|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Sinagoglar, manastırlar, kiliseler ve mescidler; mâsuniyeti / dokunulmazlığı olan mekânlardır
28 Ocak'ta öğleye doğru, Sarıyer'deki 'Santa Maria (yani Azize Meryem) Kilisesi'ne Pazar Âyini sırasında bir saldırı olduğu ve 1 kişinin öldüğü haberini alır almaz ilk temennim, 'İnşaallah saldırganlar Müslüman değildir' olmuştu.
Bu temennimi her 'terör saldırısı'nda da bir ilk refleks halinde ifade ederim.
Amerika ve Avrupa'da sıkça gerçekleşen ve okullara, eğlence yerlerine veya diğer toplu mekânlara yapılan ve ortalama 15-20 insanın öldürülmesiyle noktalanan saldırıların ardından aynı temenniyi yaparım ve bereket ki, o saldırıların failleri arasından hiç Müslüman çıkmaz.
Aynı temenniyi, , Papa 2. Jean Paul'ün 1981'de Roma'da bir Pazar Âyini'ni yönetirken vurulduğu haberini yurt dışında aldığımda da tekrarlamış ve hemen ardından bir arkadaşım, 'Papa'yı vuran bir TC vatandaş imiş' dediğinde şaka zannetmiştim. Ama yarım saat kadar sonra, o haberin şaka olmadığı anlaşılmıştı.
İstanbul Boğazı'nın Karadeniz'e çıkışına yakın ve Rumeli yakasındaki şirin bir ilçe olan Sarıyer'de, bir Kilise'de böyle bir saldırının olması, Müslümanları derinden sarsmıştır.
Hadisenin daha yürek yakan tarafı, hayatını kaybeden kişinin tıbbî raporla, yüzde 80 zekâ engelli, 'gurebâ' / gariban taifesinden Tuncer Cihan isimli bir kişi olmasıdır. Esasen, kız kardeşinin verdiği bilgilerden anlaşılıyor ki, bu 'mâsum' kişi Müslüman bir aileye mensub. Son birkaç aydır kiliseye gitmeye başlamış. Kilisedeki vazifeliler de onu bir 'Tanrı misafiri' olarak alırlar ve kendisine yemek de verirlermiş.
Öyle durumdaki bir kimse, çocuk hükmünde, 'mâsum'dur, fiillerinden sorumlu değildir.
Bu 'mâsum' kişi, pazar günü kapıları kapalı olan kiliseye girmek için zili çalınca, kilisenin vazifelileri onu tanıdıklarından kapıyı açmışlar, maskeli silâhlı saldırganlar da o anda içeriye dalıp duvarlara ateş etmeye başlamışlar.
Görgü şahidlerinin beyanlarına göre, herkes yere yatarken bu 'garib'imiz ayakta durmuş ve saldırganlara bir şeyler söylemek isterken vurulup öldürülmüş.
Saldırının faili ve yabancı uyruklu 2 sanık, 1 gün içinde yakalandılar. 'DEAŞ'la irtibatlı oldukları ihtimalini belirtti İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya.
*
Gelelim 'Mâbed'lerin İslâm şeriatindeki yerine...
'Râviyân-ı ahbâr'a göre, müşriklerin ağır baskılarına mâruz kalan Müslümanlar, karşılık vermek istediklerinde, Resûl-i Ekrem (sav), savaş izninin gelmediğini söyleyip sabır tavsiye etmiş ve nihayet 'Hacc sûresinin 39-40'ıncı âyetleri nâzil olmuş.
39. âyette, 'saldırıya uğrayanlara, savaş için izin' verilirken, 40. âyette de, 'Allah'ın, insanların bir kısmıyla, diğer bir kısmını (saldırganları) engellemesi olmasaydı, -Allah'ın adının bolca anıldığı- manastırlar, kiliseler, sinagoglar ve mescidler yıkılır-giderdi.' hatırlatması yapılmaktadır. Kezâ, 'Baqara sûresinin 256'ncı âyetinde, 'Lâ ikrâhe fi'd-dîn. / Dinde zorlama yoktur.' ve 'Kâfirûn sûresinde de, 'Lekum dinukum veliyedîn. / Sizin dininiz size, benim dinim bana.' hatırlatmaları, 'inanç hürriyeti'ne İslâm'ın 14 asır önce verdiği garanti mahiyetindedir.
Böyleyken, birilerinin velev ki Müslüman olduklarını söyleseler bile ve muhtemelen Müslümanlara yapılan zulümlere mukabil, onların başka yerlerdeki dindaşlarından intikam almak istercesine saldırı yapmalarını anlamak, mâzur görmek nasıl olabilir?
Unutmayalım, bu gibi ölçüsüz hareketleri geçmişte de yaşadık.
Kıbrıs buhranının zirveye tırmandığı 1955'te, MİT eliyle çıkarıldığı itiraf olunan 6-7 Eylûl Hadiseleri İstanbul'u 2-3 gün esir almıştı âdeta.
Trabzon'da bir rahibin 2006'da ve Hrant Dink'in 2007'de, yine 2007'de Malatya'da Hristiyanlık tebligatı yapmak için kurulmuş Zirve Yayınevi'nde 3 kişinin ve 15 Kasım 2003'de İstanbul'daki bir sinagogda ibadet ânında 20 kadar insanın öldürülmesi.
