufemizi o yoldaşımıza vermek uygun görüldü... Bizden sonra gelen ağa kardeşlerimiz de karşı gelmeyip konulanın aksine hareket etmeyeler, yazılıdır.
Karaağalar koğuşu uzun bir koridorun iki tarafında üçer kat boyunca sıralanan odalardan oluşur. Koridorun sonunda dışı çini ile kaplı süslü bir ocak yer almaktadır. Bu nedenle buraya Ocak Başı denilirdi. Koğuşun zemin katında Dârüssaâde ağasından sonra gelen ve Karaağaların başı olan Baş Kapı Gulâmı otururdu. Kapısı üzerinde Bütün müminler kardeştir... ayet-i kerimesi yazılıdır. Bu kapının yanında bulunan sedire tahta başı denilir. Baş Kapı Gulâmı buraya oturarak maiyetine emirler verirdi. Bu sedire ondan başkasının oturması yasaktı.
Zemin kat on odadan ibaretti. Sol da bulunan beşi Baş Kapı Gulâmının selamlık, yatak ve misafir odalarıdır. Bunların dördünün kapı, pencere ve duvarlardan başka yerleri eşsiz çinilerle süslüdür. Soldaki beş odadan ocağa bitişik olanı Baş Kapı Gulâmının yemek ve kiler odaları olarak kullanılmış, diğerleri ise değişik hizmetlere ayrılmıştır. Yemek odasındaki çeşmenin sanatlı taşı üzerine Ve sahaküm Rabbiküm şürben tahûra ayet-i kerimesi yazılıdır.
Koğuşun birinci katında Karaağalar, ikinci katında Has Odalılar (ortancalar), padişahın saray hizmeti görevlileri, üçüncü katında ise acemiler otururdu. Üst katlar zemin katından daha büyük olup daha çok odalara sahipti. Ancak bu odalarda çini ve benzeri süslemeler yoktur. Karaağalar Koğuşunun Dârüssaâde Ağası Dairesine bitişen bölümü geniş bir hela mekanı olarak düzenlenmiştir. Haremağaları Büyük Biniş Rampası kenarındaki hamamda yıkanırlardı.
Dârüssaâde Ağası Dairesi, Karaağalar Taşlığının sonunda ve solda yer alır. Karaağalar Koğuşunun sağındadır. İki katlı bir dairedir. Alt katı Dârüssaâde ağasının dairesi üst katı ise Şehzadeler Mektebi olarak hizmet vermekteydi.
Dârüssaâde Ağası Dairesi bir baş oda, servis odaları, kahve ocağı ve hamamdan ibarettir. Baş oda ahşap bir kubbe ile örtülüdür. Duvarları İznik ve Kütahya işi çinilerle kaplıdır.
1665 harem yangınından sonra Başoda'ya bağlanan karanlık yatak odası da çinili ve ocaklıdır. Bu dairenin sonundan duvarları renkli çinilerle süslü bir merdivenle Şehzadeler Mektebine çıkılırdı.
Harem-i Hümayun Kapısı, Karaağalar taşlığının bittiği yerde Cümle kapısı denilen ve Harem bölümünü Harem Ağaları bölümünden ayıran kapı gelmektedir. Bu kapı Haremin üç ana bölümünün bağlandığı Nöbet yerine açılır. Kubbeli ve kemerli açık bir sahanlık olarak geçiş yeri halindeki kapıya mermerden, girift rumi desenli müşebbek taçlı bir sembolik boş kemerle girilir. Bu kemer üzerinde: Ey iman edenler! Evleriniz dışındaki evlere izin istemeden ve orada sakin olanlara selam vermeden girmeyiniz, mealindeki ayet yer almaktadır.
Nöbet yerinin yan duvarı Haremdeki ünlü servili çini panoyla kaplıdır. Haremdeki hadım görevliler ancak nöbet yeri tabir edilen bu küçük odaya kadar girebilirlerdi. Burada nöbet tutan görevlilerin duvarda asılı duran davulları vardı. Ramazanda harem sakinlerini buradan sahura kaldırırlardı. Yine duvarların alt kısımlarında yiyecek ve içeceklerin bırakılacağı taştan dolaplar görülmektedir. Görevliler dışarıdan getirdikleri yiyecek ve içecekleri ancak buraya kadar getirmekte ve daha içeriye girememekte idiler.
Nöbetçilerin de gözlendiği yer
Nöbet yerinin solundaki kapı ise Cariye koridoru ile Cariye ve Kadıefendiler taşlığına, ortadaki kapı Valide Taşlığına sağdaki kapı Altın Yol ile Padişah Dairesine bağlanır. Giriş, taşlıktaki Nöbet binasına bağlanan kemerli bir asma kat vasıtasıyla özellikle geceleri kontrol altında tutulurdu. Asma kata bugün bile Kuşhane girişi tarafındaki duvarın içinde bulunan, taş, bir gizli merdiven ile çıkılabilir. Bu merdivenin karşısında Hazinedar ağa yatak odasına çıkan bir taş merdiven daha vardır. Bunlar harem girişinin çok sıkı denetlendiğinin işaretidir. Nöbetçi karaağa, haremi bekliyor ancak nöbetçiyi de asma katta bulunan Hazinedar ağa gözetleyebiliyor.
Görüldüğü gibi padişahın hususi evi konumundaki harem son derece ciddi ve mükemmel bir tarzda korunmuştur. Bugün harem bölümlerini gezenler fiziki yapıyı gördüklerinde bu durumu daha iyi anlamaktadırlar.
Haremi korumakla görevli ağalar dahi asıl hareme ancak padişahın izni ile girebilirlerdi. IV. Mehmed'in küçük yaşta tahta geçtiği yıllarda Kösem Sultan’ın ağalara hitaben bir emir namesi şu şekildedir ;
Ba'del yevm kendi halinizde olasız. Harem işlerine ve taşra umuruna karışmayasız. Cümleniz azadsız kölesiz. Harem kapısı önünde oturmaktan gayrı işiniz yoktur. Size tayin olunan harem kapısı önünde olan odalardır. Eğer harem kapısından içeri izinsiz bir adım girdiğiniz veya yazı gönderdiğiniz işitilir ise hiç aman verilmeden katl olunursunuz. Şayet mühim bir iş olup tarafımıza bildirmek icap ederse bir tezkire ile kethüda kadına ifade edersiz. Ol dahi bize ifade eder.
Osmanlılarda iç oğlanlarının bulunduğu enderun kısmı ve asıl harem-i hümayundaki cariyeler nasıl sistemli bir eğilimden geçirilirse ağalar da küçük yaştan itibaren aynı şekilde mükemmel bir edep ve terbiye ile eğitilirlerdi. Görevlerini ve ibadetlerini en iyi bir şekilde yapmaktan ve padişaha itaatten başka bir şey düşünmezlerdi.
Buna rağmen özellikle Batı ve Çin saraylarında görevli hadımlar arasında yaşanan ahlaksızlıklardan yola çıkılarak Osmanlı sarayında da hadım harem ağaları arasında ahlaksızlık olabileceği bazı yazarlarca ısrarla vurgulanmıştır. Ancak buna dair ciddi bir belge veya bilgi ortaya konulamamıştır. Nitekim ortaya belge ve bilgi denilerek konulanlar da Penzer ve Burton gibi batılı yazarların hayal mahsulü ürünlerinden başka bir şey değildir.
Penzer The Harem isimli eserinde Valde sultan kethüda ve hazinedar ustadan kısaca bahsedip diğerlerinin ise sadece ismini zikrettikten sonra sıra kadın efendiler, ikballer, odalıklar ve cariyelere gelince sanki orada imiş gibi döktürmeye başlamıştır. Bildiği bütün ahlaksız hikayelerini Osmanlı haremine uygulayan bu hayalperest yazarın padişahların cinsi münasebetleri hakkında bahsettikleri, cariyeleri toptan öldürmek gibi sadistçe senaryoları okuyanların akıl sınırlarını da zorlamaktadır.
Harem ağaları hakkında aleyhte bilgiler veren bir yazar da Topkapı Sarayında 18 yıl teberdarlık görevinde bulunmuş Derviş Abdullah'tır. Ancak onun eserini okuyanlar ağalar hakkındaki ağır ve galiz ifadelerini görünce ve hayat hikayesine de vakıf olunca arzusuna erişememiş, menfaatleri zarar görmüş bir kişinin psikolojisi ile yazdığını kolayca çıkarırlar. Bu bakımdan eserde önemli bilgiler olsa da ağaların şahsiyeti ile ilgili yazılanlar, hissi ve tarafgir bir şekilde kaleme alındığından ilmîlikten uzaktır.!
.
Muhteşem Yüzyıl dizisi izlenmesi bir tarafa, bir o kadar da, kim ne kadar fazla hata yakaladı yarışmasına döndü. Kimi siyasi tarihi, kimi sanat yönü, kimi kılık kıyafet bakımından, kimisi de kurgu yönüyle hatalar zincirini sıralamakla meşguller.
Hâlbuki dizinin birinci bölümünü izledikten sonra; “bu dizide hatasız tek bir kare gösteremezsiniz”, demiştim.
İkinci olarak da dizi hatalı bir temele oturtuldu, artık sonuna kadar hatalar manzumesi devam edecektir hükmünü vermiştim. Zira yanlış bir yola girdiğinizde, neticede hep hatalı ilerleyeceksiniz demektir.
Dolayısıyla hâlâ diziyi izleyip hata arayanlara ne demeli bilmiyorum. Bu hatalı yollardan birincisi Hurrem Sultan olayı idi.
Hareme Müslüman olmayan bir cariyenin girmesi mümkün değildi. Hurrem ise dizide haçı ile girdi. Ardından papaz olan babasından Osmanlı’nın yıkım görevini üzerine aldı. O artık dizide gizli bir Hıristiyan. Şimdi dizinin Türk halkını getireceği nokta şudur.
Sevecen, munis, cana yakın ve sempatik tavırlarıyla Mustafa dizinin en fazla sevilecek bir şahsiyeti olacak. Bu arada dizide onunla ilgili karelerin hiç birinin doğru olmadığını da belirtelim. Neticede Şehzade Mustafa sevgisi en üst noktaya çıkarılacak.
Ve gün gelip Kanuni Sultan Süleyman, oğlunu dilsiz cellatlar elinde boğdururken öbür taraftan Hurrem Sultan zaferinin nişanesi olarak herhalde haçını öpecektir (!).
Mustafa’nın öldürülmesi ile gözyaşlarına boğulan Türk halkı, Kanuni ve hele hele Hurrem hakkında artık neler düşünecektir.
Siz dizinin senaristi Meral Okay’ı sadece bir tarih kurgusu yapıyor zannetmeyin. Onun masumane bir tarzda; “efendim bu bir senaryodur, kurgudur”, demesine aldanmayın.
O, Türk halkının ecdadına iftira ve ihanetin, onun ecdadını gözden düşürmenin, entrikanın, Türk halkının değerlerini yıkmanın kurgusunu yapıyor. Bu diziyi izleyen herkes de bir noktada onun ekmeğine ballı kaymak oluyor.
Gelin biz diziyi bırakıp Hurrem Sultan’ı bir nebze olsun yakından tanıyalım isterseniz.
Tarihin bir yüzyılına neredeyse Süleyman Çağı dedirtecek derecede adını veren Kanuni Sultan Süleyman’ın biricik eşi, fiziki özelliklerinden ahlaki durumuna, giyim ve kuşamından yemesine içmesine kadar her hali ile ilgi odağı idi. Tarihçiler, edebiyatçılar hepsi onu yazdı ve araştırdı. Osmanlıların haramdan gelme haremi hakkında bilgi edinemeyenler, tabi ki her zaman olduğu gibi fantezilerini ve hayal güçlerini çalıştırdılar. Senaryolar yazdılar. Bugün tarihin aydınlanmış nice mevzunun dahi çarpıtılarak ortaya konduğu ve gerçeklerden ne kadar uzak yazılıp çizildiği görüldüğünde o tarihte hiçbir bilginin olmadığı zamanlarda nelerin yazılıp çizilebileceğini tahmin etmek zor olmamalıdır.
Neticede yerli yabancı romancıların, film ve tiyatro yazarlarının katkıları ve hayal dünyaları ile bambaşka bir Hurrem Sultan ortaya çıktı.
Peki, Hurrem Sultan kimdi? Nasıl bir eş, nasıl bir sultan ve nasıl bir ana idi?
Tarihçiler, umumiyetle Hurrem Sultan’ın Rus asıllı olduğunu, o devirde Polonya hâkimiyetinde olan Ukrayna’da, 1506 yılında doğduğunu ifade etmektedirler. Saçının kızıla çalan renginden dolayı adının Roza, Rossa veya Roxialene olduğu belirtilmektedir.
Harem-i Hümayun adı ile ilmi bir çalışma yapan Leslie Peirce’ye göre Hurrem Sultan, büyük bir ihtimalle Batı Ukrayna’dandır. Polonya’da anlatılanlara göre adı Aleksandra Lisowska olup Rutenyalı bir rahibin kızı iken Tatarlar tarafından Dinyester üzerinde Lvov yakınındaki Rogatin kentinden esir alınmıştır. Avrupalılar onu Rutenyalı bakire anlamına gelen Lehçe bir terimden dolayı Roxelana olarak kaydetmiştir.
Dokuz yaşındayken Kırım Türkleri tarafından esir edilip Kırım Sarayı’nda birkaç yıl tahsil ve terbiye gördüğü, daha sonra Kırım Hanı tarafından, Saray-ı Hümayûn’a hediye edildiği belirtilmektedir.
Osmanlı sarayına girdikten sonra da İslam ve Türk terbiyesiyle eğitilerek yetiştirilen bu sempatik ve güler yüzlü cariye neşeli tavırları, şirinliği, kıvrak zekâsı ve çalışkanlığı dikkat çekmiştir. Sempatikliği sebebiyle sarayda kendisine Hurrem adı verilmiştir.
Bazı yazarlar onu genç, normal güzellikte, orta boylu, zayıf, pek zarif ve şirin olduğunu ifade ederek çeşitli fiziki özelliklerini belirtmişlerdir. Aslında bütün bu yakıştırmalar adından ve kendisine ait olduğu söylenen bir portresinden veya ressamların resimlerinden kaynaklanmaktadır. Oysa birbirlerine dahi neredeyse hiç benzemeyen bu portrelerin de hayal mahsulü olduğu pek açıktır. Onlara bakarak bir Hurrem şemaili çıkarmak da bir o kadar uydurma olacaktır.
Oysa şurası muhakkak ki saraya alınan veya padişaha hediye edilen bir cariyede belli bir endam ve güzelliğin olacağı aşikârdır. Son derece iyi bir ahlak ve terbiye ile yetiştirilmiştir. Saray ananesine göre güzel, iyi yetişmiş, zeki, kabiliyetli ve iffetli padişah anası namzedi olacak ve gelecekte sarayın en nüfuzlu şahsiyeti olarak hizmet verecek birini seçmek valide sultanların işidir. İşte Hafsa Sultan da oğlu Kanuni’ye böyle birini seçmiştir ki o da Hurrem’dir.
Hurrem Sultanın Kanuni’nin haremine ne zaman katıldığı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak saltanatının hemen ilk yılı içerisinde olduğu çok kuvvetli bir ihtimaldir. Bu sırada sarayda en nüfuzlu kadın elbette ki Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Mehd-i Ulya Hafsa Sultandı. İkinci derecede nüfuzlu kadını ise 1515’de Şehzade Mustafa’yı dünyaya getiren Kanuni’nin ilk eşi Mahidevran Hatun idi.
Hurrem Sultanın 927 yılında (1520-21) Şehzade Mehmed’i dünyaya getirmesi ile birlikte nüfuzu, sarayda ve Kanuni katındaki değeri arttı.
1520 yılında Padişah olan Sultan Süleyman, ilk hanımı Mahıdevran Hatun’dan sonra haremine aldığı Hurrem ile çok uzun bir beraberliği oldu. Gülfem adlı bir cariye dışında başka bir kadınla birlikte olduğu da bilinmez. Gülfem Hatun’un da Hurrem’le arasının çok iyi olduğu anlaşılmaktadır.
Haseki Hurrem Sultan, Padişahın gözdesi, olağanüstü zeki, sevimli, çekici bir kadın, aşırı derecede şefkatli bir anadır. Devrinin bazı politik olaylarına karıştığı için, aynı zamanda Osmanlı sarayında kadın hâkimiyetini başlatan kişi olarak da kabul edilir. Batılı yazarlardan Bernard Bromage onun kişiliği hakkında şunları söyler:
“Osmanlı saltanatının en muhteşem devresine, Muhteşem Süleyman ile birlikte hâkim oldu. Kocasının bir cihan fatihi olduğunu gören bu güzel kadın, hilâlin salibe galebe çalarak en uzak müşrik diyarlarına kadar uzanmasına çalıştı.”
Aralarında on bir yaş olan Kanuni ile evlendikten sonra Hurrem Sultan’ın yedi çocuğu oldu. Abdullah ve Murad isimli şehzadeler küçük yaşta vefat ettiler. Diğer çocuklara Selim, Mehmet, Cihangir, Bayezid ve Mihrimah adları verildi.
Ailesine çok bağlı bir kadın olan Hurrem, Kanuni’yi ve çocuklarını hiçbir yerde yalnız bırakmadı. Bursa’ya, Manisa’ya, Konya’ya ve diğer şehirlere seyahat etti. Yakınlarıyla birlikte oldu. Aile fertleri arasında sıkı münasebet kurdu.
Kanuni ve Hurrem Sultan, şehzadeleri arasında Mehmed’i çok sevmekte idiler. O Kanuni’nin Hurrem Sultandan doğan en büyük şehzadesi idi. Kanuni muhtemelen kendisinden sonra onu tahta düşündüğünden 1541 yılında sancak değişikliği yaptı.
Şehzade Mustafa’yı Manisa’dan Amasya’ya tayin ederken Mehmed’i Manisa’ya yolladı. O zaman Manisa sancağı daha çok padişah namzedinin gönderildiği veya merkeze en yakın sancak olarak gösterilen bir yerdi. Şehzadeler özellikle orayı isterlerdi. Bu tayinde ihtimaldir ki Hurrem Sultan da rol oynamış olmalıdır.
Şehzade Mehmed de ağabeyi Mustafa gibi değerli ve çok iyi yetişmişti. Ancak onun Manisa valiliği çok uzun sürmedi. Bir yılı bir müddet geçmişti ki 1543 yılında ani olarak vefat etti. Çok sevilen tahtın geleceği olarak düşünülen genç Şehzadenin vefatı aileyi büyük bir mateme garketmişti.
Şehzadeler güzidesi Sultan Mehemmedim
Diyerek vefatına tarih düşüren Kanuni Sultan Süleyman’ın bu mısraı, onun ölümüne duyduğu derin üzüntüyü de ortaya koymaktadır.
Adına Şehzadebaşında Mimar Sinan’a çok güzel bir cami inşa ettirdi. Hurrem Sultan’ın da üzüntülü yılları bununla başladı denilebilir. Hayırsever bir hanım sultan olan Hurrem, halk tarafından da çok sevilmektedir. Yaşadığı yüzyılda büyük saygı gördüğünü, daha sonraki asırlarda da hep hayırla yad edildiğini, hakkında yazılan yüzlerce cümleden sadece şu bir tanesi anlatmaya yeter sanırım:
“O, namuslu kadınların efendisi; melek huylu, derecesi yüksek, vasıfları temiz, zatı kutsi, hayır ve hasenat sahibi eşsiz bir inci; büyük, şanlı, yüksek mevkili bir hanımdı.”
Hurrem Sultan, siyasî bakımdan hiçbir padişah hanımının gelemediği seviyeye ulaşmasına rağmen, zaman zaman büyük acılar çekti. Küçük yaşta ölen evlatlarının yanı sıra, Manisa Valisi Şehzade Mehmed’in ve ardından Şehzade Cihangir’in vefatları, onu sonsuz üzüntülere sevk etti.
Evlat acısının da etkisiyle çeşitli hastalıklar geçirdi. Büyük ızdıraplar çekti. Son kışını çok sevdiği Hünkârı, Kanuni ile Edirne’de geçirdi. Rahatsızlığı artınca İstanbul’a dönerek içinde bir de hastanenin bulunduğu Eski Saray’a yerleşti. Yakalandığı kulunç hastalığından kurtulamayarak, 1558 yılında genç denecek bir yaşta (52) hayata gözlerini yumdu.
Cenazesi vezirlerin omuzlarında Bayezid Camii meydanına getirildi. Şeyhülislâm Ebussuud Efendinin imametinde kılınan Cenaze namazından sonra, yine Şeyhülislâm’ın eliyle defnedildi. Ölümü, bütün İstanbul halkını müteessir etti.
Cihan Padişahı Sultan Süleyman, hayatta hiç yanından ayırmadığı Hurrem’in naaşının da kendisine uzak kalmasını istemedi. Süleymaniye Camii çevresinde kendi türbesi için ayırdığı yerin hemen yanına onun için de bir türbe yaptırdı. Hurrem Sultan’ın türbesinde, bekçiler ve hafız-ı kurralar görevlendirdi. Yüzyıllar boyu günün yirmi dört saati bu hayırsever sultanın ruhuna Kur’ân-ı kerîm okundu.
Başbakanlık Arşivi’ndeki belgelere göre, nöbetleşe görev yapan hafız-ı kurra ve bekçilerin sayısı yüz otuz sekiz kişiyi buluyordu. Bunlara günde üç yüz elli akçe gibi yüksek bir ücret verildiğini dikkate alırsanız, Kanunî’nin Hurrem Sultana karşı olan sevgisi daha iyi anlaşılır sanırız.
Peki, Hurrem Sultan’ın Şehzade Mustafa olayındaki tutumunu nasıl değerlendireceksiniz diyebilirsiniz.
Birincisi o hadiseden başka Hurrem Sultan hakkında menfi ne duydunuz?
İkincisi ise hangi kadın kendi oğlunu saltanatta görmek istemez. Onunda kendi oğullarından birini saltanatta görmek istemesi en tabi bir durumdur.
Şehzade Mustafa meselesinde ise Kanuni asla onun sözüne itibar etmez onun sözüyle oğluna kıymazdı. Orada birinci derecede suçlu Rüstem Paşa ile isyan emarelerinde bulunan Şehzade Mustafa’nın bizzat kendisidir.
Aşağıda Hurrem Sultan’ın Türk milletine bıraktığı eşsiz eserleri okuyacaksınız. O belki bu camilerde namaz kılmadı medreselerinde okumadı, kervansaraylarında yatmadı, çeşmelerinden su içmedi, darüşşifasında tedavi olmadı. Hepsini Türk milletine ve evlatlarına miras bıraktı.
Türk milletine ve Müslümanlara ve onların evlatlarına hizmet edenlere karşı bazılarının özel bir husumeti oluyor nedense. Meral Okay ve benzerlerinin yaptıkları gibi.
Geride bıraktıkları
Osmanlı ailesinde güzel bir gelenek vardı. Küçük yaşta ölenler de dâhil, hanedan mensuplarından geride kalan eşyalar titizlikle saklanırdı. Yalnız hanımların ve kız çocuklarının eşyaları bu geleneğin dışında bırakılırdı. İşte bu adet Hurrem Sultan’ın vefatında değişikliğe uğradı. Merhumenin özel eşyaları sarayda ve türbesinde muhafaza altına alındı. Aralarında zarif işlemeli örtüler, kaşbastılar ve mücevherlerin de bulunduğu bu şahsi eşyalar, halen Topkapı Sarayı Müzesi ile Türk İslâm Eserleri Müzesi’nde sergilenmektedir.
Osmanlı Hanım sultanları içinde iyilik yapmakta en önde gelenlerden biri olan Hurrem Sultan, üç kıtaya yayılan geniş toprakların dört bir yanını bayındır etmek ve insanlara faydalı olmak için büyük çaba harcamıştı. “Solakzâde ve İbrahim Peçevi Efendi tarihlerinde Kanuni Sultan Süleyman’ın eserlerine yer verildikten sonra Hurrem Sultan’ın hayratı sıralanmaktadır.
Haseki Külliyesi
Cami, medrese, sıbyan mektebi, çeşme, imaret ve dârüşşifâdan meydana gelmektedir. Mimar Sinan’ın hassa başmimarı olduktan sonra yaptığı ilk eserdir. XIX. Yüzyıldan itibaren Haseki adıyla anılan Avratpazarı semtinde kurulmuştur. Peçuylu İbrahim külliyenin burada yapılmasının Kanuni’nin eşine gösterdiği bir incelik olduğunu yazar.
Külliyenin ilk yapılan birimi cami olup medrese ve sıbyan mektebi bir yıl, imaret ve dârüşşifâ ise on iki yıl sonra inşa edilmiştir. Bu durum külliyenin bir bütün olarak planlanmadığını, binaların değişik zamanlarda ayrı ayrı düşünülerek tasarlandığını göstermektedir. Külliyenin Süleymaniye Kütüphanesi’nde bulunan vakfiyesi 958 (1551) tarihlidir.
Cami Haseki caddesinin bir yanında, medrese, sıbyan mektebi, imaret ve dârüşşifâ ise diğer yanında yer almaktadır.
Cami: 945 (1538-39) yılında inşa edilen cami kare mekânlı ve tek kubbeli olup klasik uslupta yapılmıştır. Tek minarelidir. Daha sonra cemaate kâfi gelmemesi nedeniyle Sultan I. Ahmed zamanında iki sütun ve bir kubbe daha ilave edilerek büyütülmüştür (1612). Bugün de cami olarak hizmet vermektedir.
Medrese: Caminin karşısında bulunan medrese 946 (1539-40) yılında inşa edilmiş klasik tipte bir yapıdır. Sokak cephesinin merkezindeki kapıdan girilen revaklı bir avlunun üç yanını çevreleyen kapalı mekânlardan meydana gelmektedir. Dershanesi kapının karşısındaki revakın ortasında yer almaktadır. Dershanenin iki yanına üçerden altı, avlunun iki yanına beşerden on oda yerleştirilmiştir. Bunların hepsi kubbelidir ve içlerinde birer ocak bulunur. Vakfiyesinde bilimin ve eğitimin değerinden bahsedilerek bilim adamlarına ve talebelere vakfedildiği kaydedilmiştir. Müderrislere günde elli akçe, on altı talebeye günlük ikişer akçe, muide ise beş akçe verilmesi şart koşulmuştur. Bugün odaları yatakhane, dershanesi ise mescid olarak kullanılmaktadır.
Sıbyan Mektebi: Medresenin doğusunda yer almaktadır. Kare planlı olup yanyana iki birimden meydana gelmektedir. Birinci kısmı iki cephesi sütunlu açık dershane, ikinci kısmı ise kapalı dershanedir. Binanın önündeki havuzlu alan muhtemelen oyun bahçesi olarak düzen-lenmiştir. Kitabe yeri boş duran mektebin yapılış tarihi bilinmemekle birlikte medresede kullanılan nilüfer çiçeği motifli başlıkların burada da kullanılması iki yapının birlikte ele alındığına işaret etmektedir.
Sıbyan mektebi yalnız Müslüman çocukları için vakfedilmiş olup dini eğitim şart koşulmuştur. Kapalı dershanenin hemen yanında küçük ve oldukça bakımlı bir hazîre vardır. Mezar taşlarından çoğunun mütevellilere, külliyede hizmet eden kişilere ve onların aile fertlerine ait olduğu görülür.
İmaret: Haseki Caddesi üzerinde külliyeye girişi sağlayan üçüncü kapı imarete aittir. Kitabesinde 1550 (h.957) yılında yaptırıldığı belirtilmektedir. İmaret kuzeyde üç, doğu ve batı yönlerinde beş kemerli bir revakla çevrilmiş ve revaklar baklava başlıklı sütunlara oturtulan pandantifli kubbelerle örtülmüştür. Avlunun kuzeyinde iki büyük ve dört küçük kubbeli mutfak ile yanlarında dikdörtgen planlı odalar vardır. Bugün imarethanede yemek pişirilip yenmekte bir bölümü ise kütüphane olarak hizmet vermektedir.
Darüşşifâ: Darüşşifa, Osmanlı mimarî tarihinde bir benzeri daha bulunmayan orijinal bir yapıdır. Mimar Sinan’ın, yaptığı eserler içinde en mükemmel mekân düzenlemesini gerçekleştirdiği Haseki Darüşşifası’nın giriş kapısındaki kitabeye göre, 1550 (h. 950) yılında bitirilmiştir.
Haseki Darüşşifası, belki günümüze kadar yapılan hastanelerin en havadar ve ferah olanlarının başında gelmektedir. Giriş kapısından sonra sekizgen planlı açık bir avlu ve bu avluya bakan yüksek kemerli muayene bölümleri yer almaktadır. Polikliniklerden sonra ise iç kısımlardaki kubbeli doktor ve hasta odaları bulunmaktadır.
Mimar Sinan, ana bölümden ayrı olarak ilâç yapımı için de iki ayrı oda inşa etmiştir. Yedi doktor, iki eczacı kalfası, yirmi dokuz memur ve müstahdem hizmet veriyordu. Ayakta tedavinin yanı sıra, yatarak tedavi hizmeti de veriliyordu. Hurrem Sultan, vakıfnamede darüşşifada çalışacak doktorlar için öyle şartlar koşmuş ki, hayran olmamak elde değil. Meselâ, başhekim dahil, bütün personelin güzel cümlelerle hitap etmelerini ve hastaların sorularına hoşa gidecek şekilde cevap vermelerini istemiş.Sadece bu kadar değil. Hastanede çalışanlara dolgun ücret verilmesi, fakir hastalardan doktor muayenesi ve ilâç için para alınmaması da onun şartları arasında bulunmaktadır.
20 Ocak 1976 tarihinden bu yana Diyanet İşleri Başkanlığı İstanbul Haseki Eğitim Merkezi adıyla faaliyet gösterilen külliye binalarında müftü ve vaizlerin meslekî eğitimleri yapılmakta, bunun yanında kıraat ilmi öğretilmektedir. Halen külliyenin medresesi yatakhane, kapalı dershanesi mescid, imareti yemekhane, sıbyan mektebi toplantı salonu, dârüşşifâsı eğitim ve idare binası olarak kullanılmaktadır.
Diğer Eserleri:
Şehzade Cihangir Camii: Tophaneye hakim olan büyük tepe üzerindeki mübarek camidir.
Bağdat’ta: İmamı âzam hazretlerinin nurlu mezarı üzerine sağlam bir kale, bir cami, güzel bir imaret, yüksek bir türbe ve akıl hastanesi bina edilmiştir.
Yine Bağdat’ta Şeyh Abdülkadir-i Geylanînin mübarek mezarı üzerindeki yüksek kubbe yenilenmiş, mübarek camii yeniden onarılmış, imaret ve daha başka hayratlar yenilenip yeteri kadar vakıflar bağlanmıştır.
Konya’da: Mevlana Celaleddin hazretlerinin nurlu türbeleri yakınında iki minareli yüksek bir cami, güzel bir mescit, imaret ve dervişler için odalar ve benzerleri yapılmıştır.
Şam’da: Yüksek bir cami, medrese, imaret ve daha başkaları.
Kefe’de ve İznik’te: Birer büyük kilise camie çevrilmişken aradan geçen uzun zaman boyunca harap olmuş bulunuyorlardı. Bunlar yenilenmiş ve gereği kadar vakıflar bağlanmıştır. Mübarek Mekke ve Medine’de yapmış olduğu çok sayıda hayır ve dağıttığı sadakalar, bu yerlerde oturanların hayatlarının temeli olmuştur. Gerçi bu sadakalar önceleri de vardı. Şimdi ise iki katına çıkarılmış olup büyük bir titizlikle kâtipler tarafından ilgililere dağıtılır ve herkes eksiksiz kendisine ayrılan payı almaktadır.
Bir başkası da akarsu sadakasıdır. Bu su, Arafat kaynağıdır. Eskiden bu suyu Zübeyde Hatun akıtıp kente getirmiş, fakat zamanla harap olmaya yüz tuttuğundan su sıkıntısı çekilmeye bağlanmıştı, öyle ki bir arife günü bir parmakla kaldırabilecek bir kırba su bir altına satın alınmıştır. Bu suya üç dört kat daha katıp kentin suyunu bollaştırmak suretiyle bütün hacıları su sıkıntısından kurtardı.
Mekke’de: Dört mezhep için ayrı ayrı dört büyük medrese bina ettirdi ve Rum ülkesinde uygulanan kurallara göre on beşer öğrenci ve birer müderris yardımcısı tayin etti. Bunların belli ödenekleri hiçbir aksaklığa uğramadan ellerine ulaşmaktadır.
Müminlerin anası Hz. Haticenin, Hz. Fatıma ve öteki çocuklarının dünyaya geldikleri kutlu ev sonradan mescit haline getirilmişti. Zamanla harap olduğundan onu tamir ettirip üzerine yüksek bir kubbe bina ettirdi. Şimdi de, her cuma günü ikindi zamanına kadar ve salı geceleri sabaha kadar dervişler ve fakirler orada toplanıp zikrederler.Yine Mekke ve Medine’de zengin birer imaret yaptırdı. Mekke ve Medine fukaraları her gün buralarda yedirilip içirilirler. Edirne şehrine de Kevser suyu gibi sular getirip birçok çeşmeler yaptırmıştır ki bunlardan fukara halk yeniden can bulmaktan ve ölçüsüz sevinç duymaktan geri kalmaz.
Mustafapaşa Köprüsü kasabasında da mübarek bir cami, güzel bir imaret ve büyük bir han yapılmıştır ki bunlar da yine rahmetli Haseki Sultan’ın hayır işlerindendir.İstanbul Kariye’de medrese ve Ayasofya ve Sultanahmet Camileri arasında Hurrem Sultan Hamamı
Ve Kudüs-i Şerifte muazzam imareti…
İşte o imaretin vakfiyesinde geçen muhteşem talimatları:
“Ve dahi şöyle şart eylediler ki zikr olan et’imeden hücerât-i merkûmede mücavir olan sülehânın her birine her nöbetde bir kepçe aş ve bir fodula ve cum’a gecesinde bir kıt’a yahni bile verile; ve mescidi şerifin imamına ve evkaf kâtibine ve [bütün imaret görevlerine] her nöbetde bir kepçe aş ve iki fodula ve cum’a gecesinde bir kıt’a yahni verile ve dahi şöyle şart eylediler ki zikr olan me’kelde fukara ve mesâkîn ve zu’afâ ve muhtâcînden her nöbetde dört yüz nefer kimesneye her birine bir fodula ve her ikisine bir tas içinde bir kepçe aş ve cuma gecesinde bir kıta yahni bile verile; ve dahi şöyle şart eylediler ki zikr olan huddâmdan gayri bir ferde şefaat ve iltimas vasıtası ile ta’am ta’yîn olunub bakraçla hârica alub gitmeyeler şöyle ki bir tarîkle ta’am ta’yîn etdirüb hârice alub giderse haram ola.”
Hurrem Sultanın bıraktığı eserlerden istifade edenler keşke öncelikle, onun vakfiyesini okuyup anlayabilecek seviyede olsalardı.
.İlk Müslüman Türk hükümdarı: İLTEBER ALMIŞ HAN
Îdil-Bulgar Devleti hükümdarı, 921 yılında Bağdad’a elçiler göndererek İslâmiyet’i kabul ettiğini ve Halîfeye tâbi olduğunu bildirmişti. İbn-i Fadlan’ın yazdığına göre, Almış Han, daha sonra ismini Cafer bin Abdullah olarak değiştirecektir.
İlk Müslüman-Türk hükümdarı kimdir?” diye sorulsa, herhalde yüzde 99 alacağımız cevap, Karahanlı hükümdarı Abdülkerim Satuk Buğra Han olacaktır. Yapılan tetkik ve araştırmalar, Karahanlı hükümdarının en erken tarihle 940 yılında Müslüman olduğunu ortaya koymaktadır. Oysa bu târihten 20 yıl önce, İdil-Bulgar Devleti hükümdarı İlteber Almış Han’ın gönderdiği elçiler Bağdad yolundaydı.
İdil ve Kama nehirlerinin birleştiği alanda hüküm süren İdil-Bulgar Devleti’nin ilk devirleri hakkında bilgi bulunmamaktadır. IX. asırda, daha çok ticarî fonksiyonuyla dikkat çekiyordu. Bulgar, Suvar ve Biler en meşhur şehirleriydi. Tabiat zenginliğinin yanısıra, ulaşım yönünden fevkalâde imkânlara sahipti. Başkent Bulgar şehri, Doğu Avrupa’nın en gelişmiş ticâret merkezi idi.
Bulgar tüccarların Harezm ve Samânî ülkesinde Müslüman tüccarlarla temasları ve Harezmliler’in de onların ülkelerine gelmeleri neticesinde, ülke topraklarında islâm dîni ve kültürü yayılmaya başladı. 900′lü senelere gelindiğinde Bulgarlar arasında İslâmiyet’i kabul edenlerin sayısı çoğunluktaydı.
Halîfe’den üç istek
Bu sıralarda, İdil-Bulgar Devleti tahtına çıkan Almış Han’ın da İslâmiyet’le yakından ilgilendiği, bu din hakkında bilgiler topladığı ve eski inancı ile ruhunda fırtınalar koparan bir mücâdelenin içerisine düştüğü kabul edilebilir. Onun şüphelerinden tamamen sıyrılıp İslâm dinini kabul etmesi de gördüğü –safahatı hakkında bilgi sahibi olamadığımız- bir rüya sonucu gerçekleşir. Bu târihî olay, 920 yılına rastlamaktadır. Nitekim, yukarıda belirttiğimiz gibi, Almış-Han Müslüman olur olmaz, zamanın Abbasî Halîfesi Cafer el-Muktedir Billah’a iki nâme ile birlikte bir elçilik heyeti gönderir.
Almış Han’ın Halîfe’den üç mühim isteği vardır:
1- İdil-Bulgar ülkesine, Müslümanlar’a dînini öğretecek âlimler gönderilmesi.
2- Mescid ve medreseler inşâ etmek üzere ustalar gönderilmesi.
3- Düşmanlarına karşı korunmak için inşâ ettiği kaleye maddî yardımda bulunulması.
Bağdad’dan Bulgar’a
Almış Han’ın elçileri 921 yılının Mayıs ayında Bağdad’a geldiler. O sıralarda, Türk boyları arasında İslâmiyet’in yayılmakta olduğu haberleri tüccarlar vasıtasıyla haber alınıyordu. Ancak ilk defa bir Türk hükümdarının İslâmiyet’i kabul ettiğini ve Halîfe’ye tâbi olduğunu bildiren name göndermesi, Bağdad’da büyük ilgi uyandırdı. Bir devlet başkanının kendi isteğiyle İslâm’ı kabulü, halifelik sarayında ve halk arasında görülmemiş sevince yol açtı. Bu ülkeye hizmet vermeye gitmek üzere, rekor sayıda müracaatlar ve gönüllüler ortaya çıktı. Nitekim, beş bin kişilik bir heyetin kısa zamanda hazırlanıp yola çıkarılması, bunun en açık göstergesidir.
921 yılı Temmuz ayında Bağdad’dan yola çıkan heyet içerisinde, İdil-Bulgar Devleti ve ilk Müslüman-Türk Hükümdarı unvanını kazanan Almış Han hakkında en eski yazılı bilgileri bize bırakan İbn-i Fadlan da kâtip olarak bulunuyordu. İbn-i Fadlan’ın yıllarca sürecek bu seyahati sırasında yaşadıklarını kaleme alması, belki de târihin karanlıklarına gömülecek hakikatlerin gün ışığına çıkarılmasına sebep olmuştur.
Heyet Cürcaniye’ye geldiğinde, muallim ve vazifelilerin bir kısmı geri dönmek istediler. Çünkü ulaşacakları yere kadar arada pek çok kâfir ülkesi bulunuyordu. Yol emniyeti yoktu. Halîfe’nin gönderdiği hediyelere bir zarar erişebileceği düşüncesi ile büyük kısmı geriden gelmek üzere orada kaldılar. İbn-i Fadlan, bilhassa yanında Halîfe’nin dört bin altın hediyesini hükümdara götüren Fazl bin Musa’nın gelmesi için ısrar etti ise de dinletemedi. Neticede elçi Susen er-Razî ve İbn-i Fadlan yanlarındaki beş görevli ile yola devam ettiler. Uzlar, Peçenekler ve Başkırtlar ülkelerini geçen heyet, yorucu bir yolculuktan sonra, 12 Mayıs 922 Pazar günü Almış Han’ın ülkesine ulaştı.
Kabul merasimi
Elçilik heyetini merkeze iki fersah mesafe kala karşılayan Almış Han, onları ilk gördüğünde şükür secdesine kapandı. Üzerlerine paralar saçtı. Büyük izzet ve îtibar göstererek, onları özel kurulan kubbeli çadırlara yerleştirdi. Misafirler birkaç gün istirahatten sonra, 16 Mayıs Perşembe günü huzura kabul olundular. Beyler, kumandanlar ve hükümdar ailesi mecliste hazır durumdaydı. İbn-i Fadlan, öncelikle halîfenin hükümdarlık alâmetleri olarak gönderdiği hil’at, destar, bayrak ve eyer gibi eşyaları çıkardı. Almış Han’a siyah hil’atler giydirdi ve sarığını sardı, atını eyerledi. Bundan sonra sıra, Halîfe’nin mektuplarını okumaya geldi. Almış Han ve yanındakiler hürmetle ayağa kalktılar. Mektupların okunması bitince, oradakilerin tekbir seslerinden yerler sarsıldı.
Almış Han yapılan merasimden sonra, misafirlerini kendi özel kubbeli çadırında yemeğe davet etti. Herkes yerini alınca, hükümdarın önüne, üzerinde sâdece kızartılmış et bulunan bir sofra getirdiler. Almış Han, eline bir bıçak alıp, etten bir parça kesip yedi ve bunu iki defa tekrarladı. Sonra bir parça daha kesip elçilik heyetinin başı Susen er-Razi’ye uzattı. Susen bunu alınca, hizmetliler hemen önüne bir sofra kurdular. Böylece hükümdarın sırasıyla et uzattığı kişilerin önüne derhal mükellef bir sofra geliyordu. Yemekten sonra Halîfe-i Müslimîn’e hayır dualar edildi.
Paralar ne oldu?
İbn-i Fadlan’ın bundan sonra yazdıklarından nakledeceğimiz hususlar, Almış Han’ın İslâmiyet’e ve Halîfe’ye bağlılığı, din gayreti, samimiyeti ve şahsiyeti hakkında bilgi verecektir.
“Hediyeleri hükümdara takdim etmemizin üzerinden üç gün geçmişti ki, huzura çağırıldım. Yanına girince oturmamı emretti. Oturdum. Halîfe’nin mektubunu önüme atarak ”Bu mektubu kim getirdi?” dedi. ”Ben” dedim. Sonra, vezirin gönderdiği mektubu attı. ”Ya bunu?” dedi. Yine ”Ben” dedim. ”Her iki mektupta zikredilen paralar ne oldu?” dedi. Ben, ”Toplanamadı. Vakit daraldığından buraya gelmek fırsatını kaçırırız diye arkadan bize yetişmesi için geride bıraktık” dedim.
Hükümdar, ”Siz hep beraber geldiniz. Beni esaret altına sokmak isteyen Yahudîler’e karşı koruyacak bir kale yapımında sarfedilecek bu parayı getirmeniz için, efendim size bu kadar masrafta bulundu. Hediyeyi ise benim gönderdiğim elçi dahi getirebilirdi” dedi. Ben. ”Evet, doğru. Biz elimizden geleni yaptık. Ne yapalım. Netice böyle oldu” dedim. Bunun üzerine tercümana, ”Ona de ki; ben bunları tanımıyorum. Sadece seni tanıyorum. Zira, onlar cahil insanlardır. Eğer vezir senin yaptığın şeyi onların yapacağına kanâat getirseydi, hukukuma riâyet etmen, mektubu bana okuman ve cevabını dinlemen için seni buralara göndermezdi. Senden başkasından bir dirhem dahi istemem. Parayı çıkar. Bu senin için daha hayırlıdır” dedi.
“Ben Halîfe’den korkarım”
Bundan sonra tercümana, ”Ona sor. Muhasara altında bulunan, köle haline getirilmek istenen zayıf kavimlere yardım etmek maksadiyle, bir adam bazı kimselerle para gönderse, onlar da emânete ihanet etseler, bu kimselerin hareketi hakkında ne der?” dedi. Ben ”Bu caiz değildir. Bunu yapanlar kötü kimselerdir” dedim. ”İcmâ ile mi? Yoksa ihtilâf ile mi?” dedi. Ben ”İcmâ ile” dedim. Sonra tercümana, ”Ona sor. Halîfe üzerime bir ordu gönderse hakkımdan gelebilir mi?” dedi. Cevaben ”Hayır” dedim. ”Ya Horasan hükümdarı?” dedi. Yine ”Hayır” dedim. Hükümdar, ”Buna sebep mesafenin uzaklığı ve aramızdaki kâfir kabilelerin çokluğu değil mi?” dedi. Ben, ”Evet” dedim. Bunun üzerine tercümana, ”Ona söyle, vallahi ben, bu kadar uzak yerde iken efendim Emîrü’l Mü’minîn’den korkuyorum. Beğenmediği bir hareketimi duyar, aramızdaki bu kadar memleketlere rağmen, hakkımda beddua eder de, beni olduğum yerde mahveder diye çekiniyorum. Siz ise, onun ekmeğini yediğiniz, verdiği elbiseleri giydiğiniz, her zaman kendisini gördüğünüz halde, sizi bana, yâni zayıf bir kavme gönderdiği elçilik vazifesi gibi kısa bir zamanda ona ve Müslümanlar’a ihanet ettiniz. Sözlerinde bana gerçeği söyleyen biri gelmedikçe sizden duyduğum hiçbir dînî hususu kabul etmem” dedi. Bu sözler üzerine verecek cevap bulamadık. Yanından ayrıldık. Bir müddet sonra geride kalanlar geldiklerinden, elçilik heyeti zor durumdan kurtulmuşlardır.
Hükümdara yeni isim
Ben (İbn-i Fadlan) gelmeden önce, hükümdarın câmiinin minberinde hutbe ”Allah’ım, Bulgarların hükümdarı Yiltivar’ı ıslah et” şeklinde okunuyormuş. Ona, ”Hükümdar sâdece Allah’tır. Minberde Allah’tan başkası bu adla anılamaz. Emîrü’l-Mü’minîn bile doğuda ve batıdaki minberlerde kendisine ‘Allah’ım! Kulun ve halîfen Emîrü’l-mü’minîn Cafer el-Muktedir Billah’ı ıslah et’ denilmesiyle yetinir. Ondan önceki halîfeler de aynı şekilde söyletmişlerdir. Peygamber Efendimiz dahi ‘Hıristiyanların İsâ aleyhisselâmı övdükleri gibi, beni aşırı derecede övmeyin. Ben sâdece bir kulum. Bunun için Allah’ın kulu ve resulü deyiniz’ buyurmuştur” dedim. Bunun üzerine, ”Benim adıma nasıl hutbe okunması caiz olur?” dedi. Ben de, “Senin ve babanın adı ile” dedim. ”Babam kâfirdi. Onun adının minberde söylenmesini istemem. Benim adımı da bir kâfir verdiğine göre, adımın da hutbede zikredilmesini hoş karşılamam. Acaba Halîfe-i Müslimîn’in adı nedir?” dedi. Ben ”Cafer” dedim. Hükümdar ”Benim onun adını almam doğru olur mu?” dedi. Ben de ”Evet olur” dedim. Bunun üzerine; ”Kendi adımı Cafer, babamın adını Abdullah şeklinde değiştirdim”dedi. Hatibe hutbeyi bu isimle okumasını emretti. O da bu emri yerine getirdi. Bundan sonra, onun adına hutbe, ”Ey Allah’ım! Emîrü’l-Mü’minîn kölesi ve kulun Bulgar hükümdarı Cafer bin Abdullah’ı ıslah et” şeklinde okunmaya başladı.
Bir gün hükümdara ”Memleketin geniş, malların fazla, aldığın vergiler çok. Niçin Halîfe’den ehemmiyetsiz miktarda para gönderip bir kale yaptırmasını istedin” diye sordum. Cevap olarak. ”Halîfelerin devletinin bahtı açık olduğunu, vergilerinin helâlinden alındığını bildiğim için bu teşebbüste bulundum. Ben kendi mallarımla altından veya gümüşten bir kale yaptırmak istesem bir güçlük çekmem. Halîfe’nin malının uğur ve bereket getirmesini arzu ettiğim için ondan bu parayı istedim” dedi.
Almış Han’a şiir
Yukarıdaki satırlarda görüldüğü üzere, İslâmiyet’e bağlılığı ve ihlâsı en yüksek seviyeye ulaşan Almış Han, bu vasfını Türk soyundan gelenlere mîras bırakmış, Karahanlı, Gazneli, Selçuklu, Osmanlı hükümdarları hep bu özellikleriyle ön plâna çıkarak gönüllerde taht kurmuşlardır. Almış Han’ın hükümdarlığının ne kadar sürdüğü ve hangi târihte vefat ettiği bilinmemektedir. Ölümünden sonra yerine oğlu Mikâil geçmiş, onun halefi ise Tâlib bin Ahmed olmuştur.
Günümüz destan şâirlerinden Mustafa Kıbrıslı (Taner Kervancıoğlu), Almış Han’ı şu güzel şiiriyle bize anlatmaktadır:
İslâmın haberin Harzem elinden
Varıp gelenlerden almış, Almış Han
Hidayet bağının akçe gülünden
Derip erenlerden olmuş, Almış Han.
Dua etsin diye Türk’ün boyuna
Elçiler göndermiş Abbas soyuna
Evvel yola giren Hak kervanına
Coşup girenlerden olmuş Almış Han.
İdil Volga nere Bağdad’ım nere
Arada nice dağ aşılmaz dere
Aşıklara varıp gelen habere
Hakk’ın lûtfu ile ermiş, almış Han.
Bağdad’da devletli halîfe varmış
Nice yüzbin alim bir nice ermiş
Her tarafa imân nuru yayarmış
Bu nurun adını bilmiş, Almış Han.
Görülmemiş çadır bin kişi alır
Bağdad’dan devletli konuklar gelir
Türk İslâm’a, İslâm Türk’e yar olur
Vuslatın toyunu kurmuş, Almış Han.
Hak yoluna nice sohbetler olur
İman nuru ile kalpler nurlanır
Türk elleri bu nur ile şenlenir
Bunu görüp şükür etmiş Almış Han.
İbn Fadlan gezip gördüğün yazmış
Kervancım da size nazmını düzmüş
Türk hanlarından ilk Müslüman olmuş
Bolkar ellerinde beymiş, Almış Han.
İNSAFIN O YERDE NÂMI YOK MU?
Son yıllarda Türkiye kamuoyunu uzun süre meşgul eden “Muhteşem Yüzyıl” tartışmasına kültür bakanımız Ertuğrul Günay bey de katıldı. Sözlerinden alıntılar yapacak olursak şu fikirleri görürüz.
“Kanuni şüphesiz bir cihan imparatorudur. Cihan imparatoru aynı zamanda bir aşkın kölesidir. Kadının önünde zaaf göstermektedir. Sadrazamını katletmiştir bu uğurda. Çocukluk arkadaşını, 28 yaşında sadrazam olan İbrahim Paşa’yı katletmiştir. Daha vahimi, yetişkin oğlunu, kendisinden sonra Osmanlı tahtına geçmesi beklenen Şehzade Mustafa’yı yandaki çadırda boğdurmuştur. O gün ölmesi lazım yürek taşıyan bir insanın…”
“İbrahim Paşa, Kanuni’nin çocukluk arkadaşıdır. 28 yaşında Sadrazam yaptığı İbrahim Paşa’yı da 33 yaşında öldürttü. Dizide Pargalı diye geçiyor ama, İbrahim Paşa’nın bir lakabı daha var; Asıl “Makbul İbrahim Paşa” diye anılıyor. Ancak bir gecede, padişah sofrasından ölü kalkıyor. Bir gecede, tek bir harf değişiyor, Makbul İbrahim Paşa, Maktul İbrahim Paşa oluyor. Ancak tarihin bu sayfalarını kaç insan biliyor. Tarih ne kadar acımasız, iktidar kavgası ne kadar kötü. Bakalım oralara da gelecek mi dizi?”
“Ünlü İngiliz şair William Shakespeare’in eserleri neticede bir kurgudur. Oysa Kanuni-Hurrem ilişkisi gerçek bir olaydır. İnanılmaz bir trajedya görüyorum ilişkilerinde. Uluslararası bir yapım olsa, dünyayı sarsabilirdi. Çünkü çok insani, çok vahim, çok trajik bir ilişki var aralarında.”
Gerçekler öyle mi?
Maalesef sayın bakanımız da Kanuni hakkında bir meşhur söz söyleyip sonra yıllardır içine işlenen yalan yanlış bilgileri sıralamaktan öte bir şey yapmamıştır.
Bakınız ilk ifadesi “Kanuni şüphesiz bir cihan imparatorudur” olmuştur. Ardından diğer ifadeleri okuyunuz ve düşününüz. Bu tabiat ve yaşantıdaki bir kimse nasıl bir cihan imparatoru olur? Bir kadının kölesi olan cihan imparatoru (!). Ne gariptir ki o köle cihat meydanlarından gelmiyor. Sonra onu cihat meydanlarından getirtmeyen efendisini yani Hurrem’i anlamaya çalışınız, nasıl bir aşk ve nasıl bir ahlak timsalidir. Doğrular söylendiğinde, ortaya çıkan çelişkileri görebiliyor musunuz?
Şurası muhakkak ki her türlü haşmet ve azamete, güç ve kudrete, şan ve şevkete sahip padişahların muhakkak ki dünya ve dünya nimetlerine kapılmamaları zordur. Bu bakımdan Kanunî Sultan Süleyman ne haldedir. Onun dünyaya bakışını divanından takip edelim ve neyin aşkında olduğunu anlayalım.
Ey Muhibbî sakın aldanma cihanın âlına
Şöyle tut kendüni kim şark ehlinün dârâbıdur
Bu dünyanın hilesine aldanmamak gerekir. Çünkü o, savaşçılar için bir meydandır.
Muhibbî virme dil dünyâ denîdür
Meseldür kim gerekdür gayret erde
Bu Muhibbî virmedi dünyâya dil
Merddür her cünbişi merdânedür
Dünya, adı üstünde denî, yani alçaktır; ona gönül verilmez. Er kişi dediğin gayretli olur, nâmerde bel bağlamaz.
Cihan mülkine Şah olmak gerekmez bana âlemde
Muhibbî kapuna hizmet ider kemter âbid olsun
Bu cihan mülküne padişah olmaktansa -zira bu mülk sahtedir, seraptır- sevgilinin kapısında hizmet eden itibarsız bir kul olmak daha iyidir.
Tac ü taht ü zûr-ı bâzûya Muhibbî bakma gel
Hiç bilür misin ki şimdi kandadur Behrâm-ı Gür
Tâc, taht ve maddî güç gelip geçicidir. O güçlü avcı Behram’ın şimdi nerede olduğunu hatırlamak yeter.
Muhibbî eyleme dünyâya rağbet
Ne ıssı eyledi mâliyle Kârûn
Dünyanın rağbet edilecek yanı yoktur. O meşhur hazinelerin sahibi Karun’u malı kurtarabildi mi?
Ey Muhibbî gaflet itme aç göz uyhudan uyan
Durmadan dirmektedür murg-ı ecel çün çînemu
Gaflet, uyku halidir. Uykuda olan kişi etrafında cereyan eden olayları fark edemez ve bunlardan ibret alıp, kendine yarar sonuç çıkaramaz. Göz, uykudan uyanmalı; zira ecel kuşu durmadan etraftaki danelerimizi toplayıp durmaktadır.
Ölümün an Muhibbî günde bin kez
Sakın bu pendümi tut olma gafil
İnsan ölümü unutmamalıdır. Muhibbî, bunu gün de bin kez hatırlamak ve ölümden gafil olmamak ister.
Mağrur olup cihâna olma Muhibbî gafil
Dünyâda padişahlık bir lahza hâba benzer
Dünyaya aldanıp gururlanmak akılsızlıktır. Dünya şahlığı bir anlık uykuya benzer.
Kanuni Sultan Süleyman üç bin beyite yaklaşan muazzam bir divan sahibidir. Divan şiiri çeşitlerinin her birinde eserler vermiştir. Bugünkü dokuz Türkiye büyüklüğünde fetih yapan, on sekiz Türkiye büyüklüğünde bir ülkeyi idare eden, her türlü hayır eserleri ile imar ve kültür faaliyetlerinde bulunan, batılıların büyük ve muhteşem lakapları ile andığı bir cihan padişahını, hiçbir değerlendirmeye tabi tutmadan insafsızca eleştirmek nasıl bir düşünce yapısıdır. İbrahim ve Rüstem Paşalar ise o devre en fazla güç ve kudret katan şahsiyetlerdir. Evet, Kanuni o bir aşkın kölesiydi.
Kahramanlar kılıç şakırtılarından haz duyarlar.
O kölesi, kulu olmakla iftihar ettiği gerçek aşkına Sigetvar önlerinde top sesleri ve tevhit naraları arasında kavuştu. Hem de evvelce söylediği bir sözü yerine getirircesine:
Ko bu ayş u işreti çünkim fenadır akıbet
Yâr-ı bâki ister isen olmaya taat gibi
Sayın bakan, İbrahim Paşa’nın acı halini, 28 yaşında makbul bir veziriazam olup 33 yaşında bir gecede maktul oluverdi diyerek özetlemektedir. Makbul ve maktul arasındaki bir harfe de dikkat çekmektedir. Bir defa İbrahim Paşa 5 değil 13 sene sadrazamlık yapmıştır. Neticede hayat bir andır o da son andır. Hayat hayaldir. Bu ikisi arasında da bir harf vardır. Burada asıl trajedyayı kendisinin imal ettiğini düşünüyorum.
Öte yandan Sayın Bakan bütün bu ifadelerin sonunda “Ecdat olarak Padişahları değil, Yunus’u, Hacı Bektaş’ı anlatalım”, demektedir. Şayet Yunus’u iyi tanısa bir çelişkinin içine doğru yuvarlandığını da görmüş olurdu.
Yunus Emre’nin:
Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz
Deyiminin ihtiva ettiği derin manayı süzmüş olurdu.
Mevlana ise, “Ne şaşılacak şey! Sen köpüğü görüyorsun da denizi görmüyorsun! Demektedir. Ölenleri öldürülenleri görmekte iseler de sebepleri görmemek nasıl bir zihniyettir. Hapishanede yatanları görüp; “bu zavallıları buraya tıkmak, hürriyetlerini gaspetmek ne gaddarlık ne insanlık dışı bir olay” demekle eşdeğer değil midir?
Sayın bakan Muhteşem Yüzyıl’da “beklediğini bulamadığını” da vurguladıktan sonra “ısmarlama filmlerden bir şey çıkacağına inanmıyorum. Ismarlama marşlardan da, mesela 50. yıl marşı, 70. yıl marşı, bir şey çıkmadı” demektedir. Sayın bakanın bütün bu ifadelerinden sonra açıkçası neyi beklemiş olduğunu tahmin edemiyorum. Yapılan iftiralar az mı geldi, dünyayı sarsamadı demek mi istedi anlayamadım. Fakat ben burada ısmarlama meselesine daha çok takıldım. Şayet bakanımız tarih adına ahkâm kesmek yerine, bir bakan olarak şu diziyi kimin ısmarlamış olduğunu ve ne hedefler düşündüklerini araştırsaydı, asıl görevini ifa etmiş olurdu.
Şimdi, Bakan Beyin ifadeleri ve malum dizinin muhteviyatı ile neredeyse örtüşen bir romana dikkat edelim!
Babilde Ölüm İstanbul’da Aşk!
“Hurrem, Osmanlı tarihinin akışını değiştirecek bir kadının adıydı artık.
Ruhu aşk dolu şiirlerle okşanan ve gönlü muhteşem sultanın şiirleriyle beslenen Hurrem, saraydaki ilk acısını büyük oğlu Mehmed’in ölümüyle tattı. Osmanlı tahtına Slav kanı taşıyan bir hükümdar olarak oturacaktı oysa Mehmed.
İstanbul’a ayak bastığım gün Gökçe Ali’nin gördüğü Şehzade Külliyesi inşaatının bitirilmesi için Hurrem’in çok acele etmesinin ve mimarbaşı Sinan Usta’ya hediyelerle birlikte üstü kapalı ültimatomlar göndermesinin altında yatan gerçek, meğer sultanın ilgisini kendi çocuklarından ayırmamak imiş. Bir anneden çok, taktik savaşı veren bir dişiye dönüştüğü günlermiş onlar.
Ben saraya girdiğim vakit halkın ve devletin ileri gelenlerinin, amansız rakibi Gülbahar’ın şehzadesi Mustafa’ya olan tutkularını yok etmesi gerektiğini düşünüyordu. Bunun için kendi üvey damadıyla, vezir İbrahim Paşa’yla kanlı bıçaklı olmayı bile göze almıştı. Oysa BC adına ilk akdi onunla yapmış ve amaç birliği etmişti.
Bağdat seferinden döndükten sonra Kanun Koyucu’nun, çocukluk arkadaşı ve damadı olan İbrahim’i boğdurtmak için devamlı damarlarına girmeye çalışması da, Kanun Koyucu’nun ilerleyen yaşıyla birlikte çoğalan ihtiraslarını bazı aşk oyunlarıyla yönlendirip kanunlarını ona göre düzenlettirmesi de hep bu yüzdendi.
Yazık ki onun sevgili şehzadesi Mehmed ölmüştü. Sırada yer alan Cihangir çok zekiydi ama sakat ve kamburdu. Sara’ya yakalanmıştı. Selim ve Bayezid büyüyorlardı ama birincisi içkiye alışıp halk arasında “Sarhoş” diye anılmaya başlamış; ikincisi de dikbaşlılığıyla babasını çileden çıkarır olmuştu.
Öte yanda Gülbahar’ın Mustafa’sı herkes tarafından tahtın varisi olarak ün salıyordu. Üstelik büyük vezir İbrahim de ağırlığını Mustafa’dan yana kullanmaya eğilimliydi. Daha kötüsü de BC’nin geleceği için onun daha farklı planlarının bulunmasıydı. Sarayda BC menfaatlerini koruyan ve Osmanlı ülkesinden dünya devletlerine yönlendirilen BUAM idealleri ikisinin ortak kararı olarak uygulanıyordu.
Ne ki bu veliahd meselesi yüzünden araları açılınca BC üzerindeki ortak menfaat ve yetkileri de çatışmaya başladı, işte Pargalı İbrahim için zaman da tam burada çatlamış, Hurrem’in entrikalarına her zaman inanan hünkarın -ki aynı zamanda kayınbabası idi- emriyle dilsiz cellatlar elinde can vermişti. Onun idam edildiği gece nasıl sevindiğine ben tanığım. Marduk adına kurban vermiş bir Babil rahibi kadar huzur içindeydi. O gece bu kurbanın şerefineydi zannediyorum, yüzümü titrek mum alevine yaklaştırarak bütün öykümü baştan sona okumuş, sabaha doğru da ölüm sahnesinde oğlu Mehmed’i hatırlayıp ağlamıştı.
Pargalı’nın yerini alacak bir sadık köle lâzımdı artık Roksan’a. Ve bulmakta gecikmedi. Ünlü kehle hikâyesinin kahramanı Rüstem’di bu. Üstelik BC’nin eksilen üyeliğini de ona verip tamamlayabilir, belki ortak menfaatlerini daha etkin kabul ettirebilirlerdi. Üstelik o yıllar Akdeniz’de küçük devletçikler kurmaya ve bunlardan birini ileride öne çıkarmaya müsait yıllardı. İleride BUAM’ın kurulacağı bir ada devlet düşünüyordu zihninden. Rüstem’i saraydan bir dilberle evlendirirse kendisine kul edinebileceğini düşünüyordu. Sarayın ateş parçası güzeli Mihrimah o günlerde baştan ayağa salt güzellik kesilmişti. Hurrem, Rüstem’e kızı Mihrimah’ı verecekti.
Yeni damat Rüstem, tıpkı İbrahim gibi servet ve saltanat hırsıyla yanıyor, vicdanındaki doğrulukla parlayan engelleri (!) bir bir siliyordu. Ne var ki İbrahim zorla kul olabiliyordu; Rüstem ise kul olmaya gönüllü idi. İbrahim bir gözdeydi; Rüstem’se bir köle. İbrahim tarih için yaratılmış gibiydi; Rüstem bir uvertür idi. Her köle gibi o da açıktan sâdık, ama içten pazarlıklı olacaktı.
Mihrimah “Güneş ve ay” demekti ve bu zarif kadının zihninde güneşin ışığı, gönlünde ayın nuru parlardı. Zavallı Mihrimah, o ay parçası güzellik, bir bit bezirganı ile çileli bir ömür sürdü ve bazı bazı da ona benzedi. Bir farkla ki, mutsuzluğunu örtmek için kendisini cami, sebil, çeşme türü hayır işlerine verdi ve insanlar, onun yüzünün güldüğünü o vakit gördüler.
Hurrem, bir yandan BC adına diğer ülkelerdeki üstadlarla haberleşip fikirler alıyor, onların yönlendirmesiyle mülkünün ve gönlünün tahtında oturan sultanı yönlendirmeye çalışıyor, diğer yandan adım adım Şehzade Mustafa’nın kaderini çizmeye başlıyordu.
Sahte mektup yazmaktaki yeteneğinin bütün inceliklerini göstererek baba ile oğul arasına fitne sokmuş ve Konya’da, Ereğli civarında Kanun Koyucu’ya, yüzlerce karar verip yüzlerce caymalardan sonra, canı gibi sevdiği oğlunu, imparatorluğun ak coğrafyasını boğdurtmuştu. Karaköy limanına gelen gemilerden birine Mustafa’nın boğdurulduğu haberini gönderdiğinde Nebo’ya ikinci kurbanını göndermiş bir Babil ilahesi gibi hissetti kendini.
Oldum olası kendini sıradan insanlardan ayrı tutardı zaten. Gariptir, ona yaklaşmak isteyenler de bunu hisseder ve çekinirlerdi hep.
Gelip geçer; buna dünya derler, herkes gibi Hurrem de bütün ihtişamı ve yalnızlığıyla, bütün hüzün ve sevinciyle, bütün beyazları ve karalarıyla dünyaya veda etti.
Osmanlı sarayının gördüğü en dirayetli valide sultan, son nefesini verdiğinde, hem kaçmak, hem yakalanmak istediği Kanun Koyucu’nun yakınına gömüldü. Hem de aralarında biten gülün kokusu her ikisine de yetebilecek kadar yakınına… Ama yine de yapayalnız… Sinan Usta öyle yapmıştı türbesini…
46 yıl saltanat süren Kanun Koyucu acaba BC’den haberdar olsaydı, onca yıl koynunda besleyip bağrına bastığı kadınını toprağın altında da kucaklamak ister, bu kadar yakınına gömdürtür, onun için ayrıca bir kanun konulmasını ister miydi?”
Dizinin kaynağı mı?
Yukarıdaki satırları okuyanlar, bu ifadeler “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin senaryo kaynağı mı? Yoksa Sayın Bakan’ın açıklamalarının belgesi mi diye düşüneceklerdir. “Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk” başlığının Prof. Dr. İskender Pala’nın romanının adı olduğunu bilenler ise daha çok şaşıracaklardır. Zira neredeyse dizi, roman ve bakanın açıklamaları arasında müthiş bir benzerlik bulunmaktadır. İskender Bey belki doğrudan değil amma dolaylı yoldan (!) herhalde diziye oldukça kaynaklık etmiş olmalıdır. Fakat bir bilim adamı olarak kendisinin kaynaklarının neler olduğunu, düşünmek ve sormak ise bizim hakkımızdır sanırım.
Şayet şu suallere cevap verebilirse bu konuda aydınlanmış olacağız.
Şehzade Mehmed tahta çıksaydı “Slav kanı taşıyan bir padişah olarak” ne yapacağını düşünüyorsunuz? Bu zihniyete göre annesi farlı milletlere mensup olanlar neler yaptılar anlatır mısınız?
Yirmi iki yaşındaki çok sevdiği oğlu Mehmed’i kaybeden ve onun hatırasına yaptırılmakta olan bir caminin (Şehzadebaşı) heyecanını yaşayan bir annenin duygularına tercüman olmak yerine “taktik savaşı yapan dişi” yakıştırması ne kadar insanîdir?
BC nedir. İbrahim Paşa ile Hurrem Sultan nasıl bir amaç ve fikir birliği yapmıştır?
İbrahim Paşa ile beraber düşündükleri BC idealleri ve BUAM’ın menfaatleri nelerdir?
Kanuni Sultan Süleyman’a aşk oyunları ile düzenlettirdiği kanunlar hangileridir?
Şehzade Bayezid, Hurrem sağ iken hangi dik başlılığı yapmıştır?
Şehzade Selim’i daha şehzadeliğinde iken hangi kaynaklar sarhoş diye vasıflandırmaktadır?
Hurrem için “Marduk adına kurban vermiş Babil rahibi gibi” demekle ne kastedilmektedir?
“Nabu’ya ikinci kurbanını gönderen Babil ilahesi gibi” demekle Hurrem Sultan’a tanrıçalık mı atfedilmektedir?
Kanuni döneminin toplamda 26 yılına damgasını vurmuş İbrahim ve Rüstem Paşa’lar servet ve saltanat hırsıyla yanan iki idarecisi ise o dönem nasıl bir devir olacaktır?
Mihrimah Sultan hayır eserlerini dertlerini unutmak niyeti (!) ile mi yaptırmıştır? Bu nasıl bir niyet okumadır.
Hurrem ne zaman valide sultan oldu?
Osmanlıyı yıkmak üzere kurulmuş bulunan BC ve BUAM hangi milletin ve hangi inancın örgütüdür? O zaman İbrahim Paşa, Hurrem Sultan ve Rüstem Paşa’nın inançları hakkında ne düşündüğünüz herhalde daha kolay tespit edilebilir.
Okuyucularım yukarıdaki satırlara ne cevap vereceğimi düşünebilirler. Okumayanlara Kayı 4’ü okumalarını, okuyanlara ise bir defa daha okumalarını tavsiye etmekten başka diyeceğim bir şey maalesef yok!
İkinci sözüm ise Sertoli Salis, Fairfax Downey, Viorica Stircea, Turhan Tan, Talat Hasırcıoğlu ve A. Refik’in romanlarını ve hezeyanlarını doğru tarih diye millete yutturmaya kalkanlara olacak. Şeyh Galib’in deyimiyle:
Elân bir ihtimâl kaldı
İnsafın o yerde nâmı yok mu?
.
İslam dünyası büyük bir karışıklık içerisindedir. Moğol denilen kasırga çarptığı yeri yerle bir etmektedir. Sanki İslam âlemine kıyametten bir numune sunmaktadır. İnsanlar yüzlerce yıllık vatanlarından bilinmez bir diyara doğru yol almaktadır. Binlerce insan açlık, susuzluk ve hastalıktan yollarda can vermektedir. Moğol korkusundan kaçanları kaynaklar, “karınca sürüleri gibiydiler” diyerek açıklıyordu. Bu durum felaketin boyutunu göstermeğe yeterliydi.
Yine Moğolların sillesini yiyen devletler de tarihin tozlu sayfaları arasına girmeğe hazırlanmaktaydı. Harezmşahlar, Eyyubiler bu silleden nasibini almaya çoktan başlamıştı. Anadolu Selçuklu ülkesi de yavaş yavaş yıllardır namını duyduğu Moğol kasırgasının öncü dalgaları ile karşılaşmağa başlamış bulunuyordu.
Makrizi, es- Sülük adlı meşhur eserinde Moğolların korkutucu ve yıldırıcı siyasetlerini şöyle özetlemektedir:
“Moğollar, bir yere saldırdıklarında orayı yakıp yıkarlar, insanları öldürürler, kadınlara tecavüz ederler ve çocukların dillerini keserlerdi. Ancak belirli bir topluluğa dokunmazlardı. Bu kişiler genellikle daha önce seçilen ticaret ya da hayvancılıkla uğraşan insanlar olurdu. Moğollar, onları korkutarak vücutlarına işkence yaptıktan sonra serbest bırakırlardı. Bu kişiler batıya doğru kaçtıklarında geçtikleri bölgelerdeki halka Moğol zulmünü bire bin katarak anlatırlardı. Böylece Moğol korkusu daha kendileri görünmeden kalplerde yer tutmuş olurdu.
Nitekim Memluk Sultanı Kutuz, Moğol saldırılarından kaçan bu grupların Memluk şehirlerine girmesini engelleyerek, halkın söylentilerden etkilenmemesi için tedbirler almıştı. Emirlere fermanlar göndererek askerlerin halkın karşısında cenk, cirit oyunları oynamasını emretti. Camilerde hocaların, vaaz ve hutbelerinde Müslümanların kâfirlere galip geldikleri savaşları anlatmasını istedi. Böylece halkın kalbine kuvvet verdi. Moğolların yıkıcı hikâyelerinden onları korudu. Belki de bütün bu faaliyetlerin tesiri ile Moğol selinin önüne bir tek Memlukler sed çekebilecekti.
Öte yandan Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad'ın ölümünün üzerinden on yıl geçmeden Anadolu’da her şey tersine dönmeye başlamıştı. Zira doğuda önlerine çıkan her şeyi silip süpüren Moğol istilası artık Anadolu kapılarına dayanmıştı. Oysa bu sırada Selçuklular iç karışıklıklarla meşguldüler. İçeride Babai isyanı Anadolu Selçuklularının perişan halini Moğollara göstermiş bulunuyordu.
Selçuklunun bir isyanı dahi bastıracak gücünün olmadığını gören Moğolların artık var olan endişeleri de dağılmıştı. Nitekim 1240 yılında bütün Türkiye’yi istilaya giriştiler”. Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin’in Devlet işleri ile fazlaca ilgilenmediğini bilen Moğollar, Sultan’ın onlara tâbi olduğunu bildirdiği elçinin dönüşünü dahi beklemeden saldırıya geçtiler.
Moğolların İran Genel Valisi Curmagun Noyan, Gürcistan’a girdikten sonra Arpa Çayı boyuna gelerek, Sürmelü, Ani ve Kars şehirlerini işgal etti. İki sene sonra da Moğol Valilerinden Baycu Noyan, Kars topraklarını geçip Erzurum’a girdi ve buraları tahrip etti (1242). Baycu Noyan, Erzurum’dan Mugan’a geri dönse de ertesi sene tekrar bölgeye gelince II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Moğol ordusunu Sivas-Erzincan arasındaki Kösedağ mevkiinde karşıladı (1243).
Sultan II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve komutanlar, öncü birliklerin Moğollara yenilmesi üzerine savaşın kaybedileceğini düşünerek harp etmeden alanı terk ettiler. Moğollar bile, Selçukluların taktik gereği geri çekildiğini zannederek uzun süre Selçuklu çadırlarına giremediler. Kösedağ hezimetinden sonra Moğollar süratle Anadolu içlerine doğru yayılmaya başladılar.
Büyük şehirleri yağma ve talan eden Moğol ordusu, Batı yönüne doğru yeni bir göç dalgası oluşturdu. Erzincan ve Sivas’ı zapt eden Moğollar Kayseri’ye yöneldiler. Kayseri’yi Ahilerin direnişinden dolayı önce alamadılar, ancak daha sonra Ermeni dönmesi bir kale muhafızının içeriden gizlice kapıları açması sonucu alabildiler. Moğollar girdikleri şehirleri yağmalayıp tahrip ettiler. Ahiler başta olmak üzere halkı öldürerek büyük katliamlar yaptılar.
Kaynaklar Moğol tahribatını şu cümlelerle özetlemektedir:
“Moğol tahribatı manevi değerleri saklayan kitleleri imha etti. Şehirleri, medeniyet ocaklarını yaktı. İslam dünyasında Orta-Asya’nın tekrar önem kazanması bir hayli zaman aldı”.
“Türk illerinden Buhara ve Semerkand’da öyle bir kıyım yapıldı ki kıyamete kadar bunların nesilleri çoğalsa dahi, eski nüfuslarının onda birine çıkamayacaklardır”.
“Doğu’dan Moğollar önünden kaçan pek çok insan her şeyini kaybetmiş bir şekilde Batıya Bizans sınırına doğru yığılıyordu. Uçlarda başlayan Türkmen hareketleri de Devletin zaafa uğramasına ve ülkenin tahribatına yol açıyordu”.
Moğolların 1243 yılında Zara yakınlarında (Kösedağ’da) Selçuklu ordusunu bozguna uğratmasından sonra II. Gıyaseddin Keyhüsrev her yıl vergi vermek suretiyle Baycu Noyan ile bir anlaşma yaptı. Bu anlaşma ile Anadolu fiilî olarak Moğolların hâkimiyetine girdi. Muîneddin Pervâne’nin ölümüne kadar geçen sürede (1243-1277) Türkiye Selçuklu Devleti, Moğol/ İlhanlılara tâbi olarak hayatını sürdürecekti.
İslam dünyasını bu buhran içerisinden kim çıkaracaktı? Müslümanlar için en emniyetli limanı neresi olacaktı? Bütün bu suallerin cevabı belki de şu hadisenin içerisinde saklıydı.
Moğol ateşinin Doğu Anadolu’yu sarması üzerine; boyuna daha uygun bir yer arayan Süleyman Gündüz Alp, aşiretini alıp Anadolu içlerine doğru yol almaya başladı. Bu sırada Süleyman Şah oldukça ihtiyarlamış olup aşirete Ertuğrul Bey Başbuğluk yapıyordu.
Sivas yakınlarda konakladıkları sırada Selçuklu ordusuyla büyük bir Moğol birliğinin savaşına şahit oldular. Selçukluların yenilmekte olduğunu görünce, Ertuğrul Gazi Yiğitlik ve merhametlik esaslarına göre yoldaşlarına şöyle seslendi:
“Hey gaziler! Cenge rast geldik. Yanımızda kılıç taşırız. Korkak gibi geçip gitmek erlik değildir. Ne yapalım?” diye sordu.
Bazıları: “Mağlup durumdakine yardım etmek çok zordur. Kendimizi tehlikeye atmayalım”, dediler.
Ertuğrul Bey ise: “Bu söz merdaneler kelamı değildir.
Erlik zor durumda olan kardeşlerimize yardım etmektir. İşleri kolay olsa yardıma ne gerek vardı. Haydin bu dar günde Hızır gibi biçarelerin imdadına yetişelim”.
Kuvvetleriyle onların yardımına koşan Ertuğrul Gazi, Selçukluların galip gelmelerini sağladı. Bu sırada Selçuklu Devleti’nin Hükümdârı bulunan Sultan I. Alaaddîn Keykubad Kayı yiğitlerinin yardımını haber aldığında fevkalade memnuniyet duymuştu. Ertuğrul Gâziye;
Yüzünü görmeden sevdi kulaktan
Yakınlık etti onunla ıraktan
Sözüne uygun olarak daha görüşmeden büyük bir muhabbet besledi. Adamlarına pek çok iltifâtlar ederken Gündüz Alp’e, Ertuğrul’a, evlâtlarına ve kavmine padişâhâne hediyeler ve ölçüsüz in‘amlar gönderdi. Ankara yakınlarındaki Karacadağ ve Kızılca Sarayözü civarını onlara verdi (1230). Böylece kâfir hududuyla yan yana olan Selçuklu kuzey hududu kâfirlerle gaza ve Cihad etmeleri karşılığında Kayılara bırakılmış oluyordu.
Kayılar burada yerleştiklerinde Reisleri Gündüz Alp yetmiş yaşında vefat etti ve defnedildi (Onun bu bölgeye gelişi sırasında yolda vefat ettiğine dair rivayetler de bulunmaktadır).
Gündüz Alp vefat ettikten sonra oğulları arasında ihtilaf çıktı. Zira bu bölge onlar için yeterli gelmemekteydi. Bu itibarla oğullarından Gündoğdu ve Sungur Tekin, Alpleri ile birlikte geriye Ahlat’a doğru döndüler. Ertuğrul Gazi ise diğer kardeşi Dündar ile orada kaldı. Ertuğrul Gazi obasına dar gelen bu bölgeden ayrılmak istedi. Oğlu Saru Yatı’yı (Savcı Bey) Sultan Alâeddin Keykubad’a göndererek ondan yeni yurt istedi.
Ertuğrul Gazi, Sultandan izin çıkması üzerine babası Gündüz Alp’in kabrinin bulunduğu yere Kayı aşiretinden kırk kişi bıraktı. Bunların orayı yurt tutmalarını ve mezara sahip olmalarını buyurdu. Daha sonraları Gazi Gündüz Alp’in mezarını ziyarete gidenlerin ve gelenlerin; “Kırka gidelim”, “Kırka varalım, Kırka’dan geliyoruz demeleri dolayısıyla köyün adı Kırka olarak söylenegelmiştir. Burası günümüzde Ankara Beypazarı’na bağlı Hırkatepe köyüdür.
Öte yandan Osmanlı kaynaklarına göre Sultan’dan gerekli izni alan Ertuğrul Bey ile yoldaşları daha verimli topraklar elde etmek üzere batıya doğru hareketle Bizans sınırlarına kadar gelerek Söğüt dolaylarına, Aşağı Sakarya Havzası’na yerleşti. Burada Bizans sınırlarındaki kasaba ve köylere karşı akınlar düzenlemeye başladı.
Bu sırada I. Alâeddin Keykubad ülkesinin batı sınırlarını itaat altına almak amacıyla Bizans topraklarına bir sefer düzenledi. Zira bu sırada İznik İmparatoru Teodor Laskaris, Rumeli bölgesindeki Aktav Tatarlarıyla Sultana karşı düşmanlık etmek ve İslâm beldelerinin zaptına yönelmek üzere ittifak sağlamıştı. Gelibolu Geçidi’nden Anadolu’ya geçen Aktav Tatarları, Yenişehir ile Bursa Sahrası’nda birleştiler. İşte Sultan Alaaddin bu müttefik birliklerinin faaliyetlerini önlemek üzere harekete geçmişti. Konya’dan 1231 yılında hareket eden ordu Eskişehir mevkiine geldiğinde Ertuğrul Bey de bütün maiyetiyle birlikte buraya gelerek sultana katıldı.
Sultan Alaaddin çok sevdiği bu namlı Kayı yiğidini, akıncı birliklerinin komutanlığına getirdi ve ordusuna öncü tayin etti. Bu yüzden bu ordu da, onun sipahsalarını öncü yaptı. İdris-i Bitlisi’ye göre Selçuklu akıncıları gece gündüz düşmana karşı baskın, yağma ve yıldırma düşüncesinde olan; onları korku ve dehşete düşüren, inatçı ve müfsitlerin meskenlerini yağma etmek için her zaman hazır olan, bu maksatla genellikle geceleri gezen bir birliktir. Mücahit ve dilâver olan bir fırkadır. Çoğu zaman kılıçlarıyla seher vakti sabah soluğu gibi düşmanlarının üzerine gece baskını düzenliyorlardı. Sultanın emri gereğince Ertuğrul ve adamları, akıncı birlikleri ile beraber müttefik düşman kuvvetlerini karşılamaya yöneldi. Bugünkü Pazaryeri ile Bozüyük arasındaki Ermeni Derbendi’ne kadar silahlarını bellerinden çözmediler. Kendi talihlerinin gözleri gibi gece ve gündüz boyunca hiç uyumadılar. Ermeni Derbendi’ne vardıklarında İznik Rum İmparatoru Teodor Laskaris’e bağlı birlikler ile Aktav Tatarlarını savaş için hazır olarak gördüler.
Savaş çok şiddetli bir şekilde gün boyu devam etti. Sonunda müttefikler büyük bir bozguna uğrayarak çekilmeye başladılar. Ertuğrul Gâzi, Gelibolu yönüne doğru çekilen Tatarları İnegöl’e kadar takip ettiler. Adamlarını defalarca avladılar. Yüklerini, mallarını ve ganimetlerini ele geçirdiler.
Birçoğunu sahile ve gemiye ulaşmalarından önce helâk ettiler. Bu şekilde Ertuğrul ve yoldaşları muvaffak ve muzaffer olurken, düşman ordusu yenildi ve perişan edildi.
Söğüt’te atılan temel
Sultan, Eskişehir civarında iken bu müjdeli haber kendisine bildirildi. İşte bu sebeptendir ki orası Sultanönü adıyla şöhret buldu. Ertuğrul, oğulları ve onun tâbileri bu güzel işten dolayı her yerde konuşulmaya başlandı. Meclisler onların efsanelerinden haberdar oldu.
Ertuğrul, Sultan tarafından bol ihsan ve hediyelere layık görüldü. Sultan I. Alaaddin yanında şanı, şerefi ve mertebesi artan Ertuğrul’u, Bizans hududunda daha büyük bir harp mahâlline tayin etti. Söğüt ve Saraycık mahallerini kışlak Domaniç ve Ermeni Dağı’nı da yaylak olarak onlara verdi.
Artık o memleketlerdeki tekfurlar hâkimiyetlerinin sona yaklaştığının sesini ve âvâzesini duyar gibi oluyorlardı. Zira Ertuğrul Gâzi evlâtlarıyla birlikte hiç durmaksızın Kütahya ve diğer vilayetlere bağlı yeni şehirleri fethediyordu. Mücahitler arasında mertlik ve azâmet izleri gösteriyorlardı. Darülharpteki meskenlerin birçoğunu, tarlalar ve ekili yerler gibi birçok yeri kılıçlarının yemi yaptılar. Bu yüzden kavim ve tebaâsının gün geçtikçe kuvvet ve haşmeti arttı. Devlet işleri istiklâl ve istikrar buldu.
Öte yandan Ertuğrul Gâzi’nin bölgeye gelişinden ve gittikçe daha sağlam bir şekilde yerleşmesinden rahatsız olan Karacahisarlı Rumlar, fırsat buldukça Türkler üzerine saldırmaya başladılar. Ertuğrul Gâzi de Sultan Alaaddin’e vaziyeti anlatarak onu Karacahisar üzerine teşvik etti.
Neticede I. Alâeddin Keykubad’la birlikte bölgenin önemli merkezlerinden olan Karacahisar’ı kuşattılar. Ancak bu sırada Moğollar’ın Anadolu’ya girdikleri haberini alan I. Alaaddin şehrin muhasarasını Ertuğrul Gâzi’ye bırakarak geri dönmek zorunda kaldı. Ertuğrul Gâzi ve beraberindeki Türkmen beyleri uzun süren bir mücadele sonucunda Karacahisar’ı ele geçirdiler (629/1231-32). Şehrin tekfurunu yakalayarak elde edilen ganimetin beşte biriyle birlikte Sultan Alâeddin Keykubad’a gönderdiler. Ganimetin geri kalanını da gâziler arasında paylaştırdılar. Ertuğrul Gâzi, Karacahisar Kalesi’ni ele geçirdikten sonra Söğüt üzerine yürüyerek Osmanlı Beyliği’nin ilk başşehri olan bu yere de hâkim oldu. Onun bu başarıları sonucunda Selçuklu Sultanı Söğüt ve çevresini kendisine yurt olarak verdi.
Bu hadiseler, Ertuğrul Bey’in bölgeye geldiği zaman doğrudan Söğüt ve Domaniç’e hâkim olmadığının açık bir işaretidir. I. Alaaddin Keykubad’ın izniyle bölgeye yerleşen aşiret, zaman içerisinde Selçuklular adına fetihlerde bulunmaya başlamış ve fethettiği yerlerde de yine onlar adına hükmetmeye başlamışlardır. Dolayısıyla Ertuğrul Gâzi ve beraberindekiler ilk andan itibaren hazır bir bölgeye konmamış kendi kılıçlarıyla ve güçleriyle kendilerine yurt açmaya başlamışlardır.
Ertuğrul Gâzi Söğüt ve çevresine yerleştikten sonra Bizans sınır boylarında bulunan diğer uç beyleriyle birlikte mücadeleyi sürdürdüğü gibi komşu Rum beyleriyle (tekfurlar) dostluk kurmaya da çalıştı. Özellikle Belocome (Bilecik) ve Melangeia tekfurları Ertuğrul Bey ile gayet iyi geçiniyorlardı. Ertuğrul Gâzi, kendisi gibi Kayı Türklerinden olup Selçukluların Kastamonu Uçbeyi olan Hüsâmeddin Çoban’ın oğulları ile de dostane münasebetlerde bulunuyordu. Bu şekilde kışları Söğüt’te, yazları da Domaniç Yaylaları’nda geçiren Ertuğrul Gâzi zaman zaman Bizans sınırlarındaki bölgelere akınlar düzenliyordu. Onun Bizans’a karşı yaptığı bu akınlar sırasında çevrede bulunan Akçakoca, Samsa Çavuş, Kara Tegin, Aygut Alp ve Konur Alp gibi tecrübeli uç beyleri de etrafında toplanmışlardı. Böylece Söğüt’e yerleşmiş olan Kayı aşireti her geçen gün biraz daha büyüyerek kuvvetlendi.
Osmanlı kaynaklarındaki rivayetlere göre Batı Anadolu’da, Anadolu Selçukluları’na bağlı bir uç beyi olarak faaliyetlerini sürdüren Ertuğrul Gâzi, Cimri olayından sonra Bizans sınırlarına gelen Selçuklu Sultanı III. Gıyâseddin Keyhusrev’i karşılamış ve ona da bağlılığını bildirip hediyeler takdim etmişti (1279).
Bu tarihten sonra Ertuğrul Gazi’nin oldukça yaşlandığı ve Kayı aşiretinin idaresini oğlu Osman Gâzi’ye bıraktığı anlaşılmaktadır. Gündüz Alp’i de kendisine yardımcı olarak vermişti. Zaten Ertuğrul Gâzi’nin son zamanlarında fetih hareketinin başında Osman Gâzi bulunuyor ve gerektikçe serhat boylarında düşmanları ile çarpışıyordu.
Ertuğrul Gâzi muhtemelen bu son tarihten kısa bir süre sonra doksan yaşını aşmış olduğu halde vefat etmiştir (680/1281-82). Ölüm tarihi olarak 1288 veya 1289 yılları da verilmektedir.
Türbesi Bilecik İli Söğüt ilçesinin bir km. doğusunda, Söğüt- Bilecik yolu üzerinde bulunmaktadır. Kayı aşiretine mensup olanlar ve özellikle Karakeçili aşireti Ertuğrul Gâzi’nin ölümünden sonra onun türbesini manevî bir ziyaret yeri haline getirmişler ve yıllarca burayı ziyaret ederek şölenler tertiplemişler, cirit ve güreş gibi millî oyunlarla atalarını anmışlardır. Ertuğrul Gâzi’nin türbesi bugün de aynı şekilde ziyaret edilmekte ve Söğüt’te her yıl şenlikler düzenlenmektedir.
Şahsiyeti
Ertuğrul Gâzi’nin babasını dönemine yakın kaynakların bir kısmı Süleyman Şah diğer bir kısmı da Gündüz Alp olarak vermişlerdir. Günümüz tarihçileri Süleyman Şah’ın Selçuklu Kutalmışoğlu Süleyman Şah’la karıştırılmış olabileceğinden ve Kayıların Caber bölgesine inmelerinin zorluğundan hareketle Gündüz Alp olabileceği konusunda ittifak halindedirler. Ertuğrul Gâzi’nin Gündüz adlı bir oğlunun bulunması, babasının adını oğlunda yaşatmak istemesi düşüncesi dikkate alınırsa, bu görüş kuvvetlenmektedir. Nihayet Osman’a ait olduğu ifade edilen tarihsiz bir sikkenin mevcudiyeti ve burada yazılan Osman bin Ertuğrul bin Gündüz Alp ibaresi, bu ismin Gündüz olduğunun en büyük delili olmuştur. Ancak bize göre bu iki ismin aynı şahsa aid bulunabilme ihtimali de gözden uzak tutulmamalıdır.
Ertuğrul Gâzi’nin annesi ise mahalli rivayet ve geleneğe göre Hayme Ana’dır. Hayme Ana’nın mezarı Domaniç’in Çarşamba köyündedir. Ertuğrul Gâzi, babasını kaybettikten sonra anasıyla birlikte yaşamış ve kendisine çok hürmet ve saygı göstermiştir. Hayme Ana ihtimaldir ki kendisinin asıl ismi olmayıp lakabı idi. Ona, Çadır Anası-Çadır Büyüğü, manasına Hayme Ana derlermiş. Buradan muhtemeldir ki Ertuğrul Gâzi nasıl sözü dinlenen Gâziler Başbuğu ise Anası da kadınların sözünü dinledikleri eğitim ve terbiyesinden geçtikleri obaların en itibarlı bir ulu hatunu idi. Belki de Aşıkpaşazade’nin Bacıyan-ı Rum diye isimlendirdiği bacılar teşkilatının kurucusuydu.
Sultan II. Abdülhamid Han 1886’da bir heyet gönderip büyük ninesi Hayme Ana Sultan’ın kabrini buldurmuş ve üzerine güzel bir türbe yaptırmıştır. Ayrıca türbeye konulmak üzere halı, avize ve sünbüllü kandil göndermiştir.
Ertuğrul Gâzi’nin hayatı, babası zamanından itibaren göç ve mücadele içerisinde geçmiştir. Söğüt’e yerleştikten sonra çevresinde bulunan beyliklerin ve devletlerin durumlarını ve siyâsî şartlarını gâyet iyi değerlendirirdi. Komşuları ile dâimâ iyi geçinerek aşîret ve tebaasını güçlü bir durumda huzûr ve râhat içinde yaşattı.
Neşrî’nin Cihan-Nümâ’sında belirtildiğine göre Ertuğrul Gâzi, “Gayet dindar ve namdar ve şecaatıyla maruf bir kişi idi. Zühd ü takvada zamanının ileri gelenlerindendi”.
Nişancı Mehmed Paşa Tarih’inde belirtildiğine göre Ertuğrul Gâzi, Selçuklu Sultan’ına yurt talebiyle yolladığı elçisiyle şöyle bir haber göndermişti: “Küffâr-ı hâksâra gaza niyetine bu diyara geldik.”
Öyle anlaşılıyor ki, Ertuğrul Gâzi cesur bir yiğitti. Devlet-i Aliyye ağacının ilk fidanlarını “Cihad-ı Fi Sebîlillâh ve İlây-ı Kelimetullah” mefkuresini vird-i zeban edinerek istikbalde “Cihan Devleti ve Nizam-ı Âlem” hedefine müncer olacak tarzda dikmeyi başardı.
Ertuğrul Gâzi, emsalsiz derecede şecaat sahibi ve mert bir insandı. Tekfur denilen komşu Bizans Derebeylerine karşı kazandığı parlak başarıları ile Gâzi ünvanını kazanmış ve bu savaşları ile Osmanlı Devleti’nin doğuşunu hazırlamıştır.
Çok cömertti. Fakirlere, düşkünlere dâimâ yardım ederdi. Onlara üç günde bir yemek pişirterek ziyafet verir sevindirirdi. Yine fakirleri giydirip donatmak ve dul kadınlara daima sadaka vermek onun âdeti idi. Hıristiyan ahaliye de çok yardım ve iyilik eder muhtaçlarını gözetirdi. Bu itibarla yarım asır adâletle idâre ettiği bölgede Hıristiyanlara İslamiyet’i sevdirdi.
Ertuğrul Gâzi’de bulunan en belirgin bir meziyet de zayıf durumda bulunanlara yardım etmesidir. Nitekim bir Moğol birliğinin Selçuklu kuvvetlerini yok etmek üzere iken hiç düşünmeden imdatlarına koşması bunun en belirgin nişanıdır. Ertuğrul Gâzi, yaşlılığı ve hastalığı sebebiyle vefatından önceki son iki yılda aşiretin yönetiminde oğulları arasından Osman Gâzi’ye özel görev ve yetkiler vermişti. Dolayısıyla onu yönetime hazırlamıştı. Bu nedenle Osman Gâzi yaşı küçük olduğu halde babasının ölümünden sonra onun işareti doğrultusunda diğer kardeşleri Gündüz ve Sarı Yatı’nın ve tüm ileri gelen aşiret beylerinin desteğiyle yönetime geçti. Amcası Dündar Bey’le bir sıkıntı yaşandıysa da sonuç değişmedi.
.
“Ey Allahım! Sen rızık veren ve her şeyi bilensin.
Sen teksin ve hiçbir şeye muhtaç değilsin… Yarabbî!
Ben aciz kulunun tek arzusu, sana inanmayanlarla savaşıp, elimden geldiğince sana lâyık iş yapmaya çalışmaktır.
İrade senin, güç senin, kudret senin, yardım senindir.
Bize sabır ver sebatımızı artır.
Bu inkâr eden millete karşı bize yardım et.”
Fatih Sultan Mehmed
28 Mayıs 1453
Muhasaranın 54. günü. Son üç gündür yapılan bombardımanla İstanbul surlarının bir kısmı artık yıkılmış vaziyettedir. Rumlar’ın yıkılan yerleri kapatamamaları için, Sultan Mehmed, geceleri dahi top ateşini devam ettirmektedir. 27 Mayıs Pazar günü ordugâhta dolaşan münâdiler iki gün sonra umumî yürüyüşün yapılacağını ilân etmişlerdi. Şimdi Osmanlı ordusunun her kesiminde yoğun bir hazırlık göze çarpıyordu. Genç padişah atına binerek surlar boyunca birlikleri dolaşıyor, görevlilere gerekli tenbihlerde bulunuyordu. Buna göre umumî hücum başladığında Osmanlı kuvvetlerinin harekâtı şu şekilde olacaktı:
Hamza Beyin emrindeki Osmanlı donanması, Marmara denizi sahilindeki surlara ok menziline kadar yaklaşacak; top, tüfek ve ok atışıyla surlar üzerindeki müdafileri sıkıştıracaktı. Böylece bu hattaki düşman birliklerinin başka cephelere yardıma gitmeleri önlenmiş olacaktı. Ayrıca, uygun noktalarda gemiler karaya yaklaşarak zırhlı gömlekli erler çıkarma yapacaklar ve merdivenlerle surlara tırmanmaya çalışacaklardı.
Zağanos Paşa kuvvetleri, Haliç’in iki sahilini bağlayan köprüden geçerek Haliç surlarına taarruz edecekler; bu sırada Haliç’teki Türk filosu sürekli top ve tüfek atışıyla bu birliğin harekâtına yardımcı olacaktı.
Haliç’in doğu kısmındaki surlara ise donanmadaki azap birlikleri ile ulemâ ve şeyhler idaresindeki erler saldıracaktı.
Edirnekapı ile Eğrikapı arasında, Karaca Bey kumandasındaki Rumeli ordusu yer alıyordu. Umumî hücum başlar başlamaz bu kuvvetler hendekleri aşarak dere kenarındaki surların yıkık bölümlerine yaklaşacaklar, buradaki müdafilerin hakkından gelerek surlara çıkmaya çalışacaklardı.
İshak ve Mahmud Paşaların komutasındaki kuvvetler Silivrikapı ile Mevlevihane arasında mevzilenmişlerdi. Bu kuvvetler de hücum emri ile birlikte Silivrikapı’ya yakın konumdaki (Sığma bölgesi) surlara çıkmaya çalışacaklar ve bu hareketlerini topçular, tüfekçiler ve kemankeşlerle himaye ettireceklerdi.
Bayrampaşa vadisi ile Topkapı arasındaki mevzi, bizzat genç padişahın komutası altındaydı. Padişahın emrindeki merkez kuvvetlerinin sağ kanadına Sadrâzam Halil Paşa, sol kanadına ise Samsa ve Sâdi Paşalar komuta edeceklerdi. Bu kuvvetler, Topkapısı kuzeyindeki surlarda açılan büyük gedik üzerine hücum ederek nihaî darbeyi indirmeye çalışacaklardı.
Hücum kollan biner kişilik gruplara ayrılmıştı. Hücum eden birlikler yorulunca veya zayiat dolayısıyla zayıflayınca derhal diğer birlikle değiştirilecek, böylece fasılasız olarak, kesin neticeye ulaşıncaya kadar hücumlar sürdürülecekti.
Orduda bulunan alimler ve şeyhler ise hücum esnasında cepheyi gezerek askerleri gayrete getireceklerdi.
“ŞAN VE ŞEREF SİZİ BEKLİYOR”
Sultan Mehmed, ordu ve donanmanın büyük küçük bütün komutanlarını toplayarak onlara, alınan kararları tebliğ ettikten sonra şöyle konuştu:
“Paşalarım, beylerim, ağalarım, bugünkü savaşta silah arkadaşlarım!
Sizi, cesaretinizi bir kat daha artırmak için buraya toplamadım. Bunu daima, hatta lüzumundan fazla gösterdiniz. Fakat benim esas gayem, zaferle neticelenecek hücum vesilesiyle ebedî şan ve şerefin sizleri beklediğini hatırlatmaktır.
Bugün size, son derece kalabalık, büyük bir şehri hediye ediyorum. Bu eski Romalılar’ın payitahtı olup güzellik, zenginlik ve şerefin doruğuna vasıl olmuş ve âdeta dünyanın merkezi olmuş bir şehirdir. Bunu size bahşediyorum.
Şimdi parlak bir muharebe için birbirinizi teşvik ediniz. Hatırlayınız ki parlak bir muharebe için üç ana şart vardır. İyi niyet, kötü hareketten çekinme ve âmirlere itaat. Sükûnet ve disiplin içinde, verilen emirlerin tamamen yerine getirilmesi sonucunda başarılamayacak iş yoktur. Şimdi yüce bir azmin verdiği coşkunluk ile muharebeye koşunuz ve malik olduğunuz liyakati gösteriniz.
Bana gelince; sizin başınızda çarpışacağıma yemin ederim. Herkesin ne suretle hareket ettiğini bizzat takip edeceğim.
Şimdi herkes kendi mevkiine dönsün, çadırına gitsin. Yiyip içiniz ve birkaç saat istirahat ediniz. Maiyetinizdekiler de aynı şekilde hareket etsinler. Her tarafta mutlak bir sükûnet hâkim olmasını emrediniz. Sonra fecir ile beraber kalkar kalkmaz taburlarınızı tam bir intizam dahilinde tertip ediniz. Hiçbir şey ile ne de hiçbir kimsenin tesiriyle ağırbaşlılığınızı bozmayınız, sakin olunuz. Fakat savaş borusunun vurulduğunu duyunca ve sancakların dalgalandığını görünce, silah elde derhal ileriye atılınız!”
Bu nutuktan sonra, yüksek rütbeli kumandanlar bir müddet daha alıkoyan padişah, onlarla hücum plânlarını son kez gözden geçirdi.
KALPLERE KORKU DÜŞTÜ
Öte yandan, İstanbul müdafileri ve şehir ahalisi 53 gündür devam eden muhasara neticesinde gece gündüz çalışmaktan yorulmuştu. Zîra Topkapı mıntıkasında yoğunlaştırılan top atışlarının yaptığı tahribatı tamir edebilmek için devamlı faaliyet göstermek gerekiyordu. Ayrıca, her defasında açılan gedikler büyüdüğünden, tamir için de gerekli mesainin artırılması zorunlu hale geliyordu. Bu durum ise müdafiler de bir yılgınlık ve bozgunluğa sebep oluyordu.
DEHŞET VEREN BİR HADİSE
İmparator ise son umumî hücumu atlatabilmek için elinden gelen bütün gayreti gösteriyordu. O, bu hücumun da püskürtülmesi ile Türkler’in ümitlerinin kırılıp geri çekileceklerini kuvvetle tahmin ediyordu. Rahipler her gün olduğu gibi yine halkın maneviyatını yükseltmek ve mukavemet fikrini artırmak üzere ilahiler okuyarak, mukaddes resimleri taşıyarak şehri dolaşıyorlardı. İstanbul’u birçok muhasaradan kurtardığı zannolunan Meryem Ana tasviri yine ellerindeydi. Ancak bu kez hiç beklenilmeyen bir olay cereyan etti. Mukaddes resim hiç bir sebep yokken rahiplerin elinden kurtularak yüz üstü yere düştü. Herkes bağırarak mukaddes resmi kaldırmağa koştu. Fakat resim kurşun gibi ağırlaşarak, sanki toprağa yapışık bir hal almıştı. Bu vaziyette, resmi yerden kaldırmak mümkün olmadı. Herkes ağlaşmaya, istavroz çıkarmaya ve dua etmeye başlamıştı. Nihayet papazlar, resmi kaldırarak merasime devam ettiler ise de bu olağanüstü hadise bir hayır alameti olarak görülmedi ve kısa zamanda şehir halkı arasında yayılarak kalplere korku saldı.
Bu arada, umumî hücum kararının Türk ordusunda uyandırdığı şevk ve heyecanı gözleyen Bizanslıların maneviyatı tamamen sarsılıyordu. Sakız Başpiskoposu Leonardo şehrin o günkü durumunu anlatırken: ”Eğer siz de bizim gibi Türkler’in “Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resulullah” diyerek hep bir ağızdan cihanı dolduran haykırışlarını işitmiş olsaydınız hakikaten teessür içinde kalırdınız” demektedir. Barbaro ise: “Biz Hristiyanlara gelince, bütün gündüz ve bütün gece, Tanrıya, mukaddes Meryem Ana’ya, semadaki bütün azizlere bizi muzafferiyete kavuşturmaları için dua etmekten başka ne yapabilirdik” diyerek son günlerdeki acziyeti ortaya koymaktaydı.
