|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
TEVHİD VE KELAM İLMİ
Tevhid ve Kelam
Takdim
Birkaç Söz
Takriz
Dilimin Döndüğü Radar
Bazı Düşünce Ve Özleyîşler
İSLAM İNANÇLARI
Takdim
Bütün ilâhî dinler, herşeyden önce tevhîd âkidesine, iz´ân ve ihlâs ile inanılması gereken îmân esaslarına îstinad eder. Bu bakımdan, akâid dediğimiz inanç esasları, her dinin temelini teşkil eder. O kadar ki, bu esaslara katiyetle inanılmadan yapılan ibâdetler ve diğer güzel işler. Allah ka-hnda makbul değildir. İşte bu sebepledir ki, müslüman olabilmek için, önce sağlam ve tam bir akideye sahip olmak lâzımdır. Zira akide dînin temeli, Allaha ibâdet, sâlih amel ve güzel ahlâk ise, dînin bina ve gayesidir. Nasıl ki temel olmadan bina, kök olmadan gövde ve meyve olamazsa, sağ-İam bir akide olmadan da müslüman olunamaz. O halde her müslüman. herşeyden önce îman ve inanç esaslarını bilmek ve bunlara samimiyetle inanmakla mükelleftir. Ancak böylece, Allah indinde yegâne hak ve gerçek din olan İslâm dînine girilebilir. Bu bakımdan. Zâtı Bârî´ye, Peygamberliğe ve Âhirete taallûk eden yüce hakikatten bizlere öğreten Akâid veya İlm-i Kelâm adını verdiğimiz bu İlmin. İslâmî İlimler arasındaki yeri çok mühim ve yüksektir.
Gerçi İslâm âlimleri, bu ilme gereken ehemmiyeti vermişler ve bizlere kıymetli eserler bırakmışlardır. Fakat bu eserlerin çoğu Arapça olduğu için, müPÎüman halkımız bu eserlerden faydalanamamaktadırlar. Yazılan Türkçe eserler de, bilhassa son yıllarda çok azalmıştır. Onun için, her gün biraz daha artan ihtiyacı karşılamak ve genç neslimizin de anlayacağı yeni bir dille İslâm inançlarını halkımıza sunmak gerekmektedir.
İşte bu mühim ihtiyacı karşılamak gayesiyle, dînî ve aklî ilimler üzerinde uzun yıllar çalışarak, ihtisasını yapan, ehliyet ve dirayetine güvendiğimiz Müşavere Hey´eti Âzasından Dr, Ali Arslan AYDIN, «tstâm İnançlar» ve Felsefesi {Tevhîd ve Kelâm)» adını verdiği bu eseri hazırlamış, müslüman halkımızın ve genç neslin istifadesine sunmuştur.
Halkımıza, teşkilâtımız mensuplarına ve bilhassa din tahsili yapan gençlerimize emniyetle tavsiye ettiğim bu kıymetli eserin genç müellifini tebrik eder, daha birçok ilmî eserler hazırlıyarak dînimize ve milletimize hayırlı hizmetler yapmakta muvaffak kılmasını Cenâb-ı Hak´dan niyaz eylerim.
16 Rebiuİevvel 1384 Ankara 24 ağustos î964
Hasan Hüsnü ERDEM Diyanet İşleri Başkanı [1]
Birkaç Söz
Genç ilâhiyatçımız Dr. Ali Arslan AYDIN, çok faydalı olduğu kadar» ehemmiyetli bir eser ile karşımıza çıkmaktadır.
I Müellif, büyük emek ve sabır mahsûlü olan eserinde, «İslâm İnançları ve Felsefesi, Tevhîd ve Kelâm» mevzuunu ele almaktadır. İki cildden ibaret olan bu kitabın şimdilik yalnız birinci cildi neşredilmekte ve muhtevasını, umûmî malûmat ve İlahiyat bahisleri teşkil etmektedir.
Müellif bu mühim eserini, bir giriş ile iki büyük kısma ayırmaktadır.
Giriş kısmında Kelâm ilminin tarifi, mevzuu, gaye ve fâidesi, diğer ilimler arasındaki yeri, Tevhîd ve Kelâm ilminin doğuşu ve gelişmesi kısaca anlatılmaktadır.
Birinci kısım, Kelâm ilmi ile alâkalı umûmî esaslara tahsis edü-imiş olup dört bölümden ibarettir.
İkinci, yani İlahiyat kısmı, Allâhu Teâlâ´mn Zât ve Sıfatları ile Fiillerinden bahseder. Bu kısım altı mühim bölüme ayrılmıştır. İslâm´da îmân´m hakikatine ve amel ile olan münasebetine tahsis edilen bir fasıl, bu kısmın başında yer almaktadır. Aynı kısımda, mevzu icabı, muhtelif felsefî görüşler de (meselâ : Kant ve Descartes´-inkiîer) ve bunların İslâm talimatı muvacehesindeki durumları tes-bit edilmiştir. Bilhassa maddecilerin (materialistes) bu âlem hakkındaki görüşleri burada ^le almıp izah ve ibtâl edilmiştir.
Aynı şekilde bu eserde, İslâm topluluğu içinde teşekkül eden muhtelif dinî ve felsefî mezheblerin (Eş´arîler, Mâtürîdîler, Mu´tezile, Cebriyye ve Kaderiyye gibi) görüşleri ayrıca tedkik edÜip haklarında lâzım gelen hükümler verilmiştir
Malûm olduğu üzere, Tevhîd ve Akâid ilmî mes´eleleri vaz ediyorsa, Kelâm ilmi bunların müdâfaasını (apologetique) yapmaktadır, îslâm inançları ve felsefesi, yani Tevhîd ve Kelâm, diğer tâbirle, Theologie Dogmatique, bu eserde vazıh bir şekilde îzâh edilmiştir. Esasen bu kitab, Konya Yüksek îslâm Enstitüsü talebesinin bu sahadaki ihtiyaçları ve müfredat programı gözönüne alınarak telif edilmiştir. Dolayısiyle bunu bir nevi d^rs kitabı olarak telâkki etmemiz ıcabeder. Bu yüzden, telif esnasında, müracaat edilen zengin bibliyografya teker teker gösterilmemiştir. Fakat kitap okunurken, bu hakikat sezüebilmektedir.
Bu sahada yazılmış eski kitapların çoktan tükenmiş ve birçok bakımlardan esasen eskimiş olmaları, son zamanlarda ise, zikre değer başka eserlerin vücuda getirilmemiş bulunması nazarı itibare alınırsa, bu yeni eseri, ileride beklediğimiz diğer eserlerin şimdiden hayırlı bir müjdecisi olarak kabul etmemiz icabeder. Bu mühim branşta ihtisas sahibi olan genç müelliften bunu haklı olarak beklemekteyiz.
Bu kitabın neşri münasebetiyle büyük takdirimizi beyan eder, müelife ilerdeki buna benzer ilmî faaliyetlerinde başarılar dileriz. Ankara - 8 Eylül 1964
Muhammed Tayyiç OKÎÇ
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Profesörlerinden
Muhterem Üstad´a sunduğumuz müsveddelerde, evvelce teksir ediliri bazı-dip notlarının yazılmadığı görülmüş ve bu notlar, baskıya verilen nüf ya yazılmıştır. Tavzih eder. Üstad´dan özür dileriz. [2]
Takriz
İslâmî jl´imler içinde rütbesi en yüksek olanı, şüphesiz ki, İlm-i Tevhîd ve Kelâm´dır. Çünkü, kulun Allah´ına karşı her şeyden evvel medyun bulunduğu îmân vazifesinden bahseden İlim, budur. Binâenaleyh bu ilim, İslâmî ilimlerin temel taşı mesabesindedir.
Maalesef uzun yıllardır, memleketimizde, İlm-i Kelâm´a dâir günün müslümanlarını tenvir ve tatmin edecek eserler gittikçe azalmış ve nihayet yok denilecek dereceye inmiştir. Bu sebeple müslümanlar, dinî esâsâtt lâyıkıyla öğrenememiş; binnetice ortaya pazarlık mahsulüne benzeyen, birbirinden daha acayip bir takım istisnaî ı îmân şekilleri çıkmıştır. Meselâ :
Bugün bir takım müslümanlar, Allâh´dan başka bir şeye inanmıyor. Diğer bir takımları, Allah ile Peygamberden başka inanılacak bir şey kabul etmiyor. Bazıları, buna Âhİret umurundan birini veya bir kaçını ilâve ile tasdik ediyor. Bu suretle sayısız îman şekilleri meydana geliyor. Ve tabiî bu eşkâl ve elvanın sahipleri kendilerini müslüman addediyor. Halbuki ha-kikatta bunlardan hiçbirinin îmânı tam ve sağlam değildir. Zira îmân -. «Ben neyi istersem onu kabul ederim, istemediğimi atarım.» demek değil, inanılması zarurî gösterilen şeylerin tümüne inanmağa derler. Bu konuyu inceleyen ilim de, Tevhîd ve Kelâm ilmidir.
İşte, Diyanet İşleri Müşavere Hey´eti Âzasından ve Konya Yüksek İslâm Enstitüsü İlm-i Tevhid ve Kelâm Öğretmeni muhterem arkadaşımız Dr. Ali Arslan Aydın bey te´lif buyurdukları, «İslâm İnançları ve Felsefesi (Tevhîd ve Kelâm)» adlı eserle, bu hasta inançları tedâvî yolunda pek mü~ him bir adım atmıştır. Yeni neslin de anlayabileceği bir dil ile kaleme alınan bu ilmî eser, sahasındaki mühim bir boşluğu doldurmaktadır.
Binâenaleyh bu ıbapta sözü uzatmaktan sarf-ı nazar ederek, muhterem müellifi tebrik eder, kendilerini daha nice İslâmî müellefâta muvaffak buyurmasını Cenâb-ı Hak´dan niyaz eylerim.
27 Ağustos 1964
Ahmed DAV U DOĞ LU
İstanbul Yüksek îslâm Enstitı Müdürü [3]
Dilimin Döndüğü Radar
Dr. Ali Arslan Aydın Bey´i, henüz Mısır´da bulundukları sırada uzaktan uzağa ismen tanımış, İslâmi ilimler sahasında milletçe ve memleketçe duyulan boşluğu doldurmak üzere yetişenlerin ön safında olduklarını öğrenerek, keyfiyeti sevinçle karşılamıştım.
Yüz yıllar boyunca İslâm Âlemine kıhçlariyle olduğu kadar, kalemleriyle de hizmet etmiş bulunan Türklerin kılıç ve kalem şehitlerinden armağan kalmış yurdunda, artık hem dînî ilimler öğretimi, hem dînî ilimler öğretim müesseseleri, herkesin bildiği sebep ve âmiller yüzünden, zamanla indirâsa uğramış, hattâ bir aralık, Ürgüplü Hayri Efendi merhumun medreseleri ıslâh yolunda atmak istediği adımlardan, üst üste gelen yenilgiler ve bu yenilgilerin husule getirdiği sosyal çalkantılar dolayısiyle müsbet bir netice alınamamış, bu da yetmemiş gibi, Medreset-ül - Mütehassisin kapanmış, istanbul Dâr-ül - Fünûnu´na bağlı İlahiyat Fakültesi gelişmeden ve daha kuruluş hâlinde iken kapısını isteklilerin yüzlerine kapamak mecburiyetinde kalmıştı.
Memleketin din âlimine olan ihtiyacı İse, gün geçtikçe artmağa, «Bakıyye-i Eslâf» dediğimiz seçkin zevatın, ezcümle : Elmalıh Müfessir Muhammed Hamdİ Yazir, Arapkirli Hüseyin Avni Efendilerin, İzmirli İsmail Hakkı Beylerin, Babanzâde Naîm Beylerin, Manastırlı İsmail Hakkılarm, İsmail Fennîlerin, Ferid Kamların, Meh-med Âkiflerin, Şerefeddin Yaltkayalarm... birer, birer ya hayat sahnesinden çekilmeleri, veya tedris hayatından uzaklaşmaları ile, bu uzun zamanların bereketli ve hareketli sahası ıssız bir göl manzarası almağa başlamıştı.
Hâsıl olan boşluğu gidermek için iki yol vardı : |
Bari» kaderin lûtfiyle hayatta kalmış kimselerden hususî surette ders alma yolu;
Diğeri, resmî müzaheret görülmemesine rağmen ferdî teşebbüslerle, kazanılan fırsatlarla İslâm Âleminin belli başlı ilim ve irfan merkezlerinden birine giderek ve türlü güçlüklere katlanmayı göze alarak, dînî ilimler alanında sistemli bir tahsil görme yolu...
Birincisi, belki maddî imkânlar bakımından daha elverişli, şartları itibariyle daha kolay bir yoldu. Lâkin yeteri kadar.verimli olamazdı. Teferruatlı bulunan İslâmî ilimlerin bütününü bir zatdan almanın zamanı çokdan geçmişti. Esasen öyle allâme üstadlar çoktan göçmüştü.
İkincisi, elbette güçlüklerle, bir yandan gurbet, bir yandan da ilim ve taallüm çilesine katlanma zaruretleriyle dolu bir yoldu. Lâkin bu güçlüklere göğüs gerdikten, çilelere katlandıktan sonra netice, muhakkak surette göz ve gönül doyurucu, ihtiyaçlara gereği gibi cevap verici olacaktı.
işte aziz dostum, dünyada ve âhirette îman ve irfan kardeşim Dr. Ali Arslan Aydın Bey, Allah aşkıyle, Resûlullâh sevgisiyle, Tev-hîd´e hizmet ahdiyle bu ikinci yola girenlerden, girdiği yolun mezâ-himini göze alanlardan, olanca varlığını o ilâhî aşka, o ruhanî sevgiye, o ulvî hizmet ahdine verenlerden biridir. Ruhunda duyduğu, cem´iyette gördüğü boşluğu gidermek gayesiyle, bir ilim ve irfan kaynağına koşanlardan, orada kemâliyle dolup dönenlerden biridir.
Kendilerini, yurda geldiklerinden sonra şahsen tanımak bahtiyarlığına erdim. Bir aralık da, Konya Yüksek İslâm Enstitüsünde kısa bir müddet için birlikte öğretmenlik etmek zevkini tattım. Benim oradaki öğretmenliğim bir sel misâli geçip gitti. Onun, kim ne derse desin memleket ve millet için cidden lüzumlu ve hayırlı olduklarına inandığım, bu inançla açılmalarına, gelişmelerine ve yurt sathına yayılmalarına vüs´um nisbetinde ve Allah´ın lûtfu ölçüsünde çalıştığım Yüksek İslâm Enstitülerinin birinde, Mevlânâ´nm himmet ve rûhaniyet gölgesinde kurulan Konya Yüksek İslâm Enstitüsünde öğretmen olarak vazife görmesi, hem de kara, kışa, icabında, karakışa ehemmiyet vermeksizin gidip gelmek zahmetlerini göze alarak, binbir müşkile göğüs gererek, esas görev yeri Ankara´da iken Konya´da, Ankara´dan 255 kilometre ötede ek görev kabul etmesi, tahsil için Mısır´a giderken gösterdiği Allah aşkının, Resû-lullah sevgisinin, Tevhide hizmet ahd ve cehdînin vicdanında hâlâ olanca diriliğiyle yaşadığını göstermektedir.
îlim sahasında «î´Iâ-yi Kelimetullah» bence işte budur. Unutmamak gerektir ki; «Kelimetullâhi hiy-el - Ulyâ».
Ve işte ecri, ücretten üstün tutma zihniyeti... Dâima hatırlamak gerektir ki; «Inne-Allâhe la-yudîu ecr-el -muhsinîn».
Doya doya, tarife sığmaz hazlar duya duya okuduğumuz bu eser, onun Konya Yüksek islâm Enstitüsünde takrir ettiği Kelâm ilmi derslerinin özü, genç bir Kelâm âliminin seviyeli sözüdür. ;
Bu eser, İlahiyat Fakültesinde ve Yüksek islâm Enstitülerimizde okuyanlar için olduğu kadar, islâm dîninin ilmiyyât ve fik-riyyâtmdan nasip almak isteyenler için de elden düşürülmiyecek, başta tutulacak bir kitaptır; bir Kitâb-ı müstetâb´dır.
Bilinen bir gerçektir ki Kelâm ilmi, mü´min kişinin taklid şeddini aşıp, tahkik haddine ulaşabilmesini mümkün kılan yegâne yoldur. Gerçi îmân, bir mevhibe-i Rabbaniyye, bir atıyye-i Sübhaniy-yedir. Lâkin o mevhibenin şükran ve atıyyenin imtinan borcu, ancak Kelâm ilminin derinliklerine dalmakla, bu derinliklerden hakikat incileri almakla, bu incileri gönüllere salmakla olur.
Dr. Ali Arslan Aydın Bey, Urvet-ül - Vüska´ya yapışmanın, f; Habl-i Metîn-i îlâhî´ye sarılmanın misalini vermiş, bu değerli eseriyle «Ebû Hâmid el - Gazzâlî´lerin ve Fahr-i Fâzîierin» nurlu yoluna girmiştir.
ty Şuna inanıyorum ki, Kur´ân-ı Azîm-üşşan´ın hakikatini anlamak, Resûl-i adîm-ul akrân´m hüviyetini kavramak, iki ilmi elde etmeğe bağlıdır : .
Bu ilimlerden birincisi Kelâm ilmi, ikincisi Tasavvuf ilmidir.
Diğer bir deyişle, ilâhî gerçekler burcuna yükselebilmek için,
insan ruhuna iki kanat lâzımdır : .
Kelâm kanadı, Tasavvuf kanadı.
Kelâm : Kal´in makal olması,
Tasavvuf : Makal´in hâl olmasıdır.
MakaTin de, hâl´in de gayesi: Azamet-i Ehadiyye ve hakikati Muhammediyye karşısında nâtıka-i beşeriyyenin lâl olmasıdır.
Kelâm : ilim gücüyle «Sidret-ül-Müntenâ»´ya varış, Tasavvuf : İrfan neşvesiyle, burhan feyziyle aczin kemalini idrak ile Hakikat-ül - Hakâyık´ın tecelligâhı olan Südde-i Kibriya´da yalvarıştır.
Kelâm ilminin başlamasıyladır ki şek´ler yakîn´e, Tasavvuf ilminin sistemleşmesiyledir ki oluş´lar buluş´a, sezişler görüşe inkılâb etmiştir.
Kelâm : İlmi nura iletmiş, Tasavvuf : Ruhu huzura yitirmiştir. Kelâm : «Ver - Râsihûne fi´l-ilm» tavsif-i Rabbanisine, Tasavvuf : «Elâ - inne Evliya´ - Allah» tebşîr-i Sübhânîsine mazhar olan zevâtm yoludur.
Gerek Kelâm, gerek Tasavvuf, îslâm dininin yayılma çağlarında Veseniyyet´den gelen şaşırtıcı, yanıltıcı, şüphe tuzağına düşürücü cereyanlara karsı uyarıcı, aydınlatıcı, kurtarıcı hizmetler görmüştür.
Bu hizmetleri burada sıralamaya, saymaya lüzum yok.
Lüzum yok; çünkü bu cidden değerli eseri îm´ân gözüyle okuyanlar, Kelâm ilminin ehemmiyetini gereği gibi kavrayacaklardır.
Tasavvufa gelince, o, ayrı bir sahadır. Erbabının himmetim bekliyor.
Dr. Ali Arslan Aydın Bey´i böyle bir eseri ilim âlemimize kazandırdıklarından dolayı tebrik eder, emsalinin neşrinde de kendisini muvaffak kılmasını Cenâb-ı Hak´dan niyaz eder, değerli ilim adamımızın yolundan gidenlerin çoğalmasını candan dilerim.
23 Rebiülevvel 1384 Ankara
Kemâl Edîb KÜRKÇÜOGMJ
İlahiyat, Dil - Tarih Fakülteleri Sabık Öğretim G
İstanbul ve Konya Yüksek İslâm Enstitüleı
Sabık Öğretim Üyesi[4]
Bazı Düşünce Ve Özleyîşlee
Sayın Dr. Ali Arslan AYDIN, benden bu eseri için bir düşünce yazısı İstedi. Verdiği müsveddeyi dar vakitte tamamiyle okuyamadığımdan, esas yönünden de kendimi bu işe dilediğim derecede yetkili bulmadığımdan bahsettim. Ancak onu, bu konuda ikna edemedim : Beni değerlendirmekte çok ileri gidiyordu. Teveccühlü sözleriyle, bir vazifeyi yapmaya çağrılmış durumda kalmış oluyordum. İşte bunun için Sayın Aydın´tn eserinin, «Tevhîd» le ilgili bazı özleyişlerimi bir daha belirtmeye vesile olacağını söyledim.
Bizim kuşağımızın çocukları, okumaya, besmeleyle ve «Ey beni Yetiştiren, kolaylat da güçleştirme; ey beni Yetiştiren, hayırla tamamlat.» anlamında Arapça bir dua ile başlatılırdı. Bu başlangıçtan önce, aile hayatımızda büyüklerimiz, dînî bilgiler, telkinler ve örneklerle bizi hazırlamağa çalışırlardı. Kur´ân, ilk okuma kitabımızdı. Türkçe okumaya ondan sonra başlardık.
Sıbyafi (İlk okula basamak), İbtidaî ve Rüşdî (ilk öğretimin birinci ve İkinoİ devreleri), İdâdı (Orta-Lise) mekteplerinde, bize genişçe bir din bilgisi verilirdi.
Din bilgisinin (İlm-İ Kelâm) demlen dalındaki bahisleri,, İdâdî´nin bi-rinci sınıfında «Mevâidül İn´âm Fi Berâhîn-i Akaaid´il İslâm» başlıklı bir kitaptan ve bu dersin hocasından öğrenmeye başlamıştım. İkinci sınıfta, «Akaaid, İlm-i Kelâm» adları altında İslâmî inançlar hakkında bilgi almağa devam ederken, «Hakâyık-ı eşya (Eşyanın hakikatleri)» meselesi etrafındaki felsefî görüşler yüzünden bir sarsıntıya uğradım. Bu sarsıntıyı, dilimize çevirdiğim İbn Rüşd Felsefesi´nin ikinci «Önsöz»´ünde [5] şöyle deyimlemiş-tim : «İbn-i Rüşd´ün felsefesini, delikanlılık çağımda Mülkiye-i Şâhâne (Mercan) İdâsî´sine devam ederken, Arapça metninden dilimize çevirmeye özenmiştim; birkaç sahifesini çevirmiştim de.. Bu cesaretli teşebbüse o zaman İlmî, felsefî ve dînî şüphelerimin bir buhran hâlini almaya başlaması yüzünden girişmiştim. Mektep dersleri, beni duyuramıyordu; hem gönlüm.hem zihnim aç kalmıştı. Buhrandan kurtulmak için kendilerine güvenme! ve dayanmak istediğim büyük çapta mütefekkirlerden biri de İbn Rüşd ol muştu.»
Orta öğrenim hayatımda bir yandan fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi olumlu bilimlerle´ akılcılığın etkisi altında bulunuyordum. Öte yandan İlm-i Kelâm dersleri de, akılcılığa İslâmî bir çeşni vermek istiyordu. Böylece, İlm-i Kelâmla, bir nevi «İslâmî akılcılık» yolu tutulmuş bulunuyordu.
Felsefeye yönelmemde ve dalmamda, İlm-i Kelâm´ın «Hakâyık-t eşya = Eşyanın hakikatleri» bahsiyle uğradığım sarsıntının büyük ölçüde hazırlayıcı etkisi olmuştur. «İbn Rüşd´ün Felsefesi» kitabının yukarıda ilk satırlarını naklettiğim İkinci «Önsöz»´ünde, o sarsıntıyla başltyan uyanıklığın benî eriştirdiği merhaleyi belirtmeye çalışmıştım. «İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü Dergisi»´nin II nci sayısında çıkan (S. 47} -Kur´ân´da Akıl» başlıklı yazımdan da o merhaleden yoluma nasıl devam ettiğim anlaşılır.
Sayın Aydın´ın eserine taktığı ad ki «İslâm İnançları ve Felsefesi» (Tevhîd ve KelâmJ´dır İslâm inancı tarihinden bir özettir. Kendisiyle konuşurken, bu adı nasıl ve niçin seçtiğine dair ileriye sürdüğü düşünceler, eserini yazmak için harcadığı emeğin değerini de belirtmiş oluyordu. Kendisine bu münasebetle «İslâm dininde akıl, vahy» bahsiyte ilgili özleyişlerimden söz açtım. O, bu konuları kitabının ikinci cildinde işleyeceğini, bu yoldaki derinleştirmeleri iss, «İhtisas» sınıflarına bırakacağını söyledi. Bu duruma göre, ben de onun, dînî inanç tarihimizin akışına göre yürüyen eserinin; okuyanların zihinlerinde, bu tarihi ileriye doğru koşturan, İslâm inancını, vahiyle kaynaşmış dinamik akıl anlayışıyla geniş ufuklar içinde daha çok aydınlatan bir takım sorular uyandırmasını umuyorum. Akıl da vahy de aynı kaynaktan feyz alan ilâhî bağış (mevfribe)´lardir.
Rahmetli üstadım İsmail Hakkı İzmirli´nin «Mulâhhas İlm-i Tevhdî»´i ve «Yeni İlm-t Kelam-1!, «Tevhîd ve Keiâm»´ı yürütmek yolunda açılmış birer çığır, atılmış birer adımdı. Sayın Aydın´ın eseri de o yolda harcanılmış değerli bir emeğin verimidir.
Hira Dağında yükselen ilâhî «İkra´ = Oku!» emri karşısında insanlığı, bütün olgunluğuyla ve ululuğuyla temsil eden Peygamberimizin duyduğu yüce ürpermenin ve heyecanın yankıları, inanmış yüreklerde hâlâ devam ediyor. Birlikçi bilim (İlm-i Tevhîd); insanlığın bu emri derinliğine kavrıya-bilmesi ve yaşayabilmesi için, yine o emri yorumlıyan ve açan âyetlerin ışığı altında -Birleştirici» bir kuvvet ve hidayet kaynağıdır.
İstanbul - 28 Ağustos 19Ç4
Nevzad AYASBEYOĞLU
İstanbul Y. islâm Enstitüsü İslâm Felseİ ve Mukayeseli Dinler Tarihi Hocası
«Ey Rabitimiz!
Bize, Yüce Katından Rahmet Ver,
Ve (Her) İşimizde (bizi) IJaşarıya Hazırla (Ulaştır.)»
(Kur´an-ı Kerîm - Kehf : 10 Meali) [6]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:13-14.
[2] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:15-16.
[3] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 17.
[4] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:18-21.
[5] İbn Rüşd´ün Felsefesi, 1 Fas-ül Mekal. 2 Kitab-ül Keşf tercümesi, Nev-zad Ayasbeyoğlu. Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1955, s. 15
[6] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 22-23. - See more at: http://haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=4695&BID=54#sthash.O8DoNKrv.dpuf
Önsöz
Rahman ve Rahim olan Allah adiyle
İnşam en şerefli varlık olarak yaratan, bu âlemi ve âlemdeki her türlü yaratığı onun emrine veren ve bizleri îman, îslâm ve akıl nuruyla ziynetlendiren Yüce Allah´a sonsuz hamd ve sena...
Beşeriyeti Tevhîd inancına, hidayet yoluna ve en güzel ahlâka yöneltmek için gönderilen, Peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusu sevgili Peygamberimize, onun nezih aile efradına, fedakâr ve vefakâr ashabına ve yolunda yürüyen îmanh ve iyi ahlâklı insanlara sonsuz selâm, sevgi ve saygı...
îslâm, dini, ilâhî vahye dayanan semavî dinlerin sonuncusudur, îslâm; bütün beşeriyeti hidâyete ve doğru yola davet eden, ferd ve cemiyet olarak insanları özel ve sosyal hayatlarında refah ve saadete kavuşturan her türlü esasları getiren ve onları en güzel ahlâka yönelten, bunun yollarını öğreten ilâhî bir nizamdır,
îslâm dini, bu dünyayı imâr ve ıslâha memur edilen, bunun için de, âlemdeki bütün varlıklar emrine ve hizmetine verilen insanların, daima yükselip ilerlemesini sağlayan ilâhî nizamı, yani gerçek inançları, iyi ve güzel amel, sosyal adalet ve güzel ahlâk esaslarını getiren en son ve en mükemmel bir din, ilâhî bir yoldur.
îslâm dîninin getirdiği ilâhî gerçekler, akla ve mantığa, hikmet ve burhana dayanır. Çünkü o, dâima akl-ı selime hitabeder ve onu sapık inançlardan koruyarak, hak ve gerçeğe yöneltir. însan aklına ve ilmî gelişmelere ışık tutar.
îslâm dini, insan aklım ilâhî nur ile aydınlatan, ona ilim ve irfan yolunu açan ve insanı ortaksız ve benzersiz bir tek Allah´a ibaelet ve iyi amel yoluyla nefsini ıslâh edip, onu kemâle ve güzel ahlâka erdiren, akıl ve irfan, hak ve adalet, ahlâk ve fazilet dînidir. Bu yüce dînîn en büyük kaynağı, ilâhî vahye istinad eden Kur´ân-ı Kerîm´dir. Bu yüce kitap, zamanımıza kadar ilâhî hüviyeti muhafaza edilen ve beşer sözü karıştırılmayan yegâne hak ve mukaddes kitaptır.
Aslında ilâhî ve mukaddes olduğuna inandığımız Tevrat ve In-cil ise, zamanla tahrif ve tebdil edilmiş ve böylece ilâhî hüviyetini kaybetmiştir. Bu husus, Allah Kelâmı olan Kur´ân´da bildirilmiştir [1] Tevrat ve incil´in hakîkî nüshalarının mevcut olduğunu, bu dinin sâlikleri dahi iddia ve isbat edememektedirler. Dinler Tarihi, Tevrat ve İncil´in çeşitli ve birbirine uymayan nüshaları, bu gerçeği isbat etmektedir.
Buna mukabil, İslâm dîninin ilâhî kaynağı olan Kur´ân-ı Kerîm, Peygamberimize nasıl ve ne şekilde nazil olmuşsa aynen ve harfiyyen teabit edilmiş, hafızalara nakşedilmiş, Vahiy Kâtipleri tarafından derhal yazılmış, Peygamberimize inzal olunan Allah Kelâmı olarak bize kadar aynen ve tevâtüren nakledilmiştir. Bu gün, bütün İslâm âleminde Mukaddes Kitap olarak inanılan ve Allah Kelâmı olarak kabul edilen Kur´ân-ı Kerîm, ondört asır önce Peygamberimize Allâh-u Teâlâ tarafından Cebrail vasıtasiyle vahyolunan Kur´ân´ın aynıdır. Hiç bir kelimesi değiştirilmemiştir. Kıyamete kadar ilâhî hüviyetini muhafaza edeceğini yine Allah, Kur´ân´ında ilân etmektedir [2]
Yukarıda kısaca ifadeye çalıştığımız İslâm dîninin Özellikleri, onun ilâhî ve gerçek din olduğuna inanan kimselerin hislerine ve dînî inançlarına dayanan indî ve mesnetsiz sözlerinden ibaret olmayıp, akla ve vahye dayanan çeşitli Isîâmî ilimlerde, ilmî metodlarla tenkid ve tahlil süzgecinden geçirilerek isbat edilen kesin hakikat-lardır.
Biz bu kitapta, İslâm dîninin bütün yönlerini değil, yalnız îti-kad ve inanç esaslarını, bu esaslarla ilgili Kelâm mes´elelerini ve bunları anlamakta yardımcı olan genel bilgileri beyan etmek, bu inançları isbat eden dînî ve aklî delilleri zikretmek, çeşitli görüşlerin tahlilini yaparak, bunlardan kabule şâyân olanını gerekçesiyle birlikte belirtmekle yetineceğiz.
Kitabımıza niçin bn ismi verdiğimize ve ihtiva ettiği bölümleri beyana geçmeden önce, şu hususu da hatırlatmak isteriz ki; her i§ bir inancın eseridir. Yani inanç esas, yapılan işler de o esasdan doğan eserlerdir. Yapılan işlerin doğru, iyi ve güzel olması ise, gayedir. O halde gerçek ve sağlam inanç, insanı iyi ve güzel işler yapmağa, dolayisiyle kemâle ve güzel ahlâka ermeğe sevkeder.
Bu kısa ve mantıkî istidlalden de anlaşılacağı üzere, insanın güzel ahlâk sahibi olabilmesi, ilâhî vahye istinad eden îman ve inanç esaslarını bilmesine ve bu esaslara kalbinin bütün samimiyetiyle inanmasına bağlıdır. O halde, îman ve inanç konulan, her şeyden önce gelen, bilinmesi ve benimsenmesi gereken esaslardır. Bu gün dünyayı iki kitleye ayıran ve çeşitli mületleri bir cephede toplayan en kuvvetli sebep, inanç mes´elesi, kısacası Allah´a ve manevî varlıklara îman veya onları inkâr dâvası değil midir
İşte bunun içindir ki, bütün ilâhî dinler, îman ve inanç mes´e-lesini herşeyden önce ortaya koymuş, onu ana ve en mühim dâva olarak insanların idrâk ve iz´ânma sunmuştur. Bütün semavî dinler, insanları tevhîd akidesine çağırmışlar, ortaksiz ve benzersiz bit tek Allah´a ibadete, O´nun elçileri olan Peygamberlerine, ilâhî kanunları olan Kitaplarına, ruhanî lâtif yaratıkları olan Meleklerine, ilâhî hikmet ve ezelî takdiri olan Kaza ve Kadere ve nihayet ölümden sonra dirilmeye, ilâhî adaletin tecelli edeceği ikinci ve ebedî bir hayatın kurulacağına inanmaya davet etmişlerdir.
Nitekim, semavî dinlerin sonuncusu ve en mükemmeli olan îs-lâm dini, bütün insanları her şeyden önce Tevhîd akidesine davet etmiş, îman ve inanç esasları üzerinde ısrarla durarak, müslüman olabilmek için bütün bu inanç esaslarına tereddütsüz ve kesin olarak inanmanın şart olduğunu bildirmiştir.
Bütün bu açıklamalardan, îman ve itikad mes´elelerinin ne kadar önemli ve her müslümanın bilmesi ve inanması gereken konular olduğu ortaya çıkmaktadır. İşte bu sebepledir ki, İslâm bilginleri ve düşünürleri İslâm akidesi ve îtikad mes´eleleri üzerinde önemle durmuşlar, Kur´ân-ı Kerîm´den ve Peygamberlerimize isnadı kesin olarak büinen sahih hadislerden çıkardıkları İslâm inançlarını beyan ve müdafaa gayesiyle çok önemli Islâmî bir ilim vücuda getirmişler, bu konuda ciltlerle eserler yazmışlardır. Yüce Allah´ın Zât ve Sıfatlarından, Peygamberlik, Vahiy ve Mucize gibi çok yüce dînî esaslardan bahsetmesi bakımından Islâmî ilimlerin reisi mevkiinde gördükleri bu ilme, Fıkh-ı Ekber, îîm-i Usûlu´d - Dîn ve tlm-i Tevfaîd gibi çeşitli isimler vermişlerdir. Zamanla gelişen çeşitli fikir ve felsefî cereyanlar karşısında îslâm inançlarını aklî delillerle kuvvetlendirmek ve aklî metodlarla müdafaa ederek Müslümanların akidelerini korumak gayesiyle gelişen ve îslâm inançlarının bir nevi felsefesini yapan bu ilme «llm-i Kelâm» adını vermişlerdir. Başta «Tevhîd akidesi» olmak üzere, inanmamız gereken gerçek inançları açıklayan ilme, «llm-i Tevhîd» adı verildiği halde, akâid konularında ortaya çıkan çeşitli mezheplerin görüşlerini de beyan ve münakaşa ederek, tenkidleri cevaplandırmak ve şüpheleri çürütmek suretiyle İslâm İnançları üzerinde tefekkür yolunu açan ilme de, bilhassa Türkiyemizde «tlm-i Kelâm» adı verilmesi bir nevi ıstılah ve teamül haline gelmiştir. Bu görüşün tabiî bir neticesi olarak, bu ilim, Yüksek islâm Enstitülerimizde «Tevhîd ve Kelâm» adı ile iki ilim halinde mütalâa edilmiştir. Diğer İslâm ülkelerinde ise, llm-i Tevhîd veya llm-i Kelâm veya Akâid adı altında ve bir ilim halinde tedris edilmektedir.
Kasım 1962 de tedrisata başlayan Konya Yüksek İslâm Enstitüsünde «Tevhîd ve Kelâm îlmi»nin tarafımdan tedris edilmesi Millî Eğitim Bakanlığınca uygun görülmesi üzerine, bu dersleri Enstitü kürsüsünden takrir etmeğe başladım. Hazırladığım ders notları, teksir ettirilerek talebeye dağıtılmakta idi. Bu konudaki neşriyatın son yıllarda pek az olması sebebiyle artan genel ihtiyacı kısmen karşılamak maksadiyle arzu ve temennilere uyarak bu notları seri makaleler halinde neşretmeye başladım. Böylece notların büyük bir kısmı, bu güne kadar aylık iki Islâmî dergide yayınlandı [3]
Yaptığım İlahiyat tahsilinden sonra, ömrümün altı yılım alan Kelâm, Felsefe ve Mantık üzerindeki ihtisas, çeşitli ilmî etüd ve Üniversite Öğretim Üyeliği pâyesindeki (üstâziyye) Doktora çalışmalarımın verdiği nazarî bilgilerden ve hocalık tecrübelerimden faydalanmak suretiyl", her müslümanm bilmesi ve inanması gereken bütün İslâm inançlarını ihtiva eden bir eser vücuda getirmeğe karar verdim. Çünkü bu konuda son yıllarda yeni ve yeterli eserler yazılmadığına- n, böyle bir esere şiddetle ihtiyaç duyulmakta, tale-be-i ilim ve münevver halkımızca aranmaktadır.
3-i Kelâm ve İslâm Felsefesiyle ilgili bütün ana kaynaklara inmek ve bu konularda yazılan Türkçe ve Arapça bütün eserlerden de faydalanmak suretiyle vücuda getirdiğim bu kitaba, «İslâm İnançları ve Felsefesi» adım verdim. Kullandığım «Felsefe» tâbiri, ıstılahı mânâdaki mutlak felsefe veya ilahiyat felsefesi olmayıp, mâhiyet ve muhtevası bakımından bir nevi Islâmî inançların felsefesi sayılan îlm-i Kelâm´a örfen verilen bir isimdir. Kitaba verdiğimiz bu yeni isim altında, Tevhîd ve Kelâm ilimlerinin ihtiva ettiği konula-ruı incelendiğine işaret gayesiyle, parantez içinde «Tevhîd ve Kelâma kelimelerini yazmayı uygun bulduk.
Başlıbaşma birer kitap mevzuu olan bir çok kelâm konularını bütün teferruatıyla işlemek ciltler dolduracağından ve daha geniş ve uzun zamana ihtiyaç göstereceğinden, kitabın ihtiva etfiği bahisler, imkân nisbetinde özlü ve sâde bir dille yazılmış, konunun önemine göre bazı bahisler ölçülü hududlar içinde derinliğine İşlenmeye çalışılmıştır. Her konunun hazırlanmasında faydalanılan ana kaynaklar dip notunda belirtilmiş, ilmî etüd yapmak veya daha geniş bilgi almak isteyen okuyucuların faydalanacağı ilmî eserlere işaret edilmiştir. Kitaptan münevver gençliğin de kolayca faydalanabilmesi için üslûbun sadeliğine ve ifadenin açıklığına bilhassa dikkat edilmiş, türkçemize giren ve millet olarak benimsenen yeni kelimelere yer verilmiştir. Ancak, ilmî ıstılahların henüz benimsenmeyen ve konuyu kolayca anlamaya engel olan türkçeleri yerine, bu ıstılahların aynen kullanılması uygun görülmüştür. Okuyucularımın bu hususu tabiî karşılayacaklarını ümit etmekteyim.
Bu eser, okuyucularımıza iki cilt halinde sunulacaktır.
Bu yıl basımına muvaffak olduğumuz birinci cild, çeşitli bölümleri ihtiva eden iki büyük kısımdan ve giriş mahiyetindeki Ön bilgilerden teşekkül etmektedir.
Giriş kısmında, önce, Kelâm ilminin tarifleri yapılıp herbiri açıklanmış, bu ilmin mevzuu, mesaili, fayda ve gayesi, diğer ilimler arasındaki yeri beyan edilmiş,, daha sonra Tevhîd ve Kelâm ilminin doğuşu ve gelişmesi hakkında kısa ve özlü bilgiler verilmiştir.
Kelâm ilmiyle ilgili genel esaslara ve temel bilgilere tahsis edilen birinci kısım dört bölümden meydana gelmektedir.
Birinci bölümde; Şer´î hükümler ve bunların dört Islâmî kaynağı sayılan Kitap, Sünnet, Kıyas ve İcma´ hakkında bilgi veril-
mekte, Sünnet, Kıyas ve İcma´ın nevileri, özellikleri, Hadis´in çeşitleri, tçtihâd ve Müçtehidin mânâ ve şartları kısaca açıklanmaktadır.
Bu konular, aslında birer Usûl-ı Fıkıh mevzuudur. Ancak, îmân ve inanç konuları aklî delillerle birlikte, kesinlik ifade eden dînî delillere de dayandığından, dinin îtikad ve inançla ilgili emir ve hükümlerini anlamak için Şer´î hükümler, dolayısiyle bu hükümlerin kaynakları olan Kitap, Sünnet, Kıyas ve İcma´ hakkında kısa bilgiler vermek zarureti hâsıl olmuştur.
İkinci bölümde; dînî ve aklî deliller hakkında Mantık ilmindeki esaslar dahilinde genel bilgiler verilmiştir.
Üçüncü bölüm, ilmin sebeplerini ve yollarını beyana tahsis edilmiş, önce «Eşyanın hakikati var mıdır » suali kısaca cevaplandırılmış, sonra Kelâmcılann yaptığı ilmin iki meşhur tarifi açıklanmış, ilmin üç sebebi olan Selim Duyu Organları, Akıl ve Sâdık haber hakkında genel bilgiler verilmiştir. Daha sonra ilmin yolları, Kelâm ilminin metodu izah edilmiş ve din ile aklın kısa bir mukayesesi yapılmıştır.
Dördüncü bölüm, aklî hükümleri teşkil eden; Vâcib, Mümkin (Caiz) ve Müstahil (Muhal) ile ilgili genel bilgileri ihtiva etmektedir.
Kelâm ilmiyle ilgili ve ana kaynaklarda yer alan daha bir çok aklî, felsefî ve mantıkî bahisler varsa da, kitabımızın hacmi ve gayesi bakımından bu konulara şimdilik yer verilmemiştir.
Kitabın ikinci kısmı, Allah-ü Teâlâ´nm yüce Zâtından, mukaddes Sıfatlarından ve ilâhî Fiillerinden bahseden «tlâhiyyât» bahislerine ayrılmıştır.
İşte bu kısımda ve ikinci ciltte inceliyeceğimiz Peygamberlik ve Peygamberlerle ilgili «Nübüvvât» ve ikinci hayatla ilgili «Sem´iy-yât» bahisleri, İslâm Akaidini ihtiva eden Kelâm ilminin üç büyük kısmını teşkil eder, Her müslümanm inanması gereken îmân ve itîkad mes´eleleri bu kısımlarda incelenir, münakaşa, münazara ve müdafaa edilir. Hak ve gerçek inanç, kesinlik ifade eden aklî ve dinî delillerle beyan ve isbat edilir, inkarcılara karsı savunulur.
Bu ciltteki «îlâhiyyat» kısmı altı mühim bölümü-ihtiva etmektedir : .
Bunlardan birincisinde; îmanın lügat ve ıstılah mânâları, îmanın hakikati, amel ile olan alâkası hakkında bilgi verilmiştir.
İkinci bölüm, îman esaslarının birincisi ve en önemlisi olan Allah´a îman bahsi ile, varlığını isbat eden çeşitli delillere tahsis edilmiş ve bu deliller üç büyük gurupta toplanmıştır. Dış âlemden çıkarılan «Tabiî Deliller», akıl yoluyla çıkarılan «Metafizik Deliller» ve beşer tabiatından çıkarılan «Ahlâkî ve Vicdanî Deliller» adı verilen bu guruplarda; İslâm Kelâmcılariyle, ilâhiyatçı Filozofların en meşhur ve en kuvvetli gördüğümüz delilleri beyan edilmiş, mufassal Kelâm ve Felsefe kitaplarında zikredilen bütün aklî ve felsefî delillerin sıralanmasına lüzum görülmemiştir. Ancak, daha fazla bilgi istiyen okyucularımıza yardımcı olmak maksadıyla bu bölümün sonuna konumuzla ilgili en mühim eserler yazılmıştır.
Bu bölümün sonunda Maddecilerin bu âlem hakkındaki görüşleri özetlenmiş ve bu görüş tartışılarak, sapık bir mezhep olduğu ortaya konmuştur.
Üçüncü bölümde; Allah´ü Teâlâ´nm mukaddes sıfatları, bu sıfatların nevileri icmâlî ve tafsili olarak beyan edilmiş, bu konudaki çeşitli görüşler tartışılmış, bilhassa Vahdaniyet ve Kelâm Sıfatları hakkında geniş bilgiler verilmiştir.
Dördüncü bölümde; Hak Teâlâ´nm fiilleri hakkında inanılması gereken en mühim konular ele alınmış, bunlardan «Haîk-ı Ef´âl-i tbâd» ve bu bahisten doğan «Hayır ve Şer, Kaza ve Kader Akidesi» hakkında etraflı ve geniş bilgiler verilmiş, Kaza ve Kadere inanmanın îman esaslarından olduğu beyan edilmiştir. Bu bölümün sonlarında; Rızık, Ecel ve Hüsün - Kubuh mes´eleleri hakkında toplu ve özlü bilgiler sunulmuştur.
Beşinci ve altıncı bölümlerde ise, îman esaslarından Meleklere ve Mukaddes Kitaplara îman konuları incelenmiştir. Böylece kitabın birinci cildi olan bu eserde; İsl&mda îman esaslarının dördü nakkm-da geniş bilgiler verilmiştir.
Münasip zaman ve imkân bulunca tamamlayarak okuyucularımıza sunmayı arzu ettiğimiz bu kitabın ikinci cildinde; İslâm inançlarının ve îman esaslarının iki büyük rüknü olan Peygamberlere ve Âhi-ret gününe îman bahislerini tetkik konusu yapacağız. Ayrıca kitabın sonuna, en meşhur İtikadî (Kelâm) Fırkaları hakkında özlü bir bilgi ekliyeceğiz. Bu büyük konuların her birine ayıracağımız kısımlarda, bilhassa Peygamberliğin önemi, lüzumu, Peygamberlerin özellikleri, Vahyin mahiyeti ve keyfiyeti, Mucizenin önemi, müsbet ilim karşısında izahı, ölümden sonra dirilmenin keyfiyeti, Ba*s, Haşr ve Neşir, ruhun mahiyeti ve ebediyyeti, İkinci hayatın keyfiyyeti hakkındaki Islâmî ve felsefî görüşler, Cennet, Cehennem, Hesap, Mizan ve Sırat ile, Âhiret nFmetlerî gibi en mühim dînî inanç konuları ve Âhiret Ahvali hakkında geniş bilgiler verilecektir. Bu münasebetle şu hususu da açıklamak isteriz ki, Nübüvvet (Peygamberlik) ve ikinci Hayat mevzularında Arapça olarak hazırlanmış ve he7 nüz Türkçemize çevrilmemiş iki önemli eserimiz mevcuttur. Birincisi, «Kur´an´a ve İslâm Filozoflarına göre Peygamberlik» ikincisi ise, «Kelâmcıîara ve Filozoflara Göre Ruhun Ebedîliği ve İkinci Hayat» adlı 600 sayfalık Üstâziye «Doktora» tezimizdir. Kitabın ikinci cildinin ihtiva edeceği konular, daha önceden üzerinde çalıştığımız ve eser yazdığımız bahislerdir. Türkçeye çevirmeyi kararlaştırdığımız bu Arapça eserlerimizden de faydalanmak suretiyle, ikinci cildin daha mükemmel olacağını ümit ve temenni etmekteyiz. Lu-lur,-inayet ve tevfîk yalnız Allah´dandır.
Bu nâçiz eserimizle ilme ve dine küçük bir hizmette bulunabilir ve okuyucularımızın hayır dualarını alırsak, kendimizi bahtiyar addedeceğiz.
Şunu da belirtmek isteriz ki, bu eserin -her bakımdan mükemmel ve kusursuz olduğunu iddia etmiyoruz. Çünkü mutlak kemâi Allah´a, hatadan uzak kalmak ise, ilâhî vahye mazhar olan Peygamberlere mahsustur. Bu sebeple, kıymetli okuyucularımızdan istirhamımız, bu kitapta görecekleri kusurları iyi niyetimize bağışlamaları ve yapacakları ilmî tenkidlerle kitabın daha mükemmele doğru gelişmesinde yardımcı olmalarıdır.
12 Rebiülevvel 1384 Ankara 20 Ağustos 1964
Ali Arslan AYDIN [4]
İKİNCİ BASKIYI SUNARKEN
Rahman ve Rahim olan Allah adıyla
Bütün varlıkların Rabbi ve sahibi olan Yüce Allah´a sonl hamd ve sena...
Âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberim! O´nun âline, ashabına ve yolunda yürüyen mü´minlere sayısız seli sevgi ve saygı...
Gerçekte, Yüksek İslâm Enstitüsü öğrencileri için bir ders kitabı olarak hazırladığımız, sonra bazı ilâveler yaparak, «İslâm İnançları ve Felsefesi = Tevhîd ve Kelâm» adıyla müslüman kardeşlerimizin istifadesine sunduğumuz bu kitap, Diyanet mensubu meslekdaşlarımız, özellikle Yüksek İslâm Enstitüleri ve İmam - Hatip Okulları Öğretmen ve öğrencileri tarafından okunan ve aranan bir eser haline gelmiştir. Bu sebeple, ilk iki yıl sonunda mevcudu çok azalmışsa da, kitabın ikinci cildi hazırlanamadığmdan, ikinci baskıyı yapmak cihetine gidilmemişti. Fakat, ısrarla aranması sebebiyle, ikinci baskıyı yapmak lüzumu hâsıl olmuştur.
Bu fırsattan faydalanılarak kitap yeniden gözden geçirilmiş, ilk baskıda gözden kaçan bazı hatalar düzeltilmiş ve bir çok ilâveler yapılmıştır. Bu arada, kitaba üç yeni bahis eklenmiştir. Bunlar :
1- İslâm´da îmân´ın mânâsı ve amel ile olan münasebeti konusuyla yakından ilgili bulunan ve Kelâmcılar arasında, «El - Kebîre» adı verilen Büyük Günah bahsi,
2- Allah´u Teâlâ´nm Fiilleri bahsinde önemli, ihtilaflı ve meşhur bir konu olan, «Salâh ve Aslâh» bahsi,
3- Her müslümanın merak ettiği, görülmeyen gizli yaratıklardan «Cin ve Şeytan» hakkında bilinmesi gereken bazı Önemli bil-giler´dir.
Bu baskının getirdiği bir yenilik de; özellikle ders kitabı olarak okuyacak olan öğrencilere kolaylık olmak üzere, her konuda geçen tariflerin, ıstılahların, âyet, hadis meallerinin ve Önemli pragraf-îarrn siyah harflerle dizilmesidir.
Bu münasebetle, kitabın ikinci cildinin niçin hazırlananı adığı ve baskıya verilemediği hakkında okuyucularımıza bilgi vermeyi lüzumlu görüyoruz :
Peygamberlik, Vahiy ve Mucize bahisleri, İkinci Hayat ve Âhi-ret Ahvâli ile ilgili önemli îmân konulan hakkında geniş, itikadı mezhepler hakkında ise lüzumlu bilgiler vermeyi vadettiğimiz ikinci cildi hazırlamak, derin araştırmaya ve geniş vakte ihtiyaç göstermektedir. Günlük resmî görevimiz, ayrıca bu görevle ilgili olarak hazırlamamız gereken ilmî makaleler ve Radyo konuşmaları ile, vermekte olduğumuz dersıer, ikinci cild üzerinde devamlı çalışmamıza imkân vermemiştir. Fakat bütün imkânlarımızı kullanarak ikinci cildi tamamlamak ve kıymetli okuyucularımızın istifadesine aunmak azmindeyiz. Yüce Allah´dan dileğimiz, bu arzumuzu kısa zamanda tahakkuk ettirmesidir.
Burada okuyucularımıza şu hususu haber vermek isteriz : Diyanet işleri Başkanlığı dergisinde, «İslâm´da îmân ve Esasları» ad altında yayınladığımız seri makalelere, henüz neşredilmeyen yeni bahisleri de ekliyerek, «Âmentü»´de ifade edilen altı îmân esası ve her biri ile ilgili Önemli konular hakkında her müslümanın okuması gereken ve özlü bilgiler veren bir kitap hazırlamış bulunuyoruz. Bu kitap, orta boyda (takriben 300 sayfa) kadar olacaktır.
Üzerinde yapacağımız son çalışmaları Eylül ayma kadar tamamlayarak, Ekim ayında baskıya vermek emelindeyiz. Kitabın ismi; «İslâm´da imân ve Esasları» olacaktır.
Yapmakta olduğumuz Radyo konuşmalarını da. ilerde bir kitap halinde yayınlamayı düşünmekteyiz.
Gayret bİKlen, tevfîk ise yalnız Yüce Allah´dandır.
1 Temmuz 1968 5 R.Âhir 1388
Ali Arslan AYDIN [5]
YENİ BASKIYI SUNARKEN
Banman ve Kahini olan Allah Adıyla
Keremi ve Rahmeti sonsuz, lütfü ve ihsanı sayısız Yüceler YıP Rabbimize hamdü senalar olsun.
Âlemlere rahmet güneşi, insanlara hidayet rehberi ve güzel ahlâk timsâli olarak gönderilen Sevgili Peygamberimize, O´nun nezih Aile Efradına ve´ yıldızlar misâli Ashabına sayısız salât ve selâm; nurlu yolunda yürüyen mü´minlere selâm, sevgi ve saygı...
Islâmî ilimlere merakı olan ve dînî neşriyatı takip eden muhterem okuyucularımız bilirler ki; bu eser, önce, dînî yüksek tahsil yapan gençlerimiz için bir ders kitabı olarak hazırlanmıştı [6] Sonra genişletilerek, Diyanet ve ilahiyat mensubu meslekdaşlarımla, Yüksek İslâm Enstitüsü ve İmam - Hatip Okulu öğretmen ve öğrencilerinin ve nihayet azîz ve mümtaz dinkardeşlerimin istifadelerine sunuldu. Bütün bu zümre ve şahıslarca hüsnü kabul gördü, arandı ve okundu. Daha çok ilgi çekmesi temennisiyle kitaba verilen isim de, muhtevası gibi beğenilip benimsendi.
Tekrarlanan baskıları da bittiği ve ısrarla arandığı için yeni bir baskı yapmak zarureti hâsıl oldu. ikinci baskı münasebetiyle belirttiğim resmî görev ve meşgaleler, Din işleri Yüksek Kurulunun yedi üyesine ait seçimlerin Danıştayca iptali sebebiyle daha da arttığından, geniş vakte ve derin araştırmaya ihtiyaç gösteren kitabın ikinci cildi hazırlanarak baskıya verilemedi [7] Bu sebeple üzüntümüz büyüktür. Ancak hemen belirtelim ki, aziz okuyucularımıza bu konuda verdiğimiz va´di, inşaallah yerine getirmek azmindeyiz. Yüce Rabbimin yardımını, ilâhî takdir ve lütfunu bu nâçiz kulundan esirgememesini niyaz ediyorum.
Kitabın zaruret haline gelen yeni baskısının, mensubu bulunduğum Diyanet işleri Başkanlığınca yapılmasını arzu ve temenni ettim. Samimî dostlarımın tavsiyesine uyarak gerekli müracaatı yaptım. Esasen bu eser, daha önce Din İşleri Yüksek Kurulunca incelenerek uygun -^ faydalı olduğuna karar verilmişti [8]
Başkanlığın kanunî görevleri cümlesinden olan İslâm İnançları konusunda hazırlanan ve müslüman milletimizin hüsnü kabulüne mazhar olan böyle bir eser´in, Diyanet neşriyatı arasında yer alması Başkanlıkça da uygun ve faydalı mütalâa edildi [9]
Mart 1962 tarihinden bu yana, «Mâsevere ve Dinî Eserleri Tetkik Hey´eti Azalığı» ve «Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeliği» yapan bir Diyanet mensubu olarak, bu eserimin Başkanlık yayınları arasında yer almasından büyük bir memnuniyet ve bahtiyarlık duyuyorum. Böyle bir hayra vesile olanlara, kitabı inceleyen Din İşleri Yüksek Kurulu Üye ve yardımcılarına, matbaa tashihlerini titizlikle yapan Yayın Müdürlüğü mensuplarına ve emeği geçen matbaa personeline teşekkürlerimi sunuyorum.
Geçen baskılara konmayan «Genel İndeks» hazırlanarak, bu cildin sonuna eklenmiştir. Kitabın ismi Yüksek Başkanlığın tensip ve takdirlerine bırakılmıştır. Okuyucunun tanıdığı ve benimsediği isimle neşredilmesi şükranla karşılanmıştır.
Tevfîk ve teysir Yüce Allah´dandır.
Ankara 15 Kasım 1973 19 Şevval 1393
Ali Arslan AYDIN [10]
GENİŞLETİLMİŞ YENİ BASKI ÜZERİNE
Hamd ve sena; rahmet ve mağfireti sonsuz olan, «Âlemlerin Rabbi» ve «Din Gününün Sahibi» Yüce Allah´a mahsustur. Şehâdet ederim ki; Allah birdir, eşi ve benzeri yoktur; yine gehâdet ederim ki; âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.) O´nun kulu ve en son peygamberidir.
Salât ve selâm; hidayet rehberimiz Sevgili Peygamberimize, O´nun nezih Aile Efradına, islâm´ı yaşayan ve yayan Ashabına; selâm, sevgi ve saygı; İslâm´ın nurlu yolunda yürüyen bütün mü´min kardeşlerimize olsun...
Diyanet ve İlahiyat mensubu değerli meslekdaşlarımla, dinî neşriyatı takib eden aziz okuyucularımız iyi bilirler ki; yüce dinimizin temeli sayılan iman ve itikad esaslarını - delilleriyle - anlatan bu kitap, ana Islâmî kaynaklara ve muteber diğer faydalı eserlere dayanılarak hazırlanmıştır. Şükranla kaydedelim ki; kıymetli meslek-daşlamnızın, Islâmî ilimler üzerine öğretim yapan fakülte, enstitü ve meslek okullarının değerli öğretmen ve Öğrencilerinin rağbet ve itimadına mazhar olan bu eser, beğenilip benimsenmiştir. Her baskısında yeni ilâvelerle genişletilen kitap, yapılan baskıları bittikçe ısrarla aranır hale gelmiştir.
Bütün bunlar ve günümüz şartları içinde doğan ihtiyaçlar dikkate alınarak bu baskıda şu yenilikler yapılmıştır :
1- Kitap yeniden gözden geçirilmiş, birçok cümleler açıklanmış, güç anlaşılacak baaâ kelimelerin karşılığı konarak, konular daha kolay anlaşılır hale getirilmiştir.
2- Bazı bölümlere yeni ilâveler yapılmış ve dipnotlar her bölümde ayrı olarak devam ettirilmiştir.
3-Meslekten olmayan muhterem okuyucularımızın, özellikle gençlerimizin Yüce Allah´a imanlarım kuvvetlendirmek maksadıyla, «Müsbet İlimcilerin Allah´ın Varlığını tsbat Eden tlmî Delilleri» başlığı altında çok faydalı bilgiler verilmiş, yeni deliller sunulmuştur.
4- Kitapta.geçen dinî terimler ve kullanılan bazı kelimeler
için kitabın sonuna (özellikle yeni nesil ve Öğrenciler düşünülerek) geniş bir «Lügatçe» ilâve edilmiştir.
5- Yapılan yeni açıklamalar ve ilâvelerle kitabın hacmi bir hayli genişlediğinden bundan önceki baskıya eklenen «Genel indeks» de yeniden tertip ve tanzim edilerek düzenlenmiştir.
Bilindiği gibi; Önce Yüksek İslâm Enstitüsü «îlm-i Tevhid ve Kelâm» dersleri müfredatına uygun olarak hazırlanan bu eser, o zamanki haliyle teksir edilerek Enstitü talebesine dağıtılmış; 1963-1964 yıllarında çıkan «tslâm» ve «Oku» adlı mecmualarda «tlm-i Kelâm Dersleri» genel başlığı altında yayınlanmıştır. Bu yayınlan kitabın birinci baskısı olarak kabul edebiliriz. Daha sonra ilaveli üç baskı daha yapılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığınca yapılan son baskı da üç yıl önce bitince, ısrarlı aramalar üzerine, şimdi sunduğumuz «Genişletilmiş ve Lügatçeli» 5. baskı yapılarak, meslekdaşlarımızm ve dinî tahsil yapan gençlerimizin ve aziz okuyucularımızın istifadesine sunmak zaruret haline gelmiştir. Böylece, üç yıldır aranan ve bulunamayan bu eser, takriben otuz forma (480 sayfa) olarak, lüks bir cilt ve yeni bir mizanpaj içinde okuyucularımıza sunulmaktadır.
Kitabın birkaç bin nüshasının 1. hamur kâğıda basılması kararlaştırılmış ise de, son zamlar ve aşırı fiat artışı üzerine bundan vazgeçilmiştir. Bilinen kâğıt sıkıntısı ve diğer çeşitli sebeplerle, kitabın ofset tekniğiyle basılarak piyasaya arzının, en az iki ay geciktiğini üzülerek kaydediyorum.
Bu münasebetle, değerli okuyucularıma bir hususu açıklamayı zarurî görmekteyim:
Bilindiği gibi kitabın son baskısı, Din tşleri Yüksek Korulu´nun 13.4.1966 tarih ve 39 numaralı karan ile, bu karara dayanılarak aynı Korulca verilen 26.5.1973 tarih ve 1472 sayık mütalâa üzerine «Başkanlık Yayınlan» arasında yer almış, 1973 yılı sonlarında, (154) yayın numarasıyla muhterem okuyucularımızın hizmetine su-
nulmuştu. Söz konusu kararlarda; «... Başkaıdığımız´ın kanunî görevleri cümlesinden olan «İslâm İnançları» mevzuunda mü si liman halkımızı aydınlatan ve sahasında mühim bîr boşluk dolduran...» diye tezkiye edilen bu eser, Başkanlıkça (10 bin) nüsha olarak bastırılmış ve ilmî hüviyetine rağmen üç yıl gibi kısa sayılacak bir süre içinde mevcudu kalmamıştır. «Diyanet İşleri Başkanlığı Dinî Yayınlar Döner Sermayesi» limitinin çok az ve sınırlı oluşu sebebiyle karşılaşılan malî problemler nedeniyle, bu kitabın da yeni baskısı iki yıl yapılamamıştır. Bilhassa Yüksek İslâm Enstitüsü öğrencileri tarafından ısrarla aranması üzerine yaptığım müracaat Başkanlıkça dikkate alınarak, kitabın yeni baskısının yapılması kararlaştırılmış ve 1978 yılı Haziran a^nnda «Başbakanlık Matbaası» na verilmiştir. Bu defa da, had safhaya çıkan kâğıt problemi sebebiyle, geçen bir yıla rağmen kitabın yeni baskısı Başkanlıkça yapılamamıştır. İlgili Daire Başkanı ve Yayın Müdürü ile yaptığım temaslar sonunda; «mevcut kâğıt problemi nedeniyle» kitabın 1979 yılı içinde de bastırılamayacağını anladım. Bunun üzerine; «yapacağım yeni ilâveler ve bir (Lügatçe) ile, eserimin (serbest piyasa imkânlarından faydalanılarak) tarafımdan bastırılmasına izni verilmesini», 1. Haziran. 1979 tarihli dilekçe ile istemek zorunda kaldım. Talebimi inceleyen ve mevcut şartları dikkate alan Başkanlık; isteğimi haklı bularak, 28.6.1979 tarih ve Öinî Yay. Dön. Ser. Md. 2297 sayılı onayla, eserimin basma ve yayma hakkını, 5846 sayılı «Fikir ve San´at Eserleri Kanunu»nun 58. maddesi gereğince tarafıma geri vermiştir.
Bu kanunî hak üzerine kitabın müellifi olarak, eserde yukarıda belirttiğim ilâveleri ve yenilikleri yaptıktan sonra, «Çağrı Yayınları» sahibi ile, «yeni öğretim mevsimine yetiştirilmek kaydıyla bu baskı için» anlaştım. Kitabın tashihini, bizzat ve titizlikle yaptım. Buna rağmen; dizgi, ofset baskı ve gerekli kâğıt temininde elde olmayan gecikmeler oldu. Fakat, eserin yapılan genişletilmiş, ilaveli ve lügatçeli bu baskısının, aziz okuyucularım tarafından çok beğe -nilip sevileceğine ve daha faydalı bulunacağına inanıyorum. Bütüı bu şahsî gayret ve çalışmalarımıza ve «Çağrı Yayınevi» nin şükran la karşıladığım dikkat ve itinalarına rağmen, gözden kaçan hataların hos görülmesini temenni etmekteyim. Burada bir noktayı daha belirtmeden geçemeyeceğim :
Başkanlıktaki devamlı ve kesif mesâî]erim ve araya giren diğer telif eser çalışmalarım [11] sebebiyle, değerli okuyucularımın istifadesine bu güne kadar sunamadığım bu kitabın 2. cildini inşaallah tamamlamak ve değerli okuyucularımın istifadelerine sunmak az-mindeyim. Cenab-i Hakk´ın, bu arzu ve emelimizi tahakkuk ettirmekte bizi muvaffak kılmasını niyaz ediyorum.
Bu kitabın II. cildini senelerdir bekleyen ve ısrarla arayıp soran vefakâr okuyucularıma şükranlarımı ve özür dileklerimi sunmayı bir borç biliyorum.
Takdir, tevfik ve yardım, yalnız Yüce Allah´dandır.
Ankara - 1. Ekim. 1979 9. Zilka´de. 1399
Ali Aralan AYDIN [12]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bakara : 75, 113; Nisa : 46; Mâide : 13, 41; Ârâf : 162
[2] Hicr : 9.
[3] İslâm, ve Oku» Dergileri, Yıl : 1963 -1964.
[4] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 25-32.
[5] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 33-34.
[6] Yüksek İslâm Enstitüleri Tevhîd ve Kelâm İlmi dersleri müfredatına göre.
[7] Kitabın ikinci cildi aziz okuyucularımın istifadesine henüz sunulamamış ise de, bu arada -İslâm´da îmân ve Esasları», «îmânın Hakütatları» adlı iki eserimiz tarafımızdan, «Kurban Rehberi» ve «Yabova Şahitlerinin İçyüzü» adh iki risalemiz de Başkanlıkça yayınlanmıştır.
Ayrıca; Başkanlıkça yayınlanan -Dini Bilgiler Kılavuzlumun birinci kitabı (İki yazı hariç) tarafımzıdan hazırlanmıştır.
[8] Din İşleri Yüksek Kurulunun 13.4.1966 tarih ve 39 sayılı kararı.
[9] 26.5.19Y3 tarih ve 1472 sayılı, Din İşleri Y. Kurulu mütalâası
[10] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 35-36.
[11] Bilhassa; ilaveli 3. baskısı yapılmakta olan «İslâm´da îman ve Esasları- ile, Müslüman´ın Âmentüsü ve Peygamberimiz» adlı eserlerimiz ve aktualitasi sebebiyle hemen ele ahp hazırlayarak 1977 yılında yayınladığımız «İslâm Hristiyan Diyalogu ve İslâmin Zaferi» gibi eserler
[12] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 37-40.
Giriş
1- Kelâm İlminin Tarifi
2- Kelâm İlminin Mevzuu
3- Kelâm İlminin Mesâilî (Meseleleri)
4- Kelâm İlminin Fayda Ve Gayesi
5- Kelâm İlminin Mertebesi
6 -Kelâm İlmi Denmesinin Sebepleri
Öğrenmek istenen herhangi bir ilmin ihtiva ettiği esas ines´e-leleri incelemeye başlamadan önce, evvelâ o ilmin tarifini, mevzuu-nun ve mes´elelerinin ne olduğunu, faydasını, gayesini ve diğer ilimler arasındaki yerini bilmek ve Öğrenmek gerekir. Aksi halde insan, nasıl olduğunu bilmediği meçhul bir şeye yönelmek ve onu arzulamak gibi doğru ve mâkul olmayan bir duruma düşer. O halde, her şeyden önce, o ilmin tarifim, mevzuunu ve mes´elelerini öğrenmek, fayda, gaye ve mertebesi hakkında fikir edinmek en tabiî bir yoldur. Esas mes´elelerden önce bunları öğrenmek, insana çok şeyler kazandırır. Meselâ :
i Kelâm ilminin tarifini yapmak, mevzuunu bilmek ve temas ettiği mes´eleleri Öğrenmek, bu ilim hakkında insana toplu bir fikir Verir. Onu diğer ilimlerden ayırır ve bizi bilinmeyen bir şeye yönelmek gibi mâkul ve makbul olmayan halden ve gözü kapalı durumdan kurtarır. Nasıl bir ilimle meşgul olacağımızı öğretir.
Fayda ve gayesini bilmek, diğer ilimler arasındaki yerini, derece ve mertebesini öğrenmek ise; bizi bu ilmi elde etmeğe teşvik eder, ona ilgimizi ve önem vermemizi sağlar, bu ilmi niçin tahsil etmemiz gerektiğinin sırrını öğretir, nasıl bir sonuca varacağımızı anlatır.
Bu bakımdan, yukarıda sözü geçen hususlar, her ilimde incelenip ön plânda anlatılan bir «Mukaddime» yani «Giriş» olarak kabul edilmiştir [1]
Bu sebeple, biz de burada aynı metodu takip edecek, daha sonra, îlm-i Kelâma niçin bu isim verildiğini ve nasıl doğup geliştiğini beyan edeceğiz. [2]
1- Kelâm İlminin Tarifi
Kelâm ilmi; incelediği ana konular, veya hedef olarak tayin olunan (ve seçilen) gayesi itibariyle olmak üzere, iki türlü tarif olunur. Bu tarifler yardımıyla insan. Kelâm ilmi hakkında toplu bir bilgi edinir ve nasıl bir ilimle meşgul olacağını öğrenir. Aynı zamanda bu ilim-, tarifi ve kendine mahsus özellikleriyle diğer ilimlerden az çok ayrılmış (temayüz etmiş) olur.
îşte bu sebebden; «tarif´in, diğer hususlardan Önce incelenmek üzere başa alınması, Kelâm bilginleri arasında gerekli görülmüş ve âdet haline gelmiştir.
a) Kelâm İlminin, Mevzuu İtibariyle Tarifi :
«Kelâm ilmi; Allahu Teâlâ´nın Yüce Zâtından, ilâhî Sıfatlarından, Peygamberlerden ve Peygamberlikle ilgili mes´elelerden ve mebde´ (başlangıç) ve meâd (son buluş ve dönüş) itibariyle varlıkların (kâinattaki yaratıkların) hallerinden İslâm kanun ve esaslarına göre bahseden bir ilimdir.»
Görüldüğü üzere bu tarif vasıtasıyla Kelâm ilminin ne gibi mes´elelerle uğraştığı ve bize neler öğreteceği hususunda toplu bir fikir sahibi olduk. Böylece mutlak bir meçhule (bilinmeyene) yönelmekten kurtulduk. Aynı zamanda, tarifin ihtiva ettiği «fasıl» hükmünde olan kayıtlarla, bu ilmi, diğer ilimlerden ve Felsefeden ayıran özellikler hakkında ilk bilgiyi elde ettik. Bu bilgi yardımı ile, Kelâm ilminin tetkik sahasına girenleri ve bu saha dışında ka-îanlan tasavvur edip anlayabilme imkânını bulduk.
Şimdi bu tarifi ve bahsettiğimiz özellikleri kısaca açıklayalım :
Bu tarife göre, metafizikten (yani tabiat Ötesinden) bahseden ilahiyat Felsefesi ile, Kelâm İlmi´nin konuları arasında bir benzeyiş göze çarpmaktadır. Çünkü İlahiyat Felsefesi de Kelâm îlmi gibi, Cenab-ı Hakk´m Zât ve Sıfatlarından bahseder. Bundan başka, «Müsbet ilimler» dediğimiz Fizik, Kimya, Matematik ve Biyoloji gibi ilimler de, Kelâm ilmi gibi, kâinatta mevcut olan eşyanın hallerinden bahsetmektedir.
Ancak Ilm-i Kelâm; felsefeden de, müsbet ilimlerden de, metod ve gaye bakımından tamamiyle ayrılır. Bu ayrılığa, tarifteki «Mebde´ (başlangıç) ve Meâd (son buluş) itibariyle» ve «İslâm kanun ve esaslarına göre» kayıtları işaret etmektedir.
Kelâm îlmi, birinci kayıtla müsbet ilimlerden, ikinci kayıtla da felsefeden ayrılmaktadır. Çünkü :
Kelâm ilmi; varlıkların hallerinden «Mebde´ ve Meâd itibariyle» bahseder. Yani kâinatın başlangıcını ve sonunu, nereden geldiğini ve nereye gideceğini araştırır. Görülen ve görülmeyen varlıkların neden ve niçin var edildiğini, var eden Yaratıcının kim olduğunu, hayatın son bulması ile nereye gidileceğini, ikinci bir hayat varsa (ki vardır), oraya nasıl vs niçin dönüleceğini inceler. Bu hususları hükme bağlar. Bu hükümlerin mümkün olduğunu akıl yoluyla ve vahyin yardımıyla «İslâm kanun ve esaslarına göre», yani Kitap ve Sünnet ile sabit olan dînî esaslara uygun olarak inceler. Bu incelemeler esnasındaki gayesi, dînî inançları ortaya koymak, onları korumak ve savunmaktır.
Müsbet ilimler ise, kâinattaki varlıkları, başlangıçlarının ne olduğu ve sonuçlarının ne olacağı bakımından incelemez. Görülen ve hissedilen hâdiseleri ve birbiri arasındaki ilişkileri, müşâhade (gözlem) ve tecrübe (deney) yolu ile inceleyerek, tâbi oldukları ve bağlı bulundukları kanunları keşfe çalışır. Bir şeyi incelerken daima, «Nasıl oluyor » sualine, onu tecrübeye tâbi tutarak cevap vermeğe çalışır. Her şeyi gözlem ve deney yoluyla tahlil edip, inceler. Elde ettiği neticeye göre, değişmeyen nisbetleri gösteren kanunlar bulup koyar. Gözlem ve deney yoluyla inceleyemediği konuları kendi sahası dışında sayar.
Eşyanın aslını, var edilmekteki gayesi, «mebde´ ve meâdmı» (yani başlangıç ve son buluşunu), her şeyin neden ve niçinlerini ise, Felsefe ve Kelâm ilmine bırakır.
Müsbet ilmin çalışmalarının gayesi ise; elde ettiği bu tabiî kanunlar vasıtasıyla; yeni yeni keşifler yapmak ve böylece insanlığın ilerlemesine ve maddî yönden refahına hizmet etmektir. Bu yönden müsbet ilimler, hem metod, hem de gaye bakımından Kelâm ilmi´n-den ayrılmaktadır. TarifdeM «Mebde* ve Meâd itibariyle» kaydı, bu ayrılığa işarettir.
Tarifdeki «İslâm kanun ve esaslarına göre» kaydı da, Kelâm İlmini İlahiyat Felsefesinden ayırmakta ve ikincinin konuları da, İlm-i Kelâm´ın inceleme sahası dışında kalmaktadır.
Evet, her ikisi de hemen hemen aynı konularla meşgul olmakta, Hak Teâlâ´nm Zât ve Sıfatlarından ve varlıkların hallerinden «Mebde´ ve Meâd» itibariyle bahsetmektedir.
Fakat Kelâm ilmi bu konuları, vahiy yoluyla sabit olan ve kesinleşen. İslâm kanununa göre inceler. Kesin olarak bilinen ve dinde zarurî sayılan Islâmî esaslara uymayı bir prensip olarak kabullenir. Aklı hatadan vahiy ile muhafaza eder. Metodu budur. Bu sebeple, vardığı neticeler, daima İslâm kanununa ve dînî esaslara uyar. Gayesi ise, dînî inançları delillerle isbat ve onu dâima savunmak ve korumaktır.
Haîbuki Felsefe; akıldan başka bir esasa tâbi olmaz. Her şeyi daima akıl esaslarına uygun olarak inceler. Vardığı neticenin, yalnız aklî esaslara ve aklî kanunlara uymasına dikkat eder. Islâmî esaslara uygun olup olmadığına bakmaz. Bu sebeple, felsefî mes´e-leler ve sonuçlar dînî esaslara *bazan aykırı olduğu halde, Kelâm ilmi´nin vardığı neticeler; dînî esaslara, Kitap ve Sünnetle sabit olan kesin hükümlere dâima uygundur. Bundan başka, llnı-i Kelâmın gayesi, akideyi isbat ve onu korumak olduğu halde, Felsefenin gayesi, bir şeyin aslını bulmak, hakikatına akıl yoluyla ulaşmaktır [3]
Görülüyor ki her ikisinin de konusu hemen hemen aynı olduğu halde, birbirinden metod ve gaye bakımından ayrılmaktadır. Tarifdeki «İslâm nizam ve esaslarına göre» kaydıyla, İlahiyat felsefesi de Kelâm ilmi´nin sahası dışında kalmıştır.
İşte böylece, yukarıdaki tarif bize yalnız Kelâm ilmi hakkında toplu bir bilgi vermiş ve onu diğer ilmilerden ayırmıştır.
b) Kelâm İlmînin Gayesi İtibariyle Tarifi :
«Kelâm ilmi, hüccetleri (yani kesinlik ifade eden delilleri) beyân ederek, şüpheleri ortadan kaldırmak suretiyle, dînî akideleri isbât hususunda insanı daima tam bir kudret sahibi yapan bir ilimdir.» [4]
Buradaki dînî akideden maksat, Kitap ve Sünnet ile bildirilen Islâmî inançlardır. Kelâm ilmi, bu dînî inançları, bazan aklî, bazan naklî, çok defa da hem aklî, hem de naklî kesin delillerle isbat eder. Şüpheleri ortadan kaldırmak veya hasmı ilzam etmek, yani susturmak suretiyle dînî akîdeleri korur ve onları naklî ve aklî delillerle isbat ederek savunur [5]
2 - Kelâm İlminin Mevzuu
Her ilmin olduğu gibi, Kelâm ilminin de kendine mahsus müstakil bir konusu vardır. Bir ilmin tarifini yaptıktan sonra, herşey-den önce o ilmin mevzuunun ne olduğunu bilmek gerekir. Çünkü ilimler, mevzularma göre ayrılırlar ve biribirlerinden mevzulanyla temayüz ederek seçilir ve ayrı ayrı birer ilim haline gelirler. Mevzuların ayrılığı, çeşitli ilimleri kolayca anlayıp öğrenmeye yardım eder. Çünkü, incelenecek eşyanın çokluğu, vasıflarının çeşitliliği ve eşyalar arasındaki olay ve nisbetlerin karışıklığı, onları toplu olarak anlayıp kavramayı son derece güçleştirmiştir. Bu sebeple; birbirine benzeyen, aralarında genel münasebet ve alâka bulunan şeylerle ilgili, mes´eleler toplanarak, diğerlerinden ayrılmış ve müstakil bir ilim haline getirilmiştir. İlimleri mevzularma göre ayırmak işte bu zaruretten doğmuştur.
Hülâsa : «Birbiriyle ilgili şeylerle ilişkisi (taalluku) olan meselelerin ana konulan, o ilmin mevzuunu teşkil eder. Allah (c.c), Kur´ân, Peygamber ve Âhiret gibi [6] Bu ana konuların herbiri ile ilgili itikad mes´eleleri vardır [7]
Bu münasebetle şu hususu belirtmek isteriz :
Bir ilmin, tarifi vasıtasıyla diğer ilimlerden temayüz ederek seçilmesi, o ilmi müstakil´ bir ilim olarak diğerlerinden ayırması bakımındandır. -Mevzuu vasıtasıyla diğer ilimlerden ayrılıp seçilmesi ise, birinci derecede o ilmin ihtiva ettiği bilgiler bakımındandır. Yani mevzu ile, evvelâ o ilmin ihtiva ettiği malûmat temayüz ederek ortaya çıkar, daha sonra da bu temayüze tâbi olarak o ilim diğerlerinden ayrılır. Bu farklılık, tarif vasıtasıyla elde edilen temayüzden (yani seçilmeden) daha kuvvetli ve açık olduğundan, bilginler arasında «ilimler, mevzulanyla temayüz eder» sözü meşhur olmuştur [8]
Mutlak mevzu hakkında verdiğimiz bu bilgilerden sonra, Kelâm ilminin mevzuunu (konusunu) açıklamaya geçebiliriz. Bu konuda üç görüş meşhurdur :
1- Kudemâya (yani önceki âlimlere) ve Müteahhirin (sonraki âlimler)´den Kâzı Ermevi´ye göre İlm-i Kelâm´ın mevzuu :
«AHahu Teâlâ´nm Zâtı ve Sıfatlarıdır.» i
Çünkü bu ilimde : Allah´ın Zâtından, Subûtî ve Selbî Sıfatlarından, dünyayı yaratması ve ölüleri diriltmesi gibi fiillerden, Peygamber göndermesi, ceza ve mükâfat vermesi gibi hükümlerinden bahsolunur. Bu hususlarda inanılması gereken dînî akîde isbat vb müdafaa olunur. O halde, Kelâm İlmi´nin ana mevzuu; Allah´ın Yüce Zâtı ve Sıfatlarıdır.
2- ikinci fikir, Müteahhirinden olan îmâm-ı Gazâiî ve ona
uyan Kelâm bilginlerinin görüşüdür. Bunlara göre Kelâm ilminin mevzuu : , .
«Mevcut Olması İtibariyle Her Mevcuttur.»
Yani Kelâm ilmi, var olan her şeyden şu veya bu keyfiyeti ve hususiyeti bakımından değil, yalnız mevcut olması bakımından îs-îâmî esaslara göre bahseder. Böylece Kelâm ilminin mevzuu genişletilerek, diğer ilimlere muhtaç olmaktan kurtarılmıştır.
3- Daha sonra gelen ve «Müteahhirûn» adıyla anılan Kelâm bilginleri, ikinci görüşü de kâfi görmiyerek, Kelâm ilminin mevzuunu daha fazla genişletmişlerdir. Bunlara göre :
«islâm akaidinin işba tın a sebep veya vasıta olan her malum (yani her bilinen şey), Kelâm ilminin mevzuunu teşkil eder.»
Yani îslâmî inançları isbata yakından veya uzaktan bilfiil ve bilvasıta sebep olan ve bilinmek sânından sayılan her şey... Evet Kelâm ilminde malum olan (bilinen) her şeyin hallerinden bahsolunur. Bu malûmat kendisine isnat olunan şey (mahmul) ile, ya doğrudan doğruya dînî bir akideyi teşkil eder : «Allah birdir», «Hz. Muhammed (S.A.V.) Allah´ın Resulüdür» gibi...
Veya dînî akidenin isbâtma vesile olan bir kaziyye (önerme) Lerdir. Cenâb-ı Hakk´m isbatına vesile olan, «Bu âlem hadistir», önermesi gibi.-.
Malûm, mevcut olan şeylere delâlet ettiği gibi, hariçte mevcut olmayan, delil, kıyas ve bunlara arız olan hallere de şâmil olduğundan, Kelâm ilmine de mevzu olarak kabul edilmiş, böylece îslâmî ilimlerin en yükseği ve en şereflisi olarak kabul edilen Kelâm ilminin, dinin esası olan akaidi İsbat esnasında diğer ilimlere. Mantık ve Felsefeye muhtaç olması önlenmiştir [9]
Kelâm ilminin mevzuu hakkındaki bu görüş ayrılıkları, daha çok zamanla gelişen ilimlerin doğurduğu ihtiyaç sebebiyle meydana gelmiştir. [10]
3 - Kelâm İlminin Mesâilî (Meseleleri)
Her mevzu ile ilgili bir takım zatî arazlar, ona isnat olunan sı-fat´ar vardır. Herhangi bir mevzua mahsus olan bu çeşitli sıfatlar, o mevzua hamlolununca, muayyen bir hüküm ifade eden birçok ka-ziyyeler (önermeler) elde edilir. İşte bu kaziyyeler. o mevzu ile ilgili mes´elelerdir.
Meselâ; «Allah», «Peygamber» ve «Kur´an», Kelâm ilminin mevzularındandır. Bu mevzuların herbirine mahsus zâti sıfatlar (arazlar) vardır. Bu zâtı sıfatların o mevzulara hamlolmasıyla; «Allah birdir», «Allah ezelî ve ebedîdir», «Allah her şeyin yaratıcısıdır», «Peygamber Allah Elçisidir», «Peygamber her sözünde sâdıktır», «Kur´an Allah kelâmıdır», «Kur´an en büyük mucizedir»... gibi çeşitli kaziyyeler elde edilir ki; bunlarla ve diğer mevzularla ilgili olan ve herbiri birer hüküm ifade eden buna benzer birçok kaziyyeler, Kelâm ilminin mes´elelerini teşkil eder.
O halde her ilimde, o ilmin mevzuunu teşkil eden ve birbiriyle ´ilgili konularla yakın ilişkisi bulunan zatî arazlar (sıfatlar) vardır ki, bunlar, o ilmin meselelerini meydana getirir.
Herhangi bir ilmi öğrenmek isteyen kimseye, ilmi tetkik ve tahlile geçmeden önce o ilmin meselelerinin ne olduğu hakkında toplu bir fikir vermenin sebebi; o kimseyi uyarmak ve öğrenmek istediği şeylere karşı daha basiretli, şuurlu ve anlayışlı olmasını temin etmektir.
Her ilmin mesaili, o ilmin aslî maksatları (Makasıd-i asliyyesi) dir. Bunlar o ilmin hakikatim teşkil ederler. Bir de, «Mebâdî» denilen ilk esaslar vardır ki, bunlar, bizi aslî maksatlara (hedeflere) ulaştıran vesileler olup, ilmin hakikatmdan hariçtir. Ancak, aslî maksatlar; bu prensiplere şiddetle muhtaç bulunduğundan, mebâdî yani ilk esaslar da, o ilimden bir cüz sayılabilir [11]
Kelâm ilminin mesaili de : «Bu ilmin hakikatim teşidl eden aslî maksatlar (hedef ve gayeler)*Ia, bu maksatlara varmak içtik birer başlangıç olan mebâdî (ilkeler ve ilk esaslar) dir.»
Bu mes´eleler, ya dînî bîr akîde (inanç), veya bu inancı isbâta vesile olan nazarî bir hüküm, yani nazarî bir kaziyye (önerme)´dir [12]
Meselâ : «Allah birdir», «Allah, vâcibi´l-vücuttur», «Allah bu âlemin yaratıcısıdır», «Allah din gününün sahibidir». «Hz. Muham-med (S.A.V.) Allah´ın kulu ve Resulüdür», «Kur´ân´a ve bütün Mukaddes Kitaplara inanmak her müslüman için farzdır». «Ölümden sonra diriltmek haktır ve İslâm´da îmânın bir şartıdır»... gibi dînî akîdeler, Kelâm ilminin mes´elelerini teşkil eden aslî maksatlar ve aslî hedeflerdir.
«Âlem hadistir», «Hadis olan her şey değişiklik halindedir»,. «Her cisim arazdan hâli değildir», «Her eserin bir müessiri vardır» gibi kaziyyeler ise, dînî bir akideyi isbata vesile olan bir mebde (esas) ve nazarî bir hükümdür.
Kelâm ilminin mesailini teşkil eden bu hükümlerin «nazarî» olması kaydı, umumiyet itibariyle ve ekseriyete göredir. Çünkü ba-zan bu hüküm, istidlale (isbatlamaya). muhtaç olmayan bir sezgi de olabilir.
Kelâm ilmi, dînî ilimlerin en yükseği olup, bütün şer´î ilimlerin reisi mevkiindedir. Çünkü en şerefli ve en- yüce varlık olan Allahu Teâlâ ve Mukaddes Sıfatları bilinip isbât edilmeden, Nübüvvet (Peygamberlik)´in mahiyet ve lüzumu anlaşılmadan dînî hiçbir ilim söz konusu dahi olamaz. Bu sebeple ,bütün dînî ilimler, Kelâm ilmine muhtaçtır. O halde böyle bir ilmin hiçbir mes´elesi, kendine muhtaç olan diğer ilimlerde beyân olunamaz. Bu ilim, dînî bir akideyi isbat esnasında hiçbir ilmin ilkelerine muhtaç duruma düşemez. tşte bu düşünce ile Kelâm bilginleri, bu ilmin, başka hiçbir ilme muhtaç olmasına razı olmamışlar ve dînî inançları isbata vesile olan bütün nazarî ve mantıkî konuları bu ilmin mesaili arasına almışlardır. Bu gibi mes´eleler böylece, Kelâm ilminin mebâdüni, yani dînî akideyi isbata vesile olan ilkelerini teşkil etmiştir [13]
Bu ilke ve esaslar aslî maksat ve hedefleri teşkil eden dînî inançlar gibi daima sabit olmayıp, metod bakımından zamanla ve asrın idrak ve ihtiyaçlarına göre değişebilir. Yeni yeni ilmî esaslar ve me-todlar bulunup, dînî bir akideyi isbatta faydanılabilir. [14]
4 - Kelâm İlminin Fayda Ve Gayesi
Her ilmin kendine göre bir faydası ve hedef edindiği bir gayesi vardır. Bunları bilmek, kısanı o ilmi Öğrenmeye daha fazla teşvik eder. Elde edeceği faydanın önemine göre o ilme olan rağbet, dikkat ve ihtimamım arttırır. Aksi halde, böyle bir işe başlaması dahi tasavvur edilemez. Şayet bu husustaki bilgisi yanlış olursa, başka bir neticeye varacağından, belki bu netice, maksadına uygun olmaz ve bu yolda yaptığı çalışma abes (yersiz) sayılır. O halde, bir ilmi tetkike başlamadan önce, o ilmin gayesini ve ondan elde edilecek faydayı bilmek gerekir.
Kelâm ilminin gayesi pek yüksek, faydası çok ve mühimdir. Bunlar, çeşitli cihetlere göre şöylece özetlenebilir :
1- Bu ilmi iyi bilen bir kimse, her şeyden önce, kuvvetli bir görüşe, üstün bir mantığa ve burhana (kesin delillere) sahip olur. Bu sayede; taklitten (başkalarına bakarak inanmak durumundan), her inancın sebeplerini ve kuvvetli delillerini öğrenerek, tahkik ve yakın derecesine ulaşır.
2 - Bu fayda, Kelâm ilmini bilmeyenlere nazarandır. Çünkü bu gibilerden doğru yolu arayan kimselere, îtikad mes´elelerini ve delillerini güzelce öğreterek onları irşâd eder, aydınlatır. Görüşünde inat edenleri de kuvvetli deliller serdederek ilzam edip susturur.
3- Bu fayda, İslâm´ın esasına, temel prensiplerine bakılarak tesbit edilmiştir. Çünkü Kelâm İlmi, dinin esasını teşkil eden akideleri, bâtıl yola giden sapıkların ileri sürdüğü şüphelerle sarsılmaktan korur.
4- Bu fayda ise, Islâmî ilimlere kıyasladır. Zira bütün dînî ilimler, Kelâm ilmine istinad eder. Çünkü, âlim ve kaadir olan, kâinatı yaratan, bütün insanlara ilâhî kitaplar ve peygamberler gönderen Allahu Teâlâ´nın varlığı bu ilim vasıtasıyla isbat ediliner den, Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Usulü Fıkıh gibi Islâmî ilimlerin vücûda gelmesine imkân yoktur.
5- Yapılan ameller niyete göredir. Niyetin sağlamlığı ve kuvvetli ise, îman ve inanç kuvvetiyle olur. O halde, kuvvetli itikad niyeti ve sonuç olarak ameli kuvvetlendirir. Amel ile ilgili olan bu fayda da, Kelâm ilmini iyi Öğrenerek kuvvetli ve sağlam bir inanç sahibi olmakla elde edilir.
Bütün bunlardan gaye ve elde edilen en büyük fayda ise, kuvvetli akîde ve güzel ameller sayesinde, dünya ve âhiretle ilgili vazifeleri tam olarak yerine getirmek, böylece her iki dünyada huzur ve saadete ermektir [15] Bu güzel netice ise, arzuların en büyüğü ve gayelerin en yükseğidir. O halde, her iki dünyada da saadeti temin etmek, Kelâm ilmi´nin bir gayesi ise de, asıl gaye; delilleri gözler önüne sermek ve şüpheleri yok etmek suretiyle dînî inançları isbat etmek ve onları korumaktır. [16]
5- Kelâm İlminin Mertebesi
Bir ilmin diğer ilimlere nazaran mertebesini bilmek; insana o ilmin kıymetini, diğer ilimler arasındaki yerini, şeref derecesini öğretir ve o ilmin hakkını tam olarak eda etmeyi temin eder.
Bir ilmin şeref ve derecesi ise; mevzuunun genelliği ve yüceliği, gayesinin yüksekliği ve delillerinin kuvvetiyle mütenasiptir.
Kelâm ilmi; mevzu, gaye ve delil itibariyle bütün ilimlerden üstündür. Çünkü mevzuu; her şeye delâlet eden «Malum» olması bakımından en geniş, Yüce Allah´ın Zât ve Sıfatlarından önemle bah-[ setmesi itibariyle en şerefli mevzudur.
Gayesi; her iki dünyada huzur ve saadeti temin etmesi bakı-´ mından en şerefli gayedir.
Delilleri; kesinlik ifade eden ve nakille (vahiyle) tasdik ve te-yid edilen aklî burhanlar [17] olması yönünden en kuvvetli delildir.
İşte böyle olduğu için Kelâm ilmi, bütün ilimlerin en şereflisi, dînî ilimlerin de reisi sayılmıştır. Çünkü bütün şeref derecelerim kapsamıştır [18]
6 -Kelâm İlmi Denmesinin Sebepleri
Bu ilmin birçok isimleri vardır. Bunları kısaca açıklayacak, sonra niçin «Kelâm ilmi» adı verildiğini beyan edeceğiz.
1- Fıkh-ı Ekber : Çünkü akîdesiz amel olamıyacağı için, amel ile ilgili olan dînî ve fer´î hükümlerden bahseden ilme «Fıkıh dendiği gibi, akîde ve îman ile ilgili olan dînî aslî hükümlerden bahseden ilme de, «En büyük fıkıh» mânâsına gelen «Fıkh-ı Ekber» denmiştir.
2- İlmi-i Usûlu´d - Din : Çünkü bu ilim, dinin esasını teşkil eden akîde ve inançlardan bahseder. Bu yönden, «Dinin Usulü ilmi» adı verilmiştir.
3- Akâid : Çünkü bu ilim îslâm Dini´nin temelini teşkil eden akideden, dînî inançlardan bahseder.
4- İlmi Tevhîd ve Sıfat : Çünkü bu ilimde esas gaye; Allah´ın birliğini ispat ederek tevhîd akidesini gönüllere yerleştirmek ve Yüce Allah´ın mukaddes sıfatlarını öğretmektir. Bu sebeple, en meşhur cüz´ü ile isimlendirilmiştir.
5- llm-i Kelâm :
Bu isimle adlandırılmasının sebepleri şöylece özetlenebilir :
a) Bu ilmin incelediği mes´elelerin en meşhuru; Ehli- Sünnet ile, Mu´tezile arasında büyük ihtilâf ve mücadele mevzuu olan «Ke-lâmııllah» (Kur´ân´m mahlûk olup olmadığı) bahsidir. Bu sebeple, en meşhur konusu olan «Kelâm» adıyla isimlenmiş ve böylece şöhret bulmuştur.
b) Önce gelen âlimler, her bahsin başında; «El-Kelâmu fi...» diye başladıkları için, zamanla bu ilmin hepsine birden, «Kelâm ilmi» denmiştir.
c) Diğer ilimler, okumak ve düşünmekle tahsil edildiği halde, bu ilim aynı zamanda çok sözle, münakaşa ve karşılıklı kelâm ile, yani söz söylemekle elde edildiğinden bu isimle adlandırılmıştır.
d) Delilleri çok kuvvetli olduğundan; «Söz (Kelâm), yalnız bu ilmin sözüdür. Hasmının sözü (kelâm) değildir» mânâsına işaret etmek için «Kelâm ilmi» denmiştir.
e) Nasıl ki; Mantık, aklî ve felsefî konularda insana söz söyleme kudreti, verir, Kelâm ilmi de dînî ve şer´î bahislerde söz söyleme kudreti verir. Bu sebeple, Felsefede çok faydalı olan Mantık ilmine karşılık olarak, dînî ilimlerde çok faydalı olan bu ilme «Kelâm ilmi» denilmiştir [19]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bkz -Şerh-i Mevâkıf: c. 1, s. 22. İstanbul, 1311 H.
[2] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 43.
[3] Bkz : İzmirli İsmail Hakkı : Yeni İlm-i Kelâm; c. 1. s. 3-5, İstanbul 1341 H.
[4] Bkz : Şerh-i Mevâkıf; c. 1, s. 23
[5] a.g.e., sayfa, 25-26, Şerh-i Makâsıd; c. 1, s. 4-6, İstanbul, 1277 H. Yeni İlm-i Kelâm, c. 1, s. 5
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 44-47.
[6] Bak : Şerh-i Mevâkıf; c. 1, s. 26
[7] Örnekler için Bkz. (Kelâm İlminin Mes´eleleri)
[8] a.g.e., c. I, s. 26, Şerh-i Makâsıd, c. I. s. 6-8, Yeni îlm-i Kelâm, c. I, s. 6.
[9] Bu son görüş. Şerh-i Mevakıfta en isabetli rey olarak kabul edilmiş ve iki görüşten önce zikredilmiştir. (Bkz. : c. I. s. 28 - 32}-
[10] a.g.e., sayfa, 25-26, Şerh-i Makâsıd; c. 1, s. 4-6, İstanbul, 1277 H. Yeni İlm-i Kelâm, c. 1, s. 5
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 47-49.
[11] Bak: Şerh-i Mevâkıf, c. I, s. 35-36
[12] Aynı eser, c. I, s. 37
[13] Aynı eser, c. I, s. 37 - 38, Serh-i Makâsıd, c. I, s. 8, Yeni İlmi Kelâm, c. I. s. 6-8.
[14] a.g.e., sayfa, 25-26, Şerh-i Makâsıd; c. 1, s. 4-6, İstanbul, 1277 H. Yeni İlm-i Kelâm, c. 1, s. 5
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 49-51.
[15] Şerhi Mevâkıf, c. I. s. 32-34. Yeni İlm-i Kelâm. c. I, s. 8-9
[16] a.g.e., sayfa, 25-26, Şerh-i Makâsıd; c. 1, s. 4-6, İstanbul, 1277 H. Yeni İlm-i Kelâm, c. 1, s. 5
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 51-52.
[17] Burhan; hükmü kesinlik ifade eden önermelerden meydana gelen aklî denir
[18] Şerh-i Makâsıd, c. I, s. 8-9. Şerh-i Mevâkjf, c. î. s. 34 35.
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 52-53.
[19] Bkz : Şerh-İ Mevâkıf, c. î, s. 39 - 40, Şerhu´I - Akâid´în-Kahire, 1939
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca yayınları
Kelam İlminin Tarihçesi
1- Tevhîd İlmi´nin Doğuşu
Tevhîd Ve Kelâm Îlminin Geçirdiği Devreler
BİRİNCİ BÖLÜM
Şer´î (Dinî) Hükümler Ve Kaynakları
I - Şer´î (Dînî) Hükümler (Ahkâmı Şer´iyye) Ve Nevileri
1- Îman Ve Îtîkadî Hükümler (Ahkâmı İtikâdiyye)
2- Amelî Hükümler (Ahkâm-1 Ameliyye)
3- Kalbî Ve Ahlakı Hükümler (Ahkâmı Hulûkiyye Ve Kalbiyye)
Iı - Şeitî Hükümlerin Kaynakları
1- Kitap
2 - Sünnet
3- Kıyas
4- İcma
Netice
İKİNCİ BÖLÜM
Dini Ve Akli Deliller
I - Delîl´tn Lügat Ve Istılah Mânaları
Iı - Delil´in Nevileri
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Üçüncü Bölüm İlmîn Sebebleri Ve Yolları
I - Eşyanın Hakîkatları Var Mıdır
Iı İlmin Tarifleri
1ı Îlmln Sebebler
(Esbabu´l - Um)
1 _ Sağlam Duygu Organları
2 - Akıl
3 - Sâdık Haber (Haberi Sâdık)
B) Resulün Iıarert (Haber-İ Resul)
1- Tevhîd İlmi´nin Doğuşu
İslâm dininin iki büyük kaynağı; mukaddes kitabımız olan Kur´ân-ı Kerîm üe, sevgili Peygamberimizin Sünnet-i Şerîfeleridir.
Resulü Ekrem Efendimize bizzat muhatap olma saadetine eren, sohbet ve irşadlanyla kalpleri nurlanan ilk müslümanlar, bu sohbetin feyiz ve bereketiyle temiz bir vicdana, kuvvetli bir îmana sahiptiler. Çünkü, Üâhî vahyin nuru ve Resulullah´m sohbeti, onları, bâtıl inançlardan, kötü huylardan uzaklaştırimş, kalplerini temizlemiş, gönüllerini saffete, fikirlerini kemâle erdirmiş, aralarında sev gi ve muhabbeti, birlik ve beraberliği temin etmişti. Zira düsturları Kur´ân, mürşidleri sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) olmuştu. Herşe-yi O´ndan öğrenirler, öğrendiklerinin hak olduğuna tereddütsüz inanırlar ve bu ilâhî hükümlerle aynen amel ederlerdi. Peygamber Efendimiz, vahiy yoluyla kendisine bildirilen bütün ilâhî emirleri, dinimizin temel ve yardımcı fikirlerini, îman ve amele ait hükümlerini, fert ve cemiyeti refah ve saadete ulaştıran düsturları beyan buyurur. Ashâb-ı Kiram da bu hükümleri dikkatle tatbik ederlerdi. İlâhî nasîara, nasıl bildiriliyorsa öylece inanırlar, müşkülleri olursa, onları bizzat Peygamberimiz (A.S.V.)´e, daha sonra da Ashabın âlimlerine sorarak hallederler, kendilerine faydası olmayan şeyler üzerinde zihinlerini yormazlardı. Gayeleri, ilâhî emirlere uymak ve yasaklanan her şeyden kaçınmaktı.
Ashâb-ı Kiram´dan sonra gelen «Tabiîn» de, Ashabın bu hayırlı yolunu tutmuşlardı. Onun için hâdiseler ve ihtilâf edilen mes´eîeler az oluyor, bir müşkül zuhurunda o müşkül kolayca hallediliyordu. Bu sebeple onların ilk zamanlarında dînî akideleri izah ve isbat eden bir ilim vücûda getirmeye lüzum görülmemişti.
Fakat; aradan uzun bir zaman geçince, Nübüvvet (Peygamberlik) nurunun insanlardan uzak kalması, o ilâhî feyizden istifade edenlerin azalması vaziyeti değiştirdi. Genişleyen İslâm ülkesindeki yeni temaslar, çeşitli dinlere mensup kimselerden bir kısmının zahiren müslüman olmaları, yeni yeni fikirlerin ve birtakım fırkaların doğmasına ve dolayısıyla müslümanlar arasındaki saffetin, birlik ve beraberliğin bozulmasına ve kötü fikirli kimselerin çoğalmasına sebep oldu. Bu sapık fikirler, bazı zayıf imanlıların bozuk fikirlere ve sapık inançlara meylini arttırdı. Böylece fikirlerde ayrılık, gönüllerde nefse uyuş arttı. Hakk ile bâtıl, doğru ile yanlış birbirine karışmaya, din âlimlerine müracaatlar ve verilen fetvalar artmağa başladı, işte bu şartlar altında, dinin esaslarını tesbit etmek, doğru ve gerçek inançları, yanlış ve bâtıl olanlardan ayırd etmek, Kur´ân ve Sünnete dayanan îslâmî akideleri, sonradan uydurulan sapık fikirlerden korumak lüzumu hâsıl oldu. Böylece îman ve akî-de esaslarını bildirip, delillerle isbat eden ve müslümanları bâtıl fikirlerden koruyan Tevhîd ilmi doğdu.[2]
Tevhîd Ve Kelâm Îlminin Geçirdiği Devreler
Yukarıda izah ettiğimiz şartlar içinde doğan bu akîde ilmi, evvelâ «Tevhîd, Fıkh-i Ekber» adıyla kaleme alınmış ve gelişmesinde başlıca üç devre geçirmiştir.
a) Birinci Devre :
Bu devre, müslümanların akidelerini bozmak maksadıyla ortaya çıkan bâtıl inançları yok etmek için hakikî din âlimleri tarafından «Tevhîd» ilmini vücuda getirmekle başlar. Bu devrin ilk ve en meşhur eseri, İmâm-ı Âzam Ebu Hanîfe (H. 80/150)´nin «Fıkh-ı Ekber» adlı kitabıdır. Bu kitap, «Mütekaddimûn» diye anılan ilk
Kelâm âlimlerinden «Selefiyye» mezhebinin görüşünü ve daha sonra Ehl-i Sünnet adıyla şöhret bular, hak mezhebin esasını teşkil eder.
tşte bu devrede, yani Hicret-i Nebeviyye´nin birinci asrı sonlarında ortaya çıkan Bid´at ehli, bâtıl inançlarını yaymak ve Ehl-i Sünnet mezhebiyle mücadele etmek maksadıyla bir ilim vücûda getirdiler. Bu ilme de «llm-i Kelâm» ismini verdiler.
Hocası Hasan-ı Basrî´nin derslerini terketmesi sebebiyle «Mutezile» adıyla şöhret bulan mezhebin (ekolün) kurucusu ve reisi olan «Vâsıl b. Ata» (Vefatı H. 131) bu babda ilk eseri yazmış ve bilâhare «Ebu´l-Huzeyl» ve «İbrahim en - Nazzâm» gibi Mû´tezile reisleri, yazdıkları eserlerle fikir ve görüşlerini savunarak Ehl-i Sünnet akîdesiyle mücadele etmişlerdir. Böylece müslümanlar arasında, «Ehl-i Sünnet» ve «Ehl-i Bid´at» adıyla iki ana mezheb ve ekol vücûda gelmiş, Ehli- Sünnet mezhebinin akidesini bildiren ilme «Tevhîd İlmi» veya «Fıkh-ı Ekber», Ehi-i Bid´at Fırkasının itikadını bildiren ilme de «Kelâm İlmi» denmiştir.
tmâm-ı Âzam ve diğer müctehid imamlar tarafından kötüle-nen ve öğretilmesi yasaklanan İlm-i Kelâm, Mû´tezile gibi Bid´at ehlince tedvin olunan îlm-i Kelâm´dır. îste bu sebeple, Ehl-i Sünnet âlimleri, bu gibi eserlerle mücadele etmişler ve müslümanîar üzerindeki kötü tesirlerini yok etmek gayesiyle «İlm-i Tevhîd»´f-dair birçok eserler vücûda getirmişlerdir. Bu devre. Hicri III. asrın başlarına kadar devam etmiştir.
b) İkinci Devre :
Bu devre, hicretin III. asrı başlarında gelen Basrab Abdullah K Said el - Küllâb (V. H. 240 dan biraz sonra) ile başlıyarak üç asır kadar devam etmiştir.
îbn-i Küllâb, Mû´tezile mezhebinin şöhret ve rağbet bulduğu ve Ahmed b. Hanbel gibi Ehl-i Sünnet İmamlarının ezâyâ mâruz kaldıkları bir zamanda ortaya çıkarak yazdığı eserlerle, yaptığı münakaşa ve münazaralarla Mû´tezile ve Cehmiyye taifelerinin görüşlerini reddetmiş, bu iki taife arasındaki çelişkileri ve her ikisinin düştüğü hataları ortaya koymuştur. Halîfe Me´mun´un meclisinde hasımlarıyla yaptığı münazaralarda, ilmî kudreti ve fevkalâde oları münakaşa kabiliyeti sayesinde bid´at ehline galip gelmiş ve onları perişan etmiştir.
lbn-i Küllâb, Selefiye mezhebinden bazı hususlarda ayrılan, yeni bir Kelâm ilmi vücûda getirmiş ve kendisinden bir asır sonra gelen Eb«*l - Hasan El - Eş´arî´ye zemin hazırlamıştır. Bu Kelâm îlmi, Selefiyye denilen Kelâm (Tevhîd) âlimlerinin Ehl-i Sünnet mezhebiyle, Mû´tezÜe arasında mütevassıt (orta), fakat daha çok Selef mezhebine yakın bir Ehl-i Sünnet .mezhebi görüşünü temsil eder.
îbn-i Küllâb, Mû´tezile reislerinden Ebû El - Huzeyl ve ibrahim El - Nazzâm´a muasır (çağdaş) ıdır. Bu iki zât, Yunancadan, Arap-çaya tercüme edilen felsefenin tesiri altında kalarak, felsefenin usulünü, kelâmın usulü ile karıştırmak suretiyle mezheblerine, dolayısıyla Kelâm ilimlerine yeni bir şekil vermişlerdir.
Bu Kelâm fırkalarından başka, müslümanlar arasında Felsefe de yayılıyordu, tik islâm filozofu olarak tanınan Vakub b. tshâk El - Kindi (Hicrî 185 / 252 takriben) Yunan filozoflarından «Mual-lim-i evvel» olarak şöhret bulan Aristotales´in felsefesine dayanan bir felsefî ekol te´sis ediyordu.
Müslümanlar arasında böylece dört büyük mezhep ve ekol şöhret bulmuştu :
Birincisi : Ahmed b. Hanbel ve diğer müctehid imamların temsil ettikleri «Ehl-i Sünnet-i Hâssa» denilen «Selefiyye» mezhebi,
İkincisi : îbn-i Küllâb El - Basrî ile Bağdad mutasavvıfları reisi Haris el-Mehasibî´nin temsil ettikleri «Ehl-i Sünnet-i Âmme mezhebi»,
Üçüncüsü : Ebû El - Huzeyl ve ibrahim El - Nazzâm´m temsil ettikleri «Mû´tezile» fırkası,
Dördüncüsü ise : Ya´kub b. Ishak el-Kindî´nin temsil ettiği «Felsefî» ekol.
Bunlardan başka, Şiîleri temsil eden Bâtiniyye Fırkası, müslü-manların fikirlerini karıştırıyor ve aralarında fesat ve ilhâdı yayıyordu.
işte böyle karışık ve fikirlerin bulandığı bir zamanda gelen Ebû el-Hasan el-Eş´arî (H. 260/234), Önceleri Mû´tezile ekolünde idi. Sonra Mû´tezile´nin hatalarını gördü ve bu mezhebi terketti. Daha sonra, Ibn-i Küllâb´ın fikirlerinden de faydalanarak «El - Eş´ariyye»
mezhebini kurdu ve Ehl-i Sünnet mezhebinin «imâm Eş´arî»´si olarak şöhret buldu.
Ebu´l - Hasan El - Eş´arî ilk hocası Mû´tezile imamlarından Ebû Ali El - Cübbâi ile arasında geçen meşhur «thve-i selâse» üç kardeş mes´elesindeki ilzam edici ve susturucu sorulardan sonra, hocasın; acze düşürüp, susmaya mecbur etmiş ve Mû´tezile mezhebini terk etmiştir. Bu «üç kardeş» mes´elesi Mû´tezlie mezhebinin esaslarından biri olan «Salâh ve Aslâh» mes´elesine, yani; «Cenâb-i Hakka, kalları için en uygun ve en hayırlı olan şeyi yapmak vâcibdir» fikrine dayanır.
Imâm-ı Eş´arî ile hocası Cübbâî arasında geçen bu konuşma şöyledir.
Eş´arî :
Biri âbid, samimî bir mü´min, diğeri isyan eden bir fâsıkr
üçüncüsü ise küçük yaşta bulûğa ermeden ölen üç kardeşin akıbeti hakkında ne dersiniz
Cübbâî :
Birincisi cennetle mükâfatlanır, ikincisi cehennemle cezalanır, üçüncüsü ise ne mükâfatlanır, ne cezalanır[3]
Eş´arî :
Küçükken ölen üçüncüsü; «Ya Rabbi! Niçin beni küçük olarak öldürdün Bana da Ömür verseydin d#, büyüyerek sana îman ve itaat etseydim ve böylece cennete girseydim» derse, Cenâb-ı Hakk ona ne cevap verir
Cübbâî :
Cenâb-ı Hakk ona; «Sen eğer yaşayıp büyüseydin âsi olacak ve cehenneme girecektin, bunu bildiğim için senin maslahatım, (yani menfaatim ve hayrını) dikkate alarak seni küçükken Öldürdüm» der.
Eş´arî :
Eğer fâsık olan ikincisi; «Ya Rabbi! Onun hayrına olanı bildiğin gibi, benim hayrıma olanı da biliyordun; niçin onun men-faatına riâyet ederek onu küçükken öldürdün de, benim menfaatıma riayet etmiyerek büyükken öldürdün Ben de küçükken ölseydim de isyan etmeseydim ve cehenneme girmeseydim» derse, Hakk Teâlâ ona ne cevap verir
Cubbâî; bocalıyarak acze düştü ve : -
Vesvese ediyorsun, dedi.
Eş´arî :
Vesvese etmiyorum; fakat şeyhin merkebi köprü üzerinde durdu (yani acze düştü ve söz bulamadı, sepette pamuk kalmadı) [4] diyerek hocasının meclisini ve mezhebini böylece terketti.
Eş´arî, Ümî kudreti ve münakaşa mahareti sayesinde mu´tezilî hocasını bu şekilde ilzam edip acze düşürmüştür.
Önbeş gün evinde kaldıktan sonra İmam Eş´arî bir cuma günü Basra´da, Mû´tezile mezhebini terk ettiğini ve eski görüşlerinden vazgeçtiğini ilân etti. Sonra ıVlû´tezile görüşünü yıkan ve Ehl-i Sünnet yolunu ihya eden mezhebini kurdu. Her tarafta yayılarak şöhret bulan ve günümüze kadar hak (doğru) olarak kabul edile gelen Eş´arî´ye mezhebinin reisi ve Ehl-i Sünnetin en büyük imamı oldu.
Allahu Teâlâ´nın Zât ve Sıfatlarına, Nübüvvet (Peygamerlik) le ve Ba´su ba´de´l - mevte (Ölümden sonra dirilmek) ile ilgili olan üç büyük îslâmî îman esaslarını beyân ederek bunları aklî ve nakli delillerle isbat etti. Şî´a´nm Imamiyye kolunu reddetmek maksadıyla «îmâmet-i Kebir» bahislerini de ele alarak, Ehl-i Sünnet İlm-i Kelâmını genişletti. Bütün bâtıl fırkaları red hususunda birçok eserler ve risaleler kaleme aldı. Bunların en meşhurları :
El - tb&ne an - Usûli´d - Diyâne, Kitâbu´l - Luma´ ve Makâlâtu -Islâmiyyîn´dir.
Eş´arî mezhebi, ameldeki dört hak mezheb âlimlerinin desteği ile de kuvvet bularak bilhassa Şarkta, Mısır´da ve Mağrîb´de olmak üzere bütün İslâm memleketlerinde intişâr ederek yayıldı.
Daha sonra islâm felsefesinin gelişmesi ve Farâbî ile İbn-i Sînâ felsefelerinin şöhret ve taraftar bulması sebebiyle, Eş´arî akidesine zıd olan felsefî nazariyelere de cevap verebilmek için llm-i Kelâmı daha da genişletmek, nazarî ve aklî ilimlerin en yükseği mertebesine çıkarmak gerekti.
Bu mühim hizmeti de, Kâzı Ebû Bekir el-Bâkıllâni (Vefatı: H. 403) [5] yaptı. Bu kudretli âlim, Es´arî İlm-i Kelâmını tehzîb ederek, ona aklî mukaddimeler koydu. «Cüz´ü´ - Lâ yetecezz^´» (Parça-lanmıyan en küçük cüz), «îsbât-ı hâlâ» (boşluğun isbâti) «Arazın araz ile kâim olmaması», «Arâzm iki zamanda kalmaması...» gibi aklî konuları Kelâm ilminde incelemek suretiyle İmâm-ı Eş´arî´nin delillerini kuvvetlendirdi «In´ikâs-i Edille» yâni, «Delil bâtıl olursa, medlul (dâva) da bâtıl olur» nazariyesi, Bâkıllânî tarafından kabul edilen nazariyelerdendir.
îtikad´da Ehl-i Sünnet´in ikinci hak mezhebi, Ebû Mansur Mu-hammed b. Muhammed b. Matamûd el-Mâtürîdî (H. 280/336)´nin kurduğu mezhebdir.
İmâm-ı Mâtürîdî bilhassa Mû´tezile, Karâmıta ve Revâfız tâi-feleriyle münakaşa ve mücadele etmiştir. En mühim eserleri; Ki-tabu´t - Tevhîd, El - Makâlât, Şerhu´ El - Fıkh-ı el - Ekber ve Te´vi-lü´l - Kur´ân´dır. Bunların her biri, son derece değerli eserler ise de, maalesef lâyık olduğu ilgiyi görmemiştir [6]
Mâtürîdî ve mezhebi, Selef mezhebine Eş´arî´ye mezhebinden daha yakın olup, en çok Türkiye, Irak, Türkistan ve Pakistan´da intişâr etmiştir. Ancak, yazdığı kıymetli eserler, kâfi derecede tanınmamaktadır.
Daha sonra gelen İmâm-ı El - Haremeyn Ebu El - Meâlî El -Cüveynî, (Vefatı, H. 478) Ebu Bekr El - Bakillânî´nin llm-i Kelâmını daha fazla genişletmiş, akla daha çok güven göstererek, akla aykırı gördüğü nakli te´vil etmiştir. El - İrşâd adlı eseri, daha sonra gelen Kelâm ulemâsının değer verdiği mühim bir kaynak olmuştur.
Kelâm´m ikinci devresi ve «MütekaddimûnJİdenilen ilk rm asrı, Imâm-i Gazâlî´nin gelmesiyle sona eJŞiş oldu.
e) Üçüncü Devre :
Hüccetü´I - İslâm Ebu Hânı i d Muhammed El - Gazâlî (H. 450 -505) ´nin zuhur etmesi ve getirdiği yeni Kelâm ekoliyle, llm-i Kelâmın üçüncü devresi ve «Müteahhirûn» denilen kelâmcıların mezhebi başlar.
Iraâm-ı Gazâlî, daha önce gelen Kelâm âlimlerinin mezhebleri-ni, diğer fırkaların görüşlerini, Fârâbî ve îbn-i Sînâ gibi İslâm filozoflarının fikirlerini dikkatle tetkik ederek, bütün bu görüşleri iyice anlayıp kavradıktan sonra, Ilm-i Kelâm´ın metodunda bazı değişiklikler yapmıştır. Böylece Kelâm ilmine yeni bir veçhe vermiş ve «Kudernâ»´nın mezhebinden başlıca şu üç noktada ayrılmıştır :
1- Mantık esaslarını kabul etmek,
2- «In´ikâs-ı edille» nazariyyesini reddetmek,
3- Felsefî esasları iptal gayesiyle, bazı felsefî konulan İlm-i Kelâm´m mevzuları araşma almak.
Bu hususları kısaca izah edelim :
1- Gazâlî´den önceki Bâkıllânî ve Ebu´l - Meâlî Fgibr Keiâm-cılar, mantık esaslarını ve ona dayanan felsefeyi reddederek onları iptal ederlerdi. Çünkü Mantık´ın esasları, Kelâmcıların koyduğu kelâm delillerine aykırı idi. Bu sebeple, Mantık esaslarının kabulü, kelâmcılara mahsus olan delilleri reddetmek demek olur. în´ikâs-ı edille, yani, «Delilin iptalinden, medlulün de iptali lâzım gelir» nazariyesini kabul eden kelâmcılar, bu nazariyyeyi yıkan mantık esaslarını tabiî olarak kabul edemiyorlardı. Bu hal, kendi mezheb-lerine son derece sâdık olmalarından ileri geliyordu.
îmâm-ı Gazâlî ise, inikâs-ı edille nazariyyesini mâkul bulmadı ve fikri hatâdan koruyan mantık esaslarını kabul etmekte bir mahzur görmedi. Aristo felsefesine şiddetle karşı olduğu halde, onun kurduğu mantığın esaslarını, yani aklî terkibleri, küll-i tabiînin hariçte sabit olduğunu, mahiyet-i nevî´nin mevcudiyetini, cins, nev´i ve fasıl gibi «Külliyât-ı hamse»´yi, hudud ve resimle tarif usûlünü ve kıyâs yoluyla istidlali kabul ederek, Kelâm delillerini bu mantıkî esaslara uydurdu. Mantığı Usul-u Fıkha ve diğer ilimlere de tatbik ederek uyguladı ve «Mantık bil m iyon in ilmine itimat edilmez» dedi.
2- Yukarıda bahsettiğimiz «In´ikâs-ı Edille» nazariyyesi, «Mütekaddimûn» diye anılan Kelâm âlimlerinin kabul ettiği en mühim esaslardan biriydi. O kadar ki Bâkıllânî «Delilin iptali ile, medlul de iptal olunur, yani delil bâtıl olursa, o delilin gerektirdiği medlul de bâtıl olur» nazariyesini, dînî akideler derecesinde tutuyordu. Çünkü; «Mukaddimeyi teşkil eden kaziyyeleri inkâr, delilleri inkârı, delilleri inkâr da, dînî inançları inkâr sonucuna götürür. O halde : Kelâm ilmine mahsus olan delillere aykırı bulunan mantık esaslarım kabul edersek, bu delillere dayanarak dînî akidelerimizi de yıkmış oluruz.» diyordu,
îmâm-ı Gazâlî ise, bu fikrin aksini iddia ederek, «Mantık, Kelâm delillerinin bazısına muhalif ise de, asıl akideye aykırı değildir; delilin iptalinden medlulün de iptali, yani, delilin bâtıl olmasından, medlulün de bâtıl olması gerekmez» diyerek, bazı kelâmı mukaddimeler yerine, istidlal ve kıyâs yoluyla doğru olduğu anlaşılan delilleri sıralıyor ve akîdeyi bu delillerle isbât ediyordu. Böylece «Müteahhirûn» kelâm mesleğinin esasını kurdu ve «El - İktisâd fi´l - İ´tikâd» adlı eserini vücûda getirdi.
3- El-Kindî ile bağlıyarak, Fârâbî ve İbn-i Sına gibi İslâm filozofları vasıtasıyla gelişen ve llm-i Kelâm´a muarız olan bu felsefî ekol, Gazâlî zamanında müslümanlar arasında şöhret bulmuş ve onları iki guruba ayırmıştır. Bir kısmı felsefeyi tamamiyle inkâr ediyor, diğer bir kısmı da ona aynen ve körü körüne inanıyordu. Bu sebeple tmâm-ı Gazâlî önce felsefeyi tetkik ve tahsil ederek «Makâsıdü´l - Felâsife» adh eserini, sonra da islâm akidesine aykırı gördüğü yirmi meseleyi münakaşa ederek, filozofların görüşünü reddeden «Tehüfütü´l - Felâsife» adlı meşhur eserini te´lif etti. Böylece, dînî inançlara aylan olan felsefî bahislerin red ve iptali hususu da, Kelâm ilmine sokulmuş oldu.
Daha sonra gelen Kelâm Ulemâsı aynı yolu tâkib ettiler. Fah-ruddin Muhammed Ömer El-Bâzî [7] (H. 550/631), Gazâlî´niıı Kelâm mezhebini ikmâl etti. Ondan sonra gelen Seyfüddin El - Amidi [8] (H. 550/631) ise, onu daha fazla genişletti.
Gazali, felsefî bahisleri, ancak red ve iptal gayesiyle Kelâm ilmine i d hâl etmiş, Kâzı ve Âmidî ise, keiâm île felsefeyi karıştırarak adetâ bir ilim haline koymuşlardır.
Daha sonra gelen Nasîruddin El - Beyzâvî [9] (Vefatı H. 641) ise, kelâm ile felsefeyi birbirinden ayrılamıyacak bir hale getirmiştir Beyzâvî´den sonra gelen Kelâm âlimleri aynı yolu takib etmişler, Beyzâvî´nin «Tavâli´» adlı eserini örnek tutan Mevâkıf, Makâ-sıd, Akâid En - Nesefiyye ve bunların şerh ve haşiyeleri gibi eserler vücûda getirmişlerdir. Bu eserler, Kelâm ilminde zamanımıza kadar en mühim kaynak olarak kabul edile gelmiştir.
îmâm-ı Gazâlînin esasını kurduğu «Müteharrûn»´un îlnı-i Kelâmı, islâm felsefesinin islâm âleminde intişârını, durdurmuştur. Ehl-i Sünnet Kelâmcılan, Mû´tezile ve Cehmiyye gibi bid´at ehlinin saplk meslek ve mezheplerini inkıraza uğrattıkları gibi, Selefiyye mezhebinin de yayılmasına engel olmuşlardır.
Şeyhu´l - İslâm Ibn-i Teymiye ile, talebesi !bmr l - Kayyım El -Cevziyye gibi zatlar, son asırlarda Selefiyye mezhebini ihyaya ça-hşmışlarsa da, başarılı olamamışlar, «Müteahhirûn»´un kelâm mesleği ve itikadı mezhebi zamanımıza kadar yayılmaya devam etmiştir.
Burada şu hususu belirtmek isteriz-ki; dinî akideler, zamanın değişmesiyle değişmez. Ancak, felsefî, ilmî ve fennî gelişmelere göre bu akideleri isbat yolları, metod ve delil şekilleri değişebilir. Her zamanın gidiş ve düşüncesine, bâtıl nazariyye ve sapık fikir cereyanlarına karşı Kelâm ilmi´nin mevzu ve metodunda bir yenilik zarureti mevcuttur. İşte bu sebeple Kelâm ilmi de gelişmişle bu uç devreyi geçirmiştir. [10]
BİRİNCİ BÖLÜM
Şer´î (Dinî) Hükümler Ve Kaynakları
Daha önce de belirttiğimiz veçhile, AİIahu Teâlâ´mn Zât ve Sıfatları, Peygamberlik ve Peygamberler, öldükten sonra dirilme ve ikinci hayat gibi îman ve inanç mes´eleleri, Kelâm ilminin esas mevzuunu teşkil eder. Ancak bu mes´eleleri tetkik ve izaha geçmeden önce, bütün bu inançları bize bildiren ve hak olduğunu beyân eden dinimizin itikadı hükümlerini ve bu hükümlerin özelliklerini bilmemiz gerekir. Bunun için de, fert ve cemiyetle ilgili bütün îslâmî hükümler ve bunların dînî kaynakları, yani şer´î deliller hakkında toplu bir fikir edinmek faydalı olur. Bu sebeple burada önce şer´î hükümleri izah edecek, sonra bu hükümlerin kaynakları olan Kitap, Sünnet, tema´ ve Kıyas hakkında Özet bilgiler vereceğiz. [11]
I - Şer´î (Dînî) Hükümler (Ahkâmı Şer´iyye) Ve Nevileri
İslâm dini, bu dünyayı imâr ve ıslâha memur edilen, bunun için de bütün varlıklar emrine ve hizmetine verilen Âdem oğullarını, fert ve cemiyet olarak refah ve saadete kavuşturan içtimaî, iktisadî, hukukî ve ahlâkî en güzel hükümleri bildiren ilâhî bir nizamdır.
islâm dini, insanların gelişme ve yükselmesiyle Allah tarafından geliştirilen ve her türlü ihtiyâca her zaman cevap verebilen gerçek inanç, iyi amel ve güzel ahlâk esaslarını getiren en son ve en mükemmel bir dindir. Beşeriyeti dâima doğru yola sevkeden ve hidâyete eriştiren ilâhî bir yoldur. Çünkü o ,insanı, önce Yüce Rab-
bine, sonra nefsine, daha sonra ailesine ve içinde yaşadığı cemiyete karşı olan vazifelerim öğreterek en güzel ahlâk üzere olmasını, dünya ve âhirette saadete ermesini temin eder.
islâm dini getirdiği ilâhî gerçeklerle ilme ve irfana, hikmet ve burhana dayanan, dâima akla hitabeden ve onun ıslâhını hedef tutan bir dindir. Çünkü bu yüce din; aklı, cahillikten ve sapık inançlardan koruyarak, onu hak ve gerçeğe yöneltir, ilim nuruyla aydınlatır.
Bu ilâhî din, kalbi ve nefsi, Allah´a ibadet yoluyla ıslâh ede-lek güzel ahlâka ulaştıran, dâima nizam ve birliği, itidal ve müsavatı, ferdî ve mülkî hürriyeti gaye bilen, ilâhî hükümleriyle sosyai adaleti temin eden, akıl ve irfan, hak ve adalet, ahlâk ve fazilet dînîdir.
îşte dâima akla hitap eden, nefsi, kalbi, fert ve cemiyeti ıslâhı gaye edinen dinimizin ilâhî hükümleri, şu üç büyük guruba ayrılır :
1- îman ve inançla ilgili olan itikadı hükümler (Ahkâm-ı îtikâdiyye),
2- Ferdî ve beşeri işler ve insanî ilişkilerle ilgili olan emirler ve yasaklar, yani amelî hükümler (Ahkâm-ı Ameliyye),
3- Kalble, ahlâk ve vicdanla ilgili olan ahlâkî veya kaVbî hükümler (Ahkâm-ı Hulukiyye veya Kalbiyye).
Şimdi bu hükümleri sırasiyle açıklayacağız. [12]
1- Îman Ve Îtîkadî Hükümler (Ahkâmı İtikâdiyye)
İman lügatte; mutlak inanmak ve tasdik etmek manasınadır.
Yani bir kimseye, bir habere veya bir hükme kesin olarak ve içten gelerek inanmak ve o şeyin doğru olduğunu kabul etmektir.
«îtikâd» da; inanmak ve tasdik etmek mânâlarını ifade eder. Bir şeye kalb ile inanarak, ona gönülden bağlanmak, o şeyin doğruluğunu, varlığını veya yokluğunu kalb ile tasdik etmek demektir.
înanmak, aslında bir kalb işidir. Bu sebeple, bir şeye îman, a şeyi kalb ile tasdik etmekle vâki olur. Dil ile ikrar ise, kalb ile tasdik edileni başkalarına ilân ederek, ona inandığını bildirmek içindir. Bu görüş, Kelâm ulemâsının ekserisinin fikridir. Bunlara göre îman, kalb ile tasdikten ibarettir. Dil ile ikrar ise, îmanın bir rüknü
veya sıhhatinin şartı değildir. Kalb ile tasdik edilen bir şeyin dil ile ikrar edilmesi, yalnız yeni müsliiman olan bir kimseye dünya ile ilgili hükümleri uygulayabilmek için şarttır. «îman dil ile ikrar, kalb ile tasdiktir» sözü işte bu zaruretten doğmuştur.
O halde îslâmda îtikâdî hükümler; kalb ile tasdik edilerek kesin olarak inanılan ve gönülden bağlanılan dînî mes´elelerdir. Bunlara «îtikad Mes´eleleri» denir.
İslâm dininde îtikâdî hükümlerin başında; Allah´ın varlığına, birliğine, bütün kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna inanmak gelir. Bu inanç, Cenâb-ı Hakk´ı birleyen ve O´nu takdis eden «Tevhîd ve Tenzih» akîdesidir. îslâm dinindeki îtikâdî hükümlerin esası ve temeli bu inançtır. Bundan sonra ikinci temel inanç; Hz. Muhammed (a.s.)´in Allah´ın kulu ve Resulü olduğuna inanmak, Cenâb-ı Hakk´m insanlık âlemine bildirdiği bütün dînî hükümlerin doğruluğunu kalb ile tasdik etmektir. îşte bu iki îman esası, İslâm´ın «Şehâdet kelimesi» olan; «Eşhedü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Abduhû ve Rasnluhû» cümlesinde ifadesini bulmuştur.
Allah´dan başka hiçbir ilâh bulunmadığına ve Hz. Muhammed (s.a.v.)´in Allah´ın kulu ve Resulü olduğuna şehâdet ederek, bu iki esası kalb ile tasdik etmek, İslâm´ın dâvetine icabet etmek demektir. Bunun içindir ki, bu iki esasa kalbi ile inanan ve onu diliyle | ilân eden kimse, İslâm dinine girmiş ve müslüman olmuş sayılır. { Çünkü Hz. Muhammed (i3.a.v.)´e inanmak, O´nun getirip tebliğ et-! tiği diğer îman esaslarına ve îtikâdî hükümlere de inanmayı gerek-i tirir. Bu îman esasları, «Amentü»´de ifadesini bulan; Allah´a, Me-! , leklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe, Kadere, : yâni hayrın ve şerrin Yüce Allah´ın takdiri ve yaratması ile oldu-[ ğuna ve öldükten sonra tekrar dirilmenin hak ve gerçek olduğuna ; inanmaktır.
İleride her biri üzerinde durarak geniş bilgiler vereceğimiz bu îman esasları ve îtikâ<âî hükümler, bütün Peygamberlerin ittifak ettiği dînî inançlardır. Bu inançlar, zaman ve mekâna göre asla değişmeyen ve kesinlik ifade eden dinî esaslardır. Bunlar ilk Peygamber Hz. Âdem´den, sorı Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)´e kadar hiç değişmemiş ve bütün Peygamberler ayni itikadı hükümleri tebliğ etmişlerdir.
Bu îtikâdî esasla ,r, Kur´ân-ı Kerîm´de açık bir ifade ile beyân olunmuş ve kesin delillerle teyid edilmiştir. Dinde îtikâd esas olduğundan, itikadı hükümlerde kesinlik ifade eden deliller aranır. Bu
gibi hükümler, zan ifade eden bilgiye dayandırılmaz. Çünkü zannî delil ile, yakın ve tasdik hâsıl olmaz.
îtikâdî hükümler başlıca iki kısma ayrılır :
Birinci kısımda aklî deliller aranır ve bu nevi inançlar, akîî burhanlar kesin delillerle isbat olunur. Bunlar, Allahu Teâlâ´nm varlığına, birliğine, irade ve kudret, ilim ve hikmet sahibi olduğuna, peygamberler gönderdiğine îman gibi îtikâd mes´eleleridir.
İkincisi ise, akıl yoluyla bilinmeyen, ancak nakil yolu ile öğrenilen îman mes´eleleridir. Bu gibi inançlar, Kur´ân-ı Kerîm´de ve Peygamberimizden sabit olan Hadis-i Şeriflerde beyân olunan ve aklen muhal görülmeyen itikadı hükümlerdir. Bunlar «Sem´iyyât» denilen Âhiret, Cennet ve Cehennem, Melekler ve ölümden sonra dirilmek «Ba´su ba´de´l - Mevt» inancı gibi işitmeye, yani, yalnız ilâhî yahye dayanan dînî inançlardır.
îtikâdî hükümler, yani islâm İnançları, «Tevhîd» veya «Kelâm» adı verilen ilimde beyan ve tetkik olunur. [13]
2- Amelî Hükümler (Ahkâm-1 Ameliyye)
Amel; yapılan, vücuda getirilen is demektir. Bir şeyi yapmak için önce o şeyi bilmek ve ona inanmak gerekir. Bu sebeple, inanmak, yani îman, yapmaktan, yâni amelden öncedir. O halde îman, esas ve temel, amel ise, fer´ ve bina hükmündedir. Temelsiz bina olamıyacağı gibi, imansız amel de bir kıymet ifade etmez. Bu bakımdan îtikâdî hükümlere (Ahkâm-ı Asliyye), amelî hükümlere de «Ahkâmı Fer´iyye» denilmiştir.
Dinin amelî hükümleri, îman eden her insanın yapması, nefsinde ve çevresinde uygulanması gereken Aliahu Teâlâ´nm emir ve yasaklarıdır. Bunların bir kısmı, ferdin Allahu Teâlâ´ya karşı olan vazifelerini, diğer bir kısmı da ferdin fert ve cemiyetle, cemiyetin de diğer cemiyetlerle olan münasebtlerini, karşılıklı hak ve vazifelerini bildiren amelî hükümlerdir. Bu itibarla amelî hükümler baş-lıca ıkı kısma ayrılır :
a) îbâdât,
b) Muamelât.
İbâdetten gaye; Allahu Teâlâ´nm en büyük ve en yüce olduğuna inanarak, O´nu tazim, tebcil ve takdis etmek, bunu içten gelen bir arzu ve tam bir ihlâsla yapmaktır. Bu şekilde eda edilen ibâdet, insanın fikrini, ruhunu ve iradesini terbiye eder. Allah´dan başka hiçbir varlığa kulluk etmemeyi ve yalnız Allah´dan korkup, O´ndan yardım dilemeyi öğretir.
İbâdette ihlâs, insanın kalbini riyadan ve nifaktan, fikrini şirkten ve inkârdan koruyarak ahlâkını kemâle erdirir. Bu sebeple ihlâs, ibâdette esasdır.
İbâdet, Kitap ve Sünnette beyan edilen esaslar dahilinde noksansız olarak yapılır. Zamanın, mekânın, örf ve âdetlerin değişmesiyle değişmez. İbâdetler, mahlûk ile Hâliki (Yaratıcısı) arasındaki münasebetin bir tecellisi olması bakımından, artmaz veya eksilmez. Çünkü, ibâdet, kul ile Rabbı arasında olan, zaman, mekân, Örf ve âdetle alâkası bulunmayan ve yalnız Allah´a karşı yapılan bir vazife, Hak Teâîâ´nm emrettiği gibi edası gereken bir farizadır. Onun şeklini de keyfiyyetini Cenâb-ı Hak tâyin etmiş ve her zaman edâ-edüecek tarzda ayarlamıştır.
İbâdetler, ya namaz ve oruç gibi bedenî, veya zekât gibi mâlî,, yahut da hacc gibi hem bedenî, hem de mâlî olur.
Bu ibâdetlerin esasları, Kur´ân-ı Kerîm´de bildirilmiş, izahı ise Peygamberimizin amelî ve kavlî sünnetleriyle yapılmıştır. Her müs-lüman ibâdetini, Peygamberimizin edâ ettiği, daha sonra bize kadar tevatür yoluyla geldiği şekilde yapmakla mükelleftir. Tevâtüren sabit olan ibâdet şekillerinde hiçbir surette değişiklik yapmak caiz. değildir.