Bunlar utanç verici ve Müslümanlara yüz karası teşkil eden hesapsız, çılgınca ve şeriatimizde asla izin verilmemiş saldırılardı. İstanbul'daki bazı camilerde de, son çeyrek yüzyılda bazı hocaların öldürüldüğü hatırlanmalı. Geçen ay da, İstanbul'da Fatih Camii imamı bıçaklandı.
*
Hatırlayalım, Mısır'da Muhammed Mursî'nin Başkanlığını yıpratmak için, Kahire'de Qıbtî Hristiyanlar'ın kiliselerine saldırılar yapılmış, onlarca insan öldürülmüş ve (merhûm) Mursî bunlardan da sorumlu tutulmuştu.
Pakistan ve Afganistan'da da, 'Sünnî' ve 'Şiî' camii diye ayrılan ibadethanelere karşılıklı olarak, yıllardır motosikletli saldırganlarca bombalı saldırılar yapılıyor ve her birisinde 50'den aşağı pek düşmeyen insanlar cuma namazlarında katlediliyor.
Hâlbuki tam tersine, dinimiz açısından, hele de tehlike zamanlarında, bütün ilâhî dinlerin ibadethaneleri de sığınılacak mekânlar olarak biliniyordu. Bu hassasiyetin yitirilmemesi bütün insanlığın hayrınadır.
.
Yolumuz üzerindeki önemli ‘km taşları'nı ‘es' geçmemek…29 Ocak 2024 Pazartesi
Birlik Vakfı'nın İstanbul-Çemberlitaş'taki merkezinde, her cumartesi günü 14.00'dan sonra verilmekte olan konferansların 27 Ocak gününde, İstanbul Medeniyet Üni. İlâhiyat Fak. öğretim üyesi kadrosundan Prof. Mustafa Uzun Hoca, Mâhir İz merhûm üzerine konuştu.
Hâfızam beni bir anda 1970'lerin sonuna götürdü. İstanbul-Aksaray'da, bir gazino içinde ve dışında Erbakan Hoca'nın ilk partisi olan Millî Nizâm Partisi, 4-5 bine yakın insanın katılımıyla kongresini yapıyordu. Hançerelerden yükselen 'tekbîr' sadâları, ilâhîler ve özellikle de merhûm Abdurrahîm Karakoç'un, 'Kör dünyanın göbeğine Hak Yol İslam yazacağız!' gibi mısralarının da bulunduğu ve heyecandan boğazlarımız düğümlenerek, gözlerimizden yaşlar boşanarak okunduğumuz marşlarla yapılan o kongrede, her ikisi de merhûm Mehmed Âkif'in yakın işbirliği ve dâva arkadaşlarından olan Mâhir İz (1895-1974) ve Eşref Edib (1882-1971) gibi, İslamî camianın büyük yol önderleri de Erbakan Hoca'nın yanında yer alıyordu ve Mâhir İz Hoca'yı ilk o zaman yakından görmüş ve dinlemiştim. O zamanlar Mâhir İz Hoca 75 yaşlarındaydı ve 50 yılı aşkın bir muallimlik hayatı vardı.
Mâhir İz Hoca, dâva adamı olan büyük bir muallim idi ve İmam-Hatib mekteplerinde ve Yüksek İslam enstitülerinde binlerce öğrenci yetiştirmişti. 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi'nden sonra, dönemin Diyanet İşl. Başkanlığı, abes bir işe, Kur'an-ı Kerîm'in 'latin harfleri'yle yazılması işine girişmiş ve en sert karşı çıkışı Mâhir Hoca'dan görünce, o teşebbüsten vazgeçilmişti.
Büyük bir tefekkür ve dâva adamı olan Mâhir Hoca'yı anlatan Mustafa Uzun Hoca'nın 2 saati aşan sunumundan çok istifade ettim. Onun da, Mâhir Hoca'nın 'rahle-i tedrisinden geçtiğini ve kültürümüzün derinliklerine vukûfiyetini yansıttığını fark ettim ve içimden teşekkür ettim.
*
Bu tefekkür ziyafetinden sonra, Fatih'de, Fatih PTT'sinin yakınında bulunan İnkılab Basım-Yayınevi'ne de yetişmem gerekiyordu. Çünkü orada da, cumartesileri 16.00'dan sonraları sunulmakta olan tefekkür ziyafetlerinin bir yenisine daha da yetişmem gerekiyordu. Orada da Sakarya Üni. Tarih Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Necmeddin Alkan'ın, Sultan 2. Abdulhamîd'i 'Â'râf'ta Bir Hünkâr' başlığı altında ele aldığı bir sunumu olacaktı. Necmeddin Hoca, Osmanlı'nın özellikle de son 300 yılından bu yana olan yakın tarih dönemleri üzerinde, daha bir mudakkik/derin tedkik ehli bir tarihçi.
Konusunu 'Â'râf'ta bir Hünkâr' değerlendirme cümlesiyle sunması bu konuya nasıl baktığının ön işaretlerini veriyordu. Yeni nesillerin, kültürümüzün bize çok derin ufuklar açan bazı kelimelerini anlamaları kolay değil. Gerçi, 'Â'râf' kelimesini zaman zaman, başka vesilelerle de kullanıyorlar, ama onun ne demek olduğunu sorduğunuz zaman, genelde cevap alamıyorsunuz.
