ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
Merak etmeyin, çok net bir açıklaması var. Bizzat Zafer Partisi Genel Başkanı sıfatıyla, kurulduğu günden beri sığınmacılar üzerinden kışkırtıcılık yapan Ümit Özdağ’ın bana söylediklerinden yola çıkılarak atılmış bir başlık bu.
Malum, ülkemizde adeta bir lağım patlaması gibi tezahür etmeye başlayan göçmen-sığınmacı-Arap düşmanlığının baş körükleyicisi Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ…
Kendisiyle en baştan itibaren olumlu bir diyalog kurmaya çabaladım. Sığınmacılar konusunda haklı olduğu yanlar vardı ve onları da yazdım (*). Ama saatler süren her sohbetimizde kendisine “Bu yalan haberlerle insanları sığınmacılar üzerinden kışkırtmayın Ümit Bey, bumerang gibi bir gün size döner, ülkeyi kargaşa ortamına sürükler” deyip durdum. Allah var, kibar insan, konuşmalarımızda hiç edebini bozmadı. Lâkin ortada karanlık bir yan ve problem var.
O DİYALOĞUN YAYINLAMADIĞIM KISMI
İşte o yukarıdaki yazıya dönüşen son konuşmamızda Suriyeli mültecilerin ülkelerine döndürülmesi için eski DSP’li Bakan Şükrü Sina Gürel’i bir heyetle Şam’a göndereceğini, (Bu arada küçük bir not: Heyet gitti ama Şam rejimi bu heyeti geri çevirdi) gidiş ve gelişlerinde de Dışişleri Bakanlığı’na tüm ayrıntıları bilgi olarak aktaracaklarını söyledi. Ben de “Çok güzel haber Ümit Bey, bunu yapın ve sizi tüm kalbimizle destekleyelim” dedim. Arkasından anlattıklarından da cesaret alarak, “Ama siz de çok sert, insanları rencide eden ve ırkçılıkla suçlanmanıza sebep olacak sözler ettiniz, eylemlerde bulundunuz, bulunuyorsunuz” dedim. Cevabı şöyleydi:
“Doğru, zaman zaman tahrik edici konuştuğumu kabul ediyorum ama sebebi, maalesef haklı çıkmaktan korktuğum sebepler.”
Yukarıdaki diyalog 17 Mayıs 2023 tarihli yazımda da yer alan kısmı. Ancak Ümit Özdağ’ın bundan sonraki sözlerini yazmadım. Kendisi “Şimdilik aramızda kalsın” dediği için. Ama artık aramızda kalamayacak kadar ciddi boyuta varmaya başladı iş.
İşte Ümit Özdağ’ın o zaman yayınlamadığım itirafı.
“BEN İNSANLARIN GAZINI ALIYORUM ASLINDA”
“Fuat Bey, sanıyor musunuz ki ben Türkiye’de insanlar sığınmacılara saldırsın istiyorum. Evet, haklısınız, bazen dozu kaçan açıklamalarım oluyor ama ülkede o kadar ırkçılığa varan bir rahatsızlık ortaya çıktı ki bu sert açıklamalarımla ben onların gazını alıyorum.”
Açıkçası o zaman bu itirafının üzerine gitmedim ve kendisinin makul bir seviyede duracağını sandım. Ama yok, dozu artırdıkça artırdı. Bir insanın sığınmacılarla ilgili her paylaştığı bilgi yalan çıkar mı? Çıkıyor işte. Ama Ümit Özdağ bundan zerre rahatsızlık duymuyor.
Sonunda BİR MİSYONLA BU GÖREVİ YÜRÜTTÜĞÜNE kanaat getirdim.
Son olay İzmir’de yaşandı. Geçen hafta sonunda Zafer Partisi Buca İlçe Başkanlığı’nın yalan haberiyle ortalığa çıkan kışkırtılmış bir güruh Suriyeli bir genci linç etti. Taciz ettiği ileri sürülen genç kızın yakınları tarafından bir camide kıstırılıp bıçaklandı. Peki, sonra ne oldu? Taciz eden kişi meğer genç kızın oturduğu apartmandaki komşusu Mustafa O. adlı bir Türk'müş.
Yani iş öyle noktaya geldi ki ÜMİT ÖZDAĞ’IN GAZLARINI ALDIĞI SÜRÜNÜN artık yavaş yavaş alev almaya başladığını görüyoruz. Bu alev Türkiye’yi de sararsa ondan Ümit Özdağ da kurtulamaz. Kendisi bunun farkında olmayabilir ya da bir yerlere güveniyor olabilir ama kazın ayağı öyle değil.
IRKÇILIK KIŞKIRTMASI VE YALAN HABERLERİN BİR BEDELİ OLMALI
Buca’daki yalan haber üzerinden yapılan kışkırtmaya çok tepki gösterdim ve tv100’deki AKŞAM RAPORU programında, “Artık yeter, devleti göreve çağırıyorum. Zafer Partisi’nin yalanları üzerinden yapılan provokasyonlarla masum ve savunmasız insanların linç edilmesinden rahatsız olmuyor musunuz, görevinizi yapın” dedim.
Başta Ümit Özdağ olmak üzere tüm Zafer Partili ve FETÖ’cü trolleri sosyal medyada bu kez beni linç etmeye başladı. FETÖ’cüler neden ırkçı tahriklerinden dolayı eleştirdiğim Ümit Özdağ ile ilgili her yazı ve paylaşımımın ardından bana saldırıyorlar? Sebep belli. Ümit Özdağ’ın ırkçı söylemlerle Türkiye’de kaotik ortam çıkarma ihtimalini seviyorlar.
O halde ZP trolleri MHP’nin içinden atılan proje insanı genel başkanlarıyla ilgili 2015-2016 yıllarında yazdığım yazıları (*) okusunlar. Oradaki yazılarda Ümit Özdağ’ın aslında nasıl MHP karşıtı olduğunu, eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Harun Öztürk’ün Yeniçağ’da onun karanlık ilişkilerini nasıl deşifre ettiğini, “Turpun büyüğü heybede, Ümit Özdağ” başlıklı bölümde de Ümit Bey'in hangi cemaatçilerle basıldığını anlatıyorum tek tek.
Dediğim gibi, Ümit Özdağ bir proje insanı. Amacının aslında sadece Türkleri değil, sığınmacıları da kışkırtmak olduğunu biliyorum. Zafer Partili ırkçı eşkıyaların sokaklarda kendi halinde oturan Suriyeli gençleri nasıl “Ne oturuyorsunuz ulan orada o. çocukları, gitsenize ülkenize” diye aşağıladıklarını da videolardan izliyoruz.
ÜMİT ÖZDAĞ’IN GÖREVİ NE?
Geçen günkü yazımda da ifade ettim. Türkiye Arap coğrafyası ve Afrika'yla askeri ve ekonomik anlamda tarihin en büyük iş birliğinin temellerini attı. Afrikalılar Fransızları tek tek kovuyor. Bu ülkeler Türkiye'nin merkezinde olduğu yeni bir dünyanın içinde konumlanmak istiyorlar artık. Bundan ABD, Fransa ve özellikle de İSRAİL rahatsız. Ümit Özdağ’ın görevi burada başlıyor işte. Sığınmacıları Türkiye’nin en büyük sorunu haline getirmek için her türlü yolu denemekte. Amaç ülkemizi Ortadoğu ve Afrika ülkeleriyle karşı karşıya getirmek ve kendi içine döndürerek kaos ortamına sürüklemek.
Sokaklarda gördükleri her Ortadoğuluyu göçmen diye taciz etmek de kendini İngiliz, Fransız sanan aşağılık kompleksli Zafer Partililerin başka bir sporu. Dün gördüm sosyal medyada. Biri gözüne kestirdiği adama çemkiriyor “Ülkene dön” diye. Adam Sivaslı olduğunu söyleyince “Haa, inandık inandık, Sivaslıymış, hadi kardeşim defol git” diye devam ediyor. En sonunda kimlik gösteriyor karşısındaki. Geldiğimiz seviyeye bakar mısınız?
Irkçılık böyle bir şey. Bugün sığınmacıların tamamı gitsin ertesi gün “Kürt'sün, Çerkes'sin, Gürcü'sün, Roman'sın” diye başlar bu ruh hastaları. O nedenle yaptırımlar ağır olmalı, ırkçılık kışkırtmasıyla ve yalanlarla insanları sokaklara dökenler bedelini ödemelidir.
Fotoğrafta gördüğünüz mutlu çift Uşak’ta yaşıyordu. Haberden edindiğimiz bilgiye göre, 40 yaşındaki EA, kocasıyla kıskançlık nedeniyle tartışmaya başladı. Çıkan gerginlik birden kavgaya dönüştü ve genç kadın mutfaktan aldığı bıçakla kocası Emrah A.’yı ağır biçimde yaraladı.
Sonuç:
Hastaneye kaldırılan Emrah A. kurtarılamadı ve hayatını kaybetti. Kadın ise tutuklandı.
Çünkü, son zamanlarda kadınların erkekleri öldürdüğü o kadar çok cinayet vakası düşüyor ki haberlere, insan şaşırıyor doğrusu.
Konu tv100’ün haber toplantısında da ele alınmış geçen gün. Genel Yayın Yönetmenimiz Alican Değer, İstanbul’da kadınların erkekleri öldürdüğü vaka sayısını öğrenmek istemiş, Polis-Adliye Muhabiri Levent Albayrak da İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden bilgiyi almış.
KADINLAR “SKORU” EŞİTLEMEK ÜZERE
Sonuç şu:
İstanbul’da bu yılın başından beri geçen yedi aylık zaman diliminde, aile içi şiddet vakalarında 41 olay ve 43 cinayet yaşanmış.
26 kadın erkekler tarafından, 17 erkek de kadınlar tarafından öldürülmüş.
Çok çarpıcı.
Kadınlar beş erkek daha öldürselermiş, durum eşitlenecekmiş…
Peki, kadınlar neden bu kadar çok cinayet işlemeye ve erkekleri öldürmeye başladı?
Kadın hakları savunucuları bunun sebebini “Erkek şiddeti arttı ve kadınlar o kadar çok öldürülüyor ki en sonunda onlar da kendilerini korumaya başladı” diye açıklayabilir.
Bu gerekçe izaha muhtaç ve sosyolojik temeli biraz zayıf.
Oysa bu problemin bir cevabı var.
ÖLDÜRÜLEN ERKEKLER Mİ YOKSA KADINLAR MI?
Ama önce bir soru daha:
Türkiye’de kadınlar mı yoksa erkekler mi daha çok öldürülüyor?
Kuşkusuz erkekler, hem de ezici bir çoğunlukla.
Öncelikle erkekleri diğer erkekler öldürüyor.
Trafikte, çarşıda-pazarda, gece kulübünde, sokakta, apartmanda, şimdilerde kiracı ev sahipleri arasında, köyde, kasabada, arazide vb…
Bu cinayetlerin bir kısmı da kadınlarla ilgili çıkan tartışmalar sonucu yaşanıyor.
Artı, görüldüğü üzere erkekleri bir de kadınlar öldürüyor.
Bu arada yaşlı erkeklerle sırf emekli maaşı, evi, tarlası için evlenen genç kadınların işlediği ve gizli kalan cinayetler de var. Her mahallede konuşulur, “Eceliyle” ölen öyle çok erkek biliyoruz ki.
ŞİDDET GÖREN KADINLARA MUAZZEZ ABACI’DAN CIVA FORMÜLÜ
Bir anekdot aktarayım.
Geçmişten bir televizyon programı, şimdi hatırlamıyorum hangi kanaldaydı. SEDA SAYAN, program esnasında İzmit’ten bağlanan ve “Kocam beni dövüyor Seda abla, ne olur beni kurtarın” diye yalvaran kadına “Nasıl dövermiş gız seni o herif, sen de al eline bir odun, gafasına gafasına vur” deyiverdi.
Seda Sayan’ın o günkü konuğu ise ünlü sanatçı MUAZZEZ ABACI’ydı. Abacı ayıplayarak “Sedacığım hiç oldu mu bu şimdi?” deyince Seda Sayan “Ay gız abla birden gaza geldim. Böyle söylememem lazımdı di mi?” deyiverdi tüm sempatikliğiyle. Ama Muazzez Abacı devam etti:
“Hayır Sedacığım, o değil. Nedir o odunla vurmalar filan. Kızım (canlı yayındaki kadına hitap ediyor) sen ne yap biliyor musun? Kocan uyurken kulağının içine cıva dök, bak ne oluyor o zaman?”
Seda Sayan’ın estetikten zaten büyümüş gözlerinin nasıl açıldığını tahmin edersiniz çıkardığı şaşkınlık nidalarıyla. Açıkçası programı izleyen ben de farklı durumda değildim.
Evet, geçmişten günümüze yine kadınların “anne” sıfatıyla el bebek gül bebek, “Benim padişah oğlum, aslan parçam” diye yetiştirilen erkekler, kendilerini bir halt sanıp, babasının anasına davrandığı gibi karısına davranmaya kalktığında, artık kadın-erkek ilişkileri başka bir düzleme geçmiş ülkemizde duvara toslamaya, iktidarlarını temin edemediklerini görüncede kadınlara karşı silaha sarılmaya başladı.
Erkeklerin yanılgısı, kadınların da bir insan türü olduğunu unutmaları ve şiddete başvurmayacaklarını düşünmeleri.
Görüldüğü üzere bu sancılı süreçte artık yeni bir dönemeç alınıyor.
KADINLAR DA ŞİDDET SARMALININ ETKİN BİR PARÇASI
Yani, kadınların EZİLEN taraf olması onların cinayet işlemeyeceği, adam öldürmeyeceği anlamına gelmiyor.
Çünkü Türkiye’de bir ŞİDDET SORUNU var.
Herkesin öfkesi burnunda.
Silahlanma had safhada. Yetersiz insan suretleri, bellerine taktıkları ya da araçlarının bagajlarına sakladıkları silahlarla racon kesip, milleti hizaya sokmaya çalışıyor mercimek beyinleriyle.
Bu yüzden de ilk tartıştıkları kişiyi öldürmek öncelikleri arasına giriyor. Bazen topluca linç ettikleri de oluyor. Buca’daki faşist ırkçı partinin kışkırtmasıyla, yüzlerce ruh hastası sürünün tacizci Mustafa O. yerine, bir masum Suriyeliyi öldüresiye dövüp bıçaklamaları gibi.
Bu şiddet sarmalından kurtuluşun tek yolu var. CEZALARI AĞIRLAŞTIRMAK ve bu şiddet tutsağı kişilerin cezaevinden KURTULMA ümitlerini sıfıra indirmek, kışkırtanları da engellemek.
ENDONAZYA’DAKİ MİNENGKABAU KÜLTÜRÜNÜ MÜ DENESEK?
Biraz da gülümseyelim.
Kayseri Milletvekili Ayşe Böhürler’in Instagram hesabında gördüm. Ziyaret ettiği ve Endonezya’daki Padang bölgesinde bir köyde geçerli olan Minengkabau kültürünü anlatmış.
Bu köyde ERKEĞİN ADI YOK, soyadı kadından devam ediyor. Erkek mal mülk, hatta ev sahibi bile olamıyor ve miras, her şeyin sahibi anneden kız çocuklarına kalıyor... Ayşe Böhürler“Burada hayat nasıl akıyor bilmiyoruz ama gördüğümüz şu, herkes çok güler yüzlü ve SAKİN” diyor.
SAKİN demek.
Doğrusu belki de bu.
İtaat et rahat et modeli…
.
KÖLE PAZARI MI KURDUNUZ? Rekabet Kurumu’ndan şirketlere KARA LİSTE cezası
Akademi dünyasında “Hocaların Hocası” olarak nitelendirilen ve pek çok siyasetçinin eğitiminde katkıları olan ünlü İktisatçı, merhum Prof. Dr. Sabahattin Zaim’in derslerinde sık sık tekrar ettiği bir söz vardır:
“Emeğin seyyaliyeti engellenemez…”
Seyyaliyet nedir?
Yeni nesil için Türkçesi (!) mobilizasyon ya da likidite…
Yani AKIŞKANLIK anlamında kullanılmakta.
Sabahattin Zaim Hoca bu sözüyle, emekçinin bir KÖLE olmadığının altını çizerek “Emekçi emeğini istediği alanda ve sektörde, işyerinde özgürce değerlendirir ve satar, çalışan hareketliliği engellenemez” demek istiyor öğrencilerine.
Sabahattin Zaim Hoca’yı anmamın sebebi REKABET KURUMU’nun internet sitesine girdiğimde gördüğüm tablo. Beni tam anlamıyla dehşete düşürdü diyebilirim.
Aralarında Türkiye’nin en tanınmış firmalarının bulunduğu onlarca şirket, aralarında “Centilmenlik Anlaşması” yapmışlar ve birbirlerinden ayrılan çalışanları istihdam etmeyeceklerini karara bağlamışlar. Böylece bir KARA LİSTE oluşturulmuş ve bu firmalarda çalışanlar işlerinden ayrıldıklarında anlaşan firmalar tarafından işe alınmıyorlar.
EMEĞİN GERÇEK DEĞERİNİ BULMASINI ENGELLEME ANLAŞMASI
Bu yönde şikâyetler çok artınca ve Rekabet Kurumu’na iletilince kurum hemen harekete geçiyor, bunun da bir KARTELLEŞME niteliği taşıdığı hükmüne vararak, bu firmalar hakkında soruşturma başlatmış.
Rekabet Kurumu internet sayfasında GEREKÇE aynen şöyle belirtilmekte:
“Soruşturma sürecinde soruşturma tarafı teşebbüslerin, birbirlerinin çalışanlarının istihdam edilmesini engellemeyi ve çalışan hareketliliğini kısıtlamayı konu alan çalışan ayartmama anlaşması yapıp yapmadıkları incelenmiştir. Bu anlaşmaların temelinde işverenlerin en önemli girdilerden olan emek üzerinde rekabet etmekten karşılıklı olarak vazgeçmeleri yatmaktadır. Çalışan ayartmama anlaşmaları emek faktörünün teşebbüsler arasındaki hareketliliğini azaltmasının yanı sıra emeğin karşılığı olan ücretlerin suni şekilde gerçek değerini bulamamasına da yol açabilmektedir. Netice itibarıyla çalışanların dağılımında etkinsizlik doğmakta ve işgücü piyasalarındaki rekabetçi yapı zarar görebilmektedir.”
Çok güzel yazılmış, altına imza atacağım bir gerekçe ve açıklama.
150 MİLYON LİRA PARA CEZASI KESİLEN ŞİRKETLERİN LİSTESİ
Sonuçta 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’un 4. maddesini ihlal ettikleri belirtilen aşağıdaki firmalara TOPLAM 150 MİLYON LİRA CEZA kesmişler. Cezaların düşük tutulmasının sebebi, şimdilik bir İHTAR NİTELİĞİ taşımasını istedikleri içinmiş.