Buna rağmen Bizans tarafında askerî hazırlıklar bütün gün ve gece devam etti. Kadınlar ve çocuklar hücum edenlere atılmak üzere taş taşıyarak mazgalların yanına yığmışlardı. Venedik balyozu Minettoson hücumun ağırlık noktasının kara surları olacağını düşünerek Venediklileri buradaki surlarda vazifelendirdi. Baş komatun Jüstinyani şehri topyekün umumî hücumu karşılamaya hazırladı. Kuvvetleri yeniden teşkilatlandırıp birlikleri lazım gelen yerlere yerleştirdi. Devamlı bir surette çalışarak surların yıkılan kısımlarını tamire çalıştı. Topkapısı kuzeyindeki gediğin gerisine derin bir hendek kazdırttı ve bunun önüne de muhkem bir şarampol siperi yaptırttı. 28 Mayıs günü İmparatorla Jüstinyani, beraber bütün surları gezerek noksanları mümkün mertebe gidermeğe çalışırken, müdafileri de teşvik ettiler. Ardından, Ayasofya kilisesinde Bizans ve ecnebî büyüklerini toplayan İmparator, onlardan birlik ve beraberlik içinde çarpışmalarını istedi ve kendisinin milleti için ölmeye kat’î karar vermiş olduğunu söyledi. Nutku dinleyenler din ve memleket için ölmeye hazır olduklarına and içtiler.
Mum Donanması
Umumî hücum için bütün hazırlıklarını tamamlayan Türk ordusu, 28 Mayıs akşam yemeğini müteakip istirahate geçti. Güneş battıktan bir müddet sonra karanlık, İstanbul’u örttüğünde şehir halkı bir alev kümesinin ortasında kaldığını dehşetle farketti. Dört bir yanı alev alev yanıyordu.
Hoca Sadeddin Efendi bu manzarayı şöyle nakletmektedir: ”O gece padişah, zaferleri rehber edinen askerlerine kargı ve mızraklar üzerine meşaleler, şem’alar dikip ol yere batasıca kavmin karşısında mumlar yakalar deyü buyurdu. Böylece meşaleler gece karanlığında ışık salınca, yalın kılıçların çakıp parlatılmasına girişildi. Düşmana aman ve gediklerin örtülmesine zaman vermiyeler deyü, padişahın fermanı gereğince asker, kalenin önünü yaktıkları ateşlerle aydın ederek hisar duvarlarını da çerağlarla ışıklandırarak; sanki kırmızı, yeşil çiçekler, gül ve lâleler ile çevreyi süsleyip Gülşen eylediler. Her yerden tekbir sesleri ile geceyi şenlendirdiler. Şehadet surları ile günahların görüntülerinden ellerini yudular. Ol gece, cihanı aydınlatmak için tutuşturulan ateşlere, yıldızların gönderdikleri ışıklar da eklenince aydınlık o hale geldi ki, gündüz gibi olan yörede, düşmanın kederlerle kararan gözleri hayretler içinde kalıp, dünya gözüne kara bahtı gibi simsiyah gözüktü.”
Bizans halkı bu ışık ve sesleri dehşet içerisinde izlerken tam gece yansı olunca ”Mum Donanması” bir anda söndü. Bütün ordugâh karanlığa gömüldü. Bu hal müdafîler ve Bizans halkı arasında daha büyük bir moral çöküntüsü meydana getirdi. Bundan sonra bir buçuk saat kadar yalnız topların sesi işitildi.
VE HÜCUMLAR BAŞLIYOR
Tahminen gece yarısından iki saat sonra boru, tabi ve nakkareler harp havası çalmağa başladılar. Ardından Osmanlı hücum kollan “Allah Allah” sadaları ile surlara saldırdılar. İlk hücum birliği içerisinde muhtemelen Hristiyan yardımcı kollan da bulunuyordu. Türk ağır topçusunun yaptığı kesif bir atışın ardından hücum kolları düşman siperleri üzerine atıldı. Hendekleri kolayca geçtikten sonra bir anda yüzlerce merdiven siperlere ve surlara dayandı. Müthiş bir azim ve cesaretle yapılan bu teşebbüse, müdafiler, merdivenleri yıkmak, yere düşenleri taş, ok ve sair vasıtalarla öldürmek; ”grejuva ateşi” ve kızgın yağ dökmek, mancınık ve diğer taş atma makinalarıyla ağır taşlar atmak suretiyle mukabele ettiler. Türk hücum kollan birkaç kez surlara karşı çıkış hareketini yenilediler. Birçok defa Türk erleri surlara tırmanmağı başardılarsa da kâfi derecede kuvvetle desteklenemediğinden başarılı olamadılar.
İki saat süren bu mücadeleden sonra Sultan Mehmed, bu kolun yorulduğunu görerek geri çekilmelerini emretti. Ardından hiç vakit geçirmeden iyi teçhiz edilmiş kargı ve kalkanlarla mücehhez Anadolu piyadelerini ileri sürdü. Birinci kolun çekilmesiyle dinleneceklerini ümit eden müdafiler yanılmışlardı. Süratle ileri atılan Anadolu Türk kuvvetleri, bir hamlede hendekleri aşarak dış surlara tırmanmaya başladılar. Bu ikinci hücumun başlaması şehirde büyük bir heyecana yol açtı. Artık çanlar mütemadiyen çalıyor ve herkesi surlara yardım etmeye çağırıyordu. Şehir ahalisi süratle, bir ölüm kalım savaşı verilmekte olan surlara geldiler. Zırh gömlekli müdafiler yukarı çıkmak isteyen Türk askerlerini mazgal deliklerinden istifade ile merdivenlerini yıkarak önlerken, ardından yoğun bir şekilde ok, taş ve tüfek atarak öldürmeye ve hücumu önlemeye çalışıyorlardı. Türkler, kalkanları ile kendilerini müdafaa ederek büyük bir azim ve gayretle yılmak bilmeden hücumlarını tazelerken müdafiler de üzerlerine büyük taşlar yuvarlıyorlar, “grejuva ateşi” saçıyorlardı.
Surlar hep dalgalandı derya gibi
Kılıçlar od saldı ejderha gibi
Genç padişah da zaman zaman birliklerin içine kadar giriyor, yorulmuş olanları takviye ediyor ve hücumun her an aynı şiddetle devamını temin eyliyordu. Buna rağmen gerek merkezden gerekse diğer kollardaki hücumlardan bir netice alınamadı.
PADİŞAHIN DUASI
Sultan Mehmed, üçüncü kolu harekete geçirmeden evvel abdest alarak sabah namazını kıldı ve ellerini açarak şöyle niyaz etti:
“Ey Allahım! Sen rızık veren ve her şeyi bilensin. Tek sensin ve hiçbir şeye muhtaç değilsin. Doğmamışsın ve doğurulmamışsın. Buna rağmen kafirler teslisi ortaya atıp Baba-Oğul-Rûhu’l-Kudüs üçlüsünü getirdiler. ”Benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi mücdeleyin” âyetini İncil’in sahifelerinden çıkardılar. Kur’ân-ı Kerimdeki ”Siz de, atalarınız da apaçık bir sapıklık içerisindesiniz” âyetine muhatap oldular. Yarabbî! Ben aciz kulunun tek arzusu ise sana inanmayanlarla savaşıp elimden geldiğince sana lâyık iş yapmaya çalışmaktır. İrade senin, güç senin, kudret senin, yardım senindir. Bize sabır ver, sebatımızı artır. Bu inkar eden millete karşı bize yardım et!”
Namazdan sonra hücum mevkiine gelen padişah, bir buçuk saat süren amansız hücumlar sonucunda müdafilere yorgunluk ve bıkkınlık verildiğini gördü. Bu arada ikinci hücum kolu da artık yorulmuş bulunuyordu. Son darbeyi indirmek zamanının geldiğine kani olan Sultan Mehmed derhal ihtiyattaki kuvvetlerle Yeniçerilere taarruz emrini verdi. Birliklerini bizzat hendeğe kadar şevketti. Böylece, Türk ordusunun en iyi talim ve terbiye görmüş vurucu gücü savaşa girmiş bulunuyordu.
Tacizâde Cafer Çelebi bu son hücumu şu ifadelerle anlatmaktadır:
Önce toplar gök gürler gibi kaleyi dövmeye başladı. Onların ardından gaziler hücuma geçtiler. Aşağıdan ve yukarıdan ejderhalar gibi silahlar birbirine girdiler. Oklar atılıp yaylar çekilirdi. Mızraklar, kılıçlar can alıp, sancak göğe el açıp yere ulaşmak için yalvarırdı. Tuğlar baş açıp, kafirler yenilsin diye dua ederlerdi. Zurnalar tabl ve nakkareler ve kösler İslâm askerini harbe teşvik edip kalb kuvveti verirlerdi. Düşman kumbaralar ve sepetler ile neftleri gaziler üstüne boşalttılar ise de Osmanlı dilaverleri yanan ateşe girer gibi yüz çevirmediklerinden fayda etmedi…”
Öte yandan Bizans’ta da üçüncü hücumun başladığını haber veren çan sesleri üzerine İstanbul halkından eli silah tutabilen herkes surlara koşmuş, muhariplere yardım etmek üzere taş taşımaya başlamışlardı. Kadınlar ve çocuklar ise kiliselere doluşmuş dualar ediyorlardı. Bizans kuvvetleri komutanı Jüstinyani ise, padişahın yeniçerileri savaşa soktuğunu görünce bugünkü Fatih Camii yanında bulunan ihtiyat kuvvetlerini cepheye, özellikle de asıl vuruşmanın cereyan ettiği Topkapı ile Edirne kapısı arasındaki mevziye sürdü. Taze ihtiyat kuvvetlerinin savaşa katılması da müdafilere büyük güç vermiş ve cesaret aşılamıştı. Şimdi, kıyametten numune bir cenk sürüyordu. Yeniçeriler, merdivenler üzerine kalkanlardan siperler yaparak bir an evvel surlara çıkmaya çalışırlarken, müttefikler ise bunların üzerine taş ve ”grejuva ateşi” atıyorlar; yaklaştıkları zaman ise mızrak, balta, kılıç kullanarak surlara çıkmalarına mani oluyorlardı. Bu arada yeniçeriler, kendileriyle düşmanlarını ayıran şarampol müdafaası önünde kanlı bir boğuşmaya girişmişlerdi. Toplar mütemadiyen surları dövüyor, “Allah Allah” sesleri ortalığı inletiyordu.
ULUBATLI SURLARDA
Savaşın en kızıştığı esnada, müttefik kuvvetler başkomutanı Venedikli Jüstinyani, elinden ve kolundan yaralandı. İmparator Konstantin Jüstinyani’nin yaralandığını görünce yanına gelerek kalmasını rica ettiyse de o, yarasının vehametini ve çok kan kaybettiğini ileri sürerek müdafaa hattını terketti. Bu durum müdafiler arasında bir duraklama ve tereddüte yol açtı. İmparator ise derhal komutanlık görevini üzerine alarak askerlerini gayrete getirmeye girişti.
Ancak, hücum hattında bulunan genç Osmanlı padişahı da müdafaa hattındaki tereddütlü hareketleri sezmişti. Düşmanın bozulmakta olduğunu ve zaferin muhakkak kazanılacağını belirtip askerini yeniden hücuma geçirtti. Yeniçeriler, karşı durulmaz bir şekilde tekbir, tehlil ve temcîd sesleri ile ileri atıldılar ve birbirleriyle rekabet edercesine surlara çıkmaya başladılar.
Fetih yüzün gösterdi gediklerden
Fethin âyeti okundu her yönden
Yeniçeriler arasında, iri yarı, Ulabadlı Hasan isminde bir yeniçeri kalkanını sol eli ile başının üzerinde tutarak sağ elinde palası olduğu halde ilk önce surun üstüne çıktı. Bunu müteakiben otuz kadar yeniçeri derhal surun üzerinde göründüler ise de müdafilerin ok ve taşları ile on sekizi şehid edildi. Ulubadlı Hasan, yaralanmasına rağmen kalkanını siper yaparak pek çok arkadaşının sur üstüne çıkmasına yardımcı oldu. Nihayet o da büyük bir taşın isabeti ile surdan aşağı yuvarlandı. Surlardan atılan ok ve taş darbeleri altında şehadet mertebesine kavuştu. Ancak yeniçeriler de artarak sur üzerinde tutunmuş bulunuyorlar ve mütemadiyen destekleniyorlardı. Çok geçmeden, topların tahrip ettiği şarampolü aştılar ve iki surun arasındaki sahaya girdiler. Buradaki müdafileri derhal kılıçtan geçirmeye başladılar. Vaziyeti gören imparator ve maiyyeti Pemton kapısına doğru kaçtılar. Yeniçeriler ise şiddetle takibe başladılar. Konstantin omuzundan yaralanmış, yanındaki Kantakuzen maktul düşmüştü. İmparatorun kaçtığını ve kendilerine doğru geldiğini gören ikinci sur müdafileri de paniğe kapıldılar. Bir anda ortalık kıyamet gününe döndü. Kimsenin kimseye bakacak ve yanındakini tanıyacak zamanı yoktu. Yaralı İmparator, bu hengame arasında ayaklar altında kalarak hayatını kaybetti. Dış sur düştükten ve iki sur arasındaki saha temizlendikten sonra müdafaasız kalan iç surlar da alındı. Topkapı içeriden kırıldı ve Türk kuvvetleri bu kapıdan şehre girdiler.
Fatih Sultan Mehmed’in devleti gücüyle
Düşüverdi, arşa dek baş çeken surlar
MÜJDE-İ PEYGAMBERİ
Peygamber (sallahü aleyhi ve sellem) efendimizin “İstanbul elbette fetholunacaktır. Ne güzel kumandandır o kumandan ne güzel askerdir o askerler” müjdesine nail olduğunu gören genç padişah, atından inerek şükür secdesine kapandı. Böylece, 21 yaşında İstanbul’u fethederek FATİH unvanını alan Sultan II. Mehmed, öğleden sonra maiyyetindeki vezir, ulemâ ve sair ileri gelen devlet adamları ile birlikte, muhteşem bir alayla Topkapısı’ndan şehre giriyor; eski bir çağı nihayete erdirip yeni bir çağı başlatıyordu.
.İstanbul’a Türk Mührü
Fatih Sultan Mehmed, henüz 21 yaşında olmasına rağmen âlim, akıllı, idarede mahir, hareketli, hikmetle dolu adil bir padişahtı. Hükümdarlığın ve cihangirliğin yüksek meziyetlerini uhdesinde toplamıştı.
Fetihten sonra İstanbul’a ibretle baktı. Açıkca gördü ki, suyu, havası, dağı, yolu ve sahrası pek güzeldir. Ama emin insanlar ile dolu olmadığından ve İslâm dinince müzeyyen kılınmadığından nazenin bir dilberin zülfünün perçemleri gibi karışık ve perişan kalmıştı.
Bu sebeble memleketlerin süsü ve denizin kilidi olmaya layık görüldü. Evvela vezirlerine, alimlerine ve kullarına ilan etti ki: ”Bundan böyle tahtım İstanbul’dur”. Kendi İstirahatı ve hareminin ikameti için saraylar ve köşkler tertip etti. Buralara emin ve dindar hocalar ve muhafızlar tayin etti. Şehirde büyük bedestenler, çarşılar, pazar yerleri ve kervansaraylar yaptırdı.
Nihayet kendi adı ile anılacak yerde Ayasofya mabedi suretinde bir ulu cami inşa ettirdi. Camie güzel sesli, bilgili hoca, hafız ve müezzinler tayin ile mahfelini müzeyyen etti. Caminin iki tarafına külliyenin bir parçası olarak sekiz medrese yaptırdı. Bu medreselerde güzel sanatlar, tefsir, hadis, usul dersleri, aklî ve naklî ilimler okutuldu. Adaletli, bilgili ve cesur hocalar ile talebeleri alemi güneş gibi aydınlattılar.
Sahn-ı semân denilen bu medreselerin yanında zengin fakir herkes için şifa evleri yaptırıldı. Bilgili hekimler ve sadık hizmetçiIer tayin etti. Bir yanına da büyük bir İmaret yaptırıp, medrese ehline, fukaraya ve mahal leliye günde iki öğün yemek yetiştirildi.
Ebâ Eyyub el-Ensarî hazretlerinin defnedildiği yere gayet güzel bir türbe, yanına medrese ve hamam yaptırdı. Halk şehidlerin reisinin bulunduğu bu yere rağbet edip türbenin etrafına evler ve köşkler yaptılar. Bir hoş kasabadır meydana geldi ki huzur arayanlar ve dinlenmek isteyenler denizden kayıklar, karadan atla ve yaya gelerek hem sohbet hem ziyaret ederlerdi.
Fatih bütün bu imar faaliyetlerinden sonra kendi saltanatı ve ikâmeti için yeni bir saray inşa edilmesini emr buyurdu. Galata karşısında Eyyüb Sultan kabrine, iskeleye, Tophane’ye ve Haliç’e ve boğaza bakar şerefli bir yer seçti. Arap, Acem ve Rum’dan mahir mimarlar ve mühendisler getirtip bir kaç yıl içinde güzel sanat eserleri ile süslü yüce bir saray yapıldı. Her köşkü ve kasrı gönül alıcı olup ab-î hızır ve nehr-i kevser ondan revân olur.
Kalbe ferahlık veren bu muhteşem saraya bir sur çektirdi. Türkî ve Frengi usulünde üçgen ve daire şeklinde kulelerle, dergâh ve kapılarla bir güzel kale yaptırdı. Kalenin suru ile saray duvarının arasını bağ, bostan, bahçe ve gülistan eyledi. Yer yer çeşmeler, havuzlar sohbetgahlar ile süsledi.
Şairler bundan sonra divanlarını İstanbul’un vasfı ile süslemeye başladılar.
Adı Kostantintiyye’dir anın
Tahtgâhıdır Al-i Osman’ın
İki bahr, eylemiş o şehr-i penâh
Biri bahr-ı sefid biri siyah
Girdi bahr içine o şehr amma
Dizine çıktı anın derya
Yar gibi o şehir aya benzer
Kuşanır surdan gümüşlü kemer
Ne gariptir ki göklere kadar
Bir ucunda Yedikulesi var
Ona dizdar olsa güneş yeridir
Yıldızlar o kal’ada hisar eridir.
Kurşun örtülü kubbeler yer yer
Yelken açmış gemilere benzer
Hak bu kim yüzü suyudur dehrin
Yok benzeri cihanda o şehrin.
Kaside Der Vasf-ı İstanbul
Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır
Bir sengine yek pâre acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır
Bir kân-ı niamdır ki anın gevheri ikbâl
Bir bağ-ı iremdir ki gülü izz ü alâdır
Altında mı üstünde midir cennet-i a’lâ
El-hak bu ne halet bu ne hoş âb u hevâdır
Her bağçesi bir çemenistân-ı letâfet
Her kûşesi bir meclis-i pür-feyz ü safâdır
İnsaf değildir ânı dünyaya değişmek
Gülzarların cennete teşbih hatadır
Herkes irişür anda muradına ânınçün
Dergahları melce-i erbab-ı recâdır
Kala-yı meârif satılır sûklarında
Bazâr-ı hüner ma’den-i ilm ü ulemâdır
Camilerinin her biri bir kûh-i tecellî
Ebrû-yi melek andaki mihrâb-ı duâdır
Mescidlerinin her biri bir lücce-i envâr
Kandilleri meh gibi lebrîz-i ziyâdır
Ser-çeşmeleri olmada insana revân-bahş
Germ-âbeleri câna safâ cisme şifâdır
Hep halkının etvarı pesendîde-i makbul
Derler ki biraz dilleri bî-mihr ü vefâdır
Şimdi yapılan âlem-i nev-resm ü safânın
Evsafı hele başka kitâb olsa sezâdır
Nâmı gibi olmuşdur o hem sa’d hem âbâd
İstanbul’a sermâye-i fahr olsa revâdır
Kûh-sarları bağları kasrları hep
Güya ki bütün şevk ü tarab zevk u safâdır
İstanbul’un evsafını mümkün mi beyân hiç
Maksûd heman sadr-ı kerem-kâra senâdır.
Ned
.
"Enbiyâ ve evliyaya istinadım var benim"
Fatih Sultan Mehmed, devrin en büyük âlimlerinden dersler alarak, kudretinin şuurunu taşıyan, ne istediğini bilen hakikî bir devlet adamı olarak yetişti. Onun, "İstanbul'un fethine değil, zamanımda Akşemşeddin gibi bir âlimin bulunduğuna sevinirim" sözü, mâna erlerine verdiği değeri ve dayandığı güç kaynaklarını ifade eder.
Şüphesiz İstanbul fethinin en büyük manevî mimarı "İstanbul muhakkak fethedilecektir.Bufethi yapacak kumadan ne güzel kumadan ve onun askerleri ne güzel askerlerdir" diye buyuran Resulullah efendimizdir.
Gerçekten Hz. Peygamber'in bu hadisinde vuku bulacağı müjdelenen, hükümdar ve askeri övülen fethi mübin için, daha İslâm'ın ilk asrından itibaren çeşitli teşebbüslerde bulunulmuş. Hadis-i şerifteki "Ni'mel emir" (ne güzel hükümdar) ve"ni'mel-ceyş" (ne güzel asker) olmak için âdeta yarışılmıştır.
İlkini II.Emevî halifesi Yezid bin Muaviye'nin başlattığı 669 baharındaki muhasaraya Hz. Peygamber'in bayraktarı Ebâ Eyyubü'l-Ensarî de katılmış ve İstanbul surları önünde şehid düşmüştür. Bu büyük sahabi, vefat etmeden önce nâaşının mümkün olduğu kadar ileri götürülmesini ve Hıristiyan toprağında gömülmesini vasiyet etmiştir. Böylece hadislerle kudsiyet kazanan İstanbul'un dinî ehemmiyeti, Ebâ Eyyub'un mezarından sonra daha da artmıştır.
Nitekim bu seferle başlayan kuşatmalar, asırlarca pek çok İslâm devleti tarafından devam ettirilmiş ve İstanbul Müslümanların kızılelması olmuştur.
Nihayet bundan 558 yıl önce, Osmanlı Sultanı II. Mehmed,teknik ve askerî alanlarda gösterdiği üstün başarılarla, bin yıllık Bizans devletine son verip, İstanbul'u yeni payitaht olarak Türkler’e kazandırmıştır.
İstanbul'un fethi nasıl gerçekleşti denildiğinde, şüphesiz güçlü surları sarsan ve yıkan şahî toplar, dehşet verici yürüyenler kuleler günümüzde dahi akıllara durgunluk verecek bir şekilde karadan yürütülen gemiler, nihayet Fatih'in dehâsı ve Osmanlı askerinin sınır tanımaz cesareti hatırlanır ve ifade edilir. Ancak bir de ortada görülmeyen ve çok uzun zaman alan hazırlıklar devresi vardır ki, bu dönemin de iyi idrak edilmesi gerekmektedir. Çünkü hiçbir başarı zahmetsiz ve kolay kazanılmaz. Bu itibarla, şehzade Mehmed'i 21 yaşında İstanbul'un fatihi sıfatını kazanmaya hazırlayan hocaları üzerinde önemle durmak gerekir.
Sultan II. Murad
Altıncı Osmanlı padişahı veŞehzade Mehmed'in babası. Her İslâm hükümdarı gibi, onun da kalbi, İstanbul'u fethetmek ve Hz. Peygamber'in müjdesine kavuşmak aşkıyla yanıyordu. Bu maksatla, 1422 yılında şehri kuşatacak, fakat Anadolu beyliklerinin isyanları sebebiyle teşebbüsü yarım kalacaktır.
Rivayete göreMurad Han,devrin büyük âlimi Hacı Bayram-ı Veli'den İstanbul fethinin kendisine nasip olması için dua istedi.Hacı Bayram-ı Veliise "Padişahım o mübarek fethi ne sen ne de ben göremeyiz"dedikten soma, o sırada dışarıda oynamakta olan çocuk yaştakiMehmed'i işaret ederek: "İşte bu çocuk ile bizim Köse (Akşemşeddin) görürler" demişti.
II. Murad Han,belki de bu müjde sebebiyle, oğluMehmed'in eğitimine özel bir itina gösterdi; devrin en kıymetli hocalarından dersler aldırdı. Onu 1443 yazında, henüz 12 yaşında iken idarî işlerde tecrübe kazanması için Manisa'ya vali olarak gönderdi. Ertesi sene, Osmanlı tarihinde görülmemiş bir uygulamayla, saltanattan çekilerek oğlunu tahta oturttu. Böylece, onun her bakımdan bu büyük müjdeyekavuşacak hale gelmesine, bilgi ve beceri kazanmasına yardımcı oldu. Bilahare gelişen olaylar sebebiyle tekrar idareyi ele alanMurad Han,gerek Anadolu ve gerek Balkan'larda sulh ve sükunu da sağlayarak, oğlu Mehmed'e İstanbul fethine giden yolu açtı.
Molla Yegân
Gençliğinde Aydın ilinde öğrenimine başlayıp Molla Fenari'nin yanında yetişmiş ve Bursa'da çeşitli medreselerde müderrisliketmiştir. Hanefî mezhebi fıkıhalimlerinin büyüklerindendir. Molla Fenari'nin vefatından sonra başmüderris ve Bursa kadısı oldu.II.Murad Han, bu kıymetli ilim adamını çok sever ve ona sık sık ihsanlarda bulunurdu.
Şehzade Mehmed'in ilk hocası olduğu rivayet edilen bu değerli âlim müstakbel taht sahibine uzun zaman ders vermiş ve çağının en gerekli bilgilerini en üst seviyede öğretmiştir. 1457 yılında Bursa'da vefat ettiği sanılan Molla Yegân'ın kabri Yıldırım İmareti yanındadır.
Molla Husrev
XV.asrın ikinci yarısı içinde yetişen Molla Husrev, şehzade Mehmed'in ikinci hocası olup, fıkıhta en yüksek ilim adamlarındandır. Bursa'da müderrislik yapmış, Edirne kadılığında bulunmuş ve SultanII.Mehmed'in ilk hükümdarlığında kazasker tayin olunmuştur.
II. Murad'ın yeniden tahta geçmesi üzerine, o da kendi isteği ile kazaskerler ayrılarak, şehzade ile birlikte Manisa'ya gitmiştir. Bu büyük âlimin ilminden çok istifade eden Fatih, kendi tabirince ona!.. "Zamanın İmam-ı Azamı" diye hürmet eder, hatta camide karşılaşsalar ayağa kalkardı.1480yılında İstanbul'da vefat eden Molla Husrev'in kabri Bursa'da, Emir Sultanın doğusunda, kendi yaptırdığı medresenin bahçesindedir.
Molla Güranî
Osmanlı Devletinin beşinci şeyhülislâmıdır. Suriye'nin Güran kasabasına bağlı bir köyde doğdu ve buraya nisbetle Gürani olarak anıldı.
Bağdad, Diyarbekir, Hayfa ve Şam’da meşhur âlimlerden ilimtahsil edenMolla Güranî, hadis ve fıkıh ilimlerinde otorite olarak yetişti. Kahiredeki medreselerde ders verirken, Molla Yegân ile tanıştı. Bu olgun ve ciddi âlimi çok beğenen Molla Yegân, ona birlikte Anadolu'ya gitmelerini teklif etti. Böylece Bursa'ya geldiler.
Molla Yegân II. Murad Han'ın huzuruna çıktığında, "Gezip gördüğün yerlerden bize ne hediye getirdin?" sualine muhatap kalmıştı. Bunun üzerine, dışarda hazır bekleyen Molla Güranî'yi içeri aldı ve "Tefsir, hadis ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bu âlimi getirdim" diyerek takdim etti. Molla Güranî ile görüşen padişah da, ciddiyetine ve ilmine hayranlık duyduğu bu büyük zâtı, oğluna hoca tayin etti.
Bilgi kayıtsızlığına karşı asla müsamaha tanımayan Molla Güranî'nin ilk derse elinde bir değnekle girdiği ve şehzadenin hayreti karşısında "okumakta gevşeklik gösterirse padişah babasının emriyle buna müracaat edeceğini" söylediği rivayet edilmektedir.
Sultan Mehmed, tahta çıkışı sırasında, bu çok takdir ettiği ve sevdiği hocasına vezirlik teklifinde bulunmuş, ilmi bırakıp ikbale ayak basmaktan her zaman çekinmiş olan Güranî ise "Bunca beyler vezirlik için çalışırlar, onların ümidlerin kırmak doğru olmaz" diyerek kabul etmemiştir. 1488 yılında İstanbul'da vefat eden Molla Güranî'nin kabri, Aksaray-Topkapı arasındaki kendi yaptırdığı Camii'nin önündedir.
Akşemseddin
Halk arasındaAk-Şeyh olarak tanınan Akşemsedin, H. 792 (M. 1390) senesinde Şam'da doğdu. Ulema ve şeyhlerden meydana gelen nesebi, Hazreti Ebu Bekr-i Sıddık'a (radıyallahü anh) kadar uzanmaktadır. Dini ilimler yanında tıp tahsilini de tamamlayarak tabib-i ebdân oldu. Tıp tarihinde mikrop fikrini ilk defa ortaya atan Akşemseddin, hastalıkların bu yolla bulaştığını belirtmiştir.
Seyhi Hacı Bayram-ı Velinin işareti üzerine şehzade Mehmed'in eğitimi ile ilgilenen Akşemseddin, ona özellikle tasavvuf dersleri vermiştir. Akşemseddin 1459-1460 yılında Bolu'nun Göynük ilçesinde vefat etmiştir.
Molla Ayas, İbnü't-Temcid, Çelebizâde Abdülkadir, Molla Hasan Samsunî, Sinanüddin Yusuf, Hocazâde, Ali Tusî ve Bursalı Ahmed PaşaSultanII. Mehmed'in diğer meşhur hocalarıdır.
"Ya ben Bizans'ı alırım..."
Adı geçen hocalardan güzel bir eğitim ve terbiye gören şehzadeMehmedmatematik, hendese, hadis, tefsir, fıkıh, kelam ve tarih ilimlerinde en iyi bir şekilde yetişti. Arapça, Farsça, Latince, Yunanca, Sırpça ve İbranice'yi öğrendi. Top dökümcülüğü sanatında uzman oldu.
Tarih ve Coğrafya alanında kendini yetiştirip, geçmiş hükümdarların başlarından geçenleri öğrenerek tecrübe kazandı. Dünya cihangirlerinin hayatlarını dikkatle inceleyerek bunların doğru ve yanlış hareketlerine hakkıyla vâkıf oldu ve onların tecrübelerinden istifade etti. Ayrıca, seçme subaylardan ok atmayı, kılıç kullanmayı, ata binmeyi ve her çeşit savaş usûlünü öğrendi. Böylece saltanatının daha ilk günlerinde, kudretinin şuurunu taşıyan ve istediğini bilen hakikî bir devlet reisi olarak ortaya çıktı.
Nitekim 54 gün devam eden İstanbul kuşatması sırasında karşılaştığı hadiseler karşısında gösterdiği tavırlar, aldığı bu yüksek eşitimin bir semeresidir.
Daha kuşatma hazırlıkları devresinde Rumeli hisarının yapımını engellemek için gelen Bizans elçilerine şöyle diyordu:
“Gidiniz, efendinize söyleyiniz ki, şimdiki Osmanlı padişahı kendinden öncekilere hiç benzemez. Benim kudretimin eriştiği yerlere imparatorunuzun hayalleri bile yetişemez."
Kuşatmanın son günlerinde ise, Bizans İmparatoruKonstantinyeni bir barış teklifinde bulundu. Kuşatmanın kaldırılması ve sadece İstanbul'un kendisine bırakılması kaydıyla, en ağır şartları kabule ve her fedakârlığı yapmaya hazır olduğunu bildiriyordu. Padişah ise kararını şu cümle ile elçilere anlattı:
"Ya ben Bizans'ı alırım, ya Bizans beni!.."
Fatih'in güç kaynakları
İşte kuvvetli bir iman, azim ve irade sahibi, temkinli ve verdiği kararı mutlak surette tatbik eden bir şahsiyet olan SultanII. Mehmed24 Mart 1453 Cuma günü muhteşem ordusu ve muazzam topları ile Edirne'den İstanbul'a doğru harekete geçti. YanındaAkşemseddin, Molla Güranî, Akbıyık Sultanve müridleriyle beraber devrin diğer tanınmış şeyhleri de vardı. Bu mâna erleri arasındaAkşemseddin'in bulunması, gerek padişahın, gerek ordunun maneviyatını yükseltmiştir.Akşemseddin'in, uzayan kuşatmanın en sıkıntılı anlarında, zaferin yakın olduğu müjdesiyle sabredip gayret göstermesi için SultanMehmed'e söylediği sözler ve yazdığı mektupların etkisi, fethin gerçekleşmesinde şahî topların payından daha az değildir.
Fatih Sultan Mehmed'in fethin hemen akabindeAkşemseddiniçin söylediği şu sözler, onun şahsında, bu mâna adamlarının kıymetini göstermekledir.
"Bende gördüğünüz bu sevinç ve mutluluğu İstanbul'un fethine sevinir sanmayın. Zamanımda Akşemseddin gibi bir alimin bulunduğuna sevinirim."
.
Zülfünün zencirine bend eyledi şahım beni;
Kulluğundan etmesin azad Allah’ım beni.
Fatih Sultan Mehmed
Zihniyeti ve tabiatı itibariyle hamleci bir ruh… Terakki ve tekamülden zevk alan bir hakan… Nefsini ehline teslim etmiş bir derviş… Tıpkı askerî fetihleri gibi, ilim adına açtığı savaşta da bir şeyhler, dervişler, âlimler, edibler, sanatkârlar ordusu kurmuş ve bu kutlu orduya da serdar olmuştu.
19 yaşında yedinci Osmanlı padişahı olarak tahta çıkan; 21 yaşında İstanbul’u fethetmek suretiyle, milletine dünyanın en güzel beldesiyle birlikte ebedî bir vatan kazandıran; İsfendiyar Beyliği’ne son verip Trabzon Rum İmparatorluğu’nu ortadan kaldıran; Yunanistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, (Belgrad hariç) Sırbistan, Eflâk ve Boğdan’ı zapteden; Kırım’ı Osmanlı tâbiiyetine alarak Karadeniz’i bir Türk gölü haline getiren; Otlukbeli’nde Uzun Hasanı mağlup ederek devletinin doğudaki şevketini artıran; Venedik’in Batı Ege’deki alınmaz denilen üssü Eğribozu zaptedip, denizlerdeki üstünlüğüne bir daha geri gelmemek üzere son veren; Otranto’yu fethettirip İtalyan devletçiklerini kendisini selamlamaya hazırlayan; 30 senelik padişahlığında 25 kez sefere çıkıp iki imparatorluk, dört krallık ve onbir prensliği ülkesine katan FATİH kimdir? Nasıl ve ne şekilde yetiştirilmiştir? İdealleri nedir? Kuvvet ve kudret kaynakları nelerdir? Bu soruların cevabını öncelikle Fatih’in eğitimden başlayarak çözmeye çalışacağız.
ŞAHSİYETİNİ İNŞA EDEN HOCALAR
Küçük yaşta tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzade Mehmed, devrin en mümtaz alimlerinden ilim öğrendi. Okumaya başlayacağı gün, Çandarlı Halil Paşa kendisine sırmalı bir cüz kesesi gönderdi. İlk hocası Hanefiî mezhebi fıkıh alimlerinin büyüklerinden Molla Yegan‘dır. Bu değerli alim, müstakbel taht sahibine uzun zaman ders vermiş ve çağının en gerekli bilgilerini en üst seviyede öğretmiştir. Yine fıkıhta devrin en yüksek ilim adamlarından Molla Hüsrev, şehzadenin ikinci hocasıdır. Bu büyük alimin ilminden çok istifade eden Fatih ona: “Zamanın İmam-ı Azamı” diye hürmet eder karşılaştığı yerde ayağa kalkardı.
Şehzade Mehmed daha sonra meşhur din ve fen alimi Akşemseddin’in terbiyesine verildi. Akşemseddin, şehzadenin her şeyi ile bizzat ilgilenirdi.
Ona, diğer ilimlerin yanısıra özellikle tasavvuf dersleri ve terbiyesi vermiştir. İstanbul’un fethi sırasında orduda yer alarak, uzayan kuşatmanın en sıkıntılı anlarında zaferin yakın olduğunu müjdeleyip Sultan Mehmed’in sabrını ve gayretini artırmıştır. Fetihten sonra ise Eyüp Sultan hazretlerinin kabrini belirleyerek Müslümanlara ikinci bir fetih heyecanı yaşatmıştır. Fatih de henüz 21 yaşında böyle büyük bir başarıya imzasını atmış bir cihangir iken “Bende gördüğünüz bu sevinç ve mutluluğu İstanbul’un fethi dolayısıyla sanmayınız. Zamanımda Akşemseddin gibi bir alimin bulunduğuna sevinirim” diyerek aldığı yüksek terbiyeyi göstermiştir.
Şehzade Mehmed’in yetişmesinde önemli rolü olan alimlerden biri de hadis ve fıkıh ilimlerinde büyük bir otorite olan Molla Gürani‘dir. Bilgi kayıtsızlığına karşı asla müsamaha tanımayan Molla Gürani’nin, ilk derse elinde bir değnekle girdiği ve şehzadenin hayreti karşısında: “Okumakta gevşeklik gösterirse padişah babasının emriyle buna müracaat edeceğini” söylediği rivayet edilmektedir. Şehzade Mehmed’in mizacının sertliği, Molla Gürani’nin tatlı-sert eğitim metoduna yenilmiş ve şehzade, kısa bir süre sonra dört elle ilme sarılmış; dinlenirken de teknik işlerle uğraşmaya başlamıştı. Molla Ayas, İbnü Temcid, Çelebizâde Abdülkadir, Molla Hasan Samsunî, Sinanüddin Yusuf, Hocazâde, Ali Tusî ve Bursalı Ahmed Paşa Sultan II. Mehmed’in diğer meşhur hocalarıdır.
İşte genç hükümdar, çocuk yaşından itibaren ilim, irfan, hikmet, kumandanlık ve sanat erbabı tarafından feyzine feyz katılarak yetiştirilmişti. Fatih’in şahsiyetini anlamak isteyenler önce yetiştiren hocalarını çok iyi bilmek ve tanımak zorundadırlar.
Zîra, kişi, aldığı terbiyenin ve ders gördüğü hocalarının bir aynasıdır. İcraatları bu eğitim ve terbiyenin bir tezahürüdür. Dolayısıyla Fatih’in şahsiyeti ile ilgili noktaları gözden geçirirken bu gerçekler daha iyi anlaşılacaktır.
BİR “CİHAD-I EKBER” MÜCAHİDİ
Fatih gibi her türlü ilimle mücehhez olarak yetişmiş, dolayısıyla alim sıfatına mazhar olmuş bir şahsın en temel özelliği ilme açık olmasıdır. Ayrıca bu İslâmiyet’in de açıkça emrettiği bir husustur. Zîra İslâmiyet, ilmin tâ kendisidir. Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde, ilim emredilmekte, ilim adamları övülmektedir. Bir ayet-i kerimede mealen “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? Bilenler elbette kıymetlidir!” (Zümer Suresi:9) buyuruldu.
Peygamber efendimizin de “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” ve “İlim Çin’de de olsa alınız” şeklindeki hadisleri ilmin önemini belirten sözlerinden sadece ikisidir. İşte Fatih, İstanbul’un fethinden hemen sonra, gerek burada gerekse fetihlerinin yanısıra İmparatorluğun hemen her beldesinde ilmi inkişafa büyük bir ehemmiyet vermiştir.
Fatih, öncelikle yeni başkentini bir ilim merkezi yapmak için camiinin etrafında yüksek sekiz medrese ve bu medreselerin arkasında da “Tetimme” adıyla bilinen sekiz küçük medrese inşa ettirmişti. Böylece caminin iki yanında toplam on altı medrese olup ayrıca batı tarafına bir de darütta’lim (sıbyan mektebi) kurmuştur. Medresenin vakfiyesinden, bu külliyenin tam teşekküllü bir eğitim merkezi olarak ve burada eğitim göreceklerin onun dışına çıkma ihtiyacını duymayacak şekilde düzenlendiği; dolayısıyla yeme, içme, barınma ve tedavi görme konusunda bütün ihtiyaçların görüleceği kütüphane, imaret ve darüşşifa gibi müesseselerin eksiksiz olduğu görülmektedir. Yine vakfiye de Fatih, İstanbul’un fethini cihâd-ı asgar (küçük cihad), bu imar ve eğitim hamlesini ise cihâd-ı ekber (büyük cihad)’e benzeterek Peygamberimizin bir hadisine işaret etmiş ve ilme verdiği önemi bir kez daha göstermiştir. O dünyanın en meşhur ilim adamlarını bu medreselere celbeder bu hususta maddî fedakarlıktan çekinmezdi. Meşhur matematik ve astronomi alimi Ali Kuşçu ile kelam alimi Alaaddin Tusi böyle bir gayretin neticesinde İstanbul’a gelmişlerdi. Zaman zaman âlimleri davet ederek ilmî sohbetler, tartışmalar yaptırırdı. Bazan müşkül mevzular vermek suretiyle alimlere risaleler yazdırır ve bunları tetkik ederdi. Fatih, ilmî meselelerde din ve mezhep farkı gözetmeksizin Batılı ve Doğulu bütün ilim adamlarına sarayın kapısını açardı. Sarayında biri Latince, diğeri Yunanca bilen iki katip bulunuyor ve bunlar padişaha eski çağlar tarihini okuyorlardı. Plutarkhos’un “Meşhur Adamların Hayatı” isimli eseri Fatih’in emriyle Yunanca’dan Türkçeye çevrilmiştir. Yine padişahın emriyle büyük astronomi ve coğrafya bilgini Batlamyus’un eseri de Türkçeye tercüme olunmuştur. Bu eseri çeviren filozof Amirutzes, oğlu ile birlikte Rumca ve Arapça isimlerle hazırlanmış olan bir dünya haritasını da Fatih’in emri üzerine tamamlayarak padişahın ihsanlarına kavuşmuşlardır.
GÜLÜNÇ BİR TEKLİF
Fatih’in, aldığı dinî eğitimin neticesi olarak, ilme karşı gösterdiği bu hassasiyeti Avrupalılar’ın, hele hele 17. asırda dahi dünya dönüyor diyenleri takibe aldıran kilise zihniyetinin anlaması mümkün değildi. Onlar, Fatih’in Hristiyanlara karşı gösterdiği hoşgörüyü ve ilim adamlarına tanıdığı hakları onun bu dine alâkası olarak anlamışlardı. Neticede, Papa II. Pius’un Fatih’e gönderdiği iddia edilen bir mektupta: “Seni bütün ölümlülerin en büyük, en güçlü ve en ünlüsü yapmak için küçücük bir şey kafidir. O şey nedir diyeceksin; bunu bilmek güç değildir, seni vaftiz etmek için birkaç damla su. Bundan sonra seni bütün doğunun ve Bizans’ın İmparatorluğuna nasbedeceğiz” şeklindeki sözlerle Fatih, Hristiyanlığı kabule davet edilmişti.
“Dünyada tek bir bin, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihanın payitahtı olmalıdır” diyerek cihan hakimiyeti mefkuresini, i’lâ-i kelimetullah aşkını ortaya koyan bir padişahın “birkaç damla su” için bu ideallerden vazgeçeceğini sananlar ne kadar zavallıdır. Ya buna günümüzde dahi inananlara ne demeli…
BU DÜNYADAN MAKSAT NE?
Fatih Sultan Mehmed, hocası Akşemseddin’den tasavvuf dersleri alarak yetişmiş, Onun sayesinde ruhî terbiyesini tamamlamıştır. Bu terbiyeni bir neticesi olarak Fatih bütün sebeplere yapışır, sonra işlerini Hakk’a ısmarlardı. Bunun için O,
“Fazl u Hakkı himmeti cündi Ricalullah ile
Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyyetüm.“
demektedir. Hiçbir işinde nefsinin arzularını düşünmez, hep Rabbinin rızasını gözetirdi.
Nefs-i mal ile nola kılsam cihanda ictihad
Hamdülillah var gazaya sad hezarân rağbetim
beyti bunu ne güzel açıklamaktadır.
İstanbul’u fethederek Peygamber Efendimizin müjdesine nail olan, Hz. Eba Eyyüd el Ensari’nin kabrinin bulunuşu ile hocası Akşemseddin’e daha büyük bir hayranlık duyan Fatih, talebeliği devam ettirmeyi arzulamıştır. Akşemseddin ise:
“Sultanım, sen bizim tattığımız lezzeti tadacak olursan saltanatı bırakırsın. Devlet işlerini tam yapamazsın. Din-i İslâm’ı yapma işi yarım kalır. Müslümanlar’ın rahat ve hayır içinde yaşayabilmeleri için devletin ayakta kalması şarttır. Seni talebeliğe kabul edersem, düzen bozulabilir, halkımız perişan olabilir. Bunun vebali büyüktür. Allahü teala’nın gazabına maruz kalabiliriz.” diyerek, teklifini reddetmiştir.
Bu şekilde bir tasavvuf terbiyesi ile yetişen Fatih, dünyanın en adil hükümdarlarından biri olmuş; insan hak ve hürriyetlerine, günümüzde dahi misline hasret kalınan şeklinde fiilî saygı göstermiş, hakimiyeti altına giren milletlere tam bir dil, din ve vicdan hürriyeti tanımıştır.
Ancak o yine tasavvuf elinin bir nişanı olarak sürekli insanlar arasındadır, devlet işlerini, halkın müşkillerini çözerken devamlı Rabbi ile beraberdir. Kulluk vazifelerini ihmal etmemektedir.
Zülfünün zencirine bend eyledi şahım beni
Kulluğundan etmesin azad, Allahım beni
beyti bu duygularını çok güzel yansıtmaktadır. Yine onun,
Ahiret kesbeylemektir dâr-ı dünyadan garez
Yoksa ey zâhid nedir, bildin mi ukbadan garez?
Mal u mülki terkedip gitsen gerekdir akıbet
Pes nedir dünya için ey hâce, dünyadan garez
Her ne kim görsen, tealluk bağlama, kılma karar
İbret almaktır dila, seyrü temaşadan garez
gibi beyitleri dünyalık olarak nihayete ulaşmış bir şahsın bu dünyanın geçiciliğini, boş olduğunu, ona takılıp kalmamak gerektiğini düşünüp Hak’ta fani olma sırrına ulaşmak isteğini açık bir biçimde belirtmektedir.
Ey kuzeyden esen rüzgâr!
Fatih Sultan Mehmed, cihan padişahı olmakla beraber fevkalâde alçak gönüllü idi. Alim ve ulemaya karşı saygısı ve hürmeti büyüktü. Feyiz ve himmetine kavuşabilmek için Horasanlı büyük âlim ve veli Nureddin Abdurrahman Cami (Molla Cami’ye mektup yazmış ve kendisini İstanbul’a davet etmişti. Molla Camî’nin, divânında Fatih Sultan Mehmed için yazdığı şiir, Fatih’in, bu büyük velinin nazarındaki değeri yanında Osmanlı Türk dünyası dışında nasıl tanındığının da bir göstergesidir.
“Ey kuzeyden esen rüzgâr! Ne hoş kokular getiriyorsun.
Haydi arzuların kıblesi olan semte doğru es!
Ilık nefesine samimiyet kokularını karıştır.
Ve hep İhlas yolundan giderek hedefe ulaş.
Rica ve dua denklerini Horasan’da bağladıktan sonra.
Rum diyarına doğru yürü.
Yolda, bu yolun usûl ve erkanını öğren.
Büyüklerin yetiştiği dergâhın nerede olduğunu sor.
Oraya varınca yüzünü hizmetçilerin ayak tozlarına sür.
İzin isteyip, yeri öperek huzura gir.
O cihad eri, gazi padişahın önünde hikmetler saçarak söze gir ve;
“Ey mertebesi yüksek padişah!
Sana dünya mülkü, atalarından kalma bir mirastır” de.
Dünyada pek az kimse, böyle büyüklük ve ihtişam tahtında senin gibi feyz verme
olgunluğuna sâhib olabilmiştir.
Sünnet-i seniyyenin her tarafa yayılması senin gayretinle oldu.
Küfük yuvaları, kiliseler, yine senin himmetinle camiye çevrildi.
Harblerdeki isabetli tedbirlerinle, küfür ve sapıklık kal’alarını kökünden yıktın.
Daima şefkat ve merhamet tarafına yönelmiş, kötü huylardan temizlenmiş bir padişahsın.
Seni kıskananların aksine her türlü hikmet, şeref, yiğitlik ve cömertlik sıfatları sende toplanmış.
Cömertlikte derya gibisin, sanki altın madenisin.
Hatta deryadan da altın ocağından da cömertsin
Şu gök kubbenin zirvesi var oldukça ve dünya yerinde durdukça,
Allahü Teala, gönlüne uygun ihsanlarda bulunsun, dünyanın şerefi ayaklarının altına serilsin, dilerim.
Ey etrafa amber kokuları saçan seher rüzgârı!
Madem ki duâ ve sena demetleri diziyorsun,
Bu garip şiirlerden birkaçı o selim akıllı edîb padişaha lâyık ola.
Sana emanet ettiğimiz bu garip armağanları sultanın meclisine götür.
Bu kıymetsiz hediyemi onun yüce ve şerefli huzuruna sunarken, de ki:
Karınca, muhabbet ve sadâkat yönünden,
Süleyman aleyhisselamın katma yarım çekirge ayağı gönderdi.
Nitekim “Armağanlar, gönderenin değeriyle ölçülür”
diyerek sözü bitirmeye bak.
Fazla ısrar etme. Lütfen selam ve hürmetimi söyleyerek kelâma son ver.”
Mevlana Abdurrahman Cami’yi çok seven Fatih onu Anadolu’ya davet etti. Molla Cami, Konya’ya geldiğinde Fatih’in vefat haberini alınca büyük bir teessürle geri dönmüştür.
EL MUZAFFER DAİMA
Fatih, babasının ve kendinden önceki Osmanoğulları’nın tek gayelerinin din-i İslâm’ı yaymak olduğunu ve kendisine de bu ulvî gayeyi miras bıraktıklarını pekala biliyordu. Trabzon Rum İmparatorluğu’nu fethetmeye giderken Zigana dağlarında yaya yürümek zorunda kalmış ve büyük müşkilat çekmişti. Bu sırada, Uzun Hasan’ın annesinin “Ey oğul! Bir Trabzon kalesi için bu zahmete değer mi? Burasını da gelinime bağışla” sözüne karşı:
“Hey ana! Sen bizi Trabzon kalesi için mi bu eziyeti çekiyor zannedersin. Bu zahmet din yolunadır. Zîra bizim elimizde İslâm kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gazi demek yalan olmaz mı?” diyen Fatih, kendisini haklı olarak, yeryüzüne İslâm’ın hak ve adalet prensiplerini yaymağa memur addediyordu.
Fatih, Karamanoğulları ve Batılı Hristiyan devletlerle ittifaklar yaparak Osmanlı topraklarına tecavüzlerde bulunan Akkoyunlu Uzun Hasan’a gönderdiği mektubunda ise şöyle sesleniyordu:
“Bil ki bizim memleketimiz İslâm yurdudur. Atalarımızdan beri devletimizin çerağı, küfür ehlinin yürek yağı ile aydınlanmıştır. Sen eğer Müslümanlar’a karşı kötü maksatlar besliyorsan, sen ve sana yardım edenler iman düşmanlarıdır. Bütün devlet ve İslâmiyet düşmanlarını yok etmek için atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Allah, bu kulunu sebep kılarak, senin zulmünü mazlumlar üzerinden kaldıracaktır…”
Fatih’in saltanattan, padişahlıktan maksadının ve gayesinin ne olduğu, onun kullandığı lakaplarda da görülmektedir.
O genellikle “Müslümanların rehberi; Gazi ve mücahidlerin efendisi; Rabbü’l âleminin teyidiyle müeyyed; Saltanat ve hilafet semasının, dünya ve dinin güneşi; Resulullah efendimizin sünnetinin muhyii (ihya edeni); İslâm dininin naşiri (yayıcısı) Ebü’l-Feth Sultan Muhammed Han” lakaplarını kullanır.
Bu lakaplara layık olmak sevdasıyla gecesini gündüzüne katan Fatih, yaptırdığı gönül açıcı sarayında pek az kalabilmiş; hayatını, kurulduğunda dünyayı titreten çadırlarında geçirmiştir. Saltanat müddeti, mühründeki “el-Muzaffer daima” ibaresiyle mükemmel özdeşleşmiştir.
FATİH’İN DİVÂNINI ANLAMAK
Fatih Sultan Mehmed, devrinin aynı zamanda kuvvetli bir şairidir. Avnî mahlasıyla şiirler yazıyor; şiirleri, küçük bir divân teşkil edecek sayıya varıyordu. Şiirlerinde, sağlam bir İslâm itikadı sezilir. Kuran, hadis, fıkıh gibi ilimlerdeki vukufu şiirlerine yansıtmıştır. Şiirlerinde, zaman zaman tasavvufun esasları görülür. Zikrettiği beşeri güzeller, bazen Cemâl-i Mutlaka uzanan bir çizgide görüntü verirler.
Nihad Sami Banarlı Bey: “Ahmed Paşa, Sinan Paşa, Melîhî ve Necâtî gibi Osmanlı şiir ve edebiyatına hamle yaptıran kudretli isimler asrında hükümdarca şiir söylemek kolay değildir” dedikten sonra şunları ifade etmiştir: “Bunun için, yaradılışın izninden başka, üstün bir kültüre sahip olmak gerekir; Türk, Arap, Acem edebiyatlarını, İslâm ilimlerini, İslâm tefekkürünü, tasavvufu, Şark-İslâm mitolojisini bilmek; aruz ve kafiye ilimlerini öğrenerek fesahat ve belagatın inceliklerine vâkıf olmak lazımdır. Bunlardan başka astronomiden tıb bilgisine, matematikden kimyaya kadar fen bilgilerini, şiiri onlarla besleyecek ve şiirde onların akislerini farkedecek kadar kavramış olmak lüzumu vardır.” Görüldüğü gibi, bütün bu ilimleri kullanarak yazılan şiirleri anlamak için de aynı ilimlerden az da olsa nasipdâr olmak lazımdır. Yoksa ilimden nasipsiz olanların bu şiirleri açıklamaya çalışmaları kendilerini gülünç durumlara düşürmektedir.
Nitekim Fatih, Peygamber efendimizi methettiği na’tının bir beytinde
“Alnın kamerine yüzün ayına müşabih
Bunca göz ile görmedi bu çarh-ı mualla”
“Yaratılalı şunca zaman olan bu yüksek gökkubbe altında, gelip geçen bunca göz sahibi insanlar, senin kamer alnına ve ay yüzüne benzeyen birini daha görmediler” derken beyte:
“Şair, gökkubbede ancak bir tane ay olması gibi sevgilinin de dünyada bir tane olduğunu ifade ediyor. Beyitte, gökkubbedeki yıldızlar birer göz olarak düşünülüp karanlık gecede her birisinin ay ile varlık kazandıkları imâ ediliyor ki bu manzara câhiliyye devrinde Hazreti Peygamber’in zuhuru ve O’nunla yeni bir varlık kazanan ashab-ı kiram mazmununu hatırlatır. Nitekim Hazreti Peygamber bir hadislerinde “Ashabım yıldızlar gibidir… buyurmaktadır.” şeklinde açıklama getirilmektedir.
BATILI GÖZÜYLE FATİH
Fatih hakkında taassuptan uzak Batılı tarihçi ve yazarların ifadeleri fevkalade manidardır. İtalyan Langusto yaptığı bir tasvirde Fatih’i, “İnce yüzlü, uzunca boyludur, hürmetten fazla korku telkin eder, seyrek güler, şiddetli bir öğrenme ihtirasına sahip ve alicenaptır. Kendinden daima emindir. Türkçe, Rumca ve Slavca konuşurdu. Harp sanatından çok hoşlanırdı. Her şeyi öğrenmek isteyen zeki bir araştırıcı idi. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa mütehammil idi” şeklinde tanımlamaktadır.
Alman müsteşrik Franz Babinger ise “Türk dünyası için Fatih, günümüze kadar, bütün imparatorların en büyüğü olup, beşer tarihinde başka her hangi bir şahsın kendisi ile mukayese edilmesi zordur. O, Türk milletine, bütün târihinin en harikulade ve en yaklaşılması gayr-ı kabil şahsiyet olarak takdim edilmiştir. Batı âleminin mukadderatı Fatih Sultan Mehmed’in görünmesi ile sarih bir şekilde işaretlenmiştir. Kudretli şahsiyeti, büyük Avrupa sahalarının dış görünüşünü derinde değiştirmiştir. Ortaçağ’dan çıkarken, insanları ve dünyayı görüş tarzında Fatih’in şahsiyeti, zekâları tesir altında bırakmıştır” demektedir.
.MAHPEYKER KÖSEM VALİDE SULTAN
I. Ahmed Han’ın eşi ve IV. Murad’ın ve Sultan İbrahim’in validesidir. Hayatının ilk yıllarına dair bilgiler mevcut değildir. Saraya ne zaman ve nasıl alındığına dair çeşitli rivayetler bulunmaktadır.Sicill-i Osmânî’de muhtemelen 1585 yılları arasında doğduğu, bir Rum rahibinin kızı ve asıl adının Anastasya olduğu, ufak yaşta yetim kalan bu kızın Bosna Beylerbeyi Hüsrev Paşa’nın eline geçerek Harem’e gönderildiği belirtilmektedir. I. Ahmed Han’dan bir yaş büyük olduğu göz önüne alınırsa 1589 yılında doğduğu anlaşılmaktadır.
Sarayda kendisine Mahpeyker ismi verilmiş, güler yüzü, güzelliği ve güzel konuşmasıyla dikkat çekmiştir. Kösem adının kendisine, çok güzel, tüysüz bir cildi olduğundan veya sarayda diğer hasekilere göre önde ve gayet yetenekli olmasından dolayı verildiği rivayet edilir. Kaynaklarda uzun boylu, zarif, cazibeli, yol yordam bilen, zeki bir kız olarak tarif edilmiştir. Saraya geldiğinde zekâsı, ahlakı ve güzelliğiyle I. Ahmed Han’ın hemen dikkatini çekti ve 1604 tarihinde onun haremine girdi.
On beş yaşlarındayken I. Ahmed Han’ın hasekisi oldu. Sırasıyla 1606 yılında Fatma Sultan’ı, 1608’de Ayşe Sultan’ı, 1611’de Şehzade Murad’ı, 1612’de Şehzade Süleyman’ı, 1613’de Şehzade Kasım ve 1615 yılında Şehzade İbrahim’i dünyaya getirmiştir. Kösem Sultan, kocası I. Ahmed Han’ın vefatı üzerine Topkapı Sarayı’ndan ayrılarak Beyazıt’taki Eski Saray’a gönderildi. I. Mustafa Han ve II. Osman Han’ın saltanatları süresince toplam altı yıl Eski Saray’da ikamet etmek zorunda kaldı. 10 Eylül 1623 tarihinde Oğlu IV. Murad’ın tahta çıkışı ile Topkapı Sarayı’na, geri dönmemek üzere yerleşti.
IV. Murad’ın cülusunun ardından Kösem Sultan, Eski Saray’dan Topkapı Sarayı’na büyük bir alayla gelerek hem valide sultan, hem de nâibe-i saltanat oldu. Oğlu on bir yaşında ve o güne kadar tahta çıkan en küçük padişahtı. Böylelikle, “Makam-ı Mehd-i Ulyâ” denilen saltanat makamı, on yıla yakın, bizzat Kösem Sultan’ın olacaktı. IV. Murad Han, tahta çıktığı gün, Mahpeyker Sultan otuz üç yaşındaydı.
IV. Murad Han’ın henüz on iki yaşında olması nedeniyle oğlunun saltanatının ilk yıllarında naibe-i saltanat olarak devlet idaresindeki yerini aldı. Sultan IV. Murad’ın tahta çıkmasının öncesinde gerek II. Osman Han’ın şehadeti ile ortaya çıkan karışıklıklar, gerekse I. Mustafa Han zamanında baş gösteren anarşi sebebiyle devlet düzeni ciddi biçimde sarsılmıştı. IV. Murad Han’ın çocuk yaşta bulunması bu durumu daha da güçleştirdi. Bu karışık devrede Mahpeyker Kösem Sultan, naibe-i saltanat olarak çok önemli bir görev üstlenmiş oldu.
Yeniçeriler başta cülus bahşişi istemediklerini söylemelerine rağmen daha sonra sözlerinde durmayarak cülus bahşişi için ayaklandılar. Hazinedeki para sıkıntısından dolayı saraydaki birçok kıymetli eşyalar eritilip para bastırıldı. Böylelikle yeniçerilerin bu isyan hareketi başarıyla atlatıldı. Bu başarıda Kösem Sultan’ın payı oldukça büyüktür. Eski Saray’da gayet sakin, sessiz ve huzurlu bir hayat sürerken oğlunun çok küçük yaşta padişah olması Kösem Sultan’ı birden bire zorlu devlet işlerinin içine soktu. Bağdat’ın elden çıkması, eyaletlerdeki itaatsizlikler, Abaza Mehmed Paşa’nın isyanı, Kazan eşkıyasının boğaza kadar sokulması ve Kırım’daki huzursuzluklar, naibe-i saltanat olan Kösem Valide Sultan’ı oldukça zorlayan siyasi sorunlar olarak öne çıkmıştır.
Kösem Sultan devlet adamları ile bu sorunların çözümü için bizzat çalışmaktaydı. Bu sırada IV. Murad da annesinin yanında devlet işlerini öğreniyordu. Kösem Sultan naibelik makamını IV. Murad’ın 1632 yılında mutlak idareyi eline almasına kadar sürdürdü. Bu tarihten sonra IV. Murad Han’ın doğrudan işlerin başına gelmesi üzerine işlere karışmadı. Buna rağmen IV. Murad Han idareyi tamamen ele aldığı dönemde bile büyük bir saygı ile validesinin fikirlerine itimat ederdi.
IV. Murad Han, Bağdat Seferi’ne çıkarken hal‘ söylentilerinin dolaşması üzerine zamanında kendisini ikaz etmeyi bildi. Yine IV. Murad Han’ın kardeşlerini ortadan kaldırdığı devrede Şehzade İbrahim’in öldürülmesini emretmesine rağmen Kösem Sultan’ın gayretleri sayesinde oğlunu bu fikirden vazgeçirerek Osmanoğulları’nın devamını sağladı. Şayet Kösem Sultan’ın bu gayretleri olmasaydı, Osmanlı Devleti IV. Murad’ın 1640 tarihindeki ölümüyle fevkalade bir dağılma sürecinin sonunda, çok kısa bir zaman zarfında ortadan kalkabilirdi.
8 Şubat 1640 tarihinde IV. Murad Han’ın ölümü üzerine diğer oğlu Şehzade İbrahim’in cülusu ile Kösem Sultan bir kez daha naibe-i saltanat olarak devlet işlerini eline aldı. Böylece iki evladının saltanatını gören ilk valide sultan oluyordu. Sultan İbrahim’in ardından tahtın herhangi bir varisi bulunmuyordu. Bu tehlikenin farkında olan valide sultan, ilk iş olarak Osmanlı soyunun devamını sağlamak için Sultan İbrahim’e çok sayıda cariye, gözde sundu. Sultan İbrahim’in sekiz yıllık saltanatında hükümdara karşı bir muhalefet meydana gelmişti. Devlet erkânı ve yeniçeriağaları padişahın hal‘ edilmesi konusunda fikir birliğine varmışlardı. Sadrazam Sofu Mehmed Paşa, Şeyhülislam Abdürrahim Efendi, Karaçelebizade Abdülaziz Efendi, Hanefi Mehmed Efendi ve Muslihiddin Ağa gibi devlet adamları valide sultana başvurarak Sultan İbrahim’in hal‘ edilmesini ve yerine Şehzade Mehmed’e biat edilmesini istediler. Kösem Sultan ilk başta bu cülusa karşı çıkarak devlet geleneğinden ödün vermedi ve oğlu İbrahim’i bu tehlikeden kurtarmaya çalıştı. Fakat başarılı olamadı, sonradan çaresiz kalıp torunu Mehmed’i saltanat için bizzat hazırladı.
Valide-i Muazzama
8 Ağustos 1648 tarihinde İbrahim Han tahtan indirilerek IV. Mehmed Han saltanata getirildi. Henüz yedi yaşında olan IV. Mehmed’in bir saltanat naibine ihtiyacı vardı. Mahpeyker Kösem Sultan, devlet geleneği gereği bu cülusun ardından Eski Saray’a geçerek valide sultanlık makamını bırakmalıydı. Fakat yılların vermiş olduğu tecrübesi nedeniyle ve padişahın da çok küçük yaşta bulunması dolayısıyla Harem’de kalmaya devam etti. Böylece Osmanlı tarihinde ilk olarak bir valide sultan, torununun saltanatında büyük valide, valide-i muazzama, koca valide, ümmü’l-müminin, sahibetü’l-makam, valide-i atika, valide-i kebire gibi sıfatlarla görevini ifaya devam etmiş oldu.
Gelini Turhan, valide sultan oldu ise de, sarayda Kösem Sultan’dan sonra ikinci konumdaydı. Mahpeyker Kösem Valide Sultan ölümüne kadar üç bin akçe olan valide sultanlık maaşını alırken IV. Mehmed’in annesi Turhan Valide Sultan iki bin akçe almaya başladı. Ancak bu defa Harem’de ilk kez iki valide sultan görev yapmaya başladı: Mehmed’in yirmi iki ya da yirmi üç yaşındaki genç annesi Hatice Turhan Sultan ve ondan çok daha deneyimli olan büyükannesi Mahpeyker Kösem Sultan! Asla çift başlılığa izin verilmeyen Osmanlı Devlet yapısında bu durumun zararları da çok geçmeden görülmeye başlandı. Zira menfaati elden gidenler ile nüfuz sahibi insanların her biri bir validenin yanında güç oluşturmaya başlayacaklardı.
Sultan IV. Mehmed’in saltanatının ilk yıllarında yine Mahpeyker Kösem Sultan devlet işlerini omuzlamıştı. Ancak İbrahim Han’ı tahttan indirip ölümüne sebep olan ağaların devlet işlerine müdahaleleri her geçen gün artıyordu. Bu durum büyük çekişmelerin habercisi gibiydi. Sık sık yapılan sadaret değişiklikleri de devlet ekonomisini sarsıyor, karışıklıklar büyüyordu. Zamanla dışarıdaki ocak ağalarına karşı saray ağaları bir grup oluşturmaya başladılar. Bu ağalar, padişahın validesi Turhan Valide Sultan’ı daha aktif olmaya sevk ediyorlardı. Böylece sarayda gruplaşma başladı.
Zamanla ellerindeki nüfuzu kaybedeceklerini anlayan ocak ağaları yeni bir ihtilâlin fitilini alevlendirmek için girişimlere ve fırsat kollamaya başladılar. Bunlar IV. Mehmed Han’ı tahttan indirilip yerine kardeşi Süleyman’ı çıkartacaklardı. Yıllardır ocak ağalarının nüfuzunu ve çıkardığı karışıklıkları bilen Mahpeyker Kösem Sultan, büyük bir fitneye ve çatışmaya yol açmamak için bu işe rıza gösterdi. Ancak saray ağalarının bu darbe hazırlıklarından haberdar olmuşlardı. Ocak ağalarının planına göre gece demir kapı ve gizli kapılar açık bırakılacak, ocak ağaları gelip, Turhan ve taraftarlarını götürecekler ve Şehzade Süleyman’ın cülusunu gerçekleştireceklerdi.
Ancak Kösem Sultan’ın cariyelerinden Melekî, olayın gerçekleşmesinden bir gün önce gelişmeleri Turhan Valide Sultan’a bildirdi. Turhan Sultan bu olaylara vâkıf olduktan sonra bunları Başlala Süleyman Ağa ve Reyhan Ağa’ya anlattı. O esnada ocak ağalarının, dört harem ağasının katlini istedikleri tezkire de saraya ulaşmıştı. Artık ocak ağaları harekete geçmeden saray ağaları neticeye varmak istiyorlardı. Nitekim 2 Eylül 1651 gecesi 61 yaşına gelmiş olan Mahpeyker Kösem Valide Sultan, Başlala Uzun Süleyman Ağa ve taraftarları tarafından, dairesinde perde ipiyle, boğularak öldürüldü.
Daha sonra isyankâr ocak ağaları da idam olunarak güçleri kırıldı. 3 Eylül 1651 sabahı Kösem Sultan’ın cenazesi sevenlerinin gözyaşları eşliğinde önce Eski Saray’a nakledildi. Gasli ve kefenlenme si burada yapıldı. Sultanahmet Camii’nde kılınan cenaze namazı sonrası eşi Sultan I. Ahmed’in türbesine götürülerek defnedildi.
İyiliklerine Nihayet Yok
İstanbul’da neredeyse ölümüne ağlamayan kişi kalmamıştı. Zira bu büyük şehirde onun iyiliğini görmeyen insan kalmamıştı. Dizi ve filmlerde ihtiraslı, hırslı, makam sevdalısı bir kadın olarak gösterilen ve zihinlere işlenen bu kadının hayatı aslında hayır, hasenat, iyilik, zorda kalanlara yardım etmekle geçmişti. Çocuk padişahlar döneminde devletin üzerinde koruyucu kanatları hep var olmuştu.
Mahpeyker Kösem Valide Sultan; Valide-i Muazzama, Valide-i Maktûle, Valide-i Şehîde, Ümmü’l-mü’minîn, Mehd-i Ulyâ-yı Saltanat, Valide-i Kebîre, Valide Sultan, Valide-i Atîka, Sahibetü’l-makam unvanları ile anılır.
Devletin o güne kadar karşılaştığı en zor günlerde yaşamıştı. Sultan I. Ahmed, I. Mustafa, II. Osman, IV. Murad ve İbrahim Han gibi beş padişah döneminde birçok vazife ifa etmişti. Devlet işlerinde neredeyse beş padişahtan daha tecrübeliydi. Sultan IV. Murad ve IV. Mehmed’in saltanatının başlarında, padişahların çok küçük yaşta olmaları nedeniyle neredeyse devlet işlerini tek başına idare etti. İleri görüşlülüğü, tecrübesi, zekâsı ve becerikli yapısı ile Osmanlı Devleti’ni çok büyük badirelerden kurtarmıştır. IV. Murad Han’a Şehzade İbrahim’i öldürtmemesi belki de devletin devamını sağlayan en önemli hususlardandır. Hayatının son zamanlarında IV. Mehmed’i iktidar hırsıyla tahttan indirmek ve öldürtmek istediği ifade edilir. Oysa bu tertibin içerisinde asıl olarak nüfuzlarının biteceğini anlayan ocak ağaları vardır. Muhtemelen Büyük Valide ya bunlara karşı durmayı göze alamamış veya büyük bir fitnenin önünü kesebilmek için bu tertibe istemeden evet demek durumunda kalmıştır. Ancak bu vaka kendisinin öldürülmesine sebep olacaktır.
Mahpeyker Kösem Valide Sultan, hüsn-i cemali, aklı ve zekâsı, hayrat ve hasenatıyla meşhur ve saliha bir valide sultandı. Edindiği servetlerin tamamını İstanbul’da ve taşrada hayır eserleri yaparak harcadı. Zaman zaman güvendiği adamlarına şehirdeki yoksul ve garipleri tespit ettirirdi. Ardından kendisi tebdil-i kıyafet şehre çıkar ve önceden tespit ettirdiği yoksullara zekât ve sadakalar dağıtırdı. Her yıl Recep ayında yine tebdil-i kıyafet saraydan çıkıp, katiller hariç hapishanelerdeki suçluların borçlarını ya da suçlarının karşılığı tazminatlarını ödeyip, onların serbest kalması ile bizzat ilgilenirdi.
Her yıl hac mevsiminde küçük saka ve büyük saka denen iki vazifeliyi hac kafileleriyle yola çıkartıp, bunlar vasıtasıyla yol boyunca hacılara soğuk sular, bazı konaklarda da şeker şerbetleri dağıttırırdı. Çeyizleri olmadığı için evlenemeyen yetim kızların bulunup onlara gerekli çeyizin yanında oturacakları evlerin de verildiği bir vakıf kurmuştu. Saraydaki cariye ve köleler onun sayesinde efendiden üstün hâle gelmişlerdi. Ünlü Tarihçi Naima onun bu konudaki faaliyetlerini şöyle nakletmektedir:
“Kösem Sultan kölelerini iki-üç yıl hizmetten sonra azat eder Eski Saray görevlileriyle ya da dışarıdan uygun kişilerle evlendirirdi. Kadınlara yetenek ve mevkilerine göre çeyiz, mücevher ve birkaç kese para verir, eşlerinin uygun mevkilerde olmasını gözetirdi. Bu eski kölelerine yıllık maaş bağlayarak bakar, dinî bayramlarda ve mübarek günlerde onlara keseler dolusu para verirdi.”
Onun ayrıca muhtaçlara maaş bağladığı da bilinmektedir.
Ederse bir kişi mazlûma nusret
Makam olur ona gülzâr-ı Cennet
Naima, eserinde Kösem Sultan’ın gelirinin fazlalığından bahseder ve Menemen, Zile, Gazze, Kilis ve İzdin’de haslarının bulunduğunu, bunlardan yılda 250.000 riyal gelir toplandığını belirtir. Bu gelirlerin büyük kısmını hayır hasenat işlerine ayıran Kösem Sultan bu nedenle kaynaklarda hayır sahibi, dindar bir insan olarak nakledilir. Hatta öldüğünde valide sultan tarafından bakılan binlerce kişinin İstanbul’da muhtaç duruma düştüğü belirtilmektedir.
Sultan I. Ahmed devri sonlarında Kösem Sultan Eğriboz Adası’ndaki sekiz köylük gelirini vakfetmişti. Bu vakfiyesi aynı zamanda onun mübarek makamlara hürmetini ve bu yolda olanlara verdiği değeri göstermesi bakımından çok önemlidir. Vakfiyede Mekke ve Medine’ye giden hacılara su sağlanması amacıyla otuz deve tahsis edilip yirmi beşinin su taşıma, beşinin de gerekli araç gerecin taşınması için ayrılacağı, altı deveci ve altı sakanın hizmet vereceği belirtilmişti.
Yine Medine’de kırk kişiye ve bunların yedekleri yirmi beş kişiye her gün üç İhlâs-ı Şerif ve bir Fatiha okumalarının karşılığında bir bedel ödeneceği de kayda bağlanmıştı. Ayrıca Kösem Sultan Haremeyn’in yoksullarına ve yoksul hacılara her yıl gömlek, yün palto, yemeni ve sarık kumaşı dağıtılması; Kudüs, Mekke ve Medine camilerinde Kur’ân-ı Kerim okutulması gibi hayır işleri de gerçekleştirdi. Kösem Sultan Hz. Peygamber soyundan gelen iki yüz kişiye Recep, Şaban ve Ramazan aylarında tahsisat verilmesini sağladı.
Mahpeyker Kösem Valide Sultan’ın yaptırdığı hayır eserleri de sayısızdır. Üsküdar’da yaptırdığı Çinili Külliyesi, IV. Murad Han ve Sultan İbrahim devrinde yapılan tek selatîn eser olma özelliğine sahiptir. Çinili Külliyesi cami, mektep, çeşme, darülhadis, mahfil-i hümâyûn ve çifte hamamdan meydana gelen oldukça büyük bir külliye olarak inşa edilmiştir. Çinili Camii Külliyesi, Haliç’i Boğaz’ı, Marmara’yı kuşbakışı gören bir tepenin yamacına kurulmuştur. Evliya Çelebi eserinde caminin adını, “Kösem Valide Sultan Camii” olarak zikretmektedir. Külliye, Sultan IV. Murad’ın hassa baş mimarı Kasım Ağa tarafından inşa edilmiştir (1640). Çinili Camii, kare planlı ve tek kubbelidir. Caminin düzgün kesme küfeki taşından yapılmış olan tek minaresi, yapının kuzeybatı köşesine dışa taşkın olarak yerleştirilmiştir.
Son cemaat yeri ve duvarı devrinin en güzel çinileriyle kaplanmıştır. Ancak çinilerin bir kısmı zamanla dökülünce, bunlardan bazısı pencere alınlıklarına gelişi güzel yerleştirilmiştir. Bu bölümdeki benzersiz çinilerin varlığı ve ahşap çatının oturduğu mermer sütun aralarının demir şebekeyle kapatılmış olması son cemaat yerine ikinci bir mekân hissi kazandırmaktadır.
17. yüzyıl çiniciliğimizin en nefis örnekleri âdeta bu şirin mabette sergilenmiş gibidir. Caminin bütün duvarları, üst sıra pencerelerinin altlarına kadar Kütahya çinileriyle kaplıdır. Motiflerde natüralist olarak, lâleler, karanfiller, şakayıklar, sümbüller, narçiçekleri, bahar dalları; stilize olarak da, hatâî, rûmî, palmet ve bulut motifleri görülmektedir. Renk olarak beyaz, lacivert, mor, firûze, kobalt mavisi, yeşil ve kahverengiye yaklaşan bir kırmızı kullanılmıştır. Pencere üzerindeki çini alınlıklarda mavi zemin üzerine beyaz harfler ve celî sülüs hatla “Âyetü’l-Kürsî” yazılıdır. Mihrabın iki yanından başlayan ve ana mekânı üç yönden çevreleyen çini kitâbe kuşağında, mavi zemin üstüne beyaz harflerle Fetih Suresi yer alır.
Pencere kapakları üzerinde de Kasîde-i Bürde’den beyitler yazılıdır. Som mermerden yapılmış olan minber, taş işçiliğinin nefis bir örneğidir, şebeke desenleri emsalsizdir. Bütün bu özellikleri nedeniyle Sâmiha Ayverdi, Boğaziçi’nde Tarih adlı eserinde; bu camiden “Kösem Sultan’ın ebedî bahara benzeyen Çinili Câmii” diye bahseder.
Caminin iki avlu kapısından biri olan kuzey kapısının üzerindeki Fevzî’ye ait tarih kitâbesinden eserin 1050 (1640) yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır:
Maderi Sultan İbrahim Han
Hazreti Sultan-ı Ekrem Valide
Bu binayi hakkı yapdı hayriçün
Ta ola beyt-i ibadet âbide
Davet ola beş vakitte rahmete
Menzil ola âbide ve zâhide
Yapdı mektep, çeşme, hamam u sebil
Kim ona Hakk lutuf hem ihsan ide
Ehl-i hayrı bunda taat ideni
Dahil et ya Rabb cenan-ı Hâlid’e
Fevziyâ lafzen ve manen tarihi
Oldu bin ellide hayru’l-valide
Son cemaat yeri kapısı üzerindeki şair Himmetî’nin tarihi de şöyledir:
Hemîşe hazreti vâlâ cenab-ı valide sultan
Hulûs üzre li-vechillah hayrat itmedir şanı
Yapub bu camii ana nice emlak vakfitdi
Muvaffak itdi hayrata anı tevfik-ı Rabbani
Tamam olunca dedi Himmetâ tarihini hâtif
Bu camide olan taat ola makbul-i Sübhani
Mahpeyker Kösem Sultan, Çakmakçılar’da Valide Hanı olarak bilinen şehrin en büyük hanını yaptırmıştır. İstanbul’da üç avlulu tek handır. Ahır kısmı tamamen insanlardan ayrı, üçüncü avlunun bodrumuna yerleştirilmiştir. İki katlı üç avlulu Valide Hanı’nın büyük avlusunun ortasında güzel bir mescit inşa edilmiştir. Hanın gelirlerinin bir kısmı Çinili Camii ve çevresindeki hayratın giderleri için vakfedilmiştir. Han, zaman içerisinde tarihî yapısına uygun olmayan birçok tamir geçirmiş ve değişikliklere uğrayarak günümüze ulaşmıştır.
Kösem Sultan ayrıca Üsküdar’ın merkezinde hamam, Şehremini, Yenikapı ve Beşiktaş’ta çeşmeler, Boğaziçi’nde Anadolu Kavağı Mescidi’ni, Sultan Selim civarında Valide Medresesi Mescidi ve çeşmesini, Ayasofya ile Kapalıçarşı arasında çifte hamam ve Yenikapı’da bulunan tek hamamı ve ayrıca Abdülmecid Şeyhî Efendi’nin Eyüp’teki türbesini ihyâ etmişti. Valide Sultan, Anadolu toprakları dışında Eğriboz, Midilli ve Kıbrıs gibi yerlerde de vakıflar tesis etmiş, Livadya yakınlarında köprü, Kahire’de su terazisi yaptırmıştı.
.Minâreden Okunan Şiir
Nabi’nin nağmeleri Peygamberimizin emriyle, Medine semalarında yankılandı.
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbub-ı Hüdâdır bu
Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafâdır bu
Murâat-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır büsegâh-ı enbiyâdır bu.
Büyük çoğunluğu yüksek rütbeli Osmanlı devlet adamlarından meydana gelen Hacc kafîlesi alemlere rahmet olarak yaratılan, mutluluk rehberi Peygamber Efendimizi ziyaret yolunda. Çölde günlerdir süren yorucu yolculuk bitmek üzere. Medine’ye yaklaştıkları bir gecede son kez mola verdiler. Kafiledekiler kısa bir süre içinde yorgunluktan uykuya daldılar.
Ancak biri var ki günlerdir uyku görmeyen nemli gözleri ile uzaklara dalmış;İki cihan güneşi Peygamber Efendimizin hasreti ile yanmış ve kavrulmuş. Yusuf Nâbî bu. O gece de Resulullâh’a bu kadar yakın olmanın hazzı içerisin de yerinde duramayıp gezerken…
O da ne!
Devlet büyüklerinden birisi ayağını kıbleye doğru uzatmış uyumuyor mu!
Yusuf Nâbî’nin gözü karardı. Yetkiliyi uyandıracak ve uyaracak tarzda şu sözler ağzından inci gibi saçılmaya başladı:
Nâbî’nin, yüreği yanarak söylediği nâ’tının manası şu şekildeydi.
“Edebi terketmekten sakın. Zira burası Allahü Teâlâ’nın sevgilisi olan Peygamber Efendimizin bulunduğu yerdir. Bu yer Hak Tealının nazar evi. Resûl-i Ekremin makamıdır. Burası Cenahı Hakkın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir, fazilet yönünden düşünülürse Allahü Teâlâ’nın arşının en üstündedir. Bu mübarek yerin mukaddes toprağının parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi. Yaratılmışlar iki gözünü körlükten açtı. Zira burası kör gözlere şifa veren sürmedir. Gökyüzündeki yeni ay Onun kapısının yüreği, yaralı aşığıdır Bunun kandili dahi, ışığının nurunu ondan almaktadır. Ey Nâbî! bu dergâha edebin şartlarına riayet ederek gir. Zira burası büyük meleklerin etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin hürmetle eğilerek öptüğü tavaf yeridir.”
Sakın kimse duymasın!
Bu mısraları işiten o yüksek rütbeli kişi hemen ayaklarını toplayarak doğruldu ve:
- Ne zaman yazdın bunu? Senden ve benden başka duyan oldu mu? diye sordu. Yusuf Nâbî de:
- “Daha önceden hiç söylememiştim. Su anda sizi bu halde uzanmış görünce elimde olmayarak yüksek sesle söylemeye başladım, ikimizden başka bilen yok” dedi.
Bu sözler üzerine o kişi rahat bir nefes alarak:
- Madem ki bu şiiri burada söyledi burada kalsın. İkimizden başkası duyarsa, senin için iyi olmaz” diye ikaz etti.
O böyle tehditler savuradursun, Cenab-ı Hak, habibinin aşkıyla söylenen bu gönül açıcı ifadeleri hiç gizli bırakırmıydı? Bu İfadeleri kıyamete kadar unutulmayacak bir şekilde açığa çıkardı.
Na’tı Şerif Medine sefalarında
Kafile yoluna devam ederek sabah namazına yakın Mescidi Nebi’ye vardı. Onlar Mescid-i Nebi’ye girerken minarelerden yanık sesli müezzinler Ezan-ı Muhammedî’den evvel Nâbî nin
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbub-ı Hüdâdır bu
Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafâdır bu
diye başlayan na’tını okuyorlardı.
Nâbî ve o yüksek rütbeli kişi hayretten dona kaldılar. Sabah namazını kıldıktan sonra Nâbî ve öbür zat namaz kıldıkları camiin müezzinini buldular. Nâbî müezzine;
- Allah aşkına, Peygamber aşkına ne olursun söyle. Ezandan önce okuduğun na’tı kimden nereden ve nasıl öğrendin? diye sordu. Müezzinde büyük bir heyecan içerisinde sunları anlattı: Resul-i Ekrem Efendimiz bu gece Mescidi Nebi’de ki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek: “Ümmetimden Nâbi isimli biri benî ziyarete geliyor.
Bana olan askı herşeyin üstündedir.
Bugün sabah ezanından önce, onun benim için söylediği bu şiiri okuyarak Medine’ye girişini kutlayın” buyurdular. Biz de Resulullâh Efendimizin emirlerini yerine getirdik.
Nâbî müezzinin son sözlerini işitmez olmuştu. Gözyaşları içerisinde: Sahiden Nâbî mi dedi. 0 iki cihanın peygamberi Nâbî gibi bir zavallıyı, günahkârı ümmetinden saymak lûtfunu gösterdi mi? dedi. Evet cevabını alınca da sevincinden bayılarak kendinden geçti.
Yusuf Nâbî
Bu mutlu olayın sahibi Yusuf Nâbî Osmanlı Devleti zamanında yetişen şair ve velilerdendir. 1642 senesinde evliyalar ve enbiyalar şehri olarak bilinen Urfa’da doğdu. Çocukluğunda Arapça ve Farsça’yı anadili Türkçe ile birlikte en iyi şekilde öğrendi. Daha sonra Yakub Halife isimli bir Kadiri şeyhine talebe oldu. Ondan dînî ilimleri tahsil etti ve tasavvuf yolunda ilerledi. Yusuf Nâbî’deki kabiliyeti gören hocası bir müddet sonra onu yüksek ilimlerin merkezi İstanbul’a gönderdi.
Nâbi istanbul’a gelince divan kâtipliğinde vazife aldı. Bir taraftan burada çalışırken diğer taraftan da gönül ehli alimlerin sohbetlerinde bilgisini genişletiyor, yaşayışını güzelleştiriyordu.
O, Allahü Teâlâ’nın dinini yaymak için yapılan cihad hareketlerine katılmaktan da geri durmadı. 1672 yılında Lehistan seferine iştirak etti Kameniçe’nin zaptı dolayısıyla yazdığı siir Sultan IV. Mehmed Han tarafından beğenilerek şehrin kapısına işlendi. Padişahın takdir ve iltifatına mazhar oldu. Ebced hesabıyla fetih tarihini de kapsayan şiirin son beyti şöyledir
Tarihini felekde melek yazdı Nâbî’yâ
Düşdü Kamençe hısnına nûr-ı Muhammedî
1678 senesinde, girişte de bahsettiğimiz şekilde hacc farizasını yerine getirdi. Dönüşte Musahip Mustafa Pasa’yakethüda oldu. Mustafa Paşa’nın vefatından sonra Baltacı Mehmed Pasa’nın yanında Haleb’e gitti. Baltacı sadrâzam olunca İstanbul’a dönerken Nâbî’yi de yanına aldı.
Bundan sonra Darphane Eminliği ve Anadolu Muhasebeciliği gibi görevlerde bulunan Nâbi 1712 yılında vefat etti. Üsküdar’daki Karacaahmed kabristanına defn edildi. Kabri Sultan II. Mahmud ve Sultan II. Abdülhamid Han devirlerinde tamir görmüştür.
Hikmet şairi
Yusuf Nâbî devlet vazifesinden artan zamanlarında siir ve ceşitli eserler yazmıştır. Şiirlerinde hep iyiyi ve doğruyu vermeye çalışmıştır. Bu yönüyle o bir düşünce ve hikmet şairidir. Şahsi duyguları, gönül arzularının aşmış, hakiki bir Müslümanın hayatını hem yaşamış hem de şiirlerinde yaşatmıştır. Geçici, fani dünyanın lezzetlerine, hallerine aldanmamak, kimseye haksızlık etmemek, zulmetmemek, hep müşfik ve merhametli olmak, gurur ve kibirden sakınmak şiirlerindeki nasihatlerinden en çok rastlananlarıdır. Nâbi’ye göre iyi bir insan olmanın ilk şartı her işte ve her mevzuda her zaman Allahü Teâlâ’yı hatırında tutmaktır.
Nâbî rubailerinde, yoksulların hali, acı ve elemler karşısında sabırlı olma, kanaatkârlık, her kemâlin bir zevalinin olacağı bu sebeple Allahü Teâlâ’dan hiçbir zaman ümit kesmemek gerektiği gibi günümüz insanına da ışık tutan konuları birbirinden güzel anlamlı mısralar ile dile getirmiştir.
İctima eylemese merd ile zen âlemde
Edemez sureti mevlûd kabül-i peyvend
İftirak eyler ise birbirisinden amma
Hem peder ferd kalır zayi olur hem ferzend
İzahı: ”Alemde erkekle kadın bîr araya gelmese çocuk meydana gelmez. Şayet eşler birbirinden ayrılırlarsa hem baba tek olarak kalır çocukda perişan olur.”
Ayb-ı fukara eder ale’l-fevr zuhur
Mestûr kalır hayli zaman ayb-ı kibar
Pinhan olamaz az ise de bahye-i kefş
Pûşide kalır hezâr çâk-ı destâr.
İzahı: “Yoksulun ayıbı anında ortaya çıkar. Ekâbirin ayıbı ise uzun süre örtülü kalır. Nasıl ki pabuçtaki yırtık az da olsa gizlenemez. Oysa sarıkta binlerce yırtık bile olsa gizli kalır.”
Erzan metâ-ı fazl ü hüner ta o denlû kim
Bin marifet zamânede bir âferinedir
Ebn-âı dehr her hünere âferin verir
Yâ Rab bu âferin ne tükenmez hazînedir.
İzahı: “Fazilet ve hünerin metaı o denli ucuz ki bu zamanda, bin marifet bir aferinle karşılanır. Çağın adamları da her hünere bir aferin verirler. Allahım, bu aferin ne tükenmez hazine imiş.”
Devlet anın ki bezm-i âlemde
Eyleyüp kendi haline dikkat
Kendi aybın tecessüs eylemeden
Bulmaya gayre bakmağa fırsat
İzahı: “İkbal ve mutluluk o kimseye ki; bu dünyada kendi durumuna dikkat ederek, kusurlannı araştırmak yüzünden başkalarının hata ve ayıplarına bakmağa fırsat bulamaz.”
Nâbi’nin manzum eserleri; Türkçe Müretteb Divan, Farsça Divançe, Hayriye, Tercüme-i Hadis-i Erbain, Hayrâbâd ve Sur-nâme’dir.
Mensur olanları ise; Fetihname-i Kamaniçe, Tuhfetü’l Haremeyn, Zeyl-i Siyer-i Veysi ve Münşeatı dır.
Ey Gözümün Nuru!
Ey nihâl-i çemen-ârâ-yı edeb
Nûr-bahsâ-yı dil ü dîdei eb
Varma gayrın evine bî-davet
Ola amma o da ehl-i hirfet
Vardığın meclis ola ehl-i reşâd
Olmaya encümen-i fısk ü fesâd
Olma meclis de ne pürgû ne hamûş
Vakt ile gah zeban ol gehi gûş
Olur insanda zeban bir, iki gûş
Sen dahî söyle bir, ol iki hâmuş
Kimseye verme huşunetle cevâb
Lutf ile izzet ile eyle hitâb
Kimsenin aybını urma yüzüne
Gûşunu bâb-ı kabul et sözüne
Eyleme kimseyi ta ‘a techîl
Etme mahlûk-ı Hudâyı tahcîl
Hele neylersen et ey ruh-ı revân
Olma hatır-şiken ü tûnd-zebân.
Açıklaması:
Ey edeb ve terbiye çimenini süsleyen fidan. Ey babasının gözüne ve gönlüne nur bağışlayan oğul!
Başkasının evine davet edilmeden gitme. Davet eden kimse de gönül ehli olmalıdır.
Gittiğin meclis doğru yolda olanların toplandığı bir yer olmalı. Fısk ve fesat cemiyeti olmamalıdır.
Bir mecliste ne fazla konuş ne de sus. Zamanı gelince konuş ve dinle.
İnsanda dil bir kulak ikidir. Sen dahi bir söyle iki dinle.
Kimseye sertlik ve kabalıkla cevap verme. İyilik ve saygı ile insanlara hitap et.
Kimsenin ayıbını yüzüne vurma. Kulağını insanların doğru sözüne kabul kapısı yap.
Kimsenin bilgisizliğini asla ortaya çıkarma. Allah’ın yarattığı bir kulu utandırma ve küçük düşürme.
Ey canınım canı, bilhassa ne yaparsan yap, kalp kırma, gönül yıkma, sert sözlü de olma.
Nasıl bir buhran!
Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor;
Mekânı bir satıh, zamanı vehim.
Bütün bir kâinat muşamba dekor,
Bütün bir insanlık yalana teslim.
Buhran geçirmek, iç sıkıntısı yaşamak muhakkak ki bir üzüntünün, kederin, elemin dışa vurmasıdır. Peki doğru bir sözden dolayı insanlar neden buhran geçirirler. Neden perişan olurlar. Anlamak mümkün müdür acaba?
Maalesef son zamanlarda fazlasıyla bu duruma şahit oluyoruz. Uzun süredir gündemimizi meşgul eden ve daha çok meşgul edecek olan bir dizi var. Tarihimizin en önemli bir kesitini konu edinen ve “Muhteşem” denilen bir dönemine ışık tuttuklarını zanneden dizi hakkında Başbakanımızın gösterdiği reaksiyon yazılı ve görsel medyada yeniden tartışmalara neden oldu.
Açıkçası bu konu üzerindeki tartışma programlarını ibretle izlemekteyim. Her köşe yazarı, her sanatçı, her eli kalem tutan tarihçi oldu. Bu beyefendiler söze genellikle “efendim tabi ki bu dizi de çok hatalı noktalar var” diyerek başlamaktalar. Ardından diziden maksadın bir eğlence olduğu, insanların eğlenme aracına dokunulmaması gerektiği neticede bunun bir kurgu olduğu, senaryo olduğu ve daha bilmem ne gerekçeler ifade edilerek aman sakın devam etsin teraneleri okunuyor.
Sonra da başbakan ele alınıp “efendim nasıl yargıyı göreve davet edebilir, nasıl bir başbakan sanata diziye müdahalede bulunabilir, yargıyı yönlendirebilir” gibi ifadelerle saldırıya geçiliyor.
Şimdi birinci cümleden ele alalım. Efendim dizi de çok hatalar varmış. Ne hazindir ki hangi hatalar var diye soran hiç yok. Hatalarını söyler misin diyen yok! Sorsalar ne cevap verecekler bilemiyorum. Ancak şunu çok iyi biliyorum ki bunlar dizideki hataların ne olduğunu falan bilmezler (şaşı bakarak bilmeleri mümkün mü?). Bu sözleri ve ifadeleri konuşmalarına dayanak ve ahmak aldatmak için söylenmiş cümleler. Başbakanın otuz yıl at üstünden inmeyen padişah sözünün ihtiva ettiği mecazi anlamı dahi bilemeyip atının üstünde geçirdiği günleri saymaya çalışan bir zihniyet var karşımızda. Oysa bugünkü Türkiye büyüklüğünde dokuz Türkiye toprağını Osmanlı Devletine kazandıran bir padişahı iyi anlamamız gerektiğini, haremden çıkmayan bir padişahın bu işleri nasıl yapacağını sorgulayan bir başbakan vardı karşımızda.
Öte yandan siz, dizideki tarih hatalarını saymaya başlarsanız, evet çok hata var diye konuşan zevat öylesine rahatsız olur ki şaşırırsınız. Asla söylenmesine tahammül edemezler ve iç buhranları geçirmeye başlarlar. Ne oldu? Ocağı mı söndü? Evi mi çöktü? Babası dünyasını mı değiştirdi acaba dersiniz. Gerçek şu ki bunlar Osmanlıya düşmandır. İnancına, yaşayışına, ahlakına, eserlerine, düşmandır. Doğruların ifade edilmesine dahi katlanamazlar.
Nitekim derhal iki asırlık beylik saldırılarla, makinalı tüfek atışı gibi atışa başlarlar. Kardeş katilleri, harem hayatı, cariyeler, av seyahatleri. Durduramazsınız. Hepsine cevap vermenizde güçtür. Saatler gerekir. Ayrıca dinlemezler de. Neticede kahraman edasıyla ve sizi susturmuş olmanın verdiği hazla teselli bulurlar.
Geçenlerde benim bir TV kanalında (TV8 - Haberaktif), tartışma programında ki konuşmamı, bir hafta sonra başka bir kanalda meşhur bir tiyatrocumuz tenkit ediyordu. Bir taraftan tarihi çok iyi bildiğini ifade ederken diğer taraftan benim Hurrem Sultan hakkında anlattığım bilgilerin yanlışlığına vurgu yaparak, bu anlatılanları hiç işitmediğini söylüyordu. Tabi karşısındaki sunucu olan zat bir kez olsun nerede hata yaptı diye sormadı. Ne yanlışı vardı demedi.
Oysa malum dizi yayıma girmeden “Biz bu diziyi çekmeden önce üç yıl araştırma yaptık, Venedik arşivlerine kadar inceledik” diyenler üç ay geçmeden her bölümün başına bu bir kurgudur, gerçekle ilgisi yoktur diye yazmadılar mı?
Gerçekle ilgisi yok ise gerçek kişilerin ismini nasıl kullanırsın diye soran RTÜK ve yetkili bir merci yok maalesef. İşte Başbakan bu noktada insani bir refleksle feryat ediyor. Tarihini ve ecdadını seven her kişinin de buna destek vermesi gerekir.
Bir ilim adamı olarak makalemde ve konferanslarımda bu dizinin doğru tek bir karesinin olmadığını defalarca söyledim ve söyleyeceğim. Daha birinci bölümünün birinci karesinde dizinin otuz sekiz senesinin bittiğini de ispat ettim. Henüz bir tek cevap çıkmadı. Çıkması da mümkün değildir.
Aslında eskiler insanın önce kendisini tanımasını isterlerdi. İnsanın kendisini tanımadan, eksiğini noksanını bilmeden bir konuda ahkâm kesmesi, fikir serdetmesi aslında büyük bir talihsizliktir.
Yunus Emre’nin dediği gibi:
Herbirşeyden yeğrektir
Kişi bile kendüzin
Kendüzin bilen kişi
Kamulardan ol güzin
İnsanın kendisini tanıması her şeyden önemli ve iyidir. Zira kendisini tanıyan ve bilen kişi diğerlerinden öndedir.
Âlim cahili tanır zira cahillik evvelce başından geçti. Cahilin ise âlimi anlaması mümkün değildir. Zira onu hiç tanımadı. Şu aydın geçinen cahillerden çektiği kadar hiçbir şeyden çekmedi bu millet. Özellikle bir şeyi bilince her şeyi bildiğini zanneden cahillerden. Hâlbuki eskiler bin bilsen de bir bilene danış derlerdi.
Şu son tartışmaların sonucunda tarihinden kültüründen koparılan bir milletin nasıl bir buhran yaşadığına da şahit oluyoruz galiba.
.
Ne sen bâkî ne ben bâkî!
Kanunî Sultan Süleyman AbdülBâkî gibi bir kabiliyeti bulup çıkarıp itibar eylemesini, padişahlığının çok haz duyduğu birkaç olayından biri olarak gördüğünü söylemiştir.
Yazdığı her nazireden sonra da şaire sık sık lütuf ve ihsanlarda bulunuyordu.
Nitekim Şair Nev’i bu duruma işaretle bir şiirinde şöyle demiştir:
Bâkî’yi Sultan Süleyman etti Selman-ı zaman
Bâkî neşeli, zarif, hoş-sohbet, nükteci, şakacı, bir şahsiyete sahipti. Nerede olursa olsun doğruyu söylemekten çekinmez biriydi. Bu itibarla bazen kırıcı olabiliyordu. Nitekim bir defasında Kanunî Sultan Süleyman da kendisine kırılmış ve onu Bursa’ya sürmüştü. Padişah bu kıymetli şaire haber gönderirken maksadını da şairce bildirmişti.
Bâkî bed
Bursa’ya red
Nefy-i ebed
Azm-i bülend
Açıklaması: Huyu kötü olan Bâkî’yi Bursa’ya sürdüm. Orada devamlı kalsın. Yüksek kararım budur.
Fakat padişahın bu hükümdarca ifadeleri şiirin sultanına çarpmıştı. Bâkî bu ağır ifadelere karşı derhal şu dörtlükle mukâbelede bulundu:
N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend oldunsa ey Bâkî
Bilesin ki cihân mülkü değil Süleymân’a bâkî
Şahâ! Azminde isbât-ı tehevvür eyledin ammâ
Buna çarh-ı felek derler, ne sen bâkî ne ben bâkî
Açıklaması:
“Şâir öncelikle kendine hitâben nasîhat ve tesellî makâmında şöyle demektedir: Üzme kendini ey Bâkî! Padişahın yüksek kararı senin Âsitâne’den, Cihan hakanının yanından uzaklaştırılman yönünde olsa ne olur ki…
Zira açıkca biliyorsun ki bu dünya Hazret-i Süleyman aleyhisselama bile kalmadı. (Bu Süleymân’a mı kalacak? Bu isim benzerliği hatırlanmasa da muhatabın doğrudan padişah olacağı açıktır).
Ey Padişahım! Kararınızda -sıklıkla vâkî olduğu üzere- celâliniz, gazabınız pek sarih biçimde görülüyor amma! Unutmayın ki bu dünya geçicidir, bana kalmadığı gibi, size de kalmaz.”
Şairler Sultanı Bâkî’ nin fermanı tebellüğ ettiği anda irticâlen söylediği bu dört mısra birisi tarafından not edilip padişaha takdim edildiğinde; ferman geri alınmış ve Bâkî çok sevdiği padişahından ve ilim çevresinden ayrı düşmemiştir.
Prof. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Makaleyi paylaş
.OSMANLI VAKIF MEDENİYETİ
Mescid ü mihrâb bünyâd eylemiş
Bunca dâr-ı hayrâbâd eylemiş
Peygamber Efendimiz, bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: "Kişi can verdiğinde melekler, önden âhirete ne gönderdi, insanlarda geriye ne bıraktı, diye sorarlar." İşte önden gönderdiklerin senin, arkaya bıraktığın veresenin olmaktadır.
Abbasî halîfelerinden biri hocasına bir gün şöyle suâl etti: "Hocam gün geçtikçe âhirete yaklaştığımı hissediyorum. Fakat âhirete gidişim hızlandıkça dünyaya rağbet ve bağlılığım daha çok artıyor. Neden böyle oluyor?" Hocası; "Ey halîfe, hep dünyanı mâmur ettin, âhiretini ise viran eyledin. İnsan mâmur yerden viran yere göçmek ister mi?" diyerek cevapladı.
İşte vakıflar, ebedî vatanım bilen, sonsuz kalmak üzere göç edeceği yeri unutmayan ecdadımızın, orayı şenlendirmek, imâr etmek, güzelleştirmek, her türlü nimetlerle bezemek ve rahat bir hayat sürmek idealiyle yapıp yaşattıkları bir kurum olacaktır. Bir kişi mülkiyetine sahip olduğu menkul ve gayr-i menkul mallardan bir kısmını veya onların tamamım, Allah'ın rızasını kazanma niyetiyle, halkın herhangi bir ihtiyacını gidermek üzere dinî, hayrî ve içtimaî bir gayeye ilelebet tahsis ederse, malını vakfetmiş, yani bir vakıf müessesesi kurmuş olur. Bu davranışın arkasında herhangi bir mecburiyet veya zorlama yoktur. Sadece iyilik, şefkat, yardımlaşma, dayanışma, her hangi bir insanı veya başka bir canlıyı maddî ve manevî açıdan huzura kavuşturma arzusu sebebiyledir.
Peygamber Efendimiz döneminden başlayarak bu davranış modelini bütün İslâm memleketlerinde ve Müslüman Türk devletlerinde olduğu gibi daha işin başmda Osmanlı Devleti nin kurucuları da kendi şahıslarında yaşamış ve uygulamaya koymuşlardı.
Osmanlılar vakfa dinî bir mânâ vermekte, kendilerinden önceki İslâm toplumlarından daha ileriye gitmişlerdir. III. Ahmed Han'ın kızı Fatma Sultân ile eşi Damat İbrahim Paşanın vakfiyesinin girişinde kâinatta en büyük vâkıf olarak Allahu Teâlâ'yı telakkî ettiklerini ve O'nu taklid etmek için mallarını vakıf haline getirdiklerini görmekteyiz. Şöyle ki:
"Bu dünya ve öbür dünya mahkemelerinin hâkimi ve dünya ülkelerinin olduğu kadar ruhlar ve melekler âleminin de maliki olan Allah; "Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden inceye düşünürler!" âyetinin mânâsına uygun olarak gerçek varlığı hakkındaki en üstün bilgiyi keşfettirmek için, sınıf olarak feleklerden müteşekkil dokuz kubbeli bir dershane ve topraktan da yedi katlı bir medrese icâd ve inşâ etti. Açıkçası yer ve gök cisimlerini yarattı.
Sonra bir vakfiye tanzim ederek çok geniş mekâna sahip bu küçük sarayın oturma hakkını, nesilden nesile (karnen ba'de karnin), benî âdemin meydana getirdiği ailelerden müteşekkil insanlık toplumunun üyelerine vakfetti Onlara sakin bir hayat temin edecek erzaklar ve azıklar tayın ve tesbit eyledi Bütün dünya sakinlerinin hizmetine kereminden kaynaklanan ürünler ve nice düzenli gelirler tayın ve vazifeler tahsis etti.
Nihayet açık kânununda (hukuk-ı İslâmiyye), yürürlükte olan vakfiyenin idaresinin (tevliyeti) din ulemâsına ve nâzırlık görevinin (nezaret) de halîfelere ve iyi karakterli hükümdarı edilmesini şart koştu.