'A'râf', 'dağların en yüksek tepeleri' mânasına gelmekte olup, bazı tefsirlerde cennetle cehennem arasındaki yükseklikler olarak, iyi ve kötü amelleri eşit olan müminler durumunda olanlara, her iki tarafındakilerin gösterileceği ve 'Cennetlikleri selâmlamaları, gözleri cehennem ehline çevrilince', "Rabbimiz, bizi bu zâlimler zümresiyle beraber bulundurma!" diye dua etmelerinden hareketle, müfessirlerce, "tartılar"ı ağır gelenlerle, hafif gelenlerin durumlarının (el-Â'râf, 7/8; el-Mu'minûn, 23/102; el-Qāria, 101/6)'da belirtildiğine işaretle, bu mânada yorumlanmıştır.
*
Necmeddin Hoca da 2. Abdulhamîd'i değerlendirirken, bu konuda yapılan 'Ulu Hakan' veya 'Kızıl Sultan' gibi nitelemelerin her ikisinin de abartılı övgü ve yergiler olacağını belirterek, '2. Abdulhamîd'e, tarih dağının 'â'râf'ından, tepelerinden bakmaya dikkat ve insafla bakmaya gayretle, o dönemin Avrupa ve dünya şartlarını gözler önüne sermeye çalıştı ve buna rağmen, -fakir'in de zaman zaman ifade ettiği üzere- yanlışlarıyla/doğrularıyla son 300 yıl içinde yaşadığı dünyayı, zamanın şartlarını ve gelişmelerini en geniş ufuklu bir bakış açısıyla değerlendirmeye çalışmış nâdir devlet adamlarımızdan birisi olduğunu ifade etti.
*
Bir toplantı da geçen hafta Eyyub Sultan Belediyesi'nin Kültür Merkezi'ndeydi. Gazze Savunması konulu o toplantıda, bir emekli general, kendi tarih yorumunun hayalî tablosunu uzuuun uzun anlatıp, sonra da, "Roma şehrini kuran etrüsklerin isminde de, Trakya kelimesinde de 'Türk' denilmek istendiği (!)" gibi noktalara bile geldi; 'Gazze' konusu ve toplantısıyla ilgisi ne ve nasıl kurulmuş ise.
*
Gazze'den bahsetmişken... Güney Afrika'nın bir Yahudi olduğunu söyleyen Cumhurbaşkanı ve Amerikan Kongresi'ndeki Yahudi senatör Sanders'in, Siyonist İsrail rejimine karşı çıkışları, bütün Yahudilerin Siyonist İsrail rejiminin yönetici kadroları gibi olmadığını anlatmaya yeter.
Ancak, Gazze'de 40 bine yakın savunmasız insanları katleden Siyonist barbarlığını protesto için dünyada yapılan gösterilerin, 'Türkiye dışındaki Müslüman halklar tarafından yapılmadığı' iddiaları kasden yaygınlaştırılıyor gibi.
Bazı haberler bizim toplumumuza sunulmuyor.
Evet, mâlum sebeplerle, Arab memleketlerinde ve Orta Asya cumhuriyetlerinde bu konuda bir sessizlik hâkim ama Endonezya'dan Cezayir'e kadar dev gösteriler de yapılıyor.
Endonezya başkenti Jakarta'da, Pakistan'da Karaçi'de ve İran şehirlerinde de, her Cuma namazından sonra dev protestolar yapıldığını ve bunun gizlenmesiyle, 'Müslüman halkların kalbindeki İslam kardeşliğini zayıflatmak tuzağının bulunabileceğini' unutmayalım.
.
Okuyucularla Hasbihal… ‘Gazze'ye niye müdahale edilmiyor?' tartışması mâkul bir zeminde olmalı28 Ocak 2024 Pazar
Son günlerde, Gazze Trajedisi tartışılırken, en çok da Türkiye ve İran'dan beklentiler ve hattâ tarafların medyalarında suçlamalar yapılıyor. Ve Türkiye medyasında da, hem de İslamî kimlikleri bilinen kimselerce, hem de İran Cumhurbaşkanı İbrahîm Reisî'nin Türkiye'ye yaptığı resmî ziyaret günlerinde sütunlar ve ekranlarda yazılanlardan biraz uzak durmak için, bu konuyu başka bir yazıya bırakıyorum.
*Abdullah Kuloğlu diyor ki: 'Müslümanların farklılıklarının yanında hiç mi ortak paydaları yok da, şeytanî güçlerin oyunlarına gelerek birbirlerine karşı cephe alıyorlar!
Pek çok ortak değerlere sahip olan Müslümanlar, sen şiîsin, sen sünnîsin, sen şu veya bu kavimdensin.' diye bir sürü farklılığı gündeme getirince, şeytanî güçler de, durumu kendi çıkarları doğrultusunda yönetiyorlar. 'Böl, parçala ve yönet' eski taktikleri.
Allah hepimize gerçek bir ÜMMET olmak şuûru versin.
*Osmaniye'den Sadi Müslim diyor ki: 'Hani, İsveç NATO'ya kabul edilmeyecekti. Bu geri adım atmak değil midir?' Ankara'dan E. Kahveci de aynı konuya değinmiş, 'İsveç özür diledi de ben mi işitmedim.' diyor.