Muamelât ise : Fert ve cemiyetin hukukî, idâri, içtimaî ve iktisadî sahalarda muhtaç olduğu hükümlerdir. Bunların da esası Kur´ân-ı Kerim´de beyan edilmiş, etraflı olarak açıklaması ise Peygamberimize bırakılmıştır. Ancak, bu amelî hükümler, genel kaideler (kurallar) ve o zaman vukua gelen cüz´î hadiselerle ilgili ilâhî hükümlerdir. Fakat zamanla karşılaşılan cüz´î hadiseleri tahdid edip sınırlamak mümkün olmadığından, «genel esaslar sabit 1 beraber, zaman, mekân ve örfün değişmesiyle, dünya ile i fıkhı ve ctiz´i hükümler de değişebUir.» denmiştir.
Dünya ile ilgili amelî hükümlerde esas; adalet, Allah´ın e: ve yasaklarında esas ile, menfaat ve mefsedet (fayda ve zarar)´
İnsanlara faydalı olan, veya faydası zararından çok olan şeylerin yapılması emredilmiş, zarar ve fesadı faydasından çok olan şeylerin yapılması da yasak kılınmıştır.
ibâdetler, irade ve ihtiyar ile ve Allah´ı takdis ve ta´zim gayesiyle yapıldığı halde, muameleler, fayda elde etmek veya zararda» kaçınmak gayesiyle yapılır.
ibâdetlerin ve beşerî muamelelerin muntazam ve mükemmel bir şekilde yapılması ve herkesin adalete ve başkalarının hukukuna riayet etmesi için de, «Ukûbât» denilen «Cezaî Hükümler» konmuş, iyi. yolda yürüyenlere mükâfat, kötü yola sapanlara da şiddetli azâb vadedilmiştir.
Amel ile ilgili olan hükümlerin hey´et-i mecmuasına «Şeriat» denir. Bu hükümleri tetkik eden ilme de; «Ahkâm ve Fıkıh İlmî» adı verilmiştir.
Mükellef bir insanın yapması veya yapmaması gereken işler hakkında vârid olan ilâhî emir ve yasaklar, yâni amel ile ilgili olau şer´ı hükümler sekiz kısımdır. Çünkü bir şeyin yapılmasının dînen hükmü; ya farz, ya vâcib, ya sünnet, ya müstehab, ya mubah, ya haram, ya mekruh veya müfsid olur. Şimdi bunları kısaca izafe edelim.
Farz : Yapılması istenen, yapılmaması yasak edilen ve bu husus hem sübût, hem de mânâya delâlet bakımından kafi (kesin) bir delil ile sabit olan hükümdür. Beş vakit namaz kılmak, ramazan orucunu tutmak, zekât vermek gibi emirler, her yönden kat´iy-yet (kesinlik) ifade ettiğinden, bunlar hakkındaki hükümlere farz. denir. İşte böyle her mükellefin şahsen yapması gereken farza,. farz-ı ayin, Kur´ân dinlemek ve cenaze namazı kılmak gibi birkaç kimse tarafından edâ edilmesiyle diğerlerinden sakıt olan farza da. farz-ı kifâye denir.
Farzın işlenmesinde sevâb, özürsüz olarak terk edilmesinde (te azâb vardır.
Farz olan bir şey amel bakımından farz olduğu gibi, îman ve îtikâd bakımından da farz olur. Bu sebeple, bir farzın farz olduğunu inkâr etmek küfrü icabettirir.
Vâcib : Vâcib de, farz gibi, mükellefden yapılması istenen, yapılmaması yasak edilen bir iştir. Ancak bu husus, sübût bakımın-
dan kat´î, mânâya delâlet bakımından zannî olan bir delille sabittir. Bayram ve vitir namazlarını kılmak ve kurban kesmek gibi...
Vacibin hükmü, amel bakımından farzın hükmü gibidir. Yani yapılmasında sevâb, terk edilmesinde ikâb vardır. Fakat îtikâd bakımından farz gibi değildir. Çünkü vâcib kesin olmayan zannî bir delille sabit olduğundan, vacibin vâcib olduğunu inkâr, küfrü ica-bettirmez.
Sünnet ise; terk edilmesi yasak olmayan ve Peygamberimin tarafından farz ve vâcibler dışında yapılan işlerdir.
Bunlardan Peygamberimizce çok defa yapılan ve pek az terke-düenlere «sünnet-i müekkede», bazan yapılıp bazen terkedilenlere de «sünnet-i gayr-ı müekkede» denilir.
Müekked sünnetlerin yapılmasında sevâb vardır. Özürsüz olarak terkedenler Peygamberimizin itabına (tekdirine) uğrarlar.
Müstehab : Müekked olmayan sünnetlere m üsteh âb, mendnb, nafile isimleri de verilir. Sadaka ve nafile namazlar bu neviden olup, işlenmesinde sevâb vardır, terkinde itâb yoktur.
Mübâh ise; yapılması da yapılmaması da dinen caiz olan. şeylerdir. Yemek, içmek veya uyumak gibi şeyler mübâh hükmünde olup, işlenmesinde sevâb, terkinde ceza yoktur.
Haram : İşlenmemesi istenen, işlenmesi yasak edilen ve bu husus hem sübût, hem de manâya delâlet bakımından kesin bîr deliRe sabit olan şer´î bir hükümdür. însan öldürmek, namusa tecâvüz etmek, yalan söylemek ve hırsızlık etmek, kesin delillerle yasak edilen işlerden olduğundan, bunların dînen hükmü haramdır. Kesinlik ifade eden bir delil ile yasak edilen şeyleri yapmak haram olduğu gibi, yapılması kesin bir delil ile emredilen şeyleri yapmamak da haramdır. Bu bakımdan haramı terketmenin hükmü farz, farzı ter-ketmenin hükmü haramdır.
Haramı irtikâb edene azâb, terkedene de sevâb vardır. Dînen hükmü haram olan bir şeyin haram olduğunu inkâr etmek küfrü icabettirir.
Mekruh : Yapılmaması istenen, yapılması hoş görülmeyen ve bu husus zannî (kesin olmayan) bir delille sabit olan bir hükümdür.
Mekruh iki kısım olup ,tahrimen mekruh denen şeyler harama, ten-2Îhen mekruh denen şeyler de helâle daha yakındır.
Tahrimen mekruh olan şeyleri yapmamak vacip, vacip olan şeyleri terketmek de tahrimen mekruhtur. Güneş batarken namaz kılmak gibi.
Tenzîhen mekruh olan şeyleri yapmamak, müstehâb, müste-hâb olan şeyleri yapmamak da tenzihen mekruhtur.
Mekruh olan bir şeyi işleyene azâb, terkedene sevâb vardır. Mekruh, zannî bir delil ile sabit olduğundan, mekruh olan şeyleri inkâr etmek küfrü gerektirmez.
Müfsid : Şart ve rüknünü taşımayan ve şeriata muhalif (aykırı) olan işlere fasit dendiği gibi, şartlarını ve rükünlerini toplayan ve şeriata uygun bulunan bir işi bozan şeye de müfsid denir. Namaz kılarken gülmek, oruçlu iken yemek, içmek gibi... [14]
3- Kalbî Ve Ahlakı Hükümler (Ahkâmı Hulûkiyye Ve Kalbiyye)
Şer´î hükümlerin üçüncü kısmı da; kalbi tenzibe, nefsi ıslâha, ruhu yüceltmeye ve ahlâkı kemâle erdirmeye matuf (yönelik) olan ahlâkî hükümlerdir. Bu hükümler, kalble ve güzel ahlâk ile ilgili olan amelleri (işleri) bildirir.
islâm dini güzel ahlâka son derece önem vermiş, her vesile ile insanları güzel ahlâka teşvik etmiştir. Kur´ân-ı Kerîm ahlâk ve fazilette beşeriyetin en büyük kaynağıdır. Peygamber Efendimiz ise, güzel ahlâkın en yüce rehberi ve örneğidir. Peygamberimiz (a.s.)´in :
1 «İmanın kemâli güzel huydur (güzel ahlâktır)».
(1 ve 4) Ali el-Muttakî : Kenzü") - Ummâl :´ c. II, s. 58, Haydarabâd, 1312. (2) Celâleddin es-Suyûtî : Fethü´I - Kebir c. II. s. 124, Mısır, 1351. (3 ve 5) Kenzü´l - Ummâl, c. I, s. 11.
2- «Allah´a îmandan sonra, akıl (ve hikmetin) başı, hâyâ
ve güzel huydur.»
3 - «Sizden hiçbiriniz kendi için sevdiği (ve özlediği) şeyi (din) kardeşi için de sevip arzu etmedikçe (kâmil) mü´min olamaz.»
4- «Ben ancak beşeriyetin ahlâkını tamamlamak (kemâle erdirmek) için gönderildim.»
5- «Müslüman, elinden ve dilinden, müslüm anların selâmette olduğu kimsedir.»
Buyurmaları, tslâmiyetin güzel ahlâka ve fazilete verdiği kıymet ve ehemmiyetin en canh örnekleri, en açık ve kesin delilleridir.
islâm ahlâkında; Allah´ın emirlerine itaat, mahlûkâtma şefkat ve merhamet çok mühim bir esastır.
İslâm´ın her emri; nefsi ıslâh etmek ve cemiyeti güzel ahlâka yöneltmek gayesini hedef alır. İslâm dini, Allah´a, Peygambere, nefse, ana - babaya, cemiyete ve bütün insanlığa karşı olan insani ve ahlâkî vazifelerimizi bize en güzel şekilde öğretmiş, ahlâkî ve içtimaî esasları Kur´ân-ı Kerîm ve Yüce Peygamberimiz vasıtasıyla bütün beşeriyete ilân etmiştir.
Bir müslüman için namaz ve oruç gibi ibâdetler nasıl birer dînî vazife ise, herkese karşı güler yüzlü, tatlı sözlü olmak, kimseyi incitmemek, dâima iyilik etmek ve kötülükten kaçınmak ta mühim birer dînî vazifedir. Mala, cana, ırza göz dikmek nasıl haram ise, başkalarına iftira etmek, verilen sözü tutmamak ve yalan söylemek de öylece haramdır.
Allah´a îman ve ibâdet nasıl birer dînî esas ise, bütün mahlû-kata şefkat göstermek, merhamet etmek, güzel ahlâklı olmak da, aynı derecede önemli birer esastır.
Hülâsa İslâmiyet, fert ve cemiyeti kemâle erdiren her türlü ahlâk esaslarını insanlık âlemine bildirmiş, Sevgili Peygamberimiz de, bütün bu esasları bizzat nefsinde en güzel bir şekilde tatbik
ederek Cenâb-ı Hakk´ın
«Muhakkak ki sen en güzel ahlâk üzeresin (en güzel ahlâka sahihsin.) [15] » ilâhî iltifatına mazhar olmuştur.
Kalble ve ahlâkla ilgili olan hükümler, Ahlâk ve Tasavvuf ilminde incelenir ve gerekli bilgiler verilir.[16]
Iı - Şeitî Hükümlerin Kaynakları
Ahkâm-ı Şer´iyye denilen dînî hükümlerin kaynağı, ilâhî bir esasa dayanan dînî delillerdir. Naklî olan bu delillere «EdiUe-i Şer´iyye» yani «Dînî Deliller» denir.
Dînî hükümlerin hepsi, ilâhî vahye dayanan şer´î delillerden öğrenilir. Bu hükümlerin hiçbiri beşerî bir eEasa dayanmaz. Bir fert veya toplumun koyduğu kanunlardan veya hukukî esaslardan alınmaz. Herhangi îslâmî bir hüküm tetkik edilirse, muti .ka ilâhi bir esa3a dayandığı ve kudsî bir karal : 2r taşıdığı görülür.
tslâmi hükümlerin kaynağı olan şer´î deliller; Kitap, Sünnet, fcmâ-i Ümmet ve Kıyâs-i Fukalıâ oîmak üzere dörttür. Ancak, îcmâ-i Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ, esas itibariyle Kitap ve Sünnete istinad ettiğinden, Kitap ve Sünnet ilk iki mühim esastır. Sünnet ve diğer bütün şer´î deliller hakikatte, Kitabullah olan Kur´ân-ı Kerîm´deki ilâhî hükümleri keşfe ve izaha çalıştıklarından ve dâima O´na istinad ettiklerinden, Kitap, bütün şer´î (dînî) delillerin ash ve yegâne kaynağıdır. Bu sebeple Kitaba «Ashı´l - Usûl» yani «Asılların aslı» denilmiştir.
Müslümanlar arasında dâima hüccet, yani kesin delil olarak kabul edilmesi zarurî görülen şer´î deliller, yalnız ilâhî vahye dayanan dînî nasslar, yani Kitap ile Sünnet´tir. Kitap ve Sünnet dâima delil olarak alınmıştır. Müctehid imamlar ancak, âyet-i kerîmenin veya hadîs-i şerifin bir hükme delâletini kat´î olarak bilemedikleri zaman, veya hükmünün mensuh olduğu gibi bazı hallerde Kitap ve Sünneti kesin delil olarak almayabilirler. Böyle bir özür bulunmadıkça, bu iki kaynağa aykırı olan bir hükmü asla vermezler. Bu sebeple Kitap ve Sünneti, Kitab ve Sünnet olması itibariyle reddetmek küfür sayılmıştır.
Müctehidlerin icmâ´ı veya Fukahâmn kıyası ise, herhangi´ bir hiikme delâlette Kitap veya Sünnete dayanır.
Şimdi bu dört îslâmî kaynağı sırasıyla ve kısaca izah edeceğiz. [17]
1- Kitap
Kitap lügatte; her yazıya ve her yazılana verilebilen bir isimdir. Fakat, müslümanlar arasındaki örfe göre Kitapdan kasıt, Allah Kelâmını ihtiva eden Kur´ân-ı Kerîm/dir. «Kur´ân» kelimesi aslında, «Ka-ra-a» fiilinden (Gufran gibi) mastar olup, «Kıraat» ve «Tilâvet», yani «Okumak» mânâsına gelir. Sonra «Kur´ân» adı; Hz. Muhammed (ş.a.v.)´e vahyolunan ve bize tevatür yoluyla naklolunan Allah Kelâmının mecmuu olan tamamı denmiştir. Böylece, mef´ûliyet ifade eden ve «Okunan» mânâsına gelen Mukaddes Kitabımıza mahsus bir isim olmuştur.
Kelâm âlimleri Kur´ân-ı Kerim´i şöyle tarif ederler : «Allanıl Teâlâ´nın zâtıyla kaaim olan nefsî ise ilâhî bir mânâ olup, Hz. Muhammed (s.a.v.) e nazil olan ilâhî lâfza delâlet eder.» Bu tariften anlaşıldığına göre Kur´ân; Hak Teâlâ´nın Zatî sıfatlarından olan Kelâm sıfatının bir tecellîsidir.
Usulü Fıkıh âJİmlerînin ıstılahına göre ise Kur´ân-ı Kerim : i «Hz. Muhammed (s.a.v.)´e Alîahu Teâlâ tarafından Cîbrîl-i ihmîn (Cebrail) vasıtasıyla inzal olunan ve bize bizzat Peygamberi-miztlen tevatür yoluyla aynen naklolunan mukaddes bir kitaptır.» [18] Kur´ân-ı Kerîm ilâhî bir tecelli olarak, tebdil ve tağyirden masun, yani değişiklikten korunmuş olup, kıyamete kadar aynen mahfuz kalacak ve muhafaza edilecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak : «Muhakkak İd Kur´ân´ı biz indirdik ve O´nu mutlaka biz muhafaza edeceğiz.» [19] buyurmuştur.
Kur´ân-ı Kerîm, en yüksek edebî üslûb ve belagatı, en derin ve . en geniş mânâsı ile, lâfzan da, manen de ilâhi ve eşsiz bir mucizedir. Bu yüce Kitap, beşeriyeti fert ve. cemiyet olarak refah ve saadete ulaştıran her türlü inanç, amel ve ahlâk esaslarını ve her türlü sosyal nizamı ihtiva eden ilâhî ve mukaddes bir kaynaktır.
Kur´ân-ı Kerîm´in, bizzat Kur´ân´da sabit olan elliden fazla isim ve sıfatları vardır. En meşhurları :
Kitabullah, Kelâmullah, Fıırkân (Hakkı bâtıldan ayıran) Tenzil (Azar azar indirilen), Zikr (Hatırlatan), Kitabul - Hakk (Doğru ve gerçek kitap), Kitabu´l - Münir (Kalpleri ve fikirleri aydınlatan kitap) ve iki kapak arasındaki sayfalar mânâsına gelen «Mushaf»´tır.
Kur´ân-ı Kerîm 114 sûre 6236: bir rivayete göre de 6666 âyettir. Bu sûreler hep birlikte toplu olarak nazil olmayıp, hâdiselere, ihtiyaca ve hikmet-i Ilâhiyyeye uygun olarak, âyet âyet, sûre sûre nazil oldu. Milâdî 610 yılından başliyarak 23 sene, diğer bir rivayete göre de 22 yıl 2 ay 22 gün devam etti.
İlk nazil olan âyet, «Alâk», sûresinin ilk beş âyeti, son nazil olan âyet ise, «Bakara» sûresinin 281. âyetidir. Sûre olarak ilk nazil olan «Fatiha» sûresi, son nazil olan da «Nâs» süresidir.
Bu sûrelerin en uzunu «Bakara» (286 âyet), en kısası «Kevser», (üç âyet) sûreleridir.
İslâm âlimlerinin muteber eserlerine göre özetlersek; Kur´an´-daki 114 sûreden 86 veya 93´üne Mekkî, 21 veya 28´ine de Medeni denir. Mekkî olanlar; Peygamberimizin Medine´ye hicretlerinden önce nazil olan ve îman ve inanç esaslarına taallûk eden kısa sûreler, Medenî olanlar ise; hicretten sonra Peygamberimizin Medine hayatları esnasında nazil olan amel ve ahlâka, sosyal hayata, genel hukuka ve devlet nizamına taallûk eden sûre ve âyetlerdir.
Kur´ân-ı Kerîm Peygamberimize Cebrail Aleyhisselâm vasıtasıyla nazil olunca, her âyet ve sûreyi bizzat ezberler ve yanında bulunan sahabîlerine okurdu. Onlar da kendilerine tebliğ edilen âyet ve sûreleri Peygamberimizin emri ile ezberler ve huzurunda yazarlardı. Yazılan âyetlerin bir sureti Peygamberimizin evinde, diğer bir sureti de «Vahiy kâtipleri» denilen Sahâbîler tarafından muhafaza olunurdu. Peygamberimiz, Kur´ân-ı Kerîm´den başka hiçbir sözün yazılmasını emretmemiştir.
Böylece Kur´ân-ı Kerîm o zamanki imkânlara göre, kâğıt yerine kullanılan ağaç kabuğu, deri, düz kemik ve taşlar üzerine yazılarak muhafaza edilir ve ayrıca ezberienirdi. Nazil olan her âyetin hangi sûreye ait olduğunu ve tertibini Peygamberimiz Vahiy Kâtiplerine bizzat bildirirdi.
Vahiy Kâtiplerinin adedi üzerinde ihtilâfa düşülmüşse de, en sahih rivayete göre 29´dur. En büyükleri ve meşhur olanları; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Mııâviye ile Zeyd h. Sabit, Übey b. Kaab, İbni Abbâs ve tbni Mes´ud (Allah onlardan razı olsun) hazretleridir.
Parça parça inen Kur´ân-ı Kerîm´in bütün âyetleri, Sahâbîler tarafından kolayca ezberlenmiş, fakat Peygamberimizin sağlığında bir kitap haline getirilmemiştir.
Binlerce müslüman zatlar tarafından nakil ve rivayet olunan Kur´ân-ı Kerîm, ancak ilk Halîfe Hz. Ebu Bekir (rta.) zamanında, görülen lüzum üzerine ve Hz. Ebu Bekir´in bir emri ile, Vahiy Kâtiplerinden ve Ashab´m en çok itimadını kazanmış olan Zeyd b. Sâbit´in riyasetindeki büyük bir hey´et tarafından, sonsuz bir dikkat ve itina ile toplanıp, tetkik ve tertip edilerek bir kitap haline getirildi.
Peygamberimizin bildirdiği tertip Üzerine yazılan ve «Mushaf» adı verilen Kur´ân-ı Kerîm, Hz. Ebu Bekir´e teslim edildi. Daha sonra II. Halîfe Hz. Ömer´e, O´ndan da III. Halîfe Hz. Osman´a teslim edilen Kur´ân-ı Kerîm, Hz. Osman´ın hilâfeti zamanında çoğaltılarak, genişleyen İslâm ülkelerinin mühim merkezlerine gönderildi. O günden bu güne kadar Kur´ân-ı Kerîm´in aslı aynen muhafaza edilerek çoğaltılmış ve ilâhî bir mucize olarak hiçbir değişiklik ve tahrife uğramamıştır. En gerçek, en güzel ve en mükemmel olduğu muhakkak olan İslâm´ın Mukaddes Kitabı, işte böylece yazılmış, çoğaltılıp muhafaza edilmiş ve bütün Islâmî hükümlerin kaynağı ve en büyük delili olmuştur [20]
2 - Sünnet
Sünnet lügatte; iyi veya kötü herhangi bir ^ff mânâsına geldiği gibi, hal ve âdet mânâsını da ifade eder. Hp
Usul-i Fıkıh âlimlerinin ıstılahına güne Sünnet/
Peygamber Efendimizin, Kur´ân-ı Kerîm´den hşjlta olarak sar-fettîkleri sözler, yaptıkları işler ve sükût ile karşıİâdıldarı şeyler-
A) Sünnet´in Nev´ileri :
îslâmî hükümlerin ikinci mühim kaynağını teşkil eden Sünnet,.
«Kavlî, Fiilî ve Takriri» olmak üzere üç kısımdır :
Kavtf Sünnet : Peygamberimizin söyledikleri «Hadîs-i Şerif» denilen sözlerdir.
Fiilî Sünnet: Peygamberimizin fii! ve hareketleridir. Fakat bu _ fiillerden; oturmak, kalkmak, yemek, içmek ve uyumak gibi tabiî olanlar, ancak bu işlerin mubah olduğuna delâlet eder. Bunlardan şer´î bir hüküm çıkarmak doğru olmaz. Uyku esnasında vâki olan şeyler ise, Peygamberimizin zâtına mahsus olan işler de böyle olup, ümmeti üzerine hüccet (kesin delil) teşkil eden ve dînî hükümlere kaynak sayılan Fiilî Sünnetler´den sayılmaz.
Takriri Sünnet ise : Peygamberimizin, huzurunda söylenen sözleri veya yapılan işleri sükûtla karşılamak suretiyle, onları takrir etmesidir. Takrir, tesbit etmek mânâsına gelir. Red ve inkâr etmi-yerek sükûtla karşıladıkları şeylerin, Takrîrî Sünnet´ten sayılabil-mesi için, o,şeylerin meselâ puta tapmak gibi münkerâttan olmaması, yani, aslında kötü olduğu için kabul olunmayan şeyler cinsinden bulunmaması şarttır.
Kavlî Sünnete, «Hadîs» dendiği gibi, «Haber» veya «Eser» de denir. Hadîs´in çoğulu «Ehadîs», Haber´in çoğulu «Ahbâr», Eser´in çoğulu ise, «Âsâr» gelir.
Peygamberimizin Sünneti, îslâmî hükümlerin çıkarılıp elde edilmesinde Kur´ân-ı Kerîm´den sonra en mühim kaynak olarak kabul edildiğinden Ashâb-ı Kiram, Peygamberimizin sözlerini büyük bir dikkat ve itina ile zabt ve tesbit ederek ezberlemiş ve daha sonra gelenlere nakletmişlerdir.
Bu hadîslerin sübûtu, yani sabit olması ve daha sonra gelenlere ulaştırılması, ancak nakil yoluyla olduğundan, İslâm âlimleri nakle son derece önem vermişler ve nakil konusunda en sağlam esasları ve en kuvvetli usulleri koymuşlardır. «Usul-i Hadîs» ilmini teşkil eden «Müstalâh el-Hadîs» ve «Nakd-i Rical» ilimleri, asrımızda dahi emsali görülmeyen titizlikte vücûda getirilmiştir. Hattâ diyebiliriz ki, yeni filozofların «Metodoloji» denilen «Metodlar İlmi» nde, rivayet ve nakil hakkında koydukları esaslar, İslâm hadîs ulemâsının Hadîs nakleden râvileri tetkik ve tenkid hakkında koydukları esaslara nisbetle çok sathî ve sönük kalır. Bu husus, Usul-i Hadîs ilmine ve Metodoloji´ye vâkıf olan âlimler arasında inkâr edilmeyen bir hakikattir.
İşte Peygamberimizden rivayet edilen bütün hadîsler, bu tenkid süzgecinden dikkatle geçirilerek, herbirinin derecesi, her râvinin mertebesi tesbit edilmiştir. Yani, Peygamberin Sünneti diye rivayet edilen her şey, hemen kabul edilmemiş, hepsi de usulü ile tetkik ve tenkid edildikten sonra iîmî ölçülere uyanlar, Peygamberimizin Sünneti olarak kabul edilmişlerdir.
Peygamberimizin hadîsleri, «Sahihân» denilen Buhârî ve Müslim´de, «Sünen» denilen Tirmizî, İbn-i Mâce, Ebû Dâvûd ve Neseî gibi «Kütüb-i Sitte»´yi teşkil eden, en sağlam ve en muteber «Altı Hadîs» kitabında yer almıştır. îmâm-ı Mâlikin «MuvattaVı ve İni ânı-ı Ahmed´in «Müsned»´i de muteber hadis kitapları olarak kabul edilmiştir.
Peygamberimizin Sünneti de, Kur´ân-ı Kerîm gibi, İlâhî vahye dayanır. Çünkü Cenâb-ı Hak Sevgili Peygamberimiz hakkında şöyle buyuruyor :
«O, nefsinin arzusuna göre konuşmaz. O´nun sözleri, kendine vahyolan sözlerden başka bir şey değildir.» [21]Yani Peygamberimiz (s.a.v.)´in her sözü, ilâhî bir vahye dayanır.
Peygamberimiz (a.s.) .de :
«Allâhu Teâlâ bana Kur´ân-ı ve Hikmet´den de Ud mislini verdi» buyurmuşlardır.
Li Cenâb-ı Hakk Kur´ân-ı Kerîm´inde :
«Peygamberin size getirdiklerini alın, yapmanızı nıenettiklerine m yerin.» [22]Yani yasakladıklarım terkediniz.
«Her İdm İd, Peygambere itaat eder, Allah´a itaat; etmiş olur [23] buyuruyor.
Peygamber Efendimiz de, kendisinden görüldüğü gibi ibâdet edilmesini, Sünnetinin aynen alınıp tatbik edilmesini emrediyor.
Bunun içindir ki, ilâhî vahye istinâd eden Peygamberimizin Sünneti, Kur´ân-ı Kerîm´den sonra îslâm dinînin en büyük kaynağı Şer´î hükümlerin ikinci ilâhî kaynağı ve delili sayılmıştır.
Peygamberimizin Sünneti; Kur´ân-ı Kerîm´i tasdik eder; bildirdiklerini ise kuvvetlendirir veya onu tefsir ederek anlaşılması, zor ve müşkil olan kısımlarını açıklar. Muhtasar ve mücmel (yani kısa ve icmali) olanını tafsil edip açıklar; muhtemel (birkaç mânâya ihtimalli) olanı tâyin eder. Mutlak olanı takyîd ederek kayıtladığı gibi, Kitabullâh´ın beyan etmediği cüz´î hâdiselerin hükümlerini de bizzat beyân ve tafsil eyler.
0 halde Sünnetin iki mühim vazifesi vardır
1- Kur´ân´ı tefsir ederek, ilâhî hükümleri açıklamak,
2- Gerektiği zaman müstakil olarak ahkâmı teşri´ etmek. Yani müstakil olarak dînî hükümler koymaktır.
Bu sebeple, Kitap esas ve ük ilâhî kaynak ise de, Sünnet onun. tefsiri ve tamamlayıcısı mahiyetindedir. Bu bakımdan Sünnet; aslı. olan Kitaba, Kitap da; tefsiri bulunan Sünnete muhtaçtır.
Dînî hükümler nakle istinâd ettiğinden, _ biraz önce belirtildiği üzere islâm bilginleri nakle son derece Önem vermişlerdir.
B) Hadis´in Çeşitleri :
Islâmî nakillerin ilmî delilleri üç asra (karn´a) göre takdir olunur.
Birinci asır Ashâb-ı Kiram devri, ikincisi onlara tabî olan (Tabiîn devri), üçüncüsü de (Etba-ı Tabiîn) devridir.
Peygamberimiz (a.s.)´in hadisleri, hadisin senedini teşkil eden râvîlerin üç devirdeki durumlarına göre üç- kısma ayrılır :
a) Mütevâtir Hadisler : Bidayetten (başından) itibaren bu üç asırda yalan üzerinde birleşmelerini akim tecviz etmediği ve mümkün görmediği çok sayıdaki topluluğun biribirinden rivayeten Peygamberimizden naklettikleri hadislerdir.
Miktarı az olan mütevâtir hadisler, kesinlik ifade eder. Yani zarurî ve kesin bir bilgi verir. Yakîn ifade ettiğinden, muktezâsıy-îa (gerektirdiği şeylerle) amel ve îtikad etmek her mükellefe vâ-
cibdir. Mütevâtir Hadisler, Kur´ân gibi Allah sözü olmamakla beraber, Allah´ın Resulüne inzal buyurduğu ilâhî bir hikmettir. Bu bakımdan, îman İle küfür arasında bîr mîyâr (ölçü) sayılmıştır.
Onun için, tevatürün bütün zor şartlarını ihtiva ederek (mütevâtir) derecesine ulaşan ve bize -kadar öylece gelen bu gibi hadîslerin doğru ve kesin olduğunda şüphe etmek asla caiz değildir. Çünkü bu sözlerin, bizzat Peygamberlerimizden sâdir olduğu tevatür yoluyla sabit olmuştur. Namaz, Oruç ve Hacc gibi ibâdetler ile» farz olan namazların rek´at adetleri, mütevâtir hadislerle tevâtü-ren sabittir.
b) Meşhur Hadisler : Önceleri (Âhâd) hadis durumunda olduğu, yani; Peygamberimizden bir veya birkaç kişi tarafından rivayet edildiği halde, daha sonra ikinci ve üçüncü asırlarda tevatür _derecesine ulaşarak şöhret bulan hadîslerdir. Bu gibi hadîsler aslın-´ da âhâd hükmünde olduğu halde sonra şöhret bulan ve yalan üzerine "birleşmeleri aklen caiz olmayan büyük bir topluluk tarafından rivayet edilerek bize kadar böylece gelen hadîslerdir. Bunffn için «Meşhur Hadîs» adı verilmiştir.
Meşhur hadîsler aslında, bir veya birkaç kişinin rivayetine istinâd ettiğinden, zarurî ve kesin bir bilgi vermez. Ancak, Peygamberimizin Ashabı, yalan söz söyleme töhmetinden uzak olduklarından, daha sonra tevatür derecesine ulaşan bu gibi meşhur hadîsler, kalbe itmi´nan verir. Meşhur hadisler, zarurî ve kesin bilgi verme derecesine yaklaştığından, onun muktezâsıyla amel etmek her mükellef için vâcibdir. Bu bakımdan hidâyet ile dalâlet (sapıklık) arasında bir mîyâr ve ölçü sayılagelmiştir.
Âhâd Hadisler : Peygamber Efendimizden bir veya birkaç emin kişi tarafından rivayet edilen ve üç asrın hiçbirinde tevatür derecesine ulasmıyan hadislerdir. Yani, Islâmî nakillerde esas olan ilk üç asrın hiçbirinde de, bir topluluk tarafından rivayet edilmeyen, fakat daha sonra müslümanlar arasında yayılan hadislerdir.
Âhâd hadislerden, metin ve sened (râvîler silsilesi) bakımından belirli şartları taşıyanlara (Makbul), bu şartları taşımayanlara da (makbul olmayan) hadisler denilir.
Metin ve râvîler silsilesindeki şartları hâiz olan makbul hadislerle, muhtar olan rey´e göre, yalnız amel etmek vâcibdir. Çünkü bu gibi hadisler zanna dayandığından, kesin bilgi vermezler. Bu sebeple de îtikad meselelerinde delil olarak kullanılmazlar
Âhâd hadislerden makbul olanlara, (Sahih) ve (Hasen), makbul olmayanlara da» (Zayıf) hadisler adı verilir.
Sahih Hadisler; senedi muttasıl, râvîleri âdil ve tam zabıt olan hadislerdir. Yani bir hadisin sahih olabilmesi için :
a) Hadisi nakleden râvîler silsilesinin birbirine istinâd ederek (dayanarak) Peygamberimize kadar devam etmesi,
b) Râvîlerin hepsinin âdil, yani bulûğa ermiş, âkil, miislüman, dâima adaletle hareket eden, kötü hallerden uzak, dürüst ve faziletli kişiler,
c) Râvîlerin hepsinin zabıt, yani işittiğini değiştirmeden noksansız olarak aynen nakleden, hafızası kuvvetli kişiler olması lâzımdır.
Sahih hadislerdeki üç esas; ittisal, adi ve zapt-ı tam´dır.
Hasen Hadislerin de; senedi muttasıl, râvîleri âdil ise de, sahih hadislerde olduğu gibi râvîleri (zabt-ı tâm) sahibi olmayıp, yalnız zabıttırlar. Yani Hasen Hadisler, ittisal ve adalet bakımından Sahih Hadisler gibi olup, yalnız (zabıt) cihetinden sahih hadislerin derecesinden aşağıdır. Fakat hasen hadisler de, sahih hadisler gibi amel bakımından muteber olan ve muktezâsı ile amel edilmesi gereken hadislerdir.
Zayıf Hadisler ise, kendisinde sahih ve hasen hadislerde bulunan «ittisal», «adalet» ve «zabt» sıfatlan bulunmayan hadislerdir.
Zayıf hadisler amel hususunda muteber değil ise de, bu gibi hadislerin mânâsiyle müslümanlar amel edegelmişlerse, o vakit bunlarla amel caiz olur. Böyle olan hadisler, akâid ve ahkâm mes´ele-lerinde rivayet edilemezse de, vâ´zlarda iyi ve güzel işlere teşvik gayesiyle zikredilebilir. Fakat râvîlerin, yalanla, fahiş hatalarla müt-tehem olmamaları ve böyle hadislerin Peygamberimizden sâdır olduğu hususunda kati bir inanç beslemek şarttır.
d)´Mevzu Hadisler : Bir de bütün bu hadis nevileri dışında, hakikatte «hadîs» olmayan, Peygamberimiz tarafından söylenmediği halde, kötü ve bozguncu gayelerle veya mutaassıb düşüncelerle vazedilen «uydurma» sözler vardır İd, bunlara ıstılahen «Mevzu Hadisler» denmektedir.
Bu gibi, uydurma olduğu her bakımdan anlaşılan sözleri «hadis» diye rivayet etmek haramdır. Mevzu´ olduğu bilmen sözler, va´z
esnasında, iyiliğe ve fazilete teşvik gayesiyle dahi söylenemez. Ancak, mevzu´ olduğunu ilân ederek, halka bildirmek gayesiyle rivayet edilebilir.
Bîr hadîsin mevzu´ olduğunu bildiren birçok alâmetler (işaretler) vardır. Başheaîan :
1- Metinde, Peygamberimizin Sünnetine sarih olarak aykırı olan sözler bulunması,
2- Ahlâkı esaslarla bağdaşmayan sözler bulunması,
3- Havâss-ı selîmenin (Sağlam duyuların) yalanladığı iddialar bulunması,
4- Metinde gülünç ve müstehcen sözler bulunması,
5- Hadisin metninde ifade ve mânâ bakımından rekâketli (dolaşık), sözler bulunması,
6- İfadede Ölçüsüz ve taşkın medihler, kötülemeler bulunması,
7- Râvîsinde yabancı, âdil ve makbul olmayan kimselerin bulunması...
Bütün bu sebeplerledir ki, Peygamberimiz yalnız Kur´ân-ı Ke-rîm´in yazılmasına izin vermiş, kendi sözlerinin yazılmamasım şu sözleriyle istemiştir :
«Benim ağzımdan Kur´ân´dan başka hiçbirşey yazmayınız. Kur´ân´dan başka birşey yazmış olan kimse varsa onu silsin. An-cak, yazmaksızın, benden dilediğiniz gibi rivayet ediniz, bunda hiçbir beis yoktur. Bir de bile bile kim bana isnat ederek yalan uydu-rursa, Cehennemdeki yerini hazırlasın» [24]
Bu emir gereğince, Peygamberimizin hadisleri, zamân-ı risalet-lerinde yazılmamış, Sahâbîler tarafından ezberlenerek ağızdan ağıza nakledilmiştir.
Peygamberimizin hadisri, ilk önce Emevî Halîfelerinden Ömeij b. Abdülâzîz (vefatı H. 101)´in emriyle toplanmaya başlanmış, yüz-j lerce divanlar kurularak, îtikâd ve amele ait çeşitli konularda bin] lerce hadîs tahriç olunmuştur. Bilâhare Hadîs ve Usul-i Hadîs ilim-! leri gelişerek, yukarıda izah ettiğimiz veçhile (Kütüb-i Sitte) denil len müslümanlarm en kıymetli ve en muteber Hadîs kitapları vüi cüda getirilmiş ve böylece İslâm dîninin, ikinci büyük kaynağı dâ tesbit edilerek, Peygamberimizin sahîh hadîsleri, tağyir ve tebdilj. den mâsun kalmış değiştirilip bozulmaktan korunmuştur. [25]
3- Kıyas
Kıyasın,´ mahiyyet, derece ve kısımlarını izaha geçmeden önedr önemli gördüğümüz bir hususu açıklamak isteriz. Şöyle ki :
İslâm dîninde, Şer´î hükümlerin ilk ve esas kaynağı; Resulul-lah Efendimize âyet âyet inzal buyurulan Kitabullâh, yani Kur´ân-|ı Kerîm´dir.
Peygamberimiz zamanında Şer´î (Dînî) hükümler, Kur´ân-ı Ke-rîm´den ahnırdı. Peygamberimiz (s.a.v.) kendisine vahyolunan biı âyetleri izah buyurur ve Ashabına Murad-ı îlâhî´yi, yani Yüce Allah´ın ilâhî muradını yine vahye dayanarak açıklardı. Yukarıda belirtildiği veçhile, Peygamberimizin sözleri Kitabullâh´m bir tefsiri mahiyetinde olduğundan, vahiy ve ilhama dayanan Sünnet-i Ra-sulullah da, Edille-i Şer´iyyeden, yani dinî hükümlerin kaynaklarından sayıldı Böylece Sünnet, Dînî Hükümlerin ikinci büyük kaynağı oldu.
Peygamberimiz Aleyhisselâm´m âhirete irtihalinden sonra, ilâhî vahiy de sona ermişti. Gerçi Kitap ve Sünnet´de her şeyin esası vardı. Fakat bu ilâhî hükümler, umûmî kaideler (genel kurallar) ve esaslar olduğundan, zamanın teceddüdü yani yenilenmesiyle, te-ceddüd ederek yenilenen cüz´î ve fer´î hâdiselerin hepsine de açık olarak delâlet etmiyor, karşılaşılan yeni hâdiseler hakkında, Kitap ve Sunnet´te sarih bir naaş bazan bulunmuyordu. Bu sebeple, bu gibi yeni hâdise ve muameleler hakkında ictihâd yoluyla hükümlere ihtiyaç hâsıl oldu. Bu da ancak, mevcut naslardan faydalanılarak, hükmü bilinmeyen cüz´î hâdiseleri, hükmü bilinenlere kıyaslamak suretiyle, yani bir nevi ictihâd île olabilirdi. Böylece ictihâd ve kıyasa lüzum hâsıl oîdu. Cenâb-ı Hak´km [26] :
gibi ilâhî Hitapları da, akla değeı1 vererek onu vazifeye davet ediyor, itibar ve kıyas ile emrediyordu. Bu sebeple, Peygamberimiz (a.s.) zamanında dahi Ashabın büyükleri, hakkında sarih (açık) dînî nass vârid olmayan mes´elelerde, kıyas ile mislini misline mukayese suretiyle şer´î hükümler elde ederlerdi. Çünkü Peygamberimiz buna izin vermişlerdi.
îşte böylece «Kıyas», şer´î Deliller´in üçüncüsü sayılmıştır.
Sonra; Kitap ve Sunnet´te Öyle deliller vardır ki, bunlar muayyen bir mes´eleye kat´î olarak değil, zannî olarak delâlet ederler. Bu gibi naslardan Şer´î hüküm çıkarmak, zorluğuna binaen herkes için kolay olmaz. Halbuki bir asırda yaşayan müctehidler, muayyen bir hükümde birleşir ve ittifak ederlerse, bu ittifak mutlaka Şer´î bir delile, yani Kitap ve Sünnet´teki bir nass´a dayanacağından, «İcma1» da Şer´î delillerden biri olarak kabul edilmiştir.
Böylece Kıyâs ve İcma´, Şer´î dellilerin ilk iki esası olan Kitap ve Sünnete istinâd ettiğinden, Ehl-i Sünnet ülemâsınca Şer´ı Delillerden sayılmıştır.
Lüzumlu ve faydalı gördüğümüz bu açıklamadan sonra, evvelâ Kıyâs´ın lügat ve ıstılah mânâlarını, daha sonra mahiyet ve derecesini izaha geçebiliriz :
a) Kıyâs´ın Lügat ve Istılah Mânâları:
Kıyâs lûgatta : «Takdir» ve «Müsavat» mânâlarına olup, bir şeyi diğer bir şeyle ölçmek demektir. Araplar; «Kâse eş-şey´e biş-şey´i» derler ki : «Birini diğerine müsavi kıldı [27] demektir,
Istılahta ise Kıyâs : Şer´î bir delil üe daha önce sabit olan bir şey hakkındaki dinî hükmün mislini (aynını), müşterek bir illet sebe^ vasıtasıyla, diğfer bir şeyde izah etmektir [28]
Yani; «Asıl» denilen bir şeyde, Kitap veya Sünnet ile sabit olan dînî bir hükmü, «Fer» denilen yeni bir şeye, aralarında bulunan müşterek illete (sebebe) dayanarak teşmil etmektir. Böylece, aslında mevcut olan bu müşterek hükmü, müşterek illete (sebebe) binâen, yeni hâdisede izhâr etmek ve kapalı olan hükmünü açığa çıkarmaktır.
Meselâ; dinen şarap içmek haramdır. Bu hüküm (yani hürmet), dînî bir nâssla sabittir [29] Bu hükmün illeti de, «Sarhoşluk» (sekr) ´dur.
curada şaraba «Asıl» denir. Çünkü hakkındaki dînî hüküm Âyet-i Kerîme ile sabittir. İçilmesinin haram olması ise : Şer´î bir delil ile sabit olan dînî bir «Hüküm»´dür. İçene sarhoşluk vermesi de, bu hükmün «illeti», yani delilidir.
Şimdi bu hükmü, hakkında nass (Şer´î bir delil) vârid olmayan yeni bir şeyde izhâr edeceğiz :
Meselâ : Rakı, Bira, Viski ve Votka´da... Bunlara (Fer*) denir. Çünkü rakı, bira, viski ve votka da, şarap gibi içiliyor ve içeni sarhoş ediyor. O halde «Asıl» denilen şarap ile, «Fer´» denilen bu yem içkiler arasında müşterek bir illet var. Ö da; bu içkilerin hepsinin az veya çok sarhoşluk vermesidir.
Bu misâlde; asıl denilen şarabın hükmü, dînî bir nasla sabittir. Bu hüküm; şarabın (haram olması)´dır. Bu hükmün illeti olan sarhoşluk vermesi, şarap ile diğer yeni içkiler de müşterektir, işte böylece; şarap hakkında Âyet-i Kerîme ile sabit olan dînî hüküm, bu yeni içkiler hakkında da sabit olmuş olur.
Bu misâlde; yeni içkileri, hakkında dînî delil vârid olan ve hükmü bilinen şarap ile kıyaslamak suretiyle, sarhoşluk veren bu içkilerin de dînî hükmünü Öğrenmiş olduk. Ancak, bu misâlde de görüldüğü veçhile, Kıyas, dînî kesin nass´larla sabit olan itikad ve ibadet konularında değü, (fer´î) adı verilen cüz´î fikhî mes´eleler-de oldu. Çünkü, kesin nass´larla sabit olan dînî aslî hükümlerde içtihada lüzum ve izin yoktur. Nitekim Mecelle´de; «Mevridi´n - nass´ta içtihada mesağ yoktur» denmiştir.
b) Kıyâs´m Rükünleri :
Yukarıdaki misâlden de anlaşılacağı veçhile, Kıyas´ın rükünleri dörttür :
Birincisi : Asıl, Makîsun´ - aleyh´dir. Şarap içmek gibi.
ikincisi : Fer1, Makîs´tir. Rakı içmek gibi.
Üçüncüsü: Şer´î hükümdür. Şarap hakkında nass ile sabit olan hürmet (haram oluş) gibi.
Dördüncüsü : Illet´dir. Asıl hakkında verilen dînî hükmün sebebi olup, asıl ile fer´ arasında müşterek olan vasıftır. İskâr (sarhoşluk vermek) gibi..
Müctehidin en mühim vazifesi, bu illeti bulup tesbit etmektir.
Görüldüğü üzere kıyâs, dînî hükümleri doğrudan doğruya ve müstakil olarak isbat eden Şer´î bir delil olmayıp, Kitap ve Sünnet île sabit olan bir hükmü, müşterek bir illet vasıtasiyle yeni bir şeyde (hâdise veya mahalde) izhâr eden, yani kapalı olan bir hükmü açıklayan bir delildir.
c) Kıyas´ın Nev´ileri :
Kıyâs, dînî hükmün illetinin durumuna göre iki türlüdür :
Birincisi : Kıyâs veya Kıyâs-ı Celi denilen açık kıyâstır. Mutlak kıyâs sözünden, bu açık kıyâs kasdolunur. Eğer kıyâsın illeti (hükmünün sebebi) açık olur ve müetehid tarafından kolayca anlaşılırsa, bu kıyâsa «Celî (Açık) Kıyâs» denir.
İkincisi ise; illeti kapalı (hafi) olan kıyâstır k, bu kıyâsa «Kıyâs-ı Hafî» veya «İstihsâli» adı verilir. i
Kıyâs; Sahâbe´nin, Tâbiî´nin, Fıkıh ve Kelâm âlimlerinin cumhuru (çoğunluğu) nazarında, Şer´î delillerden biri olup, dînî hükümleri isbat eder [30] Fıkıh âlimlerinin büyük çoğunluğu kıyâs ile amel ederler. Kıyâsın illeti mansûs, yani dînî bir nass ile sabit ise o kıyâsa, «Delil-i Kat´î», değilse «Belil-i Zannî» denir. Kıyas´ın dînî bir hüccet, yani kesin bir delil olduğunu inkâr etmek, küfrü gerektirmez.
Nazzâm, Şîâ ve Mû´tezile mezhebinden bazıları, Kıyâsın, Şer´î bir delil olduğunu kabul etmezler.
d) tctihad, Müctehid ve İçtihadın Şartlan : tctihad ve müctehîd ne demektir
Kıyâs ile dînî bir hükmü anlayıp elde etmek,K|r ictihad işidir.
Ictîhad lügatte; cehd ve gayret ederek zabmflf katlanmak demektir.
Istılahta ise; fer´î olan dînî bir hükmü, anlayıp ortaya koymak hususunda, bütün takat ve kudreti daha fazlasından acz hissedecek derecede sarfetmektir.
Kat´î (kesin) delillerle sabit olan ve hiçbir zaman değişmeyen î´tikad ve amel esasları, ictihad mevzuu olamaz. Bu sebeple tarifte; «Fer´î olan dînî bir hükmü» denmiştir. Çünkü, l´tikad ve amel esasları ile, dînî olmayan aklî veya hissi hükümler, bir müctehidin üzerinde çalışacağı mes´eleler değildir.
Müctehid diye; fer´î olan dînî hükümleri, kaynaklarından faydalanarak elde etmeye muktedir olabilecek dînî bilgilerle mücehhez, meleke sahibi, âkil ve baliğ olan miislüman kimseye denir. Müctehidin, içtihadı esnasında beşerî imkân ve takatinin tamamını acze düşecek derecede harcaması şarttır.
İçtihadın şartları ise :
1- Amelî hükümlerle (yani Fıkıhla) ilgili âyet ve hadîslerin lügat ve ıstılah mânâlarım ve herbirinin kısımlarını,
2- Kitap ve Sünnet arasında müşterek olan hâs ve âm, hafî ve müşkil, hakikat ve mecaz, ibare ve işâre gibi naslann (dînî delillerin) hususiyetlerini,
3- Hadîslerin metinlerini, senetlerini, mânâya delâlet eden edebî inceliklerini,
4- Nusus-ı îslânıiyenin nâsih ve mensûhunu,
5 - Icma´ olunan hükümleri, Kıyâsın usûl ve metodunu, Usul-i Fıkıh ilminde bildirildiği şekilde bilmektir.
Bu şartlara sahip olan bir müctehidin fetvasının hüsn-i kabule mazhar olabilmesi için de, adaletle muttasıf bir zât olması lâzımdır. Çünkü dinde, fâsık olan bir kimsenin sözü makbul değildir [31]
4- İcma´
İslâm dînimde hüccet, yani dînî kesin delil olarak kabul edilen Şer´î delillerden biri de; herhangi bir asırda yaşayan İslâm Mücte-hidlerinin, dînî bir hükümde ittifak etmeleridir.
a) Icma´in Lügat ve Istılah Mânâları:
«Kıyâs» gibi, Kitap veya Sünnete istinâd eden «lcma»´a niçin lüzum hâsıl olduğuna ve niçin Şer´î Deliller´den sayıldığına yukarıda işaret etmiştik. Şimdi, İcma´ın lügat ve ıstılah mânâlarım, nevi ve derecelerini kısaca izah edeceğiz :
tema´, Arapça bir kelimedir. Bu dilde icma´, iki mânâda kullanılır :
1- Azim ve kasıt mânâsında. Çünkü Araplar : «Ecmaa Fü-
lânün alâ el-Hacci» derler ki; «Fülân hacc´a gitmeye azmetti» demektir.
2- İttifak mânâsında. Nitekim Araplar :«Ecma el - Kavmu alâ keza» derler ki; «Millet şu mes´elede ittifak etti» mânâsına gelir.
Bu her iki kullanışta da, cenı´etmek ve toplamak mânâsı vardır. Çünkü azimde his ve duygular, ittifakta da reyler toplanır [32]
Istılahta ise tema : «Peygamberimizin vefatından sonra, herhangi bir asırda, o asırda yaşayan İslâm MBctehidlerinin, dînî bir hüküm üzerinde ittifak etmeleridir.» [33]
O halde İcma´da en mühim esas; İslâm Müctehidlerinin ittifaklarıdır. Icma´, ictihadlann birleşmesidir. İctihad ise, dînî bir ihtisas işidir. Herhangi bir asrın müctehidleri, o asrın kemâlini, ilim ve irfanını temsil ettiklerinden «Ümmet-i Kâmile» hükmündedirler. Bu sebeple ittifaklarına da «İcma-ı Ümmet» denmiştir.
Şimdi, yukarıdaki tarifi biraz açıklayalım :
Tarifteki «ittifak´tan maksat»; îtikâdda, veya sözde, veya fulde, veya sükûtta birleşmektir.
«Müctehidlerin ittifakı» kaydı; icmâın, ancak müctehid derecesinde olan Fakihlerin ittifakıyla hâsıl olacağına, halkın ittifakının, veya halktan muayyen bir sınıfın, veya bazı müctehidlerin ittifaklarının «İcma´» hükmünde olamıyacağına delâlet eder.
Bu sebeple, âlimlerin büyük çoğunluğu nazarında; Hülefâ-yı Râşidinin, veya Medîne Ehlinin, veya Peygamberimizin Ehl-i Beytinin ittifakları, îcma´ sayılmaz. Bu sayılan zevatın ittifakları îcma´ hükmünde olmamakla beraber, sözleri dînî bir nass´a istinâd etmesi bakımından, amel eclümesi gereken bir hüccetdir. Yani kesin bir delildir.
Müctehidlerin «islâm» olması şartı; icma´ın ancak müslüman-lara mahsus bir delil olduğuna, geçmiş milletlerin ittifaklarının, müslümanlar için bir delil teşkil etmiyeceğine işarettir.
«Herhangi bir asırda, o asırda yaşayan...» kaydından; herhangi dînî bir mes´elede icma´ın, yalnız o asır müctehidlerinin ittifakıyla vâki olacağı anlaşılır. Çünkü her asırda yaşayan bütün müctehidlerin ittifakı şart koşulsaydı, icma´ın vâki olması imkânsız hale gelirdi.
«Peygamberimizin vefatından sonra» kaydı da; Peygamberimizin zamanında icma´ın mevzuubahs olmadığına işarettir. Çünkü Peygamberimizin sözü veya fiili müstakil bir delildir. Bu sebeple, Sahabe ile ittifaka lüzum yoktur. Yalnız Sahâbe´nin ittifakına, Peygamberimiz muhalif ise, ona icma´ denemez.
Ve nihayet tarifteki «dînî bir hüküm» kaydı; dînî olmayan mes´elelerde varılan ittifaka icma´ denmiyeceğini açıklar [34]
O halde, icma´, Peygamberimizin Âhirete irtihâlinden (vefatlarından) sonra vâki olan dînî bir delildir. îslâmda ilk icma´, Hz. Ebu Bekir (r.a.)´in hilâfet makamına seçilmesi hususunda vâki olmuştur. Fakih olmayanlar, veya fâsık olanlar icma1 ehlinden sayılmazlar. Ulemânın ittifakına göre; kesinlik ifade etmeyen icma´ın, hüccet (kesin delil) oluşunu inkâr etmek, küfrü gerektirmez. Ancak, üzerinde icma´ (yani ittifak) olunan şeyi inkâr etmek, küfrü gerektirir [35]
b) İcma´ın Rükünleri :
Yukarıda açıkladığımız tariften de anlaşılacağı veçhile, Usulü Fıkıh ulemâsı «Sarih icmaVın dört rüknü ihtiva etmesi gerektiğini söylemişlerdir ;
Birincisi : îcma´a konu olan dînî mes´ele veya hâdisenin vuku bulduğu asırda, birden fazla «Müctehid»´in mevcut olmasıdır. Hiçbir müctehid bulunmazsa veya tek bir müctehid mevcut olursa, o asırda Şer´an icma´ akdolunamaz. Zira icma´da ittifak şarttır. Bunun için de, bir fetva veya hüküm üzerinde ittifaka varacak birden fazla Müctehid´in bulunmas zarurîdir. Peygamberimiz (a.s.) zamanında icma´ın vâki olmaması, Peygamberimizin sözünün veya fiilinin, müstakil Şer´î bir delil hükmünde olmamasındandır. Nitekim, «Sünnet», Şer´î (dînî) delillerin ikinci rüknüdür.
İkincisi : Hâdise veya mes´elenin vukua geldiği asırda yaşayan bütün Müslüman Müctehidler´in, (memleket ve milliyet farkı dikkâte alınmadan) ittifak etmeleridir. Bu husus, icma´ın aynı ´´amanda bir şartı sayılır.
Bu esasa göre; bir veya iki ülkenin, meselâ, yalnız Mekke ve Medine, veya yalnız Mısır ve Hicaz Müctehidlerinin ittifakıyla şer´an icma´ meydana gelmez. Çünkü icma´ın ikinci rüknü, hâdise zamanında yaşayan islâm Dünyasının bütün Müctehidlerinin ittifakıdır. Miîctehidlerin ekserisinin hükmü, usulcülerin çoğuna göre, dînî bir hüccet sayılır.
Üçüncüsü: İttifakın; Müctehidlerin her birinin, söz konusu dînî mes´ele hakkındaki re´yini (görüşünü) açıkça söylemesi suretiyle meydana gelmesidir. Bu da, verilen fetva veya hüküm (karar) lerir* birleştirilmesi şeklinde olabileceği gibi, açıklanan görüşlerin toplanması sonunda ittifakın (fikir birliğinin) ortaya çıkması veya akdolunan bir kongreye gelen muasır bütün İslâm Müctehidîeri´nin yaptıkları müzakere ve fikir teatisi sonunda söz konusu dînî mes´elede görüş birliğine varmaları ve bunu müşterek bir karar halinde* açıklamaları şeklinde olabilir.
Dördüncüsü: Bütün Müctehidlerin vardıkları dînî hüküm bir» yani aynı olmalı ve bu husustaki ittifak, fiilen gerçekleşmelidir. Varılan hükümde ayniyet, yani birlik olmazsa, iema1 meydana gelmez. Eğer çoğunluğun ittifakına, az da olsa bazı müctehidlerin muhale* fet ettikleri anlaşılırsa, icma´ da aranan mutlak ittifak fiilen gerçekleşmez, binnetice icma´ da tahakkuk etmiş olmaz. Çünkü azınlığın görüşünün doğru, çoğunluğun vardığı hükmün yanlış olması ihtimali vâriddir. Bu sebeple, çoğunluğun ittifakı, «zannî bir hüküm» olacağından, «dînî kat´î (kesin) bir hüccet» sayılmaz.
Bu dört rüknü ihtiva eden icma´, mutlaka dînî bir nass´a isti-nad edeceğinden, kat´iyyet ifade eden «Şer´î bir kanun» hükmündedir, îtikad ve amelde uyulması gerekir, karşı çıkılması caiz değildir. Böyle sarih bir icma´ ile hükme bağlanan bir dînî mes´ele, sonraki asırların birinde yaşayan Müctehidler tarafından tekrar ic-tihad konusu yapılamaz [36]
c) îcma´m Nev´ileri :
îcma´ ild yoldan biri ile vâki olduğundan iki nev´idir. Bunları şöyle özetleyebiliriz :
1- Azimet yolu ile vukua gelen Sarih tema´ :
Bu icma´; bir asırda yaşayan bütün müctehidlerin dinî bir mes´ele üzerinde aynı sözü söylemek, veya aynı hükmü vermek, veya aynı şekilde hareket etmek suretiyle ittifak etmeleridir. Zor
vâki olan bu gibi icma´lara, «Sarih icma´» dendiği gibi; «Kavîî» veya «Amelî icma´» da denir. Bu nevi icma´lar kat´iyyet, yani kesin hüküm ifade eder.
2- Ruhsat yolu ile vâki olan Sukûtî îcma :
Bu icma´ ise; bir asırda yaşayan Müctehidlerin bazısının dîni bir mes´ele üzerinde söz veya amelle yaptıkları ittifakı, o asrın diğer miîctehidleri duyunca, bir mâni olmadığı halde, kâfi sayılan bir müddet içinde itiraz etmiyerek, rızalarına delâlet eden sükût ile karşılamaları suretiyle akdolunan icma´dır. Bu gibi icma´lar daha kolay vâki olursa da, kat´iyyet ifade edip etmediği ihtilaflıdır. Hattâ bunu icma´ olarak kabul etmiyenler de vardır. Bu yolla yapılan icma´lara «Sukûtî» veya «Zımnî» icma´ denir. Kat´iyyet ifade eden birinci nevi icma´ karşılığı olarak bu nevi icma´a, zan ifade ettiği için, «Zannî icma´» adı da verilir [37]
d) tema´m Dereceleri :
îcma´ın akdolduğu devir ve ittifak eden Müctehidlerin müslü-manlar nazarındaki derecelerine göre, icma´ın dört derecesi vardır :
1- Sahâhe-i Kiramın ve Hulefâ-i Râşidin´in sözleri veya amelleri ile yaptıkları «Sarih icma*» dır. Bu icma´, bize tevatür yoluyla Cumhura (Ulemânın Ekserisine) göre ise, bu son sayılanların hiçbiri «icma´» hükmünde değildir.
2- Sahâbe-i Kiramın sukûtî icma´larıdır. Bu icma´, Hanefilerin ekserisi nazarında kesin bir icma´ ise de, İmâm-ı Şafiî´ye, Dâ-vûd-ı Zâhirî´ye ve Ebû Bekr el-Bâkillânî´ye göre icma´ olmadığı gibi, dinî bir delil de sayılmaz.
3- Sahabeden sonra» «üzerinde ihtilâf vâki olmadan» yapı-laa bir icma´dır. Bu icma´ tevatür yolu ile sabit olmuşsa, kat´iyyet ifade eder. İmâm-ı Ahmed´den bir kavle göre Sahabe devrinden sonra «İcma´» mümkün değildir.
4- Sahabeden sonra üzerinde İhtılar vâki olduğu halde, daha sonra hâsı) olan icma´dır.
Bu suretle vâki olan. ittifakın icma´ olup olmadığı hususu, Usul uleması arasında ihtilaflıdır. Meselâ : İmâm-ı Âzam´a, bazı Şafiî´lere ve Hadîs âlimlerine göre; «geçmişteki ihtilaf, gelecekteki ittifaka mâni teşkil eder.» İmâm-ı Muhamnıed´e ve bazı âlimlere göre ise; «geçmişteki ihtilâf, gelecekteki ittifaka mâni değildir.» [38] Bir veya iki müetehidin ihtilâfı, bazı Usul âlimlerine göre icma´m vukuuna mâni değil ise de, Cumhur nazarında mâni teşkil eder. Fakat Müctehidlerin ekserisinin ittifak ettikleri hüküm, dînî bir hüccet sayılır [39]
Her icma´ dînî bir nass´a, veya mânâsına, yani mutlaka şer´î bir esasa istinâd ettiğinden, bütün nev´ileri kıyâstan daha kuvvetlidir.
Sarih icma´, kesinlik ifade eden dînî bir nass gibi, şer´î bir hükmü isbat eden kat´î (kesin) bir -delildir.
e) îcma´ın Dînî Hüccet Oluşunun Delilleri :
Bütün îslâm Müctehidlerinin ittifak ettikleri bir hüküm, temsil ettikleri «îslâm Ümmeti»´nin hükmü sayılır. İslam Ümmeti´nin hatadan masun olduğu hususu, aşağıdaki âyet-i kerîme ve sahîh hadislerle sabittir. Nitekim :
1- Hak Teâlâ Kur´ân-ı Kerîm´de şöyle buyuruyor :
«Ey îman edenler! Allah´a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir (buyruk) sahiplerine de itaat edin.» [40]
Bu âyeti kerîmecfe geçen «Ulu´l Emr»´den maksat; din işlerinde söz sahibi olan Müctehidler ve âlimler ile, müslümanların dünya işlerinde söz ve hüküm sahibi olan müslüman devlet ve hükümet adamlarıdır [41]
2- Bu konuda Peygamberimiz (s.a.v.) iki sahîh hadisinde şöyle buyuruyor :
«Ümmetim, dalâlet (ve hata) üzerinde ittifak etmez.»[42]
«Müslümanların iyi gördüğü şey Allah indinde de iyidir.»[43]
İşte, İslâm Ümmetini temsil eden bütün Müctehidlerin vardıkları ittifaklar, Peygamberimizin hadislerine göre, hata ve dalâlet olamaz. O halde böyle bir ittifak, hak ve gerçeğe delâlet eden
Netice.
İcma´, kesinlik ifade eden dînî bir nassa dayanırsa, o delili daha Çok kuvvetlendiren dînî bir hüccet olur. Fakat müstakil bir delil sayılmaz. Zan ifade eden «Haber-i» Vâhid´e veya Kıyas´a istinad ederse, o dînî hükmü kesinleştirir ve müstakil bir delil sayılır.
İslâm âlimleri arasında ihtilaflı olan icma´lar «Haber-i Vâhid» hükmündedir.
İttifak edilen sarih icma´lar ise; kesin bir hüccet olup, gelecek asırlarda yeniden ictihad konusu olamaz. Çünkü yukarda da söylediğimiz gibi, kesinlik ifade eden dînî bir delil ile sabit olan mes´ele-lerde yeniden içtihada lüzum yoktur.
tema´, yalnız «ibâdât ve muamelât» gibi fıkhî mes´elelerde câridir, ttikâdi, amelî veya dînî olmayan dünyevî mevzularda yapılan ittifaklar, icma´ sayılmaz [45]
Buraya kadar kısaca izah ettiğimiz dîn dört delil, yani; Kitap, Sünnet, İcma´ ve Kıyas, Usul âlimlerinin istikra yoluyla tesbit ettikleri ve müslümanların büyük çoğunluğunun «Edille-i Şer´iyye»; olduğunda ittifak ettiği «Dînî Delilleredir. Bunların başında; diğerlerinin aslı ve menbâı olan Kitap, yani Kur´ân-ı Kerîm, gelmektedir. Sonra kuvvet derecesine göre; Sünnet, îcma´ ve Kıyas gelir. Nitekim, herhangi amelî, fer´î bir mes´elenin dînî hükmünü anlamak için Fıkıh âlimleri, önce Kur´ân´a baş vururlar. Hükmünü bulurlarsa ona uyarlar. Bulamazlarsa, Sünnet´e müracaat ederler. Hükmünü bulurlarsa, yürürlüğe korlar. Onda da bulamazlarsa, herhangi bir asırda yaşayan Müctehidlerin ittifak edip etmediklerine bakarlar. Bir icma´ yapılmamışsa, o vakit, dînî bir nassa (Kur´an ve Sünnete) dayanarak ictihad ederler; yani Kıyas yaparlar. Bu, tarzda hareket edilmesi lüzumunu Hak Teâlâ, Nisa Sûresinin 59. âyetinde emir ve beyan buyurmuştur.
Dînî hükümlerin kaynağı olan bu dört delilden başka, müslümanların çoğunluğu tarafından, dînî delil sayılmayan, fakat bazılarınca sayılan deliller vardır. Bunların en meşhurları şunlardır :
1- İSTÎHSAN (Tahsin olunup iyi görülen şeyler);
2- MASIAHAT-I MÜRSELE (Yani umumun menfaatıjBlan şeyler);
3- ÖRF (Dîne aykırı olmayan, yerleşmiş ve mutetaflg ıvı âdetler);
4- ÎSTİSHAB (Hali üzere kalmasına hükmedilenler);
5- BtZDEN ÖNCEKİLERİN ŞERİATI;
6- SAHABE YOLU´dur...
Bu altı delil´in, dînî delillerden olduğu hususunda ittifak yoktur [46]
İKİNCİ BÖLÜM
Dini Ve Akli Deliller
Önceki bölümde itikâd, amel ve ahlâk ile ilgili dînî hükümleri ve bu hükümlerin kaynaklan olan Kitab, Sünnet, îcma´ ve Kıyâs gibi Dînî (Şer´î) Delilleri tetkik ettikten sonra, burada, dînî ve aklî delillerin kısım ve dereceleri hakkında açıklayıcı bilgiler vereceğiz.[47]
I - Delîl´tn Lügat Ve Istılah Mânaları
Delil lûgatta; mürşid ve rehber mânâsına gelir. m Istılahta ise delil; öyle bir şeydir ki, onu bilmekten başka bir şeye bilgi lâzım gelir. Yani delil vasıtasiyle; bir şeye bilgi elde edilir, iddia edilen bir şeyin doğru ve gerçek olduğu bilinir. Bildiren şeye «dal» veya «delil», bildirilen şeye de «medlul» denir. [48]
Iı - Delil´in Nevileri
1- Dînî ve Sem´î Deliller :
Herhangi bir delil; ya vahye veya akla istinâd eder. ,, Vahye dayanan deliller, işitilerek öğrenilen dînî delillerdir Bu jlbeble dînî delillere «Naklî» veya «Sem´î» deliller adı verilir. Akla ayanan delillere de «Aklî» deliller denir.
Dînî ve aklî deliller, medlule yani demlendirilecek şeye delâlet s onu isbat bakımından ya kat´î olurlar, yani kesinlik ifade eder-r, veya zannî olurlar.
Kat´î Deliller :
Medlulden ihtimâli, şek ve şüpheyi kaldıran ve onu te´vil etmeye imkân vermiyeeek şekilde kesin olarak isbat eden delillerdir. Tevatür yoluyla sabit ve mânâya delâleti kesin olan Kur´an Âyetleri, Mütevâtir Hadîsler ve Müctehidlerin ittifak ettikleri Sarih İcma´-lar, dâima makbul ve kabul edilen kesin delillerdir.
Zanni Deliller ise : ledlûlden ihtimâli kaldırmayan ve onu kesin olarak isbat etmeyen delillerdir. Âhâd Hadîsler, bazı müctehidîerin ictihadları ve bazı icma´ nevileri bu kabîl delillerden sayılmıştır. Zannî deliller, kesinlik ifade eden bir asla dayanmadıkça makbul olmaz.
Meselâ aslında zannî olan bir hadîs, kesinlik ifade eden bir icma´ ile desteklenirse, o da kesinleşir.
Kat´î bir asla dayanmayan zannî bir delil, aynı. zamanda kesin olan bir esasa aykırı ise, kıymetini kaybeder. Kur´an-ı Kerim´in genel esaslarına uymayan bazı hadîsler gibi... Meselâ : îmâm-ı Âzam;
«Fâtihasız namaz olmaz» Hadîsini
«Ondan (yani Kur´an´dan) kolayınıza geleni okuyun.»
Âyet-i Kerîme´sinin ifade ettiği genel hükme aykırı bulunduğundan kabul etmemiştir. Bu gibi hadîslerde, râvînin yanılmış olduğu ihtimâli kabul edilir [49]
Naklî veya Sem´î adı verilen dînî deliller, kesinlik ifade edip etmeme bakımından dört kısımdır :
Birincisi : Hem siibûtü, hem de mânâya delâleti kesin olan delillerdir.
Hiçbir surette te´vile ve başka mânâya ihtimâli olmayan ve «Muhkem» adı verilen «Kur´an Âyetleri» üe, tevatür yoluyla sabit olan ve mânâya kesin olarak delâlet eden «Mütevâtir Hadîsler» gibi... Meselâ: Namazların rek´atlarmı bildiren hadîsler bu nevi deiillerdir. Böyle delillerle sabit olan bu gibi hükümlere «Farz» veya «Haram» denir.
İkincisi : Sübûtu kat´î, fakat mânâya delâleti zannî olan delillerdir.
Aslında tevatür yoluyla sabit olan, fakat, muayyen bir mânâya delâleti açık ve kesin olmadığından te´vil edilebilen bazı Âyet-i Kerîmeler ve Mütevâtir Hadîsler, bu nevi delillerdendir. Onun için, sübûtu kat´î olduğu halde, mânâya delâleti kat´î olmadığından, «Zannî» delillerden sayılmıştır. Böyle biı delil ile sabit olan dînî bir hükme (Vâcib) veya (Tahrimen Mekruh) denilir.
Üçüncüsü : Sübûtu zannî, fakat mânâya delâleti kat´î olan delillerdir.
Muayyen bir mânâya kesin olarak delâlet eden, fakat âhâd yoluyla rivayet olunan hadîsler gibi... Bu gibi hadîslerin mânâya delâleti kat´î ise de, sened bakımından mütevâtir olmadığından zan ifade ederler. Bu kısımdaki delillerle sabit olan dînî hükümlere de (Vâcib) veya (Tahrimen Mekruh) denilir.
Dördüncüsü : Sübûtu da, mânâya, delâleti de zannî olan delillerdir.
Birkaç mânâya ihtimâli bulunan âhâd hadîsler gibi... Çünkü, bu gibi hadîsler hem sened ve hem de mânâ bakımından zan ifade ederler. Böyle bir delil ile sabit olan hükümlere ise, (Sünnet) veya (Müs-tehâb) denilir.
Kur´an-ı Kerîm âyetlerine (Kitabî deliller) adı da verilmektedir.
2- Aklî Deliller ve Nev´ileri :
Dînî delillerin kısım ve derecelerini gördükten sonra, aklî delillerin de kısım ve derecelerini izah edelim :
Akla dayandığı için aklî deliller de, dînî deliller gibi, kat´î (kesin) veya zanrii (kesin olmayan) delil olurlar.
Kesin olarak medlulü isbât eden aklî delillere (burhan) yani (hüccet) denir.
Zanna dayanan ve medlulü kesin olarak isbat etmiyen aklî delillere ise (hataîbe) veya (hatâbî) deliller denir.
Kat´î ve Burhanı Deliller (Yakîniyyât) :
Burhan : Gerçek ve kesin bir inanca dayanan ve jfft&ı ifade, eden kaziyyeler (önermeler)´den teşekkül eder. Yakîn igıde eden kaziyyelerden meydana gelen (Yakîniyyât) altı nev´idir {
1- Bir vasıtaya muhtaç olmadan aklın hüküm verdiği (Be-dîhî- zorunlu) kaziyyeler... «Bir, ikinin yansıdır», «Mürekkeb olan şey, cüz´ünden büyüktür» gibi. Bunlara «Bedîhî bilgiler» denir.
2- Duyu organları vasıtasiyle verilen hükümler. Yani, «Güneş ışık verir», «Ateş yakar» gibi, müşahedeye (gözleme) dayanarak verilen hükümler (Müşâhadeter : Gözlemler).
3- Müşâhadenin tekrarı sonunda aklın verdiği hükümler. «Hİnt yağı ishal verir», «Pensüin harareti düşürür» kaziyyeleri gibi (Tecrübeler : Deneyler).
4- Bir vasıtadan faydalanılarak akim sür´atle intikâli suretiyle verilen hükümler. «Ay ışığını, güneşten alır» hükmü gibi. Buna (Hads.) denir.
5- Yalan üzerine birleşmelerini aklın tecviz etmediği kimselerin verdikleri haberler. «Kahire» ve «Paris»´in mevcut olduğunu tevatür şeklindeki haberlerle bilmek gibi. Bu gibi haberlere (Müte-vâtir haberler) denilir. Bunlar, kesinlik ifade eden yakînî bilgiler verir.
6 - Nazar ve istidlal yoluyla, yâni bilinen bilgiler vasıtasiyle bilinmiyen şeylere varma yolu (Nazarî yol).
«Bu âlem değişmeler halindedir». «Her değişmeler hâlinde olan şey hadistir.» kaziyyelerinden faydalanılarak, «O halde bu âîem de hadistir.» hükmüne varmak gibi [50]
îşte bu yollarla varılan neticelere yakîn ve kesin bir bilgi veren (Burhanı deliller) denir.
Burhânî delilleri, ancak âlimler anlarlar. Bu sebeble, muhatabın anlayacağı şekilde ifade etmek gerekir. Bu gibi delillerin suaî cevap ve münakaşadan sonra tasdik edilmesi gerekir ve ancak böyle yapılırsa faydalı olur.
b) Zannî ve Hatâbî Deliller :
Zan ifade eden, hatâbî delillerin de,-birçok nevileri vardır.
Hatâbî deliller, mânâya delâleti kesin olmayan bazı dînî nass-lardan, insanlar arasında şöhret bulan «Adalet güzeldir», «Zulüm kötüdür» gibi meşhur kaziyyelerden veya itimat olunan bir âlimin veya mürşidin ahlâkî nasihatlarından veya bir şâirin muhayyilesi mahsûlü olan güzel ve cazip şiirlerden teşekkül edebilir.
Hatâbî deliller, daha ziyade konuşma, hitabet ve münakaşa esnasında kullanılır. Bu gibi deliller, eğer dinleyiciler fikren bozuk, îtikâden zayıf ve mutaassıb karakterli değillerse, yapıcı ve faydalı olabilir. Zannî olmasına rağmen nefsi ıslâha, ahlâkı tehzide matuf olan birçok güzel sözlerin müsbet sonuçlar verdiği, tecrübe ile sabittir. Ancak bu gibi,deliller, itirazlar karşısında tesirsiz kalabilir. O vakit kat´iyyet ifade eden burhanı delillere başvurmak gerekir. Birçok îtikâd mes´eleleri, ancak yakîn ifade eden aklî delillerle is-bat edilir. AUahu Teâlâ´mn varlığını, Peygamberin lüzumunu isbat gibi.. [51]. ı
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Üçüncü Bölüm İlmîn Sebebleri Ve Yolları
İlmin sebeblerini ve yollarım izaha geçmeden önce, ilmin ne olduğunu bilmemiz gerekir. İlmin tarifini yaparak ne olduğunu öğrenmeden önce de, ilme konu teşkil eden eşyanın hakikati ve ma-hiyyeti üzerinde biraz durarak, bu mevzudaki ihtilâfa, aşağıdaki meşhur cümleyi tahlil etmek suretiyle kısaca işaret etmeyi faydalı buluyoruz. [52]
I - Eşyanın Hakîkatları Var Mıdır
Herşeyin bîr hakikati var mıdır Varsa bu hakikata ulaşılabilir mi
Herşeyin bir mahiyet ve hakikati olduğuna inananlar derler ki :
«Eşyanın hakikatları, yânı mahiyetleri, «ya hariçte veya zihinde tasavvur halinde» sabittir, mevcuttur. İlim bu hakikatları araştırır ve bize bildirir. Bu hakikati, (yalnız) Sofistâiyyûn (Sofistler) denilen eski Yunan filozofları [53] inkâr etmişlerdir.» 0 halde bu konuda iki ana görüş vardır :
1- Âlimler ve mütefekkirlerin (düşünürlerin) çoğunluğunun görüşü ki, bunlara göre her şeyin bir hakikati vardır. Bu gerçek, ilmen sabittir.
2- Sofistlerin görüşü ki özeti, eşyanın hakikatini inkârdan ibarettir.
Şimdi bu meşhur cümleyi tahlil edelim ve bazı ilmî ıstılahları (terimleri) açıklayalım :
Ehlü´l - Hak : Yukarıdaki cümlede ifade edilen görüşün sâhib-lerine (Ehlü´1-Hak, yani Hakikat Ehli) denmiştir. Bunlar, «Sofistler» denilen eski Yunan filozofları dışında kalan bütün Filozof ve Kelâm âlimleridir. Çünkü bu görüşte Filozoflarla, Ehl-i Sünnet, Mû´tezile, Cebriye gibi bütün Kelâm mezhep ve fırkalarım temsil eden âlimler ittifak halindedirler.
Hak diye; hariçte veya zihinde bulunan, vakıaya (realiteye veya fikre) aynen mutabık olan şeye denir. Hak mezheb, hak din, hak inanç gibi...
Hak´kuı manası, sidk´ın manasından ayrıdır. Çünkü hak´kın mukabiline (karşıtına) bâtıl, sıdk´m mukabiline ise (kizb) denir.
Hakâık : Hakikat kelimesinin çoğuludur. Bilginler nazarında meşhur olan görüş, «Hakikat» ve «Mahiyet» kelimelerinin aynı mânâyı ifade ettikleridir.
Kelâmcilar «hakikat»ı şöyle tarif ederler :
«Bir şeyin hakikati öyle bir şeydir ki, o şey onunla (yâni hakikat) la aynen o şey olur.»
Yani hakikat, bîr şeyin aslı ve o şeyi, vücûda getiren cevherdir. Bir şeyin, hakikati o şeye nisbet edilince, ancak o şeyin aynısı meydana gelir.
Meselâ : Mantık ilmi ıstılahına göre «Hayvân-i Nâtık», insanın hakikatidir. Çünkü insan, iradesiyle hareket eden canlı bir cisim ile, düşünme ve konuşma kabiliyeti olan bir varlıktır. Bu sebeble mantık dilinde insan, «Hayvân-ı Nâtık»tır.
Yukarıdaki tarife göre insanın hakikati «Hayvân-ı Nâtık» olunca, bu hakikatin insana nisbetinden ancak insan meydana gelir. Halbuki, insan hakikatinin bir cüz´ü olan «nâtık» (konuşan) ile, insana arız olan ve bir vasfı, bir arazı sayılan «gülmek»in insana nisbetinden, insanın hakikati meydana gelmez.
Her şeyin hakikati, yâni mahiyyeti olduğu gibi, bir de «Teşah-hus ve Teayyünü» ile «Hüviyeti» vardır.
Teşahhus : Bir şeyin hariçteki görünüşüne denir. Bu, aynı zamanda o şeyin taayyün etmesi, yani belirlenmesi demektir.
Bir şeyin hüviyeti ise : O şeyin haki katı mu hariçte teşahhus etmesidir. Yâni bir şeyin hüviyeti, o şeyin hakikatiyle, hâriçteki te-şahhusundan, yani dışardaki görünümünden meydana gelir.
Hüviyyet = Hakikat + Teşahhus (Dış görünüm)´tur.
Eş´arîlere göre «şey»; mevcut demektir. Yâni «şey» kelimesi, yalnız mevcud olan varlıklara verilen bir isimdir.
Mû´tezileye göre ise «şey», mutlak malûm olandır. Malûm, hariçte mevcut da olabilir, mâdûm da (yok) da olabilir. Yâni Mû´tezileye göre «şey» kelimesi, mevcut olan için de, mevcut olmayan için de kullanılır.
Sübût: Vücut ve oluş «kevn» mânâlarına gelir. Bu tahlil ve izaha göre yukarıdaki cümleden şu mânâ kastedilmektedir : .
Görmekte olduğumuz ve insan, hayvan, nebat, gök, ay ve güneş gibi özel isimlerle zikrettiğimiz eşyayı, aynen o eşya yapan, o -şeylerin hakikatları, (şahsî inanç ve îtikâd bakımından değil) haricî vücut ve hüviyet bakımından, hakikaten mevcuttur. Bu hakikatler aslında, bizzat mevcut, nefse´l - emirde gerçekten sabittir. Bu oluş, şahsî inanç ve görüşlere tâbi değildir.
Yâni, eşyanın hakikati indî ve nisbî olmayıp, zatîdir. Eşyanın hakikati hayâl ve evhamdan ibaret değildir.
İlimle bu hakikatların varlığı tahakkuk ederek ortaya çıkar. Biribirinin lâzımı ve tamamlayıcısı durumunda olan, «eşyanın hakî-katlan sabittir (mevcuttur), ilimle bu hakikatiar tahakkuk eder»
cümlelerinden maksad; «Sofistler» diye anılan eski Yunan Filozoflarının üç meşhur mezhebini de sarih ve açık olarak reddetmektir.
Bu raezheblerin birincisi olan «tnâdiyye» der ki : Eşyanın hakikati mevcut olmayıp, bütün bu eşya hayal ve evhamdan ibarettir.
İkincisi olan «îndiyse» ise; «Eşyanın hakikati, zatî olmayıp, nis-bîdir. Yâni sabit olmayıp, her şahsın inanç ve.itikadına göre değişir» der.
Yukarıdaki ilk cümle, bu iki mezhebin görüşünü reddeder. Çünkü doğru ve isabetli olan görüş, bu âlemde gördüğümüz her şeyin kendine mahsus bir hakikati ve sabit bir vücûdu olduğudur. Meselâ; yer, gök, ay, güneş, hayvan ve insan denilen şeyler hariçte mevcut olup, herbiri kendine mahsus olan bir mahiyyete mâliktir. Bütün bu varlıklar, Sofistlerin zannettikleri gibi evham ve hayallerden veya her şahsın indî görüş, ve şahsî inancına tabî, geçici şekil ve suretlerden ibaret değildir.
İkinci cümle olan «Ve´l - Umü bihâ mütehakkıkun», «İlimle eşyanın hakikatları ve bu hakikatlarm var olduğu tahakkuk ederek ortaya çıkar» sözünden maksat ise :
Eşyanın hakikatinin varlığından şüphe ederek, «Varlığını da, yokluğunu da bilemeyiz.» diyen Sofistlerden «Lâ Edriyye» mezhebini reddetmektedir.
Ancak bu red, yukarıdaki cümlede geçen-«ilim» kelimesinden, «tasavvur ve tasdik», veya yalnız «tasdik» mânâsı, «hakikat» kelimesinden de» «Bütün hakikatlar icmâlî olarak» veya «Hakikat cinsi icmâlî ve tafsili olarak» kasdedilirse tahakkuk eder. Böylece şüphecilik, «tasdik» ile reddedilmiş olur.
Ama, ilim kelimesinden yalnız «tasavvur» mânâsı kasdolunur-sa, Mantık ilminde «şüphe» (şek) de bir ilmî tasavvur sayıldığından, «Lâ Edriyye »çilerin fikri reddedilmiş olmaz [54]
Bu konuda «Ehl-i Hak» diye anılan âlim ve filozofların, yukarıda izah edilen görüşlerini isbat eden birçok delilleri vardır. Sofistler de görüşlerini isbata çalışmışlardır. Bu delilleri ve münakaşaları zikretmeğe kitabımızın hacmi ve gayesi müsait olmadığından, bu mühim bahse bu kadarcık temasla yetiniyoruz [55]
Iı İlmin Tarifleri
ilmin konusunu teşkil eden eşyanın hakikati ve hüviyeti hakkında verilen bu icmâlî bilgiden sonra ve ilmin sebeblerini izaha geçmeden önce, «ilim» kelimesinden ne kastedildiğim, tarifini yapmak suretiyle kısaea açıklayalım :
Kelâm bilginleri nazarında ilmin birçok tarifleri vardır. Fakat biz burada kuvvetli görülen iki tarifi açıklamakla yetineceğiz.
Birincisi :
«İlim öyle bir sıfattır kî, onunla zihinde veya hâriçte mevcut olan bir şey, o sıfatla muttasıf olan kimseye zâhîr olur (açıklanır).»
Bu tarif, ilmin bütün çeşitlerine delâlet etmekte ve onları şümulü içine almaktadır. Şöyle ki :
Tarifteki «mezkûr» kelimesi; zihinde bulunan ve akılla bilinen her malûma, hariçte görülen ve görülmeyen her mevcuda, müfret veya mürekkeb, cüz´î veya küllî her şeye delâlet eder. Bu sebeble «Mezkûr» kelimesi, «Malûm» ve «Şey» kelimelerine tercih edilmiştir;
İnkişâf ve vuzuh mânâsına olan «Yetecellâ» kelimesinden maksat, tam bir inkişâf ve vuzuh olmayıp, mutlak inkişâf ve mutlak vuzuhtur.
İşte bunun içindir ki yukarıdaki tarifden; mevcut veya malûm olan, hissedilen veya mânâ olarak idrâk edilen, yakın, yani kesinlik veya zan ifade eden tasavvur veya tasdik cinsinden, ilmin bütün nev´ileri anlaşılmakta ve her çeşit ilim bu tarifin şümulü içine girmektedir.
Bu tarif, ilmin bütün «Efradını cami, ağyarını mâni» olduğundan ve diğer tarifler gibi çeşitli itiraz ve tenkidlerden masun kaldığından, büyük Kelâm âlimlerinden Saadeddin Taftâzânî ve Seyyid Ali El - Cürcânî tarafından diğer tariflere tercih edilmiştir [56]
İkinci tarif :
«tlim Öyle bir sıfattır ki; o sıfatla muttasıf olan kimsenin, bir şeyi diğerlerinden kesin olarak, ayırmasını icabettirir.»
Tarifteki «Kesin olarak ayırmasını icabettirir» kaydı, şüpheyi, vehmi ve taklidi tarifin şümulünden çıkarmıştır. Çünkü mukallid ile şüphe ve vehim sahibi kimseler, bir şeyi diğerlerinden böyle kesin olarak ayırdedemezler. "Fakat tarifteki bu kayıt, ilmin nev´ilerin-den olan ve zanna da ihtimâli bulunan «Tasavvurât» ile, kesinlik ifade etmiyen «Tasdikât» dan bir nevi ilmi de «Mutlak ilmin» bir tarifi olması gereken bu tarifin şümulünden hariç bırakmıştır. Şüphesiz ki bu bir kusurdur.
Bu ve buna benzer sebebler dolayısiyle birinci tarif, bu tarife tercih edilmiştir.[57]
1ı Îlmln Sebebler!
(Esbabu´l - Um)
Eşyanın hakikati ve ilmin mahiyyeti hakkında verdiğimiz bu kısa ve toplu bilgiden sonra, bizi ilme ulaştıran sebebleri izaha geçebiliriz.
Kelâm âlimlerine göre, yaratılan varlıklara mahsus olan ilmin sebebleri üçtür :
1- Havâss-ı Selime denilen, sağlam (özürsüz) duyular. Bunlar da beştir.
2- Akıl.
3- Sadık haber.
Önce şu hususu belirtmek isteriz ki : Hak Teâlâ, Zâtıyla kaim olan ilim sıfatıyla muttasıf olup, herşey Zâtına malûmdur. O´nun ilm-i ezelîsi, mahlûkatm ilmi gibi «mâlûm»a tâbi olmadığından, ilmi de, sebep ve neticeye muhtaç değildir. Bu hususta «Sıfatullah» bah-ainde geniş bilgi verilecektir.
Kelâm âlimlerine göre, insanı ilme ulaştıran sebebler üçtür.
Çünkü :
1- Birçok bilgileri biz, hariçteki eşya ile temas halinde bulunan «Duyu organları »mızı kullanmakla elde ederiz. O halde his (duyu) ve ihsas (hissetme), bizi ilme ulaştıran sebeplerden biridir. Bu duyu organları, bildiğimiz meşhur beş duyudur. Zira, «Hiss-i Müşterek» denilen «Hiss-i Bâtınî», Kelâmcılar nazarında sabit değildir.
2- Hads veya Tecrübe (Deney) ile, «Nazarî istidlal ve Kıyâs» yoluyla elde edilen ve bir kısmına bedîhî «zarurî, zorunlu», bir kısmına da «nazarî» dediğimiz bilgiler, akıl vasıtasiyle elde edilir. O halde akıl, bizi ilme ulaştıran sebeblerin ikincisidir.
3- Dînî bilgilerin çoğu bize, vahye dayanan ve «Haber-i Sâ-, dik» denilen Sadık Haberler yoluyla gelmiştir. Tevhîd akidesi, Peygamberlik ve Kur´an Âyetlerinin bildirdiği çeşitli diğer hükümler gibi... O halde, vahye istinad eden «Sâdık Haber» de, ilmin sebeb-lerinden biri ve üçüncüsüdür.
Şimdi bunların herbirini biraz daha açıklayalım : [58]
1 _ Sağlam Duygu Organları
Bu duyular ile, müşahede olunan ve «Mahsûsât» denilen dış âlemdeki eşyayı, gözle görmek, kulakla işitmek, burunla koklamak, ağızla tatmak ve deriyle temas etmek suretiyle, kesinlik ifade eden zorunlu bilgiler elde edilir. Bu bilgiler, selim, yani sağlıklı olan duyu organları vasıtasiyle elde edilir. Bu organların adedi, Kelamcılarla Filozoflar arasında ihtilaflıdır.
Kelâmcüara göre, doğru bilgi verebilmesi için selîm (özürsüz) olması şart olan duyular şunlardır :
a) Sâmia denilen, işiten kulak,
b) Bâsıra denilen, gören göz,
c) Şâmme denilen, koklayan burun,
d) Zâika denilen, tadan ağız,
e) Lâmise denilen, temas eden deri´dir.
Bu organların herbirinin kendine mahsus vazifesi vardır. Meselâ:
a) Kulağın vazifesi : Yalnız sesi duymak ve bu sesleri kulak zarı vasıtasiyle dimağa ulaştırmak ve duyurmaktır.
b) Gözün vazifesi : Işıkları, renkleri, şekilleri, miktarları, hareket ve sükûnu, güzel ve çirkini, hülâsa görülmek vasfında olan her şeyi, göz adesesindeki ince sinirler vasıtasiyle, veya Cenâb-i Hak´kın göze verdiği görmek kuvvetiyle görmek, görülen şeyleri dimağa aynen ulaştırmaktır.
c) Burnun vazifesi : Hava vasıtasiyle gelen kokuları koklamak ve onu dimağa intikal ettirmektir. Saha ve vazifesi yalnız budur.
d) Ağzın vazifesi : Dil ve ağızdaki özel hassalar vasıtasiyle yenen ve içilen şeylerin tadını tatmak ve bunu dimağa intikal ettirmektir, vazifesi bundan ibarettir.
e) Derinin vazifesi ise : Bütün cismi kaplayan derideki sinir ve hassalar vasıtasiyle temas olunan şeylerin, sıcaklık, soğukluk, sertlik ve yumuşaklık gibi vasıflarını hissederek dimağa bilgi vermektir.
Görüldüğü gibi, bu hassaların herbiri, kendisine tahsis olunan vazifeleri kendi sahası içinde hissederek bize bilgi vermektedir.
Bu duyuların genel olarak sahası, müşâhade olunan ve hissedilen şeylerdir. Verdiği bilgiler ise, delil ve ispatlamaya muhtaç olmayan zarurî (zorunlu) bilgilerdir.
Yani kesinlik ifade eden ve «Yakîniyyât» denilen bilgilerdendir. Aklî delillerden olan «Burhân»ı vücûda getiren zarurî bilginin biri de, his ve tecrübe (deney) yoluyla elde edilen bilgilerdir. [59]
2 - Akıl
Bizi ilme ve gerçek bilgiye ulaştıran sebeblerden biri de, akıldır. Akıl, varlıkların en şereflisi olarak yaratılan insana verilen öyle bir kuvvettir ki onunla, duygularımızla elde edemediğimiz, bu organların idrak sahası dışında kalan ve «makûlât» denilen mücerredât, yâni, maddî ve mahsus olmayan.şeyleri de idrak imkânını elde ederiz.
însan, mahsûsât denilen, görülen ve hissedilen maddî şeyleri beş duygu organındaki hissetme kuvvetiyle idrak ettiği gibi, akı! cevheriyle de, zarurî ve nazari denilen bilgileri idrak eder ve onlara ulaşır. Bu iki ilim vasıtası da, beşerî kuvvetler olup, her insana yaratılış esnasında tabiî olarak, fakat farklı derecelerde verilmiştir.
a) Aklın mahiyeti :
ilâhî büyük bir mevhibe ve lütuf olan aklın hakikati, âlimler ve filozoflar arasında ihtilâf olunan bir konudur. Bu sebeble, aklın tarifi de, çeşitli ve tartışmalıdır. Fakat aklın, «maddî bir kuvvet olmayıp, mücerred ve ruhanî bir cevher, ilâhî bir nûr olduğu», şüphe götürmeyen bir hakikattir.
Bu sebeble akıl; «Nefs-i Natıka» dır, veya akjl; «Nefsin bir kuvveti olup, onunla ulûm (ilimler) ve fünûn (fenler) idrak olunur» denmiştir. Her ne olursa olsun, Cumhura yani âlimlerin büyük çoğunluğuna göre akıl, bilgi sebeblerinden biridir. Bazıları, bu hususta da ihtilâfa düşmüşlerdir. Meselâ :
Bir Fırka; akim, ilim ifade ettiğini mutlak olarak inkâr etmiştir.
Diğer bir Fırka; akim bizi yalnız riyâzî (matematik) ilimlere ulaştırabileceğini,
Bir üçüncüsü; AUâhu-Teâlâ hakkında bir bilgi veremiyeceğini,
Bazı filozoflar da; ilahiyat bahsinde akim bir bÜgi veremiyeceğini, iddia etmişlerdir. Bu görüşlerin herbirinin delilleri varsa da zayıftır. Kabule şayan olan şey, âlim ve filozofların ekserisinin fikridir [60]
0 da; akim, insanı ilim ve irfana ulaştıran bilgi sebeblerinden biri olduğudur.
Akıl yolu ile elde edilen bilgiler ya zarurî, veya nazarî, yâni is-tidlâlî (Diskürrif) olur.
Zarurî olanlar : Nazar ve istidlale (yani araştırma ve isbatla-maya) muhtaç olunmadan herkesçe bilinen ve «Bedîhî» denilen bilgilerdir. 5, 10´un yarısıdır. 50, 20´den büyüktür. Ateş, dokunanı yakar. Güneş ışık verir gibi kesin bilgiler, herkesçe bilinen zarurî (zorunlu) bilgilerdendir. Bunlara, «Sezgi» denir. Kesin olmayıp zan ifade ederse, «Cedel» veya «Hatâbe» ismi verilir.
b) Aklî istidlal VolJarı :
istidlal : Bilinen fikirleri usûlüne göre tertiplemek suretiyle bilinmeyen bir sonuca varmaya denir.
Fikrî çalışma, düşünme ve istidlal esnasında zihni hatâdan koruma yollarını araştıran ve öğreten «Mantık» ilmine göre, üç türlü aklî delil ve istidlal şekli vardır :
1- Kıyâs (Dedüksiyon = Syllogisme) :
Genel ve külli kaziyyeler (önermeler) vasıtasiyîe cüz´î bir önerme elde etmeğe ve böylece yeni ve cüz´î bir hükme varmağa «Kıyâs ve ta´lil» denir. Kıyâs, şartlarına uygun olarak yapılırsa kesinlik ifade eder. Bir misâl verelim :
Bu âlem değişmeler halindedir. (Bu kaziyyeye «Suğra», küçük Önerme denir).
Her değişmeler hâlinde olan şey hadistir, (sonradan olmuştur). (Bu kaziyyeye «Kübrâ», büyük önerine denir).
O halde, bu âlem de hadistir. (Buna da «netice» denir.) Bu misâlde görüldüğü gibi, bilinen iki kaziyye vasıtasiyîe, bilinmeyen cüz´î ve nazarî bir hüküm «netice» elde edilmiştir [61]
Kıyasta esas, külliden cüz´îye intikal etmek, yani cüz´î bir hükme varmaktır.
2 - tstikra (Endüksiyon = înduction) :
Cüz´î ve özel hükümlerden kiillî ve genel hükümlere varılmaya «istikra» denir. İstikrada esas; kıyâstakinin aksine olarak, cüz´î olan şeyleri tetkik ederek, külli bir hükme intikal etmek (varmak) tir.
îstikrâ bütün cüz´iyyâta şâmil olursa ona «Istikrâ-i Tam» denir. Bu gibi istikralar yakın ve kesinlik ifade eder.
Bazı cüz´leri (nevi ve cinsleri) tetkikle yetinilerek yapılmışsa ona, «Istikrâ-i nakıs» denir ve zan ifade eder.
Istikrâ-ı tam çok zor olduğundan, müsbet ilimlerde çoğunlukla istikrâ-ı nakıs kullanılır. Bu sebeble, müsbet ilimlerde varılan neticeler çok defa zannî olup, kesin değildir. Yâni değişebilir. Bunun için de birçok ilmî nazariyeler zamanla değişmektedir.
Bu cins istikrâa bir misâl verelim :
Demir, çelik, bakır, kalay... madendir. Demir, çelik, bakır... hararetle uzar. Netice : O halde bütün madenler hararetle uzar. Bu misâlde görüldüğü gibi, birçok maden nevilerinde yapılan deneme sonunda varılan ortak hüküm, bütün madenlere teşmil edilmistir. Yâni, cüz´îlerin hükmü, bütün cüzlere, yani «Külle» verilmiştir. Fakat, ilerde hararetle uzamayan bir maden keşfohınursa, bu genel hüküm değişebilir. O halde bu hüküm kat´î değil, zannîdir.
3- Temsil (Analiz = Analogie) :
Bir cüzinin hükmünü diğer bir cüz´îye vermeğe «temsil» denir.
Temsilde esas, cüz´îden cüz´îye intikaldir. Bu, istidlal yoluyla varılan hükmün de zan ifade ettiği açıkdir. Meselâ
Su bir sıvıdır, hararetle buharlaşır.
Pamukyağı da bir sıvıdır.
O halde pamukyağı da (su gibi) hararetle buharlaşır.
İşte bu bir temsildir. Çünkü burada cüz´îden cüz´îye intikal edilerek, su hakkındaki bir hüküm, pamukyağı hakkında da verilmiştir.
Hülâsa akıl, bu gibi istidlal yollariyle, vâsıta ile veya vasıtasız olarak bizi ilme ulaştıran bilgi sebeblerinden biridir. [62]
3 - Sâdık Haber (Haberi Sâdık)
Kelâm âlimlerine göre, «Haber-i Sâdık» denilen ve bir hakikatin ifadesi olan doğru (gerçek) haberler de, ilmin sebeblerindendir. Çünkü, dînî bilgilerin çoğu nakle dayanan «Haber-i Sâdık» yoluyla elde edilmiştir. Meselâ : Mukaddes Kitabımız Kur´an-ı Kerîm ile, Peygamberimiz (s.a.v.)´in vahye dayanan Sünnet-i Şerif eleri ve bu iki tîâhî kaynakta bildirilen; Hakk Teâlâ´nm varlığı ve birliği, Hz. Muhammed (s.a.v.)´in, Allah´ın kulu ve Resulü olduğu, daha önceden birçok Peygamberler geldiği, ölümden sonra dirilineceği ve yeni bir hayat kurulacağı... gibi, birçok dînî bilgiler, ağızdan ağıza nakledilerek gelen birer sâdık haberlerdir.
Haber : Bir nisbet ve hüküm bulunan ve mânâ bakımından tam olan cümleye denir. Haber, sıdka da, yâni doğruya ve gerçeğe de, kizbe de, yâni, yalan ve yanlışa da ihtimâli olan bir sözdür.
Sâdık haber ise; vakıaya (realiteye) yâni hariçteki gerçeğe uygun olan haberdir. Ancak, bir habere «Sâdık haber» denilebilmesi için, o haberin geçmişte de, halde de gerçeğe uygun olması lâzım-
Haber-i Sâdık iki kısımdır :
A) Mütevâtir haber (Haber-i Mütevâtir)
B Resulün haberi (Haber-i Resul)
Şimdi bunları kısaca izah edelim :
A) Haber-i Mütevâtir :
Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan büyük bir topluluğun bildirdikleri haberlerdir. Böyle bir topluluğun muayyen bir adedde olması şart değildir.
Mütevâtir haberler, kat´î ve kesin bilgi ifade eder. Çünkü, bu gibi haberler muhatab üzerinde istidlale başvurmadan kesin ve şakini bir bilgi olduğu kanaatini uyandırır. Zira böyle bir haberi duyan kimse, çocuk veya aklî muvazenesi zayıf biri de olsa, doğruluğundan şüphe etmez. Nitekim görmediğimiz birçok memleket ve şahısların varlığını bu gibi mütevâtir haberlerle biliriz ve haberin doğruluğunda şüphe etmeyiz.
Mütevâtir haberlerin zarurî ve kesin bilgi sayılabiîmesi için iki şartı hâiz olması lâzımdır :
1- Haber verilen sey, hisse ve müşahedeye dayanan (yâni duyu organlariyîe bilinen), bizzat görülen veya işitilen şeylerden olmak.
2- Verilen haber, akim caiz gördüğü mum kinler cinainden olmak, yani aklen muhal olmamaktır.
Mütevâtir olmayan «Meşhur» veya «Âhâd» hükmündeki haberler, yakîn ifade eden kesin delillerden sayılmaz, akâid mes´elelerin-de hüccet (kesin delil) olarak kullanılmaz. [63]
B) Resulün Iıarert (Haber-İ Resul)
Kisaleti (Peygamberliği) vo sözlerinin doğru olduğu delil ile, yâni «Mucize» Ue te´yid olunan Peygamberlerin verdiği habere, «Haber-i Resul» denir. Peygamberlik, ancak bir mû´cize göstermekle sabit olur.
Mu´cize :
Mucize, Peygamber olduğunu iddia eden şalısm iddiasını tasdik içia, Halik Teâlâ´nın (o zât vasıtasıyla) izhâr ettiği, tabiat &r nunlan ve âdetler üstü bir şeydir İd, insanlar onun mislini yapmaktan âciz kalır.
Peygamber olduğunu iddia eden bir şahsın mucize ile te´yid olunması Hakk Teâlâ´mn, «Sadaka abdı fîmâ yübelliğu annî». «Kulum, benden size tebliğ ettiklerinde sâdıktır, sözleri doğru ve gerçektir» demek mânâsına gelir.
Peygamberlik ve mucize, kitabımızın ikinci cildinde «Nübüvvât» «Peygamberlik» kısmında incelenecektir.
Resulün verdiği haber, mucize izhârından önce sorunlu bir bilgi olmayıp, nazarî, yâni istidlali bir bilgidir. Çünkü Haber-i Resul ile hâsıl olan bilgi, her şeyden önce, Peygamberliği mucize ile sabit olan bir Peygamberin haberi olduğu hususunu bilmeğe bağlıdır. I Ancak bundan sonra, zarurî bir bilgi ifade eder ve hükmü dâima sabit kalır.
İşte o vakit, Peygamberlerin verdiği haberler de gözlem yoluyla sabit olan bilgiler gibi, zarurî bir ilim ifade eder. Kesinlikte, yâni, zıddına ihtimâli olmamakta ve sebatda, yâni şüphe ile zail olmamak hususunda Haber-i Resul, «Zarurî bilgî»ye benzer.
Haber-i Resul, hatâdan masun olan vahye, yâni ilâhî bir esasa istinâd ettiğinden, Kelâm bilginleri nazarında, bizi doğru ve gerçek bilgiye götüren ilmin sebeblerinden biri olarak kabul edilmiştir. [64]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bu konuda fazla teferruata girilmeden, kısa ve özlü bir bilgi verilmekle ye Ünilecektir. En meşhur Kelâm mezhepleri hakkındaki gerekli bilgiler İse, ikinci cildin sonuna bırakılmıştır. Çünkü bu kitabı hazırlamaktaki esas gayemiz, çeşitli Kelâm Fırka ve Mezheplerini ve her birinin görüşlerini anlatarak zi hinleri karıştırmak değil, Ehl-i Sünnet mezhebini esas almak suretiyle. İslâm inançları hakkında okuyucularımıza sağlam bilgiler vermektir.
[2] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 55-56.
[3] Mutezile görüşünce. Cennet ve Cehennem arasında bir menzile (bir mekân) vardır ki buna, -El Menzttetü Beyne´l - Menrileteyn» derler
[4] Şerhu´l Akâid en - Nefesiyye, s. 56-59, Kahire 1939
[5] En mühim eseri: Et - Temdid fi´r - Reddi ala´l - Mülhideti´l - Muattâla´dır
[6] Kitâbu´t - Tevhid´in......... Kütüphanesinde bulunan tek yazma nüshası, Mısırlı âlim Dr. Fetheliah Halîf tarafından tahkik edilip (60) sayfalık bir «Takdim- yazısıyla 1970 yılında Mısır´da reşredilmiştir. Kitabın metni, büyük boy (401) sayfadır. Eser, Mâtûridiyye mezhebinde en büyük ve en muteber kaynaktır. Metin çok ağır ise de. bu konuda mütehassıs bir zat tarafından dilimize kazandırılması temenniye şayandır
[7] En mühim eserleri: El - Erbain fi Usûli´d-Din. El-Muhassal, Nİhâyetul Ukûl, El - Matâlibii´l - Âliye ile Tefsiri Kebir´dir
[8] En mühim eseri : İkbâr El-Efkâr (dört cilt)´dir.
[9] En mühim eserleri : Tavâli ile Tefsir-i Beyzâvî´dir
[10] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 56-64.
[11] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 67.
[12] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 67-68.
[13] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 68-70.
[14] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 70-74.
[15] Kalem, 4.
[16] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 74-75.
[17] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 76-77.
[18] Et - Tayyib Hasan en-Neccâr : Teysim´l - Vusul ilâ İlm-i´l - Usul, s. (Kahire, 1951).
[19] Hicr, 9.
[20] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 77-79.
[21] Necm, 3 - 4
[22] Haşır, .7
[23] Nisa 81
[24] Sahîh-ı Buharı Muhtasarı Tecrîd-i Sarih : c. I, cüz, I, s. 39. Tarih K. Ba-sırnevi, 1961-
Sahabeden çok hadis rivayet edenler, «Müksirûn» adıyla anılırlar. Bunların en meşhurları, sırasıyla : Ebû Hüreyre (5374 hadis),, Abdullah b. Ömer (2630 hadis), Enes b. Mâlik (2276 hadis), Hz. Âişe ( 10 hadis), Abdullah b. Abbâs (1600 hadis), Câbir b. Ab-j dülâh (1540 hadis) ve Ebû Saîd el - Hudrî (1170 hadis)´dir (Alj lah onlardan razı olsun)
[25] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 79-86.
[26] Haşır. 2, Âli İmran, 7, 190, Yusuf, 111, Sâd, 29, 43.
[27] Teysiru´l - Vusul ilâ îlmi´l - Usul, s. 96, Usulü Fıkıh Dersleri (B. Haydar Efendi), s. 360-362
[28] Bkz : a.g. eserler, s. 96, s. 360 - 361
[29] Mâide ,90, Meali şöyledir : «Ey îman edenler! İçki, kumar, (tapmaya mah-sds) dikili taşlar (potlar), ve fal okları, ancak şeytanın amelinden olan birer pisliktir. (Onun için) Bunlardan kaçının.»
[30] Bak : Teysir´ul - Vüsûl İlâ îlm-il - Usûl, s. 80, Kahire, 1951, B. Haydar Efendi, Usulü Fıkıh Dersleri, s. 368 ve 402 - 404
[31] Bak İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlm-i Kelâm, c. I, s. 34. Usulü Fıkıh Dersleri, s. 402-404.
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 86-90.
[32] Bak: Taysiru* l - Vüsûl İlâ Îlmi´1-Usûl, s. 80, Usulü Fıkıh Dersleri, s. 342
[33] Ez: a.g.e., s. 81, Usulü Fıkıh Dersleri,, 343.
[34] Aynı eserler, s. 80 - 82 ve 343-345
[35] .Prof. Mahmud Şeltut : El - İslâmu Akîdetün ve Şeriâ, s. 65 (Kahire, 1959)
[36] Abdulvahab Hallâf : İlmu Usuli´I - Fıkh; s. 46. (Kahire, 1967).
[37] Bkz : Abdulvahab Hallâf : îlmu Usuli´I - Fıkıh, s. 51 - 52, Mahmud el-Hudarî, Usulu´1-Fıkh; s. 339-341.
nakledilmişse, diğer icma´ nev´ileri arasında en kubvetli icma´ olarak kabul edilir. îmâm-ı Ahmed´e göre Hülefâ-i Râşidinin, İmâm-ı Mâlik´e göre Medine Ehlinin, İmâmiyye ve Zeydiyye´ye göre de, Hz. Peygamberin Ehl-i Beytinin ittifakları, icma´ hükmündedir
[38] el-Hudarî : a.g.e., s. 348-349, B. Haydar Efendi, a.g.e., s. 351
[39] el-Hudarî: a.g.e., s. 337
[40] Nisa, 59
[41] el-Hallâf: a.g.e., s. 47-48, M. Hudarî : a.g.e., s. 354-358.
[42] İbni Mâce : Kitabu´l - Fiten.
[43] Buharî ve Müslim, c. I, s. 379
[44] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 91-96.
[45] Fazla bilgi için Bkz.: Et - Tayyib Haserı en-Neccâr : Teysiru´l - Vusul ÜS İlm-i´l - Usul (İara´ ve Kıyas Böl.leri, Kahire, 1951), B. Haydar Ef. Usul-u Fıkıh Dersleri, s. 342-413 (Hacı Âdil Nş. İstanbul, 1326), Mahmud ŞeKut: El-İslâmû Akîdetün Ve Şerİa, s. 62-66, 472-479 (Kahire, 1959). Muhammed el-Hudarî : Usulu´l - Fıkh, s. 337-474, (Kahire, 1933, b. baskı), Abdulvah-hâb Hallâf : İlmu Usuli´î Fıkh. s. 45-84 (Kahire. 1967, 8. baskı)
[46] Bu Dinî Deliller hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler, (25) no.lu dip notta belirtilen eserler ile, dijer muteber Usulü Fıkıh kitaplarına müracaat sünelidirler.
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 96-98.
[47] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 101.
[48] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 101.
[49] ) Bak : İzmirli İsmail Hakkı : Yeni îlm-i Kelâm, c. I, s. 64
[50] Tecdidi İlmi´I - Mantık Habisi Şerhi, s. 156-157. Kahire 1E62
[51] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:101-105.
[52] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 109.
[53] M.Ö. VI. asırda yaşamışlardır. Halkın akide ve ahlâkını bozmuşlar ve Sokra t. Eflâtun gibi .büyük Yunan filozoflarının yetişmesine ve hâlâ felsefî kıymetini kaybetmiyen ahlâkî ve içtimaî esaslar vücûda getirmelerine vesile olmuşlardır
[54] Bak : Şerhu´l - Akâid en - Nesefiyye, s. 62 - 92. Kahire 1939
[55] Tafsilât için Şerhu´l - Akâid en - Nesefiyye´ye bak : s. 92 ve sonrası
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 109-112.
[56] Bak: Şerhu´l - Mevâkıf, c.´l, s. 56 Şerhu´l - Akâid en - Nesefiyye, a. 98-100
[57] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 113-114.
[58] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 115-116.
[59] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 116-117.
[60] Bak: Prof. Salih Musa Şeref, Müzekkerât et:Tevhid, s. 80, Kahire 1950
[61] Kıyasın r.ev´ileri ve şartlan hakkında bilgi için Mantık ilmine müracaat edilmetidiı
[62] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:117-120.
[63] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:120-121.
[64] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 122. - See more at: http://haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=4698&BID=54#sthash.dmiFXNNj.dpuf
İlmin Dereceleri
İlmin sebeblerini beyan ettikten sonra, yakın (kesinlik) ifade eden ilmin derecelerine kısaca işaret edeceğiz.
Yakin ifade eden ilmin dereceleri üçtür :
1- İlmel Yakin :
Akıl ve naklin, yâni nazar ve haberin ifade ettiği ilme, «tlme´l -Yaldn» denir.
Bu münasebetle şunu da ifade etmek isteriz ki; akü ile nakil birbirini nakzetmez. Yani ikisi arasında çelişki yoktur. Belki onlar daima birbirini te´yid eder ve destekler. Şayet aralarında ihtilâf var gibi görülürse, bunun sebebi; ya akim selîm yani sağlıklı, veya naklin sarih ve açık olmamasıdır.
2- Aynel Yakin :
Özürlerden selîm olan duyu organları (Havâss-ı Selime)´ura, müşahede (gözlem) veya tecrübe (deney)´nin bildirdiği bilgilere «Ayne´l - Yakın» denir.
Bu yolla elde edilen yakîn, «tlme´l: Yakın»´den daha yüksektir. Çünkü görülen ve hissedilen şey, verilen bir haberden nefsi daha çok inandırıcı ve kalbe imti´nan vericidir. Bu sebeble; Leyse´l - Ha-berü ke´l- ıyân», «Verilen haber, görülen şey gibi değildir.» Yâni haber, müşahade gibi olamaz denmiştir. Gerçi her ikisi de yakîn ifade eder. Fakat müşahedeye dayanan Aynel - Yakın, akla veya habere dayanan llme´l - Yakîn´den daha çok şüphe yok edici ve kalbi itmi´-nâna sevkedicidir.
İşte bunun içindir ki İbrahim Aleyhisselâm llme´l - Yakîn derecesiyle yetinmiyerek, Ayne´l - Yakîn mertebesine ulaşmayı istemiştir.
«Yâ Rabbi! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster. (Eabb Teâlâ) înanmıyormusun dedi. (Hz. İbrahim) «Evet (inanıyorum), fakat kalbim mutmain olsun (diye soruyorum)» dediği, Kur´an-ı Kerîm´de bildirilmektedir. [1]
3- Hakka1 Yakîn :
Hiss-i bâtını denilen kalb ile sezilip, bizzat duyulan ve basiretle müsâhade olunarak bizzat yaşamak suretiyle hâsıl olan bilgiye, Hakka´I - Yakîn denir.
Bu hal, yakîn derecelerinin en yüksek mertebesidir.
İşte, bilgiler, elem ve lezzetler hepsi bu üç dereceden biri ile bilinir. Bir şeyin mahiyyet ve hakikati, ancak ilmin üçüncü derecesiyle gerçek olarak bilinebilir. Bunun içindir ki «men lem yezuk lenı ya´rif», «tatmayan bilmez» denmiştir. Çünkü bu mertebede bilinen şeyler, söz ile tam mânâsiyle ifade olunamaz. Ancak zevk ile, vicdan ile bilinebilir. Bu dereceye ulaşanlara (Ehî-i marifet) veya (Arifin) denilmiştir. Tasavvuf ilmi mütalâasiyle ve bu yola sülük etmekle varılan bu mertebe «Basiret» denilen kalp gözüyle, gönül gözüyle elde edilir. Mutasavvıflar bu hâle «Zevk-i Vicdanî» derler [2]
İlmin Yolları
Hakikatîari aramak ve ona varmak hususunda başlıca iki yol vardır : Biri, Şer´î veya Dînî yol, diğeri de Felsefî yoldur.
Şimdi bu iki yolun mahiyyet ve hususiyetlerini açıklayacak, sonra aralarındaki farkı belirteceğiz.
A) Şer´î veya Dînî Yol :
Şer*! veya Dînî dediğimiz yol, «Enbiyâ» adı verilen Peygamberlerin yoludur. Felsefî yol ise, aklı ön plâna alan ve her şeyden önce ona dayanan Filozofların yoludur.
Şer´î yol denince belki onun, yalnız vahye dayanan bir yol olduğu zannedilir. Fakat gerçekte şer´î yol, yalnız vahye ve nakle dayanan yol değildir. O, yalnız akla, veya yalnız müşâhade ve tecrübeye dayanan bir hakikat yolu da değildir. Belki o, bu üç türlü vasıtadan da faydalanarak, hakikatları ve ilâhî gerçekleri arayan bir yoldur. Evet, dînî yol, his ve tecrübeden, akıl ve muhakemeden faydalanarak, tefekküre kuvvet, kalbe ferahlık verdiği gibi, bu iki yolla varılan neticeyi Enbiyâ´nın vahye dayanan sâdık haberleriyle te1-yid etmek suretiyle, fikri tam bir huzura, kalbi de tam bir itmi´nâna ulaştırır.
His ve tecrübe, veya akıl ve muhakeme yoluyla varılamıyan ha-kikatlara da, vahye dayanan sâdık haberler ve şer´î nasslar yoluyla varılır.
Böylece, yalnız hisse, veya akla hitabetmiyerek, hem aklı, hem hissi tatmin eder. Ruhu da, kalbi de huzura kavuşturur. Fikri, buhrandan kurtarır.
O halde dînî yol, yalnız akıl ve fikirle, veya yalnız gözlem ve deney ile yetinen bir yol olmayıp, yerine göre hepsinden faydalanan, vardığı neticeleri vahiy ve sâdık haberle destekleyen, yâni gerçekleri hem akıl ve re´y, hem nakil ve vahy ile arayıp bulan, doğru ve emin bir yoldur.
Dînî yol, ilâhî nûr vasıtasiyle aklı hatâdan, yanılmaktan korur ve böylece haldkatlan bulmayı temin eder. Çünkü akıl dâima müstakil olarak hüküm veremez. Bir şeyi haram veya helâl kılamaz. Zira, haram ve helâli, emir ve yasağı, ceza ve mükâfatı tayin eden ve bunları hükme bağlayan dindir, şeriattır. Akıl ise, bu hükümlerin hikmetini bildirir, doğruluğunu delil ile isbat eder. Bu bakımdan din bize, dâima, hakkı akıl ile aramayı, gerçeği akıl ile bulmayı, fayda ve zararı akıl İle tayin edip, birbirinden ayırmayı tavsiye eder. îmânı tahsil ve tesbit için nazar-ı aklîyi, kıyâs ve istidlali emreder. Allah´ın varlığını, birliğini, ilim kudret ve irade sahibi oldğunu ve her türlü noksandan münezzeh bulunduğunu, bizi, bu dünyaya bakarak, O´nun, ezelî ve her şeye kadir bir yaratıcısı olduğunu akıl yoluyla bulmaya sevkeder. Kur´an-ı Kerîm´de, nazar-ı aklî ve istidlal hakkında 500´e yakın âyet-i kerîme vardır,
Şer´î veya dînî yol, his ve tecrübe, akıl ve istidlal ile varılamı-yan, his ve aklın idrak sınırları dışında kalan Âhiret, ölümden sonra dirilmek, Ceza ve Sevâb, Cennet ve Cehennem gibi gaybî ve fizik ötesi hakikatları, vahiy vasıtasiyle, Enbivâ´nın doğru haberleri i] e öğretir.
Hülâsa dînî yol, insanı, yalnız nakil ve haber-i sâdıka bağlayan kuru bir taklid yolu olmayıp, bilâkis, bütün aklî ve beşerî meleke ve yeteneklerden faydalanmayı emreden, ilâhî vahiy ile insan aklını hatâdan koruyan, ruha inşirah ve kalbe itmi´nan veren bir hakikat yoludur.
Felsefî yol ise :
Akıl ve muhakemeye, fikir ve şahsî görüşe dayanan Filozofların yoludur. Bu yol noksandır, vardığı neticeden emin olunmayan bir yoldur. Çünkü :
1- Cemiyette ve tahsil kademelerinde görüldüğü veçhile, aklî kudretler farklı ve çeşitlidir. Bu ihtilâf fıtrîdir. Bu sebeple akıl yoluyla varılan neticeler de farklıdır. Çünkü her filozof, kendi aklına dayanarak hakikati arar. Vardığı netice de, kendi fikrine ve şahsî
görüşüne dayanır. O halde, felsefî yolla elde edilen hakikatlar şahsîdir. Zira filozofun şahsî kudretini taşır ve başlangıç noktası bizzat kendisidir. Böyle bir metodla varılan netice ise noksan olup, başka bir filozofun vardığı netice ile yıkılmağa mahkûmdur.
2- Felsefî nazariyeler dâima değişiklik ve hareket halindedir. Bu sebeple sistemler birbirini kovalar. Görüş ve nazariyeler dâima değişir ve hiçbir konuda son söz söylenemez. Kimin aklının daha üstün ve vardığı neticenin daha isabetli olduğu bilinemez. Çünkü hepsi insandır, hepsi yanılabilir ve hataya düşebilir. Bunun içindir ki, ilâhî hakikatlara varabilmek ve varılan neticeden emin olabilmek için Enbiyâ´nın irşadına, yâni dînî yola ihtiyaç vardır.
3 - Sonra akıl, ancak tecrübe ve müşâhade alemindeki hâdiseleri bilebilir. Bunun hâricinde kalan eşyanın aslını ve hakikatini bilemez. Hattâ akıl, mutlak kemâle sahip olmadığı için, insana en yakın olan «nefsin» hakikatim dahi bilemiyor. Ancak, onun bazı eserlerini ve vasıflarını biliyor. Onun; canlı, şuur ve idrak sahibi olduğunu söylüyor, o kadar... Hülâsa, filozoflar, nefsin hakikati hakkında büyük ihtilâfa düşmüşler ve çeşitli iddialarda, bulunmuşlardır. O halde felsefî yol, kâfi ve tatminkâr değildir.
4- Akıl; müşâhade ve tecrübe (gözlem ve deney) âleminde ve kendi sınırları içinde böyle hatalara düşer, birbirine zıd neticelere varırsa, bu saha dışında kalan gayıb âleminde, mebde, (başlangıç) ve meâd (son buluş) ile ilgili meselelerde, Âhiret ve İkinci Hayatın şekil ve keyfiyeti hususunda aklın âciz kalması ve bu hakikatları idrak edememesi Öncelikle ortaya çıkmaz mı Bütün bu ilâhî hakikatlar, bunların hikmet ve keyfiyeti, ancak vahiy ile yani şer´î yolla öğrenilir. O halde felsefî yol nakıstır. Çünkü birçok dînî ve ilâhî gerçekleri ve gayb ile ilgili mes´eleleri idrakten âcizdir.
5- Filozoflar, kâinatın aslının (mebdeinin) ne olduğunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazısı; bu mebde (bu asıl) sudur, bir kısmı; havadır, diğer bir kısmı; ateştir demişler, diğerleri de, kâinatın aslını madde, cevher-i fert, veya mutlak kuvvet gibi esaslara dayamaya çalışmışlardır. Evet «îlâhiyyûn» denilen bir kısım ilahiyat filozofları, kâinatın aslının Cenab-ı Hak olduğuna inanmışlarsa da, O´nu vasfetmekte hatâya düşmüşler,.hiçbir filozof kendi milletini dahi ir-şâd ederek, onları hidayet ve selâmete şevke muvaffak olamamıştır.
Netice olarak diyebiliriz ki::
a) Dînî yol, felsefî yoldan daha sağlam ve emindir, güven vericidir. Çünkü bu yol, felsefi ve ilmî yolların bütün metodlarından. faydalandığı gibi, felsefî ve ilmî yollarda bulunmayan ilâhî vahiyden de faydalanır. Yolunu mukaddes bir kuvvetle takviye ederek destekler.
b) Dînî yol daha geneldir. Büyük bir topluluk bu yolda yürür. Çünkü bu yol beşerî bir yol olmayıp, vahiyle teyid edilip doğrulanan ilâhî bir yoldur. Felsefî yol ise, felsefe ile meşgul olan küçük bir ihtisas gurubunun uyduğu bir yoldur.
c) Dînî yol, fert ve ^emiyet üzerinde daha müessirdir. Bildirdiği ilâhî hakikatlarla, fikri hidâyete, kalbi selâmete ulaştırır. Aklı da, kalbi de tatmin eder. Çünkü bütün dînî hakikatlar, birbirini doğ-rulayıp tasdik eden sâdık Peygamberlere dayanır. Felsefe ise, birbirini nakzeden, hatta kendinden öncekini çok defa yalanlayan ve onlarmkine zıd fikirleri savunan filozoflara dayanır. Zira Peygamberlerin kaynağı birdir. O da ilâhî vahiydir. Filozofların kaynağı. ise çeşitlidir. Kendi akılları, yâni beşerî, şahsî fikirleridir.[3]
Vı Kelam İlminin Metodu
Metod : Zihnin herhangi bir hakikata ulaşmak için takip edeceği usuller, yâni yollardır.
Yukardaki açıklamalardan anlaşılacağı veçhile Ilm-i Kelâm, ilmî ve felsefî metodları benimsemiştir.
1- Ehl-i Stinnet-i Amme´y© Göre :
Kelâm llmi´nin Metodu : His ve tecrübe, akıl ve istidlal, haber ve vahiydir. Çünkü Kelâma, dînî akideleri isbat ederken, müsbet ilmin ve felsefenin tecrübe ve istidlal yoUarmdan da faydalanır. Bu inançları, ilmî ve felsefî metodları da nazarı dikkate alarak aklî ve naklî delillerle isbat eder. Zira Kelâmcılara göre, mahsûsâtta (his-splunan şeylerde) aslolan his, mâkûlâtta aslolan ise akıldır. Ancak aklı, vahiyle kontrol etmek, vardığı neticelerin doğru veya yanlış olduğunu vahiyle anlamak gerekir.
O halde Kelâm bilginleri, «Maddeciler» gibi yalnız duyuların getirdiği delillere, veya «Misâlciler» gibi yalnız aklî delillere itimâd etmezler. Akim yerine ilhamı koyan «îlhâmcılar» gibi de hareket etmezler. Çünkü Kelâmcılar, mahsûsâtta (hissedilen şeylerde) hisse (duygulara), mâkûlâtta akla, gaybiyyâtta vahye dayanır ve yalnız Enbiyâ´mn ilhamını kabul ederler.
Enbiyâ´dan başkasına, zühd ve takva yolu ile ilâhî keşf şeklinde vâkî olan ilhamın, yakın ifade etmesi hususu ihtilaflıdır. i tmâm-ı Gazali, îmâm-ı Kâzî ve Anûdî gibi büyük Kelâm bilgin-
leri, bu şekilde, keşif ve ilham yoluyla yakın ifade eden ilmiîih1 asıl olabileceğini kabul etmişlerse de :
İlhanı ı evhamdan ayıracak kudrete salıib olmayı ve Kitab île Sünnete muhalif olmamasını şart koşmuşlardır!
Kelâm bilginlerinin ekserisine göre ise ilham, ilhamın vâki olduğu kimseler için delil olabilirse de, başkaları için delil sayılacak bir ilim değildir. Bu sebeple ilham, ilmin sebeplerinden sayılmamıştır.
Kelâmcılar, «Nakilciler» gibi yalnız nakil ile de iktifa etmezler.
İzah ettiğimiz bu görüş ve metod, «Ehl-i Sünnet-i Âmme» adı verilen Kelâm bilginlerine aittir.
2- «Selefiyye» denilen ilk Tevhîd ulemâsı ise; nakle, yâni Kitabullâh´a ve Peygamberimizin sözlerine itimâd ederler. Bunlara göre; Kitab ve Sünnetle istidlal esasdır. Âyetler hiçbir suretle te´vil olunamaz. Çünkü sarih akıl, sahih nakle dâima muvafıktır.
Ehl-i Sünnet Ulemâsına göre ise; şahsî rey ile Âyet-i Kerîme te´vil olunamaz. Te´vile ancak zaruret zamanlarında müracaat edilebilir. Kitab ve Sünnete uymak, bunlara göre de, en mühim esasdır. Akıl ise, nakli açıklayan ve ilâhî hikmetleri kavrayan ikinci bir esas, ilâhî bir mevhibedir. [4]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bakara. 260
[2] Bak ;İzmirli İsmail Hakkı, Yeni îîm-i Kelâm. S
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 123-124.
[3] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 125-128.
[4] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:129-130. - See more at: http://haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=4699&BID=54#sthash.HS4E0bP6.dpuf
Kuran´ın Metodu
Dîn Ve Akıl
Aklî Hükümler Ve Özellikleri
İslam´da Îman Hakikatı Ve Amel İle Olan Münasebeti
Istılahta Ve Şerîatta İman
İslâm´da İmânın Hakikati Ve Amel İle Olan Münasebeti
Bahsimize Dönelim
VII KUR´AN´IN METODU
Kur´an-ı Kerîm, Kelâmullah olup, bütün beşeriyyete hitabeden hükmü kıyamete kadar devam edecek ilâhî bir kanundur. İnsanları cismen, fikren ve ruhen kemâle eriştiren bütün inanç, amel ve ahlâk esaslarını ihtiva eder. Kur´an-ı Kerîm dâima akla hitâbeder. Yani, her emri akl-ı selîme uygundur, aklın intacı olan ilimle bağdaşır.
Kur´an-ı Kerîm, beşeriyyeti fert ve cemiyet olarak hidayete sevkeden, refah ve saadetini temin eden, her türlü içtimaî, iktisadî, idarî, hukukî, insanî ve ahlâkî nizamını sağlayan ilâhî bir mucizedir. Kur´an-ı Kerîm, her türlü ilim, fazilet ve terakki yollarını insanlara göstermiş, her nev´i ilim ve fünûn esaslarına açık veya kapalı olarak işaret etmiştir.
Yüce Allah; bütün bu hususları insanlara bildirirken kısacası, şu âyet-i kerîmede beyan olunan ilâhî metodun uygulanmasını emretmiştin :
«Ey Resulüm! (İnsanları) Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel Öğütle davet et; onlarla mücadeleni en güzel şekilde yap.» [1]
Bu âyeti kerîmede bildirilen üç ilâhî esas; insanları dine ve ilâhî yolla; hikmetle, güzel öğütle davet etmek, gerektiğinde onlarla en güzel üslûp ve metodla mücadele etmektir. [2]
Vıh- Dîn Ve Akıl
Din, akıl sahibi şuurlu insanları kendi irade ve arzulan ile hak ve gerçeğe, mutlak hayır ve fazilete sevkeden, insanlara saadet yollarım gösteren ve saadete erişmelerine delâlet eden ilâhî bir nizam* dır. Bu ilâhî nizam, Allah elçisi olan Peygamberlere vahiy suretiyle bildirilen ve insanlara tebliğ olunan en doğru yoldur. O halde din, Peygamberlerin ilâhî vahye dayanan tebliğleridir. Dînin hakîkî vâzu ve kurucusu, Allahu Teâlâ´dir. Peygamberler din vazedemezler. Onların vazifeleri, kendilerine gönderileni aynen tebliğden ibarettir.
Din insana, kendi mahiyyetini, nereden gelip, nereye gideceğini, yaratılışmdaki gaye ve hedefi, yaratıcısına karşı olan kulluk, yaratılanlara kargı olan insanlık vazifelerini bildirir. İyi ve kötüyü, hayır ve şerri, fazîlet ve rezîleti öğretir, insana hayır ve fazilet yollarını göstererek refah ve saadete ulaştırır.
Din, cemiyetin nizamını, huzur ve saadetini sağlayan sosyal bir müessese olduğu içindir İd, beşeriyet için lüzumludur. Çünkü din, fertleri, kudsî duygular ve güzel âdetlerle birleştirerek, millî vicdanı geliştiren, cemiyeti ilerleten, yardımlaşma ve dayanışmaya sevkeden, cemiyette güzel ahlâkı ve sosyal -adaleti sağlayan büyük bir kuvvettir. Kaynağı kudsî ve ilâhî olan din, cemiyette nizâmı sağlar. Din hissi ve Allah korkusu, insanı dâima murakabe eder, onu kötülükten korur, İyiliğe ve hayra yöneltir.
«İşte böyle vahye dayanan ve vâzu Allah olan dinlere, «Hak Din»,
Vahye ve ilâhî bir esasa dayanmayan ve insanlar tarafından uydundan dinlere, «Bâtıl Din»,
Aslında ilâhî ve semavî iken, daha sonraları tağyir ve tahrife
uğrayarak, asalet ve kudsiyyetini kaybeden dinlere de, «Muharref Din» denir.
Birincisine misâl, Allah indinde yegâne hak din olan İslâmiyet [3] ikincisine misâl, Putperestlik, üçüncüsünde misâl de, Hris-tiyanlık ve Yahudiliktir [4]
Yer ve gökte bulunan canlı ve cansız bütün varlıklar hizmetine verilen ve enirine müsahhar kılman insan, mahlûkâtm en şeref-lisidir. İnsanı insan yapan ve yaratıklara üstün kılan şey, yalnız ona ihsan edilen «akıl» cevheridir.
Muhakak ki akıl; ilâhî bir mevhibe, ruhanî bir nurdur. Fakat aklın mahiyyeti, tam olarak bilinememektedir. Çünkü akıl, görülebilen maddî bir varlık değildir. O halde akıl, hissolunan şeylerden olmayıp, makûlâttandır. Akü, ilâhî bir sır olduğundan, mahiyyeti-nin ne olduğunu kavrayabilmek ebedî bir sır olarak kalacaktır. Çünkü bugüne kadar aklın mahiyyetini ifadeye çalışan tariflerin hiçbiri yeterli görülmemektedir. Bu hususa ilmin sebebleri bahsinde işaret olunmuştur. Burada tekrarlamaya lüzum görmüyoruz.
Aklın mahiyyeti ne olursa olsun, şüphe yoktur ki insan, akıl vasıtasiyle ilim ve tekniği keşfeder ve ona ulaşır. Aklı olmayan varlık, mükellef değildir. Çünkü din akla hitâbeder. Allah´ın varlığını bilmek ve O´nu isbat etmek, ancak akılla olur. Buna rağmen akıl, bütün hakikatları kavrıyabilecek yegâne kuvvet değildir. Çünkü o da insandan bir cüz olarak, diğer uzuv ve kuvvetler gibi sınırlı ve kusurludur, noksan ve âcizdir.
Ancak belirli bir hudud içerisinde hükmünü yürütür. «Gaybiy-yât ve Sem´iyyât» denilen fizik Ötesindeki birçok hakikatları kavra-yamaz. Birçok dînî gerçekleri bilemez. Sırrını yalnız başına çözemez. İşte bu hakikatlar ancak vahiy ile, vahye dayanan din ile, dînin kaynağı olan mukaddes kitap ile bilinebilir. Fakat, dînin bildirdiği gerçekleri anlamak da ancak akıl ile olur. O halde akl-ı selim ile, hak ve gerçek din dâima birlik ye yardımlaşma halindedir. Akl-ı selim, gerçek dinle dâima bağdaşır. Gerçek din de dâima akla yardım eder. Bâtıl din ise, akıl ile dâima çatışma ve çelişme halindedir. [5]
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Aklî Hükümler Ve Özellikleri
(Ahkâmı Akfiyye)
Şer´î yani dînî hükümleri ve bu hükümlerin kaynaklarını, ilmin mahiyyetini, sebeblerini ve yollarını izah ettikten sonra, aklî hükümlerin de neler olduğunu bilmemiz ve bunların hususiyetlerini öğrenmemiz gerekir .
Kelâm ilmi bilginlerine göre aklî hükümler üç kısma ayrılır :
1- Vâcib,
2- Mum kin veya Caiz,
3- Müstahil, Muhal veya Mümteni´.
Çünkü Kelâm ilminin mevzuu; bilinmek nev´inden olan, ilimle ilgili her malûmdur. Malûm olan bir şey de, akıl nazarında ya vâcib, ya mümkin veya müstahîl olur. Kelâm âlimleri, vacibin zatî sıfatlarını, mümkin ve müstahil olan şeylerin zatî arazlarını araştırarak, tesbit etmişlerdir.
«Mütekellimun» diye anılan Kelâm âlimleri vâcib kelimesini, iki mânâda kullanırlar :
a) Birinci mânâda Vâcib : Mükellef olan kimsenin mutlaka inanması lâzımgelen bilgiye denir. Allahu Teâlâ´mn varlığına, bütün noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf olduğuna inanmak gibi... Bunlara inanmak her mükellef için vâcibdir, yâni. lâzımdır, inanmayan ise, İslâm dininden çıkmış sayılır. Burada vâcib, farz manasınadır
b) ikinci mânâda ise Vâcib : Mümkün ve müstahîlin karşılığıdır. Çünkü bir şey ya vâcib, ya mümkin veya müstahîl olur.
Herhangi bir şeyin, vâcib veya mümkin veya müstahîl olduğunu tasavvur etmek, aklen zarurîdir. Çünkü, aklı tam olan bir kimse kolayca idrak eder ki, yaşayan bir insanın canlı olması vâcibtir. Kâtip olması mümkündir. Taş veya demir olması müstahîldir. Bu se-beble, vâcib, mümkin ve müstahîlin mânâları hadd-i zâtında, yani hakikatmda mevcut olup, tarifine lüzum yoktur denmiştir. Bu kelimelerin masdarı olan vücûb, imkân ve imtina´ hakkında aynı şeyler söylenmiştir. Yâni bunlarjn da tasavvuru zarurîdir. Nazarî olmadığından tarif edilmelerine hacet yoktur.
Bir kısım Kelâm ulemâsı ise; vâcib, mümkin ve müstahîl, zarurî olarak bilinen şeylerden olmayıp, nazarîdir, demişler ve herbi-rini tarif etmeye çalışmışlardır. Bunlara göre :
Vâcib, varlığı zâtının icabettirdiği malûmdur ki yolduğu aklen mümkin değildir.
Yâni yokluğu aklen muhaldir. Buna «vâcib lizâtüıi» denir
Mümkin; ne varlığı, ne de yokluğu zâtının icabettirmediği malûmdur ki, varlığı da yokluğu da kaabildir.
Yâni varlığını veya yokluğunu tasavvur etmek aklen muhal değildir. Böyle olan şeylere, «Mümkin lizâtihi» denir.