1- Arvato Lojistik Dış Ticaret ve E-Ticaret Hizmetleri AŞ
2- Bilge Adam Yazılım ve Teknoloji Anonim Şirketi
3- Binovist Bilişim Danışmanlık AŞ
4- Çiçeksepeti İnternet Hizmetleri AŞ
5- D-Market Elektronik Hizmetler ve Ticaret AŞ
6- Flo Mağazacılık ve Pazarlama AŞ
7- Koçsistem Bilgi ve İletişim Hizmetleri AŞ
8- LC Waikiki Mağazacılık Hizmetleri Ticaret AŞ
9- Sosyo Plus Bilgi Bilişim Teknolojileri Danışmanlık Hizmetleri Ticaret AŞ
10- TAB Gıda Sanayi ve Ticaret AŞ
11- Türk Telekomünikasyon AŞ
12- Veripark Yazılım AŞ
13- Vivense Teknoloji Hizmetleri ve Ticaret AŞ
14- Vodafone Telekomünikasyon AŞ
15- Zeplin Yazılım Sistemleri ve Bilgi Teknolojileri AŞ
16- Zomato İnternet Hizmetleri Ticaret AŞ
Bu arada İŞGÜCÜ DOSYASI KAPSAMINDA UZLAŞMALARDA VERİLEN CEZALAR da mevcut. Aşağıdaki firmalar ise hatalarını kabul edip Rekabet Kurumu ile uzlaşmayı tercih ettiler:
PEŞİNDEN YENİ KARA LİSTECİLER DE GELİYOR
Öyle görünüyor ki Rekabet Kurumu bu işin peşini bırakmayacak.
Yine kurumun internet sayfasından aldığım bilgiye göre Etiya Bilgi Teknolojileri Yazılım Sanayi ve Ticaret A.Ş., Pia Bilişim Hizmetleri A.Ş., İnnova Bilişim Çözümleri A.Ş., NETAŞ Telekomünikasyon A.Ş., MAGİS Teknoloji A.Ş., Kafein Yazılım Hizmetleri Tic. A.Ş. ve RDC Partner Bilişim Danışmanlık ve Teknoloji Hizmetleri A.Ş. hakkında da soruşturma açıldı.
Söz konusu firmaların da kendi aralarında “Centilmenlik Anlaşması” yaparak 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkındaki Kanun’un 4. Maddesini ihlal ettikleri sonucuna varıldı.
BEYİN GÖÇÜNÜN SEBEPLERİNDEN BİRİ DE BU KARA LİSTELER
Dikkat ederseniz, genellikle beyaz yakalıları ilgilendiren, nitelikli işgücünün gerçek değerini bulması amaçlı olarak akışkanlığını engellemeyi, çalışanı bulunduğu yerde köleleştirmeyi amaçlayan bir anlaşmadan söz ediyoruz.
Sonuçta ne oluyor, bu insanlar bir işyerinden ayrıldığında kimse tarafından kabul edilmediği için işsiz kalıyor, çareyi yurt dışına gitmekte buluyor. Bu da BEYİN GÖÇÜNÜN kaçınılmaz sonuçlarından biri haline geliyor.
MEDYADA DA ESKİ SABAH VE DOĞAN GRUBU BAŞLATMIŞTI
Bu türden centilmenlik anlaşmalarının geçmişte Aydın Doğan’ın sahibi olduğu Doğan Grubu medyasıyla Dinç Bilgin’in sahibi olduğu Sabah-ATV arasında da yapıldığını hatırlatalım.
Böylece bir gruptan ayrılan gazeteci ya da medya çalışanının yolu, medyanın neredeyse yarısına sahip olan diğer grup tarafından kesiliyor, gazeteci dar bir alana hapsediliyordu.
Bu kölelik düzeninin sürdürülebilir olmadığı daha sonraki yıllarda anlaşıldı ve çok şükür ortadan kalktı ama iktidara yakın medyanın kendi içinde, iktidar hizipleşmeleri bağlamında küçük çaplı ve yönetici bazında da olsa böyle bir ambargo uyguladığını söylemek mümkün.
Son bir söz de REKABET KURUMU için.
Özellikle market zincirlerine yönelik 2,7 milyar liralık KARTEL CEZASI kestiğinden bu yana gözüm bu kurumun üstünde. Hakikaten ülkemizin YÜZAKI kurumlarının başında geliyor. İnsana aldıkları her kararla “EVET DEVLET VAR VE KENDİMİ GÜVENDE HİSSEDİYORUM” dedirten bir kurum.
Tüm yöneticilerini ve çalışanlarını tebrik ederim.
.
Afrika Fransızları, biz de Afrikalıları kovarken mutluluk gözyaşları dökenler…
Giorgia Meloni’nin, İtalya Başbakanı olmadan önce, Afrikalı göçmenlerden Fransız sömürgeciliğini sorumlu tutarak yaptığı konuşmayı yani.
“Fransa nükleer reaktörleri için kullandığı uranyumun yüzde 30'unu Nijer'den çıkarıyor. Hal böyleyken Nijer nüfusunun yüzde 90'ı elektriksiz yaşıyor. Afrikalılar senin politikan yüzünden kıtalarını terk etmek zorunda kalıyor. Çözüm Afrikalıların Avrupa'ya göç etmesi değil. Afrika'nın Avrupalılardan kurtulmasıdır.”
İşte o NİJER’de Fransa kuklası hükümete karşı darbe yapıldı.
Ülkede Fransa aleyhtarı gösteriler eşliğinde Fransa Büyükelçiliği’nin duvarlarına Rusya bayrakları asıldı.
Evet, Afrika tek tek Avrupalılardan kurtuluyor.
Mali ve Burkina Faso’dan sonra NİJER.
Yönetimi deviren isim, Omar Tchiani olarak da tanınan General Tchiani.
Fransa Cumhurbaşkanı Emanuel Macron önce tehdit etti. Mali ve Burkina Faso'dan Fransa'ya “Nijer’in yanındayız ve onunla birlikte savaşırız” mesajı verilince de Fransa Dışişleri Bakanı, Fransa'nın Nijer'e yönelik askeri operasyon planlarının olmadığını açıkladı.
FRANSA AFRİKA’DA KAYBEDERKEN BİZ NE YAPMALIYIZ?
Omar Tchiani ne kadar dayanır bilinmez. O da Mali ve Burkina Faso gibi Rusya yanlısı. Ülkenin Sahel bölgesinde, DEAŞ benzeri gerillalarla mücadele etmek üzere Fransa ve ABD’nin askeri üsleri var. Uranyum pazarının kaybedilmemesi için kendi ürettikleri vekâlet savaşçıları ile mücadele adı altında aslında ülke yönetimini kontrol altında tutmak için askeri üs kurdukları bilinmekte.
Fransa Nijer’deki sivil vatandaşlarını tahliye etmek istiyor ama askerlerini değil ne hikmetse. Maksadı müdahale. Bunu bilen Nijer yönetimi de halkı meydanlarda nöbet tutmaya çağırdı. Yabancı askerler ülkeyi terk etmeden yabancı sivillerin tahliyesine izin verilmesin diye.
Türkiye bir açıklama yayınlayıp, Fransa ve ABD’den, Nijer’in içişlerine karışılmamasını ister mi?
Sanmam ama olmalı.
Fransa giderek Afrika’daki varlığını ve etkinliğini kaybetmekte. Bu üç ülkenin ardından Fildişi Sahili gibi bir iki ülke kaldı halen sömürmeye devam edebildiği. Libya dâhil olmak üzere ülkemizin Afrika’daki artan etkinliğine karşı Fransa’nın Türkiye’ye karşı izlediği düşmanca politikanın sebebi bu.
Batı içeriden de çalışıyor.
Gayri Milli Türkiye muhalefeti Fransa ve ABD’yi, bittabi İsrail’i de memnun etmek için elinden geleni ardına koymuyor.
Somali’deki üslerimiz bu ekonomik sıkıntıda bize yük oluyor, çekelim askerlerimizi. Katar’dan da çekelim. Katar’ın ne işi var Türkiye’de, her şeyimizi alacaklar. Afrika’da boşuna elçilik kurduk her ülkeye, masraf kapısı. Kapatalım gitsin. Fransa onlarla ilgileniyor zaten. Hem Fransa NATO’daki müttefikimiz değil mi?
Kemal Bey'in kulakları çınlasın, zaten sürekli söylemedi mi Libya’da ne işimiz var diye…
Ne diyoruz hep birlikte:
Yurtta sulh, cihanda sulh!
Yani muhalefetin anladığı şekliyle, içe doğru büzülerek küçül.
Yabancı düşmanlığını en üst seviyeye çıkarmak gerekir ki, Afrika, Ortadoğu ve Asya halkları nezdinde ırkçıların kol gezdiği ülke damgasını yiyelim ve bu ülkelerle ilişkilerimiz bozulsun.
Türkiye ile diğer Müslüman ve Afrikalı mazlumlar arasına düşmanlık tohumları ekmek için ülkemizde emperyalizmin ve Siyonizmin yeterince uşağı var nasılsa.
Geçtiğimiz haftalarda ülkemize gelen Afrikalılara karşı nefret videoları dolaşıma sokulmuştu.
Suriyeliler ve Afganlar zaten ırkçı faşistler için “nefret edilesi millet” kategorisinde yer almakta.
İSRAİL’İ VE ÜMİT ÖZDAĞ’I MUTLULUKTAN AĞLATAN OLAY
İki gün önce Kristal Şehir adlı sitede çocuk kavgası yüzünden bir Yemenli gencin 50 kişi tarafından öldürülürcesine, vahşice dövüldüğünü izledim.
Tek kelimeyle korkunç.
Yemenli ve Türk iki çocuğun kavgasıyüzünden devreye giren Yemenli ağabey linç edildi. Taraflardan biri Türk olsaydı belki yine kavga çıkardı ama bu kavga aileler arasında yaşanır ve biterdi. Oysa ırkçılıkla beslenen nefret sayesinde olay böyle bir boyuta ulaştı. Merak ediyorum, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ sevinç ve mutluluk gözyaşları döküyor mudur acaba?
Ama mutluluktan ağlayan birileri var.
Fransa, Amerika ve İsrail’deki abiler.
Görev tamam Moiz! Hallediyorlar…
Peki Hükümet’in bir mücadele plânı var mı bu gelişmeyle ilgili?
Yoksa çalışan Afgan ve Suriyelileri avlayıp ülkelerine göndermekten mi ibaret yapacakları? O çalışanların yerine işletme sahipleri yenilerini bulabiliyor mu dersiniz? Hayır, bizim bebeler çalışmayı sevmiyor çünkü.
Yani bir taşla iki kuş. Hem yabancıları kov, nefreti tırmandır hem de ekonomiyi tıka.
ULUSLARARASI ÇIKARLARIMIZ KONUSUNDA MAKAS MI DEĞİŞTİRDİK?
Almanya ve Fransa göçmenlere karşı kendi içindeki ırkçı faşistlerle iş birliği yapabiliyor. Çünkü bu iki ülkede de sömürgecilik için çıkarlar ortaktır ve tüm partiler iş birliği yaparlar. Bizde tam tersi.
Afrika’daki üç ülke de Rusya yanlısı…
Nijer’deki uranyum yataklarının Fransız sömürgecilerin elinden alınması, Fransa için büyük bir krizin eşiği demek.
Çin dibimizde ABD müttefiki dediğimiz Gürcistan’la “Stratejik Ortaklık” anlaşması yaptı.
İran malum. Suriye de keza. Mısır’la ilişkileri ilerlettik ama daha on fırın ekmek lazım. Kişiselleştirilmiş dış politikaların sonuçları.
Şimdi mesele şu:
ABD ve Batı ile “Ortodoks ekonomi politikaları” eşliğindeki iş birliğimizi dış politikaya da sirayet ettirerek Rusya ile restleşmeyi mi tercih edeceğiz, yoksa denge politikasını sürdürüp Suriye meselesini mi çözümleyeceğiz?
Her şey sırayla.
Bakın, Rusya’nın sözümüze güvenerek bize teslim ettiği o Nazi bozuntusu pislikleri Zelenskiy’e vererek çelme attıktan sonra ne oldu? Şimdiye dek ılımlı mesajlar veren Şam Babası, hemen Türkiye hakkında ileri geri konuşmaya başladı “Ülkemden çekilin, yoksa anlaşma filan olmaz” diye. Sanki elinde ülkesi kalmış gibi. Yarısı ABD kuklası PKK’nın elinde zaten.
Afrika için de öyle…
Ne yapacağız?
Proaktif bir tutum mu alacağız yoksa “İzleyelim bakalım, Fransa halletsin” diye mi bekleyeceğiz?
Eğer “Evet, unutalım. Çıkaralım hayatımızdan ve zihnimizden şu şerefsizleri” diyenlerdenseniz şu soru beraberinde geliyor:
“O halde FETÖ’cüler kendilerini neden unutturmuyorlar? Neden hâlâ yurt içinde FETÖ faaliyetlerine devam ederken yurt dışındaki firariler havlamaya devam ediyor?”
Ve siyasette, yargıda, orduda, özellikle de üniversitelerde neden FETÖ etkisini görmeye devam ediyoruz, ismen ve cismen?
Bir konu daha var.
Sosyal medyada bir takım sert arkadaşların lafı döner hep, karşılaşırım; “Unutursak kanımız kurusun” diye. Ne acayip bir slogandır, biraz ürperirim aslında. Ama içten içe de hak veririm. Biz şimdi 15 Temmuz’u unutacak mıyız? O gece olan biten vahşi FETÖ katliamını, şehitlerimizi ve gazilerimizi…
Tam tersine o günü her yıl dönümünde acılarımızı tazeleyerek hatırlayacağız ama şehitlerin kanıyla sulanan o gecede milletin kazandığı zaferi de kutlayacağız. Çünkü biz yendik, FETÖ ve tasmasını elinde tutan ABD-CIA-Pentagon kaybetti. Bugün ülkemizde FETÖ olarak örgütlenen Amerikan askerleri cezaevlerinde. Aradan yedi yıl geçti, bazıları cezaevlerinden çıkıyor bile. Hafif cezalarla ve meslekten atılarak çıkarılanlar da var.
İşte bu UNUTULMA meselesinin özü de onlardan birinin açtığı dava sonucu mahkemenin verdiği kararla ilgili.
İki gün önceki habere göre Samsun’da FETÖ ile iltisaklı olduğu gerekçesiyle hâkimlikten atılan Z. E. adlı kişi “FETÖ’ye üye olduğu gerekçesiyle meslekten ihraç edildiğine dair haberlere erişim engeli getirilmesini” talep etti. Hakimlik, “UNUTULMA HAKKI” diyerek söz konusu haberlerden, Z.E’nin adının geçtiği kısımların çıkarılmasına karar verdi.
Süper!
Olay şöyle gelişiyor:
Erzurum’da hakimlik yaparken, silahlı terör örgütü FETÖ/PDY ile iltisaklı olduğu gerekçesiyle 14 Ekim 2019’da Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) kararı ile meslekten ihraçedilen ve ihraç kararı Resmî Gazete’de yayımlanan Z. E., haber sitelerinde hakkında, “FETÖ/PDY iltisaklı ihraç hâkim Z. E.” başlığıyla yapılan haberlere erişim engeli getirilmesi talebiyle Samsun Sulh Ceza Hakimliği’ne başvurdu. Gerekçesini ise “Şimdi AVUKATLIK yapıyorum ve Samsun Barosu’na kayıtlıyım. Ancak hakkımda yapılan internet araştırmasında benimle ilgili haberler çıkıyor ve bu da avukatlık mesleğime zarar veriyor” diye açıkladı.
Hâkim de Z.E’nin bu UNUTULMA HAKKI’nı makul buldu ve onunla ilgili haberlere erişim engeli getirdi. Kararla birlikte tüm internet sitelerine haberlerin silinmesi talimatı gönderildi.
Ne güzel değil mi?
Sen ülkeyi yıkmaya ve ABD’ye satmaya ant içmiş bir terör örgütünün elemanı ol, vatanına ihanet et, sadece mesleğinden atılarak yırt ama bir de avukatlık yapma hakkın olsun ve hakkında da hiçbir şey bilinmesin. Peki biz sıradan vatandaşların hakkında çıkan yazılar ne olacak? Onlar da bize zarar veriyor. Sayın hâkimlere soruyorum. Ekşi Sözlük’te bizlerle ilgili çıkan binlerce iftira, alçakça ve lağım kokan hakaretler neden bir türlü silinemiyor da FETÖ’cülere bu kıyak yapılıyor?
Ben vatana ihanet etmedim, ülkemi ABD’ye satmadım, milletimin kanını dökmedim, asker polis öldürmedim, kamuda bulunduğum pozisyonu istismar etmedim, hâkimlik mesleğini örgütümün çıkarları için kullanmadım.
Ama biz faniler hâlâ ikinci sınıf vatandaş olmaya devam edecek ve FETÖ iltisaklılar el üstünde tutulacak öyle mi?
Günlerdir yazıp duruyoruz.
Tuhaf şeyler oluyor ve bu hiç hoşuma gitmiyor.
Şunu söyleyeyim, FETÖ ile uzlaşmayı aklınızın ucundan bile geçirmeyin.
CHP’Lİ VATANDAŞ MAHMUT TANAL'I, O DA JANDARMAYI KOVALIYOR…
Merak ediyorum, akıntı çağanozu gibi, koca gövdesinin her bir organı bir yana savrularak, tazı hızıyla kaçan jandarmanın peşinden koşan Mahmut Tanal bu “aktivitesiyle” kendisini bir gün önce direniş yapılan alandan kovan CHP seçmeninden aferin almış ve bağışlanmış mıdır? Sanmam, CHP seçmeni, FETÖ’cüler ve kimi sol örgüt mensupları gibi asker düşmanı değildir. Üstelik Mahmut Tanal’ın kendilerine söylediği “Sizin gibiler yüzünden seçimi kaybettik” suçlamasını hiç affedilir bulmuyorlar.
Tekrar etmeye gerek var mı?
Tanal, jandarmaya vekillik dokunulmazlığı zırhının arkasına sığınarak İZİN BELGESİ soruyor. Jandarma gösteremeyip kaçınca da "EŞKIYA, EŞKIYA" diye bağırarak kovalıyor.
Görülmelere değer bir sahne.
Jandarmanın düştüğü hal acıklı, milletvekilinin Bobo’nun peşinden koşan Yogi gibi seğirtmesi ayrı bir komedi.
Jandarma açığa alınmış.
Niye ki?
Ne yapmasını bekliyordunuz ondan?
Kaldır dokunulmazlıkları, yatırsın yere Alman polisi gibi. Bakalım "EŞKIYA" diye bağırabiliyor mu? Mahmut Tanal nasılsa alışkın FETÖ yayın organlarının kapatılmaması için yerlere yatmaya, kendini zincirlemeye. Hatta üstüne eski alışkanlığındaki gibi zincir de bağlanır. Fantezi bu ya, kelepçe de takılır. Tadından yenmez. Hatta yanına bazı kelepçe meraklısı CHP’li vekiller de eklenebilir…
1601 yılında Shakespeare tarafından yazılan ve dünya edebiyatının en ünlü trajedilerinden birisi kabul edilen ʺHamletʺ adlı oyunun ilk perdesinin dördüncü sahnesinde Horatio’nun: ʺNereye varacak bunların sonu?ʺsorusuna Marcellus; tiyatro tarihine geçecek ve günümüze kadar pek çok simgelere kaynaklık edecek şu cevabı verir:
ʺKokuşmuş bir şeyler var şu Danimarka krallığında…ʺ
Kurumsal bir çürümüşlük ya da kokuşmuşluğu betimlemek için kullanılan Hamlet’e ait bu tirat bugün her dilde evrensel bir retorik haline geldi.
Bugün aynı söylemi, adrese teslim akademik kadro ilanları, üniversitelerde FETÖ/PDY yapılanması, genç öğretim üyelerine yönelik mobbing, üniversitelerin başarı sıralamalarının düşüşü, rektörlerin keyfi uygulamaları gibi pek çok kronikleşmiş sorunun odağında ve ana kaynağında olan YÖK hakkında da rahatlıkla kullanabiliriz.
