Yazar: Mehmed Kırkıncı, 13-7-2010
İnsanlık aleminde hak ile batıl, hayır ile şer her zaman çarpışmış ve mücadele hâlinde olmuşlardır. Bu durum, külli ve umumi bir kaide halinde devam edip gelmiştir. Tarihin yapraklarını tedkik ve tahkik eden bir kimse bu hakikati açıkça görüp okuyabilir.
Evet nev-i beşer, Âdem (a.s.)'dan bugüne kadar bu münakaşa ve münazaraların arasında bazen sıkışarak, bazen de yorularak gelmiştir. Gerçi her hak ve her hayır pek çok hücumlara uğramıştır, fakat ne hikmetse bu muaraza ve hücumlara en fazla peygamberler ve onların izini takip edenler hedef olmuşlardır. Bu hal asrımızda da ciddi bir şekilde devam etmektedir. Materyalizm, ateizm, evrimcilik, tabiatperestlik gibi menfi fikirlerle Hak Dini olan İslâm’a karşı planlı bir mücadele yapılmaktadır. Bazıları da din düşmanlıklarını onu tağyir ederek, hükümlerini değiştirerek sergileme yoluna girmişlerdir. Maalesef memleketimizde de bu menfur plana bilerek veya bilmeyerek alet olan kimselere rastlanmaktadır. Dine ait emirlerin inceliğine ve ruhuna vâkıf olmayan bu kimseler, dinin bir takım hükümlerini, tebdil ve tağyir ederek reform yapma hevesine kapılmaktadırlar. Hâlbuki dinin hükümlerini vaz’ eden Allah olduğu gibi onları tebdil ve tağyir edecek olan da ancak O’dur. Çünkü din, “bir vaz’ı ilâhidir ve akıl sahiplerini kendi ihtiyarlarıyla hayra, fazilete, irfana sevk eden bir rehber-i umumi ve bir mürşid-i küllidir” şeklinde tarif edilmektedir. İslâm dini beşerin yaratılışına ve istidadına en uygun bir dindir ve insanlara saadet ve selâmet yollarını gösteren bir hidâyet meşalesidir.
Bu din muayyen bir zamana, mahdut bir mekâna, hususi bir kavme mahsus değildir. Hurafelerden, akim kabul etmeyip reddettiği hayalattan müberra olup beşerin vicdanını tatmine muktedirdir. Bunun için kendisinden sonra, bir din gelmesine ihtiyaç bırakmamıştır. Bir kimse en büyük bir mütehassıs, bir dâhi de olsa dini mevzulara müdahalede bulunmağa ve reform yapmağa selâhiyeti olamaz. Çünkü İslâm dini, en son ve en mükemmel dindir; insanları tâkatları nisbetinde mükellef kılar, suhuletli ve müsamahakâr bir dindir. Reforma ihtiyacı yoktur.
Allah Tealâ Hazretleri, Peygamberimiz (a.s.m.) vesilesiyle bu ümmete birçok kolaylıklar ihsan buyurmuştur. Bunlardan biri de İslâm dininin içtihada imkân vermesidir. Müçtehitlerin fer’i meselelerdeki farklı içtihadları, bütün müslümanlar için büyük bir nimet ve gayet geniş bir rahmettir.
İslâm dininin getirdiği ilâhi esaslar her zaman tazedir. Bundan dolayı ezelden geldiği gibi ebede gidecektir. Ancak din müessesesine beşerin tahrip edici eli girdiği, heva ve hevese dayanan şahsi fikirleri karıştığı zaman, artık o din ilâhî olmaktan çıkar, beşerî bir din hüviyetini alır. O zaman dinin ruhu zail olur, imanın temeli sarsılır. Ortada cansız bir cesetten başka bir şey kalmaz. Böyle tahrif edilmiş bir din ise beşerin hidâyetine ve necatına vesile olamaz.
Din, beşeri kanunlar gibi insanlar tarafından va’z olunmuş bir müessese değildir ki, isteyen arzu ettiği gibi ona müdahale edebilsin. Tıp ilmi tahsil etmemiş birinin, o sahada hüküm vermesi ne kadar yersiz ve tehlikeli ise; din sahasında zerre kadar ehliyeti olmayanların dine ait meselelerde ahkâm kesmeleri de en az o derece zararlıdır. Zira insanın aklı da, fikri de kendi gibi mahluktur ve mahduttur. İdrak ettikleri şeyler de kendileri gibi sınırlıdır. Anlayamayacağı, kavrayamayacağı, şaşırıp kalacağı noktalar çoğunluktadır. Malumdur ki, sınırlı ve hudutlu olan vasıtalar sonsuzu ihata edemezler. İnsanın ilmi de, fikri de, tecrübesi de bir noktaya kadar gelir, ondan öteye geçemez. Bunlar; ulvi bir hayata ve ebedi bir saadete namzed olan insana mürşid olamazlar. İnsan bunlarla sırat-ı müstakimi bulamaz, huzur ve saadete eremez. Akıl, fikir ve ilim; insanı ancak bir noktaya kadar götürebilir, çoğu kere hata ve tehlikelere düşürür. O halde beşer için bunların fevkinde bir mürşid ve rehber lâzımdır.
Buna binaen Cenâb-ı Hak, insanı yalnız kendi akıl ve fikrinin, ilim ve tecrübesinin rehberliğine bırakmamış, onun dünyevî ve uhrevî tekâmül ve terakkisine ait kanun ve prensipleri ihtiva eden kitaplar ve peygamberler göndermiştir. Bu cümleden olarak bize de Âhir Zaman Nebisi’ni (a.s.m) ve ona inzal olan Kur’an’ı göndermiştir. Evet bize gelen Kur’an dünya ve ahirette insanların ne suretle tekâmül edip saadete nail olacaklarını en mükemmel şekilde tesbit etmiş, gerek itikad ve ahlâka, gerek ibadet ve muamelâta ait bütün düsturları ihtiva etmiştir. Bilinen bir gerçektir ki; herşeyin sonra geleni evvelkilere nazaran daha mükemmel ve daha ihatalıdır. Nasıl ki enbiyalar zincirinin son halkasını teşkil eden Peygamber Efendimiz (a.s.m.) geçmiş nebilerin en kamili ve onların sultanı ise kendine nazil olan Kur’an da diğer semavî kitapların en engin ve en zengin olanıdır. Bu noktada Kur’an’ın diğer semavi kitaplara rüçhaniyeti ve imtiyazı vardır. Evet onlarda olmayan hükümler ve metodlar, Kur’an’da kemal derecede mevcuttur.
Kur’an’ın ihtiva ettiği düsturları kabul edip hareketlerini ona göre tanzim edenler, dünya ve ahirette en yüksek mertebelere çıkarlar. Ondan yüz çevirip, istifade edemeyenler ise kendi felâketlerini hazırlamış olurlar. İşte bu hikmete binaen Hz. Peygamber (a.s.m.),
“Size iki şey bıraktım ki onları kendinize rehber ve mürşid edinirseniz iki cihan saadetine kavuşursunuz. Onlardan biri Kur’an-ı Azimüşşan, diğeri de Sünnet-i Seniyye’dir.”
buyurmuşlardır. Bu da gösteriyor ki; İslâm dininin esası ve menbaı Kur’an’dır. O’nu Sünnet-i Seniyye takip eder. Çünkü; ebedi saadet hazinesi olan Kur’an-ı Hakim’in birinci tefsiri hadis-i şeriflerdir. Kur’an’daki mücmel hakikatları ve sırları, işaret ve remizleri anlamak ve vuzuha kavuşturmak vazifesi birinci derecede Peygamberimize aittir.
Kur’an-ı Hakim’in mahiyet ve ruhuna hakkıyla vâkıf olan ancak O’dur. Çünkü, Kur’an’ı izahta vahiy ve ilhama istinad ettiği gibi, Kur’an’ın mücmel ve müphem olan hususlarını açıklamada da yine vahye ve ilhama istinad ederek içtihatta bulunmuştur.
Efendimizden (a.s.m.) sonra bu vazifeyi; başta Sahabe-i Kiram ve Fukaha-i İzam hazretleri deruhte etmişler, bu iki menbaı esas tutarak, zaman ve mekanı, örf ve adetleri de nazar-ı itibara alarak ortaya çıkan füruata ait yeni mes’elelerde içtihat etmiş ve bu vazifeyi hakkıyle yerine getirmişlerdir. Müçtehit efendilerimiz bütün hükümleri, İslâm’ın temeli olan Kur’an ve sünnetden istinbat etmiş ve birtakım şer’i kaidelerin ışığında bu ümmet-i Muhammed’e yol göstermişlerdir. Çünkü bunlar Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) esas vâris ve vekilleridirler. Allah Resûlü (a.s.m.), “ümmetimin alimleri, Benî İsrail’in peygamberleri gibidir,” buyurarak nazar-ı dikkati onların mertebe ve derecelerine çekmiş ve onlara ittiba etmeyi teşvik etmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, peygamberlerden sonra gelen makam ve derece onlara aittir. Bu müçtehidler içerisinde de en büyükleri ve en mümtazları dünyanın her tarafında müslümanların teveccüh ve kabulüne mazhar olup şöhret kazanan Dört Mezhep imamlarıdır.
Zira, gerek İslâm dinine hizmet hususunda, gerekse ahlâk, fazilet ve ilim itibariyle Peygamberimize (a.s.m.), sahabeden sonra, en ziyade ya-kın olanlar bu zâtlardır. Her birinin hakkında, her devirde pekçok kıymetli kitaplar yazılması ve bunların hüsn-ü kabul görmeleri bu hakikati tasdik etmektedir.
Bu dini; ehl-i dalaletin ve cehaletin, haricî ve dahilî düşmanların tecavüzünden muhafaza eden başta bu müçtehidin efendilerimiz olmuşlardır. Onlara arka çeviren kimseler, onların derecelerini takdir edemez ve büyüklüklerini göremezler.
Netice olarak ifade edersek, İslâmiyet ferdin ve cemiyetin dünyevî ve uhrevî saadet ve huzurunu tekeffül eden bütün esasları camidir. İslâmiyetin yeryüzünde yaşandığı en muhteşem dönem devr-i saadettir. Bu devirde sahabe-i kiram bir çok ülkeleri fethedip, küfür ve dalaletin belini kırdıkları gibi, Kur’an’in nuru ile de insanların kalplerini tenvir ederek vicdanlarını huzura kavuşturdular. Kur’an ve hadiste açık olarak bulunmayan müşkil mes’eleleri içtihadları ile hallettiler. Bütün himmet ve iktidarlarını sarfederek İslâmiyet nurunu dünyanın en ücra köşelerine kadar neşrettiler. Tabiin, Tebe-i Tabiin ve bunlardan sonra gelen fukaha ve müçtehidler bu vazifeyi kemaliyle deruhte ettiler.
Cenâb-ı Hak, Sahabe-i Kiram ve müetehidin-i izam ile bu din-i mübini neşir ve muhafaza ettirdiği gibi, bunlardan sonra da bu vazifeyi kıyamete kadar gelecek olan alimler ile devam ettirecektir. Demek ki bu dinin devam ve muhafazası ulemanın vücuduna bağlıdır.
İşte bu alimlerin va’z-u nasihatlarına, irşad ve ikazlarına sımsıkı sarılanlar ve kendi hayatlarında tatbik edenler hiç şüphesiz dünya ve ahirette saadet ve huzur bulurlar. Ecdadımızın tekâmülü de İslâm’ı kendi hayatlarına hakim kılıp, tatbik etmelerindendir. Bu, tarihin şehadeti ile sabit bir hakikattir.
Bu da gösteriyor ki ebede namzet olan insan gibi mümtaz bir varlığa, bu gibi mürşidler ve rehberler her zaman lazımdır. Tâ ki dünya ve ahiret saadetini temin etsinler.
İçtihat Nedir? Şartları Nelerdir?
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 13-7-2010
İçtihadın lügat manası; meşakkatli, külfetli, zor bir işi vücuda getirmek için, bütün gücünü sarfederek cehd ve gayret göstermektir.
Istılahî manada ise içtihad; kesin ve açık delillerle sabit olmayan zannî ve fer’i hükümleri, şer’î delillere uygun olarak istihraç ve istinbat hususunda, bütün güç ve takatini sarfederek çalışmaktır. Yani, Kur’an, hadis ve icma ile sabit olan şer’î delillerden hüküm çıkarmaktır.
Kur’an-ı Kerim, ezeliyete bakan ve ebediyetten haber veren bir ummandır; sonsuz bir feyiz ve rahmet hazinesidir. O’nun hikmet ve esrarı nihayetsizdir. Her asrın âlimleri idrakleri nisbetinde ondan hisselerini almışlardır ve kıyamete kadar da alacaklardır. Ümmet-i Muhammed (a.s.m.) onun bereketine mazhar olmuşlar, maddeten ve manen Kur’an’dan istifadeler etmişlerdir ve edeceklerdir.
Kur’an-ı Kerim, mücmel ve ince nüktelerle doludur; bir çok prensip ve kaideleri, esas ve usulleri ihtiva eden zengin bir hazinedir.
Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır:
“Yaş ve kuru her şey Kitab-ı Mübindedir.”1
Bediüzzaman Hazretleri bu âyeti şöyle tefsir eder:
“Bir kavle göre Kitab-ı Mübin, Kur’andan ibarettir. Yaş ve kuru, herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri; ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhamen, ya ihtar tarzında bulunurlar. Fakat ihtiyaca göre ve maksad-ı Kur’ana münasib bir tarzda ve iktiza-yı makam münasebetinde şu tarzların birisiyle ifade ediliyor.”2
Bu İlâhî hazinede beşeriyetin kıyamete kadar karşılaşacağı bütün meseleler sarahaten yani açık ve net olarak bulunsaydı, mevcut Kur’an’ın bin misli kadar bir kitap olması gerekirdi. İmam-ı Şa’rânî’nin buyurduğu gibi,
“Eğer Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Kur’ân-ı Kerimdeki icmalleri (toplu, öz olarak bir arada bulunan ilimleri) açıklamasaydı, Kur'ân-ı Kerîm icmali üzere kalırdı. Aynı şekilde, müçtehid din imamları, sünnette bulanan icmalleri açıklamasalardı, sünnet kendi icmali üzere kalırdı.”3
Malumdur ki, Cenâb-ı Hak nazarında en makbul olan amel güç olanıdır.
Hadisi-i şerifi de bunun bir delilidir. İçtihat da zor bir araştırma ve derin bir incelemeyi icap ettiren yüksek bir ilim ve ehli için mukaddes bir vazifedir. İnsanların bütün hal ve hareketleriyle alakası vardır. Buna mazhariyet ise kuru bir iddia ile değil, Peygamberimize (a.s.m.) kemaliyle vâris olmakla mümkündür.
İçtihadın meşruiyeti Kur’an’ın şu âyeti ile sabittir:
“Onlara emniyet ve korkudan bir haber geldiği zaman onu ifşa ederlerdi. Eğer onu Peygambere veya aralarından re’y sahibi olanlara arz etselerdi elbette ki, o re’y sahipleri (hâl ve maslahata göre) içtihat ve istihraç ederlerdi.” 5
Medine’ye hicret eden müslümanlar, kısmen emniyete kavuşmakla beraber, bütünüyle rahat değillerdi. Her an Mekkelilerin saldırısına uğrama ihtimalleri vardı. Halk arasında zaman zaman “geldiler, geliyorlar” şeklinde dedikodular yayılmaktaydı. Üstteki âyet, böyle durumlarda yapılması gerekeni ders vermektedir.
Hamdi Yazır, bu âyetten şu hükümleri çıkarır:
1.Olayların hükümleri içinde, doğrudan nass ile malum olmayıp, istinbat (içtihat) ile bilinecek olanlar da vardır.
2.İstinbat da bir delildir.
3.İstinbata ehil olmayan avamın, olayların hükmünde ehl-i ilme müracaatı ve taklidi vaciptir.
4. Resûlullah da istinbat ile mükelleftir.6
Ebu Zehra’nın da buyurduğu gibi,
“Olaylar sonsuzca meydana gelir. Mevcut nasslar ise mahduttur. O hâlde mevcut nassların ışığı altında hakkında nass bulunmayan hususlara dair hükümler çıkarmak bir zarurettir.”7
İşte bu âyet-i kerime kıyas ve İçtihadın edille-i şeriyeden (şer’î deliller) olduğunun en büyük delilidir. Zira yeni bir vakayı istinbat ve istihraca ehil olan ulemaya havale etmek, onların içtihat etmelerini ve kıyasta bulunmalarını istemek demektir. Çünkü, hakkında sarih hüküm olan hâdiselerde içtihada zâten gerek yoktur.
Fahreddin-i Razî bu âyet-i kerimenin üç şeye delalet ettiğini beyan buyurur:
Birincisi; âyetin sarahatiyle bilinmeyip de içtihat ile bilinenlerdir.
İkincisi; içtihat ve istinbatın şer’î delil olmasıdır.
Üçüncüsü; avam-ı nasın, ulemayı fer’î amellerde taklid etmelerinin vacib olmasıdır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, bu âyetiyle yeni hâdiselerin hükümlerini bilmeyenlerin, bu hükümleri şer’î delillerden çıkarmaya ehil olan kimselere müracaat etmeleri gerektiğini beyan buyurmuştur. 8
Cenab-ı Hak şu âyet-i kerîme ile de ehil olanların içtihat yapmalarını emir buyurmaktadır:
“Ey ilim sahipleri, (âyetlerimizi) tabir edin.” 9
Şu halde Kur’an-ı Kerim’de kat’î hükümler yanında açık olarak ifade edilmeyen fer’î hükümler yani teferruattan sayılacak ikinci derecede hükümler de mevcuttur. Bu gibi hükümlerde zan ile amel etmeyi Cenâb-ı Hak caiz kılmıştır. Avamın bu hükümleri Kur’an’dan istihraç etmesi mümkün değildir. Onlara düşen vazife âlimlere tabî olmalarıdır. Böyle bir taklit, avam için vaciptir.
Evvela, içtihat yapmak büyük bir ilim ve ihtisas işidir, herkesin kârı değildir. Çünkü şer’i hükümler binlerce hatta onbinlercedir. Bunların delilleri ise gayr-ı mahduttur. Bütün bu hükümleri o sayısız delillerden çıkarmak herkes için mümkün olmaz. Diğer taraftan, bütün müslümanların içtihat yapacak derecede alim oldukları farz edilse bile bunların içtihat için çalışmaları halinde dünyevî hiçbir meslek icra edilemez olur. Bu iki mühim sebepten dolayı avam, müçtehitleri taklit etmekle mükelleftir.
Cenâb-ı Hak içtihada ehil olanları içtihat ile emreylediği gibi, sair müminleri de bunlara ittiba etmeğe şu âyet-i celile ile emr buyurmuştur:
“Eğer bilmiyorsanız, zikir (ilim) ehline sorun.”10
Bir müslümanın Allah Teâlanın rızasına uygun ibadet yapabilmesi ancak müçtehitlere uyması ile mümkündür. Şeyh Abdullah Diraz taklidin vacip ve zaruri olduğunu şöyle ifade et mektedir:
“Kendisinde içtihat yapma ehliyet ve yetkisi olmayan kimse, karşısına fer’i bir mes’ele çıktığı zaman, ya esas olarak hiçbir şey yapmayacak ve kulluk görevini aksatacaktır. Bu ise icmâya aykırı bir davranış olur. Ya da bir şeyler yaparak, kulluk görevini yerine getirmeye çalışacaktır. Bu da ya ortaya çıkan yeni mes’eleyle ilgili hükmü tesbit eden delili bulup, ona bakarak hareket etmek, ya da bir müçtehidi taklid etmek suretiyle olur. Birincisi (karşılaşılan her yeni mes’elenin delilini bulup bu delilden hüküm çıkarmak) herkes için kat’iyyen mümkün değildir."
"Çünkü bu yol, hem yeni durumlarla karşılaşan kimse, hem de bütün insanlar hakkında, hâdiselerin delililerini arayıp bulma zorunluğunu doğuracağından, insanların geçim çabalarını engelleyecek, her türlü san’at ve tekniği durduracak, ziraat ve benzeri bütün faaliyetleri tatil suretiyle dünyanın harab olmasına yol açacaktır. İşte bu sebeple taklidin re’sen kaldırılması son derece tehlikelidir. Görülüyor ki, geriye taklidden başka hiçbir çıkar yol kalmamıştır. Böyle bir durum karşısında tek yol bir müçtehide tabi olmaktan ibarettir.”11
Bu hususu Salibi şöyle ifade etmiştir: “Bir müçtehîde göre şer’i delil ne ise, cahil bir insana göre de bir müçtehidin verdiği fetva odur.” 12
İşte müçtehitler Kur’an-ı Kerim’de remzen, işareten, mevcud olan fer’î hükümleri istihraç ederek insanlık aleminin istifadesine sunmuşlardır. Nitekim kâinat kitabında bulunan gizli ve perdeli hakikatlar da, ilgili fen alimlerince keşfedilmişlerdir. Bu zâtlar da kâinat kitabının müfessirleri ve müçtehitleri hükmündedirler.
Bir fende ehil olmayan kimselerin o fennin ilim adamlarına ittiba etmeleri ve onların ortaya koyduğu eserlerden faydalanmaları aklın gereği olduğu gibi avamın da Kur’an-ı Kerim’den istinbat edilen hükümlerde müçtehitleri taklid etmeleri vacibtir. Aklı başında bir insan “ben ancak kendi yaptığım uçağa binerim, yahut kendi yaptığım bilgisayarı kullanırım,” diyemeyeceği gibi “ben müçtehitleri taklid yerine Kur’an ve hadisden kendim hüküm çıkarırım” da diyemez.
İçtihat, Cenâb-ı Hakk’ın bu ümmete en büyük lütuf ve ihsanıdır. Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’an-ı Kerim’de te’vile açık olan hakikatleri, işaret ve remizleri ümmetin alimlerine bırakmasının birçok hikmetleri vardır. Cenâb-ı Hak tevile açık hükümleri eğer kesin bir şekilde bildirseydi, füruata ait bütün meseleler, farz ve vacib olurlar ve onlara muhalefet edenler helakete düşerlerdi.
Diğer bir hikmet; Cenâb-ı Hak içtihat müessesini açmakla âyet ve hadislerden şer’i hükümlerin çıkarılmasında akla da bir hisse vermiş, böylece ümmet-i Muhammedi ve ulemasını şereflendirmişdir.
İlahî hediyelerin en müstesnası akıldır. Akıl, eşyanın hakikatini, kainatın sırlarını keşfeden İlahî bir nurdur, lâtif ve şerif bir cevherdir. Kur’an-ı Kerim'in en derin mana ve hakikatleri o cevherle halledilir. Evet, akıl insana Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve inâyetinin, fazl ve kereminin son mertebesidir. Bununla beraber insanlar akıl ve ilim noktasında aynı seviyede değildirler.
İlmin mahiyeti bir olsa bile anlaşılması başka başkadır. Binlerce insan bir alimden aynı dersi aldıkları halde herbirinin aldığı feyz ve irfan farklıdır. Kabiliyetler farklı olduğu için herbiri kendi istidadı nisbetinde feyz ve marifete mazhar olur.
Aklı zayıf, fikri mahdut insanlar en açık şeylerden bile bir şey anlamazlar. Perdeli sırlara ve hakikatlere nüfuz etmek akl-ı kâmilin vazifesidir. Bu sırları akıl ve şuurla keşfedemeyen insanın kazandığı malûmatlar kâfi derecede bir ilim olmaz; görüşlerinde, tefekkür ettiği şeylerde noksanlık olur. Evet, ümmet-i Muhammed içinde her ilim dalında bir çok alimler, nice mütefennin, mütefekkir, mütekellim ve mutasavvıf yetiştiği halde içtihat mertebesine ulaşanların sayısı çok azdır. İçtihada ait marifet ve ilmin sahası ve muhiti pek geniş ve pek derindir. O, her gavvasın dalamayacağı bir deryadır. Her basar etmekle ve basiret sahibinin idrak edemeyeceği bir çok hakikati ihtiva eden bir ummandır. Onun hakiki mahiyetini her akıl keşfedemez.
İçtihat, zor bir mes’ele ve derin bir sırdır. Her istidadın, her akıl ve zekânın, cevelan edebileceği bir saha değildir. O ummanların derinliklerinden inci gibi kıymettar pırlantaları ve cevherleri çıkarmak ancak ve ancak müçtehit imamlara ve bilhassa dört imama mahsusdur.
İslâm dini en mükemmel bir dindir. Nitekim Cenâb-ı Hak da;
“Bugün sizin için dininizi ikmal ettim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım.”13
buyurmuştur. Kur’an-ı Kerim’de, gerek itikad, gerek ibadet ve muamelata dair açık hükümler bulunduğu gibi, kıyamete kadar zuhur edebilecek yeni hâdiseleri çözmeğe kâfi kanun ve prensipler de mevcuttur. Bunlardan hüküm istihraç etmek ise ancak içtihat ile mümkündür.
Evet, İslâm dininde İçtihadın mevki ve ehemmiyeti pek mühimdir. Müslümanların birçok ihtiyaçları bu müessese sayesinde karşılanmıştır. Malumdur ki, zamanın değişmesiyle yeni yeni hâdiseler ortaya çıkmaktadır. Bütün bunlara cevap verebilecek temel kaideler, ulvî esaslar Kur’an ve hadislerde mevcuttur. Ama bu derin ve perdeli manaları herkesin anlaması mümkün değildir. İşte müçtehitler, Kur’an’dan ve onun birinci tefsiri olan hadislerden bu gibi fer’i hükümleri istinbat edip insanların müşkillerini halletmişlerdir.
Evet insan, ancak Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Nebeviyyenin tayin ettiği yolu takib etmekle hatadan kurtulabilir. Çünkü bu iki kaynak, insanların felahı için taraf-ı İlahîden vaz’ ve tesbit edilmiş bir hidâyet meselesidir.
Esasen şer’i hükümlerin ekserisi, Kur’an ve hadislerin nassı ile tesbit edilmiştir. Bu kısım Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle; “Kur’an ve Kur’an’ın tefsiri olan sünnetin malıdır. İçtihada ait meseleler altın ise bunlar birer elmas sütundur.”14
İşte müçtehitler, bu iki hazineden azami derecede istifade ederek,
“Allah, hikmeti istediğine verir.” 15
âyet-i kerimesine hakkıyla masadak olmuşlardır. Peygamber Efendimiz’de (a.s.m.) İçtihadın ehemmiyetini ve müçtehitlerin kıymet ve derecelerini şu hadis-i şerifleri ile en güzel bir şekilde ortaya koymuşlardır:
“İçtihat eden kimse isabet ederse iki sevab, etmezse bir sevap alır.”16
Hadis-i Şerifteki hatadan yani isabet etmemekten murat, efdaliyetin terkidir. Muhammed bin Hazm bu konuda, “Buradaki hatadan murad, delilin isabet etmemesidir. Sahibini şeriatten çıkaran hata değildir. Zira onunla şerîatten çıkmış olsaydı, onunla kendisine sevab verilmezdi.”17 demektedir.
Ancak şu hususu önemle belirtelim ki içtihada ehil olmayan bir kimse verdiği hükümde hata ettiği taktirde mazur olmaz, günahkâr olur.
Bedir Gazasında alınan esirlere ne gibi bir muamele yapılacağına dair henüz bir vahiy nazil olmamıştı. Fahr-i Kainat Efendimiz (a.s.m.), kendisine bildirilmeyen her hususu ashabıyla istişare ettiği gibi bu meseleyi de istişare etti. Hazret-i Ebu Bekr esirlerin bedeline fidye alınması ve serbest bırakılması görüşündeydi. Hazret-i Ömer Efendimiz ise esirlerin hemen öldürülmeleri fikrindeydi. Ashab-ı Kiramın bir kısmı Hazret-i Ömer’in, bir kısmı da Hazret-i Ebu Bekir’in İçtihadından yana oldular. Aralarında ihtilaf çıkınca Hazret-i Resûlullah (a.s.m.), Hazret-i Ebu Bekr’in İçtihadını tercih etti ve onun muktezasıyla hüküm icra edildi.
Lakin bu hususda itab-ı İlahîyi celbeden şu âyet-i kerime nazil oldu:
“Yeryüzünde ağır basıp (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Hâlbuki AlIah (sizin için ebedi olan) âhireti istiyor.”18
Bu âyet-i kerime, Hazret-i Ebıı Bekr’in İçtihadını bozmamakla beraber, Hazret-i Faruk’un fikrinin daha üstün olduğunu ortaya koymaktadır. Demek ki, birbirine muhalif iki fikir de tasvip edilmiştir. İşte bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki, her ehl-i içtihat reyinde isabet etmektedir. Eğer, Hazret-i Ebu Bekr Efendimizin fikri hata olsaydı; hüküm icra olunmadan evvel âyet nazil olurdu. Demek ki, bu hususda nazil olan ilahî itab azimet ve efdaliyetin hilafını tercihten dolayıdır.
Hazret-i Ebu Bekr’in maksadı, esirlerden alınacak fidyeyle Müslüman askerini düşmana karşı silahandırıp kuvvet kazandırmaktı. Hazret-i Ömer’in maksadı ise, bunlarda ıslah emaresi olmadığından vücudlarını ortadan kaldırmakla yeryüzündeki fesadı önlemekti.
Şer’î hükümler; itikad, ibadet, muamelat ve ahlâk olmak üzere dört kısma ayrılır. Bunlardan itikada ait hükümlerde içtihat caiz olamaz. Çünkü bu hükümler Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyenin açık nasslarıyla sabittir ve aklî delillerle de teyid edilmiştir. Bunlar şüphe ve tereddüdlerden müberradırlar. Bunlar hakkında zan değil, yakîn ve kat’iyyet muteberdir. Onlar ne artar, ne eksilir, ne de değişirler.
İbadete taalluk eden hükümlere gelince, bunlar da Kur’an-ı Kerim ve hadislerin açıklamasıyla tesbit edilmişlerdir, değiştirilmeleri mümkün değildir. Bunlara, olduğu gibi iman ve itikad etmek gerekir. Bu gibi hüküm lerde de içtihadın cerayan edemiyeceği açıktır. Çünkü; namaz, oruç, zekât, hac gibi ibadetler taraf-ı İlâhîden kesin ifadelerle nazil olmuş ve Sünnet-i Nebeviye ile tamamlanmıştır. Bunlar hakkında içtihat yapılamaz. Meselâ: namazın rükünleri, rek’at adetleri, vakitleri hususunda içtihada asla mahal yoktur. Aynı şekilde, şirk, katl, zina, haram, içki gibi kesin yasaklar da zamanın teğayyürü ile tebbeddül etmezler. Bunlarda içtihat yapmak, bunların mahiyetlerini değiştirmek asla caiz görülemez. Böyle bir cüret, eğer cehalet eseri değilse, mukaddesata karşı bir su-i kasd demektir.
Hakkında tevile ihtimal olmayan sarih âyet ve hadis bulunan bir konuda müçtehitlerin içtihatlarına din cevaz vermez. Bu gibi nasslara muhalif olan içtihatlar ile amel edilmez.
Kur’an ve hadis ile sabit olan namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi katî hükümlerde içtihat yapılamayacağı gibi icmâ ile sabit olan hükümlerde de içtihat cereyan etmez. Bunlar şer’i hükümlerin yüzde doksanını teşkil ederler. Kıyas ve içtihada mevzu olan fer’i hükümler ise yüzde on kadardır.
İçtihat; ibadet ve muamelat ile alakalı zannî ve fer’î mes’elelerde, yani hakkında kesin hüküm olmayan sahalarda yapılabilir.
Bir Soru: Acaba içtihat yolu açık olduğu hâlde, büyük fıkıh alimleri neden dolayı içtihat yapmak yerine bir mezhebe tabî olmayı ve o mezhebin hükümlerini yaymayı tercih ettiler? Onları bu yola sevk eden sebep nedir?
Cevap: Evvela; fıkıh alimlerimizin bir kısmı içtihat kudretini kendilerinde göremediklerinden, büyük müçtehitleri taklid etmeyi tercih ettiler.
Diğer taraftan; 11. asırda müçtehitler her tarafta çoğaldılar. Bir müçtehide tabî olan ve arkasından giden mü’minler diğer müçtehitleri noksan görmeye, hatta ifrata giderek onlar hakkında şanlarına yakışmayacak sözler sarfetmeğe başladılar. Zamanla bu konuşmalar mücadele şekline girdi. Birbirlerine karşı hasmâne tavır takındılar. Mü’minler arasındaki muhabbet ve hürmet, yerini kin ve nefrete terketmeye başladı. Bundan dünyevî ve uhrevî zararların doğma tehlikesi başgösterdi. Buna mani olmak için dört imam dışındaki müçtehitler ve onlara tabi olan alimler kendi içtihadlarından vazgeçip dört imamın arkasından gitmeyi tercih ettiler. Bu sayede müsiümanlar arasında birlik ve beraberlik te’sis edildi.
Usûl-ü fıkıh âlimlerinden Muhammed Seyyid Efendi, Medhal adlı eserinde bu mes’ele hakkında geniş izahatta bulunmuştur. Bu izahların kısa bir özetini bu günün Türkçesiyle aktarmakta fayda görüyorum.
Fukaha-i kiramın içtihada girmemelerinin sebepleri:
1. Fukahanın şer-i hükümleri Kur’an ve Hadisten doğrudan istinbat etmeye muktedir olamamalarıdır.
2. Bazı mes’elelerde içtihada muktedir olsalar bile bütün mes’elelerde içtihat yapma gücüne sahip olmadıkları için bu mes’elelerde de içtihattan vazgeçip büyük imamlara tâbi olmuşlardır.
3. Ulema arasındaki rekabet ve ihtilaf sebebiyle mü’minler arasındaki birlik ve beraberliğin bozulmaması için bazı zâtlar içtihattan vazgeçmişlerdir.
M. Seyyid Efendi bu noktada İmâm-ı Gazali Hazretlerinin şu ifadelerine yer verir:
“Teşvîş-i ezhandan (zihinleri karıştırmaktan) başka bir faydası olmayan ve hakikati tenvirden ziyade fikirleri yanıltan, karıştıran bu gibi münakaşalara meydan vermemek için, ekser fukaha içtihadı terk ile dört imamı taklid yolunu tercih ettiler.”19
3 İmam-ı Şârânî, Mizanü’l-Kübra. Berekât Yayınevi, İst. 1980, s. 70
6 Yazır, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Matbaa-i Ebuzziya, İstanbul, 1935, c.
7 Ebu Zehra, İslamda Fıkhî Mezhepler Tarihi, Hisar Yayınevi, İst. 1976, s. 19
8 Bkz. Fahreddin-i Râzi, Tefsîr-i Kebir, Akçağ yay., Ankara, 1990, c. VIII, s.186-191
11 el-Buti, M. S. Ramazan, Mezhepsizlik , (Ter; Durmuş Ali Kayapınar), Sebat Basımevi, Konya, 1976, s. 165-166
12 Şâtıbî, El-Muvafakat, c. 4, İz yay., İst.-1999, s. 296
15 Bakara Sûresi, 2/269 16 Buhâri, İ’tisam, 21; Tirmizi, Ahkâm, 2 17 Şârânî, s. 76
16 Buhâri, İ’tisam, 21; Tirmizi, Ahkâm, 2
19 Muhammed Seyyid, Medhal, Matbaa-i Amire, İstanbul, 1333, s. 262.
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 13-7-2010
Müçtehit; Kur’an’ın esrarına hakkıyla vâkıf, içtihada ehil, İslâmî ilimlerin bütün ahkâmında mütehassıs olan her fakîhtir. Bu zâtlar âyet ve hadislerin sırlarına mazhar olma istidadına hâiz mümtaz insanlardır. Aklî ve nakli ilimlerin derinliklerine dalmış, keşfettikleri çeşitli cevherleri Müslümanların istifadesine sunmuşlardır.
Müçtehitlik, âlî ve mümtaz bir makam ve yüksek bir mertebedir. Kişi o makama iddia ile değil; ilimde rüsuh kazanma yanında Cenâb-ı Hakk’ın ikram ve ihsanı ile çıkabilir. O sahada onlarla yarışmak her kişinin kârı değildir. Nazar-ı ibretle bakılırsa enbiyaya vâris olmanın en şanlı ve en muhteşem bir numunesi, onlarda görülebilir. Müçtehidîn-i İzam Efendilerimizin herbiri nur-u hidâyete mazhardırlar. İlâhî hükümlerdeki maksatları idrak etmek onları tatbik sahasına koymak vazifesi onlardadır.
Sahabeden sonra şartlar değişmeye başladı. Muamelatta, ticarette, sanatta, ziraatte yeni inkişaflar meydana geldi ve yeni meseleler ortaya çıktı. Örf ve adetlerde değişmeler oldu. Elbetteki, bu ihtiyaçlara lakayd kalınamazdı. İşte bu devrede herbir müçtehid, kendisine terettüb eden vazifenin ağırlığını takdir ederek pek büyük bir gayret ve ihtimam ile içtihatta bulundular. Bütün himmet ve iktidarlarını sarfederek fıkıh ilminin kaide ve kanunlarını tesbit ettiler. İşte bu zâtlar sayesinde içtihat ilmi kemal noktasına vasıl oldu.
Müçtehidde Bulunması Gereken Şartlar Şunlardır:
1. Arapça’nın kaidelerini bütün incelikleriyle bilmelidir.
2. Kur’an’a ait ilimlere kemaliyle vâkıf olmalıdır.
3. Müçtehidin, icma-i ümmete muhalefet etmemek için hakkında icma meydana gelmiş bütün hükümleri bilmesi lâzımdır. Bunu bilmesi içinde tâ ashabdan itibaren bütün İslâm fukahasının nerelerde ihtilaf edip, hangi meselelerde ittifak etmiş olduklarını tahkik etmiş olması îcab eder.
4. Müçtehit, kıyasın vecihlerini bilmelidir. Zira, içtihadın ruhu kıyasdır. Bu sebeple bir müçtehit, ilm-i usulün kıyas bölümündeki bütün rükünleri, nevileri, hükümleri, şartları teferrualiyle bilmelidir.
5. Müçtehit örf ve adetlere vâkıf olmalıdır.
6. Müçtehit olan zâtın, hükümlere taaluk eden hadisleri hıfz edip onların senetlerini, râvîlerini; mütevâtir mi, meşhur mu, ah ad mi, mensuh mu olduğunu bilip ihata etmesi şarttır. Yine bu hadisleri rivayet eden zâtların cerh ve ta’dil açısından ahvallerine de vâkıf olmalıdır.
7. Ûsul-ü fıkıhta zikredilen esaslar, kaideler ve şartlar müçtehidde meleke haline gelmelidir.
Sadece bu şartların olması da kâfi değildir. İçtihat için fıtrî bir istidat, dehâ derecesinde bir zekâ ve kabiliyette şarttır. Abdulkerim Zeydan, Usûl-ü Fıkıh adlı eserinde, bu hususu şöyle açıklıyor:
“Müçtehit latif bir idrake, fıkıh ilmine müstaid bir akla, safi bir zihne, nafiz bir basirete, güzel bir anlayışa, harika bir zekaya sahip olmalıdır. Bunlara sahip olamayan bir kimse, içtihat kaidelerini bilse bile müçtehit olamaz.”
Bundan sonra da şöyle bir misal verir:
“Bir insan edebiyat ve şiirde ne kadar bilgisi olursa olsun, fıtrî bir istidadı yoksa şair olamaz.”
Yine bu konuda, îmâm-ı Mâlik Hazretleri de şöyle buyurmuştur:
“İlim, kesret-i rivayetle değildir; belki o bir nurdur ki, Allah Teâla onu kalbe va’z eder de onunla hak ile batılın arası tefrik olunur.”20
Evet, içtihat için ilahî bir mevhibe de şarttır. Yani kesbî olan şartlar içtihadın cesedi ise, mevhibe-i İlahî de içtihadın ruhu hükmündedir. Takva ve amel-i salihde yeterince hassas olmayan bir insan ilimde ne kadar ileri olursa olsun onun içtihadına itibar edilmez.
Bir kimsede mezkûr şartlardan birisi veya bir cüzü bulunmazsa, o kimseye ıstılâhi manasiyle müçtehit denilmez. Davayla, mücerred iddia ile sultan olunmaz. Zira, delil istenilir.
İlim ve irfan sadece insanın şahsi gayretine ve kesbine münhasır olsa elbetteki pek nakıs kalır. Çünkü, insanın fikri de, aklı da sınırlıdır. Binaenaleyh, bunlarla herşeyin, her hakikatin mahiyetini, esasını ihata etmek mümkün değildir. İlim ve marifetin tekâmülü için İlahî ilham da lâzımdır. Ancak o zaman basiret nuru parlar, birçok sırlar ve hakikatlar o nur ile keşfedilebilir. Evet, ilham ve inâyete mazhar olan bir insan hakikatlerin keşfine muktedir olabilir.
İçtihat için pek büyük bir kabiliyet ve pek geniş malûmat yanında pek büyük bir takva, salahat ve yüksek bir ahlâk da iktiza eder. Hafızalarını bütün Kur’an ile ve yüz binlerce hâdis-i şerifle tezyin etmiş nice büyük zâtlar bile içtihada cesaret edememiş, içtihat iddiasında bulunmamışlardır. Çünkü bu selahiyeti hâiz olmayanların içtihat yapmaları, mesuliyeti mucibdir. Binaenaleyh içtihada ehil olmayanların bir müçtehidi taklid etmekten başka çıkış yolları yoktur. Aksi halde, dinin kudsi ahkâmını muhafaza ve idame etmek kabil olmaz.
Ehl-i sünnet dairesinde olan müçtehit efendilerimizin cümlesinin, kâmil bir hidâyet ve müstakim bir yol üzerinde olduklarına itikat etmek, Müslümanlar üzerine bir vecibedir. Çünkü, başta Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ve sahabe-i kiramın en güzide, en salahiyetli vârisleri bu büyük müçtehitlerdir. Bunların, evliyanın da sertacı olduklarında ümmetin ittifakı vardır. Allah, dine ait hükümleri ikâme ve şeriatın hikmetlerini Kur’an-ı Kerim ve Sünnetten çıkarma hususunda bu zâtlara hususî bir ihsanda bulunmuştur.
Hakikaten onlar şeriat ve hakikatin kendilerinde zuhur ettiği muhakkik ve müdakkik asfiyaların en büyüklerindendir. Şu halde onlardan herhangi birini hafife almak, tezyif etmek veya onlarla müsavat dava etmek en azından haddini bilmezlikdir.
“Sebep olan yapan gibidir.” kaidesince, onlar kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlerin yaptıkları ibadetlerden hissedardırlar. Küllî fazilet ve ilim noktasında onların topuğuna dahi yetişilemez. Bu meselede, Bediüzzaman Hazretleri,
“Başta müçtehidin-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarikatların şahları, aktabları mı efdaldir?” sorusuna şöyle cevab vermiştir:
“Umum Müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Mâlik, Şâfiî, Ahmed ibn-i Hanbel; şahların, aktabların fevkındedirler. Fakat, hususî faziletlerdeŞah-ı Geylanî gibi bazı harika kutuplar, bîr cihette daha parlak makama sahiptirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır.”21
Müçtehitlerden bazıları Sahabe-i Kiram Hazretlerini gördüler, onlarla sohbette bulundular ve onlardan ilim ve edeb tahsil ettiler. Şer’i ahkâma ait kaide ve kanunları Kur’an ve hadislerden istihrac ettiler. Bu hükümleri istinbat hususunda azamî derecede ihtimam gösterdiler. Akıl ve nakle istinad eden şer’i meseleleri ihtiva eden kitablar yazdılar. İşte onların bu fedakârâne çalışmaları ile fıkıh ilmi tam bir istikrar ve istikamet kazandı.
Müçtehidler Örnek İnsanlardır
Müçtehitler, meslek ve meşreblerinde ciddiyete, hâl ve hareketlerinde de rıfk ve mülayemete azami dikkat ederlerdi. Onlar, “mahbub-u kulub, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus” olmuşlardı. Mugalatadan, aldatmaktan, şöhret-i kazibeden, riya ve taşanımdan şiddetle nefret ederlerdi. Hakikati taharri ve ona vusulde son derece gayretliydiler.
Müçtehidîn-i izam efendilerimiz ilim ve marifette birer umman oldukları gibi güzel ahlakta da örnek şahsiyetlerdi. Mübarek yüzlerinde muhabbetle karışık bir vakar lemaan ederdi. Allah-u Teâla Hazretleri ilmi, hikmeti, iffeti, şecaati, sehaveti onlarda cem etmişti.
Dinin ulviyeti kalblerinde yer tutmuştu. Ruhları güzel seciye ve faziletler ile münakkaşdı. İstikamet ve adalet onlarda cibilli bir emir halindeydi. Hak yolunda hiçbir kuvvet onları adaletten men edemezdi.
Onlar, fıtraten temiz, kuvve-i kudsîyeye mâlik birer insan-ı kâmildiler. Kalbleri nefsani hastalıklardan müberraydı. Onlar, hakkı izhar ve tebliğde cerbezeden ve hileden son derece uzaktılar, zâten kâmil bir akıl; insanı cahilane cüretlerden meneder.
Onlar, hak ve hakikatin aşığı idiler. Hakikat kimin ağzından çıkarsa çıksın, onu kabulde ve teslimde asla tereddüt göstermezlerdi. Benlikten, gururdan, kibirden son derece nefret ederlerdi. Nitekim İmâm-ı Şâfiî,
“Hakikatin, münazara ettiğim kimselerin elinden çıkmasından memnun olurum.”
Onlar, hakkın tecellisine o derece sarsılmaz bir aşk ve muhabbetle bağlı idiler ki, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan çekinmezlerdi. İcabında canlarını bile esirgemezlerdi. Bir takım zâlim melikler ve müstebid sultanlar bu fukaha-i izam hazretlerine her türlü ezâ ve cefâyı tatbik ettiler, İslâmiyetin nurani sahifelerini akıllara durgunluk veren zulümatlara çevirdiler, vicdanları ebediyyen sızlattılar. Gayr-i meşru arzu ve zevklerini yerine getirmek, mevki ve makamlarını muhafaza etmek için o imamları kendi siyasetlerine alet etmeye çalıştılar, fakat buna muvaffak olamadılar. Bütün bu eza ve cefaya rağmen o büyük zâtlar hak davalarında sebat edip, hakikatten zerre kadar taviz vermediler. Son nefeslerine kadar hak gördükleri mesleklerinden ayrılmadılar.
İmam-ı Azam, Ahmed bin Hanbel gibi büyük müçtehitler en zâlim sultanlara karşı hakikati söylemekten çekinmemişlerdir. İmâmı Azam kendisine teklif edilen rütbe ve payeleri reddederek hapishaneye girmeyi, hatta mazlum olarak ölmeyi tercih etti. İmâm-ı Ahmed de hapishanede zulüm ve işkencelere maruz kaldığı halde hakikatleri söylemekten çekinmedi.
Müçtehitler, hakkı ihya, batılı iptal yolunda hatır ve gönül tanımazlardı. Öyleki, haksız taraf babaları ve çocukları dahi olsa hiç tereddütsüz aleyhlerine hüküm verirlerdi. Yegane maksatları Rızây-ı Bâri’yi tahsil etmekti. Allah korkusu kalblerinde o kadar yer tutmuştu ki göz yaşları bazılarının yanaklarında izler bırakmıştı.
Onlar vüs’at-ı ihataya mâliktiler; gördükleri, işittikleri, okudukları şeyleri zihinlerinde, hafızalarında muhafaza ederlerdi. Bu nimeti Hak Teâla Hazretleri onların fıtratlarına bahşetmişti.
Hafızaları çok vüsatli birer malûmat hazinesiydi. Ayaklı kütüphane tabiri gerçekten bu gibi zâtların unvanıdır denilse yeridir. Meselâ; İmâm-ı Mâlik, bir milyon hadis-i şerifi hıfzetmişti.
Bununla beraber, nice erbâb-ı hadis vardır ki, binlerce, yüzbinlerce ha-dis ezberledikleri halde, o hadislerin ihtiva ettikleri şer’î hükümleri istihraca muktedir olamamışlardır.