--Muhterem kardeşlerim, diplomasi için denilir ki: 'Bir diplomatik bir müzakerede, bir diplomat daha baştan 'Hayır' derse, 'Belki' demektir; 'Belki.' derse 'Evet' demektir. Baştan 'Evet.' derse, o zaman diplomasiye gerek kalmaz.'
Türkiye'yi, NATO'da hep mesele çıkaran bir ülke olarak gören ve hattâ 'NATO'dan çıkarılmalı.' gibi beyanların resmî ağızlarda bile dile getirildiği bir zaman diliminde, İsveç'le yapılan müzakereler 20 ay boyunca sürdü. Ama Türkiye verilen sözlü taahhütlerle yetinmedi ve İsveç'in kanunlarında değişiklikler yapılmasını istedi ve bunlar yapıldı. Başkan Erdoğan da konuyu, Meclis'e havale etti ve Meclis, geçen hafta iradesini 'Evet' şeklinde ortaya koydu. Yani, bu konuda bir 'kesin red' değil, tersine, 'şartlı red' vardı. Sonunda İsveç de, Türkiye'nin mantıkî itiraz ve şartına boyun eğdi.
*Rıdvan Kaya, 24 Ocak tarihli ve 'Evet hutbelere karışılmamalı da. Fitnelere âlet olmamaktan hepimiz sorumlu değil miyiz?' başlıklı yazımla ilgili olarak, 25 Ocak günü, 'Bahçeli haklıysa, 28 Şubatçılar da haklıdır!' notunu geçiyordu. Bu konudaki yazışmaların özetini buraya alayım:
Yanıtla
-- Rıdvan kardeşime: Benim yazımdan hareketle, 'Bahçeli haklıysa, 28 Şubatçılar da haklıdır!' şeklinde bir mantıkî bir denge oluşturmaya çalışmanızı doğrusu yadırgadım. Ben haklılık veya haksızlık üzerinde değil, tartışılan bir konudaki iddialar üzerine ve ileri sürülen görüşler üzerinde durdum. Hutbede bazı yerleri atladığı anlaşılan bir hocanın ilçe Kaymakamı tarafından azarlandığı ve hattâ fiziken darb edildiği iddiasını da yazdıktan sonra, (...) konunun aslının ne ve nasıl olduğuna dair, bir tarafın -ekranlardan milyonlara yansıyan- iddiasını yansıtması açısından Bahçeli'nin sözlerini -ve doğrulamak veya yalanlamak durumuna düşmeden- aktardım. Hutbede atlandığı söylenen kısım olmadığı gibi bir iddiada bulunan kimsenin çıkmadığını hatırlatayım. Böyle hassas bir zaman diliminde bu gibi tasarrufların veya dikkatsizliklerden kaçınılması gerektiğini söyledim ve söylüyorum.
(Ayrıca belirteyim, bir kamu vazifelisi, sıfat ve yetkisi ne olursa olsun, bir kanunsuzluk görüyorsa, fizikî darb gibi ihkak-ı hak yöntemine başvuramaz; kanunsuz aykırılık varsa soruşturma açtırır. Kezâ, bir fizikî darb iddia ediliyorsa, o da yargıya götürülür. 'Mahkeme belli değil mi?' diyenlere, 'Doktor raporu üzerine de aynı şekilde şüphe düşürülebileceğini' hatırlatırım.)
*Rıdvan Bey cevaben, 26 Ocak günü, 'Geçmişte (...) bizi sıkıştırmak için en çok ileri sürülen argümanlardan biri, 'siz şehidlerimize neden şehid demiyorsunuz?" idi. Her fırsatta "söyleyin bakalım, vatan uğruna can veren askerimiz şehid midir, değil midir?" diye kendilerince bizleri vatanseverlik testine tâbi tutuyorlardı.
Bu tutumu dün reddediyorduk, bugün neden kabul edelim? (...) İmamın fitnecilerin entrikalarına alet olmakla suçlanmasını doğru bulmadım.
Ne değişti? PKK mı değişti, devletin resmî ideolojisi mi değişti, şehidlik tanımı mı değişti?'
--Rıdvan Bey kardeşim; Yanlış bir değerlendirmem olduysa, bunun hatırlatılmasından rahatsız olmam. Bir de, 'Hamdolsun, yanlış yaparsam, ikaz edecek kimseler var' derim. Ben şu kadarını belirteyim: Ben doğru olduğuna inandıklarımı yazarım; ama bu, başkalarına yanlış gelebilir.
Şehidlik, sadece İslam'da olan ve İslam'ın ölçülerince ulaşılan bir manevî makamdır. Bunun kimde gerçekleştiğini ancak Allah bilir. Bu yüzden, şahsen, İslam yolundaki mücadelesi için dünya hayatını fedâ edenler için bile, 'İnşaallah şehiddir.' diye temennilerimi dile getiririm. Beşerî kanunların 'şehitlik' tarifleri, bu konunun dışındadır.
'Fitneye âlet olunmaması' temennim, genel bir hatırlatmadır.
Ve unutmayalım ki, bir hafta içinde 12 askerin kurban oluşu, başka bir ülkenin içindeki terör örgütlerince gerçekleştirilmiştir; ülke içinde de değil. İşin bu tarafı daha bir düşündürücüdür.