Ülkemiz eğitimindeki derinleşen sorunun kökenindeki bu kurumda yaşanan skandallar zinciri, artık daha farklı bir yaklaşımı olanaklı kılmıyor ne yazık ki. Bu yüzden YÖK ile ilgili bu sorunların cesaretle dile getirilmesi ve çözüm aranması Türkiye’nin GELECEK nesillerinin meselesi haline geldi. Çünkü ülkemizin gelişmişliği üniversitelerinde üretilen bilimsel, kültürel ve teknolojik değerlerle doğrudan ilişkili. Osmanlı’da Tanzimat’la başlayan, Cumhuriyet’le devam edip günümüze gelen üniversite eğitimiyle olan imtihanımızda hangi noktadayız bu ayrı bir tartışmanın konusu ama mevcut eğitim sorunlarının çözümünün, üniversitelerin tepesine bir karabasan gibi çöken YÖK’te ve onun yönetim kademelerinde olduğunun tespitini yapmadan yola koyulamayız.
YÖK LAYÜSEL (SORUMSUZ) BİR KURUM MU?
Üniversitelerle YÖK’ün görev ve yetkileri Anayasa’nın 130 ve 131. Maddelerinde düzenleniyor. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ise yükseköğretim görevlileri ile ilgili idari soruşturmaların nasıl yapılacağını, Anayasal sisteme karşı işlenen suçlar, yolsuzluk ve rüşvet gibi durumlarda YÖK’ü değil doğrudan Cumhuriyet Savcılıklarının yetkili olduğunu hükme bağlıyor.
Peki, YÖK ve üniversitelerde yukarıda işlenen suçlarla ilgili olarak Cumhuriyet savcıları YÖK dukalığının oluşturduğu bariyeri aşabiliyor mu?
Şimdi gerçeği söyleyelim.
YÖK’e bağlı olan üniversiteler ve bunların rektörleri sorumsuz ve kimseye hesap verme durumunda olmayan yapılar gibi bir algı mevcut şu anda. Adeta devlet içinde devlet ya da kimseye hesap vermeyen krallıklar gibi. Oysa yukarıda da yazdım, yasal gerçeklik bunun zıddı.
ÜNİVERSİTELERDE FETÖ’CÜLERİ KİMLER KORUYOR?
Üniversitelerdeki FETÖ yapılanmasının tasfiyesiyle ilgili YÖK’ün bugüne dek sürdürmeyi başardığı sessizliği nasıl yorumlamalıyız mesela? 15 Temmuz’un yedinci yıl dönümünde hâlâ en güçlü ve dokunulamayan kripto FETÖ yapılanmasının akademi dünyasında olması bir “tesadüf” olarak mı açıklanmalı?
Soruyorum buradan, üniversitelerde, YÖK’te FETÖ’cüleri kimler koruyup palazlandırıyor? Üniversitelerdeki FETÖ yapılanmasının, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, kurumlardaki MAHREM YAPILANMALARA bu kadar dikkat çektiği bir dönemde capcanlı varlığını sürdürmesi büyük bir skandal.
Skandal demişken; geçtiğimiz haftalarda Şırnak Üniversitesi’ndeki Bedirhan Önem skandalını okumuşsunuzdur. Bu olay gözlerin yeniden YÖK Dukalığına çevrilmesine sebep oldu. FETÖ suçlusu, mahrem imam olarak yargılandığı davada suçlu bulundu ama görevde tutulmaya devam etti. Olay ayyuka çıkana kadar hem Şırnak Üniversitesi hem de YÖK buna göz yumdu.
Aşağıda anlatacağım olay da en az Şırnak Üniversitesi’ndeki REZALET kadar önemli.
TÜRK-ALMAN ÜNİVERSİTESİ VE YÖK TARİHİNDEKİ FETÖ KARA LEKESİ
Türk-Alman Üniversitesi’nde yaşamış olduğu haksızlıkları ve FETÖ yapılanmasını yargıya taşıyan akademisyen Doç. Dr. Osman Nuri Özalp’in yaklaşık sekiz yıla yakın zamandır devam eden ve halen sürmekte olan hukuk mücadelesi, Türk akademisinde YÖK’e karşı verilen bir Dreyfus Davası gibi. Çünkü o da Türk-Alman Üniversitesi’nin eski Rektörü Halil Akkanat tarafından çeşitli iftiralarla haksızlıklara uğratıldı ve bugün tıpkı Alfred Dreyfus gibi SUÇLUYORUM diye çığlık atıyor adeta.
Kısaca anlatacaklarım, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu’nda 2016’dan bu yana ilginç bir şekilde açık İKİ ayrı FETÖ/PYD soruşturması bulunan eski Rektör Prof. Dr. Halil Akkanat ve onu koruyan YÖK’ün, Doç. Dr. Osman Nuri Özalp'in hayatını nasıl kararttıklarının hikâyesi.
Yaşananlar kan donduracak boyutta.
Doç. Dr. Özalp, tıpkı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yatılı öğrenci olarak mezun olduğu (1973) Fatih İmam Hatip Lisesi’nde yatılı olarak lise hayatına (1978) adım atmış; daha sonra İstanbul ve Heidelberg Üniversitesi’nden mezuniyeti ile alanında gelecek vaat eden akademik kariyeri, ironik bir şekilde yine bu lisenin mezunlarından Prof. Dr. Yekta Saraç’ın YÖK Başkanlığı döneminde Prof. Dr. Halil Akkanat iş birliği ile bilinçli ve ısrarlı bir şekilde karartıldı.
Akademik hayatının baltalanması yanında Doç. Dr. Özalp için çok daha acı olan ise, Prof. Dr. Halil Akkanat’ın ilk görevden uzaklaştırma kararına açtığı davayı kazanmasıyla görevine döndükten sonra sadece iki hafta sonra bu sefer YÖK Başkanı Prof. Dr. Yekta Saraç’ın Başkanlığında toplanan YÖK Yüksek Disiplin Kurulu’nun 29.03.2018 tarihli oturumu ve 2918/27 sayılı toplantısında sekize yedi oyla ömür boyu kamu görevinden men cezası verilerek üniversiteden uzaklaştırılması olmuştur. Bu karardan sonra Özalp’in babası üzüntüden vefat etti.
Doç. Dr. Osman Nuri Özalp’ın Türk Alman Üniversitesi’nde yaşamış olduğu haksızlıkları ve FETÖ yapılanması ile ilgili iddialarını “Türk-Alman Üniversitesi, FETÖ, YÖK ve ayakta uyuyanlar”, “MİT Tırları kumpası ve Türk-Alman Üniversitesi’ndeki ilginç isim” ve “YÖK; gözleri tamamen kapalı” başlıklarıyla yayınlamıştım. (*)
Doç. Dr. Osman N. Özalp kendisine yapılan sistematik mobbing ve yok etme operasyonuna karşı mücadele ederek YÖK aleyhine dava açtı. Ankara 11. İdare Mahkemesi’nde görülen davada hâkimler Doç. Dr. Özalp, lehine karar verdi ve adeta “Ankara’da Hâkimler Var” dedirtti.
Doç. Dr. Osman N. Özalp’in yaşadığı haksızlıklar, hayatına uygulanan karartma ve akademik kariyerinin yok edilmesine yönelik sistematik mobingin hikâyesi çok uzun. Ben biliyorum ve yazdım ama merak edenlere açık. Bu yüzden isteyen herkes üniversitelerde ve YÖK’te neler olup bittiğini onun ağzından okuyabilir. Aşağıda okuyacaklarınız tarihe düşülecek bir belge niteliğinde. Özellikle de YÖK ve üniversitelerin nasıl büyük bir kumpas içinde olduğunun kanıtı. Bu sayfa, mektuba cevabı olanlara da açıktır, onu da belirteyim.
Evet, eğer merak ederseniz, buyurun:
OSMAN N. ÖZALP’IN MEKTUBU
Sayın FUAT UĞUR,
Marmara Üniversitesi İİBF’de başlamış olduğum Kamu Yönetimi eğitimimi, İstanbul Üniversitesi SBF’de bitirdim. Sonrasında yükseköğrenimime Almanya’da Heidelberg Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Oryantalistik alanlarında lisans ve yüksek lisans eğitimi alarak devam ettim. Yine aynı üniversitede Uluslararası İlişkiler alanında doktora yaparak Türkiye’ye döndüm.
Türkiye’ye dönüşümde yeni kurulmuş olan Kırklareli Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde 2009 yılında akademik kariyerime başladım. Daha sonra 2012 yılında yine yeni kurulan Türk-Alman ÜniversitesiSiyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’ne intisap ettim. Her iki üniversitenin de kuruluş aşamasında büyük bir özveri ile gerek idari gerekse akademik pek çok görevi üstlendim.
İŞ BİRLİĞİ HALİNDE KAMUSAL YETKİLERİN KÖTÜYE KULLANILMASI
Türk-Alman Üniversitesi’nde 2014 yılında Prof. Dr. Halil Akkanat’ın rektörlüğe seçilmesinden sonra Türk akademisi ve YÖK tarihinde eşine ender rastlanacak bir şekilde sistematik ve sürekli mobinge maruz kaldım. Kamu görev ve yetkilerinin yasal mevzuata aykırı olarak, şahsıma karşı işbirliği halinde nasıl kullanıldığına yönelik sayısız olaylardan sadece bir kısmını dile getireceğim.
1- PROF. AKKANAT’IN KUMPAS GİRİŞİMİ VE FETÖ SUÇLAMASI
- Rektör Prof. Dr. Halil Akkanat, baştan itibaren sebebini anlayamadığım nedenlerle bana yönelik rahatsız edici bir mobing süreci başlattı. Hatta işi öyle ileriye götürdü ki 24.05.2016 tarihinde bölümümüzden bir araştırma görevlisi vasıtasıyla akıl sağlığımla ilgili şüphe yaratmak amacıyla “tedavi olmam” için Prof. Dr. Hamdi Tutkun adlı bir psikiyatristten randevu alındığını iletti. Tabii ki böyle bir talebi reddettim ve o randevuya gitmedim. Bunun üzerine 27.05.2016 tarihinde Prof. Akkanat şahsımı makamına çağırarak beni sözlü olarak korkutmaya çalıştı.
Aradan 1,5 ay geçtikten sonra 15 Temmuz 2016 darbe girişimi olmuş ve ne ilginçtir ki Prof. Dr. Hamdi Tutkun FETÖ’cü yapılanma bağlamında“Adli makamları yanıltmak”, “Gerçeğe aykırı bilirkişi raporu vermek” suçları iddiasıyla 2 Ağustos 2016’da tutuklanmıştır.
- 19.10.2016 tarihinde Rektör Prof. Dr. Halil Akkanat şahsımı makamına çağırarak hakkımda ertesi gün (20.10.2016) soruşturma nedeniyle ifadem alınacağını ve gün içinde ilgili yazının tebliğ edileceğini söylemiş; sonrasında da konusu belli olmayan bir soruşturma yazısı tarafıma tevdi edilmiştir.
20.10.2016 tarihinde saat 10:30’da Rektörlük Binası Toplantı Salonu’nda Soruşturma Heyeti olarak Başkan Prof. Dr. Murat Atalı ve üyeler Yrd. Doç. Dr. M. Çekin ve Yrd. Doç. Dr. M. İpekoğlu’nun huzurunda ʺPDY Terör Örgütü Üyeliğiʺile itham edilerek ifadem alınmaya çalışılmıştır. Prof. Atalı, en başından usul esaslarına dahi uymadan eski Anayasa Mahkemesi Üyesi Prof. Dr. Sacit Adalı’nın FETÖ’cü olduğunu ve benim de kendisi hakkında 2010 yılında ʺIustitia Elevat Gentem - Prof. Dr. Sacid Adalı’ya 65. Yaş Armağanıʺ adlı kitabı hazırladığımı, dolayısıyla benim de FETÖ’cü olduğum iddiasını ısrarla yinelemiştir.
Editörlüğünü yaptığım kitabın Hakem Kurulu’nda ise tanımış olmaktan her zaman gurur duyduğum merhum Prof. Dr. Turan Yazgan, merhum Prof. Dr. Teoman Duralı gibi değerli hocalar yer alırken; aynı zamanda Prof. Dr. İzzet Özgenç ve Prof. Dr. Adem Sözüer gibi tanınmış hukukçular da bulunmuştur.
Emine Çelikbaş’ın sekreter olarak kayda aldığı ifade tutanağının çıktısının çarpıtılmış olduğunu fark edince; düzeltmeye çalıştım, ancak düzelttirip yeniden çıktısı alınan ifademin bir nüshası en basit usul hukuku ilkelerine aykırıolarak tarafıma Prof. Dr. Atalı tarafından kasıtla verilmediği gibi, bu talebime karşı ʺKendini mi aklamaya çalışıyorsunʺdiyerek, tarafsızlığa uymayan beyanlarda bulunmuştur. Bu soruşturmanın sonucu hakkında yaklaşık yedi yıldır tarafıma bilgi verilmemektedir.
2- KASIT VE İŞ BİRLİĞİYLE AKADEMİK İTİBARSIZLAŞTIRMA
- 20.01.2017 tarihli Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Atalı’nın yazısı ile üniversitenin Hukuk, Mühendislik ve İktisadive İdari Bilimler fakültelerinde okutulacak tüm ʺAtatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihiʺ derslerini vermek üzere görevlendirildim. Böylece kasıtlı olarak bilim alanım olmayan dersler verdirilerek üniversitede akademik kimliğim itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Örneğin Müh. Fak. Mekatronik Bölümü’nde vermiş olduğum Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi II dersinin notları öğrencilerimden idare tarafından sürekli kontrol amaçlı istenmiş, dersimden muhbir öğrenciler devşirilmiştir. Bu uygulama ilgili olarak Mekatronik Bölüm Başkanı Tuba Çonka hakkında verdiğim somut delillere dayalı dilekçeler, Prof. Dr. Halil Akkanat tarafından reddedilmiştir.
- 05.07.2017 tarihinde İİBF Dekanı Prof. Dr. Aykut Kibritçioğlu tarafından aynı günde iki ayrı soruşturma açılmış. İlkinde Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi dersi ile alakalı ders bilgi formunun dekanlık makamına zamanında iletilmediği; ikincisinde ise akademik referans amacıyla yazmış olduğum bir mektuptan dolayı gerçek dışı beyanlarda bulunma iddiası ile soruşturma açılmıştır. Her iki soruşturma için Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Kemal Yıldız soruşturmacı tayin edilmiştir. Prof. Dr. Ali Kemal Yıldız’ın raporları sonucu birinci soruşturma için kınama cezası, ikinci soruşturma için de Aylıktan Kesme cezası verilmiştir. Daha sonra İstanbul 12. İdare Mahkemesi’nde söz konusu idari işleme karşı açmış olduğum 2017-1934 nolu dava lehime sonuçlanmıştır.
- Prof. Dr. Halil Akkanat tarafından 14.04.2017 tarihli bir yazı ile Rektörlük kapısına hakaret etmektendolayı uydurma iddialarla hakkımda mobing amaçlı disiplin soruşturması açılmış; Prof. Dr. Zafer Zeytin soruşturmacı tayin edilmiş ve bu uydurma soruşturma da daha sonra kapatılmıştır.
3- KASIT VE İŞ BİRLİĞİYLE BİLİMSEL ARAŞTIRMA ENGELİ
- 2015 yılında üniversitede bir yıllık (sabbatical)bilimsel araştırma yapma talebim kabul edilmiş ve ders yükümlülüğüm olmayacak şekilde bir sonraki yıl için müfredatta planlama yapılmıştır. Bu bağlamda Jena Üniversitesi’nin sağlamış olduğu 01.11.2016 - 30.10.2017 tarihlerini kapsayan bir yıllık misafir araştırmacı kabulüm son anda kasıtla reddedilmiştir. Tarafımca İstanbul 10. İdare Mahkemesi'nde 2016/2423 sayılı dosya ile ilgili idari işleme iptal davası açılmış ve LEHİME sonuçlanmıştır. Ancak dava sürecinin uzaması nedeniyle bu hakkımdan faydalanamamış oldum.
- 03.07.2017 – 11.09.2017 tarihleri arasında Max Planck Kamu Hukuku Enstitüsü’nden iki aylık araştırma daveti aldım. Kabul edilen ve onaylanan araştırma izni dilekçem keyfi bir şekilde Prof. Dr. A. Kibritçioğlu tarafından iptal edilmiştir. İlgili işleme karşı İst. 4. İdare Mahkemesi’nde 2017-1362 sayılı açmış olduğum DAVA LEHİME sonuçlanmıştır. Ancak davanın uzun sürmesi nedeniyle yine araştırma hakkımı kullanamamış oldum.
4- HEİDELBERG ÜNİVERSİTESİ’NE MOBİNG
- Rektör Prof. Dr. Halil Akkanat ve İİBF Dekanlığı 23.18.2018 tarihinde belki de Türk akademik tarihine geçecek trajik bir skandala imza atarak, Yrd. Doç. Dr. Barış Atladı’yı yine bir konuda soruşturmacı tayin ederek, eğitim gördüğüm Heidelberg Üniversitesi’nin İktisatve Sosyal Bilimler Fakültesi’nin direktörü, sekreteri ve öğretim üyeleri güya sahte davetiye düzenlendiği iddiasıyla gerek telefon, gerekse mail yoluyla sürekli rahatsız edilmiştir.
Dünyanın en köklü eğitim kurumlarından Heidelberg Üniveristesi’ni ve şahsımı töhmet altında bırakan bu nezaketsiz girişimle ilgili safahat ve yazışmalar, ileride hasıl olabilecek olası herhangi bir yargı/soruşturma aşamasında kullanılmak amacıyla ʺülkeniz adına sadece üzülüyoruzʺ denilerek tarafıma verilmiştir.
5- İŞ BİRLİĞİ İLE 3 KEZ ÜNİVERSİTEDEN ATILMA
A- 1. GÖREVDEN UZAKLAŞTIRMA
- Prof. Dr. Aykut Kibritçioğlu tarafından akademik teamüllere aykırı bir şekilde geçmiş yıllara ait tüm yurtdışına giriş ve çıkışlarım istenmiş; 18.09.2017 tarihinde aynı günde keyfi bir biçimde iki soruşturma açılmıştır. Hem soruşturmayı açan, hem soruşturmayı yapan hem de soruşturma raporunu değerlendiren kişi olarak Prof. Dr. A. Kibritçioğlu’nun kararı ve Rektör Prof. Dr. Halil Akkanat’ın oluru ile Kamu Görevinden Çıkarma cezası verilerek, 30.10.2017 tarihinde üniversiteden atıldım. İst. 10. İdare Mahkemesi, verilen meslekten çıkarılma işlemini 2018/1162 kararıyla haksız bulması üzerine 03.04.2018 tarihinde tekrar görevime geri döndüm.
A- 2. ÖMÜR BOYU KAMU GÖREVİNDEN UZAKLAŞTIRMA
- Yukarıda belirtildiği üzere İstanbul 10. İdare Mahkemesi’nin kararı üzerine görevime döndüm ancak dönüşümden iki hafta sonra hem Rektör hem İİBF Dekanı (Uhde) olarak Prof. Dr. Halil Akkanat 19.04.2018 tarih ve 84990292 – 13 sayılı yazısı ile bu sefer yasal dayanaktan yoksun bir şekilde ÖMÜR BOYU KAMU GÖREVİNDEN MEN cezası verilerek üniversiteden uzaklaştırıldım. Maalesef bu karar Prof. Dr. Yekta Saraç’ın da Başkan olarak katıldığı 2918/27 karar sayılı YÖK Yüksek Disiplin Kurulu toplantısında 8’e 7 olarak kabul edilmiştir.