Yazarın canlı bir tasvirini yaptığı bu vakfın vâkıfı Allahu Teâlâdır. Vakfettiği şey ise dünyadır. Vâkıf orada hayrî müesseseler olarak, mektepler, medreseler, sebiller, çeşmeler vs inşâ etmiştir. Vakıftan yararlananlara gelince, onlar bütün insanlıktır. Ve vakfın kurucusu olan Allah, bu vakfın her türlü gelirlerini bahse konu olan bütün insanlık lehine tahsis etmiştir. Böylece insanlara takip edilecek bir örnek olarak kendisini teklif eden Cenâb-ı Hakk, ulemâyı vakfın idare makamına ve sultânları da nezâretine tayin ederek, bir vakfın ne biçim yönetileceğini de onlara göstermiştir.
Vakfiyesinden geniş bir biçimde alıntı yaptığımız vâkıfın ifadelerinden Türklerin dünyaya hangi ibret nazarıyla baktıklarını ve kendilerini vakfa yönelten sebeplerin başında da Cenâb-ı Hakkın ahlakıyla ahlâklanmanın geldiğini görmek mümkündür.
Vakıf kurmakta lider adamlar
İlk Osmanlı tarihçilerinden Aşıkpaşazâde'ye göre Osmanlı devletinin kurucuları ve yöneticileri,".. .yoksul doyurucu ve sofra sahipleri idi. Dünya halkına nimetler yedirirlerdi.
Yine ona göre devlet yöneticisinin vazifesi elde ettiği birikimleri toplumun hizmetine sunmak, böylece halkını karnı tok, adalet, güvenlik ve huzur içinde yaşatmaktı. O, servetin anlamını ve değerini "Mal odur ki hayra sarf oluna!" diye anlatıyordu.
Ahmedî'nin ifadesine göre, Orhan Gazi, mescid ü mihrâb bünyâd eylemiş, bunca dâr-ı hayrâbâd eylemiştir, yani hayır evi kurmuştur. Ona göre I. Murad da dar'ül-hayr (hayır evi) kurucusudur.
Otuz yıla yakın bir zaman, dünya sahnesinin ender rastladığı bir ustalık ve maharetle devletini idare eden Murad Hüdavendigâr, pek çok hayır yeri meydana getirmekle de şöhret bulmuş bir pâdişâhtır. Günümüze kadar gelen vakfiyesi, onun neler yaptığını, hayrat hakkında neler düşündüğünü göstermektedir. Su tesisleri, Bursa Çekirge'deki cami, medrese, imaret ve misafirhanesi, Bursa hisarında sarayının yanındaki cami, Bilecik ve Yenişehir'de birer cami, yine Yenişehir'de gazi erenlerden Pustinpûş Baba için yaptırdığı zaviyesi, annesi adına İznik'te inşâ ettirdiği (790/1388) imareti en önemlileridir.
Bursa'da, "Âhiret için azığımdır." diyerek inşâ ettiği imaretine pek çok arazi vakfeden Murad-ı Hüdavendigâr, vakfiyeye şöyle yazdırmıştır: "İmârete, büyüklerden, âlimlerden, şeyh ve sâdattan birisi inerse hizmetçi bunlara hizmet eder. Bunların şânına göre onlara hizmet eder. Hayvanlarına da hizmet eder. Bu hizmet sadece büyüklere mahsus olmaz. İmârete inenlerin tamamına böyle muamele yapılır. Hatta fakir ve miskinlere bu yolda hizmet daha evlâdır. Çünkü onlar, kalbi kırık olanlardandır. İmârette kalışları üç günü geçerse bu, mütevellinin reyine bağlıdır"
Tarihçi Şükrullah, gazi ve şehîd sultânın yaptırdığı bu hayır hizmetlerinden bahsederken şunları söylemektedir:
Bursa'da âhiret için bir yapı, yaptılar. Hem misafir evi, hem cami, hem medresedir. Kimsesizler, yoksullar için paçalardan, tatlılardan, ekşilerden daha güzeli olmayan yemeklerin hepsinden verilmesini, konukların hayvanlarının da yemlendirilmesini buyurdu. Hatiplere, hafızlara, müderrislere, mürîdlere ve öğrencilere vazife karşılığı akça bağladı. O evin karşısında bir kubbe yapılmasını buyurdu. Her gün ayrıca otuz hafız o kubbede güzel sesle Kur'ân okuyup hatmetmektedirler. Mübarek vücudu o kubbede dinlenmektedir." Bu bilgiler, Sultân Murad Han'ın vakıf anlayışını ve düşüncelerini, hâlis niyetini göstermesi açısından pek mühimdir. Eserleriyle sosyal ihtiyaçlara çözüm getiren bu pâdişâhlara 'ebu'l-hayrat' yani 'hayrat babası' lakabı verilirdi. Bunlardan biri de II. Murad Han'dır.
Birçok eserin kurucusu olan II. Murad'ın Ebu'l-Hayrat diye anılmasının sebebini anlamak ve hayratın nasıl bir bütünlük teşkil ettiğini daha iyi kavramak için, II. Murad'ın sadece Ergeneyi nasıl imâr ettiğini görmek yeterlidir. Bu olay, Tâcü't-Tevarih'te, sadeleştirilmiş şekliyle şöyle anlatılmaktadır: "Söylendiğine göre Ergene Köprüsü'nün bulunduğu yer vaktiyle Çengelistan (sık orman) imiş ve çoğu bucağı batak, ormanlık yöreleri ise haramilere sığınak olurmuş. Bu ormanlıkta gizlenen yol kesiciler, her an, gelen giden yolcuların yollarını keser, nice günahsızları öldürerek, yok yere tepelerlermiş. Hiçbir gün geçmezmiş ki bu korkulu ve tehlikeli yerde bir nice biçare zulüm kılıcıyla doğranmamış ve varlıkları parçalanmamış olsun. İşte bu sebeple aydın yolları tutan pâdişâh, zulüm yollarından keder dikenlerini kaldırmak üzere ve pek çok para sarf etmek suretiyle önce bölgeyi temizledi. Orasını konaklanacak düzenli bir yer haline getirdi. Yüz yetmiş dört yüksek kemer üzerine uzatılmış eşsiz bir köprü yaptırdı ki, cihana örnek oldu. Köprünün bir başında Ergene adıyla anılan güzel bir kasaba kurdurup cami, imaret, vb. yapılarla süsledi. Böylece gelen ve gidenlerin, bolluk içinde olan bu kasabadan faydalanmalarını sağladı.
Sözü edilen imaret tamamlanınca, Edirne'den bilginleri, fakirleri bu kasabaya çağırıp şölen eyledi. İlk yemeği kerem dağıtmaya alışkın eliyle üleştirdi. Bilginlere, olgun kişilere pek çok lûtuflarda, ikramlarda bulundu. Camiin mumlarını bile kendi eliyle yakıp kerem, cömertlik ve adalet çerağıyla orada olanların, törene katılanların gönüllerini aydınlattı. Bunları yapan mîmâra, değerli bir hilat ile birlikte pek çok armağanlar verdi. Köprünün öte başında da bir ulu kubbe inşâ ettirerek, burasını köy haline getirdi ve gerek kasabalarda gerekse bu köyde oturan halkı her türlü avârız-ı divâniyeden beri ve müsellem eyledi."
Pâdişâhların lokomotif görevi görmeleri sonucu vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmanlılar zamanında gösterdi. "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır" hadîs-i şerifini rehber edinen Osmanlılar, her sahada olduğu gibi, bu sahada da muazzam ve kalıcı eserler meydana getirdiler. Vakıf yoluyla tesîs edilen bu sayısız eserler, muazzam Osmanlı ülkesini bir baştan diğer başa ağ gibi ördü. 1530-1540 se neleri arasında yapılan vakıflarla ilgili tahrirlere göre; yalnız Anadolu eyaletinde vakıf yoluyla 45 imâret, 342 câmi, 1055 mescid, 110 medrese, 154 muallimhâne, 1 kalenderhâne, 1Mevlevîhâne, 2 dâriülhuffâz, 75 büyük han ve kervansaray kuruldu. Bu müesseselerde vazife yapan 121 müderris, 3756 hatîb, imam ve müezzinle 3229 şeyh, şeyhzâde, kayyım, talebe veya mütevellinin iâşe giderleri ve maaşları vakıf gelirlerinden karşılandı.
İmparatorluğun bütün şehirlerinde bu hummalı faaliyet hız kesmeden devam ediyordu. Sonunda kısa bir sürede ülke öyle hale gelmişti ki vakıf medeniyetini gözler önüne serebilmek için şöyle ifade edilir oldu:
"Osmanlı ülkesinde bir adam vakıf bir evde doğar, vakıf bir beşikte uyur, vakıf mallardan yer ve içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder; vakıf idaresinden ücretini alır ve öldüğü zaman kendisi vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü. Bu suretle beşerî hayatin bütün icâblarını ve ihtiyaçlarını vakıf mallarla temine pekâlâ imkân vardı."
Böylece Osmanlı toplumu, Fârâbî'nin el-Medînetü'l-Fâzıla adıyla oturup yazdığı ve mükemmel bir şehrin tanımını yaptığı eserinin çok ötesine geçmiş ve onu yaşamış bulunuyordu. Fârâbî, Osmanlı toplumunun mükemmel ahlâkını görmüş olsaydı herhalde yazdığı eserinden utanırdı.
Neden vakıf kurarlardı?
Vakfiyelerin başında Cenâb-ı Hakk'a hamd ü sena ve Peygamber Efendimize salât ü selâmdan sonra önce hayatın fâniliği ortaya konulmakta ve akıllı insanların ebedî hayata yarar işler yapması gerektiği vurgulanmaktadır ki vâkıfı bu işe yönelten en önemli sebeptir.
İşte hayatın sona erip ölümün gelmesiyle, fânî hayata göz yumup âhirete göç etme olayını güzel sözlerle dile getiren ifadeleri, geniş bir şekilde ve değişik cümleler halinde çoğu vakfiyede görmemiz mümkündür.
Ölümün kaçınılmaz olup, Allah'a kavuşmak için geçümesi gereken bir köprü olduğunu anlayan atalarımız, onu güzel ve hoş cümlelerle ifade etmeye çalışmışlardır. Verilen örneklerin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, ölümden, canın cesetten ayrılmasıyla her şeyin bitip son bulacağı şekilde bahsedilmemiş, tersine, ölüm olayı ebedî ve sonsuz bir hayata göç olarak nitelendirilmiştir. Yûnus Emre'nin;
Ölümden ne korkarsın
Korkma ebedî varsın
dizeleri bir mânâda kişiye ebedî bir hayatin varlığını müjdelemek yanında o hayat için hazırlıklar yapılmasını ihtar gibidir. Vakfiyelerde görüleceği üzere Osmanlı bireyine göre dünyanın varlığı emânet olup, dahası kararsız ve değişkendir. Başka bir ifadeyle, "Bakî ve sabit olmayan bu dünya evinin nîmetleri geçici bir gölge, onda oturmakta olan kimse ise gitmek üzere olan misafir gibidir." Dünya, devamı umulmayan, gecelerinde ve gündüzlerinde süreklilik ve nimetinde sebat bulunmayan, mukimleri yolculuk durumunda olan, sakinleri göç etmek üzere bulunan bir yerdir. Lâkin akıl sahiplerine kazançlı bir ticaretgâh ve ibret alanlar için büyük bir vaaz ve öğüt vericidir. Âh ire t günü için azık onda tedarik edilir. Nitekim hadîs-i şerifte; "Dünya âhiretin mezraasıdır? Duyurulması buna işaret olup vakfiyelerde değinilmektedir. İbn-i Mesud, bu konuda; "Dünyada herkes misafirdir. Yanındaki şeyler emânettir. Misafirin gitmekten, emânetin ise geri alınmaktan başka çaresi yoktur." demiştir.
Zeyni Hâtûn Vakfîyesi'nde geçen şu ifadeler de konuyu özetlemektedir: "Dönüp durmakta olan bu gaddar felek içinde sahip olunan bütün kudret ve makamların halden hale geçerek değişip durduğu, sürekli olmadığı bilinen bir şeydir. Dünya yurdu son bulma ve zillet yeridir. Sağlık ve hastalık halleri birlikte yürür, sevindirmesini azarlaması takip eder. Şüphesiz, bir an bile gaflet etmeyerek, sağlığında akıbetini düşünüp, bu dünya tarlasına hayrat tohumunu atan kimsedir?
Vakfiyelerde Müslüman vakıflarına hâkim dünya görüşünü yansıtan şu örnekler oldukça çarpıcı ve dikkat çekicidir:
Ölümden ne Süleyman ne de Selim kurtulur!
Edirne Selimiye Külliyesine ait Sultân II. Selim (1566-1574)'in vakfiyesi şöyle başlamaktadır:
"Hamd Allah'a ki, O'nun güç ve kudreti karşısında akıllar ve anlayışlar durup kalır. O'nun melekûtunu müşahedede büyük sultânların idrakleri hayrete düşer. Ebedîlik ancak O'nun izzet ve sânına mahsustur... ölüm herkesi yakalar. Servet kimseyi toprağa girmekten kurtaramaz... Ölümden ne Peygamber Aleyhisselam, ne sultân, ne vezir, ne emir, ne hâkim, ne Süleyman (Kanunî) ve ne de oğlu Selîm kurtulur? "Hikmet ancak Hakk'ı bilmek ve Ona lâyık ibadet yapmaktır... Osmanlı hanedanı büyük ve ilâhî bir nimete mazhar olmuştur. Onlardan birinin parlak saadet yıldızı doğunca ilk işi, âhiret gününe faydalı olacak bir hayır yapmak olmuştur. Bu onların nesilden nesile gelen âdetleridir... Böylece nice büyük hayırlar, nice devamlı eserler meydana getirmişlerdir. Bakî ve sabit olmayan bu dünya evinin nimetleri geçici bir gölge, onda oturmakta olan kimse ise gitmek üzere olan misafir gibidir. Aklı olan her insan gaflette olmaz. Geleceğini göz önünde bulundurarak âhirette va'dedilen iyi mertebelere ulaşabilmek için, hayır ve iyilik tohumunu dünya tarlasına eker... Böylece vâkıf, iyilik ve hayırla uzun süre anılmak suretiyle ötümsüzleşmeyi düşünür.
Bu aldatıcı dünyanın mal, mülk ve itibârı kararsız, taht ve tacı emânettir. Allah'tan başka her şey yok olacaktır. Dünya bir kimse için devam edip kalacak obaydı, Allah'ın Resulü onda ebedî kalırdı... Her olgun olan kimsenin yaşlanmadan önce, gücünün yettiği vakitte hayır ve iyilik yaparak âhiret hayatınıdüşünmesi gerekir. Vakıf hayır ve sadaka türlerinin en mükemmeli ve bakî kalacak iyiliklerin en güzelidir?
İnsan bu dünyada ne kadar çok servet ve imkânlara sahip olursa olsun, ömür denen, bir gün gelip bitecektir. Oysa insan daha uzun süre yaşamak, bu dünyada çevresine karşı saygı ile anılacak bir mevki e ulaşmak, ölümünden sonra da Allah'ın rızasını kazanmış bir kul olarak anılmak istemektedir.
Senin dünyadaki istifaden!
Kara Ahmed Paşa Vakfiyesi'nden:
"Ne mutlu o kimselere ki Allah'ın kendilerine verdiği her türlü nimetlerin şükrünü edâ ile ihtiyaçtan fazlasını hayır yollarına sarf ederler. Çünkü âhirette insana menfaat verecek yalnız hayır ve hasenattır. Kul, Allah'ın katında yakınlık derecelerine ancak bu suretle nail ve vâsıl olur. Bundan başka hangi iş olursa olsun, saçılmış toz gibi boş ve hiçtir. Allah'ın Resulü de; 'Senin dünyadan ettiğin istifaden; yiyip tükettiğin, giyip eksilttiğin, tasadduk edip âhiret sermayesi yaptığın şeylerden ibarettir! buyurmuştur. Hiç şüphe yoktur ki sadakaların en üstünü, iyiliklerin en mükemmeli, bitmez tükenmez olan, hadd ü nihayeti bulunmayan, ardı arkası kesilmeyen ve her gün meyvesi devşirilebilen bir sadakadır. Fânî dünya durdukça durup ve var oldukça var olup hayat ile şartlı olmadığı gibi ölüm ile de kesilmez. Bu tür sadaka, faydası devam üzere olan ve arkası kesilmeyen vakıftır ki vâkıfın adını andırdığı cihetle onun için ikinci hayat olur. Bu vâsıta ile her lisândan o vâkıf hakkında medh ü sena işitilir!'
Hangi malınız sevgilidir?
Erzurum'da Mustafa Paşa Vakfından:
"Resûlullah Efendimiz bir gün eshâbına sordu: 'Size kendi malınız mı, yoksa vârislerin malı mı daha sevgilidir?' 'Yâ Resûlallah, elbette kendi malımız daha sevgilidir'. Resûlullah Efendimiz (sallallahü aleyhi vesellem) buyurdu ki: 'Kendi malınız tasadduk ettiklerinizdir, mirasçıların malı ise geriye bıraktıklarıdır.' İşte bundan dolayı Şanlı Osmanlı pâdişâhlarından Sultân Süleyman Han Hazretlerinin vezirlerinden olup onun sonsuz inam ve ihsanına gark olan Lala Mustafa Paşa Hazretleri ki, Erzurum Valisi ve Devlet-i Aliyye'nin kıymetli veliahdı Sultân Selîm Hazretlerinin lalasıdır. İşte bu yukarıda geçenleri bir bir düşündü de şu dünyaya ibret göz ile baktı. Anladı ki, dünya fânidir, nimetleri zevale mahkûmdur. Aklı olan bu dünyayı âhiret nimetlerine vesika kılar da sâdık niyet ve muhlis akide ile Allah'ın rızasını kazanmak, cennette nimetlerine nail olmak ve elim azabından necat bulmak arzusuyla infak ve ihsanda bulunur. İşte bu emellerin tahakkuku yolunda, Erzurum şehri içinde minareli bir camii şerif bina ve inşâ edip camiin avlusuna bir çeşme yaptı ve Ka'be Mescidi diye meşhur olan mescidin yerine cami, yanına bir de Kur'ân-ı Azimü'ş-şân'ı öğretmek için mektep kurdu"
Akıl almaz vakıf hizmetleri
İşte bu nedenlerle daimî kalacağı yere yatırım yapmak, atalarımızın en büyük gayesi idi. Peki neler yapar ve neler sağlarlardı.
Osmanlı'da genelde şehirler, vakıf bir külliyenin; mahalleler, vakıf camilerin hamam, çeşme ve benzeri yapıların etrafında kurulmuştur. Bu şekilde yapılan yüzlerce eser Rumelide şehirlerin islâmî veçheye bürünmelerini sağlamıştır. Osmanlı bir iskân ve kolonizasyon metodu olarak vakıflardan faydalanmıştır. Meselâ Lale Devrinin meşhur sadrâzamı Damat İbrahim Paşa doğduğu köy olan Muşkara'yı geliştirmek ve büyütmek için pek çok eser yaptırdı. Muşkara bu eserler vâsıtası ile verilen hizmetie kısa zamanda büyüdü ve gelişti. Zamanın gelişmiş şehri olan Muşkara'ya 'Yeni Şehir' anlamına Nevşehir adı verildi. Nevşehir, vakıfların Türk şehir hayatında oynadığı rol için güzel bir örnektir. Şehirlerimiz 1856 yılına kadar belediye teşkilatından mahrumdu. Vakfiyeler incelendiğinde, bu tarihten önce su, ulaşım, aydınlatma, temizlik, âsâyiş gibi belediye hizmetlerinin hep vakıflar tarafından gerçekleştirildiği görülür. Su kanalları, su kemerleri, çeşmeler, sebiller, kuyular, hamamlar tamamen vakıf kuruluşlardı. Fakirlerin parasız yıkandıkları hamamlar mevcûddu. Sebillerde buzlu su, hatta şerbet dağıtılırdı. Yol, kaldırım ve köprü yapımım vakıflar sağlıyordu. Bazı hayır sahipleri kurdukları vakıflarla kandilciler tutuyor, yine vakıf geliri Üe kandil ve yağ alarak sokakları aydınlatıyorlardı. Sokakların temizlenmesi ve umûmî helalar için vakıflar kurulmuştu. Bekçi ücretleri vakıflardan ödeniyordu. İmâretlerde yoksullara, yolcu ve misafirlere her gün bir veya iki öğün yemek yediriliyordu.
Bunlardan başka iskele, deniz feneri, ok ve güreş meydanları, esir ve köle âzâd etmek, fakirlere yakacak temîn etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, gazilere at yetiştirmek, ağaç dikmek, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçider kurmak, öksüz kızlara çeyiz hazırlamak, borçluların borçlarını ödemek, dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek, çocukları baharda açık havada gezdirmek, mektep çocuklarına gıda ve yiyecek yardımı, fakirlerin ve kimsesizlerin cenazesini kaldırmak, bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek, kalelere, istihkâmlara veya donanmaya yardımda bulunmak, kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garip leyleklerin balamı ve tedavisi gibi pek çok maksada vakıflar kurulmuştur. Müslümanların iki mukaddes beldesi olan Mekke ve fiflk Medine şehirlerine, İslâm dünyasının her tarafında binlerce vakıf tesis edilmiştir. Bilhassa Osmanlı sultânlarının, devlet adamlarının ve diğer hayırsever kimselerin meydana getirdikleri vakıflarla, her sene buralara ulaştırılan vakıf gelirleri, bütün İslâm dünyasını hayran bırakıyordu. Din ve ırk farkı gözetmeksizin bütün insanlığın hizmetine tahsis edilmiş olan, insanların bedenî ve ruhî hastalıklarını tedavi etmek gayesiyle kurulmuş vakıf hastaneler, dârüşşifalar ve timârhaneler de önemli vakıf müesseseleridir. Bu sağlık kuruluşlarıyla ilgili bazı vakfiyelerde birtakım ilâçların formülleri bildirilmiş, bu formüllere göre yapılan ilâçların hastaların tedavisinde kullanılması istenilmiştir.
Sosyal hizmetler yönünden pek önemli olan imâretlerse, seyahatin meşakkati altında yorgun düşen yolcuların istirahatini temîn ederek din ve kültür birliğinin kurulmasını sağlamaktaydı. İmaretler bünyesinde yer alan dârüşşifalar, halkın poliklinik ve hastane hizmeüerini görüyordu. Bu hizmetler devrin en salahiyetli tıp otoriteleri eliyle parasız olarak yapılırdı. İmarethaneler yüzlerce yetime maaş bağlamak, binlerce fakirin karnım doyurmak dul kadınları himaye altına almak, yetim ve fakir çocuktan okutmak üzere mektepler açmak gibi hizmetlerle gerçekten ortaya çıkabilecek sosyal patlamaların da önü alınmış oluyordu. Vakıfların ülke ticaretine ve ekonomik hayatın gelişmesine de olumlu etkileri olmuştu. Hemen bütün şehirlerde vakıf ticaret hanları vardı. Şehirlera rası yollar, önemli stratejik mevkilere kervansaraylar yaptırılarak sürekli işler halde tutulmuş, böylece yolcu ve tacirlere yol güvenliği ve konaklama imkânı sağlanmıştı. Kervansarayların vakfiyelerinden buralara yerli-yabancı, hür-köle, erkek-kadın, Müslim-gayr-i Müslim herkesin kabul edildiğini yolcuların gıda, ilâç hatta ayakkabı ihtiyaçlarının karşılandığı ve hayvanlarına da bakıldığı anlaşılmaktadır. Kervansaraylar vakfedenlerin bıraktığı gelirle bu fonksiyonlarını yüzyıllar boyu sürdürmüşlerdir. Ayrıca vakıflar büyük sanat eserlerinin, hat, taş, ağaç, maden işçiliği, tezhîb, çini, kitap, cilt, ebru gibi sanat dallarının gelişmesine, şaheserler verilmesine katkıda bulunmuşlardır. Vakfiyelerin dil, kültür, tarih, hukuk, iktisat tarihi, sosyoloji, hatta folklar açısından taşıdığı önem ise ayrıca hatırlanması gereken bir konudur.
İnsafsız talan
Asırlarca bir makine disiplini içerisinde işleyen vakıfların Cumhuriyet döneminde uğradığı büyük felaketin hazırlayıcılarından birisi, İzmir mebusu Şükrü Saraçoğlu'dur. 22 Şubat 1926 tarihli bir kanunla vakıfların satılabileceğini ilan etti. Vakıflar satılığa çıkarılınca ne oldu? Müslümanlar, vakıfların dokunulmaz olduğunu bildiklerinden bunları almak için en küçük bir teşebbüste bulunmadılar. Neticede Müslüman vakıfları cüz'î paralar karşılığında genel olarak gayr-i müslimlere satıldı. Müslüman vakıfları böyle bir muameleye tâbi tutulmasına rağmen, Rum, Ermeni, Yahudi ve benzeri din mensuplarının vakıflarına ise hiçbir şekilde dokunulmadı. Müslüman vakıfları o derece yağma edilerek gayr-i müslimlere satıldı ki, 1950'lere gelindiğinde, Anadolu topraklan üzerinde bir tek vakıf bile kalmadı.
Satılan bu vakıf arazi ve arsalarda fuhuşhânelerin, meyhanelerin, gazinoların yapılarak bu mekânları Allah rızası için vakfedenlerin ruhlarının incitilmesi de ayrı bir felaketti.
Yukarıdaki meziyetlerin sahiplerinin akıl hocası Ziya Gökalp'in 'Vakıf' şiirini aşağıda vermek istiyoruz:
Her vakıf bir hudaşahi hükümet
Var kanunu, memurları, bütçesi
Bu dîvânda değişmez bir hizmet
Murakıbı, bir ölünün pençesi...
Niçin bilmem, dirilerin verilmiş
Dizginleri bir ölünün eline?
Neden böyle "Dur!" emri verilmiş
Yürümeyi seven bu Türk iline?
Baba demiş: "Oğlum satar bu malı;
Vakfedeyim kalsın dâim soyumda
Çalışmasın soyumun hiçbir dalı
Yaşasınlar hep nimette, doyumda"
Bu fikirden doğmuş bütün vakıflar
Yapmış halkı tevekkülcü, kaderci
Manastıra dönmüş bütün vakıflar
Ki beklerler âhiretten haberci.
Yukarıdaki şiirde gördüğümüz gibi, Ziya Gökalp ve arkadaşlarının inançlarına göre vakıflar, sanki Allah rızasını değil, çoluk çocuğun geleceğini düşünen menfaat grupları tarafından tesis edilmiş müesseselerdir. İnsanlığın hizmetine sundukları muazzam eserler sanki çocuklarına devredilmiş gibi yorumlanmıştır. Vakıf kurmak, insanlığa faydalı olmak için çırpman ecdadımız sanki tembelliğin yayıcısı gibi gösterilmiştir. Halbuki sosyal devletin bugün yapmakla mükellef olduğu tüm eserleri toplum, "Hayırda yarışınız." düstûruna uygun olarak yerine getiriyordu. Aslında Ziya Gökalp gibiler de söylediklerine inanmıyorlardı. Çünkü vakıfların devleti ayakta tuttuğunu çok iyi biliyorlardı. Ne var ki en zâlim hükümdarların dahi dokunmaktan korktuğu bu büyük hazîneye konmak isteyince, bu şekilde bahaneler uyduracak ve vakıflara el uzatılacak ve tarihte eşi benzeri görülmeyen bir talan hareketine girişilecektir.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Not:Bu makale Keşkül Dergisi Sayı 38 (Bahar Sayısı-Nisan 2016) S. 28-39′da yayınlanmıştır
Makaleyi paylaş
.PADİŞAH HANIMLARI
Osmanlı Tarihinin ve özellikle hanedanın en çok tartışılan konuları arasında padişahların aile hayatı gelmektedir. Bir kısım yazarlar padişahların harem hayatını bir sefahat ve gayr-i meşru eğlence hayatı gibi takdim etmeye çalışmaktadırlar. Ancak bunların dayandıkları mehazlar genelde Avrupalı gözlemcilerin, gezginlerin, düşünürlerin hayal ürünü eserleridir. Haremdeki aile hayatına dair tasvirler Osmanlılar hakkındaki kitapların satışına çok açık bir biçimde yardımcı oluyordu. Bu sebeple bu tip anlatım ve tasvirler eserlerde abartılı bir biçimde yer bulabiliyordu. Nitekim günümüzde de bir padişahın hanımını konu edinen ve cinsel fanteziler üzerine kurulu romanlar daha fazla rağbet görebilmektedir.
Oysa meseleyi ciddi ve ilmi bir tarzda ele alan yerli ve yabancı yazarlar ve tarihçiler haremin içe işleyişi ve sakinlerinin yaşantısına dair pek az bir bilginin mevcut olduğuna vakıftırlar. Harem, isminin de gereği olarak yabancıların gözlerinden gizlendiği gibi içindeki hayata dair konuşmalar da yine başkalarının işitme alanı dışarısında kalmıştır. Haremde yaşayanlar ise bu durumu belki hayatlarının en büyük sırrı olarak kendileriyle birlikte mezara götürmüşlerdir.
Saltanatın babadan oğula geçtiği bir hanedanın her hükümdarı gibi Osmanlı padişahı için de önemli bir siyasi anlam yüklü olan aile hayatı asla bir cinsel zevk olarak düşünülemezdi. Zira evliliğin sonuçları -evlatlar- tahta kimin geçeceğini yani bizzat hanedanın varoluşunu etkiliyordu.
İlk dönemde evlilikler
Kuruluş döneminden II. Bayezid´e gelinceye kadar Osmanlı padişahları ve şehzadeleri ilk zamanlardan Müslümanlardan nüfuzlu kişilerin, Anadolu beylerinin, Bizans, Sırp ve Bulgar krallarının kızları ile evlendiler. Bu evliliklerde siyasi nüfuz elde etme, diplomatik faydalar veya kız babası öldüğünde toprak talep etmek gibi gayeler hedefleniyordu.
Ertuğrul Bey´in oğlu Osman Gazi´yi Şeyh Edebali´nin kızı Bala Hatun ile evlendirilmesinde muhakkak ki ahilerin desteğini de temin etmek maksadı da yatmaktaydı. Nitekim Ertuğrul Bey´in vefatından sonra aşiretin başına amcası Dündar´ın muhalefetine rağmen ahilerinde desteğini temin eden Osman Gazi seçilmiştir. Osman Gazi ikinci evliliğini yine nüfuzlu bir şahsiyet olduğu tahmin edilen Ömer Bey´in kızı Mal Hatun ile yapmıştır.
Bilecik tekfuru oğlunu, Yarhisar tekfurunun kızı ile evlendireceği zaman düğüne Osman Gazi´yi de davet etmişti. Tekfurlar Türk Beyi´ni düğüne katıldığı sırada ortadan kaldırmayı karalaştırmışlardı. Ancak tertipten dostu Harmankaya hakimi Köse Mihal´in ihtarıyla, zamanında haberdar olan Osman Gazi mükemmel bir plan tertip ederek tekfurları pusuya düşürdü. Bilecik ve Yarhisar´a sahip olurken Holofira isimli gelin de Osmanlılar eline geçmişti.
Osman Gazi Holofira´yı oğlu Orhan'a nikahlayarak bir anlamda onun babasının topraklarına hakim olduğunu göstermiş oluyordu. Daha sonra Müslüman olarak Nilüfer adını alan Holofira, hayır ve hasenatıyla Bursalıların gönlünde taht kurmuştur. Nilüfer Hatun Bursa´da Kaplıca kapısı yanında bir tekke, Darülharp mahallesinde bir mescid ve Bursa ovasından geçen çay üzerine güzel bir köprü yaptırmıştır. Bu nedenle çaya Nilüfer adı verilmiştir.
Orhan Gazi´nin önce Bizans İmparatoru III. Andronikus´un kızı Asporça Hatun ve Sonra VI. John Kantakuzen ile eşi İrene´den doğan Teodora (Maria) ile evlenmesi ise Rumeli´ye geçişin imkan dahiline alınması ve saltanata geçişi sağlamak hedeflerine matuftur. Kartakuzen Orhan Bey´in kuvvetleri sayesinde İstanbul´a girerek İmparatorluğa kavuşmuş, Trakya ve Makedonya´daki hakimiyetini kuvvetlendirmiştir. Bu yardımlarına karşılık Gelibolu yarım adasındaki Çimbi kalesini Osmanlılara vermiştir ki bu durum Orhan Gazi´nin Rumeli´ye geçişinin ilk adımı olacaktır.
I. Murad Han´ın Bulgar Kralı Şişman´ın kız kardeşi Tamara (Maria) ile evlenmesi ise bu krallığın, tabiiyet altında tutulabilmesinin bir gereği olarak görülebilir. Zira Sultan Murad 1368´den sonra sırasıyla Bulgarlardan Aydos, Karinabad, Süzeboli, Pınarhisar ve Vize´yi zaptetmişti. Kral Şişman mukavemete muvaffak olamayınca sulh yaparak vergi vermeyi kabul ederek kız kardeşini de Osmanlı hükümdarına vererek dostluğunu pekiştirmek istemişti.
I. Murad döneminden itibaren Osmanlı Padişahları gayr-i müslim kralların kızlarının yanısıra Anadolu beylerinin kızları ile de şehzadelerini evlendirmeye başlamışlardır. Aslında Anadolu beyleri ile bu münasebet çift yönlü olarak devam etmiş Osmanlılar onlardan kız almalarının yanısıra, kızlarını da Anadolu beyleri veya oğullarına vermişlerdir. Osmanlıların bu yerinde ve fevkalade isabetli siyasetlerinin sonucu geç de olsa meyvelerini vermiş ve bu evlilikler neticesinde Anadolu aşiretleri ve beyleri arasında sağlam, köklü ve daimi akrabalıklar tesis olmuştur. Anadolu´da yüzlerce yıllık muhabbet, birlik ve beraberliğin temelinde, Osmanlıların bu siyasetinin rolü de unutulmamalıdır.
I. Murad Han oğlu Yıldırım Bayezid´i Germiyanoğlu Süleyman Şah´ın kızı devlet hatun ile evlendirdi. Devlet Hatun´un annesi Mevlana Celaleddin Rumi´nin oğlu Veled Çelebi´nin kızı Mutahhare Hatundur. Süleyman Şah kızının çeyizi olarak beyliğinin en güzel yerleri olan Kütahya, Tavşanlı, Emed ve Simav şehirlerini Osmanlılara vermiştir.
Yine Yıldırım Bayezid Kosova meydan muharebesinden sonra kendisine karşı ayaklanan Anadolu beylikleri üzerine yürüdüğünde, Aydınoğlu İsa Bey karşı duramayarak tabiiyetini arzetmişti. Buna karşılık Yıldırım Bayezid ise İsa Bey´e bir miktar toprak bırakırken onun Hafsa Hatun adındaki kızı ile de evlendirmiştir (1390).
Kosova savaşında (1389) Sırp kralı Lazar ölmüş ve yerine oğlu Lazaroviç geçmişti. Yılıdırım Bayezid kendisi ile sulh anlaşması yaparken dostluğu pekiştirmek için kız kardeşi Despine (bazı kaynaklarda Olivera) ile evlenmiştir.
Osmanlılar doğuda kendilerine karşı en güçlü devletlerden olan Memluklerle aralarında tampon devlet konumundaki Karamanlılar ve Dulkadırlılar ile de evlilik yoluyla akrabalık kurmaya ve dostluklarını ilerletmeye çalışıyorlardı. Nitekim Çelebi Mehmed fetret dönemi sırasında Dulkadırlı Süli Bey´in kızı Emine Hatunla evlenmek istemiş ve bu arzusu hüsn-i kabul görmüştür. Çelebi Mehmed ile Emine Hatun 1403 yılında evlenmişler ve bu evlilikten ertesi yıl II. Murad doğmuştur.
II. Murad Han´da Anadolu beylerinden Candaroğlu II. İbrahim Bey´in kızı Hatice Hatun, Amasyalı Şadgeldi Paşa´nın torunu Yeni Hatun ile evlilikler yapmıştır. II. Murad´ın siyasi evliliklerinden biri de Sırp Kralı Jori Brankoviç´in kızı Mara Hatun´dur. Brankoviç, Türk akınlarını önleyebilmek için kızı Mara´yı 1435 yılında II. Murad ile evlendirmiştir. Osmanlıların Balkanlarda zor duruma düştüğü bir dönemde Edirne-Segedin antlaşmasının imzalanmasında Mara Hatun´un büyük rolü olmuş böylece II. Murad toparlanma imkanı bulmuştur.
Bazı yazarlar II. Mehmed (Fatih)´in annesi Mara hatun olduğunu ısrarla savunurlar. Oysa Fatih´in 1431 yılında doğduğu düşünülürse, 1435´de gerçekleşen bu evlilikten böyle bir doğumun ne kadar imkansız olacağı ortadadır. Buna rağmen bazı yazarlarda aynı gayretkeşliğin devam ettirilmesi akla, başka niyetler başka maksatlar olduğunu, çamur at izi kalsın prensibinin uygulandığını apaçık bir biçimde vermektedir.
II. Murad bu arada II. Kosova zaferinden sonra Karamanoğullarının muhtemel bir hıyanetinden çekinerek, Dulkadıroğlu Süleyman Bey´le akrabalık kurmak istemiştir. Bu itibarla Süleyman Bey´in kızı Sitti Mükerreme Hatun´un oğlu Mehmed´ istemiştir. Süleyman Bey´in de muvafık olmasıyla şehzade Mehmed ile Sitti Hatun Edirne´de üç ay süren muhteşem ve göz alıcı bir düğün merasimi ile evlenmişlerdir.
Görüldüğü gibi Fatih Sultan Mehmed´e gelinceye kadar Osmanlı padişahları Bizans, Bulgar, Sırp krallarının ve Anadolu beylerinin kızları ile siyasi evlilikler kuruyorlardı. Bunun yanısıra saraya alınan ve burada yetiştirilen cariyeler ile az da olsa evlilikler görülüyordu.
Nitekim I. Murad´ın Gülçiçek (Rum asıllı), Çelebi Mehmed´in Kumru Hatun, II. Murad´ın Hüma Hatun ile bu yolla evlendikleri bilinmektedir. Ancak Fatih´ten itibaren cariyelerle evlenme usulüne doğru sistemli bir geçiş süreci başlamıştır. II. Bayezid ve Yavuz dönemlerinin sonunda devşirme sistemi içerisinde evlilik Osmanlı sarayına hakim olmuştur.
Fatih´in Dulkadırlı Süleyman Bey´in kızı Sitti Hatun´un dışında kalan eşlerinden Gülbahar Hatun aslen Arnavut, Çiçek Hatun Sırp, Venedik veya Rum ve Helene ise Rum´dur. Gülşah Hatun´un ise milliyeti bilinmemektedir.
II. Bayezid Dulkadır oğlu Alaüddevle´nin kızı Ayşe Hatun ve Karamanoğullarından Nasuh Bey´in kızı Hüsnüşah Hatun´un yanısıra Bülbül Hatun, Ferahşad Hatun, Gülbahar Hatun, Gülruh Hatun ve Şirin Hatun adlı cariyeler ile de evlenmiştir.
Yavuz Sultan Selim´in güzelliğiyle meşhur hanımı Hafsa Sultan´ı bazı tarihçiler Türk olarak gösterseler de aslen cariye olduğu vesikalardan anlaşılmaktadır.
İşte Fatih´le beraber cariyeler ile evlenme usulü genişlemiş II. Bayezid devri sonunda ise umumi bir kaide şeklinde saray hayatına girmiştir. Bu usul pek az istisnası dışında hanedanın yıkılışına kadar da devam etmiştir.
Niçin cariyelik sistemi
Padişahların bu sistemdeki evliliklerinden İslamiyetin hükümlerine uyularak nikah yapılmamıştır. Zira İslamiyet´e göre cariyeler köle (kadın) statüsünde olduğundan sahipleri istedikleri gibi tasarruf hakkına sahip bulunuyordu.
Bazı tarihçiler nikah ile evlenmeyi kaldırmayı Yıldırım Bayezid´in Ankara´da Timur Han´a esir düşmesinden sonra, hanımı Despina´nın da galiplerin eline geçmesi sebebiyle alındığını kaydederler. Hatta bazı yabancı yazarlar, Türk ve Osmanlı düşmanları daha da ileri giderek Timur Han´ın Yılıdırım Han´ın hanımına içki dağıttırdığını kaydederler.
Gerek Timur Han gerekse Osmanlı, ciddi hiç bir tarihte bu tip haber mevcut değildir. Oysa Osmanlı sarayında henüz İslamı seçmemiş olan Despina Hatun, Timurlu tarihçilerden Şerefeddin Yezdi´nin kaydına göre Timur Han´ın huzurunda Müslüman olmuştur.
Ayrıca Osmanlıların bu sebeple cariyelerle evlendiği meselesi şuradan da yanlıştır ki, Yılıdırım´dan sonra Çelebi Mehmed Dulkadırlıoğlu Süli Bey´in kızı Emine Hatun´la II. Murad Candaroğlu İbrahim Bey´in kızı Hatice Halime Hatunla, II. Mehmed Dulkadıroğlu Süleyman Bey´in kızı Sitti Hatun´la, II. Bayezid de Dulkadıroğlu Alaüddevle´nin kızı Ayşe ve Karamanoğlu Nasuh Bey´in kızı Hüsnü Şah Hatunla hep nikahlanarak evlenmişlerdir.
Oysa Osmanlıların Fatih´ten itibaren cariyelerle evlenme sistemine geçişte kendileri ve devletleri için yine pek çok faydaları vardır. Bunlar üzerinde dikkatle durmak gerekmektedir.
Öncelikle Fatih´e gelindiğinde Balkanlardaki prenslik ve krallıklar yıkılmış hepsi devletin sınırları içerisine alınmışlardı. Fatih´le beraber Bizans İmparatorluğu´da Tarihe karışmıştır. Ayrıca Anadolu beylikleri ortadan kaldırılmış ve Türk birliği temin olunmuştu.
Zaferden zafere koşan Osmanlı hükümdarları kendilerini artık dünyanın en büyük ve güçlü padişahları saydıklarından, başka hanedanlarla akrabalık yoluyla dostluk kurmaya çalışmışlardır. Başlangıçtaki siyasi ve diplomatik yarar sağlama unsuru artık görülmemektedir.
Yine genelde çok evli bulunan Osmanlı padişahlarının her aldıkları kadın için yapacakları şatafatlı düğünler, yapılacak masraflar ve verilecek hediyeler düşünüldüğünde devşirme sistemiyle devletin ne büyük bir masraftan kurtulduğu açıkça görülmektedir.
Padişahların devşirme kadınlarla evlenmelerini tenkit eden bazı yazarlar ise, neden Türk ilim ve Devlet adamlarının kızlarını almadıklarını sorgularlar. Oysa bu düşünceleri uygulanmış olsaydı yapılacak masraflar bir tarafa her padişah döneminde bir kaç aile saraya nüfuz edecek devlet işlerine karışacak, parçalanma ve bölünme süreci içeriden daha çabuk bir şekilde gerçekleşecekti.
Devşirme usulüyle kız almanın bir faydası ise küçük yaşta saraya getirilen bu kızların tam bir saray kültürü ve terbiyesi içerisinde yetiştirilmiş ve padişaha layık bir eş haline getirilmiş bulunmasıdır. Ayrıca bunların en seçilmişleri padişah hanımlığına namzet olurken diğerleri de enderun mektebinde yetişen diğer devlet görevlileri ile evlendirilmek üzere hazırlanıyordu. Enderun nasıl saray içerisinde padişaha kişisel hizmet yoluyla erkekleri saray dışında hanedana hizmete hazırlanıyorsa, harem de padişah ve annesine hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlanıyordu. Böylece idareciler eş yoluyla devlete daha da sadık bir hale getirilmiş olurdu.
Devşirme Sistemi ile Padişah Evlilikleri
Saraya alınan cariyelerin büyük bölümü hizmet birimlerinde çalışırdı. Bunların en güzel ve kabiliyetli olanları padişahın hizmetinde, ona yakın olanlar da şehzadeler dairesine gönderilirdi. Bunlardan padişah hanımı olabilecek durumda olanlar Haznedar Usta´nın emrine verilirdi. O bunları yetiştirir ve efendisine yaraşır bir kadın olmasını sağlardı.
Bunların dışındakiler ise padişah hiç bir bakımdan irtibatta bulunmadığı gibi belki kendilerini ne görür ne de tanırdı. Bu bakımdan padişahın zaman zaman bütün cariyeleri toplayıp içlerinden en güzelini seçmesi gibi konular artık fantazi masallar olarak tarihteki yerini almışlardır.
Has odalık olarak yetiştirilen cariyelerle padişah münasebette bulunduğunda şayet bunlar gebe kalırlarsa İkbal ve haseki adını alırlardı. Bunlar derecelerine göre Baş İkbal, İkinci İkbal, Üçüncü İkbal… denirdi. Sayıları yediye kadar çıkabilirdi. İkballer hanım veya hanımefendi diye çağırılırlar ve artık azad edilip saraydan ihraç edilmekten kurtulurlardı. Haseki Sultan tabirinin yerini zamanla Kadın veya Kadın efendi almıştır.
Hasekiliğe yükselen cariyeye samur kürk giydirilirdi. Hasekilerden erkek çocuk doğuranlara Haseki Sultan ünvanı verilir ve başına kıymetli taşlarla süslü bir altın taç takılırdı. Yine harem geleneği gereğince ona daire ayrılır, emrine kalfa ve cariyeler verilirdi.
Haremde cümle kapısı holünden Kızlarağası Dairesi ile Kalfalar koğuşu arasında devam eden yoldan sola dönülerek girilen geniş ve uzun hole Cariyeler ve Kadın efendiler Taşlığı denilirdi. Taşlığın sağ tarafındaki birinci, ikinci ve üçüncü kapı sırasıyla Kadın efendi odalarıdır.
Daireler zemin katta giriş bölümü, merdiven aralığı ve güzel bir manzara kazandırabilmek için iki kat yüksekliğinde yapılmış birer Başodaya sahiptir. Üst katta taşlığa bakan bir sahanlık ile birer odayla baş odalara açılan bir asma katı bulunmaktadır. Daireler 17 yüzyıl Osmanlı çinileriyle kaplı olup ocaklı ve tavanı kalem işli desenli boş odalar, zengin dekorları ve nefis manzarasıyla dikkat çekmektedir.
Osmanlı padişahlarının ölümlerinden sonra onun çocuk doğurmamış yahut da erkek çocuk doğurmuş ve çocuğu vefat etmiş olan kadın ve hasekileri isterlerse devlet ricalinden biriyle evlendirilirdi. Bu uygulamaya ilk defa Fatih döneminde rastlanmaktadır. O babası II. Murad´ın dul eşi Hatice Hatun´u babasının adamlarından İshak ile evlendirmiştir. Kendisi de boşamış olduğu David Komnenos´un kızını Zağanos Mehmed Paşa ile evlendirmiştir. Yine III. Murad´ın ölümünden sonra çocuksuz olan ikballeri Eski Saraya gönderilmiş ve daha sonra derecelerine denk kimselerle evlendirilmişlerdir.
Genellikle evlendirilenler odalık ve ikballer olup padişahların asıl kadınlarından evlenenler pek az görülmüştür. Zira kadın efendiler evlendikleri zaman bu durum hanedana ve padişaha karşı yapılan bir saygısızlık olarak kabul edilir ve tasvip edilmezdi.
İktidardan düşen veya vefat eden padişahın kadınları harem dairesinden alınarak Eski Saray´a gönderilirlerdi. Bu kadınların eğer padişah olacak çocukları yoksa ölünceye kadar burada yaşarlar, oğlu padişah olanlar Valide Sultan sıfatıyla tekrar hareme dönerdi.
Eski Saraydaki kadınlar genellikle kendilerini ibadete verirler, hayır ve hasenat işleriyle meşgul olurlardı.
Osmanlı padişahları içinde çok kadınla evlenenlere karşılık pek az eşi olanlar da görülmektedir. I. Mustafa´nın hiç kadını tesbit edilmemiştir. Yavuz Sultan Selim, II. Selim, III. Mehmed, IV. Murad ve II. Ahmed´in birer; Osman Gazi, Çelebi Sultan Mehmed, III. Ahmed, II. Osman ve III. Osman´ın da ikişer kadını olduğu anlaşılmaktadır.
Hayırsever kadınlar
Osmanlı tarihi ele alınırken padişah hanımları, gündeme ne yazık ki her defasında menfi bilgiler verilerek ve devleti yıkıma götüren bir rol biçilerek getirilmiştir. Oysa hanedan kadınları ”Kadınlar saltanatı (1566-1656)” denilen kısa bir dönem hariç siyasi alanda fazla görülmemişlerdir. Bu dönem ise genelde padişahların küçük yaşta olmaları dolayısıyla ortaya çıkmıştır.
Buna karşılık padişah hanımları ilk devirlerden itibaren saltanat törenleri ve alaylarına katılmakta, hayranları ve vakıfları ile sosyal hayatı güçlendirmekte, ihsan ve cömertlikleriyle fakir fukaranın hamiliğini üstlenmekte ve sosyal kültürü teşvik etmekte idiler.
Aslında padişah hanımlarının belirgin özelliklerinin en dikkate değer yönleri cami, mescid, medrese, çeşme, hastahane ve imaret gibi imar faaliyetlerinde bulunmaları ve bu girişimleri desteklemeleridir.
Nitekim Orhan Bey‘in hanımı Nilüfer Hatun yaptırdığı hayır eserleri ile gönüllerde taht kurmuştu. Orhan Bey‘in diğer hanımı Asporça Hatun da yaptırdığı binalara ve eserlere oğlu İbrahim’i mütevvelli tayin ettirmişti.
I. Murad‘ın hanımı Gülçiçek Hatun’un Bursa’da bir cami ile türbesi vardır. Yıldırım Bayezid‘in hanımı Hafsa Hatun Tire’de bir çeşme, Bademiye’de bir zaviye yaptırmış ve zengin vakıflar bağışlamıştır. Fatih‘in hanımı Sitti Hatun’un Edirne’ de bir camii vardır.
II. Bayezid ‘in eşi Bülbül Hatun’un Ladik’te bir camii, bir imaret, Amasya’da mescid, mektep ve çeşme Bursa’sa ise bir medrese yaptırarak vakıflarını tanzim ettirmiştir. Diğer hanımlarından Gülruh Hatun Akhisar ve Güzelhisar’da birer mescid yaptırmış ve zengin vakıflarda bulunmuştur. Şirin Hatun ise Bursa ve Mihaliç’ te birer mektep ile Trabzon’da bir mescid yaptırmıştır.
Yavuz Sultan Selim‘in hanımı Hafsa Sultan yalnız hayırları ile değil iyi kalpliliği ile de büyük nam kazanmıştır. Manisa’da cami, medrese, tekke, sıbyan mektebi ve imaretten oluşan mükemmel bir külliye inşa ettirmiştir.
Kanuni
‘nin çok sevdiği hanımı Hürrem Sultan’ın imar faaliyetleri ise o zaman kadar yapılanları gölgede bırakacak derecedeydi. Hürrem Sultan Aksaray’da kubbeli bir cami ile şadırvan, imaret, medrese darüşşifa ve mektepten meydana gelen bir külliye, Mekke ve Medine’de birer İmaret, Cisr-i Mustafapaşa’da bir kervansaray, cami ve imaret yaptırdı. Edirne’ye su getirterek, bunları muhtelif çeşmelerden akıttı. Kanuni’nin kendisine temlik ettiği emlakini yaptırdığı eserlere vakfederek adını tarihe maletti. Gülfem Hatun’un ise Üsküdar’da bir camii vardır.
II. Selim‘in hanımı Nurbanu Sultan Üsküdar Toptaşı tepesinde cami, medrese, darüşşifa , imaret, çifte hamam ve sıbyan mektebinden meydana gelen mükemmel bir külliye inşa ettirmiştir. Ayrıca külliyeye gelir getirmek üzere Cadid Valide Camii civarında Yeşil Direkli hamamı ve pek çok sebilleri yaptırmıştır.
III. Murad‘ın hanımı Safiye Sultan Eminönü’nde Yeni Caminin temelini attırmış ancak vefatıyla yarım kalmıştır. Safiye Sultan ayrıca kendi malından, cihad ve gaza yolunda yapılan hazırlıklara pek çok katkıda bulunuyordu.
I. Ahmed‘in hanımı Mahpeyker Kösem Sultan, bir takım siyasi olaylara karışmasının yanında pek çok hayır eserlere de imzasını atmıştır. Üsküdar’da Çinili Cami yanında mektep, darülhadis ve sebili, Anadolu kavağında medrese, mescid ve çeşmesi, Çakmakçılar yokuşunda meşhur Valide hanı en meşhur eserleridir. Halka karşı son derece müşfik olan ve iyilik yapmaktan zevk duyan Kösem Sultan her sene hapishaneleri dolaşarak, borcundan dolayı tutuklu olanları kurtarırdı. Ayrıca fakir kızları ve kendi yetiştirdiği cariyeleri zengin çeyizlerle evlendirirdi.
I. İbrahim‘in hasekisi Hatice Turhan Sultan, Safiye Sultan tarafından temeli atılan Eminönü’ndeki Yeni Cami, darülhadis, mektep, çarşı, sebil ve türbeden ibaret muazzam külliyeyi tamamlatarak adını tarihe maletmiştir. Ayrıca Çanakkale boğazı kaleleri ile yine bu şehirde bir cami inşa ettirmiştir.
II. Mustafa’nın eşi Saliha; III. Ahmed‘in hanımı Emetullah; I. Mahmud‘un kadını Alicenab; III. Mustafa‘nın kadını Mihrişah; I. Abdülhamid‘in kadınlarından Ayşe Sineperver ile Nakşidil cami, mescid ve çeşmeleri ile ünlü hanım sultanlardır.
I. Abdülhamid‘in kadınlarından Binnaz Kadın bıraktığı vasiyetnamesinde öldüğü zaman cariyelerinin azat edilmesini ve ıskat ve devr için fukaraya yüklü miktarda para vakfı yaptığını, bunların harfiyen yerine getirilmesini belirtiyordu. Binnaz Kadın vasiyetnamesinin yerine getirilmesine kocasını memur ediyor ve ondan söz alıyordu..
II.Mahmud’un Hanımlarından Bezmialem Sultan ise ince ruhlu, duygulu bir kadın olup fakir ve yoksulları gözetmesi ile İstanbulluların sevgi ve saygısına mazhar olmuştu. Yaptırmış olduğu Guraba Hastanesi onun insanlık şefkatinin bir timsali olarak ayakta durmaktadır. Bunlardan başka Dolmabahçe Camii, mektebi ve çeşmesi ile Rami’de bir çeşmesi vardır.
Abdülmecid Han‘ın kadınlarından Tirimüjgan ve Perestü, Abdülaziz Han’ın kadınlarından Nesrin ve Hayrandil, ve II. Abdülhamid Han‘ın kadınlarından Nazikeda ve Müşfika Kadınlar iyilik ve cömertlikleri ile meşhur olmuşlardır.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Bibliyografya:
Esad Efendi, Osmanlılarda Töre ve Törenler (Teşrifat-ı Kadima), sad. Y. Ercan, İstanbul 1979, s. 116
Silahtar Mehmed Ağa, Silahdar Tarihi, c.2, s. 685
Madam Mary Wortley Montagu, Türkiye’ye ait mektuplar, TOEM, sene 5, s.410-415
Leslie Le Peirce, Harem-i Hümayun (çev. A. Berktay), İstanbul 1996, s. 34-45, 75-85, 353-365.
A. Dolphin Alderson, Bütün Yönleriyle Osmanlı Hanedanı (çev. Ş. Severcan), İstanbul 1999, s. 139-160
İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Ankara 1984, s.151-153.
Çağatay Uluçay, Harem II, Ankara 1985, s. 38-58.
Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları, Ankara 1985, muhtelif sahifeler.
Ahmed Akgündüz, Osmanlı’da Harem, İstanbul 1995, s. 47-53
Safiye Ünüvar, Saray Hatıraları, İstanbul 1964. M. Anhegger (Eyüboğlu),
Topkapı Sarayında Padişah Evi; Harem, İstanbul 1987, s. 29-31
.Padişah Kızları: Sultanlar
İlk Osmanlı padişahlarının kızlarına hatun denilmekte iken Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren Sultan denilmeye başlanmıştır. Sultan tabiri Osmanlı Padişahları’ nın erkek evlatlarına, kızlarına, padişah validelerine hatta ailelerine kadar teşmil edilmiştir. Bu ünvanın Padişahların erkek çocuklarında ismin evveline kızların da ise ismin sonuna gelmesi adet olmuştu. Sultan Selim, Sultan Ahmed, Ayşe Sultan, Fatma Sultan vs. gibi. Sultan tabiri yanlız olarak kullanılırsa padişahın kız çocukları kastedilmiş olurdu. Sultanların kız çocuklarına ise Hanım Sultan denir. Sultan doğar doğmaz ilk olarak Darüssaade Ağasına haber verilirdi. Ağa, oda lalası vasıtasıyla silahtar ağaya müjdeli haberi gönderir o da padişahın bir kız çocuğu olduğunu sarayda ilan ederdi. Bu haber üzerine Enderunda bulunan her oda doğum şerefine üç kurban keserek sultanın doğumunu kutlardı. Bu arada sarayın deniz kıyısında bulunan toplar günde beş defa tekrarlanmak üzere üçer kez atış yaparlar böylece doğum halka ve devlet ricaline duyurulurdu.
Doğum haberini alan Sadrazam ertesi gün divan azalarıyla saraya gelerek padişahı tebrik ederdi. Ziyafete gelenlere türlü maddelerden yapılan nefis şerbetler altın, gümüş ve billur kaplar da ikram olunurdu.
BEŞİK ALAYI
Sultanların doğumlarında bir takım merasimler tertip olunurdu. Bunlardan ikisi Valide Sultan ile Sadrazamın göndermiş oldukları beşik, yorgan ve sırmalı örtü münasebetiyle yapılan beşik alaylarıdır. Çocuk doğunca padişah validesinin evvelce hazırlatmış olduğu beşik, sırmalı püşide denilen örtüsü ve yorganıyla merasim ve alayla Eskisaray’ dan Yenisaray’ a nakl olunurdu. Törene katılacak ağalara birgün öncesinden kethüda bey ve darüssaade ağası yazıcısı tarafından davetiyeler gönderilir, belirli saat de Eskisaray’ da bulunmaları bildirilirdi.
Ertesi gün davetliler hazır olduklarında Teşrifatçı, törenin başlaması için işaretini verirdi. Bunun üzerine Valide Sultanın başağası beşiği, yorganı ve örtüyü Eskisaray’ dan çıkararak Valide Sultan kethüdasına teslim ederdi. Kethüda Bey de beşiği, Valide Sultan’ın kahvecibaşısına, yorganı ikinci kahveciye, beşik örtüsünü de üçüncü kahveciye teslim ederdi.
Kahvecibaşılar kendilerine teslim edilen eşyaları sayıyla alırlar ve başlarının üzerlerine koyarlardı. Bundan sonra harekete geçen alay Beyazıd, Divanyolu ve Ayasofya önünden geçerek Bab- ı Hümayun önüne gelirdi. Çevredeki kalabalık alayı alkışlarla uğurlarken çocuğa ve babasına da uzun ömürlü olmaları için dua ederlerdi.
Orta kapıya kadar atlar üzerinde ilerleyen ağalar, burada attlarından inerek iki sıra halinde dizilerek haremin araba kapısı önüne kadar gelirlerdi. Burada kahvecibaşılar beşiği, yorganı ve beşik örtüsünü kapı önünde beklemekte olan Valide Sultan başağasına o da saygıyla alarak darüssaade ağasına teslim ederdi. Darüssaade ağası devraldığı eşyaları harem ağaları ile birlikte içeri götürerek, bu işle görevli kadınlara teslim ederdi. Daha sonra, törene katılan ağalara ve görevlilere rütbelerine göre padişah adına ihsanlarda bulunurdu.
Doğumun altıncı gününde ise Sadrazamın beşik alayı töreni düzenlenirdi. Bu alay Valide sultanınkinden daha göz kamaştırıcı ve daha kalabalık olurdu. Bu sırada devlet erkanının aileleri de çocuğu görmek üzere davet olunurlardı. Sadrazam, sultan doğar doğmaz bir beşik, bir yorgan ve bir de beşik örtüsü yaptırır, hepsi de inciler, elmaslar, tırtıllar ve zümrütlerle donanırdı. Doğumun beşinci günü törene katılacaklara davetiyeler gönderilir, belirli bir saat de Paşakapısında bulunmaları istenirdi. Ertesi gün belirlenen saat de Paşakapısı önünde, sadrazamın hazırlanan eşyaları Kethüda beye vermesiyle tören başlardı. Kethüda bey de beşiği baş, yorganı ikinci çuhadara beşik örtüsünü ise mehter başıya verirdi. Bunların eşyaları saygıyla alıp başları üzerine koymasından sonra mehter takımının çaldığı marşlar ve ilahilerle alay harekete geçerdi.
Başlara giyilen renkli kavuklar, sırtlardaki renkli kürkler ve kaftanlar, ayaklardaki sarı ve kırmızı çizmeler ve yemeniler beşik alayını yürüyen bir çiçek bahçesi haline getirirdi. Yine binbir emek sarf edilerek hazırlanan çiçek bahçeleri ve şeker kutuları bu renkli sahneyi daha da canlı ve muhteşem bir hale koyardı. Mehterhanenin muazzam ritmi de insanları ayrı bir vecde getirirdi. Alaya katılan ağaların heybetli görünüşleri, ağır başlı yürüyüşleri insana Niğbolu, Kosova, Varna ve Mohaç’tan hatıralar ve manzaralar yaşatır gibi olurdu.
Valide beşik alayında olduğu gibi Divan yolundan geçilerek Bab-ı Hümayundan içeri girilir ve araba kapısı önünde alay sona ererdi. Darüssaade ağası tarafından teslim alınan beşik takımı doğruca padişaha götürülür ve gösterilirdi. Padişah beşik takımını gördükten sonra hareme yollardı.
Lohusanın yattığı oda Valide Sultan, Sultanlar, kadınefendiler, ikballer ve davetli kadınlarla dolup boşalırdı. Valide Sultan yanında sultanlar olduğu halde yüksekçe bir divanda otururdu. Misafirler ise peykelere yerleştirilmiş minderler ve yastıklar üzerinde dinlenirlerdi. Sadrazamın gönderdiği beşik takımının gelmesiyle hep birden ayağa kalkarlardı.
Beşik takımı odanın ortasına gelince Valide Sultan üzerine bir avuç altın atar onu diğerleri takip ederlerdi. Orada bulunan ebe, dualar okuyarak çocuğu yeni gelen beşiğe koyar ve üç defa sallardı. Sonra çocuğu beşikten çıkararak kucağa alırdı. O zaman davetli kadınlar, getirmiş oldukları değerli taşları ve kumaşları beşiğin üzerine koyarlardı. Bunların hepsi ebenin olurdu.
Davetli kadınlar haremde üç gün misafir edilirler, cariyelerin de katılmasıyla çeşitli eğlenceler tertiplenir, hoşça vakitler geçirilirdi. Ayrıca davetlilere padişah tarafından hediyeler gönderilmesi de usuldendi.
SULTANLARIN YETİŞMESİ
Sultanların doğumu ile birlikte bir daire ayrılır, emrine dadı, sütnine, kalfa ve cariyeler verilirdi. Eğitimiyle annesi, dadısı ve kalfası uğraşırdı. Yürümeye başladıktan itibaren bahçelere çıkar küçük cariyelerle veya aynı yaşdaki çocuklarla dadısının nezaretinde oyunlar oynardı. Sultanlar, dadısız ve kalfasız dışarı hiç çıkamazlardı.
Sultanlar beş veya altı yaşına girdiklerinde irade-i seniyye ile derse başlarlar ve kendileri için tayin edilen hocalardan ders alırlardı. Bed-i besmele denilen ilk derse törenle başlanır ve padişah da hazır bulunurdu. Bazen dersler şehzadeler dairesinde okunurdu. Okumada ilk üzerinde durulan konu, padişahın çocuklarının Kuran-ı kerimi doğru okumalarını temin etmekti. Onların Kur’an-ı kerimi tecvide uygun okumaları ve bitirmeleri kendileri ve babaları için büyük bir mutluluğa sebep olurdu. Bu vesile ile bir de hatim töreni tertip ediliyor sultanlara ve hocalarına hediyeler veriliyordu. Sultanlar Kur’an-ı kerimden başka Türkçe, Matematik, Tarih, Coğrafya, Arapça ve Farsça dersleri de alırlardı.
Sultanların günümüze kadar ulaşan mektuplarından son derece düzgün ve edebi ifadeler kullandıklarını, kelime, cümle ve gramer hatalarının yok denecek kadar az olduklarını görmekteyiz.
Sultanlar erkeklerden kaçma çağına geldiklerinde başlarına yaşmak örterler ve dışarıya çıktıklarında uygun elbiseler giyerlerdi.
DÜĞÜNLERİ
İlk Osmanlı padişahları kızlarını, genellikle Anadolu beyleri veya onların oğullarına verdikleri gibi kendi maiyetlerinde ki beylere de verirlerdi. Nitekim 1. Murad’ ın kızı Melek Hatun, Karamanoğlu Alaaddin Bey’le ; Çelebi Mehmed’ in kızı Selçuk Hatun Candaroğlu Kasım Bey’le; Fatih’ in kızı Gevherhan Sultan Akkoyunlu Uzun Hasan’ın oğlu Uğurlu Mehmed Bey’le; II. Bayezid’ in kızı Aynışah Sultan ise Uğurlu Mehmed’in oğlu Göde Ahmed Bey’ le evlenmişlerdir.
Ancak Osmanlılar Anadolu birliğini temin edince etrafta kızlarını verecek hanedan kalmadığından, sultanları vezirler, kaptan paşalar ve büyük devlet adamlarıyla evlendirmeye başladılar.
Padişahların kızlarını Anadolu beylerine vermesi gibi kendi devlet adamlarıyla da evlendirmeleri, duygusal yönden ziyade siyasi idi. Zira sultanları alanların çoğu enderun mektebinden yetişen devşirme devlet adamlarıdır. Bunlar padişaha baba gözüyle bakarlardı. Bir de padişahın kızıyla evlenince hanedanın üyeleri arasına girerek nüfuzlarını da arttırırlardı. Bazı yabancı yazarların, padişahların kızlarını korktuğu veya zenginliğini çekemediği paşalarla evlendirdiği iddiası, tamamen uydurma ve hayal mahsülüdür.
Padişah kızını evlendirmek isteyince sadrazama bir hatt-ı hümayun yazar ve damad olacak şahsın nişan takımlarını yollamasını emrederdi. Uygun görülen adayın, fermanı alır almaz eğer evli ise, sultanlara hürmeten hanımını boşaması adet haline gelmiştir. Ayrıca II. Mahmud zamanına kadar sultanların rızası formalite icabı alınıyordu. Ancak II. Mahmud’dan itibaren durumun değiştiği ve en azından fotoğraflarla birbirini önceden tanıdıkları görülmektedir.
Sultanların nikahları bazan Yeni Sarayda ve bazan da paşa kapısında kıyılırdı. Sultanın vekili darüssaade ağası idi. Damat paşaya da münasip görülen bir vezir vekil olurdu. Nikahı şeyhülislam kıyar ve mihr-i muaccel ve mihr-i müeccel sultanın derecesiyle mutenasip olurdu. Onaltıncı asır sonlarına kadar nikah yüzbin altın üzerinden kıyılırdı.
Sultan nikahından sonra hükümdar namına merasimde bulunanlara kürk ve hil’atler giydirilirdi. Damat da hil’at giyerdi. Sultanların düğünleri babalarının sağ olup olmadıklarına veya padişahın sevdiği bir kız kardeşi veya yeğeni olup olmayışına göre olurdu. Tabii babaları sağ olan sultanların düğünleri fevkalede mükellef yapılırdı. Damat, böyle bir düğünde pek çok masraf eder, saraya gönderdiği her çeşit mücevherli (yüzük, küpe, bilezik, incili tuvalet aynası ve yine incili gelin duvağı ve hamam nalını gibi) nişan hediyesinden başlayarak bütün düğün masraflarını görürdü. Düğün müddeti muayyen olmayıp onbeş yirmi gün süren düğünler de vardı. Gelin olan sultanın alayı ya kendisinin bulunduğu Eski Saraydan veyahut Yeni Saraydan itibaren tertip edilirdi. Sultan, Osmanlı hanedanına mahsus kırmızı atlas cibinlik içinde olarak araba ile naklolunurdu.
Gelin alayında sadrazam, vezirler, devlet erkanı ile düğün münasebetiyle sultanlara mahsus yaptırılan ve Nahl denilen balmumdan yapılmış düğün tezyinatı, alayın önünde giderdi.
Sultanın çeyizi, kocasının konağına gitmeden evvel sarayda teşhir edilirdi. Sadrazam ve diğer devlet adamları oraya kendi düğün hediyelerini de gönderirler, sonra bu çeyiz alayla damadın konağına götürülürdü.
Sultan, kocasının konağına geldiği zaman orada zevci ile Kızlar ağası tarafından karşılanır ve koltuklarına girilerek harem dairesinin kapısına götürülürdü. Damadın konağında kadın ve erkeklere ayrı ayrı ziyafetler çekilir ve yatsı namazından sonra davetliler konaktan ayrılırdı. Damat Paşa davetlilerin her birine derecelerine göre birer hediye verirdi.
Yine bu sırada darüssaade ağası padişah namına damada bir samur kürk giydirir ve paşayı sultana takdim ettikten sonra çekilirdi. Bundan sonra yenge kadın paşayı odaya sokar, damat paşa odanın bir köşesinde namaz kıldıktan sonra zevcesinin eteğini öper ve sultanın oturması için müsaadesine kadar ayakta dururdu.
Şayet damadın memuriyeti hariçte ise düğün için İstanbul’a çağırılır, konak döşer, sultanla evlenir ve sonra vazife ile İstanbul’da kalmazsa yine memuriyeti başına dönerdi. Sultan İstanbul’da kocasının konağında kalırdı.
GEÇİMLERİ
Sultanların maiyyetlerinde padişahın emriyle tayin edilen kethüdaları vardı. Bütün işleri, alış veriş vesaireleri hep bu kethüdaları vasıtasıyla görülürdü. Dul olan sultanların vazife ve aidatları matbah-ı amire ile şehremini tarafından verilmek kanundu.
Sultanların has veya paşmaklık ismi verilen dirlikleri vardı. Bunların bazılarına herhangi bir mukataanın varidatından maaş ve bir kısmına iltizam suretiyle mukataalarda verilmişti. Bu isimler altındaki dirlikler bir mahallin varidatının bunlara tahsisi demekti. Malikane suretiyle mukataa, kaydı hayat şartıyla verilen dirlikti. Sultanları bu gelirlerini idare ve tahsil için voyvoda denilen memurlar vardı. Sultanlara bazan hazineden maaş da verilirdi. Sultan III. Mustafa Laleli Camisinin vakfiyesini tertip ettirirken bu vakfından oğullarına bin beşeryüz kızlarına biner ve kadınlarına beşer yüz kuruş tahsis eylemişti.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Bibliyografya:
Silahtar Mehmet Ağa, Tarih, c. 1, s. 646; c. 2, 737
Raşid, Tarih, İstanbul 1282, c.3, s. 143, 265, 319,320,328
Peçevi, Tarih, c. 2, s. 28
Naima, Tarih, c. 4, s.264
Ata Bey, Tarih’i Enderun, c. 1 , s. 249 – 250
Esad efendi, Osmanlılarda Töre ve Törenler – Teşrifat-ı Kadime- (sad. Y. Ercan) , İstanbul 1979, s.113,116
İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilatı, Ankara, 1984i s. 159-171
Çağatay Uluçay, Harem, Ankara 1985, s.67 – 115
H. Ziya Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, İstanbul 1942, c. 2, s. 93 – 98, 187- 194
Ayşe Osmanoğlu, Babam Abdülhamid, İstanbul 1960, s. 106-112.
Hikmet Özdemir, Adile Sultan Divanı, Ankara 1996, s1 291-292, 454 -455.
.
Hocam zaman zaman padişahları hacca gitmedikleri için tenkit etmek, töhmet altında bırakmak bizde moda oldu. Padişahlar neden hacca gitmezlerdi?
Bunun çeşitli sebepleri vardır. En mühimi padişahlar mahpus hükmündedir. Hapis hükmündeki insan hacca gidemez.
Nasıl oluyor hocam bu durum?
Osmanlı padişahları da birilerinin zannettikleri gibi başına buyruk hareket edemezlerdi. Padişahlar âlimlerin ve dinî hükümlerin kayıtları altındadır.
İslam âlimleri, hükümdarın ve onun makamındaki emirlerin (vali ve şehzadelerin), hacca gitmekte mazur olduğuna fetva vermiştir. Meşhur İslam hukukçusu İbn-i Abidin, Reddü’l-Muhtar haşiyesinde büyük âlim Serahsî’den şöyle nakleder:
Sultan ve sultan manasındaki emirler (vali ve şehzâdeler) mahpus hükmündedir. Dolayısıyla içinde kul hakkı olmayan malından kendi namına birini hacca göndermesi icap eder. Mezkûr şekilde aczi tahakkuk eder de, ölünceye kadar devam ederse böyle yapılır.
Bunun sebebi nedir diye düşünürsek bir hükümdarın hac gibi uzun bir yolculuğa çıkması, pek çok bakımdan amme nizamını bozabilir. Bu sebeple hükümdarlar mahpus hükmünde, yani hapisteki bir şahıs gibi görülmüştür. Nitekim haccın bir vücub, bir de eda şartları vardır. Haccın bir insana vacib olabilmesi için, o şahsın hacca gitmeye kâdir olması gerekir. Nitekim haccı emreden Kur’an-ı Kerim ayetinde bu güç yetirebilme hususu açıkça vurgulanmıştır.
.
Peygamber efendimizin adaletini örnek gösterdiği hükümdâr: NÛŞİREVÂN
“Reayaya ve Allah’ın kullarına iyi muamele ediniz. Hak olan vergiden başka almayınız. Zayıfları incitmeyiniz, alimlere saygı gösteriniz. Yüce Allah'a şükr ediniz."
Tarihin âlim, şair, adil ve hakîm olarak kaydettiği birçok meşhur şahsiyetlerle birlikte zenginliği, cömertliği, adaleti ve cesareti efsane haline gelmiş kahramanların adları edebiyatçılarımızın dilinde sık sık geçer. Şöhretlerine sebep olan hususiyetlerine telmihler yapılır. Kendi zamanlarındaki bir hükümdarı övmek mi istiyorlar geçmiş zamanda o işi kılmış bir kahramanı misal verirler. Kendi dönemlerinde birisi yanlış bir iş mi yaptı geçmiş dönemde o kötü çığın açan da zikredilir.
Nitekim bir hükümdar adaleti sebebiyle övülmek istenirse genelde karşılaştırılan zat Sasanî hükümdarlarından Nûşirevân (Nuşirvan- Anuşirvan)'dır'. Övülen zat her dönemde değişse de Nûşirevân'ın adı baki kalmıştır.
İşte ona atıfta bulunulan bazı beyitler.
Kanuni Sultan Süleyman övülürken
Neseble nâşır-ı şer'ü haseble hâmi-i sünnet
Adilde reşk-i Nuşirvan sahada gayreti hâtem şükrî
Hazret-i Sultan Süleymân-ı selimül-kalb kim
Hırmeninde adlinün Nûşirevân'dur hûşe-çin
Hayâlî
Yavuz Sultan Selim Han övülürken de;
Nâmı Nûşirevân-ı unutdurdı adl ü dâd ile
Şimdi ağızlarda adı dâdıdur Nûşirevân
Kemalpaşa-zâde
denilmiştir.
Ancak hakkında bir söz var ki kıymeti cihan değer... Nûşirevân şayet hayatta olsaydı da bu cümleyi işitseydi sevinci doğudan batıya herkesçe işitilirdi. İki cihan serveri Resulullah efendimiz: "Ben âdil sultan zamanında dünyaya geldim" buyurarak onun adaletini övmüştür. Peygamber efendimizin övgüsüne mazhar olan hiç unutulur mu?
Kimdir Nûşirevân? Onun asırlarca unutulmaması nasıl mümkün olmuştur? Nûşirevân'ın kimliğine geçmeden önce dönemin İran'ı hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır.
İran'da 226 yılında Zerdüşt din adamlarından Sâsân'ın torunu Erdeşir tarafından kurulan Sasanîler hanedanı hüküm sürmekteydi. Zerdüşt, İran'da mecusî (ateşe tapma) dininin kurucusudur. Bu din Ahameniler devrinden Sasanîler’in yıkılışına kadar İran halkının dini olmuştur.
Komünizmin ilk çıkışı
Ancak Nûşirevân'ın babası I. Kubad’ın hükümdarlığı döneminde (485-531) Zerdüştlük değişik bir şekil aldı. Dönemin Mubed Mubedanı (Zerdüşt baş papazı) olan Mezdek b. Bâmdâdân Zerdüstlik dinini zamanın zerdüştîlerinin aleyhine olarak değiştirmek ve dünyaya yeni bir yol gösterici olmak istedi. Yıldızlar ilmine vakıf olan Mezdek seyyarelerin hareketinden bu zamanda bir adam çıkacağını ve zerdüştîlerin, yahudîlerin ve hristiyanların dinini kaldırıp kıyamete kadar kalacak olan bir dinî ortaya çıkaracağına delil gösterdi. Mezdek bu kimsenin kendisi olacağı isteğine kapıldı. Zira onun bütün büyükler yanında yüksek bir mevkii bulunuyordu.
Böylece ortaya çıkan Mezdek, "Tanrı, Zerdüşt dinini yenileyeyim diye beni gönderdi. Zira insanlar Zend ve Avesta (Zerdüşt dininin kitabı)'nın manalarını unutmuşlardır. Ayrıca Zerdüşt'ün getirmiş olduğu şekilde bırakmayıp değiştirmişlerdir. Tıpkı İsrailoğulları'nda olduğu gibi" diyerek peygamberliğini ilan etti.
Melik Kubad başlangıçta Mezdek'e büyük bir şüphe ile baktı. İnsanların etrafına toplandığını işitince huzuruna çağırarak delil istedi.
Mezdek buna da çare buldu. Mabedleri olan ateşgedenin altına bir tünel yaptırdı. Oraya has bir adamını yerleştirerek kendisini tasdik etmesini istedi. Sonra da hükümdarı ve din adamlarını oraya davet etti. Melik Kubad'ın ve emirler ile papazların hazır olduğu bir sırada Mezdek Tanrı'ya hitapta bulundu. Bunun üzerine Mezdek'in adamı da "Mezdek'in sözlerini işiten, uygulayan İran ülkesi büyükleri iki cihan mutluluğunu bulurlar" diye bağırdı. Ateşin ortasından çıkan sözler herkesi hayrette bıraktı. Artık Mezdek, Melik Kubad'ın sarayında ve en baş kösesinde idi. Mücevher kakmalı altın bir taht üzerinde otururdu. Onun sözleri kanun gibi yürürlüğe girerdi.
Mezdek öyle çirkin adetler ortaya çıkardı ki insanlar ne yapacağını şaşırdı. Önce servetleri ortaya koydu. Mal ve altın mülk değildir. Halk arasında olup herkese mubahtır. Hepsi Tanrı'nın kulları ve Ademoğullarınındır. Neye ihtiyaç duyarlarsa birbirinin servetini harcamaları gerekir dedi.
Ardından kadınları da servet gibi ortak mal sınıfına dahil etti. Her kim bir kadına rağbet ederse, kimse mani olmasın, birbirine mubah olsun. Kıskançlık ve merhamet bizim dinimizde yoktur. Öyle ki hiç kimse zevklerden, şehvetlerden ve servetten nasipsiz kalmasın. Tatmin olma ve arzu kapılan herkese açık olsun dedi.
Mal ve kadınların herkesçe kullanılabilmesi özellikle aşağı tabakadan, cahil, adî ve bayağı kimselerin Mezdek'in yoluna rağbeti artırdı. Alimler ve bu çirkin hareketleri beğenmeyenler ise Melik'in korkusuyla seslerini çıkaramaz oldular.
Böylece Marks’ın Engels'in fikirleri, Lenin’in, Stalin'in komünist uygulamaları asırlar öncesinde Mezdek'in liderliğinde yürürlüğe girmiş bulunuyordu.
Baba oğul karşı karşıya
İşte bu çirkin gidişe sadece bir kişi seyirci kalmadı. O Melik Kubad'ın oğlu Nûşirevân idi. Henüz 15 yaşındaki bu genç önce mubedlerle (papazlar) görüştü. Onların bu çirkin yola girip girmediklerini öğrenmek istedi. Onlar hayır deyince neden mani olmaya çalışmadıklarını ve sustuklarını sorup "görmez misiniz mallarınız ve kadınlarınız elden gitti. Mülk ve devleti de hanedandan gitmiş bilin. Babamın beyni harap olmuştur. Onu ilaçla tedavi etmek gerekiyor. Ona nasihat ediniz. Mezdek’i münazaraya çağırınız" dedi.
Nûşirevân'ın ıstırap içerisinde bu kötü gidişi önlemeye çalışması Mezdek'e ulaşınca derhal tedbir almaya yöneldi. Melik Kubad'a şayet oğlun Nûşirevân da bizim yanımızda olsaydı yolumuz daha kolay yayılır ve daha güçlü olurdu dedi.
Nûşirevân'ın Mezdek'in yoluna girmemiş olması Kubadı fevkalade sinirlendirdi.
Derhal onu huzurunda hazır ettirdi ve:
"Sen Mezdek mezhebinde değil misin?" diye sordu.
Nûşirevân: Allah 'a hamdolsun hayır.
Kubad: Niçin?
Nûşirevân: Sahte ve aldatıcı olduğu için.
Kubad: Nasıl aldatıcı. Ateşi dile getirmedi mi?
Nûşirevân: Dört unsur denilen dört şey vardır. Su, ateş, toprak ve hava. Her dördü birdir. O ateşi dile getiriyor. Ona söyle suyu, toprağı ve havayı da konuştursun. O zaman ben de inanayım.
Kubad: O sözlerini kendinden söylemiyor. Kitabımızdan söylüyor. Kitapta mal ve kadın her ikisi de mubahtır deniyor.
Nûşirevân: Bunca yıldır alimler mal ve kadının mubah olduğunu söylediler. Ancak ortak olduğu hususunda yorumlama yapmadılar. Mal din içindir. Din kadınları korumak için gerekir. Her ikisini ortak tutunca o zaman insanla, otlamakta ve birleşmekte eşit olan ehlî ve vahşi hayvanlar arasında ne fark kalır. Bunu akıllı adam söylemez.
Kubad: Peki senin baban olan bana niçin muhalefet ediyorsun.
Nûşirevân: Baba'ya itaatsizlik asla uygun değilse de bunu senden öğrendim. Senin şu hareketlerinle babana muhalif olduğunu gördüm. Ben de sana muhalefet ettim. Sen Mezdek'in dininden dön ben de sana muhalefetten döneyim.
Nûşirevân'ın uygun cevapları karşısında endişeye kapılan Mezdek, söze karışarak: Nûşirevân ya mezhebimize girsin veya bize kesin bir delil getirsin dedi.
Bunun üzerine Melik Kubad, oğluna: "Bu mezhebi kabul et yoksa sana öyle bir işkence yaparım ki herkese ibret olur " dedi.
İsmi Muhammed'dir
Bunun üzerine Nûşirevân kırk gün mühlet aldı. Derhal yüksek ilimlere vakıf Farslı bir mubede haber gönderdi. Mezdek'in durumunu ve son gelişmeleri mektubunda anlatıp acele gelmesini istedi.
Kırkıncı gün olduğunda Farslı mubed gelerek önce Nûşirevân'la görüştü ve sonra Melik Kubad'ın sarayına gitti.
Melik'e saygı ve tazimden sonra, "Efendim! Mezdek hataya düşmüştür ve bu iş ona verilmemiştir. O, yıldızlar ilminden bir şeyler bilirse de hükümlerinde yanılmıştır. Oysa gerek yıldızların birleşmesinde gerekse İncil ve Tevrat'ta şu deliller görülmektedir.
Muhammed Emin isminde biri çıkacak; peygamberliğini bildirecek; fevkalade bir kitap getirecek, acayip mucizeler gösterecek, gökteki ayı ikiye bölecek, halkı Allah yoluna çağıracak temiz bir din getirecek, ateşe tapıcılığı ve diğer mevcut dinleri kaldıracak, Cenneti vaad edecek; Cehennemle korkutacak, servetleri ve haremleri kendi şeriatı hükümleri altında koruyacak; şeytandan kaçınacak; melek ile dost olacak; ateşgede ve putgedeleri yıkacaktır. Onun dini bütün dünyaya yayılacak ve kıyamete kadar kalacaktır. Yer ve gök onun peygamberliğine şahidlik edeceklerdir. Onun ortaya çıkması yakındır. Mezdek öyle hayal etmiştir ki bu kişi kendisidir. Halbuki o bir Acem değil Arap'tır."
Fars Mubedi sözlerine devamla Mezdek'in pek çok hatasına ve gelecek peygamberin uygulamalarına dair sözler söyledi. Ertesi gün de Mezdek'i susturacağını belirtti. Mubedin bu sözleri Kubad'ın hoşuna gitti ve gönlünde yer etti. Mezdek'e karşı tutumu değişti.
Mezdek'in çaresizliği
Ertesi gün sarayda divan kuruldu. Mezdek gelerek altın kürsüsüne oturdu. Nûşirevân, tahtın önünde ayakta durdu. Fars mubedi de yanında idi. Melikin izin vermesi üzerine: Mubed, Mezdek'e dönerek "Önce sen mi soru soracaksın yoksa ben mi?" dedi.
Mezdek: Ben soracağım
Mubed: Madem ki soran sen olacaksın cevap veren de ben olacağım. O halde sen buraya gel. Ben de senin bulunduğun yere geçeyim.
Mezdek utandı ve "beni buraya Melik Kubad oturtmuştur" dedi.
Mubed: "Şimdilik uygundur. Sen mi sorarsın, yoksa ben mi sorayım" dedi.
Mezdek: Sen sor, ben cevap vereyim.
Mubed: Sen serveti mubah yapmışsın. Rıbat, köprü vesair hayrat yapan insanlar, bunları öteki dünyada mükafat ve sevap elde etmeleri için mi yapıyorlar?
Mezdek: Evet.
Mubed: Servetler insanlar arasında ortak olunca bir hayır yapanın mükafatı kimin olur? Mezdek bu suale cevap vermekten aciz kaldı.
Mubed: Sen kadınları da mubah etmişsin. Yirmi kişi bir kadınla cinsi münasebette bulunursa ve kadın hamile kalırsa, çocuk olunca, bu hangi adamın çocuğu olur söyle?
Mezdek buna da cevap vermekten aciz kaldı.
Bunun üzerine Mubed, "Senin maksadın, insanların servetlerini, kadınları ve nesilleri bir defa da mahvetmektir. Tahta oturmuş olan bu melik, Melik Firuz'un oğludur. Padişahlığı babasından miras olarak elinde tutuyor; babası da elinde tuttu. Bu melikin karısı, 10 insanla yatınca, kendisinin oğlu hangi kişiden olacaktır. Söyle o oğul kimdendir? Böylece nesil kesilmiş olmaz mı? Nesil kesilmiş olunca, padişahlık bu hanedandan gitmez mi? Büyüklük ve küçüklük zenginlik ve fakirliğe bağlı değil midir? Sen serveti ortak mal yapınca küçüklük ve büyüklük dünyadan kalkar. Önemsiz bir kişi padişah ile eşit olur. Neticede padişahlık kalkar ve iptal edilir. Şimdi sen padişahlığı Acem meliklerinden kaldırmaya dünyayı dağıtmaya gelmişsin" dedi.
Bu haklı cevaplar karşısında bunalan Mezdek, Kubad’dan mubedin boynunun derhal vurulmasını istedi. Kubad ise "delilsiz olarak bir kimsenin boynu vurulamaz" cevabını verdi.
Mezdek ise, "öyleyse ateşten soralım; bakalım ateş ne buyuruyor. Zira ben kendiğilimden söz söylemem " dedi.
Melik Kubad'ın emrini derhal yerine getirmemesi Mezdek'i kızdırmıştı. Kendi kendisine benim askerim ve halk katında sempatizanım çoğalmıştır. Artık Kubad'ı ve Nûşirevân'ı ortadan kaldırıp yerlerine geçme zamanım gelmiştir diye düşündü.
Ateşgedenin altındaki gizli bölmedeki adamına Hûda, Kubad'ın öldürülmesini istiyor diye söylemesini bildirdi. Has kullarından iki kişiyi silahlarını gizleyip orada hazır olmaları ve ateşin konuşması üzerine Meliki vurmaları konusunda uyardı.
Öte yandan mubed de, Mezdek'in artık son kozunu oynayacağını sezmişti. Nûşirevân'a orada adamlarından birkaç kişiyi hazır etmesini ve çıkabilecek olaylara karşı dikkatli olmasını öğütledi.
Böylece Mezdek'in ertesi günkü planı uygulanamadı. Adamları Kubad'ı vuramadan yakalandılar. Artık Melik Kubad ile Mezdek'in arası iyice açılmıştı. Ancak bu noktada mubedin yeni bir planı devreye girdi. Mubed ateşin son konuşmasından sonra yapacak bir şeyi olmadığını, yenilgiyi kabul ettiğini bildirip çekilecek Nûşirevân'da, Mezdek'in yoluna girecekti. Böylece Mezdek'in güveni kazanılacaktı. Sonra da düzenlenecek bir toplantıda adamlarıyla birlikte ortadan kaldırılacaktı.
Son darbe Nûşirevân'dan
Plan başarıyla uygulandı. Mubedin ülkeyi terketmesinden sonra Nûşirevân bir rüya gördüğünü ve rüyasında ateşin yakmak üzere üzerine geldiğini ve temiz yüzlü bir zatın kendisini kurtardığını söyleyip Mezdek’in yolunu kabul ettiğini bildirdi. Böylece Mezdek'in güvenini kazandıktan sonra ordu kumandanlığı vazifesini üzerine aldı. Sonra Mezdek'e büyük bir toplantı tertip edilmesini ve burada mezhebimizde olanlardan tekrar bir bağlılık alınmasını istedi. Böylece bu mezhepte olmayanlar ortaya çıkacak ve onlarda zorlanacaktı.
Teklif Mezdek'i ziyadesiyle memnun etmişti. Kararlaştırılan günde 12 bin Mezdek’i hazır bulundu. O güne kadar görülmemiş bir ziyafetin ortasında buldular kendilerini. Altın kürsüsünde oturan Mezdek sevinçten vücuduna sığmıyordu. Nice yiyip içmelerden ve eğlencelerden sonra Nûşirevân biat edenlerin 20'şer 30'ar kişilik gruplar halinde Çevgan meydanına götürülmelerini ve orada nefis süslü elbiseler ve hil'atler giydirilmelerini istedi.
Oysa dört tarafı çevrilen ve kapalı bir alan haline getirilen bu meydan Mezdekîler için bir ölüm çukuru idi. Alana götürülen Mezdekîler baş aşağı çukura gömülüyorlardı. Meydanın önünde yüksek bir toprak yığını vardı. Onun üzerine de bir çukur kazmışlardı.
Son olarak Mezdek ve Melik Kubad meydana geldiklerinde Nûşirevân, Mezdek'e dönerek:
"Ey haramzade köpek, senin lideri olacağın orduya bundan daha iyi hil'atler verilmez. Sen dünyadakilerin mallarını, Hûda'nın kullarının kadın ve oğullarını ziyan etmeye, bunca yıllık padişahlığı hanedanımızdan koparmaya gelmişsin" dedi.
Çevgan meydanını ayaklar havada süslenmiş olarak gören Mezdek'in vücudu, sonbahar yaprağı gibi titremeye başlamıştı. Yalvarıp yakarıyordu.
Nûşirevân: Bir adam söz söylesin diye ateşgedenin altına gönder ve ateş konuşuyor de; o zaman ateş söylüyordu. Şimdi sen konuş bakalım. Kendini kurtar, hünerini göster. Ateşi imdadına çağır dedikten sonra onu da gömmelerini emretti. Mezdek'i yakalayıp göğsüne kadar toprağa gömdüler. Etrafına kireç döktüler. Öyle ki kirecin ortasında sıkıştı kaldı.
Ardından babasına "bütün bu felaketler senin zayıf fikirliliğinden çıkmıştır. Ordu ve halkın sakinleşinceye kadar bir müddet evinde oturmalısın" diyerek onu idareden uzaklaştırdı. Böylece saltanata geçti. Çok geçmeden babasının vefatıyla da idareyi tek başına eline aldı (531).
Nûşirevân tahta çıktığında henüz 18 yaşında bulunuyordu. Suriye, Kilikya ve İç Anadolu bölgelerine kadar yayılan geniş imparatorluk babasının güçsüz idaresi döneminde tam manasıyla zulüm ve fesat yuvası haline girmişti. Emirler serbestçe hareket ediyorlar, hak hukuk tanımıyorlardı. Nûşirevân'ın padişahlığının 3-5 senesi de böyle geçti.
Baykuş düğünü
Onun adil idareye geçişine bir baykuş düğünü sebep olarak anlatılır. Bu kıssa Mahzenü'l Esrar'da şöyle nakledilmektedir:
Hikâyedir, söylemişler raviyan,
Seyre çıkmış, bir gün Enûşirvan.
Pâdişah'ın yanında varmış biri,
Destûr denen O'nun büyük veziri.
Yol üstünde harap köye varmışlar,
Dam üstünde uluyormuş baykuşlar.
Şah vezire demiş, bunu dinlesin,
Kuş dilinden bizim dile çevirsin.
Vezir demiş, Şahım, hayır bir iş var,
Düğün için konuşuyor bu kuşlar.
Birinci kuş oğluna kız istiyor,
İkinci kuş ise ona söyliyor:
"Kalım, diye kaç harabe verirsin?"
Cevaba bak: "neden merak edersin?
Şah bu ise, böyle gitse rûzigâr,
Yüz bin harabelik dilersen de var."
Şah vezirin bu sözünü dinlemiş,
Kinayeyi anlıyarak, inlemiş
Adalete vermiş o günden karar,
Olmuş adı adaletle paydâr.
Nûşirevân uyanık ve akıllı veziri Minuçehr'in baykuşları konuşturmak suretiyle ne demek istediğini çok iyi anlamıştı. Zira sarayı zulme uğrayanların feryatları ile dolmuştu. Vezirine ülkeyi bir hastalık gibi sarmış bulunan zulmün önüne nasıl geçebileceğini sordu.
Adalete giden yol
Minuçehr: "Vilayet melikindir. Melik orduya, vilayetin halkını değil, vilayeti vermiştir. Eğer ordunun vilayete sevgisi, vilayet halkına merhamet ve muhabbeti olmazsa, hepsi kendi kaselerini nasıl dolduracaklarını düşünürler. Vilayetin harap olmasını ve fakirleri derd edinmezler. Ordunun vilayette yaralama, zincire vurma, zindana atma, gazab etme, cinayet işleme, azil ve tayin etme gücü olduğu zaman melik ile onlar (ordu mensupları) arasında ne fark kalır? Zira bütün bunlar meliklerin işleridir. Ordunun bu kuvvet, kudret ve imkanı olmamıştır. Bütün padişahların zamanlarında altın tac, altın üzengi, altın kadeh, taht ve para basma hükümdardan başkasına ait olmamıştır.
Eğer bir melik öncekilerden faziletçe ve şerefçe üstün olmak isterse, kendi ahlakını kusursuz hale getirmeli ve düzeltmelidir"
Nûşirevân: "Nasıl yapayım?"
Minuçehr: Kötü huyları kendinden uzak tutmalısın. İyi hasletler ile bezenmeli ve onları tatbik etmelisin.
Nûşirevân: Kötü hasletler hangileridir.
Minuçehr: "Hased, yalan, kibir, kızma, şehvet düşkünlüğü, hırs, uzun emel, dik başlılık, hasislik, zulüm, bencillik, acelecilik, nankörlük, hafifliktir. Uyacağın iyi huylar ise haya, iyi niyet, itidal, yumuşaklık, affetme, kerem sahibi olma, alçak gönüllülük, eli açıklık, doğruluk, sabır, şükretme, merhamet, ilim, akıl ve adalet" dedi.
Nûşirevân artık devlet dizginlerini eline alma zamanının geldiğine inanmış ve tutacağı yolu seçmiş bulunuyordu.
Derhal bir mezalim (divan) teşkil etti. Merkezdeki ve eyaletlerdeki yüksek rütbeli devlet adamlarını topladı. Onlara hitaben: "Biliniz ki, bu padişahlığı bana Hüdâ nasip etti. Babadan miras olarak sahibim. Amcam bana karşı isyan etti. O'nunla savaştım ve galip geldim. Saltanatı bir defa daha kılıçla elde ettim. Hüdâ bu mülkü bana ihsan edince ben de size ihsan ettim. Herkese bir vilayet verdim. Bu devlette hakkı olan hiç kimseyi nasipsiz bırakmadım. Büyüklüğü ve vilâyeti babamdan bulmuş olanları aynı makam ve rütbede tuttum. Derecelerini ve nafakalarını asla azaltmadım. Şimdi size söylüyorum. Reayaya ve Allah'ın kullarına iyi muamele ediniz. Hak olan vergiden başka almayınız. Ben size saygımı muhafaza ediyorum. Siz benim sözüme kulak vermiyorsunuz. Allah'tan utanmıyor musunuz? Allah korusun, uğursuzluğunuz, yanlış hareketleriniz, zulmünüz bana da tesir eder ve devletime ziyan verir. Cihan, muhaliften temizlenmiştir. Refah ve huzurumuz yerindedir. Bu sebeple yüce Allah'ın size ve bana verdiği nimete şükürle meşgul olalım. Bu daha doğru olur. Zira zulüm, mülkü zevale götürür. Nankörlük nimeti yok eder. Bundan sonra yüce Allah'ın kullarına iyi muamele etmek lazımdır. Reayanın yükünü hafifletiniz. Zayıfları incitmeyiniz, alimlere saygı gösteriniz. İyilerle sohbet ediniz. Kötülerden sakınınız. Hûda'yı ve feriştehleri (melekler) şahit gösteririm ki eğer bir kimse bu yola aykırı başka bir yol tutarsa, kendisini asla tutmam ve cezasını veririm" dedi.
Hepsi birden: "Öyle yaparız. Emrine uyarız" dediler. Ancak işleri başına döndüklerinde cümlesi adaletsizliği ve zulmü yine ele aldılar. Melik Nûşirevân'ı çocuk gözü ile bakıyorlardı. Her birisi istediği an onu tahtından indirebileceğini düşünüyordu.
İhtiyar bir kadına zulüm
Emirlerinden en büyüğü Azerbaycan ve Horasan valisi idi. Sasanîler ülkesinde ondan daha zengin ve daha büyük vali yoktu. Eşya, teçhizat ve aletçe mükemmel idi. Oturduğu şehir çevresinde dinlenmek üzere güzel bir bahçe yapmak arzu etti. Onun arzu ettiği yerde ihtiyar bir kadına ait arazi vardı. Vali burayı da mülküne katmak istedi.
Ancak yaşlı kadın geçimini buradan karşıladığını söyleyerek teklifi reddetti. Vali ise kadının sözlerine kulak asacak değildi. Zulüm ve zor ile kadının yerini çevirdi ve bahçesine kattı. İhtiyar kadın yoksul kaldı ve dara düştü. Önceki teklif üzere bedelini veya yerine mukabil başka bir arazi istedi. Ancak vali zamanında teklifini reddettiği için kadının bu isteğine de kulak asmadı.
Kadıncağız kime gitti, araya kimi koydu ise bir netice alamadı. Sonunda hiç kimseye sezdirmeden yollara düşerek bin bir zahmetle Azerbaycan'dan başkent Medayin'e geldi. Saraya girmesine müsaade etmeyeceklerini düşünerek başka bir plan hazırladı. Nûşirevân'ın bir av partisi sırasında fırsatını bularak feryad ü figan ederek dikkatini çekmeyi basardı.
Yanına vardığında daha önce hazırlamış olduğu dilekçesini uzatırken: "Ey melik! Eğer cihan hükümdarı isen, bu zayıf ihtiyar kadının hakkını ver ve dilekçemi oku" dedi.
Nûşirevân, yaşlı kadının dilekçesini aldı, okudu, sözlerini tamamiyle dinledi. Gözlerinden yaşlar boşandı ve "Üzülme, çünkü şimdiye kadar iş senin idi. Şimdi ise bana geçti. Muradını yerine getireyim ve seni şehrine göndereyim. Bir kaç gün burada dinlen. Zira yorgunsundur" dedikten sonra bir hizmetçi çağırdı ve kadının ihtiyaçlarının görülmesini istedi.
Önce tahkikat
Nûşirevân bütün gün ihtiyar kadının durumunu, hadisenin söylediği gibi olup olmadığını, meseleyi doğru olarak nasıl öğreneceğini düşündü. Ertesi gün en mutemet adamlarından birini çağırdı ona meseleyi açtıktan sonra: "Hazineden masrafların için istediğin kadar para al. Azerbaycan'a git. Orada filan şehirde, filan mahallede 20 gün müddetle otur. İnsanlarla görüş. Sizin mahallede filan adlı yaşlı bir kadıncağız vardı. O nereye gitti. Bir arazi parçası vardı, ne yaptı diye sor. Söylediklerini doğru olarak huzuruma getir. Seni bu iş için gönderiyorum. Bu konudan kimsenin haberi olmasın " dedi.
Ertesi gün bargahda bütün ordu kumandanlarının önünde ise o adamına hitaben: "Azerbaycan'a git. Hazine için her şehirden toplanan vergileri getir. Gelirlerin ve zahirelerin nasıl olduğunu, bir yere afet gelip gelmediğini araştır" diyerek Azerbaycan valisinin de hazır olduğu erkanı yanılttı.
Nûşirevân'ın gulamı yaşlı kadının mahallesine vararak yirmi gün kaldı. Herkesle oturup kalktı. Daha ihtiyar kadının adı geçerken herkes "Zavallı ihtiyar kadın! Mübarek bir hanımdı. Kocası öldükten sonra yoksulluğa düştü. Geçimini sağlayan bir parça yeri vardı. Nafakasını ondan temin ediyordu. Her gün dört ekmeği olurdu. Birini lamba yağına öteki birini ekmek katığına verir diğer ikisini de sabah, akşam yerdi. Padişah hakkını da gözetirdi. Günlerini böyle geçiriyordu.
Şehrin valisi onun bu arazisinin civarında güzel, manzaralı bir bina yaptırıyordu. Onun yerini de zorla gaspetti. Ne bedelini ödedi, ne de karşılık olarak başka bir yer verdi. O ihtiyar kadın iki yıl valinin kapısında dolaştı. Bir netice alamadı. Birkaç gündür o kadın kayıptır. Nereye gittiğini, ölü mü sağ mı olduğunu bilmiyoruz" dediler.
Gulam durumu öğrenince süratle dönerek Nûşirevân'ın huzuruna çıktı ve bütün işittiklerini arzetti.
Sonra en şiddetli ceza
Nûşirevân ihtiyar kadının doğru söylediğine kanaat getirmişti. Bütün gün üzgün bir halde kaldı. Sonunda sarayda görevli büyük hacibini huzuruna çağırdı ve "Ertesi gün divan kuracağım. Büyükler ve emirler huzuruma gelince Azerbaycan valisini koridorda tut ve ne emredeceğimi gör" dedi.
Nûşirevân ertesi gün emirlerinin katıldığı bir meclis kurdu. Hepsine hitaben "Size bir sual soracağım. Bana gerektiği gibi cevap veriniz" dedi.
Emirler: "Ferman baş üstüne" dediler.
Nûşirevân: "Azerbaycan emirliğini vermiş olduğum emirin ne kadar serveti bulunuyor" dedi.
Emirler: "Muhtemel olarak 2.000.000 dinarı 500.000 dinar değerinde altın ve gümüşten kap kaçağı, 300.000 dinar değerinde süs eşyası ve mobilya (ferş)sı vardır. Irak'ta Fars'ta ve Azerbaycan'da pek çok emlaki bulunmaktadır" dediler.
Nûşirevân: Hayvan olarak neyi vardır?
Emirler: Yaklaşık 30.000 hayvanı vardır.
Nûşirevân: Köle (bende) olarak nesi vardır?
Emirler: 1.700 gulamı ve 400 cariyesi vardır. "Sizin ikbaliniz sayesinde başka neyinin olduğunu ancak Allah bilir" dediler.
Nûşirevân: "Cenab-ı Hakk'ın ihsan ettiği bu kadar serveti ve nimeti olan iki ekmeğinden birini sabahleyin, diğerini akşamleyin yiyen zavallı, fakir bir ihtiyar kadının iki ekmeğini zulüm ile alan bir kimse hakkında siz ne dersiniz söyleyiniz dedi.
Bütün emirler başlarını yere eğdiler ve "Onun hakkında mümkün olan en kötü muamele ne ise o yapılmalıdır" dediler.
Nûşirevân: "O emirin derisini baştan itibaren yüzmenizi, derisine ot doldurmanızı, bir kimseye eza ve zulüm yapan her mahluka yapılanın aynının yapılacağım yedi gün dellallarla ilan etmenizi hemen şimdi istiyorum" dedi.
Emir aynen yerine getirildi. Azerbaycan valisinin içine ot doldurulmuş derisini Nûşirevân'ın kapısı üzerine astılar. Dellallar fermanı yedi gün ilan ettiler.
Cihanı adaletle mamur ederiz!
Nûşirevân ayrıca emirler dağılmadan Azerbaycan'a gönderdiği gulamı ve yaşlı kadını huzura getirtti. Gulam'a: "Seni ne sebeple Azerbaycan'a gönderdim?" diye sordu.
Oda: "Bu ihtiyar kadının durumunu doğru olarak bileyim diye gönderdiniz. Onun durumunu öğrendim ve size arzeyledim" dedi.