Nitekim, bir gün hadis üstadı İmâm-ı A’meş, fıkıh imamlarından İmâm-ı Ebu Yusuf’tan bir meselenin hükmünü sorar. İmâm-ı Yusuf cevap verince, İmâm-ı A’meş; “Bu hükmü nereden istihrac ettin?”diye sorar. Ebu Yusuf da; “Senin bana rivayet ettiğin hadisten.” der ve hadisi okur. Bunun üzerine İmam-ı A’meş:
“Ben bu hadisi, sen daha dünyaya gelmeden ezberlemiş olduğum hâlde, bugüne kadar manasını böyle anlamamıştım.”
diyerek, İmâm-ı Ebu Yusuf un fıkıh ilmindeki derecesini takdir eder.
Müçtehitlerin bir kısmı tabiîn, diğer kısmı da tebe-i tabiîn devrinde yetişmişlerdir. Bu devirler ilim ve marifet için en güzel bir zemindir; ilim ve irfanın baharıdır. O zamanda hikmet ve marifet tohumları, az bir zamanda neşv ü nema bularak marifet çiçekleri açardı. Meselâ; Süfyan b. Uyeyne dört yaşında hafız olmuştu.
Müçtehidîn-i İzam Efendilerimiz ilim ve irfanlarını sahabelerden aldılar ve onların malûmatına kemaliyle vâris oldular. Sahabelerin bütün ahvallerini, faziletlerini, tercüme-i hallerini bilirlerdi. Herhangi bir hâdisenin zuhurunda evvela Kitap ve Sünnete sonra sahabe-i kiramın içtihatlarına müracaat ederlerdi. Bunlarda açık bir hüküm bulamadıkları meselelerde kendi rey ve içtihatları ile amel ederlerdi.
Onların mertebeleri, istidatları., ilim ve irfanları gayet yüksekti. Bunlar asr-ı saadete daha yakın olduklarından bizzat o asrın feyzine vâris olmuşlardı. Bir kısmı, Sahabe-i Kiram efendilerimizi bizzat görüp onlardan ulum-u İslâmiyeyi tahsil etmişler, içtihada ait perensipleri onlardan ders almışlardı. Bu ise, ulvi bir mansıb ve şereftir.
Müçtehitler, Sahabe-i Kiram gibi Kur’an âyetlerinin bütün meziyet ve sırlarını anlamışlardı. Ashab-ı Kiramın ittifak ettikleri meseleleri aynen kabul ederlerdi. Üzerinde icma hasıl olan meselelerde içtihada teşebbüs etmezlerdi. Müçtehitler Sahabe-i Kiram Hazretlerine hayru’l-halef oldular. Dine ait meseleleri tedkik ve tahkikde ümmet-i Muhammed’e nokta-i istinad olup müşkillerini hallettiler. Usul ve fürua ait fıkhî meseleleri bir araya toplayıp kitab haline getirerek, ümmet-i Muhammede kıyamete kadar istifade edecekleri engin ve zengin bir hazine bıraktılar.
İçtihatta kemal mertebesine nail olmak şerefi ancak dört büyük imama nasib olmuştur. Kur’an ve sünnetin esrarına hakkıyla vâkıf olan bu zâtlar, ruhlarını güzel ahlâk, salih amel ile bezetmişlerdir. Bu zâtların herbiri birer irfan harikasıdırlar. Müslümanların müşkillerini halletme hususunda birbirlerini tamamlamışlardır.
Peygamber Efendimize (a.s.m.) kemal derecede vâris olan bu zâtlar, akılları hayrette bırakan hizmetleri ile vicdan-ı umumînin takdir ve hürmetlerine mazhar olmuşlardır.
Müçtehidîn-i Kiram Hazretlerinin bu ümmete pek büyük, pek faydalı hizmetler yaptıkları inkâr edilemez. Tarihin sayfaları mütalaa edilirse bu hizmetlerin nice misalleriyle karşılaşılır.
Müçtehidin-i İzamın Tabakaları
Usul-ü Fıkıh uleması, müçtehitleri ikiye ayırıyorlar: Müçtehid-i mutlak ve müçtehid-i mukayyed. Müçtehid-i mutlak, bütün şer’i meselelerde içtihat ehliyetine haiz olan zâtlardır. Müçtehid-i mukayyed ise bazı meselelerde içtihada muktedir olup, bazı konularda ise içtihada ehil olmayan fakîhlerdir. Bunlar içtihat edemedikleri konularda diğer mutlak müçtehitleri taklid ederler.
Müçtehit kendi akıl, hayal ve hissiyatından mes’ele istihraç edemez. Ancak bütün gücünü kullanmış olmak şartiyle, şer’i deliller içinde saklı olan ve dinin itikatla ilgili olmayan fer’i meselelerini istihraç edebilir; aksi halde mesul olur.
Müçtehitlerin tabakaları birbirinden farklıdır. Bazısının derecesi daha yüksek ve daha feyizdardır.
1. Müçtehid-i fi’ş-şer’îa: Buna müçtehid-i mutlak denir. Usûl ve furû’da bir başka müçtehidi taklide mecbur olmayan İmâm-ı Ebu Hanife, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Hanbeli gibi zevattır.
2. Müçtehîd-i fi’l-Mezhep: İçtihatta tâbi olduğu mezhep imamlarının takdir ettiği usul ve kaideler üzerine hareket eden müçtehitlerdir; îmâm-ı Ebu Yusuf, İmâm-ı Muhammed gibi.
3. Müçtehid-i fi’l-mes’ele: Kendi mezhebinde hükmü mevcud olmayan bir meselede içtihada muktedir olan fukahaya denir. Meselâ: Ebu Hasan el-Kerhi, Şemsü’l-eimme el-Hülvânî, İmâm Serahsi gibi birçok zevat. Bu zâtlar ne usûlde, ne de füruda mezheb imamlarına asla muhalefet etmemişlerdir. Yalnız yeni hâdiselerde onların koyduğu usûl ve kaideler üzere içtihat yapmışlardır.
4. Ashab-ı Tahriç: Bu zâtlar, içtihat iktidarına sahip olmayan mukallitlerdir. Bunlar kendi mezhep imamlarından nakil olup da bir kaç cihete ihtimâli olan mücmel ve müphem meseleleri tefsir ve tavzihe muktedir olan fukahadır. Meselâ: Cessâs, Ebu Bekir er Razi gibi meşhur zâtlar.
5. Ashab-ı Tercih: Halkın örfünü, adetini ve zamanın ihtiyacını dikkate alarak mezhebindeki muhtelif rivayetlerden en muvafık olanını tercih iktidarına sahip olan ulema-i kiramdır. Meselâ: Meşhur “Kuduri” sahibi Ebu’l Hasan, Hidaye Sahibi Şeyh-ül İslâm Merğinâni gibi.
6. Ashab-ı Temyiz: Bunlar tercihe iktidarları olmayıp, kendi mezheplerinde mevcud bulunan kavi ile zayıf hüküm arasını temyize muktedir olan zevattır. Meselâ, Kenz’in müellifi Nesefı, Muhtar’in sahibi Ebu Fazl Müceddidi el-Mevsili, Vikaye’nin sahibi Tâcü’ş-Şerîa Mahmud Buhari, gibi...
7. Ashab-ı Taklid: Müçtehit derecesinde olmayan fıkıh alimleridir. İbn-i Abidin gibi...22
Hanefî mezhebinin temel kitaplarından olan sekiz ciltlik fıkıh kitabının sahibi olan böyle büyük bir âlimin, müçtehitlerin yedinci tabakasından sayılması, günümüzde içtihat davasında bulunanların üzerinde insafla düşünmeleri gereken bir husustur.
20 Bilmen, Ömer Nasuhi, Tefsir Tarihi, Doğuş Ltd. Şti. Matbaası, Ankara, 1960, s. 130.
22 İbn-i Abidin, Dürrü’1-Muhtar Haşiyesi, Mısır, H. 1386, s.77.
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 13-7-2010
Sual: Hazret-i Peygamber zamanında içtihat yapılmış mıdır?
Her güzel şey, her hayır nebiler eliyle meydana geldiği gibi, küllî bir hayır olan içtihadı da ilk defa icra eden Peygamber Efendimiz (a.s.m.) olmuştur. Allah Resûlü (a.s.m.) gerek ibadete, gerek muamelata ait bir çok hükümleri, Kur’an-ı Kerim’den istinbat etmiştir.
Peygamberimizin içtihat kapısını açması, teşvik ve talim etmesi Ümmet-i Muhammed’e İlâhî bir lütuftur.
İslâm dininin tekmil ve te’sisinde Allah-u Teâla Hazretleri, Habib-i Ekremine (a.s.m.), sahabe-i kiram efendilerimizi yardımcı kıldı. Peygamberlerin en efdaline, insanların en hayırlılarını refik eyledi. Resûlullah Efendimiz (a.s.m.), ashabına miras olarak, ifrat ve tefritten uzak bir sırat-ı müstakim bırakmıştır. Gönüllere silinmez bir muhabbet, zeval bulmaz bir sadakat nakşetmiştir.
Hazret-i Peygamberin (a.s.m.) iki yönü vardır:
Risalet yönüyle Hazret-i Peygamber (a.s.m.), sırf bir tercümandır, yani,
“O kendi hevasından konuşmaz. Ona gelen ancak bir vahiydir.”23
âyetinin mazharıdır. Beşeriyet yönüyle ise, içtihatla mükellef bir insandır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri Peygamberimizin içtihatları hakkında şöyle buyuruyor:
“Vahiy iki kısımdır: Biri: ‘Vahy-i sarîhî’dir ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahelesi yoktur. Kur’an ve bazı Ehadis-i Kudsiye gibi... İkinci Kısım:‘Vahy-i Zımnî’dir. Şu kısmın mücmel ve hulâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma aittir. O vahiyden gelen mücmel hâdiseyi tafsil ve tasvirde Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselam, bazan yine ilhama, ya vahye istinad edip beyan eder, veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve ken-di içtihadiyle yaptığı tafsilât ve tasviratı ya vazife-i risâlet noktasında ulvî kuvve-i kudsiyye ile beyan eder, veyahut örf ve âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre, beşeriyeti noktasında beyân eder.”24
Elmalılı M. Hamdi Yazır Hazretleri de bu konuyu şöyle beyan eder:
“İlm-i usûlde sahih olan şudur ki Resûlullah vahye muntazır olur ve vahiy varid olmıyan hususatta re’y ü içtihadiyle amel ederdi. Ve bu ictihadda ibtida’ hata da melhuz olabilir, ancak hata vukubulur ise vahiyle tashih olunur, devam etmezdi. İçtihad-i Peygamberinin, içtihadat-i saireden farkı bu idi yoksa Cenab-ı Allah; 'İçlerinden işin içyüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu bilirlerdi.'(Nisa, 4/83) diye ulema-i müçtehidîni medhetmiş ve 'Ey akıl sahipleri ibret alın!..'(Haşr, 59/2) diye istî’mali basiret ile itibar ve kıyası da emretmiş iken ulül’ebsarın seyyidi olan ve akl-ü zekâsı herkesin fevkinde bulunan Resûlullah’in bu hususdan hark olamıyacağı derkârdır. Binaenaleyh Resûlullah vahiy nazil olmayınca içtihada me’mur idi.”25
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hem bir müderris hem de bir kadı idi. Şeri hükümlerin ekserisi ona tevcih edilirdi.
Efendimiz (a.s.m.) dünya ve ahirete ait meseleleri ashabına ta’lim ediyordu. Ahirete teşriflerinden sonra bu kudsî vazifeyi Sahabe-i Kiram Efendilerimiz deruhte etmişlerdir. Evet, en mukaddes ve mükemmel bir dinin hizmetinde öyle güzide kullarını Resûl-i Ekremine (a.s.m.) yardımcı vermesi Cenâb-ı Hakk’ın hikmet ve rahmetinin muktezasındandır.
Resûlullah Efendimiz (a.s.m.), hakkında sarih hüküm bulunmayan hususlarda kendisi bizzat içtihat ederlerdi. Fakat peygamberimizin (a.s.m.) İçtihadı hatadan mahfuzdu. Çünkü bu içtihat her ne kadar kendisinin ise de hadd-i zâtında vahyin bir semeresiydi. Belki de vahyin bir mertebesiydi. Çünkü içtihat ettiği bütün mes’eleler Cenâb-ı Hakk’ın murakabesindeydi. Bu itibarla onun dine ait istihraç ettiği hükümlerde Allah’ın emirlerine muhalif olması düşünülemez. Şayet içtihadında bir hata olursa vahy ile ikaz edilip düzeltilirdi. Yaptığı içtihada bir ikazda bulunulmaz ise o içtihat Cenâb-ı Hak tarafından tasdik edilmiş demektir. Nitekim Peygamberimizin vahy ile düzeltilmiş içtihatları da vardır. Efendimizin Sünnetleri bu içtihatların neticesidir.
İçtihat ilminin kapısını ilk defa açan, en büyük rehber Resûl-ü Ekrem (a.s.m.)dır. Efendimiz (a.s.m.), talim buyurdukları ahkamın esbab-ı mûcibesini beyan ederdi. Bazı şer’î hükümleri, emsallerine kıyas ederek izah buyurulardı. Meselâ bir defasında bir sahabî “Aman ya Resûlullah! Büyük bir fenalık yaptım. Oruçlu olduğum hâlde zevcemi öptüm.” dedi. Resûl-ü Ekrem (a.s.m.), “Oruçlu olduğun hâlde, suyu ağzına almada bir beis tasavvur edemiyorsun?”buyurdular. Sahabi, “Hayır Ya Resûlullah.” dedi. Efendimiz (a.s.m.) “O hâlde öpmende de bir beis yoktur.” diye hükmettiler. İşte Efendimiz (a.s.m), bu hâdisede su içmenin mukaddimesi olan ağza su almakla orucun bozulmadığına, zevceyi öpmeyi kıyas eylemiştir.26
Diğer bir misale gelince; Cüheyne’li bir kadın Resûlullah’a gelerek: “Annem haccetmeyi adamıştı, adağını yerine getiremeden öldü; onun yerine haccı îfâ edebilir miyim?” diye sordu. Hazret-i Peygamber (a.s.m.): “Evet, onun yerine haccı ifâ et; annenin bir borcu olsaydı onu ödeyecek değil miydin?”buyurdu.27 Yine bir kadın, Hazret-i Peygamber’e (a.s.m.) gelip, annesinin oruç borcu olduğu halde öldüğünü ve onun yerine oruç tutup tutamayacağını sorunca,“Evet, tutabilirsin.” buyurdu.28 İşte bu üç misale benzer siyer ve fıkıh kitaplarında Efendimizin (a.s.m.) içtihatları mevcuttur.
27 Aynî, Umdetu’l-kâri, V/117; Müslim, el-Câmi’, II/805.
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 13-7-2010
Ashab-ı Kiram efendilerimizin fazilet ve meziyetlerini, ömür boyu yazsak bitiremeyiz. Bu bir hakikattir. Sahabelerin kudsiyyet ve ulviyetlerini, kadir ve kıymetlerini takdir etmeyen hiçbir şuurlu müslüman bulunmaz.
Dünya ashab-ı kiram efendilerimizin sayesinde huzura kavuşmuştu. Cihanın yegane medar-ı iftiharı onlar idi. Fazilet, kemalat ve adaletin yegane mümessilleriydiler. Hikmetin, marifetin nurunu alemin en uzak köşelerine kadar götüren onlardı. Onların himmet ve gayretleri, cesaret ve fedakarlıkları ile nice küffar ülkeleri İslâm diyarı haline geldi.
Onlar, bütün beşeriyetin hidâyet, selamet ve saadetini hayatlarının en büyük gayesi ve hedefi bilirlerdi. Devr-i saadet bir gayret, bir faaliyet devri idi. Bir sahabi yüz kişiye bedel idi. Azim ve metanet, iman ve irfan; sıdk ve sadakat onlarda adeta tecessüm etmiş idi. Az bir zaman zarfında çölleri geçtiler, dağ ve deryaları aştılar, İslâmiyeti Afrika’nın, Asya’nın sahralarına kadar götürdüler. Maddî manevî fütuhatlara nail oldular. Bir taraftan zulüm ve cehaletin izalesine gayret ederken, diğer taraftan ilim ve irfanın hudutlarını genişletmeye devamı ettiler.
İşte bu azim gayret ve fedakarlığın neticesi olarak İslâmiyet bütün cihana yayıldı. Artık onlara ebedî saadet ve huzur refakat etmektedir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.) kendisi içtihatta bulunduğu gibi, ashâb-ı kiramı da içtihat yapmaya teşvik ederdi.
Efendimizin ahirete teşriflerinden sonra zuhur eden meselelerde Ashab-ı Güzin Hazretleri, aynı tarzda hareket etmişlerdi. Birçok misallerinden birisi şudur ki:
Fahr-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.), ashabın fakih ve alimlerinden Muaz îbn-i Cebel Hazretlerini Yemen’e kadı gönderdiğinde kendisini imtihana tabi tutarak şu sualleri sordular:
- Ya Muaz ne ile hükmedeceksin?
- Kitab ile hükmederim Yâ Resûlallah.
- Ya Onda bulamaz isen ne ile hükmedeceksin?
- Sünnet-i seniyye ile hükmederim.
- Artık o zaman rey’im ile içtihat ederim ya Resûlallah,
dedi. Hazret-i Peygamber (a.s.m.), Hazret-i Muaz’in bu cevaplarından çok memnun oldular ve “Cenâb-ı Hakka hamdederim ki, Resûlünün elçisini, Resûlünün razı olacağı şeye muvaffak buyurmuştur.” dediler. 29
Diğer bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kitabullah’tan her hangi bir hükmü alıp onun ile amel etmek cümlenize vaciptir. Eğer aradığınız hükmü Kur’an-ı Kerim’de bulamazsanız benim sünnetime tabi olunuz. Eğer onda da bulamazsanız, ashabımın akvaline (sözlerine) temessük ediniz (onların içtihatlarına uyunuz). Zira: Ashabım semadaki yıldızlar gibidir. Her hangi birinin sözünü tutsanız hidâyeti bulursunuz.”30
Resûlullah Efendimiz (a.s.m.) sahabeler arasında meydana gelen fikir ayrılıklarından dolayı hiçbir sahabeyi muaheze etmemiştir. Ebubekir (r.a.) Hazretleri de, “Sahabelerde ortaya gelen ihtilaflar diğer mü’minler hakkında ayn-ı rahmettir.” diye buyurmuşlardır. Ömer İbn-i Abdülaziz Hazretleri de,“Sahabe-i Kiramın farklı içtihatlarda bulunmalarından duyduğum sürür; bütün arabın meşhur develerine sahip olmaktan alacağım sürurdan daha ziyadedir.”demiştir.
İmam-ı Hanbeli de “sahabeler arasında geçmiş olan ihtilafın ümmet-i Muhammed için geniş bir rahmet olduğunu” ifade etmiştir. 31
Sahabe-i Kiram Hazretleri Peygamberimizin (a.s.m.) medresesinden ders aldılar, O’nun terbiyesi ile tekemmül ettiler. O’nun getirdiği şeriat ile akıllarını ikmal, kalblerini tenvir ettiler. O Resûl-ü Azamın (a.s.m.) irşadı ve talimiyle Kur’an-ı Azimüşşan’ın en derin sırlarını idrake muvaffak oldular.
Efendimiz zamanında açılan içtihat kapısı, Ashab-ı Kiram’ zamanında daha ziyade ihtiyaç kesbetmişti. Zira o devirde bir çok memleketlerin fethedilmesiyle İslâm aleminin hudutları fevkalade genişlemişti. Kur’an-ı Azimüşşan, dünyanın en uzak köşelerine kadar nurunu yaymıştı. Ayrı ayrı milletlerden İslâmiyete giren insan sayısı had safhaya ulaşmıştı. Binaenaleyh bunların ahval ve muamelelerine ait yeni yeni mes’eleler, hadiseler ardarda zuhur ediyordu. İşte bunların hepsine, hem şeriata ve hem de maslahata uygun cevaplar vermek icap ediyordu. Yani Kur’an ve Sünnet-i Seniyyenin ruhuna muvafık bir tarzda, müslümanların müşkillerini halletmek lazım geliyordu. Bu ise sahabe-i kiramın alimlerine ve fakihlerine düşen en mühim vazifelerdendi.
Sahabeler şer’î hükümlerin bütün hakikatlerini ve esaslarını doğrudan doğruya Peygamberimizden (a.s.m.) talim etmişler, asr-ı saadette şer’i ahkâmın tahakkukuna vesile olan bütün hâdiselere bizzat şahit olmuşlardır. Bunun için şeriatın hikmetini, Peygamberimiz’in maksadını, âyet ve hadislerin serahat ve delaletlerini, işaret ve imâlarını, hakikat ve mecazını, umum ve hususunu bilmek onlarda meleke haline’ gelmişti. Kitap ve sünnetin; nasih ve mensuhunu hadislerin sahih ve gayr-i sahihini herkesten ziyade bilirlerdi.
İçtihada ait kaideleri evvela Resûl-i Ekrem Efendimizin huzurlarında sahabe-i kiram efendilerimizin fakihleri tesbit ettiler. Bir hâdisenin şer’i hükmünde birinci derecede Kitab’a, ikinci derecede Sünnete müracaat ederlerdi. O mesele hakkında kitab ve sünnette sarahat bulunduğunda rey ve kıyasa asla itibar etmezlerdi. Mümkün olduğu kadar hükümleri, âyet ve hadislerin delalet ve işaretinden istihraç ederlerdi. Allah Resûlü (a.s.m.) hayatındayken, O’nun yanında ve yakınında bulunan ashabı, meseleleri bizzat kendisinden sorarladı. Uzakta bulunanlar ise âyet ve hadisten bulamadıkları hükümlerde içtihada müracaat ederlerdi.
Hanbeli ulemasından meşhur İbn-i Kayyım, İ’lâmu’l-Muvakkiîn adlı kitabında sahabe-i Kiramın fakihlerinin sayısının 130 olduğunu beyan ediyor. Fakat bunlar içinde içtihatla en ziyade maruf ve meşhur olanları, dört halife, Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer, Ebu Musa-el-Eş’ârî, Muâz bin Cebel, Übey bin Kâ’b ve Zeyd bin Sâbit Hazretleridir.
Hazret-i Ömer bir mes’ele hakkında hüküm vereceği zaman hiç acele etmez, uzun süre düşünür, pek ziyade itina ederdi. Sahabenin fakihlerini toplar, her birinin reylerini alırdı. Tam kanaat edinceye kadar müzakerlerde bulunur, sonra hükmederdi. Hazret-i Ömer icraatında ne kadar şedid ise, şer’î mes’elelerin hallinde o derece halim ve mülayim idi. İstişaresiz hiçbir zaman hüküm vermezdi. Ebu Musa el-Eş’âri’ye kitab ve sünnet-i Nebevî’de sarahaten bulamadığı hususlarda içtihada müracaat etmesini emretmişti.
Hazret-i Ömer bir gün minberde şöyle der:
“Ey insanlar! Rey (görüş, içtihat) ancak peygamberden isabetli olur. Çünkü Allah Ona gerçeği göstermiştir. Bizden sadır olan rey ise, bir zan ve tekellüftür.”
Efendimizden (a.s.m.) sonra kendilerine uyulmaya layık olanlar, ancak bu güzide insanlardır. Ümmet-i Muhammed’in içerisinde onların imtiyazı, hadis-i şeriflerin sarahatiyle, yıldızlar gibidir. Onlara, fedakarlık, ubudiyet, takva, ilim ve irfanda olduğu gibi içtihat noktasında da kimsenin yetişemeyeceğinde ehl-i Sünnet ittifak etmiştir.
O asrın insanları hayır ve fazilette en üstün mertebelere nail oldular. Nitekim Peygamberimizden sual etmişler: “İnsanların hangisi daha hayırlıdır?”Efendimiz: bir hadis-i şeriflerinde
“Güzel hayatı, saadet ve selametle yaşamanın en âlâsı beni görene ve beni göreni görene ve o göreni görene .. (ila ahir)”32
buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerife göre en yüksek makam ve şeref sahabelerindir. Bunların fevkinde bir makam ve şeref tasavvur edilemez. Zira bunlar nübüvvet medresesinin talebesi, Risalet semasının yıldızlarıdır. Bunlardan sonra tabiin ve tebe-i tabiinin dereceleri gelir; içtihat noktasında cadde-i kübra bunlarındır. İbn Hacer Hazretleri de bu hadis-i şerifi izah sadedinde şöyle buyurmuşlardır:
“Resûlulllahın bu hadis-i şeriften muradı, o asırlarda ilim ehli ve içtihat sahiplerine ilim ve fazilet noktasında, sonradan gelenlerin yetinemeyeceğidir.”
Evet, Efendimizin (a.s.m.) hüsn-ü teveccühüne mazhar olan bu mümtaz insanlara tabi olmaları ümmet-i Muhammed hakkında bir zarurettir. Zira Allah, İslâm’ın binasını onlarla tesis etmiş ve onları Nebiyy-i Zişan’ın (a.s.m.) huzur ve nazarıyla taltif eylemiştir.
Onlardaki, kalb temizliği, gönül zenginliği, ilmî ihata, ince nazar, ciddiyet ve sadakat onları hidâyetin zirvesine çıkarmıştır. Senelerce Fahr-i Kainat Efendimizin (a.s.m.) sohbetinde bulunarak o nur-u Nübüvveti kana kana içen sahabeler içinde yetişen alim ve fakihlerin yaptıkları içtihatlar, sonraki asırlarda gelen müçtehitlere ve fakihlere rehber olmuştur.
İslâmiyeti yayma uğrunda gösterdikleri gayret ve fedakarlıkta olduğu gibi Kur’an’dan hüküm çıkarma dirayetinde de sahabe-i kirama kimse yetişemez. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri bu hususu şöyle dile getirmektedir:
“İçtihatta, yani istinbat-ı ahkâmda, yani Cenâb-ı Hakk’ın marziyatını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez. Çünkü o zamandaki o büyük înkılab-ı İlahî, Marziyat-ı Rabbaniyeyi ve Ahkâm-i İlâhîyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, “Rabbimizin bizden istediği nedir!”diye merak ederdi. Ahval-i zaman, bu hali işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, bu manaları tazammun ederek vuku buluyordu. İşte bunun için herşey ve her hal ve muhavereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o manaları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden; sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden; içtihat ve istinbatta istidadı kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan; bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbat ve İçtihadı, o sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünki şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddîye akla körlük verdiğinden; beşerin muhiti içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihat hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. Yirmiyedinci Söz’ün içtihat bahsinde, Süfyan İbn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin muvazenesinde isbat etmişiz ki; Süfyan’ın on senede kazandığını, öteki yüz senede kazanamıyor.”33
29 Tirmizî, Ahkâm 3, 1327-1328 30 Keşfü’l Hafa, 1/64.
31 Mer’i, Dr. Hasan Ahmet, El-içtihat Fi’ş-şeri’at-il İslâmiye, Riyad, 1984-1404, sh. 8
32 Bu hadis Camiüssağir’de Ebû Saîd el-Hudrî’den rivayet edilmiştir.
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 13-7-2010
Tabiîn devrinde, İslâm aleminin her tarfında birçok ulema ve muhaddis yetişmiş idi. Bunların çoğu müçtehit derecesindeydiler ve birbirlerini asla taklit etmezlerdi. Sahabe-i kiramın ittifak etmiş olduğu mes’eleleri aynen kabul ederlerdi. Tabiin zamanındaki bütün sohbetler, nübüvvet nurunun yakınlığı sebebiyle feyizli ve bereketli îdi. O sohbetleri yapan ulemanın imanları dağlardan daha rasih, çelikten daha kavi idi. Vicdanları saf, akılları berrak idi. Ashab-ı Kiram Efendilerimiz İslâm dininin zahir ve batınını Nübüvvet Güneşi (asm)'nden nasıl istihraç etmişlerse, bunlarda aynı yolu takip etmişlerdi.
Lakin ashab arasındaki ihtilaflı mes’elelerde; hangisinin rey ve fikrini daha kuvvetli ve kendi içtihatlarına daha uygun bulurlarsa onu tercih ederlerdi. Sahabe zamanında temeli atılan içtihat ilmi, tabiin devrinde kemal noktasına ulaştı. Ve müstakil bir ilim halini aldı.
O devir, müçtehitler sayesinde cidden bir ilim ve irfan asrı haline gelmişti. O dönemin erbâb-ı irfanı bütün himmetlerini ilim ve marifetin terakki ve tealisine, bilhassa içtihat ilmine hasretmişlerdi. Zira onların nazarında en yüksek maksad insanların müşkillerini halletmek için Kur’an ve hadislerden fer’i mes’eleleri istinbat ve istihraç etmekti.
O zamanda yetişen ulema Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) hakiki manada vârisiydiler. Onlar dünyaya ait servet, makam, şöhret ve ihtişam gibi fâni meziyetlere bedel fazileti tercih etmişlerdi. Bu zâtlar dünyanın şan ve şerefine iltifat etmediler, fakat şan ve şeref de bunların peşini bırakmadı. Bu bahtiyar insanların hayatları inceden inceye tedkik edildiğinde görülür ki, bunlar dünyaya zevk ve sefa için değil, sadece fazilet ve irfan için gel-mişlerdi. Fazilet, ilim ile ubudiyetin ittihadından hasıl olan ulvi bir seciyedir. Bunun ruhu ve esası rızay-ı İlâhîdir ki, maddî-manevî hiçbir şeye hatta cennete bile vasıta edilemez. Evet, fazilet hissi dünyevi ve şehvanî zevklerden çok daha mümtazdır. Tatmayan bilemez, zevk etmeyen anlayamaz.
İslâm tarihi bize gösteriyor ki, ilim ve irfanın en muhteşem ve en feyizli dönemi Asr-ı saadetten sonra, tabiin ve tebe-i tabiin dönemi olmuştur. O zamanda bütün Müslümanlar dine karşı derin bir hürmet, hakiki bir muhabbet beslerlerdi. İman ve Kur’an sadece kalp ve vicdanlarında hükmetmekle kalmıyor, hareketlerine de bütün haşmetiyle aksediyordu. İnsanların büyük çoğunluğu, herşeyden ziyade ilim meclislerine rağbet ederlerdi. O meclislerde cereyan eden hâdiselerden ve sohbetlerden ders alırlardı. O asırda bütün ulemanın istidat ve kabiliyeti tamamen içtihada yönelmiş ve kısa bir zaman zarfında binlerce alim, içtihat aleminde pek parlak mevkiler ihraz eder hale gelmişlerdi.
İmam-ı Azam, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ahmed Hazretleri gibi dahî alimler, nevvar dimağlar bu devirde zuhur eden ilim ve irfan meş’aleleridir. Risalet güneşinin en yakın vârisleri bunlardır. Bu zâtları, kendilerinden sonra gelen asırlardaki alimlerden mümtaz kılan meziyetlerde, bu yakınlığın payı çok büyüktür. Bundan dolayıdır ki daha sonra gelen fukahanın hiçbiri bu alimlere yetişememiştir. O devre arifane bir nazar ile bakılınca görülür ki, müçtehidin-i izam hazretleri dâima hikmet ve marifetin teâlisiyle meşgul olmuşlardır. Hayatın en âli zevk ve sürürünü bu meşguliyetlerinde bulmuşlardır.
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 13-7-2010
Mezhep, lügatta, gidilen yol manasına gelir. Ehl-i Sünnet dairesi içerisinde binlerce müçtehit varsa da; bunlar içerisinde kendilerine tabi olunan ve meşhur olan mezhep sahipleri şu on iki imamdır:
1. İmam-ı Azam Ebu Hanife
4. İmam-ı Ahmed b. Hanbel
6. İmam-ı Sufyan b. Ûyeyne
9. İmam Muhammed İbn-ül Cerir et-Taberi
11. İm’am-ı Ebu bekir b. Münzir
12. İmam-ı İshak İbn-i Rahveyh
Bunlar “Kime hikmet verilmişse, ona hayr-ı kesir verilmiş olur.”34 âyet-i celilesine ve “(Allah) Kime hayır murad ederse O’nu dinde fakih kılar.”35 hadis-i şerifine hakkıyla masadak olmuşlardır.
Bunların ilimdeki ve içtihattaki yüksek makamlarına onlardan sonra gelen alimler yetişememişlerdir. Hak mezheplerin sayısı önceleri onikiye kadar çıkmış ise de daha sonra diğer sekizinin taraftarları kalmadığından mezhepler dörde inhisar etmiştir.
Muhammed Seyyid, “Medhal” adlı eserinde mezheplerin teessüsüne geniş yer vermiştir. Bu bölümden bir kısmını günümüz Türkçesi ile aşağıda takdim ediyoruz:
"Mezhepler teessüs etmeden önce bir kimse bir mes’ele için herhangi bir fıkıh alimine, bir başka mes’ele için de başka bir alime müracaat ederdi."
"Tabiin devrinin sonuna doğru yavaş yavaş içtihat müessesesi teessüs etmeye ve fıkıh hususi bir dal olarak tedris edilmeye başlandı."
"Müçtehit devri başlayınca, içtihat ile ilgili meslekler tamamen teessüs etti ve içtihat müstakil bir ilim olarak diğer ilimlerden ayrıldı. Iraklıların imamı Ebu Hanife, Hicazlıların imamı İmâm-ı Mâlik, Mısır’ın imamı İmâm-ı Şâfiî gibi büyük müçtehitler bütün cehd ve gayretlerini sarf ederek âyet ve hadisleri, sahabelerin ve tabiînin eserlerini tamamen tedkik ettiler ve kendilerinden önce cevapları verilmiş veya verilmemiş, fikhi mes’eleleri tertip ederek hükümlerini tespit ettiler. Bu suretle fıkıh ve usul-ü fıkıh ayrı birer ilim dalı olarak teşekkül etti.
İşte bu suretle teessüs eden fıkıh müesseselerinin her birine MEZHEP ve bunların kurucularına da İMAM ismi verildi."36
Fıkıh ilmi, dolayısıyla mezhepler, dört imam ile başlamış değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, içtihat kapısının açılması ve dolayısıyla mezheplerin teşekkülü tâ asr-ı saadete dayanır. Bu hususta Kevserî’nin beyanlarından bir kısmını aşağıda takdim ediyoruz:
Peygamber (a.s.m.) ashabına fıkıh öğretiyor ve dini kaynaklardan hüküm çıkarma melekesi hususunda, onları hazırlıyordu. Hatta altı kadar sahabi, Peygamber devrinde fetva veriyorlardı. O’nun (a.s.m) ahirete intikalinden sonra da ashab, bu kişilerden fıkıh öğrenmeye devam ettiler. Onların sahabe ve tabiin arasında, fetvada meşhur arkadaşları vardı. Medine ahalisinden olan tabiinden bir çoğu, fıkıh ve hadis sahasında sahabeden nakledilen, dağınık fetvaları toplamaya başladılar. Medine ehlinden fukaha-i Seb’anın (yedi fıkıh alimi) fıkıh ilminde, yüce makamları vardır.
Hazret-i Faruk, Kûfe şehrini inşa etti ve İbn-i Mes’ûd’u ordaki insanlara fıkıh ilmini öğretmek üzere oraya gönderdi.
Aclunî, Irak’ın diğer beldeleri bir yana, sadece Kûfe’de 1.500 sahabinin fıkıh tahsil ettiğini ifade eder...37
Bütün hak mezhepler, dinin temel meselelerinde ittifak etmekle beraber füruata ait bazı hükümlerde farklı içtihadlarda bulunmuşlardır. Müslümanlar ibadet ve muamelâta ait hükümlerde bu mezheplerden birine tâbî olmuşlardır. Hatta keşif ve keramet sahibi olan bütün veliler, kutuplar ve ilim, irfan sahibi asfiyanın herbirisi, bu hak mezheplerden birine intisap etmişlerdir. Meselâ; İmâm-ı Muhammed, İmâm-ı Ebu Yusuf, Serahsî, Kadıhan, Kudûri, İbn-i Abidin, Hanefî mezhebine tabi olmuşlardır. İmâm-ı Gazali, Rafii, Nevevî, Fahreddin-i Razi, Taftezani, İmâm-ı Suyııtî Şâfiî mezhebine; İbnü’l-Hacib, Zerkani, Muhyiddin-i Arabî, Ebu’l-Haseni Şazelî Mâliki mezhebine; Abdulkadir-i Geylani, İbni Kudame, Cevzi ise Hanbelî mezhebine tabidirler. Aklî ve naklî ilimleri cem edip sayısız eserler veren ve asırlarını layıkıyla tenvir eden nice alimler, nice fakihler, nice büyük zâtlar içtihada heves etmeyerek dört büyük müçtehide tabii olmayı tercih etmişler ve bunu kendileri için şeref bilmişlerdir. Selamet ve saadetlerini bunlara tabi olmakta, o azim imamların yolundan gitmekte görmüşlerdir. İslâmiyetin en şanlı devirlerinde yetişen büyük alimler, telif ettikleri eserlerle ve yetiştirdikleri talebeler ile bu dört müçtehidin hayra’1-halefi olmuşlardır.
Böyle muhtelif zamanlarda ve mekanlarda yaşamış, meşrep ve meslekleri ayrı olan binlerce ulema ve mütefekkir ittifakla bu dört imamın mezheblerine intisap etmişler, onların içtihat ettiği meseleleri yaşayıp yaşatmışlardır.
Kelam, tefsir, hadis gibi ilim dallarında mütehassıs nice ilim erbâbının müçtehidîn-i ‘izâma tabi olmaları, mücerret ve avami bir taklid değildir. Onların bu taklidleri tahkike istinad eder.Bu taklidin temelinde ihtisasa hürmet şuuru yatar.
Evet, bu kadar keskin akıl sahibi, ilim ve irfanda meleke kesbetmiş zâtlar, acaba ihtimal var mıdır ki hakikati olmayan herhangi bir yanlışa bir ömür boyu bağlanıp kalsınlar, körü körüne bu büyük müçtehitlerin arkasından gitsinler? Buna ihtimal verip kabul eden bir akıl düşünülemez.
Bu alimlerin, bu dört mezhep etrafında toplanmaları, o mezheplerin etrafında çekilmiş çelikten bir sur ve Zülkarneyn’in seddi gibi yıkılmaz bir seddir. Hiçbir şeytanın nüfuz edemeyeceği, delemiyeceği bir surdur.
Bu zâtlar, müçtehidîn-i izam efendilerimizin içtihat ettikleri hükümlerin her birini hakikat kabul etmişler ki, onlara karşı muaraza da bulunmamışlardır. Meselâ; âlem-i İslâm’ın her tarafında takdir ve hürmete mazhar olan İmâm-ı Gazali, Hüccetti’l-İslâm unvanını kazanmış olmasına rağmen, içtihat hususunda İmâm-ı Şâfiî Hazretlerine tâbi’ olmuş ve buyurmuşlardır ki;
“Ben içtihat sahasında tahkikatta bulundum, bu tahkikatlar beni Şâfiî mezhebine götürdü.”
Her şeyde muvaffakiyet, İlâhî yardıma bağlıdır. Allah’ın ihsanı bir kimseye yâr ve yaver olmazsa o kimse kendi tedbir ve gayretiyle matlubuna muvaffak olamaz. Elbette, sebeblere müracaat lâzımdır. Fakat esas olan Cenâb-ı Hakk’ın tevfık ve ihsanıdır. Mezheplerin onikiden dörde inmesi de bu sırra binaendir.
Usul-ü fıkıh alimleri “Her mezhebin rey ve içtihadının bu ümmete bir rahmet ve bir suhulet olduğu şüphesizdir.”, diye hükmetmişlerdir.
İmam Şaranî Hazretleri, mezhepleri aynı pınardan dağılan su arklarına benzetir38 ve bütün imamların kavillerinin, sözlerinin hepsinin aynı denizden alındığını ifade eder ve mezhepler arası farklılıkların “ruhsat ve azimetten”kaynaklandığını söyler. Yani bir mezhepte azimet kabul edilen bir hüküm, diğerinde ruhsat kabul edilmiştir.
İmam-i Şarani, bu hususta şu değerlendirmeyi yapar:
"Dine muhatap olan insanlar bedenen ve imanen ya güçlü veya zayıftırlar. Din, güçlü olanlara azimet, zayıf olanlara ise ruhsatla hükmeder. Meselâ, ezanın abdestli okunmasıyla ilgili rivayet azimeti, abdestsiz okunabileceği şeklindeki rivayet ise ruhsatı bildirir."
İmam bu görüşüne delil olmak üzere;
“Allah-ü Teâlâ, azimetlerini yapanı sevdiği gibi, ruhsatlarını işliyeni de sever.”39
hadîs-i şerifini nakleder ve kitabında bu mevzuda bir çok misaller verir, mezheplerin içtihadı hükümlerini azîmet-ruhsat mizaniyle tartar ve muvâzenelerini yapar.
1. Devlet ile mücadele eden bagîlerin isyanı terk edip teslim olmaları hâlinde, önceden telef ettikleri can ve malların tazmini hususunda iki görüş vardır. Bunlardan birincisi İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Ebu Hanife ve İmâm-ı Şâfiî’nin görüşleridir ki; bilgilerden telef ettikleri can ve mala ait şeylerin tazmin edilmemesidir. Tâ ki, bunlar devlete ısındırılsın ve itaatleri temin edilsin. Hem de aradaki ihtilaf kaldırılsın, asayiş te’min edilsin ve millet huzur ve güvene kavuşsun. İkincisi ise İmâm-ı Ahmed’in görüşüdür; “telef edilen şeyler tazmin edilip, bagilerin cezalandırılmasıdır.” Ta ki cesaretleri kırılsın ve bir daha devlete isyan etmesinler. Devletin otoritesi sağlansın. Bu iki görüş de sahihdir, birincisinde tahfif yani ruhsat vardır, ikincisinde teşdid yani azimet vardır.
2. Üç imamın “Ramazan orucu için her gece niyet etmek lazımdır.” kavli ile İmâm-ı Mâlik’in “Bütün ay oruç için bir niyet etmesi kafi gelir.” kavlidir. Birincisi azimet, ikincisi ruhsattır.
3. Üç imamın, “Kadınların kamet getirmesi sünnet değildir.” kavli ile, Şâfiî’nin“sünnettir” kavlidir. Birincisi ruhsat, ikincisi azimettir.
4. İmâm-ı Ebu Hanife’ye göre sabah namazının kılınmasında muhtar olan, ortalığın aydınlandığı vakit yani, alaca karanlık vaktidir. Üç imama göre ise imsakin hemen sonrasıdır. Birincisi azimet, ikincisi ise ruhsattır.
Bediüzzaman Hazretleri ise hak mezheplerin hepsinin görüşlerinin isabetli olduğunu şöyle bir temsil ile beyan eder:
"Eğer desen: Hak bir olur; nasıl böyle dört ve oniki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?"
"Elcevab: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır; şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır, tıbben vâcibdir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine, az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine, zara’rsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir; afiyetle içsin, tıbben ona mubahtır. İşte hak burada taaddüd etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki: 'Su yalnız ilâçtır, yalnız vâcibdir, başka hükmü yoktur.'”
"İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhîye mezheblere hikmet-i îlâhîyenin şevkiyle ittiba edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur."40
Yine Bediüzzaman Hazretleri Lemaat adlı eserinde bu hakikati şu veciz ifadelerle ortaya koyar.
Derd ile dermanlar taaddüdü hak olur, hak da taaddüd eder. Hacat ve ağdiyenin tenevvüü hak olur, hak da tenevvü eder. İstidad, terbiyeler, tekessürü hak olur, hak da tekessür eder. 41
Bu bahsi İmam Şârânî’nin şu sözleriyle tamamlayalım:
“Bütün müçtehitlerin sözlerinin kaynağı olan şerîatin menbaına, kalb gözü ile eriştim. Her bir fakih için, ondan ayrılan bir cedvel, yani bir kanal gördüm... Ve herbir müçtehidin, zan ve tahminle değil, keşf ve yakîn ile içtihadında isabet ettiğini bildim ve Şerîate göre, bir mezhebin, diğer bir mezhebden evla olmadığını anladım.”42
Sual: Bazı insanlar derler ki; Peygamber Efendimiz (a.s.m.) zamanında mezhebler yoktu, Efendimiz (a.s.m.) bir kitapla, bir şeriatle geldiği halde dört mezheb nereden zuhur etti? Biz bir mezhebe niçin bağlı kalalım da kendi içtihadımızla amel etmeyelim?
Cevap: Bütün hak mezhebler Kur’an'dan alınmıştır. Fahr-i Âlem Efendimiz (a.s.m.), kendisine inzal olunan Kur’an-ı Kerim ve ilham buyrulan hadis-i şerifler ile İslâm dinini tekmil eylemiştir. İşte İlâhî hükümlerin büyük bir kısmı (yüzde doksanı), bu iki ulvî kaynağın sarahatiyle tebeyyün etmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Şeriatın yüzde doksanı -zaruriyat ve müsellemat-ı diniye- birer elmas sütundur. Mesail-i içtihadiye-i hilafiye, yüzde ondur. Doksan elmas sütun, on altunun himayesine verilmez.” 43
Bununla beraber, Kur’an ve hadislerin sarih manalarından başka mecaz, kinaye, işarî gibi hakikatleri de vardır. Diğer taraftan Kur’an-ı Kerim’in âyetlerindeki bazı kelimelerin farklı manalara kabiliyeti olup bu manalardan hangisinin gerçekten ilâhi murad olduğu açıkça bilinmemektedir. İşte bu iki noktadan içtihat kapısı açılmış ve mezheplerin zuhur etmesi kaçınılmaz bir ihtiyaç olmuştur. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Efendimiz (a.s.m.) bizzat içtihat yapmış, içtihadın ana kaidelerini vaz’ ederek ashabının alimlerine de içtihadı bizzat talim buyurmuştur. Demek oluyor ki, mezheplerin menbaı Peygamberimizin (a.s.m.) bizzat kendisidir ve içtihat kapısını ilk defa Peygamber Efendimiz (a.s.m.) açmıştır. Böylece açılan içtihat kapısı akl-ı selimin de te’yid ve tasdikini kazanmıştır. Bu içtihat vazifesi, müçtehit âlimlerce de yerine getirilmiştir.
Evet, müçtehidler, kendileri için içtihat etmişler ve hiçbir kimseye, “Gelin bana uyun.” dememişlerdir. Üstad Bediiizzaman Hazretleri de; “Her müstaid; nefsi için içtihad edebilir, teşri’ edemez.”44 buyurmuş ve bu hakikati veciz bir surette ifâde etmişlerdir.
İçtihada ehil olmayan müminler ise, bu müçtehitlerin içtihatlarına göre amel etmiş ve müşkillerini halletmişlerdir. Böylece mezhepler teessüs etmiştir. Bu mezheplerden dördü, bütün ümmet-i Muhammedin gönlünde yer tutmuş ve vicdan-ı umûminin kabulüne mazhar olmuştur.
Alimler ve muhakkikler inceden inceye tetkikleri neticesinde bu dört mezhebin, Kur’an-ı Kerimin esaslarından ve Hazret-i Peygamberin sünnetinden çıktığına hükmetmişlerdir. Bu dört mezhep arasında fer’î meselelerde ihtilaflar olsa da bunların dördü de ehl-i sünnettir. Ehl-i sünet ise tuba ağacı gibidir. Kökü semavî Kur’an’a bağlı, dalları alem-i İslâm’ın her tarafına yayılmıştır. Her bir mezhep bu ağacın bir dalı hükmündedir.
Büyük müçtehit ve fakihlerimiz, birbirlerinin fazilet ve kemalatını takdir ederek, birbirlerine daima hürmet ve muhabbet göstermişlerdir. Birçok meselelerde istişare etmişler, bir müşkilatı halletmekte edeb ve nezaket içe risinde görüşlerini ifade etmişlerdir. Lisanlarını münasebetsiz tabirlerden muhafazaya azamî dikkat göstermişlerdir.
Dört büyük mezheb imamı birbirlerinin içtihatlarına daima saygı gösterdikleri gibi onlara tâbi o!an Müslümanlar da asırlardan beri bir arada muhabbet, huzur ve rahat içinde yaşamışlar ve yaşamaktadırlar. Hacdaki Müslümanların hali buna en güzel bir misaldir; diğer mezheb mensubları Hanbeli bir imamın arkasında hep beraber aynı saflarda namaz kılmaktadırlar.