Müstahîl; yokluğu zâtının gerektirdiği şeydir İd, varlığını tasavvur etmek aklen mümkün değildir.
Yani yokluğu aklen vâcibtir. Buna ise «Müstahîl lizâtihi» denir.
Bu tarifler, vâcib, mümkin ve müstahîl´in mahiyetlerini bildiren hakîkî tarifler olmayıp, bunlar hakkında takrîbî bir fikir veren ve birbirlerinden ayıran lâfzî tariflerdir. Bu sebeble, bu tariflerde görülen «Devir», Mantık ilmine göre muhali gerektiren devirden sayılmaz, demişlerdir.
Şimdi, bunların herbirinin hassalarını, hüküm ve aksamını izah edelim :
1- Vâcib´in Özellikleri, Hüküm ve Kısımları :
Vacibin başlıca üç özelliği (hususiyeti) vardır :
a) Vacibin zâtı, vücûdunu tam olarak iktizâ eder ve onu za-
rurî kıiar. Zâtın iktizâ ettiği, yani gerekli kıldığı şey ise, o zâttan asla ayrılmaz.
b) Vacibin zâtı, varlığında başkasından müstağnidir. Yâni: var olmak için hiçbir şeye muhtaç değildir.
c) Kendine mahsus özel bir vücûdu vardır ve bu vücut, zâtının aynıdır. Vâcib her şeyden zâtı ile temayüz eder ve zâtı ile ayrılır.
Vacibin hükmü ise :
a) Zâtını adem (yokluk) sebkat etmemek. Yani, varlığının başlangıcı olmamak,
b) Zâtına yokluk asla âm olmamak. Yani, varlığının sonu bulunmamak.
c) Cüzlerden mürekkeb olmamaktır
Bütün bu hüküm ve hususiyetler, Vâcib Lizâtihi´ye aittir. Vücûdu zâtına vâcib olan zât ise, yalnız ve yalnız Cenab-ı Hak´tır.
O halde, Vâcib Lizâtihi hem ezelî ve ebedî [6] hem de kadîm ve bakîdir [7]
Çünkü, Vâcib Lizâtihi ezelî, olmazsa, vücûdu adem ile mesbûk olur. (Yani varlığından önce yokluk bulunur). Gerçekte ise, varlığı zâtının muktezası olduğundan, vücûdu adem ile mesbûk olamaz.
Vâcib Lizâtihi kadîm olmazsa, varlığında bir mucidin varlığına muhtaç olur. Halbuki O, varlığında hiçbir şeye muhtaç değildir,
Vâcib Lizâtihi bakî ve edebî olmasa, zâtına adem arız olabilir. Adem ise vâcib olan bir zâta ânz olmaz. Çünkü vâcib, vücûdu, zâtına dâima lâzım olan ve asla.yok olmayan zât demektir.
Vâcib Lizâtihi mürekkeb de değildir. Yani cüzlerden meydana gelmemiştir. Çünkü, mürekkeb olsa, zâtından önce mevcut olması gerekir ve zâtından gayri olan cüzlerden terekküb etmiş ve bu cüzlere muhtaç olmuş olur. Eğer öyle olsaydı, vücûdu zâtının muktezası olmamış olurdu. Halbuki Vâcib Lizâtihinin varlığı, dâima zâtının muktezası ve zâtının icabıdır.
Vâcib´in Kısımları :
Vâcib : Ya yukarıda beyan ettiğimiz gibi Vâcib Lizâtihi olur ki, o da Allahu Teâlâ´dır.
Yahut «Vâcib liğayrîhi» olur. Cenâb-ı Hak´kın, vücudunu irade ettiği her mümkin gibi... Çünkü, zâtına nazaran mümkün olan bir şey, mucidin (yani yaratıcının) o şeyin varlığını irade etmesine nazaran da vâcib olur. Bu sebeble ona, «vâcib liğayrihi» denir.
Bir şey hem Vâcib Lizâtihi, hem vâcib ligayrihi olamaz. Çünkü başkasiyle kâim olan şey, o şeyin ortadan kalkması ile zeval bulur. Zâtiyle kaaim olan-şey ise, başkasının yok olmasıyla yok olmaz. Bu
Meselâ : Beş onun yarısıdır. Ateş, temas edeni yakar. Her insan canlıdır... gibi hükümler, bedihî ve zarurî olan vâciblerdir.
Sonra, Vâcib : Ya nazari, Veya zarurî olur.
Meselâ : Beş onun yarısıdır. Ateş, temas edeni yakar. Her insan canlıdır... gibi hükümler, bedihî ve zarurî olan vâciblerdir.
Cenâb-ı Hakk´ın birliği ise nazarî bir vâcibdir. Çünkü bu hükümde delile ve istidlale ihtiyaç vardır.
2- Mümkinin Özellikleri ve Kısımları:
Mümkinin de üç özelliği vardır
a) Ancak bir sebeb, yâni bir mûcid ile mevcut olmak ve bir sebeble mâdum «yok» olmak,
Çünkü mümkin olan bir şeyin varlığı da, yokluğu da, zâtından hâriç bir sebeble olabilir.
b) Mümkinin zâtı, vücûdunu da, yokluğunu da gerektirmemek,
Çünkü her ikisi de zâtına nisbetie müsavidir. Bir tarafı, diğer tarafından evlâ değildir. Sebebsiz olarak bir taraf vâki olsa, yekdiğerine müsavi olan iki şeyden birinin diğerine, müreccih (tercih eden) olmadan tercihi lâzım gelir. Bu ise muhaldir, aklen mümkün değildir. .
c) Mümkini başkasından ayıran bir özelliği olmak,
Mümkin olan bir şeyin vücûdu, sebeb ve illetinden önce bulunamaz. Çünkü mümkin, hadis olan (sonradan olan) bir şeydir. Hadisin mucidine, sebebin müsebbibine [8] takaddümü (yani ondan önce bulunması) caiz değildir. Mümkin, vücûdunda, vacibe muhtaç olmakla, vâcibden önce, veya vâcible birlikte vücûda gelemez. Çünkü mümkin; başlangıçta da, daha sonra da bakî kalmak için sebebe, mucide muhtaçtır. Zira zâtı, vücûdunu hiçbir zaman icap ettirmez. Vücûdunun ademine (yokluğuna) tercihi için, dâima bir müreccihe (tercih edene) ihtiyaç vardır. Mümkin vâcible birlikte olsa, hangisinin vâcib olduğu bilinemez. Hülâsa, mümkin, başlangıçta da var olduğu müddetince de dâima bir sebebe, bir müessire muhtaçtır. Bu hususta ittifak vardır.
Ancak ihtilâf, «Bu ihtiyâcın sebebi (illeti )hudûs mudur, yoksa imkân mıdır, veya her ikisi midir » noktasındadır.
Bu mevzuda en kuvvetli görülen rey, «Mümkinin mucide ihtiyâcının sebebi imkândır», görüşüdür. Çünkü mümkin, başlangıçta da, varlığı boyunca da, dâima, vücûdunu ademine tercih edecek bir müessire muhtaçtır. Bu mânâda, mümkünde, dâima «imkân» mânâsı vardır. Halbuki hudûs mânâsı, bir şey hadîs olduktan, yani meydana geldikten sonra nihayete erer.
Mümkinin Kısımları :
Mümkin, «mümkin .lizâtihi» olduğu gibi, «vâcib liğayrihi» de aslında mümkin olan bir şeydir. Çünki; vâeib îiğayrihinin de vücûdu zâtının icabı olmayıp, zât ve nıâhiyyetinden ayrı olan bir mucidin (yaratıcının) icabıdır.
Sonra mümkin : Ya âdi veya gayr-ı âdi olur.
Demirin sertliği, ateşin sıcaklığı, güneşin ışığı, taşın sükûtu (düşmesi) hep âdi olan, Sünnet-i Ilâhiyyeye uygun olarak cereyan eden mümkinler cinsindendir. İnsanın uçması, güneşin tutulması, ayın inşikakı (ikiye ayrılması) gibi hâdiseler ise, tetkik ile, istidlal ile sabit olan mümkinâttan sayılır. Sünnet-i Ilâhiyyeye göre cereyan etmeyen ve hâriku´1-âde (âdetler üstü) olan şeylerin hepsi, âdi olmayan mümkinler cümlesindendir.
3- Müstahîlin Hüküm ve Özellikleri :
Mümteni´ veya muhal isimleri de verilen müstahîl´in özellikleri ise :
a) Zâtı (yâni mefhumu) dâima ademini (yokluğunu) iktizâ etmek.
b) Kendisine asla vücûd arız olmamak. Yani hiçbir zaman var olmaz.
c) Varlığı aklen mumlun olmamaktır.
Çünkü, adem (yokluk) müstahîlin mahiyyetinin lâzımıdır. Müs-tahîl olan bir şeyin mahiyyetinde tenakuz fikri gibi bâtıl b;r mânâ vardır. Meselâ : Yapılması mümkün olmayan bir iş için «bu işin meydana getirilmesi muhal, yani müstahîl» denir.
Aklen muhal olan bir şey de :
Ya zarurî olur; «nakîzlerin içtimâ´ etmesi», «ikinin beşten büyük olması» gibi,
Veya nazarî olur; «Cenâb-i Hak´km şeriki (ortağı) bulunması» gibi...
Tasavvuru aklen zarurî olan vücûb ve iftıkân, Mütekellimûn (Kelânıcılar) nazarında sıfât-ı îtibâriyye (itibarî sıfat) olup, hariçte mevcut değildir. Filozoflara göre ise, sıfât-ı vücûdiyye (vücûdî sıfat) dir. Bazı Mâtürîdi Kelâm ulemâsına göre, vücûd, sıfât-ı vücûdiyye, imkân ise sıfât-ı îtibâriyyedir.
Müstahîlin, itibarî birşey olduğu hususunda. Filozoflar, Kelânıcılar ile ittifak halindedirler.
Vücud ise :
1- Eş´ariyye mezhebi âlimlerine göre vücûd, vâcib ve müm-kinde mevcudun aynıdır.
2- Kelâmciların ekserisine göre vücûd, vâcib ve mümkinin mahiyetlerinin aynı olmayıp, o mahiyet üzerine zaittir.
3- Filozoflara göre ise; vücûd, vacibin mâhiyetinin aynıdır, mümkinin mâhiyetinin gayridir. Ve o mâhiyet üzerine zaittir.
Bu üç mezhep meşhur olup, herbirinin kendi görüşünü destekleyen delilleri vardır. Bunlar Şerh-i Mevâkıf, Şerh-i Makas id gibi geniş Kelâm kitaplarında zikredilmiştir. Bu mezheblerin hiçbirinin delili tâm ve itirazdan salim değildir.
Mütekellimûn ve Filozoflara Göre :
Mümkin olan bir şeyin vücûd ve taayyünü, o mümkıhin mahiyetine arız olması, arız olmaması veya mutlak bulunması) itibariyle mahiyet-i mümkine üçe ayrılır : ;
1- Mahiyet-i mutlaka : Yani mutlak mahiyet. Bunlar hariçte ne var, ne de yoktur.
2- Mahiyet-i mücerrede : Yani mücerred mahiyet. Bunlar hariçte bulunmayan, fakat zihinde mevcut olan şeylerdir.
3-Mahiyet-i mahluta : Yani mahlut, karışık mahiyet. Bunlar hariçte mevcut olan şeylerdir. [9]
İKİNCİ KISIM
BİRİNCİ BÖLÜM
İslam´da Îmanto Haktkatı Ve Amel İle Olan Münasebeti
Önemli Bir Açıklama :
Önsözde de belirttiğimiz gibi, İslâm inançları ve îmân esasları, kitabımızın bu kısmında ve ikinci cildinde incelenecektir. Bu inançlar, bütün ana kaynaklarda ve llm-i Kelâm kitaplarında üç büyük kısımda tetkik ve beyan olunmaktadır :
1- Jlâhiyyât (Allah «c.c.» ile ilgili bahisler)
2- Nübüvvât (Peygamberlik ile ilgili bahisler)
3- Sem´iyyât (Âhiret ve ahvâli ile ilgili bahisler)
«İlâhiyyât» adı verilen kısımda; Hak Teâlâ´nın zât, sıfat ve efâ-li ile ilgili îmân meseleleri, yâni Allah´a, Meleklerine, Kitaplarına, Kaza ve Kader-i ilâhîsine îmân konuları,
Nübüvvât» adıyla anılan kısımda; Peygamberlere îmân, Peygamberlik ve Peygamberlerle ilgili konular, Vahiy, îlham, Mucize gibi inanç mes´eleleri,
«Sem´iyyât» adıyla tanınan kısımda da, Âhirete îmân, ölümden sonra dirilme ve İkinci Hayat, Hesap, Sırat, Cennet ve Cehennem gibi Âhiret Ahvâli, yâni bilinmesi vahye ve işitmeye dayanan îmân mes1-eleleri beyan ve isbat edilmektedir. Gerçekte ise, «Nübüvvât» bahisleri de «Sem´iyyât» tan sayılır.
Bütün bu konular ve îmân esasları incelenerek her biri açıklan-
diktan sonra, Kelâm ilminde sık sık kullanılan, îmân, küfür, mü´min ve kâfir gibi dînî terimler her birinin hükümleri hakkında bilgi verilmektedir. [10]
Ancak biz, İslâm inançlarını ve îmân esaslarını tetkik ve izah gayesiyle hatırladığımız bu kitapta, îmân mes´elelerini beyana girmeden önce, îmân ve onunla ilgili bahisleri, -önemine binaen- müstakil bir bölümde inceleyerek, bu mühim konuda okuyucularımıza özlü bir bilgi vermeyi daha uygun ve faydalı bulduk. Esasen, îmân esaslarını beyana geçmeden önce «îmân nedir » sualine cevap vermek, îmân kelimesinin aslını iûgat ve ıstılah mânâlarını anlamak, bu konudaki çeşitli görüşleri ve bu görüşler içinde hangisinin kabule şayan olduğunu bilmek, hem daha lüzumlu, hem de daha isabetli bir yoldur.
İşte bu sebeple bu bölümü, «İslâm´da îmânın hakikati ve amel ile olan münasebeti» ne, diğer bölümleri de Allah´a ve diğer îmân esaslarını açıklamaya ayırmış ve tahsis etmiş bulunuyoruz.
İmân ve tasdik´în lügat manâları[11]
1 îmânın Lügat Mânâsı :
Dilcilere göre «îmân» kelimesi, emân ve emniyet» mânâsına gelen ve korkunun zıddı (karşıtı) olan «Emn» masdarmdan alınmıştır.
«îmân», «If al» vezninde olup, «âmene» fiilinin m as d arı dır. Çünkü îmân kelimesi aslında, «Emn» den «Emân» idi. Kelimenin başına hemze gelince «îmân oldu. Arap dili gramer kaidesine göre «i» okunan kesreli hemzeden sonra gelen ikinci hemze «Ya» ya çevrilir. Bu kaide uyarınca «î´mân» «îymâ-n» = oldu.
«îmân» kelimesindeki hemze, Arap diline, göre «Ta´diye» (Geçişli) veya «Sayrûret» (Olmak) mânâlarında kullanılır.
Hemze «sayrûret» için olursa, îmân, «emin olmak, kalbi itimad ve sükûna kavuşturmak» mânâsını ifâde eder ki, buna Türkçemiz-de «inanmak» denir.
Bütün dilcilere göre îmân Arap dilinde, «mutlak tasdik etmeks demektir. Yâni, bir kimseye, bir habere veya bir hükme kesin olarak ve içten gelerek, inanmak, onu doğrulamak ve doğru söylediğini kabul etmektir. O kadar ki, bu tasdikle kalp emniyete, huzur ve sükûna kavuşur. Söylenen söz veya sözün sahibi tekzip edilmekten (yalanlanmaktan) emin ve mutmain olur.
îmân kelimesi, ya da olduğu gibi bizzat, veya de olduğu gibi (Ba) ile, yahutta da olduğu gibi «Lâm» ile
ta´diye eder (mef´ul alır). Ancak, «Ba» ile ta´diye ederse, «îkrar ve itiraf», «Lâm» ile ta´diye ederse, «İz´an ve kabul» mânâsını ifade eder.
Bu izahattan anlaşılacağı üzere, «If´al» vezninde masdar olan ve «mutlak tasdik» mânâsına gelen «îmân» kelimesiyle, bu kelimenin aslı olan ve «Emân ve emniyet» mânâsına gelen «Emn» masdan arasında, -mânâ bakımından- sıkı bir münasebet vardır. Zira, her iki kelimede de, «verilen haberi ve haber sahibini tekzibden ve muhalefet korkusundan emin kılmak» mânâsı bulunmaktadır.[12]
2 Tasdik ile Marifet Arasındaki Münasebet:
Tasdik; bir haberi veya bir hükmü, iz´an ile kesin olarak kabul etmek, verilen haberi ve haber sahibini tekzipten (yalanlamaktan) emin kılmaktır.
Tasdikle aranan iz´anin mânâsı; vakıaya (realiteye) uygun olan ve «îtikâd-ı câzim» denilen kesin maçtır ki, bu kesin inanç, kalbte kesb ve ihtiyar ile.hâsıl olur ve kalbe itmi´nan, huzur ve sükûn verir. Yâni tasdikte, kesb ve ihtiyara dayanan iz´an şarttır. îz´an olmazsa, ona, «marifet» denir. Çünkü :
Marifet; bir şeyin, kesb ve ihtiyar olmadan, kalpte birdenbire hâsıl olmasıdır* Bir kimsenin, gözünü, açınca, güneşi doğmuş görmesi, veya bir Peygamberin mucizesini görünce kalbinde Peygamberi tasdikin hemen belirmesi gibi... Bu bakımdan marifet, tasdikten daha geneldir. Çünkü, itmi´nân-ı kalb obuadan hâsıl olan şey, tasdik değil, marifettir. Zira bir şeyhi tasdik, olabilmesi için, onda, rızâ-* kalb ve teslimiyet şarttır. Ancak, tasdikte aranan iz´ân´ın yüzde yüz derecede yakîn ifade etmesi şart koşulmadığından, «zann-i gâlib» dediğimiz avamın tasdiki, yâni mukallidin imânı Ehl-i Sünnete göre kâfi ve makbul gömülmüştür. Fakat bu gibi tasdikler zann-ı galip olduğundan, hakîkî îmân olmayıp, îmân-ı hükmî» denilen ve îmânda kâfi görülen tasdiklerdir.
Bu esasa göre dilciler, kesinlik ve zann-ı galip ifâde etmeyen, «Zan», «Şüphe» ve «Vehim»i tasdik derecesinde görmemişler, dola-yısiyle îmândan saymamışlardır.[13]
3- Mutlak Tasdikin Derece ve Nevileri:
Her. tasdik, meselâ; «Allah´a ve Hz. Muhammed (s.a.v.)´e inandım» cümlesi gibi kaziyye (önerme) olduğundan, bir hüküm ifade eder. Hüküm de, taallûk ettiği (ilgili olduğu) şeye göre çeşitli mânâlar alır.
Meselâ îmân esaslarına, yâni : «Allah´a îmân ettim.» demek, «Allah´ın birliğine, bütün kemâl sıfatlariyle muttasıf her türlü noksandan münezzeh olduğuna», «Hz. Muhammed (s.a.v.)´e îmân ettim.» demek, «Hz. Muhammed´in Hak Teâlâ tarafından gönderilen bir elçi ve her sözünde doğru ve sadık olduğuna», «Meleklere îmân ettim» demek, «Meleklerin, Allah´ın kızları veya ortakları olmayıp, erkeklik ve dişilikten münezzeh dâima Allah´ın her emrine uyan, masum ve mükerrem (şerefli) yaratıkları olduğuna», «Kitaplara inandım» demek, «Bu kitapların, Allah tarafından indirildiğine, ilâh) hikmete ve kulların menfaatine dayandığına», «Âhirete inandım» demek, «İkinci ve ebedî bir hayatın mutlaka kurulacağına», «Kadere inandım» demek de; «Hayır ve şer, hülâsa her şey, Allah´ın ilâhî hikmet, takdir ve jineşîyetine (iradesine) dayandığına» inanmak mânâlarını ifâde eder.
Görüldüğü gibi, herbirinde tasdik bulunan bu îmân nevilerinin hepsinde bir hüküm bulunmakta, bu hükümler de, ilgili olduklar» şeylere göre çeşitli mânâlara gelmektedir. Ancak hepsi de, «Kabul ve itiraf» mânâsını ifade etmektedir.
Şu hususu da belirtmek isteriz ki, tasdikin asıl kaynağı söylenen sözün doğru ve sâdık olmasında, sözün sâdık olmasının ölçüsü ise, verilen hükmün sâdık ohnasmda, yâni o hükmün gerçeğe (realiteye) mutabık ve muvafık, yani uygun olmasındadır. Zihinde tasavvur olunan veya kalpte bulunan bir inanç, hariçteki veya nefs-i emirdeki gerçeğe mutabık ve muvafık ise, zihin ve kalpteki o hüküm, doğru ve sâdık, mutabık değilse, kâzib ve yanlıştır.
O halde îman ve tasdikte esas; tasdik edilen şeyin doğru ve gerçek olduğunu tereddütsüz kabul ve itiraf etmektir.
Tasdik edilerek inanılan şey, görülen ve fiilen mevcut olan bir şey ise, bu tasdike «Tasdik-i Şuhûdî», gözle görülmediği halde varlığına delâlet eden bir delil veya eser vasıtasiyle biliniyorsa, bu gibi tasdiklere de «Tasdik-i Gaybî» denir.
Eğer gâib olan, yani görülmeyen îman mevzuu, eşi, benzeri ve sonu olmayan sonsuz bir varlık olursa, gayba olan bu tasdik-i gıyabî, muayyen bir ilim olmayıp, sonsuz ve mutlak bir îtikâd olur. îşte îman dediğimiz bu tasdik nevi, ilmin.hem başı ve esası, hem de sonu ve gayesidir. Bu şekilde mutlak bir îmana lâyık olan yegâne varlık ise, ancak ve ancak Hak Teâlâ´dır.
Netice ilarak diyebiliriz ki; îmanın tazammun ve ifade ettiği mutlak tasdik, dilciler nazarında;
a) Ya kavlî (yani sözle),
b) Veya fiilî (yani, iş ve amel ile) olur.
Kavlî olan da; biri kalbî (yani kalp diliyle), diğerime lisânı [bizzat dil ile, telâffuz şeklinde) olmak üzere iki türlüdür.)
0 halde dilcilere göre tasdikin uç nevi ve derecesi vardır :
1- Kalb ile yapılan tasdik : Yani bir kimsenin, herhangi bir şeyi kalbiyle kabul ve itiraf ederek, onun, doğru ve gerçek olduğundan emin olmasıdır.
2- Bizzat dil île yapılan tasdik : Bu da, herhangi bir şeyin doğru ve gerçek olduğunu kendisi ve başkası duyacak şekilde onu söz şeklinde diliyle söylemesidir.
Dil ile yapılan tasdik de, iki türlüdür :
a) Hakîkî,
b) Zahirî.
Hakiki olanda; dil ile tasdik edilen, kalb ile de tasdik edilir. Yani, dil ile kalb, tasdikte birleşir. Böyle bir tasdike sahib olan, hakikaten inanmış bir mü´mindir.
Zahiri olanda ise; dil ile tasdik edilen, kalb ile tekzip olunarak yalanlanır. Yani dil başka, kalb başkadır. Bu şekilde yalnız dil ile yapılan tasdik, zahirî, belki maksatlı bir tasdik olup, kalbi dilinin söylediğini inkâr edip yalanlamaktadır. Bu gibi tasdikler, din dilinde «münafık» adı verilen, yâni zahiren mü´nıin, hakikatte kâfir olanların halidir.
3- Tasdik-i fiilî denilen ve söylenen sözün gereğini bilfiil icra etmek suretiyle yapılan tasdik şeklidir. Bunun da çeşit ve dereceleri vardır.
Zira tasdik-i fiilî :
a) Ya hem dil ile, hem de kalb ile inanılan bir inancın eseridir ki, bu en makbul ve geçerli olanıdır. Çünkü kalb, inanıyor, dil ikrar ediyor, âzâlar inanılan ve ikrar edileni yapıyor.
b) Veya bunlardan birinin eseridir. Yani yapılan işe, ya kaîb ile inanılır, veya inanılmaz. Birincisi makbul, ikincisi ise sözde kalan «riya»dan başka bir şey değildir. Bu da makbul olmayan ve uygun görülmeyen «nifak» alâmetidir.[14]
H- Istılahta Ve Şerîat Dtltnde Îmai
1- Din ve Şeriat Dilinde imanın Mânâsı : Peygamberimiz Hz. Mu hanımeli (s.a.v.)´ın, Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen haber, dînî esas ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak, iz´ân ve kabul ile bunların tamamını tasdik ve itiraf etmektir. Yani, Allah´a, Hz. Muhammed*-in en sön Peygamber olduğuna ve «Zarûrât-ı Dîniyye» [15] denilen îs-lâmî esasları, hükümleri ve haberleri Allah katından getirdiğine tereddütsüz ve kesin olarak inanmak, bunların tamamını iz´ân ile kabul ve itiraf etmektir.
Görüldüğü gibi, îman´ın lügat ve şeriat mânâları arasında, mutlak tasdik bakımından bir fark olmayıp, taalluk ettiği ve ilgili olduğu konular ve îmanın hakikati bakımından genellik ve ÖeeUik vardır. Çünkü :
Dilciler nazarında îmanın konusu, mutlak ve geneldir. Zira dilciler, herhangi bir şeyi tasdik etmeye «îman» derler. Bu esasa göre lûgavî îman hak ve hayra delâlet ettiği gibi, bâtıl ve şerre, hattâ «mâlâyânî» denilen faydasız ve abes şeylere de şâmil olur. Meselâ; şirke, şeytan sözüne, küfür ve zulmün hayır olduğuna inanmak, lû-gaten birer îmân sayıldığı halde, bu gibi tasdikler din nazarında birer küfürdür. Esasen, dilcilerce îmânın hakikati, mutlak tasdiktir.
Eu tasdik, kalb ile, dil ile veya fiil ile yapılan tasdiklere şâmil olduğundan, geneldir.
Şeriat dilinde ise îmân, Peygamberimiz Hz. Muhammed´in getirdiği ve Allah tarafından kendisine vahyedildiği kesin olarak bilinen şeyleri tasdik etmeye denir. Bu bakımdan din dilinde, îmân, taallûk ettiği şeylerin arzettiği hususiyet bakımından daha özel, dilciler nazarında ise daha şümullü ve geneldir.
Diğer bir husus da, ger´î îmânın hakikat ve mahiyeti bakımındandır. Zira biraz sonra göreceğimiz veçhile, din dilinde îmân; kalb ile tasdik midir, yoksa dil ile ikrar mıdır, veya her ikisi ile midir, veya bunlarla birlikte amel de zarurî midir hususlarında Kelâm-cılar ve İslâm bilginleri arasında ihtilâf ve görüş ayrılığı vardır.
2 - icmali ve Tafsîlî îmân :
Yukarıda esasım açıkladığımız şeriat dilindeki îmân da; iki surette olur :
a) İcmâlî,
b) Tafsîlî.
Çünkü, inanılan şeyleri icmâlî olarak bilince, icmâlen ve kısaca îmân etmek, teferruat ve tafsilâtını nazar-i dikkate alınca dar bunlara birer birer, yani tasfîlî olarak inanmak gerekir.
a) İcmalî îmân :
Peygamberimizin tebliğ ettiği dînî esasların tamamına, tafsilât gözetmeden, toplu olarak inanmağa «îcmâlî îmân» denir. Bunun da en kısası; Allah´âan başka ilâh bulunmadığına ve Hz. Muhammed´in, Allah´ın Resulü olduğuna inanmaktır. Bu îmân, «Kelime-i Tev-hîd» dediğimiz :
«Lâ ilahe illallah, Muhammedü´r - Resûlullah»
cümlesini söylemek ve buna kalb ile tereddüt etmeden inanıp tasdik etmekle hâsıl olur. Bu, şer´î îmân´in ilk mertebesi ve müslüman olmanın ilk şartıdır. Çünkü bu cümlde, bir kimsenin îmân etmesi zarurî olan dînî hakikatlarm esası toplu olarak mevcuttur. Zira, Allah´ın yegâne hâlık (yaratıcı) ve tek mâbud, Hz. Muhammed (s.a.v.) m da, Allah´ın Resulü olduğunu tasdik etmek, onun haber verdiği dînî esas ve hükümlerine inanmak demektir. Ancak, bu dînî hükümIer tek tek öğrenilmeden, hepsine birden îmân edildiği için, bu tür-H İü îmân´a, «clcmâlî îmân» denmiştir.
İşte, âkil ve baliğ (akıllı ve bulûğ çağına erişen) her şahsa, «Kelime-i Tevhîd» ve «Kelime-i Şehâdet» de ifadesini bulan «icmâlî i mân »´a sahip olmak ve buna kesin olarak inanmak farzdır. Ancak, îmânın bu ilk kademesinde ve kapısında kalmayıp, içeriye girerek, dînin diğer îmân, amel ve ahlâk esaslarını ve hükümlerini de Öğrenmek ve bunlara da ayrı ayrı îmân etmek, her şahsin imkân ve takati île mütenasip olarak farzdır.
b) Tafsili îmân ve İmân Esasları :
Yukarda açıkladığımız icmâlî îmân, îmânın ilk şartı olduğuna e bununla yetinmemek gerektiğine göre, tafsîlî îmânın birinci mertebesi, şu üç büyük esasa, yani :
1- Allah´ın varlığına, birliğine, yegâne hâlık (yaratıcı) ve i ek mâbûd okluğuna,
2- Hz, Muhammed´in, Allah´ın kulu ve en son Peygamberi olduğuna,
3- ölümden sonra dirilmeğe, Âhirete, yani İkinci ve Ebedî Hayatın mutlaka vâki olacağına kesin olarak inanmaktır.
Tafsîîî îmânın ikinci ve daha yüksek mertebesi, «kmentü» de ifadesini bulan altı îmân esasına, yani :
Allah´a, Meleklerine, Kitablarma, Peygamberlerine, Âhiret güiıune (öldükten sonra dirilmeğe, hesaba, sevap ve ikâba, cennet ve cehenneme), Kaza ve Kadere (yani hayır ve şer´rin Allah´dan olduğuna) kesin olarak inanmaktır.
Bu esaslar, Kur´an-ı Kerîm´de birçok âyetlerde tekrarlanmış [16] ve Hz. Ömer (r.a.)´ın, Peygamberimiz (s.a.v.)´den naklettiği «İmân, tslâm ve İhsan» hakkındaki uzun hadîsde ayrı ayrı zikredilmiştir [17]
Ancak, Allah´a ve Sıfatlarına îmân, Kaza ve Kadere de îmân etmeyi tazammun ve ifade ettiğinden, bu husus, îmân esaslarını bildiren âyetlerde ayrıca zikredilmiyerek, bazı âyetlerde, her şeyin ilâhî takdire, yani Kaza ve Kadere tâbi olduğuna işaretle yetinîl-miştir [18]
Peygamberimizin irtihâlinden (vefatlarından) önce «Kader» mes´elesîndeki tartışmalar üzerine «kadere; hayır ve şerrin Allahdan olduğuna» inanmanın da îmân esaslarından olduğu Peygamberi-mizce tasrih edilmiştir. Kendi aklı ve şahsî fikri ile değil, dâima ilâhî vahye dayanarak dînî esasları ve hükümleri beşeriyete tebliğ eden Peygamberimizin [19] hadîslerine binâen «Kaza ve Kadere îmân» da, îmân esaslarından sayılmıştır. Bu husus tevatür derecesine ulaştığından, bütün tslâm âlimlerince kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitablarında yer almıştır. Nitekim, bütün müslümanla-rm bilip inandığı «Âmentü» de îmân esaslarının altıncısı olarak zikredilmiştir.
TafsîU îmânın üçüncüsü ve en yüksek mertebesi ise :
Peygamberimiz Hz. Muhanımed (s.a.v.)´ûı, Allah (e.c.) tarafından Kitah ve Sünnet ile tebliğ ettiği kesin olarak bilinen haberlerin, ilâhî esas ve hükümlerin tamamına ve herbirine, Allah´ın ve Resulünün muradına (dileğine) uygun olarak îmân etmektir.
Bu ifadeden anlaşılacağı veçhile, Allah Kelâmı olduğu tevatür yoluyla ve kesin olarak bilinen Kur´an âyetleri ile, Peygamberimizin hadîslerinde zikredilen, Namaz, Oruç, Zekât ve Hacc gibi farzları, adam öldürmek, zina etmek ve yalan söylemek gibi haramları, hülâsa her türlü îmân, amel ve ahlâk esaslarını ve her biriyle ilgili dînî hükümleri öğrenerek, bunların farz, vâcib, haram, veya helâî (Bu hadisi, Buhârî, Müslim Ebû Dâvud, Tirmizî ve Neseî, Ömer îbn-i Hattâb (r.a.)´dan rivayet etmişlerdir.)
olduklarım tasdik etmek ve hepsinin hak ve doğru olduğuna inanmak, İslâm´da îmân derecelerinin en genişi ve en yükseğidir. Çünkü bu şekilde îmân edebilmek, çok geniş ve etraflı bir din bilgisine, bütün dînî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, herbirine iz´an, irade ve ihtiyar ile inanmayı gerektirmektedir. Şüphe yoktur ki, böyle geniş bir bügi ve herbirine îmân, icmali ve toplu olarak «hepsine inandım» demekten çok daha zor, dolayısiyle çok daha makbuldür. Fakat, bu türlü îmân, avama ve umuma nasip ve müyesser olamaz. Bu ancak, dinin bütün hükümlerini öğrenerek, bunlara inanmak bahtiyarlığına eren âlimlere, din bilginlerine mahsustur.
O halde, buraya kadar ifadeye çalıştığımız îmân´ın derece ve mertebeleri, her şahsın imkân ve kabiliyetine göre değişir. Zira her şahıs, kendi istidat ve kabiliyetine göre mükellef ve mes´uldür. Bu ´bakımdan, genel olarak herkes için farz olan; îmânın ilk derecesi sayılan icmâlî îmândır. Zira; İslâm dairesine bu kapıdan girilir. Ancak, bununla yetinilmiyerek, İslâm inançlarının ana kökleri olan ve yukarda zikredilen îmân esaslarmı Öğrenerek, onlara tereddütsüz inanmak her müslüman için farzdır.
Fakat, bunlara inanmakla da yetinmiyerek, bütün dînî esas ve hükümleri araştırıp, onları Öğrenen ve herbirine inanan kimseler,, îmânlarını yükseltmiş, olgunlaştırmış ve kemale erdirmiş olurlar. [20]
İslâm´da İmânın Hakikati Ve Amel İle Olan Münasebeti
I Şer´î imânda Mezhepler :
îmânın lügat ve ıstılah mânâlarını ve bu mânâlarla ilgili hususları açıkladıktan sonra, önce, din ve şeriat dilinde sık sık kullanılan îmânın hakikatim belirtecek, daha sonra îmân ile amel arasındaki münasebeti beyan edeceğiz.
Yukarıda verilen izahattan, îmânın, hakikatte bir kalp ve vicdan işi olduğu anlaşılmaktadır. Zira îmân dilcilere göre, kesp ve ihtiyar ile kalpte hasıl olan tasdik, yani verilen haberi, kabul ve itiraf ederek, haber sahibini tekzipten (yalanlanmaktan) emin kılmaktır.
Din ve şeriat dilinde ise îmâjı´i yukarıda belirttiğimiz veçhile mutlak tasdik olmayıp, Hz. Peygamberin Allah tarafından getirdiği ve dinden olduğu zarurî ve kesin olarak bilinen haber ve hükümleri kendi irade ve ihtiyariyle tasdik ederek, bunları kabul ve itiraf etmektir.
Fakat bu tasdik ve itirafın masdarı ve kaynağı nedir Yalnız kalb midir Yalnız dil midir Veya her ikisi birden midir Yoksa, bunlarla beraber azalarla yapılan ameller, işler midir
îşte bu hususta İslâm âlimleri ihtilâf etmiş, dolayısiyle birçok mezhepler vücuda gelmiştir. Biz burada bu mezhep ve fırkaların en meşhurlarını beyan edecek, sonra Ehl-i Sünnet mezhepleri olarak şöhret bulan iki büyük mezhebi ve delillerini açıklayacağız.
Bu mezhepler :
A) Kerrâmiyye Mezhebi :
Bu mezhebe göre şer´î îmân; yalnız «tasdik-i feavlî»´den, yanı dil île ikrardan ibarettir. Bunlara göre, Allah´ın birliğini, Hz. Mu-hammed´in hak Peygamber olduğunu ve Allah tarafından getirdiklerini dili ile ikrar edenler, kalbleriyle tasdik etmeseler dahî, mü´min sayılırlar. Kendilerine islâm ahkâmı tatbik edilir. Şayet dil ile ikrarla beraber, kalpte tasdik de varsa, o şahsın içi de dışı gibi mü´-mindir. Eğer münafık ise, yalnız dışı mü´min, fakat içi kâfirdir. Kalbiyle inandığı halde, inancını diliyle izhar etmezse mü´min değildir. Fakat ölünce Cennete girer [21]
Görüldüğü üzere Kerrâmiyye, şer´î îmânda, «tasdik~i kavlî» dediğimiz, dilciler nazarmdaki mutlak tasdikin en zayıf ve aşağı derecesini esas almışlar, delil olarak da; Peygamberimizin ve Sahabenin, «Kelime-i Şahadet» getirenlerin kalblerini araştırmadan, onları «mü´min» kabul etmelerini göstermişlerdir.
Fakat bu esasa göre, kalbleriyle inanmadıkları halde, dilleriyle inanmış gözüken münafıkların da hakîkaten mü´min olmaları gerekir. Halbuki bu gibilerin mü´min olmadıkları Kur´an-ı Kerîm´de açık olarak zikredilmiştir [22] Çünkü tasdik, bir kalb fiilî, inanmak, bir gönül ve vicdan işidir
B) Havâriç Fırkası ve Mû´tezile Mezhebi :
Şer´î îmânı, yalnız bir «Fiil-i lisân», yani yalnız dil ile ikrar sayan Kerrâmiyye´ye mukabil, Havâriç ve Mû´tezile, şer´î înıân´m; dil ile ikrar ve kalb ile tasdikten başka, bunları amel ile tatbik ederek uygulamak olduğunu iddia etmişlerdir: Bunlara göre şer´î îmân hem fiil-j kalb, hem fiil-i lisân, hem de fiil-i cevârihdir. Yani şer´î îmânın üç rüknü vardır. Bunlar :
Resûlullah´ın, Allah tarafından getirdiği ilâhî esasları/.
a) Kalb ile tasdik,
b) Dil ile ikrar,
c) Azalarla tatbik etmek, yani bunlarla bilfiil amel etmektir.
O kadar ki, bu üç rükünden biri bulunmayan, meselâ kalbiyle tasdik ve dili ile ikrar ettiği halde, bunlarla amel etmeyen kimse, mü´min sayılmaz. Bu şahıs, Haricîler nazarında kâfir, Mû´tezile nazarında ise, ne mü´min ne kâfir, fakat ameli terkettifi için «fâsık» sayılır [23]
Hattâ, îmândan bir rükün sayılan amelden maksat, Mû´tezile-nin çoğunluğuna göre «yalnız Vacipler» olduğu halde, Haricîlerin çoğuna göre «nafile» hükmünde olan şeyler de îmân´m rüknü sanılan «amel»´e dahildir!.;
Bu iddiaya göre, herhangi bir farzı değil, nafile hükmünde olan bir ameli terkeden kimse, mü´min olamayacağından, kâfir sayılacaktır! Nafilelerin hepsim öğrenmek ve onlarla amel etmek çok zor, hattâ imkânsız hükmünde olduğuna göre, kimse mü´min olamayacak demektir.
Böyle bir iddianın ne derece mesnetsiz, akl-ı selim ve sağduyudan uzak olduğu aşikârdır.
Gerçi, Selef ulemâsından ve «Muhaddisûn» dediğimiz hadîs âlimlerinden bazıları ile, rivayete göre İmâm-ı Mâlik, tmâm-ı Şafiî ve Evzâî gibi mezheb imamlarının serî îmânı :
«İkrârun bil lisân,"´ tasdiklin bil cenan ve amelün bil erkân».
Yânî; «Dil ile ikrar, kalb ile tasdik ve (dinin) rükünleriyle amel» şeklinde tarif ettikleri, Kelâm kitaplarında bildirilmektedir.
Fakat bu fikre sahip olan Selef ulemâsı, ameli terkeden ve din dilinde «fâsık» denilen kimselerin îmân´dan çıkarak kâfir olacaklarına hükmetmemişler, âbid ve zâhid müslümanlara tatbik edilen İslâm ahkâmının, fâsık olanlara da tatbik edileceğini ve edilmekte olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bunlar, şer´î îmânı iki şekilde mütalâa etmektedirler :
Biri, er geç cennete girme imkânını sağlayan «Esâs-ı îmân», (îmânın esâsı)´dır ki, bu yalnız kalb ile tasdikle veya tasdikle birlikte dil ile ikrarla olur.
Diğeri ise, insanı cehennem azabından koruyan ve ebedî saadete erdiren «Kemâl-i îmân», yâni îmân´m kemâlidir. Şüphe yoktur ki amel, yani dînî emir ve esaslara uyarak, yasaklardan kaçınmak îmânın kemâlinden olup, onun güzel bir semeresi ve beklenen mey-vesidir.
Bu açıklamadan anlaşılacağı gibi, yukarıdaki tarif, gerçekte, «asıl îmân»´m değil, «kemâl-i îmân»´ın yani kâmil îmânın tarifidir. Bu bakımdan, Selef ve bazı Hadîscilerin bu görüşü, Havâriç ve Mû´tezile görüşleriyle ilgili olmayan, mâkul ve makbul bir görüştür [24]
Mû´tezile, yukarıda beyan ettiğimiz mezheblerini isbat etmek için bir çok deliller zikretmişlerdir. Bunların en mühimleri : ´
a) İddialarını önce şöyle bir kıyas yolu ile isbata çalışırlar :
Dinen vacip olan şeyleri yapmak, dînin bizzat kendisidir. Dinden maksat, İslâm dîni, İslâm´dan maksat îmândır.
O halde vacipleri yapmak, îmândır. Yani îmân´ın rükünleri] dendir.
Birinci kaziyye (önerme) ye, O, en doğru din´dir» [25] âyetini delil gösteriyorlar ve diyorlar ki; «Zâ-like» ism-i işareti, bu âyetin üst tarafında geçen namaz ve zekât gibi vaciplere [26] işaret eder. O halde, âyetin mânâsı; «Namaz ve Zekât gibi vâcibleri yapmak en doğru dindir» demektir.
Dinden, maksadın îslâm olduğuna; «Allah indinde Hak din, Islâmdır» [27] âyetini, İslâm´dan maksadın da îmân olduğuna;
«Kim İslâm´dan başka bir din ararsa, ondan (dîni) kabul edilmeyecektir [28] âyetini göstermek suretiyle, vacipleri yapmanın îmân´ın rükünlerinden olduğu neticesine varıyorlar.
Ehl-i Sünnet, Mû´tezile´nin bu mühim delilini, yukarıda zikrettiğimiz kıyâs´m birinci kaziyyesini isbat için delil gösterilen âyetteki «Zâlike» ism-i işaretinin, müfret (tekil) ve müzekker (erkek için) olması sebebiyle, çoğul ve müennes (kadın için) sığasında olan «vâ-ciblere;> değil, aynı âyette geçen, müfret ve müzekker sîgasmdaki «ihlâs» kelimesine râcı olduğunu söylemek suretiyle, bu delili reddetmişlerdir. Böylece «vâcibler»´i işlemenin, yukarıdaki âyetlere dayanarak îmân´ın rükünlerinden olduğu, iddiasını çürütmüşlerdir.
b) Mû´tezile´nin ikinci delili;
«Allah, imânınızı zayi edecek değildir» [29] âyetidir.
Çünkü onlarca, âyetteki «İmâneküm» kelimesinden maksat, «SalâtekümVdür. Buna göre âyetin mânâsı :
. «Allah, Kudüs´e müteveccihen (yönelerek) kıldığınız namazlarınızın ecrini zâyî etmeyecektir.» demektir.
Binâenaleyh bu âyet, namaz kılmanın, îmân, yani îmândan bir cüz olduğuna delâlet eder, diyorlar.
Halbuki âyet-i kerîmedeki «îmâneküm» kelimesinden maksat, bizzat namaz değil, «namaz´ın farz olduğunu tasdikedir.
Ehl-i Sünnet´in bu tevcihine göre bu âyet, Mû´tezile´nin yukarıdaki iddiasına delil olmaz. . Mû´tezile, Peygamber Efendimizin;
«Zina eden şahıs, mü´min olduğu halde zina etmez» hadîsini de, amelin, îmânı teşkil eden bir rükün (esas) olduğuna delil saymışlardır.
Halbuki, hadîsteki «mü´min»´den maksat, kâmil îmân sahibi olan nıü´mindir. Peygamberimiz, zina gibi, aile saadetini baltalayan kötü âdetten mutlaka uzak kalınmasını temin gayesiyle, böyle şiddetli bir ifade kullanmıştır.
Hadîs´in mânâsı : «Kâmil îmân sahibi kimseye zina etmek asla yaraşmaz. Kâmil imân ile, zina etmek bir şahısta toplanmaz» demektir. Çünkü biraz sonra göreceğimiz gibi, îmân´ın kalb ile tasdik-den ibaret olduğuna dairs gayet açık ve kesin pekçok âyet ve hadîsler vardır. Bu sebeple, yukardaki hadîsi de, ancak bu şekilde anlamak doğru ve isabetli olur.
C) Ehl-i Sünnet´ten Bazılarının Mezhebi :
Müslümanlar arasında meşhur olan bu mezhebe göre şer´î îmân :
Hz. Muhammed (s.a.v.)´in AUah´dandır diye getirdikleri ve dinden olduğu zarurî (zorunlu) olarak bilinen haber ve hükümlerin hepsinin doğru ve gerçek olduğunu, kalp ile tasdik ve dil ile ikrar etmektir.
Bu tarife göre îmân, kalb ile tasdik ve dil ile ikrarın tamamıdır. Yâni îmân´ın; biri tasdik, diğeri ikrar olmak üzere iki rüknü vardır. Ancak, bu rükünler aynı seviyede birer aslî rükün değildir. Çünkü bunlardan birincisi olan, kalb ile tasdik, hiçbir mazeret ye özür karşısında vazgeçilmeyen îmânın «aslî rüknü», dil ile ikrar ise, dilsizlik ve ölüm tehdidi gibi hayat tehlikesi karşısında söylemekten vazgeçilebilen, yani vücubu sakıt olan (düşebilen) <;zâit rüknü» dür.
Bu esasa göre, aslî rükün sayılan «kalb ile tasdik» ortadan kalktığı anda o kimse îmândan çıkar ve yerini küfür alır. Çünkü kalb ve vicdan işi olan tasdiki bırakmak için hiçbir özür olamaz. Ama, ölüm tehdidi gibi bir tehlike karşısında diliyle ikrar etmeyen veya meselâ Peygamberimizi, inkâr eden bir kimse, kalbi samimî tasdik ve îmânla dolu olduğu için, dinden çıkmaz ve kâfir olmaz.
Fakat, hiçbir sebep yokken kalbindeki tasdiki izhar etmeyen ve müslüman olduğunu söylemiyen bir kimse, müslümanlar nazarında olduğu gibi, Hak Teâlâ indinde de kâfirdir.
O halde bu mezhebe göre şer´î îmân´ın hakikati :
«Peygamberimizin getirdiklerini kalb ile tasdik ve dil üe ikrardır.»
«Kavl-i Meşhur» diye şöhret bulan bu mezhebi, bazı Ehl-i Sünnet Kelâmcıları, Hanefî imamlarından Şemsu*l - Eimme Serahsî ile Fahrü I - İslâm Pezdevî ve bazı Fakihler uygun görerek benimsemişlerdir. Hattâ îmâm-ı Âzam´ın da bu görüşü ihtiyar ve tercih ettiği rivayet edilmiştir [30]
Bu mezhepte olanlar görüşlerini isbat için aşağıdaki âyet-i ke
rîme ve hadîs-i şerif den faydalanırlar :
«Kalbî îmân ile dolu (ve bununla) mutmain (ve müsterih) olduğu halde, küfre mecbur edilen dışında, herhangi bir kimse îmân ettikten sonra Allah´a küfrederse...» [31] âyet-i kerîmesi ile,
«Allah´âan başka ilâh yoktur, deyinceye kadar insanlarla çarpışmakla emrolundum» [32] mealindeki hadîs-i şerîf´dir.
D) Ehl-i Sünnet´den «Cumhuru Muhakkikin» Mezhebi:
îslâmî ilimlerdeki derin inceleme ve araştırmaları sebebiyle «Muhâkkıkûn» adı verilen Ehl-i Sünnet âlimlerinin ekserisine göre şer´î îmân :
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)´in AllahMandır diye getirdikleri ve dinden olduğu zarurî (zorunlu) olarak bilhıen haber ve hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddütsüz inanmak, bunların tamamım kalb ile tasdik ve kabul etmektir.
İtikad´da iki hak mezhebin imam ve kurucuları olan Ebu*l -Hasan el - Eş´arî ve Ebû Mansur el - Mâtürîdî Üe tmâm-û´l - Hara-meyn el - Cüveynî ve İmâm-û´r - Râzî gibi Ehl-i Sünnet imamlarının benimsediği bu mezhebe göre îmân, gerçekte bir kalb ve vicdan işidir. Bu bakımdan, şer´î îmânın hakikati; Peygamberimizin getirdiği dînî esas ve hükümleri irade ve. istekle ve tam bir teslimiyet içinde kalp ile tasdik etmek, Peygamberin hak, sözlerinin ilâhî gerçekler olduğuna inanmaktır.
O halde, şer´î îmân´m yegâne rüknü kalb ile tasdiktir. Kalbinde böyle tereddüsüz ve sağlam bir tasdik bulunan kimse gerçekte ve Hak Teâlâ katında mü´mindir.
Kalb ile tasdik edileni dil ile ikrar etmek, îmân´m aslî veya zait bir rüknü, yani îmândan bir cüz olmadığı gibi, sıhhatinin de şartı değildir. Fakat kalbte bulunan bir şeye, ancak dil ile ikrar edilince vâkıf olunabileceği, ak&i halde mü´min midir, değil midir, bi-linemıyeceği cihetle, dünyevî hükümleri tatbik edebilmek için dil Ue ikrar şart koşulmuştur. İşte bu bakımdan İmâm-ı Âzam hazretlerinin, «îmân, dil ile ikrar, kalb ile tasdiktir» dedikleri «Vasiyetname» sinde ve Fıkh-ı EkberMe rivayet edilmiştir [33]
Bu esasa göre, kalbiyle gerçekten îmân etmiş olan kimse Allah indinde müslüman sayıldığından, öbür dünyada mü´min muamelesi görür ve ergeç Csnnete girer. Fakat, kalbindeki îmânı diliyle ikrar etmediğinden günahkârdır, müslüman olduğu bilinmediği için, kendisine dînin dünyevî hükümleri tatbik edilmez.
Tahlil ve Mukayese :
Muhtar mezhep olarak kabul edilen bu mezheple, bundan önce zikrettiğimiz «Kavl-i Meşhur» denilen bazı Kelâmcıların mezhebi arasındaki en mühim fark :
Muhakkikler nazarında; Peygamberimizi kalbiyle tasdik eden bir kimse, diliyle ikrar etmese dahi Allah katında müslüman sayıldığı ve er geç Cennete gireceği halde,
«Kavl-i Meşhur»culara göre, Peygamberimizi özürsüz olarak diliyle ikrar etmeyenin, kalben ona inansa dahî, Allah nazarında mü´min sayılmaması ve Cennete girememesidir.
«Kavl-i Meşhur»´cuların bu fikri bizce isabetli görülmemektedir. Çünkü : ´
Evet, kalbiyle inandığı ve tasdik ettiği halde, bunu dil ile ikrar etmemek büyük bir kusur ve anlaşılması güç bir husustur. Bu bakımdan, kâfir tanınarak cezasını bu dünyada çekecek, birçok haklardan belki mahrum kalacaktır. Fakat, kalbi ile Peygambere inanan ve samîmi bir îmâna sahiü olan kimsenin, Hak Teâlâ´ca bilinen bu îmânına rağmen, diliyle ikrar etmemenin cezasını, Öbür dünyada da kâfir cezasına çırptırılmak suretiyle ebedî saadetten mahrum bırakılacağını iddia etmek, ilâhî adaletle bağdaşmasa gerektir.
Evet, kişinin îmânını özrü olmadığı halde diliyle iki ar ve ilân etmemesi bir kusurdur. Öbür dünyada da bu kusuruyla´ mütenâsro bir ceza görmelidir. Fakat, inandığı halde ikrar etmemenin cezasT, ebedî hüsran ve azap olmamalıdır. Aksi halde, kalben inanan kimse ile hiç İnanmayan kâfir veya inandım diye yalan söyleyen münafık arasında fark kalmaz. [34]
Bahsimize Dönelim :
Bu tahlile ve aşağıda Özetliyeceğimiz delillere dayanarak, isabetli ve kabule şayan bulduğumuz Muhakkıkların görüşü, «mutlak tasdik» mânâsına gelen îmânın lügat anlamına da uygundur. Çünkü :
1- İmânın liigat mânâsı, şeriat dilinde başka bir mânâya nak-ledilmediğine göre [35] Kur´an´ın belâgatine daha uygun düşmektedir.
2- Hak Teâlâ Kur´an´da, îmân kelimesini dâima kalbe izafe etmek suretiyle kullanmışlardır. Bazı Örnekler verelim :
a) İşte onlar o kimselerdir
ki, (Allah) îmânı kalblerine yazdı» [36]
b) «îmân henüz kalblerinize yerleşmedi» [37] mealindeki ve daha birçok âyetler ile,
Peygamberimiz (s.a.v.)´in :
«Ya Rabbiî Kalbimi dîninde ve sana itaatta sabit (ve devamlı) kıl.» «Kalbini yarıp da (îmânı var mı
diye) baktın mı » gibi birçok hadîsler, îmânın kalbte olduğuna gayet açık olarak delâlet etmektedir.
İmânın yerinin kalb olduğu, bu âyet ve hadîslerle sabit olunca, hakikatinin da, kalb ile tasdik olduğunu kabul etmek gerekmektedir [38]
2 İmân ile Amel Arasındaki Münasebet :
Buraya kadar verdiğimiz izahattan ve zikrettiğimiz delillerden, gerek dilciler ve gerekse Ehl-i Sünnet İmamlarının çoğuna göre îmânın hakikati :
Allah´ın birliğini, Hz. Muhaınmed (s.a.v.)´in Peygamberliğini ve AUah´dan getirdiklerinde sâdık olduğunu kalb ile tasdikten ibarettir.
Birçok âyet ve hadîsler bu hususa delâlet etmektedir.
Dil ile ikrar ise, îmândan bir rükün ve ondan bir cüz veya sıhhatinin şartı olmayıp, dünyevî hükümleri tatbik edebilmek için gereken bir şarttır.
Amel, yâni; kalb ile inanılanları bilfiil tatbik etmek, Ehl-i Sünnetin ekserisi nazarında îmânın hakikatma dahil değildir. Bu hususa, yukarıda zikredilen delillerden başka :
a) KEy !maBedenler, sizin üzerinize oruç (tutmak) yazıldı (fara kılındı).»[39] Bu ve benzeri âyetlerde önce îmân zikredilmiş, sonra ameli gerektiren emir ve yasaklar bildirilmiştir. O halde, amel îmândan ayrı ve başka bir şeydir.
b) «îmân edenler ve iyi (güzel) amel (ve hareket) yapan kimseler...» [40]Bu ve benzeri âyetlerde güze! amel, îmân ve inanmaya atfediliyor ki, Arapça gramer kaidesinee, ancak ayrı mânâda olan şeyler birbirine atfedilir. O haî-de amel, îmândan başkadır
olarak iyi ve güzel ameller işlerse!..» [41]
Bu âyet-i kerîme´de, amelin makbul olabilmesi için îmânın şart olduğu belirtilmiştir. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani îmânda) dahil olamıyacağı aşikârdır. O halde îmân ve amel ayrı, ayrı şeylerdir.
d) Eğer mü´minlerden iki zümre (taraf) birbirleriyle vuruşurlarsa...» [42]
Bu âyet-i kerîme ise, îmân ile büyük günahların dahi bir şahısta toplanabileceğini, dolayısiyle, her cins amelin îmândan ayrı ve ondan başka bir şey olduğunu gayet açık olarak bildirmektedir.
Yukarda zikrettiğimiz âyet-i kerîmelerin saraha barından başka, yapılan ibadetlerin kabule lâyık olabilmesi için, îmânın şart olduğunda Ulemâ arasında tCMA´ vardır.
Bütün bu delillere binâen, her türlü amel ve ibadetleri işlemenin, îmânın haldkatına daiıil bir cüz olmadığı kesin olarak anlaşılmaktadır [43]
Fakat, îman ile amel arasında sıkı bir münasebet olduğunda da şüphe yoktur.
Çünkü İslâm dîni, yalnız bir îmân ve îtikâd mes´elesi olmayıp,îmân ve amel, yani, îtikâd, ibadet ve ahlâkın toplamıdır. Tatbikata intikal etmeyen bir inanç, meyva vermeyen bir ağaç, küpte saklanan bir altın veya hapiste çürüyen ve kendisinden faydalanılmayan bir kıymet gibidir. Dînin de, dînin temeli olan îmânın da bir gayesi vardır. O, güzel ahlâk ve insanlara faydalı olmaktır. Allahu Teâlâ´*-nm rızası, yalnız, bir kalb ve vicdan işi olan îmân ile değil, o îmânın semeresi olan ibâdet, salih amel ve güzel ahlâk sahibi olmakla, yani inanılanı bilfiil yapmakla elde edilir. Müslüman, amel ettiği için mü´mîn olacak değil, fakat îmân ettiği için amel edecektir. Esasen, kalb ve gönül sahasından çıkmayan herhangi bir inancın, amelî olarak hayatî bir kıymeti olamaz. Çünkü bu îmânı kalbte hapsetmekten ve ondan faydalanmamaktan başka bir şey değildir. Halbuki îmân, insanı harekete getiren, onu iyiye, güzele ve doğruya sev-keden muharrik kuvvet olmalı, dolayısiyle eseri, hayata intikal ederek sahibini ve çevresini aydınlatmalıdır. İşte bu da, inanılanı yapmakla, yani ibâdet etmek, iyi amel işlemek ve güzel ahlâka ermekle olur. O halde, nasıl, îmânsız ibâdet ve amel makbul değilse, amel ve ibâdete yöneltemeyen ve yalnız kalbte kalan îmân da kâfi değildir. Böyle bir îmân, kendisinden faydalanılmayan bir kıymet gibidir. Halbuki müslümanın îmânı, zararlı bir şey gibi kalbte hap-solmamalı, insanın her hareketine tesir ederek etrafa nûr ve güzellik saçmalıdır.
Öyle ise, îmânı kemâle erdirmek ve olgun bir hale getirmek için, Allah´ın emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak, yani, ibâdet ve salih amel lâzımdır, late ancak bu gibiler, ilâhî rızaya erer, ebedî saadet ve nimetlere mazhar olurlar.
Bunun içindir ki, amel îmânın hakikatına dâhil değil ise de, îmânın kemâlinden olduğunda şüphe yoktur. Bu bakımdan, yukarda işaret ettiğimiz gibi Selef ulemâsı, Hadîsciler ve bazı mezhep imamları, ameli îmânın kemâlinden saymışlardır. Bu fikrin isabeti açıktır. Çünkü, kuvvetli bir îmânın eseri, mutlaka tatbikata intikal eder ve kişinin yaşayışında görülür.
Meselâ : Cenâb-ı Hakk´ın ibâdete lâyık tek mabûd olduğuna, ölümden sonra her şeyin bitmiyerek ikinci ve ebedî bir hayatın kurulacağına ve herkesin orada lâyık olduğu mükâfat veya cezayı göreceğine ve böylece ilâhî adaletin tecelli edeceğine kesin olarak inanan bir kimse, elbette, bütün gücüyle AUah´m emirlerine sarılır, ibâdetlerini yapar ve yasaklarından kaçınır. Böylece kâmil bir insan ve cemiyete faydalı bir unsur olur. îmânı zayıf olan ise, tembellik
yapar, amel flıkimmdan noksan kalır ve ilâhî cezaya müstahak olur
Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, îmân ile amel arasında sıkı bir münasebet vardır. îmânsu amel makbul olmadığı gibi, amet-siz îmân da kemâle eremez. Yani, îmân amel ile kuvvetlenir, amei olmayınca zayıflar ve korunması güçleşir. Bu bakımdan, îmânın muhafazası, kazanılmasından daha güç sayılmıştır. Çünkü îmânı zayi edip ortadan kaldıracak birçok sebepler vardır.
Meselâ, Kur´an´a veya Semâyı Kitaplara veya dînî esas´ara ihanet etmek, haram olan bir şeyi helâl, helâl olanı haram saymak, dînî esaslarla alay etmek, bir müslümanın dinine, îmânına sövmek, îmânı zayi eden sebeplerdendir.
3 - imân. Fazlalık ve Noksanlık Kabul Eder mi
Bu konuda da, îmânın hakikati hakkındaki fikir ayrılığından doğan çeşitli görüşler vardır.
Haricîler ve Mû´tezile, ameli îmândan bir cüz kabul ettiklerin-den, amelin fazla veya noksan olmasıyla, îmânın da noksan veya fazla olabileceğini iddia etmişlerdir. Fakat amel îmânın hakikatin- . dan olmadığına göre, bu iddia da kabule şayan değildir.
Yukarda mezheplerini izah ettiğimiz Eh I-i Sünnet imam ve âlimleri ise; amelin îmânın aslından bir cüz olmadığına inandıklarından. «îmân, fazlalık ve noksanlık kabul etmez.» demişlerdir. Çünkü bunlara göre îmân, tasdik mânâsına olduğundan, tasdik, ne hakikati. ne de ilgili olduğu şeyler bakımından, fazlalık ve noksanlık kabuf eder.
Çünkü tasdik, bîr şeye i ´an ve kabul ile kesin olarak inanmaktır. Tasdik, bu şekilde kesin ve tereddütsüz olmazsa, o, tasdik değil, zandır. Zan ve şüphe ise îmân ile bağdaşamaz. O halde îmân,. aslı ve hakikati bakımından noksanlık veya fazlalık kabul etmez.
tmânı-ı Âzam bu hususu şöyle izah etmiştir :
«imân ne artar ne de eksilir. Çünkü îmân´ın fazlalığı, ancak küfrün azalmasını, îmânın azalması da, ancak küfrün artmasını tasavvur etmek suretiyle anlaşılır. Bu ise, bir şahsın bir anda hem mü´min, hem de kâfir olmasını gerektirir. Bu ise bâtıldır. Çünkü imi´min hakikaten mü´mindir. Mü´minin îmânında şek şüphe bulun-
maz. Nitekim «kâfirin de küfründe tereddüdü yoktur.» dernekte ve bu hususu âyetle beyan ve te´yid etmektedir [44]
îmân, taallûk ettiği ve ilgili olduğu şey bakımından da artmaz ve eksilmez. Çünkü îmân edilecek olan şey, Peygamberimizin getirdiklerinin tamamıdır. Bunların hepsine inanmayıp da, bazısına inanılır, bazısına inanılmazsa, buna îmân denmez.
Hülâsa : Ehl-i Sünnete ve Muhakkıkların ekserisine göre îmân, hakikati ve ilgili olduğu şeyler bakımından, fazlalık ve noksanlık kabul etmez.
Fahreddin-i Râzî de aynı kanaatte olmakla beraber, insanların, dînin kemâlindeki «yakin» bakımından çeşitli olduklarım bildirmiştir. Zira; yakîn´in derecelerinden olan «Ayne´l - Yakın», «tlme´l -Yakîn»´den «Hakka´l - Yakîn» de «Ayne´l - Yakîm-´den yüksektir. Bu yakîn derecelerine göre insanlar ve îmânları derecelenir.
Bu esasa göre îmânda ziyade ve noksandan maksat; îmânın kuvvetli veya zayıf olmasıdır.
Bir kimsenin de îmânı bu mânâda daha kuvvetli veya daha zayıf olabilir. Nitekim, meselâ müslümanlardan herhangi birinin îmânının, Peygamberimiz (s.a.v.)´in veya Hs. Ebu Bekir (r.a.)´m îmânı kadar tahkik ve yakîn bakımından kuvvetli olmadığında ittifak vardır.
îmân´ın kemâlinden sayılan, ibâdet ve iyi amelin fazla olması; îmâna kuvvet, noksan olması ise, zayıflık verir.
Şunu da iyi bilmek gerekir ki; hakikî îmâna sahip olunmadan, cehennemde ebediyyen kalınmakta ve cennete girmek mümkün ol-´ mamakta ise de, âhiret azabından kurtularak Allah´ın rızâsını kazanmak ve ebedî saadete ermek de, ancak Allah´a ibâdet etmek, iyi amel işlemek ve güzel ahlâka sahip olmakla mümkün olur.
4- imânın Sahih ve Kabule Şâyân Olma Şartları :
Biraz Önce, îmânı koruyabilmenin, onu kazanmaktan daha zor olduğunu, zira kazanılan îmânın, bazı sebeplerle kaybedilebileceğini söylemiştik. Şimdi ise, İslâm âlimleri ve Keîâmcıların, îmânın sahih ve kabule şâyân olması için ileri sürdükleri en önemli üç şartı özetleyeceğiz :
a) imân, ye´s ve ümitsizlik halinde iken vâki olmamalıdır.
Meselâ, ömrü boyunca îmân etmeyerek küfür üzere olan bir kimse, ölüm halinde iken ilâhî azabı görür de îmân ederse, ümitsizlik ânında vâki olan bu îmân Allah katında makbul değildir,
b) Mü´nıin, zarûrât-ı dîniyyeden sayılan şeylerden birini inkâr veya tekzip edip yalanlamamahdır.
Meselâ, bir kimse Hak Teâlâ´yı bütün Semavî Kitapları ve Peygamberleri tasdik ederek onlara inandığı halde, Hz. Muhammed (s.a.v.)´m Peygamberliğini yalanlasa, veya namaz, oruç ve zekât gibi farz olduğu kesin olarak bilinen dînî bir hükmü kendi irade ve ihtiyarıyla inkâr etse, îmânı derhal zail olur ve îslâm dairesinden çıkar. Çünkü îmân bir bütündür, tecezzi (cüzlere ayırmayı) kabul etmez. Dînî hükümlerin birini veya bazısını inkâr, tamamını inkâr hükmündedir. Zira bugün bir kısmını inkâr eden, yarın diğer bîr kısmını da inkâr edebilir. Böyle, sabit ve devamlı olmayan bir îmân Allah katında makbul değildir.
c) Dînî hükümlerin, emir ve yasakların hepsinin güzel ve ilâhî hikmet İcâbı olduğunu kabul etmek, bunları yapmakta inat ve tekebbür göstermemek lâzımdır.
Meselâ bir insan, namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibâdetlerden birini güzel görmeyerek, onu alaya alırsa, veya Cenâb-i Hakk´m emrine aykırı olsun kasdiyle dînî bir hükmü yapmazsa, yahut dîni bir yasağı, haram olduğunu bildiği halde inad ederek işlerse, artık îmânını kaybeder ve Allah indinde mü´min sayılmaz.
O halde, kabule şâyân olan îmân, yukarda saydığımız kusurlardan, yani inkâr, inâd ve tekebbür (büyüklenme) hallerinden uzak olan samimî ve devamlı olan îmândır.
Allah´ın rızâsını kazanmak ve ebedî saadete ermek için, hayal boyunca devam eden îmâna son nefeste de sahip olmak lâzımdır. Hayatı boyunca îmân üzere olan bir kimse ömrünün sonunda îmânını kaybederek ölse, ebedî azaba, müstahak olur. Mazideki ibâdet ve taati fayda vermez. Bunun aksine olarak, hayatı küfür ve isyanla geçen bir kimse ölmeden îmân edip, mü´min olarak son nefe-
sini verse, ebedî saadete mazhar olur. Geçmişte yaptığı küfür ve isyan, buna engel teşkil etmez.
İslâm´da îmân´m hakikati ve amelle olan münasebeti hakkındb verdiğimiz bu genel bilgiden sonra, bu konu ile yakm alâkası olan «El - Kebîre = Büvük Günah» bahsini inceleyeceğiz. [45]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] ) Nal. 125
[2] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:131.
[3] Âl-i îmran, 19
[4] Bak: Bakara, 75, 113.; Nisa, 46; Maıde, 13, 41
[5] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 132-133.
[6] Ezelî ve kadîm : Evveli olmayan demektir
[7] Ebedî ve bakî : Sonu olmayan demektir
[8] Mûcid, icad eden, yaratan; müsebbib ise; sebeb olan, bir şeyin varlığına neden olan demektir
[9] Fazla bilgi için bkz s. 84 - 95.Şerh-i Mevâkıf; C. 2, s. 390 - 424, Şerh- ^akâsıd c.
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 137-143.
[10] Bak : Ebu´l-Hasan el-Eş´arî : Kitabü´1-Luma´; Kahire 1955; Îmâmu´l-Haremeyn el-Cüveynî: Kitabü´l-İrşâd; Kahire 1950; Şerh-i Mevâkıf c. İÜ, s. 245; gerh-i. Makâsıd: c. m, s. İSİ; Şerhu el-Akâid-en Nesefiyye, s. 432.
Hemze «ta´diye »için olursa, îmân; «emân vermek, emin kılmak» mânâsına gelir ki, Allah´ın güzel isimlerinden olan «Esmâ-i Hüsnâ» dan «Mü´min» bu mânâdadır
[11] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 147-148.
[12] İbn-i Manzur : Lisân el-Arab, c. XVI, s. 160-163. Bulak-Mısır, 1303 H. Asım Efendi: Kâmus-ı Muhît tercümesi, c. Di. s. 593-594. İstanbul, 1272 H., Sâded-din et-Taftâzânî: Şerh-i Makâsıd, c. II, s. 181, Râgıp el-lsfahanî: El-Müfredât. s. 24, Mısır 1324 H., M. Hamdi Yazır: Hak Dîni Kur´ân Dili, c. I, s. 177 - 178.
[13] Salih Musa Şeref : Müzekkerât fi´t-Tevhîd, c. IV, s. .167 -169, 181 - 182, Kahire, 1952
[14] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 148-152.
[15] Zarûrât-ı Dîniyye : Peygamberimizden tevatür yoluyla naklolunan ve aklî delile muhtaç olmadan bilinen Kur´an´m Allah Kelâmı olduğu, ölümden sonra dirilmenin vâki olacağı. Namaz, Oruç, Zekât ve Hac gibi ibadetlerin farz, zi-nanm ve yalan söylemenin haram olduğu gibi İslâmî esas, hüküm ve haberlerdir. Kesinlik, ifade eden bu gibi dînî esaslara her müslümamn tereddüt et-* meden inanması lâzımdır
[16] Bakara, 17 , 285; Nisa, 136
[17] Bu meşhur hadise göre îmân esasları: «Allah a. Meleker , Peygamberlerine, Âhiret gününe ve Kadere: hayrın da. şerrin de Aiia olduğuna» inanmaktır.
[18] Kamer, 49; Furkan, 2; Tâhâ, 72; Meryem, 21; Gâfir, 20 nci âyetlere bakınız
[19] Nitekim Hak Teâlâ, Necm Sûresinin 3. ve 4. âyetlerinde : «O, nefsinin arzusuna göre konuşmaz. Onun sözleri, yalnız, kendisine vahyolunandan başka bir şey değildir.» buyurmaktadır.
[20] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 153-157.
[21] İmâmü´l - Harameyn El - Cüveynî : Kitab´ül - İrşâd, s. 396
[22] Bakara, 8.
[23] Bu esasa dayanarak Mû´tezile; «Günah-ı K=ebâir»´den, yani zina etmek, adam öldürmek gibi büyük günahlardan birini işleyen kimseyi ne mü´nıin ne de kâfir kabul eder. Bu gibiler için «El - menzi´.etü beyn - el menziieteyni» yani, Cennet ile Cehennem arasında bir menzilede kalacaklar, derler. Bu mes´ele, Ehl-i Sünnefin reddettiği Mû´tezüenin meşhur görüşlerinden biridir.
[24] Îmâmu´l-Harameyn El - Cüveynî : El - Irsâd, s. 307, Fahru d-Dm M. Ömer el-Razî: Et - Tefsirü´l - Kebîr, c. I, s. 246 - 247, istanbul, 1397 Hım. M H. Yazır : Hak Dîni Kur´an Dili, c. I. s. 182; Şerhü´l - Makâsıd : c. II. s. 18i
[25] beyyine,5
[26] Burada6´-Vacip., farz manasınadır. Çünkü vacip ile farz arasında amel bak.-mından fark yoktur
[27] Âl-i îmrân, 19
[28] Âl-i îmrân, 85
[29] Bakara, 143.
[30] Fıkh-ı Ekbe rve Alîyyu´l - Kâri şerhi, s. 76-77, Mısır - 1323 Hicrî Şerhi Ma-kâsid, c. II, s. 182; §erh-i´l - Akâid en - Nesefiyye, s. 436-438, Kahire 1339; Müzekkerât fit - Tevhîd, c. IV, s. 169 - 171
[31] Nahl, 106
[32] Buharı, Müslim, Ebû Davut, Tirmizİ ve Neseî
[33] Bak-. Fıkh-ı Ekbsr ve Aliyyu´l - Kâri şerhi, s, 78
[34] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:158-166.
[35] Çünkü îmân, şeriat dilinde yeni bir mânâya r.akledilseydi, Peygamberimizin bu hususu ümmetine bildirmesi gerekirdi.
[36] Mücadele, 22.
[37] Hucurât, 14.
[38] Bak : İmâm-ı Âzam Ebû Hanİfe : Fıkh-ı Ekber ve AHyyu´l - Kâri ş^rhi : -s. 76-78; Ebu´l - Hasan el-Eş´arî: Kitâbu´l - Luma; s. 123; İmâm´ul-Harameyn : Kitâbu´l - îrşâd, s. 397; Fahru´d - Din er - Razî : Et - Tefsiru´l -Kebîr, c. I, s. 24B; Şerh-i Makâsıd; c. II, s. 181-188; Şerh-i Mevâkıf; c. III, s. 245-248; Şerhi´1 - Akâid en - Nesefiyye; s. 438-440, Abdüllâüf el-Harbûti; Tenkihu´l - Kelâm : s. 249 - 252, İstanbul 1330 H
[39] Bakara, 183 ve Bkz : Bakara, 153, 187; Âl-i İmrân, 59; Enfâl, 20, 27; Nûr, 21; Ahzâb, 70; Ahkaf, 33; CunVa, 9.
[40] Bakara, 227; Yunus, 9; Hûd, 23; Lokman, 8; Fussilet, 8; Buruç, lf; Beyyi-ne, 7; Ankebût, 7, 9, 58: Fâtır. 7; Şûra, 22; Ahkâf. 2.
[41] Tâhâ, 112
[42] Hucurât, 9
[43] ) Fikh-ı Ekber ve Aliyyu´l - Kâri şerhi, s. 80; Tefsir-i Kebir, c. I, s. 249; Şcrh-i Makâsıd, c. II, s. 187; Ş&rh-i Mevâkrf, c. III. s. 248; Şerhi´! - Akâid en Ne-sefiyye, s. 243, 244.
[44] Bkz. Fıkh-ı Ekber ve Aliyyul - Kâri şerhi. s. 79
[45] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 166-173.
Büyük Günah ve İmanla İlgisi
Kebire Ne Demektir
El-Kebîre Bahsindeki Mezhepler Ve Delilleri
A) Mezheblerin Beyanı
B) Mezheblerin Delilleri
Sonuç
Büyük günah işliyen bir kimseyi, Allahu Teâlâ dilerse affederek Cennete mi koyar, yoksa tövbe etmezse affetmiyerek Cehenneme mî koyar
Bu sorunun cevabını vermek ve kebîre sahibinin işlediği suçun mahiyeti bakımından âkibetini tesbit etmek, Allahu Teâlâ´nm fiilleri ve ezelî iradesi ile, ayrıca sonunda döneceği yer bakımından Cennet ve Cehennem´le ilgili bir konudur. Bu sebeple, El - Kebîre bahsinin Kelâm ilmi ile olan alâkası açıktır. Bu duruma göre, bu konuyu ilgili olduğu bahislerden sonra incelemek doğru olmaz mı Nitekim bazı Kelâmcılar Öyle yapmışlardır.
Fakat, büyük günah işleyen kimsenin îmânı gider ve küfre girer mi Yani böyle bir kimse müslüman olarak kalır mı, yoksa kâfir mi olur
Bu sorunun cevabı ise şer´î îmânın mânâ ve hakikati ile ilgilidir. O halde «kebîre» adı verilen büyük günah´ın, işlenen bir amel olarak, şer´î îmân ile olan ilgisini belirtmek gerekir.
Bu hususu tesbit ve beyan etmeden Önce, büyük günah sahibi hakkında nasıl bir ceza verilecektir, böyle bir suç işleyen Cennete mi, yoksa Cehenneme mi girer sorusunu cevaplandırmak mümkün olmaz. Meselâ şer´î îmân, mutlak, tasdikten veya tasdik ile beraber dil ile ikrardan ibaret ise, büyük günah işleyenin îmândan çıkmayacağı aşikârdır. Çünkü bu esasa göre, amtl, îmândan bir cüz, bir; rükün değildir. Fakat, Mû´tezile ve Haricîlerin zannettiği gibi amel; îmândan bir cüz ise, kebîre sahibinin durumu çok nâziktir. (
Görülüyor ki, bu konudaki ihtilâf ve biraz sonra beyan edece-! ğimiz mezhebler, şer´î îmânın tesbitindeki ana ihtilâftan doğmuş--tur. O halde bu bahsin, «şer´î imân´m mâna ve hakikati» ile sıkı müJ nasebeti vardır ve o ana mes´eleden doğan fer´î bir mes´ele duru-j mundadır. Bu sebeple, bu bölümde beyan edilmesi lüzumlu ve fay* dalı görülmüştür.
Din´de îmân esastır. Kalbte îmân olmadan yapılan ibâdetler^ iyi ve güzel işler Allah katında makbul değildir. Allah´a îmân ol.na-dan, Peygamberlere, Kitablara ve Âhiret´e îmân, dolayısiyle din ve İslâm söz konusu olamaz. Bu bakımdan, îmân mes´elesinin bir akâid ilmi olan Kelâm ilmiyle alâkası çok açıktır. Dolayısiyle, bu ana mes´eleden doğan «kebîre» bahsinin de Kelâm ilmiyle ilgisi açıktık. [1]
Iı El - Kebire Ne Demektir Ve Nasıl Btunte
«El - Kebîre» denince, genel olarak şu akla gelir :
Büyük fesada ve kötülüğe sebebiyet veren, dolayısiyle dîneri şiddetli cezayı gerektiren kötü bir suç, büyük bir günahtır.
Veya Şâri-i Hakîm´in, yani Yüce Allah´ın işleyene ceza vermekle tehdit ettiği kötü suçlar, yahut kebîre (büyük günah) olduğuna dâir hakkında nass (dînî delil) vârid olan şeylerdir.
işlenen bir suçun, dînen büyük günah sayılıp sayılmıyacağına, sahibi için şiddetli cezayı gerektirip, gerektirmeyeceğine :
a) O suçu işleyenin Kitab veya Sünnet ile, yani âyet veya hadîsle tehdit edilmesi,
b) Suçu işleyen kimseye dînen «had cezası» verilmesi (belirli miktarda sopa vurulması),
c) Ve işleyene lanet okunması gibi hususlar delâlet eder. İşlenen bir suçun büyük günah sayılması ve bu günaha karşine gibi bir ceza verileceği hususu, ancak Şâri-i Hakîm´in bildirdiği dînî nasslarla bilinir.
Bu sebeple bazıları, büyük günahın bilinmesinde ve adedinin tesbitînde, dînî nasslara (delillere) dayanırlar. Bunların senedi, İbn-i Ömer (R.Anhuma)´nın Peygamberimizden rivayet ettikleri şu ha-1 dîstir :
«Büyük günahlar dokuzdur : Allah´a şirli koşmak, haksız yere adam öldürmek, temiz (afife) bir kadına (veya kıza) kötülük isnat etmek, zina yapmak, düşmana hücum esnasında firar etmek [2] sihirbazlık [3] yetim malım yemek [4] müslüman ana babaya asî olmak, emredilenleri yapmamak ve yasaklan yapmak suretiyle aileye karşı istikâmeti (doğruluğu) terketm&ktir.»
Ancak, bu hadîsin râvîlerî arasında ihtilâf vardır. Zira, Ebu -| Hüreyre (r.a.) Hazretlerinin rivayetinde, kebîre´nin (on) olduğu bildirilmiş ve İbn-i Ömer (R.Anhuma) tarafından nakledilen dokuz büyük günah aynen rivayet edildikten sonra, onuncu olarak «faiz yemek», kebîre´den sayılmıştır. Hz. Ali (k.v.) [5]´nin rivayetlerinde ,j ise, kebîrenin (onild) olduğu bildirilmiş, sayılan (on)´a, «hırsızlık» ve «şarap içmek»[6] eklenmiştir [7]
Bu hadisi esas alanlar, büyük günâhları, hadiste sayılan hususlar olarak tesbit etmişler, onlar dışında büyük günah kabul et| memişlerdir.
Görüldüğü gibi kebîreyi adet ile sınırlayan üç rivayet vardır! Bu râvilerin her biri, hadis rivayetinde şöhret yapan Sahâbîlerden-^ dir. Şüphesiz her biri Peygamberimiz (s.a.v.)´den işittikleri ve hıfzettikleri gibi naMetmişlerdir.
Önemli Bir Nokta :
Yukarıda zikredilen üç rivayette de (Allah´a şirk, yani şerîk koşmak) büyük günahların başında yer almıştır. Allah´a şirk koşmak ise, İslâm´ın getirdiği en önemli bir esas olan «Tevhîd akidesi» ne aykırı olduğu için, açık bir küfürdür. O halde, burada zikredilen «kebîre»´den maksat, küfrü gerektirmeyen büyük günahlardır. Çünkü, küfrü gerektiren «Allah´a şirk koşma»*nm, büyük günahların en büyüğü olduğunda îslâm âlimleri arasında ittifak vardır. Halbuki, «El - Kebîre» denince ıstılah olarak akla gelen büyük günah´ın, onu işleyen mü´min bir kulu îmân´dan çıkarıp çıkarmıyacağı ve küfre sokup sokmayacağı hususunda Kelâmcılar ihtilâf etmişlerdir. Bu husus, Ehl-i Sünnet ile Mû´tezile arasındaki en önemli ihtilâflardan biridir. (Bu konudaki mezhebreri ve delillerini biraz sonra göreceğiz.)
O halde, «kebîre» kelimesi, bir karine olmadan (mutlak olarak) zikredilirse, bundan (küfür) anlaşılır. Çünkü, küfür de şüphesiz ki bir günahtır ve bazı hadîslerde bildirildiğine göre ondan daha büyük bir günah da mevcut değildir [8]
Bahsimize Dönelim :
Bazıları ise, büyük günahların bilinmesi ve tesbiti hususunda şu külli, genel esasa istinâd etmişlerdir :
Kebîre : Hadîste zikredilenler ile, fesadı ve kötülüğü onlardan birinin kötülüğü gibi veya daha çok olan şeylerdir.
Görülüyor ki, bu genel esasa dayananlar, birinciler gibi büyük günahların sayısını muayyen bir adette dondurmamışlar, büyük fesada sebebiyet veren her suçu, kebîre olarak kabul etmişlerdir. Bu kaideye, veya tarife göre; gıybet, koğuculuk, yalancı şahitliği ile, bunlara benzeyen ve hadîste zikredilenler gibi, hattâ bazan daha . fazla fesada yol açan kötü fiiller de, «büyük günahlar»´dan sayılmıştır.
Diğer bir kısım Kelâmcılar kebîre´yi ;
«Şeriatın, hakkında tehdid edici bir nass, yani korkutucu bir delil (bir vaid) tahsis ettiği her suçtur.» şeklinde tarif etmişler, koydukları genel ve külîî kaidede «şer*î bir nass ile tehdid ve tahzir, (yani, dînî bîr delil ile tehdit etme ve korkutma)» esasını kabul etmişlerdir.
Kelâmcılardan bazıları ise; büyük günahları ne bir adetle, ne de genel bir kural ile kayıtlamıyarak şöyle söylemişlerdir :
«Kul´un üzerinde ısrar ettiği her günah, kebîredir, tstiğfar ettiği her günah da sağîre (küçük günah)dır.»
Bu.esasa göre; işlenen her suç, üzerinde ısrar edilirse büyük günah, istiğfar edilirse küçük günah haline gelmekte, büyük ve küçük günahlar birbirlerinden zâtı olarak ayrılmamaktadır.
Halbuki, yukarda geçen hadîste, bazı büyük günahlar bildirilmiştir. Sonra, istiğfar, tövbe demektir. İşlenen bir büyük günah, istiğfar edilince, küçük günah haline nasıl gelir Belki tövbe ile, günah ne kadar büyük, hattâ küfür de olsa affedilir. Nitekim âyet-i kerîmede bu husus şöyle beyan edilmiştir :
«Muhakkak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki (günahları) dilediğine affeder.»[9] Yapılan bir çok haklı itirazladan, bn görüşün zayıf olduğu anlaşılmaktadır.
Bu konuyu söyle özetleyebiliriz :
1- Kelâmcılardan bazıları hadîse dayanarak, büyük günahları 9, veva 10, veya 12 olarak tahdit ve tesbit etmişlerdir.
2- Bazıları ise, genel ve küllî kaideye dayanmış ve adedini tesbit etmemişlerdir.
a) Bu guruptan bir kısmı, işlenen günah üzerine terettüp eden fesadı, i,
b) Diğer kısmı da, suçu işleyen hakkında tehditkâr bir nassm (korkutucu bir delilin) bulunmasını esas almışlardır.
3- Bir kısım Keîâmcılar da, kebîre´yi ne adetle, ne de küllî bir kaide üe tahdid ve tesbit etmişlerdir. Bunlara göre her suç, büyük veya küçük günah olmaya müsaittir.
Bu görüşlerden kabule en çok şayan olanı; «hakkında tehdid edici bir nassın tahsis edilmesi» esasına dayanan görüştür. Çünkü.
büyük günahların hadîste 9, veya 10 veya 12 olarak sayılması, bu ayardaki diğer suçların büyük günah sayılmamasını gerektirmez. Çünkü; «hadîste sayılanlar, insanlar arasında en çok vâki olması sebebiyle, bu gibi fiilleri işlemekten çektirilmesini ve onlardan uzak kalınmasını hatırlatmak gayesiyle zikredilmiştir.» denebilir. Gerçi bu görüşlerin her birine bazı yönlerden itiraz edilebilir. Belki büyük günahların neler olduğunun açıkça tesbit edilememesi ve bu konuda söz birliğine varılamaması, kulların büyük günahları bilerek, «küçük günahlar affedilir» düşüncesiyle onları işlememesini ve belki bu büyük günahtır korkusuyla, her yasak fiilden titizlikle kaçınmasını temin gayesini gütmektedir. Nitekim, ibâdete teşvik gayesiyle, «Sa-lât-ı Vustâ == orta namaz» ve «Kadir gecesi» bildirilmemiştir. Ancak, hadîste sayılan suçların büyük günahlardan olduğunda şüphe olmadığı gibi, bir suçun çok kötü olduğu ve işleyene şiddetli ceza verileceği hususunda dînî bir nass´ın vârid olması da, o finin, büyük günahlardan olduğuna kesin bir delil teşkil eder. Halbuki işlenen bir suç üzerine terettüp eden fesadı ve buna karşılık olarak Hak Teâlâ´mn vereceği- cezanın miktarını, bir nass (dînî bir delil) mevcut olmadan tesbit etmek çok zor bir iştir.
Bu sebeple kebîre´yi : «Şeriatın hakkında tehdit edici bir nass (korkutucu bir delil) tahsis ettiği, veya büyük günah olarak bildirdiği suçlardır.» şeklinde tarif etmek, gerçeğe en yakın olandır [10]
El-Kebîre Bahsindeki Mezhepler Ve Delilleri
Büyük günah işleyen bir kimseyi, işlediği, bu günah´ın îmân´-dan çıkarıp çıkarmayacağı hususunda ihtilâf edilmiştir. Bu ihtilâftan ikinci bir ihtilâf doğmuştur. O da, kebîre sahibi, Cehennemide ebediyyen kalır mı kalmaz mı Ehl-i Sünnet´e göre kalmaz. Mû´te-zile´ye ve Havâric´e göre büyük günah işleyen, ebediyyen (sonsuz olarak) Cehennem´de kalır. (Böyle bir görüşün ne kadar mesnetsiz ve Ölçüsüz bir hüküm olduğu, yeri gelince anlaşılacaktır.)
Yukarda beyan ettiğimiz veçhile, bu ihtilâf, şer´î îmân´ın mânâ ve hakikatmdaki görüş ayrılığından doğmuştur.
Şimdi bu konudaki mezhepleri ve her birinin görüşünü özetli-yecek, sonra delillerini beyan edeceğiz.[11]
A) Mezheblerin Beyanı
Ehl-i Sünnet Mezhebi
Hak mezheb olarak inandığımız Ehl-î Sünnet´e göre kebîre, yani işlenen büyük günah, mü´min bir kulu îmân´dan çıkarmaz ve onu küfre sokmaz. Böyle bir kimse mü´mindir, kâfir değildir. Ancak böyle bir mü´min «âsî» sayılır. Çünkü ^mân, kalbte bulunan tasdikten ibarettir. Amel îmândan bir cüz veya rükün olmadığına göre, kalb-teki kesin tasdike aykırı olmayan büyük günah, o kimseyi îmândan çıkarmaz. Kebîre sahibi´nin kalbinde îmân vardır. O halde mü´min-dir. Ancak, işlenen günahı helâl saymamak, onu hafife veya alaya almamak şarttır.
Aksi halde, yani işlenen büyük günah´ın helâl olduğuna itikat edilerek yapıldığı anlatılır, veya bu husus açıkça söylenirse, o kimse kesin olarak îmândan çıkar. Çünkü kalpte bulunan tasdik gizlidir, görünmez. Fakat Şâri-i Hakîm olan Yüce Allah (c.c.) kalbdeki tasdike delâlet eden alâmetler koyduğu gibi, bu tasdikin olmadığına delâlet eden; puta tapmak, küfür lâfızlarını telâffuz etmek gibi alâmetler de koymuştur. Bu sebeple, bir kimse büyük bir günah işlerken onu helâl saydığı, veya haram saymadığı anlaşılırsa, bu kalbdeki îmânı tekzip etmektir ve açık bir küfürdür. Ancak bilinmelidir ki, böyle bir kimseyi îmândan çıkarıp küfre sokan şey, işlediği büyük günah değil, küfrü gerektiren sözü veya tavrıdır.
Mû´tezile Mezhebi :
Mû´tezile´nin Ehl-i Sünnetle olan ihtilâflarından ve meşhur görüşlerinden biri.de, bu konudaki fikirleridir.
Bunlara göre : Kebîre (büyük günah) sahibi, ne mü´mindir,
ne de kâfir. Belki o, fâsıktır ve iki menzile arasındaki bir menzildedir. Bmia, «El - menziletü beyne*! menzileteyni» diyorlar.
Çünkü, îmân bahsinde gördüğümüz gibi, Mû´tezile´ye göre îmân; kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve vâcibîeri yapmaktır. Yani îmân´m üç rüknü vardır. Bunlardan biri de ameldir; yapılması farz ve vâcib kılınanları yapmaktır.
Bu esasa göre, büyük günah işleyen bir kimse mü´min değildir. Çünkü îmândan bir rükün olan ameli terketmiştir, îmânm bir rüknünü yıkmıştır. Kâfir de değildir. Çünkü, tevâtüren sabit olduğuna göre müslümanlar, bu gibi suçluları, mürtedler (dinden çıkıp kâfir olanlar) gibi öldürmüyorlardı; onları müslüman mezarlığına defnediyorlardı. O halde, küfür ile îmân arasında «vâsıta» vardır. O da, büyük günah işleyenlerdir. Bunlara «fâsik» denir.
3- Havâriç (Hâriciler) Fırkasının Görüşü :
Hâricilere göre; büyük günah, hattâ küçük günah işleyen bir kimse «kâfir» olur. Çünkü bunlara amel, farz olsun, nafile olsun, îmândan bir rükündür. Büyük günah, hattâ küçük günah işleyen kimse, îmânın bir rüknünü yıkmışta Böyle bir kimse, işlediği haramı küçümsemese, onu helâl de itikad etmese, yine kâfir olur. Bunlara göre, îmân ile küfür arasında bir vasıta yoktur.
Çok katı ve mesnetleri zayıf olan bu fırkanın delilleri hakkında icmâlî bir bilgi vermekle yetineceğiz.
4- El - Hasan El - Basrî Mezhebi :
Tâbün´den olan bu İslâm âlimine göre, büyük günah işleyen kimse, «münafık»´tır. Çünkü bu zât da icma´ya uyarak, îmân ile mutlak küfür arasında bir vasıta isbat etmemiş, ikisi arasında bir «menzile»´yi reddetmiştir. Ancak, kebîre sahibi münafıktır demekle* îmân iîe (açık) küfür arasında bir vasıtayı kabul etmiş oluyor kif buna «gizli küfür» denebilir. Burada kasdedilen nifak, esas münafıkların yaptığı gibi küfrü gizleyip, îmân izhar etmek değil, îmânı gizleyip, bir kebîre işlemek suretiyle küfür izhar etmektir [12]
Mezhebini ispat ederken, münâfık´m alâmetinin üç olduğunu bildiren âhâd bir hadîse ve zayıf bir aklî kıyasa dayanmıştır. Halbuki hadîste bahsedilen alâmetten maksat, birer meleke haline gelen hallerdir.
Bazıları, «münâfık»´tan maksat, «kâmil mü´min» olmamaktır diyerek, bu görüşü Ehl-i Sünnet mezhebine ircâa çalışmışlar ise de, bazı âlimler, Hasan-ı Basrî Hazretlerinin bu mezhebten rücû´ ettiğini (döndüğünü) rivayet etmişlerdir. Bu rivayet, bu zâtın ilmî ve dînî yüksek derecesine en uygun olandır.
5- El - Ezârika´mn Görüşü :
Haricîlerden bir fırka olan «El - Ezârika»´ya göre ise, kebîre sahibi «müşrik»´tir. Çünkü büyü!: günah işleyen kimse, hem Allah için hem de Allah´tan baş-ası için amel etmektedir. Allah´tan baş-kasi, ya nefsidir veya şeytândır. O. bu fiili ile Allah´tan başkasını O´na ortak koşmuş olur.
Görüldüğü gibi bu fırka da çok zayıf ve mesnetsiz olup, müslü-nıanlarm icmâ´ına muhaliftir. Üzerinde daha fazla durmağa değmez. Bu acaip görüşe, bilgi kabilinden burada kısaca temas etmiş bulunuyoruz [13]
B) Mezheblerin Delilleri
1- Ehl-i Sünnet Mezhebinin Delilleri :
Ehl-i Sünnet´in yukarıda beyan edilen mezheblerini isbat için üç delil zikredilmiştir.
îmân, kalb ile tasdiktir. O halde, bir mü´mini îmândan, ancak, bu tasdike mugayir (aykırı) olan şey çıkarır. Yoksa, şehvetin galebe ve baskısıyla, veya hiddetle, veya şeref ve namus gayretiyle^ veya tembellikle, (özellikle affedilme ümidi ve tövbe etmek azmiyle) büyük bir günah işlemek, kalpdeki tasdike münâfî değildir.
Bu delili şöyle bir kıyas haline getirebiliriz :
Eğer büyük günah, mü´min bir kulu îmândan çıkarsaydı, îmân, tasdikten ibaret olmazdı. Halbuki îmân, (delilleri daha önce belirtildiği veçhile) tasdikten ibarettir. O halde büyük günah, mü´mini îmândan çıkarmaz.
Bu delile şöyle bir itiraz yapılmıştır :
Bu delil, kendi mezhebi ile hasmı ilzam etmektir. Çünkü Ehl-i Sünnet mezhebinin karşısında olanlar, «îmân tasdikten ibarettir» demiyorlar. O halde, bu delil, delil sayılmaz. Çünkü serdedilen delilin, hasmı ikna edebilmesi için hasmın mezhebine de uygun olması gerekir.
EhM Sünnet bu itiraza şöyle cevap verir ;
İmân´ın tasdikten ibaret olduğu, te´vile imkân olmayan kesin delillerle sabit olmuştur. Kesin ve sarih âyetlerden başka, kalbinde
tasdik olan bir kimse, bir mâni sebebiyle diliyle ikrar edemese ve amel de yapamasa, bu kimsenin Allah katında mü´min olduğunda îcma´ vardır. O halde, bu görüş hasmın mezhebi değilse de, kuvvetli delilleri ve icma´ sebebiye kabul edilmesi gerekir. Çünkü icmâ´a muhalefet haramdır [14] Bütün bunlar, büyük günah, alaya alınarak veya helâl sayılarak işlenmemek şartiyledir. Aksi halde, büyük günah küfür haline inkılâp edec-ğinden, elbette ki o kimse îmâc´-dan çıkar.
İkinci Delil :
«Âsî» adım verdiğimiz kebîre sahiplerinin mü´min olduklarına birçok sarih âyet ve hadîsler delâlet etmektedir. Misâli :
«Ey îman edenler, öldürülenler hakkında size kısas (misilleme) farz kılındı.» [15]
«Ey îman edenler, yürekten halis bir tevbe ile tevbe ederek Allah´a dönün...» [16]
«Eğer müzminlerden iki zümri (taraf) birbirleriyle vuruşurlarsa...» [17]
Bu âyetlerde açıkça görüldüğü üzere Hak Teâlâ, âsî olan büyük günah sahiplerini «mü´min» olarak tavsif etmiştir. Bu husus, birinci ve üçüncü âyette açıklamaya lüzum kalmayacak şekilde görülmektedir. İkinci âyette ise mü´minler, tevbe ile emredilmişlerdir.
Tevbe ise, ancak büyük günahlar için yapılır.
Te´vili mümkün olmayan bu ve daha bir çok âyetler, Ehl-i Sünnet görüşüne kesin olarak delâlet etmektedir.
üçüncü Delil :
Asrı Saâdet´ten bu güne kadar, kıble ehlinden Ölenlerin, yaptıkları bazı büyük günahlardan dolayı tevbe etmeseler dahi, namazları kılınmakta, kendileri için dua ve istiğfarda bulunulmaktadır. Bu hususta «îcınâ-ı Ümmet» akdolmuştur. Bu hususun, mü´min-lerden başkası için caiz olmadığında da müslümanlarm ittifakı vardır. O halde kebîre sahiplerinin mü´min oldukları, ölünce kendilerine müslüman muamelesi yapıldığı icma´ ile sabittir. İcma´ hususunda bazı itirazlar yapılmışsa da, bu itirazlar zayıf ve mesnetsiz olup Ehl-i Sünnetçe cevaplandırılmıştır.
Mû´tezile Mezhebi´nin Delilleri ve iptali : Mû´tezile´nin, mezheplerini isbat için iki delili vardır Birinci Delil :
Müslümanlar, büyük günah sahibinin «fâsık» olduğu hususunda ittifak halindedirler. Bu esasta ittifak ettikten sonra ihtilâfa düştüler. Bir kısmı, böyle bir kimse (mü´min) dir, diğer bir kısmı, hayır (kâfir)´dir, bazısı ile hayır (münafık)´tır dedi. Biz ittifak edileni aldık, ihtilâf edileni terk ettik ve dedik ki: «O, fâsıktır. Mü´min de değil, kâfir de değil, münafık da değildir.»
Ehl-i Siinnet´iıı Cevâbı :
Siz ittifak edileni aldık diyorsunuz ama, üzerinde ittifak edilen, kebîre sahibinin yalnız «FÂSIK» olduğu hususudur. Siz onu almadınız da, üzerinde ihtilâf edileni aldınız. Çünkü diyorsunuz ki : «O, ne mü´mindir, ne kâfirdir, ne de münafıktır.» Eğer mezhebiniz, «kebîre sahibi yalnız fâsıktır» şeklinde olsaydı, ancak o vakit, ittifak edileni almış olurdunuz. Çünkü bütün İslâm âlimleri, böyle bir kimseye «fâsık» adım vermekte ittifak halindedirler. Fakat, «fâsık» kelimesinin mânâsında ihtilâfa düşmüşlerdir. Nitekim fâsık´ı Ehİ-i Sünnet (âsî), Haricîler (kâfir), rivayete göre Hasan-ı Basrî, (münafık) diye tefsir ediyor. O halde, deliliniz, hem iddianız yönünden bâtıldır, hem de, «mutlak küfür ile îmân arasında vâsıta yoktur» şeklindeki «selefin icmâ´ı»´na aykırıdır.
îkmcı Delil :
Kebîre sahibi ne mü´mindir, ne de kâfir. Böyle bir kimse mü´min değildir. Çünkü Hak Teâlâ :
«Mü´min olan, hiç fâsık olan gibi olur mu » [18] buyuruyor. Peygamberimiz ise :
«Kendisine emânet edilemeyen kimsenin îmânı yoktur.»
«Zina eden kimse, mü´min olduğu halde zina etmez.» buyur muşlardır.
Bu âyet ve hadisler, kebîre sahibinin mü´min olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü Hak Teâlâ mü´mini, fâsık karşılığında kullandı. O halde fâsık, mü´min değildir. Kebîre sahibinin fâsık olduğunda ise, icma´ vardır. Hadîsler, kebîre sahibini, mü´min olmaktan çıkarmaktadır.
Böyle bir kimsenin, mü´min olmadığı gibi, kâfir de olmadığına gelince :
Çünkü tevârüren sabit olduğuna göre, müslümanlar bu gibileri öldürmüyorlar, müslümanlarm mezarlığına gömüyorlar ve onlara mürted ahkâmı tatbik etmiyorlardı. Sonra bu gibiler, dînî hükümmüleri yalanlayıcı da değildirler.
Ehl-i Sünnet´in Cevabı :
Kebîre sahibinin kâfir olmadığı hususundaki delilinizi kabul ediyoruz. Çünkü o, mezhebimizdir. Fakat, bu gibilerin mü´min olmadıklarını isbat için zikrettiğimiz nassları (âyet ve hadisleri) anlayışınızı kabul edemeyiz. Çünkü bu âyetleri yanlış anlıyorsunuz. Zira, âyette geçen (fâsık)´tan maksat, kâfirdir, kebîre sahibi değil. Çünkü küfür en büyük fâsıktır. Zira usul kaidesine göre : Mutlak, en kâmil ferdine hamlolunur. Fısıkta, küfürden daha büyük bir gev yoktur. O halde, âyette geçen mü´min´in mukabili, sandığınız gibi kebîre sahibi fâsık değil, küfür sahibi kâfirdir.
Hadîslere gelince : Mü´min´den maksat, kâmil îmân sahibi mü´-min´dir. Çünkü amel, îmânın hakikatmdan bir cüz değilse de, kemâ-Hndendir. Peygamberimiz (s.a.v.), zina gibi aile saadetini yıkan kötü âdetten uzak kalınmasını ve emânete riâyet edilmesini temin gayesiyle böyle şiddetli ve tehdit dolu bir ifade kullanmışlardır. Yani, kâmil îmân ile zina ve emânete hiyânet asla bağdaşmaz. Kâmil îmân sahibinden böyle kötü fiiller sâdır olmaz. «Sizler nıü´min olduğunuz halde zina etmeyin...» demektir.[19]
Sonuç
Görüldüğü gibi, bu deliller ve zikredilen nasslar (âyet ve hadisler), Mu´tezile´nm «icmâ»´a aykırı olan mezhebini isbâta kâfi değildir.
Ehî-i Sünnet mezhebi ise, esas ve delilleri bakımından çok kuvvetlidir, «îmânın hakikati ve amel İle olan münasebeti» bahsinde geçen sarih nasslar, yani dînî deliller, ayrıca yukarıda zikredilen âyetler ile diğer deliller, Ehl-i Sünnet mezhebinin en isabetli görüşe sahip olduğunu isbat etmektedir.
Hârîcîler´in Delillerine Gelince :
îmân´ın mânâ ve hakikati bahsinde de belirttiğimiz gibi, farzı değil, nafileyi terkeden kimseleri dahi kâfir sayan bu taife; katı ve sert olup, dayandığı zayıf mesnetler, verdiği şiddetli hükmü isbâta kâfi gelmeyen Ehl-i Sünnet dışı bir fırkadır. Bir çok âyetlerin zahirine istinat etmişlerdir. Halbuki bu âyetlerin zahirî mânâsı terkedilmiş olduğundan, bunların, kebîre sahibinin mü´min olduğuna delâlet eden ve icma´ ile teyid edilen sarih ve kesin nasslar (dînî deliller) karşısında te´vil edilmesi gerekir. Bunlar gerçekte,. Selefin icmâ´ma karşı çıkan haricîler olarak, îslâm âlimleri arasında itibar edilmeyen ve ehl-i kıble olan müslümanları tekfir eden, sapık bir zümredir. Bu bakımdan, Haricîlerin muhalefeti, îslâm ulemâsının icmâ´ma manî teşkil etmez.
İşte bu sebeplerle, delillerini teker teker sayıp, her birine cevap vermeye lüzum görmedik. Esasen buna, kitabımızın hacmi ve gayesi müsait değildir [20]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 174-175.
[2] Kebîre sayılan firar; düşman ordusu, müslüman ordusunun iki misli veya || daha az ise, müslüman ordusundan kaçmaktır
[3] Kebîre sayılaan sihirbazlık; zararından korunmak için değil de, san´at edin- II
mek gayesiyle sihir öğrenmek ve öğretmektir. Sihre inanmak ve onu san´at f§ edinmek ise, kebire olmayıp, küfrü gerektiren bir haldir. (Şerhu´I - Akâid el Nesefiyye ve Haşiyeleri, s. 411)
[4] Yetim malım yemekten maksat, ondan faydalanmaktır
[5] k.v.) rumuzu «Kerremallahu Vechehu», yani; Allah onun yüzünü kerîm kıldı, (kerîm kılsın) demektir
[6] Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) «Şarap,kötülüklerin . anası (aslı) dır» buyurmuştur. Burada şaraptan maksat:hadisi mucibince, sarhoşluk veren har türlü içkidir
[7] Aynı kitap, s. 410-411. Bu konuda rivayet edilen diğer hadisler için, «Kütübii" Sitte.´ye ve El - Fethü´l - Kebîr (C, Süyuti) c. II, s. 227 - 228´e bakınız
[8] El - Fethü´l - Kebîr. c. II, s. 227 - 228
[9] Nİsâ, 116
[10] M. Yusuf El-Şeyh: Müzekkirât fi´t - Tevhîd; c. IV, s. 85-86. Salih Şeref : Müzekkirât fi´t - Tevhîd, c. IV, s. 119 -123
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 175-179.
[11] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:180.
[12] Salih Musa Şeref : MüzEkkirât fi´t - Tevhîd, c. IV, s. 135
[13] Aynı eser, s. 135.
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 181-183.
[14] Fazla bilgi için kitabın «İman´ın Hakikati.
[15] Bakara, 178
[16] Tahrîm, 8
[17] Hücürât, 9.
[18] Secde, 18
[19] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 184-188.
[20] Bkz : Şerh-i Mevakıf : c. III, s. 254 - 258, Şerh-H - Akâid en - Nesefiyye ve Haşiyeleri, s. 410 - 416, Müzekkirât fi´t - Tevhîd (S. Musa Şeref), c. IV, s. 117 -136. Müzekkirât fi´t - Tevhîd (M. Yusuf El-Şeyh), c. IV, s. 84-91
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 188.
- See more at: http://haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=4701&BID=54#sthash.ANdLtyn2.dpuf
Yüce Allah´a İman ve Varlığının Delilleri
Allahu Teâlâ´ya Îmân Ve Yüce Varlığını Isbat Eden Deliller
1- Allah´a Îmân Ve Bu İnancın Fıtrî Olduğu
2- Vücüd-I Îlâhl´yi İsbat Eden Deliller
A) Dış Âlemden Çıkarılan Tabiî Deliller
Teselsül Ve Îptalî
Akıl Yoluyla Çıkarılan «Metafizik» Deliller
İnsan Tabiatından Çıkarılan Ahlakî Deliller
3-Maddecileetn Bu Âlem Hakkındaki Görüşleri
A) Maddecilerin Mezhebinin Beyanı
B) Bu Mezhebin Îptalt
4-Müsbet İlimcilerin Allah´ın Varlığını Tsbat Eden Söz Ve Delillerinden Özetler
1 — A. Gressy Morrıson´un Cevabından Özetler
Kâinat, Allah´ın Varlığına Delildir
3 — Pozitif İlimden «Gerçek Hakk»´A Varan Fikir İncileri
İlimler Allah´a Îmânımı Daha Çok Kuvvetlendiriyor
5 - Balttmtjre Kuşları Ve Çiçekler
6- Amerika´nın 3. Feza Adamı John Gueen Anlatıyor
İKİNCİ BÖLÜM
Allahu Teâlâ´ya Îmân Ve Yüce Varlığını Isbat Eden Deliller
I- Allah´a Îmân Ve Bu İnancın Fıtrî Olduğu
Daha önce de belirttiğimiz gibi, «îmân» kelimesinin lügat mânası ; inanmak ve tasdik etmektir. Yâni bir kimseye, bir habere veya bir hükme kesin olarak ve içten gelerek inanmak, haberin ve haber verenin doğru ve gerçek olduğunu kabul etmektir.
îsîâmî ıstılahta ise îmân; her şeyden önce, Allah´ın varlığına ve birliğine, yani Allah´dan başka Tanrı (ilâh) bulunmadığına, sonra, Peygamberimiz (s.a.v.)´in Allah´ın kulu ve Resulü olduğuna, yani Allahu Teâlâ tarafından kendisine vahiy yoluyla gönderilen ve dinden olduğu kesin olarak bilinen şeylerin hepsinde Hz. Muhammed´in sâdık (doğru ve gerçek) olduğuna tereddütsüz inanmak, bunu kalb ile tasdik etmektir.
İslâm dînine girmenin ilk şartı olan bu iki esae, her müslüman-ca bilinen «Şahadet kelimesinde toplanmıştır. Bu kutsal cümleyi dil ile ikrar ederek, kalb ile tasdik eden kimseye, «inanmış» anlamına gelen «mü´min» adı verilir.
İşte îslâmda îmân; şahadet kelimesinde ifadesini bulan, Allah´a ve Resulü Muhammed (s.a.v.)´in Peygamberliğine îmânla başlar. «Âmentü»de belirtilen altı esasa, yani; Allah´a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Âhiret gününe, Kaza ve Kadere kesin olarak inanmakla tam ifadesini bulur.
Bu esasların herbirini, iki cilt halinde plânlayarak hazırladığımız bu kitabın bölümlerinde ele alarak etraflıca beyan edeceğiz.
Bu bölümde; Allah´a îmânla ve Yüce Zâtı ile ilgili hususlar üzerinde duracağız.
insanlık tarihi bize gösteriyor ki, en iptidâi (ilkel) devirlerden beri, her asırda yaşayan insanlarda Allah fikri ve tapma meyli, do-layısiyle bir din inancı vardır. Zira bütün insanlar, her asırda, ilâhî bir kudretin varlığına fıtraten inanagelmişler ve bir dine sahip olmuşlardır. Çünkü nereye gidilmişse orada, basit ve bâtıl da olsa bir dîne ,bir Tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, güneşi veya yıldızları takdis ederek onları kutsal sayanlar dahi, bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, her şeyi yaratan, terbiye eden ve esirgeyen bir varlığın mevcudiyetine inanmışlar, dış âlemde taptıkları şeyleri, O´na yaklaşmak için birer vesile ittihaz etmişlerdir. Cinsleri, devirleri ve memleketleri ayrı, birbirini tanımıyan milletlerde görülen bu mutlak inanç birliği, din fikrinin umûmî, Allah inancının da fıtrî olduğunu isbat etmektedir.
Bunun içindir ki, her şeyi bilen ve her şeyi yaratmağa kaadir olan bir Allah´a inanmak, erginlik çağına gelmiş ve âkil hükmünde olan her insana farzdır. Allahu Teâlâ´nm varlığına, birliğine, îmân, her akl-ı selîm (sağduyu) sahibinin ilk ve mutlak borcudur. Bu sebeple, ilâhî dinlerin kesintiye uğradığı fetret devrinde yaşayan insanlar dahî, kendilerine ihsan edilen akıl nimetiyle, Allah´ın varlığını idrâk edebilecek durumda olduğundan, Allah´a îmânla mükelleftirler. Uzak ve meçhul yerlerde yaşayan ve hiçbir dinden haberi olmayan kimseler, Namaz, Oruç ve Zekât gibi ibadetler ve diğer şer´î hükümlerle mükellef olmadıkları halde, Allah´a îmân etmekle mükelleftirler. Bu görüş, Mâtürîdîyye mezhebi imamlarının görüşüdür. Çünkü bunlara göre Allahu Teâlâ´ya îmân, insan fıtratının icâbıdır. Zira her insan, kâinattaki bu muazzam ve mükemmel varlıklara bakarak, bunların büyük bir Yaratıcısı olduğuna aklen hükmeder. Her akl-ı selîm buna şahadet eder. Yani, akıl ve nazar «MarifetuHah» da kâfidir, derler ve Kur´an-ı Kerîm´de buyurulan;
«Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah´ın varlığında şüphe mi vardır.»
Âyet-i Kerîmesini delil olarak zikrederler.
Eş´arîyye imamları ise; akıl ve nazar «Mârifetullah» da kâfideğildir, derler ve
«Biz bir kavme, Peygamber göndermedikçe azap etmeyiz.» Âyetini, delil olarak gösterirler.
Bu konuda Mâtürîdîyye ´nin görüşü daha kuvvetli ve kabule şayandır. Çünkü her şeyden önce, Semavî dinlerin esâsı olan, Allah´ın varlığına ve birliğine inanmadan, O´nun Kitaplarına, Peygamberlerine, Meleklerine, Din gününün sahibi (mâliki), hayır ve şerrin, hülâsa herşeyin yaratıcısı olduğuna ve sonunda O´na dönüleceğine inanmak gibi dînî esaslar, tetkik konusu dahî olamaz. Zira, Allahu Teâlâ´nm varlığına ve birliğine îmân, İslâm akidesinin ve bütün Semavî gerçek dinlerin esasını teşkil eder. Çünkü Allah, herşeyin aslı, var oluşunun sebebidir. O, her varlığın yaratıcısı ve gayesidir. Bütün dinler, bu inanca dayanır. Her türlü güzellik, hayır, adalet ve fazilet hissi, her insanda fıtrî olan bu inançtan, Allah´a îmân esasından doğmuştur.[1]
Iı _ Vücüd-I Îlâhl´yi İsbat Eden Deliller
Vücûd-ı Ilâhî´yi isbat etmek; şer´î delillerle değil, ancak aklî veya vicdanî delillerle veya her ikisiyle mümkün olabilir. Çünkü ilâhî bir dîne inanmak, her şeyden önce, onu vaz´eden Allahu Teâlâ´-ya inanmakla kaabil olur. O halde, Allah´ın varlığını isbat ederken henüz isbat edilmemiş olan ve isbatı Allah´ın isbatıria tevakkuf eden dînin beyân ettiği şer´î deliller zikredilemez. Zira Allah´a inanmayan bir kimse, ilâhî bir dîne, mukaddes bir kitaba inanmıyor demektir. Bu sebeple, bu gibileri ikna etmek için, yalnız akla hitabeden aklî ve mantıkî deliller beyan etmek gerekir. İşte bunun içindir ki Kur´an-ı Kerîm, insanları Allah´ın varlığı konusunda dâima düşünmeğe, muhakeme etmeğe ve akla müracaata davet etmektedir. Ancak, Kur´an´a inanan samîmi bir müslüman için, naklî delil sayılan âyet-i kerîmeler, onun îmanını kuvvetlendiren birer kesin delildir.
Her devirde, Yüce Allah´ın varlığını inkâr eden ve yalnız maddeye inanan materyalistlerle, Allah´a ortak koşan müşrikler —az da olsa— bulunduğundan, Allah´ın varlığını isbat konusu, islâm Mütefekkirlerini ve İlâhiyatçı Filozofları çok meşgul etmiş ve bu hususta çeşitli deliller zikretmelerine sebep olmuştur.
Şimdi biz burada, Hak Teâlâ´mn yüce varhğını isbat hususunda İslâm Mütefekkir ve Kelâmcılarıyla, İlâhiyatçı Filozofların ileri sürdükleri ilmî ve felsefî delillerin en mühimlerini beyan edeceğiz. Bu´ konuda «Maddeciler»in görüşünü de kısaca izah ettikten sonra, onlar gibi maddî ilimlerle meşgul olan tabiat âlimlerinin yalnız maddeye inanıp, Allah´a inanmayan Maddecilere güzel bir cevap teşkil eden, ilmî delillerinden bazılarını zikredeceğiz.
İslâm Mütefekkirleriyle, İlâhiyatçı Garp Filozoflarının bu konuda beyan ettikleri deliller esas itibariyle bir olup, hepsi de, bu varlık âleminin ilk illetinin (yani yaratıcısının) «öncesi ve sonu olmayan, hududsuz ve mutlak kemâl sahibi bir varlık» olduğu esasına dayanır. Hepsinin hedefi, bu ilâhî varlığı isbat etmektir.
Bu konuda, seçilen çeşitli yol ve metodlar ile, zikredilen delilleri, şu üç gurupta toplayabiliriz :
A) Dış âlemden çıkarılan »Tabiî deliller»
B) Akıl yoluyla elde edilen «Metafizik deliller»
C) İnsan tabiatından çıkarılan «Ahlâkî ve Vicdanî deliller».
Şimdi bu delilleri sırasiyle görelim : [2]
A) Dış Âlemden Çıkarılan Tabiî Deliller;
«Âlem» adı verilen gördüğümüz şu varlıktan çıkarılan delilleri dört gurupta toplayabiliriz :
1- Hudûs (sonradan var olma) delilleri Bunlar bu âlemde .görülen varlıkların hal ve sıfatlarından çıkarılan delillerdir.
2- İmkân delilleri : Bu âlemin vücûdundan, yâni yokken var olmasından çıkarılan delillerdir.
3- Hareket delili :, Maddede bulunan hareket özelliğinden çıkarılan delildir.
4- İbda´ ve İHet-i Gâiyye delili : Âlemdeki nizamdan, her şeyin bir gayeye göre yaratılmış olmasından çıkarılan delildir.
Şimdi bunların herbirini beyân edelim. Ancak bu kitabın hazırlanmasındaki gaye bakımından, delillerin münakaşasına girmiyerek, yalnız bu delilleri izah etmekle yetineceğiz.
1- Hudûs Delilleriyle, Allah´ın Varlığını İsbat:
Bu âlemin hadis olduğu esasına dayanan hudûs delillerini beyân etmeden önce, şu hususu bilmemiz gerekir :
Biraz sonra izah edeceğimiz gibi, bu ´âlem hadistir. Yâni, yok ik#n sonradan var olmuştur. O halde evveli olmayan «Kadîm» bir faile muhtaçtır.
Yine ileride beyân olunacağı gibi, bu mümkindir. Yâni; vücûdu kendi zâtının muktezâsı (icabı) olmayıp, vücudu da, ademi de zâtına nisbetle müsavidir. O halde, bu âlem, varlığını yokluğuna tercih ederek, yok iken onu var eden bir müreccihe, bir mucide muhtaçtır. Bu mucidin de vücûdu zâtından, yâni Vâcib´ul - Vücût olması gerekir. Şu hâle göre bu âlem bir mucide (yaratıcıya) muhtaçtır.
Bu ihtiyâcın illeti (sebebi) nedir
Bu ihtiyâcın illeti; hudûs mudur, yoksa imkân mı
İşte bu husus, Kelâm âlimleriyle, filozofları ihtilâfa ve münakaşaya sevkeden mühim bir konudur.
Biz burada, bu önemli konuya kısaca işaret edeceğiz.
«Mâtekellimûn» diye anılan Kelâmcılarm ekserisi, bu ihtiyâcın illeti (sebebi) «Hudûs»´tur, derler.
Filozoflar ise, bu illetin hudûs olmayıp, «İmkân» olduğu ka-naatindedirler.
Bâzı Kelâmcılar, filozofların bu görüşüne iştirak etmişlerse de diğer bir kısım kelâmcı, üçüncü bir görüşe sahipdir. O da; bu ihtiyacın illeti, «İmkân ile birlikte hudûs»´dur, fikridir. Herbirinin görüşünü destekleyen deliller vardır [3]
Bu kısa bilgiden sonra «Hudûs» esasına dayanan delilleri izaha geçebiliriz :
a) Cisimlerin Hudûsu Esasına Dayanan Delil :
Mütekellimûn (İslâm Kelâmcıları), bu delili şöyle bir kıyâs yoluyla beyân ederler :
Bu âlem, suretiyle ve maddesiyle hadistir (Sonradan var olmuştur).
Her hadis mutlaka bir muhdise (mucide) muhtaçtır.
O halde bu âlem de bir muhdise muhtaçtır. O da Allahu Teâlâ´-dır.
Şimdi, nazarî ve delile muhtaç olan bu kaziyye (önerme) ´lerin herbirini açıklayarak, vardığımız neticenin doğru olup olmadığım inceleyelim.
Bu âlemin hadis olduğu müşahede (gözlem) ve aklî delillerle sabittir. Şöyle ki :
Âlem; «A´yân» denilen «Cevher»´den ve bu cevherle kaaim olan «Arazlar»´dan meydana gelmiştir. Daimî bir hareket ve değişmeler halinde olan cevherler ve arazlar hadîstir. Çünkü bir halden diğer bir hale değişen herşey, yeni oluşlar hâlinde bulunduğundan hadistir. Bu hususu biraz daha açıklayalım :
Cevherle kaaim olan arazlar, İslâm âlimleri nazarında şunlar-; dır :
Hareket; sükûn, içtima´ ve iftirâk (ayrılma) adları verilen Ek-vân-ı erbaa (dört oluş).
Her biri bir keyfiyet olan; renkler, kokular ve tadlar (yiyecek ve içeceğin verdiği lezzetler)´dir. Bunların herbirinin bildiğimiz çeşitleri vardır.
Bu arazlar, münferit veya mürekkeb cisimlere arız olan ve onlara değişik haller, şekiller veren sıfatlardır.
İşte bu arazların hepsi, hadistir, sonradan var olmuştur.
Bunlardan bazılarının hudûsu his ve müşahede (gözlem) ile sabittir. Görmekte olduğumuz; sükûndan sonra hareket, karanlıktan sonra aydınlık, beyazlıktan sonra siyahlık gibi...
Bazılarının hudûsu da, delil ile sabittir. Hareketin gelmesiyle yok olan sükûn, aydınlıkla yok olan karanlık, siyahlıkla yok olan beyazlık gibi... Çünkü bu gibi arazlar yok olduktan sonra görülmez. Fakat, hadîs olduğu aklî delille sabittir. Zira, hadis olmasaydı, vâcib olması gerekirdi. Eğer vâcib olsaydı, zıdlarınm gelmesiyle yok olmaması gerekirdi. Halbuki zıdları gelince yok oluyor. O halde vâcib değil hadîstir. Yani vücudu zâtının icabı değil, başkası tarafından sonradan var edilmiştir.
İşte böylece, bütün arazların hadîs olduğu (bazısı müşâhade, bazısı delil ile) sabit oldu.
Hudûsu sabit olan arazlar, kaaim oldukları cevherlerin de hadis olduğuna delil teşkil eder. Çünkü :
Cevherler, kendilerine ânz olan hadiselerden asla hâlî değildir. ğildir.
Hâdiseden hâlî olmayan herşey hadistir.
Bu iki kaziyyeyi isbat edersek, bütün cevherlerin hadis olduğu gerçeği de isbat edilmiş olur.
Birinci kaziyye doğrudur. Çünkü : Her cisim veya cevher hareket veya sükûnden hâlî değildir. Zira her cisim, mutlaka bir boşlukta (hayyizde) bir yerde bulunur.
Eğer orada kalır ve başka bir yere intikal etmezse sükûn halindedir. Sakindir (Sükûn; bir yerde, iki zamanda iki oluştur.
Eğer cisim, ilk yerinde kalmayıp, ikinci bir yere intikal ederse, hareket halindedir. (Hareket; iki yerde, iki zamanda iki oluştur.) Bu iki halin üçüncüsü yoktur.
O halde; «Cevherler kendilerine arız olan hâdiselerden asla hâlî değildir» diyen birinci kaziyye isbât edildi.
İkinci kaziyyenin isbâtına gelince :
Hâdiseden hâlî olmayan şey, hadis (sonradan var) olmayıp, kadîm (ezelden var) olsaydı, ondan hiçbir zaman ayrılmayan ve 1 dâima lâzımı bulunan hâdiseler de, onunla birlikte ezelde mevcut olurdu. O vakit, o hâdiseler de onun gibi kadîm olurdu ki; bu aklen * muhaldir. Çünkü hadis, yani sonradan var olan bir şey, kadîm, yani ezelî olamaz.
îşte böylece, cisim ve cevherlerin de, arazlar gibi hadis olduğu, dolayısiyle cevher ve arazlardan teşekkül eden bu âlemin de, suretiyle ve maddesiyle hadis olduğu gerçeği isbat edilmiş olur.
Bu âlemin hadis olduğu, yani bir zaman yokken bizce bilinmeyen bir müddet sonra maddesiyle, sureti ve bütün cüzleriyle var olduğu sabit olunca, sonradan var olan her hadis gibi bu âlemin de bir mnhdise, yâni bir mucide, (yaratıcıya) muhtaç olduğu sabit olur. Bu, «İlliyet» kanununun [4] tabiî bir neticesidir,
O halde bu âlem de, var oluşunda bir yaratıcıya, bir mucide muhtaçtır. O yaratıcı ise; bu âlem cinsinden olmayan, varlığı zâtının icâbı, yani Vâcibü´l - Vücût olan mutlak kemâl sahibi Aîlahu Teâlâ´dır [5]
Bu neticeye varmak, zorunlu ve kesindir. Çünkü, sonradan yaratılan bu âlemin, vâcibü´l - vücûd (varlığı zâtının îcâbı) olan Allah tarafından değil de, Allah´dan başka bir fail tarafından yaratıldığını farzetsek, sonunda mutlak kemâl ve kudret sahibi, vücûdu zâ-tıyla kaim bir Allah´ın varlığına yine ulaşırız. Zira deriz ki :
Bu âlemi yaratan varlık, vâcibü´l vücûd değilse, mümkini´l - vü-cûddur. Yâni vücûdu sonradan var olmuştur. O halde o da, varlığında başka bir faile, mucide (yaratıcıya) muhtaçtır. Şayet, o da, bu fail gibi, başka bir faile muhtaç ise, faillerin böylece sonsuzluğa doğru teselsül edip gitmesi gerekir. Böyle bir teselsül ise, Kelâm-cılar ve Filozoflar nazarında bâtılda. O halde, var olduğu farzedilen bu failler silsilesinin bir noktada durması ve başkasına muhtaç olmayan, her bakımdan ekmel, vücûdu zâtının icâbı olan bir varlığa dayanması şarttır. îşte bu varlık, âlemin yaratıcısı olan Allahu Teâlâ´dır.
Görüldüğü üzere bu netice ve Hakk Teâlâ´nın varlığını isbat eden birçok deliller, teselsülün bâtıl olduğu esasına dayanmaktadır.
Bu sebeple, teselsülün bâtıl olduğunu beyân eden birçok deliller zikredilmiştir. Biz burada «Burhân-ı Tatbik» adiyle şöhret bulan delili beyan etmekle yetineceğiz. [6]
Teselsül Ve Îptalî
Teselsül : Herbirinin vücûdu daha öncekinin vücûduna tevakkuf ederek birbirine dayanan ve ezele doğru uzandığı tasavvur olunan namütenahi (sonsuz) bir silsile, demektir.
Teselsül´ün İptali işte hâdiselerin sonsuzluğa doğru bu şekilde teselsül edip gitmesi muhaldir, mümkün değildir. Çünkü : Eğer maziye doğru evveli ve başlangıcı olmayan ve birbirine tevakkuf eden ve birbirine zincirleme dayanan böyle bir hâdiseler silsilesi olsa ve meselâ bugün vücûda gelen bir hâdise, bu şekilde birbirine tevakkuf eden ve sonsuzluğa doğru uzanan namütenahi bir hadiseler silsilesinin neticesi olsa, yani böyle bir «namütenahi» hâdiseler silsilesi bulunsa.
Bir de; meselâ bundan bir ay önceki bir hâdisenin illeti´nm ete. böyle maziye doğru devam eden namütenahi hâdiseler silsilesi dl-duğunu farzetsek...
Hiç şüphe yoktur ki, var olduğunu farzettiğimiz ikinci silsile-nin halkaları, birinci silsilenin halkalarından daha azdır. Çünkü ikinci silsile, birinciden bir ay daha azdır.
Şimdi, birinci hâdiseler silsilesiyle, varlığını farzettiğimiz ikinci hâdiseler silsilesini, bugünden başhyarak, mazi cihetindeki namütenahi sonsuzluğa doğru herbirinin halkalarını, diğerinin halkalarıyla karşılaştırmak suretiyle birbiri hizasına koyarak; birbiri ile ça-kiştırsak :
Ya, bu iki silsilenin de mazi cihetindeki sonları bitmez ve sonsuzluğa doğru devam edip giderler. Bu takdirde; noksan olan ikinci silsilenin, tam ve kâmil olan birinci silsileye eşit olması gerekir. Bunun bâtıl olduğu aşikârdır.
Veya, noksan olan silsile, noksan olduğu miktar yerinde kesilerek son bulur. Gerçek ve tabiî olan bu netice, birinci silsilenin de noksan silsile gibi kesilerek son bulmasını gerektirir. Çünkü bu silsile, sona eren noksan silsileden bir ay gibi belirli bir miktar fazladır. Bu fazlalık bitince o da nihayete erer.
işte böylece, sonsuz ve namütenahi olduğu iddia edilen hâdiseler silsilesinin, mütenâhî (sonlu) olduğu, dolayısiyle yukarıda tarif edilen teselsülün bâtıl ve muhal olduğu isbat edilir. Bu delile «Bur-hân-ı Tatbik» adı verilmiştir. [7]
Netice: Bu âlem, sureti ve maddesiyle hadistir. Çünkü âlemi meydana getiren cevher ve arazlar hadistir.
Her hadis var olabilmek için bir muhdise bir. mucide muhtaçtır. Bu husus, illiyet.kanunu ile sabittir. O halde, bu âlem de bir muhdise yani bir yaratıcıya muhtaçtır.
Âlemin muhdisi, yâni mucidi, Vâcibü´l - Vücut´tur. Çünkü : Bu
mûcid Câizü´l - Vücûd olsa, o da hadis olur. Hadis olan mûcid ise, âlemin mucidi, (faili) olamaz. Aksi halde, kendi nefsinin illeti olmuş olur. Bu ise muhaldir. Çünkü, bir mucide, yani bir yaratıcıya muhtaç olan şey, kendi nefsinin asla mucidi-olamaz.
Bu âlemin illeti, sonsuzluğa doğru devam eden bir hâdiseler silsilesi de olamaz. Çünkü teselsül, «Burhân-ı Tatbik» ile bâtıldır.
O faalde bu âlemin müciaJ; Vâcibü´l - Vücut´tur. O da Aiîahu TeâlâMır.
Görüldüğü üzere bu delil, dikkat isteyen, uzun, güç ve münakaşaya müsait bir delildir. Nitekim, büyük İslâm Filozofu İbni Kiişd, eserden müessire (tesir eden bir varlığa) geçiş yoluyla Allah´ı isbat yolunu benimsemekle beraber, âlemin bütün cüzlerinin hadis olduğunu isbat esasına dayanan bu delili, uzunluğu ve zorluğu sebebiyle tenkid etmiştir. Bu sebeple, hudûs esasına dayanan bu delilin, Kur´an-ı Kerîm´de birçok âyetlerle işaret olunan usûle uygun olarak takrir edilmesini ister. «Şeriat tarîki» adını verdiği bu usulle iki türlü delil zikreder : Birincisine; «İhtira», yâni «îcad etme, yaratma» delili, ikincisine de «İnayet» delili adını verir. İhtira, «îcad etme» ve «İnayet» delillerine delâlet eden müteaddit âyetler zikrederek, bu metodla Allah´ı isbat etmenin, insan tabiatına en uygun yol olduğunu, münevver, mütefekkir her çeşit halk tabakasını tatmin edeceğini söyler [8] İnayet delili ileride zikredilecektir.
b) İhtira (îcad Etme) Delili :
tbn-i Rüşd´ün bu delilini şöylece özetleyebiliriz : Gökler ve yer, nebat ve hayvan gibi gördüğümüz varlıklar, ihtira (icad) olunmuştur. Her ihtira olunana bir ihtira edici lâzımdır. O halde şu mevcudatın da bir ihtira edicisi vardır. O da Allahu Teâlâ´dır. Çünkü : Görüyoruz ki yok iken bir nebat, bir hayvan var oluyor. Bunların sonradan olduğunda ve ihtira (icad) edildiğinde şüphe yoktur. Meselâ câmid, yani cansız ve hareketsiz bir cisim görüyoruz, sonra onda hayat vücûda geliyor. Cisimlerde hayat, idrâk, akıl gibi haller ihtira (icad) olunuyor. Her şey daima yeni bir oluş ve değişmeler halindedir.
İlliyyet kanunu gereğince her ihtira olunan, yani icad olunan şeye bir ihtira eden ,icad eden lâzımdır. Çünkü hayat, idrâk ve akıl gibi haller kendiliğinden vücud bulamaz, mutlaka bir muhdise, her-şeyi yaratmağa kadir bir mucide muhtaçtır. O da, ezelî ve ebedî, âlim ve kaadir olan Hak Teâlâ´dır [9]
Görüldüğü üzere bu delilde, müşahede olunan bir hâdisenin veya bir vasfın hadis olması kâfidir.
Terldb Delili :
Bu âlem mürekkeb (terkip edilmiş) bîr varlıktır. Bu husus, müşâhade ile sabittir.
Her terkip olunan şey, kendinden Önce mevcut bir mürekkibe (terkip ediciye) muhtaçtır. Terkip olunan varlık, cüzlerinden meydana gelir. Cüzler, mürekkepden (yani terkip olunandan) önce vardır ve ondan ayrı şeylerdir. O halde, terkip olunan varlık yok iken, bilâhare,- cüzlerinin birleştirilmesiyle hadis olmuştur ve her hadis gibi o da bir muhdise muhtaçtır. Bu muhdis, terkip edilen ve kendinden başkasına muhtaç olan bu âlem cinsinden olamaz. Aksi halde muhdislerin teselsülü gerekir. Teselsül 9:se bâtıldır. O halde bu muhdis, varlığında başkasına muhtaç olmayan kadîm (ezelî) bir varlıktır. O da, Vâcibu´l - Vücûd (vücudu zâtına vacip) olan Hak Teâlâ´dır.
Hudûs, yani sonradan var olma esasına dayanarak Allah´ın varlığını isbat eden başka deliller varsa da, bu kadarla yetiniyoruz.
2- imkân Esasına Dayanan Delillerle Allah´ın Varlığını tsbatt
Bu metodla Hak Teâlâ´yi isbat etmek, İslâm filozoflariyle, bazı Kelâm âlimlerinin yoludur.
Mümkin ; Mücûdu da, ademi (yokluğu) de müsavi olan, yani vücûdu kendi zâtının muktezâsı ve icabı olmayan, var olması da, yok olması da aklen caiz olan şey demektir. O halde, aslında mümkün olan bir şey bazan- vücûdu kabul ederek var olur. Bazan da yokluğu kabul edecek yok olur. Bunun içindir ki Kelâmcılar «Her mümkin hadistir.» derler. Çünkü bir şeyin mümkin olduğunu, o şeyin hadis olmasıyla biliriz. Bu bakımdan hadis, mümkinden daha açık, dolayısiyle, hudûs yoluyle Hak Teâlâ´yi isbat, imkân -yoluyle isbattan daha açık ve daha meşhurdur.
Şimdi imkân esasına dayanan delillerden bazılarım görelim :
a) Bu Alemin Mümkin Olması îielili:
Bu delil şöyle bir kıyâs yoluyla beyan edilebilir : Bu âlem bir mümkinât mecmuasıdır.
Her mümkin, var olabilmesi için, yokluğuna varlığını tercih eden bir müreccihe, müessir bir kuvvete muhtaçtır.
O halde bu âlem de, var olabilmek için böyle bir müessir kuvvete muhtaçtır. O müessir kuvvet de, bu âlem dışında, vücûdu zâtına vâcib olan bir varlıktır. O da Allaîıu Teâlâ´dır.
Evet görmekte olduğumuz bu âlem mümkindir. Çünkü; var olmakla beraber, vücûdu zarurî değildir. Zira bu âlem, var olmayabilirdi de.. Nitekim biz bu âlemin yok olmasını da tasavvur etsek, bu tasavvur aklen muhal değildir. Zira âlemin, kendi varlığı ve hakikati içinde vücûdunu zaruri, yokluğunu imkânsız kılan bir sebep yoktur. O halde biz, bu âlemin varlığını da, yokluğunu da düşünebiliriz. İşte bunun içindir ki, şu varlık âleminin vücûdu mümkindir, yani vücûdu zâtından değildir. Daima değişiklik halinde ve cüzlerine muhtaç bulunan bu âlemin bizatihi mevcut, yani vâcibu´l - vücûd ve ezelî bir varlık olması iddia edilemez. O halde bu âlem müm~ kinü´l - vücut´tur. Yani varlığı zâtından değildir. Öyle ise, bu âlem de her mümkin gibi, varlığını yokluğuna tercih eden bir müreccihe, yani müessir bir kuvvete muhtaçtır. Bu müessir de, Vâcibu´l - Vücûd olan Allahu Teâîâ´dır.
Bu müessir, vardır ve vâcibu´l - vücuttur. Çünkü :
Varlıkların mucidi, hariçte vücûdu olmayan bir şey olamaz. Zira icâd mertebesi, vücûd mertebesinden sonradır. O halde bir şey mevcut olmadan, başkasını icâd edemez.