Nûşirevân sonra emirlere dönerek: "Biliniz ki, ben boş lafla Ona bu cezayı vermedim. Bundan sonra kim bir zulüm ve eza yaparsa herkes yapılanın aynını görecektir. Müfsidleri yeryüzünden kaldırırız. Zalimlerin ellerini kırarız. Cihanı hak ve adaletle mamur ederiz. Hûda beni bu iş için yaratmıştır. Zalimlerin ellerini kırayım diye Allah'ın kulları üzerine padişah yapmıştır. Sizin başınıza da aynının gelmemesi için iyi iş yapmaya çalışınız" dedi.
Mecliste bulunan herkes Nûşirevân'ın heybetinden, korkusundan ve siyasetinden ödleri patlayacak kadar dehşete düştüler.
Sonra Nûşirevân ihtiyar kadına: "Sana zulüm yapan o kimsenin cezasını verdim Senin yerinin ortasında bulunan o saray ve bahçeyi sana bağışladım" dedikten sonra ona nafaka ile birlikte hayvan verdi. Artık kendisinden vergi alınmaması hususunda bir de emirname bahsetti.
Artık âdil idare devri başlıyor ve Nûşirevân, Nûşirevân-ı Adil diye anılıyordu.
Yedi yıl çalmayan zil
Nûşirevân zulme uğrayan kimselerin kendisine rahatça ulaşabilmeleri için enteresan bir metot geliştirdi. Saraya gelen her mazlum bir hacibe, görevliye ihtiyaç duymasın diye yedi yaşındaki bir çocuğun elinin erişebileceği bir zincir yapmalarını ve buna birçok zil asmalarını emretti. Böylece haciblerin zayıf ve minnetzede kişilerin haklarını gözetmeyeceklerini, onların dertlerini kendisine ulaştıramayabileceklerini düşünerek kesin bir tedbir almış bulunuyordu.
Mazlum kişi gelerek o zinciri kımıldatır ve ziller ses çıkarırdı. Böylece konu Nûşirevân'a iletilmiş olurdu. Derhal o kimseyi huzuruna çağırır, durumunu öğrenir ve her kimde ise hakkını alırdı.
Nûşirevân'ın bu siyasetinden bütün halk ve asker korktu. Valiler mazlumlara haklarını verdi. Hiç kimse kimseye zulüm ve eza yapmaya cesaret edemez oldu. Sasanî ülkesi doğruluğa, halk huzura kavuştu. Tam yedi yıl geçti ve Nûşirevân'ın dergahına adalet istemeye kimse gelmedi ve şikayet etmedi.
Uyuz eşeğin dramı
Yedi yıl sonra bir öğle üzeri idi. Dergah ve saray kapısı boştu. Nöbetçiler rehavet içerisindeydiler. Artık unutulmuş olan ziller devamlı olarak çalmaya başladı. Nûşirevân işitti. Derhal iki hadimini gönderdi. Kimdir bakınız ve derhal huzuruma getiriniz dedi. Hadimler dışarıya çıkıp gördüler ki, sarayın kapısından girmiş olan ve sırtını o zincirlere sürten, ihtiyarlamış, zayıflamış, uyuz olmuş bir eşek idi.
Her iki hadim, Nûşirevân'ın huzuruna çıktılar ve: "Şikayet için gelmiş kimse yoktur. Fakat ihtiyar, zayıf ve uyuz bir eşek kendisini zincire sürtüyor. Belki de kaşınıyor, sürtünmek hoşuna gidiyor" dediler.
Nûşirevân, "Hata ediyorsunuz. Zira bu eşek de adalet istemeye gelmiştir. Her ikinizin gitmenizi ve bu eşeği şehrin içinde dolaştırmanızı istiyorum. Kimin olduğunu öğreniniz ve bana doğru olarak bildiriniz" dedi.
Hadimler Nûşirevân'ın huzurundan çıktılar ve eşeği şehirde gezdirmeye başladılar. Halka "Bu eşeği tanıyan kimse var mıdır?" diye soruyorlardı. Halktan pek çok kişi "Evet, zira halkın çoğu onu tanır. Bu eşek filan çamaşırcı adamındır. Yirmi yıldır kendisini tanırız. Her gün elbiselerini bu eşeğe yükler, çaya gider; yıkar; akşamleyin geri getirir. Eşek genç olduğu müddetçe ona iş yapıyordu. Artık ihtiyarlamıştır. İş yapamıyor diye sahibi onu serbest bırakmıştır. Eşek de şehirde dolaşıyor, insanlar ona acıyarak ot ve su veriyorlar. Çoğu kez onu da bulamıyor."
Hadimler durumu öğrenince çabucak geri döndüler. Nûşirevân'ın huzuruna çıkarak durumu bildirdiler.
Nûşirevân: "Ben bu eşek de adalet istemeye gelmiştir diye söylemedim mi? Bu gece kendisine yem veriniz. Yarın o çamaşırcı adamı mahallenin dört kethüdası ile birlikte huzuruma çağırınız. Gereken ne ise emredeyim" dedi.
Hadimler ertesi gün denileni yaptılar. Eşeği ve çamaşırcıyı mahallenin dört kethüdası ile birlikte Nûşirevân'ın huzuruna getirdiler.
Nûşirevân çamaşırcıya dönerek: "Bu eşek genç olduğu müddetçe ona iş buyuruyordun. Şimdi ihtiyarlamıştır ve iş yapmaktan aciz kalmıştır. Bu yüzden ona boşuna ot ve yem vermekten çekindin, kovdun. Peki onun 20 yıllık hizmeti nerede kaldı?" dedi ve çamaşırcıya 40 değnek vurmalarını emretti.
Ardından nihaî kararını bildirdi. "Bu eşek yaşadığı müddetçe yiyebileceği kadar yemi bu dört kethüdanın bilgisi dahilinde vereceksin. Yem vermekte kusur ettiğin malumum olursa seni müthiş cezalandırırım, bilmiş olasın."
Türkler seyyidlerle akraba!
Nûşirevân 48 yıl hüküm sürdükten sonra adaletini dünyaya eser bırakarak her fani gibi ebedî aleme göçtü.
Hazreti Ömer, Sasanî devletini yıkıp İran'ın fethini tamamladığında Nûşirevân'ın üç kızı da esirler arasında bulunuyordu. Bunlara da diğer esirler gibi muamele yapılmak istenince Hazreti Ali, "Resûlullahın esir olan sultanlara ve çocuklarına ayrı muamele yapılmasına dair Hadis-i Şerifi var" deyince Hazreti Ömer bu kızları Sevde validemizin emrine verdi. Bir müddet sonra bunların üçü de kendi istekleriyle Müslüman oldular.
Bunlardan Şehr-i Bânu Gazele Hazreti Ali'nin oğlu Hazreti Hüseyin'le evlendi. Birisini Hazreti Ömer'in oğlu Hazreti Abdullah diğerini de Hazreti Ebubekir'in oğlu nikah edindi.
Hazreti Hüseyin ile Şehr-i Bânu Gazele'nin evliliğinden Zeynelabidin hazretleri dünyaya geldi. Şehr-i Bânu'nun annesi olan Nûşirevân'ın hanımı ise Göktürk hakanının kızı idi. Böylece Türkler ve Acemler seyyidlerin akrabaları olmuşlardır.
.
Osmanlılar zamanında, Ramazan’ın gelişi büyük bir sevinçle karşılanırdı, Ramazan’ı haber veren davullar çalmaya, kandiller yanmaya başlayınca herkes birbirini tebrik eder, iftar vermek için fakirler paylaşılamazdı.
Osmanlı ülkesinde, Ramazan ayı, hilâlin (yeni ayın) görülmesiyle başlardı. Ayı görünce oruç tutunuz! Tekrar görünce orucu bırakınız (bayram yapınız!)” hadis-i şerifine mutlak surette uyardı. Şayet Ramazan hilali gökte görülemezse Şaban ayı otuza tamamlanır. Ertesi gün oruca niyetlenilirdi.
Bu sebeple Şaban ayının 28′i geldiğinde halkı bir heyecan sarardı. İstanbul’da zahmetsizce ayı görebilmenin mümkün olduğu yerler yangın kulesi, Süleymaniye, Fatih, Sultan Selim ve Cerrah Paşa camilerinin minareleri olduğundan buralara özel seçilmiş doğru ve itimat edilir memurlar gönderilirdi. Bunların yanına cami hademeleri ile bazı meraklılar da katılırdı. Ramazan hilalini görenler olursa süratle kadılığa gelip haber verirlerdi. Bulutlu havada hilali bir âdil Müslüman kadın veya erkeğin gördüm demesiyle, açık havada ise bir çok kimsenin söylemesiyle kadı Ramazan olduğunu ilan ederdi.
KANDİL VE DAVULLA İLAN EDİLİRDİ
Süleymaniye Camii kandilcileri aldıkları işaret üzerine kandilleri yakarak ve bekçiler davullarını çalarak Ramazan’ın başladığını mahalle halkına duyurmaya başlarlardı.
Şükür bu aya girdik
Akşam hilali gördük
Sevinçlere gark olduk
Yüzü toprağa sürdük.
Aleme rahmet geldi
Büyük bir nimet geldi
Ramazanla birlikte
Müjde-i Cennet geldi.
Ramazanın ilanından dolayı bütün Müslümanların büyüklü küçüklü sevinç ile birbirlerini tebrik etmeleri adetti.
FAKİRLER BAŞTACI EDİLİRDİ
Yaşlılar, gençler, babalar ve çocuklar, fenerleri ellerinde olarak akın akın camilere koşarlar saf saf, hazin hazin Kur’ân-ı kerim okunmasını dinlerlerdi. Sonra yatsı namazı ile ilk teravihi kılıp dua eder ve sevinçle Ramazan tebriklerinde bulunurlardı.
İki cihan güneşi Sevgili Peygamberimiz buyurdular ki: “Ramazan ayının gelmesine sevineni Allahü teâlâ kıyamet gününün korkusundan emin eyler.”
Ramazan’da iftara misafir çağırmak çok makbul olduğundan dost, akraba, fakir ve fukaraya haber salınır “Aman bu sene mutlaka iftara bekliyoruz” diyerek tenbihler yapılırdı. Hatta bütün bir Ramazan’ı geçirmek üzere bazı fakir ve yalnız ihtiyarlar daimi yatılı misafir olarak eve getirilirdi.
Eskiden yarışlar, Peygamber efendimizin iftar verenlerle ilgili müjdelerine kavuşmak hususunda olurdu. Fakirler o kadar kıymetlenirdi ki pay edilemezdi.
Mübarek yerler ziyaret edilirdi
Ramazan âdetlerinden biri de cami ye mezarları ziyaret etmekti. İstanbul’da Ramazan’ın en güzel, en yoğun şekilde yaşandığı semtler Eyüb, Fatih, Koca Mustafa Paşa, Üsküdar ve Beşiktaş’tı.
Öncelikle Ebu Eyyüb el-Ensari ve onunla birlikte İstanbul önüne cihada gelen eshâb-ı kiram türbeleri veya makamları ziyaret edilirdi. Koca Mustafa Paşa’da Sünbül Efendi, Üsküdar’da Aziz Mahmud Hüdayî, Beşiktaş’ta Yahya Efendi dergahları dolar taşar, türbeleri önünde uzun ziyaretçi kuyrukları oluşurdu.
Evet eskiden kuyruklara sadece türbeleri ziyarette rastlandırdı.
Ramazanın onbeşinde ise Peygamberimizin Veysel Karani hazeretlerine hediye ettiği Hırka-i şerifin bulunduğu cami ziyaret edilirdi. Hırka-i şerif günümüzde Ramazanın başında ilk Cuma günü ziyarete açılıp Bayram akşamına kadar açık tutulmaktadır. Ziyaretçi akını ise İstanbul dışından gelenler de dahil olmak üzere artarak devam etmektedir.
Peygamber efendimizin Ka’b bin Züheyr’e hediye ettiği hırka ise Yavuz Sultan Selim zamanından beri Topkapı Sarayı‘nın en nadide misafiridir. O da her yıl Ramazan’ın 15′inden itibaren saray halkının ziyaretine açılırdı.
MAVİ GÖK BİLE
Hırka-i hazret-i Fahr-i Resûle
Atlas-ı çarh olamaz pâye-endâz
Yüz sürüp zeyline takbîl ederek
Kıl şefî-i ümeme arz-ı niyâz.
Şeyhülislâm Arif hikmet Bey
(Mavi gök bile bütün peygamberlerin kendisiyle öğündüğü Muhammed aleyhisselamın hırkasına yaygı olamaz. O’nun eteğine yüz sürerek ümmetlerin şefaatçısına yalvar.)
SARAYDA RAMAZAN BAŞKAYDI
Ramazan ayının Osmanlı saray hayatına kattığı bir gelenek de Sultan III. Mustafa Han devrinden itibaren sarayda icra olunmaya başlanan huzur dersleriydi.
Sultan II. Abdülhamid Han zamanında huzur dersleri Ramazan’da ikindi namazından sonra haftada iki gün esasına göre Yıldız‘daki Çit kasrında yapılır ve Sultan Abdülhamid Han yüksekçe bir mindere otururdu. Karşıda ders veren ile dinleyiciler bulunurdu. Davet üzerine devlet ricali de derste hazır olurdu. Padişah dersi anlatan ile buna sual soranların münazaralarını dinlerdi. Ramazan ayına mahsus bu derslerde alimler, Kâdı Beydâvi Tefsiri’ni esas almak üzere ders verirlerdi. Ayrıca hazır bulunanlar dinî sorularını sorarak cevaplarını alırlardı.
Ramazan günlerinde resmi daireler gayriresmî olarak, okullar ise resmen öğleye kadar tatildi. Buralarda öğle vakti başlayan faaliyet ikindi vaktine doğru sona ererdi. Genellikle insanlar ikindi zamanı İstanbul camilerine, devrin meşhur hafızlarının okudukları Kur’ân-ı kerimi dinlemeye giderlerdi. Bu vesileyle en çok rağbet kazanan camiler Fatih, Bayezid, Ayasofya, Yeni Camii, Süleymaniye ve Galata’daki Yerebatan camileriydi. Sesi ve kıraati en güzel hafızlar Ramazan boyunca bu camilerde mukabele okurlardı.
AYDINLATTIN GÖNÜLLERİ
Sultan oldun aylara, tâc ettin kandilleri,
Aydınlattın binlerce, kararmış gönülleri
Bayram ediyor şimdi canlı cansız kainat
Bambaşka oldu âlem, yeniden buldu hayat…
Seni bu günahkar kul bilmem nasıl anlatsın,
Tövbekar kula rahmet, çaresize hayatsın…
Allah’a gider her an yorulmaksızın zaman,
Al ruhumu içine Hakk’a götür Ramazan…
.
Ramazanda Bir Hırka-i Saâdet Ziyareti
Her yıl Ramazan ayının on ikinci günü Hırka-i Saâdet’in içinde bulunduğu sanduka Revan Köşkü’ne taşınır, umûmî bir temizlik yapılır; bu arada duvarlar gülsuyu ile yıkanır, öd ağacı ve buhurlar yakılır, dâirenin direkleri cilâlanırdı.
Ramazanın 15’i gelince, bütün devlet erkânı, alimler, yeniçeri ve sipahi ağaları öğle namazına doğru Babüssaade Kapısı önünde toplanırlar ve Sadrazam’ın teşrifini beklerlerdi. Bu arada Şeyhülislam da hanesinden çıkarak öğle namazını kılmak üzere doğruca Ayasofya Camii’ne gelirdi.
Şeyhülislam’ın Ayasofya Camii’ne gelmiş olduğu haberi saraya ulaşınca Sadrazam, Babüssaâde’de kendisini bekleyenlerin yanına gelir ve onlarla birlikte Ayasofya Camii’ne giderdi. Burada bütün cemaat toplu halde öğle namazını kıldıktan sonra büyük bir alay halinde Salavât-ı Şerifeler okuyarak Arz Odası’na gelirlerdi. Padişah ise öğle namazını kendi dairesinde eda eder ve devlet ileri gelenlerinin Ayasofya dönüşünü beklerdi.
Bu arada Hırka-i Saadet öğle, namazından iki saat kadar önce, Has Oda vazifelileri tarafından gümüş sandukasıyla birlikte sehpanın üzerinden alınarak, birbiri üzerine konulmuş sim sırmalı, işlemeli yastıklar üzerine bırakılır, daha sonra da Kur’an-ı Kerim okumaya burada devam edilirdi.
Padişah ile beraber başta Şeyhülislam ve Sadrazam olmak üzere vezirler, alimler, İstanbul’da bulunan diğer devlet adamları, sipahi ve yeniçeri ağaları, silahdar ağa, çuhadar ağa, rikabdâr ağa, peşkir ağası, anahtar ağası, başçuhadar gibi erkân sırayla ve toplu halde Hırka-i saadet dairesine girerlerdi.
Daha sonra yeşil ipek kadifeden sim sırmalı, ince işlemeli yedi bohçaya sarılı, altından yapılmış bu çekmece Padişah’ta bulunan altın bir anahtarla açılır, bunun da içinden yedi bohçaya sarılı bulunan Hırka-i Saâdet meydana çıkartılırdı.
Bütün bu işler yapılırken, birinci ve ikinci Padişah imamları ile Has Oda imamı ve diğer güzel sesli müezzinler, diz çöktükleri yerden hiç durmaksızın Kur’an-ı Kerim okumaya devam ederlerdi. Hırkayı önce Padişah öper, yüz ve gözlerini hırkaya sürerek, Peygamber Efendimizin şefaatini dilerdi. Padişahtan sonra Şeyhülislam, Sadrazam ve Padişah’ın işaret ettiği diğer şahıslar büyük bir edep ve saygı ile huzur-ı hırkaya dahil olurlar, öpüp iki gözlerine sürdükten sonra gerisin geriye giderek bir kenara çekilirlerdi. Bu arada Padişah üzerlerinde Şeyhülislam Arif Hikmet Bey’e ait olan;
“Hırka-i Hazret-i Fahri Resûle
Atlas-ı Çarh olamaz pây-endaz,
Yüz sürüp zeyline, takbil ederek
Kıl şefî-i ümema arz-ı niyâz”
(Mavi gök bile bütün Peygamberlerin kendisiyle öğündüğü Muhammed Aleyhisselâm’ın hırkasına yaygı olamaz. O’nun eteğine yüz sererek ümmetlerin şefaatçısına yalvar.)
Yazılı tülbetleri Hırka-i Saâdet’e sürerek, ziyarete gelenlere sıra ile verirdi. Bundan sonra ziyaret mekânına büyük bir altın leğen getirilerek içine zemzem suyu doldurulur ve hırkanın eteği hafifçe bunun içine batırılırdı. Eteği suyun içerisine batırılmış olan hırka bir süre altın leğenin içinde muhafaza edilir, bu zaman süresinde vazifeliler içlerinden Kur’an-ı Kerim, ziyaretçiler ise Salat-ü Selâm okumaya devam ederlerdi.
Daha sonra hırkanın eteği altın leğen içindeki zemzem suyundan çıkartılır ve amber dumanıyla kurutulurdu. Böylece yüz sürülen kısmı da yıkanmış olurdu. Bu su sonra küçük şişelere konulur ve ağızları mühürlenerek devlet ileri gelenlerine hediye edilirdi.
Ziyaret tamamladıktan sonra Hırka-i Saâdet’in altın muhafazası yine Padişah tarafından altın anahtarıyla kilitlenir, yedi bohçaya sarılır, hepsinin dışındaki ipek kadifeden bohçasına yerleştirilir ve nihayet sandukası kilitlenerek yerine konurdu.
.
Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefa var
Aldanma ki şair sözü elbette yalandır
Son yılların popüler edebiyat ve romancısı Prof. Dr. İskender Pala Bey’in tarihi bir romanı daha okurları ile buluştu. Romanın ana kahramanlarının Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail ve Taçlı Hatun oluşu ise muhakkak ki esere olan ilgi ve alakayı kat be kat artırdı.
İskender Bey’in televizyonlarda çıkmadığı TV kanalı herhalde kalmadı.
Bunlardan bir tanesini ben de dinlememiş olsaydım belki romanı okumayacak ve belki bu yazıyı da kaleme almayacaktım.
Ancak orada bir değerlendirme yaparken üç cümlede dört büyük hataya düşmesi ilgimi çekti. Bu defa roman hakkında bir değerlendirme yapmama da yol açtı.
Zira İskender Bey bunun sadece bir roman kurgusu olduğunu belirtmiyor, tarihi hadiselerin doğruluğu üzerinde de ısrarla duruyordu. Hatta daha da ileri giderek tarihi hadiselerin mutlaka belgelere dayandırılması gerektiğini sık sık vurguluyordu.
Nitekim bir tenkide uğramamak için eserinin önsözünde:
“Yazdıklarımı okuyup tarihi açıdan eleştirilerini esirgemeyen değerli dostlarım Prof. Dr. Abdülkadir Özcan ve Doç. Dr. Erhan Afyoncu’ya,” diyerek teşekkürlerini beyan etmesi muhakkak ki kendisinde eserin tarihi olaylara tam bağlı olmasını istediğini gösterirken okuyucuda da bu duyguyu daha da pekiştirmektedir.
İskender Bey’in yukarıdaki bilim adamlarının görüş ve düşüncelerine ne ölçüde kıymet verdiği ve onların yönlendirmesi ile tarihi hadiseleri düzelttiği konusunda doğrusu büyük tereddütlerim oluştu. Zira eserin içerisinde, şayet titiz bir çalışmadan geçirdiler ise, tanıdığım ve değer verdiğim kıymetli bilim adamlarımızın altına imza atamayacakları birçok tarihi bilgi ve kurgu var.
Ancak okuyucu, eserin tarih danışmanı olarak bu kıymetli bilim adamlarının isimlerini gördüğünde, romandaki çarpıtılmış hakikatleri doğru diyerek kabullenecek ve belki de en küçük bir tereddüde mahal kalmadan okuyacaktır.
Bu itibarla eser hakkında küçük bir mütalaa yazmayı ve kıymetli okuyucularımla paylaşmayı uygun buldum.
Fuzuli’nin yukarıdaki beytinde şair sözü yalansız olmaz özdeyişine paralel olarak demek ki isminin başına Prof. unvanı eklenmesi de anlaşılan vaziyeti değiştirmiyor. Prof. Dr. İskender Pala Bey’in tarihi bir romanda tarihin en meşhur şahsiyetleri hakkında bu kadar hata yapması ve romanını bu kadar yanlış bir kurgu üzerine bina etmesi doğrusu anlaşılır bir hadise değildir.
Dilerseniz öncelikle yazarın Haber Türk TV’de 15 Ekim 2010 tarihli Öteki Gündem programında, romanından da esinlenerek söylediği sözlerden başlayalım. İhtimaldir ki okuyucularımızdan büyük bir kısmı da bu söyleşiyi izlemişlerdir.
İskender Pala Bey, Şah İsmail’in Yavuz Sultan Selim’in eline geçen Taçlı Hatun’a ne yapacağını düşünürken hatırına Timur Han’ın Yıldırım Bayezid’in hanımına yaptıklarını getirtmektedir.
İşte bu itibarla o söyleşide bu hadiseyi el alırken şöyle nakletti.
Yıldırım Bayezid Han’ın hanımı Türktü. Ankara savaşı sonrasında Timur Han’ın eline geçince Timur, kendisini çırılçıplak soydurdu ve askerlerine sakilik yaptırdı. Bu utanç dolayısı ile Osmanlı padişahları bir daha Türk kadınlarla evlenmediler. TV’de bunları anlattı.
Romanı okurken bunları neden anlattığının ifadelerini de bulmuş buldum. Şöyle ki:
“(Şah İsmail) Emir Timur ile Sultan Bayezit arasında geçenleri, Timur’un Yıldırım Hanın eşine yaptıklarını çok iyi biliyor ve Sultan Selim’in –o kanlı Selim diyor- Taçlı’ya böyle bir şeyi reva göreceğinden korkuyor. Acaba Selim de Emir Timur gibi davranır, Taçlı’yı soyundurup ordusunun önünde sakilik yaptırarak şerefini paymal eder miydi”? (Şah&Sultan, sh. 225).
Tarihi bir roman yazılırken insan kendi dönemine göre ve düşüncesine göre mi yazar yoksa tarihini yazdığı şahsiyetin düşüncesini mi ele alır. Ben roman ve hikâye yazarı olmadığım için bilemiyorum. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki kahramanını net bir biçimde tarihin mümtaz simalarından seçmiş olduğu halde o tarihi şahsiyeti maddi ve manevi yönleri ile tanımıyorsa veya onun şahsiyetine uygun olarak yazmıyorsa yazdığı kişi o olmaktan uzak olacaktır.
Yazarın burada öncelikle Timur Han’ın şahsiyetini çok iyi tanıması gerekir. Sanırım bu mevzuda “Timur ve Tüzükatı” adlı eseri dikkatle okuması gerekirdi. Üzerinde pek çok araştırmalar yapılan son olarak BKY yayınları arasında “Devlet Yönetmek” adı ile de yayımlanan bu eserden Timur Han’ın hayat ve devlet düsturlarını gösteren on iki maddeyi okusa acaba yazar onun askerlerine, bu kadar rahat içki içirip ortalıkta kadın kız oynattırabilir miydi?
Ben burada sadece birinci düsturunu söylemekle yetinmek istiyorum.
“Allah’ın dinini ve Hazret-i Muhammed’in hükümlerini dünyaya yaymayı esas edindim. Her zaman her yerde İslamiyet’i tuttum”.
Timur Han “ Biz ki Müluk-ı Turan Emir-i Türkistan’ız. Biz ki Türk oğlu Türküz. Biz ki milletlerin en kadimi ve en ulusu Türk’ün başbuğuyuz” diyerek kişiliğini Türk kültürüne töresine sahip çıktığını da açıkça ortaya koyan bir liderdir. Bu büyük cihangirin, mağlup ve gaza ehli yiğit bir Türk hakanına böyle bir hakareti uygun göreceğine acaba kim inanır. Böyle bir davranışı değil Türk’ün Türk’e, Türk’ün gayri Müslim hükümdarlara dahi uyguladığına dahi bir emsal gösterilebilir mi?
Sultan Alparslan’ın Bizans imparatoruna, Yıldırım Bayezid’in Macar şövalyelerine, Yavuz Sultan Selim’in Memluk hükümdarına karşı davranışlarını bilmek yetişir sanıyorum.
Belki böyle bir muameleyi, en nefret ettiği bir hükümdar olan Şah İsmail’in eşini esir etmiş bulunan Selim Han’dan bekleyebilirsiniz. Ancak onun da hiçbir şekilde Taçlı Hatun’u rencide etmediği ve ulemadan çok sevdiği Tacizade Cafer Çelebi ile evlendirdiği bilinmektedir.
Diğer taraftan İskender Pala Bey’in hiç olmazsa bu durumu en iyi bilecek ve belki bu konuyu Yıldırım Bayezid’in aleyhine mutlaka kullanacak olan Timurlu tarihçilerden Şerefeddin Yezdi ile Nizamüddin Şami’nin eserlerini görmüş olmasını dilerdim. Ne yazık ki onlara da bakmak ihtiyacını hissetmediği anlaşılmaktadır.
Oysa bütün bu kaynaklar Yıldırım Bayezid Han ile Timur Han arasında ilk günden vefatına kadar devam eden görüşmelerin hep hükümdarca cereyan ettiğini ve birbirlerine karşı saygılı ve ölçülü olduklarını açıkça beyan eder. Nitekim Osmanlı tarih yazarlarından Hoca Sadeddin Efendi Yıldırım Bayezid Han’la ilgili bazı iddialara cevap verirken Timurlu tarihçi Şerefeddin Ali Yezdi hakkında şu çarpıcı mütalaada bulunur.
“Şerefeddin Ali Yezdi kitabında bu konuları açıklarken bir tarafı küçültmede Timur’u yükseltmede aşırı ve ileri gider. Hemen hemen bütün yazdıklarını bağnazca dile getirir. Ancak iki padişahın konuşmalarını, görüşmelerini anlattığı zaman saygı ve yüceltme gösterilerinden başka bir görünüş, padişahlığın şanına dokunacak bir tutum ya da davranıştan söz etmez. Bazı Türkçe tarihlerde masalcı babalar padişahın hapse atıldığından, kafese kapatıldığından söz ederler ki, bunlar düzme haberlerdir. Şayet o günlerde buna benzer bir tutum görülmüş olsaydı, Mevlana Şerefeddin bin dereden su getirerek laf kapısını açmak zorunda kalacaktı”.
Gelelim yazarı Haber Türk TV’deki yaptığı diğer hatalara:
“Yıldırım Bayezid Türk olan eşini savaş meydanına getirdi ve o Timur tarafından esir edildi” dedi.
Bir defa esir edilen hanım Türk değildi. Sırp kralı Stefan Lazareviç’in kızkardeşi ( I. Lazar’ın kızı) Despina idi (Kaynaklarda adı Marya ve Olivera diye de geçmektedir).
İkincisi Osmanlılar eşlerini savaş meydanlarına götürmezlerdi. Nitekim Despina da Yıldırım Bayezid’den olan iki kızı ile saklanmış oldukları Yenişehir’de yakalanarak Timur Han’ın katına gönderildiler. Timur Han bunları derhal Yıldırım Bayezid Han’ın yanına gönderdi. Zafername’nin kaydına göre Timur Han bu kızlardan birini torunu Ebubekir Mirza ile evlendirmiştir.
Yıldırım Bayezid’in eşi Despina hanım Müslüman olmamıştı. Şerefeddin Yezdi onun Timur’un sarayında iken İslamiyet’i kabul ettiğini yazar (Uzunçarşılı s. 316).
Bütün bu bilgilerden, Timur Han’ın Bayezid Han’a ve eşine davranışı ile ilgili olarak çıkarılabilecek onlarca kurgudan siz en kötüsünü ve hiç olmazını alıyorsunuz.
Yazar bu elim hadiseden sonra Osmanlı padişahlarının bir daha Türk kızları ile evlenmediklerini de ifade etti.
Gömleğin birinci düğmesi yanlış iliklenirse hepsinin yanlış gideceği açıktır. İşte buna çok açık bir gösterge. Yukarıdaki ifade yazarın tarih bilgisinin de ne kadar zayıf olduğunu gözler önüne sermekteydi. Zira yazarın II. Murad Han’ın Candaroğlu II. İbrahim Bey’in kızı Hatice Hatun ve Amasyalı Şadgeldi Paşanın torunu Yeni Hatun ile Fatih Sultan Mehmed’in Dulkadıroğlu Süleyman beyin kızı Sitti Hatun ile ve II. Bayezid’in de yine Dulkadıroğullarından Alaüdevle beyin kızı (ki Yavuz Sultan Selim Han’ın annesidir) Ayşe Gülbahar Hatun ile evliliklerinden haberdar olmaması anlaşılır bir durum değildir.
Gelelim eserdeki diğer tarihi hatalara:
“Sultan Selim sağ elini bir kartal pençesi gibi açıp Sultan Bayezit’in göğsünü şiddetle ittirmesi ve o yaşlı babanın oturduğu minderde yıkılacak gibi sendelemesi gözümün önünden hiç gitmiyor. … ihtiyar Sultan Bayezit, otuz yıldır hükmettiği devletin elinden gittiğine üzülen bir hükümdar olarak değil de oğlundan böyle bir muamele görme bahtsızlığını yaşayan bir baba olarak çok ama çok içerlemiş olmalıydı. Yalnızca “Oğul beni zebun ettin, inşallah şirpençeler elinde can veresin” diye mırıldanmış, sonra da boynunu bükmüştü” (Şah&Sultan sh. 143).
Hiçbir kaynakta bulunmadığı halde yine hikâyecilerin uydurması ile II. Bayezid Han’ın oğlu Selim Han’a beddua ettiğini işitir dururduk.
Şimdi ise İskender Pala Bey;
Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı
Dizelerini hatırlatırcasına Selim han’a yaşlı babasına bir de sille attırıyor. Artık bir de bu yanlışı düzeltmekle uğraşacağız.
Bir defa Şehzade Selim çok istemesine ve nice kere mektuplar göndermesine rağmen babası ile buluşmaya muvaffak olamamıştı. Devlet adamlarının onu babası ile görüştürmedikleri gibi ayrıca fitne ile çatışmaya da yol açtıkları bilinmektedir. Nitekim Selim Han daha sonra bu durumu:
“Biz muhterem babamızla buluşup, elini öpüp hayır duasını alacak sonra da memleketin ahvalini kendisine arz edecektik. Bizi istemeyen devlet erkânı aramıza duvar gibi girdiler. Oradan uzaklaşmamıza neden oldular” diyecektir.
Olayların devamında saltanatı kendisinden teslim alırken karşı karşıya geleceklerdir. Buradaki hadiseler ise kaynaklarda çok açık ve geniş bir şekilde anlatılmakta olup Selim Han’ın babasına karşı edebinden ve hürmetinden başka bir şey gösterilemez.
II. Bayezid Han da saltanatı oğlu Selim’e teslim ederken ona devlet idaresi ile ilgili nasihatler etmiş ve sonunda “Oğul saltanatın mübarek olsun” diyerek iktidardan çekilmiştir (Bak. Solakzade Tarihi, c. I, sh. 467-468; Tacü’t-Tevarih, c. IV, sh. 94-97).
Nihayet Osmanlı padişahları içerisinde “Veli” unvanı ile yâd edilen bir padişahın devletin temel direği mesabesinde bulunan ve saltanata geçen bir şehzadesine beddua etmesi ne derece doğru olacaktır. Burada evlada beddua etmek devlete, dine beddua etmekle aynı manayı taşımaz mı?
İşte romanın gücü bu noktada ortaya çıkıyor. Eski roman ve hikâyelerdeki yanlışlar İskender Pala beye o kadar işlemiş ki Profesör olmasına rağmen değişmemiş ve kendi romanını yazarken onu yeni yanlışlara da sürüklemiştir.
Yine eserde “Osmanlı yurdunda halkın neye inandığı yöneticilerin hiçbir vakit umurunda olmamıştı… İlla hâkimiyet alanlarına giren olursa tepelemişlerdi” demektedir (Şah&Sultan, sh. 112).
Evet, Osmanlı Devletinde devlete isyan etmenin, padişahın saltanatına göz dikmenin cezasını ve akıbetini herkes bilmektedir. Kardeş katlinin sebebi malumdur.
Ancak “sûi misâl misâl olmaz” iktizasınca buradan hareketle “halkın neye inandığı Osmanlı idarecilerinin umurunda olmazdı” demek Osmanlı Devletini ve onun idarecilerini hiç tanımamak demektir.
Padişahların, halkın neye inandığını istemelerini anlamak için devletin eğitim kurumlarını bu kurumların müfredatını, devletin desteklediği tekke, zaviye ve dergâhların konumunu padişahların bizzat bu dergâhlarla ilişkilerini ve halifelerin birinci vazifesinin dini sıyanet/ korumak olduğunu bilmek eminim ki o iddianın en açık cevabıdır.
Yazar, Yavuz Sultan Selim’in Anadolulu Kızılbaşlara vurduğu darbe konularını işlerken de önce:
“Şah İsmail’e yakın duran ne kadar Kızılbaş var ise yoklama defterlerine yazdırttı” diyor. Sonra Kızılbaşlar için fetva verenleri:
“Devlet yöneticilerinin baskıları ile mi? İştah kabartan tekliflerine tamah ederek mi”, diyerek ayrı bir şüphe getiriyor. Ardından da “Görevlendirilen kimseler iştahla Kızılbaş avına çıktılar.” Diyerek noktalıyor. (Şah&Sultan, sh. 148-150).
Aslında bu konu Faruk Sümer, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Şehabeddin Tekindağ ve günümüz ciddi tarih araştırmacılarının da ortaya koyduğu gibi bugün tam manasıyla aydınlatılmış hususlardan biridir.
Birincisi Selim Han’ın bir defa Kızılbaşları defter ettirmesi son birkaç senedir Anadolu’yu kan ve ateşe boğan Kızılbaşları tespit ettirmekti. Şayet öyle olmasa defter ettirmesine ne gerek vardı. Zira Kızılbaş köyleri tamamen ayrılmış olduğu için genel bir katliam yapacak olsaydı, hiç defter ve tespit ettirmeden emir vermesi gerekmez miydi?
Diğer taraftan Şah İsmail’in sebep olduğu bu karışıklıklar sırasında bir Osmanlı sadrazamının (Hadım Ali Paşa) öldürülmesi, ölü sayısının elli binlere ulaşması, Şehzade Korkud’un bir saldırı sırasında canını güçlükle kurtarması isyanın boyutlarını ve Anadolu’nun düştüğü elim vaziyeti açık bir biçimde göstermektedir ki Selim’in bu tedbirleri almasında bütün ilim adamları müttefiktir. Bugün bir dış devlet diğer bir devleti bölmek ve parçalamak için bu tip tertiplere girişmiş olsa devletlerin alacakları tedbirler neler olurdu?
Oysa İskender Bey’in mütalaalarını doğru kabul edersek âlimleri rüşvetle iş gören kimseler olarak algılayacağız. Şah İsmail’e yakın olanlar denilince bütün aleviler işin içine girecek ve Kızılbaş avı denince de sorgusuz sualsiz bir katliam ortaya çıkacaktır. Böylece hiçbir tarihi delile istinat etmeyen yaklaşım, bir romanda daha tekrar edilmiş olmaktan ve yanlış bir yarayı daha fazla eşelemekten öteye gitmeyecektir.
Son olarak değineceğim önemli bir tarihi hata da elçiler teatisindeki ifadelerdir. Yazar elçilerin gidiş gelişlerindeki mektuplardaki ifadelerin ve gönderilen hediyelerin, sonunda iki hükümdarı da çileden çıkardığından bahisle:
“Ve ikisi de bunları getiren elçileri daha acımasızca öldürttüler. Diri diri derisini yüzdürterek, canlı canlı kazanda kaynatarak, yarı baygın kazığa oturtarak veya gözleri açık kayalardan atıp parçalattırarak… Şahın Sultan’dan farkı, öldürttüğü elçilerin kafatasından şarap içmeyi adet edinmesiydi, işte o kadar” (Şah&Sultan, sh. 180).
Açıkçası bu noktada İskender Bey’in ne yapmak istediğini, okuyucusunu nereye vardırmak ve ne düşündürmek maksadında olduğunu anlayamadım. Her iki hükümdarı da zirvenin doruğunda birer zalim olarak mı sunmak istemektedir. Zira bire on katarak anlatma sanatı bu olsa gerek diye düşünüyorum.
Bir defa Selim Han sadece Şah’tan gelen ilk mektuptaki ifadelere ve elçinin tavır ve davranışlarına sinirlenerek Şah Kulu Akay Bevey’i öldürttü. İşkence ettirdiğine dair hiç bir emare olmadığı gibi sonra gelen elçileri de öldürttüğüne veya böyle bir muameleye tabi tuttuğu hakkında hiçbir bilgi yoktur.
Diğer taraftan Selim Han Safevi hükümdarına hiçbir zaman Sünni bir elçi göndermemiştir. Her defasında yanında esir bulunan Şii halifelerinden birini göndermiştir. Şahın ise kendisinden olanlara bu kadar zulümler yaptığını ve kafataslarından şarap içtiğini söylemek ne kadar akla ve vicdana sığar anlamadım. Hangi tarihi kaynaklarda buldu çözemedim.
Romanın kurgusuna gelince açıkçası onu da beğendiğim söylenemez. Tarihi hadiseler nasıl zıtlık arz ediyorsa kurguda da aynı uygulamalar dikkat çekiyor.
Selim Han’ın can yoldaşı konumundaki Can Hüseyin her meselede bir Sünni gibi değil de bir Şii gibi düşünüyor. En sonunda da Çaldıran savaşında Şah İsmail’in yanında bulunan kardeşi Hasan’ı bizzat kendisi öldürdükten sonra onun yerine geçip Şah’ın hizmetine giriyor. Şah ise bir anda, bu değişikliği hissetmeyecek kadar şaşkın (!) bir kişilik oluveriyor. Keşke Şahın yanındaki Hasan da Selim’in hizmetine girmiş olsaydı. Daha heyecanlı olurdu.
Romanın ana omurgası konumundaki Taçlı Hatun’u ise nasıl anlamak nasıl değerlendirmek gerektiğine karar veremiyorsunuz. Şaha mı âşık, Selim Han’a mı? Çocukluk aşkı Ömer’e mi, yoksa şahın yanına gelişinden ölümüne kadar hiç yanından ayrılmayan Kamber’e mi? Diğer taraftan bu dördünün de tek tutkuyla bağlandığı kişi Taçlı Hatun mu? Neticeyi ve nasıl bir kişilik olduğunu sizler değerlendireceksiniz.
Eh bu kısmı neticede kurgu diyebilirsiniz. Taçlı Hatun’un duygularını yazmıştır da diyebilirsiniz.
Yalnız Taçlı Hatun’un da tarihi bir kişilik olduğunu unutmayalım.
İşte bu safhada belki tüm romancılara bir kez daha şu sualin sorulması gerekiyor. Romancı tarihi şahsiyetleri yazarken o dönemin fikir ve düşünce iklimine girerek onların şahsiyetini, aldıkları eğitimi, inançlarını ve düşüncelerini dikkate alarak mı konuşturmalı yoksa kendi çağındaki insanın veya bizzat kendisinin fikirlerini mi onlara empoze etmelidir?
O zaman sizin kimi yazdığınız ve anlattığınız daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır.
Çetin Altan’ın 24 Şubat 2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nde Fatih Sultan Mehmed’le ilgili bir yazısına haklı olarak itiraz ederken; “ben fıkra muharriri olarak anılan kişilerin doğruları araştırarak yazmak gibi bir sorumlulukları olduğunu düşünüyorum. Gerçek bir muharrir, asla okuyucusu yanıltmak istemez çünkü (Radikal Kitap, 04. 03. 2005)”. diyen Prof. Dr. İskender Pala Bey’e de şu soruyu sormak benim hakkımdır.
Aynı duyarlılık romancılar için geçerli değil midir? Onların okuyucularına karşı gerçekleri yazmak gibi bir sorumlulukları yok mudur?
.
Sarayda Bayramlaşma ve İhtişamlı Görüntüler
Aslında Iyd-ı fıtr yani Ramazan bayramı Müslümanlar için bir hüzündür. On bir ay yolunu gözledikleri çok kıymetli bir misafiri, bir sultanı yolcu etmişlerdir. Öte yandan on bir ayın sultanı mübarek Ramazanı şerife ulaşmanın, onun getirdiği feyiz ve bereketlere nail olmanın ve o ayda Rabbinin rızasına kavuşmanın neticesidir bayram. Osmanlılarda Ramazan ayı saraydan köylere kadar bir ve beraber heyecanla geçirildiği gibi bayramda huşu ve muhabbetle kutlanırdı.
Bir cihan devleti olan Osmanlı İmparatorluğu, İslâm medeniyetinin en ihtişamlı temsilcisi olarak yeryüzüne hükmettiği devirlerde, her şey gibi bayramlar da tebaaya manevi bir haz ve bambaşka bir zevk verirdi. Devletin öngördüğü her işin tertipli ve intizamlı bir şekilde yürümesine önem veren Osmanlı padişahları, Topkapı Sarayı’nda yapılacak olan Bayram merasiminin de, Devlet-i Aliyye’nin şanına yaraşır bir biçimde yürütülmesine büyük özen gösterirdi.
Öyle ki, bayram töreni ile ilgili düzenlemeler, basit bir şekilde hazırlanmasına rağmen Osmanlı Devleti’nin ilk Kanunnamesinde dahi yerini almış; törenin ne şekilde yapılacağı ve merasim heyetinin kimlerden oluşacağı titizlikle belirlenip kararlaştırılmıştı.
Osmanlı Devleti’nde Bayram töreni ile ilgili ilk resmî düzenleme Fatih Sultan Mehmed tarafından yapılmıştır.İstanbul’un fethinden sonra şehrin en güzel yerinde büyük ve muhteşem bir saray inşa ettiren cihan padişahı, çıkardığı ilk Osmanlı Kanunnamesinde burada yapılacak Bayram töreninin adap ve erkânını da açıklamıştı.
Bayram törenlerinin hazırlıkları Teşrifat Kalemi’nin, yani Protokol Müdürlüğü’nün vazifesiydi. Padişah için düzenlenecek tebrik töreninin teferruatı bu daire tarafından hazırlanır ve işlemler buna göre yürürdü. Ramazan Bayramı namazı ve bayramlaşma merasimine katılacaklara davet tezkireleri dağıtılırdı.
Arife Divanı
Sarayda bayram merasimleri Ramazanın son gününde “Arife Divanı” ile başlardı. O gün öğle namazından sonra, divan çavuşları tören kıyafetiyle Divanhane’nin (Kubbealtı) önünde saf tutarlardı. Tören kıyafetinin bir parçası olarak ellerinde tuttukları uzun sopalarla görülmeye değer bir manzara oluşurdu.
Onların arkasında Has Ahır halkı/seyisleri yer alırdı. Bunlar padişahın atından sorumluydu. Padişahın atı o güne mahsus olarak süslenmiş olurdu. Koşumları kıymetli taşlarla süslenirdi.
İkindi namazından sonra mehteran nevbet vurmaya başlardı. Bu sırada padişah Arz Odası önüne konulan sedef işli Arife tahtında otururdu. Kısa bir dua yapılır, duayı müteakip Fatihalar okunurdu. Ardından Padişah Birun ve Enderun görevlileri ile Ocak Ağalarının kutlamalarını kabul eder, bayram armağanları verirlerdi.
Arife Divanı’ndan sonra padişahın ata binerek Hasbahçe’de kısa bir gezinti yapması, akabinde bahçedeki köşklerinden birinde dinlenirken, içoğlanlarının müsabakalarını seyretmesi de gelenekti.
Bayram törenleri
Padişah bayram sabahı namazını Hırka-i Saadet Dairesi‘nde veya Ağalar Camiinde kılardı. Ardından Hırka-i Saadet Dairesi önüne kurulan tahtına otururdu. Enderun’un güzel sesli hafızları dualar okurlar, ardından görevliler bunlara hediyelerini verirlerdi. Mehter çalmaya başlayınca bir taraftan da topluluk hep bir ağızdan “Ömrün uzun olsun”! “Iydin said olsun”! (Bayramın mübarek olsun) diye bağırırlar ve dua ederlerdi.
Diğer taraftan padişahı ile bayramlaşma hakkı olan kişiler sabah namazını Ayasofya Camii‘nde kıldıktan sonra saraya gidip Divan-ı Hümayun’da toplanırlardı. Topluluğun geldiği haberi padişaha iletilince, sultan da Arz Odası‘na geçerdi. Daha sonra da görevlilerin dizildiği yoldan tahtın bulunduğu yere gelirdi. Bu sırada görevliler “Aleyke avnullah” diyerek seslenirlerdi.
Tören sırasında kimin nerede duracağı en ufak teferruatına kadar belliydi. Örneğin padişahın oturduğu tahtın arkasında sağda harem ağası, solda da silahtar bulunurdu. Buradaki tören sırasında mehter durmadan çalardı. Bayramlaşmaya gelen padişahı karşılayan nakibüleşraf dua ederdi. Bu duaya âmin diyen padişah tahtına oturur ve devlet adamları rütbelerine göre sağ taraftan gelerek padişahın bayramını tebrike başlarlardı. Veziriazam, kazasker gibi görevliler etek öperken padişah ayağa kalkardı. Bu üst düzey ricalden sonra sıra defterdar, nişancı reisülküttap, defter emini gibi bürokratlarındı. Ancak bunlar öncekiler gibi etek değil eşik öperlerdi. Şeyhülislâm ise padişahın önünde eğilir ve elini öperdi. El etek öpme işlemini bitiren görevliler kendileri için belirlenmiş yere geçerek tören müddetince ayakta dururlardı. Kapıkulu ocaklarının üst düzey subayları da bu bayramlaşmada bulunurdu.
Padişahların bayram merasimini ezbere bilmeleri gerekmezdi. Bayram tahtı kurulup musâfaha başladığı zaman, padişaha kim için ayağa kalkıp, kim için kalkmayacağı usulünce hatırlatılırdı. Kalkması gerektiği an çavuşlar hep bir ağızdan: “Hareket-i hümayun Padişahım! Devletinle bin yaşa!” diye seslenir; tekrar oturması gerektiğinde de, yine gür bir sesle: “İstirahat-i hümayun Padişahım! Devletinle bin yaşa!” diye hitap ederek, âdâb ve erkâna göre oturmasını ve kalkmasını temin ederlerdi. Tören boyunca kesintisiz olarak Mehter vurulur; Sarayburnu önüne getirilen Donanma-i hümayun da ona eşlik ederek, Mehter sesi kesilinceye kadar ard arda top atışında bulunurdu.
Bayram alayı ve namazı
Sarayda bayramlaşmanın tamamlanmasından sonra padişah Hasoda’ya geçerek bayram namazı için üstünü değiştirirdi. Bayram namazı büyük camilerden birisinde genellikle saraya yakın Ayasofya veya Sultanahmet‘te kılınırdı. Bayramdan önce padişaha namazı nerede kılacağı sorulur, buna göre hazırlık yapılırdı.
Padişah haremden çıkıp, özel olarak süslenmiş atına biner ve Babüsselam Kapısı önünde kendisini bekleyen devlet adamlarıyla birlikte camiye doğru yola çıkardı. Devlet ileri gelenleri rütbelerine göre atlı veya yaya olarak padişahı takip ederlerdi. Tören bölüklerini teşkil eden solaklar ve peykler ise kıyafetleri ve hareketleri ile göz dolduran bir görünüm arz ederdi. İstanbul halkı bu manzaraya şahitlik edebilmek için güzergâhı doldururdu.
Camiye gidilip, namaz kılındıktan sonra da aynı düzen içerisinde saraya geri dönülürdü. Bayram namazı için yapılan bu gidiş ve dönüşe bayram alayı denilirdi.
Fransız seyyahı Paus Lucas eserinde bir bayram alayını şöyle tasvir etmektedir:
“At üzerindeki hükümdarın ihtişamı ile hiçbir şey mukayese edilmezdi. Bindiği ve yedekte götürdüğü atları yeryüzünün en güzel atları idi. Atların güzelliği ve koşumlarının zenginliği ve subayların çokluğu içinde alay intizam ve hem kendisinden hem de seyreden halktan gelen dikkate şayan bir sessizlik içinde yol alıyordu. Gerçekten de dünyanın en eğlenceli ve en meraklı gösterisi idi”.
Bütün merasimlerde padişahın hemen arkasında bulunan Rikabdar, Silahdar ve Çukadar ise sırma bantlı kırmızı kadifeden yatırtma başlıkları kıymetli kumaştan yapılan kaftanları ile dikkati çekerdi. Alay-ı Hümayun’larda asıl tören bölükleri ise sırma bantlı kırmızı kadifeden yatırtma başlıkları kıymetli kumaştan yapılan kaftanları ile dikkati çekerdi.Saray-ı hümayuna dönülür dönülmez Bayram ziyafeti ve eğlenceleri başlardı. Has Oda önüne kurulan tahtına oturan padişahı, saray nedimleri ve musahipleri birbirinden güzel nüktelerle eğlendirirlerdi. Bu sırada Helvahâneden tabaklar ile helvalar getirilip dağıtılırdı. Yeniçerilere kızarmış koyun ve çörek servisi yapılırdı. Yeniçeriler yemeklerini arka bahçede yerlerdi. Bayram ziyafeti bitince artık tören tamamlanır ve hane halkıyla bayramlaşmak üzere herkes evine dağılırdı. Padişah da ailesi ile bayramlaşmak üzere hareme giderdi.
Diğer faaliyetler
Bayramın ikinci günü Padişah “yeni saray” yani Topkapı Sarayı’nda bulunan Gülhane Köşkü’nde bulunurdu. Buraya Kaymakam, Şeyhülislam, Kaptanpaşa gibi görevliler, maiyetleri ile birlikte gelirler ve bayram tebriki için bir tören düzenlenirdi. Bayramın üçüncü günü ise, Padişahlar eski geleneklere göre, Eski Saray’da cirit oyunu seyrederlerdi.
Bazı bayramlarda Padişahlar halka açık büyük şenlikler düzenletirdi. Bu gibi durumlarda seyirciler yarım ay şeklinde otururlar, padişahın otağı da bunların tam merkezinde bulunurdu. Padişahın otağının sol yanında ziyafet çadırı yer alırdı. 15. yüzyıldan sonra şenlik düzeni belirli bir protokol ve programa bağlanmıştır. Bayramlarda öğleden önce bayramlaşma, ikram, pişkeşlerin dağıtılması ve yemekle geçer, öğleden sonra da gösteriler yapılırdı. Büyük törenlerde geceleri kandiller, mahyalar ve fişeklerle donanma düzenlenirdi. Yapılan gösterilerde çeşitli hünerler, esnaf oyunları, sportif müsabakalar yer alırdı.
Böylece bayramlar bir devlet halk kaynaşmasını da beraberinde getirmiş olurdu.
..
.
Tartışmaların odağındaki isim: Makbul İbrahim Paşa
İbrahim Paşa, büyük ihtimalle 1493 yılında, bugün Yunanistan sınırlarına dâhil olan Parga yakınlarında bir köyde doğmuştur. Babasının bir balıkçı olduğu, İbrahim’in ise Türk korsanlar tarafından altı yaşında kaçırılarak Manisa yakınlarında dul bir hanıma köle olarak satıldığı rivayet edilir.
Tayyib Gökbilgin’e göre İbrahim altı yaşındayken, II. Bayezid devrinde, Bosna beylerbeyisi İskender Paşa tarafından, bir akın esnasında ele geçirilmiş, istidat ve kabiliyeti görülerek, o sıralarda Kefe sancakbeyiliğinde bulunan Şehzade Süleyman’a hediye edilerek onunla beraber büyümüştür.
Latîfî’nin sunduğu bilgilere bakılırsa, Şehzade Süleyman Manisa valisi iken, bir gün bir kemençe sesi duyar ve icracıyla tanışmak ister. Karşısına getirilen kişi köle İbrahim’dir. Şehzade, zeki, hazır cevap ve edep sahibi İbrahim’den son derece hoşlanmıştır. Zaman içerisinde meclisinin ayrılmaz bir parçası olarak gördüğü İbrahim’i, sarayına sık sık davet etmeye başlamıştır. Bunun üzerine, İbrahim’i yetiştiren dul hanım, kölesini azat etmiştir. Böylelikle İbrahim, Şehzade Süleyman’ın maiyetine girmiştir.
Sonuçta bu yakınlık, köle İbrahim’in, İbrahim Paşa olma serüveninin de başlangıcı olarak görülmektedir. Yetenekli, zeki ve eğitimli olduğu söylenen İbrahim, Osmanlı tarihinde, eski deyimiyle benzeri görülmemiş bir iltifata mazhar olmuştur. Pek çok ilim adamının yetiştiği ve önemli görevlerin kendini ispat edenlere verildiği bir imparatorlukta, birtakım üstün özelliklerin, İbrahim’in yükseldiği konuma gelmek için yeterli olmayacağı da apaçık ortadadır.
Bu itibarla İbrahim’in yükselişinde, Sultan Süleyman’a olan yakınlığı ve tâ şehzadelik zamanında başlayan yakın dostluğu muhakkak ki büyük rol oynamıştır. Ancak onun bir imparatorluk şehzadesi ve geleceğin muhteşem hükümdarı karşısında olduğunu hiçbir zaman unutmadığı, davranışlarını, meseleler karşısındaki yetenek ve becerilerini ve ciddiyetini ona göre ayarladığında da şüphe yoktur.
İbrahim Paşa’nın, birdenbire Hasodabaşılığından Veziriazamlığa yükselişi, Paşa’nın, Kanunî’nin gözündeki değerini belli ediyorsa da, kız kardeşi Hadice Sultan ile evlendirerek saraya damat yapması, muhakkak ki katındaki değerini daha da artırmıştır. İbrahim Paşa’nın düğünü, veziriazamlık makamına yükselişinden birkaç ay sonra gerçekleşmiştir. Kaynaklara 22 Mayıs 1524 şenliği olarak da geçen bu düğün, çok büyük bir şölen içinde geçmiştir. Düğün şenlikleri, Kanunî’nin, İbrahim Paşa için Atmeydanı’nda yaptırmış olduğu sarayın önünde yapılmıştır.
İbrahim Paşa’nın düğünü sırasında dönemin ünlü şairlerinden Hayâlî Bey,Zâtîve Figânî’nin kaside sundukları bilinmektedir. Düğünle ilgili incelenen bütün kaynaklar, İbrahim Paşa’nın düğününe, zamanın hakanı Sultan Süleyman’ın konuk olmasından ve bu durumun verdiği ayrıcalıktan söz etmektedir. Kaynakların çoğunda Paşa’nın evlendiği kadının adı verilmez. Ancak Peçevi Tarihinde “Sultan” diye ifade olunur.
Tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı, İbrahim Paşa’nın damat olmadığına dair bir makale yazmış ise de; “Osmanlı Padişahlarının Hanımları ve Kızları” üzerine bir eser vermiş bulunan Çağatay Uluçay, Uzunçarşılı’nın Yavuz Sultan Selim hanın kızları Hadice Sultan ile Hafsa Sultanı karıştırmış olmasından dolayı hataya düştüğünü izah etmiştir. Tarihçi Peçevi’nin isim vermeden İbrahim Paşa’nın sultanla evliliğini yazması, saraya damat olduğunun açık işaretidir. Zira Osmanlılarda Sultan tabiri Padişah kızlarına verilen bir unvandır. Kesin olan şu ki İbrahim Paşa ile evlenen, Hadice Sultan olmasa bile hanedandan bir hanım sultandır. Sadrazam İbrahim Paşa ise artık Makbul İbrahim Paşa’dır.
Budin kalesinin fethinden sonra ise İbrahim Paşa’nın siyasal yetkileri gittikçe artacak, öte yandan kimi eylem ve kararları nedeniyle saygınlığı sarsılacaktır. Macar Kralı II. Layoş, Mohaç’ta tahtına bir mirasçı bırakmadan öldüğünden, krallık sahipsiz kalmış ve Budin üzerine yürüyen Kanunî’ye kentin anahtarı teslim edilmiştir. Buradan elde edilen ganimetler ise, İstanbul’a götürülmüştür. Bu ganimetlerin en önemlileri, Jan Hunyad’ın oğlu Kral Mathias Korvin’in kütüphanesi,Ayasofya mihrabının iki tarafına konulan tunç şamdanlar ve yine tunçtan olan üç adet heykeldir.
Budin’den getirilen heykeller, Herkül, Apollon ve Diyana figürleridir. İbrahim Paşa, bunları Atmeydanı’nda bulunan sarayının önüne koydurtmuştur. İbrahim Paşa’nın İslam geleneğine aykırı bir sanat biçimi olan bu insan figürlerini sarayının önüne diktirtmesi, halkın gözünde Paşa’nın itibarını ve güvenilirliğini sarsmıştır. Bir rivayete göre, “Frenk” lakabı, Paşa’ya bu eyleminden miras kalmıştır. İbrahim Paşa’nın söz konusu heykelleri sergilemesi üzerine, Figânî, meşhur bir Acem beyitinden esinlenerek, şöyle söyleyecektir:
Dü İbrahim âmed bedeyr-i cihan
Yeki put-şiken şüt, yeki put-nişan
Açıklaması:
Dünyaya iki İbrahim geldi. Biri putları yıktı, biri putlar dikti. Burada gönderme yapılan İbrahim’lerden biri, İbrahim Peygamber, diğeri de Makbul İbrahim Paşa’dır. Gerek bu hadise ve gerekse Molla Kabız meselesinde İbrahim Paşa’nın pasif gibi durması bir kısım batılı yazarlara koz vermiş olup İbrahim Paşa’yı gizli Hıristiyan gibi gösterme çabası içine girmişlerdir. Aslında bunlar Osmanlı müsamaha siyasetinin tezahürlerinden öte bir şey değildir. Nitekim İbrahim Paşa’nın konumunda en küçük bir değişiklik söz konusu değildir.
1527 yılında Anadolu’da baş gösteren Kalenderî isyanını bastırmak üzere beş bin kişilik bir kuvvetle yola çıkan İbrahim Paşa kısa sürede bu gaileyi bastırıp geri dönmüştür. Kanunî tarafından bir kez daha ödüllendirilen İbrahim Paşa’nın İmparatorluğun gerek iç, gerekse dış işlerinde yetkileri oldukça artmıştı. Pek çok konuda, kimsenin olmadığı kadar söz sahibi olmuştu.
Artık Osmanlı Devleti’nin dış politikası, büyük çoğunlukla İbrahim Paşa’nın arzu ve yönlendirmesi ile gerçekleşiyordu. Yabancı kaynaklar ve söz konusu dönemde yabancı elçilerin yazdığı raporlar da bunu ortaya koymaktadır. Yine bu vesile ile İbrahim Paşa’nın Seraskerlik unvanını almasıyla beraber, Paşa’nın yalnızca dış ilişkileri değil, neredeyse imparatorluğun kendisini yönettiği biçimindeki görüşleri çoğalmıştır. İbrahim Paşa’ya Seraskerlik beratının verilişi ve Seraskerlik beratına ek olarak, başka ayrıcalıklara da kavuştuğu, Celalzâde Nişancı Mustafa Bey’den aktarılmaktadır:
Bu berat ile birlikte beş kere yüz bin nakit akça, dokuz at ki birinin başında altın işlemeli gem takımı, bir altın işlemeli kılıç ve dört kıt’a çok süslü hil’at ile dokuz bohça kumaş ve altınla işlenmiş bir çelenk Yeniçeri Ağası ile gönderildi. Bu beratta yazılanların kıymetlerine bir had olmadığı gibi daha birtakım ihsanlarda bulunduktan sonra kendilerine evvelce tahsis edilmiş olan yirmi kere yüz bin akça, on kere yüz bin akça daha ilave edilmiş ve otuz kere yüz bin akça olmuştu.
Veziriazamlığı üzerine Seraskerlik dahi verilerek tuğ, davul ve bayrak gönderilmiş ve Osmanlı sultanlarının eskiden beri bayrakları dört iken bundan sonra yedi olması ferman edilmişti. Böylece İbrahim Paşa’nın kudreti bir kat daha yükseltilerek son dereceyi buldu.
Peçevî Tarihi ’nden aktarılan bu gelişmelerin boyutu şaşırtıcıdır. “Osmanlı padişahlarının eskiden beri bayrakları dört iken bundan sonra yedi olması ferman edilmişti ” cümlesinin yansıttığı yeni düzenleme, Osmanlı Padişahının bundan sonra yedi tuğ taşıyacağı haberiyle sınırlı değildir. Bu yeni düzenleme Veziriazam İbrahim Paşa’nın bundan böyle altı tuğ taşıyacağı anlamına gelmektedir ki, bu, o güne değin Kanunî Sultan Süleyman da dâhil olmak üzere, tüm Osmanlı padişahlarının taşıdığı tuğ sayısından fazladır.
Ancak İbrahim Paşa’nın Kanunî’den fazla tuğa sahip olması mümkün olamayacağından, padişahların tuğ sayısı yediye çıkartılmıştır. Sonuçta Veziriazam İbrahim Paşa, saraya damat olmasının yanı sıra, hem Serasker, hem Rumeli Beylerbeyisi, hem de altı tuğ sahibi olmuştur.
Kurb-ı Sultan ateş-i Suzan
Bu çok büyük yetkiler ve ayrıcalıklar sonucunda, İbrahim Paşa’nın iktidar sarhoşluğuna kapıldığı pek çok kaynakta vurgulanmaktadır. İbrahim Paşa’nın genel karar ve eylemlerine bakılacak olursa, ölümüne neden olan tetikleyici unsurun bu olduğu anlaşılmaktadır.
Nitekim Celalzade’nin nakline göre İbrahim Paşa, otuz kere yüz bin akçelik haslarını dahi az bularak:
“Rahmetli Fatih Sultan Mehmed Han, Sadrazamı Mahmud Paşa’ya kırk kere yüz bin akçe berat ihsan etmişti. Bu kulunuza da öylece ihsan buyurulsa padişahımın lütfundan ne eksilir” dedi. Bunun üzerine saadetli padişah:
“Onlar payitaht İstanbul’u fethetmeyi başarmışlardır. Daha fazlası verilse de yerinde olurdu” dediler. İbrahim Paşa da:
“Bağdat ki büyük halifelerin başkentidir. Budin ise eskiden beri krallar tahtı yeridir. Her ne kadar bunlar İstanbul’dan üstün tutulamazsa da daha aşağı da sayılamazlar
” deyince Padişah şu karşılığı verdi:
“İstanbul bizim başkentimizdir. Onlar İstanbul’a nasıl tercih edilebilir? Hele hele o büyük padişahla boy ölçüşmek bizim haddimiz değildir”.
1532 Almanya seferinde büyük başarılara imza atan 1533’de İstanbul antlaşmasıyla Şarlken’e ve Ferdinand’a boyun eğdiren İbrahim Paşa’nın parlak başarıları devam ediyor, kudreti ve şevketi de hızla yükseliyordu.
Bir taraftan da “Kurb-ı Sultan ateş-i suzan”, dizesine uygun olarak İbrahim Paşa her gün bir miktar daha ateşe yakınlaşıyordu.
Nitekim 1534 yılında, kudretli Osmanlı ordusunun başında çıktığı Irakeyn seferi sonun başlangıcı olacaktı. Kanuni Sultan Süleyman sefere çıkarken, kendisine kethüda ve müşavir tayin ettiği defterdar İskender Çelebi için:
“İşbilir ve işgörür adamdır; reyine muhalefet eyleme” diye tavsiyede bulunmuştu.
Kudretli veziriazam acaba başında bir müşaviri kabullenebilecek mi idi? Akabinde Padişahın da katılması ile seferde geçen hadiseler iki dostun arasını açmaya başlayacaktı. Zira İbrahim Paşa kin bağlayacağı İskender çelebi’yi padişaha öldürtmüş ve çeşitli uygulamaları ile Padişahın ilk kez şüphelerini çekmişti.
Nihayet sefer dönüşü Fransızlara verilen ahitnamenin hazırlıkları ile uğraşan İbrahim Paşa, iftar için saraya çağrıldığı 21-22 Ramazan 942 (14-15 Mart 1536) gecesi hiçbir sebep gösterilmeden ansızın boğularak idam edildi. Görevi Cellât Ali yerine getirmişti. Saraydan çıkarılan cesedi Galata’da Tersane ardındaki Canfeda Zaviyesi yanına defnedildi. Sade bir cenaze töreni düzenlendiği Nakkaş Osman’ın minyatürlerinde görülmektedir.
Paşa’nın idamı bile ayrıcalıklı olmuştu. Kanunî’yle birlikte iftar yaptıktan ve teravih kılındıktan sonra Paşa, kendisi için sarayın Enderun bölümünde hazırlatılmış olan odada uyurken, âdet olduğu üzere başı vurularak değil, Padişah soyundan olanlara uygulanan biçimde boğularak öldürülmüştür. Cellâtlar tarafından öldürüldüğü, başının kesildiği, ağzından kanların fışkırdığı gibi ifadeler batılı romancıların uydurma rivayetleri olup hiçbir kaynakta yoktur.
İbrahim Paşa’nın çöküşüne ortam hazırlayacak dört temel unsurdan söz etmek mümkündür. Bunların ilki Paşa’nın iktidar hırsıdır. İkincisi Kanunî’nin eşi Hurrem Sultan’ın İbrahim’i bir tehdit olarak görmesi, üçüncüsü Defterdar İskender Çelebi’nin idam edilmesi, dördüncüsü ise İbrahim Paşa’nın Bağdat’ta görevi esnasında Serasker Sultan sıfatıyla ferman imzalamasıdır.
İbrahim Paşa’nın gücünü ve sınırsız kudretini çeşitli vesilelerle pek çok örnek sunmak mümkündür. Kendisini sonsuz bir yetkiyle donatan Padişahın adına yaptığı görüşmelerde İbrahim Paşa, bu iktidar hırsını açıkça ortaya koymaktadır. Farklı yabancı elçilerin raporlarında bu duruma pek çok örnek bulunmaktadır. Buna en çarpıcı örnek, İbrahim Paşa’nın Ferdinand’ın elçilerine söyledikleridir:
“Bu büyük devleti idare eden benim. Her ne yaparsam yapılmış olarak kalır. Zira bütün kudret benim elimdedir. Memuriyetleri ben veririm. Eyaletleri ben tevzî ederim. Verdiğim verilmiş ve reddettiğim reddedilmiştir. Büyük Padişah bir şey ihsan etmek istediği veya ettiği zaman bile eğer ben onun kararını tasdik etmeyecek olursam gayr-i vâki gibi kılınır. Çünkü her şey harp, sulh, servet ve kuvvet benim elimdedir”.
İbrahim Paşa’nın kendisine, resmen sahip olduğu yetkilerin ötesinde bir konum biçtiği ortadadır. İbrahim Paşa, Osmanlı toprakları çerçevesindeki yetkisine ek olarak, Avusturya ile barış antlaşmaları sürecinde, Batı üzerinde de söz sahibi olmuştur. Barış görüşmelerinin İbrahim Paşa açısından en önemli gelişmesi, bundan böyle Kral Ferdinand’ın Kanunî’ye baba ve kendisine de kardeş sıfatıyla boyun eğmesidir.
Nitekim huzura kabul edilen Avusturya elçileri Jerome de Zara ile Cornelius Schepper, krallarının ağabeyi olarak kabullendiği Veziriazam İbrahim Paşa’nın Osmanlı Devleti meclislerinde Ferdinand’ı temsil etmesi ricasında bulunmuşlardır. Anlaşılacağı üzere İbrahim Paşa bir anlamda Hıristiyan âleminin büyük çoğunluğunun lider kabul ettiği Ferdinand’ı yönlendirebilmektedir. Hammer Osmanlı Devleti Tarihi’nde bu gelişmeyi, Batılı bir kralın bir Osmanlı vezirinin seviyesine inmesi olarak yorumlamaktadır.
Gerçekten de İbrahim Paşa, Manisa’da başlayan arkadaşlık yılları; yıllarca birlikteliğin verdiği rahatlık; ardından beraberce bir büyük imparatorluğun idaresine geçiş; üç yıl sonra bu haşmetli devletin veziriazamı olması dolayısı ile efendisinin kendine tanıdığı yetkileri sonuna dek kullandı. Haşmet ve kudretini gayr-i Müslim devletlere ezercesine hissettirdi. Batılı yazarlar biraz da bu sebeple onun kendisine, sanki saltanata doğru giden bir yol açtığını ifade etmişlerdir.
İbrahim Paşa, Kanunî’nin tahtının mirasçısının seçimi konusunda taraf tutmuş olması da araştırmalara yansıyan bir husus olmuştur. Çeşitli yazarlar “İbrahim Paşa, Kanunî’nin Hurrem’den olma çocuklarından birinin değil, Padişahın ilk erkek çocuğu olan Mustafa’nın tahta geçmesini daha uygun görmekte ve onu açıkça desteklemekteydi. Bu nedenle İbrahim Paşa, Kanunî’nin eşi Hurrem Sultan tarafından bir tehdit olarak görülmüştür”, diyerek ölümünde Hurrem’in parmağı olduğu tezini ortaya atmışlardır. Oysa henüz Hurrem’in çocuklarının küçük olması ve Kanunî’nin daha kırk yaşında bulunması nedeniyle bu ihtimal, zincirin en zayıf halkası olarak görünmektedir. Ayrıca ana kaynakların hiçbirinde bu tezi destekleyecek malumat yer almamaktadır.
Aslında İbrahim Paşa’nın Efendisine bağlılığı her şeyin üzerindeydi. Yaptığı her işi onun adına yaptığının bilinci içindeydi. Irakeyn seferinde fetihlerde bulunarak ilerlediği sırada Padişaha gönderdiği mektupta, Semerkand ve Horasan’dan kızılbaşı tard ettiklerini bildirirken “inayet-i Padişahî ve himmet-i hakanîyi” şu ifadelerle diliyordu.
Destgirim, dâmen-i lütfundurur hânım benim,
Hasm-ı bî-insaf elinden al, giribânım benim,,
Ger Süleyman-ı zamandan cem’a himmet olmaya
Ebter oldu defterim, dağıldı divânım benim.
İşte İbrahim Paşa’nın biraz da bu güven ve itimat içinde sonsuz bildiği gücü ve yetkisi, belki de sonunu hazırlayan en ciddi sebep olacaktır. Zira bu gurur ve azamet sonrasında Irakeyn Seferi sırasında İskender Çelebi’yi idam ettirmesi ve Bağdat’ta bulunduğu sırada Serasker Sultan sıfatıyla ferman imzalaması muhtemelen kendi idamına yol açacaktır.
Temelde, Bağdat’ın fethini esas alan Irakeyn seferi sırasında, İbrahim Paşa, Diyarbakır ve Musul üzerinden Bağdat’a girmeyi tasarlamıştı. Fakat bundan vazgeçilmiş ve doğrudan Tebriz kenti üzerine hareket edilmiştir. Çoğu tarihi kaynağın ortak noktası, İbrahim Paşa ile Defterdar İskender Çelebi arasındaki çekişmenin bu noktadan başlayarak belirginleştiği yönündedir.
İbrahim Paşa ile İskender Çelebi arasındaki çekişme,İbrahim Paşa’nın kıskançlığına dayandırılmaktadırlar. İbrahimPaşa’nın dört yüz kölesi olduğu halde İskender Çelebi’nin tepeden tırnağa kadar sırmalar içinde altı yüz ve ayrıca altı bin iki yüzkölesi bulunuyordu. Bu arada İbrahim Paşa,İskender Çelebi’den kendisine maiyyetinden yüz on kişi bağışlamasını isteyipde, İskender Çelebi yalnızca otuz kişi yollayınca, aralarındaki haset ve çekememezlik iyice belirginleşmişti. Bu arada İskender Çelebi’nin makamına göz diken, Halep Defterdarı Nakkaş Ali Bey’in de İbrahim Paşa’yla birlik olarak, İskender Çelebi’nin ortadan kaldırılması için planlar tertiplediği belirtilmektedir.
Öte yandan Irakeyn seferine çıkılırken Padişahın, İskender Çelebi’yi kendisine müşavir ve kethüda tayin etmesi de İbrahim Paşa’yı rahatsız etmiştir. Nitekim İbrahim Paşa Tebriz yolu üzerindeki çekilen sıkıntılardan ve verilen kayıplardan İskender Çelebi’yi sorumlu tutarak aradığı bahaneyi bulmuştur. Oysa netice itibariyle Tebriz alınmış ve Azerbaycan’daverilen kayıplar bir ölçüde karşılanmıştı. Ancak İbrahim Paşa Bağdat’ın fethinden hemen sonra Padişaha bunu bahane ederek İskender Çelebi’yi idam ettirmiştir.
Peçevî Tarihi’nde de Azerbaycan’da verilen kayıplar ve İskender Çelebi’nin idamı İbrahim Paşa’nın en önemli hatalarından sayılmaktadır. Ayrıca dönemin bütün kaynaklarında da İbrahim Paşa’nın söz konusu suçlamayla İskender Çelebi’yi idam ettirmesi, haksız bir infaz olarak gösterilmektedir. Rivayete göre, Kanunî rüyasında İskender Çelebi’nin kendisinin üzerine yürüyerek, haksız yere niçin idam edildiğinin hesabını sorduğunu görmüş ve Padişah bundan sonra İbrahim Paşa’ya kinlenmiştir.
Bu rivayet bir kenara, İbrahim Paşa’nın gözden düşmesine neden, Paşa’nın Serasker Sultan sıfatını benimsemesidir. Sefer sırasında ilanları “Serasker Sultan” diyerek yaptıran Paşa’yı ikaz eden İskender Çelebi, “biz de bir tek sultan vardır” diyerek mani olmuştu. Tarihçi Peçevi, bu sıfatı Kızılbaş takımının Paşa’ya uygun gördüklerini ve kendisine kabul ettirdiklerini vurgularken, İskender Çelebi’nin buna karşı çıkmış olmasının, Paşa’yla aralarında bir düşmanlık doğurmuş olabileceğine değinmektedir. Neticede kaynaklarda söz edilen ve ayrıntılarıyla yorumlanan bu nedenler paşanın sonunu hazırlamıştır.
İbrahim Paşa’nın bütün hayatı, hâmisi olan Kanunî Sultan Süleyman tarafından şekillendirilmiştir. Basit bir köle olan İbrahim, hâmisinin desteği sayesinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun en yetkili kişisi olmuştur. İdamına sebep olan bazı hataları onun başarılarını ve Osmanlı’nın belli bir dönem dâhilindeki gelişimine yaptığı önemli katkıları unutturmamalıdır.
Divan değerinde bir beyit!
Özellikle sanat ve edebiyat alanlarının gelişimine büyük katkıda bulunduğu bilinen İbrahim Paşa, hâmisi Kanunî’nin izini takip ederek, kendisi de dönemin en büyük hâmilerinden olmuştur. Hayali Bey, Zati, Yahya Bey ve daha nice şair onun himayesi ile eserler vücuda getirmişlerdir. Kendisi de şairdir. Latîfî, cümle beyitlerine mukabil, bir divan değerindedir diyerek şu beytini örnek göstermektedir.
Okuman şimden giru Ferhad u Mecnun kıssasın
Aşk yolunda zene meyleylemez merdaneler
Peçevi İbrahim Efendi, onun padişahın emirleri ve kanunların tatbikine çok büyük önem verip her işi adaletle yerine getirdiğini, son derece dindar olduğunu, fakat Bağdat’ın fethinden sonra ahlâkının değiştiğini belirtmektedir.
İbrahim Paşa’nın çağdaşı olan şair ve tezkire sahibi Latîfî onun ani yükselişini, sadrazamlığı sırasındaki davranışlarını, haşmetini, büyük yetkilerini, bundan gurura kapılmasını, şöhret ve ziynet düşkünü haline gelmesini anlatıp böyle büyük bir şana sahipken bir gün birden idam edildiğini ve bundan ibret alınması gerektiğini belirtmektedir. Yine Latîfî “Evsâf-ı İbrahim Paşa” adlı risalesinde İbrahim Paşa’nın cömertliğini, şair ve edipleri koruduğunu yazarak övücü ifadelere yer vermektedir. Latifi ondan sonra gelenlerin şair, edip ve sanatçılara önem vermediklerini, hatta bunların hazineden almakta oldukları in’âm ve caizelerinin kesildiğini de söyler. Daha da ileri giderek halkın İbrahim Paşa’nın kıymetini ancak ölümünden sonra anladığını yazar.
Siyasetname konusunda bir eser yazan Kanunî dönemi devlet adamlarından Lütfî Paşa da veziriazamların padişaha çok yakın olmamaları ve kendi azametine kapılmamaları gerektiğini belirtirken örnek olarak İbrahim Paşa’yı gösterir. Padişahın bizzat onun sarayına ve bahçesine bile gittiğini, bu yakınlığın “herkesin gözüne batan diken” gibi olduğunu ve neticede çeşitli isnatlarla hayatını kaybettiğini ifade etmiştir.
On üç sene veziriazamlık makamında kalan, o zamana kadar rastlanmayan ölçüde şan ve şerefe nail olan ve döneminin siyasî hadiselerinin gelişmesinde önemli roller üstlenen İbrahim Paşa, Venedik elçisinin raporuna göre birkaç dil bilen, tarihe son derece meraklı aynı zamanda sanat ve hayır ehli bir devlet adamıdır.
Galata’da Perşembepazarı içinde Haliç kıyısında bulunan Eski Yağkapanı Mescidi’nden başka Mekke, Selanik, Hezargrad (Razgrad) ve Kavala’da cami, mektep, medrese, hamam, çeşme ve yine bazı kasabalarda mescit ve zaviyeleri bulunmakta olup bunlara çeşitli vakıflar tahsis etmiştir. Niğbolu Sancağının Yeniceköy’ünde bir cami ve medresesi olduğu ve idamesi için beş köyü vakfettiği belirtilmektedir.
Hanımı Hadice Sultan’dan Mehmedşah isimli bir oğlu oldu ise de küçük yaşta vefat etmiştir. Yine bu evlilikten ismi bilinmeyen bir kızının olduğu ve Aksaray’da bir cami yaptırdığı ifade olunmaktadır. Paşa’nın diğer bir hanımı Muhsine hanımdan da söz edilir. Bu hanımla Hadice Sultandan önce evli olmalıdır. Hakkında hiçbir bilgi yoktur. Sadece Kumkapı Camii ile yakınındaki tekkeyi beyinin hatırasına inşa ettirdiği bilinmektedir.
Ahirü’l-emr o vezir makbul
İdi makbul iken oldu maktul
İbrahim Paşa’nın uzun süre görevde kalması, Padişahın katındaki değeri ve bazı uygulamaları aleyhinde bir cereyanın doğmasına yol açmış bulunuyordu. Gayr-ı Müslim devlet adamlarına gösterdiği yüksek ve tepeden bakış, elçilere uyguladığı ezici davranış onları da Paşa hakkında olumsuz düşüncelere itiyordu. Neticede sonunun böyle hazin bir şekilde noktalanması, hasımlarına aradığı fırsatı vermiş olup çeşitli dedikoduların ortaya atılmasına zemin hazırlamıştır. Padişahın abdest suyunu içerdi, hanımı Hadice Sultan ile ilgilenmezdi gibi ifadeler romanlarda yazılı olup hiçbir değeri yoktur. Bu itibarla İbrahim Paşa hakkındaki çeşitli söylentileri ve dedikoduları dikkatle incelemek ve değerlendirmek gerekmektedir.
.
.
"Oğullarım! Rehberiniz adalet ve iyilik olsun!"
TİMUR HAN VE BAŞARI PRENSİPLERİ
Timur, bir cihangirin oğlu değildi ve kendisini taht üzerinde bulmadı. Nisan 1336'da Semerkand'ın güneyinde Şehr-i Sebz'de doğdu. Babası Barlas oymağına mensub Turagay, annesi Tegina Hatun'dur. Turagay mütevazi ve dindar bir kimse olup vaktinin çoğunu ulema ve şeyhler ile sohbetle geçirdi. Bu itibarla alim ve şeyhlere hürmet, oğul Timur'da henüz çocukluk devresinde yer etti.
Timur'un gençlik yılları şiddetli silah talimleri, yıpratıcı beden eğitimi, avcılık ve küçük seferlerle geçti. Bu dönem Maveraünnehr ve Doğu Türkistan'ın kuvvetli bir idareden yoksun hanedanlıkların, birbirleriyle kıyasıya mücadelerine sahne oluyordu.
Timur, Çağatay hükümdarı Emir Hüseyin'i, Tuğluk Han tehlikesinden kurtardığında yirmiyedi yaşında idi. Hüseyin'in kızkardeşi Olcay Tergen Aga ile evliliği de Timur'un emir katındaki itibarını artırıyordu. Ancak çeşitli siyasi sebeblerle çok geçmeden Emir Hüseyin'le arası açıldı. 1366'da Belh'i zaptederek iktidar dizginlerini eline aldı. 1370'te Emir Hüseyin'in ölümü üzerine, Maveraünnehr'e tek başına hakim oldu ve Semerkand'a gelerek tahta çıktı. Şimdi Hindistan'dan Akdeniz sahillerine kadar bütün Asya karalarının üzerinden harikulade bir semavî alamet gibi geçiveren bir cihangirin saltanat hayatı başlıyordu....
O, büyük hükümdar manasına Gürgan; Zamanın hakimi manasına Sahip-kıran ve cihangirünvanlarını taşıyordu. Doğru sözlülük hakim vasıflarından olup yüzüğünde Rasti-rustî = Kuvvet doğruluktur, kazılı idi.
Otuzyıl boyunca bu ünvanları tekzipederek hiçbir başarısızlıkla karşılaşmadı. Giriştiği her işte muvaffak olurken yirmialtı memleketin tacını başına geçirmiştir. Bunlar arasında Çağatay hanedanı, Türkistan ve Moğolistan'daki Cet hanedanı, Harizm, Horosan, Tataristan, Irak-ı Acemde Beni Muzaffer, Irak-ı Arap'ta İlhanlılar ve Hind hanedanı en mühimleriydi. Ülkesi doğuda Çin seddine kuzeyde Rusya içlerine, batıda doğu Anadolu'ya, güneyde Mısır'a dayanıyordu. Kuvvetli cihangirin darbeleri altında hiçbir gücün kuvveti kalmıyordu.
Askerlerin sadakati her türlü tasavvurun ötesindeydi. Yalnız canlarını değil gerektiği zamanlar da mallarını ve ganimetlerini de Hakanları yolunda feda ederlerdi. Timur'da onlarla birlikte aynı sofrada yemek yerdi. Tasavvur ettiği bir şeyi asla terketmez, verdiği emri geri almazdı. Kararlaştırdığı şey, onun için icra olunmuş hükmündeydi. Maziye asla teessüfetmez, istikbalden ise emin olmazdı. Ortaya çıkan her türlü halleri, metanetle karşılardı.
Alimlere, fakihlere, seyyidlere fevkalede hürmet gösterirdi. Onların sohbetlerini dinlemek en büyük zevkiydi. Tüzükatında: Allah dostları alimler ile devamlı irtibat halinde idim. Her işimde onlarla istişare ettim. Bunların hayır duaları bana zaferler kazandırdı, demektedir.
Girdiği hiçbir memlekette de alim ve şeyhlerin incitilmesine rıza göstermezdi. Savaş esnasında başarıya ulaşmak için haraketlilik ve şaşırtmaca gibi pekçok harp hilesine başvururdu. O kendisini takdim ederken genellikle Bizki, Mülûk-ı Turan; Emir-i Türkistan'ız. Bizki Türk oğlu Türk'üz. Bizki Milletlerin en kadimi ve en ulusu Türk'ün başbuğuyuz, ifadelerini kullanırdı.
Bu büyük cihangirin Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid Han ile çarpışması ve bozguna uğratması ise Batı Türk dünyası açısından büyük üzüntüye yol açmıştır.
Tarihin en büyük cihangirlerinden Timur Han, Çin İmparatorluğu üzerine düzenlediği sefer sırasında ölümünün yaklaştığını anlamış, vasiyetini yazdırmıştı. 12 madde halinde düzenlenen bu belge, hem onun başarılarının sırrını, hem de bir devletin nasıl yönetilmesi gerektiğini ortaya koyması bakımından fevkalâde önem taşımaktadır.
Çin İmparatoru Tonguz, memleketinde İslâm'a karşı savaş açmış, ağır zulüm ve baskıların yanısıra binlerce Müslüman'ı da öldürtmüştü. Bu haberler üzerine. Timur Han, 1404 yılı Kasım ayında 200.000 kişilik muazzam bir ordunun başında bu ülkeye doğru sefere çıktı.
Ocak ayı (1405) ortalarında Otrar'a varılmıştı. Ancak, bundan sonraki yolların sefer için uygun olmadığı rapor edilince, bir müddet burada kalındı. Timur Han, hem yaşlılığın verdiği zayıflık, hem de mevsim şartlarının elverişsizliği sebebiyle, bu son seferde, iyice yorulmuştu.
Şubat ayı ortalarında ileri kuvvetlere hareket emri verildiğinde. Timur Han birdenbire hastalandı. Orduda bulunan tabibin bütün gayretlerine rağmen, durumu günden güne kötüye gitmekteydi. Hakan, ölümünün yaklaştığını görünce, önce vasiyetini yazdırdı. Sonra yatağın etrafında ayakta olan oğullarına dönerek şunları söyledi:
"Çocuklarım! Tebaanın istirahatini temin için, sizlere bıraktığım vasiyeti ve düsturları unutmayınız. Halkın dertlerine derman bulunuz. Zayıfları himaye ediniz. Bilhassa fakirleri, zenginlerin zulmünden koruyunuz. Her işinizde rehberiniz, adalet ve iyilik olsun. Eğer benim gibi uzun müddet saltanat sürmek isterseniz, kılıcı ihtiyat ve likayat ile kullanınız. Aranıza nifak tohumu girmemesine çok dikkat ediniz. Zira nedimleriniz ve düşmanlarınız bundan istifade için aranıza nifak saçmaya çalışacaklardır. Vasiyetimdeki usûl-i idare düsturlarına sadık kalırsanız, tac daima başınızda kalır. Ölüm döşeğinde olan babanızın sözlerini daima hatırlayınız."
12 önemli düstûr
Şüphesiz hiçbir hükümdar, kurduğu devletin kısa ömürlü olmasını istemez. Nitekim birçok hükümdar gibi Timur'u da yaşlılığında en çok meşgul eden konulardan biri ölümünden sonra devletinin istikbâli olmuştur. Bu sebeple, daha sağlığında devletin bekası için bazı tedbirler almıştır. İdarede tatbik ettiği hususları ve düstûrlarını bir araya getirmiş ve çocuklarına da bunların önemini şu sözlerle ifade etmiştir:
"Biliniz ki, içinizden çoğunuz, Allah'ın inayetiyle benden sonra tahta çıkacaktır. Bunun içindir ki, sizlere armağan olmak üzere, kendi düstûrlarımı bir araya topluyorum. Bunlar on iki tanedir. Ehemmiyetlerinin en beliğ şahidi, onlardan benim ettiğim istifadedir. O düsturlar sayesinde ben cihangir bir devlet tesis, kişverlerfeth, fütuhatımı muhafaza eyledim ve tahtımda herkesin minnettarı oldum."
Nedir bu 12 düstûr.. Şimdi, dünyanın en büyük imparatorluklarından birinin anayasası gibi kabul edilecek 12 maddeyi, sırasıyla Timur Han'ın kendi ifadesiyle veriyoruz.
Bir: "Allahü Teâlâ’nın dinini ve Hazreti Muhammed'in şeriatını dünyaya yaymayı esas edindim. Her zaman her yerde İslamiyet’i tuttum.
İki: Etrafımda olan adamları on ikiye ayırdım. Gerek ülkeler fethi, gerekse fethettiğim yerleri idare hususunda bazıları bana kolları, bazıları da meşveretleriyle yardım ettiler. Onlar sarayımın süsü idiler.
Üç: Düşman ordularını mağlup ve eyaletler fethetmekte âlimlerle istişare, ihtiyat, uyanıklık ve faaliyet bana çok yardım etti. Hükümet idaresinde yumuşaklık, insaniyet ve sabır ile hareket ettim. Hiç meşgul olmuyor gibi görünerek, herşeyi basiretim altında bulundurdum.
Dört: İntizam ve kanunlara riayet benim kuvve-i hükümetimi o derece güçlü eyledi ki vezirler, emirler, askerler ve halk üst tarafındaki sınıfa can atar arzukeş değil idi. Her biri bulunduğu sınıftan memnun idi.
Beş: Zabit ve askerlerimi cesaretlendirmek için altın ve cevahir sarfından çekinmedim. Onları soframa oturttum. Onlar da kavgalarda benim için canlarını verdiler. Hayatî ihtiyaçlarını kolaylaştırıp, giderlerine iştirak ile bana bağlılıklarını te'min ettim. Böyle kıymetli bazuların ve cengâverlerimin yardımı ile yirmi yedi imparatorluğun hükümranı oldum. İran, Turan, Rum, Mağrıb, Suriye, Mısır, Irak-ı Arab, Irak-ı Acem, Mazenderan, Geylan, Şirvan, Azerbaycan, Fars, Horasan, Cidde, Büyük Tataristan, Harezm, HotinKabulistan, Bahter-ı zemin, Hindistan...
Bütün bu kıtalar bana tabi idi ve ben onlara kanunlar yaptım.
Hanlık hil'atını giyince, istirahate elveda ettim. Zaten on iki yaşından beri diyar diyar dolaşıp mihnet ve zorlukla çarpışır, projeler yapar, düşman alaylarını dağıtır, askerlerle zabitler arasında meydana gelen itaatsizlik ve isyanları görmeye ve onların katı sözlerini işitmeye alışır ve fakat sabırla, ehemmiyet vermiyor gibi görünerek onları teskine muvaffak olurdum. Cenk meydanlarında düşman safları içine atıldım, işte böylelikledir ki ben ülkelere hakan oldum ve şöhretim uzak illerde çalkalandı.
Altı: Adalet ve bî-taraflık ile ibâdullahın hayırhahı oldum ve hüsn-i teveccühünü kazandım. Hüsn-i muamelem suçsuzlara olduğu kadar kabahatlilere de şamil idi. Cömertliğimle, insanların kalbinde iyi bir yer kazandım. Hükümlerimde esas, adi ve insaf idi. Bu siyaset sayesinde askerlerimi ve tebaamı korku ve ümit arasında tuttum. Cengâverlerim, kavga meydanlarında beni yanlarında görürlerdi.
Mazlumu zalimin elinden kurtardım. Şahıs veya mal ve mülke yapılan zararı tamamen meydana çıkarınca, kanunu tatbik ettim ve suçsuzları asla kabahatli çıkarmadım.
Projelerime mani olmak için bana karşı kılıç çeken her adam, aman dileyince, tarafımdan hüsn-i muameleye mazhar oldu. Ona kadrine göre riayet ettim, yaptıklarının üstüne perde-i nisyan çektim. Eğer henüz onun kalbi yaralı ise, bu yarayı iyi etmeye uğraştım.
Yedi: Seyyidlere, âlimlere, fâkihlere, tarihçilere mümtaz muamele ettim. İyi ve cesur adamlar -çünkü Allah böyleleri sever- benim dostlarım idi. Âlimlerle sıkı münasebette bulundum ve asil kalbli insanların sevgisini, muhabbetini çekmeye çalıştım. Bunlarla istişare ettim ve onların hayır duaları bana zaferler temin etti. Derviş ve fakirleri himaye ettim. Bunlara zerre kadar fenalık etmemeye uğraştım ve hiçbir taleplerini reddetmedim. Başkası aleyhinde konuşanları sarayımdan kovdum. Bunların sözlerine ve iftiralarına hiç ehemmiyet vermedim.
Sekiz: Her teşebbüsümü başa çıkarmakta sebatkâr idim. Bir projeyi bir kere kabul ettim mi, artık bütün zihnim ona münhasır olurdu. Onu muvaffakiyetle başarmadıkça, asla terk etmedim. Hiçbir vakit halim, sözümü tekzip etmedi ve asla şiddetle hareket etmedim. Allah bana -yapacağım şiddetli muameleye göre- azap ile muamele eder korkusuyla kimseye hiddet ve gazap ile muamele etmedim.
Âdem babamızdan Hazreti Muhammed Hatemü'l-Enbiya ve ondan benim zamanıma kadar gelip geçen hükümdarların ne gibi kanunları olduğunu âlimlerden sordum. Bu hükümdarların hal ve hareketleri, ilimleri, nutukları çok zaman evvel benim kalbime nüfuz etmiş idi. Onların güzel vasıfları ve hayatlarının en beğenilen kısımları ile vasıflanmaya öteden beri özenildim. Çöküşlerinin sebeplerini mütalaa ve tetkik ettim, onların düştükleri hatalardan çekinmeye uğraştım. Vergilerin tahsilinde nisbetsizlik, su-i istimal, rüşvet ve halkı tazyikten sakınmaya itina ettim. Bunların kıtlık ve her türlü musibeti doğuracak ve ırk ve cemiyeti silip süpürecek fenalıklar olduğunu bilirdim.
Dokuz: Halkın haline vakıf idim. Büyüklere kardaşım, küçüklere çocuklarım gibi muamele ettim. Her eyalet ve her şehrin ahalisinin i'tiyat ve seciyesine göre âdetler edinmeyi bildim. Yeni tebaamın ve bunların eşrafının sevgilerini kazandım. İdari işlerine, onların âdetlerine alışmış ve itimatlarını kazanmış kimseleri nasb ettim. Her eyalet ahalisinin âdetlerini öğrendim. İmparatorluğumun her kıtasında, o kıtadaki asker ve ahalinin beni alâkadar eden ahvalini bana bildirmek üzere namus ve doğrulukları ile tanınmış adamlar bulundurdum. Bu adamların muamele ve münasebetlerinde en küçük hatasını görünce şiddetle cezalandırdım. İdare adamları, askerler veya halk tarafından bir zulüm yapılırsa, zalimi adalete verdim.
On:Bir kabile veya bir Arap veya Acem göçebesi bayrağım altına girmeyi dileyince, beylerini şerefle, diğer adamlarını mevkilerine göre itibar ile kabul eltim. İyilere iyilikle muamele ve kötülere fenalıklarını iade eyledim.
Benimle dost olan herkes, bu sevgi bağından hiç pişmanlık duymadı. Her dostluğu iyilikle karşıladım. Bana kim hizmet ve yardım etmiş ise mükâfatsız kalmadı. Düşmanım olan adam daha sonra haksızlığını anlayarak benden himaye ve lütuf dilemiş ise, onu dostlukla karşıladım.
Şir Behram ile böyle oldu. Bu bey, benimle arkadaşlık ettikten sonra, tam iş zamanında beni terk etti. Ganimet sevdasına düşerek bana kılıç çekti. Sonra tuz ve ekmeğimi yediğini düşünerek bana geldi, bağışlamamı yalvardı. Bu şanlı bir soyun felâket çemberinden geçmiş (tecrübeli), kabadayı cenk adamlarından idi. Hatalarına göz yumdum, yiğitliğine bağışladım. Dostluğumu göstermek için eski rütbesine eş bir rütbe verdim.
Onbir: Oğul, torun, dost, müttefik benimle bağlantısı olan herkes iyiliğimden nasibini aldı. İkbal ve saadetimin parlaklığı ve yüksekliği, hiç kimseyi unutmaya sebep olmadı. Tarafımdan her zaman, herkes, müstehak olduğu mükâfat ve hürmete mazhar oldu. Acıma ve şefkati de elden bırakmadım.
Oğullarımda, torunlarımda kan rabıtasına hürmet ettim. Onların hayat ve hürriyetine su-i kast etmedim.
Herkese -evvelce inceleyip vakıf olduğum- seciyesine göre muamele ettim. İkbal yıldızımın sönüklüğü zamanlarında edindiğim tecrübeler, dostlara ve düşmanlara karşı nasıl muamele etmek lâzım geldiğini bana öğretti.
Oniki: Gerek leh, gerek aleyhimde hareket etsinler, her zaman askerlere hürmet ettim. Sürekli bir saadeti, çabucak zail oluveren şeye feda eden adamlara şükr etmek borçtur. Onlar kavgaya koşuyor ve hayatlarını feda ediyorlar.
Düşmanım olan ve beylerine pek sağlam bağlı bulunan cenk erlerine, kalben dostluk besledim. Benim bayrağım altına geçerlerse, onların bahadırlıklarını ve sadakatlerini -en samimi adamlar arasına almakla- mükâfatlandırdım. Fakat iş zamanında en kudsî kanunu ayak altına alarak kumandanını terk ile bana gelen düşman askeri, nazarımda insanların en kötüsüdür.
Toktamış Han ile olan kavgada, emirleri bana tekliflerde bulundular. Benim düşmanım olan Toktamış Han'a karşı emirler alçaklık irtikap etmek istiyorlardı. Nefret ettim. Kendi kendime, "Şimdiki hanlarına olduğu gibi bilahare bana da hainlik ederler" dedim. Ve cevap olarak onlara, "siz alçak ve mel'unsunuz" dedim.
Tecrübe bana gösterdi ki din ve kanunlar üzerine istinat etmeyen bir hükümet, uzun müddet payidar olamaz. Böyle hükümet çıplak olup. kendini gören herkese karşı gözlerini yere diken ve herkes yanında hiç hürmet ve itibarı olmayan adama benzer. Kezalik öyle hükümet, tavanı, kapısı, avlu duvarları olmayan ve her önüne gelenin içeriye dalabildiği eve de benzetilebilir.
Bunun içindir ki ben saltanat yuvamı İslâmiyet üzerine kurdum ve hükümetimi idare için kanunlar tanzim ettim. Bu kanunlara da saltanatımın devam ettiği müddetçe riayet ettim."
Timur Han'ın, devletinin anayasası gibi belirlediği bu 12 temel düstûru, onun zaferlerle geçen 25 yıllık saltanatı boyunca Çin'e ve Delhi'ye kadar bütün Asya'ya, Irak'a, Suriye'ye ve İzmir'e kadar Anadolu'ya sahip oluşunun sırrını ortaya koymaktadır.
.
.
Harem-i Hümayûn’un En İtibarlı Hanımı
VALİDE SULTAN
Valide Sultan’ın arabası has fırın kapısının önüne ulaşınca padişah, vakarlı adımlarla yürüyerek gelir, annesini iki veya üç temenna ile selamlar ve onun sağ taraftaki pencereden uzanan elini öperdi. Bu sırada çavuşlar hep birlikte alkış tutarlardı…
Osmanlılarda cülus merasiminden bir kaç gün sonra saray, yeni bir törene daha sahne olurdu. III. Murad Han´ın cülusundan itibaren düzenlenen bu merasim padişahın annesinin Eski Saray´dan alınarak Topkapı Sarayına nakli hadisesidir. Valide Alayı ismi verilen bu tören şu şekilde gerçekleşirdi.
Yeni padişah cülusundan bir kaç gün sonra validesinin Eski Saraydan Topkapı Sarayına naklini emrederdi. Bir gün öncesinden rikâb-ı hümayun ve şikar ağaları, kapıcıbaşılar, sultan kethüdaları, padişah evkafı mütevellileri, haremeyn vakfı erkanı, harem-i hümayun ağaları, baltacılar, darüssaade ağası ve yeni tayin olunan valide kethüdasına haber gönderilerek hazır olmaları istenirdi.
Valide Alayı, Bayezid kolluğu (karakolu) önüne geldiği vakit yeniçeri ağası, şayet o seferde ise sekbanbaşı tarafından karşılanırdı. Araba burada bir müddet durur, bu sırada ağa yer öperek hürmet ve tazimlerini arzederdi. Ağaya bir hil´at giydirilir, yine ona ve maiyyetine önceden belirlenen hediyeleri dağıtılırdı. Bu şekilde her kulluk geldikçe oradaki görevli neferlere hediyeleri verilirken alaydan etrafa çil çil paralar saçılırdı. Alay cebehane önüne gelince cebecibaşı valide sultanı selamlayarak hediyesini alırdı.
El Öpme
Bu şekil merasimlerle bâb-ı hümayundan saraya girilirdi. Hastane kapısı köşesinde bekleyen bostancı başhasekisi ile hasekiler ellerinde değneklerle dizilip ilgililer dışında kimseyi ileriye geçirmezlerdi.
Valide sultanın arabası has fırın kapısı önüne gelince padişah vakarlı bir şekilde yürüyerek gelir, validesini iki veya üç temenna ile selamlar ve annesinin sağ tarafdaki pencereden uzanan elini öperdi. Bu sırada çavuşlar hep birlikte alkış tutarlardı.
Valide Sultan´ın arabası orta kapıdan içeri girdikten sonra alay sona ererdi. Valide sultan saraya gelişinin ertesi günü sadrazama bir hükümnâme ile kürk ve hançer gönderirdi.
Bu şekilde saraya yerleşen valide sultan haremin en itibarlı hanımıdır. Valide sultanın herkesten üstün konumu harem müessesesinin esasıydı. O hem sultan ailesinin vesayetinden hem de harem hanesinin günlük işleyişinin idarî denetiminden sorumluydu. Onun haremin en güçlü üyesi olduğunu maaşı açık bir şekilde yansıtmaktadır. Zira devlet hazinesinden harem üyelerinin her birine ödenen günlük maaş (mevacib), harem kurumunun hiyerarşisini ortaya koyar ve simgelerdi.
Kanuni sonrası dönemde, haremi idare eden ilk valide sultan olan Nurbanu Sultan´a günlük 2.000 akçelik bir maaş bağlanmıştı. III. Mehmed´in annesi Safiye Sultan da ise, bu rakam 3.000 akçeye çıkmıştır. Valide sultan maaşları, kısa süreli istisnai dönemler dışında bu yüksek seviyeyi muhafaza etmiştir.
Genelde Osmanlı haremini anlatan Avrupa kaynaklı tasvirlerde valide sultandan hiç söz edilmeyip, padişah kadınları ön plana çıkarılmaktadır. Harem kısmındaki gücün valide sultanın değil de hasekilerde olduğunu savunmak, yabancı gözlemcilerin saray hayatına dair cinsel fantazi ve entrika senaryolarını daha rahat kurabilmenin bir ürünü olmalıdır.
Harem-i hümayun konusunda arşiv belgelerine dayalı ciddi bir eser ortaya koyan Amerikalı tarihçi Lesli Peirce, bu durumu ; büyük ölçüde kendi kraliçelerinin karşılığını arayan ve dolayısıyla Osmanlı haremindeki en büyük güç ve statü sahibinin valide sultan olduğunu anlamaya hazır olmayan Avrupalı gözlemcilerin kültürel at gözlüklerine bağlanması gerekir diyerek açıklamaktadır.
Padişahlar ve Anneler
Padişahların validelerine karşı son derece hürmetkar davranmaları onların saraydaki hüküm ve nüfuzlarını daha da arttırmıştır. Bunda muhakkak ki, İslamiyetin ana hakkı konusundaki müessir prensiplerinin büyük rolü olmuştur.
Cennet anaların ayağı altındadır; Ana babaya iyilik etmek nafile namaz, oruç ve hac faziletlerinden daha faziletlidir; Allahü Teâlâ´nın rızası ana ve babanın rızasındadır vb. Hadis-i şerifler ana-babaya gösterilecek hizmet ve hürmeti açık bir biçimde ifade etmektedir.
Nitekim Fatih Sultan Mehmed Hân kendisini yetiştiren ve hristiyanlık dininde kalmaya devam eden üvey annesi Mara´ya geniş bağışlarda ve temliklerde bulunmuştur. Yine ona ölünceye kadar, halini hatırını sormaya ve iyiliklerde bulunmaya devam etmiştir.
Kanuni Sultan Süleyman Hân annesi Hafsa Sultanı çok sever, bir dediğini iki etmezdi. Hayırları ve iyi kalpliliğiyle ün kazanan Hafsa Sultanın Manisa´da cami, imaret, medrese, mektep ve hangâhı vardır.