Bütün mü’minler, bu dört imamın içtihatlarına tâbi olmuşlar böylece mezhep imamları, mü’minlerin yanında itibar kazanmışlar ve bütün bir ümmetin “emini” olmuşlardır. Artık, onlar insanlık aleminin medar-ı iftiharlarıdır. Bu imamlar, ondört asırdan beri ümmet-i necibeye ibadet ve muamelatta yol gösteren birer üstad ve rehber olmuşlar, onların müşkillerini halletmişlerdir.
Dört mezhebe ait kitaplar tedkik ve tahkik edildiğinde bu kitapların bu ümmete gayet kıymettar bir hazine ve servet olduğu görülür. Bunlar beşeriyeti kıyamete kadar tekamül ve tealiye sevkedecek hakikat ve prensipleri ihtiva ederler.
Sonraki asırlarda gelen büyük alimler, fakihler o zâtlara muhalif rey beyan etmek yerine dört büyük imamdan birinin mezhebine tabi oldular. Bunu kendileri için bir şeref kabul ederek onların içtihat ettikleri fer’i meseleleri tedrisat ve te’lifat yoluyla diğer insanlara anlatmayı kendilerine vazife telakki ettiler.
Mezhep imamları, Müslümanların başlarına gelebilecek hemen her işin hükmünü bildirmişlerdir. Asırlardır dört mezhebe uyan Müslümanlardan herhangi bir müşkilinin cevabını bulamıyan duyulmamıştır. Bugün de dünyanın her yerinde yaşayan Müslümanların her türlü suallerinin cevabı bu dört hak mezhebin kitaplarında temel kaideler halinde mevcuttur.
Müçtehitler, Kur’an denizinin derinliklerinde gizlenmiş cevherleri istihraca ehil olan zâtlardır. Dört büyük imamdan İmâm-i Azam hakkında Elmalılı Hamdi Efendi’nin şu güzel tesbitini burada takdim etmek isterim.
“İmam-i Azam kıyamete kadar vuku’ bulacak hadisat-ı beşeriyenin müfredatına dair Kur’an-ı Azimüşşan ve Ehadis-i Nebeviye’nin havi olduğu ahkâm-ı umumiyeyi tasrih etmiş (açıklığa kavuşturmuş) ve zamanına kadar mevcud olan hâdiseler ile vücudu muhtemel bulunan hâdiseleri tedvin ederek, her birinin kitap ve sünnette mündemiç olduğunu göstermiş bir müçtehid-i âlışandır ki, muvaffakiyetlerine sadece iktidar-ı fıtrileri değil nur-u nübüvvete kurb-u ahidleri de yardım etmiştir.”45
Bu izahtan anlaşılacağı üzere bugün İmâm-ı Azam gibi bir müçtehid-i ekberi yetiştirmek adeta muhal haline gelmiştir.
Dört mezhebi, Müslümanların ittifak ve ittihadı noktasında düşünürsek, onların sadece ve sadece hayır olduklarını görürüz. Eğer bu dört mezhebe tabi olunmazsa (veyahud inkârla mukabele edilirse), o zaman herkes içtihat yapmaya kalkışacak ve bu enaniyet asrında hiç kimse kendi içtihadını bırakarak başkasının içtihadıyla amel etme faziletini göstermeyecektir. Bu ise, dört mezhebin terkini ve binlerce mezhebin kabulünü gerektirir. Böylece birlik ve beraberlik bozulur, amelde ve muamelatta anarşi baş gösterir.
Bundan dolayı, hikmet ve maslahat dört mezhebin bekasında ve devamındadır. Çünkü, bu dört büyük müçtehide uymak, tâbî olmak, ittihad ve ittifak vesilesidir. Hicrî II. asırdan sonra gelen bütün fukahanın bu dört mezhebi taklid edip tabi olmaları amiyane ve şuursuz bir hareket değil, beiki şuurlu, hikmete hakikata istinad eden alimane, arifane, münsifane bir telakkidir.
Son olarak bu soruyu soran zevata deriz ki; 1.400 seneden beri gelmiş olan alimler, mürşidler, evliyalar dine ait pek çok şeyin sırrına ve hikmetine vâkıf oldukları hâlde; mezheblerin teaddüdüne bir itiraz, bir muhalefet göstermemeleri, acaba mezheplerin hakkaniyetine ayrı ve önemli bir delil değil midir?
Elhasıl; İslâm dinindeki mezheblerin tesisindeki en büyük gaye ve hikmet Müslümanların ittihad ve intizamını temin etmektir. Bu mezhebler sayesinde Müslümanların ferdi ve içtimai, dünyevi ve uhrevi müşkilleri hallolmuştur. İslâm dininin gerek itikat, gerekse ibadet ve muamelata ait yüksek hakikatleri bu mezhebler sayesinde muhafaza edilmiştir.
Mezheplere Tâbî Olmayanlar
Hak mezheplerde, akıl ve mantığın tasdik etmediği hiçbir mes’ele yoktur. Çünkü onların nokta-i istinadı Kitap, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahadan ibaret olan edille-i şeriyyedir. Dağlardan daha metin olan o edille-i şeriyye, hiçbir beşerî kuvvetin tahrib edemeyeceği çelikten bir kaledir. Bu kaleden çıkanların, ehl-i sünnete düşman olan menfi cereyanlara kapılmaları veya alet olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Şunu da ehemmiyetle nazara vermekte fayda görmekteyim: Mezhebleri beğenmeyen, onlardan birine uymayan veya mezheplerin kolay yanlarını alan bir kimse, asırlardan bu yana gelip geçmiş milyonlarca müslümanın yolundan ayrılmış, kendi başına yeni bir yol tutmuş olur. Böyle kimseler, Kur’an-ı Kerim’in;
“Kim, Peygambere karşı çıkar ve kendisi için doğru yol belli olduktan sonra mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.”46
tehdidinden de hissedar olurlar.
Mukallid olan bir kimse hangi mezhebe intisab etmiş ise, artık her meselede o mezhebin hükümleriyle amel etmesi ve mezhebinde sebat etmesi lâzım gelir. Ancak zaruret hâllerinde herhangi bir meselede yine kendi mezhebinde kalmak şartıyla, diğer bir mezhebin hükmüyle amel edebilir. Bu ise ancak bir âlimin fetvasıyla mümkün olabilir.
İmam-ı Gazali Hazretleri de bu görüştedir.47 Mademki taklid sahibi bir mezhebi iltizâm etmiştir, artık onda sebat etmesi gerekir.
Netice olarak; kişinin kendi hevesine uyarak sık sık mezheb değiştirmesi, onları hafife almak manasına gelir.
Son asrın müdakkik alimlerinden Muhammed Kevserî, "Makalât" adlı eserinde bu gibi kimselerin hâlini şöyle tasvir eder:
“Evet, her grubun kendisiyle gördüğü fakat gerçekte ne onunla ne de bununla olan, yani Arap şairinin dediği gibi:'Yemenlilere vardığında Yemenli, Maadlilere vardığında Adnani' görünen kişiden daha bozguncusu yoktur.”48
Kevserî aynı eserinde, mezhepsizliğin dinsizliğe götüren bir köprü olduğunu da söyler.
Dr. Ramazan el-Bûti ise bu konuda, “Evet, bütün İslâm milleti uzun tarihi boyunca İslâm’ı aynıyla yaşatma imkânını en geniş ölçüde veren müçtehitlerin bu dört imam (İmam-ı A’zam, İmâm-ı Şafi’i, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Hanbel) olduğu üzerinde ittifak edegelmişlerdir."49 der ve bu imamların yolunu bırakıp insanları mezhepsizliğe davet etmenin “İslâm dinini tehdid eden en tehlikeli bid’at.” 50 olduğunu ilâve eder.
Ramazan el-Bûti, mezhepsizlik dava edenlerin yeni hâdiselere çözüm getirmek yerine, İslâm’ın temel rükünlerini sarsmaya çalıştıklarına dikkati çekerek şöyle der:
“Ben bu mezhepsizlerden hiçbirinin bir gün kalkıp da, halkın her gün sorup durduğu yeni mes’elelerden birini araştırdığını görmüş değilim. Onların bütün dertleri, binası tamamlanan, hükümleri yerleşmiş bulunan ve mucibince amel edilmekle Müslümanların borçtan kurtulup selamete çıkacakları İlâhî emirler hususunda yol gösterici olan hak mezhebleri yıkmak için bütün güçlerini sarfetmekten ibarettir!.." 51
Dr. Ramazan el-Bûti mezhepsizlik dava edenlere şu iki soruyu sorar:
“Bütün insanları, inşaat işlerinde mühendislere uymaktan vazgeçmeye çağırsan ne olur? İnsanları teşhis ve tedavi hususunda doktorlara tabi olmaktan uzak kalmaya davet etsen ne olur?”
Bu soruya kendisi şöyle cevap verir:
“Hiç şüphe yoktur ki, bunun arkasından gelecek olan şey, insanların ta’mir edeceğiz diye kendi evlerini bile bile tahrip etmeleri, tedavi zannıyla kendi canlarına kendilerinin kıymalarıdır.” 52
Mezhep tanımayanları bu tehlikenin kapısına getiren ve müçtehitlere ittibadan men eden en mühim sebep kendi rey ve düşüncelerini müçtehitlerin görüşlerine müsavi, hatta onlardan daha üstün görmeleridir.
İmam-ı Şârânî Hazretleri de bu hususta şöyle buyurur:
Müçtehitlerin sünnet buyurduklarının hepsi ile amel et ve mekruh dediklerini terk et! Onlardan bu hususta delil aramağa kalkma! Çünkü sen, onların dâirelerinde mahbussun. Onların makamına varmadıkça doğrudan kitab ve sünnete ulaşmakta, onları geçmen ve hiçbir zaman hükümleri onların aldığı yerden alman mümkün değildir... 53
Bütün mezhebler, bana göre, parmakların el ayasına ve gölgenin aslına bitişik olması gibi, şeriata bitişiktirler... 54
Bu vesile ile şu noktayı da kaydetmek icab ediyor. Müçtehitlere uymayarak kendi reyine uymak büyük bir gururdur. Bu ise insanın manen çöküşüne sebeb olur. Bediüzzaman Hazretleri bu gibi kimselerin akıbeti hakkında şu tesbitlerde bulunur:
“Evet, gurur ile insan maddî ve manevî kemalât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasiyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama maruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar.”55
İslâmî Mezhepler Hristiyanlıktaki Mezheplere Benzemez.
İslâm dinindeki mezhebler ile Hristiyan dinindeki mezhepler arasında büyük farklılıklar vardır. Zira İslâmî mezhebler itikat ve ibadete ait temel hükümlerde müttefiktirler. Hristiyan alemdeki mezhepler ise birbirlerinin küfrüne, dalaletine hükmetmişlerdir, herbirisi adeta müstakil bir din halini almıştır. Aralarında yıllarca devam eden savaşlar olmuştur.
İslâm mezhepleriyle Hristiyan mezheplerinin arasındaki farklılığın temelinde bu mezheplerin doğuş biçimi yatmaktadır. İslâm mezheplerinin üç ana kaynaktan beslendiğini görüyoruz: Birincisi Kur’an’dır. Mezhepler, aynı Kur’an’ın içtihada açık âyetlerinin farklı yorumlanmasından doğmuşlardır.
Hristiyanlıkta ise İncil bir tane değildir. Yetmişe kadar çıkan İncil sayısı, İznik toplantısıyla ancak dörde indirilebilmiştir. Farklı İncillerden doğan mezheplerin ise ayrı birer din gibi ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur.
İkinci kaynak hadistir. Allah Resûlü (a.s.m.) bizzat içtihat etmişler ve bu içtihatlar mezhep imamları için önemli bir kaynak olmuştur. Hazret-i İsa aleyhisselamın ise İncil üzerinde yaptığı bir içtihat gösterilemiyor.
Üçüncü kaynak sahabelerin yaptıkları içtihatlardır. Bu içtihatların bir kısmı Resûlullah hayatta iken yapılmış ve onun kabulüne mazhar olmuştur. Allah Resûlünün (a.s.m.), sahabenin alimlerine içtihat müsaadesi vermesiyle, ashap tarafından birçok içtihatlar yapılmıştır. Bunlar da mezhepler için üçüncü önemli kaynaktır.
İşte mezhep imamları bu üç kaynakta açık hüküm bulunmayan bazı yeni meselelerde içtahat yapmışlardır. Bunlar ise şeriatın ancak yüzde onunu teşkil eder.
Hristiyanlıkta ise havariyyuna dayandırılan bir içtihat da söz konusu değildir.
Hâl böyle olunca, papazlar yukarıda sayılan üç kaynaktan mahrum kalmışlar ve kendi heveslerine, zanlarına bazen de menfaatlerine göre keyfi ve indi görüşler serdetme hususunda serbest kalabilmişler ve birbirine zıt mezhepler ortaya çıkmıştır. Hristiyanlık dini ruhani reislerin elinde bir zulüm ve tahakküm vasıtası olarak kullanılmıştır.
Bediüzzaman Hazretleri bu hususu şöyle ifade etmiştir;
"Havas ve hükümet adamları elinde çok zaman Din-i Hristiyanî, bahusus Katolik Mezhebi; bir vasıta-i tahakküm ve istibdad olmuştu. Havas, o vasıta ile nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve 'serseri' tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyetperverlerini ve havas zâlimlerin istibdadına karşı hücum eden hürriyetperverlerin mütefekkir kısımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dört yüz seneye yakın Firengistanda ihtilaller ile istirahat-i beşeriyeyi bozmağa ve hayat-ı içtimaiyeyi zîr ü zeber etmeye bir sebeb telakki edildiğinden; o mezhebe, dinsizlik namına değil, belki Hristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi."56
Diğer taraftan, İslâmiyet'te “düşün, sonra iman et” hakikati hakimdir. Hristiyanlıkta ise “düşünmeden inanacaksın, sonra yine düşünmeyeceksin”hurafesi hakimdir. Çünkü Hristiyanlıkta din aklın hükümlerine zıddır. Hatta, iman hususunda tefekkür küfürdür. Bir Hristiyan ruhani reisinin nasihati şöyledir; “Sakın aklı rehber ittihaz etmeyiniz, çünkü din akla külliyen muhalifdir.”
İslâm dini hüccet ve delil ile birşeyi kabul etmeyi emreder. Hristiyanlarda ise delil ve hüccet ile iştigal etmek fuzulidir. Bununla uğraşanlar tahkir edilir. Papazlar din namına telkin ettikleri faraziye ve hurafeler ile hiçbir zaman aklı tatmin edememişler ve vicdanları huzura kavuşturamamışlardır. Sadece hakikat ile hurafelerin arasını fark edemeyecek kadar şuursuz olan bir kısım ami insanları iğfal etmişlerdir.
Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şamiye isimli eserinde,
“Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, bûrhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bûrhanı bırakmıyoruz.” 57
buyurur. Yine bir başka eserinde de,
“Her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalpte saklayınız."58 buyurmuştur.
İslâmiyet'te müçtehit ve mürşidler tarafından ortaya konulan hakikatler tedkik edildiğinde, bu hakikatlerin akli ve nakli delillere istinad ettiği görülür.
Akıl ile Hak Din arasında hiçbir tezat yoktur. Fakat her marifetin keşfinde sadece akıl kâfi değildir. Evet aklın müstakillen idrak ettiği hakikatler de yok değildir. Meselâ, akıl tecrübe ve müşahede alemindeki hâdiseleri görüp idrak etme istidadına sahip olduğu gibi Allah-u Teâla’nın varlığını, birliğini, adalet ve ihsanın güzelliğini, zulüm ve sefahatin çirkinliğini de anlayabilecek mahiyettedir. Bununla beraber onun varamadığı ve keşf edemediği noktalarda çoktur. Zira akıl mahluk ve mahduttur; her hakikati görecek ve keşfedecek bir mahiyette değildir. Böyle bir akıl ile herşeyin mahiyet ve hakikatini anlamak muhaldir. “Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur’an gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihata etsin. 59
İnsan henüz ruhunun mahiyetini idrak edebilmiş değildir.
Kendi mahiyetini idrakten bile aciz olan aklın, metafizik alemini anlamada ne derece aciz kalacağı açıktır. Bu sahada akla düşen vazife, nakle yani vahye tabi olmaktır. Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şu ifadeler ile çok güzel bir şekilde ortaya koyar:
“Fikrin sönük ise; Kur’anın güneşi altına gir, İmanın nuriyle bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur’an, birer yıldız misillü sana ışık verir.” 60
İslâmiyetin umde olarak kabul ettiği akıl, vahyin nuru ile nurlanan akıldır. Ancak böyle bir akıl, hâdiselerde ölçü ve mizan olabilir; insanı marifet ve hikmete vasıl edebilir.
Kur’an’ın üslûb-u hakîmaııesine yemin ederim ki: Nasara’yi ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı az ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve burhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdir. Acaba görülmüyor: Ayâtın ekser fevatih ve havatiminde nev’-i beşeri vic
dana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor. 61
M. Seyyid aklın İslâm dinindeki yerini şöyle dile getirir: Kitap sünnet nasıl bir hüccet, bir delil ise akılda öyle bir delîl-i şer’idir. Binenaleyh akim suret-i kafiyede iptal ettiği şeyi şeriat tecviz etmez. Şeriatın tecviz ettiği şeyi de akıl iptal eylemez.Bunun içindir ki aklen muhal olan şer’an mümkün olamaz. 62 Şunu da ehemmiyetle belirtelim ki, bu ifadelerde sözü edilen akıldan maksad ilm-i yakîni ifade eden yani nübüvvet mektebinden tam ders alan kamillerin aklıdır. İşte mezhep imamları bu kamil akıldan azami derecede nasiplerini almışlardır.
Dinin telkin ettiği hükümler akıl ile teyid edilmezse kalp ve vicdan tatmin olmaz. İslâm dininde mitoloji, hurafe ve hayale itibar edilmez. İşte bu yönüyle de İslâm mezhepleri, Hristiyanlıktaki mezheplerle mukayese edilemezler.
Hristiyan aleminde ruhanî reislerin akıl ve hikmetle bağdaşmayan itikat ve iddialarda bulunmaları akıl ve fikrî muhakemeden engellemeleri ve ilim erbâbına zulmedip onları öldürmeleri bir takım felsefecileri Hristiyanlık di-nine ve onun şahsında bütün dinlere cephe almaya sevketti. Bunlar vahye tamamen gözlerini kapayarak sırf akıl ile hareket etme yolunu tuttular.
Ruhbanların, aklı tamamen azledip, hesaba katmayarak tefrite düşmelerine karşı, felsefeciler de aklı tek rehber ittihaz ettiklerinden dolayı ifrat ederek, metafizik mevzularda hakikati yakalayamamışlardır. Yıldız böceği olan akıllarına güvenip, nübüvvet güneşinin altına giremediklerinden dolayı, o yıldızlı gecelerin derin sükutu içinde o nur-efşan cirmleri temaşa edip, kudret-i İlâhinin daimî şahidi olan o yıldızları dinleyip, lisanlarını anlayamamışlardır.
Evet, akıl deneme ve tecrübeye dayanan fizikî sahada birşeyler söyleyebilse bile, manevî ve metafizik sahada kifayetsiz kalır. Bu filozoflar ancak ilahî vahiyle aydınlanabilecek meseleleri mücerred akıl ile halletmeye kalkıştıklarından hataya düştüler.
Hâlbuki, metafizik hakikatlerde (Allah, ruh, yaradılışın sırrı, ölüm ve ölüm ötesi gibi) nübüvvet mektebini de dikkate almaları gerekirdi. Bu insanlar nereden geliyor ve nereye gidiyorlar? Bu dünyadaki vazifeleri nelerdir? Sorularını o mektepte aramalıydılar. Bunu yapmadıkları içindir ki, feylesofların metafizik sahasında ileri sürdükleri fikirler, ortaya attıkları iddialar kat’iyyet damgasını haiz olamamıştır. Şöhretleri ne olursa olsun bu hatalar bağışlanamaz.
Tecrübeye ait metodlar ile maneviyata ait meseleler halledilmez. Dinî mes’eleler ve İlâhî hakikatlerde akıl yalnız başına senet olamamıştır. Bu İlâhî hakikatler his, tecrübe, akıl ve mantığın fevkindedir, maverasındadır. İşte felsefeciler bu farkı anlayamadılar. Kendi sahalarına dahil olmayan hakikatları da izaha kalkıştılar ve sırat-ı müstakimden saptı ve saptırdılar. Tabiat üstü hakikatlere iğne deliği kadar dar bir pencereden baktılar ve göremedikleri hakikatleri inkâr ettiler. Gaflet ve gurur ile yalnız kendi fikirlerine itibar ettikleri için de hatadan kurtulamadılar.
Netice olarak özetlersek, ilim ve fennin tekâmülünde tecrübe ve akıl ne ise maneviyat sahasında da Kur’an odur. Yani söz ve hüküm onundur. Hayatın maddî ihtiyaçları fen ve tekniğe istinad ettiği gibi manevî ihtiyaçları da semavi kitaplara müsteniddir.İlim sahasında akla, tecrübeye ne derece itibar edilirse, maneviyat sahasında da peygamberlere ve semavî kitaplara öylece itimad etmek zaruridir. İkisinin de sahaları başka başkadır.
İslâmiyet hem aklın düsturlarını hem de vahyin kanunlarını nazara alır, ikisine de itibar eder. Yani aklî deliller ile isbat ettiği o yüksek hakikatleri, naklî deliller ile de teyid eder. Hem de İslâmiyet, felsefenin bahsetmediği ve edemeyeceği bir çok hakikatleri tahkik ve tedkik ile ortaya koyar.
Şu bir gerçektir ki metafiziğe ait mes’elelerde rehber ve önder ancak peygamberlerdir. Hocasız bir insan ne kadar kabiliyetli olursa olsun talebe olmaktan ileri geçemez. Bu bakımdan peygamberleri hoca kabul edip, onları dinleyen İmâm-ı Gazalî gibi alimler, insanlara ilim ve irfanları ile faydalı olmuşlardır.
İnsan için en kutsi gaye marifetullah, muhabbetullah ve rıza-i Bâri’dir. Bunlar ise ancak nebilerin eliyle insanlara gelmiştir.
“Bil ki: Nev’-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i Hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebiler elindedir. Dalalet, şerr ve hasaret; onun muhalifindedir.”63
Önce gelen peygamberler sonra gelen peygamberleri müjdelemişlerdir. Sonra gelenler ise evvelkileri tasdik ve teyid etmişlerdir. Çünkü enbiyanın feyz aldığı menba vahiydir. Vahiy ise vehmin şaibesinden münezzehidir. Çünkü ilm-i İlâhîye’ye istinad eder.
Vahyin yolu daha metin, daha umumi, daha nafizdir. Her yönüyle insanın aklını tatmin, ruhunu memnun, vicdanını mesrur eder. İnsan ancak vahiy yoluyla, enbiyaya tabi olmakla dünyevi ve uhrevi izdırap ve buhranlardan halas olabilir.
Hulasa; İslâm dinindeki mezheplerle Hristiyan mezheplerinin ayrıldıkları en önemli noktalar şunlardır:
1. İslâmî mezheplerde akıl önemli bir esastır. Hristiyanlıkta ise ruhbanların saltanat ve tahakkümleri söz konusudur. Halkın inançlarını ruhbanlar tayin ve tespit ederler. Onlara şuursuzca tabî olanlar taklid zincirini boyunlarından çıkarıp kıramamışlardır. Ruhbanları delilsiz olarak taklid etmişler ve onların tahakkümü altında yürümüşlerdir. Hiçbir fert inancında hür değildir. Kilisenin vaftiziyle Hıristiyan olur, afarozu ile de dinden çıkar. Ancak İslâmiyette ruhani bir tahakküm, bir saltanat yoktur. Hiçbir alim veya bir mürşidin başka birinin itikad ve inancı üzerinde tahakkümde bulunmaya salahiyeti yoktur.
2. Hristiyanlıkta ruhanî reislerin helal dedikleri helal, haram dedikleri de haram olur. Reisler neye karar verirse, (Hâşa) Allah’da o karara uyar. İşte onların bu tahakkümlerini ve hurafelerini, İslâmiyet kökünden yıktı ve mahvetti.
İslâmiyet'te yalnız Allah’ın haram kıldığı haram, helal dediği helal olur. Allah’dan başka hiçbir fert haramı helal, helali haram edemez. Hiçbir alim ve müçtehidin emriyle başka birisi dinden çıkamaz. Bir alim, derecesi ve rütbesi ne kadar büyük olursa olsun insanlara karşı nasihat ve irşaddan başka bir hakka Mâlik değildir. Çünkü İslâmiyette Hazret-i Muhammed (a.s.m.) Allah’ın kulu ve Resûlüdür. Alimler de peygamberin vârisidirler. Hristiyanlıkta ise Peygambere uluhiyet isnad edilir. Papazlar ise böyle bir peygamberin vekili olmakla günahları affetme, helale haram, harama helal deme selahiyetini kendilerinde buluyorlar.
3. Hristiyanlıktaki mezhepler birbirini tekfir ederler. Herbiri müstakil bir din gibidir. İslâmiyetteki mezheplerin ise tamamı bir tek fırka olup ehl-i sünnet olarak yad edilir.
4. İslâmiyetteki mezheplerin müstakil mâbedleri yoktur. Hepsi aynı camide namaz kılar ve birbirlerinin imamlarına uyarlar.
5. Bir Müslüman istediği mezhebe girebilir. Meselâ Şâfiî iken Hanefi, Hanefî iken Şâfiî olabilir. Hiçbir mezhep imamı bunu engelleyici bir hüküm getirmemiştir.
Bazı insanlar, müçtehitlere uyan ulemayı “mukallid” diye tezyif etmekte ve mü’minlerin bu muhterem zevata karşı hürmet ve takdir hislerini kırmaya çalışmaktadırlar. Bu ise en büyük bir küfran-ı nimet ve bir insafsızlıktır.
Öncelikle şunu ifade edelim ki, taklidi mutlak olarak reddetmek ilmi ve fikri bir hareket değildir. Zira taklit etmek beşerin fıtratının icabıdır. Faydalı cihetleri olduğu gibi zararlı cihetleri de vardır. Taklit bir yerde haram, bir başka yerde vacib bir yerde de caiz olabilir.
Taklidi tenkit edenler, ihtisasa karşı çıkmış oluyorlar. Hâlbuki bir doktorun hendesede bir mühendise, mühendisin de tıp sahasında doktora tâbi olması bir ihtiyaçtır.
Diğer taraftan, şeriat sadece fıkıhtan ibaret değildir. Onun bir de iman ve ahlâk sahası vardır. Taklit câiz değilse bu sahalarda da caiz olmamalıdır. Buna göre itikat sahasında yazılmış bütün eserleri kütüphanelerden çıkarmak lâzım geliyor.
Öte yandan, nefsin terbiyesini ahlâkın yücelmesini ders veren ve bunun yollarını gösteren bütün kitapları da rafa kaldırmak gerekir. Ne Gazali’nin “İhya”sını, ne Mevlana’nın “Mesnevi”sini, ne Sadi’nin “Gülistan”ını okumak gerekmez, herkes bu büyük insanları taklid edeceğine İslâm ahlâkını âyet ve hadislerden doğrudan alır ve ona göre kendi ruh alemini şekillendirmeye çalışır. Bu ise terakki ve teâlinin en büyük engelidir.
Taklidi genel olarak altı noktada ele alabiliriz:
1. Müşriklerin putperest babalarını taklit etmeleridir. Bu taklit haramdır ve küfürdür.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine (Kur’ân-ı Kerim’e) ve Resûl’e gelin’ dendiği zaman (onlar): ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter!’ derler.” 64
Bir kısım mezhepsizler bu ve benzeri âyet-i kerimeleri yanlış yorumlayarak, müminlerin mezhep imamlarını taklit etmelerini müşriklerin, babalarını taklit etmelerine benzetiyorlar. Böyle bir kıyas azim bir hatadır ve büyük bir cinâyettir.
Şimdi bu mezhebsizlere sormak lazımdır ki acaba asırlar boyu gelip geçen ecdadları mezhebsiz mi yaşamışlar? Şayet ecdadları bu dört mezhebe uyup onları taklit etmişlerse onların durumu ne oluyor acaba?
Ayrıca bir Müslümana kâfir diyen kâfir olduğuna göre,65 mezhep imamlarına uyan bütün Müslümanları âyet-i kerimelerde geçen müşriklerin yerine koyan kimselerin durumu acaba ne olur?
Evet bütün müminler bu mezheb imamlarını severler. Fakat onların bu sevgisi Allah rızası için olduğundan Allah sevgisine delildir. Yoksa günah ve şirk değildir. Bu sevgi, Hristiyanların Hz. İsa’yı, putperestlerin putları sevmeleri gibi değildir ki bu âyet-i kerimeler mü’minlere teşmil edilebilsin.
2. Müslümanların şuursuz olarak kendi örf ve ananelerini bırakıp ecnebilerin zararlı âdetlerini taklit etmeleridir. Bu ise ferdî ve içtimaî hayatımızı tehlikeye mâruz bırakır. Malumdur ki, şuursuz ve iradesiz ferd veya toplumun nereye gideceği bilinmez. Körü körüne karanlık bir istikamete hareket etmek, elbette ki Müslümanların ferdî ve içtimaî hayatlarını felakete sevk eder. Hiç bir fikre mâlik olmayan bir gençlik milli mânevi benliğini kaybeder.
Bediüzzaman Hazretleri bu konuya şu güzel ifadeleriyle açıklık getirmektedir:
“Ey bu vatan gençleri! Firenkleri taklide çalışmayınız! Ayâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi i’dam ediyorsunuz. Agâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz!.. Çünki şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!..” 66
Evet, her şeyin ifrat ve tefriti zararlıdır. Avrupa’nın taklit ve takdir edilecek cihetleri olduğu gibi, nefret edilecek ve kin duyulacak yönleri de vardır. Onların sefahet, dalalet, dinsizlik gibi bazı halleri vardır ki işte bunlardan Avrupa’nın ilim, irfan sahibi mütefekkirleri de nefret eder. Şu halde Garb’ın nefret ettiği, vicdanen ızdırap duyduğu bir Avrupa’yı taklit etmemiz elbette ki doğru değildir. Çünkü Hak dinden uzaklaşmış sefahet ve dalalete dalmış, nefs-i emmarelerinin mahkumu ve esiri olmuş, hürmet, merhamet, şefkatten soğumuş bir Avrupa’yı taklit etmek maddi terakkimize engel olduğu gibi milli benliğimizi ve haysiyetimizi de zir-ü zeber eder.
Ancak, Garb’ın sanatından, ulûm ve fünûnundan istifade edip bu noktada onları taklit etmek akıl ve hikmetin gereğidir.
Dini ilimlerde ehil olmayan, delillere istinad etmeden kendi heva ve hevesleriyle fetva verenleri taklit etmektir. Bu taklid son derece tehlikelidir. İnsanı dalalete götürebilir.
Avam müminlerin delil ve hüccete istinat etmeden anne, baba ve çevresini taklit ederek Allah’ın varlığına, birliğine, ahirete ve diğer iman hakikatlerine inanmalarıdır. Bu müminlerin imanı makbul olmakla beraber her zaman tehlikeye mâruzdur. Çünkü imanın zerreden güneşe kadar çok mertebeleri vardır. Meselâ, mum bir ışıktır, fakat sonunda yana yana biter. Bir elektrik lambası da ışıktır, ancak onunda sigortası atıp bizi karanlıkta bırakabilir. Tahkiki iman ise güneşe benzer ki yanmakla bitmez. İnsan, Hâlık-ı Hakîm’in icat ve san’atında tecelli eden hikmet ve esrarını okumakla marifet-i İlâhiyede terakki ederek imanını taklidden tahkike geçirebilir.
Kur’an ve hadislerde açık hüküm bulunmayan feri meselelerde avâm-ı nasın müçtehidîn-i izam ve ulemâ-i kiramı taklitleridir. Herkes müctehit olmayacağına göre bu taklit vaciptir, zarurettir, rahmettir ve hikmete uygundur.
İçtihat ehlinden olmayan Fahrettin-i Razi, Seyyid Şerif Cürcani, İbni Kemal, Ebus’Suûd, Molla Hüsrev gibi ulemânın müçtehitleri taklitleridir.
Kendi mesleklerinde mütehassıs bu büyük alimlerin dört büyük imama uymaları, onları içtihat sahasında salahiyetli görüp üstad kabul etmelerinden dolayıdır. Şimdi böyle sayısız ulemânın ihtisasa hürmet esasına dayanan bu taklidlerini hata kabul edip tenkid mi edeceğiz?
Hâlbuki, müçtehitlerden sonra gelen ulemanın her biri bu ümmet-i Mu-hammed için birer hidâyet vesilesi, birer saadet rehberi olmuşlardır. Bu dinin hükümlerini şark ve garba yaymışlar, telif ettikleri kitaplarla dalalet fırkalarından gelecek zararları gidermişler ve bu dinin kıyamete kadar bekasını teminat altına almışlardır. Bunların bu himmet ve hamiyeti bütün Müslümanlar tarafından kabul edilmiştir. Bu ali zevatın hizmetlerini takdir etmemek mümkün değildir. Hatta İslâm dinine mensup olmayan bir takım insaflı ilim adamları bile onların ilimlerinden istifade ile kendilerini takdir etmişlerdir. Evet bu bizim için üstün bir şeref ve büyük bir nimetidir.
Müctehit derecesinde olmayan ulemayı mukallid diyerek tezyif edip küçük düşürmek haksızlıktır ve büyük bir cinâyettir.
Asırlardan bu yana, bin senedir, ümmetin imanına, dinine hizmet etmiş ulemayı takdir etmek dinî bir vecibe olduğu gibi akıl ve vicdanın da gereğidir. Evet, bu zâtlar her ne kadar müctehit derecesinde olmasalar bile netice itibariyle, hizmetleri güneş gibi İslâm aleminin her tarafını sarmıştır. Meselâ; bu âlicenab zâtlar her tarafda feyz menbaları olan medreseleri açmakla hem insanlık âlemine hem de İslâm alemine maddî ve manevî hizmetler yapmışlardır. Bunu takdir etmemek, insaftan uzaklaşmak demektir.
“Alimler Peygamberlerin vârisidirler.”67
hadis-i şerifine hakkıyla layık olmuşlardır. Yetiştirdikleri talebeleriyle dini ve millî hayatımız üzerinde derin tesirler icra etmişler ve silinmez izler bırakmışlardır.
Onlar sayesinde fıkıh ilmi tamamlandı ve ikmal edildi. Peygamberimizin hadis-i şeriflerini onlar cem etdiler. Bir hadis-i şerif için aylarca seyahat ederek hadisleri toplayıp kitab haline getirdiler.
İşte bu zâtlar İslâm’ın nurunu Endülüs, Kurtuba, İstanbul, Buhara, Bağdat gibi dünyanın değişik yerlerinde tesbit ve neşr etmişlerdir. “Şehadet vukuat ile sabittir” kaidesine binaen o zâtların yaptıkları hizmetleri görmemek, cehaletten başka bir şey değildir.
Bunların hizmetlerini değil yeryüzündeki insanlar, belki melekler bile tebcil ediyorlar. Bugün ehl-i sünnet dairesindeki sayısı milyarları aşan insanların iman ve İslâmiyette payidar olmaları onların eseridir.
Bu zâtlar, yalnız ilim ve irfanın değil, takva ve amel-i salihin, ihlas ve sadakatin de zirvesindeydiler. Onlar pek yüksek ve umumî hizmetler ifa ettikleri halde kendileri gururdan, kibirden ve şöhretperestlikten son derece uzaktırlar.
Bunların bizlere ve kıyamete kadar gelecek nesillere kazandırdıkları iman, irfan ve fazileti takdir etmeyenler bu ümmet-i Muhammedi kendi serab-misal şahsiyetlerine bağlamak istiyorlarsa bunun hara hayalden başka bir şey olmadığı açıktır.
Molla Hüsrev, İbn-i Kemal, Ebu-s Suud, Taftazani, Seyyid-i Şerif Cürcani gibi bir çok ilimlerde mütehassıs büyük alimlerin, müçtehitleri taklidleri, ami mü’minlerin taklidleri gibi değildir, ilim ve fikre müsteniddir.
Tarih dikkatle okunursa görülür ki, İslâm’ın zuhur ve galebesi öncelikle Resûlullah (a.s.m.) ve ashabı zamanında Arabistanda başlamış daha sonra bu ulema-ı izamın büyük gayretleri sayesinde şarktan garba kadar bütün âleme yayılmıştır. İşte Nebiyy-i Zişân Efendimizin “Ümmetimden bir taife hak üzere olup gâlibâne devam edeceklerdir” 68 hadis-i şerifiyle müjdelediği bahtiyar zümre, o fedakâr ve âlicenap alimler cemaatidir.
Bu zâtlar, asırlardan beri kütüphaneleri dolduran tefsir, hadis, fıkıh, ilm-i kelam ve sair ulum ve fünuna ait milyonlarca eser telif ederek bütün insanlığın istifadesine sunmuşlardır.
Bu ulemanın, ümmet-i Muhammed’e alicenabane, şefkat-perverâne hizmetlerini, gözle görünen fedakarlıklarını ittiham etmek, takdir etmemek, tezyif etmek, “mukallittir” diye o gibi insanların fikirlerinden istifade etmemek, yüz çevirmek en büyük bir kusur ve azim bir hatadır. Onlara karşı vazifemiz, ancak şükran ve takdirdir.
Evet, bu alimler müçtehit derecesinde olmamakla birlikte, fıkıh, kelâm, hadis gibi ilimleri fevkalade ihata etmişlerdir. Meselâ sarf, nahiv, mantık, beyan, bedf, meânî gibi ilimlerde meleke kazanmışlar; fıkıh, tefsir, kelâm, hadis ve tasavvuf gibi şeriat ilimlerini de kamilen ihata edip asırlardan beri bu Ümmet-i Muhammedin itikad ve imanını muhafaza etmişler, onlara sıratı müstakimi göstermişlerdir. Ehl-i Sünnet ve Cemaatin dairesinde kemal-i ciddiyetle gayret gösterip İslâmiyeti dünyanın her tarafına kahramanca neşretmişlerdir. Buna rağmen hiç biri müçtehitlik davasında bulunmamıştır. Çünkü, onlar içtihat ve ehl-i içtihadın ne demek olduğunun şuurundaydılar. Evet, içtihat öyle zannedildiği kadar kolay bir şey değildir. Sadece kesble, gayretle elde edilebilecek bir şey de değildir, bir mevhibe-i İlâhîyedir.
Ramazan el-Buti, İbn-i Haldun’dan şu güzel tespiti nakleder.
“Sahabe-i Kiramın fetva ve içtihada ehil olanları sınırlı ve aralarında temayüz etmiş birkaç kişi olduğuna ve geri kalanları bu seviyenin altında kaldıklarına göre, fetva ve içtihat ehli birkaç sahabe dışında kalan diğer sahabeler, dinlerini kimden alıyorlardı? Şüphe yok ki onlar da dinlerini, içlerinden içtihat ve istinbad kudretiyle temayüz etmiş olan bu sayılı sahabelerden alıyorlardı. İçtihat yapma kudretine sahip olmayan bu sahabelerin bu davranışları taklid değil de nedir?” 69
Ulemanın, müçtehitleri taklid etmelerine karşı çıkan insanlar Sahabe-i Kiramın bu taklitlerine ne mana verecekler? Onları da mukallid diye tezyifini edecekler?
Üçüncü asırdan sonra gelen İslâm alimleri müçtehitlerin yaptıkları içtihatlarda bir noksan bulamadılar ki, onu ikmal için yeni bir gayrette bulunsunlar. Belki dine ait emirleri ikmal edilmiş gördüklerinden içtihat hususunda kendilerine bir vazife terettüb etmedi. O yüksek asırlarda istihraç olunan hüküm ve meseleleri delilleriyle takrir ve beyan vazifesini üzerlerine aldılar.
Dine hizmet eden her alim ve mütefekkir, ilimde derecesi ne olursa olsun, hangi makamda bulunursa bulunsun bizim nazarımızda pek aziz ve pek muhteremdir. Onları kemal-i hürmetle yad etmemiz dinî ve vicdanî borcumuzdur.
Farz edelim ki, bunlar içtihat seviyesinde değiller; fakat o günün medreselerinde müderrisler, alimler yetiştirip, bu ümmetin dinini, itikadını, ahlakını, muhafaza etme hususundaki o kıymetli hizmetleri ne ile perdelenebilir!
Onlar berzah aleminde iken de bizim için birer fazilet ve irfan abideleridir. Bugün mukallid diyerek onları tezyif etmeye çalışanlar da, ilim ve irfanlarını onlardan almadılar mı, o halde kendileri de mukailidlerin mukallidi olmuş olmuyorlar mı?
İslâmiyetin bu derece inkişafı ve teali etmesi; müçtehit derecesinde olmayan, fakat müçtehidîn-i izamı başlarına tac eden ulemanın sayesinde olmuştur.
Bu zâtlar, kendilerini İslâm dininin hizmetine vakf ve hasretmişlerdir. Kimi tedris ile, bir başkası te’lif ile kimi de va’z-u nasihat ve irşat ile insanlık alemini tenvir etmişlerdir.
Bu zâtların hizmetlerindeki muvaffakiyetleri; altın harflerle yazılacak kadar kıymetlidirler. Evet ilmin hiçbir sahası yoktur ki; onda bu İslâm âlimlerinin derin izleri görülmemiş olsun.
Müçtehitlerden sonra gelen İslâm alimleri, ilim ve irfan hareketini Nil vadilerinden Kafkas eteklerine; Maveraünnehirden Atlas Okyanusu kıyılarına kadar ulaştırdılar. O ülkelerde yaşayan ahalinin ruhlarına, vicdanlarına ilmen ve ahlâken hakim oldular.
İslâm ulemasının bu ilim ve irfan hareketi sadece bu yerlere münhasır kalmadı. Meselâ; Avrupa’ya ayak basan ulema ve mütefekkirler, mutlak cehalet içinde buldukları İspanyayı kısa zamanda rengarenk ilim, irfan ve medeniyet çiçekleriyle tanıştırdılar. Oradaki insanlara imanın, irfanın zevkini tattırdılar. Böylece hicri IV. asır; İslâm medeniyetinin ve fenni ilimlerin İspanya’da şaşaa ile hükmettiği bir devir oldu.
İşte Endülüsün bu pek parlak şerefe mazhar olması; oradaki ulema-i kiramın himmet ve gayretinin neticesidir. Endülüs, medeniyetin zirvesindeyken diğer Avrupa ülkeleri cehalet ve vahşet içerisinde kıvranıyorlardı. İslâm dini ve medeniyeti Avrupa ufuklarında parlayan bir güneş gibi tulü’ etti. Bu sayede, Avrupa vahşetten bir derece kurtulup, medeni bir hal aldı. Bu vesile ile şu hakikati de ifade edelim:
Avrupa sanayide ve teknikte bu derece inkişaf etmesini Endülüs ulemâsına borçludur. Hristiyanlık aleminin bu hakikati unutması veya bilerek perdelemesi bir nankörlüktür. Bu nankörlük ve bu haksızlık elbetteki devam edemez. Hristiyan alemi bu hakikati bir gün itiraf edecektir. Çünkü bu izleri silmek mümkün değildir.
İslâm Uleması, Selçuklular ve Osmanlılar dönemi içinde de dine ve ilme sayısız hizmetler de bulundular. Başta İstanbul olmak üzere İmparatorluğun her yerinde dar-ül fünun mahiyetinde medreseler tesis ederek zamanın ihtiyaçları ile ahenkdâr bir surette hizmet ettiler. Memleketi tealiden, terakkiye, zaferden zafere koşturan dahi kahramanlar, sultanlar yetiştirdiler. Fatih, Kanuni, Selim, Süleyman gibi sultanlar gayret ve cevvaliyetlerini, temkin ve tedbirlerini o ulemaya borçludurlar. Evet hükümdarlara bu ruhu veren Molla Gürani, Akşemseddin, İbn-i Kemal gibi ulema-i izamdır. Evet bunların namını hürmetle, taktirle, muhabbetle yad etmek vicdanî bir vazifemizdir.
Bazı çevrelerin tezyif ettikleri bu ulema ve mütefekkirler, ulûm-u âliye ve fünun-u cedidenin bütün hüzmelerini Anadolu’nun her köşesine yerleştirmişlerdir.
İşte bu maddî ve manevî fütuhat hiç durmadan İslâm’ın iki bahadır mümessili olan Selçuklu ve Osmanlıların üstün gayretleriyle bir taraftan Kafkas dağlarından Atlas okyanusuna diğer taraftan da Lehistan’dan Habeşistan’a kadar ulaşmıştır. Bunlar zaman zaman geçirilen büyük buhranlara rağmen İslâm’ın nurunu ve ziyasını neşretmeğe devam etmişler, maneviyata susamış gönülleri huzur ve saadete kavuşturmuşlardır.
İman, ilim, irfan, güzel ahlak, üstün seciye gibi esaslar onların himmetleriyle kalplerde hakim olmuş ve bu sayede memleket feyizden feyize, zaferden zafere nâil olmuştur. Zirâ bir memleketin tekâmül ve terakkisi bu esaslarla kaim ve daimdir.
Bu irfan yuvaları devam ettiği sürece İslâm medeniyetinin tealisi, şevketi devam etmişti. İşte bu hizmetler ve terakkiler bu alicenap ulemanın sayesinde gerçekleşmişti.
Bilindiği gibi vicdan Cenâb-ı Hakk’ın insanın kalbine koyduğu bir nur-u marifettir. İnsanın bütün harekatını tedkik ve teftiş eden adil bir hâkimdir. Hakkı hak bilip kabul etmek, batılı batıl bilip ondan içtinab etmek o marifet nurunun şanı ve eseridir. Vicdan yalan söylemeyen bir muhbir, doğruyu seven bir mürşiddir. O herşeyi tedkik edip hükmünü veren, yerinde sahibini bile mesul ve mahkum edebilen aldanmaz bir hakimdir. Zira, o bütün kararlarını akıl ve hikmet ile istişare ederek verir. İşte, İslâmiyeti müthiş felaketlerden, ümmet-i Muhammedi dinsiz felsefenin batıl fikirlerinden, ehl-i dalaletin tasallutundan, sefahatin hakimiyetinden muhafaza eden zâtlara hürmet etmek ve muhabbet göstermek o vicdanın muktezasındandır.
Takdirşinas olan insan, iyilik gördüğü zâtlara karşı teşekkürü bîr borç bilir. Velinimetlerine karşı hürmetle mukabele eder. Buna göre, bu ulemanın harikulade hizmetlerine, karşı şükür ve dua ile mukabele etmek, şuurlu her Müslümanın üzerine borçtur. Bunu yapmamak büyük bir küfran-ı nimettir. Küfran-ı ni’met ise Hakk’a karşı da halka karşı da mezmumdur, neticesi hüsrandır.
34 Bakara Sûresi (2), 269
36 Muhammed Seyyid, s. 241
37 Kevserî, Muhammed Zâhid. Makalât-ı Kevserî, Mısır, 1388, s. 164-165
45 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, “Ulûm-u İslâmiye” Beyanü’l-Hak mec. Sayı 9, s. 181
46 Nisa Sûresi (4), 115. 47 Muhammed Seyyid, s. 306
62 Muhammed Seyyid, s. 174
64 Maide Sûresi (5), 104.
67 Tirmizi, İlim, 19; İbn Hanbel, V/197.
68 Ahmed İbn-u Hanbel, Müsned 4, 97, 101, 104, 429; 5, 278.
Mezheplere Tâbî Olmayanlar
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 15-7-2010
Hak mezheplerde, akıl ve mantığın tasdik etmediği hiçbir mes’ele yoktur.Çünkü onların nokta-i istinadı Kitap, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahadan ibaret olan edille-i şeriyyedir. Dağlardan daha metin olan o edille-i şeriyye, hiçbir beşerî kuvvetin tahrib edemeyeceği çelikten bir kaledir. Bu kaleden çıkanların, ehl-i sünnete düşman olan menfi cereyanlara kapılmaları veya alet olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Şunu da ehemmiyetle nazara vermekte fayda görmekteyim: Mezhebleri beğenmeyen, onlardan birine uymayan veya mezheplerin kolay yanlarını alan bir kimse, asırlardan bu yana gelip geçmiş milyonlarca müslümanın yolundan ayrılmış, kendi başına yeni bir yol tutmuş olur. Böyle kimseler, Kur’an-ı Kerim’in;
“Kim, Peygambere karşı çıkar ve kendisi için doğru yol belli olduktan sonra mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.”46
tehdidinden de hissedar olurlar.