- Söz konusu idari işleme karşı İstanbul 12. İdare Mahkemesi’nde açmış olduğum 2018/27 nolu iptal davasının, 7. Bölge İdare Mahkemesi’nin 2019/1578 nolukararı ile lehime sonuçlanması üzerine, 07.02.2020 tarihi itibari ile akademik görevime tekrar döndüm.
A- 3. GÖREVDEN UZAKLAŞTIRMA
- İkinci kez görevime döndüğümde yasal mevzuata ve akademik teamüllere aykırı bir şekilde, Huk. Fak. Dekanı Prof. Dr. Ali Kemal Yıldız bölümümüzde tam zamanlı profesör, doçent, doktor öğretim üyesi olmasına rağmen İ.İ.B.F Uluslarararası İlişkiler ve Siyaset Bilimi Bölüm Başkanlığı'na getirilmiştir.
- 06.10.2020 tarihinde Dekanlık makamı tarafından gönderilen Görev Uzatma yazısında, yasal mevzuata aykırı bir şekilde görev süremin 10.02.2021 tarihinde biteceği bildirilmiştir. Konuyla ilgili yasal gerekçeli itiraz dilekçelerimi gerek Dekanlık makamına gerekse Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Kemal Yıldız’a bildirdim. Ancak yine Bölüm Başkanlığı, Dekan Prof. Dr. Ela Sibel Bayrak Meydanoğlu ve Rektör Prof. Dr. Halil Akkanat’ın işbirliği ile 09.02.2021 tarihinde ÜÇÜNCÜ KEZ yasal mevzuata aykırı olarak akademik görevime son verilmiştir.
- Adeta kabilecilik duyguları ile ortaklaşa hareket eden yönetimi 3. kez atılmam dahi tatmin etmemiş olacak ki, aynı gün Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Zekeriya Kürşat tarafından iki ayrı soruşturma açılmış; soruşturmacı olarak da yine Prof. Dr. Ali Kemal Yıldız tayin edilmiştir. Kısacası üçüncü kez atılma sürecimde hem Huk. Fak. Dekanı hem de İ.İ.B.F Siyaset Bilimi ve Uluslararası Bölüm Başkanı olan Prof. Dr. Ali Kemal Yıldız, bu sefer yine atıldığım gün iki ayrı uydurma soruşturmanın da soruşturmacısı olmuştur.
- Söz konusu görevden uzaklaştırma işlemine karşı İstanbul 3. İdare Mahkemesi’nde açmış olduğum yasal süreç, ilgili Mahkemenin 09.03.2022 tarih ve 2022/492 sayılı kararıyla, dava konusu işlemin iptaliyle hükme bağlanmıştır.
- Bu arada 3 Haziran 2022 Türk-Alman Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Cemal Yıldız atanmıştır. Yeni Rektör Prof. Yıldız, 8 Haziran 2022’de devir teslim töreni ile Prof. Dr. Halil Akkanat’tan makamı devralmış ve nihayetinde 15 Haziran 2022 tarihinde fiilen görevine başlamıştır. Prof. Cemal Yıldız göreve gelir gelmez, 30.06.2022 tarihli Rektörlük yazısı ile mahkeme kararını işleme koyarak, idari ve akademik haklarım geri verilmiştir. Prof. Dr. Halil Akkanat ise, 09.03.2022 tarihli mahkeme kararını da bilinçli olarak bekleterek kendi döneminde kuruma olan dönüşümü kasıtla engellemiştir.
6. MEKTUPLARIMIN AÇILIP OKUNMASI
- Birinci Kamu Görevinden Çıkarma cezasına karşı YÖK’e yaptığım itiraz neticesi Yüksek Disiplin Kurulu’nun 07.12.2017 tarihli toplantısı ve 2017/195 karar sayılı görüşmesinde üniversitenin vermiş olduğu karar oybirliği ile reddedilmiştir. Lehime ve kişiye özel olarak orijinal barkodlu mektup içinde düzenlenen bu karar, üniversite adresime gelmiş ve anayasal bir suç işlenerek içi açılarak okunmuş, başka bir zarfın içine konularak tarafıma aylar sonra fakülte sekreteri Kısmet Akın tarafından 31.03.2018 tarihinde verilmiştir. Böylece devam eden idare mahkemesindeki davamda tarafımdan delil olarak sunulması da kasıtla engellemiştir.
YÖK’ÜN PROF. AKKANAT’I KORUMACILIĞI
Türk-Alman Üniversitesi’nden üçüncü kez atılmadan kısa bir süre önce YÖK ve CİMER nezdinde başta Prof. Dr. Halil Akkanat, Prof. Dr. Aykut Kibritçioğlu, Prof. Dr. Ela Sibel Bayrak Meydanoğlu hakkında somut bilgi ve belgelerle kamu görev ve yetkilerini yasal mevzuata aykırı olarak şahsıma karşı iş birliği halinde sürekli bir biçimde husumet amaçlı kötüye kullanmaları nedeniyle yasal soruşturma başlatılması talebinde bulundum (27.11.2020).
YÖK, Prof. Dr. Halil Akkanat ve diğer öğretim üyeleri ile ilgili iddialarımı kasıtla görmezden gelmiş ve TAM İKİ YIL SONRA kurumsal kimliği ile bağdaşmayacak bir cevabi yazıyı 10.11.2022 tarihinde tarafıma posta ile tebliğ etmiştir. Prof. Dr. Halil Akkanat’ın Rektörlük görev süresinin bitiminin özellikle beklendiğinin anlaşıldığı Hukuk Müşavirliği adına Adem Gelir tarafından gönderilen yazıda, garip ve dikkat çekici bir şekilde 6698 sayılı kanun gerekçe gösterilerek iddialarımla ilgili bilgi vermeme yönüne gidilmiştir.
Yine aynı şekilde eş zamanlı olarak YÖK nezdine Prof. Dr. Halil Akkanat hakkında FETÖ ve PYD amaçlı hareket etmek, Türkiye karşıtlığı olan ideolojik yapılarla fikir ve yelem birliği içinde kadrolaşmak iddialarıyla soruşturma talebinde bulundum. Kaldı ki, üçüncü kez atıldıktan sonra da güncel somut bilgi ve belgelerle verdiğim dilekçelerle soruşturma taleplerimi yineledim.
Oldukça ciddi iddialarımın bulunduğu bu dilekçeme de, YÖK tarafından TAM İKİ BUÇUK YIL SONRA 03.04.2023 tarihli bir yazı ile cevap verilmiş ve iddialarımla ilgili olarak "…Türk Alman Üniversitesi eski Rektörü Prof. Dr. Halil AKKANAT hakkında disiplin ve ceza hukuku bakımından yapılacak bir işlem bulunmadığı sonuç ve kanaatine varıldığı…ʺbelirtilmiştir. Ancak ilginç bir şekilde ilgili yazıda ileri sürdüğüm FETÖ/PYD iddiaları ile ilgili olarak Prof. Dr. Halil Akkanat hakkında "…İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca 2547 sayılı kanunun 53/c-7 maddesi gereğince 2016/104085 ve 2022/69516 soruşturma sayılı dosyalar kapsamında soruşturma başlatıldığı ve halen devam ettiğiʺifadesi yer almıştır. Yine iddialarımla ilgili garip ve dikkat çekici bir şekilde 6698 sayılı kanun gerekçe gösterilerek bilgi verilmemesi yönüne gidilmiştir.
YÖK’E KARŞI MAHKEME KARARI
Yukarıda YÖK’ün tarafıma İKİ YIL SONRA tebliğ etmiş olduğu ilk yazısına karşı Ankara 11. İdare Mahkemesi’nde YÖK aleyhine açtığım dava geçtiğimiz günlerde lehime sonuçlanmıştır. Prof. Dr. Halil Akkanat’ın müdahil olarak da katıldığı davada, başta Prof. Dr. Halil Akkanat olmak üzere şikayet edilen ilgili görevliler hakkında YÖK tarafından disiplin soruşturması açılmamasına ilişkin dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı oybirliği ile kabul edilmiştir. Kuşkusuz hukuki süreç bundan sonra pek çok aşamasıyla (istinaf yolu, YÖK disiplin soruşturması gibi) devam edecektir.
Hukuki gerekçelerle pek çok konuya yer verilen 11 sayfalık mahkeme kararında örneğin tarafımdan Doç. Dr. Ela Sibel Bayrak Meydanoğlu’nun profesörlük kadrosu ile ilgili oluşturulan bilim jürilerinin mevzuata uygun bulunmadığı iddiasının sübut bulduğu, soruşturma raporlarına tarafımın dahil edilmeyerek sadece şikayet edilenlerin ifadeleri dikkate alınarak rapor düzenlendiği; konuyla ilgili YÖK’e ait Prof. Dr. Halil Akkanat hakkında soruşturma başlatılmasına gerek bulunmadığı hakkındaki kanaatin somut ve hukuken kabul edilebilir bir gerekçesinin de ortaya konulamadığı açıkça belirtilerek, YÖK tarafından tesis edilen disiplin soruşturması açılmamasına ilişkin dava konusu işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı ifade edilmiştir.
Kendisine mevzuata aykırı profesörlük kadrosu verilen bu kişinin daha sonra Dekan yapılarak pek çok nitelikli akademisyenin yasal mevzuata aykırı atılmasında imzası olması ve üstelik yıllardır halen Dekanlık görevini sürdürüyor olması Türk-Alman Üniversitesi adına trajik bir ironi olsa gerek.
PROF. DR. HALİL AKKANAT’I YÖK’TE KİMLER KORUMAKTA?
Yaklaşık sekiz yıla yakın verdiğim hukuk mücadelesinde hakkında pek çok ciddi iddiaların olduğu Prof. Dr. Halil Akkanat’ın ve çevresinin özellikle YÖK ve kamu bürokrasisinde görünmez bir yapı tarafından korunduğu kanaatindeyim. Yukarıda dile getirdiğim somut olaylar çerçevesinde aşağıdaki soruları hamiyetperver bir Türk vatandaşı olarak özellikle Türk akademisinin ve kamuoyunun takdirlerine sunmak istiyorum.
1- 15 Temmuz’dan kısa bir süre önce ʺpsikolojik hastaʺ olduğum iddiasıyla şahsıma gıyabımda Prof. Dr. Hamdi Tutkun’dan randevu alarak kumpas kuran Prof. Dr. Halil Akkanat’ın, FETÖ’den tutuklanan Prof. Hamdi Tutkun ile geçmişe yönelik nasıl bir ilişkisi vardır?
2- Hakkımdaki soruşturma yürüten Prof. Dr. Murat Atalı’nın 15 Temmuz 2016 hain darbe girişiminden sadece iki gün önce 13 Temmuz 2015 tarihinde basına yansıyan ʺMHP’li muhaliflere paralel destekʺ adlı yazılarda Prof. Dr. Tekin Memiş ile birlikte Devlet Bahçeli aleyhine muhalifleri destekleyen raporun imzacısı olması ve oğlu Muhammet Şamil Memiş’in de bir yıl sonra üniversitede göreve başlaması tesadüf müdür?
3- Türk-Alman Üniversitesi’nin FETÖ İmamı olduğu iddia edilen ve üniversitede odası polis ve savcılık makamı tarafından teknik aramaya tabi tutulan tek kişi olan Yrd. Doç. Dr. Ü.B.’ye ceza verilirken, aynı zamanda Rektörlük makamı tarafından da kendisine yurt dışına rahatça çıkışı için kayıtlara geçirilmeyen tek nüshalık bir belge düzenlendiği iddiaları doğru mudur? Bu konuda eski üniversite Genel Sekreteri Şükrü Gökçek, yeni Genel Sekreter Özgür Ali Şirin ve yine dönemin ilgili vekil fakülte sekreteri Kısmet Akın’ın herhangi bir bilgileri var mıdır?
4- Prof. Dr. Aykut Kibritçioğlu MİT TIR'ları Kumpası öncesi medyada algı operasyonu yapmış mıdır? Hakkında çıkan gazete haberleri için Prof. Dr. Halil Akkanat bizzat devreye girerek online linklerin sildirilmesi için girişimlerde bulunmuş mudur? Kendisiyle ilgili iddialar, Prof. Dr. Halil Akkanat’ın 2016/104085 nolu FETÖ/PYD soruşturma dosyası ile birleştirilmiş midir?
5- Türk-Alman Üniversitesi’nde görev yapan Prof. Dr. Halil Akkanat ve Prof. Dr. Ali Kemal Yıldız’ın 2006 yılında Ayhan Bermek’in TFF listesinde paralel yargı imamı Av. Osman Karakuş ile birlikte yer almaları sadece basit bir tesadüf müdür?
6- Şahsımda dört kez soruşturmacı olduğu üzere Türk-Alman Üniversitesi’nde açılan disiplin soruşturmaları niçin çoğunlukla Prof. Dr. Ali Kemal Yıldız tarafından yürütülmüştür. Prof. Dr. Ali Kemal Yıldız, hakkımda İnkılap Tarihi ders bilgi formunu zamanında teslim etmediği iddiasıyla kınama cezası, akademik içerikli bir mektuptan dolayı maaştan kesme cezaları önerirken; dekanı olduğu fakültesinde Türkiye Cumhuriyeti için medyada ʺBeyefendinin hukuk devletiʺaçıklamalarında bulunan; Barış Akademisyenleri imzacısı olan, üstelik İstanbul Çağlayan 23. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılaması olan Doç. Dr. Berke Özenç’in süreç içinde Kamu Hukuku Bölüm Başkanlığı, Genel Kamu Hukuku Anabilimdalı Başkanlığı, İdare Hukuku Anabilimdalı Başkan Vekilliği, Anayasa Hukuku Anabilimdalı Başkan Vekilliği görevlerini nasıl açıklamaktadır? Kendi Dekanı olduğu Hukuk Fakültesi’nde öğretim elemanı olan darbeci General Mehmet Dişli’nin kızının bir kamu görevlisi olarak babasının avukatı olarak davalara katılması yasal mevzuata uygun mudur?
7- Yine görevden uzaklaştırılan ya da hakkında disiplin cezası verilen pek çok akademisyenin davası Prof. Dr. Halil Akkanat döneminde üniversitenin aynı zamanda TAÜ Destekleme Vakfı Başkanı da olan Doç. Dr. Nejat Aday’ın avukatlık bürosu tarafından yürütülmüştür. Üniversitenin hem Destekleme Vakfı Başkanı olup hem de öğretim üyelerinin aleyhine üniversite adına davalar üstlenilmesi etik midir?
Doç. Dr. Nejat Aday üniversitede kurulan kumpas mekanizmasının bir parçası olarak mı hareket etmiştir? Cumhuriyet Gazetesi’nin 15 Şubat 1999 tarihinde 1. sayfadan girdiği JETPA yolsuzluğu ile ilgili bir haberde Av. Nejat Aday hakkında aşağıdaki bilgiler yer almaktadır:
ʺ…Almanya ve Avrupa'da Jet- Pa ortaklık kampanyasın sitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Necat Aday’da bulunuyor. Aday, fakülteden raporlu olarak Frankfurt'taki çalışmalannı sürdürüyor… Nurcuların Yeni Asya koluna yakınlığıyla tanınan ve Jet-Pa'nın hukuk müşavirlerinden olan Necat Aday, Yeni Asya gazetesinde değişik adla edebiyat yazıları yazıyor. Aday'ın Asyacıların Almanya kanadıyla çok iyi ilişkileri olduğu, eşini de tarikat aracılığıyla Almanya'dan seçtiği belirtiliyor…ʺ
Frankfurt Eyalet Savcılığı’nın merceğine takılan JETPA skandalı ile ilgili kişiler arasında yer alan birinin, yıllar sonra Türk-Alman Üniversitesi’nde Destekleme Vakfı Başkanı olabilmesini ve bu görevi Prof. Dr. Halil Akkanat sonrası da sürdürebilmesini kamuoyunun takdirine bırakıyorum.
8- TAÜ Destekleme Vakfı üyeleri arasında yer alan Prof. Dr. Abuzer Kendigelen ve Prof. Dr. Halil Akkanat, FETÖ’nün kozmik hukuk bürosu olarak da bilinen Yüksel-Karkın-Küçük Hukuk Bürosu ile yakın ilişki içinde bulunmuşlar mıdır? 2017 yılının Ekim ayında Çağlar Cilara’ya konuk olan Prof. Dr. Abdürrahim Karslı’nın demeçleri, 09.10.2017 tarihinde ODATV tarafından İstanbul Üniversitesi’ni Karıştıracak Açıklama başlığıyla verilmiş ve Hukuk Fakültesi’nin en tepesindeki kişinin FETÖ’cü olduğu ima edilerek ʺ…Hukuk fakültesinde ileri gelen insanlar; bu cemaatle o dediğimiz manada iltisak ve irtibatlı olan, cemaate bilirkişi raporları yazan, Hoca’yı beraat ettirmeyi çalışanlar…ʺın varlığından bahsedilmiştir. Bu kişiler arasında acaba Prof. Dr. Halil Akkanat ve Prof. Dr. Abuzer Kendigelen yer almış mıdır?
SARAÇ VE ÖZVAR’A ÇAĞRI
Uzun yıllar YÖK Başkan Yrd. ve YÖK Başkanlığı yapmış olan ve Türk Alman Üniversitesi’nden eski Rektör Prof. Dr. Halil Akkanat’tan geçtiğimiz yıl Fahri doktora unvanı alan Prof. Dr. Yekta Saraç’a aşağıdaki soruları kamu vicdanı adına yöneltmek istiyorum.
1- Prof. Dr. Akkanat hakkında 2016 yılında FETÖ iddiası ile ilgili soruşturma dosyası var iken, 2018 yılında yeniden nasıl Rektör seçilebilmiştir? Mevzuata göre hakkında FETÖ/PYD soruşturması bulunan biri hukuken Rektör olarak seçilebilir mi? Aynı şekilde kadrosunun bulunduğu İstanbul Üniversitesi’nde niçin hakkında soruşturma başlatılamamıştır?
2- Kendisi hakkında YÖK’e 15 Temmuz sonrası süreçte savcılık ya da güvenlik bürokrasisi tarafından ulaşan olumsuz dosya, bilgi notu ya da güvenlik raporu var mıdır?
3- Prof. Dr. Halil Akkanat, YÖK tarafından sürekli bilinçli bir şekilde korunmuş mudur?
4- Kendisi hakkındaki olumsuz olduğu iddia edilen MİT güvenlik raporu sumen edilmiş midir? Rektörlük sürecinde Cumhurbaşkanı Erdoğan acaba yanlış mı bilgilendirilmiş ya da yönlendirilmiştir?
5- Prof. Dr. Halil Akkanat döneminde kaç öğretim üyesi haksız yere görevinden uzaklaştırılmıştır, kaç öğretim üyesine uydurma soruşturmalarla mobbing yapılmıştır? Bu öğretim üyelerinin kaçı idari yargıda haklarını kazanarak geri dönmüştür?
6- Ailelerinin dişinden tırnağından artırarak kendi imkânları ile okuttuğu pek çok genç akademisyen kasıtla, husumetle görevlerinden uzaklaştırılırken; Prof. Dr. Halil Akkanat’ın kızı ve damadının görev yaptığı aynı fakültede Prof. Dr. Abuzer Kendigelen Dekanlığı döneminde asistan alınmaları tesadüf müdür?