III. Murad Hân, validesi Nurbanu Sultan´ın ölümünde matem elbisesiyle cenazeyi takip ile Fatih Camiine kadar gelmiş, orada namazını kıldıktan sonra sarayına dönerek ruhu için sadakalar dağıttırmıştır.
III. Mehmed Hân da babası gibi validesine çok riayet gösterirdi. IV. Mehmed´in annesi Turhan Sultan´a, III. Selim Hân´ın da Mihrişah Sultan´a karşı hürmet ve tazimleri pek fazla idi.
Bunun neticesi olarak valide sultanların saraydaki hüküm ve nüfuzları daha da artmıştır. Bu durum bazı valide sultanların, devlet işlerine de karışmasına da yolaçmıştır. Ancak istisnai olarak görülen bu çeşit olayların daha çok çocuk yaşta tahta çıkan padişahlar döneminde olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.
Valide Dairesi
Otuz altı Osmanlı padişahından sadece yirmi üçünün annesi valide sultan ünvanını kullanmış, diğerleri oğulları tahta geçmeden vefat ettikleri için bu ünvanı alamamıştır.
Valide Sultanların kendilerine verilmiş paşmaklık denilen hasları vardır. Daha sonraları haslarından başka kendilerine darphaneden muayyen bir maaş da tahsis edilmiştir.
Validelerin kalabalık bir maiyyetleri vardı. Haremi, Haznedar Usta vasıtasıyla idare ederlerdi. Haremdeki bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve cariyeler kendisinden çekinirler onu sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı. Göçler, gezintiler onun emriyle ve arzusuna uygun olarak haznedar ve kalfalar tarafından uygulanırdı. Törenlerde ve hareme kabullerde baş rolü valide sultan oynardı. Hariçteki işlerin Valide Kethüdası denilen bir memur bakardı. Validelerin hasları ve mukataalarını da o idare ederdi.
Haremde valide sultan dairesi padişaha ait mekanlardan sonra, en büyük ve en önemli mekândır. Daireyi valide taşlığından bir bekleme odası ile girilirdi. Girişte nöbetçi cariyeler beklerdi. Daire yüksek kubbeli bir sofa, daha küçük bir yatak ve ibadet odası ile iç içe üç bölüm halindedir. Sofanın duvarlarının alt kısımları çinili, üst bölümleri ise 19. yüzyıl hayali panoramik manzara resimleriyle dekorlanmıştır. Sedef kakmalı gömme dolapları ve kapı kanatları eskidir. Bir ocak ve çeşmeye de sahip olan odaya kadife sedirler ve sofra takımı da kurulmuştur. Valide Sultanlar yemeklerini burada yerlerdi.
Yatak odası kapısının yanında mermer üzerine yazılmış olan;
Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah
Dem bedem saat be saat
bâd ikbâlet fizûn
Düşmenet çün
şişe-i saat bemişe ser nigûn
Bu ocağın dûd-i dâim
sünbül izhâr eylesün
Sahibine hazret-i Hak
nârı gülzâr eylesün
Açıklaması:
Allahü Teâlâ´dan başka ilah yoktur, Muhammed “aleyhisselam” O´nun Resûlüdür. Her an her saat talihin yükselsin, düşmanın, saat şişesi gibi baş aşağı olsun. Bu ocağın daimi olan dumanı sünbül gibi görünsün. Sahibine Hazret-i Hak, ateşi gül bahçesi eylesin anlamına gelen bir beyit yeralmıştır. Yatak odasının 17. yüzyıl İznik çiniciliğinin son kaliteli ürünleriyle kaplı duvarlarında, çiçekler fışkıran şadırvan motifleri kullanılmıştır. Solda ahşap altın yaldızlı, kabartmalı ve üstü dört sütuna dayalı parmaklıkla çevrili alanı yatak yeridir.
Yatak odasından mermer şöveli ve demir şebekeli bir zar ile geçilen dua odası da benzer görünüşlüdür. Duvarında çiniden bir Kabe tasviri de vardır.
Ölen ya da tahttan indirilen padişahların anneleri, merindeki cariyeleri ile birlikte bu daireyi boşaltarak yeniden Eski Saray´a yerleşir ve kendilerini tamamen hayır işlerine verirlerdi.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Bibliyografya:
Atâ Bey, Târih-i Enderûn, c.3, s.65.
Vasıf Edendi, Târih, İstanbul 1219, c.1, s. 35, 42, 44, 46
İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı, Ankara 1984, s.154-158.
Çağatay Uluçay, Harem II Ankara 1985, s. 61-66.
Leslie P. Peirce, Harem-i Hümayun (çev. A. Berktay), İtanbul 1996, s. 158, 169-171.
Esad Efendi, Osmanlılarda Töre ve Törenler (Teşrifât-ı Kadime), sad. Y. Ercan. İstanbul 1979, s. 111, 112.
Hammer, Devlet-i Osmaniye Tarihi (trc. Atâ bey), İstanbul 1330, s.7, s13, 41, 103, 213, 244.
M. Anhegger (Eyüboğlu), Topkapı Sarayında Padişah Evi: Harem, İstanbul 1987, s.31-33
YENİÇERİLER
Uzak diyarlardan devşirildiler. Tam bir Türk İslâm terbiyesi ile yetiştirildiler. Kendilerini padişahın kulları bildiler, bu kullukla övündüler.
Güç, kuvvet onlarda ete kemiğe bürünmüştü. Demir pençelerindeki zağlı palanın karşısında cihanı üç asır titrettiler…
Konyalı Fakih Mevlânâ Kara Rüstem bir gün Kazasker Çandarlı Hayreddin Paşa’nın yanına geldi ve: “Efendi! Bunca sultanlık malını niçin zayi edersiniz?”diye söylendi. Kazasker: “Ne malı zayi ettim?” diye sordu. Kara Rüstem : “İş bu gaziler ki, gazadan çıkarırlar. Cenab-ı Hakk'ın emriyle beşte biri hünkârındır."
Hayreddin Paşa bu durumu Sultan Murad-ı Hüdavendigâr’a bildirdi.
Gâzi Hünkar: “Eğer Cenab-ı Hakk’ın emri ise şimdiden sonra alın.” diyerek ferman etti. Bundan sonra Gâzi Evrenos Bey’e ve Lala Şahin’e, akınlarda elde edilen esirlerden beşte birini padişah adına almaları emredildi.
Dua ile
Çocukları seçmek üzere de akıncı kadıları tayin edildi. Bu yolla toplanan pek çok çocuk, Murad Han’ın huzuruna getirildi. Çandarlı Hayreddin Paşa:
“Bunları Türk’e verelim. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler, yeniçeri (yeni asker) olsunlar.” dedi. Âlimler de “Cenab-ı Hak yüzlerini ak ve parlak, bazularını sağlam, kılıçlarım keskin ve oklarını tiz eylesin. Kendilerini daima muzaffer kılsın, din-i celil-i' İslâm'ın hadimi eylesin.” diyerek dua ettiler.
İşte bu olayla başladı yeniçerilerin serüveni...
Sonrası gerçekten müthiş oldu. Ocak teşkilâtı kısa sürede mükemmel bir şekilde sistemleştirildi. Devşirme kanunu çıkarıldı. Devşirme memurları tayin olundukları mıntıkalarda her bir kadılığı gezerek kırk haneden bir oğlan hesabı üzere yeniçeri namzedi gençleri seçerlerdi. Çocukların 7-10 yaşları arasında olmasına dikkat edilirdi.
Terbiyesi noksan olacağından anası-babası ölmüş çocuk alınmazdı; köy sığırtmacının oğlu seçilmezdi; çünkü aç gözlü ve ahlaksız olabilirdi. Şımarık olacağından ve aileye çok üzüntü vereceğinden, tek oğlu olanın çocuğu da alınmazdı. Kel, fodul ve köse olanlar devşirilmezdi; diğer çocukların alay ve eğlencelerine konu olabileceklerinden...
Ahmak olmasın
Sanat sahibi olanlar alınmazdı; ulufe için zahmet çekmez endişesiyle...
Türkçe bilen alınmazdı, açılmış ve söz dinlemez düşüncesiyle.
Çok uzun olanlar alınmazdı, ahmak olabilirlerdi...
Kısa olanlar seçilmezdi; fitne çıkarabilirler endişesiyle…
Asil soylu, sıhhatli, gürbüz ve mütenasip vücutlu çocuklar devşirilirlerdi.
Alınan çocuğun köyü, kazası, sancağı, baba ve anası ile sipahisinin isimleri, doğum tarihi, çocuğun eşkali en ince ayrıntısına kadar kaydedilirdi.
Eşkal defteri denilen bu defterler iki nüsha olarak tanzim edilir, biri devşirme memurunda durur, diğeri çocukları sevkeden sürücüye verilirdi.
Devşirilen çocuklar sürü denilen yüzer, yüz-ellişer kişilik guruplar halinde sürücülerle muhafızların nezaretleri altında hükümet merkezine sevk olunurlardı.
Devlet merkezine geldiklerinde derhal sünnet edilirler, iki üç gün istirahatten sonra sağ ellerinin şehadet parmaklarını kaldırarak kelime-i şehadet getirirler ve Müslüman olurlardı. Yeniçeri ağasının teftişinden geçen çocukların yakışıklı olanları saray ve en gürbüzleri Bostancı ocağı için ayrılır, diğerleri Anadolu ve Rumeli’deki aileler yanına geçici bir süre için bırakılırlardı. Kanuna göre Rumeli’den devşirilenler Anadolu ağasına, Anadolu’dan toplananlar ise Rumeli ağasına verilerek o mıntıka köylüleri arasında taksim edilirdi. Her sene Anadolu ve Rumeli ağaları tarafından gönderilen kethüdalar, aileler yanındaki çocukları yoklamaya tabi tutarlar, durumları hakkında bilgi sahibi olurlardı.
Ziraatçi askerler
Bu uygulama ile devşirme oğlanları bir taraftan ziraatle uğraşarak üretime katkıda bulunur diğer yandan da Türkçeyi, Türk-İslâm adetlerini ve geleneklerini öğrenirlerdi. Üç-beş yıl sonra yeniçeri ağasının arzı ve Divan-ı Hümayûn’da alınan kararla merkeze getirilirlerdi. Eşkal defterine bakılarak tekrar kontrolden geçen devşirme oğlanları acemi ocağına kaydedilirdi. Acemi ocağı kışlasında 7-8 sene eğitim ve talim gören; ayrıca cami, mescid, medrese, köprü, hastahane inşaatlarında ve gemilerde çalışan neferler ilimce yetişir, vücutça gelişirlerdi.
Sıkı disiplin
Zamanı geldiğinde ise çıkma veya kapuya çıkma denilen usulle yeniçeri ocağına kabul edilirlerdi. Yeniçerilerin belli başlı en mühim nizamları şunlardı:
Kumandan ve zabitleri birlikten yetişme bile olsa şartsız itaat.
Cümlesinin bir vücut gibi müttefik, kışla ve karargâhlarıyla aynı yerde bulunmak.
Depdebe ve tantana gibi askerlik ve mertliğe yakışmayan şeylerden sakınmak.
İslamiyet’in emirlerini eksiksiz yerine getirip nehiylerinden sakınmak.
Haklarında verilecek katil ve idam cezalarının muayyen maddelere hasredilmesi.
Ocaktaki rütbe ve terfilerinin kıdem sırasıyla yapılması.
Yeniçerilerin kendi zabitlerinden başkası tarafından tekdir ve cezalandırılmaması.
Malullerin (yaşlı ve sakat olanlar) tekaüt edilmesi.
Sakal bırakmamaları. Evlenmemeleri.
Kışlalarından ayrılmamaları.
Talim ve terbiye ile vakit geçirmeleri kesin kurallarıydı.
Keskin kılıç
Özellikle kışla hayatında yeniçerilerin askeri talim ve terbiyesine çok dikkat edilirdi. İlk dönemlerde askeri talimler daha çok iyi kılıç kullanmaya ve hedefini bulan oklar atmaya yönelikti. Pençe ve bazu kuvvetinin en yüksek seviyeye çıkması öncelikli hedefti. Kılıç talimleri keçeden yapılmış mankenlere kılıç çalmakla olurdu. Yeniçeri dilaverlerinin kolu hiç durmadan biteviye bu mankenlere inerdi. Gözle takip edilemeyen müthiş darbeler birbirini takip ederdi.
Diğer taraftan kemankeş cengâverleri ok talimlerinde bulunurlardı. Oku tutan parmaklar otomatik silahlar gibi yayı germekte ve hiç durmadan üç yüz, dört yüz ok atabilmekte idiler. Yağlı mermerleri tokatlamak, sürat koşuları yapmak, mania, engel aşma talimleri ve bilhassa güreş sporu yeniçerilerin diğer güç ve kuvvet talimleri idi. Daha sonra bu talimlere tüfenk eklendi. Tüfenkle keskin nişancılar yetiştirildi. Sarayda Enderun mektebine alınan çocukları mükemmel bir eğitim ve talim bekliyordu.
Sarayda eğitim okuma ve yazmanın yanısıra görgü kurallarını öğrenmeye ve İslami ilimleri tahsile devam ediyordu. Üst sınıfa geçen gençler edebi Türkçenin yanında Arapça, Farsça ve Sırpçayı da öğreniyorlardı. Ayrıca her türlü zorluğa tahammül edebilmek üzere mükemmel bir talimden geçiriliyorlardı.
Dövüş hünerlerini öğreniyorlar, çeşitli hareketlerle vücutlarını sağlamlaştırıyorlar ve savaş sanatının temel bilgilerini ediniyorlardı. Artık onlar padişaha itaatten, İslâm’a kuvvet vermekten başka bir şey düşünmezlerdi. Açlığa, susuzluğa, yorgunluğa ve her türlü çileye tahammül sahibiydiler. Dünyada, piyade birliklerinin ve düzenli orduların ilk örneği idiler.
Yeniçeri Sinan
Bir devşirme olup Yeniçeri ocağından yetişmiş dahi Türk mimarı Koca Sinan, manevi evladı Mustafa Sai Çelebi’ye yazdırdığı hal tercemesinde yeniçeri oluşundan büyük bir haz ve gurur duyarak şöyle bahsetmektedir:
Eriştik hizmeti Osmaniyana
Hususan Hüsrev-i sahibkırarıa
Olup yeniçeri çektim cefayı
Piyade eyledim nice gazayı
Padişahın kadimi çakeriyiz
Kal'a hıfz etmenin dahi eriyiz
Eskiden kuluyuz, yeniçeriyiz
Yanan od'a girer semenderiyiz
Bilindiği gibi od ateştir, semender de pulad (çelik) vücudunu ateş yakmayan efsanevi mahluk.
Meşhur tarihçi İbrahim Peçevi de 1598 senesinde Macaristan'daki askeri bir harekâttan şöyle bir kesit sunmaktadır. “Bir gün olmadı ki yağmur yağmaya ve seller olup sular taşmaya. Ordugâhda balçık bir mertebeye vardı ki, bir çadırdan bir çadıra varılmadan kaldı. Çadırların her ipine adam boyunda kazıklar çakıldı. Rüzgârların şiddetinden yine çadırlar durmaz yıkılırdı. Soğuklarda o kadar şiddetli ki, askerde el ayak tutmaz. Musibetler birbirini takip eder. Üç günlük yol bu seferde bin müşkilat ile on iki günde alındı. Bataklıkla soğuktan, açlıktan ve hastalıktan çektiklerimiz tahrir ve tabir olunmaz!”
Başlarına börk denilen beyaz keçeden bir külah giyerdi yeniçeriler. Bunun arkasında ise yatırma denilen ve omuza kadar inen bir parça yer alırdı. Bu kısım yağmur, kar ve soğuktan enseyi korurdu. Elbiseleri topuklarına kadar inen uzun bir giyecekti. Ayakkabıları şehirde ökçesiz yemeni, seferde yandan kopcalı bir çeşit çizmeydi.
İmam-ı Azam bayrağı
Bayraklarına ocağın Sünni mezhebe mensup olduğunun bir işareti olarak İmam-ı Azam bayrağı denirdi. Bu, beyaz ipekten olup altın sırma ile bir tarafına, “İnna Fetah-nâ leke fethan mübînâ”, diğer tarafına da “Ve yensurakallâhü nasran azîzâ” ayeti kerimeleri işlenmişti. Yeniçeriler harp sahasına girdikleri zaman, yani düşman toprağına ayak bastıkları günden itibaren, her ikindi namazından sonra sefer duası yaparlardı. Yeniçeri kethüdası çadırından çıkıp bir iskemle üzerine oturur, yeniçeri ağasının iç ağaları ve adamları, ocak ağalarının maiyyetleri ayak üzerinde bir daire teşkil ederek dururlardı. Her odanın neferleri de çadırları önünde dizilirlerdi.
Ocak yazıcısı kethüda beyin yanına gelerek dua eder, oradakiler hep bir ağızdan, Allah Allah sadalarıyla, yarım saat dağları inletirlerdi. Padişaha vezirlere, ağalara ve bütün askerlere nusret temenni olunur ve en sonunda “Hû” denilerek dua biter, herkes yerlerine dağılırdı.
Harbe başlayacakları zaman ise binlerce yeniçerinin ağzından gök gürültüsü gibi çıkan Gülbank-ı Muhammedî dosta ferahlık ve güven verirken düşmanın yüreğinin yağını eritirdi.
Allah Allah İllallah
Baş üryan, sine püryan, kılıç al kan
Bu meydanda nice başlar kesilir hiç olmaz soran.
Eyvallah! Eyvallah!
Kahrımız kılıcımız düşmana ziyan.
Kulluğumuz padişaha ayan
Üçler, yediler, kırklar!
Gülbang-ı Muhammedî. Nûr-ı Nebî, kerem-i Ali
Pirimiz, sultanımız İlacı Bektaş-ı Veli
Demine devranına hu diyelim
Huuuuuu!..
Kolay değil, tam 360 yıl. Üç kıtaya meydan okudu bu sözler. Cihad alanları önce bu sözlerle yankılandı, sarsıldı. Düşmanın yüreğine ateş yakıldı.
Çember harekâtı
Padişah harb meydanında ise etrafında dokuz saf, padişahın yerine serdar-ı ekrem görev yapıyorsa üç saf halinde dizilirdi yeniçeriler. Birinci saf ok veya tüfeklerini atınca ikinci saf ayağa kalkarak oklarını boşaltır, sonra sırayla üç, dört, beş, altı giderdi. Saflar dalga dalga kabarırdı. Hücuma kalktıkları zaman ise “Hû” çekerek ileri atılırlardı. Şayet düşman kuvvetleri padişah otağına doğru yaklaşırsa, saflar hilal gibi açılır, açılır ve sonra kapanırdı. Artık o kıskaçtan sağ çıkabilecek bir güç dünyada bulunmazdı.
Yeniçeri kıtalarının iştirak ettiği ilk büyük meydan muharebesi Murad-ı Hüdavendigar’ın Birinci Kosova Savaşı’dır (1389). Türkler 100 bin kişilik müttefik ordusunun karşısına 40 bin kişi ile çıkmıştı. Yeniçeri birlikleri 10 bin kişi kadardı. Savaş yeniçeri kuvvetlerinin düşman ordusunun merkezini teşkil eden ve Sırp kralı Lazar’ın kumandasında bulunan düşman kıtalarını bir çember içerisine alıp imha etmesiyle neticelendi.
Nehre atılan kral
Kosova savaşından 7 yıl sonra bu kez Macar kralı Sigismund’un kumandası altına yeni bir Haçlı ordusu toplanmıştı. Macarların yanısıra Fransızlar, İngilizler, İskoçlar, Almanlar, Polonya, Bohemya, Avusturya, ve İtalyanlar, hepsi gömgök zırhlara bürünmüş 130 bin şövalye. Büyük bir gurur ve azametle, ilerliyorlar ve gök çökse mızraklarımızla tutarız diyerek haykırıyorlardı.
Vidin ve Rahova’da tarihin en meşhur katliamlarından birini gerçekleştirerek ilerlediler. İhtiyar, kadın, çocuk demeden on bin kadar Türkü akıl almaz işkencelerle öldürerek Niğbolu önlerine ulaştılar (8 Eylül 1396). Kale önlerinde zafer sarhoşluğu ile yaklaşık on altı gün oyalandılar. Onlar Yıldırım Bayezid’in, korkudan Anadolu’yu da terk ederek kaçacağını düşünüyorlardı. İşi bu sebeple gayet ağırdan almışlardı. Ancak 24 Eylül günü Osmanlı ordusunu ansızın karşılarında görünce büyük bir şok yaşadılar. Buna rağmen Osmanlı ordusunu mahvetmek ve Yıldırım’ı yakalamak şerefine erişebilmek için Macar ve Fransız komutanları birbiriyle şiddetli tartışmalar yaptılar. Neticede bu şeref(!) Fransızlara kaldı.
Zırhlı Fransız şövalyeleri Osmanlı ordusunun içerisine yıldırım gibi daldıklarında önce zafer naraları ile ilerlediler. Zaferi elde ettiklerini sandıkları anda yeniçeriler tarafından kuşatıldıklarının da farkına varmışlardı. Şimdi yeniçeriler amansız palalarını indirirken “Rahova-Vidin!... Rahova-Vidin...” diye haykırıyorlardı. Böylece masum Müslümanları katletmenin ne demek olduğunu da onlara hatırlatıyorlardı. Yeniçeriler Böylece yarım saat içerisinde Avrupa’nın bu gururlu şövalyeler topluluğunu ateşte pişen yağ gibi eritiverdiler. Korkusuz Jan ve birkaç arkadaşı esir edilirken Macar kralı kendini Tuna nehrine atarak kurtulabildi.
Yeniçeri zelzelesi
Niğbolu savaşı ile artık bütün Avrupa milletleri Osmanlı devletinin kısa sürede demir bir balyoz gibi yetiştirildiği bu çekirdek ordusunun gücünü görmüş ve acısını tatmış bulunuyordu. Varna, II. Kosova, İstanbul’un fethi, Otlukbeli, Mercidabık, Ridaniye, Belgrad, Mohaç ve daha nice zaferlerde yeniçeri kılıcı pek şanlı bir şekilde parladı, gözleri kamaştırdı. Böylece yüzlerce savaşa girip çıktı Osmanlı hükümdarları.
Onları korumakla görevli yeniçeriler en küçük bir ihmal göstermediler. Bir Yıldırım Bayezid Han esir düştü Ankara savaşında Timur Han’a...
Onda da yeniçerilerin bir suçu olmadı. Anadolu askeri beylerinin yanına geçip Yıldırım’a ihanet ederken, şehzadeler savaşın kaybedildiğini anlayıp çekilirken, yeniçeriler akşama kadar vuruştular. Timur’un seksen bine ulaşan ezici kuvveti 8-10 bin kişilik bu efsanevi birliği dağıtamıyordu. Bir yeniçerinin ifadesiyle akıbetin sebebi:
“Biz: Padişahım sakın aramızdan çıkma dedik. Ancak cesur ve gayur hanımıza dinletemedik. Bizim aramızdan çıktı. Bir zaman sonra gördük ki Timur'un askeri Hünkârımızı ele geçirmiş. Timur’a götürdüler. Biz de teslim olduk. Eğer Yıldırım Han sözümüzü dinleyip aramızdan çıkmasaydı, gece karanlığında biz onu alıp giderdik. Timur'un askeri ise bizi asla bulamazdı…”
Yeniçeriler her zaman askerdiler. Savaşlardan sonra memleketlerine dönmezlerdi. Bir kısmı merkezde padişahın sarayında görev yaparken diğerleri divan-ı hümayun muhafızlığı, şehir ve kasabaların inzibatı ve serhat kalelerinde muhafızlık görevlerinde bulunurlardı.
Her yere yürüdüler
Onlar Osmanlının yaya yürüyen neferleri idiler. Bir ülkenin üzerine yürüyüşe geçtiklerinde zelzele olurcasına korku salarlardı. Batıda Belgrad’a, Budin’e, Tımeşvar’a, Uyvar’a, Viyana’ya; doğuda Bağdat’a, Revan’a, Tebriz’e, Karabağ’a; kuzeyde Bender’e Hotin’e, Polonya ovalarına; sonra Sina çöllerine, Rusya bozkırlarına, Şam’a, Haleb’e, Kahire’ye yürüdüler. Bazan beş ay, bazan bir buçuk yıl süren bu yürüyüşler Türk tarihine altın haleler gibi asılan zaferler kazandırdı.
Ta ki ocak disiplini bozuluncaya kadar... Yahya Kemal Beyatlı "İstanbul'u fetheden Yeniçeri'ye asırlar ötesinden şöyle sesleniyordu:
Vurpençe-î Âli’deki şemşir aşkına,
Gülbangi âsmânı tutan pîr aşkına.
Ey leşker-î müfettihü’l-ebvâb vur bugün,
Feth-i mübini zemin o tebşir aşkına.
Vur deyr-i küfrün üstüne rekz-î hilâl içün,
Gelmiş bu şehsüvâr-ı cihangir aşkına.
Düşsün çelengi Rûm ’un eğilsün ser-i Firenk,
Vur Türk’ü gönderen yed-i takdir aşkına.
Son savletinle vur ki açılsın bu surlar,
Fecr-î hücum içindeki Tekbîr aşkına.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
.
ahmetşimşirgil.comdaki makaleleri
Ramazanda Bir Hırka-i Saâdet Ziyareti
Her yıl Ramazan ayının on ikinci günü Hırka-i Saâdet’in içinde bulunduğu sanduka Revan Köşkü’ne taşınır, umûmî bir temizlik yapılır; bu arada duvarlar gülsuyu ile yıkanır, öd ağacı ve buhurlar yakılır, dâirenin direkleri cilâlanırdı.
Ramazanın 15’i gelince, bütün devlet erkânı, alimler, yeniçeri ve sipahi ağaları öğle namazına doğru Babüssaade Kapısı önünde toplanırlar ve Sadrazam’ın teşrifini beklerlerdi. Bu arada Şeyhülislam da hanesinden çıkarak öğle namazını kılmak üzere doğruca Ayasofya Camii’ne gelirdi.
Şeyhülislam’ın Ayasofya Camii’ne gelmiş olduğu haberi saraya ulaşınca Sadrazam, Babüssaâde’de kendisini bekleyenlerin yanına gelir ve onlarla birlikte Ayasofya Camii’ne giderdi. Burada bütün cemaat toplu halde öğle namazını kıldıktan sonra büyük bir alay halinde Salavât-ı Şerifeler okuyarak Arz Odası’na gelirlerdi. Padişah ise öğle namazını kendi dairesinde eda eder ve devlet ileri gelenlerinin Ayasofya dönüşünü beklerdi.
Bu arada Hırka-i Saadet öğle, namazından iki saat kadar önce, Has Oda vazifelileri tarafından gümüş sandukasıyla birlikte sehpanın üzerinden alınarak, birbiri üzerine konulmuş sim sırmalı, işlemeli yastıklar üzerine bırakılır, daha sonra da Kur’an-ı Kerim okumaya burada devam edilirdi.
Padişah ile beraber başta Şeyhülislam ve Sadrazam olmak üzere vezirler, alimler, İstanbul’da bulunan diğer devlet adamları, sipahi ve yeniçeri ağaları, silahdar ağa, çuhadar ağa, rikabdâr ağa, peşkir ağası, anahtar ağası, başçuhadar gibi erkân sırayla ve toplu halde Hırka-i saadet dairesine girerlerdi.
Daha sonra yeşil ipek kadifeden sim sırmalı, ince işlemeli yedi bohçaya sarılı, altından yapılmış bu çekmece Padişah’ta bulunan altın bir anahtarla açılır, bunun da içinden yedi bohçaya sarılı bulunan Hırka-i Saâdet meydana çıkartılırdı.
Bütün bu işler yapılırken, birinci ve ikinci Padişah imamları ile Has Oda imamı ve diğer güzel sesli müezzinler, diz çöktükleri yerden hiç durmaksızın Kur’an-ı Kerim okumaya devam ederlerdi. Hırkayı önce Padişah öper, yüz ve gözlerini hırkaya sürerek, Peygamber Efendimizin şefaatini dilerdi. Padişahtan sonra Şeyhülislam, Sadrazam ve Padişah’ın işaret ettiği diğer şahıslar büyük bir edep ve saygı ile huzur-ı hırkaya dahil olurlar, öpüp iki gözlerine sürdükten sonra gerisin geriye giderek bir kenara çekilirlerdi. Bu arada Padişah üzerlerinde Şeyhülislam Arif Hikmet Bey’e ait olan;
“Hırka-i Hazret-i Fahri Resûle
Atlas-ı Çarh olamaz pây-endaz,
Yüz sürüp zeyline, takbil ederek
Kıl şefî-i ümema arz-ı niyâz”
(Mavi gök bile bütün Peygamberlerin kendisiyle öğündüğü Muhammed Aleyhisselâm’ın hırkasına yaygı olamaz. O’nun eteğine yüz sererek ümmetlerin şefaatçısına yalvar.)
Yazılı tülbetleri Hırka-i Saâdet’e sürerek, ziyarete gelenlere sıra ile verirdi. Bundan sonra ziyaret mekânına büyük bir altın leğen getirilerek içine zemzem suyu doldurulur ve hırkanın eteği hafifçe bunun içine batırılırdı. Eteği suyun içerisine batırılmış olan hırka bir süre altın leğenin içinde muhafaza edilir, bu zaman süresinde vazifeliler içlerinden Kur’an-ı Kerim, ziyaretçiler ise Salat-ü Selam okumaya devam ederlerdi.
Daha sonra hırkanın eteği altın leğen içindeki zemzem suyundan çıkartılır ve amber dumanıyla kurutulurdu. Böylece yüz sürülen kısmı da yıkanmış olurdu. Bu su sonra küçük şişelere konulur ve ağızları mühürlenerek devlet ileri gelenlerine hediye edilirdi.
Ziyaret tamamladıktan sonra Hırka-i Saâdet’in altın muhafazası yine Padişah tarafından altın anahtarıyla kilitlenir, yedi bohçaya sarılır, hepsinin dışındaki ipek kadifeden bohçasına yerleştirilir ve nihayet sandukası kilitlenerek yerine konurdu.
.Osmanlıca ‘Türkçe’dir
“Her Türk’ün mutlaka bilmesi ve okuması gerekir. Onu bilmek bin yıllık kültürünü, medeniyetini, sanatını, ilmini, tarihini, ahlâkını bilmektir.”
Sual: Önce, son günlerin tartışma konusu olan Osmanlıca ile söze başlamak istiyorum. Osmanlıca dil tartışmaları hakkında siz ne düşünüyorsunuz?
Osmanlıca Türkçedir. Bugünkü Türkçemiz Latin harfleri ile yazıldığı gibi Osmanlılar döneminde ise Türkçe, zenginleştirilmiş Arap alfabesi ile yazılıyordu. Her Türk’ün mutlaka bilmesi ve okuması gerekir. Onu bilmek bin yıllık kültürünü, medeniyetini, sanatını, ilmini, tarihini, ahlâkını bilmektir. Bilmemek ise bunlara düşman olmaya kadar götürür. Körü körüne Osmanlı düşmanlığı yapanlar şayet yüz yıl önceki Türkçe kitaplarını okuyabilseydi ecdâdını anlardı. Dilini kaybeden özünü kaybeder.
Sual: Bugüne kadar birçok tarihçi ile karşılaştım ama, siz Osmanlıyı daha farklı savunuyorsunuz. Bu Osmanlı tutkusu nereden geliyor.
Otuz yılı aşkın akademisyenlik hayatımda şunu gördüm. Pek çok tarihçi Osmanlıya iftira atıldığını görüyor, biliyor fakat iş savunmaya veya doğruları anlatmaya gelince çeşitli sebeplerle susmayı tercih ediyor. Bu durum Osmanlı düşmanlarına ve iftira atanlara daha bir cüret veriyor. Bunlara karşı doğruları da aynı açık yüreklilikle yapmak lazım… Farklılık buradan kaynaklanıyor. Heyecan ise tarihin kendisinde var. Tarihi kimya, matematik gibi anlatamazsınız. Sevinci, hüznü, savaşı, barışı aynı ses tonuyla anlatmak olmaz. Tarihçi biraz da yaşamalı diye düşünüyorum. Diğer taraftan Osmanlı benim ecdâdım. Benim geçmişim. Benim tarihim. İnsanın tarihine, geçmişine ve ecdâdına tutkusunun olması çok normal… Asıl Osmanlı düşmanlarına bu husumet tutkusu nereden geliyor diye de düşünmek gerek değil mi?
TARİHİMİZ YENİDEN YAZILMALI
Sual: Çok doğru. Bizzat bende de okul yıllarında öğrendiğim tarih bilgisinin eksik öğretildiği ve Batı yanlısı verildiği kanaati var. Bize öğretilen tarih doğru mu değil mi? Sizce tarihimiz yeniden yazılmalı mı?
On yıllarca öyle yanlışlar edildi ki bunları düzeltebilmek için uzun yıllar çalışmak gerek. Belki bugün o yanlışların çoğu yapılmıyor. Ancak bugün de tarihimiz verilmesi gerektiği şekilde verilmiyor. Bu itibarla tarih kitaplarının yeniden yazılması gerekir. Hangi sınıfta ne, ne kadar verilmesi lazım iyi değerlendirilmelidir. İlkokul ve Liselerde tarih şuurunun oluşmasına yarayacak bilgiler sunulmalıdır. Gereksiz bilgilerle öğrenci tarihten nefret ettirilmemelidir. Batı sanatı, romanı ve dizileri ile tarihine destek olurken, biz aynı yollarla tarihe düşmanlığımızı devam ettiriyoruz maalesef.
Sual: Gerçek Osmanlı tarihini nasıl öğrenebiliriz. Bununla ilgili kaynaklar, çalışmalar var mı? Neler?
Elbette ki ana kaynaklarından öğrenilir. Arşiv vesikaları ve döneminin eserleri bu konuda en önemli vesikalardır. Bu belgeler Osmanlıda fazlasıyla bulunmaktadır. İşte bu belge ve vesikaları önyargısız olarak kullanan ve değerlendiren tarihçilerin eserlerini okumakla doğru bilgiye ulaşılabilir.
Sual: Osmanlıyı anlatan KAYI serisi fikri nasıl doğdu.
Öğrencilerimin değişmeyen suallerinden biri bu… Hemen her sene aynı suallerle karşılaşıyordum. Padişahlarla ilgili akıl almaz iftiralar, entrikalar, harem, devşirme meselesi ve daha nice konularda yalan yanlış bilgiler. Bunları sadece talebelerime anlatmakla iş bitmeyecekti. Yazmam ve diğer bölümlerde okuyan herkesin istifadesine sunmam gerektiğini anladım. İşte o zaman Kayı serisi ortaya çıkmaya başladı.
Sual: Seri kaç kitaptan oluşuyor? Sizce istediğiniz kitleye ulaşabildiniz mi? Kitaplarınız ilgi gördü mü?
Şu anda altı kitap oldu. İnşallah tamamlandığında on bir kitap olacak. Kayı kitapları ilmi bir eser. Üslubu ise hemen herkesin rahatlıkla okuyup anlayabileceği bir tarzda kaleme alındı. İlgi ve memnuniyeti her vesile ile görüyorum. Zira okuyan herkes dostuna ve ahbabına tavsiye ediyor. İstediğim kitle ise tüm Türkiye’dir.
Sual: Osmanlı Devleti neden uzun ömürlü oldu?
Bunu Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye nasihatinde görebiliriz. O nasihatler Osmanlının anayasası hükmündedir. Kayı 1’de uzun anlattığım üzere bu temelin dört direği vardır. Bunlar edep, yerine adam yetiştirmek, ilim ve adalettir. İşte Osmanlıyı cihanşumül yapan bu prensipler olmuştur.
Sual: Osmanlı’nın bir cihan imparatorluğu olmasında Sultan Süleyman’ın etkisi nedir?
Fatih Sultan Mehmed Türk birliği, II. Bayezid Han kültür, Yavuz Sultan Selim Han ise İslam birliği hamlelerini gerçekleştirmişti. Kanuni Sultan Süleyman birlik ve beraberliğini tamamlamış olarak devraldığı bu ülkeyi, haşmetli bir cihan devleti yaptı. İşte bu büyük başarı Türk-İslam birliğinin neticesiydi. Bundan büyük dersler çıkarmak gerekir.
Sual: Böyle güçlü bir devlet ne oldu da dağıldı.
Bunda son üç yüz yıl içerisinde işlenen nice hataların ortak tesiri vardır. Ancak en önemli sebep defalarca tekrarlanan ve bir devlet için felaket olan darbelerdir. Nihayet ittihat ve terakki darbesi ise Osmanlı Devletini yıkıma götüren en büyük talihsizlik olacaktı.
Sual: Bugün Ortadoğu kaynayan kazan. Osmanlının yokluğu hissediliyor mu? Osmanlı olsa idi yeniden bu bölgede düzen sağlanır mıydı?
Ortadoğu’yu karıştıranlar Türkün ve Müslümanların düşmanlarıdır. Böl, parçala ve zengin kaynaklarını sömür politikası içerisinde işlerini görüyorlar. Bölünmüş Müslümanlar da birbirlerini boğazlıyorlar. Güçlü ve adil Osmanlı idaresi her zaman huzur vesilesi idi. Müslümanlar kıymetini bilmeyince Cenab-ı Hak o nimeti ellerinden alıverdi. Sonuç meydanda hepimiz ibretle izliyoruz.
DİZİLERDEKİ OSMANLI
Sual: Osmanlının kuruluş tarihi tartışılıyor. Sizin görüşleriniz nedir. Mesela TRT’deki Diriliş: Ertuğrul dizisinde de Ertuğrul Gazi’nin babası Süleyman şah gösterilmiş, siz ise Gündüz Alp diyorsunuz? Böyle başka muallak bilgiler var mı?
Halil İnalcık Bey Osmanlının kuruluş tarihi olarak 1302 yılını ortaya attı. Basının yaygarası dışında hiçbir Osmanlı tarihçisi bu iddiaya iltifat etmedi. Zira 1299’da Osman Gazi adına hutbe okutmuştu. Hutbe ise saltanat alametidir. Diriliş: Ertuğrul dizisi yanlış kurgu üzerinden gidiyor. Evet, Ertuğrul’un babası Süleyman Şah değil. Bunun yanlış yansımaları daha olacak. O zaman Ahlat’ta Haçlılar ve Tapınak şövalyeleri diye etkin bir güç yok. Kayılar Moğollardan kaçıyorlar. Ancak dizide Moğollardan eser yok. Ayrıca Süleyman Şah’ın sol eliyle yemek yemesinden, Kayı’nın ongunu (arması) olan şahin kuşu yerine domuz başı konulmasına kadar bir dizi hatalar var. En korkuncu ise Kayıların yeni Müslüman olmuş gibi sunulması. Açıkçası senaryoyu Kayılara uygun bulmadım.
Sual: Peki Muhteşem yüzyıl dizisi…
Açıkçası ben bu diziyi ısmarlama olarak görüyorum. Osmanlının imajını bir kez daha yok etmek üzere kurgulandı. Doğru tek bir karesi olmayan bir diziydi. Yanlışlarını silmek sadece Türkiye’de yüzyılları alır. Peki, sattık diye övündükleri seksen ülkede yaptığı tahribat nasıl silinecek. Reyting kaygısıyla dizi çekerseniz yanlışları silmek bir yana yeni yanlışları eklersiniz. Diriliş: Ertuğrul dizisinde bu görülüyor. Kösem Sultan dizisini bilmiyorum. Bu mantıkla zor.
Sual: Hürrem Sultan’ın Osmanlı tarihindeki yeri nedir?
Kanuni Sultan Süleyman’ın otuz sekiz yıllık sevgili eşi. İffetli, namuslu, yetenekli bir hanımefendi. Bir Osmanlı padişahının annesi… Yaptırdığı eserlerle Osmanlı kadınları içerisinde belki en hayırseveri…
Sual: Osmanlıda harem çok konuşuldu. Harem nedir?
Bilirsiniz Harem haramdan gelir. Onun ancak teşkilatı yani işleyişini bilebilirsiniz. Buna rağmen Osmanlının en bilinen tarafı gibi yalan yanlış nice eserler yazıldı. Burası padişahın, annesinin, eşlerinin ve çocuklarının yaşadığı özel bölümdür. Ayrıca cariye denilen kadın hizmetliler vardır. Harem Enderun gibi bir mekteptir. Kadınlar akademisidir. Hanedana olduğu kadar enderunda yetişen devlet adamlarına da eş, hanım yetiştiren bir kurumdu. Bu konuda “Valide Sultanlar ve Harem” kitabım okunabilir.
Sual: Son olarak okurlarımıza ne söylemek istersiniz?
İnsanlar Osmanlı hakkında yanlış bir söz duyduklarında önüne koskoca bir soru işareti koysunlar. Osmanlıyı yargılamasınlar, araştırsınlar. Sonunda iyi ki araştırmışım ve okumuşum diyeceklerdir. Ecdâdlarının altın harflerle yazılmış, başlarını eğdirmeyecek şerefli bir tarih bıraktıklarını göreceklerdir.
OSMANLIYI OSMANLI YAPAN NASİHAT
Ey bağlarımın tatlı meyvesi olan Oğul!
Saltanatına mağrur olma.
Unutma ki dünya Hazreti Süleyman’a kalmamıştır.
Unutma ki dünya saltanatı geçicidir.
Lakin büyük bir fırsattır.
Allah yolunda hizmet ve Peygamberimiz Aleyhisselamın şefaatine mazhariyet için bu fırsatı iyi değerlendir!
Dünyaya ahiret ölçüsüyle bakarsan; ebedi saadeti feda etmeye değmediğini göreceksin.
.Dünyaya Yön Veren Oda: Kubbealtı
Topkapı Sarayı’nda Kubbealtı denilen mekan. Bu küçük salon asırlarca dünya siyasetine yön verdi. Kıtaların fethi, devletlerin akıbeti, harp ve sulh burada kararlaştırıldı. Divân-ı Hümayun denilen kurul burada toplanır kararları alırdı.
İşte Osmanlı Devleti’nin en güçlü müesseselerinden biri olan Divan-ı hümayun.
Divân-ı hümayun uzun zaman Osmanlı Devleti’nin en güçlü müesseselerinden biri olmuştur. İslamiyetin “ulu’l–emr” olarak kabul edip geniş yetkiler tanıdığı padişahın aynı zamanda Divân-ı hümayun’un başkanı durumunda kabul edilmesi Divan-ı hümayun’a kanun koyma, yürütme ve mahkeme edebilme gibi hususlarda çok geniş yetkiler vermekteydi. Fatih devrinden sonraki padişahlar fiili olarak Divân-ı hümayun’a başkanlık yapmasa bile ona bu yetkileri verdiği gibi Divanhane’ye bitişik “kafes” arkasından toplantıları sürekli izleyerek bu yetkilerin nasıl kullanıldığını daima takip etmişlerdir. Divân-ı hümayun’da vücuda getirilen kanunlar önceleri genellikle müderris menşe’li kimselerden seçilmiş olan nişancılar tarafından İslâmiyete uygunluğu denetlenmiş, tereddütlü meselelerde Şeyhülislama müracaat edilerek onun fetvasının alınması yönüne gidilmiştir.
Osmanlı topraklarında adaletin yürütülmesi ve denetlenmesi de Divân-ı hümayun aracılığıyla olmuştur. Taşra yöneticileri Divân-ı hümayun’dan tayin edildiği gibi bunlar hakkında yapılan en küçük şikayetler bile yakından takip edilmiş, adaletsizliği tespit edilen yöneticiler hakkında takibat başlatılması için Divân-ı hümayun’dan çeşitli kimseler görevlendirilmiş veya ilgili kimse bizzat Divân-ı hümayun’a çağrılarak muhakemesi yapılmıştır. Bunlardan suçları sabit olanlar hangi makamda olursa olsun azil ve uzaklaştırmayla yetinilmeyip suçlarına göre gerekli cezalara çarptırılmıştır. Çoğu zaman padişahların isteğiyle Divân-ı hümayun tarafından halka zulmetmemeleri konusunda taşra yöneticileri “adâlet-name“ adı verilen fermanlar gönderilerek uyarılmaktaydılar.
Divân-ı hümayun’un en fazla meşgul olduğu konuların başında adli vakaların görülmesi gelmekteydi. Herhangi bir konuda şikayeti olan halk mahallindeki mahkemeleri atlayarak doğrudan Divân-ı hümayun’a başvurabilmekteydi. Bulunduğu yerdeki mahkemenin tarafsız olamayacağına inanan kişiler veya orada yapılmış mahkemenin sonucuna razı olmayanlar Divân-ı hümayun’da yeniden mahkeme açılmasını talep edebilirlerdi. Bu özelliği dolayısıyla bir nevi üst mahkeme durumundaydı.
Adâletin tecellisi için ele alınan davalarda titizlikle mümkün ise davacı ve davalı biraraya getirilir, mümkün değilse mahallin kadısından iddia edilen konuda bilgi istenir, gerekirse Divândan çavuşlar gönderilerek geniş araştırma yapılırdı. Osmanlı yönetiminde adâlete verilen önemin ve adâlet mefhumunun derinliğinin bir sonucu olarak divânda yapılan mahkemede verilen hükme razı olmayan kişilerin daha sonra yine divâna başvurarak yeniden mahkeme yapılmasını talep ettiklerine çeşitli belgelerde rastlanmaktadır. Adalet karşısında herkes eşit konumda idi. Müslim-gayrimüslim, zengin- fakir, yönetici- halk, kadın-erkek gibi hiçbir zümre ve cinse en küçük ayrıcalık tanınmazdı.
Divân-ı hümayun toplantılarındaki düzen, halka gösterilen davranış tarzı, sergilenen ihtişam yabancı devlet elçilerini çok etkilemekteydi. Osmanlılara karşı içinde menfi hisler beslediği eserlerinde belli olan bazı elçiler bile seyahatname ve raporlarında Divân-ı hümayun toplantılarını ayrıntılı olarak tasvir ederek duydukları hayranlıklarını gizliyememişlerdir.
.
..Aziz Mahmud Hüdayî ve Kayserili Halil Paşa
Sekiz padişah dönemini idrak eden Aziz Mahmud Hüdayî hazretleri, kendisine intisab eden Kayserili Ahmed Paşa’ya, devlet hizmetinde daima rehber oldu, kıymetli nasihatlarda bulundu. Halil Paşa, sadrıâzamlık görevinden emekliye ayrılınca, şeyhinin dergâhına yerleşecek, ölünce o civarda yaptırdığı türbeye defnolunacaktır.
Günümüzde “tasavvuf ehli” denildiği zaman, genellikle dünya ile ilişkisini kesmiş kişiler hatıra gelmektedir. Acaba gerçek böyle midir? Tasavvuf adamlarının dünya görüşleri, siyasî ve idarî konularda düşünceleri yok muydu? Bir köşeye çekilip sadece zikirle ve ibâdetle mi meşgul oluyorlardı?
Bu soruların cevabını, bir devre damgasını vurmuş büyük tasavvuf âlimi Aziz Mahmud Hüdayî ile devrinde veziriâzamlığa kadar yükselmiş Kayserili Halil Paşa arasındaki münasebetlerde arayacağız. Ancak, öncelikle tasavvuf tarihi hakkında kısa bir bilgi vermek faydalı olacaktır.
Huzurun mimarları
Hicrî beşinci asırdan itibaren sistemli bir hale gelen tarikatların, gerek fert, gerek toplum hayatında büyük tesirleri görülmüştür. Tasavvuf büyükleri, çobandan devlet reisine kadar herkese hitap edip, sözleri ve sohbetleri ile gönülleri fethetmişlerdir. Böylece fertlerin basit menfaat kaygılarından kurtulmalarına, oldukları gibi görünen göründükleri gibi olan yüksek karakterli insanlar haline gelmelerine yardımcı olmuşlardır. Dünya sevgisi ile katılaşan kalbler, onların tesirli sözleri ile yumuşamış, kenetlenmiş, toplumlar birlik ve beraberliğe kavuşmuştur.
Tarikat mensubu zatlar dinî, ilmî, sosyal ve kültürel faaliyetlerinin yanısıra cihad hizmetiyle; İslâmiyet’in yayılması için yaptıkları çalışmalarla dikkati çekmektedirler. Nitekim Kazeruniye tarîkatinin kurucusu Ebu İshak Kazerunî (öl. 1034) Çin, Hindistan, İran ve Anadolu’da İslâmiyeti yaymak için askerî birlikler kurdurmuştu. Kazeruniye dervişleri, gazaya gidecek ordulardan önce bölgeye girip, fethe zemin hazırlayacak faaliyetlerde bulunurlardı. Ordu ile beraber gittiklerinde ise, yaptıkları konuşmalarla askerin moralini ve maneviyatını yükseltirlerdi. Fetihten sonra da o beldenin gayrimüslim halkını İslâmiyet’e ısındırmaya çalışırlardı.
Selçuklular’da
Bunun içindir ki İslâm devletlerinde halîfeler ve hükümdarlar, âlimlere ve evliyaya daima kıymet vermişlerdir. Nitekim Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucularından Çağrı ve Tuğrul beyler, o sırada yaşayan Ebu Said Ebü’l-Hayr hazretlerinin nasihatini ve dualarını almayı ganimet bilirlerdi. Bir defasında Ebu Said, Çağrı Bey‘e şunları yazmıştı:
“Allahü teâlâ, muzaffer padişah Çağrı Bey’i himayesinde bulundursun, nefsine ve mahluklara bırakmasın. Hep razı olduğu beğendiği şeyleri nasip eylesin. Sonu pişmanlık olan şeylerden muhafaza buyursun.”
İşte bu nasihatleri dolayısıyla toplumun manevî terbiyecileri olan tasavvuf büyükleri, Selçuklu sultanları tarafından hüsn-ü kabul görmüşlerdir. Necmeddin Bağdadî (öl. 1210), Sultan İzzeddin Selçukî’den, Şihabüddin Sühreverdi ve Sultan Veled’de I. Alaeddin Keykubad’dan bu mânâda izzet ve ikramlara kavuşmuşlardır.
Selçukluların son zamanlarında, Moğol istilası ile devlet otoritesinin kalmadığı, toplum hayatının karışık olduğu günlerde, tarikat ve tasavvuf ehlinin nasihatleri; huzurunu kaybetmiş insanlara bir teselli ve sükûn kaynağı oldu. Tekkeler ve zaviyeler, huzur evleriydi. Bunun yanısıra devlet otoritesinin temininde de, onların büyük gayret ve hizmetleri görüldü. Diğer taraftan bir kısım dervişler de Moğollar arasına girip, onları İslâm’a ısındırma, yahut hiç olmazsa zulümlerini en aza indirebilmenin mücadelesini veriyorlardı.
Osmanlılar’da
Bilâhare, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük payı olan tarikat ve tasavvuf ehli, yükseliş dönemlerinde de memleketin her tarafında hizmet verdiler. Öyle ki, imparatorluğun kuruluşundan sonuna kadar, Osmanlı padişahlarının hemen hepsi âlimler, şairler ve sanat sahibi kimselerin yanı sıra, devrin meşhur mutasavvıflarına büyük değer vermiş, onlara hizmet ve hürmette kusur etmemeye çalışmışlardır. Osman Gazi’nin Şeyh Edebali ile yakın münasebeti ve ona damat olması, Orhan Gazi’nin Geyikli Baba’nın duasını alabilmek için peşinde koşması, Yıldırım Bayezid’in Emir Sultan’a hürmeti ve onu kendine damat edinmesi, Fatih Sultan Mehmed’in Akşemseddin’e olan sarsılmaz bağlılığı II. Bayezid‘in Şeyh Ebü’l-Vefa‘ya, Yavuz Sultan Selim‘in Halîmî Çelebiye, Kanunî‘nin Merkez Efendi‘ye bağlılıkları hep bu hususu isbat eden tarihi delillerdir.
Bir tasavvuf büyüğü
Aziz Mahmud Hüdayî de yaklaşık bir asra damgasını vurmuş tasavvuf büyüklerinden biridir. 1541-1628 yılları arasında yaşayan Hüdayî Efendi, Kanunî Sultan Süleyman‘dan başlayarak II. Selim, III. Murad, III. Mehmet, I. Ahmet, I. Mustafa, II. Osman ve IV. Murad devirlerini idrak etmiş, vaaz ve nasihatleri, sohbetleri, hükümdarlar ve devlet adamlarıyla münasebetleri ve eserleriyle, her kesimden insanın gönlünde taht kurmuştur. Osmanlı padişahlarının yanısıra Ferhad Paşa, Kayserili Halil Paşa, Sarı Abdullah Efendi, Hocazâde M. Esad Efendi, Okçuzâde Mehmed Şâhî Efendi gibi devlet adamlarına da nasihatlarda bulunmuş, onların icraat ve politikalarına yön vermiştir.
Kayserili Halil Paşa‘nın hayatının anlatıldığı “Gazâ-nâme” isimli eser, Aziz Mahmud Hüdayî ile bir Osmanlı paşası arasındaki münasebeti göstermesi yanında, tasavvuf büyüklerinin dinin yayılması konusundaki gayretlerini aksettiren müşahhas örneklerle doludur.
Öncelikle Halil Paşa‘nın Aziz Mahmud Hüdayî’ye intisabı, eserde şu cümlelerle anlatılmaktadır: “Paşâ-yı pîr ü perver hazretlerinin kadîmden irâdet ve inâbet getürdükleri şeyhi ve senedi seferde ve hazerde himmet-i aliyyesinden istimdâd ettiği şefi’-i mutemedi olup makbûl-ı dergâh-ı rabb-i vedûd kutb-ı dâire-i vücûd, şems-i semâ-i irfan ve şühûd, sirâc-ı hangâh-ı terk ü tecrîd, emin-i bârigâh-ı ilm ü tevhîd olan Şeyh Mahmud Üsküdari Hazretleri…”.
“Gazâ-nâme“de Aziz Mahmud Hüdayî‘nin kendisine gönülden bağlı bulunan Halil Paşa ile müşaverelerinin anlatıldığı bölümler, bir tasavvuf büyüğünün devlet işleri ile yakından ilgi ve irtibatını gösteren çarpıcı misallerle doludur.
Celâlîlere karşı
XIII. asrın başlarında Anadolu, on binlerce kişinin ölmesine, binlerce hanenin sönmesine ve halkın perişan olmasına yolaçan Celâli fetretinin dehşetini yaşıyordu. Aziz Mahmud Hüdayî, o sırada Yeniçeri Ağası rütbesiyle seferde bulunan müridini şu sözlerle teşyî etmektedir:
“Canboladzâde-i bed-nihâd nimet-i celîle-i pâdişâhı ile pervereş bulmuşken, veli ni’metine âsi ve âk (isyankâr) ve dâhil-i zümre-i şikâk ve nifak olmağın min cânibullah dest-i kuvvet ve iktidarı beste ve bazu-yı takat ve i’tibârı şikeste olmuştur. Bilâ tereddüd üzerine varmanız ümmet-i Muhammed’e nâfi ve bunun hakkından gelinmek ırk-ı cümle-i ehl-i fesadı kâtı’ olmak biiznillah melhuzdur.”
Hüdayî Efendi‘nin bu mektubu Halil Ağa‘ya ulaştığında, serdar Kuyucu Murad Paşa celâlîlere karşı yapılacak cengi tehir etmişti. Ancak mektubu okuyan Halil Ağa, emrindeki yeniçeri alaylarının nizamını bozdurmayıp eşkıya güruhu ile çarpışmaya girişti ve onları darmadağın etti. Osmanlı kuvvetleri Haleb kalesini zaptettiği sırada ise, Halil Ağa‘ya Hüdâyî hazretlerinin şu mektubu ulaştı:
“Ba’de’t-teslîm ve’t-tevkîr inhâ-i dâi-i fakir budur ki mizâc-ı şerifiniz nicedir? Hoş muşuz? Eyüler misiz? Elhamdülillah… Haleb gibi hısn-ı hasın biinâyeti’l-kâdiri’l-muîn suhulet ile feth olup asker-i İslâm selâmet ile dahil olmuşlar. Bu ni’met-i celîleye şükren daima Rızâullah tahsilinde ikdam ve ihtimamda ve her halde Cenâb-ı Rabbi izzete ittikal ve i’tisamda olasız…”
Kaptan-ı derya iken
Halil Ağa, celalî isyanlarında gösterdiği başarılı hizmetleri üzerine, 1609 tarihinde kaptan-ı deryalığa tayin edildi. Bundan sonra fasılalarla tam dört defa getirildiği kaptan-ı deryalık görevinde başarılı hizmetlerde bulundu. Maltalı korsanların faaliyetlerini önlediği gibi, Malta adasını da vurarak zengin ganimetler ele geçirdi. Hüdayî hazretleri, bu seferden büyük memnuniyet duyarak kendisini şu mektubuyla tebrik etti:
Gazâ ve cihâdınız mübarek ve meymûn ve sa’i cemdiniz Rızâullah’a makrûn olup, hemîşe Hazret-i Mevlâ muininiz ve nusret-i Hak refik ve karininiz ola. Elhamdülillah sübhanehü Malta canibine sefer ve anda biinâyetillahi tealâ nice feth ve eser zuhuruna zafer müyesser olmuş. Ümiddir ki Hazret-i Melik-i Kadir kemâl-i kereminden cümlenize muin ve nasır ola.
Beyt:
Gazâ emrinde bezl-i ictihâd it
Cihan darında kesb-i nîk nâm it
Halil Paşa sadrıâzam
Halil Paşa, seferlerden dönüşünde Aziz Mahmud Hüdayî‘nin Üsküdar’daki dergâhına giderek onun sohbetlerinden istifade eder, dualarını almayı en büyük nimet bilirdi. 1617 yılında Şah Abbas‘ın fesadını ortadan kaldırmak için veziriâzamlıkla İran serdarlığına tayin edildi. Paşa, sayısız askeri ile Üsküdar’a geçip, eskiden beri serdar çadırı yeri olan menzilde otağını kurdurmuştu. Cümle vüzerâ, ulemâ, meşâyıh ve ağalar orduyu uğurlamak üzere toplandıklarında, Aziz Mahmud Hüdayî Efendi de gelerek Allahü teâlâ yolunda cihad etmenin faziletinden bahisle, Cenab-ı Hak’dan İslâm askerini muzaffer kılması, din düşmanlarmı ise kahretmesi yolunda niyazda bulundu. Beyt:
Andan ider ehl-i Hûda kesb-ü feyz
Himmeti deryasına yok hadd ü gayz
Hüdayî Efendi, daha sonra hırkasını Halil Paşa‘ya giydirmiş ve kendisine pek çok hayır duada bulunmuştur. Görüldüğü gibi, padişahtan sonra Osmanlı Devleti’nin en yüksek icra mevkiinde bulunan zât ile din ilimlerinde yüksek bir âlim arasında tam bir teslimiyet içerisinde mürşid-mürid ilişkisi göze çarpmaktadır.
Şeyhinin yanında
İki defa sadaret mevkiine gelen Halil Paşa, 1628 yılında tekaüde ayrıldıktan sonra şeyhinin dergâhında münzevî bir hayat yaşarken, 1629 yılında vefat etti. Hüdayî Efendi türbesinin hemen yakınına yaptırdığı türbesine defnolundu.
Aziz Mahmud Hüdayî‘nin şu şiiri şimdi yan yana iki türbede yatmakta olan Şeyh ve müridinin halini ne güzel tavsif etmektedir.
Ezelden aşk ile biz yâne geldik
Hakikat şem’ine pervane geldik
Tenezzül eyleyip vahdet ilinden
Bu kesret âlemin seyrâna geldik
Göçüp ferman ile bunca avalim
Gezerken âlem-i inşâna geldik
Fena bulduk vücûd-ı Fânî mutlak
Bıraktık katrayı ummana geldik
Nemiz ola Huda’ya sana layık
Heman bir lûtfile ihsana geldik
Umarız irevüz baki cihâna
Civâr-ı Hazret-i Rahman’a geldik
Geçüb âhir bu kesret âleminden
Hüdayî halvet-i Sultan’a geldik.
İNSAFIN O YERDE NÂMI YOK MU?
Son yıllarda Türkiye kamuoyunu uzun süre meşgul eden “Muhteşem Yüzyıl” tartışmasına kültür bakanımız Ertuğrul Günay bey de katıldı. Sözlerinden alıntılar yapacak olursak şu fikirleri görürüz.
“Kanuni şüphesiz bir cihan imparatorudur. Cihan imparatoru aynı zamanda bir aşkın kölesidir. Kadının önünde zaaf göstermektedir. Sadrazamını katletmiştir bu uğurda. Çocukluk arkadaşını, 28 yaşında sadrazam olan İbrahim Paşa’yı katletmiştir. Daha vahimi, yetişkin oğlunu, kendisinden sonra Osmanlı tahtına geçmesi beklenen Şehzade Mustafa’yı yandaki çadırda boğdurmuştur. O gün ölmesi lazım yürek taşıyan bir insanın…”
“İbrahim Paşa, Kanuni’nin çocukluk arkadaşıdır. 28 yaşında Sadrazam yaptığı İbrahim Paşa’yı da 33 yaşında öldürttü. Dizide Pargalı diye geçiyor ama, İbrahim Paşa’nın bir lakabı daha var; Asıl “Makbul İbrahim Paşa” diye anılıyor. Ancak bir gecede, padişah sofrasından ölü kalkıyor. Bir gecede, tek bir harf değişiyor, Makbul İbrahim Paşa, Maktul İbrahim Paşa oluyor. Ancak tarihin bu sayfalarını kaç insan biliyor. Tarih ne kadar acımasız, iktidar kavgası ne kadar kötü. Bakalım oralara da gelecek mi dizi?”
“Ünlü İngiliz şair William Shakespeare’in eserleri neticede bir kurgudur. Oysa Kanuni-Hurrem ilişkisi gerçek bir olaydır. İnanılmaz bir trajedya görüyorum ilişkilerinde. Uluslararası bir yapım olsa, dünyayı sarsabilirdi. Çünkü çok insani, çok vahim, çok trajik bir ilişki var aralarında.”
Gerçekler öyle mi?
Maalesef sayın bakanımız da Kanuni hakkında bir meşhur söz söyleyip sonra yıllardır içine işlenen yalan yanlış bilgileri sıralamaktan öte bir şey yapmamıştır.
Bakınız ilk ifadesi “Kanuni şüphesiz bir cihan imparatorudur” olmuştur. Ardından diğer ifadeleri okuyunuz ve düşününüz. Bu tabiat ve yaşantıdaki bir kimse nasıl bir cihan imparatoru olur? Bir kadının kölesi olan cihan imparatoru (!). Ne gariptir ki o köle cihat meydanlarından gelmiyor. Sonra onu cihat meydanlarından getirtmeyen efendisini yani Hurrem’i anlamaya çalışınız, nasıl bir aşk ve nasıl bir ahlak timsalidir. Doğrular söylendiğinde, ortaya çıkan çelişkileri görebiliyor musunuz?
Şurası muhakkak ki her türlü haşmet ve azamete, güç ve kudrete, şan ve şevkete sahip padişahların muhakkak ki dünya ve dünya nimetlerine kapılmamaları zordur. Bu bakımdan Kanunî Sultan Süleyman ne haldedir. Onun dünyaya bakışını divanından takip edelim ve neyin aşkında olduğunu anlayalım.
Ey Muhibbî sakın aldanma cihanın âlına
Şöyle tut kendüni kim şark ehlinün dârâbıdur
Bu dünyanın hilesine aldanmamak gerekir. Çünkü o, savaşçılar için bir meydandır.
Muhibbî virme dil dünyâ denîdür
Meseldür kim gerekdür gayret erde
Bu Muhibbî virmedi dünyâya dil
Merddür her cünbişi merdânedür
Dünya, adı üstünde denî, yani alçaktır; ona gönül verilmez. Er kişi dediğin gayretli olur, nâmerde bel bağlamaz.
Cihan mülkine Şah olmak gerekmez bana âlemde
Muhibbî kapuna hizmet ider kemter âbid olsun
Bu cihan mülküne padişah olmaktansa -zira bu mülk sahtedir, seraptır- sevgilinin kapısında hizmet eden itibarsız bir kul olmak daha iyidir.
Tac ü taht ü zûr-ı bâzûya Muhibbî bakma gel
Hiç bilür misin ki şimdi kandadur Behrâm-ı Gür
Tâc, taht ve maddî güç gelip geçicidir. O güçlü avcı Behram’ın şimdi nerede olduğunu hatırlamak yeter.
Muhibbî eyleme dünyâya rağbet
Ne ıssı eyledi mâliyle Kârûn
Dünyanın rağbet edilecek yanı yoktur. O meşhur hazinelerin sahibi Karun’u malı kurtarabildi mi?
Ey Muhibbî gaflet itme aç göz uyhudan uyan
Durmadan dirmektedür murg-ı ecel çün çînemu
Gaflet, uyku halidir. Uykuda olan kişi etrafında cereyan eden olayları fark edemez ve bunlardan ibret alıp, kendine yarar sonuç çıkaramaz. Göz, uykudan uyanmalı; zira ecel kuşu durmadan etraftaki danelerimizi toplayıp durmaktadır.
Ölümün an Muhibbî günde bin kez
Sakın bu pendümi tut olma gafil
İnsan ölümü unutmamalıdır. Muhibbî, bunu gün de bin kez hatırlamak ve ölümden gafil olmamak ister.
Mağrur olup cihâna olma Muhibbî gafil
Dünyâda padişahlık bir lahza hâba benzer
Dünyaya aldanıp gururlanmak akılsızlıktır. Dünya şahlığı bir anlık uykuya benzer.
Kanuni Sultan Süleyman üç bin beyite yaklaşan muazzam bir divan sahibidir. Divan şiiri çeşitlerinin her birinde eserler vermiştir. Bugünkü dokuz Türkiye büyüklüğünde fetih yapan, on sekiz Türkiye büyüklüğünde bir ülkeyi idare eden, her türlü hayır eserleri ile imar ve kültür faaliyetlerinde bulunan, batılıların büyük ve muhteşem lakapları ile andığı bir cihan padişahını, hiçbir değerlendirmeye tabi tutmadan insafsızca eleştirmek nasıl bir düşünce yapısıdır. İbrahim ve Rüstem Paşalar ise o devre en fazla güç ve kudret katan şahsiyetlerdir. Evet, Kanuni o bir aşkın kölesiydi.
Kahramanlar kılıç şakırtılarından haz duyarlar.
O kölesi, kulu olmakla iftihar ettiği gerçek aşkına Sigetvar önlerinde top sesleri ve tevhit naraları arasında kavuştu. Hem de evvelce söylediği bir sözü yerine getirircesine:
Ko bu ayş u işreti çünkim fenadır akıbet
Yâr-ı bâki ister isen olmaya taat gibi
Sayın bakan, İbrahim Paşa’nın acı halini, 28 yaşında makbul bir veziriazam olup 33 yaşında bir gecede maktul oluverdi diyerek özetlemektedir. Makbul ve maktul arasındaki bir harfe de dikkat çekmektedir. Bir defa İbrahim Paşa 5 değil 13 sene sadrazamlık yapmıştır. Neticede hayat bir andır o da son andır. Hayat hayaldir. Bu ikisi arasında da bir harf vardır. Burada asıl trajedyayı kendisinin imal ettiğini düşünüyorum.
Öte yandan Sayın Bakan bütün bu ifadelerin sonunda “Ecdat olarak Padişahları değil, Yunus’u, Hacı Bektaş’ı anlatalım”, demektedir. Şayet Yunus’u iyi tanısa bir çelişkinin içine doğru yuvarlandığını da görmüş olurdu.
Yunus Emre’nin:
Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz
Deyiminin ihtiva ettiği derin manayı süzmüş olurdu.
Mevlana ise, “Ne şaşılacak şey! Sen köpüğü görüyorsun da denizi görmüyorsun! Demektedir. Ölenleri öldürülenleri görmekte iseler de sebepleri görmemek nasıl bir zihniyettir. Hapishanede yatanları görüp; “bu zavallıları buraya tıkmak, hürriyetlerini gaspetmek ne gaddarlık ne insanlık dışı bir olay” demekle eşdeğer değil midir?
Sayın bakan Muhteşem Yüzyıl’da “beklediğini bulamadığını” da vurguladıktan sonra “ısmarlama filmlerden bir şey çıkacağına inanmıyorum. Ismarlama marşlardan da, mesela 50. yıl marşı, 70. yıl marşı, bir şey çıkmadı” demektedir. Sayın bakanın bütün bu ifadelerinden sonra açıkçası neyi beklemiş olduğunu tahmin edemiyorum. Yapılan iftiralar az mı geldi, dünyayı sarsamadı demek mi istedi anlayamadım. Fakat ben burada ısmarlama meselesine daha çok takıldım. Şayet bakanımız tarih adına ahkâm kesmek yerine, bir bakan olarak şu diziyi kimin ısmarlamış olduğunu ve ne hedefler düşündüklerini araştırsaydı, asıl görevini ifa etmiş olurdu.
Şimdi, Bakan Beyin ifadeleri ve malum dizinin muhteviyatı ile neredeyse örtüşen bir romana dikkat edelim!
Babilde Ölüm İstanbul’da Aşk!
“Hurrem, Osmanlı tarihinin akışını değiştirecek bir kadının adıydı artık.
Ruhu aşk dolu şiirlerle okşanan ve gönlü muhteşem sultanın şiirleriyle beslenen Hurrem, saraydaki ilk acısını büyük oğlu Mehmed’in ölümüyle tattı. Osmanlı tahtına Slav kanı taşıyan bir hükümdar olarak oturacaktı oysa Mehmed.
İstanbul’a ayak bastığım gün Gökçe Ali’nin gördüğü Şehzade Külliyesi inşaatının bitirilmesi için Hurrem’in çok acele etmesinin ve mimarbaşı Sinan Usta’ya hediyelerle birlikte üstü kapalı ültimatomlar göndermesinin altında yatan gerçek, meğer sultanın ilgisini kendi çocuklarından ayırmamak imiş. Bir anneden çok, taktik savaşı veren bir dişiye dönüştüğü günlermiş onlar.
Ben saraya girdiğim vakit halkın ve devletin ileri gelenlerinin, amansız rakibi Gülbahar’ın şehzadesi Mustafa’ya olan tutkularını yok etmesi gerektiğini düşünüyordu. Bunun için kendi üvey damadıyla, vezir İbrahim Paşa’yla kanlı bıçaklı olmayı bile göze almıştı. Oysa BC adına ilk akdi onunla yapmış ve amaç birliği etmişti.
Bağdat seferinden döndükten sonra Kanun Koyucu’nun, çocukluk arkadaşı ve damadı olan İbrahim’i boğdurtmak için devamlı damarlarına girmeye çalışması da, Kanun Koyucu’nun ilerleyen yaşıyla birlikte çoğalan ihtiraslarını bazı aşk oyunlarıyla yönlendirip kanunlarını ona göre düzenlettirmesi de hep bu yüzdendi.
Yazık ki onun sevgili şehzadesi Mehmed ölmüştü. Sırada yer alan Cihangir çok zekiydi ama sakat ve kamburdu. Sara’ya yakalanmıştı. Selim ve Bayezid büyüyorlardı ama birincisi içkiye alışıp halk arasında “Sarhoş” diye anılmaya başlamış; ikincisi de dikbaşlılığıyla babasını çileden çıkarır olmuştu.
Öte yanda Gülbahar’ın Mustafa’sı herkes tarafından tahtın varisi olarak ün salıyordu. Üstelik büyük vezir İbrahim de ağırlığını Mustafa’dan yana kullanmaya eğilimliydi. Daha kötüsü de BC’nin geleceği için onun daha farklı planlarının bulunmasıydı. Sarayda BC menfaatlerini koruyan ve Osmanlı ülkesinden dünya devletlerine yönlendirilen BUAM idealleri ikisinin ortak kararı olarak uygulanıyordu.
Ne ki bu veliahd meselesi yüzünden araları açılınca BC üzerindeki ortak menfaat ve yetkileri de çatışmaya başladı, işte Pargalı İbrahim için zaman da tam burada çatlamış, Hurrem’in entrikalarına her zaman inanan hünkarın -ki aynı zamanda kayınbabası idi- emriyle dilsiz cellatlar elinde can vermişti. Onun idam edildiği gece nasıl sevindiğine ben tanığım. Marduk adına kurban vermiş bir Babil rahibi kadar huzur içindeydi. O gece bu kurbanın şerefineydi zannediyorum, yüzümü titrek mum alevine yaklaştırarak bütün öykümü baştan sona okumuş, sabaha doğru da ölüm sahnesinde oğlu Mehmed’i hatırlayıp ağlamıştı.
Pargalı’nın yerini alacak bir sadık köle lâzımdı artık Roksan’a. Ve bulmakta gecikmedi. Ünlü kehle hikâyesinin kahramanı Rüstem’di bu. Üstelik BC’nin eksilen üyeliğini de ona verip tamamlayabilir, belki ortak menfaatlerini daha etkin kabul ettirebilirlerdi. Üstelik o yıllar Akdeniz’de küçük devletçikler kurmaya ve bunlardan birini ileride öne çıkarmaya müsait yıllardı. İleride BUAM’ın kurulacağı bir ada devlet düşünüyordu zihninden. Rüstem’i saraydan bir dilberle evlendirirse kendisine kul edinebileceğini düşünüyordu. Sarayın ateş parçası güzeli Mihrimah o günlerde baştan ayağa salt güzellik kesilmişti. Hurrem, Rüstem’e kızı Mihrimah’ı verecekti.
Yeni damat Rüstem, tıpkı İbrahim gibi servet ve saltanat hırsıyla yanıyor, vicdanındaki doğrulukla parlayan engelleri (!) bir bir siliyordu. Ne var ki İbrahim zorla kul olabiliyordu; Rüstem ise kul olmaya gönüllü idi. İbrahim bir gözdeydi; Rüstem’se bir köle. İbrahim tarih için yaratılmış gibiydi; Rüstem bir uvertür idi. Her köle gibi o da açıktan sâdık, ama içten pazarlıklı olacaktı.
Mihrimah “Güneş ve ay” demekti ve bu zarif kadının zihninde güneşin ışığı, gönlünde ayın nuru parlardı. Zavallı Mihrimah, o ay parçası güzellik, bir bit bezirganı ile çileli bir ömür sürdü ve bazı bazı da ona benzedi. Bir farkla ki, mutsuzluğunu örtmek için kendisini cami, sebil, çeşme türü hayır işlerine verdi ve insanlar, onun yüzünün güldüğünü o vakit gördüler.
Hurrem, bir yandan BC adına diğer ülkelerdeki üstadlarla haberleşip fikirler alıyor, onların yönlendirmesiyle mülkünün ve gönlünün tahtında oturan sultanı yönlendirmeye çalışıyor, diğer yandan adım adım Şehzade Mustafa’nın kaderini çizmeye başlıyordu.
Sahte mektup yazmaktaki yeteneğinin bütün inceliklerini göstererek baba ile oğul arasına fitne sokmuş ve Konya’da, Ereğli civarında Kanun Koyucu’ya, yüzlerce karar verip yüzlerce caymalardan sonra, canı gibi sevdiği oğlunu, imparatorluğun ak coğrafyasını boğdurtmuştu. Karaköy limanına gelen gemilerden birine Mustafa’nın boğdurulduğu haberini gönderdiğinde Nebo’ya ikinci kurbanını göndermiş bir Babil ilahesi gibi hissetti kendini.
Oldum olası kendini sıradan insanlardan ayrı tutardı zaten. Gariptir, ona yaklaşmak isteyenler de bunu hisseder ve çekinirlerdi hep.
Gelip geçer; buna dünya derler, herkes gibi Hurrem de bütün ihtişamı ve yalnızlığıyla, bütün hüzün ve sevinciyle, bütün beyazları ve karalarıyla dünyaya veda etti.
Osmanlı sarayının gördüğü en dirayetli valide sultan, son nefesini verdiğinde, hem kaçmak, hem yakalanmak istediği Kanun Koyucu’nun yakınına gömüldü. Hem de aralarında biten gülün kokusu her ikisine de yetebilecek kadar yakınına… Ama yine de yapayalnız… Sinan Usta öyle yapmıştı türbesini…
46 yıl saltanat süren Kanun Koyucu acaba BC’den haberdar olsaydı, onca yıl koynunda besleyip bağrına bastığı kadınını toprağın altında da kucaklamak ister, bu kadar yakınına gömdürtür, onun için ayrıca bir kanun konulmasını ister miydi?”
Dizinin kaynağı mı?
Yukarıdaki satırları okuyanlar, bu ifadeler “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin senaryo kaynağı mı? Yoksa Sayın Bakan’ın açıklamalarının belgesi mi diye düşüneceklerdir. “Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk” başlığının Prof. Dr. İskender Pala’nın romanının adı olduğunu bilenler ise daha çok şaşıracaklardır. Zira neredeyse dizi, roman ve bakanın açıklamaları arasında müthiş bir benzerlik bulunmaktadır. İskender Bey belki doğrudan değil amma dolaylı yoldan (!) herhalde diziye oldukça kaynaklık etmiş olmalıdır. Fakat bir bilim adamı olarak kendisinin kaynaklarının neler olduğunu, düşünmek ve sormak ise bizim hakkımızdır sanırım.
Şayet şu suallere cevap verebilirse bu konuda aydınlanmış olacağız.
Şehzade Mehmed tahta çıksaydı “Slav kanı taşıyan bir padişah olarak” ne yapacağını düşünüyorsunuz? Bu zihniyete göre annesi farlı milletlere mensup olanlar neler yaptılar anlatır mısınız?
Yirmi iki yaşındaki çok sevdiği oğlu Mehmed’i kaybeden ve onun hatırasına yaptırılmakta olan bir caminin (Şehzadebaşı) heyecanını yaşayan bir annenin duygularına tercüman olmak yerine “taktik savaşı yapan dişi” yakıştırması ne kadar insanîdir?
BC nedir. İbrahim Paşa ile Hurrem Sultan nasıl bir amaç ve fikir birliği yapmıştır?
İbrahim Paşa ile beraber düşündükleri BC idealleri ve BUAM’ın menfaatleri nelerdir?
Kanuni Sultan Süleyman’a aşk oyunları ile düzenlettirdiği kanunlar hangileridir?
Şehzade Bayezid, Hurrem sağ iken hangi dik başlılığı yapmıştır?
Şehzade Selim’i daha şehzadeliğinde iken hangi kaynaklar sarhoş diye vasıflandırmaktadır?
Hurrem için “Marduk adına kurban vermiş Babil rahibi gibi” demekle ne kastedilmektedir?
“Nabu’ya ikinci kurbanını gönderen Babil ilahesi gibi” demekle Hurrem Sultan’a tanrıçalık mı atfedilmektedir?
Kanuni döneminin toplamda 26 yılına damgasını vurmuş İbrahim ve Rüstem Paşa’lar servet ve saltanat hırsıyla yanan iki idarecisi ise o dönem nasıl bir devir olacaktır?
Mihrimah Sultan hayır eserlerini dertlerini unutmak niyeti (!) ile mi yaptırmıştır? Bu nasıl bir niyet okumadır.
Hurrem ne zaman valide sultan oldu?
Osmanlıyı yıkmak üzere kurulmuş bulunan BC ve BUAM hangi milletin ve hangi inancın örgütüdür? O zaman İbrahim Paşa, Hurrem Sultan ve Rüstem Paşa’nın inançları hakkında ne düşündüğünüz herhalde daha kolay tespit edilebilir.
Okuyucularım yukarıdaki satırlara ne cevap vereceğimi düşünebilirler. Okumayanlara Kayı 4’ü okumalarını, okuyanlara ise bir defa daha okumalarını tavsiye etmekten başka diyeceğim bir şey maalesef yok!
İkinci sözüm ise Sertoli Salis, Fairfax Downey, Viorica Stircea, Turhan Tan, Talat Hasırcıoğlu ve A. Refik’in romanlarını ve hezeyanlarını doğru tarih diye millete yutturmaya kalkanlara olacak. Şeyh Galib’in deyimiyle:
Elân bir ihtimâl kaldı
İnsafın o yerde nâmı yok mu?
.Peygamber efendimizin adaletini örnek gösterdiği hükümdâr: NÛŞİREVÂN
“Reayaya ve Allah’ın kullarına iyi muamele ediniz. Hak olan vergiden başka almayınız. Zayıfları incitmeyiniz, alimlere saygı gösteriniz. Yüce Allah’a şükr ediniz.”
Tarihin âlim, şair, adil ve hakîm olarak kaydettiği birçok meşhur şahsiyetlerle birlikte zenginliği, cömertliği, adaleti ve cesareti efsane haline gelmiş kahramanların adları edebiyatçılarımızın dilinde sık sık geçer. Şöhretlerine sebep olan hususiyetlerine telmihler yapılır. Kendi zamanlarındaki bir hükümdarı övmek mi istiyorlar geçmiş zamanda o işi kılmış bir kahramanı misal verirler. Kendi dönemlerinde birisi yanlış bir iş mi yaptı geçmiş dönemde o kötü çığın açan da zikredilir.
Nitekim bir hükümdar adaleti sebebiyle övülmek istenirse genelde karşılaştırılan zat Sasanî hükümdarlarından Nûşirevân (Nuşirvan- Anuşirvan)’dır’. Övülen zat her dönemde değişse de Nûşirevân’ın adı baki kalmıştır.
İşte ona atıfta bulunulan bazı beyitler.
Kanuni Sultan Süleyman övülürken
Neseble nâşır-ı şer’ü haseble hâmi-i sünnet
Adilde reşk-i Nuşirvan sahada gayreti hâtem şükrî
Hazret-i Sultan Süleymân-ı selimül-kalb kim
Hırmeninde adlinün Nûşirevân’dur hûşe-çin
Hayâlî
Yavuz Sultan Selim Han övülürken de;
Nâmı Nûşirevân-ı unutdurdı adl ü dâd ile
Şimdi ağızlarda adı dâdıdur Nûşirevân
Kemalpaşa-zâde
denilmiştir.
Ancak hakkında bir söz var ki kıymeti cihan değer… Nûşirevân şayet hayatta olsaydı da bu cümleyi işitseydi sevinci doğudan batıya herkesçe işitilirdi. İki cihan serveri Resulullah efendimiz: “Ben âdil sultan zamanında dünyaya geldim” buyurarak onun adaletini övmüştür. Peygamber efendimizin övgüsüne mazhar olan hiç unutulur mu?
Kimdir Nûşirevân? Onun asırlarca unutulmaması nasıl mümkün olmuştur? Nûşirevân’ın kimliğine geçmeden önce dönemin İran’ı hakkında bilgi vermek yerinde olacaktır.
İran’da 226 yılında Zerdüşt din adamlarından Sâsân’ın torunu Erdeşir tarafından kurulan Sasanîler hanedanı hüküm sürmekteydi. Zerdüşt, İran’da mecusî (ateşe tapma) dininin kurucusudur. Bu din Ahameniler devrinden Sasanîler’in yıkılışına kadar İran halkının dini olmuştur.
Komünizmin ilk çıkışı
Ancak Nûşirevân’ın babası I. Kubad’ın hükümdarlığı döneminde (485-531) Zerdüştlük değişik bir şekil aldı. Dönemin Mubed Mubedanı (Zerdüşt baş papazı) olan Mezdek b. Bâmdâdân Zerdüstlik dinini zamanın zerdüştîlerinin aleyhine olarak değiştirmek ve dünyaya yeni bir yol gösterici olmak istedi. Yıldızlar ilmine vakıf olan Mezdek seyyarelerin hareketinden bu zamanda bir adam çıkacağını ve zerdüştîlerin, yahudîlerin ve hristiyanların dinini kaldırıp kıyamete kadar kalacak olan bir dinî ortaya çıkaracağına delil gösterdi. Mezdek bu kimsenin kendisi olacağı isteğine kapıldı. Zira onun bütün büyükler yanında yüksek bir mevkii bulunuyordu.
Böylece ortaya çıkan Mezdek, “Tanrı, Zerdüşt dinini yenileyeyim diye beni gönderdi. Zira insanlar Zend ve Avesta (Zerdüşt dininin kitabı)’nın manalarını unutmuşlardır. Ayrıca Zerdüşt’ün getirmiş olduğu şekilde bırakmayıp değiştirmişlerdir. Tıpkı İsrailoğulları’nda olduğu gibi” diyerek peygamberliğini ilan etti.
Melik Kubad başlangıçta Mezdek’e büyük bir şüphe ile baktı. İnsanların etrafına toplandığını işitince huzuruna çağırarak delil istedi.
Mezdek buna da çare buldu. Mabedleri olan ateşgedenin altına bir tünel yaptırdı. Oraya has bir adamını yerleştirerek kendisini tasdik etmesini istedi. Sonra da hükümdarı ve din adamlarını oraya davet etti. Melik Kubad’ın ve emirler ile papazların hazır olduğu bir sırada Mezdek Tanrı’ya hitapta bulundu. Bunun üzerine Mezdek’in adamı da “Mezdek’in sözlerini işiten, uygulayan İran ülkesi büyükleri iki cihan mutluluğunu bulurlar” diye bağırdı. Ateşin ortasından çıkan sözler herkesi hayrette bıraktı. Artık Mezdek, Melik Kubad’ın sarayında ve en baş kösesinde idi. Mücevher kakmalı altın bir taht üzerinde otururdu. Onun sözleri kanun gibi yürürlüğe girerdi.
Mezdek öyle çirkin adetler ortaya çıkardı ki insanlar ne yapacağını şaşırdı. Önce servetleri ortaya koydu. Mal ve altın mülk değildir. Halk arasında olup herkese mubahtır. Hepsi Tanrı’nın kulları ve Ademoğullarınındır. Neye ihtiyaç duyarlarsa birbirinin servetini harcamaları gerekir dedi.
Ardından kadınları da servet gibi ortak mal sınıfına dahil etti. Her kim bir kadına rağbet ederse, kimse mani olmasın, birbirine mubah olsun. Kıskançlık ve merhamet bizim dinimizde yoktur. Öyle ki hiç kimse zevklerden, şehvetlerden ve servetten nasipsiz kalmasın. Tatmin olma ve arzu kapılan herkese açık olsun dedi.
Mal ve kadınların herkesçe kullanılabilmesi özellikle aşağı tabakadan, cahil, adî ve bayağı kimselerin Mezdek’in yoluna rağbeti artırdı. Alimler ve bu çirkin hareketleri beğenmeyenler ise Melik’in korkusuyla seslerini çıkaramaz oldular.
Böylece Marks’ın Engels‘in fikirleri, Lenin’in, Stalin‘in komünist uygulamaları asırlar öncesinde Mezdek’in liderliğinde yürürlüğe girmiş bulunuyordu.
Baba oğul karşı karşıya
İşte bu çirkin gidişe sadece bir kişi seyirci kalmadı. O Melik Kubad’ın oğlu Nûşirevân idi. Henüz 15 yaşındaki bu genç önce mubedlerle (papazlar) görüştü. Onların bu çirkin yola girip girmediklerini öğrenmek istedi. Onlar hayır deyince neden mani olmaya çalışmadıklarını ve sustuklarını sorup “görmez misiniz mallarınız ve kadınlarınız elden gitti. Mülk ve devleti de hanedandan gitmiş bilin. Babamın beyni harap olmuştur. Onu ilaçla tedavi etmek gerekiyor. Ona nasihat ediniz. Mezdek’i münazaraya çağırınız” dedi.
Nûşirevân’ın ıstırap içerisinde bu kötü gidişi önlemeye çalışması Mezdek’e ulaşınca derhal tedbir almaya yöneldi. Melik Kubad’a şayet oğlun Nûşirevân da bizim yanımızda olsaydı yolumuz daha kolay yayılır ve daha güçlü olurdu dedi.
Nûşirevân’ın Mezdek’in yoluna girmemiş olması Kubadı fevkalade sinirlendirdi.
Derhal onu huzurunda hazır ettirdi ve:
“Sen Mezdek mezhebinde değil misin?” diye sordu.
Nûşirevân: Allah ‘a hamdolsun hayır.
Kubad: Niçin?
Nûşirevân: Sahte ve aldatıcı olduğu için.
Kubad: Nasıl aldatıcı. Ateşi dile getirmedi mi?
Nûşirevân: Dört unsur denilen dört şey vardır. Su, ateş, toprak ve hava. Her dördü birdir. O ateşi dile getiriyor. Ona söyle suyu, toprağı ve havayı da konuştursun. O zaman ben de inanayım.
Kubad: O sözlerini kendinden söylemiyor. Kitabımızdan söylüyor. Kitapta mal ve kadın her ikisi de mubahtır deniyor.
Nûşirevân: Bunca yıldır alimler mal ve kadının mubah olduğunu söylediler. Ancak ortak olduğu hususunda yorumlama yapmadılar. Mal din içindir. Din kadınları korumak için gerekir. Her ikisini ortak tutunca o zaman insanla, otlamakta ve birleşmekte eşit olan ehlî ve vahşi hayvanlar arasında ne fark kalır. Bunu akıllı adam söylemez.
Kubad: Peki senin baban olan bana niçin muhalefet ediyorsun.
Nûşirevân: Baba’ya itaatsizlik asla uygun değilse de bunu senden öğrendim. Senin şu hareketlerinle babana muhalif olduğunu gördüm. Ben de sana muhalefet ettim. Sen Mezdek’in dininden dön ben de sana muhalefetten döneyim.
Nûşirevân’ın uygun cevapları karşısında endişeye kapılan Mezdek, söze karışarak: Nûşirevân ya mezhebimize girsin veya bize kesin bir delil getirsin dedi.
Bunun üzerine Melik Kubad, oğluna: “Bu mezhebi kabul et yoksa sana öyle bir işkence yaparım ki herkese ibret olur ” dedi.
İsmi Muhammed’dir
Bunun üzerine Nûşirevân kırk gün mühlet aldı. Derhal yüksek ilimlere vakıf Farslı bir mubede haber gönderdi. Mezdek’in durumunu ve son gelişmeleri mektubunda anlatıp acele gelmesini istedi.
Kırkıncı gün olduğunda Farslı mubed gelerek önce Nûşirevân’la görüştü ve sonra Melik Kubad’ın sarayına gitti.
Melik’e saygı ve tazimden sonra, “Efendim! Mezdek hataya düşmüştür ve bu iş ona verilmemiştir. O, yıldızlar ilminden bir şeyler bilirse de hükümlerinde yanılmıştır. Oysa gerek yıldızların birleşmesinde gerekse İncil ve Tevrat’ta şu deliller görülmektedir.
Muhammed Emin isminde biri çıkacak; peygamberliğini bildirecek; fevkalade bir kitap getirecek, acayip mucizeler gösterecek, gökteki ayı ikiye bölecek, halkı Allah yoluna çağıracak temiz bir din getirecek, ateşe tapıcılığı ve diğer mevcut dinleri kaldıracak, Cenneti vaad edecek; Cehennemle korkutacak, servetleri ve haremleri kendi şeriatı hükümleri altında koruyacak; şeytandan kaçınacak; melek ile dost olacak; ateşgede ve putgedeleri yıkacaktır. Onun dini bütün dünyaya yayılacak ve kıyamete kadar kalacaktır. Yer ve gök onun peygamberliğine şahidlik edeceklerdir. Onun ortaya çıkması yakındır. Mezdek öyle hayal etmiştir ki bu kişi kendisidir. Halbuki o bir Acem değil Arap’tır.”
Fars Mubedi sözlerine devamla Mezdek’in pek çok hatasına ve gelecek peygamberin uygulamalarına dair sözler söyledi. Ertesi gün de Mezdek’i susturacağını belirtti. Mubedin bu sözleri Kubad’ın hoşuna gitti ve gönlünde yer etti. Mezdek’e karşı tutumu değişti.
Mezdek’in çaresizliği
Ertesi gün sarayda divan kuruldu. Mezdek gelerek altın kürsüsüne oturdu. Nûşirevân, tahtın önünde ayakta durdu. Fars mubedi de yanında idi. Melikin izin vermesi üzerine: Mubed, Mezdek’e dönerek “Önce sen mi soru soracaksın yoksa ben mi?” dedi.
Mezdek: Ben soracağım
Mubed: Madem ki soran sen olacaksın cevap veren de ben olacağım. O halde sen buraya gel. Ben de senin bulunduğun yere geçeyim.
Mezdek utandı ve “beni buraya Melik Kubad oturtmuştur” dedi.
Mubed: “Şimdilik uygundur. Sen mi sorarsın, yoksa ben mi sorayım” dedi.
Mezdek: Sen sor, ben cevap vereyim.
Mubed: Sen serveti mubah yapmışsın. Rıbat, köprü vesair hayrat yapan insanlar, bunları öteki dünyada mükafat ve sevap elde etmeleri için mi yapıyorlar?
Mezdek: Evet.
Mubed: Servetler insanlar arasında ortak olunca bir hayır yapanın mükafatı kimin olur?Mezdek bu suale cevap vermekten aciz kaldı.
Mubed: Sen kadınları da mubah etmişsin. Yirmi kişi bir kadınla cinsi münasebette bulunursa ve kadın hamile kalırsa, çocuk olunca, bu hangi adamın çocuğu olur söyle?
Mezdek buna da cevap vermekten aciz kaldı.
Bunun üzerine Mubed, “Senin maksadın, insanların servetlerini, kadınları ve nesilleri bir defa da mahvetmektir. Tahta oturmuş olan bu melik, Melik Firuz’un oğludur. Padişahlığı babasından miras olarak elinde tutuyor; babası da elinde tuttu. Bu melikin karısı, 10 insanla yatınca, kendisinin oğlu hangi kişiden olacaktır. Söyle o oğul kimdendir? Böylece nesil kesilmiş olmaz mı? Nesil kesilmiş olunca, padişahlık bu hanedandan gitmez mi? Büyüklük ve küçüklük zenginlik ve fakirliğe bağlı değil midir? Sen serveti ortak mal yapınca küçüklük ve büyüklük dünyadan kalkar. Önemsiz bir kişi padişah ile eşit olur. Neticede padişahlık kalkar ve iptal edilir. Şimdi sen padişahlığı Acem meliklerinden kaldırmaya dünyayı dağıtmaya gelmişsin” dedi.
Bu haklı cevaplar karşısında bunalan Mezdek, Kubad’dan mubedin boynunun derhal vurulmasını istedi. Kubad ise “delilsiz olarak bir kimsenin boynu vurulamaz” cevabını verdi.
Mezdek ise, “öyleyse ateşten soralım; bakalım ateş ne buyuruyor. Zira ben kendiğilimden söz söylemem ” dedi.
Melik Kubad’ın emrini derhal yerine getirmemesi Mezdek’i kızdırmıştı. Kendi kendisine benim askerim ve halk katında sempatizanım çoğalmıştır. Artık Kubad’ı ve Nûşirevân’ı ortadan kaldırıp yerlerine geçme zamanım gelmiştir diye düşündü.
Ateşgedenin altındaki gizli bölmedeki adamına Hûda, Kubad’ın öldürülmesini istiyor diye söylemesini bildirdi. Has kullarından iki kişiyi silahlarını gizleyip orada hazır olmaları ve ateşin konuşması üzerine Meliki vurmaları konusunda uyardı.
Öte yandan mubed de, Mezdek’in artık son kozunu oynayacağını sezmişti. Nûşirevân’a orada adamlarından birkaç kişiyi hazır etmesini ve çıkabilecek olaylara karşı dikkatli olmasını öğütledi.
Böylece Mezdek’in ertesi günkü planı uygulanamadı. Adamları Kubad’ı vuramadan yakalandılar. Artık Melik Kubad ile Mezdek’in arası iyice açılmıştı. Ancak bu noktada mubedin yeni bir planı devreye girdi. Mubed ateşin son konuşmasından sonra yapacak bir şeyi olmadığını, yenilgiyi kabul ettiğini bildirip çekilecek Nûşirevân’da, Mezdek’in yoluna girecekti. Böylece Mezdek’in güveni kazanılacaktı. Sonra da düzenlenecek bir toplantıda adamlarıyla birlikte ortadan kaldırılacaktı.
Son darbe Nûşirevân’dan
Plan başarıyla uygulandı. Mubedin ülkeyi terketmesinden sonra Nûşirevân bir rüya gördüğünü ve rüyasında ateşin yakmak üzere üzerine geldiğini ve temiz yüzlü bir zatın kendisini kurtardığını söyleyip Mezdek’in yolunu kabul ettiğini bildirdi. Böylece Mezdek’in güvenini kazandıktan sonra ordu kumandanlığı vazifesini üzerine aldı. Sonra Mezdek’e büyük bir toplantı tertip edilmesini ve burada mezhebimizde olanlardan tekrar bir bağlılık alınmasını istedi. Böylece bu mezhepte olmayanlar ortaya çıkacak ve onlarda zorlanacaktı.
Teklif Mezdek’i ziyadesiyle memnun etmişti. Kararlaştırılan günde 12 bin Mezdek’i hazır bulundu. O güne kadar görülmemiş bir ziyafetin ortasında buldular kendilerini. Altın kürsüsünde oturan Mezdek sevinçten vücuduna sığmıyordu. Nice yiyip içmelerden ve eğlencelerden sonra Nûşirevân biat edenlerin 20′şer 30′ar kişilik gruplar halinde Çevgan meydanına götürülmelerini ve orada nefis süslü elbiseler ve hil’atler giydirilmelerini istedi.
Oysa dört tarafı çevrilen ve kapalı bir alan haline getirilen bu meydan Mezdekîler için bir ölüm çukuru idi. Alana götürülen Mezdekîler baş aşağı çukura gömülüyorlardı. Meydanın önünde yüksek bir toprak yığını vardı. Onun üzerine de bir çukur kazmışlardı.
Son olarak Mezdek ve Melik Kubad meydana geldiklerinde Nûşirevân, Mezdek’e dönerek:
“Ey haramzade köpek, senin lideri olacağın orduya bundan daha iyi hil’atler verilmez. Sen dünyadakilerin mallarını, Hûda’nın kullarının kadın ve oğullarını ziyan etmeye, bunca yıllık padişahlığı hanedanımızdan koparmaya gelmişsin” dedi.
Çevgan meydanını ayaklar havada süslenmiş olarak gören Mezdek’in vücudu, sonbahar yaprağı gibi titremeye başlamıştı. Yalvarıp yakarıyordu.
Nûşirevân: Bir adam söz söylesin diye ateşgedenin altına gönder ve ateş konuşuyor de; o zaman ateş söylüyordu. Şimdi sen konuş bakalım. Kendini kurtar, hünerini göster. Ateşi imdadına çağır dedikten sonra onu da gömmelerini emretti. Mezdek’i yakalayıp göğsüne kadar toprağa gömdüler. Etrafına kireç döktüler. Öyle ki kirecin ortasında sıkıştı kaldı.
Ardından babasına “bütün bu felaketler senin zayıf fikirliliğinden çıkmıştır. Ordu ve halkın sakinleşinceye kadar bir müddet evinde oturmalısın” diyerek onu idareden uzaklaştırdı. Böylece saltanata geçti. Çok geçmeden babasının vefatıyla da idareyi tek başına eline aldı (531).
Nûşirevân tahta çıktığında henüz 18 yaşında bulunuyordu. Suriye, Kilikya ve İç Anadolu bölgelerine kadar yayılan geniş imparatorluk babasının güçsüz idaresi döneminde tam manasıyla zulüm ve fesat yuvası haline girmişti. Emirler serbestçe hareket ediyorlar, hak hukuk tanımıyorlardı. Nûşirevân’ın padişahlığının 3-5 senesi de böyle geçti.
Baykuş düğünü
Onun adil idareye geçişine bir baykuş düğünü sebep olarak anlatılır. Bu kıssa Mahzenü’l Esrar’da şöyle nakledilmektedir:
Hikâyedir, söylemişler raviyan,
Seyre çıkmış, bir gün Enûşirvan.
Pâdişah’ın yanında varmış biri,
Destûr denen O’nun büyük veziri.
Yol üstünde harap köye varmışlar,
Dam üstünde uluyormuş baykuşlar.
Şah vezire demiş, bunu dinlesin,
Kuş dilinden bizim dile çevirsin.
Vezir demiş, Şahım, hayır bir iş var,
Düğün için konuşuyor bu kuşlar.
Birinci kuş oğluna kız istiyor,
İkinci kuş ise ona söyliyor:
“Kalım, diye kaç harabe verirsin?”
Cevaba bak: “neden merak edersin?
Şah bu ise, böyle gitse rûzigâr,
Yüz bin harabelik dilersen de var.”
Şah vezirin bu sözünü dinlemiş,
Kinayeyi anlıyarak, inlemiş
Adalete vermiş o günden karar,
Olmuş adı adaletle paydâr.
Nûşirevân uyanık ve akıllı veziri Minuçehr’in baykuşları konuşturmak suretiyle ne demek istediğini çok iyi anlamıştı. Zira sarayı zulme uğrayanların feryatları ile dolmuştu. Vezirine ülkeyi bir hastalık gibi sarmış bulunan zulmün önüne nasıl geçebileceğini sordu.
Adalete giden yol
Minuçehr: “Vilayet melikindir. Melik orduya, vilayetin halkını değil, vilayeti vermiştir. Eğer ordunun vilayete sevgisi, vilayet halkına merhamet ve muhabbeti olmazsa, hepsi kendi kaselerini nasıl dolduracaklarını düşünürler. Vilayetin harap olmasını ve fakirleri derd edinmezler. Ordunun vilayette yaralama, zincire vurma, zindana atma, gazab etme, cinayet işleme, azil ve tayin etme gücü olduğu zaman melik ile onlar (ordu mensupları) arasında ne fark kalır? Zira bütün bunlar meliklerin işleridir. Ordunun bu kuvvet, kudret ve imkanı olmamıştır. Bütün padişahların zamanlarında altın tac, altın üzengi, altın kadeh, taht ve para basma hükümdardan başkasına ait olmamıştır.
Eğer bir melik öncekilerden faziletçe ve şerefçe üstün olmak isterse, kendi ahlakını kusursuz hale getirmeli ve düzeltmelidir”
Nûşirevân: ”Nasıl yapayım?”
Minuçehr: Kötü huyları kendinden uzak tutmalısın. İyi hasletler ile bezenmeli ve onları tatbik etmelisin.
Nûşirevân: Kötü hasletler hangileridir.
Minuçehr: “Hased, yalan, kibir, kızma, şehvet düşkünlüğü, hırs, uzun emel, dik başlılık, hasislik, zulüm, bencillik, acelecilik, nankörlük, hafifliktir. Uyacağın iyi huylar ise haya, iyi niyet, itidal, yumuşaklık, affetme, kerem sahibi olma, alçak gönüllülük, eli açıklık, doğruluk, sabır, şükretme, merhamet, ilim, akıl ve adalet” dedi.
Nûşirevân artık devlet dizginlerini eline alma zamanının geldiğine inanmış ve tutacağı yolu seçmiş bulunuyordu.
Derhal bir mezalim (divan) teşkil etti. Merkezdeki ve eyaletlerdeki yüksek rütbeli devlet adamlarını topladı. Onlara hitaben: “Biliniz ki, bu padişahlığı bana Hüdâ nasip etti. Babadan miras olarak sahibim. Amcam bana karşı isyan etti. O’nunla savaştım ve galip geldim. Saltanatı bir defa daha kılıçla elde ettim. Hüdâ bu mülkü bana ihsan edince ben de size ihsan ettim. Herkese bir vilayet verdim. Bu devlette hakkı olan hiç kimseyi nasipsiz bırakmadım. Büyüklüğü ve vilâyeti babamdan bulmuş olanları aynı makam ve rütbede tuttum. Derecelerini ve nafakalarını asla azaltmadım. Şimdi size söylüyorum. Reayaya ve Allah’ın kullarına iyi muamele ediniz. Hak olan vergiden başka almayınız. Ben size saygımı muhafaza ediyorum. Siz benim sözüme kulak vermiyorsunuz. Allah’tan utanmıyor musunuz? Allah korusun, uğursuzluğunuz, yanlış hareketleriniz, zulmünüz bana da tesir eder ve devletime ziyan verir. Cihan, muhaliften temizlenmiştir. Refah ve huzurumuz yerindedir. Bu sebeple yüce Allah’ın size ve bana verdiği nimete şükürle meşgul olalım. Bu daha doğru olur. Zira zulüm, mülkü zevale götürür. Nankörlük nimeti yok eder. Bundan sonra yüce Allah’ın kullarına iyi muamele etmek lazımdır. Reayanın yükünü hafifletiniz. Zayıfları incitmeyiniz, alimlere saygı gösteriniz. İyilerle sohbet ediniz. Kötülerden sakınınız. Hûda’yı ve feriştehleri (melekler) şahit gösteririm ki eğer bir kimse bu yola aykırı başka bir yol tutarsa, kendisini asla tutmam ve cezasını veririm” dedi.
Hepsi birden: “Öyle yaparız. Emrine uyarız” dediler. Ancak işleri başına döndüklerinde cümlesi adaletsizliği ve zulmü yine ele aldılar. Melik Nûşirevân’ı çocuk gözü ile bakıyorlardı. Her birisi istediği an onu tahtından indirebileceğini düşünüyordu.
İhtiyar bir kadına zulüm
Emirlerinden en büyüğü Azerbaycan ve Horasan valisi idi. Sasanîler ülkesinde ondan daha zengin ve daha büyük vali yoktu. Eşya, teçhizat ve aletçe mükemmel idi. Oturduğu şehir çevresinde dinlenmek üzere güzel bir bahçe yapmak arzu etti. Onun arzu ettiği yerde ihtiyar bir kadına ait arazi vardı. Vali burayı da mülküne katmak istedi.
Ancak yaşlı kadın geçimini buradan karşıladığını söyleyerek teklifi reddetti. Vali ise kadının sözlerine kulak asacak değildi. Zulüm ve zor ile kadının yerini çevirdi ve bahçesine kattı. İhtiyar kadın yoksul kaldı ve dara düştü. Önceki teklif üzere bedelini veya yerine mukabil başka bir arazi istedi. Ancak vali zamanında teklifini reddettiği için kadının bu isteğine de kulak asmadı.