Mukallid olan bir kimse hangi mezhebe intisab etmiş ise, artık her meselede o mezhebin hükümleriyle amel etmesi ve mezhebinde sebat etmesi lâzım gelir. Ancak zaruret hâllerinde herhangi bir meselede yine kendi mezhebinde kalmak şartıyla, diğer bir mezhebin hükmüyle amel edebilir. Bu ise ancak bir âlimin fetvasıyla mümkün olabilir.
İmam-ı Gazali Hazretleri de bu görüştedir.47 Mademki taklid sahibi bir mezhebi iltizâm etmiştir, artık onda sebat etmesi gerekir.
Netice olarak; kişinin kendi hevesine uyarak sık sık mezheb değiştirmesi, onları hafife almak manasına gelir.
Son asrın müdakkik alimlerinden Muhammed Kevserî, "Makalât" adlı eserinde bu gibi kimselerin hâlini şöyle tasvir eder:
“Evet, her grubun kendisiyle gördüğü fakat gerçekte ne onunla ne de bununla olan, yani Arap şairinin dediği gibi: 'Yemenlilere vardığında Yemenli, Maadlilere vardığında Adnani' görünen kişiden daha bozguncusu yoktur.”48
Kevserî aynı eserinde, mezhepsizliğin dinsizliğe götüren bir köprü olduğunu da söyler.
Dr. Ramazan el-Bûti ise bu konuda, “Evet, bütün İslâm milleti uzun tarihi boyunca İslâm’ı aynıyla yaşatma imkânını en geniş ölçüde veren müçtehitlerin bu dört imam (İmam-ı A’zam, İmâm-ı Şafi’i, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Hanbel) olduğu üzerinde ittifak edegelmişlerdir."49 der ve bu imamların yolunu bırakıp insanları mezhepsizliğe davet etmenin “İslâm dinini tehdid eden en tehlikeli bid’at.” 50 olduğunu ilâve eder.
Ramazan el-Bûti, mezhepsizlik dava edenlerin yeni hâdiselere çözüm getirmek yerine, İslâm’ın temel rükünlerini sarsmaya çalıştıklarına dikkati çekerek şöyle der:
“Ben bu mezhepsizlerden hiçbirinin bir gün kalkıp da, halkın her gün sorup durduğu yeni mes’elelerden birini araştırdığını görmüş değilim. Onların bütün dertleri, binası tamamlanan, hükümleri yerleşmiş bulunan ve mucibince amel edilmekle Müslümanların borçtan kurtulup selamete çıkacakları İlâhî emirler hususunda yol gösterici olan hak mezhebleri yıkmak için bütün güçlerini sarfetmekten ibarettir!.." 51
Dr. Ramazan el-Bûti mezhepsizlik dava edenlere şu iki soruyu sorar:
“Bütün insanları, inşaat işlerinde mühendislere uymaktan vazgeçmeye çağırsan ne olur? İnsanları teşhis ve tedavi hususunda doktorlara tabi olmaktan uzak kalmaya davet etsen ne olur?”
Bu soruya kendisi şöyle cevap verir:
“Hiç şüphe yoktur ki, bunun arkasından gelecek olan şey, insanların ta’mir edeceğiz diye kendi evlerini bile bile tahrip etmeleri, tedavi zannıyla kendi canlarına kendilerinin kıymalarıdır.” 52
Mezhep tanımayanları bu tehlikenin kapısına getiren ve müçtehitlere ittibadan men eden en mühim sebep kendi rey ve düşüncelerini müçtehitlerin görüşlerine müsavi, hatta onlardan daha üstün görmeleridir.
İmam-ı Şârânî Hazretleri de bu hususta şöyle buyurur:
Müçtehitlerin sünnet buyurduklarının hepsi ile amel et ve mekruh dediklerini terk et! Onlardan bu hususta delil aramağa kalkma! Çünkü sen, onların dâirelerinde mahbussun. Onların makamına varmadıkça doğrudan kitab ve sünnete ulaşmakta, onları geçmen ve hiçbir zaman hükümleri onların aldığı yerden alman mümkün değildir... 53
Bütün mezhebler, bana göre, parmakların el ayasına ve gölgenin aslına bitişik olması gibi, şeriata bitişiktirler... 54
Bu vesile ile şu noktayı da kaydetmek icab ediyor. Müçtehitlere uymayarak kendi reyine uymak büyük bir gururdur. Bu ise insanın manen çöküşüne sebeb olur. Bediüzzaman Hazretleri bu gibi kimselerin akıbeti hakkında şu tesbitlerde bulunur:
“Evet, gurur ile insan maddî ve manevî kemalât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasiyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nâkıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşfiyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama maruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar.”55
46 Nisa Sûresi (4), 115. 47 Muhammed Seyyid, s. 306.
İslâmî Mezhepler Hıristiyanlıktaki Mezheplere Benzemez
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 15-7-2010
İslâm dinindeki mezhebler ile Hristiyan dinindeki mezhepler arasında büyük farklılıklar vardır. Zira İslâmî mezhebler itikat ve ibadete ait temel hükümlerde müttefiktirler. Hristiyan alemdeki mezhepler ise birbirlerinin küfrüne, dalaletine hükmetmişlerdir, herbirisi adeta müstakil bir din halini almıştır. Aralarında yıllarca devam eden savaşlar olmuştur.
İslâm mezhepleriyle Hristiyan mezheplerinin arasındaki farklılığın temelinde bu mezheplerin doğuş biçimi yatmaktadır. İslâm mezheplerinin üç ana kaynaktan beslendiğini görüyoruz: Birincisi Kur’an’dır. Mezhepler, aynı Kur’an’ın içtihada açık âyetlerinin farklı yorumlanmasından doğmuşlardır.
Hristiyanlıkta ise İncil bir tane değildir. Yetmişe kadar çıkan İncil sayısı, İznik toplantısıyla ancak dörde indirilebilmiştir. Farklı İncillerden doğan mezheplerin ise ayrı birer din gibi ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur.
İkinci kaynak hadistir. Allah Resûlü (a.s.m.) bizzat içtihat etmişler ve bu içtihatlar mezhep imamları için önemli bir kaynak olmuştur. Hazret-i İsa aleyhisselamın ise İncil üzerinde yaptığı bir içtihat gösterilemiyor.
Üçüncü kaynak sahabelerin yaptıkları içtihatlardır. Bu içtihatların bir kısmı Resûlullah hayatta iken yapılmış ve onun kabulüne mazhar olmuştur. Allah Resûlünün (a.s.m.), sahabenin alimlerine içtihat müsaadesi vermesiyle, ashap tarafından birçok içtihatlar yapılmıştır. Bunlar da mezhepler için üçüncü önemli kaynaktır.
İşte mezhep imamları bu üç kaynakta açık hüküm bulunmayan bazı yeni meselelerde içtahat yapmışlardır. Bunlar ise şeriatın ancak yüzde onunu teşkil eder.
Hristiyanlıkta ise havariyyuna dayandırılan bir içtihat da söz konusu değildir.
Hâl böyle olunca, papazlar yukarıda sayılan üç kaynaktan mahrum kalmışlar ve kendi heveslerine, zanlarına bazen de menfaatlerine göre keyfi ve indi görüşler serdetme hususunda serbest kalabilmişler ve birbirine zıt mezhepler ortaya çıkmıştır. Hristiyanlık dini ruhani reislerin elinde bir zulüm ve tahakküm vasıtası olarak kullanılmıştır.
Bediüzzaman Hazretleri bu hususu şöyle ifade etmiştir;
"Havas ve hükümet adamları elinde çok zaman Din-i Hristiyanî, bahusus Katolik Mezhebi; bir vasıta-i tahakküm ve istibdad olmuştu. Havas, o vasıta ile nüfuzlarını avam üzerinde idame ediyorlardı. Ve 'serseri' tabir ettikleri avam tabakasında intibaha gelen hamiyetperverlerini ve havas zâlimlerin istibdadına karşı hücum eden hürriyetperverlerin mütefekkir kısımlarını ezmeye vasıta olduğundan ve dört yüz seneye yakın Firengistanda ihtilaller ile istirahat-i beşeriyeyi bozmağa ve hayat-ı içtimaiyeyi zîr ü zeber etmeye bir sebeb telakki edildiğinden; o mezhebe, dinsizlik namına değil, belki Hristiyanlığın diğer bir mezhebi namına hücum edildi."56
Diğer taraftan, İslâmiyet'te “düşün, sonra iman et” hakikati hakimdir. Hristiyanlıkta ise “düşünmeden inanacaksın, sonra yine düşünmeyeceksin” hurafesi hakimdir. Çünkü Hristiyanlıkta din aklın hükümlerine zıddır. Hatta, iman hususunda tefekkür küfürdür. Bir Hristiyan ruhani reisinin nasihati şöyledir; “Sakın aklı rehber ittihaz etmeyiniz, çünkü din akla külliyen muhalifdir.”
İslâm dini hüccet ve delil ile birşeyi kabul etmeyi emreder. Hristiyanlarda ise delil ve hüccet ile iştigal etmek fuzulidir. Bununla uğraşanlar tahkir edilir. Papazlar din namına telkin ettikleri faraziye ve hurafeler ile hiçbir zaman aklı tatmin edememişler ve vicdanları huzura kavuşturamamışlardır. Sadece hakikat ile hurafelerin arasını fark edemeyecek kadar şuursuz olan bir kısım ami insanları iğfal etmişlerdir.
Bediüzzaman Hazretleri Hutbe-i Şamiye isimli eserinde,
“Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, bûrhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bûrhanı bırakmıyoruz.” 57
buyurur. Yine bir başka eserinde de,
“Her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalpte saklayınız."58 buyurmuştur.
İslâmiyet'te müçtehit ve mürşidler tarafından ortaya konulan hakikatler tedkik edildiğinde, bu hakikatlerin akli ve nakli delillere istinad ettiği görülür.
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 15-7-2010
Akıl ile Hak Din arasında hiçbir tezat yoktur. Fakat her marifetin keşfinde sadece akıl kâfi değildir. Evet aklın müstakillen idrak ettiği hakikatler de yok değildir. Meselâ, akıl tecrübe ve müşahede alemindeki hâdiseleri görüp idrak etme istidadına sahip olduğu gibi Allah-u Teâla’nın varlığını, birliğini, adalet ve ihsanın güzelliğini, zulüm ve sefahatin çirkinliğini de anlayabilecek mahiyettedir. Bununla beraber onun varamadığı ve keşf edemediği noktalarda çoktur. Zira akıl mahluk ve mahduttur; her hakikati görecek ve keşfedecek bir mahiyette değildir. Böyle bir akıl ile herşeyin mahiyet ve hakikatini anlamak muhaldir. “Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur’an gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihata etsin. 59
İnsan henüz ruhunun mahiyetini idrak edebilmiş değildir.
Kendi mahiyetini idrakten bile aciz olan aklın, metafizik alemini anlamada ne derece aciz kalacağı açıktır. Bu sahada akla düşen vazife, nakle yani vahye tabi olmaktır. Bu hakikati Bediüzzaman Hazretleri şu ifadeler ile çok güzel bir şekilde ortaya koyar:
“Fikrin sönük ise; Kur’anın güneşi altına gir, İmanın nuriyle bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur’an, birer yıldız misillü sana ışık verir.” 60
İslâmiyetin umde olarak kabul ettiği akıl, vahyin nuru ile nurlanan akıldır. Ancak böyle bir akıl, hâdiselerde ölçü ve mizan olabilir; insanı marifet ve hikmete vasıl edebilir.
Kur’an’ın üslûb-u hakîmaııesine yemin ederim ki: Nasara’yi ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı az ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecelli ve inbisat-ı efkâr nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve burhan ile takallüdü ve akıl ile meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakâtıdir. Acaba görülmüyor: Ayâtın ekser fevatih ve havatiminde nev’-i beşeri vic
dana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor. 61
M. Seyyid aklın İslâm dinindeki yerini şöyle dile getirir: Kitap sünnet nasıl bir hüccet, bir delil ise akılda öyle bir delîl-i şer’idir. Binenaleyh akim suret-i kafiyede iptal ettiği şeyi şeriat tecviz etmez. Şeriatın tecviz ettiği şeyi de akıl iptal eylemez.Bunun içindir ki aklen muhal olan şer’an mümkün olamaz. 62 Şunu da ehemmiyetle belirtelim ki, bu ifadelerde sözü edilen akıldan maksad ilm-i yakîni ifade eden yani nübüvvet mektebinden tam ders alan kamillerin aklıdır. İşte mezhep imamları bu kamil akıldan azami derecede nasiplerini almışlardır.
Dinin telkin ettiği hükümler akıl ile teyid edilmezse kalp ve vicdan tatmin olmaz. İslâm dininde mitoloji, hurafe ve hayale itibar edilmez. İşte bu yönüyle de İslâm mezhepleri, Hristiyanlıktaki mezheplerle mukayese edilemezler.
Hristiyan aleminde ruhanî reislerin akıl ve hikmetle bağdaşmayan itikat ve iddialarda bulunmaları akıl ve fikrî muhakemeden engellemeleri ve ilim erbâbına zulmedip onları öldürmeleri bir takım felsefecileri Hristiyanlık di-nine ve onun şahsında bütün dinlere cephe almaya sevketti. Bunlar vahye tamamen gözlerini kapayarak sırf akıl ile hareket etme yolunu tuttular.
Ruhbanların, aklı tamamen azledip, hesaba katmayarak tefrite düşmelerine karşı, felsefeciler de aklı tek rehber ittihaz ettiklerinden dolayı ifrat ederek, metafizik mevzularda hakikati yakalayamamışlardır. Yıldız böceği olan akıllarına güvenip, nübüvvet güneşinin altına giremediklerinden dolayı, o yıldızlı gecelerin derin sükutu içinde o nur-efşan cirmleri temaşa edip, kudret-i İlâhinin daimî şahidi olan o yıldızları dinleyip, lisanlarını anlayamamışlardır.
Evet, akıl deneme ve tecrübeye dayanan fizikî sahada birşeyler söyleyebilse bile, manevî ve metafizik sahada kifayetsiz kalır. Bu filozoflar ancak ilahî vahiyle aydınlanabilecek meseleleri mücerred akıl ile halletmeye kalkıştıklarından hataya düştüler.
Hâlbuki, metafizik hakikatlerde (Allah, ruh, yaradılışın sırrı, ölüm ve ölüm ötesi gibi) nübüvvet mektebini de dikkate almaları gerekirdi. Bu insanlar nereden geliyor ve nereye gidiyorlar? Bu dünyadaki vazifeleri nelerdir? Sorularını o mektepte aramalıydılar. Bunu yapmadıkları içindir ki, feylesofların metafizik sahasında ileri sürdükleri fikirler, ortaya attıkları iddialar kat’iyyet damgasını haiz olamamıştır. Şöhretleri ne olursa olsun bu hatalar bağışlanamaz.
Tecrübeye ait metodlar ile maneviyata ait meseleler halledilmez. Dinî mes’eleler ve İlâhî hakikatlerde akıl yalnız başına senet olamamıştır. Bu İlâhî hakikatler his, tecrübe, akıl ve mantığın fevkindedir, maverasındadır. İşte felsefeciler bu farkı anlayamadılar. Kendi sahalarına dahil olmayan hakikatları da izaha kalkıştılar ve sırat-ı müstakimden saptı ve saptırdılar. Tabiat üstü hakikatlere iğne deliği kadar dar bir pencereden baktılar ve göremedikleri hakikatleri inkâr ettiler. Gaflet ve gurur ile yalnız kendi fikirlerine itibar ettikleri için de hatadan kurtulamadılar.
Netice olarak özetlersek, ilim ve fennin tekâmülünde tecrübe ve akıl ne ise maneviyat sahasında da Kur’an odur. Yani söz ve hüküm onundur. Hayatın maddî ihtiyaçları fen ve tekniğe istinad ettiği gibi manevî ihtiyaçları da semavi kitaplara müsteniddir.İlim sahasında akla, tecrübeye ne derece itibar edilirse, maneviyat sahasında da peygamberlere ve semavî kitaplara öylece itimad etmek zaruridir. İkisinin de sahaları başka başkadır.
İslâmiyet hem aklın düsturlarını hem de vahyin kanunlarını nazara alır, ikisine de itibar eder. Yani aklî deliller ile isbat ettiği o yüksek hakikatleri, naklî deliller ile de teyid eder. Hem de İslâmiyet, felsefenin bahsetmediği ve edemeyeceği bir çok hakikatleri tahkik ve tedkik ile ortaya koyar.
Şu bir gerçektir ki metafiziğe ait mes’elelerde rehber ve önder ancak peygamberlerdir. Hocasız bir insan ne kadar kabiliyetli olursa olsun talebe olmaktan ileri geçemez. Bu bakımdan peygamberleri hoca kabul edip, onları dinleyen İmâm-ı Gazalî gibi alimler, insanlara ilim ve irfanları ile faydalı olmuşlardır.
İnsan için en kutsi gaye marifetullah, muhabbetullah ve rıza-i Bâri’dir. Bunlar ise ancak nebilerin eliyle insanlara gelmiştir.
“Bil ki: Nev’-i beşerde nübüvvet, beşerdeki hayır ve kemalâtın fezlekesi ve esasıdır. Din-i Hak, saadetin fihristesidir. İman, bir hüsn-ü münezzeh ve mücerreddir. Madem şu âlemde parlak bir hüsün, geniş ve yüksek bir hayır, zahir bir hak, faik bir kemal görünüyor. Bilbedahe hak ve hakikat, nübüvvet içindedir ve nebiler elindedir. Dalalet, şerr ve hasaret; onun muhalifindedir.” 63
Önce gelen peygamberler sonra gelen peygamberleri müjdelemişlerdir. Sonra gelenler ise evvelkileri tasdik ve teyid etmişlerdir. Çünkü enbiyanın feyz aldığı menba vahiydir. Vahiy ise vehmin şaibesinden münezzehidir. Çünkü ilm-i İlâhîye’ye istinad eder.
Vahyin yolu daha metin, daha umumi, daha nafizdir. Her yönüyle insanın aklını tatmin, ruhunu memnun, vicdanını mesrur eder. İnsan ancak vahiy yoluyla, enbiyaya tabi olmakla dünyevi ve uhrevi izdırap ve buhranlardan halas olabilir.
Hulasa; İslâm dinindeki mezheplerle Hristiyan mezheplerinin ayrıldıkları en önemli noktalar şunlardır:
1. İslâmî mezheplerde akıl önemli bir esastır. Hristiyanlıkta ise ruhbanların saltanat ve tahakkümleri söz konusudur. Halkın inançlarını ruhbanlar tayin ve tespit ederler. Onlara şuursuzca tabî olanlar taklid zincirini boyunlarından çıkarıp kıramamışlardır. Ruhbanları delilsiz olarak taklid etmişler ve onların tahakkümü altında yürümüşlerdir. Hiçbir fert inancında hür değildir. Kilisenin vaftiziyle Hıristiyan olur, afarozu ile de dinden çıkar. Ancak İslâmiyette ruhani bir tahakküm, bir saltanat yoktur. Hiçbir alim veya bir mürşidin başka birinin itikad ve inancı üzerinde tahakkümde bulunmaya salahiyeti yoktur.
2. Hristiyanlıkta ruhanî reislerin helal dedikleri helal, haram dedikleri de haram olur. Reisler neye karar verirse, (Hâşa) Allah’da o karara uyar. İşte onların bu tahakkümlerini ve hurafelerini, İslâmiyet kökünden yıktı ve mahvetti.
İslâmiyet'te yalnız Allah’ın haram kıldığı haram, helal dediği helal olur. Allah’dan başka hiçbir fert haramı helal, helali haram edemez. Hiçbir alim ve müçtehidin emriyle başka birisi dinden çıkamaz. Bir alim, derecesi ve rütbesi ne kadar büyük olursa olsun insanlara karşı nasihat ve irşaddan başka bir hakka Mâlik değildir. Çünkü İslâmiyette Hazret-i Muhammed (a.s.m.) Allah’ın kulu ve Resûlüdür. Alimler de peygamberin vârisidirler. Hristiyanlıkta ise Peygambere uluhiyet isnad edilir. Papazlar ise böyle bir peygamberin vekili olmakla günahları affetme, helale haram, harama helal deme selahiyetini kendilerinde buluyorlar.
3. Hristiyanlıktaki mezhepler birbirini tekfir ederler. Herbiri müstakil bir din gibidir. İslâmiyetteki mezheplerin ise tamamı bir tek fırka olup ehl-i sünnet olarak yad edilir.
4. İslâmiyetteki mezheplerin müstakil mâbedleri yoktur. Hepsi aynı camide namaz kılar ve birbirlerinin imamlarına uyarlar.
5. Bir Müslüman istediği mezhebe girebilir. Meselâ Şâfiî iken Hanefi, Hanefî iken Şâfiî olabilir. Hiçbir mezhep imamı bunu engelleyici bir hüküm getirmemiştir.
Bazı insanlar, müçtehitlere uyan ulemayı “mukallid” diye tezyif etmekte ve mü’minlerin bu muhterem zevata karşı hürmet ve takdir hislerini kırmaya çalışmaktadırlar. Bu ise en büyük bir küfran-ı nimet ve bir insafsızlıktır.
Öncelikle şunu ifade edelim ki, taklidi mutlak olarak reddetmek ilmi ve fikri bir hareket değildir. Zira taklit etmek beşerin fıtratının icabıdır. Faydalı cihetleri olduğu gibi zararlı cihetleri de vardır. Taklit bir yerde haram, bir başka yerde vacib bir yerde de caiz olabilir.
Taklidi tenkit edenler, ihtisasa karşı çıkmış oluyorlar. Hâlbuki bir doktorun hendesede bir mühendise, mühendisin de tıp sahasında doktora tâbi olması bir ihtiyaçtır.
Diğer taraftan, şeriat sadece fıkıhtan ibaret değildir. Onun bir de iman ve ahlâk sahası vardır. Taklit câiz değilse bu sahalarda da caiz olmamalıdır. Buna göre itikat sahasında yazılmış bütün eserleri kütüphanelerden çıkarmak lâzım geliyor.
Öte yandan, nefsin terbiyesini ahlâkın yücelmesini ders veren ve bunun yollarını gösteren bütün kitapları da rafa kaldırmak gerekir. Ne Gazali’nin “İhya”sını, ne Mevlana’nın “Mesnevi”sini, ne Sadi’nin “Gülistan”ını okumak gerekmez, herkes bu büyük insanları taklid edeceğine İslâm ahlâkını âyet ve hadislerden doğrudan alır ve ona göre kendi ruh alemini şekillendirmeye çalışır. Bu ise terakki ve teâlinin en büyük engelidir.
Taklidi genel olarak altı noktada ele alabiliriz:
1. Müşriklerin putperest babalarını taklit etmeleridir. Bu taklit haramdır ve küfürdür.
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine (Kur’ân-ı Kerim’e) ve Resûl’e gelin’ dendiği zaman (onlar): ‘Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter!’ derler.” 64
Bir kısım mezhepsizler bu ve benzeri âyet-i kerimeleri yanlış yorumlayarak, müminlerin mezhep imamlarını taklit etmelerini müşriklerin, babalarını taklit etmelerine benzetiyorlar. Böyle bir kıyas azim bir hatadır ve büyük bir cinâyettir.
Şimdi bu mezhebsizlere sormak lazımdır ki acaba asırlar boyu gelip geçen ecdadları mezhebsiz mi yaşamışlar? Şayet ecdadları bu dört mezhebe uyup onları taklit etmişlerse onların durumu ne oluyor acaba?
Ayrıca bir Müslümana kâfir diyen kâfir olduğuna göre,65 mezhep imamlarına uyan bütün Müslümanları âyet-i kerimelerde geçen müşriklerin yerine koyan kimselerin durumu acaba ne olur?
Evet bütün müminler bu mezheb imamlarını severler. Fakat onların bu sevgisi Allah rızası için olduğundan Allah sevgisine delildir. Yoksa günah ve şirk değildir. Bu sevgi, Hristiyanların Hz. İsa’yı, putperestlerin putları sevmeleri gibi değildir ki bu âyet-i kerimeler mü’minlere teşmil edilebilsin.
2. Müslümanların şuursuz olarak kendi örf ve ananelerini bırakıp ecnebilerin zararlı âdetlerini taklit etmeleridir. Bu ise ferdî ve içtimaî hayatımızı tehlikeye mâruz bırakır. Malumdur ki, şuursuz ve iradesiz ferd veya toplumun nereye gideceği bilinmez. Körü körüne karanlık bir istikamete hareket etmek, elbette ki Müslümanların ferdî ve içtimaî hayatlarını felakete sevk eder. Hiç bir fikre mâlik olmayan bir gençlik milli mânevi benliğini kaybeder.
Bediüzzaman Hazretleri bu konuya şu güzel ifadeleriyle açıklık getirmektedir:
“Ey bu vatan gençleri! Firenkleri taklide çalışmayınız! Ayâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl ile onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz? Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi i’dam ediyorsunuz. Agâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet davasında yalancılık ediyorsunuz!.. Çünki şu surette ittibaınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzadır!..” 66
Evet, her şeyin ifrat ve tefriti zararlıdır. Avrupa’nın taklit ve takdir edilecek cihetleri olduğu gibi, nefret edilecek ve kin duyulacak yönleri de vardır. Onların sefahet, dalalet, dinsizlik gibi bazı halleri vardır ki işte bunlardan Avrupa’nın ilim, irfan sahibi mütefekkirleri de nefret eder. Şu halde Garb’ın nefret ettiği, vicdanen ızdırap duyduğu bir Avrupa’yı taklit etmemiz elbette ki doğru değildir. Çünkü Hak dinden uzaklaşmış sefahet ve dalalete dalmış, nefs-i emmarelerinin mahkumu ve esiri olmuş, hürmet, merhamet, şefkatten soğumuş bir Avrupa’yı taklit etmek maddi terakkimize engel olduğu gibi milli benliğimizi ve haysiyetimizi de zir-ü zeber eder.
Ancak, Garb’ın sanatından, ulûm ve fünûnundan istifade edip bu noktada onları taklit etmek akıl ve hikmetin gereğidir.
Dini ilimlerde ehil olmayan, delillere istinad etmeden kendi heva ve hevesleriyle fetva verenleri taklit etmektir. Bu taklid son derece tehlikelidir. İnsanı dalalete götürebilir.
Avam müminlerin delil ve hüccete istinat etmeden anne, baba ve çevresini taklit ederek Allah’ın varlığına, birliğine, ahirete ve diğer iman hakikatlerine inanmalarıdır. Bu müminlerin imanı makbul olmakla beraber her zaman tehlikeye mâruzdur. Çünkü imanın zerreden güneşe kadar çok mertebeleri vardır. Meselâ, mum bir ışıktır, fakat sonunda yana yana biter. Bir elektrik lambası da ışıktır, ancak onunda sigortası atıp bizi karanlıkta bırakabilir. Tahkiki iman ise güneşe benzer ki yanmakla bitmez. İnsan, Hâlık-ı Hakîm’in icat ve san’atında tecelli eden hikmet ve esrarını okumakla marifet-i İlâhiyede terakki ederek imanını taklidden tahkike geçirebilir.
Kur’an ve hadislerde açık hüküm bulunmayan feri meselelerde avâm-ı nasın müçtehidîn-i izam ve ulemâ-i kiramı taklitleridir. Herkes müctehit olmayacağına göre bu taklit vaciptir, zarurettir, rahmettir ve hikmete uygundur.
İçtihat ehlinden olmayan Fahrettin-i Razi, Seyyid Şerif Cürcani, İbni Kemal, Ebus’Suûd, Molla Hüsrev gibi ulemânın müçtehitleri taklitleridir.
Kendi mesleklerinde mütehassıs bu büyük alimlerin dört büyük imama uymaları, onları içtihat sahasında salahiyetli görüp üstad kabul etmelerinden dolayıdır. Şimdi böyle sayısız ulemânın ihtisasa hürmet esasına dayanan bu taklidlerini hata kabul edip tenkid mi edeceğiz?
Hâlbuki, müçtehitlerden sonra gelen ulemanın her biri bu ümmet-i Mu-hammed için birer hidâyet vesilesi, birer saadet rehberi olmuşlardır. Bu dinin hükümlerini şark ve garba yaymışlar, telif ettikleri kitaplarla dalalet fırkalarından gelecek zararları gidermişler ve bu dinin kıyamete kadar bekasını teminat altına almışlardır. Bunların bu himmet ve hamiyeti bütün Müslümanlar tarafından kabul edilmiştir. Bu ali zevatın hizmetlerini takdir etmemek mümkün değildir. Hatta İslâm dinine mensup olmayan bir takım insaflı ilim adamları bile onların ilimlerinden istifade ile kendilerini takdir etmişlerdir. Evet bu bizim için üstün bir şeref ve büyük bir nimetidir.
Müctehit derecesinde olmayan ulemayı mukallid diyerek tezyif edip küçük düşürmek haksızlıktır ve büyük bir cinâyettir.
Asırlardan bu yana, bin senedir, ümmetin imanına, dinine hizmet etmiş ulemayı takdir etmek dinî bir vecibe olduğu gibi akıl ve vicdanın da gereğidir. Evet, bu zâtlar her ne kadar müctehit derecesinde olmasalar bile netice itibariyle, hizmetleri güneş gibi İslâm aleminin her tarafını sarmıştır. Meselâ; bu âlicenab zâtlar her tarafda feyz menbaları olan medreseleri açmakla hem insanlık âlemine hem de İslâm alemine maddî ve manevî hizmetler yapmışlardır. Bunu takdir etmemek, insaftan uzaklaşmak demektir.
“Alimler Peygamberlerin vârisidirler.”67
hadis-i şerifine hakkıyla layık olmuşlardır. Yetiştirdikleri talebeleriyle dini ve millî hayatımız üzerinde derin tesirler icra etmişler ve silinmez izler bırakmışlardır.
Onlar sayesinde fıkıh ilmi tamamlandı ve ikmal edildi. Peygamberimizin hadis-i şeriflerini onlar cem etdiler. Bir hadis-i şerif için aylarca seyahat ederek hadisleri toplayıp kitab haline getirdiler.
İşte bu zâtlar İslâm’ın nurunu Endülüs, Kurtuba, İstanbul, Buhara, Bağdat gibi dünyanın değişik yerlerinde tesbit ve neşr etmişlerdir. “Şehadet vukuat ile sabittir” kaidesine binaen o zâtların yaptıkları hizmetleri görmemek, cehaletten başka bir şey değildir.
Bunların hizmetlerini değil yeryüzündeki insanlar, belki melekler bile tebcil ediyorlar. Bugün ehl-i sünnet dairesindeki sayısı milyarları aşan insanların iman ve İslâmiyette payidar olmaları onların eseridir.
Bu zâtlar, yalnız ilim ve irfanın değil, takva ve amel-i salihin, ihlas ve sadakatin de zirvesindeydiler. Onlar pek yüksek ve umumî hizmetler ifa ettikleri halde kendileri gururdan, kibirden ve şöhretperestlikten son derece uzaktırlar.
Bunların bizlere ve kıyamete kadar gelecek nesillere kazandırdıkları iman, irfan ve fazileti takdir etmeyenler bu ümmet-i Muhammedi kendi serab-misal şahsiyetlerine bağlamak istiyorlarsa bunun hara hayalden başka bir şey olmadığı açıktır.
Molla Hüsrev, İbn-i Kemal, Ebu-s Suud, Taftazani, Seyyid-i Şerif Cürcani gibi bir çok ilimlerde mütehassıs büyük alimlerin, müçtehitleri taklidleri, ami mü’minlerin taklidleri gibi değildir, ilim ve fikre müsteniddir.
Tarih dikkatle okunursa görülür ki, İslâm’ın zuhur ve galebesi öncelikle Resûlullah (a.s.m.) ve ashabı zamanında Arabistanda başlamış daha sonra bu ulema-ı izamın büyük gayretleri sayesinde şarktan garba kadar bütün âleme yayılmıştır. İşte Nebiyy-i Zişân Efendimizin “Ümmetimden bir taife hak üzere olup gâlibâne devam edeceklerdir” 68 hadis-i şerifiyle müjdelediği bahtiyar zümre, o fedakâr ve âlicenap alimler cemaatidir.
Bu zâtlar, asırlardan beri kütüphaneleri dolduran tefsir, hadis, fıkıh, ilm-i kelam ve sair ulum ve fünuna ait milyonlarca eser telif ederek bütün insanlığın istifadesine sunmuşlardır.
Bu ulemanın, ümmet-i Muhammed’e alicenabane, şefkat-perverâne hizmetlerini, gözle görünen fedakarlıklarını ittiham etmek, takdir etmemek, tezyif etmek, “mukallittir” diye o gibi insanların fikirlerinden istifade etmemek, yüz çevirmek en büyük bir kusur ve azim bir hatadır. Onlara karşı vazifemiz, ancak şükran ve takdirdir.
Evet, bu alimler müçtehit derecesinde olmamakla birlikte, fıkıh, kelâm, hadis gibi ilimleri fevkalade ihata etmişlerdir. Meselâ sarf, nahiv, mantık, beyan, bedf, meânî gibi ilimlerde meleke kazanmışlar; fıkıh, tefsir, kelâm, hadis ve tasavvuf gibi şeriat ilimlerini de kamilen ihata edip asırlardan beri bu Ümmet-i Muhammedin itikad ve imanını muhafaza etmişler, onlara sıratı müstakimi göstermişlerdir. Ehl-i Sünnet ve Cemaatin dairesinde kemal-i ciddiyetle gayret gösterip İslâmiyeti dünyanın her tarafına kahramanca neşretmişlerdir. Buna rağmen hiç biri müçtehitlik davasında bulunmamıştır. Çünkü, onlar içtihat ve ehl-i içtihadın ne demek olduğunun şuurundaydılar. Evet, içtihat öyle zannedildiği kadar kolay bir şey değildir. Sadece kesble, gayretle elde edilebilecek bir şey de değildir, bir mevhibe-i İlâhîyedir.
Ramazan el-Buti, İbn-i Haldun’dan şu güzel tespiti nakleder.
“Sahabe-i Kiramın fetva ve içtihada ehil olanları sınırlı ve aralarında temayüz etmiş birkaç kişi olduğuna ve geri kalanları bu seviyenin altında kaldıklarına göre, fetva ve içtihat ehli birkaç sahabe dışında kalan diğer sahabeler, dinlerini kimden alıyorlardı? Şüphe yok ki onlar da dinlerini, içlerinden içtihat ve istinbad kudretiyle temayüz etmiş olan bu sayılı sahabelerden alıyorlardı. İçtihat yapma kudretine sahip olmayan bu sahabelerin bu davranışları taklid değil de nedir?” 69
Ulemanın, müçtehitleri taklid etmelerine karşı çıkan insanlar Sahabe-i Kiramın bu taklitlerine ne mana verecekler? Onları da mukallid diye tezyifini edecekler?
Üçüncü asırdan sonra gelen İslâm alimleri müçtehitlerin yaptıkları içtihatlarda bir noksan bulamadılar ki, onu ikmal için yeni bir gayrette bulunsunlar. Belki dine ait emirleri ikmal edilmiş gördüklerinden içtihat hususunda kendilerine bir vazife terettüb etmedi. O yüksek asırlarda istihraç olunan hüküm ve meseleleri delilleriyle takrir ve beyan vazifesini üzerlerine aldılar.
Dine hizmet eden her alim ve mütefekkir, ilimde derecesi ne olursa olsun, hangi makamda bulunursa bulunsun bizim nazarımızda pek aziz ve pek muhteremdir. Onları kemal-i hürmetle yad etmemiz dinî ve vicdanî borcumuzdur.
Farz edelim ki, bunlar içtihat seviyesinde değiller; fakat o günün medreselerinde müderrisler, alimler yetiştirip, bu ümmetin dinini, itikadını, ahlakını, muhafaza etme hususundaki o kıymetli hizmetleri ne ile perdelenebilir!
Onlar berzah aleminde iken de bizim için birer fazilet ve irfan abideleridir. Bugün mukallid diyerek onları tezyif etmeye çalışanlar da, ilim ve irfanlarını onlardan almadılar mı, o halde kendileri de mukailidlerin mukallidi olmuş olmuyorlar mı?
İslâmiyetin bu derece inkişafı ve teali etmesi; müçtehit derecesinde olmayan, fakat müçtehidîn-i izamı başlarına tac eden ulemanın sayesinde olmuştur.
Bu zâtlar, kendilerini İslâm dininin hizmetine vakf ve hasretmişlerdir. Kimi tedris ile, bir başkası te’lif ile kimi de va’z-u nasihat ve irşat ile insanlık alemini tenvir etmişlerdir.
Bu zâtların hizmetlerindeki muvaffakiyetleri; altın harflerle yazılacak kadar kıymetlidirler. Evet ilmin hiçbir sahası yoktur ki; onda bu İslâm âlimlerinin derin izleri görülmemiş olsun.
Müçtehitlerden sonra gelen İslâm alimleri, ilim ve irfan hareketini Nil vadilerinden Kafkas eteklerine; Maveraünnehirden Atlas Okyanusu kıyılarına kadar ulaştırdılar. O ülkelerde yaşayan ahalinin ruhlarına, vicdanlarına ilmen ve ahlâken hakim oldular.
İslâm ulemasının bu ilim ve irfan hareketi sadece bu yerlere münhasır kalmadı. Meselâ; Avrupa’ya ayak basan ulema ve mütefekkirler, mutlak cehalet içinde buldukları İspanyayı kısa zamanda rengarenk ilim, irfan ve medeniyet çiçekleriyle tanıştırdılar. Oradaki insanlara imanın, irfanın zevkini tattırdılar. Böylece hicri IV. asır; İslâm medeniyetinin ve fenni ilimlerin İspanya’da şaşaa ile hükmettiği bir devir oldu.
İşte Endülüsün bu pek parlak şerefe mazhar olması; oradaki ulema-i kiramın himmet ve gayretinin neticesidir. Endülüs, medeniyetin zirvesindeyken diğer Avrupa ülkeleri cehalet ve vahşet içerisinde kıvranıyorlardı. İslâm dini ve medeniyeti Avrupa ufuklarında parlayan bir güneş gibi tulü’ etti. Bu sayede, Avrupa vahşetten bir derece kurtulup, medeni bir hal aldı. Bu vesile ile şu hakikati de ifade edelim:
Avrupa sanayide ve teknikte bu derece inkişaf etmesini Endülüs ulemâsına borçludur. Hristiyanlık aleminin bu hakikati unutması veya bilerek perdelemesi bir nankörlüktür. Bu nankörlük ve bu haksızlık elbetteki devam edemez. Hristiyan alemi bu hakikati bir gün itiraf edecektir. Çünkü bu izleri silmek mümkün değildir.
İslâm Uleması, Selçuklular ve Osmanlılar dönemi içinde de dine ve ilme sayısız hizmetler de bulundular. Başta İstanbul olmak üzere İmparatorluğun her yerinde dar-ül fünun mahiyetinde medreseler tesis ederek zamanın ihtiyaçları ile ahenkdâr bir surette hizmet ettiler. Memleketi tealiden, terakkiye, zaferden zafere koşturan dahi kahramanlar, sultanlar yetiştirdiler. Fatih, Kanuni, Selim, Süleyman gibi sultanlar gayret ve cevvaliyetlerini, temkin ve tedbirlerini o ulemaya borçludurlar. Evet hükümdarlara bu ruhu veren Molla Gürani, Akşemseddin, İbn-i Kemal gibi ulema-i izamdır. Evet bunların namını hürmetle, taktirle, muhabbetle yad etmek vicdanî bir vazifemizdir.
Bazı çevrelerin tezyif ettikleri bu ulema ve mütefekkirler, ulûm-u âliye ve fünun-u cedidenin bütün hüzmelerini Anadolu’nun her köşesine yerleştirmişlerdir.
İşte bu maddî ve manevî fütuhat hiç durmadan İslâm’ın iki bahadır mümessili olan Selçuklu ve Osmanlıların üstün gayretleriyle bir taraftan Kafkas dağlarından Atlas okyanusuna diğer taraftan da Lehistan’dan Habeşistan’a kadar ulaşmıştır. Bunlar zaman zaman geçirilen büyük buhranlara rağmen İslâm’ın nurunu ve ziyasını neşretmeğe devam etmişler, maneviyata susamış gönülleri huzur ve saadete kavuşturmuşlardır.
İman, ilim, irfan, güzel ahlak, üstün seciye gibi esaslar onların himmetleriyle kalplerde hakim olmuş ve bu sayede memleket feyizden feyize, zaferden zafere nâil olmuştur. Zirâ bir memleketin tekâmül ve terakkisi bu esaslarla kaim ve daimdir.
Bu irfan yuvaları devam ettiği sürece İslâm medeniyetinin tealisi, şevketi devam etmişti. İşte bu hizmetler ve terakkiler bu alicenap ulemanın sayesinde gerçekleşmişti.
Bilindiği gibi vicdan Cenâb-ı Hakk’ın insanın kalbine koyduğu bir nur-u marifettir. İnsanın bütün harekatını tedkik ve teftiş eden adil bir hâkimdir. Hakkı hak bilip kabul etmek, batılı batıl bilip ondan içtinab etmek o marifet nurunun şanı ve eseridir. Vicdan yalan söylemeyen bir muhbir, doğruyu seven bir mürşiddir. O herşeyi tedkik edip hükmünü veren, yerinde sahibini bile mesul ve mahkum edebilen aldanmaz bir hakimdir. Zira, o bütün kararlarını akıl ve hikmet ile istişare ederek verir. İşte, İslâmiyeti müthiş felaketlerden, ümmet-i Muhammedi dinsiz felsefenin batıl fikirlerinden, ehl-i dalaletin tasallutundan, sefahatin hakimiyetinden muhafaza eden zâtlara hürmet etmek ve muhabbet göstermek o vicdanın muktezasındandır.
Takdirşinas olan insan, iyilik gördüğü zâtlara karşı teşekkürü bîr borç bilir. Velinimetlerine karşı hürmetle mukabele eder. Buna göre, bu ulemanın harikulade hizmetlerine, karşı şükür ve dua ile mukabele etmek, şuurlu her Müslümanın üzerine borçtur. Bunu yapmamak büyük bir küfran-ı nimettir. Küfran-ı ni’met ise Hakk’a karşı da halka karşı da mezmumdur, neticesi hüsrandır.
62 Muhammed Seyyid, s. 174.
64 Maide Sûresi (5), 104.
65 Bkz. Buhâri, Edeb, 73.
67 Tirmizi, İlim, 19; İbn Hanbel, V/197.
68 Ahmed İbn-u Hanbel, Müsned 4, 97, 101, 104, 429; 5, 278.
Mezheplerdeki İhtilafın Rahmet Ciheti
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 13-7-2010
Allah-u Zülcelal Hazretleri, Habib-i Ekremi (a.s.m.) hürmetine, mezhepler arasındaki ihtilaf ile nihayetsiz rahmet ve suhulet kapılarını açtı. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde
“Ümmetimin ihtilafı geniş bir rahmettir.”70
buyurmakla bu hakikati ifade etmiştir. Evet bu hadis-i şerif her türlü müsbet ihtilafı içine aldığı gibi, mezhepler arasındaki ihtilaflara da şamildir.
“Allah size kolaylık ister, zorluk istemez.” 71
“Din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi.” 72
Bazı âyet ve hadislerdeki kelime ve cümleler ayrı ayrı hükümleri ihtiva etmiştir. Bir tek sedefte müteaddid inciler bulunabilir. İşte müçtehitler âyet ve hadislerin sedefindeki cevherlerde ihtilaf etmişlerdir. Bu ise muhtelif kapıların açılmasına vesile olmuştur. Bu ihtilaf ümmet-i Muhammed için büyük bir kolaylıktır. Cenâb-ı Hak;
“Ve üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri atar (yani, hata ile adam öldürmekte kısas icrasını ve günah işleyen azaların, pislik değen elbisenin kesilmesi gibi ağır teklifleri kaldırır.)” 73
gibi âyet-i kerimelerle şeri’at-ı Muhammediye’nin gâyet derecede suhuletli olduğunu ifade buyurmaktadır.
Meselâ, İmâm-ı Şâfiî’nin “kadına el değince abdestin bozulması” şeklindeki İçtihadı, günümüz şartlarında hac ibadeti esnasında çok sıkıntıya sebebiyet verir. Zira tavafın abdestli olarak yapılması lazımdır. Milyonlarca insanın toplandığı o kalabalıkta bu hükmün uygulanması adeta imkansız olduğundan, bu mezhep mensupları diğer mezhepleri takliden tavaf yaparlar.
Abbasi halifesi Harun Reşid, İmâm-ı Mâlik’e “Senin kitaplarını yazdıralım, âlem-i İslâm’ın her tarafına dağıtalım. Ümmeti bunlara sevkedelim”, teklifinde bulunur. İmâm-ı Mâlik şu cevabı verir:
“Ya emire’l-mü’minin, ulemanın ihtilafı Allah’tan bu ümmete rahmettir. Herbiri kendi nazarında sahih olana tabi olur. Hepsi hidâyet üzeredir ve hepsi Allah’ın rızasını ister.” 74
Müsbet ihtilaf, sahabe döneminde sıkça vuku’ bulmuştur. Hazret-i Peygamber de (a.s.m.) ümmetini, dilediği sahabenin İçtihadıyla amel etme hususunda serbest bırakmakla böyle bir ihtilafa razı olmuşdur. Sahabelerini içtihat farklılığından dolayı muaheze etmemiş, her iki tarafın da hükmünü hak ve münasib görmüşdür.
Sefere çıkan iki sahabi, namaz vakti geldiğinde su bulamayınca teyemmümle namazlarını kılarlar. Sonra vakit içinde su bulurlar. Biri namazı iade eder, yeniden kılar. Diğeri ise önceki kıldığını yeterli görür. Dönüşte durumlarını Resûlullah’a sorarlar. Hazret-i Peygamber iade etmeyene “Sünnete isabet ettin”, diğerine de “Sana iki defa ecir var” cevabını verir.
“Sahabelerim yıldızlar gibidir, onlara uyarsanız hidâyete erersiniz.”75
hadis-i şerifi de bu hakikata işaret etmektedir. Buna binaen herhangi bir insan hak mezheplerden dilediğini tercih edebilir.
Kıblenin bilinmediği yerde namaz kılan bir mümin, kendi içtihadı ile bir yön tayin etse veya her rekatını bir başka yöne doğru kılsa namazın sıhhatine fıkhen hükmolunur.
Bu sayede müslümanlar zaruret hallerinde ruhsatı azimete tercih edebilmektedirler. Bu ise onlar için büyük bir rahmet olmuştur. Evet, müslümanlar kendi mezheblerinde çözümü olmayan bir mesele hakkında, zaruret halinde, diğer bir hak mezhebin ruhsatı ile hareket edebilir ve böylece sıkıntıdan kurtulurlar.
Zaten şeriat-ı Muhammediye insanların fıtratına uygun olarak taraf-ı İlâhîden vaz’ edilmiştir.
Müçtehitler arasındaki ihtilaflar ümmet-i Muhammed hakkında rahmet olduğu hâlde; geçmiş ümmetlerin helakine sebep olmuştur. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde “ihtilaf geçmiş ümmetlere azab olduğu halde, benim ümmetime rahmet olmuştur,” buyurmuşlardır.
Geçmiş peygamberlerin dinlerinde bütün hükümler açık ve kesin idi. Âyetlerde istihraç edilecek ve tevile açık şeyler yoktu. Kat’i ve kesin olan mes’elelerde ihtilaf olmayacağı da aşikar idi. İnsanlar bu kesin hükümlere uymakta zorluk çektiler, ihtilafa düştüler ve bu ihtilaf onları helake götürdü. Fakat bizim şeriatimiz geçmiş milletler üzerindeki darlığı ve sıkleti kaldırmışdır. Meselâ, Hazret-i Musa’nın (a.s.) şeriatinde adam öldüren bir katile kısasdan başka ceza verilmesi mümkün değildi.