*
Bir dokun, bin âhh dinle...'26 Ocak 2024 Cuma
Bugün birkaç konuya bir arada değinelim, kısa-kısa...
*
'Diyarbekir şâd akar' mı?
Önceki yazımda Diyarbekir'in Kulp ilçesinde geçen Cuma günü ilçe kaymakamı ile bir câmi imamı arasında cereyan ettiği ileri sürülen bir gerilime değinmiştim.
O yazıda haklılık veya haksızlık üzerinde değil, tartışılan bir konudaki iddialar ve ileri sürülen görüşler üzerinde durdum. O konudaki iddialara değindikten sonra, o iddiaların bende çağrışımlarını ve aklıma ilk gelen konuların neler olduğunu da, yazımın ikinci paragrafında anlatmaya çalıştım ve sonra da konunun aslının ne ve nasıl olduğuna dair, Devlet Bahçeli'nin -ekranlardan milyonlara yansıttığı- sözlerini de (doğrulamak veya yalanlamak durumunda olmadığımdan) aktarmakla yetindim. Bunlar elbette kanunî açıdan bir iddiadır, sonunda gerçek olup olmadığı hakkında, soruşturmalardan söz edildiğine göre, henüz, ortada net bir bilgi yok.
Hutbede, atlandığı söylenen kısımlarla ilgili iddiaların yalan olduğunu söyleyen kimse çıkmadı. Fakir de, 'hele de Müslüman coğrafyalarında nice emperyalist-şeytanî oyunların tezgâhlandığının daha bir net olduğu bir böyle hassas bir zaman diliminde, bu gibi tasarruflardan veya dikkatsizliklerden kaçınılması gerektiğini' söyledim, söylüyorum.
Başka iddiacılar varsa ve iddialarını belgeli olarak ortaya koymak durumunda iseler, onlara da değinirim.
*
Emperyalizmin oyunlarına hele de 100 yıldır âşinayız
Amerikan emperyalizmi, Orta Doğu'daki uzantısı ve Amerikan bayrağındaki 51 yıldıza ek olarak -görünmese de- 52'nci yıldız ve eyalet statüsünde olan Siyonist İsrail rejiminin 'Gazze'yi fiilen olduğu gibi, uluslararası hukuk açısından da uzun vâdede' ilhak etmek niyetine dair açıklamalarına, güya karşı çıkıyor.
Bunun tamamen bir şeytanî oyun olduğu unutulmamalıdır. Bay Biden ile Blinken ve şürekâsı, 'N'apalım, gördüğünüz gibi, o kadar ikaz ve hattâ tehdit ettik, ama İsrail'e söz dinletemedik.' diyeceklerdir.
Haziran-1967'de, Mısır, Suriye ve Ürdün'ün uğradıkları korkunç '6 Gün Savaşı' yenilgisi sırasında, Suriye'nin su ve buğday ambarı olarak bilinen 'Cûlan' (Golan) Yükseklikleri'nin Siyonist İsrail'in işgaline uğrayışı üzerinden 50 yıl geçtikten sonra, eski USA Başkanı Trump'ın, 'Üzerinden 50 yıl geçti, artık Golan Yükseklikleri İsrail'indir.' dediğini, 'oraları İsrail olarak tanıdığını' unutalım mı?
Ve HAMAS'ın çelik iradesiyle tezgâhlanan 7 Ekim 2023'deki 'Aqsâ Tufanı'nın şaşkınlığı içinde bölgeye hemen 2 uçak gemisi ve dünya kadar savaş uçakları, silahları ve milyarlarca dolarlarıyla gelip, 'Biz İsrail'le biriz, beraberiz ve buradan da gidecek değiliz. Bu konuya bizim istemediğimiz şekilde müdahale eden olursa, karşılığını en şiddetli şekilde alacaktır.' diyen ve kezâ yine o günlerde, 18 Ekim 2023 günü, 'Burada İsrail diye bir devlet olmasaydı bile, biz burada yine böyle bir devlet kurardık!' diyen ve böylece, Müslüman coğrafyalarına yeni bir Haçlı Seferi mantığıyla geldiklerini söyleyen de, Joe Biden değil miydi?
*
'Nükleer Hukuk Çağı'ndan 'adalet' beklemek mi?
Bütün uluslararası kuruluşlar gibi, Uluslararası Ceza Mahkemesi veya Adalet Divanı gibi kuruluşlar da; 1945'de Hiroşima'ya atılan Atom Bombası sonrasında, dünyanın yeni şartlarına ve yeni zorbalarının dayatmaları üzerinde zorbalıkla yükseltilen 'Nükleer Çağ Hukuku' veya 'Nükleer Hukuk Çağı' diye isimlendirilebilecek bir zehirli anlayışa göre şekillenmiştir. Ve o yapılanmada, insanlığın dörtte birini temsil eden dünya Müslümanlarının, İslam milletinin maalesef, hiçbir etkisi ve dahli olamamıştır. Ve bugün de, dünya Müslümanları 55-56 devlet halinde gözüküyorlar ama Müslüman halkların kalblerindeki dünyaya göre bir şekillenme bile, uluslararası tahakküm düzeninin kılıcını sallayan BM'nin iznine bağlıdır. Bu yüzdendir ki Müslümanlar, evet, kocaman bir gövde oluşturuyorlar ama -her ne kadar yetersiz idiyse bile- Müslüman halkları tek bir irade altında toplayabilme geleneği ve ihtimali yine de var olan -ve haydi birileri ürkmesin diye, böyle ifade edelim- bir 'Başkanlık' kurumunun, 1924'de, yani 100 yıl önce toptan etkisiz yok edilişinin perişanlığını yaşıyoruz.