Bu âlemin pıûcidi, mümkini´l - vücût da olamaz. Çünkü öyle olsa, bu müessir :
Ya bu âlemin kendisi olan tamamıdır;
Veya cüz´üdür;
Veya biribirine dayanarak sonsuzluğa doğru giden mümkinler silsilesidir.
Birinci ve ikinci ihtimâl bâtıldır. Zira bir şey, bizzat kendisinin müessiri olamaz. Aksi halde, bir şey hem illet, hem malul olur. İllet malûlünden önce olacağından, kendi nefsi var olmadan Önce mevcut olması gerekir ki, bunun aklen muhal olduğu aşikârdır.
Üçüncü ihtimal de bâtıldır. Zira bu ihtimâl teselsülü gerektirir. Teselsül ise bâtıldır.
Bütün bu ihtimaller bâtü olunca, bu âlemin mucidinin, bu âlem dışında ve mUmkinattan olmayan Vâcibü´l - VücÛd bisı gerekirr. tşte bu varlık da, Jizaöhi ve bizatihi bir varlık olma- mevcut olan Allahu Teâlâ Görüyoruz ki bu âlemin var olması, her bakımdan eşsiz, ezelî bir mevcudun, yani Allah´ın varlığını isbat ediyor. Esasen, vücûdu zâtının icabı ve muktezâsı olan ezelî bir mevcut olmasaydı, gördüğümüz bu âlem vücûd bulmazdı. Çünkü hiçbir şey, kendi kendine var olamaz, bu hakikat maddecilerin de kabul ettiği «illiyet Kânunu» ´nun zarurî bir neticesidir.
b) Mutlak Bir Mevcut Delili:
Hakikatta bir mevcut vardır. Bu, hiçbir kimsenin inkâr ede-miyeeeği bir gerçektir.
Varlığı inkâr edilemiyen bu mutlak mevcut :
Ya Vâcibdir. Yani vücûdu zâtının icabı ve muktezâsıdır.
Veya mümkindir. Yani vücûdu zâtının muktezâsı olmayan bir varlıktır.
Çünkü, bütün varlıklar, bu iki nevi varlıkta toplanmış ve inhisar etmiştir.
Eğer, bu mevcut olan şey vâeib ise, matlubumuz isbât edildi demektir. Yani o, varlığı vâcib olan şey, ancak Allahu Teâlâ´dır.
Eğer, bu mevcut olan şey mümkin ise, bir müessire muhtaçtır. Çünkü mümkin, varlığı zâtının icabı ve muktezâsı olmadığından, var olabilmesi için vücûdunu ademine (yokluğuna) tercih eden bir müreccihe muhtaçtır. Aksi halde miireccihsiz tereccüh (yani tercih edici olmadan tercih etmek) lâzım gelir ki, bu da muhaldir, imkânsızdır.
Bu müreccihin vâcib olması zaruridir. Çünkü o müreccih de mümkin olsa, o da başka bir müreccihe muhtaç olur. Onun nıürec-cihi de mümkin olsa ve böylece devam etse, teselsül lâzım geîir. Teselsül ise bâtıldır.
O halde, bu mutlak mevcut mümkin ise, onun mucidi mutlaka vâcibdir. O da Allahu Teâlâ´dır.
İmkân esasına dayanan daha başka deliller varsa da, burada en önemlilerini zikretmekle yetinmeyi uygun bulduk[10].
3- Maddede Bulunan Hareket Vasıtasiyle Yüce Allah´ı tsbat: Bir de, «Hudûs» delilinde «hadis» olduğunu söylediğimiz «cev-her»´in, yani maddenin dâima harekette oluğundan çıkarılan delil ile Yüce Allah´ı isbat ederler ki, bu deliî de kısaca şöyle ifade olunabilir :
Şu âlemde bulunan madde ve ondaki hareket bugün ilmen sabittir. Bu madde ve bu hareketin mucidi kimdir
Maddeciler «Madde de, ondaki hareket de ezelidir» derler. Bu fikir yanlıştır. Çünkü maddedeki bu hareket, bir evvelki hareketin, o da daha evvelkinin neticesidir. Bu hareketler silsilen, sonsuzluğa doğru devam edip gidemez. Çünkü teselsül bâtıldır. O halde bu hareket silsilesinin bir noktada durması ve ilk hareketin, vücûdu vâcib olan bir illete, bir muharrike dayanması zaruridir. O da her şeyin halikı olan Allah´dır.
Sonra, Fizik ilmi bize; maddenin genel özellikleri arasında bit de «Atâlet» Özelliği olduğunu, Mihaniki Fizik de; «harekette bulunan cisimler manzumesinin denkleşmeğe çalıştığım, bu sebeple har reket halinde bulunan her cismin az çok uzun bir zaman sonra sükûnete ermesinin zaruri» olduğunu bildirir.
Maddenin genel özelliklerinden olan «Atâlet» ve «Denkleşme* kanunları, bu âlem denen kâinattaki hareketin ezelî ve ebedî ola-mıyacağını isbat etmekte ve maddecilerin, «Madde de, ondaki hareket de ezelîdir...» iddiasını çürütmektedir. Çünkü, ilmen sabit olan «Denkleşme kanunu» gereğince, bu âlemin sükûna gelmeye çalışması zarurîdir. «Âlem, bahsettiğimiz denkleşmeye ve sükûnet haline gelmiş sonra sırf maddedeki hareket özelliğinin îcabı olarak tekrar harekete başlamıştır», şeklindeki itiraz ise, «Atâlet» kânununa aykırı olduğundan vârid değildir. O halde; madde ve ondaki hareket ezelî olmayıp, her ikisinin de bir başlangıcı vardır. Yani sonradan vücûda gelmiştir, öyle ise; bu varlığı vücûda getiren maddeyi de, onu teşkil eden atomdaki enerji kaynağı olan hareketi de yaratan, varlığı zaruri ve ezelî yüce bir varlık vardır. O da Allah (c.c.)*drr.
Evet, parçalanan atom içinde gizlenen müthiş enerji, maddecilerin, *çKuwetsiz madde maddesi» kuvvet olamaz» teorisini desteklemiştir. Ancak, bu teoriden, Allah´ı inkâr mânâsı çıkmaz. Çünkü ister, önce madde bulunsun ve bunun bir kısmı parçalanarak enerjiyi vücûda getirsin, veya bunun aksi olsun (yani enerji önce olup, bir kısmının yoğunlaşmasiyle «tekasüf etmesiyle» vücûd bulan maddeyi hareket ettirmiş olsun) yine de ilk mevcut olan hangisi ise^ onu bir yaratan olduğunu kabul etmemiz gerekir. İşte o yaratıcı, herşeyden önce var olan ve vücûdu vâcib bulunan Allahu Teâlâ´dır,
Maddenin en küçük zerresi olan atomda, bu muazzam enerjinin bulunabilmesi de, Allah´ın varlığına ayrı ve açık bir delil teşkil eder. Çünkü, küçük bir atomda gizlenen bu muazzam enerjiyi, ancak yüce bir kuvvet, yani yalnız Allah toplayabilir. Böyle müthiş bir enerji kudreti, ancak ilâhî bir varlık vasıtasiyle vücût bulabilir. İşte o ilâhî varlık da, Hak Teâlâ´dır.
Meşhur Yunan filozofu Aristotales de, «İlk muharrik» diye vasıflandırdığı Allah´ı, maddenin dâima hareket etmekte olduğu esasına dayanarak isbat etmiştir.
4- İbda ve Ulet-i Gâiye Delili ile Allah´ın Varlığını İsbat [11]
İbda : Bir şeyi, benzeri veya misli ve eşi olmadan güzel ve mükemmel bir şekilde vücûda getirmektir.
Gaye ise : Bir şeyin neticesi, o şeyin varlığı üzerine terettüp eden fayda ve onun vücûdunu gerektiren hikmet demektir.
Görüp durduğumuz bu âleme dikkat edersek, onun çok güzel ve çok mükemmel olarak yaratıldığını anlarız. Dünyamız ve ondaki her varlık; gök yüzü ve onda görülen güneş, ay ve yıldızlar, hülâsa bu âlemdeki herşey, daha önce bir benzeri olmadan vücûda getirilmiş ve herbiri bir gaye için yaratılmıştır. Hiçbir şey rastgele, sebepsiz, faydasız ve maksatsız olarak yaratılmamıştır. Bu âlem bir güzellik, gaye ve vesileler mecmuasıdır.
Meselâ İnsan : O, canlı varlıkların en güzeli, en mükemmelidir. Bu mükemmel varlık, rastgele vücûda gelmiş, sebepsiz ve gayesiz bir varlık değildir. O her azâsıyla güzel, mükemmel, faydalı ve maksatlıdır. Meselâ göz; görünüşü ile güzel, bütün inceliği ile mükemmel, «görmek» de onun gayesidir. «İşitmek» kulağın, «koklamak» burnun, «tatmak» dilin gayesi ve faydası değil midir Bunun gibi kalbin de, midenin de, beynin ve aklın da bir gayesi, mevcudiyetinin hikmet ve faydası vardır. İnsanın olduğu gibi, canlı ve cansız her mevcudun varlığının bir gayesi, faydası ve hikmeti bu-lunduğu muhakkaktır. Bunu her idrak sahibi bilir.
Evet biz, çok defa bu hikmet ve faydaları görür, aklımızla buluruz. Fakat bazan da, birçok şeylerin varlığındaki maksat ve gayeyi bilemez ve anlıyamayız. Onların varlığının nimeti, çok defa idrâkimizin ve anlayışımızın dışında kalabilir. Çünkü, gayesi idrak ve tefekkür olan aklın, anlama kudreti de her varlık gibi sınırlıdır. Ancak, bu hikmetleri anlayamamamız, o şeylerde bir gaye ve maksat bulunmamasını gerektirmez. Zira biz, buna rağmen, gözün görmek, kulağın işitmek, midenin yenileni hazmetmek, kanadın uçmak, saatin vakti bildirmek için olduğunu bilir ve kabul ederiz.
İşte bu âlemde görülen canlı ve cansız varlıklardaki ibda ve gayeler manzumesi, bütün bunları icadedip yaratan bir halikın varlığını, aynı zamanda o varlığın ilim ve kudret sahibi bir ilâh olduğunu isbat eder. Her şeyi bir maksada göre yaratan bu varlık, Vâ-cibul* - Vüeûd (Vücûdu kendi zâtından) olan Yüce AUah´dır.
Kısaca ifadeye çalıştığımız bu delil, ta Sobrates´ten bu yana, bütün ilâhiyatçı filozofların önem verdiği «lllet-i Gâiye» adıyla şöhret bulan «Nizâm-ı Alem» delilidir. Kur´an-ı Kerîm´de de âlemdeki t*u ibda ve gayeyi belirten bir çok .âyetler vardır.[12]
Büyük İslâm filozofu tbn-i Rüşt bu delili, KurWın delillerinden sayar ve «İnayet delili» adını verir.
tbn-i Rüşt bu delili şöyle ifade eder :
«Bu dünyada bulunan varlıkların karakter ve tabiatını tetkik «Biz yeri (rahat yaşamanız için) bir döşek (ve konak), dağlan da birer direk yapmadık mı. Sizi çift çift yarattık. Uykunuzu dinlenme (zamanı) yaptık. Geceyi örtü, gündüzü maişet zamanı yaptık. Üzerinize sapasağlam yedi gök bina ettik. Orada parlak bir çırağ (güneş) yaptık. Rüzgâr ile sıkılan bulutlardan tane ve nebat çıkarma^, sarmaşmış bahçeler bitirmek için, bol bol su (yağmur) indirdik.» (Nebe, 6-16).
edince, onların, sanki insan için, insanın varlığını, devam ettirmek için yaratılmış olduğunu görürüz. Bu alâka, gaye ve dengenin gelişi güzel, rastgele bir´ tesadüf neticesinde olması mümkün değildir. Belki bu denge ve uyum, insana verilen kıymet ve önemi, herşe-yin ona hizmet ve faydalı olma gayesini hedef alarak müstakil, irade ve kudret sahibi bir varlık tarafından yaratılmış olduğunu gösterir. Gece ile gündüz, ay ile güneş, zamanlar (mevsimler) ve mekânlar, göklerin yaratılışı, yağmurların yağışı, denizler ve karalar, otlar, ağaçlar, hayvanlar, toprak, su, hava, ateş, hülâsa herşey. insanın yaşamasına, rahat ve saadetine hizmet için yaratılmıştır. Bu, şüphe götürmez bir hakikattir.
Bundan başka, insan ve hayvanın bütün azaları, şahıslarını ve nev´ilerini yaşatmak ve devam ettirmek gayesine uygun bir şekii-de yaratılmışlardır.
İşte bunun içindir ki Yüce Allah´ın varlığını tam mânâsiyle anlamak ve bu hususta tam.bir bilgi sahibi olmak isteyenler için, yeryüzündeki varlıkları incelemeleri vâcibdir. insanı, Allah´ı bilmeye ve O´na inanmaya götüren en doğru yol da budur.» [13]
Allah´ın ilâhî varlığım isbat eden ve dış âlemden çıkarılan tabi» delilleri buraya kadar izaha çalıştık.
Şimdi, yalnız akıl yoluyla Yüce Allah´ın varlığını isbat eden delilleri özetleyeceğiz. [14]
Akıl Yoluyla Çıkarılan «Metafizik» Deliller :
Yeni filozoflar Allah´ın varlığını yalnız akıl yoluyla isbat etmişler ve bir çok aklî deliller zikretmişlerdir. Bunların en mühimleri, modern felsefenin kurucusu olarak tanınan meşhur Fransı filozofu Dekart (Descartes) tarafından ifade edilen «Kemâl» ve «Namütenahi» fikir ve esasına dayanan «Metafizik» delillerdir. Biz burada, bu iki delili özet olarak anlatmakla yetineceğiz.
1- Namütenahi Tasavvurundan Çıkarılan Delil ile Allah´ın Varlığım tsbat:
Descartes bu delili şöyle ifade eder :
Düşünüyorum. O halde varım. Düşününce anlıyorum ki, ben noksan bir varlığım. Çünkü biliyorum ki ben şüphe ederim. Şüphe etmekse, hakikati bilmemekten doğan bir noksanlığın tecellisidir. Buna rağmen, bende bir «Namütenahi» (Sonsuzluk) ve «Mutlak kemâl» fikri ve bunu tasavvur ediş var. İşte bu namütenahi tasavvuru, benim noksan ve mütenâhî (sonu olan) bir varlık olduğumu bana öğretiyor. Bu fikir bana nereden geldi
Şüphe yok ki, noksan ve sonu olan bir varlık olarak bu fikrin kaynağı ben değilim. Çünkü; noksan ve sonu olan bir varlık, kâmil ve sonsuz bir varlık fikrinin masdarı ve kaynağı olamaz. O halde her eser ve malûl gibi bu fikrin de bir illeti, bir sebebi olması tabiîdir.
Bu sebep (illet), ben olamıyacağım gibi, dış âlemde görülen herhangi bir varlık da olamaz. Çünkü, onlar da benim gibi mütenâhî (sonlu) ve noksan... Mütenâhî ve noksan olan bir varlığın eseri namütenahi (sonsuz) olamaz. O halde, bana, bu namütenahi fikrini telkin eden ve tasavvur ettiğim kemâl sıfatlarına sahip namütenahi bîr varlık var. O da, bütün kemâllerin ve sonsuzluğun sahibi olan Allah´dır.
2 - Descartes Allah´ın Varlığını tsbat Eden İkinci Delilini de Şöyle Anlatır [15]
Şu anda ben, noksan bir varlık olduğumu biliyorum. Noksan olmama rağmen zihnimde kâmil bir varlık fikri var.
Düşünüyorum, benim varlığımın sebebi (illeti) nedir
Nefsimi, kendi vücûdumun illeti ve mucidi olarak tasavvur etmeme imkân göremiyorum. Çünkü bende, kendimi yaratma kudreti olsaydı, şüphe yok ki kendimi böyle noksan olarak değil, bütün kemâl sıfatlariyle muttasıf olarak yaratırdım. Evet bende bu kudrel olsaydı, bütün kemâlâtı kendime vereceğim muhakkaktı. Zira var olmağa kaadir olan kudret, kemâlâtı da kendine vermeğe kaadirdir. Fakat ben buna kaadir değilim. O halde ben, vücûdumun mucidi değilim.
Kâinattaki diğer varlıklar da aynı sebeple, benim ve kendi varlıklarının mucidi olamazlar. Çünkü onlar, nefislerinin yaratıcısı olsalardı, kendilerini bütün kemâlâtla muttasıf olarak yaratırlardı. O halde, mutlak kemâl sahibi olmayan bütün varlıklar benim mucidim olamazlar. Annem, babam ise, bedenimin vücûda gelişme bir vesileden başka birşey değildirler.
Öyle ise, beni yaratan kudret, ancak, mutlak kemâl sahibi bir varlıktır.
Bu varlık da, en az bende olanların mevcut olması şarttır. Zira mâlûlda olan her kemâlin, onun illetinde de bulunması zarurîdir. O lıalde beni yaratan o kâmil varlık da, en az benim gibi mevcuttur. İşte o mevcut, mutlak kemâl sahibi olan Yüce Allah´dır. [16]
İnsan Tabiatından Çıkarılan Ahlakî Deliller :
1- Beşer Tarihi Veya Şehâdet-i Âmme Delili:
insanlık tarihi bize gösteriyor yi; en iptidaî (ilkel) devirlerden beri, her asırda yaşayan insanlarda, din inancı, Allah fikri ve tapma meyli vardır. Bütün insanlar her asırda, ilâhî bir kudretin varlığına fıtraten inanagelmişler ve bir dine sahip olmuşlardır. Mutlak mânâda dinsiz bir cemiyet, dinsiz bir millet görülmemiştir. Nereye gidilmişse, orada basit ve bâtıl da olsa, bir dine, bir tanrı fikrine rastlanmıştır. Geçmiş devirlerde çeşitli şekillerdeki putlara tapanlar, ateşi, yıldızları takdis edenler dahi, bütün bunların üstünde büyük bir kudretin bulunduğuna, herşeyi yaratan, terbiye eden, esirgeyen, öncesiz ve sonsuz bir varlığın mevcud olduğuna inanmışlar* dış âlemde taptıkları şeyleri ona yaklaşmak için birer vesile saymışlardır. Cinsleri, devirleri ve memleketleri ayn, birbirini tanımayan milletlerde görülen bu mutlak inanç birliği, din fikrinin umûmî,. Allah inancının da fıtri olduğunu isbat etmektedir. Çünkü bütün insanlar arasında görülen bu fikir ve şuur birliği, yersiz ve asılsı birşey olamaz. O halde, tarihin tanıklık ettiği bu ortak fikir, şüphe götürmez bir gerçeğe delâlet etmekte ve Allah´ın varlığına kuvvetli bir delil sayılmaktadır.
İşte, bütün insanlığa şâmil bulunan bu inanç birliği, Yüce Allah´ın varlığını isbat eden ahlâkî delillerden biridir.
2- Nefs-i Nâtıka´nın Kuvvetlerinden Çıkarılan Delil: Duygularımızda, arzu ve isteklerimizde bir sonsuzluk var. Ruhumuzda hayra ve en güzele doğru büyük bir temayül, sonsuz bir tahassür (istek) var. Sonra insanlarda bir akıl ve idrak, bir irâde ve ihtiyar var. Mahdûd ve noksan olduğu halde, sonsuz bir hayra ve en mükemmele doğru yönelen bu duygular ve kuvvetler, şüphe yok ki, sonsuz ve ekmel olan bir varlığın mevcut olduğunu isbat etmektedir. O da mutlak ve küllî bir idrake, irade ve ihtiyara sahip olan AHahu Teâlâ´dır.
3- Vazife Duygusu ve Ahlâk Kânunundan Çıkarılan Delil:
Vazife, bizde mutlaS bir kuvvet ve kutsiyyet ile hükmünü yürütmekte, istediğini mutlaka yerine getirmemizin vicdanî bir borç olduğunu bize telkin etmektedir. Acaba vazife bu kuvveti ve bu kudsiyyeti nereden alıyor Şüphe yoktur ki, bu kudsî kuvvet ne bizden, ne de hariçten gelebilir. Çünkü, o, ancak, her bakımdan hayır ve âdil-i mutlak oîan bir varlığın eseri olabilir. O varlık ise AHahu Teâlâ´dır.
Sonra her akıl sahibi kabul eder ki, «Ahlâk kanunu» hükmünü icrada devamlı olursa, faydalı olur ve gayesine erer. Yani ahlâk kânunu, aklın emriyle, hissin temayülleri arasındaki ahengi sağlayan devamlı bir tevâfuk (uyum) unsuru olmalıdır. Bu ise ancak, tabiat kanununu da, ahlâk kanununu da tek bir kuvvetin vaz´ etmesiyle mümkin olabilir.
Madem ki böyle bir ahenk vardır, o halde Yüce Allah da vardır. Özet olarak sunduğumuz bu fikrin sahibi, büyük Alman filozoflarından Kant´tır. [17]
Buraya kadar ifadeye çalıştığımız bütün bu çeşitli delillere ve insanların büyük çoğunluğunun aklî veya vicdanî veya hem aklî hem vicdanî kanaatlarma rağmen, yalnız madde ve tabiat ile meşgul oldukları halde, bilgileri dışında kalan madde ve tabiat ötesindeki varlıkları ve Allahı inkâra yeltenen bir zümre her devirde bulunduğu gibi, çağımızda da bulunmaktadır.
Bu cihetle şimdi burada, Maddeciler, veya «Materyalistler» diye anılan bu zümrenin Allah ve âlem hakkındaki görüşlerini özetliye-cek, sonra gereken cevabı vereceğiz.[18]
Iıı _ Maddecileetn Bu Âlem Hakkındaki Görüşleri
Madde ve bu âlemdeki tabiî hâdiselerle, hâdise ve olaylar arasındaki münasebetleri tahlil ile meşgul olan ve yalnız, müşahede (gözlem) ve tecrübe (deney) yoluyla sabit olduğunu gördükleri maddî ve hissedilen varlıklara inanan bir zümre vardır ki bunlara; «Maddiyyun = Maddeciler» adı verilmiştir. Bunlardan bir zümre, tabiat ötesindeki metafizik hâdise ve varlıkları, his ve tecrübe dışında kaldığı için tamamen inkâr etmekte, dolayısiyle, bu âlemin yaratıcısı olan Yüce Allah´ın varlığına da îmân etmemektedirler. [19]
A) Maddecilerin Mezhebinin Beyanı :
Gözleri madde sınırım aşamayan, gönülleri hidâyet ışığına ulaşamayan bir zümre, az da olsa her çağda bulunmakta, Hak Teâlâ´-nın varlığına yeni burhanlar (kesin deliller) teşkil eden ilmî keşiflere rağmen inat ve inkârlarında devam etmektedirler.
Bu zümre, maddeyi, bütün varlık âleminin Halikı, mebdei (aslı) sayarlar.
Maddecilere göre; bütün bu tabiat âlemi, görmekte olduğumuz yer, gök ve her ikisindeki varlıklar, henüz mahiyeti kesin olarak bilinemiyen ve (esîr) denilen, daima hareket halindeki sonsuz ve şuursuz zerrelerin rastgele hareketi ve tesadüfi olarak birleşmesiyle vücuda gelmiştir. Bunlara göre, şu nizam ve güzellik mecmuası olan âlem, ezelî ve ebedî, şuur, ilim, irade ve kudret sahibi, hakîm bir yaratıcının eseri olmayıp, kör bir kuvvetin sevkettiği câmid ve şuursuz maddelerin tesadüfi hareket ve birleşmelerinin eseridir!..
Maddecilere göre; «Kuvvetsiz madde, maddesiz kuvvet olamaz.» Bu sebeple, âletle dahî görülemiyecek derecede küçük ve lâtif, kasıt ve şuurdan mahrum olan esirin, boşluktaki hareketi esnasında bir kısmının tesadüfi olarak birleşmesi ve bilâhare diğerlerini cez-betmesiyle büyük bir kütle meydana gelmiş, daha sonra bu muazzam kütleden parçalar ayrılarak, bir kısmı; üzerinde yaşadığımız bu dünyayı, diğer bir kısmı; güneş, ay, yıldız ve diğer seyyareleri meydana getirmiştir. O halde bu âlemin aslı; esir ve atomlarda© meydana gelen «Madde» ile, hareketini sağlıyan «Kuvvet» den vücuda gelmiştir, «Madde de, hareket de ezelî ve kadim olduğundan; bunlar dışında bir yaratıcıya lüzum yoktur.», faraziyesini ileriye sürüyorlar.
Sonra aradan U2un zaman geçince, «tabiattaki tekâmül» kaidesince yeni gelişmeler olmuş, maddenin kazandığı yeni istidatlarla (yeteneklerle) yeni unsurlar vücud bulmuş, madenler, daha sonra hayat sahibi eşya teşekkül etmiş. Canlı varlıklardan önce, en basiti olan nebat, sonra, ihsas ve hareket sahibi olan hayvanlar, daha sonra da mütekâmil varlık olan ve şuur, idrâk ve tefekkür sahibi bulunan insan meydana gelmiştir.
«İnsan, hayvanların en mütekâmili olan ve insana çok benzeyen maymun cinsinden gelmiştir.» fikri, İngiliz filozoflarından «Darvin» tarafından, «Tekâmül Nazariyesi» adıyla ortaya konmuştur. Böylece insandaki şuur, idrâk ve tefekkür (düşünce) gibi aklî ve nefsî hâdiseler, dimağdaki «efâil» ile, yani hep madde ve maddî hâdiselerle izaha çalışılmıştır. Bu nazariyeye göre insan, maddî bir varlıktır. Onda maddî olmayan hiçbir şey yoktur. Nasıl ki midenin vazifesi hazımdır; dimağın vazifesi de irade ve tefekkürdür. Maddi olan dimağ, teşekkül bakımından bu işe kabiliyetlidir, deniliyor.
Bu iddiaya göre, maddî olmayan ne ruh, ne akıl, ne de «hâşâ» Allah vardır. Çünkü her şeyin aslı maddedir. Bütün eşya, maddenin zamanla tahavvülünden meydana gelmiştir. [20]
B) Bu Mezhebin Îptalt :
Görüldüğü gibi, Maddeciler ve Tekâmülcülerin iddiaları, hiçbir ilmî esasa dayanmayan, delil ve mantıktan mahrum ve tamamen hayâl mahsulü olan indî ve mesnedsiz bir faraziyeden ibarettir. Çünkü :
1- Bu faraziye, bizzat kendilerinin koydukları esaslarla tenakuz (çelişki) halindedir. Zira maddeciler; görülmiyen, his ve tecrübe ile sabit olmayan hiçbir şeye inanmaz, bu gibi şeylerin varlığını kabul etmezler. Öyle olduğu halde nasıl oluyor da, bu âlemin, hiçbir şeyle görülmesi kaabil olmayan «esîr» denen zerrelerin şuursuz ve tesadüfi hareketleriyle meydana geldiğini iddia ediyorlar Esîr´i görmek, vasıflarını tecrübe ile anlamak kabil olmadığına göre, nasıl oluyor da, kendi kaide ve metodlarma aykırı bir faraziyeyi ileri sürüyorlar Bu bir çelişki değil midir
2- Esîr, madde ve kuvvet, dâima hareket ve değişiklik halinde olduğuna göre, bunlar mümkinât cinsinden olup, bizatihi mevcut olan bir müessire, yani bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu sebeple, esîr´in, her şeyin aslı ve illeti olduğu iddiası, hiçbir ilmî kıymet ifade etmeyen bir hayâl ve faraziyeden ibarettir.
3- Sonra maddeciler, hiçbir şeyin sebepsiz olarak vücuda gel- miyeceğini, «müreccihsiz tereccühün muhal olduğunu» bildikleri halde, şuur - idrâk ve her nevi kemâlden mahrum olau bu zerrelerin muayyen lıir nisbet dahilinde birleşerek mahiyyet ve evsafı muhtelif olan varlıkları meydana getirmelerinde niçin bir sebep, bir müessir aramazlar Zerrelerin hepsi aynı evsafta olduğu halde, bazılarının diğerlerinden farklı olarak hareketlerinde bir müreccihin lâmn olacağını nasıl kabul etmezler de, bütün bunları sebepsiz ve müreccihsiz olarak kor bir tesadüfe bırakırlar
Hayat, idrâk, irade ve tefekkür gibi şeylerin, bütün bu vasıflardan mahrum olan şuursuz, câmîd bir maddeden hâsıl olmasını nasıl îzâh edebilirler
4- Varhklardaki bu pekçok ve çeşitli sıfatlar» küçücük bir zerrede nasıl toplanabilir
Bugün atomun parçalanm asiyle, Maddecilerin bir düsturu olan «Maddesiz kuvvet, kuvvetsiz madde olamaz» nazariyyesi iflâs etmiştir. Çünkü bu gün atomun parçalanması ile, maddesiz bir kuvvet olan «enerji» ortaya çıkmıştır.
5- Şu husus da, bugün ilmen sabittir ki; bu kâinatta vâki olan herşey sabit ve devamlı bir kânuna, bir hikmet ve gayeye uygun olarak vücûda gelmektedir. O halde, kâinattaki bu nizâm ve güzellik mecmuasının, kör bir tesadüfün eseri olduğu nasıl iddia edilebilir »
Evet, kâinatta böyle bir tekâmül kanununun câri olduğu aklen muhal değildir. Fakat böyle bir tekâmül, kör bir tesadüfün eseri değil, ancak irâde ve kudret sahibi bir varlığın, yani Hak Teâlâ´-nın ilâhî hikmetinin bir icabı olabilir.
Evet Hak Teâlâ, hikmet-i ilâhîsi icâbı olarak önce bu maddî âlemi, sonra bir takım nebat ve hayvanları, daha sonra en mütekâmil varlık olarak insanı vücûda getirmiştir. İnsana verdiği akıl ve irade ile, keşiflerde bulunarak ilerlemesini ve yükselmesini sağlamıştır. Ancak, bütün bunlar, bizi Allah´ı inkâra değil, bilâkis O´na îmâna ve O´nu takdise sevketmelidir. Bugün, akl-ı selîm ve sağduyu sahibi her insan, madde ve tekâmülcülerin faraziyelerini reddetmektedir. [21]
Iv — Müsbet İlimcilerin Allah´ın Varlığını Tsbat Eden Söz Ve Delillerinden Özetler :
Akim varlığını inkâra yeltenen maddecilere, kendileri gibi madde ve tabiatla uğraşan ve ulaştıkları ilmî gerçekler vasıtasiyle Allah´ın varlığına inanıp hidâyete eren tabiat âlimlerinin kıymetli sözleri çok güzel birer cevap ve delil teşkil eder.
Bu sözlerden ve delillerden bazılarını, burada okuyucularımıza özet olarak nakletmeyi uygun buluyoruz. [22]
1 — A. Gressy Morrıson´un Cevabından Özetler :
Son asırda yetişen tabiat bilginlerinin büyük bir kısmı, maddeciler ve tekâmülcüler gibi tabiat ötesini inkâr etmemekte, bilâkis kâinatta cereyan eden hâdiseleri tetkik esnasında ulaştıkları ilmî gerçekleri, bu âlemi yaratan ilâhî bir kudreti isbata vesile saymaktadırlar.
Biz burada önce; New York İlim Akademisi Eski Başkanı A. Gressy Morrison tarafından kaleme alınan ve maddecilerin mezhebini çürüten ilmî makaleden bazı pasajları (aynen veya meâlen) nakledeceğiz.
Morrison diyor ki [23]
«... Aşağıdaki şu yedi sebep şahsen beni, Allah´ın varlığına inandırmaktadır :
Birincisi : Hiç değişmeyen o riyazi kanunla isbat edebiliriz ki, âlemimizin plânını yapan ve onu plâna göre meydana getiren bit yük bîr kurucu vardır...»
«Dünya, mihveri etrafında saatte bin mil yapar. Eğer böyle olmayıp da saatte yüz mil yapacak kadar dönseydi, gündüz ve gece şimdi olduğundan çok daha uzun olacak, öyle olunca da güneş hei gün nebat nâmına ne varsa hepsini yakıp kavuracak, uzun geceler de —eğer kalırsa— geri kalanını dondurup mahvedecekti.
Aynı şekilde, hayatımızın maddî kaynağı olan Güneşin dış tabakasında hararet, 12.000 Fahreneittır* Dünyamızın güneşten uzaklığı o şekildedir ki, sönmek bilmeyen bu ateş, bizi tam karar ısıtıyor, o kadar. Eğer güneşin bu harareti yarı yarıya azalacak olsa, soğuktan donardık. Yarısı kadar fazla olsa hepimiz kavrulurduk.
Dünyamızın 23 derece bir meyil ile eğri durması, mevsimleri meydana getirmektedir. Eğer dünyaya böyle bir meyil verilmesey-di, Okyanuslarda yükselen buharlar kuzey ve güneye akın ederler, kıt´aları birer buz parçası yaparlardı.
Ay da dünyaya şimdiki mesafede olacağına, meselâ sadece 50.000 mil ötede olsaydı, yeryüzündeki med ve cezirler öyle müthiş olurdu ki, bütün bu kıt´alar günde iki defa su altında kalırdı. Dağlar bile kısa bir zamanda aşına aşına ortadan silinirdi.
Eğer arzın kabuğu 10 kademcik kalın olsaydı, karbondioksitle oksijeni masseder (emer) ve nebat denen şeyden eser kalmazdı. Yahut da dünyanın etrafındaki atmosfer tabakası daha ince olsaydı, hergün bizden uzakta yanıp tutuşan milyonlarca meteor dünyamızın her tarafına çarpar ve her yeri ateşle tutuştururdu.
Bütün bunlardan Ve daha bir sürü misâllerden anlıyoruz ki, dünya üzerinde hayat tesadüfi değildir. Buna milyonda bir bile ihtimal yoktur.»
«İkincisi : Hayatın; gayesine ulaşabilmek için, ne yapıp yapıp, var kuvvetiyle imkânlar araştırması da, her şeyi içine alan o ilâhî hikmetin bir tezahürüdür.
Can denen şey nedir Şimdiye kadar bunu kimse tamamiyle an-hyamamıştir. Ne ağırlığı, ne eni, ne boyu var; fakat bir kudret olduğu muhakkaktır...»
Her ağacın her yaprağına bir şekil eden, her çiçeği boyayan, her kuşa aşk şarkısını nasıl söyliyeceğini, böceklere binbir ses mü-
ziği içinde nasıl anlaşacaklarını öğreten, meyvelere, sebzelere tat, güllere, çiçeklere koku veren... Su ile karbondioksitten şeker ve odun yapan, bunu yaparken de mahlûkâtm teneffüs etmesi için oksijeni serbest bırakan kimdir, hangi kuvvettir Tesadüf mü Hayır.
«Âdeta görülemiyecek kadar küçük olan bir protoplâzma damlasını düşünün; şeffaf, pelte gibi, hareket kabiliyeti olan ve güneşten kudret alan bir şey. Bu bir tek hücre, bu şeffaf bulanık damlacık, hayat denen şeyin tohumunu ihtiva etmektedir. Bu tohum, hayâtı, küçük büyük yaşayan her şeye geçirmek kudretindedir. Bu damlacıktaki kudret ve kuvvet, bütün nebat, hayvan ve insanların sahip olduğu kuvvetten daha fazladır. Çünkü bütün hayat ondan çıkmıştır.» Protoplâzmaya bu hayatı veren kim Tabiat mı Hayır. Bu, ilâhî bir kuvvetin akıl üstü tecellisi, hikmeti ve ibret dolu eseridir.
«Üçüncüsü : Hayvanlarda gördüğümüz anlatış, kendilerine yegâne destek olarak «sevk-i tabiî» denilen şeyi bahseden kudretli bir yaratan olduğunda şüphe bırakmıyor.
Yavru Salamon (Saumon) balığı, yıllarca denizde kaldıktan sonra kendi Öz vatanı olan nehre döner» hem de tam doğduğu ırmağın nehre döküldüğü kıyıya!...
Onu böyle noktası noktasına tam eski yerine getiren şey nedir Eğer bu balığı alıp da aynı nehre dökülen başka bir ırmağa koyacak olursanız, derhal yanlış bir yolda olduğunu anlıyacak, tekrar gerisin geriye dönerek asıl nehrine çıkacak, sonra nehrin aktığı istikâmetin aksine dönerek doğduğu ırmağa doğru yol alacaktır. YıJan balığının sırrını çözmek ise daha. güç. İnsanı hayretten hayrete düşüren bu mahlûklar, nesli üretecek hâle geldikleri zaman dünyânın her tarafındaki göl ve nehirlerden, Avrupa´dakiler de binlerce millik Okyanusu aşarak, kopup gelirler. Hepsi de «BERMUDA» yakınlarındaki sonsuz derinliklere gelip, orada yavrular ve ölürler. Sadece, uçsuz bucaksız bir su içinde olduklarından başka bir şey bilmiyorlarmış sanılan mini mini yavrular, gerisin geri yola çıkarlar. Sonunda da, sâdece, kendi ana - babalarının geldiği aynı sahile ulaşmakla kalmayıp, oradan da ana - babalarının yaşadığı nehire, göle, yahut da gölcüklere giderler...»
«Şimdiye kadar Avrupa´da hiçbir Amerikalı yılan balığına, Amerika sularında da hiçbir Avrupalı yılan balığına rastlanmamıştır. Hatta Allah, Avrupalı yılan balıklarının ömrünü —uzun yolcu-
taklarına göre— bir sene kadar, yahut da biraz daha fazla uzatmıştır !...
Bu kadar kuvvetli bir istikâmet hissinin menşei (aslı ve kaynağı) nedir »
Sonra, eşek arısının çekirgeyi öldürmeyerek bayıltacak şekilde sokması, üzerine bıraktığı yumurtalardan çıkacak yavruların gıdalarım temin edecek şekilde konserve edilmiş gibi bir et haline getirmesi, sonra da uzaklara uçup giderek yavrusunu görmeden ölmesi...
Bal ansına bal yapacak tekniğin ilham edilmesi gibi esrarlı hareket ve teknikler, bütün bunları ilham edip, onlara bunu öğreten ilâhî ve hikmet dolu bir kudretin varlığını isbat etmez mi
«Dördüncüsü : insanda, hayvanlardaki sevk-i tabiîden daha fazla bir şey vardır : Muhakeme kabiliyeti.
Başka hiçbir hayvan yoktur ki, ona kadar sayabilsin. Yahut da on adedinin mânâsını kavrayabilsin. Sevk-i tabiî, bir flütten çıkan tek ses gibidir; güzel fakat mahdut... Halbuki insan kafası, orkestrayı teşkil eden bütün müzik âletlerinden çıkan bütün sesleri ihtiva eder. Bu dördüncü noktayı anlamak için fazla uğraşmaya lüzum yok. Çok şükür ki, bu vaziyette olmamızı âlem - şumûl zekâdan bir nebze bize de verilmiş olması ihtimâli ile izah edecek kadar düşünme kabiliyetimiz var.»
«Beşincisi : Hayat için elzem ilk şart; bugün bizim bildiğimiz, fakat Darwin*in bilmediği bir takım hâdiseerde kendini göstermektedir. Meselâ : Gen hârikası gibi... Bu geri denen şeyler o kadar anlatılamayacak kadar küçüktür kj, yeryüzündeki bütün canlıları meydana getiren genlerin hepsini bir araya toplasak bir yüksüğü bile doldurmaz. Mikroskopla bile görülemeyen bu genler ve onların adaşları kromozomlar her canlı hücreye yerleşirler ve bütün insan, hayvan ve bitkileri hususiyetlendirirler. Bir yüksük iki milyarı aşan insan nüfusunun ayrı ayrı bütün ferdî hususiyetlerini alamıyacak kadar küçüktür ama bu husustaki hakikatler, tereddüde mahal bırakmamaktadır.
Pekâlâ, öyle ise gen denen bu şey nasıl olur da, bir sürü ecdadın hususiyetlerini içinde gizliyor ve nasıl oluyor da, bu kadar inanılmayacak kadar küçük bir yerde ayrı ayrı herbirinin psikolojisini muhafaza edebiliyor ..
îşte burada, geni ihtiva eden ve nesilden nesile geçiren hücre- ´ de asıl neşvû nema (büyüme ve gelişme) başlar. Mikroskopla bile görülemeyen küçücük bir gen, içinde hapsedilen birkaç milyon atomun böyle yeryüzündeki bütün hayatı kat´î olarak idare edebilmesi keyfiyeti, sadece yaratıcı bir bilginden sâd*r olabilecek derin bir ilim ve maharetin eseri olabilir; başka hiç bir nazariyeye imkân yoktur.»
«Altıncısı : Tabiatuı aldığı bazı tedbirler bizi, ileriyi görerek evvelden ona göre hazırlanarak çalışan, her şeyi bu kadar zekîce idare edebilen bitip tükenmek bilmez bir zekânın varlığını kabul etmeye mecbur etmektedir.
Senelerce evvel Avustralya´da bir nev´i Kakitos´dan çit yapmak istediler. Avustralya´da kakitos düşmanı bir böcek bulunmadığından, nebat dev adımlariyle büyümeğe başladı. Avustralyalıları telâşa veren bu gelişme sonunda Kaldtoslar enine ve boyuna İngiltere boyunca bir sahayı kapladılar! Yolu üstüne rastlayan şehir ve kasa-ba halkını, yerlerini bırakıp gitmeye mecbur etti; çiftlikleri mahvetti. Buna bir çare bulmak için bütün böcek âlimleri dünyayı altüst ettiler, sonunda yalmz kakitos üzerinde yaşayan ve başka bir şey yemeyen bir böcek buldular; hem de bol bol ve sür´atle büyüyen ve Avustralya´da da hiç düşmanı olmayan bir böcek. Çok geçmeden böcek nebata galebe çaldı. Artık bugün kakitos gayet sınırlı bir sahadadır ve belâ olmaktan çıkmıştır; o kadar böcekten de ancak kakitos´u bir baskı altında tutmağa yetecek miktarda kalmıştır!... I
Tabiat´ta böyle muvazeneler umumiyetle önceden temin edilmiş bulunmaktadır. Çok çabuk ve sür´atle gelişen böceklerin dünyayı istilâ etmemeleri nedendir Çünkü onların insanlar gibi ciğerleri yoktur; teneffüs cihazları boru şeklindedir. Böcekler gelişip büyürken nefes boruları aynı şekilde bir gelişme göstermemektedir. Bundan dolayı dâîma küçük kalmaktadırlar. Böylece büyümeler tahdit edilerek yolları üstüne bir engel konmuştur. Eğer onların vücutça gelişmelerinin Önüne geçilmeseydi, dünyada insan denen şey olamazdı. Arslan kadar kocaman bir eşek ansı ile karşılaştığınızı düşünün bir!...»
«Yedincisi: İnsanın Allah fikrini kavnyabihnesi bile başhba-şına bir delildir. Allah fikri, insanda, mevcut ve yeryüzünde insana mahsus ilâhî bir melekenin «muhayyele» (hayâl gücü) denen melekenin mahsûlü (ürünü) dür. Bu melekenin kudret ve kuvveti sayesindedir ki, yalnız insanoğlu, görülmeyen şeylerin varlığına dair deliller bulabilir. Bu kuvvetin insanın önüne serdiği mazi ve istikbâl, bütün zamanları içine alan düşüncelerin ucu bucağı yoktur. în-sanın mükemmelleşen muhayyilesi, (olgunlaşan hayâl gücü) ruhî bir realite haline geldikçe, bütün tasavvur ve maksatlardan çıkardığı delillerle, «Allah nerededir ve nedir » büyük hakikatini sezebilir. Allah her yerdedir... Fakat bize en yakın olduğu yer kalbimizdir.
Bu, muhayyile bakımından olduğu kadar, ilmen ve fennen de doğrudur, Hz. Davud´un dediği gibi : Semâvât Allah´ın haşmetini ilân eder; gökyüzü O´nun yaratmaktaki kudretini isbat eyler.»
Burada zikrettiğimiz bu deliller, Allah´ın varlığı hakkındaki şüpheleri izâle eden, çeşitli ve müteaddid delillerden bir kaçını teşkil etmektedir. Bütün bu ilmî, ahlâkî ve vicdanî belgeleri görüp der bu âlemin ezelî bir yaratıcısı olduğunu kabul etmemek, akl-ı selim ve iz´anla asla bağdaşmaz. Bu belgelere rağmen Allah´ın varlığını inkâra yeltenenler; aklın ve vicdanın sesini duyamayan, nefislerine ve inatlarına esir olmuş kişilerdir.
Genç meslekdaşlarımızı daha fazla aydınlatmak, özellikle müs-bet ilmin çeşitli dallarında ihtisas yapmakta olan gençlerimize ışık tutarak Yüce Allah´a îmanlarını kuvvetlendirmek maksadıyla, «Allah´ın Varlığı Konusunda» çeşitli kitaplardan derlediğimiz ilmî delillerden ve ibret dolu sözlerden bir buket sunmak istiyoruz [24] .
Kâinat, Allah´ın Varlığına Delildir
Yüce Allah´ın varlığına delâlet eden en büyük delillerden biri de, kâinattır. Üzerinde yaşadığımız dünyamız, görünen, fakat düşünüldüğü zaman insanı şaşırtan gökyüzü ve yıldızlar sistemi... Akl-ı selîm sahibi olan her insan, bütün bunlar karşısında hayrete düşer, korku ve dehşet duyar. Allah´ın yüceliği ve kudreti karşısında îmanı kat kat artarak kuvvetlenir.
Fakat gördüğümüz bu kâinatın aslı ve mahiyeti nedir
«Astronomi âlimlerine göre yeryüzü, ancak güneş sisteminin bir parçasıdır. Güneş sistemi ise, fezadaki birçok sistemlere bağlıdır, onların bir parçasıdır. Fezada daha başka meteorlar, kuyruklu yıldızlar vesaire de vardır.
Güneş ve yıldızlarının mensup olduğu samanyolundaki yıldızların sayısı ne kadardır Çıplak gözle baktığımız zaman, ister güney, ister kuzey yarım kürede olalım, bunların sayısı (6 bin) i geçmez.
Fakat âletlerle baktığımızda durum tamamen değişir. Astronomi âlimi Chapten (40 milyar) adet kadar yıldız olduğunu söylüyor. Bu rakam Shapîey´e göre (100 milyar) sayısına yükselmektedir. Samanyolu dediğimiz semadaki bölgelerin adedi ise (100 milyon) u geçmekte ve herbiri milyonlarca parlak yıldızı ihtiva etmektedir.
Bu yıldızların güneşe nisbetle hacimleri nedir Güneş de, diğer yıldızlar gibi semada gördüğümüz bir yıldızdır. Bize büyük görünmesinin sebebi yakın oluşudur. O haddi zâtında orta büyüklükte bir yıldızdır. Bugün bilinen en küçük yıldız, arzdan biraz daha büyüktür. Bunlardan milyonlarcası bir araya gelse, güneşten yine küçüktürler. Keza bir takım büyük yıldızlar vardır ki, milyonlarca, güneş ve benzeri yıldız biraraya gelse, yine bu hacme ulaşamaz.
Sonra, yıldızların bizden uzaklıkları ne kadardır Yeryüzünün kendisine bağlı olduğu güneş sistemi fezada diğer yıldızlardan sanki tamamen ayrılmış durumdadır. Şöyle ki :
Güneş bizden´ (149 milyon km.), yani bizim Ay´a uzaklığımızın yaklaşık 400 katı uzaklıktadır. Diğer yıldızların bizden uzaklıklarını tesbit etmek istersek, bunun için «milyar» adedi kâfi gelmeyecek, «trilyon»a muhtaç olacağız. Bunun için astronomi âlimleri ışık hızı olarak (186 bin) mili (yani, saniyede 300 bin km.yi) birim kabul ettiler. Güneş sistemine bağlı en uzak yıldız olan Plüton´un ışığı bize 4-5 saat civarında ulaşırken (bu sistem dışındaki), en yakın yıldızın ışığı, 4-5 yılda ulaşır. Son derece hassas gözlem ve fotoğraf âletlerinin vardıkları neticeye göre, bize iki milyar ışık yılı uzaklıkta yıldızlar sistemi mevcuttur.
Nazarı dikkati çeken bir nokta, güneş sistemimizin kendi merkezi etrafında dönmesi gibi, diğer sistemlerin de tıpkı güneş sistemi gibi dönmeleridir.» [25]
Gökyüzüne büyük bir intizam ve dikkatle yerleştirilmiş olan bu milyarlarca yıldızın birbirleriyle çarpışmadan belirli bir kanuna göre hareket etmesi Yüce Allah´ın varlığına en büyük delillerden biridir.
Amerikan Fizikçiler Cemiyeti üyesi Prof. Dr. M. Stanley Cong-den bu konuda şöyle diyor :
«Kâinatta bulunan her şey JTüce Allah´ın varlığına, kudret ve azametine delâlet eder. Biz bu konularla uğraşan mütehassıslar olarak âlemde görünen şeyleri, istidlal metodlarını da kullanarak tahlil ve araştırmaya girişirsek, Allah´ın kudret ve azametinin eserlerini mülâhaza etmekten başka birşey yapmış olmayız.» [26]
Burada, Kur´an-i Kerim´in, Allah´ın varlığına gösterdiği delillerin başında, göklerin ve yer yüzünün yaratılması ve kâinattaki gaye ve plânlilik geldiğini belirtmek isteriz. Nitekim Âl-i İmran sûresi âyet 190 da (meâlen) :
«Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini takip edjşinde, akıl sahipleri için ibretler vardır. Onlar ayakta iken, otururken ve yanları üzerine yatarken de Allah´ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılmasını düşünürler ve «Rabbımız Sen buna boşuna yaratmadın» derler.
Ankebût sûresi, âyet 44´de ise (meâlen) :
-Allah, gökleri ve yeri (boşuna değil) hakkı göstermek için yarattı. Muhakkak bu misâllerde mü´minler (inananlar) için bir ibret vard.ır.» buyuruyor.
a) Gece ile Gündüz, Güneş ve Ay, Allah´ın Varlığına Delildir :
Gece ve gündüz, yeryüzünün kendi etrafında dönmesi ile meydana gelir. Bu dönüş, Yüce Allah´ın varlığına delâlet eden en parlak delillerden biridir. Çünkü bu devamlı dönüşün, ne kadar dikatle kontrol edilirse edilsin bir saniye bile şaşmadığı görülecektir. Madenden yapılan, en hassas saatin bile. günde birkaç saniye hata etmesine rağmen, onun çok iyi işleyen bir saat olduğunu kabul ederiz. Fakat bunun milyarlarca milyon büyüklüğünde dönen ve saniye veya saniyenin onda biri kadar bile hata yapmayan, ancak saniyenin binde birinden takriben birkaçı kadar —bilinen ve hesaplanan sebeplerden dolayı— hatâ eden ve fakat bunun hata sayılamayacağı düşünülen yer küresi saatine ne demeli!
Yeryüzünün dönmesinin, yüzeyindeki hayatın devamı için büyük bir tesiri vardır. Eğer bu dönüş olmasaydı, denizlerin ve okyanusların suyu boşalırdı. Eğer arz biraz daha sür´atli dönmüş olsaydı, yeryüzündeki bütün binalar etrafa saçılmış ve herşey çözülmüş olurdu. Eğer daha yavaş dönseydi, yeryüzünde bulunan her şey, sıcak veya soğuktan helak olup giderdi.
Güneş, Allah´ın yüce varlığına delâlet eden, en büyük delillerden biridir. Allahu Teâlâ´nm, yeryüzündeki bütün canlı varlıkların yaşaması için yarattığı Güneş, yakıtım nereden alıyor Eğer içindeki bir depodan sarfetmiş olsaydı, zaman içinde devamlı olarak bh hararet düşüşü göstermesi gerekirdi. Yani Güneş uzun müddet varlığını devam ettiremezdi. Fakat bu güne kadar Güneşin yeryüzüne, insan, hayvan ve bitkilerin yaşayacakları şartlara uygun bir hararet vermeye devam ettiğini görüyoruz. O halde Güneşe, kaybettiği miktarda ısı verecek, bu ısının devamını sağlamak için ona yeniden belirli miktarda ısı verecek, bu ısıyı artırarak canlıları yakmayacak veya azaltarak onları dondurmayacak yüce ve kudretli bir varlık mutlaka gereklidir.
Ay ise, Yüce Allah´ın bize zamanı hesaplamamız, karanlık gecede yolumuzu bulmamız ve yaşayan kâinatın faydalanması için- yarattığı bir varlıktır. Bütün bunlar, yaratılan mahlukâtm ve kâinatın Ötesinde, ilâhî büyük bir plân ve yüce bir irade ve kudretin varlığına delâlet etmez mi Elbette delâlet eder. [27]
b) Kâinatta Mevcut Gaye ve Plânhlık Allah´ın Varlığına Deiüdir :
Newyork İlim Akademisi eski başkanı A. Gressey Morrison diyor ki :
«Tabiatta bulunan bunca fevkalâde olay ve varlıkların göz önünde tutulması, kesin olarak isbat eder ki; herşeyde önceden kararlaştırılmış bir plân ve gaye mevcuttur. Tabiat âleminde Allah´ın iradesine uygun olarak bütün teferruatıyla uygulanan bîr program vardır.» [28]
«Yerkürenin hacmi, güneşten uzaklığı, güneşin ısı derecesi, hayat kaynağı ışınları, yer kabuğunun kalınlığı, su kürenin inceliği, karbondioksit miktarı, azotun hacmi, insanın ortaya çıkışı ve hayatta kalışı... İşte bütün bunlar, karışıklıktan düzenin doğduğum önceden hazırlanmış bir plân ve gayenin mevcudiyetini göstermektedir.)» [29]
Dünya, fezada kendi mihveri etrafında dönen, bu dönüşüyle gece ve gündüzün meydana gelmesine sebep olan boşlukta bir küredir. Bu kürenin belirli şekilde devamlı ve sür´atle dönmesi, rüzgârların harekete geçmesine tesir eder. Rüzgârlar ise, denizlerde oluşan buharları, kara kıt´alarmdan uzak mesafelere doğru sürükleyip götürür. Bu buharlar, soğuk hava tabakalarına rastlayınca yağmur olarak yeryüzüne dökülür. Yağmurlar ise, dünyamızdaki tatlı su kaynaklarını meydana getirir. Eğer yağmur olmasaydı, yeryüzünde canlılar yaşamaz ve dünyamız her türlü hayattan mahrum kalırdı, diğer küreler gibi kupkuru bir yer olurdu.
İşte böylece Yüce Allah; ilmi, iradesi ve kudreti ile herşeyi yaratmış, dünyamızı çeşitli canlı varlıklarla süslemiştir. Bitkileri yer
Yüce Allah, Yûnus sûresi âyet 5´de (meâlen) :
Güneşi bir ışık ve ay´ı da bir nur yapan; yıllatın sayısını ve hesabı bilmeniz için, Ay´a konak yerleri düzenleyen O´dur. Allah bunları hak (ve gerçek) olarak yarattı. O, bilen milletlere âyetlerini açıkça beyan ediyor.»
Fussilet sûresi, âyet 37´de ise (meâlen) :
Gece île gündüz, güneş ile ay Allah´ın varlığının belgelerindendir. Güneş´e ve Ay´a secde etmeyin; eğer Allah´a kulluk ediyorsanız, onlan yaratana secde edin buyuruyor.
yüzündeki unsurları özümleyerek yetiştiren, onları insanların ve hayvanların muhtaç oldukları çeşitli gıdalar haline getiren O´dur. Bütün bunlar, yeryüzündeki hayat sırrına işaret eden ve bizlere öğreten ilmî gerçeklerdir.[30]
Bütün bu ilâhî gerçekleri bilmeyenler, meselâ dağların yaratıh-şındaki sırrı anlamayıp lüzumsuz zanneder. Halbuki onların büyüfe faydaları vardır. Çünkü yağan karlar tepelerinde kalır, bunlar üe dağlardaki, ormanların ve bitkilerin tuttuğu yağmur suları, insanların içecekleri tatlı suları meydana getirir. Daha sonra karlar tedricen eriyerek ırmak ve nehirleri doldurur. Bu sularla çeşitli bîtküer, meyveler ve sebzeler yetişir. Bütün bu canlıların hayatı, gece ve . gündüzün bu ilâhî düzende devamına bağlıdır. Zira gece ve gündüzün müddeti eğer meselâ on kat daha uzun olsaydı, yaz güneşi gündüz bütün bitkileri kavurur, her gece yeryüzündeki bitkiler —eğer kalırsa— donmuş olurdu. Bütün bu gerçekler, pekçok âyetlerde belirtildiği gibi, kâinatta yüce bir gayenin, sağlam bir plânın ve ilâhî bir irade ve kudretin bulunduğunu isbat eçler.
Bir de; şimşekle, gökten yeryüzüne ve üzerindeki canlılara yağmurun yağması arasındaki ilgi ve gizli sır nedir Yeryüzündeki hayat, yalnız suya mı dayanır Hayır... Çünkü, yeryüzündeki bitkilerin büyümesi için aslî ve zarurî bir unsur da AZOT´tur. Zira azot bulunmasaydı, dünyamızdaki hiçbir bitkinin büyümesi mümkün olmazdı. Azot´un ziraat alanlarına intikal etmesi için iki yol vardır : Bu yollardan biri; Gök Gürültüsü Rüzgârları´dır. Her ne zaman şimşek çakarsa, bir miktar oksijen ve azot´u birleştirir. Yağmur, «birleştirilmiş azot´u», yani bu iki karışık kimyevî maddeyi yere indirir ve bitkilerin büyümesini sağlar.
İkinci yol; baklagillerden olan bitkilerin kökünde bulunan Bakterilerin Gelişmesi Yolu´dur. Bu bakteriler havadaki azot´u alarak «Mürekkep Azot» haline getirirler. Bazı bitkiler dağılınca, «birleşik azot» yeryüzünde kalır.
Nitekim Kur´an-ı Kerîm´de (meâlen) şöyle buyruluyor : «Onun âyetlerinden biri de; size korku ve ümit vermek için
«Yeryüzünü dikleyen, orada (sağlam) dağlar yükselten, ırmaklar yaratan ve her türlü meyve (ve üründen) çift çift yetiştiren, gündüzü geceyle örten O´dur. Doğrusu (bütün) banlarda düşünen insanlar için ibretler vardır.»
şimşeği göstermesi, gökten yağmur indirip yeryüzünü öldükten sonra diriltmesidir. Şüphesiz bunda aldı eren insanlar için ibretler vardır.» [31]
Âyeti kerîmede şimşeğin zikredilmesi, daha sonra yağmurun yağıp yeryüzünü diriltmesinin anlatılması, Kur´an-ı Kerîm´in ondört asır önce işaret ettiği ilmî gerçeklerdir. Bunlar, kâinatta bulunan gaye ve düzenin Yüce Allah tarafından konulduğunun en büyük delilidir. [32]
c) Bitkilerin Yaratılışı Allah´ın Varlığına Delildir :
Prof. Dr. Lestergon Simur, bitkilerin nasıl büyüdüğü hususunda şu dikkate değer bilgileri veriyor :
«Bitkilerin büyümesi için sadece ışık, kimyevî maddeler, su ve hava kâfi değildir. Hiç şüphesiz çekirdeğin içinde bulunan ve uygun şartlarda ortaya çıkan belirtilen maddelerle karşılıklı tesir ve onlarla uygunluk içinde faaliyet gösteren ügi çekici bir kuvvet vardır. Önce birçok ameliye ve unsurları ihtiva eden iki hücrenin birleşmesinden meydana gelen tohum, hayat yolunu kendisi açarak daha önce ortaya çıkardığı bitkiye benzeyen yeni bir nevi oluşturur. Öyle ki, buğday tanesi ancak buğday, palamut tohumu da ancak palamut yetiştirir. Bitki cinsleri arasındaki benzerliğe rağmen hepsinin bir takım vasıf ve ayırıcı özelliklere sahip olduğu görülür.»
«Gelişmiş bitkiler birbirinden bazı farklarla ayrılırken hepsinde ortak ve genel bir takım vasıflar buluruz :
Meselâ; bitkilerin hepsi ışıkta karbondioksit ve su verirler.
Tohum, gövde, yaprak ve çiçekler ile bunların yaptığı vazifeler bütün bitkilerde birbirine benzer.
Kezalik, bitkiler harici dış tesirlere karşı harekette de birlik gösterirler. Meselâ; hepsi ışık tarafına yönelirler, ışık ve oksijenden mahrum kalınca kururlar
Bunlardan başka, bütün bitkilerde müşterek olan daha baa ortak vasıflar da mevcuttur.
Bitkilerin büyümesinde ve kendi özelliklerinin devamında hâkim olan bu kanunları kim takdir ve icad etmigtir Bu soru bizi, çözümü zor ve derin bir başka soruya götürecektir:
İlk bitkiler nereden meydana geldi Veya ilk bitki nasıl yara-tddı
Bu soruya cevaben biz hiçbir zaman, normal aklımız veya se-lîm mantığımızla; «bitkiler kendi kendini var ettiler, veya tesadüfen kendi kendilerine var oldular» üye bir iddiada bulunamayız.
Doğru ve gerçeğe uygun olan cevap : Herşeyi olduğu gibi, bitkileri de yaratan, onları var eden Yüce ve Kudretli bir varlık vardır. Akl-ı selimimiz, bizi zarurî olarak bu yöne, bu gerçeğe yöneltir.» [33]
Müsbet ilmîn çeşitli dallarında otorite olarak tanınan batılı ilim adamlarının arapça ve türkçeye çevrilen kitap ve makalelerinden faydalanarak dört ana konuda derleyip yukarıda naklettiğimiz «Allah´ın Varlığı Konusundaki İlmî Deliller»´den sonra, Islâmî ana kaynaklar ile batının ilmî kaynaklarından yararlanarak Ustad Afif Abdu´l - Fettah et - Tabbâra, tarafından hazırlanan «Ruhu´l - Dini´l -tslâmî» adlı arapça kıymetli eserin «İlmin Işığında İslâmiyet» adlı türkçe tercemesinden aynı bahsi tamamlayıcı mahiyette gördüğümüz aşağıdaki konuları iktibas ediyoruz [34]
d) tnsan´ın Yaratılışı Allah´ın Varlığına Delildir :
«Allah´ın Varlığı»´nın delillerinden biri de, insanın yaratılışıdır; Kur´an-ı Kerîm bu hususu : sO´nun âyetlerinden biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra sizler her tarafa yayılan insanlar oldunuz.» [35] Keza I: I
«Sizde kulaklar, gözler, kalbler yaratan işte O´dur. Ne kadar da az şükredersiniz.» [36] mealindeki âyetleriyle belirtir.
İnsanlar konusunda, Allah´ın varlığını belirten deliller sayılamayacak kadar çoktur. İlimler ilerledikçe, çok enteresan bir şekilde yaratılmış olan insanın hikmet sahibi yüce bir yaratıcısı olduğu hususunda deliller birbirini takviye edecektir. İnsanın hangi yönü, düşüneni dehşet ve hayrete düşürmez
Onun ana rahminde geçirdiği merhaleler, Allah´ın âyetlerinden değil midir
İnsanın yeme ve içmesi, yediği maddeleri belirli nisbetlerde muhtelif unsurlara ayırması, dışarıya attığı faydasız unsurların dışındaki diğer şeylerin görevlerini yerine getirme düzeni... Allah´ın ibretle düşünülmesi gereken âyetlerinden değil midir ´
Atardamarlar vasıtasiyle kanın kalpten vücudun her tarafına yayılması, toplardamarlar yoluyle kalbe tekrar dönmesi, teneffüs yoluyle gelen yeni havanın geçişi ile kanın temizlenerek vücudun istifade edeceği hale gelmesi, duyma, görme, konuşma, duygu, hatırlama, unutma, üzülme, sevinme, bilme, bilmeme, sevmek ve nefret gibi hepsi de Allah´ın büyüklüğüne ve kudretine´ delâlet edem ve O´nun yüceliğini belirten birer delil değil midirler »
e) Erkek Karşısında Dişinin Yaratılması İlâhî Varlığın Delilidir :
«Erkek karşısında dişinin yaratılması da Allah´ın varlığının delilidir. Allah, Kur´an´da kudretini şöyle anlatır :
«O´nun. âyetlerinden biri de, size kendinizden eşler yaratmasıdır. Siz onlarla huzur ve sükûnete ulaşırsınız. Aranıza sevgi ve merhamet koydu. Bunda düşünen insanlar için ibretler vardır.» [37]
Buna göre, tenasül ve insan hayatının devamı için erkek karşısında dişinin yaratılması, Allah´ın varlığına delâlet eden, kâinatın yaratılmasında yüce ve ezelî bir iradenin varlığının en kuvvetli delilidir. Böylece kâinat sadece maddeden ibarettir. Maddenin ötesinde bir şey yoktur, diyenlerin sözleri de çürütülmüş olmaktadır.
Profesör Mominina, Fransız Kozmoz mecmuasında yazdığı bir yazıda, yaratıcının varlığını isbat ederek şöyle der :
«Hadi, akim sınırlarından ayrılarak, kâinat tesadüfen ve bir irade ve fail olmadan teşekkül etmiş, tekerrür eden tesadüflerde erkek cinsini oluşturmuştur, diyelim. Fakat insan neslinin devamı ve yeryüzünün ümranı için, görünüşte erkeğe benzeyen ve fakat iç terkibinde tamamen ayrı olan kadının tesadüfle meydana geldiğini akıl nasıl kabul edebilir Bu varlığı yaratan, hür irade sahibi, bütün nevileri ayıran her çeşit varlığa bir takım içgüdüler veren, onlara hıtuflarda bulunan Yüce Allah´ın mevcudiyetinin delili değil midir .»[38]
f) İnsan ve Hayvanların Üremeleri Allah´ın Varlığına Delildir:
tnsan ve hayvanların devamlı çoğalmaları, Allah´ın varlığının delillerindendir. Kur´an-ı Kerîm´de şöyle buyurulur
«Allah, sizin için kendinizden eşler yarattı, eşlerinizden de size oğullar ve torunlar verdi. Size iyi ve temiz şeyleri nzık olarak ihsan etti. Onlar daha hâlâ bâtıla inanıp, Allah´ın ni´metine nankörlük mü ediyorlar »[39]
Kur´an, develerin yaratılmasına da şu âyetle dikkatleri çeker : «Onlar, devenin nasıl yaratıldığına bakmıyorlar mı » [40]
Büyük bilgin A. G. Morrison şöyle der : «Şüphesiz hayat, nev´i-nin devamını sağlamak için canlıları üremeye mecbur eder. Bu her canlının uğrunda en büyük fedakârlıkları yaptığı oldukça kuvvetli bir faktördür. Bu mecbur edici kuvvet, ancak hayat bulunan yerde mevcuttur. Bu sevkedici güçlü sebepler nereden çıkmıştır Niçin ortaya çıkışından bu yana milyonlarca yıldır devam etmektedir
Dâiretü´l - Maarif (İlâh maddesi) Bu, Allah´ın iradesiyle var olan canlılar âleminin bir kanunudur.» [41]
Mütehassıs Bilgin Baly bu konuda duygularını bir kol saati ile misâllendirerek, bu âletle zihnî bir ameliyenin mekânike tatbiki bulunduğunu, insanların bunda şüpheye düşebileceklerini belirttikten sonra, «Farzedelim ki, bu saate daha birçok saatler yaratma gücü verilse bu; insan ve hayvanların üremesinden daha büyük bir mucize olamazdı.» der.
g) Hayvanlar, Kuşlar ve- Sürüngenlerin Yaratılması Allah´ı» Varlığına Delildir:
Hayvanlar ve sürüngenlerin yaratılması Allah´ın varlığının de-İşlerindendir. Kur´an-ı Kerîm´de şöyle buyurulur :
«Allah her canlı mahlûku sudan yarattı. Onlardan bir kısnu karnı üzerinde ,bir kısmı iki ayak ile, bir kısmı da dört ayak üzerinde yürür, Allah dilediğini yaratır; çünkü O, her şeye hakkiyle kaadirdir.» [42]
Kuşlar da Allah´ın Varlığının delilidir. Kur´an-ı Kerîm´de Allâîı şöyle buyuruyor :
«Gökyüzünün genişliğinde uçuşan kuşları görmüyorlar mı Onları tutan yalnız Allah´tır [43] Bunda inananlar için ibretler vardır.» [44]
Hayvanlar ve kuşlar konusunda, Allah´ın varlığına delâlet eden sayılamayacak kadar deliller vardır. Bunları belirtmek için ciltlerle kitap yazmak gerekir. Zooloji ilmi bu hakikatleri ihtiva eder. Büyük âlim Newton´un bu konuda bir araştırmasını okuduk. Newton şöyle diyor : «Hayvanların cisimleri bu enteresan san´atla nasıl oluştu Muhtelif uzuvları hangi maksatlar iğin konuldu Görme usul ve sırlarını bilmeden, gören göz yapılması mümkün müdür Yahut ses kanunları bilinmeden, duyan kulak yapılabilir mi Hayvanların iradeleri ile hareketlerinin yenilenmesi nasıl oluyor Bu fıtrî ilham hayvanlara nereden geliyor »
Netice olarak, en mükemmel ve en güzel şekilde olan bu kâinat, cismâniyetten münezzeh, diri, hikmet sahibi, her şeyin hakikatini gören ve idrâk eden bir yaratıcının varlığına şehâdet etmez mi
Netice olarak müsbet ilim otoriteleri şu gerçeği ilân ediyorlar :
İlim, îmâna Yöneltir :[45]
«Bazı yarım yamalak bilgi sahibi olan kimseler zannederler ki; inkâr ilmin zarurî bir parçasıdır; en çok bilen insanlar, en çuk inkarcı olan kimselerdir!..
Aslında bu, sakat bir görüştür, ilim hiç bir zaman sahibini dinsizlik ve inkâra sevketmez. Gerçekten, hakikatleri arayan âlim, ken-. dişini, hiçbir karışıklığın bulunmadığı, sağlam bir nizamın hâkim^ olduğu, sınırsız bir âlemde bulur. Düşündükçe o büyük nizamı var eden kudret önünde secdeye kapanır.
Son dört asırda insanların zihinlerini aydınlatan 290 âlimin felsefî görüş ve inançlarını toplayıp neşreden Alman Dr. Dennert´in araştırmalarının neticeleri şöyledir :
28 âlim hiçbir şekilde inanca ulaşamadılar. 242 âlim Allah´a îmân ettiklerini açıkça ilân ettiler. Yalnız 20´si de dînî inançlara Önem vermeyen, inkarcılığa yöneldiler.
Dine önem vermeyen bilginlerin inkarcı olduklarını düşünürsek, %92 si (gibi büyük bir ekseriyeti)´nin Allah´ın varlığına inandıkları ortaya çıkar. Bundan anlıyoruz ki, maddecilerin iddia ettiği; «İlimle insan arasındaki tenakuz ve inkârın, âlimlerin özel sıfatı olduğu» görüşünün, kesinlikle aslı yoktur. Ayrıca, inananların bu büyük nisbeti; ilim ve îmânın birbirinin tamamlayıcısı olduğunun en büyük delillerindendir.
Dr. Leon Voty´den de şu bilgiyi aldık : Geçen asırda ortaya, çıkan en zeki insanlardan biri olan Fastör bir yazısında : «imân, İnsanları hiç bir şekilde ilerlemeden alıkoymaz. Her gelişme, Allah´ın yarattıklarında mevcut düzeni ortaya çıkarır. Eğer ben bugün bildiğimden daha fazlasını bilseydim, îmânım bugünkünden daha, kuvvetli ve daha derin olacaktı.» diyerek sözlerini şöyle bitirir : «Sahih ilmin maddeci obuası mümkün değildir, tüm bilâkis bunun hilâfına, Allah´ı bilmeye yöneltir; kâinatın tahlilinde bir maharet ve basirete ulaştırır. (Bu gerçek) insanları; nihayetsiz kemal sahibi, mevcutları ve onlardaki gizli kuvvetleri yaratan, hikmet sahibi ilâhî bir iradeye yöneltir.» Yani, Yüce Allah´a îmânı gerektirir.
Doktor, kimyacı, Paris İlimler Akademisi Üyesi ve Tıp Fakültesi Dekanı Wutz, bir yazısında şöyle diyor : «Her ne zaman Allah´a îmânımın zayıfladığını hissedersem, hemen Akademiye yönelir, îmânımı kuvvetlendirmeye çalışırım.»
ilimler Akademisi Üyesi ve «Âlemlerin Aslı» adlı eserin yazarı büyük Astronom Faye´de «İlim sahibini Allah´ın varlığını inkâra götürür sözü, çok büyük bir hatadır.» diyor.
Sorbon Üniversitesi Profesörlerinden meşhur Jeolog Edmond Herbert şöyle diyor : «İlim insanları kat´iyyen küfre ve maddeciliğe yöneltmediği gibi, şüpheciliğe de ulaştırmaz.»
Ünlü Matematikçi Chushy de; «Benim inançlarım, tevarüsle geçmiş vehimlerin neticesi değildir. Bilâkis derin araştırmalarımın sonucudur.» der.
Tabiat tarihçisi büyük âlim Faber de : «Her devrin delice arzuları vardır. Bana göre küfür de delice bir heves olup, zamanımızın hastalığıdır. Benim derimi yüzüp soymak, Allah´a inancımı soyup ortadan kaldırmaktan daha kolaydır.»
Bunlar, tabiî ve musbet ilimlerde otorite olmuş bazı bilginlerin görüşleridir. Bi bunları Leon Voty´nin zikrettiği birçok söz arasından seçip çıkardık[46]
Prof. Dr. Andro Cinoyoviy, [47] kendisi sorduğu bir soruyu şöyle cevaplandırır : «İlimlerle meşgul olanların, inkâra yöneldiklerini duydum. Bu doğru mudur Ben bu sözün doğru olduğuna inanmıyorum. Tam bunun aksine, okuduğuma ve araştırdığıma göre, ilim sahasında otorite olan insanlar dinsiz değildirler. Fakat bazı insanlar onların anlayışlarım ve sözlerini yanlış değerlendirdiler. Şüphesiz dinsizlik, yahut maddecilikten dolayı inkâr, ilim sahibinin düşünce, iş ve hayatında uyduğu yola ters düşer. Çünkü o, herhangi bir yapıcı olmadan bir âletin yapılamayacağı prensibine uymak zorundadır. Aklını bilmen hakikatlerin aslını bulmak için kullanır, la-boratuvarma girer, ümitleri onu yöneltir, kalbi îmânla dolar. Bir çok ilim adamı, işlerini bilgiyle, insan ve Allah sevgisi ile yürütürler.» [48]
Dr. Albert Makomp Winsthis [49] ´in şu sözlerini de nakledelim : «îîimle meşgul olmam, daha öncekine nisbetîe îmânımı çok çok sağlamlaştırdı. Şüphesiz, ilimler insanın kâinatta Allah´ın kudret ve celâlini görmeye yardım ediyor, tnsan kendi araştırma sahasında yeni bir şey keşfettiği zaman Allah´a îmânı artıyor.» [50]
Lord Cliffen [51]de : «Derin düşündüğünüzde, ilimler sizi Allah´ın varlığını kabule mecbur edecektir.» [52] diyor.
Einstein da : «îmân, ilmî araştırmaların en kuvvetli ve en asil-sonuçlarıdır.» [53] der.
Bu sözleri büyük ingiliz Filozofu Francois Bacon´un şu görüşleri ile bitirelim : «Bazı sathî felsefeler insanı inkâra yaklaştırır. Fakat felsefede derinleştikçe, o insanı dine yöneltir.»
Bu âlimlerin naklettiğimiz sözlerinden anlaşılıyor ki, Allah´a inanmalarının sebebi, ilimleridir.
Halbuki Kur´an-ı Kerîm bu hakikati ondört asır önce ortaya koymuş. Allah´ın yüceliği karşısında korkan kimselerin yalnız âlimler olduğunu belirtmiştir. «Kulları içinde Allah´tan ancak âlimler korkar...» [54] Zira âlimler, derin dikkat ve hassasiyet içindeki incelemeleriyle varlıklardaki, insanı âciz bırakan yaratılışı başkasının göremeyeceği şekilde görür ve değerlendirirler.
Ceza Kur´an alimleri aehâdetine değer vererek : «Allah, melekler ve ilim sahipleri de adaleti teyid ederek Allah´tan başka ilâh olmadığına şehâdet ettiler» [55] buyurur. Bu âyetle ilim sahiplerinin görüşlerine oldukça büyük değer verilmiş oluyor.
Kur´an´ın çok daha önce belirttiği delilleri; ilim, kâinat kitabında ortaya koymaya muvaffak oldu. «Bu konuda Kur´an´ın getirdiği ile kâinat kitabının ortaya koyduğu iki kesin delil de ittifak etmiş oldu.»
Batılı müsbet ilim otoritelerinin kitap ve makalelerinden seçerek derlediğimiz ve herbiri maddeci inkarcılara susturucu cevap, Yüce Allah´ın Varlığına ve Kudretine açık delil teşkil eden yukar-daki sözlerden sonra, kültürlü Türk okuyucuların kendisini iyi tanıdığı bir Türk ilim adamı doktorumuzun sunduğu aşağıdaki değerli ve veciz bilgileri kitabımıza almayı faydalı buluyoruz.[56]
3 — Pozitif İlimden «Gerçek Hakk»´A Varan Fikir İncileri [57]
Son asırlarda hızla ilerleyen ve hâlâ da amansız bir hızla gelişmekte olan müsbet ilimler, gerçekten iyi incelenirse; onun verilerinde insanı hayrette bırakan bir mutlak şuurun var olduğu daima sezilecektir. Bazılarının zannettikleri gibi, pozitif ilimler «Allah» inancını tamamen sarsacak neticeler vermemektedir. Nasıl verebilirler ki; onların, konu olarak ele aldıkları eşyalar, yalnız onun eseridirler. Hiç eser, sahibini inkâr ettirir mi Yeter ki eseri İncelerken aklı selim sahibi, basireti açık, kimseler bulunmuş olsun.
îşte bu gerçeği büyük ingiliz bilgini BACON (1560 -1626) şöyle ifade eder : «Az ilim bizi Allah´tan uzaklaştırır. Çok ilim ise Allah´a yaklaştırır. Felsefî bir mevzu olarak Allah´a inanmakla iktifa etmeli, Allah´ın ne olduğunun takdirini de ilahiyata terketmelidir. İnsan, hayvanlıktan uzaklaşmak için, manevî bir dayanağa muhtaçtır. Köpek nasıl insanla münasebeti dolayısıyla yükselirse, insan da ulûhiyetle münasebet kurarsa yükselir ve asalet kazanır.»
Şimdi Müsbet ilim Yolu ile Allah´a Giden Fildişi Yoldan Örnekler Verelim :
a) Fizik Yolu ile Allah´ın Varlığına Gidiş :
Yukarıda bahsettiğimiz (Manyetik), aynen atomda da mevcuttur. Bu suretle hem yukarıdaki bahsi daha iyi açıklamış olmak ve
maddedeki aşkı fennen beyan etmiş bulunmak için, fizikteki örneği atomdan alıyorum. Evvelâ atom hakkında biraz malûmat vereyim : Misâl olarak (Karbon = Kömür «c») atomunu alıyorum. Prensip itibariyle, her atomda olduğu gibi, merkezinde müsbet yüklü bir çekirdek vardır. Bu çekirdek de (stabil) elektriksiz (nötron) ile (dinamik) elektrikli olan (pozitron)´dan ibarettir. Bu merkez etrafında, karbonda 12 menfi yüklü (elektron) mevhum mahreklerde hareket halindedir. Bu elektronlar çekirdekten 2000 defa daha küçüktür. Atomun küçüklüğünü ifade edecek sayının beyanı oldukça müşküldür. Bir Fransız fizikçisinin söylediği gibi; bir toplu iğne başındaki atomları cımbızla çekmek kabil olsa, 200.000 nüfuslu bir şehrin bütün fertleri ellerine birer cımbız alarak saniyede ikişer tane atmak şartıyla iğnenin başındaki atomları ayıklamaya çalışsalar, iki ay sonunda bu işi başarabilirler. Bu rakamlar neyi ifade ediyor Yukarıda zikrettiğimiz gibi toplu iğne başı kadar bir kömür parçasında bu kadar korkunç sayıda atom var. Bu atomların her biri de, oniki seyyareli bir âlem vasfı taşıyor. İşte bu elektronlardan birindeki kudret ölçüsü kâinat manzumesi içinde arzm rolünü ifade eder. Boş yere kâinatta canlı varlık olacağını tahmin eden astronomlar, acaba sonsuz kudretin bir elektronda dahi milyarlarca enerji sembolü olabilecek varlıkları düşündüler mi Atomların taşıdığı enerji arzm yaratıldığı günden beri güneşten aldığı enerjinin bir kaç mislidir. Bu küçük cirme rağmen atomların üzerinde mevcut elektronlar kâinatın evvelinden sonuna kadar dönecek kudreti depo halinde bulunduruyorlar. Allah´ın ol emriyle yaratıldığı saniyede, peşinen aldığı, bu enerji, yok ol emrine kadar devam edecektir. Elektronların yorulmaz bir düzenle atom çekirdekleri etrafında hâlik´ım zikrettiklerini çok açık bir şekilde tasdik etmemiz gerekiyor.
Bütün bu hakikatlerden sonra Allah´ın varlığını açıklayan atomdaki sırra, bir de şu noktadan nüfuz edelim :
Çok mâruf bir tabiat kanunu şu şekilde ifade olunabilir : Na-turel hâdiseler meydana gelirken, daima en kısa ve çabuk yolu tercih ederler: Oluş, bu mânânın taşıdığı ve bizim mantığımızdaki kolaylık hududu dahilinde cereyan ediyor. Meselâ, bir menekşe yap-rağındaki endigo maisi terkibindeki maddeyi yaparken, sekiz on tane kimyevi usulden en kolay ve en serisini tercih eder. Nitekim biz laboratuarlarda bu maddeyi çok defa karışık usullerle yapabil liriz. însan hayatiyeti için en önemli hâdise olan teneffüs etme keyfiyeti dahi böyle basit ve kısa yoldan cereyan eder. Biz teneffüsü
(nefesi) alırken, husûsî bir mekanizma ile alırız. Fakat verirken, otomatik olarak alışın bir neticesi halinde nefes veririz, yâni nefes vermek için vücutta ayrı bir mekanizma cereyan etmez. Bu misâlleri anlatmaktan gayemiz şudur : Acaba atom muvazenesini temin eden elektrikî müsavat daha basit bir usulle düzenlenemez miydi Nitekim Fiziko - Kimya ve Bio - Kimyada bir takım elektronik muvazene usulleri böyle bir hâdisenin mümkün olabileceğini gösteriyor. Eğer kâinat kör bir tesadüfün eseri olsaydı atomda da böyle daha basit bir elektrik müsavatı sistemine rastlayacaktık. Onun maddede mantık ufukları Ötesindeki ufaklığı ve bu ufaklık içerisinde namütenahi kudret sim bir tek mânâ taşır.
Sahibi Tarafından, Zikrini Terennüm Etmek Gayesiyle Bu Kadar Muhteşem Yaratıldı. [58]
b) Naturel Bilgiler Metodu ile Allah´ın Varlığına Gidiş :
Kuru madde kanunlarının dışında her hâdisede şiddetle kendini hissettiren büyük bir kanunun hâkimiyetini belirterek bu hakikati açıklayacağız.
Bu kanunu Aynştayn (Einstein), son yıllarda garip bir şekilde ifade etti : «Kâinatta her hâdise cazibe kanunlarının teshindedir.» Bunu isbatla : «Kâinatın kör bir kuvvet tarafından idare edildiği» iddiasında bulunan zavallılara, hiç bir mantık ve ilim payı bırakmıyoruz. Zira bu iddiada bulunanlara göre «Tabiatın yaptığından haberi yokmuş!»
Sözlerime, son senelerde vukubulan bir keşifle başlayacağım : 50.000 defa büyütülerek görülen toz zerrelerinin kozmik şua ve güneş ışığı altında ihtizaz ettikleri tesbit edilmiştir. Büyük kitleler arasındaki mâruf cazibe kanununun tamamen dışında olan bu hâl bize gösteriyor ki, birbirine tamamen zıt iki unsur olan madde ve enerji arasında dahi gizli, binlerce defa gördüğümüz bu prensip, muhtelif hâdiselerde çeşitli isimlerle az çok tanıtılmıştır. Yıldızlardan tutunuz da atoma varıncaya kadar mevcut, bu alâkayı cazibeye bağlıyoruz.
Peki, cazibe nedir
İşte bunun cevabı çok zor. Her ne kadar cazibe riyazi bir ifade taşırsa da; enerji ve madde .tezahürleri gibi bir vasıftadır diyemeyiz. Cazibe, enerjinin gizli bîr Özelliği ise, yalnız benzer enerji sistemleri arasında olması icabederdi. Yeni keşif ve tecrübe, -işte bu son ciheti yalanladığı için çok mühimdir. Pek yakın yılların fizik kanaatları madde ve enerjiyi birbirinden tamamen ayırmıştır. Hattâ bu ekole göre, bu enerji ve madde müşterek bir cazibeden intikalle hâsıl olur. Bu kanaate göre, cazibeye madde ötesi bir mânâ veriyoruz. Ben, cazibeyi şöyle tarif ediyorum :
«Cazibe maddeden eski, çünkü enerji maddeden yaşlıdır ve onda mevcut bir mânâ cevheridir.» Cazibenin muhtelif şekilde tezahürleri de bu tarifi isbat eder. Affinite şimik (kimyevî alâka) manyetik (mıknatısı) sahalar, adeziyon hattâ enerji ve maddedeki atalet hep cazibe diye vasfettiğimiz Allah´ın kudretinden, (bu kudretin eserinden) başka bir şey değildir. [59]
c) Kimya Yolu ile Allah´ın Mevcudiyetine Varış :
Kimyanın her zerresi bir hakikat taşırken, misâlimizi, en basit kimya maddesi olan «su»´dan alacağız.
Suya ait iki mühim vasıf vardır İd, kâinatın kör bir şuur tarafından yaratılması ile izah edilemez. Suyun bu özelliklerinden birincisi : Hacim ve kesafetinin hararetle değişme vaziyetine aittir. Biliyoruz ki, her madde ve cisim kesafet bakımından hararetle düz orantılı bir değişiklik yapar. Yâni hararet yükseldikçe cismin kesafeti nisbet dahilinde azalarak hacmi büyür ve aksine hararet düştükçe de bir cismin kesafeti çoğalarak hacmi de küçülür. Suda ise, hararet yükseldikçe hacmi küçülür, kesafeti artar Ve hararet düş-dükçe de hacmi büyür. Bu hâdise yalnız bir istisna teşkil etmekle de kalmaz, ayrıca aynı mevzuda ikinci bir mucize taşır. + 4 derecedeki su, kendinden sıcak veya kendinden daha soğuk sulardan daha ağırdır. Eğer yukarıda zikrettiğimiz istisnaî ve mucizevî özellikleri su taşımasaydı, kışın denizler buzla dolar ve bu denizlerin dibinde nebat ve hayvan hayatı olmazdı.
(D. ÖRZ) taraftarlarının saçmaladıkları gibi kâinat ne yaptığım bilmeyen bir kuvvetler topluluğu olsaydı, denizdeki nebatları da düşünmez, hayatı karada olduğu ile iktifa ederdi.
Halbuki Cenab-ı Hak, zevk-i ilâhisi için donattığı bu âlemde o nebatların da bulunmasını arzu etmiş ve suya bu mucizeyi bahşetmistir. Suya ait ikinci mühim özellik : Suyun (iyonize) vasfıdır, lyonizasyon hakkındaki fennî mütalâaları şöyle hülâsa edebiliriz : Normal ahvaldeki bileşik cisimler iki atomun birleşerek meydana getirdikleri (Moleküllerinde) elektrik bakımından mutlak bir sükûnet (Nötral durum) arzederler. tşte biz bu cisimlere biokimya tabiriyle (câmid cisimler) diyoruz. Halbuki canlı cisimlerin kimyaları bize göstermiştir ki, bir uzvun hayatta olabilmesi için elektrik bakımından seyyal manzara arzeden (moleküller) ihtiva etmesi lâzımdır. Tabiatta bu hâdise şöyle olur : Su içinde, yukarıda zikrettiğimiz câmid cisimler molekülleri arasında muvakkat bir çözülme göstererek, elektrik bakımından canlı hale inkılâp ederler. Meselâ tuz molekülü sodyum ve klor atomlarının meydana getirdiği câmid bîr madde iken, suya atıldığı zaman bu atomlar yeniden bir gevşeme ve elektrikiyet manzarası arzeder. Ve o zaman canlı olabilir. îyon mes´elesine ait araştırmalar göstermiştir ki, bu cansız molekülleri canlı ve aktif bir şekle sokan madde «su»dur. Halbuki, su, kimyevî olarak tam bir câmiddir. Çünkü hidrojen ve oksijen gibi birbirlerine çok muhteris atomların doymuş halinde birleşmesinden husule gelmiş, kimyevî tâbirle bir nevi doymuş birleşik bir cisimdir. Normal ahvâlde suyun oksijeninin aktif bir hâle konulabilmesi fevkalâde zor olduğu halde, nasıl oluyor da diğer cisimleri elektrik bakımından aktif hale sevkedebiliyor Neden her cisim suda iyonize olduğu halde, su iyonize olamıyor İşte bu sual kimyanın normal prensipleri ile cevaplandınlamaz. Eğer tabiatı meydana getiren kudret şuursuz olsaydı, suya bu iki mühim hassayı şüphesiz ki bu özellikle vermiyecekti. O zaman dünya, yıldız ışıklarının banyosuna mahsus yüzme havuzundan başka bir şey olmayacaktı.
Suyun mucizesine ait şu üçüncü vakıayı da zikretmek isterim :
Bugün arzın (Atmosfer havayı nesimisi)´nden daha dışarda hidrojen ve arza hemen yakın bölgede oksijen vardır. Bütün garp ilim adamlarının kabul ettiği dünyanın yaradılış nazariyesine göre mezkûı iki gazda, arzda enerjinin birikimi anında Mendelyef in sırasınca teşekkül etmiştir. Oksijen ile hidrojenin birbirlerine fevkalâde muhteris oldukları malûmken, nasıl olur da hidrojen bu oksijen tabakasını rahat rahat geçer ve onun üzerinde sakin olarak arzı, semavî tehlikelere karşı korumak üzere toplanır. Oksijen nasıl olur da arzın o patlama zamanında bu en samimî arkadaşından, binlerce sene sonra yer üzerinde meydana gelecek canlılara hayat vermek gayesiyle Vazgeçebilir
Eğer Yine Kâinatı Meydana Getiren Kudret İstikbale Göre Onlara Nizam Vermemiş Olsaydı, Ta Arzın O İlk Ana Baba Gününde Hepsinden Suyu Meydana Getirmiş Olsaydı, Oksijen Ve Hidrojen Kalmazdı Ve Arz Semada Deli Taş Gibi Döner Dururdu.[60]
Bütün bu hâdiseler karşısında Rabbülâlemin olan Allah´ın adını zikirden başka söylenecek söz yoktur.
Patoloji İlmi ile Allah´ın Varlığını tsbat :
Madde ilimlerinin en müşahhası olan patolojik (Teşrih-i Marazı)´nin baş dümencilerinden Şivartz, Allah hakkında kendisine sorulan bir suali şöyle açıkladı : «Ben maddeci hocalar yanında çalıştığım günden beri uzun müddet Allah fikrinden kaçtım. Fakat o beni bırakmadı. Yine yakaladı, kanser hakkındaki koordinasyon hâdisesi, bana ikrar zevkini verdi.»
Kanser hücresinin normal hücreden farklı, diğer hücrelerle olan müşterek yaşama hassasını kaybetmesidir. Buna tıp lisanında, koordinasyon bozukluğu denir. Normal ahvalde hücreler birlikte yaşamak mecburiyetini hissettikleri nesiçlerde, madde ile tarif edilemeyen, bir ahenk bütünlüğü arzederler. Şöyle ki : Kan damarlarından gıda sel gibi aksa da, damar iç cidar hücreleri kendi paylarına tesbit edilen gıdadan fazlasını emme selâhiyetini hâiz değildirler. Bizatihi kan içinde yaşayan hücreler dahi evvelce tesbit edilen gıdadan fazlasını alamazlar. Eğer böyle olsaydı, ayak parmağındaki hücre, gıdasızlıktan hayatiyetini kaybederdi. Bu ahenk o kadar muntazam-dır ki, kansız bir insanla bütün hücreler aynı gıda fakirliğine kanaat mecburiyetindedirler. Bu ahlâk bütünlüğü ifade eden, ayarlamanın hormonların tesiri ile yapıldığı iddia ediliyorsa da, hayatiyetin ana maddesi olan bu girift ahengin sebebini Biokimya usullerle çözmeye imkân yoktur. Koordinasyon bütünlüğü deyip geçiyoruz. İşte hücreler bu koordinasyon bütünlüğüne itaat etmez ve kendisine hasredilenden fazlasını isterse, o zaman kanser hücresi meydana gelmiş oluyor. Tıbbın en korkunç hastalığı olan kanser hücresinin normal hücrelerden farkı, verilenle değil de isteyiş şekliyle gıda-lanmasından ibarettir. Modern nazariyelere nazaran, bu kabil ahenk bozucu hücreler vücutta husule gelir gelmez, vücut bilmediğimiz bit metodla bu hücreleri derhal öldürür. Yani hepimiz bilmeden bir çok defa böyle kanser tehlikeleri" atlatmışızdır. Şivartz´m tâbirince bu müşterek yaşama ahengi bütün canlılar hattâ cansızlar âleminin en temel kanunudur. Bu ahenk hücrede, nebatta, insanlar arasında, atomlar arasında, hep mevcuttur. Ve doğrudan doğruya Allah´ın bir tecellisidir. Allah´a has bir vasıftır. Yâni, eğer kâinatı Cenab-ı Hak yaratmamış olsaydı* hücre teşekkülüne kadar hâdiseler kendi başına olsa bile, bu andan itibaren insan ve uzuv teşekkülü bahis mevzuu olmayacak ve bu hücreler kanser urları halinde, üremeyen kesik varlıklar meydana getirecekti. Bu dejenere vaziyet bulunmadığı ve çok şükür olmayacağı tahakkuk ettiğinden, bu tatlı ahenk mevcut olduğuna göre, kâinatın yaratıcısı her şeyi mutlak bilen, herşeye kaadir olan, bütün canlıların rızıklarını veren ALLAH-U TEÂL´dır. [61]
e- Anatomi timi ile Allah´ın Varlığı Mes´elesi
Tıbbın temel mütefekkirlerinden büyük âlim Clod Bernar, kalb üzerinde ilk laboratuar tecrübelerini yaptığı zaman, taşıdığı cins kafanın hassasiyetine uygun olarak demiştir ki : «Kalb hakkında bildiğimiz çok noksan ve kabadır. Halbuki onun bünyesinde en ince his ve idrâk melekelerimize mahfazaîık ettiğini gösterecek kadar ince ve girift bir mimarî vardır.»
Tıp âleminde yepyeni bir ufuk açan bu ilim adamından önce tababet; senelerce kalbi, basit bir et yığınından ve maddî fonksiyona memur mekanizmadan ibaret sandı. Bugün ise ilim, kalbin bir kelebek kanadı üzerine nakşedilmiş sırlarını ruhî hâdiselere merkez telâkki edecek derecede, ileriye gitmiş bulunuyor. Tıp bu gidişi ile kalbin mahrem iklimlerine doğru daima yeni bir adım atmaktadır [62] İşte bu mahremiyetlerden biri de, kalbin maddesinde; yaratıcısının imzasını taşıyan riyazî bir hakikatin mevcudiyetini izah ve isbat edeceğiz. Şematik şekilde göreceğiniz gibi, insan kalbinin sol avrukula ismi verilen sol yukarı ucunda Kuran harfleri ile aynen ve çizgisi çizgisine "Allah" ism-i celâlini gösteren açık bir yazı; vardır. Avuç içindeki sabit ve ana çizgilere benzeyen bu teşekkül Mü´min - kâfir, her insanın kalbinde mevcut, ağız, burun gibi kat´î bir vakıadır. Her hangi bir ölünün kalbi açılıp da, kalbe bu noktasından normal gerginliği verildiği takdirde, fotoğrafla tesbit edilecek şekilde bu anatomik vakıayı görmemiz mümkündür. Bu çizgi taazzuvunun açık şekilde Allah yazısı, Almanca Zobota Atlası´nda, kalb bahsinde aynen görülmesi mümkündür. Teknik imkânlar bulamadığımız için bu bahse ait güzel fotoğraflar sunamamış bulunuyoruz. Evvelce bir makale halinde neşrettiğimiz bir mecmuada böy-. le bir fotoğraf vermiştik. Kitap baskısında yanlış tefsirlere yol açacak bir fotoğraf vermektense, okuyucuların arzu ettikleri takdirde şematik resmimizdeki resmi Zoboto Atlasının ikinci cildinde riyazi bir Alman realizmasıyla rötuşsuz olarak insan kalbi ifadesinin en açık anatomik resminde bu hakikati te´kit etmelerini daha uygun bulduk. Bütün renkli anatomi atlaslarının kalbin bu yüzüne ait fotoğrafları tetkik edilirse, hepsinde de aynı teşrihi çizgileri görmek mümkündür.
Koskoca kâinat muammasını, her türlü tesir edici ve son illet (sebsp) ihtiyacından uzak bir tesadüf (kendi kendine) oluş ile izaha çalışan maddecinin teşhisimize dudak bükerek alayını seziyoruz. Onlara, kendileri de dahil her ölünün kalbini göstermekten başka yapacağımız mukabele yoktur. Bu tesbitimizi müsbet ilimlerin, apaçık uzviyet ifadesine bağlı, sırrî bir tecellî olarak kabul ediyoruz. Şüphesiz ki herkesin inanması veya inanmamasıyla değerini kaybetmez. [63]
f) Fizyopatoloji timi Yolile Allah´ın Varlığını tsbat :
Bu branşta da vücudun anormal şartlar altında hayatım korumak için aldığı ince sanat dolu tedbirleri inceleyelim Bu mevzu-daki ince oluş mimarisi bize, daha ötelerden Allah´ın hücreye nakşettiği ALÎM şuuru ikrar ettirecektir. Evvelâ, bir mikropla vücut arasındaki mücadeleyi takip edelim. Bir mikrop, meselâ elimizin açık yarasından (Porte-antre) vücuda girerse; evvelâ o mıntıkadan neşrettiği kimyevî maddelerden haber alma kaabiliyetinde olan beyaz kan hücrelerinin taarruzuna uğrar. Bu ilk muharebe cereyan ederken, elin birinci derecede karakol merkezi olan koltuk altında ihtiyatî tedbirler alınır : Vücudun bütün askerleri muharebe düzenine sokulur, ilk çarpışmanın neticesi %90´a yakın vücut lehine cereyan eder. İlk çarpışma, mikrobun lehine dönerse, o zaman mikrop saatte 17 milyon gibi korkunç bir rakam halinde çoğalarak kana geçer, Hk karakol veya koltuk altı tehlikeyi önleyemezse, o zaman vücut umumî seferberlik ilân eder. Şimdi bu büyük kurmayca tab-yeyi takip edelim. Misâl olarak hummadaki vücut-mikrop savaşını anlatalım : Humma âmili vücuda girdikten sonra vücut seferberliğini tamamlar ve onun işaretçisi ateş yükselir. Vücutta müdafaa, maddelerinin yapılması cihetinden enteresan vakıa da bazı kerre bir insanın evvelce hiç karşılaşmamış olduğu mikroplara karşı müdafaa maddelerinin bulunuşu keyfiyeti olur. Bu olay kısmen irsen ve çocukların ana rahminde iken kan yoluyla bu kimyevî maddeleri almaları şeklinde izah edilmiş ise de, bazı vakalarda bu izaha sığmayan durumlar görülmüştür. Bizzat maddeciler bile bu harikayı (neslin idamesi yolunda iç müdafaalar)´la izah etmek mecburiyetinde kalmışlardır.
Tabiatta onların kabul ettikleri kör kuvvet, meydana gelen nesli, on sene sonra karşılaşacağı mikroba karşı müdafaa maddeleri ile mücehhez yaratmış öyle mi İnsan hakka teslim olmayınca işte böyle saçmalar.
Yarattığı namütenahi küçükler âleminin askerleri ile en ideal varlık olan insanı, Allah tam bir yaratıcılık adaleti içinde zekâ ve beşerin ulaşamıyacağı kimya formüllerine karşı mücadele ettirirken bizlere de şu açık ilânı irad etmiyor mu SİK insanlar hayatınızın devamı süresince zekânızın hiç bir zaman erişemiyeceği geniş (Biyokimya) metod ve kanunları ile sağlığınız konmuyor. Her dâvayı halletmeye kalkışan kafanız, dünyanın en muhteşem laboratuarı olan karaciğerimizin yaptığı işleri tam manâsıyla kavrayamaz-ken ve muazzam laboratuarlarımız da onun yaptıklarından bir tanesini olsun, bir saniye bile idamede âcizken, nasıl olur da beni d-râk edemez ve bulamayınca da inkâra kalkışırsınız
Ey Allah´a inanmayan adam!... Sen imansızlığına zırh tuttuğun bir avuç bilgi ile şuurlusun da, idrâkinde âciz olduğun mucizeler taşıyan karaciğerin yapıcısı mı şuursuz [64]
Bir Türk Tıp uzmanı ve Müsbet ilim bilgininin bu dikkate değer ilmî makalesinden sonra; John Clover MONSMA´mn yukarda adı geçen kitabının türkçe tercemesinden seçtiğimiz iki ilmî makaleyi iktibas ederek ve Amerika´nın 3. Feza adamı John GLEEN´in tarihî sözlerini naklederek bu bölüme son vereceğiz.[65]
İlimler Allah´a Îmânımı Daha Çok Kuvvetlendiriyor [66]
Prof. Dr. Albert Macop Winsthis
(Moleküler Biyoloji Mütehassısı)
«Acaba ilimle iştigal etmeyen diğer kimseler gibi ilim adamlarının da Allah´ın varlığına inanması ve onun kudsiyetini kabul etmesi normal midir
ilmî buluşlar arasında insanın çok yüce bir yaratıcının gücüne inancını azaltabilecek keşifler de yer almakta mıdır
İşte zaman zaman ilim adamlarının birçok sahalarda bazı din yorumcularının yorumlarına ters düşen gerçekleri açığa çıkardıklarını zannedenlerin kafalarında dolaşan sorulardan birisi budur.
Ben Üniversitede okurken ilim felsefesi branşını seçmiştim. Ve ilimler üzerinde tahsil yapacaktım. Yukardakilere benzer bir örnek geçmişti başımdan. Halalarımdan birisinin beni yanına alarak ilimler felsefesi tahsiline devam etmekten vazgeçirmek için ne kadar çalıştığını çok iyi hatırlarım. Çünkü ona göre ilimler felsefesi üzerindeki çalışmalarım, benim Allah´a olan îmânımı, yıkacaktı. Birçokları gibi o da, ilimle dinin birbiriyle çarpışan iki kuvvet olduğunu ve bir kişinin gönlünde ikisinin birlikte yer edemeyeceğini kabul ediyordu. [67]
Ben değişik bilim dallarında çalışma yapmış ve uzun yıllarını hu yola vermiş birisi olarak ilim dünyasında Allah´a îmânımı sar-sacak hiçbir şeyle karşılaşmadığımı bütün kalbî samimiyetimle ifade ederim, timi çalışmalar benim Allah´a îmânımı sarsacağına bilâkis daha da kuvvetlendirdi. Ve eskisinden çok daha sağlam ve metin hale getirdi.
Şüphesiz ki ilim, insanın, Allah´ın kudret ve azametini daha fazla görmesine yardım etmektedir, insanoğlu kendi etüd ve çalışma sahasında yeni bir şey keşfettikçe Allah´a karşı îmânı da faz-lalaşır...» «Nasıl ki müsbet ilim tıp dünyasında eskiden geçerli olan hacemat ve benzeri metodlan kaldırarak, teşhis ve tedavi gibi yeni metodlar getirmişse, modern ilmin diğer dallan da, insanın Allah ile olan münasebetleri konusunda birçok sapık inançları değiştirerek sağlam esaslar getirmiştir...» «Biz bu gerçekleri bildik diye Allah´a îmânımız sarsılacak değil, bilâkis ne kadar ilmimiz artarsa, onun yarattığı mahlûkatı ne kadar iyi bilirsek, îmânımız da o derece artacaktır.»
«İnsanoğlu herhangi bir san´atkâraı elinden çıkan san´at eserini o san´at eserini meydana getiren san´atkârla ilgili birtakım bilgilere sahip olmadan inceleyip anlayamaz. Aynı şekilde biz, kâina-tm esrarı ve yeryüzünde yaşayan varlıkların -bilinmez yanları konusunda derin bilgiler elde ettikçe, onları yoktan varedip yaratan varlığın, yani Allah´ın kudret ve azametini daha çok anlayabiliriz. Ben canlı organizmayı konu edinen geniş bir ilim dalı olan «Mole-küler Biyoloji» üzerinde çalıştım. Ve gördüm ki, bu kâinatta Allah´ın yarattığı nesneler içerisinde canlı varlıklardan daha üstün bir yaratık mevcut değildir.
Yürüdüğünüz bir patika yolun kenarında kendiliğinden bitmiş bir yoncaya bakınız. İnsan elinin mamulü olan sayısız ve harikulade yapılmış şeylerden hiç birisi onun kadar güzel ve onun kadar alımlı olabilir mi İşte gördüğünüz o küçücük yonca canlı bir fabrikadır. Gece gündüz durmadan çalışır. Mütemadiyen binlerce kimyevî ve fizikî reaksiyonlar cereyan eder içinde. Protoplazmamn buyruğu altında neler olmaz neler. Protoplazma, bütün canlı varlıkların birleşiminde bulunan ana maddenin adıdır.
Peki bu akıllan durduracak karmakarışıklıktaki canlı makine nereden gelmiştir Onu Yüce Allah yalnız yaratmakla kalmamış, yaşamasını sağlamış, varlığını korumasını temin etmiş, nesilden ne-sile bütün kendi türünün özelliklerini ve hususiyetlerini devam ettirmesini takdir buyurmuş ve böylelikle bizim onu diğer bitkiler
den ayırmamıza yardımcı olmuştur.
Biyolojinin inceleme konuları arasında en büyük yeri; cai varlıkların üremesi konusu işgal eder. Bu husus Allah´ın kudretinin en belirgin şekilde ortaya çıktığı alanlardan birisidir. Bir koca bitkinin üreyeceği bir hücre o derece küçük varlıktır ki, ancak binlerce defa büyülten mikroskoplar kullanılarak onu gözlemek mümkün olur. Ama ne gariptir ki o koca bitkinin bütün özellikleri, damarları, kabuğu, dah, budağı, kökü ve yaprağı, hacimleri son derece küçük mühendislerin gözetimi altında sonsuz bir dikkat ve itina ile inşa edilmektedir. Bu küçücük mühendisler, bitkinin meydana geldiği hücrenin içinde yaşarlar. İşte bu dikkatli mühendisler topluluğunun adına «kromozomlar» diyoruz. Bu son derece küçük yapıdaki mühendisler, çok nadir zamanlarda bu küçücük hücrelerin ürettikleri bitkinin özelliklerini değiştirebilirler...»
«Bugün bilginler son derece önemil yeni bir keşfin eşiğinde bulunuyorlar. Bu keşif, laboratuarlarda ve deney tüpünde canlı varlık meydana getirmektir. Laboratuarlarda yaşayan bir varlık meydana getirme imkânı, ancak bugün elde edilmiş bulunuyor. Fakat bu meydana geliş ameliyesi, son derece basit ilkel ve eksikliklerle dola bir canlı türünün oluşmasından ibarettir. «Des oksiribo nitriklorik asit» adı verilen (DNA) madde belirli nisbette kimyevî maddelerin karışımıyla elde edilmiş bulunmaktadır. DNA bundan Önce ancak canlı hücrelerin içinde elde edilebilmekteydi. Halbuki bugün laboratuarda elde etmek mümkün olmflştur. DNA kısa formülüyle ifade edilen bu madde, nesiller boyu genetik özellikleri taşıyan ve bileşimindeki bütün canlılara kendi damgasını vurarak verasetin geçişini sağlayan ana hayat maddesidir.
Ayrıca bazı canlı hücrelerin protopiazm alarmdaki DNA´lann alınarak başka türlerin protoplazmalarına koymak mümkün olmuştur. Bu ise, aşılanan maddenin genetik özelliklerinin tamamen farklı bir şekilde ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Biz insanların laboratuarda hazırladıkları DNA asitlerinin canlı hücrelerindeki protoplazmalara aşılanmaları halinde nasıl bir reaksiyonla karşılanacağını bilmiyoruz. Canlı hücre bu asitleri emecek mi, bileşimine kabul edip intibak edecek mi, yoksa tabiî organik maddelerde meydana gelen reaksiyonların aynısı burada da mı meydana gelecek Şu ana kadar bu sualin cevabını verebilmiş deği-
İte [68] Bu güne kadar bu alanda sarfedilen çabalar kaderin eline bağlı bulunmaktadır. Bazı bilginler deney tüplerinde canlı varlıkların meydana getirilebileceğini imkânsız olarak kabul etmekte ve bu çabalar başarılı dahi olsa, kuşkularını belirtmektedirler [69] Peki böyle bir başarı bizim Allah´a karşı îmânımızı sarsabilecek midir Hayır. Ancak sathî bir inançla Allah´a inanmış olanların îmânım sarsabilir. Ama derin bir düşünce ve tefekkürle inananları kat´iy-yen sarsmaz. Çünkü böyle bir ameliye Yüce Allah´ın yoktan vare-derek meydana getirdiği varlıkların derinliğini anlama bakımından bir yeni adımdan öte birşey olmaz. İnsanların omuz omuza verip keşfetmek için asırlarca çaba sarfettiği varlıkların ilk ve ana maddesini yoktan vareden yine O´dur.
Şu halde Allah´a îmânımızı kuvvetlendirmek istiyorsak, haki-katları daha çok derinliğine inceleyelim ve gerçeği bütün derinliğiy-le kavramaya çalışalım...»[70]
5 - Balttmtjre Kuşları Ve Çiçekler [71]
Prof. Dr. Cecîl Hanıar - Biyolog
îlim âleminde gözümü nereye çevirsem, yücelerin yücesi bir yaratıcının varlığını gösteren eşi bulunmaz kanun ve nizamlar gördüm. Fevkalâde üstün yaratılış numunelerine şahit oldum.
Güneşli bir günde ağaçlı bir yolda yürü ve çiçeklerin yapısındaki eşsiz güzelliği düşün bir an. Kuşların sesine kulak-ver. Ağaçların garip yaratılışlarına gözünü dik... Acaba yığınlarca böcekleri kendine çeken ve böyleye yeni bir aşılanmayı ve ertesi yıla daha çok mahsul almayı sağlayan o çiçeklerdeki eşsiz tat kendiliğinden meydana gelmiş olabilir mi Çok küçük aşılayıcı tozların bir çiçeğin dişi organına düşmesi veya yumurtacığına girmesi ve böylelikle aşılanma işleminin tamamlanıp tohumun meydana gelmesi tesadüfen olabilir mi hiç Mantıkî değil midir ki; bizim farkına varmadığımız bir kudret´in herşeyi düzenleyip bir nizama soktuğunu ve henüz başlangıcında bulunduğumuz bir yolun kanunlarını tanzim ettiğini kabul edelim. Ve Allah´ın varlığına inanalım. Mümkün değil midir ki; bir kuş yalnız alışık olduğu için değil, bizim onun sesine hayran olduğumuz ve Cenab-ı Allah´ın onun ötmesini istediği için ötmüş olsun
Yeryüzünde her gün sayısız kuşlar öter. Ve yaratanına karşı sayısız medh´ü senalar yaparlar! Ama bizim kısır ve yetersiz kulaklarımız duymaz onları... Yer yüzünde Allah´ın sayısız lutuflan ve ihsanları var kullarının üzerinde ama insanoğlunun kapalı gözlerini açıp onları görmesini bekliyor hepsi. Baltimure Kuşu´nun yuvasını kim yapıyor
Kim öğretmiş bu kuşa bu üstün yuva yapma san´atmı
Neden benziyor bu kuşların yaptığı yuvaların hepsi birbirine
içgüdü mü diyeceksin Belki. Böyle demekle sorudan kurtulmak mümkün ama, verilen cevap eksiktir elbette... Çünkü içgüdü dediğimiz şey nedir Bazıları derler ki; canlıların öğrenme yoluyla değil de, doğuştan edindikleri bilgiler... Halbuki buna Allah´ın canlı varlıklara verdiği kuvvet ve kudret desek daha mantıklı davranmış olmaz mıyız Cenab-ı Allah´ın bu varlıkları belirli kanunlara göre yarattığını ve bizim bu kanunların mahiyetini henüz tamamıyla öğrenmemiş olduğumuzu kabul etsek, daha makul olmaz mı
Evet ben de inanıyorum Allah´ın varlığına. O´nun bu kâinatı ratıp koruduğunu ve herşeye gücünün yettiğini kabul ediyorum. Yalnız bu kadar da değil. İnsan denilen yaratığın bütün zerrelerini, O´nun sonsuz bir dikkatle koruduğunu da kabul ediyorum.
Bu köklü inançlarım, kalbimi dolduran bu derin duygular, yalnızca Amerika´nın katolik kültürünün mahsulü değil. Bu kültürün yanı sıra, ilmî tecrübelerimin ve müşahedelerimin de katkısı var. Kâinatta gördüğüm akılları durdurucu gerçeklerin şuuruma, hislerime ve kendi iç dünyama yaptıkları rolü büyüktür.
insanoğlu gözünü nereye çevirirse çevirsin, yığınlarca cevaplan-dıramıyacağı sorularla karşılaşır. Bu sorulara cevap vermek için çırpınıp dururken sayısız tahminler yapar, hayâller kurar. Sonra onların birçoğundan vazgeçer veya büsbütün değiştirir. Daha sorulan sorunun cevabını vermeden söylediği sözleri değiştirmek sorunda kalır. Kâinatla .ilgili ne kadar soruların cevabını bulmuştur insanoğlu Ve daha nicelerini bulacaktır, yıllarından yıllar eskidikçe Ama ne yazık ki, insanoğlu bilgisinin artmasıyla Allah ile alâkalı bilgisi de artmamış, bilâkis insan kâinatın sırlarından birisini yakaladığını hissettikçe, bu yakaladığı bilgi kırıntısı, onun Allah´ın varlığı ile ilgili düşüncesini zayıflatmış ve böyle bir ihtiyacın lüzumunu azaltmıştır. Halbuki insanlık için bulunan bu gerçekler, görünen kâinatın ötesinde herşeyi yöneten yüce bir tanrının varlığını kabul etmenin apaçık delilleri olmak gerekirdi.
Biz bu laboratuara girip mikroskobun altına koyduğumuz bir damla kültürlü suyu incelediğimiz zaman da, o suyun içerisinde müdhiş bir hâdiseyle karşılaşırız. Gördüğümüz bir âlemdir sanki.
Yavaş yavaş bir amip kımıldanır durur suyun içinde. Küçük bir varlığın etrafına doğru hareket ettiğini ve onu organlarıyla sardığını görürüz. Bir de bakarsınız ki, organları içerisine giren bu canlı ami-pin çok ince vücudu içerisinde emilip hazmediliyor. Dahası var; bu emilen canlının artıklarının amipin organlarından çıkışım da gözetleyebiliriz. Sonra bir süre daha bu canlı varlığı gözetlediğimiz zaman onun nasıl ikiye bölündüğünü ve ikiye bölünen bu hayvanın yeni bir canlı meydana getirdiğini müşahede ederiz. Amip, tek hücreli bir canlıdır. Diğer büyük varlıkların binlerce, hatta milyonlarca hücreyle yapabildikleri biyolojik vazifeleri, o tek bir hücreyle becerir. Şüphesiz ki son derece küçük olan bu garip hayvanın yapılabilmesi için tesadüfün ötesinde çok büyük şeylere ihtiyaç vardır.
Doğruyu söylemek gerekirse, biyokimya ile uğraşan bilginler, hayat fenomeninin esrarını, Ümî etüdlerin hiçbir alanda keşfedemedikleri kadar inceliğine ve derinliğine keşfetmişlerdir. Bir takım kimseler, midenin hazım ameliyesine, sonra hazmedilen şeylerin organlar tarafından emilmesindeki gizli faaliyetlere bakarak bunu kutsal yaratıcının varlığına delil gösteriyorlardı. Ama günümüzde bu ameliyelerin nasıl meydana geldiği açıklanabilmiş ve bu organların yaptıkları kimyasal reaksiyonlar öğrenilmiş ve her reaksiyondan sonra gerçekleşen asit teşekkülü anlaşılabilmiştir. Bütün bunlar acaba bu feromenlerin Allah´ın varlığına delâlet eden bir yanının kalmadığına mı delildir Bir an için öyle kabul edecek olsak bile, bunca reaksiyonların teşekkülünü plânlayan kimdir Hücre içindeki bunca enzimlerin o derece muhkem, ince ve sağlam bir şekilde cereyanını kim temin etmektedir Organizmadaki sayısız reaksiyonları ve iç içe cereyan eden hadiseleri gösteren grafiklerden herhangi birisine bakıldığı zaman insanın bu ameliyelerin tesadüf yoluyla kat´iyyen gerçekleşemiyeceğme inanıp kabul etmesi için kâfidir. Öyle tahmin ediyorum ki, biyokimya ilmi, Allah´ın kâinata koyduğu ve hayatı yaratırken câri kıldığı kanunun, başka hiçbir alanda buradaki kadar açık ve seçik görüldüğünü gösteremez.
Gözümüzü gökyüzüne diktiğimizde üstümüzdeki boşlukta gördüğümüz yığınlarca yıldızlar ve gezegenler hayretimizi çeker. Geceler geceleri kovalamasına, mevsimler mevsimlerden sonra gelmesine, yılların yılları izlemesine, asırların ve nesillerin geçmesine rağmen bir parmak ucu kadar şaşmayan bu ince nizamı takip edenler hayretler içerisinde kalırlar. Bütün gökcisimleri eşsiz bir yörüngede ve düzen içerisinde dönüp durmaktadırlar. Buradaki düzene bakarak yıllarca önce meydana gelecek bir güneş veya ay tutul-
masını haber verebiliri^ Butun bunlara rağmen, hangi akıllı kalkıp da, bu yıldızların ve gökcisimlerinin bu korkunç fezaya başıboş savrulmuş madde yığınlarının tesadüfen birleşmesinden meydana gelebileceğini iddia edebilir Eğer bu varlıkların değişmez bir nizamı ve takip etmek zorunda oldukları belirli bir kanunu olmasaydı; insanoğlu onlara güvenerek okyanuslara açılabilir, denizlere dalabilir iniydi Onlara dayanarak göğün boşluğundaki uçaklar atmosfer tabakası içerisinde yol alabilir miydi Allah´ın varlığım kabul etmeyen birçok kişiler vardır ki, yine de bu gökcisimlerinin özel kanunlara tâbi olduğunu, belirli bir düzeni takip ettiğini ve gökten düşer gibi kendiliğinden düşmüş, oldum olasıya meydana gelmiş bir şey olmadığını kabul ederler.
Hakikaten bir mikroskobun altında gördüğümüz bir damla kirli sudan tutun da, büyük çaplı teleskoplarla seyrettiğimiz yıldızlara ve gökcisimlerine kadar bütün kâinatta hâkim olan bu eşsiz nizamı ve son derece ince kanun ve prensipleri kavramak, insanoğlunun vüs´atının dışındadır. Eğer insanlık keşfedilip anlaşılması gereken kanunların tabiî âleme hâkim olduğunu kabul etmeseydi, onları araştırmak için yıllarını heba etmezdi, tşte tabiat nizamındaki ahengi ifade eden bu inanç ve güvenç ile yola çikılmamış olsaydı, yapılan çalışmaların hepsi verimsiz, lüzumsuz boş bir çalışma olmanın ötesine geçemezdi. Eğer tabiatta her tecrübe bir diğerine muhalif sonuçlar verecek olsaydı, yahut ta, genel geçerli kanunlar yerine içinde yaşadığımız âleme tesadüf hâkim olsaydı, insanoğlu ilmin hangi dalında ilerleme kaydedebilirdi Ama bu kanonların varlığı ve kabulüyle ilim yol alabilmiştir. İşte bütün bu kanunların ötesinde yücelerin yücesi bir yaratıcı vardır. Bunca kanun ve nizamın gerisinde çok , daha üstün bir yaratıcı ve plânlayıeınm bulunmaması ihtimalini akıl kabul etmez. İnsanoğlu ne zaman yeni bir kanunla karşılaşırsa, duyacağı ses sadece «Beni yaratan Allah´tır İnsanoğlu sadece Allah´ın yarattığı beni, keşf edebilmektedir.» sedalarıdır.
Şüphesiz ki Allah´ın varlığı, benim günlük hayatımda hiç şüphe etmediğim ilmî gerçeklerden çok daha büyük bir gerçektir. Biz
her ne kadar yıldızların yörüngelerini tâyin ediyor, şekillerini anlayabiliyor veya amipi bir mikroskop denilen camdan mamul âletin altında inceleyebiliyorsak da, Allah´ın varlığıyla ilgili elle dokunabilir ve maddî cinsten birşey ortaya koyamıyoruz. Ama insanoğlu O´na şahsen yönelmedikçe ve kendini vermedikçe kat´iyyen O´nu anlayıp kavrayamaz. Bir kişi mikroskobun başına geçip inceleyeceği
canlıyı gözleme tabi tutmazsa amipin yaşantısını göremez ve o zaman böyle bir varlığın bulunmadığı konusunda münakaşalara girişir ve uzun uzadıya tartışmalar yapar. Fakat mikroskoba kendini verip, amip denilen canlıyı mikroskobun altında görürse, dayandığı bütün inkâr delilleri kendiliğinden yıkılır gider. Allah´ın varlığıyla ilgili durum da böyledir. İnsanoğlu Allah konusunda U2un uzun tartışmalara girişebilir. Ama kendini O´na verip O´nu kavramaya çalıştığı zaman dayandığı bütün inkâr delilleri yıkılır ve O´nun varlığını kabulden başka yapacağı birşey kalmaz. Şu kadar var ki; buradaki deney tamamen kişiseldir, insan başını kaldırmayı ve, kendini Allah´a vermeyi reddettiği müddetçe, mânâsız münakaşaları ve tartışmaları uzayıp gidecektir. Allah´ın nuru, ancak O´nu arayanların kalbine doğar.
Evet ben bu kâinatın ve benim Rabbtm olan Allah´a kesin olarak inanıyorum. Hem kendi dünyamda, hem de etrafımı saran âlemde bütünüyle O´nu görüyor ve biliyorum.[72]
6- Amerika´nın 3. Feza Adamı John Gueen Anlatıyor [73]
Feza çalışmalarında vazife aldığım zaman bana verdikleri şeylerden biri de, feza (uzay) hakkında bir yığın bilgi ihtiva eden bir broşür idi. Bu broşürde fezanın büyüklüğünü anlatan iki paragraf bilhassa dikkatimi çekti.
Bu paragraflarda anlatılanı anlamak için, önce, bir ışık senesinin ne olduğunu bilmek gerekiyordu. Bilindiği gibi, ışık, saniyede 300.000 bin km. kateder. Bu demektir ki, bir saniyede dünyanın etrafını yedi defa döner. Şimdi bir ışık zerreciğinin bir yıl düz yol aldığını düşünelim. Yolun uzunluğu, dokuzbuçuk milyonun milyon defa çarpımına eşittir.
Bu broşürün kâinatımızın boyutları hakkında söylediklerine bir göz atalım : Bizim galaksimizin çapı, aşağı yukarı yüzbin ışıh senesi kadardır. Güneş, bu galaksinin merkezine 30 bin ışık yılı uzaklıkta yer almış bir yıldız. Galaksi ile birlikte kendi yörüngesi etrafında (200 milyon) ışık yılında dönüyor. Güneş sisteminin ne muazzam bir gey olduğunu bu rakamlar anlatmaya yeter.
Fakat mesele, yıldızlar ve gezegenler arası mesafeden ibaret değil. Bu galaksinin dışında milyonlarca galaksi daha var. Hepsi müthiş bir sür´atle birbirinden kaçıyor gibi dönmekte. Teleskopla dört yönümüze bakıp kâinatın ölçüsünü vermek istersek, daha doğrusu, gözlemini yapabildiğimiz kadarını tesbit etmeye kalkarsak, hududun en az iki milyar ışık yılı uzunluğunda olduğunu söyleyebiliriz.
Kâinatımız hakkında baş döndürücü rakkamlar bunlardır.
Şimdi, bilinen en küçük eleman olan atomun yapısına gelelim. Atomlar, güneş sistemine ve kâinata çok benzerler. Şu bakımdan ki, atomlar da tıpkı yıldızlar gibi, bir çekirdeğin etrafında muntazam bîr şemaya göre dönüp dumrlar. Dönenler elektronlardır.
«Atom» dediğimiz «en küçük»´ten, «kâinat» dediğimiz «en büyüğe» kadar, bizi çeviren her şey «bir bütün plâna» ve muayyen yörüngelere göre hareket etmektedir.
Bu bir tesadüf eseri olabilir mi Bir yığın madde, fezada yüzüp dururken, birdenbire bu yörüngeleri çizmeye başlamış ve oralarda bu kaideye kaza eseri olarak mı uymuşlardır Buna inanamıyorum. Çünkü çok belirli bir plân karşısındayız. Feza ve kâinatın büyüklüğü bana aıxah´ın var olduğunu gösteriyor. Bu bütünü elinde tutan, onu belli bir plân içinde hareket ettiren büyük bir «kuvvet» elbette vardır.
Şimdi de yukarıda bahsettiğimiz sür´atlerle bizim projemiz MEercury´nin sür´atîni mukayese edelim. 39 bin km. sür´atle füzeyi yörüngeye oturtabiliyoruz. Bu, saniyede 8 knı.lik bir sür´ati gösterir. Yerüstü sür´atlerini, yani saatte 160 km.lik bir sür´ati düşünürsek, bu muazzam bir başarı. Fakat fezada olanlarla bu yaptıklarımızı mukayese edebilir miyiz Bu başarı ne ifade eder ki
Bir uçak en güçlü bir motöre, en güzel bir de rodinamik profile sahip olabilir. Fakat mücerret başka bir kuvvet olmadan bir uçak pek işe yaramaz vazifesini yapması için, sevk ve idare edilmesi lâzım. Onu bir kumpasla idare ediyoruz. Fakat bu kumpası idare eden kuvvet, bütün duygularımızın dışında oluyor.
Onu (Yani Allah´ı) göremiyor, dokunamıyor, tadamıyoruz ama, varlığını biliyoruz. Çünkü tepirlerini (ve eserlerini) görüyoruz.[74]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 191-193.
[2] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:194.
[3] Fazla bilgi için bak: Şerh-i Mevâkıf; c. I, s. 498-515, istanbul H. 1311.
[4] Mebdei illiyyet denilen illiyyet kanununun esası : «Hiçbir hâdise illetsiz (sebepsiz) var olamaz, her ma´Itil veya hâdisenin bir illeti (sebebi) vardır» kaide-sidir. Bu kaideye göre : Her hadis bir muhdise, her mümkin bir vâcip´e, her mahlûk bir hâlık´a, her ma´lül bir illet´e ve her bina bir bâni´ye muhtaçtır.
[5] Bak : Serhu´l - Mevakıf, c. m, s. 3 - 5, Tevdîhü´l - Akâid, s. 52 - 55
[6] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 195-199.
[7] Teftâzânî : Şerhu´l - Makâsıd, c. I, s. 122. Râzi, El-Erbain
[8] Fazla bilgi için bak : İbn-i Rüşd : Menâhicü´l - Edüle fi Akâidi´l - Mille. s. 150 -154, Kahire 1955.
[9] Bu delil, mufassal Kelâm kitaplarında değişik ifadelerle, birkaç delil halin de zikredilmiştir. Fakat biz burada, bu şekilde ifade etmeyi uygun bulduk. Tafsilât için bak : Şehr-i Msvâkıf c. III, s. 3 -10.
[10] Bak : Şerhu´l - Mevâkıf, c. III, s. 3 - 5, Şerhu´l - Makâsıd, c, II, s. 1 - 3. Tavhıdu´l - Akâid, s. 56
[11] Bazı müellifler bu delili, «îbdaa» ve «Gâiye» diye iki delil olarak ifade etmişlerse de, biribirini ■ tamamlayıcı mahiyette gördüğümüzden, her ikisini bir delil haline koyarak ifade etmeyi daha uygun bulduk.
[12] Bu âyetlerden bazıları: «O Rabbüıiz ki, yeryüzünü size (ikamet etmeni* ve dinlenmeniz için) bir döşek, göğü de yüksek bir tavan yaptı. Gökten su (yağmur) indirerek, onunla size nzık olmak üzere (türlü türlü) meyveler çıkardı. Artık hüe bile Allah´a (hiçbir şeyi) eş koşmayın- (Bakara, 22)
[13] îbn-i Rüşt: Menâhicü´l - Edille fi Akaidi´1 - Mille. Kahire 1955, s. 150-151
[14] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 199-208.
[15] Bu delil, yukarıdaki delilin bir tamamlayıcısı mahiyetindedir.
[16] Bak : Descartes, Metafizik düşünceler III, s. 143 ve müteakip sayfalar. Metod üzerine konuşma : s. 162 -165 Çeviren : M. Karasan. Descartes: Osman Emin, Kahire 1942, s. 1&7 -191.
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 209-210.
[17] Yusuf Kerem : Tarihu el - Felsefe-ti´l - Hadîse s. 231 - 237, Kahire 1949; İsmail Fenni : Maddiyyun mezhebinin İzmihlali, s. 31-32, İstanbul 1928; Abbas Mahmut Sİ - Akkad : Allah; s. 23P - 232, Kahire Yeni îlm-i Kelâm : c. II, s. 35 - 40.
[18] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 211-212.
[19] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 213.
[20] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 213-214.
[21] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 215-216.
[22] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 217.
[23] Bak: İlim - Ahlâk - îmân. Derleyen: M. Rahmi Balaban. Ankara. 1950), s. 248-255.
[24] Bu konuda genel olarak Bkz : Allahu Yetecellâ fi Asrı´I - tim : İngilizce´den Arapçaya çeviren Prof. El Demirdaş Abdu´l - Hamid Serhan. Kahire 1958. ( Niçin Allah´a İnanıyoruz » adıyla dilimize çevrilmiştir. İstanbul, 1977). Ab-dürrezzak Nofel: Allahu ve´l - İlmû´l - Hadîs, Kahire 1957; («Allah ve Modern İlim» başlığı altında dilimize çevrilmiştir. İstanbul 1978). Abbas Mahmud el-Akkâd : Allah; Kahire 1949; İsmail Fennî : Maddiyyun Mezhebinin İzmihlali; İzmirli İsmail Hakkı : Yeni İlm-i Kelâm e. I, Afif Abdulfettah et-Tabbara : Ruhu´l - Dini´l - İslâmî, Kahire 1964. İlim - Ahlâk - îmân : Derleyen : M. Rahmi Balaban, Ankara 1950.
(«timin Işığı Altında İslâmiyet» adıyla dilimize çevrilmiştir. İstanbul, 1977.)
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 217-222.
[25] Prof. Dr. George Gamow´un
[26] John Clover Monsman´m yazdığı ve Dr. ed-Demirtaş Abdulmeeid Serhan´ın arapçaya çevirdiği .Allahu Yetecellâ fî Asrı´l - İlin» adlı eser. s. 22.
[27] Prof. Dr. Ahmet Zeki : Allah´la Semada : İlmin Işığında İslâmiyet s. 85 - i dan naklen
[28] A. Gressey Morrison : tnsan Yalnız Değildir ; (Muhammed el - Felekî´nin ■el • llmu Yed´û li´l - îman» adlı arapça tercemesi, s. 186. Bu eser «İlim İman Etmeyi Gerektirir> adıyla dilimize çevrilmiştir. Dr. N. Boyacılar, Ank. 1974).
[29] A. G. Morrison : a.g.e., arapça terceme, s. 193.
[30] Nitekim Yüce Allah Ra´d Sûresi âyet 3´de (meâlen) :
[31] Rûm sûresi, âyet, 24. Yıldırımlar konusunda ihtisas sahibi olan Kari Makson, yüdırımlann yılda yaklaşık 100 milyon ton azot meydana getirdiğini belirtiyor. Bu rakam, dünya azot üretiminin yaklaşık on katıdır.
[32] Bkz : Afif Abdulfettah et - Tabbâra. Ruhu´l - Dini´l - tslâmî : a.g. terc´emesi s. 87-88, İst. 1977
[33] John C. MONSMA´nın a.g.e. arapça tercemesi (Allahu Yetecellâ fi Asrı´l
îlm : s. 124 -126.)
Bu gerçeklere Cenab-ı Hak el - Enam sûresi âyet 99´da (meâlen) şöyle işaret buyuruyor :
«O, gökten su (yağmur) indirendir. Sonra her çeşit nebatı (bitkiyi) onanla çıkardık. İçlerinden yeşillikler meydana getirdik. Ondan da birbirine benzeyen ve benzemeyen yığın yığın taneler çıkarırız; hurma tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzümlerden bağlar, zeytin ve narlardan bahçeler yetiştiririz. Bir meyve verince bakıc onlara, bir de (meyve) olgunlaşınca. Şüphesi» bütün bunlarda, inananlar İçin âyetler (deliller) vardır.»
[34] a.g.e., s. 92-95.
[35] Rûm sûresi, âyet, 20
[36] Mü´minûn sûresi, âyet, 78.
[37] Rûm sûresi, âyet, 21.
[38] Bkz.: M. Ferid Vecdi :
[39] Nahl sûresi, âyet. 72.
[40] Gâşiye sûresi, âyet, 17
[41] A. G. Morrison : a.g.e., arapça tereemssi, s. Î46
[42] Nûr sûresi, âyet, 45.
[43] Bakınız, Yüce Allah, kuşları nasıl yarattı. İki kanat, ön kısım, yani baş ve
son bölümü olan kuyruk. İşt& Allah´ın yarattığı bu şekille gökyüzünde uçabiliyorlar. Bununla beraber, onları gökyüzünde tutan yalnız Allah´tır. Çünkü kuşlara semada durabilme özelliğini veren yalnız O´dur.
[44] Nahl sûresi, âyet, 79.
[45] Afif Abdulfettah et-Tabbâra: a.g.e., tercemesi, s. 99 -101 den nakledilmiştir
[46] Bu sözleri Üstad M. Ferid Vecdi, arapçaya terceme ederek. «Ezher Mec muası.´mn 19. cildinde neşretmiştir
[47] 8u zât, dünyaca meşhur bir fizikçidir
[48] J. Clover MONSMA. a.g.e.. arapça tercemesi. s. 152.
[49] Bu zât. Moleküler Biyoloji Profesörü ve Flourida IBmter Akademisi başkanıdır
[50] J. G. Monsma, a.g.e., arapça tercemesi. s. 106.
[51] Dünyadaki en meşhur Fizik bilginlerindendir
[52] a.g.e., s. 23
[53] Bkz.: -Âlem ve Einstein» adlı kitap
[54] Fâttr sûresi, âyet. 28.
[55] Âli İmrân sûresi, âyet, 18.
[56] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 223-236.
[57] Dr. Haluk Nur Baki : Tek Nur. s. 14 - 32, İstanbul, 1958. (Seçilerek iktibas edilmiştir.) Bu zât, halen Ankara Ahmed Andiçen Kanser Hastanesi Baştabibidir
[58] a.g.e., s. 14 -16
[59] a.g.e., s. 17
[60] a.g.e., s. 19 - 21.
[61] a.g.e.. s. 21-22.
[62] a.g.e., s. 23.
[63] a.g.e., s. 25-26
[64] ) a.g.e.. s. 31-32.
[65] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 237-246.
[66] John Clover MONSMA : The Evider.ce of God in Expanding Universe (Genişleyen Kâinatta Allah´ın Varlığının Delili) Terceme, î. Sıtkı Eröz, .Niçin Allah´a İnanıyoruz » c. I, s. 200-206 (İstanbul, 1977) Arapça tercemesi «Al-lahu Yetecellâ fi Asrı´l - tim
[67] Bu anlayış, ilimle bağdaşmayan Hristiyanlığın bazı za´fından kaynaklanmaktadır. (Müellif)
[68] Bu söz 1958 yılında söylenmiştir
[69] İngiliz Tıp otoritelerinin bu konuda sağladıkları ve «Tüp Bebek« adıyla şöhret bulan tıbbî başarıyı okuyucularımıza hatırlatmak isteriz. "(Müellif)
[70] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 247-250.
[71] John Clover MONSMA´nm a.g.e., tercemesi. c. I. s. 258-265´den-naklen
[72] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 251-255.
[73] Şule Mecmuası, sayı 4, s. 19 (iktibas). İstanbul, 1982.
[74] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 256-257.
Yüce Allah´ın Fiilleri
Allahu Teâlâ´nın Fiilleri
HALKI EF´AL-İ İBAD
Cebriye Mezhebi
B) Kaderiyye Ve Cumhurr Mü´tezile Mezhebi
C) Eş´ariyye Mezhebi
D) Matürîdîyye Mezhebi
Hayır Ve Şer
A) Mutezile Mezhebi
B) Ehli Sünnet Mezhebi Ve Delilleri
Kaza Ve Kader
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Allahu Teâlâ´nın Fiilleri
Hak Teâlâ´mn Fiilleri, Zât llâhî´nin muktezâsı ve icabı olmayıp, İlim, İrade, Kudret ve Tekvin sıfatlarının birer taallûku olarak «mümkinât» denilen câizâttandır. Hikmet-i ilâhiyye´ye uygun olarak vukua gelen bu fiiller, sıfât-i zâtiyye gibi «vâcibat» dan değildir. Çünkü Hak Teâlâ´mn Fiilleri, Zâtullah´dan, îcâb tarikiyle zarurî olarak sudur etmez. Zira; hayat, ilim ve kudret sahibi olan Allah´ın Fiilleri, şüphe yok ki O´nun kudret, irade ve ihtiyarıyla meydana gelir. Esasen, kudret ve irade eseri olmayan fiillere, fiil demek caiz değildir. Meselâ güneşten çıkan ışık ve ısı, güneşin fiili midir Hayır. Çünkü fiil, irade ve kudretle yapılır. Işık ve ısı ise, güneşten zarurî ve tabiatı icabı olarak meydana geldiği için, ışık ve ısı güneşin fiili olmayıp, ancak Hak Teâlâ´mn ona verdiği tabiat ve kuvvetin bir eseridir. Şüphe yoktur İd Allah´ın Fiilleri, güneşin ışığı cinsinden zaruri bir eser olmayıp, Hak Teâlâ´mn irade ve ihtiyarıyla meydana gelen bir fiildir. Esasen fiil, hayat ve şuuru olmayan cansız varlıklardan değil, hayat, irade ve kudreti olan canlı varlıklardan meydana gelir. O halde her hayat sahibinin kendine mahsus bir fiili vardır. Hak Teâlâ, en yüce ve en mükemmel hayatın sahibi olduğu için, O´nun fiilleri de en yüce ve en mükemmeldir.