7- Her yıl darbe girişimini anlamak ve analiz etmek için Uluslararası 15 Temmuz Sempozyumu’nun düzenleyicileri ve konuşmacıları arasında yer alan Marmara Üniversitesi eski Rektörü ve yeni YÖK Başkanı Prof. Erol Özvar, kendi kurumunu ilgilendiren bu iddialar hakkında bir şeyler diyecek midir?
HSK’YE ÇAĞRI
Rektörlük gibi üst düzey kamu görevi ifa etmiş olan Prof. Dr. Halil Akkanat hakkında FETÖ/PYD iddiaları ile 2016 yılından bu yana (ayrıca 2022 yılına ait) İstanbul Cumhuriyet Savcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu’nda açık olan soruşturma dosyaları niçin yıllardır sonuçlandırılamamaktadır?
SONUÇ
Bilindiği üzere İst. Ünv. Hukuk Fakültesi, ülkemizin ilk hukuk fakültesi olma özelliğini taşıdığı gibi, hukuk alanında önemli ve güçlü bir geleneğin de temsilcisidir. İst. Ünv. Hukuk Fakültesi’ni Mustafa Kemal Atatürk ilk kez 15 Aralık 1930 yılında ziyaret ederek, aşağıdaki resimde görüldüğü gibi bütün ısrarlara rağmen saygısından dolayı ayakta ders dinlemiş ve ayrılışında da Muammer Raşit Bey’in sunduğu, Darülfünun Hatıra Defteri’nin ilk sayfasına şunları yazmıştır:
"İstanbul Darülfünunu’nda yüksek profesörler ve kıymetli gençlerle yakından tanıştığıma çok memnun oldum. İlim timsali olan bu yüksek müessesemizin büyük hizmetleri ile iftihar edeceğimize şüphe yoktur."
İstanbul Üniversitesi SBF mezunu (1989) ve bu üniversitenin eski hukukçuları olan merhum Prof. Dr. Ali Ülkü Azrak, Prof. Dr. Belgin Erdoğmuş, Prof. Dr. İsmet Giritli ve Prof. Dr. Yıldızhan Yayla gibi müstesna hocalarından hukuk dersleri almış biri olarak, aklıma bazen ʺacaba Atatürk bugün mezarından kalkıp aynı yere gelse nasıl davranırdı? Yukarıdaki resimdeki tazim ve saygıyı gösterir miydiʺ sorusu gelmektedir.
Acaba Prof. Dr. Halil Akkanat, Prof. Dr. Abuzer Kendigelen, Prof. Dr. Zekeriya Kürşat, Prof. Dr. Murat Atalı, Prof. Dr. Zafer Zeytin, Doç. Dr. Nejat Aday hukukçu kimlikleriyle belli bir amaç ya da amaçlar için işbirliği halinde mi hareket etmişlerdir.
PROF. DR. ŞENER AKYOL: HUKUKSUZLUĞUN BİR PARÇASI OLACAĞINIZA TAŞ OLUN
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin eski kuşak değerli hocalarından Prof. Dr. Şener Akyol’un yanında yetişen Prof. Dr. Halil Akkanat’ın, başta şahsım olmak üzere hukuksuz bir biçimde birçok değerli akademisyenin kariyeri ile oynaması büyük bir ironi olsa gerek.
Prof. Dr. Şener Akyol için 2011 yılında hazırlanan Armağan kitabının takdim yazısını kaleme alan Prof. Akkanat, hocasından bahsederken ʺ…ʻhukuksuzluğun bir parçası olacağınıza taş olunʼ veya ʻyirmi tırnağım yakanızdadırʼʺ şeklindeki sözlerini hatırlatırken, devamında da ʺ…kindar olmamayı, vefakarlığı, başka türlü düşünen ve yaşayanların yaşantı ve hayat algılarına saygılı olmayı... hep Şener Hocamızla paylaştığımız hayatı yaşayarak öğrendik...ʺ demektedir. Yukardaki sözlerin sahibinin gerçekten hukuksuzluğun bir parçası olmamayı, kindar olmamayıProf. Akyol’dan öğrendiği konusunu, akademik camiada her iki hocayı da tanıyanların takdirlerine bırakıyorum.
Bu yazının amacı, öncelikle şahsımdan örnek vererek üniversitelerde sahip oldukları kamusal yetkileri özellikle genç akademisyenlere karşı iş birliği halinde sistematik ve sürekli bir biçimde husumetle kullanan Rektör ve Dekanlara ve bunlara yıllarca sessiz kalan YÖK’e karşı kamuoyunda farkındalık yaratmaktır. Diğer önemli amacı ise, hakkında 15 Temmuz’dan hemen sonra FETÖ iddiası ile soruşturma açılan ve güvenlik soruşturmalarının olumsuz olduğu iddia edilen bir kişinin nasıl yeniden Rektör seçilebildiğinin açıklığa kavuşturulması olacaktır. Böyle bir araştırma, yakın dönem Türk akademisi ve YÖK ile ilgili varsa karanlık noktaların ya da karanlık ilişki ağlarının ortaya çıkarılmasına vesile olacaktır.
Son olarak, yaklaşık sekiz yıldır vermiş olduğum hukuk mücadelesinde büyük bir özveri ve inançla davalarımı üstlenen ve hala sürdüren değerli hukuk insanı avukatım Fazlı Dağdeviren’e bilvesile teşekkür etmeyi bir borç biliyorum. Yazının içeriği ile ilgili tüm yasal sorumluluk tamamen şahsıma ait olup, içeriğinden rahatsız olanlar ellerindeki tüm somut bilgi ve belgelerle adli makamlar nezdinde rahatlıkla girişimde bulunabilirler.
Son 11 yılda harcanan paraya bakıldığında taşıt alımı için 6,1 milyar lira, kiralama için de 4,8 milyar lira ödenmiş.
Birileri bu rakamları okuduğunda, “Ne yani, yüz milyarlarca liralık bütçenin içinde binde 1 gibi oranları tutan bu harcama kalemi için konuşmaya değer mi?” diyebilir.
Doğru, oran küçük ama mide bulandırıcı. Dahası o araçların durdukları yerde para harcadığını, birer şoförünün, korumasının olduğunu, su değil benzin yaktığını, tamir ve bakım giderlerinin bulunduğunu eklediğimizde ortaya çıkan toplam hayli can sıkıcı.
2018 yılında eski Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak adım atmış bu konuda. Albayrak, belediyelerden ve kamu kurumlarından sahip oldukları ve kiraladıkları araç envanterlerini istemişti. Amacı önce azaltmaya gitmek, sonra da araçların modelleri ve yerli olanlarının tercih edilmesi yolunda adımlar atmaktı. Öte yandan hem kamuda hem de belediyelerde bütçede başlattığı tasarruf hamlesine paralel olarak belli harcama kalemlerinden de kurallar koymaya hazırlanıyordu. Temsil, ağırlama, karşılama, konaklama giderlerinde örneğin.
Ama ne yazık ki bakanlık ömrü yetmedi bunu hayata geçirmeye. Bürokratlar bayram etti.
Yukarıda da belirttiğim üzere temsil, ağırlama ve karşılama giderleri hiç de az değil kamu ve belediyelerde.
Yenilen yemekler, verilen davetler, düzenlenen dandik festivallerde sahneye çıkan dandik şarkıcılara ödenen milyonlar, lüzumsuz kaldırım yenilemeleri ve vahşi bahçe düzenlemelerinin haddi hesabı yok.
Siyasetçilerinden danışmanlarına kadar tam bir araç saltanatı var Türkiye’de… O çakarlı makam araçlarının milletin sinirlerini nasıl zıplattığını hâlâ anlayabilmiş değiller.
Sanki bir danışman, daire başkanı ya da filanca kuruluşun müdürü şoförlü makam aracına binmediğinde incileri dökülecek.
Doğru, bütçe içindeki yerine bakıldığında çok büyük bir miktar oluşturmuyor gibi görünüyor ama yılda 3-4 milyar liralık tasarruf az buz bir miktar mı?
Eğer devlet, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nden başlayarak, bakanlıklarda, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, belediyelerde, makam harcamalarında, ağırlama ve temsil giderlerinde tasarrufa gider ve bu gözle görünür bir hal alırsa HALKIN MORAL VE MOTİVASYONU AÇISINDAN OLUMLU ETKİLERE sebep olur.
Evet, TASARRUF ÇAĞRISI iyidir de sonuçta benim gibi emekli maaşı 7 bin 500 liradan 500 lira zamla 8 bin liraya çıkan emeklilerin ve asgari ücretlilerin tasarruf yapabileceği bir kalem yok. Onlar araçları varsa bile bu benzin zamlarından sonra kullanmayı tercih etmeyeceklerdir artık. Belki aküsü boşalmasın diye iki üç sokakta şöyle bir tur attırırlar hepsi bu.
Ama öte yandan ne kadar zam yapılırsa yapılsın harcamaya devam eden bir 10-15 milyonluk kitle var Türkiye’de. Talebin büyük çoğunluğunu oluşturan bu kitlenin harcamalarına ara vermeden devam etmesi enflasyonu kontrolsüz güç haline getirmeye devam ediyor. Dolayısıyla zaten “zorunlu tasarruf” halindeki alt sosyoekonomik katmanlar daha da ezilmekte.
Sonra tarlasını satıp emekli ikramiyesiyle birleştirerek ev alan, “Geri kalan ömründe kira gelirim ve 8000 liralık emekli maaşım bana az buçuk yeter” diyen ev sahibini cezalandırıyorsun medyada peş peşe çıkan “kötü ev sahipleri” örnekleriyle… Tamam, kiracıları koruyun ama ev sahiplerinin hepsi de rantiye değil ki. Rantiye oranı yüzde 5 bile değil.
Beyan edilen vergilerin yalnızca yüzde 49’unun ödendiği bir ülkede, vergi kaçağı aşırı boyuttaysa, bu açığı sadece ÖTV’lere yapılacak zamlarla, ev sahiplerine kesilen faturayla kapatmanın haklı ve adil bir yanı yok. Sosyal dengeyi sağlamak için dezavantajlı kesimlerin devlet tarafından desteklenerek bu sürecin doğru yönetilmesi gerekiyor.
Şu andaki ekonomi yönetiminin parasal sıkışma adı altında, kredileri sınırlayarak piyasadaki parayı azaltmaya çalışması, içi boş şirketlerin yok edilmek istenmesi ve buna bağlı olarak talebin düşürülmesinin hedeflenmesi iyi güzel ama bu arada olan en alttakilere oluyor.
Bildiğimiz IMF politikaları uygulanıyor yani.
İyi güzel, onlar yapacağına biz yapalım da sosyal dengeyi bozarsak bu iyi sonuçlar vermez, akıldan çıkarmayalım.
.
CHP’ye yönelik umutsuzluk Türkiye’yi tehdit ediyor
CHP yönetiminin akıl almaz izansızlıkları ve parti içi muhalefetin kripto tutumu, yaşanan çalkantılar parti tabanında büyük umutsuzluğa ve güvensizliğe sebep oluyor. Parti içi değerler sistemi tamamen altüst olurken siyasete olan inanç CHP tabanında artık anlamını kaybetti.
Çeşitli bakanlıklarla birlikte MİT Başkanlığı'nın seçim öncesi gizli bir protokolle ırkçı bir partiye devredildiğini öğrendiğimizde yaşadığımız şoku artık anlatmayayım. Nasıl bir tehlikenin eşiğinden döndüğümüzü zaten hepiniz biliyorsunuz en ince ayrıntısına kadar… Bu tavizleri koparan Ümit Özdağ’ın, “Kemal Kılıçdaroğlu iktidara gelirse ülkede iç savaş çıkar” derken ne demek istediğini de o zaman anlamış olduk. Meğer İçişleri Bakanlığı ve MİT Başkanlığı'nı bizzat kendi ele geçirerek yapacakmış bunu.
Yetmiyor tabii…
Günlerdir CHP’de olan bitenleri ibretle izliyoruz.
Partideki çalkantıları, kimi belediye başkanlarının parti genel merkezine şehirlerarası yürüyüş yapıp koltuk fırlatmalarını, İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun paralel genel başkan gibi parti ileri gelenlerini etrafına toplayıp illegal zoom toplantıları yapmasını ve bunu da pişkin pişkin, “Zaten gizli değildi ki bugüne kadar 200 toplantı yaptık böyle” diye özrü kabahatinden büyük açıklamalarını, CHP’nin Halk TV ile olan yüz milyonlarca liralık sözleşmesini feshettiğini ve böylece “tarafsız yayıncılık” iddiasındaki yayın kuruluşunun aslında bir parti organı olduğunu, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun belediye başkanları ile yaptığı toplantıda “Gel seninle dışarıda görüşelim” tehditlerinin havada uçuştuğunu…
Kemal Kılıçdaroğlu partiyi Ekrem İmamoğlu ve arkadaşlarına teslim etmek istemiyor. Bunun için her şeyi yapacak gibi görünüyor. Halk TV olayı bu anlamda çok net bir tavırdı. Kemal Bey'in, “Artık bizim o TV ile hiçbir kurumsal ilişkimiz olmayacak. Ben o televizyona kimlerin destek verdiğini biliyorum” sözleri açıktı. Kim destek verecek tabii ki İmamoğlu… Parayı veren düdüğü çalıyor haliyle.
Ama bu sözler aynı zamanda sonrasında neler yapabileceğinin de işareti. Zaten kendisinden sonra gelecek CHP Genel Başkanlığı koltuğunu bırakacağı kişiyi tarif ederken kullandığı ifadelerin alt okuması, Ekrem İmamoğlu’nun başına gelebileceklerinin özeti gibiydi:
"Eğer geçmişinde para pul ilişkileri, lekesi olmayan biri çıkarsa ben de bu görevi bırakacağım."
Geçmişinde para pul ilişkileri ve lekesi olmayan biri…
Ekrem İmamoğlu’nun nesi var?
İmamoğlu eğer ısrar ederse yine zoom toplantılarının ifşası ya da Halk TV sözleşmesinin iptalinde olduğu gibi yeni bir şeyler mi ortaya çıkacak?
Yani CHP’ye bir TEMİZ ELLER OPERASYONU mu gelecek?
Kemal Bey’in dilinin altında neler var?
Israrla makamını bırakmadığına göre CHP’de bir tane bile GEÇMİŞİNDE PARA PUL İLİŞKİSİ VE LEKESİ OLMAYAN KİMSE yok mu?
İşte tüm bu olup bitenler, CHP’lilerde derin bir umutsuzluk ve vazgeçmişliği beraberinde getiriyor.
En tehlikeli olan psikolojik atmosfer de budur inanın.
Türkiye’de siyasetin omurgasını oluşturan birkaç partiden biri olan CHP’de yaşanan çözülme toparlanamazsa, ortaya çıkacak ırkçı ya da başka ideolojik yapılanmalara ilgi giderek büyür ve yeni mecralara yol açılır.
Kısaca AK Parti ve iktidar medyası, CHP’de yaşananlara “Daha beter olsunlar” gözüyle bakmaktan vazgeçmeli, çünkü ana akım bozulduğunda bunun yan etkilerinin tüm Türkiye’ye sirayet edeceğini şimdiden öngörmek gerekir.
Geçmiş yıllara, 90’lara bakın. 12 Eylül faşizminin enkazı bir siyaset ortamı, parça pinçik olmuş partiler, ardı arkası kesilmeyen koalisyon hükümetleri, ekonomik istikrarsızlık ve terör…
2002’den sonra bu ülkenin yaşadıkları da az buz şeyler değildi ama en azından bir siyasi istikrar vardı. Halen var. Seçimler yapıldı, kazanan parti hükümet etmeye devam etti. Şimdi birtakım açık yaraları kaşıyarak ve kanatarak kaos atmosferini körüklemeye azimli projeler ortaya çıktı.
Kimler olduğunu siz de açık seçik görüyorsunuz.
Bu yüzden CHP’ye de istikrar gelmeli. Proje isimlerle değil ama.
İnanın şu yaz sıcağında canım hiç CHP yazmak istemiyor. Nasıl olsa iktidara yakın bazı isimler fiks her gün “Buradan bize iyi ekmek çıkar, hem Başkan’ın da hoşuna gider” diye ya CHP’ye ya da Kemal Bey'e paso çaktıkları için bize gerek kalmıyor. Ama kardeşim bir bırakmıyorlar ki insanı. Her gün patlayan yeni bir bomba insanı hakikaten mecbur bırakıyor. Bir de oradan buradan işittiklerimiz üzerine eklenince çare kalmıyor.
Hele sonuncusu.
İnanamamıştık ama doğrulandı.
Muhalefet medyasının en çok ses çıkaran isimleri bayramlık ağızlarını açtılar, kapamıyorlar.
Benim dikkatimi çeken İzzet Çapa oldu.
Kemal Kılıçdaroğlu’nu, “Kaybettiğinin şuurunda olmayan” diye tanımlamakla kalmıyor, “Çok üzgünüm ama bu adam artık ULUSAL GÜVENLİK MESELESİ, gerçeklikten bu kadar kopmuş bir muhalefet lideri ülke adına tehlike” diyebiliyor.
Biz bunu yıllardır söylüyorduk zaten. Beyin uyuşukluğu içinde olanların göremediğini yani.
Sırf tüm KHK’lıları görevlerine iade edeceğini, cezaevlerindeki FETÖ’cüleri çıkaracaklarını ifade etmesi bile İzzet Çapa gibiler için ipucu olmalıydı ama biliyoruz ki idraksizlikleri artık vaka-i adiyeden. 25 milyon insan gidip paşa paşa oy verdi. Az buz değil. Şimdi genel başkanlığı bırakmıyor diye ağızlarına geleni söylüyorlar. Yoksa neden ulusal güvenlik meselesi olduğuyla ilgili en ufak bir fikirleri yok. Bir parti lideri sırf genel başkanlığı bırakmıyor diye ulusal güvenlik meselesi nasıl olur arkadaş.
Adam dün akşam doğal olarak, “Kendi kendimi mi değiştireyim? Bir partinin genel başkanını kurultay belirler” diyor.
ASIL ULUSAL GÜVENLİK MESELESİ O PROTOKOLMÜŞ
Oysa asıl ulusal güvenlik meselesinin ne olduğunu yine dün akşam öğrendik.
İki seçim arasında şipşak ittifak yaptığı Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ ile gerçekten bir gizli protokol imzalamış. Biz bunu Ümit Özdağ’dan işitince, her söylediği yalan çıktığı için “Sallıyor işte” deyip geçmiştik. Meğer doğruymuş ve Kılıçdaroğlu, Ümit Özdağ’a gizli protokolle tam da dediği gibi İçişleri Bakanlığı ve bir başka bakanlıkla birlikte MİT Başkanlığı'nı da vermiş.
Şu işe bakın.
Ümit Özdağ gibi tehlikeli birine bu ülkenin biri İçişleri Bakanlığı gibi çok ama çok önemli bir bakanlığı, en kritik makamının (MİT) başkanlığını teslim edecek kadar gözü dönmüş bir isimden bahsediyoruz. Ülkede 12 Eylül benzeri iç savaş ortamı yaratmak için en ideal seçim.
Akıl alır gibi değil, tam bir delirmişlik hali.
Beyler, hanımlar… CHP’ye oy verenler… Sadece ülke değil, sizler dâhil hepimiz ucuz kurtulmuşuz da haberiniz yok.
Şimdi de ondan geri kalır yanı olmayan Ekrem İmamoğlu’na bel bağlamak gibi yine gaflet ve dalalet içindesiniz. İmamoğlu gerçeğiyle karşılaştıktan sonra söyleyeceklerinizi işitmek bile istemiyoruz inanın. Bıktık artık sizin basiretsiz seçmenliğinizden.