Kadıncağız kime gitti, araya kimi koydu ise bir netice alamadı. Sonunda hiç kimseye sezdirmeden yollara düşerek bin bir zahmetle Azerbaycan’dan başkent Medayin’e geldi. Saraya girmesine müsaade etmeyeceklerini düşünerek başka bir plan hazırladı. Nûşirevân’ın bir av partisi sırasında fırsatını bularak feryad ü figan ederek dikkatini çekmeyi basardı.
Yanına vardığında daha önce hazırlamış olduğu dilekçesini uzatırken: “Ey melik! Eğer cihan hükümdarı isen, bu zayıf ihtiyar kadının hakkını ver ve dilekçemi oku” dedi.
Nûşirevân, yaşlı kadının dilekçesini aldı, okudu, sözlerini tamamiyle dinledi. Gözlerinden yaşlar boşandı ve “Üzülme, çünkü şimdiye kadar iş senin idi. Şimdi ise bana geçti. Muradını yerine getireyim ve seni şehrine göndereyim. Bir kaç gün burada dinlen. Zira yorgunsundur” dedikten sonra bir hizmetçi çağırdı ve kadının ihtiyaçlarının görülmesini istedi.
Önce tahkikat
Nûşirevân bütün gün ihtiyar kadının durumunu, hadisenin söylediği gibi olup olmadığını, meseleyi doğru olarak nasıl öğreneceğini düşündü. Ertesi gün en mutemet adamlarından birini çağırdı ona meseleyi açtıktan sonra: “Hazineden masrafların için istediğin kadar para al. Azerbaycan’a git. Orada filan şehirde, filan mahallede 20 gün müddetle otur. İnsanlarla görüş. Sizin mahallede filan adlı yaşlı bir kadıncağız vardı. O nereye gitti. Bir arazi parçası vardı, ne yaptı diye sor. Söylediklerini doğru olarak huzuruma getir. Seni bu iş için gönderiyorum. Bu konudan kimsenin haberi olmasın ” dedi.
Ertesi gün bargahda bütün ordu kumandanlarının önünde ise o adamına hitaben: “Azerbaycan’a git. Hazine için her şehirden toplanan vergileri getir. Gelirlerin ve zahirelerin nasıl olduğunu, bir yere afet gelip gelmediğini araştır” diyerek Azerbaycan valisinin de hazır olduğu erkanı yanılttı.
Nûşirevân’ın gulamı yaşlı kadının mahallesine vararak yirmi gün kaldı. Herkesle oturup kalktı. Daha ihtiyar kadının adı geçerken herkes “Zavallı ihtiyar kadın! Mübarek bir hanımdı. Kocası öldükten sonra yoksulluğa düştü. Geçimini sağlayan bir parça yeri vardı. Nafakasını ondan temin ediyordu. Her gün dört ekmeği olurdu. Birini lamba yağına öteki birini ekmek katığına verir diğer ikisini de sabah, akşam yerdi. Padişah hakkını da gözetirdi. Günlerini böyle geçiriyordu.
Şehrin valisi onun bu arazisinin civarında güzel, manzaralı bir bina yaptırıyordu. Onun yerini de zorla gaspetti. Ne bedelini ödedi, ne de karşılık olarak başka bir yer verdi. O ihtiyar kadın iki yıl valinin kapısında dolaştı. Bir netice alamadı. Birkaç gündür o kadın kayıptır. Nereye gittiğini, ölü mü sağ mı olduğunu bilmiyoruz” dediler.
Gulam durumu öğrenince süratle dönerek Nûşirevân’ın huzuruna çıktı ve bütün işittiklerini arzetti.
Sonra en şiddetli ceza
Nûşirevân ihtiyar kadının doğru söylediğine kanaat getirmişti. Bütün gün üzgün bir halde kaldı. Sonunda sarayda görevli büyük hacibini huzuruna çağırdı ve “Ertesi gün divan kuracağım. Büyükler ve emirler huzuruma gelince Azerbaycan valisini koridorda tut ve ne emredeceğimi gör” dedi.
Nûşirevân ertesi gün emirlerinin katıldığı bir meclis kurdu. Hepsine hitaben “Size bir sual soracağım. Bana gerektiği gibi cevap veriniz” dedi.
Emirler: “Ferman baş üstüne” dediler.
Nûşirevân: “Azerbaycan emirliğini vermiş olduğum emirin ne kadar serveti bulunuyor” dedi.
Emirler: “Muhtemel olarak 2.000.000 dinarı 500.000 dinar değerinde altın ve gümüşten kap kaçağı, 300.000 dinar değerinde süs eşyası ve mobilya (ferş)sı vardır. Irak’ta Fars’ta ve Azerbaycan’da pek çok emlaki bulunmaktadır” dediler.
Nûşirevân: Hayvan olarak neyi vardır?
Emirler: Yaklaşık 30.000 hayvanı vardır.
Nûşirevân: Köle (bende) olarak nesi vardır?
Emirler: 1.700 gulamı ve 400 cariyesi vardır. “Sizin ikbaliniz sayesinde başka neyinin olduğunu ancak Allah bilir” dediler.
Nûşirevân: “Cenab-ı Hakk’ın ihsan ettiği bu kadar serveti ve nimeti olan iki ekmeğinden birini sabahleyin, diğerini akşamleyin yiyen zavallı, fakir bir ihtiyar kadının iki ekmeğini zulüm ile alan bir kimse hakkında siz ne dersiniz söyleyiniz dedi.
Bütün emirler başlarını yere eğdiler ve “Onun hakkında mümkün olan en kötü muamele ne ise o yapılmalıdır” dediler.
Nûşirevân: “O emirin derisini baştan itibaren yüzmenizi, derisine ot doldurmanızı, bir kimseye eza ve zulüm yapan her mahluka yapılanın aynının yapılacağım yedi gün dellallarla ilan etmenizi hemen şimdi istiyorum” dedi.
Emir aynen yerine getirildi. Azerbaycan valisinin içine ot doldurulmuş derisini Nûşirevân’ın kapısı üzerine astılar. Dellallar fermanı yedi gün ilan ettiler.
Cihanı adaletle mamur ederiz!
Nûşirevân ayrıca emirler dağılmadan Azerbaycan’a gönderdiği gulamı ve yaşlı kadını huzura getirtti. Gulam’a: “Seni ne sebeple Azerbaycan’a gönderdim?” diye sordu.
Oda: “Bu ihtiyar kadının durumunu doğru olarak bileyim diye gönderdiniz. Onun durumunu öğrendim ve size arzeyledim” dedi.
Nûşirevân sonra emirlere dönerek: “Biliniz ki, ben boş lafla Ona bu cezayı vermedim. Bundan sonra kim bir zulüm ve eza yaparsa herkes yapılanın aynını görecektir. Müfsidleri yeryüzünden kaldırırız. Zalimlerin ellerini kırarız. Cihanı hak ve adaletle mamur ederiz. Hûda beni bu iş için yaratmıştır. Zalimlerin ellerini kırayım diye Allah’ın kulları üzerine padişah yapmıştır. Sizin başınıza da aynının gelmemesi için iyi iş yapmaya çalışınız” dedi.
Mecliste bulunan herkes Nûşirevân’ın heybetinden, korkusundan ve siyasetinden ödleri patlayacak kadar dehşete düştüler.
Sonra Nûşirevân ihtiyar kadına: “Sana zulüm yapan o kimsenin cezasını verdim Senin yerinin ortasında bulunan o saray ve bahçeyi sana bağışladım” dedikten sonra ona nafaka ile birlikte hayvan verdi. Artık kendisinden vergi alınmaması hususunda bir de emirname bahsetti.
Artık âdil idare devri başlıyor ve Nûşirevân, Nûşirevân-ı Adil diye anılıyordu.
Yedi yıl çalmayan zil
Nûşirevân zulme uğrayan kimselerin kendisine rahatça ulaşabilmeleri için enteresan bir metot geliştirdi. Saraya gelen her mazlum bir hacibe, görevliye ihtiyaç duymasın diye yedi yaşındaki bir çocuğun elinin erişebileceği bir zincir yapmalarını ve buna birçok zil asmalarını emretti. Böylece haciblerin zayıf ve minnetzede kişilerin haklarını gözetmeyeceklerini, onların dertlerini kendisine ulaştıramayabileceklerini düşünerek kesin bir tedbir almış bulunuyordu.
Mazlum kişi gelerek o zinciri kımıldatır ve ziller ses çıkarırdı. Böylece konu Nûşirevân’a iletilmiş olurdu. Derhal o kimseyi huzuruna çağırır, durumunu öğrenir ve her kimde ise hakkını alırdı.
Nûşirevân’ın bu siyasetinden bütün halk ve asker korktu. Valiler mazlumlara haklarını verdi. Hiç kimse kimseye zulüm ve eza yapmaya cesaret edemez oldu. Sasanî ülkesi doğruluğa, halk huzura kavuştu. Tam yedi yıl geçti ve Nûşirevân’ın dergahına adalet istemeye kimse gelmedi ve şikayet etmedi.
Uyuz eşeğin dramı
Yedi yıl sonra bir öğle üzeri idi. Dergah ve saray kapısı boştu. Nöbetçiler rehavet içerisindeydiler. Artık unutulmuş olan ziller devamlı olarak çalmaya başladı. Nûşirevân işitti. Derhal iki hadimini gönderdi. Kimdir bakınız ve derhal huzuruma getiriniz dedi. Hadimler dışarıya çıkıp gördüler ki, sarayın kapısından girmiş olan ve sırtını o zincirlere sürten, ihtiyarlamış, zayıflamış, uyuz olmuş bir eşek idi.
Her iki hadim, Nûşirevân’ın huzuruna çıktılar ve: “Şikayet için gelmiş kimse yoktur. Fakat ihtiyar, zayıf ve uyuz bir eşek kendisini zincire sürtüyor. Belki de kaşınıyor, sürtünmek hoşuna gidiyor” dediler.
Nûşirevân, “Hata ediyorsunuz. Zira bu eşek de adalet istemeye gelmiştir. Her ikinizin gitmenizi ve bu eşeği şehrin içinde dolaştırmanızı istiyorum. Kimin olduğunu öğreniniz ve bana doğru olarak bildiriniz” dedi.
Hadimler Nûşirevân’ın huzurundan çıktılar ve eşeği şehirde gezdirmeye başladılar. Halka “Bu eşeği tanıyan kimse var mıdır?” diye soruyorlardı. Halktan pek çok kişi “Evet, zira halkın çoğu onu tanır. Bu eşek filan çamaşırcı adamındır. Yirmi yıldır kendisini tanırız. Her gün elbiselerini bu eşeğe yükler, çaya gider; yıkar; akşamleyin geri getirir. Eşek genç olduğu müddetçe ona iş yapıyordu. Artık ihtiyarlamıştır. İş yapamıyor diye sahibi onu serbest bırakmıştır. Eşek de şehirde dolaşıyor, insanlar ona acıyarak ot ve su veriyorlar. Çoğu kez onu da bulamıyor.”
Hadimler durumu öğrenince çabucak geri döndüler. Nûşirevân’ın huzuruna çıkarak durumu bildirdiler.
Nûşirevân: “Ben bu eşek de adalet istemeye gelmiştir diye söylemedim mi? Bu gece kendisine yem veriniz. Yarın o çamaşırcı adamı mahallenin dört kethüdası ile birlikte huzuruma çağırınız. Gereken ne ise emredeyim” dedi.
Hadimler ertesi gün denileni yaptılar. Eşeği ve çamaşırcıyı mahallenin dört kethüdası ile birlikte Nûşirevân’ın huzuruna getirdiler.
Nûşirevân çamaşırcıya dönerek: “Bu eşek genç olduğu müddetçe ona iş buyuruyordun. Şimdi ihtiyarlamıştır ve iş yapmaktan aciz kalmıştır. Bu yüzden ona boşuna ot ve yem vermekten çekindin, kovdun. Peki onun 20 yıllık hizmeti nerede kaldı?” dedi ve çamaşırcıya 40 değnek vurmalarını emretti.
Ardından nihaî kararını bildirdi. “Bu eşek yaşadığı müddetçe yiyebileceği kadar yemi bu dört kethüdanın bilgisi dahilinde vereceksin. Yem vermekte kusur ettiğin malumum olursa seni müthiş cezalandırırım, bilmiş olasın.”
Türkler seyyidlerle akraba!
Nûşirevân 48 yıl hüküm sürdükten sonra adaletini dünyaya eser bırakarak her fani gibi ebedî aleme göçtü.
Hazreti Ömer, Sasanî devletini yıkıp İran’ın fethini tamamladığında Nûşirevân’ın üç kızı da esirler arasında bulunuyordu. Bunlara da diğer esirler gibi muamele yapılmak istenince Hazreti Ali, “Resûlullahın esir olan sultanlara ve çocuklarına ayrı muamele yapılmasına dair Hadis-i Şerifi var” deyince Hazreti Ömer bu kızları Sevde validemizin emrine verdi. Bir müddet sonra bunların üçü de kendi istekleriyle Müslüman oldular.
Bunlardan Şehr-i Bânu Gazele Hazreti Ali’nin oğlu Hazreti Hüseyin’le evlendi. Birisini Hazreti Ömer’in oğlu Hazreti Abdullah diğerini de Hazreti Ebubekir’in oğlu nikah edindi.
Hazreti Hüseyin ile Şehr-i Bânu Gazele’nin evliliğinden Zeynelabidin hazretleri dünyaya geldi. Şehr-i Bânu’nun annesi olan Nûşirevân’ın hanımı ise Göktürk hakanının kızı idi. Böylece Türkler ve Acemler seyyidlerin akrabaları olmuşlardır.
..İYİ İNSANLAR
İyi insanlar iyi atlara binip gittiler denir.
Zamanımızda insan ilişkilerini, insanları yönlendiren toplum mühendislerini, yazılı ve görsel basını takip ettikçe bu durum daha iyi anlaşılıyor.
Nitekim liderlerimizin tartışmalarını devlet için en hayati meselelerde dahi birbirleri ile bir araya gelmeyişlerini, birbirlerine üslubunu gördüğümüzde insan endişeleniyor ve gelecek kuşaklar açısından derin kaygılar içerisine düşüyor.
Zira lider ve etrafındaki kadro devletin aynası olduğu kadar gelecek nesiller için örnektir. Gençlerimiz her akşam onları izlemekte ve takip etmektedir. Kavgacı, uzlaşmaz sadece görsel ve yazılı medyaya malzeme verecek politikalarından eminim ki fevkalade rahatsız olmaktadırlar.
Tarihte liderler kendilerinden önceki devlet büyüklerinin hayatlarını araştırırlar, en iyi bir şekilde öğrenirler, onlardan ders ve ibretler çıkarırlardı. İşte onlar tarihe iz bırakan örnekler olurlardı. Bizim tarihimiz bu bakımdan eşsiz örneklerle doludur.
Nitekim Osmanlı padişahları idarenin olduğu kadar sözün, sohbetin, şiirin ve tartışmasının da üstadı idiler.
Nitekim şiirlerini ilk kez bir divanda toparlayan Osmanlı Padişahı, Avni mahlası ile şiirler yazan Fatih Sultan Mehmed‘dir.
Sakiya mey sun ki bir gün lalezâr elden gider
Erişir fasl-ı hazân bâğ-u bahâr elden gider.
Her nice zühd-ü salaha mail olur hatırım
Gördüğümce ol nigarı ihtiyar elden gider.
Şöyle hak oldum ki, ah etmeye havf eyler gönül
Lacerem bad-ı sabâ ile gubâr elden gider.
Evet bir gün insanın benim dedikleri hep elden gider. Öyle ise kalıcı bir şeyler bırakmalı değil mi? Bizim idarecilerimiz ise kavgadan gürültüden başka bir şeyler bırakmayacaklar mı?
Kişi oldur ki koya yerinde bir eser
Esersiz kişinin yerinde yeller eser.
Bakınız Fatih’in musahipleri (danışmanları) arasında edebiyatımızın çok önemli bir şairi Ahmet Paşa’nın bulunması, bir özellik olarak belirtilmelidir. Ayrıca maiyetinde yüz seksen beş şair bulunduğu söylenir.
Latifi tezkiresinin kaydına göre, Saltanat dönemi bilgin ve fakihler devri, hünerliler ve fasihler çağı idi. Her nerede sahasında uzman ve yegane bir bilgin varsa, ister Sind ister Hind’de olsun, büyük ikramlar ve paralar ile yolunda çok mal ve mülk harcayıp, yüksek makam ve mevkiler ile onları özendirip, arzu ve hevesleriyle her birini ülkelerine veda ettirerek, yerlerini yurtlarını terk ettirmiştir.
Ali Kuşçu adlı tanınmış bilgini Acem’den Osmanlı ülkesine davet edince onu yüceltmek için her durağına bin akçe takdir etmişti. Hint’de Hace-i Cihan’a, Acem’de Mevlana Camî’ye her yıl bin flori gönderilirmiş. Bu örneklerden, o dönemde şairlerin, sözleriyle geniş bir alanı etkiledikleri, bir bakıma kamuoyu oluşturdukları, bugün yazılı ve sözlü basının, internetin fonksiyonunu üstlendikleri, toplulukları, etkileyen kişi ve grupları etkiledikleri anlaşılmaktadır. Cihangir amaçlı devlet adamlarının bunları maddi ve manevi iltifatlarla, kendi kamuoylarını oluşturmada yardımlarını almayı amaçladıkları ortaya çıkmaktadır.
Fatih Sultan Mehmed on dokuz yaşında devleti yönetme görevi üstlenmiş, otuz yıl bu işi sürdürmüş, genç sayılacak bir yaşta hayata gözlerini yummuş, döneminde unutulmaz fetihler yapmış, uluslararası çapta yürüttüğü siyasetle Balkanlar’a yayılmanın hem kapısını açmış, hem de ileri noktalara taşımış bir cihangir bir hükümdardır.
Yine Fatih’in;
Senin zencir-i zülfünden dil-i divane bend ister
Usandı derd ile candan asılmağa kemend ister,
Mısralarıyla başlayan şiiri, bugün de mükemmel bir aşk şiiri olarak değerini koruyan sözlerdendir. Görüldüğü üzere sadece devlet idaresinde değil şiirde sanatta hayatın her parçasında varlar.
Onları ne kadar tanıyoruz. Tanımadan ne kadar istifade edebiliriz. Oysa onlardan öğreneceğimiz o kadar çok meselemiz var ki.
.
İstanbul’a Türk mührü
Fatih Sultan Mehmed, henüz 21 yaşında olmasına rağmen âlim, akıllı, idarede mahir, hareketli, hikmetle dolu adil bir padişahtı. Hükümdarlığın ve cihangirliğin yüksek meziyetlerini uhdesinde toplamıştı.
Fetihten sonra İstanbul’a ibretle baktı. Açıkca gördü ki, suyu, havası, dağı, yolu ve sahrası pek güzeldir. Ama emin insanlar ile dolu olmadığından ve İslâm dinince müzeyyen kılınmadığından nazenin bir dilberin zülfünün perçemleri gibi karışık ve perişan kalmıştı.
Bu sebeble memleketlerin süsü ve denizin kilidi olmaya layık görüldü. Evvela vezirlerine, alimlerine ve kullarına ilan etti ki: ”Bundan böyle tahtım İstanbul’dur”. Kendi İstirahatı ve hareminin ikameti için saraylar ve köşkler tertip etti. Buralara emin ve dindar hocalar ve muhafızlar tayin etti. Şehirde büyük bedestenler, çarşılar, pazar yerleri ve kervansaraylar yaptırdı.
Nihayet kendi adı ile anılacak yerde Ayasofya mabedi suretinde bir ulu cami inşa ettirdi. Camie güzel sesli, bilgili hoca, hafız ve müezzinler tayin ile mahfelini müzeyyen etti. Caminin iki tarafına külliyenin bir parçası olarak sekiz medrese yaptırdı. Bu medreselerde güzel sanatlar, tefsir, hadis, usul dersleri, aklî ve naklî ilimler okutuldu. Adaletli, bilgili ve cesur hocalar ile talebeleri alemi güneş gibi aydınlattılar.
Sahn-ı semân denilen bu medreselerin yanında zengin fakir herkes için şifa evleri yaptırıldı. Bilgili hekimler ve sadık hizmetçiIer tayin etti. Bir yanına da büyük bir İmaret yaptırıp, medrese ehline, fukaraya ve mahal leliye günde iki öğün yemek yetiştirildi.
Ebâ Eyyub el-Ensarî hazretlerinin defnedildiği yere gayet güzel bir türbe, yanına medrese ve hamam yaptırdı. Halk şehidlerin reisinin bulunduğu bu yere rağbet edip türbenin etrafına evler ve köşkler yaptılar. Bir hoş kasabadır meydana geldi ki huzur arayanlar ve dinlenmek isteyenler denizden kayıklar, karadan atla ve yaya gelerek hem sohbet hem ziyaret ederlerdi.
Fatih bütün bu imar faaliyetlerinden sonra kendi saltanatı ve ikâmeti için yeni bir saray inşa edilmesini emr buyurdu. Galata karşısında Eyyüb Sultan kabrine, iskeleye, Tophane’ye ve Haliç’e ve boğaza bakar şerefli bir yer seçti. Arap, Acem ve Rum’dan mahir mimarlar ve mühendisler getirtip bir kaç yıl içinde güzel sanat eserleri ile süslü yüce bir saray yapıldı. Her köşkü ve kasrı gönül alıcı olup ab-î hızır ve nehr-i kevser ondan revân olur.
Kalbe ferahlık veren bu muhteşem saraya bir sur çektirdi. Türkî ve Frengi usulünde üçgen ve daire şeklinde kulelerle, dergâh ve kapılarla bir güzel kale yaptırdı. Kalenin suru ile saray duvarının arasını bağ, bostan, bahçe ve gülistan eyledi. Yer yer çeşmeler, havuzlar sohbetgahlar ile süsledi.
Şairler bundan sonra divanlarını İstanbul’un vasfı ile süslemeye başladılar.
Adı Kostantintiyye’dir anın
Tahtgâhıdır Al-i Osman’ın
İki bahr, eylemiş o şehr-i penâh
Biri bahr-ı sefid biri siyah
Girdi bahr içine o şehr amma
Dizine çıktı anın derya
Yar gibi o şehir aya benzer
Kuşanır surdan gümüşlü kemer
Ne gariptir ki göklere kadar
Bir ucunda Yedikulesi var
Ona dizdar olsa güneş yeridir
Yıldızlar o kal’ada hisar eridir.
Kurşun örtülü kubbeler yer yer
Yelken açmış gemilere benzer
Hak bu kim yüzü suyudur dehrin
Yok benzeri cihanda o şehrin.
Kaside Der Vasf-ı İstanbul
Bu şehr-i sitanbul ki bi misl ü behâdır
Bir sengine yek pâre acem mülkü fedâdır
Bir gevher-i yekpare iki bahr arasında
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır
Bir kân-ı niamdır ki anın gevheri ikbâl
Bir bağ-ı iremdir ki gülü izz ü alâdır
Altında mı üstünde midir cennet-i a’lâ
El-hak bu ne halet bu ne hoş âb u hevâdır
Her bağçesi bir çemenistân-ı letâfet
Her kûşesi bir meclis-i pür-feyz ü safâdır
İnsaf değildir ânı dünyaya değişmek
Gülzarların cennete teşbih hatadır
Herkes irişür anda muradına ânınçün
Dergahları melce-i erbab-ı recâdır
Kala-yı meârif satılır sûklarında
Bazâr-ı hüner ma’den-i ilm ü ulemâdır
Camilerinin her biri bir kûh-i tecellî
Ebrû-yi melek andaki mihrâb-ı duâdır
Mescidlerinin her biri bir lücce-i envâr
Kandilleri meh gibi lebrîz-i ziyâdır
Ser-çeşmeleri olmada insana revân-bahş
Germ-âbeleri câna safâ cisme şifâdır
Hep halkının etvarı pesendîde-i makbul
Derler ki biraz dilleri bî-mihr ü vefâdır
Şimdi yapılan âlem-i nev-resm ü safânın
Evsafı hele başka kitâb olsa sezâdır
Nâmı gibi olmuşdur o hem sa’d hem âbâd
İstanbul’a sermâye-i fahr olsa revâdır
Kûh-sarları bağları kasrları hep
Güya ki bütün şevk ü tarab zevk u safâdır
İstanbul’un evsafını mümkün mi beyân hiç
Maksûd heman sadr-ı kerem-kâra senâdır.
Nedim
.Sarayda Bayramlaşma ve İhtişamlı Görüntüler
Aslında Iyd-ı fıtr yani Ramazan bayramı Müslümanlar için bir hüzündür. On bir ay yolunu gözledikleri çok kıymetli bir misafiri, bir sultanı yolcu etmişlerdir. Öte yandan on bir ayın sultanı mübarek Ramazanı şerife ulaşmanın, onun getirdiği feyiz ve bereketlere nail olmanın ve o ayda Rabbinin rızasına kavuşmanın neticesidir bayram. Osmanlılarda Ramazan ayı saraydan köylere kadar bir ve beraber heyecanla geçirildiği gibi bayramda huşu ve muhabbetle kutlanırdı.
Bir cihan devleti olan Osmanlı İmparatorluğu, İslâm medeniyetinin en ihtişamlı temsilcisi olarak yeryüzüne hükmettiği devirlerde, her şey gibi bayramlar da tebaaya manevi bir haz ve bambaşka bir zevk verirdi. Devletin öngördüğü her işin tertipli ve intizamlı bir şekilde yürümesine önem veren Osmanlı padişahları, Topkapı Sarayı’nda yapılacak olan Bayram merasiminin de, Devlet-i Aliyye’nin şanına yaraşır bir biçimde yürütülmesine büyük özen gösterirdi.
Öyle ki, bayram töreni ile ilgili düzenlemeler, basit bir şekilde hazırlanmasına rağmen Osmanlı Devleti’nin ilk Kanunnamesinde dahi yerini almış; törenin ne şekilde yapılacağı ve merasim heyetinin kimlerden oluşacağı titizlikle belirlenip kararlaştırılmıştı.
Osmanlı Devleti’nde Bayram töreni ile ilgili ilk resmî düzenleme Fatih Sultan Mehmed tarafından yapılmıştır.İstanbul’un fethinden sonra şehrin en güzel yerinde büyük ve muhteşem bir saray inşa ettiren cihan padişahı, çıkardığı ilk Osmanlı Kanunnamesinde burada yapılacak Bayram töreninin adap ve erkânını da açıklamıştı.
Bayram törenlerinin hazırlıkları Teşrifat Kalemi’nin, yani Protokol Müdürlüğü’nün vazifesiydi. Padişah için düzenlenecek tebrik töreninin teferruatı bu daire tarafından hazırlanır ve işlemler buna göre yürürdü. Ramazan Bayramı namazı ve bayramlaşma merasimine katılacaklara davet tezkireleri dağıtılırdı.
Arife Divanı
Sarayda bayram merasimleri Ramazanın son gününde “Arife Divanı” ile başlardı. O gün öğle namazından sonra, divan çavuşları tören kıyafetiyle Divanhane’nin (Kubbealtı) önünde saf tutarlardı. Tören kıyafetinin bir parçası olarak ellerinde tuttukları uzun sopalarla görülmeye değer bir manzara oluşurdu.
Onların arkasında Has Ahır halkı/seyisleri yer alırdı. Bunlar padişahın atından sorumluydu. Padişahın atı o güne mahsus olarak süslenmiş olurdu. Koşumları kıymetli taşlarla süslenirdi.
İkindi namazından sonra mehteran nevbet vurmaya başlardı. Bu sırada padişah Arz Odası önüne konulan sedef işli Arife tahtında otururdu. Kısa bir dua yapılır, duayı müteakip Fatihalar okunurdu. Ardından Padişah Birun ve Enderun görevlileri ile Ocak Ağalarının kutlamalarını kabul eder, bayram armağanları verirlerdi.
Arife Divanı’ndan sonra padişahın ata binerek Hasbahçe’de kısa bir gezinti yapması, akabinde bahçedeki köşklerinden birinde dinlenirken, içoğlanlarının müsabakalarını seyretmesi de gelenekti.
Bayram törenleri
Padişah bayram sabahı namazını Hırka-i Saadet Dairesi‘nde veya Ağalar Camiinde kılardı. Ardından Hırka-i Saadet Dairesi önüne kurulan tahtına otururdu. Enderun’un güzel sesli hafızları dualar okurlar, ardından görevliler bunlara hediyelerini verirlerdi. Mehter çalmaya başlayınca bir taraftan da topluluk hep bir ağızdan “Ömrün uzun olsun”! “Iydin said olsun”! (Bayramın mübarek olsun) diye bağırırlar ve dua ederlerdi.
Diğer taraftan padişahı ile bayramlaşma hakkı olan kişiler sabah namazını Ayasofya Camii‘nde kıldıktan sonra saraya gidip Divan-ı Hümayun’da toplanırlardı. Topluluğun geldiği haberi padişaha iletilince, sultan da Arz Odası‘na geçerdi. Daha sonra da görevlilerin dizildiği yoldan tahtın bulunduğu yere gelirdi. Bu sırada görevliler “Aleyke avnullah” diyerek seslenirlerdi.
Tören sırasında kimin nerede duracağı en ufak teferruatına kadar belliydi. Örneğin padişahın oturduğu tahtın arkasında sağda harem ağası, solda da silahtar bulunurdu. Buradaki tören sırasında mehter durmadan çalardı. Bayramlaşmaya gelen padişahı karşılayan nakibüleşraf dua ederdi. Bu duaya âmin diyen padişah tahtına oturur ve devlet adamları rütbelerine göre sağ taraftan gelerek padişahın bayramını tebrike başlarlardı. Veziriazam, kazasker gibi görevliler etek öperken padişah ayağa kalkardı. Bu üst düzey ricalden sonra sıra defterdar, nişancı reisülküttap, defter emini gibi bürokratlarındı. Ancak bunlar öncekiler gibi etek değil eşik öperlerdi. Şeyhülislâm ise padişahın önünde eğilir ve elini öperdi. El etek öpme işlemini bitiren görevliler kendileri için belirlenmiş yere geçerek tören müddetince ayakta dururlardı. Kapıkulu ocaklarının üst düzey subayları da bu bayramlaşmada bulunurdu.
Padişahların bayram merasimini ezbere bilmeleri gerekmezdi. Bayram tahtı kurulup musâfaha başladığı zaman, padişaha kim için ayağa kalkıp, kim için kalkmayacağı usulünce hatırlatılırdı. Kalkması gerektiği an çavuşlar hep bir ağızdan: “Hareket-i hümayun Padişahım! Devletinle bin yaşa!” diye seslenir; tekrar oturması gerektiğinde de, yine gür bir sesle: “İstirahat-i hümayun Padişahım! Devletinle bin yaşa!” diye hitap ederek, âdâb ve erkâna göre oturmasını ve kalkmasını temin ederlerdi. Tören boyunca kesintisiz olarak Mehter vurulur; Sarayburnu önüne getirilen Donanma-i hümayun da ona eşlik ederek, Mehter sesi kesilinceye kadar ard arda top atışında bulunurdu.
Bayram alayı ve namazı
Sarayda bayramlaşmanın tamamlanmasından sonra padişah Hasoda’ya geçerek bayram namazı için üstünü değiştirirdi. Bayram namazı büyük camilerden birisinde genellikle saraya yakın Ayasofya veya Sultanahmet‘te kılınırdı. Bayramdan önce padişaha namazı nerede kılacağı sorulur, buna göre hazırlık yapılırdı.
Padişah haremden çıkıp, özel olarak süslenmiş atına biner ve Babüsselam Kapısı önünde kendisini bekleyen devlet adamlarıyla birlikte camiye doğru yola çıkardı. Devlet ileri gelenleri rütbelerine göre atlı veya yaya olarak padişahı takip ederlerdi. Tören bölüklerini teşkil eden solaklar ve peykler ise kıyafetleri ve hareketleri ile göz dolduran bir görünüm arz ederdi. İstanbul halkı bu manzaraya şahitlik edebilmek için güzergâhı doldururdu.
Camiye gidilip, namaz kılındıktan sonra da aynı düzen içerisinde saraya geri dönülürdü. Bayram namazı için yapılan bu gidiş ve dönüşe bayram alayı denilirdi.
Fransız seyyahı Paus Lucas eserinde bir bayram alayını şöyle tasvir etmektedir:
“At üzerindeki hükümdarın ihtişamı ile hiçbir şey mukayese edilmezdi. Bindiği ve yedekte götürdüğü atları yeryüzünün en güzel atları idi. Atların güzelliği ve koşumlarının zenginliği ve subayların çokluğu içinde alay intizam ve hem kendisinden hem de seyreden halktan gelen dikkate şayan bir sessizlik içinde yol alıyordu. Gerçekten de dünyanın en eğlenceli ve en meraklı gösterisi idi”.
Bütün merasimlerde padişahın hemen arkasında bulunan Rikabdar, Silahdar ve Çukadar ise sırma bantlı kırmızı kadifeden yatırtma başlıkları kıymetli kumaştan yapılan kaftanları ile dikkati çekerdi. Alay-ı Hümayun’larda asıl tören bölükleri ise sırma bantlı kırmızı kadifeden yatırtma başlıkları kıymetli kumaştan yapılan kaftanları ile dikkati çekerdi.Saray-ı hümayuna dönülür dönülmez Bayram ziyafeti ve eğlenceleri başlardı. Has Oda önüne kurulan tahtına oturan padişahı, saray nedimleri ve musahipleri birbirinden güzel nüktelerle eğlendirirlerdi. Bu sırada Helvahâneden tabaklar ile helvalar getirilip dağıtılırdı. Yeniçerilere kızarmış koyun ve çörek servisi yapılırdı. Yeniçeriler yemeklerini arka bahçede yerlerdi. Bayram ziyafeti bitince artık tören tamamlanır ve hane halkıyla bayramlaşmak üzere herkes evine dağılırdı. Padişah da ailesi ile bayramlaşmak üzere hareme giderdi.
Diğer faaliyetler
Bayramın ikinci günü Padişah “yeni saray” yani Topkapı Sarayı’nda bulunan Gülhane Köşkü’nde bulunurdu. Buraya Kaymakam, Şeyhülislam, Kaptanpaşa gibi görevliler, maiyetleri ile birlikte gelirler ve bayram tebriki için bir tören düzenlenirdi. Bayramın üçüncü günü ise, Padişahlar eski geleneklere göre, Eski Saray’da cirit oyunu seyrederlerdi.
Bazı bayramlarda Padişahlar halka açık büyük şenlikler düzenletirdi. Bu gibi durumlarda seyirciler yarım ay şeklinde otururlar, padişahın otağı da bunların tam merkezinde bulunurdu. Padişahın otağının sol yanında ziyafet çadırı yer alırdı. 15. yüzyıldan sonra şenlik düzeni belirli bir protokol ve programa bağlanmıştır. Bayramlarda öğleden önce bayramlaşma, ikram, pişkeşlerin dağıtılması ve yemekle geçer, öğleden sonra da gösteriler yapılırdı. Büyük törenlerde geceleri kandiller, mahyalar ve fişeklerle donanma düzenlenirdi. Yapılan gösterilerde çeşitli hünerler, esnaf oyunları, sportif müsabakalar yer alırdı.
Böylece bayramlar bir devlet halk kaynaşmasını da beraberinde getirmiş olurdu.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
.Destan Süngülerle Yazıldı
Savaştan önce Türkler’i birinci sınıf döğüşen bir kalabalığa benzeten İngiliz başvekili bu kez “Türkler’i tanımakta çok geç kaldığım için utanç duyuyorum” diyordu.
Gerçek sebebi sanayileşmiş ülkeler arasında dünyada iktisadî ve siyasî hakimiyeti ele geçirme mücadelesi olarak tarif edilen I. Dünya Savaşı 28 Temmuz 1914′te Avusturya-Macaristan’ın, Sırbistan’ın başkenti Belgrad’ı bombardıman etmesiyle başladı. Bu durum Rusya’nın seferberlik ilanına, akabinde de Almanya’nın sırayla 1 Ağustosta Rusya’ya, 3 Ağustosta Fransa’ya, 4 Ağustos’ta Belçika’ya savaş ilan etmesine yol açtı. Yine 4 Ağustos 1914′te İngiltere anlaşmalar gereği Almanya’ya savaş ilan etti. Böylece tarihe I. Dünya Savaşı olarak geçen mücadele başlamış oldu.
Rusya’da seferberlik süresinin yüzölçümlerinin genişliği nedeniyle uzun süreceğini hesaplayan Almanya planını buna göre hazırladı. Almanya asıl büyük kuvvetiyle Fransa’ya yüklenecek ve bu devleti 6 haftada çökerttikten sonra Rusya’ya dönecek, onu yere serecekti. Bu altı haftalık süre içinde Avusturya, Rusya’yı oyalayabilirdi. Plan gereği Alman orduları Belçika’ya girdikten sonra Fransa’ya sarktı. İlk anda çekilen Fransızlar, Marne Nehri üzerinde kuvvetli bir savunma hattı kurdular. Almanlar şiddetli taarruzlarına rağmen bu hattı kıramayıp Rus cephesine yöneldiler.
Almanya, Ağustos ve Eylül aylarında Rusya ile yaptığı iki muharebeyi de kazanırken müttefiki Avusturya’nın hali iyi değildi. Avusturya ordusu başlangıçda Belgrad’ı ele geçirdi ise de fazla tutamadı ve yine Sırplar’a kaptırdı. Bu arada Galiçya cephesinde de Ruslar’a mağlup olarak çekildi.
Denizlerde ise Almanya ile İngiltere arasındaki mücadelenin galibi Falkland Muharebesi ile İngiltere olarak ortaya çıkmıştı.
1914 yılı sonunda görünen ve gelinen netice Almanya ve müttefiklerinin savaşı kaybedecekleriydi. Onları kurtaracak yegane şart yeni müttefikler bulmak olacaktı. Bu ise son yıllardaki iyi münasebetleri ile Osmanlı Devleti olabilirdi. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesinin onlara çok büyük faydaları olacaktı. En önemlisi Osmanlı Devleti savaşa girerse; Ruslar kuvvetlerinin büyük kısmını açılacak Kafkas cephesine kaydıracaklar, böylece Avusturya ve Almanya’nın yükü önemli ölçüde hafifleyecekti.
Hesaplar
Osmanlı Devleti’nin uzun süre harbe girmemek ve tarafsızlığını korumak yolundaki kararı başta Harbiye Nazırı Enver Paşaolmak üzere kabinenin bazı savaş yanlısı üyelerinin tertibiyle bozuldu. Devlet, bilindiği üzere Yavuz ve Midilli adı verilen iki Alman gemisinin 29-30 Ekim 1914 gecesi Türk karasularından çıkıp Odesa ve Sivastopol gibi Rus limanlarını topa tutmasıyla fiilen savaşa girmiş oldu. Şimdi itilaf devletleri planlarını yeniden gözden geçirmek durumundaydılar.
Bunların başında Çanakkale Boğazı’na karşı girişilecek teşebbüs geliyordu. Bu teşebbüsün gayesi şu noktalarda toplanıyordu.
Boğazlar ve İstanbul müttefiklerin eline geçerse Osmanlı Devleti için barışı kabullenmekten başka çare kalmayacaktı. Bu takdirde Osmanlılar kısa bir sürede tasfiye oluyorlardı.
Yine boğazlar elde edilirse Rusya ile yakın temas kurulabilecekti. Böylece Rusya’ya silah ve malzeme sevki daha kolay yapılabilecek ve Rusya’nın da buğdayından istifade edilebilecekti.
Son olarak Osmanlı Devleti’nin savaştan çekilmesi henüz savaşa katılmamış Balkan ülkeleri üzerinde etkili olur ve bunlar merkezi devletler safında yer almaya cesaret edemezlerdi.
Osmanlılar’ın savaş dışı bırakılması fikri özellikle İngiliz Bahriye Nazırı bilahare Başbakan olacak olan Churcill tarafından savunulmuştu.
Dolayısıyla Osmanlı Devleti daha başlangıçta Doğu Anadolu ve Kafkasya‘da Rusya’ya, Kanal Cephesinde ve Irak‘ta ise İngilizler ile müttefiklerine olmak üzere Çanakkale ile birlikte dört cephede çarpışmak zorunda kaldı. Daha sonra cephelerin sayısı artacaktır.
Görüldüğü gibi gerek sağlayacağı faydalar yönüyle, gerekse Osmanlılar’ı kısa sürede safdışı bırakabilme gayretiyle itilaf devletleri Çanakkale Boğazı’na yönelik harekata büyük önem verdiler.
Her yer kan
Ortak bir İngiliz – Fransız donanması 19 Şubat’tan 18 Mart 1915′e kadar Çanakkale Boğazı’nın iki tarafındaki Türk tabyalarını bombardıman ettiler. 18 Mart’ta müttefik donanmasının boğazı geçme teşebbüsü tam bir felaketle neticelendi. Bir gece önce Nusret mayın gemisinin Karanlık liman bölgesini mayınlaması deniz harekatının gidişatını değiştirmişti. Gerek Çanakkale Boğazı’nin iki yakasındaki mevzilerden açılan yoğun ateş ve gerekse Karanlık limana dökülen mayınların etkisiyle mevcutlarının % 35′ini kaybedip çekilmek zorunda kaldılar. Bu başarılı savunmayı idare eden Çanakkale müstahkem mevki kumandanı Cevad Paşa “18 Mart Kahramanı”unvanı ile anıldı.
18 Mart bozgunu İtilaf devletlerine karadan destek almaksızın yalnız deniz kuvvetleriyle boğazın geçilemiyeceğini gösterdiğinden General Hamilton‘un emrinde bir çıkarma ordusu hazırlanmaya başladı. Avustralya ve Yeni Zelanda askerlerinden oluşan kolordu (Anzak kolordusu) Arıburnu’na, İngiliz ve Fransız kuvvetleri de Seddülbahir’e çıkartılacaktı. Çıkarma harekatı 25 Nisan 1915 günü sabaha karşı İngiliz Generali Hamilton ve Fransız Generali Amadeu idaresinde başladı. Böylece Çanakkale’de başlayan savaşlar Türk’ün şehadet destanları ile doludur. Çok kanlı bir şekilde cereyan eden Kirte Muharebeleri, Zığındere ve Anafartalar Muharebesi, Kocaçimen, Conkbayırı, Kanlısırt, Kirtepe, Kanlıtepe ve Aslantepe Muharebeleri Türk kuvvetlerinin zaferi ile neticelenmiş, muvaffak olamayacaklarını anlayan düşmanlar Ocak 1916′da perişan bir halde çekilip gitmişlerdir.
İngiliz ve Fransızlar’ın mutlak aşma niyetlerine, üst üste komuta kademelerinde değişikliğe gitmelerine, sürekli takviye birlikleriyle desteklemelerine rağmen boğazı aşamamalarının sırrı nedir? Çanakkale’yi geçilmez kılan hangi güçtür? Oysa kuşatma öncesinde durum ne kadar farklıydı.
Dönemin İngiltere Başvekili Sir David Lloyd George “Türk Milletini” sadece I. sınıf döğüşen bir kalabalık olarak tanımlarken Bahriye Nazırı Churcill ise “Türkler mi? Bir elimizi arkamıza bağlar, diğer elimizle ezer geçeriz o milleti” diyerek küçümsüyordu.
Anka avlanılmaz
Gazeteler ise bu beyanatlarla coşuyor ve asırların kinini şu şekilde ifade ediyorlardı:
“… Son haçlı seferlerinden beri ilk defadır ki Batı, Doğu’ya yönelmiş bulunuyor. Hristiyanlık alemi, Fatih Sultan Mehmed’in 29 Mayıs 1453 meşum tarihinde Bizans İmparatorluğu’na indirmiş olduğu şiddetli darbenin öcünü almak için toptan harekete geçmiş bulunuyor. “
“… Diğer savaş meydanlarından alınıp buraya yığılan gemiler sanki bir tek amaç için, belki de Hristiyanlık aleminin Türkler’e karşı yapabileceği son haçlı seferi içindir. “
“… Geçmişteki haçlı seferleri, başarı bakımından o kadar kayda değer şeyler değildir. Halbuki bu sonuncusu ve en büyüğünde haçlılar, bir zamanlar Viyana kapılarından Kudüs’e kadar uzanmış olan eski Osmanlı İmparatorluğu’nun her bir köşesinde kemikleri dağılıp kalmış Orta Çağ şövalyelerinin öcünü alacaktır.”
Böyle bir haleti ruhiye içerisinde Çanakkale önlerine gelen İngilizler’in hayalleri de asırlar önceki haçlılarınki ile şaşırtıcı bir benzerlik oluşturuyordu. Müttefik Kara Kuvvetleri Komutanı General Hamilton “Ümitlerimiz çok çok artmıştı. Kurtarılacak Kudüs mü yoksa İstanbul muydu? Ne farkı var? Askerin başarısının sınırı yoktur. “
İngilizler’in edebî metinlerinde galiba şu mealde bir beyit yoktu veya hiç duymamışlardı.
Anka avlanılmaz tuzağını topla
Tuzağa giren olur berhava
Nitekim kara harekatının başladığı günlerden itibaren General Hamilton’un günlüğü şu ifadelerle dolmaya başladı:
“Bir komutan için en büyük düşman etrafa korku salan kimsedir. Türkler gerçekten cesur ve görüldükleri yerde dehşetli korkular bırakıyorlar. Masal kitaplarında değil ama süngü takmış parıltılar içinde Allah Allah sesleriyle üzerimize koşuyorlar… (Gelibolu Günlüğü, s. 124)”
“Tümen komutanlarım ve tugaylar, birliklerinin sabahtan beri sürdürdükleri kahramanca çabalardan, bütün gün süren ağır çarpışmalardan sonra takatlarının tükendiğini ve şimdi de düşmanın nefes aldırmaz şarapnel hücumlarından ötürü maneviyatlarının kırıldığını bildirdiler. Birliklerden bir kısmı ateş hattını terkedip geri çekildi (Gelibolu Günlüğü, s. 104).
“Dürbün gözlerimde öylece kala kaldım ve durumun sakinleştiğine inanmak istedim. Öyle geldi ki binlerce Türk askeri Kerevizdere’ye doğru yön değiştirdi ve hızla geri çekildi. Birkaç saniye geçmişti ki Türkler’in 6 inçlik topları ateşe başladı. Muazzam dumanlar, sarı şimşekli alevler yükseliyor, düşman topları ilk defa bütün güçlerini göstererek bir volkan gibi patlıyor. Büyük çaplı obüs topları da cehennemi orkestranın ahengine katılıyor. Dumanlar dağıldığında manzara şuydu: Senegalli birlikler perişan, dağılmış, çılgınlar gibi kaçıyor. Onları durdurmak artık imkansız.
Tescilli mağlubiyet
Çanakkale zaferini kazanan ruh Türk askerinin mayasında vardır. Zira anası onu vatan için doğurmuş ve hep böyle günler için hazırlamıştır. Nitekim günü geldiğinde de şairin ifade ettiği gibi,Haydi yavrum! Ben seni bugün için doğurdum. Hamurunu yiğitlik duygusuyla yoğurdum. Türk evladı o dur ki, yurdu olan toprağı Ana ırzı bilerek yad ayağı bastırtmaz. Bir yabancı bayrağı Ezan sesi duyulan hiçbir yere astırtmaz. Git evladım yıllarca ben oğulsuz kalayım. Şu yaralı bağrıma kara taşlar çalayım. Haydi oğlum, haydi git. Ya gazi ol, ya şehid.
Savaşta şehitliği en büyük rütbe kabul eden bir millete kim karşı durabilir? İşte General Hamilton’un
acz, yeis, ümitsizlik, çaresizlik hali:
…Haber bekliyorum, yok! On defa telsiz odasına gittim, geldim, hiçbir haber yok! Artık alıştığımız dehşet verici sesler, karadan denize esen rüzgarlarla kulaklarımıza ulaşıncaya kadar Allah Allah bağırışlarıyla Türkler geliyor… Şaşkınlıktan bir türlü kurtulamadığım bir an. Mümkün olan hangi kaynaktan istifade edip yardıma koşabilirim. Ne azap verici bir durum! (Gelibolu Günlüğü, s. 129).
“Türkler en etkili savaşlarını veriyorlar. Türkler’in morallerinin yüksekliği de aşikârdır. Çok mükemmel komuta edilen ve yiğitçe döğüşen Türk ordusuna karşı savaşıyoruz.
… Ah ne elem verici durum her biri mükemmel birlikler olan taburlarımız eridi. İskelete döndü. Birliklerin gölgesi kaldı adeta. Dereler gibi kan akarken, sahile nakledilen yüzlerce yaralının miktarı arttıkça ıstırab içinde düşünüyorum.
Vaziyet son derece sinir bozucu idi. Askerlerin her biri şu elem verici düşünceyle savaşa gidiyordu. Düşmanları sandıklarından çok daha sertti.
… Askerler artık birlikte savunma ruhuna sahip değil. Ağır bombardıman veya tüfek ateşi karşısında ilerliyemiyorlar. Saldırı için atılganlık göstermedikleri gibi en basit bir düşman saldırısından da ters yüzü dönüp uzun süre kaçıyorlar. Askerin çoğu da sağda solda gizleniyor.
Ve Hamilton’un yerine atanan General Monro‘nun Çanakkale harekatıyla ilgili raporu:
“… Bana kalırsa, Türk savunma hatlarına karşı yapılacak yeni bir saldırının başarıya ulaşma şansı yoktur. Askerî sebepler göz önüne alınırsa yarımadanın boşaltılması doğru olacaktır.”
Nihayet 23 Ekim 1915 tarihinde Londra’da toplanan savaş komitesi Seddülbahir de dahil olmak üzere Çanakkale’deki bütün cephelerden çekilmeye karar vermiştir diyerek mağlubiyetlerini tescilliyordu.
Böylece Türk cesareti İngiliz soğukkanlılığını, Türk azmi İngiliz inadını ve Türk vatanseverliği İngiliz gururunu yenmiş, şanlı tarihimize “Çanakkale Geçilmez”ibaresini yazdırmıştır.
Savaştan önce Türkler’i birinci sınıf döğüşen bir kalabalığa benzeten İngiliz başvekili bu kez “Türkler’i tanımakta çok geç kaldığım için utanç duyuyorum” cevabını verebilmek cesaretini kendinde bulmuştur.
“Türkler’i bir elimizi arkaya bağlar, diğer elimizle yener geçeriz” diyen Bahriye Nazırı Churchill’e durumu sorduklarında “Türkler’in tek elle yenik düşürülmesinin imkansızlığını gördüm” diyerek bir itirafta bulunmuştur.
Öyle zannediyorum ki İngilizler’in diğer eli hile, desise ve entrika siyasetidir.
.Söz âlimde güzeldir!
Herkes konuşur, herkes söyler. Ancak herkesin sözü aynı etkiyi mi yapar? İşte ilim sahibi olmanın bir güzel tarafı da söz söylemeyi bilmesidir. Her ilim sahibi sözü güzel söylemeyi bilir demesek de cahilin sözü olmaz. Bu meyanda biraz da sözün etkisinden gücünden bahsetmek yerinde olacaktır.
Sözler vardır insana şifadır, derdine devadır. Sözler vardır sağlam adamı hasta eder, zinde insanı verem eder. Sözler vardır bir milleti şaha kaldırır. Sözler vardır koca bir orduyu bozguna uğratır. Zamanında ve yerinde söylenmiş bir söz, aslında en büyük silahlardan daha etkileyicidir.
Sözün gücü ve güzeli denince akla ilk gelen Yunus Emre’nin o güzel mısralarıdır:
Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Konuşmasını, güzel söz söylemesini bilen, diline ve dile hâkim olan kişinin söylediği sözler onun yüzünü ak eyler. Sahibini asla mahcup eylemez.
Onun için akıllı kimse yemeği pişirmeden yemediği gibi sözü de pişirmeden söylemez. Sözün pişirilmesi, konuşmadan önce sözlerin kendi içinde iyice ölçüp biçilmesi anlamının düşünülmesi ve kullanılacak kelimelerin özenle seçilmesidir. Artık imbikten süzülürcesine kişinin dudaklarından değil de sanki yüreğinden dökülen bu sözler, gönüllerde yankı bulur, zihinlerde iz bırakır. Bu şekilde konuşulan konular neticeye varır. İş tamama erer.
Devam ediyor Yunus Emre
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağılı aşı, bal ile yağ ede bir söz
Öyle sözler vardır ki söylediğin anda insanlar arasındaki çatışmayı, kavgayı, husumeti bir anda durdurur. Öyle de sözler vardır ki sahibinin kellesini bir anda yele verir. Bir sözle insanlar birbirine girer, kavgalara, savaşlara sebep olur, bir sözle savaşlar sona erer, sulh ve sükûn gelir. İşte bunun gibi bir söz, zehir gibi yemeği bal ile yağ gibi yaparken bir söz ise baklavayı zehir gibi yapar da kimse dönüp bakmaz. Güzel ve tatlı konuşmanın değer ve kıymetini ne güzel ifade ediyor Yunus Emre.
Gel ahî ey şehriyâri sözümüzü dinle bâri
Hezâr gevher ü dinârı kara toprağ ede bir söz
Yunus Emre bu defa da bizlere şöyle sesleniyor:
Gel ey kardeş, ey dost sözümü dinle! Öyle sözler vardır ki binlerce mücevheri, altını kara toprak gibi değersiz kılar. Gel böyle bir sözü söyleme. İnci ve mücevherleri yele verme!
Gerçekten de bir kimse size maddî değeri çok yüksek ve güzel bir hediye alsa, ama hediyeyi verirken sizi minnet altında bırakacak kibirli ve gururlu tavırlar takınsa uygunsuz sözler söylese, o hediyenin sizin için bir değeri kalır mı? Diğer yandan sizi yürekten seven gerçek bir dostun sunduğu basit bir hediye sizin için hazinelerden daha kıymetli değil midir?
Kişi bile söz demini demeye sözün kemini
Bu cihân cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz
Sözün fasih, beliğ ve güzel bir üslupla ifade edilmesi de yeterli olmamaktadır. Yerinde, zamanında ve muhataba göre söylenmesi de büyük önem taşır. Yerinde ve zamanında söylenmeyen söz, hedefini bulmayan ok gibidir. Her doğru her yerde söylenmez sözü de bu inceliğe işaret etmektedir.
Yunus Emre ikinci mısrada ise önce bu dünyanın aslında bir zindan ve cehennem olduğunu belirterek sıkıntılarına işaret ediyor. Nitekim dünya hayatı bir sürü meşakkatle doludur. Ölüm, hastalık, yalnızlık, geçimsizlik, fakirlik ve daha nice elem ve kederler insanoğlunu beklemektedir. İnsan küçük bir lezzet için bazen çok ağır bedeller ödemek zorunda kalır. Nitekim aşağıdaki şu kıta bu halin tam bir ifadesi gibidir.
Afet-i gamdan aceb dünyada kim azâdedir
Herkesin bir derdi var mâdem ki âdemzâdedir
Bir hûma-yı zevki bin sayyâd-ı gam takib eder
Böyle bir mevhuma bilmem neden halk üftâdedir
“Afet-i gamdan aceb dünyada kim azâdedir”. Dünyada kimse var mıdır ki; gam üstüne gelmiş olmasın, onun üzerine gam yağmurları yağmış olmasın.
“Herkesin bir derdi var madem ki ademzâdedir”.. Âdemoğlu değil mi bir kere, mutlaka derdi vardır dışarıdan belli olmasa da.
“Bir hûma-yı zevki bin sayyâd-ı gam takib eder.”Sayyâd avcı demek hûma da kuş. Zevk kuşunu bin tane gam avcısı takip eder. Kuşun peşinde bin tane avcı düşünün. Onun kurtulma şansı var mı? İşte senin de bir zevkini bin üzüntü avcısı takip ediyor. Onu yakaladığın anda başına üşüşecekler.
“Böyle bir mevhuma bilmem neden halk üftâdedir.” Üftâde de düşkün demek. “Mevhûm, vehm edilen, hayal mahsulü olan hakîkat olmayan bir şeye halk, insanlar yani niçin düşkündür? Anlayamıyorum” diyor.
İşte Yunus Emre de; yapılacak olan güzel bir sözle, sıcak bir tebessümle çevremizdeki insanların gönüllerini ferahlatmak olmalıdır. O zaman bu cihan Cehennemi sekiz Cennet oluverir diyor. Gerçekten de herkes kendine biraz çeki düzen verse, başkalarını incitmemek için sözlerini özenle seçse, maksadını nezih ve nazik bir dille anlatsa bu dünya cehennemi cennete dönmez mi? “Mümin, elinden ve dilinden Müslümanların zarar görmediği kişidir” kutsî hadisi de bize aynı ufku göstermiyor mu?
“Kim ki Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa ya hayır konuşsun yahut sussun.”
Demek ki yukarıdaki beyitlerde olduğu gibi konuşamıyorsan sus ve konuşma. Kârlı çıkarsın yoksa herhalde zarardasın. İsterseniz yine Yunus Emre’ye kulak verelim.
Söylememek harcısı söylemegin hasıdır
Söylemegin harcısı gönüllerin pasıdır
Gönüllerin pasını ger sileyim der isen
Şol sözü söylegil kim sözün hulâsasıdır
Burada “harc” sözü “güç, kuvvet, yapıştıran” şeklinde anlaşılmalıdır. Binalarda tuğlaları birbirine yapıştırana da “harç” denir. “Söylememek harcısı söylemeğin hasıdır” derken, “konuşmamaktan doğan güç, en has konuşmaya bedeldir” veya konuşmanın en güzeli konuşmamaktır diyor. Konuşmanın gücü ise gönüllerde pas oluşturmaktan başka bir sonuç vermez.
Gönüllerde oluşan bu pası silmek istersen öyle bir söz söyle ki sözün özeti hülasası olsun. Sözü uzun etme, aksi takdirde pası artırmaktan başka bir fayda vermez.
Yusuf Has Hacib, Kutadgubilig’de beylere nasihat ederken:
Ne yumruktan ne kılıçtan iz kalır,
İnsan ölür arkasından söz kalır
Demektedir. Halka demir yumrukla ve kılıçla değil güzel sözle yaklaş. Halkının kalbini ve gönlünü kazan. Sen halkının kalbini kazanırsan, halkın da sana karşı malını (vergisini) kıskanır mı? Askerin senin uğrunda canını vermekten kaçar mı?
Nitekim tarihin büyük cihangirleri halkı ve askerleri tarafından en çok sevilenlerdir. Halkını demir yumrukla korkutanların saltanatı uzun sürmez. Sonu mutlaka felaket olur. Son yüzyılda kurulan imparatorluk veya çeşitli devletlerin akıbetlerini çok iyi tahlil etmek gerekmektedir.
Netice olarak düşünmeden, sonunun nereye varacağına bakmadan söylediğimiz sözler, çoğu kez karşımızdaki kişi üzerinde olumsuz ve kırıcı etki bırakabilir. O anki duyguların etkisinde kalarak ağzımıza geleni söylemek, yanlış bir davranıştır. Sözlerimizi iyice düşünüp etkisini hesapladıktan sonra söylemeliyiz.
En iyisi, olayların etkisinin geçmesini beklemek, sonra konuşmaktır. Sonradan pişman olacağımız, üzüleceğimiz sözleri söylememek için sakin olmalı, iyice düşünüp öyle konuşmalıyız.
“Boğaz dokuz boğum”. “Dokuz kere düşün bir kere söyle”! “Önce düşün, sonra söyle”! “Sözünü bil, pişir; ağzını der, devşir”, atasözleri de hep telafisi mümkün olamayan hatalara düşmemek için değil midir?
.Nasihat mı Anayasa mı?
Osman Gâzi yarım asra yaklaşan beyliği ile altı yüz seneden fazla devam edecek bir devletin temellerini attı. Adını verdiği devleti, Hulefa-i Raşidin (dört büyük halife) döneminden sonra islamiyet’e en büyük hizmeti yapmakla nam kazandı. Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının ortasında ve Akdeniz havzasında beşer tarihinin i’la-yı kelimetullah davasının en kudretli temsilcisi oldu. Medeniyet ve kültür alanında şaheserler ortaya koydu. Ciltler dolusu eserlere sığmayacak başarılara imza attı.
Ne idi bu muzafferiyetin sırrı…
Devlet hangi sağlam temeller üzerine bina edilmişti?..
Onu Osman Gâzi’nin son seferine, ahiret yolculuğuna çıkmadan önce oğlu Orhan Gâzi’ye yaptığı vasiyetlerde arayalım.
Âkıbet-i kâr budur herkese
Bâd-ı fenâ pîr ve civâna ese
Azm-i beka eyler isem ben bu dem
Devlet-i ikbâl ile ol muhterem!
Çünkü, senin gibi halef koymuşam,
Rihlet edersem bu cihandan ne gam.
Lik vasiyet ederim gûş kıl!
Gayrı gam-ı deni ferâmuş kıl!
Dilerim ey sâhib-i ikbâl ü câh!
itmeyesin cânib-i zulme nigâh!
Adl ile bu alemi âbad kıl!
Resm-i cihâd ile beni şâd kıl!
Râh-ı cihâd içre edip fütuhat,
Memleket-i Rum’da kıl adl ü dâd.
Eyle ulemaya riayet temam.
Ta ki bula, emr-i şeriat nizam
Her nerede işidesin ehl-i ilim,
Göster ona rağbet-i ikbâl ü hilm!
Asker ve mal ile gurur eyleme!
Şer’i şerif ehlini dûr eyleme!
Şer’dir mayesi şâhi ve bes!
Şer’a muhalif işe etme heves!
Matlabımız din-i Hudâ’dır bizim.
Mesleğimiz râh-ı Hudâ’dır bizim.
Yoksa kuru mihnet ve kavga değil,
Şah-ı cihân olmaya dava değil!
Nusret-i din oldu çü maksat bana,
Maksadıma kast yaraşır sana.
Aleme in’âmını tam ide gör.
Memleket emrini temam ide gör!
Hıfz-ı reayaya çalış rûz ü şeb!
Ta ki karîn ola sana lutf-i Rab!
Vasiyetnâmenin özü şöyledir:
“Genç olsun yaşlı olsun herkes için nihaî son, ölüm şerbetini içmektir. Ben de beka (sonsuzluk) alemine sefer ederken senin ikbal güneşinin parlamasını dilerim. Senin gibi bir halefim olduğu için bu dünyadan ayrılışıma üzülmem. Şimdi, dünyanın üzüntü ve sıkıntılarını unutarak sana yapacağım nasihatlere kulak ver.
Ey devlet ve ikbal sahibi oğlum! Zalim olma! Âlemi adâletle şenlendir ve Allah için cihadı terk etmeyerek beni şad et! Fetih hareketine devam ederek Rum memleketlerine de adalet götür. Ulemaya riayet eyle ki, din işleri nizam bulsun! Nerede bir ilim ehli duyarsan ona rağbet, ikbal ve yumuşaklık göster! Askerine ve malına gurur getirip, alimlerden uzaklaşma. Padişahlığın aslı ve esası islamiyet’tir. Bu sebeple Allahü tealanın emirlerine muhalif bir iş eylemeyesin! Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadı mız Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir. Bu alemde benim maksadım, gayem hep dinin zaferi oldu. Sana da bunlar yaraşır. Daima herkese ihsanda bulun! Memleket işlerini noksansız gör! Rabbinin lütuf ve yardımının sana yakın olmasın istersen gece gündüz halkı korumaya çalış. Hepinizi Allahü tealaya emanet ediyorum!”
Osman Gâzi’nin bu nasihati, Osmanlı devletinin anayasasının çekirdeği oldu. Osmanlı sultanlarının hemen hemen tamamı bu nasihatleri gönülden kabul ederek uygulamaya çalıştılar. Böylece dünyada hiçbir hanedana nasip olmayan 623 yıllık bir devlet, haşmet, savlet, saadet dönemi ortaya çıkmıştır.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
.İSTANBUFETL’UN HİNİN MANEVÎ MİMARLARI
Fatih Sultan Mehmed, devrin en büyük âlimlerinden dersler alarak, kudretinin şuurunu taşıyan, ne istediğini bilen hakikî bir devlet adamı olarak yetişti. Onun, “İstanbul’un fethine değil, zamanımda Akşemşeddin gibi bir âlimin bulunduğuna sevinirim” sözü, mâna erlerine verdiği değeri ve dayandığı güç kaynaklarını ifade eder.
Şüphesiz İstanbul fethinin en büyük manevî mimarı “İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak kumadan ne güzel kumadan ve onun askerleri ne güzel askerlerdir” diye buyuran Resulullah efendimizdir.
Gerçekten Hz. Peygamber’in bu hadisinde vuku bulacağı müjdelenen, hükümdar ve askeri övülen fethi mübin için, daha İslâm’ın ilk asrından itibaren çeşitli teşebbüslerde bulunulmuş. Hadis-i şerifteki “Ni’mel emir” (ne güzel hükümdar) ve “ni’mel-ceyş” (ne güzel asker) olmak için âdeta yarışılmıştır.
İlkini II. Emevî halifesi Yezid bin Muaviye’nin başlattığı, 669 baharındaki muhasaraya. Hz. Peygamber’in bayraktarı Ebâ Eyyubü’l-Ensarî de katılmış ve İstanbul surları önünde şehid düşmüştür. Bu büyük sahabi, vefat etmeden önce nâaşının mümkün olduğu kadar ileri götürülmesini ve Hıristiyan toprağında gömülmesini vasiyet etmiştir. Böylece hadislerle kudsiyet kazanan İstanbul’un dinî ehemmiyeti, Ebâ Eyyub’un mezarından sonra daha da artmıştır.
Nitekim bu seferle başlayan kuşatmalar, asırlarca pek çok İslâm devleti tarafından devam ettirilmiş ve İstanbul Müslümanların kızıl elması olmuştur.
Nihayet bundan 558 yıl önce, Osmanlı Sultanı II. Mehmed, teknik ve askerî alanlarda gösterdiği üstün başarılarla, bin yıllık Bizans devletine son verip, İstanbul’u yeni payitaht olarak Türkler’e kazandırmıştır.
İstanbul’un fethi nasıl gerçekleşti denildiğinde, şüphesiz güçlü surları sarsan ve yıkan şahî toplar, dehşet verici yürüyenler kuleler günümüzde dahi akıllara durgunluk verecek bir şekilde karadan yürütülen gemiler, nihayet Fatih’in dehâsı ve Osmanlı askerinin sınır tanımaz cesareti hatırlanır ve ifade edilir. Ancak bir de ortada görülmeyen ve çok uzun zaman alan hazırlıklar devresi vardır ki, bu dönemin de iyi idrak edilmesi gerekmektedir. Çünkü hiçbir başarı zahmetsiz ve kolay kazanılmaz. Bu itibarla, şehzade Mehmed’i 21 yaşında İstanbul’un fatihi sıfatını kazanmaya hazırlayan hocaları üzerinde önemle durmak gerekir.
Sultan II. Murad
Altıncı Osmanlı padişahı ve Şehzade Mehmed’in babası. Her İslâm hükümdarı gibi, onun da kalbi, İstanbul’u fethetmek ve Hz. Peygamber’in müjdesine kavuşmak aşkıyla yanıyordu. Bu maksatla, 1422 yılında şehri kuşatacak, fakat Anadolu beyliklerinin isyanları sebebiyle teşebbüsü yarım kalacaktır.
Rivayete göre Murad Han, devrin büyük âlimi Hacı Bayram-ı Veli’den İstanbul fethinin kendisine nasip olması için dua istedi. Hacı Bayram-ı Veli ise “Padişahım o mübarek fethi ne sen ne de ben göremeyiz” dedikten soma, o sırada dışarıda oynamakta olan çocuk yaştaki Mehmed’i işaret ederek. “İşte bu çocuk ile bizim Köse (Akşemşeddin) görürler” demişti.
II. Murad Han, belki de bu müjde sebebiyle, oğlu Mehmed’in eğitimine özel bir itina gösterdi; devrin en kıymetli hocalarından dersler aldırdı. Onu 1443 yazında, henüz 12 yaşında iken idarî işlerde tecrübe kazanması için Manisa’ya vali olarak gönderdi. Ertesi sene, Osmanlı tarihinde görülmemiş bir uygulamayla, saltanattan çekilerek oğlunu tahta oturttu. Böylece, onun her bakımdan bu büyük müjdeye kavuşacak hale gelmesine, bilgi ve beceri kazanmasına yardımcı oldu. Bilahare gelişen olaylar sebebiyle tekrar idareyi ele alan Murad Han, gerek Anadolu ve gerek Balkanlar’ da sulh ve sükunu da sağlayarak, oğlu Mehmed’e İstanbul fethine giden yolu açtı.
Molla Yegân
Gençliğinde Aydın ilinde öğrenimine başlayıp Molla Fenari’nin yanında yetişmiş ve Bursa’da çeşitli medreselerde müderrislik etmiştir. Hanefî mezhebi fıkıh alimlerinin büyüklerindendir. Molla Fenari’nin vefatından sonra başmüderris ve Bursa kadısı oldu. II. Murad Han, bu kıymetli ilim adamını çok sever ve ona sık sık ihsanlarda bulunurdu.
Şehzade Mehmed’in ilk hocası olduğu rivayet edilen bu değerli âlim müstakbel taht sahibine uzun zaman ders vermiş ve çağının en gerekli bilgilerini en üst seviyede öğretmiştir. 1457 yılında Bursa’da vefat ettiği sanılan Molla Yegân’ın kabri Yıldırım İmareti yanındadır.
Molla Husrev
XV. asrın ikinci yarısı içinde yetişen Molla Husrev, şehzade Mehmed’in ikinci hocası olup, fıkıhta en yüksek ilim adamlarındandır. Bursa’da müderrislik yapmış, Edirne kadılığında bulunmuş ve Sultan II. Mehmed’in ilk hükümdarlığında kazasker tayin olunmuştur.
II. Murad’ın yeniden tahta geçmesi üzerine, o da kendi isteği ile kazaskerler ayrılarak, şehzade ile birlikte Manisa’ya gitmiştir. Bu büyük âlimin ilminden çok istifade eden Fatih, kendi tabirince ona!.. “Zamanın İmam-ı Azamı” diye hürmet eder, hatta camide karşılaşsalar ayağa kalkardı.
1480 yılında İstanbul’da vefat eden Molla Husrev’in kabri Bursa’da, Emir Sultanın doğusunda, kendi yaptırdığı medresenin bahçesindedir.
Molla Güranî
Osmanlı Devletinin beşinci şeyhülislâmıdır. Suriye’nin Güran kasabasına bağlı bir köyde doğdu ve buraya nisbetle Gürani olarak anıldı.
Bağdad, Diyarbekir, Hayfa ve Şam’da meşhur âlimlerden ilim tahsil eden Molla Güranî, hadis ve fıkıh ilimlerinde otorite olarak yetişti. Kahiredeki medreselerde ders verirken, Molla Yegan ile tanıştı. Bu olgun ve ciddi âlimi çok beğenen Molla Yegân, ona birlikte Anadolu’ya gitmelerini teklif etti. Böylece Bursa’ya geldiler.
Molla Yegân. II. Murad Han’ın huzuruna çıktığında. “Gezip gördüğün yerlerden bize ne hediye getirdin?” sualine muhatap kalmıştı. Bunun üzerine, dışarda hazır bekleyen Molla Güranî’yi içeri aldı ve “Tefsir, hadis ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bu âlimi getirdim” diyerek takdim etti. Molla Güranî ile görüşen padişah da, ciddiyetine ve ilmine hayranlık duyduğu bu büyük zâtı, oğluna hoca tayin etti.
Bilgi kayıtsızlığına karşı asla müsamaha tanımayan Molla Güranî’nin ilk derse elinde bir değnekle girdiği ve şehzadenin hayreti karşısında “okumakta gevşeklik gösterirse padişah babasının emriyle buna müracaat edeceğini” söylediği rivayet edilmektedir.
Sultan Mehmed, tahta çıkışı sırasında, bu çok takdir ettiği ve sevdiği hocasına vezirlik teklifinde bulunmuş, ilmi bırakıp ikbale ayak basmaktan her zaman çekinmiş olan Güranî ise “Bunca beyler vezirlik için çalışırlar, onların ümidlerin kırmak doğru olmaz” diyerek kabul etmemiştir.
1488 yılında İstanbul’da vefat eden Molla Güranî’nin kabri, Aksaray-Topkapı arasındaki kendi yaptırdığı Camii’nin önündedir.
Akşemseddin
Halk arasında Ak-Şeyh olarak tanınan Akşemseddin, H. 792 (M. 1390) yılında Şam’da doğdu. Ulema ve şeyhlerden meydana gelen nesebi, Hz. Ebu-bekir’e kadar uzanmaktadır. Din ilimleri yanında tıp tahsilini de tamamlayarak tabib-i ebdân oldu. Tıp tarihinde mikrop fikrini ilk defa ortaya atan Akşemseddin, hastalıkların bu yolla bulaştığını belirtmiştir.
Seyhi Hacı Bayram-ı Velinin işareti üzerine şehzade Mehmed’in eğitimi ile ilgilenen Akşemseddin, ona özellikle tasavvuf dersleri vermiştir. Akşemseddin 1459-1460 yılında Bolu’nun Göynük ilçesinde vefat etmiştir.
Molla Ayas, İbnü’t-Temcid, Çele bizâde Abdülkadir, Molla Hasan Samsunî, Sinanüddin Yusuf, Hocazâde, Ali Tusî ve Bursalı Ahmed Paşa Sultan II. Mehmed’in diğer meşhur hocalarıdır.
“Ya ben Bizans’ı alırım…”
Adı geçen hocalardan güzel bir eğitim ve terbiye gören şehzade Mehmed matematik, hendese, hadis, tefsir, fıkıh, kelam ve tarih ilimlerinde en iyi bir şekilde yetişti. Arapça, Farsça, Latince, Yunanca, Sırpça ve İbranice’yi öğrendi. Top dökümcülüğü sanatında uzman oldu.
Tarih ve Coğrafya alanında kendini yetiştirip, geçmiş hükümdarların başlarından geçenleri öğrenerek tecrübe kazandı. Dünya cihangirlerinin hayatlarını dikkatle inceleyerek bunların doğru ve yanlış hareketlerine hakkıyla vâkıf oldu ve onların tecrübelerinden istifade etti. Ayrıca, seçme subaylardan ok atmayı, kılıç kullanmayı, ata binmeyi ve her çeşit savaş usûlünü öğrendi. Böylece saltanatının daha ilk günlerinde, kudretinin şuurunu taşıyan ve istediğini bilen hakikî bir devlet reisi olarak ortaya çıktı.
Nitekim 54 gün devam eden İstanbul kuşatması sırasında karşılaştığı hadiseler karşısında gösterdiği tavırlar, aldığı bu yüksek eşitimin bir semeresidir.
Daha kuşatma hazırlıkları devresinde. Rumeli hisarının yapımını engellemek için gelen Bizans elçilerine şöyle diyordu:
“Gidiniz, efendinize söyleyiniz ki, şimdiki Osmanlı padişahı kendinden öncekilere hiç benzemez. Benim kudretimin eriştiği yerlere imparatorunuzun hayalleri bile yetişemez.“
Kuşatmanın son günlerinde ise, Bizans İmparatoru Konstantin yeni bir barış teklifinde bulundu. Kuşatmanın kaldırılması ve sadece İstanbul’un kendisine bırakılması kaydıyla, en ağır şartları kabule ve her fedakârlığı yapmaya hazır olduğunu bildiriyordu. Padişah ise kararını şu cümle ile elçilere anlattı:
“Ya ben Bizans’ı alırım, ya Bizans beni!..“
Fatih’in güç kaynakları
İşte kuvvetli bir iman, azim ve irade sahibi, temkinli ve verdiği kararı mutlak surette tatbik eden bir şahsiyet olan Sultan II. Mehmed 24 Mart 1453 Cuma günü muhteşem ordusu ve muazzam topları ile Edirne’den İstanbul’a doğru harekete geçti. Yanında Akşemseddin, Molla Güranî, Akbıyık Sultan ve müridleriyle beraber devrin diğer tanınmış şeyhleri de vardı. Bu mâna erleri arasında Akşemseddin’in bulunması, gerek padişahın, gerek ordunun maneviyatını yükseltmiştir. Akşemseddin’in, uzayan kuşatmanın en sıkıntılı anlarında, zaferin yakın olduğu müjdesiyle sabredip gayret göstermesi için Sultan Mehmed’e söylediği sözler ve yazdığı mektupların etkisi, fethin gerçekleşmesinde şahî topların payından daha az değildir.
Fatih Sultan Mehmed’in fethin hemen akabinde Akşemseddin için söylediği şu sözler, onun şahsında, bu mâna adamlarının kıymetini göstermekledir.
“Bende gördüğünüz bu sevinç ve mutluluğu İstanbul’un fethine sevinir sanmayın. Zamanımda Akşemseddin gibi bir alimin bulunduğuna sevinirim.“
.Fatih Sultan Mehmed zehirlendi mi?
İnternetin bilgi dünyamızı ne kadar hızlandırdığını ve renklendirdiğini hepimiz biliyoruz. Ancak bilenler, bu esnada, çok çarpıcı bir detaya daha ulaşıyorlar. Aradıkları bilgiye ulaşmaya çalışırken kendilerinin, onlarca ve hatta yüzlerce hatalı bilgiler tarafından sarıldığını, dehşet içerisinde görüyor ve takip ediyorlar. Bunun için Hadis-i şerifteki “ilim üstattan öğrenilir” sözünün ne kadar ehemmiyetli olduğu bir kez daha ortaya çıkıyor.
Belki bu kadar bilgiye rahat ulaşıldığı dönemde artık üstada gerek kalmadı, google ve benzeri siteler ihtiyacımızı kolaylıkla karşılamaktadır diye düşünebilirsiniz. Peki, yüzlerce yanlış bilginin arasından doğrusunu nasıl seçip çıkaracaksınız. İşte o noktada, her ilmin gerçek üstadına ihtiyaç vardır.
İnternet, araştırıcılar için son derece önemli ve vazgeçilmez bir kaynak olmuş ise de alıntı yapılan veya okunan kaynağın güvenilirliği veya doğruluğu da o ölçüde önem kazanmıştır. Hemen her ilmin sahibi gerçeği yine internette insanlara duyurmakta ve dikkatlerini çekmektedir. Öyleyse araştırıcı her bilgiyi derhal doğru kabul etmemeli ve ilim ehli uzmanlarının sitelerine girmek, yazılarını okumak suretiyle daha geniş bir araştırma zahmetine katlanmalıdır.
İşte bu makalemizin konusu da, internette bire karşı yüz yanlışla etrafı çevrilmiş, üstü örtülmüş bir mevzuyu ortaya çıkarmaya yöneliktir. Fatih Sultan Mehmed nerede ve nasıl vefat etti, gibi hususları araştırmak için internete girdiğinizde bir anda yüzlerce yazı ile karşılaşıyorsunuz ki hemen hepsi Padişahın zehirlenme meselesi ile ilgilidir. Belki bu konuda, doğru tek bir ciddi yazı da bulamıyorsunuz. Hatta bazen düpedüz hatalı girilen bir bilgi kopyala/yapıştır yönteminin etkinliği sayesinde de hızla yayılabiliyor. Okurlarımdan gelen mailler sebebiyle bu makalede, Fatih Sultan Mehmed Han’ın vefatının ciddi bir analizini yapmaya çalışacağız. Osmanlı tarihinin tartışmalı veya yanlış bilinen diğer mevzuları konusunda da, sitemize makaleler koymaya ve kıymetli okurlarımızı bilgilendirmeye devam edeceğiz.
Fatih’in son seferi nereye idi?
Fatih Sultan Mehmed, 27 Nisan 1481 Cuma günü bizzat ordusunun başında Anadolu tarafına, Üsküdar’a geçti. Cihangir Osmanlı padişahı nereye gidiyordu? Hiç kimse bilmiyordu! Zira o, ne zaman bir sefere çıkacak olsa maksadını en yakınlarından dahi gizler varılacak yere yaklaşmadıkça tasarılarını açıklamazdı. Hiç kimseyi gizli düşüncelerinden haberdar etmez, sırdaş eylemezdi. Düşman ülkelerin casusları beylerine Fatih’in yeni bir seferi başlatmış olduğunu ancak hedefi henüz belirlemediğini söylemek üzere muhtemelen yollara düşmüşlerdi. Dünya yeniden bu büyük cihangire odaklanmıştı.
Aslında 1481 yılına gelindiğinde Fatih’i ilgilendiren ve çözülmesi düşünülen üç önemli mesele vardı. Bunların en mühimi Mısır meselesi idi. Fatih Sultan Mehmed’in Memluk sultanı ile hac yolu üzerindeki su kuyularının tamiri meselesinden doğan anlaşmazlığı, Dulkadırlı ülkesindeki nüfuz mücadelesi ile doruğa çıkmıştı. Fakat Avrupa ve Akdeniz tarafındaki hareketlilikten dolayı Padişahın Memluklerle ilgilenmeye vakti olmamıştı.
1479 yılında Memluk sultanı Kayıtbay’ın desteklediği Şah Budak ile Osmanlıların desteklediği Alaüddevle Bozkurt Bey arasında şiddetlenen mücadele iki devleti bir kez daha karşı karşıya getirdi. Zira Osmanlı askerinin desteğiyle hareket eden Alaüddevle mağlup olduğu gibi maiyetindekilerden büyük bir kısmı da esir düşmüştü. Memluk Sultanının, Sis naibi tarafından Kahire’ye gönderilen Osmanlı askerlerinin başlarıyla çevgan (atlı top oyunu) oyunu tertip ettirmesi, Fatih’in asla kabullenebileceği bir durum değildi. Artık Memluklerle savaş sanki şart olmuştu.
İkinci olarak Rodos çıkarmasının başarısızlıkla neticelenmesi Fatih’i son günlerinde en çok üzen olaylardan biri olmuştu. 23 Mayıs 1480 günü Gelibolu’dan hareket eden Vezir Mesih Paşa komutasındaki ordu, asıl çıkarmayı 28 Temmuz 1480’de ( Otranto çıkarmasıyla aynı günde) yaptı. Fakat muhasara, Mesih Paşanın basiretsizliği (kroniklere göre hısseti, hasisliği) yüzünden başarılı olamamıştı.
Üçüncü olarak Fatih’in 1480 yılının baharında Gedik Ahmed Paşa komutasında İtalya’ya gönderdiği ordu, 28 Temmuz 1480 günü Otranto’ya çıkarma yapmış ve on dört günlük mukavemetin ardından şehri 11 Ağustosta teslim almıştı. Şimdi muhtemelen Fatih’in İtalya’yı fethi planı uygulamaya girecekti.
İşte bu itibarla sefer yönü meçhuldü. Hazırlıklar uzak bir sefer için yapılmıştı. Ordunun yönü Anadolu olduğu malum ise de Arap mı yoksa Acem mi belli değildi. Giderken Rodos’u vurma ihtimali de vardı. Onun bir yılda bir kaç devlete sefer ettiği çok görülmüştü.
Fakat gerek ordunun yönü, gerekse Gedik Ahmed Paşa komutasında başlatılan seferin başarılı devam etmekte oluşu yüzünden şimdilik İtalya’nın olmadığı kesin gibiydi. Fatih’in Rodos kalesi önünde aylarca beklemesi de bu şartlarda mümkün görünmüyordu. Dolayısıyla son hadiseler ışığında, güzergâh mutlak olmasa da Mısır’ı işaret ediyordu.[1]
Cihangir Padişahın tuğları 1481 yılı baharının girişinde Üsküdar’da dalgalanmağa başlamıştı. Anadolu birliklerinin Konya ovasında toplanmasını emretmişti. Ayrıca Karaman Valisi Şehzade Cem’i de bir miktar birlikle Suriye hududuna göndermişti.
Ancak Padişah, rahatsızlığı sebebiyle Üsküdar’da birkaç gün konakladı. Padişah atla gidemeyecek kadar dermansız olduğundan at arabası ile harekete geçti. Doğuya doğru ilerlemeğe başlamıştı. Bitkin bir halde Gebze’ye yakın Maltepe’de Tekfur Çayırı veya Hünkâr Çayırı denilen yerde kurulan ordugâhına indi.
Hali iyice sarsılmış, ağrıları da epeyce artmış bulunuyordu. Doktorlar çaresizlik içinde son bir çare arar gibiydiler. Padişah hayattan kalan son ve kısa an içinde, kandildeki yağ tükenmek üzere iken, kelime-i şahadet getirmekle zamanını geçiriyordu.
Nihayet 3 Mayıs 1481 Perşembe günü akşama yakın otuz yıllık saltanatından sonra kırk dokuz yaşında iken hayata gözlerini yumdu. İstanbul’dan çıkışı ile ölümü arasında yedi gün geçmişti. Solakzade “dua-i hayr” ibaresini şu kıt’a ile vefatına tarih olarak düştü.
Ölmedi şah Mehemmed İbn Murad
Belki bağ-ı cinâne kıldı seyr
İşi hayr olduğu için halka
Oldu tarih ana “dua-i hayr” (886/1481)[2]
Zehirlenme meselesi!
Aslında Fatih Sultan Mehmed’in vefat nedeni kaynaklarda oldukça açıktır. O, 1464 yılından beri yakalanmış olduğu nikris (halk arasında gut veya damla, tıp dilinde ise podagra) hastalığından muzdaripti. Son seferlerinde ıstırabı daha da artmış ve bazı seferlere katılamamıştı. Ağrıboz seferinde ise yorgunluğunun ve rahatsızlığının had safhaya çıktığı bir deminde; “iş bilir bir vezirim yok ki işlerimi göre” diyerek halini ortaya koymuştu. Bu itibarla son üç yıldır gerçekleştirilen seferlere de katılamamıştı. Nihayet son seferine de hasta olduğu halde çıkmış ve çok geçmeden de ağrıları daha da şiddetlenerek tedaviye cevap veremez hale gelmişti.
Hatta daha İstanbul boğazını karşıya geçerken hastalığının verdiği ıstırap ile:
Ah min azmetin bi-gayrı iyâb
Ah min hasretin ale’l-ahbâb.
(Feryat dönüşü olmayan bu gidişten. Ahbapların hasretinden feryat) demişti.
O, muhtemelen bu seferin, sanki ahiret yolculuğunun bir başlangıcı olduğunu hissetmişti.
Peki, Fatih’i birilerinin zehirlemek suretiyle öldürdüklerini kim iddia etti ve gerekçeleri neydi?
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki son yüzyıla kadar Fatih Sultan Mehmed’in zehirlendiği nazariyesi neredeyse hiç ortaya atılmadı ve konuşulmadı. Bu tezi ilk kez ünlü Alman tarihçi Franz Babinger (v. 1967) 1953 yılında kaleme aldığı “Mehmed der Eroberer und seine zeit”[3] isimli eserinde ortaya attı. Şöyle ki:
“Mehmed’in 25 Nisan Çarşamba günü Üsküdar’a geçmesiyle sefer başladı. Gebze civarında Hünkar Çayırı’nda konaklandı. Sultan burada 1 Mayıs’ta şiddetli karın ağrıları çekmeye başlayınca hekimler çağırıldı. Eski hastalıklarının yani damla ile romatizmanın yanı sıra yeni hastalıklarda baş göstermişti. Sultanı ilk tedavi etmeye çalışan hekim, Laristanlı Acem Hamideddin el-Lari oldu. El-Lari’ye ilişkin öykülerin en ılımlı olanı, sultana istemeden yanlış bir ilaç vermesidir. Bu yüzden el-Lari’nin öldürülmesinin nedeni muhtemelen ya sultanı öldürme girişimine tanıklık etmiş olması ya da Mehmed’in ölümünden bizzat sorumlu olmasıdır. Hekim Lari başarısız olunca, sultanın hasta yatağına eski dostu Maestro Iacopo çağırıldı. Ancak Iacopo elinden bir şey gelmeyeceğini, çünkü daha önceki hekimin yanlış bir ilaç kullanmış olduğunu ve bu ilacın etkilerini gidermenin artık mümkün olmadığını söyledi. Sultan dayanılmaz acılar çekiyordu. Can çekişen sultana verilen ilaç, bağırsaklarını tıkamıştı anlaşılan”.[4]
Nihayet Babinger hüküm kısmında da şunları söylemektedir:
“Mehmed’in ölüm nedeninden emin değiliz. Çok sayıda düşmanının oluşu ve ölümüne ilişkin bazı ayrıntılar, muhtemelen zehirlendiğini gösteriyor. 25 Nisan’da başkentinden ayrıldığında sağlığı yerinde olmalıydı. Zaten görgü tanıkları da o ölümcül bağırsak sancılarının ertesi Salı günü ansızın başladığını söylemiştir. Bütün bunlar Mehmed’in yola çıktıktan hemen sonra zehirlendiği ve hiçbir ilacın hayatını kurtarmaya yetmediği iddiasını desteklemektedir. Eğer zehirlenmişse bunun kimin işi olduğunu bilmiyoruz. Bu işte Venediklilerin parmağı olduğu pek muhtemel görünmemektedir. Sultanı oğlu Bayezid zehirlemiş olabilir”[5]
Aslında yukarıdaki bilgiler hiçbir kaynağa ve delile dayandırılmadan “muhtemelen, olmalıydı, anlaşılan, olabilir” diyerek ortaya konulan senetsiz iddialardır. “Hiçbir ilacın hayatını kurtarmaya yetmediği iddiasının” ise, zehirlenmeyi nasıl desteklediğini anlamak mümkün değildir. Herhalde kendisi ölüm hastalığının ilacının olmadığını bilmemektedir.
Diğer taraftan Babinger, eserinin başka yerlerinde Yakup Paşa’nın (Maestro Iacopo) Fatih’i öldürmek veya zehirlemek konusunda bir takım girişimlerde bulunduğunu iddia etmekte ise de ölümünde onu sorumlu tutmamaktadır. Ona göre zehirleyen konumunda hekim Lari, zehirleten ise Şehzade Bayezid’dir. Babinger bunlara da bir delil göstermekten uzaktır. Hekim Lari bunun için öldürüldü derken, dört yıl sonra öldürüldüğünden habersiz görünmektedir. Bayezid şayet kendisi öldürtmüşse onu öldürttüğü zatı dört sene bekletir miydi? O zamana kadar başkalarına ifşa etmesi hususunu nasıl çözdü acaba?
Aslında Babinger’in bu hezeyanlarını kıymetli bilim adamı İstanbul Üniversitesi Profesörlerinden merhum Şehabeddin Tekindağ bir makalede ele alarak ve belgelerle cevaplar vererek çürüttü.[6]
Buna rağmen Babinger’in hezeyanları, sanki doğruymuş gibi bizim araştırmacı geçinen yazarlarımızın kitaplarını çok geçmeden doldurmaya başladı. Malum bizde tarih ilmi son yüzyılda ciddi manada ideolojiye kurban edilmiştir. Fatih’in zehirletilmesi tutmuştur tutmasına da acaba kim zehirlemişti. Osmanlıya sadece batılı müsteşrikler gözüyle yaklaşanlar için bu kişi kesinkes II. Bayezid Han’dır. Ondan sonra da Bayezid’le babasının arasını açık göstermek için ilme ve insafa sığmaz karalamalar ortaya atılmağa çalışılır. Şayet Babinger bunları okuyabilmiş olsaydı, herhalde kendi yalanına kendisi de inanırdı.[7]
Yine ilmi kıstaslardan uzak biraz da aşırı milliyetçi gayretlerle eserlerini kaleme alan bazı yazarlara göre ise Babinger’in, Venediklilerin parmağı yoktur sözleri herhalde suçluyu gizleme psikozudur. Fatih’in Roma’ya yönelmesi üzerine Venedikliler veya Papalık bu büyük Türk hakanını zehirletmeğe muvaffak olmuşlardır. Bu kesin tavrın senaryosu da hazırdır. Fatih’in hekimbaşısı Yahudilikten dönme Yakup Paşa satın alınmış ve bu işi ona gördürülmüştür.
Nitekim ünlü bir tarih araştırmacımızın (Y. Öztuna) bu konudaki mütalaaları her şeyi özetlemektedir. Şöyle ki:
“Fatih, Venedik tarafından zehirletilerek ölmüştür. Bu Venedik’in Padişahın şahsına tevcih edilmiş on beşinci ve sonuncu suikast olup, diğer on dördü hedefine ulaşamamıştı. Venedik nihai teşebbüsü, Fatih’in hususi hekimlerinden Venedikli bir Yahudi olup güya ihtida eden ve Yakup Paşa adını alan Maestro Iacopo vasıtasıyla yapmıştı. Venedik muvaffak olduğu takdirde Iacopo’ya bugünkü rayiçle 1.450.000.000 TL gibi pek muazzam bir meblağ vaat etmekle kalmıyor, Iacopo’nun kendisi ve neslinden gelecek bütün ahfadı için Venedik vatandaşlık hukuku tanıyor, bunları Cumhuriyetin bütün vergi ve mükelleflerinden muaf tutuyordu. Fatih Üsküdar’a geçtiği gün yani 25 Nisan’da zehirlenmeye başlamış sonra tedavi yapıldığı iddiasıyla zehrin dozu artırılmıştır. Fatih’in ölümünü yakından bilen Aşıkpaşazade, padişahın ciğerinin doğranarak kan kustuğunu yazmaktadır. Hakanın suikasta maruz kaldığı derhal anlaşılmış, Maestro Iacopo nam-ı diğer Yakup Paşa, hükümdarın ölümünden az sonra Türk askeri tarafından parça parça edilmiş, milyonlara kavuşamamıştır”.[8]
Sayın Öztuna, bütün bu fikirlerine delil olarak sadece Babinger’i göstermektedir. Peki, yukarıda Babinger’den yaptığımız alıntılarla Öztuna’dan yaptığımız alıntılar birbirine uymakta mıdır? Maalesef birbirinin tam zıddı bilgilerdir. Bu durumda hangisine güveneceksiniz?
Buna bir de bütün bu yalan yanlış bilgilerle, her yıl popülerlik uğruna yeniden “Fatih zehirlendi mi? Mezarı açılmalı mı? şeklindeki başlıklarla konuyu gündeme taşıyan medyayı da ilave edersek, her kafadan bir ses çıkmakta, mevzu biraz daha karışık hale getirilmektedir.
Kaynaklar ne diyor!
Aslında yukarıda giriş kısmında beyan ettiğimiz üzere Fatih’in bir başkası tarafından zehirlenme sebebi ile değil, normal eceli ile öldüğü kesindir. Nitekim Fatih Sultan Mehmed devrinin ve sonrasının yerli yabancı bütün kaynakları bu fikirde ittifak halindedirler.
Nitekim meşhur tarihçi Kemalpaşazade:
“Amma dest-i takdir pençe-i tedbirin bozmuş ve ayak zahmetiyle huzurun uçurmuştu; ol sebepten uzak yere azm idemezdi. Nikris zahmeti ki atalarından intikal (genetik) bir hastalıktı. Son demlerinde kendisini ciddi olarak rahatsız kılmağa başlamıştı”, demektedir.[9]
Fatih’in hususi tarihçisi Tursun Bey ise öncelikle padişahın rahatsızlığından bahsederken; “karşıya göçmek ve denizi geçmek esnasında eski marazın depreşmesi sebebi ile incinip ansızın bir ah çekti”, diyerek eski hastalığının daha sefere çıkarken nüksettiğini belirtir. Daha sonra da ölümünü şu şekilde anlatır:
“Otağ-ı hümayûnu geldi. Tekfur çayırı adı verilen yere kuruldu. Padişahın bünyesinin zayıflığı dini bütün kavi Müslümanlarda olduğu gibi ona vaktinin geldiğini hatırlattı. Bunca zamandır hükümdarlığını, olgunlukla, yiğitlikle ve cebren hâkim kılmış olan Sultan’ı, Allah’ın takdiri kaderinden ayrı kılmayıp;
Beyt:
Sekiz yüz seksen altıncı yılında
Rebiü’l-evvelin dördüncüsünde (Perşembe gününde)
Beyt:
Çü zaaf oldu kamu azasına bast
Melek rûh-u latiften eyledi kabz.
Dünya malını ve saltanatını bırakarak, mübarek ruhu Allah’a kavuştu”.[10]
Çağdaş müelliflerden olup seferde bizzat bulunan Neşri:
“Kendilerinde nikris zahmetin vardı. Gebze’ye yakın yerde Maltepe’sine kondu. Derler ki İstanbul’dan çıkalı hasta idi. At arabasına binip sefer etmeğin ecnebi kimse ahvaline vakıf değildi. İkindi vaktinde ruh kuşu melek misal ten kafesinden ayrılıp darüsselama (selamet yurdu/Cennet) erişti” demektedir.[11]
Meşhur tarihçilerden İdris-i Bitlisi son dönemleri için; “bazı hastalıkları vücudu ülkesinde karşılıklı olarak ortaya çıkıp devam etti. Müzmin ilaçların maddeleri âza-yı reisesinin derinliklerinde şiddet buldu” diyerek son dönemlerindeki rahatsızlığına işaret ettikten sonra vefatını zikrederken de:
“Yüce himmeti ve gayretiyle hastalık ve tabii kuvvetinin zaafa uğramasını amacına ulaşmada bir mani olarak görmüyordu. İstanbul’dan bir merhale mesafede bulunan Gebze kasabasına inerken eklem ağrıları ve eskiden var olan nikris rahatsızlığı yeniden şiddetlenerek ecel yağmacısı sultanın ömür ülkesine hücum etti. Bütün hekim ve tabiplerin tedavileri bir netice vermediği gibi, adeta mizacındaki fesadın maddelerini kuvvetlendiriyordu. Kaza ve kader karşısında Sultan’ın sıhhatini koruma tedbiri ve hastalığı defetme çareleri hekimlerin elinden alınmış ve yapacakları bir şey kalmamıştı”.[12]
Hoca Sadeddin Efendi de, sefer için Üsküdar yakasına geçen Fatih’in o günlerde vücudunda bir kırgınlık olduğunu, fakat buna rağmen sefere koyulduğunu söyler. Üsküdar’da birkaç gün kaldıktan sonra Gebze’ye doğru yola koyulduğunu ifade ettikten sonra; Tekfur çayırına gelip konduğu gün, hali iyice sarsılmış, ağrıları da epeyce artmış bulunuyordu, der. Ve bu ağrıların Onu ölüme götürdüğünü fark ettiğini şu sözleriyle ima eder:
“Yaşamdan kalan son ve kısa an içinde kandildeki yağ tükenmek üzere iken, kelime-i şahadet getirmekle zamanını geçiriyordu. Böylece Allah’ın hoşnutluğuna ulaşmak umudunda olup, cihan saltanatından göz yumup değeri ölçülemeyen o tatlı can kuşu, illiyîn makamlarını seyre dalmış, kutluluk bahçelerinde kanat açmakla irci’î –bana dön- fermanına uymuş böylelikle de devleti güneşi sönüp batmıştı”.[13]
Bunlara Oruç Bey, Behişti, Tacizade Cafer Çelebi, Kıvami gibi dönemin veya hemen sonrasının daha pek çok kaynağı yanında, doğu ve batılı kaynakları da ilave edebiliriz. Öyle ki doğuda, batıda, Osmanlı’da Fatih’in zehirlendiğini ifade eden tek bir kaynak gösterilemez.[14]
Nitekim Batılı kaynakları da kullanarak ciddi bir Osmanlı tarihi yazmış bulunan ünlü Romen tarihçi Nicolae Jorga’nın Fatih’in ölümüne dair verdiği bilgiler Osmanlı tarihleri ile neredeyse tıpatıp aynıdır. Jorga’nın, Padişahın vefatı tarihine gelinceye kadar rahatsızlığının boyutlarına dikkat çekmesi ise ayrıca mühimdir. Şöyle ki:
“1464 yılından beri, Sultan Mehmed o kadar zayıf düşmüştü ki ata binmek bile kendisine büyük acılar veriyordu. Ayrıca savaşlardan kaynaklanan yorgunluklardan dolayı nikris hastalığına yakalanmıştı. 1465 yılında dinlenip, hiçbir sefere bizzat çıkmamasının nedeni de buydu. 1466 yılında öldüğü dedikodusu yayıldı. Ancak bunun (sonradan) sultanın bir savaş hilesi olabileceği de iddia edildi. 1468 yılında yine hasta olduğu söylenmişti. 1475 yılında nikris hastalığı o kadar acı vermeye başlamıştı ki Boğdan’a yapılacak seferi yarıda kesmek zorunda kalmıştı. Mısır seferi sırasında yeni ve güçlü bir krizle karşılaşınca 3 Mayıs 1481 tarihinde Anadolu topraklarında Tekfur Çayırı (Hünkâr Çayırı)’nda hayata veda etti”.[15]
Netice olarak kaynakların değerlendirmesine göre son yıllarında ciddi olarak padişahın rahatsızlığı artmış bulunuyordu. Son seferine çıkarken hekimleri yine yanında bulunuyordu. Bu sırada hastalığını özellikle başhekimlerinden İranlı Lari kontrol ediyordu. Fakat yola çıkması ile nükseden rahatsızlığına karşı hekim Lari’nin yaptığı tüm müdahaleler yetersiz kalmıştı. Bunun üzerine Fatih’in eski hekimbaşısı Yakup Paşa çağırılmıştı. Yakup Paşa durumu kontrol ederek nasıl bir müdahalede bulunması gerektiği konusunda bir fikre varamamış, Lârî’nin tedavisinin sonuç vermediğini görünce de müdahaleden iyice ürkmüştü. Padişahın ıstırabının artması üzerine doktorlar aralarında istişare etmişler ve durumu daha iyi değerlendirebilmek için o dönemlerde tahlil yapmakta geçerli olan ayağından kan alma yoluna başvurmuşlardır. Buna rağmen padişahın ıstırabı artmış ve 3 Mayıs 1481 Perşembe günü, ikindi vakti, kısa bir komadan sonra vefat etmiştir.
Görüldüğü üzere hekimler birbirlerinin tedavi usullerini beğenmeseler de bir aradadırlar ve ortak bir tedavi yöntemi geliştirmek üzere muhtemelen tartışmaktadırlar. Fakat hepsi de padişahın hastalığının artık zor bir noktaya geldiğinin farkında olup çaresizlik içinde kalmışlardı.
Gelelim iddialara:
Yukarıda Yılmaz Öztuna beyden yaptığım alıntı da görüldüğü üzere, günümüzde Fatih’in zehirlendiği tezini savunan bazı tarihçilerin delil olarak sundukları en önemli bilgi, Aşıkpaşazâde’nin eserinde manzum olarak yazdığı bir şiiridir. Şiirin tam metni şöyledir:
Tabibler şerbeti kim verdi Hana
O Han içti şarabı kana kana
Ciğerin doğradı şerbet o Hanın
Hemin-dem zari etti yana yana
Dedi niçün bana kıydı tabipler
Boyadılar ciğeri canı kana
İsabet etmedi tabip şarabı
Timarları kamu vardı ziyana
Tabibler Hana çok taksirlik etti
Budur doğru kavil düşme gümâna
Dua et Aşıkı bu Han hakkında
Ki nur-ı rahmete canı boyâna
Onlara göre Fatih’in, “Dedi niçün bana kıydı tabipler, Boyadılar ciğeri canı kana” ifadeleri onlara göre zehirlendiğinin en mühim kanıtıdır. Oysa bu şiirde Fatih’e şüpheli bir ilaç verilmiş olabileceğine dair bir ima sezmek mümkünse de padişahın çektiği acıyı, ıstırabı yansıtması daha akli ve daha mantıkidir. Zira ölüm acıları içindeki birisi ancak bu sözleri söyleyebilirdi. Hele hele padişah kan kustu gibi daha dramatik bir hale getirmek için epeyce gayret serdetmek gerekir.
Diğer taraftan bu şiirin ötesinde, Aşıkpaşazade’nin eserinde Fatih’in vefatını anlatan asıl ifadeleri bulunmaktadır ki şöyledir:
“Ölümüne sebep ayağında zahmeti vardı. Doktorlar tedaviden aciz kaldılar. Nihayet doktorlar bir araya toplandılar. İttifak ettiler, ayağından kan aldılar. Zahmet daha ziyade oldu. Sonra şarab-ı fâriğ (bir çeşit rahatlatıcı, kay ettirici şurup) verdiler. Nihayet rahmet-i Rahman’a kavuştu”, diyerek olayı nakleder. Aşıkpaşazade şayet Fatih’in zehirlendiğine inansa vefatını anlatırken küçük de olsa bir imada bulunmaz mıydı? Bu ifadelerden bir ima dahi çıkarmak mümkün müdür? Bu durum da yazdığı şiiri, padişahın son hallerini ve ölüm acılarını edebi bir tarzda ifade etmekten başka bir mana taşımamaktadır.
Şayet zehirlenmiş olduğu bu kadar açık olsa ve Yakup Paşa bu nedenle öldürülmüş bulunsa, bu husus diğer kaynaklara da bir kırıntı nevinden yansımaz mıydı?
Aşıkpaşazade’nin hekimlerin Fatih’e içirdiklerini beyan ettiği “şarab-ı fâriği”, zehir olarak addetmek ise başka bir cehalet örneğidir. Taşköprüzade Hekim Yakup Paşa hakkında bilgi verirken “Paşa’nın yemek yemeyen bir hastayı şerbet içirip kay ettirmek suretiyle tedavi metodundan da bahsediyor.[16]
İşte Yakup Paşa’nın hastaları kap ettirip iyileştirmek üzere kullandığı şurubu Aşıkpaşazade “şarab-ı fariğ” (=kay ettiren şurup) olarak zikretmektedir.
Öte yandan “Venedik ve Papalık Fatih’i zehirlediler ve günlerce düğün bayram yaptılar” demek için, Fatih’in neredeyse tahta çıkışından beri beraber bulunmuş, güvenini, itimadını kazanmış, vezirlik payesine kavuşmuş kıymetli bir ilim adamına yani Yakup Paşaya iftira denebilecek bir tarzda saldırmak hangi ilmî anlayışla bağdaşmaktadır. Yakup Paşa hakkındaki iddialar bununla da sınırlı kalmamakta Müslümanlığı da tartışma konusu yapılabilmektedir. Açık bir delil olmadan, Müslüman olmuş birisinin -güya ihtida eden diyerek- dinden çıkmış olduğunu savunmak yahut ta, hayır aslında hiç Müslüman olmamıştı gibi düşünceler serdetmek dinen de mahzurlu değil midir? Zira Müslüman olduğunu ifade eden birine Müslüman değilsin denildiğinde şayet imanı varsa imansızlık söyleyene döner fıkhın temel prensiplerindendir. Buhari’de “Mümine kâfir diyenin, kendisi kâfir olur” hadisi şerifi bu ikazımızın önemini vurgulamaktadır.