Şeriat-ı İsa’da (a.s.) ise sadece diyet vacip idi, kısas yasaktı. Şeriat-ı Muhammediye’de ise maktulun velisine kısas, diyet ve af arasında tercih hakkı verilmiştir. Diğer bir misal, onların şeriatında elbisenin, necasetlenen yerini kesip atmak vacip iken bizim şeriatımızda temiz suyla yıkamak kafidir. Bu manada pekçok misaller vardır. Kitabımızın hacmi buna müsaade etmediğinden bunlarla iktifa ettik.
70 Keşfu’l-Hafa, I, 64,66.
75 Müstedrek, 1, 286; Sünenü’d-Dârimi, 1, 207.
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 15-7-2010
Şer’i delillerin esası, Kitabullah ile sünneti Nebeviyedir. Dinimizin başlıca hükümleri bu iki menbadan iktibas olunmuştur. Peygamberimiz zamanında ahkâm-ı şeriyye bizzat Peygamberimizden alınır, talim edilirdi. Edille-i şeriyyenin birincisi olan âyet-i celileler nazil olduktan sonra bu âyetler bizzat Peygamber Efendimiz tarafından izah ve beyan olunurdu. Resûlullâh Efendimizin (a.s.m.) yaptığı bu izahlardan ve içtihatlardan şer’i delillerin ikincisi olan sünnet-i seniyye teşekkül etti. Peygamberimizin ahirete teşrifinden sonra meydana gelen yeni hadislerden dolayı icmâ ve kıyas gibi iki delile daha ihtiyaç hasıl oldu. Evet zamanın teceddüdü ile vukuatın teceddüdü bu ihtiyacı zaruri kıldı. Nitekim bir hüküm eğer Kitap’ta sarahaten mevcud ise onunla amel olunur. Kitap’ta yoksa sünnete müracaat ediler. Orada da bulunmazsa icma ve kıyasa başvurulur.
Edille-i Şer’iyyenin birincisi Kur’an-ı Azimüşşandır. Kur’an-ı Kerim bütün beşeriyetin rehberi olan bir Kitab-ı İlâhî ve ebedî hidâyet kaynağıdır. İnsaniyetin ebedi saadet ve selameti bu kutsi kitabın hükümlerine, emir ve tavsiyelerine uymakla mümkündür. Çünkü İslâm dini, Kur’an ile kemal bulmuştur. İslâm şer’iatının esası ve temeli O’dur. Dine ait umum kaideler O’nda icmalen zikrolunmuştur. Zaman ve mekanın değîşmesiyle O’ndaki hükümler değişmez. Ezelden geldiği gibi ebede gidecektir.
Bediüzzaman Hazretlerinin güzel ifadeleriyle Kur’ân-ı Kerim:
“Hitabat-ı ezeliye-i Sübhaniyenin hazinesi., ve şu İslâmiyet âlem-i manevîsinin güneşi, temeli, hendesesi., ve avalim-i uhreviyenin mukaddes haritası., ve zât ve sıfat ve esma ve şuun-u İlâhîyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vazıhı, bürhan-i katıı, tercüman-ı satıı.. ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi., ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetin mâ’ ve ziyası., ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi.. ve insaniyeti saadete sevkeden hakikî mürşidi ve hadîsi...” 76 dir.
Evet, Kur’an-ı Kerim aklın maverasında, zekânın fevkinde bir mürşid-i azamdır ki, âlem-i beşeri itidal ve istikamete davet eder ve sırat-i müstakim-i gösterir. Kur’an-ı Kerim bütün insaniyet âleminin yegane hikmet, hidâyet, feyz ve marifet kaynağıdır. O’nun her bir âyeti yüzlerce-binlerce hakikatleri ihtiva eder. İnsanları her vadide kemalatın şahikasına yükseltecek bütün prensipleri ihtiva etmektedir. Hayatın her safhasında muzaffer olmak için onun koyduğu yolu takip etmek gerekir. İhata ettiği metod ve prensipler nazara alınıp onlara temessük edilmezse muvaffakiyet mümkün değildir. Çünkü Kur’an beşere selamet yollarını gösteren bir kanunlar manzumesidir.
Beşerin mübtela olduğu bütün hastalıkları izale ve tedavi edecek yegane tabip Kitabullah’tır.
Bu kudsî kitabın bütün lafız, ibare, delâlet, işaret ve manaları ulvîdir, ilâhîdir ve birer hidâyet yıldızıdır. Onun kutsi ve ulvî meşalesi kıyamete kadar ziya verecektir. O, engin ve zengin bir belagat ve fesahet mucizesidir. Ondört asır evvel Hicaz kıtasında tulû eden bu manevi güneş kendine teveccüh eden akıl ve kalbleri tenvir eyledi ve ilelebed de edecektir.
Evet, Kur’an-ı Kerim âleme rehber olacak bir kitâb-ı celîldir. O’nun getirdiği ahkamı-ı âliyesine itaat edenler fert olsun, millet olsun veya devlet olsun, iki dünyanın saadetine nail olurlar. Zira Kur’an-ı Azimüşşan her vecihle hikmet ve maslahata muvafıktır. İhtiva etmiş olduğu hükümler fenni ve akli delillerle de teyid edilmiştir.
Fikr-i beşer terakki edip ilim ve fünun yükseldikçe Kur’an’ın ehemmiyet ve mertebesi daha iyi anlaşılacaktır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle Kur’an-ı Kerim:
“İnsanlara hem bir kitab-i şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emr ü davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem insanın bütün hacat-ı maneviyesine merci’ olacak çok kîtabları tazammun eden tek, cami’ bir kitab-ı mukaddes...”77 tir.
Demek oluyor ki, Kur’an-ı Kerim sadece şeriat ve ahkam âyetlerine münhasır değildir. 6666 âyetin sadece 500 tanesi ahkama aittir. Bu âyetlerde kâide-i külliye halinde ve mücmel olarak zikredildiği için şer’i hükümlerin bütün teferruatını ve istikbâlde gelecek yeni hâdiseleri bu âyetlerde sarahaten bulmak mümkün değildir. Bu mücmel âyetlerin tafsil ile beyan edilmesi başta Sünnet-i Seniyye ve sonra icmâ ve kıyas ile gerçekleşmiştir.
İslâm dininin Kur’an-ı Kerim’den sonra en büyük temeli hadis-i şerifler ve sünnet-i seniyyedir. Sünnet-i Seniyye kuvvetini Kur’an’dan alır ve O’nun birinci tefsiridir. Müçtehidîn-i kiram efendilerimiz Kur’an’dan ahkâm istinbat ettikleri gibi hadis-i şeriflerden de Şer’i hükümleri çıkarmışlardır. Buna binaen İslâm dininin Kur’an’dan sonra en büyük esas kaynağı Sünnet-i Seniyyedir.
Sünnet-i Seniyye’yi, ya gafletlerinden yahut ihanetlerinden dolayı şer’î delil kabul etmeyen bazı çevreler, Müslümanların zihinlerini fazlasıyla karıştırdıkları için, bu şer’î delil üzerinde biraz daha geniş olarak durmak zarureti hasıl olmuştur.
İslâm dini, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye namıyla iki şubeye istinat eder. Hâriciler, “Biz Kur’an’dan başkasına bakmayız. O bize yeter.” diyerek Peygamber’in sünnetini tanımamak istemişlerdir. Yalnız birincisini kabul edipte ikincisinden i’raz eden, yüz çevirenler ilk defa Hariciler olmuştur. Hariciler, bunu idraksizliklerinden yapmışlardı. Bir kısım mülhidler ve muarızlar da aynı fikri Müslümanları şek ve şüpheye düşürüp İslâmiyeti tahrip etmek niyetiyle yapıyorlar. Bunlar önce Kur’an’a dil uzattılar. Bunu başaramayınca yeni bir entrika çevirerek peygamberimizin şahsiyyetine çeşitli iftiralarda bulundular. O’nun hayatında güya çeşitli noksanlıklar ve ayıplar bulmaya çalıştılar. Bunda da muvaffak olamayınca son çare olarak, “Kur’an bize yeter”, diyerek sünnet-i seniyyenin önemini insanların nazarından düşürmeye gayret ettiler. Bu gibi insanlar,
"Kur an'ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.”78
âyetiyle Kur’an’ı ve onun tefsiri olan sünneti koruyacağından gafildirler.
Hadis-i şerifler ve onların ortaya koyduğu hükümler anlaşılmadan Kur’an’ı anlamak oldukça zordur. Kur’an’ın anlaşılmasında hadis ve sünnete ihtiyaç zaruridir. Çünkü Kur’an; şeriatın hüküm ve kanunlarının, prensip ve metodlarının metnidir. Sünnet ise; O’nun şerh ve izahı mesabesindedir. Bundan dolayı bir mes’elenin hükmünü istihraçta bir müctehid için tevessül olunacak yol; bu iki müstakim menbadan faydalanarak içtihat yapmaktır. Zira umumiyet ifade eden âyetlerin şamil oldukları hükümleri, mutlak olarak zikredilenlerin de kayıtları hadislerle beyan buyurulmuştur.
Kur’an’daki hükümlerin bir kısmı külli, bazıları mücmel hükümlerdir. Bunlarda cüz’iyata ve teferruata ait tafsilat yoktur. İşte Kur’an’dan külli yahut mücmel veyahut müşterek veya hafi olan bu âyetlerin manalarını Peygamber Efendimiz, sözleri ve işleri ile beyan buyurdu. Tefsir ve izah ederek bu suretle onlardan ne gibi manalar kasdedilmiş olduğunu anlattı. Kur’an’da sarahatle ifade edilmeyen hükümleri açıkladı. Çünkü Peygamberin vazifesinden biri de bu idi, Kur’an’ı beyan ve tefsir etmekti.
Ebu Hanife: “Sünnet olmasaydı kimse Kur’an’ı anlayamazdı.” demiştir. 79
Şatıbî, “Sünnet, kitabı tefsir eder, kim sünneti bilmeden kitaba sarılırsa, sünnetten uzaklaştığı gibi kitaptan da uzaklaşır.”der. 80
Ahmed Emin ise şu beyanda bulunur:
“Mücmel, mutlak, müşkil ve amm birçok âyetler vardır. Resûl’ün sözü ve ameli bunları beyan, takyid ve tahsis eder. Kur’an’ın mücmel olarak zikrettiği namazı, Nebi’nin fiili tafsil ettiği gibi, onun vakit ve keyfiyetini de açıklamıştır. Kur’an, şarabı haram kılmış, şaraptan muradı ve miktarını hadis beyan etmiştir."
"Kur’an’ın lafız ve manaları Allah’dan vahiy suretiyle gelmiştir, sünnetin ise lafızları Resûle aittir. Sünnet ve hadisler birçok âyeti açıklamıştır.”81
tafsilat Kur’an-ı Kerim’de mevcut değildir. Bu tafsilatı şeriatın ikinci delili olan sünnet deruhte etmiştir.
peygamber Efendimiz (a.s.m) bir hadisi şeriflerinde
“Sallû Kema Raeytumuni usalli.”82 (Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız öyle kılınız.)
buyurmuştur ki, Resûl-i Ekremin (a.s.m.) namaz kılma şekli Kur’an’daki namaz kılma emrinin beyan ve tefsiri demektir.
İmran b. Husayn sünneti kabul etmeyen birisine: “Kur’an’da yatsıyı dört rekat akşamı üç rekat, sabahı iki rekat, öğleyi ve ikindiyi de dörder rekat olarak kılınacağını görebiliyor musun?" deyince adam “Hayır” dedi. İmran ise, "Bunları nereden aldınız? Bizden almadınız mı? Biz ise onu Resûlullah’dan almadık mı? Kırk koyunda bir koyun zekat vermeyi Kur’an’da bulabiliyor musunuz?" deyince adam yine “Hayır” dedi. İmran yine "Bunları kimden aldınız? Bizden almadınız mı? Biz ise Nebi’den almadık mı?" diyerek misalleri çoğalttı. Sonra da “Resûl size neyi verdiyse onu alınız, sizi nehyettiği şeyden de kaçınınız.” 83 âyetini okuyarak “Bilinmeyen birçok şeyi Resûlullah’dan aldık.” dedi. 84
Eğer sünnet, Kur’an’ı izah etmiş olmasaydı, Kur’an sadece nazari bir kitap olarak kalır ve herkesin keyfî yorumuna açık olurdu. Böylece ittihaddan ziyade ihtilaf ortaya çıkardı. Bu cihet, Kur’an-ı Kerim’de açıktır. İşte bundan dolayı Kur’an’ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur’an’a olan ihtiyacından az değildir.
Demek ki, Kur’an da hadis de vahyin semeresidir. Ancak Kur’an vahyin en yüksek mertebesinde gelmiştir. Çünkü Kur’an’ın hem lafzı, hem manası Allah’dan olduğu için Kur’an birinci derecede ise de Kur’an’ı anlama ve hayata tatbik etme noktasında hadis ve sünnet-i şerif ön plana çıkmaktadır. Çünkü Kur’an’ın getirdiği mücmel hakikatleri anlamak ancak sünnetle mümkündür. Binaenaleyh hadis ve sünnetin getirdiği hükümlere de sımsıkı sarılmak ve ferdî ve içtimaî hayata tatbik etmek zaruridir. Zira sünnet, kitabın tefsir ve beyanıdır.
Sünnet’i Terkedip; Yalnız Kur’an ile Amel Etmek İsteyenler
Bazı ehliyetsiz insanları görüyoruz ki, yalnız Kur’an-ı Kerim’in getirdiği İlâhî hükümleri kabul edip, edille-i şeriyyenin diğer delilleri olan Sünnet, İcma ve Kıyas’ı reddediyorlar. Maksatları ise, halkın itikadını bozmak ve saptırmaktan ibarettir. Bunlar, Kur’an’ı tek mezhep kabul edip, sünnet-i Peygamberiyeyi ve İslâm’ın diğer delillerini hafife alırken işlerine gelen hadisleri kabul edip, gelmeyenleri reddederler. Şuurlu Müslümanları aldatamadıkları gibi takdir de göremezler, buna hakları da yoktur.
Malumdur ki, Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’de nazil olan İlâhî hükümlere inanıp inkıyada memur oldukları gibi, hadislerle buyrulan şer’i hükümleri de kabullenmeye mecburdurlar.
Bunlar asırlardan beri tefsir, hadis, fıkıh ve sair sahalarda yazılmış olan bütün ilim ve fikir ehlinin takdirini kazanan çok kıymetli eserleri hiç dikkate almazlar.
Evet, Kur’an-ı Azimüşşanın gölgesine sığınarak yanlış telkinatta bulunan bir kimse hiç olmazsa şunu bilmelidir ki, bir Müslüman ne kadar âmi de olsa Kur’an’ı Azimüşşanın Allah kelamı olduğununa katiyyen şüphe ve tereddütü olmadığı gibi sünnet-i seniyyenin de İslâm’ın ikinci bir delili ve nokta-i istinadı olduğunu yakinen bilir ve öyle de itikad eder.
Şu hâlde, “İslâm dininin esası yalnız Kur’an’dır, biz yalnız onda olan hükümler ile amel ederiz, onun haram dediğine haram, helal dediğine helal deriz.”diyerek, sünnet-i şerifi nazar-ı itibare almamak ona kıymet vermemek Peygamberimizin değerini ve vazifesini idrak etmemektir. Kur’an’ı tebliğ eden ve en başta tefsir eden O’dur.
Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:
“Bana Kur’an-ı Kerim ve onunla birlikte, bir onun kadarı daha (yani sünnet) verildi.” 85
Başka bir hadis-i şerifte de
“Bir kişiye, koltuğuna yaslanmışken hadisim ulaşır da 'Aramızda Allah’ın kitabı var, ondaki helali helal, haramı da haram sayarız.'derse (bilsin ki) Resûllullah’ın haram kıldığı da Allah’ın haram kıldığı gibidir.” 86 buyurulmuştur.
Ulemanın bir kısmı şöyle der: Sünnetin getirdiği her hükmün, uzak veya yakın, Kur’anda aslı vardır. Sünnet, kitaba râcîdir. Onun mücmelini tafsil, müşkilini tavzih eder, muhtasar olanını da genişletir. 87
Şatıbî, Kur’an ile iktifa fikrine sahip olanların sünnetten ayrılan nasipsiz kişiler olduğunu söyledikten sonra, “Bid’at ehlinden bir çoğu hadisi terkedip Allah’ın kitabını yanlış te’vil ederek hem kendileri sapıttı, hem de başkalarını sapıttırdılar.” der. 88
“Muhakkak ki, O zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz, şüphesiz O’nun hıfzedicisi de biziz.”89
âyeti ile bu iki esastan Kur’an-ı Azimüşşan’ın elfazı gibi manaların: da muhafaza etmeyi tekeffül etmiştir. İslâm uleması buradaki muhafazanın Kur’an’ı olduğu gibi sünneti de şamil olduğunu beyan etmişlerdir. Bu âyet-i kerime Kur’an’ın tefsir ve izahı mahiyetinde olan Peygamberimizin sünnet ve hadislerini de yani
“Biz sana Kur’an’ı, insanlara indirilen ahkâmı beyan etmen için indirdik.”90
âyeti ile teminat altına almıştır. Çünkü âyette bildirilen “beyan” Kur’an’ın manasındandır. Bu beyan ise ancak Peygamberimizin sünnet ve hadisleri ile olur.
“Resûlullah’ın size getirdiklerine yapışınız. O’nun size yasak ettiği şeylerden de uzak olunuz. Allah’dan korkunuz. Çünkü Allah’ın vereceği ceza ağırdır.” 91
Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri tefsirinde bu âyete şöyle meal verir:
“Peygamber size her ne verdiyse onu ahzedin..., almayın dediğini almayın, yapmayın dediğini yapmayın ve Allah’dan korkun da Allah’ın ve Peygamberin emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını yemekten, devlete hıyanet eylemekten sakının...” 92
Büyük müfessir Mehmed Vehbi Efendi de bu âyet-i kerime hakkında şöyle buyurur:
“Kur’an’da en ziyade mücmel ve müfid ve bilumum ahkâmı cami’ olan âyetlerden birisi de bu âyetdir. Çünkü bu âyet, kavice ve fiilen emir ve nehy-i Resule şâmil olduğu gibi bütün menhiyat ve me’mnrata da şamil olduğundan ahkâm-ı şer’iyeyi bu âyet tamamiyle cami’dir. Zira, dünyevî ve uhrevi, insanların ahvaline müteallik bir hüküm olsun da emir veya nehy-i Resulden hark olsun, olamaz. Binaenaleyh, elbette bunlardan birinin müştemilatından olacağı aşikardır. Çünkü, gerek Kur’an’da, gerek hadisde beyan ve oralardan istinbat olunan ahkâmın cümlesi bizlere Zât-ı Nebevilerinden geldiği için her biri O’nun emir ve nehyinde dahildir.” 93
Şu hale göre Kur’an sünnetsiz, sünnet de Kur’ansız tasavvur edilemez. Bunlardan birini ihmal etmek, İslâm dinini anlamamaktan doğan bir hasta-lıktır ve bir dalalettir. Tabiri caiz ise Kur’an bir güneş ise sünnet-i seniyye onun ziyasıdır. Birisi için diğeri feda edilmez.
Evet, nasıl Cenâb-ı Hak, hafızlar ile Kur’an’ı hıfzetmişse, İslâm alimlerinin vasıtası ile de sünnet ve hadisleri muhafaza etmişdir.
Müslim, sünnetin ehemmiyetini şu şekilde özetler:
"Resûlullah (a.s.m.) ne zaman ve ne durumda ne söylemiş veya yapmışsa, bir peygamber olarak yapmıştır. Yaptığı her iş ve attığı her adım; dalâlet ve kötülükten uzaktır. Bütün söz ve fiilleri, Cenâb-ı Hakk’ın çizdiği çizgi üzerinde olmuş, onun gösterdiği sınırlar içinde kalmıştır. Dolayısıyla, bütün insanlar Hazret-i Peygamber’in hayatının her anını kendilerine örnek almalıdırlar. O’nun (a.s.m.) hayatı, canlı bir Kur’an-ı Kerim ve İlâhî nizamnamedir." 94
Kur’an ve hadis kitaplarında, "sünnet-i seniyyeye ittibâın, dinin vazgeçilmez bir esası" olduğunu kesin olarak ifade eden âyet ve hadisler pek çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır:
“Ey îman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ulü’l-emre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resûl’e götürün. Bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” 95
Tefsir alimleri “onu Allah’a ve Resûlüne götürün” emrini, “Kur’an’a ve sünnete müracaat edin”, şeklinde tefsir etmişlerdir. Hamdi Efendi bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur:
“Ey ehl-i iman Allah’a itaat ve Resule itaat ediniz, sizden olan ulülemre de" - dikkat edilmek lazım gelirki Allah ve Resulü hakkında "itaat edin" diye itaat itlakı üzere tasrih edildiği hâlde ulülemr hakkında ayrıca "Peygambere ve sizden olan ulül emre itaat edin" buyurulmayıp; bunlara itaat Resûle atfen ve mahza itaati Resûle tebaan emrolunmuş ve bu suretle tâbi’ıyyet tahtında itaatin hem aynı kuvvetle mutlak olduğu gösterilmiş, hem de isyan mevki’leri hükümden hariç bırakılmıştır."
"Şu halde âmirin her emri, me’muru mes’uliyyetten kurtarmağa kafi gelmez. Bil’farz bir me’mur âmirinin emrile rüşvet alsa veya sirkat yapsa mes’uliyyetten kurtulamaz. Bu ma’nâ “âmirin hilâf-ı kanun emri, me’muru mes’uliyyetten kurtaramaz” diye de ifade olunur."
"Şayan-i dikkat olan kayıdlardan birisi de müminlere hitaben kaydıdır ki ma’nâsı vazıhdir. Mü’minlerden olmayan ulülemre itaat dinen vacib kılınmamıştır. Bu hususta itaat değil, varsa bir ahde riâyet mevzubahs olacaktır. Fakat taatin adem-i vücubundan behemehal isyanın vücubunu anlamağa kalkışmamalıdır, itaatin adem-i vücub-u isyanın vücubunu müstelzim olmayacağından itaat mecburiyyetinde bulunmamakla, isyan mecburiyyetinde bulunmak arasında fark vardır. Hakk-ı isyan başka, vazife-i isyan yine başkadır. Binaenaleyh buradan gayr-ı mü’min bir muhitte bulunan mü’minlerin, şuna buna karşı isyankâr bir ihtilalci vaz’iyyetinde telakki edilmemeli ve belki mü’minlerin her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’a ve Resûlüne karşı ma’siyetten ictinab ve ayni zamanda kendilerinden olan ulülemre itaat etmeleri ve tağutlara boyun eğmemeleri lüzumunu anlamak lazım gelir.”96
“Binaenaleyh ey mü’minler -gerek suret-i umumiyyede biribirinizle ve gerek ulülemr ile beyninizde, gerekse ulülemr olanlar arasında- her hangi bir şeyde niza’ ederseniz onu Allah’a ve Resûlüne redd ü irca’ ediniz. Yani mücerred kendi keyf ü arzunuzla faalle kalkışmayınız. Müsademelere düşmeyiniz, başkalarına da gitmeyiniz de evvelâ Allah’ı, saniyen Resûlullah’ı kendinize merci’ biliniz, bu hükme ve bu mahkemeye müracaat ediniz. Aranızda yegane hakem ve hâkim Allah ve Peygamberi tanıyınız. Muhtelif hükümlerinizi fikirlerinizi Allah’ın ayatına ve Resûlullah’ın beyanatına tatbik ve tevfik ederek tevhid ediniz ki Allah’a müracaat iman-ı tevhid de ihlâs ile âyâtullahı taharri ve tetkik, Resûlüne müracaat da zamanında kendisine ve ba’dehu sünnetine ve hulefasına arz-ı keyfıyyet ile olur.” 97
“Hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” 98
“Kim, Peygambere karşı çıkar ve kendisi için doğru yol belli olduktan sonra mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.” 99
“De ki, Ya Muhammed! Eğer Allah’ı seviyor idiyseniz bana tabi’ olunuz, öyle yaparsanız Allah sizi daha çok sever ve günahlarınızı bağışlar. Allah Gafur ve Rahimdir.” 100
Bediüzzaman Hazretleri bu âyetin tefsiri sadedinde şöyle buyurur:
“Şu âyet diyor ki: Allah’a (celle celalühü) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz, Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise, Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittiba etmektir. Ne vakit ona ittiba etseniz, Allah da sizi sevecek. Zâten sîz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”
İşte bütün bu cümleler, şu âyetin yalnız mücmel ve kısa bir mealidir. Demek oluyor ki; insan için en mühim âlî maksad, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bu âyetin nassıyla gösteriyor ki; o matlab-ı a’lânın yolu, Habibullah’a ittibadır ve Sünnet-i Seniyesine iktidadır.” 101
Mevdûdî sünnete teslim olma konusunda şu ifadelere yer verir: Hazret-i Resûl’ün (a.s.m.) sünnetinden bir santim bile ayrılmak, Allah ve Resûlü tarafından daha az sevilmeye sebep olabilir. Aşk ve sevginin ilk şartı kayıtsız şartsız teslimiyettir. Resûlullah’ı seven O’na tüm olarak teslim olmalı, itaat etmelidir. 102
Bu vesileyle Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sünnete ittiba ile ilgili bazı parçaları arzetmekte fayda görüyorum:
"Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sünnet-i Seniyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef’ali, ahvalidir. Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Feraiz, nevafil, âdât-ı hasenesidir. Farz ve vâcib kısmında ittibaa mecburiyet var; terkinde, azab ve ikab vardır. Herkes ona ittibaa mükelleftir. Nevafil kısmında, emr-i istihbabî ile yine ehl-î iman mükelleftir. Fakat, terkinde azab ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibaında azîm sevablar var ve tağyir ve tebdili bid’a ve dalalettir ve büyük hatadır. Âdât-ı seniyesi ve harekât-i müstahsenesi ise hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve nev’iye ve içtimaiye itibariyle onu taklid ve ittiba etmek, gayet müstahsendir. Çünki herbir hareket-i âdiyesinde, çok menfaat-ı hayatiye bulunduğu gibi, mutabaat etmekle o âdâb ve âdetler, ibadet hükmüne geçer. Evet madem dost ve düşmanın ittifakıyla, Zât-ı Ahmediye (A.S.M.) mehasin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve madem bil’ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir. Ve madem binler mu’cizatın delaletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin ve kemalâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’an-ı Hakîm’in hakaikının tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i ekmeldir. Ve madem semere-i ittibaıyla milyonlar ehl-i kemal, meratib-i kemalâtta terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti, harekâtı, iktida edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlam rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinâyet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir."103
“Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resûl-i Ekrem’in (A.S.M.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Herbir sünnet veya bir hadd-i şer’î, zulmetli dalalet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda insan, zerre-mîskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse; şeytanlara mel’ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma’rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye olacaktır.” 104
“Sünnet-i Seniye, edepdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın! Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.” Evet siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin enva’ını, Cenâb-ı Hakk, habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyesini terkeden, edebi terkeder. بِى اَدَبْ مَحْرُومْ بَاشَدْ اَزْ لُطْفِ رَبْ kaidesine mâsadak olur, hasaretli bir edepsizliğe düşer.” 105
“Allah’a ve Resûlüne itaat eden kimseler; nebiler, sıddıklar, şehidler, sâlihler ve Allah’ın kendilerine in’am ve ihsanda bulunduğu kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaşlardır.” 106
“Her kim Resûle itaat ederse Allah’a itaat etmiştir.” 107
“Sizden Allah’ı ve âhiret gününü dileyen ve çokça Allah’ı hatırlayanlar için Resûlııllah’a tâbi’ olmakta güzel bir istikamet vardır.” 108
Allah-u Teâla Hazretleri, Peygamberimizin (a.s.m.) ve onun Sünnet-i şerifinin ehemmiyetini bu âyetler ile altından bir kordon gibi işlemiştir.
Sünnet-i seniye huzur ve saadetin menşei ise, Kur’an-ı Kerim de onun öz kaynağıdır. Bu cihetle aralarında sathi bir alakadan ziyade ruhun cesede, aslın ferine taalluku nisbetinde külli bir münasebet ve kuvvetli bir rabıta vardır. Buna binaen ferdî ve içtimaî huzur ve saadet bu ikisine uymakla tahakkuk eder. Necip hisler bu iki menbadan feyz alır, tekâmül eder. Şu halde her ikisine de her zaman ve her yerde tabi olmak vacibtir. Her ikisi de feyz-i Hüda’nın şualarıdır. Bunlardan tecelli eden feyz hangi kalbe konarsa o kalp marifet ve muhabbetullahın cilvegâhı olur. İkisini birbirinden ayıranlar, yani sünnetten müstağni kalarak, Kur’an bana kafi gelir diyenler, hem Kur’an’ın nurundan, hem de Peygamberimizin feyzinden mahrum kalırlar.
Resûlullah (a.s.m.)’ın Sünnetine İmtisali, Kur’an île Hadis Arasında Kopmaz Bir Bağ Olduğunu Bildiren Hadisleri:
Ebu Dâvud, Irbâd b. Sâriye’den rivayet etmiştir:
Resûlüllah (S.A.) bir gün bize namaz kıldırdı, sonra yüzünü bize çevirdi, öyle beliğ bir konuşma yaptı ki, kalbler ürperdi, gözler yaş döktü. Dinleyenlerden bir adam,
“Ya Resûlallah! Sanki bu veda eden birisinin konuşmasıdır. O halde bize ne gibi şeyleri vasiyet edersin?”, dedi. Resûlallah,
“Size Allah’ın azabından korkmayı, rahmetinden ümidvar olmayı, siyah bir köle de olsa büyüklerinizi dinleyip itaat etmeyi tavsiye ederim. Biliniz ki, aranızdan benden sonra yaşayacak olanlar pek çok ihtilaflar görecekler. O zaman benim sünnetime ve doğru yolda giden râşid halifelerimin sünnetine sarılınız. Sadece bunlara yapışınız. Sakın başka yollara sapmayınız. Dinde yeni işler yapmaktan şiddetle sakınınız. Çünkü dinde yapılacak her yenilik bid’at, her bid’at ise sapıklıktır. Sapıklığın her çeşidi insanı ateşe iter.” buyurdular.
Müslim, Câbir (r.a.) den rivayet etmiştir:
Resûlullah (a.s.m.) konuştuğu zaman -sanki akşama sabaha düşmanın geleceğini ihtar eden bir kumandan gibi- gözleri kızarır, sesi yükselir, gazabı artardı. Bir defasında şehadet parmağı ile ortanca parmağını uzatarak şöyle dedi:
“Kıyametle aramda şu iki parmak arasındaki kadar mesafe kaldığı bir sırada ben gönderildim. Şüphesiz sözlerin en hayırlısı Allah’ın kitabı, yolların en hayırlısı da Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötüsü, dinde yapılan mesnedsiz yeniliklerdir. Dinde yapılan her yenilik bid’attır ve her bid’at da sapıklıktır.”
Buhari ve Müslim, Enes (r.a.) den rivayet etmişlerdir:
Resûlullah (a.s.m.), “Sizden hiç biriniz -ben kendisine babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili oluncaya kadar- iman etmez.” buyurmuştur. 109
Hazret-i Peygamber: “Allah-u Teâla’nın rahmeti benim vekillerim üzerine olsun.” diye buyurmuş. “Vekilleriniz kimlerdir?” diye sorulunca, “Sünnetimi yaşatıp Allah Teâla’nın kullarına öğretenlerdir.”, cevabını vermişlerdir. 110
“Musa İbn-i İmran zamanımda bulunmuş olsaydı bana tabi olmaktan başka, bir şey yapamazdı.”
buyuran Seyyidi’l-Mürselin hem sünnetin ulviyeti ve kudsiyetini hem de kendine tabi olmanın vücubiyetini veciz bir ifade ile ortaya koymak tadır.
Demek oluyor ki, Hazret-i Musa gibi kitap sahibi bir peygamber için dahi bütün kamillerin en ekmeli olan Peygamber Efendimize (a.s.m.) tabi olmaktan başka bir çare olmadığı halde, bizim gibi ami ve günahkar ümmetin böyle bir Peygamber-i Alişan’ın sünnetine ittiba etmemiz, bizim için ne kadar büyük bir saadet ve bir bahtiyarlık olduğu anlaşılır.
“Nebinizin sünnetini terkederseniz, dalalete düşersiniz.” 111
“Bir kimse benim getirdiğime değil, hevasına tabi olursa gerçek mü’min olamaz.” 112
“Sünnetimi terkedene Allah ve ben lanet ederiz.” 113
“Sünnetimden yüz çeviren benim yolumu takibetmiş değildir.” 114
“Bizim yolumuza uymayan bir işi yapanın bu ameli merdudtur.”115
Bunlar, bu konuda vârid olan âyet ve hadislerden bir nebzedir. Kur’an’da ve hadis kitaplarında sünnete sarlımanın, dinin vazgeçilmez bir esası olduğunu kesin olarak ifade eden âyet ve hadisler pek çoktur. Hal böyle olunca “yalnız Kur’an ile amel edelim” iddiası ciddiyetten uzaktır. Samimi müslümanlar bu tür iddialara kulak vermezler.
Sünneti İslâm’dan Tecrid Etmek İsteyen Gruplar
1. İslâm’ın amel ve uygulama boyutunu daraltıp, İslâm’ı tatbikî ve amelî sahadan tecrid ederek sadece fikrî ve kalbî rabıtalara bağlamaya ve “İslâm bir vicdan meselesidir.” diyerek avam-ı nası, İslâm’ın yaşanan ve uygulanan değerlerinden uzaklaştırmaya çalışan kasıtlı ihanet şebekeleri.
2. İslâm dininin, diğer semavi dinlere karşı gittikçe yayılmasını hazmedemeyen taassub sahibi bir kısım müsteşrikler.
3. Selef-i salihini, müçtehitleri ve mazideki İslâm ulemasını, akıllarınca küçük düşürerek, gurur-u ilmilerini, enaniyetlerini sergilemek isteyen, şan ve şeref, alkış ve şöhret hissi ile, sünnete karşı çıkarak efkar-ı ammede görünmek sevdasına kapılan şöhretperestler.
4. İlmi seviyesi, Sünnet-i seniyenin, dinin menbaı olduğunu idrak edemeyecek kadar nakıs olanlar....
5. Güya Kur’an’a tazim mülahazası ile sünnete ehemmiyet vermeyen sadık ahmaklar.
İslâm tarihinde ilk defa sünnet ve hadislere karşı çıkan Hariciler olmuştur.Hariciler, dinde mutaassıp muhakeme-i akliyede noksan insanlardır. İlk defa Müslümanlar arasında tefrika çıkararak İslâmiyet’e darbe vuranlar da yine bunlardır. Son asırlarda Havariç tıynetinde olan bazı kimseler de, Kur’an’dan başkasını tanımayız diyenler de ortaya yeni bir şey koymamışlardır. Günümüzde Peygamberin çizmiş olduğu sünneti tanımak istemiyenler ya Kur’an ve hadis hakkında hiçbir fikri olmayanlar, yahut içine daldıkları nimet kendilerine onu vereni unutturan, boğazına kadar zevk ve eğlenceye dalarak yalnız dünya hayatına razı olanlardır.
Sual: Peygamberimizin (a.s.m.) söylemediği herhangi bir sözü, söylemiş gibi ona isnad edenler hakkında İslâm âlimleri ne hüküm vermiştir?
Cevap: İslâm fukahâsı, Peygamberimize (a.s.m.) isnad ederek kasden yalan söylemenin kat’i haram olduğunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Resûlullah Efendimiz,
"Her kim benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın." (Buharî, İlm 38, Cenâiz 33, Enbiyâ 50, Edeb 109; Müslim Zühd 72)
buyurarak ümmetini böyle bir cürmden şiddetle nehyetmiştir.
Efendimizin (a.s.m.) söylemediği herhangi bir sözü hangi maksat ve ne suretle olursa olsun kasten ona isnad ederek uyduranların küfürden sonra en büyük bir günahı irtikab ettiklerine hükmetmişlerdir. Hatta Babanzâde Ahmed Nâim Efendi, Zehebi’nin “Cevahir” adlı eserinden şu nakli yapmaktadır:
“Hadis uyduranın küfrüne hükmolunmazsa da uydurulan bu hadisler eğer helal ve harama ait olursa, o zaman bilicma tekfir olunur (kafir olduğuna hükmedilir).”
İslâm tarihi incelendiğinde “hadis uyduranların” dört gurup olduğu görülür:
1. Dini hafife alıp, Müslümanları dalalete götürmek gayesi güden zındıka cereyanları,
2. Kendi batıl mezheplerini takviye maksadı taşıyanlar,
3. Siyasi mülahaza ile taraftarlarını muhafaza etmek ve rakiplerinin etkilerini kırmak isteyenler,
4. Müminleri ibadete teşvik etmek, dine meyillerini ziyadeleştirmek gayesiyle cahilâne bir cüret gösterenler.
Hadis ilmi, Resûlullah Efendimizin sözleri, fiilleri, takrirleri ve sıfatlarını bildiren ilimdir. Dine ait en mühim kanunları, prensipleri ihtiva eden, maddî ve manevî bir feyz ve bir tekemmül kaynağıdır. İtikad ve ibadete, ahlak ve içtimaiyata, marifet ve fazilete ait yüzbinlerce hadis-i şerif vardır. Hadis alimleri, fevkalade bir himmet ve gayret göstererek, şark ve garbe hicret eden sahabeleri arayıp bulmuşlar, bu hadisleri, tasavvurun fevkinde bir dikkat ve itina ile o zâtlardan almışlardır. Bu vefakâr ve fedakâr zâtlar, bir hadis-i şerifin ne suretle ve kimler vasıtasıyla Peygamberimiz'den nakledildiğini öğrenmek için şehir şehir, diyar diyar seyahat etmişlerdir. Böylece Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim gibi muteber hadis kitaplarını vücuda getirmişlerdir. Bu gibi gayretli ve hamiyetperver zâtların sayesindedir ki, İslâm aleminde hadis ilmi fevkalade bir inkişafa mazhar olmuştur.
Bütün hadis-i şerifler; daha birinci asırda sahih senetleriyle zapt ve ihata edilmiş, tafsilat ve teferruatına varıncaya kadar, gayet müdakkikane, derin tahkikatla bütün İslâm alemine neşr edilmiştir. İslâm’ın hususiyetlerinden olan ittisal senedi (senet zinciri) sayesinde, selef-i salihin zamanından beri bütün hadis-i şerifler tamamen mazbut bir halde yazılmış ve kitaplar haline getirilmiştir. Hatta, bir hadis-i şerifin ne kadar ravisi varsa hepsi bu kitaplarda yazılmıştır. Meselâ Sünen-i İbn-i Mâce’de,
“Sevap isteğiyle yedi sene müezzinlik yapan adam için cehennem ateşinden bir beraat (kurtuluş) yazılmış olur.” 117
hadis-i şerifinin on bir râvisinin de isimleri yazılmıştır. Bunlar Ebu Kureyb, Muhtar ibn-i Gassan, Hafs ibn-i Ömer, Câbir, İkrime, İbn-i Abbas, Ravh ibn-i Ferec, Ali ibn-i Hasan, Ebu Hamza, Cabir, İkrime ve İbn-i Abbas’dır. Bundaki hikmeti Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklıyor:
“An’ane ile gösteriliyor ki, an’anede dâhil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-î hadîsin bir nevi icmaını irae eder ve o senedde dâhil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senedde, o an’anede dâhil olan herbir imam, herbir allâme; hadîsin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor.” 118
Bu hiçbir peygambere nasip olmamış müstesna bir mazhariyettir.
Hadis ilmi ayrı bir meslek ve müstakil sahadır. O sahada, hüneri ve melekesi olmayanın söz söylemesi hikmet ve hakikata uygun olmaz. Selefi salihin hadislerin kısımlarını, sahihlerini ve zayıflarını, meşhur, mütevatir, müteşabih, nâsıh, mensûh gibi mertebelerini birbirinden ayırmak için birçok külli kaide tespit etmişlerdir. Bunların tümüne birden “Usul-ü Hadis” denilmiştir. Usul-ü Hadis, başlı başına bir ilimdir.
“Hadislerin zamanında gerekli değerlendirmeleri yapılmış; sahih olanlar olmayanlardan ayrılmış; kendileriyle amel meselesinde her nevi hadis için bir değer ölçüsü konulmuş; fakihler onlardan gerektiği şekilde hüküm istinbat etmişlerdir. Artık Müslümanlara düşen, fıkıh kitaplarında hazır hale getirilen malzeme ile amel etmekdir.” 119
Hadis ilminde mahir ve mütehassıs zâtlar, bitmez tükenmez gayretleriyle mevzu’ (sahih olmayan) hadisleri sahih hadislerden ayırmışlardır. Bu hususta müteaddit kitaplar yazmışlar ve hadis uydurma faaliyetinin kökünü kurutmuşlardır. Bilhassa Buharî, Müslim, Neseî, İbn-i Hibban, Ebu Nuaym, Darekutnî, Suyutî gibi birçok mütebahhir alimler, büyük bir titizlikle sahih hadisleri seçerek kitaplar haline getirmişlerdir.120 Nitekim Darekutni, “Ben sağ iken hiç kimse Peygamberimize yalan söz isnat edemez.” buyurmuştur.121
Bir sözün hadis olup olmadığını anlamakta mütehassıs olan bu zâtlara “Ricalü’l-Hadis” (Muhaddis) denilir. Bunların hayatları inceden inceye tedkik edilmiş ve ortaya yeni bir ilim dalı çıkmıştır ki buna cerh ve ta’dil denir.
Ayrıca muhaddisler rivayet ilmine pek büyük ehemmiyet vermişler ve bunu en yüksek mertebeye çıkarmışlardır. Hem her hadisin müteselsil ve mevsuk senetlerini, ravilerini ve ravilerin ahvallerini gayet müdakkikane tespit etmişlerdir. Bu ise yeni bir ilim dalı haline gelmiştir.
Hadislerin sıhhati hakkında Üstad Bediüzzaman şu tespitlerde bulunmuştur:
“...Sahabelerin ellerinden, binler Tabiînin muhakkikleri el atıp almışlar; sağlam olarak ikinci asır müçtehitlerinin ellerine vermişler. Onlar da kemal-i ciddiyetle ve hürmetle el atıp, kabul edip, arkalarındaki asrın muhakkiklerinin ellerine vermişler. Her tabaka, binler kuvvetli ellerden geçip, gele gele tâ asrımıza gelmiş."
"Hem Asr-ı Saadette yazılan Kütüb-ü Ehadîseye sağlam olarak devredilip, tâ Buhari ve Müslim gibi ilm-i hadîsin dahî imamlarının eline geçmiş. Onlar da, kemal-i tahkik ile meratibini tefrik ederek, sıhhati şübhesiz olanları cem’ederek bize ders vermişler, takdim etmişler.”122
“Zâten Sahabeden sonra Tâbiînin eline geçtiği vakit, tevatür suretini alır. Hususan Buhari, Müslim, İbn-i Hibban, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha; tâ zaman-ı sahabeye kadar, o yolu o kadar sağlam yapmışlar ve tutmuşlar ki, meselâ Buhari’de görmek, aynı sahabeden işitmek gibidir.” 123
“İbn-i Cevzî gibi şiddetli binler münekkidler çıkıp; bazı mülhidlerin veya fikirsiz veya hıfızsız veya nâdânların karıştırdıkları mevzu ehadîsi tefrik ettiler, gösterdiler. Sonra ehl-i keşfin tasdikiyle; yetmiş defa Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselam temessül edip, yakaza halinde onun sohbetiyle müşerref olan Celaleddin-i Süyutî gibi allâmeler ve muhakkikler, ehadîs-i sahihanın elmaslarını, sair sözlerden ve mevzuattan tefrik ettiler.”124
Tarihin şehadetiyle sabittir ki, mazide olduğu gibi Peygamberimize yalan isnad edenler, hadis uyduranlar bugün de, yarın da çıkabilir. Ancak usûl-ü hadis ilminin koyduğu kaideler birer miyar ve mihenk taşıdır ki, altını bakırdan, hakkı batıldan temyiz eder.
Peygamberimizin (a.s.m.) kelamı ile uydurma hadisler yanyana konulduğunda arada apaçık bir fark ortaya çıkar. Dünyaca meşhur bir ressamın çizdiği bir tablo ile ilkokul talebesinin çizdiği resim arasında ne derece büyük bir fark varsa, Peygamberimizin (a.s.m.) hadislerinin üslubu, camiiyyeti ve ihtiva ettiği ulvi hakikatler, engin ve zengin manalar, beyanındaki berraklık ve ifadelerindeki sadelik itibarı ile aralarındaki azim fark hemen ortaya çıkar.
Bu hal müdakkik ve mütebahhir alimler ve belağat üstatları tarafından müstakil risalelerle açıklanmıştır. Onlar hikmetin, faziletin ve ahlakın esaslarını cami olan hadis metinlerini akıl ve mantık ölçüleriyle, ortaya koymuşlardır.
Şu hususu da önemle belirtmek gerektir ki, Kur’an-ı Kerim’den sonra belağat ve fesahat noktasında en ileri olan kelam Peygamberimizin kelamıdır. Malumdur ki, edebiyatta meleke kazanmış bir alim için okuduğu bir eserin hangi edibe ait olduğunu anlamak pek kolaydır. Çünkü, üslub üzerinde pek derin, çok açık ve izalesi mümkün olmayan nişaneler vardır. Fakat bu nişaneleri hissedip zevketmek büyük san’atkarlara mahsusdur. Yoksa mümtaz bir fikir ve irfana mâlik olmayan ve zevk-i selimden mahrum olan herhangi bir kimsenin idrak edeceği bir şey değildir. Her edibin kendine has bir ifade tarzı, bir üslubu vardır ki, eserlerinde hissedilir ve o şahsın seciyesini taşır. Evet insanın seciyesi ile üslubu arasında gayet kuvvetli bir münasebet, bir rabıta mevcuddur. Onun üslub-u beyanı aynı ile o insandır. Evet insanların maddî simaları gibi, manevî simaları da birbirinden farklıdır.
Bediüzzaman Hazretleri, bu konuda şöyle buyurur:
“Hattâ nefsini nefesinden ve sesinden; mahiyetini nefsinden (üfürmesinden) tevehhüm ve mizaç ve san’atını kelâmiyla mümtezic tahayyül etsen, Hayaliyyun mezhebinde muateb olmuyorsun.” 125
Bir zamanda yaşamış iki şair nazar-ı itibâre alınırsa onların mizaç ve fıtratlarında büyük farklar görünür. İşte bu fark aynıyla eserlerine ve üslub-u beyanlarına intikal eder. Meselâ M. Akif ile Tevfik Fikret aynı asırda yaşamış iki şair oldukları halde, mizac ve fıtratlarının birbirine zıt olması sebebiyle üslupları da farklılık göstermiştir. Onlardan herhangi birinin bir şiirini okuyan bir ehl-i irfan, şiirin hangisine ait olduğunu derhal idrakte güçlük çekmez.
Bediüzzaman Hazretleri bu gerçeği şöyle ifade eder:
“Evet fenn-i hadîsin muhakkikleri, nekkadları o derece hadîs ile hususiyet peyda etmişler ki, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlîsine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesbetmişler ki; yüz hadîs içinde bir mevzu’u görse,“Mevzu’dur” der. “Bu, hadîs olmaz ve Peygamber’in sözü değildir”der, reddeder. Sarraf gibi hadîsin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler tenkîdde ifrat edip, bazı ehadîs-i sahihaya da mevzu’ demişler. Fakat her mevzu’ şey’in manası yanlıştır demek değildir; belki “Bu söz hadîs değildir” demektir.” 126
İbn-i Cevzi gibi katı bir münekkid bile, Buhari ve Müslim’deki hadislerden ancak birer tanesine ‘mevzu’ diyebilmiştir. Bu konu hakkında Tecrid-i Sarih Tercümesinde şu ifadeler yer alır:
“Zira müellif pek müşeddid (katı) olduğundan, teşdid i’tiyadına mağlub olarak mevzu’ olduklarına hiçbir delil bulunmayan birçok ehadis-i şerifeye hemen mevzu’ damgasını basmış ve acele ile ‘sünen’ kitaplarında olanlardan yüz yirmi kadar, hatta Buhârî ile Müslim’den birer hâdise mevzu’ deyivermiştir.”