Hâlâ akıllanmadınız bir türlü.
Ne güzel demiş Canan Kaftancıoğlu İmamoğlu için:
“İÇTEN PAZARLIKLI.”
En güzel tanım bu. İçinde her şeyi saklıyor.
Tıpkı Canan Hanım'ın dediği gibi "Değişim" denen zımbırtıyı (Kusura bakmayın bu terimden dolayı ama bu kelimeyi kullananların hiçbiri içini doldurmadı) 12 yıldır Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanında durup her hatasını onaylayanlar mı yapacak?
KATİL KÖPEKLER VE İSTANBUL VALİSİ’NİN ÇARESİZ ÇABASI
Önce bir sevindik İstanbul Valisi Davut Gül’ün 39 ilçe ilçe kaymakamlığına “sokak köpeklerini toplayın” talimatını gönderdiğiyle ilgili haberi okuyunca.
Ama devamında aslında bildiğimiz gerçek suratımıza yeniden çarptı.
Talimatta, “Sahipsiz ve güçten düşmüş hayvanların en hızlı şekilde yerel yönetimlerce kurulan veya izin verilen hayvan bakımevlerine götürülmesi zorunludur. Bu hayvanların öncelikle söz konusu merkezlerde oluşturulacak müşahede yerlerinde tutulması sağlanır. Müşahede yerlerinde kısırlaştırılan, aşılanan ve rehabilite edilen hayvanların kaydedildikten sonra öncelikle alındıkları ortama bırakılmaları esastır” deniliyordu.
Kısırlaştır, aşıla, rehabilite et ve aldığın ORTAMA bırak.
O ortam neresi?
SOKAKLAR…
Vallahi çok iyi.
Köpeklerin kısırlaştırınca ısırmadığına dair bir şayia var! Buna inananlar her seferinde acı gerçeği kuduz aşısı olurken idrak ediyor ama neyse.
Yetmez bence, çocukları ve kedileri boğarak öldüren sahipsiz sokak köpekleri can aldıkları için belki bunalım geçiriyorlardır, bir dizi terapi seansına alınsalar daha iyi olur.
Vali Davut Gül başka bir şey yapamaz.
Ortada koskoca 5199 SAYILI YASA var ki emrettiği bu. Vali Gül de bunu uyguluyor. Ötesine geçemez.
Türkiye’de her yıl 50’yi aşkın yetişkin ve çocuk sokak köpeklerinin saldırısında ölüyor.
Çok trajik biçimde kuduzdan hayatını kaybeden çocuklar ve yetişkinler var.
Her ölümde insanlık bir kez daha ölüyor.
Bu çocukların anne babalarının AH’ı birilerini fena tutacak bunu bilin.
O sokak köpeklerinin BARINAKTA TUTULMA ZORUNLULUĞU’nu getirmeyen 5199 sayılı yasayı çıkaranlardan bahsediyorum tabii.
Çocukların canını sokak köpeklerinden kim kurtaracak?
Yeter artık üç maymunu oynadığınız.
Çocuklar ölüyor kılınız kıpırdamıyor.
Bu kadar mı vicdansızsınız, bu kadar mı yüreğiniz karardı?
Yazıklar olsun.
.
İmamoğlu’nun kripto toplantısını CHP değil FETÖ sızdırdı, nedeni ise belli…
Dün gece saat 01.00’den itibaren sosyal medyaya düşen video konuşuluyor. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu başkanlığındaki zoom toplantısı. Katılanların hepsi CHP’nin ense kulak yerinde isimleri. Kemal Kılıçdaroğlu’nun parlamentoya veda konuşmasında salya sümük ağlayan Grup Başkan Vekili Özgür Özel mi dersiniz, Gökhan Günaydınmı,Engin Altaymı,Bülent Tezcan mı? Hepsi sıra sıra dizili. Kemal Kılıçdaroğlu’nun herhalde basireti bağlandığı için teşkilattan sorumlu Genel Başkan Danışmanı olarak tayin ettiği Engin Özkoç’un da onlarla birlikte olduğunu öğreniyoruz. Kemal Bey kediye ciğer emanet etmiş yani. Diğerleri; Veli Ağbaba, Onursal Adıgüzel, Selin Sayek Böke, Hakkı Süha Okay, Muharrem Erkek, Gökhan Zeybek, Yaşar Seymen, Sevgi kılıç, Pınar Uzun, Turan Aydoğan , Ahmet Hakan Uyanık…
İmamoğlu’nun amiri pozisyonunda olanlar onun memuru gibi sıraya geçip “arz ediyorlar” hürmetlerini eksik etmeyerek… Artık AKSİYON alacaklarmış. İmza toplayıp partiyi olağanüstü kurultaya götürecek yolların taşlarını döşüyorlar. Parti Meclisi’ni toplantıya çağırmak için 13 imza yetiyormuş. Onu, hatta fazlasını toplamışlar.
Ama benim dikkatimi çeken, Amerika’daki bazı “cemaat” toplantılarında şimdi FETÖ firarisi olan isimlerle birlikte boy gösteren ve onlarla fotoğrafları olan Engin Özkoç, Bülent Tezcan ve Gökhan Günaydın’ın İmamoğlu’nun saflarında hizalanması…
İMAMOĞLU NEDEN KEMAL BEY'İN EN BÜYÜK RAKİBİ?
Evet, Ekrem İmamoğlu CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yerine geçebilecek en önemli isim. Sebebi şu açıklamada saklı:
“Hiçbir gizli tarafı yok. Partimizle ilgili mevzuları partimizin yetkilileri ile konuşuyoruz. Bizim böyle 200’e yakın toplantımız olmuştur, konuşulan mevzular partinin mevzularıdır, onları masalarda konuşacağız… Partimizin içindeki mevzuları partimizin içinde tabii ki çekinmeden konuşacağız…”
Çok enteresan. Madem açıktı neden bugüne kadar 200 gizli toplantı yaptınız? Neden kimsenin haberi olmadı bundan? Madem açıktı neden “sızdırmadan” bahsediyorsunuz.
Soru çok, ama siz İmamoğlu’nun kişilik özelliği hakkında ne demek istediğimi anladınız sanırım; PİŞKİNLİK… Bu konuda Kemal Bey'le yarışabilecek ve hatta ona bu konuda eline su döktürebilecek tek kişi İmamoğlu.
Çünkü şu anda CHP genel yönetimine ve başkanlık katına hâkim olan ideoloji, pişkinlikle birlikte; yalan, iftira, çarpıtma, sızdırma, kasetçilik, linçleme, itibarsızlaştırma… CHP Genel Merkezi’nin kontrolündeki trol ordusunun Muharrem İnce’yi FETÖ’cülerin iftiraları ve montajlanmış kasetleriyle nasıl adaylıktan çekilmeye mecbur bıraktıkları unutulur gibi değildi mesela.
Bu satırlar yazıldığında CHP MYK’sı devam ediyordu. Anladığım kadarıyla bu isimlerin her biri hakkında işlem yapılacak. Bazılarının "Parti teamüllerine ve disiplinine aykırı hareket ettikleri gerekçesiyle istifalarının isteneceği” konuşuluyor. Çıkınca okuruz hep birlikte.
Zoom toplantısında İmamoğlu mahallelerde nasıl gittiklerini soruyor katılanlara ve bilgileri tek elde topluyor. Bal gibi kurultaya hazırlandığı ortada ama dedim ya adam pişkin. İster istemez şapka çıkartıyorsunuz bu özelliğine.
BU VİDEOYU FETÖ SIZDIRDI ÇÜNKÜ…
Gelelim başlıktaki mevzuya.
Kimi CHP yandaşı yazarlara göre bu videoyu CHP Genel Merkezi sızdırdı ve bu da Tanju Özcan’ın sızdırdığı ses kaydının rövanşı. O ses kaydında Kılıçdaroğlu Gençlik Kolları toplantısında “Kaç kere söyledim, atın bu adamı” diyordu.
Ama gerçek öyle değil.
Çünkü CHP’deki parti içi siyaset öyle kaygan ve ıslak zeminde yapılıyor ki partide her an birinin ayağı kayabilir, vazgeçebilir, çıkarları diğer tarafta yer almayı gerektirebilir insanlarla dolu. Misal bu toplantıya katılan önemli bir ismi Kemal Bey arasa ve “Sana şu makamı veriyorum, seni şuradan aday yapıyorum” dese hemen meyledecek çok kişi vardır. Ama onları tam İHANET TOPLANTISINDA İŞ ÜSTÜNDEYKEN ortaya çıkaran bu videodan sonra bu çok zor. Şu anda bütün katılan isimlerin tamamı Ekrem İmamoğlu’nun etrafında konsolide edilmek üzere teşhir edilmiş oldular. Artık kaçarları yok, açık ve net bir mücadeleye girmek zorundalar.
Çünkü Kemal Kılıçdaroğlu seçimleri kaybedince FETÖ de bir beş yıl kaybetti. FETÖ’nün, seçim öncesinde Kemal Bey'in, “Tüm KHK’lıları işlerine geri döndüreceğiz ve cezaevlerini boşaltacağız” gibi akıl almaz vaatlerde bulunmasına da aldırmadan “Bu vaatleri biz Ekrem İmamoğlu’ndan fazlasıyla alırız, üstelik onun bize daha fazla faydası dokunur” çıkarımıyla harekete geçtiği çok muhtemel.
Kısaca bu SIZDIRMA KASET EKREM İMAMOĞLU’NUN İŞİNE YARADI, çünkü onunla birlikte ismi çıkanlar artık damgalandılar. Ya hep ya hiç diyecekler mecburen. Kısacası Ekrem İmamoğlu bu sızdırma işini kendisi mi yapmıştır sorusunun cevabını buradan veremiyorum. FETÖ’nün yapma ihtimali yukarıdaki sebeplerle çok muhtemel.
Peki İmamoğlu’na yaramış mıdır? Evet, hem de fena halde.
Kemal Kılıçdaroğlu’nun işi bundan sonra biraz zor ama benim bildiğim Kemal Bey onları tek ayak üstünde halleder
İngiliz yardım kuruluşu Oxfam'ın raporuna göre dünyanın en zengin yüzde 1'lik kesiminin serveti, geri kalan yüzde 99'luk kesimin servetinin toplamına eşit.
Türkiye, bu yüzde 1’lik küresel yönetim şebekesinin yönettiği dünyada kendisine bir yer açabilmek için çırpınıyor. Sanayi ve ulaştırma altyapısını son 20 yılda 50 yıl ileriye götürerek, Millî Savunma Sanayii’nde müthiş adımlar atarak bunu başardı. Ama sonuçta önünde katedeceği uzun bir yol var. Misal ürettiği ve yazılımı kendine ait Millî Muharip Uçağı’nın motoru ABD’den. Ülkemizin uçak motoru üretme çalışmaları tüm hızıyla sürüyor ama yetişebilmesi 2033 yılını bulacak. Keza helikopterlerimizin, İHA ve SİHA’larımızın da durumu aynı.
Bağımsız, kendine yeten, diğer Batılı gelişmiş ülkelerle rekabet eder konuma gelebilecek bir ülke olabilmenin yapı taşları böyle döşeniyor. Ama bunu yaparken ülke içinde hem ekonomik hem de siyasi istikrar, huzur ve barış ortamı elzem, gerekli şart.
Gelgelelim ülkemizin şanssızlığı burada başlıyor.
Anlatayım mı terör ve FETÖ sorunundan başlayarak, yediğimiz darbelerden ve uğradığımız uluslararası ekonomik-finansal saldırılara kadar hepsini. Üstüne deprem, sel felaketi ve yangınları…
Tüm bunların üzerine tüy dikecek, yeryüzünde hiçbir ülkede olmayan bir felaket daha var:
Ülkesinin kötülüğünü ve batmasını isteyen, vatanını bir kolonyal ülke formuna getirilmek üzere paketlenip fiyonklanmış olarak Batı’ya ikram etmek niyetinde olan bir muhalefet.
Dünyada eşi benzeri yok dediğim gibi. Devlet bütçesine yaklaşık 104 milyar dolar yük getiren yüzyılın depreminin etkilerini daha 10 yılda saramayacak olsa bile seçim öncesi vatandaşlara her türlü uçuk vaatte bulunan bu muhalefete ülkeyi teslim etmemek için seçim kazanmaya odaklanan Cumhur İttifakı’nın lideri Tayyip Erdoğan doğal olarak büyük bir YÜK altına girdi. Yüksek dövize, yüksek enflasyona, hayat pahalılığına yaklaşık 5 milyon EYT’li, emekli maaş zamları, asgari ücret, memur maaş zamları eklendiğinde geliyordu gelmekte olan.
Ve geldi.
Evet, herkese zam yaptı Erdoğan. Ülke emekli cennetine döndürüldü aslında cehennemin kapıları açılarak. 27 milyon sigortalının ödediği primlerle 20 milyon emekliye bakılamayacağı çok açık ortadayken üstelik.
Başta anlattığım O YÜZDE 1 var ya, çok mutluydular olan bitenden.
Gerçi darbeleri filan başarısızlığa mahkûm olmuştu ama ne gam, Altılı Masa gibi bir muhalefetleri, düşman başına bir adayları, gözünü vatandaşın cebine dikmiş çakal marketlerle fırsatçı tacirlerin kurdukları tedarik network’ü gereğini yapıyordu.
Bu işler böyledir.
Darbeyle teslim alamazlar ama yollar tükenmez.
Sen bağımsızlığını kazanmak için “Düşük faiz-düşük enflasyon” der ve elinden geldiğince finansal krizi engellemeye çalışırsın, bu arada yatırımları hızlandırır ve istihdamı artırırsın, dolayısıyla işsizliği düşürürsün ama o YÜZDE 1’in elinde dediğim gibi bir muhalefet aparatı vardır. Goygoyunu yapan, ülkenin içinden geçtiği badirelerden dolayı tek bir sorumluluk hissetmeyen, darbe kaçkını ödleklerin başını çektiği bir muhalefet.
“Seçimle kazanacağız, bunun için muhalefeti destekleyeceğiz” demiştir ya bunak, odur yapılan.
Kazanamadılar ama netice de arzu edilen istikamette hasıl oldu.
Vaatlerle talepler arasındaki dengenin şâkülü kaydı.
Sonuçta Erdoğan herkese zam yaptı. Ama ÖTV’ye, vergiye, KDV’ye, MTV’ye zam yapmayacağını söylemedi. Benzin 33 liraya çıktı. Niye ağlıyoruz? Sonuçta 2001 ya da 2020’den kötü değil durum. ÖTV’yi silmişti benzin fiyatından, geri getirdi. Kaldı ki asgari ücretle alınan benzin miktarı 2001’de 80 litreyken bugün 345 litre. 2020’de bile 320 litreymiş.
Şimdi herkes bu işin Mehmet Şimşek ile başladığını söylüyor ve ona kızıyor.
Şimşek’e kızmayın çünkü o İŞİNİ yapıyor.
Beni takip edenler bilir, geçtiğimiz yıllarda FETÖ ile ilgili yazılarımda bahsetmiştim sizlere FİL TERBİYESİ’nden… Şimdi FİL TERBİYESİ NASIL YAPILIR onu paylaşacağım sizle. Yalnız, kıssadan hisse çıkarmak istiyorsanız bir de FİL TERBİYECİSİ olduğunu unutmayın.
Dün bir Twitter hesabında yine görünce hatırladım. Çok enteresandır filleri terbiye etmek. Şöyle anlatılmış:
“Orman zeminine, filin içine düşebileceği büyüklükte bir çukur kazılır ve üzeri dallarla örtülür. Yavru fil gelip dallara bastığında çukurun içine düşer. Fil, çukurdan çıkmaya çabalar ama başaramaz, takatsiz kalır, kurtulma ümidi kaybolur, hayatına dair müthiş bir korkuya kapılır, çaresizce bir mucize kurtuluş yolu beklemeye başlar. Fil avcıları yüzlerini de kapatan ve tümüyle simsiyah giysiler içinde, ellerinde sopalarla gelip fili şiddetli bir şekilde döver, yara bere içinde bırakırlar. Hayvan, yediği sopaların ve yaralarının verdiği acıdan ve çukura düşmesi nedeniyle yaşadığı korkudan dolayı, hayatında görmediği bir bunalım ve ruhi çöküntü yaşar... Sonra aynı avcılar, ağaçların arkasına gider ve üzerlerindeki, siyah elbiseleri tümüyle çıkarıp, baştan aşağı beyaz elbiselerle ve ellerinde çeşit çeşit yiyecek ve meyve sepetleriyle geri gelirler. File şefkatle yaklaşır, onu besler, yaralarına pansuman yapar, okşayıp sever, güzel sözler söyler ve onu düştüğü çukurdan çıkarırlar. Fil beyaz giysili kurtarıcıların kendisine gösterdiği karşılıksız sevgi ve ilgiden dolayı o kadar minnettar kalır ki o andan itibaren ömür boyu onların gönüllü kölesi olur, her istediklerini yapar ve asla sözlerinden çıkmaz. Onların kendisini az önce tuzağa düşüren, bunalıma sürükleyen ve döven siyah giysili adamlar olabileceği aklına dahi gelmez.”
.
2028 için de umutlanmayın, basarak kirletemeyeceksiniz topraklarımızı…
"02.00 sularında aradım. Bu onunla son görüşmemizdi. Bu son görüşmemizin halet-i ruhiyesini anlatmak çok zor. Aramızda çok duygusal bir görüşme oldu."
Ve…
- Ömer, kardeşim 20 yıla yakın birlikteliğimize dayanarak sana tarihi bir görev veriyorum; Semih Terzi darbeci bir haindir, onu karargâha girmeden öldür. Bunun sonunda şehadet olduğunu biliyorsun, hakkını helal et.
- Emredersiniz, baş üstüne komutanım, hakkım helal olsun.
Karşılıklı telefonu kapattılar.
Sabaha karşı 02.16'da ÖMER HALİSDEMİR darbeci Semih Terzi'yi alnının çatından vurup öldürdü ve onunla birlikte gelen hainlerin kurşunlarıyla şehit oldu.
Konuşan emekli Korgeneral, efsanevi komutan Zekai Aksakallı. Gazeteci dostumuz Ardan Zentürk’e anlatıyor M-5 dergisi için.
Devam ediyor:
“16 Temmuz sabahı, Özel Kuvvetler Karargâhı'na ulaştığımda Ömer Halisdemir'in naaşının yanına gelerek onu alnından öptüm. 15 Temmuz 2016 saat 21.30'da başlayan mücadelemiz 16 Temmuz akşamına kadar devam etti.”
Talimatı aldı ve korkusuzca, emin adımlarla şehadete doğru yürüdü. Vatan sevgisi veriyordu kuşkusuz bu cesareti ona. Amerika’nın yetiştirdiği Fetullahçı terörist örgüt FETÖ’nün beslediği sürüngenlerle karşılaştırmayın şerefli Türk subaylarını.
Size oluyor mu bilmiyorum.
Ben Ömer Halisdemir’in aşağıdaki fotoğrafına her baktığımda kendimi tutamıyorum.
Ve bir fotoğraf daha var. Facebook sayfamda paylaşırken şunları yazmışım:
Bu yüz ifadesini ömrüm boyunca unutmayacağım. Şimdiden beynimin tüm hücrelerine yazıldı bile. Ömer Halisdemir'in babası. Omuz başında ise nasıl acı çektiği ve gözyaşlarını içine akıttığı her halinden belli olan ablası. Çekmeköy'de bir okula Ömer Halisdemir'in adının verilmesi nedeniyle düzenlenen törende.