Nihayet, Fatih’i zehirledi diye yeniçerilerce öldürüldüğü iddia olunan Yakup Paşa’nın öldürülmesi meselesinin, aslında bu olayla hiç bir ilgisi yoktur. Fatih’in ölümünün haber alınması ile oğulları Cem ve Bayezid taraftarları arasında başlayan saltanat mücadelesi başta Karamani Mehmed Paşa olmak üzere Yakup Paşanın da sonunu hazırlamıştır. Yakup Paşa özellikle Fatih’in ölümünü gizlediği suçlamasıyla -ki buna Cem taraftarı olduğu şayiası da eklenebilir- yeniçerilerce katledilmiştir.
Bu noktada isterseniz Yakup Paşa’yı biraz daha tanıyalım. Zira biz maalesef hiç araştırma zahmetine katlanmadan sevdiğimiz bir yazarın veya düşünürün vermiş olduğu hükmü, seven göz hata görmez fehvasınca, mutlak doğru imiş gibi algılamakta pek aceleciyiz. Bu itibarla da düşündüğümüzün tersine söylenenleri hiç tenkide tabi tutmadan reddetmekteyiz. Bu durum, ilmi anlayışa elbette ki uygun düşmemektedir.
Aşağıdaki bölümü “Yakup Paşa hakkında ne biliyoruz diye kısa bir murakabe yaptıktan sonra” okursak, bu noktada ifadelerimin daha iyi anlaşılacağını ve tarihi bir meselede kesin yargıya varmadan önce, her yönü ile araştırma yapmanın ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlayabileceğiz.
Hekim Yakup Paşa
Asıl adı Maestro Jakop olup İtalyan Yahudilerindendir. 1425-1430 yılları arasında Gaeta’da doğduğu tahmin edilmektedir. İtalya’da iyi bir tıp tahsili yaptı. Bu sırada Papa V. Nicola Katoliklerin Yahudiler tarafından tedavi edilmesini şiddetle yasaklamıştı. Aksi halde çocuklarının sapık olacağını söylemekteydi.[17]
Böyle bir ortamda çalışması mümkün olamayan Jakop, Edirne’ye gelir ve Sultan II. Murad’ın sarayında yer bulur. Hıristiyan dünyasının bağnazlığı ve İslamiyet’in her millete ve ilme yaklaşımı konusundaki zihniyet yapısını görünce büyük bir hayranlık duyarak çok geçmeden Müslüman olur ve Yakup adını alır. II. Murad Han da bu ihtida eden İtalyan hekime hususi bir değer verirdi.
Hekim Yakup mevkiini yeni padişah II. Mehmed zamanında da korudu. Daha İstanbul’un fethinden evvel, 1452’de padişahın başhekimliğine getirildi. Boğazkesen hisarının inşasında katkıda bulunduğu rivayet olunur. Padişah kendisinin her iki taraftan akrabalarını her türlü vergiden muaf etti. Fetihten sonra bir müddet defterdarlık görevinde de bulundu. Padişahın hemen hemen bütün seferlerinde mabeyncisi ve baştabibi olarak yanında yer aldı. Nihayet vezirlik makamına kadar yükseldi.
Otuz yıl Fatih’in yanından ayrılmayan bu ünlü hekim ve devlet adamı, padişahın vefatından sonra başlayan kardeş kavgasının kurbanı oldu. Askerin ayaklanması sırasında veziriazam Karamani Mehmed Paşa ile birlikte Şehzade Cem taraftarı olduğu düşüncesiyle şehit edildi (1481).
Fatih Sultan Mehmed hakkında bir eser yazan Alman tarihçi Franz Babinger’in, Yakup Paşa’nın Fatih’i zehirlemiş olabileceği tezini ortaya atması ile birlikte son yüzyılda bu ünlü hekime karşı büyük bir tezvirat yapılmıştır. Oysa bunu gösteren hiçbir delil mevcut değildir.
Yakup Paşa’nın otuz yıldan fazla Osmanlı sarayında başhekimlik makamında bulunması tıp alanındaki kabiliyetini ve otoritesini göstermeye kâfidir. O Fatih’in seferlerinde her nereye gitse tıp eserleri ile de ilgileniyor, onları tercüme ettiriyor ve değerlendiriyordu. Ayrıca İtalya’dan ve sair ülkelerden ilaç yapımında çeşitli malzemeler istediği belgelerde görülmektedir. Yakup Paşa, insanın derisinde koyulaşma ve lekelerin oluşumuna sebep olan behk-i şamil adlı bir hastalığa çare bulmuştur. Bazı tıp tarihi yazarları, bu hastalığın Addison (böbreküstü bezi yetmezliği, fonksiyonlarının durması veya yavaşlaması) olduğunu beyan etmektedirler.[18]
Fatih’i zehirlendiğini iddia edenlere göre Yakup Paşa öldürüldü ve vaat edilen altınlara kavuşamadı. Peki, oğulları ve çocukları ne oldu? Nedense bu konuda yazarlarımız hiçbir bilgi serdetmemektedir. Hâlbuki söyledikleri gibi olsa Yakup Paşa’nın epeyce malumat çıkacak evladı bulunuyordu. Oğlu Ali ile torunları Ahmed, Mahmud, İshak ve Bayezid’in isimleri dahi düşünenlere çok şey ifade emektedir. Onlar dedelerinin kavuşamadığı Cumhuriyetin sonsuz gibi görünen imkânlarından neden istifade etmediler? Yoksa sonsuz saadeti İslamiyet ile mi bulmuşlardı?
Netice olarak, tarih bir ilim dalıdır ve tarihi meselelerin çözümünde bir metot bulunmaktadır. Bunu bilmeden ve kaynakları net bir şekilde ortaya koymadan, bir kişinin indi ve asılsız iddialarını kabullenmek, sadece bağnazlığı ve tutarsızlığı ortaya koyar. İlim cehaleti yok eder, ahmaklığı değil sözü meşhurdur. Okunduğu zaman Hıristiyanlık taassubu ile yazıldığından şüphe olunmayan ve Fatih Sultan Mehmed’e her vesile ile iftira etmekten geri durmayan F. Babinger’in eserindeki senetsiz ve mesnetsiz iddiaların, bu kadar taraf bulması ise memleketimizde ilmi seviyenin durumunu da bir noktada gözler önüne sermektedir. Ayrıca Müslüman olmuş ve otuz sene Fatih Sultan Mehmed’e candan hizmet etmiş bir bilim adamına da hiç çekinmeden iftira edilmesi ve Müslümanlığının dahi tartışma konusu yapılması ayrı bir garabettir. Bu durum batılıların, her Müslüman olana şüphe ile yaklaşmamızı ve belki kabullenmememizi, bize empoze etmek isteyen bir düşüncesinin de ürünü olamaz mı? Nitekim devşirme devlet adamlarına karşı son yüzyılda yapılan karalama kampanyaları bunun açık bir göstergesidir.
Aslında bu hareketin fikir babalarından biri olan Ziya Gökalp’in şu ifadeleri, her şeyi açıklamaktadır. “Niçin Türk tipinin her şeyi güzel, Osmanlı tipinin her şeyi çirkindir? Çünkü Osmanlı tipi Türk’ün harsına ve hayatına muzır olan emperyalizm sahasına takıldı, kozmopolit oldu, sınıf menfaatini millî menfaatinin fevkinde gördü. Osmanlı’da idare edenler Osmanlı sınıfını, idare olunan Türkler ise Türk sınıfını teşkil ediyorlardı. Bu iki sınıf birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendini millet-i hâkime suretinde görür, idare ettiği Türklere ise millet-i mahkûme nazarıyla bakardı” Yine Gökalp’e göre “Osmanlı toplumu, millet seviyesine ulaşamamış, ümmet kimliğine sahip bir toplumdu. Milletleşme için temel hareket noktası dil, kültür ve duyguda birlik olmalıydı. Ümmetten millete geçiş süreci, dinin ötesinde dilde ve duyguda; kültürde birliğe ulaşmakla mümkündü. Batı, bu çizgiyi izlemiş ve millet seviyesine yükselmişti”.
İşte, açıkça dinsizliği empoze eden ve her bir cümlesi ayrıca yorumlanmak zorunluluğu görülen şu ifadeleri rehber edinenler ne yazık ki Osmanlıyı anlamaktan mahrum kaldılar.
Oysa Osmanlının Sokullu Mehmed Paşa, Gedik Ahmed Paşa, Mimar Sinan gibi binlerce örneğini verebileceğimiz Türk ve Müslüman olmayan genci, Türk’ten daha Türk ve samimi bir mümin hale getirmekte kullandığı ve mükemmel bir şekilde uyguladığı devşirme adı verilen sistemini iyi bilmek gerekmektedir. Ulusalcılık akımının verdiği zararlar, maalesef sadece siyasetle kalmadı. İlmi zihniyeti büyük ölçüde köreltirken onun yansıması olacak faaliyetleri de güdük bırakacaktır.
İnşallah gelecek haftalarda devşirme sistemi ile ilgili bir makaleyi de sitemizde kıymetli okurlarımıza arz edeceğiz.
Kaynaklar:
[1] Ahmet Şimşirgil, Kayı II, İstanbul 2010, 263-264; İ. Hakkı Uzunçarşılı da “Fatih, Memluklerle harp etmek üzere güneye doğru hakeret etti” demektedir. Bkz. “Fatih Sultan Mehmed’in Ölümü”, Belleten, sy. 155, (1975), s. 473.
[2] Solak-zade Mehmed Hemdemi Çelebi, Solakzade Tarihi (haz. Vahid Çabuk), Ankara 1989, c.I, 361.
[3] Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı adıyla Türkçeye çev. Dost Körpe, İstanbul 2003.
[4] Babinger, Fatih Sultan Mehmed ve Zamanı, 347
[5] Babinger, 347
[6]
Ş. Tekindağ, “Fatih’in Ölümü Meselesi”, İst. Üniv. Edebiyat Fakültesi Dergisi, sy. XVI, 95-108.
[7] Yalçın Küçük, Fatih Sultan Mehmed, Ankara 1987, 100-112.
[8] Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, c. 3, İstanbul 1977, 126.
[9] İbn Kemal, Tevarih-i Al-i Osman, VII. Defter (haz. Ş. Turan), Ankara 1991, 545.
[10] Tursun Bey, Tarih-i Ebü’l-feth (M. Tulum), İstanbul 1977, 183-184.
[11] Mehmed Neşri, Kitab-ı Cihannüma, c. II. Yay. F. R. Unat- M. A. Köymen, Ankara 1987, 841-843.
[12] İdris-i Bitlisi’nin Heşt Behişt’ine Göre Fatih Sultan Mehmed ve Dönemi, haz. M. İbrahim Yıldırım (Doktora tezi), İstanbul 2010, 306-307.
[13] Hoca Sadeddin Efendi, Tacü’t Tevarih, c. 3 (haz. İ. Parmaksızoğlu), Ankara 1992, 177-178.
[14] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Tekindağ, “Fatih’in Ölümü Meselesi”, 95-108.
[15] N. Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (çev. N. Epçeli), c. 2, İstanbul 2005, 172-173.
[16] Şekayık, ter. M. Mecdi, İstanbul 1269, 237.
[17] Babinger, s. 254.
[18] A. Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul 1982, 53.
.Ordu-yu Hûmayûn Bağdat Önlerinde
Bindi kır atına Dördüncü Murad
Etek öptü Dicle, baş eğdi Fırat
Açıldı sancaklar, yükseldi tuğlar
Hazır ol vaktine hazır ol Bağdat.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
Irak dünyanın ilk önemli yerleşim merkezlerinden Mezopotamya bölgesi içerisindedir. M.Ö. 7. yüzyıla kadar Sümer, Akad, Babil ve Asurlular’ın elinde kalmış ve bu asırda Persler’in eline geçmiştir. İslâmiyet’ten önce, Araplar da bölgede Main, Sebai ve Himyeri devletlerini kurdular. İslâmiyetin doğuşu ve gelişmesi ile beraber Müslümanlar uzun bir süre bölgeye hakim oldular. Müslümanlar’ın dördüncü halifesi Hazreti Ali’nin kabri Necef (Kufe)’tedir. Oğlu Hazreti Hüseyin Kerbela’da şehid düşmüştür. İmam-ı Azam Ebu Hanife, Ahmed bin Hanbel, Abdülkâdir Geylanî gibi büyük alim ve veliler Bağdat ve Kufe’de yetişmişler, insanlığa ilim ve hikmet yaymışlardır. Bu üç zatın türbesi de Bağdat’tadır.
Abbasiler 762 yılından itibaren Bağdat’ı yeni baştan imar ederek devletlerine başkent yaptılar. Böylece Bağdat İslâm dünyasının başşehri ve dünyanın en önemli kültür merkezlerinden biri oldu. Bilhassa 786-809 yılları arasında halifelik yapan Harun Reşid ve oğlu Memun dönemlerinde Irak dünyanın en parlak ilim ve kültür merkezi haline geldi ve bu vasfını yüzyıllar boyu devam ettirdi. Ancak 1258′de bölgeye giren Moğollar bu mamur beldeleri görülmemiş bir biçimde tahrip ettiler. Dolayısıyla Irak eski haşmetli günlerini bir daha yakalayamadı. Moğollar’ın nüfuzlarını kaybetmelerinden sonra sırasıyla Celayirliler, Timuroğulları, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Safeviler’in idaresi altında kaldı.
Osmanlı sancakları bölgede
Yavuz Sultan Selim‘in 1514′de Safeviler’e Çaldıran’da şiddetli bir darbe indirmesinden sonra Osmanlılar Kuzey Irak ve Musul bölgesini ele geçirdiler. Elde edilen bu bölge Diyarbekir eyâletine bağlandı. Kanuni Sultan Süleyman, babası döneminde fethedilen Kuzey Irak’a 20 yıl sonra Orta ve Güney Irak’ı, Bağdat ve Basra bölgelerini de eklemiştir. Bu fetihler sonucunda bölgenin idarî yapısında da birtakım değişikliklere gidilmiştir. Musul bölgesi Diyarbekir eyâletinden alınıp yeni teşkil olunan Bağdat Beylerbeyliği’ne bağlanmıştır. Diyarbekir eski beylerbeyi Süleyman Paşa eyâletin ilk valisi olmuştur.
Kanuni, dört ay kaldığı süre içinde Bağdat’ta imar ve inşa faaliyetleri ile meşgul oldu. Kâzımiyye’de yarım kalan bir camiyi tamamlattı. İmam-ı Azam‘ın mezarını buldurup burada türbe, cami ve medrese inşa ettirdi. Abdülkâdir-i Geylâni’nin cami ve türbesi için zengin vakıflar tayin etti.
Osmanlı Sultanı I. Ahmed Han devrine kadar Bağdat huzur ve sükûn dolu bir devre geçirmiştir. Zaman zaman küçük çapta aşiret ayaklanmaları görülmüşse de bunlar kolaylıkla bastırılmıştır. I. Ahmed Han döneminde meydana gelen Celâlî ayaklanmaları Bağdat’taki düzenin de bozulmasına sebep olmuştur. Tavil Ahmed ve oğlu Mehmed’in başını çektiği Celâlî liderleri, Nasuh Paşa ve Cağalazâde Mahmud Paşa’nın gayretli faaliyetleri sonucu bertaraf olunmuştur.
Subaşı fitnesi
I. Ahmed’den sonra merkezî otoritenin sarsılması sebebiyle Bağdat’ta yeniden isyanlar çıktı. Yeniçeri zabiti Bekir Subaşı ve Azablar ağası Mehmed Kamber idareyi zorla ele geçirdiler. Bağdat Valisi Hafız Ahmed ve Kemankeş Ali paşalar, bunların nüfuzlarını kırmak için uğraştılarsa da başarılı olamadılar. Eyâletin İran’a yakınlığı ve Safeviler’in olayları körüklemeleri karışıklığın daha da artmasına yolaçtı. Çok geçmeden iki zorbanın araları açıldı. Yeni Bağdat Beylerbeyi Yusuf Paşa, Mehmed Kanber ile bir olarak Bekir Subaşı taraftarlarını ortadan kaldırmak istedi. Ancak aleyhindeki tertipten zamanında haberdar olan Bekir Subaşı kısa sürede Bağdat’a hakim oldu. Bu sırada Yusuf Paşa’nın ani ölümü ile iç kaleyi de eline geçirdi. Aleyhine çalışanları şiddetle cezalandırdı.
Bağdat’daki karışıklıkları önlemek üzere görevlendirilen Diyarbekir Beylerbeyi Hafız Ahmed Paşa, Bekir Subaşı’nın Safeviler’le ittifak içerisinde olduğunu öğrenince niyetini değiştirdi. Merkeze derhal bir rapor göndererek Bekir Subaşı’nın şehri Safeviler’e terkedebileceğini bunun önüne geçebilmek için onun valiliğinin onaylanması gerektiğini bildirdi. Teklif devlet tarafından da uygun görülerek kabul edildi.
Yeniden Safeviler
Bu arada Bekir Subaşı Osmanlı ordusunun kale önüne gelmesi üzerine Safevi hükümdarına haber göndererek yardım istemişti. Şah Abbas’da Hemedan Emiri Safi Kulu Han komutasında bir ordu gönderdi. Bekir Subaşı şehrin Safevi Devleti koruması altında olduğunu, Osmanlı ordusu Bağdat önünden çekilmezse iki devlet arasında harp çıkabileceğini bildirdi. Bunun üzerine Hafız Ahmed Paşa, Bekir Subaşı’yı acele ile beylerbeyi tayin etti ve Bekir Subaşı da İran taraftarlarını şehirden kovdu. Bekir Subaşı’nın bu hareketine kızan Şah Abbas ordusu ile gelerek şehri kuşattı. Bir taraftan Osmanlı Devleti’nden yardım isteyen Bekir Subaşı diğer taraftan şiddetle kaleyi savundu. Üç ay süren kuşatmanın sonunda şehirde şiddetli bir kıtlık başladı. Bu arada Bekir Subaşı öldü. Bekir Subaşı’nın oğlu Mehmed, Şah Abbas’ın kendisine Bağdat valiliğini vaad etmesi üzerine şehri Safeviler’e teslim etti (1623). Şah Abbas verdiği sözün aksine şehirdeki Sünnî halka büyük zulüm ve katliâm hareketinde bulundu. Şehrin büyük kısmını tahrip etti. İmam-ı Azam ile Abdülkâdir-i Geylani’nin türbelerini yıktırdı.
Hasret yılları
90 yıldır Osmanlı hakimiyetinde bulunan Bağdat’ın Safeviler eline düşmesi İstanbul’da ve bütün Sünnî İslâm dünyasında üzüntüye sebep oldu. Sultan IV. Murad’ın çocuk yaşta olmasına ve İstanbul’da zorbaların çıkardığı karışıklıklara rağmen Bağdat’ı geri alabilmek için derhal harekete geçildi.
Hafız Ahmed Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu 13 Kasım 1625′ten 3 Temmuz 1626′ya kadar Bağdat’ı kuşatma altında tuttu. Şehrin düşmesi an meselesi iken Osmanlı askerleri arasında baş gösteren hastalık ve yorgunluk sebebiyle netice alınamadı. 1629′da Sadrâzam Boşnak Hüsrev Paşa ikinci kez Bağdat seferine çıktı. Kırk gün süren bu kuşatmadan da bir netice elde edilemedi. Merkezdeki karışıklıklar da Osmanlı ordusundaki gayret ve sebatı kırıyor, kesin bir sonuca ulaşmaya mâni oluyordu.
Dîn-ü Peygamber gayreti
Öte yandan Sultan IV. Murad Han idareyi ele alıp zorbaları temizledikten sonra önce Revan’ı fethetmiş ardından yaklaşık 15 yıldır düşman elindeki Bağdat’ı zaptetmeye niyet etmişti. Zira bu onun en büyük idealiydi.
Zira daha evvel Hafız Ahmed Paşa Bağdat önlerinde çaresiz kalıp da:
Aldı etrafı adûv (düşman) imdada asker yok mudur?
Dîn yolunda baş verir bir merd ü server yok mudur?
diyerek şikayette bulunurken;
Murad Han da:
Hâfızâ Bağdad’a imdad etmeye er yok mudur?
Bizden istimdad edersin sende asker yok mudur?
Merdlik dava idersin, bu muhanneslik neden?
Havf idersen, bâri yanında dilaver yok mudur?
Ebu Hanife şehrin ihmalinle viran ettiler;
Sende gayret-i dîn ü peygamber yok mudur?
beyitleriyle herkesi bu yüce dava uğruna şevke, gayrete ve aşka getirmeye çalışmıştı. Ancak bütün bu fedakârlıklar sonuç vermemiş ve Bağdat, Murad Han’ın içine sanki yüzyıl gibi gelen bir hasret ateşi yakmıştı.
Belinde Hz. Ömer kılıcı!
İran hükümdarı Şah Safi’nin sulh tekliflerini şiddetle reddeden genç Osmanlı Hükümdarı kendisinden önce Sadrazam Bayram Paşa’yı gerekli tertibatı alması için Anadolu’ya gönderdi. Sefer hazırlıklarını gören padişah da Sivaslı Abdülmecid Şeyhî Efendi’nin elinden Hazret-i Ömer’in kılıcını beline kuşandıktan sonra harekete geçti. 8 Mayıs 1638 günü Üsküdar ordugâhından, yanında 86 yaşındaki Şeyhülislâm Yahya Efendi, alimler ve veliler olduğu halde Bağdat’ı fethetmek niyetiyle hareket etti. Padişahın yapmış olduğu sefer hazırlıkları o kadar mükemmel ve zengin ve o kadar ihtişamlı idi ki bunlar kaynaklarda sahifelerce anlatılmaktadır. Nitekim Neft de güzel bir kasidesinde bu hususu belirtirken şöyle demektedir:
Nice benzer sana tarz-ı padişahân-ı selef
Bir midir pervâz-ı anka ile pervâz-ı cerad
(Geçmiş padişahların tarzları sana nasıl benzer
Ankanın uçuşu ile çekirgenin uçuşu bir midir?..)
Osmanlı ordusu şehirlerden tam bir nizam ve disiplin içerisinde geçerek Konya yoluyla Haleb’e doğru hareket etti. Ordu Birecik’te iken Sadrâzam Bayram Paşa vefat etti. Padişah bu kıymetli devlet adamının vefatına çok üzülüp ağladı. Sadarete Tayyar Mehmed Paşa getirildi.
Delinmez denilen kalkan
Musul’a varıldığında orduya gelen Hindistan elçisi huzura kabul olundu. Hind padişahı Murad Han’a gönderdiği mektupta kendisinin de Kandehar üzerine yürüdüğünü beyan ediyor ve Cenab-ı Hakkın her ikisini de muzaffer kılması için dua ediyordu. Hind elçisinin getirdiği kıymetli hediyeler arasında 150.000 guruş değerinde murassa bir kemer ile fil kulağından yapılmış ve üzerine gergedan postu geçirilmiş; tüfek, kılıç ve kargı kâr etmez diye inanılan bir kalkan dahi vardı.
Sultan Murad bu kalkanı önüne koydurarak mızrak ile öyle kuvvetli bir darbe vurdu ki mızrak kalkanın bir tarafından öbür tarafına geçti. Kalkanın içine 500 altın konularak elçiye teslim olundu. Osmanlı ordusu, İstanbul’dan hareketinin yüz doksan yedinci günü Bağdat önlerine ulaştı.
Haya ederim!
İmam-ı Azam türbesinin bulunduğu kısım surların dışında olduğundan daha önceden ele geçirilmişti. Padişaha öncelikle İmam-ı Azam Hazretlerinin türbesini ziyaret etmenin iyi olacağı söylenince genç ve haşin hükümdar ağlamaklı bir şekilde: “Bağdat şehri sapıkların pis ayaklarıyla kirlenirken yüce imamımızın kabrini ziyarete gitmekten haya ederim“ cevabım verdi.
Padişahın otağı Dicle’ye yakın bir tepenin üzerinde, İmam-ı Azam kalesi karşısına kuruldu. Ancak Murad Han otağına girmeden her gruba bulunacağı yeri göstermek üzere asker arasına karıştı. Daha önce Hafız Ahmed Paşa Bağdat’ı, aşağı tarafındaki Karanlık Kapı’dan ve Hüsrev Paşa ise İmam-ı Azam Kapısı tarafından kuşattıklarından bu mevkiler daha ziyade tahkim edilmişti. Vezir-i azam Tayyar Paşa bu durumu padişaha arz ile kuşatmanın, pek muhkem olmadığı haber alınan Ak Kapı tarafından yapılmasını arzeyledi. Mütalaası kabul olunarak hemen o gece asker siperler kazıp metrislere girdi. Diğer kale kapıları da kuşatıldı.
Ak Kapı tarafında vezir-i azam, yeniçeri ağası ve Rumeli beylerbeyi yerleşmişti. Bu mevkiden Karanlık Kapı’ya kadar Kaptan Paşa, Sivas Beylerbeyi, Samsoncubaşı, Köstendil ve Avlonya beyleri ve Mısır askeriyle beraber Anadolu Beylerbeyi emrindeki kuvvetler dizilmişlerdi.
Bağdat’ın müdafii Bektaş Han’ın emri altında 40 bin kişilik bir Safevi garnizonu bulunuyordu. Şah Safi ise atlı kuvvetleriyle Kasr-ı Şirin’e gelerek gün be gün muhasaranın gidişatını takibe başladı. O Bağdat’ın güçlü surlarına ve müdafaa kuvvetlerinin çokluğuna güveniyordu. Kuşatma uzayıp kış mevsimi gelince padişahın geri çekileceğini ümid ediyordu. Sultan Murad Han 12 bin kişilik sipahi kuvvetini İran içlerine sokup Şehriban bölgesini çiğnettiği halde Şah’ı savaş meydanına çekemedi.
Bu arada 18-20 okka gülle atan Osmanlı topları kaleyi şiddetle dövmeye devam ediyorlardı. Muhasaranın sekizinci günü metrisler hendek kenarına kadar vardı. Padişah devamlı olarak siperleri gezip askerleri teşcî ediyordu. İranlılar ise siperlere karşı yoğun taarruz ve baskınlarda bulunuyorlar ve bunlar Osmanlı askerinin gayretleriyle defediliyordu.
Şecaatin bu mudur?
Muhasaranın 37. gününe gelindiğinde hendekler dolmuş kale duvarları pek çok yerden yıkılmış bulunuyordu. Genç padişah vezir-i azamını huzuruna davet ederek; ”Hendekler doldu niçin yürüyüş edilmiyor” diyerek tekdir etti. Sadrâzam:
“Padişahım sabrolunsun. Yakında şehir fetholunur. Yürüyüşe zaman vardır. Acele ile askeri kırdırmayalım” deyince Padişah:
“Senin namın, dilaverliğin ve şecaatin bu mudur? Tehirin manası nedir?” deyince Vezir-i âzam: ”Ben canımı pâdişâhıma feda etmişim. Tayyar kulun ölmekle bir şey olmaz. Hemen Cenâb-ı Hakk kal’ayı ihsan buyursun” sözleriyle ertesi gün kaleye yürüyüş ilan ettirdi.
Bütün gece Osmanlı dilaverlerinin gözüne uyku girmedi. Geceyi dua, niyaz ve yakarışla geçirdiler. Sabah namazını kılıp güneşin doğması ile beraber Allah Allah! sadalarıyla yayından fırlayan ok gibi Bağdat üzerine aktılar. Vezirler, yeniçeri ümerası, beğlerbeği ve sancak beğleri hendeklerden çıkarak en önde kuleler üzerine gittiler. Şiddetli çarpışmalar sonucunda bazı kuleler ele geçerek bayrak dikildi. Tayyar Paşa da daima ilk safta olmak üzere kılıcıyla Acemler’in başlarını uçurmakta iken, alnına bir kurşun isabetiyle şehid düştü.
Sultan Murad bunu duyunca teessür içerisinde kalarak:
“Ah Tayyar! Bağdat gibi bin kaleye değerdin” dedikten sonra vezirine rahmet okumuştur.
Tayyar Paşa İmam-ı Azam türbesinde, eskiden Bağdat valisi olan pederinin ayak ucunda defnolundu. Naima onun için “Said olarak yaşadı, şehid olarak öldü“ ifadesini kullanmaktadır.
Göreyim seni
Sultan Murad Han, Tayyar Paşa’dan boşalan Vezir-i Azamlık Makamına Kemankeş Kara Mustafa Paşa’yı getirdikten sonra: “Göreyim seni! Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle Bağdad fethini senden beklerim. Bu hizmet için can ve başla çalışmalısın. Allah muinin olsun” dedi.
Mustafa Paşa yer öperek:
“Padişahın kalbi teveccühlerini ve hayır dualarını isterim” dedikten sonra ağlayarak çıktı. Kemankeş Mustafa Paşa, Tayyar Paşa’nın şehadetiyle askerin bir an için kesilen kahramanlıklarını yeniden alevlendirmek üzere hendek üzerine yürüdü. Mustafa Paşa’nın; levendlerinin ve ağalarının önünde bu şekilde ileri atıldığını gören askerler hep bir ağızdan; “Ölmek bu gün içindir” diyerek yeni bir şevkle çarpışmaya başladılar. Ve bütün kuleler alınıncaya, müdafiler aman dileyinceye kadar da durmadılar.
İşte Bir Avuç Kanımla Başım
Nihayet muhasaranın 40. günü Bağdat Hanı, muhafızlarından bir Acem vasıtasıyla Sultan Murad’a teslim olmayı kabul ettiklerini ve huzuruna varmak istediğini bildirdi. Genç Padişah başında levend varî bir keşmir şalı, onun üzerinde murassa bir iğne ile tutturulmuş sorgucu ve dizlerinin üzerinde kılıcı olduğu halde altın bir taht üzerine oturmuştu.
Şeyhülislâm, vezirler ve sâir erkan da yerlerini alınca Bektaş Han korkusundan aklı başından gitmiş bir halde titreye titreye huzura girdi ve yer öperek el pençe durdu. Hünkâr; büyük bir şevketle:
“Neden bana karşı koydun? Bu kadar direnmek neden gerekti? Daha evvel aman dilesen olmaz mıydı?” deyince Bektaş Han tekrar yer öptükten sonra:
“Velinimetimiz olan şahımız uğruna elden geldiği kadar direnmek lazım idi. Nitekim saadetlü padişahımın kulları da uğrunuzda ellerinden geleni yaparlar. İşte bir avuç kanımla başım ve canım. Huzurunuza geldim. Dilerse katletsin, dilerse affetsin. Ferman padişâhımındır.”
Bu cevabı beğenen Hünkâr:
“Elbette öyledir. Efendine hizmet etmek ise ancak bu kadar olur. Sana ve sana tabi olanlara aman verdim.”
Böylece, muhasaranın 40. günü Bağdat bir kez daha Osmanlı Türkleri’nin idaresi altına giriyordu (24 Aralık 1638).
Bağdat kalesi bu şekilde teslim olduğu ve içinde bulunanlara aman verildiği halde, iç kaledeki bazı mutaassıp Safeviler teslim olmayı reddederek mukavemete kalkıştılar. Ancak, ertesi gün Halef Han’ın müdafaa ettiği iç kale zorla alınarak karşı koyanlar kılıçtan geçirildiler. Bunlardan ancak üç yüz kadarı çoğu yaralı oldukları halde kaçıp kurtulabilmişlerdir.
Gazam (1048)
Bağdat’ın fethine Sultan Murad Han “Gazam
“ (H.1048) lafzını târih olarak düşürmüştür. Ayrıca:
Hızr âsâ geldi yetdi himmet-i kutb-ı zaman
Bî taab feth eyledim Bağdad şehrin râyekân
beytini şehrin fethi münasebetiyle söylemiştir.
Şeyhülislâm Yahya Efendi de;
Hazret-i Sultan Gâzî Hân-ı Murâd-ı kâmyâb
Eyledi çün feth-i Bağdad’a seadetlü hücum
Hakk Teâlâ Hazreti anı müyesser eyledi
Didi târihin lisan-ı feth “Gül Hâkan-ı rum“ (H.1048)
diyerek fethe tarih düşürdü.
Bağdat fatihi Sultan IV. Murad tebrikleri kabul ettikten sonra büyük bir gönül huzuru içerisinde maiyetine dönerek:
İşte şimdi mezhebimizin reisi Ebû Hanife Hazretlerini ziyarete yüzümüz oldu.. dedikten sonra bütün maiyyetiyle birlikte Hazret-i İmam-ı Azâm’ın türbesine yüz sürdüler.
Bağdat yeniden…
Sultan IV. Murad, Safeviler elinde çok tahrip gören Bağdat’ı imar etmek için büyük para harcadı. İmam-ı Azâm Ebu Hanife Hazretlerinin türbesi bakımsız ve perişan bir haldeydi. Padişah, atası Süleyman Han’ın yaptırdığı türbenin aynı şekilde inşasını emretti. Bütün kafes şebekesi som gümüşten yapıldı. Altın ve mücevherli yüzlerce kandil kondu. Saadetlü kapısı ve eşiği gümüşten yapıldı. İmam Musa Kâzım, Abdülkâdir Geylanî, Şeyh Şihabüddin Sühreverdi hazretlerinin türbeleri de aynı güzellik ve muhteşemlikte inşa olundu.
O günden sonra bir daha düşman ayağı Bağdat’a basamadı. Ta ki, Birinci Cihan Harbi sonunda İngiliz oyunları ortaya çıkana kadar.
.KARDEŞ KATLİ
Devlet-i ebed müddet idealinin ve tarihî tecrübenin Osmanlı’ya ödettiği ağır bedel…
Müslümanlar, Osmanlı hanedanı sayesinde ayakta duruyorlar. Hanedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu sebeple hanedanın, din ve devletin selâmeti ve bekâsı evlattan daha mühimdir.
Busbecq (Avusturya İmparatoru Ferdinand’ın elçisi)
Cenab-ı Hak benden sonra senin hükümdar olmanı takdir etmişse, bunu hiç kimse tebdil ve tağyir edemez. Etmemişse, bunu da sen değiştiremezsin. Bugün din-i İslamın yegâne istinadgahı Osmanlılardır. Devletin dahilindeki bir mücadele doğu ve batıdaki düşmanlara fırsat verir. Bu ise bir cinayettir. Ve İslamiyeti temelinden yıkmakla birdir.
Kanunî Sultan Süleyman Han
Kadimden töredir kardeşe kıymak
Atayı anayı gussalı komak
Aşıkpaşazâde’nin bu beyti Osmanlı tarihinin en mühim bir meselesine işaret ediyor. Bu şanlı hânedana tarihin görmediği uzun süreli saltanat hayatı sağlayan kudret kaynaklarından biri de, şüphesiz merkeziyetçi bir devlet oluşumu idi. Ancak böyle bir ideali gerçekleştirirken ortaya çıkardıkları kardeş katli meselesi her zaman tartışılageldi. Art niyetli olanı, Osmanlı düşmanlığını ilke edinen ve tarih metodundan uzak bulunan yazarlar ve kimseler arasında ise padişahlar, kardeşlerini, kardeşlerinin oğullarını, hatta kendi oğullarını hunharca katlettiren adamlar olarak değerlendirildi. Kendi saltanatları ve tahtları için görülmemiş mezalimler yaptıran insanlar olarak gösterildi.
İşte bu ve benzeri görüşler karşısında genellikle insanlar sükutu tercih ettiler ve bir ölçüde bu ifadeleri kabul etmek mecburiyetinde kaldılar. Zira olayın insani ve vicdani boyutu pek büyüktü ve aklı başında bir kimse için evlat katli, kabul edilmesi imkânsız bir işlemdi. Dolayısıyla konuyu geçmişi, devrinin özellikleri, anlayışı, sosyal ve siyasi şartları ile ve objektif bir biçimde ele alacağız ve tarih metodu ile okuyucularımızın bilgilerine sunmaya çalışacağız.
Kutsal kan
Gerek eski Türk ananesinde ve gerekse İslâm’dan sonraki dönemde devlet, hükümdar ailesinin ve hanedanın müşterek malı sayılırdı. Nitekim İslâmiyet’ten önce Türkler, kendilerinin dünyayı idare etmekle görevli olduklarına inanırlardı. Yaradan bu görevi onlara bahşetmişti. Kağanların yaptıkları işlerin Cenab-ı Hakk’ın iradesiyle olduğu Orhun Abideleri ile de sabittir. Dolayısıyla Türkler, onların hükümdar ailesinden olan kimseleri idam ederken kanlarını akıtmıyorlar, yay kirişiyle boğuyorlardı. Zira onların kanları kutsal biliniyordu.
İşte, aynı inanışların İslâmiyet’i kabul ettikten sonra da dini bir çerçeve içerisinde ele alındığı ve yaşatıldığı görülüyor. Karahanlılar’da, Gazneliler’de, Selçuklular’da, Timur oğullarında ve Anadolu beyliklerinde devlet hep hanedanın müşterek malı kabul edildi. Yalnız uygulamaya geçildiğinde bunun devlete ve milli menfaatlere zararlı bir yönü ile hep karşı karşıya kalındı. Bu hastalık devletin birliğini, gücünü, kuvvetini kırıyor ve kısa bir süre içerisinde onu tarihe mal ediyordu.
Böl, parçala, yut
Devletlerimizin çabuk yıkılmasına sebep olan bu uygulama, devletin müşterek hakimi olmaları sebebiyle oğullar arasında pay edilme geleneği şeklinde de kendini göstermişti. Eski Türkler’de doğu-batı diye her zaman bölünmeye yol açan ve Çinliler’in ekmeğine yağ sürmekten öteye gitmeyen bu usûl, İslâmiyet’ten sonraki Türk devletlerine de aynen yansıdı. 940′larda Türkistan ve Maveraünnehir’de güçlü bir hâkimiyet kuran Karahanlılar, bir asır geçtikten sonra önce ikiye sonra üçe bölündü ve yine aynı süre bittikten sonra da yıkıldılar. Gazneli Sultan Mahmud’un Azerbaycan hudutlarından Hindistan’ın Yukarı Ganj vadisine Orta Asya’da Harezm’den Hint Okyanusu sahillerine kadar çok geniş bir sahada teşekkül ettirdiği devleti (962-1030) kendisinden sonra daha çok hanedan üyelerinin saltanat mücadelelerine sahne oldu ve 1187′de tamamen ortadan kalktı.
Tuğrul Bey, Alparslan ve Melikşah dönemlerinde çok geniş ülkeleri elinde tutan Büyük Selçuklu Devleti, yine bu inanç ve gelenek dolayısıyla İran, Kirman, Konya, Halep ve Dımaşk Selçukileri adıyla beş parçaya ayrıldı. Bütün bu bölünmeler ne yazık ki ilk düşman ve ilk tehlike oluyordu. Özellikle komşu ülkelerde siyaseti iyi bilen idereciler, bu bölünmüş ve parçalanmış hanedanları birbi rleri ile kapıştırmakta hiç zorlanmıyordu. Neticede sel gibi Türk kanları akıyor, memleketler harap oluyordu. Birinci Haçlı seferinde 600 bin kişi Anadolu’ya girmiş, ancak Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan ülkedeki birlik ve beraberliğin verdiği güçle bunların sayısını Antakya kalesine ulaşıncaya kadar (1096-1097) 100 bine indirmişti. Oysa Suriye’de Büyük Selçuklu Devleti’nin bölünmüşlüğü ve parçalanmışlığı az sayıdaki bu Haçlı birliklerinin işine yaradı. Müslüman, Musevi ve Hristiyanların birlikte yaşadığı, her üç dinin mensuplarınca da mübarek bilinen Kudüs, Haçlılar’ın eline geçince büyük bir katliâma sahne oldu. Yetmiş bin Müslüman ve Yahudiyi, mabetlere sığınan çocuklar ve kadınlar dahil, acımasızca kılıçtan geçirdiler. Şehrin sokakları kan ve cesetlerden geçilmez oldu.
Diğer taraftan Anadolu’da da Sultan II. Kılıç Arslan’ın 1188′de memleketini yine eski Türk hâkimiyeti telâkkisine göre, onbir oğlunun arasında pay etmesi, devletinin geleceğini gayet fena bir şekilde etkilemeye başladı. Şehzadelerin birlik ve beraberlik için verdiği mücadeleler binlerce Türk’ün ölümüyle sonuçlandı. Ve sonunda da 50 yıl geçmeden Moğollar’ın tahakkümü altına girdi. Bütün bu gelişmeler ise, düşmanların kafasına Türkler’i yok etmenin bir reçetesi olarak kazınıyordu. Ve bu reçete üç kelimeden ibaretti. Böl, parçala, yut.
Bir ülkeye tek çoban
Anadolu Selçukluları’nın Moğol tabiiyeti altına girmesi uçlardaki Türk beylerini harekete geçirdi ve her biri bulundukları mıntıkalarda istiklallerini ilân etmeye başladılar. Karamanoğulları, Aydınoğulları, Germiyanoğulları, Candaroğulları ve Saruhanoğulları gibi güçlü beyliklerin bu taksim töresine sadıkane bağlı kaldıkları müşahede edilirken, Bizans sınırına yakın bir mevkide yer alan ve beyliklerin en zayıfı olarak telakki olunan Osmanlılar’ın ise ne yapacakları merak edilmeye başlandı.
Ertuğrul Gazi’den sonra aşiretlerin ve beylerin kararıyla oğlu Osman başa geçirilmişti. Aşireti beyliğe çeviren Osman Gazi’nin vefatından sonra Alaaddin ve Orhan isimlerinde iki oğlu kalmıştı. Osman Gazi’nin bıraktığı ülke nasıl pay edilecek ve bu konuda nasıl bir yol izlenecekti? İşte devletin en temel dinamiği bu husus olacak ve geleceğini etkileyecekti.
Tek yürek
Orhan Bey’in vefatından sonra Hüdavendigar lâkabı ile anılan oğlu I.Murad babasının vasiyeti ve vezirlerinin ittifakıyla hükümdar olurken, saltanat davasına kalkışan iki kardeşi İbrahim ve Halil beyleri ortadan kaldırdı. Daha sonra Bizans İmparatorunun oğlu Andronikos ile birlikte olup kendisine isyan eden oğlu Savcı Bey’i yine devletin sıhhat ve selameti için öldürttü. Böylece saltanatta birlik prensibi Osmanlılar için olmazsa olmaz bir devlet telakkisi haline geldi.
Nitekim I. Murad Han, 1389′da Kosova meydanında şehid düşünce beylerin ittifakı ile babasının yerine seçilen Yıldırım Bayezid, kaçan düşmanı takipten dönen kardeşi Yakup Çelebiyi öldürterek muhtemel bir iç savaşı önlemek istedi. Gerçekten de Anadolu beylerinin bu olayı vesile ederek Osmanlılar’a karşı ittifak kurmaları ve faaliyete geçmeleri, Yıldırım ve beylerinin yerinde bir karar aldıklarını açıkça gösterdi. Zira muhtemeldir ki Yakub Çelebi bu beyler tarafından rahat bırakılmayacak ve Yıldırım’a karşı teşvik edilecekti.
Timur hadisesinden ve Ankara bozgunundan sonra yaşanan 11 yıllık fetret devresi ve şehzade kavgaları aslında, firaset ve siyaset sahipleri için mükemmel bir dönemdi. Kardeş katli meselesinin devlete ne derece bir hayatiyet bahşettiğinin vesikası hüviyetindeydi. Tarih metoduna sahip kimseler, bu açık vesikayı okuyup değerlendirmekte hiç güçlük çekmezler.
Fetret devrinden önce ve sonra 10 yıllık dönemlerde mevcut topraklarını iki kat büyütebilen Osmanlılar, bu defa birbirlerinin hasmı ve düşmanı olmuşlardı. Sadece birbirlerini kırmakla kalmamışlar, Bizans, Eflak ve Karamanoğulları karşısında önemli ölçüde toprak kaybına da uğramışlardı.
Yaşanan bütün bu olaylar birlik prensibini daha da pekiştirdi. Çelebi Mehmed kardeşlerini ortadan kaldırarak devletin ikinci bânisi sıfatını kazandı. Onun yerine tahta oturan oğlu II.Murad da önce tarihlere “Düzmece” lâkabıyla geçen amcası Mustafa Çelebi’yi, ardından kardeşi Şehzade Mustafa’yı ortadan kaldırarak tek başına ülke idaresine sahip oldu.
Ekser ulemâ dahi…
İstanbul’un fethinden sonra ise, Fatih Sultan Mehmed ülkenin bölünmezliği ilkesini sistemleştirdi ve bir kanun maddesi haline getirdi. İşte meşhur kanunnâmede yer alan kardeş katli ile ilgili hüküm:
“Her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, kardeşlerini nizâm-ı âlem içün katl etmek münâsibdir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmiştir. Ânınla amil olalar”.
Fatih Sultan Mehmed böylece ata ve dedesinin pratikte uygulaya geldiği bir usûlü böylece kanun olarak yerleştirdi, hanedanı rahatlattı ve sistemi kalıcı kıldı. Fatih’ten sonra tahta çıkanlar daha rahat hareket etme imkanını buldular. Nitekim II. Bayezid Han kardeşi Cem’in oğullarını, Yavuz Sultan Selim şehzade Ahmed, Korkud ve evlatlarını, Kanuni oğullarını, III. Mehmed, III. Murad, IV. Mehmed, IV. Murad ve diğerleri kardeşlerini hep bu kanuna istinaden ortadan kaldırdılar.
Kanunnâmede bu uygulamanın “Nizam-ı âlem” için yapıldığı belirtilirken, yine kaynaklarda meşruiyeti göstermek bakımından şu hukuki prensipler veya siyasi gerekçeler göze çarpıyor.
Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür.
Umumî bir zararı def edebilmek için, hususî bir zarar tercih olunur.
Bir kafeste iki aslan, bir kında iki kılıç olmaz.
Kangren olan kolun kesilmesi bütün vücudu kurtarmak için zaruridir.
İşte bütün bu ifadeler ve hükümler, devlet bütünlüğünün parçalanmasına, binlerce Müslümanın ve askerin ölümüne, köy ve şehirlerin felaketine ve cihad hizmetinin durmasına yolaçacak olan kardeş kavgalarının önüne geçebilmek için bir veya bir kaç kişinin ortadan kaldırılmasını gerekli kılıyordu.
Kemalpaşazâde bir kıtasında bu hadiseyi şu şekilde belirtir.
Çü şah baştır memleket ona ten
Yaramaz iki başlı olmak beden
Taksim tehlikesi
İşte bu özellikleri dolayısıyladır ki, her şehzade babasının bıraktığı mülke vâris olmanın yanısıra, kendisini devlet idaresine namzet görüyor, bu uğurda mücadele yoluna atılmakta tereddüt göstermiyordu. Bu mücadeleler sırasında eski Türk geleneği üzere zaman zaman devletin bölünmesi ve müşterek idare olunması teklifleri de gündeme gelmeye başladı.
Nitekim fetret devrinin ortaya çıkardığı karışık devrede kardeş kanlarının akıtılmasını istemeyen Çelebi Mehmed ağabeyi İsa Çelebi’ye Anadolu’nun ikisi arasında pay edilmesini isteyerek şöyle demişti:
“Ey canım kardeşim, ey sevincimizin neşemizin kaynağı, boşa giden dünya malı için İslamın yiğitlerini savaşa salmak, sonu mutsuzluk ve pişmanlık olan bir iştir. Cihan sultanlığı hem bir anlık, hem de sonu gelmeyen bir dilektir. Bilgili, ileri görüşlü ve akıllı kişiler bu değersiz mala istekli olmaz.
Yer yüzünün Müslüman kanıyla sulanması ne din için gereklidir, ne de aklın görüşüne uygun düşer. Gazilerin ok ve kılıçları din düşmanlarının kanı ile boyanmalı. Bu ortada iken müminlerin kanına girmek yerinde midir? İki günlük devlet için güzel adımızı boşa salmak uygun mudur? Kardeşçe ilişkiler kurmak ve birbirimizi desteklemek varken sonu kötü düşmanları sevindirmek, doğruyu araştıran aklın gereği değildir. Güçlü kişilere uygun düşecek olan budur ki Anadolu diyarına yarı yarıya hükmederiz, kardeşlik ve hoşnutluk yolunu tutarız…”
İsa Çelebi ise küçük kardeşinin kendisine yol göstermesi karşısında hiddetlenerek sert ve ağır ifadelerle cevap verdi ve atının dizginlerini mücadele meydanına çevirdi.
İki padişah fazla
Neticede Mehmed, Süleyman, İsa ve Musa Çelebiler arasında onbir yıl devam edecek büyük mücadele başladı. Mehmed Çelebi Osmanlı devletini yeniden bir idare altında toplamayı başarırken bu durumdan memnun olmayan devletler de vardı. Batıda güçlü bir devletin bulunmasını istemeyen ve dağınık mevcut statünün devamında kendisi için faydalar gören Timur’un oğlu Şahruh, Çelebi Mehmed’e bir name göndererek dikkatini çekmişti. Şahruh mektubunda; onun Osmanlı töresi üzerine kardeşlerini öldürtmesinin İlhanlı töresine uymadığını söylüyor ve yaptıklarından dolayı Çelebi Mehmed’i şiddetle tenkit ediyor, aksi halde üzerine geleceğinden dem vuruyordu.
Osmanlı sultanı ise bu sözlere karşı; “Osmanlı padişahları başlangıçtan beri tecrübeyi kendilerine rehber yapmışlar ve saltanatta ortaklığı kabul etmemişlerdir. On derviş bir kilim üzerinde uyur, lakin iki padişah bir iklime sığmaz. Zira etrafta din ve devlet düşmanları fırsat beklemektedir. Nitekim malumunuzdur ki pederinizin arkasından (Ankara Savaşından sonra) kafirler fırsat buldu. Selanik ve başka beldeler elden çıktı” diyerek cevab vermişti.
Cem Sultan’ın teklifi
Osmanlı devleti fetret devrinden sonra en ciddi bölünme tehlikesini Fatih Sultan Mehmed’in oğulları Bayezid-Cem mücadelesi sırasında yaşadı. II.Bayezid’in saltanatı elde etmesine karşılık Bursa’yı zapteden Cem, kendisini Anadolu’ya hakim olmuş sayarak bir elçilik heyetini ağabeyine gönderdi ve bu durumun kabul edilmesini istedi.
Elçilik heyetinde, Çelebi Mehmed’in kızı ve şehzadelerin halaları ihtiyar Selçuk Hatun da bulunuyordu. Bayezid Han, huzuruna gelen halasına büyük izzet ve itibar gösterdi. Selçuk Hatun ona:
“Padişahım olmaz mı ki can beraber olan kardeş kanını dökmeğe kalkışmayasın. İslam arasında cenk ateşini yakıp tutuşturmayasın. Rumeli topraklarıyla yetinip Anadolu ülkesini kardeşine bağışlayasın. Böyle yaparsan o da eğdiği boynunu bir daha boyunduruğundan çıkarmaz. Çekişme bir ağaç için dahi olsa üzüntüden başka meyve vermez. İki şanlı padişah döğüşmeye niyet etseler bundan halk büyük zarar görür. Ülke kavgası yüzünden ortalığı harabeye çevirmek yüce gönüllü olmaya ve yiğitlik şanına uygun değildir” dedi.
Evlâttan daha mühim
Sultan II. Bayezid hissiyatla dile getirilen duygu yüklü bu konuşmaya aldanmadı.
Lâ erheme beyne’l-müluk (Hükümdarlar arasında merhamet olmaz) ve
Bu kişver-i Rûm bir ser-i pûşîde-i arus-ı pür namustur ki iki damad hutbesine tâb götürmez. (Osmanlı Devleti öyle başı örtülü namuslu bir gelindir ki iki damadın talebine tahammül edemez) ifadeleriyle saltanatın taksim edilemeyeceğine dair namus ve kudsiyet duygularını belirtir.
Mücadelenin sonunda Cem’in Rodos’a geçmesinin, Osmanlı devletine nelere malolduğu meselesi ise tarih uzmanlarınca çok iyi biliniyor. İşte Osmanlı padişahları bu tarihî geçmişi, vuku bulan kavgaları ve neticelerini görerek kat’i tedbirlere başvurmaktan geri durmadılar. Nizam-ı âlem mefkuresini, din ve devlet, mülk ve millet duygusu ile ele alarak her fedakârlığa katlanmaktan çekinmediler.
Kanuni devrinde Türkiye’ye gelen İmparator Ferdinand’ın elçisi Busbecq bu anlayışı şu sözleriyle ifade etmektedir: Müslümanlar, Osmanlı hanedanı sayesinde ayakta duruyorlar. Hanedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu sebeple hanedanın, din ve devletin selâmeti ve bekâsı evlattan daha mühimdir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın feda etmek istemediği oğlu Bayezid’e gönderdiği namesinde aynı duygu ve inancı görmek mümkündür:
Cenab-ı Hak benden sonra senin hükümdar olmanı takdir etmişse, bunu hiç kimse tebdil ve tağyir edemez. Etmemişse, bunu da sen değiştiremezsin. Bugün din-i İslamın yegane istinadgahı Osmanlılardır. Devletin dahilindeki bir mücadele doğu ve batıdaki düşmanlara fırsat verir. Bu ise bir cinayettir. Ve İslamiyeti temelinden yıkmakla birdir.
İşte Kanuni’nin oğlunu ve padişahların kardeşlerini ortadan kaldırırlarken düşündükleri yüksek devlet şuuru bu anlayıştır.
Tevbe kıl canım oğul
Osmanlı padişahlarının bu yüce duygularını ve hareket tarzlarını anlamak, onları taht için kardeşlerini öldürten hunhar ve zalim kimseler şeklinde göstermek, yanlıştır. Oysa İslam ülkelerinin harap olmaması ve Müslüman halkın huzuru için canlarından çok sevdikleri kardeşlerini ve çocuklarını biremirleriyle öldürtmek acaba cihad hizmetini yürütmek ve adaletten çıkmak korkusuyla yıpranan ruh ve bedenlerine daha ne şekilde etkilerde bulunmuştu. Genç denilebilecek yaşlarda, üzüntü ve kederlerin yol açtığı hastalıklarla ölümlerinde, ne gibi etkenlerin rolü vardı. Bunlar, öncelikli olarak incelemeye değer mevzulardır.
Padişahların kardeşlerini ortadan kaldırdıkları sıra yaşadıkları halet-i ruhiyeden bazı örnekleri şöyle sıralayabiliriz:
“Çelebi Mehmed ağabeyi Musa’nın vücut donanımını yitirdiği cihetten üzülmüş, onun gençlik deminde yokluk diyarına gidişine yanmış, üzüntüsünü belli edercesine huzursuz olmuştu. Kirpiklerinin ucundan dökülen yaş taneleri göz bebeklerini nar gibi kan içinde bırakmış, akan yaşlar yanaklarını kızartmış, oturduğu yeri nemlendirmişti”.
Yavuz Sultan Selim de kardeşleri Korkud ve Ahmed’in ölümlerinden büyük üzüntü duydu ve ruhları için sadakalar dağıttı. Kanuni Sultan Süleyman nasihatçileri de dinlemeyerek isyan eden oğluna “Bî-günahım deme bari tevbe kıl canım oğul” derken ne iç buhranları geçirmişti acaba?
Yavuz devri tarihçilerinden Celalzâde Mustafa bu hususu:
Cihana verme gönül bî-vefadır
Mülûkun menzili taht-ı fenadır
Huzur-ı saltanat bir bâda benzer
Karındaşı kişinin yâda benzer
Cihan için karındaşa kıyarlar
Bıçak ile ciğer çeşmin kıyarlar
diyerek ifade ederken belki de meliklerde bu sebeple huzur ve sükûnun bulunmayacağını idafe etmektedir.
Meşhur tarihçi Kemalpaşazâde ise:
Akıbet şirzâde şîr olur,
Zirzâde büyür emir olur.
beytiyle arslan yavrusu büyüyünce aslan olacağı gibi, küçük de olsalar saltanat üyelerinin büyüdüklerinde padişah olacaklarını belirtip ortadan kaldırılmalarının, cihan görmüş, tecrübe sahibi yaşlıların tedbiri ve tavsiyeleri neticesinde devam ettiğini belirtir.
Bir veliye bende olmak…
Öte yandan Osmanlı padişahlarının zevk için, mevki ve makam için insan katledecek kadar aşağı ve bayağı kimseler olmadıkları, onların ruhi yönlerini yansıtan ifadelerinden daha açık bir şekilde anlaşılır. Reayayı koruma yönünde gayretleri, dini yaşantıları, İslamiyetin emirlerine bağlılıkları, adaletle hükmetmelerinin yanısıra şahsiyetlerini yansıtan en mühim yönleri onların ilmi ve edebi cihetleridir.
Hemen her biri mükemmel bir eğitimden geçen Osmanlı sultanlarının veya hanedan mensuplarının tamamı şiirle meşgul olmuş, belki de med-cezir hareketleri gibi üzütülü-coşkulu iç dünyalarını bu şekilde ifade etmişlerdir. Onların bu yönleri dikkatle ve tarafsız bir şekilde incelenirse sanatçı özellikleri, içli ve duygulu yapıları, saltanatın ağır yükünden bunalışları, ahiret hesabı içerisinde bunaldıkları açık bir biçimde görülür.
Yavuz Sultan Selim:
Padişahı âlem olmak bir kuru kavga imiş
Bir veliye bende olmak cümleden evla imiş
Kanuni Sultan Süleyman:
Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır
Olmaya baht-ü saadet dünyada vahdet gibi
II.Selim Han:
Bu zamanın devletiyle kimse mağrur olmasın
Kâm alırsan adl ile ol dem be-câdır saltanat
Fatih Sultan Mehmed ise:
Nefs ü mal ile nola kılsam cihanda ictihad
Hamdülillah var gazâya sad hezârân rağbetüm
ifadeleriyle hangi duyguların hasretliğini çektiklerini açık bir tarzda ortaya koymuşlardır.
Ekber evlât
Sultan III. Mehmed’e halef olan oğlu I. Ahmed’den itibaren şehzadelerin sancağa çıkarılmaları usulü kaldırılıyordu. İşte bu uygulamanın sona erdirilmesi ile kardeş katli problemine de çözümler aranmaya başlandı. Zira III. Murad ve III. Mehmed devrinde sayıları artan şehzadelerin öldürülmeleri sarayda derin akisler doğurmuş, büyük üzüntülere yol açmıştı. I.Ahmed devrinde il k defa olmak üzere, oğlu Osman dünyaya geldiğinde kardeşi Mustafa’ya dokunulmadı. Yine ilk defa olmak üzere I.Ahmed Han vefat ettiğinde oğlu Osman küçük olduğundan amcası Mustafa tahta çıkarıldı. Buna rağmen şartların getirdiği sıkıntılar sebebiyle II. O sman ve IV. Murad dönemlerinde yine Fatih kanunnâmesine dayanılarak şehzade idamları vuku buldu. Ancak bütün bu idamlar padişahın sefere çıkması sırasında sarayda saltanata geçebilecek namzet bırakmak istememelerinden kaynaklanıyordu. Zira IV. Murad defalarca zorbalar tarafından ayak divanına çağırıldığında hep kardeşlerinden birinin tahta çıkarılmasıyla tehdit olunmuştu.
Nihayet I. Ahmed döneminde tavsayan kardeş katli meselesi, Sultan IV. Mehmed zamanında sona erdi. Bu devirde Osman oğulları içinden yaşça en büyüğünün tahta geçmesi kabul edilerek kardeş katlinin önüne geçildi. Hemen hemen Osmanlı hanedanının nihayete ermesine kadar devam eden bu usulün öncesi ile mukayesesi ise her zaman yapılageldi.
Güçlü nefeslerden göç şarkılarına
Yetenekli, kabiliyetli, ilim ve siyaset bakımından üstün nice şehzadeler kenarda beklerken idarede başarısız olanlar uzun yıllar icranın başında bulundular.
Diğer taraftan gerek bazı haris devlet adamları, gerekse askerler beğenmedikleri veya menfaatlerine uygun gelmeyen padişahları her zaman tahttan indirme imkanına sahip bulundular. Artık ayak başa hükmetmektedir. Bu durum karşısında Osmanlı sarayı eskiyi aratmayacak acılara sahne oldu. Genç Osman’ın, III. Selim’in ve Abdülaziz Han’ın şehadetleri bunun e n bariz misalleridir. Bu uygulamalar padişahların rahat hareket etme imkanlarını ortadan kaldırdı, onların pek çok dengeleri gözetmesine yol açtı; böylece güçlü devirler yerini çekingen ve korkak uygulamalara bıraktı.
Kanuni Sultan Süleyman’ın:
Allah Allah diyelim sancak-ı şâhi çekelim
Yürüyüp her yanadan Şarka sipahi çekelim
İki yerden kuşanalım yine gayret kuşağın
Bulanıp toz ile toprağa bu râhı çekelim
Pay-ı mâl eyleyelim mülkünü düşmen-i dinin
Gözüne sürme deyu dûd-ı siyahi çekelim
şeklindeki güçlü kudretli sedaları yerini,
III. Mustafa Han’da:
Yıkılubdur bu cihan sanmaki bizde düzele
Devleti çerh-i deni verdi kamu mübtezele
Şimdi ebvâb-ı Saadet’te gezen hep hâzele
İşimiz kaldı hemân merhamet-i Lem-Yezel’e
mısralarıyla iç sıkıntılarına ve çaresizliğe terkediyordu.
Dolayısıyla kardeş katli meselesi ve sonraki uygulamalara dair mukayesenin pek çok bakımdan ve sıhhatli bir şekilde yapılması; hissi, yanlı, düşmanca tavır ve değerlendirmelerden uzak kalınması gerekiyor.
.Harem-i Hümayûn’un En İtibarlı Hanımı
VALİDE SULTAN
Valide Sultan’ın arabası has fırın kapısının önüne ulaşınca padişah, vakarlı adımlarla yürüyerek gelir, annesini iki veya üç temenna ile selamlar ve onun sağ taraftaki pencereden uzanan elini öperdi. Bu sırada çavuşlar hep birlikte alkış tutarlardı…
Osmanlılarda cülus merasiminden bir kaç gün sonra saray, yeni bir törene daha sahne olurdu. III. Murad Han´ın cülusundan itibaren düzenlenen bu merasim padişahın annesinin Eski Saray´dan alınarak Topkapı Sarayına nakli hadisesidir. Valide Alayı ismi verilen bu tören şu şekilde gerçekleşirdi.
Yeni padişah cülusundan bir kaç gün sonra validesinin Eski Saraydan Topkapı Sarayına naklini emrederdi. Bir gün öncesinden rikâb-ı hümayun ve şikar ağaları, kapıcıbaşılar, sultan kethüdaları, padişah evkafı mütevellileri, haremeyn vakfı erkanı, harem-i hümayun ağaları, baltacılar, darüssaade ağası ve yeni tayin olunan valide kethüdasına haber gönderilerek hazır olmaları istenirdi.
Valide Alayı, Bayezid kolluğu (karakolu) önüne geldiği vakit yeniçeri ağası, şayet o seferde ise sekbanbaşı tarafından karşılanırdı. Araba burada bir müddet durur, bu sırada ağa yer öperek hürmet ve tazimlerini arzederdi. Ağaya bir hil´at giydirilir, yine ona ve maiyyetine önceden belirlenen hediyeleri dağıtılırdı. Bu şekilde her kulluk geldikçe oradaki görevli neferlere hediyeleri verilirken alaydan etrafa çil çil paralar saçılırdı. Alay cebehane önüne gelince cebecibaşı valide sultanı selamlayarak hediyesini alırdı.
El Öpme
Bu şekil merasimlerle bâb-ı hümayundan saraya girilirdi. Hastane kapısı köşesinde bekleyen bostancı başhasekisi ile hasekiler ellerinde değneklerle dizilip ilgililer dışında kimseyi ileriye geçirmezlerdi.
Valide sultanın arabası has fırın kapısı önüne gelince padişah vakarlı bir şekilde yürüyerek gelir, validesini iki veya üç temenna ile selamlar ve annesinin sağ tarafdaki pencereden uzanan elini öperdi. Bu sırada çavuşlar hep birlikte alkış tutarlardı.
Valide Sultan´ın arabası orta kapıdan içeri girdikten sonra alay sona ererdi. Valide sultan saraya gelişinin ertesi günü sadrazama bir hükümnâme ile kürk ve hançer gönderirdi.
Bu şekilde saraya yerleşen valide sultan haremin en itibarlı hanımıdır. Valide sultanın herkesten üstün konumu harem müessesesinin esasıydı. O hem sultan ailesinin vesayetinden hem de harem hanesinin günlük işleyişinin idarî denetiminden sorumluydu. Onun haremin en güçlü üyesi olduğunu maaşı açık bir şekilde yansıtmaktadır. Zira devlet hazinesinden harem üyelerinin her birine ödenen günlük maaş (mevacib), harem kurumunun hiyerarşisini ortaya koyar ve simgelerdi.
Kanuni sonrası dönemde, haremi idare eden ilk valide sultan olan Nurbanu Sultan´a günlük 2.000 akçelik bir maaş bağlanmıştı. III. Mehmed´in annesi Safiye Sultan da ise, bu rakam 3.000 akçeye çıkmıştır. Valide sultan maaşları, kısa süreli istisnai dönemler dışında bu yüksek seviyeyi muhafaza etmiştir.
Genelde Osmanlı haremini anlatan Avrupa kaynaklı tasvirlerde valide sultandan hiç söz edilmeyip, padişah kadınları ön plana çıkarılmaktadır. Harem kısmındaki gücün valide sultanın değil de hasekilerde olduğunu savunmak, yabancı gözlemcilerin saray hayatına dair cinsel fantazi ve entrika senaryolarını daha rahat kurabilmenin bir ürünü olmalıdır.
Harem-i hümayun konusunda arşiv belgelerine dayalı ciddi bir eser ortaya koyan Amerikalı tarihçi Lesli Peirce, bu durumu ; büyük ölçüde kendi kraliçelerinin karşılığını arayan ve dolayısıyla Osmanlı haremindeki en büyük güç ve statü sahibinin valide sultan olduğunu anlamaya hazır olmayan Avrupalı gözlemcilerin kültürel at gözlüklerine bağlanması gerekir diyerek açıklamaktadır.
Padişahlar ve Anneler
Padişahların validelerine karşı son derece hürmetkar davranmaları onların saraydaki hüküm ve nüfuzlarını daha da arttırmıştır. Bunda muhakkak ki, İslamiyetin ana hakkı konusundaki müessir prensiplerinin büyük rolü olmuştur.
Cennet anaların ayağı altındadır; Ana babaya iyilik etmek nafile namaz, oruç ve hac faziletlerinden daha faziletlidir; Allahü Teâlâ´nın rızası ana ve babanın rızasındadır vb. Hadis-i şerifler ana-babaya gösterilecek hizmet ve hürmeti açık bir biçimde ifade etmektedir.
Nitekim Fatih Sultan Mehmed Hân kendisini yetiştiren ve hristiyanlık dininde kalmaya devam eden üvey annesi Mara´ya geniş bağışlarda ve temliklerde bulunmuştur. Yine ona ölünceye kadar, halini hatırını sormaya ve iyiliklerde bulunmaya devam etmiştir.
Kanuni Sultan Süleyman Hân annesi Hafsa Sultanı çok sever, bir dediğini iki etmezdi. Hayırları ve iyi kalpliliğiyle ün kazanan Hafsa Sultanın Manisa´da cami, imaret, medrese, mektep ve hangâhı vardır.
III. Murad Hân, validesi Nurbanu Sultan´ın ölümünde matem elbisesiyle cenazeyi takip ile Fatih Camiine kadar gelmiş, orada namazını kıldıktan sonra sarayına dönerek ruhu için sadakalar dağıttırmıştır.
III. Mehmed Hân da babası gibi validesine çok riayet gösterirdi. IV. Mehmed´in annesi Turhan Sultan´a, III. Selim Hân´ın da Mihrişah Sultan´a karşı hürmet ve tazimleri pek fazla idi.
Bunun neticesi olarak valide sultanların saraydaki hüküm ve nüfuzları daha da artmıştır. Bu durum bazı valide sultanların, devlet işlerine de karışmasına da yolaçmıştır. Ancak istisnai olarak görülen bu çeşit olayların daha çok çocuk yaşta tahta çıkan padişahlar döneminde olduğu da gözden kaçırılmamalıdır.
Valide Dairesi
Otuz altı Osmanlı padişahından sadece yirmi üçünün annesi valide sultan ünvanını kullanmış, diğerleri oğulları tahta geçmeden vefat ettikleri için bu ünvanı alamamıştır.
Valide Sultanların kendilerine verilmiş paşmaklık denilen hasları vardır. Daha sonraları haslarından başka kendilerine darphaneden muayyen bir maaş da tahsis edilmiştir.
Validelerin kalabalık bir maiyyetleri vardı. Haremi, Haznedar Usta vasıtasıyla idare ederlerdi. Haremdeki bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve cariyeler kendisinden çekinirler onu sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı. Göçler, gezintiler onun emriyle ve arzusuna uygun olarak haznedar ve kalfalar tarafından uygulanırdı. Törenlerde ve hareme kabullerde baş rolü valide sultan oynardı. Hariçteki işlerin Valide Kethüdası denilen bir memur bakardı. Validelerin hasları ve mukataalarını da o idare ederdi.
Haremde valide sultan dairesi padişaha ait mekanlardan sonra, en büyük ve en önemli mekândır. Daireyi valide taşlığından bir bekleme odası ile girilirdi. Girişte nöbetçi cariyeler beklerdi. Daire yüksek kubbeli bir sofa, daha küçük bir yatak ve ibadet odası ile iç içe üç bölüm halindedir. Sofanın duvarlarının alt kısımları çinili, üst bölümleri ise 19. yüzyıl hayali panoramik manzara resimleriyle dekorlanmıştır. Sedef kakmalı gömme dolapları ve kapı kanatları eskidir. Bir ocak ve çeşmeye de sahip olan odaya kadife sedirler ve sofra takımı da kurulmuştur. Valide Sultanlar yemeklerini burada yerlerdi.
Yatak odası kapısının yanında mermer üzerine yazılmış olan;
Lâ ilâhe illallah Muhammedun Resûlullah
Dem bedem saat be saat
bâd ikbâlet fizûn
Düşmenet çün
şişe-i saat bemişe ser nigûn
Bu ocağın dûd-i dâim
sünbül izhâr eylesün
Sahibine hazret-i Hak
nârı gülzâr eylesün
Açıklaması:
Allahü Teâlâ´dan başka ilah yoktur, Muhammed “aleyhisselam” O´nun Resûlüdür. Her an her saat talihin yükselsin, düşmanın, saat şişesi gibi baş aşağı olsun. Bu ocağın daimi olan dumanı sünbül gibi görünsün. Sahibine Hazret-i Hak, ateşi gül bahçesi eylesin anlamına gelen bir beyit yeralmıştır. Yatak odasının 17. yüzyıl İznik çiniciliğinin son kaliteli ürünleriyle kaplı duvarlarında, çiçekler fışkıran şadırvan motifleri kullanılmıştır. Solda ahşap altın yaldızlı, kabartmalı ve üstü dört sütuna dayalı parmaklıkla çevrili alanı yatak yeridir.
Yatak odasından mermer şöveli ve demir şebekeli bir zar ile geçilen dua odası da benzer görünüşlüdür. Duvarında çiniden bir Kabe tasviri de vardır.
Ölen ya da tahttan indirilen padişahların anneleri, merindeki cariyeleri ile birlikte bu daireyi boşaltarak yeniden Eski Saray´a yerleşir ve kendilerini tamamen hayır işlerine verirlerdi.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
Bibliyografya:
Atâ Bey, Târih-i Enderûn, c.3, s.65.
Vasıf Edendi, Târih, İstanbul 1219, c.1, s. 35, 42, 44, 46
İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı, Ankara 1984, s.154-158.
Çağatay Uluçay, Harem II Ankara 1985, s. 61-66.
Leslie P. Peirce, Harem-i Hümayun (çev. A. Berktay), İtanbul 1996, s. 158, 169-171.
Esad Efendi, Osmanlılarda Töre ve Törenler (Teşrifât-ı Kadime), sad. Y. Ercan. İstanbul 1979, s. 111, 112.
Hammer, Devlet-i Osmaniye Tarihi (trc. Atâ bey), İstanbul 1330, s.7, s13, 41, 103, 213, 244.
M. Anhegger (Eyüboğlu), Topkapı Sarayında Padişah Evi: Harem, İstanbul 1987, s.31-33
.Allah muin oldu fetih eyledik Uyvâr’ı (1074)
Uyvâr önünde bir Türk gibi kuvvetli
Fazıl Ahmed Paşa
Budapeşte’nin 80 km kuzey-batısında ve Viyana’nın 110 km doğusunda yer alan Uyvar kalesi, 17. yüzyılda doğudan Orta Avrupa’ya açılan en önemli kapıydı. Köprülüzâde Fazıl Ahmed Paşa sadarete gelişinin ikinci yılında ve ilk seferinde bu kapıyı kırmak üzere harekete geçince, Avrupa’da heyecan fırtınaları esti. Çünkü, yarım asrı aşkın süreden beri, Osmanlı-Avusturya kapışması olmamıştı. Bu büyük sefer, Osmanlılar’ı bir sonun başlangıcı noktasına da getirebilir, onlara Viyana yolunu da açabilirdi. Avrupa’nın bu en müstahkem kalesi olan Uyvar, Türk askerinin olağanüstü gayret gösterdiği şiddetli muhasaraya ancak 38 gün dayanabildi ve düştü. Olay, bütün Hıristiyan ülkelerde geniş yankılar uyandıracak ve o güne kadar görülmemiş ölçüde neşriyat yapılmasına yol açacaktı. Ve herhangi bir işte örnek kararlılık, azim, cesaret, şecaat ve yiğitlik gösterildiğinde, ”Uyvar önünde bir Türk gibi kuvvetli” denilmesi, Avrupa’da atasözü halinde yerleşecekti.
Seferde bulunanlardan Fazıl Ahmed Paşa’nın mühürdarı Hasan Ağa “Cevahirü’t-Tevarih” ve Erzurum’lu Osman Dede “Tarih-i Fazıl Ahmed Paşa” isimli eserlerinde Uyvar’ın fethini tafsilatıyla anlatmaktadırlar. Şimdi, konuyu onların kaleminden takip edelim:
Dört koldan muhasara
Ve 1074 (1663) Muharremi’nin 13. günü Serdâr-ı ekrem hazretleri, alay ile Uyvar kalesinin Beç kapısı tâbir olunan mahallin hizasında kurulan Otağ-ı hümâyûnlarına yerleştiler. Ol gece yeniçeri metrise girûp, Sadrıâzam hazretleri ortada, Serdar Ali Paşa sağ tarafta ve Yusuf Paşa sol canibde üç kol olmak üzere asker tertip ve ta’yin olunup, kaleyi dört taraftan muhasara eylediler. Kollara 14, 18 ve 24 vukıyye gülle atar, toplam 24 top konuldu. Teslim teklifinin reddedilmesi üzerine, sabah namazı kılındıktan ve kurbanlar kesildikten sonra toplara ateş verildi.
İlk dört günde gayretli çalışmalarla metrisler hendek başına yaklaştı. Nihayet kalenin Beç kapısı demekle maruf mahallin pişgahında hendek başında bir metin ve müstahkem tabyası olup içinde 4-5 yüz kadar melain bulunuyordu. Bunlar metris erbabına ziyade keder ve zarar verdikleri için tabyanın fethi en mühim işlerden biri haline geldi. Muharrem’in 18. günü (10 Ağustos) kuşluk vaktinde tabyadan metrisler üzerine biraz kâfir çıkmasıyla, yeniçeri gazileri ve biraz yaya sekbanları gülbank-ı tekbir ile kefere üzerine yürüdüler. Küffâr tabyaya firar ettikleri gibi, ardlarınca tabyaya girip bir azim cenk oldu ki, tâbir olunmaz. Bilûtfillâhi teâlâ cünd-i İslâm galip gelip tabyada olan müşrikinin çoğunu kılıçtan geçirip bakiyyetü’s süyûfı (kılıç artıkları) kaleye firar eylemekle guzât-ı İslam (İslâm gazileri) tabyayı zapt eylediler.
Kuburlar duvar dibinde
Serdâr-ı âli hazretleri kuburların ileri yürümesi için binefsihi gayret eylemelerinden nâşi, gecelerde 5-6 saate değin kubur ağzında oturup ve gündüzlerde toprak sürülen yerde dâmen-i dermeyân ihtimam olurlar idi. Hatta bir gün bir gece yağmur yağıp, metrislerde gezilmek kabil değil iken, Sadr-ı âli dizlerine dek balçık içinde metrisleri dolaşıp her sınıfa sayısız ihsan ile cenk ve harbe teşvik etmişti. Onun iş görülmesi içün ziyade gayretini gören metris halkı, yüzüne karşı dualar eyleyip, ”Sizin gibi serdâr’ın uğurunda ve din ve devlet yolunda baş ve canlarımız fedadır”deyu, gazâ yolunda sebat-kadem ve metanetlerin izhar eylediler.
İşte bu çalışmalar sonunda, kuburlar hendeğin üç kulaç derinliği suyu karşu yakaya çıktı. Amma küffâr gece gündüz kuburlara ziyade takayyüd iderdi. Zîra bilürdü başına ne gelür? Vezir-i âzam kolunda olan kubur, ibtida duvara yanaştı. Amma hayli zahmet çekildi. Küffâr-ı hâksâr, birkaç defa kuburu topla vurup bozup yıkardı. Akşamdan yine sabaha dek, ol yıkılan yeri tamir ederlerdi. Çün bu hal üzere olmadı. Kuburun bazı tarafından bu kadar bin kütük koyup ve bu kadar bin torba toprak yığılup, karşıdan topa siper oldular ve kubur önüne kütükten siper eylediler. Ve kuburun üstüne dahi büyük direkler kodular. Ve kuburların üzerine torba kodular ki, yukarıdan kale bedeninden kurşun urulmaya. Bu hal ile kuburu emin bir şekilde işlediler.
Topçuların başarısı
Amma bizim topçularımızın haddi zatında hakkı yenmez. Küffârın topun urup, pare pâre iderdi. Birkaç defa küffârın topunun parçaları bizim topumuz darbından metrislere düştü. Ve ol parçalar efendimiz önüne gitürürlerdi. Topçulara mübalağa ihsan ederdi. Çünkü küffârın beş-altı pare büyük topun kırdık. Küffâr-ı bî-din artık gündüz top atamaz oldu. Baş göstermeğe korkardı. İslâm askeri topçusu yine topumuz kırar. Heman topu gece ile atmağa başladılar. Bir gecede vezîr-i âzam kuburuna 25 top attılar. Kubur yıkıldı. Sabah oldukta, meğer kubura asla zarar ermemiş. Bunca toprak ve kütük ve torbayı geçmek nice mümkün? Küffâr-ı bî-din bir hal üzere derman edemez oldu. Gece ile de top atamaz oldu.
Beriden ise Vezîr-i âzam, her topun başına ağalarından birer ağa tayin etti. Böyle tenbih ederdi ki, ”Her bâr ki kefere bir top atarsa siz üç top atun” der idi. Bi-hamdillâhi teâlâ, küffârın gerek olan topları helak olduktan sonra kuburlarımız karşı duvara yapışıp geçecek yol oldu.
Sıra serdengeçtilerde
Serdengeçtiler karşı duvara hücum edip vardılar. Zîra, küffârın karşı yakada duvar dibinde şaranpo tabir edilen kazıklar vardı. Ol kazıkların dibinde büyük hendek kazılmıştı. Burada kıyametden nümûne bir cenk ve pürhâş eyleyen serdengeçtiler, ol küffârın duvar dibinde olan metrisini aldılar. Ve pek-çok kelle kesip birkaç dil (esir) ele geçirdiler. Bi-inâyetillâhi teâlâ kale duvarına el vurdular. Amma küffâr-ı hâksâr, karşı geçen serdengeçtiler üzerine ateş saçup bunca fuçılar içine barut ve sâz koyup yukarıdan zencir ile atardı. Bunca taş yağdırdılar. Bunca el kumbarasın, bunca kovan arusun aşağı duvar dibinde olan ümmet-i Muhammed’e atarlardı. Amma serdengeçtinin hali budur.
Sonra vezir lâğıma mübaşeret ettirdi. Kurbanlar boğazlattı. Duvar gedüğüne lağımcılar el urdu. Meğer küffâr dahi içeriden külünk ile tak tak ederdi. Yani, ”Siz hazır iseniz biz dahi içerüde hazırız. Heman zahmet çekmeyin lâğım idemezsiniz” diyü. Berüden İslâm lağımcıları medet sultanım lâğım duyuldu. Vezir dahi bir başka yerden mübaşeret edin dedi. Tekrar lâğımcılar duvara el vurduğunda, küffâr-ı hâksâr yine içeriden külünk ile vurup hazırız dediler. Üç defa bu hal ile mübaşeret olunur iken, ”Ya buna çere nedür?” diyü Sadrıâzam buyurdu. Ve Rumeli Beylerbeyisi ile müşavere eyledi. Mezkûr Rumeli Beylerbeyisi önce sağ kol idi. Soma Rumeli Beylerbeyisi şehid oldukta, sağ kol olan beğisine Rumeli iki tuğuyla ihsan olundu. Zîra o kale muhasarasında çok üstâd idi. Ve müstakim, doğru adam idi. Sadrâzam ona buyurdular ki: ”Buna çaremiz nedir? Küffâr 3-4 defa lâğımlarımızı duydu. İmdi artık lâğım olmaz.” Ali Paşa: ”Heman kale duvarının kökün kazarız. Ve içerü kala duvarının yanına doğru oyarız ve oyulan duvarı direkler üzerine alırız. Tamam olduktan sonra ol duvara ateş verip duvar yer ile beraber olur.”
Duvar yerle bir
Vezîr-i âzam Ahmed Paşa, bu tedbiri akıl mizanına getürdü ve fikr eyledi. Ma’kuldür deyu lağımcılara emreyledi:”Varın mübaşeret eylen. Allahü teâlâ işinizi asan eyleye.” Ve lâğımcı başısına hayli ihsan eyledi. Sair lağımcılara dahi hayli bahşiş verdi. 0l gece can hakkıyla mübaşeret eylediler ve sabaha dek yirmi arşın kadar duvarın kökün kazıp oydular. Sonra azim direkler üzerine aldılar. Öyleki ol oyukda adam eğilip yürürdü. Çün sabah oldu. Ol direkler ateşe urulduktan soma, 3-4 balyemez top urdular. 0l duvar hak ile yeksan oldu. Ve hendekin suyuna doğru uçtu. Azim büyük gedik açıldı. Büyük top ol yere vursa, fındık, kayaya vurmuş misâli olurdu. Meğer lağım ola. Çün küffâr kale duvarını bu hal üzere gördü. Akılları başlarından gitti. Amma yukarı kale bedenine çıkmak nice mümkün? Duvar yıkıldı amma, dolma toprak azim bayır oldu, asıldı.
Şimdi bir taraftan yıkılan yerden içeriye doğru kazıp lağıma mübaşeret ederken, diğer taraftan serdengeçtiler, iki defa yukarı kale bedenine çıkmağa yürüyüş ettiler. Amma yukarusunda el ayak tutmak olmaz. Toprak dağa turnasıtırmaşı çıkmak murad ederken, yukarıdan dinsiz küffâr tüfenk, el kumbarası ve taş yağdırdılar. Berüde asker-i İslâm metrislerden balyemez toplarla ve tüfenkendâz ile küffârı urdular. Küffârın öyle bir kuvvet-i kalbi var ki, yukarı bedenine çıkılmaz. Amma bizim kuvvet-i kalbimiz var ki, lağım asan veçhile topraktan içeri doğru 15 kulaç gitti. Ayrıca serdengeçti şehbazları, kendülerin yenemeyip yukarı yürüyüş eylediler. Ve üç-dört saat kadar cenk cidal idüp, yine aşağı indiler. Bir-iki yüz kadar mücahid, kimi şehid ve kimi yaralı oldu. Amma küffardan çok kefere kırıldı.
Uyvar’ın fethine şiir
Uyvar’ın fethi islâm aleminde büyük sevince sebep olmuş, şairler fethe tarih düşürmüşlerdir.
Bunlardan biri de Süleyman Mezakî Efendi’dir (Son mısra, 1074 (M. 1663) tarihini vermektedir)
Sadr-ı a’zam o vezir ibn-i vezir-i a’zam
Gerden-i kâfire merdâne kılıçlar çaldı.
Kırılıp gitti adû tîg-ı cihân-giri ile
Ki ne Tot buldı rehâyı vü ne Nemçe kaldı.
Maçanın aldı yeni kal’asını himmet ile
Nemçe iklimine sad-leşker-i gâret saldı
Alınup kal’a kral ona olup hasret ile
Yem-i hayret gibi bir bahr-ı belâya daldı
Ey Mezâki dedi târihini ehl-i himmet
Sa’y Ahmed Paşa Uyvâr’ı Macar’dan aldı.
Vire bayrağı çekiliyor
Kefere bu hal üzere asker-i İslâm’ın yürüdüğün gördü. Ya bunlara yol ola nice yürüyüş ederlerdi. Hayli ibret alup nice hayrete gark oldular. Berüden lağımlarımız hazır ve yürüyüş olmağla tenbih olunup kefere-i bî-din başına ne geleceğin bilüp ilmü’l-yakîn ve ayne’l-yakîn gözleri ile muayene ve müşahede idüp kafalarından bi’l-külliye kat’ı ümid eylediler.
Böylece mâh-ı sefer-i zafer-i eserin 21. günü (24 Eylül 1663) küffâr-ı bî-din, vire bayrağın Beç kapısında dikti. Kale içerisinden iki belli başlı kafir çıktı ve efendimize gelip buluştular. Dediler ki: ”Devletlü vezir kalenizi Allah mübarek eyleye. Lakin bize emn ü emân ver ki malımıza, canımıza zarar olmaya”. Efendimiz dahi bunlara ahd ü emân eyledi.
Kendilerine aman verip istedikleri yere sağ salim ulaştırılacaklarını belirten Fazıl Ahmet Paşa, “Siz iyi cenk ettiniz. Sizin suçunuz kalmadı. Çâsârınız utansın. Zîra size imdad göndermedi” buyurdu.
“Utanmazsanız tabi döğün”
Birkaç madde rica eylediler. Biri, malımıza ve canımıza zarar olmaya. Biri dahi Tater yüzün görmemek için ordudan geçmeyelim. Biri dahi, bizler kaleden çıkmayınca İslâm askeri girmeye Biri dahi, bol miktarda zahire verile. Biri dahi, kaleden çıkdıkda bayrağımız açıp tahılımızı döğerek gidelim dediklerinde, Sadrâzam hazretleri:
“Utanmazsanız tabi döğün ve boru dahi çalın ve bayrak açın” dediler.
0l saat gedikler ve kale bedenleri zabt olundu. Ertesi gün, kaleden küffârın cümle rical ve nisası çıkarılıp muhafazaları için vezir Kaplan Paşa ve bir miktar asker tayin olunup Komran kalesine gönderildiler. Böylece Viyana yolu üzerindeki bu en müstahkem Avusturya kalesinde Türk bayrakları dalgalanmaya başladı.”
Müjde gelip Ehl-i İslâm şâd oldu
Gazi vezir fetheyledi Uyvar’ı
Nemçe lâin kafasından yâd oldu
Gazi vezir fetheyledi Uyvar’ı
Münadîler âğaz edip nidaya
Safâ bahşeyledi say ü gedaya
Sad hezârân şükür olsun Huda’ya
Gazi vezir fetheyledi Uyvar’ı
.Saltanata Giden Yol
Geçen ayın en önemli ve çok tartışılan tarih konusu şüphesiz ki Osmanlı Devletinin kuruluş yılı ve yeri meselesi oldu. Aslında konuyu ele alanın Prof. Dr. Halil İnalcık oluşu meseleyi tartışmaktan çok insanları kabullenişe götürdü. Yaşayan Osmanlı tarihçilerinin duayenlerinden kabul edilen ve yıllardır verdiği eserlerle bunu hak eden Prof. Dr. Halil İnalcık hocanın fikirleri elbette ki çok önemli. Ancak bu durum onun her söylediğini doğru kılmıyor. Öyle olsa idi herhalde tarih ilminin sonu da gelmiş olurdu. Basının bu olayı tarihin değişmesi, Yalova’da bilimsel deprem yaşanıyor gibi ifadelerle kesin ve kanıtlanmış bir dille sunması da kamuoyunda büyük etki yaptı. Nihayet Osmanlı Devletinin kuruluş yıldönümünü yıllardır kutlayan Söğütlülerin tepkisine Yalovalıların sevinci eklendi. Bu da işin magazin boyutu oldu.
Osmanlı devletinin kuruluş tarihi ve yeri ile ilgili olarak biz de sayın hocamızın kesin kanıtlar olarak sunduğu verilerden yola çıkarak bir değerlendirme yapalım. Şu anda Bilkent Üniversitesi Öğretim üyesi olan Prof. Dr. Halil İnalcık hocamız Osmanlı Beyliği’nin devlet statüsünü 1302 yılında Yalova’da Bizans’a karşı yaptığı Bafeus Savaşı’yla kazandığını öne sürerek, yetmiş yıldır bu konudaki gerçekleri dünyaya anlatmak için uğraştığını söyledi.
Demek ki birincisi bunlar bugün söylenmiş ifadeler değil. Yetmiş yıldır Halil Bey tarafından dile getiriliyormuş. Şayet böyle ise, Halil Bey bu konudaki fikirlerini Tarih ilminin duayeni olduğu yıllarda değil belki lisans döneminde edinmiş olmalıdır. Kabulü için yetmiş yıl beklemiş dersek o zaman bu fikirlerin inandırıcılığı biraz daha azalıyor ve Halil Beyin karizmatik ilim adamlığına bağlanmış oluyor.
Aslında hocamız da istiklalin ilanı için neyin gerektiğini konuşmasının satır aralarında belirtiyor ve Türk devletlerinde hanedanın kurulması için hutbe okunması ve sikke bastırılması gerektiğini ifade ediyor. Fakat iş Osmanlı devletine gelince Bizans’a karşı kazanılan Bafeus savaşını saltanatın ilanına delil olarak sunuyor. Halbuki hiçbir devlette saltanat ilanı bir savaş kazanılması olmamıştır. Belki büyük bir zaferin akabinde kendine güveni artan lider evvelce bağlı bulunduğu devlete karşı istiklalini ilan edebilir. İşte bunu da öncelikle adına hutbe okutmak veya para bastırmakla yapar.
Nice savaş kazanan ünlü komutanlar vardır. Hiçbir devlet başkanı onları savaş kazandı öyle ise saltanatını ilan edebilir diye bakmaz. Ancak fethettiği bir şehirde adına hutbe okutsa bir anda devletine karşı gelmiş asi derekesine iner. Bu durum bütün İslam devletlerinde böyle olmuştur.
İşte 1299 tarihinin Osmanlı devleti için kuruluş yılı olarak benimsenmesi ve bu kadar kabul görmesinin temelinde istiklal için asıl delillerin kaynaklara yansımış olmasının payı çok büyüktür. Kaynaklardan Osman Gazi’nin istiklale giden yolunu kısaca değerlendirecek olursak:
Bilecik’in zabtı ve düğünde tekfurların kuvvetlerinin dağıtılmasından hemen sonra Osman Bey kuvvetlerini süratle Yarhisar üzerine sevk etti. Başsız kalmış ve kuvvetleri dağılmış olan kale kolayca ele geçirildi (1298).
Bilecik alındıktan sonra beyliğin önemli bir merkezi oldu. Osman Gazi burada bir mescit yaptırdı. Şeyh Edebali’yi şehre emin tayin etti.
1299 yılında emirlerinden Turgud Alp’ı İnegöl’ün fethi ile görevlendirdi. Çok geçmeden kendisi de gelerek muhasaraya katıldığından kale kısa sürede zapt olundu. Yıllarca Türklere sıkıntı veren tekfur idam edildi.
Osman Bey Bizans hududunda güçlü bir devletin temellerini adım adım kurarken Selçuklu başkentinde karışıklıklar son haddine varmış bulunuyordu. 1284’ten itibaren Selçuklu Türkiye’sinde görülen karışıklıklar, gittikçe artan Moğol tahakkümü, Selçuklu sultanlarının sadece ismen mevcudiyeti ve halkın perişan hali gözlemlendiğinde Osman Gazi’nin saltanatını ilana kalkışması şaşılacak bir olay değildir. Ayrıca 1296’da Sultan II. Mesud İlhanlı hükümdarı Gazan Han tarafından Baldu isyanı ile ilişkilendirilerek tahttan indirilmiş ve Türkiye Selçukluları tahtı iki yıl boş kalmıştı.
1296–98 yıllarında Selçuklu tahtının boşalması muhakkak ki Anadolu uc beylerini artık istiklale hazır hale getirmiş olmalıdır.
İşte Osman Gazi’nin de 1298–1299 yıllarındaki seri fetihlerinin sonunda takındığı tavır, 1298’de Gazan Han tarafından Selçuklu tahtına oturtulan III. Alaaddin Keykubad’ı artık muktedir bir sultan olarak görmediğini ve ondan izin alma ihtiyacını duymadığını açıkça yansıtmaktadır. Şöyleki; Karacahisar 1288’de alınınca bir kısım halkın şehri terk etmesi üzerine evler uzun süre boş ve ıssız kalmıştı.
Ancak zamanla çevre illerden ve Germiyan ülkesinden gelenlerle şehir şenlenmeye başladı. 699/1299 yılına gelindiğinde mescitleri, mektepleri, çarşıları ve pazarı ile mamur bir belde halini almıştı. Halk Dursun Fakih’e gelerek şehirde Cuma namazı kılınması için izin istediler. Ayrıca problemlerinin çözümü için kadı tayin edilmesini arzu ettiler. Dursun Fakih konuyu Şeyh Edebali’ye açtı. Sonra beraberce Osman Gazi’ye arz ettiler.
Osman Gazi “Ne yapılmak gerekiyorsa yapılsın” deyince, Dursun Fakih:
“Hânım! Sultandan izin almak gerektir”, dedi. Bunun üzerine Osman Gazi; “Bu şehri ben kendi kılıcımla aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki ondan izin alayım? Ona sultanlık veren Allah bana da gaza ile hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendim dahi sancak kaldırıp düşmanlarla uğraştım. Eğer o, ben Selçuk hanedanındanım derse ben de Gök Alp oğluyum derim. Eğer bu ülkeye ben onlardan önce geldim derse Süleyman Şah dedem de ondan evvel geldi” cevabını verdi.
Bu sözlerden sonra Osman Gâzi Karacahisar’a Dursun Fakih’i hem kadı hem de hatip tayin etti. Şeyh Edebali’nin akrabası ve talebesi olan Dursun Fakih, büyük alimlerdendi. Osman Gâzi ile bütün savaşlara katılır ve mücahidlere namaz kıldırırdı.
Dursun Fakih ilk cuma günü, minberde hutbeye çıktı. Allahü zül-celal’e hamd, Resülüne salevat, âline ve ashabına duadan sonra; Osman Gâzi’nin adını hutbede zikretti.
Aşiret beyliğe dönüşmüştü
Aşıkpaşazade tarihinde 699/1299 olarak tarihlendirilen bu olayı Kemalpaşazade, 688/1288-89 yılında Karacahisar’ın fethinin hemen akabinde gösterir. Kemalpaşazade’ye göre Dursun Fakih’in Cuma namazı için Selçuklu sultanından izin istenmesi gerektiği yolundaki sözlerine Osman Gazi şöyle cevap vermiştir.
“Ben kimsenin taht-ı hükümetinde değilim. Kendi başıma sultanım. Bu diyarı kılıcımla açıp dururum. Kul nöker almadım, ne efendim var ne sultanım! Ben icazet verdiğim yetmez mi? Benim iznim kifayet etmez mi? Sultan-ı zaman dediğiniz Melik-i Yunan ise benim mülkümde anın ne tasarrufu var. Nesebde ondan eksik değilim, benim aslım geniştir. Gök Alp’ı bilmeyen bilmez, bilen Selçuk’a nisbet kılmaz”.
Kemal paşazade Osman Gazi’nin Karacahisar’da cemaatle Cuma namazı kılmağa izin verip adına hutbe okutmasını, serbest ve bağımsız hareket etmeye başlamasına bir misal olarak gösterir. Ancak o da, kesin bağımsızlık tarihi olarak 699/1299 tarihini şu ifadelerle verir.
“Âl-i Selçuk dağılıp saltanat işleri ve memleket ahvali bozulunca Osman Gazi cihangirlik meydanında idare dizginlerini eline aldı. Sultan-ı alişan olup ünvanı emir iken han oldu. Hicretin 699. yılında emirlik kürsisinden saltanat tahtına çıktı.
Hilafet hil’atin eğnine alup cihangirlik kemerin beline kuşandı.
Kadr ü celali hilal iken bedr, kişveri karye iken şehr, leşkeri nehir iken bahr oldu.
Görüldüğü gibi 1299 yılı Osmanlı devletinin kuruluş tarihi olarak verilebilecek en güçlü konumunu devam ettirmektedir.
Halil İnalcık hocamızın bu konuda asıl kaynak kabul ettiği Neşri tarihinde ise Aşık paşazade ve Kemal paşazade’ye muhalif olarak; “Osman Gazi dahi Sultan Alaeddin zamanında istiklal bulmuştu. Lakin edebe riayet edüben hutbeyi ve sikkeyi yine Sultan Alaeddin adına kılmıştı… Ne zaman ki Sultan Alaeddin ahirete intikal etti, oğlu kalmadığından yerine veziri Sahip Ata geçti. Osman bunu işidüb buyurdu; Karacahisar’a Dursun Fakih’i hem kadı ve hem hatip ettiler… Böylece ilk defa hutbe Karacahisar’da Osman Gazi adına okundu”, ifadeleri yer almaktadır.
Neşri’nin bu ifadeleri Osman Gazi’ye Selçuklu sultanına karşı zoraki bir tabiiyet (edep göstergesi) arz ettirmesinden öte bir mana taşımamaktadır. Şayet öyle olsaydı 1302’de III. Alaaddin’den sonra yine ismen tahta çıkarılan II. Mesud’a karşı da bağlılık göstermesi gerekmez miydi?
Ayrıca 1299’dan sonra Osman Gazi’nin, her biri bir saltanat alameti gibi gösterilen uygulamaları onun istiklalini ilan ettiğini açık bir biçimde vurgulamaktadır.
Nitekim 1301 yılında önce Köprühisar’ı ve ardından Yenişehir bölgesini zapteden Osman Gazi ilk kez, Oğuz Hanlarının ve Selçuklu sultanlarının âdeti üzere elde edilmiş olan yerleri kardeşi, oğulları ve silah arkadaşlarına dirlik olarak dağıttı.
Buna göre Karacahisar (Sultanönü) sancağını oğlu Orhan Bey’e, Eskişehir’i Gündüz Alp’e, Yarhisar’ı Hasan Alp’e, İnegöl’ü Turgut Alp’e verdi. Bilecik nahiyesinin öşür ve resmini kayınbabası Şeyh Edebali ile zevcesi Mal Hatun’un harcamalarına ve şeyhin çevresindeki dervişlerin ihtiyaçlarına sarf edilmek üzere ayırdı. Mal hatun ile oğlu Alaaddin’i Bilecik’te Edebali’nin yanında bıraktı. Kendisi ise beyliğinin yeni merkezi olarak seçtiği Yenişehir’e yerleşti.
Son olarak işin magazin boyutuna girelim. Söğütlüleri bilmem amma Yalovalılara gelince ilk Osmanlı akınlarının bu bölgeye 1307 tarihlerinde başlaması ve fethin 1323’den sonra vuku bulması dikkate alınırsa devletin kuruluş yeri olarak kutlamaya hiç heveslenmesinler. Arkalarında hiç kimseyi bulamayacaklardır. Yalova bir kez dahi Osmanlıya merkez olmamıştır
..
Osmanlı – Kayı İlişkisi
Osmanlı Kayı ilişkisine girmeden önce Kayı hakkında kısa bir bilgi verelim. Kayı’nın anlamı sağlam, kuvvet ve kudret sahibi demektir. Oğuzlar hakkında bilgi veren Reşidüddin ve Ebü’l-Gazi Bahadır Han’a göre Oğuz eli’nin en asil, en üstün ve en şerefli boylarından biridir. Avşar, Begdili, Kınık ve Salur gibi hükümdar çıkaran boylardandır.
Kitab-ı Dede Korkud’da Kayılar hakkında şu çarpıcı ifadeler yer almaktadır:
“Ahir zamanda hanlık tekrar Kayı’ya geçe. Kimse ellerinden almaya”. Ruhi ve Müneccimbaşı gibi müellifler bu ifadeleri naklettikten sonra “Bu dediği Osman neslidir, işte sürüp gidiyor” diyerek atıfta bulunmuşlardır.
Osmanlılar hakkında bilgi veren ilk kaynakların Osmanlı-Oğuz ilişkisine hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde yer verdiklerine işaret etmiştik. Ancak bu ilk kaynaklarda Osmanlı ailesinin Oğuz’un hangi boyuna mensup olduğu hakkında bir bilgi yoktu.
Bu kaynakların hemen akabinde yazılan ve genelde müellifi öncekilerle muasır olan 15 ve 16. yüzyıl kaynakları ise Osmanlıların kimliği hususunda daha ayrıntılı bilgiler vermeye başladılar. Bu kaynaklar hemen hemen istisnasız bir şekilde Osmanlı hanedanını Oğuz’un Kayı boyuna mensup olarak gösterdiler.
Osmanlıların Kayı boyundan geldiğini belirten ilk dönem eserlerinin başında Yazıcıoğlu Ali’nin Selçukname’sigelmektedir. 1423 yılında Sultan II. Murad Han’a hitaben yazılan eserde Reşidüddin, İbn-i Bibi ve Ravendi’nin etkisi görülmektedir. Yazıcıoğlu Ali eserini yazarken Osmanlı – Oğuz – Kayı ilişkisinde tarihi Oğuz rivayetlerinden ve Oğuzname’nin Uygur versiyonundan yararlanmıştır.
Osmanlıların Kayı boyuna mensubiyetini gösteren en mühim kaynaklardan biri de Beyati Şeyh Hasan’ın Câm-ı Cem Âyin isimli eseridir. Cem Sultan’ın muhtemelen atalarının hatıralarını yaşatmak ve gelecek nesillere aktarmak suretiyle unutulmasının önüne geçmek isteğiyle yazılmasını istediği eserde Şeyh Hasan, Osmanlıların Kayı boyundan geldiklerini Oğuznamelere dayanarak ortaya çıkarmıştır. Şeyh Hasan’ın bu eseri II. Bayezid devrinin önemli müelliflerinden Mehmed Neşri’ye de kaynaklık etmiştir.
Bursa’da müderrislik yaptığı bilinen Mehmed Neşri, tarih ilmine büyük katkıda bulunmuş, kendisinden sonra gelen tarih yazarlarına etki etmiş kıymetli bir ilim adamıdır. Kitab-ı Cihan-nüma adıyla sekiz ciltlik bir dünya tarihi yazmıştır. Bunlardan yalnız Osmanlı hanedanını içeren altıncı kısmı zamanımıza kadar muhafaza edilebilmiştir. Neşri burada öncelikle Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan tarihi sürekliliğine vurgu yapar ve girişi üç tabakaya ayırır.
Birinci tabakada Oğuz Han evladı ve Oğuz Han soyunu anlatır. Neşri bu bölümde Türklerde saltanatın, Oğuz’un Gün Han oğlu Kayı Han’ın ve oğullarının elinde asırlarca kaldığını belirtir. Bir zaman sonra saltanatın Dağ Han oğlu Salur boyuna geçtiğini ifade eder.
İkinci tabakada Türklerde saltanatın sol koldan Oğuz Han oğlu Deniz Han oğlu Kınık nesline geçtiğini ifade eden Neşri, Selçuklu aileleri ve devletini kısaca anlatır.
Üçüncü tabakada ise Osman gazi oğullarını beyan eder ve Nuh aleyhisselamın oğlu Yafes’den Ertuğrul Bey’e kadar bir şecere nakleder. Yalnız bu şecerede birinci tabaka ile bazı küçük farklılıklar bulunur. Birinci tabakada Oğuz’un Gün Han oğlu Kayı Han verilirken üçüncü tabakada Oğuz oğlu Gök Alp denilmiştir. Aslında Gün Han ile Gök Alp arasında kaynaklarda hep bir farklılık vardır. Bazı kaynaklar Kayı’yı Gün Handan naklederken bazıları Osman oğullarını Gök Alp’ten başlatır. Bunu fırsat bilen ve Osmanlı’nın Kayı’dan gelmediğini ifade edenler hep bu çelişkiye işaret etmişlerdir. Ancak anlaşılması güçtür ki o zaman Osmanlıların neden Oğuz’un Gök Alp oğlunun Bayındır, Peçenek, Çavundur ve Çepni boylarından birine mensup olduğunu iddia etmezler. Hâlbuki Gök Alp’ten geldiğini kabul edenlerin bunu söylemeleri gerekirdi.