Sıfatullah bahsinde Hak Teâlâ´mn bütün kemal sıfatlarla mut-tasıf, en mükemmel ve en yüce varlık olduğunu gördük. Bütün peygamberler, bütün mukaddes kitaplar ve her akl-ı selim, Hak Teâlâ1* mn en mükemmel bir hayat, en geniş bir ilim ve en kuvvetli bir irade ve kudret sahibi, dolayısıyla dilediği fulleri yapan «Fâil-i Muhtar»
olduğuna şahadet etmektedir. Hülâsa bu kâinattaki her türlü canh ve cansız varlıklar, O´nun bir «Fâil-i Muhtar» olduğuna delâlet eder.
Hak Teâlâ´nm Fiilleri Zât-i ilâhî ile kaaimdir. Selef ulemâsına göre bu fiillerin herbirinin birer hakikati vardır. Bu fiiller başlıca tiç gurupta mütalâa olunabilir :
Halk ve icâd : Yaratma´nın her türlüsü,
Bi´set : Peygamberler göndermek,
Ba´s : Ölüleri diriltmek ve kabirlerinden çıkarmak.
Peygamber göndermek, Peygamberlik ve onunla ilgili konular geniş olduğundan ve Özel bir önem taşıdığından «Nübüvvât» adı verilen kısımda, Ölümden sonra dirilmek, dirilmenin keyfiyyeti,_Haşir ve Nesir, Sırat ve Hesap, Cennet ve Cehennem gibi Ba´s ve İkine Hayat´Ia ilgili «Galbiyyât» denilen konular da, özellik ve önemlerinden, «Sem´îyyât» adı verilen diğer bir kısımda olmak üzere, kitabımızın ikinci cildinde incelenecek ve bu konularda etraflı bilgiler verilecektir.
Bu bölümde ise, halk ve icâd denilen «yaratmak» fiili ile ilgili en önemli konulan göreceğiz. Bu konuların başında, kâinatın yaratılması gelmekte ise de, Kelâmcılar ve Filozoflar arasında uzun ve çetin tartışmalara sebebiyet verdiğinden, bu konunun incelenmesini daha geniş ve müsait bir fırsata bırakmayı uygun buluyoruz.
Bundan sonra dikkatle incelenmesi gereken konu, Kelâmcılar arasında «Malk-ı erâl-i ibâd» adıyla anılan, «Kulların ihtiyari olarak yaptıkları fiillerin yaratılması» meselesidir. Bu konu önemli olduğu kadar da, zor ve insan aklını acze düşüren çetin ve karışık bir konudur. Fakat, îmân esaslarından biri olarak inanmamız gereken «Kas» ve Kader» meselesini anlamak, bu konuyu anlamaya ve çeşitli görüşlerin esasını kavramaya bağlıdır. Bundan başka, Hayır ve Şer, Bızık ve Ecel mes´eleleri «Ef âl>i Ibâd» konusundaki mez-heb ve görüş ayrılıklarından doğan ve aynı esas ve ihtilâfa dayanan fer´î mes´elelerdir. İşte bütün bu sebeblerle, Hak Teâlâ´nm halk etme (yaratma) fiili ile ilgili olan bu konuyu öne alarak inceliye-ğiz.[1]
I HALKI EF´AL-İ İbad
(Kulların Yaptığı îşlerin Yaratılması)
Kelâmcılar arasında çeşitli görüş ayrılıklarına ve çetin tartışmalara sebebiyet veren bu mühim kelâm mes´elesini incelemeye, her mezhebin görüşünü ve delillerini beyâna geçmeden önce, bu mes´e^ lenin hangi esastan ve nasıl doğduğunu kısaca belirtmeyi lüzumlu buluyoruz.
Malûm olduğu üzere insan, kâinatta mevcut yaratıkların en mükemmelidir. İnsan, Yüce Allah´ı bilmek ve O´na ibadet etmek için olduğu kadar, bu dünyayı îmâr etmek için de yaratılmıştır. Bu sebeple Hak Teâlâ insana, her türlü maddî vasıflar yanında, onu diğer varlıklara üstün kılan ve insan yapan, akıl ve ruh gibi iki manevî cevher vermiştir. O, akıl ve iradesiyle, diğer varlıkların yapamayacağı birçok işleri yapma kudretine sahiptir. İnsana verilen bütün bu melekelerin menşei ve maadan. Allah´ın kemâl sıfatlarıdır.
Fakat gerçek şudur ki; insana verilen bu sıfatların hiçbiri, tam ve sınırsız olmayıp, Allah´ın Kemâl Sıfatlarına nazaran çok noksan ve pek mahduttur. Zira insan, gerek aklı ve gerekse diğer beşerî sıfatlan, belirli sınırlar içinde ve muayyen bir dereceye kadar kullanabilir.
Yani insan, iradesini ve diğer sıfatlarını kullanırken, muayyen ölçülere ve ilâhî kanunlara tâbidir. Gerçi iradesini kullanırken çeşitli engeller ile karşılaşabilir. Fakat bu engellere rağmen insan, iradesini kendi sınırlan içinde kullanmakta ve dilediği istikamete yönelmekte serbesttir.
Hülâsa insan, muayyen ölçü ve sınırlar içinde hareket edebile» hür bir varlıktır. O halde insanın kendi ihtiyariyle yaptığı bir takım işler vardır. Ve yaptığı bu gibi işlerden de sorumludur.
İşte bu sebebledir kî ilâhî dinler, akıl, irade ve ihtiyar sahibi olan insanları, bir takım ibadet ve vazifeleri .yapmakla mükellef tutmuş ve yaptığı her iş karşılığında ceza veya mükâfat verileceğini bildirmiştir.
O halde din nazarında insanlar, irade ve ihtiyarlan sebebiyle mükelleftirler ve bu «teklif esası» na istinaden sevab ve ikaba müstahak olurlar. Aksi halde insanlar, mükellef ve yaptıkları işlerden mes´ul ve sorumlu olmazlar. Teklif ve mes´uliyet (sorumluluk), sevap ve ikab esaslarını kabul etmemek ise, bütün ilâhî dinlerin esas ve gayesine aykırıdır.
Diğer taraftan, eğer insanlar yaptıkları her işi mecburî oîaraji yaparlar diye düşünsek, cebir lâzım gelir. Yani insanlar, ihtiyarlan olmadan yaptıkları işlerden sorumlu tutulmuş olurlar ki, bu, ilâhî adalete aykırıdır.
İşte kulların kendi ihtiyarları ile yaptıklan işler, bir tarafdan çok mühim dînî bir esas olan «Teklif ve Mes´uliyet» kâidesiyle ilgilidir. Diğer tarafdan da, Hak Teâlâ´nın Vahdaniyyeti ve yaratma. (icad ve halk) sıfatında yegâne Halik olmasiyle ilgilidir.
Bu bakımdan insan, birbiriyle zor bağlaşan iki esaslı inanç-karşısmda kalıyor :
Birincisi : «Allah her şeyin halikı (yaratıcısı) dır.» [2] âyetine uyarak, Hak Teâlâ´nın yegâne yaratıcı olduğuna ve bu sıfatda hiç bir ortağı bulunmayacağına inanmaktır.
İkincisi ise: Kul, Allah´ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmakla mükellefdir. Emirlerine uyarsa sevaba, nehiylerinden kaçınmazsa ikâba müstahak olur, diye inanmak... Fakat bu ikinci inanç bizi, kulun ihtiyariyle yaptığı işlerden sorumlu olabilmesi için, o işleri bizzat kendisinin îcadetmesi gerekir, neticesine götürebilir. Bu netice ise, «Allah her şeyin yegâne halikıdır.» diyen birinci esasa aykırıdır.
İşte inanmamız gereken bu iki esas arasındaki bu çelişkinin kaldırılmasının zorluğu, insan aklını tereddüde ve ihtilâfa düşürmüş ve bu konuda bir çok mezheblerin doğmasına sebebiyet vermiştir.
İhtilâfın Esası :
İnsanların «Ef´âl-i ihtiyariye» denilen, kendi irade ve ihtiyar-lariyle yaptıkları işleri yaratmak, Allah´ın fiillerinden midir YaniE bu ihtiyarî fiillerin halikı Hak Teâlâ mıdır, yoksa bizzat o işin sahibi olan kul mudur mes´elesidir.
Bu konudaki bütün mezhebler şu hususlarda ittifak halindedirler :
1- Hak Teâlâ, birdir, ortağı (şeriki) ve benzeri (nazîri) yoktur. O, ibâdete lâyık olan müstakil ve tek yaratıcıdır,
2- Allah, bütün yaratıkların zatları ile, kullann (uyumak, büyümek, hazmetmek gibi) iradeleri olmadan izdırârî ve zorunlu olarak yaptıkları fiillerin yaratıcısıdır.
3- Kullann kendi irade ve ihtiyarlanyla yaptıkları fiiller, bizzat Allah´ın fiilleri olmayıp, o kulun fülidir. Çünkü fiil, hakikat-, ta, o işi bilfiil yapan zâta isnad edilir. Meselâ yemek fiili, yiyen insana, içmek fiili, içen insana, yazmak ve okumak fiilleri de, bizzat okuyan ve yazan insanlara izafe ve isnâd edilir. Zira bir fiili "işlemek başka, o fiili yaratmak başkadır. O halde Kelâmcılar ve Filozofların ihtilâf ettikleri husus, «Kulların kendi ihtiyarlanyla yaptıkları işlerin yaratıcısı kimdir » meselesidir.
Bu konudaki en meşhur görüşler, şu dört mezhebdedîr :
1- «Cehmiyye» adıyla anılan Cehm b. Safvan´ın mezhebi.
2- Mû´tezile ulemâsının büyük çoğunluğunca da benimsenen «Kaderiyye» ve «Cumhûr-ı Mû´tezile» mezhebi.
3- «Cebr-i Mutavassıt» olduğu söylenen «Eş´ariyye» mezhebi.
4- Cebir ve ihtiyarın tam ortasında görülen «Mâtürîdîyye»mezhebidir.
İlk iki mezheb, birbirinin nakîzi olan mutlak cebir ve mutlak ihtiyar esaslanna dayanan ve Cumhuru Ulema´ya göre bu konuda ifrat ve tefrite kayan bâtıl mezheblerdir.
Son iki mezheb ise, ifrat ve tefrit arasında bulunan mutavassıt hak mezheblerdir. Her ikisi de Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşünü temsil ederler.
Şimdi bu mezheblerin her birini delilleri ile birlikte beyan ederek, bu konuda inanmamız gereken en doğru görüşün nasü olması gerektiğini izah edelim. [3]
Cebriye Mezhebi
1- Mezhebin Beyanı ve Delilleri :
Bu mezhebin görüşü ve delilleri şöylece özetlenebilir :
İnsan, kudret ve iradesi olmayan, âdeta, cansız ve hareketsiz bir varlık durumundadır. Havada sağa, sola rastgele hareket eden bir tüy, bir yaprak gibidir. Işığın güneşe isnad edilmesi gibi, yaptığı işler de ona mecazen isnad edilir. Gerçekte ise, bu fiillerin hâ~ lıkı (Yaratıcısı) Allah´dır. Her fiil, Allah´ın mutlak kudret ve iradesiyle insandan sudur eder. İnsan, bütün bu işleri yapmağa mecbur, muzdar ve mahkûmdur. Vani; yaptığı işlerde kendisinin hiçbir rolü yoktur. O işleri halkeden kendisi olmadığı gibi, kesbedip kazanan da kendisi değildir. Çünkü insan hiçbir kudret ve İradeye sahip değildir. O halde, hiçbir fiili Allah´dan başkasına, herhangi bîr mahlûkuna isnad etmek caiz değildir. Yüce Allah, insan üzerinde, her türlü hareketlerini ve sükunları fiilen icra edip düzenler. Bu icraat ve hakimiyetin eseri insanda görülür. Hayır olsun, şer olsun, güzel veya çirkin olsun herşeyi yaratan Yüce Allah´dır.
2- Tahlil ve Tenkid :
Akl-ı selimin ve sağduyu sahiplerinin asla kabul edemiyeceğt bu görüş ile Cebriye, Hak Teâlâ´ya. hâşâ zulüm İsnad etmiş oluyor. Çünkü onlara göre, küfür, zina, adam öldürmek, hırsızlık ve her türlü kötülüğü yaratan Allah´dır. Bütün bu kötülükleri işlemekde insanın hiçbir rolü, kudret ve iradesi yoktur. Çünkü insan, o işleri yapmağa mecburdur. Buna rağmen Allah, bu gibi fena işleri yapanlara azab verecektir!..
Böyle bir iddia, Yüce Allah´a zulüm isnad etmekten başka bir-şey değlidir. Çünkü Allah (onlara göre hiçbir kudret ve iradesi olmayan) kula hem meselâ zina yaptırmış, hem de, niye yaptın ziye azab etmiş oluyor. Bunun zulüm olduğu aşikârdır. Allah´a zulüm isnâd etmek ise küfür ve dalâlettir. Çünkü Allah, her türlü noksandan münezzeh ve beridir. Çok kötü bir sıfat olan zulüm, pek büyük bir noksanlıktır. Zât-ı ilâhî böyle bir noksandan kesinlikle uzaktır. Nitekim Hak Teâlâ, birçok âyetlerde zulümden Zât-ı İlâhîsini tenzih buyurmuştur.[4]
Cebriye; böyle küfrü gerektiren bir sonuca varmamak için «insan, yaptığı işleri yapmağa mecburdur. Buna rağmen, irade ve kudreti bulunmadığı için, mükellef ve sorumlu değildir.» dese, mühim bir dînî esas olan «Teklif ve Mes´ûliyet», «Sevab ve îkâb», «Hesap, Cennet ve Cehennem» mefhumlarını inkâr durumuna düşer ki, bunun nasıl bir küfür ve dalâlet (sapıklık) olduğu aşikârdır.
İnsana mutlak cebri isnad etmek suretiyle, onu cansız bir varlıktan farksız ve değersiz bir hale düşüren bu mezhebin bâtıl olduğunu beyan hususunda, daha fazla söz söylemeğe lüzum görmüyoruz.
Bu sebeple, bu çarpık fikir müslümanlar arasında tutunamamış, kısa bir zaman sonra münkariz olmuş ve ortadan kalkmıştır.
Hayret edilecek bir cihettir ki :
Cebriye böyle yanlış ve bâtıl bir görüşe, Hak Teâlâ´yı tenzih ve O-nu tebcil etmek isterken düşmüştür. Çünkü, «Allahu Teâlâ bir takım sıfatlarla muttasıftır» dersek, Zât-ı îlâhî´yi mahlûkâtma benze´iniş oluruz. Bu bakımdan Yüce Allah, yalnız, mahlûkâtm asla vasıflandırılamıyacağı «fiil ve halk» sıfatlarıyla muttasıftır. O halde her türlü fiil ve icâd, yalnız Allah´a mahsustur. Kul hiçbir fiili yapmak ve yaratmak kudretine sahib değildir.» demişlerdir.
Mutlak cebir fikrini benimsemelerine delil olarak da; bazı âyetlerin zahirî mânâlarım ve ilm-i ezelîyi göstermişlerdir. Yânî :
«Allah ilm-i ezelîsiyle, her şeyi ve insanların neler yapacaklarını ezelde bilir, tnsan, Allah´ın ilm-i ezelîsinin taallûk ettiği, ezelde belli, sabit ve mukadder olan şeyler dışında bir şey yapamaz. Onları aynen yapmağa mecbur, muzdar ve mahkûmdur» demişlerdir.
Halbuki, Yüce Allah´ın, her şeyi daha Önceden ve vâki olmadan bilmesi, o işi yapanın irade ve tercihi üzerinde hiçbir tesir yapmaz. Çünkü ilim; bilinmeyeni ortaya çıkarmak ve onu keşfettiren bir sıfat olduğundan, iradeye tesir ederek, ihtiyar ve seçme melekesini kaldıran bir kuvvet değildir. Yani Allah´ın ezelde herşeyi bilmesi, ilminin herşeyi ihatası (kapsaması) insan iradesini ortadan kaldırıp, cebri icabettirmez. Zira, hâdiseler ve kulun yaptığı İşler, Allah´ın onları ezelde bilmesinden dolayı vukua gelmez. Belki Allah onları, vukua geleceği için bilir. Nitekim Astronomi ilmine vâkıf olan bir âlim senelerce sonra belirli gün, saat ve dakikada güneşin tutulacağını hesap ederek bilir. Zamanı gelince de güneş tutulur. Şüphe yok ki bu hâdise, Astrologun bilmesinden ve daha önce onu tesbit etmesinden dolayı vukua gelmedi. Gerçekte astrolog, o hâdisenin olacağım bildiği için yazdı, işte bunun gibi, Hak Teâlâ´nın meselâ benim ilerde neler yapacağımı ezelde bilip yazması, o işi irademle yapmama mâni olup, beni o işi yapmağa mecbur etmez.
Bütün bu gerçekler, Cebriyenin görüşlerinin ne kadar mesnetsiz ve yanlış olduğunu ortaya koymaktadır. [5]
B) Kaderiyye Ve Cumhurr Mü´tezile Mezhebt
İ- Mezhebin Beyanı :
insandan kudret, irade ve ihtiyarı mutlak olarak kaldıran ve onu cansız bir varlıktan farksız hâle koyan Cebriye mezhebinin, mutlak cebir fikrine mukabil, Kaderiyye adıyla anılan ilk kadercilerle, Mû´tezile Relâmcılarımn ekserisi, insanın tam bir ihtiyar sahibi olduğunu, kendine mahsus bir kudret ve iradesi bulunduğunu, dolayısıyla yaptığı işlerin bizzat yaratıcısı olduğunu iddia etmişlerdir.
Cehm b. Safvân´m «Mutlak cebir» fikri karşısında, «Mutlak ihtiyar» fikrini ortaya atan ve «ihtiyar» mezhebini kuran şahıs, «Gıy-l&n el - Dımışkî» dir.
Bazı tarihçilere göre «Kader» mes´elelerinde konuşan ilk şahıs Gıylân´dır. Bu sebeble, «Giylân el - Kaderi» (Kaderci Gıylân) adıyla şöhret bulmuş ve bu konudaki ısrarı yüzünden de öldürülmüştür. «Gıylân el - Dımşıkî» ile «Ma´bed el - Cühenî», «Kaderiyye mezhebinin doğmasına sebeb olan iki kaderiyyecidir.
«Vâsıl tbn-i Ata´» tarafından kurulan «Mû´tezile» mezhebi sâ-likleri de bu konuda aynı esas fikri benimseyerek, insanın kendi irâde ve ihtiyarıyla yaptığı işlerde, kaderin rolü olmadığını iddia ettiklerinden, hasımları tarafından «Kaderiyye» adıyla anılmışlardır [6]
Gıylân´a göre insan, yaptığı işlerde mecbur olmayıp, muhtar dır. Dilediği şeyi yapmakta veya yapmamakta hürdür. Yani kulf kendi fiillerini yapmağa kaadirdir. Kaderin insan iradesi üzerinde veya yaptığı işlerde bir hükmü yoktur. Hayrı da, şerri de insan, kendi kudret ve iradesiyle yapar, veya onları kendi ihtiyarıyla yapmaz. Aksi halde insan, cansız bir varlıktan farksız olurdu. Bu takdirde ise, mükellef ve sorumlu tutulmasının, yaptığı işlere ceza veya mükâfat verilmesinin bir mânâsı olmazdı.
Vâsıl İbn-i Âtâ da; insanın yaptığı işlerde mecbur olmayıp, muhtar olduğu ana fikrini kabul ederek insanın, irade ve ihtiyarıyla yaptığı işlerin halikı (yaratıcısı) olduğunu iddia etmiştir. Daha sonra gelen Mû´tezile reisleri de bu fikri benimseyerek, naklî delillerle isbata çalışmışlardır.
Mû´tezilenin bu fikri benimsemesi, Sıfâtullah bahsindeki görüşlerinin ve Hak Teâlâ´yı adaletle vasfetnıelerinin tabiî bir neticesidir. Adâlet-i ilâhîyyenin en tabiî icâbı, kullarını, ancak yapabilecekleri ve yalnız kendi yaptıkları işlerden sorumlu tutmaktır. Allah´ın emirlerini yapmak ve yasaklarından sakınmakla mükellef olan insanın sorumlu olabilmesi ise, o insanın bu gibi fiillerini, kendi kudret, irade ve ihtiyarıyla yapabilmesine bağlıdır. Çünkü eğer Allah kullarını mükellef tutsa, fakat onlara, mükellef tuttuğu şeyleri yapma kudreti vermese, hâşâ zâlim olurdu. Zulüm, hattâ zulmü irade etmek dahî, Hak Teâlâ hakkında muhaldir. Zira O, âdil-i mutlaktır. O halde kulun mes´ûl (sorumlu) olabilmesi için, yaptığı işleri kendi kudret ve ihtiyarıyla bizzat yaratması lâzımdır, diyorlar.
İşte Mû´tezile, insanların birtakım işleri yapmak diğer birtakım işleri de yapmamakla mükellef olduğunu, yaptığı işler karşılığında ceza ve mükâfat verileceğini görünce, dinde çok mühim bir esas olan «teklif ve mes´uliyet» kaidesi, ancak, kulun kendi ihtiyarıyla yaptığı işleri bizzat yaratmasıyla kaabil olur, demişlerdir.
O halde Mû´tezile´ye göre kul, kudret, irade ve ihtiyar sahibidir. Izdırarî ve zorunlu olmayan fiillerinin hâbkıdır. Bu gibi fiillerin halikı, Hak Teâlâ değildir. Ancak insan, bu gibi işleri, Hak Teâlâ´-nm kendisinde yarattığı kudret ile yaratır. Yani insan, Cenâb-i Hakk´m kendisine verdiği irade ile dilediğini seçer ve verdiği kudret ile o şeyi bizzat yapar. Kul bu gibi işleri Allah´ın kendisine verdiği kudretle yarattığından, Allah´ın yaratma sıfatında O´na şerik (ortak olmuş) olmaz diyorlar. Bu sözü de, sırf kulu mükellef ve yaptığı işlerden sorumlu tutabilmek için söylüyorlar.
Halbuki, biraz sonra göreceğimiz gibi, kulu mükellef ve yaptığı işlerden sorumlu tutabilmek için, O´na hâhkıyyet (yaratıcılık) sıfatı vermek ve böylece Hak Teâlâ´ya mahsus olan yaratma sıfatında O´na bir nevi şerik koşmaya asla lüzum yoktur. Çünkü Allah yegâne Haliktır. Kul ise, irâde ve ihtiyarını o yönde kullanarak o işi yaptığı, yani kesbettiği (kazandığı) için o işten sorumludur.
2- Delilleri ve Münakaşası :
Kaderiyye ve Mû´tezile´nin bu konudaki görüşlerini izah ettikten sonra, Mû´tezile´nin zikrettiği aklî ve naklî delilleri kısaca özet-üyelim:
a) Naklî Deliller :
1- Birçok âyetlerde kula fiil isnad edilmiştir. Kula isnad edi-!en bu fiillerden kulun mes´ul olabilmesi için, o fiilleri bizzat kendisi yapması (yani yaratması) gerekir. Misâller
a) «...Kim kötülük yaparsa,
onunla cezalanır.» [7]
b) «Her şahıs kazandığına (mukabil bir nevî) rehinedir, karşılıktır.» [8]
c.. Ey Rabbimiz, (biz) nefsi-
mize zulmettik.» [9]
d) îmân etsin, dileyen inkâr etsin..[10]
«... Dileyen Bu âyet-i kerîmedeki fiiller kullara isnad edilmektedir. O halde kul, kendisine isnad edilen bu fiillerin halikıdır ve yaratıcısıdır.
Fakat fiilin kula isnad edilmesi, o fiilin halikının kul olduğuna delâlet etmez. Çünkü herhangi bir fiil, hakikatta fiilin sâdır olduğu mahalle yani fiilin çıktığı yere isnad edilir. O fiili icad edene değil. Meselâ «beyazlık» her hangi bir cisme isnad edilir. .Fakat beyazlığı yaratan Hak Teâlâ´dır. İnsanlara isnad olunan her fiil de, bu misallerde beyân olunan esasa uygundur. Yani, insanların ihtiyarlariyla yaptıkları işlerin de Halikı Allah´dır. Kul ancak o işin kâsibi, yani kazananı ve ona sahib olanıdır. Bu bakımdan da kendisine isnad olunan o işlerden mes´uldür, sorumludur.
2- Yaratanların (suret yapanların) en güzeli olan Allah´ın şanı ne yücedir.»[11]
Bu âyet-i kerîme´de, Hak Teâlâ´nın en güzel yaratıcı olduğu beyan olunduğuna göre, Allah´dan başka hâlık bulunduğu, fakat onların yarattıklarının noksan ve kusurlu olduğu mânâsı anlaşılmaktadır.
Ehl-i Sünnet ulemâsı, bu âyet-i kerîmede zikredilen «halk» kelimesinin yaratmak mânâsına olmayıp, «takdir», yani mümkini tah-did ve tasvir mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Zira [12]: ..[13] gibi âyet-i kerimeler, Hak Teâlâ´nın her şeyin yaratıcısı olduğunu ve O´ndan başka yaratıcı bulunmadığını çok açık olarak ifade etmektedir.
b) Aklî Deliller :
1- Her insan, kuvvet sarfederek yukarı çıkmak ile, hiçbir kuvvet sarfetmeden ve ihtiyarsız olarak aşağı düşmek arasındaki farkı gayet açık olarak görür ve bilir. Hiddet ânında şiddetle hareket eden el ile, felç dolayısiyle titreyen el arasındaki fark da aşikârdır. Bu farkı bilmek bedihî bilgilerdendir. Şüphe yok ki ikinci hareket ızdırarî olup, bu gibi hareketlerde insan irade ve ihtiyarının hiçbir rolü yoktur. Bu bakımdan insan, ızdırarî ve zorunlu olan bu hareketlerden sorumlu olmadığı gibi, onları yapmakla mükellef de değildir. Birinci hareket ise, o hareketi yapan insanın irade ve ihtiyariyledir, tşte kendi irade ve ihtiyarı ile yaptığı bu gibi hareketler, teklifin, sevab ve ikâbın esasını teşkil eder. Kulun kendi irade ve ihtiyariyle yaptığı bu işlerin halikı Allah değil, bizzat kendisidir. Aksi halde, o işi yapmakla mükellef ve ondan nasıl sorumlu olabilir
Bunun cevabı gayet kolaydır. Zira kul, mükellef ve yaptığı işten sorumlu olmak için, mutlaka onu yaratması gerekmez. Kulun sorumla olabilmesi için, o işi yapmayı irade etmesi, ona yönelmesi ve onu kesbetmesi kâfidir. Kul kâsib değil, haliktır demekle, kulu hâlıkıyet mertebesine ulaştırmış, bazı mümkinâtm Allah´dan başka halikı olduğunu iddia etmiş ve Allah´a hâlıkıyet sıfatında şerik koşmuş oluruz. Bu ise, asla caiz değildir.
2- Eğer Hak Teâlâ kulun yaptığı işlerin hepsinin, halikı olsaydı, muhakkak ki kul, işlerinde hiçbir kudret ve ihtiyar sahibi olmazdı. Yani muhtar olmayıp mecbur olurdu. Eğer mecbur olsaydı, mükellef olmaz, bazı işleri yapması, bazılarını yapmaması istenmez, dolayısiyle sevab ve ikâb da söz konusu olmazdı. Çünkü kul, füli olmayan bir işten nasıl sorumlu tutulabilir Mâkul olan, insanın, ancak kendi kudret ve iradesiyle yaptığı işlerden sorumlu olmasıdır.
İşte insanların, bazı emirleri yapmak, bazı yasakları da yapmamakla mükellef tutulmaları, irade ve ihtiyarlariyle yaptıkları işlerin Halikı (yaratıcısı) olduklarına delildir.
Bu delil, ilk bakışta oldukça kuvvetli görünmekl dan önceki delile verilen cevab, bu delili de iptale kâfidir. Zira kulun, mükellef ve sorumlu tutulması için, yaptığı işleri kesbetmiş olması kâfidir.
Esasen kul, Mû´tezile kelâmcılarmın dediği gibi, yaptığı işin hâ-lıkı da olsa, kaçınmakta oldukları cebirden yine kurtulamazlar. Çünkü:
Kul, Hak Teâlâ´nın ilm-i ezelîsinde malûm olan şeyden başka sim yapabilir mi
a) Yapabilir dersek; ilm-i ezelînin cehle inkılâbı gerekir ki, bu muhaldir.
b) Yapamaz dersek; ilm-i ezelîye uymakla kul, muhtar değil muzdar ve mecbur olur. Bu netice ise, cebirden kaçan Mû´tezİle´yi yine bir nevi cebre düşürerek, onları ilzam etmiş ve susturmuş olur.. [14]
C) Eş´artyye Mezhebi
Gördük ki Cebriyye; insandan kudret, irade ve ihtiyarı sel derek, kulun dâima mecbur ve muzdar olduğunu iddia ediyor. «Teklif ve Mes´uliyyet» esasını yıkarak, insanı mutlak cebre teslim ediyor. Onu cansız bir varlık derecesine indiriyor.
Kaderiyye ve Mû´tezile ise; bu tezin tam aksini savunarak, insanı hâhkıyyet mertebesine çıkarıyor. Böylece, Allah´a bir nevi şerik koşma durumuna düşüyor. Bu sebeble, her iki mezhebin de hakkı temsil etmedikleri, ifrat ve tefrite düştükleri aşikârdır. Zira :
însan, her yaratık gibi noksan ve mahduttur. O halde mutlak kudret, irade ve ihtiyar sahibi, dolayısiyle, yaptığı işlerin bizzat hâ-lıkı olamaz. Çünkü hâlıkıyet (yaratıcılık) mertebesi, çok yüce ve Allah´a mahsus olan bir sıfattır.
İnsan diğer hayvanlar gibi, irade ve ihtiyardan mahrum bir varlık da değildir. Çünkü, bazı şeyleri dilerse yapıyor, dilerse yapmıyor. O halde kudret, irade ve ihtiyarı var. Bunun içindir ki, mükellef ve yaptığı işlerden sorumlu tutulmuştur. Öyle ise, yaptığı işlerde bu sorumluluğu gerçekleştiren bir payı olmalıdır. Aksi halde, mükellef ve sorumlu olmaz.
Fakat insana böyle bir paye verirken, onun mahlûk olduğunu unutarak, yegâne hâlık olan Hak Teâlâ´ya herhangi bir cihetten benzetmemeli, yani onu hâhkıyyet mertebesine çıkarmamalıyız. Bu iki esası birbiriyle bağdaştırabilirsek, bu mühim ve muğlâk mes´e-lenin esasım az çok kavramış oluruz. Az çok diyorum. Çünkü mes´ele, Hak Teâlâ´nm esrarından olan «kader» ile ilgilidir. Gücü ve imkânı sınırlı olan insan aklı, böyle ilâhî büyük bir sim tam olarak çözemez. Ancak, bu sırrı anlamaya ve esasını kavramaya çalışır.
1- Mezhebin Beyanı :
Eş´arîlere göre kul, yaptığı işlerde muhtardır. Yani irade ve kudreti vardır. Fakat kudreti yaptığı işler üzerinde müessir değildir. Çünkü her şeyin olduğu gibi, kulun fiillerinin de halikı Allah´-dır. Bir eser üzerinde iki tam müessir kuvvet içtima edemiyeceğine göre, kulun fiili üzerinde yegâne müessir kuvvet, Hak Teâlâ´dır. O halde kulun, kudretinin tesiri yoktur. Ancak Hak Teâlâ, ilâhî kanun icâbı olarak, o fiili, kulun azim ve tasmimi bulunduğu anda yaratır. Bu azim, kulun iradesini o şeye yönetlmesiyle, o işi kesbet-mesi şeklinde tecelli eder. O halde kul, hâhk olmayıp, kâsibdir. Zira her şeyin hâhkı Allah´dır. Kulun, yaptığı bu gibi fiillerle olan alâkası, o fiilin mahalli ve sahibi olmasından ibarettir. Çünkü bir fiil, gerçekte, o fiilin mahalline isnad edilir. Yaratanına değil... Meselâ güzellik, onunla muttasıf olana isnad edilir. Güzelliği yaratana değil...
İşte, kulun yaptığı işlerin kâsibi (kazanıcısı) oluşu, mükellef, dolayısiyle sorumlu tutulmasının esasını teşkil eder.
Görülüyor ki, kulun mükellef ve sorumlu tutulması için, yaptığı işin yaratıcısı olması lâzım değildir, işte Eş´arî´ler böylece, teklif esasiyle, Hak Teâlâ´nın yegâne Hâlık olduğu esasım bağdaştırmışlar, Cebriyye ve Kaderiyye´nin düştüğü hataya düşmemişlerdir.
Ancak, kulun kudreti olup da hiçbir tesiri olmaması, anlaşılması çok güç bir husustur. Bu bakımdan, vücudu olup da, eseri ol-mıyan şeylerde, «Ahfâ min kesbi´l-Eş´arî», «Eş´arfnin kesb mes´e-lesinden daha gizli» demek, darb-ı mesel haline gelmiştir.
Bazılarına göre Eş´arî mezhebi, bizi sonunda cebir fikrine götürür. Bu sebebîe Eş´arî mezhebi, «Cebr-î Mutavassıt» diye de anılmıştır.
Şimdi bu mezhebin en mühim delillerini Özetliyelim :
Naklî Deliller : dır.» [15]
«Allah her şeyin hâhkı (yaratıcısı) Görüldüğü üzere âyet-i kerîme, Hak Teâlâ´ya genel bir hâlı sıfatı vermekte ve O´nun, her şeyin yaratıcısı olduğunu beyan buyurmaktadır. Ancak, Kudretullâh´ın. taallûk etmediği Vaci-bü´l - Vücut müstesna. Bu tahsis aklî´dir. O halde, âyet-i kerîmenin zâhirindeki genellik bakî ve devamlıdır.
«Allah sizi ve yaptığınız şeyleri yarattı.» [16]
Bu âyet-i kerîme, İbrahim Aleyhisselâm´m dilinden hikâye edilmiştir, ibrahim Peygamber, taşları yontarak, ibâdet etmek için put yapanlara hitaben, «Yontarak yapağımız putlara mı tapıyorsunuz » «Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan Aîlah´chr.» demiştir.
Âyet-i kerîmedeki «Ma»; ya «mâ» i masdariyye, veya mevsûledir.
«Mâ», masdariyîe olursa mânâ :
«Sizi de, işlerinizi de yaratan Allah´tır.» Buradaki amelden (iş-den) murad, yontmak ve nakış işidir.
«Ma», mevsule olursa mana ;
«Sizi de, yapmakta olduğunuz işi de yaratan Allah´dır.»
Görülüyor ki her iki mânâdan da, kulların yaptığı işlerin yaratıcısının Yüce Allah´ olduğu, O´ndan başka Hâlık bulunmadığı anlaşılır.
Mû´tezile´nin bu âyet-i kerîmeyi te´vil ederek;Yani «Sizi de, üzerinde işlediğiniz taşlan da yaratan Allah´dır.»
şeklinde mânâlandırması, âyet-i kerîmenin zahirine, irad edilmesindeki sebebe ve Arab dili gramer kurallarına aykırıdır. Çünkü, kulun bahsi geçen ameli, yontulan taş değil, bizzat yontma işidir. Âyet-de hazf edildiğini söyledikleri «Fihi» mecrur «âid»i ancak, nıevsul mecrur olduğu zaman hazf olunabilir. Âyetde ise mevsûl, mansub-dur. O halde Mû´tezile´nin bu takdiri, nahiv kaidesine de aykırıdır. [17] .
3- Aklî Deliller :
a) Bütün mümklnât, (yani sonradan var olanlar) vasıtasız olarak ve doğrudan doğruya Allahu Teâiâ´ya istinad eder. Yani Allah herşeyin hâhktdıı-. insanların yaptığı işler de mümkinât cinsinden olduğuna göre, onların da halikı Allah´dır. Aksi halde, mürec-cihsiz tereccüh, (yani bir tercih edici olmadan tercih) lâzım gelir ve Hak Teâlâ´ya mahsus olan hâlıkıyet sıfatına şerik koşulmuş olur. Bunlardan birincisi, Mantık ilmine göre bâtıldır, ikincisi ise, Tevhid akidesine muhaliftir.
b) Bütün mümkinât, Kudreitıllaha nisbeten müsavidir. Bu husus, Kudret bahsinde beyan olunmuştur. Eğer Allah´ın kudreti müm-kinâtın bazısına taallûk edip, bazısına ve meselâ kulun yaptığı işlere taallûk etmeseydi ve onun hâhkı olmasaydı, müreccihsiz tercih lâzım gelirdi. Çünkü kulun yaptığs işler demümkinâttandır. Her mümkin Allah´ın kudreti Önünde eşittir. Bu duruma göre, kulun yaptığı işlerin halikı Allah olmasa, müreccihsiz tercih lâzım gelir. Müreccihsiz tereccüh, yani «tercih edici» olmadan tercih etmek ise. bâtıldır.
c) Eğer insan yaptığı işlerin yaratıcısı olsaydı, bu işleri bütün tafsilât ve inceliği ile bilmesi gerekirdi. Çünkü; bir şeyi kudret ve ihtiyarıyla yaratmak, ancak o şeyi tafsilatıyla bilmekle mümkin olabilir. Bu hüküm, aklen ve mantıken zarurîdir. Nitekim Hak Teâlâ; «Yaratan, (yarattığını) hiç bilmez mi .[18] buyurmuştur.
Halbuki kulun, yaptığı işlerin tafsilâtını bilmesine imkân yoktur. Meselâ yürüyen bir insan, yürüyüşü esnasındaki hareketlerini, sükûn durumundaki hallerini bilmediği gibi, adele ve sinirlerinin halini hiç bilmez. O halde, yaptığı işlerin halikı değil, kâsibidir. İşleri yaratan ise, herşeyin yaratıcısı olan Allahu Teâlâ´dır.
Görüldüğü üzere, bu deliller, hasmı ilzam edici (susturucu) kuvvetli delillerdir. [19]
D) Matürîdîyye Mezhebi
Verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı gibi, Eş´ariyye mezhebi, Ceb-riyye´nin mutlak cebir fikri île, Kaderiyye´nin mutlak ihtiyar fikri arasında mutavassıt bir hak mezhebdir. Fakat ikinci fikre daha uzak, birincisine, yani cebre daha yakındır. Bu bakımdan Eş´ariyye mezhebine, «Cebr-i Mutavassıt» denmiştir.
îmâm-ı Mâtürîdî´nin mezhebi ise, ifrat ve tefritde (iki aşırı uçta) sayılan Cebriyye ile Kaderiyye ve Mû´tezile´nin tam ortasında olup, bu ikiden birine daha yakın olmak töhmetinden uzaktır.
Şimdi bu mezhebin esasını özetliyecek ve Eş´ariyye´den ayrıldığı noktayı açıklayacağız.
Eş´ariyye mezhebinde olduğu gibi, Mâtürîdîyye mezhebi nazarında da, kulun ihtiyarıyla işlerin hâhkı Allah´dır. Bu işlerde müessir kuvvet, Allah´ın kudretidir. Kulun kudreti varsa da, müessir değildir. Çünkü bir eser üzerinde iki tam müessir kuvvet bulunamaz. O halde kul, hâlık değil, kâsibdir.
Görülüyor ki Mâtürîdî ulemâsı, bütün bu hususlarda Eş/arüer le ittifak halindedirler.
Ayrıldıkları tek nokta; kulun irâdesi ve vazifesi hususundadır.
Zira; Eş´arîlere göre, kulun iradesi de, kudreti ve fiili gibi Allah´ın mahlûkudur.
Mâtüridüere göre ise; kulun iki türlü iradesi vardır :
a) trâde-i külliye : Bu irâde, Hak Teâlâ´nın mahlûkudur.
b) Irâde-i cüzMyye : Bu irade, mahlûk olmayıp, kul ona sahiptir. Külün fiilleri bu iradeye râci olup, kulun mükellef ve sorumlu olması hep bu iradeye dayanır.
İrâde-i külliyye, irâde sıfatının ismidir. Vazifesi, fiil ve terkten, birini diğerine yerine göre tercih etme melekesidir.
trâde-i- iz´iyye ise, irâde sıfatının, iki tarafdan birine bilfiil taalluk etmesi halidir. Yani bir tarafı diğer tarafa tercih ederek, onu tayin ve tesbit etmesidir. Cüz´iyye işte bu taayyünden, yani taallûk ettiği şeyi tâyin etmekten geliyor. Çünkü cüz´î kelimesi, her muayyen ve müşahhas olan şeye ıtlak olunur. Buna göre irâdey-i cüz´iyye, irâdey-i külliyyeyi muayyen bir tarafa tercih ederek, onu - orada kullanmaktır. Eş´arîlere göre irâde-i külliyye, yani irâde sıfatı, irâde-i cüz´iyye, yani iradenin muayyen bir şeye bilfiil taallûku ve o taallûk ettiği fiil, bunların hepsi Aîlah´dandır.
Şüphe yok ki bu görüşte, bir nevi cebre kayış var. işte Mâtü-rîdîler bu cebir fikrinden kurtulmak için diyorlar ki :
«Kul, iradesinin muayyen bir tarafa taallûkundan ibaret olan «İrâde-i Cüz´iyye» ye sahibdir. Yani bu taallûk keyfiyyeti, tamamen kula aittir, tşte kul, tamamen sahibi ve hâkimi bulunduğu irâde-i cüz´iyyesiyle, yani bu iradesini muayyen bir istikâmette kullanmakla, muayyen bir işi kesbetmiş, dolayısiyle, yaptığı o işten de sorumlu tutulmuş oluyor.
Görüldüğü üzere, bu izahla ve kula bu meziyeti vermekle «kesb meselesi» oldukça açık ve kolay anlaşılır bir hale geliyor. Halbuki Eş´arîlere göre, kulun kudreti, iki türlü irâdesi ve taallûk ettiği fiil, hepsi Allah´dan olduğundan, «kesb» meselesi son derece kapalı ve anlaşılması güç bir halde kalıyor.
tki hâk mezheb arasındaki fark ve Mâtürîdîyye mezhebinin hususiyeti işte bu noktadadır. Diğer hususlarda ve deliller konusunda Mâtürîdîler, Eş´arîlerle aynı fikir ve kanaattadırlar. [20]
Iı Hayır Ve Şer
Konunun önemi ve Ef´âl-i tb&d Bahsiyle Olan Hayır ve şer´rin mânâ ve mahiyeti üzerinde Filozoflar ve bilhassa Ahlâkçılar önemle durmuşlardır. Her iki kelimenin mahiyetini etraflı olarak incelemişler ve bu konuda geniş tartışmalar yapmışlardır.
Kur´an-ı Kerîm´de ve Hadis-i Şeriflerde ise, bu iki kelimenin mânâ y& mahiyeti üzerinde durulmayarak, insanlar, her türlü iyilik, güzellik ve huzuru temsil eden hayra teşvik edilmiş, nelerin hayır, nelerin şer olduğu onlara bildirilmiş, hayır yolları gösterilmiş serden kaçınma çareleri öğretilmiştir.
Kitap ve Sünnet´e göreg bu dünyada hayır da, şer de mevcuttur. Bu hakikati her akl-i selim ve sağduyu sahibi bilir ve kabuî eder. tsiâm ıstılahında «Ma´ruf» kelimesi her türlü hayrv «Mün-ker» kelimesi de her türlü şerri ifade eder. îslâm nazarında ma´rûf her akl-ı selimin bildiği, iyi ve güzel olduğuna inandığı şeylerdir. Münker de, her akî-ı selimin inkâr edip, reddettiği kötü ve çirkin şeylerdir. Bu sebeble birçok âyetlerde insanlar, ma´rûfu yapmağa^ ana´rûf olan şeyleri emretmeğe, münkeri de yapmamağa ve onu ter-ketnaeğe davet olunurlar [21] Mühim ve lüzumlu olan husus da budur. Ancak İslâm´ın gösterdiği bu yolla, kalb tasfiyesi (temizliği) ve nefis terbiyesi yapılarak güzel ahlâka erilir. İslâm´ın ve bütün semavî dinlerin gayesi de budur. Ök müslümanlar bu hususu anîi-yarak, bu yolda yürümekte idiler.
Fakat zamanla genişleyen İslâm ülkesinde yeni milletlerle temas eden müslümanîar, İranlıların hayır ve şer konusunda dînî inançlarım, bu hususdaki iki ilâh nazariyelerini, Yunan ve Hint felsefesinin çeşitli fikirlerini görünce, zihinlerinde bazı sorular belirdi.
Bunlardan biri de; «Bu dünyada şer niçin vardır ve şer niçiB yaratılmıştır » sorusudur.
Halledilmesi çok zor ve çetin olan bu meseleyi müslümanlar arasında ilk defa ele alarak, insan aklına bu kapıyı açanlar Mû´te-zile ve islâm filozofları olmuştur.[22]
ötedenberi insan aklım meşgul eden ve müslümanlar arasında da fikir ayrılığına sebep olan hayır ve şer meselesi şöyle doğmuştur :
Bu âlemde hayır da var, şer de... Hayrı Hak Teâlâ´nın yarattığında ve lüzumlu olduğunda şüphe yok.
Fakat şer niçin yaratılmıştır
Şerri yaratan kimdir Allah mı
Yüce Allah hayn yaratır amma, şerri de yaratır mı Yaratırsa niçin
Eğer şerri yaratan Allahu Teâlâ ise, ger, irâdey-i ilâhiyyenin îcâbı olarak yaratılıyor, demektir, öyle ise, Allah (c.c), şerri işleyene niçin ceza veriyor
İşte bu mühim konuda da çeşitli görüşler ve fikir ayrılıklar ortaya çıkmıştır.
Bu konudaki mezheblerin en Önemlisi, Ehl-i Sünnet ulemâsının mezhebi ile, Mû´teziîe´nin görüşüdür. Biz burada bu iki mezhebin görüşünü açıklamakla yetineceğiz.
Mü´tezile, ef´âl-i ibâd bahsinde belirttiğimiz ana görüşlerinin tabiî bir icabı olarak, «Allah şerri yaratmaz» demişlerdir. Bu fikre sapmalarının sebebi, Hak Teâlâ´yı, şer olan münkerâtı yaratmaktan tenzih etmek, şerri kendi iradesiyle işleyen ve yaratan kulu, teklif esasına göre sorumlu tutmaktır. Halbuki, Cenâb-ı Hakk´ı tenzih edelim derken, O´nu yalnız hayrı yaratan ilâh kabul etmek suretiyle, şerri yaratan başka haliklar aramak ve bulmak mecburiyetinde kalmışlar ve böylece Yüce Allah´a bir nevi şerik koşmak durumuna düşmüşlerdir. _
Ehl-i Sünnet ise, hayrın da, şerrin de Allah´dan olduğuna, yani her ikisini de Hak Teâlâ´nın yarattığına inanmışlar ve bu fikri savunmuşlardır.
Görüldüğü üzere bu konudaki görüş ayrılığının esası; kulun kendi ihtiyarı ile yaptığı işlerin halikı olup olmadığı mes´elesidir. Bu sebeple, hayır ve şer mes´elesi, «halk-ı ef´âl-i ibâd» meselesinden doğan ve onunla sıkı ilgisi bulunan bir mes´eledir.[23]
A) Mutezile Mezhebi
1- Mezhebin Beyanı :
Mu tezıle ye göre Hak Teala, kendi fiillerini murad eder ve onu irade ve ihtiyarı ile yapar. Kullarının kendi ihtiyarlan île yaptıkları işlerden, yâlnız, yapılmasını emrettiklerini murad eder. Küfür ve isyan gibi yasak kıldığı ve her biri şer ve münker olan şeyleri is& asla murad etmez. Bu gibi münkerât, Yüce Allah´ın iradesi dışında. ve kulun iradesi eseri olarak tecelli eder. Yani şerrin halikı Allah (c.c.) değil, onu işleyen kuldur. Aksi halde, kulun işlediği bu gibi işlerden sorumlu olmaması lâzım gelirdi. Kulun yaptığı şirk, küfür ve isyan gibi kötü işler, Allahu Teâlâ´nın iradesiyle olsa, o işi işleyene ceza vermek zulüm olurdu. Cenab-ı Hak zulümden münezzehtir, uzaktır.
Delilleri ve Ehl-i Sünnet´ia Verdiği Cevaplar :
Görüşlerini isbat iğin şu delilleri sıralıyorlar :
a) Eğer Allahu Teâlâ, kâfirin irtikâp edip işlediği küfrü (irade) etseydi, ona aynı zamanda kendine îmân etmeyi
emretmezdî. Çünkü böyle bir emir, kendi iradesine aykırı olurdu.
Hak Teâlâ ise, bu gibi birbirini nakzeden tezat ve abes hallerden münezzehtir. O halde Allah şerri murad etmez.
Ehl-i Sünnet´in Cevabı :
Bu delil, Ehl-i Sttunet nazarında bâtıldır. Zira gerçekte, delilde zikredilen tezat ve abes hal yoktur. Çünkü :
Kâfir hakkında kü^ür irade olunmasından maksat, kâfirin, o küfrü mutlaka işlemesi demek değildir. Yani küfrün murad olunması, işlenmesini gerektirmez- Nitekim, bazı emirler vardır ki, o emirden maksat, emir verilen kimseyi imtihan etmektir. Bu gibi .emirler, emr-i teklifidir. Meselâ bir insan, hizmetçisinin itaatli olup olmadığını öğrenmek gayesiyle ona emir verir. Hizmetçi emrini yapsa da yapmasa da, imtihanın gayesi tahakkuk eder. Bu gibi hallerde, bir emir verilmesi, fakat verilen emrin yerine gelmesinin murad (irade) edilmemesi caizdir. Meselâ itaatsiz bir hizmetçinin itaatsizliğini isbat etmek isteyen bir kimse, bu iddasmm doğruluğunu göstermek çin, ona bir emir v«erir, fakat emrinin yerine getirilmesini murad etmez. İşte âsî bir kulun îmânla emredilmesi de, bu kabildendir. Onun imtihan ve isyanını tescil içindir.. Zira bu dünya imtihan yeridir. Yüce Allah´ın her emrinin yerine getirilmesi dînen zarurî ise de, kul o emri yapmakta mücber (yani cebrolunan) değil, muhtardır. Dilerse emre uyar, mükâfat alır. Dilerse isyan eder, ceza görür.
b) Eğer Hak Teâlâ, kâfirlerin küfretmesini murad etseydi onun küfrü irtikâp etmesi (yani işlemesi) isyan değil, itaat olurdu.
Çünkü onun bu igi, Yüce Allah´ın iradesine uygundur. Halbuki küfrü irtikâp etmek hiç bir zaman itaat değil, isyandır. Bundan anlaşılıyor ki, Allah (c.c.) şer olan küfrü irade etmez.
Ehl-i Sünnet´în Cevabı Kâinatta meydana gelen her şey, Allah´ın iradesiyle vâki olur. Yani îmân da, küfür de murad-ı ilâhî´ye dahildir. Bu bakımdan biır şeyin itaat sayılması, iradeye değil, emre muvafık (uygun) olmasıy-ladır. Emir iradeden başkadır.
c) Eğer küfretmek Allahu Teâlâ´mn murad ettiği şeylerden olsaydı, küfür de Allah´ın kazasıyla meydana gelmiş olurdu. Kazaya rıza vâcib olduğundan, küfre de rıza vâcib olurdu. Halbuki küfre rwa küfürdür.
burada iki
Ehl-i Sünnet´in Cevabı :
Vâcib olan, kazaya rızadır. Kaza olunana değil. hal vardır
a) Küfrün faili olmak. Fail ve mûcid (icad eden) Allah´dır. Çünkü Allah (c.c.) herşeyin mucididir. Bu cihetten küfür de kazadır. Kazaya rıza gerekir, fakat bu rıza, küfrü gerektirmez.
b) Küfrün mahalli olmak. Yani bizzat kesbetmektir ki, bu, kula râcidir. Küfrün mahalli olmaya rıza küfürdür. İşte bunu inkâ etmek gereldr.
Kaza´ya rıza gösterilmesi lâzımdır. Fakat razı olunması gere-en kaza, birincisi, yani Allah´a nisbet olunanıdır. Kula nisbet olunan ikincisi, yani kazanın mahalli olmağa değil.
Mû´tezile, Ehl-i Sünnet ülemasmca iptal olunan bu aklî delillerden başka, naklî deliller de zikretmişlerdir. Fakat bu âyetlerin. Mû´tezile´nin bu konudaki acaib görüşlerine delâlet etmediği Ehl-i Sünnet âlimlerince beyan olunmuştur. Bu sebeble, delil olarak ileri sürdükleri âyetleri ve münakaşasını burada zikre lüzum görmüyoruz. Çünkü; bir nevi şirki gerektiren ve Hak Teâlâ´yı yalnız «Hayır ilâhı» olarak kabul eden bu görüşün bâtıl olduğu aşikârdır. [24]
B) Ehl-F Sünnet Mezhebi Ve Delilleri
Hak olduğuna inandığımız Ehl-i Sünnet mezhebine göre, bu kâinatta vâki olan ve olacak herşey, Cenab-ı Hakk´m irade ve kud-retiyledir. Yani Hak Teâlâ hayrı irade edip yarattığı gibi, şerri de hem irâde eder, hem yaratır. O halde, hayrı da, şerri de irâde eden ve yaratan Yüce Allah´dır. O, hem hayrın hem de şerrin halikıdır. Çünkü bütün âlemler, yalnız O´nun kudretiyle vücûd bulduğuna göre, bu kâinatta ondan başka mutasarrıf (tasarruf ve hüküm sahibi)» mâlik ve kaadir yoktur. Herşey O´nun irade ve kudretiyle meydana gelir, iradesi dışında hiçbir şey vücûd bulmaz. Fakat, yanlış anlayışa yol açmaması için terbiye ve edeb icabı olarak, «Küfür ve fısk, Allahu Teâlâ´nm muradıdır» denmez. Nitekim, yer ve gökteki herşey O´nun olduğu halde «Allah´ın oğulları ve kızları vars denmez.
1- Bu Mezhebin Görüşünün Esasları ve Delilleri :
Ehl-i Sünnet ulemâsının hayır ve şer ile ilgili fikir ve inanışları, aşağıdaki esaslarda toplanarak özetlenebilir :
a) Bu kâinatta hayır ve şer suretinde tecelli eden herşey Al-lah´dandır. Yani hayır ve şerri yaratan ve irâde eden yalnız O´dur. Çünkü :Bu âlemde şer suretinde görülen hâdise ve musibetlerin yaratıcısı Hak Teâlâ olmayıp, başka bir varlık [25] veya varlıklar [26] olsaydı, Cenab-ı Hakk´ın hâlıkıyyeti mahdud olur, dolayısiyle şerik ve yardımcıya muhtaç bulunurdu.
Bundan başka, şirk, küfür ve isyan gibi bazı masiyet ve mün-kerât Hak Teâlâ´nın iradesine aykırı olarak vâki olacağından, Zât-i îlâhî´nin hâşâ acz ile muttasıf olması gerekirdi. Halbuki Ce-nab-i Hak, şerik (ortak) ve nazır (benzer) den ve bu gibi noksanlardan münezzehdir. Mutlak kemâl sahibidir.
b) Şerrin ve Hak Teâlâ´dan, yani O´mın irade ve kudretiyle vücut bulması, şerrin hak ve gerçek olmasını gerektirmez. Çünkü, Cenab-i Hakk´ın şerre rızası yoktur. Şerri kendi ira^le ve ihtiyarıyla kesbeden, kuldur. O halde rızây-ı ilâhî´ye makrun olmayan şerri işlemek, meşru ve makbul değildir. Cezayı gerektirir.
c) Şerri kesbetmek ve onunla muttasıf olmak kabihtir, kötü ve çirkindir. Fakat gizli ve aşikâr herşeyi bilen Hak Teâlâ´nın şerri yaratması bir hikmete müstenid olduğundan, asla kötü ve çirkin değildir. Meselâ büyük ve mahir bir ressam, san´atmm bütün inceliğini göstererek, çirkin bir adamın resmini yapsa, çirkin adamın resmi çirkin olduğu halde, resmi yapan ressamın bu başarılı san´at eseri takdirle karşılanır, güzel bulunup methedilir. O halde nasıl k$ resmin çirkin olması san´at eserinin de çirkin obuasını gerektirmez, Hakim olan Hak Teâlâ´nın, bize nisbetle şer olan bazı yaratıklar» da, yaratımıa fiili bakımından çirkin sayılmaz. Çünkü Yüce Allah´ı» yarattığı her şeyde gizli bir hikmet vardır. Bize nisbeten şer ve mu-sîbet olan bir hâdise başkalarına nisbeten hayırlı ve faydalı olabilir. Bazı şahıslar hakkında zararlı olan bir şey, toplum için faydalı olar bilir. Buna dair misâller, her toplumda görülmektedir. Hak TeâlS şerri, kul kendi iradesiyle kesbettiği için kulun iradesine uygun olarak onun elinde yaratır. Hayrı da, şerri de yaratan AJIah´dır. Fakat Hak Teâlâ´nın hayra rızası varsa da, şerre rızası yoktur. Bu se-beble, yaratılmasındaki hikmeti bilmeden şerri kesbetmek, kötü bir olduğundan, mes´ûliyyeti ve cezayı icabettırir.
ç) Hak Teâlâ şerri, hikmet-i Üâhiyyesi icâbı olarak yaratmıştır. Fakat insanlara, serden korunma yollarım da bildirmiş ve ona serden korunabilme kudretini vermiştir. însan bu kudret ve kabiliyetini yerinde kullanmaz, hayır yapmak varken onu yapmayıp ger işlerse, şerri kendi irade ve kudretiyle kesbettiği için elbette sorumlu tutulacak ve cezaya çarptırılacaktır. Esasen bu dünya imtihan yeridir. însan bu dünyada Yüce Allah´ın emirlerini tutarak, hakikat ve fazîlet yolunda yürürse, öbür dünyada ebedî saadete erecek, fısk-ü fücur ve şer yollarından yürürse ebedî azaba müstahak olacaktır. O halde, bu imtihan yerinde şer nâmına hiçbir şeyin bulunmaması, âlemin yaratılmasındaki gayeye ve hikmete aykırıdır.
d) Ceuâb-ı Hak hayrı, kasd-ı evvel ile, gaye ve son hedef olarak, şerri de, kasd-ı sâni ile, mebde ve vesile olarak yaratır. Yani hayrı bizzat, şerri de ona tâbi olarak murad eder. Hayır külli, şer cüz´idir. Hayır kazâ-i ilâhîde zâten ve aslen, şer ise, arazî ve asla tâbi olarak dahildir. Hayır, zâtda, sifatda ve fiillerde, şer ise, yalnız mefullerde bulunur. Zira sıfatların hepsi hayırdır. Mefullerde ise, hayır da, şer de bulunabilir Yaratılan bir şey hayrı gerektirmez ise yaratılmaz. Yaratılan herhangi bir şeyde bulunan az bir şer, onda bulunan çok hayra nisbetle yok hükmünde olduğu için yaratılmıştır.
Esasen, yaratılan varlıklarda aklen mümkün olan şeyler:
a) Mutlak hayır,
b) Hayır tarafı fazla,
c) Hayır ve şerri eşit,
d) Mutlak şer,
e) Şer tarafı galip...
Fakat yaratılanlarda bilfiil bulunanlar, beş ihtimalden yalnız ilk ikisi, yani mutlak hayır ile, hayır tarafı galip olan yaratıklardır.
Çok çeşitli olan bu varlıkların hepsini, gerçekte Hak Teâlâ yaratmış ise de, hepsine imdâd ve yardım etmemiştir. Yaratıklarm-dan çoğuna imdâd etmiş ve onlar hayır olmuştur. Bazılarım da yaratmış, fakat hikmet-i üâhiyyesi îcâbı onlara imdâd etmemiş ve bn gibiler şer olmuştur.
e) Bazı şeyler vardır ki, biz bunların yaratılmasındaki hikmet ve esrarı kavnyamayız ve onları şer telâkki ederiz. Halbuki, bunlar sebebiyle neticede bir çok fayda ve kazançlar doğar. Yani kâinatta görülen bazı şeylere, büyük hayırlar ve ibretler terettüp eder. Meselâ :
Küfür ve şirk bilfiil mevcut olmasa, Allah´a îmân ve Kelime-tullah nasıl yüce ve ulvî olurdu
Müşriklerin zulüm ve şiddeti karşısında Mekke´den hicret zaruretinde kalmak bir şer ve bir mefsedettir. Fakat, bu hicret mefsedetinden sonra Mekke´yi fethederek ve muzaffer. olarak Mekke´ye girmek, muhakkak ki daha büyük bir hayır ve menfaattir. Bu ftü-yük başarı ve menfaata nazaran hicret mefsedeti, şüphesiz çok daha az saydır.
f) Eşyanın mahiyyeti, zıtlarmm vücûdu ile anlaşılır. Hak Teâlâ zıtları zıtlarından, meselâ hayatı ölü olandan, ölüyü hayat sahibinden, yaşı kurudan, kuruyu yaştan çıkarır. Nitekim lezzetler, elemlerden, bir büyük lezzet bir büyük elemden doğar. Bazı hastalık ve üzüntü, bize sıhhat ve saadetin kıymet ve lezzetini tattırır. Bundan şu anlaşılır ki, Hak Teâlâ lezzet ve elemleri yersiz ve lüzumsuz olarak yaratmamıştır.
da, Hülâsa olarak diyebiliriz ki, Ehl-i Sünnete göre şer, ne zâtın-ne sıfatında, ne isimlerinde ve ne de fiillerinde Hak Teâl&´y* izafe olunabilir.
Çünkü, Hak Teâlâ´nın Zâtı da, Sıfatı da mutlak kemalle mut-tasıftır. Fiilleri ise, hayır, adi ve hikmettir. O´nda asla şer yoktur. Şer, yaratıklarda ve mef´ullerdedir.
2- Delillerin Beyanı :
Ehl-i Sünnet´in yukarıda beyan olunan görüşüne delâlet eden en mühim delilleri şöylece Özetlenebilir :
a) Allah´ın dilediği olur, dilemediği olmaz.» mealindeki Hadis-i Şerife göre, kâinatta Yüce Allah´ın iradesi dışında hiçbir şey olamıyacağı, dolayısiyle şerrin de Hak Teâlâ´nm iradesiyle vücuda geldiği hususunda selef ve halef ulemâsının ittifak etmeleri. Bu hadîsin te´vil edilmesi mümkün değildir. Zira böyle bir te´vil, hadîsin zahirine aykırıdır.
b) Bu kainattaki bütün mümkinât, Hak Teâlâ´nın makdûru-dur. Yani O´nun kudretinin eseridir. Kudret Sıfatı, irâde-i üâhiyye´-nin taallûk ettiği şeyleri yaratır. O halde bütün mümkinât, Hak Teâlâ´nın kudret ve irâdesinin tecellileridir. Buna rağmen Allahu Teâlâ´nın kudret ve irâdesi yalnız hayra taallûk eder, şerre taallûk etmez. Yani şerri yaratmaz, demek, mümkinâtın bir kısmını Yüce Allah´a isnat etmek, diğer bir kısmını etmemektir. Bu ise, Hak Teâlâ´nın kudret ve irâdesine nisbeti müsavi (eşit) olan mümkinâtın bir kısmına, diğer bir kısmına sebebsiz olarak tercih etmek´ demektir. Müreccihsiz (yani tercih edici olmadan) tercih ise bâtıldır.
c) Esasen, «Hak Teâlâ her şeyin hâhkı» olduğuna göre» [27] bütün varlıklar kudret-i ilâhiyye´ye istinâd eder. Her şeyi irâde ve ihtiyarına göre yarattığına göre hayır olsun, şer olsun, bütün müm-kinât, Hak Teâlâ´nın muradı ve mahlûkudur[28] Bu husua kuâ-ret sıfatının genelliği bahsinde de izah ve isbat edilmiştir. [29]
Iıı Kaza Ve Kader
Kaza ve Kadere îmân, îmân Ksaslanndaudır :
Kelâm ulemâsı ve İslâm mütefekkirleri arasında derin görüş ayrılıklarına ve uzun tartışmalara sebep olan muğlâk (kapalı) ve zor meselelerden biri de, «Kaza ve Kader» mes´elesidir, Ehl-i Sünnet mezhebine göre, Allahu Teâlâ´ya ve Mukaddes Sıfatlarına îmân, kaza ve kadere imânı da gerektirir. Çünkü mânâsım biraz sonra izah edeceğimiz Kader, Hak Teâlâ´nın. «İlim ve İrade» sıfatlarına, Kaza da «Tekvin» sıfatına râcidir. Fakat önemi dikkate alınarak kaza ve kadere îmân ayrıca tasrih edilmiş ve îmân esaslarından sayılmıştır. Bu husus Peygamberimizin bâzı hadîslerinde ayrıca zikredilmek suretiyle tasrih edilmiş, bazı âyetlerde de, her şeyin ilâhî takdire tâbi olduğuna, işaret buyurulmuştur [30].
«Bu konuda zikredilen hadîsler âhad hadîslerdir, zan ifade eder. Zannî deliller, akaid ilminde delil olarak kullanılamaz.» denilemez. Çünkü bu hadîslerin delâlet ettiği mânâ, kesinlik ifade eden âyetlerle teyid edilmiştir. Kesin delillerle desteklenen zannî deliller de cesinlik ifade eder ve akâid babında delil olarak kullanılabilir.
Kaza ve Kader mes´elesindeki ihtilâf, «Halk-ı Ef´âl-i îbâd» adıyla şöhret bulan, «İnsanların kendi ihtiyarlarıyla yaptıkları işlerin halikı Hak Teâlâ mıdır, yoksa o işin sahibi olan kul mudur » mes´elesindeki görüş ayrılığından doğmuştur. Bu mes´elede göreceğimiz mezhebler, orada görüp izah ettiğimiz mezheblerin aynı olup, bu mezheplerin sâlikleri, o mes´eledeki delillerine dayanarak, kaza ve kadere ya îmân veya onu inkâr etmektedirler. Bu iki Kelâm mes´elesi arasındaki çok sıkı münasebet ve yakın alâka sebebiyle, bu mühim konuyu da, orada ve «Hayır ve Şer» bahsinde zikrettiğimiz bilgilerden de faydalanmak suretiyle burada ele almayı uygun bulduk.
A) Kaza ve Kaderin Lügat Mânâları :
«Kaza ve Kader» kelimeleri genel olarak bir arada geçer. Bu iki kelimenin biribirînin mütelâzımı olduğu, yani bir birini gerektirdiği hususunda ittifak varsa da, kullanılışında ihtilâf vardır. Meselâ Eş´arîlerin ekserisi «Kaza ve Kader», Mâtürîdîlerin ekserisi de «Kader ve Kaza» derler. Allah´ın kaza ve kaderinden dâima bir arada bahsedilir.
Bâgıb´a göre «Kader» ve «Takdir»; bir şeyin hududunu ve miktarım bildirir. Yani kader, bir şeyin ölçüsüdür. Her şey ilâhî bir Ölçüye tâbidir. Meselâ hurma çekirdeği... O şekilde takdir edilmiştir ki, ondan yalnız hurma ağacı yetişir, başka bir ağaç yetişmez. İnsan tohumu da öyle... O da, öyle takdir olunmuştur ki, bu tohumdan muayyen şartlar sonunda yalnız insan doğar, başka bir hayvan meydana gelmez. O halde takdir :
Kâinatı, nizamını ve ondaki yaratıkları idare eden ilâhî bir kânun, ilâhî bir ölçüdür.
Kader kelimesi Kur´ân-ı Kerîm´de masdar ve fiil olarak kulla-
nılmıştır. Birincisine misâl [31]
«Şüphesiz ki Biz herşeyi bir takdir (mazbut bir ölçü) ile yarattık.»
İkincisine misâl[32]:
«... (Allah) herşeyi yaratmış ve her birine muayyen bir nizam vererek, onun mukadderatım tâyin etmiştir.» mealindeki âyetlerdir.
Dilcilere göre Kaza ise : Bir şeyi sonuna kadar getirmek, yani bir şeyi sözle veya hareketle tamamlamaktır.
Kaza kelimesi Kur´an-i Kerîm´de (masdar olarak) aynen geçmez. Fakat bu masdar´dan türetilen fiil [33]ism-i fail [34] ve ism-i mef´ul [35] olarak geçer. Söz veya hareketle bir şeyi tamamlamak mânâsına gelen kaza kelimesi, yerine göre emir, hüküm, ilâ», beyân ve yaratma mânâlarını ifade eder. Meselâ :[36] âyet-i kerîme-sindeki «Kaza, emir ve hüküm mânâsını» ifade eder. Âyetin mânâsı :
«Rabbin yalnız kendisine ibâdet etmenizi emretti, hükmetti»
demektir ki, emir ve hüküm bir şeyi sözle tamamlamaktır.[37] âyet-i kerîmesinde ise kaza, halk etmek (yaratmak) manasınadır. Yani «Bu suretle onları, yedi gök olmak üzere iki günde yarattı» demektir. Yaratmak füli ise, bir şeyi hareketle tamamlamak mânâsını ifade eder.
Hülâsa kaza kelimesi, herhangi bir şeyi tamamlamak demektir. Ancak bu mânâ yerine göre değişir.
B) Kaza ve Kader´in Istılah Mânâları :
1- Rfâtüridîlere Göre Kader :
Yukardaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi Kader :
«Hak Teâlâ´nın ezelden, ebede (sonsuzluğa) kadar olmuş ve olacak şeylerin zaman ve mekânım, sıfatlarını, hususiyetlerini çfc her türlü özelliklerini bilip, ezelde o suretle tahdid etmesidir .»
Bu bakımdan kader, Allahu Teâlâ´nın îlim ve irade sıfatlarına râci olup, kadere îmân, bu sıfatlara ve ezelî olan taallûklarına îmân etmek demektir.
Mâturidîlere göre Kaza ise :
«Cenâb-i Hakk´ın, ezelde irade ve takdir buyurmuş olduğu şeyleri, zamanı gelince ezeldeki ilim, irade ve takdirlerine uygun olarak yaratması» demektir.
Bu bakımdan kazat Tekvin Sıfatına râci olup onun sahası içine girer.
Kader ve Kaza´ya verilen bu mânâlara göre kader, kazadan daha şümullü ve geneldir. Yani kaderin dairesi, kazânmkinden daha geniştir. Çünkü :
Kader, ezelî tedbir ve sebebler mecmuası, kaza ise, hadis olan mümkünler ve yaratma fiilleridir.
Kader, bu kâinatı idare eden ilâhî kanun ve ölçü, kaza İse, bu kanuna uygun olarak tenfizdir, aynen yerine getirmektir.
Şüphe yok ki Hak Teâlâ´nın ezelî olan kader ve takdirinde dâima ilâhî bir hikmet vardır. Allah herşeyi, bir sebep ve hikmete dayanarak yapar.-Her mükellefin kadere böylece^ inanması gerekir. Kendisince meçhul olan kaderin en güzel bir şekilde tecelli etmesi için de, dâima ve her işinde bütün tedbirleri alması, tedbirde kusur ederek takdire itirazda bulunmaması lâzımdır.
2- Eş´ârilere Göre :
Eş´ârîlere göre kaza; hüküm mânâsına olup, Hak TeâJâ´mn şu kâinatta vâki olacak şeylerin hepsini, nasıl, ne vakit ve ne şekilde olacaklarsa ezelde öylece bilmiş ve ezelî ilmine uygun olarak dilemiş olmasıdır
Kader ise; Cenâb-i Hakk´ın her şeyi, vakti gelince, ezelî ilmine uygun olarak ve irade ettiği şekilde icâdetmesidir.
Eş´arîlerin bu tariflerine göre :
Kaza, kaderden daha şümullü olup, îlim ve îrade Sıfatlarına râcidir.
Kader de, Kudret sıfatına râci olup, bu sıfatın hadis olan ikinci taallûkunun esendir. Zira, «Sifatullah» bahsinde gördüğümüz gibi, Tekvin, Eş´arîler nazarında müstakil bir sıfat olmayıp, Kudret Sıfatının hadis olan ikinci taallûkundan ibarettir.
Mâtürîdilerce kabul edilen ıstılahlar, kaza ve kader kelimelerinin yukarıda zikredilen lügat mânâlarına daha uygundur.
Hulasa : Bu alemde meydana gelen ve ilerde meydana gelecek her şey, Allahu Teâlâ´nın kaza ve kaderiyledir. Her şey bu ilâhî irade ve kanuna tâbidir.
Her şeyde kader, yani sebepler ve onu vücuda getirecek vasıf ve keyfiyetler mevcuttur" ve bunlar ezelî olan ilm-i ilâhî ve irâde-i ilâhîyyeye tâbidir.
Sebeplerin birbirleriyle birleşmesinden doğan neticeler de, Kaza´dır.
Sebeblerin karşılaşması, birleşmesi veya ayrılması, kader dâiresi içinde olur. Bu sebeblerin birleşme veya ayrılmasından bilfiil vukua gelen hâdise ve eşyalar ise kaza´dır. Yani kazâ-yı ilâhînin tecellileridir.
Bu hususa, aşağıdaki âyetler açıkça delâlet etmektedir :
fi (Gerek) yerde ve (gerek) nefislerinizde herhangi bir musibet (bir olay) vukua gelmemiştir ki, bu, Bizim onu yaratmamızdan önce Kilap´ta (yazılmış) olmasın. Şüphesiz ki hu, Allah´a göre kolaydır.» [38]
«De ki : Allah´ın bizim için yazdığından başka bir şey, bize â isabet etmez.»[39]
G) Bu Meselenin «Halk-i Ef´âl-i îbâd» Bahsiyle tlgisi :
Buraya Radar izaha çalıştığımız bu görüş, «Kaza ve Kader» akîdesindeki Ehl-i Sünnet görüşüdür.
Bu görüşün esası; «Efâl-i tbâd» ve «Hayır ve Şer» bahislerinde izah ettiğimiz Ehl-i Sünnet mezhebindeki ana fikre ve delillere dayanır.
Bu ana fikir ise; bu kâinatta vücut bulan ve var olan herşeyde olduğu gibi, insanların kendi irade ve ihtiyarlarıyla yaptıkları işlerin de halikı Hak Teâlâ´dır, kaziyyesidir. Ancak kul, irade, ihtiyar ve hiçbir kudreti olmayan, âciz ve sorumsuz bir varlık olmayıp, muayyen bir hadde kadar müessir olabilen irade ve ihtiyar sahibi» hür ve sorumlu bir varlıktır. Fakat mahlûk olan insanın cüz´î iradesi, Hak Teâlâ´nın iradesine aykırı hareket edemez. Mahlûk olması bakımından, her türlü sıfat ve imkânları gibi, irade ve kudreti de mahdûd ve muayyendir.
Yani kul, kendi irade hududları içinde dilediğini yapabilmesi bakımından muhtar, fakat Allah´ın irade ve kudret dairesi içinde kalması ve ilâhî irade ve kudrete aykırı hareket edememesi bakımından mecbur´dur.
Mahlûk olan insanın, sonsuz kudret ve her türlü kemalle mut-tasıf olan Allahu Teâlâ´ya nisbetle böyle olması ne derece tabiî ve mâkul ise, bu kâinatın ve onda vuku bulan her şeyin, bu âlemin yegâne halikı olan Hak Teâlâ´nın kaza ve kaderine uygun olarak tecelli etmesi de, o derece tabiî ve zarurîdir.
Kul kendi iradesiyle yaptığı işlerin halikı değilse de, bu işleri yapmaya teveccüh ederek ve ona yönelerek onları kendi kudret ve iradesiyle kesbedip, kazandığı için, elbet yaptığı işlerden, sorumlu olacak ve hepsinin hesabını verecektir. Hayrı da, şerri de yaratan Allah´dır. Fakat onu kazanan kuldur. Kul, hayra yönelirse Hak Teâlâ onun elinde hayrı yaratır, şerre yönelirse şerri yaratır. Sün-netullah böyledir.
D) Kaza ve Kader însan*Aklınuı Hallemedeği Bir Sır mıdır îfrat ve tefritte, yani iki aşırı uçta olan Cebriyye ve Kaderiy-ye arasında mutavassıt ve islâm´ın ruhuna nıüslümanlar nazarında en yakın olan mezheb, Ehl-i Sünnet mezhebidir. Fakat şunu da itiraf etmek gerekir ki, Kader mes´elesi; insan aklının âciz kaldığı, hakikatini idrak edemediği ve asla halledemiyeceği çok zor bir Kelâm mes´elesidir. Eu sebeble, ilâhî bir sır olarak´kıyamete kadar kalacaktır, tşte bu bakımdan, sevgili Peygamberimiz, kaza ve kadere, hayır ve şerrin AUah´dan olduğuna îmân etmekle yetinmemizi emretmiş, bu mes´eleyi fazla inceleyip münakaşa etmekten bizi menetmiştir.
Ebû Hüreyre ve Bnes b. Mâlik (r.a,) hazretlerinden rivayet olunduğuna göre; bazı kimseler kader mes´elesini münazara ve münakaşa edip tartışırlarken, Peygamber Efendimiz ansızın gelmiş yene konuşulduğunu öğreninde, hiddet ve gazab buyurarak : «Siz bununla mı memursunuz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim Sizden öncekiler bu mes´elede münazara ettikleri için helak oldular. Sakın bu meş´eleyi münakaşa etmeyiniz» buyurmuşlardır. Bu konudaki rivayetler çoktur.[40]
E) Bu Konudaki Diğer Mezhepler :
Fakat; Peygamberimizin çok şiddetli yasaklarına rağmen bu mes´eie üzerinde lüzumundan fazla durulmuş, Kaderİyye ve Cebriy-ye gibi müfrit (aşırı giden) bâtıl mezhepler doğarak birçok kimseler dalâlete sürüklenmiştir.
Şimdi bu iki mezhebi kısaca izah ederek, kaza ve kader meselesindeki görüşlerini açıklayalım :
I- Kaderiyye. Mezhebi ve İptali :
Gîlân ed - Dımışkî ve Ma´bed el - Cühenî, kader hakkında ilk konuşan ve «Kaderiyye» mezhebinin doğmasına sebeb olan ilk kadercilerdir. Bunlar, «Mutlak cebir» fikri karşısında «Mutlak ihtiyar»
fikrini ortaya atarak, insanın tam bir ihtiyar sahibi olduğunu, kendine mahsus bir kudret ve iradesi bulunduğunu, dolayısıyla, yaptığı iş ve fiilleri bizzat yarattığını iddia etmişlerdir. Bu ana fikir, daha sonra Mû´tezile Kelâmcılarınm ekserisi tarafından da benimsenmiş ve savunulmuştur.
Kaderiyyeye göre insan, mutlak bir kudrete, hür bir iradeye sahiptir. Yaptığı bütün işlerde tamamiyle serbesttir. Yaptığı her işin bizzat yaratıcısı olduğundan, kaderin insan iradesi üzerinde veya yaptığı işlerde hiçbir hükmü yoktur, iyiyi de, kötüyü de, hayrı da, şerri de insan, kendi kudret ve iradesiyle yapar veya onları kendi ihtiyarıyla yapmaz. Bütün bu işlerde Allah´ın ilminin, irade ve kudretinin hiçbir tesiri ve ilgisi yoktur. Bu hususta insan, kaza ve kadere tâbi değildir. Ya#i insan, kendi kaderini kendi tâyin eder ve çizer. Yaptığı işlerden ancak kendi sorumludur.
Kaderiyye´nin insanı hâlıkıyyet mertebesine çıkararak Hak Teâlâ´ya mahsus olan hâlıkıyyet hususunda O´na şerik koşan ve kader-i ilâhî´yi inkâr eden bu çarpık ve bâtıl fikrini, ef´âl-i ibâd bahsinde daha etraflı izah ederek delillerini iptal etmiştik. Burada tekrara um görmüyoruz [41]
2 Cebriyye Mezhebi ve iptali :
Mutlak cebir fikrine dayanan bu mezhebe göre insan, kudret, irade ve ihtiyarı olmayan, âdeta cansız ve hareketsiz bir varlıktır. Rüzgâr önünde rastgele dolaşan bir yaprak ve çerçöp gibidir. Yaptığı işleri kendi iradesiyle yapmaz. Çünkü insanın ne fiil, ne ihtiyar, ne kudret, ne irade... hiçbir şeyi yoktur. Her şey Allah´ın mutlak kudret ve irâdesi ile meydana gelir. Kul, iyi veya kötü, yaptığı hiçbir işte serbest olmayıp, mecbur, muzdar ve mahkûmdur. Meselâ ağaca çıkmış olan bir kimsenin ayağı kayarak düşmesi, nasıl kendi ihtiyarı ve isteği ile değilse, ağaca çıkması da öyledir. Yani insan her ikisinde de muhtar değildir. İbadet eden İbâdetinde, isyan eden isyanında mecburdur. Binaenaleyh tembele* niçin tembelsin», kötüye «niçin kötüsün» demeye hakkımız yoktur. Çünkü tembeli tembel yapan, kötüyü kötü yolda yürüten Allah´dırî..
Hülâsa; insan, yaptığı işlerde kaatilin elindeki bıçak gibi mee-bur ve muzdardır. Her işinde alın yazısına, kaza ve kadere tâbidir.
Hak Teâlâ´nın kendisi için ezelde yazarak takdir ettiği yoldan kıl payı kadar ayrılamaz.
Akıl ve gerçeğe uymayan, bütün semavî dinlerdeki teklif ve mes´uliyet esasını yıkan ve insandan her türlü kudret, İrade ve ihtiyarı kaldırarak onu cansız bir varlık derekesine indiren bu mez-heb, yanlış ve bâtıl bir görüşü temsil etmektedir.
İnsanın mükellef ve yaptığı her işten sorumlu olduğunu inkâr ederek, her şeyi alın yazısına ve mutlak bir kader fikrine bağlayan bu koyu cebir itikadı, müslümanların genel bir inancı olmayıp, tslâm Kelâmcılarından küçük bir zümrenin itikadı idi. Bunlar Ehl-i Sünnet ve diğer İslâm mezheplerinin kuvvetli delilleri karşısında yenilerek erimiş ve hicretin IV. asrı başlarında münkariz olmuşlar ve tarihe karışmışlardır. Bu mezhebin delulerini ve Ehl-i Sünnet´in verdiği cevabı «Ef´âl-i İbâd» bahsinde zikrettiğimizden burada tekrarlamıyoruz. [42]
3 -Icâbiyye Mezhebi ve İptali :
Kaza ve kader bahsinde, yukarıda izah ettiğimiz Ehl-i Sünnet, Kaderiyye ve Cebriyye mezheblerinden başka, bir de Garp âleminde,´Icâbiyye = Maddî Cebircilik (Determinizm) adıyla tanınan felsefî bir mezheb vardır.
Bu mezheb sâlikleri de, müslümanlar arasında rağbet görmeyen Cebriyeciler gibi, insandan irade ye ihtiyarı kaldırarak, onu cansız varlıklardan farksız bir derekeye düşürüyorlar.
Bunlara göre insanların yaptıkları işler, diğer işlerde olduğu gibi tabiatın değişmez kanunlarının hükmüne göre sabit ve mukadder olan bir takım kesin sebeblerin icâbıdır. Muayyen sebebler bulununca, mutlaka muayyen neticeler vücut bulur. Bu bakımdan insanlar işlerinde muhtar olmayıp, diğer varlıklarda olduğu gibi miic-ber ve muzdardırlar, ta´biat kanunlarına tabidirler. Bunlar nazarında tabiat rve tabiattaki kânunlar dışında müessir bir kuvvet yoktur.
Bunlar nazarında Kaza. ve Kader ise, bu âlemde hükümrân olan tabiat kanunlarından başka bir şey değildir... Tabiatta her hâdise, bir takım sabık sebeb ve mukaddimelerin zarurî bir neticesidir. Bu konuda canlı ve cansız varlıklar biribirinden farksızdır. İnsanların kendilerini irade ve ihtiyar sahibi sanmaları hayâl ve gafletten başka bir şey değildir.
Kısaca ifadeye çalıştığımız bu ana fikre göre îcabiyye mezhebi sâlikleri:
1- İnsandan irade ve ihtiyarı selbedip kaldırarak onu mecbur ve muzdar, cansız şeylerden farksız bir varlık sayıyorlar.
2- Her hâdiseyi tabiat kânunlarının bir eseri, geçmiş sebeblerin tabiî bir neticesi zannederek, tabiat ötesi, herşey üzerinde müessir ilâhî bir kuvvetin varlığını inkâr ediyorlar.
3 - Bu görüşün tabiî bir neticesi olarak da, İslâm´ın bildirdiği mânâdaki kaza ve kaderi, yani ilâhî takdiri kabul etmiyerek, kaza ve kaderi tabiatın değişmeyen maddî kanunlarından ibaret sanıyorlar.
Bu mezhebin de, gerçekten uzak, bâtıl bir görüş olduğunu, yukarda özetlediğimiz üç hususa kısaca cevap vermek suretiyle belirteceğiz :
1- insanların, tabiattaki diğer canlı ve cansız varlıklardan başka ve onlardan üstün, akıl, idrâk, ilim ve fen sahibi mümtaz bir varhk olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Dâima görmekte olduğumuz cansız varlıklar ise, irade ve hürriyetten mahrum olup tabiattaki değişmeyen ilâhî kânunlara tâbidir. Bunlar hakkında bir cebr-i mutlak câridir. Nebatlar da böyle bir kânuna tâbi... Hayvanlar ise, bir nevi irâde ve ihtiyara sahibler. Aksi halde hayatlarını devam ettirmek için gıda arıyamaz, tehlike ânında kendilerini müdafaa etme gücünü kullanamazlardı.
İnsana gelince : Onun her hal ve hareketi, bir irade ve kudret eseridir. Zira sahib olduğu akıl ve idrak sayesinde, bütün tabiat kuvvetlerinden faydalanarak, hayatını .tanzim ediyor. Kendinden daha kuvvetli varlıkları, icâd ettiği silâhlarla mahvediyor. Bu dünyayı imâra sebeb olan binlerce keşifler yapmakta, çeşitli kânunlar vazetmekte, hayatını geliştiren ve koruyan faydalı ilim ve fenne ulaşmakta muvaffak oluyor. İçinde bulunduğu sosyal hayatta, bir takım içtimaî ve ahlâkî kanun ve nizamlara uymakla, bir takım vazifeleri yapmakla mükellef ve her işinden sorumlu tutuluyor. Eğer insan irade ve ihtiyar sahibi olmasaydı, bütün bu işleri nasıl yapar, mükellefiyetlerini nasıl yerine getirir, ihmâl ederse nasıl sorumlu tutulabilirdi
Eğer, insan irade ve ihtiyar, kudret ve hürriyet sahibi olmasaydı, ne sorumluluktan, ne ahlâk ve faziletten eser kalırdı.
Bütün bunlarla beraber, akıl, idrâk ve gerçek dinler, insanın, irade ve ihtiyar sahibi olduğunu isbat ediyor. Her akl-ı selim sahibi, kendisinin irade ve ihtiyarı olduğunu bizzat müşahade ediyor ve buna vicdanen kaani bulunuyor.
O halde, insanları iradesiz ve ihtiyârsız sanmak, ilme ve tecrübeye, akıf ve idrâke, din ve vicdanî kanaata aykırıdır.
2- Biz, bu tabiat âleminde hükmünü yürüten birçok kânunlar olduğunu, bir takını sebeblerin birleşmesinden muayyen ve değişmez neticeler doğduğunu, kâinatın sonsuz bir ahenk ve nizam içinde bulunduğunu görüyor ve bunu itiraf ediyoruz. Meselâ her-şey su ve hararetle hayat bulup gelişiyor. Güneşin ışığı dünyamızı aydınlatıyor, neşrettiği hararet bize ve bütün canlı varlıklara hayat veriyor. Hayatımız, teneffüs ettiğimiz hava ile devam ediyor. Bunlar inkârı kaabil olmayan gerçekler, muayyen neticeler doğuran se-beblerdir. Fakat bütün bu sebepler, kuvvet ve hassalar kendiliğinden mi vücut bulmuştur X Failler ve sebebler silsüesi sonsuzluğa
doğru devam edip gidiyor mu Böyle sonsuzluğa giden bir illetler (ve failler) silsilesi caiz midir
Hayır... Çünkü teselsül, Kelâmcılar ve Filozoflar nazarında bâtıldır. O halde, bütün bu sebeblerin, vâcibü´l - vücût, herşeyi bilen v,e ´yapmağa kaadir olan ilâhî bir varlığa istinâd etmesi lâzımdır. O da Yüce Allah´dır. O halde, muayyen kanunların meydana gelmesine sebeb olan hâdiseler, birer âdı sebebten başka bir şey değildir. Hakîkî ve ilk sebeb Cenâb-ı Hak´dır.
3- Yukarda zikredilen birinci ve ikinci maddelerle; evvelâ insanın irade ve ihtiyar sahibi olduğu, bilâhare, bu kâinattaki tabiat kanunlarının mucidi olan Hak Teâlâ Hazretlerinin varlığı isbat edildikten sonra, «Bu kâinatta var olan ve olacak herşey, bütün hâdise ve neticeler Yüce Allah´ın kaza ve kaderi ile, yani takdir ve icadıyla vukua gelir.» şeklindeki bir îtikâdı kabul etmek zarurîdir. Çünkü ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla muttasıf olan bir Allah´ın varlığına îmân eden her insan için, bu akideyi kabulden başka mâkul bir yol yoktur.
O halde Kaza ve Kader´e îmân akidesi, Hak Teâlâ´n in ilim, irade, Kudret ve Tekvin sıfatlarına îmân etmenin zarurî (zorunlu) bir neticesidir. Bunu inkâr etmek, Allah´ın kemâl sıfatlarını inkâr etmek demektir.
Bu münasebetle şunu da belirtmek isteriz ki; Batıda ve bütün Hıristiyan dünyasında papazlar ve filozoflar arasında, İslâm´ın reddettiği ve bilfiil sona eren mutlak cebir ve koyu cebfiyecilik fikri halen mevcut iken, hatta Allah´ı da inkâr eden «İcabiyye Mezhebi» yaygın bir halde bulunurken, Avrupalılar bütün bunları görmezler de, îsîâm denince, hemen koyu bir cebriyecilik, müslüman denince de, «Mutlak cebre, değişmez almyazısına inanan, irade ve ihtiyarı yok sanan, tedbire riâyet, esbaba tevessül etmeyen, kendim atâlet ve tembelliğe terkeden» insan hükmünü verirler. Halbuki müslü-manlar, mutlak cebir fikrini en kuvvetli delillerle çürüten, insanı» irade ve ihtiyar sahibi olduğunu Avrupalılardan çok önce isbat eden, önce sebeblere sarılarak tedbirlerini alan, sonra Allah´a tevekkül eden, yâni, kudreti dışında olan hususları ilâhî irade ve kudretin takdirine terkeden, bu hususu Avrupa´ya Öğreten insanlardır. Kaza ve Kader akidesi, islâm´ın ilk devirlerinde ve orta çağda, müs-lümanlann terakki ve medeniyet Öncüleri olmalarına engel olmamıştır. Bu sebeble, kaza ve kader bahsindeki Ehl-i Sünnet inancı ile, koyu Cebriyeeiliği birbirine karıştırmamak lâaımdır.
F) Kaza´ya Rıza, Sebeplere Sarılmaya Engel Değildir :
Şu ciheti de iyice bilmemiz gerekir ki, müslümanlar kaza ve kadere îmân etmekle mükellef iseler de, bu akideye dayanarak kendilerini kurtaramazlar.
Meselâ bir müslüman, «Takdir-i ilâhi böyledir»´ diyerek bir günâh işleyemeyeceği gibi, bir günâhı işledikten sonra da, «Ne yapayım! Takdir-i ilâhî böyle imiş» diye, kendini mazur gösteremez. Zira takdîr-i ilâhî bizlerce bilinmemektedir. Meçhul olan bîr şeye nasıl istinâd edilebilir Gerçek şudur ki, takdîr-i ilâhî´nin o şekilde tecellisine sebeb, bizim kendi irade ve ihtiyarımızla o yöne yönelmemiz-dir. Bu sebeble de, yaptığımız işlerden sorumluyuz.
Sonra kaza ve kadere dayanarak, sebeblere sarılmayı terket-mek de asla caiz değildir. Çünkü Sünnet-i llâhiyye şudur ki, muayyen bir neticeye varabilmek için, o neticeyi doğuran sebepleri bilmek, tedbirleri alarak,- gerekeni yapmak lâzımdır. Gerçi1 müslüman, takdir-i ilâhîye rızâ gösterir. Allah´a tevekkül ve itimad eder. Fakat takdire rızâ, Allah´a tevekkül, bahiri sebeblere sarılmaya engel değildir. Bilâkis, önce sebeblere sarılmalı, tedbirde kusur etmemeli, bu hususta bütün beşerî güç ve takati sarfetmeli, ondan sonrasını Allah´a bırakarak, O*na tevekkül etmelidir. Nitekim Hak Teâlâ : «Bir şeye azmettin mi, artık Allah´a güven (ve O´na dayan)´» [43] buyuruyor.
Sevgili Peygamberimiz de, «Önce deveni bağla, sonra tevekkül et» buyuruyor. O halde deveyi bağlamadan, veya her hangi bir işte sebeblerine sarılıp, gerekli tedbirleri almadan Allah´a tevekkül etmek yanlıştır. Peygamberimizin emrine ve İslâm´ın ruhuna aykırıdır. Tembellikten ve düşüncesizlikten başka bir şey değildir[44].
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 327-328.
[2] Zümei. 62.
[3] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 329-331.
[4] Fussilet, 46 Rabbin kullarına karşı asla zölutnkâr değildir.»Rabbin hiç bir kimseye haksızlık etmez..
(Kehf, 49) -Kim tem kadar hayır işlerse (onun karşılığını) görecektir. Kira de zerre kadar şer işlerse (onan cezasını) görecektir.» (Zilzal, 7 -
[5] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 332-334.
[6] Bak : Prof. AH Mustafa el - Gurâbi : Tarihu´l - Firâkı´l - İslâmiyye, s. 21 - 32, 35 - 53. Kahire, 1958
[7] Nisa, 123
[8] Ârâf. 23
[9] Tûr, 21
[10] Kehf. 29.
[11] Mü´minûn, 14.
[12] Zümer, 62.
[13] Fâtır, 3.
[14] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 335-340.
[15] Zümer, 62
[16] Saffat 96.
[17] . Salih Musa Şeref: Müzekkerât fit - Tevhid (Fakülte Notla-n). c. 4, s. 7.
[18] Mülk. I
[19] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 341-344.
[20] Daha fazla bilgi için bak : Mustafa Sabri : Mevkıfü´l - Beşer Tahte Sultâ-ni´l - Kader. Kahire 1352. Abdü´l - Kerim el - Hâtîb : Kaza ve Kader... Kahire 1961. Şerh-i Mevâkıf, c. III, s. 118-121. Şerh-i Makâsıd. c. II, s. 92-103. Fıkh-ı Ekber ve Aliyyu´l - Kârî Şerhi, s. 44 - 50, Mısır 1329 H. Tenkıhu´l - Kelâm, s. 233-243
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 345-346.
[21] Âl-i İmrân, İM ve 110; Araf. 157.
[22] Fazla bilgi için bak : Abdü´I - Kerim el Hatîb : El Kaza ve´l - Kader. Kahire 1961. s. 63, 142
[23] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 347-349.
[24] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 350-352.
[25] Meselâ Zerdüşt dîninde olduğu gibi bir de «5er ilâhı» olsaydı
[26] Meselâ Mû´tezile´nin sandığı gibi, şerri, bizzat işleyen insanlar yaratsayds
[27] Zümer. 62
[28] Bak: Prof. Salih Musa Şeref: Müzekkerât fit Tevhîd (Fakülte Notları´ c. VI, s. 22-34; Serh-i Makâsıd, c. II. s. l(Tı - 109.
[29] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 353-357.
[30] îmânın Hakikatından ve Esaslarından bahseden 1. kısmın 1. bölümünde zikrettiğimiz «îmân, İslâm ve İhsan- hadisine ve Kamer Sûresinin 49 uncu, Fur-kan sûresinin 2 nci, Fussilet sûreâinn 12 nci, Hadid sûresinin 22. nci ve Tevbe sûresinin 51 nci âyetlerine bakınız.
[31] Kamer: 49.
[32] Furkan: 2.
[33] Fussilet: 12.
[34] Tâha: 72
[35] Meryem: 21
[36] îsrâ: 23; Gâfir: 20
[37] Fussilet: 12,
[38] Hadid: 22
[39] Tevbe: 51.
[40] Bak: Abdûlkerinı el-Hatib:
[41] Bkz. 235-239. vc´İ-Kâder... s. 22H-230
[42] Bak : 338 340
[43] Âl-i îmrân: 159
[44] Daha fazla bilgi için bak: «Mevkıfü´l-Beşer Tahte Sultam 1-Kadsr.; (Mustafa Sabri) Kahire 1936; El-Kazâ El-Kader... (Abdülkerim etfîatîb) Kahire 1961; Serh-i Mevâkıf C. m. 3. 118-135; Şerh-i Makasıd C. IX
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 358-369.
Yüce Allah´ın Sıfatları
Allah´ın Zâtı Ve Sıfatları Hakkında İcmali İman
Allah´ın Zâtı Ve Sıfatları Hakkında Tafsili Îmân
İslâm´da îmân esaslarının birincisi, Allah´a îmândır. Allah´ın varlığına inanmak, îmânın ilk şartıdır. Çünkü diğer esaslara inanmak, önce bu ilk esasa inanmaya bağlıdır. Bunun için de, her şeyden Önce, Allah´ın varlığını akü yoluyla bilmek, akıl olan ve erginlik çağma eren her şahsa farzdır, demiştik. îşte bu sebeple, bu kısmın ikinci bölümünde, İslâm Kelâm bilginleriyle, ilâhiyatçı Filozofların, Allah´ın varlığını isbat eden çeşitli delillerini özetlemiştik,
İslâm mütefekkirlerinin, İlâhiyatçı Şark ve Garp Filozoflarının ve nihayet, çağımızda müsbet ilimlerle uğraşan seçkin tabiat bilginlerinin aklî ve ilmî delilleriyle, Îslâmda îmânın ilk ve en mühim şartı olan Yüce Allah;m varlığını isbat ettikten sonra, O´nun mukaddes sıfatlarını izaha geçiyoruz.
Çünkü Allah´a îmân etmek; yalnız Allahu Teâlâ´nın Zâtına inanmaktan ibaret olmayıp, aynı zamanda, o yüce varlığın Zât-i İlâhîsi hakkında vâcib olan kemâl sıfatlariyle, yüce Zâtının vasfe-dilmesi mümteni olan (mümkün olmayan) noksan sıfatları ve Zât-i İlâhisi hakkında inanılması caiz olan sıfatlan icmâlî veya tafsili olarak bilmek ve onlara inanmakla olur. «Allahu Teâlâ´ya îmân» sözünden maksat işte budur.
O halde Allah´a inanmakla mükellef olan her insanın, Allah´ın Yüce ve ezeli Zâtı hakkında vâcib, mümteni ve caiz olan Kemâl Sıfatlarını iki yoldan biri ile bilmesi ve onlara öylece ve kesin olarak inanması gerekir.
Birinci yolla îmân tarzına «İcmali îmân», ikinci yolla îmân tarzına da, «Tafsîlî îmân» denir.
Şimdi Allah´a îmânın bu iki seklini izah edelim : [1]
I- Allah´ın Zâtı Ve Sıfatları Hakkında İcmali İman
Allahu Teâlâ hakkında :
a) «Allah, Zât-ı ilâhîsine lâyık olan bütün kemâl sıfatlarla mtıttasıftır. Allah´ın kemâl sıfatlan sonsuzdur.»
b) «Allah yüce zâtına lâyık olmayan her türlü noksandan münezzehdir.»
c) «Kemâl ve noksan sıfatlar dışında kalan şeyler, Allah´ın Zâtı hakkında caizdir.» demeye, yani onları [2] topluca bilip, öylece inanmaya, Allahu Teâlâ hakkında «İcmâlî îmân» denir.
Cenâb-ı Hakk´ın; dilediğini yaratmak veya yaratmamak, yok etmek veya etmemek, affetmek veya etmemek, ceza vermek veya vermemek, emirlerine itaat eden bir kimseyi mükâfatlandırmak veya emirlerine isyan eden kimseye azâb vermek gibi şeyler, Zât-ı ilâhî hakkında caiz olan şeylerdendir.
Aslında mümkin [3] olan herşeyi yapmak veya yapmamat Allah hakkında caizdir.
Kur´an-ı Kerim´de emir buyurulan :
«Rabb´in, dilediğini yaratır ve dilediğini seçer.» [4]
«Şüphe yok ki Allah, dilediğini yapar.» [5] mealindeki âyetler ile,
«Allah´ın dilediği olur, dilemediği olmaz» hadîs-i şerifi, bu hakikati açıkça ifade eden ilâhî burhanlar ve kesin delillerdir.
O halde her müslüman´ın, kısaca; Allah´ın bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatların hepsinden münezzeh olduğuna inanması şarttır. [6]
Allah´ın Zâtı Ve Sıfatları Hakkında Tafsili Îmân
Allah´ın ilâhî sıfatlarının tafsiline geçmeden önce, bazı hususlarda bilgi vermeyi faydalı görüyoruz.
«Sıfâtullah» yani Allah´ın Sıfatlan konusu, Kelâm bilginlerini ve îslâm mütefekkirlerini çok meşgul eden ve ihtilâfa düşüren pek önemli bir balıistir. Bu konuda çok söz söylenmiş, birçok eserler vücûda getirilmiştir. Buna- rağmen bugün de, önemini korumaya devam etmekte, birçok ilmî etüdlere ve doktora tezlerine konu teşkil etmektedir.
Bu konudaki ihtilâf, herşeyden önce Sifatullah´m Zât-ı ilâhî ile alâkasını tesbitte görülmüş ve bu hususta başlıca dört fikir belirmiştir.
Bunların en önemlisi, «Miitekellimûn» diye anılan İslâm Kelâm-cilarından «Ehl-i Sünnet» mezhebini temsil eden «Eş´ariye» ve «Mâ-türîdîyye» Uflamalarının görüşüdür. Diğer mezheb ve görüşleri, her görüşün delillerini ve muhalif fikirlere verdikleri cevapları beyan etmek, kitabımızın hacmi ve gayesi dışında kalmaktadır. Bu sebeple biz bu bölümde, Cenâb-ı Hakk´ın Mukaddes Sıfatlarını, nıüs-lümanların büyük ekseriyeti nazarında doğru ve hak olarak bilip inanılan «Ehl-i Sünnet» mezhebine göre ve kısaca izah edeceğiz.
Zât-ı tlâhî´nin Mahiyetini İnsan Aklı Kavrayabilir mi
Bu izahata geçmeden önce, bir hususu önemle belirtmek isteriz:
Yaratıkların en mükemmel ve şereflisi olan insan, kendisine verilen akıl ve duyu organlariyle, yaratıcı ve terbiye edici olan Zât-ı îlâhî´nin hakîkî hüviyetini bilme ve O´nu idrak etme kudretine sahip değildir. Çünkü duyu organları da, aklî idrâki de sınırlı olan insan; zâtiyle, sıfatlariyle hudutsuz olan veer tasavvurun üstünde bulunan mutlak kemâl, mutlak kudret, irâde ve ilim sahibi, eşsiz ve benzersiz Yüce Allah´ın ilâhî hakikatini anlıyamaz. Buna beşerî kudret ve takati kâfi gelmez.
Bunun içindir ki, her mükellef şahıs, Allah´ın varlığım ve birliğini bilmekten sorumlu olduğu halde, O´nun yüce hakikatim, ilâhî hüviyetini araştırmak ve Öğrenmekle mükellef değildir. O halde, ilâhî sıfatlarının hakikatini da idrak etmeye imkân yoktur. Ancak, biz, icmâlî olarak; Yüce Allah´ın kemâl sıfatlariyle muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu aklımızla idrak edebiliyor ve bunun tafsilâtını mukaddes kitabımız Kur´an-ı Kerîm´den öğreniyoruz.
Kur´an-ı Kerîm´in birçok âyetlerinde, Allah´ın «Esmâü´l - Hüs-nâ»sı dediğimiz doksan dokuz güzel ismi zikredilmiştir. «Tevhîd ve Sıfat» ilmiyle, uğraşan bilginlerimiz, bu isimlerin yardımlanyle, Allah´ın, ilâhî sıfatlarını, kendi beşerî takatları nisbetinde müslüman-lara anlatmağa çalışmışlardır.
Bu, «Esmâü´l - Hüsnâ» denilen güzel isimlerden başka, Cenâb-ı Hakkın bir de has (özel) ismi vardır. O da «Allah» lâfz-ı şerifidir. Bu isim, ilâhî mevcvudun en büyük ismi olup, O´nun özel ismi olması bakımından diğer güzel isimlerinin delâlet ettiği bütün vasıfları içine alır. Bu sebeple, Allah isnı-i şerifi, Cenâb-ı Hakkın bütün kemâl sıfatlarını, ilâhî vasıflarını toplar ve onlara delâlet eder.
Cenâb-ı Hakk´ın bu has isminin menşei (aslı) »hakkında söylenen sözlerin en kuvvetlisi ve en meşhuru, bu ismin has isim olması itibariyle başka bir kökten gelmediği, hiçbir kelimeden tü-retilmediği fikridir. Bir kökten türemiştir, diyenlerin fikri ise, bu hususta düştükleri ihtilâf sebebiyle zayıf görülmektedir. Bu bakımdan bu görüşleri burada özetlemeye lüzum görmedik.
«Allah» ism-i şerifinin bir hususiyeti de; Arab harfleriyle her harfinin Allahü Teâlâ´ya delâlet etmesidir. Şöyle ki
Bu harflerden sonuncusu olan «He», «Hüve» zamiri takdirinde olup, Allahu Teâlâ´mn Yüce Zâtına işaret etmektedir. Bu harf, ortadaki «lâm» harfiyle birleşince «lehu» olmuş olur ki, bu da yine Cenâb-ı Hakk´a işaret eder. Üçüncü harf olan «lâm» ile birlikte okunduğu takdirde «Lillâhi» olur ki, bu da yine Cenâb-ı Hakk´ın Yüce Zâtına işaret eder. Dördüncü harf «elîf» ile birlikte ise, Hak Teâlâ´nm Zâ-tma ve Sıfatlarına delâlet eden ve O Yüce Varlığın has (özel) ismi oian «Allah» I&jfe-ı şerifini meydana getirmektedir. Bu lâfz-ı şerifi başından itibaren de bu şekilde tahlil etsek, yine aynı mânâ inceliğini görürüz. Başka hiçbir kelimede bulunmayan bu husus, «Allah» lâfzının ilâhî bir özelliği olarak kabul edilebilir. Nitekim, saydığımız bu harflerle ile başlayan birçok âyet-i kerîmeler mevcuttur.
Cenâb-ı Hakk´m bu özel ismi, Kur´an-ı Kerîm´de, diğer güze) isimlerin hepsinden çok olarak 2800 defa zikredilmiştir. Kur´an-t Kerîm´in ilk sûresi olan «Fatiha» da; bütün isimlerden önce «Allah» ism-i şerifi, ondan sonra da sıfâtî isimlerin en mühimi olan «Rabb» ism-i şerîfî gelmektedir. Hak Teâlâ´nın «Rabb» ismi de Kur´an´da en çok zikredilen ism-i şeriflerdendir. Buna rağmen Kur´an´da ancak 960 defa geçmekte ve başka hiçbir isim bu ikisi kadar kullanılmamaktadır.
Allah´ın Rabb isminden sonra en çok geçen ve en önemli sayılan isimleri : «Rahman, Rahim ve Mâliks´dir. Fatiha sûresinde «Al-´lah» has isminden sonra sıra ile zikredilen bu dört ism-i şerife, Cenâb-ı Hakk´m «Rubûbiyyet Sıfatlan» adı da verilmektedir.
Terbiye etmek, büyütmek ve yetiştirmek mânâlarını ihtiva eden «Rabb» kelimesinin asıl mânâsı, «Bir şeyi derece derece yükselterek, gayesi olan en mükemmele erişinceye kadar kollayan» demektir. O halde, Rabb, kâinatta bulunan herşeyi terbiye edip yetiştiren ve kemâle eriştiren Hak Teâlâ´nın en basta gelen Rubûbiyet sıfatıdır.
«Rahman» ve «Rahîm» isimleri İse, hayır işlerinde gösterilmesi îcâbeden şefkat mânâsına gelen «rahmet» kökünden gelir. Bu kelime sevgi ve merhamet mânâlarını ihtiva eder. Allah´ın mahlûkâ-tına (yaratıkların^) olan sevgisi, rahmet ve merhameti hudutsuz olup, her şeyi kapsayacak genişliktedir. Rahman ve Rahîm (Rubûbiyet) sıfatlarının, mahlûkâtm kemâle ulaşmasında büyük tesiri vardır. Bu üç ulûhiyyet sıfatının (Rabb, Rahman, Rahîm) ifade ettiği ilâhî mânâyı, dördüncüsü olan «Mâlik» sıfatı tamamlar.
«Mâlik», ceza ve mükâfat gününün sahibi demek olup, adaleti yerine getirmekle mükellef mânâsına gelen «Hâkim» kelimesinden farklı olarak, kötülük yapanı dilerse cezalandıracağı, dilerse affedeceği mânâsını da ifade eder.
Okuyucularımıza faydalı olur düşüncesiyle verdiğimiz bu bilgilerden sonra, Allahu Teâlâ´nın Yüce Zâtı hakkında vâcib ve muhal
olan sıfatların herbirini ilerde yeri geldikçe izah etmek üzere sayabiliriz.
Vâcib olan sıfatlar şunlardır :
1- Vticûd (Allah´ın var olması)
2- Kıdem (Ezelî olmak, vücûdunun evveli olmamak)
3- Bekaa (Ebedî olmak, varlığının sonu olmamak)
4- Muîîâlef etü´n - LU havadis (Kâinatta mevcut olan hiçbir şeye zatça da, sıfatça da benzememek)
5- Kıyam bi nefsihi (Vücûdu, kendi zâtının muktezâsı, yani icabı olan ve başkasına muhtaç olmayan)
6- Vahdaniyet (Zâtında, Sıfatlarında ve Fiillerinde bir tek olan, ortağı bulunmayan)
7- Hayat (Allahu Teâlâ´nın diri, yani hayat sahibi olması)
8- îlim (Allahu Teâlâ´nın herşeyi bilmesi)
9- Kudret (Allahu Teâlâ´nın herşeyi yapmağa muktedir olması)
10- İrâde (Allahu Teâlâ´nın irâde ve ihtiyar sahibi olması)
11- Sem (Allahu Teâlâ´nın herşeyi işitmesi)
12- Basar (Allahu Teâlâ´nın herşeyi görmesi)
13- Kelâm binefsihi (Allahu Teâlâ´nın Zâtına mahsus sözü olması)
14- Tekvin (Allahu Teâlâ´njn bilfiil yaratması) [7]
Bu 14 sıfat, Allahu Teâlâ´nın Zâtına vâcib olup, bunların zıdla-n olan :
1- Adem (Yokluk)
2- Hudûs (Sonradan olmak)
3- Beka
4- Muhalefetun Lil havadis
5- Başkasına muhtaç olmak
6- Taaddüd (Birden fazla olmak)
7- Ölü olmak (Diri olmamak)
8 - Cahillik (Bilgisiz ve unutkan olmak)
9- Acz (Âciz ve kudretsiz olmak) 1
Hudûs (Sonradan oımattj
Fena (Varlığın sonu olmak)
Müşabehet ve mümaselet (Sonradan olan bir şeye benze-
10 - kerrabiye
11 - İşitmemek
12 - Görmemek
13- Dilsiz olmak
14- Yaratmamak
Kerâhiyet (İradesizlik) İşitmemek Görmemek Dilsiz olmak Yaratmamakdır.
Allahu Teâlâ´mn Yüce Zâtına mümteni olan «Noksan Sıfatlar»
İslâm´da îmân esaslarının ilk ve en mühim şartının Allah´a îmân1 olduğunu, Allah´a îmânın ise, yalnız Cenâb-ı Hakk´ın mücer-red Zâtı İlâhîsine inanmakla olmayıp, aynı zamanda o Yüce Varlığın Zâtı hakkında vâcib olan «Kemâl sıfatlarıyla, yüce Zâtının vas-fedilmesi mümteni´ (muhal) olan «Noksan sıfatları» ve Zât-ı İlâhîsi hakkında inanılması caiz olan sıfatları icmâlî veya tafsili olarak bilmek ve onlara inanmakla olur, demiş, icmâlî îmânın nasıl olacağım, «Sıfatullah» bahsinin Önemini, bu konuda düşülen ihtilâfı, insan aklının^ Zât ve Sıfât-ı îlâhî´nin hakikatini idrakten âciz olduğunu, «Allah; has İsminin özelliğini ve «Rubûbiyet Sıfatları» adı verilen «Rab, Rahman, Rahîni ve Mâlik» isimlerinin hususiyetlerini kısaca beyan ettikten sonra, Cenâb-ı Iîakk´ın Yüce Zâtı hakkında vâcib olan Kemâl Sıfatlarını sırasiyle beyan edeceğiz. [8]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 261.
[2] Allah´ın Yüce Zâtı hakkında vâcib. caiz ve mümteni1 oları şeyleri
[3] Olması da, olmaması da caiz olan şeyler
[4] Kasas. 68.
[5] Hacc, 14
[6] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 262-263.
[7] Vücut Sıfatı´na; «Sıfatı Nefsiyye-, daha sonra sayılan beş sıfata; -Sıfât-ı S biyye-, son sekiz sıfata da; -Sıfât-ı Sübûtiyye» veya -Sıfât-ı Meanî» denir
[8] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 264-268. - See more at: http://haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=4704&BID=54#sthash.mA9qWoPV.dpuf
Sıfatullah´ın Nev´ileri
A) Sıfatı Nefsiyye Vücud Sıfatı
B) Sıfât-I Selbîyye Kıdem Sıfatı
Bekaa Sıfatı
Muhalefetün - Lil - Havadis
Kıyam Binefsihi
Vahdaniyet Sıfatı
Şlrkin Manası Ve Nev´îleri
C) Sıfatı Sübütiyye (Sıfatı Meânî)
Selefiyye Mezhebi
Eş´ariyye Mezhebi
Mû´tezile Mkzhebi
Hayat Sıfatı
İlim Sıfatı
İrade Sıfatı
Kudret Ve Tekvin Sıfatları
Sem´ Ve Basar (İşitmek Ve Görmek)
Kelam Sıfatı
SIFATULLAH´IN NEV´İLERÎ
A) Sıfatı Nefsiyye Vücud Sıfatı
Bu sıfat, Cenâb-ı Hakk´ın var olduğunu varlığını gerektiren, «Vücûd» ile muttasıl bulunduğunu ifade eder. Allahu Teâlâ´nın varlığı, diğer varlıklar gibi başkasından, başka bir varlık vasıtasiyle olmayıp, ilâhî Vücûdu Zâtının muktezâsı, Zâtının icâbıdır. Yani Vücûdu Yüce Zâtıyla kaimdir, Zâtına vâcibdir; Vücûdu, Zâtının îcâbı olduğu içindir ki, Hak Teâl&´ya «V&cibi´l - Vücûd» denmiştir. Bu sebeple, bazı Kelâm âlimleri vücûd sıfatına, «Sıfat-ı Nefsiyye» adını vermişlerdir.
Çünkü bunlara göre vücûd, hâriçte Zât-ı Îlâhî´nin aynidir. Zâtına zait, Zâtından başka birşey değildir. Bu fikir, Ebu El - Hasan El-Eş´arî, Ebu El-Hüseyin El-Basrî ile, İlâhiyatçı filozofların mezheplerini temsil eder.
Diğer Kelâm âlimleri ise : «Cenâb-ı Hakk´ın vücûdu, Zâtının aynı olmayıp, Zâtı üzerine zâid bir sıfattır. Zât-ı İlâhî bizzat sabittir. Vücûdu ise, bütün sıfatların aslı olan zâti bir sıfattır» derler. Bu iki görüşü de destekleyen birçok deliller varsa da [1]bu konuda en isabetli gördüğümüz rey, «Selefiye» mezhebini temsil eden fikirdir. Bu fikre göre; Cenâb-ı Hakk´ın gerek vücûdu ve gerekse sıfatları, tefekkür ve idrakte Yüce Zâtına tâbidir, yani, nasıl ki Hak Teâlâ´mn Zâtını idrak ve hakikatim bilmek, anlayıp kavramak aklen ´mümkün değildir, Mukaddes Sıfatlarının da hakikatını anlamak, Zât-ı Ilâhî´sinin aynı mı, yoksa ondan ayrı, ona zait birşey mi, olduğu hususunu anlayıp, kavrayabilmek de aklen mümkün değildir [2]
Cenâb-ı Hakk´ın İlâhî Vücudu, gerçekte, ister Zâtının aynı, isterse gayrı olsun, her mükellefe vâcib olan husus; Hak Teâlâ´nın var olduğuna inanmaktır. O halde her şeyden önce, Allahu Teâlâ´nın varlığını aklî delillerle isbat etmek gerekir. İşte bunun içindir ki, bundan önceki bölümde bu hususu isbat eden çeşitli delilleri beyan etmiş bulunuyoruz.
Vücudun zıddı (karşıtı) olan adem, yani varlığın zıddı olan yokluk, Allahu Teâlâ hakkında mümteni´dir. Yokluk, Zât-ı İlâhî için muhal olan noksan sıfatların birincisidir. Çünkü, vücûdu Zâtının îcâbı ve O´na nisbeti aklen vâcib olan bir varlık için yokluk, ne geçmişte, ne de gelecekte tasavvur olunamaz. [3]
B) Sıfât-I Selbîyye Kıdem Sıfatı
Allahu Teâlâ, kıdem sıfatiyle muttasıftır. Yani kadîm´dir, ezelîdir, çünkü Vücûdu, Yüce Zâtının icabı olup, sonradan var olmuş değildir.
0 halde kıdem; varlığı yokluk sebkat etmemek demektir. Yani kıdem; vücûd üzerine geçmiş bir ademi selbetmek (kaldırmak) ve nefyetmektir. Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Cenâb-ı Hakk´ın var olmadığı bir an, bir zaman tasavvur olunamaz. Bu bakımdan kıdem, Vücûd-ı îlâhî´nin ezelî olması,. yani vücûdunun bir başlangıcı bulunmaması demektir. Kıdem sıfatına, Cenâb-ı Hak´tan Zâtına lâyık olmayan geçmişteki yokluğu selbettiği ve mefhumunda sfelb mânâsı bulunduğu için «Sıfat-ı Selbiyye» denmiştir.
Bu sıfat, hariçte mevcut olan bir sıfat değildir. Bu bakımdan «İtibarî» sayılmıştır.
Allahu Teâlâ´nın Vücûdu Zâtının muktezâsı, yani Zâtına vâcib olduğundan, Vücûdunun kadîm ve ezelî olması Vâcib Teâlâ´ya mahsus olan hükümlerdendir. Çünkü :
1- Eğer Hak Teâlâ kadîm ve ezelî olmasaydı, hadis, yani sonradan var olmuş olurdu. Hadis, varlığını yokluk sebkat etmiş olan, yani yok iken sonradan var olan demektir. Bu sebeple her hadis, kendisini icadeden bir cnuhdise, bir mucide muhtaçtır. Aksi halde yok olan bir şeyin vücûdunu ademine tercih eden bir mürec-cih (tercih edici) olmadan meydana gelmesi gerekirdi ki, bu husus mütefekkirler nazarında bâtıldır.
O halde; Vâeib Teâlâ kadîm olmasaydı, var olmak için kendinden başka bir mucide muhtaç olurdu. Halbuki vâcib, vücûdu Zâ-tının muktezâsı ve icâbı olan demektir. Bu hâle göre vâcib olduğu farzedilen zâtın vâcib olmaması gerekirdi ki, bu netice, muhal olan bir tenakuzdur. Öyle ise, Hak Teâlâ hadis olmayıp, kadimdir.
2- Sonra; Hak Teâlâ kadîm olmayıp hadis olsaydı, bir muh-dise muhtaç olurdu. O muhdis, yani mûcid eğer kadîm ise, işte, Vâ-cibi´l - Vücût bu kadîm olan zat olmuş olur. Fakat o mucidin de hadis olduğu farz edilirse, bu hadisin de başka bir mucide muhtaç olması gerekir. Mucitlerin hep hadis olması ihtimâli, bâtıl olan teselsülü (nihayetsiz bir mucitler silsilesini) gerektirdiğinden, herşeym ilk müessiri ve mucidi olan Hak Teâlâ´nm kadîm olması, yani Vücûdu Zâtının muktezâsı bulunması ve her şeyin O´na istinad etmesi zarurîdir.
Şunu da ifade edelim ki; muhdise, yani mucide, ancak hadis oian, yani vücûdu yokken sonradan var olan şey muhtaçtır. Vücûdu kadîm, yani zâtının muktezâsı olan varlık ise, hadis olan varlık gibi, başka bir mucide muhtaç değildir. Öyle olsaydı, ona vâcibü´l-vücût denmeyip, mümkini´l - vücut denirdi. Halbuki hadis olan bu âlem, yok iken kendiliğinden var olamıyacağı için, vücûdu zâtına vâcib olan, yani varlığının evveli olmayan bir mucide ihtiyaç vardır. O halde o mucidin, yani Allahu Teâlâ´mn kadîm olması, kıdem sıfatıyla muttasıf bulunması zarurîdir.
Kıdem sıfatının zıddı «Hudûs» tur. Kıdem, Hak Teâlâ´mn Zâtı hakkında vâcib olduğundan, zıddı olan hudûs, Cenâb-ı Hak için mümteni´, yani aklen muhaldir. [4]
Bekaa Sıfatı
Bekaa; Hak Teâlâ´mn ebedî olması, yani varlığının sonu olmaması dâima var olması demektir.
Allahu Teâlâ Vacibü´l - Vücût olduğundan, Vücûdu Zâtının muk-tezâsıdır. Bu sebeple O, hem kadîm ve ezelî, hem de bâk! ve ebedîdir. Çünkü, «kıdemi sabit olan bir varlığın bakâsi da vâcib olar.» Yani, ademi (yokluğu) muhal olur.
Bekaa; varlığın sonunda gelecek olan ademi selbetmek, yani yokluğu kaldırmak mânâsını ifade ettiğinden, itibârı olan sıfât-ı selbiyyedendir. Allahu Teâlâ Kur´an-ı Kerîm´de :
«O» evvel ve âhirdir.» [5]
«Kâinattaki herşey fâni (yok olucudur Yalnız Celâl ve ikram sahibi olan Rabbin (Zâtı) bakidir (Ebedidir).» [6]
Buyuruyor, Çünkü vücûdu, Zâtının muktezâsıdır. Zâtın iktiza ve icab ettirdiği şey ise, O Zâttan hiçbir zaman ayrılmaz.
Zira; önce vücûdunu iktizâ eden zât, sonradan ademini (yokluğunu) iktizâ etmez.
Vâcib Teâlâ´mn vücudunu haricî bir kuvvet de yokedemez. Çünkü, kadîm olan Zâttan hâriç olan kuvvet, mutlaka hadis olan bir kuvvettir. Hadis olan kuvvet ise, kadîm olan Zâtın vücûdunu ifna edemez. Zira; Vacibü´l - Vücud olan Hak Teâlâ; kudret sahibi olup, bütün kemâl sıfatlarla muttasiftır. Noksanlık sayılan «acizlikten» münezzehtir. Bu bakımdan O´nu ifna edecek bir kuvvet tasavvur edilemez. Bu suretle de O´nun bekaa sıfatıyla muttasıf olduğu sabit oıur» ,
Bekaa´nın zıddı «fena», yani «Bir sonu olmak» dır. Bu ise Hak Teâlâ hakkında muhaldir. [7]
Muhalefetün - Lil - Havadis
(Sonradan Vücut Bulan Varlıklara Benzememek)
Hak Telâ´nın muttasıf olduğu sıfatlardan biri de; Zâtında ve Sıfatında hiçbir şeye benzememektir. Cenâb-ı Hakk´ın Zâtına vâcib olan bu sıfat, Hak Teâlâ´nm Zât ve Sıfatlarından mümâseleti, yani misli olmayı ve müşâhebeti, yani benzeri olmayı selbettiği (kaldırdığı) ve mefhumunda selb (nefy) mânâsı bulunduğu için, bu sıfat da «tenzihât» denilen «Sıfat-ı Selbiyye»´den sayılmıştır. Bu sebepledir ki, nakîzi olan «Mümaselet ve müşabehet», yani nıisillik ye benzerlik Vacıl fatlardandır.
Teala hakkında mustahıl (muhal) olan noksan si-Allah´m Sıfatları bahsine girerken belirttiğimiz gibi Hak Teâlâ´-nın Zât ve Sıfatlarının hakikatim aklen tasavvur edebilmek ve ilâhî mahiyetini kavramak mümkin olmadığından, mahdud ve sınırlı olan aklımızla O´nu nasıl düşünürsek düşünelim, hayâlimizde ne şekil tasavvur edersek edelim, O, bizim düşündüklerimizden, hayâl ve tasavvurumuzdan geçirdiklerimizin hepsinden başka ve hiçbirine benzemeyen ilâhî bir varlıktır. Zira görebildiğimiz, veya varlığını düşündüğümüz varlıkların hepsi, yok iken, sonradan yaratılan, var olabilmek için başkasına muhtaç olan ve sonunda zeval bulan, yani hadis, fânî ve dâima muhtaç olan noksan varlıklardır. Allahu Teâlâ isev Vücûdu Zâtına vâcib, kadîm ve bakî, yani ezelî, ebedî herşey-den müstağni, her türlü noksandan münezzeh ve bütün kemâl sıfatlarla muttasıf olan ilâhî ve mukaddes varlıktır. Şüphe yok ki, böyle yüce bir varlık, önce yok iken, sonra var olan, bilâhare tekrar yok olan noksan varlıklara asla benzemez. O halde, ne Zâtı, ne de Sıfatları cihetinden, görülen veya görülmeyen şeylerin hiçbirine benzememek, havadis denilen mümkinâta mümasil olmamak, Hak Teâlâ´nın Yüce Zâtına mahsus olan bir kemâl sıfatıdır.
Nitekim Cenâb-i Hak Zât-ı Ilâhî´sini Kur´an-i Kerîm´inde [8]
«O´nun (Hak Teâlâ´nm) benzeri yoktur. O, herşeyi işiticî ve görücüdür.» mânâsmdaki sözleriyle tavsif etmiş, sevgili Peygamberimiz de «Allahu Teâlâ (senin) aklına gelen her şeyden başkadır.»
Buyurmuştur.
Bu hususu şöyle bir aklî delil ile de isbat edebiliriz :
Eğer Allahu Teâlâ Zât ve Sıfatlarında, sonradan var olan şeylerden birine benzeseydi, o şey gibi sonradan var olan, yani hadis ve başkasına muhtaç fânî bir varlık olurdu. Bu ise muhaldir. Çünkü : Kadim ve bakî (ezelî ve ebedî) olduğu sabit olan bir varlık hadis ve fânî olamaz.[9]
Zira kıdem ile hudûs, baka ile fena birbirinin zıddıdır. Bir şey hem kadîm, hem hadis, fem bakî´, hem de fânî olursa, iki zıddın (nâkîzinj bir yerde içtimâi gerekir ki bu aklen muhaldir. Esasen, başkasına benzemeye muhtaç olan şey, bütün varlıkların aslı ve yaratıcısı olamaz. O halde Cenâb-ı Hak, bütün bu muhalleri gerektiren «Mümaselet ve Müşâbehet»den münezzeh olup, «Muhalefetü´n -Lü - Havadis» sıfatıyla muttasıftır.
Aklın isbat ettiği bu hususu Kur´an-ı Kerîm´de zikredilen birçok âyet de te´kid etmektedir.
Bu tenzîhî sıfat aynı zamanda, Allahu Teâlâ´nın mümkinât denilen varlıklarının sıfatlarından olan ve başka bir varlığa ihtiyacı gerektiren «Cisimlib, cevherlik, arazlık ve cüz´lerden terekküb etmek» gibi cismânî ve maddî haller ile, yemek, içmek, uyumak, oturmak ve kalkmak gibi beşerî fiillerden, hüzün, ferah gibi nefsânî infiallerden (reaksiyonlardan) münezzeh olduğunu ifade eder. Bu sebeple: [10]
Gibi âyet-i kerîmeler, Hak Teâlâ´ya «Yed : El», «Vech : Yüz» [11] ve «İstiva : İstilâ» [12] gibi cismânî ve maddî sıfatlar izafe ettiğinden, Cenâb-ı Hak bu gibi maddî sıfatlardan tenzih edilmiş ve mezkûr âyet-i kerîmelere Zât-ı îlâhî´ye lâyık ve aynı zamanda akla ve Arab dili gramerine uygun olan mecazî mânâlar verilmiştir.
Bu, Müteahhirin Kelâm âlimlerinin mezhebidir. Bunlar âyet-i kerîmelerde geçen «Yed» kelimesine «kudret», «Vech» kelimesine «Zât» ve «İstiva» kelimesine de «İstilâ, ihata ve arşı yaratma» mânâları vermişlerdir.
Selef ulemâsı ise; bu gibi âyetlere mecazî mânâlar vermiyerek, zahirî mânâlarını kabul etmekte, fakat Hak Teâlâ´nın yed ve vechi mahlûkâtmkine benzemez, biz O´nun hakikatini bilemeyiz demektedirler. Bu görüşlerin, delil ve münakaşalarını beyan etmiyerek bu kadarla yetinmeyi kâfi görüyoruz. [13]
Kıyam Binefsihi
Allahu Teâlâ´nın başka bîr zâta veya mekâna muhtaç olmayarak, Zâtı ile kaaim olması, yani «Kayyûmiyyet» sıfatıyla muttasıf bulunması demektir. Bu sıfat, Hak Teâlâ´dan her türlü ihtiyacı sel-bettiği ve mefhumunda selb mânâsı bulunduğu için «Sifât-ı Selbiy-ye»´den sayılan ve Zât-ı İlâhîye vâcib olan bir kemâl sıfatıdır. Bu sebepledir ki, nakîzi olan «Mutlak ihtiyaç», Hak Teâlâ hakkında muhal olan noksan sıfatlardandır.
Şu âlemde bulunan herşey, var olmasında olduğu gibi, varlığının devamında da, kendinden başka bir müessire, bir faile muhtaçtır. Çünkü hiçbir şeyde kendi zâtında var- olmasını gerektiren, vücûdunu zarurî kılan birşey yoktur. Zira varlıkların hepsi, sonradan vücûda gelmiştir. Bu sebeple, bir yaratana ve bir mekâna muhtaçtır. Onun içindir ki vücûdu hadis ve varlığında dâima başkasına muhtaçtır.
Buna mukabil, herşeyin aslı ve yaratıcısı olan Allahu Teâlâ´nın Vücûdu, Zâtının muktezâsı, yani Yüce Zâtı´mn icabıdır. Hak Teâlâ,, Zâtıyla kaaim, varlığında hiçbir şeye muhtaç bulunmadığı içindir ki, Zâtı düşünüldüğü zaman, Vücûdu da ezelî olan Zâtı ile beraber düşünülür. Zira ne Vücûdu Zâtından, ne de Zâtı Vücûdundan ayrı olarak tasavvur olunabilir. Çünkü kâinatın var olabilmesi için, kâinattan ve herşeyden önce, bu kâinatı yaratan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan ezelî bir varlığa ihtiyaç vardır. O da Allahu Teâlâ´dır. Şayet o ilâhî varlık da var olabilmek için başka bir varlığa muhtaç olsaydı, o da mahlûk olur ve her şeyin halikı ve başlancısı ola mazdı. İşte bunun içindir ki «Hak Teâlâ´nın Vücûdu Zâtına vâcib, ezelî ve ebedîdir.» denmiştir.
Yine bunun içindir ki, Hak Teâlâ´ya «Zâtiyle kâimdir, var olabilmek için başka bir zâta veya mekâna (hayyize) veya kendisine bazı şeyleri tahsis eden bir faile muhtaç değildir.» denmiştir. Çünkü bu kâinatın var olabilmesi için, böyle bir ilâhî varlığın vücûdu zarurîdir. Bu husus, Yüce Allah´ın varlığını isbat bahsinde zikredilen çeşitli delillerle beyan edilmiştir.
O halde, bu kemâl sıfatının nakîzi olan «mutlak ihtiyaç», Allahu Teâlâ´nm mukaddes Zâtına lâyık olmayan noksan bir sıfattır. Çünkü; Eğer Vâcibü´l - Vücûd olan Hak Teâlâ, herhangi bir şeye muhtaç olsaydı, Vücûdu ezelî ve Zâtının muktezâsı olmayıp, sonradan vücut bulan hadis bir varlık olurdu. Sonradan var olan hadis bir varlık ise, kâinat denen bu müir!:inât mecmuasının mebdei (aslı) olamazdı. Halbuki Allah, daha Önce zikrettiğimiz delillere göre herşeyin aslı ve yaratıcısıdır. O halde hiçbir şeye muhtaç değildir. Zira O, yegâne Hâlık, O´ndan başka, herşey mahlûktur. Hâlık ise mahlûkuna asla muhtaç olmaz. Nitekim Hak Teâlâ Kur´an-ı Hakiminde :
«Ey insanlar! Siz, Allah´a muhtaçsınız. Allah ise her şey de müstağni (muhtaç değil) öğülmeye lâyık olandır.»[14] «Şüphe yok ki Allah, bütün âlemlerden müstağnidir.» [15]
Yani, bütün âlemlere ve ondaki hiçbir şeye muhtaç değildir, buyurmuştur. [16]
Vahdaniyet Sıfatı
Sifât-ı Selbiyyenin beşinci ve sonuncusu Vahdâniyyet Sıfatıdır.
Vahdâniyyet, Allahu Teâlâ´nın Zâtına vacip olan kemâl sıfatlarının en önemlisidir. Çünkü bu sıfat, Hak Teâlâ´mn Zâtından, Sıfat ve fiillerinden çokluğu kaldırdığı ve mefhumunda selb mânâsı bulunduğu içindir ki, bu «Zatî Sıfat» da, «Sıfât-ı Selbiyye» den sayılmıştır.
Allahu Teâlâ´nın her cihetten bir olduğunu bildiren Vahdâniyyet, bir kemâl sıfatı olduğu için, bu sıfatın zıddı ve mukabili (karşıtı) olan, «Birden fazla olmak» (teaddüd) ve «bir şeriki bulunmak* (ortaklık), Hak Teâlâ hakkında müstahildir (mümkin değildir).
Bir kimsenin mü´min sayılabilmesi için, herşeyden önce, varlığına inandığı Hak Teâlâ´nın her yönden bir (ehâd) olduğuna, şerik (ortak) ve nazîr (benzeri olmak) den münezzeh bulunduğuna kesin olarak inanması lâzımdır. Çünkü İslâm dîninde, hattâ diyebiliriz ki, zamanında hak olarak indirilen bütün semavî dinlerde, «Tevhide, yani «Allah´ı birleme» akidesi, îmân esaslarının ve bütün dîni inançların temelini teşkil eder. Zira kalbde «tevhîd akidesi» bulunmadıkça, Allah katında hiçbir inanç, hiçbir amel sahih ve makbul değildir. Bu sebeple İslâmiyet, herşeyden önce beşeriyete tevhîd inancını sunmuş ve bütün insanlığı Allah´ı birlemeye, şerik ve na-zîr´den tenzihe davet etmiştir. Çünkü Allah, bütün âlemlerin, bütün vatlıkların ve bütün milletlerin Rabbîdir. Her şeyi yaratan, rızkını vererek besleyen, büyüterek kemâle erdiren yalnız O´dur. O´min ortağı, yaradıcısa, oğul veya kızı yoktur. Doğurnıanııştır. Doğurul-mamıştır. Hiçbir şey O´nun eşi ve benzeri de olmamıştır. Çünkü, Zâ-, Sıfatında bir, iradesinde muhtardır.
tslâmiyet, getirmiş olduğu «Allah´ı birlemek ve şerikten tenzih etmek» demek olan Tevhîd akîdesiyle, beşeriyeti, kudret ve azameti karşısında hayrete düştüğü varlıklar ile, korkarak boyun eğdiği tabiat kuvvetlerine ibâdet etmekten kurtardığı gibi, esaretlerin en müthişi olan, bazı insanları bir nevi Rab edinerek onların arzu ve isteklerini her şeyin üstünde tutmaktan, yani kendi cinsinden olan insana esir olmaktan da kurtarmıştır. Böylece İslâmiyet, dünyaya, akıl, ruh ve ahlâk sahalarında oiduğu kadar, fizikî sahada da tam bir istiklâl ve terakkî müjdelemiş, tevhîd aîcîdesiyle bütün insanların tek bir mabudu olduğunu, dolayısiyle beşeriyetin de bir ana ve babadan, yâni bir asıldan geldiğini ifade ederek, «beşer ırkında birlik» fikrini telkin etmiştir.
İslâmiyet, getirdiği tevhîd akîdesiyle, o zaman şüyu bulan ve rağbet gören şirkin bütün nevilerini yıkmıştır. Bu şirk nev´ileri Kur´an-ı Kerîm´in birçok âyetlerinde zikredilerek, Bir Allah´a îmân ve O´na ibâdet yolları talim edilmiş ve vahiy yoluyla insan ruhu yükseltilmiştir.
Kur´an-ı Kerîm´de zikredilen şirk nev´ilerini bu bahsin sonuiT-da inceliyeceğiz.
Bu münasebetle şu hususu da belirtelim ki : I Allah´ı bilmek, yalnız «Allah birdir, Allak´dan başka İlâh yoktur.» demekle olmaz. Allah´ı birlemek, «Tevhîd-i Hâhkıyyet ve Tev-hîd-i Mâbûdiyyet» ile olur.
Tevhîd-i Hâlikiyyete, «Tevhîd-i Ulûhiyyet veya Tevhîd-i İlmî», Tevhîd-i Mâbûdiyyete de, «Tevhîd-i trâdî veya Tevhîd-i Amelî» denir. Peygamberler insanları bu iki nev´i tevhide davet etmişlerdir. Tevhîd-i İlmî : Cenâb-ı Hakk´a vâcib olan kemâl sıfatlarını isbat etmek ve tenzihi vâcib olan noksan sıfatlardan O´nu tenzîh etmekle olur. Bu tevhîd, Allah´ı ilim ve sözle birlemektir.