Hal böyle iken hil’at-i nübüvvet ile muazzez ve müşerref, gayr-i mütenahi feyz ve inâyete mazhar, belağat ve fesahat meydanlarının bülbülü, Risalet semasının yekta bir güne şi olan bir zâtın sözü ile herhangi bir bedbahtın uydurması hiç bir biriyle iltibas edilebilir mi? O bülbül ki, Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesi ile
“Bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bahiri ve en azîmi ve en kerimi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semavatın bütün mevcudatını latif secaatıyla, leziz nağamatıyla, ulvî tesbihatıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zîşanı ve benî-Âdemin büîbül-ü zül-Kur’anı: Muhammed-i Ârabî’dir.” 127
Herhangi bir hadis-i şerife dakik bir nazar ile bakılır, tahkik ve tahlil edilirse Peygamberimize ait olup olmadığı hemen ortaya çıkar. Çünkü Peygamberimizin (a.s.m.) hadis-i şerifleri ne Kur’an’a, ne icma-i ümmete, ne kıyas-ı fukahaya ne de kamil bir akla kat’iyyen ters düşmez. İşte böyle bir hadis-i şerife mevzu demek mücerred bir iddiadır. Bu itibarla onların tenkit ve inkârlarına değer verilmez.
Peygamberimize izafeten bir hadis uydurmak ne kadar tehlikeli ise sahih hadislere mevzu’ demek de o derece zararlıdır. Hadis-i şerifler üzerinde ciddi ve hakiki bir tahlil yapan mütefekkirler bu hadislerin vahyin semeresi olduğunu anlamada pek güçlük çekmez ve şüpheye düşmezler. Fikren hasta ve ruhen sapık olanlar bahsimizden hariçtir.
Alem-i İslâm’ın her tarafında en çok okunan ve ulema arasında en ziyade itimada şayan olan hadis kitaplarının başında “Kütüb-ü Sitte” gelir. Bunlar içinde de ehemmiyet nokta-i nazarından birinci derecede Buhari ve Müslim gelmektedir. İmâm-ı Buhari sahih hadisleri tesbit için İslâm ilim merkezlerini dolaşmış, hadis âlimlerinden istifade etmiştir. Hıfzına aldığı 600.000 hadisten 7395 kadarını yani yüzde 1,2’sini kitabına almıştır. İmâm-ı Buhari’nin bu hali, hadisleri ayıklamada ne kadar hassas davrandığının delilidir. Buhari ve Müslim, fukaha ve müfessirin-i izamın ittifakiyle Kitabullah’tan sonra en yüksek dereceyi haizdirler. 128 Hadis-i şerifler Cenâb-ı Hakk’tan peygamberlerin en ekmeline, ümmetlerin en efdaline ihsan buyurulan bitmez, tükenmez bir irfan ve hikmet hazinesidir. Buhari ve Müslim gibi hadis kitapları da Kur’an’la beraber kıyamete kadar payidar olacaktır. Bu bakımdan İslâm âlimleri Kütüb-ü Sitte’de yer alan hadislere son derece itina göstermişler ve onlar için ciltler dolusu şerh ve haşiyeler yazmışlar. Bununla da kalmamışlar İslâm âleminin her köşe ve bucağında darü’l-hadisler (hadis medreseleri) açarak bu hadisleri okutmuşlardır. Bazı günlerde Buhari hadislerini hatmederlerdi.
Şu noktayı nazar-ı dikkate almak gerekir ki, bütün müçtehitler şeriata ait bir çok hükmü bu hadislerden istinbat etmiş ve kütüphaneler dolusu fıkıh kitapları yazmışlardır. İşte bunların her biri hadislerin Peygamberimize ait olduğunu gösteren bir mühürdür. Bu hadislere mevzu’ demek fıkıh ilminin tümünü ortadan kaldırmayı netice verir. Bu ise kimsenin haddi değildir.
İmkânlar elverdiği müddetçe sünnet-i seniyeye ait vazifeleri yerine getirmek imanın kemale ermesine büyük vesiledir.
Sünnete tabi olmak hikmet ve aklın muktezası olduğu gibi sünnete karşı olmak ve onun faziletini takdir etmemek de en büyük bir gaflettir.
Malumdur ki, sünneti seniye Kur’an-ı Azimüşşan’dan sonra dinimizin ikinci bir rükn-ü azimidir. Bir şeyin aslına hürmet ve riâyeti olmayan bir insandan fazilet ve kemalat nasıl beklenebilir. Ve böyle bir insan saadet ve selamete nasıl erebilir. Bu gibi insanlar, hangi kisveye bürünürse bürünsünler ferasetli müminler onları tanır. Büründükleri libaslar o keskin nazarlara perde çekemez.
İcmâ lügatte, toplama, ittifak etme manalarına gelir. Istılahta ise icma;ümmet-i Muhammed’den bir asırda gelen müçtehitlerin dinî bir hüküm üzerine ittifak etmeleridir. Görülüyor ki tıpkı lügat manasında olduğu gibi icmanın ıstılah manasında da bir ittifak mevcuttur. Yanlız bu ittifaktan maksat müçtehitlerin ittifakıdır. Çünkü bunlar ilim ve irfan noktasında ümmet-i Muhamıned’in en a’zarcılarıdır. İcmanın şartı da, içtihada ehil olanların ittifakıdır. Artık müctehidlerin ittifak ettikleri şey şer’i bir hüküm olur. İcmanın tahakkuku bütün müçtehitlerin ittifakına vabestedir. Bu müçtehitlerden birisi dahi muhalefet etse, icma tahakkuk etmez. Zira, ihtimaldir ki hak,
o muhalefet eden müçtehidin elinde olsun. Bundan anlaşılıyor ki icmanın rükn-ü azamı ittifakdır.
Bir asırda bulunan müçtehitlerin bir hâdisede ittifakları ve bu ittifaktan Müslümanların haberdar olması aklen mümkin ve vakidir. Nitekim Ashab-ı Kiramın bazı mes’elelerde ittifak etmiş olması katiyyen sabit ve bize göre tevatüren mâlumdur. Ümmet-i Muhammed’in en kudretli mümessilleri olan müçtehidîn-i izamın bir mes’elede ittifak etmeleri bir hüccettir. Böyle bir ittifakın şer’an bir hüccet sayılması bu ümmete İlâhi bir ikramdır.
İcma-i ümmet için birçok deliller getirilmiştir. Bunların en meşhurları;
“Kim kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse onu döndüğü o yolda bırakırız. (Fakat ahirette de) kendisini cehenneme koyarız. O, ne kötü bir yerdir.”129
“Ümmetim dalalet üzerine toplanmaz.” 130 hadis-i şerifleridir. Diğer bir hadis-i şerifte de
“Müslümanların güzel gördüğü şey Allah’ın indi manevisinde de güzel görülmüştür.” 131 buyurulmaktadır.
İcmanın hükmünde hata ihtimali yoktur. İcmanin tahakkukundan sonra ona muhalefet edilmez, çünkü cumhura muhalefet büyük bir hatadır.
Kıyas lügatta takdir, müsavat, bir şeyi diğer bir şey ile ölçmek mânasına gelir. Buna “mukayese” de denir. Istılahı manasını ise, usul alimleri muhtelif suretlerde tarif etmişlerdir. Bu tariflerin ikisini takdim ediyorum:
Kıyas: Bir şer’i meselenin hükmünü esas alarak, o meseleye misil ve benzer diğer bir mesele hakkında hüküm izhar etmektir.
Kıyas; şer’i hükmü malûm olmayan bir hâdiseyi; hükm-ü şer’isi malum olan başka bir hâdiseye teşbihle hüküm vermektir. Şöyleki; iki hâdiseden birinin illeti gibi bir illet, diğerinde de bulunursa, onun hükmü gibi bir hüküm bu ikinci hâdise için de verilebilir. Fıkıh kitaplarımız, kıyas ile tespit edilen hükümler ile doludur. Şunu da ifade edelim ki, kıyas yapmak zannedildiği gibi kolay bir iş değildir. Şöyle ki, bir hükmün çeşitli illetlerinin bulunması halinde bunların hangisinin fetvada esas tutulacağına karar vermek ancak mütehassıs fukahanın işidir.
Kıyasın hüccet olması hem Kitap, hem sünnet hem de icma-i ümmet ile sabittir. Kur’an’daki delil "Ey akıl sahipleri ibret alın!.."132 âyet-i kerimesidir. Elmalılı Muhammed Hamdi Hazretleri bu âyetin tefsirinde, “İbret almak diye hulâsa ettiğimiz i’tibar, meşhud olan bir malûma dikkat edip ondan bir meçhulü bilmeğe intikal eylemek demek olur. Bu da usûl-ü fıkıhta kıyas denilen istinbat usûlünün ta kendisidir.
Onun için fukaha işbu فَا عْتَبٍرُوا emrinden kıyasın hücciyyetine istidlal eylemişlerdir."133 buyurmuşlardır.
Sünnet-i seniyyedeki delili ise, Efendimizin (a.s.m.) Muaz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken onunla yaptığı şu konuşmadır:
Fahr-i Kainat Efendimiz, ashabın fakih ve alimlerinden Muaz İbn-i Cebel Hz’lerini Yemen’e kadı olarak gönderdiğinde kendisini imtihana tabi tutarak şu sualleri sordular:
– Ya Muaz ne ile hükmedeceksin?
– Kitab ile hükmederim Yâ Resûlallah.
– Ya Onda bulamaz isen ne ile hükmedeceksin?
– Sünnet-i seniyye ile hükmederim.
– Artık o zaman rey’im ile içtihat ederim ya Resûlallah, dedi.
Hazret-i Peygamber (a.s.m.) Hazret-i Muaz’ın bu cevaplarından çok memnun oldular ve
“Cenâb-ı Hakka hamdederim ki, Resûlünün elçisini, Resûlünün razı olacağı şeye muvaffak buyurmuştur.”dediler. 134
Sahabe-i kiram ve selef-i salihin bir çok meselede kıyas ile amel ettiler. Diğer sahabe ve müçtehidin-i izam da bunu gördükleri halde reddetmediler. Böylece kıyas hakkında bir icma vukua gelmiş oldu. Şu halde kıyasın hüccet olması icma ile de sabit oldu.
Fakat “asıl mes’ele” ile “kıyas edilecek mesele”yi birbirinden ayırmak, aralarındaki münasebet ve müşabeheti tespit etmek kolay bir iş değildir. Bunu tayin için bir çok kayıt ve şartlara ihtiyaç vardır. Bu şartlar, usul-ü fıkıh kitaplarında sayfalar dolusu bahs edilmiştir.
79 Denizkuşları, Doç. Dr. Mahmut, Sünneti Terk, Kur’anla Amel Mes’elesi, s. 108
81 Ahmed Emin, Fecru’l- İslâm, s. 280.
82 Buhari Ezân 18, Edeb 27
84 Suyuti, Miftahu’l-cenne, s. 21,22
85 Ebu Davud, es-Sünne, 5; İbnu Mace, d-Mukaddime, 61.
86 Tirmizi, el-ilim, 10; İbnu mace, el-mukaddime, 2; ed-Darimi, el-mukaddime, 48; el-Hakim, el-Müstedrek, I, 109; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 130.
88 el-Muvafakat, IV, 17,18.
92 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 7, s. 4836
93 Mehmed Vehbi, Hulasatu’l Beyan Fi Tefsirü’l Kur’an, Evkâf-ı İslamiye Matbaası,
Şehzâdebaşı, 1341-1343, c.14, s. 456
94 Müslim, el-Müsafirin, had. 139.
96 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 2, s. 1374-1375
100 Âl-i İmrân Sûresi (3), 31
102 Mevdûdî, Hazret-i Peygamber, 1, s. 224.
103 Nursi, Lem’alar, s. 59
109 Birgivi, et-Tarikat-ül-Muhammediye, s. 5-8.
110 İmâm-ı Gazali, İhyâu ‘ulûmi’d-din , Bedir yayınevi, cilt-1, s. 36,
111 Müslim, el-Mesacid, had. 257; en-Neseî, el-İmamet, 50.
112 Kasımi, Kavaidu’t-Tahdis, s. 53.
113 et-Tirmizi, el-Kader, 17.
114 el-Buhari, el-Kader, 17.
115 el-Buhari, el-İ’tisam, 20; Müslim, el-Akdiye, 17,18.
116 Feyzu’l-kadîr,c. 6, 234, 8993
117 İbn-u Mâce, Ezân 5, 727 117 Nursi, Mektubat
118 Denizkuşları, s. 49 118 Mektubat
120 Tecrid-i sarih tercümesi, c. 1, s. 286
123 Mektubat 121 a.g.e.,c. 1,s. 276
128 Ayrıca Buhari ve Müslim’in ittifak ettikleri hadisler de bir araya getirilmiştir ki, bu esere de “el-Lü’lüü ve’1-Mercân” adı verilmiştir.
131 Müsned-ü Ahmed 1, 379; Keşfu’1-Hafa 2, 188; Sehâvi, Makâsıdu’l-Hasene s. 432
133 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 7, s. 4816
134 Ebu Davud, Akdiye 11, 3592-3593
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 15-7-2010
İslâm fıkhı, vaki olan herhangi bir yeni hâdiseyi hâl ve fasl etmeye kifayet eder. Fıkıhta muamelâta ait umumi ve külli kaide ve prensipler vardır ki, onların sayesinde hiçbir hâdise İslâm dininin şümulünden hariç olmaz. Binaenaleyh, getirmiş olduğu hükümler, düsturlar, çareler nihayetsizdir, yani kıyamete kadar gelecek bütün hadisat ve meseleleri şamildir. Çünkü İslâmiyet son din olduğu için, mükemmel olmayı iktiza eder.
Müşavere, danışıp işaret almak, yani rey demektir. Toplanıp meşveret eden cemaate de “şûra" denilir.135
"Şûra evvel emirde bir fikr-i ilmî ile taharri-i hak ve irade-i İlâhiyye tecelliyatına ittiba’ etmek” 136 ile mükelleftir.
Asrının manevî sultanı olan Bediüzzaman Hazretleri, sadrazamın diğer nazırlarla müşavere etmesi gibi şeyhül İslâm’ın da tek başına hareket etmek yerine bir meşveret hey’eti kurması gerektiğini savunur ve bu hususu şöyle dile getirir:
“Bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimat edebilsin. Hem menba’, hem ma’kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâm’a karşı vazife-i diniyesini hakkıyla îfa edebilsin.” 137
Bediüzzaman, bu şûranın lüzum ve ehemmiyetini meşrutiyetin başında dile getirmiş, böyle bir şûranın kurulmasını asrın ulemâ ve mütefekkirlerine teklif etmiş ve bu düşüncesini gerçekleştirmek için çalışmıştır. Kendileri şuranın lüzumunu şöyle ifade etmektedir:
“Asya Kıtasının ve istikbalinin keşşafı ve miftahi şûradır. Yani nasıl fertler birbirleriyle meşveret eder; taifeler, kıtalar dahi o şûrayı yapmaları lazımdır.” 138
Meşveret rahmet ve bereketin anahtarıdır. Ona uyan herzaman hedefine vasıl olur.
Bu dünya bir dershane-i hikmet ve irfandır. Bir ticaretgâhdır ki, bunun sermayesi ilim ve irfandır. İşte ilim ve irfan yolunda geçirilen zaman, hayatın saadet ve selametini, değer ve kıymetini tekmile vesiledir. Evet zamanın her saati ise hazinelerden daha kıymettardır. Çünkü bir çok hizmetlere vesile olur. İşte asrımızdan evvel şu dünya misafirhanesine kafile kafile birçok alimler, mütefekkirler, mürşidler gelmiş, hayatlarını İslâmiyetin bitmez tükenmez feyz ve marifetlerine hasretmişlerdir. Müslümanların iman, ubudiyet ve muamelatına ait ihtiyaçlarını temin etmişlerdir. Bu hususta son derece say ve gayret, sebat ve metanet göstermişlerdir. Nihayet bu vazifelerini bu asrın âlimlerine emanet ederek bu dünya misafirhanesinden göçüp gitmişlerdir.
Onlar, din-i İslâm’ın bir ittifak, uhuvvet ve muhabbet dini olduğunu gösterdikleri gibi, meşveretin de bu dinin temel bir rüknü olduğunu beyan etmişlerdir.
Zamanımızda hayat bütün bütün değişmiş, başka bir şekle girmiştir. Bu günün hayat şartları ile müçtehitlerin zamanındaki hayat şartları arasında azim farklar vardır. Bu da fıtrî bir haldir. Çünkü; her zamanın bir hayatı ve her hayatın kendine göre icapları vardır. Hayat kanununun muktezası da budur.
İnsaniyet terakkiye doğru adım attıkça önüne daha geniş ufuklar, sahalar açılıyor. Daha mühim ihtiyaçlar ortaya çıkıyor. Her adım başında yeni yeni hâdiselerle karşılaşıyor.
İnsanlık kültür ve medeniyette ilerledikçe insanlar arasındaki muameleler de, o nisbette artıyor. Bu ise yeni ihtiyaçların doğmasına sebeb oluyor. Neticede bir sonraki asrın ihtiyacı bir önceki asrın ihtiyacıyla kıyas kabul etmeyecek derecede artıyor. Hatta dikkat edilirse asırlara kalmadan sene-den seneye yeni hâdiseler zuhur ediyor. Bu ihtiyaçların çoğalması insanlar arasındaki ilgilerin de artmasını zorunlu kılıyor. Bundan dolayı bu şûranın vücudu yalnız âlemi İslâm için değil bütün insanlık için lazım ve zaruridir. Bu, dinin bir icabı olmakla beraber aynı zamanda ilmî, ahlâkî, medeni ve insanî bir ihtiyaçtır.
Zamanın getirdiği yeni hayat şartlarının zaruretine binaen hangi müçtehidin reyi ve içtihadı daha münasip ve asrın maslahatına daha evla bulunursa onu tercihe şer’an ve fıkhen müsaade vardır.
Bu gibi ihtiyaçlara cevap verebilecek bir şûranın teşekkülü şarttır ve böyle bir şûraya şiddetle ihtiyaç vardır. Bunu bir fert değil, ancak ulemadan müteşekkil bir şûra yapabilir. “Çünkü böyle heyet-i ilmiyenin sözü daha müessir, hükmü daha nafizdir. Fert, dahî de olsa hatâdan kurtulamaz.” Şahsi ve münferit hükümlerin, mü’minler üzerinde hiçbir tesiri olmayacağı açıktır.
Bu şûranın tahakkukundan sonra ma’rufu emir ve münkeri nehiy vazifesi öncelikle onların üzerine farz-ı ayn olur.
Dünyada maddeten terakki eden ülkelerde bu gibi ilmî heyetler halen mevcuttur. Bunlar memleketlerin terakki ve devamı için büyük ehemmiyeti hâizdir.
Bu şûra, yeni meseleleri hem akli hem de şer’î delillere istinat ederek değerlendirmek ve muamelata ait emirleri ıslah için meşru bir yol göstermekle mükelleftir. Bu hey’et-i ilmiye Müslümanların müşkil meselelerini halletmek için bütün güçleri ile çalışacaklardır. Bir hâdisenin şer’î hükmünü bilmek için bir yol, bir iz mevcuttur ki, kapısı istişare ile açılır ve matlup olunan neticeye böylece varılır.
Allah’u Teâla Hazretleri, Efendimize (a.s.m.)
“İşlerde onlarla meşveret et.” 139 ve "işleri, aralarında istişare (danışma) iledir.” 140
buyurmuşlardır. Peygamberimiz her hususta vahye ve ilhama mazhar olduğu halde istişareye memur olmaları gösteriyor ki, müminlerin de meşverete ehemmiyet vermeleri vücub derecesinde zaruridir.
Evet meşveret eden pişman olmaz. Çünkü meşveret şer ve zararları def eden emin bir kale gibidir. Bu bakımdan, başta Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer olmak üzere, bütün sahabe-i kiram peygamberimizi örnek alarak bu kaleden dışarı çıkmamışlardır. Nitekim Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer’e
“Siz bir şeyde ittifak ederseniz, ben size muhalefet etmem.” 141
demekle ümmetine istişareyi tâlim buyurmuştur.
Yine, İmam-ı Ali’den şöyle rivayet olunur:
- Yâ Resulallah! Bir takım meseleler hadis oluyor (sonradan vuku buluyor) hakkında ne bir ayet nazil olmuş, ne de sünnetiniz sebkat etmiş (sünnet ile açıklık getirilmiş). Ne yapmalı?
- Müslümanların alimlerini toplayıp meseleyi aranızda istişare ediniz. O mevzuda rey-i vâhid ile hükmetmeyiniz.” 142
Mervidir ki işbu وشاورهم فى الامر nazil olduğu zaman Resûllullah şöyle buyurmuştur:
“Biliniz ki, Allah ve Resûlü müşavereden her halde müstağnidirler ve lâkin Allah-u Tealâ bunu benim ümmetime bir rahmet kıldı, onlardan her kim istişare ederse rüşdden mahrum olmaz, her kim de terk ederse hatadan kurtulmaz”
Diğer bir hadis-i şerifte de "Müşavere eden bir kavim her halde işlerinin en doğrusuna muvaffak olur.”
Bütün bunlardan anlaşılır ki, burada Peygambere hitaben varid olan “veşavirehüm” emri balâda beyan olunduğu üzere bir çok fevaidi muhtevi olmakla beraber bunun illet ve hikmeti asliyyesi ümmetin ta’Iim ve terbiyyesi için varid olmuş bulunmasıdır. Binaenaleyh Peygamber için müşavere, mendub da olsa ümmet için vaciptir. 143
Ülkeler ve kıtalar arasında meşveret edilebileceği gibi fikren tâ asrı saadete ashab ve tabiin devrine gidip bizzat onların fikir ve ilimlerinden istifade ve istifaze etmekte mümkündür. Çünkü istişare İslâm’ın ruhu mesabesindedir. Bir müşkil meselenin halline yardım edecek bir fikri beyan etmek, ehl-i ilim için az bir şeref değildir. Böyle istişare yolu ile hükümler taharri edilebilir, meseleler halledilir. Nitekim Allah’u Teâla Hazretleri
“Eğer bilmiyorsanız, zikir (ilim) ehline sorun.” 144
buyurarak mü’minlere mes’elelerini ulemaya danışmalarını emrediyor.
Müminlere yol gösterme ve müşkillerini halletme vazifesini en mükemmel manasıyla bir ilmi hey’et deruhde edebilir. Milletin saadet ve terakkisi buna bağlıdır. Böyle bir şûranın lüzumunda Kur’an ve Sünnet, akıl ve ilim, tecrübe ve tarih, zaman ve vukuat müttefiktir.
Bediüzzaman Hazretleri böyle bir şûranın lüzumunu şöyle dile getirir.
“Bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vabestedir. Yoksa davet bid’attır, reddedilir.” 145
“...şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil! Şahıs ne kadar dahî ve hattâ yüz dâhî derecesinde olsa, bir cemaatın mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatın şahs-ı manevîsine karşı mağlubdur.” 146
Bediüzzaman Hazretleri bu cemaat fikrini tefsir mevzuunda şöyle buyurur:
“Binaenaleyh Kur’an’ın ince manalarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecelli eden hakikatlarının tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkikîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tedkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır.”147
Böyle bir hey’etin teşekkülüne tefsir hususunda yüz derece ihtiyaç varsa fıkha ait hükümlerde bu ihtiyaç binlere yüzbinlere çıkar.
Bu ümmeti irşat edecek, düştüğü gaflet ve sefahatten uyandırabilecek cazibedar bir ruh lâzımdır. O da ancak böyle bir şuranın şahs-ı manevîsinden tecelli ve tezahür edebilir. Evet, bunun olduğu yerde sefahat, dalalet ve ecnebi adetleri gibi kabuslar, sokulacak bir menfez, bir yol bulamaz.
Böyle bir heyet-i ilmiyenin teşkili bütün ümmet için farz-ı kifayedir.
“İçinizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun.” 148
âyet-i kerimesi bütün Müslümanları irşad edip uyandıran ezelden gelen bir sayhadır. Bu vazife ifa edilmezse başta alimler olmak üzere hiçbir Müslüman mesuliyetten kurtulamaz. Demek ki, böyle bir şûra, zaman ve şartların değişmesiyle hayatın tabii ihtiyaçlarından ortaya çıkan yeni hâdiselere ait hükümleri beyan etmekle mükelleftir.
Bu yüksek şûra, İslâm’ın öz cevherlerine vâkıf, İslâm Hukukunu ihata edecek, Şeriat-ı Muhammediyenin esrarını anlayacak; ihlas ve sadakat, azim ve sebat, sabır ve metanet sahibi muttaki ehl-i ilim ve mütefekkirlerden teşkil edilmelidir. Ta ki, önlerine çıkan manileri sarsılmaz bir imanla göğüsleyebilsinler yeni hâdiseler hususunda Müslümanlara yol göstersinler ve dine gelebilecek taarruz ve hücumları def edebilsinler.
Bu şûraya dahil olan şahıslar kendi arzu ve temennilerini ibrâza değil, hakikatin hükmünü izhara müteveccih olmalıdırlar ve mes’eleleri böyle değerlendirmelidirler.
Evet, azim ve gayretin bu harikulade kuvvet ve tesirini İslâm tarihinde bir çok mürşidlerin hizmetlerinde görmekteyiz. Bu hâsiyyet, bir heyet ve bir cemaatte olursa elbetteki bundan çok daha harika hizmetler doğacaktır.
Zaman içerisindeki hâdiselerin değişmesi ile esasa taaluk etmeyen fer’î hükümler de teceddüt etmektedir. Bu hükümler açıkça olmazsa da remz ve işaret cihetiyle Kur’an ve Sünnet-i Şerifde mündemiçdir. Çünkü, füruata ait düstur ve kanunların esas istinadgahı kitab ve sünnettir.
Bu ilmi heyet herhangi bir meseleyi önce Kur’an ve sünnette, sonra dört mezhebe ait kitaplarda arar. O meseleye dair açık bir hüküm bulurlarsa onunla fetva verirler. Şayet sarahat ile bulunmazsa o kitaplarda derc edilen umum kaideleri, prensipleri nazar-ı dikkate alarak matlub olan meseleyi buna göre ortaya koyarlar.
Şûra, fıkıh alimlerinin kaidelerini, usullerini, fikirlerini, işaretlerini adeta hazmetmiş bir hâle geldikten ve bu sahada meleke kazandıktan sonra o kitaplarda mevcut olmayan meseleyi onlardaki kaidelere uygun olarak bir çözüme kavuştururlar. Zamanın ihtiyacına göre en uygun mesele hangi mezhepte bulunursa onu tercih etmek bu millet için zarurettir. Hangi müçtehidin kavli; zamanın ihtiyacını tatmin ediyorsa bu hey’et-i ilmiye o müçtehidin fetvasıyla müşkilleri halleder. Onlarda bulunmadıkları takdirde Hanefi mezhebinde “istihsan”, Mâliki mezhebinde “mesâlih-i mürsele” adı verilen kaideye göre mes’eleleri hallederler.
İstihsan ve Mesâlih-i Mürsele
İstihsan; lügatta “beğenmek, güzel bulmak; bir şeyin iyi olduğu kanaatında bulunmak; beğenilmek" 149 manalarına gelir. İstilahî manası ise; kıyası terkedip, nassa, yani, âyet ve hadis-i şeriflerin hükümlerine en uygun olanı almak, zorlaştırmayan hükümle, râcih delil ile amel etmektir. İstihsan, fukaha-i izam tarafından değişik şekillerde tarif edilmiştir. Fukahanın bazılarına göre,istihsan “nasa en muvafık olan meseleyi ve hükümleri ihtiyar eylemektir”. Eimme-i usul ulemasından İmâm-ı Serahsi Hazretleri meşhur "Mebsut" kitabının Kitab-ül istihsan bahsinde; istihsan; “kolaylık için zorluğu terk etmektir,” der.
Mesâlih-i mürseleden maksat ise, bir mesele hakkında şeriatta açıkça bir şey bulunmadığı takdirde, insanların maslahatına, hayrına, dünyevi ve uhrevî faydasına en uygun hükmün verilmesi demektir, zâten İslâm hukukunda da yeni hükümleri isbat için mesâlih-i mürsele en büyük esas ve en büyük bir delil olarak kabul edilmiştir.
Allah Teâla Hazretleri Müslümanlar hakkında güçlüğü değil, kolaylığı murat eder. Buna birçok âyet ve hadis-i şeriften deliller getirilmiştir.
Mesâlih-i mürseleye ait nakli deliller:
"Allah size kolaylık ister, zorluk istemez.” 150
“Din hususunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi.” 151
“Muhakkak ki din kolaylıktır.” 152
Âyet ve hadisi şeriflerinden anlaşılıyor ki muamelata ait hükümlerde kolaylık ve musamaha ciheti iltizam edilmiştir.
“Meşakkat kolaylığı celbeder.”,
“Zamanın tebdiliyle, ahkâmın tebdili inkâr olunamaz.”,
“Muamelâtta insanları fesada nisbetten ise, mümkün olduğu kadar sıhhata hamletmek daha evladır.”,
“Örf ve adetler münazaayı (nizayı) keser.”,
gibi esaslardan hareketle, birçok fıkhî kanun ve kaideler ortaya koymuşlardır.
Peygamber Efendimiz ashabına, halka daima suhulet gösterilmesini tavsiye buyururdu. Bilhassa nefret ve şiddeti icap eden şeylerden kaçınmalarını tembih ederdi.
Demek ki, dini hükümlerin en hayırlısı en kolay olanıdır. Bu istihsan ve mesâlih-i mürsele kaidesiyle şeriata ait birçok müşkiller halledilmiştir ve edilebilir.
Bu bahse son verirken önemli gördüğüm bazı noktalara temas etmekte fayda görüyorum; şuranın bir vazifesi de, ihtilafları ortadan kaldırmakla Müslümanların birlik ve beraberliğine uhuvvet ve muhabbetine hizmet etmektir.
Bugün dünyada en ziyade ikaz ve irşada, ittihad ve ittifaka muhabbet ve uhuvvete muhtaç olan bir millet varsa o da İslâm milletidir. Şu halde şûra bu vazifenin ifasında kusur edecek olursa pek büyük bir mes’uliyet altında kalır. Evet, ilim ve fünun akılları hayrette bırakacak derecede yükseliyor. Sürekli yeni keşifler ortaya çıkıyor, nimetler servetler çoğalıyor. Fakat buna rağmen beşerde ızdıraplar dinmiyor. Huzur ve adalet temin edilemiyor. Akıl ve hayale gelmeyen çeşitli cinâyet ve zulümler irtikab olunuyor. Sefahat ve dalalet her an ilerliyor. Haya ve iffet gibi ulvî seciyelerimiz kayboluyor. Fertleri bir birine rabt eden manevi bağlarımız hergün biraz daha gevşiyor. Merhamet ve şefkat azalıyor. Maddi ve manevi terakki ve tekemmülümüze sebep olan İslâm dinine gereken ehemmiyet verilmiyor.
Şûranın en önemli bir vazifesi de Müslümanları irşad ve ikaz ederek onlara arız olan manevî hastalıkların tedavisine çalışmak ve beşeri daldığı o derin gaflet uykusundan uyandırmaktır. Afakta ve enfüste tecelli eden ilahî işaret ve delillere insanların dikkatini çekerek, sağlam bir tefekkür sistemini insanlığın nazarına arzetmektir. Bunlara ait delilleri talim etmektir. İmana ait delilleri insanların nazarına sunmak, onları düşünmeye sevketmekle nefsin tasallutundan kurtarmaktır.
Evet, hamiyetperver bir insanın, hayatından daha değerli tuttuğu kendi milletini, sefahet ve dalaletin kucağına terk etmesi düşünülemez. Bu hal dikkate alındığında, ulemanın cemiyet içinde ne mühim bir vazife ile mükellef oldukları ve onlardan ne büyük himmet ve hizmet beklenildiği kolaylıkla anlaşılır.
Cenab-ı Vacibü’l Vücud Hazretleri ulemayı pek büyük, mukaddes bir vazife ile tavzif eylemiştir. Evet pek büyük ve mukaddes dedik, çünkü alemde en büyük esbâb-ı feyz ve saadet vazifeperverliktedir. Şimdiye kadar, bu şanlı ve azametli millet içinde bu kadar âlicenab, fedakar ve ideal sahibi kimseler daima çıkmıştır. İnşallah bundan sonra da çıkmaya devam edecektir.
Elhasıl, Müslümanların her türlü fıkhi mes’elelerini halletmek üzere hakiki alim ve ciddi mütefekkirlerden, faziletli mütefenninlerden meydana gelecek bir ilmi heyetin teşekkülü zaruridir. Tâ ki bu milletin dünyevi ve uhrevi saadetini temin edebilsinler. Şayet böyle bir hey’et teşekkül etmezse üç-beş kitap okuyan yarım mollalar ve sahte müçtehitler ortaya çıkacak, allame-i zaman kesilerek cahilane bir taassub ile hem kendilerini, hem de milleti dalalete götüreceklerdir.
Ümidvarız. Asırlardan beri devam eden şu cehalet karanlığı muhakkak zail olup, yerini İslâmiyet güneşine terk edecektir. Biz buna bütün samimiyetimizle inanmaktayız. Eminiz ki Hazret-i Allah pür himmet ve ali cenap alimlerin meşvereti sayesinde bu necip Müslüman milletini cehalet ve sefahetin pençesinden kurtarıp maddî-manevî tekamüle sevkedecektir. İşte o zaman nur-u iman, feyz-i Kur’an, bütün İslâm alemini, belki de topyekün insanlığı tenvir edecektir.
Temenni ederiz ki Hazret-i Allah, bu şûra sayesinde Müslümanlardan şu gaflet ve dalaleti izale eder. Bu millet-i İslâmiyeyi maddî ve manevî saadete kavuşturur. O zaman zulümat nura, cehalet irfana, iman küfre galebe çalar. İşte,
“Kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.” 153
âyetinin sırrı böylece zahir olur. İnsaniyet yaradılışın hikmetini idrak etmekle gaye-i kemale yükselmış olur.
135 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. II, s. 1213
136 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. II, s. 1215
139 Al-i İmrân Sûresi (3), 159
141 Minhacü’s Sünne, c. II, s. 160
142 İ’lamu’l-Mugiin, c. I, s. 74
143 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. II, s. 1217
148 Al-i İmrân Sûresi (3), 104
149 Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, Türdav A.Ş., s. 473
150 Bakara Sûresi (2), 185
152 Feyzü’l-Kadîr (Şerhü’l-Câmiü’s-Sağîr), c. 2, s. 329
Ehil Olmayan Müçtehitler, İçtihat Heveslilerinin Yanıldıkları Hususların Beyanı
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 15-7-2010
Dinin afatı üçtür: Haktan sapmış fakîh, zâlim devlet reisi, câhil müçtehit. 154
İçtihat, telaffuzu kolay fakat manası engin ve zengin bir kelimedir. Onun manasından gafil bazı kimselerin kendilerini miiçtehidin-i izam hazretlerinin seviyesinde tahayyül etmeleri gerçekten acı ve aynı zamanda da gülünç bir durumdur.
Devr-i Risaletten başlayıp ta hicri dördüncü asrın sonlarına kadar yetişen müçtehit ve fukaha, içtihada dair esas ve düsturları tesbit etmişler ve bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmişlerdir. Fakat dördüncü asrın sonlarına doğru bu mümtaz zâtlar azalmaya başladı. İçtihat ehlinin azalması da içtihat kapısının kapanmasına vesile oldu. İçtihadın İslâmî ilimler arasında yüksek ve seçkin bir yeri olmasına rağmen, bu mümtaz kapı zâtında açık iken ehilleri yetişemediği için kapalı sayıldı. İçtihat aklen mümkün ancak adeten muhal haline geldi.
Erbâbı için içtihat kapısı ardına kadar açık olmakla beraber, fukahadan İbn Abidin gibi bir zâtın, içtihat kapısının asırlar evvel kapandığını beyan buyurması muhtemel bir fitne ve fesadı önlemek içindir.
Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle tespit etmiştir:
“Nasılki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasılki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdat-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengamında, içtihat namıyla, kasr-ı İslâmiyet’ten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinâyettir.” 155
Bu hususta Elmalılı Hamdi Yazır’da şöyle buyururlar:
“İçtihat kapısının kapanması öyle zannedildiği gibi bazı kendini takılı zannedenlerin hayal hanesinde vücut bulmuş bir efsane değil, belki İbn-i Hiimam gibi bir çok hanefî uleması, Gazâli ve Gaffal gibi Şâfiî muhakkikleri tarafından sarahatla söylenmiş bir hakikattir. Ulema-i usul, bir asrın müçtehitsiz olmasını caiz görmüşlerdir.” 156
İçtihat inhisar altına alınmamıştır. Müçtehitlikde hırstiyanlıkta olduğu gibi dinin tevcih ettiği ruhani bir makam değildir. Belki o, ilim ve iktidarın insana kazandırdığı bir selahiyetiir. Bazı insanlar az bir ilim tahsil etmekle kendilerini din sahasında mütehassıs bir âlim zannediyorlar. Bu gibi kimseler Ali Ulvi Kurucu Bey’in şu güzel ifadeleriyle kendilerini mizana koysalar herhalde böyle bir davada bulunamazlar:
“Peygamber Efendimiz, (...) yâni: “Âlimler, Peygamberlerin vârisleridirler.” hadîs-i şerifleriyle âlim olmanın pek kolay bir şey olmadığını, i’cazkâr belâgatleri ile beyan buyuruyorlar."
"Zira madem ki, bir alim, Peygamberlerin vârisidir, o halde, hak ve hakikatin tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takip etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol; bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri takip, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid, zehirlenme, idam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmiyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa...” 157
O halde, içtihat şartlarını haiz olan bir âlimin içtihat yapmasına dinen hiçbir mani yoktur. Fakat bu zamanda, içtihada ehil bir kimse yer yüzünde var mıdır ve bir şahsın bu evsafta yetişmesi mümkün müdür? Zâtında mümkün olsa bile cumhur-u ulemanın beyan ve ikrariyle dördüncü asırdan beri vukuu sabit olmamıştır. Gerçeğin bu olduğunu yirminci asrın mütehassıs ve muhakkiklerinden Hüseyin-i Cisri, Ömer Nasuhi, Şeyhü’l- İslâm Mustafa Sabri ve diğer zâtlar kitaplarında beyan etmişlerdir, zâten şimdiye kadar müçtehitlik dava edenler, mücerret iddiadan ileri gidememişlerdir. Şimdi de iddia eden varsa buyursun içtihat etsin.
Peygamberimiz Efendimiz (a.s.m.) Hazretleri, kemal-i teessür ile şöyle buyurmuşlardır: Muhakkak ki, Allahu Teâla verdiği ilmi insanlardan çekip almaz. Ancak alimlerin ölmesiyle ilimler de gider. Hatta din makamları câhillerin elinde kalır. Kendilerine başvuruldukça yanlış fetvalar vermekle kendileri sapıttıkları gibi insanları da şaşırtırlar. 158
İşte bu hadîs-i şerif bir mucize olarak asrımıza en geniş manada bakıyor. İslâm dinine hakkı ile vâkıf olmayan bazı kimseler görüyoruz ki, müçtehidane bir tavır ve bir gurur ile her sorulan suale tereddütsüz cevap veriyorlar, şer’i bir esasa istinat etmeden, dini hükümlere layıkıyla vâkıf olmadan İslâm namına, mukaddesat hesabına ahkâm kesiyorlar. Bu ise cahilane bir cürettir. İslâm dinine karşı bir laubaliliktir ve onun kudsiyetini, ulviyetini hafife almaktır. Onların bu hatalarında ısrarları, sözleri, özleri ve izleri hep bu ahval üzere devam etmektedir. İşte bu gafiller zümresidir ki; cehalet onları azdırmış, onlar da insanları azdırıyorlar.
Taassup ve insafsızlık hakikatin inkişafına en büyük manidir; güneşi gözlerden saklayan siyah bulutlar gibidir. Basiret gözünü kör eder.
Kesin burhanlarla tahakkuk etmiştir ki, insanlık âlemi için cehaletten daha büyük musibet tasavvur edilemez. Hakikaten cehalet öyle büyük bir musibettir ki, zararı hem dünya, hem de ahirete şamildir.
Bu fikirleri ortaya atanlar, İçtihadın hakikî manasını, esaslarını ve kaidelerini bilmiş olsalardı öyle asılsız, çürük iddialarla kendilerini gülünç duruma düşürüp, zihinleri bulandırmaz ve fikir anarşisine yol açmazlardı.
Hem müçtehitlerin büyüklüğünü teslim ve onları takdir ederek kendi batıl hayallerine kapılmazlar, müçtehitleri küçük görme sevdasına düşmezlerdi.
Sual: Bugünkü bazı insanların kendilerini büyük müçtehitlerle denk tutmalarının, hatta onlardan üstün görmelerinin sebebi nedir?
Cevap: Şu bir hakikattir ki insan hiçbir şeyde haddini tecavüz etmemelidir. Haddini bildiği sürece hürmet ve muhabbete mazhar olur. Haddini bilmeyen adam, kendi kadrini ve haysiyetini muhafaza edemez. Evet edebin aslı ve esası kişinin haddini bilmesi ve haysiyetinin muhafazasına ihtimam göstermesidir. Aksi takdirde edep dairesinin dışına çıkar ve insanların nefretine hedef olur. Böyleleri hakkında, Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
"Yani: 'Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.' Nasıl bir zerre camdan, bir katre sudan, bir havuzdan, denizden, kamerden seyyarelere kadar güneşin cilveleri var. Herbirisi kabiliyetine göre güneşin aksini, misalini tutuyor ve haddini biliyor. Bir katre su, kendi kabiliyetine göre 'Güneş’in bir aksi bende vardır.' der. Fakat 'Ben de deniz gibi bir âyineyim.'diyemez." 159
Müçtehidin-i izama karşı edep, onları takdir edip lâyık oldukları hürmeti göstermek ve onların ilim ve irfanlarından istifade etmekle olur. Zâten insaf ve vicdanın gereği de budur. Aksi halde selef-i salihinin, ‘’bütün zamanların hacatına dar gelmeyen” safı ve halis içtihatlarını beğenmemek ve eksik görmek büyük bir mahrumiyet ve fahiş bir hatadır.
İlmî bir şeyi fikren tasavvur etmek mümkündür, fakat bunun fiilen tahakkuku başkadır. Müçtehit olmayı tasavvur etmek başkadır, müçtehit olmak başkadır. Şu alem-i kevn ve fesadda neler olmuştur ve daha neler de olacaktır. Acaba yalancı peygamberler ortaya çıkmamış mı ki, yalancı müçtehitler de çıkmasın.
Her nasılsa insan, kendi yıldız böceği kadar aklını, mum ışığı kadar ilmini pek cazip görüp büyük müçtehitlere müsavat davasında bulunur. Bilmem ki, insan nasıl bir galat ve nasıl kazib bir hayal ile aldanıp da İçtihadın engin ve zengin bir umman olduğundan gaflet ediyor. Denilebilir ki, böyle zâtlar içtihat kelimesinin semtine ulaşabilse veya o deryanın kenarında gezseler, müçtehitlerin izlerini görseler bu kadar gürültüyü, bu kadar taşkınlığı ve bu denli akılsızlığı yapmazlar.
Bu ehliyetsiz ve haddini mütecaviz şahıslar, kendi söz ve fiillerinin şeriata uyup uymadığını bizzat kendilerinin tesbit edecekleri ve Kur’an ve Hadiste mesnedini bulamadıkları meseleleri de kıyas yapmak suretiyle halledebilecekleri iddiasındadırlar. Hâlbuki bu tarz hareket çok cihetlerle hatalıdır. Zira kıyas yaparak hüküm çıkarmayı bu zamanda, değil herhangi bir kimse, belki muhakkik ve mütehassıs büyük bir din alimi de yapamaz. Edille-i şeriyeden şeriata ait hükümleri istinbat ve istihraç etmek ancak müçtehidîn-i izamın hakkı ve onların vazifesidir. Üstad Bediüzzamanın tabiriyle “Karınca devenin yükünü götüremez.” 160
Asrımızdaki sözde müçtehitlerin hallerine ve gayelerine nazar edildiğinde kiminin zenginliğin ihtişamında, kiminin şan ve şöhretin cazibesinde, kiminin de mevki ve makamın peşinde olduğu görülür.
Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de;
“Ey iman edenler, zandan çok sakının. Çünkü zannın bazısı ağır günahtır, vebaldir. Birbirinizin gizliliklerini araştırmayın ve bazınız bazınızı gıybet de etmesin. Hiç biriniz ölükardeşinin etini yemesini sever mi? Demek ondan tiksindiniz! Öyel ise Allah’dan korkun. Muhakkak ki Allah, tevbeleri kabul edicidir, çok esirgeyicidir.” 161 buyurmaktadır.
Sahih bir rivayette vardır ki;
“Her kim bir mü’minde bulunmayan şeyleri, onu ayıplamak için insanlar arasında konuşup ve yayarsa Allah-u Azimuşşan onu, sözünü isbat edinceye kadar cehennemde hapsedecekdir.”
Acaba herhangi bir ferdin hukukuna tecavüz edenin hali böyle olunca, müçtehidîn-i kiram efendilerimizi; hafife alanların hali ne olacaktır! Evet ulemanın etleri zehirdir; koklayanı hasta eder, tadanı öldürür. Müçtehidîn-i kiram hazretleri,
“Allah-u Teâla Hazretlerinin evliyalarına korku ve hüzün yoktur.”162
mealindeki âyeti kelimesiyle müjdelenen evliya zümresinin sertacıdırlar. Onların kemalat ve feyizlerini; irfan ve kerametlerini, İslâmiyet’e yapmış oldukları hizmetlerini, cahil ve nankör olanlardan başka kim inkâr edebilir? Şeriat ile hakikati, kemal ile kendilerinde cem edenler işte bu zâtlardır. Bunları tenkis ve istihfaf etmenin neticesi ebedî helakettir. İmâm-ı Buhari ve diğer hadis imamlarının rivâyet ettikleri bir hadis-i kudside, Cenâb-ı Hak buyuruyor ki;
“Her kim benim bir veli kuluma adavet ederse, bizzat ben Azimüşşan’a karşı harbe kıyam etmiş olur.” 163
Onların değil akıl ve kalpleri, vehim ve hayalleri dahi her türlü malayaniyattan müberradır. Hissiyatları uyanık, latifeleri hüşyar olan bu zâtlarla kim müsavaat dava edebilir. Onların bir senede kazandıkları ilim, irfan ve fazileti bu zamandaki insanlar yüz senede de kazanamazlar. Kur’an-ı Kerimden ve hadis-i şeriflerden ahkâmları istihraç etmede onlara yetişmek kimin haddidir. Çünkü o zamanda bütün zihin ve kalpler istinbad-i ahkâmla yani Kur’an’dan hüküm çıkarmakla meşguldü. O asır bu hali icap ediyordu. O zamanın çarkları bu tarz üzere dönüyor ve böyle cereyan ediyordu. Bu devirde ise ebedi saadete bedel, fani dünyanın zevk ve safası asıl maksad
hükmüne geçmiştir. Ayrıca dünya siyaseti kalplerde yer tutmuş, zamanın cazibedar fitne ve sefahetleri gönülleri esir etmiştir. Böylece insanlar, çoğunlukla ilim ve maneviyattan uzak kalıp zihinleri dağılmış ve akılları körleşmiştir.
Şu fıtrî bir kaidedir ki, hâdiselere bakmada zamanın farklı tesirleri, feyz ve faydaları vardır. Bahar zamanı kış ile mukayese edilemeyeceği gibi, asr-ı saadet, sahabe ve tabiin devri de bu zamana kıyas edilemez. Sahabe-i kiram nübüvvet güneşi ile müşerref olmuşlar, müçtehitler ise ona yakın bir yörüngede yer almışlardır. Bilinen bir hakikattir ki güneşin huzurunda daimi duran bağ ve bahçelerde büyüyen meyvelerin tadı, rengi ve kokusu ile, kutuplara yakın bölgelerde bulunan bağ ve bahçelerde yetişen meyve ve sebzelerin rengi, kokusu ve tadı mukayese edilemez. Bunun gibi sahabe ve müçtehidîn-i izam hazretlerinin devri ile bu asr-ı hazır da mukayese edilemez. Bediüzzaman Hazretleri’nin buyurduğu gibi:
Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü sülûke mukabil, hakikatin envârına mazhar olur. Çünki sohbette insibağ ve in’ikas vardır. Malûmdur ki: İn’ikas ve tebaiyetle, o Nur-u A’zam-ı Nübüvvetle beraber en azîm bir mertebeye çıkabilir. Nasılki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyeti ile öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar...
Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurani olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevi adam, kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kasavet-i vahşiyanede bulunduğu halde, gelip bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmaneyi kesbederdi. Hem cahil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi, o mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemalât olurdu. 164
Bugün memleketimizde Razi, Beyzavi, Sekkaki ve Zemahşeri gibi alimlerin yetişmesi şöyle dursun, Osmanlının son döneminde yetişen Elmalılı ve Babanzâde gibi alimlerin eserlerini hakkıyla anlayacak insanlar bile nâdirdir. Bununla beraber her nasılsa içtihat davasında bulunanların adedi hergün biraz daha artmaktadır. Doğrusu buna esef etmemek elde değil. Bu davada bulunanlar, içtihat makamının ehemmiyetini takdir edemeyen ehliyetsiz kişilerdir. İçtihadın ne demek olduğu anlaşılsa ve içtihat erbâbının sahip oldukları yüksek derece hakkıyla idrak edilse, böyle davalara cür’et etmek mümkün olur mu?
Böyle tekellüflü davalar tamirden ziyade tahribe yol açar, ferdleri tereddüde düşürür ve zihinleri bütün bütün karıştırır.
Saf Müslümanların kalplerine fitne ve tereddüt yerleştirmekle; onların, büyük müçtehitlere, mezhep imamlarına ve diğer büyük din alimlerine karşı sevgilerini ve saygılarını kırmaya çalışmanın asıl gayesi, o sevgi ve saygıyı kendilerine celbetmektir.
Şu da bir hakikattir ki mezhep imamlarına hürmet etmeyen bir insana kimse hürmet etmez. Onlara uymayana kimse uymaz ve değer vermez. Bu gibi kimseler erbâb-ı irfan ve ilmin mazhar oldukları hürmet ve muhabbetten mahrum kalırlar.
Avam-ı nıüminînde ferasetleriyle bunları tanır ve teşhis ederler. Onların yaptığı cerbeze ve mugalatanın idrakindedirler. Evet, cerbeze, batılı hak, hakkı batıl göstermekle beraber ma’kul ve meşru’ olmayan bir vasıftır. Akıl ve hikmete tamamiyle münafidir. Cerbeze, fıtrî bir hal olmadığı için ona yeltenen kişi arzu ettiği makam ve kıymetten düşer.
Cerbeze insanın fıtrî hallerini, mâkul ve meşru davranışlarını ihlâl ve izale eden bir hastalıktır. Bunun için cerbezeden şiddetle sakınmak gerekir. Edep ve terbiye de hadden tecavüz etmemeyi iktiza eder.
Cerbezeci bir insan, ilim ve irfan erbâbının yanında pek sakil ve pek soğuk karşılanır. Hürmet beklerken nefret görür.
Şüphe yok ki dini hükümlere dair söz söyleme hakkı, başta müçtehit ve diğer dini ilimlerde mütehassıs olan alimlere mahsustur. Her ilmin mütehassısları vardır. Herbiri kendi ihtisas sahasında söz söyleme yetkisine sahiptir. Meselâ: Bir tabip mimarlık sahasında, bir mühendis de tıp alanında söz söyleyemez. Dini saha bu hususta daha hassas ve daha mühimdir. Çünkü insanların ebedi hayatını alakadar etmektedir. Bundan dolayı eğer herkes ibadet şöyle olsun, namaz şöyle kılınsın, oruç şöyle tutulsun, şuna şöyle inanılsın derse, vazifesi haricine çıkmış olur. Bu ise Müslümanlar arasında kargaşa ve anarşiye yol açar. Böyle bir hâle hangi insaf sahibi ve hangi şuurlu Müslüman razı olabilir?
154 Feyzü’l-Kadîr (Şerhü’l-Câmiü’s-Sağîr), c. 1, s. 52 , 8
156 Yazır, “İctihad” Beyânü’l-Hak mec. Sayı 27, c. 2-3, s. 622 1
157 Ali Ulvi Kurucu, B. Said Nursi Tarihçe-i Hayat
158 İmam Gazalî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dirı s.33, (Buhari ve Müslim, Abdullah b. Amr’dan)
161 Hucurât Sûresi (49), 516
162 Yûnus Sûresi (10), 62
İçtihat Dava Eden Dört Grup İnsan
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 15-7-2010
1. İçtihadın mahiyet ve hakikatinden gafil olan, bir iki hadis ve âyetin metnini mealinden okuyarak muvazenesiz ve muhakemesiz mana veren,'Biz de müçtehitler gibi Kur’an ve hadisten hüküm çıkarırız.' diyerek içtihat davasında bulunan zavallılardır.
Bunlar kendi hayal alemlerinin müçtehitleridirler. Sinek te bir kuştur. Fakat ben de kartal gibi uçabilirim diyemez. Birisine açılan ufki daire, diğeriyle muvazeneye gelmez ve tartılmaz. Buğday da sümbül verir, lakin ne çare ki ağaç olamaz.
Bu gibi kimselerin içtihat iddiaları fikre değil arzuya dayanmaktadır. Bu arzunun kaynağı ise cehalet ve ondan doğan cesarettir. Hazret-i Mevlânâ bunların halini, küçük bir akıntı üzerindeki saman çöpüne konan ve kendini kaptan-ı derya zanneden bir sineğe benzetmektedir.
Hazret-i Ali Efendimizin, “kişinin kendi noksanını bilmemesi en büyük günahlardandır,” beyanı ne büyük bir hakikattir.
İnsanın lâyık olmadığı bir makama, bir mertebeye, değil talip olması, onu hayalinden geçirmesi bile kendini bilmemesine alamet olduğu gibi helakine de sebepdir. Bir çok insanın ayağı bu meselede kaymıştır. Bunun başlıca sebebi idrak noksanlığıdır. Muhakeme ve mantık yetersizliğidir. Tek kelime ile cehalettir, zâten dünyada akla, hikmete muhalif her ne varsa hepsi cehaletin eseridir. Cehalet ise musibetlerin menbaı, ayıpların da aslıdır. Haddi zâtında insan cahil olmazsa kendini haddinin fevkinde tasavvur edemez.
Fazilet hissi öyle âli bir zevkdir ki, onu tatmayan bilmez. Cehalet ise ma-nevi bir zehirdir. Cehaletin yolunda atılan adımlar, insanı maddi ve manevi tehlikelere sürükler. Dünyada her türlü fenalık cehaletten çıkar.
Ne garip haldir ki, bazıları ûlema-i İslâm’ın te’lif ettikleri mücevharat dolu eserleri okuyup anlamaya kendilerinde cesaret ve istidat göremediklerinden dolayı, Kur’an’ın meâliyle iktifa edip tüm tahkik ve tedkik kapılarını kapamak istiyorlar. Böyleleri Kur’an-ı Kerim’in mealini okuyarak, kendilerini ülema-i İslâm’ın fevkinde tahayyül ediyorlar. Bu cahilane tavırlarıyla kendi düşünce ve fikirlerini uyuşturdukları gibi, müslümanların da fikirlerini karıştırıyor ve tahrip ediyorlar. Bunlar alem-i İslâmda 1400 seneden beri telif edilen bu kadar eserleri rağbetten düşürmekle ve onları inkâr etmekle kendilerinin bir dahiyi azam ve bir müçtehit olduklarını zannediyorlar. Emellerine en uygun yol olarak bu metodu seçmiş bulunuyorlar.
İslâm milletine asırlarca rehberlik eden o müctehidin-i İzam ve ülema-i kiram efendilerimizin ulviyet ve kıymetleri böylesi insanların zayıf ve vahşi hileleriyle hiç mahkum edilebilir mi?
Hz. Ali Efendimizin buyurduğu gibi “Fazilet, ehl-î ilmindir”....
İslâm hukukunu idrâk, ve ihata edecek fikirden mahrum, şeriat-ı Mııhammediyenin hakikatindan külliyen habersiz bu zavallılar düşünemiyorlar ki, Kur’an-ı Kerim’in mealini yazanlar da yine o büyük âlimler ve mütefekkirlerdir. İlim ve irfandan haz duymayan bu zavallılar yine anlamıyorlar ki o büyük tefsirleri yazan o alim insanlar, acaba sadece meal okuyarak mı o seviyeye geldiler? Bu Ümmeti Muhammedin alimleri meal okumanın kâfi olacağını bilemiyorlarmıydı ki, ömürlerini irfan yuvalarında ve medreselerde çürüttüler. Evet İslâm âlimleri Kur’an-ı Kerim’in meâl-i şerifini muhtelif lisanlara mümkün mertebe tercüme etmişlerdir. Fakat Kur’an-ı Kerim’i olduğu gibi harfiyyen tercüme etmek mümkün değildir. Çünkü her lisanın kendine mahsus incelikleri, nükteleri ve işaretleri vardır. Bundan dolayıdır ki, insanların yazdığı edebi eserler bile diğer bir dile tercüme edildiğinde as-lındaki hususiyetlerin çoğu kayboluyor. Binaenaleyh binlerce hakikatleri, nükteleri, işaretleri ve mecazları ihtiva eden Kur’an-ı Muciz’ül Beyanı aynen tercüme etmek nasıl mümkün olabilir. Binaenaleyh bu gibi tercümelere Kur’an denilemez. Elmalılı Hamdi Yazır Hazretleri’nin ifadesiyle tercüme:
“Bir kelimenin manasını diğer bir lisanda denk bir tabir ile aynen ifade etmektir. Tercüme aslın manasına tamamen mutabık olmak için sarahatte, delâlette, icmalde, tafsilde, umumda, hususta, ıtlakta, takyitte, sanatta asıldaki ifadeye müsavi olmak iktiza eder. Yoksa tam bir tercüme değil, eksik bir anlayış olur. Aslın nezaket ve gayesini kaybeder.” 165
Bu noktadan anlaşılıyor ki Kur’an-ı Azimüşşanı hakkıyla anlamak, meal okuyan bir kimse için mümkün değildir. Değil meal okuyanlar, Araplar bile Kur’an’ın lisanına vâkıf oldukları halde O’nun hükümlerini layıkıyla anlamak kudretinde değildirler. Çünkü bu bir ihtisas meselesidir. Bu hususta mütehassıs alimlerin irşadlarına her zaman ihtiyaç vardır.
Ve yine acaba bunlar Kur’an-ı Kerimi okurken Cenâb-ı Hakk’ın bir çok âyet ile nev’-i beşeri ulum ve fünuna daima teşvik edip, şevklerini tahrik ettiğini görmüyorlar mı?
Zaten Furkan-ı Mübin’e nazar ettiğimizde birçok defalar tekrar edilen, Leallekum ta’kilun (Umulur ki, düşünürsünüz) ve Leallekum tefekkerun (Umulur ki, tefekkür edersiniz) gibi âyet-i celilelerin insanları tefekküre davet etmesini anlamayıp tefekkür ve taakkul’ün ilimsiz mümkün olamayacağını düşünemiyorlar mı?
Acaba bunlar bütün ulum ve fununun İslâm’ın ulviyetine hizmet ettiğinin şuurundan mahrumlar mı?
Kur’an-ı Kerim’de ilim ve erbâb-ı ilme pek mümtaz bir yer verilmiştir. Cenâb-ı Hak,
"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” 166 ve
“Kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiştir.” 167
gibi birçok âyet-i kerimede ilim ve hikmet erbâbının hayr-ı kesire nail olduğunu ifade buyurmaktadır. Evet İslâm dini ilim ve hikmet üzerine müesses olduğundan ilim ve hikmetin inkişafı için insanlığın dikkatini daima ulum ve fünuna çekmiştir.
İslâm aleminin alim ve mürşitleri bu ümmetin maneviyatını muhafaza, ahlâkını himaye etmişlerdir. Milletin arasında, İmâm-ı Azam, İmâm-ı Gazali, Mevlâna gibi ilim ehli ve irfan erbâbı olmasaydı, İslâm dini bize kadar nasıl gelecekti.
Eğer sadece meal vermekle İslâm dini inkişaf etseydi, asr-ı saadetten bu güne kadar te’sis edilen bu kadar medreselere, yazılan bu kadar ilmi eserlere lüzum kalmazdı. Hâlbuki, Sultanu’l-Enbiya (a.s.m.), Mekke’den Medine’ye hicret buyurunca her şeyden evvel mescid ve medresesini te’sis etti. Demek ki, Efendimiz (a.s.m.)’in başlıca gayesi ilim ve ibadetti. Zira; mescidinin bir tarafında ibadet edilirken diğer tarafı tamamen ilme tahsis edilmiştir. Bu ikinci kısımda Hz. Peygamberimizden (a.s.m.) ders alan sahabîlere de “Ashab-ı Suffa” denildi. İşte İslâmiyetteki ilim ve hikmetin temeli burada atılmış oldu. Bu hal gösteriyor ki, ubudiyet ile marifet dengeli olarak teati etmiş ve edecektir.
Efendimizin (a.s.m.) gayesi; bütün ümmetinin ilim ve marifetle mücehhez olmasıydı. Hoca-i Kâinat Efendimiz (a.s.m.) nazil olan âyetlerin ihtiva ettiği mâna ve esrarı Suffe Ashabı denilen talebelerine ders veriyordu. Peygamber Efendimiz, bir taraftan Kur’an’ın mâna ve esrarını sahabelere izah ederken, bir taraftan da Kur’an-ı Kerim’de açıkça belirtilmeyen hükümleri hadis-i şeriflerle beyan buyuruyordu. Sahabe-i Kiram Hazretleri de Peygamberimizin yolunu takip ederek, bir taraftan ülkeler fethederken diğer taraftan da ilim ve irfanın tâ’lim ve terakkisine cidden gayret ettiler. Bu yüzden o devir harikulade bir ilim, irfan asrı oldu ve “Asr-ı Saadet” unvanını bihakkın ihraz etti. Bu ilim ve irfan faaliyetini sahabe-i kiramdan sonra Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlılar da devam ettirmiştir.
Emeviler devrinde Hasan-ı Basri, Cafer-i Sadık, İmâm-ı Azam ve İbn-i Şihab Ez-Zühri; Abbasiler döneminde Ahmed bin Hanbel, İmâm-ı Mâlik ve Şâfiî, Muhammed Şeybani, İmâm-ı Serahsi, Maverdi, Râzi, Kurtûbi, Taberi ve Beydavi; Selçuklular döneminde ise Risale-i Kuşeyriyye sahibi Ebu’l Kasım Abdulkerim Kuşeyri, Şirazî, Cüveyni, İmâm-ı Gazali, Fahru’l İslâm Pezdevî, Şehristanî; Osmanlılarda “İlim Dağarcığı” lakabıyla tanınan Hızır Bey, Molla Hüsrev, İbn-i Kemal, Zenbilli Ali Cemali, Ebu’s Suud Efendi, Ahmed Cevdet Paşa gibi alimler, alem-i İslâm’ın her tarafını ilim ve irfanlarıyla ışıklandırmışlardır. Acaba onlar mealle mi bu dereceye geldiler?!
Zaman içerisinde âlem-i İslâm’ın her tarafında ashab-ı ilim ve irfan çoğaldı. Onların sa’y ve gayretleriyle İslâm ülkelerinde “medrese” denilen ilim merkezleri inşa edildi. Ûlum-u diniye ve fenniyenin hemen her nevi buralarda tedris olunurdu. Buralarda yetişen ûlema ise hakîkaten İslâm dininin muhafız ve nâşiri oldular. Bu zâtlar hakkıyla birer muhakkik ve mudakkik olduğu gibi, bu ilim merkezleri de cidden birer tahkik ve ihtisas merkeziydi. İşte her devirde müslümanlar bu medreselerden yetişen âlimlerden feyz alıp, istifade etmiş neticede manen ve maddeten aksa-i tekemmüle vesile ve vasıta olmuşlardır.
Evet, medeniyet-i İslâmiyenin en muhteşem zamanları bu medreselerin en feyizli devreleridir.
2. Kendileri samimi aynı zamanda ilmî ehliyete sahip olmakla beraber, içtihat yapma selahiyetini haiz olmadıklarından gaflet ederek, fıkhın güya noksanlıklarını ikmal için içtihat iddiasında bulunan kimselerdir. Hâlbuki bunların davaları sadece iddiadan ibaret kalmıştır; herhangi bir hüküm ortaya koymuş değillerdir. Bunlar ferdî kalmışlardır ve sayıları mahdudtur.
“Malumdur ki, her ilmin ve fennin mütehassısları başka başkadır. Bir fennin çok mahir mütehassısı, diğer bir fende rey ve fikir sahibi olamaz. Bu alimler ilimde ne kadar dirayetli olursa olsunlar ancak müçtehidîn-i izamın kelamlarını anlayıp, müslümanların istifadesine sunma mevkiindedirler. Yoksa içtihat semasının güneşlerine hiç kimse ne kendini, ne efkarını, ne de takva ve selahatını kıyas edemeyeceği gibi, zamanlarını da bunların zamanlarıyla bir tutamaz. Böyle bir kıyas, kıyas-i meal farıktır.”
3. Medhe düşkün, şöhrete meftun, hodfuruş bir kısım mağrur ve mütekebbir kimselerdir.
Büyüklük arzusu her nasılsa insan fıtratında mevcut en köklü, en kuvvetli arzulardandır. İnâyet-i İlahîye olmazsa bundan kurtulmak mümkün değildir.
İnsan acib bir mahluktur. Zillet içerisinde iken büyük ve izzetli görünmek sevdasına kapılır; aciz olduğu halde muktedir olma sevdasına düşer; cehl-i mürekkeb içerisindeyken kendini alimlerin, miiçtehitlerin fevkinde tahayyül eder. Mum ışığı kadar ilmiyle, güneşle mübareze etmeye kalkışır ve onunla müsavat davası güder. Yıldız böceği kadar ışıkçığıyla yıldız misali dahileri, mütefekkirleri geride ve gölgede bırakmak ister. Layık olmadığı mertebeler için tekellüf ve tasannulara yapışır.
Gururdan, kibirden kaynaklanan bir cür’et ile haddini tecavüz eden bir adam, sonunda zillet ve hakaretin pençesine düşer, cezasını bulur.
Büyük olma sevdası öyle bir hastalıktır ki, merhemi az, tedavisi güçtür. Çünkü, bu hastalık maddî vücuda değil, ruha, kalbe arız olan manevî bir illettir. Bu sıfatları kendinde tahayyül eden insan; hüsran ve helakete düşer.
Hâlbuki insanın kıymeti kibirde değil tevazudadır. Tevazu’ insanı şereflendirir. “Men tevazae, refahullahu” hadis-i şerifi de bu hakikati ifade ediyor. Azamet-i İlahîyeye karşı tevazu ve mahviyet imanın muktezasındandır. İnsan ubudiyet vazifesini yerine getirmekle tevazu ve mahviyetın sırrına erer. Hakikat böyle iken gurur ve kibir ile ubudiyet dairesinin dışına çıkan insanın ne derece hüsrana uğrayacağı aşikardır. Evet, haddini bilen mütevazı bir insan her yerde, her zaman hürmet ve muhabbete mazhar olur. Tevazu kadar Hakk’a ve halka hoş gelen bir ulvî seciye olmadığı gibi; gurur ve kibir kadar da Hakk’ın ve halkın nefretini mucib bir alçak sıfat yoktur.
Diğer taraftan mağrur, kendini beğenmiş, hodgam insanlarda hakperestlik bulunmaz. Bunlar delil, burhan, hak, hukuk, kaide, kural tanımazlar. Yalnız kendi görüşlerine ve fikirlerine önem verirler. Hakkın rızasını hiçbir zaman düşünmezler. Bozulmuş fıtrat ve çürümüş vicdanları ile bazı gafil insanları aldatırlar.
4. İslâm’ın emir ve nehiylerine uymak nefislerine ağır geldiği için, İslâm dininde bir reform yapma hevesinde olanlardır.
Risâle-i Nur’da bunların hâli şöyle tasvir edilir:
“O ehl-i dalalet sefahete girmiş, sefahette tiryaki olmuş; sefahete mani’ olan tekâlif-i Şer’iyeyi yapamıyor. Kendine bir bahane bulmak için der ki: 'Şu mesail, içtihadiyedirler. O mesailde, mezhepler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır, hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihat ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tabi olmaya ne mecburiyetimiz var?' İşte bu bedbahtlar, bu desise-i şeytaniye ile başlarını mezahibin zincirinden çıkarıyorlar.” 168
İşte bunlar namaz ve ezan gibi dinin zaruriyatını tebdil ve tağyir etmek istediklerinden dolayı elbetteki İslâm dininin rükünleri, sütunları olan büyük müçtehitlere ilişecekler. Heyhat değil bunlar gibi haddini bilmeyen ehliyetsiz kişiler, belki müçtehitlerden sonra gelen müfessir ve muhaddisler gibi hatta maneviyat aleminin sultanları bile onların derece ve makamlarına çıkamamışlar ve çıkamazlar.
Bediüzzaman Hazretleri reform heveslilerine şu ikazda bulunuyor:
“Mezahibin ihtilafı ise: Sahib-i şeriatın gösterdiği nazarî düstûrların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir. 'Zaruriyat-ı Diniye' denilen ve kabil-i tevil olmayan ve 'Muhkemat' denilen düsturları ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı kaidesine dâhil oluyor.” 169
Bunların bir kısmı kendilerini müçtehitlerden üstün görerek, hakkı iptal, batılı teşvik etmeye çalışıyorlar. Hatta Kur’an’ın bazı hükümlerini değiştirme, yahut tamamen kaldırma gibi dehşetli bir cinâyete tevessül ediyorlar. İslâm dinini esasından sarsmak gibi sinsî, vicdansızca emellerine İçtihadı bahane ediyorlar. Din namına ortaya attıkları her türiü yanlış fikirlerini millete böylece kabul ettirmeye çalışıyorlar. İslâm dini ile hiçbir münasebeti olmayan Türkçe ibadet gibi hurafelere kapı açıyorlar.
Kendilerini şeriata uydurmaya çalışacaklarına, şeriatı kendi heva ve heveslerine uydurmaya çalışıyorlar. Hem de bunu iftiharla ve bir müçtehit edasıyla icra ediyorlar.
Kendi arzu ve heveslerine göre içtihat yapanların halini Bediüzzaman Hazretleri şu sözleriyle ortaya koyuyor:
“Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Hâlbuki Şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede -âhirete vesile olmak dolayısıyla- dünyanın saadetine nazar eder. Demek şu zamanın nazarı, ruh-u Şeriattan yabanidir. Öyle ise, Şeriat namına içtihat edemez.” 170
Elmalılı Hamdi Yazır’ın şu sözleri de bunların hâline tam tevafuk eder:
“İnsan ne garip mahlukturki hilkat kanunlarını daima kendi tasavvuratına tatbik arzusunda bulunur. İnsan kendisini diğer hayvanlardan temyiz eden akıl gibi nurani bir cevherin sınırladığı itidal ve hikmet dairesinden çıkmakla, vehim ve hayalin altında gizlenen hevesatının gösterdiği büyük cehalet çölünde koşmayı kendine maksat edinirse bu ne kadar garip bir haldir. Hatta bu kötü düşünceyle kainata tasavvuratına tabi bir serap olarak inanmaya başlar.”
İnsaniyetin ruhu olan ilim ve edep, faziletlerin en büyüğüdür. Çünkü, insaniyetin kıymeti bu hasletlerle kaimdir. İlim ve edepten mahrum olan insaniyet yok hükmündedir. Haksız iddialar ile, cerbeze ve gurur ile ileriye çıkan bir adam; hakikatin karşısında hem mağlup, hem mahcup olur. Çünkü, nur-u İlahî ile bakan ümmet-i Muhammedin ferasetleri, onun hakiki niyetini bilir ve onun cerbezesine aldanmaz.
İlim ve fikirde payı olmadığı halde içtihat davası güden insanlar; müminlerin nefretini kazanacağı gibi, bunların îlahî bir sadme ile mahv u perişan olmalarından korkulur.
Her kim Bediüzzaman Hazretlerinin içtihada ait risalesini insafla muhakeme etse, bu zamanda içtihat yapmanın yanlış olacağını itirafa mecbur kalır.
Sual: Fennî ilimlerde sürekli bir yenilenme ve terakki olduğu halde, aynı şey dini ilimlerde niçin olmasın? Eğer “İçtihat kapısı kapanmıştır” denilerek, bu yenilenmenin önü kesilmeseydi biz de şimdi fen ve san’atta çok ileri hedefleri yakalamıştık.
Cevap: İlim iki kısımdır:
Birisi; müsbet ilimlerdir ki, kaynağı kâinat kitabıdır. Bu kitabı okuyup, anlayacak ve ondaki gizli manaları keşfedecek olan akıldır.
İkincisi ise dini ilimlerdir ki, menbaı İlâhî vahiydir. Muhatabı ise yine akıldır.
O halde medeniyete ait her kemalin kaynağı fen, ulum-u maneviyeye ait her feyz ve inkişafın kaynağı ise dindir. Müsbet ilimlerle dinî ilimlerin sahası birbirinden farklı olduğu gibi metot ve şartları da ayrı ayrıdır. Birini diğerine kıyas etmek insanı hataya düşürür. Her iki tarafın ilim adamları ve mütehassısları ancak kendi sahalarında içtihat edebilirler. Birinin vazifesi diğerinden istenilmez, zâten beşerin fikrî ve ruhî, maddî ve manevî terakkisi de buna bağlıdır. Malumdur ki, tekâmül ve terakkinin esası ihtisaslaşmaya ve iş bölümüne dayanır. İnsan aleminin ahenk ve intizamı da buna bağlıdır.
Birinci kısım: Müsbet ilimler: Bu ilimler telâhuk-u efkâr (fikirlerin birikimi) ve tecrübe ile tekâmül etmiş ve etmektedir. Mazinin derinliklerinden başlayıp tedricen ilerleyerek bugünkü seviyesine ulaşmıştır. Yani ulum ve fünunun bu günkü inkişafı birkaç mütefenninin gayret ve himmetiyle meydana gelmiş değildir. Belki asırlar boyu gelip geçen binlerce erbâbı ilim ve fennin cehd ve gayretlerinin mahsulüdür. Fen ve sanata ait o gün ekilen tohumlar neşv ü nema bulup bugün zeminimizde çiçek açmış ve meyve vermiştir. Yani, fenni ilimler birbirini tekmil ve takviye ile bugünkü şahikalara ulaşmıştır. Mülhem keşşafların sa’y û gayretleriyle kıyamete kadar da biiznillah inkişaf edecektir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk insanın fıtratına kemalatın tohumlarını ekmiş ve o tohumların neşv ü neması için insana bir merak, bir iştiyak vermiştir. Bu bakımdan, o mükerrem varlık, tâ ezelden beri bu terakkinin aşığıdır. Bugün fünuna ait sayılması mümkün olmayan harikulade eserlerin herbirisi işte bu aşk ve bu sevdanın neticesi olduğu kadar, insan aklının da harika bir kerametidir. Bu nevî ilimlerdeki terakki ve tealiyi Cenâb-ı Hakk beşerin irade ve ihtiyarına bırakmıştır. Bu ilimler tecrübeye, teâvüne ve tekâmüle her zaman muhtaçtır. Şimdiye kadar, fenni ilimlerin nûriyle fikirlerini ziyâlandıran ilim erbâbı bitmez tükenmez gayretleriyle cihanın bu günkü terakkisine, insaniyetin ve medeniyetin tekâmülüne hizmet etmişlerdir ve insanlık alemini medyûn-u şükran eylemişlerdir.
İkinci kısım: Dini ilimler: Bu ilimlerin kaynağı Kur’an’dır. Kur’an ise kıyamete kadar gelecek bütün insanların ihtiyaçlarına cevap veren engin ve zengin bir hazinedir. Dinin temel rükünleri tekâmül ve tecrübeye muhtaç değildir. Yani, tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet gibi dinî ve itikâdî esaslar mükemmel olarak gelmiştir ve öyle devam edecektir. Müçtehitlerin vazifesi ise o hazinede gizli olan fürûâta ait hakikatleri keşfetmektir.
Şayan-ı dikkat bir hakikattir ki, fünun-u medeniyeye ait hükümlerde erbâb-ı fen tamamen müstakildir. Yani, keşf ve icad ettikleri eserlerinde tasarruf hakkı onlara aittir; istedikleri gibi tebdil ve tağyir edebilirler. Yani bir fen alimi tecrübelerini yaparken “acaba bu tecrübelere din cevaz verir mi, vermez mi?” diye düşünmekle mükellef değildir. Fakat dine ait esaslar, beşer fikrinin eseri olmadıkları için, insan fikren ve ilmen her ne kadar terakki ederse etsin dine ait esasları v’az ve tespit edemez, değiştiremez. Çünkü onlar aklın maverasında ve zekânın fevkindedir. Beşerin fikri dine ait meselelerde herhangi bir hüküm ve kanun koymak selahiyetinde değildir. Ancak onları anlamakla mükellefdir. Dine ait hükümlere beşerin fikri tamamen hakim değildir. Müçtehidler bu İlâhî hakikatlerin mahiyetini tebdil ve tağyir edemedikleri gibi tenkis ve tezyid de edemezler, yani ne eksiltebilirler ve ne de artırabilirler. Çünkü onlar bu hususta mutlak selahiyet sahibi değillerdir. Onlar sadece Kur’an ve hadislerde herkesin keşfedemediği bir kısım sırlara vâkıftırlar. Vukııfiyet başka, hâkimiyet başkadır. Her şeye tam hâkimiyet ancak Allah’a mahsustur. Hak dinlerin müessisi yalnız Allah-u Teâla’dır. Tebdil ve tağyir de ancak O’nun irade ve ihtiyarına tabîdir. Yani, İslâm dini kökleri vahyi İlâhiye gömülü, dal ve budakları ise semalara kadar yükselen ve her asırda gelen müslümanları meyveleriyle gıdalandıran bir şecere-i tûbadır ki, değişmekten, bozulmaktan müberradır.
Evet zamanın değişmesi ile hükümlerin de değişmesi bir hakikat ve bir ihtiyaçtır. Ancak bu tebeddül ve tegayyür örf ve adetlere aittir. Örf ve adet ise insanların kendi aralarında istimal ettikleri hususî hallerdir. Bu gibi hallerin fikhî bir mesned olarak alınması, hakkında hiçbir şer’î delil bulunmayan mevzularda olabilir. Geçmişte faydalı olan örfî bir hal, bugün zararlı olabilir. Böyle bir hükmü zaman nesh eder. Ama Kur’an ve hadisler ile sabit olan hükümler değişmezler, kıyamete kadar bakidirler. Çünkü onlar her zaman ter ü tazedir. Zira Kur’an ve hadisler ile sabit olan hükümlerde hata ve eksiklik bulunamaz. Fakat, insanların örf ve adetlerinde bir takım yanlışlıklar bulunabilir. Âdet diye bir hatada ısrar edilmez. O âdetin değişmesi elbette dinen vaciptir. Zira; yanlış ananeler, münasebetsiz bid’at ve hurafelerin İslâm dini ile hiç alakası olmadığı gibi bunlar aklın da kabul edemeyeceği yanlışlıklardır.
Meselâ, gerek iman hakikatlerine gerek farzlara ait emirlerin değişmesi düşünülemez. Yalnız bunların izah şekilleri aklî ve naklî burhan ve hüccetlerin kuvvetiyle daha da vuzuha kavuşup, inkişaf ederek ilmelyakinden hakkalyakine doğru gidebilir. İzah başka, değiştirme ise daha başkadır. Beşerin manevi terakki ve tekamülü bu noktaya bakar.
Şunu da belirtelim ki, şahsî içtihatlar, münferit görüşler, yeni yeni ihtilaflar ortaya çıkarmaktan başka hiçbir şeye yaramaz. Bu davamıza, Şia’ mollaları şahittir. Onlarda her molla kendi başına bir müçtehiddir. Acaba Şia aleminde sünnilerden ziyade ne gibi terakkiler, tealiler oldu. Bilakis, Şiiler bir çok hususta sünnilerden pek çok noktada geridirler. Terakki ve tealiden uzaktırlar.
Elhasıl, bilgisayar, radyo, elektrik gibi medeniyet harikaları tabiat âleminde icmâlen mevcut olup, Cenâb-ı Hakkın kendilerine ihsan ve ilham ettiği bazı istidatlı zâtların sayesinde zuhura çıktıkları gibi; Kur’an-ı Kerim’de bilhassa füruâta dair mücmel hakikatler de ûlema-i izam hazretlerinin sa’y ve cehdleriyle insanlığın istifadesine sunulmuşlardır.
165 Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. I, s. 9
167 Bakara Sûresi (2), 269
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 15-7-2010
Şu mühim hakikati da ifade etmek lâzımdır. Müsbet ilimler ile İslâm dini arasında herhangi bir tezat yoktur. Olması da zâten tasavvur edilemez. Çünkü, İslâm dini her zaman akla hitap etmekte ve daima ilim ve fennî teşvik etmektedir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şu güzel ifadesiyle beyan etmektedir:
“Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Hâlbuki İslâmiyet, fununun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir.” 171
Bir başka eserinde şöyle buyurmaktadır:
“Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünunu medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder.” 172
Evet, akıl üzerine müessis olan bir din, beşerin menfaatine, dünyanın tamirine vesile olan fenni keşiflere nasıl karşı olabilir!?.. İslâmiyet her zaman, ilim ve sanatın terakkisine çalışan erbâb-ı fünûnu himaye etmiştir. Avrupa’nın cehalet ve vahşet içinde yuvarlandığı bir devrede, Müslümanlar bütün gayretleriyle ilim ve irfan sahasında fütuhat yapıyorlardı. Tebrike şayan terakkileriyle gözleri kamaştırıp, cihanın dikkatlerini celbedip takdirlerine mazhar oluyorlardı. O devirler dikkatli bir nazarla tetkik edilirse, bu hakikatler güneş gibi tebeyyün eder. Şayet tarihle iftihar etmek bir hakikat ise bu bütün müslumanların hakkıdır.
Hicrî III. Asır ulum ve fünunun terakki ve teali devresidir. İslâm mütefenninlerinin müspet ilim ve fenlere verdikleri önem ve gösterdikleri ihtimam cidden harikadır. Hususan astronomi, cebir, matematik, tıp ve felsefe gibi ilimlerde önemli gelişmeler kaydetmişler, bu ilim ve fenlerde bir çok mütehassıslar yetiştirmişlerdir. İşte bu asırlarda harikulade bir kudretle cihanı manen ve maddeten hükümleri altına almaya muvaffak olmuşlardır. Dünyanın en ücra köşelerinde ilim ve irfan meşalelerini yakmışlardır. Meselâ, Endülüs fatihleri İspanya’yı fetheder etmez, ilk fırsatta dâru’l-irfan oları medrese ve mektepleri te’sis ettiler. Bunlardan tezahür eden irfan nurları pek kısa bir zamanda dünyanın nazarını celbetti. Ve Avrupa’nın her tarafından Kurtuba şehrine tahsil için talebeler gönderildi. Bunların arasında prensler ve papazlar bile bulunuyordu.
İşte bu hâl ilim ve fennin Müslümanlar tarafından ne kadar himaye edildiğine en güzel bir misaldir. Bu medreselerde yalnız dini dersler değil, aynı zamanda felsefi ve fennî tedrisatlar da yapılmaktaydı. Çünkü Müslümanlar, bu yerlerin beşer için saaadet ve huzurun en sağlam istinadgâhı olduğunun şuurundaydılar. Onlar, hakîki terakki ve medeniyetin ulum ve fünun ile olacağını pek güzel taktir etmişlerdi. Evet medeniyete en ziyade muvafık ve müsait olan dinin, İslâm dini olduğunda bütün âlimler ve mütefekkirler ittifak etmişlerdir. Efendimiz Hazretleri bir hadis-i şeriflerinde “hikmet, mü’minlerin kaybolmuş malıdır; onu nerede bulursa alır” buyurduğu gibi, diğer bir hadis-i şerifde de
“İlim, irfan tahsili için icap ederse, dünyanın uzak bir kıtası olan Çin’e bile gidiniz.”(bk. Câmiü’s-Sağîr, 1/310)
diye emir buyurmuşlardır. Demek ki her yerde hakikati aramak ve herşeyin kemâline kavuşmak İslâmiyetin esas şartlarındandır. İşte bu dâru’lfünunlar, Ortaçağ kilisesinin skolastik taassubunu kırmışlardı. Avrupa’nın hemen her tarafından talebeler bu dâru’l-fünunlardan fikren, ilmen istifade edip yetişerek, Avrupa’nın maddeten tekâmülüne mühim birer âmil oldular. Avrupa’yı cehaletten kurtaran reform ve rönesans hareketlerinin çekirdekleri bu dâru’l-fünunlarda atıldı. Avrupa’nın bugünkü terakkisinin temelinde işte bu ilim yuvaları vardır.
Nasıl ki, tarihte ecdadımız ilim ve irfan ile dünyaya rehber olmuşlarsa, öyle de ecdadından o ruhu miras alan nesl-i cedid de toparlanıp yeniden dünyaya maddî ve manevî rehber olacaktır. Bu mevzuda Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Milel-i mütemeddine (medeni milletlerle) ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. ... Belki, câmi-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyyenin ve istidad-ı fıtrînin ve feyz-i imanın ve şiddet-i açlığın hazma verdiği teshil yardımiyle fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.” 173
Elhasıl, İslâmiyet bundan on dört asır evvel sanat, ticaret ve ziraatın önemini ortaya koymuş ve Müslümanları bu hususlarda çalışıp terakki etmeleri için teşvik etmiştir. Çünkü san’at, ticaret ve ziraat, cemiyet hayatının direği ve kıvamıdır, zâten manen terakki de maddeten terakkiye mütevakkıftır. Bundan dolayı Resûl-ü Ekrem (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde meâlen şöyle buyurmaktadır.
“Sizin en hayırlınız ahiretini dünya için, dünyasını da ahiret için terk etmeyeninizdir.” 174
Aynı mevzuda iki hadis-i şerif ise:
“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete say ve gayret ediniz.” 175
“Ey ümmetim sanat ve marifete ait hakikatleri ta’lim ediniz çünkü Cenâb-ı Hak sanatkarı sever.”
İşte Resûl-ü Ekrem Efendimiz (a.s.m.) bu üç hadisi şerifleriyle dünya ve ahiretin muvazenesini beliğane ve hakimane bir tarzda beyan etmiştir.
Yukarıdaki hadis-i şeriflerden de anlaşıldığı gibi İslâm dini Müslümanlara sanayi, ticaret ve ziraat ile meşgul olmayı emrediyor. Zira millet ve memleketimizin terakki ve tealisiyle beraber, din ve namusumuzun muhafaza edilmesi de bunlara bağlıdır. İşte ecdadımız bu hakikatin şuuruna kemaliyle vâkıf oldukları için bu sahalarda say ve gayretleriyle memleketimizi bağ ve bostanlara çevirerek bütün dünyada en yüksek seviyeyi ihraz etmişlerdir.
Evet, Müslümanlar bir bölgeyi feth ettikleri zaman ırk, din ve mezhep ayrımı yapmadan orada ulum ve fünuna ait mektep ve medreseler yaparak, o bölgenin insanlarını tenvir ederlerdi. Bu noktadan bakılınca, o bölgenin insanları mağlubiyetlerini büyük bir nimet bilirlerdi. Tarihte bunun misalleri çokça görülmüştür. İspanyol halkının Endülüs hakimiyetini benimsemeleri bu misallerden yalnızca biridir.
Bugünkü müspet ilmin terakkisinin esasının İslâmiyete dayandığını anlamak isteyenler, Medeniyet-i İslâm Tarihi’ni176 tedkik etsinler. İslâm dininin daima ulum ve fünunun terakkisini amir olduğunu anlasınlar.
- Kader ne hikmete binaen asırlardan beri müfsit insanları İslâmiyete karşı muslallat etmiş? Bu hâdiselerden alınacak dersler nelerdir?
Bediüzzaman Hazretleri, şer gibi görünen hâdiselerin neticesinde meydana gelen hayırları şu misal ile açıklar:
“Meselâ atmaca kuşu, serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Hâlbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder.”177
İşte bu saldırılar ve ihanetler de netice itibariyle Müslümanların hamiyet ve gayretlerini tahrik ediyor ve istidatlarını kuvveden fiile çıkarmak istiyor. Dini hasbi ve samimi yaşayan ve yaşatmak isteyen Müslümanlara bu hâdiseler şu dersleri veriyor:
- Dinin himayetini omuzlarınıza alın, selef-i salihinin cadde-i nuraniyesini muhafaza edin ve o caddede yürüyün.
- Dini, sadece resmi bir kalıp içerisinde görmek ve göstermek isteyenlerin insafına bırakmayın.
- Mizansız, muvazenesiz muhakeme eden, ihtisas sahibi olmadığı halde işin uzmanı imiş gibi görünenlere aldanmayın.
- Dini, yanlış hüküm ve fetvalar ile kendileri gibi milleti de dalalete düşürmeye gayret eden cahillerin eline terketmeyin.
- İlmî kariyer sahibi olup da siyasi mülahazalar ve makamını muhafaza ile “suya sabuna dokunmayan” alimlerin de insafına bırakmayın.
- Dini hasbi ve samimi bir şekilde sunmaktan ziyade, bir gurur-u ilmî ile kendini göstermek isteyen mağrur, mütekebbirlerin yersiz hıyanetlerine de itibar etmeyin.
- Dini siyasetlerine alet eden siyasi ağızlara da iltifat etmeyin.
174 Münâvî, Feyzu’l-Kadir 3, 499,41 12.
175 Münâvî, Feyzu’l-Kadir 2, 12, 1201.
176 Müellifi Cerci Zeydan, Mütercim Zeki Meğamiz, İkdam matbaası, Dar-üs saadet, 1328.
Bu Millet İçtihaddan Ziyade İrşada ve İkaza Muhtaçtır
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 15-7-2010
Bu dehşetli asırda gençlerimiz hariçten gelen menfi cereyanların, dalâlet ve sefâhetlerin tesiriyle, millî ve dini seciyelerinden her gün biraz daha koparak inkıraza doğru yuvarlanırken, bütün hamiyetperverlerin bu azim tehlikeyi görüp, bu gençlerin imdadına koşmaları gerekirken, bazı içtihad heveslilerinin bütün bu tehlikelere göz kapayarak, sanki milletimizin en büyük meselesi"içtihad" imiş gibi nazarları bu sahaya çekmeleri büyük bir basiretsizlik olsa gerektir.
Kur’an-ı Kerim’i okudukça mazide asi ve azgın kavimlere Cenâb-ı Hakk’ın vurduğu tedip ve tazip tokatları sık sık hatırlıyor ve bugünkü pespaye gidişe ‘dur’ demediğimiz takdirde bu halin Allah korusun, gadab-ı İlâhi’nin celbine vesile olacağından fevkalade endişe duyuyorum. Nitekim, Cenâb-ı Hakk, Enfal Suresi’nde bizleri ikaz sadedinde şöyle buyuruyor:
“Herhangi bir kavim kendi nefislerini (kendi seciyelerini) tağyir etmedikçe Allah Teâla onları (nimetlerini, afiyetlerini, huzur ve ahenklerini) değiştirmez.” 178
Yukarıdaki âyet-i kerimeyi teyid eden bir çok vak’alar tarihte zuhur etmiştir. Lut ve Salih (a.s.)’in kavimlerinin ve daha birçoklarının başına gelenler hep ahlâksızlığın, sefahatin, manen çöküşün neticesi olarak gelmiştir. Evet tarihin şehadetiyle tahakkuk etmiştir, ki sefahata maruz kalan millet ve kavimlerin kuvvet ve saltanatları zail olup gitmiştir. Her nevi saadet ve refahın varlığı ve devamı güzel ahlak ve âli seciyeler iledir. Fert ve cemaatin huzur ve ahengi, ittihâd ve ittifakı, intizâm ve adaleti bu meziyetler ile tecelli eder. Asayiş berkemâl olur, umumi nizam tahakkuk eder. Millet ve devletimiz inkıraz ve izmihlalden mahfuz olur. Güçlü kavim ve imparatorlukların kudretleri dahi sefahata karşı dayanamamıştır. Sefahat bir kanser mikrobu gibidir. Bir cemiyete girdi mi, bünyeyi kısa zamanda kemirir, güçsüz bırakır ve sonunda çökertir. Bunun, tarihte sayısız misalleri vardır. Meselâ, şevket ve saltanatlarıyla cihanı tahakkümü altına alan o azametli Roma İmparatorluğu acaba şimdi nerede?
Roma İmparatorluğu bir hukuk devletiydi. Kanun hakimiyeti fevkalâde güçlüydü. İnsanlar da bir o kadar şeref ve haysiyet sahibiydiler; fazilet ve iffetin, terbiye ve edebin mücessem bir numunesiydiler. Kalpleri vatan sevgisiyle dolu idi. Kadınları iffetliydi. İffet ve namusa o kadar itibar edilirdi ki, Roma’da fahişe, lakırdısı dahi işitilmezdi. Fakat ne zaman ki, iffetlerini yitirmeye başladılar, israf ve sefaletin kucağına düştüler. Edep ve hayayı terk ettiler, işte o zaman o koca imparatorluk inkıraz dönemine girdi. Rüşvet, bir salgın hastalık gibi devletin bünyesini sardı, kemirmeye başladı. Artık şeref ve haysiyet, namus ve iffet duygusu kalmadı. Ne hukuk hakimiyeti, ve ne de devlet kuvveti Roma’yı kurtaramadı. Sefahat ve sefaletlerde boğuldular, iktidar ve itibardan düştüler. Nihayet o yüz milyon nüfuslu muhteşem saltanat hak ile yeksan oldu. Kuvvet ve saltanatla, kanun hakimiyetiyle bu mikrobun karşısında duramadılar.
Yunan medeniyetine gelince, o akla ve fikre fevkalade itibar eden bir medeniyet idi. Öyle ki, herkes bir derece mütefekkir ve edipti. Biz bugün XX. asırda başörtülü kızlarımızı üniversite kapılarından geri çevire duralım, Eflatun Milat’tan dört asır önce, akademisinin kapısına “Matematik bilmeyen buraya giremez.” levhasını koymuştu. Akla ve hakikate o kadar itibar edilmekteydi.
Nihayet, Epikür çıktı. Şehevî arzuları tervic ederek gençliği dejenere etti. Artık, millet süfli arzuların zevk ve neşesiyle sarhoş oldu. İdareyi elinde tutan bir takım cahil ve ehliyetsiz kimseler, fikir ve ilim erbâbını zindanlara tıktı, zehirledi, vatanlarından sürdüier. Sefahet, medeniyet diye takdim edildi. Şehvet, aklı esir etti ve ahlâkı çökertti. Şeytanları dahi şaşırtan cinâyetler sergilediler. İnsaniyetperver ve faziletli, âlicenap vicdanlara kilit vurdular.
Bunun bir başka misali de Endülüs’te yaşandı. İslâm’ın yaşanması ve hayata hakim kılınmasıyle, servet ve ihtişamın zirvesine çıkan ve Avrupa’ya ilim ve irfanda üstadlık eden Endülüs Emevî Devleti’nin de en önemli inkıraz sebebinin, yine ahlaksızlık ve sefahat olduğunu görüyoruz.
Emeviler, Avrupalıların desiselerine kapıldıktan sonra, fazilet ve ahlâklarını tedricen kaybetmeye başladılar, kuvve-i şeheviye haddini tecavüz etti; rezalet fazilete üstün geldi ve sekiz asır boyunca tealiden tekâmüle, tekamülden saadete ulaşan bu millet, işte bu sefahat mikrobu sebebiyle inhizamdan sefalete, sefaletten inkıraza yuvarlanıp gitti. Ve nihayet, o talihsiz akibet gelip çattı, tarihin solgun yaprakları arasına, bedbaht ellerle izmihlali yazıldı.
Evet, ruh ve ahlâk cihetiyle tefessüh etmiş ve çürümüş batı, bu necip milletin gençlerini de hayvani ve şehevî duyguların esiri edip dalâlet ve sefâhette boğmak için bütün gücü ile çalışırken, gençlerimizin iman ve ahlakını sarsacak bu dehşetli tehlikeye karşı âlicenap, âlim ve mütefekkirlerimizin gençlerimizde dini ve milli şuuru inkişaf ettirmek, onları ahlak ve fazilet ile mücehhez kılmak için çalışmaları en büyük vazifedir.