Oysa Gün Han veya Gök Alp’i alanlar sonraki isimlerde genelde birleşmektedirler. Nitekim Kayı’yı Gök Alp’ten yürüten Neşri ve Gün Han’dan devam ettiren Beyati Şeyh Hasan ile diğerleri de sonraki isimlerde hep birleşmektedirler. Dolayısıyla biz bunun Gün Han yazılırken “N” harfinin belki bazı yerlerde sağır “Nun” yani “kef” şeklinde yazılması ve onun da Gök olarak okunmasından kaynaklanmış olabileceğini düşünüyoruz. Ayrıca Karamani Mehmet Paşa ve ondan naklen Kemalpaşazade’nin Gündüz Alp’in babasını Gök Alp olarak göstermesi şecerede arada bir de Gök Alp’in bulunmasından da kaynaklanmış olabileceğinin açık bir belirtisidir. Dolayısıyla bu çelişki Osmanlının Kayı boyuna mensubiyetine bir halel getirmez.
Nihayet, 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir imparatorluk haline gelen Osmanlı devletinde hanedanın Kayı ile ilişkilerinde modern tarihçilerin ifadelerine de başvurmak yerinde olacaktır. Mesela 16. asrın ilk çeyreğinde eserini kaleme alan Kemalpaşazade bir taraftan hanedanın dini misyonunu açık bir biçimde vurgularken menşei konusunda ise eski eserlerle tenakuza düşmez. Cengiz Han’ın önünden kaçan Türkmenlerin Belh’den Anadolu’ya göçüp yerleşmelerine atıfta bulunur ve Kayı’ya vurgu yapar.
Arap, Acem, Kürt veya Türklüğü tartışma konusu olan büyük devlet ve ilim adamı İdris-i Bitlisi’nin tarihe dair yazdığı Heşt Behişt isimli eseri de bu konuya öncülük eden kaynak kitaplardandır. Osmanlı tarih yazıcılığına yenilikler getiren ve önemli katkılarda bulunan İdris-i Bitlisi Osmanlı’nın soyu konusunda da çok net bilgiler verir.
“Çeşitli kitaplardan rivayet, eski tarihlerden mütalaa ve mukarrer oldu ki” diyerek Osmanlı soyu hakkında şu malumatı nakleder:
“Ecdadı izamı cennet-mekân olan mücahidler babası Osman Bey’in doğum yeri ve makamı ve kavminin çıkış yeri Türkistan ve Turan-zemin idi. Onların silsileleri Oğuz Han’a ve Kayı Han’a ulaşır.” İdris-i Bitlisi bundan sonra Kayıların Gazneliler döneminde Selçukilerle İran-zemine geldiklerinden ve daha sonra Ahlat civarına yerleştiklerinden Moğolların baskınları sırasında ise Söğüt ve Domaniç’e nakillerinden uzun uzadıya bahseder.
Ayrıca Ruhi Çelebi, Lütfi Paşa ve Karamani Mehmet Paşa gibi dönemin kıymetli ilim adamı ve tarihçileri de Osmanlı hanedanının Oğuzların Kayı boyuna mensubiyetini hiç kuşku duyulmayacak bir biçimde belirtmişlerdir.
Enveri’nin Düsturname’sinde Osmanlıları belki de biraz daha ululamak kastıyla Seyyitlerle akraba yapmaya çalışmış ancak bu görüş kendisinden sonra hiç taraftar bulmamıştır. Yine batılılardan Gibbons’un Osmanlıları Moğollardan gösteren ifadelerini ise Fuat Köprülü açık bir biçimde çürütmüştür.
Bütün bu kaynak ve deliller Osmanlı menşei hakkında bilgi veren, araştırma yapan son yüzyılımızın tarih alanındaki değerli bilim adamlarını ve araştırıcılarını hep aynı isme yöneltmiştir ki o da “Kayı” olmuştur.
Prof. Dr. Şehabeddin Tekindağ, Prof. Dr. Faruk Sümer, Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Prof. Dr. M. Fuad Köprülü, Prof. Dr. Feridun M. Emecen, Prof. Dr. Fahamettin Başar, Prof. Dr. Üçler Bulduk, Doç. Dr. Erhan Afyoncu ve Doç. Dr. Erol Kürkçüoğlu bu ilim adamlarımızdan bazılarıdır
.Osmanlı Kimliği – 2
Osmanlıların Oğuzların Kayı boyundan geldiklerini açıklarken Oğuz Han hakkında da malumat vermenin yerinde olacağını belirtmiştim. Bu yazımızda Oğuz Han etrafında gelişen bilgileri değerlendirmeye ve Oğuz’un kimliği ve Oğuz boyları hakkında bilgi vermeye çalışacağım.
Oğuz adının menşei ve Oğuz’un kimliği ile ilgili birçok fikirler ortaya atılmış ise de son yıllarda yapılan ciddi araştırmalar meseleyi önemli ölçüde açıklığa kavuşturmuş bulunmaktadır.
Ünlü Macar bilgini J. Nemeth, Oğuz sözünü ok+uz şeklinde belirtmektedir. Ona göre ok boy kabile demek olup “z” de çoğul ekidir.
14. yüzyıl başlarına ait olan Oğuzların destanî tarihlerinde Türklerin ilk fatih hükümdarı olarak Oğuz Handan bahsedilir. Oğuz’un Hak dine girdiği bu itibarla babası Kara Han tarafından öldürülmek istendiği fakat onun yapılan savaşta galip gelerek babasını öldürttüğü anlatılır.
Pek çok müellif Oğuz Han destanında anlatılan bilgilerle Çinlilerin Hiung Nu dedikleri Büyük Hun Devleti kurucusu Mete Han (Mao Tun)’ın sergüzeştinin benzer olduğunu görerek bu iki şahsiyetin aynı kişi olduğunu iddia etmişlerdir.
Yine Çin kaynakları Mao Tun/Mete Han’ın ülkesini sağ ve sol olmak üzere iki kola ayırdığını ve yirmi dört kumandan tarafından idare ettiğini belirtirler. Bundan Hun ilinin yirmi dört boydan meydana geldiğini ifade ederler.
Aslında Mete’nin ordusunu ikiye ayırıp yirmi dört komutanla idare etmiş olması bu tarzın ilk onun zamanında başladığını göstermez. Nitekim eski Türk illerinde ve ordularında ikili düzen değişmez bir kaidedir. Osmanlı Devletinde de sağ ve sol kol olmak üzere ikili düzen yaşamaktadır. Ayrıca 24’lü düzene ait olarak da pek çok misaller vardır. Mesela Rumeli eyaleti 24 sancaktır. Yörükler 24 kişiden müteşekkil takımlara ayrılırdı vs. Bu durum ikili ve yirmi dörtlü sistemin evvelce uygulandığının da bir kanıtıdır. Kaşgarlı Mahmud 24 Oğuz boyunun adlarını dip dedelerinden aldığını söyler. Bu 24 dip dedeye Zülkarneyn’in Türkistan seferinde nasıl Türkmen adının verildiğine dair bir de hikâye nakleder.
Bize göre de Oğuzla Mete’nin aynı şahsiyet olması neredeyse imkân dışıdır. Öyle olsa Türklerin atası olarak ifade edilen Oğuz’un M.Ö. 220’li yıllarda yaşamış olması gerekir ki ihtimal dışıdır.
Zira arkeolojik ve tarihi vesikalara göre Türkler dünyanın en eski kavimlerindendirler. Türklere dair izler M.Ö. 3000 yılına kadar çıkarılmaktadır.
Çin ve Türk kültür ilişkileri üzerinde kaynaklara dayalı araştırmalar yapan ünlü Alman bilgini Wolfram Eberhard bu konuda oldukça açık bilgiler vermektedir. O Çin medeniyetinin büyük ölçüde Türklere borçlu olduğunu söyler. Türkler M.Ö. 1450–1050 yılları arasında atları ve arabaları ile Çin’e girmişlerdir. Yine Çin tarihinde M.Ö. 1050–247 yılları arasında devlet kuran Chou sülalesi esas itibariyle Türk’tür.
Ancak bu devletin yıkılmasından sonradır ki Çinlilerin Hiung Nu dedikleri Hun devleti ve Mao Tun dedikleri hükümdarı Mete Han sahneye çıkmıştır.
İşte bütün bu bilgiler değerlendirildiğinde Oğuz’u Mete Han’la birleştirmek çok büyük ve tarihi bir hata olacaktır. Bu durumda Oğuzların tarih içindeki serüveni hakkında bilgiler veren Oğuznamelerin, ne kadar gerçekçi oldukları da ortaya çıkar.
İşte Oğuzname’deki bilgiler iyice değerlendirildiğinde görülecektir ki Oğuz’un hayatı Mete Handan çok öncelere gider. Nitekim Oğuzname’ye dayanarak Fatih’in oğlu Sultan Cem’in isteği üzerine Osmanlıların atalarını ortaya çıkaran Bayati Şeyh Hasan Oğuz hakkında şu malumatı veriyor.
“Bu doğru yolda Hakk’ı bilir olduğundan çocukluğunda veli manasına bu ad verilmiştir. Allah’ın birliğini tanıdığından babası buna çıkışıp dövüşünce Oğuz’un askeri onu öldürmüştür. Bu iş Hz. İbrahim aleyhisselam çağında oldu. Yaptığı öteki işler Oğuzname’de pek tanınmıştır. Yüz elli yıl yaşayıp ölmüştür.
Oğuzname’nin pek çok nüshaları vardır. 14 ve 15. Asırda ele alınanlar bugün elimizdedir. Bunların en mühimlerinden biri dünya tarihçiliğinde önemli bir yeri bulunan Fazlullah Reşidüddin (1274–1318)’in eseridir. Bir diğeri Reşidüddin’in eserinin yanı sıra tarihi Oğuz rivayetlerinden ve Oğuzname’nin Uygur versiyonundan yararlanarak fevkalade kıymetli bir Oğuzname kaleme alan Yazıcıoğlu Ali’dir. Eserini 1423 yılında Sultan II. Murad Han’a sunmuştur. Kaşgarlı Mahmud’un 1074 yılında hazırladığı Divan-ı Lügatü’t-Türk adlı eseri XI. asır Oğuz ve Türkmen tarihinin ve etnik yapısının ortaya çıkarılmasında en mühim kaynak durumundadır. Nihayet Fatih’in oğlu Cem Sultan’ın arzusu üzerine Bayat boyuna mensup Mahmud oğlu Şeyh Hasan Osmanoğulları’nın atalarını anlatan bir eser takdim etmiştir. Eserini elinde bulunan eski bir Oğuzname’den kısaltarak bir hafta içerisinde yazdığını belirten Şeyh Hasan, hiçbir yerde rastlanmayan Oğuz hanlarından bahseder ki fevkalade kıymeti haizdir.
Türkleri daha farklı bir şekilde görmek ve değerlendirmek isteyenler mevcut Oğuznameleri eskilerin İslami versiyonu olarak değerlendirip güvenilirliğini kırmaya çalışmaktadırlar. Bunlara göre Peygamber efendimizden önce sanki hiç peygamber gelmedi veya Türkler sanki hiç peygamber duymadılar.
Oysa Türklerin ilk atası Yafes’in babası Nuh aleyhisselamdı. Onun oğullarından biri Türk’tür. Bu itibarla Türk adı bütün Türk ırkını içerisine alan bir isim olduğu gibi zaman içerisinde alt birimlere de alem olmuştur.
Türk’ün torununun oğlu Kara Han onun da oğlu Oğuz’dur. Oğuzname’ye göre Türklerin Peygamberler ile irtibatı hep devam etmiştir. Oğuz’un beşinci göbekten torunu Bozdoğan Han beyliğe geçince Cebbarilerle savaşlar yapmıştır. Çok kuvvetli olup doksan yıl beylik etmiş yüz doksan yaşında ölmüştür. Davut aleyhisselama inanıp ümmet olmuştur.
Korkulu Bey ise Süleyman Aleyhisselamın hizmetinde bulunmuştur. Hatta bir defasında Süleyman Aleyhisselamın hizmetinden geldiğinde oğlu olduğu için adını Süleyman koymuştur. Çarboğa’nın İskender-i Zülkarneyn hizmetinde olduğu Kurtarı Bey’in ise İsa Aleyhisselam devrine ulaştığı ve kendisini tasdik ettiği belirtilir.
Türklerin İslamiyet’i kabulleri sırasında itikat ve yaşayışlarının bu dine yakın oluşunun sebebi bütün bu bilgiler ışığında daha iyi anlaşılmaktadır.
Buna göre Oğuz’un hayatının M.Ö. 4000–3500’lere uzadığı rahatlıkla anlaşılır.
Oğuzname’ye göre Oğuz Han’ın Gün Han, Ayhan, Yıldız Han ve Gök Han, Dağ Han, Deniz Han adlarında altı oğlu vardı. Bunlardan ilk üçü sağ kolu diğer üçü ise sol kolu teşkil ederlerdi.
Oğuz Han’ın altı oğlundan her birinin dört boyu olup hepsi yirmi dört boydu. Oğuz aşiretleri bu yirmi dört boydan gelmişlerdi. Uygur, Karluk, Kıpçak, Kalaç, Ağaçeri ve Ayferi boyları ise Oğuz’un kardeşleri veya amcaoğulları idiler.
Kaşgarlı Mahmud ve Reşideddin Oğuz boylarının listeler halinde göstermişlerdir. Kaşgarlı Mahmud yirmi iki boy olarak göstermiş ve iki boyu dahil etmemiştir. Reşideddin ise yirmi dört Oğuz boyunu vermiştir. Yazıcıoğlu Ali ve Ebü’l-Gazi Bahadır Han da Reşideddin’den alarak yirmi dört Oğuz boyunu vermişlerdir. Yazıcıoğlu, Reşideddin’in eserinin mükemmel bir nüshasını görmüş ve istifade etmiştir.
Buna göre Oğuz boyları şu şekildedir.
Bozoklar:
Gün Han Oğulları: Kayı, Bayat, Alkaevli, Karaevli
Ay Han Oğulları: Yazır, Döğer, Dodurga, Yaparlı.
Yıldız Han Oğulları: Avşar, Kızık, Begdili, Karkın.
Üçoklar:
Gök Han Oğulları: Bayındır, Beçene, Çavuldur, Çepni.
Dağ Han Oğulları: Salur, Eymür, Alayundlu, Üregir.
Deniz Han Oğulları: Yigdir, Bügdüz, Yıva, Kınık.
Bu boyların hemen hemen tamanının adları Anadolu’da köy ve kabile isimleri halinde yaşamaktadır. Bunları tek tek ele alarak Anadolu’nun nerelerinde bulundukları ve yaşadıkları hakkında çok geniş bir incelemeyi Prof. Dr. Faruk Sümer Bey Oğuzlar isimli çalışması ile yapmıştır.
.Osmanlı Kimliği – 3
Geçen haftaki yazımızda Oğuzlar hakkında genel bir malumat vermiştik. Şimdi de Osmanlı hanedanı ile Oğuzların ilişkisi üzerinde duracağız.
Öncelikle şunu belirtelim ki Osmanlı devletini kurmuş olan hanedanın menşei hakkında bilgi veren ilk Osmanlı kroniklerinin hemen tamamında hanedanın Oğuzlarla bağlantısı üzerinde durulmakta ve Oğuzlara dayandığı ifade edilmektedir.
Osmanlılar hakkında ilk bilgileri veren zamanın büyük bilginlerinden Ahmedî (1334–1413)’dir. İskendername isimli eserinin sonuna, Osmanlıların ortaya çıkışı ve ilk hükümdarlarına dair bilgiler verdiği “Dastân ve Tevarih-i Mülûk-ı Al-i Osman” başlıklı özel bir bölüm ilave etmiştir. Ahmedî burada Selçuklu Sultanı Alaaddin’e yardıma giden Gündüz Alp ve Ertuğrul’un Gök Alp ve Oğuz soyundan olduklarını şu ifadelerle açıkça belirtmektedir.
Leşkerini cem idüp girdi yola
Gündüz Alp Er Duğrıl anunla bile
Dahi Gök alpı Oğuzdan çok kişi
Olmuş idi ol yolda onun yoldaşı
(Bak. Osmanlı tarihleri, s. 7–8).
Bu konuda bilgi veren ikinci önemli Osmanlı tarihçisi Şükrullah’tır. 1388’de doğmuş 1405 yıllarında devlet hizmetine girmiştir. Çelebi Mehmed, II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed devirlerini idrak eden Şükrullah’ın Osmanlı devletinin kuruluş yıllarını anlattığı Behcetü’t-Tevarih isimli bir eseri bulunmaktadır. Eserinin hemen girişinde anlattığı bir olay ise daha enteresandır.
Şöyle ki:
1449’da II. Murad Han’ın görevlendirmesi ile elçilikle Karakoyunlu Cihan Şah’a gitmişti. Görevini yerine getirdiği ve bu ülkede bulunduğu günlerden bir gün mihmandarı (şagavul) gelerek Cihan Şah’ın kendisini istediğini ve özel olarak görüşme talebini bildirdi.
Cihan Şah konuşma sırasında “Sultan Murad benim ahiret kardeşimdir. Bu kardeşlikten başka da akrabamdır” dedi. Şükrullah akrabalığın sebebini ve nereden geldiğini öğrenmek isteyince Cihan Şah tarihçisi Mevlana İsmail’i çağırttı.
Mevlana İsmail, Uygur diliyle yazılmış bir de kitap getirdi. Oğuzname olduğu anlaşılan kitapta Oğuz Han ve soyundan bahsediliyordu. Cihan Şah:
Kardeşim Sultan Murad’ın nesli Oğuz oğlu Gök Alp’e ulaşmaktadır. Kırk beşinci göbekte Osman’ın babası Ertuğrul’a iner. Ceddim Kara Yusuf’un nesebi ise kırk birinci göbekte Oğuz Han oğlu Deniz Alp’e erişmektedir. Cihan Şah Mirza bundan sonra “kardeşim Sultan Murad’ın nesebi bizim nesebimizden ağadır (yüksektir). Gökle denizin arasında fark olduğu gibi” demiştir.
Osmanlı hanedanını Oğuz’a vardıran bir diğer meşhur tarihçi Aşıkpaşazade’dir. 1393’de doğan Aşıkpaşazade 1413 yılında Geyve’de Orhan Gazi’nin imamının oğlu olan Yahşi Fakih’in evinde bir müddet kaldı. Bu sırada Osmanlı tarihinin Yıldırım Bayezid devri sonuna kadar ki devrini anlatan bir eser bularak okudu. Yahşi Fakih’ten birçok vukuatı dinledi. 1481 yılında öldüğü rivayet edilen Aşıkpaşazade, Tevarih-i Âl-i Osman isimli eserinin hemen başında Osmanlı hanedanı şeceresini Gök Alp, Oğuz Han ve Kara Han yoluyla Yafes’e ve Nuh aleyhisselama ulaştırmıştır.
Osmanlıların en eski tarihlerinden birinin müellifi de Oruç Bey’dir. O da eserinde “Osmanlı hanedanı Oğuz Han neslindendir ve inançları sağlamdır” demektedir.
Nihayet İlk Osmanlılar hakkında bilgi verip kaynak kullanması bakımından önemli olan müelliflerden biri de Enveri(hayatı 15. asır)’dir. Düsturname isimli eserinde Semerkandi nisbeli birinin eserinden istifade ettiğini bildiren Enveri de Osmanlı soyunu Oğuz Han’a bağlar.
Görüldüğü üzere müelliflerin konu hakkındaki mehazları ayrı ayrıdır. Farklı kaynakları kullanan ve birbirlerinden etkilendiklerine dair bir ibare bulunmayan bu kadar müellifin aynı yanlışta birleşmeleri mümkün müdür?
İşte ilk dönem kaynaklarında görüldüğü üzere Osmanlı hanedanının Oğuz Han’a ulaştığı tezi, kesin bir dille ifade olunmuştur. Bu itibarla modern tarihçiler de bu konuda fikir birliğine varmışlardır.
Bizde Oğuzlar üzerinde en geniş araştırması ile tanınan Prof. Dr. Faruk Sümer, Osmanlıları “halis bir Oğuz-Türkmen” olarak vasfeder. (bak. Oğuzlar, s. XX).
Öte yandan Sovyet tarihçiliğinde gelmiş geçmiş en ünlü Oğuz ve Selçuklu tarihçisi olarak görülen Türkmen tarihçi S. G. Agacanov Oğuzlar isimli eserinde Oğuzlarla ilgili mükemmel bir kaynak taraması yapmış ve Osmanlıların da Oğuzlardan geldiğini kesin bir dille vurgulamıştır.
Osmanlıların kabilesini tartışma konusu yapan ve Kayılardan gelmediğini ifade eden Prof. Dr. Halil İnalcık dahi Oğuzlar konusunda endişe etmez ve “Osman Türk ve Moğol hanedanlarının ilk atası Oğuz Han nesliden gelmektedir” diyerek tavrını ortaya koyar. (Bak. Doğu-Batı, s. 116).
Demek ki Osmanlılar Oğuz soyundan gelmekte olup yüzde yüz Türk’türler. Onların Rumlardan, Moğollardan ve Araplardan geldiklerini ifade edenler hiçbir destek göremedikleri gibi zaman içerisinde tezlerini destekleyecek bir belge de ortaya koyamamışlardır.
Bu bakımdan Hammer ve N. Jorga gibi ünlü Avrupa tarihçileri Osmanlıların Türklüğü konusunda en küçük bir tereddüt göstermemiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlıların Oğuzdan ve Kayıdan gelmediği hususunda en ciddi söylemlerle ortaya çıkan P. Wittek’in fikirlerini ise Fuad Köprülü çürüttü. Dolayısıyla merhum Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve Prof. Dr. Şehabeddin Tekindağ gibi konunun uzmanları ile günümüz tarihçileri bu hususun artık tartışılmaz kabul gördüğü yönünde birleşmişlerdir.
Gelecek yazımızda ise Osmanlı Kayı boyu ilişkisi üzerinde duracağız.
.Kudret ve şahsiyet kaynakları ışığında: Fatih kimdir!
Zülüfünün zencirine bend eyledi şahım beni;
Kulluğundan etmesin azad Allah’ım beni.
Fatih Sultan Mehmed
Zihniyeti ve tabiatı itibariyle hamleci bir ruh… Terakki ve tekamülden zevk alan bir hakan… Nefsini ehline teslim etmiş bir derviş… Tıpkı askerî fetihleri gibi, ilim adına açtığı savaşta da bir şeyhler, dervişler, âlimler, edibler, sanatkârlar ordusu kurmuş ve bu kutlu orduya da serdar olmuştu.
19 yaşında yedinci Osmanlı padişahı olarak tahta çıkan; 21 yaşında İstanbul’u fethetmek suretiyle, milletine dünyanın en güzel beldesiyle birlikte ebedî bir vatan kazandıran; İsfendiyar Beyliği’ne son verip Trabzon Rum İmparatorluğu’nu ortadan kaldıran; Yunanistan, Arnavutluk, Bosna-Hersek, (Belgrad hariç) Sırbistan, Eflâk ve Boğdan’ı zapteden; Kırım’ı Osmanlı tâbiiyetine alarak Karadeniz’i bir Türk gölü haline getiren; Otlukbeli’nde Uzun Hasanı mağlup ederek devletinin doğudaki şevketini artıran; Venedik’in Batı Ege’deki alınmaz denilen üssü Eğribozu zaptedip, denizlerdeki üstünlüğüne bir daha geri gelmemek üzere son veren; Otranto’yu fethettirip İtalyan devletçiklerini kendisini selamlamaya hazırlayan; 30 senelik padişahlığında 25 kez sefere çıkıp iki imparatorluk, dört krallık ve onbir prensliği ülkesine katan FATİH kimdir? Nasıl ve ne şekilde yetiştirilmiştir? İdealleri nedir? Kuvvet ve kudret kaynakları nelerdir? Bu soruların cevabını öncelikle Fatih’in eğitimden başlayarak çözmeye çalışacağız.
ŞAHSİYETİNİ İNŞA EDEN HOCALAR
Küçük yaşta tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzade Mehmed, devrin en mümtaz alimlerinden ilim öğrendi. Okumaya başlayacağı gün, Çandarlı Halil Paşa kendisine sırmalı bir cüz kesesi gönderdi. İlk hocası Hanefiî mezhebi fıkıh alimlerinin büyüklerinden Molla Yegan‘dır. Bu değerli alim, müstakbel taht sahibine uzun zaman ders vermiş ve çağının en gerekli bilgilerini en üst seviyede öğretmiştir. Yine fıkıhta devrin en yüksek ilim adamlarından Molla Hüsrev, şehzadenin ikinci hocasıdır. Bu büyük alimin ilminden çok istifade eden Fatih ona: “Zamanın İmam-ı Azamı” diye hürmet eder karşılaştığı yerde ayağa kalkardı.
Şehzade Mehmed daha sonra meşhur din ve fen alimi Akşemseddin’in terbiyesine verildi. Akşemseddin, şehzadenin her şeyi ile bizzat ilgilenirdi.
Ona, diğer ilimlerin yanısıra özellikle tasavvuf dersleri ve terbiyesi vermiştir. İstanbul’un fethi sırasında orduda yer alarak, uzayan kuşatmanın en sıkıntılı anlarında zaferin yakın olduğunu müjdeleyip Sultan Mehmed’in sabrını ve gayretini artırmıştır. Fetihten sonra ise Eyüp Sultan hazretlerinin kabrini belirleyerek Müslümanlara ikinci bir fetih heyecanı yaşatmıştır. Fatih de henüz 21 yaşında böyle büyük bir başarıya imzasını atmış bir cihangir iken “Bende gördüğünüz bu sevinç ve mutluluğu İstanbul’un fethi dolayısıyla sanmayınız. Zamanımda Akşemseddin gibi bir alimin bulunduğuna sevinirim” diyerek aldığı yüksek terbiyeyi göstermiştir.
Şehzade Mehmed’in yetişmesinde önemli rolü olan alimlerden biri de hadis ve fıkıh ilimlerinde büyük bir otorite olan Molla Gürani‘dir. Bilgi kayıtsızlığına karşı asla müsamaha tanımayan Molla Gürani’nin, ilk derse elinde bir değnekle girdiği ve şehzadenin hayreti karşısında: “Okumakta gevşeklik gösterirse padişah babasının emriyle buna müracaat edeceğini” söylediği rivayet edilmektedir. Şehzade Mehmed’in mizacının sertliği, Molla Gürani’nin tatlı-sert eğitim metoduna yenilmiş ve şehzade, kısa bir süre sonra dört elle ilme sarılmış; dinlenirken de teknik işlerle uğraşmaya başlamıştı. Molla Ayas, İbnü Temcid, Çelebizâde Abdülkadir, Molla Hasan Samsunî, Sinanüddin Yusuf, Hocazâde, Ali Tusî ve Bursalı Ahmed Paşa Sultan II. Mehmed’in diğer meşhur hocalarıdır.
İşte genç hükümdar, çocuk yaşından itibaren ilim, irfan, hikmet, kumandanlık ve sanat erbabı tarafından feyzine feyz katılarak yetiştirilmişti. Fatih’in şahsiyetini anlamak isteyenler önce yetiştiren hocalarını çok iyi bilmek ve tanımak zorundadırlar.
Zîra, kişi, aldığı terbiyenin ve ders gördüğü hocalarının bir aynasıdır. İcraatları bu eğitim ve terbiyenin bir tezahürüdür. Dolayısıyla Fatih’in şahsiyeti ile ilgili noktaları gözden geçirirken bu gerçekler daha iyi anlaşılacaktır.
BİR “CİHAD-I EKBER” MÜCAHİDİ
Fatih gibi her türlü ilimle mücehhez olarak yetişmiş, dolayısıyla alim sıfatına mazhar olmuş bir şahsın en temel özelliği ilme açık olmasıdır. Ayrıca bu İslâmiyet’in de açıkça emrettiği bir husustur. Zîra İslâmiyet, ilmin tâ kendisidir. Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde, ilim emredilmekte, ilim adamları övülmektedir. Bir ayet-i kerimede mealen “Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? Bilenler elbette kıymetlidir!” (Zümer Suresi:9) buyuruldu.
Peygamber efendimizin de “Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz” ve “İlim Çin’de de olsa alınız” şeklindeki hadisleri ilmin önemini belirten sözlerinden sadece ikisidir. İşte Fatih, İstanbul’un fethinden hemen sonra, gerek burada gerekse fetihlerinin yanısıra İmparatorluğun hemen her beldesinde ilmi inkişafa büyük bir ehemmiyet vermiştir.
Fatih, öncelikle yeni başkentini bir ilim merkezi yapmak için camiinin etrafında yüksek sekiz medrese ve bu medreselerin arkasında da “Tetimme” adıyla bilinen sekiz küçük medrese inşa ettirmişti. Böylece caminin iki yanında toplam on altı medrese olup ayrıca batı tarafına bir de darütta’lim (sıbyan mektebi) kurmuştur. Medresenin vakfiyesinden, bu külliyenin tam teşekküllü bir eğitim merkezi olarak ve burada eğitim göreceklerin onun dışına çıkma ihtiyacını duymayacak şekilde düzenlendiği; dolayısıyla yeme, içme, barınma ve tedavi görme konusunda bütün ihtiyaçların görüleceği kütüphane, imaret ve darüşşifa gibi müesseselerin eksiksiz olduğu görülmektedir. Yine vakfiye de Fatih, İstanbul’un fethini cihâd-ı asgar (küçük cihad), bu imar ve eğitim hamlesini ise cihâd-ı ekber (büyük cihad)’e benzeterek Peygamberimizin bir hadisine işaret etmiş ve ilme verdiği önemi bir kez daha göstermiştir. O dünyanın en meşhur ilim adamlarını bu medreselere celbeder bu hususta maddî fedakarlıktan çekinmezdi. Meşhur matematik ve astronomi alimi Ali Kuşçu ile kelam alimi Alaaddin Tusi böyle bir gayretin neticesinde İstanbul’a gelmişlerdi. Zaman zaman âlimleri davet ederek ilmî sohbetler, tartışmalar yaptırırdı. Bazan müşkül mevzular vermek suretiyle alimlere risaleler yazdırır ve bunları tetkik ederdi. Fatih, ilmî meselelerde din ve mezhep farkı gözetmeksizin Batılı ve Doğulu bütün ilim adamlarına sarayın kapısını açardı. Sarayında biri Latince, diğeri Yunanca bilen iki katip bulunuyor ve bunlar padişaha eski çağlar tarihini okuyorlardı. Plutarkhos’un “Meşhur Adamların Hayatı” isimli eseri Fatih’in emriyle Yunanca’dan Türkçeye çevrilmiştir. Yine padişahın emriyle büyük astronomi ve coğrafya bilgini Batlamyus’un eseri de Türkçeye tercüme olunmuştur. Bu eseri çeviren filozof Amirutzes, oğlu ile birlikte Rumca ve Arapça isimlerle hazırlanmış olan bir dünya haritasını da Fatih’in emri üzerine tamamlayarak padişahın ihsanlarına kavuşmuşlardır.
GÜLÜNÇ BİR TEKLİF
Fatih’in, aldığı dinî eğitimin neticesi olarak, ilme karşı gösterdiği bu hassasiyeti Avrupalılar’ın, hele hele 17. asırda dahi dünya dönüyor diyenleri takibe aldıran kilise zihniyetinin anlaması mümkün değildi. Onlar, Fatih’in Hristiyanlara karşı gösterdiği hoşgörüyü ve ilim adamlarına tanıdığı hakları onun bu dine alâkası olarak anlamışlardı. Neticede, Papa II. Pius’un Fatih’e gönderdiği iddia edilen bir mektupta: “Seni bütün ölümlülerin en büyük, en güçlü ve en ünlüsü yapmak için küçücük bir şey kafidir. O şey nedir diyeceksin; bunu bilmek güç değildir, seni vaftiz etmek için birkaç damla su. Bundan sonra seni bütün doğunun ve Bizans’ın İmparatorluğuna nasbedeceğiz” şeklindeki sözlerle Fatih, Hristiyanlığı kabule davet edilmişti.
“Dünyada tek bir bin, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihanın payitahtı olmalıdır” diyerek cihan hakimiyeti mefkuresini, i’lâ-i kelimetullah aşkını ortaya koyan bir padişahın “birkaç damla su” için bu ideallerden vazgeçeceğini sananlar ne kadar zavallıdır. Ya buna günümüzde dahi inananlara ne demeli…
BU DÜNYADAN MAKSAT NE?
Fatih Sultan Mehmed, hocası Akşemseddin’den tasavvuf dersleri alarak yetişmiş, Onun sayesinde ruhî terbiyesini tamamlamıştır. Bu terbiyeni bir neticesi olarak Fatih bütün sebeplere yapışır, sonra işlerini Hakk’a ısmarlardı. Bunun için O,
“Fazl u Hakkı himmeti cündi Ricalullah ile
Ehl-i küfrü serteser kahreylemektir niyyetüm.“
demektedir. Hiçbir işinde nefsinin arzularını düşünmez, hep Rabbinin rızasını gözetirdi.
Nefs-i mal ile nola kılsam cihanda ictihad
Hamdülillah var gazaya sad hezarân rağbetim
beyti bunu ne güzel açıklamaktadır.
İstanbul’u fethederek Peygamber Efendimizin müjdesine nail olan, Hz. Eba Eyyüd el Ensari’nin kabrinin bulunuşu ile hocası Akşemseddin’e daha büyük bir hayranlık duyan Fatih, talebeliği devam ettirmeyi arzulamıştır. Akşemseddin ise:
“Sultanım, sen bizim tattığımız lezzeti tadacak olursan saltanatı bırakırsın. Devlet işlerini tam yapamazsın. Din-i İslâm’ı yapma işi yarım kalır. Müslümanlar’ın rahat ve hayır içinde yaşayabilmeleri için devletin ayakta kalması şarttır. Seni talebeliğe kabul edersem, düzen bozulabilir, halkımız perişan olabilir. Bunun vebali büyüktür. Allahü teala’nın gazabına maruz kalabiliriz.” diyerek, teklifini reddetmiştir.
Bu şekilde bir tasavvuf terbiyesi ile yetişen Fatih, dünyanın en adil hükümdarlarından biri olmuş; insan hak ve hürriyetlerine, günümüzde dahi misline hasret kalınan şeklinde fiilî saygı göstermiş, hakimiyeti altına giren milletlere tam bir dil, din ve vicdan hürriyeti tanımıştır.
Ancak o yine tasavvuf elinin bir nişanı olarak sürekli insanlar arasındadır, devlet işlerini, halkın müşkillerini çözerken devamlı Rabbi ile beraberdir. Kulluk vazifelerini ihmal etmemektedir.
Zülfünün zencirine bend eyledi şahım beni
Kulluğundan etmesin azad, Allahım beni
beyti bu duygularını çok güzel yansıtmaktadır. Yine onun,
Ahiret kesbeylemektir dâr-ı dünyadan garez
Yoksa ey zâhid nedir, bildin mi ukbadan garez?
Mal u mülki terkedip gitsen gerekdir akıbet
Pes nedir dünya için ey hâce, dünyadan garez
Her ne kim görsen, tealluk bağlama, kılma karar
İbret almaktır dila, seyrü temaşadan garez
gibi beyitleri dünyalık olarak nihayete ulaşmış bir şahsın bu dünyanın geçiciliğini, boş olduğunu, ona takılıp kalmamak gerektiğini düşünüp Hak’ta fani olma sırrına ulaşmak isteğini açık bir biçimde belirtmektedir.
Ey kuzeyden esen rüzgâr!
Fatih Sultan Mehmed, cihan padişahı olmakla beraber fevkalâde alçak gönüllü idi. Alim ve ulemaya karşı saygısı ve hürmeti büyüktü. Feyiz ve himmetine kavuşabilmek için Horasanlı büyük âlim ve veli Nureddin Abdurrahman Cami (Molla Cami’ye mektup yazmış ve kendisini İstanbul’a davet etmişti. Molla Camî’nin, divânında Fatih Sultan Mehmed için yazdığı şiir, Fatih’in, bu büyük velinin nazarındaki değeri yanında Osmanlı Türk dünyası dışında nasıl tanındığının da bir göstergesidir.
“Ey kuzeyden esen rüzgâr! Ne hoş kokular getiriyorsun.
Haydi arzuların kıblesi olan semte doğru es!
Ilık nefesine samimiyet kokularını karıştır.
Ve hep İhlas yolundan giderek hedefe ulaş.
Rica ve dua denklerini Horasan’da bağladıktan sonra.
Rum diyarına doğru yürü.
Yolda, bu yolun usûl ve erkanını öğren.
Büyüklerin yetiştiği dergâhın nerede olduğunu sor.
Oraya varınca yüzünü hizmetçilerin ayak tozlarına sür.
İzin isteyip, yeri öperek huzura gir.
O cihad eri, gazi padişahın önünde hikmetler saçarak söze gir ve;
“Ey mertebesi yüksek padişah!
Sana dünya mülkü, atalarından kalma bir mirastır” de.
Dünyada pek az kimse, böyle büyüklük ve ihtişam tahtında senin gibi feyz verme
olgunluğuna sâhib olabilmiştir.
Sünnet-i seniyyenin her tarafa yayılması senin gayretinle oldu.
Küfük yuvaları, kiliseler, yine senin himmetinle camiye çevrildi.
Harblerdeki isabetli tedbirlerinle, küfür ve sapıklık kal’alarını kökünden yıktın.
Daima şefkat ve merhamet tarafına yönelmiş, kötü huylardan temizlenmiş bir padişahsın.
Seni kıskananların aksine her türlü hikmet, şeref, yiğitlik ve cömertlik sıfatları sende toplanmış.
Cömertlikte derya gibisin, sanki altın madenisin.
Hatta deryadan da altın ocağından da cömertsin
Şu gök kubbenin zirvesi var oldukça ve dünya yerinde durdukça,
Allahü Teala, gönlüne uygun ihsanlarda bulunsun, dünyanın şerefi ayaklarının altına serilsin, dilerim.
Ey etrafa amber kokuları saçan seher rüzgârı!
Madem ki duâ ve sena demetleri diziyorsun,
Bu garip şiirlerden birkaçı o selim akıllı edîb padişaha lâyık ola.
Sana emanet ettiğimiz bu garip armağanları sultanın meclisine götür.
Bu kıymetsiz hediyemi onun yüce ve şerefli huzuruna sunarken, de ki:
Karınca, muhabbet ve sadâkat yönünden,
Süleyman aleyhisselamın katma yarım çekirge ayağı gönderdi.
Nitekim “Armağanlar, gönderenin değeriyle ölçülür”
diyerek sözü bitirmeye bak.
Fazla ısrar etme. Lütfen selam ve hürmetimi söyleyerek kelâma son ver.”
Mevlana Abdurrahman Cami’yi çok seven Fatih onu Anadolu’ya davet etti. Molla Cami, Konya’ya geldiğinde Fatih’in vefat haberini alınca büyük bir teessürle geri dönmüştür.
EL MUZAFFER DAİMA
Fatih, babasının ve kendinden önceki Osmanoğulları’nın tek gayelerinin din-i İslâm’ı yaymak olduğunu ve kendisine de bu ulvî gayeyi miras bıraktıklarını pekala biliyordu. Trabzon Rum İmparatorluğu’nu fethetmeye giderken Zigana dağlarında yaya yürümek zorunda kalmış ve büyük müşkilat çekmişti. Bu sırada, Uzun Hasan’ın annesinin “Ey oğul! Bir Trabzon kalesi için bu zahmete değer mi? Burasını da gelinime bağışla” sözüne karşı:
“Hey ana! Sen bizi Trabzon kalesi için mi bu eziyeti çekiyor zannedersin. Bu zahmet din yolunadır. Zîra bizim elimizde İslâm kılıcı vardır. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek bize gazi demek yalan olmaz mı?” diyen Fatih, kendisini haklı olarak, yeryüzüne İslâm’ın hak ve adalet prensiplerini yaymağa memur addediyordu.
Fatih, Karamanoğulları ve Batılı Hristiyan devletlerle ittifaklar yaparak Osmanlı topraklarına tecavüzlerde bulunan Akkoyunlu Uzun Hasan’a gönderdiği mektubunda ise şöyle sesleniyordu:
“Bil ki bizim memleketimiz İslâm yurdudur. Atalarımızdan beri devletimizin çerağı, küfür ehlinin yürek yağı ile aydınlanmıştır. Sen eğer Müslümanlar’a karşı kötü maksatlar besliyorsan, sen ve sana yardım edenler iman düşmanlarıdır. Bütün devlet ve İslâmiyet düşmanlarını yok etmek için atımız eyerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Allah, bu kulunu sebep kılarak, senin zulmünü mazlumlar üzerinden kaldıracaktır…”
Fatih’in saltanattan, padişahlıktan maksadının ve gayesinin ne olduğu, onun kullandığı lakaplarda da görülmektedir.
O genellikle “Müslümanların rehberi; Gazi ve mücahidlerin efendisi; Rabbü’l âleminin teyidiyle müeyyed; Saltanat ve hilafet semasının, dünya ve dinin güneşi; Resulullah efendimizin sünnetinin muhyii (ihya edeni); İslâm dininin naşiri (yayıcısı) Ebü’l-Feth Sultan Muhammed Han” lakaplarını kullanır.
Bu lakaplara layık olmak sevdasıyla gecesini gündüzüne katan Fatih, yaptırdığı gönül açıcı sarayında pek az kalabilmiş; hayatını, kurulduğunda dünyayı titreten çadırlarında geçirmiştir. Saltanat müddeti, mühründeki “el-Muzaffer daima” ibaresiyle mükemmel özdeşleşmiştir.
FATİH’İN DİVÂNINI ANLAMAK
Fatih Sultan Mehmed, devrinin aynı zamanda kuvvetli bir şairidir. Avnî mahlasıyla şiirler yazıyor; şiirleri, küçük bir divân teşkil edecek sayıya varıyordu. Şiirlerinde, sağlam bir İslâm itikadı sezilir. Kuran, hadis, fıkıh gibi ilimlerdeki vukufu şiirlerine yansıtmıştır. Şiirlerinde, zaman zaman tasavvufun esasları görülür. Zikrettiği beşeri güzeller, bazen Cemâl-i Mutlaka uzanan bir çizgide görüntü verirler.
Nihad Sami Banarlı Bey: “Ahmed Paşa, Sinan Paşa, Melîhî ve Necâtî gibi Osmanlı şiir ve edebiyatına hamle yaptıran kudretli isimler asrında hükümdarca şiir söylemek kolay değildir” dedikten sonra şunları ifade etmiştir: “Bunun için, yaradılışın izninden başka, üstün bir kültüre sahip olmak gerekir; Türk, Arap, Acem edebiyatlarını, İslâm ilimlerini, İslâm tefekkürünü, tasavvufu, Şark-İslâm mitolojisini bilmek; aruz ve kafiye ilimlerini öğrenerek fesahat ve belagatın inceliklerine vâkıf olmak lazımdır. Bunlardan başka astronomiden tıb bilgisine, matematikden kimyaya kadar fen bilgilerini, şiiri onlarla besleyecek ve şiirde onların akislerini farkedecek kadar kavramış olmak lüzumu vardır.” Görüldüğü gibi, bütün bu ilimleri kullanarak yazılan şiirleri anlamak için de aynı ilimlerden az da olsa nasipdâr olmak lazımdır. Yoksa ilimden nasipsiz olanların bu şiirleri açıklamaya çalışmaları kendilerini gülünç durumlara düşürmektedir.
Nitekim Fatih, Peygamber efendimizi methettiği na’tının bir beytinde
“Alnın kamerine yüzün ayına müşabih
Bunca göz ile görmedi bu çarh-ı mualla”
“Yaratılalı şunca zaman olan bu yüksek gökkubbe altında, gelip geçen bunca göz sahibi insanlar, senin kamer alnına ve ay yüzüne benzeyen birini daha görmediler” derken beyte:
“Şair, gökkubbede ancak bir tane ay olması gibi sevgilinin de dünyada bir tane olduğunu ifade ediyor. Beyitte, gökkubbedeki yıldızlar birer göz olarak düşünülüp karanlık gecede her birisinin ay ile varlık kazandıkları imâ ediliyor ki bu manzara câhiliyye devrinde Hazreti Peygamber’in zuhuru ve O’nunla yeni bir varlık kazanan ashab-ı kiram mazmununu hatırlatır. Nitekim Hazreti Peygamber bir hadislerinde “Ashabım yıldızlar gibidir… buyurmaktadır.” şeklinde açıklama getirilmektedir.
BATILI GÖZÜYLE FATİH
Fatih hakkında taassuptan uzak Batılı tarihçi ve yazarların ifadeleri fevkalade manidardır. İtalyan Langusto yaptığı bir tasvirde Fatih’i, “İnce yüzlü, uzunca boyludur, hürmetten fazla korku telkin eder, seyrek güler, şiddetli bir öğrenme ihtirasına sahip ve alicenaptır. Kendinden daima emindir. Türkçe, Rumca ve Slavca konuşurdu. Harp sanatından çok hoşlanırdı. Her şeyi öğrenmek isteyen zeki bir araştırıcı idi. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa mütehammil idi” şeklinde tanımlamaktadır.
Alman müsteşrik Franz Babinger ise “Türk dünyası için Fatih, günümüze kadar, bütün imparatorların en büyüğü olup, beşer tarihinde başka her hangi bir şahsın kendisi ile mukayese edilmesi zordur. O, Türk milletine, bütün târihinin en harikulade ve en yaklaşılması gayr-ı kabil şahsiyet olarak takdim edilmiştir. Batı âleminin mukadderatı Fatih Sultan Mehmed’in görünmesi ile sarih bir şekilde işaretlenmiştir. Kudretli şahsiyeti, büyük Avrupa sahalarının dış görünüşünü derinde değiştirmiştir. Ortaçağ’dan çıkarken, insanları ve dünyayı görüş tarzında Fatih’in şahsiyeti, zekâları tesir altında bırakmıştır” demektedir.
.Kayı Tartışmaları
Osmanlıların Oğuzların Kayı boyuna mensubiyetleri konusunda 20. asrın başlarına kadar hiçbir şüphe bulunmuyordu. İlk defa olarak Alman bilgini J. Marguardt’ın Osmanlıların Moğollardan geldiklerini belirtmesiyle birlikte bu konuda tartışmalar başladı. Uzun yıllar bu konu Batılı yazarlar ile Türk bilim adamı merhum Fuad Köprülü arasında tartışmalara sahne oldu. Aslında Fuad Köprülü Bey ilmi cevapları ile bu konuyu net bir biçimde ortaya çıkarmış ve tartışmalara son noktayı koymuştu. Ancak son yıllarda yine batılı bazı yazarlar bu konuda yoğun bir biçimde menfi propaganda içerisine girmiş bulunmaktadırlar. Prof. Dr. Halil İnalcık Beyin de Osmanlıların Kayılardan olmadığı şeklinde görüşü muhakkak ki bu konuyu bir kez daha ciddi biçimde ilim adamlarının gündemine ve ilgisine çekecektir.
Osmanlıların Kayı boyundan gelmediğine dair bilgi veren yerli ve yabancı müellifler pek çok argümanı eserlerinde kullanmaktadırlar. Bunların en dikkate değer olanlarını ve özellikle günümüzde vurgulanan görüşleri sorgulamaya ve değerlendirmeye çalışacağız.
1938’de Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu (The Rise of the Ottoman Empire) ismiyle bir eser yazan P. Wittek, hanedanın Kayı’dan geldiği tezinin uydurma olduğunu vurgulamıştı. Bu tezin II. Murad Han zamanında uydurulduğunu, Kayıların Oğuz boyları arasındaki öneminden dolayı Osmanlı hükümdarlarının böyle bir iddiada bulunduklarını ileri sürmüştü.
İşte bu görüş son yıllarda aynı iddia sahiplerince belki de en fazla dillendirilen ve tezlerine delil olarak gösterilen bir husus olmuştur. Şöyle ki: II. Murad döneminde Anadolu’daki Türkmen aşiretleri üstündeki Osmanlı egemenliğinin yerleşmesini kolaylaştırmak için Türk eski çağları siyasal amaçla yeniden değerlendirildi. Kayı soyundan gelmek, saygınlıklarını güçlendirip kanıtlamalarına yardımcı oluyordu. (Bak. Aldo Gallotta, Oğuz Efsanesi ve Osmanlı Devleti’nin Kökenleri: Bir İnceleme, Osmanlı Beyliği (1300–1389), İstanbul 1997, s. 45).
II. Murad Han o sıralarda gittikçe yoğunlaşan Timurlu baskısına karşı diğer Türkmen beylikleriyle irtibatlar çerçevesinde Oğuz-Türkmen geleneğini ön plana çıkarmaya başlamıştı. (Bak. Feridun M. Emecen, İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, İstanbul 2001, s. 155).
Yukarıdaki fikirlere sahip olanlara göre, eserini II. Murad Han’a takdim eden Yazıcıoğlu ile II. Murad Han devrinin ilim ve devlet adamı Şükrullah’ın Osmanlıların Kayı’ya mensup olduğunu bildirmesi, bu siyaseti perçinlemek gayesini hedef edinmektedir.
Bu iddianın doğruluğu halinde Osmanlı-Kayı ilişkisine uydurma bir menşe siyaseti demek gerekecektir. Bu siyasetin başlatıcısı ve yürütücüsü ise II. Murad Han olacaktır.
Şurası muhakkaktır ki genelde Osmanlı tarihçiliği II. Murad Han devri ile birlikte başlamaktadır. Mevcut ilk tarihlerin biri hariç diğerleri bu devre rastlar. Hanedanın Kayı boyuna mensubiyetinin bu Osmanlı tarihlerinde yer almış olması bu tezi kabul etmeyenlerde rahatlıkla yukarıda kaydettiğimiz görüşü doğurmuş Timur Han hadisesi ise onlara rahat bir kurgu meydana getirmelerine yardımcı olmuştur.
Böylece bazılarınca Osmanlıların konumunu ve gücünü sağlamlaştırma ve güçlendirmek amacıyla kendi kendisine oluşturduğu bir imaj olarak veya tamamen efsane olarak değerlendirilen (Bak. Mehmet Ali Kılıçbay, Osmanlı Kuruluşunun Efsanevi Yanı, Osmanlı Devletinin Kuruluşu Efsaneler ve Gerçekler, Ankara 1999, s. 26-28) meseleyi çözümlemek için öncelikle II. Murad Han devri ve sonrasına kısaca göz atmak yerinde olacaktır.
Gerçekten de Timur Han Anadolu’ya girmiş ve Yıldırım Bayezid devrinde Anadolu birliğini neredeyse bütünüyle sağlamış bulunan Osmanlı Devleti’ni parçalamıştı. Anadolu tekrar beylikler devrine döndüğü gibi Osmanlılar da kendi içinde iki hatta üç parçaya bölünmüş ve bu bölünmüşlük bir on sene devam edecektir.
Çelebi Sultan Mehmed 1403 yılında atıldığı saltanat mücadelesini 1413 yılında neticelendirerek devletini bir kez daha birlik haline getirecektir. Bu birliği sekiz yıllık tek başına saltanatı sırasında pekiştiren Sultan I. Mehmed, oğlu II. Murad’a sağlam bir devlet teslim etmeyi başaracaktır.
II. Murad Han ise tahta çıktığının ilk iki yılında, önce Osmanlı tarihlerinde Düzmece Mustafa denilen amcası Mustafa Çelebi ve ardından kardeşi Mustafa Çelebi gailesi ile uğraşacak ve akabinde saltanatında yalnız ve tartışmasız tek hükümdar olarak kalacaktır.
Aslında bütün bu hadiseler Osmanlı’da etnik meseleyi değil birlik veya eski Türk devletlerinden beri gelen kardeşler arasında devleti paylaşmak meselesini gündeme taşımaktadır.
Dolayısıyla Osmanlı devletinin bu haline bir imaj getirecekse onu etnik kimliği değil yönetim biçimi verecektir. Dolayısıyla bu esnada hatırlanacak en önemli konu kardeş katli meselesi ve Fatih’in bu konuda kanunnamesine koydurduğu madde olmalıdır.
Kendisi de Bizans’ta rehin bulunan büyük amcası Orhan Çelebi gailesi ile karşı karşıya kalan genç Osmanlı sultanı, bütün bu kargaşaların önünü alabilmek için kanunnamesine şu maddeyi koymak zorunda kalacaktır. “Evladımdan her kime saltanat müyesser ola kardeşlerin katletmek münasiptir. Ekser ulema bunu tecviz etmiştir. Bu atam ve dedem kanunudur. Benim dahi kanunumdur. Anınla amil olalar”.
Kuruluşundan itibaren devlette birlik prensibini kabul etmiş ve bunu gerçekleştirmiş bulunan Osmanlılar bölünmenin ve parçalanmanın en acı tecrübesini Çelebi Mehmed ve II. Murad devrinde görmüş ve yaşamışlardı. İşte bu onlara önce Fatih devrinde kardeş katli meselesini bir kanun haline getirme, iki asır geçmeden de ekber evladın saltanata geçmesi prensibinin doğmasına yol açacaktır.
İkinci olarak Osmanlı tarihçiliği esas olarak Yazıcızade ve Şükrullah ile mi başlamaktadır sualine, evet cevabı vermek mümkün değildir.
Zira bunların evvelinde de Osmanlılara ait eserlerin varlığı kesin olarak bilinmektedir. Bunlardan bir tanesi Ahmedî’dir. 1334–1410 yılları arasında yaşayan bu ilim ve devlet adamı Osmanlı devletinin kuruluşunun üzerinden daha yarım asır geçmeden olayların şahidi konumundadır. Bu bakımdan eseri tam anlamıyla bir ana kaynak mesabesindedir. İlk Osmanlılardan kısaca bahsederken hanedanın Oğuz’a ulaştığını açık bir biçimde vurgulamaktadır. Bu bakımdan Osmanlıların Kayı’dan gelmediğine vurgu yapan Halil İnalcık Bey, Oğuz meselesine gelince kabul etmekten başka çare bulamaz.
Elimizde mevcut bulunan Ahmedî’nin eseri aslında etnik menşein II. Murad Han dönemi imaj meydana getirme çabası olarak değerlendirenlerin tezini de açık bir biçimde çürütmektedir.
Diğer önemli bir kayıtta Aşıkpaşazade’nin eserini yazarken gördüğü ve istifade ettiğini belirttiği eserdir. Aşıkpaşazade Orhan Gazi’nin imamının oğlu olan Yahşi Fakih’in evinde Yıldırım Bayezid devri sonuna kadar olayların anlatıldığı bir tarih kitabını bularak okudu. Şayet burada Osmanlıların menşei farklı bir biçimde anlatılsa Aşıkpaşazade’nin diğer bazı anlatımlarında olduğu gibi farklı bir rivayet diyerek bunları da nakletmesi gerekirdi.
Öte yandan öncesinde ve sonrasında olmadığı gibi II. Murad devrinde de Osmanlıların soyu ve asilliği konusunda en küçük bir problemin yaşandığı söylenemez. Zaten yukarıdaki tezi dillendirenler de bu konuda bir tartışmanın yaşandığı hakkında en küçük bir ipucu vermekten uzaktırlar. Timur Han’ın ve Timurlu tarihçilerin de Osmanlıların asilliği ve Türklüğü konusunda kuşku duyduklarını ifade etmek zaten mümkün değildir. Aslında Timurîler Osmanlılardan ziyade kendi asilliklerini vurgulamak ve kabul ettirmek çabasındadırlar. Zira bu Türk illerine sağlam yerleşebilmek ve kendilerini kabul ettirebilmek için Moğol olmalarından öte Türk olduklarını vurgulamak çabası içinde olmuşlardır. Timur Han’ın dahi Moğol bir aileye mensup olduğu halde Türklüğüne vurgu yapmasını ciddiyetle değerlendirmelidir.
Bu durumda Osmanlıların kuruluş devrine ait olarak ilk geniş bilgileri veren Şükrullah, Yazıcızade, Aşıkpaşazade, Oruç Bey ve Neşri eserlerini yazarken ortada; Selçuklu Devletinin bıraktığı boşluğu doldurmuş, Anadolu’da birlik ve beraberliği sağlamış, adaletli idaresi ile gönüllerde taht kurmuş, cihat hizmetini eksiksiz yerine getiren, büyük ve git gide büyümeye namzet güçlü bir devlet vardır. Bu devletin kökenlerine ait ise sadece Oğuzlardan geldiğini aktaran bir kaynak eser bulunmaktadır. Dolayısı ile bu devletin tarihine ait bilgiler vermeyi hedefleyen ve eserler kaleme alan müelliflere, onun kökenini araştırmak ve kendilerinden sonra gelenlere aktarmak düşüncesinden daha tabi ne olabilir.
Netice olarak ilk Osmanlı eserlerindeki Osmanlı-Kayı ilişkisini ve Osmanlıların etnik yapılarına dair bilgileri, uydurma bir menşe siyaseti görmek yerine, unutulmaya yüz tutacak bir zamanda hanedanın köklerinin belirlenmesi, kayda geçirilmesi ve vurgulanması olarak değerlendirmek yerinde olacaktır.
.Kayı Karşıtlığının Nedenleri
Osmanlıların Kayı’dan gelmedikleri konusunda neden bu kadar cansiperane gayret gösterilmektedir. Bunu da biraz irdelemek yerinde olacaktır. Aslında son dönemlerde Osmanlıların menşei üzerinde yazı yazanlar dikkatle takip edilirse bunu ortaya koymak hiç de zor olmayacaktır.
Osmanlı Devletinin kuruluşu ve hukuk tarihine dair çalışmaları ile tanınan İngiliz bilim adamı Colin İmber bakınız bir makalesinin sonunu nasıl bağlamaktadır.
“Osmanlıların kökenleri hakkındaki eski ya da çağdaş kuramların hiçbiri kesinlikle kanıtlanamaz. Osman Gazi hakkındaki geleneksel hikâyelerin neredeyse tümü hayal ürünüdür. Çağdaş bir tarihçinin yapabileceği en iyi şey, Osmanlı tarihinin başlangıcının bir kara delikten ibaret olduğunu kabul etmek olacaktır”. (Bak. “Osman Gazi Efsanesi”, Osmanlı Beyliği (1300–1389), İstanbul 1997, s. 77).
Sosyal tarihin meseleleri hakkında konuşurken belki de en söylenilmemesi gerekenleri söylemektedir Colin İmber. Eski dönemler hakkında yeraltından çıkan bir çanaktan çömlekten yola çıkarak değerlendirilmeler, destanlardan hikâyelerden yorumlar yapılabilmekte iken iş Osmanlılara gelince kuruluşuna dair onlarca eserin göz ardı edilmesini istemektedir. İleriye dair de kesin hükümler yürütülmekte ve bu hususun sanki kapanmasını istemektedir. Şayet bir tarihçi Osmanlı devletinin kuruluşunun bir kara delik olduğunu kabul etmezse o çağdaş tarihçi de olamaz. Artık ona ne denilmesi gerekir herhalde en iyi Colin İmber bilmektedir.
Prof. Dr. İlber Ortaylı Colin İmber’in bu fikir dahi denilemeyecek hezeyanları hakkında:
“Colin İmber’in yazdıkları falan palavradır. Karanlıkta gayet kolay kılıç salladığını veya Fransızların tabiriyle açık kapı omuzladığını görüyorsunuz. Bu anlatılanların veya nakledilenlerin hepsi yalandır, efsanedir, gerçekle ilgisi yoktur diyor. Bunu söylemek çok zordur. Çünkü gerçekle ilgisi olmadığını tespit için hakikaten gerçeği nakleden verileri bulmanız lazımdır” demektedir. (Bak. “Menkıbe”, Osmanlı Devletinin Kuruluşu Efsaneler ve Gerçekler, Ankara 1999, s.17).
Diğer taraftan Colin İmber’in Osmanlı devletinin kuruluşunu bir kara deliğe benzeterek bu konudaki yazılanları yok saymasından ve tamamen gözden düşürmesinden sonra, başkalarının harekete geçerek o kara deliği doldurmaya başladığı görülmektedir.
Şimdide Colin J. Heywood’un ifadelerine dikkat edelim.
“Getirilen öneri şu: İmber’in kara deliğini doldurabilmek için Osmanlı Devleti (ki hiç şüphesiz Anadoluluydu ve daha sonra kendini bu ortama iyice yapıştırmak için rivayetler ve efsaneler icat etti) ve Osmanlı nüvesi (ki Pontik, Anadolulu olmayan ve gayrimüslim bir kökene sahip olduğu öne sürülebilir) arasında bir ayırıma gitmek yararlı olabilir”. (Bak. “Osmanlı Devletinin Kuruluş Problemi: Yeni Hipotez Hakkında Bazı Düşünceler”, Osmanlı 1, Ankara 1999, s.144).
İşte buyurun Colin İmber İngiliz hava kuvvetleri gibi Osmanlı tarihini en ağır bombalarla bombalıyor, hiçbir şey bırakmıyor. Ardından piyade güçleri ileri çıkıp sahayı doldurmaya başlıyorlar.
Heywood, Osmanlıları önce Osmanlı Devleti ve nüvesi olarak ikiye bölüyor. Osmanlı Devleti hakkında vardığı yargı hiç şüphesiz Anadoluluydu oluyor. Yani Anadolu’da kuruldu demek istiyor. İnsanın bari bunu da reddetseydiniz diyesi geliyor. Oysa bunun pek önemi yok. Belki de önce bir doğru tespit yapmış gibi görünüp sonra asıl vurmak istediği darbeyi indirecek. Nitekim Osmanlı nüvesi diyerek ifade ettiği Osmanlı ailesi hakkındaki görüşüne bakınız. Bir cümle ile üç hükmü birden veriyor. O Anadolulu değil! Müslüman değil! Ve Pontik (Yani Rum demek istiyor). Artık hangisini isterseniz düzeltiniz.
Bir misalde kaynaklara bakış tarzı ile ilgili olarak vermek istiyorum. Yabancı bilim adamları her ifadelerinde Osmanlı tarihi ile ilgili eserleri küçümseyerek ve gayr-ı ciddi gibi vermekte pek hünerli durmaktadırlar. Aralarındaki bir iki çelişkiyi misal olarak gösterip ardından istedikleri kısmı yanlış ve hatalı olarak değerlendirmekte ve bir kalemde üzerini çizmektedirler.
Bakınız Heywood kimlik meselesi ile ilgili yazarken “Osmanlı saray kroniklerinin sağladığı uydurma tarihsel bilgi” diyerek bir çırpıda kesin hükmünü vermektedir. (Aynı makale, s.139). Michigan Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Rudi P. Lindner ise Aşıkpaşazade’nin bilgilerini değerlendirirken “Kaynak olarak kullandığı eserlerden aldığı parçaların ne kadarını ne derecede değiştirdiği açık değildir. Yıllar içerisinde hikâyesini ne kadar geliştirdiği de malum değildir” (Bak. “Selçuklular, Moğollar ve Osmanlılar Arasında”, Osmanlı 1, s. 149). Yani siz bir eseri kullanırken bu bilgileri ne kadar değiştirdi, neleri ilave etti, neleri çıkardı diye düşünüp yorumlamaya başlarsanız o eseri değil kendi fikir ve düşüncelerinizi doldurmaya başlarsınız demektir.
Aynı Lindner bir Bizans kaynağını kullanırken ise: “Burada değerlendirilecek örnek George Pachymeres’in modern kroniğidir”, diyerek hiçbir kaynak tenkidi yapmadan kullanabilmektedir. Ona göre Türk kaynaklarının tüm bilgileri arızalı buna karşılık Bizanslı kaynaklar ise modern, doğru ve tarafsız olup her bilgisi sıhhatlidir.
Şayet bir ilim adamımız tarihimiz hakkında müspet bazı ifadeler kullansa veya kaynaklarımızdan onlarla ilgili hoş ve güzel anekdotlar aktarsa bir anda hamaset yapıyor diyerek saldırılara maruz kalmaktadır. Anlatılan konu ilmi olarak ele alınmış mıdır? Alınmamış mıdır en küçük bir araştırma zahmetine dahi katlanmadan insafsızca eleştirilmektedir. Hâlbuki dikkat edilmesi gerekir ki burada yargılanan tarihtir. Osmanlı tarihi konusunda Türk kaynaklarını hiçe sayanlar, yok farz edenler ve tüm bilgilerini Ecnebi tarihlere veya kendi hayal dünyalarına göre yorumlayanlar ise baş tacı edilmektedir.
İşte bilim adamlarının Osmanlılarla ilgili araştırma yaparken özellikle son yüzyılda kaleme alınmış Batılı tarihçilerin eserlerini hangi gözle okuması ve değerlendirmesi gerektiği gayet açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır.
.İÇOĞLANLAR
İçoğlanı koğuşlarında disiplin son derece sıkıydı. Yatıp kalkma, çalışma ve dinlenme zamanları dakika şaşmazdı, içoğlanları, Enderûn-ı Hümayun Mektebinden aldıkları terbiyenin mükemmelliği sayesinde Osmanlı Devletine uzun yıllar sadakatle hizmet ettiler.
Son zamanlarda Osmanlı Devleti ve padişahları aleyhinde gerek kitap, gerek film ve gerekse makaleler yoluyla maksatlı, kasıtlı ve yıkıcı yayınlar anmış görünmektedir. Şüphesiz her ilim dalının kendine özgü bir metodu vardır. Tarihin metodu da olayları incelerken mümkün olduğunca tüm belgelere ulaşmak ve onları tarafsız bir gözle incelemektir. Bu arada devrin şartlarına vakıf olmak esastır. Ayrıca tarihî olayları iyi değerlendirebilmek için fıkıh, hukuk, coğrafya, edebiyat, mantık, iktisat vs. ilimlerin de belli ölçüde bilinmesi gerekmektedir. Oysa bu yapılmadığı gibi sadece olayın sonucuna bakılarak veya kelimenin sözlük manasından hareketle hüküm verilmektedir. Mesela devlete isyan eden bir zümre cezalandırıldımı devrin padişahı kan dökücü olur. Oysa bu konuda devletin anayasası, padişahların bağlı oldukları dinin hükümleri ne demektedir?.. Yol kesenlerin, adam öldürenlerin, hırsızlık edenlerin, gasp ve yağma hareketinde bulunanların İslâm hukukunda cezası nedir? Bir defa olsun bakmazlar. Yavuz Sultan Selim’in isyana karışmış kişileri defter ettirip cezalandırdığını belirtirken bu olaydan önce Safevi hükümdarı Şah İsmail’in Anadolu’ya gönderdiği fedaileri vasıtasıyla 50 bin günahsız kişinin kanına girdiğini, Osmanlı Devletinin parçalanma noktasına geldiğini nedense görmezler.
İşte böyle maksatlı bir şekilde Osmanlılar aleyhinde sık sık dile getirilen konulardan bir tanesi de İçoğlan meselesidir. Buradaki oğlan ifadesinden hareketle Osmanlı padişahlarına yakışıksız iftiralarda bulunulmaktadır.
İçoğlan, devşirme sistemiyle saraya alınıp çeşitli devlet hizmetleri için yetiştirilen kimselere verileri ortak isimdir. Meşhur Osmanlı tarihçisi İ. Hakkı Uzunçarşılı, İçoğlanları hakkında geniş bilgi vermeden bir mukaddime halinde şunları söylemektedir;
“Padişahlar; takriben XV. asır ortalarından XVIII. asır başlarına kadar Müslüman-Türk terbiye ve kültürüyle yoğrulmuş, kendilerine sadık bir bende sınıfı yetiştirerek bunların bir kısmını kendi saraylarında ve bir kısmını ordularında terbiye ettirdikten sonra Osmanlı Devleti’nin idare ve inzibatını bunların ellerine vermişlerdir. Bu söylediğimiz asırlarda hemen bütün büyük devlet makamları ile Kapıkulu Ocakları’nın dörtte üçü bu zümreden oluşmaktadır.
Bu devşirme çocukları Yenisaray’a (Topkapı Sarayı) alınmadan evvel büyük bir itina ile yetiştirilerek Müslüman-Türk terbiyesi görürler. Dinî muamelatı ve Türkçeyi öğrenirler. Sistemli tarzda mükemmel bir tahsile tabi tutulurlar ve sıraları gelince liyakat ve kabiliyetlerine göre, saray haricindeki muhtelif devlet hizmetlerine tayin edilirlerdi. Bundan dolayı Osmanlı sarayı aynı zamanda tahsil ve terbiye ile devlet işlerine gönderilecek olanları yetiştiren bir müessese demekti.”
XVII. asır Türk tarihçilerinden olan Bosnalı Mehmed Halife, Şeferli Oda’sı İçoğlanları’ndan olup “Tarih-i Gılmanî” adıyla devrin olaylarını anlatan kıymetli bir tarih kitabı yazmıştır. O eserinin sonunda İçoğlanları’nın yetişmesi hakkında da çok değerli bilgiler vermiş olup tarihe ışık tutmaktadır. Bu bilgileri okuyanlar İçoğlanları’nın nasıl bir edebî, ahlakî ve devlet adamı kimliğine sahip olduklarını görürler. Bu itibarla İçoğlanı hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler için Mehmed Halife’nin verdiği bilgileri sadeleştirerek aktarmayı uygun görüyoruz.
İçoğlan odaları
“Malum olaki saadetlü padişahımızın harem-i muhteremelerinde yetişip terbiye edilen Zülüfkeşan’ın arzularına, dileklerine kavuştukları odaların en şereflisi ve yücesi Habîb-i Ekrem (sallahü teala aleyhi ve sellem) hazretlerinin hırka-i şeriflerinin bulunduğu Has Oda’dır. Kırklar adedince kırk tane şanlı Zülüfkeşan ağa, bizzat saadetlü ve mehabetlü padişahın gece ve gündüz hizmetindedirler. Bunlar devamlı hırka-i şerife yüzlerin sürüp kendi dünya ve ahiret istekleri ve İslâm padişahı içün hayır dualar ederler. Bu hanedeki kişilerin sayısı kırktır. Ne fazla ve ne de eksik olur. Bu kırk ağalar içinde dört tane Arz ağası ve on iki tane Bıçaklı Eski (kıdemli içoğlan) vardır.
İkinci ocak, Hazine Odasıdır ki orada bulunan gılmân-ı zülüfkeşen yalnız hazine hizmeti için tayin olunmuştur.
Üçüncü ocak Kiler Odası’dır. Bunlar da saadetlü padişahın çeşitli şerbetleri ve meyve hizmetine atanmışlardır.
Dördüncü ocak Seferli Odası’dır Bunlar da padişahımızın libas hizmetine tayin olunmuşlardır.
Beşinci ocak Bazyân (Doğancılar) Odası’dır. Bunlar kırk adam olup doğanlar hizmeti için tayin olunmuştur. Bu beş odalıya kaftan giydikleri için “Kaftanlı” denilmektedir.
Altıncı ocak Hane-i kebîr (büyük oda), yedincisi Hane-i sağir (küçük oda)’dır. Bu iki odalının padişahla ilgili bir hizmetleri yoktur. Yalnız okumak ve yazmakla meşgul olurlar. Bunlara, dolama giydikleri için “Dolamah” denilmektedir.
Günlük hayat
Yukarıda zikr olunan her bir odalı ne hizmete tayin edildiler ise âdâb ve erkân ile hizmetlerini yerine getirdikten sonra her biri kendi dairelerinde dakika kaybetmeyip kimi hüsn-i hat (güzel yazı) yazar, kimi Kur’an-ı kerimi ezberlemeye ve tecvide çalışır, kimi de dinî ilimleri en iyi şekilde öğrenmek ve öğretmek için çalışır, gayret sarfederler. Eski âdetleri üzere yaz ve kış, akşam namazından yarım, bazan da bir saat önce herkes abdest alır, yerlerinde oturup ezan vaktine kadar Kur’an-ı kerim okurlardı. Akşam namazını kıldıktan sonra devam ettikleri Kur’an tilâvetini yatsıya yakın bırakıp abdest yenilerlerdi. Sonra yatsı ezanına kadar yerlerinde âdâb ve erkân üzere otururlardı. Ezan okunduğu gibi ikişer ikişer çift olup edep ile Hünkar Mescidi’ne giderler, burada her odalı özel yerlerinde saf tutarak cemaat ile namazı kılarlar, sonra imam ile beraber hepsi ayağa kalkar ve saadetli padişaha dua ve sena ederlerdi.
Bundan sonra herkes odasına varıp, ayak üzere durup padişahın selametliği için ve geçmiş padişahlar ruhu için üç ihlas ile bir fatiha-i şerife okuyup yatarlardı.
Seher vaktinde, fecr doğmadan evvel herkes yerinden kalkıp âdet üzere giyinir ve abdest alırlar. Sonra sabah namazı vaktine kadar mekanlarında Kur’an-ı kerim okurlar. Sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğunca herkes halifesi (hocası) önüne varıp Kur’an dersi alırlar. Bu vakitlerde ders okuyan bazı kardeşlerin kendileri güzel ve sevimli oldukları gibi sesleri dahi güzel ve şirindir. Bunlar o derece latif ve medhe layık tarzda yüksek ve yanık davudî sesleriyle çeşit çeşit makamlarla Kur’an okurlar ki işiten onlara hoşluk, ölmüş gönüllere yeni hayat verir.
İnşaallah, Allahü Teala hazretleri burada okunan Kur’an-ı azîm hürmetine bu sarayları yaptıran padişahlara bol bol rahmet eyleye. Onlar toprakta yattıkça bu sarayları ma’mur ve abâd, saadetlü padişahımız Sultan Mehmed Han (IV. Mehmed) hazretlerini uzun ömürle hoşnut eyleye.
Diğer faaliyetler
Bahsi geçen vakitlerin dışında, sultanla ilgili bir hizmet olmadıkça yazı ile uğraşırlar çeşitli ilimlere dikkatle çalışırlar. Yıl başına kadar bu şekilde hareket ederler. Lâkin iki bayramın ilk iki gecesinde padişahın izni ile çeşitli eğlenceler tertip ederler. Her biri kudretine göre atlas, diba, serenk yahut şîb kaftanlar kuşanırlar. Buna göre ince ve güzel çamaşırlar, kumaş ve sırmalı takyeler, kuşaklar ve kumaş terlikler giyerler. Çeşitli hoş ve latif buhur, anber ile kokulanırlar.
Ertesi gün saadetti padişahımız bayram namazını kıldıktan sonra saadetle has oda önündeki taht-ı şerife Neriman-vari oturduğunda zülüflü ocağından kırk adam ve diğerleri, usuliyle gelerek padişahımızın mübarek eteğini öperler. Kilerli ve Seferli’li de bu biçimde varıp etek öptükten sonra herkes odasına döner, birbirleriyle musafaha ederler. Şenlikler dört gün dört gece devam eder. Sonra her biri muratlarına ulaşıncaya kadar eskisi gibi yine okuyup yazmaya ve usulünce hare etmeye devam ederler.
Hazineli, Kilerli ve Seferli’ler, yer açıldıkça nöbetle ve yoluyla Has Oda’ya geçerler. Her bir odadan nöbetle ve sıraya göre Has Oda’ya girilir. Mesela her odadan, başta kim bulunuyorsa o gider. Bunlardan Has Oda’ya gitmeyenler, kendi derecelerine uygun bir vazife ile dışarı çıkarlar. Çoğunluğun vazifelerini tamamlayıp arzuları üzere muratlarına erdiklerinde Enderun’da, yirmişer-otuzar adamlardan başka kimse kalmaz. Onların yerine Galata, Edirne ve İbrahim Paşa saraylarından taşra çıkmayan (mezun olmayan) yeni hizmetliler odalara dağıtılıp edep ve terbiye ile yetiştirilirler. Ta ki bunlar da isteklerine, arzularına kavuşuncaya kadar. Çıkmanın (mezuniyet) en aşağı süresi yedi, en uzun süresi sekiz senedir. Cenâb-ı Bari-i Hüdadan dileğimiz budur ki bu güzel âdet ve erkânı zamanın tehlikesinden ve düşmanların kötü nazarlarından korusun…
Zamanımızda saadetlü padişahımızın Kur’an okuyan görevlileri ile dolu cennet gibi dört sarayı vardır. Bunların her biri sanki Din-i Muhammediye’nin ve Devlet-i Osmaniye’nin temel direği ve cihanın kutbudur. Şu yolla ki, yukarıda zikrettiğimiz tertip üzere dört sarayda dört bin “Kelamullah” gece ve gündüz padişahın devletinde açılıp okunur. Sonunda Osmanlı Devleti’nin devamı ve saadetli padişahımızın dünya ve ahiret isteklerinin yerine gelmesi için dua edilir.
Ocaktan yetişen ilim adamları
Fesahat ve belagat sahiplerinin kaynağı olan bu sultan saraylarında zamanımızda da pek çok değerli, mübarek ve zarif kişiler yetişmiştir. Birkaçını bildirelim:
Asrımızda yetişen halifelerin güzîde ve mümtazı, maarif meydanının şahbazı Ali ibni Ebi Talib’in ismini alan hazineden gitme Has Oda’lı Ali Ağa’dır. O, çeşitli ilimlerde mahir, hadis ve tefsir ilimlerinin nakline kadir bir kimsedir. Zamanın ne kadar faziletli bir zatı olduğu, sarayda şöhret bulan “Şifa-ül mü’minin” adlı eseriyle bellidir.
Bu ağanın seçkin talebesi, Resûl-i ekremin adaşı Mirza Mehmed Halife idi ki, o da tefsir, hadis, fıkıh, feraiz ve aklî bilimlerde eşi az bulunur çeşitli ilimlerde maharet sahibi bir zât-ı şerif idi. Hatta “Fıkh-ı Keydanî”yi Kaside-i Tantarani”yi ve “Kaside-i Münferice”yi gayet güzel tercüme edip, saadetli padişahımıza verip büyük ihsanlara mazhar oldu…
Yine Hz. Peygamberin (sallahü teala aleyhi ve sellem) ismini alan kiler imamı Mahmud Halife namında bir zat fen ilimlerinde eşsiz ve akranları arasında emsalsiz olduğundan Galatasarayı hocalığına tayin olmuştur.
Seferli Odası’ndan Tokatlı Ali Halife fıkıh ve feraiz ile çeşitli fen ilimlerinde mahir olup daha sonra o da Galatasarayı hocalığına çıkmıştır. Şair Abdurrahman Çelebi zamanın fazıl kişilerinden biriydi. “Recep Halife hatt-ı ta’lik’de sarf, nahiv, mantık, meani, fıkıh, feraiz, hadis ve matematikte gayet mahir bir kimse idi.
Bekir Halife, Tatardı. O da sözü edilen bilimlerde Recep Halife’yi andıran ona denk bir kimse idi. Selim, Hasan Mahmud Halifeler de her fende üstün kimselerdi.
Güzel yazı yazanlar arasında da Müezzin başı Gürcü Mustafa Ağa, Miftah Ağası Voynuk Mehmed Ağa, Çamaşırcı başı Mustafa Ağa, Mehmed Çelebi, Ahmed Halife, Davut Halife, Hafız Ömer Halife, Kadıköylü Müezzin Mehmed Çelebi, Kuyumcuzâde Küçük Mehmed Çelebi, Hafız Mustafa, Türk Ali vs.dir. Öteki odaların bilim erlerinin anlatılması için sözü uzatmak gerekir.”
XIX. yüzyıl başlarından itibaren Enderun’un yerini modern müesseselerin alması ve uzun bir süreden beri devşirme sisteminin bozulması sebebiyle önemini kaybeden içoğlanı istihdamı 1833′te resmen ortadan kalkmıştır.
.“Aldı Kıbrıs Adasın Şâh Selim”
Hala Sultan’dan Mehmetçik’e, binlerce şehide mâlolan kadim bir İslâm beldesi…
“Bir vilayet eskiden Müslüman mülkünden iken sonradan, düşman ele geçirip medrese ve mescidlerini harap bir duruma düşürse… Eskiden yapılan barış antlaşması İslâm şeriatına göre böyle bir beldenin fethine engel olur mu? Beyan buyrula!”
“El cevab: Allah bilir; asla engel olması ihtimali yoktur…”
Şeyhülislam Ebüssuud Efendi
Kıbrıs, Peygamber Efendimizin, ”Hala Sultan“ denilen Ümmü Hiram ile bir konuşması ve devam edegelen hadiseler manzumesi sonucunda manevî yönden müslümanlar için fevkalade önemli bir mevki haline gelmiştir. İstanbul’a, Eba Eyyûb el Ensari hazretleri ne büyük bir kıymet bahşetmişse Hala Sultanda Kıbrıs’a aynı şerefi kazandırmıştır. Şöyle ki:
Peygamber Efendimiz, süt teyzeleri tarafından akrabası olan Ümmü Hiram’ın Medine’deki evini ziyaretlerinde bir müddet uyumuşlardı. Peygamberimiz’in gülerek uyandıklarını gören Ümmü Hiram “Ya Resulullah! Niçin güldünüz?” diye sordu. Peygamber Efendimiz; ”Yâ Ümmü Hiram! Ümmetimden bir kısmını gemilere binip, kafirlerle gazaya gider gördüm” buyurdular. Ümmü Hiram da; ”Ya Resulullah! Dua et de ben de onlardan olayım” deyince Peygamber Efendimiz ”Ya Rabbi! Bunu da onlardan eyle” diye dua buyurdular.
Aradan seneler geçti. Ümmü Hiram Hazreti Osman zamanında Hazreti Muaviye‘nin komutasında Kıbrıs adasına düzenlenen deniz seferine kocası Ubâde bin Samit’le birlikte gönüllü olarak katıldı. O bu sırada 86 yaşında bulunuyordu. Sefer sırasında nice zahmetlere katlanan ve gazileri devamlı gayrete getiren Ümmü Hiram, Larnaka yakınlarında atından düşmesi üzerine şehid oldu. Kabri Larnaka şehrinin Tuz Gölü kıyısındadır. Ümmü Hiram ve daha pek çok sahabenin şehid düşmesi ile Kıbrıs Müslümanlar için önemli tarihî kıymeti olan bir belde haline geldi.
Ancak Kıbrıs’ın Müslümanlar elinde kalması fazla uzun sürmedi. Halife Yezid döneminde ada tekrar Bizanslılar’ın hakimiyetine geçti. 1191′de Arslan Yürekli Rişar tarafından zaptedilen Kıbrıs, 1192′de Lusipanlar’ın; 1489′da ise Venedikliler’in eline geçmiştir.
Kıbrıs Haraca Bağlanıyor
Osmanlılar’ın Kıbrıs’la ciddi olarak ilgilenmesi Mısır’ın fethi ile başladı. Yavuz Sultan Selim, kethüdası Ali Ağa’yı Kıbrıs’a göndererek Memlûkler’e ödenmekte olan verginin bundan böyle kendilerine gönderilmesini istedi. Memlûk Devleti’nin bir hamlede ortadan kaldırılmış olması zaten Venedik’in gözünü korkutmuştu. Teklif derhal kabul edildi. Bu arada Haliç Tersanesi’nin büyütülme çalışmaları da onları kuşkulandırmaya yetmişti. Dolayısıyla ikinci kez gelen Osmanlı elçisi Mustafa Çavuş’u büyük bir itibar ile karşılarken haracı da iki katına çıkardılar.
Kanunî Sultan Süleyman döneminde de Venedik, Kıbrıs’ın haracını muntazaman ödemeye devam etti ise de 1570 yılına gelindiğinde artık adanın zaptı için pek çok zaruret doğmuş bulunuyordu. Öncelikle Osmanlılar’ın Afrika ve Arabistan’da yapılması muhtemel askerî hareketlerinde en emin ulaştırma ve ikmal yolu Doğu Akdeniz idi. Kıbrıs adası Venedikliler’in elinde kaldıkça Osmanlılar’ın bu denizdeki hakimiyetine gölge düşürüyordu. Ayrıca Kıbrıs’a hakim olunursa Güney Anadolu, Suriye ve Mısır’a yapılması muhtemel bir düşman saldırısında ada mükemmel bir savunma üssü görevi yapacaktı.
Son olarak ve en önemlisi Kıbrıs, Akdeniz’de seyreden tüccar ve hacı gemilerine baskın yapan korsanların yuvalandıkları bir sığınak yeri haline gelmişti. Venedik ise korsanların faaliyetlerini önlemeye çalışmak yerine özür dilemekle yetiniyor, bu tecavüzü yapanların Mesina ve Malta korsan gemileri olduğunu belirtip meseleyi savuşturmaya çalışıyordu. Neticede korsanların faaliyetleri sonucunda Akdeniz, güvenli bir deniz ulaşımı ve ticareti yapılamaz hale gelmişti.
El Cevab: Allah Bilir
Nitekim bu önemli savaş sebebi Ebüssuud Efendiden istenilen fetva ve verilen cevapta da açık bir şekilde görülmektedir. Osmanlı Devleti Venedik’le sulh halinde bulunduğundan Şeyhülislam’dan fetva alınmak zarureti doğmuştu.
İşte Şeyhülislam Ebüssuud Efendiden cevabı istenen mesele: “Bir vilâyet eskiden Müslüman mülkünden iken sonradan düşman ele geçirip medrese ve mescidleri harap bir duruma düşürür, minber ve mahfillerini küfür ve sapkınlıklarla doldurur, İslâm dinine ihanet gayesi ile türlü eylemlere girişip çirkin davranışlarını dört yana duyurursa; dinin sığınağı olan padişah hazretleri, Müslümanlık gayreti gereğince söz konusu vilâyeti alçak kafirler elinden alıp İslâm ülkeleri arasına katmak için harekete geçse; eskiden yapılan barış antlaşması ile aynı kafirlere bırakılan ülkeler arasında şimdi söz konusu edilen bu vilâyetinde İslâm şeriatına göre anlaşmayı bozmaya engel olur mu? Beyan buyurula!”
El Cevab:
“Allah bilir, asla engel olması ihtimali yoktur. İslâm padişahının Allahü Teâlâ zaferlerini aziz kılsın kafirlerle barış yapması, ancak Müslümanların tümüne yararlı olduğu takdirde dinimize uygun düşer. Yararlı olmazsa kesinlikle uygun düşmez…”
Ve donanma Kıbrıs’a
Artık Osmanlılar için adayı ele geçirmek yolunda başka bir mani kalmamıştı.
1570 Mayısında (977 Zilhicce) 180 kadırga, 10 mavna, 170 parça ile “Karamürsel” denilen küçük deniz vasıtasından teşekkül eden 360 parçalık Osmanlı donanması Kaptan-ı derya Müezzinzâde Ali Paşa kumandasında İstanbul’dan Kıbrıs’a hareket etti. Adanın zaptına Vezir Lala Mustafa Paşa Serdar tayin edilip denizdeki donanma faaliyetine de tecrübeli Vezir Piyale Paşa memur edildi.
İkinci Selim Han, serdarı uğurlamak için Yedikule’ye kadar gelmiş, daha evvel Beşiktaş’taki Barbaros Hayreddin Paşa türbesinde ananevi büyük törenler düzenlemiş, kurbanlar kesilerek fakirler doyurulmuştu.
Papa’dan İmdat
Osmanlılar’ın Kıbrıs’ı zaptedeceğini anlayan Venedik Cumhuriyeti, Papaya müracaat ederek Avrupa devletlerinin yardıma koşmaları için destek vermesini istedi. Ancak papalığın bu konudaki çalışmaları pek etkili olmadı. Almanya, Fransa, Avusturya, Rusya, Lehistan, İngiltere yardım yanlısı görünmekle birlikte kendi iç ve dış meselelerinin zorluklarını ileri sürerek Osmanlı Devletiyle olan barış ve dostluklarını bozamayacaklarını bildirdiler. İspanya’nın 100 kadırga ile harbe iştirak edeceğini öğrenen Osmanlı Devleti, Bosna eyâletinin güney batısındaki Kilis ve Hersek’te hudutlarını tahkim için sancakbeylerine hükümler gönderdi. Müttefik donanması aralarındaki karar gereğince Girit’in Suda limanında birleşeceklerdi. Ancak 1570 Mayısı’nda Venedik donanması Suda limanına geldiyse de diğerlerinin geç katılması Osmanlılar’ın harekâtını büyük ölçüde kolaylaştırmıştı.
Hala Sultan’a selam
Öte yandan Osmanlı donanması Finike limanında kara birliklerini de aldıktan sona 30 Haziran 1570′te Kıbrıs istikametinde harekete geçmişti. 2 Temmuz’da Limasol limanına varan donanma, buraya küçük bir kuvvet çıkardı. Bu kuvvetler bir kaç kilometre içeriye girip ilk ihtarda teslim olan Lefteri kalesine Türk bayrağını çektiler. 3 Temmuz günü Limasol’dan ayrılan asıl Türk kuvveti ve donanması, aynı günün akşamı Tuzla (Larnaka) körfezine demir attı. Burada 21 pare top atışı ile Hala Sultan selamlandı. Asıl çıkarma 4 Temmuz sabahı burada yapıldı ve hiçbir direnme ile karşılaşılmadı.
Serdar Lala Mustafa Paşa burada kurulan otağında, Vezir Piyale Paşanın da katıldığı bir savaş meclisi topladı. Yapılan görüşmeler sonunda adanın merkezi Lefkoşe üzerine yürüme kararı verildi. Kale komutanına teslim olması yönünde bir mektup gönderildi. Bu sırada Girne kalesi kendiliğinden teslim oldu (9 Temmuz). Lefkoşe ise son derece müstahkem bir kale idi. Kalede yaklaşık 25 bin asker ve 250 top bulunuyordu. Kaleyi Venedikliler’den başka İtalyanlar, Katolik Arnavutlar, İspanyollar ve gönüllü birlikleri savunuyordu.
Kuşatma için bütün hazırlık ve tedbirleri olan Lala Mustafa Paşa, elindeki askeri yediye bölüp, tabyaların karşısına yerleştirdikten sonra büyük toplarla kaleyi dövmeye başladı. Düşman büyük bir inatla dayanmakta, bombardımana karşılık vermekte, hatta arada huruç hareketi yaparak Türk metrislerine saldırmaktaydı. Kuşatmanın 31. günü yapılan böyle bir huruç hareketi sırasında şiddetli ve kanlı boğuşmalar meydana gelmiş; Venedikliler ağır zayiat vererek kaleye dönmek zorunda kalmışlardı.
Ayasofya’da İlk Cuma
Kuşatmanın 51. günü (9 Eylül 1570) güneş doğmadan topçu desteği ve patlatılan lağımların oluşturduğu geniş yıkıntıların da yardımıyla, güneydeki dört burca karşı umumî hücuma geçildi. Hücumdan iki saat sonra Türk askerinin fevkalade azmi ve inancı, ilk meyvelerini vermeye başladı. Karaman ve Anadolu eyaleti askerleri Podocataro burcunu ele geçirmeyi başardılar. Buradan süratle şehre giren birlikler boğaz boğaza mücadeleler sonunda son direnme noktalarını da ele geçirdiler. Venedikliler, Kıbrıs genel valisi Dandolo başta olmak üzere 20 bin ölü ve bin kadar da esir verdiler. 15 Eylül’de büyük bir törenle şehre giren Lala Mustafa Paşa Selimiye Camii adı verilen Ayasofya’da ilk cuma namazını kıldı.
Lefkoşe’nin fethedilmesi Baf, Limasol ve Larnaka’nın savaşmadan teslim olmasını sağladı. Bu sırada 206 gemi, 1300 top ve onaltı bin asker ile 36 bin gemici ve kürekçiden mürekkep Haçlı donanması Meyis adası önüne gelmişlerdi. Burada iken keşif gemilerinden Lefkoşe’nin zaptını öğrenen müttefikler, deniz mevsiminin de geçmesi sebebiyle Suda limanına dönerek muharebeyi gelecek seneye bıraktılar.
Magosa Önünde
Lefkoşe’nin tahkiminden sonra 8 Ekim’de tekrar harekete geçen Lala Mustafa Paşa, 12 Ekim’de Magosa önlerine geldi. Son derece müstahkem olan bu mevkiyi zaptetmenin uzun zaman alacağını gören Lala Mustafa Paşa kış mevsiminin de gelmesi üzerine kalenin sadece kuşatılmasıyla yetinilmesine, kesin zaptının ise ilkbahara bırakılmasına karar verdi. Bu karar üzerine Piyale Paşa, Rodos Beyi Arap Mehmed Bey kumandasında kırk kadar kadırga bıraktıktan sonra Magosa limanından ayrıldı. Adada yalnız Serdar Lala Mustafa Paşa kaldı.
Serdar, 1570 Ekiminden başlayarak kışlamak üzere gerekli tedbirler almaya ve mevziler hazırlamaya başladı. Kalenin dışarıyla olan bağlantılarını tamamen kesmek, giriş ve çıkışlarını engellemek maksadıyla karada ve denizde kuvvetli bir karakol ve devriye görevi düzenledi. Buna rağmen 6 Ocak 1571′de Hanya limanından Kıbrıs üzerine harekete geçen Girit-Kandiye komutanı Antoine Quirini, erzak, mühimmat, araç ve gereç yüklü 1600 askerin bindirildiği dört yük gemisi ve oniki kadırgadan oluşan filo ile gelerek savunmayı yarıp Magosa limanına girdi. Venedikliler’in bu yardımlarla daha da güçleneceğini gören serdar, merkezden acele donanmanın yardıma gelmesini istedi. İstanbul’dan derhal kuvvet ve donanma yollandığı gibi asıl mühim bir donanma da Pertev Paşa serdarlığıyla Akdeniz’e çıkarıldı.
Muhasara uzuyor
Yeni yardım ve bilhassa kudretli toplara kavuşan Serdar Lala Mustafa Paşa, Magosa ablukasını derhal yeniden kuşatmaya çevirerek kaleyi şiddetle sıkıştırmaya başladı. Bir taraftan toplar surları dövüyor, bir taraftan derin lağımlar kazılarak kaleye doğru ilerleniyordu. Kalenin her tabyasına karşı dörder topla birer batarya yerleştirilmişti.
Muhasara uzayınca kale komutanı Bragadino erzağın azaldığını görerek ahaliden 8 bin kişiyi düşmanının insafına terketti. Ancak Osmanlılar bunları büyük bir insaniyetle karşılayıp çevre köylere yerleşmelerine yardımcı oldular.
Türk topları kale surlarında yer yer tahribata sebep oldularsa da, düşmanın şiddetli direnmesi ve gündüz yıkılan yerleri gece tamir etmesi sebebiyle hücumla girilebilecek derecede büyük gedikler açamadı. Bunun üzerine lağım işine girişildi. Bunlardan ustalıkla açılan birinin patlatılmasıyla şehir sarsıldıysa da, gediğe yürüyen gazilerin hücumu netice vermedi. 28 Mayıs’da Kilis Sancakbeyi Canbolat Bey‘in deniz tarafından kalenin altında yürüttüğü lağımın patlaması pek müthiş oldu. Buradan taarruza geçen Osmanlılarla kale müdafileri arasında gün boyu devam eden şiddetli çarpışmalar meydana geldi. Neticesiz kalan taarruz sırasında Canbolat Bey şehid oldu. Kabri Magosa girişinde Osmanlı bayrağına sarılı olarak bulunmaktadır.
Atılan lağımlar ve yapılan bombardıman neticesinde Magosa Kalesi’nin dayanma gücü gittikçe azalmaktaydı. Bir genel hücumda mühim bataryalardan biri alınmak üzere iken, Venedikliler bunun altına hazırladıkları lağımı patlatıp, Türk askerleriyle birlikte kendi askerlerini de havaya uçurdular. 21 Temmuz’da Anadolu askeri hücum ederek bir tabyayı alıp içindeki toplan dışarı çıkardılar. Ancak karşı hücuma geçen düşman bunların daha fazla ilerlemesine mani oldu.
VİRE GÜNÜ
Serdar Lala Mustafa Paşa son ve genel bir hücuma geçmeden önce yoğun bir hazırlık programı başlattı. Çeşitli mıntıkalardan lağımlar açtırdı. Böylece 1 Ağustos 1571 sabahı erkenden başlatılan şiddetli bombardımandan sonra lağımlar da patlatılarak hücuma geçildi. Şiddetle cereyan eden bu amansız taarruzun ilk safhalarında Leusus burcu ele geçirilerek Türk Bayrağı çekildi. Bu durumu gördükten sonra artık direnmenin gereksiz olduğunu kabul eden Venedik komutanlığı kale surlarına çektirdiği beyaz bayraklarla teslim olmak istediğini bildirdi.
Aynı gün yapılan görüşmelerle “Vire” şartları belirlendi. Buna göre kaledeki askerler eşya ve silahlarını alıp çıkacaklar ve Osmanlı gemileriyle Girit’e nakledileceklerdi. Sivil halk da her şeyini alıp gitmekte veya kalmakta serbest olacaktı. Kalanların can ve mal güvenliği sağlanacaktı. Venedikliler de kalede bulunan 50 Türk esirini serbest bırakacaklardı. Anlaşma bu şekilde imzalanmasına rağmen Venedikliler o gece ellerinde bulunan Türk esirlerin tamamını işkencelerle katlettiler.
BRAGADİNO’NUN KÜSTAHLIĞI
Bu feci hadiseden habersiz ertesi gün tahliye işlemleri başlatılmış bulunuyordu. Kale dışına taşınan müdafiler serdar tarafından tahsis olunan 20 gemiye yerleştirildiler. Bunlarla beraber gidip gemileri geri getirmekle, derya beylerinden Arap Ahmed Bey yirmi kadırga ile görevlendirilmişti.
Her şey hazır olup hareket edileceği sırada kale komutanı Bragadino ile bazı yüksek rütbeli subaylar veda için serdara geldiler. Kendilerine birer sandalye verilerek serdarı karşısında oturtuldular. Lala Mustafa Paşa: “Size bu kadar gemi verildi; denizde donanmanız var; gemilerimiz geri dönünceye kadar rehin olarak bir şey yanımızda kalsın” dedi.
Ancak Bragadino bu haklı isteğe karşı: ”Bey değil bir köpek dahi alıkoyamazsınız” diyerek nefretle infial gösterdi. Bu cevaba hiddetlenen serdar ”Öyle ise nerede bize teslim edeceğiniz Müslüman tutsaklar?” diye sordu. Sıkışan Bragadino: ”Onların hepsi benim değildi. Her biri beylerden ve asker halkından birine ait bulunuyordu; vire gecesi onları öldürmüşler” deyince serdar: ”Ya sende olanlar nerede?” diye kükredi. Bragadino’nun verecek cevabı kalmayınca Lala Mustafa Paşa: “O halde vireyi sen bozmuşsun, neticesine katlanacaksın” diyerek hepsini bağlattı ve otağının önünde on tanesini idam ettirdi. Gemilerdeki esirleri de dışarıya çıkartıp, ayaklarına sıkıca zincirli halkalar bağlattı ve donanma gemilerine dağıttı.
Koyu bir Türk ve İslam düşmanı olan Bragadino Müslüman esirlere akıl almaz işkencelerde bulunarak öldürtmüştü. Şahitlerin ifadelerini dinleyen Lala Mustafa Paşa, kendisini aynı akıbete maruz bırakarak ortadan kaldırdı.
ELLİBİN ŞEHİD!
Kıbrıs adasının fethi Osmanlı ülkelerinde büyük sevince sebep oldu ve şenliklerle kutlandı. Şairler:
آلدی قبرس آطه سن شاه سليم
“Aldı Kıbrıs adasın Şâh Selim” (=978) ve “Hamdü li’llâh yine alındı hisarı Kıbrıs’ın” (=978) diyerek fethe tarihler düşürdüler.
Onbeş aydan fazla süren ve yaklaşık 50 bin şehide mâl olan Kıbrıs, bu tarihten itibaren Osmanlı idaresinde asırlar sürecek bir huzur, sükun ve refah devrine geçti.
Fetihten sonra Kıbrıs, derhal tahrir olunup beylerbeyiliğine Avlonya Sancakbeyi Muzaffer Paşa tayin olundu. Kalelere münasip miktarda muhafızlar yerleştirildi ve mühimmatı ikmal edildi. Bir eyalet itibar olunan Kıbrıs’a Tarsus, Alâiye ve İçel sancakları ilhak edildi. Adaya, Anadolu’dan Konya, Karaman, Niğde, Kayseri sancaklarından göçmen naklolundu.
Bundan sonra ”Kıbrıs Fatihi” diye anılacak olan Lala Musafa Paşa, 15 Eylül 1571′de top atışları arasında adadan ayrıldı ve birkaç hafta sonra da büyük bir zafer alayı ile İstanbul’a girdi.
.HAREM-i HÜMAYUN
Harem lûgatte korunan, mukaddes ve muhterem yer anlamına gelir. Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak bir şekilde planlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını sürdürdükleri kısımdır. Burada yaşayan kadınlara da harem deniyor olması, İslamiyet´in bu bölümlere, özellikle hane kadınlarıyla belirli bir kan bağı dışında kalan erkeklerin (nâmahrem) girişini yasaklamasından kaynaklanır.
Osmanlı devlet teşkilâtında harem-i hümâyûn tabiri hem haremi hem de enderunu içine alır. Enderun padişah, saray ve devlet hizmetinde bulunacak erkeklerin, harem ise ikametgâh görevinin yanında kadınların yetiştirilmesi için bir eğitim müessesesidir. Bu bakımdan hareme yüksek dereceli kadınlar akademisi de denilebilir. Burada en alt kademe olan cariyelikten ustalığa kadar bir terfi sistemi bulunmaktadır.
Haremin bu son derece çarpıcı ve ilgi çekici yönü ne yazık ki, hep geri plana itilmiş ve yeterince değerlendirilmemiştir. Buna karşılık harem hayatının gizliliği ve mahremiyeti herkese malum olduğu halde özellikle batılı yazarlar tarafından hiç bilinmeyeni en bilinen kısmıymış gibi harem hakkında anlatılanlar basit ilişkiler üzerine kurulmuştur. Buradaki bilgilerle senaryolanan çeşitli film, roman ve tiyatrolarda da maalesef çok geniş bir teşkilata sahip bulunan haremin asıl fonksiyonu göz ardı edilmiş veya maksatlı olarak unutturulmaya çalışılmıştır.
Oysa son yıllarda harem üzerine yapılan yerli ve yabancı bilim adamlarının yaptıkları çalışmalar Osmanlı sarayının harem bölümünün padişahın evi yani ikametgâhı olmasının yanısıra dünyada eşi benzeri görülmeyen bir mektep hüviyetinde olduğunu gözler önüne sermektedir.
Harem-i Hümayun hakkında on yıllık yorucu bir mesai sonunda arşiv belgelerine dayalı bir doktora tezi hazırlayan Amerikalı uzman Leslie Peirce “Biz batılılar İslam toplumunda cinselliği saplantı haline getirmek gibi eski ama güçlü bir geleneğin mirasçılarıyız. Harem, müslüman cinsel duyarlılığı üzerine kurulu Batı efsanelerinin kuşkusuz en yaygın simgesidir” dedikten sonra haremin amaç ve teşkilatı hakkında verdiği bilgiler aleyhteki iddialara en güzel cevaptır.
“Hanedan ailesi üyeleri için harem bir ikametgâhtı. Sultan ailesinin hizmetkârları için ise bir eğitim kurumu diye tarif olunabilir. Genç kadınlar sadece padişaha uygun cariyeler ve annesiyle diğer ileri gelen harem kadınlarına nedimler sağlamak amacıyla değil, aynı zamanda askerî/idarî hiyerarşinin tepesine yakın erkekler için uygun eş sağlama amacıyla eğitilirlerdi. Enderun, saray içinde padişaha kişisel hizmet yoluyla erkekleri nasıl saray dışında hanedana hizmete hazırlıyorsa, harem de kadınları padişah ve annesine kişisel hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlıyordu.
Azat edilerek enderun mezunları veya diğer görevlilerle evlendirilen bu kadınların payına da kocalarının oluşturduğu erkek hanelerini (selamlık) tamamlayan haremler oluşturmak düşerdi.
Sultan hanesinin kurduğu teşkilat ve eğitim kalıbı bu köle evlilikleri vasıtasıyla çoğaltılarak Osmanlı yönetici sınıfının sosyal ve politik temelini oluşturuyordu. Saray eğitim sisteminin -hem erkek hem de kadınlar için- ana hedeflerinden biri hükümran hanedana sadakatin aşılanmasıydı. İmparatorluk elitini sarmalayan bağları erkekler kadar kadınlar da sürdüğü için elitin sadakatinin odağında sadece padişahın kendisi değil, aynı zamanda sultan hanesinin kadınları, yani bir bütün olarak haneden ailesi vardı.“
Yine 17. yüzyıl bazı batılı yazarlardan haremin gizliliğinin yanısıra harem hakkında konuşanların da fanteziler üretmekten başka bir şey yapmadıklarını gözlemlemek mümkündür.
“Sarayın, ikinci avluya girmelerine izin verilen yabancıların gidebildiği kadarını gördüm… İçeriyi görmedim. Ama hükümdarlarına karşı huşu duyduklarını gösteren şahane bir sessizlik ve saygı içindeki sonsuz bir görevliler ve hizmetkârlar kalabalığı ile karşılaştım.”
(Henry Blunt, A Voyage into the Levant, 1638).
“Kadınlar dairesine ilişkin bir bölümü buraya, okuyucuya bu daireyi iyi bilmenin imkânsızlığını anlatabilmek için dahil ediyorum… Buraya erkeklerin girmesi yasaktır ve bu yasak Hristiyan manastırındakinden çok daha büyük bir dikkatle uygulanır…
Sultanın aşk hayatının niteliği gizli tutulur. Bunun üzerine konuşmayacağım ve bu konu hakkında hiç bir bilgi edinemedim. Bu konuda fantezi kurmak kolay ama doğru bir şeyler söylemek alabildiğine güçtür.”
(Jean-Baptiste Tavernier Nottvelle Relation de l´interieur du serrail de Grand Seigneur, 1675).
“Kardeşim, Osmanlı imparatorlarının sarayı konusundaki merakını herkesten kolay giderebilirim. Çünkü yirmi yıldan fazla bir süredir bu sarayın içine kapalı kalmış biri olarak güzelliklerini, yaşam tarzını, disiplinini gözlemleme zamanım oldu. Çeşitli yabancı gezginlerin bir kısmı dilimize de çevrilmiş olan bir çok fantastik tasvirine inanılacak olursa bu sarayın büyülü bir yer olmadığını hayal etmemek güçtür… Fakat sarayın asıl güzelliği içinde gözlenen düzende ve burada yaşayan güçlü kişilerin hizmetine bakacak olanların eğitiminde yatar.”
(François Petis de la Croix, Ett General de l´Empire Ottoman, 1695).
.
|