Tevhîd-i İradî veya ameli ise; şeriki olmayan bir tek Allah´a muhabbet ve ihlâs ile ibâdet etmeyi, yalnız O´na sığınarak, yalnız, O´ndan yardım beklemeyi, O´na ibâdetde hiçbir şeyi şerik koşma-mayı, ifade eder.
Allah´ı, birlemek, bu iki şekil tevhîd ile olmalıdır. Yani hem kalbin tasdik ettiği sözle, hem de irade ve amel ile... «İhlâs Sûresi» Tevhîd-i ilmiyi, «Kâfirûn Sûresi» de, Tevhîd-i ameliyi ifade eder.
O halde Allah´ın birliğine inanmanın mânâsı : «Allah her şeyin Halikı (yaratıcısı) ve Rabbi (besleyip, büyüteni) dir. İbâdet ancak O´nadır, O´ndan başka ibâdete lâyık mabut asla mevcut değildir.» demektir.
Şimdi Kelâm âlimlerinin, Vahdâniyyei Sıfatını ne şekilde tarif ettiklerini özetleyelim :
1- Vahdaniyetin Tarifi ve İzah. :
Vahdaniyet; Allahu Teâlâ´mn Zâtında, Sıfatlarında ve Fiillerinde bir olması, şerik (ortak) ve nazır (benzer)´den münezzeh bulunması», demektir. Bu tarife göre Zâtında bir olması, iki mânâ ifade eder :
a) Allahu Teâlâ mürekkeb değildir. Yani iki veya daha çok cüzlerden terekküb eden, muayyen ve mahdud bir miktardan ibaret değildir. Çünkü, mürekkeb olan bir şey cüzlerine ve bu cüzleri birleştiren bir kuvvete muhtaçtır. Halbuki Hak Teâlâ, Vâcibü´l - Vücûd olup, başkasına ihtiyaçtan, cismiyeti gerektiren terkib ve miktardan -münezzehtir.
b) Allahu Teâlâ, Zât-ı İlâhîsine benzeyen bir ortaktan münezzehtir. Zât-ı İlâhîsi birdir. Vâcibü´l - Vücut´tur.
Tevhîd akidesinin esası, Hak Teâlâ´mn Zâtında bir olmasıdır. Nitekim Selef uleması bu kadarla yetinmişler ve tevhîd inancının esası; «Allahu Teâlâ´mn Zâtını birlemek ve O´nu şerikten tenzih etmektir. Zira bu birlemek, Sıfat ve Fiillerinde de bir olduğuna delâlet eder» demişlerdir.
«Müteahhirûn» diye anılan Kelâm âlimleri ise, bu esasa, sıfatlarında ve fiillerinde de bir olması kaydım ilâve etmişlerdir.
Bunlara göre AHahu Teâlâ´mn Sıfatlarında bir olmasının mânâsı; Hak Teâlâ´mn bir cinsten iki sıfatı olmaması, (iki kudret, iki ilim gibi) ve hiçbir varlığm sıfatının, mâhiyet ve keyfiyet bakımından Hak Teâlâ´mn Sıfatlarından hiçbirine benzememesi demektir. Meselâ Allah´ın ilmi; mutlak ve külli, ezelî ve ebedî olup, herşeyi kuşatmıştır ve malûma tabî değildir. Kulun ilmi ise; hadis (sonradan olan), fâni (yok olan), cüz´î, mahdud ve dâima değişicidir. Fiillerinde bir olmanın mânâsı ise : Yaratmakta bir olmasıdır. Çünkü bu âlemin ve herşeyin var olmasında hakîkî müessir Hak Teâlâ´dır. Zira Allah, her dilediğini tek basma yapar. İşlerinde O´na
yardımcı veya ortak yoktur. Bâzı hâdiselerin vücut bulmasında zahiren sebep olarak gördüğümüz şeyler ve tabiat kanunları ise, eş-yanm meydana gelişinde birer vasıta ve âdi sebep olmaktan başka bir şey değildir.
Bütün bu hususiyetler, Hak Teâlâ´mn ibâdete lâyık ezelî, ebedî tek mabut olduğuna, ulûhiyet ve mâbudiyetinde ortak ve benzeri bulunmadığına delâlet eder.
Netice olarak diyebiliriz İd :
Zâtında bir, Sıfatında bir, Fiillerinde bir olan Yüce Allah´ı birlemekten maksat; yalnız Hak Teâlâ´mn Vâcibi´l - Vücûd, herşeyin yaratıcısı ve tek mabudu olduğuna kesin olarak inanmaktır. Bu üç türlü tevhidin herbirine delâlet eden burhanlar vardır.
a) Daha önce belirttiğimiz veçhile Hak Teâlâ´mn Zât ve Sıfatında havadise (varlıklara) benzememesi ve mümkinât silsilesinin ona muhtaç bulunması, yalnız O´nun Vâcibi´l - Vücûd olduğuna,
b) Aşağıda zikredeceğimiz deliller de, yalnız Hak Teâlâ´mn bu kâinatı yaratan tek Hâlık olduğuna delâlet eder.
Buraya kadar izaha çalıştığımız mânâda Allah´ın birliğine delâlet eden deliller de çoktur. Bunlardan başlıcaları :
«De ki Allah birdir» [17]
«Allah´tan başka bir yaratırı var mıdır »
Yani Allah´tan başka hiçbir yaratıcı yoktur. [18]
«O´nunla (Allah´la) birlikte hiçbir İlâh (Tanrı) yoktur. (Kğei olsaydı) muhakkak ki her tanrı kendi yarattığını kabullenir (ve korur) ve mutlaka : Kimisi de diğerine galebe eder (yükselir) di.» [19]
«Eğer her ikisinde (yer ve gökte) Allah´tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi (yer ve gök) de harap olurdu.» [20]
2- Allah´ın Birliğini tsbat Eden Deliller :
Kelâm ulemâsı, Allah´ın birliğini isbat eden çeşitli deliller zikretmişlerdir. Biz burada bunlardan «Burhân-ı Temânu´» adıyla şöhret bulan aklî delil ile, diğer delillerden en önemlilerini beyan edeceğiz.
a) Burhân-ı Temânu´ :
Her akl-ı selîm sahibi bilir ki, ulûhiyet (ilâhlık) sıfatıyla nıut-tasıf olan ve vücûdu zâtının muktezâsı bulunan varlık, tam bir kudret, mutlak bir hüküm ve galebe sahibidir. Bu hal, ilâh olan varlığın tabiatı icâbıdır. Aksi halde O, tam bir ilâh sayılamaz. Çünkü ilâhın mutlak kemâl, sonsuz bir kudret ve galebeye sahip olması açık ve aşikârdır. O kadar ki; kudret ve kuvveti karşısında durabilecek bir rakibi bulunmaması gerekir. Aksi halde; kudreti noksan, kendi de nakıs bir varlık olur. Böyle bir varlık ise, ilâh olamaz. Çünkü :
Yukarıda izah ettiğimiz sıfatlarla muttasıf, her bakımdan birbirine müsavi iki ilâh bulunduğunu farzetsek, yaratmakta ve hükmetmekte teferrüt etmeleri, (yani tek ve rakipsiz olmaları) tam bir ilâh c´manm tabiatı icâbı bulunduğundan, bu iki ilâhın her zaman ittifak edip, anlaşmaları imkânsızdır. Tam bir kudret ve galebe sahibi olan ilâhın kendi arzusuna muhalefet edilmesine rızâ göstermesi muhaldir.
Buna rağmen, bu vasıflarda ve birbirine müsavi iki ilâhın bulunduğunu farzetsek, aralarında ihtilâf ve arzularında çatışma olacağı muhakkaktır. O halde böyle bir ihtilâf sonunda, meselâ ilâhlardan biri, bir şeyin olmasını, diğeri de olmamasını istese ve dile-se, aklen biliriz ki, mutlaka su üç ihtimalden biri olacaktır :
1- Ya her iki ilâhın da dilediği olacaktır,
2- Veya her iki ilâhın dilediği de olmıyacaktır.
3- Yahut da ilâhlardan birinin istediği olacak, diğerininki olmıyacaktır.
Halbuki bu ihtimallerin herbiri aklen muhaldir, bâtıldır. Çünkü:
Her iki istel´ de olsa; bir anda bir şeyin hem olması, hem de olmaması, yani varlık ve yokluk gibi iki nakîzin içtimâi gerekir ki, bunun muhal olduğu Mantık ilmi esaslarmdandır.
Her ilâ ilâhın da istekleri olmasa; bir anda birşeyin hem vücût, hem de adem (yokluk) den mahrum kalması (nâkîzlerin kalkması) gerekir ki, bu da aklen ve mantıkan muhaldir, mümkin değildir.
Bundan başka, istekleri yerine gelmiyen bu iki ilâhın da âciz olmaları lâzım gelir. Âciz olan varlıklar ise ilâh olamaz ve birşey yaratamaz. Öyle olsaydı, bu dünyanın da mevcut olmaması gerekirdi. Halbuki bu âlem vardır. Şu halde bu ikinci ihtimâlin de muhal olduğu aşikârdır.
Eğer üçüncü ihtimal gereğince ilâhlardan birinin arzusu yerine gelir, diğerininki yerine gelmezse, arzusu olmayan ilâh âciz olur, âciz olan ise ilâh olamaz.
Bundan başka, ulûhiyet sıfatlarında eşit olduklarını farzetti-ğimiz bu iki ilâhtan birinin âciz olduğu sabit olunca, âciz olana eşit olan diğer ilâhın da âciz olması gerekir. Bu, riyâzî bir gerçektir. Böylece her iki ilâhın da aczi lâzım gelir. Âciz olan varlıklar ise asla ilâh olamaz. O halde bu üçüncü ihtimal de bâtıldır.
Bütün bu ihtimallerin bâtıl olduğu sabit olunca, bu neticeyi doğuran iki ilâh faraziyesi de bâtıl olur. Öyle ise, bu nazariyenin nakîzî olan tek ilâh nazariyesi doğrudur. Gerçektir. O halde ilâh birdir. O da, vücûdu ezelî, ebedî, Zâtının muktezâsı (icabı), mutlak kemâl, mutlak kudret ve azamet sahibi olan Hak Teâlâ´dır. [21]
Bu delil, Kelâm ulemâsı arasında «Burhâu-ı Temânu´» adıyla şöhret bulmuştur.
Görüldüğü üzere, bu delille isbat edilmek istenen tevhîd akidesi, bunun nakîzi (çelişiği) olan «taaddüd», yani çok ilâh faraziyesini iptal ederek çürütmek suretiyle isbat edilmektedir. Bu gibi delillere Mantık ilminde, «Delil-i Hulf» [22] denir.
Bu delile bazı itirazlar yapılmşı ve Kelâmcılar tarafından cevaplar verilmiştir. Şimdi bunları önemine binaen özetliyelim :
Delilin Münakaşası :
itiraz : Zât-ı İlâhînin Özelliği ve mânâsı, Vâcibü´l - Vücût olmasıdır. Vâcibü´l - Vücût olan zâtın kaadir ve muhtar bir hâlık olması gerekmez. O halde Vâcibü´l - Vücût olan iki ilâhın bulunması, aralarında mutlaka ihtilâfın vuku bulmasını gerektirmez. Çünkü :
1- İlâhlardan birinin kaadir ve hâlık, diğerinin muattal (yani hiçbir şey yapmaz) olması mümkindir. Zira birinin muattal olması, diğerinin de Vâcibü´l - Vücûd olmasına bir mâni teşkil etmez.
2- Yahut, ilâhlardan birinin muhtar bir yaratıcı, yani dilediğini yaratabilecek kudrette, diğerinin de mecbur, yani dilediği gibi değil de, zâtından ihtiyarsız ve zâtının muktezâsı ve icabı olarak «sudur» yoluyla yaratması, caizdir.
Birinci ihtimâle göre aralarında ihtilâf olmaması tabiîdir. Zira biri kaadir, diğeri muattaldır.
İkinci ihtimâle göre de ihtilâf çıkmayabilir. Zira, mücib olan ilâhdan sudur eden eserler, muhtar olan ilâhın irade ve ihtiyarıyla yarattığı eserlerin aynı olabilir. Yani muhtar olan ilâhın her yarattığı şey, mûcib olan ilâhın zâtının muktezâsı olarak vücûda gelen şeylerin aynıdır. Bu takdirde aralarında hiç ihtilâf olmaz. Böyle olunca, zikredilen «Burhân-ı Temânu´», Allah´ın bir olduğuna delâlet etmez.
Cevap : Bu itiraz fesadı açık olan bir şüphedir. Çünkü; Vâcibü´l - Vücûd oian zâtın her türlü kemâl ile muttasıf olması gerekir. Vâcibü´l - Vücûd sözünden( bu mânâ, yani mutlak kemâlle muttasıf olduğu anlaşılır. Aksi halde, bu âlemin mebdei (esası ve yaratıcısı) olamaz. O halde, kaadir ve muhtar olmayan, (muattal) bir Vâcibü´l - Vücûd´u farzetmek, mâkul ve makbul değildir. Zira bu takdirde böyle bir varlık, hadis ve mümkin bir varlık olur ve ilâh olamaz.
Bu esasa göre, ilâhlardan birini kaadir ve muhtar, diğerini mûcib, yani iradesiz farzetmek, kemâle aykırıdır ve noksan olmayı gerektirdiğinden bâtıldır.[23]
Netice :İtirazlar yersiz ve bâtıl, zikredilen delil ise kuvvetli ve Hak Teâlâ´nın Vahdaniyetini isbâta kâfi yeterliktedir.
b) Burhân-ı Tevârüd :
Eğer yerde ve gökte birden fazla ilâh olsaydı bu âlem :
1- Ya, bütün ilâhların müşterek kuvvet ve kudretiyle vücûda gelmiştir.
2- Veya herbiri tarafından müstakil olarak ayrı ayrı yaratılmıştır.
3- Yahut da ancak birinin irade ve kudretiyle var olmuştur.
Fakat bu aklî ihtimallerin üçü de bâtıldır. Çünkü :
Birinci ihtimâle göre; ilâhlardan her birinin kuvvet ve kudreti bu âlemi tek basma yaratmağa kâfi gelmediğinden ortaklaşa yarattıkları anlaşılır. Bu da, ilâhların hepsinin âciz ve hiç birinin de ilâh olmaya lâyık olmadığına delâlet eder. Çünkü ilâh olabilmek için, mutlak irade ve mutlak kudret sahibi olmak ve her türlü kemâl ile muttasıf bulunmak şarttır. Âciz olan ilâh olamaz. O halde bu ihtimâl bâtıldır.
İkinci ihtimâle göre; ilâhlardan her birinin kudret ve kuvveti bu âlemi müstakil olarak, tek başına yaratmağa kâfi geldiğinden, herbiri tam bir müessir kuvvet ve bu âlemin yaratıcısı olur. Böyle olunca, bir eserin iki veya daha fazla müessirden sudur etmesi, yani bir malûl, üzerine, iki veya daha fazla müstakil ve tam illetin tevârüdü gerekir. Bu ise bâtıldır. Çünkü bu, hâsıl olan bir şeyin tekrar tahsil edilmesini gerektirir ve ilâhlardan birden fazlası´mutla-4 ka lüzumsuz olur. Lüzumsuz olan ise ilâh olamaz.
Üçüncü ihtimâle göre; Eğer bu âlem, ilâhlardan yalnız birinin irâde ve kudretiyle meydana gelmiş, diğer ilâhların hiçbir tesiri olmamışsa, tercih edici olmadan tercih gerekir. Bu ise bâtıldır. Çünkü :
İlâhların hepsi kemâl ve kudrette müsavidir. O halde niçin bu âlemi birisi yarattı da´ diğeri yaratmadı Yaratıcı niçin bu ilâh da, öbür ilâhlar değil Müreccihsiz (tersiz edicisiz) tercih aklen fasittir, bâtıldır. Sonra, yaratıcılık sıfatı tecelli etmeyen ilâhlar, muattal kalacaklarından, âciz, dolayısiyle zait ve lüzumsuz olurlar. Hal-
buki, bu ihtimallerin hepsi bâtıldır. Bütün bu ihtimaller bâtıl olunca, çok ilâh nazariyesi de bâtıl olur. Çok ilâh nazariyesi böyle bâtıl olunca, matlubumuz (isteğimiz) olan tek ilâh nazariyesi isbat edilmiş olur.
Görüldüğü üzere bu delil, Allah´ın birliğini isbat eden kuvvetli bir delildir.
c) Üçüncü Delil :
Eğer ulûhiyet sıfatıyla muttasıf ve birbirine her bakımdan eşit İki ilâh olduğunu farzetsek, bu âlemi icâd hususunda :
Ya aralarında ittifak edip anlaşırlar, veyahut ihtilâfa düşerler.
Üçüncü bir ihtimal aklen mevcut değildir. Fakat bu iki ihtimâl de bâtıldır. Çünkü : Eğer ittifak ederlerse :
1- Ya aralarındaki bu ittifak zarurî ve mecburi olur. Böyle olursa, her ikisi de irade ve ihtîyarsız olacaklarından âciz olmaları gerekir. Âciz olan ilâh olamaz. O halde bu ihtimal bâtıldır.
2- Veya her ikisi de muhtar olurlar, ikisi de muhtar olduğu halde ittifak ederlerse bu ittifak, ya biriniîı diğerine tâbi olması şeklinde meydana gelir, tabî olan ilâh da, ya tabî olduğu ilâh´a itiraz edebilecek kudrette olmaz, veya .itiraz edebilir.
Eğer itiraz edemezse, âciz olur. Âciz olan ilâh olamaz.
İtiraz edebilirse, aralarında ihtilâf çıkar ve bu âlemin nizâmı bozulur. Halbuki nizâm-ı âlem bozulmamıştır. O halde bu ihtimal de aklen vârid değildir.
Eğer aralarında ihtilâf ve temamı vâki´ olursa : Burhân-ı Te-mânu´da zikredilen üç bâtıl ihtimalden biri (ya ictimâ-ı nakîzeyn, veya irtifa-ı nakîzeyn ve acz-i ilâheyn, yahut da birinin, dolayısiyle diğer ilâhın aczi) gerekir.
Netice : İttifak veya ihtilâf hâli aklen muhal ve bâtıl bir neticeyi gerektirince, iki ilâh nazariyesi bâtıl, bir ilâh nazariyesi sabit olur.
Bu delilin de kuvvetli olduğu çok açık ve agikârdır.
d) Dördüncü Delil :
Mutlak kemâl sahibi olan birden çok ilâhlar olsaydı, herbirini diğerlerinden ayıran kendine mahsus bir eseri olur ve bu eser diğer ilâhların eserlerinden başka olurdu. Çünkü ilâh, eserinde tefer-rüd eder ve eseriyle bilinir. Eserlerin başka başka ve ayrı şeyler olması, bu eserlerin aslı ve kaynağı olan sıfatların da ayrı ve başka olmasını icabettirir. Öyle olunca da her ilâhın ilmî, diğer ilâhların ilminden ve her birinin irâde ve kudreti de diğerlerinin irâde ve kudretinden başka olması gerekir. Ne vakit ki, yaratmak fiilinde rol oynayan W sıfatlar bagfca ve değişik olur, ilâhların ittifak etmeleri imkânsız hale gelir. Çünkü her ilâh, diğer ilâhın dilemediği şeyi dileyebilir. Birinin kudreti diğerinin kudretinin taallûk etmediği ve ilgilenmediği bir şeye taallûk edebilir. Meselâ :
İlâhın biri herhangi bir şeyin vücûdunu veya hareket etmesini, diğeri de aynı şeyin aynı anda yok olmasını veya hareket etmemesini irade edebilir. Böyle olunca aralarında mutlaka ihtilâf çıkar. Burhân-ı Temânu´da zikredildiği gibi, çıkacak ihtilâf üzerine teret-tüb eden ihtimallerin hepsi de (yani her ikisinin irade ettiği şeyin olması, yahut her ikisinin de olmaması, veya yalnız birinin irade ettiğinin olması) bâtıl ve muhal olduğundan, birden fazla ilâh nazariyesi de bâtıldır, ilâhların çok olma faraziyesi bâtıl olunca, matlubumuz olan bir ilâh kaziyyesi isbat edilmiş olur.
e) Beşinci Delil : . Eğer mutlak irâde ve kudret sahibi iki ilâh olsaydı; herbiri dilediği işi yapabileceğine göre ilâhlardan her biri yaptığı işi diğerinden gizlemeğe ya kaadirdir, veya kaadir değildir.
Gizlemeğe kaadir ise, diğer ilâh câhil ve gafil olur.
Kaadir değilse, kendisi âciz olur.
Aklî olan bu ihtimaller, ilâhlardan birinin câhil, diğerinin âciz olmasını gerektirdiğinden bâtıldır. Çünkü câhil veya âciz, ilâh olamaz. O halde Allah birdir.
f) Altıncı Delil
Eğer bu âlemi yaratan bir Allah olmayıp, iki ilâh olsaydi, bu ilâhlardan her biri;
Ya diğerine muhtaç olmadan yalnız başına bu âlemi yaratmağa kâfi gelirdi,
Veya kâfi gelmeyip, diğerine muhtaç olurdu.
Eğer ilâhlardan herbiri, bu âlemi yalnız başına yaratmağa kâfi gelirse, diğerine lüzum kalmaz. Lüzumsuz olan ise ilâh olamaz.
Yalnız başına yaratmağa kâfi gelmeyip, diğerine muhtaç olursa, âciz ve muhtaç olur. Âciz ve muhtaç ise, asla ilâh olamaz.
O halde bu âlemin yaratıcısı her bakımdan bir ve kâmil olan Allahu Teâlâ´dır.
g) İslâm filozoflarının beyan ettikleri debi de şöyledir :
Eğer iki Vâcibü´l - Vücûd bulunsa, vücûtta müşterek olacaklarından, herbirinin varlığını diğerinden ayıran mümeyyiz (kendine mahsus) bir vasfı olması gerekirdi. Yani ilâhlardan her biri, müşterek olan vücut ile, herbirini diğerinden bizatihi ayıran mümeyyiz vasıftan mürekkeb olurdu. Çünkü cins mânâsında olan «Mâbihi´l -İştirak», fasıl ve mümeyyiz vasıf mânâsında olan «Mâbihi´l - îmti- -yâz»´dan başkadır.
Her mürekkeb cüzlerine muhtaçtır ve cüzleri kendisinden başka şeylerdir. Böyle olunca, Vâcibü´l - Vücûd farzettiğimiz zât, kendisinden başkasına muhtaç olur. Başkasına muhtaç olan zât ise, Vâcibü´l-Vücûd (vücûdu kendinden) olmayıp, mümkini´l - vücûd, yani hadis olur. Halbuki biz, herbirinin Vâcibü´l - Vücûd olduğunu far-zetmiştik.
Görüyoruz ki bu faraziyye, bizi bâtıl bir neticeye ulaştırdı ve iddiamızın aksini isbat etti. O da, iki farzettiğimiz Vâcibü´l - Vücutların iki mümkini´l - vücût olduğudur. Mümkini´l - vücût ise ilâh olamaz.
O halde Vâcibü´l - Vücûd, gerçekte ancak bir olabilir. O da Allahu Teâlâ´dır. [24]
Şlrkin Manası Ve Nev´îlert
Hak Teâlâ´yı Zâtında, Sıfatında ve Fiillerinde çokluktan ve ortaktan tenzih mânâsına gelen Vahdâniyyet Sıfatını izah ettikten ve birliğini isbat eden delillerin en meşhurlarını gördükten sonra, Allah´a şirk koşmanın ağırlığını, şirkin mânâ ve nev´ilerini kısaca beyan edeceğiz.
a) Şirk´in Mânası :
Şirk kelimesi, ortak koşmak (ortaklık) demek ol mânâsına gelen «tevhîd» kelimesinin zıddıdır. Şerik ise, ortak demektir. Çoğulu «Şüreka»´dır. Kur´an-i Kerîm´de insanlar, tevhide,, yani Allah´ı birlemeye davet edilmişler, O´na gerek Zâtında, gerek Sıfat ve Fiillerinde başkalarını şerik, yani ortak kılmaktan, yalnız Allah´a mahsus olan ibâdette başkalarını O´na ortak etmekten şiddetle menedilmiştir.
Bu sebeple Kur´an-ı Kerîm´de; «Şirkin pek büyük bir günâh ve zulüm olduğu» [25] Hak Teâlâ´nm «Kendisine şerik koşulmasını asla affetmiyeceği, bundan başka olan günahları dileyeceği kimseler için affedeceği bildirilmektedir.» [26] Çünkü insan, Allah´ın yeryüzündeki halîfesi (vekili)´dir. Zira yeryüzündeki herşey onun emrine ve hizmetine verilmiş, onun idaresine terkedilmiştir [27] Öyle ise nasıl olur da, kâinatı idare etmek için yaratılan insan, kendisi gibi veya kendi hizmetinde olan şeylerin bazısını ilâh olarak kabul ederek Allah´ı bırakıp, ona ibâdet eder veya onları Allah´a şerik koşar
İşte şirk insanı bu şekilde alçaltacağı ve Allah´ın onun için takdir ettiği yüksek ve şerefli mevkii idrak ederek O´na ulaşmasına engel olacağı içindir ki, günahların en ağın olduğu ve Allahu Teâlâ´nm, kendisine şirk koşan bu gibi insanları asla affetmiyeceği bildirilmiştir.
b) Şirkin Nev´üeri :
Şirkin birçok nev´ileri vardır :
1- Şirk-i tstiklâlî:
Şirk nev´ilerinin en açığı; güneş, ay, yıldızlar gibi semavî varlıklara, tabiat kuvvetlerine, yan veya tam ilâh zannedilen insanlara, hülâsa, Allah´tan başka canlı veya cansız varlıklara tapınmak ve onlara ibâdet etmektir. Şirkin bu şekilde; Allah´ı bırakarak; veya bir veya daha çok varlıkları ilâh veya ilâhlar olarak kabul edip onlara tapmıldığmdan, bu türlü şirke, «Şirk-i İstiklâli» denmiştir.
Hayır kaynağı olarak bir «hayır ilâhı», şer kaynağı olarak da bir «şer ilâhı» olduğuna inanan ve bu iki ilâha tapan «Seneviyye ve «Mecûsilers´in şirki, bu şirke dahildir. «Zerdüşt» dininde olduğu gibi...
2- Şirk-i Teb´iz :
«Şirk-i Teb´iz» denilen bu şirk nev´inde ise; Allah´a inanmakla beraber, O´na başka şeyleri şerik (ortak), koşmak, yâni, ilâh olduğuna inanılan diğer varlıklarımda Yüce Allah gibi ulûhiyet sıfatıyla muttasıl olduğuna inanmaktır. Hıristiyanlıkta sonradan uydurulup icad edilen «Teslis» akidesi, bu nev´i bir şirktir. Çünkü onlaz Hz. îsa´ya oğul, Hz. Meryem´e Ruhu´l - Kudüs adını vererek Oğul veya Ruhu´l - Kudüs´ün de bizzat Allah gibi kâdir-i mutlak ve âlim-i mutlak olduğunu sanmakta ve böylece Baba, Oğul ve Ruhu´l - Kudüs gibi üç başlı bir ulûhiyete inanmaktadırlar.
3- Şirk-i Takrîb :
eŞîrk-i Takrîb», adı verilen üçüncü nev´i şirkte ise; bu âlemin yaratıcısmin bir olduğu kabul edilmekte beraber, «O´na yakınlığı temin etmek ve G´nun katında şefaatçi olmak üzere Allahu Teâlâ´yı bırakarak O´ndan başkasına, yani putlara ve heykellere tapmak, hiçbir fayda veya zarar veremiyecek olan bu cansız ve kıymetsiz eşyaya ibâdet etmektir. «Veseniyye», yani «Putperestlik» denilen bu şekil, en âdi, kötü ve gülünç şirk şekli olması Ve îslâ-miyetin zuhuru sırasında bütün dünyada salgın halinde bulunması sebebiyle, Kur´an-ı Kerîm´de en ağır kelimelerle sık sık zikredilmiş ve bu sapık inanç şiddetle yasaklanmıştır. [28]
Şirkin diğer bir şekli de; bir kısım insanların kendi aralarından bazılarını «Rabb» olarak kabul etmeleri, onlara körü körüne inanarak Allah´ın emir ve nehiyleri yerine, onların emrettiklerini yapmaları, yasak kıldıklarını da yapmamalarıdır. Nitekim Kur´an-ı Kerîm´de, Yahudilerin Hahamlarını (yani kendi din adamlarım), Hıristiyanların da Rahiplerini Allah´dan başka birer Rabb edindikleri, yani emir ve yasaklarını bırakarak, kendi din adamlarının emir ve yasaklarını tuttukları, halbuki bir tek Allah´a ibadetle emredilmiş oldukları beyan edilmektedir. [29]
Yukarıda zikredilen bu şirk nev´ileri, şu âyet-i kerimede gayet açık olarak şöylece Özetlenmiştir [30]
«... Hiçbirimiz Allah´dan başkasına tapmıyabm. O´na hiçbir şerik (ortak) koşmıyalım. Allah´ı bırakıp içimizden bir kısmını kendimize Rab edinmiyelim.»
Şirkin en kapalı görülen bir seldi de, yine Kur´an-ı Kerîm´de büdirilen, insanın kendi heves ve süflî arzularına körü körüne uymasidır. Nitekim Kur´an-ı Kerim´de [31]
«Kendi heves ve arzularım mâbûd edinen kimseyi gördün mü ..* buyurulmak suretiyle bu gibiler kötülenmişlerdir.
O halde, açık veya kapalı olan her türlü şirkten dikkatle kaçınmak lâzımdır. Hakîkî Tevhîd´e ancak bu şekilde ulaşılır.
Allah´a şirk koşmanın bütün bu nev´ileri, bilhassa putperestlik, güneş, ay ve yıldızlara ve tabiat kuvvetlerine, iki veya daha çok ilâha tapmak ve hıristiyanlarm teslis akidesi, Kur´an-ı Kerîm´-de şiddetle reddedilmiş, hakîkî tevhîd inancı bütün beşeriyete telkin edümiştir. Böylece gerçek itaat ve ibâdetin ancak Allah´a yapılacağı, Allah´ın emirlerini terk ederek, başka bir kimsenin emirlerine veya süflî arzularına itaat etmenin bir nevi şirk hükmünde olduğu, birçok âyetlerde beyan buyurulmuştur.[32]
C) Sıfatı Sübütiyye (Sıfatı Meânî) :
Sıfatullah bahsinde, Allahu Teâlâ´nm mukaddes sıfatlarım izaha geçmeden önce, Allah´a îmân etmenin, yalnız Hak Teâlâ´nm Zâtına inanmaktan ibaret olmayıp, aynı zamanda, O Yüce Varlığın Zât-ı İlâhîsi hakinda vâcib olan kemâl sıfatlan ve vasfedilmekten münezzeh bulunduğu noksan sıfatlan icmâlî ve tafsili olarak bilmek ve onlara inanmakla olduğunu belirtmiş, «Sıfatullah» bahsinip önemine ve bu konudaki farklı görüşlere kısaca işaret etmiştik.
Hak Teâlâ´nm mukaddes sıfatlanndan, «Sıfât-ı Nefsiyye» ve eSifât-ı Selfoiyye» adı verilen sıfatların her birini izah ettikten sonra, bu bölümde «Sıfât-ı Sübûtiyye» tesmiye olunan Allahu Teâlâ´nm vücûdî ve subûtî sıfatlarını beyan edeceğiz.
Sıfât-ı Sübûtiyye adı verilen, ilim, irade ve kudret gibi kemal sıfatlan, Hak Teâlâ´nm Zâtı İlâhîsine sabit olan ezelî ve vücûdî sıfatlarıdır.
Bu sıfatlar, Sıfât-ı Selbiyye gibi Cenâb-ı Hakkı noksanlardan tenzih eden, fakat hariçte vücûdu olmayan ademî ve itibari mefhumlardan ibaret bulunan sıfatlar olmayıp, Zâtı îlâhî´nin mefhumuna yeni bir mefhum ve mukaddes bir mânâ ilâve eden, ezelde Zât-ı Îlâhî´nin muttasıf bulunduğu, yâni, ezelde mevcut ve onunla kâim olan, zâtı, subûtî, vücûdî ve hakîkî sıfatlardır. Bunun içindir ki bu sıfatlara, «Sıfât-ı Subûtiyye, Sıfât-ı Zâtiyye, Sıfât-ı Meânî ve Sıfât-ı ikram» adları verilmiştir. Bu görüş, Eh!-i Sünnet mezhebinin görüşünü temsil eder.
Ancak,´ Sıfât-ı Selbiyye´de, Kelâm âlimleri arasında ittifak ve görüş birliği olduğu halde, Sıfât-ı Subûtiyyenin, Hak Teâlâ´nm Zâ-
tına zait, ezelî ve hakîkî sıfatlar olduğu hususunda, Kelâmcılar arasında ihtilâf ve görüş aynhğı vardır.
Hak Teâlâ´nm Hayat sahibi, Âlim, Kadir, Mürîd (irâde sahibi), Semi´ (her şeyi işitici), Basîr (her şeyi görücü), Mütekellim (söz sahibi) ve Mükevvin (icad edici, yaratıcı) olduğu hususunda da Kelâmcılar ve İslâm filozofları arasında ittifak vardır. Çünkü bu husus, Kur´an âyetleri ve Sahih Hadislerle sabittir. Fakat, ism-i fail sigasında olan bu kelimelerde ve mânâlarının Zât-ı llâhî´ye sabit olduğu hususunda ittifak olduğu halde, bu kelimelerin mebdei (a3İı) olan masdarların, yani hayat, ilim, irade ve kudret gibi sıfatların Zât-ı İlâhîye ezelde sabit ve Zâtına zâid, hakîkî ve vücûdı sıfatlar olduğunda ihtilâf vardır. Bu konudaki ihtilâf, Ehl-i Sünnet mez-hepleriyle, Ehl-i Bid´at denilen Mutezile ve Şia fırkaları arasındadır.
Biz burada, Ehl-i Sünnet-i Hâssa adı verilen Selef iye ve Ehl-i Sünneti Âmme´yi temsil eden Eş´arîyye mezhepleriyle, Sıfât-ı Su-bûtiyye´yi inkâr eden Mû´tezile´nin görüşünü ve herbirinin en kuvvetli delillerini beyan etmekle yetineceğiz.
Şu hususu da belirtmek isteriz ki, bu konu, hakikaten çok derin, kapalı, insan aklını hayrete düşüren ve onu durduran bir konudur. Bu sebepledir ki, görüşleri ayrı ayn olan mezheplerin hiçbiri, diğerini tam manâsıyla ikna edememiştir. Şimdi bu mezhepleri izah edelim :[33]
Seleftyye Mezhebi
Selefiyye´ye göre Sıfâhillah, idrâk ve taakkul (anlayış) bakımın dan ZâtulSh´a tLdi, Yani, aklı ve idrâki ^´^^V^ sü ki, Zât-ı îlâhî´nin hakikatim bilemez ve O´nu idrak tine sâhib değildir, Hak Teâlâ´nm ilâhî sıfatlarının da rak etmek, bu sıfatların Yüce Allah´ın Zât. :1e olan mek, Zât-ı İlâhînin aynı mı, yoksa gayrı mı oretine de sahip değildir. Zira buna, beşerî kudret ve mez. Bunun içindir ki, her mükellef şahıs, ligini bilmekle mükellef olduğu halde, Zâtının ve hakikatini bilmekle mükellef değildir.
İbâdet edilen Mabudun Zât ve Sıfatlarmm hakikatini bilmemek, en şerefli varlık olarak yaratılan insana lâyık olmayan bir cehil, (bilgisizlik) olduğu iddia edilemez. Çünku İnsan aklı, duyu organlarıyla dâima görüp, bildiği maddî varlıkların cüzlerini, herbirinin Özelliğini ve aralarındaki nisbeti idrak edebildiği halde, bunların hakikatim tamamen kâvrayamaz.
O halde akıl, maddî ve mürekkeb varlıkların hakikatini idrak edemez ve bu hal onun için tabiî olursa, maddî ve mürekkep olmayan, hiçbir şeye benzemeyen yaratıcısının Zât ve Sıfatlan bakımından hakikatini idrak edememesi, insan için daha tabiîdir. Bu hal, insan aklının haddini bilmesi ve idrak sınırını aşmaması mânâsını ifade eder. işte insanın, akıl ve idrakinin hududunu bilmesi ve aczini ilân etmesi bilgisizlik değil, idraktir, ilimdir.[34]
Aklın durduğu yerde ilâhî hidayet ve vahyin irşadı yetişerek bizi doğru yola ve hakikata ulaştırır. O halde, ilâhî hidayet ve hakîkî mürşit olan Kitabullah´a bakarsak, Hak Teâlâ´nın Sıfât-ı Meânî dediğimiz kemâl sıfatları ile muttasıf olduğunu, bizden icmali olarak, Zât-ı llâhî´sinin, bütün kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna inanmamızı istediği, bizi buna îmânla mükellef tuttuğu halde, herbirinin hakikatini da bilerek onlara da, îmânla mükellef tutmadığını anlarız.
0 halde bize düşen :
1- Allahu Teâlâ hakkında icmâlî olarak; bütün kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna inanmak,
2- Kur´an-ı Kerîm´de Hak Teâîâ´nın muttasıf olduğu bildirilen bütün sıfatlarla muttasıf olduğuna ve Zâtının misli ve benzeri bulunmadığına tafsili olarak inanmak,
3- Bu sıfatların, Zât-ı Bârî´nin aynı mıdır, gayrı mıdır, kadim midir, değil midir, hususlarını bilmekle mükellef olmadığımıza inanmaktır.
Hülâsa : Selefiyye´ye göre Hak Teâlâ´nın sübûtî sıfatları vardır. Bunlara inanmakla mükellef isek de, herbirinin hakikatini biîinekle mükellef değiliz. Çünkü bu husus, beşer idrak ve takatinin üstündedir.
Buraya kadar izaha çalıştığımız Selefiyye´nin bu görüşü, son asırda yaşayan- bazı âlimlere göre, akla en yakın, îmân bakımından da en ihtiyatlı bulunan bir görüş olarak kabul edilmiştir.[35]
Eş´ariyye Mezhebi
Ehl-i Sünnet görüşünü temsil eden Eş´arîlere göre, Sıfât-ı Meânî adı verilen sıfatlar, Zât-ı llâhî´ye ezelde sabit, vücûdî, ezelî ve mefhumu Z&tnHah´a zait olan kemâl sıfatlandır. Yani, Hak Teâlâ âlimdir, ilmi vardır. Kaadirdir, kudreti vardır. Müriddir, iradesi vardır, Hayydır, hayâtı vardır. Semî´dir, Basîr´dir, Mütekellim´-dir, gibi sözlerden de işitmesi, görmesi ve kelâmı ilâhîsi vardır, mânâları anlaşılır. Çünkü :
1- «Âlim» diye, ilmi olan kimseye denir. Çünkü ilmi olmayan bir kimseye âlim denemiyeceği gibi, ilmi olmayan bir âlim de tasavvur olunamaz. «Kaadir», «Mürîd» ve diğer kelimelerin bir şahsa isnâd edilmesinden de bu mânâ anlaşılır. O halde her âlim, ilim sahibi, her kaadir de kudret sahibidir. Yani, ilim ve kudret sıfatlarıyla muttasıf- olmayan bir kimseye, ne âlim, ne de kaadir denilebilir. Allahu Teâlâ da, âlim, kaadir... olduğuna ve bu hususta ittifak bulunduğuna göre, Hak Teâlâ da, her âlim gibi «ilim» ve her kaadir gibi «kudret» sıfatıyla muttasıftır.
Aynı zamanda; ilim, irade ve kudret gibi sıfatlar, ezelî, ebedî ve küllî en üstün kemâl sıfatlan olduğundan, nıahlûkatm aynı cinsten olan sıfatlarına, mahiyet ve taallukat (mef uîlerine nisbeti) bakımından benzemez.
2 - Esasen ilim, irade, kudret gibi kelimeler, masdar olması bakımından asıl; âlim, kaadir, mürid gibi kelimeler ise, bu masdar-lardan türetilen ve Arab dilinde «müştakkât» denilen kelimeler ol^ ması bakımından fer´dir. Müştakkât denilen bu kelimelerin, mânâ bakımından Zât-ı îlâhi´ye sabit olması, «Mebdei! - iştikak» denilen bu kelimelerin aslı, masdar mânâlarının da sabit olmasını gerektirir. Çünkü; fer´in sübûtu, asim da sübûtunu icabettirir. Zira asıl olmadan, ondan doğan fer´ olamaz. O halde âlim, kaadir, mürid... olan Zâtullah´ın ilim, kudret ve irade siratlanyla muttasıf olduğunda şüphe yoktur.
Bu sıfatlar Zât-ı Barî´nin aynı olmayıp, Zâtına zâitdir. Çünkü; aynı olduğu farzedilirse, birçok mahzurlar doğar. Bashcaları :
a) Bu sıfatların hepsi Zât-ı îlâhî´nin aynı kabul edilince, iliro kudretin aynı, kudret irâdenin aynı, irâde hayatın aynı olması gerekir ve ne Zât-ı Bârî sıfatlarından, ne de sıfatları birbirinden ayır-dedilebilir. Böyle olunca da meselâ : «İlim, Zât-ı llâhfdir», «Zât-î İlâhî kudrettir» veya «Zâtullah iradedir» demek mümkün olur. Bunun ise bâtıl olduğu aşikârdır.
b) ilim, irade, Kudret... Zât-ı Bârî´nin aynı olsaydı, hiçbir delile muhtaç olmadan, Allah´ın Âlim, Kaadir ve Mürîd olduğunu bilmemiz gerekirdi. Halbuki bu husus delile muhtaçtır.
c) Eğer aynı olsaydı, meselâ ilmin; «Vâcibü´l - Vücûd, nefsiy-le kâim, bu âlemin halikı, mahlûkatın mabudu ve her türlü kemâî sıfatlarıyla muttasıf» olması gerekirdi. Bunun bâtıî olduğunda ise. âlimler ittifak halindedir.
O halde bu sıfatlar, mefhum ve mânâ bakımından ZâtuHan´dan ayrı olan mânâlar olup, Hak Teâlâ´mn bu mânâlardan hâli olması O´na noksanlık vereceğinden, bu sıfatlarla ittisâfı zarurîdir. Bunların, Zât-ı Îlâhî´nin aynı olması, zikredilen mahzurları doğuracağından, bu sıfatların Zâtullah´ın mefhumundan başka mânâlar olduğu kesinlikle anlaşılır.
Sonra; bu sıfatlar, ZâtuIIah´m gayrı da değildir. Çünkü; gayrı olsa, kadîm olan bu sıfatların müstakil birer vücûdu olması, dolayısıyla, birden çok «kudemâ»´nın bulunması gerekir. Bu ise bâtıldır. O halde bu sıfatlar vücûd bakımından Zât-ı İlâhî ile birdir.
İşte yukarıda beyan edilen hususlar sebebiyle, bu sıfatlar hakkında :
Yani «Allah´ın Sıfatları ZâtuIIah´m ne aynıdır (mefhum bakımından) ne de gayridir (vücûd-i hârici ve mâsadak bakımından)» denmiştir.[36]
(Kur an-ı Allah
3- Kur´anı Kerîm´in sarih âyetleri, Allahu Teâlâ´ya; İlim ve Kudret sıfatlarım te´vile imkân vermîyecek şekilde isbat etmekte-
dir. Nitekim Kur´an-ı Kerîm´de : ilmiyle indirdi.[37]
«Biliniz ki (Kur´an) Allah´ın ilmi ile indirildi.» [38]
«Muhakkak ki Alîah rızık verioi metin bir kuvvet sahibidir.» [39] buyurulmuştur. [40]
Mû´tezile Mkzhebi
Mû´teziie mezhebini Ehl-i Sünnet´ten ayıran en mühim mes´ele-lerden biri de, «Srfâtullah» bahsindeki görüşleridir. Çünkü Mutezile, Hak Teâlâ´mn Âlim, Kaadir, Mürîd, Hayy, Mütekellim... olduğuna inanmakla beraber, Zât-ı îlâhî´nin ilim, kudret, irade ve hayat gibi Zâtına zait sıfatlarla muttasıf olduğunu kabul etmezler. Çünkü Zâtullah, mahlûkâtın zâtı gibi değildir. Zât-ı İlâhî, yaratmakta ve her türlü fiil ve eserleri yapmakta kâfidir. Zâtından başka, Zâtına zait olan sıfatlarla muttasıf bulunmaktan müstağnidir.
ZâtuIIah´m mümkinât cinsinden olan varlıkları yaratmağa taallûk etmesi bakımından, O, kaadirdir. Malûmata yani bilinen şeylere taallûku bakımından, O, âlimdir...
Zât-ı tlâhî´den başka bir de; Zâtına zait olan ilim ve kudret gibi vücûdî sıfatlar olmayıp, «Zât ve» Âlimiyyet», «Zât ve Kadiriy-yet» denilen itibarî taallûklar vardır.
Zât ile malûm arasındaki taallûka (nisbete) «Âlimiyyet», Zât ile makdur arasındaki taallûka «Kaadiriyyet» adı verilir. Bu taallûklar, hakikî olmayıp, itibarî olduğundan, kadîm de olsa, Kudemâ-nın taaddüdünü gerektirmez.» derler.
Şia da, esas itibariyle Mû´tezile´nin bu´görüşüne iştirak halindedirler.
tlim, irade ve kudret gibi subûtî kemâl sıfatlarını inkâr eden Mû´tezile´nin bu konuda serdettikleri en kuvvetli delil şöylece özetlenebilir :
Eğer Hak Teâlâ´mn Zâtıyla kaaim ve O´na zait olan ilim, irade ve kudret gibi kadîm (ezelî) sıfatlan olsa; bu sıfatlar, ya nef-siyie (yani kendi zâtıyla) kaaim olur, veya Zâtullah ile kaaim olur. Fakat her iki ihtimal de bâtıldır. Çünkü :
Birinci ihtimâle göre; kendi zâtıyla kaaim olan kadimlerin taaddüdü, yani Sıfâtullah adedince Kudemâ lâzım gelir. Bu ise, Tevhîd akidesine aykırıdır.
tkinci ihtimâle göre; bu sıfatlar Zât-ı İlâhî ile kaaim olurlar. Halbuki kadîm olan bir şey, kendi zâtıyla kaaim olur ve başkasına muhtaç olmaz. Zâtullah ile kaaim olunca, kadîm olduğunu far-zettiğimiz bu sıfatların hadis olması gerekir. Bu ise bâtıldır. Çünkü, kadim olan Zât-ı Bari ile, hadis olan şeyler kaaim olamaz.
O halde, Zât-ı llâhî´ye zait olan vücûdî sıfatlar yoktur. Allah´ın Zâtı her şeye kâfidir.
Mû´tezile´nin bu delili, meşhur ve zahiren kuvvetli bir delil ise de, Ehl-i Sünnet bu delilin bâtıl olduğunu belirterek, Mû´tezile görüşünün sakatlığını ve mahzurlarını biraz önce gördüğümüz üzere beyan etmişlerdir. Yani;
Sıfâtullah kadîm ve Zât-ı Ilâhi´ye zait ise de, O´nun, vücut bakımından gayrı olmadığından başkasına muhtaç sayılmaz ve kadimlerin taaddüdü lâzım gelmez.
Mefhum bakımından da Zât-ı îlâhî´nin aynı olmadığından, Zât ve sıfatlan ayırd edememekten doğan ve biraz önce zikredilen mahzurlar vârid değildir. [41]
Sıfât-ı Subûtiyye hakkında ihtilâfı ve meşhur mezheplerin görüş ve delilerini özetledikten sonra, bu sıfatların herbirini izaha geçebiliriz. Ancak, kitabımızın hacmi ve gayesi nazarı dikkate alınarak, bu sıfatlan, Ehl-i Sünnet görüşüne göre izah etmekle yetinecek, Mû´tezile´nin görüşüne, delil ve itirazlarına temas etmiyeceğiz.
Sıfât-ı Subûtiyye, Eş´arîlere göre yedi, Mâtürîdî´lere göre sekizdir. [42]
Hayat Sıfatı
Hayat, Hak Teâîâ´mn hayat sahibi olması, Zâtullah´m hayat sıfatıyla muttasıf bulunması´demektir. Bu sıfat, Hak Teâlâ´nın Zâtına vâcib olan subûtî sıfatlann birincisidir. Takat Zât-ı İlâhî hakkında vâcib olan bu sıfat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile birlegmesinden doğan geçici ve maddî bir hayat olmayıp, ezelî ve ebedîdir. Bütün hayatlann kaynağı olan hakîkî hayattır.
Hayat, Zâtullah´dan asla ayrılmayan bir kemâl sıfatıdır. Zira vücût sıfatının kemâli, vücûdun diri olmalıyladır.
Sonra hiç şüphe yoktur ki, İrade, İlim, Kudret ve diğer kemâl sıfatlarla muttasıf olduğu sabit olan bir Yüce Zâtın, hayat sahibi olması zarurîdir. Çünkü; ölü olan bir zâtın ilim, irade ve kudret gibi kemâlât sahibi olduğu tasavvur edilemez.
Allahu Teâlâ´nın ilim, irade, kudret ve diğer bütün kemâlâta sa-hib olduğu ise, aklî ve nakli delillerle sabittir. O halde Hak Teâlâ´-nin hayat sahibi olduğu aşikârdır. Zira hayat sahibi olmayan ölü bir varlığın, hiçbir kemâle sahib olmıyacağı herkesçe bilinen bir gerçektir.
Bunun içindir ki, hayat sıfatını :
«Cenâb-ı Hakk´ın; ilim, irâde ve kudret gibi sıfatlarla ittîsâfı-m (vasıflanmasını) sahih kılan (sağlayan) Zâtullah ile kaaim sü-bûtî, ezelî ve vücûdî bir sıfattır.» diye tarif etmişlerdir.
O halde Hayat Sıfatı; Yüce Allah´ın, varlık âlemi ile ilgili olan sıfatlarla ittisâfma esas teşkil eden bir kemâl sıfatıdır. Fakat bu´ sıfatın varlık âlemi ile bir ilgisi yoktur. Zira hayat sıfatı, Vücûd-i îlâhi´ye mahsus bir kemâldir. Yalnız onunla ilgilidir.
Hayat sıfatının zıddı (karşıtı) «memat», yani ölü olmaktır. Ölü olmak ise, büyük bir noksanlıktır ve Hak Teâlâ hakkında muhaldir.
Hak Teâlâ´nın Hayat Sıfatıyla muttasıf bulunduğu :
«Kendinden başka ilâh olmayan Allah, (ezelî ve ebedî ola» bir) ha yat ile diri, baald (ebedî) ve Zâtı ile kaaimdir.[43]
«Ölmek sânından olmayan, dâima hayat sahibi (Allah)´a dayan» [44] r.yetleriyle sabittir.
Büiün bu hususlarda Eş´arîlerle, Mâtürîdîler müttefiktirler. [45]
İlim Sıfatı
1- tüm Sıfatı´mn Tarifi ve îzâhı :
tüm sıfatı, Hak Teâlâ´ya mahsus olan kemâl sıfatlarının en öneralüerindendir. Çünkü bu âlemi en güzel bir şekilde, en mükemmel bir nizamda yaratan ve onu idare eden Allahu Teâlâ´nın, yarattığı varlığı en ince teferruatına kadar bilmesi gerekir. Zira, hakikati, faydası lüzum ve hikmeti bilinmeyen bir şey nasıl yaratılabilir O halde yaratıcının, bir şeyi yaratabilmesi için, evvelâ ilim sahibi olması, sonra o ilmin icâbına göre yaratması gerekir. Bundan başka, îmân ve sâlih amel sahiplerini mükâfatlandırmak, kötü yolda olanları cezalandırmak da, ancak o kimselerin yaptıkları işleri bütün teferruatıyla bilmekle mümkin olur. îşte bunun içindir ki ilim Sıfatı, Hak Teâlâ´nın Zât-ı İlâhî´sine sübûtu vâcib olan, ezelî ve vücûdî bir kemâl sıfatıdır.
İlim, «Zâtuîlah ile kaainı olan ezelî, vücûdî ve hakîkî öyle bir sıfattır ki, onunla, kâinatta vâki olmuş, olan ve olacak, kül halinde toplu olarak, veya ayn ayrı münferid bulunan, gizli veya aşikâr olan herşey ve her türlü haller Cenâb-i Hakk´a dâima ve tam olarak malûm ve münkeşif olur.»
Hülâsa Allahu Teâlâ, ezelden ebede kadar herşeyi bütün inceliğiyle bilir. Bu ilim, mahlûkatın (yaratıkların) ilmi gibi herhangi bir cehil (bilgisizlik) ve gizlilikten sonra meydana gelen bir ilim değildir. Çünkü Allah´ın ilmi, herşeyi ezelden ebede kadar kuşatmıştır. Hiçbir şey O´nun ilminin dışında kalmaz. Çünkü Hak Teâlâ ezelî olan ilim sıfatıyla, daha hiçbir varlık yokken, nelerin ne vakit olacağını ve ne gibi haller geçireceğini bilirdi.
O halde Allahu Teâlâ, ilm-i ezelîsiyle Zât ve Sıfatlan gibi vâ-cibleri, şeriki ilâhî frihi muhalleri, mevcut olsun olmasın, her türlü mümkînâtı daima bilir. Bütün bunlar sonsuz olduğu için, Allah´ın ilmi de ı sonsuzdur.
2 - llnı-i Ezelinin Taallûku :
İlim Sıfatı´mn tarifinden ve yukarıda verilen izahattan anlaşılacağı veçhile, Hak Teâlâ´nın ilmi ezelî olduğundan, malûmata (bilinen şeylere) taallûku ve nisbeti de ezelîdir. Bu sebeple, yalnız mümkin olan şeylere taallûk etmekle kalmayıp, aynı zamanda vâ-cibâta ve müstahîlâta, yani bilinen her türlü şeylere taallûk eder. Halbuki ilerde anlaşılacağı veçhile irade ve kudret sıfatlan yalnız mümkinâta taallûk eder. O halde ilim sıfatının taallûku bütün sıfatlardan daha umûmî ve şümullüdür. Sonra, bu taallûkun her malûma olan nisbeti bir ve müsavidir.
3- Hak Teâlâ, Dâima Değişmeler Halinde Olan Cüz´iyatı:
Bilir mi
Bu husus Kelâm âlimleri ile, İslâm filozofları arasında ihtilâf olunan bir konudur.
Hak Teâlâ´nın bütün külliyâtı, yani eşya olsun, kaide olsun, genel olan her şeyi bildiğinde, Kelâmeılarla Filozoflar arasında ittifak vardır. Fakat filozofların; «münferid ve cüz´î olan ve dâima değişmeler ve gelişmeler halinde bulunan hâdise ve eşya hadis olduğundan, bunların değişmesiyle İlmin de değişeceği, ezelî olan ilmu´î-lahda ise değişmenin söz konusu olmıyacağı» düşüncesiyle, «Allahu Teâlâ ctiz´iyyâti bilmez» fikrine sahip oldukları rivayet olunur. Ancak bu sözden filozofların maksadı, «Allahu Teâlâ cüz´iyyâtı mutlaka bilmez değil, Allah´ın ilmi, değişmeler halinde olan cüz´iyyâtın değişmesiyle değişmez» demektir, şeklinde te´vil edilmiştir.
Ehl-i Sünnet Kelâmcılarma göre, Allahu Teâlâ´nın ilmi, ihn-i fiilîdir. Yani vücûd-ı hâriciye sebep olan ve malûm´dan önce bulunan bir ilimdir. Malûma tabî değildir. Çünkü Allah´ın ilmi ezelî olduğu için, herşeyi vücut bulmadan Önce bilir; sonra ilmine ve iradesine uygun olarak yaratır. O halde Allah´ın îlmi, ilm-i fiilî demek olan, bir şeyi icadetmeden önce bir nevi tasavvur mânâsına olan ezelî bir ilimdir.
Bunun içindir ki; Allah, küllî olsun, cüz´î olsun, büyük olsun, küçük olsun gizli olsun, aşikâr olsun, her şeyi tam olarak bilir. Külliyâtı bildiği gibi dâima değişmeler halinde olan cüz´iyatı da bilir. Değişen cmTı eşyaya ilmin taallûku, llmullahda değişmeyi gerektirmez. Çünkü O, bir ayna gibidir. Aynaya akseden şekil ve suretle- rin değişmesiyle ayna nasıl değişmiyorsa, ilm-i ilâhî de, değişen malûmatla birlikte değişmez.
Sonra, Hak Teâlâ´nin ilmi, mahlûkâtuı ilmi gibi bir düşünce, fikir veya istidlal mahsûlü olmaktan münezzehtir. Çünkü ilmi, Zâtının muktezası ve icabı olup, Zât-ı îlâhî´ye vâcib olan ezelî, ebedî ve vücûdî bir sıfattır.
timin nakîzi; cehil, gaflet ve unutkanlıktır. Bütün bunlar Hak Teâlâ hakkında bir noksanlık sayıldığından, cehil, gaflet ve unutmak, Allahu Teâlâ hakkında muhaldir.
4 - İlim Sıfatım îsbat Eden Deliller :
Allahu Teâlâ´nın varlığını isbat eden (ibda´ ve lllet-i gâiye) adıyla zikrettiğimiz «Nizâm-ı âlem» delili, Cenâb-ı Hakk´m tam bir ilim sahibi olduğuna ve herşeyi bildiğine çok açık bir delildir. Çünkü; nasıl ki gördüğümüz güzel bir yazı, veya güzel bir resim, sahibinin aynası ve resim san´atına vâkıf olduğuna delâlet ederse, şüphe yok ki, en güzel ve en mükemmel bir surette yaratılmış olan bu âlem ve onun her cüz´ünde görülen nizam, ahenk ve insicam (uygunluk) da, onu yaratan Hâlık Teâlâ´nın sonsuz bir ilim ve aynı zamanda tam bir kudret sahibi olduğuna delâlet eder. Zira bir şeyin mükemmel olarak yaratılması, o şeyin daha önceden tam olarak bilinmesini gerektirir. Aksi halde, yaratılamaz. O halde bu, kâinatı yaratanın tam bi." im sahihi olduğuna açık ve seçik bir delildir.[46]
Nitekim Hak Teâlâ Kur´an-ı Kerîm´inde «Allah her şeyi en iyi bilendir.» [47] «(Allah) gözlerin hâin bakışlarım ve kalplerin gizüyeceği herşeyi bilir.» [48] «Yaratan (Allah) hiç bilmez mi ...» [49] buyurmuştur. [50]
İrade Sıfatı
Allahu Teâlâ Mürîddir. Yani irade sahibidir ve yaptığı işlerdc muhtardır. O halde, bu ihtiyarın menşeli (aslı ve kaynağı) olaL irâde sıfatıyla muttasıftır. Ehl-i Sünnete göre, «İrade» ve «Meşîet» bir mânâda kullanılır. îrade sıfatı, ilim ve kudret sıfatlarından ayrı, subûtî ve vücûdî, müstakil bir kemâl sıfatıdır. Sıfât-ı meânî-dendir. Bu husus biraz sonra izah edilecektir.
1- iradenin Lügat Mânâsı :
«Revede» kökünden geldiği söylenen irâde kelimesi, lügatte, «Bir şey üzerinde karar kılarak, onu yapmağa azmetmek» mânâsına gelir. Çünkü, irade sahibi olan insanın, çok defa birkaç istikâmette hareket eden isteği vardır. Fakat sonunda, bunlardan biri üzerinde karar kılarak, onu diğerlerine tercih eder. Bu tercih ediş ve seçiş, irâde sıfatının bir eseridir. Seçmeden önce insan serbest ve hürdür, Seçtiği anda iradesi tecelli etmiş olur.
2- trâde-i Ilâhîyye Nasıldır :
Hak Teâlâ´nın eşi ve benzeri olmadığına, Zâtı ve Sıfatlan mah-lûkâtın hiçbirinin zât ve sıfatlarına benzemediğine göre, Vâcibü´l -Vücûd olan ilâhî mevcudun ezelî ve kâmil iradesini, insan iradesi gibi muhtelif aksiyonlar arasında seyreden bir nevi «Seçme imkânı ve seçme kudreti» olarak tefsir etmek doğru değildir. Çünkü böyle bir kıyâs, yani gaibin şahide kıyâsı bâtıl ile kıyâs olduğu gibi, böyle bir teşbih de tenzîh-i ilâhî esasına aykırıdır. Zira insan aklı, Zâ-tullah´m hakikatini idrakten âciz olduğu gibi, Sıfâtullah´ın da mahiyet ve hakikatim idrakten âcizdir. Ancak, diyebiliriz ki :
Hak Teâlâ, tam ve kâmil bir irade sahibidir. Bu kâinatı ezelî olan iradesine uygun olarak yaratmıştır. Hiçbir şey O´ndan, ışığın güneşten,- ısının ateşten çıkması gibi ızdırarî ve mecburî yani zorunlu olarak zuhur etmemiş, bilâkis O herşeyi, ezelî irâdesinin bir tecellisi olarak, dilediği şekilde ve dilediği zamanda yaratmıştır. Çünkü O, fâil-i mutlak ve fâil-i muhtar´dır.
3- İrade Sıfatının Tarifi ve İzahı :
Yukarıda yapılan açıklamaya göre Ehl-i Sünnet âlimleri, Hak Teâl´ânm irade sıfatını şöyle tarif etmişlerdir :
İrade : «Hak Te&lâ´nın Zâtına ezelde sabit ve O´nunla kaainı olan sübûtî, vücûdi ve ezelî öyle bir sıfattır ki, Allahu Teâlâ onunla bir mümkini, hakkında caiz olan hususlardan biriyle, sonsuz [51] vakitlerden birinde obua veya olmama hallerinden biriyle tahsis
eder.» Yâni, aslında olabilecek veya olmayabilecek herşeyi, irade sıfatının taallûkuyla, dilediği zamanda ve dilediği vasıfta yapar veya yapmaz. Çünkü mümkin, vücûdu ile ademi (yokluğu) zâtına nazaran müsavi olan şeydir. Onun içindir ki mümkin olan bir şeyin yok iken var olması, ancak, vücûdunu ademine (yokluğuna) tercih edecek bir müreccihle olur. Bu müreccih (tercih edici) iradedir. îrade ona taallûk ederek, vücûdunu ademine tercih eder.´ Sonra kudret taallûk ederek, onu; iradeye uygun olarak vücûda getirir. Meselâ; îrâde-i llâhîyye, bir şahsın muayyen bir zamanda ve mekânda, muayyen bir vasfı hâiz olarak vücut bulmasını ezelde tahsis ve tâyin ederse, o şahıs kudret sıfatının taallûkuyla, ezelî iradeye uygun olarak, tâyin edilen zaman, mekân ve vasıfta vücûda gelir. Çünkü, nasıl ki irâde-i ilâhîye, ilmi ilâhîyeye uygun olarak tecelli eder, kudreti üâhîyye de, irâde-i ilâhîyye´ye muvafık olarak tecelli eder ve ona asla aykırı olmaz. O halde bu kâinatta olmuş veya olacak ne varsa hepsi, Allah´ın dilemesi ve irade etmesiyle olmuş veya olacaktır. O´nun her dilediği mutlaka olur, dilemediği de asla vücut bulmaz. Bu husus :«Allah´ın dilediği oidu, dilemediği olmadı.» fladis-i´şerifi ve «Allah dilediğini yaratır. Bir işin olmasına hükmederde (yani onu dilerse), ona ancak «ol» der, o da «oluverir» [52] âyet-i kerîme-siyle sabittir. Bu âyet aynı zamanda, Allah ne dilerse onun zamanı gelince mutlaka olacağına da delâlet eder.
O halde Hak Teâlâ bir şeyin olmasını dileyince, o §eyin olmaması asla caiz değildir. Halbuki insan iradesinin istediği şey, çok defa tahakkuk etmez. Çünkü o, istediği şeyi yapma kudretine sahip değildir. Zira irâdesi de, kudreti de noksandır. Mutlak irâde ve mutlak kudret ise, mutlak kemal sahibi olan Rabbi´l - Âlemine mahsustur.
4- İrâde Sıfatı´nm Taalluku :
Irâde-i ilâhiyye, yalnız «Caiz-i afchVye, yani; olması da olma ması da aklen caiz olan «mümkinât»´a taallûk eder. Çünkü bu sıfatın vazifesi, iki tarafı bulunan bir şeyin bir tarafını (meselâ vücûdunu) diğer tarafına (meselâ ademine) tercih ve tahsis etmektir. Bu sebeple, iki tarafı bulunmayan vâcibât ve müstahilâta taallûk etmez. Zira Vacibin Vücûdu Zâtının icabı olduğundan, dâima mevcuttur. Müstahil ise, dâima yok olan ve var olabilmesi asla caiz olmayan şeydir. Yani vâcibde vücûd, müstahilde adem (yokluk) zâtlarının birer icabı olduğundan, birincisi dâima ve zarurî olarak varlık, ikincisi de, dâima ve zarurî olarak yokluk halindedir. O halde vâcib ve müstahilde iki taraf yoktur ki, irâde sıfatının birini diğerine tercih ve tahsis etmesi söz konusu olabilsin.
Ezelî olan İrade Sıfatının taallûku da, ezelîdir. Hak Teâlâ´nın ezelde irade ettiği her şey, ezelî olan ilmine uygundur. Üm-i tlâhî değişmediği gibi, îrade-i îlâhiyye de değişmez. Ezelde murad olunan, yani tercih ve tahsis olunan her mümkin, zamanı gelince iradenin ikinci bir taallûkuna muhtaç olmadan mutlaka vücûda gelir. İrade olunan şeyden dönmek veya murad olunan şeyin meydana gelmemesi Zâtullah hakkında bir noksan sayıldığından caiz değildir.
5- İrâde Sıfatının Isbati :
Buraya kadar verdiğimiz bu bilgiler, Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşünü temsil eder.
Mû´tezüVnin görüşüne, Sıfât-i Sübûtiyye bahsinde genel olarak işaret etmiştik. Burada onu tekrp.rlamryacağız. Fakat Nazzâm ve Câhız gibi bazı Mû´tezile reisleri, «Hak Teâlâ´ain iradesi, ilminden bir »ev´idir. Yani ilmine racidir,» demişlerdir.
İslâm filozoflarından Ibn-i Sına ise; «Allah´ın iradesi «inayet» adm; verdiği, bu kâinatın ilâhî nizamını kuşatan ilminin aynıdır»
dedikleri için, Ehl-i Sünnet âlimlerinin, bu görüşleri reddeden ve iradenin, ilim, kudret ve diğer sıfatlardan başka müstakil bir kemâl sıfatı olduğunu belirten sözlerini kısaca ifâdeye çalışacağız.
Ehl-i Sünnet´e göre herhangi bir mümkinin, yok iken var olabilmesi için, onun vücûdunu ademine, hakkında caiz olan pek çok hallerden ve sonsuz vakitlerden birini diğerlerine tercih ve tahsis eden bir müreccih, yani bir tercih edici lâzımdır.
Bu müreccih, bizzat Zâtulîah değildir. Çünkü Zât-ı tlâhî´nin bütün mümkinlere ve «vücûd ve adem» gibi bütün nakizlere olan nis-beti birdir. Yani her şey, Allah´ın Zâtına nisbetle müsavidir,
O halde, bir mümkinin vücûdunu ademine tercih ederek, nıuay-yen bir zamanda ve muayyen bir şekilde olmasını gerektiren, Zât-i îlâhî´den başka bir tercih edici lâzımdır.
Bu müreccih «Kudret-i tlâhiyye» de" olamaz. Çünkü kudret, iki taraftan birini tahsis ve diğerine tercih eden bir sıfat olmayıp, ezelde tercih ve tahsis olunan şeylerin zamanı gelince var veya yok olmasını sağhyan bir sıfattır. Kudrete göre de, her mümkin ve «Mütekâbilât» denilen nakizler ve zıtlar müsavidir. O halde kudret sıfatından başka, iki tarafdan birini diğerine tercih eden bir sıfat lâzımdır.
Bu sıfat, İlim Sıfatı da olamaz. Zira ilim, genel olarak maluma tabidir ve onun hikâyesidir. Yani önce malum tasavvur oiunur, sonra ilm-i ezeliye mutabık olup olmadığına hüUmolumir. Buna göre malum, zâtını tasavvur bakımından ilimden önce ise de, hârici vücut bakımından llm-i llâhî´den sonradır. Malum, zâ´.mi tasavvur bakımından ilimden önce olduğu için, «ilim malûma, tâbidir» denilmiştir. Sonra, ilimle herşeyin Zât-ı Ilâhî´ye keşfedilmesi ve ezelde malûm olması sebebiyle, her türlü malûmatın ilim sıfatına oian nis-beti birdir. Bu bakımdan, İlm-i îlâhî´nin her malumata olan taallûku da müsavidir. Öyle ise ilim de, (vücut ve adem gibi) iki taraftan birini diğerine tercih eden bir müreccih değildir. O halde, Zâ-tullah´dan, İlim, Kudret ve diğer sıfatlarından başka bir müreccih lâzımdır. Bu müreccih ise, vazifesi tercih ve tahsis olan îrade Sıfatıdır[53]
Bu konu Kelâmcılar ve İslâm filozofları arasında geniş tartışmalara sebep olmuşsa da, biz burada Ehl-i Sünnet mezhebini özetlemekle yetindik.[54]
Bir kemâl sıfatı olması sebebiyle, Hak Teâlâ hakkında vâcib olan irade sıfatının nakîzi (mukabili), «yaptığı işlerde mecbur ve makhur olmak»tır ki, bu bir noksanlık sayıldığından Hak Teâlâ hakkında müstahildir. Çünkü O, mutlak irade, mutlak kudret ve her türlü kemâl sıfatlarıyla muttasıftır. Dilediğini yapar, dilemediğini yapmaz. Zira, O´nun dilemediği bir şeyi, yapmağa O´nu mecbur edecek bir kuvvet, emrine karşı gelerek O´na galip çıkacak bir varlık yoktur.
îrade sıfatından başka, bir de «Meşîet» adında müstakil bir sıfat yoktur.- Çünkü, irade ve meşiet aynı mânâya gelir. Nitekim me-şiet Kur´an-ı Kerîm´de ve Hadîs-i Şeriflerde irade mânâsına kullanılmıştır [55]
«Siz ancak Allah´ın dürtiginl diyebilirsin.» âyet-ı kerîme, ile «Allah´ın dilediği oldu, dilemediği olmadı»
Hadîs-i Şerifinde olduğu gibi. [56]
Kudret Ve Tekvin Sıfatları
Hak Teâlâ´mn Zâtı hakkında vâcib olan kemâl sıfatlarından biri de, «Kudret» sıfatıdır. Ehl-i Sünnetin itikadda iki hak mezhebi olarak bilinip inanılan Eş´ariyye ve Mâtürîdîyye´ye göre, kudret sıfatının AHahu Teâlâ hakkında sabit olan «Sıfât-ı Meânî»´den biri olduğunda ittifak vardır. Sıfât-ı Meânî´den sayılmasının sebebi ise, bu sıfatın mânâ bakımından Zât-ı llâhî´den başka bir mefhumu olmasıdır.
Ancak, bu iki mezheb âlimleri, kudret sıfatından başka, bir de «Tekvin» sıfatı olduğunda iki ayrı görüşe sahip olduklarından, kudret sıfatını anlayış ve tarif edişte de ayrılmışlardır.
Şimdi bu iki görüşü kısaca açıklayalım :
Eş´arîlere GÖre :
İcad etmek, yaratmak ve bilfiil vücuda getirmek, Hak Teâlâ´mn kudret sıfatıyla olur. Çünkü Kudret; Zât-ı İlâhî ile kadim ve Hak Teâlâ´mn İlim ve İradesine uygun olarak mümkinâtı îcâd ve yok eden, ezelî, sübûtî ve vücûdî bir kemâl sıfatıdır.
Kudret sıfatının iki türlü taallûku vardır.
Bu taallûklardan biri ezelî olup, mümkinâtm failden sudur etmesini sahih ve sâlih yani elverişli kılar. Bu sebeple bazıları bu taallûka «Sâlûhî kadîm» adım vermişlerdir. Çünkü mümkin olan bir şeyi icad edilmeye sâlih (elverişli) ve hazırlanmış kılar.
Diğeri ise «Taallûk-i lâyezâlî», yani taallûku hadistir ki, ezelî irâdenin tercihine göre herhangi bir mümkin bununla îcâd veya îdâm olunur ve böylece o mümkün var veya yok olmuş olur. İşte bu ikinci taallûk, var veya yok etmede esasdır.
O halde tekvin, kudret sıfatının bu ikinci taallûkunun eseridir. Ayrıca tekvin adıyla müstakil bir sıfat yoktur. Hak Teâlâ´ya «Mö-kevvin» isminin verilmesi, kudret sıfatından ayrı olarak «Tekvin» adıyla Zât-ı Ilâhî´ye zait, vücûdî bir sıfatın ona isnad edilmesini gerektirmez. Çünkü bu ismin Hak Teâlâ´ya verilmesinde, «Tekvin» mefhumunun Zât-i îlâhî´ye aklen aykırı bir emr-i itibarî olması kâfidir.
Bu sebeble, Eş´arîlere nazaran tekvin, hakîkî bir sıfat olmayıp, kudret sıfatına râcî ve onun ikiaci taallûkundan ibaret bir emr-i itibarîdir. Hak Teâlâ bu kâinatı, ilâhî ihtiyarı ve ezelî kudretiyle, irâde ve ilmine uygun olarak yoktan var etmiştir. Bütün mümki-nât, ilâhî kudretinin güzel bir eseri ve eşsiz bir tecellisidir.
Kudret sıfatı yalnız mümkin olan şeylere taallûk eder. Aklen vâcib veya müstahil olan şeylere taallûk etmez. Çünkü vacibin vücûdu, zâtının muktezâsı ve icabı olduğundan daima mevcuttur. Müstahil ise, daima yok olan ve var olabilmesi asla caiz olmayan şeydir. Dâima var veya dâima mâdum (yok) olan şeylerde ise, var veya yok etme söz konusu olamaz.
MâtÜrîdîlere Göre :
Kudret ve Tekvin, her ikisi de, Zât-ı ilâhî ile kaaim ve yalnız mümkinatâ taallûku olan ezelî vücûdî ve hakîkî iki kemâl sıfatıdır. Yukarıda belirtilen sebeble, her iki sıfat da vâcibât ve müsta-hîlâta taallûk etmez. Her ikisi de Hak Teâlâ hakkında vâcib ve mefhumları Zatullah´ın mefhumundan başka olan «Sıfât-ı Meânî» den-, dir.
Bu görüşe nazaran Kudret :
Hak Teâlâ´nm, bütün mümkinâtta irade ve ilmine uygun olarak tesir ve tasarruf etmesi demektir.
Bu sıfatın bir taallûku vardır. Mümkinâta olan bu taallûk, ezeli ve sâlûhî olup, Allah Teâlâ´mn, mümkin olan bir şeyi icad edip etmemesi, vücûda getirip getirmemesi ezelde onunla sahih ve salih olur. Yok iken var etmek ve bizzat yaratmak ise, Eş´arîter´in nedi-ği gibi «Kudret» sıfatıyla olmayıp, «Tekvin» sıfatıyla olur. O halde, kudret sıfatından başka bir de bir şeyi yok iken var etmek sânından olan «Tekvin sıfatı» vardır.
O halde Mâtûrîdîlere göre Tekvin Sıfatı :
Zât-ı îlâhî ile kaaim ve bilfiil icat etmek «yaratmak» şanından olan ezelî ve vücûdî bir sıfattır. Tekvinden maksat, tekvin edici (Mü-kevvin) ile tekvin olunan (mükevven) arasındaki bir emri izafî olan taallûk olmayıp, bir eserin vücut bulmasında müessir olan «Mebde-i tekvin» ve «Menşe-i tekvin» dir. Bu mebde ve menşe, izafî ve itibarî olmayan hakikî bir sıfattır. Çünkü bu da Zât-ı tîâhî ile kaaim ve ezelî olan bir sıfattır.
Tekvin´e; icâd, tesir ve yaratma da denir. Tekvin´i, «madum olan bir şeyi, yokluktan çıkararak vücuda getirmektir», diye tefsir etmişlerdir.
Tekvin Sıfatı´nm îsbatı :
Tekvin; îlim, trade ve Kudret sıfatlarından başka bir sıfattır. Çünkü :İlim sıfatıyla malûmat mütemayiz ve münkeşif olur.
Kudret sıfatıyla mümkinâtm îcâd (fiil) veya yok (terk) edilmeleri sahih ve sâlih olur.
irade sıfatıyla, icâd veya yok edilmek´den (yani fiil veya terk-den) biri, diğerine tercih olunur. îste bu tercihten sonra, tercih olunanı yaratmakta bilfiil müessir olacak başka bir sıfat lâzımdır ki, bu müessir sıfat, Tekvin sıfatıdır.
Tekvin Sıfatıyla Kudret Sıfatı Arasındaki Fark :
Tekvin de Kudret gibi yalnız mümkinâta, yani olması da olmaması da caiz olan şeylere taallûk eder. Ancak :
1- Kudret sıfatının makdûrâta taallûku ezelî ve herbirine olan nisbeti de müsavidir. Tekvinin ise, mükevvenâta taallûku ezelî olmayıp, îâyezâîî (yani hadis) dir yalnız, vücuda gelenlere taallûk eder.
2- Diğer bir cihet de, Tekvin sıfatı makdûrun vücudunu gerektirdiği ve onu zarurî kıldığı halde, Kudret, makdûrun vücudunu icap ettirmez. Ancak onun, Hak Telâ´dan sudûrunu sahih kılar.
işte bu hususlar, Mâtûrîdîler nazarında Kudret ve Tekvin sıfatlarını biribirinden ayıran Özelliklerdir.
Hak Teâlâ´mn, yaratmak, rızık ve nimet vermek, azâb etmek, diriltmek ve öldürmek gibi bütün fiilleri, Tekvin Sıfatına râcidir. Allahu Teâlâ´ya, eşyayı yaratması itibariyle, «Halik ve Mûcid», mahlûkâtma hayat ve rızık vermesi itibariyle «Muhyî» ve «Rezzâk» tesmiye edilir. Fakat halk (yaratmak), icâd, ihya (diriltmek ve" terzîk (rızık vermek) gibi bütün ilâhî fiiller, Tekvin sıfatına râci olup, onun eser ve tecellîleridir.
Kudret ve Tekvin, birer kemal sıfatı olup, zıdlan olan «kudretsizlik», «mutlak acz» ve «yaratmaktan âciz olmak», Hak Teâlâ hakkında muhaldir, mümkün değildir.
Allahu Teâlâ´mn sonsuz bir kudret sahibi ve herşeye kaadir olduğuna, görmekte olduğumuz şu kâinat ve onun ihtiva ettiği güzellik ve şaşmaz nizam en büyük delildir. Bu husus Hak Teâlâ´mn varlığını isbat eden deliller arasında zikrettiğimiz «îbda´ ve İllet-i Gâiyye» ve Nizam-ı âlem» adı verilen delilde açık ifadesini bulmuştur.
Kur´an-ı Kerîm´de zikredilen birçok âyetlerden : «Şüphesi/. Âflah herşeye hakkıyla kaadirdir.» [57]
Âyet~i Kerimesi, Hak Teâlâ´mn Kudret Sıfatıyla muttası duğuna delil teşkil eder. «O´ium (Allah´ın) emri, bir şeyi dilediği zaman ona yalnız (ol) demesidir. O da (ol emriyle) oluverir.»[58] Âyeti Kerîmesi de, yaratmağa ve diğer ilâhî fiillere mebde, olduğu söylenen «Tekvin» fatma delil olarak zikredilmiştir [59].
Sem´ Ve Basar (İşitmek Ve Görmek)
Sem´ ve Basar, Hak Teâlâ´mn muttasıf olduğu kemâl sıfatlarir
Basar ise, görülmek vasfında olan her şeyi görmesi demektir- Ancak Hafe Teâlâ´mn işitmesi ve görmesi, mahlûkatda olduğu veçhile kulak ve göz gibi iki maddî uzuv ve diğer maddî ve hissî vasıtalarla değildir. Çünkü Allah, madde ve cismiyetden ve mahlûkâta benzemekten münezzehdir. Bu sebeble, nasıl ki Zâtı Ilâhî´nin hakikat ve mahiyetini idrak edemiyoruz. Sıfatlarının hakikatini, işitim-ve görmesinin mahiyetini ve keyfiyetini de idrak edemeyiz. İnsan bu hususda âcizdir. Bunun içindir ki, ne Zâtullalı´ın ne de Sıfâtui-lah´m hakikatini araştırmakla mükellef değiliz. Fakat Kur´an-ı Ke~ rîm´de ve Sahih Hadislerde sarih olarak geçen sıfatlara da inan mak mecburiyetindeyiz.
Hak Teâlâ´mn Semi´ ve Basîr, yani (her şeyi en iyi igitici vt en İyi görücü) olduğu Kur´an-ı Kerîm´de birçok yerlerde zikredilmiştir. [60]O halde bize düşen, Hak Teâlâ´mn her şeyi (keyfiyetini bilemiyeceğimiz bir şekilde) işittiğine ve gördüğüne inanmaktır.
Bunun içindir ki bazı âlimler, bu iki sıfatın Hak Teâlâ´ya sü-bütunu zarurî bulmuşlar ve aklî delil beyanına dahi lüzum görmemişlerdir. Bunlara göre, Resulüne ve O´na indirilen Kitâbullâh´a inanan her insana, Hak Teâlâ´mn «Semi´» ve «Basîr» olduğuna inanmak vaciptir. Bu husus, semî´, yani nakli delil ile sabitdir. En emin yol da, dinden olduğu kesin olarak bilinen şeylere inanmaktır.
îlim sıfatı ile muttasıf olan Hak Teâlâ´mn bir de işitme ve görme sıfatları ile muttasıf olması aklen zarurî değildir. Bu sebeple, bu iki sıfat için aklî deliller zikretmektense, naklen sabit olan ve dinden olduğu kesin olarak bilinen bu sıfatlara inanmak daha doğ-ru olur. Bu görüş, icmâlî olarak Ehl-i Sünnet akidesini ifade eder.
Bu esasa rağmen, bazı filozoflar ve Mû´tezile bilginleri, sem´ ve basar´ı inkâr etmişler ve her ikisinin de ilmin aynı veya ilimden iki nevi olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak bu görüş kabul edilmemiştir [61] Çünkü :
1- İnsanlara göre ilmin sebeblerinden biri de, selim (sağlıklı) duyu organlarıdır. Bu sebeble kulakla işitilen ve gözle görülen şey, sahibine, işitilen ve görülen şeyler hakkında bir bilgi verir. Bunlar insan ilminin nevileri olabilir. Fakat; hakikatim idrakten âciz olduğumuz Hak Teâlâ´mn işitme ve görmesini, insanın işitme ve görmesi gibi kabul ederek aynı neticeye varmak yanlıştır. Görülmeyen, eşi ve benzeri bulunmayan, ezeli ve ebedî, kadîm ve baaki olan Yüce Allah´ın Sıfatlarını, görülen fâni varlıkların sıfatlarına kıyaslamak bâtıl ve yanlış bir kıyastır.
2- Mesel , herhangi bir şeyi tam ve açık olarak bilsek, bu bir ilimdir. Sonra o şeyi gözümüzle görsek, bu iki hal arasında mutlaka bir fark ve yeni bir şey buluruz ki, bu fazlalık «tbsâr» yani görmektir. O halde, bilinen bîr şeyi görmek, görene yeni şeyler kazandırıyor. Öyle ise görmek ve işitmek, mücerred (somut) ilimden başka ve farklı şeylerdir [62]
Nitekim Yüce Allah´ın İlim Sıfatı, mümkinâta, vâcibât ve fnüsta-hîlâta taallûk ettiği halde, Hak Teâlâ ile kaaim, ezelî ve vücûdî olan: Sem´ ve Basar sıfatları, yalnız görülmek ve işitilmek tabiatında olan şeylere taallûk eder ve o şeyler, ilim sıfatıyla hâsıl olan inkişâftan başka olarak tam bir inkişafla münkeşif olur. Yani gizli, aşikâr ne varsa, ne kadar gizli ve kapalı olursa olsun hiçbir şey Sem´ ve Basar Sıfatlarının taallukundan hariç kalmaz. Hak Teâlâ´-nm bir şeyi görüp işitmesi, mahlûkâtta olduğu gibi diğer şeyleri de o anda görüp işitmesine mâni olmaz. Çünkü Cenab-ı Hakk´ın görmesi ve işitmesi; bir âlet, göz ve kulak gibi maddî ve mahdud kuvvette olan bir uzuvla değildir.
Sem´ ve Basar sıfatları birer kemâl sıfat olduğundan, nakîz-leri (karşıtları) olan «görmemek» (âmâlık) ve «işitmemek» (sağırlık) Allahu Teâlâ hakkında muhaî olan noksan sıfatlardandır.
Sem´ ve Basar sıfatlarına kıyas ederek, Hak Teâlâ´yı zevk (tatmak) ve şem (koklamak) gibi diğer hissî sıfatlarla vasıflandırmak asla caiz değildir. Çünkü, bunlarla vasıflanmasına dair ne Kur´an´da bir âyet, ne de Peygamberimizden bir hadis vârid olmuştur. [63]
Kelam Sıfatı
Hak Teâlâ´mn muttasıf bulunduğu kemâl sıfatlardan biri de, «Kelâm» sıfatıdır. Zât-i İlâhî hakkında vâcib olan Kelâm, «AHahu Teâlâ´nm sese, harflere ve bu harflerden meydana gelen kelime ve cümleleri tertiblemeye muhtaç olmadan konuşması» demektir. Zira Hak Teâlâ her türlü ihtiyaçtan, Zât ve Sıfat bakımından herhangi bir varlığa benzemekten münezzehdir. Bu sebeble, Kelâm ve tekellümü de, Zât-ı İlâhî´sine mahsus olup, insan söz ve konuşmasına asla benzemez. İlâhî tekellümün hakikat ve keyfiyyeti de bilinemez.
Allahıı Teâîâ´mn «Mütekellim», Kur´an-ı Kerim´in de «Kelâ-mullah» olduğunda, Kelâmcılar ve bütün îslâm bilginleri arasında ittifak vardır. Fakat, islâm akidesini aklî ve felsefî metodlarla da izah ederek, hakkı arayanları irsâd, inkâr edenleri de ilzam etmek (susturmak) ve böylece akîdeyi korumakla mükellef olan Kelâm bilginleri, Hak Teâlâ´mn «Kelâm» adı verilen bir sıfatla muttasıf olduğunda, bu sıfatın keyfiyet ve hususiyetinde ve «KelâmuIIah olan Kur´an»ın kadim ve gayr-ı mahlûk, veya hadîs ve mahlûk olduğu hususlarında ihtiîâfa düşmüşlerdir. Hepsinin gayesi, Cenab-ı Hakk´ı her türlü noksandan tenzih etmek olduğu halde, Kur´an-ı Azimüşşân´ın mahlûk olup olmadığı meselesi, Ehl-i Sünnet İle Mû´-tezile arasında ilmî münakaşa sınırını aşmış, Abbasî halifelerinden «Me´muıı» zamanında bir nevi mücadele halini almıştır. Bu konunun önemi ve akâid ilminLı işgal ettiği geniş yer sebebiyle bu ilme, «İlm-i Kelâm» adı verildiğini, «Giriş» kısmında ifade etmiştik. Aynı sebeble, bu sıfat üzerinde ve bununla ilgili konularda yeteri kadar durarak, bu konudaki mezhepleri ve herbirinin görüş ve düşünüşlerini beyan etmemiz gerekir. Ancak, burada böyle bir tafsilâta girmek, bu kitabı hazırlamaktaki gayeye uygun düşmeyeceğinden, daha ziyade Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşünü izah etmekle ve MıYtezile´nin düşünüş tarzına işaretle yetineceğiz.
Ehl-i Sünnet Kelâmc.larma göre Kelam Sıfatı ve KelâmuIIah Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Kelâm Sıfatı, «Sıfât-ı Subûtiyye> dendir. Yâni, Zâtullah ile kaaîm olan, ezelî subûtî ve vücûdî bir sıfattır. Hak Teâlâ bu sıfatla, her şeyi; emirlerini, yasaklarını ve diğer hükümlerini Meleklerine ve Peygamberlerine bildirir. İlâhî kitaplar, bu sıfatın taallukuyla zuhur etmiş ve meydana gelmiştir.
Kelâm Sıfatı; İlim ve trade sıfatlarından başka müstakil bir sıfat olup, İlim Sıfatı gibi vacibe, caize ve müstahile, hülâsa herzeye taallûk eder. HiçL.. şey, bu sıfatın taallûkundan hariç kalmaz. Kelâm Sıfatı bir sıfatı kemâl olduğu için, Zât-ı Bârî´nin onunla it-tisâfı vâcib, zıddı olan «dilsizlik» ise, bir noksanlık olduğundan Hak Teâlâ´ya müstahildir.
- Ehl-i Sünııet´den Selef Ulemâsına Göre : Ehl-i Sünnet´den Selef ulemâsına göre Kur´an-ı Kerîm, Kelâ-mullahdır. Yani Kur´an, Allah ile kaaim olup, mahlûk değildir. Kur´an´la mütekellim olan ve onu ind-i ilâhîden inzal buyuran bizzat Allahu Teâlâ´dır. Kur´an, havada veya başka bir yerde yaratılmamış, başkasıyla başlatılmamıştır. Çünkü Kur´an, KelâmuIIah olması itibariyle kadimdir. Gayr-ı mahlûktur. Allah´dan başlamıştır ve sonunda yine O´na avdet edecektir. Bunun içindir ki, Selef; demişlerdir
Selefe göre Hak Teâlâ, dilediği vakitte mütekellimdir. Bu demişlerdir. (Eş´arîlere bebledır ki göre ise Kelâm, İlim ve Kudret gibi Zât-ı İlâhî´ye lâzımdır. Dâima âlim ve kaadir olduğu gibi, dâima mütekelimdir.)
Selef ulemâsı nazarında Kur´an, yalnız hurûf ve lâfızdan, veya yalnız meânîden ibaret değildir. Belki o, hem hurûf, hem de manaların mecmâudur. Çünkü hem harf ve lâfız, hem de mânâ, Kelâm´m müsemmâsmda ve anlamında dahildir. O halde Kelâm, lâfızda hakikat, mânâda mecaz olmayıp, her ikisinde de hakikattir. Bu bakımdan Kur´an´ın harfleri ve lâfızları mahlûk değildir. Eğer mahlûk olsaydı, Kelâm-ı tlâhî yalnız mânâdan ibaret kalır, lâfzı da, başkasının kelâmı olurdu. Yani o mânâyı Allah tekellüm etmemiş olurdu. Halbuki Peygamber Efendimize Cibril-i emîn vasıtasıyla in-zâl olunan Kur´an-i Kerîm, hakikaten Kelâmullahdır. Bu hususta ittifak vardır. Nitekim Usûlü Fıkıh ulemâsı nazarında da Kur´an, lâfız ve mânânın müşterek ismidir.
Selefe ve Usulcülere göre ayrıca, «Kelâm-ı Nefsi» denilen, Zât-ı tlâhî ile kaaim bir mânâ yoktur.
Kur´an okunurken işitilen Kur´an, yani «Kur´an-ı mesmu» mahlûk olmamakla beraber, okuyanın ses ve tilâveti, beşerî bir fiil olması bakımından mahlûktur.
2- Eş´arîİere Göre :
a) Kelâm Sıfatı ve Kelâmullah :
Daha sonra gelişen fikirler ve birçok itirazlar karşısında zuhur eden bir mezhebe göre Kelâm, mânâda hakikat, lâfızda mecaz olarak kabul edilmiştir, «tttihâdiyye» adı verilen, daha sonra Eş´a-rîler ve Mâtûrîdîler tarafından da esasları benimsenerek geliştirilen bu mezhebe göre : «Gayr-ı mahlûk» olan Kur´an´ın mânâsı bir olup, bu mânâ kadîm ve Zât-ı İlâhî iîe kaaimdir. Bu mânâya «Kelâm-ı Nefsi» denir. O halde Keiâm-i Nefsi; nefiste bulunan ve nefis ile kaaim olan mânâ, demektir. Meselâ : Bazan dilimizle sükût ettiğimiz halde, kalbimizle birseyler söyleriz, bir mânâ tasarlarız. Sonra kalbimizdeki bu mânâyı (mefhûmu) kelimeler ve ses vasitasiyie dilimizle söz halinde ifade ederiz, işte kalbde, nefiste bulunan bu sözlere «Kelâm-ı Nefsî», lisanla ifade edilene de, «Kelâm-ı Lâfzb adı verilmiştir.
Eş´arîler Kelâmullah´ı böylece ikiye ayırmakta, birincisine «Kelâm-ı Lâfzı», ikincisine de «Kelâm-ı Nefsî» adını vermektedirler.
Eş´arîİere göre Kelâm-ı tlâhî, Kelâm-ı Nefsi ı ilâhî´yi idrake vesile olan ve ona delâlet eden ibareler ve işaretlerden, âyet ve sû-
relerden mürekkeptir. Kur´an-ı Kerîm Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.J´e inzal olunan Kelâm-ı Lâfzî-i Ilâhî´dir. Bu lâfız, Zâtullah ile kaaim olan, Kelâm Sıfât-ı ezelîsinin ilâhî bir tecellisi ise de, Mus-haflarda yazılan, hafızalarda saklanan ve dillerde ibâdet gayesiyle okunan lâfızlar, birbirini takibeden kelimeler olduğu için mahlûktur. Bu lâfız ve ibarelere «Kelâmullah» denmesi mecâzendir. Alâkası ise, bu lâfızların, Kelâmullah-ı Kadîm´e delâlet etmesidir. Bundan başka, yazılan, hıfzedilen ve okunan bu lâfızların Hak Teâlâ ile´ daha yakın alâkası vardır. Bu alâka ise :
a) Bir rivayete göre bu lâfızlar; Allahu Teâlâ´nm «Levh-i mahfuzda» vücûda getirdiği şekillerdir. Delili [64]:
b) Diğer bir rivayete göre, de Cibrîl-i Emîn´in lisanından duyulan sesler olduğudur [65] Delili . :[66]
Bu esasa göre, mushaflarda yazılan ve dillerde okunan Kur´an. hadis ve mahlûk olduğundan, bu ciheti isbat için Mû´tezile tarafından Eş´arîİere karşı serdedilen bütün deliller çürümüş ve aralarındaki ihtilâf, yalnız «Kelâm-ı Nefsî» meselesine inhisar etmiştir.
Ancak, buradan kuvvetli bir İtiraz doğuyor. Şöyle ki :
1- Eğer «Ketâmullah» sözü, Kelâm-ı Nefsî´de hakikat, Kelâm-ı Lâfzî´^e mecaz olursa, Peygamberimize- nazil olan ve «Mushaf» ta yazılan Kur´an-ı Mu´cizi´l-Beyân, Allah kelâmı olmamış olur. Halbuki lâfz-ı Kur´an´ın da KeiâmuUah olduğunda icmâ´ ak-dolunmuştur.
2- Sonra, Kur´an´ı inkâr eden müşriklere Kur´an´ın lâfzı ve belâğî yüceliği ile meydan okunmuştur. O halde, Kur´an lâfzının da Kelâmullah olduğu muhakkaktır.
Bu kuvvetli itiraz şöyle cevaplandırılmıştır :
a) Kur´an-ı Kerim, şer´î (dînî) hakikat olmuştur. Bu husus reddedilemez. Yani Kur´an, Lâfzı de, şer´î hakikat olduğu gibi, Nefsîde de şer´î bir hakikattir. Bu sebeble Kelâmullah, Lâfzı ve Nefsi arasında Örfen müşterektir. «Lâfzı de mecazdır» diyenler bu şer´î kullanılışı mülâhaza etmemiş ve bu icmâı inkârı düşünmemişlerdir.
b) «Makâsıd» adlı meşhur eserin müellifi ve sarihi olan Sâ-deddin el - Teftâzânî´nin de tercih ettiği fikre göre ise Kelâmullah, Kelâm-ı Lâfzı ve Kelâm-ı Nefsi arasında müşterek olup, her ikisinde de hakikattir...
Kelâm-ı Nefsî´ye ıtlâkı hakikattir. Çünkü Kelâm-ı Nefsî, Zâtul-lah ile kaaim olan ezelî bir sıfattır.
Kelâmullah´ın Kelâm-ı Lâfzî´ye itlâkı da hakikattir. Çünkü, Allah´ın mahlûku ve eseridir, beşer te´lifi ve eseri değildir.
Eş´arîler ve Mâtürîdîler nazarında Kelâm-ı Nefsî sabit olup Zâ-tullah ile kaaim ve O´na zait, subütî, hakîkî ve ezelî bîr sıfattır. Harf, ses, tertib ve te´liften münezzehdir. Kelâm-ı Lâfzî ona delâlet eder.
Kelâm Sıfatı, ilim ve irâdeden başkadır. Zira İnsan, bilmediği bir şeyi haber verebilir, veya arzu etmediği bir şeyi emredebilir. Şüphe yoktur ki haber ve emir, insanların kelâmından iki nevi olduğu halde, her ikisi de ne bir ilim, ne de bir irâdeden başka bir sıfat değildir.
b) Kelâm Sıfatının ve Kelâm-ı Nefsinin İsbâtı ;
Ehl-i Sünnet´e göre, yukarıda izah ettiğimiz Kelâm Sıfatı, Hak Teâlâ hakkında vâcibdir. Allahu Teâlâ, Kelâm Sıfatıyla muttasıf-tır. Bu husus, İcmâ-i Ümmet ve Peygamberlerden naklolunan mü-tevâtir haber ile sabittir. Çünkü :
1- Mû´tezile dahil, bütün müslümanlar Hak Teâlâ´tun «Mü-tekellim» olduğunda ittifak dahilindedirler. Ehl-i Sünnet´e göre mü-tekellim olabilmek için, mutlaka Kelâm Sıfatıyla muttasıf olmak gerekir. Çünkü Arab dili gramerine göre «mütekellim> kelimesi. ism-i fail olup, «tekellüm» masdarından türetilmiştir. Yani tekellüm kelimesi masdar olduğu için asıl, mütekellim kelimesi ism-i fail (özne) olduğu için, fer´ hükmündedir. Şüphe yoktur ki asü olmadan fer´ olmaz. O halde fer´ hükmünde olan «mütekellim» ism-i failinin Hak Teâlâ hakkında sabit olması, onun aslı (mebdei) hükmünde olan «tekellüm» masdarının da Hak Teâlâ hakkında sabit olmasını gerektirir.
Bu kaideye göre «tekellüm» Hak Teâlâ´nın Zâtıyla kaaim bir sıfattır. Zira; «Hak Teâlâ Mütekellimdir; fakat bunun mebdei olan tekellüm, Zât-ı ilâhî ile kaaim değildir. Tekellüm başkasıyla kaaim-dir» diyemeyiz. Nitekim meselâ : «Ahmed müteharriktir. Fakat hareket sıfatı onunla değil, başkasıyla kaaimdir» veya «Mehmed beyazdır. Fakat beyazlık başkasıyla kaaimdir. O, beyazlık sıfatıyla munttasıf değildir» diyemeyiz. Bu kaideye göre, Hak Teâlâ´nın «Mütekellim» olması, «tekellüm sıfatıyla» muttasıf olmasını gerektirir. Tekellümün mânâsı ise, kelâm ile muttasıf olmaktır. O halde, Hak Teâlâ Kelâm sıfatıyla muttasıftır. Bu gramer kaidesi, Ehl-İ Sünnet görüşünü teyid etmekte ve «Mütekellim»in kelâm ile muttasıf olmak mânâsına geldiğini, Mû´tezile´nin dediği gibi kelâmın îcâd mânâsına gelmediğini isbat etmektedir.
2- Hak Teâîâ´nın «Mütekellim» olduğu, doğrulukla muttasıf ve her sözleri doğru olan Peygamberlerin hadisleriyle sabittir. Allahu Teâlâ´nın mütekellim olduğuna delâlet eden Peygamberlerin sözleri, tevatür yoluyla, mütevâtir haber olarak bizlere kadar gelmiştir.
Yukarda izah ettiğimiz veçhile, «mütekelîim» olmak, tekellümü, yani kelâm ile muttasıf olmayı gerektirdiğinden, Hak Teâlâ´nın Kelâm Sıfatıyla muttasıf olduğu, Peygamberlerin sadık haberleriyle de sabittir. Esasen bu konuda İcmâ-ı Ümmete, Sünnete ve :[67] gibi âyet-i kerîmelere dayanmaktadır. Bütün Peygamberler
şunu emretti, [68] bunu nehyetti» demek suretiyle Hak Teâlâ´ya «Kelâm» isnâd etmişler, «Mütekellim» olduğunda ittifak etmişlerdir.
3- Esasen, Hak Teâlâ Peygamberleri, emir ve yasaklarını insanlara tebliğ için gönderdiğine göre, eğer «Mütekellim», yani Kelâm sıfatıyla muttasıf olmasaydı, âmir (emredici) ve nâhî (yasaklayıcı) olmaz, dolayısiyle Risâlet ve Peygamberlik ue bulunmazdı. Halbuki Allahu Teâlâ´nın mütekellim olduğu, yukarda zikredilen âyet-i kerîmeler ve sahih hadislerle sabittir.
Ehl-i Sünnet, Hak Teâlâ´nın Kelâm Sıfatını böylece isbat ettikten sonra, yukarıda tarif ettiğimiz Kelâm Sıfatı´ndan maksadın «Kelâm-ı Nefsî» olduğunu ifade etmektedirler.
«Allah Hak Teâlâ ile kaaim ezelî ve zatî bir sıfat olan Kelâm-ı Nefsî, ilim ve irâdeden başkadır. Çünkü, Zât-i îlâhî hakkında icmâ-ı ümmet ve şer´î delillerle sabit olan «Tekellüm» den maksat, «Kelâm-ı Lâfzî» olmayıp, «Kelâm-ı Nefsî» dir. Zira Kelâm-ı Lâfzî, birbirini takibed&n hurûf ve kelimelerden mürekkeb olması sebebiyle hadistir. Ehl-i Sünnet´e göre, hadis olan şeylerin Zât-i İlâhî ile kaaim olması bâtıldır. Çünkü ezelî ve kadîm olan Zâtullah ile, ancak kadîm olan şeyler kaaim olabilir. Bu hususta Mû´tezile de aynı görüşe sahibdir.
Görülüyor ki Ehl-i Sünnet, Kelâm-ı Lâfzî´den başka, bir de Kelâm-ı Nefsî olduğu kanaatındadırlar. Bu hususu yukarda zikrettiğimiz şekilde izah ettikleri gibi, Arab dilinden de çeşitli örnekler vermek suretiyle Kelâm-ı Lâfzî´ye ıtlak olunduğu gibi, Kelâm-ı Nef-sî´ye de ıtlak olunduğunu aşağıdaki misallerle isbat etmektedirler :
1- Mücadele sûresinde :
buyurulmuştur [69] Bu âyet-i Kerime, Kelâm´ın dilde lâfzen olduğu gibi, nefiste, yâni kalbde de lâfzî olmayan bir kelâm halinde bulunduğunu isbat etmektedir.
2- Hz. Ömer, Hz. Ebubekir (r.a.)´e biat olunmadan önce söylemeyi tasarladığı sözler için, «Nefsimde söz tasarlayıp tertib ettim buyurmuştur. Bu«soz de Kelâm-ı Nefsî´yi isbat etmektedir.
3- Sair Ahtal da : «Gerçekte söz kalbdedir. Fakat lisan kalbe (kalbdeki sözlere) delil kılınmıştır.» [70] demek suretiyle gerçekte Kelâmdan maksadın, Kelâm-ı Nefsî olduğunu ifade etmiştir.
Bu misal ve açıklamalardan anlaşıldığı gibi, Arab dilinde kelâm, hem kelâm-ı lâfziye, hem de kelâm-ı nefsiye ıtlak olunur. Hak Teâlâ´nın mütekellim olduğu icmâ-ı ümmet ve Peygamberlerden naklolunan «mütevâtir» haberlerle sabit olduğuna göre, kelâm, hem hadis olan insanda, hem de kadim olan Allahu Teâlâ´da bir sıfattır ve kelâm, hem hadiste, hem de, kadîmde, kelâm-ı lâfzîye ve kelâm-ı nefsîye müştereken ıtlak olunur. Ancak bu kelâmdan murad, lâfız ve kelimeler olursa, mânâsı «Ke!âm-ı icâbetmektir.» Eğer ne-fisdeki mânâ murad olunursa, bu takdirde kelâmın mânâsı, «Ne-fisde bulunan mânâ ile muttasıf olmaktır.»
Yalnız şu husus da bilinmelidir ki, Hak Teâlâ´nın Keîâm-ı Nefsî´si, Zâtullah´a zait olan bir mânâ olup, bu mânânın mahiyeti bilinemez. Çünkü bu ilâhî mânâ, çok derin ve geniş olduğundan, mahdud mânâların kalıplan sayılan elfâz ve kelimelerle ifade edilemez [71]
c) Kelâm Sıfatının Taallûku :
Eş´arîler ve Ehl-i Sünnet âlimleri, Kelâm Sıfatını ve kelâm-ı nefsî´yi böylece isbat ettikten sonra, bu ilâhî sıfatın hadd-i zâtında bir olduğunda ittifak etmişlerse de, kelâmın emir, nehiy, haber ve sair nevilere ayrılması konusunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bu görüşleri şöylece özetlîyebiliriz :
1- Kelâm Sıfatı, ezelde emir, nehiy ve saireye taksim olmamıştır. Ezelde bir olup, taalluku hadistir. Yani Kelâm, müstakbelde emrolunana taallûk edince «emir»; nehyolunana taallûk edince, ona nisbetle «nehiy» olur. Haber, hitap gibi diğer neviler de böyledir. Bu taksim, hakikî ve ezelde vâki olmayıp, itibarîdir. Hadis olan taallûk itibariyledir. Kelâm-ı lâfzî´nin Kelâm-i Nefsî´ye delâleti ise, eserin müessire delâlet etmesi gibi olup, muayyen bir lâfzın muayyen bir mânâya aynen ve harfiyyen delâlet etmesi mânâsında değildir. Yani, kelâm-i lâfzî´nin arkasında, mütekellimin kasdinı teşkil eden ikinci ve sabit bir mânâ vardır ki, o, aslında bir olan ke-lâm-i nefsî´dir. Bu görüş, ilk Eş´arî Kelâmcılanna aittir.
2- Ehl-i Sünnetin ekserisine göre ise Kelâm, taallûk itibariyle, ezelde emir, nehiy gibi nevilere ayrılmıştır. Bu taksim itibarî olduğu için, Kelâm Sıfatında çokluğu gerektirmez. Ancak, bu taal-luk hadis olmayıp, ezelidir.
Bu görüşe yapılan, «Ezelde emrolunan, nehyolunan olmadığına göre, yok olan şeyler hakkında ezelde emir ve nehiy söz konusu olamaz. Böyle bir şey abes hükmündedir. Hak Teâlâ´ya noksanlık verir.» şeklindeki itirazı,
«Ezeldeki emir ve nehiy, gelecek zamanda bulunması takdir olunanlara aittir. Ezelde henüz mevcut olmayanlardan, bu emir ve yasakların ezelde tatbiki istenmiyor. Ezeldeki emir ve yasak, ilm-î ezelî ile, müstakbelde gelecek zamanda vücûd bulacakları bilinen ve vücûtları takdir olunanlara aittir. Müstahbelde olması takdir olunan mükellefe, Yüce Allah´ın ezelde emretmesi veya yasaklaması caizdir. Nitekim bir baba da, henüz mevcut olmayan oğluna,. ilerde var olduğu zaman yapmak üzere muayyen bir emri verebilir. O halde bir emrin verilmesi için emrolunan kişinin gelecek zamanda var olacağını takdir etmek kâfidir.» diye cevaplandırmışlardır.
Bu konuda yapılan çeşitli itirazları ve bu itirazlara verilen cevapların hepsini zikretmiyerek, yukardaki izahatla yetiniyoruz. Ancak burada, Eş´arîlerie, Mâtûrîdîlerin ayrıldıkları bir hususa işaret edeceğiz.
d) Kadim Olan Kelâm-ı Nefsi, Ses ve Etfaz Olmadan Duyulabilir mi, Durulamaz mı
Eş´arîler; «Kelâm-ı Nefsî, ses ve elfâz olmadan duyulabilir. Nitekim Hz. Musa, kadîm olan Kelâmullah´ı duyduğu içindir ki, Peygamberler arasında «Kelîm» sıfatıyla vasıflandırılmıştır.» diyorlar.
Mâtûridîler ise, bu soruya «işitilmek, hadis ve maddî olan şeyler için söz konusudur. Kadîm olan Kelâm-ı Nefsî hadislere mahsus.
olan böyle maddi bir keyfiyetle hakîkî olarak vasıflandırılanlar. Musa (a.s.), Kelâm-ı Nefsî´yi aynen işitmemiş, ancak ona delâlet eden lâfızları işitmiştir. «Kelîm» denilmesi, Kelâmullah´ı, âdetlere muhalif olarak, her cîhetden bir ses halinde işitmesindendir.» diyerek cevap veriyorlar.
Mâtûrîdîlerin bu görüşü, bizce, akla ve ilmi esaslara daha uygundur. Çünkü Allahu Teâlâ ve kadîm olan sıfatları, maddeden ve mevcudata benzemekten münezzehtir. Zâtı ve Sıfatları, ancak hususî şartlarda ve onunla mütenâsib bir halde, meselâ âhiretde görülebilir. Bu husus, «Rü´yetullah» bahsinde daha çok anlaşılacaktır.
Kelâm Sıfatı ve Kelâmullah konusundaki Eh-li Sünnet ulemâsının görüşlerini çeşitli yönlerden inceledikten sonra, Mû´tezile mezhebinin bu konudaki görüşüne genel olarak ve kısaca temas edeceğiz. 3- Mû´tezüe´ye Göre Kelâm ve Kelâmullah :
Mû´tezile mezhebinin şöhret bulan görüşü şöylece özetlenebilir :
a) Allahu Teâlâ, mütekellimdir. Mütekellim olduğu Kur´an´la sabittir. Fakat Hak Teâlâ´nm Zâtı ile kaaim olan «Kelâm» adlı kadîm bir sıfat yoktur. Çünkü :
Zât-ı İlâhî ile kaaim olan ve ondan ayrı kadîm her hangi bir sıfatı olsaydı, kadimlerin taaddüdü, yani birden çok olması gerekirdi. Bu ise bâtıldır.
Allah´ın vücûdî sıfatları hakkındaki Mû´tezile´nin görüşü «Sı-fât-ı Sübûtiyye» bahsinde izah edilmiştir. Aynı gerekçe üe Kelâm Sıfatını da kadîm bir sıfat olarak kabul etmiyorlar.
b) Kur´an, KelâmuHah´dır. Fakat Kelâmullah Zât-ı İlâhî ite kaaim bir şey olmayıp, O´nun yarattığı bir mahluktur. Çünkü : Kur´atı, harfler ve lâfızlardan mürekkeptir. Harfler ve lâfızlar ise, birbirini takib eder. Konuşurken konuşulanlar biter, diğeri başlar ve her biri mahdud ve belirli mânâlara delâlet eder. O halde mahdud olan bu huruf ve elfaz hadistir. Hadis ola» elfaadan mü-rekkeb olan Kelâmullah, yani (Kur´an) da hadîstir. Ve her hadis
gibi mahlûktur [72] âyetindeki tekellümden maksad, Allah´ın, kelâmını halk etmesi demektir. Zira tekellümün hakikati, kelâm-ı lâfzî´nin havada icad edilmesidir. Mütekel-lim ise elfazdan ibaret olan kelâmı havada icad edendir. Böyle hadis bir şey, "kadîm bir sıfat olarak Zât-ı Bârî ile kaaim olamaz. O halde Kelâm, yalnız huruf ve elfâza ıtlak olunur. Yâni Kelâm, yalnız lâfızda hakikattir. «Kelâm-ı Nefsî» diye anılan Zâtullah ile kaaim ve kadim bir «Kelâm-ı Zâtî-i îlâhî» yoktur. Diyorlar.îşte Kelâm-ı Nefsîyi ve Kelâm Sıfatım inkâr eden ve Kur´an´a mahlûktur diyen bu sathî görüş, Ehl-i Sünnet ile Mû´tezile arasında çetin münakaşa, hattâ mücadelelere sebebiyet vermiştir.
Mû´tezile´nin bu, dil kurallarına da uymayan görüşü, Ehl-i Sünnet âlimleri tarafından yukarıda izah edilen şeküde cevaplandırılarak çürütülmüştür. [73]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Bak Şerİı-i Mevâkıf, c. I, s. 258, İstanbul 1311
[2] Bak: Abdurrahman El - Cezerî : Tavzihu´l Akâid. s. 46, Kahire 1945
[3] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 269-270.
[4] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 271-272.
[5] Hadid, 3.
[6] Rahman, 27
[7] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları:272-273.
[8] Şûra, 11
[9] BuhususT^ ve Baka sıfatlarında izah edilmiştir
[10] Fetih, 10
[11] Rahman, 27
[12] Tâhâ, 5
[13] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 273-276.
[14] Fâtır, 15
[15] Ankebut, 8.
[16] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 276-277.
[17] Ihlâs. 1
[18] Fatır, 3.
[19] Mü´minûn, 91
[20] Enbiyâ, 22
[21] Şerhu´I - Akâidi´n - Neseffiyye s. 218-222
[22] Bir dava´mn nakizini iptal etmek suretiyle, o davamn ashn. .bat etme lüne .Delil-i Hulf» denir. Tavdü.a´l - Akaıd. s. 73-75
[23] Bkz.: a.g., eserler, s. 77, s. 222
[24] Tavzihü´l - Akâid, s. 82.
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 278-288.
[25] Lokman, 13
[26] Nisa, 48
[27] Bakara, 29-30
[28] Bak: En´âm, 71. 136-138, 139; İbrahim, 30; Ankebut, 25; Araf. 191, 132. 195, 197; Hacc, 12. 13. 73; Meryem, 81: Furkan, 3: Sebe´, 21; Fatır, 13. 14, 40; İsrâ, 56.
[29] Tevbe, 31
[30] Âl-i İmrân, 64
[31] Furkân, 43
[32] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 289-291.
[33] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 292-293.
[34] Bunun içindir ki; yani, «Herhangi bir şeyin mahiyetini (künhünü) idrakten âciz kaldığını kavramak, bir nevi idraktir.» denmiştir.
[35] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 293-295.
[36] Bkz.: Şerhu´l - Akâid. s. 253-265
[37] Nisa, 166
[38] Hûd, 14
[39] Zâriyât. 58T
[40] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 295-297.
[41] Delillerin münakaşası ve fazla bilgi için bak.: Şerhi Makâsid. c. II, s. 45: Şerh-i Mevâkıf, c. m. s. 37 - 44; Şertıu´l - Akâidi´n Nesefiyye, s. 258 - 275, Tav zihu"l - Akâid, s. 475
[42] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 297-298.
[43] Âl-i İmrân, 2
[44] Furkan, 58
[45] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 299-300.
[46] Fazla bilgi için bak : Şerh-i Mevâkif. c. III, s. 53-66; Tavdihü´l - Akâid
[47] Enfâl, 175
[48] Mü´minûn, 17
[49] Mülk. 14
[50] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 300-302.
[51] Vaktin sonsuzluğundan maksat, devamlı ve uzun olmasıdır
[52] Âl-i îmrân, 47
[53] Bkz Gazali Elikdisad
[54] Fazla bilgi için bkzşerrül mevakıf haşiyelerihÜ´l - Makâsid, c. III.
[55] ) İnsan (Dehr). 30
[56] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 303-307.
[57] Nûr, 45; Âl-i îmran. 26; Akkâf, 33; En´âm. 11; Rûm
[58] Yasin, 82
[59] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 308-312.
[60] Hare. 75. Nisa. 58
[61] Tavzihul - Akâid, s. 87 - 88.
[62] Fazla bilgi için bak : Şerh i Mevâkıf. c. III, s. ti - rt-
[63] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 312-313.
[64] Rurûc, 21 - 22.
[65] Bkz : Şerhi Makâstd, c. II, s. 76
[66] Tekvîr, 19.
[67] Nisa, 164 -Allah Musa´ya hitab ederek konuştu.»
[68] En´âm, 115 «Rabbinin sözü doğruluk ve adaletle tamamlandı.»
[69] Mücadele 8.
[70] Bak : Tavdihu l - Akâiü, s. 90.
[71] ) Kelâm sıfatının, hatt-ı zâtında bir mevcudiyeti vard.r ki buna «Vttcûd-ı Zâti» denir. Bu mânâyı, kuvvetli idrak sahipleri sezebilirler. Bu mânânın idrâki ânında, idrak edenin nefsinde hâsıl olan bir suret vardır ki. buna .Vücnö-v Zihni» denir. Eğer insan nefiste hâsü olan bu mânâyı vasfetmek isterse onu. muayyen eîfâz ve kelimelerle ifade eder ki buna, «İbarede Vöcûd» denir, gayet bu ibareyi yazmak ister ve yazarsa buna da. -Kitabede Vöcûd. denir. Bu dört nevi vücût her şeyde mevcuttur. Ve bu taksim her şeye tatbik edilebilir. Meselâ, ateşin his ve tecrübe ile sabit olan hakîki «Vücûd-ı Zâtî> si, akılda mânâsı tasavvur olununca «Vücûd-i Zihnî» si. bu mânâ lisan ile telâffuz olununca «İbarede vücûdu», yazılınca da «Kitabede vücûdu» vardır. Bu izahat, zât ile kaaim olan Kelâm Sıfatının, okunan ve yazılan elfâz ve kelimelerden ibaret olmadığına delâlet eder
[72] Nİsâ, 164
[73] Bkz : «Sıfât-i Subûüyye» bahsi, s. 295 298
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 314-324.
Rızık Meselesi
A) Rızık Kelimesinin Lügat Mânâsı
B) Bu Konudaki Mezhepler
Her canlının yaşamasını temin eden rızkını Hak Teâlâ´nm verdiğini isbat etmek aklî delillerle olmayıp, naklî (yani dînî) delillerledir. Bu bakımdan rızık mes´elesinin «Sem´iyyât» adı verilen kısımda incelenmesi belki daha uygun .olurdu. Fakat her canlının rızkı, Allahu Teâlâ´nm ilm-i ezelîsine, takdir ve iradesine uygun olarak verildiğinden, rızık, Hak Teâlâ´nm ilim ve irade sıfatları ile ilgili olup «Tekvin» sıfatının bir tecellîsidir. Zira Allah (c.c), «Rezzâk-ı âlem» dir. Bu bakımdan rızık, Hak Teâîâ´nm sıfat-ı fiiliyyesine, yani «Tekvin» sıfatma râcidir. işte bu ve aşağıda zikredeceğimiz sebeblerle, rızık mes´elesini, «Allah´ın Fiilleri» bahsinde incelemeyi daha uygun bulduk.[1]
A) Rızık Kelimesinin Lügat Mânâsı :
«Rızk» kelimesi masdardır. Dilcilere göre mânâsı «Faydalanılan şey» demektir. «Verilen şey» «El -Ata» mânâsına da gelir. Çoğulu «erzak» tır.
Istılah mânâsı üzerinde Ehl-i Sünnet âlimleri ile Mu´teziîe arasında görüş ayrılığı vardır. Bu farklı görüşler şu üç noktada görüş birliğine varıldıktan sonra ortaya çıkmıştır. İttifak olunan üç husus şudur
1- Rızık, herhangi bir kula, veya yenip içilecek malın sahibine değil, yalmz Allahu Teâlâ´ya isnad ve izafe edilir.
2- Allah´dan başka rızık verici yoktur. Yani Hak Teâlâ, «Rezzâk-ı Âlemdir.»
3- Haram olan şeyi yiyip içen veya ondan faydalanan kimseler, kötülenmeye ve cezaya müstahak olurlar. [2]
B) Bu Konudaki Mezhepler :
Ehl-i Sünnet ve Mu´tezüe yukarda belirttiğimiz üç hususta ittifak ettikten sonra, «Hak Teâlâ´ya istinad eden bir şey kabili (kötü olur mu, olmaz mı » sorusuna cevap vermekte ihtilâfa düşmüşlerdir.
Mu´tezüe kelâmcıları bu soruya «hayır» diye cevap vermişlerdir. Çünkü onlara göre, «Allah, kötü olan şeyleri yapmaz ve onu istemez. Bu gibi şeyleri yapan bizzat kuldur. Yani kötü işler, Allah´ın irade ve kudretinin değil, kulun irade ve kudretinin eseridir. Bu bakımdan haram rızık değildir. Aksi halde, kötü olan haram Allah´a isnad edilir ve kul haram yemekten sorumlu olmazdı» diyorlar.
Ehl-i Sünnet ulemâsı ise yukarıdaki soruyu, «Evet» diye cevaplandırmışlardır. Çünkü Ehl-i Sünnet´e göre haram kötü ise de, herşeyin yaratıcısı Hak- Teâlâ olduğundan, haram da Yüce Allah´ın iradesi ve yaratmalıyladır. Yani haram olan şeylerin yaratılması da Allah´ın Fiillerindendir. Haramın kötü olması ise, kulun onu yersiz olarak ihtiyar ve iktisab etm esindendir. Çünkü bir şey, zâtına ve Allah´a nisbetle kötü veya iyi diye vasfedilemez. O halde kul, yenip içilmesi yasak edilen bir haramı, kendi irade ve ihtiyariyle kesbedip kazandığı İQin ondan sorumludur, diyorlar.
Bu sözlerden anlaşılacağı veçhile rızık mes´elesindeki ihtilâf, yalnız haramın rızık olup olmadığı hususunda toplanmaktadır. Bu ihtilâf ise; daha önceki bahislerde izah ettiğimiz «Halk-ı Ef*âl-i Ibâd» ve Allahu Teâlâ´nm şer ve kabih olan şeyleri irade edip etmemesi mes´elesindeki ihtilâftan doğmaktadır. Bu bakımdan rızık mes´elesi, bu iki ana mes´eleden doğan, fer´î bir inanç konusudur.
Şimdi, Ehl-i Sünnet ve Mu´tezile´nin bu konudaki görüşlerini ve rızkın her iki mezhebe göre tariflerini beyan edelim :
Ehl-i Sünnete Göre :
1- Haram olan bir şey, onu kesbedip kazanan kul için rızıktır.
2- Yegâne Râzık Hak Teâlâ´dır. O halde rızık blan haram da, yaratılma bakımından Allah´a isnad ve izafe edilir.
3- Haram da rızık ise de, Hak Teâlâ´nm, haram olan rızkı kulun kesbetmesine rızası yoktur.
4- Herkes kendi rızkını yer. Bir kimse başkasının rızkını yiyemiyeceği gibi, başka biri de onun rızkını yiyemez.
Yukardaki esasları tesbit eden Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğu rızkı şöyle tarif etmişlerdir :
«Eızık, Hak Teâla´nın, hayat sahihlerine, yiyip içmek üzere sevkederek kendilerine verdiği her şeydir.»
Bu tarif, insan veya hayvan her nevi canlıların, haram veya helâl her türlü nzıklarını, yiyecek ve içeceğin her çeşidini şumulu içine alır.
Bu tarife göre, helâl olan şeyler gibi, haram olan şeyler de rı-zıktır ve onu da canlılara sevkedip veren Hak Teâlâ´dır.
Sonra, her şahıs kendi rızkım yer, bir.şahsın rızkını başka bir şahıs yiyemez [3] «Yerde yürüyen (yer yüzünde yaşayan) bütün canlıların rızkını vermek Allah´a mahsustur.» mealindeki âyet-i kerîme de bu tarifi kuvvetlendirmektedir. Rızık hükmünde olmayan emânet eşya da, tarifin şumülü dışında kalmıştır.
Fakat! «Kendilerine verdiğimiz nzıktan (başkalarına) sarfe-derler»[4] kerîmesine göre, yiyip içilmeyerek başkalarma sarfediİen şeyler de rızıktır. Bu gibi şeyler rızık olduğu halde tarifin dışında kalmıştır.
Bu itiraza şöyle cevap verilmiştir :
Başkalarına inf ak olunan şeylere rızık tesmiye edilmesi mecazdır. Çünkü bir şeyin başkasına verilmesi, o şeyin rızık olmasına se-bfebdir. Bu bakımdan rızka sebeb olan şeye de rızık ismi verilmiştir.
Bazı Eş´ariler ise rızkı :
«Hak Teâlâ´nm hayat sahihlerine, yiyip içerek, gıdalanmak, veya başka türlü faydalanmak üzere sevkederek, onlara verdiği şeylerdir.» şeklinde tarif etmişlerdir.
Bu tarif, birinci tariften daha geneldir. Çünkü, yiyecek içecekten başka, kendisinden faydalanılan şeyler de rızık oluyor. Bu tarifi, yukarıda zikredilen her iki âyet de teyid etmektedir. Zira başkalarına sarfedilen şeyler, verene sevab, alana fayda verdiğinden, biri veya her ikisi için de rızık sayılabilir.
Fakat, emanet eşya da rızkın tarifi içine giriyor. Çünkü emâneti alan şahıs, o eşyadan faydalanabilir. Halbuki Örfe göre emânet eşya rızık sayılmaz. Sonra, bu tarife göre, bir kimse, diğer bit kimsenin rızkını yiyebilir.
Ancak bu iki husus, ikinci tarifin değerini düşürecek mahiyette görülmemiştir. Her iki tarif de, maksadı ifadeye kâfi ve yeterlidir.
Mu´tezile´ye Göre İse :
Yukarıda belirttiğimiz sebebden, haram, rızık değildir. Allah´a isnad edilemez. Bu esasa göre rızkı bazıları «Rızık : Sahibinin yediği bir mülktür.»
Diğer bir kısmı da :
«Faydalanmaktan men olunmayan şeydir» şeklinde tarif etmiş-lerdir.
Her iki tarife göre de, rızık, Hak Teâlâ´nm, üzerinde tasarruf etme, yani kullanma izni verdiği şeylerdir. Bu tarife göre rızık, yalnız şer´an helâl olan şeyler olup, haram sayılan şeyler rızık değildir. Çünkü haram olan eşya üzerinde tasarruf hakkı yoktur. Onun kazanılması da yasaklanmıştır. Bu esasa göre meselâ domuz eti yiyen veya şarap içen bir şahıs merzuk (rlzıklanmış) sayılmaz.
Mu´tezile´nin bu iki tarifine de aşağıdaki itirazlar yapılmaktadır :
1- Hayvanlar yiyip içtikleri rızıklarına mâlik olmadıklarına
veya haramdan men olunmaları söz konusu olmadığına göre, her iki tarif de, hayvanların rızkına şâmil değildir. Yani yalnız, insanlar rızık sahibidir. Halbuki :
Âyet-i kerîmesi, yeryüzünde yaşayan her nevi canlıların rızkı olduğunu ve bütün canlıların rızkını Hak Teâlâ´nın verdiğini açıkça ifade etmektedir. O halde, yukarıda zikredilen tarifler bu âyet-i kerîmeye aykırıdır.
2- Her iki tarife göre, bütün ömrü boyunca haram, yiyip içen bir kimse merzûk (yani rıziklanmış) sayılmaz. Çünkü Mu´tezile´ye göre rızık, üzerinde ger´an tasarruf hakkı bulunan veya kazanılması şer´an yasaklanmayan eşya, yani helâl olan şeylerdir. Halbuki yeryüzünde bulunan her canlının merzûk olduğu, «... Ve ma min dâb-betin...» âyet-i kerîmesinden gayet açık olarak anlaşılmaktadır.
Buraya kadar verdiğimiz bilgilerden, Ehl-i Sünnet görüşünün daha kuvvetli ve âyetlere uygun olduğu açıkça anlaşılmaktadır [5]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 370.
[2] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 370.
[3] ) Hûd : 6.
[4] Bakara : 3.
[5] Bak : Şerh-i Mevâkıf C. III, s. 137-138; Şerh-i Makâsıd C. III, s. 119-120; Kitab-ül - İrşâd, s. 364 - 366 İmam-ül Haremeyn el Cüveyni, Tahkik; Prof. M. Yusuf Musa. Kahire 1950; Prof. Salih Musa Şeref : Fakülte Notlan, s. 21-24-28. Kahire 1952; Şerh´ul-Akâid en-Nesefiyye s. 383085.
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 371-374. - See more at: http://haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=4706&BID=54#sthash.FpeyxAnj.dpuf
Ecel ve Öldürülenin Eceli Meselesi
A) Ecel Kelimesinin Lügat Ve Istılah Mânâları
B) Maktul Eceliyle mi Ölür
A) Ecel Kelimesinin Lügat Ve Istılah Mânâları
Ecel kelimesi masdardır. Dilcilere göre mânâsı, mutlak vakit, bir şeyin bütün müddeti veya bir şeyin müddetinin sonu demektir. Daha sonra ecel kelimesi, «Ömrün sonu» mânâsına kullanılmış ve bu mânâ meşhur olmuştur.
O halde ecel, hayatın son bulması ve ölümün gelmesidir. Yani ecel, ölüm için muayyen ve mukadder olan (belirlenen ve takdir olunan) vakit demektir. Çoğulu âcâl gelir.
Her ferdin ve her milletin muayyen bir eceli, yâni hayâtının sonu vardır. Bu ecel her şahıs için bir tanedir. Ecel, Allah´ın Kaza ve Kaderiyle olup, asla değişmez. Her hayat sahibinin eceli, ezelde takdir olunan ve belirlenen vaktinden ne Önce gelebilir, ne de o vakitten sonraya kalabilir. [1]
O halde her fert ve her cemaatin hayatı muayyen olup, eceli geldiği zaman hayatı mutlaka son bulacaktır. Her canlının hayat bulması, Hak Teâlâ´nın halk ve takdiriyle olduğu gibi, hayatının nihayete ermesi de, Cenab-ı Hakk´m takdiriyledir. Çünkü Allah, muhyî ve mümittir. Hayat ve ölüm, Hak Teâlâ´mn «Tekvin» sıfatının tecellileridir. Yani canlılara hayat vermek de, hayatını sona erdirmek de Allahu Teâlâ´nın Fiillerindendir.
Fakat, acaba maktul de eceliyle mi ölür
Bu konuda Ehl-i Sünnet ve Mû´tezüe ulaması ayrı ayrı görüşere sahiptirler. Bu ihtilâf, «ETâM ibâd» ve «Mütevellidât» bahis-lerindeki görüş ayrılıklarından doğmuştur.
Bilindiği üzere Ehl-i Sünnet; «Kulun kendi iradesiyle yaptığı işlerin halikı Allah´dır. Kul ise kâsibdir» der.
Mû´tezile ise; «Kul kendi iradesiyle yaptığı işlerin halikı oldu-ı gibi mütevellidât denen, o işlere terettüp eden şeylerin de halikıdır» derler. Yani Mû´tezile´ye göre; meselâ katletmek fiilinin hakkı kuldur. Çünkü kulun kendi ihtiyarıyla yaptığı işler, ya dövmek, kırmak, katletmek gibi doğrudan doğruya ve vasıtasız olarak kendinden sâdır (yani vasıtasız) olur. Veya dövülmek, kırılmak ve öldürülmek gibi, «gayr-ı mübaşir» olarak, başkaları üzerinde vâki olur. Her iki fiilin de halikı Mû´tezile´ye göre kul, Ehl-i Sünnet´e göre Yüce Allah´dır.
Bu izahattan anlaşılacağı veçhile «Maktul eceli üe mi ölür» mes´elesi, «Halk-ı Ef´âl-i îbâd» bahsinden doğduğundan, «Allah´ın ETiilleri» bölümünde ele almayı uygun bulduk.[2]
B) Maktul Eceliyle Mi Ölür
Ef´âl-i ibâd ve mütevellidât bahislerindeki ihtilâfın tabiî bir neticesi olarak, bu konuda da Ehl-i Sünnet üe Mû´tezile ihtilâf etmişlerdir.
Şimdi, her iki mezhebin görüşlerini özetliyerek, delillerini zikredelim :
1- Ehl-i Sünnet´e Göre :
Maktul, yani katledilerek öldürülen şahıs, eceliyle ölür. Katilin tatletmesi ile değil. Çünkü ezelde tâyin ve tesbit edilen ecel, tak-dir-i ilâhî olarak değişmez. Şayet maktul farzedilen kişi katlolun-mazsa, tabiî olarak o vakit ölmesi de, ölmemesi de caizdir. Katledilmekle maktulün eceli anlaşılmış olur. Fakat katledilmediğini farze-dersek, onun eceli ne vakittir, kesin olarak, bilinemez. Bu bakımdan, o şahsın eceli hakkında verilecek hüküm, yaşıyan diğer şahıslar hakkında verüecek hükmün aynıdır.
Ehl-i Sünnet´e göre ecel; hayâtın tereddütsüz ve kesin olarak son bulduğu zamandır [3]
Yâni ecel :
«Her hayat sahibinin hayatının kesin olarak son bulması için Hak Teâlâ´nm ezelde takdir buyurmuş olduğu muayyen bir zamandır.»
Kulun katletme fiüinden hemen sonra ölümün halk edilmesi, değişmeyen bir Sünnet-i üâhîyyedir. Yoksa kaatil bu füli ile, katledip öldürdüğü şahsın ömrünü kısaltarak, tabiî olan ecelini kısaltmış ve onu öne almış değildir. Zira Hak Teâlâ ilm-i ezelîsinde, o vakit gelince, o fülin vâki olacağını biliyordu; o şahsın ecelini de ona göre ayarlayıp ezelde takdir ve tesbit etti. Kaatil, maktulün ecelini öne almadığına göre, cezaya müstahak oluşu bu bakımdan değü, «adam öldürmeyin» şeklindeki emr-i ilâhî´ye uymayarak, dînin yasak ettiği kötü bir fiili kendi irade ve ihtiyarıyla kesbetmiş olması sebebiyledir.
Ehl-i Sünnet bu görüşlerini isbat için, şöyle bir delil ve mantıkî kıyas tanzim etmişler ve delillerini aşağıdaki âyet-i kerîme üe teyid etmişlerdir :
Söz konusu delil şöyledir :
«Hak Teâlâ, her kulun eceli olduğunu, bu ecelin takdim ve te´-hir edilmeden yani Öne alınmadan veya geriye bırakılmadan zamanı gelince mutlaka tahakkuk edeceğini kesin olarak bildirmiştir.
Herkes, Hak Teâlâ´nm bu şekilde takdir ve tâyin edeceği eceliyle ölür.
O halde maktul de eceli ile ölür.»
Delüe muhtaç olan birinci kaziyyeyi şu âyetle isbat ederler :[4]
«Allah hiçbir kimseyi, eceli gelince asla geri bırakmaz.»[5]
«... Her milletin (hayatını sona erdiren) bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman artık bir saat sona da kalamazlar, öne de geçemezler.»
Bu âyet-i kerîme ise, her ferdin olduğu gibi, her milletin de ecelinin bir olduğunu, bu ecelin gelince geri kalmıyacağı gibi, daha önce de gelmiyeceğihi, binâenaleyh ölümün tam zamanında mutlaka vuku bulacağını açık olarak bildirmektedir.
Her iki âyetten de aynı mânâ anlaşıldığına, her insan ve her milletin eceli bir olduğuna göre, maktul (katlolunan şahıs) da eceliyle ölür.
«Sadaka ömrü arttırır» gibi hadîsler ise; insanları güzel ve hayırlı işler yapmağa rağbet ve teşvik için buyurulnıuş, veya bu gibi şahıslar ezelde Hak Teâlâ´ya malûm olduğundan, onların ömürlerini daha ziyâde takdir buyurmuştur. Yoksa evvelce takdir olunan ömürleri, daha sonra ibâdetleri yüzünden değiştirilerek arttırılır, mânâsına değildir.
Bazı âlimlere göre, ömrün artmasından maksat, eîem ve kederden uzak olarak huzur ve saadet içinde yaşamaktan ibarettir. Zira böyle bir hayat ömre bereket verir.
2- Mû´tezile´nin Ekserisine Göre îse :
Maktul eceliyle Ölmez, kaatilin fiili sebebiyle Ölür. Zira Hak Teâ-lâ kaatile; maktulün ecelini kesme kudreti vermiştir. Eğer katledilerek ölmezse, Allah´ın ona takdir ettiği eceli gelinceye kadar mutlaka yaşar. İşte bu bakımdan, yani kaatil maktulün ecelini keserek tabiî ömrünü azalttığı için azaba müstehaktır, diyorlar.
Bu görüşlerini te´yid için de şu delilleri zikrederler :
a) Bazı ibâdet ve tâatın ömrü artırdığına dâir bir çok hadîsler vardır, ömür, artmayı kabul ettiğine göre azalabilir de.. O halde kaatil maktulün ömrünü azaltabilir, ve maktul eceliyle ölmez.
Cevabı : Bu hadislerdeki ömrün artmasından maksat, «Sadaka ömrü arttırır» hadisinde beyan ettiğimiz hususlardır. Esasen bu hadisler had is-i âhâddır. Kat´iyyet ifâde eden âyetlerin hükmünü kaldıramaz.
b) Eğer maktul eceliyle Ölmüş olsaydı, kaatil bu fiilinden dolayı kötülenmeye, kısas ve azaba müstahak olmazdı.
Fakat kısas ve azaba müstahak olmaması icmâ´ ile bâtıldır. O halde, maktul eceliyle değü, kaatilin fiili ile ölür.
Mû´tezile kelâmcıları yukarıda belirttiğimiz iddialarını böyle «istisnaî» bir kıyas yoluyla isbata çalısmışlarsa dâ, Ehl-i Sünnet bilginleri şu şekilde cevap vermişlerdir :
Maktulün eceliyle Ölmesi, kaatilin dünya ve âhirette azaba müstahak olmamasını gerektirmez. Zira kaatilin kısas ve azaba müstahak olması, maktulün ecelini kesip kesmemesi bakımından değil, işlenmesi dînen yasak ve işlendiği takdirde Sünnet-i îlâhîyyenin bir îcabı olarak Ölüm hâdisesinin vukua geleceği kötü bir fiili, kendi irade ve ihtiyariyle yapmasından ve şeriatın emrine muhalif hareket etmesindendir. Zira kul, kendi irâde ve ihtiyariyle sebepleri hazırlamış, şeriate muhalefet etmeyi göze almış ve maktulü, Hak Teâlâ´-nın onun hakkında takdir ettiği ecelini bilmeden, ölmesine sebebiy-yet veren fiili işlemiştir. Maktul eceliyle ölmüştür ama, kaatil de elbet bu kötü fiilinin ve dîne aykırı hareketin cezasını çekecektir.