Semih Terzi denen namussuz çok önemliydi. Gebertilmesi ise darbe girişiminin sekteye uğratılmasında önemli bir kırılma noktasıydı.
Zekai Paşa şöyle anlatıyor:
“Darbe girişiminin baş aktörlerinden Semih Terzi, Ankara ve Ankara'nın stratejik noktaları başta olmak üzere, Asayiş Kolordu Komutanlığı'na, Marmaris'te Cumhurbaşkanı'na operasyon dâhil bütün kritik kara darbe operasyonlarını yönetecekti. Bunları Silopi, Irak, İskenderun, Suriye sınırından ve diğer bölgelerden getireceği özel kuvvet birlikleri ile yapacaktı. Örneğin Marmaris'te Cumhurbaşkanı'na yönelik operasyonu yöneten Havacı General Gökhan Sönmezateş, emri Semih Terzi'den aldığını itiraf etmişti. Darbe girişiminde Semih Terzi Türkiye sathında önemli rol üstlenmişti. Semih Terzi'nin etkisiz hale getirilmesi, darbe girişiminin sekteye uğratılmasında çok önemli bir kırılma yaratmış, aralarında iletişimi koparmış, büyük bir moral çöküntüsüyle birlikte darbe faaliyetleri durma noktasına gelmiştir. Bunları kendi aralarındaki telefon görüşmeleri ve mesajlardan da anlamaktayız.”
SİZE YAĞMURLU HAVADA SU YOK
FETÖ’cüler şimdi yurt dışında kendi aralarında konuşuyorlar. Aftan söz ediyorlar utanmadan. Yeni hikâyeler uyduruyorlar alçak darbe girişimine dair. Neymiş Fetullah Gülen hoca efendimizin aslında hiç haberi yokmuş biliyor musunuz bu darbe girişiminden (!) Öğrendiğinde öyle üzülmüş ki hüngür hüngür ağlamış. Hatta “Bizim çocuklar bunu nasıl yaparlar” bile demiş.
Sahi kim bu kötü ve yaramaz çocuklar?
Biz söyleyelim.
Fetullah Gülen denilen Amerika’nın gayrimeşru veled-i zinasının köpeği olan alçağın yetiştirdiği, takiye ve hile yaparak sızdıkları ordumuzda şerefli Türk subaylarının üniformalarını giyip ülkemizi ele geçirmek isteyenler.
Ülkemizi altın tepside ABD’ye ikram edeceklerdi.
O sırada Moskova’da bulunan ABD Dışişleri bakanı John Kerry’nin taraflara İTİDAL tavsiye ettikten sonra, "Türkiye'de barış, istikrar ve devamlılık olmasını umuyorum" demesini Türkiye’de hiçbir insan evladı unutmamalı.
Taraflara İTİDAL nedir ki?
Taraflar kim?
Biri meşru seçilmiş hükümet, diğeri darbeciler.
Ama darbeciler kendi askerleri olunca iş değişiyor tabii.
İşte bu halk, TSK’daki, emniyetteki, sokaktaki vatan evlatlarıyla birlikte o itidal tavsiye edilen TARAFI ezdi.
Bugün büyük çoğunluğu cezaevlerinde.
Evet, açıkça söyleyelim. Bugün Türk cezaevlerinde Amerika’nın askerleri var. Biz onlara FETÖ’cü diyoruz. Aslında cezaevinde yatmamaları, onlara yatacak başka yer bulunması gerekirdi ama Türkiye bir hukuk devleti.
Ve darbeden sonra tespit edilen bazı FETÖ’cü askerlerin gözümüzün içine bakıla bakıla NATO bünyesinde çalıştırılmalarına devam edilmesi…
NATO diyoruz ya son zamanlarda, hani Kuzey Atlantik İttifakı.
Nasıl müttefik olduklarını 15 Temmuz’un yıl dönümü nedeniyle bir kere daha hatırlamak iyi olur.
Şimdi umutlanıyorlar Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Batı ve ABD ile yakınlaşıyor diye. Afla geri dönmenin ham hayali.
Çok beklersiniz.
2028’i de beklemeyin boşuna.
Gittiğiniz yerde kalın eğer birileri gelip sizi bulmazsa tabii.
Bu ülkenin tertemiz topraklarına o leş gibi ayaklarınızı dokunduramayacaksınız.
15 TEMMUZ ŞEHİTLERİMİZİ bir kere daha hürmetle, rahmetle, saygıyla yâd ediyorum.
Son üç gündür daha yoğunlukla işittiğim bir soru bu. Ama epeydir bu tarz sorulara sebep oluşturacak birtakım hareketlerin sinyallerini de alıyorduk.
Türkiye’ye gelen Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ile Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 2,5 saat gibi çok uzun süren görüşmelerinin ardından düzenlenen basın toplantısını izlerken “Bir şey oldu” dedim. Çünkü Cumhurbaşkanı’nın yüzü sadece yorgunluk değil, kıran kırana bir pazarlığın, mecbur kalmışlığın da ipuçlarını veriyordu. Sonra birden Rusya-Ukrayna Savaşı'na dair her zaman söylediği sözlerin arasında şu cümleyi duyduk:
Batı’nın Rusya-Ukrayna Savaşı'nda takındığı tutumla ilgili daha önce “Batı'nın, takındığı tavrı doğru bulmadığımı çok açık söyleyebilirim. Zira tahrik üzerine kurulu bir politika güden Batı var” diyen de aynı Erdoğan’dı.
SAVAŞIN SEBEBİ zaten Ukrayna’nın NATO’ya sokulmak istenmesi. Hem sebebi savunup hem de “Bu savaşı bitirmek için arabuluculuk yapayım” demek gerçekçi değil. O zaman izlediğiniz DENGE POLİTİKASI da anlamsızlaşır.
Toplantının ardından öğrendik ki Türkiye, Mariopul’da Azovstal Metalurji Fabrikası'nda savaşırken 20 Mayıs 2022'de Rus ordusuna teslim olan, ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin ve Zelenskiy ile yürüttüğü diplomasi trafiği sonucu, 21 Eylül 2022'de 200 savaş esirinin mübadelesi anlaşması uyarınca Türkiye'de kalmalarına karar verilen Neonazi Azov Taburu (*) liderlerini Ukrayna'ya iade etti. Giderken, “Erdoğan’a minnettarım” diyen Zelenskiy Avzov komutanlarıyla birlikte sevinç içinde uçakta poz verdi.
RUSYA, ERDOĞAN’I GAYET İYİ ANLADI
Türkiye bu iade işlemini, RUSYA’YA SORMADAN ve ANLAŞMAYI İHLAL EDEREK yaptı. Bunu da Kremlin Sözcüsü Dimitri Peskov’un yaptığı açıklamadan öğreniyoruz. Peskov aslında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rusya ile Ukrayna arasında dengeli bir siyaset izleme politikasını sürdürürken nasıl olup da güven ilişkisini temelden zedeleyecek riskli bir karar alarak varılan anlaşmayı ihlal ettiğini de analiz ediyor:
“Yaklaşan NATO zirvesi öncesinde Ankara’ya büyük bir baskı yapılıyor. Elbette ki NATO Zirvesi için hazırlıklar yapılıyor ve elbette ki bu hazırlık bağlamında Türkiye’ye büyük baskı yapıldı. Türkiye’nin ise elbette bir NATO üyesi olarak Kuzey Atlantik İttifakı ile dayanışma içinde olduğunu gösteriyor. Tüm bunları çok iyi anlıyoruz ama tüm bunlara rağmen anlaşmanın bu şekilde ihlal edilmesi kimseye yakışmaz.”
Peskov’a göre bu iade talebi aynı zamanda Ukrayna’nın karşı taarruzdaki başarısızlıklarının da kanıtı. Attığı tweetlerde bunu belirtiyor zira.
SERİNKANLI ANALİZ İÇİN KENDİNİZİ GERİ ÇEKİN
Şimdi kimileri gibi “Reis yapıyorsa vardır bir bildiği” diyerek kolay yolu seçmeyelim.
Reis bunu yapıyor çünkü tam da Peskov’un işaret ettiği gibi ABD, Batı ve NATO büyük baskı yapıyor Türkiye’ye.
Türkiye elinde çok da fazla olmayan kozlarını kullanıyor zira. İsveç bunlardan biri. İsveç’in NATO üyeliğini bir yıldan fazla zamandır engellemekle Rusya’ya ne kadar çok zaman kazandırdığını en aptal olan bile anlıyor. Rusya bu anlamda hazırlıklarını çoktan tamamladı ve zaten Erdoğan’a müteşekkir. Dolayısıyla hem Erdoğan hem de Putin birbirlerinden ne alıp verdiklerinin gayet iyi farkında. Türkiye İsveç kozu ile F-16’ları ve Joe Biden’ın açıklamasından da teyit edileceği üzere bu jetlerin modernizasyonuyla birlikte Batı’nın ülkemize uyguladığı finansal baskının kaldırılmasını istiyor. Cumhurbaşkanı’nın Mehmet Şimşek ile Hafize Gaye Erkan’ı Hazine, Maliye ve Merkez Bankası’nın başına getirmesinin sebebi bu. Çünkü çok sıkışmış durumda.
PUTİN GELECEK Mİ?
Dimitri Peskov bu soruyu “Bilmiyoruz, size haber veririz” diye yanıtlamış. Cumhurbaşkanı Erdoğan hatırlarsınız önümüzdeki ay Putin’in ülkemize geleceğini söylemişti.
Peki, Azov komutanlarının iadesi yüzünden Putin Türkiye seyahatini iptal edebilir mi? Hatırlarsınız, PUTİN bir Rus televizyoncunun sorusuna verdiği cevapta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı GÜVENİLİR olduğu için çok takdir ettiğini söylemişti. Şimdi bu güven yara almadı mı? Tabii eğer perde arkasında başkaca bir GİZLİ ANLAŞMA yoksa.
Benim fikrim şu. Babaları ve dedeleri de Hitler ordularıyla birlikte çalışmış Nazi pisliklerinin iadesi Rusya açısından çok fazla sorun edilmeyecek. Çünkü Putin Erdoğan’ın elindeki imkânlar çerçevesinde en iyisini yaptığını biliyor. Ülkemizin Rusya gibi zengin petrol ve doğal az yatakları yok. Uçsuz bucaksız topraklarında üretilen on milyonlarca ton tahılı da. Dolayısıyla ekonomisi Batı’nın finansal saldırılarına karşı Rusya kadar dirençli değil ve hayli kırılgan.
RUSYA İLE İLİŞKİLERİ KALICI OLARAK NE BOZAR?
Ara başlıktaki bu sorunun cevabı da çok net:
Ukrayna’ya savaş halindeyken Türkiye’nin askeri yardım yapıp muharip silahlar göndermesi. Türkiye şimdiye dek bu konuda tutucu davrandı. Ama önü açılırsa ilişkiler ciddi biçimde bozulmaya başlar ve misal ÜLKEMİZİN SURİYE’DEKİ VARLIĞI da tehlikeye girer.
Hele Şam yönetimi ile sığınmacıların geri gönderilmesi konusundaki görüşmelerden sonuç beklemek hayal olur. Erdoğan’ın ve Türkiye’nin yumuşak karnı olan sığınmacılar konusu kangren halini alır. Suriye’de YPG’lilerin sularını kesen ve her türlü engeli çıkaran Ruslar için artık başka bir dönem başlar. Amerika için ise durum net; körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz.
Yani Batı’dan kaşıkla alırken kepçeyle vermeyelim diye söylüyorum bunları.
Akkuyu, doğalgaz, petrol, ihracat kalemlerimiz arasında önemli yer tutan sebze ve meyve ile Rus turistleri söylemiyorum bile.
.Ukrayna yönetimi Nazizmi hortlatarak bugünü elleriyle hazırladı
2022-04-09 02:00:00
A -
A +
Ukrayna’daki kirli savaştan zarar görenler yalnızca siviller. Rusya’nın işgaliyle birlikte pek çok şehir âdeta haritadan silindi. Yaklaşık 4,5 milyon Ukraynalı mülteci oldu. Bir o kadar da iç göç var. ABD’nin Ukrayna’da seçtirdiği bir kukla olan Volodimir Zelenskiy’nin kapıldığı ham hayaller yüzünden gelinen nokta bu. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan barışa her zamankinden daha yakın olunduğunu açıkladı dün. Öyle görünüyor ki bir barış anlaşması mutlaka olacak. Ama geriye, şehirleri haritadan silinmiş, askerî havalimanları, araç ve teçhizatları, silahları, uçakları, fabrikaları, kurumları yerle bir edilmiş, büyük bir ekonomik kayıpla baş başa kalan bir ülke kalacak.
Ne için?
Rusya’yı çökerteyim de bir halk ve ülkesi olmasa da olur diye bakan emperyalist devlet kafası bu. ABD’nin Rusya’ya en ağır yaptırımları uygulamak ve onu dünyadaki güç dengesinden silmek için “meşru bir gerekçe”ye ihtiyacı vardı, onu bu sayede elde etti. Rusya için çok da tın... Soruyorum, bu ülkeyi ve ordusunu tanımak için Ukrayna halkının daha neleri yaşaması gerekiyordu? Çeçenistan’ı görmediler mi? Daha yakın zamanda Gürcistan’ı.
Yok, karada Rus ordusu palavraymış da yok Ukraynalılar direnmiş de vs. vs... Yahu ülkenin geldiği hâle bakın! Geçin efendim geçin, hâlâ gerçeği göremiyorsunuz.
Şimdi Ruslar güçlerini Donbass’a doğru kaydırdılar. Anlaşmanın Donbass’ın Rusya’ya ilhakı ile sonlanacağına bahse girerim. Sonuçta kim kazanmış olacak? Kırım’dan sonra Donbass’ı da ilhak etmiş bir Rusya mı yoksa yukarıda anlattığım gibi perişan edilmiş Ukrayna mı?
Tekrar soruyorum ne için?
Ukrayna yönetimi ve başındaki Zelenskiy ise bugünleri kendi elleriyle hazırladı. Ülke sınırları içindeki 10 milyona yakın Rus’u denetleyebilmek, bastırabilmek için Nazizmi hortlattı. Azov Taburları diye adlandırılan Nazi soytarısı ırkçılar Ukrayna Ordusu’nun bir yan unsuru olarak faaliyet göstermeye ve devlet tarafından himaye edilmeye başlandı. Resmi törenlerde binlerce militanıyla, tıpkı Nazi SS’ler gibi kahverengi gömlekler giyerek resmigeçitlere katılacak kadar devletin bir parçası hâline geldi. Azov Taburlarının on binlerce insan hakkı ihlali var. Başta Ruslar olmak üzere, Türkmenler, Romanlar, Yahudiler, Siyahlar; herkese. Zelenskiy’nin çıkardığı ırk yasasıyla Ukrayna halkını yalnızca İskandinav kökenli Ukraynalı olarak tanımlamasıyla birlikte bu saldırılar âdeta sıradanlaştı.
Zelenskiy bu Nazi taburlarını koruyup kolluyor ve onlara çok güveniyor. Çünkü onlar bizdeki Gezi benzeri Maydan olayları (2014) esnasında düzenledikleri suikastlarla kışkırtıcılığı artırarak kaos oluşturmuşlar ve Devlet Başkanı Yanukoviç’in darbe ile devrilmesini sağlamışlardı.
Sizlere geçtiğimiz günlerde yaşanan ve gözden kaçan iki olayı anlatacağım.
ABD'nin Fox News kanalı, 1 Nisan'da Zelenskiy ile video bağlantısı yoluyla bir röportaj yaptı.
Röportajda Sunucu Bret Baier, Zelenskiy'e şu soruyu yöneltti:
“Bizim için bir şeyi açıklığa kavuşturmanızı istiyorum. Azov Taburu hakkındaki haberler, deniliyor ki, bu Nazi bağlantılı örgüt ülkenizde milis güç olarak faaliyet gösteriyor, kendi başına zulüm işliyor. Amerikalılar bu birlik ve ilgili haberler hakkında ne bilmeli?”
Zelenskiy'nin cevabı şöyle oldu:
“Yani, Azov çok sayıda taburdan biri. Neyseler o,ülkemizi savunuyorlar. Ve daha sonra sana, sonradan Ukrayna ordusuna dâhil edilen bu gönüllü taburların tüm bileşenleri hakkında her şeyi açıklamak isterim. Bu Azov savaşçıları artık kendinden müteşekkil bir grup değil, Ukrayna ordusunun bir parçası.Bazıları, Ukrayna yasalarını ihlal etti ve gerçekten mahkemeye çıkarılıp hapis cezası aldı. Yani hukuk her şeyin üstündedir.”
Ancak Fox News, röportajın resmî YouTube kanalına yüklenmiş videosu ile internet sitesinde dökümü yapılmış haberinden bu soru cevap kısmını çıkardı.
Ukrayna İçişleri Bakanı Arsen Avakov’un, Donbass dâhil doğu ve güneyde Rusça konuşan ayrılıkçılarla mücadele için paramiliter birlikler oluşturulması talimatını vermesinin ardından Mayıs 2014'te güneydeki Berdyansk liman kentinde kurulan Azov Taburları ABD desteğiyle Kiev'de yönetimin devrilmesinde başrolü oynayan Sağ Sektör gibi oluşumlar için bir güç merkezi hâline geldi. Batı medyası Azov ve Aydar Taburlarının ideolojilerini hiç gündeme getirmiyor. Bu çok normal, Suriye’nin kuzeyinde de PKK uzantısı YPG’ye bir garnizon devleti kurdurmak için korkunç boyutlarda silah yardımı yapan, YPG’nin terör örgütü olmadığını iddia eden ABD için bu çok olağan.
İkinci olay da Zelenskiy’nin Yunan Parlamentosu’nda Nazi Azov Taburu üyeleriyle konuşma yapmasıydı. Muhalefetteki partiler Neo-Nazileri protesto ederek parlamentodan ayrıldılar. Eski Yunan Başbakanı Syriza Partisi Genel Başkanı Aleksis Çipras büyük tepki göstererek “Neo-Nazi Azov taburu üyelerinin, parlamentoya hitaben konuşmaları, tarihi bir utançtır ” dedi. Zelenskiy bununla kalmadı, 1821’de on binlerce Türkü kadın çoluk-çocuk katleden Yunan Filiki Eterya örgütünü öve öve bitiremedi.
BU HESABI TAKİP EDİN, UKRAYNA NAZİZMİNİN GERÇEK YÜZÜNÜ GÖRÜN
Bu konuda sizle BİR TWİTTER HESABI paylaşacağım. Bu hesaba girdiğiniz zaman Azov Taburları’na bağlı Nazilerin insan hakları ihlallerini canlı canlı, video görüntüleriyle izleyeceksiniz ve dehşete düşeceksiniz.
Yukarıda bahsettiğim Twitter hesabı @DaniMayakovski girişli Daniel Mayakovski adıyla yazan biri. Muhtemelen kendi adı değil. Rus olabilme ihtimali çok fazla yok çünkü İspanyolca yazıyor. Öyle çok vukuatları var ki Azov Taburları’nın sayfalar yetmez yazmaya. Dediğim gibi İspanyolca yazıyor ama Twitter’da çeviri kolaylığı olduğu için rahatlıkla Türkçe içeriğini okuyabilir ve paylaştığı videolarda Azov ve Aydar Taburları’na bağlı faşistlerin neler yaptığını izleyip, zihniyetlerinin ne olduğunu anlama imkânı bulabilirsiniz.