Malumdur ki, her zamanda olduğu gibi, hususan bu zamanda iman ve Kur’an’a hizmeti çok mühimdir. O hizmeti yapmak her şeyin başında gelir. Çünkü gençlerimizin kalpleri iman hakikatleri ile tenvir ve tahkim edilmezse, ahirette ebedi saadeti kaybedecekleri gibi dünyada da cemiyet hayatı için bir zehir hükmüne geçer. Evet imansızlık ve sefahet huzur ve refahı değil, anarşiyi tevlid eder. Ebnayı cinsine merhamet ve şefkati olan himmet ehli bu tehlikeye karşı çare aramayı her işin üstünde görür.
Hakikat bu iken iman hizmetini bırakıp, buna nispeten yüz derece aşağı olan meselelerle meşgul olmak ne derece doğrudur!?. Akıl sahiplerinin idrakine havale ederiz.
Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi şöyle ifade ediyor:
“Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyasına sarfetmek lâzım gelirken, İslâmiyet’in nazariyat kısmında ve selefin içtihadat-ı safiyane ve hâlisanesiyle, bütün zamanların hacatına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp heveskârane yeni içtihadlar yapmak, bid’akârane bir hıyanettir.” 179
“Hayat-ı ebediyeyi kazanmakta en birinci vasıta ve saadet-i ebediyenin anahtarı imandır; ona çalışmak lâzım geliyor.” 180
Bu gün, hariçten gelen menfi cerayanlar, sefahat ve dalaletler, alem-i İslâm’ı pek ziyade mütezarrır etmektedir. Her insan gücü nisbetinde bu tehlikeleri bertaraf etmek için gayret etmek mecburiyetindedir. Bu hem dinî, hem de insanî ve vicdanî bir mükellefiyettir. Bu mükellefiyeti deruhte edecek âlicenab insanlar semadan inmeyeceğine göre elbetteki bu milletin sinesinden doğacaktır. Yani bu vazife millet olarak hepimizindir.
Fertleri tenvir etmek, namus ve iffetlerini, haysiyet ve şereflerini maddîmanevî zararlardan muhafaza etmek, saadet ve selametlerine çalışmak vazifesi hükümetlerden ziyade bu milletin âlicenap, fedakâr, ğayyur ve hamiyetperver fertlerine ve bilhassa ilim adamlarına aittir.
Bu millet, bugün içtihadtan ziyade îrşad ve nasihate muhtaçtır, zâten irşat umumî bir ihtiyaçtır. İnsan, kusur ve hatadan beri olamaz. Evet, tebliğ ve halisane nasihatin ehemmiyeti pek büyüktür. Mü’min, İslâm kardeşliğinin lâzımı olarak kardeşinin eksik ve hatasını münasip bir lisanla tamir etmelidir. Aksi halde onu ikaz ve irşat etmezse, onu boynundaki akrepten haberdar etmezse, kardeşine hıyanet etmiş olur.
Ehl-i himmet, âlicenap ve fedakâr zâtlara düşen vazife ise, içtihad davasından ziyade, sefahat ve dalaletin içinde yuvarlanan milletin ve gençliğin elinden tutmak olmalıdır.
Akıl ve kalbi marifet nurlarıyla tenevvür etmiş fertlerden mürekkep bir millet, dâima tekemmüle doğru huzur ve temkin içinde adım atar. İrfan ve faziletten nasibi olmayan bir kavmin tarihi, şan ve şerefi ne olursa olsun hariçten gelen menfi cereyanlar ve sefahat rüzgarlarıyla yıkılır gider, yaşama hakkını kaybeder. Evet bir milleti teşkil eden fertlerin hayatlarının ahenktar bir surette tanzim edilmesiyle umumi saadet teminat altına alınabilir. Malumdur ki, hayatın esası, rüknü, menbaı ilimdir, irfan ve fazilettir.
Her millet kendine mahsus bir takım örf, âdet, anane ve seciyelere mâliktir ki, o milletin diğer milletlerden temayüzü, bekası, terakki ve teâlisi bunlara bağlıdır. İnkırazını da mezkur meziyetlerin bozulmasında aramak icap eder. Binaenaleyh bir millet yabancı kültür ve cereyanların tesirinde kaldığı müddetçe milli ruhundan, kültüründen, dininden, faziletinden ve necabet-i milliyesinden yavaş yavaş koparak, yıkılmaya mahkûm olur.
Bu asırda müslümanlar dalalet ve sefahetin ve bunların neticesi olan zillet ve sefaletin pençesinden kendilerini muhafaza etmek için bu gibi ehl-i himmet alimlere muhtaçtır. Bu ulvî hizmet için öyle kudsî himmet sahipleri lâzım ki, gençlerin kalblerini hakikatlere celbetsinler. Öyle ulvî dehalara ve fedakar mücahitlere ihtiyaç var ki, akılları teshir edip nefs-i emmarenin şehvani arzularından kurtarsınlar. Evet himmetini yüksek tutmak imanın en şanlı bir tecellisidir.
Evet, bu zamanın en büyük iki tehlikesi iman zafiyeti ve ahlaksızlıktır.Bediüzzaman Hazretleri, Hazret-i Eyüb (a.s.) bahsinde, milletimizin maruz kaldığı bu büyük hastalığı şöyle tasvir ediyor:
“Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtını ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyüb’den daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünki işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdid ediyor.” 181
Eşref Edip ile yaptığı mülakatta bu endişesini,
“Dünya, büyük bir manevî buhran geçiriyor. Manevî temelleri sarsılan garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taûn felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor.”
sözleriyle dile getirir. Bu büyük tehdit ve tehlike karşısında,
“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeğe, îmanımı kurtarmağa koşuyorum...”
182 diye feryat etmiş ve bütün ömrünü bu hastalığın tedavisine hasretmiştir.
İşte hepimize, bilhassa ilim adamlarına düşen vazife bu hastalığın tedavisine çalışmaktır. Zira bu mesele içtihad mes’elesinden binlerce defa ehemmiyetlidir. Her şuurlu insanın bunu idrak etmesi gerekir.
Gençlerimizin imansızlık ve sefahet belalarından kurtarılması, ancak ilim ve hikmet dairesinde yapılacak umumi bir irşad hareketiyle mümkündür. Evet insanları ikaz ve irşad etmek dinen vacip olduğu gibi, akıl nokta-i nazarından da lâzımdır. Zira, mârufu emr ve münkeri nehyetmek vazifesi hepimizin en büyük vazifemizdir. İman ve ahlâkı tahrip faaliyetleri organize olmuş komitelerce icra edildiğinden, bu tehlikeye karşı her müslümanın uyanık olması ve ıslah hususunda elinden gelen gayreti göstermesi gerekir. Ancak bu vazifeyi deruhte ederken, evvela emrettiği şeyleri kendisinin yaşaması, nehyettiği şeylerden de yine öncelikle kendisinin içtinap etmeleri gerekir ki, nasihatleri tesir etsin, insanlara faydalı olabilsin. Onların akıllarında hikmet, kalblerinde marifet uyandırmaya vesile olsunlar. Böyle olmadığı takdirde edilecek nasihat, söylenecek söz, hadd-i zâtında hikmete muvafık olsa bile te’siri mahdut kalır.
Şu da unutulmamalıdır ki, nasihatin ruhu hüsn-ü niyet, şartı da hüsn-ü tabirdir. Zira, güzel tabir hüsn-ü tesirin lâzımıdr. Halis bir niyet ile yapılan nasihat Allah’ın izniyle te’sirini gösterecektir.
İnsanların seviyesine uygun ve muvazeneli bir şekilde tatlı beyan ve güzel ifade ile edilen nasihatlar, herzaman te’sirini gösterir. Güzel bir fikir, tatlı bir ifade ile insana sihir gibi te’sir eder.
Son olarak şunu da ifade edelim ki, milletimizi manen çökertmeye çalışan dahili ve harici düşmanlar, gençlerimizin bir kısmını sefahetin kucağına atmışlarsa da imanlarını sarsamamışlardır. Çünkü bu milletin kalbinde ezelden beri Allah’a karşı bir muhabbet mevcuttur. Bunun izalesi mümkün değildir. Günah ve isyanlar ile zedelense bile, bir himmet ve gayret ile tedavisi mümkündür. İçtihâdî dedikodularla vakit geçirmek yerine, himmet ve gayretler bu noktaya hasredilmelidir.
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 15-7-2010
İnsan hangi meslekte olursa olsun, Allah’ın yardımına muhtaçtır. Çünkü onun tevfıki olmaksızın hiçbir şey meydana gelmez. Cenâb-ı Hakk’ın ihsanıyla İslâm dinini kuvvetlendirmek ve himaye etmek için tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi ilim dallarında birçok alim yetişmiştir. Lütf-ü İlâhiye ile kemale gelen bu zâtlar İslâmiyetin teâli ve terakkisinden başka birşeyle iştigal etmemişlerdir. İslâmiyetin yücelmesini kendileri için en büyük bir gaye addetmişlerdir. Bu alimler makâsıd-ı şeriaya fevkalade vâkıf oldukları gibi, adalet, merhamet, sehavet gibi güzel meziyetlere de sahiptiler. Bu bahtiyarların en güzidesi, en ulvisi, içtihat istidadına hâiz olmak ve fıkıh ilmini tedvin edip ortaya koyan müçtehidîn-i izam efendilerimizdir. Bu zâtlar ahlak ve faziletin şefkat ve merhametin, gayret ve himmetin birer mücessem timsalidirler.
Bugün dünyanın her tarafındaki Müslümanlar bu dört imama medyûn-u şükrandırlar. Bu dört imamı, dört hane sahibi olarak tasavvur edecek olursak bütün Müslümanlar bu hanelerin etrafını sararak manevi gıdalarını onların sofralarından almaktadırlar. Dört imam içtihat ilminde en ileri oldukları gibi zühd, ahlak ve fazilette de en önde gelen kimselerdi. Bu müçtehidin-i izam içerisinde de dört büyük imamın hususi bir inâyete mazhar oldukları ve içtihatlarının da bütün insanların ihtiyaçlarına daha muvafık olduğu tebeyyün etmiştir. Çünkü; gerek onların asrında, gerekse daha sonra yetişen müçtehitlerin ne mezhepleri ve ne de tabileri kalmadığı halde, bu dört imama ait mezhepler dünyanın dört kıtasında devam etmiş ve etmektedir. Allah Teâla, hikmetinin gereği olarak bunları seçmiş, yardım kapılarını sonuna kadar açmıştır. Bu İlâhi yardımın kıyamete kadar da devam etmesi rahmetinin gereği olmuştur.
İşte bu yüce imamların güzel meziyet ve ulvi seciyelerini bütün teferruatıyla ortaya koymak için, ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Kitabımızın hacmi buna müsaade etmediğinden birer özet vermekle iktifa edeceğiz.
İmam-ı Azam Ebu Hanife (H.80-H.150)
Ehl-i Sünnetin dört büyük imamından birincisidir. Hanefi Mezhebinin kurucusu ve Ehl-i Sünnet’in reisidir. Kûfe’de dünyaya geldi. Ailesinden çok üstün bir terbiye ve din eğitimi aldı. Daha dört yaşında Kur’an-ı Kerim’i tamamiyle ezberledi.
Daha yirmi yaşına gelmeden, ilim ve irfanda bir benzeri dahi bulunmayacak seviyeye geldi. Şöhreti cihanı kapladı.
İmâm-ı Azam, Allah Teâla’nın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir alimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. O, kitaplarına, ders halkalarına ve fetvalarına herhangi bir siyasi düşünce karıştırmadı. Zira O, en sevmediği şey olan siyasetten şiddetle kaçınırdı. Nefsanî arzu ve menfaat, şahsi dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar da asla kitaplarına te’sir etmemiştir.
Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekası, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhakemesi, muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese te’sir eder, gönülleri cezbederdi.
İmam-ı Azam, İslâm dinine yaptığı hizmetleriyle İslâmiyeti iman, amel ve ahlâk esas olmak üzere bir bütün halinde insanlara yeni bir üslup ile sunmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak istiyenleri hüsrana uğratmış, önce itikatta birlik ve beraberliği sağlamış, ibadetlerde, günlük işlerde Allah Teâla’nın rızasına uygun olan hareket tarzının esaslarını ve şeklini tespit etmiştir. Böylece haklı olarak ikinci asrın müceddidi unvanını almıştır.
Buhari ve Müslim’deki bir hadis-i şerifte
“İman, süreyya yıldızına çıksa, Fars oğullarından biri elbette alıp getirir.”183
buyrulur. İslâm alimleri bu hadis-i şerifin İmâm-ı Azam hakkında gerçekleştiğini ifade etmişlerdir.184
Hazretin kendilerinden hadis ve fıkıh ahzedip, aldığı zevat dört bin kadardır. Bu harikulade durum başka kimselere nasip olmamıştır. İmâm-ı Azam, müfessirlerin ikinci tabakası ricalindendir. Ayat-ı Kur’aniye’nin ihtiva ettiği dini mesail ve hakayıkı anlamak ve anlatmak kudreti en ziyade müçtehitlerde tebarüz etmektedir. Bu cihetle Hazret-i İmam, “Üstadü’l Müfessirin” unvanına bihakkın lâyıktır. Ebu Hanife, Şeriat-ı Muhammediye’nin bir rükn-ü azamıdır.
İmam-ı Azam Ebu Hanifenin, Şeriat-ı Muhammediyeye hizmet hususunda, sahabeden sonra dengi olmadığını, diğer müçtehit imamların da üstünde olduğunu söylememiz, malumu ilam kabilindedir. Fazilette, irfanda ve fikirde bir ferd-i ferit olduğunu çoğu fukaha kabul ve itiraf etmektedir. Sanki Ebu Hanife Hazretleri, İslâm dinini himaye etmek için yaratılmıştır. Kendisi hakkında, İbn-i Mübarek Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“İmam Ebu Hanife, her ilimde mukteda bih olmaya herkesten daha lâyıktır. Çünkü, O ilim ve şeriate ait hiç kimsenin keşfedemediği ilmî ve derin sırları keşfetmiştir.”
Süfyan-ı Sevrî Hazretleri ise şöyle buyurmuşlardır:
“Din ve ilme ait müşkilatı hâl ve izah hususunda derece-i kemale erenlerin birincisidir. Herkes onun ilmine ve irfanına, akıl ve izanına, zühd ve takvasına hayret ederlerdi.”
Tahavi ve başkalarının da açıkça ifade ettiği gibi Ebu Hanife, içtihat sahasında kendi yetiştirdiği kırk kadar seçkin ve güzide talebeleriyle istişareden sonra en isabetli ve en sağlam görüşü tercih ederdi. Şiddet-i dehasına rağmen, kendi reyi ile hiç hareket etmezdi.
“İşlerde onlarla meşveret et.”185
ferman-ı İlâhisine imtisalen her mes’eleyi; bu talebeleriyle müşavere eder, sonra karar verirdi. Talebelerinin içtihadına fevkalâde hürmet gösterirdi. 186
Onun mezhebinden olmayan arkadaşı Muhammed b. İshak ise, bu büyük imam hakkında “Karada-denizde, şarkta-garpta, yakın-uzak ilim, onun (r.a) müdevvenatıdır.” der. İmam Şafi ise şöyle der:
“İnsanlar fıkıhta Ebu Hanife’nin aile efradı gibidirler. Hiçbir valide Ebu Hanife gibi akıllı bir oğul dünyaya getirmemiştir.”
Evet fıkıh, onun ve arkadaşlarının eliyle olgunlaşarak, kimseye söz bırakmayacak seviyeye ulaştı. Allah sa’ylerini meşkur eylesin....
İsmi Nu’man’dı, fakat ulema ona İmâm-ı Azam vasfını layık görmüş ve bütün eserlerinde bu sıfatla zikretmişlerdir. Künyesi Ebu Hanife’dir. Peder-i muhteremlerinin ismi Sabit’dir. Hicri 80 yılında dünyaya teşrif etmiş, uzun ve bereketli fakat meşakkatli bir ömürden sonra Hicri 150’de Bağdat’ta ahirete irtihal etmiştir.
Uzuna yakın orta boylu, esmer, siyah gözlü idi. Daima mütebessimdi, saf kalpli, güzel seciyeli, affedici bir zât idi. Takva, ihlas ve sadakatta hadd-i kemâlde idi. Geceleri mabedine girer, ağlayarak ibadetle meşgul olurdu. Tefekkür-ü daimiye sahip ve kelamında daima Hakk’a isabet ederdi. Sözün doğrusunu söyler, her meseleyi hak ile fasl ederdi. İlim ve hikmetin feyyaz bir menbaı idi. Onun ali hususiyetlerinden birisi de sahî ve cömert olmasıydı. Allah yolunda malını seve seve infak ederdi. Talebelerinin iaşesini bizzat kendi karşılar, fukaraya muavenetten lezzet alırdı. Sahib-i servet olduğu halde, dünya onu hiçbir zaman kendine çekemedi, dünyanın şaşaa ve zinetinden nefret ederdi.
Belagat ve insicam cihetiyle, ifadesi şirin ve metin idi. Çok sükut edip az konuşur idi, lâkin sükutunda mana, kelamında hikmet bulunurdu. Malayani ile asla iştigal etmezdi. Bu hususta teaccüp edenlere “Zâlike fazlullahi yutihi menyeşa” (Bu Allah’ın fazlıdır. Dilediğine verir) diye cevap verirdi.
Her nerede bulunsa, etrafını faziletle ulema ve fudala kuşatırdı. Tahsil erbâbı her cihetten koşup, onun rahle-i tedrisine gelirlerdi. Sohbetine başladığında, herkes kemal-i edeple dinlerdi. İcabına göre her fenden bahsederdi. Fesahat ve belagatından udeba ve buleğa, ilim ve marifetinden ulema, ahkam-ı şeriyeye ait meselelerinde fukaha, hikmetinden hükema, maneviyatından evliya istifade ve istifaza ederlerdi.
İmam-ı Azam büyük bir müçtehid olduğu gibi, büyük bir muhaddisti. Dört bin kadar üstaddan ders alan, zeka ve hafıza itibariyle de harikalardan sayılan İmâm-ı Azam’in hadis ilmindeki ihata-i külliyesini takdir etmemek layık mıdır?
Ebu Yusuf onun hakkında, “Ben hadis, tefsir ve izah hususunda Ebu Hanife’den daha alim birisini görmedim.” derken, Yahya b. Main de şöyle demiştir:
“Ebu Hanife fevkalade itimâda şayan bir zâttı. Yalnız hıfzetmiş olduğu hadisleri rivayet eder, hıfzetmediklerini rivayet etmezdi.”
İmam-ı Azam’a nisbet edilen hadis kitaplarının on yedi tane olduğu söylenir.
Bu muazzam imamın vücudu bütün İslâm alemi için bir rahmet olmuştur.
İmam-ı Azam hayatı boyunca hiçbir felaket karşısında sarsılmadı. Her bir musibeti derin bir tevekkül ile karşıladı. İnandığını, doğru bildiğini söylemekten asla çekinmezdi. Güçlü bir ideal ve sarsılmaz bir cesaret sahibi idi. Bu ideal uğrunda birçok sıkıntılar çekmiş ve mahrumiyetlere katlanmıştır. Gerek Emevîve gerekse Abbasî halifelerinin kadılık teklifini reddetmiş, inandığı hak uğruna eziyet, zulüm ve işkenceyi tercih etmiştir.
İmam-ı Azam Hazretlerini diğer müçtehitlerden mümtaz kılan hâller, sıfatlar ve meziyetler pek çoktur:
Birincisi: Sahabe-i kiramdan bazılarını görüp sohbetlerinde bulunmasıdır. Başta Hadim-i Nebevî Enes b. Mâlik Hazretleri olmak üzere, yine sahabeden Abdullah Ebu Evfa, Sehl b. Sâ’d, Ebu Tufeyl gibi sahabelerin sohbetine müşerref olmuştur.
Tabiin Hazretlerinin zamanında içtihat ve fetva gibi en mukaddes bir vazifeyi deruhte etmekle büyük bir imtiyaz kazanmıştır. Yani, tabiin zamanındaki insanların hürmet ve muhabbetlerini layıkıyla celbetmiştir.
İmam-ı Yusuf, İmâm-ı Muhammed, İmâm-ı Zufer gibi fukahayı yetiştirmiş ve onlara hocalık etmiştir.
İkincisi: İbadet ve ubudiyette, takva ve amel-i salihte emsalsiz olduğunu bir çok ulema zikretmektedir. Hatta ömrünün bir dakikasını bile boşa geçirmeden ilim ve ibadete, zühd ve takvaya inhisar ettirmiş olmasıdır.
Üçüncüsü: Fıkıh ilmini herkesten evvel, bablara ve fasıllara ayırıp tertip ederek ortaya koyduğu gibi, içtihada ait kaide ve prensipleri de ilk defa belirleyen yine odur.
Dördüncüsü: Kendi mezhebinin, diğer mezhepler daha ortaya çıkmadan; Hind, Çin, Rum ve Maveraünnehir gibi beldelerde intişar etmesidir.
Beşincisi: Talebelerini kendi kazancından yedirip içirerek okutmasıdır ki, bu hâdise tevatür derecesinde katidir.
Altıncısı: Diğer büyük müçtehitlerin İmâm-ı Azam hakkındaki takdirşinas senalarıdır.
İmâm-ı Mâlik Hazretlerine, İmâm-ı Azam Hazretlerini nasıl bilirsiniz diye sorulduğunda: “O öyle bir zâttır ki, faraza bu direği altın iddia etseydi, kat’i hüccetlerle isbattan aciz kalmazdı.” cevabını vermiştir. Sözünün sonunda İmâm-ı Azam Hazretleri için “Sübhanallah, O’nu diğerlerine kıyas etmek mümkün değildir. Vallahi ben ömrümde onun mislini görmüş değilim.” diyerek onun son derece yüksek bir ikna kabiliyetine, sahip olduğuna işaret etmiştir.
Ahmet b. Hanbel Hazretleri ise, “O’nun zühd ve takvası hiçbir kimseye müyesser olmayan bir mertebededir. Fıkıh ilmi ise O’na, talebelerine ve yetiştirdiği fukahaya mahsus bir sanat-ı celiledir.” buyurmuşlardır.
İmam-ı Yusuf ise; “Kur’an-ı Kerim’in esrarını anlamada bir dengi yoktu. O, yetişmiş olduğu sahabe-i kirama hakkıyla hayru’l-halef olmuştu. Fakat kendilerine hakkıyla hayru’l-halef olmaya lâyık bir fert nazarımda yoktur. Onun yüksek şanı güneş gibi aşikârdır. Onun dünerine (eteğine) asırlardan beri toz konmamıştır.” buyurmuş, ayrıca şöyle demiştir; “Aklın kemalini ve mürüvvetin tamamını ben Ebu Hanife’de gördüm.”
İmam-ı Azam ilm-i fıkıh ve usul-ü dinde birçok eserin vücuda gelmesine vesile olmuştur.
Başta İmâm-ı Mâlik, Şâfiî, Süfyan İbn Uyeyne, Abdullah İbn Mübarek, Süfyan-ı Sevri, Zehebî, İmâm-ı Şarani gibi zatlar olmak üzere pekçok âlimin, onun ilmi, irfanı, hizmeti, ubudiyeti, zühd ve takvası hakkında nihayetsiz medh ve senaları vardır.
Biz bu eserimizde erbâb-ı irfana kanaat verecek kadar deryadan bir katre ile iktifa ediyoruz.
Asıl adı Muhammed’dir. Fakat ulemâ ona İmâm-ı Şâfiî ismini lâyık görmüştür ve bu isimle iştihar bulmuştur. Babasının adı İdris’tir. İmâm-ı Şâfiî Hazretleri H.150 yılında, İmâm-ı Azam’ın ahirete irtihal buyurduğu gün dünyaya teşrif etmiştir.
Kısa fakat bereketli bir ömürden sonra H.204 senesinde Mısır’da ahirete göç etmiştir.
Daha çocukluk devresinde iken, ilme olan iştiyakından dolayı ilim meclislerini daima takip eder, dinlediği hakikat ve marifete ait meseleleri kaydederdi.
İmam-ı Şâfiî Hazretleri bir süre Medine’de İmâm-ı Mâlik Hazretlerinin rahle-i tedrisinde bulundu. "Muvatta" ismiyle meşhur hadis kitabını on üç yaşında iken hıfzına alarak, İmâm-ı Mâlik’in huzurunda dinletti. İmâm-ı Mâlik onun bu kavrayışına hayran oldu ve şöyle dedi: “Takva yolunu tut. İstikbâl sana çok şeyler vadediyor. Büyük bir şöhrete ve şana sahip olacaksın.”
İmam-ı Mâlik Hazretlerinin bu basiretli görüşü, buyurduğu gibi tahakkuk etmiş ve onun şöhreti güneş gibi âlem-i İslâm’ın her tarafında tecelli etmiştir.
Bu zâtın ilim sofrasından istifade ve tefeyyüz etmek için etraftan yüzlerce ilim adamı gelirdi. Misafirlerin sayıları bazen yediyüze baliğ olurdu.
Kevseri, O’nun hakkında şöyle buyurmuştur:
“Sonra Şâfiî (r.a) geldi de belli kariyerleri olan ilim erbâbından nicesini bir araya getirdi. Bu zâtlar, Hazret-i Şâfiî’nin Müslim bin Halid ve benzeri Mekkeli hocalarından aldığı ilme katkıda bulundular. Müslim bin Halid ki onun hocası Cureyc, onun hocası Ata ve onun da hocası İbn-i Abbas’dır. Vakıa yerle gök, Şafînin ashabıyla, ashabının sahipleri tarafından doldu taştı ve alemi ilimle doldurdular.”
İmam-ı Şâfiî Hazretleri heybetli ve mehabetliydi, onun bu celaldarane hareketleri etrafındaki insanlara tesir ederdi.
İmam-ı Şâfiî, gecelerini üç kısma ayırırdı. Bir kısmında uyur, bir kısmında namaz kılar, kalan kısmında da ilimle iştigal ederdi. Her gece Kur’an-ı Kerim’i hatmederdi. İmâm-ı Şarani’nin "Tabakat"ında, İmâm-ı Şâfiî’den şu manidar nakil mevcuttur:
“Kendimi bildim bileli hiç yalan söylemedim. Ne doğru, ne de yalan bir iş için yemin etmedim.”
Ayrıca insanın manevî kemâlatına vesile olacak şu tavsiyelerde bulunmuştur:
“Kalbine ilâhi bir nur penceresinin açılmasını isteyen kimse, şu üç şeyi yapsın.
1. Günün muayyen bir vaktinde huzura dalıp tefekkürde bulunsun.
2. Midesini pek fazla doyurmasın.
3. Sefih kimselerle düşüp kalkmayı bıraksın."
O’nun vasiyetlerinden biri de şudur:
“Halkı tamamen razı ve memnun etmek çok zordur. İçinizden biri bütün halkı kendisinden memnun etmek isterse, yapamaz. Böyle bir şeyin yolunu bulmak çok zordur. Kul daima Rabbini razı ve memnun etmeye bakmalı. Bilhassa ihlas sahibi olmaya dikkat etmeli. Yaptığı her iyi amel, Allah’la arasında kalmalı. Gururlanmak, âdi ve bayağı kimselerin vasfıdır. İnsanların en değerlisi, kendi kendisine bir kıymet biçmeye kalkmayandır. Ve fazilet bakımından insanların en değerlisi, kendisine bir ilim ve fazilet süsü vermekten sakınanlardır.”
Ehl-i sünnetin dört büyük mezhebinden biri olan Şafi”i mezhebinin imamı ve kurucusudur. Hanefi mezhebinden sonra en çok mensubu bulunan mezheptir.
İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik’in ve İmâm-ı Muhammed’in derslerine devam ederek, İmâm-ı Azam ve İmâm-ı Malik’in içtihat yollarını öğrenip bu iki yolu birleştirdi ve böylece ayrı bir içtihat yolu kurmuş oldu.
İmam-ı Şâfiî, on üç yaşındayken Harem-i Şerifte, “Bana istediğinizi sorunuz.”derdi. Yaşı on beşe baliğ olduğunda fetva vermeye başlamıştı. İçtihat iktidarına sahip olan nice fakihler, onun açtığı içtihat tarikini takip edip; kendi namlarına içtihat etmeğe lüzum görmemişlerdir.187 Dört büyük müçtehidden biri olan Ahmed b. Hanbel ondan ders alırdı.
Ahmed İbn-i Hanbel Hazretlerinin oğlu Abdullah demiştir ki;
“Ben babama sordum ki, 'Şâfiî nasıl bir zâttır ki sen ona bu kadar çok dua ediyorsun?' Babam dedi ki; 'Oğlum!.. Şâfiî, dünyalar için güneş, insanlar için afiyet mesabesindedir. Bak bunların yerine kaim olacak bir şey var mıdır?' ” 188
İmam-ı Şâfiî şöyle buyurur:
“Üç meziyete sahip olanın imanı kâmil olur:
1. Emr-i bilmaruf yapmak, yani Allah’u Teâlanın emirlerini yapmak ve yaymak.
2. Nehy-i ani’l münker yapmak, yani Allah Teâla'nın yasaklarını yapmamak ve yapılmaması için uğraşmak.
3. Her işinde Allah Teâla'nın dinde bildirdiği hudutlar içinde bulunmak."
“El-Ümm” ve “Er-Risâle fi’l-usül” O’nun en meşhur eserlerindendir.
İmam-ı Şâfiî Hazretleri, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) sünnet-i seniyyesine itibar etmeyen ve sahabelerin nurlu yolunu takip etmeyenlerin, havada yürüseler bile doğru yolda olamayacaklarını ifade eder.
Mâlik bin Enes Hazretleri, pek büyük bir müçtehittir. Ehl-i sünnet arasında ikinci asr-ı hicriden beri kemal-i ittifak ile kabul edilmiş dört büyük mezhepten birinin müessisidir.189
Hicretin 93. senesinde dünyaya geldi ve H.179. senesinde ahirete irtihal etti. Cennetü’l-Bakî’a defnedildi.
Konuştuğu her cümle delile istinat ederdi. Bu hususta büyük bir itibar kazanmıştı. Herhangi bir meselede “Evet” veya “Hayır” dedi mi, artık Ona“Bunu niçin söyledin ve nereden aldın?” gibi sorular sorulmazdı.
İlim ve irfanını, 300’ü tabiinden olmak üzere toplam 900 alimden tahsil etti. Ona göre ilim, çok rivayetin ezberi değildi, kişinin gayreti neticesinde Allah Teâla’nın kalbe ilham ettiği bir nurdu.
İmam-ı Mâlik Hazretleri ilim talebinde bulunan şahıslara şunları tavsiye ederdi:
1. Sakin ve vakarlı olmak.
2. Kalbini mehafetullah ile doldurmak.
3. Kendine itaat ve itibar etmeyen kimselerin yanında konuşmamak.
İmam-ı Mâlik, muhitindeki bütün alimlerden faydalanmış ve ilim uğrunda büyük fedakarlıklar göstermiştir. Bu hususta her türlü zorluğa katlanmış ve her şeyini harcamış, hatta tahsil uğruna evini dahi satmıştır.
Medine-i Münevvere’de Emir bulunan Cafer İbn-i Süleyman, kendisine bir meseleden muhalefet ettiğinden dolayı, İmâm-ı Mâlik Hazretlerine yetmiş kırbaç vurdurmuştu.
Hazreti İmam, kırbaçlar vuruldukça:
“Yarabbi!.. Onları affet, çünkü onlar bilmiyorlar.” diyordu. Nihâyet bayılıp düşmüş, sonra ayılınca da: “Şahit olunuz, ben hakkımı, beni döğene helal kıldım.” demiştir. 190
İmâm-ı Şâfiî’nin, İmâm-ı Mâlik’ten ders almış olması büyük imamın şeref ve üstünlüğünü ifade etmeye kâfidir.
O derslerinde vakar ve ciddiyet sahibi olup, lüzumsuz sözlerden tamamen uzak kalırdı. Bu hususu ilim tahsil edenler içinde şart koşardı.
Bir talebesi şöyle dediğini nakleder:
“İlim tahsil edenlere vakarlı, ciddi olmak ve geçmişlerin yolundan gitmek gerekir. İlim sahiplerinin bilhassa ilmi müzakereler esnasında kendilerini mizahtan uzak tutmaları gerekmektedir. Gülmemek ve sadece tebessüm etmek, âlimin uyması gereken adaptandır."
Hazret-i İmâm, ilim bakımından ne kadar yüksek ise, ahlak, zühd, fazilet, takva ve kerem bakımından da öyle yüksekti.
Zehabi, "Tezkiretü’l-Huffaz" isimli eserinde bu büyük İmamı şöyle anlatır:
“Uzun bir ömür, yüksek bir mertebe, parlak bir zihin, çok geniş bir ilim, keskin anlayış, sahih rivayet, dirayet, adalet, sünnet-i seniyyeye ittiba, fetvada sıhhat yönünden önde gelen bir zâttı.”
Fetva vermede aceleciliği sevmez, çok kere “Bilmiyorum.” derdi ve “İlmin kalkanı 'bilmiyorum' demektir.” buyururdu.
İlim ve irfanda mütebahhir olan ve bir milyon hadis-i şerifi hıfzında tutan bir zât, kendisine sorulan kırk meseleden otuzaltısına “lâ edrî,” (bilmiyorum) diye cevap vermiştir.
En meşhur eseri "Muvatta" olmakla beraber daha birçok eseri mevcuttur.
İmam-ı Ahmed (H.164-H.241)
Ahmed-İbn-i Hanbel: Kendisi 164 tarihinde Bağdat’ta doğmuştur. 241 tarihinde yine Bağdat’ta darü’l-bekaya irtihal etmiştir. Menakıbına dair pek çok kitaplar yazılmıştır.
On beş-on altı yaşlarındayken akranları arasında ciddiyeti, çalışkanlğı, haramlardan kaçması, sabrı ve güzel ahlakı ile temayüz etti. Daha kırk yaşına gelmeden hadis ilminde ve fetvada başvurulan kaynak oldu. Pek çok ilim adamı yetiştirdi.
Hakkıyla vâris-i Peygamber olan bu büyük İmam, daha küçük yaşlardan itibaren asil ve şuurlu ebeveynlerinin destekleriyle hem din ilimlerini hem de sarf, nahiv, şiir, belagat vs. gibi diğer ilimleri mükemmel bir tarzda öğrenmişti.
İmam-ı Ahmed Hazretleri tâ küçüklüğünden beri geceleri ihya edip, gece namazını hiç bırakmamıştır.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.)'in sünnetini tam manasıyla yerine getirmeye çalışırdı. Yirmi dört saatte mutlaka Kur’an-ı Kerim’i hatmederdi. Sohbette bulunduğu mecliste, dünyaya dair işler konuşulmazdı.
Mu’tezile mezhebinden olan halife; Kur’an’ın mahluk olduğuna dair kendinden fetva istemiş ve İmâm-ı Ahmed’den istediği cevabı alamayınca onu hapse artırmıştır. Tam yirmi sekiz ay hapis yatmış ve şiddetli işkence görmüştür.
Halife Mütevekkil zamanında hapisten çıkarıldı ve serbest bırakıldı. Halife Mütevekkil Kur’an’ın mahluk olmadığını ilân etti ve İmam aleyhindeki menfi cereyanı durdurdu. Bu suretle Mutezile de susturulmuş oldu.
Yetmiş yıllık uzun, semeredar ve meşakkatli bir ömür sürdü. Halk tarafından sevildi, sayıldı. Ölüm döşeğinde iken binlerce insan onu ziyarete geldi. Onun ölümü ise bir başka ibretli manzarayı gözler önüne sermişti. Şöyle ki:
Cenazesine yüzbine yakın insan iştirak etti. Bu müthiş manzarayı gören ve bu hâl karşısında hayretler içinde kalan birçok Yahudi, Nasrani ve Mecusi Müslüman oldu.
Ehl-i Sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbeli mezhebinin kurucusudur.
Hadis ilminde zamanının en büyük alimi olan Ahmed b. Hanbel Hazretleri üç yüz binden fazla hadis-i şerifi senetleriyle birlikte hıfzetmişti.
Talebelerinin ve kendisine sual soranların müşkillerini hallederken ortaya koyduğu ve takip ettiği usuller, Hanbeli mezhebinin temel kaidelerini oluşturur.
700.000 hadis içerisinden seçerek 30.000 hadis-i şerif içeren "Müsned"i, O’nun en meşhur eseridir.
183 bk. Buhâri, Tefsir; Müslim, Fedaîlu’s-sahâbe; Tirmizî, Tefsîru’l-Kur’an.
184 Daha fazla bilgi için bkz. Manastırlı İsmail Hakkı Efendi, Mevahibu’r-Rahman fi
185 Al-i İmrân Sûresi (3). 159
186 Hatip Bağdadi (tarihi Bağdadında 14-247) İbn-i Kerrameye isnatla der ki: “Bir gün biz Veki’in yanında iken adamın biri “Ebu Hanife hata etmiştir!” dedi. Bunun üzerine Veki’ “Ebu Hanife nasıl hata edebilir ki; onunla beraber Ebu Yusuf ve Züfer gibi kıyasta imam, Yahya b. Ebi zaide, Hafs b. Giyas, Hibban, Mündel gibi hadis hafızları, Kasım b. Maatı gibi lügat alimi, Davut Tai ve Fudayl b. İyaz gibi züht ve vera sahibi insanlar var. Doğrusu Cülesasi bu gibi zevat olanın hemen hemen hata ihtimali yoktur. Nasıl olsun ki? Hatası olsa hemen kendisine red ve iade edilirdi.
187 Bilmen, Hukuk-u İslamiye Kamusu, c. I, s. 406.
188 Bilmen, Hukuk-u İslamiye Kamusu, c. I, s. 404.
189 Bilmen, Hukuk-u İslamiye Kamusu, c. I, s. 400.
190 Bilmen, Hukuk-u İslamiye Kamusu, c. I, s. 401-402.
Yazar: Mehmed Kırkıncı, 15-7-2010
Kitabımızda gerek içtihada, gerekse sünnet-i seniyyeye ait bazı meseleleri inâyet-i İlâhiye ile izah etmeye gayret ettik.
Allah Teâlâ inzâl ettiği Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimize ilkati;
“Bugün sizin dininizi ikmal ettim.” 191
âyet-i kerimesiyle ümmet-i Muhammed’e beyan etmiş, dinin esası olan imanın rükünlerini, ibâdetin kısımlarını, ahlak kânunlarını, içtihada ait kaideleri, meşveretin fayda ve ehemmiyetini tâlim etmiştir. Bundan sonra artık kıyamete kadar bu dini tebdil ve tağyir etme ihtimali kalmadı. Çünkü; İslâmiyet semavi dinlerin en sonuncusu ve en ekmelidir. Alemin intizamını temin eden en müessir metotlar bu dindedir. Getirdiği metodlar, düsturlar ihtiyarlamaz ve eskimez. Her zaman ter ü tazedir. Zaman geçtikçe daha da gençlesin
İslâmiyet, iman ve füruata ait hükümlerden teşekkül eden, beşerin ahvalini hakkıyla ıslâha kâfi bir kanunlar mecmuasıdır. Ehl-i ilm ve ehl-i fikri, ma’rufu emir ve münkeri nehiy vazifesiyle mükellef kılmıştır. Çünkü beşeriyetin saadet ve selameti bu iki şeye tevakkuf eder.
İnsanların refah ve saadetlerine, ahenk ve intizamlarına ait en mükemmel kanun ve prensipleri Kur’an ve hadisler ihtiva etmektedir. Bunlar olmaksızın kalpleri huzur ve saadete kavuşturan bir fazilet ve irfanın temin edilmesi de âdeta imkansızdır. Bu hüküm ve hakikatlerin bir çokları Kur’an ve hadis-i şeriflerde sarahaten belirtilmiş olsa da bazılarında sadece remiz ve işaret ile iktifa edilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri’de bu gerçeği şöyle ifâde eder:
“Elfaz-ı Kur’aniye, öyle bir tarzda vaz’edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.”192
Malumdur ki, Cenâb-ı Hak bu kâinatı en mükemmel şekilde yarattı. Kâinat kitabını ikmâl ettikten sonra ondaki bazı ince hikmetleri, sırları insan aklının araştırmasına, taharrisine ve tetebbusuna bırakmakla akla bir vazife vermiş oldu. Fen alimleri ve ilhâma mazhâr olan bazı kaşifler, kâinat kitabındaki bu ince sırları keşfederek beşerin istifadesine sundular.
Aynen öyle de, Cenâb-ı Hak bu Din-i Mübîni de Kur’an ile ikmâl etti. Lâkin O’nda ki bir çok remiz ve işaretlerin keşfini de din âlimlerinin gayret ve çalışmalarına bıraktı. Bu âlimlerin bir kısmı tefsir sahasında, diğer bir kısmı kelâm sahasında çalışarak Kur’an’daki ince mânâları keşfettikleri gibi, müçtehitler de Kur’an-ı Azimüşşan’ın fıkha taalluk eden hükümleri üzerinde ihtisas kesbettiler ve yaptıkları içtihatlar ile bütün müslümanlara bu sahada yol gösterdiler, müşkilatlarını hallettiler ve istinbât-ı ahkâm ile ilgili temel prensipleri vaz’ ettiler.
Demek oluyor ki, ayetle buyrulan “dinin ikmâl olması” hakikatine bütün bu çalışmalar dahildirler. Nitekim Resûlullah Efendimiz’de (a.s.m.)
“Âlimlerin (kalemlerinin) mürekkebi, şehitlerin kanları ile muvazene edilecektir.”
buyurarak, bu çalışma ve gayretleri teşvik ve tebrik etmiştir.
Evet İslâmiyet umûmî ve fıtrî bir dindir. Onun o kutsî ahkâmı bütün beşeriyete şâmildir. Kıyamete kadar bütün insanları kudsi dairesine celb edecek meziyet ve sıfatları hâizdir. İşte müçtehitler bu meziyetlere kemâliyle mazhâr olmuşlardır. Ehil olmayan kimselerin içtihat namına ortaya attıkları şahsi kanaatler, İslâmiyet’in o cihanşümul, kutsi hakikatlerini ihata ve temsil etmekten çok uzaktır. Çünkü onların fikirleri yetersiz ve bilgileri nâkıs olduğu için, hükümleri de ihatasız ve noksandır.
İslâm dininin bütün kânun ve prensipleri bir vücudun azaları gibi birbirlerini teyit ve tekmil ederek mükemmel bir ahenk içerisinde insanlığın terakki ve tekemmülünü tekeffül etmiştir. İslâm dini, müntesiplerini vifak, ittifak, muhabbet ve uhuvvete davet eden bir fazilet dinidir. Adalet, istikâmet, iffet, şefkat, izzet, metanet ve nezahet gibi hakikatleri ihtiva eden engin ve zengin bir din-i mübindir. Bu hakikat Kur’an-ı Azimüşşan’da şöyle nazara verilir:
“De ki: Rabbim’in sözleri (ilim ve hikmeti) için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahi, Rabbim’in sözleri bitmeden önce deniz tükenir.”193
Hem Cenâb-ı Hakk’ın vücud ve vahdaniyetine, sıfatlarının vüsat ve azametine dâir en mükemmel ve berrak malumat, ancak ve ancak bu yüce dindedir. Bundan dolayı bu din-i mübinin haricinde hakiki bir saadet, bir hayır, bir huzur bulmak âdeta mümkün değildir. Bu din-i mübinde reform yapmayı düşünen insanlar, ya onun hakiki ulviyetini ve mahiyetini anlayamayan gafillerdir veya bu dinin düşmanlarıdırlar.
Cenab-ı Hak islam dininin ikmâlini beyan ettikten sonra “Ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım.”194 ayetiyle insanlara bahşetmiş olduğu nimetini beyan etmiştir. Yani din-i İslâm ile size hidayet yollarını gösterdim buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk’ın insanlara ihsan etmiş olduğu nimetlerin sonsuz olduğu herkesin mâlumudur. Ancak insanları dünya ve ahirette mes’ud edecek, onların tekamülüne vesile olacak en büyük nimet iman nimetidir.
Her şeyi yoktan var eden Zât-ı Zülcelâlin varlığına, birliğine, sıfat-ı mukaddesesine, kemâl-i kudret ve celâl-i kibriyasına iman etmek, cennetlerin fevkinde bir nimet-i uzmâdır. Zira Cenâb-ı Hakk’ı bilmek, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmek ve Şan-ı Uluhiyetini idrak etmek, İslâm dininin temeli olduğu gibi insanlığın yaratılışının da en büyük gayesidir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati şu şekilde ifade etmiştir:
"Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürür ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürür ve şirin nimet ve safi lezzet elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır."195
İşte bu marifetulîah bir nurdur ki, hangi bir arifin kalbinde tecelli ederse, o kalp nazargâh-ı İlâhi olur. Zevk-i imân ve feyz-i irfan o sayede her an inkişaf edebilir. Çünkü Cenâb-ı Hakk gayr-ı mütenâhi bir Vacibü’l-vücud olduğu gibi, O’nun Şanı Uluhiyetine taalluk eden marifetlerin de hadd-i payanı yoktur.
Cenab-ı Hak, insaniyet için en büyük nimet olan İslâm dinini tamamladığını ifade buyurduktan sonra; (...) "Sizin için İslâm dininden razı oldum."ifadesiyle âyet-i kerimeyi devam ettirmiştir. Yâni İslâm dini ve onun ihtiva ettiği hakikatlere bizim için razı olduğunu ifade etmiştir. Demek ki, ind-i İlâhide en makbul olan din, din-i İslâmdır. Zîra bu din, tevhid esasına müsteniddir. Evet, başta Peygamber Efendimiz (a.s.m.) olmak üzere bütün enbiya, sahabeler, müçtehitler, mücedditler, evliya ve asfiya bu dini kabul edip baştacı etmekle hidayet asumanının güneşi olan İslâm dininden tefeyyüz etmişlerdir. Şu halde Allah’ın razı olduğu böyle bir dinden hangi akıl sahibi razı olmayabilir!... Allah’ın razı olduğuna razı olmayıp; reform adı altında onun mukaddes dinini tebdil ve tağyire çalışmak dalalettir.
İslâmiyet bütün batıl itikatları, efsane ve hurafeleri kökün den yıkmıştır. Bunları ve benzerlerini yeniden ihyaya kimsenin gücü yetmeyecektir.
Elhasıl, medeniyet ve faziletin, huzur ve refahın en büyük esası ve istinatgahı Cenab-ı Hakk’ın razı olduğu İslam dinidir. Bu din, müntesiplerini tefekküre davet ederek fikirlerini tenvir ruh ve vicdanlarını fazilet ve irfan ile tezyin etmiştir. Hâkim olduğu kalpleri kin, haset gibi her türlü kötü hasletlerden arındırıp muhabbet, şefkat, merhamet ve âlicenaplık gibi güzel meziyetlerle firdevsî bir hâle çevirmişdir. Bu sayede ahenk ve intizam getirmiştir.
İslâmiyet’in özüne vâkıf olan ecdadımız, O’nun yüksek hakikatlerini taktir ederek asırlarca zaferden zafere, saadetten saadete, faziletten fazilete koşmuşlardır. Kendi terakkilerine engel olan cehalet, hurafe ve sefahet gibi manileri bu din-i İslâm’ın sayesinde bertaraf etmişlerdir.
Fethettikleri memleketleri ülkeleri birer medeniyet merkezi haline getirmişlerdir. Bu diyarların her köşesinde nurlar saçan muazzam mabetler, medreseler, dâru’l-fünunlar tesis etmişler ve bu daru’l-irfanlarda intişar eden marifetin ziyalarıyla millet ve memleketlerini nurlandırmışlardır. Bunlar hiçbir cihetle inkarı mümkün olmayan tarihi hakikatlerdir.
Allah’ın lutf-u kereminden ümidimiz kavidir ki, pek yakın bir zamanda ilim-irfan güneşi bütün ulviyet ve şaşaasıyla tulu ederek, memleketimizi ve âlem-i insaniyeti biiznillah tenvir edecektir.