*
'Ben varım.' diyen yoksa kim, nasıl suçlanacak?
Birazcık insanî vicdanı olan herkesi bile dilhûn eyleyen son Gazze'deki -soykırım da değil-, 'insanlık kıyımı' karşısında Müslüman dünyasının başsızlığının ortaya çıkardığı perişanlık ortada. Müslüman halklar, zâhiren 55-56 devlet olarak dünya sahnesindeler. Ama her birisi, büyük fedakârlıkları kendileri dışındakilerden bekliyorlar. 'Niye bir şey yapmıyorlar?' şeklindeki yakınmalarda akla ilk gelenler de, Türkiye, İran, Pakistan, Mısır devletleri oluyor.
Özellikle de Türkiye ve İran'dan. Bu ikisinin suçu, bu beklentiyi vermiş olmalarından olsa gerek.
İran Cumhurbaşkanı İbrahîm Reisî'nin Ankara'ya 4 Ocak'ta yapacağı ziyaret, Kerman'da meydana gelen ve 85 kişiyi yutan ve yüzlercesini de sakat bırakan büyük terör saldırısı sebebiyle ertelenmişti; nihayet evvelki gün gerçekleşti.
Bu konuya da, bazı okuyucu suallerine cevap bâbında da önümüzdeki yazıda değinelim, inşaallah
.
Evet, hutbelere karışılmamalı da… Fitnelere âlet olmamaktan, hepimiz sorumlu değil miyiz?24 Ocak 2024 Çarşamba
Bu günlerde bir 'hutbe' tartışmasıdır, gidiyor. Diyarbekir'in Kulp ilçesindeki Kuba Camii'nde bir hoca, geçen Cuma günü okuduğu hutbeden dolayı, cemaat içinde bulunan ilçe kaymakamı tarafından azarlanmış ve hattâ iddiaya göre, fiziken de darb edilmiş.
'Bazı câmilerde ve namaz kılmak için değil de, kendilerini cemaate, toplumu birilerinin prensipleri-ilkeleri adına adam etmek için vazifeli bir 'güç unsuru ve odağı' olarak göstermek için câmilere müdahale etmek için gelmişçesine, bir takım küstah laikler tarafından ihtar ve tehditler sergilenir' ya, zâhirde onu hatırlatan bir tablo görüntüsü.
Ancak, konunun gerçeği ne?
Dün partisinin grup konuşmasında Devlet Bahçeli, konuşmasının son bölümünde, söz konusu hadiseye değinerek, bu hadiseyi, tabiî mecrasından saptırıp topluma başka türlü yansıtanlardan söz etti ve 'Bu üzücü hadiseyi fırsat bilip kaymakamımıza saldıran, suçlayan, hakaret eden, bu kapsamda kalem oynatıp sosyal medyadan kinlerini kusanları biliyoruz, sefil amaçlarını tanıyoruz, ancak hiçbirisine pabuç bırakmayacağımızı rehin altındaki kafalarına ve kalblerine sokmalarını da tavsiye ediyoruz. Cumhur İttifakı'na husumet duyanlar bu vesileyle saklandıkları deliklerinden dışarı fırlamışlardır.' gibi keskin ifadeler kullandı. 'Hattâ FETÖ'cülerin de ortalığa döküldüklerini' ve diğer bazı grupları da itham ettikten sonra, 'Mesele sadece bir kaymakam ile bir imam arasında geçen tatsız bir olay değildir. Pusuda bekleyip el ovuşturanların, millî birlik ve kardeşliğimizi bozmayı hedefleyenlerin provokasyonları'ndan bahsetti. Sonra da, eski bir başbakana hitaben, 'Serok Ahmet sana gelince, imamın darp edildiği yalanını servis edip peşine takılman, kaymakamımızı önyargılarının esiri olarak suçlaman şahsın ve zihniyetin adına münafıklık alametidir ve tövbe etmen temennimizdir.' diye seslendi.
Devlet Bey bu suçlamaları sert bir dille yaptıktan sonra, asıl konuya gelerek söyledikleri daha bir dikkat çekici. Şöyle diyor: 'Minbere çıkan imam, Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan hutbeyi okurken şehidlerimize rahmet içeren bölümü ne hikmetse atlamış ve es geçmiştir.
Daha önceden hutbeyi internetten okuyan şuur sahibi kulp kaymakamımız, şehidlerimize rahmet dilenen kısmın okunmadığını fark edince imamı isabetle uyarmış ve hutbenin doğru okunmasını sağlamıştır.
Daha ilginç bölüm ise, Devlet Bey'in konuşmasının bundan sonrasında. Diyor ki; 'Namazın hemen sonrasında, Kaymakamımız, bu imama 'neden mezkur bölümü okumadığını' sorunca, "Bana baskı yapılıyor, o yüzden okumadım" cevabını almış, bunun üzerine de "sen devletin imamısın, kim baskı yapabilir" diye çıkışmıştır.