Birkaçını burada paylaşayım:
Azov Taburlarına bağlı Naziler, Aralık 2021'de Ukrayna'nın Lysychansk kentindeki Holokost'un Yahudi kurbanları için toplu mezarları ve bir anıtı yok ettiler. Orada Hitler orduları ve Alman Nazileri tarafından 2. Dünya Savaşı esnasında öldürülen 800 Yahudi’nin mezarı vardı.
Aşağıda Rohatyn bölgesinde, Ukrayna'da Yahudilere ve Polonyalılara yönelik toplu katliamların faili Oleksa Demsky’nin anıtı var. Bu katil savaş sırasında Kızılordu tarafından öldürülmüştü. 2020 yılında anıtı açıldı ve iki yanında da Naziler nöbet tutuyor.
Ukrayna hükûmeti, Nazi soykırımcısı Stepan Bandera'nın doğum gününü 2020 yılında resmî binasına afişini koyarak kutluyor. Stepan Bandera, Adolf Hitler'in Ukrayna'daki en büyük iş birlikçisi ve 100 binden fazla Yahudi, Polonyalı, Çingene ve Komünistin imhasının organizatörüydü.
Sırf Rus tişörtü giydiği için Ukrayna polisi tarafından gözaltına alınan Amerikalı bir turist. 2020. Aşağıdaki linke tıklayın.
Ukraynalı askerler Nazi selamı veriyor ve saldırı tüfeklerinde Adolf Hitler'in SS Tottenkopfs kafatası çıkartmaları var, 2018...
Dediğim gibi, Azov Taburlarının üniformalarında kahverenginin seçilmesi tesadüf değil. Kiev belediye polislerinden biri olan Artyom Romanov, Facebook çalışma bölümünde, Kiev Belediyesi’nin Hauptsturmführer’i (Hitler'in SS subayı) olmakla övünüyor.
Azov Taburu’ndan birkaç Ukraynalı Nazi eğitim kamplarından birinde gamalı haçla poz veriyor. Yıl 2018...
Aydar Taburundan Ukraynalı Naziler, halka karşı sistematik terör eylemlerinden birinde, Kiev'deki bir inşaat sahasının yakınında "Rus yanlısı" olduğundan şüphelendikleri insanları dövüp terör estiriyor. Aşağıdaki linke tıklayın lütfen.
Ukraynalı Naziler, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı kazanılan zaferin yıl dönümü olan 9 Mayıs Zafer Bayramı'nı kutlayanlara saldırıyor. Törene katılan ve Naziler tarafından ellerindeki çiçekler alınan bir genç kız ağlayarak uzaklaşıyor. İkinci linkte de Naziler yine bir başka zafer Bayramı kutlamasındaki muhariplere saldırıyor ve yaşlı bir kadının üzerine boya atıyorlar. https://twitter.com/i/status/1504708195658391570
Aşağıdaki Nazi’nin adı Alexander Medvedev. Ukrayna ordusundan bir onur madalyası aldı.
Burada, Nazi arkadaşlarıyla birlikte futbol sahasında ve daha sonra Azak Taburu'nda NATO tarafından silahlandırılan Sergei Filimonov var. Netflix "Rhino" adlı bir dizi yapıp bu Nazi’yi “halk kahramanı” yaptı.
Ukraynalı çocuklara Rus nefreti aşılanıyor. Bir Ukraynalı çocuk beyzbol sopasıyla “temsilî” bir Rus’a böyle vuruyor.
Ivan Galas, Kiev Dinamo "Beyaz Çocuklar" Azak Taburu üyesi. Görüntülerde Nazi selamı verirlerken.
Ukraynalı Naziler sokaklarda gördükleri Romanlara saldırmayı bir alışkanlık hâline getirmişlerdi.Bazı görüntüleri yayınlamak istemedim çünkü kadınlara çeşitli cinsel objelerle aşağılıkça saldıran Naziler bunu bir de videoya çekip yayınladılar.
Ama Harkov’da yine bir grup faşistin aynı ırkçı klişelere dayanarak, Romanların evlerine taş ve sopalarla saldırmasının görüntüleri de aşağıdaki linkte.
Aşağıdaki linkte ise Lviv’de Azov Taburu mensuplarıbir Roman yerleşimini ellerindeki baltalarla yıkıp yerle bir ediyor. 2018... Sonunda da slogan atıp poz veriyorlar.
Ukrayna’daki Nazi oluşumunu daha iyi anlamak için linkteki görüntülere bakmak yeterli. Binlerce Nazi meşaleli geçit töreninde halkı Komünistleri asmaya çağırıyorlar ve bununla kalmayıp, Ukrayna’da 500 binden fazla insanı yok eden Holokost iş birlikçileri Ukraynalı Roman Shukhevich ve Stepan Bandera'yı kahraman olarak övüyorlar.
Naziler bölgeden çekilirken, Donetsk Halk Milisleri tarafından Mariupol Havalimanı yakınlarındaki Vzlyotnaya Caddesi'nde Nazi Azov Taburu tarafından infaz edilen siviller bulundu. Buça'dakiyle aynı çalışma tarzı, sırtüstü ve ağzı tıkalı. Bu “tesadüf” olmalı!
Sosyal medyada Muhteşem adıyla paylaşımlar yapan bir kardeşimiz var. Kim olduğunu bilmiyorum ama takip ediyorum. Doğru bildiğini yazmaktan çekinmeyen biri.
Dün zam sağanağı ile Twitter ahalisi kıyameti koparırken şöyle demiş:
“43 yaşındaki milyonlarca emeklinin maaşı hangi kaynaktan ödenecekti? Bu ülkeyi Kuveyt falan mı sanıyordunuz? Yerden para fışkırdığını mı? Kılıçdaroğlu’nun ipe sapa gelmez vaatleriyle gaza gelip EYT yoksa oy yok, ek gösterge yoksa oy yok, kadro yoksa oy yok, atama yoksa oy yok! Vırt yoksa oy yok, zırt yoksa oy yok diyerek ahlaksız siyasete teşne olup şımardıkça şımardınız. Hükümetten istediğiniz her tavizi aldınız. Üç dört sene boyunca pandemi kriziyle, finansal saldırılarla ekonomik anlamda zayıflamış, üstüne bir de dünya tarihinin en ağır depremiyle büyük bir yıkıma uğramış ülke olduğumuzu umursamadınız bile. Şimdi ise yağmur gibi gelen zamlarla hop oturup hop kalkıyorsunuz. Ne bekliyordunuz? Şişeden cin çıkmasını ve hazineye para yağdırmasını mı? Haa, bütün bunlara rağmen hükümetin de hataları olmadı mı? Oldu, hem de çok. Gıda/Market mafyasıyla, akaryakıt mafyasıyla savaşmayı göze alamadı; Yasadışı siyaseti, muhalif medyanın iftiralarını ve algı yönetimini eli kolu bağlı seyretti. İnisiyatif kullanacak dirayetli, becerikli bakanlar... Ezcümle hep beraber hak ettik.”
Bir diğer Twitter fenomeni de Furkan Bölükbaşı. Takip edip önemsediğim isimlerin başında geliyor o da. Muhteşem’in değerlendirmesiyle paralel yazdıkları:
“Kırk yaşında emekli olmak için EYT isteyenlere bütün partiler birlikte karşı duramadığı için, bedelini gençler vergileriyle ödeyecek. Ev sahiplerinin çürük evlerini devlet yenilesin diye yaygara çıkardığınız için, bedelini ev sahibi olmayan gençler vergileriyle ödeyecek. Bedava ve konforlu yurtlarda ücretsiz kalayım, devlet herkese yurt yapsın dediğiniz için, bedelini yurtta kalmayan yeni hayata atılmış gençler vergileriyle ödeyecek. Her meslek alanında devletten yüzbinlerce atama istediğinizde aslında Biz gençlerin cebinden daha fazla vergi alın dediniz. Maaşlarını siz ödeyeceksiniz. Aslında Devlet yapsın dediğin her şeyi sen yaparsın, çünkü Devlet bedelini senin cebinden aldığı vergilerle öder. Seçimden önce çok söyledik, muhalefetin popülist politikalarına kulak asmayın, biz bu hikâyeyi daha önce gördük diye, ama anlamadınız. Şimdi sonuçlarını görüyoruz.”
Tan Haskol beğendiğim analistlerden biri ve finansçı. Söyledikleri tam da meselenin bam teline basıyor. SERVET ne olacak?
“Reform biliyorsunuz böyle her gün yapılan bir şey değil. Sözcük olarak devrim niteliğinde ve kalıcı bir politikaya işaret ediyor. İlla yapısal reform mu yapacağız? Gündemde vergi-daralma-harcamalar madem. Derhal vergi reformuyla başlayalım. Yıllık yüzde 2,5 servet vergisi gelsin ve kurumlar vergisi düşürülsün. Bakın bu gerçek bir vergi reformu. Servet üzerinden vergilendirme neden konuşulmuyor da temel/otonom malların vergisi arttırılıyor?”
Bu arada KIYAS adlı bilgi ve istatistik sayfası Türkiye’nin yüzde 20’ye çıkmış haliyle bile Avrupa’da en düşük KDV oranına sahip ülke olduğu bilgisini paylaşmış.
III.William (Fahri natocu) takma adlı hesap ise faturayı Kemal Kılıçdaroğlu’na çıkarmış. Eh, bir bakıma yalan da değil:
“EYT faciası, 3600 ek gösterge vurgunu, emeklilere ikramiye soygunu, memur zammı çıkışı, kredi kartı borçlarının silinmesi. Adam tek başına enflasyonu ikiye katladı üstüne kazanamadan gitti. Memlekete tek bir hayrı olmaz mı birinin…”
Daha çok var aslında. Neredeyse “Her şey bedava” dedi Kılıçdaroğlu.
İris Cibre adlı Finansal Analist’in yazdıklarıyla devam edelim:
“Vergide adaleti nasıl açıklasam dedim? Mesela, 2022 de toplam gelir vergisi tahakkukunun yüzde 85’i tahsil edilmiş. Beyana tabi olan gelir vergisi tahakkukun ise sadece yüzde 49'u. Ve (buna bağlı olarak) beyana tabi KDV’nin de yüzde 45'i tahsil edilmiş. ÖTV ve BSMV (Banka ve Sigorta Muameleleri Vergisi) Tahakkukuna karşılık tahsilat ne kadar derseniz; yüzde 95 ve yüzde 99,4. Yani kaynağında kesilen vergilere yüklenmiş bir vergi politikası var. Ücretli ve emekli; halk çatır çatır vergi öderken esnaf, sermayedar kaçınıyor. Ayrıca, tüm eksik ödenen vergilere rağmen, gelir bütçesinin üzerinde gelir elde edilmiş. Nasıl mı? Enflasyonla:) Enflasyon, hükümetlerin borçlarını ödemek için kullandığı bir yöntemdir- Friedman.”
Şunu diyor İris Cibre:
Enflasyon artınca hükümet misal asgari ücreti artırıyor. İşverenin cebinden çıkan vergi ve sigorta primleri de artıyor. Devlet enflasyona bağlı olarak vergi ve harçlara, KDV ve ÖTV’ye zam yapıyor yine gelirleri artıyor.
Ama esnaf ve sermayedar vergi ödemekten kaçınıyor. Özel muayenehanesi olan doktorlar bile. Fiş veren doktor tanıyor musunuz? Güzellik salonlarında fiş veren ya da alan var mı? Milyarlarla oynayan estetikçilerin, saç ekenlerin kazandıkları paralar doğrultusunda vergi ödediğini düşünüyor musunuz? Tatil beldelerinde küçük oteller ve pansiyonların sahipleri fatura ya da fiş kesiyorlar mı?
Hep elden ödeme.
SERVETİNİN VERGİSİNİ ödeyen var mı? Lüks tüketimin, pırlantanın, yatın vb. harcamanın…
BU SÖZLER DE BANA AİT
Açık açık konuşalım. Meselenin sosyolojik kısmını. Nevşin Mengü bile anlamış olayı çünkü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan herkesin cebindeki parayı biliyor, yaşam tarzının ve konforunun farkında. Ona göre zam yapıyor. Yani Beyana Dayalı Vergi’nin ve KDV’nin yüzde 49’unu alınca bu türden dolaysız vergileri dayıyor. Bu kitlenin büyük çoğunluğunun CHP’ye oy verdiği de bir vaka. Erdoğan, kendisine oy veren kitlenin hatırı sayılır çoğunluğunun, misal kâğıt havlu, zencefilli gazoz, bira, rakı, kışın ortasında 50 liraya sebze almadığını, günde 40 liralık sigara içmediğini, sofrada kâğıt peçete kullanmadığını, ıslak mendili hayatına bile sokmadığını çok iyi biliyor. AK Parti tabanının çoğunda “ev kadınlığı” sanatı var. Yazdan yapılan salçalar, kurulan turşular, kompostoluklar, tarhanalar, hazırlanıp kavanozlanan et suları, sebze konserveleri, elde yapılıp paketlenen makarnalar, yufkalar, reçeller, köyden tenekelerle getirtilen peynirler muazzam bir ev ekonomisi kalemi oluşturuyor.
Hadi bir gerçeği daha söyleyelim itici de olsa. Zammı en çok konuşulan kalemlerden biri olan tuvalet kâğıdı kullanımında Türkiye’nin dünyadaki yerini. En fazla tuvalet kâğıdı kullanan ülkeler sıralamasında; ilk 20’de ülkemiz yok. ABD’de kişi başına 141 rulo, Almanya’da 134 rulo, İngiltere’de 127 rulo. En alttaki Brezilya’da bile 38 rulo. Türkiye o sıralamada yok çünkü “unutanlar” varsa hatırlatalım, Türkiye’deki tuvaletlerde taharet musluğu var.
Kısacası bu zamlardan beklediğiniz tepki ancak o hedef orta sınıf kitlesinden gelir, gerisi boş.
Merkez sağ nedir önce ona bir bakalım. Yani tarifi doğru yapalım da bu tarife uygun parti arayışını onun üzerinden yürütelim ve “Merkez Sağ toparlanabilir mi?” sorusunun cevabını öyle arayalım.
Öncelikle merkez sağ siyasi düşüncesinin eklektik ve bütünsel bir ideoloji olduğu söylenebilir. Bu ideolojinin temel siyasi unsurlarını da Türkiye’de 1945’ten itibaren kurulan merkez sağ partilerden yola çıkarak tarif etmek mümkün. Dr. Baki Erken bunu aşağıdaki kavramlarla açıklamış:
Demokrasi, milliyetçilik, muhafazakârlık ve Atatürkçülük
Sosyolog Nuray Mert’in tanımı ise daha geniş:
Demokrasi ve sivil toplum, milliyetçilik, muhafazakârlık, laiklik ve yerlilik.
Bana Nuray Mert’in tanımı daha yakın geldi.
Milliyetçilik ve muhafazakârlığın hâkim ideolojiler olarak yer aldığı merkez sağın dine ilişkin görüşleri, din ve vicdan özgürlüğü ile laikliği harmanlamak ve birbirlerinin sınırlarına müdahale etmemek kuralı üzerine temellenir. Bu yüzden merkez sağ ideolojide Atatürkçülük muhafazakârlığın da katkısıyla Kemalizm olarak algılanmaz. Yerlilik ise merkez sağ ideolojinin hakikaten önemli bir unsurudur.
Adnan Menderes ve Celal Bayar’ın kurduğu Demokrat Parti, Süleyman Demirel’in damgasını vurduğu Adalet Partisi, Turgut Özal’ın kurduğu Anavatan Partisi ve yine Adalet Partisi 12 Eylül Cuntası tarafından kapatılınca Demirel’in kurduğu Doğru Yol Partisi hep bu çizginin uygulayıcısı olan partiler.
Peki tam 20 yıldır iktidarda olan AK Parti merkez sağ parti sayılabilir mi?
AK Parti merkez sağ ideolojinin pek çok özelliğini kendinde topluyor.
AK Parti malum muhafazakâr bir parti. Zaten kendini de öyle tanımlıyor. Ancak merkez sağdan farklı olarak muhafazakârlığı daha çok “Dinî muhafazakârlık” olarak yansıyor. Dolayısıyla laik duyarlılığının ağır bastığı dönemde CHP’nin sert eleştirilerinin muhatabı oldu.
Sivil toplum çalışması konusunda çok başarılı oldukları muhakkak. Ama demokrasinin bir gereği olarak sivil toplumu destekleme konusunda aynı şeyi söyleyemeyeceğim.
Demokrasi muhalefetin tüm eleştirilerine rağmen AK Parti’nin temel düsturuydu. Uygulamadaki hataları sıralamak mümkün ama Türkiye’de son 20 yılda neler olup bittiğini şimdi anlatmayayım “dünya toz bulutuydu” diye başlamamak için. Görüyorsunuz Fransa’daki ayaklanmaların ardından peş peşe yapılan açıklamalarla hangi antidemokratik tedbirlerin anılacağını.
Yerlilik yine AK Parti’nin doğasında var.
AK Parti ilk 15 yıl milliyetçilikten biraz uzak durdu ama son 6-7 yıldır adeta Cumhur İttifakı ortağı MHP ile aynı görüşleri dillendiriyor. Ancak bu milliyetçilik dozu bir merkez sağ için fazla otoriter tonlar içeriyor.
Atatürkçülük ve laiklik merkez sağ ideolojilerle karşılaştırıldığında AK Parti’nin hep yumuşak karnı oldu. Çünkü Atatürkçü olarak kendini kodlayan geniş yığınların aklında hep bir soru işareti bıraktı, bu konuda yeterli güveni son üç yıla kadar veremedi.
Kısaca Demokrat Parti’den başlayarak Adalet Partisi, ANAP ve DYP’ye oy veren milyonlardan oluşan o geniş yığınlar şimdi nerede diye soracak olursanız, hatırı sayılır bir kısmının yukarıda sıraladığımız özellikleri nedeniyle AK Parti’de olduğunu söyleyebiliriz.
Bu arada merkez sağ ideolojinin “Milliyetçilik, Atatürkçülük, laiklik, birazcık da klasik muhafazakârlık” gibi özelliklerini kendinde toplayan yine büyükçe bir kitle de İYİ Parti’ye yöneldi.
Şimdi İYİ Parti’nin ve Genel Başkanı Meral Akşener’in, merkez sağın “seçeneksizlik nedeniyle” AK Parti’ye yöneldiğini düşündüğü seçmeni kendi tarafına çekebilmek için yeni arayışlara girdiğini, birtakım temasların eşiğinde olduğunu işitiyorum. Yeniden örgütlenmesini de bu temel üzerinden yürüteceğe benziyor. Ama bu işi Millet İttifakı’ndaki partneri, eski dava arkadaşı Ümit Özdağ tarafından FETÖ’cü olmakla suçlanan bir isme; Buğra Kavuncu’ya teslim etmesi ise dramatik. Dakka bir gol bir diye adlandırılabilecek bir adım. Doğru işe yanlış adamla başlamak.
Sadece Buğra Kavuncu üzerinden söylemiyorum. Merkez Sağ ideolojisi ve tabanı katı, tartışmalı, farklı ideolojilerle ve örgütlerle anılmış isimleri bünyesinden atar. Esneklik ve yerlilik önemlidir onlar için. Taban böyle isimler olunca AK Parti’yi neden terk etsin ki?
Kısaca bu büyük kitleyi çekebilmek için asıl gerekli olan özelliği belirterek bitireyim.