Yukarıdaki açıklamalardan ve Mû´tezile´ye verilen cevaptan da anlaşılacağı gibi Ehl-i Sünnet´in görüşü daha kuvvetli ve kabule şayandır.
Mû´tezile ulemâsından bazılarının, Ebu Huzeyl´in ve Kâ´bî´nin bu konuda başka görüşleri varsa da, bunlar zayıf ve kifayetsiz olduğundan zikre şayan görülmemiştir [6]
Yalnız maddeye inanan ve her şeyi maddî ölçüçlerle izah eden bazı filozoflar, her canlının, iki türlü eceli olduğunu söylerler :
Birincisi : «Tabiî ecel» dir ki, canlı varlığın cismindeki hararet ve rutubetin nihayete ermesiyle meydana gelir. Bu ölüm, fıtrî ve ga-rizî olan hararetin sönmesi ve rutubetin zevâliyle, hiçbir haricî varlığın tesir ve müdahalesi olmadan meydana gelir. Bu tabiî ölüm, tıp-ki gazı biten bir lâmbanın sönmesi gibidir.
İkincisi ise : «İhtiramı» denilen eceldir ki bu, hastalık, haricî bir tesir veya kaza sonunda vaktinden önce meydana gelen ölümlerdir. Tabiî olmayan bu türlü ölümler, lâmbanın gazı. olduğu halde, haricî bir sebeble sönmesine benzetilebilir, demektedirler.
Hayvan ve insan gibi canlı varlıkları, et, kemik, rutubet ve hararetten ibaret sanan, ruhu ve her şeyi yaratan Yüce Allah´ın varlığını inkâra sapan bu gibi sözde filozoflara, Allah´ın varlığını isbat bahsinde gereken cevap verilmiştir Sonra, ayni imkân ve şartlara sahib olan insanların bazılarının kısa, bazılarının orta, diğer bir kısmının da (Nuh A.S. gibi) uzun ömürlü olmalarını, bu gibiler nasıl izah ederler [7]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Yûnus : 49; Münafikûn : 63
[2] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 375-376.
[3] ..
[4] Münafikûn : 11
[5] Yûnus : ,49
[6] Bak : Şerh-i Mevakıf : c. m, s. 124 - 125; Şerh-i Makâsıd : c. II. s. 118 - 119: Tavhidü´l - Akâid : s. 125 -126; Fakülte Notlan (Musa Salih Şeref), s. 12-21: Serh´ul-Akâid en-Nesefiyye : s. 379-383; Tenkıhu´l-Kelâm... s. 261-256.
[7] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 376-380. - See more at: http://haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=4707&BID=54#sthash.4NQBdpVR.dpuf
Hüsün ve Kubuh
A) Hüsün Ve Kubuh´un Lügat Ve Istılah Manaları
B) Bu Konudaki Mezhepler
A) Hüsün Ve Kubuh´un Lügat Ve Istılah Manaları :
1- Dilcilere göre hüsün : Güzellik, Kubuh da : Çirkinlik manasınadır. Fakat Ehl-i Sünnet Kelâmcıları nazarında Hüsün ve Ku-buh´un meşhur olan ıstılah mânâları :
Hak Teâlâ´nın emrettiği ve yasakladığı şeyler, veya işlerdir. Yani dînen emrolunan her şey güzel, nehyolunanlar da çirkindir.
Hüsün ve Kubuh´a verilen bu ıstılahı mânâlar, Allahu Teâlâ hakkında söz konusu olamaz. Yani Cenab-ı Hak, ne emrolunan mânâsında olan hüsün ile, ne de nehyolunan mânâsına geren vasfolunabilir. Buna rağmen, «Hüsün ve Kubuh» bahsrajft Fiilleri» ile İlgili konular arasında zikredilmesi, Hüsün ve Kubuhu da Hak Teâlâ´nın yaratması, dolayısiyle bunların da O´nun fiillerinin eserlerinden olması bakımındandır.[1]
. Bu konunun, esas konumuz olan «Allah´ın Fiilleri» bahsi ile ilgisini böylece belirttikten sonra, bu iki kelimenin ıstılah mânâlarını ve hangi´ mânâlarında ittifak, hangilerinde ihtilâf edildiğini beyan edeceğiz.
2- Hüsün ve Kubüh´un Istılah Mânâları :
Kelâm âlimieri Hüsün ve Kubuh´a, çeşitli olan mevzu ve mahir yetleri bakımından aşağıdaki mânâları, vermektedirler :
a) Hüsün : Bir şeyin kemâl sıfatı olması,
Kubuh da : Bîr şeyin noksan sıfatı olmasıdır.
Meselâ : «İlim hüsündür, güzeldir» denir. Yani ilimle ımıtta-sıf olan kimse kemâl ve yücelik sahibidir. O şahsa ilim kemâl, yani olgunluk verir demektir. «Cahillik çirkindir» deriz. Zira cehalet, yani bilgisizlik, onunla muttasıf olan kişiye noksanlık verir.
Hüsünün bir kemâl sıfatı, kubhun bir noksan sıfat olduğunda ve >u mânâların, ilgili sıfatlarda bizatihi mevcut ve sabit bulunduğunda, dolayısiyle bu mânâların akıl ve idrak edildiğinde ittifak yardır.
b) Hüsün : Maksada mülayim, yani uygun olan,
Kubuh da : Maksada muhalif, yani gayeye aykırı olan demektir.
O halde maksada uygun olan şeyler güzeldir. Adalet gibi..-. Maksada aykırı olanlar da çirkindir. Zulüm gibi... Bu mânâdaki hüsün -ve kubuha, «Maslahat ve Mefsedet» de denir. Yani hüsün; kendisinde maslahat ve menfaat olan, kubuh da; kendisinde mefsedet, yani fesat ve zarar olan demektir. Ancak maslahat ve menfaat îti-bârî olup, şahsa göre değişir. Meselâ bir, kimsenin Öldürülmesi, düşmanlarına nazaran maslahat, aile efradına nazaran mefsedettir.
Bu ihtilâf, «Hüsün ve Kubuh»a verilen mânâların, zâti ve hakikî olmayıp, izafî ve îtib&rî olduğuna delâlet eder. Aksi halde böyle bir ihtilâf olmazdı.
Hüsün ve kubuhun bu mânâlarının da aklî olduğunda, yani kılla idrak edildiğinde ittifak vardır.
c) Hüsün : Dünyada medhe, âhirette sevaba vesile olan,
Kubuh da : Dünyada zemine, âhirette ikâba sebebiyet verendir.
Bunlar dışında kalan şeyler ise ne güfeel, ne de çirkindir.
O halde dünyada medhe, âhirette sevaba vesile olan ibâdetler üzel, dünyada zemme ve tenkide, âhirette de ceza ve ikâba sebebiyet veren küfür, fısk ve isyan gibi mâsiyet ve günahlar çirkin (İcabih) dir.
Hüsün ve kubuh´a verilen bu mânâlar, kulların fiillerine naza-randır. Allah´ın Fiillerine nazaran sevap ve ikâb söz konusu olmadığından medhetmek ve zemmetmekle yetinilmiştir. [2]
B) Bu Konudaki Mezhepler
Kelâmcılar hüsün ve kubuhun işte bu üçüncü mânâsında ihtilâfa düşmüşlerdir,
Ehl-i Sünnet ulemâsı hüsün ve kubuh´un bu mânâlarda şer´î, Mû´tezile ise aklî olduğunu iddia etmişlerdir [3]
Bu mezheplerin görüşlerini şöyle özetleyebüiriz :
1- Eş´ariyye Mezhebi :
«Şer´an emrolunan şeyler güzeldir. Hüsün, emrin mûcebidir. Yani emir, emrolunan şeylerin hüsnünü (güzel olmasını) îcâbettirir. Vâcib ve mendub olan" şeyler ile, Hak l´eâlâ´nın fiilleri gibi... Birçoklarına göre mubah olan şeyler de, hasen cinsindendir. Şer´an nehyolunan da (tahrimen veya tenzîhen olsun) kabih´tir, çirkindir. Dînen haram olunan şeyler gibi... Zira bütün fiiller, fiil olması bakımından birbirine müsavidir. Yani hiçbirinin zâtında failini medh ve sevaba veya zem ve ikâba müstahak kılacak bir şey yoktur. Emrolunan şeyler ancak, Şâri-i Hakim tarafından emroluııduğu için güzel olmuş, onu işleyen, medih ve sevaba lâyık görülmüştür. Nehy olunanlar da aynı sebepten çirkin görülerek, sahibi cezaya müstahak olmuştur. Emrolunan şeylerin güzel olması, yasaklananların da çirkin olması, zâtında meknuz olan gizli bir sebebden değildir.
Bu sebeble akıl, bu gibi şeylerin güzel veya çirkin olduğuna hükmedemez. Zira şeriatın beyanından önce akıl, hiçbir fiilin hüsnünü veya kubhunu bilemez [4] Bu hükmü, beyan ve ispat eden şer´i şerif´dir. Akıl ise; ancak, Şâri-i İlâhî´nin bu hususdaki hükmünü idrake, bunlardaki ilâhî hikmeti beyana vasıta, nakledenin doğruluğunu ispata âlettir. Faraza şeriat, bildirdiklerinin aksini söylese idi, yani emrederek tahsin ettiğini nehyetse, nehyederek takbih ettiğini emretseydi, o vakit kabîh olan hasen, hasen olan da kabîh olurdu. Nitekim Nesih âyetleriyle evvelce haram olan bir şey, helâl ve vacibe, vâcib olan bir şey de harama inkılâbetmiştir.» diyorlar. Bu esasa göre; Eş´arîler nazarında hüsün ve kubuh, aklî değil, şer´îdir, zatî değil» izafîdir.
2 - Mû*tezile Mezhebi :
Mû´tezile´ye göre her fiilin; aslında ve hadd-i zâtında veya sıfâtında onu işliyeni nıedhe ve sevaba lâyık kılacak bir güzellik ciheti, veya zemmeve azaba müstahak kılacak bir çirkinlik ciheti vardır. Bu hususu akü, şeriatın beyanından önce idrak edebilir. îmân´ın, güzelliğini, küfrün çirkinliğini idrak etmek gibi... Bir şeyin şeriat tarafından emredilmesi, o şeyin zâtında veya sıfatında bulunan bir güzellik sebebiyledir, işte o güzellik, o şeyin emrolunnıasım icabet-tirir. Bir şeyin nehyedilerek dînen yasak edilmesi de aynı sebeptendir. Yani o şeyin zâtında veya sıfatında bulunan çirkinlik, onun yasaklanmasını gerektirir. O halde bir şeyin güzellik ve çirkinliğine hükmeden akıldır. Şeriat, onu keşfedip beyan eder. Bu bakımdan; hüsün ve kubuh, şer´î değil, aklîdir, izafî ve itibarî değil» zatîdir.
Her şeyin zâtında veya sıfatında bulunan bu güzellik veya çirkinlik ciheti; ,.
a) Bazan araştırmaya, fikir ve istidlale muhtaç olunmadan zarurî olarak idrâk olunur, Faydalı doğruluğun güzelliği,´ zararlı yalanın çirkinliği gibi...
bV Bazan de nazarî olur. Araştırma, tefekkür ve istidlal yoluyla idrâk olunur. Zararlı bir doğruluğun güzelliği, faydalı bir yalanın çirkinliği gibi...
c) Bazan da ne zarurî, ne de nazarî olur. Yani bu neviden olanlar şeriatın beyanından önce akıl vasıtasıyla ve metodları ile bilinemez. Ramazan aymm son gününde oruç tutmanın . güzelliği, Şevval aymın ilk gününde oruç tutmanın çirkinliği gibi...
3- Maturîdîyye ve Cumhuru Hanefiyye Mezhebi:
Bu mezheb, Eş´ariyye mezhebine yakın ve esasta onunla müttefik olmakla beraber, bazı hususlarda Mû´tezile görüşüne daha yakındır.
Buna göre hüsün, emrin mûcebi olmayıp, emrin medlulüdür. Yani emir´, emrolunan şeyin hüsnünü îcabettirmez. Emir ancak, em-rolunan şeyin güzel olduğuna delâlet eder. Fakat şeriat, emrettiği şey güzel olduğa için yapılmasını emretmşitir. Yasak kıldığı şey de, çirkin olduğu için, zâtında bir çirkinlik ciheti bulunduğu için yasaklamıştır. Ancak; bu hususu idrâk ederek, güzellik veya çirkinliğe hükmeden Mû´teâle´nin dediği gibi akıl olmayıp, şeriattır. Çünkü akıl, güzel olan bir şey yapıldığı için âhirette mükâfat verileceğine hükmedemez. Zira Yüce Allah, Fâil-i Muhtardır. Zât-ı Hanisine hiçbir şey vacip hükmünde değildir. Mü´minlere vereceği
mükâfat, rahmet ve tefaddülü (lütuf ve keremi) îcâbı, kâfirlere yapacağı azap da, ilâhî adaletinin bir muktezâsı ve icabıdır.
Bütün bu hususlar, şer i şerif vasıtasiyle bilinir. Akıl bunları anlamaya bir vesileden ibarettir. Ancak, şurası da muhakkaktır ki» akıl, Hak Tealâ´nın kendisine verdiği fıteat ve kabiliyet sayesinde bazı şeylerin güzellik ve çirkinliğini idrâk ve beyan edebilir. Meselâ akıl, şeriat gelmeden de Allah´ın varlığım, Mârifetullah´ı, mucibe izhar «den saten Peygamberliğini idrâk edebilir. Bu sebebdendir ki, fetret devresinde yaşayan ve hiçbir dinden haberi olmayan kimseler de Allah´a inanmakla mükelleftirler. Çünkü akü, MârefitullâV-da kâfidir. O halde; Mâtürîdüere göre hüsün ve kubuhf aklî değB şer´î, izafî değil zâtidir. Birinci noktada Eş´arîlere, ikinci noktada Mû´tessüe´ye benziyorlar. Buradaki son misâlde de Mû´teziîe ile aynı neticeye varıyorlar.
Görüldüğü üzere bu mezhep, ilk iki mezhebden daha mutedsî, akıl ve gerçeğe daha yakındır. Şüphesiz her mezhebin kendi görüşünü teyîd eden delilleri vardır. Fakat bu delilleri ve münakaşasın* burada zikretmiyoruz. Tafsilât için daha geniş ana kaynaklara müracâat edilmelidir.[5]
Hüsün ve kubuhun kısımları vardır. Başlıcaları : Hüsün li aynihî, Hüsün li gayrihî, Kubuh li aynihî, Kubuh îi gayrihî´dir.
Li aynihî hüsün; emredilen şeyin zâtında bulunan bir güzellikten dolayı olur. Allah´a îmân gibi...
Hüsün li gayrihî ise; zâtında bulunmayan, fakat başka bir sebepten güzel olan şeylerdir. Cihad emri gibi...
Kubuh îi aynihî de; hissî fiillerden olan ve mutlak surette yasaklanan şeylerdir. Haksız yere vuku bulan kaatillik gibi...
Geçici ve arızî bir aebeble yapılan yasaklar, ise kubuh ü gay-rihîdir. Âdet esnasında zevceye yaklaşmak gibi.[6]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Şerh-i Makâsid : c. II, s. 109
[2] Şerhi Makâsıd : c. II, s. 109
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 381-382.
[3] Şerhi Mevâkıf : c. IH, s. 146.
[4] Bu hüküm, hüsün ve kubhun ihtilâf olunan son mânâsına göredir
[5] Tafsilât için Bkz : Şerh-i Mevâkıf ; c. III. s.145 -146. Şerh-İ Makâsıd : c, XI, s. 109-113; Kitabu´İ - İrşâd ve diğer ana kaynaklar
[6] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 383-385. - See more at: http://haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=4708&BID=54#sthash.4okzxYju.dpuf
Salah ve Aslah
I - Konunun Allah´ın Fiilleri Ve Kelam İlmiyle İlgisi
Allahu Teâlâ´nı, yarattığı ve kendisine ibâdetle mükellef tuttuğu insanlardan her biri için en muvafık ve en sâlih olan şeyleri yaratması vacip midir
Kul için aslâh olan nedir
Bir kul için en muvafık ve en menfaath olan şeyi yaratmak Allahu Teâlâ üzerine vacip olur mu Vacip ise, bunlar dünya hayatı için mi, âhiret hayatı için mi, yoksa her ikisi için midir
îşte bu soruların cevabım inceleyen Kelâmcılar arasında, «Salâh ve Aslâh» adıyla meşhur olan bu konu, Hak Teâlâ´nm Fiilleri ile yakından ilgilidir.
Bu bölüme başlarken belirttiğimiz gibi, Yüce Allah´ın FüllerF-nin başında «halk ve icâd», yani «yaratma» fiilleri gelir. Kulların menfaatına en uygun olan şeyleri Allah´ın yaratmasının * vacip olup olmadığı hususu, Hak Teâlâ´nm yaratma fiili de, dolayısiyle İrade ve Kudret Sıfatlarıyla ilgilidir.
Ehl-i Sünnet´e göre, Allahu Teâlâ´nm bütün fiilleri Yüce Zâtı´-nm icabı olmayıp, îlim, İrade, Kudret ve Tekvin Sıfatlarının birer taallûku olarak «Mümkraât» tan, yani «Câizât» tandır. Bu fiiller «Vâcibât» dan değildir. Çünkü bu fiiller, Zât-ı Ilâhî´den, icâb tarikiyle zarurî olarak değil, irade ve ihtiyar tarikiyle südûr eder. Zira Hak Teâlâ, Fâil-i Muhtar´dır. O´na hiç bir fiili yapmak vacip olmaz.
Bu esasa rağmen, biraz sonra açıklayacağımız veçhile Mû´tezile, «Kul için aslâh, yani en uygun veya en menfaath olan şeyi yapmak, Allahu Teâlâ´ya vâcip´tir» demişler ve bu esas üzerinde birleşmişlerdir. Böyle bir görüşe sahip olmaları, «Halk-i Ef´âI4 ibâd» bahsi ile, «Hüsün ve Kubuh» meselesindeki görüşlerinden doğmuştur. O halde, Salâh ve Aslâh mes´elesi, bu iki aslî mes´eleden doğan fer´î bir inanç konusudur. Ehl-i Sünnet ile Mû´tezile arasında orada çıkan ihtilâftan yeni ihtilâflar doğmuştur. Bu ihtilâfların en meşhurlarından biri de «Salâh ve Aslâh» mes´elesidir."
Verdiğimiz bilgilerden, bu bahsin, Allah´ın Fiilleri, dolayısiyle Halfe-ı Efâ´l-i tbâd ve Hüsün - Kubuh mes´eleleri ile olan yakın ilgisi anlaşılmıştır. Saydığımız bu ana mes´elelerin Kelâm îlmindeki önemli yeri daha önce belirtilmiştir.
îşte bu sebeplerle, Ehl-i Sünnet ile Mû´tezile arasında önemli bir ayrılık ve tartışma konusu olan «Salâh ve Aslâh» bahsini kitabımıza eklemeyi ve bu bölümde, «Hüsün ve Kubuh» mes´elesinden sonra incelemeyi uygun bulduk.[1]
Bu Konudaki Mezhepler Ve Delilleri
A) Mezheplerin Beyanı
«Allahu Teâlâ´mn, insanlardan her birinin menfaatına en uygun ve en sâlih olan şeyleri yaratması vacip midir » sorusuna, Ehl-i Sünnet «hayır», «Mû´tezile ise «evet» diye cevap vermiştir. Böylece, «Salâh ve Aslâh» adıyla şöhret yapan bu Kelâm mes´elesi ve yukarıda kısaca temas ettiğimiz mezhepler ortaya çıkmıştır.
Aslında bu mezhepler, Ehl-i Sünnet ve Mû´tezile olarak ikidir. Ancak, Ehl-i Sünnet mezhepleri olan Eş´ariyye ve Mâtürîdiyye, esas ve delil yönünden bir olmakla beraber, aralarında küçük bii" görüş farkı mevcuttur.
«Kul için aslâh olan her şey, Allah üzerine vaciptir» kaziyesinde birlesen Mû´tezüe ise, asîâh´m mânâsında, bunun dünya hayatı için mi, âhiret hayatı için mi, yoksa her ikisi için mi, olduğu hususunda ihtilâfa ve esaslı görüş ayrılığına düştüklerinden, üç ayrı mezhep olarak ortaya çıkmıştır.
Şu hususa da işaret edelim ki, bu mezheplerin, özellikle Mû´te-zile mezheplerinin görüşlerini ve debilerini tesbitte, ana kaynaklardaki metinlere istinat edilmiştir. Bu kaynaklar, Kelâm ilminde ve Fırak-ı îslâmiyyede muteber ana kaynaklardır. Bunlardan Özellikle; îmam-ı Eş´arî´nin, «Mâkâlâtu´l lslâmiyyin»i, Şehristânî´nin «EB Milel ve´n - Nihal»i, İmâmül Haramey´in «Kitâbü´l - îrşâd...»ı îmâm-ı Râzînin «El-Muhassal...»ı, Seyyid-i Şerifin «Şerh-i Mevâ-kıf »ı, Saadeddin et - Taftâzânî´nin «Şerh-i Makâskbı ve «Şerh-i Akâid»i ve Haşiyeleri esas alınmış, bütün bu kaynakları eleştirerek, bu bahisteki mezhepleri ve delillerini metodlu olarak arzeden ve tartışmasını yapan Kzher Üniversitesinin bu konudaki en yetkili iki profesörünün [2] yazdığı «Fakülte Notlarından büyük Ölçüde faydalanılmıştır.
Şimdi, saydığımız ana kaynaklardaki nakillerden ve Fakülte notlarından faydalanarak, bu önemli konudaki dört mezhebin her birini önce beyan edecek, sonra her birinin delillerini ve münakaşasını özetliyeceğiz [3]
1- Ehl-i Sünnet Mezhebi:
Bunlara göre, Hak Teâlâ fiillerini yapmakta muhtardır. Çünkü bütün fiilleri Yüce Zâtı´nin muktezası (icabı) olmayıp, ilim, trade, Kudret ve Tekvin sıfatlarının taallûk ettiği (ilgili olduğu) ve bunların sahasına giren şeyler olarak «mümkînât»tandır. Hak Teâlâ´mn ilâhî hikmetine uygun olarak vukua gelen hiç bir füü işlemek, Yüce Allah üzerine vacip olamaz. Aksi halde bu fiiller Kak Teâlâ´mn irade ve ihtiyarı ile değil, Zat-ı îlâhî´den icap ve fü-yuzât tarikiyle zarurî olarak sudur etmiş olur. Bu ise, Allahu Teâlâ hakkında muhaldir, imkânsız olan bir noksanlıktır.
Bu esas prensipten hareket eden Ehl-i Sünnet, Yüce Allah üzerine hiç bir fiili işlemek vacip olamaz. O halde; «Kullar için aslâfr olan, yani menfaatlerine en uygun ve en sâlih olan şeyleri yaratmak» Allahu Teâlâ, hakkında vacip değildir. Bu sebeple kul için astâh olan bir şeyi.terkedebilir.» demişler ve bu esasta Eş´arÜerle Mâ-türidiler genel olarak ittifak etmişlerdir. Bu bakımdan ilerde göreceğimiz gibi, dâvalarını isbat için aynı delilleri, hasımlarını ilzam için de aym metodu kullanmışlardır.
Bu ittifaktan sonra, Hak Teâlâ´nın, kul için aslâh olan bir şeyi nasıl terk edeceği hususunda iki görüş ortaya çıkmıştır.
Bunlardan birincisi Maturidîlor´e aittir. Bunlara göre Allahu Teâlâ, kul için aslâh olanı, ilâhî hikmeti terketmeyi icap ettirirse terkederek, onun yerine başka bir şeyi yapabilir. Çünkü Hak Teâîâ*-nın Fiilleri, hikmetten hâlî değildir, ilâhî Fiillerin mutlak bir hikmete dayanmaması, Allah´ın münezzeh olduğu bir noksanlıktır.
Mâtnrîdîler: «Hak Teâlâ´mn Fiillerinde mutlak hikmet ve menfaat gözetmek vardır» derlerse de, bu, Allah üzerine vâcip´tir. demezler. Ayrıca, «özel bir hikmet gözetimi vaciptir» de demezler. «Hak Teâlâ´mn Fiillerinde mutlak hikmet gözetimi vardır.» sözüF «Hak Teâlâ üzerine hiç bir şey vacip değildir» hükmüne aykırı düşmez. Çünkü Mâtürîdîler, kul için lütuf ve aslâh gibi «Hususiyât denilen şeylerde «vücûbu», yani «mutlaka vuku bulması» esasını
reddederler.
İkincisi Eş´arîlere aittir. Bunlara göre Hak Teâlâ kul için aslâh olan her şeyi, yani «mutlak a$lâh»ı, terkedilmesini gerektiren bir hikmet olmasa dahi terkedebiiir. Çünkü Allahu Teâlâ üzerine hiç bir şey vacip değildir. Onda özel hikmetler veya mutlak hikmetler bulunması bu hükmü değiştirmez.
2 - Bağdad Mû´tezilîleri´nin Mezhebi :
Bunlara göre; «Kullar için dünyada ve dinde aslâh olan şeyleri yapmak, Allahu Teâlâ´ya vaciptir.»
Yukarda bahsettiğimiz ana kaynaklar bunların görüşünü şöy-te tesbit ediyor :
a) Aslâh; kul için Enfa´ = en faydalı olan) değildir. Aslâh; ,CÎ ahkem, yani hikmete ve tedbire en uygun olan-dır [4]ve Hak Teâlâ´ya vaciptir.
b) Dünya´da ve yaratılışın başında kul için aslâh, yani ah koni olanı yapmak, Allah´a vacip olur. Bu cümleden olarak, kulu yarattığı zaman onu mükellef tutacağını bildiği İçin, onun akimi tamamlamak, ona kudret vermek ve teklife esas olacak sebepleri hazırlamak, Allah´a vacip olur.
c) Sonsuz lütuf. Yani Hak Teâlâ´ya, kullarına karşı bilgisinde olan ve kulun inandığı bütün lütuflan son had ve derecesine kadar göstermek, onları kula vermek vaciptir.
d) îmâm-ı Râzi´nin «Muhassal» ma göre, Hak Teâlâ´ya, snç-lulara azap (ceza) vermek de bunlara göre vaciptir.
3- Basra Mû´tezîlÜeri´nin Cumhura Mezhebi:
Bunlara göre; «Kullar için aslâh olan şeyleri yapmak, Allanır Teâlâ´ya vaciptir.» Ancak bu aslâh, dünya´da değil, din´dedir.
Bunların görüşünü de (ana kaynaklara göre) şöyle Özetîiye-biliriz :
a) Aslan´ın mânâsı; kul için dininde Enfa´), e» f ay d alı olandır.
b) Teklif vâki olduktan sonra sonsuz lütuf vermek. Yani, Hak Teâlâ´ya kullarına karşı bilgisinde olan bütün lütuflan son haddine kadar göstermek vaciptir.
Bunlara göre lütuf : Kulu itaata yaklaştıran ve onu masiyet-ten (günah ve isyandan) uzaklaştıran her şeydir. Bu, Allah´ın fullerinden olup, tekliften sonra, onları kul için yapmak, Hak Teâlâ´ya vaciptir.
c) Yalnız din´de, ikdar ve temkin vermek, yani dinin icâbını yapma gücüne sahip kılmak Allah´a vaciptir. (Bu esası Bağdatlılar da kabul etmektedirler.)
d) Aslâh bunlara göre; yalnız din´de en menfaatti olan mânâsına geldiğinden, Bağdatlıların yukarda (b) fıkrasında iddia ettikleri, yani yaratma esnasında aklını tamamlamak gibi dünya ile ilgili aslâh´ın Hak Teâlâ´ya vacip olmasını (en isabetli rivayet sayılan İmâm-ı Haremeyn´e göre) kabul etmezler.
Bu ösasa göre Allah, mükellef olan müslüman için üzerine vacip olanı yaptığı gibi, kâfir olan için de yapmıştır. Kâfirin küfrüm kendi zâtının ve kendi kudreti ile yaptığı fiilinin eseridir. Çünkü bunlara göre kul kendi ihtiyarî fiillerinin sahibidir.
e) Bir rivayette, kulların selim havash, yani sağlam âzah (duyu organlı) olmaları, ayrıca nimetleri elde etmeye müsait bulunmaları da Hak Teâlâ´ya vaciptir. [5]
Görüldüğü gibi her iki mezhep de, bir çok noktalarda birleşiyor ve kul için aslâh olanı yapmak Allah´a vaciptir, diyorlar.
Ayrıldıkları en Önemli nokü. ise, aslâh´ın mânâsı ile bunun dinde veya din ve dünyada Hak Teâlâ´ya vacip koşulmasıdır.
önemli bir husus da şudur : Yukarda Özetlediğimiz bu iki Mû´-tezilî mezhep, Şehristânî´nin rivayetine göre «Salah»ın, din ve dünyada Hak Teâlâ´ya vacip olduğunda ittifak halindedirler.[6]
4- Basra Mû´tezilîlerinden Ebu Ali El - Cübbâi´nin Görüşü ; Mû´tezile reislerinden sayılan bu zâta göre : «Allahu Teâlâ´nm ilmine göre kul için dinde aslâh olan şeyleri yapmak, Hak Tealâ´ya vaciptir.»
Aslâh´ın mânâsı; kul için din´de enfa´, yani en faydalı olandır. Kabul ettiği bu ana esasa göre, kul için dininde faydalı olacağını bildiği îman´ı yaratmak, yani kulu mü´min kılmak Hak Teâlâ´ya vacip olduğu gibi, kul için dininde faydalı olmadığını bildiği küfrü yaratmayı terketmek de vacip olur. Hattâ bu fiili işlemek Allah hakkında muhaldir, imkânsızdır.
Böylesine acaip ve mesnetsiz bir iddiada bulunan Cübbâî, vaktiyle kendisinin talebesi olan Ebu´l Hasan El - Eş´arî tarafından meşhur «îhve-i selâse = üç kardeş» sorusuyla ilzam olunarak susturulmuştur. Çünkü bu esasa göre mükellef çağdaki kâfirlerin yaratılmaması, veya çocukken öldürülmesi, veya aklının alınması gerekirdi. Zira küfrün kul için dininde bir faydası olmadığı, bilâkis onuebediyyen (sonsuz olarak) cehennemde azap görmeye mahkûm ettiği aşikârdır.
Yapılan bu itirazla Basra Mû´tezilîlerinin Cumhuru da ilzam olunur. Ancak onlara, çocukken ölen veya büyüdükten sonra deli-ren kimseler misâl gösterilir. Çünkü bu hal, onlar için din´de asîâb sayılmaz.
Bu konudaki mezhepleri böylece özetlemiş bulunuyoruz. [7]
Şimdi Ehl-i Sünnet mezhebinin delillerini, sonra Mû´tezüe mezhebinde olanların müşterek delilini ve Ehl-i Sünnetin verdiği cevaplan kısaca beyan edeceğiz.[8]
B) Mezheplerin Delilleri
1- Ehl-Î Sünnet*in Delilleri ve Münakaşası:
Ehl-i Sünnet, yukarıda beyan ettiğimiz mezheplerini isbat etmek için, bir çok deliller serdetmişlerdir. Bu konuda muhalifler Saadeddin Et - Taftâzânî´nin beyanına göre bütün Mû´tezilîler-dir. Bu delillerden en kuvvetlileri şunlardır :
a) Birinci Delil:
Eğer kol için aslâh olan Allahu Teâlâ´ya vacip olsaydı, dünya ve âhirette azap gören fakir kâkiri yaratmazdı. Fakat, bu tip insanların yaratıldığı müşahede ile sabittir. O halde, kul için aslâh olan Hak Teâiâ´ya vacip değildir.
Bu delili biraz açıklıyahm : Dünya´da fakir kâfirler çoktur. Bunlar, yoksulluk ve zaruret içinde kıvrandıkları için dünya hayatında azap içindedirler. Kâfir oldukları için de yarın âhirette devamlı ve şiddetli azaba mâruz kalacaklar. Halbuki bu gibiler için aslâh olan, yaratılmamak idi. Eğer var olmak, yokluktan hayırlıdır, onun için yaratıldı denirse, küfrü sebebiyle göreceği azaptan kurtulması için» mükellef olmadan öldürülmesi veya aklının alınması gerekirdi. Halbuki bunların hiç biri olmamış, kâfir olarak yaşamış ve kâfir olarak ölüp ebedî (sonsuz) azaba müstahak olmuştur.
O halde, kul için aslâh olan Hak Teâlâ üzerine vacip değildir.
Bu delil, Mû´tezileden Cübbâî´nin iddiasını açıkça ilzam etmektedir.
Delilin münâkaşası :
sBağdad Mû´teziIUerine göre aslâh; «Hikmet ve tedbire en uygun olanadır. Öyle ise, kâfirin yaratılmasında bizim bilmediğimiz bir hikmet vardır ve onun için yaratılmıştır, denemez. Çünkü bunlara göre kul için aslâh olan; bizzat kendi şahsı için uygun olan hal olması gerekir. Genel nizam îcâbı olan ilâhî hikmet ve tedbir değil. Aksi halde, kul için aslâhm bir mânâsı kalmaz. Bu esasa göre, fakir bir kâfirin yaratılmasında kendisi için aslâh olan nedir Elbette ki küfürde hiç bir menfaat yoktur. Bilâkis dünya ve âhirette bol azap vardır. Sonra, daha önce belirttiğimiz ve kabule daha çok şayan görülen İmâmu´l - Harameyn´in rivayetine göre, Bağdatlılara göre de aslâh, enfa´, yani en menfaatlı manasınadır.
Bu sebeple, Ehl-i Sünnet´in zikredilen delilinin Bağdad Mû´te-zilîlerini ilzam ettiği aşikârdır.
Basra Mû´tezilîlerinîn Cumhuru : Bize göre aslâh; yaratılmak ve mükellef tutulmak, dinde ikdar ve temkindir. Çünkü yaratılmak ve mükellef tutulmakta insan için ebedî saadeti kazanma gücüne sahip olmak vardır. Kâfirin azap görmesi, kendi iradesi ile seçtiği kötü yol sebebiyledir. Diyerek itiraz etmişlerse de, Ehl-i Sünnet bunları da ilzam etmek için delillerini daha geniş bir ifade ile şu şekle getirmişlerdir :
Eğer kul için aslâh olan Allah´a vacip olsaydı, çocuğu mükellef yaşa gelmeden Öldürmezdi. Fakat bu husus, görülen bir gerçektir. O halde kul için aslâh olan Hak Teâiâ´ya vacip değildir.
Delil, bu hali üe bütün Mû´tezilîleri ilzam etmektedir.
b) İkinci Delil :
Eğer kul için aslâh olan Hak Teâiâ´ya vacip olsaydı, kullan üzerine fazlı ve keremi, kulların da O´na minnettarlığı olmaz, verdiği hidâyet ve çeşitli hayırlar sebebiyle, şükredilmeye hak kazanmazdı.
Çünkü Hak Teâlâ kula karşı ancak üzerine vacip olanı, yani terketrnesi mümkün olmayan şeyleri yapmış olurdu. Zira bunları yapmazsa Mû´tezile´ye göre Allah (hâşâ) bahîl (pinti) ve sefih (!)
olurdu. Bu sebeble, terkedemeyeceği fiilleri yapmakla hamd ve şükre hak kazanmazdı. Bu ise bâtıldır. Çünkü bu neticenin bâtıl olduğu, yani Hak Teâlâ´nm sırf kendi iradesi, lütfü ve fazlı ile insanlara genel, mü´minlere özel nimetler verdiği ve şükrünü istediği şu âyetlerle sabittir :
«Şüphe yok kî Allah (c.c.) insanlar hakkında lütuf ve kerem sahibidir...»[9]
«Andolsun İd, Allah (c.c.) mü´minlere büyük bir lütuf ta (iyilikte) bulunmuştur...» [10]
Bana şükrediniz ve Bana karşı nankörlük etmeyiniz.» [11]O halde kul için aslâh olan, Hak Teâlâ´ya vacip değildir.
Delilin Münakaşası :
Bu delile, «Babanın evlâdına karşı şefkati vacip olduğu ve bunu terkedemediği halde, ona karşı minnettarlık duyulur ve şükre hak kazanırdı. Hak Teâlâ´ya vacip olması hali, babanın fıtrî olan şefkati gibidir. Çünkü her ikisi de iddianıza göre terki mümkün olmayan cinstendir ve faili şükre istihkak kesbetmez. O halde, bu itirazınız varit değildir.
Bu delil, Mû´tezüe´yi ilzam eden ve Ehl-i Sünnet görüşünü is-bat eden kuvvetli bir delildir.
c) Üçüncü Delil:
Eğer kul için aslâh olan Hak Teâlâ´ya vacip olsaydı^ Cenab-ı Hakk´ın Peygamberine olan lütuf ve ihsanı, Ebu Cehü´e olandan fazla olmazdı.
Çünkü Allahu Teâlâ, onlardan her biri için kudretinde olan «aslâh»ı %100 yaptı. Zira herbirini selîm, sağlıklı, özürsüz olarak yarattı, mükellef kıldı, dilediğini yapma İmkânını her ikisine de verdi. Bu sebeple, her ikisine karşı yapması vacip olan aslanı noksansız ve. farksız olarak yerine getirmiş oldu. O halde bu durumda Hak Teâlâ´nın Peygamberi (s.a.v.) üzerine Ebu Cehil´e gösterdiğinden daha fazla fazl ve imtinânı, lütuf ve nimeti yoktur, demek gerekir [12] Fakat bu iddianın bâtıl olduğu aşikârdır. Çünkü Allahu Teâlâ, Peygamberimize en büyük dereceyi, nimet ve faziletleri vermiş, kâinata rahmet olarak göndermiştir. Nitekim Hak Teâlâ :
«... Allah´ın fazlı keremi senin üzerine büyük oldu» buyurmuştur. Bu konuda âyetler çoktur.
O halde kul için aslâh olan, Hak Teâlâ´ya vacip değildir.
d) Dördüncü DeKl:
Ehl-i Sünnet, zikrettikleri çeşitli delillerden sonra Mû´tezile1-nin dâvası (iddiası) nın aslını iptal etmek için «vücûb» kelimesinin mânâsını tahlil ederek şöyle bir delil zikretmişlerdir :
Eğer kul için aslâh olan Hak Teâlâ´ya vacip olsaydı, «vücûb» :
Ya «Onu terkedenin zemme (kötülemeye) ve cezaya müstehak olduğu» mânâsına,Veya; «Fiilin kendisinden zarurî olarak süduru ve bu fiili önleme gücüne sahip olmaması» mânasına gelirdi.
Bu mânâların murad olunması Hak Teâlâ hakkında caiz değildir. Çünkü :
Birinci mânânın kasdolunması bâtıldır. Zira Cenab-ı Hak, Şâri-i Hakimdir. Her hangi bir fiili terk ettiği için zem ve ikab´a müstehak olması, şer´an ve aklen caiz değildir. Çünkü Hak Teâlâ, yegâne Hâlık ve yegâne Mâliktir. Mutlak tasarruf sahibidir. Her hangi bir fiilinden dolayı cezaya müstehak olamayacağı hususunda İslâm âlimleri arasında ittifak vardır. Sonra Hak Teâlâ´yı âdeta[13] bir mükellef gibi tasavvur ederek O´na bazı vacipler farz kılmak, bâtıl bir kıyas ve sapık bir düşüncedir [14]
ikinci mânânın da bâtıl olduğu aşikârdır. Çünkü onda, bazı filozofların sapıttığı gibi, Hak Teâlâ´dan iradeyi selbetme (kaldırma) mânâsı vardır. Halbuki O, Fâil-i Muhtar´dır. Bu hususta bütün îslâm âlimleri ittifak halindedir.
O halde, Hak Teâlâ´ya hiç bir fiili işlemek vacip olamaz.
Bu sebeplerle, Mû´tezilenin bu konudaki görüşü, Hak Teâİâ´-dan «irade ve ihtiyarı» bir bakıma selbettiği (kaldırdığı) için, şiddetle tenkit edilip kötülenmiş, ilahiyat bahsinde kısır düşünce, nok san bigli ve «Gaibi şâhid´e kıyas etmek» ile itham olunmuşlar dır [15]
2- Mû´tezile´nin Delili ve iptali :
Yukarda herbirinin ana hatlarını belirttiğimiz Mû´tezile mezhepleri, «Kul için aslâh olan Allah´a (c.c.) vaciptir» esasında birleşiyorlar. Aynı kaynakların bildirdiğine göret bu mezheplerin müşterek ve meşhur bir delili vardır. Biz burada bu delili ve Ehl-i Sün-net´in verdiği cevabı Özetlemekle yetinecek, Mû´tezile liderlerinden sayılan ve «Keşşaf» Tefsiri sahibi Ez - Zemahşerî´nin : [16] âyetine verdiği mânânın münakaşasına girmeyi, konuyu daha fazla dağıtmamak için uygun görmüyoruz.
Diyorlar ki :
«Eğer kul için aslâh olanı terketmek Hak Teâlâ için caiz olsaydı, Allah (c.c.) a, âciz olmak, veya cehalet, veya bahülik, veya sefihlik (hafiflik) veya abes iş yapmak caiz olurdu. Fakat bu sayılanlar Hak Teâlâ hakkında bâtıldır. O halde, aslanı terketmek caiz değildir, öyle ise vaciptir.»
Delili biraz açıklıyalım :
«Hak Teâlâ´mn kul için aslâh olanı terketmesı : Eğer onu yapmaya kaadir olmadığından ise, âciz olması gerekir. Kaadir, fakat onu bilmediği için ise, (hâşâ) câhil olması, bildiği halde yapmazsa bahîl olması icap eder. Bütün bu hususları, Hak Teâlâ hakkında muhal olduğundan, kul için aslâh olanı yapması vacip olur.» Diyorlar.
Ehl-i Sünnet´in Cevabı :
Hak Teâlâ´mn kul için aslâh olanı terketmesi, saydığınız susların hiç birini gerektirmez. Çünkü aslâh olan şeyler de Allah´ın (c.c.) hakkı ve mülküdür. Hak Teâlâ´mn aslâh olanı terketmesi caiz ise de : Her şeye Kaadir, sonsuz Kerem, Lütuf ve Hikmet sahibi olduğu kesin delillerle sabit bulunduğundan, asiâhı terketmesi, ezelî ilminde sabit olan üâhî bir hikmetin icâbıdır. Çünkü O, sizin de bildiğiniz ve inandığınız gibi, Kerim´dir, Alîm´dir. Her şeyin başını ve sonunu büir. Kâinatın yegâne sahibi ve Mâliki olduğundan mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hak Teâlâ (hâşâ), mükellef bir kul mudur ki, bazı şeyleri yapmak O´na vacip olacak Bu sebepledir ki, Hak Teâlâ´ya hiç bir şey vacip olmaz. Yüce Alladın, insanların bilmediği bir hikmete binaen asiâhı terketmesi ve diğer bir topluluğun menfaatma (faydasına) olanı .yapması, Hak Teâlâ´ya caiz olan bir şeydir. [17]
Buraya kadar, İslâm inançlarının temelini teşkil eden ve «îlâhiyyat» adı verilen Allahu Teâlâ´mn Yüce Zatı, Mukaddes Sıfatları ve İlâhî Fiilleri ile ilgili bu mühim iman ve itikad meselelerini beyan ettik. Bu kısımda; «Alemlerin Rabbı» ve Varlıkların Halikı olan Yüce Allah´ın varlığını ve birliğini isbat eden dinî, aklî, felsefî ve ilmî delillere geniş yer verdik. Bilhassa genç okuyucularımızın Allah´a imanlarını kuvvetlendirmek maksadıyla, çağımızın müsbet ilim dallarında otorite sayılan bilginlerin, Yüce Allah´ın varlığını, kendi deney ve gözlemlerine dayanan ilmî gerçeklerin ışığı altında isbat eden delillerinden bir buket sunduk.
Daha sonra, Hak Teâlâ´mn Mukaddes Sıfatları ve Fiilleri ile ilgili olan «Kaza ve Kader», «Hayır ve Şer» akidesini ve bunlardan doğan diğer iman meyvelerini açıkladık. Böylece, iman esaslarından ikisini (Allah´a ve Kaza - Kadere îman) etraflı olarak beyan etmiş olduk.
Şimdi kitabımızın bu cildinde yer alan diğer iki iman esasını yani «Meleklere ve İlâhî Kitaplara İman» konusunu işleyeceğiz.
înşaallah bu kitabın ikinci cildinde İslâm´ın Âmentüsü´nde yer alan diğer iki iman esasını; Peygamberlere ve Âhirete îmanı, Ba´s ve Haşre (Ölümden sonra dirilmeye), Kıyamet ve Âhiret ahvaîiyle bunlarla ilgili diğer iman ve itikad meselelerini etraflı olarak beyan edeceğiz.[18]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 386-387.
[2] Prof. Muhammed Yusuf Eş - Şeyh ve Prof. Sâlih Musa Şeref
[3] Özetliysceğiz dedik. Çünkü, bu geniş ve ihtilaflı bahsi derinliğine inceleye Fek, yapılan nakilleri ayrı ayrı değerlendirmeğe ve beyan edilen bütün delillerin münakaşasını yapmaya, kitabımızın hacmi ve gayesi müsait değildir.
[4] îmâmu´l Haremeyn, Kltâbu´l-îrşâd´da aslah´ra banlara göre de (Basralılar gibi) enfa´ yani (en menfaatlı olan) manâsına geldiğini beyan etmektedir. (Bkz : Kitabü´l - İrşad : 279 - 298.)
[5] Prof. Salih Musa Şeref : Müzekkirât fi´t - Tevhid : c. IV. s. 37
[6] Prof. M. Yusuf El Şeyh : Müzekkirât fi´t - Tevhid : c. IV, s. 37.
[7] Fazla bilgi için yukarda sayılan kaynaklarda bu bahse ve özellikle Ezher-H iki Prof.´ün Fakülte Notlarına (s. 32-37) bakınız.
[8] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 387-392.
[9] Bakara : 243.
[10] Âli İmrân : 164.
[11] Bakara : 152.
[12] Hak Teâlâ´nın, değil Peygamberimize (s.a.v.). zâhid herhangi bir müslü-mana olan fâzıl ve keremi Ebu Cehil´e olandan fazla değil midir
[13]
[14] Prof. M. Yusuf Eş - Şeyh : Müzekkirât fi´t - Tevhîd. c. IV, s. 52.
[15] Fazla bilgi için Bkz : Şerh-ul-Akâid en-Nefesiyye ve Haşiyeleri s. 389-395; M. Yusuf Eş-Şâyh : Müzekkirât C. IV, s. 37-44, 48; Salih Musa Şeref : Müzekkirât C. IV, s. 37-42, 44-46
[16] Mâide : 118. Meâî ; «Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen, muhakkak ki Sen Aziz ve Hâkim´sin.
[17] Bkz : 63 No.lu dip notta belirtilen a.g.e.. (s. 396).
[18] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 392-398. - See more at: http://haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=4709&BID=54#sthash.WirLERwk.dpuf
Melekler ve Meleklere İman
1- Meleklerin Mahtyett Ve Vasıfları
2- Melekler Görülebilir Mi
3- Meleklere İmân
4- Meleklerin Naklen Sübûtlî Ve Aklen Cevazı
5- Meleklerin Vazifeleri
6- Melekler İnsanlardan Efbal Mıdır
Görülmeyen Yaratıklardan Cin Ve Şeytan
Cin Ve Şeytan Kelimelerinin Lügat Ve Istılah Manâları
Şeytan Kelimesi İse
2 Cin Ve Şeytanın Mahiyeti Ve Vasıfları
3 Hz. Peygamber Cinlerin de Peygamberîdîr
4 Cinler İlâhi Sırlara Vâkıf Mıdır . 9
5 Cin Ve Şeytan Niçin Yaratılmıştır . 10
6 Cin Ve Şeytanların Varlığını Akıl İnkâr Edebilir Mî . 11
BEŞÎNCÎ BÖLÜM
Melekler Ve Meleklere İman
Allahu Teâlâ´nm Zâtı, Sıfatlan ve Fiilleri ile ilgili konuları inceledikten sonra, bu bölümde Allah´ın Meleklerinden bahsedecek, meleklerin mahiyetini, İslâm akîdesindeki yerini ve vazifelerini beyan edeceğiz.[1]
1 - Meleklertn Mahtyett Ve Vasıfları :
«Melek» kelimesi, yetkili dilcilere göre Arapça bir kelime olup, «elûk» veya «elûke» kökünden gelir. Elûk; götüren, elûke de: haber götüren manasınadır.
«ELK» aslında «elçilik» demektir. Müfredi (tekili), «mefal» vezninde «melek» ise de, bilâhare hemze (´) «lâm» dan sonraya alınarak «mel´ek» olmuş, daha sonra hemze de düşerek kelime «melek» haline gelmiştir. Bu gibi değişikliklere Arapçada çok rastlanır.
Haber götüren elçi mânâsına gelen «melek» in çoğulu «melâike» dir.
Ibn-i Hayyan ve Râğıb gibi dilciler, melek kelimesinin, «kuvvet ve iktidar» mânâsına gelen «melk», yahut «milk» kelimesinden geldiği kanaatındadırlar.
İngiliz müsteşriklerinden Papaz D. B. Mac Donald, bu kelimenin İbrânice´den Arapça´ya geçmiş olabileceği fikrine kapılmışsa da, bilâhare, yapılan incelemeler sonunda îbrânice´nin çok eski kitabelerinde böyle bir fiilin izine rastlanmadığını itiraf etmiştir.[2]
Meleklerin cins ve mahiyeti hakkında çeşitli görüşler varsa da, meşhur olan; meleklerin ruhanî, nûrânî ve lâtif birer varlık olduklarıdır. Kur´an-ı Kerîm´in birçok âyetlerinde meleklerin, diğer varlıklar gibi, müstakil olarak yaratılan, fakat maddî varlıklara mahsus olan yemek, içmek, uyumak, evlenmek gibi hallerden uzak ve müstağni, erkeklik ve dişilikle muttasıf bulunmayan nuranî ve lâtif varlıklar olduğu, kendilerine verilen en büyük işleri îfâya, en kısa ´Zamancta en uzak mesafeleri kat´etmeye, diledikleri şekil ve surette görünmeye muktedir, Hak Teâlâ´nın mükerrem kullan oldukları beyan olunmuştur [3] Bu bakımdan melekler, îtibârî birer yarlık olmayıp, Yüce Allah´a asla isyan etmeyen, O´nun emirlerini usanmadan yapan ve.harfiyyen yerine getiren, nûrânî, masum ve şerefli kullandır. Nitekim Hak Teâlâ melekleri için : [4] ve Onlar, Allah´ın emirlerine isyan edip karşı gelmezler emrolundııkları şeyleri (aynen) yaparlar.» buyurmuştur.
Kur´an-ı Kerîm´de insanların topraktan, cinlerin ve şeytanın ateşten yaratıldıkları beyân olunmakta ise de, [5] Meleklerin hangi maddeden yaratıldıkları açık bir dille bildirilmemiştir. Ancak Hz. Âişe Radıyallahu Anhâdan nakledilen bir hadise göre; Peygamberimiz; cinlerin nârdan (ateşten), meleklerin de nurdan (ışıktan) yaratıldıklarını bildirmiştir [6] Bu hadis, meleklerin maddî olmayan rûhânî ve nûrânî lâtif yaratıklar olduğunu, meleklerle cinlerin iki ayn asıldan gelen iki ayrı varlıklar olduklarını gösterir.
Kur´an´da, meleklerin kanatları olduğundan da bahsedilmiştir.
Halbuki kanat, maddî bir. sıfattır. Fakat buna dayanarak, manevî varlıklar olan melekleri kuş gibi kanatlı, maddî bir varlık olarak tasavvur etmek, yanılş bir anlayış olur. Çünkü Kur´an´da bahsedilen melek kanadı, kuş kanadı gibi maddî bir kanat olmayıp, vazifelerini en sür´atli bir şekilde görmelerine delâlet eden manevî bir kanat, bir kuvvet sembolüdür,
Bu söz, temsilî ve mecazî bir ifadedir. Nitekim maddî ve manevî ilimlere sahib olan bir kimseye de, mecazen «Zü´l - cenâheyn» yani iki kanat sahibi, denir.[7]
2- Melekler Görülebilir Mi
Melekler, nurdan yaratılan, rûhânî ve manevî lâtif varlıklar oldukları için, kendilerine mahsus olan mahiyetleri, insan gözüne görünmelerine engel teşkil etmektedir. Çünkü insan sözü, genel olarak melekler gibi nûrânî, îâtif varlıkları görebilecek şekilde yaratılmamıştır. Ancak, Cenab-ı Hak, Peygamberlerine bu kuvveti verdiğinden,- yalnız onlar melekleri hakîkî hüviyetleriyle görebilirler. [8]
3- Meleklere İmân :
tslâmda îmân esaslarından biri de, Yüce Allah´ın melekleri olduğuna inanmaktır. Meleklere îmân, Islâmda inanç esasları arasında mühim bir yer işgal eder. Çünkü melekler, vahiy ve Peygamberliği, görülmeyen ilâhî âlemden, "görülen insanlık âlemine nakleden Allah elçileri, bu âlemin nizâmını sağlayan ilâhî vasıtalar ve insanlara iyiliği ilham eden nûrânî varlıklardır. O halde vahye ve Peygamberliğe inanmak, ancak meleklere inanmakla olur. Yani Peygamberlere inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren meleğin varlığına inanmak lâzımdır. Bu bakımdan meleğe îmân, peygamberliğe îmân demektir. Meleği inkâr ise, Peygamberliği inkâr mânâsı-nı ifade eder. İşte bu sebepledir ki meleklere îmân, îmân esasları arasında Allah´a îmândan sonra yer almıştır [9] Nitekim Kur´anU Kerîm´de Yüce Allah´a îmândan sonra Meleklerine, daha sonra da, Kitaplarına ve Peygamberlerine îmân etmek zikredilmiştir [10] Esasen, diğer îmân esaslarına inanmak, herseyden önce Allah´a, sonra O´nun gibi görünmeyen Meleklerine inanmakla kaabildir. Bu Peygamber, Rabbi tarafından inzal olunana (Kur´an´a di, mü´minler de inandılar. Herbirt Allah´a, Meleklerine, Kitaplarına Peygamberlerine inandılar.»
inan- hetten de ruhanî lâtif varlıklar olan Meleklere îmân, maddî ve manevî varlıkların yaratıcısı bulunan Hak Teâlâ´ya îmândan sonra zikredilmiştir. [11]
4 - Meleklerin Naklen Sübûtlî Ve Aklen Cevazı :
Görünmeyen ve göremediğimiz bu varlıkların mevcudiyetini Kur´an-ı Kerîm bize haber veriyor. Peygamberimiz, melekleri bizzat görmüş ve var olduklarını bildirmiştir. Allah´ın Kelâmı olan Kur´an´m her verdiği haber hak ve gerçeğin ifadesidir. Peygamberler ise, doğrulukla muttasıfdırlar ve asla yalan söylemezler. O halde bizler müslüman olarak Kur´an ve Hadisle sabit olan, bütün geçmiş Peygamberlerin ve Semavî Dinlerin, varlığında ittifak ettik-ieri meleklere inanmakla mükellefiz. Bu sebeble, şer´an sabit olan melekleri inkâr etmek küfrü icabettirir. Bu hususta vârid olan muhkem âyetleri te´vile kalkışmak asla caiz değildir.
Şer´an sabit olan meleklerin varlığını insan aklı da inkâr etmez. Gerçi akıl, meleklerin ne varlığını, ne de yokluğunu kesin delillerle ispat edebilir. Fakat akıl, bu gibi görülmeyen varlıkların muhal olmadığına, bilâkis vücudu caiz olan şeylerden olduğuna delâlet eder. Çünkü; melekleri inkâr için, aklî veya ilmî hiçbir delil ortaya konamaz. Aksi halde, gözümüzle göremediğimiz ve bugünkü müsbet ilmin ve felsefenin mahiyetini bilemediği ruhumuzun ve aklımızın da varlığım inkâr etmemiz gerekir. Fakat göremiyoruz veya mahiyetini bilemiyoruz diye, ne ruhu, ne de akh İnkâr edebiliriz. O halde, ruh gibi maddî olmayan ve «Mücerredât» denilen mânevi varlıklara inanmaya mecburuz. Bu gibi varlıklar, müşahede ve tecrübeye (gözlem ve deneye) dayanan müsbet ilmin sınırı´dışında kalan, fizik ötesi, manevî yaratıklardır. Nitekim, Sokrafc ve Eflâtun gibi ilahiyatla uğraşan eski filozoflar, fizik ötesi ruhanî varlıkların mevcudiyetine, inanmışlar ve onlara «Misâller âlemi, Ervâh-ı Ul-viyye, Ukûl-i Âliye, Nüfûs-i Mücerrede» gibi isimler vermişlerdir. Bugünkü müsbet ilimle uğraşan bilginlerin çoğu, fizik Ötesi birtakım kuvvetlerin bu maddî âlemde görülen bazı hâdiselerin meydana gelmesine sebeb olduğunu kabul etmektedir. Bütün bunlar, meleklerin mevcudiyetini akim caiz gördüğüne delâlet eder.
Hülâsa, melekler de ruhumuz gibi vardır. Gerçi biz onları göremiyoruz. Fakat Peygamberler görmüşler ve büyük bir melek olan Cebrail´in elçiliğiyle Allah´ın vahyine mazhar olmuşlardır. Onlar,melekler vasıtasiyle Allah´ın emir ve yasaklarını telâkki ederek, beşeriyyeti hidâyete sevketmişlerdir. Nitekim mukaddes Kitabımız Kur´an-ı Kerîm de Sevgili Peygamberimize aynı şekilde indirilmiş ve bize meleklerin varlığını haber vermiştir. Onun içindir ki, biz müslümanlar, Kur´an-ı Kerîm´in ve Peygamberimizin haber verdiği ve uklımızın da varlığını kabul ettiği meleklere inanırız. Çünkü melekleri inkâr. Mukaddes Kitapları ve Peygamberleri de inkâr etmeyi gerektirir. [12]
5 - - Meleklerin Vazifeleri :
Kur*an-i Kerîm´in birçok âyetlerinde meleklerden bahsedilmiş çeşitli vazifeleri ve gördükleri işlere göre aldıkları isimler beyan olunmuştur. Kur´an´a göre melekler, üç büyük gurupta toplanmaktadır :
A) fiîîİîyyûn, Mukarrebun» diye anılan meleklerdir ki, bunlar dâima Hak Teâlâ´yı tenzih ve tehlil ile, O´na ibadet etmekle meşguldürler. Dâima Allah mahabbetiyle istiğrak halindedirler.
B) «Müdebbirât» adıyla anılan melekler olup, bu kâinatın nizam ve intizâmında ilâhî irâdenin icrasına vasıtalık ederler. Yani hiîkatin devamını ve tekâmülünü temin ederler.
C) İnsanın ruhî hâli ve tekâmülü ile vazifeli olan meleklerdir.
Bu melekleri ve vazifelerini şu beş gurupta toplamak mümkündür :
1- Bunların başında, meleklerin en büyüklerinden Cebrail gelir ki, vazifesi çok mühimdir. Bu vazife, insanları hidâyete şev-keden ve onları her iki dünyada da saadet ve selâmete ulaştıran ilâhî vahyi, Peygamberlere tebliğ etmektir. İlâhî emâneti Peygamberimize ve daha evvelki Peygamberlere ulaştıran bu meleğe «Vahiy Meleği», «Ruhu´l-Enıîn» ve «Kuhu´l - Kudüs» isimleri verilmiş-
2- Bu guruptaki meleklerin ikinci vazifesi de, Allah´ın Peygamberlerine ve kuvvetli îmân sahibi sâlih kullarına kuvvet vermek, sıkıntılı ve üzüntülü anlarında onları teselli etmek ve maneviyatlarını yüks e itmektir. Nitekim Kur´anda mü´minlere, düşmanlarına karşı yardım için melekler gönderildiği birçok âyetlerde zikredilmiştir [13] Bu yardımın, manevî bir yardım, kalbe itmi´nan ve müjde için olduğu yine Kur´an´da beyân olunmuştur. [14]
3- İnsanların her türlü halleriyle ilgili meleklerin üçüncü vazifesi ise, Allah´a inanmayan kötü ruhlu insanlara verilen ilâhî cezayı ifâ etmektir. [15]
4- Meleklerin dördüncü vazifeleri de, yeryüzündeki insanların hidayetleri için duada ve onlara şefaatte bulunmaktır [16] Bu dua ve şefaat, «Rahmeti her şeyi kuşatan ve kaplayan Allah´ın» [17] iradesiyle bütün insanlar için ise de, meleklerin yalnız mü´-minlere mahsus olan duaları daha kuvvetlidir [18] Peyamberler için olan dualar ise, onları takdis etmek ve risâlet vazifelerine yardımcı olmaktır.
5- Meleklerin diğer bir vazifesi de, insanlara iyi ve hayırlı şeyleri telkin etmek suretiyle onların doğru yola girmelerini ve ruhen yükselmelerini sağlamak, böylece onları iyi ve asil bir hayata yöneltmek, saadet ve selâmete erdirmektir. Yukarıda beyan olunduğu gibi, meleklerin kâfirler için bile şefaat edip dua etmeleri, onları ruhî yükselme yoluna sevketmek içindir. Mü´minleri hakka, gerçeğe ve aydınlığa- çıkarmaları ve Peygamberlere selât-ü selâm getirmeleri ise, onların ruhî yükselme dâvalarını ilerletmektir.
Meleklerden bir kısmının da özel vazifeleri vardır. Meselâ «Ha-faza» [19] denilen melekler vardır ki, her insana bunlardan iki melek verilmiştir. Bunlar, insanın her türlü iyi ve kötü hareketlerini yazarlar. Kur´an´da bu meleklere «Kirâmen Kâtibin» (Şerefli, ulu yazıcılar) adı verilmektedir [20] Melekler mânevi ve ruhanî lâtif varlıklar oldukları için, şüphesiz onların yazmaları, insanın yazması gibi değildir. Sonra bu kayıt işi bir ihtiyaçtan doğma olma yıp, insan oğlunu, işlerinde dikkat ve itinâya sevketmeyi hedef alan bir takım ilâhî hikmetlere müsteniddir.
Bir de «MOnker ve Nekir» ismi verilen melekler vardır ki bunlar, insana, öldükten sonra soru sormaya memurdurlar.
Bunlardan başka, AzrMadıyla anılan, ruhları kabzetvncye memur melek, Mikâil ismiyle bilinen, nzıklan sahihlerine ulaştırma ve yağmur yağdırmak, rüzgâr estirmek gibi tabiî hadiseleri yönetmekle vazifeli melek ve kıyameti ilân eden Sûr´u üflemekîe v oteli forâfîl adlı melek vardır ki, bu üç m°lek, Cebrail Aleyhisselâm, meleklerin en büyükleri ve onların resulleridir. [21]
6- Melekler İnsanlardan Efbal Mıdır
Meleklere îmân farz olduğu gibi, onları ta´zim ve tebcil etmek de her mü´mine farzdır.
Peygamberler, meleklerin resulü olan dört büyük melek dahil, bütün meleklerden efdâl yani daha faziletli ise de, bu dört melek bütün insanlardan efdâîdir. Bu husus «lemâ-i Ümmet» ile sabittir.
Takva sahibi insanlar da, diğer meleklerden daha faziletli ve üstündürler. Çünkü melekler, yaradılış bakımından günâh işlemezler, Allah´a itaat ve ibadet onlar için tabiî ve fitrî bir iştir. Onları bu işten menedecek ne nefisleri vardır, ne de haricî bir tesire mâruzdurlar. Halbuki insan akıl ve nefis sahibi olup, her türlü menfi tesirler altındadır. Buna rağmen bu menfi ve kötü engelleri aşar ve Yüce Allah´a inanarak, salih amel işlerse, elbet meleklerden daha faziletli ve daha üstün derecede bir varlık olur. [22]
Görülmeyen Yaratıklardan Cin Ve Şeytan
Nûrânî ve ruhanî lâtif varlıklar olan meleklerden başka, Al-lahu Teâlâ´nın yaratmış olduğu gözle görülmeyen bir kısım gizli mahlûkları (yaratıkları) vardır ki, onlara (cin) adı verilir. Şeytan da cin tâifesindendir.[23]
Cin Ve Şeytan Kelimelerinin Lügat Ve Istılah Manâları :
«Cin» ismi, (cenne) kelimesinden gelir. Cemre; örttü, gizledi, gölgeledi, sakladı ve korudu demektir. Kelimenin aslı, bir şeyi histen gizlemek mânâsını ifade eder. Arap dilcileri, kelimenin kökünde ve aslında müttefiktirler. Meselâ : Cenne; bahçenin ağaçları toprağı Örttüğü ve gizlediği için, «bahçe» mânâsına da gelir. Nitekim toprağı örtülmüş bağ, bostan ve bahçe´ye, aynı kökten gelen (cennet) adı verilir. Cünne, kalkan ve siper mânâsında, (cenin) ana rahminde saklı kalan çocuk, (cenan) göğüs içinde bulunan kalb, (cu-nün) nefis ile akıl arasında perde olan «delilik» mânâsına gelir. Bu kelimelerin hepsinde histen gizleme mânâsı vardır. Bu esasa göre cin, gizli mahlûklar cinsine delâlet eden bir «ism-i cins» tir. Müf-redi «Cinnî» dir.
«Dilciler» den Râğıb-i tsfehâm´nin El - Müfredat´mda bildirildiğine göre, gizli kuvvetler mânâsına gelen (cinn), iki türlü kullanılır :
1- Cin (ins) kelimesi karşılığında kullanılan ve histen, insan gözünden gizli olan bütün ruhanî varlıklardır. Bu, cinn kelimesinin genel mânâsıdır. Bu mânâda meleklere ve şeytana da cin
denilebilir. Çünkü melek de, şeytan da gözle görülmeyen gizü varlıklardır [24]
2- (Cinn), ruhanî varlıkların hepsinin değil, bir kısmının adıdır. Çünkü ruhanî varlıklar üç kısımdır :
Birinci kısım ruhanîler, Yüce Allah´a itaat ve ibâdet eden nje-lekler´dir ki, bunlar yanlış is yapmazlar ve insanı aldatmazlar.
İkinci kısmı teşkil eden, şerir ve isyankâr olan Şeytanlar´dır.
Bunlar insanı aldatırlar; şer ve kötülük için çalışırlar.
Üçüncü nevi ruhanîler ise, ikisi ortası olan gizli yaratıklardır. Bunların hayırlısı ve Allah´a itaat edeni olduğu gibi, şerlisi ve Allah´a isyan edeni de vardır. Özel manâsıyla Cin, bunlara denir. Cin deyince, bu iki sınıfı da (yani mü´min ve kâfiri de) olan ruhanî yaratıklar olduğunu anlamak, en doğru ve meşhur olandır.
«Cinn Sûresi»nde etraflı olarak bahsedilen cinler, Rahman sûresi âyet 15, 33 de geçen (Cinn) ve (Cânn) bunlardır. Cinn´in, müf-redi, «Cinnî», çoğulu ise «Cinne» gelir. Nitekim, «En-Nâs sûresi» nin 6. âyetinde «... Min-el Cinneti ve´n-Nâs» buyuruimuştur. [25]
Şeytan Kelimesi İse :
Dilcilere göre; azınlıkta, şer ve kötülükte emsalsiz olan şerir ve anut (inatçı) mânâsına gelen, her mütemerrit´e (azgına) verilen bir isimdir. Bu bir «cins isim» dir. Şeytan kelimesinden daha çok (cin) cinsinden olan «Cin Şeytanı» anlaşılırsa da, kötü ruhlu insanlara da bu ad verilir. Hatta kötü hayvanlara da... Meselâ arap dilcileri, yılan´a «Hayye» dedikleri gibi, «Şeyâtınu´l Arap = Arap şeytanları» da derler. Bu esasa göre, «Şeytan» kelimesi, kötü ruhla alâkası olan, görülen veya görülmeyen her kötü ve haktan uzak şeylere verilen bir isimdir. Cin şeytanı denildiği gibi, insan şeytanı, hayvan şeytanı da denir. Nitekim Kur´an-ı Kerîm´de, «Şeyâtın-ı ins* ve «Şeyâtın-ı cin» tâbirleri [26] insan ve hayvan görülür, fakat, ruhta gizli ol&ri kötülük ve habaset görünmez. O, eserleri ile anlaşılır.
O halde, insan şeytanında da şeytanlık, gizli, bir haldir. Bu sebeple şeytan isminden, genel olarak, gizli, kötü bir kuvvet, kötü ve habis bir ruh anlaşılır. însan şeytanı, şeytanlıkta adolan cin şeytanına tâbidir. Ona bağlıdır.
Ehl-i Sünnet´e göre şeytan ismin´den maddî kötü kuvvetler de anlaşılır ise de, bilhassa görülmeyen bu gibi kötü ve haktan uzaklaşan gizli ruhlara delâlet eden bir «Cins ismi» dir. Yaratılışta her cins bir «Ferd-i Evvel», yani ilk fert ile başladığından, «şeytan» denilince bu cinsin ilk ferdi olan ve babası sayıîan ilk şeytan, yani «iblis» akla gelir ve ona has (özel) bir isim gibi olur. Ruhlar âleminde iken, Allah´a isyan ederek ve tekebbür göstererek, insan ırkının ilk ferdi Âdsm Aleyhi^eîâm´a (tazim gayesiyle) secde etmeyen (İblis) ilk şeytandır. [27]
Dilci imamlara göre (Şeytan) kelimesi uzaklık mânâsına gelen (Satana =maddesinden, veya ihtirak (yanmak), yahut butlan mânâsına gelen (Şeyata = (ûa~i) ) dan gelir. Birincisine göre «Fi´lân» vezninde, haktan uzak olan, ikincisine göre ise, «Fu´lân» vezninde yanmış ve bâtıl demektir [28]
2 Cin Ve Şeytanın Mahiyeti Ve Vasıfları :
Kur´an-ı Kerîm´de bildirildiğine göre Cin ve Şeytan, aynı cinsten olan ve görülmeyen yaratıklardır. Çünkü şeytan cinsinin ilk ferdi olan «İblis» in, ein´den olduğu şöylece tasrih edilmiştir. [29]
«Kani biz Meleklere, «Adem´e secde edim» demiştik de, îblîs-ten başkası hemen secde etmişti. O ein´den idi. Rabbinin enrâne karşı gelmişti.»
Hak Teâlâ Iblis´e : «Sana emrettiğim halde, secde etmene mâni olan "ne var, niçin secde etmiyorsun » diye sorduğu zaman dedi ki :
«Ben ondan hayırlıyım, (Âdem´den üstünüm). Beni ateşten yarattın, Onu ise çamurdan...» [30]
Cinler ve cin cinsinden olan şeytan; saf ateşten, yani dumansız ateş alevinden yaratılan nurânî lâtif varlıklardır. Bu konuda Kur´an-ı Kerîm´de :
«Cinni de faha, saf bir ateşten yarattı.» [31]
«Cinleri [32] de daha önce alevli (dumansız) ateşten yarattık.» [33] Duyurulmuştur.
Cinler de, melekler çibi -örülmeyen gizü varlıklar olup, çeşitli şekil ve surete girmeye ve zor işleri yapmaya muktedir, fakat cins ve mahiyet bakımından meleklerden ayrı yaratıklardır. Daha önce zikrettiğimiz Hz. Âise (r.a.)´nin naklettiği hadis, bu hususu açıkça göstermektedir. [34]
Eski Hukemâ ve Mütefekkirler, cinlere «Ervâh-ı Süfliyye (Süfli kötü ruhlar), Ervah-. Arziyye» adını vermişlerdir. Cinler arasınla da insanlar gibi evlenme vardır. Onlar da, Yüce Allah, anan Dansı- ve ibâdetle mükelleftirler. Bazıları isyankâr olup kâfirdir. Diğer bir kısmı da itaatli mü´mindir. Allah´ın Yüce kudreti karşısında hiç bîrirân kudret vo hükmü olmayıp, O´nun âciz ve sorumlu yaratıklarıdır. Allah´ın izni ve hükmü Gİmadikça, hiç bir kimseye ne iyilik, ne de kötülük yapabilirler. Cinler, Allah´ın peygamberlerine bildirdiği ilâhi vahyinden haberdar olamazlar, gaybı bilemezler [35] Çünkü Allahu Teâlâ gizli âleminden kimseyi haberdar etmemiştir. Ancak, seçtiği ve dilediği peygamberlerine insanlara tebliğ etmek üzere emirlerini bildirmiştir.[36]
3 - Hz. Peygamber Cinlerin De Peygamberîdîr ´.
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), Hâtemü´l - Enbiyâ (Peygamberlerin Sonuncusu) ve en büyüğü olduğu için, bütün insanlığa gönderildiği gibi, cinlere de peygamber olarak gönderilmiştir, O, ins vs cinn´in peygamberidir. Cinlerden bir taifenin Peygamberimizi Kur´an okurken dinleyerek îmân ettikleri, dinledikleri ilâhî hükümleri diğer cinlere bildirdikleri ve onları İslâm´a davet ettikleri «Cin Sûresi»nde, ayrıca «Ahkâf Sûresi»nde beyan edilmiştir. [37]
Cin sûresinde şöyîe buyurulmuştur :
(Ey Muhammedi) De ki : «Cinlerden bîr zümrenin Kur´an okurken dinlediği bana vahyolundu. Onlar (Kur´an)ı dinlemişler de (şöyle) demişler : «Biz gerçekten hayranlık veren bir Kur´an dinledik ki O, Ilakk´a ve doğruya götürüyor, biz de O´na îmân ettik. Rabbimize (artık) hiçbir şeyi ortak koşmayacağız...» [38]
4 - Cinler İlâhi Sırlara Vâkıf Mıdır
İnsanları aldatarak dalâlete, küfre ve inkâra sevketmeye, bâtıl ve sapık inançlara yöneltmeye ve onların ahlâkını ifsada çalışan şeytan, Rabbine isyan eden cin tâifesindendir. Şeytan insanın açık bir düşmanıdır. Bu hususta bir çok âyetler vardır [39] Müşrikler eskiden, İlâhî sırlara vâkıf olduklarını zannettikleri ve bu sebeple korktukları cinleri ulûhiyet derecesine çıkararak, onları ilâhlaştırırlardı. Dev, peri, şeytan, cin ve melek adıyla andıkları, hayra ve şerre kaadir zannettikleri, esrarengiz ruhanî yaratıktan iîâh kabul ederek, onlara ibâdet ederlerdi. Her birine çeşitli tılsımlar, sihirler yapan Sâbiîler, Süryânîler, Yunanlılar, Romalılar, Ca-hiliye Arapları, İslâm´dan önceki Şanıanist Türkler [40] ve diğer müşrikler, bütün bu görülmeyen gizli ruhanî varlıkları ilâhlaştıra-rak, onları Allah´a ortak koşar, O´na oğullar ve kızlar uydurur-Kur´an-ı Kerîm´de çok yerde ve özellikle Cin Sûresinde bildirildiğine göre, cinler ve şeytanlar, ilâhî sırlar ve vahy hakkında bilgi sahibi değildirler. Bu husus kesinlikle reddedilmiştir. Nitekim, Kur´an-ı Kerim´in Peygamberimize İnzalinden söz edilirken şöyle buyurulmuştur :
«...Kur´an muhakkak ki, Âlemlerin Rabbi Canibinden indirilmedir. O´nu, Ruhu´l - Emin» inzâr edicilerden olasın diye, senin kalbine mânâsı açık Arapça bir dil île indirmiştir...» [41] Aynı sûre nin sonlarında ise :
«..O´nu (Kur´an-ı) asla şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz, esasen buna güçleri yetmez. Şüphesiz onlar, (vahyi) işitmekten uzaklaştırılmışlardır...» [42] buyuruluyor.
Bu âyetlerden, şeytanların ve cinlerin vahye ve ilâhî sırlara asla vâkıf olmadıkları, buna güçleri yetmediği, vahyi Peygamberlere bizzat Hak Teâlâ´nm gönderdiği ve Cibril´i Emîn tarafından kalplerine ilkâ olunduğu kesin olarak anlaşılmaktadır. Bu ve daha bir çok âyetlerden [43] anlaşıldığına göre, halk arasında zannedildiği gibi, şeytanlar ne göklere yükselirler, ne de ilâhî sırlan öğrenerek yer yüzüne inerler. Bu, onların ne vazifesidir, ne de buna güçleri yeter. Halk arasındaki bu düşünceler mesnetsiz olup, efsâneden başka bir şey değildir.
Ancak, şu husus da bir gerçektir ki; Cinler ve Şeytan, saf ateşten yaratılan nûrânî varlıklar olarak, vahyi ve ilâhî sırları öğrenmek gücünde olmamakla beraber, insanların görmediği ve bilmediği bir çok manevî ve adî hâdiseleri görür ve bilirler. Fakat cinlerin şeytanlıklarına kapılarak ve gaipten sırlar öğrenmek sevdasıyla onların istilâsına düşmemeli, kötü tasarrufuna girmemelidir. Gerçek şudur ki; cinlere verilen tasarruf kudreti, insanlara verilen idrâk kuvvetinden daha yüksek değildir ve bunların hepsi ilâhî kudret ve azamet önünde bir hiçtir. Onun içindir ki, Allah´a ihlâs ile îmân eden gerçek mü´minler onlardan korkmazlar ve istilâlarına uğramazlar. Çünkü, Kur´an-ı Kerîm´in nuru onları yaKar.Nitekim Cin sûresinde bu gerçekler anlatılmış cinlerin varlığı, mes´uliyetleri, mükellefiyetleri ve insanlarla olan alâkaları bildirilmiştir. Cin ve şeytanlar, Yüce Allah´a ve ,ilâhî emirlerine karşı hiç bir şey yapamazlar ve gayb hakkında bilgi sahibi olamazlar. [44]
5- Cin Ve Şeytan Niçin Yaratılmıştır
insanın apaçık düşmanı olduğu bildirilen ve gayesi insanı doğru yoldan çıkararak küfre ve dalâlete şevke çalışmak olduğu anlaşılan şeytan acaba niçin yaratılmıştır
Gerçek şudur ki; insan, yaratılış bakımından madde ve ruh´-dan teşekkül eder. Maddî cephesi; fizikî görünüşü olan bedeni ve onun tabiî ihtiyaçlarıdır. Manevî cephesini de, mahiyeti bilinmeyen ruhu ve aklı teşkil eder. Bu yaratılışının tabii neticesi olarak Yüce Allah, insana iki çeşit duygu vermiştir.
Birincisi, insanın ruh ve mânâ cephesi ile ilgili olan yüce duygulardır ki, bunlar insanı rûhânî ve yüce bir hayata -yöneltir.
İkincisi ise, insanın maddî ve fizikî yönü ile ilgili olan bir takım süflî duygulardır. İnsan bu duygularına tabî olursa, ruh cephesi zayıflar, adetâ maddeleşerek âdîleşir. insandaki bu iki çeşit duyguya karşılık kâinatta da iki çeşit varlık vardır : Melekler ve şeytanlar. Şüphe yok ki, süflî ve âdî nev´iden olan duygu ve arzular, insanın fizikî varlığı için şarttır. Fakat bunlar, çığrından çıkıp, kontrol edilemez bir hale gelirse, insanın iyi ve yüce bir hayata doğru yönelmesine ve yükselmesine engel olur. İnsanın bu cins dsygu ve arzularını kontrol etmesi gereklidir. Eğer bunu yapmakta başarıya ulaşırsa, ne bu fizikî arzular, ne de onu tahrik eden şeytan insana zarar verebilir. Bilâkis manevî cephesinin emrine girer ve onun yükselmesine hizmet eder. İnsan için bir imtihan ve deneme yeri olar bu dünya´da insanı iyiliğe yöneltmek için melek yaratılması nasıl lüzumlu ise, fizikî varlığı için de onun süflî ve âdî arzularını kamçılayan kuvvet, kontrol altına alınmak şartı ile zararsız, hattâ faydalı olabilir. Şeytanların yaratılmasında bundan başka daha bir çok ilâhî hikmetler olduğu muhakkaktır.
Nitekim Müslim´in tbn-i Mes´ud (r.a.) dan rivayetine göre Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur : (Meali)
«İnsanlardan hiç bir fert yoktur ki, onun cinden bir şeytanı olmasın!»
Bunun üzerine sormuşlar : «Ya Resûlallah! Bu senin hakkında da böyle midir »
Peygamberimiz cevaben : «Evet, böyledir. Şu kadar ki ben, Allah´ın bana oian yardımı ile, onu yola getirdim, itaatim altına aldım, onu müslüman yaptım ve böylece şerrinden, bana kötülük telkin etmesinden kurtuldum. Şimdi o, bana hayırdan başka bir şey telkin edemez.» buyurmuştur.
Gerçekte şeytan, önce insana itaati kabul etmez. Onun arzu ve niyeti, insanoğlunu par,lak sözlerle ve yalanla adî ve süflî arzularını uyandırarak onu yanlış yola sevketmektir.
İnsan, ruhî gelişmesinin ilk devresinde şeytanın içinde uyandırdığı, süflî ve kötü arzulan susturmak için onunla savaşmak zorandadır. Fakat insan bu mücadelede azmederse, ilâhî vahiy sayesinde sonunda şeytanı yenecektir. însan bu devreyi atlatıp aymakta başarılı olursa, artık yükselir, süfli1 arzular dizginlenir ve şeytan ona zarar veremez hale gelir. Ona iyilikten başka şeyler telkin edemez. Nitekim Hak Teâlâ; «Benden size bir hidâyet rehberi gelecektir. Kim ona uyar, yolundan giderse, onlar için artık korku yoktur, onlar mahzuii da olmazlar...» [45] Duyurulmuştur.[46]
6- Cin Ve Şeytanların Varlığını Akıl İnkâr Edebilir Mî
Saf ateşten yaratılan ve insan gözüyle görülemiyen cinler ile, aynı cinsten olduğu Kur´an âyetleriyle haber verilen şeyt^n´m nû-rânî gizli varlıklar olduğu şer´an sabittir. Bu hususta, daha ı´mce yeri geldikçe zikrettiğimiz birçok âyetler ve Kur´an-ı Kerîm´de «Cin Sûresi» adiyle anılan müstakil bir sûre vardır. Bu sûre, Kur´an-ı Kerîm´in 72. sûresi olup, 28 âyettir. Cinlerin varlığını ve kendisinin onlara da peygamber olarak gönderildiğini Hz. Peygamber´ (s.a.v.) haber vermiştir. O halde bizlerin müslüman olarak muhkem âyetler ve sahih hadislerle, yani Kur´an ve Sünnet gibi iki şer´î delille var olduğu bildirilen cin ve şeytan´ın, Yüce Allah´ın görülmeyen gizli yaratıkları olduğuna inanmamız gerekir.
Şer´an sabit olan meleklerin varlığım inkâr edemiyen insan aklı, daha önce zikrettiğimiz aynı sebepten, varlığı şer´an yani dînen sabit olan cin ve şeytanı da inkâr edemez. Çünkü bu husus, ak-len muhal değildir. Cinlerin de, cismanî bir bünyesi olabilir. Fakat, bizim her bünyeyi görmemiz zarurî olmadığı gibi, gördüğümüz cisimlerin de her cüz´ünü göremediğimiz bilinen bir gerçektir. O halde, gözlerimizin önünde, bir bünyeye sahip bir çok varlıklar olduğu halde, biz onları görmeyebiliriz. Nitekim mikroplar var olduğu halde, onları gözle göremeyiz. Bu bakımdan, hava içinde hiç hissetmediğimiz dalgalar ve ışınlar bulunduğu gibi, âletle dahi hisse-demiyeceğimiz gizli varlıklar bulunabilir. Esasen, bütün cismânî ve fizikî kâinatta, nişlerimizden gizli ve görme gücüne sahip olmadığımız ruhanî varlıkların bulunduğunu inkâr etmek doğru olmaz. Her türlü varlığı yaratmağa kaadir olan Yüce Allah´ın yaratıklarının, yalnız gözle veya âletle görüp bildiğimiz şeylerden ibaret olduğunu sanmak, büyük gaflet olur. Bu ise, Yüce Allah´ın ilâhî kudretini ve kâinatın azametini bilmemekten başka bir şey olmaz.[47]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 401.
[2] İslâm Ansiklopedisi : C. 77, s. 661. Bu konuda fazla bilgi için bak Manzur, Lisan el-Arab : C. XII, s. 386-387. Et-Râğıb : El-Müfredâl : Muhammed Hamzi Yazır : Hak Dîni Kur´an Dili : C. s. 302-301
[3] îsrâ : 40; Saffât : 150; Zuhrırf : 9; Fâtır :1; Enbiyâ: 26.
[4] Tahrim : 6 ve Enbiyâ : 26
[5] Sâd : 76.
[6] Sahih-i Müslim C. VII, s. 226, İstanbul 1333 H. Ibıvi . 490.
[7] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 401-403.
[8] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 403.
[9] îmân esaslarını toplayan cÂmentü...» de olduğu gibi.
[10] Bakara : 335.
[11] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 403-404.
[12] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 404-405.
[13] Enfâl : 9; Âl-i İmrân : 123. 12-1. 125.
[14] Âl-i İmrân: 126; Enfâl: 10, 12
[15] Bakara: 210; En´âm ; 158; Nah! : 33, Furkân :-26.56; Enfâl: 50: Mu-hammed : 27
[16] Şûarâ : 5; Necm : 28.
[17] Ârâf : 156
[18] Mü´min : 7, 9; Ahzab : 43.
[19] İr.fitâr : 10; En´âm : 01.
[20] İnfitâr : 11, 12; Râd : İÜ, 11.
[21] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 405-407.
[22] s. 661-664.
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 407.
[23] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 408.
[24] Bu manâ lâfız bakımındandır. Gerçekte ise, cinlerin meleklerle mahiyet ve vazife bakımından alâkası yoktur. Bu husus, ileriki bahislerde daha çok anlaşılacaktır
[25] tbn-i Manzur : Lisanu´1-Arab : C. İS, s. 248 ve devamı.
El-Râgıp : El-Müfredat : C. I, s. 79-80, M. Hamdi Yazır : Hak Dini Kuran Dili : C. I. s. 238-239 C. in, s. 2029-2031 ve C. VII, s. 5382-5383.
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 408-409.
[26] Bakara : 14; îsrâ : 27 ve Mülk : Ç7. Ayetlerin tefsirlerine bakınız
[27] Bakara : 34; Kehf : 50
[28] Lisânu´l - Arab : c. 17, s. 104 ve devamı. E! Müfredat : s. 213 Hak Dini Kur"ân Dili :C. I, s. 238-239.
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 409-410.
[29] KehC : 50 ve Bakara 34. Bu âyetten, tblia´ın de melek olduğunu zannedenler olmuşsa da. bu yanlıştır. Çünkü; âyette geçen (İllâ). (İstisna münkatı´) dır. îbtis melek cinsinden değildir. Belki o, bir çok âyetlerin bildirdiğine göre saf ateşten yaratılan bir cindir. Eğer melek olsaydı, diğer rmlekler gibi Rabbintn emrine uyar ve Âdem´e (a.s.) secde ederdi.
[30] A´râf : 12-13
[31] Rahman : 15.
[32] Veya babası İblis.İ.
[33] Hicr: 27
[34] Bkz : Meleklerin mahiyeti ve Evsafı
[35] Şuarâ : 210-212.
[36] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 410-412.
[37] Ahkâf : 29.
[38] Cin : 1-2. Cinler hakkında fazla bilgi için bu sûrenin 1-19. âyetlerinin tef sirlerine bakınız
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 412.
[39] Bakara: 168; Mâide ; 91; Kehf : 50; Nahl : 98-100; Fâtır ; 6; Yasin: 60 - 61´de -Ey Adem oğulları! Ben size Şeytan´a tapmayın, o sizin için apaçık düşmandır. Bana kulluk edin. İşte dosdoğru yol budur- diye emretmedimmi » buyuruluyor.
[40] Abdulkâdir înan : Şamanizm Kalıntıları.. (Türk Tarih Kurumu yayınlarından).
[41] Şuarâ : 192-195.
[42] Aynı süre ; 210-212
[43] El-Cin: 26 -27; Es - Sâffât : 6 10; El - Hicr : 16-18
[44] Hak Dini Kur´an Dili C. 7. s. 5381-5417
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 412-414.
[45] Bakara : 38 Meâii.
[46] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 414-416.
[47] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 416. - See more at: http://haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=4710&BID=54#sthash.Gkv36Wcf.dpuf
Semavi Kitaplara İman
İlâhî Kitaplar Ve Semavi Kitaplara Îmân.
İlâhî Kitap Ne Demektir ve Niçin Gönderil miştir
Hak Teâlâ´nın insanlar arasından seçtiği «Peygamber» dediğimiz mümtaz ve seçkin şahsiyetlere, yalnız kendi milletlerine [1] veya bütün insanlığa tebliğ etmek üzere [2] vahyettiği kitaplara, «İlâhî Kitaplar» veya «Semavî Kitaplar» veya «İnzal olunan Kitaplar», (Kütüb-i Münzele) adı verilir.
Bu kitaplar, lâfız ve mânâ bakımlarından Allah Kelâmı olup, herşeyden önce insanları her türlü dalâlet ve sapıklıktan, kötü ve karanlık yollardan çıkararak, onları doğru ve güzel yollara sev-ketmek suretiyle Hak ve hidâyet nuruna kavuşturmak için gönderilmiştir. Gerçi insan, bütün yaratıklar arasında en kuvvetli ve en şerefli mahlûk olarak yaratılmış, kâinattaki her çeşit varlık ve yaratık onun emrine ve hizmetine verilmiş [3] ona bu dünyayı îmâr ve ıslâh etme kuvvet ve kabiliyeti bahşedilmiştir. Fakat insan, nefsine ve tabiatta bulunan bazı şer kuvvetlere karşı daima başarı sağlayamaz. Hattâ çok defa onlara yenilir. Zira insanın, bilhassa nefsine karşı, buyuk zaafı vardır. Onun en buyuk düşmanı, şer kuvvetlerinin başı sayılan Şeytan´dır [4] Nitekim, insanoğlunun ve beşeriyetin ceddi Âdem (a.s.)´in nefsine ve Şeytana nasıl aldana-rak uyduğu, Cennet´ten nasıl çıkarıldığı, sonra hatasını anlayarak Allah´tan nasıl af ve mağfiret dilediği ve Cenab-i Hakk´m affına mazhar olduğu Kur´an-ı Kerîm´dc beyân edilmiştir. [5]
Evet, insan herşey karşısında kuvvetli ise de, nefsi karşısında zayıftır. însan, ilâhî bir nur ve ihsan olan aklı ile, sahip olduğu beşerî kuvvetler ve eşya hakkındaki bilgisi sayesinde tabiatı yenebilir, bazı hakikatlara erebilir, birçok keşifler yaparak yükselebilir. Fakat başarıların en büyüğü kendi nefsini yenmektir. Kemâlin en yükseği ise, bu başarıya ulaşmaktır. îşte bu başarı ve bu kemâl ancak ve ancak Hak Teâlâ ile yakın bir alâka kurmak, yâni ilâhî vahyin yardımına ermekle kaabildir.
Nitekim Kur´an´da, insana, nefsinin arzu ve ihtiraslarına karşı koyamadığı zamanlarda, ona Yüce Allah´dan «ilâhî bir sös» şeklinde yardım geldiği haber verilmektedir [6] İnsanların ilk babası Âdem (a.s.)´a gönderilen ilâhî yardım ve vahiy, Âdem oğullarına da, ilâhî irşad ve rehber olarak gönderilmiştir. Nitekim Kur´an-ı Kerîm´de meâlen :
Benden sise bir hidâyet gelecektir. O´na tâbi olanlara artık hiç bir korku yoktur. Onî^r mahzun da olmayacaklardır.» [7]
buyur ulmaktadır.
Bu ve daha birçok âyetler, insanın ilâhî vahye muhtaç olduğuna, vahye tabî olursa Şeytan´m tahriklerinden ve birçok kötülüklerden korunacağına, her türlü şer kuvvetleri yenerek huzur ve güven içinde kemâle doğru yükseleceğine delâlet etmektedir.[8]
İlâhî Kitapların Hepsine Îmân, Îmân Esaslarım) Andır
İşte bu sebeple Hak Teâlâ, beşeriyeti hidâyete, yani doğru yola sevketmek için, ilâhî nizam, esas ve hükümlerini ihüva eden, «Mukaddes Kitaplar» indirmiş, bu kitapları insanlara tebliğ ederek onlara öğretmek için de, kendi aralarından seçtiği b´ir kısım insanları Peygamber ve İlâhî Elçi olarak göndermiştir. Peygamberler, bifij yüce vazifeyi noksansız olarak yapabilecek ve kendilerine vahyolu-nan ilâhî hükümleri insanlara aynen tebliğ edebilecek kudret ve: kabiliyette yaratılan mümtaz ve sâdık kullar, ilâhî elçilerdir.
O halde; Mukaddes Kitapları beşeriyete tebliğ etmek ve ilâhî hükümleri bildirmek için Peygamberlere, herhangi bir zâtı Peygamber olarak kabul edebilmek için de, kendisine vahyedilen ilâhî bir kitaba ihtiyaç vardır. Bu sebebledir ki, müslüman olabilmek için, Allah´a ve Meleklerine îmândan sonra, İlâhî Kitaplara ve Peygamberlere îmân etmek şart koşulmuştur.
Çünkü insanlar, nefislerini ve şeytanı yenebilmek için daima Yüce Allah´ın yardımına, yani, vahye dayanan İlâhî Kitaplara, do-´ layısiyle, bu kitapları kendilerine tebliğ edip, öğretecek Peygamberlere muhtaçtırlar. İlâhî Kitapların ve Peygamberlerin lüzumuna inandıktan sonra da, insanlık tarihinin her devrinde yaşayan milletlerin bir. Peygambere ve mukaddes bir Kitaba sahib olabileceğini kabul etmek ve bunlara da inanmak, akl-ı selimin ve sağ duyunun icâbıdır.
Nitekim Kur´an-ı Kerîm, vahyin ve Peygamberliğin muayyen bir şahsa veya millete mahsus olmadığını ve her millete bir Peygamber gönderildiğini şu âyetlerde açıkça bildirmiştir :
«Hiçbir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah azabıyhı) korkutan biri (yani bir Peygamber) gelip geçmiş olmasın.» [9]
«Her milletin bir Peygamberi vardır.» [10] Yani, her millete mutlaka bir Peygamber gönderilmiştir.
Her Peygambere de, gönderildiği insanlar arasındaki ihtilâfı halletmek için bir kitap verildiği şu âyeti kerîmede bildirilmektedir :
«Bütün insanlar bir tek ümmet idi. (Aralarında ihtilâfa düştüklerinden) Allah, (rahjnetiyle) müjdeleyici, (azabı ile) korkutucu Peygamberler gönderdi. İnsanların ihtilafa düştükleri şeyler hakkında hükmetmek için Peygamberle beraber hak (ve gerçek) kitaplar da inzal etti.»[11]
Kendisine müstakil bir kitap verilmeyen Peygamberler ise, daha önce indirilen ilâhî bir kitaba tabî olmuşlar ve onu gönderildikleri milletlere talim ve telkin etmekle, hükümlerini öğretmek ve anlatmakla emredilmişlerdir.
Bu sebeple İslâm dînî, yalnız Kur´an´a değil, daha önce dünya milletlerine gönderilen Mukaddes Kitapların hepsine îmân etmeyi emretmekte, bütün İlâhî Kitaplara inanmayı, îmân esaslarından saymaktadır.[12]
Her millete bir Peygamber ve her Peygambere de bir «Kitap* veya «Suhuf» verildiği Kur´an´da bildirilmiş ise de, bütün Peygamberlere indirilen kitapların isimleri ayrı ayrı, zikredilmemiştir. Bu bakımdan;
, İcmali olarak : «Bütün İlâhî Kitaplara»,
Tafsili olarak da : Kur´an´da isimleri zikredilen Mukaddes Kitaplara ayrı ayrı inanmak, herbirinin Allah Kelâmı olduğunu kalb ile tasdik etmek lâzımdır.
Tevrat, Zebur ve İncil ile, en son ve en mükemmel İlâhî Kitap olan Kur´anri Kerîm´dİr. Ayrıca yüz adet «Suhuf» (sabiteler) indirilmiş, bunların 10 adedi Hz. Âdem´e, 10 adedi Hz. İbrahim´e, 50 adedi Hz. Şît´e ve 30 adedi de Hz. İdris (Aleyhimesselâm)´a verilmiştir.
O halde, geçmiş milletlere gönderilen bütün Peygamberlere indirilen «İlâhî Kitaplar» m ve «Suhuf» un hepsine inanmak, her müslümana farzdır.
îmân edilmesi İslâm´a göre farz olan bu kitapların, mukaddes ve ilâhî vasfını kazanabilmesi için, iki şarta sahio olması lâzımdır :
1- It&hî Vahye istinad etmelidir.
Yani, Allahu Teâlâ tarafından Peygamber olarak seçilen şahıslara indirilen vahyin, aynen yazılarak toplanmasından meydana gelen bir kitap olmalıdır. Böyle olmayan ve insanlar tarafından daha sonraları yazılan şeyler Allah Kelâmı olmadığından, ilâhî bir kitap olarak kabul edilemez.
2- ilâhî vahye istinad eden ve ona dayanan Allah Kelâmı olduğu tevatür yoluyla bilinmeli, bu husus sabit görülmeli, ait olduğu Peygambere indirildiği hususu yine tevatür yoluyla zamanımıza kadar gelmelidir.
Bu iki şarta sahip olmayan kitaplar, aslında ilâhî de olsa, bu yüce vasfını ve ilâhî hüviyetini kaybeder. Mukaddes kitap olmaktan çıkar.
Müslümanlarca inanılması farz olan Mukaddes Kitaplar, işte bu ilâhî vasfa sahip olan Semavî Kitaplardır. Halen ilâhî olduğu iddia edilen kitaplar arasında bu vasfı haiz olduğu tarihen sabit olan yegâne Mukaddes Kitap ise, yalnız Kur´an-ı Kerîm´dİr.
Tevrat, Zebur ve încil´in de, aslında vahye dayanan İlâhî ve Mukaddes kitaplar olduğuna her müslüman inanmakla mükelleftir. Fakat, halen mevcut olan Tevrat ve Incillerin nasıl tahrif ve tebdil edilerek değiştirildiğini ve ilâhî hüviyetlerini kaybettiğini [13] bir Tevrat ve bir İncil yerine, birbirine uymayan birçok Tevrat ve İncil nüshaları haline nasıl geldiğini biraz sonra özetleyeceğiz. Bu; bakımdan, halen Yahudi ve Hıristiyanların elinde bulunan ve birbirine uymayan Tevrat ve İndileri ilâhî ve mukaddes kitaülar olarak kabul edemeyiz.[14]
3 — Vahyolunan Kitapların İsimleri :
Kur´an-ı Kerîm´de; Hz. Musa´ya [15] Hz. Davud´a, Hz. îsâ´ya
ve en son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)´e kitap indirildiği bildirilmiş ve bunlar, Tevrat, Zebur, înciî, Kur´an ve Furkân gibi çeşitli isimlerle anılmıştır.
Bu kitaplardan Tevrat´ın îsrâil oğullarına [16] Zebur´un Hz. Davud´a [17] incil´in Hz. isa´ya [18] Kur´an-i Kerîm´in Hz. Mu-hammed Aleyhisselâm´a [19] indirildiği açıklanmıştır.
Vahyolunan ilâhî kitaplar, Kur´an-ı Kerîm´de genel olarak şu üç isim altında zikredilmiştir :
1- Kitâb´ın Cem´i (Çoğulu) Olan (Kütüb [20]
Kitab, «yazdı» veya «bir araya topladı» mânâsına gelen «ke-te-be» kökünden gelir.
Başlı basma bir bütün olan yazıya kitap dendiği gibi, bir mektuba da kitap denebilir.
Kur´an-ı Kerîm´de kitap kelimesi, bizzat Kur´an veya her sûresi için [21] o zamana kadar indirilen vahiylerin tamamını ifade için [22] Kur´an ve vahyedilen bütün Mukaddes Kitaplar için [23] ve bazan da, bazı ilâhî emir ve esasları ifade için [24]kullanılmıştır.
2- Vahyolunan Kitaplara ve Kur´an-ı Kerîm´e «Sahaf» adı da verilmektedir : [25]
Suhuf, sahife´nin çoğuludur. Sahife «sahf» kelimesinden alınmış olup, «yazılmış bir şey» demektir. Mushaf, «yazıl» sahifeler mecmuası» demektir. Kur´an´a da bu mânâda «Mushaf» denmektedir.
3- Mukaddes Kitaplar, «Zebur» un çoğulu olan «Zübür» adıyla da zikredilin ektedir [26]
Zebur kelimesi «Zebâra» dan alınmıştır. Zebâra, «yazdı» veya «kat´iyetle yazdı», «maharetle yazdı» mânâlarına gelir. Bu bakımdan «Zebur» da, «bir yazı», «bir kitap» demektir. Nitekim Hz. Davud´un «İlâhîler Kitabı» na «Zebur» ismi verilmiştir.
Kur´an-ı Kerîm´de tekrar tekrar zikredilen ilâhî kitaplara ve-; rilen isimler, lügat bakımından birbirlerine yakın mânâları ifade etmektedir. Bunlardan :
a) Tevrat: Aslında İbrânice bir kelime olup, «Talim ve! Şeriat» manasınadır. İslâm´a göre Tevrat, İsrail oğullarından Hz. Musa´ya vahyolunan İlâhî Kitap´tır. Fakat bu kelime Hıristiyanlarca, «Ahd-i Atik» adı verilen kitapların hepsine birden mecazî olarak söylenmektedir. Kur´an-ı Kerîm´de Hz. Musa´ya indirilen kitaba «Furkan» (Hakkı, bâtıldan ayıran) adı da verilmektedir.
b) İncil lâfzı ise; asıl itibariyle Yunanca bir kelime olan «Evangelium» dan alınarak Arapça´ya nakledilen bir kelimedir. «Beşaret ve talim» mânâsına gelmektedir. încil lâfzı Kur´an´da, Hz. îsâ´ya indirilen Mukaddes Kitaba verilen Özel isimdir. Fakat Hıristiyanlar nazarında bu lâfız, «Ahd-i Cedîd» den yalnız «Matta», «Markos», «Luka» ve «Yuhanna» nın kitaplarına tahsis edilmiş ve ancak bunlara «îneü» adı verilmiştir. Fakat, «Ahd-i Cedîd» denilen kitaba ve risalelerin hepsine de mecazî olarak «tncil» adı verilmektedir. [27]
c) Rur´an´a gelince; O, Hz. Muhammed Aleyhisselâm´a indirilen ve okunarak ibâdet olunan Aîîah Kelâm´ına verilen isimdir. O, en son ve en mükemmel ilâhî Kitaptır.
Kur´an kelimesi Arapça bir kelimedir. «Gufran» ve «Şükran» kelimeleri gibi «Fu´l&u» vezninde olup, «Ka-ra-a» fiilinden masdar-Üır. «Kıraat ve Tilâvet» yaıü «okumak» manasınadır. Nitekim [28]
âyet-i kerîmesinde Kur´an, kıraat ve tilâvet mânâsına kullanılmıştır.
I «Kur´an» kelimesi dil bakımından : «Cem» ve «Zam» yani «Toplama» mânâsına da gelir. [29]
Sonra bu kelime, Hz. Muhammed (s.a.v.)´e indirilen Mukades Kitaba özel isim olmuştur. Kur´an-ı Kennrüii Furkan, Tema), Hak, Hüdâ, Zikrâ, Burhan, Nur, Azız ve Mübin gibi elliden fazlaisimleri vardır.[30]
4 - Vahîy Ne »Emektir, Nasıl Tekamül Ettîbjlmîştir
îlâhî Kitapları insanlara bildirmek, öğretmek ve telkin etmekle vazifeli olan Pegamberîerin en açık vasıflan, vahyin en yüksek derecesine ermeleri ve «mû´eize» adı verilen fevkalâde (âdetler üstü) tecellilerle Cenab-ı Hakk´ın te´yidine mazhar olm&larıdır. Bu bakımdan Peygamberler ve Peygamberlik için bir şart ve esas olan vahy´in dil ve din dilindeki mânâlarını, nevi ve derecelerini kitabımızın ikinci cildinde ele alarak, —inşâallah— etraflı bir şekilde izah edeceğiz.
Ancak, îlâhî Kitaplar da, en yüksek vahiy tarzının bir tecellisi olduğundan, zamanla gelişerek Kur´an-ı Kerîm ile en mükemmel ve en yüksek seviyeye ulaşan mukaddes kitapların nasıl ve niçin geliştiğini anlamak gayesiyle, vahiy, ve tekâmülü, yani Hak Teâlâ tarafından geliştirilmesi hakkında burada kısa bir bilgi vermeyi faydalı bulduk.
Dilcilere göre vahiy; yapılan anî, sür´atli ve gizli bir telkin, gizli bir söz, işaret ve iiham [31] mânâlarına gelir.
Vahiy, bu mânâda çok genel olup, yalnız Peygamberlere, hattâ yalnız insanlara mahsus değildir, insanlardan başka, meselâ «Bal Arısı» gibi canlı, «Yer ve gök» gibi cansız varlıkları, «Melek ve Şeytan» gibi maddî olmayan yaratıkları da şumûlu içine alan bu husus Kur´an-ı Kerîm´de birçok âyetlerde zikredilmiştir. [32]
Bu vahiy nevilerinden insanlara vâki olan vahy-i ilâhî´nin üç yoldan biriyle husule geldiğini, H^k Teâlâ «Şûra» sûresinde şöyle ifade buyuruyor :[33]
«(Ya) bir vahiy ile, veya bir perde arkasından, veya bir elçi göndererek kendi izniyle dileyeceğini vahyetmesi olmadıkça, Allah´ın hiçbir insanla konuşması vâki olmamıştır...»
Bunlardan birincisi; Cestab-ı Hakk´m dilediklerini, dilediği kulunun kalbine ânî bir tesirle ilkâ etmesidir. Bu tarz, ilâhî vahy´in bir nevi «ilham» dediğimiz en genel seklidir. Buna «Vahy-i hafi (gizli vahiy) veya «Vahy-i gayr-i metluv» (yani, kelimeler halinde tilâvet olunmadan indirilen vahiy) denir.
Mânâsı ilâhî, lâfzı beşerî olan «Hadisler» bu nevi vahiylerdendir.
Vahyin ikinci tarzı; «bir perde arkasından duyulan sözler» dir. Bu, vahye mazhar olan zâtın, Hak Teâlâ´yı görmeden, yüce kelâmını işitmeğidir. Musa Aleyhisselâm´m CebeM Tur´da ağaç arkasından işittiği ilâhî nida (söz) gibi...
Vahyin üçüncüsü ve en yüksek olanı; İlâhî vahyin, Vahiy leği denilen Cebrail Aieyhisselâm vasıtasıyla kelimeler halinde Peygamberlere getirilmesi şeklidir. Vahiy Meleği´nin geliş ve vahyi ge--tiriş halleri de çeşitlidir [34] Bu tarz vahye, «Okunarak kelimeler halinde indirilen» mânâsında «Vahy-i Metluv» adı verilir. Kur´an-ı Kerîm, Peygamberimize bu şekilde nazil olmuştur. Daha önce gönderilen tlâhî Kitaplar da bu tarzda indirilmiştir. Bütün ilâhî kitaplar, aslında, en yüksek derecede olan bu tarz vahyin kaydeöilme-siyle meydana gelmiştir. Bu balamdan, din dilinde vahiy denince; yalnız Peygamberlere mahsus olan bu vahiy, «Vahy-i Metluv» anlaşılır.
Bütün vahiy şekillerinde, vahiyde iki esas olarak kabul edilen; «gizlilik» ve «sür´at» mevcuttur. [35]
tslâm itikadına ve Kur´an-ı Kerîm´in beyanına göre, ilâhî ;|jpa-hiy vasıtasıyla Hak Teâlâ´nm beşeriyete hidâyet yolunu göstermesi, «Ebu´l-Beşer», ilk insan ve ilk Peygamber olan Hz. Âdem ile başlar [36] Cenab-ı Hakk´ın büyük bir lütuf ve inayeti olan vahiy nimetinden hiçbir millet mahrum kalmamış, kendi zaman ve ihtiyaçlarına göre vahiy inmiş, ilâhî emir ve yasaklar bildirilmiştir. Zamanın gelişmesi ve beşerî seviyenin yükselmesiyle mütenâsip (orantılı) olarak vahiy de geliştirilmiş, her devirde yaşayan insanların kaabiliyetlefine, idrâk ve anlayış seviyelerine uygun olarak her şey gittikçe açıklanmıştır.
İlk insanın idrâk seviyesi ve genel ihtiyaçları ile, daha sonra gelen ve asırlar boyunca gelişen insan topluluklarının anlayış dereceleri ve sosyal ihtiyaçları, şüphe yok ki değişmiş ve gelişmiştir, indirilen vahiyler de bu gelişme ve ihtiyaçlara muvazi (paralel) olarak geliştirilmiş, daha önce lüzum görülmeyen yeni emir ve yasaklar konmuş, kapalı bırakılan hususlar açıklanmıştır. Hak Teâlâ´-nın İlâhî Varlığı, Yüce Zâtı ve Mukaddes Sıfatları, insanın mebdei (başlangıcı) ve meâdı (sonu ve dönüşü) , ölümden sonraki halleri ve geçireceği merhaleler, Ahiret ve İkinci Hayat, Cennet ve Cehennem, ceza ve mes´uliyet, sevap ve ikap gibi ilâhî gerçekler hakkında daha geniş ve açık bilgiler verilmiştir. Böylece meçhul ve kapalı kalan hususlar aydınlatılmış, insanların fert ve cemiyet olarak gelişmesi, refah ve saadetini sağlayan ahlâkî ve sosyal esaslar Öğretilmiştir.
Beşerî seviye, ilâhî gerçekleri kavrayabilecek bir idrâk seviyesine ulaştıktan sonra da, artık bütün insanların inanarak kabul edecekleri genel hükümler ve onları daima iyiye, güzele ve her yönden ilerleyip yükselmeğe sevkederek refah ve saadetlerini sağlayacak ilâhî esaslar, emir ve yasaklar bildirilmiştir. Bu hükümler, en son ve en mükemmel gerçekler olduğu için, bütün insanların ona inanması ve uyması emredilmiştir.
İşte, her şeyi en güzel bir şekilde açıkladığını, Allah´ın dinini, en mükemmel haliyle insanlık âlemine sunduğunu, ilâhî kitaplardan yalnız Kur´an-ı Kerîm iddia etmiş, daha önceki kitapların noksanlarını tamamlayarak onların hükümlerini kaldırdığını ilân etmiştir.
Nitekim Hak Teâlâ Kur´an-ı Kerîm´de :
«Bugün sizin dîninizi sizin için kemâle erdirdim. Sizin üzerinizdeki nimetimi (lütuflarımı) tamamladım ve size din olarak İslâm´ı
seçtim.» [37] (Yalnız İslâm´dan razı ve yalnız ondan hoşnut oldum).
Buyurmakta ve diğer bir âyette de :
islâm´dan başka bir din ararsa, ondan (seçtiği dini) kabul edilmiyecektir ve o, âhirette hüsrana (büyük zarara) uğrayanlardan (olacak) dır.» [38]
Buyurularak, artık İslâm´dan başka hiçbir dinin Allah katında kabule şâyân olmadığı açık, kesin ve beliğ bir dille ilân olunmaktadır.
Aslında, bütün semavî dinler, Allah tarafından gönderildiğine göre, hepsinin kaynağı bir olup, ilâhî vahye dayanır. Bu bakımdan bütün semavî dinler, tevhid âkidesine, yani Yüce Allah´ın birliği ve ibadete lâyık tek mâbud olduğu fikrine istinad eder. Bütün ilâhî dinler getirdikleri dini inançlarda ittifak halindedirler.
Buna rağmen, zamanla bu dinlerin ilâhî olan asılları kaybolmuş, veya tahrif edilerek değiştirilmiş, yerlerine çeşitli kalemlerden çıkan, beşer aklıyla hatta birbiriyle çelişen kitaplar konmuştur.
Cenab-ı Hakk´ın beyan buyurduğuna göre, bu tebdil ve tahrif-den yalnız Kur´an-ı Kerîm masun (ve uzak) kalmıştır. Kıyamete kadar da muhafaza edileceği [39]
âyet-i kerîmesiyle bütün insanlığa ilân olunmuştur. Bu husus tan-hen sabit olan bir gerçektir.
Müslümanlarca, aslında ilâhî ve mukaddes olduğuna inanılan bu kitapların ne zaman ve nasıl yazıldığı ve herbirinin bu günkü durumları hakkında kısa bir bilgi vermeyi faydalı görüyoruz.[40]
5- İlâhî Kitaplara Toplu Blr Bakış :
A) TEVRAT:
İslâm âkidesine göre inanılması gereken dört büyük ilâhî kitaptan biri de, Tevrat´tır. Tevrat, tsrâil oğullarından Musevilerin mukaddes kitabı olup, Hz. Musa Aleyhisselâma nazil olmuştur.
Hıristiyanlar, Hz. isa´dan önce gelen «Mukaddes Kitaplar Mecmuasına «Ahd-i Atik» derler ve sayısını altmışa kadar çıkarırlar.
Yahudi an´anesine göre ise, Ahdi Atik (Eski Ahid) üç kısma ayrılır : Tevrat, Sabiim (yani Peygamberlerin sözleri) ve Kütübin (Kitap, tarih, hikmet ve sâireye ait eserler) dir.
Kur´an-ı Kerîm´de adı geçen Tevrat, Hz. Musa´ya nisbet edilen beş kitap, yani «Esfâr-ı Hamse» dir. Yahudilere göre bunlardan :
Birinci Kitaba «Tekvin» adı verilir. Bu kitap, Nuh Tufam´na kadar yaradılış destanından, insanların ilk suçundan (bab : 1 -11), Hz. İbrahim´in v.e oğullarının hikâyelerinden, Hz. İshak, Hz. Yâkub ve Hz. Yusuf´un Mısır´da bulunmalarından (bab : 12 - 50) bahseder.
İkinci kitap; «Huruç. (Çıkış)» adıyla anılır. Hz. Musa ve îsrâil Oğullan´nm Mısır´dan çıkışından (bab: 1-18), Allahu Teâlâ´nın Tûr dağında Hz. Musa´ya kanunlarını bildirmesinden (bab : 19 - 40) bahseder.
Üçüncü kitap; «Levililer», kurban, kâhinler, temizlik konularını ve bayramların tanzimi gibi âyin ve merasime ait usullerden,
Dördüncü bitap; «Sayılar», İsrail´in Tûr dağından kalkarak Erdem ülkesine girmesinden bahsetmektedir.
Beşinci kitab´a ise, «Tesniye» adı verilmektedir. Bu kitap hakkında bir Garp tarihçisi diyor ki :
«622 senesinde Yehuda Kralı Yoşiya zamanında kâhinler tarafından neşredilmiş bir eserdir ki, Musa´nın ölümünden bahsettiği ve Musa´nın zamanında henüz mevcut olmayan birçok âdetleri îmâ ettiği için, o zamanki ilâhiyatçıların, bozulmuş dîni ıslâh etmek maksadıyla yazdıklarını söyliyebiliriz.» [41]
Görüldüğü üzere, Hz. Musa´ya isnad edilen bu kitaplardan yaî-nız beşincisi üzerinde durmak bizleri de, A. Schimmel ve Dinler Tarihiyle meşgul olan birçok tarihçiler gibi düşünmeye sevketmekte, Hz. Musa´nın vefatından bahseden bir kitabın bizzat Hz. Musa ta: rafından yazılamıyacağının muhakkak olduğu kanaatma vardırmaktadır. Bu kitabın Hz. Musa´nın vefatından sonra o zamanki bazı ilâhiyatçılar tarafından yazılarak, Hz. Musa´ya isnâd edildiği anlaşılmaktadır.
Nitekim aynı yazar; «Bu dinîn en mühim vesikaları Eski Ahid´-de toplanmıştır. Halbuki Eski Ahid, muayyen bir zamanda muayyen bir zâtın tesbit ettiği bir eser değildir. Onun tarihi yüzlerce yıl sürmektedir.» [42] demektedir.
Esasen tarihçilerce bilinen bir gerçektir ki, İsrail Oğulları, Hz. Musa´nın vefatından sonra yaptıkları birçok harpler neticesinde millî hâkimiyetlerini kaybederek, asırlarca esaret altında kalmışlar, uğradıkları felâketler ve karşılaştıkları zorluklar sebebiyle ilâhî hükümleri, emir ve yasakları muhtevi bulunan Tevrat´ı ve «Mukaddes Sahifeleri» muhafaza edememişlerdir. Çünkü o zaman, değil ilâhî kitapları ezberlemek, yüzünden okuyabilmek bile çok az kimselere nasip olurdu. Bütün bu sebeplerle Tevrat´ın aslî nüshası kaybolmuş, Süleyman Aleyhisselâm´dan sonra gelen Yahudi hükümdarlarının ekserisi Hz. Musa´nın dinini terketmişlerdi. Daha sonra gelen Yahudi hükümdarlarından «Bûşiya» isimli zat tekrar Hz. Musa´nın dinine dönmüş, bu hükümdar zamanında yaşıyan «Azrâ» adında bir kâhin, Milâttan 622 yıl önce, Tevrat´ın asıl nüshasını Kudüs´te bulduğunu ilân etmiştir...
Gerçekte ise, bunun bizzat «Azrâ» mn yazdığı ve Hz. Musa´ya nisbet edilen «Beş Sifr» den başka birçok şeyler ilâve ettiği kanaati hâkim ve yaygındır.
ta Esasen, böyle bir tek kişinin sened ve isnaddan mahrum olan iddiası, kuru bir zandan başka bir şey olamaz. Hz. Musa´nın vefatından asırlarca sonra yazılan veya ortaya çıkarılan bir kitabın, Hz. Musa´ya isnadı ilmî esaslarla sabit olmadan, değil Allah Kelâmı ve mukaddes kitap olarak, Hz. Musa´nın hadisi olarak dahi kabul edilemez.
Çünkü bir kitabın mukaddes olabilmesi için, ilâhî vahye isti-nad ettiği tevâtüren sabit olması ve yine tevatür yoluyla zamanımıza kadar nakledilmesi lâzımdır. Halen Yahudilerin ve Hıristiyanların ellerinde bulunan Tevrat ve Ahd-i Atik ise, böyle bir tarihî senetten mahrumdur. Lâfız ve mânâ bakımından birbirini tutmayan hadiselerle doludur. Bu kitapların ekserisi çok basit ve faydasız mânâları ihtiva etmekte, aralarında fikrî insicam (uygunluk) bulunmamaktadır. Hattâ bu kitaplarda, Hz. İbrahim, Hz. Lût, Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman gibi büyük Peygamberler; yalan söylemek, gizli münasebette bulunmak ve zevcelerinin hatırı için puta tapmak gibi «İsmet-i Enbiyâ (Peygamberlerin İsmet Sıfatı)» ile asla bağdaşmayan çirkin iftiralar ve hurafeler mevcuttur.
tşte, bugün elde bulunan Tevratların bazıları, Azrâ´nın, Tevrat´ın aslı diye ilân ettiği kitaptan çoğaltılıp dağıtılan nüshalardır.
Buna rağmen, bugün İbranice, Yunanca ve Sâmirîce olmak üzere üç çeşit Tevrat bulunmakta, bunlardan İbranice olan; Yahudiler ve ´Protestanlar nazarında, Yunanca olan; Roma ve Şark kiliseleri nez-dinde, Sâmirîce olan ise; Sâmirîlerce muteber tutulmaktadır.
Hz. Musa´nın vefatından asırlar geçtikten sonra müteaddid şahıslar tarafından yazılan ve birbirine uymayan çeşitli nüshaları, Tevrat´ın aslı olarak kabul ederek, bunlara mukaddes kitap olarak inanmaya imkân yoktur. Fakat her şeye rağmen, bu nüshalarda asıl Tevrat´tan bazı sözlerin bulunabileceğini inkâr etmeyiz.[43]
Dâvud Aleyhisselâm´a indirilen «Zebur» un bugün elde mevcut bir nüshası bulunmadığı gibi, bu kitaba tabî olan belirli bir millet de bulunmamaktadır.[44]
B) İncil:
Her Müslüman´ın inanması gereken ilâhî Kitaplardan biri de; Hz. îsâ´ya indirilen ve Hıristiyanlarca hükümleri hâlâ ilâhî sanılan ve Mukaddes Kitap olarak kabul edilen «İncil» in Allah tarafından vahyolunan aslıdır. Çünkü bugün mevcut olan ve «İncil» adı verilen kitaplar, muharreftir. Bunlara «Allah Kelâmı» olarak inanmamız gerekmez.
Hıristiyanlar, yalnız Matta, Markos, Luka ve Yuhanna´mn kitaplarına «İncil» adım vermektedirler. Bu dört kitaptan başka, Resullerin işlerini ve Pavlus, Petrus, Yuhanna ve Yahuda gibi Hristi-yan ilâhiyatçı misyonerlerin birçok mektuplarını ihtiva eden «Dînî mecmua» ya, «Ahd-i Cedîd» adını vermektedirler.
Bu kitap ve mektuplar, ilâhî emir ve yasaklan bildiren ve vahye istinad eden semavî bir kitap olmadığı gibi veya Hz. İsa´nın hayatını/ ahlâk ve sîretini anlatan tarihî ve ilmî bir hal tercümesi bile sayılmaz. Belki bu kitap ve risaleler; «Hıristiyanlığın mes´ele-lerine dokunan ve yeni Hıristiyanların inanıp kullanacakları bir Manevî Tarih» dir. [45]
Zira, Ahd-i Cedidi teşkil eden dört İncil ile diğer çeşitli mektup ve risalelerden hiçbirisi, Allah Kelâmı olmadığı gibi, Hak Peygamber olduğuna inandığımız Isâ Aleyhisselâm´ın da sözleri değildir. Hıristiyanlar da böyle bir iddiada bulunmamaktadırlar. Bütün iddiaları; bu kitap ve risalelerin sahiplerinin de, ilâhî ilhama raaz-har olmuş, resuller olmalarıdır. Hıristiyanlar a göre, Hz. îsâ´nın Peygamberliği müddetince kendisine inanan ve Kur´an´da «Havâriyyûn» havariler adıyla anılan on iki şahıs da, ilâhî irşad ve ilhama maz-har olan ve Hz. isa´dan manevî feyz alan «Resuller» dir.
Gerçekte ise bunlar, israil oğullarından Hz. îsâ´ya inanan ve onun Peygamberlik nurundan faydalanan birer sâdık «Sahabe» ve «Hıristiyan Misyonerleri» dirler. Zira bunlardan hiçbiri Peygamberlik iddiasında bulunmamışlar, Eesulluk iddialarmı isbat için mû´ci-ze izhar etmemişler, bu husus tarihen tevsik edilerek sabit olmamış ve yalan üzere birleşmeleri kaabil olmayan- topluluklar tarafından zamanımıza kadar (Tevâtüren) nakledümemiştir. O halde bu kitap ve mektuplar ne Allah Kelâmı, ne de bir Peygamber sözüdür. Bu sebepledir ki; H ,. İsa´nın hayatından, menkıbelerinden, dualarından ve acâip hallerinden bahseden bu incil´ler, yazarlarına isnad edilmekte ve Matta, Markos, Luka, Yuhanna İncil´i diye anılmaktadır. Hatta bugün gerçek şudur ki, Hıristiyanlarca muteber sayılan bu dört İncil´den hiçbiri, hangi tarihte, lıim tarafından ve hangi dille yazıldığı ve diğer dillere kimler tarafından çevrildiği kesin olarak bilinememektedir.
İneiller üzerinde araştırma ve incelemelerde bulunan Hıristiyan ve Batı yazarları, bu konularda ihtilâfa düşmüşler, kesin ve emin bir neticeye varamamışlardır. Meselâ :
1- Matta İncili : Tarihçilerin ekserisine göre, Hz. isa´nın oniki «Havârî» sinden biri olduğu rivayet edilen «Matta» tarafından İbrani, veya Süryânî diliyle Yahudilerden îmân edenler için yazılmıştır. Fakat bu İncil´in ele geçen en eski nüshası İbrânice veya Süryânice olmayıp, Yunanca´dır. Yunanca´ya kim tarafından ve hangi tarihte tercüme edildiği bilinememektedir.
Zayıf bir rivayete göre, tercüme eden Yuhanna´dır.
Diğer bir rivayete göre Matta, incil´ini Yunanca yazmıştır. Fakat tarihçilerin ekserisi, bu İncil´in İbranî diliyle yazıldığını ve Yunanca´ya çevirenin bilinmediğini ifade etmektedirler.
İbrânice yazılan, daha sonra kaybolan aslî nüshanın yazılış tarihinde çok çeşitli rivayetler vardır. Bu rivayetlere göre aslî nüsha, Milâdî 37, veya 38, veya 41, veya 43, veya 48, veya 61, veya 63, veya 64 senelerinin birinde yazılmıştır.
Görüldüğü üzere bu İncil´in ne vakit yazıldığı, Yunancaya kim tarafından ve ne zaman tercüme edildiği, tercüme edenin ilmî ehliyeti, metne sadâkati ve bu iki dile vukuf derecesi bilinmemektedir. Esasen asıl metin kaybolduğundan, mevcut Yunanca tercümenin aslî nüshaya uygun olup olmadığı da kontrol edilememektedir.
Bütün bu meçhuller sebebiyle, bu İncil´e Hz. İsa´nın talebesi olan Matta´nın sözleri diye inanmak dahî mümkün değildir. Değil Hz. İsa´ya, talebesine dahî isnadı sabit olmayan böyle bir kitabı, Allah Kelâmı veya Mukaddes Kitap olarak kabul etmek ise, akla, mantığa ve tarihî gerçeklere uymaz.
2- Markos Incili´nin; Yunanca olarak yazıldığında ittifak varsa da, nerede ve hangi tarihte yazıldığı kesin olarak bilinememektedir. Hattâ bu İncil´i, Kudüslü bir Yahudi aileden olan ve asıl ismi «Yuhanna» olduğu halde «Markos» lakabıyla tanınan zâtın yazdığında da ittifak yoktur. Zira, ba^ı tarihçiler bu İncil´i, Havâ-rîler´in reisi Petrus´un Roma´da Markos´dan yazdığım, sonra Mar-kos´a isnad ettiğini iddia ediyorlar. Halbuki gerçekte, Petrus Havarilerin reisi, Markos ise Petrus´un talebesidir.
Diğer bir rivayete göre ise Markos bu İncili, Petrus ve Pavhıs öldükten sonra yazmıştır. İkinci ihtimal daha kuvvetli ise de, bu1 konuda ittifak edilememiştir.
Sonra Markos, İncil´ini hocası Petrus öldükten sonra yazdığına göre, yazdıkları hangi esasa dayanmaktadır İncil´in aslına ne derece uygundur Sözleri Hz. isa´ya hangi yolla istinad etmektedir Şayet yazdıkları Hz. isa´ya istinad etmiyor da, sırf kendi anlayışına dayanıyorsa, bu anlayış vahye ve ilâhî gerçeklere ne derece uygundur Bütün bunlar meçhuldür, tam olarak bilinmemektedir.
Bu İncil´in yazıldığı tarih üzerinde de ihtilâf vardır.
Rivayete göre, milâdî 56 senesiyle 65 senesi arasındaki yıllardan birinde yazılmıştır. Fakat kuvvetli bir ihtimale göre 60 veya 63 senesinde, diğer bir rivayete göre de, 61 senesinde yazılmıştır.
3- Luka inciFini yazan zâtın; şahsiyeti, memleketi, san´atı, kimler için ve hangi tarihte yazdığı hakkında, tarihçiler çeşitli görüşlere sahiptirler. Yalnız, Luka´nın, Hz. İsa´nın talebesinden (Havarilerden) olmadığı gibi, talebelerinin de talebesi olmadığı hususunda ittifak halindedirler.
Bir rivayete göre Luka, Antakya» bir tabibdir. Yahudi değildir, Pavlus´a seyahatlarında ve işlerinde refakat etmiştir.
Diğer bir rivayete göre, Antakyah olmayıp, İtalya´da doğan bir Romalıdır. San´atı da tabiblik değil, fotoğrafçılıktır.
Bir rivayete göre Luka, İncil´ini Yunanlılar için, diğer bir rivayete göre de Mısırlılar için yazmıştır.
Yazıldığı tarih hakkında da çeşitli rivayetler vardır:
Bunlardan birincisine göre, Kudüs tahrip edilmeden ve Pavlus esir iken, 58 veya 60 senelerinde yazılmıştır. İkinci rivayete göre, Luka İncilini, Markos yazdıktan yani Patrus ve Pavlus öldükten sonra yazmıştır.
4. Yuhanna İnciline Gelince : Hz. İsa´nın «Ulûhiyyet» inden ve Hristiyanlığın şiân sayılan «Teslis akîdesi»nden gayet sarih olarak bahseden bu kitabın yazarı ve yazılış tarihi üzerinde de tarihçiler ittifak edememişlerdir.
Hristiyanların ekserisi, bu İncili, Havarilerden «Yuhanna» nın yazdığını iddia ederler. Bunlara mukabil, bazı muhakkik hristiyan araştırıcılar, bu İncili Havarilerden olan Yuhannâ´nın değil, onunla ruhanî bir ilgisi olmayan başka bir Yuhannâ´nm yazdığını söylemektedirler. Bu iddia, şimdi değil, ta milâdî ikinci asırda başlamıştır. Bu fikirde olanların içinde, Havârî Yuhannâ´nın talebesi olan Polikarp´m talebesi Erinos da blunmakta ve hocasının hocası olan Fîavârî Yuhannâ´ya böyle bir kitap isnad etmediğini belirtmektedir.
İkinci asırda başlayan ve gittikçe kuvvetlenen bu fikri, 500 hristiyan âliminin iştirakiyle hazırlanan ingiliz Ansiklopedisi de benimsemekte ve bunu, Matta ve Yuhannâ gibi iki Havârî arasında bir tenakuz (çelişki) olduğunu gösterme gayreti güden, felsefe ile meşgul bir zâtın tezviri olarak kabul etmektedir. Mezkûr An-siklopedi´ye göre, bilâhare kilise bu hususu tahkik etmeden, kitabın üzerindeki iddiaya inanmış ve bu İncil´i Havârî Yuhannâ´nın incil´i olarak ilân etmiştir. Halbuki onunla hiçbir ilgisi yoktur.
Bazı tarihçiler ise, bu incil´i yasanın Yuhannâ olmayıp, iskenderiye felsefe mektebinden bir talebe olduğunu, «Ukmım-i Selâse» nazariyesini kuvvetlendirmek gayesiyle bazı papazların arzusuna uyarak yazdığını, böylece bir kısım papazların -inandıkları «Teslis akidesi» nin Hristiyanlığa maksatlı olarak bu İncil vasıtasıyla yerleştirildiğini iddia etmektedirler.
Bu rivayetlerin hangisi doğru olursa olsun, hepsi de bizi, ayni neticeye ulaştırmaktadır. O da şudur:
Yazan, kitabın muhteviyatı, yazılış tarihi ve yazılış sebebi etrafındaki kuvvetli şüpheler ve bu geniş ihtilâf, böyle bir kitabı, hakîkî İncil´in aslı olarak kabul etmemize imkân bırakmıyor. Bu kitabın, değil Hak Teâlâ´ya, Hz. îsâ´nın bir talebesine dahi isnadı ve önce. hangi dille yazıldığı kesin olarak bilinememektedir.
Yazılış tarihi hakkında da çeşitli rivayetler dolaşmaktadır. Ezcümle; Milâdî 68 veya 69 veya 70 veya 89 veya 95 veya 98 inci yılda yazılmış olması muhtemel görülmüştür [46]
Nitekim Kur´ân-ı Kerîm de, bu hususu teyid etmekte, Yahudi ve Hristiyanlann Tevrat ve incil´i tahrif ve tebdil ettiklerini (bozup değiştirdiklerini) birçok âyetlerde bildirmektedir [47]
fnciller hakkında buraya kadar özetlediğimiz bilgilerden, bu kitapların hiçbirinin hakîkî tncil olmadığı gibi, Hz. İsa´ya, hattâ Havarilerine isnadı, ilmî ve tarihî belgelerle sabit olmadığı anlaşılmaktadır. Esasen «Ahd-i Cedid»i teşkil eden 27 kitaptan ilk 23´ün-def bu indilerden hiç bahsedilmem ektedir. Bu kitap ve risalelerin hiçbirinde mukaddes kitaplara mahsus olan yüce bir üslûp, ilâhî bir ifade ve manâ bulunmamakta, herbiri diğerini nakzeden îtikadları ihtiva etmektedir. Meselâ bugün Protestanlar, Katolikleri ve Vatikan´ı tanımazlar. Her mezhep ehli, asırlardır, diğer mezhep ehlini, İnciFde tağyir ve tebdil yapmakla ve küfürle itham etmektedir.
Bu iddia ve itham yalnız biri için değil, tarihçilere göre hepsi için varittir. Bu bakımdan, Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid adı altında toplanan ve müteaddid şahıslar tarafından uzun yıllardan sonra yazılan bu kitapların, Tevrat ve incil´in aslı olmasına imkân yoktur. Eğer -yle olsaydı, çeşitli dillerle, müteaddid ellerle yazılan ve birbirine uymayan bu kadar çok kitap bulunur muydu
Şu husus da tarihen sabittir ki, Milâdî 325 yılına kadar Hris-tiyanlar bu gün Hristiyan âleminde mukaddes kitap olarak inanılan kitapların hiç birini bilmez ve mukaddes olarak kabul etmezlerdi. Zira, her milletin elinde başka bir incil nüshası vardı ve yalnız ona inanırdı. Bu sebeple Hristiyan dünyasında bir çözülme başlamış, aralarında birlik ve dayanışma (tesanüd) kalmamıştı. Bu ha! Hristiyanları telâşa düşürdü. Durumun vahametini gören Konstan-tin müdahale ederek, Milâdî 325 senesinde «İznik» te büyük bir «Ruhanî Meclis» kurmaya muvaffak oldu. Hristiyan âleminin her tarafından gelen en yetkili ruhanîler, Hristiyan akaaidini yeniden gözden geçirerek, înciller arasındaki ihtilâfı kaldıracak tedbirleri almak üzere toplandılar.
Konsile arz olunan yüzlerce incil arasından, Dört İncil ile, bugün Ahd-i Cedid´i teşkil eden risaleler seçildi. Diğer înciller imha edildi. Bu seçme işi, bini aşan Koıısil üyelerinden Hz. îsâ´mn Uİû-hiyetine (yani ilâh olduğuna inanan yalnız 318 üyenin ittifakıyla yapılmıştır. Bu rakama göre; seçme işi, Konsil´in üçte birini dabi bulmayan bir azınlık tarafından yapılmış oluyor. İşte böylece yukarda kısa tahlilini yaptığımız «Dört tncil», Hz. îsâ´nın Milâdından tam 325 yıl sonra «Mukaddes Kitap» olarak ilân edilmiştir.
Yukarıda Özetlediğimiz sebepler dolayısıyle bu kitaplar, müs-lümanlarca ilâhî vahye dayanan «Semavî Kitap», Hatta Hz. îsâ´ya isnad edilen «Hadisler Mecmuası» olarak dahi kabul edilmemekte ve bunlara birer «Siyer ve Mev´iza» kitabı nazarıyla bakılmaktadır [48]
Kur´ân-I Kerim Ve Hususiyetleri [49]
Eüslümanlar nazarında asılları ilâhî olduğu halde, (yukarıda verdiğimiz bilgilerin ışığı altında) tahrif ve tebdil edilerek ilâhî hüviyetlerini kaybeden ve birbirine uymayan müteaddid nüshalar haline gelen Tevrat ve incil´e mukabil, nazil olduğu tarihten bu güne kadar bir kelimesi dahî değiştirilmeden ilâhî hüviyetini muhafaza eden yegâne semavî kitap, Kur´ân-ı Kerîm´dir. Bu, mesnetsiz bir iddia değil, tarihî ve ilmî bir gerçektir. Çünkü :
Bu gün, tarihî gerçeklere vâkıf, ilim ve insaf sahibi herkes, Kur´ân-ı Kerîm´i Milâdî 571 senesinde Mekke´de doğan, ümmî, yani okuma yazma bilmeyen, Arapça konuşan ve Arap milletinin Ku-reyş kabilesine mensup, nesebi Hz. İbrahim Aleyhisselâma kadar uzanan Abdul Muttalip oğlu Abdullah´ın oğlu, «El-Emîn» lakabıyla tanınan Muhammed adında, yüksek ahlâklı, mübarek bir zâtın diliyle bildirilen yüce bir kitap olduğunu bilmektedir.
Her insaf sahibi şunu da bilmektedir ki, Hz. Muhammed (s.a.v.) 40 yaşından sonra Peygamberlik iddia ve ilân etmiş, ömrünün 23 senesini buna hasretmiş, karşılaştığı bütün sıkıntı ve zorluklara rağmen yolundan dönmemiş, büyük bir cesaret ve maharetle dâvasını ömrünün sonuna kadar yürütmüş, hiç bir beşere nasip olmayan büyük bir başarıya ulaşarak, 23 yıl gibi kısa bir müddet İçinde, tarihin de misline sahid olmadığı, ruhî, ahlâkî ve içtimâi o büyük inkılâbı yapmıştır. En büyük mu´cize olarak da, Arap be-lâğat ve fesahatinin zirvesine ulaşmış olan Kur´ân-ı Azimü´ş-şân´i bırakmıştır.
Büyük bir dikkat ve itina ile ashabına aynen tebliğ ettiği, ya-, zurnasını ve hıfzedilmesin! emrettiği bu hikmet ve hakikat dolu Közlerin, kendi beşerî sözleri olmadığını, Hak Teâlâ tarafından Cebrail vasıtasıyla kendisine vahyölunan Allah Kelâmı olduğunu bildirmiştir. Hatta, kendi sözlerinin, Allah Kelâmına karışmaması için, sözlerinin yazılmasını şiddetle menetmiştir.