Devlet Bey, daha sonra şöyle söylüyor: 'Baskı ve dayatmayla şehidlere rahmet dilememek, sonrasında, 'kaymakam şiddet uyguladı' bahanesiyle küçücük bir çizikten darp raporu almaya tevessül etmek, Müslümanca bir tavır değildir. (...) Konuyla ilgili hassasiyet gösteren İçişleri Bakanımız Sayın Ali Yerlikaya'ya da teşekkür ediyorum. (...)
*
Devlet Bey, daha sonra, '19 Ocak 2024 Cuma günü camilere gönderilen hutbenin, okunmasından imtina edilen bölümünü paylaşıyor ve o hutbede okunmayan bölümü aktarıyor ki, meselenin can alıcı noktası olan o bölüm şöyle imiş:
"Hepimize düşen, birlik, beraberlik ve kardeşliğimizden asla ödün vermemek; Din, Kur'an, Ezan ve vatan ve gibi mukaddesatımız etrafında birbirimize kenetlenmektir.
Şehidlerimizin uğruna canlarını fedâ ettikleri ulvî değerleri yaşamak ve yaşatmaktır.
Geçen hafta hain bir terör saldırısı nedeniyle vatan evlatlarımız şehadet makamına ulaştı.
İnanıyoruz ki, Rabbimizin rahmeti şehidlerimizin üzerinedir.
Onlar, kendilerine müjdelenen cennet nimetleriyle sevinmektedirler.
Şehidlerimizi ve gazilerimizi yetiştiren anne babalar başımızın tacıdır.
Onların eş ve çocukları en değerli emanetimizdir. Biliyoruz ki, Allah'ın yardımı müminlerle beraberdir ve zafer inananlarındır.
Vatanımıza göz diken, milletimize ve Ümmet-i Muhammed'e düşmanlık besleyen, Filistin'de bebek, kadın, yaşlı demeden mâsumları katleden işgalci zâlimlere gelince, onlar, mutlaka kaybedeceklerdir."
Evet, Devlet Bahçeli'nin sözleri özetle böyle. O hutbede okunmayan kısımlarım yanlışlıkla atlanmış olacağı uzak ihtimal; birbirimizi aldatmaya çalışmayalım. Ya, o imama mâlum odaklarca bir baskı yapıldığını; ya da imamın baskı yapılacağı korkusuyla böyle bir tasarrufta bulunduğunu; ya da...' sanıyorum.
*
Evet, hutbelere karışılmamalı ama ülkenin terör konusunda bu kadar hassas olduğu bir sırada, en azından camilerdeki cemaatlerin lideri durumunda olan imamlar en başta olmak üzere, bu gibi hassas konularda fitnecilerin entrikalarına âlet olmamakta hepimiz sorumlu değil miyiz?
.
USA emperyalizminin sonu da, Rusya komünist İmparatorluğu'na mı benziyecek?22 Ocak 2024 Pazartesi
Büyük liderlerin hayatlarında bedenen de genç ve dinç olmalarının da rolü elbette ki küçümsenemez.. Yani, her genç yöneticinin tecrübesizlikle; kezâ, her yaşlı yöneticinin de hareketsizlikle malûl olduğunu söylemek her zaman doğru olmaz.. Ama, 'Papa 2. Yuhanna Paulus'un 22 sene öncelerde, konuşamaz ve hareket edemez hâle geldiği halde, 'Ben İsâ Mesih'in makamında nöbetteyim, hayatta olduğum halde, o makamı nasıl bırakırım?' diyerek vefatına kadar ayrılmayışındaki tavrı, siyasette kendilerini vazgeçilmez zannedenlerde sık sık görülür
Ama, ileri yaşlarda, iktidardan gitmemekte ısrar edenlerin hem kendilerine, hem de başında bulundukları sisteme zarar verdiklerine dünya siyaset tarihinden pek çok örnekler vardır.
Sovyet Rusya'nın sergilediği tablo bu açıdan ibret vericiydi..
Stalin 1953 yılında öldüğünde yerine geçen Nikita Kruşçev, 10 yıl kadar iktidarda kaldıktan sonra, Komünist Partisi Yüksek Presidyumu'nca azledilmiş ve Komünist Parti Birinci Sekreteri Leonid Brejnev, asıl yönetici olmuştu. Ama, Brejnev, 1982'de ölünce.. Komünist Parti, istihbarat birimi KGB'nin eski başkanlarından yaşlı bir zat olan Yuri Andropov'u liderliğe getirmiş; Andropov da 2 sene dolmadan ölünce.. Yerine getirilecek kişiyi bulmakta zorlanan Komünist Parti, yine yaşlı birisi olan Victor Çernenco'yu liderliğe getirmişti.
Ama, 1 yıl geçmekteyken Çernenco da vefat ediverdi.. 3 sene içinde 3 lider değişimi ortaya ciddî bir buhran çıkarmış ve nihayet, genç bir lider olarak Mihail Gorbaçev sistemin başına getirilmiş ve onun yönetimi de, 5 sene sonunda, Sovyet Rusya Komünist İmparatorluğu'nun bütünüyle çökmesini önleyememişti..
*
Bunları niye mi anlatıyorum?
Birleşik Amerika'da yeni Başkanlık seçiminin yapılmasına 9 ay kadar bir zaman kaldı.