Kendisinin bütün beşeriyeti «Tevhid Akidesi»ne, hak ve hidâyet yoluna sevk etmek ve en güzeı ahlâkı tamamlamak için gönderilen en son Peygamber olduğunu, getirdiği ilâhî kitabın da bütün insanlık âlemine hitabeden en son ve en mükemmel Semavî Kitap olarak indirildiğini, bu kitaptan sonra kitap, kendisinden sonra da Peygamber gönderilmeyeceğini kesin bir dille ilân etmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.v.)´nin bütün hayatı, siyret ve ahlâkı en ince teferruatına kadar zaptedilmis, yirmi üç sene sûreler ve âyetler halinde inzal buyrulan Kur´ân-ı Kerîm, Peygamberimizce tayin olunan «Vahiy Kâtipleri» tarafından aynen yazılmış, binlerce sa-hâbî tarafından hafızalarda muhafaza edilmiştir. Bütün bu huaus-lar dînî birer gerçek olarak nesilden nesile intikal etmiş ve tevatür yoluyla zamanımıza kadar gelmiştir [50] İslâm´ın büyük Peygamberi Hz. Muhammed (a.s.) bütün sîret ve sünnetiyle, mukaddes kitabı Kur´ân-ı Kerîm, bütün hikmet ve azametiyle islâm ve ilim âleminin her yerinde bilinmekte, bütün bu gerçekler tarihî belgelerle sabit görülmektedir. Aradan ondört asra yakın bir zaman geçtiği halde, Kur´ân-ı Kerîm hiç bir tağyir ve tebdile uğramadan ilâhî hüviyetini aynen muhafaza etmektedir.
Kur´ân-ı Kerîm´in dünyada mevcut bütün nüshaları aynıdır. İslâm âleminin en uzak beldelerinde yasayan hafızlar karşüaştırılsa-lar, okudukları Kur´ân´ın aynı Kur´ân olduğu görülür. Bilhassa bu husus, günümüzde çeşitli radyo neşriyatıyla sabit olmaktadır. Kıyamete kadar da bu şekilde devam edeceğini Hak Teâlâ Kur´ân´nv dan ilân etmektedir [51] Yalnız bu gerçek dahi, Kur´ân-ı Kerîm´in Allah Kelâmı ve ilâhî hüviyetini muhafaza eden yegâne semavî kitap olduğunu isbata kâfidir.
Esasen Hz. Muhammed gibi; okuma yazma bilmediği, her angi bir dinden, medreseden, âlim veya mürşidden ders almadığı, ilmî ve felsefî hiç bir mükesebâtı bulunmadığı, kayda değer bir seyahat yapmadığı sabit olan, ümmî bir zâtın, Kur´ân-i Kerîm gibi Arap fesahat ve belagatının zirvesinde olduğu itiraf edilen, ilâhî gerçek ve hikmetlerle dolu bir kitabı yazabilmesine imktn var mıdır
Nitekim Kur´ân-ı Kerîm böyle bir şüpheyi çürütmek için, Arap edebiyatının altın çağı sayılan o zamanda belâğât ve fasâhatlanyla şöhret yapan bütün edip ve şâirleri, önce Kur´ân´ın bir mislini [52] sonra on sûresinin mislini [53] daha sonra bir sûrenin mislini [54] en sonunda da, bir âyetinin mislini [55] getirmeye davet etmiş, Kur´ân´a veya sûre ve âyetlerine benzeyen böyle bir nazîre´nin ne o zaman ve ne de gelecek zamanlarda asla getirilemiyeceğini ilân etmiştir. Bu meydan okuyuşun her seferinde, Arap Edip ve Şairleriy-le, bütünj Arapların zamanımıza kadar âciz kaldıkları yine tarihen sabittir.
Arapça olarak inzal buyrulan Kur´ân-ı Kerîm´in bir sûre veya âyetine, Üdebâ ve Fusehâ bir nazire getiremediğine göre, Arap olmayan milletlerin Kur´ân´a bir nazire getiremiyecekleri daha açık ve bedîhî bir gerçektir. O halde Kur´ân, Hz. Muhammed (s.a.v.) in sözü değil, Cenâb-ı Hak´km yüce katından inzal olunan ilâhî bir söz, edebî bir mu´cizedir.
Şu husus da inkârı kaabil olmayan bir gerçektir ki, en kuvvetli edipler ve şâirler, nihayet muayyen sahalarda maharet gösterebilirler ve çeşitli üslûplardan bir veya bir kaçında başarı sağlayabilirler. Meselâ: ahlâkî, hukukî ve ilmî konuların hepsinde de ;ıynı fasâhat ve belagatı gösteremezler. Kur´ân-ı Hakîm ise, ihtiva ettiği ilmî, hukukî, içtimâi, ahlâkî ve tarihî bütün sahalarda aynı edebî üslûp, fasâhat ve belagatı göstermiş, en derin ve geniş manâları en veciz ve güzel bir ifadeyle beyan buyurmuştur, iste bu sebebledir ki Kur´ân-ı Mübin, dâima zevkle okunur, her okunuşta insana mâ nevî bir haz ve huzur verir.
Bu ilâhî kitabın bir imtiyazı da, hiç bir kitaba nasip olmayacak şekilde,kolayca eaberlenebilmesidir. Bu sebeple, her asırda Kur´ân-ı Kerîm´i çok genç yaşlarda ezberliyen binlerce hafızlar bulunmakta dır.
Diğer bir husus da; Kur´ân-ı Mübin´in bir çok ilmî gerçekleri, keşfolmadan önce bildirmesi, bildirdiği gerçeklerin ilim ve fen ile dâima bağdaşması, müstakbelde vâkî olacak bir çok hâdiseleri Önceden haber vermesi ve bunların zamanı gelince aynen tahakkuk etmesidir. Meselâ Güneşin kendi mihveri etrafında döndüğü[56] Se-mâvât âleminde ve yıldızlarda hayat sahibi varlıklar bulunduğu [57] Kur´ân´da haber verilmiştir.
Şimdiye kadar yapılan ilmî keşiflerin hiç biri Kur´ân´ın ilâhi beyanına aykırı düşmemiş, belki onu teyid etmiş ve desteklemiştir. Müslümanların Mekke´yi fethedeceklerine [58] insanların bölük bölük ve akın akın İslâm´a gireceklerine, [59] İranlılara yenilen Rumların, üç ile dokuz sene zarfında iranlıları tekrar yeneğine dair [60]
müstakbel hakkında verdiği haberler, aynen vâkî olmuştur.
Buraya kadar beyan etmeğe çalıştığımız Kur´ân-ı Kerîm´in bütün özellikleri, lâfız ve manâ bakımından sabit olan ve teslim olunan yüceliği, O´nun beşer tarafından yazılan bir eser olmayıp, lâfız ve manâ bakımından ilâhî bir mu´cize ve mukaddes bir kitap olduğunu göstermektedir.
Bu bakımdan Kur´ân-ı Mübin, beşeriyete hak ve fazilet, ilim ve irfan, ittihat, terakki ve tekâmül yollarını´ öğreten, onlara birlik ve beraberlik ruhunu aşılayan, îmân, ibâdet ve ahlâk esaslarını ve sosyal düzeni sağlayan her türlü nizâmı bildiren, insanları en güzel ahlâka ve ebedî saadete erdiren, ilâhî hükümleri ihtiva etmektedir.
taraf-ı ilâhî´den, Cibril-i Emin vasıtasıyla sevgili Peygamberimi) miz Hz. Muhammed Aleyhisselâma nazil olan Kur´ân-ı Kerîm´in hem Arapça olan lâfzı, hem de manâsı ilâhî olduğundan, bu ikisi Kur´ân´m mahiyet ve hakikatini teşkil eder. İkisinden biri bulunmazsa, ona Kur´ân denmez.
Bu ilâhî kitaba «Kur´ân» kelimesinin özel isim olmasının sebebi, dâima okunması veya âyetleri ve sûreleri yukarda işaret edilen yüce hakikatları, ilâhî hükümleri, emir ve nehiyleri ihtiva et-mesindendir.
Diğer bir sebep de; kalemlerle bilfiil yazılmış olmasıdır. Zira bu isimle tesmiye edilmesinde, bu yüksek kitabın hem kalbîerde, hem de satırlarda hıfzedilmesinin, zârûrî olduğuna ilâhî bir işaret vardır. Nitekim Müslümanlar nazarında, her hangi bir hafızın okuduğunu Kur´ân olarak kabul etmek için, Sahâbîlerin icmâ´ı ile sabit olan ve bize kadar tevâtüren naklolan Kur´ân´ın yazık nüshasına uygun olması, her hangi bir kimsenin yazdığını Kur´ân olarak kabul edebilmek için de bunun, tevatür yoluyla sabit olan hafızların zihinlerindekine uygun düşmesi lâzımdır.
İşte Müslümanların bu dikkat ve ihtimamı ile Kur´ân-ı Kerîm, zamanımıza kadar tahrif ve tebdilden masun kalmış, şu âyet-i kerîmenin mealine göre de kıyamete kadar ilâhî hüviyetini muhafaza edeceğini Cenâb-ı Hak va´d buyurmuştur:
«Muhakkak ki Kur´ân-ı Biz indirdik. Onun koruyucuları da mutlak surette Biziz.» [61]
Daha önce gönderilen ilâhî kitaplar tağyir ve tebdile maruz kaldığı ve ilâhî hüviyetim kaybettiği halde, Kur´ân-ı Kerîm´in muhafaza edilmesinin sırrı, Tevrat ve tncü gibi kitapların zaman ve mekânla mukayyet olmaları ve muayyen bir millete gönderilmeleri, Kur´ân-ı Kerîm´in ise; zaman ve mekânla mukayyet olmayarak,
ebedî ve bütün beşeriyeti kıyamete kadar irşad için gönderilmiş olmasıdır[62]
«Ey Babbimiz!
Bize doğru yolu ihsan ettikten sonra kalplerimizi (Hak ve gerçekten) saptırma.
Bize yüce katından rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı sonsuz, olan yalnız Sensin.»
(Kur´ân-ı Kerim: Al-i tmrân: [63]
LÜGATÇE
Abes: Bog, saçma şey, faydasız.-Acz : Beceriksizlik, güçsüzlük. Acz-ı Hâlıeyn : Var olduğu fafzettiien her iki ilâhın da, aciz ve güçsüz oî ması.
Âdâb : Edepler, bütün aoz ve hareketlerde terbiyeli davranışlar. Aı´âleı-t İlâhîyye : İlâhi adalet. Yüce Allah´ın şaşmax adaleti. Adem : Yokluk, varlığın, vücudun zıddı.
Âdem : ilk yaratılan insan ve ilk peygamber (Nebi) Hz. Âdem (a.sj. Âdil-İ Mutlak : Mutlak adalet sahibi olan Yüce Allah (c.c.) Ağyarım mani : Yabancı unsurların girmesine engel. (
Ahd-ı Atik : İsrail oğullarına Hz. İsa´dan Önce gönderilen peygamberlere indirilen kitaplara verilen bir isim. (Tevrat, Zebur ve Mezamir gibi.) Ahd-ı Cedirî : Hz. İsa´ya indirilen ilâ-
hî kitap. İncil ile sonradan yazılan ve İncil adı verilen kitaplar ve ekleri... Ahfâ - min kesbi´l Eş´arî : îmam ı Eîş´arî´nin kaza - kaderdeki nden daha kapalı, daha zor. Bu nazariyeye göre; kul ihtiyari fiil terinin .kâsibh yani kazamcisı, Hak Teâîâ İse halikı (yaratıcısı)dır. Âhir : Son. sonraki, en sonra. Âhirel : Öbür dünya, öteki dünya, kıyametten sonra kurulacak ebedi hayat yeri.
Âbiret Ahvali : Âhiret hayatına mahsus olan haller; Hesab. kitap, mizan. sırat, cennet, cehennem ve sevab. ikab gibi dinî gerçekler. Kur´an âyet-leriyle sabit olan hakikatler. Ahkâm : Hükümler, emirler. Ahkâmı Akliyye : Akli hükümler. Yani; akla dayanarak çıkarılan hükümler. B i; Ahkâm-ı Ameliyye ; Ameli hükümler. Dinin amel (işler ve fiiller) ile ilgili olan fer´î ve fıkhı hükümleri. Ahkâm-ı Fer´iyya : Fer´i hükümler. Dinir. akaid gibi temel esasları dışında kalan fıkhî ve cüz´i mes´eleler. Ahkâm-ı Hulukiyye : Ahlâk ile ilgili olan «ahlâkî hükümler., prensipler. Ahkâm-ı İtikadiyys: İtikadı hüküm ler, itikad ile. iman ve inançla İlgili dini hükümler.
Aitkâm-ı Şer´iyye : ger´i hükümler. Kur´an ve hadise dayanan dinî hii kümler, emir vs yasaklar. Ahvâl : Haller, durumlar, oluşlar. Aka id : Akideler, dinî inançlar, inanılan şeyler. Dinin esasını teşkil eder> îmanla ilgili inanılan şeylerin tamamı m içine alan ve onlardan bahseden ilme verilen îsimlerdan biri. (Akidenin çoğulu) -
Akıbet : Nihayet, son. Akide : îman, itikad, inanç, dini inanış.
Akl-i Selim : Sağ duyu. İyi ve doğru düşünüp isabetli kararlara ulaşabi -len akıl, kusursuz olan sıhhatli akıl.
Alâka : İlgi. ilişki, münasebet. Alâmet : İşaret, nişan, belge. iz.
Âlem : Kâinat, dünya, cihan. Allah´ tan başka mevcut varlıkların hepsi. Aleni : Açık, gizli olmayan.
Âlim : Bilgin, çok okuyan ve bilen kişi.
ÂÜm-i Mutlak : Mutlak âlim. yani her şeyi bilen Yüce Allah (c.c). Amel-i Salih : İyi, yararlı işler, dinen yapılması emredilen güzel şeyler.
Âmeli İcma´ : Azimet fkararlılık) yolu ile İslâm Müctehitlerinin yaptıkları ve dinen kesinlik ifade eden sarih (açık) icma, yani kavli (sözlü) icma´.
Âmil : Yapan, işleyen, sebep olan. Analiz : Tahlil, esas unsurlara ayırma, çözümleme. Mantık ilmi dilinde is-tidlâî yollarından biri olan .temsil». Araz : İşaret, alâmet, sonradan baş ka bir cevherle meydana gelen, hal. keyfiyet.
Ânz obnak : Bir şeyin aslında yokken sonradan hâsıl olan, ortaya çıkan. Arifin : Marifet ehli. hakka1! - yakîn derecesine ulaşan, Allah dostu olan kişiler.
Ashab ; Hz. Peygamberi gören ve O´nunla -sohbet eden mü´minler.
Asi : Karşı gelen, günahkâr, ahlâkı bûzuk.
Âsîm : Günahkâr, kabahatli. Aslah : Daha iyi, daha sâlih, daha uygun. (Bkz. Salah - Aslâh, Kelâm ilminde meşhur bir konu.) Aslî Rükün : Aal ve esas rükün, temel dayanak.
Ast´uî-usul: Asılların, köklerin aslı. ■ Kitâbullah olan Kur´an-ı Kerîm, dini delillerin asl´ul usulü.dür. Asr : Yüzyıl, çağ. zaman. Bazı mü-fessirlere göre ikindi vakti. Aşikâr: Belli, açık, meydanda, bariz.
Atalet : Tembellik, işsizlik, hareketsizlik, durgunluk.
Ateist : Allah´ı inkâr eden. Allah´a İnanmayan dinsiz, imansız kişi. Âvâne : Tâbi olanlar, uyanlar, kafa darlar.
A´yân : Cevher, öz, âlemi teşkil eden esas varlıklar, asıl unsurlar. Ayet-i Celile : Allab´m yüce âyetleri. Ayne´l yakın : Gözlem ve deney yolu ile elde edilen bilgiler. Azimet: Kararlılık, kararda titizlik. takva ile amel ediş, gidiş, gitme.
Azrail : Dört büyük melekten birinin adı. Ruhları almaya memur edilen clüm meleği.
— B —
Bab : Konu. mesele, mevzu, bölüm.
kısım.
Bahis : Konuşulan şey, konu. söz.
Bakaa : Sonu olmamak. Allah´ın Selbİ
ve Tenzihi (olumsuzlukla ilgili, noksanı
kaldıran) ilâhi sıfatlarından biri.
Baki : Dâima var olan (Allah (c.c.)
m yüce isimlerinden biri.)
Baliğ : Buluğa eren, erişmiş, ergin.
Bârı : Yaratan, yaratıcı. Yüce Allah´
m güzel isimlerinden biri.
Bariz: Açık. aşikâr, meydanda.
Ba´s : Ölümden sonra dirilme.
Basar : Görmek. Allah´ın subütî (yanı Zâtına ezelde sabit olan kemâl sıfat larından biri.)
Bâsıra : Görmek hassası, görme kuv veti, göz.
Basir : Gören, iyi görüp anlayan {Allah´ın yüce isimlerinden biri.). Basiret : Seziş, İleriyi görüş, uyanık .Uk.
Ba´sa Ba´del Mevt : Öldükten sonra dirilme, kabirlerden çıkarılıp. Man şer´e, İlâhi Hesap yerine gönderilme. Ba´sn Cismani: Cisimle dirilme. Bâtıl : Hükümsüz, boş, çürük, yalan; yani doğru olmayan ve gerçeğe uy mayan, gerçek dışı. Bedihî : Apaçık olan, delilsiz bilinen. Belagat : İyi, güzel, pürüzsüz ve yerinde söz söyleme.
Beliğ : Fasih, düzgün söz söyleyen, durumun gerektirdiği şekilde konuşan.
Bereket : Bolluk, Allah´ın verdiği ni metleri ve rızkı arttırması.
Berzah : Dünya ile âhiret arasında geçen kabir hayatı. Âhiret´in başlangıcı.
Beşaret ve Ta´lim : Müjde ve öğretim, müjde alâmetleri. Beşer : însan, insanoğlu. Beşeriyet : İnsanlık âlemi, bütün in sanlık.
Beyan : Bildirme, söyleme, açıklama. Beyan etmek : Açıklamak, bildirmek.
Beyne´l ■ Havfi ve´r - Recâ : Korku ile ümit arasında olmak. Allah´ın rahmetini umarken, azabından da korkmak. İkisi arasında olmak.
Bİd´at: Dinin aslında olmayan, sonradan ilâve edilen, ihdas ve icad olunan, yapılan yeni İşler.
Bid´at ehli : Dinin aslında olmayan, sonradan yapılan ve ihdas edilen şeylerin peşinde giden kişiler, gruplar.
Bidayet: Başlama, başlangıç. Bilâhare : Sonra, sonradan, sonunda.
Bil´akis : Aksine, tersine.
Bilfiil : Gerçekten, fiilen.
Bilhassa : Hususi olarak, özellikli1.
hususiyle, tahsisen.
Bil • vasıta : Vasıtalı, aracı ile.
Binaen ; ..... der,, dolayı.
Binaenaleyh : Bunun özerine, buno göre.
Binnetice : Netice, sonuç olarak. Bi´set: Allah´ın İnsanlara peygamberler göndermesi. Bizatihi : Kendiliğinden, zâtı ile. Burhan : Kesin delil, kuvvetli delil. Burhanı deliller : Kesinlik ifade eden akli, kuvvetli deliller. Borhân-ı tatbik : Teselsülün bâtıl ve imkânsız olduğunu übat eden aklî vr mantıkî kuvvetli bîr delil. Burhan-1 temana´ : Allah´ın birliğini isbat eden aklî kesin bir delil. (İki ilâhın —eğer varsa- aralarında çıkacak ayrılığa, zıtlaşmaya dayanan mantıkî delil.)
Burhan-ı tevânıt : Allah´ın birliğini isbat eder, aklî kesin delil. Farzedilen iki ilâhın anlaşırlarsa âciz olacakları esasına dayanan delil. Butlan : Bâtıllık, boşluk, çürüklük. Bühtan : Yalan, iftira, asılsız ve kötü bir şeyi bir kimsenin üzerine atmak, ona isnad etmek, dayamak.
Biiluğ : Erginlik çağına girmiş olmak.
Caiz ; Yapılmasında dinî bakımdan mahzur olmayan şey, sakıncasız. Câizât: Caizler, sakıncasız olan. ya pılmasına izin verilen şeyler. Câiz-i akli : Akıl yönünden olabilecek, aklen mümkün olan, muhal olma yan şeyler. Cânib : Taraf, cihet, yan.
Cazibe : Alımlılık, sevimlilik, cezbeden, çeken. Cebbar : Kuvvet ve kudret sahibi.
Cebel-i tûr : Tûr dağı. Ceberut ; Aşırı büyüklük, aşın pek ziyade kibir.
Cebrail : Vahy meleği, dört büyük melekten biri.
Cebr-i Mutavassıt : Vasai. orta cebir, erta zorlama. îtikâdî meşhur mezheplerden biri olan Cebriye mezhebinin • Mutlak cebir- fikrî ile, Kaderiyeci´ leiin «mutlak ihtiyar» fikri arasındaki «ortak cebir> fikri. Yani kul, ihtiyari fiillerinin kâsibi (kazanıcısı) Yüce Allah Yaratıcısı.
Cebriyye : İnsanın kudret ve iradesini inkâr ederek, onu hayrı veya şerri yapmaya mecbur ve zorunlu gören ve yaptıklarından sorumsuz sayan bâ-Ul bir mezhep. Ced : Dede, büyük baba. Ccdel : Sert tartışma, zan ifade aden sözler. Cehalet : Cahillik, bilgisizlik.
Çalışma, çabalama, gayret
Bilmeme, bilgisizlik. Toplama, bir araya getirme. Gizledi, örttü (fiil-i mazi si-
Cehd : etme. Cehil :
Cem : Cenne
gası).
Cevaz : İzin. müsaade.
Cevher : Öz. kendi kendine ayakta
duran ar.a unsur.
Cihet ; Yan, yön, taraf, sebep, ilgi.
Cismâni : Bedenle ilgili.
Cismâniyet : Cisim, vücut, cisimlilik.
Cismî : Bedene, vücuda, cisme âit
filan.
Cumhur : Halk, ahali, kalabalık, büyük çoğunluk.
Cumhur-u Fukahâ : Fakihlerin. yani İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu-
Cumhuru Muhakkıkiyn : İnceleme ve araştırma sahibi olan Ehl-i Sünnet âlimlerinin, yara Muhakkıkların büyük çoğunluğu. Cumhuru Mu´tezile : tMu´tezile» adı
verilen kelâmı (itikadı) mezhep âlim lerintn ekserisi (çcğunluğu). Cumhur-u ulema : Âlimlerin, bilginle rin büyük çoğunluğu. Cünun : Delilik.
Cüz : Parça, bir bütünü meydana getiren parçalar, zerreler. Ciiz´i : Az miktarda. küUTnin zıddı. Cüz´iyyât : Cüz´i, basit olan ufak te fek şeyler, Önemsiz sayılanlar. Ciiz´iyye : Az. pek az. az miktarda olan.
Cüz-ü lâ yetecezze´ : Parçalanmadığı sanılan en küçük zerre. —Bölünmeyen en küçük parça— (Yeni ilmî gelişmelerle atom parçalanmış, ilim ve tekniğin hizmetine girmiştir.)
_ D —
Dalâlet : Sapıklık. Hidâyet´in. doğru yolun zıddı.
Delâlet : Yol gösterme, kılavuzluk. Dercetmek : Sckmak, arasına koy mak, dürmek.
Delil : Yol gösteren, belge, tanık, şahit.
Delil-İ Hulf : Bir dâvanın (iddianın! aksini iptal e´derek, o dâva ve iddianın aslını isbat eden mantıkî bir delil.
Delil-i Kat´î : Kesin delil. Zan ve
şüpheden uzak olan delil, belge.
Delili Zannî : Zan ifade eden. kesin
olmayan delil.
Dinamik : Kuvvetli, hareketli.
Dünyevi : Dünyaya âit. dünya ile il
gili.
Dünyevi ahkâm : Dünya ile ilgili hü
kümler.
Düstur : Kanun, kaide, anayasa.
— E —
Ebert. : Sonu olmama. EbeCi : Sonsuz, sonu olmayan. Ebedi saadet : Sonsuz mutluluk, Âhi-ret mutluluğu.
Ebediyyet: Sonsuzluk, sonu olmamak.
Ebeveyn : Ana - baba. Ebu´l Beşer : insanların babası ve en büyük ceddi olan ilk insan (Hz. Âdem). Ecel : Bir şeyin bütün müddeti veya bir şeyin müddetinin sonu. Ömrün´ son ânı, ölümün geldiği an. Ecir : Âhirete ait sevap, mükâfat, üc ret,
Ecxâ ; Cüzler, parçalar, kısımlar. Ed - dâıû´l - Âhire : Âhiret, ahim evi. Edeb : Terbiye, güzel ahlâk. Ediîli! : Deliller, esaslar. Edilley-i Şer´iyye : İlâhî bir esasa da yanan dinî - nakli deliller. Ef´âl : Fiiller, yapılan işler. Ef´âl-i Hissiye : Hİ3se dayanan fiiller, işler.
Ef´âl-i İbad : Kulların yaptıkları fiiller, işler.
Ef´âl-i İhtiyariye : Kulların kendi iradeleri ile yaptıkları işler. Efdal : En faziletli, en erdemli, ^fâaliyet : Daha faziletli, daha üstün olma.
Efrad : (Ferdin çoğulu), fertler.
Efradını cami : Fertlerini toplayan (Bir ilmin tarifi, o İlmîn bütün konularını içine almalı ve...) Mantıkî bir tarifte aranan şartlardan biri (Cins). Ehad: Her yönden bir, tek (Allah ehaddır).
Ehâdis : Hadisler, peygamberimizin sözleri, hadisin çoğulu.
Ehemmiyet : Önem. mühim olma, kıymet, değer.
Ehl-i Beyt : Peygamber efendimizin hane halkı, çocukları, torunları ve yakın akrabaları.
Ehl-i Ma´rjfet: Arifler, hakka´l yakın derecesine ^ulaşan seçkin zevat, seçkin kişiler. ■
Ehlü´l Hak : Hakikat ehli. îmanı bütün, doğru kişiler.
Ehl-i Sünneti Âmme : îtikadda «Ehl-i Sünnet Mezhebi» olarak bilinen Eş´a-riyye ve Matüridiyye mezheblerine verilen isim. (Sünnet ehlinin umumu).
Ehl-i Sünnat-i Hassa : •Selefiyye» mezhebi elarak bilinen ilk Ehl-i sünnet âlimlerine verilen özel ad. Ekmel : En mükemmel, kusursuz, eksiksiz.
Ekseri : Çek defa, çoğu zaman. Ekvân-ı Erbaa : Dört clu§ : Harekeı. sükûn, içtima (toplanma) vt iftirâu (ayrılma).
El - emin : Güvenilen kişi. Hz. Mu bammed (s.a.vje. Peygamberliğinden ence verilen isim, sıfat. Elfâz : Lâfızlar, kelimeler, sözler. Ei - Kaza; ve´l - Kader : Kader; her şeyin ezelde tesbit edilen ilâhî ölçüsü, kaza ise; bu ilâhî ölçüye göre vakti gelince icad edilmesi. îman esaslarından biri.
El - Kebire : Büyük günahlar, büyük fesada sebep olan, dinen sjddetli cezayı gerektiren kötü fiiller. El - menziletü beyne´l menzÜeteyn : Mu´tezile´ye göre büyük günah işleyenlerin kalacağı cennet ile cehennem . arasındaki bir menzil, bir mekân. bir yer.
Emin : Kendisine güvenilen, emniyet olunan kişi veya şey. Emniyet : Eminlik, korkusuzluk, inan mak, güvenmek. Emsal : Eşler, benzerler, örnekler.
Enbiyâ : Peygamberler, nebiler, ilâhi elçiler. Allah´ın gönderdiği elçiler. Erkân : Rükünler, bir bütünün parçaları. ■
Ervâh-ı Ulviyya : Ulvi, yüce ruhlır. fizik ötesi ruhanî varlıklar. Ervâb-ı Süfliyye : Süfli, kötü ve âdi ruhlar.
Esas-ı îman : îmanın aslı. Kalb İle tasdik, dil ile ikrar. Esbâb : Sebepler, nedenler. Esbaba Tevessül : Sebeblere sarılma. Mü´minin tedbir almakta n kusur istememeye dikkat etmesi. Esbabu´l - İlm : İlmin sebepleri, sağj lam beş duyu organı, akıl ve sâdık haberler.
Esfâr-ı Hamse : Beş büyük kitap. Hz. Musa´ya r.isbet olunan beş kitap : Tekvin, Huruç, Levüiler, Sayılar ve Tesniye.
Esîr : Kâinatı dolduran ve bütün cisimlere nüfuz eden çok küçük zerrecikler.
Esmâ-i Hiisnâ : Allah´ım Yüce Zâtına mahsus güzel isimleri olup. >99> adettir.
Eş´ariyye : İmam, Ebu´l Hasan el -Eşarî´nin kurduğu itikadı mezheb. Bu mezhepte olanların görüşleri. Etüö : İnceleme, araştırma, çalışma. Evham : Sanılar, zanlar, şüpheler. kuşkular, kuruntular. (Vehmin ço gulu).
Evleviyyet : Üstün tutulma, üstünlük. daha uygun.
Evliya : Erenler, Allah´a daha yakın olanlar, keramet sahipleri. Evsâf: Kaliteler, vasıflar, sıfatlar, tâtelikler.
Evvelâ : İlk olarak, her şeyden önce. ilk önce.
Ezelî : Evveli, öncesi, başlangıcı olmayan.
Fail : Yapan, İşleyen. Fail ve Mûcid : Yaratan, icad eden. Her şeyi yaratan Yüce Allah (c.c). Fâil-i Muhtar : Dilediğini yapmakta serbest olan Yüce Allah.
Fakih : Fıkıh âlimi, İslâm hukukçusu.
Fakru zaruret : Zaruret ve çaresizlik içinde olmak, yoksulluk, fakirlik. Fâni : Ölümlü, geçici, muvakkat.
Dinen yapılması kesin olarak emredilen, yapılmaması yasaklanan, bu husus kesin bir dinî delil ile sabit olan hüküm.
Farz-ı Ayn : Her müslümamn yapması dini kesin delille sabit olan ilâhi emirler.
Farz-ı Kifâye : Bir kısım müslüman-
lann´ yapması ile diğerlerinden sakı! olan (düşen) dinî emirler. Fâsık : Allah´ın emirlerine aykırı hareket eden, açıktan günah işleyen kimse, (Fısk´dan gelir). Fâsid : Bozuk, kötü, yanlış şey. Fatihâtü´l — Kitab : Fatiha sûresine verilen isimlerden biri. Fâzıl : Faziletli, fazilet sahibi, erdemli, üstün.
Fazilet : Erdem, güzel vasıf, iyi huy. Fazl : Fazla, ziyade, erdem, fazilet, lütuf.
Fedakâr : Kendini ve şahsî imkân ve menfaatlerini başkasından esirgemi yen, feda eden, cömert. Fena : Son bulma, ölüm, yok olma. Fer : Dal, budak, şube. Feragat: Vaz geçme, başkası adına kendi yararından vazgeçme. Fer´î : Asıl olmayan, ikinci derecedeki ferde, cüz´e, şubeye mensup olan Şey.
Fesahat : Güzel ve düzgün konuşma. İyi söz söyleme yeteneği. Fesat : Bozukluk, fitne. Fetânet : Zihin açıklığı, akıllılık, çabuk kavrayış.
Fetret Devri : İki peygamber arasında, peygambsrsız olarak geçen zaman. Fevc : Bölük, cemaat, takım. Feyiz : Bolluk, verimlilik, lütuf ve ih san.
Feyz-i İlâhî : Allah´ın verdiği bolluk, maddî, mânevi verimlilik. İlâhi lütuf, nimet ve ihsan. Feza : Uzay.
Fıkıh : Şeriat ilmi, şeriatın amel ile ilgili olan hükümleri, amelî ve şer´i mes´elelsrden bahseden ilim. Fıkh-ı Ekber : En büyük fıkıh. İslâm inançlarından bahseden akaid İlminin diğer bir ismi. İmam-ı A´zamın akaid-de yazdığı meşhur kitabın adı. Firak: Bölükler, fırkalar, takımlar. £hl-i Sünnet ve cemaattan ayrılan fır kalar.
Firak-ı İslâmiye : İMmi fırkalar, iti kadi konularda ortaya çıkan fırkalar.
Fırlta : İnsan kalabalığı, grub. Muayyen bir inanç görüş ve prensipler etrafında toplanan bir zümre. Fısk : Hak yoldan çıkmak, Allah´a is yan.
Fısk-ı Fücur : İsyan, işret (içki içmek), sefihtik (akılsızlık, adilik), günahkârlık ve .ahlâka aykırı haller (içki içmek, zina etmek ve eğlencelere dalmak gibi.). Fıtri : Tabiî, yaratılıştan. , . Fıtrat: Yaratılış, tabiat, mizaç, huy. Fiilî : İşe, eyleme âit. Fİil-i Cevârih : Uzuvların, yani bir vücudun azalarının yaptığı fiiller. FİİÎ-i Kalb : Kalbi fiil. Kalbden çıkan, kalbde olan fiil. FİU-i Lisan: Dilin yaptığı iş, yani dille söylenen sözler. Fiilî Sünnet: Peygamberimizin fiil ve hareketleri, davranışları. FîiUyyât: Gerçekten yapılan işler, fiilen var olan şeyler. Filhakika : Hakikaten, gerçekten, doğrusu.
Fİr´avn : Mısır´da M. Ö. yaşayan ve Hz. Musa ile mücadele eden kâfir hükümdar.
Furkan: îyi ile kötü ve doğru ile yanlış arasındaki farkı gösteren, hakkı bâtıldan ayıran Kur*an-ı Kerîm. Ftinun : Fenler, san´atlar, hünerler.
— G —
Gafur: Affedici, bağışlayıcı. Yüce Allah´ın bir sıfatı. Gâib : Görünmeyen, hazır olmayan. Galebe : Galib gelme, yenme, üstünlük, çokluk.
Garb: Güneşin battığı taraf, batı. gün batısı. (Batı; Memleketimizin yönüne göre, Avrupa.) Gaybi : Göze görünmeyen şeylare âit, görünmezlik dünyasına âit. Gayhiyyât: Göze görünmeyen şeyler, görünmezlik dünyasına mensup varlıklar.
Gaye-i Hilkat : Yaratılıştaki gaye, a maç.
Gazab : Kızma, hiddetlenme. Öfkelenme.
Gazve: Akın, cenk, din düşmanları üzerine yapılan sefer. Gufran : Affetmek, merhamet etmek, bağışlamak.
Günâh-i Kebâir: Büyük günahlar. Ehl-i Sünnet ile Mu´tezile arasında tartışılan itikadı Önemli bîr konu.
— H —
Haber-i Meşhur : Meşhur haber, Pey gamberimizden bir veya birkaç râvi tarafından rivayet edildiği halde, daha sonra 2. ve 3. asırlarda şöhret bulan hadis. Hadis nev´ilerinin ikincisi. Haber-İ Mütevâtır: Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan büyük bir topluluğun bildirdikleri haber. Hadis nevilerinden biri (üçüncü nev´i).
Haber-i Resul: Peygamberlerin verdikleri haber. Mu´cîze ile peygamber ligi sabit olan Enbiyâ´nm verdiği haber.
Haber-i Sâdık: Sâdık, doğru haber, bir hakikatin ifadesi olan gerçek ha ber.
Haberi Vahic1.: Bir veya bir kaç râvi (emîn kişi) tarafından peygamberi-mizden nakledilen haber ki, «zan» ifade eder. Hadis nev´il erinden biri. Hadd-i zâtında : Zaten, esasen, yara. tıhşta, aslında. Hadis : Sonradan olan. Hâdise: Vakıa, olay, yeni bir $ey. ilk defa çıkan $ey. Hatfs : Zan, tahmin, se/gi. Hafaza : Kur arı´da «Kiramın Kati; ; bin» adı verilen insanların yapi^ı H leri yazmakla görevli melekler. Koru yucu bekçiler. (Luğat mâıâsO. Hafıza: Görüler, işitilen ve okuman şeyleri zihinde saklayan hasse, tisi lek.
Haham : Yahudilerin din adamı. Hakâık : Hakikatlar, gerçekler. Hakikat : Gerçek, doğru olan şey. Hakikat´ül - İslâm : îslâmın hakikati. Hakikî : Gerçek, doğru, hakikat. Hakim : Hikmetli söz söyleyen, âlim kişi, düşünen bilgin, filozof. Yüce Allah´ın güzel isimlerinden biri. Hakka´l - Yakın : Gerçekliğinden hiç şüphe olunmayan, kalb ile sezilip, bizzat duyulan ve fiilen yaşanarak bilinen kesin bilgi CKelâmcüarca; ilmin en yüksek derecesi kabul edilmiştir.). Hali hazırda : Şu anda, şimdi. Hâlık : Yaratıcı, Yüce Allah (c.c). Hâlıkıyyet t Yaratıcılık. Hâlık-ı Zülcelâl : Celâl sahibi olan Yüce Yaratıcı Allah´u Teâlâ. Halkı Efali İbad : Kulların yaptık lan işlerin yaratılması. Hamd,: Şükür, sena etmek, Allah´a şükran duygularını bildirmek. Haram : Yapılması dinen kesin nass-larla (delillerle) yasaklanan şeyler. Haram: dinen mükellef olan müslü-manlarla ilgili dinî hükümlerden biridir. Yalan söylemek, içki içmek gibi... Harici : Harice, dışarıya mensup, Hz. Ali´ye karşı çıkan ve isyan eden cemaatın bir Terdi.
Harikulade : Âdetin üstünde, haricinde, fevkalade.
Hasebiyle: Sebebiyle, itibariyle, do-layısiyls.
Hasenat : İyilikler. (Hasen´in çoğulu) Hâsıl olan : Meydana gelen, olan, türeyen, ortaya çıkan. Hasım: Düşman, düşmanlık duyulan kişi, rakib.
Hatabî : Zan ifade eden, kesin olmayan.
Hatabi deliller : Zan, tahmin ifade e den aklî deliller.
Hâtera-i Nübüvvet : Peygamberlik mührü.
Havâriyyûn: Hz. İsa´nın oniki kişiden ibaret yardımcıları, yakın arkadaşları.
Havass-ı selime-: Sağlam duyu or-g anları.
Havi : İhtiva eden, içine alan, topla yan.
Hayât-ı İnsâniyye : İnsanlık hayatı. Hayrat : Sevap kazanmak için yapı lan hayırlı şeyler, işler. Hayy : Hayat sahibi, diri. Yüce Allah´ın güzel isimlerinden biri. Hayvân-ı Nâtık : Konuşan düşünebilen hayvan, yani insan. Mantık ilmin de insanın tarifi.
Hayyiz : Mekân, mevki, meydan. Felsefede; uzam, boşluk. Hazer etmek: Sakınmak, gocunmak, kaçınmak, çekinmek. Hazf : Yok etmek, ortadan kaldırmak, aradan çıkarmak, silmek... Helak : Mahvolma, yok olma.
Hicret-t Nebeviyye : Peygamber aley-hisselâm efendimizin Mekke´den Medine´ye göç etmeleri. Hidâyet: Hak yoluna, doğru yola kılavuzlama.
Hikmet: Anlamlı söz, bir şeyin akla uygun olması.
Hikmet-i İlâhiyye: Ancak Allah´ın
bilebileceği şeyler, Allah´ın fiillerinde
ki gaye, amaç ve yüce hikmetler.
Hilaf : Karşı, zıt, yalan.
Hilkat : Yaratılış.
Himmet: Gayret etmek, çalışmak,
çabalamak.
HÎS5-İ Bâtıni: Kalb ile sezmek, altın
cı his.
Hiss-i Müşterek : İç âlemde duyulan
ortak his, kalb ile sezgi, buna hissi
bâtını de denir.
Hurius : Sonradan var olmak.
Huief â-i Râşİdln : Peygamberimizin
dört büyük hâlifesi : Hz. Ebu Bekir.
Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.
Anhun).
Huruç : Çıkış, çıkmak.
Huruf : Harfler.
Husul: Üreme, türeme (bkz. hâsıl a
lan).
Hususiyet: Bir kişinin özel hayatı ite
ilgili şey. özellik.
Hutama : Cehennemin beşinci katı,
kırmak, dökmek.
Hüccet : Delil, senet, vesika.
Hülâsa : Bir şeyin kısası, bîr sözün
Özü.
Hüsün : Güzellik. Dünyada medhe,
âhiretie sevaba vesile olan.
Hüsün Liaynihi: Zâti güzellik, zâti
bakımdan güzel olan.
Hüsün Lİgayrihi : Zâtı ile değil, zâtı dışındaki bir şeyle güzel olan. Hüsün ve Kubiıh : Güzellik ve çirkinlik. Dinen emrolunanlar güzel, yasaklananlar da çirkindir.
Hüviyet : Mahiyet, bir şeyin aslı, hakikati, bir kişiyi tanıtan kimlik.
— I —
Idlâl : Dalâlete düşürme, saptırma, azdırma, doğru yoldan çıkarma, kötülüğe sevk etme.
T´kab : Ceza, azap, eziyet. Inkıyad etmek: Boyun eğmek, itaat etmek.
Islâh : tyi hale koymak, düzeltmek. Israr : Ayak direme, direnme, diretme.
Istılah: Tâbir, terim, bir kelimenin bir ilimdeki karşılığı.
Itlak : Salıverme, koyuverme. Izdırari : Mecburi, irade ve istek dışı.
-I —
İbadât : İbadetler. Allah´ın emirlerine uyarak, ilâhi rızasını kazanmak ve O´na tapmak gayesi ile, bedenle, mal la yapılan taatlar.
İbadet re taat : Allah´ın emirlerine uyarak, O´na tapmak, tapınmak; Allah´ın her emrini yerine getirmek. O´na itaat etmek.
İbarede Vücud : Zihinden geçen bir anlamı sözle ifade etmek. İbda´ : Eşi, benzeri vs örneği olmadan yaratmak.
İbda´ ve İUet-i Gâiyye : Allah´ın varlığını, yaratmadaki eşsiz ve üstün gayeye dayanarak isbat eden bir delilin ismi.
İblis : geytan, hilekâr. İcabet : Kabul etmek, uymak. îcâbiyye : Mutlak cebir fikrine dayanan ve maddî cebircilik (determinizm) adı ile tanınan felsefî ve sapık bir mezhep.
îcma* : İttifak, toplanma, bir araya gelme. (Terim olarak ise; aynı asırda yaşayan İslâm müçtehidlerinin şer´î bir hüküm üzerine birleşmeleri.). İcmâ-ı Ümmet : Ümmetin, yani İslâm âlimlerinin ittifakı. Peygamber Aley-hisselâmın vefatından sonra herhangi bir asırda, o asırda yaşayan İslâm müçtehidlerinin dinî bir hüküm üzerinde birleşmeleri.
îemâlen : Kısaca, toplu olarak. İcmâlî : Kısa, toplu, tafsilât olmaksızın, geniş olmayan.
İcmali îman: Peygamberimizin bildirdiği dinî esas ve hükümlerin tamamına toplu olarak inanmak, îmân etmek.
İcra : Yapma, yerine getirme. icra etmek : Yapmak, bir İşi yerine getirmek.
İçtİhad : Fer´î olan dinî bir hükmü ana kaynaklarından çıkarma hususunda bütün takat ve kudreti (daha fazlasından âciz kılacak kadar) sarfet-mek.
fçtima´ : Toplanma, biraraya gelme. İçtimai : Topluma âit, sosyal, toplumsal.
İçtima-i Nakizeyn : İki karşıtın birleşmesi. Vücud ve adem gibi iki kar-51tan bir anda bulunması. (Bu mantıken muhaldir, mümkin değildir.). İdâme : Devamlı, daimî kılma, devam ettirme, sürdürme.
İddia : Haklı haksız bir hükümde di renme.
İdhal etmek : Dâhil etmek, içeri s m ak. İdrak : Ar.layıg. akıl erdirme.
4YU
İfa etmek t Yerine getirmek, bir işi -apmak.
îfrat : Aşırılık, İleri gitme, haddi aşma.
İftirak : Ayrılma, birbirinden ayrı olma.
Ihâtâ : Kavrama, anlama. İhiâs : Kanşıfcsız, riyasız ve samimi inanç.
İhtilâf: Ayrılık, aykırılık, anlaşmazlık.
İhtimal: Mümkün olma, bir şeyin olabilmesi.
İhtimam : Dikkatle, gayretle sarılma, özenerek iş görme. İhtira: tcad etme, benzeri olmayan bir şeyi meydana getirme. İhtirak : Tutuşup yanma. İhtisas : Uzmanlık, her hangi bir konuda derinliğine bilgi sahibi olma. İhtiva : tçine alma, içinde bulundur-,ma.
İhtiyaç : Muhtaç olma, gerek duyma.
İhtiyar : Seçme, seçilme, seçme gücü. İhtiyar etmek: Seçmek, beğenmek, seçip yapmak.
İhtiyari: İsteğe bağlı olan, mecburî ve zarurî olmama.
thve-i selâse : Üç kardeş (bu isimle meşhur olan itikadı bir mes´ele).
İhya: Diriltme, canlandırma, uyandırma. Hayat verme. İkame : Ayakta durdurma, yerine koyma. İkna : Razı etme, kandırma.
İktila : Yeter bulma, aza kanaat etme, yetinme.
İktisab : Kazanma, sahip olma. Edinme, cebretme, zorlama.
ikrah : Tiksinme, kötü görme, iğrenme.
İkrar : Kalb ile tasdik edilen şeyi dil ile söyleme, kabul etme,
tîrtiza : Lâzım gelme, gerekme. İlâhi Adalet: Allah´ın Yüce adaleti. İlâhiyyât: Allah´ın Zât ve Sıfatlarından ve Allah (c.c.) ile ilgili mevzulardan bahseden bir ilim, bir bölüm.
İlâhiyyûn : Yüce Allah´ın Zât ve Sıfatları ile ilgili konulardan bahseden ilahiyat filozofları.
İlhâd : Allah´ın varlığını ve birliğini inkâr, gerçekten hak din olan İslâm´dan dönme, cayma. İlham : îçe doğuş, seziş. Allah tarafından insanın kalbine bir hayrın, bîr şeyin doğması.
İlhamcılar : Aklı değil, yalnız ilhamt esas alanlar, Allah´ın ilhamına dayananlar.
İllet : Sebep, gaye, hedef. İİlet-i Gâiyye: Allah´ın varlığını is-bat etmekte, kâinatın yaradıhgındaki hikmet ve gayeleri esas alan aklî delil. Gaye esasına dayanan delil. Üliyyûn : Cennetin ve gök yüzünün r-n yüksek tabakası, Allah´a dâima ibadet eden melekler.
İltifat-ı İlâhî : İlâhi iltifat, Allah´ın Yüce iltifatına, lütfuna erme, erişme. İlmııllah: Allah´ın ezelî ve herşeyi kuşatan ilmi.
îlm-i Ezelî : Allah´u Teâlâ´ya mahsus olan ezelî (Öncesi olmayan) ilâhî (mutlak, külli) ilim. İlm-i İlâhî : Allah´ın Yüce Zâtına mahsus olan ilâhi, külîî ilmi. îlm-i Nakli : Birinden diğerine geçen, intikal eden naklî ilim. İlzam : Cevap veremez hale getirme, susturma.
îman : İnanç, inanma, bir şeyin doğ u ve gerçek olduğunu tasdik etme. İslâm´ın bildirdiği bütün gerçekleri dil ile ikrar ve kalb ile tasdik etme. İman-i Hükmî: Hakikî iman olmayıp, galip bir zanna dayanan tasdikler. Ha kikî ve yakînî imanın karşıtı. (Mu kallid´in İmanı gibi.). İman-ı Şer´i : Şer´î İman. Din dilindeki imanın mânâsı, iman edilmesi gereken şeyleri kalb ile tasdik, dil iîe İkrar etmek.
İmtina : Geri durma, çekinme, (men" den gelir). *
İndî: Kendince, kendi görüşüne dayanan.
udinde : Katında, yanında, nazarında .
jnâdiyye : Eşyanın hakikatim, mahiye tini inkâr eden sapık bir felsefî ekol (Sofistlerden bir kol).
İnayet : İyilik etmek, bağışlamak. İnâyet-i İlâhiyye : Allah´ın görüp gözetmesi.
înd-i İlâhi : Allah indinde. Allah katında.
înûiyye: Eşyanın hakikati, zâtı değil nisbidir, indîdir diyen felsefî ekol. (Sofistlerden ikinci kol.). İnfial: Gücenme, darılma, feveran etme.
İnhisar : Tekel, bir şeyi bir maddeyi, bir işi, yalnız bir kişiye veya kuruma İnkâr : Kabul etmeme, reddetme. (Al fah´ı. Peygamberi veya Âhireti kabul etmeme gibi.), verme.
İnkişâf: Meydana çıkma, açılma, gelişme.
İnsicam : Bir kararda uyumlu olma, bir düziye gitme, düzgün söz söyleme. İnşikak : Yarılma, çatlama, ikiye ay nlma.
İnşirah : Açılma, açıklık, ferahlık. İntikal: Bir yerden başka bir yere geçme, bir konudan başka bir konu ya geçme.
İntizar: Bekleme, beklenilme, gözle me, gözlenilme. inzal : İndirme, indirilme. İptidai : İlkel.
iptal etmek: Kabul etmemek, yaniı lığını isbat etmek, çürütmek. İrad : Getirme, söyleme, îrado-i İlâhİyye: Allah´ın iradesi, muradı.
İrade vf, ihtiyar : İstemek ve seçmek. İrade-i Cüz´iyve: Her insanda bulunan seçme gücü. İnsanın elinde olan kendi iradesi.
îrade-İ Knllİyye : Külli, tam, tüm irade. Allah´ın mutlak, külli ve ilâhi iradesi. Keîâm âlimlerînce. insanlar arasındaki ortak iradeye de. bu iti bara göre «Millî irade» adt veriliyor.
çevirme, geriye
irca´ : Eski haline döndürme.
İrşad : Uyarma, doğru yolu gösterme. İrtifâ-i Nabizeyn : Karşıtların ikisinin birden kalkması ki. aklen müm-kin değildir. (Vücud ve ademin "yokluğun" ayns anda kalkması gibi. Mantıkçılara göre bu imkânsızdır.). İrîihâl : Göçme, göç etme. ölme. İrtikâb et´en : Kötü bir iş yapan, rüşvet yiyen.
İsbat: Bir şeyin doğruluğunu delil veya sözle ortaya koymak. İsbât-i Halâ: Boşluğun (bir mefhum, bir anlam olarak) isbatı.
İskâr : Sarhoş etme, sarhoşluk yerme. İsrafil: Dört büyük melekten biri. İstidat: Yetenek, kabiliyet. Bîr şeyin kabulüne, kazanılmasına olan tabii meyil, anlayış.
İstidlal: Bir delile dayanarak, bir şeyden bir netice çıkarma, delil İle anlama.
İsmet-i Enbiya : Günahlardan uzak
olma. Peygamberlere vâcib olan bir
sıfat.
İsm-t fail : İşi yapan, kendisinden iş
çıkan kimselere verilen isim. Cümlede
geçen özne.
tsnad : Dayandırma, dayama.
İstihkak: Hakkı olma, hak kazam îan, hak edilen şey. İstihsal: Hâsıl etme, meydana getirme, üretme, elde etme. İstihsan : Beğenme, güzel bulma. İstikra´ : Bir şey hakkında etraflı bilgi edinme. Çoğu cüz´î ve özel olan hükümlerden, genel ve külü hüküm lere, önerilere varmak. İstikrâ-i Nakıs : Noksan bilgi edinme. Bazı cüzleri (nevi ve cinsleri) inceleyerek yapılan ve zan ifade eden noksan bilgi. Aklî. istidlal yollarından biri. İstikra-i Tam : Bütün cüz´îleri tetkikle yapılan ve kesinlik ifade eden bilgi edinme.
İstikrar : Karar bulma, kararlaştır ma.
İstilâ : Kaplama, kuşatma. Bir yeri kuvvet kullanarak ele geçirme. İstilzam : Gerektirme, gerekme, gerekli kılma.
İstinaf! : Dayanma, güvenme. İstinbat: Bir söz veya bir işten gizlenmiş mânâyı çıkarma. İstiva : Denk olma, kaplama, kuşatma.
İtibar : Saygı gösterme, değer verme. İtibari : Gerçek olmayan, var sayılan.
İtidal: Ölçülü olma, ağın olmama, orta yolda olma, mutedil olma. İtikad : İnanma, iman etme, kalb île tasdik etme.
İtikâd-i Câzim: Kesin inanç, şüphe olmayan iman.İtikat : İnanmaya âit, imanla İlgili. İtimad : Dayanma, güvenme, emniyet etme.
İtiraz: Bir fikri, bir hükmü kabul etmeme, çürütmeye kalkma, karşı koyma, karşı çıkma. İtiyad : Alışkanlık.
■ İtmİ´nan : Güvenme, kalbteki huzur ve sükun.
İftihad : Bir olma, birleşme, aynı fikirde olma. birlik. İttihaz : Edinme, kabul etme. İttikaa : Sakınma, Allah´tan korkma. İttisal: Bitişme, kavuşma, ulaşma, birbirine dokunma.
İzafî: Bağlı bulunduğu şey ite beraber değişen.
izafî ve İtibari : Bağlı bulunduğu şey ile değişen ve gerçek olmayan, hakikî olmayan.
izahat: Açtk anlatma, açıklama. İzâle : Giderme, giderilme, yok etmp. İz´an : Anlayış ve kavrayış. İzhar : Gösterme, meydana çıkarma.
— K —
Kaabil: Mümkin, olabilen, kabul edilen. (Hz. Âdem´in bir oğlunun adı) Kaadir: Muktedir, güçlü. Yüce Allah´ın bir kemâl sıfatı.
Kaadiri Mutlak : Mutlak kudret sahibi olan Yüce Allah (c.c).
Kaadiriyyet: Kudretülik, güçlülük.
Kaaim : Başka bir seyir, yerini tutan,
ayakta duran.
Kabili : Çirkin, yakışıksız, kötü, fena,
dinde yasak edilen.
Kadler: Allah´ın ezelde takdir ettiği
ilâh! ölçü.
Kader-i Muallak : İnsan İradesine
taalluk eden ilâhi ölçü.
Ka£er-i Mübrem : İnsan irade ve
kudreti dışında olan ilâhi ve değişmez kader.
Kadim : Başlangıcı olmayan, ezelî. Yüce Allah´ın zâtı ve selbi bir sıfatı. Kâfir : Küfreden, küfredici, hakkı ta-nımıyan. bilmeyen, Allah´ın varlığına ve birliğine inanmayan. Kaide : Kural, esas, temel, usui, nizam.
Kâinat : Var olan şeylerin hepsi, yaratıkların tamamı, evren. Kâmil: Olgun, yetişkin, gelişmiş. Kasd-ı evvel: İlk istek, ilk amaç. önceki kasıt.
Kasd-ı sânı : İkinci kasıt, ikinci istek, birinci derecede olmayan amaç, gaye.
Kâsib : Kazanan, kesb eden, yapan, işleyen.
Kasr : Kısa kesme, kısaltma, kısma. Kaasır : Zorla işleten, kusurlu. Kat´î : Kesin, tereddüde mahal olma yan şey.
Kat´iyyet : Kat´ilik, kesinlik. Kavlî Sünnet: Peygamber Efendimiz (s.a.v.)´İn söylediği «Hadis-i Şerîf>ler. Kayyûm : Baaki ve kaaim olan, ezelî Allah (c.c).
Kayyûmiyyet: Devamlılık. Devamlı, baakî kalmak.
Kâzİb : Yalancı, yalan söyleyen. Kaziyye : Mesele, dâva, teklif. Mantık dilinde önerme.
Ktbâir : Büyük günahlar, büyük fesada sebep olan ve dinen şiddetli cezayı gerektiren suçlar. (Zina gibi) Kebîre : Büyük günah. (Kumar gibi)
Kelâm Binefsifi : Allah´ın Kelâmı, sözleri.
Kelâm Sıfatı: Allah´ın subutî, zâtına sabit ve mahsus olan kemâl sıfatlarından bîri. Yüce Allah´ın sese, harflere, telime ve cümlelere muhtaç olmadan konuşması.
Kelâm-! İlâhî : Yüce Allah´ın ilâhî kelâmı, yüce sözü.
Kelâm-ı Lâfzı: Lisan ile, dil ile ifade olunan söz.
Kelâm-ı Lâfn-İ ilâhi : Yüce Allah´ın Zâtı ile kaaim, -Kelâm-ı Nefsi» yi idrâke vâsıta olan ve ona delâlet eden ibare ve işaretler, âyet ve sûrelerden meydana gelen ilâhî kelâmı, sözleri. Kelâm-ı Nefsi : Nefiste bulunan ve nefis ile kaaim olan mânâ. Kalbde mevcut söz.
Kelâm-ı Nefsî-î İlahî: Yüce Allah´ın Zâtında bulunan ve O´nunla kaaim (var ve sabit) olan ilâh! mânâlar. Yüce anlamlar, sözler. Kelâmullah: Allah´ın Kelâmı, Kur´an-ı Kerîm.
Kelâmuİlah-ı Kadim : Kadîm ve ezeli olan Allah´ın Kelâmı, Kur´an-ı Kadim gibi.
Kelîme-i Şehâdet: Şehadet Kelimesi. Bu kelimeyi, yani Allah´tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed´İn Allah´ın Resulü olduğuna kalbiyle İnanarak söyleyen kimse müsîüman olur. Kelime-İ Tevhid : Allah´ı birleme sözü, yani «Lâ ilahe İllallah» demek. Kelimetollah : Allah´ın Kelimesi, ilâ M sözü. Allah´ın Kelimesi ki; Kur´an ile bildirilen Müslümanlığı yüceltmek, her müslümanın vazifesidir. Kemâl: Olgun, yetkinlik, tamlık. Kemâlât: İnsanın bilgi ve ahlâk gÜ zslliği bakımından olgunlukları. Kemâlât-ı îlâhiyye : Allah´ın mükem mellikleri, Kemâl Sıfatlan. Kemâl-i İman : İmanın kemâli, olgun luğu, en yüksek derecesi. İbadetler ve sâlih ameller, imanın kemâlinden dır.
Kerâhiyyei : İğrenme, tiksinme, baskı ile yapma. Kelâmcılara göre; iradesizlik, acizlik, irade sıfatının zıddı. Keramet : Evliyâ´nın, Allah´ın izniyle gösterdiği fevkalâde hâdiseler, kerem bağış.
Kerem : Cömertlik, lütuî, ihsan. Kesb : Çalışıp kazanma, bir şeyi irade ve ihtiyar sarfederek elde etme. Kesbi: Kesb etmeye, kazanmaya âit. Kesb ve ihtiyar : Kendi isteğiyle, iradesiyle seçme, kazanma. Kevnî : Var olmaya âit, var varlık.
Keyfiyet : Nitelik, husus. Bir şeyin iyi veya kötü olma cihati. Kıdem: Evveli olmama. Allah´ın sıfatı. (Selbî sıfatlarından biri). Kıraat : Okuma, devamlı ve düzgün okuma.
Ktyam binefsihi : Kendi Zâtı İle kaaim olan Allah´ın- Selbî (tenzihi) Sıfatlarından biri.
Kıyamet : Kâinatın nizamının bozul ması, her şeyin altüst olarak son bulması.
Kıyas : Dinî delillerden biri. Bir veya daha çok noktalarda birbirine benzeyen şeyleri Ölçmek, bir şeyin hükmünü benzerine vermek. Mantık ilminde kullanılan İlmî bir terim. Kıyas-ı OH : Açık kıyas. İlleti, yani sebebi açık elan ve Müctehid tarafın dan kolayca anlaşılan kıyas nev´i. I Kıyas-ı Fukaha : Fakihlerin, yani Fi kıh âlimlerinin yaptıkları ilmî kıyas. Ser´î bir delil ile daha önce sâbii olan bir şey hakkındaki hükmün mis lini, ortak bir illete (sebebe) dayana rak, diğer bir şeyde izhar etmek ve açıklamaktır.
Kıyas-ı Hafi : Kapalı kıyış. İlleti ka | palı olan kıyas ki, buna «İstihsali* da denir.
Kinaye: Maksadı kapalı olarak an latma.
Kirâmen Kâtibin : Şerefli yüce yazı cılar, insanların yaptıklarım yazarı melekler.
Kitâbu´l - Hakk : Doğru ve gerçek o-lan kitap. Kur´an-ı Kerîm´in bir ismi. Kftabullafc : Allah´ın Kitabı, Mukaddes Kitabımız Kur´an-ı Kerîm. Kitâbu´l ■ Münir : Kalpleri ve fikirleri aydınlatan ilâhî hitap; Kur´an-ı Kerîm.
Kitabede vücud : Zihinde geçen bir mânâyı yazıya dökerek ifade etme. Kizb : Yalan, doğru olmayan Kubuh : Kötü, çirkin, Allah´ın yasak kıldığı.
Kubuh Liaynihİ : Zâtında bulunan bir sıfattan dolayı çirkin olan. Kubuh Ligayrihi : Zâtı dışındaki bir şeyden dolayı çirkin olan. Kudenıa : Kadimler, yani öncesi ol mayan şeyler. Varlığının evveli olmayan varlıklar «Kadim» olan. yalnız Yüce Allah´dır.
Kudret: Kuvvet, takat, güç, Allah´ın ezelî gücü, Kemâl sıfatlarından birisi. Kadref-î îlâhiyye : Allah´ın Yüce ve sonsuz olan kudreti. Kudretullah : Yüce Allah´ın ezeli kud reti, ezelî gücü.
Kutsi : Mukaddes, ilâhî, Allah´tan gelen ve indirilen kutsal şeyler. Kutsiyet : Yücelik, ilâhhk, Kur´an-ı mesmu: Okunarak işitilen Kur´an-ı Kerîm.
Kuvve-i te´yidiye : Destekleyici kuvvet.
Küfür : Allah´a ve dine âit şeylere i Banmama, Cenâb-i HaBr´s orlak koş ma, dinsizlik, imansızlık, İslam dininin esaslarına uymayan davranışlarda bulunma.
Küllî : Bütün, umumî, tam, çok, pek çek.
Küllîyyat : Külli, umumi, genel oHn şeyler.
Künh : Bir şeyin. ash, hakikati, temeli.
Kütübin : Tevrat ve Ahd-İ Atikden bir kısım, özel bir terim. Kütüb-Î Münzele: Allah tarafından Peygamberlere indirilen Mukaddes Kitaplar.
Kütübü Sİtte : Altı Kitap. En muteber en sağlam meşhur altı hadis kitabı.
Lâ Edriyye : Sofistlerden bir zümre, hiç bir şeyi kesin olarak bilmediklerini iddia eden felsefî sapık bir ekol. (Sofistlerin üçüncü kolu). Lâfız : Söz, kelime, harf. Lâfz-ı ilâhî : İlâhî söz, Allah kelâmt. Kur´an-ı Kerîm ve âyetleri. Lâhik : Yetişen, ulaşan, eklenen.
Lâmİse : Dokunmakla olan duyma
duygusu. Temas eden el ve vücud derisi.
Letafet : Lâtiftik, güzellik, hoşluk.
nezaket.
Levh-i Mahfuz : Allah´ın ezelde tak
dir ettiği, kaza ve kaderin yazıldığı
ilâhi levha.
Lczâ : Ateş alevi, cehennemin bir
ismi.
Lİzâtihi ve bizatihi : Vücudu, zâtı için.
vücudu zâtına vâcib, yani zaruri olan
Yüce Zât.
Lütuf : îkram etma, istekle verme.
— M —
Mâ bihi´l - İmtiyaz : Kendisiyle ayrılan ve temayüz olunan (seçilen) şey ki, buna -tfantık dilinde, «fasıl» denir.
Mâ bihi´l - İştirak : Kendisiyle iştirak, ortak olunan şey. Buna Mantık ilminde «cins» denir.
Ma´bud: îlâh, kendisine ibadet olunan, tapılan Yüce Allah (c.c). Maddiyyım : Maddeciler, yalnız mad deye inananlar.
Ma´dom : Var olmayan, yok olan şey. Mağfiret: Affetmek, bağışlamak, ört bas etmek. Allah´ın kullarım affetme-
Mahdut : Sınırlı, belirli. Mahiyet : Bir şeyin ash, hakikati. Mahiyet-i Mahlâta : Karışık mahiya. Bunlar, hariçte mevcut olan şeylerdir. Mâhiyet-i Mutlaka : Mutlak mahiyet. Kelâmcılara göre zihinde mevcut olan bu gibi şeyler, hariçte fiilen oîa-bilir de, olmayabilir de.. Mâhiyet-i Mücerrede : Mücerred, soyut mahiyet, hariçte bulunmayan, fakat zihinde mevcut olan şeyler. Mahluk : Yaratık, yaratılan her varlık.
Mahlukât: Yaratıklar, yaratılmış bütün şeyler, varlıklar, canlılar. Mahsusât: Hissedilen, gözle görü Ien şeyler.
Mahzun : Tasalı, kaygılı, hüzünlü. Makâsıt: Maksatlar, niyetler, istek-lar, amaçlar, arzular (maksad´ın çoğulu).
Makastarı Aslîye : Aslî maksatlar. Bir ilimde hedef oîarak kabul edilen şeyler, esaslar, temel konular. Makbul : Kabul olunmuş, alınmış şey, beğenilen, hoş karşılanan. , Makîs : Kîyas erlilen, benzetilen, (Kıyâs kelimesinden türetilmiştir) Maksat; Kasd olunan, istenilen §ey, amaç, hedef.
Maktul : Öldürülmüş, vurulmuş kini se.
Ma´kulât: Akıl ile bilinen, aktın >;>-gun bulduğu, hislerle görülmeyen şeyler.
Mâlâyâni : Boş, faydasız, anlamsız, şey, mânâsız söz.
Mâlik: Sahip, bir şeye sahip olan, (Yüce Allah´ın ulûhiyyet afatlarından biri)
Ma´lum : Bilinen, belli olan şey. Malûmat : Malum olan, bilinen şeyler.
Mâni : Engei, men eden, geri bira kan, alıkoyan.
Ma´rife* : Bitmek, biliş, hüner, usla tık.
Marifetutlah : Allah´ı bilmek. (Her İnsan Allah´ı eserlerine bakarak aklı ile bilebilir, bitmekle mükelleftir) Ma´nıf : Herkesçe bilinen, tanınan. Masdar : Bir şeyin çıktığı yer, kaynak, membaa.
Ma*siyet: İşlenen bir günah, isyan, asilik, itaatsizlik.
Maslahat: İş, emir, husus, keyfiyet, ehemmiyetli iş, menfaata uygun olan. Maslahat ve Mebsedet: Menfaat ve zarar, maksada uygun olan ve olmayan.
Massetmek : Emmek. Masun : Korunmuş, korunan. Materyalist: Maddeci, her şeyin as hm maddeye dayayan kimse. Matlub : Talep edilen, istenilen, ara nılan şey.
Matuf : îsnad olunmuş, yöneltilmiş. Mâturidîyye : Ebû Mansur Muham-med b. Muhammed, b. Mahmut el-Ma-tûrîdî´nin kurduğu itikadda Ehl-i Sün-net´in ikinci hak mezhebi, itikadda mez
nebimiz.
Mâ yüntefau bihi : Kendisinden fay
dalamlan şey.
Mâzİ : Geçmiş zaman.
Mead : Sonunda dönülen yer. âhiret.
Mçâl: Bir yazının, sözün anlamı, özü.
Mebâdi´ : İlk esaslar, temel unsur
lar, prensipler,
Mebfc t Başlangıç, prensip, ilk üi>
sur, ilmin ilk kısmi.
Mebde-i İlliyyet: İlliyet kanunu, İllet ve ma´lul. sebep ve müsebbeb üiş
kişini gösteren kanun.
Mebde-i İştikak: Bir kökten gelen
kelimelerin birbiri ile olan ilişkilerinin
asîı.
Mebdei Tekvin: Var olmanın asft.
başlangıcı: Tekvin Sıfatının aslı.
Metmi : Bir şeye dayanan.
Mecburi : Zorunlu, mecbur, yapma
zorunda olma. ister istemez: zar al
tında.
Mecelle : Kitap, mecmua, dergi. İslâm Hukuku ve Kanunu ile ilgili olarak hazırlanan meşhur bir eserin ismi.
Mecmu* : Toplanıp biriktirilmiş, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi. Mecûsî : Ateşe tapan. Meçhul ; Bilinmeyen. Medar : Bir şeyin üzerinde dönece ği, devredeceği, hareket edeceği yer. Medih : Övme.
Medlul: Üzerine delil getirilmiş olan şey.
Mefhum : Anlaşılmış, sözden çıkarı lan mânâ. kavram. Mefsedet : Fesatlık, münafıklık, bozgunculuk.
Mekârim-i Ahlâk : Övülmeye lâyık olan yüksek ahlâk, güzel huylar. Mekkî : Mekke´ye ait, -Mekke´de Peygamberimiz (A.S.)´e indirilen âyet ve sûreler.
Meknuz : Yere gömülü, hazinede sak´ h.
Mekruh : Hoşa gitmeyen, tiksinti ve ren, iğrenç. İslâm dinînde haram de recesine varmayan ve zannî delillerle sabit olan yasak şeyler. Melâike : Melekler. Meleke: Alışkanlık, tekrarlaya tek-rariaya meydana gelen bir hassa, bir huy.
Melekut : Melekler ve ruhlar âlemi. Memat: Ölüm. (Hayatın zıddı) Menba*: Kaynak.
Mendub : Yapılması iyi, uygun görülen. Dini emir ve yasaklardan olma yan, fakat yapılması iyi ve makbul olan şeyler.
Menfaat: Yarar, fayda. Menfî : Olumsuz, sürgün edilmiş, her şeyin olmayacak tarafını, aksini düşünen.
Mcnkabe : Çoğu tanınmış veya tari he geçmiş kimselerin hallerine âit fıkralar, hikâyeler.
Men lem yezak lem ya´rif : Bir şeyi tatmayan, onun ne olduğunu bilmez. Menşe*: Bir şeyin çıktığı yer.
Kulsi : Kutsal, yüce ve ilâhi kaynak.
Menşe-i Tekvin : Tekvin (Var- etme, yaratma) sıfatının kaynağı. Menzile : Mertebe, derece, yükseklik derecesi.
Mertebe : Derece, rütbe. paye. Merzuk : Rızıklanmış, rızık verilmiş. Mesâil : Mes´eleler. çözülmesi gereken işler.
Mes´ele : Sorun, çözülmesi ve karsı-lığı istenen şey, problem. Meserret : Sevinç, sevinme. Mesnet : Dayanak, dayanılan §ey. Mesnetsiz : Dayanıksız, asılsız.
Mes´ul: Sorumlu, sual sorulmuş, kendisinden sorulmuş. Mes´ulîyet : Sorumluluk. Meşhur : Şöhretli, şöhret kazanmış, ün almış.
Meşiat : Dileme, .irade £tme, iiteme. Meşru : Şeriatın, dinin müsade ettiği, toplumun uygun gördüğü, aklın ve vicdanın kabul ettiği şey.
Metafizik: Fizik ötesi., tabiat Ötesi. Metodoloji : Metotlar ilmi. Mevcudat: Var olan şeyler, mahluk lar, yaratılanlar.
Mevcudiyet : Mevcut olma, varlık. Mevhibe : İhsan, bağış. Mevhibe-i İîâhiyye : îlâhî vergi, Allah´ın lütfedip verdiği üstün yetenek. Mcv´izs : Nasihat etme. öğüt verme. Mevzu : Konu. bahis. Mevzmıbahs : Söz konusu, bahis konusu, bahsotunan.
Meze etmek : Katmak, katıştırmak. Mezheb : Gidilen, tutulan yol. bir di nin itikad veya ameli hükümleri etrafında teşkil edilen ekol.
Mihver : Eksen.
Mikâil: Dört büyük melekten biri.
Misli: Benzeri, tıpkısı.
Muâhaze : Azarlamak, kusurlu gör
inek, sorumlu tutmak.
Muamelât : Kayıt, takip ve saire gibi
işler. İnsanların aralarındaki işlerle ü
gili. dinî. amelî hükümler.
Muasır : Çağdaş, bir asırda yaşayanlardan her biri. Muattal : Tatil edilmiş, bırakılmış, kullamlmaz.
Muazzam : Çok büyük. Mûcid : İcad eden. Mu´cîze : Âdetler üstü, fevkalâde bir olay, benzeri yapıîamıyan bir şey, bir olay.
Mu´cizii´l-Beyan: Okuyan ve duyan lan âciz bırakan fevkalâde üstün beyan. Kur"an-ı Kerim, mu´cizü´l-beyan´-dır.
Mufassal: Uzun U2un anlatılan, taf süâtlı. detaylı olarak bildirilen. Mugayir : Aykırı, başka, uygun olmayan. MııgayyebiU : Görülmeyen şeyler, gâ-
ib âlemi.
Muğlak : Kapalı, çapraşık, özü anlatılmayan.
Muhafaza: Saklama, koruma, hıfzetme.
Muhakkak: Kesin. Doğruluğu ve gerçekliği belli olan şey. Muhakkikim : Tahkik eden. inceden İnceye araştıran âlimler. Muhal: İmkânsız, olmayacak bir
şey.
Muhalefet: Muhaliflik, aykırılık, uygunsuzluk.
Muhalefettin H-1-Havâdis : Yüce Allah´ın hâdiselere, yaratıklara benze memesi. (Yüce Allah´ı noksanlardan tenzih eden Selbî Sıfatlardan biri.) Muhalif : Karşı çıkan, aykırı görüş sahibi, zıt görüş, aykırı, zıt. Muhatab : Kendisine söz söylenen, hi tap olunan, dinleyen. Muhayyile : Hayal etme gücü. Muhdis : Yok iken var eden. icad eden yaratıcı.
Muhit: Çevre, etrafını çeviren, kuşatan. Yüce ALLAH (C.C.)´m isimlerin den biri.
Muhkem : Tahkim edilmiş, sağlam kılınmış, sağlam, kuvvetli. Muhtasar : Kısaca, özetle. Muhtelif : Birbirine uymayan, zıt. çeşitli, türlü.
Maliyi : Hayat veren, dirilten, canlandıran. Yüce Allah´ın isimlerinden
biri.
Mukabil: Karşı karşıya gelen, birse-yin karşısında bulunan, karşılığında. Mukadder : Takdir olunmuş, kıymeti biçilmiş, alnında yazılı olan kaderi. Mukadderat : Ezelde takdir olunan, Allah´ın takdir ve tesbit ettiği şeyler. Mukaddes : Takdis edilmiş, mübarek kutsal, temiz, ilâhî. Mukaddime : Önsöz, giriş, başlangıç, Mukallit: Taklit eden, başkasına benzemeye Özenen.
Mukarrebön: Allah´a yakın olan. yaklaştırılan melekler. Mukayese: Karşılaştırma, Ölçme, kt yaslama.
Muktedir: îktidarh, yapma gücüne sahip olan, güçlü kişi. Mukt*za : Gereken, îcabeden. Mukteza-i Hikmet: Hikmet icabı, Hikmetin gerektirdiği şey. Muktezi : îcabeden, iktiza eden, lâzım gelen, icabettiren, gerektiren. Murad : îstenen, irade olunan. Murad etmek: İstemek, arzulamak. Murad-ı İlâhi : İlâhî istek. Allah´ın yüce isteği, ezelî iradesinin gereği. Musahhar: Teshir olunan, emrine, iradesine verilen. Mutabık : Birbirine uyan .uygun.
uyumlu.
Mutasarrıf : Tasarruf eden, dilediğini yapan, tasarruf hakkına vs gücüne sahip olan. Muteber : İtibarlı, şerefli, hatırı sayılır, saygın. İnanılır, güvenilir. Mu´tezile : Ehl-i Sünnet dışı sayılan itikadı bir mezhep. Kaderi ve Allah´ın Subûtî sıfatlarını inkâr ederler. Kur´-an´a mahlûktur derler... Mutlak : Kayıtsız, şartsız. Mutlak Hayır : Kayıtsız, şartsız hayır.
Mutlak Kemal : Kayıtsız kemal. Al lah´a mahsus olan kemal, olgunluk yücelik. Mutmain : Huzur içinde olan.
Muârrız : Ta´riz eden, dokunaklı sÖ2 söyleyen, taş. atan, sataşan. Muttali: Öğrenmiş, haber almış. Haberli.
Muttasıf : Vasıflanan, nitelenen. Mnvâcehe : Karşı karşıya, yüzyüze gelme, yüzleşme.
Muvafakat : Uygunluk, uyma. uzlaş ma, razı olma.
Muvaffak : Başarılı, işi rast giden, beceren, Allah´ın yardımına erişen, mazhar olan.
Mnvaffık : Muvaffak eden, başarı kazandıran Yüce Allah. Muvafık : Uygun, yerinde.-Muzdar : Çaresiz, mecbur. Mubah : Yapılması da, yapılmaması da dinen ca´iz olan şeyler. Yemek, içmek gibi. (Cezasız, sevapsız işler) Sakıncasız.
Mübahâse: Bir iş etrafında karşı lıklı konuşma, bahse girme, iddialaş ma.
Mübîn : Hayrı şerri, iyiyi ve kötüyü beyan eden. açıklayan. Mübrem: Lüzumlu, kaçınılmaz, acile yapılmasî gerekli olan. zorunîu o!an §ey.
Mücâdele : Savaşma, uğraşma, bir konu etrafında çekişme. Mücâzât : Ceza, karşılık verme, cezalandırma.
Mücbir ve muzdar: Mecbur, icbar olunan, zorlanan, yapmak mecburiyetinde, zorunîuğunda olan. Müceddid : Yenileştiren, yenilik hareketine girişen.
Mücehhez : Donanmış, donatılmış. Hazırlanmış.
Mücerred : Diğer bir şeyle kanşik veya beraber olmayan, sırf. yalnız, soyut.
Müctehid : İctihad eden. Gücü yettiği kadar çalışarak, dinî hükümleri kaynaklarından (âyet vt ı> a dişlerden) çıkarmaya muktedir olan büyük din âlimleri, imamları.
Müdafaa: Karşı koyma, savunma, bir saldırışa karşı koyma. Müdahale : Karışma, araya girme.
Müddet : Süre, belirli bir zaman. Müdebbirât : Tedbirli, düşünceli. Kâi nat nizamı ile görevli oîan melekler. Müesses : Tesis edilmiş, kurulmuş. Müessir : Tesir eden, etkin, etkili. MÜeyy*d: Te´yid olunan, destekte´ nen.
Miifret : Tek, yalnız, basit. Müfsit: Bozan, ifsat eden, şartlarına uygun olan bir şeyi, bîr hükmü veya bir ibadeti bozan şey. Mühim : Önemli, gerekli, lüzumlu, ehemmiyetli.
Muhtedİ : Vaşaklardan kaçınan, hidâyete eren, doğru yolda olan. Mükâfaat: îyi ve güzel bir hizmet karşılığında verilen şey. Mükellef : Bir şeyi yapmaya mecbur olan vazifeli, (sorumlu) yükümlü. Mükellefiyet : Yükümlülük, yapmak zorunluluğu (sorumluluk). Mükemmel: Olgun, kusursuz, kemale erdirilmiş.
Mükevven: Tekvin olunan, yaratılan.
Mükevvin: Tekvin eden, yaratan Yüce Allah (c.c). Mülâhaza : İyice düşünme. Mülayim : Uygun, yumuşak huylu, uysal,
Mülhid: Allah´ı İnkâr eden, dinsiz, imansız. Mamaselet: Denklik, benzerlik.
Mümkün : Olabilen, olabilir, olması da olmaması da caiz olan şey.
Mümkinât: Olabilecek şeyler. Münkinü´l-VÜcnt : Vücudu, varlığı başkasından olan, var olmak için bir
yaratıcıya muhtaç bulunan şeyler.
Mümtaz : Seçkin, temayüz eden. Mümteni´ : Mümkün olmayan, imkânsız.
Münafık : Kâfir olduğu halde kendisini müslüman gösteren, nifak sokan. Mİtnâfi : Zıt. aykırı, uymayan. Münâkaşa : Tartışma, çekişme, atışma.
Münâsebet; İlgi. alâka, yakınlık, uygunluk, vesile, sebep, ilişki.
Münazara : Kural´ava uygun olarak karşılıklı konulma, ilmî tartışma (Mantık terimi)
Münevver : Aydır; kimse, aydınlatılmış, nurlandırılmış. Mâneızeh : Temiz, kusur ve noksa m bulunmayan, hiç bir şeye muhtaç olmayan.
Münferid : Tek, yalnız olan, ayrı. kendi başına.
Münkariz : Sonu gelen, son bulan. Münkeşif : Keşf olunan. Münker : İnkâr olunan. Münkerât: İnkâr olunan şeyler (ço gul).
Münker ve Nekir: Soru melekleri. (Ölen bir kimseye dini belirli sorulan soran bu adla bilinen melekler) Münkir : İnkâr eden, İnanmayan. Müreccih : Tercih eden, ihtimallerden birini seçen.
Müreccihsİz : Tercih edici olmadan. Mürekkeh : Birleşmiş, karışmış, teşkil olmuş, tertip olunmuş, cüzlerden meydana gelmiş olan şey.
Mürid : İrade eden. emreden, buyuran, isteyen, irade sahibi (Allah´ın i-, simlerinden biri).
Mürşîd : Doğru yolu gösteren, iyiliğe yönelten, rehber, önder. Mürted : Dinden dönen. îslâm dininden çıkan, irtidad eden. Müsait: Elverişli, uygun, yardım eden.
Müsavi : Eşit,
Müsellem : Teslim edilmiş, doğruluğu herkesçe kesinlikle kabul edilmiş. Müstağni: Muhtaç olmayan. Miisiiihii : İmkânsız, boş, mânâsız, saçma şey, var olması imkânsız olan. Müstecab : Kabul olunan. Müstehab : Peygamber (A.S.)´ın sevap olduğunu bildirdiği ve kendisinin de bazen yaptığı şeyler. Müstehak : Lâyık olan, hak eden. Müstahilât : Var olması imkânsız olan şeyler.
Müstelâhu´l-Hadis : Hadis İstılahlarından, hadisin nevilerinden, derecelerinden bahseden Hadis Usuîü ilmi. MüsteSzîm : İstilzam eden, icab eden, gerektiren.
Müstenid : îstinad eden, dayanan. Müşabehet : Benzerlik. Müşahede : Gözlem. Müşkil : Zor, çetin, kolay değil, engel, mâni.
Müşkilât : Güçlükler, zorluklar, mâniler, engeller.
Müşrik : Allah´a eş, ortak koşan. Müştakkât : Bir kelimenin kökünden türetilen yeni kelimeler, ism-i fail gibi.
Müşterek : Ortaklaşan, ortak olan. -Mütalaa : Görüş, düşünce, okuma... Müteaddit: Birkaç, birçok, bîrden çok, türlü türlü.
Müteahhirûn : Sonradan gelenler, daha sonra gelen âlimler. Müteâref : Herkesin bildiği, ünlü. meşhur.
Mütedeyyin : Dindar, dinî esaslara bağlı.
Mütefekkir : Düşünür, tefekkür sahi bi.
Mütekâbilât : Nakizler ve zıtlar. MÜtekad^imûn : Önce gelen ilk âlim ´er.
Mütekâmil : Olgun, kemal sahibi, ka mil, kemale eren. Mütekellîm : Kelâm âlimi. MiUekellimım : îlm-i Kelâm âlimleri, kelâm ilminde bir terim, bütün kelâm âlimleri.
Mütemerrld : Dik başlık eden, inat eden, direnen.
Mütenâhî: Nihayet bulan, sona eren. Mötenâkız : Birbirini bozan, birbirine uymayan.
Mütenâsip : Uygun olan. her bakımdan birbirine uyan.
Mütevakkıf : Bir şeye bağlı olan, ancak onunla olabilen, duran, bekleyen. Mâtevassıt : Tavassut eden. vasıta olan, orta. vasat şey.
Mütcvntir : Ağızdan ağıza geçerek ge [en (Bkz. tevatür). Müteveccihen: Yönelerek, niyetlenerek, yönelenler.
Mütevetlidât :. Yapılan bir İşten doğan, o iş dolayısıyla icab eden ve or ıya çıkan şeyler. Kelâm ilminde bitterim.
Müveeet» : Tevcih edilmiş, yüzü bir tarafa döndürülmüş, herkesin teveccüh ettiği.
Müyesser: Kolayı bulunup yapılan. kolay gelen.
Nafile : Farz ve sünnetler dişindi yapılan ibadetler olup, yapılmasında sevab vardır. Nafile, namaz ve sadakalar gibi..
Nâfai : Nehyeden, yasaklayan, önleyen, meneden.
Nakd-ı Rical : Hadis râvileri ile ilgili Hadis ilmi. (Usûlü Hadisten, Hadis İlimlerinden biri. Diğeri ise; Musta-lahu´l-Hadis´tir).
Nakıs: Noksan, kusurlu, eksik, tam olmayan.
Nakîz : Zıt, karşı, karşıt. Nakİ7İerin içtimai: îki karşıtın bir araya gelmesi. Varlık Üe yokluğun bir anda bir araya gelmesi gibi ki. bu aklen imkânsızdır.
NaJtîzlerin irtifâi : İki karşıtın bîr anda ortadan kalkması. Bir şeyin ne var, ne de yok oîması gibi.. Nakli ; Akla değil, dinî metinlere, yani nakle dayanan. Nakz: Bozma, çözme, kırma.
Namütenahi : Sonsuz, ^sonu olmayan,
uçsuz, bucaksız.
Nasib : Kısmet, pay, hisse.
Na*« : Sarihlik, açıklık, kat´ilik, mâ- ■
nfisında kesinlik ve açıklık bulunan
Kur´an âyetleri. Dinde delil darak
gösterilen dinî metinler.
Nazar ; Bakma, göz atma, düşünme.
Nazar-ı aklî : Akla dayanarak irice îemek, araştırmak, bir şeyi îsbat etmek.
Nazarî istidlal : Nazar! ve aklî olarak düzenlenen delilden netice çıkarmak.
Nazır : Nezaret eden. bakan. gö>e-ter..
Nazire : Örnek, karşılık, benzer. Nazil: Yukarıdan aşağı inen, Allah tarafından indirilen. Nebat : Bitki.
N^bî : Peygamber, Allah´ın elçisi. Nebiyyi zişân : Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v,) Kadri yüce olan Nebi.
Nefsânî: Nefisle ilgili, nefse âit. Nefs-i emr : Gerçek. Vakıaya, gerçeğe uygun olan.
Nefs-i Natıka: însan ruhu. İnsanın canlılar arasındaki yerini belli eden cevher, akıl veya aklın bir kuvveti. Nefy : Sürme, sürgün etme, uzağa gönderme.
Nchiy : Bir şeyin yapılmasını yasak etme.
Neş´et: Doğuş, meydana gelme, çıkma.
Neşretmek: Yazmak, dağıtmak, herkese duyurmak. „__ Neşvünema: Yetişip büyüme, canlanıp var olma ve gelişme. Nezâhet : Temizlik, paklık, incelik. Nezih : Temiz, pak. Nifak: Bozgunculuk, münafıklık, iki yüzlülük, arayı bozma. Nihayetsiz : Sonsuz, uçsuz bucaksız. Niyaz : Yalvarma, yakarma. Nizâm : Düzen, zamanın şartianna göre konulan belirli esaslar. Nizâm-ı âlem : Âlemin nizamı, düzeni, Allah´ın varlığım isbat eden aklî bir delil, {i
Nübüvvât : Peygamberler ve Peygamberlikle İlgili mes´eleler bölümü. Nübüvvet: Peygamberlik. Nüfusu Mücerrede: Maddeden uzak olan soyut cisimler. Nüzul: Aşağı inme, indirilme.
— P —
Paye : Rütbe, mertebe. Peygamber : İlâhî elçi, Allah´ın Re sulu, Nebîsî.
Protoplazma: Hücreyi dolduran kimyevî sıvı madde. (Stoplazma)
— R —
Rabb : Terbiye eden, yetiştiren ve kemâle eriştiren Yüce Allah. Rabbu´l - Âlemin : Âlemlerin Rabbi, yani herşeyin yaratıcısı olan Allah (c.c.).
Râcî : Âit, ilgili.
Rahim : Mü´minlere acıyan, merha met eden Yüce Allah (c.c). Rahman : Bütün insanlara merhamet eden, merhameti sonsuz olan Yüce Allah.
Râvi: Rivayet eden, Peygamberimizden hadis nakleden kimseler. Râzık : Rızık veren (Bkz. Rezzâk)´. Re´sen : Kendi kendine, kimseye danışmadan.
Resul: Peygamber, Allah´ın elçisi, nebi.
Resuîullah : Allah´ın Peygamberi, elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.). Resul-ü Ekrem: Peygamber Efendimiz.
Resnl-fi Zişân: Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.). Kadri, derecesi yüksek olan Allah elçisi. Revaç : Sürüm, geçerlik. Rey : Görüş.
Rezzâk : Rızık veren, her canlıya rızkını veren Hak Teâlâ (Allah´ın yüce isimlerinden).
Rezzâk-ı âlem: Âlemde mevcut her canlıya nzlunı veren Yüce Allah. Rıdvan : Razı olma, hoşnutluk. Rıza : Hoşnutluk, memnunluk. Riza-ı ilâhi : Allah´ın hoşnutluğu, rızası.
Rizâ-İ Kalb : Kalb rızası, kalb hoşnutluğu.
Rızk : Yiyecek, içecek şey, Yüce Allah´ın herkese verdiği nimet. Riâyet : Gözetme, gütme, saygı. Risale : Mektup, kısa yazılmış küçük kitap, mecmua, dergi. Risalet : .Peygamberlik, elçilik, nebî-Hk.
Rivâyat : Söylemek, bir haber, söz veya hadisenin nakledilmesi, bildirilmesi.
Bîyazî : Hesap ile, matematik ile il-güi.
Rububiyet Sıfatlan :´ İîâhlık, ulûhiyet sıfatları (Rab, Rahman, Rahim ve Mâlik).
Ruhanî : Ruha âit, ruhla ilgili. Gözle görülmeyen, cismi olmayan. Ruhu´t Emin : Vahiy meleği olan Cebrail (a´.3.)´ın diğer ismi. Ruhu´l-Kadüs ; Kutsi ruh, vahiy meleği. (Hristiyanlıkta Hz. Meryem kas-dedilir)
Rnsul-i Kiram : Şerefli, keremli, peygamberler, Allah´ın resulleri, nebileri. Rükn : Temel, esas, bir şeyin en sağlam tarafı, istinadgâh, dayanak. Rü´yetullah : Mü´minlerin âhirette A1T lah´ı (c,c.) görmeleri.
-s-
Saadet: Mutluluk, huzur ve neşe içinde olma.
Sabim : Yıldızlara tapanlar. Sabit : Hareketsiz, kımıldamadan yerinde duran.
Saded : Asıl mevzu, konunun Özü. Sahih : Gerçek, doğru, hâlis kusursuz, ayıpsız güzel.
Sahihân : Buhari ve Müslim adıyla meşhur olan iki sahih hadis kitabı. Saik : Sevk eden, süren, yön veren, sürücü.
Sakıt: Düşen, düşücü, hüküm ve itibardan düşmüş, hükümsüz. Salih: îyilik yapan, dindar, dinin icaplarını yapan, iyi insan. Salih amel: İyi, güzel işler, dinin yapılmasını emrettiği şeyler.
Salim: Sağlam, sıhhatli, sakatı ve rksiği olmayan.
Sâmia : İşitme, işitme kuvveti, kulak.
Sarahat : Açıklık, ibare ve sözde açıklık.
Sarih :: Açık meydanda, belli. Sebat : Sözünde durmak, kararından dönmek, işine ve sözüne bağlılık. Sebkat :: Geçme, ilerleme. Sebkat etmek : Önceden gelmek, ilerlemek. Önce meydana gelmek. Sehv :: Yanlış, yanılma. Sehven : Yanlışlıkla, yanılarak. Sekenât : Durma, duruş, davranış (lar) (Sekne´nin çcğulu. Dilimizde müf-ret gibi kullanılır.). Sekr : Sarhoşluk.
Selb :■ ■ Kaldırma, giderme, olumsuz-iaştırma.
Selbî : Olumsuzlukla ilgili. Allah´ın bazı sıfatlarına verilen isim. Selef : Önce gelip geçenler. Selefiyye :: Sahabe ve Tabiîlerin Kur´an ve Hadislere dayanarak ortaya koydukları yolda elan Fukaha, Muhad-dis ve ilk Kelâmcılar. Bunlara Kelâm âlimlerince «Ehl-i Sünnet-i Hassa> adı da verilir.
Selim : Sağlam, kusursuz doğru. Semavât: Gökler, semalar. Semavî : Sema ve gök ile ilgili. Sem´î : İşitilerek bilinen, işitmekle ilgili-
Sem´iyyât : İşitilerek bilinen şeyler. Dinî nasslarm metinleriyle bilinen hükümler.
Sem´ : îşiten, işitme kuvveti olan. Yüce Allah´ın Subûtî Sıfatlarından biri. Sena : Övme, övüş, övgü. Scneviyye :: Hayır ye şer ilâhı diye iki ilâha tapanlar. (Bâtıl bir din). Serdetmek : Düzgün ve uygun söz söylemek.
Sevap ve İkap : Mükâfaat ve ceza, azab.
Sevk : Önüne katıp sürme, ileri sürme, gönderme. S&vk-i Tabii : İç güdü. Sıtfk : Doğruluk, gerçeklik, kalb te-
mizliği, P2ygamberlere vâcib olan sı
Tatlardan biri.
Sıfât-ı Bârî : Allah (cc.)´ın Mukad
des Sıfatlan.
Sıfât-ı İkram : Allah´ın Subûtî Sıfat
larıca verilen isimlerden biri.
Sıfât-ı Fiil : Yaratma, rızık verme
diriltme ve Öldürme gibi ilâhî fiille
rin râcî olduğu «Tekvin Sıfat» na ve
rilen bir isim.
Sıfat-ı itibarî : İtibari sıfat, hakiki
olmayan sıfat.
Sıfât-ı Kemal : Allah´ın Kemal sıfatları.
Sıfât-ı Meâni : Allah´ın Zâtına sabit
olan Subûtî Kemal Sıfatları.
Sıfat-ı Nefsiyye : Allah´ın Zâtına
mahsus olan «Vücud Sıfatı*.
Sıfât-ı Selbiyye: Allah´ın sânına ya
kısmayan ve O´nu noksanlardan tenzih
eden sıfatlar. Kıdem, Bekaa ve Vah
daniyet gibi.,
Sıfât-ı Subütiyye : Allah´ın Zâtına sâ bit olan Kemal Sıfatlan (Hayat, İlim, rade ve Kudret gibi...).
Sıfât-ı Tenzih : Yüce Allah´ın noksan
lardan uzak olduğunu bildiren sıfatlar. Sıfât-ı Zâtiyye : Allah´ın Yüce Zâtına sabit olan Selbî ve Tenzihi adı verilen sıfatlar.
Sifâtullah : Allah´ın mukaddes sıfatlan (Selbî-Zâtı ve Subûtî sıfatlar.). Sırat: Cehennem üzerinde uzanan son derece ince ve keskin bir köprü. Silsile : Zincirleme, ard arda olan şeylerin meydana getirdiği sıra. Siyer : Sîret´in çoğulu. Hal, gidiş, gidişat, ahlâk ve yüksek vasıflar. Peygamberimizin hayatını- anlatan kitaplar.
latan kitaplar, ahlâk ve yüksek vasıflar.
Siycr-i Nebi : Peygamberimiz (s.a.v.) in sîreti, güzel ahlâkı ve hayatı, bununla ´ ilgili ilmin İsmi. Su^ûr : Meydana çıkma, olma. Sahuf : Sahîfeler, Cenâb-i Hakk´ın bazı peygamberlerine indirdiği fcudsi sahifeler., Su-i zan : Kötü zan, kötü sanı.
Sukûti : Sessiz, suskun. Sûr : Kıyametin kopmasını ilân eden ve mahiyeti bilinmeyen ilâhî boru. Siibiiî : Sabit olma, gerçekleşme. Söbutî : Sübut ile ilgili, Allah´ın Zâtına sabit olan sıfatlara verilen isim. Süfli : Aşağı, aşağılık Sükûn : Durma, kımıldamama, hare ketsizlik.
Sükut : Susma, konuşmama, söz söylememe.
Sünnet : Peygamberimizin sözleri, iş: leri ve tasvip ettiği şeyler. Sühnetullah : Allah´ın koyduğu ilâhi nizam, ilâhî esaslar. SÜnnet-i İlâhiyye : İlâhî sünnet. Al-lah´m koyduğu yüce esaslar. SÖnnet-i gayrî müekkede : Peygamberimizin bazan yapıp, bazan yapmadığı fiiller. Yatsı namazının ilk sünneti gibi...
Stinnet-i Müekkede : Peygamberimizce çok defa yapılıp pek az terkedilen farz ve vâcib dışındaki işler.
jâhetii - Vücuh : Yüzleri kara olsun. Şamanîst: Şamanizme inanan kimse. Eski Türklerin inandığı bâtıl dinde olan kimse.
Şâmil : İçine p´an, kaplayan, çevre leyen.
Şâmme : Koku alma kuvveti, b;irun. Şâri-i: Hakîm, hikmet sahibi olan ilâhi kanun koyucu (Allah c.c). Şâri-i Miibin : İlâhî kanun sahibi Yüce Allah.
Şecaat : Yiğitlik, yüreklilik. Şefaat: Bir suçun bağışlanması için rica etme, affını isteme. Şehâdet : Tanıklık, şahitlik, bir şeyin doğruluğuna inanma; Allah yolunda şehit olma.
Şehâdet-i Amme: Bütün insanların tanıklığı (aklî bir delilin ismi). Şemm : Koklama, koklanma. Şer´an : Şeriatça, dinen, şeriata uygun olarak. Şcr´î : Dini, şeriata dayanan şey.
Şcr´î Ahkâm : Dinî hükümler. Şeriat : Cenâb-ı Hakk´ın kullan İçin koymuş olduğu dinî ve dünyevî hükümlerin tamamı.
Şer´i İman : Dinin bildirdiği şekilde inanma. Şerik : Ortak.
Şerir : Şerli kişi, çoğu kez kötülük yapan.
Şeyâtin-i Cin : Cin şeytanları. Şeyâtin-i İns : İnsan şeytanları. Şeytânü´l Arab : Arab dilcilerince A-rap şeytanları adı verilen yılan. Şirk : Allah´a ortak koşma. Allah´tan başka mabud olduğuna inanma. Şirk-î İstiklâli : Allah´tan başka canlı veya cansız, bîr veya bir çok müstakil varlıklara tapınma. Şirk-i Takrib : Allah´ın birliğine inanmakla beraber, O´nun katında şefaatçi bulmak amacı ile Allah´ı bırakıp putlara tapma.
Şirk-i Teb´îz : Allah´a inanmakla beraber, O´na bazı şeyleri ortak kabul etmek (teslis inancı gibi.). Şumûl: İçine alma, kaplama, âit olma, delâlet etme, kaplam, kapsam. Şuur : Bilinç, anlama anlayış, hissetme, duyma.
Şüyu : Duyulma, yayılma, bilinme, dağılma.
_ T —
Taaddiid : Birden çok olma. Vahdaniyetin zıddı.
Taakkul: Akıl erdirme, zihin yorarak anlama, hatırlama. Taalluk : Bir şeyin başka bîr şey ile ilgili olması.TaaDok&t-ı Ezeliyye : Ezelde takdir edilmiş olan şeylerle ilgili. Taalluk-ı Lâ Yezâli : Taalluk-ı Hadis. Allah´ın ezelî iradesine göre her şeyin zamanı gelince olması veya olmaması. TaaUnku Hadis : Kudret Sıfatının i-kinci taalluku olup, ezelî iradenin ter cihine göre herhangi bir şey bununla var veya yok olur. (Bk. Taalluku Lâyezalî).
Taalluku Kadim : Kudret Sıfatının ezelî olan birinci taalluku olup, bir müm kinin fiilen var olmasını temin eden ezeli ilgi. ilişki.
Taassnb.: Birine taraftarlık etme, kendi dinini üstün görüp başka dinde-kilcre düşman olma. Taat : îbadet, itaat, Allah´ın emirlerini yapma.
Taayyün : Belirme, belirli olma. Tâbi : Bağlı.
Tabiin : Sahabeden hadis dinleyenler. Sahabe devrinden sonra gelen devirde yaşayan müslüman bilginler. Sahabeye uyanlar. Tadil ; Değişiklik, doğrulama. Tafsil : Etrafıyla, derinliğine olarak bildirme, uzun uzun açıklama.. Tafsilî : Geniş ve etraflı olarak an îatma Uman esaslarım, tafsili, etraflı olarak bilme, anlatma, tamamına inanma gibi).
Tafsili îman : Peygamberimizin vahiy yoluyla Allah´tan getirdiği kesin olarak bilinen dinî esas, hüküm ve haberlerin tamamına iman etmek. Bunları kalb ile tasdik, dil ile ikrar. Tağyir : Değiştirme, bozma, başkalaş-tırma.
Teadtfi: Meydan okuma. Tahakkuk : Hakikat olarak ortaya çıkma, gerçek olduğu anlaşılma. Tahalluk : Bir huy, bir tabiat edinme. Tahfiirt : Kısıtlama, sınırlama. Tahlil : Bir şeyi ana unsurlarına göre ayırma, çözme. Tahrif : Değiştirme, bozma. Tahrimen Mekruh : . Harama yakın derecede mekruh olan, kerih görülen. Tahsis : Ödonek, bir şeyi birine veya bir yere mahsus kılma. Tahzîr : Men etme, yasaklama, sakındırma.
Taife : Bölük, gurup, kavim, kabile. Takat : Güç, kuvvet. Takdir : Değer verme, beğenme. Takdir-i İlâhi : Ezelde Allah´ın olmasını istediği ve tesbit ettiği şeyler. Takrir : Yazma, anlatma, yerleştirme, bildirme.
Takriri Sünnet : Peygamberimizin hu zurunda söylenen sözleri veya yapı lan işleri sükûtla karşılamak suretiyle onları takrir ve.kabul etmesi. Takva : Allah´ın azabından korkarak emirlerini dikkatle tutma, yasaklarından titizlikle kaçınma. Talim : Öğretme.
Tarif : Etraflı olarak arlatma, etrafı ile bildirme, bir şeyi bütün gerekli noktalarıyla bir ibarede anlatma. Tasavvur : Zihinde şekillendirme, zihinde göz önüne getirme. Takdis : Kutsallaştırma, ululama, büyük sayg gösterme. Mukaddes sayma, Tasavvurât : Tasavvurlar. Mantıktaki önermelerin zihinde meydana gelişi.
Tasdik : Doğrulama, gerçek olduğunu söyleme, onaylama.
Tasdikât : Tasdik edilen şeyler, dinen inanılması gereken şeyler. Tasdik´î fiilî : Söylenen sözün gereğini bilfiil yapma.
Tasdik-i gaybî : Gözle görülmediği halde varlığına delâlet eden bir eser vasıtası ile tasdik.
Tasdik-İ Kavli: Yalnız dil ile ikrar etme.
Tasdiki Şuhûdi : Görülen ve bilfiil mevcut olan bir şeyi tasdik etme. Tasrih : Açık açık söyleme, açıkça -bildirme.
Tatbik etmek : Uygulamak, bir şeyi diğer bir şeye uydurmak. Tatminkâr : Emniyet ve huzur verici olma, doyurucu.
Tâyin : Ayırma, belli etme,, belirleme.
Tazammun : İçinde olan başka şeyler arasında bir şeyi daha çok ihtiva eden..
Ta´zim: Büyükleme, ululama, saygı gösterme.
Teatî: Alıp - verme, birbirine verme (Teati-i sfkâr), karşılıklı fikir verme, fikir alış - verişi yapma. Teâvira : Birine yardım etme,- yar: dımlaşma.
Tebcil : Ululama, büyükleme, ağırla ma.
Tebeddül : Değişme, başka hale girme, bozulma.
Tebeyyün : Belli olma, anlaşılma, meydana çıkma.
Tebdil : Değiştirme, başka şekle sok ma, bozma.
Tebliğ : Bildirme, eriştirme. Tebligat : Tebliğler, bildiriler, duyu rular.
Tecâvüz ; Sınırı aşma, saldırma, sa taşma.
Teceddüt : Tazelenme, yenilenme. Tecelli : Belirleme, görünme, açıklanma.
Tecezzi´ : Kısım kısım bölünme, cüzlere ayırma.
Tecrübe : Deneme, sınama, bir konuda bilgi sahibi olma. Tecviz : Caiz görme, izin varme, kabul etme.
Tedricî : Yavaş yavaş,■ azar, azar. derece derece.
Tec´vîn : Bir araya toplayarak tertipleme, derleme, kitap haline getirme. Teemmül : İyice, bütün yönleriyle düşünme.
Tefekkür : Düşünme, akıl yürütme. Teferruat : Ayrıntılar, detaylar. Teferrnt : Ayrılma, dağılma, kopma. Tefrik : Ayırt etme, ayırma. Tefrit: Geri kalma, azalma. Tehdîd: Korkutma, gözdağı verme, gözünü yıldırma.
Te´hir : Erteleme, sonraya bırakma. Tekâmül : Olgunlaşma, kemale erme. Tekasüf : Sıklaşma, fazlalaşma. Tekbir : Allah´ın büyüklüğünü anmak için söylenen; «Allahuekber»´ sözü. Tekebbür : Kibir gösterme, büyüklen-me. Allah´ın Yüce zâtı ile ilgili sıfatlarından biri.
Tekvin : Yaratma, Yüce Allah´ın yaratma sıfatı.
Teksir : Çoğaltma, çoğaltılma. Tekzib : Yalanlamak. Tekerrür : Tekrarlama, bir daha olma. Telâffuz : Söyleyiş, söyleniş. Tdâkki etmek : Almak, kabullenmek.
Telkin : Bir fikri aşılama, bir şeyi zihnine koyma.
Temayüz : Kendini gösterme, sivrilme, yükselme, ilerlems, üstün olma. Tenakuz : Çelişme, insanın bir sözünün diğerine uymaması. Teneffüs : Nefes alma, soluk alma, yorgunluğu gidermek için dinlenme, -Tenfîz : Hükmünü yürütme. Tensib : Uygun görme, münâsip bul ma.
Tenkid : Eleştirme, bir konuyu bir yazıyı değerlendirmek üzere gözden ge cirme. «
Tenvir : Aydınlatma. Tenzih : Kusur kondurmama, eksik -.likten uzak olduğunu kabul ve itiraf etme.
Tenzihsn mekruh : Helâle yakın dere cede mekruh, kerih görülen. Tenzih-i Bari : Çenâb-ı Hakk´ın bü tün noksanlardan uzak olduğuna inanmak ve itiraf etmek.
Tenzih ve Tthlil : Allah´ın noksan sıfatlardan uzak olduğunu kabul etmek ve «Lâ ilahe İllallah» demek. Tenzil : İndirme, azaltma. Terâkki : İlerleme, yükselme, gelişme. Tercih : Üstün tutma, beğenme. Tereddüt: Kararsızlık, düşünme, karar verememe, duraklama. Tereddütsüz:. Kararlı, inançlı, kesin. Terfittüb : Sıralama, sırası gelme, ge-rc-kme-
Teslis : Hrisüyanlıktakİ üçleme (Baba, Oğul, Ruhu´t Kudüs) akidesi. Tesmiye : Adlandırma, isim verme.. Tesniye: Hz. Musa (a.s.)´ya indiri len Tevrat´ın beş kitabından biri. Teşahhas ve Teayyün : Bir şeyin hariçteki görünüşü ve bunun hariçte fiilen bulunması.
Teşvik : İsteklendirme. gayrete, şevke getirme.
Tetkik : İnceleme, araştırma Tetkikât : İncelemeler Tevakkuf : Durma, bekleme
İ
Tevarüs : Bir şeye, bazı ■ sıfat ve has letlere vâris olma.
Tevatür : Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir top.luluğun verdikleri haber. Bir haberin ağızdan ağıza dolaşarak yayılması. Teveccüh : Çevrilme, yöneltilme, sevgi ve sempati gösterme. Tevekkül : Allah´a ve- takdirine boyun eğme.
Tevessül ; Sarılma, girişme, başvurma.
Tevhîd : Bir Allah´a inanma ve O´ nun eşi ve ortağı olmadığını kabul etme.
Tevhidi Ameli : Allah´ı birleme ve O´na ortak koşmayarak ihlâsla ibadet etme.
Tevhid-i Hâlıkıyyet : Allah´ı yaratıcı clarak birleme, ibadete lâyık tek ma-bud olduğunu kabul etme. Tevhid-i İlâhî : Yüce Allah´ı birleme, O´nun birliğine İnanma (Bk. TevhidV
Tevhid-i İlmî : Allah´ı ilim ve sözle birleme;
Tevhid-i İradî : Allah´ı söz ve irade ile .birleme.
Tevhid-i Mabûdîyyet : Allah´ı hem sözle, hem de irade ve amelle birleme.
Tevhid-i IJlûhiyyet : Cenab-ı Hakkın bir tek ilâh olduğunu bilerek O´nu birleme.
Tevhid ve Tenzih âkidesi : Allah´ı bir temek ve O´nu noksanlardan uzak tutma inancı.
Tevâfuk : Uyuşma, birbirine uygun cima.
Te´vil : Sözü çevirme, söze ayrı mânâ vermeye kalkışma (Bu mânâ. dilcilere göredir. Tefsir ilminde bir ıstılah olup. mânâsı başkadır.).
Te*yid : Destekleme, kuvvetlendirme. Teyid etmek: Sözle veya fiille bir şeyi desteklemek, kuvvetlendirmek. Tezahür : Meydana çıkma, belirme. Tezad : Zıt, karşıt, aksi, ters. Tilâvet : Kur´an-î güzel sesle ve usu-
lüne göre okumak, O´nun usulünce o-kunması.
Töhmet : Zann, isnat, işlendiği sanılan, fakat İşlendiği kesinlik kazanmayan suç.
. — V —
Uhrevi : Âhİretle ilgili, öbür dünyaya âit.
Uhrtvî Ahkâm : Âhiret ile ilgili hükümler.
Uknum-ı stlâse : Üç uknum (EkaaninV in müfredi, tekili). Hristiyanlardaki «Baba, oğul ve ruhul kudüs» şeklin deki bâtıl inanç, (Teslis akidesi). Ukûbât : Ceza ile ilgili hükümler. Fi kın ilminde büyük bir bolümün adı. Ukûlu âliye : Yüksek akıllar, madde dışındaki manevî âlemde bulunan var lıklar.
Ulemâ: Âlimler, ilim sahibi kimse ler.
Uhıhiyet : Tanrılık, ilâhlık. Ulûm : îlimler, bilgiler. Ulvî : (Mânevi ve fikrî şeyler hak kında), pek yüksek, pek büyük. Unsur : Bir bütünü meydana getiren parçalardan her biri. Usul-ı Fıkıh : Fıkıh ilminin mstodla rından yöntemlerinden bahseden ilim. Usul-i Hadis : Hadis ilminin dayandı ğı esaslar, hadis ilminin metod ve yöntemlerinden bahseden ilim. Usulu´f* - Dîn : Dînin asılları, temelleri, tslâm inançları, akaid.
-ü-
Üç Uknum : Teslis (Üçleme) inancı (Hristiyanlardaki baba. oğul, rühul kudüs) akidesi, (Bkz. Uknum-ı selâse maddesi.).
Üramü´î - Kitab : Arşın üzerindeki kaza ve kader levhası, (Tefsir ilmine göre, Fatiha sûresinin isimlerinden biri), Fatiha sûresi.
__V__
Vâcib : .Terki caiz olmayan, yapılması dînen lüzumlu olan, farz derecesine yakın bulunan.
Vâcibât : Yapılması zorunlu olan şeyler.
Vâcibu´l - Vücut : Yokluğu olmayan, varlığı zarurî ve vücudu zâtının i-cabı olan Yüce Allah (c.c). Vâeib Hğâyrihi : Zâtından dolayı 02-ğil, zâtı dışındaki bir varlıkla vâcib olan. Buna «MÜmkin lizatihi» de denir. Vâcib lizatihi : Zâtından dolayı vâcib
lan şey. Yani vücudu zâtına vâcib elan Allâhu Teâlâ (c.c). Vâfİ : Yeter, vefalı, sözünün eri. Vahdaniyet : Allah´ın birliği, Allah´ın en önemli sıfatlarından biri, Allah´ın Zâtında ve Sıfatlarında bir, eşsiz ve benzersiz olması.
Vahşet : Vahşîlik, yabanîlik. Vahy : Allahu Teâlâ´nın dilediği hükümleri, hakikatleri peygamberlerine bildirmesi.
Vahy-i gay-i metîuv : Kelimeler halinde okunmadan indirilen vahy. Vahyin bir türü. Hadis-İ kudsî gibi.
Vahy-ı hafi : Gizli vahy. Açıktan, a-lenî olarak indirilmeyen vahy.
Vahy-ı İlâhî : İlâhî vahy. Allahu Teâlâ´nın dilediği şeyleri, emir, yasak, hüküm ve haberleri, seçtiği peygamberlere vahy meleği ile veya doğrudan doğruya bildirmesi. Vahy-ı metluv: Okunarak kelimeler halinde indirilen vahy. Kur´an-ı Kerîm âyetleri gibi, Allah kelâmı. Vahy Kâtipleri : Peygamberimize indirilen Kur´an âyetlerini yazmak için Peygamberimizin görevlendirdiği Sa habîler.
Vahy meleği : Allah´ın vahyini peygamberlere tebliğ etmekle görevli o-ian büyük melek, Cebrail (a.s.). Vaîd : Birini iyiliğe yöneltmek ve kötülükten men etmek için korkutma. Vâki : Meydana gelen, ortaya çıkan. Vâki olan : Gerçekleşen, vuku bulan.
Vârid : Gelen, hâsıl olan, ulaşan. Vasıf : Nitelik, özellik. Vâsıl : Ulaştıran, kavuşturan, birleştiren.
Vasıta : Aracı, ulaştıran, vesile. Vaz´ etmek : Koymak. Vâzı-ı hakikî : Gerçek koyucu, Allah (c.c).
Vecîbe : Görev, dinin, ahlâkın yerine getirilmesini istediği şey, vazife, bir nevi borç.
Veciz : Kısa ve hikmetli anlatılan. Vefakâr : Vefalı, sözünde duran, sözünü yerine getiren, dostluğuna güvenilen.
Vehbî : Allah yergisi, kesbî olmayan, çalışılarak değil, Allah´ın lutfu ve ihsanı olarak verilen. Vehim : Şüphe, kuruntu, yersiz korku. Velî : Allah (c.c.)´a çok ibadet eden, Allah´ın hoşnutluğunu kazanan sevgili kulu.
Vtseniyye : Putperestlik, puta tapan. Vuku : Olma, meydana gelme, gerçekleşme.
Vusul : Ulaşma, erişme, yetişme. Vücud : Var olma, varlık. Vüeudî : Vücuda âit, vücutla ilgili. Vücud Sıfatı : Allah´ın Zatî Sıfatlarından biri. Zâtı´nın aynı olan ve Zâtı1-na vâcib bulunan Allah (c.c)´ın ilâhî vücudu.
Vücudu Bari : Allah (c.c.)´m ilâhî, mukaddes vücudu.
Vücudu Zâti : Allah (e.c.)´ın Zâtı´ntri aynı olan, kutsal vücudu. Vücudu Zihni : Zihinde mevcut olan vücud.
Yakîn: Kalben bir şeyin sıhhat vp hakikatına inanıp asla şüphe ve tereddüt etmeme.
Yakîniyyât: Kesinlik ifade eden bilgiler.
•Yeitcellâ : Açığa çıkar ve belli olur, anlamında, müzârî. istikbal fiili.
— Z —
Zabıta : Tutan, itaat zorunda bırakan. Zabt-ı Tam : Tam kaydetme. Sahih hadisleri bilmekte gerekli üç esastan biri.
Zafiyet: Zayıflık, güçsüzlük, halsizlik.
Zahir : Açık, anlaşılır, belirli görünen.
Zahiren : Görünüşte, görünüşe göre. meydanda olarak.
Zahirî : Görünen. Zahire, görünene âit. Zâid : Fazla.
Zâid rükün : Aslî olmayan, fazladan olan esas.
Zât-ı Ezelî : Vücudunun evveli olmayan. Yüce Zat, Yani Allah (c.c). Zâika : Tatma, tat duyurucu kuvvet. Zail: Sona eren, devam etmiyen, geçmiş.
Zann : Tahmin, sanı, öyle sanma. Zanni : Tahmini, kesin değil. Zannî delil: Zan, şüphs, tereddüt ifade eden delil. Kesin hüküm ifade etmeyen delil.
Zann-ı gâlîb : Daha kuvvetli bir sam.
Zarûrât-ı Diniyye: Dinen bilinmesi
zorunlu olan şeyler. İman ve İslâm
esasları gibi...
Zaruret : Mecburiyet, zorunluluk.
Zarurî : Mecburî, zorunlu.
Zât-ı Bari : Allah (c.c.)´ın Yüce Zâtı
Zât-ı İlâhî : Allah (c.c.)´ın Yüce Zâtı. Zâtı : Kendisiyle ilgili, zâtına âit. Zâti ve Subûtî Sıfatlar : Allah (c.c.)´ın Yüce Zâtı hakkında vâcib olan îlâhî Sıfatlan.
ZâtoIIah : Allah (c.c.)´ın Yüce Zâtı. Zât ve Âlimiyyet : Allah´ın Zâti ile, bilinmesi gereken şeyler arasındaki nis-bet,
Zât ve Kaadiriyet : Allah´ın, Zâta He yaratılacak şeyler arasındaki nisbet. Zât-ı Akdes : En kudsî olan Zât. Yani Yüce Allah´ (c.c).
Zâti ve hakikî : Zâta âit olan. gerçek şey.
Zaviye : Açı, köşo. Zer t üş t : Bâtıl bir din, ateşe tapan. Zerre : Tane, en küçük cüz. çok küçük parça. Zeval : Yok olma.
Zeval bulmak : Yok olmak, kolay ol maya yüz tutmak.
Zevat : Kişiler, şahıslar (zâtın çoğulu).
Zevk-i vicdani : Ariflere mahsus olan ve basiret (kalb gözü) ile varılan manevî zevkler.
Zeydiyye : Hz. Hüseyin´in evlâdından Zeyd b. Ali Zeynelâbidin´e tabî olanlara verilen ad, Zeydiyye mezhebi. Zımnî : Üstü kapalı, açıktan olmayarak, dolayısıyla anlatılan. Zîkr : Anma, bir şeyi söyleme (Tasavvufta bir terim -Allahı» zikir). Ziyâde : Artma, çoğalma, fazla. Kıymetli eşya. Karanlık.
Zubûl : Yanılarak yapılan yanılma. Zohûr : Görünme, meydana çıkma, türeme.
Zulmanî ; Karanlığa âit, karanlığa mensup.
Zöhf1. ve takva : Allah (c.c.)´m azabından çekinerek, her türlü maddî zevklere karşı koyarak ibadet etmek. Muttaki müslüman, Allah´tan ziyadesiyle korkan, emirlerine sarılan, yasaklarından kaçan.
Zö´l - Cenâheyn : İki kanat sahibi, 7âhirî ve bâtını, yani dünya ve âhiret bilgisi geniş olan kimse.
Ziynet : Zulmet
BİBLİYOGRAFYA
ABDULBÂKÎ, Fuad Muhammed : Mu´Cenıu´l - Müfehres U Elfâzı´l Kur´ân (Kur´ân Lâfızları Alfabetik Fihristi), Kahire -1958
ABDUH, Muhammed : El - İslâm, ve´n - Nasrâniyye, Kahire, 1953
ABDUH, Muhammed : Risâletü´t - Tevhid, Kahire, 1956.
ABDURRÂZIK, Mustafa : Temdîd li Dirâseti´l - Felsefeti´l - İsla-miyye, Kahire -1944
el-AKKAD, Abbas Mahmud : Hakâiku´l - İslâm ve Ebâtılu Husûmihî.
el-AKKÂD, Abbas Mahmud : El - Felpefetü´l - Kur´âniyye, Kahire -
1947
el-AKKAD, Abbas Mahmud, Hakaik-ul îslâm ve Ebatıl-u Husûmihî AKSEKİ, Ahmet Hamdi : İslâm (Tabiî ve Umumi Bir Din´dir.) AYDIN, Ali Arşlan : El - Ba´su ve´l - Hulud Beyne*! - Mütekellimi-
ne ve´l - Felâsife, Kahire, 1961 (gayrı matbu) AYDIN, Ali Arslan : İslâm - Hristiyan Diyalogu ve İslâm´ın Zaferi,
Ankara -1977 el-BAĞDÂDİ, Ebu Mansur Abdulkaahir b. Tahir : Usulu´d - Dîn,
İstanbul, 1928. el-BAĞDÂDl, Ebû Mansur Abdülkâhir : El - Farku beyn´el - Firak,
Kahire -1948 el-BAKİLLÂNÎ, Ebû Bekr Muhammed : Et - Temhid fi-r-Beddi ala´l´-
Mülhideti´l-Muattala... Kahire-1947
el-BEYDÂVÎ, Ebû Saîd Abdullah b. Ömer: Envâru´t - Tenzil ve Esrâru´t - Te´vîl (Tefsir-i Beyzâvî), Kahire, 1305 H.
la BEAUME, Junes : Tafsilu´l - Âyâti´I - Hakim (Mevzu´ya Göre Kur´ân Fihristi) Arapçaya nakleden : M. Fuad Abdulbâkî, Kahire, Tarihsiz
BİLMEN, Ömer Nasûhi : Tefsir Tarihi, Ankara -1955
de BOER, T. J. : Tarihu´l - Felsefe fi el - İslâm. M. Abdulhâdî Ebû Ride Ter. Kahire-1938 (Dilimize Çev. Yaşar Kutluay; İslâm´da Felsefe Tarihi, Ankara -1960)
el-BUHÂRÎ, Ebû Abdillah Muhammed b. ismail : Sa-hihu´l - Bıihâ-ri, Kahire, 1378. H.
ÇANTAY, Hasan Basri : Kur´ân-ı Hakim ve Meâl-i Kerîm, İstanbul -1945
el-CÜRCÂNÎ, Es-Seyyid Ali b. Muhammed : Şerhu´J - Mevâkıf, Kahire, 1311 H.
el-CÜVEYNl, Abdulmelik b. Abdillah : Kitâbu´l - trşad ilâ Ka-vatı-ı´l - Edille fi Usuli´I - î´tikad, Kahire, 1959.
ÇANKI, Mustafa : Büyük Felsefe Lügati, istanbul -1954
DÂVUD, Abdulehad : İncil ve Salîb, istanbul -1913
el-DEMİRDAŞ Abdu´l - Hamid Serhan : Allahu Yetecellâ fi Asrı´l îlm. (Ingilizceden Arapçaya terceme 1958, Kahire, Türkçe ter-ceme «Niçin Allah´a İnanıyoruz » ist. 1977).
DESCARTES, Rene : Metafizik Düşünceler, Çeviren : Mehmet Ka-rasan, Ankara -1948
DESCARTES, Rene : Metot Üzerine Konuşma, Çeviren : M. Ka-rasan, Ankara -1947
DEVELÎOĞLU, Ferit : Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lügat,
Ankara, 1970.
el-DEVVANÎ, Muhammed b. Celâl : El-Akâidu´I - Adııdİyye, Kahire, 1322 H.
DIRAZ, Muhammed Abdullah : En - Nebeu´l - Azîm, Kahire, 1952.
DIRAZ, Muhammed Abdullah : El - Dîn, Kahire, 1952.
EBU-S - SUÜD b. Muhammed el - İmâdî : trşadu - Aklı´s - Selim ilâ
Mczâyâ´l - Kitah el-Kerîm (Tefsiri Ebû´s-Suûd) (Mef âtihul* -
Gayb kenarında) EBU ZEHRE, Muhammed : Muhâdarât fi´n - Nasrâniyye, Kahire,
1949 I -
EBU ZEHRE, Muhammed : El - Hadîs ve´l - Muhaddisûn, Kahire,
1958
.
EFENDİ, Mütercim Âsim : Kâmûs Tercümesi, İstanbul, 1272 H. EFENDİ, Büyük Haydar : Usûl-i Fıkıh Dersleri, istanbul, 1326 H. ELMALILI, Muhammed Hamdi Yazır : Hak Dini Kur´ân Dili, istanbul -1935 , I
EMİN, Osman : Descartes, Kahire -1942
el-EŞ´ARÎ, Ebû´l - Hasan : Makâlâtü´l - tslâmiyyin, tstanbul - 1928 el-EŞ´ARÎ, Ebû´- -Hasan : KitâbuM - Luma., Kahire - 1955 el-FÂHÜRÎ, Hanna ve Nalil CER : Târihu´l -Felsef eti´l - Arabiyye,
Beyrut -1957 FENNİ, ismail : Maddiyyun Mezhebinin İzmihlali, istanbul - 192S
FENNÎ, ismail : Lûgatçe-i Felsefe, istanbul, 1341 H. GAUTHÎER, Leon ; El - Medhal fi Dırâseti´l - Felsefeti´l - İslâmiyye.
Muhammed Yusuf Musa Tercümesi, Kahire -1945 el-GAZÂLÎ, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed : El - îktisâd fi´1
t´tikâd, Kahire (Tarihsiz) el-GAZÂLÎ, Ebû Hâmid Muhammed : İhyâu Ulumi´d - Din, Kahire,
1933. GELENBEVI, ismail : Haşiye alâ Şerh-i Ceİâleddin el - Devvânî,
Kahire -1958 el-GURÂBÎ, Ali Mustafa : Târihu´l - Firakı´l - Islâmiyye, Kahire -
1958
el-HARBÜTÎ, Abdullâtif : Tenkihu´I - Kelâm..., istanbul, 1330 H. el-HATÎB, Abdulkerîm : El - Kaza ve´! - Kader, Kahire - 1961 HALLÂF, Abdulvahhâb : tlmu Usuli´I - Fıkh, Kahire, 1354 H. ÎBNl KESİR, ismail : Ihtisâru Ulumi´l - Hadîs, Kahire, 1355 H. İBNt RÜŞD, Ebûl - Velîd Muhammed b. Ahmed, b. Muhammed :
Menâhicu´I - Edille fi Akaidi Ehli´l - Mille, Kahire, 1955. İZMİRLİ, İsmail Hakkı : Yeni tlm-i Kelâm, İstanbul, 1341 H. İZMİRLİ, İsmail Hakkı : Şerh ve İzahlı Kur´ân-ı Kerim Tercümesi,
istanbul -1932 ÎNAN, Abdülkaadir : Şamanizm Kalıntıları (Türk Tarih Kurumu
Yay.) İstanbul -1932
el-KÂRİ, Molla Ali: Şerhu´l - Fıkhı´l - Ekber, Kahire, 1323 H. KEREM, Yusuf : Târihu´l - Felsefe el - Hadîse, Kahire - 1949 MAHLÜF, Hasaneyn Muhammed : Safvetü´I - Beyân li Meâni´l -
Kur´ân (Tefsir), Kahire - 1956 el-MÂTÜRÎDÎ, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud :
Kitâbu Şerhi´l - Fıkhı´l - Ekber, Haydarâbâd, 1321 H. MATTA ve Difer İnciller : Ahd-i Cedid, istanbul, 1895 İbni MANZÜR, Ebû´l - Fadl Ceİâleddin Muhammed b. Mukrin : Li-
sânu´I - Arab, Mısır, 1303 H. MİMARZÂDE, Muhammed Emîrullah : Mir´ât-i Edyân ve Mezâhib.
İstanbul, 1330 H.
MONSMA, John Clover : Allâhu Yetecellâ fi Asrı´l - Hadis, Ingilizceden Arapçaya Çeviren : El - Demirdas Abdulmecid Serhan, Kahire -1958
el~MUTTAKÎ, Ali : Kenzu´ 1- Ummâl (Hadis), Haydarâbâd, 1312 H. en-NECCÂR, Et-Tayyib Hasan : Teysîru´l - Vusul ilâ tlnıi´l -
Kahire -1951
en-NEVEVl, Ebû Zekeriyya Yahya : Şerhli Sahih-î Müslim, Kahire
NOFEL, Abdurrezzâk : Allâhu ve´l - İlmu´l - Hadîs, Kahire - 1957
NURBÂKÎ, Haluk : Tek Nur, İstanbul, 1958.
RAHMETULLAH, Hindî : Izhâru´l - Hak (Tercüme), İstanbul (Tarihsiz)
er-RÂGIB, el - Isfahânî Ebû´l - Kasım Hüseyin b. Muhammed b. el -Fadl : El - Müfredat fi Garibi´l - Kur´atı, Kahire, 1328 H.
el-RÂZÎ, Muhammed Fahreddin : El - Erbain fi Usuli´d - Dîn, Hay-darâbad, 1353 H.
el-RÂZİ, Muhammed Fahreddin : Mefâtîhu´I - Gayb (Tefsir-i Kebîr), İstanbul, 1307 H.
RIZA, Muhammed Reşîd : Tefsiru´l - ^
i´l - Hakim, Kahire -
1945
RIZA, Muhammed Reşîd : El - Vahyu´l - Muhammedi, Kahire -1956
SABRI, Mustafa : Mevkıfu´I - Beşer tahte Sultânı*! Kader, Kahire -1352 H.
SAMİ, Şemseddin : Kâmûs Türfeî, İstanbul - 1316 H.
es-SUYÜTÎ, Abdurrahman Celâleddin : El - Câmra´s - Sağır fi Aha-disi´l - Besir en - Nezir, Kahire, 1321 H.
es-StlYÜTÎ, Abdurrahman Celâleddin : El - ttkân fi Ulumil - Kur´-ân, Kahire - 1951
es-SUYÛTÎ, Abdurrahman Celâleddin : Fethu´l - Kebîr, Kahire -1351 H.
ŞEHRİSTÂNÎ, Ebû´l - Feth Muhammed b. Abdulkerim : El - Milei ve´n - Nihal, Kahire - 1949
ŞEREF, Salih MUSA : Müzekkirât fi´t - Tevhîd, Kahire - 1952
SCHMMEL, Annemarie : Dinler Tarihîne Giriş, Ankara -1955
ŞELTUT, Mahmud : El - tslâmu Akîdetün ve Şerîa, Kahire -1960
et-TABBÂRA : Afif Abdülfettah, «Ruhu´d - Dîni´l - tslâmî, Kahire -1964» (Terceme : Mustafa Öz, İst. 1977 «timin Işığında İslâmiyet» )
TAFTÂZÂNİ, Sâdeddin Mes´ûd b. Ömer : Şerhu´l - Makâsıd.., İstanbul, 1277 H.
TAFTÂZÂNÎ, Sâdeddin Mes´ûd b. Ömer : Şerhu´l - Akâidi´n - Ne-sefıyye, Kahire-1939
et-TÜSÎ, Alâeddin Ali : Kitâbu´st - Zahire, Haydarâbâd (Tarihsiz)
ZEMAHŞERÎ, Mahmud b. Ömer : El - Keşsâfu an Hakâıkı´t - Ten-zil... (Tefsir-i Zemahşerî), Kahire-1948
es-ŞEYH, Muhammed Yusuf : Müzekkirât fi´t - Tevhîd, Kahire -1952 ´
--------------------------------------------------------------------------------
[1] ) Hz. Musa (A.S.) ya indirilen Tevrat, Hz. Dâvud (A.S.) indirilen Zebur. Hz. tsa (A.S.) a indirilen İncil gibi..
[2] Hz. Muhammed (S.A.V.) e indirilen en son ve en mükemmel ilâhî kitapKur´ân-i Kerim gibi..
[3] İbrahim : 32-33; Nahl : 12. 14; Hacc : 37,65.
[4] Isrâ : 53; Yasin : 60; Fâtır : 6.
[5] Bakara ; 35-37. Bu hâdisenin vuku bulmasmdaki ilâhî hikmet, insanları ikaz. irşad ve onlara ilâhî bir derstir
[6] Bakara : 37,£em, Rabbinden kelimeler öğrenip aldı. (Rabbine yalvarıp mağfiret diledi.) O da tevbesini kalıul etti. Çünkü tevbeyi en çok kabul eöcti,
en çok acıyan O´dur.»
[7] Bakara : 38
[8] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 419-420.
[9] Fâtır : 24.Ayrıca. İsrâ sûresinin 15 inci âyetini bakınız
[10] Yûnus 47.
[11] Bakara : 213
[12] Bakara : 4, 117, 285, Nisa : 136
[13] Bakara :75,113; Nisa : 45; Mâide : 13, 41; Araf : 162
[14] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 420-423.
[15] Bakara: 53, 87; İsrâ : : 2; Kasas : 43; A´Iâ : 18
[16] Âl-i İmrân : 48, 50, 65. 93; Mâide : 46,66.
[17] Nisa : 163; İsrâ :55
[18] Mâide : 46.
[19] En´âm : 19; Tevbe 111; Yûsuf : 3; Sûra : 7 ve daha birçok âyetler.
[20] Bakara : 4, 177.285; Nisa :136
[21] Beyyine :3
[22] Ra´d : 43.
[23] Bakara : 185; Âli İmran : 119.
[24] Bakara : 1.78, 183; Enfâl : 68
[25] Abese : 13; Beyyine : 2.
[26] Şuarâ : 195; Kamer : 43
[27] Rahmetullah el-Hindî : Izharu´1-Hak. C. I.
[28] Kıyamet : 17-18. «Onu Yani Knr´âş´ı kalbinde) toplamak ve ona (âililc) okutmak şüphesiz bize âiddir. O halde (Biz) onu okuduğumuz zaman (sem muin kıraatma uy.»
[29] Prof. Muhammed Abdullah Dıraz: En-Nebe-uI-Azîm s. 5-6. Kahire. 1957
[30] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 423-426.
[31] Lisanu´I-Arab : C.XX, s.257; Kâmusu´İ-Muhit Tercümesi : C.III, s. 945: Müfredât-ı Rağıb, s. 36.
[32] Bak; Bal arısına: Nahl : 68.69 - Yer ve Gök için: Fussiiet :11.12: Melekler için : Enfal : 12; Necm : 10; Şeytan için : En´âm : 112, 121
[33] Âyet : 51.
[34] Bu konuda daha geniş bilgi, ikinci ciltte verilecektir,
[35] M. Reşid Rıza: El-Vahy-ut-Muhammedî. s.39-40, Kahire 1955
[36] Bakara : 34: ÂUi İmrân : 33. 4.
[37] Mâide : 3.
[38] Âl-i İmrân :85
[39] Hicr : 9. Meali :Muhakkak ki Kur´ân1! Biz indirdik da mutlak surette Bizu.bkoruyucuları
[40] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 429-426.
[41] Annemarie Schimmel inler Tarihine Giriş. Ankara,1955, s.101.
[42] Ayni eser, s. 100.
[43] Tafsilât için bak : Rahmetullah (Hintli) İzbârHıl-Hak Birinci ve ikinci bablar. Mimârzade M.Emrullah: Mir"âM Edyân ve Mezâhib. s.30-124.
[44] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 430-432.
[45] Annemarie Schİmmel : Dinler Tarihine Giriş : s.UT.
[46] Muhammed Ebu Zehre: Muhâdarât fin-Nasrâniyye, s. 38-54, Kahirs 1949: Rahmetullah (Hintli) İzhâm´1-Hak, s. 84-330; Abdulehad Dâvud : İncil ve Salib 1, 3 ve 5 inci bablar, İstanbul 1913. Muhammed. Abduh : El - İsiâmu ven Nasrâniyye. Kahire, 1954
[47] Bakara : 75, 113; Nisa : 48; Mâide : 13, 41; Ârâf : 162
[48] Bu konuda daha fazla bilgi edinmek istiyenler; Dinler Tarihinden, Hıristiyanlık ve Ahd-i Cedid´den bahseden {bilhassa
Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 432-438.
[49] Hazret-i Muhammed (s.a.v.) "ir. en son Peygamber, Kur´ân-ı Kerîm´in de, en büyük mu´cizesi olduğu hususları, kitabımızın ikinci cildinde,,
[50] Kur´ân ı Kerimin nasıl yazıldığını, nasıl toplanıp bir kitap haline getirildiğini, Dini Hükümler ve Kaynaklarından bahseden birinci kısmın birinci bölümünde beyan ettik
[51] Hicr : 9.
[52] İsrâ : 88 (Bu âyette bütün insanlık ve cin âlemine meydan okunmuştur)
[53] Hûd : 13
[54] Bakara : 23; Yûnus : 38
[55] Enbiyâ : 5.
[56] Yasin : 38
[57] gûrâ : 29.
[58] Fetih: 1, Nasr : 1.
[59] Masr : 2
[60] Rum : 1-4.
[61] Hicr : 9
[62] Bu konu, kitabımızın ikinci cildinde daha etraflı olarak incelenecektir. Daha fazla bilgi için bakınız : M. Reşit Rıza : El-Vahyu´1-Muhammedî, Kahire 1956; Muhammed Abduh : El-îslâm ven-Nasrâniyye. Kahire 1954; M. Abdullah Dıraz : En-Nebe´ul-Azim, Kahire 1957.
Ömer Nasuhi Bilmen : Tefsir Tarihi, Ankara 1955
[63] Ali Arslan Aydın, İslam İnançları, (Tevhid Ve İlm-i Kelam), Gonca Yayınları: 438-443.
Site İçi Arama
Site İçi Arama
Bir Hadis
Beş Vakit Namaz
Ebu Hureyre (r.a.)Allah Resulü´nü (a.s.) şöyle buyururken işitmiştir. "Söyleyin, birinizin kapısı önünde bir akar su bulunsa ve günde beş defa içinde yıkansa ne dersiniz (Onun vücudunun) kirinden, pasından bir şey kalır mı " Hayır, kirinden, pasından hiç bir şey kalmaz dediler. "Beş vakit namaz işte bunun gibidir. Onlarla Yüce Allah günahları yıkar, siler," buyurdu.Sahih-i Müslim´deki hadis numarası: 1071
Bir Ayet
Çılgınca Kaynar Sular
Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur´an´la) hatırlat ki bir nefis kendi kazandıklarıyla helake düşmesin; (böylesinin) Allah´tan başka ne bir velisi ne bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helake uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır. (6/70)
Site Hakkında
Bu site Şeyh hazretlerinin sevenlerince hazırlanmış olup, Haznevi cemaatının ve yüce üstadının resmi sitesi değildir.
Facebook Sayfamız
Twitter Hesabımız
- See more at: http://haznevi.net/icerikoku.aspx?KID=4711&BID=54#sthash.XfwAhFha.dpuf
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 38 ziyaretçi (77 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
|
Bugün 887 ziyaretçi (1676 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|