Ama, kimin aday olacağı henüz de belli değil.. Önceki Başkan Trump'ın, yenilgiye uğradığı 2020 Seçimleri'ndeki sonuçları protesto etmek üzere, tarafdarlarına, Kongre binası Capitol'ü basmaları yolunda yaptığı dolaylı çağrıyı takiben 6-7 kişinin ölümüyle noktalanan büyük karışıklıklar hakkında açılan pek çok yargılama dosyasından temize çıkıp, aday olabileceği hususunda bir kesinlik yok.. Ki, yargılama dosyaları arasında yolsuzluk ve tecavüz iddiaları da var..
Yine de Cumhuriyetçi'lerin içinde henüz kendisini geride bırakacak bir aday bulunmayan Trump şimdi 78 yaşında..
Ve Demokratlar'ın adayı olarak tekrar aday olacağı sanılan Joe Biden ise 81 yaşında olup, konuşma ve davranışları giderek kontrolsüz hale geliyor ve o da, yine aday olmaya hazırlanıyor gibi.. Bu yüzden, Trump tarafından, onu gülünç hale düşüren taklidleri yapılmakta.. Ama, kendisi başkan seçilecek olsa, o da Başkanlık döneminde Biden'ın yaşına gelecek..
Ama, Amerikan toplumu yeni lider figürlerini ortaya çıkaramıyor.. Adaylığa soyunanlar da, kamuoyunun ilgi ve itimadını celbedemiyor.
Ama, Biden gün geçtikçe daha bir tuhaflaşıyor.. Nitekim, 20 Ocak günü medya elemanlarının kendisine sordukları, 'füze ve bombardımanlar Husî'leri durdurmaya yetecek mi?' sorusuna 'Hayır..' diyor; 'Devam edilecek mi?' sorusuna da 'Evet..' karşılığını veriyor.
Bir Amerikalı gazeteci, dün, bu cevaplar karşısında, 'Abraham Lincoln internetten bahsediyor, Albert Einstein bileşik faizin erdemlerini övüyor..' benzetmesi yapıyordu.. Yazar, ayrıca, 'Husîlere karşı bir hafta süren ve anayasaya aykırı ve kesin olarak etkisiz bombalamalar'dan da söz ediyor, bu kararlarını Kongre'den izinsiz yaptığı için ve şöyle devem ediyor:
'Hamas'ın 7 Ekim'deki ölümcül saldırısından bu yana Biden'ın İsrail politikası açıkça felaket oldu. Gazze'de 23.000 Filistinli sivilin ölümüyle sonuçlanan askerî harekât boyunca, (...) Netanyahu'yu kucaklamaya devam ediyor ; okulların, hükümet binalarının ve hastanelerin kasıtlı olarak yok edilmesi; ve bölgede hatırlatıp, 'sanki bütün bunlar kötü değilmiş gibi, Netanyahu artık ABD Başkanının 'bir Filistin devletinin olmayacağı'na dair açıkça söz veriyor.
Yine de Biden'ın gündeminin büyük kısmı siyasî engellerle sekteye uğrasa da, bu savaşa desteği sürdürmek için, İsrail'e daha fazla silah nakletmek için Kongre'yi by- pass etti.
Biden'ın ilk döneminin başlarında ABD'yi Afganistan'dan çektiğini unutmak kolay. O zamandan beri, ileriyi göremeyen bir Soğuk Savaş güç gösterisine geri döndü.
Ancak Biden'ın kendi sözleri durumu bundan daha iyi özetliyor:
Çalışıyor mu? Hayır.
Devam edecek mi? Evet.'
*
Evet, Amerikan emperyalizminin sonu da, Sovyet Rusya Komunist İmparatorluğu'nun âkıbetine doğru mu koşuyor?
Sami Kal
RAMAZAN SUCU TEKAUT ASTSUBAY DINI AKP IMANI RTE OLAN CAKAL SIYASI FAHISE LER GIBI KININI KUSUP KACAN ZAVALLI BEN HAYIR DEDIM VE BURDAYIM HESABI OLAN KINI OLAN PESIN YAZSIN. BE HEY DANGALAK DAHA GEÇEN GÜNE KADAR SAIDI KURDİ YE EVLIYA FALAN DIYORDUN KALKMIS SIMDI BENI YARGILIYORSUN SENI IDARE EDINCE KENDINI ADAM SANAN ZAVALLI DIKKAT ET SEN
NLE YOLUMUZ KESISMESIN
Yorumlar
İLMİ SİYASETİ ANLAMAMIŞSIN MAKSAT EHLİ SÜNNETİ ÖĞRENMEK UYGULAMAK VE YAYMAKDIR GERİSİ LAFI GÜZAFDIR AMA BAZILARI SİYASİ GÖRÜŞÜNÜ EN ÜSTE KOYUYOR GİBİ BU GİDİŞLE HEP AYNI HEP AYNI DEYİP ORTA SAYFAYIDA OKUMAZSIN (ALLAH KORUSUN) HAKİKİ MANADA OKUSAYDIN BÜYÜKLERE BU KONUDA İTİRAZ EDİP DURMAZDIN ALLAHA ISMARLADIK. Bunu bana yazan Dangalak yıllarca Türk ordusunda hizmet etmiş sonradan görme ve sonradan dönme ankarada ikamet eden TEKAUT astsubay ramazan sucuw
Yorumlar
|
Bugün 471 ziyaretçi (618 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|